MEB İslam Ansiklopedisi 13 [13] [PDF]

  • Author / Uploaded
  • MEB
  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview









İSLAM ANSİKLOPEDİSİ İSLÂM ÂLEMİ TARİH, COĞRAFYA, ETNOGRAFYA VE BİYOGRAFYA LÜGATİ



MÎLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞININ KARARI ÜZERİNE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİNDE (A. ADI VAR v. 1955, R. ARÂT v. 1964, A. ATEŞ, v. 1966, C. BAYSUN v. 1968) T, YAZICI, B. KÜTÜKOĞLU, ORHAN F. KÖPRÜLÜ, İ. KAFESOĞLU [v. 1984], S. BULUÇ [v. 1984], N. M. ÇETİN, NAZİF HOCA, A. S. FURAT, N. GÖYÜNÇ TARAFINDAN LEYDEN TABİ ESAS TUTULARAK TE’LÎF, TÂDİL, İKMÂL ve TERCÜME SÛRET1YLE



NEŞREDİLMİŞTİR



1 3 .



O



İ L / T



CUBAYD ALLAH — ZÜŞŞERÂ



BİRİNCİ BASILIŞ



KÜLTÜR VE .TURİZM BAKANLIĞI



MÎLLÎ EĞİTİM BASIMEVİ İSTANBUL 1986



u 'U B A Y D A L L A H . [ Bk. ü b e y d ü l l a h J cü B A Y D - t Z Â K Â N l [Bk. ubeyd - î zâkânî .J U B E D A . U B fiD A, Ubbada, Cenûb-i şarkî Is­ panya Ma küçük bir şehir olup, takriben 31.000 (1950 ) nüfûsu ile Jaen vilâyetinin idâri merkezidir. Araplar tarafından muhafaza edilen Ubeda adı, her ne kadar Iberik menşe’li görünüyorsa da, müsliiman coğrafyacılar şehrin müessisi olarak, Emevî hükümdârı cAbd al-Rahmân II. b. IJakam (206— 238— 822— 852) ’i zikrederler; Ub&da’nm kuruluşunu oğlu ve halefi olan Muhammed tamamlamış ol­ malıdır. Ubâda bu devirden itibâren, Jaen idâri bölge (IÇüra) ’sinin bir parçası hâline geldi ve bâzan, Elvira vilâyetinin diğer bir mahalli olan Ubbadat Taroâ Man ayırmak iç'm ona, Vbbadat al-cArab ( Arapların Ubeda 's ı} adı da verildi ( krş. îbn “Îzârî, al-Bayân al-Muğrib, II, 178— 284), Ub 6da, komşusu Bafoa (Arapça Bayyasa) gibi, garp müslüman dünyasında safran zİrâati ile meşhur idi. Orta-çağdaki tarihi karanlık olup, Jaen *a tâbi bir idârî merkez olarak, dâima onun kaderini tâkib et­ miştir. Hıristiyan kuvvetleri, al-'İkâb Ma (Las navas de Tolosa) kazandıkları zaferden bir müddet sonra 609 { 1212 / 12x3 ) Ma burayı ele geçirdi. B i b l i y o g r a f y a : Îdrîsî, Nuzhat al Müştak ( nşr. Dozy - de Goeje, Deşer, de VAfriqae et de l ’Espagne), s. 203, trc, s. 249; AbuTFidâ’ , Takvim al-buldân ( nşr. Reinaud - de Sîane), s. 167, trc. s. 238; Yakut, Mtfcam al-buldân (nşr. Wüstenfeld), I, 78; îbn 'A bd al-Mun'im al-Himyârî, al-Raoz al-mİ^fâr, s. V ; al-l^alkaşandî, Şubfa al-a^şa1, V , 229; al-Malkar!, Nafh al~{tb ( Analecies. . . ), II, 146; E. Ltİvy Provençal, L'Espagne Mumlmane au siecle (Paris, 1932), s. I 7P, 177. (E . LEVt P kOVENÇAI.) U B E Y D -Î Z Â K Â N İ-İ K A Z V ÎN l fiU B A Y D -î Z Â K Â N Î (1300— I3 7 r), Ni?âm a l-D in veya Nacm a l-D în lekabıyla ( KulUyât, önsöz, s.c) daha çok h i c i v v e f ı k r a l a r ı i l e t a n ı n ­ m ı ş b i r İ r a n ş â i r v e e d i b i olup, I£azvîn Me Zâkânî’ler ( Zâkâniyân ) adı verilen bîr aileye Islâm Ansiklopedisi



mensuptur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemek­ tedir. Eserini 73° ( *330 ) Ma yazan IJamd Allah Mustavfî ( Târîfa-i Guzîda, s. 84S v.d.) ’nin, Ondan tanınmış bir şâir olarak bahsetmesine bakılarak, en geç 7° ° ( *3° ° ) tarihînde doğduğu söylenebilir. Yine aynı müellifin ifâdesine göre, cUbayd-i Zâfeâni 'nin ailesi aslen Arap olup, Hafâca [ b. bk. ] kabilesine mensup idi. Tahsilini Şîrâz Ma tamamlayan eUbayd, Tarîh-i Guzîda *nîn ifâdesi doğru ise, bir ara vezir (şâfûb) olmuştur. Ancak onun hangi emîr veya hükümdârın emrinde ve hangi tarihte çalıştığı hak­ kında bilgi verilmediği gibi, diğer kaynakların hiç­ birinde de bu hususla ilgili bir bilgiye rastlanmamaktadır. Eserlerinde;, bu husûsâ dâir herhangi bir kayda rastlanmaması, hükümdarların himâyesine sığın­ maya çalışması ve bunda başarı gösterememesi, onun bu vazifesini şüpheli bir duruma düşürmektedir. Abü îshâk ( ölm. 747 = 1346) zamanında Şî­ râz Ma bulunan şâîr, önceleri ciddî şiirler yazmış, ancak bunların zamanın hükümdarlarının hoşuna gitmediğini anlayınca, işi güldürücü ve hicvedici şiirler yazmaya çevirmişti. Bir ara Celâyirlilerden Sultan U vays’in himâyesine giren cUbayd, Bagdad ve TebrizMe bulunmuştur; ancak bu şehir­ lerde ne kadar kaldığı ve daha sonra tekrar memleketine dönüp dönmediği hakkında herhan­ gi bir bilgi yoktur. Isfahan ’ın 768 (1 3 6 7 ) Me Muzafferîler tarafından alınması için bir tebriknâme yazmasi ( Külliyât, s. 3 ) , kendi el yazısı ile yazılmış bir kitabın 772 Me oğlu îshak *m eline geçmesine ve bâzı tezkirelerin ifâdesine (Şâhid-i Şâdik, al-Dîn-i K â şî) göre, 77* veya 772 tarih­ lerinde vefat etmiş olduğu söylenebilir. E s e r l e r i : İyi bir tahsil gördüğü anlaşılan ve oldukça uzun bir ömür süren, yaşadığı devirdeki huzursuzluğu, haksızlıkları ve ikiyüzlülükleri rin­ dine bir edâ ile hicveden eUbayd-i Zâkânî, hu husûsiyeti yanında aym zamanda iyi bir şâir ve âlim olarak gözükür, ölümünden takriben 40 yıl önce, iyi bîr şâir ve benzersiz risaleler sahibi olarak tavsif edilmiştir (Hamd Allah Mustavfî, ayn. esr., göst. yer.). 'Ubayd’in eserleri, manzum ve mensur olmak üzere ikiye ayrılmaktadır: F. 1



*



2



tJBEYD-İ ZÂKÂNÎ-Î KA2VÎNÎ -



UBEYDULLAH.



L M a n z u m e s e r l e r i : I. Divân, kaside, ga­ rİst-İk.üâbhâ-yi batfî-i Fârisî, II, I 527 v.d,; III, 3247 zel, terci ve terkib-i bend, mesnevî, kıfc’alar ve rubâî- v.d.; A . Ateş, îstanbul kütüphanelerinde Farsça manzum lerdert ibâret bir eserdir. 2. 'Uşşafc-nâma, Muzaffe- eserler, İstanbul, 1968, s. 269—273; Süleymaniye kütüp, rîlerden Şâh Şayh Âbü îshâk (ölm. 747 = * 346/ Lala İsmail, nr. 572 [Külliyât]; ayn. kütüp., Haml­ *347 ) adına 751 ( 1350) ’de yazılan ve cIrâkî ’nin eliye, nr, 1181 [Külliyât] ; Süleymaniye kütüp., Reîsülaynı adlı eserinden mülhem olan bu mesnevi, daima küttâb, nr. 993 / i — 5 [ Afylâk al-aşröf, Rîşnâma, âşık olan gönlünden şikâyetle başlamakta, aşk, Tahrifat, Şad pand, fUköyat ]; Süleymaniye kütüp,, âşık ve maşukun durumlarım anlatmaktadır. 3. Ka- Düğümlü Baba, nr. 454 / 2— 3, Tacnföt] ; Süleymani­ şıda-i muş u gurba, oldukça uzunca bir kasideden ye kütüp. Hamidiye, nr. 1468/10; Süleymaniye, kü­ ibâret olan bu eserin mevzuunu, Kirman kedile­ tüp., Ayasofya, 4795/25 — 26 [Sad-pand, Tacrlfat] ). rinden bîrinin, yıllarca fareleri parçaladıktan sonra, 'Ubayd ’in Külliyât '1, 'Abbâs ikbâl tarafından Kullltövbe ve istiğfar edip, ibâdetle meşgul olması ve yât-i eUbayd-i Zâkânî, şâmil faşâyid u gazaliyât u fcıbu görüntüsü ile fareleri kandırıp yemek istemesi, tacât u rubâcîyât ve uşşafc-nâma ( Tahran, X32r hş. ) bu sebeple aralarında, çıkan savaşta yenilip idâm adıyla neşredilmiştir, 'Ubayd-i Zâkânt ’nin latifeler!, edilmesi teşkil eder. Kaside, zamanının riyakâr­ daha Önce Ferthd adında biri tarafından LalâPif-i lığa dayanan ablâk ve âdabım tenkid etmek maksa­ cUbayd-İ Zâkânt adıyla İstanbul’da (1303b) ve Tah­ dıyla kaleme alınmıştır (krş. Z. Şafâ, Târîfa-i adabiyat ran (1333 ) ’da basılmıştır. dar İran, İH , 971 v.d d .). 4* Fâlnâma-i üuhüş u }a~ İran'ın içtimâi, iktisâdı ve idâri bakımdan en yur, evcil olmayan hayvanlarla kuşlardan biri ile bozuk olduğu bir devirde yetişmiş olan eUbayd-i tutulan falın neye delâlet ettiğini anlatan altmış Zâkânî, nesirde Sa'dî ’yî en başarılı bir şekilde rubaiyi ihtivâ eder. 5* Hazliya vu tazminat, mizah taklit edenlerden olup, zamanının birçok kusur­ şeldinde zamanın ahlâk ve sâır âdabı ile alay İçin larım güzel ve alaycı bir dille anlatan sanatkârlar­ yazdan şiirlerden ibârettir. dan biri idi, II. M e n s u r e s e r l e r i : ! . Afylâk al-aşröf, dev­ 'Ubayd ’in, bilhassa mizah sâhasındaki kudreti rinin ileri gelen kişilerini tenkid etmek maksadıyla ve bu arada içinde yaşadığı cemiyetin kusurlarım 740 (13 3 9 ) ’ta kaleme alınan bu eserde, önce hicvetmekteki mahâreti, Tanzimat devri müelliflerin­ hikmet, namus, şecaat, adalet, cömertlik, yumu­ ce de beğenilmiş ve başta Ebüzziya tarafından olmak şaklık ( ifibn), vefa gibi kelimelerin o devirde üzere, sözlerinden seçmeler ( Müntehabât-ı Utâyif, İs­ menfaat icâbı almış oldukları kötü mânalara işaret tanbul,....) yapılmak süreriyle Türkçe ’ye çevrilmiştir. H âfız, muhtemelen Zâkânî'nin hicivci husûsiedilmiştir. 2. Şad Pand, hakîmâne yüz nasihattan ibâret olan bu küçük rısâle güzel bir dille yazılmış­ yetinin te’siri altında kalmıştır. Ancak Hâfız daha tır. 3. Riş-nâma (sakal kitabı), sakal ve sakalın verdiği çok yüksek tabaka ile meşgul olmuş, Zâkânî her eziyeti yeren küçük bir risâledir. 4. Fal-nâma-i burüc, tabaka ile ilgilenmiştir. Iran ’ın gerçek hiciv üstâdı gökteki burçlara göre fal bakmayı anlatan bu risâle odur; Zâkânî, Arapça’yı iyi bilir, ‘ Uşşak-mma’ si cIrâde, falcılar ve falcılıkla ilgilenenleri alaya almak Vî 'den mülhem ise de, bu eser daha çok dünye­ sûretîyle tenkid eden küçük bir eserdir, $. Risâla-i vîdir. Şiirleri diğer eserlerine nispetle az sayılır­ tacrîfât, dünya, idâre, ilim, me’murlar, zanaatkâr sa da dikkat çekicidir. Hiciv sâhasında, Avrupalılarca İtalyanların P. ve başkaları İle İlgİH ıstılahların, o devirde al­ mış oldukları kötü mânaları güldürücü bir dille Aretino ( I492— 1556 ) ’suna benzetilen cUbayd, şiir anlatan ve on bölümden ibâret küçük bir risâle sahasında Sa'dî ile Hâfız arasında köprü vazifesi olup, bu bölümlerinden dolayı ona Dah faşl adı görür. B i b l i y o g r a f y a : İdame!Allah Mustavfî, da verilmektedir. 6. Risala-i dilgaşâ, büyük kısmı Târî(ı-i Guzida ( nşr. E. Browne), Leyden-LonFarsça, bîr kısmı da Arapça hikâyelerden ibâret don, 1910, s. 845; Davlatşâh, Tazklrat al-şusarâa olup, yine devrinin ruhunu ve ahlâkını anlatmak (Tahran, ts.), s. 322 v. d.; H. Ethd, Tarih-i aiçin yazılmıştır. Bu eserden, 6 3 ’ü Farsça, 2 6 'sı dabîyât-i fârisî (trc. Rızâ-zâda Şafak), Tahran, da Arapça olan hikmetli sözler Muallim Naci ta­ *337 hş., s. 118 vd.; FFând-mîr, ffabîb al-sîyar, rafından Ubaydiye ( İstanbul, 1305 ) adı ile Türk­ (Tahran, 1333 h ş.), III, 291; 'Abbâs îkbâl-i çe'ye tercüme edilmiştir. 7* Naüadİr al-amsül, Aştiyânî, Tarıfr-i mufaşşal-i hân (Tahran, 1312 Arapça olarak kaleme alman bu eser darbımesel­ h ş.), s. 550 v.d .; E, Browne, A z Sacdî tâ Câmî ler ile hikmetli şiir ve sözleri İhtİvâ etmektedir. (trc. 'A lî Aşğar Bikm at), Tahran, 1327, s. 3128. Maktübât-i fcalandarân, devrindeki kalender­ 340; ZaBîh Allah Şafâ, Târifr adabîyât dar İran lerle alay etmek maksadıyla, iki kalenderin birbi­ (Tahran, 2535 şâhinşâhî), III, 963-984; CA . Hayrine yazdığı iki mektuptan ibârettir. 9- Arapça ma­ yâmpür, Farhang-i suhanüarân (T e b riz,), mad. kama t kitapları tarzında Farsça olarak yazılan bu cUbayd-İ Zâkânî. eserin sâdece ismi bilinmektedir. 'U b ayd ’in eser­ lerinin bâzan külliyât, bâzan da münferid risâleler hâlinde el yazması nüshaları vardır (bk. Munzavi, Fih­



(T ahsin Y azici .) UBEYDULLAH. [Bk.



m eh d İ.]



UBEYDULLAH B. ZİYÂD. UBEYDULLAH B. ZİYÂD. CU B AYD A L ­ L A H B, Z ÎY  D , Emevî hâ ned âni v âİ l l e r i n d e n olup, Halîfe M ucâviya i.’nin meş­ hur Irak umûmî vâlisi Ziyâd b. Abîh’in oğludur. Annesi Iranh prenses Marcâna idi; bu sebeple ona îbn Marcâna da denmektedir. Babası onun yetişmesine büyük bir itinâ göstermiş ve yakın dos­ tu Hârişa b. Badr ’i ona hoca olarak tâyin etmişti. “Ubayd Allah b. Ziyâd 53 (673; Halİfa b. Hayyaf. Tarif}, 206 ) veya 54 ( Tabarî, îf, 166) yılında M u“âvtya tarafından İslâm devletinin askerî ba­ kımdan en hareketli eyâletlerinden birisi olan Ho­ rasan vâlüiğine getirilmiştir. Bu sırada onun 25 yaşında olduğu bütün kaynaklarca ifâde edil­ mektedir. eUbayd Allah, 54 (674) yılında Mâverâünnehr ’e bir askerî sefer tertipledi ve Ceyhun ’u geçerek bölgenin ticâret merkezlerinden Beykend ’i zapt ve müteakiben Buhârâ üzerine yürüyerek şehri muhâsara etti. Buhârâ hâkimi ÎÇabac Hâtûn, tek başına “Ubayd Allah *a karşı feoyamıyacağım anhyarak Mâverâünnehr’in diğer beylerinden yar­ dım talebinde bulundu. Yardıma gelen kuvvetle­ rin cUbayd Allah tarafından mağlûb edilmesi üze­ rine K4 bac Hâtûn vergi vermek şartıyle “Ubayd Allah ’dan sulh istemek mecburiyetinde kaldı. Hâ­ tûn ’un sulh teklifini kabul eden eUbayd Allah, Buhârâ’dan 2.000 Türk okçu alarak geri döndü (Balâzuri, 410; J'abarî, II, 169 v.d.). Mâverâünn ehr’e karşı yapmış olduğu bu başarılı seferinden sonra Basra valiliği de “Ubayd A lla h ’a verildi. 2.000 Türk okçu ile birlikte Basra’ya geldi ve onları Sikkat al-Buhârîya ( Buhârâhlar caddesi) adı ve­ rilen bir semte yerleştirdi (îbn al-Fakih, s. 19i). Hâricîlerin ve Alevîlerin sık sık isyan çıkarttıkları Basra’da eUbayd Allah, 2.000 Buhârâlıyı muhafız kuvveti olarak istihdam etmiştir, “Ubayd Allah ’ır Horasan vâliliği 56 (675 / 676) yılına kadar sür­ müştür. 58 ( 677 / 678 ) senesinde, başlarında Tavvâf b. G allak adlı birisinin bulunduğu Haricîler Basra ’da isyan ettî. Asîler üzerine gönderilen Bu­ hârâhlar bir netice elde edemeyince arkadan tak­ viye kuvvetleri gönderildi. Hâricîler mağlûb ve Gallak katledildi. Bunu diğer Hâricî gruplarına karşı girişilen mücâdeleler tâkıb ettî. “Ubayd Al­ lah, Hâricîîere karşı babasından da sert davranmış ve bu sâyede Basra ’da sükûneti sağlamıştır, M u“âviya vefat edip, oğlu Yazîd Dİmaşk ’ta ha­ lîfe îlân edildiği zaman (60 ~ 680 ) Medîne ’de Husayn b. Alî, “Abd Allah b. al-Zubayr, “Abd Allah b. “Omar ona bi’at etmediler. Husayn, Hlcâz valisi Vaiîd b. ‘ Utba'den çekinerek gizlice Mekke ’ye gitti. Küfe halkı Husayn’in Y a zld ’e bi’at etmedi­ ğini öğrenince ona elçiler göndererek Küfe ’ye dâvet ettiler ve onu halîfe olarak tanıyacaklarını bildirdiler. Bunun üzerine Husayn, Küfe balkının kendisine ne derece bağlı olduğunu yerinde tetkik ettirmek maksadıyle amcası-oğlu Müslim b. “Akil ’i



K ü fe ’ye gönderdi. Müslim, bir günde 12 bin kişiden Husayn adına bi’at aldı ve bunu Husayn ’e bildirdi. Küfe 'deki bu gelişmelerden haberdâr olan Yazîd, derhal “Ubayd Allah ’a bir mektup gönde­ rerek Küfe vâ!iliğinin de kendisine verildiğini ve ne pahasına olursa olsun Müslim gailesini bertaraf etmesini bildirdi. Yanında pek az kimseyle Kü­ fe 'ye gelen “Ubayd Allah, bu şehrin ileri gelenlerin­ den Hâni b. “Urva ’nin evinde saklanan Müslim ’in yerini öğrendi. Hânı ’yî, onu teslim etmesi için sı­ kıştırdı ise de, bir netice alamadı ve onu hapsetti. Müslim, Hân! ’nin hapsedilmesini bahâne ederek halkı isyâna teşvik etti. “Ubayd Allah, vâîilik sara­ yında muhâsara edildi. Ancak Küfe ileri gelenleri­ nin “Ubayd Allah 'm yanında yer almaları ve halkı, giriştikleri hareketin tehlikeli olduğunu söyliyerek tehdit etmeleri üzerine daha önce Husayn’e bi’at etmiş olanlar Müslim ’i terk etmeğe başladılar. Ar­ tık “Ubayd Allah’a, yanında birkaç kişi kalan Müslim’i yakalayıp idâm etmek kalmıştı (8/9 zilhicce 60=9 /10 eylül 680 [ T abarl, II, 229 v.dd.; tbn al-Aşîr, IV, 19 v.dd.; Halîfa b. Hayyâî, Tarif}, s. 22i ] ). Müslim ’den almış olduğu iyi haberlere inanarak, son gelişmelerden bilgisi olmayan Husayn, Kü­ fe ’ye gitmeğe karar verdi, Husayn, Mekke ’den Küfe ’ye doğru yola çıktığı sırada Müslim öldürül­ müştü. “Ubayd Allah b. Ziyâd, Husayn ’in Kü­ fe ’ye hareket ettiğini haber alınca şehirde gerekli tedbirleri aldığı gibi, 1.000 kişilik bir kuvveti de, onun Küfe ’ye yaklaşmasına mâni olmak maksadıyle vazifelendirmişti. Husayn 'in Kerbelâ’ya gelip konak­ ladığı haberi Küfe ’ye ulaşınca “Ubayd Allah b. Ziyâd, Deylem ’de çıkan bir isyânı bastırmağa me’mur et­ tiği “Omar b. Sa*d b. Abî Vağkâş’ı (krş. îbn Sa°d, Jabakm, V, 125; îbn al-AşIr, IV, 52 v.d.) 4.000 kişilik bir kuvvetle Husayn üzerine gön­ derdi. Yanında kâfi derecede adamı olmaması sebebiyle gelen kuvvetlere karşı koyamıyacağım ve kendisini dâvet etmiş olan Küfe halkından da bir yardım göremiyeceğİni anlıyan Husayn, geldiği yere dönmek, Dimaşk ’a giderek bizzat Yazîd ’e teslim olmak veya bir hudut şehrine yerleşmek is­ tediğini ileri sürdü ise de, “Ubayd Allah bunların hiç birisini kabul etmeyip kendisine teslim olma şartını bildirdi (Tabarî, II, 3*5)• Neticede 10 mu­ harrem 61 (1 0 teşrin L 681) cuma günü cereyan eden çarpışmada Husayn şehit düştü, îslâm tarihinde büyük karışıklıklara ve iç mü­ câdelelere zemin hazırlamış olan Kerbelâ fâcîasmda hiç şüphesiz başrolü “Ubayd Allah oynamıştır. Ancak bu şekilde cür’etkâr bir teşebbüste Yazîd ’in kendisini destekliyeceğinden emin bulunuyordu. Nitekim Kerbelâ hâdisesinden sonra da Irak umûmî valiliğinde kalması bu busûsu te’yid etmektedir. Kerbelâ fâciası Yazîd ’e karşı olan muhalefeti daha da" sertleştirdi. Mekke ’de “Abd Allah b. alZubayr hâlâ bi’at etmemekte direniyordu. Medîne ’de



3



4



UBEYDÜLLAH B. ZÎYÂD - UBÜLtA. ise, halk Yazîd ’İn yerine “Abd Alîâh b. H&n?ala*y& Allah, Menbic yakınlarında bulunduğu sırada onun bi’at etmiş ve bu şehirde bulunan Ümeyye âilesı kumandanlarından Hu sayn b. Numayr, Ra’s al-“Ayn mensuplarım tehdide başlamıştı. Bunun üzerine ’da Küfeli şi’îleri ağır bir’ mağlûbiyete uğrattı (24 Yazîd, °Ubayd Allah b. Zİyâd ’a Hİcâz ’daki bu cemâzîyelevvel 65 = 6 kânun I. 685). “Ubayd karışıklıklara son vermesi için harekete geçmesini Allah, bundan sonra Kemen bir yıl müddetle îbn bildirdi; fakat “Ubayd Allah, hîusayn’in şehîd edil­ aî-Zubayr tarafım tutan Zufar b. Haris ve Kayslımesinden sonra Mekke ve Medine ’ye karşı askerî lar ile mücâdele etmek zorunda kaldı. Bu sırada harekâta giriştiği takdirde ebediyete kadar lânetle Marvân ölmüş ve yerine oğlu “Abdal-Malik geçmişti. anılacağını ileri sürerek, bu vazifeden affını istedi. Diğer taraftan Muhtar al-Şa^afl de Küfe ’de hâ­ Yazîd, onun bu mâzeretinî uygun görerek, Hicaz ’a kimiyetini kurmuş bulunuyordu. “Ubayd Allah, Müslim b. “Ukba al-Murri ’yî gönderdi ( Tabari, Zufar gailesini bertaraf ettikten sonra Musul üze­ rine yürüdü. 10 zilhicce 66 ( 9 temmuz 686 ) tari­ II, 408; îbn al-Aşîr, IV, m ) . Y a zîd ’in 14 rebîülevvel 64 ( II teşrin II. 683) hinde Muhtar tarafından gönderilmiş olan kuvvet­ tarihinde vefatı üzerine “Ubayd Allah, Basra hal­ leri yendi. Muhtar bu yenilgi haberini alır almaz, kını mescidde toplıyarak Y a zîd ’in öldüğünü, mer­ Îbrâhîm b. al-Aştar kumandasında yeni bir kuvvet kezde karışıklıkların çıktığını, bu sebeple geçici gönderdi, îki ordu Musul dvârında aH^âzir suyu bir zaman için kendisine bi’at etmelerini istedi, kenarında karşılaştı. 10 muharrem 67 (6 ağustos Basralılar onun bu isteğini yerine getirdiler. “Ubayd 686) ’de yapılan çetin savaşta “Ubayd Allah mağ­ Allah, Küfe ye bir elçi göndererek bu şehir halkı­ lûp ve maktul düştü. nın da kendisine bi’at etmesini istedi. Fakat Kû“Ubayd Allah b. Ziyâd, Basra valiliği sırasında feliler onu reddederek “AbdAUâh b. al-Zubayr’in bâzı imâr fâaliyetlerine girişmiş, saray ve mescidler halifeliğini kabûl ettiler. Bu sırada Dİmaşk ’ta yaptırmıştır. On ikİ yıl kadar devam eden siyâsî Mu'âviya İL, Mekke'de “Abd Allah b. al-Zubayr ve askerî hayatı sırasında katıldığı ve başrolü oy­ halîfe olarak halktan bi’at almışlardı. Ancak M u“âvî- nadığı bâzı hâdiseler İslâm tarihinde derîn izler ya II. ’nin durumu daha nâzikti. Zîrâ, Suriye 'deki bırakmıştır. Kayslılar, İbn al-Zubayr’în halifeliğini tanımışlardı. Bibliyografya ; al-Tabarl, nşr, de Suriye’deki bu karışık vaziyet Irak’ta da te'sirini Goeje, bk. indeks; İbn al-Aşîr, al-Kâmîl, nşr. Tornberg, Beyrut, 1965, bk, indeksi al-Yackübî, göstermiş ve daha önce “Ubayd Alîâh ’a bi’at etmiş Tasrih, nşr. Houtsma, II, 2 8 i, 288— 291, 306— olan Basralılar da karşı tarafa geçmişlerdi. Bu du­ 309, 317, 321; Halife b. Hâyyât, T a ° r î { nşr. rumda Irak ’ta kalamayacağını anlıyan “Ubayd Allah, Dim aşk’a kaçmak mecbûriyetinde kaldı. Akram Zaki al-eOmarî, bk. indeks; al-Balâzurî, Suriye ’ye geldiği zaman, Mu'âviya II. ’nin ölümü Futüfa, nşr. de Goeje, bk. indeks; al-Mas*ödI, Murüc al-Zahab, nşr. Barbier de Meynard ve üzerine Ümeyye âilesinîn kalesi durumunda olan Pavet de Courteille, bk. indeks; ayn. mil., Kitâb bu bölgenin büyük bir kısmının “Abd Alîâh b. aîal-Tanblh. val-işmf, nşr. de Goeje, bk. indeks; Zubayr tarafına geçtiğini gördü. Kays kabîlesi reisi İbn al-Faklh, Kitâb al-Buldan, nşr. de Goeje, ve îbn aî-Zubayr taraftarı Dahhâk b. I£ays, Dimaşk ’a bk. indeks; al-Mubarrad, al-Kömil, nşr. Wright, hâkimdi. Ümeyye âilesini destekliyen Ürdün vâlisi 378, 264, 329, 366, 430, 584 v.d., 592 v.d., 598 îbn Baljdal, Câbiya’da bulunuyordu. Ümeyye ailesi v.d,, 610; Weıl, Geschichte der Chalifen, I, 291, İbn al-Zubayr’e karşı kimin halîfe olacağı husûsunda tereddütler içinde idi. Bu sırada clibayd 306 v.d., 309 v.d., 314, 3*8, 329 v.d., 343 v.d., 346, 349 v.d., 360, 377, 38i; Wellhausen, Die Allah, Dİmaşk’a gelerek vaziyete müdâhale etmiş religiös-polit. Oppositonsparteien im alten İslam ve Marvân b. al-Hakam ’i balîfe olmağa İkna ede­ ( Abh. G.W . G ött, Philol Hist. K i N .F ., 2 ), bilmiştir. 3 zilkade 64 (2 2 haziran 684) tarihinde 25 v.dd., 61 v.dd.; ayn. mtî., Arap deoleti ve M arvân’a Câbiya’de bi’at edildi ve arkasından sukutu, trc. Fikret Işıltan, bk. indeksî Lammens, Marc Râhit ’de karargâh kurmuş olan Dahhâk Le Califat de Yazîd l sr, 32 v.d., 124— 130, 137— b. î£ays’a karşı harekete geçildi. 64 yılı sonunda 178; Buhl, Die Krisis der Umajjadenherrschajt ( temmuz / ağustos 684 ) başlıyan ve 20 gün kadar im Jahre 684, Z A , X X V II, 5°— 64. devam eden Marc Râhit savaşında “Ubayd Allah (H akki D ursun Y ildiz.) sağ kanat kuvvetlerine kumanda ediyordu. Dahhâk UBULLA. al-U B U LL A , İslâmî Orta-çağ’da, Basra mağlûb edilerek Suriye tekrar Ümeyye âüesine ’ mnşarkında D i c l e d e l t a s ı n ı n k a n a l b ö l ­ kazandırıldı, b ü y ü k b i r ş e h i r idi. Burası, Marvân b. aLHakam, Mısır ve Filistin’i ele ge­ g e s i n d e çirdikten sonra “Ubayd Allah b, Zİyâd ’ı, “Abd Alîâh Dicle kıyısının sağında ve Basra ’nm esas su yolu b. al-Zubayr ’in tarafım tutan Irak üzerine gön­ olup, cenûb-i şarkî istikâmetinde Dicle’ye, daha sonra derdi, Marvân ona zaptedeceği bölgelerin vâlİliği ve Abadan’a oradan da denize giden ve Nahr al-Ubuîîa üç gün müddetle Küfe ’yi yağmalamasına müsâade adı verilen büyük kanalın şimal tarafında bulun­ edeceği vaadinde bulundu (Tabari, II, 642 ). “Ubayd makta idi. Bu kanalın uzunluğu umumiyetle dört



UBULLA - eÛC.



5



fersah veya 2 barld (al-Makdisî) olarak gösteril­ V II. ( X I I I .) asırdan sonra o havâimin umûmî miştir. al-Ubulla, Periplas Maris Eryihraeİ ( Geogr, çöküntüsü, hu mevkiin gittikçe ortadan kalkmasına Graeci Minores, I, 285)*ye göre sahilin yakınında bulu­ âmil oldu. İbn Battüta ( I I , 17 v.dd.) burasım bir nan 3An?.oyOy "’.EiArtOptOu ile birleştirilebilir ve al- köy olarak gösterir; Nazhaİ al-foıfab (ş . 38) ise, Mas'üdî ( Murüc, III, 364) ’de geçen bir hikâyede Nahr al-Ubulla ’yı tanımakla birlikte, doğrudan al-Ubulla, Dicle munsabmda yegâne liman İken Bas- doğruya bu mevkiden bahsetmez. O devirde bu r a ’nm kuruluşundan Önceki bir devrenin hâtırası­ yer ortadan kalkmış olmalıdır. Muahhar kayıtlarda nı yaşatır. Sâsânîier zamanında Aşağı Babil ’in ancak eski coğrâfî mâlûmatın verilmesi ile iktîfâ İdâri taksimatı ve Sâsânı hükümdarlarının şehir edilmiştir (m sl, Kâtİb Çelebi, Cihan-Nama, s. 453 ). B i b l i y o g r a f y a : Rİtter, Erdkunİe, X, te*sisleri hakkında mâlûmat veren eski Arap müel­ 52, 177, 180; X I, 1025; G y. Le Strange, The lifleri aİ-Ubulla’yı, Dicle~’nin karşı sahilinde aran­ Lands of the Eastern Caliphate, s. 44 v.dd. maları gereken eyâletler olarak, Dast-Maysan ( İbn (J. H. K ramers.) Hurdâzbih, B G A , VI 7 ) veya Bakman Ardâşîr ( Tabarî, jf, 687) ile birleştirmişlerdir; Eutychius cÜC. [Bk. ûc.J üc. «oc veya c C b. cAnak ( veya ( Patrohgia Graeca, III. 9 l l ) d e aynı şekilde alm u k a d d e s ’t e k i Ba Ubuila ’nm Ardaşîr I. tarafından kurulduğunu iddia 'A n âk), K i t â b - ı eder ( bunun için krş. H. H, Schaeder, Is l, X IV , ş a n ’ ı n d e v c ü s s e l i h ü k ü m d â t ı cö g 27 v.dd.), îbn Hurdâzbih, s, 7 ’de, Peygamber ’in ’u n A r a p ç a ş e k l olup, Kur ân ’da zikri geç­ Tabarî ( I, 500 v.d. ) de onun cüs­ muasırı olan birinin bir Arapça şiirinde al-Ubulla mez. ve ölümünden bahseder; adının geçtiğini kaydeder. İslâm fütûhat tarihine sesinin iriliğinden boyunda olan Mûsâ, 10 arşın göre, bu şehir 12 ( 633) yılında eUtba b. GazvSn 10 arşın tarafından silâh kuvvetiyle zaptedilmiştir, Bu fâtih, uzunluğundaki asâsıyla cÜc’un topuğuna vurmak şehri Halîfe Ömer ’e „al-Bahrayn, eUmân, Hind için on arşın sıçradı; devin devrilen cüssesi Nil ve ŞIn 'in îimanC olarak tanıtır ( ai-Baîâzurl, s. üzerinde köprü vazifesini gördü. Şa'âîahI, daha teferruatlı bilgi verir: eÜ c, 23.333 3 4 i ), Bu fetih sâyesinde Araplar karşı sahili ( Dâst Maysan) ve Fırat havâlisi denilen bölgeyi ele ge­ arşın boyundadır. Suyu bulutlardan içer, denizin çirdiler. Basra ’nın gelişmesinden sonra al-Ubulla dibinde yürür, denizden balina çıkarır ve onu gü­ ehemmiyetini kaybetti ise de, bütün Abbâsî dev­ neşte kızartırdı. Nûh, onu gemisinden kovar, tufan rinde büyük bir şehir olarak kaldı. Şehir eski zaman­ onun ancak diz kapağına kadar gelir. 3000 sene lara nazaran, denizden biraz daha fazla bir mesâfede yaşar. Mûsâ 12 Haberciyi gönderdiği zaman, onları bulunmakla birlikte meddin te’sirlerı al-Ubulla başı üzerindeki odun demeti içine koyarak ezmek ’dan daha yukarı taraflarda görülmekte idi. IV.- VI. ister. Fakat, karısının tavsiyesi üzerine, gördükle­ (X.— XII.) asır müellifleri bu şehirden az veya çok rinin korkunçluğunu kendilerini gönderenlere an­ bahsederler: Civarı, övücü ifâdelerle tasvir edil­ latmak için onları geri yollar. eÜc, Benî îsrail kam­ miştir (krş, Yâfcût, I, 9 7 ); Nahr al-Ubulla’nm pım gördüğü zaman burayı bir darbeyle parçalayabil­ sâhilleri büyük bir bahçe hâlinde idi ( îbn Havkal, mek için, dağdan büyük bir kaya koparır. Bu esnâda B G A , 11, 160). Dicle, al-Ubulla civarında gemi­ Allah, Hudhûd ’u gönderir.. Kuşların deldikleri kaya cilik bakımından ehemmiyetli idi. Abbâsîlerîn ilk bir gerdanlık gibi eÜ c ’un üzerine düşer. Mûsâ, zamanlarında orada tehlikeli bir girdab Vardı; burası onu bir darbe ile yere yıkar. aI-Kisâsî, hikâyeyi hârikulâde bir şekilde zengin­ bir Abbâsî prensesi hesâbma doldurulan taşlarla ortadan kaldırıldı. Burada al-ldrlsî ( nşr. Jaubert, leştirir: Âdem tarafından kovulan Kabil'in ve I, 364 ) ’nin tasvir ettiği bir deniz feneri inşâ edildi. kız kardeşi cAnâk (cAnâk boylece kadın ismi olur) *ın Makdisî ( B G A , III, Il8 )* y e göre al-Ubulla annesi tarafından cezalandırılan eÜ c, annesini öl­ o zaman Basra’dan daha genişti; burası bez doku­ dürmek için İblis’ in attığı taşı havada yakalar, macılığı ve Yaejkübî ( B G A , V ÎI 3 6 o ) ’nin bil­ işte bu sebeple annesi ona mükâfaat olarak kuv­ dirdiğine göre de gemi inşâatı ile meşhurdu. Bu yeri vetlilik ve uzun ömürlülük bahş eder. C0 c , denizde 443 ( I05r ) yılında riyâret etmiş bulunan Nâşir-i yürüdüğü zaman sular, onun ancak dizlerine çıkar, Hasrav ( Safar-nâma, Berlin, I 341» s. 133) de havâ- gezindiği zaman toprak titrer, ağladığı zaman göz­ İisinin hârikulâde güzelliğini canlı bir şekilde tasvir lerinden yaş nehirler gibi akar, bir yemekte iki fil eder; diğer taraftan al-Ubulla ’nm strateji bakı­ yer, senede iki defa uyur, Nemrud devrinde gök­ mından mühim bir nokta olmadığı anlaşılmaktadır. yüzünü zorla idâre etmeye kalkar. N û h ’un gemi­ Burası, 33* (942 ) senesinde olduğu gibi Basra ’daki sinde, onunla birlikte bulunur. Fir’avun ’u Tanrı’ya Barıdî kardeşlere karş. icrââtta bulunan eUmân ibâdete dâvet için Mûsâ tarafından, Fİr’avun’a Yuska vâlİsı tarafından işgâl edildi (krş. Miskavayh, nşr. gönderildiği zaman onun meclisinde IÜ c da hazır Amedroz, II, 46); fakat o zaman vukua gelen hâdisele­ bulunuyordu. cÜc, Firavun ’un kızım almak için dev rin gösterdiği gibi al-Ubulla. bu şehir bakımından mü­ gibi kayalarla Benî îsrail kampım yok etmek ister, him bir müdâfaa unsuru olmaktan uzaktı. Anlaşılan fakat Mûsâ tarafından öldürülür.



6



û c - Od .



Bu efsânelerin kaynakları Kitâb-t mukaddes ’te ve Aggada ’da bulunur. Kitâb-t Mukaddes, 'Ö g ’un iriliğinden ( Deuterön, III, n ) ve yok olmasından ( Nam. X X I, 33— 35 ) bahseder. F. Joljanan, cÖg ’u tufandan kaçan bir firari olarak zikreder ( B. Nidda, 6 la ); çok defa L û t ’un yakalanması haberini İb­ rahim ’e götüren kaçak olduğu söylenir { tekoîn, X IV , 13 ). Uzun ömürlülüğe bu sâyede kavuşur ( Tekum Rahba, X L II, 8). al~Kisâİ gibi Deut Rabba ( I , 2 5) da onu Fir’avun sarayına nakleder. B. Berachöt, 54b eski Ibranice Targum Num. X X I, 35 'te Mûsâ nm onu bîr sıçrayışta nasıl öldürdüğü anlatılır. İslâmî efsânede, cÖg ’un kayasım kemiren karıncalar veya kurt yerine Süleyman efsânesinde tanınan Hudhûd görünür. B i b l i y o g r a f y a : TabarI, nşr. de Goeje, I» 500» 501 ('Âc okunuşu için bk. Barth ’m notu, s. 501); ga'âlabî, JŞTişaş al-anbiya" (Kahire, 1325), s. 151— 153; al-Kisâ’ î, Vitae Prophetarum (nşr. Eisenberg), s. 233— 235; M . Grünbaum, Neue Beitraege zar semitischen Sagetdymde (Leyden, 1893), s. 180— 182. ( B er n h a r d H e l l e r .) UC. f Bk, ELBİSTAN.] UCDA. (Bk. ü c d e .J eÜD. [Bk. û d .J ÜD. °UD, Atlas okyanusundan Basra körfezine kadar uzanan sâhadaki İslâm halkları arasında kul­ lanılan en mühim b i r ç a l g ı â l e t i (krş.TUNBÜR, KİTABA, KİŞARÂ). Arap müellifler, barbal ile cüd arasında tefrik yapmamakta iseler de, iki çalgı arasında esaslı bir fark olmalıdır. Asıl cüd ’un iki parçadan ibaret bir gövde ile bir sapı bulunduğu halde, barbal ’m tek parçadan yapılmış bir gövde ve sapı vardır. al-Maseüdî ( Murüc, V III, 88), W un Lamak (Kitab-t mukaddes, Tekvin, IV. 'deki Lamech) tarafından îcad edildiğini söylemekte ise de, başka bİr yerde ( VI I I , 99)» bu âletin mucidi olarak umumiyetle Grekierin kabul edildiğini ifâde etmektedir. Mucidi olarak Fİsagor, Eflatun, Euclİdes ve Batlamyus da zikredilmektedir; bununla berâber, aî-Massüdî, Tanbîh ( B G A , V III, 12 9 ) 'de, „Batlamyus, cü d 'dan bahsetmediğine göre, Grekierin eüd *u bilmedik­ leri bedîhîdir", demektedir. Bu çalgının, gerçekten de eski bîr menşe'i var idi, Mısır ’da Goshen ’de bulunmuş ve X IX — XX. sülâlelere atfedilmiş olan pişmiş tuğla üzerindeki şeklin, bir cüd ’u gösterip göstermediği ( Petrie ve Duncan, Hyksos and Israelite Cities, s. 38, levha X X X V II, B) belli değildir; bunun Miîâddan önce II. asırdan itibaren Hİnd *de şüphe götürmeyen nümûnelerİ bulunur ( msl. Kalküte ’deki Hİndû müzesindeki Bharhut heykeli). Daha yeni Hindû benzerleri İçin bk. ] . Am. O S „ I, 244, 253; Burgess, Buddkist stupas of Amaravaii and Jaggayyapeta, şekil 7, Buna, Mag, Gen. Cunningham tarafından British Museum’a verilmiş olan



bir Efganistan kabartma süste de rastlaşmaktadır. cÜd*un, Şapür I. devrinde (241— 2 72 ) tanın­ dığı ve bu hükümdar devrinde îcad edilmiş olduğu ( AbuTFidâ’ , Historia anteislamica, s. 82) söylen­ mektedir. Bununla berâber, büyük bir ihtimalle bu âletin barbal olduğu, verilen bilgilerin, âletin gelişmesi ve muhtemelen göbekteki tablanın deri yerine tahtadan yapılmış olması ile ilgili bulunduğu tahmin edilebilir. îranhlar, ördek ( ba( ) ’in göğ­ sü (6 a r)’ne benzediği için bu âlete barbal adını verdiler ( al-ldvârizmi, Mafat İh al-*ulum, s. 238; krş. Lane, Lextcon). j. P. N. Land (Trans. IX th Congress of Orientalists, 1891, s. 154 h Arap müel­ liflerin bahsettikleri Iran W unun, gerçekte iki telli tunbür olduğu kanâatinde idi. Ancak Sâsânî san’atınm birçok nümûnesİ, İran *üd ’unun dört telli olduğunu ( krş. Dalton, Treasures of the Oxas, 2. tab't, s. 211), göstermektedir ve bu tel sayısı diğer kaynaklarla da te’yid olunmuştur (krş. J R A S , 1899, s. 59). îbn eAbd Rabbihî, c/£d al-Farid, III, 181 ’den V II. asrın sonunda Irak’ta iki telli bir cöd’un bulunduğu bilinmektedir ve V III— IX. asra âit iki telli bir cüd ( barbal) Tesmi günümüze kadar gelmiştir (Pezard, La ceramique archatcpıe deVİslam, levha 6 7). Barbal, islâmiyetten önce, Arap Gassânîler ( Ağânî, X V I, I S ) ve islâmın ilk zamanlarında da Suriyelilerde (ayn. esr., III, 84) başlıca çalgı âleti idi. Grekçe (3dp fk-roe ga­ liba şarktan alınmış ( Acheiıaeus, Deip., IV, 1 4 ) olup (Strabon, Geog., X , III, 1 7 ), onun yabancı bir adı olduğuna işâret eder. islâmiyetten önceki Araplar, mizhar, firarı ve muvattar adlarıyla tanınan çeşitli 'üd'lar kullanıyor­ lardı. Bu âletler, galiba sâdece deri tabladan yapılmış olmaları dışında barbal ’la aynı idiler. Mizhar, Arap lügatçilerin hepsi (ayrıca bk. al-Maseüdl, Murüc, V III, 93; al-*îkd al-farlâ, III, 186) tarafından *üd'a muâdil olarak gösterilmektedir. Bununla berâber X I. asırdaki Glossartum Latİno-Arahicum ’da mazhar (s . 562) veya mizhar( s. 508) tympanum ile bir tutulmuştur, fakat bugünkü mazhar bir zilli teftir. Ancak, eski Arap lügatçilerinin bu aynîleştırmesİ şüphelidir. VI. asır şâirlerinden îmrü5 al-Kay s ( al-Şalâfıî, var. 13 ) ve 'Alkarna ( Mufazzallyât, metin, s. 812) mizhar ’ı Öven şiirler söylemişlerdir. Mizhar, Nazr b. al-kîâriş ( ölm. 624) *in cüd ’u Irak’tan Arabistan *a ithâl ettiği zamana kadar Kureyşîilerde makbul çalgı âleti idi. al-Harbî’ye göre, kiran da bir *üd olup ( çalarken) göğse yerleştirildiği İçin böyle tesmiye olunmuş idi. Bu âlet îmru* aH£ays ( aî-Şalâfsİ, var. 1 5 ) tarafından da zikredilmiştir. Labîd (ölm. 612 [b. ' bk. ] ) muDakar’dan bahseder; bu âlet umumiyetle *üd olarak kabûl edilmiştir ( Lane, Lex., I, 126). Y u­ karıda bahsedildiği gibi, V I. asnn sonuna doğru al-Nazr b. al-plsriş, tablası muhtemelen ağaç ( eûd = ödağacı) 'tan olma vasfını taşıyan cüd ’u Irak



Od . ’tan Mekke'ye getirdi ( al-Mas'üdî, Murüc, III, 93 v .d .). al-Kalbl ( ölm. 763), Medine ’de ilk cüd ’u çalanın Sâ’ ib Haşir ( ölm. 683) olduğunu kaydetmektedir ( Ağam, V II, 188). 684’e doğru îbn Surayc [b . bk.], Iran tarzında yapılmış ( Ağam, î, 98; krş. Herzfeld, Die Mahrden Don Samana, 19 2 7’de çizilmiş eüAhareket“ adı ile ikişer kısma ayrıldığı gibi, Koçi Bey, Risâle, tür. yer.),



26



U LEM Â- ULUDAĞ.



g e s i n d e , bölgenin en yüksek zirvesini meydana getiren t a n ı n m ı ş b i r d a ğ . Bursa şehri Uludağ ’ın şimâl-i garbı eteklerinde yer alır. Eski -çağdan İtibâren ve yakın zamanlara kadar garp kay­ naklarında Olhnp (Olympos; aynı adı taşıyan öteki dağlardan ayırmak üzere verilen ad: Olympos Mysios, Olympus in Mysta) diye anılırdı. Osmanlı hâkimi­ yeti Bursa yöresinde kurulduktan sonra ( XI V. asrın ilk yarısı) bu dağa, sırtlarındaki manastırlar ve tek başına yaşayan râhipler dolayısıyla Keşiş dağı (Cebel-i Ruhban; bk. Evliyâ Çelebi, II, 29) denildi. Bundan sonra da dağın yamaçlarında bâzı tekke ve ..çİiehâne” 1er yer aldı ( msl. Şâir Ltm iî ’nin zik­ rettiği Geyikli Baba ve Toklu Baba tekkeleri). Dağın adı, Cumhuriyet devrinin ilk yıllarında Ulu­ dağ ’a çevrildi ve herkes tarafından benimsendi. Bursa ovasının cenubunda öncü tepelere yasla­ narak yükselen Uludağ, cenûb-i şarkî •— şimâl-i garbı istikâmetinde 25 km. kadar uzanır ve cenûb-i -garbîde de, İnegöl ovası üzerinde yükselen Domaniç dağları ile devam eder. Bu istikamet, arada birtakımkesintiler bulunmakla berâber, Uludağ’ın teşekkülünün, bir bakımdan Garbı Torosîar sistemine bağlı olduğunu gösterir. Uludağ kütlesi, şimâlde Bursa ovasına, cenup­ ta Nilüfer çayının yukarı vâdisi üzerine dik yamaç­ larla iner. Dağın zirve bölgesi 2.400 m. irtifamda dalgalı bir düzlük meydana getirir ve bu düzlüğün üzerinde de 5° — 100 m. daha yüksek birtakım tepeler yükselir ki, bunların en yükseği, orta kesimde yer alan Karatepe’dir. Burada U ludağ’ın irtifaı 2.543 m ’ye varır ve böylelikle bu dağ, Marmara bölgesinin en yüce doruğu saydır. Uludağ’ın bu zirve bölgesi birinci zamanda teşekkül etmiş mermerleşmiş kireçtaşmdan meydana gelmiştir. Bun­ ların altında billurlu kayalar (granit, gnays) yer alır. Üstte kireçtaşı ve altta billurlu kayalar zirve bölgesinin düzlüğü Önünde 300 m. kadar yüksek dik bir yar meydana getirir; bu dik yamacın önünde teşekkülü dördüncü zaman buzullarının aşındırma­ sına bağlanan, zemini 2.200 m. ’ye varan, dâîrevî veya beyzî bir dizi göl yer alır. Bunların önünde yüksekliği I.000 — 1.600 m. cîvârında olan kademeli 65î )• II. Meşrutiyet devrinde, ulemânın eski devirler­ düzlükler bulunur ve bu kesimden Bursa ovasına deki yüksek vasıflarını kazanmaları için ıslâhât dü­ dik yamaçlarla inilir. şünceleri hâkim oldu. Bu maksatla medreselerde Yüksek sırtlarında Marmara denizia dalarına , ıslâhât teşebbüslerine girişilip, ,Jslâh~t medâris Cenûbî Marmara bölgesi göllerinin ötelerine kadar nizâmnâmesinin esbâb~ı mucibe lâyihası1 hazırlandı ve olağanüstü geniş ve güzel bir manzara arzeden Ulu­ bu arada „Dârü'l-h ilâfeti ‘ l~aliyye medresesi’ ve dağ, eskiden beri Bursalıîarm, hattâ İstanbulluların „Medresetü 'l-mütehassıstn1 adlarıyla yeni ilim mü­ alâkasını çekmiştir. Yazın dağın sırtındaki yayla­ esseseler! vücûda getirilmesi kararlaştırıldı ( taf­ larda çadır kurarak serinlemeye ve zevkli bir hayat silât için bk. İlmiye salnamesi, s. 652 v.dd.). sürmeye gelinirdi: Evliyâ Çelebi, Cebel-i Ruhban Bibliyografya : Metinde gösterilen­ adını yakıştırdığı bu dağın yaylalarım çok medheder. lerden başka bk. î. H. Uzunçarşılı, Osmanlı deu- Senenin büyük kısmında karla kaplı bulunan dağın letinde İlmiye teşkilâtı adlı eserin bibliyografyası. kar kuyularından çıkartılan kar ve buzlar yazın katır (M. TAYYİB GÖKBİLGİN.) sırtında indirilir ve İstanbul ’daki saraylara gönde­ rilirdi. Daha Cumhuriyet devrinin başında bile U L U Ç A L Î. [Bk. k i l iç a l I p a ş *.] U L U D A Ğ , Anadolu ’nun M a r m a r a b ö 1- I katırcılar Bursa’ya buz indirmeye devam ediyorlardı. X V II. asır-a yüksek değerde ulemânın yetiş­ memesi, medreselerden akli İlimlerin (kelâm, ri­ yaziye ve felsefe) kalkmasıyla izah edilebilir. Bu devir ulemâsı daha ziyâde münşi, edip vasfını taşırlar. Bunlar arasında Taşköpri-zâde Mehmed Kemaleddin Efendi ( ölm. 16 2 1), Altıparmak Meh­ med Efendi ( ölm. 1627), Ayşî Mehmed Efendi (ölm . 1651), Kefeli Ebü’l-baka Eyüb Efendi (ölm. 1683) zikredilebilir. X V III. asırda ulemâ biraz daha ehemmiyet ka­ zanmış ve sayısı da artmıştır. Bunda Şehid Ali Paşa, Nevşehirli İbrahim Paşa ve Hekimoğlu Ali Paşa gibi sadrâzamların ulemâyı korumalarının tesiri görülür ( î. H. Uzunçarşılı, İlmiye teşkilâtı, s. 236 ). Bu asrın ulemâsı arasında fıkıh, kelâm ve akaidde ihtisası olan, aynı zamanda şiir, mûsikî, hatt san'atmda üstad sayılan Kazasker Abdüîbâld A rif Efendi ( ölm. 1713 ), Mukflddimet al-adah *î tercüme et­ mekle şöhret bulan îsbak Hocası Ahmed Efendi ( ölm. 1708), felsefe ve müspet ilimlerde de ihtisas kazanarak Aristo ’nun sekiz kitabını bir cîfd içinde Arapça’ya, îbn Sînâ ’nın Ş ifa *sim Türkçe’ye tercüme, felsefeden Hikmet al-işrâkıya adlı eseri de şerh eden Yanyalı Hoca Es’ad (ölm . 1730); Fatih semtinde medresesi ve kütüphanesi bulunan Câruîlah Veliyüddin Efendi ( ölm. 1738 ) , zamanının en yüksek âlimi sayılan Kazovalı Ahmed Efendi (ölm. 1750) zikredilmeye değer. Bunların dışında aynı asırda daha çok kendi kendini yetiştiren birkaç âlim daha vardır. Bunlardan „Ayaklı-kütüphane“ diye tanınmış olan Müftü-zâde Mehmed Efendi (ölm . 1796); felsefe ve riyaziyede üstad olan Palabıyık Mehmed Efendi; Ayaklı-kütüphane’nin talebesi olup, hik­ met, mantık ve âdaba dâir birçok eserler yazan, riyâ21ye ve hendesede mütehassıs sayılan Gelenbevî İs­ mail Efendi (ölm. 1791 ) ’yi sayabiliriz. X IX . asır ulemâsı arasında Akşehirli Ömer (ölm. 1851), Vidinfi Hoca Mustafa ( ölm. 1855 ), İmam -zâde Es’ad ( ölm. 1859) gibi kimseler kayda şâyândır ( bk. Cevdet Paşa, Tezâktr, nşr. M. Cavid Baysun, Ankara 1967, IV, 8 ; İlmiye Salnamesi, s.



ULUDAĞ - ULUĞ BEY.



27



bu adını, Çin tarzındaki süslemelerinden, parça hâlin­ de ve renkli tahtalardan almış olup, 823 (14 2 0 ) ’te bitirilmiştir. Şah Zinde ’ninki ise, 838 (14 3 4 ) ’de ikmâl edilmiştir. 828 (1 4 2 4 ) 'de, hârikulâde mozaiklerle süslenmiş hamamı da bulunan, bir med­ rese yapılmıştır; saray, 40 yekpâre mermer sütun ve kanatlarında yer alan dört yüksek kule ile süslen­ miştir. Ta&t odasındaki hariinüşhâne ’nin zemininin uzunluğu 15 m., genişliği 9-6° m. olup, Vâmbery ’nin dediği gibi „mavi taştan" değildir. Duvar­ ları, Semerkand beyinin eserlerini beğendiği Çinli sanatkârlardan biri tarafından yapılan fresklerle süs­ lenen çini-hâne; ve nİbâyet aşağıda bahsedilecek olan meşhur rasathane. Bunun mimarı, Ali Kuşç u ’dur; Gevher Şâd, Ali K uşçuyu ziyâret etmek üzere Semerkand ’a gelmiştir, Uluğ Bey, büyük bir kitapseverdir. O , hendesenin en güç mes’elelerini çözebilen bir riyaziyeci, fakat hepsinin de üstünde bir astronomi âlimidir. Rasathane işinin müteşeb­ bisi, Kâşân ’dan gelen diğer üç astronomla birlikte, aslen Yahudi olan Salâh al-Din Mir. Kâşân Man gelen bu üç kişiden bîri, Kadızâde diye anılan Ha­ şan Çelebi olup bunun oğlu Mîrem Çelebi, Uluğ B e y ’in eserine bir şerh yazmıştır; diğer ikisi ise, sırasıyla Giyaş aî-DIn Camşîd ile M u in al-Dîn KâşânîMir. Uluğ Bey, onlarla birlikte çalışarak, müşterek araştırmaları için yeni ve çok güçlü cihaz­ (B esim D a r k o t .) lar îcâd etti. Batlamyus ’un takviminin kendi rasadTJLÜG B E G . I Bk. u lu ğ b e y .] U L U Ğ B E Y . Asıl adı Muhammed T ur­ lanna uymadığım görerek, onu düzeltmek istedi. gay olup, Şâhruh ile Gevher Ş â d ’m oğludur; Böyiece, 1. farklı takvim ve tarihleri; 2. zaman bil­ 7 9 6 (13 9 3 )’da Sultâniye'de doğmuştur. 810 (140 7) gisi, 3, yıldızların seyri ile 4. sabit yıldızların duru­ Ma~Horasan’ m ve Mâzenderân ’ın bir kısmînin “valisİ munu içine alanZfc-İ cadîd-i sultanî yazıldı. Bu baoldu. Müteâkıp yıl Şâhruh, Semerkand ’m hâkimi Sul­ hislerden önce, Uluğ Bey’i, bu mecmuayı yazmaya sevk tan Halil ’e verdiği sözü tutmayarak Türkistan ve eden sebepler ve onun arkadaşları hakkmdaki bir Mâverâünnehr *i ondan alıp, Uluğ Bey ’e verdi. önsöz gelmektedir. Avrupa Ma meşhur olan bu Bir edîp, san’atkâf ve âlim olan Uluğ Bey, Semerkand’ı cetvellere dikkati, Oxford ’da profesör olan John İslâm medeniyetinin merkez! yaparak, T im u r’un Greaves (Latincesi Graevius; 1642— 1Ğ48) çekmiş­ rüyasında görmüş olduğunu gerçekleştirir (R. Grou- tir. 1665 ’te Hyde bunu Latince’ye çevirmiş ve sset, Hist, de YAsie, III, 127). Uluğ Bey, Kur ân ’ı sonradan Sharpe (1 7 6 7 ) da bunu tekrar gözden yedi türlü kırâate göre ezbere okuyabilmede ihtisas geçirmiştir. Mukaddeme, vaktiyle, cetvelleri ( Fas. kazanmış bir din âlimi idi. Şiirden zevk aldığı için, 1, Paris, 1839) neşretmeye teşebbüs eden S6dillot resmî bir şâir olan cîsmet-i Bubârî ile Baranda^, tarafından ikî cild hâlinde neşir ve tercüme edildi Rustam-i Huryânî ve Tahİr-i Abîvardî gibi diğer (Paris, 1847— 1853). E. B. Knobel, Ingiltere Meki bütün yazmaları şâirlerin de hâmisi olmuştur. Bir tarihçi de olan Arapça bir lü­ Uluğ Bey, sâdece araştırma yapmayı teşvik etmekle gözden geçirerek Farsça ve kalmamış, aynı zamanda kendisi de bizzat Cengiz gatçe ( Washıngton, 19 17 ) ekleyerek Zîc ( „CaHan hânedânındakî 4 ulusun tarihi hakkında bir tologue of Stars") ’i neşretti. Eserin aslının Arapça eser yazmıştır. Ulüsri arba'a-i Cingîzî adını taşı­ mı, Farsça mı yoksa Türkçe mî olduğu münâkaşa yan bu eser, kaybolmuş görünmekte olup, İran ’daki mevzuudur. Elimizde bulunan Farsça metin, muh­ Tuîüy ve Çağatay ulusunun tarihleri için değerli temelen asıl metindir. Eser, 841 (1 4 3 7 ) Me ya­ olmalı idi. Zîrâ, Raşîd al-Dîn ’în 703 ( 1303 ) ’ten zılmış olmalıdır. Uluğ Bey, galiba bahsettiği bütün Önceki bütün devreye dâir eserinden daha az eksik yıldızları müşahede etmemiş, arz ve tul dâirelerini idi (Blochet, întrod. a l’Hisi. des Mongols, s. 86— 92). Batlamyus ’tan almıştır. Astrolojiye lüzumundan fazla yer vermiştir. Bu­ Bîr sanatkâr olan Uluğ Bey, Semerkand ’ı muhteşem yapılarla zenginleştirdi: bunlardan dünyanın en nunla berâber, S^dillot ( ayn. esr., I, C X X X Î 1), yüksek kubbesine sâhib olanı Jjân^ah ’dır. Muhatta0 Uluğ Bey ’le birlikte şarkta astronomiye âit çalış­ adım alan Oyulmuş Câmi ( veya Uluğ Bey Câm ii), maların bittiğini söyleyebilmiştir.



Cumhuriyet devrinde Uludağ büyük değişikliklere uğradı: yaylalar kesimine çıkan ve kışın da açık tutulan bir asfalt yol, geniş bir sahaya serpilen otel­ lerin dış âlemle bağlılığını sağlamıştır. Husûsiyle kış mevsiminde büyük rağbet gören kayak sporu meraklılarım yayla bölgesine taşımak için Bursa’dan buraya bir teleferik hattı yapıldı. Böylelikle Uludağ, yalnız Türkiye’ nin değil, bütün Yakın-Şark’ın tu­ rizm bakımından en fazla rağbet gören bir dağı hâline geldi. Dağın tabiî güzelliğini korumak ve husûsiyle ormanların son devirlerde gördüğü zararı bundan sonra Önlemek için Uludağ ’ı bir ,.millî park” hâline koyma teşebbüsüne geçildi; ayrıca, büyük te’sisler kurularak, granit ve mermer kütlelerinin temas slhasında bulunan zengin tungsten (volfram ) da­ marlarının işletilmesine girişildi. B i b l i y o g r a f y a : Kâtib Çelebi, Cihanrmmâ, nşr. İbrahim Müteferrika, İstanbul, 1145, s. 660; Evliyâ Çelebi, Seyahatname, İstanbul, 1314, II, 29 v.d., 46 v.dd.; Hammer, Histoire de Yempire Ottoman, 1, 157 v.dd.; Bursa ili ytlhğt, nşr. İçişleri Bakanlığı, 1967, tür. yer.; A. Philippson, Reisen und Forsckungen im ınestlichen Kleinasien, Pet-M itt Ergz. H. 177, III, *9*3, 47, 7 ° v.d.; W. Penck, Die tefatomschen grundzüge Westhfeinasiens, Stuttgart, 1918, s. 17 v.dd.



28



ULUĞ BEY.



Uluğ Bey, harp ve siyâsette daha az başarılı ol­ muştur. özbekieri Aksu ’ya kadar geri sürdü ise de, Borak Oğlan ve Muhammed Cükl ’nin süvâriİeri derhal intikam alıp, Hokand’a kadar İlerleyip ülkenin altım üstüne getirdiler ( 828 = 1421). Uluğ Bey, Şâhruh'un hayatta kalan yegâne çocuğu sıfatıyla, babasının ölümü üzerine iktidarı ele aldı (25 zilhicce 8505=12 mart 1447); fakat ümitsizliğe kapıl­ dığından birkaç ay hareketsiz kaldı ve onun bu durumu, Timurlu emirlerine, ona karşı ayaklanma­ ları için imkân verdi. Gevher Şâd, tahtı Uluğ Bey *in oğlu eAbd al-Latlf ’e sağlamak istiyordu. Ancak 'A bd a l-L a tif, yanlış haberlere aldanıp, Gevher Ş â d ’ın, Şâhruh’un ölümünden az sonra onu maiyeti ile birlikte esir alarak Semnân ’a götüren diğer taht müddeîsi 'Alâa aI-DavIa‘yFTtuttuğu™zannına kapılmıştı. “Abd al-Latlf, Semnân ’dan Herat ’a hareket etti ve burayı ele geçirerek kendini hükümdar îlân etti. İbrahim Sultan ’m oğlu olan Sultan eAbd Allah, Şîrâz mıntıkasını ele geçirdi. Suyurgatmış ’m oğullan ile birlikte Gazne ve Kâbil’de yeni bir devlet kurdu. Diğer İki şehzade, Muhammed Mirza ve Bâbur Mirzada iktidara gelmek arzusunda idiler; bunlardan İkincisi, kendini Cürcân ve Mâzenderân’ ın hâkimi îlân etti. Nîşâpur’dan esirleri ile birlikte dönen eAbd al-La­ tif emirlerden Mirza Şâlil? ve Uvays’in tutumları karşı­ sında şaşırdı. Esirler serbest bırakıldı ve kaçan 'Abd al-Latlf yakalanıp, 'Alâ5 al-Davla ’nin huzuruna getirildi; cAIâa al-Davla kendisine efendice dav­ randı. Uluğ Bey nihâyet vezirlerin tavsiyelerini dinleyerek Horasan ’a hareket etti. Rakibi Abü Bakr île anlaşma arzusunda olduğundan, kızını onunla evlendirdi, fakat kendisine ihânetini tesbit ettikten sonra onu hapsetmek zorunda kaldı. Ceyhun ’u geçen Uluğ Bey, Belh'de 'Abd al-Latîf’in yaptıklarını affederek onu sıkıntılarından kurtarmak üzere başveziri Ni­ zâm aî-Dîn Mlrek ’i Herat ’a gönderdi. Fakat Bâ­ bur Mîrzâ, Horasan ’ı istila etti ve Câm ’da, 'Alâ3 al-Davla ’nin öncü kuvvetlerini bozguna uğrattı. Bâbur Mirza ile Uluğ Bey arasında kalan bu Öncüler Uluğ Bey ’e teslim oldular. Esirler mübadele edildi ve 'Abd a!-La$If Belb vâlisi oldu, Uluğ Bey 'in korkusundan cAiâs al-Davla ’nİn kumandanları kendisini, Bâbur Mirza ile barış yapmağa zorladılar. Habüşân hudut olacaktı. cAbd al-Latlf ’in, rehineleri almak üzere gelen müfrezeye karşı başarısız bir hücumdan sonra, rehinelerin hepsini katletmek suretiyle ortaya koy­ duğu hlinlİk yeni düşmanlıklara sebep oldu. cAİâ3 al-Davla yağma akmları düzenledi. Ancak Şâbruh ’un yegâne vârisi olduğunu iddia ederek, Belh 'deki katliâmının intikamını almaya karar veren Uluğ Bey ’in tehditleri üzerine tasarladığı seferden vaz­ geçti, 'A bd aî-La|if, babasının Ceyhun ’u geçişi



sırasında ona kalabalık kuvvetlerle yardım etti. eAlâs al-Davla, Tarbâb ’da uğradığı hıyanet üzerine yenilip, Meşhed’deki ağabeyi Bâbur Mlrzâ ’ya sı­ ğındı. Bâbur Mlrzâ, topraklarını tekrar elde etmek için cAlâa al-Davla’ye yardım etmeye söz verdi. Buna razı olmuş gibi görünen Uluğ Bey, ona kan­ madı ve Herat île kalelerini işgal ettî. Îsferâyîn’e giderek, orada ordusunu ikiye ayırdı. Bunlardan bi­ rincisi Mlrzâ 'Abd-Allâh Şîrâzi ’nin kumandası altında Bistam’ı muhâsara edecek, İkincisi İse, eAbd aî-Latlf’in kumandası altında Esterâbâd’a doğru ilerleyecektir. Bu esnâda özbelder Mâverâünnehr ’i istila ettiler. Semerkand yağma edildi. Uluğ Bey acele ile Şâb­ ruh ’un lahdini ve Herat ’taki hazîneyi alarak döndü. Onun artçı kuvvetleri Bâbur Mlrzâ tarafından hücu­ ma uğradı ve Mâverâünnehr i geçerken, özbekier, onların ağırlıklarını ellerine geçirdiler. Nihayet Uluğ Bey, babasının cenâze töreninin yapıldığı Buhârâ ’ya vâsıl oldu. Türkmenlerle Özbeklerin çatıştığı Ho­ rasan büyük bir kargaşalık içindeydi. Kara-Koyunlu Emir Yâr eAlî, Neretü kalesinden kaçıp, Herat ’ı muhâsara etti. Uluğ Bey şehri kurtardı ise de, dön­ mesi üzerine Bâbur Mlrzâ ayaklanıp, hücuma geçti. 'Abd al-Latîf babasının yanma kaçtı; Y â r CAİÎ ansızın şehre girip taç giydi ve buranın se­ vilen adamı oldu ise de, Bâbur Mlrzâ ’nm gizli adamlarından biri tarafından kendisine bir uyuş­ turucu verildi ve îdam edildi. Zilhicce 852 ( şubat 1449) ’de bütün Horasan gülünç denecek bir tazminat karşılığında Bâbur Mlrzâ ’ya geçti. Küçük Tün şehri, oğlu ile yer de­ ğiştiren 'Ala3 al-Davla’ye tâbi oldu. Bu ikisi tuzak kurmakla suçlanarak, Herat’ta çetin bir esirlik ha­ yatına mâruz kaldılar. Hoşnutsuzluk . umûmî id i: Bâbur Mlrzâ içki, sefahat, yetersizlik ve memurla­ rının halktan aldıkları haraç yüzünden suçlanıyordu. Güçlü Emîr Hindüke, Badgîs ’e karşı sefer yapmayı reddederek ülkeyi Uluğ Bey ’in yardımı ile kalkın­ dırmak istedi ve Uluğ Bey’e gizli vazife ile Eydekü ’yu gönderdi. Eydekü, cAbd aî-Latîf tarafından yakalandı ve Bâbur M lrzâ’ya yollandı, o da herşeyİ itirâf etti. Hindüke, büyük meziyetlerine rağ­ men yenilerek öldürüldü. 'Alâ3 al-Davla kaçıp Sîstan’a, sonra F ars’ında sâhibi olan kardeşi Muhammed Mlrzâ*nın hüküm sür­ düğü Irak ’a gitti. Bu İkisi, Horasan ’ı zaptedip, Câm'da Bâbur ’a ağır bir mağlûbiyet tattırdı; Bâbur Mlrzâ sekiz süvârisiyle 'îm âd kalesine sığındı. Herat ’ta Muham­ med Mirza onu çok iyi bir şekilde karşıladı. Yeğeni İbrahim'i kurtardı ve Bâbur’ün oğlu Şah Mahmud ’u annesine gönderdi. 'A bd al-Latlf ’in, baba­ sına karşı türlü şekilde izah edilen bir kini vardı: Uluğ Bey, Terâb savaşı tebliğinde, onun adı yerine diğer oğlu 'Abd al-'A ziz'in adına yer vermişti. He­ rat ’ta yıldız falına bakarak kendisini Öldüreceğine inandığı oğlu °Abd aî-Latîf, Belh’i ele geçirdi.



Ü LU Ğ BEY Şâhruhiye ’de babasını ve kardeşi “Abd al-'Azîz ’i mağlub ve Uluğ Bey ’i, Abbas adındaki bir Îranîı hizmetkârına teslim etti; Uluğ Bey, iki yıl sekiz ay­ lık bir saltanattan sonra sahte bir muhâkeme ile ıo ramazan 853 (27 teşrin 1. 1449 ) ’te Abbas tarafından îdam ettirildi. Bu cinayetten sonra Timur imparatorlu­ ğu büyük bir hızla parçalandı. Her sâhada saltanat müddeîleri zuhur etti. Bunların çoğu maksadlarına ulaştılar. Altı ay sonunda cAbd al-Laîif de fecî bir âkibete duçâr oldu. Bibliyografya ; Mirhvând, Ravzat al-$afâ, Bombay, 1271, V I, 195* 202— 205, 208; U vandamîr, Habtb al-Siyar, Tahran, 1271, III, 174, 191, 199, 218; M u in al-Dîn Isfizârî, Raoza ’dan parçalar, J A , 1862, X X , 277— 284; krş. “Abd aHRazzâk Samar^andi, Macma“ al-Bahrayn (nşr. Browne), s. 361— 366;Davlatşâh, Tazkira (nşr. Browne), s. 361-366; A . SediIIot, întroduction aux ProUgomenes, metni ihtiva eden cildin başında; E. Blochet, întroduction â l'kistoire des Mongols de Rashîd ed-Dln, Leyden, 1920; E.G. Browne, Persian Literatüre under Tartar Dominion, Cambridge, 1920, s. 192, 386— 390, 501— 503; Lucien Bouvat, L'Empire Mongol ( 2eme phase), Paris, 1927, s. 123— 129; ayn. mil., Essai sur la dvilisation iimouride, J A , 1926, C C V III, 248— 250. Uluğ Bey ’in astronomi ile İlgili çalışmalarına dâir neşriyattan yukarıda bahsedilmiş olup, müs­ teşrik olduğu kadar, bir hey’et âlimi de olan J.M. Faddegon bu eserler üzerinde husûsî bir çalışma yaparak bize onlar hakkında değerli bilgiler ver­ miştir.



■ ( L. Bo u v a t .) I Bu maddenin yazılmasından sonra yapılan araş­ tırmalar sâyesînde Uluğ Bey’in İlmî faaliyeti, yetiştiği muhit ve Semerkand rasathânesinin durumu gibi hususlar daha vazıh olarak ortaya çıkmıştır, Uluğ Bey rasathânesinin birinci müdürü Giy as­ al-Dın-i Kâşî ( b. bk. 3 ’nin bir mektubundan öğre­ nildiğine göre, Uluğ Bey daha küçük yaşlarından itîbâren kendisine müsait bir muhit buldu. O, henüz onbeş yaşlarında iken Semerkand ’da sistemli bir İlmî çalışma mevcuttu. Nitekim Kadızâde-i Rûmî ’nin Bursa’dan Horasan bölgesine göç ile Semerkand ’da yerleşmesi de bu ciheti te’yid etmekte olup, Kadızâde ’nin, talebesi olan Uluğ Bey üzerinde büyük bîr te’sîri olduğu anlaşılmaktadır. Uluğ Bey ’in daha çocukluğunda Merâga rasathânesinin harâbelerini ziyâret etmiş olması da, onun astronomiye karşı duyduğu alâkanın çok gerilere gittiğini gösterir. Kâşî ’nin ifâdesine göre, Uluğ Bey ’in de katıldığı medrese toplantılarında daha çok riyâziye üzerinde durulmakta idi. Kâşî, bu mektubunda ayrıca Uluğ Bey ’in zihnî Hesaptaki mahâreti ve istisnâî hâfıza kudreti üzerinde de ısrarla durur. Yine bu mektup sâyesînde, Uluğ Bey ’in medresede Tuhfa ve Tazkira



UM ÂN.



59



üzerinde de ders verdiğini öğreniyoruz. Uluğ Bey, görünüşe göre, medresedeki İlmî çalışmalar dışında sarayında da İlmî toplantılar yapmakta idi. 823 (1420) veya 824 (1421) tarihlerinde yazılmış olan bu mektup­ tan, o sıralarda yirmi altı veya yirmi yedi yaşlarında olan Uluğ Bey ’in geniş bîr kültüre sâhip bulunduğu açıkça anlaşılmaktadır. Elimizdeki mektubu, diğer kaynaklarla da karşılaştıracak olursak, Semerkand ’daki rasathânenin inşâsına da yine 823 veya 824 tarihlerinde başlanılıp, kısa zamanda inşâatın ta­ mamlandığı neticesine varılır. Baİlly ( Histoİre de l'A&tronomie Modeme depuis la fondaiion de lâcole d' Alexandrİe jusqu d lepogue de M D C C X X X , Paris, 1785, I, 259 ) 'ye göre Uluğ Bey ’in etrafında topla­ nan ilim adamlarının sayısı yüzü aşkındı. Aydın Sayılı da, Kâşî ’nin adı geçen mektubuna daya­ narak bu rakamın hakikate yakın olduğunu söyle­ mektedir. Kendisine gelinceye kadar, Nâsır-ı Tûsî ’nin Zîc-i LlhanUsi kullanılırken, bunun tatminkâr olmadığım gören Uluğ Bey, Semerkand rasathane­ sinde bir rasat kuyusu inşâ ettirerek yeni rasatlar yapılmasını sağladı, önce Giyâş al-Dîn Camşid'İn yürüttüğü bu rasatlar, o ölünce Kadızlde-i Rûmî ile, o da vefat edince Ali Kuşçu ile devam etti. Uluğ Bey Zici (bunun bir nüshası için bk. Bayezid Kütüp. nr. 4612) Semerkand rasathanesinde yapılan çalışmaların bîr mahsûlüdür. Burada kullanılan âletlerin, evvelkilerden bâzı farklılıklar gösterdiği de görülmektedir ( bk. Aydın Sayılı, The Obserüatory in İslam, Ankara, 1960, s. 285 v.d.). Babur-nâme' de 3 katlı olduğundan bahsedilen Semerkand rasat­ hanesinden, 1908’de Rus arkeologu V. L. Viatkin’in yaptığı hafriyat sonunda sâdece rub’u dâiresinin bir kısmı bulunmuştur. Yine Kâşî ’deki kayıtlardan Uluğ Bey ’ in iyi huylu, zarif, alçakgönüllü bir kimse olduğu, İlmî şahsiye­ tinin, dürüstlük ve ciddiyetinden kuvvet aldığı an­ laşılmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : Taşköprîzâde, Şak&“ cik al-nuemânîya (Türk. trc. M. Mecdî), İstanbul, 1269, s. 37— 40; W. Barthold, Uluğ Bey ve zar mam, Türk. trc. İstanbul, 1930 (bilhassa s. 109 — I 2 î ); Fuad Köprülü, Meraga Rasathanesi, Belleten, 1942, V I, 211— 215; A. Adnan Adıvar, Osmanlt Türlerinde Üim, İstanbul, 1943; T . H. Kari-Niiazov, Astronomischeska shl^ola üluğbefya, Moskova, 1950, s, 55— 60; Aydın Sayılı, Uluğ Bey ve Semerkand 'deki ilim faaliyeti hakkında Gıyasüddin-İ Kâşİ'nin mektuba, Ankara, 1960.] {Bu madde ORHAN F. KÖPRÜLÜ tarafın­ dan ikmâl edilmiştir.] UMAYYA. rBk. ü m e y y e .) UMÂN. “U M  N , Ummân, B a s r a k ö r f e ­ zinde ismen m ü sta kil bir devlet olup, bu körfezdeki Ra’s Masandum ’dan Ra’s Sakar ’daki Hadramut’un şark hududuna kadar uzar. Bu bölgenin genişliği tarihin seyri içinde çok değişik







U M ÂN.



olmuştur. Meselâ IşîahrI, cUmân ’m genişliğini 300 fersah ve Mahra havâlisini buraya dâhil olarak gösterdiği halde, İdrfsî burasını müstakil bir mem­ leket olarak tanıtmıştır. cUmân, şimâl-i garbide Baî?rayn eyâletine dayanmakta (al-Hacar), cenupta ise, Yemen ve Hadramût ile hem-hudud idi. Bu sultanlık en büyük genişliğe Sultân îbn Mâlik b. alcArab b. Sultân zamanında kavuştu. Onun idâresinde cUmân devleti, sâdece Culfâr’a kadar Ra*s al-FIadd havâlisini içine almakla kalmamış, buraya aynı za­ manda Bahrayn ve bilhassa Afrika sâhil indeki diğer bölgeler de dâhil olmuş ve sultanın oğlu Sayf burada Kilva ile Zengibar'ı zaptetmiştir. Halen müstakil bölge olarak 'Uman, Arap yarımadasının bütün cenûb-i şarkî bölgesini içine ahr; buraya, Zufâr iie birlikte, yarımadanın cenup sâhilinde takriben 500 İngiliz mili uzunluğunda şerit hâlindeki arâzi dâhildir. Maskat ’da yelkenli gemi sahiplerine Fran­ sız bayrağının verilmesi dolayısıyla İngiltere İle Fransa arasında ihtilâf çıkmıştı; bunun üzerine, La H aye’de bulunan Milletlerarası Adâlet Diva­ nı’ nın 1905 'te aldığı kararla, memleketin cenup hududu Ra’s Sakar olarak tesbit edilmiş ve kfor Kalbe’ ye kadar uzanan sâhil, cUmân ’a âit olarak gösterildiği gibi, sultanın Ra’s Dıbba ’den Tibba ’ye kadar imtidat eden Ra’s Masandum yarımadası üzerinde hâkimiyet isteği de her iki büyük devlet tarafından açıkça kabûl edilmişti. Fakat tabii bu, sultanın hakîki nüfuz ve kuvvetinin Maskat ile Bâ|İna sâhil bölgesini aşmasını zorlukla önlemiştir, Böylece, adı geçen bölgelerle birlikte eUmân ’m nüfûsu 500.000, asıl cUmân ’m ise, ancak 34.300 olarak tahmin edilmekte İdi. Din bakımından bil­ hassa cenup havâlisinde İbâzî’ler ekseriyettedirler; ancak şimâi tarafları daha çok sünnîlerle meskûndur. Eskiden memleketin en mühim şehri Şuhâr [ b. bk. ] iken, bugün merkez şehri Maskaî ’tır. 1930 ’larda, kesîf bir yerleşme bölgesi olan Batina ’nin tak­ riben 105.000, Vâdî Samâ3irin 2.800, Maska! ’m 10.000, Matrah ’m 11,000, Şür’un 12.000, Şuhâr ’ın 7.500 nüfûsu vardı. eUmân, idâri bakımdan dört bölgeye ayrılır: 1) Benî Abü eAli bölgesi ile BedFa’ nın cenûbundaki bütün arâzîyi içine alan C a 'l â n ; 2) BedFa’dan Makiniya ’ya kadar asıl 'U m a n ; 3) Buradan al-Burayml’ye kadar uzanan D u r r a ; 4) Sîb ’den kjör Fakkân ’a kadar ince sâhil şeridi­ ni içine alan a 1- B â t i n a . Avârız bakımından bu memleket bir dağ silsilesi ile dikkati çeker. Bu silsile Maskat 'tan cenup istikâmetinde Şür ’a kadar dik bir şekilde sâhil boyunca uzanır; ancak Maskat ’ m şimâtinde, oldukça geriye doğru arâzİnîn içine girer, önünde münbit al-Bâtina ovası vardır. Burası, hiçbir yerde o kadar geniş olmamakla birlikte, bîr bakıma, 20 — 40 İngiliz mili genişlikteki, Yem en’in Tıhâma ovasına benzer. Rustâk ’m cenûbundan takriben 23. arz dâiresinin altında, hemen hemen bi­ rinci dağ silsilesine enlemesine olarak ikinci bir sıradağ



yer alır. Bunun en yüksek kısmı olan Cebel Ahzar hemen hemen 10.000 İngiliz kademi irtifamda olup, bölgenin en yüksek noktasını teşkil eder. Bu silsile Racs Masandum a kadar sâhiîe muvâzî olarak uzanır ve o yolda Ra*s al-FRme ’ye kadar uzayan ikinci bir sıradağ ayrılır. eUmân ’ m en verimli kısmı bir­ kaç defa adı geçen al-Bâtina sâhil ovası olup, burada hurma ağacı ile birlikte hububat ve her türlü meyve yetiştirilir. Eski Arap coğrafyacıları bile cUmân hurmasını metheder ve aî-AşmaeI de haklı olarak, cUmân ’ı bir bahçeye benzetir. Meyvelerden muz, nar ve ünnab zikre değer. Şüphesiz eUmân *ın epeyce bir kısmı zirâate elverişli değildir; tabiatıyla bu kısım, Arabistan *m çöl bölgesine yakın yerler olup, yine de burada, meselâ Benî Abü eAİî 'den Nezva ’ya giden yol üzerinde olduğu gibi, dağlar arasında verimli vâhalar bulunur. Bunlar İbn al-Fakîh 'in zikrettiği üzre, yeraltı su kanallarıyla sulanır. Suyun satıhtan çok aşağıda bulunmadığı veya yeraltı su damarlarının geçtiği yerlerde zirâat için gerekli su, kuyulardan sağlanır. cUmân ’m iklimi pek sıcak olup, ancak serinletici denîz rüzgârları ile oldukça mülayimleşir; Maskat’ta temmuz veya ağustosta âzami sıcaklık 31 veya 33 derecedir. Bir ay zarfında nadiren 3— 4 günden fazla yağan yağmurlar şiddetli fırtına­ larla kışın teşrin I. ’den marta kadar sürer. Sonra yüksek dağlarda bâzan kar görülür. Maskat’ta yağ­ mur miktarı 75— 150 mm. dir. eUmân ’da hububattan buğday, darı, az miktarda pirinç; meyvelerden demirhindi, mango, muz, nar, ayva, fıstık, agrumi, üzüm, badem, incir, ceviz, karpuz, kayısı, kiraz; ayrıca pamuk, şekerkamışı ve çivitde yetişir. Hayvancılıkta bilhassa sığır yetiştir­ meye ehemmiyet verilir. Eskiden kuvvetli ve sür’atli eUmân devesi ile merkebi meşhurdu. Eskİ Arap coğrafyacıları ( îbn al-Fakîh) bile 'U m ân ’ın, halkın büyük bir kitlesinin ( bilhassa al-Bâ{ina ’d e ) yiye­ ceğini te’min eden balık zenginliğinden sitâyişle bahsederler. Vaktiyle çok gelişmiş olan zenâat, sonraları Maskat, Nezva ve 'Î b r î’de mütevazı do­ kumacılığa, son iki yerde boyacılığa ve Masltat ’da silâh imâlatına inhisar etmiştir. İdrîsî, Şür, al-Mahcama burnu ve Damar ’da inci avcılığından bahseder. İnci avcılığı, al-Balırayn’da gelirin yansım ( IQ— 15.000.000 rüpye) te’min etmekte idi. Arap lisâniyatcıları (İbn al-cArabi), eUmân kelimesi­ ni »devamlı olarak bir yerde bulunmak” mânasına ge­ len camand6&n müştak olarak gösterirler. Fakat bâzdarma göre İse,bu ad, cUmân şehrini kurduğu rivâyet edi­ len eUmân b. İbrahim Halil’den gelmektedir. Bunun ehemmiyeti vardır; zîrâ Antik çağ müellifleri, Omana Plinius, Nal. Hist., V I, 149 ), ,,0 uauou’ef.ınbp'i0v ‘i ( Ptoîemâus, V I, 7, 36 ) adında bir şehri bilmekte­ dirler; burası, sonradan en mühim ticâret şehri olan Şuhâr ile birleştirilmiştir. al-Mukaddasî ( s. 35), 'Uman ’ı dünya ticâretindeki ehemmiyeti bakı­ mından Aden ve Mısır ile bir tutmuş ve burasım



ÜMÂN. ( s. 426) Şîrâf ile birlikte Çin ’m dış avlusu olarak göstermiştir. Ancak bu durumdan cUmân halkı lâyıkıyla istifâde etmiş gibi görünmez, 2 îrâ 'Uman ahâ­ lisi yalancı, hilekâr, şerefsiz kimseler olarak tanın­ mışlardır; hattâ İbn al-Fakîh (s . 92) onlara daha ağır isnadlarda bulunur. Ticâret ve zirâatle sağla­ nan refahı, Abbâsîler zamanında ödenen 300,000 dinar vergi de isbat etmektedir. Nitekim beher hurma ağacı için yılda bir dirhem ödenmiştir ( Mukaddasî, s. 105 ). 'Umân’ın eski tarihi için CL Huart ’m eserine bakılabilir. İngiltere’nin eUmân ile münâsebetleri, memleketin kaderi üzerinde müessir olmuştur. Bu münâsebetler, 1798 'de Şarkî Hindistan Kumpanyası ile sultan arasında yapılan bir andlaşma üzerine baş­ lamıştır. Buna göre, harp sırasında Fransızlar ile Hollandalılar cUmân’a sokulmayacaktı. Bu andlaşma 1800’de Şarkı Hindistan Kumpanyası memurların­ dan birinin devamlı olarak Maskat ’ta yerleşmesi ile neticelendi. Tabiatıyla bu temsilcinin yanma Fransa’ nın Sayyıd Saeİd b. Sultân ile 1807 ve 1808 ’de yaptığı anlaşma üzerine bir Fransız müşâvir de katıldı. Ancak İngilizler tarafından Mavritany a ’nın işgali (1 8 1 0 ), Fransa’nın itibârına bir darbe indirdi. 1833 ’te Amerika Birleşik Devletleri ile eUmân arasında yapılan muahedeye benzeyen bir ticâret anlaşması, 1839’da İngiltere ile Maskat arasında akdedildi. Bunun ardından 1844 ’te Fransa ile yapılan ticârî andlaşma bu devlete enmüsâit şart­ larla birlikte tebaasının Maskat ’ta serbestçe ticâret yapmasını sağladı. 1862’de İngiltere İle Fransa, cUmân ’a istiklal te'minatı verdiler. Bununla bir­ likte İngiltere muhtelif buhranlı zamanlarda sultanı faal bir şekilde desteklemek ve mâlî taahhütlerim ödemek suretiyle eUmân üzerinde nüfûzunu te’mınat altına almasını bildi. 1891 ’de aynı zamanda ikİ devlet arasında ticâret ve denizciliği tanzim eden bir dostluk andîaşmasmda sultan, kendisi ve halefleri tarafından ‘ Uman ’ın hiçbir bölgesinin herhangi bir şekilde İngiltere ’den başka bir devlete verilme­ yeceğini taahhüt etmişti. Fakat sonra 1898’de sultan, — bu taahhüdüne ters düşecek şekilde— kendi mem­ leketinde Fransa’nın bir kömür istasyonu te’sisine mü­ sâade etmek isteyince, İngiltere’ nin ültimatomu üzeri­ ne, bu kararını geri almak zorunda kalmıştı. Bunun üzerine Fransa 'nın zararı, Mukallâ [ b. bk. ] ’da bir kömür istasyonu kurmasına müsâade edilmek süreriyle karşılanmıştı. Silâh ve köle sevkıyatını kö­ tüye kullanan Maskat gemilerine sefer kâğıdı ve Fransız bayrağı 'verilmesine dâir Maskat’daki Fran­ sız konsoloslarının aldığı karar, anlaşmazlığı ciddî şekillere soktu. Bu dâva konusu La Haye ’ deki Adâlet Divanı ’nca ele alınarak, yalnız 2 kânun II. 1892 ’den önce izinli olan kürekli gemilerin sevk izninin uzatılacağına karar verildi. Bu yüzden daha 1917 ’de sâdece 12 'Urnân gemisi Fransız bayra­ ğım taşıyabİlmiştir. Bununla *Umân ’da Fransa’nın



siyâsî nüfûzu fiilen ortadan kalkmış, buna karşılık Ingiliz hâkimiyeti sağlam bir şekilde kurulmuştur. [cUmân’da hâlen iş başında bulunan hanedan ikti­ darı 1749 ’da ele geçirmişti. Bu sülâlenin 13, sul­ tam olan Sa'ld b. Taymür, 1932’de işbaşı­ na geçmiş ve İngilizlerle 1798 ’den beri sürdürü­ len iyi münâsebetleri, 5 şubat 1939 ’da imzâlanan bir ticâret ve dostluk andîaşmasıyla tekid etmişti, Saİd b. Taymür, 1970 ’te Ingiltere ’de yetişmiş olan oğlu Dabbüs b. Sa'îd tarafından tahttan indi­ rilmiştir. Yeni sultan iktidarı ele geçirince ülkenin modernleştirilmesine başlamıştır. Ancak burada bugün de bir sanâyi yoktur. Ülkenin başlıca zenginliğini, Rub al-üâîı kıyı şeridinde açılan petrol kuyuları teşkil etmektedir. 1970 başlarında sultanlığın sâbİb olduğu petrolden aldığı hisse 150 milyon dolar civârında idi. Bununla birlikte cUmân ’ın petrol rezervi Orta-şarkm ancak % 2 ’sini teşkil eder. Çıkan petrolün üçte biri Japonya’ya, geri kalanı ise, Avrupa’ya sevk olunur. €Uman ’m, petrol dışındaki ticâreti Ingiltere, Hin­ distan, Pakistan ve Basra körfezindeki devletlerledir. 1960 sonlarından beri cUmân bütçesinin yansın­ dan fazlası, Kızıl Çin ile Yemen Demokratik Cumhuriyeti’nden yardım gören Cofar’daki âsî­ lerle uğraşmaya ayrılmıştır.] B i b l i y o g r a f y a : al-Iştahrl, B G A , I, 25; İbn Fîavkal, B G A , II, 32 v.d., 38; al-Mukaddasî, B G A } IIÎ, 34 v.d., 70 v.d., 97 v.d., 103, 105; îbn al-Fakîh al-Hamazânî, B G A , V , 16, 35 v.d., 92, 104, 135; K u *'>tj yâb ( Franrasyân) ’ın uğradığı Bakyir (b u ad ” Balvânkarac’da toplanmış olan Erraeniler, Sacİd Bakdîr olarak okunabilir; krş, Bımdahişn, X II, ’in adamlarından biri tarafından mağlûb edildi. 2 ve 20) dağına tekabül edebilecek olan Yakdur Asîlerin başı, Bâcarvân kalesinde asıldı ( Nuzhat (farklı şekil : Bakdur) müstahkem kalesiyle aynı al-kulüb, G M S , X X III, 18i; Bâcarvân, Erdebii’in olup olmadığı araştırılmaya değer. Avesta, Yaşt, 20 fersah şimalinde id i), V, 49; IX, 1 8 ’de IJusrav, onu „Çaeçasta gölünün îbn Hurdâabih (s . 119), Urm sâhasını Balvânarka tarafı‘‘nda öldürür; bununla golün garp tarafları karac ile Baz? (B â b ek ’in şehri olup, Erdebıl ır­ kastedilmiş görünmektedir. [Daha sonraki rivayete gö­ mağının yukan tarafında Araş ’a dökülen bir ırma­ re Afrâsiyâb, Arrân’da ölmüştür; krş. Şâk-Nöme ve ğın yanında) arasında gösterir. Îbn al-Faklh (s . bilhassa NasavI, Sırat Calâl al-Dîn, s. 225, Frans. 2 16 ), Urm’un müteaddit idâri bölgelerinden ( Ratrc. s. 375]. sâtik) bahseder. Yâ^üt ( I, 2 16 ), Urm sâhasım Arap coğrafyacıları gölün tuzlu sularının canlı­ (Şu^c ) Balâzurî ’den kısaltarak zikreder. ların yaşamasına müsait olmadığını bilmektedirler. Balâzurî ve İbn Uurdâzbih tarafından zikredilen Tabarî, III, 1380 ’ye göre gölde ne balık, ne de her­ adlar, Azerbaycan ’m şîmâl-i şarkîsinde, belki de hangi yararlı bir şey mevcuttur. Yalnız Iştahrl bugünkü Karacadağ’da (buranın başlıca yeri Ahar (s. 189) ve Garnatî (Ifazvinî, s. 194 te) bunun aksini olup, şimal nahiyelerinde Ermeniler yaşamakta i di ) iddia etmişlerdir, Iştahrî „su köpeği” adını taşıyan bulunan bir bölge ile ilgili görünmektedir. [ Diğer bir „bahk-hayvan” dan bahseder; Garnatî sonradan taraftan * Balvan unsuru ile Mükân’dakİ * Balha-rü Evliya Çelebi ’nin tekrarladığı acayip hikâyelerden ırmağının adı arasında bir bag kurulabilir.]. hoşlanmış görünmektedir. (V . M inorsky.) Bibliyografya ; Bilhassa göl ve jeo­ CU R S . [Bk. NİKÂH.] lojisi için bk. Raşîd al-Dîn (nşr. Quatremere), U R U C . [Bk. o r u ç .] s. 316— 320; Abich, Vergleichende ehem. UniereU R V A . £Bk. URVE.J sachang. d. Wâsser d. Casp. Meeres, Urmiarund CU R V A B . A L -Z U B A Y R , [Bk. u r v e b . IVan-Sees, Mâm. Acad. de St. Pâtersboıtrg (1856), z ö b e y r .] VI. Ser., V î l , I— 57; Hanikov, Notices physi- . U R V E . CU R VA, b . a l -V a r d b . H â b Is , eA b s ques et geographtqıtes sur l ’Azerbaidjan, B u li de la k a b i l e s i n e m e n s u p e s k i b i r A r a p şâelasse phys.-mathem, de VAcad. de Russie (1858 ), i r i olup, hakkında “Antara’nin bir şarkısı bulunan X V I, 337 — 352 (suyun tabiili, adaların babası, Dabi s savaşında rol oynamıştı. Annesi, haritası, derinlikleri); Pohîig, Enistehungsgesc- KuzâVlarm sıradan bir kolu olan Banü Nahd ’den hkhie des Urmİasees, Verhandl. Nat. Veretns gelir (bk, Wüstenfeld, Tab., 1, 17; IX, X I X ve (Bonn, 1886), s. 14; Rodler, Der Urmia-See und X X ’deki telmihler). cUrva, açıkça göründüğü d. nordıvestl Persian, Schriften d. Veretns z. Verb- üzere Câhilİye devrinde yaşadı. Onun, Peygamber reit. naiurmss. Kenntnisse (Viyana, 1886— 1887), zamanını idrâk etmiş, cÂmir b. al-Tufayl (Schol, îslâm Ansiklopedisi



F.



5



UkvE I, i ) gibi şahsiyetlerle olan münâsebetlerinden, en azından Peygamberin zuhurundan kısa bir müd­ det önce yaşamış olduğu anlaşılıyor. Şiirleri ye bunlarda anlattığı fıkralar, onu, gerçekçi, mâcerâcı, mücâhit bir bedevi olarak tanıtmış ve fakirleri himaye etmesi sebebiyle de daha sonraları kendisine eUrvat al-Şa'âlık (fakirlerin dayanağı) lekabı ve­ rilmiştir. BanuTNazîr Yahudilerinin (yahut aynı bölge­ de bulunanların), onun sarhoşluğundan faydala­ narak, Kınana kabilesinden olan karısı UmmeAmr ( Umm Vahb veya Salma şekli de var) ’ı kendilerine bıraktırma hikâyesi gibi mâcerâlan ara­ sında, bilhassa Yagrib bölgesindeki Mayan dan Şimâl-i Garbi Arabistan’daki Balîtayn ’e yaptığı akınım zikretmek gerekir. Bibliyografya : Kitöb al-Ağünî, II, 190 v,dd„ Dîvân des eUru)a, İbn al-Sikldt tara­ fından derlenip şerh edilmiş ve Leipzİg Üniversi­ tesi kütüphanesi, nr. D . C. 354 teki nüshası Th. Nöldeke tarafından neşr ve tercüme edilmiştir; (Abh. K . G. d. fKî$s, nu Göilİngen, X I, Leipzig, 1863); °Orüa ben abWard} Divan accornp. da corrtmmtaİre 'd 'îbn a sS ik k it nşr, Ben Cheneb (Bibi, arabka), Cezayir, 1926; [R, Basset, Contribulion a Vetüde dit Dhvân de cQrvuh ben al~Ward, poete du premİer siicle avant l ’hegire, Orİental Sîud. P. Haapi Anniversary, 1926, s, 343— 357; Divan R. Basset tarafından notlarla Fransızca 'ya tercüme edilmiştir ( bk. BulL Afr.} Cezayir, 1928, L X I I ) ]. ( H .H . fîRÂu.) U R V E B . Z Ü B E Y R . CU R VA b . a l -ZU B A YR , b . cA v v â m a l -A s a d î a l -M a d a n î , M e­ dine’de, hadîs sâhasmda ilk ve en selâhiyeîli şahsiyet olup, 23 (643/644)— 29 (649/650) yılları arasında doğ­ du ve 91 (709/710)— 99 (717/718) yıllan arasında öldü. Annesi, meşhur Asmâa bınt Abl Bakr ve babası olan al-Zubayr b. al-eAvvam b. Huvayîid de Uadlca ’nin yeğeniydi. Kardeşi eAbd A ilâh ’dan takriben otuz yaş genç olan eUrva, siyâsete veya iç harplere katılmayıp, kendini tamamıyle tahsile verdi. Kar­ deşi 73 (692/693) yılında al-üaccâc tarafından mağlûb edilince cUrva, bütün ailesini olduğu gibi onu da terkedip, eAbd al-Maîik ’e haber ulaştırmak ve teveccühünü kazanmak için b ü tü n , süratiyle Şam ’a kaçtı. Bundan sonra Medine 'deki malikânesinde, ölün­ ceye kadar münzevi olarak yaşadı. Orada, eAbd alMalik'İn isteğiyle isiâmın en. eski devri hakkında, muhtemelen halifeye sunulmak üzere bir dİzî ilmi risâle yazdı (krş. al-T&barl, I, 1180-1x82). Rivâyet edildiğine göre, her gece Kur ân ’ın dörtte birini okumayı âdet edinmiş ve kanserli ayağının kesilişine de bir defa olsun İnlemeden tahammül etmiş. cUrva, teyzesi “Â^ışa ’yi, onun ölümünden üç yıl Öncesine kadar zıyâret etmiş, ondan, ebevey­ ninden, eAlî b. Abl Tâlib ’den ve Abü Hurayra ’den



U &YU LA,



çok sayıda mühim hadîsler toplamıştır. Kendisinden hadîs dinleyen kimseler arasında Muhammed b. Müslim al-Zuhrl’yi, kendi oğullarından Muhammed, cOşmân, cAbd Allah Yahya ’yı ve bilhassa Hişâm ’ı, ayrıca Sulaymân b. Yasar ve îbn Abl Mulâ4ika ’yi zikretmek gerekir. Selâhİyetli muhaddis olarak cUrva ’nîn çok yüksek bir yeri olup, o, yedi büyük fakîh’den biridir. Rical ve e//m muşlalab al~l}adh hakkında risâle yazan müellifler, onda hiçbir hata bulmazlar. Tarihî ve fıkhî hususlarla ilgilenen bir şahıs olarak o, mü­ him bir kütüphlne meydana getirmiştir. O, Kilöb al-Mağazî'mn müellifidir. Ancak hadîsleri, sâdece îbn Sa'd, al-Tabarî ve îbn îsbâk gibi muahhar tarihçilerin eserlerinde bulunur. Onun hadîsleri, kendisinden sonra teessüs eden mun­ tazam bir isnad unsurundan mahrum bulunmaktadır. Bibliyografya ; aKTabarî, nşr. de Goeje, I, 1180; II, 1266; İbn Sard, III/ı, s. X V III (E . Sachau’un mukaddimesi); Welihausen, S kid en und Vorarbeiten, V I, 4; al-UazracI, Asma4 al-ricâl, X. tabı, Kahire, 1322, s. 124; Caetani, Am ali deli' islâmt Introduzione, § II ve tür. yer.; IFuat Sezgin, Geschichte des arabischcn Sckrİftlums, Leyden, 1967, I, 88 v. d. j. ( V . V a c c a .) U R Y U L A . U R Y Ü L Â , Orihuela, eski çağ­ larda Orcelis yahut Orcilis diye bilinen şehrin İsmi, müteâlaben Orihuela olmuş ve 7*3 tarihinde de Araplar tarafından zaptedıîdikten sonra Uryülâ olarak değiştirilmiştir. Şarkî İspanya’da Aîicante vilâyetinin 48 km, cenûb-ı garbisinde bulunan Uryülâ, Mürsiye [ b. bk. î demiryolu üzerinde olup, buraya uzaklığı 23 km. ’dir. Aşağı yukarı çevresi ile beraber nüfûsu 45.000 (1950) * dır. Böylece, oldukça kesif bir nüfûsa sâhip bir p i skoposluk ve a d l î b ö l g e m e r k e z i dİr. Todmir[b. bk,] eyâletinin (kura) diğer şehirleri ile bir­ likte, müslümanlar tarafından aynı zamanda feth­ edilmiş ve Mürsiye ’den önce, uzun zaman bu eyâ­ letin (k u ra ) idâre merkezi olmuştur. Daha sonra­ ları eyâletin merkezi Mürsiye olmuş, Uryülâ da ona bağlanmıştır. Şehir, Segura nehrinin iki tara­ fında son derece münbit bir arâzi üzerinde kurul­ muş, Roİg ve San Augusto adlarını taşıyan iki yakası birbirine iki köprü ile bağlanmıştır. Çok eski bir yerleşme sâhası olan Uryülâ, Arap hâkimiyeti dev­ rinin sonlarında bir müddet ÎCâzı Ahmed b. cAbd al-Rahmân b, eAH b. cÂşim tarafından müstakil, küçük bir hükümet merkezî yapıldı ve 1265 ’te Aragonlu Jacques I. tarafından zaptolundu. Bundan sonra iki defa (1520, 1706) yağmaya, İki kerede (1651, 1829) tabiî âfetlere mâruz kalan şehir, ağaçlı, çiçekli, verimli topraklan, arıcılığı, ipek böcekçiliği, hububat ve çeşitli sebzeleri ile tanınmış olup, meyve, zeytin ticâreti, dokumacılık, dericilik ve boyacılığı ileri safhadadır.



Ur y ü L a - u s t u r l a b . Bibliyografya : al-îdrîsl { nşr. Dozy ve de Goeje), s. 17S ve 193; Yakut, Mancam albyldân (nşr. Wüstenfeld), I, 403; Abu T F id â0, Takoîm al-buldan, (nşr. Reinaud ve de Slane), s. 179; ibn eAbd al-Muncim al-Üİmyarî, al-Ravi al-m^târ, mad. E&pagne; ibn al-Hatlb, AHâm, mad. Espagne (nşr, Levi-Provençal), Rabat-Paris 1934, s. 297 v.d.; E. Tormo, Levante (Guias Calpe), Madrid, 1923, s. 297— 306; Encyclopaedia Btiİannica (London, 1962), X V I, 903; ayrıca bk. / A , madd. MÜRSİYE ve TODMİP. (E . L evî -P rovençal.) ( Bu madde S. Îîgürel tarafından ikmâl edil­ miştir ). U S Â M A . [Bk, ÜSÂME.Î Ü S K Ü D A R , [Bk. ÜSKÜDAR.] Ü S T Ü R L A B . A S T U R L Â B veya A ŞT U R L Â B (A .; telaffuzu İçin bk. îbn pîallikan, nşr. Wüstenfeİd, nr, 779; Mısır baskılarında nr, 746). Usturlab, Grekçe &6tqoXû (3oç ’den, gök küresinin bir düzlem üzerine izdüşümü veya bu izdüşümün bir doğru üzerine iz­ düşümü veyahut hiçbir izdüşüm olmadan bir küre ile temsil edilmesine göre, üç esas tipe ircâ edilebilen muhtelif astronomi âletlerine verilen isimdir. 1. Asıl usturlabdan düz ( sathi veya musat}ah) usturlab, yahut „astrolabium planisphaerium" an­ laşılır; Arapça’da aynı zamanda zat al-şafti’H} ,,lev­ halardan teşekkül eden [âlet]” e de denir. Bu 10 cm. ilâ 19.8 cm. çaplı, içinden şakulî olarak asılmasını sağlayan askı halkası (halka, cilâk.a) ’nın geçtiği bîr sapı (eUrt)a, faabs) bulunan disk şeklinde taşınabi­ lir mâdeni bir âlettir. Bu, usturlabın en basiti olup Grekler ve Süryânîler tarafından bilinen tipi şu par­ çalardan ibarettir: ( a ) „ana" (Umm) yuvarlak bir kutu görünüşünü veren kalkık kenarlı (kaffa, hacra, tavk) bir disk veya dairevî levha; diğer levhalar da bu dairevî parça içindedir. Dairevî iç yüzüne „yüz” ( vach ), dış yüzüne „arka” (zahr) denir; ( b ) diğer disk ve dairevî levhaların ( şafa’İh müfredi şaflha) sayısı umûmiyetle dokuz olup, „ana” mn içine yer­ leştirilmiştir. (c) Anada diğerlerinin en üstüne yerleşti­ rilmiş bir levhadan ibâret olan ..örümcek" ( eankabüt) veya „a g ‘ (şabaka); dayanıklı olması ve zodiak işâretleri ile başlıca yıldızların yer ve adları için gerekli genişliğin sağlanması göz önüne alınarak bu levha, mümkün olduğu kadar açık yapılmış ve böylece, sâdece üzerinde yıldızlan gösteren san’atkârane bir tarzda oyulmuş bir nokta ve müş’ir ( şafba, şaşı­ ya) bulunan madenî şeritlerden meydana gelmiş­ tir. ( d ) „arka” yüzünün merkezi etrafında dönen ve çapı kadar uzun olan cetvel veya diyapter veya alhidad (cizâda); bunun her iki kolunun uçlan sivri olup her birinde de gözleme delikleri ( libna, daffa, hadaf) bulunur; böylece güneşin ışığı her iki de­ likten geçebilir, (e) Mihver yahut m il,,,kutup” (mihoar, kalb), bütün diğer parçaların merkezlerinden geçen ve onları bir arada tutan bir civatadır. Bu civatanın



in



başı usturlabın arka tarafmdadır. Öteki ucunda dışarı kaymasını önleyen ve şeklinden dolayı „at” ( faraş) ismi verilen ufak bir civata veya somun bulunur. Usturlabın arkasında, üzerlerinde derece ve krono­ lojik İşâretler (b ir nevî daimî takvim) bulunan muhtelif eş merkezli daireler vardır. Bunlar alhi­ dad vâsıtasıyla yıldızların yüksekliklerini ölçmede kullanılır, b levhalarının her iki yanında, almukantaralarm ( makaniarât) yâni ufka muvâzî dairelerin, şakulî daireler (âava’İr al-mmüi) ’in, hatt-ı istivâ ve güneş medarının stereografik kutup izdüşümleri bulunur. Belirli bîr coğrâfî enlem için bu izdüşümde râsıtın gözü kürenin bîr kutbundadır; izdüşüm düz­ lemi ise, diğer kutbunda ve hatt-ı ıstîvâ düzlemine muvâzîdİr. Bâzı usturlablarda belirli bir coğrafik enlem için „directİo” ( tasylr) denilen ve astrolojik hesaplarda kullanılan vaz’iye dairelerinin izdüşüm­ leri bulunur. Diğerlerinde ise, bütün enlemler için bîr levha vardır. Kullanılış şekli pek belli olmayan bu levhaya ufuklar levhası { Şafîha âfskîya) veya umûmî ( camica ) levha denir, b levhalarındaki almukantaralarm hepsinin veya yalnız 2 dereceden 2 dereceye, 3 dereceden 3 dereceye, 5 dereceden 5 dereceye, 6 dereceden 6 dereceye, 9 dereceden 9 dereceye, 10 dereceden 10 dereceye kadar işaret­ lenmiş olmalarına göre usturlaba tâmm (solipartium ), nişfî ( bipartium ), şulşi ( tripartium ), hamsi, sadsı, fasT, cuşrı denir. Son olarak bilinen usturlabIar, izdüşüm düzleminin şimâl veya cenup kutbuna teğet olmasına göre şimâlî (şamâlî) veya cenûbî ( canübî) olarak iki gruba ayrılır. Bunlardan ilki tabiatıyle daha çok bilinir. Levhalardaki işâretlere daha başkalarım ilâve etmek ve ağdaki zodiak işâretlerinin sırasını değiştirmek suretiyle aynı za­ manda şimâlî ve cenûbî olan usturlablar elde edil­ miştir. Bunlara, içlerinde, ağdaki gruplaştırılmış zodiak îşâretleri bulunan az çok hayalî şekillere atfen, „Davul-” , âsî „Mersin ağacı-” , saratânl veya masarfân, „Yengeç-” , şaâafi-, „Sedef-” , saürî „Boğa~", şak&3ikl »Şekaik-” usturlabı gibi adlarverilmiştir. Muhtemelen Alımed al-Siczî ’nin ( takriben 400— 1009) Zaürakî usturlabı „Gemi-usturlabı” bu sınıfa aittir, ,,Mükemmel” (kâm il) usturlabda diğer işâretierden başka güneş-denklemi de bulu­ nur. Stereografik izdüşümden farklı bir izdüşüm esâsına göre hazırlanan diğer yassı usturlablar, amelî faydaları olmayan nazarî âletler olarak addedilmelidir. al-Bîrünl ’nİn usfavânî dediği ve bizim şimdi ortografik dediğimiz ( Ptoleme ’nin „AnaIemma” ) izdüşümünü kullanarak al-Bîrünİ ’nin yaptığı ve mubattab „üstüvânî usturlab” dediği, bu tipe örnek bir usturlabdır. Küre daireleri bunun üzerine müs­ takim hatlar, daireler ve elipsler şeklinde izdüşer. al~BIrünî (Chronology, s. 358 v.d.) tarafından tas­ vir edilen ( yassıltılmış) usturlab, müsavî uzak­ lıklı kutbî . izdüşümlü bir yıldız haritası gibi gö­



68



ÜSÎU&L a R



rünmektedir. Ekliptiğin' kutba izdüşüm merkezi olarak alman bu izdüşümde, ekliptiğe muva­ zi daireler veya arz daireleri eşit uzaklıklı eş mer­ kezli daireler ve tul daireleri de eşit uzaklıklı yarı­ çaplarla temsil edilirler. Usturlabla yapılan rasatla herhangi bir yıldızın yüksekliği hemen elde edilir ve bunun neticesi olarak da gündüz veya gece başlangıcından geçen zaman belirlenmiş olur. Usiurlab aynı zamanda, bütün kürevî astronomi mes’elelerinin hiçbir hesap yapılmadan çözülmelerini mümkün kılar. Bu âlet aynı zamanda, erişilemeyen bir yerin uzaklığının, bir binanın yükseldiğinin, çapı ölçülebilen bir kuyunun derinliğinin bulunması gibi jeodezik tat­ bikatlarda da yararlıdır. Tabiatıyle, bu kadar ufak bir âlette tam bir hassasiyet arayamayız; ayrıca, iti­ dal noktalarının ileri hareketi ve ekliptiğin eğiminde­ ki azalma dolayısıyla âletin yapıldığı zamandan uzun bir süre geçmişse bu âletten biç yararla­ nılamaz. b levhaları üzerindeki her bir işâret belirli bir arz dairesi için geçerlidir; bu sebeple de âletin bütün arz dairelerinde kullanılabilmesi için çok sayıda levhalar gerekir. Bu mahzur, stereografik kutbî izdüşüm yerine ufkî izdüşüm kullanmak sûreti ile hu usturlabı umûmî şekle dönüştüren Ispanyol Arap, al-Zarkâlî (Arzachel) tarafından giderilmiş­ tir. Râsıdın gözü ufkun şark veya garbında itidal nokta­ larından birinde bulunur; izdüşüm düzlemi solstis dairesi düzlemi yâni solstislerden ve kutuplardan geçen düzlemdir, îki yan kürenin izdüşümleri üst üste gelir ve böylece bir işâret her İkisi için de yeterli olur. ai-Zarkâli ’nin Sevil hükümdarı al-Muctamid b. eAbbâd (461— 484= 1068— 1091) ’a İthafen al'abbâdtya olarak adlandırdığı bu âlet nihaî şekli ile iki talî parça ve tek bir levhadan teşekkül eder. Levha­ nın yüzünde stereografik izdüşüm kullanılarak hatt-ı istivâ paralelleri ( madârât) ve dekiinasyon (mamarrât) daireleri ve ekliptik ise, arz ve tul daireleri ile temsil edilmişlerdir. Bu sûretle levha, yalnız herhangi bir arz dairesi için geçerli olmakla kalmaz, iki kürenin izdüşümleri, ekliptiğin ve esas yıldızların koordinatları, üst üste geldiğinden, aynı zamanda diğer usturlablardaki „ağ” m yerini almış olur. Derecelenmiş yüzün merkezine merbut bîr çubuk (ufk mâ0İl „eğîk ufuk” ), çok bilinen usturlabdaki b levhalarının diğer vazifelerini yerine geti­ rir. Bu çubuğu az çok hatt-ı istivâ istikametine gelecek şekilde eğerek rasat yerinin ufkunu elde edebiliriz ve taksimatlarından şark ve garp genlik­ leri (s/ea-t maşrik, « ca-î mağrib) ’ni bulabiliriz. Levhanın arkasında hemen her usturlabın arka ta­ rafında bulunan alhidad ve işâretler vardır; al-Zarfjâll ayrıca „ay dairelerini” de ilâve etmiştir, bu da aym hareketinin tâkîbini mümkün kılmıştır; bundan başka, ölçülen zaviyenin „düz (mabsû{a) düşey ( mank,€sa) gölgelerini", on iki parçaya bölünmüş



yarıçapla ilgili kotanjant ve tanjantları hemen veren trigonometrik bir kare de ilâve etmiştir. ■— Bu basit ve mükemmelleştirilmiş usturlab, diğer Araplar tarafından al-şafiba al-zarkâlîya „al-Zarlj:âiI ’nİn levhası” diye adlandırılmış olup, Avrupa’da saphaea adı ile meşhurdu. — Bu âletin, hakkında sahih bir bilgiye sâbip olmadığımız değişik bir şekli şafîlja şakaziya ( veya şakârîya) *dir. 2. Hattı (ftoffO usturlabı bu usturlaba, bulu­ cusu al-Muzaffar b. Muzaffar aKJusî (ölm. tak­ riben 610=1213/1214) ’ye atfen Caşa'l-Tüst „alTüsl ’nin asası" da denir; şeklen hesap-çubuğunu andırır. Çok bilinen düzlem-küre usturlabın izdüşü­ mü aynı düzlemde bir müstakîm hat üzerine ızdüşürülür; dolayısıyla âlet, meridyen düzlemi ile düzlem -küre usturlabın izdüşüm düzleminin ara kesidini timsil eder. Çubuk üzerinde işaretlenmiş noktalar, müstakim ve mail metalden ekliptiğin taksimatım, almukantaralan v.b. gösterir. Çubuğa bağlanmış olan İplikler zaviyelerin ölçülmesinde kullanılır. Yassı usturlabla yapılan aynı ameliye, bu usturlabla da yapılabilir, ancak aym hassasiyette olmaz. 3. Kastilya Kıralı Alfonso X. ’nun Ispanyol atölyelerinde „astrolabio redondo” olarak adlandırı­ lan kürevî ( kart, ukflrî) usturlab, verilen yerin uf­ kuna nazaran kürenin günlük hareketini izdüşümsüz olarak gösterir. Bu sebeple de yıldızların yükseklik­ lerinin ölçülmesinde, zaman tâyininde ve birçok kürevî trigonometri meselelerinin çözümünde yar­ dımcı olur. Bu usturlabın parçaları şunlardır: a) üze­ rinde ekliptik, hatt-ı istivâ, verilen yerin almukantaraları ve yükseklik daireleri ile birlikte, ufku, başlıca, sabit yıldızların vaziyetleri, günlük saat itidal noktası ile ilgili saat taksimâtı, muhtelif yerlerin coğrâfî arz daireleri bulunan bir madenî küre; b) örümcek yahut ağ ('arkalat veya şalaka ) yahut „ağ” denilen küreyi tam olarak kavlayan ve yalnız ekliptiği ( ke­ narım teşkil eder ), başlıca yıldızlan ve istivâ hattının yansım ihtivâ edecek şekilde imâl edilmiş madenî bîr yarı küre; c) ağın sathım kavrayan, bir ucu is­ tivâ battı kutbuna merbut, diğer ucu ise, dâima istivâ hattı üzerinde bulunan bir küçük madenî şerit; d) madenî şerîte dik olarak konmuş bîr gnomon= küçük çubuk; e) istivâ hattının bir kut­ bundan öteki kutbuna kadar, küreden, ağ ve madenî şeritten geçen mihver. B i b l i y o g r a f y a : L. A . SedİIlot, Memotre sur les instruments astronomiyaes des Arabes, Pa­ ris, 1841, s. 141— 194 (kifayetsiz); F. Woepcke, Uebereİn in der kgl• Diki zu Berlin befindi arab,



Astrolabium, Abh. der math. K i der kgl Akad. d. Wissensch, zu Berlin (1858), s. I-—31 (ü ç levha île düz şimâl Usturlab); A. da Schio, Di dtıe astrolabi in caraiteri cufici occidentali trovati tn Waldagno (Veneto), Venedik, 1880 (düz şimâl us­ turlabı ile al-Zarkâll ’nin ve Avrupa ’da bu­ lunan usturlablarm listesini veren şaftla ’sı);



USTURLAB - USÛL* H. Sauvaire ve j . de Rey Pailhade, Sur um mere d’astrolabe arale,,,,, J A , 9. serî, 1, 5— 76, 185— 3 3 i; Carra de Vaux> L’asi rolahe Uneaire ou bâton d’Et-Tousi, J A , 9. seri, V , 464-— 516; al-BIrüni, ai-Âşâr al-bâktya (nşr. Sachau), s, 357— 362 ( krş. M. Fİorini, Bolldiino della Societâ Geografica Italiana, 3. seri, IV, 287— 294); Libros del saber de astronomia del rey D. Alfonso X de Castilla (Mad­



Ğ9



X V I, 103 v.d.; bk. Nöldeke-Schvrally,, ayn. esr,, II, 53 v.dd.)’de bu esasa aykırı değildir. Ancak, hattâ sâdece temel esaslar hâlinde de olsa, ümmetinin bütün hayatını tanzim edecek olan bir »sistem** bulmak, hiçbir zaman Peygamber’İn niyetinde yer almamıştır. Kaldı ki, daha o vakit kendisinde birçok yabancı (Roma, Babil ?, Cenubî Arabistan) unsurları ihtivâ eden Arap Örf hukuku, rid, 1863— 1867), II (düz ve küre biçiminde ustur­ yer ve hayat tarzı (Bedeviler, ticâret şehri Mekke, lab) ve III (al-Zarkâl! nin Şafîha ’sı); W.H. Mor- zirâat şehri Medine ) ’na bağlı olarak bu değişiklik­ ley, Descrİption of a planispheric astrolabe, constructed ler içinde devam ediyordu. Buna mukabil Peygam­ ber 'in teşriî faaliyeti, bu hukuk hususunda muh­ forShah Sultan HusainSafatüt (London, 1856). telif vak’alarda dış sâikîerin te’s'ıri ile dinî mülâhaza­ ( C . A . N ALLI NO.) USÛL. ÜŞÜL ( A ) , k ö k l e r , t e m e l l e r . lar için bâzı noktaların tashihine inhisar etmiştir, zîrâ Aşl *m cem’i. Bu kelimenin çeşitli ıstılâhı kullanış içtimâi hayatın neticelerini içine alan hükümler, tarzları arasında İslâmî ilimler için üç tanesi tema­ dinî mülâhazalar üzerine kurulmuştur; umûmî yüz etmiştir: Üşül al-dın, üşül al-hadiş ve üşül ibâdet, askerî ve siyâsî işlerle ilgili olup, abâyâl al-filfı. Üşül al-dln, bu mânada, kelâm 1 b. bk. ] abşarcîya adını taşıyan âyetlerin sayısı, sâdece 5° ° ile muterâdifdir; üşül al-hadîş tâbirinden, hadîs — 600 ’ü bulur; ancak meselâ salât gibi ibâdetin [ b. bk. ] ilminin ıstılâh ve usûlünün ele alınış şek­ teşriî esas kısımları, Kur ân hükümleri yoluyla değil, li anlaşılır. Nihâyet usûl al-fîkb— ki sık sık sâdece sâdece Peygamber örnek alınarak ve onun rehber­ üşül ( ilmi ) diye adlandırılır— İslâm fıkıh [b. bk.] liği ile düzenlenmiştir. Aynı şekilde, belki biraz ’ının esaslarına ait nazanyelerdir. daha az ehemmiyetli olan ve her yerde câri î. İslâm ilimlerinin mûtad sistemi içinde, üşül olmayan, fakat Pey'gamber ’in koyduğu bir sü­ al-fikb, umumiyetle, İslâm fıkhının metod nazari- rü diğer ahkâm Kur ân ’da mevcut değil­ yeleri, kanun normlarının teshiline götüren deliller dir ( krş. Nöldeke-Schwally, ayn. esr., I, 260). ilmi olarak târif edilir. Onun varlığı, insanın gayesiz Baştan itibâr en Peygamber’in peygamberlik selâyaratılmadığı (sûre X X III, 1 1 7 ) ve kendi başına' hiyeti İslâm dininde Kur ân *ın tebliği dışında da bırakılmayıp ( L X X V , 36), aksine bütün fiillerinin olsa, şüphe götürmüyordu; fakat aym zamanda hukuk normları tarafından tanzim edilmiş olduğu hattâ dinî hususlarda da onun tamamen beşerî olan mülâhazasına dayanır; her münferid hal için husûsî hareket tarzı, halâsız mütâlaa edilmiyor ve çök defa bir norm mevcud olamayacağından, istidlal yoluna davranışlarına karşı tenkitler yapılıyordu. Bizzat Pey­ baş vurulur. Bu deliller, sonunda hâkim olan görüşe gamber de hatasız olduğunu aslâ iddia etmemiştir. göre, dörttür: Kuran, sunna, ianâc ve kiyûs Kur ân ’da (meselâ sûre X V III, n o ; X L I, 5 ) [b.bk.]. Bu duruma göre, üşül al-ftkh'ta İslâmî onun vahyi nakleden bir kimse olmakla berâber kanunların maddî kaynaklarından münferid hüküm­ bunun dışında »diğerleri gibi” bir insan olduğu ve lerin şeklî dayanakları ( esbab-ı mucibesi) kadar hattâ onun davranışının zaman zaman tasvib edil­ çok bahsedilmez. Böylece, dört usûl içinde muhte-- mediği ( meselâ sûre L X I, 1 ) açıkça ifâde edilmiştir. vâsma göre değil, kanunî isbat kuvvetine göre mü­ [Peygamberim bâzı pratik mes’eîelerde hatâ edebile­ talâa edilen Kur ân ve sunna'nin yanında, icmâc ’ın ceği bizzat kendisi tarafından ifâde edilmekle berâ­ umûmî durumu ile kiyûs usûlü yer alır. Halbuki, tari­ ber, dîne taalluk eden hususlarda yanılmadığı, bu hî bakımdan İslâm hukukunun daha az ehemmiyetli nevî beyanlarının vahye dayandığı âyet ve hadîs­ olmayan diğer kaynaklan bilinmemektedir. Bu ve lerle sâbittir. (msl. bk. L IU , 3 ; Müslim, Faza*il, bâb umûmiyetle tanınmamış olan diğer usûlün tekâmülü, 139, 140 ). Bu itibarla Peygamber, hakkında Kur ân aşağıda gösterilmiştir. hükmü bulunmayan dinî ve dünyevî mes’eleîere 2. Islâm hukukunun mantıken ilk ve yüksek derecededâir ictibadda bulunmuştur ( Âmidî, al~lhkam, yer alan kaynağı, tabiî Kur ândı ve öyle kalmıştır. IV, 222)]. Kur ân m kendisine münhasır selâhiyetliliği ve hatâ 3. Peygamber ’in ölümüyle, hem vahiy ve hem yapmazhğı hakkında şüphe edilmemiştir. Aynı de peygamberlik selâhiyeti ile meydana gelen teşriî şekilde, bâzı âyetlerin Allah tarafından Pey­ faaliyet tabîatjyle son buldu. îlk halîfelerin, Pey­ gamber’e unutturulmasına rağmen (sûre Iî, gamber ’in en seçkin arkadaşlarıyla anlaşarak kuru­ IOO; L X X X V II, 6 v.d.; Nöldeke-Schuwal!y, Ges- cusunun anladığı mânada İslâm camiasını idareye chichte des Qumns, I, 100), onun esâsının sâlimen gayret etmeleri pek tabiî idi. Dayanak noktaları nakledildiği hakkında da şüphe husule gelmemiştir. olarak Kur ân ve Peygamber’in Kur'ân hâri­ Kur ân m bizzat, daha sonraki vahiylerle bâzı kı­ cindeki kesin kararlan kabûî ediliyordu. Bunun sımlarının nakzedildiği ( mamuly, nakzedene nasıl) yanında halîfelerin, devlet reisleri ve Peygam­ denilir) şeklinde tavsif edilmesi (sûre II, 100, b er’in halîfesi olarak, [tamamıyle kendi mes’uli-



70



USÛL.



yelleri ile teşriî faâliyette bulunmalarına, hattâ gibi, arkasında ekseriya muhtevâya âit tenkidin saklı ara sıra Peygamberin kararlarım değiştirmelerine bulunduğu, isnâd f b. bk. J ’lara yapılan tenkidlerle engel olunmuyordu ( yk. b k .). Ebû Bekr ’in, rivâ- de bertaraf edilmiştir. [Peygamber adına hadîsler yete göre, Peygamber örneğine uyma hususun­ îmlî edildiği ve hattâ mevzu hadîslere malzeme teş­ da titizlik, Ö m er’in ise, bu hususta daha serbest kil eden kaynaklar arasında Yahudi menşe* li sözle­ davranma temâyülü göstermesi tarihî bir vâkıadır. rin bulunduğu tarihî bir vâkıa olmakla berâber, bil­ ö r f ve âdet hukuku ile olan bağlar aynı kaldı; hattâ hassa hukûkî mâhiyet arzeden hadîslerin teshili bu hukuk, Irak, Suriye ve Mısır ’daki büyük fetih­ ve onların mevzu olanlardan tefriki husûsunda mulerin neticesi olarak yabancı te’sirlere daha çok mâ­ haddisîerin büyük bir dikkat ve itina gösterdikleri ruz bulundu. de gerçektir ( îbn Hacar, Nuhbat al-fi^ar, İstan­ 4. Emevîlerin gelmesi ve hükümet merkezini bul, 1288, s. 22; al-Suyüîî, Tadrîb, al-raoî, Kahire Şam ’a nakletmeleri ile, o ana kadar merkez olan 1385, 1, 287; Müslim, al-Şakıh, Kahire, 1375, *0; Medine ’nin dindar çevreleri, hükümet işlerin­ Abü Hatim, K . al-macrahın, Ayasofya Kütüp., nr. deki te’sirlerini fiilen kaybettiler. Onlar büyük bir 496, var. n b ). Muhaddisîerin sened tenkidi ile ikti­ gayretle fiilî tatbikatın tersine, durumun ideal fa edip metin tenkidi yapmadıklarına gelince, aslın­ bir portresini, olması lâzım geldiği şekilde çizmeğe da sened tenkidi gibi görünen birçok hususun ger­ çalışmışlardır. Tatbikatta örf ve âdet hukuku, ha­ çekte metin tenkidi olduğu, şaz, maklüb, muztarib, lifeliğin çeşitli eyâletlerinde aynen devam etmiş ve mudrac al-matn, al-müharrat v.b. ıstılahlardan da an­ her halde Itazaî faâliyetle birlikte gelişirken - zîrâ laşılabilir. Akla uymaz, İlmî neticelerle bağdaşmaz Emevî halîfelerinin Ömer I î. ’e kadar umumiyetle, gibi görünen hadîsleri heışeye rağmen tenkid et­ dinî bakımdan düzenleyici müdâhale temâyülleri menin ilmin devamlı tekâmül hâlinde bulunduğu azdı - evvelâ Medine ’de, daha sonra Irak ve Suri­ vâkıası karşısında, isâbetli olmayacağı anlaşılır. Bu­ ye ’de İslâm hukukunun temel esâsları ortaya çık­ nunla berâber muhaddisîerin sağlam akla, his ve mıştır. Evvelâ henüz nazariye ve metoda uzak bir müşâhedeye, târihi vukuâta, lafzında ve mânasında şekilde çalışan bu dindar kişilerin hedefi, evvelce bozukluk bulunan hadîsleri tenkid ve red ettikleri mevcut olan hukuk malzemesine dinî-islâmî esas­ mâlûmdur ( İbn Salâh, cUlöm al-hadîş, Haleb, 1386, lar ile tashih edici müdâheîede bulunmak ve onu s. 89; Bal?r al-eulüm, Faoötih al-rahamüt, Kahire, sistemleştirmek idi. Dinî görüşler, Kuran ve onlar 1324, II, 124, 126; Hatib al-Bağdâdî, al-Kifâtarafından mecburî olarak kabûî edilen hadîslerden t/a, Haydarâbâd, 1358, s. 199). Kur'ânda tezadlar çıkarılıyordu. Sahâbenin söz ve davranışlarının bulunduğu iddiası ise, yalnız İslâm ulemâsının onların yanında büyük bir itibârı vardı. Şayet muknî mütalâalarıyle değil, aynı zamanda garplı ashâbın çoğunluğu birlikte hareket etmiş iseler, müsteşriklerin ifâdeleriyle de red olunabilir.) A z çok bu büyük bir te’mînât teşkil ediyordu ve aym ço­ İslâmlaştırılmış olan örf ve âdet hukuku, bugün ğunluk esâsı, farklı görüşleri temelde tedricen bir­ de tabiî olarak, bilhassa din bakımından mühimbirine yaklaştırmaya da hizmet ediyordu. Bu tarz' senmeyen hiçbir endişeye mahal olmadığı yerlerde teemmülün neticeleri, büyük bîr kısmı ile hadîs şek­ temel kabûl edilmiştir, Bâzan şerî’atın temsilcisi lîne sokulup, Peygamber ’e izafe edilmiştir. Hadîs olarak „ Dindarların sünneti" ne, husûsî bir yer malzemesinin diğer kaynaklara dayanarak aşın de­ verilmiştir. 5. Nazarî olarak ilk düşünce, bu devrenin recede artması, İslâm hukukuna daha birçok yeni unsurları, bu arada bilhassa Yahudi menşe’li olanları- sonuna doğru II. ( V I Î L ) asrın başında, fıkıh ya­ sokmuştur. Bu yoldan şeri’atın, Allah tarafından nında kendine has bir hadîs ilminin ortaya çıkması Peygamber’! vâsıtası ile, hiç değilse, nüve hâlinde İle vücud buldu. Bunun temsilcileri olan „muhadverilen hükümlerinin tefsir ve tavzihi; Peygam­ dısler” , „fakihler” i, münhasıran Kur ân ’a ve Pey­ ber 'in ölümünden sonra, tarihî tekâmülün tersine; gam berin sünnetinin temsilcisi olarak, hadîse isinkişaf imkânlarının ve teşriî faâüyetin reddi; tinad etmesi îcabeden bîr kanuna, kendi anlayış mertebe İtibariyle Kur ân ’dan sonra gelen Pey­ faaliyetleri ile akıl unsurunu ilâve etmekle itham gamber 'in sünnetlerinin ( Sunnat al~Nabi) aynı ettiler; fakıhler ise, kendi fikirlerini ( ra3y ) kanun değerde kabûlü şeklinde birçok karakteristik hu­ hükümlerinden çıkarmanın kaçınılmaz olduğunu ileri susiyetler ortaya çıkar. Esâsen bu akide çok büyük sürdüler. Her ikİ taraf da görüşlerini destekleyen bir kısmı ile Peygamber’ in (hakîki veya mevzu) hadîsler naklettiler. Münâkaşa, başlangıçtan beri sünnetine dayandığı için, İslâm câmiası için hatasız işin esâsından çok şekle taalluk ediyor ve kelime bîr nümûne olarak mütâlaa edilmiş, [ mevzu ] hadîs­ etrafında cereyan eden bir münâkaşadan ileri gitmiyor­ lerle ortaya çıkan bu görüşü, Kuran (meselâ, sû­ du. Bunun neticesinde raV in , umûmî olarak esas ba­ re IH, 29; IV, 62; X V I, 46; X X X III, 2 1; L H I, kımından, fıkıhda haklı bir yer alması kabûl edildi. Bu­ 3 ) ’da bulmak çok güçtür. Hadîslerde, Kur ân na mukabil muhtelif mezhebler, hadîse îtimâd husu­ ‘dan daha sıkça ortaya çıktığı görülen tezadlar, sunda farklı düşünceler ortaya koydular; buna rağmen Kur'ân için kullanılan aynı vâsıta ile, bertaraf edildiği varılan neticeler, her yönde nev’i şahsına münhasır



«ı



USÛL.



71



mâhiyeti hâizdi. Daha II. (VHI.) asrın ilk yarısında, henüz kabûl etmemektedir. aî-Şâfiİ, .Mâlik ’den üç merkezde ( Hîcâz, Irak ve Suriye) fıkıh, üç ayrı önce İslâmlaştırılan hukuku sistemleştirmekte mü­ görünüşte ortaya çıkmıştı. Bunların doğuş ve yayı­ him bir ilerleme katetmiş, bu hedefe ulaşmak için lışında coğrafî şartlar esaslı bir rol oynamıştır. Bu de, kendisinden Önce başlamış olan hukukî mefhum görünüşler bir taraftan kapalı sâhaîarda hayat ve teşkili yolunu kısmen terk etmiş ve bunun için de nazariyenin müttehid bir şekilde teşkilinde, diğer kıyas yolunu icad etmemekle berâber, onu esas taraftan çeşitli çevrelerde, temel olan hukuk madde­ itibârıyla geliştirip, ondan geniş bir şekilde fayda­ sinin farklılaşmasında tezâhür etmiştir. Bunlar daha lanmıştır. Bu, aslında rasy ’in eski usûlü olup, al-Şâsonraki devirlerin, Mâlik, Abü fdanlfa ve al-Avzâ'î ficİ, bunu, burada daha az yadırganan bir isim olarak ’nin mazâhtb'inin öncüleri idiler; H icaz’ın temâ- almıştır; burada aynı zamanda muayyen bir disiplin yüiü hadîse, Irak’m temâyüîü ise, r al-Tanklh bağı ve onların hukukî selâhiyeti üzerinde yapıla­ ve al-tavzîh; aî-Subkl (ölm. 77 1— 1369), Camc albilecek münâkaşalar, tamamıyle nazaridir; Şerî’atın, caoâmi0; Molla Husrav (ölm . 885=1480), Mir*Urf veya câda ’ye açıkça atıf yaptığı hallerde bile kât al-Vuşül ve Mir*ât al-uşül Şi’llerde usûl, îmamm seîâhiyetine istinad ettirilmiş tamamen hukukî örf ve âdetin mevzubahs olduğu hemen hemen hiç söylenemez; örf ve âdet huku­ olup kısmen sünnîlerin îcmöc ma benzer bir rol oynar; ku, nazariyatta, fıkhın hiçbir hüküm vazetmediği şi’îler arasında İctihâd ehemmiyetim muhâfaza eder. Bibliyografya: Üşül’ün tarihçesi için hallerde bile bağlayıcı olarak tanınmaz. Meselâ, temel eserler: Goldziher, Die Zahirilen-, Snouck îndonezya’da hâkim olan şerî’at ile âdet’in müHurgronje, Verspreide Geschriften, II; Bergstrâessâvîliği telâkkisi (bk. mad, ŞERÎ’AT, son kısım), he­ ser, Is l, X IV , 76 v.dd.; daha eski tarihî görüş men hemen bütün tatbikatı örf ve âdet hukukuna için bk. Macdonald, Deoelopment of Müslim bırakan, ancak nazarî sistemde yeri bulunmayan Theology, s. 65 v.dd.; tarihî notlarla birlikte fıkıh görüşünün dışına çıkar. Hakîki tatbikata sıkı hâkim olan nazariyelerin hulâsaları için bk. Juynbir şekilde uymaya çalışan muahhar Mâlİkî fakîhboll, Handleiding, 3. tab’ı, s. 32 v.dd. (Handbuch, leri, husûsiyle Şimâlî A frika’dakiler bu esas mes'elede 2. tab’ı, s. 39 v.dd.) ve daha çok tafsilât için bk., istisna teşkil etmezler, ö r f ve âdet hukuku ve umu­ Santillana, îstituzioni, s. 25 v.dd. (burada diğer miyetle yabancı hukuk unsurları, şerî’atm ilk çağ­ kaynaklar da verilmektedir). Üşül ’e dâir Arapça larında o kadar mühim ve müessir oldukları halde, yazılmış en meşhur eserlerin listesi için bk. Kâtib bunların bilhassa son şekli İle usûlün nazarî olarak Çelebi, nşr. Flügel, I, nr. 835 v.dd. ve Taşköpkabûlünden itibâren te’sir ve nüfuzla» o nisbetie rî-zâde, Miftâb al-sacâda (Haydarâbâd, 1910), güçleşmiştir. 9. Fıkıh aslında, üşül’ün nazarî olarak teshi­ II, 53 v.dd,; Türk trc. Kemâleddin, Maüztfât al-culüm ( İstanbul, 13*3 ), s, 634 v.dd. linden önce teşekkül ettiği için, usûlün ortaya çıkmasına sebep olan unsurları tarihî bakımdan doğru bir şekilde aksettiremez. Ancak usûl bizzat İslâmî sistem bakımından uzun zamandan beri tamamıyle nazarî olarak fıkıha karşı muhâlif bîr tavır almıştır. Usûlü tatbik, yâni, müstakil olarak ondan kanun hükümlerini çıkarmak, yalnız müciehid’e âittİr; ancak [mahdud görüşlü bazı zevâta] göre içtihad çoktan sona ermiş olup, bütün fakîhler, takUd ’in en aşağı basamağında bulunmağa mecbur addedil­ miştir. Böylece, birçok fakîhler, usûle derînden vâkıf olmaksızın, ekseri fıkıh kitaplarına muhtelif usûl me*selelerine dâir eklenmiş tesâdüfî bâzı kısa mülâhazalarla iktifa etmişlerdir. Bununla berâber usûle dâir yazılmış birçok husûsî telîfat mevcut olup, bunlar an’anevî İslam ilimlerinden birinin mevzuunu teşkil ederler. Sünnî usûl kitaplarında, umûmiyetle, müelliflerinin nokta-i nazarına göre, Kur'ân, suma ve İcmâ*, fıkh ’ın gayeleri için mevsukiyet ve tertibat bakımından tetkik edilmektedir; bunlar da şekil ve hukukî muhtevâ bakımından umû­ miyetle teferruatlı bir şekilde nakledilmiş olan kaideler, buna ilâveten [bk. mad. ŞERÎ'AT], kaynak­ lar arasında ortaya çıkan tezadları bağdaştırma ya­ hut nash ’» kabûl etme, hiyâs ve benzerlerinin kul­ lanılması ve nihâyet ictihâd ve taklîd ele alınmak­ tadır, Yukarıda verilen şemaya tam uymamakla



(JOSEPH SCHACHT.) [Bu madde, T .H . tarafından tâdil ve ikmâl olun­ muştur.] U Ş A K , G a r b î A nadolu*da,İzm ir-A fyonkarahisar demiryolu ve karayolu üzerinde v i l â y e t m e r ­ k e z i ş e h i r . Murat dağı ’mn cenub-i garbisinde, Elma dağı (1.805 m .) eteklerinde, Uşak ovasının şımâl kenarında kurulmuş olan şehir, cenûba doğru düzlükte yayılır ( istasyonun râkımı 9°5 m .) ve şimâle doğru ârızaîı bir görünüş alır ( şehir merkezî 920 m .), Ova üzerinde de az yüksek, koyu renkli volkanik tepeler sıralanmış bulunur. Elma dağı yamaçlarından inen seî yatakları, ekseriyâ kum ise de, yakın yıllarda birtakım koruma tedbirleri alınıncaya kadar şehri su baskınlarıyla ciddî şekilde tehdit etmekte idi. Uşak 'tan geçen Dokuzsele adlı başlıca akarsu deresi, cenûba doğru akarak Banaz çayına karışır. Uşak ’m hemen garbından çıkan Karakol deresi de Güre nâhiye merkezinden geçip, Gediz ırmağına kavuşur. Uşak, öteden beri bir yoîiistü şehridir. Cumhuriyet devrinde yapılan yeni Ankara (370 km .) - İzmir (225 km.) asfalt yolun­ dan başka işlek yollar, şehri, Kütahya ( 153 km .) ve Denizli ( 156 k m .) ’ye bağlar, Uşak havâlisi, görünüşe göre çok eskiden beri İskân edilmiş olmakla berâber, şehrin ilk olarak ne



74



UŞAK.



zaman kurulduğu ve bugünkü adının nereden tü­ rediği kesinlikle bilinmemektedir. Eski kaynaklarda adı geçen Aknıonia ’mn yerinin Uşak ’a 30 km. şarkta Ahat köyünde olduğu tahmin ediliyor. Ea~ kflrpia ise, daha şarkta, Ahır dağı ’mn ötesinde bu­ lunmaktadır. Uşak 'in yerindeki eski şehrin Flavtopjlis veya Temenothyrai olduğu ileri sürülmekte­ dir; bu sonuncusunun bir iç kalesi de vardı. Burası, i!k-çağda mühim bir vak’aya sahne olmuş görün­ müyor. Uşak adı ise, önce iki „ş“ ile „Uşşâk“ şek­ linde Türk devrinde ortaya çıkıyor; Bu adm „âşık“ ’m cem’i olan kelime ile ilgili olduğu da söylenmiş­ tir. Şehri »âşıklar beldesi** diye tefsir eden seyyah Evliyâ Çelebi, bir kafiye oyunu da yaparak, gerçekte Germiyân-oğulları şeceresinde mevcut olmayan bir Îshak-Şah ’tan bahsedip, şehre âit paragrafın baş­ lığını »e v $ â f - 1 k a l * a - i ş â h î s h a k y â n ı ş e h r - i U ş ş a k ' * ( Seyahatname, IX, 38) diye yazmıştır. Müslüman Arapların Anadolu içinde yaptıkları alanlarda, bu havâimin adı geçmez. Buna karşılık Malazgirt muhârebesinden ( 1 0 7 1 ) hemen sonra,Türk aşiretleri Garbi Anadolu ’nun iç kısımları meyânmda buralara da yayıldılar. Burası, Selçuk­ lularla Bîzanshlar arasında birkaç kere elden ele geçti ve sonunda Türklerde kaldı. Selçuklu devrinde buraya yerleşen Germiyân-oğulları, bu devletin yıkılışından sonra, merkezi Kütahya olan bir beylik kurdular. 721 ( 1 3 a r ) tarihli bir vakfiyede Uşşak adı, bir kadılık olarak geçmektedir. Uşşak Ulu-câmii ise, tahmin edildiğine göre, bu beyliğin son devir­ lerinde yapılmıştır. 1381 ’de Süleyman-Şah, Germiyânlı beyliğinin büyük kısmını, Kütahya île bir­ likte, Osmanlı devletine bırakırken, çekildiği Külahım oldukça yakınındaki Uşak ’ı muhâfaza etmiş olmalıdır. 1402’de T im u r’un eline geçen bölge, önce Ka­ ramanlılara, sonra Germiyânlılara geçmiş; nİhâyet 1429 ’da, ( I I . ) Yâkub Bey tarafından, vefatında bütün beylik topraklarıyla berâber Uşak bölgesinin de Osmanlı devletine intikali vasiyet edilmiştir. Osmanlı devrinde Uşak, Anadolu eyâletinin mer­ kez livâsı (K ü tahya) içinde bir kazâ merkezi idi. 1082 ( 16 71) yılında buraya uğramış olan Evliyâ Çelebi, »küçük amma gayet mâmur" bir şehir olarak târif ettiği U şak’m »Anadolu eyâletinin deve ve araba işler iskelesi** mesâbesinde olduğunu, çarşı ve pazarının dâima kalabalık bulunduğunu anlatır. Ona göre, Uşak’ta, üstü toprak örtülü 3.600 ev, 370 dükkân, 7 han (bilhassa Sultan Alleddîn Hanı) vardı. Şehrin bağ ve bahçesi çoktu. Halıcılık daha o devirde mühimdi. Şehirde yün çözülüp yün bağlan­ dığım kaydeden E. Çelebi, 1007 (1598/1599)^, Celâli eşkıyası korkusundan Uşaklıların, şehir etrafım 5 arşm yüksekliğinde ve 5 kapılı tuğla bir sur ile çe­ virdiklerini bildirir. X V II. ve X V III. asırlarda şehir, eşkıyâ ve mütegallibe tecâvüzüne uğradı. X V III, asır sonlarında isyan eden derebeyi Hacı



Murad-oğlu, Aydın yöresinden gelen Kara' Osman -oğlu tarafından Uşak’ta kuşatılıp ele geçirilerek îdam edildi.' X IX . asır ortalarında şehrin nüfûsu 15.000 kadar tahmin ediliyordu. Bu sırada, bölgeden İzmir’e, hah, tütün, hubûbat ve afyon gönderiliyordu. XX. asır başında A. Philippson, şehrin nüfûsu için aynı sayıyı verir ve bunun çoğunun Türk olduğunu söyler. O sırada halıcılık, boyacılık, dericilik çok canlı idi. 1324 (19 0 6 ) Hudavendİğâr vilayeti salnamesi ’nde, Uşak ’ta, 1.532 balı tezgâhı, 6.928 erkek-k&dm işçi ve 300 boyahâne bulunduğu kaydedilmiştir. Cuinet (18 9 4 ), şehrin nüfûsunu, 13.084 olarak verir. Ona göre, seyyahların ifâdesine bakılırsa, şehrin evleri, önceleri kerpiçten yapılmış iken sonradan çoğu ahşaba çevrilmiş olup, temiz ve zarif bir görünüş arzetmekteydi. 1894 tarihinde vukua gelen yangından büyük zarar gören Uşak, çabuk kalkındı. 1898 ’de Îzmir-Afyon demiryolunun açılması da Uşak için faydalı oldu. Fakat Birinci Cihan Harbi, burada, halıcılığın gerilemesine yol açtı, Uşak, 29 ağustos 1920 'de Yunanlılar tarafından işgal edilerek 1 ey­ lül 1922 *de geri alındı. Esir düşen Yunan orduları başkumandanı General Trikopis ve arkadaşları, 3 eylül günü burada Gazi Mustafa Kemal Paşa ile görüştürüldü. 1927 ’de yapılan ilk sayımda şehrin nüfûsu 16,882 olarak tesbit edilmiştir. Bu sayı 1950’de 19.636,1960’ta 29.02i*e çıkmışken; 1970’te 46.392 *ye yükselmiştir. 1975 sayımının ilk sonuçla­ rına göre ise, 58.561 ’e varmıştır. 1953 *e kadar Kütahya vilâyetine bağlı bîr kazâ merkezi olan Uşak, o tarihte kendi kazâsmdaki nâhiyeîer ( Banaz, Karahaiîı, Sıvash ve Uîubey) kazâ yapılmak ve ayrıca, Manisa iline bağlı Eşme kazâsı da kendisine eklenmek süreriyle, bir vilâyet hâline getirildi. Bu durum Uşak ’m gelişmesini hızlandırdı, iktisâdı buhran yıllarında duraklayan halıcılık yeniden can­ landı. Pamuklu dokumacılığı ehemmiyet kazandı, Türkiye'nin ilk şeker fabrikası, Uşaklı Nuri Şeker tarafından burada kuruldu ( 17 kânun 1 , 1926) ve fabrikada ilk mahsûl 1927 sonbaharında alındı. Şehirde, ayrıca iplik, un ve tuğla fabrikaları yapıldı. Uşak ’ın mahalle sayısı 13 olup bu mahallelerden en eskisi şimâl-i şarkîdeki Aybey mahallesidir ve şehir buradan cenûba doğru yayılmaktadır. Şehirdeki camilerin en mühimi Ulu-câmi olup, inşâ tarihi bilinmemekle berâber, son cemâat mahallinin orta kapısı üzerine konulmuş olan bir çeşme kitâbesindeki 822 ( 14 19 ) tarihine kıyâsla, Ulu - câmün bu tarihte veya birkaç yıl önce, muhtemel olarak Germiyân-oğlu II. Yâkub Bey tarafından bînâ ettirildiği söylenebilir. Câmi, Germiyâıı devrinin mimârî lıusûsiyetîerini taşımakta olup, son cemâat mahalli ve harimden meydana gelmiş tek kütle fii­ lindedir ve daha sonra yapılmış olan minâre, yapının garp duvarı yanında yükselir ( Mahmut Akok, Uşak



Ulucamü, Vakıflar Dergisi, 1956, III),



UŞAK - UŞMU'ÎL. Şehir, meşhur edebiyatçı Hâlid Ziya ’mn mensub bulunduğu bir âileye de adım vermiştir ( Uşâkîzâde, sonra Uşakhgil). Şâir Ömer Redreddin Uşaklı {1904— 1946) da buralıdır, Uşak vilâyetinin yüzölçümü 5-58° km2, nüfûsu 1970 sayımına göre 212.083 olup, bu sayı 1975 sayımının İlk alınan neticelerine göre 228,715 ol­ muştur. B i b l i y o g r a f y a : Kâtib Çelebi, Ciharr nümâ (nşr, İbrahim Müteferrika), s. 632 v.d.; EvÎİyâ Çelebi, Seyahatname. ( İstanbul, 1935), IX, 38 v.dd.; Hudâvenâigâr vilâyeti sâlnâme-i res­ misi, defa 34, 1324 h. ( i9 ° ö ) , s. 418— 428; Char­ les Texier, Asİe Mineure, s. 382, 389; A. Pbilippson, Reİsen ıtnd Forschungen im ıvestlichen Kleinasİen, heft IV, Gotha, 19*4 CPet.-Mitt., Etgzü., 180), s. 7 1; Vital Cuinet, La Turguie d'Asİe (Paris, 1894), IV, 215— 219; Uşak il ytlltğt (Ankara, 1967), (B esîm Darkot .) A L -Ü Ş I. [Bk. ûşî.J Û ŞÎ. AL-ÜŞl, eA t î fî. cO şm â n SİRÂC AL-DÎN AL-F a RĞÂnT A L - U A N A F l ’ nin ha­ yatı hakkında hiçbir mâlûmat yoktur ( cAbd al“Kâdir b. Abii-Vafâa al-Kuraşî, al~CaVâhir al-MuzPa f î Tabakât al-lfanafîya, Haydarâbâd, 1332, I, 367 ’de bir tarih bile verilmez). Takriben 569 ( 1 1 7 3 ) ’da al-îfaşîda at-Lamîya fi'l-Taohîd ve Bad3 al-Amali yahut başlangıçtaki kelimelere göre Kaşlda yafcütu ’ l-cahd ( Carmen arabicum Amali dictum, nşr. P. v, Bohlen, Regensburg, 1825; Macmüc Mühimmat al-mutün, Kahire, 1273, 1281, 1295, 1323; bundan başka Salim b. Sumayr, Saf inat at~nacâ% Singapur, 1295 (kenarda]; MavlavI Muhammed Nazir Ahmed İrfan ’m HindüstânI bir açıklamasıyla, Delhi, 13 17) adı ile de bilinen man­ zum taobld'ini yazdı. Kitabın bu neşirleri, onun şimdiye kadar geniş na­ sıl bir ilgi gördüğünü ortaya koyar; hakkında birçok şerhler de yazılmıştır. G A L , I, 429 ’da zikredilen şerhler arasında en eskisi, Tubfat al-mulûk’un müellifi Muhammed b. Abî Bakr al-Râzî ( G A L , I, 383; Suppl, I, 764 v.d.; vefatı, Kâtİb Çelebi [nr. 7 3 3 Î ’ye göre 660=1261 yılındadır) *nin eseri­ dir. Bunlara, muhtelif kataloglardan ve bilhassa İs­ tanbul kataloglarından birkaç tane daba ilâve edilebi­ lir. Bunlar arasında en meşhuru al-Kâri5 al-HaravI (ölm . 1 0 1 4 = 1605) ’nin şerhi olup, 1010 (1 6 0 1) ’da Mekke ’de fLatf al-Amali adıyla yazılmış, 1293 ’te İstanbul ’da, ayrıca 1295 ’te Bombay ’da, 1884 ’te Delhi’ de basılmıştır; Hüsnü Efendi ’nin Türkçe ter­ cümesiyle birlikte İstanbul ’da I3°4 ’te tekrar basıl­ mıştır. Adı bilinmeyen kimseler tarafından küçük izahlarla Tubfat al~acâlî adıyla I3°9 ’da ve ayrıca ta­ rihsiz olarak Kahire ’de basılmıştır. Bundan başka Muhammed Bahş Rafiki tarafından taşbasması olarak, Laknav’da, ıSöşJve Afıund Darvîza NangahârI



' 75



tarafından da Lahor’da, 1891, 1900 .tarihlerinde basılmıştır. Bu eserin Nazırı aTla^âlî adıyla iki Farsça şerhi basıldı, Aymtâbî Asım Efendi’nin Marâb al­ ınabil adıyla yazdığı Türkçe bir şerh 1304’te; ay­ rıca Mehmed Şükrü 'nün Türkçe izahlı bir şerhi de 1305 'te İstanbul ’da basıldı. Onun bir hadîs mecmuası olan Gurar al-abbâr va durar al-afar, Nişâb al-ahbâr va tazkirat al-abyar adıyla 100 bapta 1.000 kısa hadîs bulunan bir müntebabat şeklinde ihtisar edilip, nüshaları Berlin’de (Ahhvardt, Katalog, nr. 1300/1301), M ün ih’te (Aum . nr. 126), Kahire ’de ( Fihrist, I, 444) ve bir parçası da Musul 'da ( bk, Dâvüd, al-Mabîütât al-Mavşîlîya, s. 24, nr, 28) bulun­ maktadır. K ltib Çelebi ( nr. 8767) ’ye göre, 2 mu­ harrem 569 (1 4 ağustos H 7 3 ) yılında Ü ş ’da bitirdiği fetva kitabı, al-Fatâvâ al-Sirâcİya, 1243 ’te Kalküte’de ve 1223— 12 2 5 ’te Laknav’da basıl­ mıştır. B i b l i y o g r a f y a : metinde gösterilmiştir. ( C . B r o c k e l m a n n .) U Ş M U N A Y N . [Bk. ü şm û n e yn .] U Ş M U ’ÎL. U Ş M U ’ÎL (S a m u e l ), l s r â i I-oğ u Il a r ı p e y g a m b e r i olup, Filistin’e yeıleştikten sonra, sık sık düşmanlarının taarruzlarına uğrayan îsrâil-oğullanm bir araya toplayarak dağılmalarını önlemiştir. Tevrat'a göre, cAmâlika ( Eski Ahid ’de Filistl’ler, bab. î/19— 20) kavmı, onları cizye öde­ meğe mecbur etmişti. Tevrat'ı ve Ahit Sandığı ( t â h ü t ) ’m alıp götürmüşlerdi. Tevrat'ın ellerinden alınması ve tâbü t’un düş­ man eline geçmesiyle başlan belaya giren îsrâil-oğullan, Tann’dan kendilerine yeni bir pey­ gamber göndermesini istediler. Rivâyete göre, pey­ gamberler soyundan Alkana ’ mn karısı, Uanna adında bir kadın, Tanrı’dan bir erkek çocuğu ister. Tann onun bu dileğini duyup, kabul ettiği için çocuğa »tanrı duydu“ mânasına Uşmu’ il ( Şem’ un ) adı verilir ( Tabarî, Milletler ve hükümdarlar tarihi, trc. Zâkir Kadiri Urgan, I/ ll, 666— 669; farklı isimleri için krş. Eski Ahid ’de Samuel, Ktsas-t Enbiya ’da îşmoil). Uşmuril, Kâhin E l î ’nin hâkimliğinin 18. yılında doğdu ve 2 yıl sonra, Tevrat'ı okuması için Bayt al-Mukaddes *e, bu kâhinin huzuruna getirildi. Bülûğa erince, Cebrail tarafından, îsrâil-oğullarına peygamber olarak gönderildiği müidelendi. Fakat kavmi onun peygamberliğini hemen kabul etmedi ve Tanrı ’nın kendilerine, düşmanlarıyla savaşmak üze­ re bir hükümdar göndermesi husûsunda bir mucize göstermesini istedi. Bunun üzerine Uşmusil bir sırık getirerek, „size hükümdar olacak kimsenin boyunun bundan uzun olması gerek" dedi. Bü­ tün îsrâil erkekleri arasında bu ölçüyü sâdece, Benyamin kabilesinden olup, sakalık yapan ve bu sırada kaybettiği eşeğini aramak için yanlarına gelen Gibaah Kiş 'in oğlu Tâlüt [ b. bk. ] ’un



76



UŞMUİL - UŞNU



boyu tuttu. Böylece Tâlüt, Gilgâl ’da îsrâü-oğullarına hükümdar seçildi (M .ö. 1044). Bâzdan böyîe bir sakanın hükümdar olmasına itiraz ettiler. Uşmu°il ’den yine mucize istediler. O da, Tâlüt ’un sekme [ b. bk. j yi muhâfaza eden fâhüf*u getireceğini haber verdi. Ertesi gün fâbüt ve içindekiler Tâîüt ’un avlusunda bulundu. Ayrıca Tâlüt ’un kaybettiği eşeklerini aramak için Uşrmrif ’İn yanına geldiği zaman, tac giyme merâsimi için hazırlanan buhurdanlığın kaynaması, onun hükümdar olarak meşruiyetinin alâmeti sayılmıştır (krş. mad. TÂLÜT ). Uşmuril fâbüt ’un düşman eline geçmesinden 20 sene sonra, Isrâıl-oğuîlarım Nisapa ( Mitspaya) ’da hir araya topladı ve Fiîistî ’lerî mağîûb etti. Bu galibiyet, Isrâil-oğullarmı birleştirdi. Tâlüt hüküm­ dar olduktan sonra, Uşmusİl ’in tavsiyelerine uyarak, bir ordu hazırladı. Filistin *e doğru ilerleyen eAmâlika ordusu ( Fiîistî ’ler ) ile karşılaştı. Cesur ve uzun boylu bîr cengâver olan 'Amalığa reisi Câlüt ( îbrânîce G olyat) meydana çıkarak, İsraillilerden savaş için bir muharip istedi. Karşısına Yahuda soyundan olan Tâlüt çıktı ve sapanı île onu Öldürdü ( tafsilât içİnbk, madd. CÂLÛT, DÂ’Ûd). Bundan sonra cAmâlika ordusu perişan edildi, Isrâil-oğuHarı kaçan düş­ manı kovalayarak, eski topraklanma hepsini geri aldılar, Uşmu*il, E lî’den sonra 20 yıl kâhinlik yaptı. Tâlüt ’un hükümdarlığının 35, yılında { M.ö. 1009 ) öldü ve kendi evine gömüldü ( Eski Ahid} bab 25/1). Folonyalt Simeonun seyahatnamesi (nşr. Hrand Andreasyan, İstanbul, 195^, s. 12 2 ) ’nde, R em le’den Kudüs'e kadar uzanan yol üzerinde kayalık bir dağın eteğinde Peygamber Uşnufil ’in kabrinden bahse­ dilmektedir. Yahudiler her cumartesi günü burada toplanarak yüzlerini cenuba çevirir ve »îsrâil kıralı Mesih, gel" diye bağırırlarmış. B i b l i y o g r a f y a : metinde zikredilen­ lerden başka bk. Ahmed Cevdet, Ktsas~ı Enbiyâ ( nşr. Mahir î z ), İstanbul, 1972, I/l, 28 v.d. ; Şemsettin Günaltay, Yaktn Şark L17, Suriye ve Filislin (Ankara, 1941), s. 313— 315; Gregory Abu’î-Farac, Abu ’l-Farac tarihi (trc, Ömer Rıza Doğrul), Ankara, 1945, î, 86; ayrıca bk. mad. AMÂLİK, ( V a h İt Ç abuk.) UŞNÜ. ]Bk, uşnu.I



Mergever ile birleştiren bu kol ( Çom-i çilaş ,,40 değirmenli ırmak" ) Gilâs vâdisınden gelmektedir. Bu bölge şehir ve köylerinin halkı Zarzâ aşiretin­ den olup, diğer 25 köy ise, Mamaş aşireti ( bu aşiret Lâhicân ile Sulduz’un bir kısmım da işgâl eder) ile meskûndur. Uşini isminin Kaide ( V a n ) kâtibelerindeki Uş­ nü ’ya tekabül etmesi mümkündür, Rawlinson, Singân köyünü ( Uşnü ’ nun 5 km. cenûb-i garbi­ sindedir), Ptolemaios ( V I , 2 ) tarafından Mediy a ’ da zikredilen StuZaç ile birleştirmiştir. Uşnü, al-îştahrî (s, 186) ’den beri Arap kaynaklarında geçer. Bu müellife göre Uşnü, Dâljarkân ile Tabrîz ( Nİrîz?) ’İ de içine alan Banü Rudaynî aşiretine âitti; hal­ buki daha Ibn Uav^al ( s. 240), bu kabilenin kaybolduğunu kaydetmişti. Bu müellif ( s, 239) Uşnü ’nun çayırlık ve meyve bakımından zenginli­ ğini metheder. Tabiat mahsulleri ( bal, badem, ceviz) ve hayvan Musul ve Cazîra ’ye ihraç edilir­ di. »Bozkır" (Bâdiya— Lâhicân?) yazı orada geçiren ( Yaştfüna) Hazbânîlere âitti. Bunların esas tımar­ ları Erbil ’de idi; yk. bk. VI, 1094a (HazbânI, Hazâbânî adı, başlıca yeri Erbil olan Adiabene [ Süryanice Hazayyab ] eyâleti ile birleştirilebilir ), Zarzalarm U şnü’ya ne zaman geldikleri bilin­ memektedir (bunlar eski Hazbânîierin bir kolu olabilirler); fakat Zarzarî’ler daha I235*lerde Şihâb al-Dîn aî-eUm arî’nin M ısır’da yazdığı Masâlik ahahşâr ’da zikredilirler (krş. N E [1838 ], X III, 300— 329). Müellifin Valad al-zt’h olarak açıkladığı bu adı Quatremöre, Valad al-zahab »altının ço­ cuğu" şeklinde tashih etmiştir. Şaraf-nâma'mn mukaddemesinde bildirilen Zarzâ’larla ilgili bahis bütün yazmalarda atlanmıştır. Bun­ lar oldukça geniş topraklan işgal etmiş olmalıdırlar. Eserin bozuk bir yerinde ( I, 280), Şaraf al-Dîn, galiba Lâhicân’ m, Bâbân aşiretinin (X V . asır) birinci reisi Pir Budak tarafından Zarzâ’Iardan alındığım söylemek istemektedir. Müellif (1,278 ), bunlann Sulaymân Bey Sohrân tarafından ( Murad III, [982— 1003— 1574— 1595 ]) zamanında mağlûb edildiklerini de zikreder, Uşnü, Musul iîe Urmiya gölü havzası ( Musul-Ravânduz-Kela-Şîn geçidi [ takriben 3*25° m. irtifa­ da] -Uşnü-Urmiya veya Marâğa) arasındaki yol üzerindedir. Kışın karla kapalı olan bu yol, Ravânduz ’dan Garü Şinka geçidinin ( Kela-Şîn ’in ce­ Ü Ş N U ^ U ŞN Ü (Uşnuh, Uşnüya), A z e r ­ nûbunda) üzerinden Râyât’a doğru giden ve irtib a y c a n ’ d a b i r b ö l g e v e ş e h i r olup, faı 2.390 m. yi aşmayan yoldan çok daha az elveriş­ idâri bakımdan çok defa bağlı bulunduğu Umu­ lidir. Keîa-ŞIn geçidi, bilhassa iki dilde ( Asurca-Kalya ’nin cenûbundadır. Bu bölge, Sulduz nâhiyesinî dece) yazılmış olup, M .ö . 800 tarihlerinde Kaide geçtikten sonra cenub-i garbı tarafından Urmiya gö­ kıralı îşpuini ve oğlu Menua zamanında dikilmiş lüne dökülen Kadir (Gader) ’in yukarı kısmı tarafın­ olan taş kitâbe ile meşhurdur. Masalık cd-ahşar dan sulanır. Uşnü ’nun cenûbunda Sâvuc-bulâk ( bk. ( trc. Quatrem£re, s. 315) ’da Hacarayn (»iki taş", mad. SAVUÇ-BULAK) ’a bağlı Lâhicân nâhiyesi bu­ yâni Kela-Şîn ile bunun cenûb-i garbisinde Tolunur. Uşnü şehri { [ 1930 ’larda | 710 haneli), Ka­ puzâva ’da benzeri dikili ta ş ) dağının mufassal bir dir ’in sol tarafta bir kolu üzerindedir; bölgeyi! tasviri vardır. Yemen kiralının ( Râ’ iş b. Kay®)



UŞNU - UŞŞÂKÎ-ZÂDE.



77



Musul bölgesi seferlerine dâir Tabarî ( I, 44° ) ’nin verdiği efsânevî mâlûmat arasında, bu kiralın ku­ mandanı Şavr b. al-'Attâf 'm kahramanlık vak’alarım «Azerbaycan’da mâruf iki taş“ (U acarayn) üzerine hakkettirdiği anlatılmıştır. Bu iki metin G . Hoffmann ( Auszüge, s. 249 v. d.) tarafından neş­ redilmiştir. Bu bölgenin yer adlan (Aramice: Aşnoh, Aşna) bugün artık ortadan kalkmış olan hıristiyan unsur­ larının mevcûdiyetini göstermektedir (krş, köy ad­ lan olarak: Sargis, Dinha, Bemzurta). Daha 958 senesinde Uşnülu bir hıristiyan, Malatya cîvârmda Sergius ve Bacchus kilisesini te'sîs etmiştir. 1271 senesinde Nesturi başrahibi Denha, Moğul hüküm­ darlarından daha iyi korunahilmek için Asur pisko­ posluk makamnı Uşnü 'ya nakletti ( krş. Assemani, II, 350, 456 ). Dayr-i Şayi? İbrahim ( Singân civârm da) harâbelerinin altında eski bir hıristiyan ki­ lisesi, gerek müslüman gerekse hıristiyanlar tarafın­ dan zîyâret edilen bir yerdir. Rawlinson (s . 1 7 ), burada, 1281 ’de Nesturi başrahibi Yahballâhâ III, ’ mn vaftizinde hazır bulunan Uşnü piskoposu Abraham ’ın mezarının bulunduğu kanaâtindedir. B i b l i y o g r a f y a ; krş.mad. URMİYE; Rawlinson, Notes on a Journey from Tahriz, J R G S (18 4 0 ), X , 15— 24; Fraser, Traüels in Koordistan (18 3 4 ), London, 1840, I, 89— 98; Bittner, Der Kardengatt Uschnuje, S B A k - Wien, Vi­ yana, 1895, C X X X III; Lehmann-Haupt, Armenien, I, 240, 260; De Morgan, Mission sdentİfique en Ferse, Recherches archeologiqacs, 1896, î, 261— 283 (K ela-Şhîn ); ayrıca krş. Etudes geographique$, 1895, II, bk. fihrist. Kela-Şîn hakkında bk. Lehmann-Haupt, ayn. esr., bibliyografya ve tafsilât için bk. Minorsky, Kela-Şîn, la p . (1 9 1 7 ) , X X IV , 14 6 -19 3 . (V . MtNORSRY.) °UŞR. [Bk. ö ş ö r .[



b. Halef olarak tarikatın şeyhliğine Hüsâmeddİn Haşan m oğlu Mustafa (970— 1037 = 1562— 1628) getirildi; ancak bu zatın çocukları ve ilk iki kuşakta erkek torunları arasında erkek çocuk olmadığından şeyhliğe dâmatlar tevârüs etti. Birçok şeyh âilelerinde olduğu gibi, Uşşâlû-zâdelerdede daha ilk kuşakta İlmiyeye karşı kuv­ vetli bir temâyül göze çarpar, Böylece Mustafa Efendi yalnız Uşşâkîye tarikatinin şeyhi değil, aynı zamanda ’ İstanbul kadılığı ile birlikte İlmiyede bir rütbe olan Anadolu kazaskerliği pâyesîni de almış bir bilgin idi. Kardeşi Abdülazîz ( ölm. 1635) Halep kadısı olmuş, diğer kardeşi Abdürrahim (1001— 1087=1592— 1676) Edirne pâyesiyle Üsküdar kadı­ lığı vazifesini yapmıştır. Bunların hepsi rütbece yük­ sek ulemâ sınıfından sayılırdı. Bir kız kardeşi, Gazı Evrenos [b . bk. ] âilesinden olup, Basra kadılığına yükselmiş bulunan (bk. Majer, Vorstudien, I, 134) Vardarî-zâde Mehmed Efendi (1003— 1055 = 1594 — 1645 ’ten önce) ile evlenmiştir. Böylece Uşşâkî -zadelerin daha ilk kuşağı ilmiye rütbesi ve itibârını kazanmıştı. Ailenin geçim bakımından iyi olduğu, Abdürrahim Efendi ’nin durumundan anlaşılmakta­ dır. O vefat edince, askeri forssam, vârislerine Baklalı mahallesinde bir arsa ve Yeniköy ’de bîr yalı ile bir­ likte 226.296 akçe dağıtmıştı ( Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, İstanbul sicilleri, 240, var. l 75a~ L *79a b )* c. Müteâkıp kuşakta Kudüs vâlisi olup, 1065 (1654) ’te ölen Fasîhî Mehmed ve Mekke kadılığına yük­ selen Abdüîbâkî (1039— 1090 = 1629— 1679 ) ile aynı zamanda edebiyat sâhasmda ad yapmış olan iki yüksek rütbeli âlim vardır. Fasîhî Mehmed’in kardeşi Abdullah, Anadolu ’da bir kaza kadısı ola­ rak 1084 ( ı 6 7 3 ) ’te ölmüştür; bu kuşağa mensup diğer iki kişi hakkında birşey bilinmemektedir. d. Abdüîbâkî Efendi ’nin ahfâdı, tarihî bakımdan ailenin en ehemmiyetli koludur. Abdüîbâkî Efendi eski nakîbüTeşraf Seyrek-zâde Abdurrahman Efen­ di ’nin kızı ile evlendi. Bu suretle itibarlı, zengin UŞŞÂKÎZÂDE. [Bk. uşşÂKÎ-zÂDE.] UŞŞÂKÎ-ZÂDE, O s m a n l ı T ü r k l e r i n ­ bir seyyid âilesi ile yakınlık kuruldu. Böylece Uşşad e b i r â i î e a d ı olup, Uşak şehri ile il­ kî-zâdelerin bu kolu da seyyid oldu. Abdüîbâkî gilidir. Buna göre, Uşald-zâde, Uşaklıoğlu mâna­ ’nin kızları olan Şerife Müslime, Şerife Hamîde ve sına gelir. Bu isim sonradan Arapça kelimesi­ Şerife Ümm-Gülsüm ulemâ İle evlendiler; yine şâir nin cem’i olan uşşak’la bağlantı kurularak Uşşâkî olan oğulları Seyyid Abdullah (1657-— 1726) İl­ miyedeki yüksek bir mansıb ile, Seyyid İbrahim -zâde şeklinde kullanılmıştır. (1664— 1724) de iki tarihî eserin müellifi olarak Bu adla iki âile tanınmıştır: I-a. Haîvetiye tarikatının bir kolu olan Uşşâkiye Osmanlı tarihinde Uşşâkî-zâde adını değerlendir­ ’nin kurucusu Ş e y h H ü s â m e d d i n ' i n a i l e s i . mişlerdir. Seyyid Abdullah ’tan yedi yıl sonra Seyyid İb­ Bu zat Buhârâh bir tâcirin oğlu olup, gördüğü bir rüya üzerine Anadolu ’ya göçmüş ve Uşak ’ta Şeyh rahim, 1664 ’te dünyaya geldi, önce babasından, Emîr Efendi ’nin müridi olmuştur. Sultan Murad III. ’ın daveti ile İstanbul ’a gelip, Kasımpaşa sem­ tinde bir tekke kurmuş ve Konya ’da öldüğü (1001 — 1592) halde getirilip, bu tekkeye gömülmüştür. Kurduğu tarikat Uşşâkîye tesmiye olunmuş ve kendisinden sonra gelen âile efrâdı Uşşâkî-zâde adı­ nı, âile adı olarak muhâfaza etmiştir.



onun ölümünden sonra kayınbiraderi Muttalip-zâde Mehmed Salih’le sonraki kazaskerlerden Ak Mahmud Efendi ve Abdüîbâkî Arif Efendi ’den ders gördü. Şeyhülislâm Ankaravî Mehmed Efendi ’nin yanında imtihanını verdikten sonra II cemâziyelevvel 1098 ( 25 nisan 1687 ) ’de 23 yaşında İstanbul ’da Mu­ harrem Ağa medresesine müderris oldu. Müteâkıp



78



UŞŞÂKÎ-ZÂDE.



senelerde sırasıyla EbuTFazî medresesi ( ip rebîülevvel IIOI — 22 şubat 1689) ile Hammamiye medresesinde (16 safer 1 1 0 5 = 17 teşrin I. 1693) ders okuttu. Bundan sonra muhtemelen Şeyhülislâm Seyyid Feyzuîlah Efendi ’nin memuriyete başlamasıy­ la ilgili olarak çabucak yüksekmansıblara ulaştı: Ölâ-yı Husrev Kethüda medresesi (6 zilhicce 1 1 0 6 = 1 8 temmuz 1695), rnusîia-İ sahn mansıbı ( n şev­ val 1 1 0 7 “ x4 mayıs 1696), sahn medreselerinden biri ( i muharrem m ı = 19 haziran 1699), Şey­ hülislâm Zekeriya Efendi medresesi (22 safer 1112 = 8 ağustos 1700 ), Ayşe Sultan medresesinde mü­ derris iken, Şeyhülislâm Seyyid Feyzuîlah Efendi tara­ fından Zoyl~İ Şafya^il/i yazmaya memur edildi. Şey­ hülislâm, onu safer 1114 (temmuz 1 7 0 2 )’te Sul­ tan Mustafa II, ’mn bulunduğu Edirne ’ye çağırdı. Uşşâkî-zâde bu şerefli vazifeyi alırken, ilk 8 ay içinde 700 krş. borçlandı. Ancak şevval 1114 (şubat 1703) 'ten itibâren Evreşe kazası arpalık olarak kendisine verildi ve o buradan bir gelir sağladı. Böylece Seyyİd İbrahim, Zeyl üzerindeki çalışmalarının yanı sıra Şeyhülislâm *Ia oğulları ve maiyeti ile birlikte bulun­ du. Parlak kabûl merasimleri, şenlikler, edebî ve İlmî müsâhabelerin yapıldığı bu devir, Şeybülislâm’m memuriyet ve hayatı ile, pâdişâhın tahtından ferâgatîne yol açan Edirne vak’ası ile sona erdi. Seyyid İbrahim, Uzunca-Ova'ya kaçtı; burada da kendisini tehlikede görünce Edirne ’ye döndü. Arkadaşı Hâdî -zâde Feyzuîlah Efendi gîbi, o da, meslekî yükseli­ şinde kendi aleyhine yapılan ithamların neticesini görmeye başladı. O zamanki derecesine tekabül etmekle berâber, Beşiktaş’ta Hayreddin Paşa medre­ sesine getirilmesi bir rütbe tenzili sayıldı. 27 rebıUÎâhır 1115 (9 eylül 1703 ) ’te Uşşâkî-zâde, Edirne 'yi terk edip, İstanbul ’da derslerine başladı. Bir yıl sonra Şeyhülislâm Paşmakçı-zâde Seyyid Ali Efen­ di, onu sâniye-i saray-ı İbrahim Paşa 'ya tâyin etti. Bununla o musîîa-i Süleymaniye mertebesine ulaşıp, kadılık mesleğine geçti. Seyyid İbrahim, ilk kadılığa Medine 'de başladı ( i muharrem 1 1 19 = 4 nisan 1707}* O zaman bu, çok defa musîla-i Süleymaniye müderrisi için ilk kadılık olup, henüz yüksek bir memuriyet sayıl­ mıyordu. Seyyid İbrahim, hac kafilesi ile gidip, Medine’de ayrıca şeyhülharem oldu. Mûtâd olduğu gibi bir yıl sonra memuriyetten alındı. Bunu müteâkıp kendisinden 4 safer 1121 ( 1 5 nisan 1709 ) ’de bahsedilir. Bu tarihte Mandaliyat ve Ayazmend kazaları ona arpalık olarak verilmiştir. Müteâkıp senelerini memuriyette bulunmadan İstanbul ’da ge­



çirdi; bu aralık mesleğinde yükselmiş olan kardeşi de tekrar buraya geldi.



Seyyid Abdullah müderris olarak Dârü’l - hadîs-i Süleymaniye mertebesine kadar yükselmiş, Şeyhül­ islâm Feyzuîlah Efendi ’nİn baş müsevvidi olarak onun yakın çevresine girmiştir. O Edirne vak’asımn sahnelendiği yerden uzakta, Selanik kadısı



olarak yaşamak şansına sâhip olmuştu. 17 0 7’de Kahire kadısı idi; 12 zilhicce 1123 (21 şubat 17 12 ) ’te nakîbüleşraf olup, 7 yıl bu memuriyette kalmıştır. Arpalıkları ile geçinip, Mekke payesini almış, .27 rebîülâhır 1125 (23 mayıs 1 7 1 3 ) ’te İstanbul kadısı ve daha sonra Anadolu kazaskeri olmuştur. Sad­ râzam Damad Ali Paşa [bk. mad. ALÎ P A Ş A ], ıslâhât teşebbüsleri arasında İlmiyedeki suistimâlleri ön­ lemek istiyordu. Seyyid Abdullah ile Seyyid İbrahim ’in arkadaşı Sun’ullah Efendi ona yakm bir ulemâ grubuna dâhil görünmektedirler, Seyyid İbrahim ’in İzmir kadılığına nasb edilmesi (zilhicce 1125 = kâ­ nun 1 . 1713) birterfî olup, ber halde bu durumla İl­ gilidir. Seyyid Abdullah mesleğinde yükselerek Rume­ li kazaskeri oldu ( 1 zilkade 11 3 1= 15 eylül 1719) ; Seyyid İbrahim ise, Edirne pâyesîni alarak muhtelif arpalıkla geçimini sağlamış ve gerek yaşı, gerekse kardeşi ile diğer arkadaşlarının yardımı sâyesinde başka memuriyetler elde etmesi mümkünken, buna yanaşmayarak münzevî bir şekilde yaşamaya çalış­ mıştır. Seyyid İbrahim 24 haziran 1724’te öldü, inatçı ve acayip tabiatlı bîr kişi olan kardeşi, ondan ikî yıl fazla yaşadı, ikinci defa Rumeli kazaskeri iken (şevval 1138 = haziran 1726), 27 muharrem î 139 (24 eylül 17 2 6 )’da vebadan öldü. Tabiat­ ları ayrı olan bu iki kardeş, Keskin-dede mezarlı­ ğında medfûndurlar. Eserleri: i . Zayl-İ Şak^ik, Zayi-İ M füT veya Zayl-i zayi: Taşköpri - zâde fb . bk.] ’nin Şakcfik al -Ntfmamya adlı eserine, Nev’î-zâde Atâî [ b. bk. ] ’nin ifada? ifa al-hakd?ifc f i takjnilat al-Şakt?ik adı ile yazdığı zeylin devamı olan bu kitap, Atâî tarafın­ dan sonuna kadar yazılmamış olan 17. tabaka’ mn (M urad IV. zamanında) ulemâ ve şeyhlerinin hal tercümelerini ihtiva eder ve 21. tabaka ile ( Ahmed Iî. devri) sona erer. Yedisi İstanbul, biri Viyana, biri Sarajevo, biri de K ahire’de olmak üzere on yazma nüshası bilinmektedir. Süleyma­ niye kütüphanesi, Hafid Efendi bolümü nr. 242 ’dekı yazma eserin, 3. son telifinin müellif hattı olduğu sâbittir. Viyana ’da Millî kütüphane H. O . 125 ’te kayıtlı yazma, bunun bir kopyası olup, Kissîing’in tıpkı basımı buna dayanır. Uşşâkî-zâde, haklarında malûmat verdiği ulemâ ve meşâyihin ancak bîr kısmını bizzat tanımış olabileceğinden, kaynak ol­ ma bakımından ihtiyatla kullanılmalıdır. Bu arada ri­ vayetler, şifâhî ve resmî kaynaklar tesbit edilebil­ mektedir. Menkûl kaynaklara şu müelliflerin eser­ leri girer; Abdİ Halîfe, Abdi Paşa, Baldır-zâde Mehmed Selîsî, Isâ-zâde Abdullah, Kâtİb Çelebi, Kara Çelebi-zâde Abdülaziz, Muhibbî Muhammed el-Emîn, Nazmi Efendi, Riyazî Mehmed, Seyyîd Mehmed Riza ve Şârîhü’l-Menâr-zâde Ahmed, Şifâhî bilgileri babasından, dedelerinden, meslektaşlarından, maiyetinde bulunanlardan ve hal -tercümesi yazılanların çağdaşlarından almıştır. Bun­ ların dışında istifade ettiği, „defâtİr-i müteaddİde-i



UŞŞÂKÎ-ZÂDE.



79



kadîme" nün ne olduğunu tesbit etmek zordur. Mü­ ancak bunların arasındaki şecere bağları henüz ye­ şahhas olarak sicil ve rü'ûs ’u zikreder. Fakat siciller terince aydınlatılamamıştır ( bununla ilgili bâzı ma­ kaynak olarak nazarı itibara alınamaz; X V II. asrın lûmat için bk. Mehmed Süreyya, ayrı, esr., II, 112 sonlarına âit rü’ûs defterlerinin bugün bilinen tiple­ v.d. ve Majer, ayn. esr., I, 145— *49)* Bundan ri için de aynı şey bahis konusudur. Uşşâkî-zâde ’nin maada tanınmış iki Uşşâkî-zâde âilesine mensubi­ X V III. asrın sonu ile X !X . asrın başı için bilinen yetleri kesin olmayan Uşşâkî-zâdeler vardır ( krş, tiplerdeki defterlerden istifade etmiş olması müm­ Majer, ayn. esr., I, 145, not. 54, 150 v .d ,). B i b l i y o g r a f y a : a. Zayl-İ Ş a ld ık (nşr. kündür. Ancak şimdiye kadar onun zamanına âit Hans Joachİm Kissling), Wiesbaden, 1965, bîr nüsha elde edilemediğinden bunu İsbat zordur. s. 31— 35 ; Ayvansarayî, ffadilıat al-caüâmİc (İs­ Muhtemelen bu defterler şeyhülislâmlığın 1926 ’daki tanbul, 1281), II, 23; Ş, Sami, fyâmüs alyangınında yokolmuştur. Uşşâkî-zâde ’nin eseri Şey­ aHâm (İstanbul, 1 3 i r ), IV, 3156; Hoca-zâde Ahhî tarafından tamamıyle buna muvazi olan eserine . med Hilmi, fladikat al-aoliyâ3 (İstanbul, 131S aktarılmış, bu arada bâzı düzeltmeler, genişletme s. 47; Bandırmah-zâde Ahmed Münih, Mir3ât veya tamamlamalar yapılmış ve ayrıca Uşşâkî-zâde al-luruk (İstanbul, I3 ° 6 ), s. 37; Sadık Vicdanî, ’nin bütün şahsî mülâhazaları ile birlikte mevsuk 7 omar-ı /urn^-ı *alîye ( İstanbul, 13 4 1), III, 103; ifâdeleri atlanmıştır (M ajer, ayrı, esr., I, 61— 100). Mehmed Sami, Aşmâr-t asrâr ( İstanbul, 1316 ), s. 2. Tarih-i Uşşâhî-zâde: Şimdiye kadar pek bilinme­ 38; Mehmed Süreyya, Sicill-İ cOsmânt (stanbul, yen bu eser, zaman bakımından doğrudan doğruya 1311), II, 112 IV ; 167,387,698; M. H. Bayrı,Mu­ Zayl-i Ş a f^ ik ’in devamıdır, ancak, bir ha! tercümesi tasavvıf Halk Şairlerinden Hıtsameddin Uşahf, Türk külliyatı olmaktan ziyâde, bir tarih eseri mâhiyeFolklor Araştırmaları ( haziran 1961), sayı 143, s. tindedir. Süleymaniye kütüphanesi, Es’ad Efendi 2416 v.d,; î A , mad. TARİKAT; Mehmed Zeki kısmı, nr. 2438’de kayıtlı yazma nüshanın istinsah Pakahn, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri tarihi okunamaz bîr halde bulunmaktadır. Bu nüsha Sözlüğü ( İstanbul, 19 7 1), 2. tab, III, 555; Hans ııo ö — 1124 (1Ğ95— 1712) senelerine âit vekayii içi­ Joachim Kissling, Aus der Geschichie des ChaT ne alır. Eserin ağırlık merkezi, kitabın takriben beş­ üetijje-Ordens, Z D M G ( Wiesbaden, 1953 ), C III, te biri tutarında olup, Seyyid Feyzuîlah Efendi [bk. 285; Hans Georg Majer, Vorstudien zar Geschichmad. FEYZUl LAH EFENDİ] ’nin himâye ettiği bir kişi te der İlmiye tm Osmanischen Reich I. Zu Uşakî~ olarak Uşşâkî-zâde ’ninde şahsen zarar gördüğü 1115 zade, seiner Familie imâ seinem Zeyl-i Şakayık (1703) senesi Edirne vak’asıdır. Her seneye âit vukuat, (Münih, 1978), s. 5 4 ,10 1— 106, 125— 127. eserin bir bölümünü teşkîl eder. 1115 ( 1 7 0 3 ) 'ten b. Mustafa: Nev’î-zâde Atâî, ffada'ik alönceki senelere âit vukuata dâir verilen bilgiler bu faak&ik f î takmilat al-Şakâ*ik (İstanbul, 1268), tarihten sonrakilere nazaran daha tafsilâtlıdır. Her seneye âit bölümler ayrıca iki kısma ayrılmıştır: Doğ­ . s. 713; Uşşâkî-zâde, Zayi, s. 34 v.dd.; 1, Ayvansarâyî, İT 23, v.d.; S. Vicdanî, ayn. esr., III, IOğ ; rudan doğruya tarih kısmı ve her yıl ölen ulemâ ve Kissling, Chaloetijje, s, 285; S O, IV, 387; Ma­ şeyhlerin hal tercümelerini ihtiva eden vefeyât kısmı. jer, I, 125, 127, 11. Abdülâzİz: Uşşâkî-zâde, Tarih kısmında da, müellif kendi husûsî alâkasını Zeyl, 31— 36; Ayvansarâyî, II, 25; S O, III, ortaya koyarak İlmiyeye dâir haberlere çok geniş 339; Majer, 1, 125, 128. Şeyhî, Vaka*1" al-fuzalâ3, bir yer verir. Uşşâkî-zâde ’nin Sadrâzam Çorlulu Ali Avusturya Millî Kitaplığı, Viyana, H, 0 , 126 v.d., Paşa [ b. bk. 3 ’nın teşviki ile başladığı eserinin hiç I, var. 13U3 m . Abdürrahim: Uşşâkî-zâ­ değilse bâzı bölümleri, günlük vekayii kaydeder. Bu de, Zeyl, s. 432— 434; Şeyhî, I, 219b— 220»; arada 1118 (17 0 6 ) senesinde, eserde âni olarak S .O , III, 330; Majer, I, 81, 125, 128, 171, ikinci bir yazma ve 1119 (1707/1708) senesi bö­ 181— 185. Naîmâ, Târîh ( İstanbul, 1283 ), IV, lümüne âit vekayii sonuna kadar devam ettiren i245. kinci bir müellif ortaya çıkmaktadır: Bu, Uşşâkî-zâc. Fasihi Mehmed, Abdülbâkî, Abdullah, de’nin Medine’de kadı olarak bulunduğu sürece, onun Abdülkerim ve Abdülkadir: Uşşâkî - zâde, Zeyl, yerine takrire devam ettiği anlaşılan Vaköyia al-fttzalû3 s. 219 v.d., 477 v.dd., Şeyhî, I, ıi8#t> 235ü müellifi Şeyhî Mehmed Efendi’dir ( tafsilât için v.d.; S O, IV, 167, m , 296; Majer, bk. Majer, ayrı, esr., I, 66 v. d., 96— 99). Ese­ I, 8r, 125, 128, 128, 171 — î8o; Ayvan­ rin İlmî bir neşri bu maddeyi yazan tarafından hasarâyî, 1 1 , 25; Rıza, Tezkere (İstanbul, 1316), zırlanmaktadır. 3Siy ar al-Nabîı Bursalı Mehmed Tahir (Os- s. 89; Murad Molla ktb. nr. 235 ’te kayıtlı ya­ zmada Abdülbâkî ’nin bir eseri vardır. manlt müellifleri, III, 1 7 ) ’in Uşşâkî-zâde’ye izâfe ettiği bu eser hakkında fazla bir şey bilinmemekte­ d. Aynı zamanda Seyrek-zâde âilesinin şe­ dir. Uşşâkî-zâde İbrahim Efendi ’nin şiirleri divan ceresine dâir bk, Majer, ayn. esr., 157— 166; Sey­ hâlinde toplanmamış görünüyor. yid Abdullah Nesîb: Şeyhızâde II, var. 321b— . Uşşâkî-zâde âilesine mensup kişiler, ulemâ ola­ 323®; Sâlim, Tezkire (İstanbul, 1314), s. 666— 668; rak X IX . asra kadar . tesbit . edilebilmektedirler; Hammer, G O R , IV, 140; Ahmed R ifat, jDav^at



80



UŞŞÂKÎ-ZÂDE - UTARİD.



Hadld (fartciyün ) ’de, yâni arza en yakın olduğu zaman, arzın merkezine olan uzaklığı al-Farğânî Şeyhı-zâde, II, 294b 295b; Salim, s. 218 v.dd. Ham- ( Compilatio, bölüm 2 1), al-Battânî ( bölüm 20) mer, IV, 13*; S 0 , II, 180, £/mad. ÜSHŞAKİZÂDE: ve İbn Rusta ( Kitâb al-AHâk, nşr. de Goeje, s. 18— Babinger, Die Oeschkhtsschreİber der O s m a n e n s. 2°) ye göre 64 arz yarıçapıdır; Abrâhâm Bar IJiyyâ 258 v.d.; Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı mü­ ( Sphaera mimdi, bölüm 9) ’ya göre 64 arz yarıçapıdır. ellifleri (İstanbul, 1343)» III» *7 ; Orhan Şaİk Eve noktası (aftcİyün) ’nda, yâni arz merkezîne en Gökyay, Kâtib Çelebi 'den Seçmeler (İstanbul, 1968), uzak olduğu zaman ise, uzaklığı al-Farğâni ’ye göre s. 464; İstanbul Kütüphaneleri Tarih-Coğrafya Yaz­ 167 arz yarıçapı, diğer üç yazara göre ise, 166 arz maları Kataloglan (İstanbul, 1948),664 v.d.; Uşşâ- yarıçapıdır. al-Battânî, ortalama uzaklığını 115 arz kî~zâde ’nin hal tercümesi için bk. Zayl-İ Şakâcik, yarıçapı kabûl etmektedir. Burada arz yarıçapı nşr. önsöz, s. X II— X IV . Majer, I, 125, î3 r, 167, al-Farğânî, al-Battânî ve Bar Hiyyâ ’ya göre, 3.250 v.dd. A b d ü l b a k î ’ n i n k ı z l a r ı : Majer, Vors- ve İbn Rusta’ye göre, 3.818 Arap miline eşittir (1 tudien, 1 ,125,130,139 v.d., 176,181, 187. Arap mili — 1.973 m,; krş. Nallino, II valore metrico II. X IX . asrm sonunda İzmir ’e yerleşerek del grado di meridiano). Gökcisminin ( Ci rm) halı ticâretiyle zenginleşen ve İstanbul’ a kadar öz ebâdlarına dâir bilgiler de vardır. aHÇazvînî yayılan bîr tüccar ailesi vardı. Bu âilenin adı başlan­ ( Kosmographie, nşr. Wüstenfeld, I, 22), M erkür’ün gıçta Helvacı-zâde İken, sonradan bunun İzmir kolu çevresini ( daora) 286 farsak olarak hesaplamak­ evvela Uşaklılar bilâhare Uşakî-zâde adını almıştır. tadır. Buna göre, çapı (kufr ) 273 mil olur ( 1 farsak — Bu âileye mensup tanınmış iki kişiden biri, 3 m il); al-Battânî’ye göre, M erkür’ün çapının arzın meşhur romancı Halit Ziya [b . bk. ] diğeri ise çapına nisbeti 1/26^’dür (bölüm 5 6 ); buna göre bir ara Atatürk ’ün zevcesi olan Latife Hanım ’dır. yarıçapı takriben250 mil kadardır; hacımlarm nisbe­ Cumhuriyet devrinde, büyük bir itibara sâhip ti için al-Battânî * / ı_\ değerini vermekte­ olan bu aile, adını Türkçeleştirip Uşaklıgil ’e çe­ dir. Hindîilerin u sulak ve otlak bir yeri seçti. Burada eUtba ’nin kurduğu ve içinde Zubayr b. al-eA w am ile *|aiha b. ‘ Ubayd Allah ’m türbeleri bulunan şehir, bugünkü Basra 'ya iki saatlik mesâfede olup, harabe hâlindedir. eUtba, Basra’nın ilk kuruluş sıralarında şehirde ..Rahbat Bani Hâşim” denen mevkide bir vâlilik konağı yaptırdı. eUtba b. Gazvân, 635 sonbaharında UbuIIa ve Maysan *1 zaptedip büyük bir ganimet elde etti. Yine bu sıralarda veya 636 yılı içinde Bahrayn vâlisi aI-eAiâ b. abUazramı, gemilerle karşıya Fars böl­ gesine geçerek yaptığı bir seferde sıkışık duruma düşünce, Halîfe Ömer, eUtba b. Gazvân ’a mektup yazıp, ona yardım etmesini bildirdi; onun yardı­ mıyla Iran Arap birlikleri kurtarıldı. Iran fethi ile vazifelendirilen Küfe Vâlisi Saed b. Abî VaUf⪠’m sık sık kendisine tâlimat vermesinden cam sıkılan eUtba b. Gazvân, 637 yılı sonlarında, hacca gitmek niyetinden bahs ederek Halîfe Ö m er’den İzin alıp, Hicâz ’a döndü. Irak ’tan ayrılışında ye­ rine, karısının hemşehrisini, yâni Tâîfli Saklf kabi­ lesinden Muğîra b. Şu'ba ’yi bıraktı. Onun bu tercihinde, Muğîra ’nin zekâ, kabiliyetinden başka Farsça bilişinin de te’sirî olmalıdır. cUtba, Medine ’ye geldiğinde, Saed ’m tutumun­ dan halîfeye şikâyet etti ve üçbuçuk yıldır Basra vâlisi olarak bulunduğu görevden affını istedi, Ömer, bir sahâbîye itâatîn vâcip olduğunu ileri sürerek onu Basra’ya, vazifesinin başına dönmeye zorladı. °Utba, yola çıktı; Sulaym kabilesinin bulunduğu bölgeden geçerken devesinden düşerek öldü. Onun, Batn Nahla ’de veya Rabaza Ma öldüğü de rivâyet edilir. eUtba b. Gazvân, dört hadîs rivâyet etmiş olup ..benim söylemediğimi söylemişim gibi rivâyet edenler cehennemde oturacakları yeri hazırlasınlar” hadîsinin râvîleri arasındadır. eUtba, uzun boylu ve yakışıklı bir kimse idi. Yemen vâlisi olup Camal vak’asına katılan ve Pey­ gamber’in karısı c sişa’ye, ..Asker” adlı meşhur



F. 6



VTB& t. ĞAZVÂN - ÜTBE B. REBÎ’Â. 619 ’a doğru Muhammed, evlatlığı Hârişa b. deveyi hediye eden Ya'îa b. Munya, 'U tb a’nin ha­ lasının oğludur. eUtba*nin Gazvân ve Abdullah Zayd ile Tâif ’e gidip orada on ile otuz gün arasında bir müddet kalarak Sakîf kabilesini ve şehrin diğer adlannda ikİ oğlu vardı. Bibliyografya : îbn Hişâm, Sıra halkım islâma dâvet etti. Tâifliler İslâmî lcabûl et­ (Kahire, 1936), I - I V , bk. fihrist; İbn Sa'd, medikleri gibi ayak takımım ardlanna düşürüp taş­ fabakât ( nşr. E. Sachau), bk. fihrist; al-Ya- lattılar ve kovalattılar. Peygamber ile Zayd, Rabî'a İfubl (nşr. Houisma), II, 22, 71; al-Bal§zurî, oğlu eUtba ve Şayba kardeşlerin T âif dışındaki Futüh abbuldân (nşr. M. J, de G oeje), bk. fih­ ü2Üm bağlarına sığındılar. O sırada bağda bulunan rist ; Tabari, Annates (nşr. M. J. de Goeje), bk. sâhipleri, köleleri 'Addâs ile Peygamberie ve yol­ fihrist; îbn Kutayba, Kitâb al-ma'ârif ( nşr. Wüs- daşına bir tabak taze üzüm yolladılar. tenfeld), bk. fihrist; al-Mas'üdî, Murûc al-zahab 'Utba b. Rabî'a, puta tapıcıhğaçok bağlı olduğun­ ( nşr. Barbıer de Meynard ve Pavet de Cour- dan, İslâm dinine karşı olmakla birlikte, Peygamber’e teille), b k fihrist; Makrîzî, ifmlöF al-asmâ* düşmanlık ve eziyet eden yirmi ü ç Kureyşli ara­ martı ortalarında ... (Kahire, 1941), s. 52> 57 î îbn 'Abdal-Barr, al- sında sayılmamaktadır. 624 l$ficâb (Kahire, 1939 )» IH , 113— 116,* îbn Ha- yapılan Bedir savaşı için bir karar vermek üzere car al-'Asîjalânl, Kitab al-îşöba ( Kahire, 1328 h,), K â b e’deki Hübel putu önünde ok çeken (azlam ) I, 453; L, Caetani, Annalî İtil'İslam, bk. fihrist; altı Kureyş ileri geleninden biri de 'U tb ab . Rabî'a Yâküt, Mtfcam al-baldân (Beyrut, 1955), I* idi. Bu altı kişinin çektiği okların hepsinde de „hayır“ 431— 433; Julİus WeÜhausen, İslâmm en eski ta­ yâni “yapma,, yazılı idi ki Mekkeli müşrik Kureyşlirihine giriş (trc. Fikret Işıltan), İstanbul, 1960, lerin bu savaşta çekingenlik ve yılgınlık gösterme­ s. 39, 70, 90, 93— 96; ayn. mil., Arab devleti ve lerinin bir sebebi de belki bu idi. Dokuzyüzeîli kişilik Mekkeli savaşçılar, B edre gider­ sukuta { trc. F . Işıltan), Ankara, 1963, s. 55* (N eşet Ç ağ atay .) ken her konak yerinde Mekke ileri gelenlerinden biri U T B E B . R E B l ’A . CU T B A B. R A B l'A b . askerleri doyurmak içm on veya dokuz deve kesi­ °Abd Ş ams b . 'A bd M anÂf b . Kusay (559 ? yordu. Şam yönünden gelen bacıîann mikat’ı olan 624), M ekke’nin ileri gelenlerinden olup, ve M ekke’ye üç konak mesâfede bulunan C uhfa’ye daha çok A b u ’l-V a lîd künyesi ile taranır. vardıklarında 'Utba b, Rabî'a da on deve kesri. On gün süren Mekke-Bedir yolculuğunda Mekkeli Ayrıca zenginliği, cömertliği ile meşhur idi. Kendisi Peygamber ’ in dedesi eAbd al-Muftalib *in rauhâripler, onbeş Mekke İleri geleninin kuman­ amcası olan cAbd Şam s’in torunu olup, aynı za­ dasında idiler kİ bu onbeş kumandandan ikisi, manda şâir ve hatibdi. Her mühim işte ona baş­ Rabî'a’ran oğullan cUtba ile Şayba idi. Müşrik Melckelilerden Hakim b. Hizam b. Huvurulur, her mühim teşebbüse katılması istenirdi. Nitekim, peygamberliğinden önce, K â b e ’nin tamiri vaylid,Bedirdemüsîümanlan ve Mekkelileri, birbir­ sırasında Hacer-i Esved ’in yerine konmasında hakem lerini öldürmeye kastetmiş bir durumda görünce tâyin edilen Peygamber’le birlikte, bu işin yerine savaşı Önlemeye çalıştı. Bu hususta daha mülâyim gördüğü 'U tba b. Rabî'a ’ya vanp „sen Kureyş ’in getirilmesinde onun da yardımı olmuştur. Peygamber ’in, halkı İslâm dînine davette bulunup ululamadansın. Kıyamete kadar hayırla anılmak putlar aleyhinde konuşmaya haşladığı sırada, K u- İstersen harbe mânı ol. Kureyşliler, daha önce Ba|n reyşlüerin, onu bundan vazgeçirmek için amcası Nahla ’de, Peygamberim cAbd Allah b. Cahş ku­ Abü Tâlib ’e gönderdiği hey’et arasında eUtba de mandasında gönderdiği müslüman birliği tarafından öldürülen 'A m r b. al-Hazramî ’nin Öcünü almak için vardı. Hamza ve Ömer 'in müslüman oluşu ile kadın­ kışkırtılıyorlar; eğer onun diyetini verirsen bu iş ların da İslâm dinini kabûle başlamaları üzerine, yatışır” dedi. 'Utba „kabûl ettim ve diyeti vereyim; Peygamber *i düşüncesinden yumuşaklıkla caydırmak ama sen önce bunu Ebu Cehl ’e kabûl etriri* cevabını için de cUtba memur edilmiş ise de, Peygamber’i fik­ verdi. Hakim, Ebu Cehl e vardığında çok ters rinden vazgeçirememiş, aksine onun sözlerinin te’sîri karşılandı. Ebu Cehl, 'U tba yi korkaklıkla ve dâvaya ihanetle ithâm etti. 'U tba, soyunu bu altında kaldığını kendisine gönderenlere bildirmiştir. Kaynaklar, Kureyşlîlerin Muhammed’e ve yanında ithâmdan kurtarmak için, yanına kardeşi Şay­ büyüdüğü amcası Abü Tâlib ’e birkaç defa hey’et ba ’yi ve oğlu Valîd ’i alarak ileri atıldı; müslümangönderip onu müslümanlığa davetten vazgeçirmeye îardan er diledi. Karşılarına çıkan Medinelı üç ki­ şiye „bİzim işimiz sîzlerle değil, yeğenlerimizle, çalıştıklarım yazıyor. 615 veya 616 yılında Peygamber’in K âbe’de, akrabaîanmızladır; siz gidin onları bize yollayın” müşriklerin Lât, Manât ve 'Uzza adlarındaki put­ dedi. Gerçekten birçok yakın akrabaları, hattâ larından söz ettiği Garânik vak’asmda, oradaki 'Utba’ nın, sonra 633 mayısında Musaylima’ye karşı müslüman ve putperest Kureyşliler hep secdeye yapılan Yemâme savaşında şehid düşen öteki oğlu vardıkları halde, 'U tba b. Rabî'a, Hâlİd ’in babası Abu Huzayfa Huşaym, o sırada karşıda müsîümanlar Valîd b. Muğîra ve Umayya b. Hal af secde etmemişler. safında bulunuyordu,



Uf&E B. REBÎ’A - UTEYBfi. 'U tb a ’nin böyle meydan okuması üzerine Hz. Muhammed, Ubeydullaîı b. el-Hsris b. el-Muttalib ’i 'Utba 'ye, Hamza’yı Şayba b. Rabî'a’ya ve Alı b. Abi Tâbb*i de 'U tba’nin oğlu Valîd ’e gönderdi. Yapılan çarpışmada cUtba, kardeşi Şayba ve oğlu Valîd öldürüldü. Hamza ve A li sağ salim geri döndü­ ler; Ubeydullah ise yaralandı ve bunun te’siri ile, birkaç gün sonra M edine’ye dönerken yolda öldü. Yüzü çiçek bozuğu olan 'U tba, şişmandı. Kendi­ sinin onbir oğlu ve birçok kızı vardı. Oğullarından, Bedir 'de babasının yanında çarpışırken ölen Valîd ile, Yemâme’de şehîd düşen Ebu Huzayfa, kız­ larından Abü Sufyân ’ın karısı ve Muâviya ’nin anası Hind, Umm Aban, Umm Kaîsüm tanınmış kişilerdir.



«â



sonucunda 4x3 (10 22) ’te işten atıldı. Bundan sonra Sultan Mahmud ’un oğlu Emir M es’ûd’un hizmetine girdi; daha sonrası hakkında hiçbir mâlûmat yoktur, 427 (1 0 3 6 )'de, diğer bir kayda göre de 43i (1040)’de öldü. al-cUtbî birçok eserin müellifi olup, Kitâb alYamînl elimizde kalan yegâne eseridir. Eser, Emir Sebüktegîn, oğlu Sultan Mahmud ve çağdaşı hü­ kümdarların saltanatları tarihîne âittir. Bu eserin üslûbu çok süslü ve gereksiz sözlerle doludur. Şark­ ta devamlı olarak takdir edilmiştir. Corcî-Zaydln, Tâyrî}} Âdâb aMuğat al~cArablya ’sinde bu eserin üslûbunu al-Şaeâlibî ’nin Yatıma ’sînden üstün tu­ tar ve Hilâl al-Şâbî’nin Tart}} abVuzarct*sı île mu­ kayese ederek 'U tbî ’nin lehine hüküm verir. [M uhtelif tablan bulunan (bk, Storey, 1, 250) Bibliyografya : Îbn Hişâm, Sıra, I-IV, Kahire, 1936, fihrist; îbn Sa'd, Taba- Arapça aslı, 602 (1205 /1206) ’de Abu’l-Şaraf Nâkflt (nşr. E. Sachau), fihrist; Îbn Vazıh al-Ya'kübî, şih b. Zafar b. Sa'd al-Munşî al-Carbadakânl ta­ Historicae, fihrist; fa b a rî, Annales ( nşr. J. M . de rafından Farsça’ya çevrilmiştir. 1272 ( 1 8 5 6 ) ’de G oeje), fihrist; îbn Kutayba, Kitâb al~macörif T ahran’da basılan bu tercüme J. Raynolds tara­ (nşr. Wüstenfeld), fihrist; al-Mas'udî, Murûc fından, The Kitab-t Yaminİ, historical memoirs o f al-zahah (nşr. C . Barbier ve Meynard ve Pavet the Amir Sabakjlagun and the Sultan Mahmud of de Courteille), fihrist; Makrlzî, îmta at~a$mâ, Gkazne adıyla hatâh bîr şekilde İngilizce ’ye tercüme Kahire, 1941, I, 23, 67— 69, 83, 85; Îbn edilip basılmıştır ( London, 1858), al-CarbadakâmUazm, Camhara, Mısır, 1962, s. 76— 77, 80, 'den sonra eser, biri Muhammed Karâmat °Aİî b. Xi i ; L . Caetani, Annalİ âcil'İslâm,fihrist; al-fîa- Hayât 'Aîî-i Dihlavî tarafından Tarcama~i Amini, lâzurî, Futu}} al-buUân (nşr. M. J. de G oeje), diğeri Mavlavî Muhammed Fazl-i imâm Hayrâbâd fihrist, tarafından Tarcama-i Türî}}-i Yamînl adıyla iki (N eşet Ç ağatay .) defa Farsça’ya çevrildi.] A U - 'U T B İ [bk. UTBî.j B i b l i y o g r a f y a : a l-'U tb î, T ârihi Yar U T B İ, A L -'U T B Î, A bu N aşe Muhammed mim ve daha çok al-Manlnl (Kahire, 1286) B. 'A bd AL-Cabbâr, Kitâb al-Yöm inî’nin müellifi diye tanınan Faih al-Vahbl adlı şerhi; ai-Şaeâlibî, olup, 350 ( 9 6 1) senesinde Rey 'de doğmuştur. Çok Yatîma al-âahr; C. A . Storey, Persian literatüre, genç yaşta ailesini terkeden al-eUtbl, Sâmânîler dev­ a bio bibliographical mroey, London, 1970, I, rinde önemli bir vazifede bulunan dayısı A bü Naşr ile 250v.dd.; Zabîh Allah Şafâ, Târlf}ri adabîyât dar birlikte yaşamak üzere Horasan’a geldi. Abü Naşr İran, Tahran,? hş., I; Brockeimann, G A L t Suppl., ’m (988— 993) ölümünden sonra, 378— 383 ara­ I. 547 v.d. sında ilk defa Horasan ordusu kumandam Abü (M. NAZIM.) CAK Muhammed b. Muhammed Sîmcür! 'ye kâtiplik [B u madde TAHSİN Y a ZICI tarafından ikmâl etti, Bundan sonra Horasan'da sürgün yaşayan edilmiştir.) S a m ffurâsan ’a, son olarak kısa bir süre için Gazneîî UTEYBE. 'U T A Y B A ('Uleybah, 'Utâbah, 'O t e y hükümdân Sebüktegîn ’e hizmet etti, eUtbı bundan be, 'Oteba), aynı zamanda ötteba; şimdi en çok 'Atay* sonraki görevini, G azn e’H M ahmud’a teslim et­ ba, 'Ateyba [nisba: 'Ataybî, 'Atabl; cem'al-küla şekli: mesi için ikna ettiğini öne sürdüğü İsmail Sebük- el-'Ateybân, 'AtabânI v,s. şeklînde yazılır; kendi­ tegin’in hizmetinde geçirdi, lerine has telaffuza göre, 'ötâbe, nisba: *ötebî, 389 (9 9 9 )'da Gazneîî Sultan Mahmud, al-'Utbı- Cem 'aH plk: 'ö tb â n [J. J. Hess]), şimdiki M e r ­ ’yı Gürcistan hükümdârmı kendisine tâbi olmaya k e z î A r a b i s t a n B e d e v i l e r i n i n en büyük ikna etmesi için husûsi elçi olarak buraya gönderdi. ve kuvvetli k a b i l e s i olup, yarımadada ehemmiyet al-*Utbî, 412 (1 0 2 1 ) senesine doğru meşbur eseri bakımından 'Anaza [ b, bk. ] 'den geri kalmaz, Kitâb al-Yamınt ’yi tamamlayarak Sultan Mah­ 'Utayba adı (şekil bakımından, 'U tb a ’nin tas­ mud 'un veziri olan Şams al-Kufet Ahmed b. Haşan giri), eski edebiyatta (münferid bir şekilde yalnız al-Maymandi’ye sundu; mükâfat olarak, önemli Îbn 'A bd Rabbİhî, al-Ayt, Kahire, 1316, III, 61 ’de bîr vazife olan Kanc Rustâk Barld müdürlüğüne Yarbü' b. Hanzaîa’lere mensup olarak 'U yayn a’nin tâyin olundu. Bu vazifede iken Vâli Abu’ I-Hasan yaranda Banü 'Utayba şeklinde birçok yerde geç­ al-Bağavi ile geçınemeyerek kavga etti ve onun mektedir) herhangîbir kabileye değil, ancak şu üçü aleyhinde Vezir Ahmed al-Maymandl’ye şikâyette kısaca zikre değer şahıslara delâlet etmektedir: hulundu. Ancak bu konuda açılan soruşturmaların Câhiliye devrinde, Taralm’îerm Bahrilere karşı sa-



İM Y 8 E . yaşlarındaki en meşhur kahramanlarından biri olan ve Şayyâd al-Faüöris lekabiyle tanınan 'Utayba b. al-Hâriş b. Şihâb al-Yarbü'I; diğer zaferleri ara­ sında S iftin ’de Taglibîerî yenen al-Muşannâ b. tîâriga ’nîn kumandan ve temsilcisi olan cUtayba b. aî-Nahhâs al-'İcII; nihayet, Peygamber in kızı Umm Kulşöm ile evlenen (krş. F. Wüstenfeld, Register, s. 366— 367; îbn Durayd, Kitöb al-iştikâk» nşr. Wüstenfeîd, s. 42, *38, 208, 2I5î îbn ffutayba, Kitöb al-Mcfârtf, nşr, Wüstenfeld, s. 37, 60 v.d., 70; gabari, î, 2206 v.dd.; îbn al-Aşîr, II, 343 v.d.) 'Utayba b. Abî Lahab, 'Utayba’ier şecerelerini Muzar’a çıkartmakta olup, kendilerini Kays-Aylân [b. bk.] ’ın bir kısmı saymak­ tadırlar ( Doughty, Traveîs in Ârahta Deşerta, II, 355, 367; Âlüsl, Tarîk N aci, Kahire, 1343, s. 88 ’deki kayıt; burada Bani eUtba veya 'Atib ’ierle karıştırma neticesi olarak 'Utayba'Ier Kahtân’lara mensup gösterilmiştir; krş. Kalkaşandî, Nihâyat aî-Arab, Bağdad, 1332, s. 285; Suyaydi, Saba'ik al-Zahab, Bombay, 1296, s. 45). 'Utayba’Ier başlıca iki zümreye ayrılır: Ruvaka’İar (Ruvaîa [b. bk. ] gibi söylenir; bk, Nöldeke, Z D M G , X L [1886], 182; kenarda Ravakah [nisba; Ravkî ve Rukah] ) ve Barka ’lar ( Barakah [ nisba: Barkâvî ], keza Barka). Muahhar tâli taksimler hakkındaki kayıtlar çok muhtelif şekilde verilmiştir: Snouck Hurgronje, Mekka, I, 197’de Ravakah ’lar 6, Barakah ’lar ise, 10 kabileye bölünmüş, Hanâbook, I* 69 ’da n veya l8*e; halbuki F. Hamza,/Cû/6 CazîrataMArab, s. 179— 182, eaşıra ve 'ü’ İ/a topluluğu ile birlikte 3 veya 4 faljz; isimleri teferruatta büyük farklılıklar gösteren bütün bu zümreler arasında, yalnız Ruvaka’lann bir kıs­ mını teşkil eden ve şeyhlerinin hayatına gÖre,te’sir bakımından „Ru'uka’İar ile Barka’lar“ ( Pbilby, The Heart of Arabta, I, 205, krş. 181, I 9 4 ) ’dan üstün olan Sibata ( Zavİ Şubayt) ’ieri belirtmek yerinde olur, 18 18 ’de yapılan bir istatistikte, Hicaz’daki 'Utayba ’lerin muharip kuvvetleri, 100 süvari ve 10.000 piyâde, Nacd ‘ Utayba ’lerininki ise takriben 800 süvari ve 2,000 piyâde olarak gösterilmiştir ( A . Sprenger, Z D M G , X V II [18 6 3 ], 218, 222). Paigrave, Narralive of a Years Joumey.., II, 84'te 'Utayba ’nin nüfûsu 12,000 kabûî edil­ miş ise de, Doughty, II, 3 6 7'de bu sayı sâdece 6.000 ’dir. En yüksek rakam 20.000 olarak al-Batanünl ( al~Ri}}la al-fîicâzîya, Kahire, I329î mukaddime, s. 5 2 ) tarafından verilmiştir; Hanâboo\, I, 60 ’da Rükah’ların 2.500, Barkah'Iarın ise, 3.000 çadır ol­ duğu kaydedilmiştir. 'Utayba'lerin bulundukları y e r , Jıacc yol­ lan ile Merkezî Arabistan arasındaki bana volkanik bölgesi ile birlikte Hicâz 'in şark kısmını içine alır. Otlaldan, şarkta, Medine ve Mekke ’den 100 fersah mesâfeden al-Kaşîm ve al-Vaşm’e kadar, cenupta, Kahtân dira’leri olan Büküm, Şalâva ve Subaî' ’iere kadar uzanır. Garp ve şimalde, komşulan olarak, bâzan



Burayda-Mekke kervan yoluna kadar nüfuz eden Harbİer vardır. Geniş hareket sahalarında sâdece şu yerleşme yeri vardır: Şarkta yerleşik Barkalar kolundan 'Utaybalere al-eÂri?, al-Sudayr, al-Kaşîm ve diğer kabilelerle birlikte yaşadıkları al-Muznib ( al-Miznab)’de rastlanır. Garpta, Ruvaka’lar, alT â'if halkının bir kısmım teşkil ederler, 'Utayba dîrast ise, su kaynakları bakımından zengin olup, buraya kışın ve sonbahar başlarında ehemmiyetli olmasa bile yağmur yağar; bu sebeple, bu bölgede, yer yer çok iyi otlaklar vardır; koyun ve deve (h u ­ sûsiyle siyah deve) yetiştirme, 'Utayba’lerin kendi­ lerine şöhret ve servet te’min eden başlıca faâliyet şekillerinden biridir. Meselâ, al-Tâ'if'teki et, mün­ hasıran onların koyunlarmdan elde edilir. Onların bölgesi av hayvanı bakımından da zengindir (Hanibook, I, 64, 67 v.d., 70, 604 [onların en önemli yer­ leşme yerleri]; Doughty, II, 367, 426, 525; Philby, I, 122, 280). 'Utayba’lerin, X IX . asırdan önceki tarihi ile ilgili en mühim hâdiseler hakkında pek bir şey bilin­ memektedir, Burckhardt (Traveîs in Arabia, II, 106)*a göre, X V II. asırda muhtemelen Harb’Ier tara­ fından çıkarıldıkları Vadi Fâtima’da kalıyorlardı. C. Niebuhr ( Beschreibtmg von Arabien, s, 388 ), muhte­ melen H icâz’da Muntafih bölgesine gelmiş olup, bu büyük kabileye tâbi olan bir kısım 'Utayba ’den bahsetmektedir. Son yüzyıllar içindeki 'Utayba ’lerin tarihi, bu kuvvetli kabileyi, kendi siyâsî menfaatle rine kazanmaya çalışan Nacd ve Hicâz iktidarları­ nın birbirini takîbeden başatı ve başarısızlıklarla dolu mücâdelelerinin bir inikâsıdır. Vehhâbî devle­ tinin Mısırlılar tarafından zaptı sırasında, Mehmed Ali Paşa’nm oğlu İbrahim, 1816 ’da tehdit ve rüşvetle muhtelif 'Anaza kabileleri ile birlikte, 'A bd Allah b. Sa'üd’a karşı 'Utayba’lerin kendi­ sine yardım etmelerini sağladı. Faysal b. Sa'üd, Mısırlılara karşı hürriyet savaşım sürdürdüğü sırada, oğlu 'Abd Allah, 1850 ’de, aî-Acrâb su kaynağı civarında Şark 'Utayba ’lerini yenerken, Mekke bü­ yük şerifi olan Muhammed b. 'A vn, Mu$ayr al-'Alviyîn kabileleri gibi garptaki'Utayba’leri himâyesi altına alıyordu. Nolde (Reise mch Înnerarabîen, s. 66), 1842 ile 1872 arasındaki, sayıları dokuzdan aşağı olmayan ve kendi aralarında daimî savaş hâlinde bulunan kabileler arasında 'U tayba’iere daha az yer verir. 1872 ’de 'Utayba’lerin büyük reîsi Muslİ$ b, Rubay'Sn, al~Riyâz ’m garbindeki meskûn sâhaîannı yağmaladı, Sa'üd b. Faysal da mukabeleten on­ ların sâhasına te’dîb seferine girişti ise de, mağîûb ve ağır bir şekilde yaralı olarak, çekilmek mecburiye* tinde kaldı. 'U tayba’ler 1881 ve 1882 yıllarında, îbn Raşîd ’e tâbi olan Idarb kabilesinin birçok karar­ gâhlarını yağma ettikten sonra, bu kabîle mensuplan da 1882 yazında, onlara saldırdılar ise de, hepsi, al-'A rva’da kat’î olarak yenildiler. Buna benzer bîr mağlûbiyete de, 'Abd Allah b, S a 'ü d ’un müt­



UTEYBE - UTRÜŞ. tefikleri ollarak 1884 yılında uğradılar. 1897 ’de îbn Saeüd âilesinin birçok âzası, Mekke büyük şerifi 'Avn al-Raflk İle birleşip Uarb ve “Utayba’lerin yar­ dımı ile, “Abd al-'Azîz b. Raşîd ’in arazisine karşı askerî seferler tertip ettiler; 1903 sonbaharında, “Abd al-'Azîz b. Raşîd, 'Utayba ve î£ahtân’a yeniden savaş açtı ise de, 1907 ’de îbn Sa'üd ile adı geçen kabilelerin savaşçıları tarafından mağîûb edildi. Bu tarihten itibâren, çoğu bu Sa'üd kabileler birliğine dâhil olmuşlar ise de, büyük şerife karşı gittikçe artan bir sempati taşımışlardır. IJusayn b. “A lî, 1910— 1911 yıllarında, 'Utayba, Harb ve Mu|ayr kuvvetleriyle birlikte, îbn Sa'üd ’un îfavan ’ı tara­ fından desteklenen Muhammed b. 'A lî al-îdrîsî ’ye ve aynı sıralarda, sözde “Abd al-'Azîz b, Sa'üd tarafın­ dan terk edilmiş bulunan “Utayba’lerin haklarını mü­ dâfaa etmek için Şarîf “Abd Allah ’m, al-Ifaşîm’de gö­ züken oğluna karşı harekete geçti. “Abd al-'Azîz b. Sa'üd, Şarîf ’e yıllık 4.000 Ingiliz lirası ödemeye mecbur kaldı ve “Utayba’leri vergiden muaf tutmayı taahhüt etti ise de, bu vaadini yerine getirmedi. “Abd Allah, Hicâz ’dan henüz dönmüş İdi ki, “Abd al-'Azîz, îbn Sa'üd ’dan kaçan âsîlere melce sağladıkları bahânesiyle anlaşmayı bozup, “Utayba’Iere savaş açtı. 1915 ’te 'Abd Allah yeniden ona saldırarak Nacd’de al-Sudayr eyâletine kadar ilerledi. Mu$ayr’lerin müttefiki ve îbn Sa'üd*un tebaası olan şarktaki “Utayba’leri vergi vermeye zorladı ve bunları Barrîya ’de yendi. Bir “Utayba çetesinin, ibâdet hâlindeki tjyom ’a karşı hücûmunun sebeb olduğu 1918 ’dekt Gatğat hâdisesi, Şarîf ve îbn Sa'üd arasındaki bağları gerginleş­ tirdi (Philby, I, 313 v.d.). Vehhâbî devletinin bîr teşebbüsünün tarihi, 'Utayba’lerin reisi olan Sultân b. Bicâd ’m ismi ile sıla sıkıya ilgilidir. Bu sonun­ cunun kuvvetlerinden bir kısmı tarafından T â 'if ’in işgali (19 2 4 ) ve Mekke ’nin teslim alınması garpta îbn Sa'üd devletinin büyümesini intâc etti. Kuvvetli îbn Sa'üd, ansızın MuSayr’lerin reisi olan Fayşal al-Davîş’İe irtibat kurup, İfov&nm reîsi olarak Sultan b. Bicâd ’m meş’um rolüne son verdi; nihâyet îbn Sa'üd ’un kardeşi olan “Abd Allah b. 'A bd al-Rahman, 1929 ’da al-Gatğafc ’taki mühim îfjüân muhacir topluluğunu tamamıyle ortadan kaldırdı ve îbn Bicâd taraftarları olan “U tayba’nin arta kalanını dağıttı. îbn Sa'üd kıralhğmda sükûnet ve nizamın yeniden te’sisinden beri, bu kabile, şimdiye kadar görmediği bir sulhtan faydalandı, Doughty (II, 24, 3Ğ7, 426 ), “Ataybân’lan, kanun­ lara saygılı, nâzik, mİsâfirperver ve iyi askerler olarak tavsif eder; onlar, Kahtân’İardan daha iyi savaşçı olup, daha az hıyanet ederler; mîzac itibariyle, Bedevilerin çoğundan daha mustakarrdırlar; din bakımından ise, mutaassıp olmaktan zi­ yâde müsâmaha sâhibidirîer. Bununla berâber Philby ( II, 220 ) ’ye göre, onlar hırsız olarak, diğer bütün Arap kabilelerini geçerler. “Utayba’lerin komşuları İle olan münâsebetlerine gelince, onlar kuvvetli



U a rb ’îerin



irsî düşm anlarıdırlar;



»5 cenupta



bulunan



B üküm ve Şalâva adlı iki küçük kabîle ile um û m ıyetle barış içinde b ulunurlar; buna mukabil, İKahtân ile sık sık savaş halinde idiler. J. J. H ess’e göre, “ö t â b e h ’in dili, K aîjtân ’larm kinden Kemen hemen fark­ sız olup, eski hususiyet olarak, tamın ’ı tam am ıyle muhâfaza etm iş olması ile, m eçhul ( hal son eklerinde d e ğ il) gösterilir (şifah î b ilg i).



Bibliyografya : Metinde, zikredilen eserler dışında bk: W .G . Palgrave, Narrative of a Years Journey... ( 1862— 1863), London, 1865, I, 31, 171 v.d.; II, 54 ,7 2 ,8 4 ; C. M. Doughty, Traveîs in Arabia Deserta, Cambridge, 1S88, I.— II, bk. fihrist, “Ateyba; J. Euting, Tagbuch eİner Reise in Inner-Arabîen, Leyden, 1896, I, 64 v.d.; Leyden, 1914, II, 226 v.d.; E. Nolde, Reise nach Innerarabİen, Kurdistan ımd Ârmer nien, 1892, Brunsvvick, 1895, s. 47, 54» 66— 69, 74; T . E. Lawrence, Revolt in the Desert, London, 1927, s, 26, 43, 84, 287; ayn. mlh, Seven Pillars of Wisdom,London, 1935, s. 137, *97 v.d ., 204, 490— 494;H . St. j.B . Philby, The Heart of Arabta, London, 1922, bk, fihrist, bilhassa I, 122, 147, 155 v.d., 180 v.d., 194, 205, 313 v.d.; II, 213,220, 297; ayn. mil., Arabia of the Wahhabi$, London, 1928, bk. fihrist, mad. cAtaiba; “Utayba’nin 1880 ’den itibâren tarihi için bilhassa bk. H . St, J. B. Philby, Arabia, London, 193°; keza A, Musİl, Northern Negd, New York, 1928, s. 268— 288; kezâ, krş. A . Musiî, The Manners and Castoms of the Rtoala Bedouins, N ewYork, 1928, s. 264, 298,364,— Ayrıca bk. Amîn al-Rayhânİ, Ta?rifa Nacd toa-mulhakâtihi, Beyrut, 1928; Fu’ âd Uamza, IÇalb Cazîrat aleArab, Mekke, 1352; Uâfiz Vahba, Cazîrat aleArab fi'l~kom al-Hshrîn, Kahire, 1354-— Seyahat­ nameler için umûmiyetle bk. A . Zehme, Arabİen unddie Araber seit hundert Jahren, Halle, 1875, s. 39, 292, 2 9 8 ,3 0 5 ,3 u ; D. G . Hogartb, The Penetratİon of Arabia, London, 1905, s. 109, 267, 274, 2 9 i, 296, 325; ayrıca bk. A Handbook of Arabia, compiled by the Geogr. Seciion of the Naval Iniellİgence Dioİsion, I ( London, ts.), bk. fihrist, Ateibah; kezâ, krş. J. G , Wetzstein, Zdtschrift fûr allgem. Erdkunde, yeni seri (1865), X V III, 494 v.d., krş. 419 ve 547; nihâyet J. J. Hess, Bedtıînennamen aus Zentralarabten, Sb. Ak- Wiss. Heidelberg, felsefe-tarih Klasse, I!I (1 9 12 ), bölüm 19 (“Utayba ’nin en büyük kısmı için isim­ ler külliyatı) [ şahsî ifâdesine göre, Hess ’de 'Otâbeh kabilelerinin taksimine dâir bir liste vardır.] (H. K indermann.) AL-UTRÜŞ. [bk. utrûş.1 UTRÛŞ. a l -UJROŞ, Abu Muhammed al Hasan b. 'Aü al-Uasan b. 'Alî b. *Omar alAŞRAF B, ‘Al İ ZaVN AL-'Ab1dIn [krş. 'ALÎ B,



86



ÜTRÛŞi



AL-HUSAYN ] 230 (8 4 4 ) civarında bir Horasanlı cariyeden Medine 'de doğup, T a b e r i s t â n h ü ­ k ü m d a r ı olarak şaban 3°4 (9*7 başı) ’te Amül’de öldü. Kendisi Zaydi *ler ve aynı zamanda Ye­ menliler tarafından al-Nâşir al-Kabîr adı altında imam olarak tanınmıştır. al-Ujrüş, vaktiyle, Alevî al~Dâttİ al-Kabır al-Uasan b. Zayd [krş. AL-HASAN B. ZAYD B. MUHAM­ MEDİ ‘in hükümdarlığı zamanında Taberistân*a geldi. aHdasan b. Zayd 'in kardeşi ve halefi olan al-Kâ3im bi’l-Hakk Muhammed b. Zayd 'e şüpheli göründüğü için, bizzat kendisi şarkta bir hâkimiyet kurmaya çalıştı. O , önceleri, Nışâpûr vâlisi olup, Cürcân ‘1 IJâ’ im ’den alan Muhammed b. eAbd Allah ai-Uucıstân! ‘den yardım gördü. Ancak Utrüş hakkında Muîjammed b. eAbd Allah al-Hucistânî şüpheye düşürüldü ve bu zat onu Nîşâpûr veya Cürcân *da hapsedip kırbaçlattı. Bu yüzden kendisine »sağır* lekabı verdiren işitme zayıflığı geldi. Serbest bıra­ kıldıktan sonra I£ fim Muhammed 'in yanma gel­ di ve 287 veya 288 yahut da (Abu*l-Farac aî-İsfahan!, Makâİil al-Tâlihtyttı,Tahran, 1307,5.229,14*e göre) 289 (900/901) ‘dan önce o sırada Sâmânîîer [ b. bk.J ‘den İsm ail b. Ahmed taraftan olan Muhammed b. Hârün tarafından Cürcân civârmda l£âsim ile birlikte mağîûb edildi. l£saim bir yara alarak öldü; Utrüş kaçıp, önce Damgan ‘a sonra da Rey ‘e kadar gitti. Halîfe al-Mu*tazİd ‘in 289 (902)*da ölümü üzerine o sırada Sâmânîîerie bozuşmuş bu­ lunan Muhammed b. Hârün kendisini koruduğu için tekrar ortaya çıkmaya cesaret etti. Ujrüş, DeyIemlİ Castân ( veya Vahsüdan ‘in oğlunun yanında, krş. Vasmer, Islamica, III, 165 v .d .) *ın yamnda iyi kabûl gördü. CastânTlerin, I£â9im*in ikâmetgâhında al-Uçrüş ile bulundukları zamanla tarihlenen dostluk, cedleri Marzbân *m daha yüz sene önce kabûl ettiği İslâmiyet hakkmdaldl tutumu kadar kararsızdı. Böylece birkaç teşebbüs başansız kaldı; Uîrüş, her şeyden önce, ken­ disine Castân! ‘lerin ittifakım te'mînat altına alacak bir taraftar zümrenin yaratılması İhtiyacım duydu. Havsam ‘dan, Hazer denizi sâhilinde henüz müslüman olmamış Deylem kabileleri ile Gîlân kabileleri arasında bir İslâm propagandasını idâre etti ve on­ ları Alevîler lehine çevirmeye çalıştı. Câmiler de inşâ ettirdi* Sâmânîîerden Ahmed b. Îsmâcıî, 298 ( 9 1 0 ) *de yeni bir devletin kurulmasına engel olması emriyle Taberistân a Muhammed b, Şaİük ’u gönderdi; ancak sayıca daha üstün ve bilhassa Deylemlüerînkinden daha iyi teçhiz edilmiş olan Horasan ordusu, cemâzîyeîevveî 301 (kânun I, 9 * 3 ) ‘de U trü ş‘un kumandası altında bulunan Deylemîiler tarafından Şâîüs civârmda yenilip, yok edildi; birçok kaçaklar denize döküldüler. Ordunun bîr kısmı, Abu’î-Vafâ9 Uallfa b. Nüh ‘un kumandası altında, Şalıîs kalesine sığınarak kurtuldu ve eman vermesi vaadine karşı I



U f r û ş ’a teslim oldu ise d e, bu ord u a z son ra, U t­ rüş ’un



kum andam v e



dam adı



olan



al-fcfasan



b.



aH £ § sim b . aî-H asan b , CAİÎ b . 'A b d al-R ah m an b . si­ y â s im b . al-U asan b . Z ayd b . aî-Idasan b . eAlı b . A H T âlib tarafından kılıçtan geçirildi. D ehşete kapılmış olan sâkinlerin isteği üzerine bizzat U trü ş , ordunun arta kalan kısmı ile  m ül e gelm iş ve idârim M u ­ ham m ed ‘in eski sarayında yerleşm iş idi. Sâm ânîîer tarafından



rahatsız



edilmeksizin,



Ş â lü s ’d an



Sâ-



riy a*y a kadar m e m u rlarım yerleştirdi; zîrâ Ahm ed b . îsm â'il tam o sırada katledilmiş ve oğlu N aşr *ın önce Şilesine sonra d a büyüklere kabul ettirilm e m ecburiyeti hâsıl olm uştu. O sırada Ali taraftarlarına karşı



tehlikeli



olan



B âven d



ailesinden



Ispahbed



Şarvîn b . R u stam , U trü ş *Ia sulh yaptı.



Ancak Alevî devletlerinin kuruluşlarında dâima olduğu gibi, Utrüş için de en güç olan akrabası ile anlaşmak oldu. Âmül ‘e girdiği vakit en az 70 yaşın­ da olduğundan ve çocukları kudretsiz gözüktükleri için* I£â9im Muhammed ile Utrüş arasında mevcut olan gerginlik, U|rüş ‘la bahsedilen kumandan alHaşan b. aH£âsîm arasında da sürdü, al~0asan da bir süre için Utrüş’Ia bozuştu ve hattâ onu bir fır­ satını bularak hapsetti ise de, o, umûmî isyândan önce Deylem *e kaçtı. Bununla berâber ileri ge­ lenlerin hepsi ölmek üzere olan Utrüş *a, kendine halef olarak bizzat bu al-Hasan'ı göstermesi için baskı yaptılar ve Utrüş ’un ölümünden itibâren de hemen ona bi at ettiler. U trü ş , yükselmesini sâd ece, H azer denizi kıyılan üzerindeki siyâsî anlaşmazlıklardan m âh ir b ir şekilde faydalanmasına



değil,



daha



çok



ü stü n



zekâsına



borçludur. O , aynı zam anda şâirdi (k r ş .B r itis h M u -



SuppL, 1259, IV ve diğer örnekler için İfâda, bibliyografya), ancak o bilhassa akaid, hadîs ve



seu m , bk.



fıkıh ilimlerinde geniş bilgi sâhibı idi ( ay rıca krş. Ib n a l-N ad !m ,



Fihrist, s. 18 3 ,11 v .d .). O nu n Ibana sı



dolaylı yoldan günüm üze kadar m uhâfaza edilm iştir (k r ş . B ib i.), O n u n , ölü göm m e m erasim i ile vera­ set hukukunun tâlî m es’eîelerinİn Y em en ‘dekîîerden ayrıldığı görülür. D iğer taraftan o , ü ç defa sözle söylenen talâkın, fiilî ü ç ayrılm a ile b ir değerde olduğunu kabûl ediyordu. B öylece o , şîmâlde ken­ disini kuvvetli b îr şekilde hissettiren on iki im am a inanan şiîîeri takviye ediyordu, birisi olan A bu ’H d asan



h attâ oğullarından



CAH, b u şiîlere iltihak etti



ve um ûm iyeile şifler gibi ayakkabı üzerinden meshi reddederek ayaklarını yıkayanların âdetini uyguladı. A ynı zam anda siyâsî propaganda sebebiyle sünnet ehli akidesine ters düşenlere karşı aşın b ir sertlik g ö s t e r m i ş t i r .N i t e k i m ,h u s û s î b i r Z a y d i



fır­



kası,



adını



onun ism ine izafeten N â s i r l y a



alm ıştır; bu fırka, sâdece yukanda bahsedilmiş bu­ lunan al~îjasan b . al-fyâsim ’în oğlu im a m al-M ah d ! A b ü cA b d A llah M u h am m ed ’in tesiri altında bu­ lunan Yem en *de hâkim olan î^âsimîya İle kaynaş-



UTRÜŞ -



UZEY&.



g7



(nşr. Juynboîî), II, 194; Mas'üdî, Mmüc alaî-DâcI al-Şağlr adı verilen ve Utrüş ’un halefi zahab (n şr. Barbıer de Meynard), V II, 343» olan bu al-Uasan, selefinin eski bir kumandam Uamza aî-îşfahanî, T Mâkân b. Kâîî, Castanî’ler, Ziyârl’ier, Bâvand II, 744), yabancı bir dilden de gelmiş olsa, Lüt hânedânmm Ispahbadîeri; Büveyhîler, Sâmânîîer gibi ve Nüh gibi biffeti dolayısıyla munsarif kabûl edil­ ufak yerli emîrier arasında ve ayrıca iç mücâdelelere miş bir İsim olduğunu söylemektedir. Daha sonraki rağmen kendine âît topraklan değişik arâzî ve ölçüde büyük lügatçıîardan îbn Manzür ve al-Zabıdî de de olsa sürekli olarak elinde tutabildi; Zîrâ bu Alevî aynı görüştedir. aî-Cavâliki (5 4 0 = 1145» al-Mtfardevleti, D eyîem ’de Haşaşiîere karşı muvaffak ola­ rab, nşr. Ahmed Muhammed Şâkir, Kahire, *36*, mayan Abü Tâlib al-Şağîr Yahyâ b. al-ffusayn s. 230), Uzayr’i Arapçaîaştırılmış yabancı bir isim al-Budjânî b. al-Mu’ ayyad ’in ölüm yılı olan tak­ olarak düşünmekte, îbn Durayd gibi ve Arapça’ya riben 520 ( i l 2 6 ) y e kadar sürdü. Bu safhada uygun bîr şeldı olmasına rağmen, îbrânice olduğunu Gîlân ’da V III. ( X I V .) asır sonu ile IX. ( X V .) asır kaydetmektedir. Abu’l-Baka al-'Ukbarî (6 16 = sonuna kadar hüküm süren ve Alevî olduğu söyle­ 1219, tmlâ mâ manna bihır-Rahmân mıh vacüh nen Kiya-Uusaynî hanedanım buraya idhal etmek a b icrâb va'bîÇira'ai, Haleb, 1321, II, 7 ) ise, bunun güçtür. Abü Tâlib al-Şagir, imâm al-Nâfik Abü çoğu dilciler tarafından Arapça kabûl edildiğini Tâlib (krş. bibl.)’in yeğeninin çocuğu olup, 340 söylemekte, munsarif sayılıp, tenvînli okunuşunu (95* ) ’ta doğmuştur. Bu zat, daha çok babası gibi buna bağlamaktadır. görgü şahitlerinin ifâdelerine göre Utrüş hakkında en mühîm bilgileri vermiştir. Bibliyografya : al-Nâtik bi’l-Uakk Abü Tâlib Yahya b. al-Husayn b. Hârün al-Butîhânî, ablfâda f i iâ’rlfa aba*imma absâda, el yaz­ ması, Berlin, nr. 9664, s. 61— 68 ve nr. 9665, var. 34b— 40b; Abü Cafiar Muhammed b. Ya'hûb al-Hâvsamı, Şarl1 aî-Ibâm eaîa mazhab al-Nâşir lıl-ü a k h el yazması, Münih, Glaser, var, 85, tür. yer.; Ahmed b. cAlî b. Muhannâ, eUmdat al-fâlib f i ansâb al-Abİ Talih (Bombay, 1318), s. 274— 27 6 ; Tabari, 1523, III, 13 v.dd. (krş, index); cArîb, Tabari continuatus, s. 47; Abu’îMahâsin b. Tağrîbirdî, abNmûm al-zâhira



Kırâat âlimlerinden 'Âşim ( ölm, 127 «= 745 ) ve al-Kisâ1! ( ölm. 189 = 804), Kar ân ( IX, 30 ) *da geçen Uzayr kelimesini tenvînli olarak okumuşlardır. Ancak bunun, yabancı düden gelmiş olup da mun­ sarif addedilen mahdut sayıdaki kelimelerden biri olduğu da gözönünde bulundurulmalıdır. Bu iki zât, âyette geçen Uzayr kelimesinin, yabancı bir kelime de olsa, mübteda olarak tenvînli okunması gerektiğini belirtirken, îbn Kasîr (120 = 783), Nâfic (16 9 « 7 8 5 ) , A bü eAmr (1 5 4 * 7 7 0 ) ve îbn eÂbir ( 1 1 8 = 736 ) ise, iki sessizin yanyana gelmesinin ( : içtimâ* al-sâkinaya ) uygun olmayacağını düşüne­ rek tenvınsiz okunması taraftandırlar ( Tafsir abl£ur~ tabî, V III, 116; aynca bk, Anoâr al-tanzil, I, 497 ).



88



UZEYR.



Uzayr, dilcilerin çoğunun kabûl ettikleri gibi İb­ ranca 'dır. Bu dildeki karşılığı olan Azra ( : îtTir'i), Tevrat *ın bu dildeki nüshasında ( bk. msl. Esra, V II, I ; Nehemia, V III, 13 (Biblia Hebratca, nşr. Rud. Kittel, Stuttgart, 1952 ) geçmektedir. Bu isim Ahâri atik ’in Grek ve Latince tercümelerinde Esdras olarak görülüp, Fransızca ve İngilizce tercümelerinde de bu şekil muhafaza edilmiştir ( Casanova, Ezra 'ran, îdris’in ve Uzayl-Azaeî-Azazel’in; Muhammed Mahd! ise, Osiris'in karşılığı olduğunu ileri sürmüş­ lerdir; bk. Heller, R E J , L X , 202— 212; jung, J Q R , 1925— 1926, yeni seri, X V I ,202— 205, 287). Uzayr, Tevrat ’taki mûtena yerine rağmen, hakkın­ da pek az bilgiye sâhip olunulan Peygamberlerden biridir. Mevcut Ahd-i atik içinde kendisine izâfe edilen ve mevsûkiyeti üzerinde itirazlar bulunan ( bk. The Jeıüİsh Encyclopeâta, V , 219— 222 [ Books of Esdra], V , 321 v.dd. [Ezra the Scribe]; Rahmat Allah al-Dihlavî, izhâr al-Ifakk) kitaplardan Öğrenilenler, onun faâiiyetleri hakkında umûmî bilgi­ lerden ibarettir. Anlaşıldığına göre, o, Artaxerx£s’in izni ile Bâbii 'den Kudüs 'e gelmişti. Bâbii 'deki esâret hayatları, tranlıîarm burayı almaları ile son bulan Yahudiler, daha sonraki yıllarda grup­ lar hâlinde K ud üs’e dönecekler ve fakat Buhtunnassar ’m harabeye çevirdiği bu eski yurtlarında büyük zorluklarla karşılaşacaklardır. Uzayr (m uh­ temelen M.ö. 37°— 360 yıllan arasında vuku bulan ölümüne kadar ), onların yeniden Tevrat 'm emirle­ rine bağlı bir cemâat hâlini almaları için çalışmış ve muvaffak da olmuştur. Onun Tevrat ’m yeniden ih­ yâsı hususundaki bu samîmi faâiiyetleri İslâmî rivâyetlere de aksetmiştir ( aş. b k .). Uzayr kelime olarak Kur ân'da bir defa, al-Tavba sûresinde geçmektedir: Yahudiler „Uzayr A llah’ın oğludur" dedi; hıristiyanîar da „al-Masıh ( İ s a ) Allah ’m oğludur" dedi. Bu, onlann ağızîanyîa geveledikleri sözlerdir ki ( gûya) daha evvel küf­ redenlerin sözlerini taklit ediyorlar... ( IX, 30). Bir önceki âyette yahudi ve hıristîyanlann Allah ’a înanmaytşîarına temas edilmekte burada da bir nevî açıklama yapılmaktadır (b k . Mafâtil} al-ğayb, IV, 620; al-I^âzm, II, 257). Uzayr ’in Allah ’m oğlu olduğuna dâir, Yahudi gö­ rüşü ile ilgili iki rivâyet vardır: Ibn 'Abbâs’a daya­ nan birinci rivâyete göre, Uzayr bilgili bir zâttı. Men­ subu bulunduğu îsrâiloğullan önceleri Tevrat'a, bağlı kalmışlar, fakat nedense sonraları kendi isteklerine göre yaşamağa başlamışlardır. Bunun üzerine İlâhi bir cezaya çarptırılmışlardır: Tevrat, hâfızalarmdan si­ linmiş ve T evrat’ın sandığı olan al-Töbüt da ellerin­ den alınmıştı. Uzayr son derece müteessirdi. Ken­ disine Tevrat ’ı yeniden öğretmesi için Allah ’tan dilekte bulunuyordu. Böyle bir dua esnasında Tann onun hafızasına Tevrat \ tekrar yerleştirdi ve ar­ kasından al-Tâbüt da indi. Daha sonra kavmine de Tevrat ’ı Öğreten Uzayr, onlarm bu Tevryt ile al~



Tâbüt arasında herhangi bir fark bulunmayışım öğ­ renmeleri üzerine ehemmiyet kazandı ve „Bu Uzayr Allah ’m oğludur" sözlerine muhâtab oldu ( Tafsir al-Tabarl, X IV , 202; al-üâzin, II, 257). al-Suddî ( ö!m. 128 — 745; bk. G A S , î, 32 v .d .) ’den gelen ve al-Tabarl ’den değil Muhammed b. al-Sâeib al-Kalbî (14 6 = 763; bk. G A S , I, 34 v .d .) ’den nakledilen ikinci rivâ­ yete göre ( bk. msl. Mafâtlb al-ğayb, IV , 621; al-îjâzin, II, 257), al-cAmâlika kavmi, Yahudilere hücum ederek bir kısmını öldürmüş, eller rinden de Tevrat Y almıştır. Geride kalan âlimler Tevrat’ın kitaplarını dağlara gömmüşler ve diğer ülkelere gitmişlerdi. Uzayr bu sıralarda henüz genç idi; dağlarda ibâdet etmekte ve sâdece bayram­ larda şehre inmekteydi. Kavminİn başına gelen bu bal, onu fazlasıyla üzmüştü. Bayram dolayısıyla in­ diği şehirden dönerken, dağda bir mezar başında ağlayan bir kadınla karşılaştı. Aralannda geçen ko­ nuşmalar sonunda U zayr’in Tevrat ’ı en iyi bilen kimse olduğu anlaşıldı ve nihayet her parmağına bir kalem bağlıyarak Tevrat’ı yazdı. Başka yerlere gitmiş olup geri dönen âlimler, gömdükleri Tevrat kitapla­ rım çıkarıp U zayr’infei ile karşılaştırdılar ve ara­ larında hiçbir fark bulamayınca, ,A llah bunu sana ancak onun oğlu olduğun için verdi" dediler (bk. Tafsir al-Tabarî, X I V ,202 v.d.; ayrıca bk. MriPfe al-macâlis, s. 272; krş. Taf dr aTKurtubİ, V III, 117* ÂnVar al-tanzlî, I, 497 )* Kaynaklarda, Uzayr ile ilgili bu sözün bütün Yahudiler tarafından benimsenmiş olmayıp, içle­ rinden ancak bir cemâat tarafından ifâde edildiği, hattâ bir kişi tarafından söylendiğine dâir rivâyetîer de vardır (bk. Tafsir aTKurfubî, V III, n 6 v.d.; ayrıca bk, Mafâtlb, IV, 621). Hicri IV. asrın büyük Karan âlimlerinden al-Nakkâş (ölm . 3 5 1= 9 6 2 )da bu görüşü benimsemiştir ( Tafsir al-Kurfabl, V III, 117; al-Babr al-ımbit, V , 32), Daha sonraki müfessirler de aym husûsa temas ihtiyacım duymuşlardır (bk. Faljr al-Dîn al-Râzî [ölm .6o6=i209], Mafâtîb al-ğayb, IV, 621). aî-Bayzâvî (ölm. 685=1296), bu sözün ilk YaKudilerden bâzdan veya Medine ’de bu­ lunan bir grup Yahudi tarafından söylendiğini kayd­ eder ( Anvar al-ianzîl, I, 497; aynca bk. al-Babr al-mubif, V , 3 1 ). Nitekim 'Abdullah b. TJbayd’e dayanan bir rivâyette mezkûr sözü Finlıâş b. “Âzürâ adlı birinin söylediği (bk. Tafsir al-Tabarî, X IV , 2 0 l; Mafâiih al-ğayb IV, 620; al-Uâzin, II, 257) kaydedilmekte, îbn Abbâs ’a dayanan diğer rivâyette ise, Sallâm b. Mişkam, Nu'mân b. Avfâ, Şâs b. IÇays ve Mâlik b. a l-Ş îf’ten müteşekkil bir grubun Peygamber ile yaptıkları konuşmada aym hususa temas edilmek­ tedir. Bu da aym zamanda âyetin nüzûl sebebi ola­ rak ifâde edilmiştir (bk, Tafsir al-Tabarl, X IV , 201; aynca Tefsir al-Kuriubi, göst. yer.; al-fjlâzin, göst. y e r.).



UZEYR - ÜZRE. Müfessirler, al-Bafşam sûresinin 259. âyetinde geçen kişinin Uzayr olabileceğini de düşünmüşlerdir, al-Tabari, bunun Uzayr olduğunu belirten 9, Yerem ya olduğuna dâir de 6 rivâyet nakleder ( Tafsir al-Tabarl V , 439 v.d.; Tafsir al-Kartubl, 11,288 v.d.; al-Bahr al-muhll, II, 290). A ym âyette zikri geçen harap yerin neresi olduğu hakkında bk. ( Tafsir al-Tabarî, V , 443; cAra is al-macâlis, 1295 baskısı, s. 270). B i b l i y o g r a f y a : Tafsir aTBayzâoî ( Istan-



89



nşr. Mülîer, I, 116, str. 17)» eUzra ’lerin bir kıs­ mım Cenûbî Arabistan ’da göstermekte ise de, şecere listeleri hemen her yerde eUzra adım taşıyan (Muhammed b. Uabib, M uhalif al-fsabâ^il, nşr. Wustenfeld, s. 37 *de onlardan dördünü zikreder. Ibn al-Kalbî, Camharat al-ansöb ’da, buna daha beş tanesini ilâve eder) diğer kavım zümreleri göster­ diği için, bununla aym 'Uzra’lerin mî yoksa aynı adı taşıyan bir kabilenin mi bahis konusu olduğunu kestirmek imkânsızdır. Rivâyete göre, sıkı bir bağ, *Uzra ’leri, Mekkeli bul, 1314 b I— II; al-Hâzin, Lubâb al-tepvîl f i macâmaTtanzîl (İstanbul, 13 17), E IV; Kureyşlilerle birleştirir. Kureyşîilerm ceddi olup, al-Râzî, Mafâtlb al-ğayb ( İstanbul, 1307), I— annesi bir cUzra ’li ile evlenen f£uşayy [ b. bk. I bu VII I; Abu Uayyân al-Andaîusî, al-Babr at-mublf, kabilede yetişmiş ve onun üvey kardeşi Rizâh ( Wüstenfeld, Geneal-Tab., I, 24 ’te yanlış olarak Darrâc) Riyâz, ts., I— V III. (A hmet S ubh! Furat.) b. RabFa b. Hatâm, Huzâ'a 'İara karşı Mekke ’yi 'U Z R Â . [Bk. ü zre .] müdâfaa ederken Kureyşlilerın yanında savaşmış Ü Z R E . CU ZRÂ , cenup zümresinden bir Arap olmalıdır. Diğer taraftan, Yaşrib ’in iki kabilesine, kabilesi olup, Kuzâ'a ’larm büyük alt koluna men­ al-Avs ve al-Idazrac'a adım verenlerin annesi de, suptur. Şeceresi: cUzra b. Sa'd Huzaym b. Zayd b. K a y l a b i n t K â h i l (veya bint Halik) b. Layş b. Aslam b. al-Hâf b. Kuzâ'a (Wüstenfeld, °Uzra adında bîr cUzra ’li idi. Kureyşliler gibi, AnGeneal. Tabellen, I, 18 ). En eski devirlerdeki tarih­ şâr da cUzra 'ye anne tarafından bağlanmış olmalı­ lerine dâir bir şey bilinmemektedir; zira Sprenger dırlar. (D ie alte Geographİe Arabiem, s.205,§ 3 3 3)’in, on­ eUzra ’îere, ancak başka tafsilât verilmeden, bir ların Batlamyus ’takî aA0Qitaı ( farklı şekli: 'A g ço t- Şams ( güneş ) ilahesine tapma atfedilir ( al-Ya(tübı, t a t ) ’larla aym oldukları hakkmdaki görüşü gerçek I, 296, s. 3 ). Kabilenin başlıca alt kollan ( lbn olmaktan uzaktır; tarihî devirde 'Uzra'nin, Hicâz ’m Durayd, Kitâb aTişiikak, s. 320 ) Bani Z i n n a, Ban! şimalindeki diğer Kuzâ'a kabilelerinin cîvârmda C u l h u m a , Bani Bani’l-ca 1hâ®, yerleştikleri görülmekte olup, onların arâzisi Ga- Bani H a r d a ş , Bani H u n n 'dur. Ibn al-Kalbî îafân*larm şimâl kabîlesininki ile hemhudutdur. ( Camharat al-anşâb), bunlann yanında, kalabalık Başlıca merkezleri olarak Vâdi'l-Ifurâ ve Tabük ve kuvvetli olmaları gereken Banı M u d 1i c ’i zikredilmiştir ve onlar Kızıldeniz üzerindeki Ayla- ( Wüstenfeld, Geneal - Tak. *de zikredilmememiştir ) *ya kadar uzanmakta idiler. *Uzra '1er Arabistan *m sayar. şimalindeki bölgeye yerleşmelerini, Kuzâ°a kabile^ 'U zr a ’nin İslâm Öncesi, tarihi savaş menkıbeleri sinin, Himyerilerle yaptıkları savaştan sonra vuku bakımından fakirdir: Bu da muhtemelen hu devrin bulan büyük göçlerine borçlu ( bilhassa bk. al-Bakrî, °Uzrâ ’li şâirlerinin azlığı ile izah edilir; gerçekten de Mtfcöm, s. 18, 22, 27, 29 v.d. = Wüstenfeld, Die kabilelerin savaş hâtıralan, hemen hemen münhasıran Wohnsİtze u. Wandertmgetı d. arab. Stâmme, s. 25,31, zİkredildikleri şiirlere bağlıdır: Ancak, belirsiz bîr 37, 4 1 ; krş. Ağârtl, X V I, î6 l ) olup, Vâdi’MÇura 'da devirde, cUzra ’ler ile Ban! Aşça' ( Yahut, Muccam, oturan Yahudilerle, hurmalık ve bahçelerini korumak I, 170 ) ’mn bir boyu olan Bani Marra b. Naşr ara­ şartıyla, bölgelerinde konup göçmelerine müsâade sında vuku bulması gereken bir savaştan bahsedilir. eden bir anlaşma yaptılar. cUzra *ler dâima Saed Hu­ eAbsîar tarafından uğratılan bir mağlûbiyete diğer zaym ’den çıkan diğer kabilelerle (bilhassa, cUzra ’nin bir telmih, bu sonuncu kabileye mensup bir şiirin tâli bir kolunun adı olan Bani Zinna ve Ban! Bala­ bir şiirinde bulunmaktadır ( Mufazzaltyât, nşr. man) birleşmiş ve onlarla birlikteŞuhâr (bu kelime­ Lyaîl, s. 826, str. 2 ) . Ancak şüphesiz, eUzra ’ler, nin şüpheli iştikak nçînbk. Yâküt, Mtfcâm, III, 368) Hicâz ’la Suriye arasındaki yolu kontrol etmek süre­ umûmî adım taşımışlardı. ‘ U zra’ ler bâzı kaynakla­ liyle sağladıkları kuvvet ve kudret dolayısıyla ol­ rın aym şekilde Şuhâr adı ile zikrettikleri Cuhay- dukça mühim bir yer tutmakta idiler. Bu, durum n a’lerle de birleşmişlerdi. Bu birleşme, Yemen'den al-Nâbiğa hakkında Havsa b. eAmr ( Ibn Durayd, ayrıldıktan sonra, onlan, yerleştikleri Tihâm a’den Kitâb al-İştikâk, s. 320) daha doğrusu Havza b. çıkaran ve Kuzâ'a 'lan ayıran „al~Kâri? savaşı" nın Abî 'Am r ’m kasidesinde ( bk. Derenbourg, Nâbİğa bir neticesi olarak gösterilmişti. Bilindiği üzere yeni Dhobyanî inedit, s. 48, n. X L V II [ « J A , 1869] de tarihî tenkid, şecere ile ilgili rivâyetlere hemen he­ tabba yerine Zinna okunmalıdır ) kullandığı „Hicâzmen hiç değer vermemektedir. Gerçekten, cUzra 'Ier, ’ın sâhibi ( rabb)“ unvâmnı açıklar. Bu Havza, yarı aym rİvâyetîn, msl. Bakr b. Vâ3il 'İer ile Fazâra *ler efsanevî mtfammar şâir cUss veya 'İşyar ( diğer fark­ gibi, şimâl zümresinden gösterdiği kabilelerle birleş­ larla ) b. Labîd ( krş. Goldzîher, Abhandl. z. arab. miş görünmektedirler, al-Hamdânî ( Cazlrat al-Arab, P b il, I, 42 ve notlar, s. 303; Nöldeke, ZD M G ,







ÜZRE - UZRÎ.



L V I, ı 68 )*in neslindendir. al-Nâbiğa, al-Uîra kralı al-Nueman III. 'm , kendilerine karşı harekete ge­ çilmesini istediği ‘ U zra ’nin diğer bir boyu olan Banî U unn hakkında kaside söylemişti (n . X III. Ahîwardt; krş. Yakut, Mtfcöm, I, 583). eUzra *nin tarihî rolü, ancak îsîâmdan sonra iyice bilinmektedir: Şüphesiz, Peygamber ’in kendileriyle dostane münâsebetler kurmasına sebep, onların V âdil-Çurâ ’daki hâkim durumlarıdır; hicretin 3 . yılından itibaren Peygamber onlara netice vermeyen bir mektup ( Ibn Saed, I / ıı, 33 ) gönderir ve 7 yılda, yukarıda ismi geçen H avza’nın soyundan birine iktâe ( ka}ıca ) ’da bulunmuş olduğu söylenir, zîrâ, bu kabile, Peygamber *e sadaka getirenlerin ilk* idi ( aî-Balâzürî, Fulüb, s. 3 5 ). ertesi yıl, Muata ’da Bizanshlara karşı çarpıştılar ( îbn Hişâm, Stra, s. 793; Takarı, 1, 1612). Bu hâdiseler, *Uzra’lerin, erkenden müsîümanîığı kabûl ettikleri inti­ baını vermektedir; diğer taraftan onların Medine ’ye gönderilen resmî elçilerinden birinin ilk zikri ancak hicretin 9 * yılında geçmektedir ( Ibn Sacd, I/ıı, 66 v.d.). Bu, daha önceki kayıtların mevsuk olmadığım ve hattâ ‘ Uzra’îerin, ancak Peygamber’in ölümünden sonra islâmiyetı kabûl ettiklerini alda getirmektedir (krş. Caetani, Am ali deli’ isten, II, 50,229,444, * 126). 'U zra’ler, cAmr b. eÂş kumandasında Hicrî 12. yılda, Suriye seferine katıldılar ve Emevîler devrinde başka yerler arasında Kûfe’ye (Ağânl, X V I, 7 , 3 7) olduğu gibi Suriye’ye de yerleşmiş bulunuyorlar (krş. T&harî, II, 1792, 1818); ancak husûsî bir faaliyetle temayüz etmiş görünmüyorlar; Yukan Mısır'da buîunduldarma işaret edilmekte (al-Hamdânl, Cazîrat a l - cArab,s. 130, str. 4— 6; al-Mak“ rizî, abBaycn ü d b icrâb eantmâ hi-arz Mişr mİn abA crâb, nşr. Wüstenfeld, s. 16, str. 2 ) ise de, bu­ rada hiç bir siyâsî rol oynamadıkları gibi, başka yer­ lerde de İslâm tarihinde kayda değer bir şahsiyet vermediler. Fransız ve Alman (H ein e) romantizmine kadar 'U zra ’Iere, Hattâ Arap dünyası dışında, bir şöhret sağlayan, onların şiir sevgileri ve bir kadına tut­ kunlukları neticesinde ölen birkaç şâirin (bilhassa „aşk kurbanı” [katil ablyıbb] şâiri eUrva b. Hizam bu tipin temsilcisidir; krş. Ibn Kutayba, abŞicr vdbşdarâ, nşr. de Goeje, s. 394— 399 ; Ağarıl, X X , 152— 158 v .b .) dokunaklı hikâyesidir. Aşk şiiri çağ­ daş diğer nevilerin gelişmesini bir tarafa atmadı; bu da, Camii fbk. I, 1055 ] ’in Buşna ( Buşayna) ile meşhur aşklarının, onu Övücü ve siyâsî hiciv şiirleri yazmadan alıkoymadığı örneğinden de açıkça anlaşılmaktadır. Aynca, aşkın romantik anlayışı di­ ğer kabilelerde de bulunmaktadır; bu husus bir *Uzra 'linin, kendi kabilesinin bütün Arabistan ’da en ince duygulu olup olmadığı sualine verdiği şu cevaptan bellidir (Ağam, I, 179).* „ ö y le İdi, an­ cak Banü “Âmir (b . Şa*şa°a), şâirleri olan Macnün (Çays b. Mucâz veya b. al-MuIawalj [Ağarıl, III,



10 2 ]) ile bizi yendi.” 'U zra ’ler hatiplikleri ile de meşhurdurlar ( krş. Ağânt, V II, 54 )♦ Kabileler arasında çokça yaygın olan yamyamlık ithamı (krş. Câ^i?, Kiiâb al-bafrala*, nşr, van Vloten, s, 260 v.d,; Kiiâb abhayavân, I, 129 v.d.) esir bir kadını yedikleri rivâyet edilen ( Ibn alKalbî, Camharat al-amâb, British Museum yazma­ ları, A.dd„ 23 297, var. 184^) eUzra ’lere de atfe­ dilir; bu gibi ifâdelerin, sâdece umumiyetle şu veya bu kabilenin fakirliğini gösterme dışında bir değeri olmadığı bilinmektedir; gerçekte, haklarında elde bulunan oldukça zayıf mutalara göre, eUzra ’ler, bilhassa islâmiyetten önce, vâhalardaîd Yahudilerin kendilerine vergi ödedikleri, göçebe bir kabile olarak görünmektedirler; şüphesiz vahaların isîâmlar tara­ fından işgali Bedevilerin geçim kaynaklarını azalt­ mıştır. Bibliyografya: Metin içinde zikre­ dilenlerden başka bk. Wüstenfeld, Regİster d. Geneal. Tabeden, s. 349* Ibn l£utayba, Kiiâb al-Maeârif (nşr. Wüstenfeld), s. 5 1; Ibn aîKalbî, Camharat abansâb, yazma, Escorial, 1698, var, 260a— 262a j al-Nuvayrî, Nihâyat abarab ( Kahire, 1:342), II, 297; M . Grünebaum, Neue Beitr, z. semt. Sagenhunie ( Leyden, 18 9 3 ), 3. 2 not i , (G. L evi Della Vida.) eU Z R İ [Bk. uzRİ.Î U Z R İ. 'U Z R Î, Arap Bani 'U zra kabilesine men­ subiyeti gösteren Uzrî, muhtemelen A b la n ı (krş. Ağarıl, V II, 72 v .d .) menşe’li ve kalıntısı bugün Yenbu (H İcâz’d a) civârmda ve Mısır Sudan’ında bulunan Cuhayna’lerîe kaynaşmış k ü ç ü k b i r H ic â z kabilesidir. fftıbb euzrî J(uzrî aşkı” İslâm düşünce tarihinde edebî ve felsefi bir konu olup, Grelderin platonik aşkından neş’et etmiştir. Sİsmondi ( 1 8 1 3 ) , Fauriel (18 4 6 ), Von Schack (1865 ), Burdach ve Singer (19 18 ), Adin (19 19 ), J. Hell (1926 ) ile Nykl ( i 9 3 i ) ’e göre, hıristiyan Orta-çağ’ mdaki „saray aşkı” na te’sir etmiştir. Küfe cundündekı Yemenli koloniler arasında zuhûr etmiş olan bu efsânevî mevzu, hissi zarafet ve tamamen katıksız iffet duygusu île şefkat içinde en son haddine ulaşmış inceliği temsil eden bir ideal Bedevi kabilesini canlandırır. Orada âşıklar sevgiliye „eî kaldırmak” ’tan İse aşk yüzünden ölürler, ideal uzrî aşkım bu şekilde canlandıran, Buşayna ’ nin aşkından ölen Camîl ’dir. Bu görüşten mülhem olan çok meşhur bir ha­ dîste Peygamber: „kim âşık olur da iffetli kahr ve aşkım gizlerse, şehid olarak ölür (man va ka­ fama eaşkaluı, mata şahUâ )” demiştir. Bu mevzû sâdece Aşm aİ ’de ( Ibn Kutayba, Tctvil, s, 410 y.dd.) görülür. Aynı konu Zâhirî fakihlerinden Ibn Dâvüd al-Işfahânî (ölm . 297=910 ) ’nin nefis bir kitap olan, Kiiâb abZahra adlı eserinde en par­



UZRÎ - UZUN HAŞAN.



9i



lak noktasına ulaşır. !bn Dâvüd al-Işfahanî 'yi ör­ dân olup, 858 'den itibâren emir olarak Dİyarbeldr’i nek alan diğer Zahirî fakihler, platonik aşkı, uğru­ ve sonradan (873— 882) da Ermenîye, Elcezîreve na ölünceye kadar iztırap çekilecek ideal güzellik İran’ı içine alan güçlü bir devletî idare etmiştir. olarak terennüm ettiler. Bunlar arasında Taok’t Haşan Bey b. 'AH Bey b, Kara 'Osman ( = Kara ile Ibn Uazm, Zaj}â3ir ’de şerh edilmiş olup, Asîn Y ü lü k) ’a bu lekab uzun boyu sebebiyle verilmiş­ Palacios tarafından Dante 'nin Vita Nuooa ve tir. Uzun Haşan’m saltanat devri, çok mühim ol­ Conviiom ile mukayese edilen Taratman aTaşvök masına rağmen, pek iyi bilinmemektedir. adlı eseri ile İbn 'Arabi başta gelir. Türkm en kabileleri arasındaki al-Sarrâc 'm, M aşan' a/-*uşşafc '1 ve İbn al-lÇayim- m ü c â d e l e l e r ; Bayındır hânedâm ve Ak-Ko­ ’in Raüzat al-Mttljİbbın, İbn Abı IJfacala nin Divân yunlu kabilesinin reislerinin asıl iktâ’ı ( Timur ’dan abşabâba ve Antâkî 'nin Tazyîn al-asvâk *1 gibi önceki devreden itibâren) Dıyarbekir’de idi. Bura­ klasik eserlerde şekillendirilmiş olan düşünce, bunu dan garba, şimale ve şarka yayılmışlardır, öncebir hüzünlü haz şeklinde alarak, çelişkili bir riyazet leri Ak-Koyunlulann esas rakipleri Kara-Koyuniu temrini hâline getiren Abü Hamza aî-Bağdad! ( ölm. Türkmenîeri idi ve bu rekabetin Ak-Koyunlu269— 882 ) ile, lânetîemeyi iblisin saf aşla ile teren­ lann sünnî, Kara-Koyunlulann ise şîı ( ve hattâ aşınüm eden A, Gazali ve 'A yn aH>uzât al-Hamazânl n şîı) olduklarından doğduğu husûsu sağlam bir tarafından tasavvufa intikal ettirilmiş, aynı zamanda, temele dayanmamaktadır. Mâcerâperest ve kudretli bir şahsiyet olan Kara aslında çok nefsanî aşk taraftarları olan Arapça'da Şafadî, Farsça’da Uâfiz ( gazal), Hilâli ( Şah ugadâ), Osman, 838 ( 1434/1435 ) 'de Öldü. Oğlu Ali Bey, Türkçe’de Mesîhî ( Şehrengiz) (ve ayrıca Ordu ve saltanatım, kardeşi Hamza ’ya karşı savaşmakla Cava dillerinde) gibi şâirlerce de şehevî düşkünlük­ geçirdi. Bunun için Osmanlı sultam Murad II. ve Mısır Memlûkla sultam Çakmak ’m desteğini elde leri örtmek maksadıyla tebcil edilmiştir. 'A bd al-Ganî aî-Nâbulusî, Zayd b. Hârişa’ye bağ­ etmeye çalıştı. İki kardeşinin ölümünden sonra Ali lılığı ( Göy at al-mailüb) sebebiyle Peygamber 'i, ’nin oğlu Cihangir, Kara-Koyunîuîarla yeniden mü­ câdeleye girişti ise de, kardeşi Uzun Haşan *1 (von uzrî âşığının ideal bir tipi hâline getirdi. B i b l i y o g r a f y a : Ibn Dâvüd al-Işfahânl Hammer 'in 'Haşan adım verdiği, I, 506), amcası al-^âhirî, Kitâb al-Zahra, el yazm., Kahire, IV, Kasım Bey’i ve Erzincan valisi Kılıç Arslan b. Pir 260, Massignon ( Hallaj, Paris, 1922, s. 1 7 0 - 1 7 9 ) 'A li’yi gücendirdi. Cihangir’le olan anlaşmazlığına tarafından tahlil edilmiş, bâzı kısımlar için bk. rağmen Uzun Haşan, iki rakibim magîûb etti ve Ibn Fail Allâh, Masalık, ve Massignon, Texie$ sonra „Şarld Anadolu beylerinin çoğunu” kendine inedlis, 1929, s. 232— 240; Abu I-Farac al-Işfahânî, tâbi kıldı. Cihangir ’in Aladağ ’daki ( bu isim Kitâb al-Ağânt, Index, bu kelimeye bk. (Stendhal, muhtemelen Diyarbekir ve Mardin arasındaki eski Del *Amoar, nşr. C . L6vy, s. 177— 182 ’de buna bir dag olan M asius’a delâlet etmektedir) yaylaya telmihte bulunmuştur); Ibn Hazm, Tavk ci-ffa- hareket ettiğim öğrendikten sonra, Uzun Haşan, mâma (nşr. D . Petrof), Leyden, *9 *4 » Ing. trc. gizlice Diyarbekir (Â m îd ) kalesine girdi. Bu ara­ A . R. Nyld, The Dove's Nedç-ring, 1931, ,,Roma­ da Cihangir, Mardin kalesine sığınmak zorunda nla" ile münâsebetler hakkında bol vesikalı bir ön­ kaldı. Bu hâdise 858 (1 4 5 4 ) ’de vuku buldu ve sözle birlikte; al-Sarrâc, Maşâri0 al-euşşâk, İstan­ Haşan derhal Urfa ( R u h â ) ’yı işgal edip, Mar­ bul, 1301 ( krş. Rudi Paret, Früharabische Liebes- d in ’i kuşattı (krş. Âşık Paşa-zâde, s. 2 4 7— 249; geschichte, 1927); İbn aî-Cavzî, ffabb Yüsuft, Müneccim-başı, III, 157). Sonraki hâdiselerde, siyâsî bakımdan büyük bir elyazm., Paris, 1296; Ibn 'Arabi, Taratman al-aşüâk> trc. Nicholson, London, 1 9 u ( , G M S , rol oynayan annesinin müdâhalesi ile Uzun Haşan, X X ) ; İbn Abı Uacaîa, Dîvân al-Şabâbâ, Kahire Diyarbekir’e dönmeye mecbur oldu. Uzun Haşan 1921; *Abd al-Karlm aî-011, İnsan £ami7, Kahi­ Kara-Koyunlu ülkesi (Erzurum, Avnik, Bayburt) re, 1304, I, 53; ®Abd al-Ganî al-Nâbulusî, Ğayât üzerine bir baskın yapmak süreriyle bunu telâfi al~maflüb ( veya Ma^rac al-muiİakL Massignon’da etmeyi denediyse de, Erzincan’ı alamaması üzerine bulunan el yazması); Massignon, Hallaj, Paris, Diyarbekir’e döndü. Uzun Haşan, Erzincan’ı yeniden kuşatması es1922, s. 167— 182, 691:, 796— 799; ayn. mil., Essai, 1922, 8.87 v.d.; ayn. mil., Introspection et nâsmda attan düşerek ağır surette yaralandı. Ci­ retrospectim, Oostersch. Genootschap İn Nederlanİ, hangir, Âmid havâlisîni yağma etme fırsatım elde 1925, IV, 22 v.d.; Asîn Palacios, La escatologia etti ise de, Uzun Haşan ’ın dönmesi üzerine, Kara rmsubnana en la Diüina Comeİİa, Madrid, I9*9> -Koyunlu G han-Şah’a sığınmaya çalıştı. Annesi, s, 339— 349 (krş. Massignon’un R M M , 19İ9, Haşan’ı tekrar Diyarbekir’e, Cihangir’i ise, Mar­ X X X V I, 37—63 'deki tanıtma yazısı). din ’e yerleştirdi. Mücâdele çok geçmeden daha bü­ ( Louîs Massignon.) yük çapta yeniden başladı. Uzun Haşan, Erzincan U ZU N H A ŞA N , Ak-Koyunlu Türkmen hânedâ- üzerine yürüyüp kardeşinin temsilcisi Arab-Şah’ı nmm (hânedânm kurucusu Bayındır’d ır) hüküm- Tercan ’dan uzaklaştırdı, arkasından Horasan ve



; ; ■ ;



92



UZUN HAŞAN.



Karacadağ ( Diyarbekir ’in cenûb-i garbisinde )*a Iûp ve Koyuî-Hisar’ı zapt etti. F âtih ’in bu havâHücum etti. Kara-Koyunlu Cihan-Şah, emirlerim İide bulunduğu sırada Uzun Haşan, Çemişkezek Cihangir’e yardıma gönderdi ise de. Uzun Haşan Beyi Şeyh Haşan ile annesi Sara Hatun’u elçi onları 86ı ortalarında mağlûb etti ( mayıs 1457 » göndererek, Trabzon imparatorluğuna hiçbir yar­ krş, îbn Tağrîbirdî, nşr. Popper, V II, 485 ). Cihan­ dımda bulunmayacağına dâir söz verdi (b k . Chalgir, oğlunu Uzun Basan ’a rehine olarak gönderdi. kokondyles, Hisi. des Turcs, trc. B. de Vigenere Urla ’daki diğer kardeşi Üveys de Uzun Hasan’a tâbi Bourbonnois, Paris, 1620, I, 278; Dursun Bey, Taoldu. Uzun Haşan, Emir Hurşid B ey’i (belki amca­ tîhri Ebu 1-feth, T O E M , ilâve, 133°, s. 100 .* krş. zadesi; krş. Müneccim-başı, III, 376) Erzincan’a Falîmerayer, ayn. esr., s. 266 ). Fâtih bir ihtiyat ted­ tâyin etti. Bu kale Şarkî Anadolu’nun anahtarıydı. biri olmak üzere, kendisine „vâlide“ diye bitab ettiği Bu sıralarda. Haşan, babası C ih a n -Ş a h ’a isyan Sara Hatun’u, Trabzon’un fethine kadar rehine etmiş olan Haşan eA l î’yi himayesine aldı ise de, olarak alıkoydu.] Trabzon, buranın gelinine âit ol­ kısa zamanda râfizî fikirleri yüzünden onu kovmak duğunu söyleyen Sara Hatun ’un müteaddit ricâîazorunda kaldı. Bu hâdiseler, 858— 861 yıllan ara­ rına rağmen, 865 ( 1 5 ağustos 14 6 1) ’te alındı ve sında vuku bulur. Bu yıllardan sonra Haşan, süratle ülkeleri zaptedilen Komnenoslar, sürgün edildi. yükselmeye ve komşu topraklarda te'sirini kuvvetle Trabzon’da bulunan hâzinelerinden bir kısmı, [A k hissettirmeye başlamıştır. -Koyunlularla Trabzon imparatorları arasındaki akra­ Ş a r k î A n a d o l u ’d a k i h a r e k â t : Uzun balığı göz önünde tutularak,] Sara Hatun a verildi Haşan, Fırat nehri üzerindeki Hısn Keyfâ'yı, Eyyûbî (Â şık Paşa-zâde, s. 159 v.d.; Sa’deddin ve M ü(bk. Şaraf-nâma, Iî, 149 - 1 5 5 ) soyundan gelen neccim-başı, 11 1,3 7 6 ). meliklerden alıp, burayı oğlu H alil’e verdi; bunu Kısa bir duraklamadan sonra, Müneccim-başı müteâkıp Siird ve ( Bohtân ’dakı) Haysem işgal edil­ ( I I I , 160 v.d.) ’ya göre, Uzun Haşan Koyul-Hisar’ı di (b k . Şataf ~ nama, , II). geri alıp, Sivas civârma kadar ilerledi ise de, OsmanU z u n H a ş a n , K a r a m a n v e T r a b z o n hlar Anadolu’ya girmiş olan bu kuvvetleri mağlûb a r a s ı n d a : Uzun Haşan*m başarıları onu, garpta etti. Uzun Haşan, Türkmen esirleri Osmanlılar elin­ Fâtih’in idâresinde Anadolu'daki beylikleri henüz deki esirlerle değiştirmek ve pâdişâh Trabzon ‘a tayeni hâkimiyeti altına alan Osmanîılarla ihtilâfa sarrufdan vazgeçmesini ricâ etmek üzere, Hurşid sürükledi. Osmanlılar tarafından ciddî bir şekilde B e y ’i İstanbul ’a gönderdi ise de, bundan bir ne­ tehdit edilen Karaman 1b. bk. J emîrleri şark kom­ tice çıkmadı. şuları Uzun Haşan ’la bir ittifaka teşebbüs ettiler. C i b a n - Ş a b ’ ın ve T i m u r l u l a r d a n E b û Uzun Haşan ise, o sırada son günlerini yaşayan Trab­ S a ’ ı d ’ i n ö l ü m ü : Uzun Haşan çok kısa za­ zon imparatorluğunun işleri ile meşguldü. 1458’de manda iki parlak zafer elde etti. Bu dönemde, Uzun Trabzon ’un son imparatoru David, kardeşi ve selefi Haşan ’m bütün İran’ı elinde tutan rakibi Kara K alo- Ioannes’in Katerina adındaki kızım (Avrupa -Koyunlulardan Cihan-Şah, 871 (1466— 1467 ) ’de ’da daha ziyade Despina Hatun adıyla bilinir; krş. Diyarbekir üzerine yürüdü ( niyetleri için bk. Fe­ Venedikli seyyahlar) Uzun Hasan’a verdi. Trab­ ridun Bey, I, 2 7 3 'teki F âtih ’e mektubu). Uzun zon ’un Gürcistan ’la yakın irtibatı vardı ve bu arada Haşan kuvvetlerini topladı ve Mardin ’den takviye Roma ve Venedik, bu iki hıristİyan devletiyle yakın­ aldı. dan alâkalanmakta idi. Islâm kaynakları, bu millet­ i rebîülâhır 872 ’de Cihan-Şah, Muş ve Çapakçur’a lerarası siyâsî menfaatler ortaklığım tamamen ihmâl vardı. Burada öncüleri Uzun Hasan’ın oğlu Halil ederler (krş. W. Miller, Trebİzond, ihe Last Greek tarafından mağlûb edildi. Cihan-Şah, aşırı soğuk Empİre, London, 1926; Uspensky, Ocerhf po istorii yüzünden askerinin çoğunu serbest bıraktı ve kendisi Trapez. imperii, Leningrad, 1929). Kiğı ’ya döndü. Buradan Erzincan ve Bâlâ-rüd 1457 ve 1460 ’ta Uzun Haşan tarafından İstan­ ( Kelkit ? ) vâdisîne varmak istedi ( 1 3 rebîülâhır bul ’a gönderilen elçiler, rakibinin ihtiraslarını pâdi- 872=2 teşrin II. 1467). Uzun Haşan beklenmedik şahdan gİ2İiyemediier ( krş. v. Hammer, I, 464— bir şekilde ona saldırdı ve Cihan-Şah kaçmağa ça­ 466 ). Hemen faaliyete geçen Uzun Haşan ansızın lışırken hayatını kaybetti. Şarktaki saha artık müdâKoyul-Hisar kalesini ( veya Niksar ’m yukarısın­ faasız kaldığından Uzun Haşan sâhipsiz bırakılmış daki Kelkit-suyu ’ndaki Koyul - Hisar ) zaptedip, olan bu topraklan zaptetmeye başladı. Musul üze­ Amasya ve Tokat civarlarını yağma etti ( krş. Mü- rinden, 40 gün kuşattığı Bağdad’a gitti ise de, Azer­ neccim-başı, III, 37*>). baycan ’da Cihan-Şah ’m oğlu Haşan Ali büyük bîr Fâtih, Sinop hâkimi îsfendiyâr-oğlu ’nu bertaraf ordu topladı ( ffabtb aî-siyar, l l l , 234; 180.000 ? ) ettikten sonra dikkatini Trabzon ve hepsinden önce ve yardımım istediği Timurlu Ebû Sa’ îd ise, şâban Koyul-Hisar ’a yöneltti. Uzun Haşan kuvvetlerini 872 ( mart 14Ğ8 ) ’de Horasan ’dan yola çıkarak, bütün Kemah yakınında topladı; ancak [Fâtih, onunla Irak-ı Acem ’e valiler tâyin etti. Haşan Ali ’nin bâzı savaşmak üzere Erzincan ’da Yassı - Çemen’e yürü­ emirlerinin hıyaneti yüzünden Marand ’de topla­ yüp Uzun Haşan ’m amçazâdçsi Hurşid Bey’i mağ- [ nan ordusu dağıldı ve Uzun Haşan, Karabağ



UZUN HÂŞAN. [ b. b k ] ’a kadar ilerleme fırsatını buldu. Bu arada Ak-Koyunluîann Timurluîara sadâkatini bildiren Uzun Haşan’m muhâlefetİne rağmen, Ebû Sa’îd, Miyana ye ulaştı ise de burada kış bastırdı. O, Uzun Haşan’m çekilmeğe mecbur olduğu Karabağ’da kışı geçirmeyi düşündü; ancak A r a s a ilerleyişi felâketli oldu ve Mahmudâbâd ’da Uzun Haşan ’ın muhâsarası altma düştü. Ebû Sa’îd ’in annesi tarafından yürü­ tülen müzâkereler bir netice vermedi. Ebû Sa’îd kaçtı ise de, lö recep 873 ( n şubat 1 4 6 9 )'te yakalandı. İki gün sonra tahta oturmasını te’yîd için Uzun Haşan, esirini nazik bir şekilde karşıladı; fakat Ebû Sa’îd, 22 recepte rakibi Emîr Yadigâr Mubammed b. Suİfârı Mahammed b. Baysungura teslim edildi, o da Ebû Sa'îd ’i öldürdü. Ebû Sa’îd’in emirleri, Uzun Haşan ’m yardımı ile Hüseyn-i Baykara’ ya karşı mücâdele eden Yadigâr ’m ku­ mandası altına verildi, Hüseyn-i Baykara geçici olarak Herat’tan sürüldü (6 muharrem 875) ise de, Uzun Haşan ’m oğullan ( Öleng Râdkân ’dakî Halil ve Kuhistan ’da Zeynel) ’nm tazyiki, Yâdigâr’a karşı bir isyan çıkmasını tahrîk etti ve Yâdİgâr, Sultan Hüseyn-i Baykara tarafından tahttan indirilip idâm edildi. Ebû Sa’îd ’in ölümünden sonra, Horasan Timurlulan tamamıyle mahallî bir hanedan olarak kaldı. Diğer taraftan Uzun Haşan’m nâibieri, Kirman, Fars, Luristan, Hûzîstan ve Kürdistan dâhil olmak üzere İran ’m geri kalan kısmım işgal ettiler ( Uzun Haşan’m Fâtih’e gönderdiği mektuplarındaki iktâ tevzii ile ilgili mühim teferruat için bk. Ferîdûn Bey, I, 275 ve 276; Ijfabİİ a l- sigar, III, 33°). Kara-Koyunlu Haşan Ali, Hemedan ’a çekildi ise de, burada baskına uğradı ve Uzun Haşan ’m kuvvetleri tarafından öldürüldü (873== 1468, bk. I£tıtb-$âklar tarihi, Bibi, Nat., Fars, yazmalar nr. 174» var. 16b), Bu sırada Bağdad, Musul vâlisi büyük emîr Haiîl Bey tarafından zaptedildi (krş. Ferîdûn Bey, I I ,



276). Bu büyük başarılardan sonra, A sya’da sâdece Uzun Haşan ’ın, Osmanlılarm ilerleyişini durdura­ cak güçte olduğuna kimsenin şüphesi kalmamıştı, Osmanlılarm düşmanlan olarak Karaman beyleri ile aralarında bilhassa Venedikliler olmak üzere hırıstiyanlar, bu yeni kuvvetten faydalanma yolunu aradılar. V e n e d i k s i y â s e t i : Venedik senatosu, 2 kânun 1. 1463’te teklif olunan Uzun Haşanla ittifak planım kabûl etti. L , Quirinİ bu maksatla İran’a gönderildi. 13 mart 1464 ’te Uzun Haşan ’m gön­ derdiği ilk elçi Azimamet (H acı Mahmat) Venedİk’e gelerek 6 ay kaldı. 146$ ’te Kasım Haşan ( ?), Uzun Haşan’dan bir mektupla geldi. Müzâkereler bir müddet kesilmişken, 264 sene Venediklilerin elinde kalmış olan Eğriboz ’un Osmanlılar tarafından 1469-1470’te fethi, Venedik hükümetini telâşa dü­ şürdü. Şubat 1471 ’de Quirim, Uzun Haşan ’m elçisi Mirath ( M urad), Nicolo ve Chefarsa adlı



93



kimselerle birlikte Iran Man döndü [ ( gelen elçiler Venedik’ten sonra Papalık ve Napoli kıralhldan nezdinde de teşebbüslerde bulunarak ittifak akd et­ mek istemişlerdir; bk. E . Cornet, Le gaerre det Veneii..., Viyana, 1856, s. 23; Vertot, Hisioire des Chev. de Malihe, Paris, 1777, III, 4* v.d, Kr$. G . Berchet, ayrı, esr., s. i v.d., 116 v.d.)] Venedik ’in, Uzun Haşan ’m kansı Despina Katerina’nın anne tarafından yeğeni olan asıl Caterino Zeno’yu Iran ’a göndermesi de bu zamana rastlar. 20 nisan 1471 ’de Zeno, Tebriz ’e vardı. A ynı yıl Hacı Mahmat (Azîm am et), silâh ve cephane istemek üzere Venedik’e geldi. Bu defa Giosafa Barbaro, Uzun Haşan için 6 büyük havan topu ( hombarde), 600 arkebus ( spingarde), tüfekler ( schioppdti) ve cephane götürmek üzere İran’a gön­ derildi. Zabitleriyle birlikte 200 piyade, bu nakliyata refakat etti. Barbaro’ya verilen gizli tâümâtta ( s ı şubat 1473) İran’ın lehine, Venedik’in, Boğazlara kadar bütün Anadolu ’daki haklarından vazgeçmeye mecbur bırakılıncaya kadar, Osmanlılarla hiçbir sulh yapmayacağı ifâde edilmişti. Barbaro, K ı b n s ’a va­ rınca, burada Karaman beylerinin ricası üzerine Si­ lifke ve sâhildeki diğer iki noktayı işgal için P. M o cerûgo 'nun kumandasındaki Venedik donanmasının hârekâtma katıldı. Zeno 'nun Iran 'da büyük bir faaliyet göster­ diği bu sırada, Avrupa kaynaklarına ( Jorga, GOR, II, 164) göre, daha 14 72 ’de U zu n H aşan ’m himâyesine sığınmış olan, son Komnenos imparato­ runun yeğeni, Trabzon bölgesini istilâ etmişti (bk, A valov). A n a d o l u s e f e r i : Venediklilere muvâzi ola­ rak Karamanlılarda Uzun Hasan’ı vaziyet almağa zorîuyorlardı. IsHak’m halefi Pir A hm ed’in talebi Üzerine f Uzun Haşan, 1471 ’de Karaman-i!i ’ne Zeynel Bey kumandasında kuvvetler sevk etti. Er­ tesi sene Ak-Koyunhı beylerinden (T d ris’de: Ve­ zirlerinden) Bektaş-oğlu Ömer Bey M usullu’yu (Zeno Ma: Amarbei Coiusultan Nichenizza) gön­ dererek, Osmanlılarm ipek gümrüğü ihdâs ettikleri Tokat *1 yağma ve tahrip ettiren, Uzun Haşan ’m yeğeni Yusufça Bey, yanında Karaman beyleri Pir Ahmed ve Kasım bey olduğu halde Orta Anadolu­ ’da ilerlemeye başladı (bk . Aşık Paşa-zâde, s. 177; Dursun Bey, s. 146; Sâdeddin, I, 523; Angiolello, Hîstorİa Tarchesca, s. 4 7 i5 ° )J . CaterinoZeno (s. î8 v.d,), bu harekâtın bir kısmına bizzat şâhİt olmuş­ tur ( Mısırlıların elinden Bira [Birecik) ’yi alma te­ şebbüsü belki bu sefere rastlar). Bîr müddet sonra Yüsufça Mîrza, Karaman ve Hamîd-elleri üzerine yürürken, Ömer Bey, Diyarbekir ’e döndü. [ Fakat Karaman vâîisİ Şehzâde Mustafa ile lalası Gedik Ahmed Paşa ve Anadolu Beylerbeyi Davud Paşa, Ak-Koyunlu hücumlarını durdurup, Yusufça Mîrza’yı Konya civârındaki Eflâtun Pman ’nda esir et­ | meğe muvaffak oldular.]



ü t ü N H Â ŞA N . bîr zafer kazandılar. Esir alman sanatkâr ve ustalar Osm anlılarîa savaşın yeniden b a ş l a m a s ı : Fâtih bu hâdiseleri ve şüphesiz İstanbul 'a getirildi. Uzun Haşan’m savaşa sürükle­ haberdar olduğu siyâsî faâlîyetleri dikkatle takip diği Kara-Koyunlular hürriyetlerine kavuştular; arta ediyordu ( bk. Ferîdûn Bey, s. 285 ve îbn îyâs, II, kalan Türkmenler, pâdişâhın emri üzerine ölüme mah­ 14 5). Uzun Haşan ’m mektupları gittikçe ağır bîr kûm oldular ( kall-i cemm ). Koyul-Hisar ’ın yuka­ ifâdeye biirUndü (bk. Feridûn Bey, I, 278*de sultam rısında Kelkit-suyu üzerindeki [ Şebin- ] Kara-Hisar küçük düşürücü îmârat ma3öb ünvânı verilmiştirj kumandanı olan Dârâb Bey, Uzun Haşan’ın mağ­ Fâtih verdiği cevabında, ona samîmâne Sardâr-ı lûbiyetini öğrenince, kaleyi Osmanlıİara teslim etti. *acam diye hİtab etmektedir). Fâtih 877 (1 4 7 2 ) O sırada işgal edilecek bölgeleri elde tutmanın güç­ sonbaharında İstanbul *dan Anadolu yakasına geçti, lüklerini izah eden Veziriâzam Mahmud Paşa’nın ancak soğuk kış onun burada ilerlemesini önledi. tavsiyesi üzerine, Padişah, Uzun Haşan *1 tâkib et­ Fakat, 14 rebîülevvel (1 9 ağustos 14 7 2 )’e kadar, mekten vazgeçti; fakat sonradan bu kararından ötürü Şehzade Mustafa ve emrindeki 60.000 kişilik ordusu pişman oldu ve veziriâzam, mevkiini kaybetti (bk. He Anadolu Beylerbeyi Davud Paşa, Konya’nın gar­ Hoca Sa’deddin, I, 521-544). Uzun Haşan bu mağlûbiyetiyle kayda değer bir bındaki Kır-eli mıntıkasında Türkmenleri ımhâ et­ mişti. arazi kaybetmedi, ancak hatm sayılır manevî bir Padişah, şevval 877 ( mart 1473 ) ’de yola çıktı. darbe yemişti. Uzun Haşan, savaştan sonra yeniden Ordusunun bütün mevcûdu 100,000 kişi idi ( bk. Osmanlıİara hücûma geçeceğini ( „cavalcheremo Hoca Sa’deddİn, 1, 529; bu rakam Osmanîı ordusu­ adosso” ) Venedik ’e bir yazı ile bildirdi ( Berchet, nun içinde imiş gibi yazan Angioîeîlo tarafından da s. 137 ) ve aynı zamanda Caterino Zeno’yu, ken­ te’yid edilmiştir, s. 79-80). öncülerle birlikte gön­ disini iltizam etmelerini sağlama vazifesiyle Av­ derilen meşhur akıncı [b. bk.j Mihal-oğlu Ali-Bey rupa devletleri nezdine gönderdi. Zeno, Polonya [ b. bk.], Kemah’ı yağma etti ve hu bölgedeki Erme­ ve Macar elçileri He birlikte geri döndü. nden esir aldı. İttifaka büyük ehemmiyet veren Venedik hükü­ 1473 temmuzunun sonunda Erzincan bölgesine meti, sekreter P. Ognibene ’yi Iran *a gönderdi. M uvaran Uzun Haşan, Fırat'ın sol kıyısındaki tepeleri teâkıben, Papa ve Sicilya kiralının temsilcilerini Rodos­ karargâh edindi ve Hâs Murad Paşa tedbirsizce ’ta bırakan Barbaro, yola çıktı ve 12 nisan 1474 ’te nehri geçtiği zaman, Uzun Haşan onu kuşatıp mağ- Tebriz ’e vardı. Son olarak da yeni bir elçi olan A . lûb etti. Hâs Murad, Fırat’ta boğuldu ve Osman- Contarini 13 şubat 1474 'te Venedik ’ten ayrılıp, hlann kaybı 12.000 kişiyi buldu (Angioîeîlo). Uzun 4 ağustos 14 74 *te T eb riz’e, 4 teşrin II. *4 74 *te Haşan ’m maiyetindeki Caterino Zeno, bu ilk karşı­ Isfahan ’a ulaştı. Burgonya dükünü temsil ettiğini laşmanın tarihini 1 ağustos 1473 olarak verir. Savaş söyleyen Bolonya ’îı Papaz Lodovico ’nun da Iran 'da meydanı Tercan bölgesinde idi. Hâs Murad ’m olduğu bilinmektedir. Ancak bu defa elçiler, Uzun yararlanmak istediği Fırat civarındaki ovalar Po­ Haşan ’dan kesin birşey elde edemediler. keri ç düzlüğünde başlar. Hoca Sa'deddin ( I, 535 ) Bu arada Uzun Haşan, oğlu Uğurlu Mehmed'in fazla tafsilât vermez, ancak Angioîeîlo (v e Zeno)'ya isyanım bastırmak üzere Ş îrâz’a gitmişti. T eb riz’e göre seferden vazgeçme temayülünde olan Osman- dönüşünde kendi kuvvetlerine (25.000 ? ) önünde h k r, Fırat vâdisinden aynhp, Bayburt ’u sağda geçit resmi yaptırdığı ve Osmanlıİara karşı seferin bırakarak açıkça garba dönmek niyetiyle şiraâlden ilerdeki bîr tarihe bıraktığını söylediği Contarini ’ye, Trabzon’a giden yolu tuttular. Ancak Osmanh dönmesi için izin verdi (26 nisan *475). 880’de ordusu, Uçağızh bölgesinde (muhtemelen Erzin­ İran ’daki veba salgım büyük bir felâkete sebep can’ı Kelkit-suyu havzasından ayıran dağların şima­ oldu ve Uzun Haşan’m kuvvetleri kardeşi Üveyslinde ) bulunduğu sırada, Uzun Haşan kuvvetleri ’e karşı harekâta geçmek zorunda kaldılar. Üveys Osmanîılann sağ kanadındaki Otlukbelı ( Fırat vâ- mağlûb edilip, U rfa’da öldürüldü ( Ibn Îyâs, II, disini Çoruh kaynaklarından ayıran bir dağ ) tepele­ 160). Kısa zamanda ümitlerinin sağlam bir temele rinde göründü. Osmanlılar savaşı lcabûl etti ve 16 dayanmadığım gören Venedikliler, Uzun Haşan ’m rebîülevvel 878 (1 2 ağustos 1473; Zeno’ya göre ölümünden bir yıl geçmeden Osmanlılarîa sulh ım10 ağustos 1473 ) 'de Ak-Koyunlular bozguna uğradı. zâladılar (kânun I. *478)* Uzun Haşan ’ın serdârı Kâfir Ishak ( hıristiyan ? ; G ü r c i s t a n ’l a i l g i l i h â d i s e l e r : M üZeno’ya göre Ak-Koyunîu ordusunda Gürcüler var­ neccim-başı ’ya göre, Uzun Haşan 871 (1466 ), 877 dı ) da Uzun Haşan ’m oğlu olan Zeynel gibi, mu- (1472 yazı ? ) ’de ve Osmanlılar tarafından mağ­ hârebe meydanında Öldü. Uzun Haşan kaçtı; ancak lûbiyetinden sonra olmak üzere 3 defa Gürcistan’ı firar Sa’deddin’in iddia ettiği kadar süratli değildi; istilâ etti. Cthânrara *ya göre, son sefer, 881 (1476/ zîrâ Zeno ’nun 18 ağustos 1473 günkü raporu. Uzun 14 77) ’de vuku buldu. Gürcülerle yapılan müzâke­ Haşan ’m karargâhının bu tarihte Erzincan ’dan 4 relerde, Barbaro ( s . 9 0 ), görgü şahidi olarak ha­ günlük mesâfede bulunduğunu gösterir. Her ne olur­ zır bulundu. X V. asır Gürcü kaynaklan çok karı­ sa olsun Osmanlılar, ateşli silâhlan sâyesİnde parlak I şıktır (Brosset, Htsİoire de la Georgİe, l i f i , 12,



U2UN HASAR 249), Kartlı kıralı Konstantine iîI . (1469-1505) 'in, rakipleri olan îmereti Bagrat *1 ile Akıska Atabeyine ( I£ware > K orh°r a ) karşı Ak-KoyunhıIarm desteğinden faydalanmış olduğu görülür. M ı s ı r ’l a i l g i l i h â d i s e l e r : Uzun Basanın esas iktâ’ı (Diyarbekir) ile Mısır sultanlarının toprak­ lan arasındaki sınırı, umûmiyetle F ırat’ın dirseğini tâkip eder. Yalnız (W eil tarafından faydalanılmış, Ceschichie d. Ckalifen, V ) Mısırlı tarihçiler Ak-Koyunlular ve Burç» Memîûkler arasındaki sıkı münâsebetlerden bahsederler. Osmanlılarîa olan rekabet, Uzun Haşan ’ı Kahire hükümdarı hakkında çok mültefitâne bir şekilde davranmaya zorladı (861=*= 1456’dan itibâren bunlara dâir kayıtlar var); diğer taraftan o, Venediklilerle irtibat sağlamak için Ak­ deniz’e bir çıkış aramak zorunda iken, Mısır ve Suriye hükümdarlarına âit olan F ırat’ın sağ kıyı­ sındaki topraklar ona bir engel teşkil ediyor, bu sebeble Uzun Haşan, Memlûklerîn aleyhine, toprak­ larını genişletmeye gayret gösteriyordu. 868’de (F ır a t’ın sağ kıyısında, Malatya’nm cenûb-i şarkîsindeki) Gerger kalesini ele geçiren yer­ liler, anahtarlarım Uzun Haşan *a verdiler. O da, kaleyi, 869 (1465) ’da Haleb vâlisine ıâde etti; an­ cak buna karşılık, o tarihte Dulkadırlı Arslan’ın iş­ galinde bulunan Harput *u aldı ve Elbistan ’ı yağmaladı [bk. madd. ELBİSTAN ve DULKADIRl il a r ]. 877 (14 7 1) ’de Uzun Haşan ’ın kuvvetleri Kâh­ ta [b. bk.] ve G erger’i işgal etti; ancak Kayıtbay [b. bk,] tarafından gönderilen Emir Yeşbek al-Davâdâr, Ak-Koyunîuları Birecik (Bîrâ; bk. îbn îyâs, II, 140-144 ve Behnsch, Sub anno 1783 [1471]) ’den uzaklaştırdı. K ahire’ye gönderilen Osmanlı elçisi, hıristiyanlann müttefiki olan Uzun Haşan *a karşı duyulan hıncı tahrik etti ise de, Kayıtbay ihtiyatlı davrandı. 877 (i473) ’de Irak hac emirleri olan Ernîr Rustam ve Kadı Afjmed b. Vacîn, Medine ’de hut­ benin al-Malik abe dil ffasan a b fa v il ffâditn al-faatamayn adına okunmasını istedi, fakot Mekke cmîri Muîjammed b. Barakât (bk. mad. MEKKE, s. 639), Rustam ve arkadaşını tevkif ederek Kayıtbay’a gönderdi; Kayıtbay, Uzun Haşan *1 memnun etmek için (İb n îyâs, II, 145-146) birkaç ay sonra onları serbest bıraktı. 880’de, babasından kaçan Uğurlu Mehmed, Haleb kuvvetleri tarafından desteklendi ise de, bu kuvvetler ağır bir mağlûbiyete uğradı (ayn. esr., II, 152). 882 ’de Kayıtbay, Fırat sınırına gitti ve durumu eski haline getirdi (ayn, esr., H 276). U z u n H a ş a n ’ ı n ö l ü m ü : Uzun Haşan, Tiflis ’den döndükten sonra hastalandı ve 54 yaşında olduğu halde 882 yılının ramazan bayramı arifesinde T eb riz’de öldü (5-6 teşrin II. 1478 gecesi; 6 kânun II. deki hıristİyan yortu gecesine rastlayan bu tarih, Barbaro ’nun [ s. 93 ] ifâdesine tamamen uymaktadır ).



93



Tarihçiler, (fâabib abSiyar, III, 330; Cihâ/ı-ârâ; Müneccim-başı, III, 165) onun adâlet ve dindarlı­ ğından takdirle bahsederler. O birçok hayır müessese­ ler! (foayröt va-kasanât) vücuda getirdi (Tebriz'deki câmii için bk. mad. TEBRİZ), Davvânî ’nin Afolâfc-i Caîâlî adlı eseri Uzun Haşan ’a İthaf edilmiştir (krş. Rieu, Catalogııe, s. 443“). Hey’et âlimi A li Kuşçu, Uzun Haşan *m sarayında yaşamış ve elçi olarak İs­ tanbul sarayına gönderilmiştir (Rieu, ayn. esr., s. 456^; Müneccim-başı, III, 164). A i l e s i : Ak-Koyunîu Hükümdar âiîesinm kam oldukça karışıktır. Kara Osman ’m annesi bile Trabzon prensesi Maria idi (bk. Micbael Panaretos, Vekayinâme, nşr. Faîîmerayer), Uzun Haşan ’m 34 yaşında iken evlendiği Despina mn onun ilk karısı olmadığı muhakkaktır; Despina ’nm yeğeni Caterino Zeno, kendisini 1471 ’de ziyâret ettiği zaman, Despina, saraydan uzakta Har­ put ’ta yaşamaktaydı. Despina hıristiyan olarak kal­ mış olup, Diyarbekir ’deki bir kilisede gömülmüş­ tür (Barbaro, s. 84). Angioîeîlo (s. 73) ’ya göre, Uzun Haşan ’ın ondan bir oğlu ve 3 kızı olmuştur. Despina’dan dünyaya gelen oğlu (jacob ? ) baba­ sının Ölümünden sonra (?) erkek kardeşleri tara­ fından boğulmuş olmalıdır. Despina ran kızı Martha (Silsilat abnasab-i Şafamya, Berlin baskısı, Begi -Aha; İtfabîb absîyar: Ualîma Begi Afça ve Münecdm-başı: “Âlam-Şâh Begüm), Erdebil şeyhi Hay­ d a r’la evlendirilmiş olup Safevîlerden Şah İsmail I . ’in annesidir (Ş e y h Haydar*ın annesi, Hadîce Begüm ise, Uzun Haşan ’ın kız kardeşidir). U zun Haşan ’ın en büyük oğlu olan Uğurlu ^ a 'l-amşâr, Bağdad, 1398®= 1978, I, 28). ü/mma’nm bâzı âyetlerde de (msl, X L III, 22,23) din ve şerî’at mânasına geldiğine tefsir ve lügatlerde işâret edilmiştir. Eski ve büyük edebî lehçelerde bu değişik mâ­ naları kazanmış bulunan (b k . M uacam luğât ah fcabâ^l va'hamşâr, göst. y er.) kelimenin, gerek daha islâmiyetten önce, gerek sonraları iktisâb ettiği diğer mânaların belli başlıları da şunlardır: iyiliği Öğreten, nefsinde iyi hasletleri toplamış kişi, âlim; rehbere ( imâm’a ) uyma, tâat; kıyâmet; yuz, boy-bos, endâm, görünüş; sevinç, ferah v.s. Bugün en çok din ile alâkalı mânasıyla birlikte kavim, halk ve millet mefhumlarını ifâde etmektedir (msl, a h Umma ahmuiiabida "Birleşmiş milletler” ). Umma ’nin 0mm kökünden gelen bâzı kelime­



103



lerle, bu arada unun ve bilhassa imma ile birçok or­ tak mânası vardır. Abü 'Am r al-Şaybânl (öîm . 2 13= 8 28), bunların ve diğer müştakların asıl ve ortak mânasının amma ( "yöneldi” ) fiilinde yaşa­ dığına dikkati çekmiştir: Bir dinin mensupları olan umma, aynı maksada yönelmiş olanların ce­ mâatidir; imim ( "nimet” ) insanların isteyip ara­ dığı, yöneldiği şeydir. E şi, benzeri bulunmayan tek kişi ( umma ), hedefinin ayrı oluşuyla diğer in­ sanlardan ayrılır v.s. ( Tahzlb al-luğa, X V , 635 v.d.; L A , X IV , 292, str. 15-22). Bütün bunlar Kur ân ’da ve hadîste en hâkim mânasıyla, bir peygambere, bir dine tâbi cemâati ifâde eden umma ıstılahının nasıl geliştiğini açıkça göstermektedir. Şu hâlde bu kelimenin yine Kurânr ’da geçen "muayyen bir süre, din” mânalarındaki umma ile bir alâkası olmayıp, Peygamber tarafından Ibrânî veya Arâmî ’den alındığım iddia etmek ( bk. E l., mad. UMMA ), — maksadı bir tarafa bırakılırsa— lüzumsuz bir gayrettir. Esasen aynı asıldan gelen dillerde ortak unsurların bulunması tabiîdir. Başlangıçta bütün insanlar bir ümmet hâlİndeydi; sonra bölündüler. Her ümmete, onları bak dine, doğ­ ru yola dâvet eden bir peygamber gönderildi ( Kur'ân, V I, 42; X ,4 7 ; X I I I ,30; X V I ,43,63; X X X V , 2 4 ). Peygamberlere ve getirdikleri kitaplara ina­ narak hidâyete erişenler, bunun mükâfatını göre­ ceklerdir (1 1,13 6 -13 7 ; III, 113-115; V , 56; V II, 158-159). Bunların îmân edenleri ( ummat al-icâba ) olduğu gibi,etmıyenleri (ummat al~dacüa) de olmuş­ tur. Birinciler için mükâfat, İkinciler içinse cezâ ve azâb vardır ( V , 70; V II, 181-182; X III, 36; X V I, 36; X X III, 44; X X I X , 18; X X X V , 42; X L , 5 ) . Hattâ peygamberleri yalancılıkla ithâm eden, tut­ tukları yanlış yolda ısrar gösteren ümmetlerden bâ­ zdan daha dünyada cezâlanm görmüş, helâk olmuş­ lardır (X X I I I , 44)* Doğru yoldan saptıkları hâlde, dünyada H akk’m rahmet ve nimetlerinden fayda­ lananlar da âhîrette azâb göreceklerdir ( X I, 48). Zîrâ âhîrette her ümmet, mutlaka sorguya çekile­ cektir ( VI I , 38; X , 45; X III, 83), Bâtıla sapan­ lar, kıyâmet günü hüsrâna uğrayacak, "kitabının başma çağrılacak” olan her ümmete "yaptıklarının karşılığı” olan mükâfat veya mücâzat verilecektir (XJLV, 27-28). Bu arada peygamberler, ümmet­ leri için şahâdette bulunacaklardır (X V I , 84; X X V III, 7 5 ). Yalnız kendi kavmini değil, bütün insanları islâma dâvet için gönderilmiş bulunan (al-Buhârl, 1, 95 : $alöt, bâb 5 6 ) Peygamber’e inanan ve tâbi olanlar da bir ümmet teşkil ederler ( X I I I , 3°: H, 143; III, 110 ), Bu sonuncular, hadîste çok geçer ( bk. A . J. Wensinsk, ayn. esr., 1, 92-98 ). Kendilerine Peygamber’in ummatı (üm m etim ) diye hitabettiği bu topluluk umûmiyetle umma Mubammed ( Ümmet-i Muhammed) , Umma Mu^ammedıya ( Ümmet-i Muhanunedîye) yahut "Islâm ümmeti”



îö4



ÜMMET - ÜMMÎ.



dîye anılır. Peygamber de, daha önceki resuller gibi, Ümmetine müjdeleyici ve uyarıcı olarak gön­ derilmiştir (X X X V , 23-24). Dâveti, gönderildiği topluluktan başlayarak bütün âleme yayılmış olan Muhammed, peygamberlerin, ümmeti de ümmet­ lerin sonuncusudur. Bununla berâber, kıyâmet gününde ümmetiyle berâber cennete ilk giren o olacaktır (al-Buhârl, al-$ahîh> Bulak, 1323, IV, I 77 î al-Anbİyâs, bâb 49; Muslİm, Camı* al-Şafâh, III, 6-7: Cırnüfa, hadîs 19; V III, 67: al~Dacavât, bâb i )î çünkü, her nebinin kendisine has müstecâb ( kabul olunan) bir duâsı vardı. Peygamber bunu, kıyâmet günü ümmetine şefâat için sakla­ mıştır (al-Buhârî, V III, 67; al-Dcfaüât, bâb l; Muslim, aytt, esr., I , 130-132: al-îmân, hadîs 34o). Kıyâmet gününde insanların hâlinin tasvi­ ri ve Peygamber *in ümmetine şefâati için ayrıca bk. al-BuhSrî, IV, 134 v.d.: al-Anliyâp, bâb 4 ; V I, 84-86: îsrot sûresi tefsîri bâb 4, 10; IX,107: alihtişam, bâb 19; Kâmil Miras, T een ni sarih ter­ cümesi ve şerhi, Ankara, 1972, X I2, 0 9 -1 2 7 ). B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilen yer­ lerden başka bk. (m ad. ’ mm); A b u ’l Tayyib *Abd al-Vâhid b. cAIî al-Luğavı, Şacar al-darr ( nşr. Muhammed 'A b d al-Cavâd, Kahire, 1968, 2. tab*ı), s. 163; îbn Fâris, Mtfcam maköyis al-luğa ( nşr. eA bd al-Saîâm Muhammed Hârün), Kahire, 1966, I, 27 v.d.; al-Cavharî, al-$ihâh (Bulak, 1282), ÎI, 259, mad. ‘ mm; Vankulu Mehmed b. Muştaki, Tercüme-i Şifasfart Cevheri (İstanbul, 1 1 4 1 ) , II, 357; al-Zamah" şarî, a!-Fa3ih f î ğarîb al-haİk ( Kahire, 1324), I, 26; Abü kJayyân al-Andalusî, T ahfat al-arlb bi-mâ fi'l-K u fâ n mİna’l-ğarîb (nşr. Maflüb, kî. al-Hadîşi), Bağdad, 1397— 1977, s.36; Abu*lBakâ% Külliyât al-eulüm (İstanbul, 1287), s. 129; al-Tahânavî» Kaşşâf İstilöbât al-funün ( Kalküte, 1854-1862), I, 91; Murtazâ aî-Zabîdî, Tâc al-earüs ( Kahire, 1307), V III, 189 (mad. smm); Mütercim Âsim Efendi, Kamus Tercümesi (İstanbul, 1305), 1 , 1 7 5 (mad. ’mm); E.W. Lane, Arabtc English Lexicon (London, 2863), 1, 90; R. R. BIach6re, M . Chouâmi, C , Denîzeau, Dictionnaire arabe-français-anglaİ$ (Paris, 1965), I, 220-223. ( NİHAD M. ÇETİN.) Ü M M l. U M M Î, Arapça ‘da umm ( "anne" ) veya ummat ( "ümmet" ) kelimesinden, bağlılık, mensûbiyet v.s. bildiren nisbe sıfatı olup, okuma yazma öğrenmemiş, tahsil görmemiş, bilgisiz; bildiklerini ve inanıp söylediklerini yazılı bir kaynaktan almamış demek olan bu sıfat. Karan *da Peygamber 'e de verilmiştir. Kelime Arapîar arasında, okuyup yaz­ mayı pek az kimsenin bildiği ve bunun erkeklere mahsus bir iş olduğu bir devrede doğmuştur. Eski lügat âlimleri, kelimenin okuma ve yazma ile ilgili mânasını, Arapların o zamanki hayat şartlarım göz-



önünde bulundurarak şöyle açıklamışlardır: Ummî, umm‘den iştikak ettiği takdirde, annesinden doğduğu gibi kalmış, tabiatı bozulmamış, değişmemiş mâ­ nasına gelir, tnsanm annesinden başlayarak yakın­ larından ve çevresinden görerek, yaşayarak öğren­ diği şeyler vardır. Fakat, bâzı bilgilere ve bu arada okuma ve yazmaya doğuştan sâhip olunmaz, dar mânasıyla çevreden alınmaz, husûsî yollarla kaza­ nılır. Kelimenin umma (: ümmet, topluluk, bir ka­ bilenin bir kısmı, bîr b ö lü ğ ü )‘den türemiş olması ( msl. Mekke ‘den mekkf g ib i) da neticeyi değiş­ tirmez; çünkü bu takdirde de, ummî, bağlı bulun­ duğu topluluğun, kabilenin arasında yetişmiş, şah­ siyeti doğuştan getirdiği melekelerle ve çevresin­ den aldıkları, öğrendikleri ile şekillenmiştir (msl. bk. al-Azharî, Tahzîb al-luğa’, al-Cavbarî, al-Sihâb; Ibn Manşür, Lisan al-cArab; al-Zabîdî, Tâc al*arâsî Âsim Efendi, Okjyânüs [IÇârnus tercümesi], mad. °mm). Peygamber ‘in sıfatı olarak ummî nisbesİnin Umm al-Ktırâ3*ya ( yâni Mekke ‘ye ) men­ sup mânasına geldiği de söylenmiştir ( M . Hamdi Yazır, Kuran dili, İstanbul, 1936, ÎII, 2297 ). Kelime Kuran ‘da altı âyette geçer. al-Acrâf sû­ resinin 157. ve 158. âyetlerinde, Peygamber, kitap ehli olanların ismini ve sıfatlarını Tevrat ve İncil ’de bulacakları, inanıp kendisine tâbi olanların selâ­ mete kavuşabileceği bir ummî nebi olarak anılır. Bir başka âyette ( L X IÎ, 2 ) Peygamber ‘in, kitap ehli olmayan ummî'lere, kendi aralarından, yâni yine ummî olan ve “ onlara kitâbı (: Kur ân ’ı ) öğ­ reten bir resûl" gönderildiği bildirilmiştir. Bu âyet­ te kelimenin, hem Peygam beri hem de -aşağıda tekrar üzerinde durulacağı üzere- müşrik Araplara bir sıfat olarak verildiği görülmektedir. Niteli im, kelime, Kuran ’m diğer yerlerinde de bir cemâate, topluluğa verilmiş sıfattır. Â l clmrân sûresinde ( âyet 20, 7 5 ) kendilerine kitap gönderilenlerin yanında ummı’ler ayrı bir topluluk şeklinde anılırken, bir başka âyette ( II, 78 ), kitap ehli olanların bir grubu, "onların içinde, kitabı ( Teürât ’ı ) bilmeyen, bütün bildikleri yalnız (kendilerine yön verenlerin, idâre edenlerin telkin ettiği) bir sürü kuruntu ve yalandan başkabirşey olmayanlar" u/nmı’ler diye geçmektedir. Kuran *da gerek Peygamber ‘den, gerek başka bir topluluktan bahsedilirken, kelimenin, dâima, tel­ kinleri veya bilgileri yazılı bir kaynağa dayanmayan mânâsım taşıdığı açıktır. Bilgileri kitâbı olmayan, aralarında okuyup yazma bilenlerin çok az bulun­ duğu, basit bir yazının ancak mahdut sâhalarda kullanıldığı müşrik Arapların yanında, son olarak anılan âyette açıkça görüldüğü gibi, kitap ehli olan­ ların arasında da, okuyamadıkları için bildiklerini doğrudan doğruya Tevrat ‘tan almamış bulunanlar da bu sıfatla anılmışlardır. Ummî, hadîste de birçok yerde yine aynı mânalarda geçmektedir ( geçtiği yerler için bk. A , J. Wen$inck, Concordance..,, Ley­ den, 1936-1969, I, 98 ).



ÜMMÎ. Bâzı araştırıcılar ummî ran, Arapça umma Men iş­ tikak etmiş gibi görünmediğini söyleyerek kelimenin aslım Arâmı ’de veya İbrânî‘de aramışlar, Kuranca. cemi şekli olan ummîyün ile müşriklerin kastedil­ diğini, Peygamber ’in kendisi bakkmda kullanı­ lışında, açıkça tâyin edemediğimiz bir mâna taşı­ makla berâber, okuma yazma bilmeyen mânasına gelmediğini ve Peygamber ’in kelimeyi Yahudilerden almış olacağım ileri sürmüşlerdir. Bu görüş­ lere ışâret eden ve bâzı ihtimallere dayanarak bir­ takım neticelere gitmek isteyen R.Paret (b k . E l mad. UMMA), ayrıca, ummî kelimesinin Peygamber hakkında H icret’ten sonra görüldüğünü söyleyerek bunu, görüşlerini destekleyen bîr delil sayar. Ahmed M . Şâkir ’in, bu iddiaların esâsında bozuk olduğunu beyân ederek başlayan bir tenkidi şöyle hulâsa edilebilir: Ummî sıfatım Peygamber kendisi almamış, onu bu sıfatla Allah vasıfîandırmıştır. Kur ân ’da bu sıfatın Hicret ‘tan sonra görüldüğü doğru değildir. Çünkü, Peygamber’ i iki ayrı âye­ tinde **nabî ummî” diye anan al-Acraf sûresi Mekke­ ’de nâziî olmuştur. Kur ân ’da bu kelime altı yerde geçer. Bu âyetler bir arada gözden geçilirse, ummî’nin Arap dilinde öteden beri mâruf olan "okuma yazma bilmeyen” mânâsım taşıdığı açıkça görü­ lür. Kelimeyi büyük lügat âlimleri ve müfessirler de böyle açıklamışlardır. Bunlardan al-’Jabarî (310 = 923), tefsirinde, kanâatine delil olarak: ” Biz ümmî bir cemâatiz, yazı yazmayız, hesap bilmeyiz” (alBuhârl, K . ctl-şavm, bab 13 ) mânasındaki sahih ha­ dîsi delil getirmiştir. Çünkü, Peygamber kelimeyi bu hadîsde, kavmine hitâp ederek, onların diliyle ve aralarında yaygın mânasıyla açıklamış bulunuyor­ du. aKTabarî gîbî, ummî ’yi umm ( "anne” ) 'den iştikak ettiren büyük dil âlimi Abü Hayyân al-Andalusî (7 5 4 ) de aynı kanâattedir. Aslında uzağa gitmeğe de lüzûm yoktur. Çünkü, al-Aarâf sûresin­ de Peygamber *e verilen bu sıfatın mânası, Mekke’de nâzil olan son surelerden al^An^abûü sûresinin 48. âyetinde açıklanmıştır:” Sen bundan önce hiç­ bir kitap okumazdın (kalem alıp) elinle (birşey) yazmazdın da. Eğer böyle olsaydı bâtıl söyleyenler elbette şüphelenirlerdi.” Hayatı ve şahsiyeti her yönüyle bilmen Peygamber hakkındaki yaygın ve güvenilir rivâyetîer, onun "okuma, yazma bilmediği" mânasında ummî olduğunda birleşir, bunu nübüv­ vetinin alâmetleri arasında gösterirler. Çünkü o, um~ nü olduğu hâlde, bir sûresinin benzeri ortaya ko­ namayan bîr kitap getirmiştir. Bunu tilâvet ediyor, tekrarlıyor, bir tek harfinde ihtilâfa düşmüyordu. Halbuki, beliğ ve fasih hatipler, edipler, irticalen söyledikleri sözlerini harfi harfine aynen tekrar edemezler. R. Paret, Peygamber hakkında kullanı­ lışında, ummî kelimesinin, onun okuma yazma bil­ mediği mânasına gelmediğim söylerken, getirdiği dini ve kitabı eski dînlerden, önceki kitaplardan aldığına dâir iddiâlara işârette bulunmaktadır. Pey­



SÖ5



gamber, daha hicretinden önce, A îlâh ’m kendi­ sini ummî hır nebî diye vasıflandırdığını, sonra da bu sıfatı yukarıda zikredilen âyeti (X X X IX , 4 8 ) tebliğ etmiş idi. Bu tarihlerde, herkesin birbirini yakından tanıyabildiği küçük bir yer olan Mekke 'de o, aşağı yukan 50 sene yaşamıştı. Çocukluğundan beri aralarında yaşayan Peygamber’in Mekkeliler için bilinmeyen bir tarafı yoktu. Şu hâlde, okuyup yazdığım görenler, bilenler olsaydı, bununla, onu şiddetle reddetmek, üstelik bir nübüvvet alâmeti, bîr mûcize olarak gösterilen bu vasfı çürütmek için açık bir delil elde etmiş olmayacaklar mıydı? Daha sonra R . Paret’nîn, adı geçen yazısında, bâzı Yahudiler baklandaki ummîyün ( ’ ummîler” ) sıfatıyla, onların okuma yazma bilmediklerinin de­ ğil, münzel kitaplara dâir bilgileri bulunmadığının kasdediîdiği husûsundaki iddiâsına temasla Ahmed M. Şâkir, bu görüşün daha önce bâzı müfessirler tarafından da ileri sürüldüğünü hatırlatmakta ve kısaca şöyle demektedir: Meselâ aK fabarî, tefsi­ rinde (Kahire, I33 I > X X I, 4“5 ), îb n 'A bbâs’tan, bu âyetin, Yahudîlerin A llâ h ’ın gönderdiği hiçbir resûiü, indirdiği hiçbir kitabı kabûl etmedikleri için haîdarmda umnüyân denildiği şeklinde bİr te’vıHni naldetmiştir. Bu isnâdı zayıf bir rivâyettir. Çün­ kü îbn eAbbâs ’dan al-2 a3djâk b. Muzahim yoluyla gelmektedir. Halbuki al-2 ahhâk, her nekadar kendi­ sine güvenilen bîr şahsiyet idiyse de, ne îbn “Abbas’a ne de sahâbeden bir başkasına yetişebiîmiştir. alTabarl, bu rivâyeti reddetmiş ve "bu te’vil, kelime­ nin, dilin Araplar arasında yaygın olduğu bilmen mânalarına aykırı bir açıklamadır” demiştir. Esasen kelime, adı geçen âyette, Yahudîlerin hepsi hakkın­ da değil, bâzdan için söylenmiştir ve o sıralarda M e­ dine ’deki Yahudîlerin hepsinin okuyup yazdıklarım da hiç kimse İddîâ etmemiştir. R. Paret, anılan âyet­ lerin bîrinde Peygamber hakkında "ummî ’lere kendi aralarından gönderilen bir resûl” (LXIÎ,2) denilme­ sinden bir başka netice çıkarmak istemektedir. Ona göre, Peygamber, Önce M ekke’de yalnız Arapîara hitâb eden bir resûl olarak görülmekteyken, Medi­ n e ’ye hicretinden sonra, dâvetinİ genişletmiş, kitap ehli olanlara da, olmayanlara da gönderildiğim bildirmiştir. Bu sözlerle hatırlatılmak istenilen bir­ takım iddiâlara, adı geçen âyet bir delil gibi gös­ terilmek istenirse de, onun son nebî olarak ümmet­ lerin hepsine gönderildiğine dâir pekçok âyet ve hadîsden, Mekke ’de nâzil sûrelerden şu iki âyeti hatırlamak kâfidir:” (Sen i rahmetimizin) müjde­ leyici ( si, azâbımızm) haberci (s i v e ) bütün in­ sanların peygamberi olmaktan başka (b ir sıfatla) göndermedik. Fakat, insanların çoğu (bunu ) bil­ mezler” (X X X IV , 2 8); "D e k i: E y insanlar, şüp­ hesiz ben... Allah *m size, hepinize gönderdiği pey­ gamberim...” ( V I I , 158). Bu sonuncu âyet, Hıris­ tiyanların ve Yahudîlerin Peygamber ’e imâna dâvet edilmeleri baklandadır. Buna karşılık yukardakİ



Io6



ÜMMÎ - ÜMMÜ DÜRMÂN.



iddiaya delil olarak ileri sürülen al-Cutrfa sûresinin âyeti ise Hicret 'ten sonra Medîne ’de nâzil ol­ muştur ( tafsilât İçin bk. Defimi al~Macârif alÎslâmîya, Kahire, II, 645-648: Ahmed Muhammed Şâkir ’in notu). Peygamber *in okuma yazma bilip bilmediği mes*elesî üzerinde zaman zaman İslâm âlimleri tarafın­ dan da durulmuştur. O, okuma ve yazmaya son de­ rece ehemmiyet veriyordu. Nitekim, Hicret ’ten son­ ra Bedir gazvesinde esir alınan müşriklerden okuma yazma bilenlerin herbirini fidye karşılığı olarak 10 kişiye yazı öğretmekle vazifelendirmişti, Onun, Hudeybiye anlaşması metninde İtiraz mevzuu bir ibâreyi çizerek çıkardığı ( al-Buhârî, îf . al-mağâzî, babı cUmrat ; K . al-Şulfa, 6; Ahmed b. Uanbal, I, 86, 342), kâtiplerine yazıyla ilgili bâzı tavsiye­ lerde bulunduğu ( Muhammed al-Uasanî al-Idrîsî aî-Kattânî, al-Tamiîb al-îdarîye, Beyrut, ts, I, 125-127 ) bilinmektedir. Bu mes’eleyi bâzı hadîslere ve sahibeden gelen bilgilere dayanarak ele alan­ lardan ve Peygamber’in başlangıçta ummî olduğu hâlde vefatından önce okuma ve yazmayı bildiğini kabûl edenlerden biri îbn Abî Şayba (2 6 4 = 8 77) idi. Fakat hadîs, fıkıh ve kelâm âlimlerinden En­ dülüslü Abu'l-Valîd al-Bâcı (4 7 4 = 10 8 1) 'nin yaz­ dığı bîr risâle, bilhassa Endülüslü, Sicilyah, Şimâîî Afrikalı âlimler arasında uzun ve şiddetli münâka­ şalara yol açtı. a l-B âd 'yi reddedenlerin yanında, görüşüne katılanlar da olmuştur. Hattâ bunların sayısı daha çoktur. Bu münâkaşalara dâir kayıtlardan ( Ibn Badrân, Tahzîb Târik îbn eAsakir, Dimaşk, 1346, V I, 248-250; al-Zahabl, Tazkirat al-feıffâş, Haydarâbâd, ts., III, 377î al-Zabldî, 7 ac al-carüs, Kahire, 1306-1307, V III, i 9 *î aî-Kattânt, ayn. esr., 1 , 172-177 ) şu neticeleri çıkarmak mümkündür: Pey­ gamber ’in sıfatı olarak ummî kelimesi, okuma yazma bilmeyen ve dolayısıyla bildiklerini yazdı bir kay­ naktan almamış olan mânâsım taşımaktadır. Pey­ gamber’in risâletinden Önce okur-yazar olduğuna dâir herhangi bir bilgiden, vesikadan veya rivâyetten bahsedilmemiştir. Risâletinden sonra bu hu­ susta bilgisinin bulunması, unum iken nabî olan Pey­ gamber ’ in bu mucizesine ters düşmez; hattâ tâlim görmediği sabit olduğuna göre, diğer bir mucize­ dir. Esâsen: "Sen bundan önce hiçbir kitap okumaz­ dın...” {K urân, X X IX , 4 8) âyetinde “ bundan önce" şeklinde bîr zaman kaydı bulunduğuna göre, daha sonra okuma yazmayı öğrenmesi "ummî nabî" . sıfatına mâni değildir. Ümmîlik, yâni okuma yazma bilmemek, tahsil görmüş olmamak peygamberler için fazilet, hattâ mûcîze, fakat diğer insanlar için kusurdur. Ancak, daha sonraları bâzı velîler için de fazilet kabûl edil­ miştir. Kelime Farsça ’ya ve Türkçe ’ye de geçmiş, bir taraftan yukarıda anılan lügat mânalarıyla kul­ lanılırken, diğer taraftan medresede akıl yoluyla öğrenilen bilgilerin hakîkatî idrâke yetmeyeceğini,



buna ancak kalb ve gönül yoluyla ulaşılabileceğini söyleyen, irfanlarını ve ilhamlarım İlâhî bir kay­ nağa bağlayan bâzı sûfî şâirler gelmiştir. Bilindiği gibi, bunlardan biri de Yûnus Emre ’dir ( Yûnus *un ümmîliği İçin bk. A . Golpmarlı, Yûnus Emre ve Tasavvuf, İstanbul, 1961, S.90-10Ğ; bu sıfatla anı­ lan bâzı şâirler için bk. Tuhfe-i NâÜî, Şarkiyat Ens­ titüsü Kütüphanesi, nr. Cc. 7 7 7 , 1, bk. mad. Ümmî; Türkçe yazma dîvânlar kfltologu, İstanbul, 1947, I, 28, 153; $ayyâmpür, Farhang-i subanvarön, Tebriz, 134°, s. 58 ). Bibliyografya: Metinde gösterilen­ lerden başka bk. îbn Kutayba, Ğarîb al-h.aİh (nşr. *Abd Allâh al-Cuburî), Bağdad, 1397= 1977, r, 384; Abü Bakr Ahmed b. eAH al-Râzî al-Cassâs, Ahkâmal-Kurân (İstanbul, 1335)» I» 340; II,I7; al-Dâmğanl, K . al-Vücûfı Va 'Tnazffair ( E.Bihrûz AHâbâd ’m basılmamış doktora tezi, 1967. Şarkiyat Enstitüsü Kütüphânesi, tezler nr. 127/1), s. 34 v.d,; al-Râğib al-İsfahanı, al-Mufradai f î ğarîb al-îfur'ân (Kahire, 1322, kenârda), 1 , 45; al-Zamahşarl,al-Fffik f î ğarîb al-faadîş (K a ­ hire, 1324), 1, 25; Ibn al-Aşîr, al-Nihâya f i ğarîb al-hadk (Kahire, 1322), I, 53; A b u ’ 1-Bakâ% Külliyat al~eulüm ( İstanbul, 1287), s. 130, ( NİHAD M . ÇETİN.) Ü M M Ü D E R Y A . [Bk. amu - d e r y a .] Ü M M Ü D Ü R M  N . U M M D U R M A N (O M D U R M A N ), Sudan'da M an ve Beyaz N il'in bir­ leştiği yerin biraz aşağısında, N il *in sol yakasında, bir ş e h i r dir. 1925— 1928 yıllan arasında yapılan7 ayaklı demir bir köprü, liram Durman 'la Hartum (300.000 [b. bk.]) ’u birleştirir ve Mavi Nil ’in sağ kıyısındaki Şimâlî Hartum (149.000) ’la berâber bu iki şehir, tek bir şehir gibi mütâlea edilebilir. Ancak, Hartum, Sûdan’ın hükümet ve dış ticâret merkezi olması sebebiyle, îngilizlerin ve diğer Av­ rupa asıllıîann karışıp kaynaşmasıyla Avrupai bir manzara arzederken, Umm Durman, tabiî bayatın ve iç ticâretin merkezi olarak kalmıştır. 289.000 [1963 'te 115.000] nüfuslu Umm Durman ’ın ahâ­ lisinin ekseriyetini ülkenin çeşitli kesimlerinden gelen yerli halk teşkil eder. Umm DurmSn *m ehemmiyeti çok yakın bir za­ manda anlaşılmıştır: Camücîya kabilesinden Fitîhâb civânnda ehemmiyetsiz bir koy İken, ilk defa, Uamad Vaîad Umm Maryüm adıyla bilinen zâhid ve sûfî Uamad b. Muhammed (1646— 1730; bk. MacMichael, History of the Arahs in the Sudan, II, 2 7 7 ) ’in ikametgâhı olarak zikredilmiştir, Har­ tum ’un düşüşü ve yağmasından on gün önce, 15 kânun II. 1885 'te Muhammed Ahmed [h. bk.] *in derviş ordusu tarafından zaptedilen Umm Dur­ man, ilk defa, zikredilen orduya karşı Hartum *un müdâfaası için Gordon tarafından tahkîm edilmek süreriyle ehemmiyetli bir yer hâline gelmiştir. Umm Durman, Muhammed Ahm ed’in halefi, Halîfe cA b-



ÜMMÜ DÜRMÂN - ÜMMÜ KÜLSÜM.



107



( Cambridge, 1932 ), bk. indeks; Rudoîf von Sladullâhî zamanında, Mehdilerin başşehri ve bu yeni tin Pasha, Fire and Sıcord in the Sudan ( London, dinî fırfcanm merkezi idi. Mehdi ’nin kabri, yeni 1896 bunun müteaddit baskılan vardır); Report iskân edilmiş olan yerin ortasında, Mısırlı bir esirin on the Administration, Finances and Condition of çizdiği plana göre kubbe şeklinde inşâ edilerek, bundan sonra Buk'at al-Mahdî, yâni Mehdi *nin the Sudan ( H. M. Stationery Office, London, [mukaddes] yeri olarak, kabrin ziyâreti halîfenin fer­ 1925 ve sonraki seneler). (S. HîLLELSON.) manı ile, M ekke’ye yapılan hac ziyâreti yerine kaim kılındı. Halîfe, şahsî idâresinî takviye et­ ÜMMÜ KÜLSÜM. U M M K U L ŞU M , P e y ­ mek için, kendi kabilesi T a câişa ve öteki Bakkâra- g a m b e r ’ in o r t a n c a k ı z l a r ı n d a n o l u p , ’lilerden bir kısmım, Sûdan ’m garbından, geçim­ Zaynab ve Rukayya [b. bk.] * den sonra doğmuş­ lerini ancak nehir civarında yaşayan halkın malını tur. Fâtima İle Umm Kulşum * ün hangisinin daha yağma etmekle te'min edebilecekleri bîr yer olan önce doğduğu husûsunda ihtilâf varsa da, Fâ$imaUmm Durman *a yerleşmeğe iknâ etti. Bu göç, ’ mn, Peygamber 41 yaşında iken doğduğu bilin­ Mehdi Muhammed Ahm ed’in hayatı ve arkadaşları diğine göre ve Umm Kulşum ’ ün de, peygamber­ île, islâmiyetin ilk yılları arasında, görüş ve faâli- liğe me’mur edilmesinden önce Abu Lahab ’in oğul­ yetler bakımından benzerlikler te’sis etmek süre­ larından eUtayba ile nikâhlı olduğuna bakılırsa, riyle bir hicret gibi târif edilebilir. yaşça en küçüğünün Fâ^ima olması gerekir. Peygamber ’in, İbrahim hâriç Umm Kulşum Umm Durman ’ın nüfûsu, askerî ve siyâsî gaye­ lerle, ülkenin her yanından buraya getirilip halî­ ve diğer çocuklarının anneleri Uadîca bint Huvayfenin karargâhında ikamete mecbur edilen çok sa­ lid ’dir. Muhtelif kaynakların naklettiği rivâyetleryıda kabile mensuplarıyla artmıştır. Gelişigüzel bir de, Umm Kulşum hakkında açık ve tertipli bir bil­ büyüme gösteren şehir, halîfe ve belli başlı emir­ gi yoktur; ancak aşağıda belirtilen hususlara, hemen lerin evleri bir tarafa bırakılırsa, cenuptan şiraâle hepsinde temas edildiği görülür: Peygamber, pey­ doğru uzayan 6 millik bir sahaya yayılmış küme­ gamberliğe çağırılmadan önce Rukayya ile Umm ler hâlinde, hasır kulübelerden ibâretti. Halîfe câ- Kulşum ’ü, amcası eAbd al-*Uzzâ (A bü Lahab)mii, şehrin merkezinde, etrafı tuğla duvarlarla çev­ ’ nm oğullarından HJtba ile *Utayba ’ye nikâhîarili çok geniş bir yerdedir. Halîfe devri Umm Dur­ mıştı. İslâmiyet ve dolayısıyla Peygamber aleyhin­ man ’m rakam ve şekillerle tasviri için bk: Sir Ru- deki davranışları dolayısıyla, Abü Lahab ile karısı Umm Cam!!, Kureyşli müşriklerinde tazyikleriyle dolf von Slatin, Fire and Stootd in the Sudan. Sir Herbert (daha sonra L ord ) Kitchener ku­ oğullarına yemin verdirerek Rukayya ve Umm mandasındaki İngiliz - Mısır kuvvetleri tarafından Kulşum ’ü boşamaya zorladılar. Nitekim kardeşi Sûdan ’m yeniden zaptı, 2 eylül 1898 tarihinde, cUtba ’ nin müsîümanhğı kabûl etmesine rağmen, şehrin birkaç mil şimâlindeki Kerrerl ’nin bir kasa­ *Utayba, Umm Kulşum ’ü daha gerdeğe girmeden basında yapılan savaş neticesinde tamamlanmıştır. boşadı ( bk. îbn Hişâm, al-Sha, nşr. M. al-SakYeni idâre altındaki şehir, planlı caddeleriyle, tram­ kâ% J. al-Abyârî, A . Şalabî, Kahire, 1955* L.652, vay ve elektrik lambalarıyla çok modem bir çeh­ not I, cAbd al-Rahmân aî-Suhaylî ’ den naklen; reye bürünmüştür. Zengin şehirlilerin evleri ve aî-Nuvayrî, Nihâyat ol-Arab, Kahire, 2923-1955, devlete âit binalar, taş ve tuğladan inşâ edilmiş, X V III, 214 v.d.; îbn Sacd, al-Tabafat, nşr. E. ancak şehrin büyük hır kısmını teşkil eden ve Şimâ- Mittwoch, E. Sachau, Leıden, 1917-1940, V IIÎ, lî Sûdan’m hususiyetlerini taşıyan kerpiç binalarla, 25 v .d .). işlek mağazalardaki hayat Orta - şark ve Afrikalı hü­ Umm Kulşum ve Rukayya hakkında, bu boşanma viyetini muhâfaza etmiştir. Burada, Ulucâmi e bağ­ ile ilgili olarak malûmat veren istisnasız bütün lı olarak, al-Maehad al-Hlml adıyla bilmen, an anevî İs­ mevsuk kaynaklarda, yukardaki hususlar dâima tek­ lâmî ilimlerin tedrisini sağlayan, $ayfy al-'Ulamö? ’nm rar edildiği halde, bir künye hüviyetinde oluşuna nezâret ettiği bir müessese vardır. Bununla berâ- bakarak Umm Kulşum terkibini lügat mânasıyla ber İslâm mahkemelerinde vazifeli kadılar, Har­ »Kulşum 'ün annesi” şeklînde anlamak isteyen tum ’dakı Gordon College mezunlarından seçilir, ve onun 'Utayba ile gerdeğe girip, ondan Kul1934 ’te Umm Durman 'da laik tedrisat İçin, misyon gum adlı bir çocuk doğurmuş olması gerektiğini teşkilâtlan ve husûsî teşebbüs tarafından destekle­ ve bu sûretîe bu künyeyi aldığını, Kaklkı isminin ise nen birçok okullar yanında, bir devlet ortaokulu ve hiçbir yerde kayıtlı olmadığını ileri sürenler olmuş­ birkaç kutiâh ( devlet ilkokulu) vardı. fHâlen Sû­ tur. Ancak, mevcut ve mevsuk en eski kaynakların dan hükümeti, misyoner teşekküllerinin çalıştırdığı hepsinde şekilce künyeye benzeyen Umm Kulşum maârif ve tıp müesseselerini devam ettirmektedir]. onun adı olarak kullanılmakta, bunun yanı sıra her­ B i b l i y o g r a f y a : Baedeker, Egypt and hangi bir isminden bahsedilmemektedir. Ayrıca the Sûdan, 8. baskı (L eipzig, 1929); W . S. cUtayba de, A bü Kulşum künyesiyle hiçbir yerde Churchill, The River War ( London, 1899 )î H. A . amlmamıştır. Bunun gibi isîâmiyetten önce ve son­ M acM ichael, History o f the Arabs in the Sudan ra yaşamış Umm Kulşum ismi altında hal-tercüme-



îo8



ÜMMÜ KÜLSÜM - ÜMMÜ’L-KÎTÂB.



leri verilen diğer kadınların hiçbirinin de, künye­ ye benzeyen bu isim dışında başka bir isimleri ol­ madığı gibi, Arapîarda künye alabilme geleneğine uygun olarak bunlann Kulgum adlı çocuklarının olduğundan da bahsedilmez. Lügat mânasıyla Kulgum, yuvarlak ve dolgun yüzlü demek olduğuna göre, Umm Kulgum terkibinin, önce künye kurulu­ şunda bir Iekab olarak doğmuş ve sonra İsim gibi kullanılmış olduğu anlaşılmaktadır. Bu arada meselâ yine künye şeklindeki Abü Bakr’in de hakîki bir isim olarak kullanıla gelmiş olduğunu hatırlatmak gerekir. Umm Kulşum, boşanmanın vâki olduğu tarih­ ten önce gerdeğe girecek yaşta değildi; zîrâ Pey­ gamber 30 yaşındayken Zaynab ’in, 33 yaşındayken Rukayya ’mn ve peygamberlik geldikten bir sene sonra 4 1 yaşında iken de, Fâtima ’nın doğduğunda ittifak olduğuna göre, Umm Kulşum ’ün, Peygamber 34-40 yaşları arasında iken doğmuş olması lâzımdır. Buna göre ‘ Utayba tarafından boşandığı zaman onun 6-7 yaşları arasında olması gerekir. 0 halde bu ni­ kâh, Arapîarda câri olduğu üzere, gerdeğe girme çağına gelinceye kadar (İbn Uacar, al-îşâba, nşr. M. Vacîh, CA . al-pîakV» G . Kadir, A . Sprenger, Kaîküte, 1854-1888, IV, 950: ilâ fayna yafanla al-tcPahhal) çocukların küçük yaşlarda evlendi­ rilmeleri âdetinin tatbikinden başka bir şey değil­ dir. Bu durumda Peygamberin bir torunu bulun­ duğuna dâîr ileri sürülen düşünceler (krş. E l mad. eUMM KULŞUM) bir esasa dayanmamaktadır, Siyer âlimleri, bu mes’eîenİn dışında Umm Kul­ şum ile ilgili olarak, cOgmân b. 'Affân ile evli olan ablası Rukayya ’mn Bedr gazâsı sıralarında vefatı üzerine Peygamber’in vahy ile ( al-clkd al-farîd, nşr. A , Amîn, A . al-Zayn, î. al-Abyârî, Kahire, 1940-1949, İV, 285; îbn al-Aşîr, Usd al-ğâla, Ka­ hire, 1286, V , 6x2 v.d.; îbn Uacar, ayn. esr., IV, 949-951) onu da ‘ Osman b. “A ffsn ’a nikahladı­ ğım, böylece onun „ikı nur sahibi" mânasına gelen m * l-nürayn lekabmı kazandığını kaydederler. Hat­ tâ Umm Kulşum ’ün eOşmân ile nikâhlı iken vefatı üzerine Peygamber’in „bir üçüncü (diğer bir rivâyete göre on ) kızım olsa idi, yine de ‘ Ogmân *a nikâhlardım" dediğini kaydederler. Umm Kulşum, çocuk doğurmadan Hicret’ in 9. senesinin şaban ayında vefat etmiştir. B i b l i y o g r a f y a : Metin içerisinde zik­ redilenlerden başka: bk. Muş‘ab b. ‘Abd Allâb al-Zubayrî, K . nasab Kuratjş ( nşr. E. L . Provençal), Kahire, 1953, s. 2 î v.d., 231; İbn K u" tayba, al-Macârıf ( nşr. F. Wüstenfeîd), .Göttingen, 1850, s. 61, 70; aî~*Jabarî, al-Târlff (nşr. M .J. de G oeje), Leiden, 1879-1901, bk. in­ deksi İbn ‘Abd aî-Barr, al-îsticâb (Haydarâbâd, î 318-1319), II, 793 v.d.; îbn aî-Aşîr, al-Kâmil f i ’ btârlİ) ( nşr. C . J. Tomberg ), Leiden, UppsaIaf 1851-1876, II, 28, m , 222, 233; III, 148.



(T svfİk R. T ûpuzoİ lu.)



ÜMMÜ ’L-KİTÂR. UMM al-KÎTAB (A.), dînî bir tâbir olup, asıl, direk, kaynak, ana v. b. mâna­ lara gelen turun ile fatâb [b . bk.] kelimelerinden teşekkül etmiş bîr terkiptir. Kur ân ’m üç ayn ye­ rinde zikredilen bu tâbir, Mekke ’de nâzil olan sû­ re 13 âyet 9, sûre 43 âyet 4 'te semâvî kitapların, bil­ hassa Kuran ’ın aslı, tamamı ve bütünü mânasmdadır ( al-fabarl, T a fs il Kahire, 1954, III, *6 9 ,1 7 i; X X V , 48; aî-Zamaljşarİ, al-Kaşşâf, Kahire, 1966, i l , 363; 111, 477 ; al-Razî Fabf al-Dln, al-Tafslr al~kor bîr, İstanbul, 1307— 1308, V , 258, 310; V H , 4^9; Kâzî Bayzâvî, Anüâr al-tanzîl, İstanbul, 1303, I, 626; II, 403; Tafsîr, Kahire, 1952, H, 498, 520; IV, 122, 127; Suyütî, Lubâb al-nttkül f î asbâb al-nuzül, Kahire, 1954, s. 13 1). İslâm âlimlerinin ekseriyetine ( cumhûr-i ule­ mâya ) göre bu, asıl Kur ân ’m vahiy kaynağı ol­ duğu kabul edilen „Levh-i mahfuz” dan İbârettir (göst. yerler; aynca bk. Kur ân, L X X X V , 21— 22; al-Kmtubl, Mubammed b. Ahmed, al-Cami U ahkâm ab fanfan, Kahire, ts., V , 3562). Medine devrinde bu tâbir başka bir mâna kazandı. Âl~İ İmrân sûresinin yedinci âyetinde, âyetler bîri açık ve kesin ( Syât muhkfunât) ve diğeri birden çok mânaya gelip maksadın ne olduğu belirsiz olanlar ( mutaşâbihât) olarak ikiye ayrılır. Bun­ lardan birinci grup, Kur ân ’m büyük bir kısmım meydana getirdiği ve dinin direğini, farzları, had­ leri ve mahîûkatm din, dünya ve Shîrete âit ih­ tiyaçlarım ihtivâ ettiği içm, Allah tarafından „omm al-kftâb" diye isimlendirilmiştir (al-Tabarî, Tafsîr, III, 170; al-Kaşşâf, I, 4 al-Razî, II, 599 ; Bayzâvî, I, 192 l İbn Kaşır, I, 344). Kurân’ın özü sayılması, âyetlerin başında yer alması, na­ mazın her rekatına mutlaka onunla başlanması nazar-ı itibâra alındığı için, bizzat Peygamber tarafın­ dan (Bubârî, Sahih, bab I; Abû Dâvud, Sunan, vitr, bab 17; îbn Uanbaî, Musnad, Kahire, 13*3 h., II, 448 ) Fâttha sûresine de „wrtm abkiiâb" den­ miştir ( îbn Kaşır, I, 8; al-Uâzim al-Bağdâdi, Lu­ bâb abtcfvîl, Kahire, 1304, 1, 13; al-Şavkânl, Fail} al-kadîr, Kahire, 1964, I, 1 5 ). En az 14 hadîste yer alan umm al-kitâb tâbiriyle, sâdece dördünde, semâvî kitapların ve Her şeyin asb olan T an n ’mn nezdindeki kitab veya Levh-i mahfuz kasdedilmekte (Bubârî, Şafak, Taofad,b ab 37» Tirmizî, Sunan, faadar, bab 17 ; Musnad, IV, 128; Nasa3î, Sunan, Talâk, bab 45, 7 5 ), diğerlerinde ise Fatiha sûre­ sine işâret edilmektedir ( Müslim, Şahifa şalât, ha­ dîs 44 ; Bubârî, Tafsîr, göst. yer.; Azan, bab 107, 109; Tahacatd, bab 28; Musnad, İ l, 250, 457; IV, 206; V , 60). Aslında görüldüğü gibi, İslâmî literatürde bu tâ­ birin gerek muhtevasında, gerek ondan ne kasdedildiği hakkında tam bir ittifak göze çarpmaz. Kur’dn ’m baştan sona kadar bütününü ( faamüs almufat, IV. 76; L A , X II, 3 1; Tâc, V II I, 190),



ÜMMÖ'L-KİTÂB. kitâb *m ilmmi, helâl ve haramı, zikr’i v.s. yi „umm aî-fatâb'* diye takdim eden rivâyet ve anlayışlar ya­ nında (al-Tabarî, Tafsîr, X III, 169, 1 7 i; krş. ibn Kaşır, Tafsîr, II, 520), zamanla ortaya çıkan aşa­ ğıdaki görüşler de yer almıştır. 1 — Tanrı nm nezdindeki kitap bir değil, iki­ dir. Bunlardan biri koruyucu ( hafaza) melekler tarafından mahlûkatın yaptıktan hakkında yazılan kitaptır. A llah 'ın istediğine vücût verip, ibka et­ mesi, istediğini silip mahvetmesi (K a r a n , X III, 3 9 ) ancak bu kitapta yer almıştır. Tebeddüîât ve tagayyürât sâdece bunda câizdir. Diğeri ise, Allah­ 'ın, ilmine tekâbül eden, ulvî ve süfîî âlemlere âit her şeyin ayn ayn tâyin ve teshilini muhtevi levh-i mahfûzdur. Bu kitap değişiklikten ve değişikliğe uğramaktan masun ve mahfûzdur; umm abkiiâb da budur ( al-Tabarî, Tafsîr, X III, 167; abTafsîr al-kabh, V , 310; ibn Kaşîr, II, göst. yer.; krş, al-Kaşşöf, II, 363; abCâmb, göst. yer.). 2 — Umm abkiiâb 'dan maksat, Allah ’m ilim­ dir. Bu ilim, Allah ’m „ol” emriyle bir kitap hâ­ line gelmiştir. Olmuş ve olacak her şeyin yazılı bulunduğu bu kaza-kader levhasında nesih, nakil ve değişiklik aslâ câiz değildir ve o , K u r ân *m as­ lının yazılı bulunduğu Levh-i mahfûz’un da aslı­ dır (al-Tabarî, Tafsîr, X III, 170; al-T afsîr cd-kaltr, V , 310; al-Câmî®, V , 3562; İbn Kaşîr, II, 520; krş. F a ik abkadîr, III, 90; Hamdi Yazır, K u r â t d ili, İstanbul, 1936, V , 4265; al-Cîlî, al-lnsân abkâm il, Kahire, 1970, II, 2 7 ), Burada dikkat edilmesi ge­ reken husus, İslâm öncesine âit, mevsûk olmayan dînî metinlerdeki gökte veya T a n n ’nm nezdınde bulunduğu farzedilen birden çok kitap ( levha, bk. mad. LEVH ) telâkkisinin İslâmî literatürde de - mâ­ hiyeti değişik olsa b ile -y e r almış olmasıdır, 3 “ Bir şîî âlimi olan cAbd al-eAzîz al-Nasafî ’nin izahına göre, cisimler âleminin mebdei olması ve vahdet ehli nezdinde ilk cevher sayılması itibarıyla dört unsur [ b. bk,] ’dan biri olan toprak, umm abki­ iâb 'dır. Hikmet ehline göre ise umm abkiiâb, ilk cevher kabul edilen akıl ’dır ( K aşf abhafâyik, Tah­ ran, 1344 hş., s. 56 v .d .). Bir kısmına göre de, eşyayı topluca ihata etmesi ve var olan her şeyin mâhiyetinin onda mevcut olması cihetiyle ald-ı evvel’e umm abkiiâb denir ve eşyayı mufassal bir şekilde açıklaması dolayısıyla da nefs-i küliî ’ye Kiîâb mubîn ( açıklayan kîtab ) adı verilir ( aî-Tahânavî, Kaşşâf, Kalküte, 1862, I, 91; Aştiyânî, Şarfai mukaddİma-i faayşarl bar Fuşuş abhikam, Tahran, 1385 h., s. 273 v. d.; Saccâdî, Farhang-ı Lugâtu işfb löhâtu İacbîr5 H çirfânî, Tahran, 1350 hş., s. 60; Kaşf al-hakâyikı s. 5° )• Ayrıca meselâ Şah N iemat Allah, Peygamber 'in nûruna umm abkiiâb dediği gibi, akl-ı evvel ve Levh-i mahfûz için de aynı tâbiri kullanır ( Saccâdî, ayn, esr,, s. 6 1 ). ‘ Abd al-Karîm al-Cîlî, akl-ı evvel 'in şümûlünün Allah *m ilmin­ den, Levh-i mahfûz’unkinin ise, hem A llah’m il­



minden, hem de, Kur ân ’dan daha dar olduğunu ileri sürerek umm abkiiâb ’m ilm-i ilâhı olabileceğini ifâde eder ( abînsân abkâmil, I, m ; I I , 10, 27; krş. al-Tafıânavî, 1, 9* ) ve daha ileri giderek - bu tâbirin Kur ân ve hadîsteki mânalarına yer vermek­ sizin - bîr bakıma ulûhîyet olan, bir bakıma da eş­ yanın yeri, varlığın kaynağı bulunan künh ( zât )’iin mâhiyetinin umm abkiiâb olduğunu söyler (a b în ­ sân abkâmil, I, 37, 109). Diğer bir ifâdesinde ise, tasavvuf erbabının ıstılahında „umm abkiiâb" de­ yince ilk alda gelen, zâtın künhünün mâhiyetidir. K uran zâttır, A llah’ın zâtından ibârettîr. Furkân, sıfatlarından kitâb-ı mecîd ise, mutlak varlığından ibârettîr (ayn, esr., I, 37, * 13 ). Yâni kitâb, kendi­ sinde yokluk bulunmayan vücûd-i mutlaktır; var­ lık ve yokluk ile kendisine hükmedilemeyen, var olduğu da, yok olduğu da söylenemîyen ve «haki­ katlerin mahiyeti” diye adlandırılan şey, umm abki­ iâb ’dır. Eflâtun ’un tâbiriyle söylemek gerekirse, îdea ’lann veya İdealar ideası ’ mn mâhiyetine umm al-kitâb denir (ayn. esr., 1, 108 v.d.; al-Tahânavî, göst. yer.). al-C îii'ye göre bu mâhiyet, Idtabm kendisinden doğduğu şey gibidir. Kitâb ’da mâhi­ yetin iki yönünden ancak bir yönü, sâdece varlık yönü vardır; mâhiyetin diğer ( al-însân abkâmil, göst. yer.). grup, insan-ı kâmil *e, aklı ve kitâb ve umm-abkiiâb, kalbı



yönü ise yokluktur Yine sûfîlerden bir ruhu itibârıyla aklî cihetinden Levh-i



mahfûz kitabı ve nefsî yönünden de mahv ve isbat kitâbı derler ( Şarbrt mukaddima-i faayşarî, s. 275; Saccâdî, ayn. esr,, s, 60). Ancak ınsan-ı kâmil ’in bîr tane ve sâdece Pey­ gamber olduğunu söyleyenlerin (al-însân abkâmil, I I , 71 v. d .) yanı sıra, onun bire inhisar etmediği­ ni, her devirde bîr insân-ı kâmil’in bulunmasının zarûrî olduğunu ve onsuz olunamıyacağım İfâde edenler de bulunmaktadır (eAzîz al-Dîn al-Nasafî, insân-ı kâmil, nşr. M. Molâ, Tahran, 1941— 1962, s. 4 v .d ., 190 v .d ., 273). Bu durum karşısında İlmî ve tamamen İslâmî bîr delil olmamasına rağmen, kytub diye bize takdim edilen zevata, imamlara ve mehdilere de »umm abkiiâb“ demeye haksız yere zorlanmamız söz ko­ nusudur. Bundan başka, bilhassa V I I . hicret asnndan bu yana, Kufânrt Mecid ’İn bulunduğu Levh-i mahfûz ’un, küllî nefis ’te, yâni insan-ı kâmil ’in nefsinde (zâtında) olduğunu söyleyenler tarafın­ dan ( al-Cîlî, ayn. esr., II, 12 ), bilerek veya bılmiyerek, müminlerin mantıken izahı güç bir düşünce ve inanç çıkmazına sürüklenmek İstendiği neti­ cesine de varabiliriz. B i b l i y o g r a f y a : Metinde geçenlerden başka bk. L a n e , Lexicon, mad. umm ( «mm abki­ iâb ); H orovritz, Koranische Untermchungen, B er­ im - Leİpzig, 1926. s, 65.



( M, N a z İf Ş ah Ikoğlu .)



iıö



ÜMMÜ VELfiÖ. ÜM M Ü VELED.



UMM



a l -V A L A D



( Farsça



umm-i valad terkibinin Türkçe ses uyumuna göre söylenişiyle ümtrm veled), e f e n d i s i n d e n b i r çocuk do ğu ran câriye. 1. Peygamber» câriyelerin efendileri tarafından odalık olarak kullanılma hakkını» Câhiliye devrinin umûmî tatbikatından almıştır. Bu birleşmeden doğan çocukların durumuna gelince, islâmm zuhûruna takaddüm eden son devirlerde Arapların düşünce­ sinde dikkate değer bir tekâmül göze çarpar. Evlen­ me ve odalık edinmedeki eski serbestlik yerine, belirli bir usûl ortaya çıkmıştı. Hür kadınlarla ev­ lenmeye daha çok değer verilmeye ve aynı zamanda anne tarafından gelen asâîete daha büyük bİr îtibar gösterilmeye başlandı; fakat bu gelişme İle birlikte köle annelerden doğan çocukların durumu kötüleşmişti. Çünkü bu çocuklar, mûtad olarak babalarının ismine göre değil de, annelerine göre adlandırılıyor, şahsî hürriyetlerini ancak babaları­ nın onları ırâdî ve kesin kabûlü sâyesinde alabili­ yorlar ( fakat herhalde bu şart, eskiden beri vardı) ve hattâ bu durumda bile tam meşru telâkki edilmi­ yorlardı. Câriye, müstakbel efendisini doğuramazdı; zîrâ bu çocuk annesinin kölelik vasıflarım göstere­ cekti. Üstelik, bu çeşit bîr câriyenİn durumu imti­ yazlı değildi. Hattâ bu anne, taran al~vaîad (çocuğun annesi) diye isimlendİrilmekle hür bir kadım ifâde eden umm al-lanln ( oğlan çocukların annesi )Men tefrîk edilmiştir. Her ne kadar harpte esir edilen bîr kadının tâbi olduğu şartlar, bunlannkinden pek az farklı İse de, bu durumda odalığın yerini umumiyetle bir evlenme alıyor ve ısimlendirilmelerinin çoğu zaman sâdece anne adına göre olmasına ve mutlak mânada meşrû sayılmamalarına rağmen, çocukları hür telâkkî ediliyordu; fakat onlar için ilk birleşme formalitesi eksikliğinden hâsıl olan leke, çok defa şeklî olan yeni bir nikâh akdi ile silinip kaybedilmeğe çalışılmıştı. 2. Bu durum, önce esaslı bir değişikliğe uğramaksızm ıslâmda da devam etti. K u ra n * ın, mübah cinsî münâsebetin zinâdan ayrılması bahis konusu olan âyetlerinde ( IV , 3, 24 v.dd.; X X III, 6; L X X , 30, hepsi MedîneMe nazil olmuştur; krş. Nö!deke-Schwally, Geschichte des Qoram 'daki açıklama) câriyenin odalık edinilmesine cevâz ve­ rilmiştir f Bu cevâz sâdece efendiler içindir; on­ ların dışındakiler, hattâ bu efendilerin çocukları, câriyelerden ancak nikâh yolu ile faydalanabilirler, bk. Kuran, IV, 3, 25; X X IV , 32 ve tefsirleri; krş. Muhammed Hamîdullah, Le Coran, Paris, 1966, bilhassa aym âyetler ite ilgili notlar]. Husûsiyle Peygamber’e hitab eden âyetler (X X X III, 49— 51), bu odalıkları, bilhassa harp esiri kadınlar olarak tavsif eder. Buna göre, yukarıdaki paragraftan da kolayca anlaşılabileceği gibi, islâmda savaş esiri oda­ lığı ile câriye arasında nazarî olarak bir fark gozetilmemiştîr; tatbikatta savaş esiri kadına karşı mu-



âmele eskisi gibi devam etmiştir. ( krş. msl. Wellhausen, Vahidî, s. 178; ayn. mil., N G W G o t t 1893, s. 436, bâzı münferid durumlar da her zaman tarihen tahkîk edilememişse de kendine has vasıfları görülmektedir), [İslâmda harp esirleri ile diğer câriyeler arasında sırf odalık edinme bakımından bir fark göze çarpmıyorsa da, diğer muâmeleler ve davranışlar muvâcehesinde Câhili­ ye devrine nazaran aralarında ve her iki zümrenin lehinde çok değişik hükümler getirilmiştir; bk. mad. ABÎD ; krş. Muhammed A . Lahbabî, Le Personnaiisme Musulman, Paris» 1967» s. 84, 87 ve E I 2, mad. eABD], Kur ân Ma u m m al-valad ’e âit bir hüküm yoktur ve Peygamber ’in umm al-valad’in ve çocuklarının durumunu değiştirecek bir bü­ küm bırakmamış olduğu muhakkaktır. Câriyesİ Mâriye, Peygamber ’e oğlu İbrahim ’i doğurunca onu serbest bırakmış olması ( îbn SaM, V III, *55» ıs; krş. ayn. esr., s. 156,4) her halde umûmî bîr ka­ ide olmayacaktır. Bu hâdise, ayrıca umm al-valad ’e âit hadîs malzemesi içinde de oldukça arka planda kalır. Peygamber’in, M ârİye’nin oğlunu ancak bir­ çok tereddütle tanımış olması ile ilgili rivâyet ( ayn. esr., V III, *54,25), gerçekliği bakımından mümkün ise de, şeklen inanılmaz gözüküyor. 3. Bir umm al-valad*in, efendisinin ölümü île hukuk bakımından hür olacağı ve bu sebepten artık satılamayacağına (kimseye hibe ediîemiyeceği v .s .) dâir ilk hüküm (yazılı em ir) Halîfe Ö m er’e âittir ( aş. b k .). Bu hükmün kaynağı, yalnız A bü Dâvüd ( cAtâk, bab 8 ) ve Ibn pîanbal ( V I , 360) tarafından nakledilen ve mevsûkiyeti devrinin esaslı hâdiseleriyle te’yİd edilen bir hadîste bulunmaktadır (b u hadîsin sonradan düzeltilmiş bir şekli için bk. Kanzal-eammâlt IV, 5126 ). Bu hadîse göre» Câhiliye devrinde amcası tarafından köle olarak satılan, yeni efendisine bir ço­ cuk doğuran ve onun Ölümünden sonra da borçlarım ödemek için tekrar satılan bir kadın, Peygamber e şikâyette bulunmuş; Peygamber de, terekeyi idâreye me’mur bulunan şahsa, bu câriyeyi serbest bırakma­ sını emredip yerine ona bir köle vermişti. Ibn Banbal, haklı olarak Peygamber ’in bu fiilinin mümkün olan farklı biçimlerdeki şerh ve tefsirlerinin, neti­ cede ihtilâflara İmkân verdiğine dikkati çekmiştir. Ancak, gerçekte bu emrin bir defaya mahsus ve­ rilmiş bİr emir olduğundan şüphe edilemez. Buljârî ( cIik, bab 8 ve muhtelif yerler) ve al-Tabâvî ( Şarl) manânı l- 5§ârr II, 66 ) tarafından nakledilen bir hadîs, bir câriyenin çocuğunun babasını tesbit hususundaki dâvayı hikâye eder. SaM b. Abî Vak“ kâş, ölen kardeşi cUtba ’nin vasiyetine göre, çocu­ ğun gayrimeşrû yoldan babası bulunduğunu ilân ederken, Zacma ’nin oğlu eAbd ise, ölen babasının odalığından doğan meşrû çocuğu olduğunu iddia ediyordu. Çocuğun cU tb a ’ye benzemesine rağmen, Peygamber, „ al-valad li’l-ftrâş' ( çocuk meşrû yata­ ğa âittir) esâsına uygun olarak kararım cA bd b.



ÜMMÖ V E llÖ . Za'ma ’nin lehine verdi. Bu hadîs, arzettiğı tercü­ me ve şerh güçlüklerine rağmen ( krş. şerhler, bil­ hassa al-'Aynî ’nin al-Buhâri şerhi) haddizatında mevsuk olabilir ( bunun yanında, TahâvI, II, 67 tarafından sonradan değiştirilen şekil şüphesiz uy­ durmadır). Herhalde bu hadîste câriyenin serbest bırakılması söz konusu değildir.



m



kendisinin evlilik mihri olarak telâkki edilebilir” ( Kanz, IV, 5*33 )• îbn Mas'üd da, tımm al-valad ’i âzâd etmenin, onun hür farzediîen çocuğunun miras hissesine mahsûb edilebileceği fikrini ortaya atmıştı ( al-'Aynî, göst. yer.; [Ancak cAynî, bu gö­ rüşü aynı zamanda îbn 'Abbâs ve îbn Zubayr’e de isnad eder ] ) , Bu iki görüş ana tezin değişik 4Biraz yukanda zikredilen Ömer ’in emri, te­ şekilleridir. Yukanda üçüncü paragrafta nakledilen ferruattaki farklılıklara ve efsânevî genişletmelere ve birden çok mânada tefsir edilebileni müstesnâ, rağmen, pek çok nakillerle doğrulanmıştır (krş. islâmdaki hadîsleri cerh ve tâdil bakımından, bu ha­ bilhassa Katız, ÎV , 5118, 5122, 5124; al-Şan'ânî, dîslerin hepsi, tenkide müsâittir. Bunun içindir ki, Subul al-saîâm, Kiiâb al-buyüe, nr. 1 1 ) . Değişik umûmiyetle daha sonra üstünlük kazanmış olan bir çözümün, yâni daha Önce ortaya konmuş olan fikri meşru kılmak üzere, sâdece Öm er’e ve onun kat'î bir hal şeklinin (K an z, IV, S11^ ) tarihî değe­ görüşüne ( ra°y) istinad tercih edilmiştir. 5. Böyiece 'Aynî ( cUmdai al-kâri3, cîtk , bab 8 ri üzerindeki hükmün, yeniden tanzimine kadar muallakta kalması gerekirken, Ö m er’in ttUmm al- sonunda), mezheplerin zuhûrundan önceki en eski valad, çocuğunu doğurur doğurmaz hürriyetini elde fakihler devrine kadar çıkarak taran al-valad hak­ eder" şeklinde karar verdiği rivâyetini ( al-fjhârizmî, kında Ö m er’in görüşünün yanı sıra diğer yedi Câmie al-masönid al-îmâm al-A^zam, II, 166; aynı muhtelif görüşü vermektedir; I. Efendi, ttmm zamanda Kanz, IV, 5116 [K a n z al-ummal ’in göste­ al-valad ’ini para karşılığı ( yâni mükâtebe olarak) rilen yerinde böyle bir rivâyet yoktur.] ), bu mes’ele âzâd edebilir; 2. Utnm a l-v a h i, kayıtsız şartsız satıla­ üzerindeki muahhar mücâdelelerin bir netîcesİ ola­ bilir I 'Aynî, bu görüşte ihtilâf olduğunu, dolayısıyla rak telâkki etmek zarûridir. Zîrâ Ömer ’in bu hük­ hükmün mutlak sayılamayacağım söyler.]; 3. Efen­ mü, hiçbir zaman kat’î bir kararın neticesi değildir. disi hayatta iken onu satabilir, efendisi ölünce taran Osman devrinde onun bu kararından şikâyet edilmiş. al-valad hür olur (böyiece o, mudabbara olarak ( Kanz, IV, 5122 ) ve Ali onu yeniden kaldırmıştı teîâkkî edilir, al-Şâfi'î bu tarz bir görüşü kabûl etmiş ( ayn. esr., s. 5129— 5 13 1). Peygamber ’in ashabı olmalıdır); 4. O , verâset borcunu ödemek için arasında bilhassa îbn 'Abbâs, Ömer ’in bu gö­ satılabilir; 5. O satılabilir, fakat çocuğun babası rüşünün diğer bir muhâîifi olarak temâyüz etmişti. ve aynı zamanda tanm al-valad ’ in sâhibi olan şah­ O zaman başlayan bu farklı görüşler mücâdelesin­ sın ölümü ânında çocuk hayatta ise, çocuğun his­ de, bir taraftan Ömer ’in karan bizzat Peygamber ’e sesine düşecek paya mahsuben âzâd edilir ve çocuğu kadar çıkanîmağa (ayn. esr., s. 51 *5» 5**7 ) ve aynı ile birlikte vâris olur; 6. Ancak âzâd edilmek şartı düşünce tarzı, hattâ AK ’ye ve îbn 'Abbâs ’a ısnad ile satılabilir; 7. îtâatsizlik ettiği ve kaçtığı zaman edilmeğe çalışılırken ( 'A lı: ayn. esr., s. 5*33 î îbn bile satılamaz, sâdece fuhşa tevessül eder veya din­ 'Abbâs: ayn. esr., s. 5039— 5041; îbn hlanbal, I, den uzaklaşırsa satılabilir (al-M uzanî’ye göre, 303* Peygamber’den îbn 'Abbâs: al-Dârimî, s. al-Şâfİ'î bu hususta bir karara varamamıştır). 18, 38, [ al-Dârimî, Buytf, bab 38 ]; Îbn Mâca, Bununla berâber, o zamandan beri tımm al-ûalaâe/f&, bab 2; îbn Sa'd, V III, 155.20; îbn Hanbal, ’in temellük edilemiyeceği ve efendisi ölür ölmez âzâd I, 3*7 ), diğer taraftan açık bir siyâset havası ile edileceği tezi, en çok taraftar kazananıdır. Bu taraf­ Peygamber’in ttmm al-valad ’in satılışını kabûl ve tarlar arasında bilhassa al-Hasan al-Başrî, eAtâs, tasdik etmiş olduğu kısmen müdâfaa ediliyordu Mucâhid, al-Zuhrî, İbrahim al-Naha'î (b u hususta ( î b n Mâca, göst. yer,; îbn Hemhal, III, 321; al- krş, Hvârizrnh ayn. esr,, II, 167; Kitöh al-asâr, s. Tayâlisî, nr. 2200; Kanz, IV, $125, 5127). Buna 71, 102) v.s, zikredilirler ( ayn. esr., göst. yer.). mukabil, Peygamber’in bu karannm tam tersine O devirlerde bile, sâdece münâzaa ve münâkaşa ashâbın, Ömer ’in kararını tasvib ettiği belirtilmişti konusu olarak intikal eden husûsî mes’eleler dahi (A bü Dâvüd, cAtâfc, bab 8; Ayni, cUmdat al~feari0, esld otoritelere kadar çıkartılır. Binâenaleyh, 5 nu­ bab 8 ) . Bununla beraber ileri sürülen­ maralı görüş îbn Mas'üd, îbn 'Abbâs ve îbn Zuler sâdece bu iki tezden ibâret değildir. Daha o bayr ’e ( göst. y e r.), 6 numaralı görüş Ömer ’e devirde Ömer ’e atfedilmiş bir diğer görüş zikredil­ ( göst. yer. [ bu 7 numaralı görüş olmalıdır, bk. mişti ( Peygamber’e isnad edilen birkaç hadîs bu 'Aynî, göst. yer.]; kezâ Kanz, IV, 5Î33 ), diğer görüşe uygun bir kaideyi ortaya çıkarır, fakat bu teferruat da aynı şekilde yine ona çıkardır (M u kaideye kolaylıkla başka bîr mâna da verilebilir: v a f f a cîtk, bab 8, al-Şaybânî ’nin rivâyeti, Kitâb ayn. mil... ayn. esr., bab 2; îbn Saed, V III, 155,^ al-Buyûe, bab Bayc ummahât al-avlâî; al-Hvârizmî, her ikisi de îbn 'Abbâs tarafından rivâyet edilmiş­ ayn. esr., v.b.), 6. Mezheplerin ortaya çıktığı devirde umm a ltir; kezâ bk. Kanz, IV, 5128 ?). Şu ifâde cAîî ’ye isnad edilir: ,JEfendi istediği takdirde taran al-Valad- valad ’in temellük edilemiyeceği tezi, Abü Hanîfa ile ’inİ âzâd edebilir ve onun hürriyete kavuşturulması Abü Yusuf, Zufar, al-Şaybânî ve onların arkadaşları



ÜMMÜ V İ I İ 5 . olan al-Avzâ'î, al-Şavrî, al-l^asan b. Şâlih, aî-Layş değildir; Mâîikî ve Şâfiîler de aynı görüştedirler. b. Sa'd, Mâlik {Mmaf İmed Ahmed Badavî-Uamld *Abd al-Mâcıd ( Kahire, 1953) taraflarından iki defa neşredilmiştir. Bu konuda diğer eserlerinden zamanımıza kadar ulaşan edebî san’atlar haklımdaki al-Badî0f l nafcd a r jıcr adlı eseri, yine Aljmed Ahmed Badavî-Uamîd cAbd al-Macîd taraf­ larından (Kahire, 1380=1960) neşredilmiştir. Pek çok şiir ve eaşâ ile ilgili masallar ve hikâyeler ihtiva eden Kiîab al~caşa eA bd al~Salâm M . Hârün tarafından ( Navâdir al-mabîûtâi, Kahire, I 37°/ î 95*, 1, 175“ 2 15 ), Üsâme’nin memleketi Şeyzer ve diğer yer­ lerdeki harâheler, yurtlar, ri6âe, diman ye izler (rusüm)’e dâir 568 ( 1172) senelerinde Hısn Keyfâ ’da yazdığı al-Manâzil va'l-diyâr (Moskova, 1961), Anas Halidof tarafından, başka bir edebî eseri olan Lubab al-adab (Kahire, *354/ *935 ) ise, Ahmad M . Şâkir tarafından neşredilmiştir. Bu mevzuda hîze kadar gelmeyen eserleri ise şunlardır: Makârim al-alj.lâk ( Mısır’dayken 20 cilt olarak te’lif etmiş­ tir ); al-Şayb va*l-şabâb. Bu eserin zeyli; tslidrâk al-îmriâb, al-Hanîn ilal-ariân, Affbâr al-ntsâ3 va afârîhjnnat B a s iti qI~sö?U (du alar), Naşlfrat al-



ÜSÂME b. MunkIz - ÜSÂME b Zayd.



X2 î



m*. 2920, V III, 174»— 176a; al-Makrîzî, a l-M u ru‘ât al-Başâra, abNaom vdl-ahdâm, al-Tcfâssl vdltasaîlî, al-Mahâsin, Nuzhat al-nözİr f î imlöPabbâtir, ka jfâ , Süîeymamye kütüp., Pertevniya! nr. 496,1, Rad* al-gâlim Va radd abmuzöhim, Mttniaftab rmn 172» — 174b (burada eserlerinin tam listesi ve­ a f ör al-cA.rab, al-Mumâşala fi’bşbr, Mtfünat alrilmektedir); E 1, mad. USÂMA; Brockelmann, G A L , I, 319 v.d.,Supph 1, 552—554; Kahljâla, musdid çalü haşr abşavahid fCbşfr, abAhsâm fi'b Şİcr , Âmân al-fadifm fİ'bzuhd, al-Dîn vabhaşön, M rfca m a b m f a l l i j h , II, 255; N. EIissĞeff, N â r I£itöbLtl fîhi şieru camda tin sa*alahu İbn al-Zubayr ad -D îm .. (Şam, 1967), s. 20 v.d.; *Omar Müsâ Bâşâ, eankam, al-Makârim Dül-l^aram oa rböyat abra­ a l-A d a b f î bilâd al-Ş a m ( Şam, 1391 /1972); R. mam, al-Fark bayn al-mafıabba va'bhavâ, Zacru Şeşen, N aVâdir al-m ahtûtat a b earabiyya f î mahjtar eAmr b. Balşr al-Cahiz, Zavrây abdala*, Zarbat di­ bâti Turhiya ( Beyrut, 1975 ), I, 33*» vala*, îfatiyâm şicrİ Ahi Tammâm, al-Ticâra oal(R amazan Şeşen.) marbaba, Maktanı şfn Abî Navâs, Zayla Yatımat ÜSÂME. U S M A , b. Z ayd b . PIârîşa alabdahr, Lâmiyyat al-adab, Azbör abanhâr. K albİ al -Hâşİmî, Aötî Mueîammed, H a ­ T a r i h î e s e r i e r i arasında bize kadar gelen en meşhur kitabı aynı zamanda çağındaki edebî nesrin en güzel örnelderinden biri olan, Kitöb ab Ftibâr*dır. Gençlik ve olgunluk devrindeki hâ­ tıralarını anlatan bu kitabında, devrinin içtimâi ve siyâsî durumunu, bir asîlzâdenİn yetiştirilme­ sini ve hayat tarzını anlatır. Bu eser, Derenbourg ( Paris, 1886) ve Ph. Hitti (Prmceton, 1930) tarafla­ rından iki defa neşredilmiştir. Ve eser ehemmiyetin­ den dolayı Derenbourg tarafından Fransızca’ya (Paris, 1895), G , Schuman tarafından Almanca*ya ( Innsbruck, 1905 ), M. Sallîer tarafından Rusça ’ya ( Petersburg, 1922 ), G . R. Potter ( London, Î929 ) ve Ph. Hitti (Princeton, 1930) tarafından İngiliz­ ce ’ye tercüme edilmiştir. Tarih sâhasmda bize kadar gelen başka bir eseri Talljh Manâkib abeÖmarayn li-lbn abCüDzl ( Siirt’te hulâsa edilmiştir ) ’dir. Bu konuda bize kadar gelmeyen eserleri ise, şun­ lardır: al-Türib abbadrt ( Peygamber’in ve Bedr savaşma kat ilan! arm hayatlarından bahseder, alfa­ betik olarak tertib edilmiş olup, 5 büyük cilt id i), FaziPil abHulajd al-Raşidh, Târih ab Islâm ( Hic­ ret 'ten zamanına kadarki hâdiselerden bahseder), Kitâbva 0 ı i zilır abbilâd üal-mtılök. dblazîna hana j l zamanihî. Bibliyografya : Metinde zikredilenlerden başka bk. eîmâd aî-Dîn al-Kâtib al-lşfahânî, a l-B a rk a l-Ş â m î, III, Bodleian Bruce nr. XX, bu eserin tamamının aî-Bundârî tarafından yapılan muhtasarı Satıa'bBarfc a l-Ş ö m î ( nşr. Ra­ mazan Şeşen), Beyrut, 1971, î; ayn. mîl., H a r U a t abhaşr, IÇism a l-Ş ö m ( nşr. ŞukrI Faysal), Şam,



beşistanlı âzâdlı bir kadın olan Baraka^ U m m A y m a n ’ in o ğ l u o l u p , P e y g a m b e r ’ in â z â d l ı l a r ı arasında yer alır. Nübüvvetin dördüncü senesinde Mekke ’de doğmuştur. Hadîste onun henüz çocukken Pey­ gamber tarafından sevildiğine dâir birçok misal­ ler geçer ve ffibb b. ffibb Rasöl Allah lekabmı taşır. Uhud seferi sırasında savaşçıların arasına katıldı ise de, yaşının küçük olması dolayısıyla muhare­ beden önce geri gönderildi. 'Â ’ işa aleyhindeki iftira mes’elesinde Peygamber tarafından isticvap edildiği zaman 'Â ’ işa lehinde beyanda bulundu. Hayber sa­ vaşından sonra kendisine bir maaş bağlandı ve hicretin 8. senesinde Peygamber ’in maiyyetinde M ekke’ye girerek onunla birlikte Ka’b e ’ye ayak bastı. Hunayn ’de yiğitçe savaştı. Hicretin 11. senesinde Peygamber, Usâma’ye Mu3ta ’de şehit düşen babasının intikamını almak üzere bîr seferin başkumandanlığını verdi. Peygamber Usâma ’nin gençliği dolayısı ile yapılacak tenkitleri itibara almadan, daha hastalığının son günlerinde derhal sefere çıkılmasında ısrar etti. Ancak Pey­ gamber’in ölüm haberinin gelmesi üzerine seferden geri dönüldü ve böylece Usâma de defn hazırlığım yapanlann arasına katıldı. Kabileler yerlerine yerleştikleri halde yeni seçilen halîfe, Peygamber ’in arzusuna uygun olarak yemden sefere çıkılmasını emretti. Usâma Suriye ’de babası Z a y d ’in şehid olduğu al-Balkâ* bölgesine ulaşarak Ubna ( bugünkü Hân al-Zayt) köyüne hücum etti. Onun zaferi ridda dolayısıyla meyus duruma düşen 1375 ( 1955), I, 498—5475 Yâküt, îrşâd abarîb Medine ’yi sevince boğdu. Bu sûretle bu zafer asıl (Kahire, *355 /19 3 6 ); İbn Uallikân, V ajayâi değeriyle mütenasip olmayan bir ehemmiyet kazanıp a b a eyân (K ahire, 1948); Abu Şama, al-R aüzasonradan Suriye ’nin fethi için girişilen bir seferin iayn (Kahire, 1288), I, 264, II, 137; aİ-Hazrac!, başlangıcı olarak değerlendirildi. Ebü Bekr, aynı Târih D a v la i al-A h râ d v a l- A tr c h , Süleymaniye yıl Zu’l-j^aşşa savaşı sırasında Usâma ’yi başku­ Hekimoglu kütüp., nr. 695, var. 258— 27a; İbn mandan olarak Medine ’de bıraktı. al-Şâbünî, Takjnilat ihmâl a b îh m â l ( nşr. Muşîafâ 20 ( 6 4 1 ) yılında Halîfe Ömer, Peygamber ’in Cavâd), Bagdad, 1377 / *957, s. 292; al-Zahabî, ona ve babasına karşı sevgisinden dolayı, Bedr sava­ S iy a r aHâm a b n u b a ld , Topkapı sarayı kütüp., şma katılan kişilere verildiği kadar, Usâma ’ye de IH. Ahmcd nr. 2910, X III, 38»; İbn Fazl-Aîîâh, 4,000 dirhem [ b. bk. ] tekaüdiye bağladı. M asâ lih ababşâr, ayn. kütüp., nr. 2297, X , 249a— ■ Osman ’m halifeliğe seçilmesi Usâma ’nin karısı 256»; al-Şafadi", a l- V ö fl b ıb m f a y â i, ayn. ktitüp. Fâtima bint îfays al-Fihrîya ’mn evinde yapıldı.



122



ÜSÂME b. Zayd — ÜSKÜB.



Muhtemelen odla seçime katılmış ve halîfenin te­ veccühünü kazanmıştı. Zîrâ, Osman 'dian hediye olarak bir parça arâzi almış ve 34 ( 654/655 ) sene­ sinde oradaki siyâsî durum hakkında bir rapor ha­ zırlamak üzere Basra'ya gönderilmişti. Osman 'm ölümünden sonra, Usâma, Halîfe Ali ’ye biati reddettiği için Ali taraftarları Medine câmiinde ona saldırıp hırpalamışlardı. Usâma bundan son­ ra evvelâ Vâdi'I-ÇurS, sonra Medine 'de münzevî bir hayat sürmüştür. 54 ( 6 74 ) ’te al-Curf ’da Öl­ müş ve Medine 'de gömülmüştür. Usâma ’nin hadîs nakledenler arasında yeri vardır. Siyâsî hayatı parlak olmasa bile kusurlu da değildir. Serveti hakkında birşey bilinmiyor. Usâma, siyah görünüşlü ve basık burunlu olup, annesine benzerdi. Hadîste Peygamber ’in ona karşı olan sevgisinin tebarüz ettirilmesi, kısmen Ali âilesine karşı ona bîr pâye verilmek istenmesinden ileri gelmektedir; belki bunda Peygamber’in ırk mev­ zuunda peşin hükümlere yer vermemesinin ve bu bakımdan serbest düşünceli olmasının payı da bu­ lunabilir. Bibliy ografya : Ibn Sacd, IV/ı, 42— 51; Balâzurl, s. 273, 45 i ; al-Hazracî, ffu lâ şa t a l ta zhlb, 1. tab ( Kahire, 1322), s. 22; Ibn al-AşIr, U sd, I, 64; al-Tabarî (nşr. de G oeje), I, 2943, 2952, 3072, 3124; III, 2344, 2440; Ibn Hişâm ( nşr. Wüstenfeld), s. 560, 734, 776, 970, 984, 999 , 1008, 1018; Caetani, A m a l i deli* M â m , cüz I I , § 3— 5, 9— 12, 73, 106— n i ; cüz 23, § 156, nr. i ; Miednikoff, Palestİna, I, 363— 384; Wellhausen, Muhamm ed in M edin a, s. 433 v.d., 436; Lammens, F â lim a , s. 20, 28, 3 1, 72, 103— 106, 140.



(V. Va c c a .) ÜSKÜB (Makedonca Skopje, Sırpça-Hırvatça Skoplje), O s m a n l ı l a r devrinde K os o v a ( K osovo) v i l â y e t i n i n b a ş ş e h r i olup, şimdi Yugoslavya Sosyalist Federatif Devletî Makedonya Cumhuriyeti ’nin başkentidir. Usküb, Balkan yarımadasının tam ortasında bulunup, hu­ sûsî bir coğrâfî ehemmiyeti hâizdir. Bu bölgenin iktisâdı, siyâsî ve kültürel hayatında her devirde mühim rol oynamış olan Üsküb, mühim bir müna­ kalât merkezi olup, Vardar-Morava vâdilerinden geçen ve cenupta Selanik-Ege denizine, şimâlde ise Panon havzası ( Niş-Belgrad ) ’na ulaşan ana yolun üzerinde bulunmaktadır. Şehir, Kaçanik boğazın­ dan geçen yol île Kosova-Priştİne ’ye, şarka giden Kumanova-Kriva Palanka yolu ile Bulgaristan-Sofya ’ya, garba giden başka bir yol île de Arnavutluk ’a bağlanmaktadır. Yer yer deniz seviyesinden 220— 340 m. yükseldikte bulunan Üsküb, Vardar mecrâsının yukarı kısmında şimâl-i garbı— cenûb-İ şarkî İstikâmetinde uzayan tektonik bir arazîde sıralanmış vâdiîerden kendi adını taşıyan geniş ve verimli ova­ nın şimâlinde Vardar nehrinin her iki yakasında



yer almaktadır. Çok girintili ve çıkıntılı olan Kaça­ rak boğazı ve tektonik Kumanova düzlüğü ile şimâîe, Vardar vâdisi vâsıtasıyla da cenûba ve Ege denizine açılır. Bu sebeple Üsküb ve civârmda biri şimâlden kıt’a, diğeri cenûptan Akdeniz olmak üzere İki ayn iklime rastlanılır. Bundan dolayı Üsküb, yazı sıcak ve kuru, kışı rutubetli ve soğuk bir iklime sâhiptir. Yıllık ortalama­ sı 12,4° olan Üsküb 'de yazıtı sıcaklık 4 ° derecenin üstüne çıkarken, kışın da sık sık sıfır derecenin al­ tına düşmektedir. Akdeniz ikliminin tesiri, ilk­ baharın sonbahardan çok daha soğuk olması ve yağış miktarı ile yazın bâzan 3 ay hiç yağmur yağmama­ sında açıkça görülmektedir. Adı, bîr îllir kabilesinin yerleştiği S ky p İ ‘den gelmekte olan Üsküb, sonradan Romalıların Dardania adını verdikleri eyâletin başşehri olmuştur. Bugün Üsküb ’ün birer semti olan Aşağı Vodno ve Nerez arasındaki antik şehrin arkeolojik kalıntıları, eski Dardanlann varlığına delâlet etmektedir. Arnavutla­ rın bugün bile Üsküb *ü Illîrce’den Shkup (Ş k u p ) ismi ile adlandırmaları bu antik şehrin ilk sakinleri­ nin lîlir Peonları olduğunu göstermektedir. Batlamyus II. asırda ilk defa Ü sküb’den bahsettiği gibi, burası bir asır sonra da Roma imparatorluğunun yollar haritasında gösterilmiştir. Yedinci Roma legionunun üssü olarak büyüyen ve gelişen Skupi, 518 senesinde vuku bulan büyük bir depremle tamamen yıkılmıştır. Depremden kurtulan halk, burayı yeni­ den îmâr etmeyip, biraz cenûb-İ şarkîde, Kale ile Gazi Baba arasında Vardar ’m sol kolu olan Serava çayı vadisinde yerleşmiş ve çok kısa bir zamanda eski zenginlik ve gücünü kazanmıştır; bu ikinci Skupi’ nin, bilhassa Bizans imparatoru Justînianos (527— 565) zamanında nüfûsunun arttığım ve düzenli bir Şehir hâlini aldığım görüyoruz. Getirttiği su ve yaptırdığı mimârı eserlerden dolayı bu şehre „Justiniana Prima” adı verilmiştir. Ayrıca, devrinin ta­ rihçileri tarafından Balkan yarımadasının büyük ve parlak bir şehri olarak tavsif edilen Üsküb, sonradan bu yeni ismi koruyamamıştır. V I. asrın sonunda Üsküb ’ün yakınlarında kendini göstermeye başlıyan Slavîar (Slovenler), V II. asır boyunca buraya birçok defa baskınlarda bulunmuş, nihâyet 696 yılında şehri almış ve Skupi olan eski adını Skoplje ( Skopie, Sköpe, Skopija v .s .) olarak değiştirip buraya yerleşmişlerdir. Üsküb, Çar Samoil (976— 10 14 ) zamanında da gelişerek büyük bir tîcârî merkez olmuştur. Bu devletin yıkılmasından sonra ise, Bizanslılarırt kül­ tür ve iktisâdı balamdan çok kuvvetli te’siri altında kalmış ve Bizans’ın askerî, idâri ve iktİsâdî bir merkezi hâline gelmiştir; X II. asır Arap coğrafyacısı İdrlsî ( nşr. K . Miller, Stuttgart, 1928 ) de burasım, 1154 yılındaki dünya haritasında „Iskübîa” adıyla zikretmektedir. Üsküb kısa fasılalar dışında 1282 yılma kadar Bizans’a âit idi. Bu tarihten itibaren



ÜSKÜB.



123



S ırp devleti hâkimiyetine giren Ü sküb, n o yıl bu



Türkleştİrüm esi seri bir şekilde cereyan etmiştir.



devletin



N itekim



pâyıtahtı olmuştur.



Bu



devirde Ü sküb,



daha X V . asrın ortalarında



Ü sk ü b ’ün



gelişmiş panayırları ile güçlü bir ticâret merkezi



33 mahallesinden 2 5 ’inİ T ü rk mahalleleri teşkil edi­



hâlini almış ve Balkan yarımadasının her tarafından tacirleri kendisine çekmiştir. N itekim Üsküb *e yer­



yordu. Ü sküb, cephe gerisinde kaldığı için (1 5 3 5 ’te



leşenlerin büyük çoğunluğunu Dubrovnik ’ten gelen



rağ m en), kısa zamanda iyi b ir gelişme göstererek



tâcirler teşkil etmiştir.



huzur ve refaha kavuşmuştur. Ü sküb, şimâle doğru



1389 senesinde Kosova meydan muharebesini kazanan Osmanlıîar için, Üsküb ’ün husûsî bir ehem­ miyeti vardı. Bayezid 1. ’in ilk hükümdarlık sene­ lerinde Üsküb Türk hâkimiyeti altına girdi. Eski Osmanlı tarihçilerine (O ruç Bey, s. 26; Âşık Paşazâde, nşr. Giese, s. 58 [ İstanbul neşri, s. 6 4 1; N eşri-N öldeke, II, Z D M G , X V , 333; Anonymus, Giese, s. 73 [ yalnız dipnottaki eleştiri­ de, tercümede yoktur ] ) göre, Üsküb, Ishak Bey 'in hocası olan Paşa Yiğit Bey tarafından fethedilmiştir. Ancak bu tarihçiler, şehrin fetih tarihini vermemek­ tedirler. Sâdece muasır bir Sırp kitâbesinde şehrin 6 kânun II. 1392 ( L j. Stojanovic, Stari srpski zapisi, I, [Belgrad, 1902], s. 56, nr. x i 7 ) ’de Türkler tarafından alındığı kaydedilmektedir. Evliyâ Çelebi ( V , 553 ), şehri, Gazi Evrenos Bey ’in aldığım kay­ detmektedir. Ş.Sâm î ( Kamûsu Ta lâm, II,932/933) ise, kaynak vermeksizin, 792 ( 20 kânun I. 1389) se­ nesinde Üsküb ’ün T ürk fatihi olarak, Timurtaş Pa­ şa ’yı zikretmektedir. Ali Cevad ( Lugat-İ Tarihiye ve Coğrafîye, 1311 — 1895), I, 8 7) da, muhtemelen Şemseddİn Sâmî ’den naklen, Timurtaş Paşa yi şehrin fatihi olarak kaydetmektedir. H. Şabanoviç ise, Üsküb ’ü Türklerin fethetmediklerini, belki Sırp Vuk Brankovic (krş. Evliyâ Çelebi, Sırpça trc., s. 278, not 25 ) ile T ürk Sultam arasında yapılan bir anlaşma neticesinde buranın Türkîere verildiğini, ayrıca Üsküb ’ün ilk Uc beyinin de Kosova meydan mubârebesinin kumandanlarından biri olan ve daha sonra Ü sküb’de ölüp, Meddah câmü (b u cami 1963 ’teki depremde tamamıyla harab olmuştur) avlusunda medfun bulunan Paşa Yiğit ( krş. mad. KOSOVA) olduğunu kaydeder. Üsküb, 13 9 2 ’den, Sırbistan (1459 ’d a ) ve Bosna (1463 ’t e ) ’mn Os~ manidar eline geçmesine kadarkı devrede, buradan Bosna ’ya kadar uzanan Türk bölgelerini îdâre eden Uc beylerinin başşehri idi. Daha sonra X V . asrın ortalarında da Üsküb sancağı, bölgenin idâri merkezi olmuştur. Şehrin Skupi olan eski adım Türkler, Üsküb (Üsküb, Uskiup) olarak değiştirmişler, şehre yerleştirilen Türkler (Menemen ovasından getirilenler ve Anadolu’dan gelen Tatar muhâcırİer, bk. Âşık Paşa-zâde, ayn. esr., s. 74 ) ile de çok kısa bir zaman içinde Türk-islâm husûsiyetlerini taşıyan bir şehir hâlini almıştır (Mahalleler, dar ve eğri sokaklar, çarşılar, bahçeli ve yüksek du­ varlarla çevrilmiş evler, çok sayıda câmi, mescid, medrese, hamam, han, bedesten v.s.). Şehrin kül­ türel ve iktisâdı hayatı çok hızlı bir şekilde düzene sokulmuştur. Buranın iskânı ve İslâmlaştırma yoluyla



uğradığı zelzele ve 1594 ’teki yangın felâketlerine



yapılan seferlerde E d irn e ’den başka ikinci b ir mer­ kez oldu. Balm um u,



tahıl ve orm an mahsulleri,



dericilik ve Vardar nehri üzerinde yapılan sal nak­ liyatı, ticâret ve sanâyiin gelişm esi Ü sk ü b ’de yer­ leşmeyi



câzip



kılıyordu.



Serava



çayının



yukarı



mecrâsı ve K ale ile G azi Baba arasındaki sahada iskân edilmiş bugünkü Taşlcöprü-Vardar, K apalıçarşı ve Eskİ Karadağ mahallesine kadar olan sahada ( bk. Yov, Haci Vasİljeviç,



Skppîje..., Belgrad, 1 9 3 °,



s. 65 v .d ,) Ib n -i Payko mahallesi, Taşköprü ’den tren istasyonuna doğru olan yerde ise, Gazi M entaş mahallesi kuruldu. X V I . ve X V I I . asırda garplı sey­ yahlar (m sî. B .F . Petançic [ 1 5 0 2 ] , ismi bilinmeyen



1



bir İtalyan [ 1 5 5 9 , M . Bizzi { 1 6 0 4 ] , D r. Brovvne [ 1669 ] ) , Üsküb ’ü güzel ve büyük b ir şehir olarak tavsif etmişlerdir, K âtib Çelebi ( 1 6 4 8 ) ve Ev­ liyâ



Çelebi



( x 6 6 x ) ’nîn bu şehir hakkında ver­



dikleri bilg ilerd e



garplı seyyahlarmkİne tamamen



uymaktadır. Evliyâ Çelebi, Ü sk ü b ’ün 7 0 mahallesi (b u



mâlûmat doğrudur, çünkü daha 1544 sene­



sinde Üsküb ’ün 65 mahallesi vardı, k rş.: Duşanka B ojaniç, Poâact o Skpplju f Ü sküb hakkında bilgiler ] iz 951—1594 godine, Prilozİ za orientalm filoîogija 1952/1953, I I I , IV , 607— 6 1 9 ; Elezoviç, Gîasnik Skpp$kpg nauçnog druştoa £ n j„ X I I , Odjeljenje za drtıştvene nauket 6 , str. 2 6 2 , nap, I . ) , 10,060 kadar bir veya daha fazla katlı kârgir, baştanbaşa kırmızı ki­ rem itle örtülü mâmûr ev ve konaklan bulunduğunu, bunlardan bilhassa Mahm ud Paşa, E m in Paşa, Koca Serdar ve Sıçan-zâde saraylannm meşhur olduklannı kaydeder ( bugün bunlardan hiçbiri mevcut değil­ d ir ), T em iz caddeleri, çeşitli çiçeklerle süslenmiş dükkânları ile Bağdad, Haleb ve Saray-Bosna ’daki çarşılarla mukayese edilebilecek olan Üsküb çarşısının 2 .0 0 0



’den fazla dükkânı ( Bitpazarı ’ndan Taşköprü



istikametinde, birkaç defa yangın geçirmiş bulunan kapaîıçarşı ve etrafındaki eski düfckânlann b ir kısmı hâlâ m evcuttur) , Vardar kenarında da 7 0 0 kadar tabakhanesi bulunduğu kaydolunur ( bugün bunların hiçbiri yok tur). Ayrıca, Ü sküb 'de X V I I . asrın ikinci yarısında para da basılmıştır.



Üsküb Osmanlıîar zamanında bu bölgenin bir ilim merkezi olmuştur. Üsküb ’de büyüklü küçüklü 120 kadar câmi ve mescid olup, bunlardan 45 'inde cuma namazı kılınırdı. 19x2 senesinde ise, sâdece 2 i câmi, 27 mescid ve 16 tekke vardı ( krş. Yov. Haci Vasİlievİç, ayn. esr., s. 153 v .d .); Şimdi ancak 7 câmi ve 2-3 mescid kalmıştır. Üsküb 'ün eskiden ti medresesi ( Sultan Murad, Yahya Paşa, Ishak Bey, Isa Bey, Mustafa Paşa ve Karlı-zâde medresesi), 9 dâ-



124



ÜSKÜB.



rüTkurrâsı, 70 mektebi ve 20 tekkesi vardı. Zamanı­ kının yerleştiği görülür, Vardar ’m sol kıyısı ile K ale mıza kadar gelen Rufâî tekkesi metrûktur. Bilhassa surlarının altında sıkışık bîr şekilde yalnız Yahudîler 1963 *te vuku bulan son zelzele İle birçok cimi ve bulunuyordu. Şarkta, Vardar ’in aşağısındaki ve sağ mescid de ortadan kalkmıştır. Bugün dinî bilgiler, tarafındaki sâha, 16S9 ’daki yangın ve göçlerden son­ imamlar tarafından evlerde ve camilerde verilir. ra boş kalmıştır. Osmanlılar devrinde şehirde n o çeşme, aynca X IX . asrın İlk yarısında Ü sküb’de Makedon 200 kadar sebilhane bulunuyordu. Şehrin suyu nüfûsu hızla artmıştır. Gerek merkezî Türk hükü­ îsa Bey ’in ( X V — X V I. asırda } yaptırdığı su ke­ metinin gerekse mahallî idârecilerin gevşek davran­ merleriyle Kaçanik şehrinden geçen nehirden sağ­ malarından faydalanan civarda bulunan hıristiyanlar, lanmıştı, Üsküb ’de vaktiyle büyük hamamlar ( hâ­ Üsküb ’e akın ettiler. X IX . asrm ortalarında 20.000 len bunlardan san’at galerisi olarak kullanılan Davud nüfûslu Üsküb ’ün 7.000 *î hıristiyan idî. 1863 se­ Paşa hamamı kalmıştır), şehrin etrafında 1.000 adet nesindeki Üsküb Ortodoks metropolünün sayımına su değirmeni, 7 misafirhanesi vardı. Ü sküb’iin göre, şehirde 800 hıristiyan evi vardı. 1876/1878 çok güzel bedesteni, hanları (en meşhurlan Isa ! Sırp-Türk savaşları ve daha sonra vuku bulan hâdi­ Bey câmü yanında îsa Bey, Mehmed Ağa, Yahya seler sonunda Ü sküb’e Kalkandelen (T e to v a ), Paşa ve ıshak Be^y hanları), 2.150 adet kârgir dükkâ­ Gostivar ve ctvârından yeni halk kütleleri gelip yer­ nı vardı ( hâlen Sulu-Han, Bedesten ve Kapalıçarşı leşti. Bu da, Vardar ’m sol tarafında ( Çayır, T op­ caddesi restore edilerek, eski çarşının manzarası hane ve Karadağ mahallelerinde) çok büyük bir nü­ muhafaza edilmiştir; Kurşunlu-Han ise müze ol­ fûs kesafetine sebep oldu ve böylece yeni mahalle muştur ). Fâtih ’in şehrin iki yakasını birleştiren ile birleşmiş olan Gazi Mentaş, Hacı Salahaddiıi ve Vardar nehri üzerindeki muhteşem taşköprüsü bu­ Çivçi mahalleleri teşekkül etti. gün de görülmeğe değer. Sultan Murad cârnii önün­ Avusturya ’nın 1878 ’de Bosna ve Hersek *i istilâsı, deki yüksek saat kulesi hâlen mevcuttur. Vaktiyle şehrin topografik gelişmesinde mühim b ir rol oyna­ en meşhuru Yahya Paşa ’mnki olmak üzere gece mıştır. O zaman buralardan kaçan büyük b ir müsîügündüz çalışan 7 misafirhanesi vardı. m an-Türk topluluğunun ( takriben- 2.000 k iş i) Ü s­ Ffafacî ( ölm. 1659) gibi meşhur âlimlerin kadı­ k ü b ’e geldiği görülmektedir. B u muhabirler İçin lık yaptığı Üsküb ’de, X V I. asırda Kadı Atâ ( ölm. T ü rk hükümeti tarafından Ü sk ü b ’de, V a rd ar’m 930 ■ » 1523/1524 ), îshak Çelebi ( ölm. 949 = 1542 sağ yakasında tek katlı küçük evler yaptırılmıştır. /i 543 } gibi şâirler yetişmiştir. Âşık Çelebi ( ölm. X X . asrın ilk on senesinde yeni gelen muhacirler 979 ~ 1572 ) ve Veysî ( ölm. 1037 = 1627/1628 ) için Macir (m uhacir) adı verilen bir mahalle ku­ Üsküb ’de gömülmüştür ( Üsküb ’de medfun şâ­ rulmuştur. Balkan ve Birinci Cihan Harbi’nden son­ irler için bk. Evliya Çelebi, V , 5^0; H. Şabanoviç, ra bu muhacirlerin büyük bir kısmı Türkiye ’ye göç ayn. esr., s, 287 v.dd. ), etti. Bunlardan boşalan muhacir mahallesine Makeİhtilâlci Sırpların yardımı ile Avusturya Generali donlar yerleştirildi. 1874 senesinde Vardar-Kosova, Pİccolomini ’nin 26— 27 teşrin L 1689 ’da Üsküb ’ü 1888 ’de Vardar-Morava demiryolu inşâ edildi ve alınası ( krş. M. Kostic, Jttjna Srbja, I, 121— 128 ) aynı sene, önceleri bir ilçe merkezi olan Üsküb, ile yalnız şehrin İktisadî hayatı mahvolmakla kalma­ Kosova ilinin bir sancağı ve merkezi olarak idâri mış, aynı zamanda ahâlinin etnik bünyesi de değiş­ ve iktisâdı bakımdan ehemmiyet kazandı; şehir, miştir: Bölgede büküm süren veba korkusu veya cenuptan geçen demiryolu tarafında gelişti. İk­ askerî sebeplerle Pİccolomini, Üsküb 'ün yakıl­ tisadî ve idâri merkez olarak Üsküb, gurbetçileri de masını emretti, yine K o stic’e'ğöre, İki gün süren kendine çeken bir şebır oldu. Burada X X . asrm ba­ yangın, o zaman 60.000 nüfuslu Üsküb ’ün he­ şında Gostîvar, Kiçevo (K ırço va ), Debre ve ci­ men hemen tamamını harap eiti. Veba, yangın ve varlarından 3.000 kadar gurbetçi gelip Ü sküb’e Avusturyahîarın baskı ve zulmünden korkan Üs­ yerleşti. Eşkiya baskınları, Ü sküb’e göçü daHa da küb halkı hemen tamamiyle şehri terketti. Türk hızlandırdı. Türkîer, fethettikleri topraklara yalnız müsîümanmüslüman halkın bir kısmı İstanbul’a gelip «Üs­ küb mahallesi” nı kurdular. Bu arada Makedon ları değil, Osmanlı hudutları içinde yaşayan diğer ahâlisinin bir kısmı Türklerle birlikte göç etti, bîr halkları da yerleştiriyorlardı. B u arada İstanbul ye kısmı ise, Avusturyahlarla işbirliği yapan Arşeni S e la n ik ’ten gelen Yahudi kafileleri önce Ü skübSrnojevic (1674— 1708) ’e katılarak Yugoslavya’nın ’e, sonra buradaki diğer şehirlere yerleştirilmişler­ şimaline gitti. Bu felâketlerden sonra X V II. asrın dir. 1941 ’de Üsküb ’de 3.795 Yahudi vardı. 1943 sonunda nüfûsu 6.000 ’e düşen şehre yeni sakinler senesinde Üsküb Yahudıleri T reblin ka (P o lo n ­ gelmeye başladı. Müslüman halk X V III. asırda ya ) ’ dakî nazi kampına sürülmüş ve bunlardan şehrin şimâlînde yer alan Çayır ve Gazi Baba cİvâ- ancak, dağlara veya Arnavutluk *a kaçan az sa­ rındaki tepelik salıada yerleşmişti. Vardar ’m aîüv- yıda kimseler kurtulabilmiştir. Bizans ’ın çök­ yal düzlüğünde ve onun sol kolu Serava çayı ke­ mesinden sonra Üsküb ’de çok az Yunanlı bulu­ narlarında umumiyetle Makedon (hıristiyan) hal­ nuyordu. X V I I I . ve X I X . asırda ise, sâdece 10 ev



'r



m



kalmıştı. X V III. a$nh ortalarında üsküb ’e Ulahlar Üsküb ’de zirâat ve zanaat daha da artmış ve ( V lalı) da yerleşti. Bunlar, ilk olarak demirciler gibi, yerli hammaddeleri işlemeye dayanan ilk sanâyi Vardar’m sağında Viranlık denilen sâbaya yerleşip kuruluşları görünmeye başlamıştır. X X . asrın ba­ müstakbel Ulah mahallesinin temelini attılar. Daha şında üç un fabrikası, bir bira ve buz fabrika­ sonra şehrin diğer bölgelerine de yerleştiler. 1876— sı vardı. 1908 ’de ayrıca birer deri, tütün ve tuğ­ 1878 Türk-Sırp savaşlarına kadar çingenelerin sayısı la fabrikası işletilmeye başlanmıştır. Şehirde devlet çok azdı ve kendi adlarına kurulan bir mahallede matbaasından başka. bir de husûsî matbaa vardı. yaşamakta idiler. Sonra da bunlara Sırbistan ’da Mo- Bunların yanı sıra dericilik, pabuççuluk, kürkçülük, ravya civârından göç eden çingeneler katıldı. Türkîer kaftancdık ve pamuk bezi imâlatı ile uğraşan san’at zamanında Üsküb ’de, az sayıda Ermeni ile Yanya, erbabı vardı. Prizren ve Kosova ’daki diğer şehirlerden gelmiş Bugünkü Sosyalist Yugoslavya ’da Makedonya olup, kuyumculukla iştigal eden Katolik Amavutlar Cumhuriyetimdeki bütün endüstrinin üçte birinin da vardı. yer aldığı Üsküb, bir demir-çelik ve kimya en­ Vilâyetlerin birleştirilmesine çalışan Arnavut reis­ düstrisi merkezi hâline gelmiştir. 1962 ’de Üsküblerinden Süleyman Vokşi 4 kânun II. 1881 ’de ’de 40 sanâyi müessesesi mevcut olup, buralarda Üsküb ’ü zaptetti ise de. Bâbıâlî ’den gönderilen çalışan insanların sayısı 16.700 idi. Bunun yanında Derviş Paşa, 25 mart 1881 ’de şehri geri aldı [ bk. turizm de gelişmiştir. Hâlen şehir 9 km. geniş­ mad. KOSOVA]. 19x2 senesinde Sırpların Türk- liğinde ve 23 km. uzunluğunda olup, nüfûsu lerden aldığı şehri, 1915 ’te Bulgarlar işgal etti. 473.000 ’dir. Bu nüfûsun üçte biri sanâyide ça­ N ih â y e tn eylül 19 18 ’de müttefikler burasım S u p ­ lışmaktadır. Bugün Eski ( Kapalı) çarşı yangınlar sonunda o lara geri verdi. Birinci ve İkinci Dünya Harbi arasındaki devrede zamanki görünüşünü kaybetmiştir. Aynı zamanda bü­ Üsküb, hiçbir şey kaybetmediği gibi, Vardar han­ yük bir kültür merkezi hâlini almış bulunan Üsküblığının merkezi olarak, idâri ve iktisâdı bakımdan, ’de bir üniversite, birkaç müze ve tiyatrodan bsşka Vardar Makedonyası ’nm Cenubî Sırbistan, Kosova Radyo-Televizyon istasyonu Araştırma Enstitüsü, -Metobiya (merkezî Priştina) bölgelerini nüfuzu Arşiv dâiresi ve Halk kitaplıkları da bulunmaktadır. altına almıştır. Bu da devamlı iskân ve nüfus ar­ Hâlen çok azalmış bulunan Türk ve Amavutlar tışım (19 2 1 Me 41.006, 1931 'de 68.334, 1935 ’te için ilk ve orta okul İle liseler de vardır. Ayrica, Türk70.716, 1941 senesinde de takriben 80.000) ve çe-Arnavutça bîr gazete çıkmakta, bu iki dilde baş­ ka neşriyat da yapılmaktadır. Üsküb Edebiyat Fa­ dolayısıyla şehrin gelişmesini sağlamıştır, I 94 1 nisan ayından itîbâren Üsküb, Almanların kültesi ’ nde 1976/1977 ders yılında bir Türk Dili müttefiki olan Bulgaristan hükümetinin 4 yıl sürecek ve Edebiyatı Kürsüsü kurulmuştur. E s k i E s e r l e r ; Üsküb ’de V I. asra âît ol­ mülkî idâresine verildi. Bu senelerde Sırp nüfûsunun büyük bir kısmı şehri terk etti. Sırpların yerine duğu tahmin edilen Kale hâriç tarihî eserlerin çoğu (19 4 1— 1945) Arnavutluk ’un mülkî idâresine veril­ Türk devrine aittir. Bugün kısmen mevcud olan Kale, miş bulunan Garbı Makedonya’dan Makedonîar Evliyâ Çelebi tarafından tavsif edilmiştir. Kitâbesigeldi, ö yle ki bu büyük değişmelerden sonra 1944 ne göre, Kale Murad I I . tarafından 850— 1446 ’da yılında nüfûs takriben 76.000’e düşmüştür. 1945 tâmir ettirilmiştir. Bu sultan, 1436/1437 senesinde senesinde Alman istilâsından kurtulduktan sonra ku­ halk arasında »Sultan Murad camii” olarak bili­ rulan Sosyalist Yugoslavya Federatif Cumhuriyeti- nen »Hünkâr camii” ni yaptırmıştır. Balkanların en ’nde Üsküb, Makedonya Sosyalist Cumhuriyeti­ güzel câmiîerinden sayılan bu eser 1537 ’de yan­ nin siyâsî, idâri, iktisâdı ve kültür merkezi oldu. mış, sonradan yapılan tâmirde şekli değiştirilmiştir. Bundan sonra nüfus çok hızlı bir şekilde artmış 1683’teki depremde epeyce zarar gören ve onu olup, 1961 nüfus sayımına göre, 172.000, 1965 ’te takiben 1689 senesinde Avusturya kumandanı Pİcco­ ise 220.000 ’e yükselmiştir. Nİhâyet bu rakam lomini Ü sküb’ü yaktığı zaman harab olan cami, 473.000 'i bulmuştur. 26 temmuz 1963 ’te meydana 1712 ’de yeniden inşâ edilerek bugünkü hâlini al­ gelen depremden sonra şehîr genişleyerek, felâ­ mıştır. Ancak şerefesine kadar yıkılmış olan minâketzedeleri yerleştirebilmek için, bîr kaç boş semt­ resı hâlâ tâmir edilememiştir. Câmiin vaktiyle bü­ te yeni yerleşme bölgeleri kurulmuştur. Böyiece, yük bir kütüphanesi ve medresesi vardı (krş. H , şehir, dış yardımlardan da faydalanılarak modern Şabanoviç, Evliyâ Çelebi, Seyahatname, Yugoslavya hakkmdaki parçaların Sırpça tercümesi, Sarajevo, bir hâle getirilmiştir. Î k t i s â d î ve k ü l t ü r e l d u r u m ; Yu­ 1967, s. î 28î , not. 43). karıda da işâret edildiği gibi eskiden beri bölgenin



Câm iîn avlusunda yer alan Saat kulesi de X V I.



iktisâdı bayatında mühim rol oynayan ü sk ü b , T ü rk -



asırda yapılmış olup, altı cepheli ve minâre yüksek­



ler zamanında gelişmesinin en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Bilhassa K ırım harbinden (1853— 1856 )



liğinde, saatinin vuruşu çok uzaklardan duyulabilen



sonra Avrupa pazarlarından gelen talebler Üzerine



yold an) ve hâlen çalışmayan bu kule, büyük b ir



( Evliyâ



Çelebi ’nın dediğine



göre,



b ir



günlük



tıS



ÜSKÜB.



T ürk eseridir. Cami gibi saat kulesi de, gerek 1683 *teki depremde, gerekse 1689 yangınında za­ rar görmüştür (krş. H. Şabanoviç, ayn. esr., s. 285, not. 59 ). Saat kulesi de tam olarak tâmir edilmemiştir. Aynı devreye ait olup Bitpazan yanında ve „A “ laca camii" diye adlandırılan, Üsküb Beyi îsbak B e y ’in yaptırdığı îshak Bey câmii de zikre değer. Alaca camii ismini de eskiden üzeri renkli çinilerle kaplı olduğundan almıştır. IsHak B e y ’in torunu, 1519 senesinde câmiın şeklini değiştirmiştir. Eski ve üzeri çeşitli şark motifleri ile süslenmiş kapısı dikkate değer. Ayrıca câmi yanında türbenin içindeki, rivâyete göre Isbak Bey *in veznedarının medfun bulunduğu mezarı da belirtmek lâzım­ dır (krş. H . Şabanoviç, ayn. esr., s. 282, not 49 v .d .). ' Aynı asra âit iki câmi daba vardır; Bunlardan bi­ rincisi Üsküb U c Beyi Îshak Bey ’in oğlu Isa Bey ’in 1475 senesinde yaptırdığı «Isa Bey câmii" dir. Bu câmî diğer birçok câmiden farklıdır. Aralarında yer yer tuğlaların yer aldığı yontulmuş taşla in­ şâ edilmiş olan bu camım kubbesi kurşunla kap­ lıdır (H . Şabanoviç, s. 282, not 50). İkincisi ise Üsküb ovasına hâkim olup, şehrin ortasında bulu­ nan tepecikte K a le’nin Önünde 14 9 2 ’de Mustafa Paşa nm yaptırdığı „K oca Mustafa Paşa câmii" dir. Büyük bir kubbesi, zarif minâresî, açık sahanlığı, avlu ve şadırvanı vardır. Çok değişik bîr şekilde taş ve tuğladan yapıtmış olan camiin cephesi çok süslü­ dür. Avlusunda Koca Mustafa Paşa ( ölm. 1519 ) *nm türbesi bulunur ( H . Şabanoviç, ayn. esr., s. 282, not 47 )• Bunlardan başka Üsküb ’ün eski kısmında, Bayezid H .’in vezir ve damadı olan Yahya Paşa’ nın I5°3 senesinde yaptırdığı «Yahya Paşa câmii" yer alır. Camide bir mezarlık, büyük bir avlu ve için­ de suyu bol bîr şadırvan vardır. Birçok vakıfları olan bu câmîin ayrıca bîr medresesi bulunuyordu. Câmi ve şadırvan şehir yangınlarından sonra bu­ günkü hâlini almıştır (*H. Şabanoviç, ayn. esr., s. 282, not 44)- Bu câmilerin yamsıra Murat Paşa câmii, X V II. asra âit Kazancılar câmii, Hacı Ba­ laban (H acı Bekir) mescidi ve birkaç mescid daha vardır. Bunların yanında A ltı Ayak tür­ besi, Kıral Kızı türbesi ve 1963 depreminde yıkılıp, bir daha yapılmamış olan Gazi Baba türbesi ( Âşık Çelebi [ 1519— 1 5 7 1 1 ’ nin medfun bulunduğu türbe ) zikre değer. Şehrin eski ve yeni kısımlarını birbirine bağlayan, Vardar üzerindeki muhteşem Taşköprü de X V . asrın İlk yansına âit olup, yine Sultan Murad II. zamanında 1421-— 1451 yıllarında yaptırılmıştır. ( H. Şabanoviç, ayn. esr., 284, not 56 ). Köprü, iş­ lenmiş büyük blok taşlarla inşâ edilerek yanm ka­ vis ve birbirine bağlı sütunlar üzerine kurulmuştur. X V — X V I. asra âit olan Kurşunlu han, iki katlı murabba şeklinde inşâ edilmiştir, 1878 se­



nesinden sonra hapishane olarak kullanılmış olan bu han şimdi de Arkeoloji Müzesi’dir. Kurşunlu hanın yanında X V . asra âit bir Gürcüler hamamı vardır. Kazancılar câmii gibi bu hamam' da 1963 ’teki depremde harap bir duruma gelmiştir. Yangınlar neticesinde eski şeklini kaybetmiş olan Kapalı (E ski) çarşı ’da, hâlen işlek bîr bedesten vardır. Ayrıca yukarda adı geçen îshak Bey câmiinİn bânîsi îshak Bey 'in yaptırdığı «Sulu - Han” ve yanındaki «Çifte - Hamam" da Kapalıçarşı’da bu­ lunmaktadır. S u lu -H a n , 1689 ’ daki yangında çok zarar görmüş, sonra tâmir edilmiş ise de, 1963 dep­ reminde yıkılmıştır. Depremden sonra restore edil­ miştir. 1531 senesinden Önce inşâ edilmiş ve uzun süre şehir hamamı olarak kullanılmış bulunan Çifte -Hamam da tâmir edilmeye başlanmıştır. Bir de 1466 senesinde Üsküb Beyi Davud Paşa tarafından yaptırılmış olup, kendi adıyla anılan ha­ mam, Türk mimârîsinin güzel bir eseri sayılır. Soh zamanlara kadar kullanılan bu eser, 1948 ’de yapı­ lan tâmir ve iç düzenleme ile Satı’at (resim ) galerisi olmuştur. Bu mİmâri eserlerin yanında bir de Üsküb yakınında eski su kemerleri yer almaktadır. Bibliyografya ; A . J. Evans, Ânliguarîan Researshes in ÎUyricum, T eil III und IV ( - Archaeologia, Bd. X L IX ), Westminster, 1885, s, 79— 152 ( Spokİa-Scupİ’den bir harita ile); Pauly - Wissowa, Rmlenzyklop, S . V . Scupi ( Stuttgart, 19 2 1); Jirecek (Sırpça’ya çeviren Radonic), Istorİja Srba, Bd. I— II, Belgrad, 1922; Hâccî Halîfa, R u m eliu n d Bosna ( Übers. von J. v. Hammeı), Viyana, 1812, s. 95; Evliyâ Çelebi, Seyahai-nâme (İstan­ bul, 13 1 5 ), V , 553 — 562; TürkçeleştiriJmiş II. baskısı Zuhuri Danışman ( İstanbul, 19 7 1), IX , 97— 106; Yugoslavya topraklarına dâir par­ çaların giriş ve açıklamaları ile Sırpça ’ya çevi­ ren H. Şabanoviç (Evliyâ Çelebi, Putopis odbımci o Yugoslovcuskİm Zemlanin), Şarajevo, 1967, s. 278— 292; H. Duda, Baikanische Studien, Viyana, 1949; E. J, W . Gibb, Hisiory of Ottoman Poetry, I— IV , London, 1900— 1909; K . N . Kostic, Naşi novi gradooi m Jugtı ( Beîgrad, 1922), s. 12— 25; Y . Dedijer, Nova StrUya, 1913; St. Novakovic, S . Morava na Vardar, 1894; V. Knçov, Grad S kppİfa, 1898; R. M . Grujid, Skoplje u proşlosli, I, 1923, ı - r ı , 41— 49, 81— 9 i; M . Kostic, Spaljivane Skoplja, 26 ve 27/10/ 1689 ( Üsküb un yakılması), 1922,* V» Radovanovîc, Skoplje, 1927; Narodna Encihfopedija, Zagreb, 1929, IV, 156— 160; Glasnik Skopskog Naaçuog Druştva (1925 ’ten...); Yujna Srbtja (1922 ’den ); Yujni Pregled (1 9 2 7 ’d en ); N . V . Kusakovîc, Po Skopiju, 2914; St. Novakovic, Srbî i Tura X IV . X V . veka ( Belgrad, 1893), s. 222— 223; ayn, mil., Balkonsko Piİanja (Balkan mes’eleîe-



ü sk ü b



- Üsk ü d a r .



T a r i h . Üsküdar ’m en eski adı "Khrysopoîİs” r i ),.., Belgrad, 1906, s. 21— 49 ve bilhassa, s. 76 — 85; ayn. mî!., Skoplje ah KuÜtır-Zenimm Süd~ (m sl. bk. Ksenopbon, Anabasis, V I, 6 , 33; Beller setbiens, Slavische Rundschau, I, Prag, 1929. s. mka, 1, I, 22) olup, bu kelimenin, M . Ö. V II. 224— 245; Gl. Elezovic, Turski izvori za srpsku asırda şehrin kurucusu kâhin Khryses’in kızı K rhyr istoriju, 1923,; Turski spomenici u Skoplju, Glasntk seis’ in isminden veya "altın” mânasını ifade eden Skopskog nauçnog druştoa adlı dergide, Skoplje, "Khrysos” tan gelmiş olduğu ileri sürülmüştür. 1929, l , I3S“ X76 ve 397 — 479, H, 241— 244; Kalkhedon (K a d ık ö y)'u n limanı olarak kurulan bu V , 243— 2 6 i; 1930, V II— V III, 177— 192 (ihti­ şehirde, husûsiyle Pers hâkimiyeti devrinde, civar yatla kullanılmalı); GI.Elezovic,State turske Şkole şehirlerden gelen vergi v .s . paranın toplanması, u Skoplju, Zbomik radova, S A N , IV, 1, 1950, Khrysopoîİs (altın şehir) tesmiyesini te'yîd eden s. 159— 195; Dervişkİ redovi u Skoplju, Glasntk bir delîl sayılmıştır (bk. W. Smith, A Dictİonary Skopskog nauçnog drustva, 1926— 1941; Yovan o f Greece and Roman Antİqaİiies, mad. Scatum). Haci Vasiljevic, Skoplje i nggova okolina, istoriska Üsküdar *ın daha sonraki adı, "Skytarion" ise, Grekçe einografska i kuUurno polittçka izloaganja, 180 "Skytos” ( ham veya tabaklanmış deri) kelimesinin resim, bir plan, bir kroki ve harita, Belgrad, ism-i tasgiridir. "Skytos” kelimesinin Latincesî 1930, Ü . 31— 180 ( şehir plam ve resimler, fakat "Scutum " olup, bundan türeyen "Scutari” (Anaktenkidsiz); Yovan Popovski, Skppje ( Turİsüçki silas, Antholdgia, 548 c ,), Roma hâkimiyeti dev­ saoez grado Skoplja), Belgrad, 1970» Spomeniisa rinde, Grekçe Skytarion'un karşılığı olarak kulla­ 30 godini filoloşki fakültet 1946—1976 ( Üsküb nılmıştır. Antik-Çağ *da, kalkanlar deriden yapıl­ Edebiyat Fakültesi’nin 30. kuruluş yıldönümü dığı ve imparatorların kalkanlı muhafızları da bu münâsebetiyle „K ıril ve Metodiy" Üniversitesi şehirde bulunduklan için, Üsküdar 'm ilk adı olan Edebiyat Fakültesi neşriyatı), Skopje, 1976; S . Khrysopoîİs’in yerini Scutari almıştır. Üsküdar isminin, "ulak" mânasına gelen Farsça Eyice, Üsküb ’de Türk Deori Eserleri, Türk K üliürü (Ankara, 1963), sayı I I , s. 20— 30; ayn, "Esküdâr” (veya "Üsküdâr” , "Isküdâr") kelimesiyle mil., Türk semai tarihine dâir Yagoslao yayın­ alâkalı olması ihtimâli (b k . S. Eyice, İstanbul’un lan, Tarih Dergisi ( İstanbul, 1960), X I, 161— 165; mahalle ve semt adları hakkında bir deneme, T M , ayn. mil., Türk sanat tarihi ile ilgili Yugoslav 1965, X IV , 208 ), bu iki ayn menşe'Ii kelimenin yayınlan, Belleten (Ankara, 1965), X X IX ,375— 386. tesadüfi telaffuz benzerliğinden doğmuş olmalı­ dır. Bu yer isminin, Farsça kelime (jUST'-ı) ile (N azîf Hoca .) alâkası olmadığım, Türk kaynaklannda değişik şe­ ÜSKÜDAR, İstanbul Boğazı'nın kilde yazılması (m sl. bk. Matra^î, Beyan~ı menâMarmara D enizi'yle birleştiği y e r d e ve Boğaz'm cenûb-i şarkîsinde İstanbul *a, zil-i sefer-i Irâkoyn, nşr. H. G . Yurdaydın, An­ A , Refik, bağlı bir s e m t v e k a z a m e r k e z î olup, kara, 1978, var. IIİ>: "Üsküder" nüfûsu (1980 muvakkat neticelerine göre) 255,899, Hicrî onbİrİnci astrda İstanbul hayatı, İstanbul, I931* ) da te'yîd et­ mülhakatı ile birlikte 401.769 *dur. Kocaeli yarım­ s. 22, 27, 29: j ' s s . 29; adasının cenûb-i garbi ucunda yer alan Üskü­ mektedir. Üsküdar adının, Grek ve Latin menşe'Ii dar'ın meskûn sâhası, cenupta Harem deresine olduğunu, aym kökten gelen başka şehir adlarının kadar uzanmakta, buradan Nuh-Kuyusu— Bağlarba- bulunması (m sl. îşkodra [Skodra] 'mn Latince şı— Beylerbeyi eski şosesi boyunca şîmâl-i şarkîye aslı "Scutarion"dur ) da göstermektedir. Sırasıyla Khrysopoîİs, Skutarion, Scutari ve hu so­ doğru devam ederek, Üsküdar iskelesi yakınında denize ulaşan Çavuştepe ve Bülbül derelerinin kabûl nuncuların Türkçeleşmiş şekli olan Üsküdar adlarıyla havzalarını içine almakta ve şimâlde Kuzguncuk anılan şehir, başlangıçtan beri, İstanbul ile Asya ya­ kası arasındaki geçişte, bir iskele, üs ve konak yeri ol­ deresi yatağında son bulmaktadır. Üsküdar, Bülbül, Çavuş ve Balaban derelerinin mak hasebiyle birtakım tarihî hâdiselere sahne olmuş­ getirdikleri malzemenin Boğaz’ın sularım doldur­ tur. M .ö . 410 *da, Atinalı kumandan Alkibyades, maları neticesinde meydana gelen düzlükte yayılmış burasım bir surla çevirtmiş; 404'te, Onbınler, As­ bulunmaktadır. Bu düzlük şarktan, yükseldikleri ya'dan getirdikleri ganimetleri burada satmışlardır. 80 - 90 metreyi geçmeyen Açıktürbe, Toygar, Su- Bizans devrinde ehemmiyetsiz bir kasaba, Kadıkösuzbağ ve Sultan tepeleri ile çevrilidir. Eskiden ökü z yü 'nün bir varoşundan ibâret olan Üsküdar ( bk. S . limanı denilen ve Çavuş deresi ile Bülbül deresi Eyice, Bizans devrinde Boğaziçi, İstanbul, 1976, s. vâdilerinin teşkil ettiği koyda bulunan liman, Istan- 52), müsîüman Arapların İstanbul *u muhasaraların­ buî *dan Anadolu kıyısına gelen kayık ve gemilerin da bir üs olarak kullanılmıştır. 52 ( 672 ) ’de, içle­ yanaştığı bir iskele idi. Ancak derelerin zamanla rinde A b a Ayyüb al-Anşârî ’nin de bulunduğu İs­ getirdiği alüvyonlarla dolan bu eski liman yerleşme lâm ordusu burada karargâh kurmuş; Hârün al-Rasâhası hâline gelmiştir. Bugün bu sâhada Hâkimi- ş!d, 190 (8 0 6 )'da bir müddet burada kalmıştır. yet-i Milliye Meydanı ile câmiler, kütüphane, çarşı, Bizans'a karşı gazâlarm efsâne kahramanı Seyyîd evler v .s . bulunmaktadır. Battal G azî'y e âid menkıbelerin bir kısmı, Üskü-



ÜSKÜD AR. dar ve Kızkulesİ iîe ilgilidir ( Evliya Çelebi, Sega” vud Paşa câmileri gibi) burada bulunması, bu hukatnâme, I, 476; krş. t A , mad, BATTAL). sûsu te’yîd eder. Câmİîerm inşâ tarihlerine bakarak, Anadolu ’nun Türkler tarafından fethinden sonra, Üsküdar mahallelerinin takrîbî teşekkül devrelerini Dânişmend Gazı ’nin arkadaşlarından Turasan ’m tâyin etmek de mümkün görünmektedir. Nitekim, Üsküdar 'a gelip Alemdağı üzerinde bir kale yaptır­ Mihrümah Sultan k ü ll esinin 954 (i5 4 7 )’te ta­ dığına dâir, mevsuk olmayan bir rİvâyet vardır. Bi­ mamlanmış olması, bu tarihlerde iskele ve cıvânzans imparatoru Kantakuzinos 'un kızı iîe evlenen rımn şenlenmiş olacağına delâlet edeceği gibi, di­ ikinci Osmanh hükümdarı Orhan Gazı, muhtemelen ğer câmilerin inşâ tarihleri de etrâfımn iskânı tari­ 748 ( 1 3 4 7 ) ’de Üsküdar ’a gelip kayınpederiyle hiyle yakından ilgili olmalıdır. buluşmuş ( J. v. Hammer, Devlet-i Osmaniye ta­ Gerçek bîr şehir hüviyetini T ürk devrinde kazanan rihi, nşr. M . M u'în, I, 122, not 9 ). Yeni Farsça ve Gîlek şivesindeki şekil­ leriyle bu kelime, küçük ses farkı ile (üstad ve tısta) hemen hemen aynı mânalarda T ürkçe'ye de gir­ miştir (Kamûs-i Türkjt, 1, 95 ). Yeni Farsça’nın ilk devirlerdeki telaffuz şekli ( ustöz ) ile Arapça ’ya ge­ çen bu kelimenin Arapça cem’ı asatiz ve asâtiza olup, al-dâr „ev " kelimesiyle yapılan usiââ al-dâr ise, tarihî bir ıstılah olarak, Abbâsîler devrinde ha­ lîfenin maiyetinde yer alan kişi, Selçuklu ve Memlûk saraylarında, sultanın mallarım tahsil ve sarfa selâhîyedi, sarayda çalışanları murakabe eden âmir mâ­ nasında kullanılmıştır ( usiâd al-dâr i çeşitleri ve va­ zifeleri için bk. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanh dev­ leti teşkilâtına medhpl, s. 80, 388 ve bk. fihrist). Usta, üsfâ kelimelerinin Arapça cem’i şekilleri ise, ustavat, usfavât, ûstavât ’tır. B i b l i y o g r a f y a : M . Husayn b.H alaf-i Tabrizî, Burhan-1 &5/ı° (nşr, M . M ueîn ), Tah­ ran, 1342 hş, 1 , 122, not 9 ve burada geçen kay­ naklar; M . M u'ın, Farhang-İ Fârisi (Tahran, 1342 hş.), I, 236; Ş. S âm î, Kamus-i Türki ( İs­ tanbul, 1317)* I, 95 ; Ioannis August Vuîlers, Lexiam Persico latinum (1855 ), |, 94; Dozy, Supplement aux dtctİonnaİres arabes, I, 21; C , A. Nallİno, Uarabo parlaio in Egitto, 2. tab’ı (M aiîand, 1913)» s. 185 v .d . (T ahsin Y azici.) Ü S R Û Ş E N E . USRÜŞAN A, O SRÜŞANA, M â -



v e r â ü n n e h r ' d e bir b ö l g e n i n adı.Yâküt ( I, 245), Oşrüsana şeklinin tercihe değer oldu­ ğunu söylemekte ise de, Usrüşana imlâsı daha yay­ gındır. İbn Hurdazbih’de bâzan Şurösana çeldi olduğu halde al-îştabri metninin Farsça tercümelerinde ve Ijfudüd alfalara ( nşr. Barthold) 'in Farsça metninde en çok Surüşana şekli bulunmaktadır. Bu bölge, Semerkand *m şimâl-i şarkîsinde, bu şehir ile Hokand arasında, Sır-Derya ( Seyhûn ) 'mn cenubunda bulunmakta olup, Fergana vâdisinin girişini teşkil eder. Şimâl-i garbi tarafından bozkır boyunca uzanır. Cenup kısmında, Zar-Afşân'ın yukarı mecrâsı bo­ yunca uzanan ve Usrüşana ’nin bir kısmı sayılan Buttam dağlan bulunur. Bu bölge hokkmdaki bilgiler, hemen hemen münhasıran X . asır coğrafyacılanna istînad etmektedir. Kâtîb Ç elebi'ye kadar sonraki coğrafyacılar, sâdece seleflerinin verdiği bilgileri tekrar etmişlerdir: Usrüşana adinin, Orta-çağ sonîanna doğru kullanılmaz olduğu görünmektedir. Sır -Derya ya dökülen çok sayıdaki akarsulardan dolayı vaktiyle zengin bir ülke olan burası, Fergana 'ya giden yol üzerinde bulunduğundan birçok seyyah tarafından ziyâret edilmişti. Coğrafyacılar, Semer­ kand'dan Hokand'a giden, isimleri bugün de mevcud Sab 5t ve Zâmîn şehirlerinden geçen mütead­ dit yollan tasvir ederler. X . asırda valilerin ikamet ettikleri başşehir, bütün ihtimallere göre Naumanckag



tesmiye ediliyordu; bu isim, bîr kısım yazmaîann pek güvenilmeyen bilgilerine dayanmış olmalıdır (b il­ hassa bk. Balâzurî, s. 420 ); Yâküt tarafından verilen ve Barthold tarafından da Itabûl edilen Bunclkat ( Yâküt, I, 744; fakat IV, 3 0 7'de isim K u n b 'd ü r) muahhar bir bozulmadır. Bu şehir, anayolun biraz cenûbunda bulunmakta olup, 1894 *te W . Barthold tarafından şimdiki Ura Tube şehrinin cenûbundaki Şahristân demlen harâbelerle aynı sayılmıştır; az sonra bu harabeler P. S. Skvarsky tarafından ince­ lenmiştir. Coğrafyacılar bu şehri iyice tanıtmış­ lar, bir dereceye kadar ehemmiyetli olan Zâmln ve Dizak 'den başka bâzı şehirlerin adlarını zıkr etmişlerdir. Bununla berâber, aî-Yaekübî ( B G A , V II, 2 9 4)'n in 400 kale bulunduğunu söylediği bu ülkede, hiçbir şehir mevcut olmayıp kır idâri bölgeleri bulunuyordu. X , asırda burada Marsamanda adında mühim bir pazar yeri vardı. Bölge hakkında bâzı coğrâfî bilgiler Babur-nâme *de de bulunmaktadır. Kutayba b. Müslim İdâresindeki ilk Arab istilâ­ sının vuku bulduğu sırada ( 7 12— 7 *4 *e doğru), Usrüşana 'de, Afşin ünvânlı ( îbn fdurdâzbib. s. 40 ) emirler tarafından idâre edilen îranîı bir halk otu­ ruyordu, İlk istilâ, fetihle neticelenmedi. Vâli Asad’in düşmanlan olan Türkler Usrüşana *ye çekildi ( Tabarî, II, 16 13). Naşr b. Sayyâr [ b. bk. 1 ülkeyi 739 'da kısmen itâat altına aldı ( Balâzurî, s. 429. Tabarl, II, 1694) ve Afşin, al-Mahdî *ye lafzen tâbi olduğunu beyân etti (Y â'ğ ü b ı, Tarih, II, 479)* al-Maemün devrinde ülkenin yemden zaptı gerekti ise de, 822 *de yeni bir askerî sefer zarûreti doğ­ du. Bu son seferde İslâm ordusuna, Afşin Kâvüs’un ( ? ), hânedan ihtilâfları sebebiyle Bağdad *a sı­ ğınan oğlu Haydar, kılavuzluk etmekte idî. Bu defa tam hâkimiyet altına alman ülkede, Kâvüs ikti­ dardan ayrıldı ve Haydar ona halef oldu; kendisi, Mtı'taşim devrinde Bağdad sarayında Afşin I b, bk.] sıfatıyla büyük asillerden biri olarak tanınıyordu. Azerbaycan ’daki Sâcî Ter âilesı de, kezâ bu hüküm­ dar soyundan geliyordu. Bu hânedan, 893 'e kadar hüküm sürdü ( son emîr Sayr b. eAbd Allah 'm 279 {892] tarihli sikkesi Leningrad’da Ermitaj müzesindedir). Bu tarihten sonra, İranlı unsurun yerini hemen hemen tamamıyle Türkîerin aldığı ül­ kenin, Sâmânîlerin bir eyâleti hâline gelerek, muhtar varlığı sona erdi. B i b l i y o g r a f y a : Coğrâfî tasvirler ( İbn Uurdâzbih, ai-Ysckübî, aHşîahrî, İbn Havlat, al-Makdisı), W . Barthold ( Tarkestan doiûn to the Mongol İnvasion, 2. tabı, G M S , yeni seri London, 1928, V , 165— 16 9 ) tarafından tahlil edilmiş ve bunlardan faydalanılmıştır. Bundan baş­ ka aynı kitabın ikinci kısmında bütün tarihî kayıtlar ( bk. fihrist) toplanmıştır; ayrıca bk. L e Strange, The Lands o f the Eastem Caliphate, s. 473 v.dd. (J . H. K ram ers .)



ÖŞMÛNEYN - ÜVEYS. Ü Ş M Û N E Y N . a l -U Ş M Ü N A Y N , Yukarı M ı s ı r ’ d a b i r ş e h i r . al-Uşmünayn ( diğer bîr adı île aî-Aşmünayn ), N il He Bafpr Yûsuf ara­ sında 270 47' şimâl ana üzerinde bulunup. Yukarı M ısır'daki tren istasyonu R oza’ya yakındır. Asrm başında 3.855 (3 mülhakatıyla birlikte 7.729) nüfus­ lu bir nahiye olup, Asyu$ eyâletinde Mallavî merke­ zine bağlı idi. Bugün pek ehemmiyetsiz olan bu yer, eskiden Mısır ’m başlıca şehirlerinden biri idi. Tesniye şek­ lindeki Arapça adı Eski Mısırca Hmünu, Kıptî di­ linde Şmün a tekabül eder; Grelderle Romalılar bu şehre Hermopolis Magna adını vermişlerdir. Bâzı harabeler bugün de buranın eski büyüklüğünün şâhididir. Şehrin kurucusu olarak Kıptî-Mısır ef­ sânesinde Mişr ’in oğlu Eponymus Uşmün gösterilir. Ancak eski Arap devrinde tesbit edilebilen bugünkü adı, tesniye olarak çift Uşm ün’a delâlet etmekte olup, Arapîar zamanında ortaya çıkmıştır. Gerçekten hicri I. ve II. asırlara âit papirüslerde Uşmün alSuflâ ve Uşmün aI~eUlâ,yânİ Aşağı ve Yukarı Uşmün olmak üzere iki yer adı geçer. Bu iki şehirden biri, eski Hermopolis'dir; diğeri ise, hiç şüphesiz yeni bir kuruluş olup, Balpr Y û su f’un kuruması veya muhtelif rivâyetlerde nakledildiği gibi, N il yatağının yerini değiştirmesiyle ortaya çıkmıştır. Geçiş devre­ sine âit tesniye şeklindeki adı sonradan yeni mevkide devam etmiştir. Eskı-çağ’da Şmün, nasıl bir vopoç ’ın başkenti îdi ise, İslâmî devrede de Aşmünayn bir Kâra ’mn dış mahallesi iken, Fâtımîîerden al-Mustanşir zamanında yapılan idâri taksimatta bir eyâle­ tin merkezi olmuştur. Burası Memîûklerin son za­ manlarına kadar parlaklığım muhâfaza etti. Ancak, 172 0 'de, N il’in yatağını yeniden değiştirmesi so­ nunda, civarda bulunan Mallavî buranın dış mahal­ lesi hâline geldi. Daha sonra benzer hâdiseler, Minia ( Munyat al-Uaşîb ) ’yı ön sıraya geçirmiştir. al-Uşmünayn Orta-çağ ’da verimliliği ile meşhur­ du. Orada aynı zamanda Ermeni Kırmız halıları tarzında kırmızı halılar dokunurdu. Civârmda çadır kuran Arapların koyunculuğu sâyesinde burası umûmiyede yün dokumacılığının merkezî olup, mâmuîIeri ihraç edilirdi. Makrizî, efsânevî güzellikteki yapılarım anlatırken buranın bilhassa Nil ’in altından geçen bir tünelle A nşinâ 'ya, yâni eski Antinoe ’ye bağlantısından bahseder. Şehir, M ısır’ın aynı adda diğer iki mevkii olan Dimyat civârmdaki Uşmün (veya Uşm um ) alRummân ve Manüfîya eyâletindeki Uşmün al-CuraysSt ile karıştırılmamalıdır. [aî-Uşmünayn, cAm r b. al-cÂş tarafından 20 ( 6 4 i) yılında fethedilip İslâm hâkimiyetine girmiştir. Halîfe E bû Bekr ’in oğlunun Mısır valiliği zamanında bu mıntıka ile Mekke ve Cidde iskelesi arasında ti­ cari bir bağ kurulmuştur. Bu sâyede bu devirden itibâren al-Uşmünayn ’in sanâyı ve ticâretinde bir gelişme olmuştur. Memlûkler devrinde idâri taksi-



*33



mâtta beşinci vilâyet (e y â le t) olarak yer alan alUşmünayn, Napolöon Bonapart ve hidivlik zama­ nında Mînya eyâletine bağlı bir sancak olarak kal­ mıştır (krş. mad. MISIR), 1082 (16 71/16 72 ) senesinde buradan geçen EvIiyâ Çelebi, şehrin kuruluş efsânesini Şammün Rîf ve Şammün G âv adlı iki kardeşe izâfe ederek Şamünayn adının verildiğini ve bu iki kardeşin ay­ rı ayn yaptırdıkları kasrlardan dolayı da, admm aynı zamanda Kasreyn olarak halk arasında ya­ yıldığını bildirir. Ayrıca şehrin mâmûr bir belde olmaktan çıktığını söyleyerek, şehirdeki cami, mek­ tep v.s. hakkında bilgi verir ve havasının çok iyi olduğundan bahseder. Pek çok tarihî harâbenin, mâbed ve fcasr sütÛnîar nnm hâlâ görüldüğünü yazan Evliyâ Çelebi, Süleymaniye Câmü ’nin dört sütûnunun bu şehirden ge­ tirildiğini haber vermektedir (Evliyâ Çelebi, 5 eyahatname, X , 82a v .d ,) ]. B i b l i y o g r a f y a i Yakut, Mtfcam ( nşr, Wüstenfeîd), I, 2S3; îbn C îeân, s. 173; M a rîz i, tfifat, 1, 238; eAK Mubârak, al-Efifaf al-cadîda, VIII, 74; l&alkaşandî (trc . W üstenfeld), a. 94, 105; Quatremâre, Memoires sar l'Egypte, I, 490; Ameüneau, Geographie de l'Egypte a Yepocpıe copte, s. 167; Papyri Schott Reinhardt, 1, 21 ; Boinet Bey, Diclionnaire Geographiqtte de l'Egypte, s. 4 1 » ESaedeker, Egypt and the Sadân ( 6 . ta b ), s. 213, ( C H .B ecker.) [ Bu madde T.H . tarafından ikmâl edilmiştir.] Ü V E Y S . U V A YS, Ceîâyırli hânedâmna mensup iki hükümdârm adıdır: Ü V EY S I. (Su ltan Ü veys). 756-7 7 6 ( 1355- 1374) seneleri arasında saltanat sürmüş olan Ceiâyirîi [b. bk.] veya Îlkânî hâdenânınm İkinci hükümdândır. Üveys, 742 (134 1) senelerine doğru dünyaya gelmiş olup, likan Noyon 'un oğlu Akbuga Noyon ’un oğlu Hüseyin Gürkan ( "Kurakan” Han ’ın dâmâdı mana­ sınadır )*m oğlu Haşan Büzürg [b. bk.] ’ün oğludur. Haşan Büzürg'ün annesi, Moğul Argun H an ’ın kızı idî. Haşan Büzürg, aynı zamanda Çoban (bk. mad. SULb UZ ) *m oğlu Dimişk Hoca ’mn kızı olan meşhur Dilşâd Hatun ’la da evlenmişti. Önce Ebû Sa’id Han ile, onun ölümünden sonra, 762 ( 1 3 6 1 ) 'dede Süleyman adlı bîr emîr ile evlenen (ffabıb al-styar) Dilşâd Hatun, güzelliği ve zekâsı ile tanınmış olup, vezirler, devlet işlerinde kendisine danışırlardı. Muahhar tarihçilerin çoğuna göre üveys, baha­ sının 756 (1355 / 1356 ) ’da ölümü üzerine onun yerine geçti. Ancak, Cennahî ’ye göre, 757 *de ölen Haşan’a, cana yakın ve şâir tabiatlı Sultan Hüse­ yin ( ölm. 760 ) halef olmuş idi. Hüseyin ile Üveys’in tasarruf ettikleri iktâ ’iarın, kardeşinin ölümü üzerine Ü veys’in uhdesinde birleştiği hakkındakİ Markov ’un görüşü kabûl edilebilir. Sultan Üveys 'in faâlîyetlerinin hareket merkezi Bağdad olmuştur. [Em ir Çoban’m torunu Melik



134



ÜVEYS.



E ş re fin Arrân, Azerbaycan ve Irak-ı A cem ’deki -Koyunlu Bayram H oca’dan şikâyette bulundu ve kötü idâresi halkın nefretine ve dolayısıyla Altm Celâyirli hükümdânm, Kara-Koyunlu beyi üzerine «ordu hanı Cam Beg 'in bu ülkeye dâvetine yol aç­ yürümeğe teşvik etti. Sultan Üveys, elçiye, ba­ mış; 758 ( i 3 5 7 ) 'd e A zerbaycan’a gelen Cam harda harekete geçeceğini bildirdi. Beg, Melik E ş r e fi öldürtmüş, oğlu Berdi B e g ’ i Nitekim, baharda Bağdad ’dan çıkan Üveys, yerme vekil bırakarak Azerbaycan ’dan ayrılmıştı. Önce T ek rit’i sulhen alıp, sonra fazla mukavemet Berdi Beg ’in, babasını takiben ülkeyi terki ve kay­ görmeden Musul ’u ele geçirerek Bayram Hoca ’nm makam olarak bırakılan Ahicuk ’un idâresînde Azer­ kardeşini idâm etti. Müteâkıben, M ardin’e gelen baycan ’da karışıklıklar çıkması üzerine, 759 (1358 ) Üveys, ramazanı burada geçirdikten sonra, Melik ilkbaharında Sultan Üveys, Bağdad’dan Tebriz Mansûr ’u da yanma alarak Beşirî ’ye gitti. Bay­ üzerine yürüdü.] Sisay ( ? ) , Mİnay ( ? ) (muhte­ ram Hoca'ran dar ve geçilmesi zor olan Muş yo­ melen Sahand) dağı yakınlarında Sultan Üveys ’le lunun ağzını tutmuş olması dolayısıyla, Çapakçur karşılaşıp mağlûb olan Ahicuk, önce Tebriz ’e, daha ve Eshâb-ı K ehf mağarası yolu ile M uş ovasına sonra da Nahçıvan ’a doğru çekildi. Sultan Üveys indi ve burada yaptığı kanlı savaşta Bayram Ho­ ordugâhını T eb riz’de İmâret-i Reşidi’de kurdu [ve c a ’yı bozguna uğrattı. Bayram Hoca firar ettiğin­ burada uzun seneler/devam eden kötü idâreye son den ülkesi yağmalandı. Bundan sonra Bayram Hoca, verdi ]. 759 ramazanında ( ağustos 1358 ) Eşref ’in vergi vermek suretiyle Sultan Ü veys’e tâbi oldu 47 emîrini ( fjlabîb al-styar ’deki, umarâ-yt şarkî ter­ ( Faruk Sümer, Karakoymlttlar, s. 37-41).] Böylece, kibi apaçık bir hatâdır), idâm ettirmesi, bunların boş yere Mısır Memlûklerinden yardım İsteyen refiki olan ümerânın Üveys ’e karşı duydukları temâ- Mansûr ’un ülkesi Mardin, Üveys tarafından zabtyülün kaybolup, A hicuk’la birlikte Karabağ’a geç­ edıldi ( Makrîzî, var. 53 ). melerine âmil oldu. Sultan Üveys 'in onlara karşı Karakilise (Erzurum ile Doğubayezid arasındaki gönderdiği Ali Piltân, davranışlarındaki zaaf yüzün­ Karakiîise) üzerinden Tebriz’e dönen Üveys, Ahicukden felâkete dûçâr oldu. Üveys, Bağdad ’a çekilmek ’un kaybolmasını müteâkıp, açık şekilde ithâk eylediği mecbûriyetinde kaldı. 760 (1358 ) ilkbaharında Mu­ Karabağ ahâlisini Şirvân hâkimi K â’ üs b. Kaykubâd’m zafferlerden Şîrâzlı Muhammed, Ahicuk üzerine iki def’a Kur şimâlindeki Şirvan ’a götürdüğünü öğ­ yürüyüp onu Tebriz 'den tard etti ve orada birkaç rendi. Sultan Üveys ’in kumandam Bayram Bey, ay kaldı ( Târîfy'İ GttzMa, G M S , s. 677-679, 715- Kâ3üs ’u, Şirvan kalesinde muhâsara etti. Zincire vu­ 717 ). Fakat o, Sultan Üveys ’in Bağdad ’dan şİ- rularak Ü veys’ in huzuruna getirilen Kâ’ üs Bağdad a mâle doğru yola çıktığını öğrenince, mukavemet sürgün edildi; Fakat üç ay sonra, Sultan Üveys ’m etmeden geri çekildi. Üveys, Tebriz ’ı yeniden iş­ tâbii olarak itibâra kavuştu ( bk. Şirvan ’da basılan gal edip Ü vâca Şayî> Kaçac ( veya Kaçacânî) *m Celâyîrî sikkeleri). 772 (1370 ) ’de Esterâbâd halcimi Tuğa Tim ur evinde ikamet etti. Bu sırada, Şadr al-Dîn Hâ^ânİ lekabı ile tanınan babasının yanına sığınmış bulu­ [bk. mad. TUĞA TİMUR] ’un halefi Amir Valf, Sul­ nan Ahicuk teslim olunca, Üveys, onu ihanetle tan Üveys ’e karşı harekete geçti, fakat Rey yakın­ itham ile idâm ettirdi, larında mağlûb oldu. 773 ( * 3 7 1) ’te Üveys, biz756 ( 13Ğ3 ) 'da Bağdad vâlisı olan pfvâca Marcân, zât Amîr Vali ’ye karşı harekete geçti ise de, Ucanİsyân etti ise de mukavemeti kısa sürdü. Şehrin ’dan geri döndü, Amîr Vali, Sâve ’yi işgal etti. 776 kapılarım Üveys ’e açan Marcân affedildi ise de, ye­ ’da, Amîr Vali ’yi cezalandırmaya hazırlanan Sultan rine Şâh fdâzîn tâyin olundu ( I^abib al-styar). Üveys, îmâret-i Reşıdî’de 2 cemâziyelevvel 776 Ancak bütün Mısır kaynakları 767 (1 3 6 5 ) sene­ (1 0 teşrin I. 1374 ) ’da Öldü. Davîat-Şâh (s . 2 6ı~ 263)’a göre Sultan Üveys sinde, Marcân ’ın, adına hutbe okutma vaadiyle, Mısır Sultanı Aşraf Şa'bân ’ın yardımım te’min o kadar yakışıldı idi ki, Bağdad ahâlisi, onu görmek teşebbüsünde bulunduğunu kaydeder ( Makrizî, için, geçeceği yere koşarlardı. Bütün tarihçiler, al-Stılük, Bibi. Nat. eî-yazma. 673, var. 49, 52 ). edebiyatın büyük hâmisi olan Sultan Üveys ’in iyi­ Müteâkıben, Marcân ’ın basit bir âsî olduğunu açık­ lik, adâlet ve cesâretini Övmelde ittifak ederler. lamak için Kahire ’ye gelen Üveys ’in elçisi soğuk Başta gelen medih şâiri, onun saltanatının hâdi­ karşılandı. Fakat, Üveys, bu arada isyânı önlemişti. seleri hakkında bir seri kasîde nazm eden Salmân-i Makrîzî tarafından verilmiş olan 767 tarihi, her Sâvacî ’dir. [ Idvâca Muhammed Aşar ve eUbayd-i hâİükârda Marcân ’m isyânmın oldukça uzun sür­ Zâîcânî'nin yakın dostu olan Üveys, değerli bir düğünü göstermektedir ( Aynı kaynağa göre, Mar­ şâîr, bâzı besteleri bulunan bir musikişinastı. Aym zamanda, hattât ve nakkaş olan Üveys ’in, karaka­ cân, sonunda kör olmuştur.). Sultan Üveys, Bağdad ’da on bir ay ikamet ettî lem resimleri, zamanın san’atkârlarmm hayran­ ( ffabîb at-Siyar ). f Bu sırada Bağdad ’a gelen Mar­ lığım celb etmiş idi. Minyatür san’atında İlhanlI­ din Artuklu hükümdârı Mansûr’un elçisi, 767 kı­ larla Timurlular devri arasında görülen tekâmül şında Mardin ’i kuşatan. ve çıkış hareketinde bu­ içinde, Celâyirli Sultan Ahmed ve Sultan Üveys lunan Artuklu kuvvetlerini bozguna uğratan Kara zamanı bir merhale olmuştur, Timurinlar devrinin



ÜVEYS, minyatür ustalarından olan Güng ve cAbd al-Uayy Musavvir, Sultan Üveys *in sarayında yetişmiş­ lerdir. Kendi adına yazılmış olan Tarlfa-i Saltan Uvays, Leiden Akademi Kütüphânesi ’nde bulun­ maktadır 1. Sultan üveys'İn, T ebriz'de Davlat yâna (C lavijo'da Ttlbaigana) adıyla büyük bir binâ inşâ ettirmiştir ki, bu, muhtemelen günümüz­ deki Ark olmalıdır [ bk. mad. TEBRİZ ], İyice Iranlılaşmış bir Silenin neslinden gelen ve anne tarafından da romantik mâceralarıyla tanın­ mış Çoban Şilesine bağlı bulunan Üveys ’in, has­ sas bir tabiata sâhib olduğu görülüyor. O , Bayram Şah *a olan aşın sevgisi ile tanınmış olup, onun ölü­ münde umûmî matem tutulmasını emretmiştir. Kar­ deşi Zâhid ’in, sarhoş iken damdan düşerek ölümü, onun, 773 ’te Amir Vali ’ye karşı giriştiği seferi iptâl etmesine kâfi gelmişti. Sultan Üveys, verem hastalığından ( dikk ), takriben otuz yaşlarında iken vefat etti. O öleceğini önceden hissediyordu ve ke­ feni ile tabutunun hazırlanmasını emretmişti. Sultan Üveys ’ in, Haşan, Celâîeddin Hüseyin, Şeyh A li, Gıyâseddin Ahmed, Bayezid adlı oğullan ile Tandu isminde birde kız olmak üzere beş ço­ cuğu vardı. Sultan Üveys, oğullarının en büyüğü olan Haşan ’a, Bağdad ’ı vermek ve tahtını da Hü­ seyin ’e bırakmak istiyordu. Haşan ’a itaatini bîat ettirdiği sırada, ricâlin şüphelerini ifâde etmeleri üzerine, Üveys, onlara, „ne yapmanız lâzım gele­ ceğini biliyorsunuz” dedi. Bunun üzerine Haşan, Sultan Üveys ’in öldüğü gün, öldürüldü. Muntal}âb abtavârîh. ’e göre Ü veys’in veziri Amir Zakarîyâ ve amıV al-umarâ ’$ı °Âdîl Ağa idi [bk, mad. SULTANİYE]. Sikkeler: Markov, Sultan Üveys adına Bağdad, Vâsıt, Tebriz, Erdebil, Hoy, Nahçıvan, Şâbarân, BakÛ, Gustaşfî, Berza’a, Sâve, Vastân ( ? ), Tûsân (U can ?), Bârân ( ? ) , Bând ( ? ) ve başka yerlerde basılmış 66 sikkenin tavsifini vermektedir. 758 (Bağ­ dad) tarihli sikkede görülen unvanı abSultan ab *âlim al-^âdil, 762 ( Bağdad ) ’de basılan sikkede ise, al-Stılfân abifşam şayfy Uoays Bahadür, olup, 7Ö6 ( Bağdad) tarihli sikkede adı, Moğullarca kullanılan Uygur yazısıyla darbedilmiştir. Lane-Poole’ün ka­ talogunda, Sultan Üveys adına Tebriz, Sultânîye, Bağdad, Erdebil, Şîrâz ve İsfahan ’da basılmış sik­ kelerden bahsedilir. Yine M. Mübârek, Bağdad, Basra, Hille, Tebriz ve Şîrâz ’da basılmış sikkelerin tavsifini vermektedir (766 tarihini taşıyan bu son sikkede, Sultan Üveys ’in lekabı abVâşik. bi 7-malik abBayyân şeklinde verilmektedir. ). B i b l iy o g r a f ya i M u'în al-Dîn Nataraî, Mantafaâb ablaüârtfa, Bibi. Nat., Suppl. pers. ı6 s r, var. 327^328», Haşan Büzurg hânedânı hakkında bir hulâsa ile hânedan mensup­ lan hakkında bir muhtasar mâlûmat listesi ih~ tivâ eder; Şacarat-abatrâk (U îu ğ Bey’in, Ulus-t



135



Arbofd sının muhtasarı), trc. Miles,. London, 1838, s. 335“338ı Hvandmtr, blabtb al-Siyar (fclâfîz-i Abrü ’dan naklen [ b. bk. ]), Tahran, 1271, III/i, 80 v.d.; îbn Tağrîbirdl, abManhal ab $âfi, Bibi. Nat., A Y 2069, var. 25; Davlat -Şah, Tazkirat abŞıTam* ( nşr. Muhammed I^azvlnl), s, 261-263 v.d.; Müneccim-başı, Şûhatf abafıbâr, III, 10 v.d.; D ’ohsson, Histoire de Mongols, IV, 742 v.d,; Dom , Versuch eîner Cesehİchte d. Schiroanshahe (St. Petersbutg, 1841), s. 79 (ü v e y s ile Kâ5üs ’un münâsebâtı; Wüstenfeld, Die Chronîken d. Siadt Mekkfl (1 9 6 1 ), IV, 258, 260; Üveys, Kabe ’ye altın ve gümüş şamdanlar gönderince, Mekke Şerifi 'Â d ân b. p u ­ maysa, birkaç yıl onun adına hutbe okuttu; Howorth, History of Mongols, III, 654-659; Heyd, Histoire da commerce da Leoant ( Leipzİg, 1886 ), s. 129, 131 ( Üveys ’ in Venedik ve Cenevizlilerle münâsebetleri); Markov, Katalog Calair^kİ& Monet (S t. Petersburg, 1897) [Arapça yazan tarih­ çilerden al-eAyn! ( 1360-1451), Cannabt ( ÖÎm. 159° ) v.b. ’na istinâden ]; bu eser, 1858 senesin­ de Ördubâd yakmlannda bulunan 454 sikkeîik bir Celâyir hazînesine hasr edilmiştir. Sultan Üveys v.b. ’na âid sikkeleri ihtiva eden diğer bir hazîne BakÛ’da bulunmuştur, bk. Pabomov, Monetniye kfadt Azerbaycana (Baku, 1926), s. 59; krş. Lane -Poole, Cat. of Oriental coins (1 8 8 1 ), V I, 207; ayn. mil., Addtüon to ihe Orienfale Collection, II, 128 ve M . Mübârek, Cataloage des mormaies C û r guisides v.s. (İstanbul, 1901), s. 194: E.G .Brow ne, A History of Persian Literatüre, III, İndeks, [F . Sü­ mer, Kara\oymlalar 1,3 7 -4 İ5; A . Z. Velidî Togan, Umûmî Türk tarihine giriş ( İstanbul, 197* ), F , 272, 363, 385; H. Edhem, Düüel-i hlâmiye ( İs­ tanbul, 1927), s. 391 v.d,] Ü V E Y S II, Sultan Üveys I. *in oğlu olan Sultan Ali ’nîn oğlu Sultan Veled ’in oğludur. % Ceîâyir hükümdârı olup, 818-824 ( 1415-142* ) sene­ leri arasında Huzistan ’da ve Vâsıt ile Basra arasında hâkimiyetini sürdürmüştür ( krş. Müneccîmbaşı, III, 12 ). Sultan Üveys, Türkmen Şah Muhammed tarafından öldürüldü (W eil, Geseh. d. Chalifen, V , r4 2 ), Üveys II. ’in annesi, Hüseyin bin Üveys I. ’in kızı, nüfuz sâhibi bir kadın olan Tandu ( ölm. 819 = 14 16 ) idi. Mantaf}ab abtaüürîf} ’in müellifi­ ne göre, Sultan Üveys II. on bir yaşında tahta geçtiği zaman asıl ıdâre, ” vezîr” i durumunda bu­ lunan annesinin elinde idi (D aha önce Memlûklerden Berkuk île evli bulunan bu kadmm CI. Huart (La Fin de la dynastİe Ilekanienne, J A , 1876, V II, 344-348) ’a rağmen, Sultan Üveys I. ’in kızı olup Muzafferlerden, önce Mahmud, sonra Zeynelâbidin ile evlenen Tandu ile aym olması mümkün değildir. ( V . MlNöRSKY.) [ Bu madde V . Çabuk tarafından ikmâl edilmiştir,]



v



V A B Â R . [B k . v e BÂR.] V A C D A . [B k . Oc d e .]



VADÂ’Î. IBk. v e d â ’ îJ VADİ AŞ. [ Bîc. G u a d İk ,] V A D İ a l -B A K R . [Bk. elb İs t a k .J V A D İ H A L F A . [Bk. v â d î h a l f a .] . V Â D Î H A L F A . V Â D Î H A L F A veya sâdece Hal­ fa, S u d a n ’da N i l ’i n s ağ k ı y ı s ı n d a f ı r ş e h i r olup, ikinci şelâleye 6 mil mesâfede, Kahire ’ nin takrîhen 770 mil cenûbunda, 21° 55' şîmâl arzında ve 3 10 19’ şark tülünde bulunmaktadır; Vâdî Halfa» bu a d k anılan eyâletin veya M uihîya 'nin başşehri­ dir. O , güzel çarşılarla donatılmış yeni bir kenar mahalle olan Tavfikîya köyünü içine ahr: nüfûsu, Dabarösa ’Iı, köylü Nubyeîiler de dâhil» x1.006 (19 5 6 ) rakamını bulur. İslâmî ibâdethaneleri dışında orada» Kiptiler, Grekîer ve îngilizlerin kiliseleri vardır. Resmî dâireler, hastahane ve aynı şekilde idârecilerin oturduğu mahalle, şehrin cenûbunda yer alır. Rivâyet edildiğine göre, Habeşistan kıralı Jean’ın başı, hastahane civânndakı bir ağacın altında bulun­ maktadır. Bu yerin, adını borçlu olduğu halfa ota bu bölgede bolca yetişir. Bu bölge Firavunlar za­ manında Buben tesmiye olunuyordu. Şehrin kar­ şısında, garp kıyısı üzerinde, Orta imparatorluk devrinde inşâ edilen ve bu adla anılan kadım Mısır kalesinin lıarâbeîeri bulunmaktadır. Batlamyus *da fin o n ^ şeklinde geçen Pa - Nebes de buranın civânnda İdi ( Budge, The Egypiian Sudan, Iî;8 3 )\ Sûdan ’m bu fakir ticâret şehrinin, bugün M ı­ sır ve Sûdan hududu üzerinde mühim bir merkez hâline gelebilecek şekilde gelişmesi, sâdece X IX . asrın sonlarına doğru oldu. 1884-1885 seneleri arasındai Britanya kuvvetlerinin askeri bîr üssü hâline getirildi. Lord Wolseley * in seferi kuvvetleri, Har­ tam *daki General Gordon 'a yardım etmek üzere giderken Vâdî Halfa ’dan geçti. Bu şehir, burayı siyâsî bir hudut hâline getirme karan ve bir Mısır garnizon kuvvetinin gelip burada yerleştirilmesi ile yeniden ehemmiyet kazandı ve 1896-1898 se­ neleri arasında Mehdi ’ye karşı yapılan savaşlar şı­



rasında tekrar dikkati üzerine çekti. 1899 'da Sû­ dan *m uzlaşması ile şartlar değişti. Şimdiki hudud, Vâdî Halfa * nin şimâlinde 27 mil mesâfede 22 şi­ mal arzında tesbit edildi. Hartum’a giden ve Vâdî Halfa ’dan hareket eden devlet demiryolu, bu şeh­ rin bugünkü ehemmiyetini kazanmasında büyük rol oynar. N ü buharlı gemileri, onu, şimalde Mısır devleti demiryollarının son noktası olan Assuan sı­ nırlan üzerindeki Şallâl kasabasına bağlar. B i b l i y o g r a f y a : Baedeker, Egypt and the Sudan (L eipzig, 1929); Wallis Budge» The Egypiian Sudan, I, 7 7 ; ayn, mili, By Nile and Ttgrîs (b k . fihrist); Reinaud, Geogr. d'Aboul~ feda, H, 139; C . G . Gordon, /otamak, s.- 5 4 ,13 7 ; Alford ve Sword, The Egypiian Soudan, s. 75 v.dd.; H. G . Lyons, Physiography o f the Nile and it$ Basin ( Survey Dept. of E gypt); s. 28i v.dd.; H .C . Jackson, Osman Digna (b k . fihrist); H .A . Mac Michael, Hist. of the Arabs in the Sudan (Cambridge, 1922), bk. fihrist ( J . \Valker.) V Â D İ’L -A Ş Î. [Bk. g u a d îx .î V A D İ ’L -H ÎC Â R A . [B k . g u a d a l a j a r a .] V Â D Î ’L -K A B İR . [Bk. g u a d a l o ü îv îr .] V Â D İ'L -K U R Â . [B k. v â d İ ’l - k u RÂ,] V Â D Î ’L -K U R Â , Cenubî Arabistan’ın Suriye’ye doğru giden eski ticâret yolu üzerindeki a P A lâ 3 ve Medine şehirleri orasındaki havza olup, daha çok Vâdî Daydibbân olarak tanınır. Bu» orta yer­ lerde birleşen şimâîden gelen Vâdî al-Cizal ile ce­ nuptan gelip, Hanâldya denilen mevkiin yukansmda Medine cîvânna inen ve Caba! Hamz> veya Uhud ( Ebad ) ile Peygamber şehri ( M edine) ara­ sında akan Vâdî al-Hamz nehirlerinin kurumuş su yatağıdır, al-Vdâ’ ve Medine arasındaki yarı yolda, sağda, Hayhar'le irtibatı sağlayan Vâdî al-Tubc yahut Vâdî al-Silsila’ye açılır. Vadi ’i-Kurâ ’nm en mühim iskân bölgesi» hurma zirâatı ve varlığım vâdi tabanındaki sıcak su menbalanna borçlu oldu­ ğu hububat tarlaları ile al-'Alâ 9 ’dır. Kurb, vaktiyle Vâdi *I-I£urâ ’nm en mühim ticâret merkezi idi. Bu şehir, muhtemelen eşip Dedân ( Paydan ) ’m



VÂDÎ ’L-KURÂ - VÂDÎ NÜN. yerini aldı. Daydân ’m buğun al-lrlırayba diye bili­ nen harâbeleri» al-'Alâ® bahçelerinin şimâl kesimin­ de bulunmaktadır. Cenuptan Mısır ve Suriye’ye kadar uzanan eski ticâret yolunun belli başlı bir noktası olması bakımından ehemmiyet taşıyan De* dan vahası, bir müddet merkezlerini buraya taşıyan Mina emirlerinin tasarrufları altında kalmıştı, aleAlâ3 ’da bulunan müteaddit Mina kitabeleri, eski Cenubî Arabistan kitabeleri ile Tevrat ( tekvin, X , 7 ; X X V , 3 ) ve In cil’de Dedân isiminİn zikredilişî, eski Cenubî Arabistan devletlerinin bu yerle sıkı sıkıya irtibatlannm bulunduğunu göstermekte­ dir. Yâğüt, bu iskân bölgesinin eski adım bilmekte ve D aydân’ın bir zamanlar al-BalIjâ3 ‘dan H icâz’a giden yol üzerinde büyük bir şehir olduğunu, ancak kendi zamanında harâbe hâline geldiğini mufassala» anlatmaktadır. Efsâne, cA d kavminin zevali ile Peygamber I^üd’un hikâyesini de bu bölgeye bağlar. Belki, Daydân (Ü ırayba) civânndaki kayalıklar arasında açılmış olan mezarlar da bu yakıştırmaya sebep olmuştur. V â d i’H£urâ, islâmiyetin başlangıcında, Medine ’dekî dindaşları gibi müslümanlığa karşı düşman­ ca bir tavır takman mühim bir Yahudi zümresini barındırıyordu. H, 2 ( M . 623/624) senesinde, Vâ­ di TI£urS İle Suriye arasındaki bölgeye nüfuz et­ miş olan Yahudi f^aynu^â0 kabilesi, Medine 'den uzaklaştırıldığı zaman, V â d i’l-l^urâ *dakî Yahudiler tarafından bîr ay süreyle barındırıldıktan sonra erzak ve atları verilerek Suriye’ye gönderildiler. H, 5 ( M. 626/627 ) senesinde Vâdİ TI£urâ Yahudiîeri, Peygamber e karşı Taymâ3, Fadak ve kfaybar Yahudilerini bir araya getiren müdâfaa ittifakına ka­ tıldılar. Peygamber *in kuvvetleri ile savaş, ancak onun bJaybar ’i fethinden sonra, Vadi ’l-l£urâ ’dan Medine ’ye giderken, 7 (628) yılında vuku buldu, Vâdinin tabanında kulelerle korunan Yahudi kuvvetleri, Peygamber ’m kuvvetlerine karşı boşuna direndiler. Onlar, büyük telefattan sonra teslim olmaya mec­ bur oldular ise de, topraklarında kalmaya icbar edil­ diler ve yalnız Medine beytülmaîine külliyetli mik­ tarda gelir sağlayan toprağı, kin besledikleri düş­ manlan için işlemek zorunda kaldılar. Bu tarihten beri, Abü *Ubayda’nin kumandasında Suriye üzeri­ ne yürüyen İslâm fetih ordusunun da kat’ettiğı bu mühim geçiş bölgesi, idâri yönden bir müddet Suri­ ye 'ye bağlı olmasına ve Hicâz hududunu teşkil et­ mesine rağmen, hemen hemen Medine emirlerinin elinde kalmıştır. Yahudiler, bir zaman daha Vâ­ di ’M£urâ ’da bulunmak zorunda kaldılar. Halîfe Ömer L devrinden îtibâren kovulup kovulmadık­ ları kesin olarak bilinmemektedir. Gerçek olan, al-Balâzurî zamanında hiçbir Yahudi ’nîn Vadi ’de kalmadığı, toprağın çoktan müslümanîara dağıtıldığı ve buranın Medine idâri bölgesine âit olduğudur. Bibliyografya : al-Mulcaddasî, E G A , III, 53 * Yakut, Mıfçam (nşr. Wüstenfeld), II,



*37



639; III, 86, 709; IV , 53,678; A . Sprenger, D ie Post-and Reİseroaten des Orİents ( A bh. K .M , lll/ s , Leipzig, 1864), s. 1x9 v.d., 1595 C . M . Doııghty, Traoeh in Arabia Deserla (London, 1923), I, 145» I5 1» x 6 i; L . Caetani, A nnali deli*Islâm (M ilan, 1905)* I» 523» § 97» s. 635 v.d., § 55 î (M ilan, 1907), 11,49 v.d., § 48 ve not. x ,s. 1069, § 277; (Milan, 19 u )» IV , 352» §220, s. 366, §240; A . Musil, T he Northern Ifeğâz ( American Geographical S od ety Arahian Exploration$ and Studİes,



nr. x, nşr. J. K . Wright, New-York, 1926), s. 33, not ıo ; s. 2x7, not. 52, s. 218, n o t 53; s. 230, not. 54î s. 257,279,326. (A dolf Grohmann.)



VÂd I NÜN. [Bk. VÂDİ NÛN.] VÂDÎ NÜN. V Â D Î NÜN, eski



şekli Vâdi Nal. B u, bir nehirin adı olmayıp, Cenûb-i garbî F a s ’ta Garbı Anti Atlas ile onun denizden yirmi mil uzaklıktaki lasmı arasında yer alan b ü y ü k b i r o v a ‘dır. Ova, başlıcalan Vâdî Şayyâd ve Vâdî Umm al-*Aşhar olan birçok derelerin sürüklediği kum ve çamurdan teşekkül etmiş olup, bu iki dere birleşerek Vâdî Asalca ’yı meydana getirir; bu nehir kendi adım verdiği uzun bir geçitle, denize dökü­ lür. Vâdî N ün ’da bîr miktar vaha bulunup, buralar­ daki büyük köyler ( Avgelmîm yahut Gleımîm, I£şSbî, Tilivîn, Fask, Dubiyân, Tığmart, Asrîr, Vacrün, Abbüda v. b,), Büyük Sahrâ ’dald göçebe­ lere birer ticâret merkezi olarak hizmet eden ve 3,000— 3.500 âıîeyî ihtiva eden yerlerdir. Buradakiler Arap - Berberîîer olup, büyük bir kısmı Ma'kU ve Lamta [b. bk.] V a* küçük bir kısmı da Gazüla ve Sanhâca ’ye mensupturlar. Bunlann hemen hepsi Tekna ya mensup olup* ancak bir kısmı Ait Ba'amrân ve Afosâs ’dandırîar, bir miktar da Şorfâ* ( Şurefâ), Murâbıt, Harstın ve Yahudi vardır. „Magrib al-A^şa" ile meşgul olup da bu bölgeden bahsetmeyen bir coğrafyacı veya tarihçi hemen he­ men yoktur. Burası ( Vâdî N ü n ) ehemmiyetini çeşidi hususlara borçludur: Fas’taki nâdir vâha gruplarından biri olan Vâdî Nün, asırlar boyun­ ca, cenupta Mavritanya ’ya âit Adrâr ve Senegal, cenûb-i şarkîde Nijer kıvrımı île irtibatlı olmuştur; Çöl ile Atlas ’m şimâîî sath-ı mâiİi arasında Mogador *a kadar uzanan tabiî yolun cenuba doğru en kolay çıkış yerindedîr. Nihayet Vâdî Nün ’un Okya­ n u s’a olan yakınlığı, ahâlisinin, çeşitli devrelerde Avrupa ile tİcâri münâsebetlere girişmesini ve Sû­ dan ’m zengin mahsûlünün ihracatını emniyet altına almıştır. K ı s a t a r i h i . Söylenildiğine göre, Vâdî Nün bîr zamanlar büyük bir otlak sâhası idi; yerli ananeye göre, vaktiyle Vâdî Nük „dişi develerin ırmağı" olarak adlandırılmıştı. Vâdi Nün adı îbrânice’den gelir ve söylenildiğine göre Nün bir balık ilâhtır. Yahudİlere âit menkıbelerde, balina Yunus



138



VÂDÎ NÛN.



Peygamber’i Sus sahiline atar ve N u h ’un oğlu joshua ’ nm hâtırasının A it eîsâ kabilesinde yaşatıldığı söylenilir, M , s. V II, asra doğru Lam$a Berberden bu vâhaîann sâhtbi idiler. eUkba b. Nâfi ’nîn seferi ile Abd AHâh b. îdris *in Sus ’taki geçici hâkimiyeti­ nin, onîan ilk defa olarak İslâm ile temasa geçirdiği kolayca düşünülebilir- Bunlar, muhtemelen kala­ balık göçebeler olmakla birlikte X . asırda, bugünkü Asrîr kasabasının yerinde bulunan Nül Lam^a şeh­ rinin sahibi idiler. Bu şehrin hangi tarihte kurul­ duğunu bilmiyorsak da şüphesiz ki oldukça eski ol­ malıdır. Buranın büyük pazarında ceylan derisinden (îa m t) kalkanlar yapılır ve kervanlar Büyük Sahrâ ’yı geçerek Sûdan ve Mavritanya ’ya gitmek İçin buradan yola çıkarlardı. Hiç şüphesiz bu ttcârî faâîiyet erken bîr tarihte bir Yahudi kolonisini bu şehre cezbettı. X I. asırda Nül Lamjfa’yı zapteden Murâbıtlar burayı harekât üslerinden biri yaptılar ve şe­ hirde bir darphane kurdular. Lamta'lar bu sü­ lâleye sâdıkane bîr şekilde hizmet ettiler; diğer taraftan LamŞa ’nın müteâkıp asırda Muvahhidlere karşı ayaklanmaları kanlı bir mukabele ile netice­ lendi. Kısa bir müddet sonra 1218 ’de Ma°kıl Arap­ ları Vadi Nün ’u istilâ ettiler ve bunların kabilele­ rinden Dhvı Hassan çok geçmeden L a m a la r la kaynaştığı için Lamta 'larm müstakil rol oynama­ ları son buldu. Nül, bundan böyle ehemmiyetini kaybetti ve ye­ ri Büyük Sahra ’nm limanı olarak Tagaost ( mo­ dern K şâkI) tarafından tutuldu ve Avrupa, Vâdî Nün ’u uzun zaman bu isim ile andı. XV, asırda Kanarya adalarından Afrika sahillerine baş­ layan seferlerin gayesi köle elde ederek memleke­ tin istismarı idi; bunlar meşhur entraİas ’lar olup, Tagaost ’un kapılarına kadar ulaşan büyük bir kısmı burada birçok İspanyol müstahkem mevkii kurdu­ lar. Bu kalelerden bîr tanesi de, Âsâka ’nın ağzında kumlan ve pek kısa bir zaman süren San Miguel de Saca, Vadi Nün ’a çok yakındı. Bu seferler ya hıristiyan misyonerlerden önce veya onların refâkatinde yapılan seferlerdi. 1525 ’te Tagaost, bu mıntıkada yaşamış olan münzevîler tarikatından bir Portekizlinin geride bıraktığı hâtıralarım tazim­ le kabûl etti. Saedian hânedâmmn kuruluşu, hıristiyanlann uzak­ laştırılması ile neticelendi. Nün ahâlisi, müslüman toprağım kurtarmış olan hükümdarların askerî ih­ tiyaçlarım karşıladı. Fakat çok geçmeden vâhaîar, kervanların hareket üssü olmak durumunu kaybet­ miş gibi görünmektedir. Tâğmâdârt menşe'li olan Şûrefa ( Şorfa*), Nijer ’in zaptı ile elde ettik­ leri ganimeti Marâkuş ’a tabiatıyla bu yoldan ge­ tirmişlerdir. Bu hâdise, şüphesiz Vadi Nün ahâlisinin bu şe­ rifler (Şorfâ’ ) hânedâmnı çok geçmeden niçin



istemediğim ve benzer sebeplerle Tâfllalt yolunu tercih eden FılâKs ’lerle her zaman aralarının çok açık olmasını da izah eder. X V II, ve X V III, asırlarda Vadi Nün, bir ara Sudan’ı zaptetmek hırsına kapılan ve Tâzervâît Murâbıt devletini kur­ muş olan Abü Hassün al-Samlâlî ’ye bağlanmış gibi görünmektedir. Bu zât ve halefleri her hâl ü kârda Çölün cenûbu ile çok muntazam ticâri bağlar idâme ettirmişlerdir. Bunların hükümranlığı esnâsmda ker­ vanların getirdiği ticarî eşyayı alıp götürmek İçin Avrupa gemileri muntazam bîr şekilde Sûs sahili­ ne gelmişti. Vâdî Nün İçin bu bir refah devresi olup, X IX . asır başlarına doğru Şeyh Bayrük he­ men hemen müstakil bir devlet kurmuş ve hükümet merkezi Avgeîmîm kısa bir zamanda T agaost’un yerini almıştı. Bununla birlikte sultanlar, imparatorluğun cenup eyâletleri ile Avrupa arasındaki bu doğrudan doğ­ ruya ticâretten dolayı rahatsız oldular, zîrâ bu ti­ câretin bütün kârını kaybediyorlardı. X V III. asrın ikinci yarısında Sîdl Mufıammed b. eA bd Allah cenuptaki limanlan ticâret gemilerine kapatarak, onları bundan böyle henüz kurmuş olduğu Mogador ’a gelmeğe icbâr etti. Tâzervâît ve Vâdî Nün, kervanlarını buraya göndermek ve ihrâc ettikleri maddeler için ağır vergiler ödemek zorunda kaldı­ lar, Bütün gayretleri ve bilhassa Bayrük ile oğullarmmkİ Avrupa hükümetleriyle doğrudan doğ­ ruya münâsebetler sağlayarak, memleketlerim müs­ takil bir devlet hâline sokmak ve: gemileri Sul­ tan ’m emirleri hilâfına cenup sahilinde güm­ rük resimleri Mogador 'dan daha ucuz olan bir limana getirmeğe matuftu. Vâdî Nün Yahudileri ile Avrupalı tüccarların eski münâsebetleri ve X V III. asır sonlarında bu havâlıde ( M ogador’d a ) vukua gelmiş olan birçok deniz kazaları bu siyâseti ko­ laylaştırarak, Bayrük’a planım Kırİstiyanlarla mü­ zakere edebilmesi için fırsat verdi. 0 , ilk ola­ rak 1835— 1836 ’da Ingiltere ’yi ve sonra 1837 ’den 1853 ’e kadar Fransa ’yı bu işle ilgilendirmeyi de­ nedi. Nihâyet 1859 ’dakİ ölümünden sonra oğul­ larının müzakerelere giriştikleri Ispanya’ya Tetuân andlaşmasıyla bu sahillerde bir balıkçılık istasyonu kurmak imtiyazı verildi. Q zamana kadar bu teşeb­ büsler, zikre değer bir netice vermemişti, Olâd Bay­ rü k ’un nüfûzu oldukça ehemmiyetsiz görünüyor­ du ve yine Vâdî Nün sahilleri gemiler için kâfi bir sığınak sağlamıyordu. Ancak 1876 ’dadır ki Ingiliz Mackenzie, Cape Juby 'de bir ticâret müessesesi kur­ du, çok geçmeden bu, Vâdî Areksîs ’deki Avgeîmîm yakınında yerleşen hemşehrisi Curtis tarafından ge­ liştirildi. Bunlar, bîr seri keşiflerin, Sultan Mavlây al-Hasan’ı endîşeye düşüren tecrübelerin başlangı­ cım teşkil etti, 0 , 1886 ’da cenuba bir sefer yap­ mağa karar verdi. Bu sefer, Tâzervâît ve Vâdî Nün ’un boyun eğmesi ve îngilizlerin memleketi ter­ letmesiyle son bnldu. Büyük Sahrâ ’da yabana



VÂDÎ NÛN - VÂFİR. aleyhtarlığı nüfûzu artmakta olan Murâbıt Şeyhi Mâ-üî-Ayneyn [ b.bk.], bu sahillerdeki hıristiyan teşebbüslerini durdurmayı, kendi üzerine aldı. An­ cak, onun ölümünden dört yıl sonra 1916 ’da İs­ panya Cape Juby ’de yerleşti ve bir Alman denizaltısı, bu sıralarda Anti Atlaslarda Fransızların iler­ leyişlerine karşı kabilelerin direnişlerini İdare et­ mekte olan Mâ-üî-Ayneyn’in oğlu Mavlây A bmed al-Hayba ile ittifak aramak üzere bir hey’eti karaya çıkardıysa da bu gayret netice vermedi. Esasen Vâdî Nün artık Avrupalılann alâkalarım celbeden aynı sebeplere de mâlik değildi. Bayrük’un kuvveti artık mevcut olmadığı gibi Fransızların Cenubî Cezayir ve aşağı medar mıntıkasındaki iler­ lemeleri Sahra’dan geçen trafiğin tedricen azalma­ sına yol açtı ve Avgeîmîm yavaş yavaş bütün ticârî ehemmiyetini kaybetti. S i y â s î t e ş k i l â t . Vâdî N ü n ’daki her ka­ saba kendine mabsus bir teşkilâta sâHİpti: Bir reis ile eşraftan meydana gelen bir meclis. Bu da hemen dâima monarşiye temayül gösteren bir kabile teş­ kilâtına bağlı idi. Ekseriyeti, bir ittifak sistemine dâhil bulunan kabileler arasında Teknalar, sabi! ka­ bileleri ( Ai t Camâİ) ile dahildeki kabileleri (A it “Asman veya Ait Beîla) birbirinden ayırır. İ k t i s â d ı h a y a t . Vâdî Nün ’da biraz hu­ bubat, üzüm ve tütün yetişir. Burada çıkan tütünün Cenubî Sûdan ’da husûsî bir şöhreti vardır. Vâdî N ün ’da hurma ağaçlan, incir, nar, portakal, Hind in­ ciri (M ısır inciri) de bulunur. A n kovanlarından nefis bal istihsal edilir. Memleketin esas zenginliği, yetişti­ rilen deve, at, sığır ve husûsiyle koyun ve keçidir. Sanâyi iptidaî olup, bir kaç tane tüfek İmalât­ çısı ve Yahudi kuyumcular vardır. Balıkçılık Tekna ’nm muayyen kabileleri tarafından yapılın Avgeîmîm ve Tiğmart pazarları sâdece mahallî bir ehemmiyet taşırlar. En kayda değer panayırlar ( müsem, amugğâr) Asrîr, l£şâbî ve Avgeîmîm 'in­ iciler olup, yerleşik halk ile göçebelerin yıllık mal mübâdelelerine imkân verir. Büyük Çöl transit ti­ câreti hemen tamamıyla kaybolmuştur. B i b l i y o g r a f y a : Vâdî N ün 'un Avrupa ile münâsebetleri hasebiyle Fas ’ın bu eyâletinin bibliyografyası çok ehemmiyetli olup, M . Funck fîrentano ’nun Hesperis (1930, X I, fasikül I— I I ) 'indeki Garbî Büyük Çöl bibliyografyasın­ da bulunur.■— Şimalî Afrika'nın klasik müver­ rih ve coğrafyacılarına ( al-Bakrî, al-Idrîsî, Abu'lFidâ5, îbn ûaldün, Leo Africanus, Marmol) ilâveten burada yalnız en mühim eserleri zikre­ diyoruz. Hisioire da Naufrage et de la Captioite de M, de Brisson (G eneva, 1789); R. Adams, The Narratioe of Robert Adam ( London, 1816 ); J. Riley, Loss of tke American hrig Commerce (London, 18 17 ); F. D .B ., Naufrage da brick la Nossa Senhora-da-Conceİçao ( Lafond, Voyar ges mtoar da mpnde et nmfrages cekbres, Paris,



139



1844— 1847, VI I I ) ; Cochelet, Naufrage da brick français la Sophîe ( Paris, 18 2 1); Davidson, Notes laken âuring Travels in Afrtca (London, 1839); Panet, Relation d'un ooyage da Senegal â Soueİra ( Ret), marit. et Colon., 1850 ); Bou el Moghdad, Voyage par tene enire le Senegal et le Maroc (Re1). marit et Colon,, mayıs 18 61); E l Vad Nuny Tekpa segtın Gatell (Rev. geograph. Commerdal, 1865); Jannasch, Die deutsche Hande\sexpedition 1886 ( Berlin 18 8 7); Douls, Voyage d'ezploration â travers le Sakara Occidental et le Sud marocain ( Buü. Sac. de Giogr., Paris, 1888, I X ) ; A . L e Chateîier, Tribus da Sudouest marocain (Paris, 18 9 1); P. Marty, Les Tribus de la Haute Mauntanie (Paris, 19 15 ); R. Montagne, Les Berbkres et le Makkzen dans le Sad da Maroc ( Paris, 1930 ). ( F . D e L a C h a p e l l e .) VÂDÎ YÂNA. [Bk. g u a d i a n a .] VAFÂ. [B k. v e f â J VÂFİR. [B k . VÂFİR. 1 VÂFİR. V Â F ÎR , a r û z u n d ö r d ü n c ü b a h r i olup, al-kjalîl ( öîm. 175 = 7 9 1 ) * in aruz sis­ teminde ikinci dâirenin birinci bahri olarak yer al­ maktadır. Bu isimle adlandırılması tef’ilelerindeki hecelerin (sabah ve. vatad) çokluğu ite ilgilidir (b k . msî. Lisân al-*Arab, V II, I52, vfr maddesi; al-JCamös tercümesi, î , 144, vfr', Tâc al~carös, IV , 373, vfr, Küveyt tab'ı). Nitekim al-Balıl, al-Abfaş (ölm . 207 — 822) ’in, vezinlerin isimlendirilmeîeri ile il­ gili bir sorusunu cevaplandırırken, vâfir’in, tef’ilelerinin vatad bakımından zenginliği dolayısıyla bu isimle adlandırıldığını söylemiştir (b k . îbn Raş%, al-'Umda, nşr. Mufıammed Mubyi *d-dîn cAbd aî-bîamîd, Beyrut, I972> s. 136; al-îdâfi? aî-Yağmürî, Nâr al-kflbas, nşr. R. Sellheim, Wiesbaden» 1348 [19 6 4 ], s. 71)* V âfİr’İn, dâire sistemindeki aslî şair ’ı üç defa mufâtalatan 'dür. Aynı cins tef'ilelerden meydana gelmesi dolayısıyla al-Cavharî ( ölm. 400 — 1009 ) onu, birinci grubu teşkil eden müfred bahirler ( almufTadat) araşma yerleştirir. Tatbikatta şair ’ımn son tef’ilesi mufa*al ( ; facülun ) şeklinde ( ; alcarûz al-makiâf) görülür. Vâfir'in iki arûzu ve üç zarb ’ı vardır. 1. mufâcalatun mufâtalatan facülun mufâcalatun mufâtalatan facülun 2. mufâcalaian mufâealatun mufâcalatun mu/öea/üfım mufâtalatan mufâtalatan mufâ‘alatan mafâHlm T e f’ilelerde görülebilen değişiklikler şunlardır: a. Mufâcalatun yerine, lâm 'ın kısa seslisini kaybet­ mesiyle mufâcaltun ( :ma/â'//un) kullanıldığı sıkça görülür, b. L â m ’ın atılmasıyla seyrek olarak mafatatan (:mafâcikm) gelebilir, c. Lâm ve n û n ’un kısa seslilerini kaybetmesiyle mu/âeaft« (:ma/â*i/«) şekli ise, pek seyrek görülür ( 11Araz ve zarb dışın­



VÂFİR - VAHAN.



140



da bâzan rastlanılan diğer değişiklikler için bit. al~eîkd al-farld, V , 453 ). Vâfir, Arap şiirinde oldukça rağbet görmüş bir bahirdir. îslâmiyetten önceki şâirlerin elimizde mev­ cut şiirlerinde en çok kullanılan bahirler arasında bu bahir de vardır ve tavil tb.b k .] ’den sonra ikinci sırayı alır ( bk. msî. The Divan o f tke six andent arabic poets, nşr. Ahlwardt, London, 1870'te t^vfl, 71 şiir ile en çok kullanılan bahir olarak başta gel­ mekte, bunu 35 parça şiirle vâfir tâltib etmektedir ). Peygamber * in gözde şâiri Hassan b. Şâbit * in dî­ vânında (b k . Divân, nşr. H. Hirschfeld, Kahire, 1347 = 1929) mevcut 35 şiir de bu bahirdendir. Emevıler devrinin meşhur şâiri Z u ’1 - Rumma *nîn dîvânında yer alan 7 şiirin vezni de vâfirdîr ( bk. Dîvân şıcr Z i 'r-Rurryna, nşr. C . H. Macartney, Cambridge, 1919 ). Şiir mecmualarında da bu bahir­ den şiirlere sık sık rastlanır ( bk. msl, al-AşmaHyat, nşr. Ahmed Muljammed Şâkİr, eAbdu Salam Ha­ run, Kahire, 1375 = 1955; on şiir). Bu bahir, İran nazmında, sâdece arûza dâir eser­ lerde misâl olarak geçmekte olup ( bk. msl. Şams-i Kays, abMtfcam f i mcfâyİr aşcâr al^Acam, nşr. Mudarris Razavî, Tahran, 1327, s. 8î v .d .) Türk nazmında da görülmez. Bibliyografya : Metinde zikredilen­ lerden başka bk. îbn-eAbd Rabbihî, al-eîk4 ah Farid ( Kahire, 13 6 5 ), V , 451 v.dd. ; alCavharî, Kiiâb ‘ arûz ahvaraka, el. yaz.. A tıf Efendi kütüp. nr. 1991, var. ı b —33**; al-Tahânavî, Kaşşöf itfilâhat ahfunün ( Kalküte, 1862 ), II, 1473: Mohammed Ben Cheneb, Tufafat al-adab f î mizan a fâ r ab'Arab ( Paris, 1954 ), s. 3 8 - 4 1 ; E I, mad. VÂFİR; Nihad M . Çetin, Aruz, Küçük Türk"îslâm Ansiklopedisi ( İstanbul, 1978 ), fasiküî II, 189i» v.dd. (A



hm ed



S u b h I F u r a t .)



V A F & . [ Bk. v e f k .] a l -V A F R Â N Î. [B k. VEFRÂNtj a l -V Â H . [B k. VÂH.] V A H . AL-VÂH (cemi al-Vâhât), G a r b î M ı ­ s ı r ’d a b u l u n a n b ir g r u p v â h a n ın a d ı olup, bunlar üç tanedir: Birincisi Fayyüm ’un karşısında yer alıp, A svan’ m yüksekliğine erişir, vâhalarm en genişidir ve birçok kasabayı içine alır; buradaki hurma ağaçlan M ısır’daki en iyi hurmaları yetiş­ tirir, İkinci vâha biraz daha küçült ve daha az ka­ labalıktır. Üçüncüsü vâhalarm en küçüğü olup, Santarya kasabası buradadır. Bu raâlûmat Yâküt tarafından verilmiştir. Makrîzî ise, iç ve dış olarak tesmiye ettiği bu vâhalan dörde iblâğ eder; onun zamanında Santarya Berber soyundan Sîva adını taşıyan ve Zenâta diline yakın bir lehçe ile konuşan ğoo kişi kadar bir nüfûsa sahipti. Vâhaîardan şap ve göztaşı istihsal edilirdi; Kahire Eyyûbîleri tarafın­ dan tımar ( muktcf ) sâhipîerine yıllık olarak 1.000 kental (100,000 libre ) şap ihraç etmeleri mecburiyeti



yüklenmişti. Daha sonra bu durum ihmal edildi ve nihâyet kesildi. Bu vâhalardaki su kaynaklan asit çeş­ nisinde olup, bunlardan çıkan su, sirke yerine kulla­ nılır, diğer bâzdan ise ağız buruşturucu ve tuz lezzetindedİr. Yirmi tane kadar su kaynağı vardır. Bâzı hastalıklar mmtıkavî ve humma umûmîdir. Burada hurma, zeytin, incir ağaçlanndan meydana gelen ormanaklar ve üzüm yetişir. Söylendiğine göre, fevkalâde bir limon ağacından yılda 4.000 limon alınmıştı. Buranın münbîtliği, nebatatçıların bir takım misâllerle verimliliğim belirttikleri Aurantiacea ile mukayese edilebilir. 339 ( 9 5 ° ) *da Nûbe [b . bk.] ordusu tarafından yağma edilen bu vâhaîardan birçok da esir götürülmüştün Bibliyografya :



Yâküt, Mtfcâm, IV,



873; Makrîzî, ffitât (Bulak, 1270), I, 234; nşr. Wiet, IV , 113 v.dd. (M ./ .F .A O ., X L I X ) ; Mas'üdî, Murüc, I I I , 5°( C l . H u a r t .) V A H AN . [B k. v a h â n .] VA H A N . V A H Â N (A ra p ça ’da VabbSn), P am îr’in cenûbunda bir İdâri bölge. Vahân, şark­ tan garba uzanan ve Amu-Derya (P anca) ile onun en cenup kaynağı olan Valjân-Darya nehirlerinin suladığı dar ve uzun bir vâdidır (b k . mad. AMU -DERYA). Amu-Derya boyunca Vahân ’ın uzunluğu 67 mil, Vaî)ân-Darya ’mn ( Langar-kİş ’den Vaftcir geçidine kadar) uzunluğu ise 113 mildir; Efgan kaynaklan, Işkâşim 'den Sarfjadd'e kadar olan mesâfeyı 66 karöh (2 2 fersah) olarak gösterir. Vahân ’ın cenubuna doğru, Yukan Indus mem­ leketlerine çıkan müteaddit geçitlerin bulunduğu Hindu-Kuş silsilesi yükselir. Başlıca geçit .olan Baroğil geçidi ( 3.788 m .) Citrâl ’a çıkar. Vahân ’m şimâl yakasında doruklan 6.992 m. yüksekliğe kadar erişen Vahân (Nicoîas II.) silsilesi bulunur. Garbî Vahân, Şugnân [b. bk.] hudutlarından gire­ rek şimâl istikametine dönen Amu-Derya dirseği­ ne kadar uzanır. Şarkta ise Vahân (Vabcîr yüksek vadisi üzerinden) Çin toprakları ve Çakmak-ting gölü ile birleşir. Vahân, geçen asnn sonlarında Rusların elindeki şi­ mâl bölgesi ile Îngilizîere ait cenup bölgesi arasında, bu iki mıntıka arasındaki teması kesen bir mânia gibi idi. Hududu tesbit eden 4 mart 1895 ’tekı Rus -Efgan andîaşmasında hudut; a) Vahân *ın aşağı kıs­ mında, Amu-Derya ırmağının yukarısındaki Langar-kiş’e kadar uzanır. Burada Am u-D erya’ mn iki kaynağı birleşmektedir: Biri cenûb-i şarkîden (K ü çük Pam ir'den) Vahân ırmağı, diğeri şimâl-i şarkîden (B ü yü k Pam ir’ den ) Pamir ırmağıdır; b) Langar-kiş ’ den itibaren hudut Pam ir’in kay­ nağına (Zor-kul veya Victoria gölü) kadar bu neh­ rin mecrasını tâkib eder; c) Daha şark istikame­ tinde hudut, tekrar zikzaklar çizerek Cenûbî Ç in ’e ( Beyik geçidi yakınında) varır. Bu itibarla Efgan arâzîgî Amu-Derya ’nın sol yakası, bütünüyle V a-



VAHÂN - VÂHİDÎ.



i 4î



bân-Derya vadisi ve Pamir nehrinin sol yakasın­ verkhpvkce P *aniia ( Moskova, 1908); Prens daki bölge ile Ak-su*nun yukarı mecrasının kü­ Masaîsky, Turkesian (1 9 1 3 ), s. 99-102 ( P .P . Semenov'un Rııssie serisinden, X I X ) ; Tacikistan çük bir kısmım (Çakmak-kul gölü dâhil) içine alır. ( Taşkent, 1925 ), tür, yer. ( Korzenewsky, BartVahan ’ m Efgan kısmı garptan şarka başlıca şu 7 İdâri bölgeyi: Varg, Organd, yandüd, l^al'a-yi hold, Semenov v.b. Tacikistan Sovyet Cumhuri­ Panca, Bâbâ-Tangî, Nirs-va-Şaîak ve Sarîjadd ( bu yeti hakkında hâtıralar kolleksiyonu); Burhan aî-Dîn Kbân yüşkakî, KattaShan v)a-Baiahhshan, son köy 3.450 m. yükseklikteki Baroğil geçidinin eteğindedir), bir de, Vafıân-Derya tarafından sula­ Rusça tercüme (Taşkent, 1926 )> s. 149-170; Sir A . Stein, Serîndia, 1921, I/ııı, 60-71 (esld nan az nüfuslu Küçük Pamir arazisini İhtivâ eder. Efgan tarafında Vahan ’da 3,500 kişilik halkıyla Çin vesikalarından nakiller); ayn. mil,, Inmrmost Asla, 1928, II, 863-871 (eski kalıntılar: yişâr ke­ 64 köy ve Rusya tarafında 2.000 kişilik nüfusuy­ narındaki Zangibâr, Yamçin kenarındaki Zamr-i la 27 köy bulunmakta idi. Ahâli (V a h i’le r), bü­ Staş-parast); ayn. mîh, ö n andent Tracks post yük çoğunlukla mavi gözlü olmalarıyla V I, asır­ the Pamir, The Himalayan Journal, IV, 1932 dan beri Ç in 'in dikkatini çekmiş olan Iran dağlı­ ( ayrı basım, s. 1-26 ). Vahi ’lerin lisanı hakkında ları ırkı ( Galca ) ’na mensuptur. Vah» lisanı Ira­ bk, Geîger, Gnmdrİss d. İran. Phil., I/ıt, 290 nı lehçe (G a lca ) nin garip bir çeşididir. Vabıv.dd. ve Grierson, Linguİsiic Surüey of India *ler, Rus tarafında, Tacikistan Muhtar Cumhuri­ (1 9 2 1 ), X , 457-465; î A mad. ŞUGNÂH. yeti ahâlisinin bir kısmını teşkil ederler. ( V . M i n o r s k y .) Sir Aurei Steın, âbidevî eserlerinde, „en müs­ V A H B B . M U N A B B ÎH . [Bk. v e h b b . mü takim geçiş yolu" Vahân geçidinin, Şimalî Efganıstan (B e lh ) yerleşik bölgeleriyle Çin Türkistam NEBBİH.) yerleşik bölgeleri arasında çok eski zamanlardan V A H B Î. [Bk VEHBÎ.] beri ulaşımı sağlamak için kullanıldığı yolundaki V A H H Â B ÎY A , [B k. v e h h â b Îl e r .] V A H İD İ. [B k. v â h î d î .] görüşü desteklemektedir. V II. asırdan itibâren Vabân eski Çin kaynakla­ VAHİDÎ. V Â y Î D Î , B î r CA H A m â k î n , B â l rında Hu-mi, Poho gibi isimler altında devamlı y § f eî z z â n ve H a b b â n a d l ı ü ç s u l t a n ­ zikredilmiştir (bk. Marquart, Eransahr, Berlin, 1901, l ı ğ a h ü k m e d e n b i r C e n û b î A r a b i s ­ s. 243 ve Ed. Chavannes, Dccuments sur ies Tou t a n h â n e d â n ı m n adıdır. H. v. Maltzan ( s. -Jgtue ocddentaax, in d e h ). Hiuen Tsang, buranın 222 ), elde ettiği bilgilere göre, bütün bu hanedana yeşilimsi gözlü Ta-m o-si-t3ie-tİ halkından (henüz âıt olan bölgeleri iki gruba ayırmaktadır : Sâbfl tam olarak açıklanmamış şekli) ve büyük Budist civânndaki A ş a ğ ı V a h i d î , Greenvrich’e göre vihâra 'sıyla başkenti H un-t9o-to ( = fjandüd ) Man 48 — 48° 30’ şark tülü ve *4° şimâl arzı arasında bahseder. 7 4 7 ’de Vabân meşhur Çinli General olup iç kesimine ancak 2 saatte ulaşılır. Y u k a r ı Kao-sien-ce 'nin Tibetlilere karşı askerî harekât V â b i d î , Greenvrich ’e göre 470—-47° 40’ şark tülü sâhası olmuştur ( bk. Ed. Chavannes, ayn. esr., s, ile 140 20 ’— 14*" 58 ’ şimâl arn arasında olup, C.v. 152 v .d .). Arap müellifleri arasında Iştabrî (B eî- Landberg ( s . 180) sâhil bölgesi sınırlan olarak, b î ) Vabân 'dan, kâfirler memleketi, misk gelen ve garpta Râs a!-f£usaym ve şarkta al-ü^uşa aî-Idamra Amu-Derya*ntn çıktığı yer olarak bahseder (b k . ’yı göstermektedir. Böylece Vahidi hânedânı toprak­ Iştabrî, s. 279 v.d,, 296; lbn Rusta, s, 9 1 ). Mas*- lan, 'Avâîik ve Ku'aytî arazisi arasında bulunmak­ üdı, M urüc, I, 213; Tanbih, 64, Yukarı Amu-Derya tadır. Râs al-Kusaym 'in bir saatlik şarkında deni­ ahâlisi: Avbân ( okunuşu £>^>), Tubbat ze dökülen ve Vâdî 0 acr 'in aşağı mecrasını teşkil (T ibetliler) ve AyğSn ( ? ) için ,,Türk” terimini eden Vâdî Mayfa®, Aşağı Vâbidl bölgesine âittİr. kullanmaktadır. Marquart, Iranlı V abî’ier bakımın­ Buranın en belli başlı mevkii Cül al-Şayb 'dır. Kıyı dan „Türk** teriminin sâdece onlann hânedâmm bölgesi, Bîr ®Aîı 'Am alin ve Bâl 0 âf eIzzân suîgösterdiği görüşündedir. Daha tafsilâtlı bilgi ffudüd tanîıldan atasında şu şekilde taksim edilmiştir: al-cÂlamğ G M S , 1937* s, 39, 63* 7*. 86, 120 v.d., Birincisi al~yuşâ al-0 amrâ ile Râs al-Ra^l kıyı 325,350,360 v.dd. *nda verilmektedir. Burada kira­ uzantısı arasındaki bölge, İkincisi de bu nokta ıîe lın ikamet yeri ve memleketinin başkenti Sikâşim Râs al-l£usaym arasındaki bölgedir. Vâdî Mayfa®, ( İşkâşim şeklinde düzeltilebilir) *e Vabân denil­ yazın ®lzzân’da ikamet eden Bâl 0 âf sultanına mektedir. V abî’lerin mabet (but-bâna)’leri hf-mdâz âit olmakla berâber. Bîr ®Alî sultanının da orada ( yu n d âd ) ’dadır ve „onun solunda" Tibetliler mülkleri vardır. En mühim iki liman, yazın fay­ tarafından işgal edilmiş bir kale vardı. SamarkandâV, dalanılan Bîr ®Alî île, kışm faydalanılan M acahâlîsini Hındû, Tibetli ve V a b î’lerin teşkil ettiği daha 'dır. al-Idavla ile birlikte Vâdî 'Amâkîn, Vâdî Sere, Mâverâünneht'deki tâbilerin en eski sının olarak al-Şu'ayb* al-yanaka, Saîmün, Hadâ ve avm adı kabûl edilmektedir. B i b l i y o g r a f y a : Curzon, The Pamırs taşıyan en önemli mevki ile birlikte 0 abbân, Y u­ 18982, s. 32 ve harita; Comte Bobrinskoy, Gorîsı karı Vâbîdî bölgesine aittir. Nu*mân, Sa'd, Namara



VÂHİDÎ - VÂHİY.



i'42



ve H im yar’a âit olan Bâ eAvza, Âl Ahmed, Âl Bâ Serda, aî-I£umüş ve al-Ziyâb Bedevi kabileleri Vahidî bölgesine dağılmışlardır. Bilhassa vâdiler münbit ve verimli olup, buralarda hububat, hur­ ma, bol miktarda tütün, çivit ve pamuk yetiştiri­ lir. Dokumacılık bilhassa aHdav^a ’da, doğrama­ cılık ise fcîabbân ’da gelişmiştir. Huşn aI~Gurâb ve Nakab al-Hacar, Sabâ devrinden kalma mühim harâbelerdir. 1870 senesinde Sultan Hâdî ile Türkiye arasında, iki liman şehri olan Bir cA lî ve Macdalıa ’ nin, bu­ rada karantina kurmak isteyen T ürkiye'ye devir ve temliki için müzâkereler yapıldı. 1882 *de T ü r­ kiye'nin Cenûbî Arabistan'da çok fail bir halde bulunduğu sırada, Bîr *AÎÎ ve Bal Hâf sahiplerini T ürkiye’ye kazandırmak için İzzet Paşa vâsıtasıyla yapılan ikinci teşebbüste olduğu gibi, bu proje de İngiltere’nin karşı koyması neticesinde gerçekleş­ medi. fîâî Hâf sultanına, bu vesileyle Türk bayrağı verildi. Her hangi bir inkiyat bahis konusu olmak­ sızın, hutbede Osmanlı sultanının adı zikredildi, İngiltere, bütün İhtimâlleri Önlemek için 30 nisan 1888 ’de Bâl Hâf ve Bîr *A1! sultanları ile hîmâye andlaşmaîarı yaptı. Bu andîaşmalar gereğince bu sultanlar, yıllık bir ödeme karşılığında Ingiltere ’nin rızâsı olmaksızın yabancı iktidarlarla hiçbir sûretle müzâkereye girmemeyi taahhüd ediyorlardı. Bu andIaşmalar, 15 mart 1895 ve 1 haziran 1896 tarih­ lerinde yenilendi. B i b l i y o g r a f y a : J. R. Wellsted, Reisen in AraUen, Almanca şekli, E. Rödiger (H alle, 1843), I, 283 v.dd., 322 v.dd.; C . Ritter, Dte Erdkunde von Asien (Berlin, 1846), V III/ i, 663; A . v. Wrede, Reise in IJadhramaut (nşr. H . v. M altzan), Braunschweig, 1873, s. 160 v. dd.; H. v. Maltzan, Reise nach Südarabien ( Braunschweig, 1873), s. 221 v.dd.; C . Landberg, Arabica (L eiden , 1897), IV , 67; (L e iden, 1898) V , 179 v.dd.; F . Stuhlmann, Der Kampf um Arabien ztüischen der Türhei und England, Hamburgîsche Forschungcn ( Braunschvveig, 19 16 ), I, 144, 37*" 4 i * .



(A. Grohmann.) V A H Y ( A . ) , Ib ir fikir veya emrin Allah tarafından bir peygamber *e ilham olunması, (ayrıca bk. madd. KUR’ÂN, MUHAMMED) ]. Kelime, iştikak bakımından, Arapçaya akraba sâmî diller­ den, Yahudi-Ârâmî ’de " '/TIK acele etmek” , Habeşçe’de, vahaya "etrafım dolaşmak, gitmek, teşhis etmek” ile ilgilidir. Arapça'da, sür’atle ışâret etmek, bir işte sürat göstermek, yazı yazmak, elçi gön­ dermek, gizlice bîr şey söylemde v.s. gibi lügat mânası taşıyan vahy ’in lâdinî mânası, Kaşşâf işfi~ lahât al-ftmûn ’a göre, ilham bİ~$urea "sür’atle ilVAHİY.



hâm" olarak belirtilmiştir. Fiilin, şâirler tarafından kullanılışı hakkında ise bk. Lisan, mad. v h y . Dinî bir ıstılah olarak p e y g a m b e r l e r e g ö n d e ­



r i l e n i l â h ı k e l â m v e h a b e r mânasındaki vahiy, velîler, sanatkârlar ve başkalarının ilham [ b.bk. 3 ’ları ile, aynı şekilde bilhassa vahyediîen şey demek olan ianzll ’den ve onun gökteki seraâvî as­ lından [bk. ÜMMÜ’L-k î t â B ] . vahiy indirmek mâ­ nasına gelen in zal’den ayrılır. K u r ' â n ' d a k i k u l l a n ı l ı ş ı : a. Kutânr ’m ilk nazil olan sûrelerinden X C IX . sûrenin 4.-5. âyetlerinde, dünya, vahyin muhatabıdır: ” 0 günde yeryüzü bütün haberlerini anlatacaktır, çünkü Rabbi ona [y e re l o şekilde vahyetmiştir". X X V III. sûre, 7. âyette vahiyde bulunulan M û sâ’mn annesidir; al-Bayzâvî, bu ıstılâhı peygamberlik vahyinden ayırdetmek için onu ilhâm veya "rüyâda bildirmek” şeklinde îzah eder. Aynı şekilde X IX . sûre, I I . âyette avhü fiilinin faili Zakarıya ve mef’ûîü ise, halkıdır. Burada vahiy, avma3a ( ” îmâ etti, işaret etti” ) ile îzah edilmiştir. Istılâh, V I. sûre, 112. âyette husûsî bir tarzda kullanılmıştır: "Biz (peygam­ berlerin hepsine de ) insan ve cin şeytanlarım böylece düşman yaptık. Onlann bâzdan, aldatmak kasdiyle, diğerlerine yaldızlı birtakım söz ( 1er ve ves­ veseler) telkin ederler ( Yü/ıî)-” Şeytanî ilhamı ifâde için kullanılan ıstdâh visvâs 'tır. Allah ile insanoğlu arasında, vasıtasız veya melekler aracılığıyla vâsıtah konuşma yolu vahiy­ dir. Allah, bir vahiy ile veya bir perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de kendi izni ile dileyeceğim vahyetmesi hâricinde hiçbir vâsıta ile hitâb edip insanoğlu ile konuşmamıştır ( X L Î I , 51 )• A llâ h ’m melekler ile konuşmasına da vahiy de­ nir: "Rabbin meleklere, şüphesiz ben sizinle beri­ berim, îmân edenlere sebat telkîn edin, diye vahyediyordu...” ( V I I I , 12 ). b. Birçok bölümlerde vahy de aohâ fiili önceki ne­ bilerden Nuh ( X X I II , 2 7 ), Mûsâ ( X X ,13 v.d.; X X I, 7 ; V II, 160) ve Yûsuf ( X I I , 15 )d e İlgilidir. ” Biz, senden evvel de, yalnız kendilerine vahyettiğimİz erkekleri ( peygamber olarak) gönderdik” (X X I, 7 ). c. Kur ân ’da vahyin esas muhatabı Muhamm ed’dir ( X I I I , 30): ("öncekilergibi) senide, ken­ dilerinden evvel nice ümmetler gelip geçmiş olan bir ümmete, sana vahyettilderimizi onlara okuman için gönderdik” . "Doğru yolu bulmuşsam bu da Rabbimin bana vahyetmekte olduğu Kur 'ân sâyesindedîr” (X X X IV , 50). Peygamber ’in muâsırlan ona vahiy gelmesine çok şaşırdılar: «içlerinden bir kişiye indirdiğimiz vahiy, insanlar ( Mekkeliler ) için şaşılacak bir şey mi oldu ki o kâfirler...” ( X , 2 ). "Onlara de ki: Size, benim yanımda A llah’ ın hazîneleri var demiyorum. Ben, gaybı bilmem. Size, hakîkaten ben bir meleğimde demiyorum. Ben, bana vahyediimekte olandan baş­ kasına uymam” ( V I , 59). Ona böyîece vahyolunan Allah ’ın sözleri değiştirilemez: "Rabbimn. kitabın-



VAHİY. dan sana vahyolunanlan oku. Onun sözlerini de­ ğiştirebilecek yoktur” ( X V I i l , 27). Peygamber *e gelen vahiylerin mâhiyetlerinin İlâ­ hî oluşu, "o , kendisine İnzal edilen vahiyden başka bir şey değildir " ( L III, 4 ) âyetiyle te’kîd olunur. Vahyin doğruluğu ise şöyle ifâde edilir: "Allah adı­ na yalan uyduran, yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, bana da vahiy indi, diyenden daha haksız ve tehlikeli kim olabilir?" ( V I , 93). Peygamber, bu yüzden Rabbinin ona vahyettiğinden başka hiçbir şeye uymamakla emrolunur (X X X III, 2; X L III, 43 ). “O, hiçbir yiyeceği yasak etmez, zîrâ kendisine vahyolunanlar arasında böyle bir nehiy yoktur"



m



susunda şu mûtâlar çıkarılabilir: Vahiy, başlangıç­ ta, gerçekteki hâdiselerin önceden idrâk edildiği rüyalardan ibârettır ( î b n Hişâm, s. 1 5 i: la b a rı, Tajsîr, X X X , 138; İbn Sasd, I/i, 129). Daha sonra bu rüyalarda görülenler aynen husule gelir. “Â^işa ifk hâdisesi diye bilinen ve şahsına karşı yapılmış bir iftira dolayısıyla şüphe altında iken, mâsum oldu­ ğunu, Peygamber ’e rüyada vahyetmesi için Allah ’a dua etmişti ( Ahmed b. Hanbal, V I, 197; Bu^ari, Tajsîr, sûre 24, bâb 6 ). Peygamber ’e Cebrâil ’ in "ben Cibril ’im” di­ yerek göründüğü ilk vahiy hâdisesi Hirâ* dağında cereyan etmişti. Peygamber, bunun üzerine fcladîc a ’ye koşup "Beni ört" dîye seslenmişti (L X X II I,



( V I , 145 )• d. Vahyin muhtevâsı ve gayesi, çeşitli şekillerde1 v e y a L X X I V , 7 ). K u r a n ’m ilk nâzil olan kısmı, Peygamber’in târif edilmiştir ( ayrıca bk. MUHAMMED ).  l *îmrân kıssasının akışı bir ara şu âyet ile kesilir: "Bun­ ınzivâya çekildiği ramazan ayında Cebrâil’ in gelip, lar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerin- "okul" diyerek gösterdiği bir kumaş parçası üzerin­ dendır” ( I I I , 4 4 ). Yûsuf kıssası. Peygamber *e şu de yazılı olan X C V I. sûredir. Muhammed itiraz âyet ile bildirilir: "B iz sana bu K u r 'â n 'ı (b u edip, okuma bilmediğini söyleyince, Cebrâil, onu sûreyi) vahyetmek süreriyle kıssaların en güzelini göğsünde öyle sıkmıştı kî Peygamber boğulacak gibi anlatacağız. Halbuki sen, daha evvel bundan elbet oldu. Üçüncü tekrarda, Cebrâİl’in tebliğ ettikleri haberdar olmayanlardandın” ( X I I , 3 ) . Peygam­ Muhammed 'in aklında kaldı. b er’in İbrahim N ebin in dinine uymasi, ilâhı vah­ yin neticesidir ( X V I , 12 3 ); aynı şekilde, K u r 'ân ’ı dinleyen cinler hakkmdaki bilgisi ( L X X I I , 1 ) ve insanoğlunun yaradılışı sırasında meleklerin birbirleriyle münâzara ve münâkaşa ettiklerini bilmesi (X X X V III, 69 v.d .) yine vahiy sebebiyledir.



Bundan sonra vahiy inzalinde bir duraklama ( fatra) oldu. Bu devrede Muhammed canına kıymayı düşünecek derecede bunalmıştı (g ab a ri, nşr. de Goeje, I, 1150; İbn Hişâm, s. 156, 166; îbn Saed, I/ı, 13 1). Bu duraklama LXXIV veya XCIII. sûrelerin înzâli ile sona erdi.



Kur ânın vahyedilmesinîn sebebi, V I. sûrenin 19, âyetinde zikredilir: "Bana bu Kur ân, sîzi ve (siz­ den sonra ona) erişenleri inzâr (gelecekteki tehli­ keleri anlatarak ikaz) etmem İçİn vahyoîundu".



Vahiy getiren melek Peygamber’e aslî şekliyle veya insan suretinde ve başkalarına da sâdece insan sûretınde gözüküyordu (Buhar!, FazcPil aTKafön, bâb I; İbn Hişâm, s. 154, krş. 156; Abü Nu~ eaym, s. 69), Bir bakıma, göğe çıkış [ bk. Mi'RÂC J ve gece yolculuğu ( îsrâ ) da birer vahiy telâkki edi­ lebilir. Vahiyler, Kuran 'da zikredilir: "O gönde­



Kuran ’da vahyin muhtevâsmı ifâde için çeşitli tâbirler kullanılmıştır: "V e sana da hak ve kendin­ den evvelki kitapları tasdik edici... olarak K itâb ’ı gönderdik" ( V , 48; krş. X X X IX , 2 , 4 i ; X X X II, rilen, vahiyden başka bîr şey değildir; onu, müthiş 3: X X III, 70; X V II, 105; V I, 92 v.s.). "İşte kuvvetlere mâlik, akıl ve fikir bakımından olgun bunlar, o hikmet dolu kitabın âyetleridir ki ( her- olan Cebrâil öğretti. Hemen (kendi sürerine girip) b iri) iyilik edenler İçin bir hidâyet ve rahmettir" doğruldu. O , en yüksek ufukta idi. Sonra yakınına ( X X I , 2-3), Tâ, Sın. Bunlar Kur ân ’m (hak gelip iyice yaklaştı, öyleki ikî yay kadar yahut daha İle bâtılı) apaçık gösteren bir kitabın âyetleridir ve yakın oldu ve A llah’ın kuluna vahy ettiği neyse mü’minler için bir hidâyet ve müjdedir" (X X V II, onu vahyetri. Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. 1-2 ). "Biz onlara, îmân edecek herhangi bîr kavme Şimdi siz onun bu gördüğüne karşı onunla mücâ­ hidâyet ve rahmet olması için bir ilme dayanarak dele mi edeceksiniz? Onu bir defasında da Sidrai tafsil ettiğimiz bir kitap getirdik” ( V I I , 52 ). "Böy- aTmünîahâ ’nm yanında gördü... ( Peygamber’in ) îece sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Halbuki gözü (ondan) ayrılmadı; onun Ötesine de kaymadı. ( daha önce sen ) kitap nedir, îman nedir bilmezdin. Hakikaten o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir Fakat biz onu, kullarımızdan dilediklerimizi hidâ­ kısmım gördü" ( L I I I , 4-14, 17-18). "Şüphesiz o, çok şerefli bir elçinin getirdiği ke­ yete eriştirmek için bir nur yaptık” ( X L I I , 52). Bundan başka vahiy şu mânaları taşır: ilim ( III, lâmdır çerin bir kudrete mâlik olan o elçi, Arşın 61; II, 115, 1 4 ° ), hikmet (X V II , 3 9 ), hidâyet sâhibi ( Allah) nezdınde çok itibarlıdır. Orada ken­ ( X L V , 2; V II, 52 v.s.), şifâ ( X L I , 4 4 ), nur disine itâat olunandır, bir emîndir. Sizin bu bil­ diğiniz ve tanıdığınız kişi bir mecnun değildir. And( I V , 174; X U I , 52 ). P e y g a m b e r ’ i n s î r e s i i l e i l g i l i k a y ­ olsun o, Cebrâil ’i aslî şekliyle apaçık ufukta gör­ p a k l a r d a n v a h y i n İ n z a l ş e k i l l e r i hu­ müştür" (L X X X I , 19-23).



*4 4



VAHİY.



Bununla beraber diğer sûrelerde vahiy, işitme yoluyla vâki olmuştur: "Onu acele (kavrayıp ez­ ber ) etmen için ( Cebrâil vahyi iyice bitirmeden) dilini onunla hareket ettirme. Onu (iç in e ) yer­ leştirmek ve ( sana) okutmak şüphesiz bize âittir. Şu hâlde bîz onu okuduğumuz vakit sen onun kırâatine uy. Sonra onu açıklamak da bize âittir" (L X X V , 16-19). Ayrıca K ut ân ’m bütününün ifâdesinde Allah tarafından sık sık tekrarlanan fu l ( " de ki" ) lafzı, onun işitme yoluyla gelen bir vahiy olduğunu dü­ şündürür.



2. Peygamber başını örter, benzi kızarır, uyuyan bir kimse gibi soluk alır, yahut genç bir deve gibi hırıltılı sesler çıkarırdı; bir müddet sonra kendine gelirdi ( Buljârî, Hacc, bâb 17; eUmra, bâb. XO; Faza3il al-I£uT3ân, bâb 2; Müslim, ifaca, nr. 6; Abmed b. Hanbal, IV, 222, 224 ).



Peygamber 'in işiterek vahiy alması husûsunu İlgilendiren teferruat, sîrede ve bilhassa hadısde bulunmaktadır.



4. Onun üzerine baygınlığa ( şubat) benzer bir hal ile kendinden geçerdi ( Aljmed b. Hanbal,



a. V a h i y l e r i n g e l i ş i n i P e y g a m b e r n a s ı l f a r k e d i y o r d u ? * . "Bâzan o bir çıngırağmkine benzer bir sesle gelir îd bu en zahmetli­ sidir. Vahyin inmesi bitince, ben, söylenenleri he­ men hatırlarım. Bâzan İnsan ( raaıl) suretinde bîr melek gelir ve benimle konuşur. Ben de onun söylediklerini hatırımda tutanm” ( BubârI, Bad3 al-oafay, bâb 2 ; Bad3 al-half, bâb 6; Müslim, Faza?il, 87; Tirmizî, Manafİb, bâb 7; Nasâ’ l, îfiitâh, bâb 37: Mâlik, Mu o a f t a a l - V u z ü 3 U~man massa ' 1-K ut3qs , nr. 7 ; Abmed b. ÎJanbal, II, 222; V I, 158, 163, 256 v .d .). 2. Bu hadîsin bir başka rivâyetinde Peygamber şöyle der: "Bâzan bana onu (v a h yi) tevdî eden, genç bir adam ( al-fatâ) suretinde gelir” (Nasâ’ î, İfiitöh, bâb. 37 ).



3. Peygamber ’in benzi atardı ( iarahbada htm üacbuhu: Müslim, fjfadüd, nr. 13. *4 î Faza’il, nr. 88; Abmed b. Hanbaî, V , 3*7 v.d., 320 v.d., 327; mutarabUdan: T abarî, Tafstr, X V III, 4 ; iarablud u ctldihh Abmed b. î^anbal, I, 238 v.d.; tarabbada U-zâliha. casaduha va vachuhu: Tayâlisî, nr. 2667),



V I,



103).



5. “ Bunun üzerine Resulullah ona ( 'OgmSn b. Maz'ün ’a ) doğru dönerek oturdu. Konuşurlarken Resulullah bîr müddet semâya baktı; az sonra aşa­ ğıya sağ tarafına doğru gözlerini indirdi ve onun ba­ kışlarım tâkib eden arkadaşından başlat yöne doğru döndü ve 'Osman oturmuş bakıyorken o kendisine söylenen bir şeyi anlamak istercesine başını salladı. Maksadına erişip kendine söyleneni anlayınca Pey­ gamber ’in bakışları yeniden semâya doğru döndü..." ( Abmed. b. Hanbaî, I, 3x8). 6. "Peygamber'e bir vahiy geldiği zaman bu ken­ disine o kadar zahmet veriyordu ki bizîer bunu fark edebiliyorduk. O vakit arkadaşlarından ayrılır ve geride kalırdı. Büyük bîr zahmetle karşılaştığı için, başını gömleği ile örtmeğe çalış( ır )dı...” ( Ab­ med b. J^anbal, I, 464).



3. Resulullah, yüzünün yakınında an vızıltılanna benzer bir ses işitti; işte bunun üzerine ona X X III. sûrenin ilk on âyeti nazil olmuştu ( Tirmizî, Tafstr, sûre X X III, hadîs I ; Aîjmed b. Hanbal, I,



7. Zayd b. Şahit şöyle dedi: "Peygamber *in yar nında bulunduğum sırada onu salana [b . bk. ] kapladı. Onun dizi benimkine öyle bastırdı İd, baca­ ğım kırılacak sandım. Bu hâli düzeldiği zaman bana şöyle dedi: Yaz, ve ben IV. sûre 97. âyeti kaydettim” 3 4 ). 4. Resulullah, vahyin şiddetiyle, onu ezber etmek (A bm ed b. Hanbal, V , 18 4,190 v.d.; A bü Dâvüd, için dudaklanm kımıldatırdı. Fakat, L X X V . sûre­ Cthâd, bâb 19 )* nin 16. âyeti nâzil olduktan sonra, Cebrâil ayrılıp 8. 'A bd Aîlâh b. cAmr şöyle dedi:*' al-Mâ’ ida sû­ gidinceye kadar, onu dinlemiş ve sonrada işittiğini resi Resulullah *a, devesine binmiş gidiyorken nâzil tilâvet etmişti ( Buhar!, Tavfld, bâb 43,* Nasâ’ î, oldu. Hayvan buna daha fazla dayanamadı. O de­ Îftîtöh, bâb 37i Tayâlisı, nr. 2628), rece ki Peygamber devesinden inmek zorunda kal­ 5. " ... *Abd Allah b. eOmar rivâyeti üzre: Pey­ dı” (Abm ed b. Hanbal, II, 176; Asma’ bınt Yâgamber *e, vahiy geliyor mu? diye sordum; şöyle zîd *in rivâyet ettiği benzeri diğer bir hadîs için bk. cevap verdi: Evet, mâdenî bir eşyaya vurulduğunda Abmed b. Hanbal, V I, 455, 458; aynı mâhiyette çıkan sese benzer sesler işitiyorum ( krş. yk. x. bend )< bir başka hadîs için bk. îbn Saed, 1/ x, 1 3 1 ). Sonra susup dinliyorum ve her defasında (d u y­ c. P e y g a m b e r ' e v j a h y î n h a n g i h a l­ duğum ağrıdan dolayı ) öleceğimi sanıyorum" l e r d e g e l d i ğ i . 1. Peygamber'e vahiy, aşağı­ (Aljm ed b, Hanbal, II, 222). daki hususlarda doğrudan doğruya veya dolayısıyla b. V a h i y l e r b a ş k a l a r ı t a r a f ı n d a n n a s ı l f a r k e d i î i r d i ? 1. Vahiy sırasında so­ ğuk günlerde bile Peygamber'in altımda ter be­ lirirdi ( Bubâri, Bad3al-vahy, bâb 2; Tafstr, sûre X X IV , bâb 6; Müslim, Faza 3il, nr. 86; Abmed b, Hanbal, V I, 58 ,10 3, 197, 202, 256 v.d.; krş. III, 2 1; ayrıca bk. yk, a. I )



fikri veya kararı sorulduğunda gelmiştir: eUmra ( Buhârî, ffacc, bâb 17; yk. bk. bâb 2 ) sırasında koku ( cttr) kullanmak; bir gazâ sırasında evde kalmak İçin özür beyan etmek ( Abü Dâvüd, Cihâd, bâb 19* Abmed b, Hanbal, V , 184); iyiden ( fa y r) kö­ tünün ( şarr) zuhur edip etmeyeceği mes'elesİ (A bm ed b. Haııbal, III, 21; fayâîisl, nr, 2180);



»45



VAHİY - VAHŞİ BÂFKİ. hanımlarının ihtiyaçlarım Medine kenarında te’min etmelerine müsâade edilip edilmediği (A bm ed k. Hanbal, V I, 5^ ); e 9işa ’nin berâati mes’elesi (B u bari, Tafsîr, sûre X X IV , bâb 6; Abmed b. Hanbal, V I, 103, 19 7 ); bir kişinin şâhit olduğu bir zinâ hâdisesi sonunda boşanma (Tayâlisî, nr. 2667) ve şİhar (Tabarî, Tafsîr, X V III, 2 [; şihâr ıstılâhı için bk. Ö. N. Bilmen, Hahuk't İslamİyye ve tslılâhâl-ı fthhİtjye kamusa, İstanbul, 1950, II, 188]).



Ş u hâlde, [ feylesofların ıddiâ ettiği, gibi J "ver­ diği emir ve nehiyleri, hiçbir temeli bulunmayan ha­ yâllere dayalı bir kimse nasıl peygamber olabilir?” ( Maoöftff, s. 172 v .d .). B i b l i y o g r a f y a : tbn Hişâm, Stra ( nşr. Wüstenfeld), s. 150 v.d.; îbn Saed, Jabahât (nşr. Mittvvoch), s. 126 v.dd.; Tabarî (nşr. de G oeje), I, 1146 v.d d .; Nöldeke-Schwally, Geschichîe des Qorâm, 1, 21 v.d.. J. Horovitz, Korar



2. Peygamber binek hayvanı üzerinde iken bk. (yk. bk. 8; Tabarî, Tafsîr, X X V I, 3 9 ), başı yıkanıyorken (Tabarî, Tafsîr, X V III, 2 ) , sofrada yemek yiyorken (Abm ed b. Hanbaî, V I, 56 ) ve min­ berde hutbede iken (Abmed b. Idanbal, III, 2 1) kendisine vahiy gelmişti.



nische Untermchungen, s 67 v.d.. Hadîs ko­ leksiyonları irin bk. Wensİnck, Handbook, s. l62*>, 163*; Sprenger, Dos Leben and die Lehre des Mubammed (Berlin, 1861), I, 207 v.dd.; 1865, III, s. X V III v.dd,; W. Muir, The Life of Mohammad ( Edınburgh, 1912 ); F. Buhl, Das d. Bu vahiyler, her zaman tebliğ edilmezdi, edil­ Leben Muhammeds (Leipzıg, 1930), s. 134 v. dd.; T . Andrae, Dte Pason Muhammeds ( Upsase bile onlar Kur 'ân ’ın birer bölümleri değildiler la, 19 17), s. 3 1 i; ayn. mil., Mohammed (G ö t1yâni, Kuran ’a idhâl edilmek üzere gönderilme­ mişlerdi ] ( krş, Nöldeke-Schwally, Geschichte des tingen, I932 )> s, 77 v.dd., G . Hölscher, Die Propheten ( Leîpzig, 19 14 ); O. Pautz, Muham­ Qorans, I, 256, 2 6 i) , msh iyiden ( hıayr) kötü­ meds Lehre oon der Offenbarung ( Leipzig, 1898 ); nün ( şarr ) zuhur edip etmediği hususunda Peygam­ Abü Nu'aym Abmed b. °Abd Allah al-Işbahânı, b e r ’in verdiği cevap (Abm ed b. ffanbal, III, 21; Dalffil al-nubuvva (Haydarâbâd, 1320), s. 68 Tayâlişî, nr. 2180); hanımlarının şehirden ayrılma­ v.dd,; al-Râğib al-Işbahanî, al-Mttfradâİ f i ğaları husûsunda verilen müsâade ( Abmed b. fclanbal, rîb al-KuPan ( Kahire, 1324), s, 536 v.d.; °Azud V I, 5 6 ), zinâya verilen cezâ ( Abmed b. fclanbal, al- Dîn aî-Icî, Kitâb aTMavafaif ( nşr. Soerensen ), V , 317 v.d., 320 v.d., 327, âyat aî-racm değil), LıLeipzig, 1848, s. 172 v.dd.; Mubammed cAlâ b. cân hakkmdalci müsâade (TayâlisI, nr. 2667 [; ıstı­ lah için bk. Bilmen, ayn, esr., II, 189J). eA lî al-Tabânavî, Kitâb hflŞŞöf işîilabât al-funGn Görebildiğim kadanyîe vahiy mefhûmu mühim münâkaşalar ortaya çıkarmamıştır. al-Icî ve onun eserinin şârihi al-Curcâni, "vahyin peygamberlere mahsus bir Allah vergisi olduğunu ve bu vâsıtayla peygamberlerin melekleri cİsmanî bir şekilde gör­ düklerini ve vahiy vâsıtasıyla onların sözlerini işit­ tiklerini" ileri süren feylesoflara karşı çıkmışlardır. Herkesin uyku esnâsmda gördüklerini, peygamber­ lerin uyanık iken gördükleri busûsu inkâr kabûl etmez. Yâni onlar, ruhları cismanî meşguliyetler­



(Kalküte, 1862), s. 1523.



(A . J. W en sw ck .)



VA^ŞÎ BÂFKİ. VAHŞİ BÂFKİ.



[B k. vAHşt



b â f k !.]



V A H Şİ BÂFKİ ( M 583), İran e d eb iyatın ın lirik şâirlerin­ d e n ve S a f e v î d e v r i e d i p l e r i n i n en m e ş h u r l a r ı n d a n b i r i d i r . Şah İsmail I. devrinin son yıllarında, Yezd ’e bağlı ve ona 100 km. kadar uzakta bulunan Bâfk kasabasında dünyaya geldi. Onun, Kirman ’a bağlı Baft kasabasından



den âzâde olduğu ve kolayca kudst âlem ile ( eâlam al-foıds) irtibat kurabildikleri için, söyledikleri söz­ ler, gerçekte vâki olan Hâdiselere uygun fikirleri ifâde eden, şiire benzeyen sözlerle hitâb «den kim­ seler (m elekler) görürlerdi. Çoğu defa bu husûsî hâl, onlarda kolayca harekete geçebilen teşekkül et­ miş bir meleke hâline gelir, al-îcl ’ye göre, feylesof­ ların kendi görüşlerine uygun düşmeyen bu vahiy nazariyesi yanıltıcıdır. Nitekim feylesoflara göre me­ lekler, bilhassa cismanî varlıklara mahsus, işitilebile­ cek konuşmaları olmayan birer rûhî varlık oldukları için görülemezler. Bu sebeple feylesofların nazariyesi



geldiği tahmin edilebilir. Asıl adı Mubammed ’dir. Lekabı ise, Fabr al-Zamanî ( Maynana, s. 1 8 i ) ’ye göre Şams al-Dîn; Avhadl-i Kâzarünı ( eUrafât al-eöşîfeîn, bk. Dîvan-t Vahşî, nşr. fîusayn-i Naba'î, Tahran, 1338, önsöz, s.3 ) ’ye göre de Kamâl al-Dîn ’dir. ömrünün büyük bir kısmim Yezd ’de geçirdiği için Yazdı nisbesİyle şöhret bulmuş olup,



vabyi, hasta ve mecnun kimselerin dudaklarından dökülen sözler kadar bile gerçekte temeli olmayan hayaller şeklinde îzah eder. Bununla berâber içimiz­ den -biri, neyin doğru ve mâkul olduğuna kendi kendine hükmedip emir ve nehiyde bulunsa İdi, o, bu sebeple bir peygamber sayılamazdı,



mahlası, bilindiği gibi „ Vahşî” dır ( Târihi "âlâm ârS’- i "Abbasî, Tahran, 1350 hş., I, 181 ; Azar, Âtaşkada, Tahran, 1337-1338 hş., II, 634 v.d.; Hidayat, Mulha^at-ı Kavzat al-şafâ3, Tahran, 1339 hş., V II, 572; krş. J. Rypka, History of Iranian Li­ teratüre, Dordrecht, 1968, s. 297). Bâzı tezkirelerde



İslâm Ansiklopedisi



gösterilmesi, büyük bir ihtimalle B â fk ’ın, Bâft ile karıştırılmasının neticesidir. Doğum tarihî kesin ola­ rak belli değildir. Hakkında bilinenler, tarihî hâdi? selerîe karşılaştırıldığı takdirde onun, Şah İsmail­ ’in Ölüm tarihi (930 = I 5 2 4 ) ’nden önce dünyaya



F . 10



*46



Vahşî bâfkî.



"Mavlâna", ..Molla’* unvâra ile de anılan şâirin, »Vahşî** mahlasım ne maksatla kullandığı kesin olarak bilinmemektedir. Maynana 'deki malûmata ( s . x3 l v.d.) göre bu mahlası, şâir ağabeyisimn aynı mahlası taşımış olması ve bir beyti dolayısıyla Yezd emîrmin kendisine Vahşî diye hitap etmesi üzerine almıştır. Bunun, kaba ve çirkin yüzü, kel başı dolayısıyla veya bu sebeple insanlardan kaçması neticesinde kendisine verilmiş olması ihtimali de vardır. Nitekim gerek kendisi, gerekse onu hicve­ denler, şâirin bu vasıflarım sık sık dile getirmişlerdir (Divân, s. 283, 287, önsöz, s. 31 v.d.; krş. Mayna­ na, s. 183; Âtaşkada, IH , 1278). Maynana *de kaydedildiği gibi (s . 184), onun 52 yaşında değil, aksine en azından 62 yaşında öl­ düğünü söylemek imkân dâhiline girer ( Ravzat al-şafâ3, V III, 572; İsrş. Divân, s. 273/1, 278/2, 282/13, 286/10, 289/18 ve önsöz s. 15-17 )• Şâirin hayatı, âilesi ve çevresi hakkında çok az şey bilin­ mektedir. Vahşî nin ..Murâdî” veya kendisi gibi »Vahşî** mahlasîı bir kardeşi olduğu ve onunla bir­ likte hem şâir, hem de âlim olan Şaraf al-Dîn “Alı-i Bâffcî ’nin yanında tahsil yaptığı, bu zatın yetiş­ kin talebelerinden bîri olduğu ( ‘ Urafât al-‘ ö§îkh, Dîvân, önsöz s. 5 ), ilk gençlik senelerinde ağabeyi ile birlikte köyünü terkedip Y e z d ’e, oradan da Kaşan’a geldiği, burada okul idareciliğine getiri­ lip öğretmenlik yaptığı (Dîvân, s, 113/13; krş. Maynana, s. 18 1), bir ara Irak ’a geçip fazla kal­ madan Bandar-ı Hürmüz (C a rü n )’e döndüğüne işâret ettiği ( Dîvân, s.279/3-4 ), sonra tekrar Yezd ’e gelip, oradan T aft kasabasına geçtiği, burada Yezd Emîri Mîr-i Mîrân Giyâş al-Dîn Muhammed’in hizmetine girdiği, adı geçen emîre daha yakm ola­ bilmek kasdı ile Yezd*e dönüp orada yerleştiği, 7 aylık kısa bir süre hâriç bütün ömrünü burada geçirdiği ( Dîvân, s. 279/10-12; Maynana, göst. yer,; Âtaşkada, II, 634 v.d.; Ravzat al-şaf5% V III, 572; Târihi *âlâm âra’-İ ‘Ablâsî, I, l 8 l ; Browne, IV, x 8 ı), geçimini te’mîn etmek için şiir söylemeğe yönelip ( Nâzir u Man?ür, Dîvân, s. 427/16-19, 428/1, 7 , 1 8 , 429/2-3), büyükleri ve emirleri Övmek zorunda kaldığı (Dîvân, s. 203/3-7, 247/10, 285/ lO -ıö ) , fakirlikten sık sık şikâyet ettiği (Dîvân, s. 249/10,12, 277/12 v,d., 278/3-4, 279 y.d., 283/ x-3, 284/4, 287/3-4; krş. s. 203 göst. yer.; Dîvân, s. 269/20, 271/20-21, 272/1) belirtilmektedir. Dî­ vân ’ında yer alan bir manzûmeden ( s. 301-302), kendisinin Şah N iemat Allah Valî*nin türbesini ziyaret için Mâhân *a ve oradan da Kirman *a gittiği çıkarılabilirse de, Safha-İ Böşgü ’da ve ona dayanan eserlerde, Hindistan ’a gittiğine dâir verilen bilgiler gerçekle bağdaşmamaktadır. Şâirin san’at bayatına ne zaman atıldığı da kesin olarak belli değildir. Fahr al-Zamânî-i K a v in i onun, kar­ deşinin ölümünden sonra şiir söylemeğe başladığım nakletmektedir. Ağabeyinin ölümü üzerine söyle­



diği mersiye ( Dîvân, s. 327 v .d ,), onun oldukça yetişmiş bir şâir olduğunu göstermektedir. Ayrıca o, şairliğin geçer akçe olduğunu bilerek şiir söyle­ meğe yöneldiğini de ifâde etmiştir ( Mayîjâna, s. 182 ). Bütün bunlar Vahşî ’nin erken yaşta şiir yaz­ maya başladığım te’yid eder mahiyettedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Vahşî, fakirlik içinde boşuna ve iş tutmadan (Dîvân, s, 431/6-8, 459/ 17, 488/5-11 ; krş. ayn, esr,, s. 131/13-15, 138/1-2 v.d., 361/7 v .d .) ömrünü sürdürdükten sonra 991 ( *583) senesinde öldü ( Maynana, s. *84; ‘ Urafât al-‘ âşikfnı Dîvân, önsöz, s. 4 ; Natcfic al-afkâr, s. 733{ krş. Browne, Târîfai adabt-i İran, IV , 18 1) ve Y e zd ’in bugün Pîrburc diye anılan mahalle me­ zarlığına gömüldü (ayn, esr., göst. yer.; krş. Dîvân, Önsöz, s. 27 v.d .) ve can çekiştiği sırada söylediği kabûl edilen bîr gazelinde ( Maynana, 3. 183 v .d .), tiNâzir u Man?ür" adlı mesnevisini 966 hicride bitirdiği zıkredildiğine göre, Tazkira-i ffusaynî'de şâirin ölüm tarihi olarak gösterilen 961 rakkamı yanlıştır. Bâzı kaynak ve araştırmalarda Vahşî nin 2 tale­ besinin ve çok sayıda çağdaşının adı geçer: Tale­ belerinden biri, kendisine çok bağlı olan sevgilisi tarafından öldüıiilen i£âsim Beg î£asamî ’dir ( ‘ Utar fât âl-‘ âşikîn. Dîvân, önsöz, s. 4 ; krş. s. 65 v.d.). Bunun ölümü üzerine Vahşî, gayet hazin bir mer­ siye söyliyerek ( Dîvân, s. 3 * 3 ) adım yaşatmıştır. Diğer talebesi Şîrâzlı şâirler arasında zikredilen Zuhürî adındaki şâirdir (Dîvân, önsöz, s. 66). Vahşî Mîr-i Mîrân Giyâş al-Dîn Muhammed’e yaklaşmakla birçok kimsenin kıskançlığım üzerine çekmiş ve çağdaşı birçok şâirle mücâdele etmek zorunda kalmış ( Dîvân, s. X73, 307, 359, 373-378; Maynana, s. 614, not i ; Âtaşkflda, III, 1275, not i ; krş. Dîvân, önsöz, s, 77-86) ve sonunda kuvvetli hicivleriyle onları susturmuştu ( ayn. esr., göst. y e r.). Ancak Gazanfar-ı Guîcârî tarafından söylem nen ve Âtaşkflda ( I I I , 1278) ’de nakledilen bir hicviyede, Vahşî ile ağabeyinin eski kitaplarda gördükleri her şiiri intihal yolu ile aldıldarı ve kar­ deşçe paylaştıkları iddia edilir ise de, bu ancak bir yakıştırmadan İbaret olmalıdır (aş. b k.). E s e r l e r i : Vahşî *nin bize kadar gelen eser­ leri, Dîvân ’ı ile mesnevilerinden ibârettir. TaH alDîp Avhadl-i Balyan! (K âzarön!) tarafından 9 bin beyit olarak tesbit edilen külliyâtı ( ‘ Uraföt al-‘âşikîn, Dîvân, önsöz, s. 4 ) muhtelif nâşirîer ta­ rafından Tahran ’da ttDîvân-ı kâmil-i ValjşV' ve baş­ ka adlar altında müteaddit defalar basılmıştır ( Fihri$t-i h.itabhâ-yİ çâpî-i Fârsî, Tahran, 1352, I, 1592 v.d., 1566 ). Son baskısı, Husayn-i Nahaeî tarafın­ dan ilâvelerle ve T ahran’da (1355 hş.) ,J)îvân-i kâmil-i Vahşî-i BöfkV* adı altında ve oldukça iyi bir önsözle birlikte 9.1x1 beyit olarak neşredilmiştir. Gazelleri kendisinin şairliğim belgeliyen aşk dolu orijinal şiirlerdir ( a ş .b k .). Dîvân’ındaki ga-



VAHŞİ BÂFKÎ.



W



z d sayısı 397 olup, 2.366 beyitten ibarettir. Diğer ( öîm. 1262 = 1845/1846 ) tarafından 1.251 beyit nazım şekillerine nazaran o kadar başarılı sayılma­ ilâve edilmek süreriyle muvaffakiyetli bir şekilde yan kasidelerinde, Peygamber’i, “A li’yi ve 8. imam tamamlanmıştır ( Ravzat al-şafâ% X , 132; krş. Dî­ “Alt Rizâ ile I I . imam al-^fasan al-“Askari yanında, vân, önsöz, s. 89; Browne, IV, 1 8 1). Ancak Şâdaha çok mîr-i mîrân unvânı ile tanınan Yezd emîri bir-i Şlrâzî ’ye göre, Vışâl de bu mesneviyi eksik Giyâş al-Dln Muhammed, Şâh-Tahmâsp* Yezd bırakmış, kendisi ona 304 beyit daha ekliyerek eseri emîrmin oğlu îjalt! Allah, Kirman ’da hüküm süren ikmâl etmiştir ( Divân, önsöz, göst. yer.). VahşîBaktâş Beg (Bektaş B ey)*i, Mirza Salman m oğlu ’nin günümüze kadar gelen bu mesnevisi, 1.070 I“timâd al-Davla“ “Abd Allah Hân gibi şahıslan beyit olup, her yerde, bilhassa Iran ve Hındistan-ı övmüştür. Bİze kadar gelen kasideleri 41 âdet olup ’da çok tutulmuş, beğenilmiştir ( Âtaşkada, II, 635; beyit sayısı 1.836 *dır. Kıt’aîan övgü, hiciv, lügaz, Hidâyat, Mulbdkât-t Ravzat al-şafâ9, V III, 573; Mac* ta’ziyet, tarih düşürme v.s. gibi çeşitli mev2ûlara truf al-ftışahâ9, IV , 107 ). Farhâd u Şîrîn'in gerek dâirdir. Dîvan ’ da aynca 590 beyitlik 11 adet ter- Iran ’da, gerekse Hindistan 'da muhtelif taş bas­ Îdb-İ bend vardır. Bunlann ilk ikisine, musammat kılan yapılmıştır ( bk. Hân Baba Muşâr, ayn, esr., terkıb demek daha doğru olur. Bu musammatlan, II, 2906 ). Bu baskılar da ilmi olmaktan uzaktır. gerçekten birer şlheser sayılır (Rypka, History, 4. D a ğ ı n ı k m e s n e v i l e r i , şikâyet, me* s. 298; Zayn al-Âbid!n M ustaman, Tahavvul-İ dîh, hiciv, mîr-ı mîrân köşkünün medhi, bir hama­ şİcr-i Farsı, Tahran, 1339 hş,, s. 3 1, 40 v.dd.; krş. mın inşâ tarihî ve seyahate çıkmış bir sevgiliye ayn. esr., s. 34)* Murabba ve müseddes terkipleri mektuptan ibarettir. örnek sayılacak değerdedir ( Calâl aî-Dln-i Humâİ, E d e b î ş a h s i y e t i ve s a n ’a t ı : dinî akide Şinâ'âM adabî, Tahran, 1380 hş., s. 259-261). bakımından şîî olan Bâfkî, daha çok içkiye düşkün­ Vahşi ’nin Dîvân ’mda 126 beyitten ibâret 16 bend- lüğü ( Âtaşkflda, II, 635) ile tanınmıştı. Kendisi lik bir terc-i bend de vardır. Rubaileri ise, Husayn-i mizaç îtibâriyle, iki yüzlülükten ve müdâhaneden Nahaİ neşrinde 66 adet olarak tesbİt edilmiştir. hoşlanmayan, alçakgönüllü, yalnızlığı seven bir in­ Böylece tamamı 5*285 beyitten ibâret olan Dîvân i, san olarak göze çarpar. Maynana ( s. 183) ’de 4 bin beyit olarak gösteril­ Oldukça iyi bir şâir olan Vahşî bilhassa lirik miştir. gazelleriyle tanınır ( Mayîjâna, s. 1 8 i; “Urafât M e s n e v i l e r i : I. ffuld-i barîn (e n yüce cen­ al-câşikîn, Dîvân, önsöz, s. 3-4; Âtaşkflda, II, 635; net, cennet-i âlâ ), Nişamî ’nin "Mafozan al-asrâr' 1 krş. N atdic al-afkâr, s. 733 ). Ancak kaside türünde, gibi sert bahrinin maftaHlm mufta*ilm fâHhm vez­ hattâ Farhâd a Şîrîn mesnevisi dışında bâzı mesnevi ninde yazılmıştır. 592 beyitten ibâret olan bu denemelerinde başarılı sayılmaz (Macma“ al-fuşahö?, eser, öğüt, nasihat, yol gösterici temsil ve hikâyeleri IV , 107; Browne, IV, 18 1). Aynca terkib-i bend hâvi 6 „raVza' ’dan teşekkül eder. Oldukça başarılı ve musammatlarmda oldukça başarılı sayılabilir. sayılan mesnevi, Fafer al-Zamânı-i K®2vînl’ye göre Bilhassa gazelleri kendi devrindekiler ve sonradan (Maynana, s. 18 3 ) eksik bırakılmış, fakat Ta^I gelenler tarafından çok beğenilmiştir ( Tahavval-İ al-Dîn Avhad! ’ye göre ( cUrafât, Dîvân, önsöz, şier-i Fârsî, s. 385 ve krş. s. 72; L u îf “A lî Beg s. 4 ) ise, taumamlanmış küçük bir mesnevidir. Bu Azar, ayn. esr., göst. yer. ile Rızâ K ulî Hân Hidâyat, mesnevi, müellifin „Dîv 3n~ı fcâımT’ külliyatı dışında ayn. esr., göst. y e r .). ayrı olarak da neşredilmiştir ( muhtelif baskılan için Ü s l û b u : Hicrî IX. asrın sonlan ile X, asnn bk. Hah Baba Muşâr, Fihrist-t kitâbhâ-yi çâpî-i başlannda ortaya çıkıp, kısa bir zaman sonra Cam! Fârsî, l , 1284 v.d.; I Î ,2 9o6). Ancak bu baskıların (ölm . 898=1493), Baba Figânî (öîm . 9 2 5 = 15 19 ), hiçbiri İlmî mânada bir neşir değildir. bilhassa Şaraf Cihân-i Kazvînî (olm. 962 veya 964= 2. Naşir a Manşâr ( gören ve görülen), aşk 1555 veya 1557) ve diğerlerinin gayretiyle gelişip mevzuunda yazılmış bir mesnevi olup Nizamî ’nin olgunlaşan üslûp, nihâyet Vahşî ’nın elinde en mü­ ,Jİusrao a Şîrîn* i gibi hezec bahrinin maföeUun kemmel şeklini almış olup, daha sonra ortaya çıkan mafâcihm facühm vezninde söylenmiş ve 9 6 6 ’da Hind üslûbu ile hemen hemen aynılik göstermektedir. ikmâl edilmiştir (Dîvân, s, 490). Lu{f “Alı Beg Gerçekten de kelimelerin seçimi ve terkiplerin tan­  zar’in başarısız ( Âtaşkada, II, 635) saydığı bu zimi ve bunlann gerektiği yere oturtulması ile temin mesnevi, başkalarınca başarılı bir eser olarak kabûl ettiği husûsî bir âhenk, ağır ve uzun vezinleri edilmektedir ( muhtelif baskıları için bk. Hân Baba kullanması bakımından Hind üslûbu ile hemen he­ Muşâr, ayn. esr., göst, yer.). men aynıdır. V ahşî’nin Hind üslûbundan biraz 3* Farhâd u Şîrîn de Ni?âmî ’nin tlHusraV u farklı tarafı, onun, devrinin şivesine tâbi olması, Şîrîn” inin yazıldığı vezinde nazmediîmİştir, Aslı külfetli edebiyat dilinin kelimelerinden uzak ve fakat cUrafat al-eâ§İkîn sâhibine göre I.150 beyit ( Dîvân, büyük ölçüde halkın ve yaşadığı çevrenin diline, Önsöz, s.4 ). Maynana ( s . 183) sâhibine göre konuşma tarzına ve ifâde âhengine yakın bir dil ve ise, iki bin beyte yakındı. Müellifi tarafından ikmâl eda ile şiirlerini terennüm etmesidir. edilemeyen bu mesnevi, 271 yıl sonra Vişâî-i Şırazî Aynca Vahşî ’nin gazelleri, beyit sayısı bakımından



Vah şî



bâfkî



da Hind üslûbu ile söylenmiş gazellerden daha kı­ sadır. Nitekim ikisi istisna edilirse ( Dîvân, s. 68-70), en uzun gazeli 9 ve en kısası 4 beyittir ( Dîvân, s. 18 v.cL, n , 38,40,49 v.d., 80, 139). Hind üslû­ bundaki gazellerde felsefe, ahlâk ve tasavvuf gibi muhtelif konulara dokunulduğu halde, V ah şî’nin gazellerinde sâdece aşka yer verilmiştir. Netîce olarak Vahşî, orta derecede bir şâir ol­ makla berâber bilhassa gazel nevinde gösterdiği mahâret ve aşk konusunu işlemekteki başarısı ile, Safevî devrini tenkid edilmekten kurtarmağa nam­ zet iki üç şâirden birisidir. B i b l i y o g r a f y a : Metinde geçenlerden başka, bk. Afşar îrac, Şâctrî ki ba-maybüna mord, Macalla-İ Döniş, yıl 2, s. 254-258; ÂşSr-i Vahşî-i Kirraânî, Mankül az safînari Şâeib, Macalla-İ Armağan, yıl 19, s. 197-200, 314; E. G . Brovrae, History of Persian Literatüre in Modern Times (Cambridge, I924 ), s. 238; ayn. mil., Descriptioe Calalogue (Kalküte, I 942 )» s. 3° ° ; Tarhadıri Nişâmî ve Farhöd-t Vahşî. Macallari stt^an, yıl 3, s. 214-221; Idusayn! ( M îr Husayn D ü st), Tazk.tra-i ffusaynt (Laknav, 1292), s, 358 v.d. ; Ismâ'U Hamîd al-Mulk, „Şarh~İ abvâl-i Maolânâ Vahşi", D îv a n î Maolânâ Vah­ şî (Tahran, 1348 hş,), s. 3-I6; Kâtib Çelebi, Kaşf aTzttnün (İstanbul, 1943 )» II» *9 2 1; Mîrzâ Muhammed Tâhir, Naşrâbâdî, Tazfıira-i Naşrâbâdî (Tahran, 1317 h ş.), s. 472 î Raşîd Yâsamî, „Vabşî~i Bâfkî" , Macaüa-i Ayanda, yıl 1, s. 186-190, 257-265, 346-350, 4^4 v.d. 440-443; Rieu, Catahgm of tke Persian Manuscripis in the Briiish Museum ( London, 1881), II, 663 v.d.; M . Şabâ, Rûz u ravşan (Hüpaî, 12 9 7), s. 555 v. dd.; Şâdik Amir al-mulk Sayyîd Muhammed, Şam°-i ancuman ( Hindistan, 1293), s. 522; Şadîljî Kitâbdâr, Macma* al~f}avâşş (T e b ­ riz, 1327 h ş.), s. 141-144; Sipahsâlâr, Fibrist-i kitâbhâna-İ Maclts~i Şürâ~yi millî ( Tahran, 1318-1321 hş.), s. 609 v. dd,; Tamkîn Zayn alcÂbidîn-i Şirvânî, Rtyâz al-sayyâha (İsfahan, 1329 h ş.), s. 218 v.d.; Tavhîdî Pür, Gulhâ-yi Câvîdön dar büstân-ı adab-i İran (Tahran, 1326 h ş.), s. 253-264; Zunüzî Ihn cAbd al-Rasül al-Husaynî, Rtyâz al-canna, Üniv. Kütüp., F Y , nr. 578* (M. N azif Ş ahînoğlu.)



VAHY. [B k. vAHiv,] VÂ’İL. [Bk. t a g l İb .] VAKALA. [B k. v e k â l e t .] VAKC A NUVfS-VAÇÂYT NÜVÎS.



IBk. veka -



YÎNÜVİS.J



VAKAP (M alaya ve Cava*da bu şekilde, yahut Şarkî Hindistan adalar grubundaki müslüman halk arasında küçük değişiklikler ile vakf [b . bk. ] ’m aynı olarak geçer.) Vakf, bilinmektedir; ancak vakap edilen emlâk, münferid olarak mevcut olup,



-



vâkâr.



dâima dinî maksad için kullanılır. Vakaplara ka­ nunî hükümler uygulanır. Bunun mahallî hukuk ile ihtilafı hâlinde, Minangkabau ve Merkezî Sumatra *da olduğu gibi, münferid şahsın şahsî hukuku bu­ lunmadığı yerlerde vakap yapılamaz; şahsî esas hak, daha Üstün bir kanutı tarafından tahdîd edilmedikçe, meselâ Cava adasının Cavaldarla meskûn kısmında olduğu gibi, hiçbir arâzı parçası ferdler tarafından vakap yapılamaz. Umûmî kanâat, kanuna uygun ola­ rak, dinî maksatlara hizmet eden halk müesseselerini vakap olarak kabûl eder. Meselâ, şart tâyin edil­ mese bile üzerinde camiler bina edilen ve mezarlık hâline getirilen arâzi dahi vakap telâkki edilir. Bilhassa Cava ve Madura*da olduğu gibi, vakıf arâzisinin idâresi, dinî mahkemelerin bulunduğu yerlerde, o mahkemeyi temsil eden bir hâkime aittir. Diğer yerlerde, eğer bir nâztr yok ise, o camiin müstah­ deminin vakapı idâre etmesi usûldendir. Bibliyografya: C . van Voîîenhoven, Het adairecht van Nederlandsch-Indie (Leyden, 19 3 1), II, 166 v. dd.; Koesoemah Atmadja, De Mohammedaansche vrome stichtingen in Indie, La Haye, 1922 (bilinen vakapların bîr listesini ihtîvâ eder.). ( R .A . K ern.) V A Ç Â R . [B k. v a k â r J V A K Â R . VAî^AR. Mahlası Vakar (Browne'da Vikâr şeklinde harekelenmiş) olan Mirza Ahmed Şîrâzî I r a n l ı b i r ş â i r olup, şâir V işâl’in altı oğlunun en büyüğüdür. Beş kardeşi de şâir olarak tanınmıştır. Vışâl ’in şiirine âit örnelder Rizâ I£ulî H â n ’ın Macmae al-Fuşahuîî Hân ( ayn. esr., II, 82 v.d d .), VişâTin diğer bir oğlu olan Tavhıd (M irza Ismâ'il Şîrâzî) ’in birkaç şiirini verir. Vakâr 1232 ( 1 8 1 7 ) ’de doğmuş olmalıdır (bk, Rieu, Supplemeni, s. 230; Browne, ayn. esr., s. 30o ). Vakâr, babasının ölümü (1262 = 1846) ’nden birkaç yıl sonra, kardeşi Mahmüd ile birlikte Hin­ distan ’a gitti. Takriben 1266 (1849 ) ’dan, navvâb Nuşrat aî-Davla’den kendisinin Şîrâz’a dönmesine sebeb olan mektubu aldığı 1268 (1851 ) ’e kadar Bombay ’da kaldı. Rızâ l£uîî Hân» Vakâr ’m Bom­ b a y ’da çok itibar gördüğünü söyler. Ancak şâir burada vatan hasreti çekmiş görünmektedir. Macma? ( H , 5S2 ) ’dakİ mısralar, Hindistan ’daki muvakkat kalışını gösterir.



VAKÂR - VÂKI'A. Va^âr 1274 (1857/1858) *te kendisini hil’at ve aylıkla şereflendiren Şâh Naşir al-Dîn ’in huzuruna çıkartıldı. Şâirin ölüm tarihi kesin olarak kaydedil* iniş görünmüyor. Rizâ i£ulî 0 an, sâdece iyi hir Arap dili âlimi değil, aynı zamanda iyi hir hattat olan Vakâr tarafından Hindistan’ da istinsah edil­ miş, Caîâl al-Dîn-i Rûmi ’ye âit bİr Mesnevi nüs­ hasından bahseder. Eserleri : Bahrâm a BihrSz, bir mesnevi olup bu eser ve içindekiler için bk. Rieu, Suppîement, s. 229 v.dd. ; Anettmanri Demiş, Sa*dî ’ nin Gülistan *1 tarzında, kısa hikâye ve fıkralardan meydana gelen bir eserdir. Rieu ( ayn. esr.* s. 2 3 0 )’ye göre, taş basması olarak 1281 (1864/1865 ) ’de tamamlanan bu eser, şâir tarafından 1289’da T ahran’da ba­ sılmıştır. Vakâr *m lirik şiirlerinden seçmeler Macma* al~ Ftışaffö? ( I I , 548 v .d d .) ’da bulunmaktadır. Bu şiirler, Kaçarlar devrinin ( bk. Browne, ayn. esr., s. 299) ilk yansında yaşamış olan bir şâirden beklene­ ceği tarzda, Moğul öncesi devirdeki, eski an’anevî benzerlerine göre yazılmıştır. Vakâr ’m kaside, kıt’a v.b. ve musammatîan da vardır. Moğul devrinden önce bile itibardan düşmüş olmasına rağmen, bu tarz şiir Kaçar devrinde yeniden revaç bulmuştur ( Browne, ayn. esr., s. 163 ). Vakâr, Nâşir al-Dîn Ş â h ’dan başka, "îabmâsp Mirza M u’ ayyid al-Davla ve Nuşrat al-Davla Hruz İçİn de medhiyeîer yazmıştır. Bilhassa medhiyelerinde tamamıyîe Orta-çağ saray şâirlerini hatırlatan kı­ sımlara sık sık rastlanır (m sl. Macma0, II, $50). Klasik tarzdaki çok ince teşbihlerinden bîri, onun bir kasidesinde mevcuttur. K ar bulutu, ağzı köpük­ lü ve başlığı kırılmış bir deveye benzetilir,* deve A den ’den gelen incilerle yüklüdür; ancak yük çözülmüş ve inciler etrafa saçılmıştır ( Macma0, II, 552)/ Iran medhiyelerİne yabancı olmayan, fakat garbın yadırgadığı tasvirler Nuşrat al-Davla Fırüz’a yazılmış kasidede bulunur (Macma0, 11, 553 ). Kezâ klasik devre edebî san’atlan da bu şiirlerde yer alır; msl. Şayh-i sâl|)vard ve Şayb-ı Hürdsâl ( Macma0, II, 550) kelimeleri arasındaki teenîs zikredilebilir. Vakâr bâzan iç kafiye kullanır (m sl. Macma0, II, 55*» 555)* Teşbihler eski şekildeki tabiat tasvirlerini yahut âşıkâne mevzûîarı ihtiva eder. Aşıkâne olanlar arasında bir tanesi (Macma0, II» 549), Vakâr *m kardeşi Dâvarî'nin hoş bir musammatı ( Browne, ayn. esr., s. 319 v.d d .) ile bâzı benzerlikler gösterir. Vakâr’m lirik şiirlerinin mubtevâsı, diğerlerine nazaran daha az alâka çekicidir. Esas itibarıyla Vakâf, Orta-çağ şiirindeki fikirler dairesi içerisinde kalmıştır, Medhiyeîerİnden başka dinî ve ahlâkî muhtevâh şiirleri de vardır (bunlar onun en iyi şiir­ lerinden değildir). Şîrâz depremi üzerine babasına manzum olarak yazdığı bir mektubu vardır. Hattâ o, humma üzerine de bir şiir yazmıştır.



149



B i b l i y o g r a f y a : Metinde geçenlerden baş­ ka bk. Gmndriss der han. Philologİe, II, 314.



(C. F. Büchner.) VAÇF. [Bk, VAKIF.]



AL~VÂKtA. [Bk. VÂKI’A. î VAKl’A. a l -V  K İ’A , Kur ân ’m L V . sûresi­ nin adıdır. Sâdece 81. ve 82, âyetlerinin Medine ’de nâzil olduğu rivâyet edildiğinden, bütünüyle Melckî, yâni Hicret 'ten önce Mekke devrine âİt olduğu ka­ bul edilen bu sûre, Kuran ’ın sonlarına doğru 27. cüzde yer almaktadır. Sûrenin adı olan a l-V â^ a kelimesi »vukua gelen, vukuu muhakkak olan hâ­ dise * mânasına gelmekte ve ilk âyette bulunmakta­ dır. Âyetlerinin sayısı üzerinde bâzı farklı rakamlar verilmiştir: Hicaz ve Şam kıraat mütehassislan 99, Basralılar 97, Kûfeliler ise, 96 âyet kabul etmekte olup, bugün yaygın olan Kur ân nüshalarında bu son sayı görülmektedir. Sûrenin 1.278 kelime, 7-053 harf ihtivâ ettiği de tesbit edilmiş olup, fâsılalan t,afn,m,dj) ve / harfleridir ki müfessirler bunlan ha­ tırlanması kolay olsun diye »la budde mİnbu‘ İfâ­ desinde toplarlar. Kırâat ve dil âlimleri sûrenin bâzı kelimelerinin okunuş ve i’râbmda farklı görüşler ileri sürmüşler­ dir. 19. âyette bulunan »la ymziföne,t (akıllarım gidermezler) fiilinin zay harfinin okunuşu ile ilgili olarak, Medine ve Basra kırâatçileri mezkûr harfi fethah, Küfeli kırâatçiler ise, yukarıda kaydedil­ diği şekilde kesreîi okumuşlardır ( Tafsîr aTTabarî, Bulak, X V II, 9*; al-Dânî, K . al-T aysîr f i l kiralat al~sab°, nşr. Otto Pretzl, İstanbul, 1920, s. 207 ). al“T«bari her iki okunuşun da doğru olduğunu kaydeder ( Tafsîr, X V II, 9 1). 22. âyetin i’râbı da farklı şekillerde düşünülmüştür: Küfeli kırâatçiler ile bâzı Medineli kırâatçiler âyeti, daha önceki âyet­ lerin başında yer alan »aTfâkiba" ve „al~îahm" kelimelerinin i’râbma uyarak kesre ile »hurin cf W diye okurlar ki bu şekilde okuyanlar arasında Abü Ca*far (öîm . 130= 747 ), Haraza (öîm . 15 6 = 77 3 ) ve al-KisâaI (ölm . 189=804) vardır (b k . îbn alCazarî, al-Naşr f i 'l-^irâ°at al~0aşr, nşr. eA!i M ubammed al-Dabbâ®, II, 383; ayrıca bk. al-Dânî, K . aTTaysîr, s. 207). Medineli diğer kırâatçîlerle, Mekkeli, Küfeli ve bâzı Basrahlar ise, bunu mübteda kabûl edip, bugün Kur ân nüshalarında mevcut merfû şekliyle okumuşlardır. al-Tahar! bu iki kırâat şeldinin de doğru olduğunu kabûl etmektedir ( Tafsîr, X V H, 9 1). Kıraat ve i’râbia ilgili belli baş­ lı diğer farklı rivâyetler de şunlardır: 29. âyetin başında yeraian „ ialhtin" kelimesini, *A1I b. A bl T âlib ’in „taîcin ” diye okuduğu ri­ vâyet edilir ( Tafsîr ahjakarî, X V II, 93)* 37. âyetteki „°uruben' Medineli ve Küfeli bâzı kırâatçilerce, yazıldığı şekilde okunduğu Kaide, bâzı Küfeli ve Basralılar tarafından „ curben ” diye okun­ muştur ki, bu okunuş Temim ve Bekr lehçelerine uygundur. Ancak «Kfabarî »uruberi' şeklinin



150



VÂKFA - VÂKİDÎ.



dalıa doğru olacağı görüşündedir ( Tafsîr, X V II, 9 7 ). 53. âyette geçen „jacarin' kelimesi ‘ Abdul­ lah 'ra kıraatinde „şacaratin" şeklindedir ( Tafstr» X V II, 10 1). 55. âyetteki ” şurh " kelimesi, Medineli ve Küfeli bütün kırâatçilerce yazıldığı şekilde; fakat bâzı Mekke, Basra ve Şamltlarca »şarb“ diye okunmaktadır. al-Tabarî, her iki okunuş arasında mânada değişikliğe sebep olacak bir fark olmadığını ilâve etmektedir (X V I I , 10 1). 75. âyette yer alan „maoâkie " kelimesini Medine ve Basralı kırâatçılerle bâzı Küfeli kırâatçiler bu cemi şekliyle oku­ dukları halde, ekseriyeti teşkil eden diğer Kûfeliîer müfred olarak „ mavkîc“ dîye okumuşlardır [ Ibn al-Cazarî bu meyanda kîamza, aî-Kisâ’ İ ve İ^alaf (229— 844) ’in adım verir ( al-Naşr, II, 3&3 )• al-Dânî, sâdece ilk iki kırâatçinin adını kaydeder ( K . al-Taysîr, s. 207)]. Ancak aî-Tabarî ’y® göre, bu ild okunuş da doğrudur ( X V II, 105 ); ayrıca bk. Abü Dâvüd al-Sicİstânl, K . ahMaşâhtf (n şr. A. Jeffery, Leyden, 1937, s. 72). 89. ayetteki »ravhm" kelimesi bütün kırâatçiler tarafından yazıldığı şe­ kilde okunmuş, ancak aî-Hasan al-Basrî diye okumuştur. al-T®barî, mezkûr iki okunuş ara­ sında ilkinin, kırâatçilerînin gösterdiği delilde bir­ leşmeleri dolayısıyla, daha doğru olacağı görüşün­ dedir (X V II , 109). Vâki3a sûresinin, evvelinde yer alan H V . Rahman sûresiyle muhtevâ bakımından bâzı münâsebetleri olduğu da iddia edilmiştir. Mezkûr sûrede müminlere nimetler, mücrimlere ise, azab verileceği kaydedilmiş, müminlerin fazilette farklı İki zümreye ayrıldığı ihsas edilmişti. Böyiece ortaya çıkan üç zümrenin bu sûrede de muhtelif yönleriyle ele alındığı görü­ lür. Bunların, Rahman sûresinin son âyetinde yer alan celâl ve ikrâmm bir tecellisi olduğu da iddia edil­ miştir. Filhakika ilk sûrede göğün yanlacağı zikre­ dilmiş, bu sûreye ise, kıyamet koptuğu zaman yerin ve dağlann sarsılıp dağılacağının hatırlatılmasıyla başlanılarak her iki sûrenin muhtevâsı arasında mâkul bir sıralamanın mevcûdiyetine dikkat çekil­ miştir. Mezkûr üç zümrenin karşılaşacakları durumlar, sûrede esas ağırlığı teşkil eder. Kıyametin kopma­ sıyla belirecek bu üç zümreden cennete girecek­ lerin Aşhûb al-maymana (âyet 8; aşhâb al-yamln, âyet 37, 3 8 ,9 1) ile daha üstün olanlar ( aTsakikün, âyet 10; aTMukarrabm, âyet IX ) *m gıpta edilecek nimetlere ( âyet 17, 23; 28, 34; 36, 37 ), işledikleri amellerin bir mükâfatı olarak ( âyet 24 ) nail olacak­ ları kaydedilmektedir. Cehenneme gidecekler, dün­ yada günahlarında ısrar eden ( âyet 4 6 ), ba’s olu­ nacaklarım inkâr eden ( âyet 47 ), aşhöb aTmafama (âyet 9: aşkâb al-şimâl, âyet 4 1 ) * ler olup, karşı­ laşacakları feci durumlar ( âyet 43 , 44 î 53, 55 ) hatırlatılmakta, hayatın (âyet 5 7 ), ölümün (âyet 6 0 ), kâinattaki herşeyin, suyun (âyet 6 9 ), ateş ( âyet 7 1 ), ağaç ( âyet 7 3 ) 'ın hakîki sâhîbinin sâ­



dece Allah olduğu belirtilerek, bunların birer muh­ tıra ( tezkire ) ve istifâde vesilesi olarak yaratanın ta­ zım edilmesi ihsas ve ihtar edilir (âyet 74, 9 6 ). B i b l i y o g r a f y a : Metinde kaydedilen­ lerden başka bk. al-Zamahşaıî, aTKaşşaf (Kahire, 1308), 11,4 2 8 ,4 3 3 ; al-Bayzâvî, Anvâr al-tanz îl ( İstanbul, 1305 ), s. 709, 714; al-ÂIüsı, Rufr aTnufanî (K ahire, 13 0 1), V II I, 310, 336; Raşîd al-Dîn Maybudi, K aşf aTasrâr Va euİdat al~abrar ( nşr. eA!î Asğar Hikmat), Tahran, 1380, IX, 436, 472; a I-R § zî, Mafâtih al - ğayb (K ahire, 1278 ), V I, 186,227; M. Hamdi Yazır, Hak dini Kur 'an dili ( İstanbul, 1936 ), s, 4699-4727. (Ahmed S ubhI F üRAT.) a l -V  K Ü )I. [B k. VÂKÎDÎ.Î V  K İD Î. A L -V  K İD Î. İlk büyük İslâm tarih­ çilerinden Abü cAbd Allah Mufjammed b. eOmar b. Vâ^id al-Aslamî al-Madanî, 130 (7 4 7 ) yılı baş­ larında, Medine 'de Mavâlî 'den bir âileden dün­ yaya geldi. Dedesi Vâkid ’e nisbetle al-Vâlpdl, de­ desinin Banü Sahm 'den eAbd Allah b. Buraydat al-Aslamî *nin mevlâsı olması dolayısıyla al-Aslaml, Medineîi olması dolayısıyla al-Madanî nisbelerini aldı. İbn Hurdâzbeh 'ten. yapılan bir nakle göre, annesi îranh esirlerden Medineîi meşhur mu­ ganni Şâ’ ib Haşir ’in torunlarından *îsâ b. Cacfar *in kızıdır ( aTAğânî, Dâr al-Kutüb tab'ı, V III, 322). Ibn îshâV» A bü Ma'şar ve zamanındaki bir çok tarihçi gibi bir mevlâ olan aî-VâHdi, tarihinin kültür bakunından en parlak devrini yaşayan Me­ dine muhitinde yetişti. Medine 'de Mâlik b. Anas, Usâma b. Zayd b. Aslam, Abü Ma'şar Naclîj al-Sindî, M ekke’de Ibn Curayc, Hicaz ve Irak muhit­ lerinde Sufyân al-Şavri, Ma'mar b. Râşid, Ibn Abü Z ieb, Dim aşk’ta Sacîd b. cA bd aI-eAzız, aI-Avzâ‘ î, Hişâm b. al-Ğâz, Sa'îd b. Başîr, Humus 'ta Sazer b. Yazîd, Mu'âviya b. Sâlib v. s.'den ders aldı. Talebeleri arasında ise, kâtibi Muîjammed b. Sa‘ d, aI-Şâfi‘ 1, İbn A bî Şayba, A bü-cUbayd al-I£âsim Salîâm gibi ünlü kişiler bulunmadadır (hocalannın ve talebelerinin tafsilâtlı listesi hakkında bk. Ibn Sa'd, Iî/ı, X; IV/u, 77 î Tarîk Bağdâd, III, 3; İbn 'Asâkîr, X , X*>— 2a; Tarîk al-îslâm, V I, 107^; Siyar a'/cm, V I, 130**; clk aTcumön, V III, 169^— X70a; Tahztb al-tahzîb, IX , 363), Vahidî, fıkıh ve tarih sâhalannda kendini gösterdi. Fıkıh sâhasmda Mâlik b. Anas, Sufyân al-Şavrî ve aî-Avzâ*î 'nin, tarih­ te Abü Macşar, Ma'mar b. Râşid ve adından bahset­ memesine rağmen Ibn Isbâb'm te’siri altında kaldı. Kırk yaşlarına kadar onun ne yaptığı hakkında açık bîr bilgiye sâhip değiliz. Kaynakların bir kısmında îmâ edildiği gibi bu devirde tahsilini tamamlamak­ la meşgul olmuş, Medine *de mağâzî ve siyer okutmuş olmalıdır (bk. Tarîk Bağdâd, III, 7 ; Tarîk Bimaşkt X , 4a; M ifâ t, IX , 43a; Târik al-islâm, V I, I081»; Siyar aelöm, V I , 131*). Bu sıralarda siyer ve mağâzî sâhalannda kendini kabûî ettirmiş olmalı ki, 170



VÂKÎDt (786)*te, veziri Yehyâ b. Hâlid al-Barmaîd ile bac ziyâretleri esnâsmda ( Tabarî, III, 605), Medine­ ’ye gelen Halîfe Hârûn al-Raşîd şehrin mukaddes mahallerini ve bu mahallerle ilgili Peygamber’in hâtıralarım en iyi bilen bir kişinin rehber verilme­ sini isteyince, kendisine, al-Vâkidî tavsiye edilmiş­ tir ( İbn Sa'd, V , 315; İbn 'Asâkir, X , 7«“ b; Qî k i abamıân, V III, 170b; Siyar a'kfrn, V I, 132®), Halîfe ve veziri tarafından takdir edilen al-Vâkİdî mühimce bir meblağ He mükâfatlandırılmıştır. Kaynakların ittifakla bildirdiğine göre o, saray ile arasında meydana gelen bu münâsebetten 180 (796) senesindeki sıkıntılı ânında faydalandı. Buğday ticâ­ retinden iflâs edip, 100.000 dirhem borca girmesi üzerine, karısının tavsiyesiyle aynı yılın şâban ( teş­ rin I.) ’mda Bağdad a gitti. Halîfe He vezirinin Rakka’da olduğunu öğrenince, Fırat üzerinden ge­ miyle oraya geçti. Rakka ’da Medine ’ye yeni kadı tâyin edilen yakın arkadaşı Bakkâr al-Zubayrî ’nin tavassutu ile Vezir Yahya mn huzuru­ na çıktı. Vezir onu İyi karşılayarak himâyesine aldı. Böylece Vâkidî, halîfeden ve vezirden aldığı paralarla durumunu düzeltti. Bundan sonra Bağdad'da yerleşti ( Ihn Sa'd, V , 3 15 “ 3*9* V I I / n , 77* Târih Bağdad, III, 4; İbn 'Asâkir, X , 7*>-8î» ; Si­ yar aHâm, V I, I32&“ t>, v. s . ). Bermekîlerin gözden düşmesinden sonra bile Yahya ’yı medbetmesi, ger­ çek hâmİsinin o olduğunu göstermektedir ( Ibn Sa'd, V , 319— 321; Murûc {Kahire tab’ı j , II, 237; Irşâd, V II, 5 7 ). Hârün al-Raşîd ve oğlu al-Amîn devrinde onun Bağdad ’ın şark kısmında kadı olduğu söylenir ( Tarîk Bağdad, III, 3; Ibn 'Asâkir, X , 8«; Irşâd, V II, 56; Tahztb aTtahzîb, IX , 3^4î 287= 803 yılında kadı; al-Sahmî, Tarîk Curcön, Haydarâbâd, 1369=1950, s. 165). 204 ( S r p ) başlarında Ma'mün halîfe olunca Vâ­ kidî ’nin yıldızının parladığı görüldü. Halîfe onu Bağdâd *ın şark kısmındaki, 'Askar al-Mahdî ( son­ raları al-Ruşâfa ) *ye kadı tâyin etti. O , bu vazifede iken 78 yaşında Bağdad ’da öldü ( i l zilhicce 207 ==27 nisan 823 ) ve ertesi gün al-bjayzuran kabris­ tanına gömüldü. Borçları Halîfe Ma°mün tarafın­ dan ödenmiştir ( Ibn Saed, V , 321, V I I / ıi; ve diğer kaynaklar). Kendi adım ve künyesini taşıyan oğlu Kitâb abtârîk 'ini rivâyet etmiştir ( Mi f â t abzar mân, IX , 43M. Kaynakların ittifakına göre al-Vâkidî, Kur ân, fı­ kıh, hadîste geniş bilgi sâhtbı, bilhassa siyer, mağâzî, futûh, tabakât ve tarih sâhalannda da büyük bir âlimdi. Bu mevzulardaki görüşlerini çeşitli eserle­ rinde toplamıştır ( Ibn Sa'd, V , 314; V H / ır, 77 ve diğer kaynaklar). Bunların listesi Ibn al-Nadlm, Yâküt ve al-Şafadî tarafından verilmektedir ( ab Fîf)ri$t, s. 98 v .d .; Irşâd, V II, 57 v .d .; al-Vâfî, IV , 239), Bunlardan fıkıh. Kur ân ilimleri ve hadîs sâhaîanyla ilgili olanlar Kitâb abmanökîb* Zlfa aiTîfufân, al-Tarğîb f l eiîm aTKtfran, Ğalaf abricâh



tst



Ğalaf abhadlş, aTSutma va'bcamâca va zcanm ab haüâ va tark abhurâc ftl-filan, İhtilâf edil abMadina vaT-Küfe f i abvâb a l-fik h , Kitâb al-âdâb; tarih sâhasmdald eserleri ise Kitâb abtârîb vabmağazi vabmabca$, Abbâr Makkfl* Kitâb al-falakat, Fuiub a l-Ş e tm , Futub ab^lrâk, Kitâb al-camal, Maktaî abfjlusayn, al-Sira, Azvac al-Nabî, Kitâb al-R idda vdl-Dâr, Jjlarh al-Avs v al - Idazrac, Kitâb Şiffîn, Vafât al-N alî, Amr abffabaşa v a b Ftl, Kitâb absafaifa va baycai A lt Bakr, Sîrat A bî Bedir va vafâtahu, MarâH IÇurayş vdbAnşâr Îİ'l-KatetF va vazc “Omar al-daVâvîn va iaşrîf ab kaİS’il va marâüluhâ va ansâhuka, abTârtb al-ha~ bîr ’dir. Bunlardan başka, al-Safadî, Zihr abaz.ân, İbn Sa'd, Tu*am abNabl (V II/ h , 48), Ibn Abu’lHadİd, Kitâb abşürâ ( Şark blahc abbalâğa, IX , 15 v. d.), Ibn 'Asâkir, Kitâb abşavâHf ( Târik Dtmaşk, I, 385 ) adlı eserlerinden bahsetmektedirler. Bu son dört eserden ilk ikisinin diğer eserlerinin fasıîlan olması muhtemeldir. Görüldüğü gibi Vâkidî ’nin eserlerinden büyük bir kısmı tarih sâhasmdadır. Islâm müellifleri, onu İslâm tarihinin başlıca kaynaklarından sayarlar. Bu­ nunla berâber tarihe dâir eserlerinde fıkıh ve ha­ dîsle ilgili bilgiler de vermektedir. Fıkıh bakımın­ dan kuvvetli sayılan al-Vâijpdî, bocalarından Mâlik b. Anas ve Sufyân al-Şavrî mekteplerinin te’siri al­ tındaydı ( Ibn 'A sâkir,X , 3b; Irşâd, V II, 55; Ibn Farbfin, al-D îbâc abmazahhab, s. 230; Ibn Sa'd, V , 3r4). Hadîs sâhasmda geniş bilgi sâblbi olmasına rağ­ men sika veya îtaHf olduğuna dâir de görüşler ileri sürülmüştür. Aîjmed b. Hanbal, Buhar! ve mubaddislerin çoğuna göre, za cif, yalancı badîsçiler arasın­ da yer ahr. Ibn A bü Şayba, Ibn al-Mubârak, Abü 'Ubayd al-Kâsim b. Sallâm ve bir kısım mubaddis ise, onu şifaa (Sağlam ) hadîsçiîerden sayarak hak­ kında sitâyişkâr sözler söylerler ( Tarîk Bağdâd, III, 8— 19; Ibn 'Asâkir, X , 4®— 6»; Irşâd, V II, 56; a l-V â fi, IV , 238 v.d.; Siya r aclöm , V I, 130i»— 131b; Tarîk ablslâm , V I , 107»— lo8n; cIk d abCum ân, V III, 170®; Tahztb abtahzlb . IX, 364 v.d.). Şibf b. al-Cavzı onun lehinde ve aleyhinde söylenenleri sıraladıktan sonra kesin hükmü Allah ’a havale eder ( M ir*âl abzam ân, IX , 43b— 44®). Kitaplan ara­ sında Ğ alaf abkadk ve Ğ a la f abricâl gibi eserlerin bulunması onun ilk hadîs tenkitçilerinden olduğunu gösterir. Onu bu bakımdan tenkit edenler, bilhassa yakın rivayetlerin metinlerini ve senedlerinı ayn ayn değil, birleştirerek zikretmesi üzerinde durur­ lar ( Târik Dtmaşk, X , 6°). Daha aşağıda görüle­ ceği üzere tarihte de aym usûlü tâkib etmiştir. Bu onun rivâyetler arasındaki mukâyese kabiliyetim ve şekilciliğe fazla ehemmiyet vermediğini gösterir. Zîrâ, hadîs kitaplarında sâdece senedlerde farklılık gösteren, ancak mâna bakımından değişmiyen tek­ rarlar vardır. Bize göre, hadîsçilerin onu tenkid etmesi kendi baş düşmanlan olan Ma'mün ile onun



152



VÂKtDİ.



iyi münâsebetler içinde bulunmasındandır. Böyle bir şahsın Aİjmed b, îdanbal ve taraftarlarınca şüphey­ le karşılanması pek tabiîdir, îbn al-Nadîm onun takiyye gösteren mutedil bir şîî olduğunu kaydeder. Bu iddiasını desteklemek için „Müsâ 'ran asâsı, Isa ’ nm ölüleri diriltmesi gibi, Ali de Peygamber ’in mucizeîerindendir“ hadîsini onun rivâyet ettiğini söyler ( al-Fihrist, s. 98 ). Fakat, Ibn al-Nadîm bu hususta yalnız kalır. İtikâdî mevzulara çok ehemmi­ yet veren ve bu hususta ince eleyip sık dokuyan hadîsçiler, diğer müellifler ve şî’a rical kitapları onun Şiîliğinden hiç bahsetmezler. Bu konuda ihtiyatlı dav­ ranan devrimiz araştırıcılarından JL Horovitz, onun takiyyesini isbat etmek için, A li *nin iştirak ettiği kesin olan hadîslerde onun adım hâzan anmadığı­ nı ve eserme A l i ’ye ^düşman rivayetleri de aldığı­ nı söyler (Horovitz, De Wa\idi libro, s. 43 v.d.; ayrıca Noldeke, Z D M G , L II, 31; W . Sarasin, Dos Bild Alis, s. 21 v.d.). Aym araştırıcı, Vahidî ’nin Maolid al-Rlasan odl-lj.usayn adında bir eser yaz­ masını ve Peygamber’in ‘ A l î’ nin kollarında öldü­ ğünü, destekleyen deliller toplaması ( bk. îbn Sacd, II/l, 50, 5 r » 6 1, 76, 86)*nın da onun şîîliğinî des­ tekleyen hususlardan olduğunu ifâde eder. Vâkidî ile Abbâsîler arasındaki sıkı münâsebetler ise, müm­ kün olduğu kadar onu, Abbâs ’rn İslâm tarihindeki rolünü lehte göstermeye sevketmiştir. Bu sebeple, Bedr esirleri arasında onun adım vermez (H orovîtz, ayrı. esr., s. 44 v.d,; Noldeke, ayn. esr., s. 21). Caetani ise, Annali, II, 89 ’da, îbn îshâk 'tan naklen Abbâs m esir almışı halikındaki Tabarî ( 1, 1341) ’nin kaydım Vakidî ’nin bilmediğini söyler. Halbuki, Vâkidî ’nin bu hikâyeyi bildiği anlaşılıyor ( bk* İbn Sa‘ d, W i\ıf 6 ). Ö m er’in divanda A bbâs’m is­ teklerine ön planda yer verdiği ve onun Hicret ’ten Önce İslâmiyet! kabûl etmesi gerektiği mes’eîesinde ise, Vâkidî başlıca kaynak olarak görülür ( Ibn Sa‘ d, V I, 20; ayrıca, bk. Caetani, Annali, b, 20, yıl hâ­ diseleri, 264, 266 ve 341). Vâkidî ’nîn asıl söz sâhİbi olduğu tarih sâhasma gelince, yukarıdaki eserlerinin listesinden de anla­ şılacağı üzere bâzı kaynaklarda onun Câhiliye devrini bilmediği söylenmesine rağmen (b k . Tarif} Dtmaşk, X , 3a; Siyar aclâm, V I, 130b) o, yalnız İslâm dev­ riyle değil aym zamanda İslâm öncesi Mekke ve Medine tarihi ile de meşgul olmuştur. Ancak bu husûsa dâir eserleri bize kadar gelmediği gibi bu hu­ suslarda ondan kimlerin faydalandığı da bilinmemek­ tedir. îslâm devri hakkındaki eserleri İse umûmî ta­ rihler, sîret, mağâzî, futüh, tabakât kitapları, kültür tarihine dâir olanlar gibi çeşitli mevzulara ayrılır. Bütün bunlardan bize kadar geldiği kesin olarak bilinen Kitâb al-mağâzt'dir. Bankipore, nr. 1042 'deki Kitâb al-Ridda ile Zöffİriyye ( sira nr. 7 4 ) 'deki Maolid al-Nabî ’nin nüshaları üzerinde henüz çalışma yapılmamış ve bunların gerçek nüshalar olup olmadığı tesbit edilmemiştir.



186 (802) senesi hâdiselerinden de bahseden Kitâb al-fabakât 'tan, al-stra ( bk. Bibi. Arab, Hisp., IX, 2 3 l ) ’den, Kitâb al-mafraş val-mağâzî’den, Kitâb al-azüâc ’tan ve diğer eserlerinden, îbn Sa‘d, al-Tabakât al-kabîr ’de bol bol istifâde etmiştir. Klasik İs­ lâm kaynaklan, îbn Sacd ’in ondan nakillerinin sağ­ lamlığında ittifak hâindedirler. Hattâ, îbn Sa*d ’in eserindeki ilgili kısımlann hepsinde başlıca kaynak, hocası al-Vâkidî ’dir. Tabarî, en azından 179 (795) senesine kadar gelmesi gereken al-Târlî} al-kabîr 'den sık sık bahseder ( bk. Tabarî, III, 639 ). Onun bâzı eserlerinden ve Kitâb Şijf/în’den îbn Abi’l-f ftdîd, Şark Nahc al-balâğa II, 267; III, 19— 23, 28 v.d., 35— 37,55— 58; X V , 1 - 7 1 ; X V II, 257— 284; X V III, 7— 21 ’de ve îbn Hacar, cd-lşâba, I, 533, 617, 652; II, 716,920; III, 6 6 ,9 2 2 ,9 3 7,9 6 3 ,12 0 5 ; IV, 184, 339, 401 ’ de nakillerde bulunurlar. Kitâb al-Ridda’nin nüshalarım gören îbn Hallikan, onun bu ese­ rinde kusur göstermediğini, mevzuu île alâkalı herşeyi tafsilâtıyla anlattığım söyler ( Vafayât, 111,473). Bu eserden îbn Hubayş ( ölm, s. 584 — Xl88 ), çe­ şitli iktibaslarda bulunur (b k . Caetani, Annali, II, indeks: Vâkidî; ayrıca Bibi. Arab. Hisp., IX , 237). Bu eser bâzı kaynaklarda Kitâb al-Ridda vdl-Dâr şeklinde geçer. Buradaki „al-Dâr“ kelimesi e0 şman ’m şehid edildiği „Yavm al-Dâr“ ı göstermekte­ dir, Vâkidî, al-Ridda ile al-Dâr *1 niçin aym kitaba konu almıştır? Yoksa bunlar ayrı eserler miydi? Bu hususta açık bir bilgiye rastlanmıyor. Tabarî ve diğer müelliflerin bol miktarda İstifâde ettikleri „Futüh“ kitaplarının da hiçbiri zamanımıza ulaşa­ mamıştır. Birçok nüshaları bulunan ve bir kısmı tab’edilen Futüh al-Şöm, Futüh aMÎrâk,Futüh Mişr, Futüh al-Cazira va'l-ljlâbür va Diyârbakr, Futüh Âmid, Futüh Bahnasâ, Futüh Îfrikîyya (b k . F. Sezgin, Geschİchte des Arahischen Schrtfttums, I, 296 ) adlarındaki ona isnat edilen eserler ise, başta V II. ( X III.) asırda yaşayan vaiz Abü’I Haşan A hmed b. ‘ Abdullah b. Muhammed al-Bakrı al-Başrî (bk. Brockelmann, G A L , !, 362; Suppl, I, 616 ve Lisân al-mizân, 1, 202) olmak üzere çeşitli kassâslar tarabndan çok sonraları meydana getirilmişlerdir. Her sahte eserde mümkün olduğu gibi, bunlarda da bâzı sağlam rivâyetlere rastlanmaktadır. Bize kadar tam olarak intikal eden Kitâb al-mağâzVye gelince, Brit. Mus. ve Viyana Millî kütüp­ hanesinde nüshaları bulunan ( bk. F, Sezgin, G A S , I, 295 ) bu kitabın üçte bir kadarı A . von Kremer (History of Mohammei's Campaigns, Bîbliotheca îndica, Kalküte, 1856 ), tam metni ise, ‘ Abbâs al-Şirbânî ( Kahire, 2948 ) ve J. M . B. Jones ( London, 1966, 3 cild hâlinde) taraflarından neşredilmiştir. Wellhausen tarafından ise, Almanca 'ya hulâsa olarak tercüme edilmiştir ( Mohammed İn Medina, Berlin, 1882). Bu eserin Ibn Hacar tarafından yapılan bir muhtasarı da mevcuttur (b k . G A L , II, 67; F. Sezgin, G A S , I, 295 )* Vâ|:îdî bu eserinin başında en meşhur kay-



VÂKÎDİ — VAKIF. Haklarının bîr Üstesini verir. Bu liste, İbnSaed* II/ı, i ; U l f ı , i ; V ÎI/ıı, 7 7 ’de ve hayatından bahseden diğer kaynaklarda tekrarlanır. Sachau tarafından ( M S O S As,, V II, î i v.d., 21 v.d.) uzun uzadıya şerhedilen liste, Medine menşeli olan veya Medi­ ne 'de oturan ve bilgilerini al-Zuhrî, *Âşim b. cOmar, Yazîd b. Rümân gibi salâhiyetli kimselerden alan âlimlerin isimlerini ihtivâ eder. Onun hocalarından Abû Macşar, Ma'mar b. Râşid ve Musa b. ‘ Uljba gibi âlimler de bizzat magazî sahasında eser yazmışlardır. Buna karşılık o, büyük takdir gösterdiği, Tabarî, III, 2512 ’deki hal tercümesinde belirtilen belki hocaları arasında bulunmayan en meşhur selefi Muhammed b. Isljâk ’ın adını, eserinde hiç zikretmez. Fakat, şüphesiz onun eserinden esaslı surette faydalanmış, hattâ eserinin tertibinde de ona uymuştur (b k . Wellhausen, aytı. esr., s. 11 v.d.; J. Horovitz, ayn. esr., s. 9 v.d.). Kitâb al-mağâzî’de V âkidî’nin ha­ dîs ve fıkıhla yakından ilgilendiğini gösterir pekçok delil vardır. Onun tarafından konuya dâhil edilen malzemenin çoğu akâid ve fıkıhla ilgilidir. Eski hadişçiler onu, rivâyetleri bir metin hâlinde birleştir­ mekle ve fazla teferruata girişmemekle tenkid eder­ ler. Hattâ böyle bir tenkit üzerine 20 ciîd hâlinde UHud gazâsma dâir bir eser yazdığı da söylenir ( Tarıfa Bağiâd, III, 7» al-Zahabî, Tarif} al-islâm, V I, 1081; Sigar adam, V I, I3*a). Kitâb al-mağâzî için Horovitz ise, onun hadîs kitaplarında olduğu gibi çeşitli rivâyetleri, Ibn îsîjâk ’m aksine İnsicamsız olarak yanyana koyduğunu fakat kronolojiyi tesbitte titizlik gösterdiğini beîiıtir (b k . E l, AL-VÂ k î d î ). Vfeîîhausen a göre ise o, îbn îshâk 'm usûlünü tâkib etmiş, hâdiseleri bir zaman ağı içine yer­ leştirerek ve çeşitli rivâyetleri mukayese ederek kro­ nolojilerini gayet doğru bir şekilde tesbit etmiştir (Wellhausen, Arap Devleti ve sukutu, Türk. trc. F. Işıîtan, Ankara, 1963» s. IX ). Klasik kaynaklar, onun mümkün olduğu kadar sağlam ve geniş malzemeyi her çâreye baş vurarak topladığını, sâdece bununla da ıktİfâ etmeyip, duy­ duğu hâdiseleri yerinde tedkik ve tesbit etmeğe ça­ lıştığım kaydederler ( Târİb Bağiâd, III, 6; Tarifi Dimaşk, X , 4aî M ifât al-zamân, IX , 43“; al-cumön, V III, 170°). Aym zamanda büyük bir ki­ tap meraklısı olan Vahidî’nîn, devamlı kitap istinsah eden iki âdâmı vardı. îbn al-Nadîm onun kitaplarının 600 mahfaza ( her mahfaza iki adamın kaldıracağı ağırlıkta) olduğunu söyler (al-Fihrist, 150). Yâ^üt ise, onun Bağdâd’ın garp kısmından şarkına evinî naklettiğinde 120 ağır yük kitaba sâhip olduğunu kaydeder (îrşâd, V II, 57 î Târik al-islâm, VI, io8t>). B i b l i y o g r a f y a : Vâkidî’nin hayatı hak­ kında İlk biyografi, talebesi îbn Sa*d tarafından al-fahakat al-kahîr, V , 314— 321 ve VII/jj, 77 ’de yazılmıştır. Daha sonra îbn Kutayba (al-Macârif, rişr. Şarvat al-'Ukkâşa, Mısır, Dâr al-Ma'ârif, 518 ), îbn S a 'd ’ın ikinci yerindeki bilgiyi



153



tekrarlamıştır. Ibn al-Nadîm, al-Fihrist, s. 98 v.d. ’da, eserlerinin listesini ve îbn Sa°d 'inicinden ay­ nı kaynaktan gelen bir biyografisini vermiştir, al-hjaîîb al-Bağdâdî, Târîf} Bağiâd, III, 3— 21 ’de ve îbn ‘ Asâlcir, Târîf} Dimaşk, X , i*>— 9a ( Damad İbrahim Paşa ktb. nr. 881) ’da, tbn Saed ve hadîsçilerin ve tarihçilerin onun hakkında verdikleri bilgileri toplamışlardır. Diğer müellifle­ rin verdikleri bilgiler yukandakilerin tekrarıdır. Bunların başlıcaları şunlardır: al~Sameânî, Kitâb al-ansâb, tıpkı basım, var. 577*»; îrşâd, al-arîb, V II, 55— 58; Sib$ b. al-Cavzî, Mir3ât al-zamân, III. Ahmed ktb. nr. 2907, IX , 41i»— 43^; Vafayât al-a'yân (K ahire, 1948), III, 470— 473; al-Şafatlî, al-Vöfî li'l-oafayât, IV , 238— 240; al-Zababl, Târik al-islâm, III. Ahmed ktb. nr. 2917, V I , 107b— 109b; Siyar aelâm al-nubalâ, III. Ah­ med ktb. nr. 2910, B V I, 130“ — 133“ ; Tazkirat al~buffâş, I, 3*7— 3*9* a P A yn î, cîkd al-cumân, III. Ahmed ktb. nr. 2911, A V III, 169i» — 172“; îbn Hacar, Tahzîb al-tahşdb, IX , 363— 368; alSuyütî, Tabakât al-huffâ?, I, 74; G A L , I, 136, SuppL ( 1, 207, v.d.; G A S , 1, 294— 297* M . Şemseddin [Günaltay], îslâmda tarih ve müverrihler (İs­ tanbul, 1340/1342), s. 19— 22; J.M.B. Jones, The



Chronology of tke Mahammeâ a Teztual Survey, B S O A S , 1957, X IX , 2 45-280 ; R . V esely , La Bataille d’ Uhui chez almWâjkidî, Sludia semitica Joanm BaJşeş Dicata ( Bratisîava, 1965), s. 251— 259.



(R. Ş eşen.) VAI£F kelimesi Arapça’da durdurmak, alıkoymak mânasına olup, ıstılah olarak, V III. asır ortalarından X IX . asır sonlarına kadarkı devrede, İslâm ülkelerinin içtimâî ve iktisâdı hayatında ehemmiyetli bir rol oynayan dinî-içtimâî bir müessesenin adıdır. Bu müesseseye, Şimâîı Afrika'da, hulus ( c. fıabis ) veya faks ( abbâs ) adı verilmiş ve bu ıstılah Fransızca ’ya ” habous” şeklinde geçmiştir. Vakfın ilk hukukî târiflerine fıkıh kitaplarında rastlanır. Ancak, değişik mezheplerin ve hattâ ay­ nı mezhebe bağlı fakîhlerin vakıf hakkmdaki târifleri birbirinden farklıdır: Ebû Hanîfe’ye göre va­ kıf, bir kimsenin sâhip olduğu bîr gayr-ı menku­ lün gelirlerini, ödünç verme şeklinde ( âriyeten), fakirlere veya İslâm cemâatinin dinî veya ’ içtimâî ihtiyaçlarına tahsisinin akdidir; Öyle ki bu malın mülkiyeti vâkıf (vakıf y a p a n )’da kaldığından, vâkıf, bu akdi bozma ve malım istediği gibi kul­ lanma hakkına sâhıptir; ölümünden sonra bu hak vârislerine geçer ( M . Mevkufâtî, S erk, İstanbul, 1291, I, 367; A li Haydar, Tertİbii ’s-sanûfî ahkând'l-vuküf, İstanbul, 1240, s. 12). Ebû Hanîfe’nin talebeleri Ebû Yûsuf, ve îmam Muhammed’e göre vakıf, gelirleri mahlûkata tahsis edilen bir şe­ yin mülkiyetinin A llah'ın mülkiyetine geçmesini te’min eden şerî bir muâmeledir. Ancak, müçş-



VAKIF*



154



VAKİP,



sesenîn daha sonraki gelişmesine temel olan Ebû Yû su f'un görüşüne göre, vakıf, ” ... vakfettim” sözüyle gerçekleşip, vakfedenin mülkü olmaktan çıkmaktadır. Halbuki imam Muhammed *e göre, vakfın gerçekleşmesi, mütevelliye teslim edilmesine bağlıdır ( M evkufâti, I, 367)* Muhtelif mezhepler ve araştırıcılarca değişik şekillerde tarif edilen vak­ fın, Türkiye 'de X V . asırda aldığı durum gözönünde bulundurularak şöyle bir târifi yapılabilir: Vakıf, hukukî bir akid olup bununla, bir kimse, A llah’a yakın olma (k u b a t) gayesiyle (bâzan başka gayeler için), menkul veya gayr-ı menkul mülk veya emlâ­ kini (bâzan husûsî mülkiyete değişmiş mîrî ara­ zîyi ), dinî, hayrı veya içtimâî bir gayeye müebbeden tahsis eder. Bu gayenin derhal ve mutlak bir tarzda gerçekleşmesi zarûrî değildir. Bu sebeple vakfı üç kısma ayırmak gerekir: Gelirin tamamının



sun veya olmasın, umûmî bir tarzda menkullerin vakfım ve hattâ kullandıkça tükenebilen şeylerin vakfını da kabûi etmiştir. Nıhâyet, Ebû Hanîfe’nin diğer talebesi Muhammed Şeybânî, mahallî âdetler elverdiği takdirde, menkullerin vakfını ge­ çerli saymış ve neticede bu görüş galebe çalarak, Hanefî ve Mâlikî mezhepleri bu mevzûda birleş­ miştir ( L . Milliot, Inlroduciion a l 'etüde du Droii musulman, Paris, 1953, s. 547 v.d.). Islâmda vakıf müessesesinin menşe'i ve onun gelişmesini sağlayan âmiller konusunda ileri sürü­ len fikirler de çok farklıdır. Islâm hukukçuları ve bâzı islâmiyatçılar. Kuran 'da vakıf ve onun raüterâdifi habs kelimeleri bulunmamasına rağmen, cemi­ yetin hem manevî hem de maddî hayatına istikamet veren islâmm, mü*mirilerin zihnine birlik, tesânüd ve yardımlaşma duygusunu işleyen prensipler ortaya



mutlak bir tarzda doğrudan doğruya nihâî gayeye gittiği vakf-t hayrî; bütün gelirin, asıl gayeye ulaş­ madan Önce, vâkıf tarafından tâyin edilen ve umûmiyetîe vâkıfın ailesine mensup kimselerin elinde kaldığı vakf-t ehlî; gelirlerin değişik tarzlarda vâ­ kıf ve âilesiyle dİnî-hayrî-tçtimâî müesseseler ara­ sında paylaşıldığı yarı ailevî vahi* Son iki hâlde, faydalanma hakkına sâhip kimselerin, nesli tükenin­ ce, vakf-t ekli ve yan ailevî vakıf, hayrî vakıf hâline gelmektedir ( B. Yediyıldız, İmtiiution du vaqf ou X V III e sieeh en Turqui&-etuİe socİo-hisİorİqae~, basılmamış doktora tezi, Paris, 1975, s. 8, 12-19),



koymasını dikkate alarak, vakfın menşe'ini İslâm prensiplerine bağlamaktadırlar. Bu konuda, sık sık vakfiyelerde de zikredilen bâzı âyetlere ışâret edil­ miştir. Bunlar, Kur ân ’daîti "gönül hoşluğu ile ödünç vermek ( kflrz-İ haşan)" ( L V II, 18; L X X 1II, 2 0 ); "Allah yoluna ( f î sabıl-Allah) mal harcamak ( infâk)" ( 1 1 ,1 9 5 ,2 6 1 ) ; "malım akrabaya, yetim­



lere, yoksullara ... vermek ( î e|aa ) ( I I , 1 7 7 ); "fa­ kiri beslemek (ifâ m )" (L X X X I X , ı 8 ; C V II, 3 ), "şadaka vermek" ( I V , 1 1 4 ) ; "Jaı/rüi yapmakta yarışmak" ( I I , 148; III, 1 1 4 ) gibi mefhumları ihtivâ eden âyetlerdir, "ffayrât" veya "muessesâl-t Fıkıh kitaplarına göre, vâkıfın, herşeyden önce kaytiye" tâbirleri, Osmanhlarda vakıf olarak ya­ vakfettiği malın mülkiyetine ve vakıf yapma salâ­ pılmış binâ ve kuruluşları ifâde etmektedir (Ömer hiyetine sâhip ( eh il); hür, â kil ve baliğ (e rgin ) Hilmi, ayn. esr., s. 6; M . Z . Pakalm, Osmanlı tarih olması; borç veya aşın müsriflik yüzünden malını deyimleri ve terimleri sözlüğü, İstanbul, 1955» III» kullanmaktan alıkonulmamış bulunması gerekir (Ali 580). Belin, "sabıl" kelimesinin mücerred mâna­ Haydar, ayn, esr., s. 120 v.d., 134; Ömer Hilmi, sıyla, bedâva su dağıtılan ve çoğu vakıf olan "seîih â fâ ’ l-ahlâf f î ahkâmİ ’l-evkâf, İstanbul, 1307, biller" arasında ilgi kurarak, vakfın K uran ’dakî s. 18, 22, 48 v.d .; Hüseyin Hüsnü, Ahkâm -t evkaf, f î sabil-Allah mefhûmundan doğduğunu ileri sürer İstanbul, 13u , s. 3; H. Hâtemî, ö n c e k i Ve bugünkü (îıtade sur la propriete fondere en paye musulman Türk hukukunda va kıf kurma muamelesi, İstanbul, et spedalement en Turçuie, Paris, 1862, s. 75 1969, s. 83-96 ). v.d.). E. Mercier, vakfı bir şadaka olarak telâkki Vakfedilen şeyde (m evkuf) de, birtakım şartlar eder (L e Code du habous ou ouakf selon la UgislaHan aranmıştır. Islâm fıkhının ilk tedvini sırasında, musulman, Constantine, 1899, s. 10 ). C . Taşdemir vakfedilen şeyin, geliri devamlılık vasfı taşıyan, ( Comparaison des prindpes fondamentaux de la sucr vâkıfın tam mülkiyeti ve kullanma salâhiyeti dâ­ cession en âroİt musulman et en droİt romain, Paris, hilinde bulunan gayr-ı menkuller olması gereki­ 1939, s. 185 ), vakfın menşe 'inîn, "... iyilik yapma­ yordu. Ancak, yeni iktisâdı ve içtimâî şartlar, hukuk­ da (bîr) ve takvâda birbirİnîzîe yardımlaşın ...” çuları bu prensibi genişletmek mecburiyetinde ( V , 2 ) âyetine dayandığım; bu âyette vakfın, hem bırakmıştır. Meselâ, Hanefî mezhebinde Ebû Ha- dinî hem de içtimâî tarafına işâret edildiğini ileri nîfe, menkul eşyânın vakfını kat'î olarak yasakla­ sürer. dığı hâlde Ebû Yûsuf, gayr-i menkulün zarûrî ta­ Vakfın İslâmî menşe’den geldiğini müdâfaa eden­ mamlayıcıları veya sâdece onun için faydalı unsur­ ler, şüphesiz Peygamber'in hadîslerinden de fay­ lar oldukları takdirde menkullerin de vakfına mü­ dalanmaktadırlar. Hemen hemen bütün vakfiye­ sâade etmiştir. Böyîece, vakfedilen gayr-i menkule lerde de zikredilen bu hadîslerden, vakfın gelişmesin­ bağlı kölelerin, zirâat âletlerinin vakfı geçerli ol­ de te'sirli olduğu ileri sürülebilecek olan en meşhuru muştur. Aynı mezhebin başka bir hukukçusu 2 u- şudur: "B ir insan öldüğünde, ameli ( ’nin sevâbı) far, daha uzağa giderek, gayr-i menkule bağlı ol­ kesilir. Defter-i a’mâli kapanır. Yalm?: X, sadakfi-i



VAKIF. cârİyesi, 2. İlmî bir eseri, 3. kendisine duâ eden ha­ yırlı bir evlâdı olan kimsenin defter-i a’mâli ka­ panmaz ( Rigâzü 's-sâtihîn, Ankara, 1972, IH , 14 12). Bu hadîsteki sadaka-i câriye mefhûmu ile vakfın kastedildiği ileri sürülmektedir (Ö m er Hil­ mi, ayn. esr., s, 9 v.d.; M . Ârif, Binbir Hadis, İstan­ bul, 19 59, s. 353; ö . N, Bilmen, Hukykri İslâmiyye Ve ısitlahaH flkhîyye kamusu, İstanbul, 1951, IV, 173; krş, L. Massignon, Documents sar certains u)aqfs des lietac sainis de l'İslam, R E I , 195*» s. 74 )* Bâzı eserlerde bizzat Peygamber ve sahâbeleri tarafından yapılmış vakıflardan da bahsedilmekte­ dir. Bunların en meşhuru eOmar b, ai-yaftâb *m vakfıdır: Buhârî *nîn tesbîtine göre, Ömer, bir mülk toprağı hakkında Peygamber *in fikrim soruyor, o da şu cevâbı veriyor: ” Ashm, satılmaz, bağışlanmaz ve miras yoluyla intikal etmez şekilde sadaka kıl, gelirlerini fakirlere tahsis et” (Peltier, Le Hüre des tesiaments da Çahih d *El-Bokfrari, Cezayir, 1909, s. 69; E. Mercier, ayn. esr., s. 12 ; E. Sautayra ve Eugâne Cherbonneau, Droît musulman da stahıt persormd et des saccessions, Paris, 1873-1874, II, 374; ö . N . Bilmen, ayn, esr., IV, 210. tslâmda ilk vakıflar hak­ kında bâzı düşünceler için bk. C . Cahen, Reflexİons sur le waqf anelen, Stadİa Islamîca, 1961, X IV , 37, 56 ). Bir de “A li b. Abî Talih *in vakfı soz konusu ediliyor: Zayd b. 'A lî *ye âit bir fıkıh mecmuasının ( bu mec­ mua, Recaeil de la loi masulmane de Zaid b. A li adı altında G , H. Bousquet ve J. Berque tarafından notlar İlâvesiyle Fransızca 'ya tercüme edilmiştir. Cezayir, 19 4 1) bîr bölümünün adı sadaka mavkûr f a 'dır. Bu bölümde A li'n in vakfiyesi verilmekte­ dir ki birçok yeri daha sonraki devirlerde tanzim edi­ len vakfiyelere benzemekte ve vakıf tarihi bakımın­ dan ehemmiyetli bulunmaktadır. Fakat biı vakfi­ yenin doğruluk derecesi tam olarak bilinmemek­ tedir. Her ne olursa olsun, K u ra n *dan daha çok, sünnet, vakfın sürekliliği ( ta'bıd) ve bağlayıcılığı ( hzüm ) gibi bâzı mefhumları İhtivâ etmekledir (Vakfın ana kaynaklarla olan İlgisinin hukukî ten­ kidi için bk. H. Hâtemî, ayn. esr., s. 19,38 ). Bütün bu izahlar, İslâm hukukçularının daha sonraki devirlere âit anlayışların te'siri altında şekillendir­ dikleri vakfın, gerçek statüsünü açıklamaya kâfi - gelmemektedir. Hakîkaten, aynı ıstılahın tarihî seyir içinde değişik asırlarda ve farklı kültür vasatın­ da değişik fikirleri ihtivâ etmesi ( Meselâ sünnî mez­ hepler vakf ve habs ’i müterâdif kabûl ederlerken, imâmİyye mezhebinde habs belli bir müddet için yapılan ve bağlayıcı olmayan bir akiddir, Hâtemî, ayn. esr., s. 33; yine bâzı hadislerdeki sadaka keli­ mesi Türkçe ve Farsça *ya vaktf kelimesiyle tercüme edilmiştir, Hâtemî, ayn. esr., s. 31 v.d.), büyük mezhep imamlarının vakfın mâhiyeti ve hukukî temelleri hak­ kında bâzı görüş ayrılıklarına sâhip olmalarının, Kur ân ve mtmd Te bu konuda açık ve müşahhas delillerin



m



yokluğundan ileri gelmesi, islâmm ilk saflığına dön­ mek isteyen Vehhâbîiik ve Selefiye gibi yeni İslâmî cereyanların, vakfı bir bid’at olarak telâkki etmeleri (H , Laoust, Les chismes dans l 'İslam, Paris, 1965, s. 324), vakıf ile islâmm bâzı temel esasları arasında kurulmak istenen münâsebetlerin çok şüpheli ol­ duğunu göstermektedir. Vakfm menşe'inî isîâmda görenlerin ileri sürdükleri delillerin en doğrusu, islâmm, diğer dinler gibi, mensuplarım yardımlaş­ maya, cemiyetin iyiliği için içtimâî ve hayrî eserler yapmaya teşvik etmiş olmasıdır. Fakat bu gaye ni­ çin vakıf müessesesiyle gerçekleştirilmektedir. lslâmda, bizzat zekât, sadaka, l\arz-ı hasen v.s. yar­ dımlaşma müesseseler! değil midir? Tarih boyunca vakfm üstlenmiş olduğu içtimâî hizmetleri bizzat bunların gerçekleştirmesi gerekmez miydi? Bu belirsizlikler karşısında, İslâm vakfının menşe’ıni başka yerlerde arayanlar olmuştur. Bâzılan bu müessesenin ilk çekirdeğini İslâm Öncesi Arap âdet­ lerinde ( M . G . Demombynes, Mahomet, Paris, 1969, s. 4 *>43 ; ayn. mil., Les institutions musulmanes, Paris, 1921, s. 160 v .d .) ve Bâbil hukukunda ( F. Köp­ rülü, Vakıf müessesesimn hukukî mâhiyeti ve tarihî tekâmülü, VD, II, 1 1 , 45§; Hâtemî, ayn. esr., s. 20; Mezopotamya'da Bâbil hukukuna göre yapılan bir vakıf için bk. E. Cuq, Etudes sar le droit Babylomen, Paris, 1929, s. 75 ), başkaları Roma hukukun­ da ( Gatteschi, Etüde sar la propriete fondere, les hypothiques et les u)aqfs, İskenderiye, 1896 ) veya Bizans hukukunda ( M, Morand, Etüde de droit musulman ciğerim, Cezayir, 191O; G . H. Bousquet, Le droit musulman, Paris, 1963, s. 47 ; Köprülü, ayn. makale, V D , II, 12 v.d.; J, Luccîoni, Les hahoas ou tûakf, rîtes malekite et hanefite, Kazablanka, I 942, s. 23 2 5 ) bulmaktadırlar. Vakfm daha Önce Budizm'de mevcut olduğunu (W . Ruhen, Buddist vakıfları hakkında, V D , II, 173-181) ve bunun İslâm vakıf­ ları Üzerinde te’siri olabileceğini ileri sürenler de vardır (H .B . Kunter, Türk vakıfları ve vakfiyeleri üzerine mücmel bir eiüd, V D , I, 104). İslâm vakfının, bütün bu kültürlerden bâzı un­ surlar almış olması muhtemeldir. Şurası bir ger­ çektir ki, menşe’ i ve iktisâbı ne olursa olsun vakıf, yeni bir terkip hâlinde zuhûrundan itibâren, bir İslâm müessesesİ hüviyetini almış ve İslâm ülkele­ rinde meydana gelen içtimâî değişmelerde müsbet olduğu kadar bâzı devrelerde de menfî İ2İer bırakmıştır. Ehemmiyetli olan, vakfm menşe’ini tesbitten ziyâde, zuhûrunu kolaylaştıran ve asırlar boyunca varlığım korumasını sağlayan, kültüre, cemiyete ve yaşanan İslâm tarihîne bağlı dâhilî sebeplerin neler olduğunu araştırmaktır. İran ve Bizans gibi yabancı sistemlerin te'siri altında kalan Emevîlerden itibâren, İslâm cemi­ yetinin bünyesinde meydana gelen siyâsî ve içti­ mâ? değişmeler; böylece İslâm devletinin halka karşı



15Ö



VAKIF.



yapmak zonanda olduğu -tarih boyunca vakıf yo­ luyla gerçekleştinlenler de dâhil- vazifelerin ihmâli ve bunun neticesi olarak birtakım iktisâdı ve içti­ mâi ihtiyaçların ortaya çıkması; yeni fetihler sâyesinde zenginleşen müslümanlarm, birtakım rûhî ve dinî arzularım muâsır ve daha önceki yabancı kültürlerin benzer muesseselerinin bâzı unsurlannı İslâmî prensiplerle birleştirerek vücûda getirdikleri vakıf müessesesi yoluyla tatmin etmeye çalışmalan gibi âmiller, İslâm vakfının ortaya çıkış ve şekil­ lenmesinde büyük rol oynamışlardır. Bu vasat için­ de zuhûr eden vakıf» kısa bir müddette Ebû Yûsuf tarafından hukukî temellere oturtulmuştur. Ebû Y û su f’un vakıf mevzuunda müsbet ve çok esnek davranmasının sebebini, onun sâdece bir hukukçu değil, aynı zamanda, ilk defa faizi 'l-faızât unvanı ile resmî kadı oluşunda aramak gerekir, Ebû Yû­ suf, günlük hayatın içinde olması sebebiyle, vazi­ fesi icâbı, daha çok içtimâi gerçekleri görme ve sez­ me imkânım bulmuş, diğer taraftan kanun yapar­ ken, hem hükümet politikası ile devrin iktisâdı ve içtimâi şartlarını, hem de dinî prensipleri gözönüne almak mecburiyetinde kalmıştı. Bîr müessese, teşekkül ettiği muhitin dışına taş­ tığında, varlığım sürdürebiîiyorsa, bunda kendi­ sini destekleyen başka unsurlann da mevcûdiyeti bahis mevzuudur. Meselâ, bedâva yemek dağıtı­ lan imaret vakıflarının bilhassa Türkîerde çok yay­ gın olmasıtiı, Türklerdeki şölen âdetinin bir devamı



te’mîn eden, binâ, arâzi, nakit para v.s, gelir kay­ naklarının teşkil ettiği vakıflardır. Bunlara Osman­ lIlarda "osî-ı v a kj" denmektedir. Birbirini tamamlayan bu iki cins vakfın geliş­ mesinin, İslâm dünyasının buhranlı devrelerinde ak­ samış olmasına rağmen» Büyük Selçuklulardan itibâren bir hız kazandığı, daha sonraki İslâm dev­ letlerinde ve bilhassa Osmanlılarda büyük bir te­ kâmüle mazhar olduğu bilinmektedir ( F . Köprülü, ayn. makale, V D , II, 13 v .d .). Ancak bu umûmî müşâhedelerin dışında, belli devre ve bölgelerde bu vakıfların kemiyeti hakkında şu misaller zikr edi­ lebilir: M akrîzî’ye göre, 1436 *da K ahire’de vakıf olarak kurulan medrese ve câmilerin adedi 158 ’dir. Memlûk devleti yıkıldığı sıralarda sâdece câmilerin sayısı 130 iken, X IX . asır sonunda câmi ve medreselerin yekûnu 2 6 4 *e ulaşmıştır ( A . Darrâg, L ’Acie de tvaqf de Barsbay, Kahire, 1963» s. 13 ). 1540 senelerine doğru, yalnız Anadolu Eyâleti’nde, vakıf yoluyla 45 imâret, 342 câmi, 1.055 me$cid, n o medrese, 626 zâviye ve hânkah, 154 mu* allimhâne» I kalenderhâne, 1 mevlevîhâne, 2 dârülhuffâz, 75 büyük han ve kervansaray işletilmek­ te idi ( ö . L . Barkan -E . H. A y verdi, 953 ( 1546) tarihli, İstanbul vafaflart takrir defteri, İstanbul,



1970, s. X V I I ). X V III. asırda, bugünkü Türkiye sınırlan içinde kurulan ve vakfiyeleri Vakıflar Genel Müdürlüğü A rşivi’nde bulunan 6.000 vakıftan vakfiyeleri tah­ lil edilen 330 ’u şu hizmetlere tahsis olunmuştur. olarak değerlendirmek mümkündür. Yine aynı müesseseyî, değişik cemiyetler, değişik gayeler İçin 6o câmi, 7 mescîd, 49 mektep, 36 medrese, 3 dâkullanabilmektedirler. Meselâ, Arapîar, vakıf mües- rüîhadis, 3 dârülkurrâ, 26 tekke, zâviye ve hânkah, sesesini eski âdetleri icâbı kızlan mirastan mahrum 13 kütüphane, 8 imâret, I fener, I kale, I iskele, 6 köprü, 4 köyodası, I lonca odası, 16 sebil, 94 çeşme, etmek için kullanabilirken, Türlder ondan, yine 6 su kuyusu, i buzhane, I abdesthâne ve 4 umûmî kendi ananeleri gereğince, mirası kız ve erkek ara­ helâ ( B. Yediyıîdız, ayn. esr., s. 93 ). sında müsâvî bir şekilde taksim etmek için fayda­ Vakıflar Genel Müdürlüğü ’nce yapılan envan­ lanmışlardır. Bütün bunlar açıkça gösteriyor ki, ter çalışmaları neticesinde, 1972 senesindeki du­ vakfın varlığım ve asırlar boyu muhtelif bölge­ ruma göre, T ürkiye’de, "mazbut hayrat taşınmaz lerde hayatım sürdürebilmiş olmasını sâdece birkaç mallar" ( câmi, medrese, tekke, dergâh v.s.) yekûnu sebebe bağlamak mümkün değildir. Her devrede d.S57» ” mülhak hayrat taşınmaz mallar” mki ise ve her bölgede onu ayakta tutan değişik sebepler 227 olarak tesbit edilmiştir ( Cumhuriyet 'in 50. bulmak mümkündür (tafsilât için bk. B. Yedıyılında vakıflar, V G M Yayınları, s.247-250). yıldız, ayn. esr., s. 20-87 ). Bütün bu binâlann içinde bulunan halılar, lam­ Vafaf kelimesi, yukarıda belirtilen ilk mânası balar, mutfak takımları, kitaplar gibi eşyâîar da, dışında, mevkuf yâni vakıf akdinin mevzuunu teş­ kendilerinden faydalanılan mevkuf ’lar kategorisine kil eden menkul veya gayr-î menkul mallan ifâde giriyordu. Aynından intifa olunan vakıflar hakkında etmek için de kulîanılageîmiş, hattâ onun yerini zikredilen bu rakamların küçümsenemeyeceği açık­ almıştır. Bu mânada vakıfları iki kısma ayırmak tır. Bu ölçüler bütün İslâm âlemine teşmil edilirse, mümkündür: Birincisi, "aynıyla intifa olunan" yâni vakıf yoluyla yapılan müessesât-ı hayrîyye nin ne bizzat kendisinden yararlanılan vakıflar ki, bunlara kadar şumûllü olduğu ortaya çıkar. "müessesât-ı hayrîye” adı verilmekte olup, mâbedler, Bu binâ ve kuruluşların devamlı olarak işleye­ medreseler, mektepler, imâretler, zâviyeîer, kütüp­ bilmesi için düzenli gelirlere ihtiyaç vardı. Bun­ haneler, misâfirhaneler, köprüler» hastahaneler» çeş­ ların umûmî masraflarım karşılamak ve bilhassa meler, sebiller ve nıakbereler bu cümledendir. oralarda çalışanların ücretlerini ödemek için vak­ İkincisi ise, "aynıyla intifa olunmayan” fakat bi­ fedilen menkul veya gayr-ı menkuller, vakıf akdinin rincilerin sürekli ve düzenli bir şekilde işlemesini asıl mevzuunu teşkil etmçktedirlçr. Vakfedilen bu



VAKIF.



*57



izniyle bizzat kendileri vakıf yapan kölelerin sayısı çok daha fazladır. Birçok vakfiyede İse, vakıf gelir­ lerinden faydalanabilmeleri için, köleler lehine şart­ lar bulunmaktadır. Bu duruma göre, köleler, hem vâkıf, hem mevkuf, hem de mevkufun 'aleyh olabil­



dirde tahsîs-İ gayr-t sahîh olmaktadır ( E . Mardin, Toprak hukuku dersleri, İstanbul, 1947» s. 20, 24). ö . L . Barkan, Osmanhlardaki toprak vakıflarım üç kısma ayırmaktadır: 1. Sahiplerinin mülkü olan ( memlûke) öşrî veya harâcî toprakların vakfedilmesiyle meydana gelen toprak vakıfları. Bunlar, mülkiyeti devlet tarafından satılmış veya imar ve ihya maksadıyla kolonîzatör Türk dervişlerine ve kırlardaki zâviye sâhîplerine mülk olarak terkediîen boş toprakların vakıf hâline getirilmesiyle ortaya çık­ mıştır. Bunlar, Suriye ve Mısır gibi bölgeler hâriç, Osmanlı imparatorluğu *nda pek azdır. Bu topraklan vakıf sahiplerinin kendileri veya adamlan işlemek­ tedir. Kirâya verildiği takdirde, vakıf idârecisi, toprağı işleyen köylülerden sâdece toprak kirası isteyebilmekte, bunun dışında onlar üzerinde idâ­ ri ve inzibâtî salâhiyetleri ve resmî sıfatları bu­ lunmamaktadır. 2. Mâlikâne-dîvânî sistemine bağlı topraldann vakfedîlmesi hâlinde, vakfedilen şey, "topraktan ve toprak üzerinde yaşayan köylülerden alman her türlü vergiler olmayıp, sâdece, toprağın kuru bir mülkiyet hakkıdır". Bu mülkiyet hakkına, malikâne hissesi denilmekte olup, umûmiyetle mah­ sûlün beşte biri, yedide biri veya onda biri olarak kabul edilmektedir. Vakfedilen bu haktır. "Bütün diğer hak ve resimler, dîvânî hissesi nâmı altında doğrudan doğruya devlete ... âit bulunmaktadır” .



mektedirler (B . Yediyıldız, ayn. esr., s. 178 v .d ,). Yukarıda da belirtildiği gibi, İslâm hukukuna göre, bir şeyin vakfedilebiîmesİ için vâkıfın mut­ lak mülkiyeti altında bulunması gerekiyordu. Vâ­ kıfın kendi mülkü olan bir malını vakfetmesine ve böyîece ortaya çıkan vakıflara vakf-t sahîh denilmek­ tedir. Ancak, Orta-çağlann sonundan ıtibâren mül­ kiyeti devlete âit olan toprakların da şu veya bu şe­ kilde vakıf hâline getirildiği görülmektedir İd, bun­ lara vakf-ı irsâdi adı verilmektedir. Başlangıçta top­ rak vakıflarının husûsî mülkler üzerinde yapıldı­ ğım belirten C . Cahen, Orta-çağ’ m sonunda M ı­ sır ’da Memîük3erin idâresinde, bunların devlet toprakları üzerinde yapılmış olmalarının da müm­ kün olduğunu, Selçuklu Türktyesi'nde de bu ikinci cins vakıfların ekseriyette bulunduğunu ileri sür­ mektedir ( C , Cahen, Osmanhlardan önce Anadolur 'da Türhfer, trc. Y . Moran, İstanbul, 1979, s. 18 1). Osmanlılar zamanında da mülkiyeti devlete âit bulunan arâzi-İ mîrîye ’nin vakıf hâline getirilmesi çok daha yaygın bîr şekilde devam etmiştir. Ancak vakfedilen şey, bu arâzilerin çıplak mülkiyeti değil, ya üzerinde çalışan kimselerin devlete ödemek zo­ runda oldukları vergiler veya arâzinîn tasarruf hakkı idi. Hem vergilerin hem tasarruf hakkının birlikte vakfedîlmesi de mümkündü. Tahsis ve irsââ kabilinden evkaf adı da verilen bu vakıflarda esas olan, vakfedilen gelirlerin, devlet bütçesinden karşılanması gereken hizmetlere tahsis edilmesi­ dir. Bu durumda muâmele tahsîs-i sahîh, aksi tak­



3. Üçüncü kısmı, "bilcümle hukuk-ı şer’îye ve rüsûm-ı örfiyesi ile ve serbestiyat üzere” vakfedilen topraklar teşkil etmektedir kİ, bu vakfedilme key­ fiyeti toprağın hukukî mâhiyetini değiştirmemek­ tedir. Vakfedilen şey, toprağın rakabe'si olmadığı gibi tasarruf balda da olmayıp, sâdece toprak üze­ rinde yaşayan kimselerden alman vergilerin tama­ mıdır. Pâdişâh ve vezirler tarafından yapılan bu toprak vakıfları, "mîrî aidatı bir hayır cihetine tahsis edilmiş ve müstakil bir bütçe ile muhtar bir hukukî şahsiyet hâline sokulmuş te’sisler" sayı­ labilir (Ö . L . Barkan, Osmanlı İmparatorluğu W a toprak vakıflarının idarî-malî muhtariyeti meselesi, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, Ankara, 1944, I, 1 5, 2 1 ). Burada söz konusu edilen vakıflardan birinci ve ikinci şıktakiler vakf-t sahîh, üçüncüsü ise Vakfa irsâdî'dit, X V. ve X V I. asırlarda vakf-ı ırsâdîlerin sayısı son derece artmıştır. Ancak, bunlar X V I. asırdan sonra bütün vasıflarım tedricen kaybetmiş­ lerdir. Zîrâ, bu asırdan sonra tanzim edilen vak­ fiyelerde bir veya daha fazla mîrî toprak parçasını vakfeden vâkıflar, pâdişâhın iznini belirten temtifanâme veya rmilfanâme ’lerde ve şer’î hükümlere uygun olarak bu topraklan Önce mülk edindikle­ rini ve sonra "vakf-ı sahîh-i mü 'ebbed ve habs-i sarih-i muhalled İle Vakf u habs" ettiklerini açıklamaktadır­ lar ( B. Yediyıldız, ayn. esr., s. 177 ). Atıf Bey, vak­ fiyesi bu ifâdeleri taşıyan bir vakfın, mîrî araziden meydana gelse bile, vakf-ı sahîh sayılması gerek­ tiği görüşündedir ( Şerh-i kanunnâmemi arâzî, Is-



nesneler arasında, arazîler (b âzı köylerin tamamı, her türlü zirâat işletmeleri, çiftlikler, tarlalar, üzüm bağlan, bahçeler), mesken olarak kullanılan bina­ lar, dükkânlar veya iktisâdı gaye için yapılmış başka yapılar gibi gayr-i menkuller ve hayvan de­ risi, gemi, nakit para gibi menkuller görülmekte­ dir. Vakfedilen gayr-i menkullerin sınırlan ve va­ sıfları umûmiyetle vakfiyelerde tafsilâtlı bir şekilde anlatılmaktadır. Meselâ, ösmanlı vakfiyelerinde, çîftîik denilince, çok defa bundan, belli bir toprak bölümü dışında, orada bulunan binâları, hayvan­ lan, tohumluk tahılı, çift âletlerini ve hattâ birtakım köle ve câriyeleri de içine alan bîr zirâi bütünlük anlaşıl maldadır (muhtelif örnekler için bk. B. Yediyıldız, ayn. esr., s. lOI v .d .). Islâm tarihinde va­ kıflara gelir te’min etmek İçin kölelerin vakfedildiğine rastlanırsa da ( Z.V. Togan, Londra Ve Tah­



ran ’daki İslâmî yazmalardan bazılarına dair, îslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1960, IIÎ/ı-2, 158-160; A . H. Berki, İslâmda vakıf, V D , IV, s. 31; H. B. Kunter, Emir Sultan vakıfları Ve Fâtih ’in Emir Sultan vakfiyesi, V D , IV, 4 7 ), efendilerinin



tanbul, 1309# s. î 6 , 24 ). ö y le görülüyor ki, başlan­ gıçla benimsenen bir prensibe göre, bir mîrî arâziyi husûsî mülkiyete çevirme, onun gelirlerini içtimâ! bir ihtiyacın giderilmesine şer’î olarak tah­ sis edebilmek için kullanılan teknik bir muamele olduğu halde, neticede vakıf, şahsî, maddî ve mânevi faydalar te’mini gayesiyle mîrî bir toprağın mtilkleştirilmesi için bir bahâne hâline gelmiştir, ö yle ki vakfiyelerden anlaşıldığına göre, birçok mîri çiftlik, mezrea veya köyün temlihrnâme yoluyla hu­ sûsî mülkiyete geçirildiği, sonra da bunların yan -ailevî vakıf hâline getirildiği ortaya çıkmaktadır. Timarlar aleyhine tedricen vakıfların artmasına sebep olan bu usûl, X V II. asırdan itibâren bâzı Osmanlı müellifleri tarafından şiddetle tenkıd edil­ miştir (mesalâ bk. Risâle-İ Koçi Bey, İstanbul, 1277, s. 21-26).



rülü ’ye göre, ” bu akidlerde eskiden devlete âit arâziye mahsus bir îcâr şeklinin devamını, daha doğrusu, Bizans hukukunda gördüğümüz emphyt£ose*un islâmiyetten sonraki bir bakiyesini gör­ mek mümkündür ( V D , ayn. mafe, II, 31 v .d .). Türkçe karşılığı fesim olan makata ‘a, bir kîrâ mukavelesi olup, bununla, bir vakıf toprağın iş­ letilmesi, önceden tesbit edilen senelik bir ücret karşılığında başkasına terk edilmekte, ancak kirâcı bu arâzi üzerine kendi husûsî mülkü olmak kaydıyIa, binalar inşâ edebilmekte, hattâ ağaçlar dikebilmektedır. Kirâcı bu toprağı vârislerine bırakma imkânından başka, yeni binâlar ve ağaçlar üzerinde de sınırsız bir mülkiyet hakkına sâhip oluyordu. Bunlan vakıf yapması bile mümkündü; fakat top­ rağın mülkiyeti kendisine âit olmadığından, bu bi­ nâlar ve ağaçlar fakîhler tarafından menkul mal olarak telâkki ediliyordu. Netîcede onların vakfediîmesı örfî hukuka göre mümkün oluyordu ( Ömer Hilmi, ayn. esr., s. i l , 18; B. Yediyıîdız, ayn. esr.,



Miilkiyet-vakıf münâsebetleri bakımından, diğer ülkelerde de vakj-t irsâdî ’ye benzer müesseseler ortaya çıkmıştır. Meselâ Endonezya’da, bir kimse­ nin bir dinî mektep, bir câmi veya bir toplantı sa­ s. 102,136-138, 304). Muhtemelen X V I. asırdan itibâren ortaya çıkan lonu inşâsı için sâhıp olduğu bir arâzi üzerindeki haklarından vazgeçmesine ” ibah” denilmektedir. İcâreleyn, bundan böyle vakıf emlâkin kirâlanmaEğer arâzi, tahsis edilen gayenin dışında kullanılır­ sında en çok kullanılan kirâ şekli olmuştur. Kelime sa, vâkıf hakîanm geri alabilmektedir. Yine Endo­ olarak ” çift kirâ” mânasına gelen icâreleyn, baş­ nezya ’da» hükümdânn bîr toprağın vergilerini langıçta, artık işletilemeyecek bir hâle düşmüş va­ dinî bir mektep veya evliyâya âit bir türbenin ba­ kıf emlâk için tatbik edilmişti. Kirâcı, mukavele­ kımı gibi dinî bir gayeye tahsis etmesine "dessa" nin yapıldığı sırada, bİr defaya mahsus olmak üzere adı verilmektedir ( G . 8 .D e. Janssens, Les tvaçfs dans vakfı îdâre eden mütevelliye, umûmîyetîe vakıf emlâkin gerçek değerinin yarışma müsâvi ve bu l *İslam contemporaîn, R E 1 , 1953, s* 43 ' v .d .). Vakıflara âii bu gelir kaynaklan nasıl işletiliyor­ emlâkin tâmirinde kullanılması gereken, muayyen du? Islâm hukukuna göre, bu mevzûda, vakıfla­ bir para ödüyordu. Buna icâreri muaccele yâni rın vakfiyelerinde belirttikleri şartlara uyulması peşin kirâ bedeli deniliyordu. Kirâcı, aynca her yıl mecbûri idi. Vakfiyelerin tahlilinden anlaşıldığına mütevelliye değişmeyen bir kirâ bedeli daha öde­ göre, vakıf mallann işletilmesi husûsunda, tek yol mekteydi ki, buna icâreri müeccele yâni sonradan değişik şekiller altında ortaya çıkan kiralama ( îcâr) ödenecek kirâ denilmekteydi. Bu ikinci kirânın ye­ sistemiydi, Vâkıflar umûmiyetle vakfettikleri em­ kûnu normal kirâ bedelinin çok altında idi (O slâkin icâre-i sahlha ile kiralanmasını şart koşmuş­ manlılarda icereteyn, mukâta*a ve mîrî arâzi bak­ lardır. Buna İcâreri vâhide veya îcâre-i ma ’râfe adı landaki fetvalar için bk. Meşreb-zâde Mehmed da verilmektedir. Fıkıh kitaplannın tanıdığı tek A rif, Câmi-ü ’l-icâreteyn, İstanbul, 1252). Başlangıçta, vakıf sistemini hayatın dinamizmine kirâ şekli budur. icâre-i şahika ’da kıra müddeti sınırlıdır. Hanefî mezhebine göre, topraklar en fazla uydurmak için ” hukuld bir çâre” olarak telâkkî üç seneliğine, diğer gayr-i menkuller ise ancak bir edilen icâreleyn, tedricen müessesenin iç bünye­ seneliğine kirâlanabilmekteydi (M evkufâtî, î , 369; sini değiştiren çeşitli suistimallerin kaynağı hâline Belin, 96 v .d .). Zamanla, vakıf binâlann yanması gelmiştir, ö y le görülüyor ki, bâzı vakıf müesseseveya arâzîlerin kendilerinden faydalandamaz hâle lerini yıkımdan kurtarmak gayesiyle îcâd edilen bu gelmesi neticesinde, bunları yeniden istifâde edi­ ” şer’î hîle” nin ortaya çıkışından kısa bir zaman lebilir bir hâle getirmek ve vakıf servetinin tedâ- soma, vakıf mülklerini eskiden icâre-i sahîha ile vülüne imkân sağlamak için, muhtelif İslâm mem­ kirâîamış olanlar, bu kirâ şeklini icâreleyn ’e çe­ leketlerinde, mâhiyetleri aşağı yukan aynı olan, virmeyi denemişlerdir. fakat değişik isimlerle anılan, örfî hukuka bağlı yeni icâreleyn ’in başka tatbik şekilleri de vardı: Zen­ kirâ akıdteri ortaya çıkmıştır: Suriye ve M ısır’da gin bir vakfın mütevellisi, vakfın birikmiş parasım hikr veya hufe, Trablus ve T u n u s’ta ferdar, yine değerlendirmek ıçîn, vakıf adma gayr-i menkul T u n u s’ta enzel ( inzâl), Cezayir’de 'ana3, F a s ’ta satın alıyor ve bunu eski mülk sâhibıne icâreleyn ’ie gaelsa (calas) ve gzâ ( cazâ ), bütün M ağrib’de kîrâlıyordu. halvü 'l-intifâ, Osmanlılarda muhûtda, Mısır ve Mütevellilerin, vakıf arsaları, kirâcıîann ic â r e r i Trablus ’îa birlikte Osmanldarda icâreleyn. F . Köp­ muaccele yerine vakıf adına binâ İnşâ etmesi şar-



VARIP. tıyîa, icâreleyn usûlüyle kiraladıkları da oluyordu. Bâzı vesikalarda, İcâreleyn akdinin kirâ yerine mukota a şeklinde değiştirildiği de görülmektedir. Hangi şekilde olursa olsun İcâreteyn ’den fayda­ lanan kirâcılar kirâladıkîan emlâk üzerinde mutlak, mülkiyet hakkına sâhİp olmamakla berâber, bu emlâkten istedikleri gibi faydalanma, onlar üze­ rindeki haklarım çocuklarına, 18 67’den itibâren de diğer vârislerine miras olarak bırakma ve müte­ vellilerin izniyle onları satma imkânları vardı. Boylece, hukukî tâkipten de korunmuş bir mirasa sâhip oluyorlardı. Vakıf müessesesinin de icârer teyn yoluyla işletilemez hâle gelmiş gelir kaynak­ larım tamamen yok olmaktan kurtardığı; düşük fiatlarla daha yüksek değerde toprak veya binâlar kazandığı; vakıf arsalar üzerine kiracılar tarafından yapılmış yeni binâlarm mülkiyetini para ödeme­ den te’min ettiği ve nihâyet, kiracıların vârisleri kalmayınca bütün bu topraklar, binâlar ve onlar üzerindeki hukuka sâhip olduğu görülmektedir. Ancak, netîce itibariyle mukâtaa ve icâreteyn ile kırâlama şekillerinin, gizli bir mülkleştirme mua­ melesi olduğu kabûl edilebilir (tafsilât için bk. B. Yediyıîdız, ayn. esr., s. 138-143; diğer memleket­ lerdeki benzer kirâ akidleri için bk. L . Milliot, Demembrements âu habous; menfa'â, gza, gaelsâ, zmâ, İstighrâq, Paris, 1918 ), Vakıfların gelir kaynaklan arasında isîâmm fâiz yasağına rağmen işletilmek üzere vakfoîunmuş büyük meblağlara ulaşan nakit paralar da bulun­ maktaydı. Bunlann işletilme şekli de, vâkıfların şartlanna bağlıydı. Nakit para vakfeden her vâkıf, vakfiyesin­ de, aşağı yukarı aym formülü tekrarlamaktadır: "Rehn-i kavî ve kefîl-i melî’ veya ikisinden biri ile onu, onbir buçuk hisâbı ile muâmele-i şer’iyye ve murâbaha-i mer’iyye ile bâ-yed-i mütevelli beher sene calâ vechi’l-helâl istirbâh ve istîglâî oluna". Bu cümleden çıkan mâna, açıkça söylen­ mekten kaçınılmasına rağmen, vakfedilen paranın, % 15 *İik bir kârla fâize verilmesinden ibarettir. Vakıf paraların, "mu*âmele-i şer’iyye” veya "hîle-i şer’iyye” yoluyla fâize verilmesi meselesi, İslâm tarihi boyunca zaman zaman, hukukçular arasında sert münâkaşalara sehep olmasına rağmen, ikti­ sâdı zarûretler yüzünden yaygm bir şekilde para vakıfları yapılmasına ve yukarıda bahsedilen usûlle İşletilmesine devam edilmiştir. Para vakıflarının, ihtiyacı olanları, daha yüksek fâiz hadleriyie tefe­ cilik yapanların elinden kurtarma ve onlara uygun şartlarla kredi sağlama gayesine müteveccih olduğu söylenebilir. Aynca para vakfedenlerin umûmiyeî e idareci sınıfa mensup olmaları, bu işin şuurlu bir şekilde yapıldığı düşüncesini doğurmaktadır (taf­ silât için bk. B. Yediyıîdız, ayn. esr., s.. 116 -12 0 , 144-149; ö . Barkan ve E . H, Ayverdi, ayn. esr., X X X -X X X V III; J. E . Mandavüle, Usarious P b



eiyi the Cash Waqf Conteroversy in ijıe Oiloman Emptre, îniernalionat Journal o f M id İh East Stadies, 1979, X , 289-308), Anadolu Selçukluları dev­ rinde tanzim edilmiş bâzı vakfiyelerde de, vakıf gelirleri üzerinden ” bir felâket ve kaza sebebiyle borç almaya mecbur olanlara kuvvetli rehin ve sağ­ lam kefil ile borçla para verilmesi” şartı vardır. An­ cak burada herhangi bir kâr veya fâizden bahsedilmemektedir. İhtiyacı olan fakirlere bir seneliğine fâizsiz para verme muâmelesine, 1943'te M ısır’da rastlanmıştır ( Janssens, ayn. makale, 3. 29). Vakıf müessesesı muhtelif İslâm devletleri ve ülkelerinde büyük inkişâf göstermiş; ancak büyük vakıflar, dâima geniş servet kaynaklarına mâlik ve iktisâdî-mâlî seviye bakımından kudretli impara­ torluklar zamanında tesis edilmiştir ( F , Köprülü, ayn. makale, V D , II, 14 ). Vakıfların iktisâdı gücünü tâyin için, bunlann servet kaynaklan ve gelirlerini bilmeye ve bu iktisâdı gücün memleketin umûmî ikiisâdiyatma nîsbetini tesbıte ihtiyaç vardır. Bunun için, vakfiyeler ve vakıflarla ilgili diğer vesikalar üzerinde yapılması gereken tahlillerin sayısı henüz az ise de, bâzı müşahede ve değerlendirmeler bu hususta umûmî bir fikir verebilir. Meselâ Memlûlder zamanında Mısır topraklanmn yedide ikisini vakıf topraklar teşkil ediyordu. 1375 ’te yapılan bir sayıma göre, 2.163 köyden 268 'inin tamamen vakıf, 827'sinin iktâ olduğu, geriye kalanlardan 558 'inin vakıf ve iktâ ’lar arasında, 115 ’inîn vakıf, iktâ ve husûsî mülkler arasında, 27 'sinin vakıf ve gelirleri Memlûklere tahsis edilen rizak ’lar arasında paylaşıldığı, 368 köyün ise çe­ şitli gayeler için kullanıldığı görülmektedir ( A . Darrâg, ayn. esr., s. 14). Yine M ısır’da, 1951 sene­ sinde kadastrosu yapılan 5.948.124 Jeddân ( 1 feddân aşağı yukarı 4.200 m2) toprağın 592.633 feddânı ( % ı o ) vakıf topraklardı. Bunlara kıral vakıfları dâhil değildir. 1952'de Kıral Fâruk a âit vakıf arâzi 75.000 feddân civârında bulunmaktaydı (D e Jans­ sens, ayn. esr., s. 53 v .d .). 1920 ’de, Bakû, Gence, Şuşa ve çevresindeki zi­ râat sâhalan, hamamlar, kervansaraylar ve dükkân­ lardan müteşekkil vakıf emlâkin tahminî geliri 689.897 ruble, gideri ise 293.408 rubledir ( K. S. Gubaydalin, Azerbaycan vaktflart, V D , I, 139* 14 5 ). 1 9 1 7 ‘de vakıf topraklar Orta-Asya 'daki ekili arâzinin % 8 -1 0 'unu teşkîl etmekteydi ( A . Bennigsen ve C . L . Quelquejay, L ’ Iskan en Union Soüietiqae, Paris, 1968, s. 15 1 ). ösmanlı İmparatorluğu ’nda, X V I. asır başla­ rında, toprakların beşte üçü dirlik sâhiplerinin elinde bulunmakta, beşte birisini doğrudan doğruya devlete bağlı pâdişâh haslan, beşte birini ise vakıf toprak­ lar: teşkîl etmekte idi ( ö . L . Barkan, Osmanlt împar



rekorluğu 'nda toprak Vakıflamım idarbmaU mahr tariyeti meselesi, T H T D , Ankara, 1944, I, * 5 ). Ö.LJBarkan tarafından 1527-1528 senesine âit neşre­



î60



VÂKIF.



dilmiş olan bir Osmanh bütçesi {H . 933-934 [ = 15271528] M alî yılına âit bir bütçe örneği, ÎF M , 1954» X V , 2 7 7 ), merkezî devlet, mahallî idâre ve vakıf­ ların gelir durumlarım ayn ayn göstermektedir. Buna göre, 537.9 milyon akça olan umûmî gelirin, % 5 l ’i pâdişâh haslarından gelen merkezî bütçeye, % 37 'si diğer haslardan ve timarlardan gelen ma­ hallî idâreler bütçesine, % 12 ’si ise vakıflar büt­ çesine aittir. 60.5 milyon akça tutan bu sonuncu kısım, vakıf topraklardan gelen gelirdir. Vakıf bina­ lardan, paralardan ve vakıfların diğer gelir kaynak­ larından elde edilen gelirler buna dâhil değildir. 964 ( 1 5 5 7 ) tarihli Süleymâmye Vakfiyesi (nşr. K . E. Kürkçüoğîu, Ankara, 1967, s. 7 ) 'ne göre, Süleymâniye külîiyesinîn gelir kaynaklan arasında, 1 hamam, birçok dükkân ve evden başka, 217 köy, 30 mezra, 2 mahalle, 7 değirmen, 2 dalyan, 2 iskele, 1 çayırlık, 2 çiftlik, 2 ada v.s. bulunmaktadır. Mouradja d ’Ohsson ( Tableau general de l ’Emr pire Otloman, Paris, 1787-1828, II, 5 6 i) a göre, Türkiye *de gayr-i menkullerin büyük bir kısmı câmilere tahsis edilmiştir. Vakfiyelerin tahlilîne da­ yanarak» X V III. asırda Türk vakıflarının gelir ye­ kûnunu 1 .168.167.272 akça olarak tahmin etmekte­ yiz (B . Yedıyıldız, ayn. esr., s. 150 v .d .). 1781-1786 senelerinde İstanbul 'da bulunan Toderîni ( De la litterature des Turcs, Paris, 1789» I» 9°)» devlet ge­ lirlerini 20 milyon kuruş ( 1 kuruş— 120 akça) ola­ rak göstermektedir ki, bizim bulduğumuz rakama göre, bu gelir vakıf irâdımn İki katma tekabül et­ mektedir. Buna mukabil W, Eton *in, 1774 ’ten sonraki senelere âit verdiği rakamlar ( 4.492.250.000 akça) dikkate alınırsa (bk, C. Moratvitz, Lesfinances de ta Turgaİe, Paris, 1902, s. 14 ), vakıfların devlet bütçesinin dörtte birini geçtiği söylenebilir. 1336 (1920) senesine âit Evkaf Bütçe Kanunu ’nda Evkaf Vekâleti ’nce toplanacak gelirlerin umûmî ye­ kûnu 511,148 lira olarak gösterilmektedir ( Cerîde-i Resmîye, 7 mart 1337, sayı 15 ), Vakıflar Genel Müdürlüğü 'nün 1928 senesine âit tahsilat yekûnu 2.908.003.46 T L ; 1971 senesİninki ise, 134-*46 .466.93 T L . olarak gözükmektedir ( Cumhuriyetin 50. ydında vakıflar, s. 266). Genel müdürlüğün yaptığı envan­ ter çalışmalarına göre, 1972 senesinde, müdürlüğün idâresi ve kontrolü altında, 24.560 "mazbut akar vakıf taşınmaz mal” ( işham, han, otel, kervansaray, ev, dükkân v .s .), 5.827 "mülhak akar vakıf taşınmaz mal” bulunuyordu ( ayn. esr., s. 248 v.d., 251 v .d .). Çeşitli dinî-hayrî müesseseler kurarak, menkul veya gayr-i menkul mallarının bir kısmım da bu müesseseîerin bakımı ve işletilmesine tahsis eden vâ­ kıfların, cemiyetin hangi tabaka veya zümresine, hangi meslek grubuna mensup olduğunu tâyin için gerekli istatistifeî tahliller henüz yapılmamıştır. An­ cak bizim ilk teshillerimize göre, X V III. asır Türkiyesi vâkıflarının % 8 l.ı'im n "askerî sınıf” a, geriye kalanının da "reâyâya mensup” kimseler olduğu



söylenebilir (B . Yedıyıldız, ayn. esr., s. 162-175). Bâzı devrelerde hemen hemen devlet bütçesinin yansına denk senelik gelir basıl eden binâ, arâzi ve nakit para gibi mevkuf mallara sahip olup, dinî ve içtimâî müesseselerinde bu gelirlerin büyük bir kısmının kendilerine tahsis edildiği binlerce kişiyi bünyesi içinde bulunduran, İslâm hukukunun hük­ mî şahsiyet olarak tanıdığı sayısız âmme kuruluşîanndan müteşekkil vakıf müessesesinin, şüphesiz bir idâre ve murâkabe sistemine sâhip olması gere­ kiyordu. Müessesenin ortaya çıkışıyla birlikte, bu idâre ve murâkabenin usûl ve kaideleri İslâm hu­ kukçuları tarafından tetkik ve tesbit edilmiş, nazarî hukuk kitaplarında tafsilâtlı bir şekilde anlatılmıştır. Bu esaslan F . Köprülü şöylece belirtir: ” Bu hususta vâkıfın arzu ve irâdesi, başlıca âmildir; gözetilmesi îcab eden başlıca gaye, vakfın menfaatidir. Bu idâre ya doğrudan doğruya vâkıf tarafından yahut tesbit etmiş olduğu şartlara göre tâyin edilen nazır ve mü7evellî gibi unvanlar alan vekiller tarafından icra olunur. Devlet otoritesinin bunlar üzerinde umûmî bir murâkabe hakkı mevcud olup, bu da bilhassa kadı­ lar tarafından İcrâ edilir. Hükümdar, emtrü 'l-mü 'mi­ nin olmak sıfatı ile, vakıflar Üzerinde yalnız murâ­ kabe hakkına değil hattâ... daha geniş haklara mâlikdir” ( ayn. makale, V D , II, 14 ). Esaslan bu şekilde çizilmiş ve umûmiyetle bun­ lara uyulmaya çalışılmış olmasına rağmen, her zaman nazariye ile tatbikat biribifini tutmamaktadır. Onun için tarihî bakımdan mühim olan, F. Köprülü nün ifadesiyle, "muhtelif İslâm ve T ürk devletlerinde evkaf İdâresinin nasıl usûllere tâbi tutulduğunu, devlet murâkabesinin ne şekilde yapıldığını ve bütün bunlann vakıflann inkişafı üzerinde nasıl bir tesir vücûda getirdiğini anlamaktır.” Abbâsîier zamanında, vakıflar mevzüunda, ka­ dıların birçok yolsuz hareketleri görüldüğünden, hükümdârm vakıfların teftiş ve murâkabesiyîe meş­ gul olmasını isteyen Mâverdı (ölm . 450=1058 ) ’ye göre, vakıflar iki kısma ayrılmaktadır: 1. Amme hizmetlerine âit umumi vaktfiarî 2. Menfaati mu­ ayyen kimselere tahsis edilmiş hususî vakıflar. D îvân-ı Mezâlim'va. husûsî vakıflarla meşgul olması için, alâkalılardan birinin şikâyette bulunması ge­ rekmektedir. Halbuki umûmî vakıflar hakkında hiç­ bir şikâyet olması bile, bunları teftiş ve murâkabe etmek, gayelerine ve vâkıfın şartlarına uygun bir surette iyi idâre edilip edilmediklerim araştırmak, Divân-ı Mezâlim'in vazifeleri arasındadır. Men­ faati, seyyidlere yâni peygamber âilesine mensup kimselere tahsis edilmiş vakıflann idâre ve murâkabesi de doğrudan doğruya nakîblere âittir ( F . Köprülü, ayn. makale, V D , II, 15 )Endülüs Emevîlerinde, vakıf gelirleri, Kurtuba Büyük Camii ’nın yanında bir binâ ( makşura) 'da muhafaza edilen ve Bayt al-mâl adını alan bir ha­ zînede toplanıyordu. Bayt al-mâl, şark İslâm dün-



VAKİ?. yasında anlaşıldığı gibi devlet hazînesi değildi. En­ dülüs ’de devlet hazînesine hizânai al-mâl adı ve­ riliyordu. Bu iki hazîne biribirinden tamamen fark­ lıydı. Devletin en sıkışık zamanlarında bile biribirine kanştırılraamıştı, Kadı ’mn idâre ve murâkabesı altında bulunan beyîü'l-mâl üzerinde devletin mu­ râkabe hakkı yoktu. Burada biriken sermâyeyi an­ cak kadı içtimâi hizmetler ( maşülih câmma) için harcayabiliyordu. Bununla fakirlere nakdî yardımda bulunuluyor, câmilerin bakım masrafları karşılanıyor ve câmi hizmetlerinin masrafları Ödeniyordu, Kadı, çok sıkışık zamanlarda, kâfirlere karşı seferler ter­ tip etmesi veya sınırların müdâfaası yolunda ted­ birler alması için hükümdâra bu hazîneden yardım­ da bulunma salâhiyetine de sâhipti. Kadı buraya bağlı vakıfları, belli sayıda husûsî vakıf memurları ve nâzırlan vâsıtasıyla idâre ediyordu. Bu vakıflar inkişaf ettikçe bunların faâliyet ve ehemmiyetleri de artmıştır ( E. LĞvi-Provençai, Histoîre da l 'Espagne musuhncme, Paris, 1953* U f, 32» *35 )* Abbâsî hilâfetinden ayrılarak, îran ve Mâverâünnehr ’de müstakil devletler kuran hükümdarlar devrinde, mevcud vakıf İdâresinin devam ettiği gö­ rülmektedir. Sâmânîlerde, merkezî İdâreyı teşkil eden muhtelif dîvânlar arasında bir de Vakıflar D î­ vânı mevcuttu. Sonradan bu teşkilât kaldırılarak, vakıf idâresî Kadı Dîvânı ’na bağlanmıştır. Gazneliler, Selçuklu İmparatorluğu, Atabekler, Anadolu Selçukluları, Eyyûbîler, Hindistan ve Efganistan ’da kurulan diğer hânedanîar zamanında da, Abbâsî sistemi devam etmiştir. Bâzı tarihî vesika­ lardan anlaşıldığına göre, Hârizmşâhlar devrinde ihmâl veya suîstîmâlİ görülen mütevelliler azle­ diliyor, yerlerine hükümdânn fermam ile devlet ricâlinden biri mütevelli tâyin ediliyordu. Müte­ velli, vakfı daha iyi idâre edebilmek için, lüzumu kadar memur tâyin edebiliyordu. Mütevellileri bulunan vakıfların teftiş ve murakabesi, bulunma­ yanların doğrudan doğruya ıdâresi, dinî ve hayrî müesseseîerde vazife görenlerin azil ve nasbi, mem­ leketin her tarafına kadılar tâyini, onların verdikleri kazaî ve idâri kararların şikâyet hâlinde yeniden tetkiki, merkezî idarenin mühim bîr uzvu olan ve îfü zi 'l-fa zâ t veya afcza 'l-kuzât unvanını taşıyan baş-kadıya aitti. Emri altında bulunan bu teş­ kilât; ile baş-kadı, bütün vakıfları teftiş ve idâre etmekte; bunun İçin de nâibler, âmirler, müte­ velliler, müşrifler (m üfettişler), muhâsibler tâ­ yineselâhîyetli bulunmakta ve bunların tahsisatım vakıflar hâsılatından ödeyebilmekteydi ( F. Köprülü, ayn. makale, V D , II, 16 v.d.). Hicrî IV . asrın iik yarısında M ısır’da, vakıfların idâre ve nezâreti ve bunlara âit dâvaların halli için husûsî bîr kadı tâyin edildiği bilinmektedir. Fâtımîler, arâzı vakfını yasakladılar ve vakıf işlerinin mura­ kabesini, daha önceki İslâm devletlerinde olduğu gibi, kâzi 'l-kuzât ’ın emri altında Divân al-ahbâs İslâm Ansiklopedisi



adh bîr teşkilâta tevdi ettiler. Halîfe al-Mu'izz, 364 (974) ’te, el koyduğu vakıf gelirlerini, 1,5 milyar dirhem karşılığında iltizâma verdi. Bu paradan va­ kıfların masrafları karşılanıyor, gerisi de devlet ha­ zînesine kalıyordu. Bu iltizam usûlü, vakıflarda yol­ suzlukları artırmış ve gelirlerin düşmesine sebep olmuştur. Halîfe al-Hâkim (386-411=996-1021), bu usûlden vazgeçtiyse de, durum düzeltilemedi. Ancak Salâhaddîn Eyyûbî, Mısır '1 zabtedince vakıfları ıslâh etmeye çalıştı. Eyyûbîler zamanında Mısır ’da, bilhassa Sünnîliğin temsil edildiği medrese ve hankah vakıfları son derecede artmıştır ( Mak~ rîzî, tfU St, Bulak, 1853, II, 362-374, 414-416; İbn Baitüfa» Rıfata, trc. C. Defr£mery ve B. R, Sangtı™ inettı, Paris, 1853, I, 7 1 )• Memlûkler zamanında da Mısır ’da vakıfların son derece inkişâf ettiği görülmektedir. Bu vakıflar, Ak­ baş, Aokâf Ifukmiyya ve A vfcâf Ahliyya olmak üze­ re üçe ayrılıyordu. Ş er’ı vakıfları teşkil eden birin­ cisi, başmda nazır al-afabas denen ve merkezî devlet teşkilâtının ileri gelenlerinden Davâdâr *a karşı mes’ûl bîr vazifelinin bulunduğu dîvân tarafından idâre edilmekteydi. Gelirleri Harameyn ’e veya müslüman esirlerin satın alınmasına tahsis edilmiş olup, bilhassa Mısır ve Kahire’deki mülklerden meydana gelen İkincisinin, idâre işlerini bir veya iki nâzırla maiyyetlerindeki dîvânlar yürütüyordu, Bunlann teftiş ve murâkabesı Şafiî kâzıl-kuzâf"ma âitti. Aile vakıfları olan üçüncüsü ise, vâkıfın âilesine mensup kimseler tarafından seçilmiş yahut hükümdür ve kadı tarafından tâyin edilmiş bir nâzına idâresî al­ tında bulunuyordu. Vakıf arâzinin artışı, devlet ge­ lirlerinin azalmasına sebep olduğu gibi, vakıflann idâresî de büyük yolsuzluklara sahne olmuştu. Mem­ lûkler, bu yolsuzluklara son vermek ve hazînenin gelirlerini artırmak için muhtelif teşebbüslerde bulundularsa da kadıların muhâlefeti yüzünden muvaffakİyetsizliğe uğradılar. Bu cümleden olarak, 657 (1258/1259) ve 922 (1 5 1 6 ) seneleri arasında altı defa, âdi harp masraflanm karşılamak üzere vakıf gelirlerinin bir kısmına elkonulması düşünüldü. Berkuk, 780 (1378/1379) ’de ordu kumandanı, 800 (1397/1398 )’de ise sultan sıfatıyle vakıfları tamamen ortadan kaldırmayı denediği gibi, Emîr Laçin ( ölm. 804 = 1402) de vakıfları devletleştir­ me düşüncesini gerçekleştiremedi. Şahsuvâr’a kar*? şı harp hazırlıkları sırasında, devlet hazînesi boş ol­ duğu için, 872 (1 4 6 8 )’de, vakıf gelirlerinin bü­ yük bir kısmına elkoymak isteyen Sultan Kayıtbay’m teşebbüsü, Hanefî kadısı tarafından engellendi. Yol­ suzluklara son vererek, vakıfları yeniden tanzîm hu­ susunda Barsbay *m teşebbüsleri de netice vermemiş­ tir ( A . Darrâg, ayn. esr., s. 12-18; fcrş. F . Köprülü, ayn. makale, V D , II, 17-19; Memlûkler devrinde vakıf yapan bâzı kadınlar ve eserleri için bk. A . Abd Ar-Razİg, "Trots fondations feminines dans VEgtjpie mamlouke", R E I , X L I/ı, 1973» s* $$-126). F.



n



Ü2



VÂkiR



X III. asırda, Moğul istilâsına uğrayan İslâm ül­ ösmanhlarda padişahlar ve diğer vâkıflar, vakıf­ kelerinde, hemen hemen bir asır devammca, "bü­ larının mütevellîliğini evlâdîarına ve nezâretini yük tahriplere, gasplara, suistimâlîere uğramış ve de, sadrâzamhk, şeyhülislâmlık, dârüssâade ağa­ merkezî idâre tarafından tamamıyîe istilâ edilmiş lığı ve İstanbul kadılığı gibi yüksek devlet makam­ olan İslâm vakıfları, müslüman Moğul hükümdar- larına tevdî ettikleri için, sayısız vakıf bu hizmetleri lan tarafından derhal büyük bir himâyeye mazhar deruhte eden ricâlin nezâretinde idi. Sadrâzama oldu; eski vakıflar ve onların vergi muafiyetleri bağlı vakıfların işlerini Vezir müfettişi unvânını iâde ve te’kid edildiği gibi, hükümdarlar, prensler, taşıyan bir kişi yürütüyordu ( krş. Lutfî, Tarih, büyük devlet ricâli tarafından yeniden muazzam İstanbul, 1290 I, 205 v.d.; Mustafa Nuri Paşa, Nevakıflar te’sis edildi" ( F . Köprülü, ayrı, makale, tâyicü 'Tvukuât, İstanbul, 1328, IV , 99-100). OsV D , II, 19 ). Şeyhülislâm Kamâl al-dîn R â fH ’yi, manlılarda sâdece vakıflarla ilgili dâvalara bakan İslâm vakıfların yeniden tanzim ve murâkabesine kadılar da vardı. Bunlar, müfettiş kadılar olup, üçü tâyin eden Iran Moğullarınm ilk müslüman hüküm- İstanbul ’da, biri Edime ve biri de Bursa mahkeme­ dârı Ahmed Teküder ve ondan sonra Gazan Han ’ın, lerinde vazifeliydiler. Bu çeşit dâvâlara diğer şehir­ vakıfların İslâm hukukuna göre idâre edilmesi lerde kadı ve nâibler bakıyordu ( E. Z . Karal, Qshususunda gösterdikleri gayretler ve aldıkları tedbir­ manlt tarihi, 1976, V I, 138 ). ler dikkat çekicidir. /Gazan ve Olcaytu gibi sultan­ Fâtih Sultan Mehmed ’in, devletin mâlî durumu­ lar ile Reşîdüddîn gibi devlet adamları da, bu dev­ nu düzeltmek, vakıflarla zenginleşen tarikat şeyh­ rede büyük vakıflar kurmuşlardır. Gazan H an ’ın lerinin İktisadî gücünü, dolayısıyla içtımâî ve siyâsî çok zengin olan vakıfları, başında iki vezirin bulun­ nüfûzlanm kırmak, timarlı sipahinin sayısını artır­ duğu bir dîvân tarafından idâre ediliyordu ( F . mak gibi düşüncelerle, vakıf ve mülk arâziyi dev­ Köprülü, ayn. makale, V D , II, 19-21; Reşîdüd­ letleştirdiği ve bunları timar hâline getirdiği bilin­ d în ’in kendisi tarafından yazılan vakfiyesinin fak­ mektedir ( N . Beidiceanu, Recherches sur la reforme similesi için bk. Raşld al-din Fazl Allah, al-Vafcfi­ fonci&re de Mehmed I I , A d a Historica, Monachii, yat al~Raşîdiya hİ~ba}f al-vakif f î bayan şaratif umur 1965, IV, 27-39). Fakat Fâtih’in ölümünden sonra al-vakf v a ’Tmöşârif, Tahran, 1350 [19 72 ]). bunlar eski vaziyetlerine ircâ olundu. Anadolu ’da kurulan Selçuklular, DânîşmendOsmanlılarm Arabistan’ı fethinden sonra, Mekke İiler, Selçuklu sonrası Türk Beylikleri ve OsmanlI­ ve Medine şehirlerindeki dinî ve hayrî müesseseler ların ilk devirlerinde sayısız vakıflar yapılmış, bun­ ve orada oturanlar lehine, imparatorluğun muhtelif lar vâkıfların vakfiyelerinde belirttikleri şartlara mıntıkalarında yapılmış binlerce vakfın, yâni Haragöre tâyin edilen mütevelliler tarafından idâre edil­ meyn vakıflarının nâztrîtğma Dârüssaâde ağaları tâyin mişler ve yine bahis mevzuu şartlar gereğince tâ­ edilirdi. Pâdişâhların, sultanların, bâzı devlet rica­ yin edilen nâzırlar tarafından murâkabe olunmuş­ linin ve bizzat Dârüssaâde ağalarının vakıfları da hu lardır. Konya baş-kadısmm bütün Selçuklu vakıf­ nezâretin murakabesi altındaydı. Bu vakıfların tef­ larına nezâret ettiği, vakıfların artışıyla bir Evkaf tiş ve murâkabe işlerini yürütmek maksadıyle, Dârüs­ Nâzırhğı kurulduğu ve bu hizmetin belli-başh saâde ağalığına bağlı, Evkaf-ı Harameyn Müfettiş­ devlet ricâîinden meşhur kimselere verildiği bilin­ liği, Evkaf-ı Harameyn Muhasebeciliği, Evkaf~t Ha­ mektedir ( O. Turan, Türkiye Selçukluları hokkada rameyn Makata'acılığı ve Dârüssaâde Yazıcılığı resmî vesikalar, Ankara, 1958, s. 45 )• Nitekim, adıyla dört dâire kurulmuştu ( I, M . Kemal ve Keykâvus I. ’un Sivas 'takı Dâruşşıfâ vakfiyesinde H. Hüsameddin, Evkaf-t Hümâyûn Nezâreti *nin (6 1 7 ™ 1220), " D â rü ’ş-şifâ evkafı ile umûmen tarıhçe-i teşkilâtı t>e nuzzânn ierâcüm-i ahvâli, İs­ memâlik-i Selçûkîye evkafı için... emîr, üstâdü ’d- tanbul, 1335, s. 14-16). X V III. asırda kurulan Türk vakıflarının % 6 4 dâr ve hazînedâr Ferruh b. Abdullah ’ı mütevelli ve nâzır tâyin etmiştir. Gerek umum evkafta, gerek ’ünün nezâreti, doğrudan doğruya kadılara bağlı işbu dârü ’ş-şifâ evkafında" her türlü idâri salâhi­ idi. Geriye kalanın ( % 3 ö ) nezâreti ise, bizzat vâ­ yetin kendisine verildiği kaydedilmiştir (M . Cev­ kıflar tarafından muhtelif kimselere tevdî edilmiş­ det, "Sivas Dârüşşifâsı vakfiyesi Ve tercümesi, V D , ti. idâre, yâni tevliyet husûsuna gelince, bu devir 1, 37 v.d,; bu devrede Anadolu’da te’sis edilen bâzı Türk vâkıflarından büyük bîr kısmının ( % 5 6 ) , vakıfların vakfiyeleri için bk. O. Turan, Selçuk bizzat kendilerini mütevelli tâyin ettikleri, ölümle­ devri vakfiyeleri L Şemseddin A lton -A ba , vakfi­ rinden sonra bu vazifeyi çocuklarına ( evlâd), neslin yesi ve kayatt, Belleten, 1947, X I, 197-235; ayn, mil., inkırazından sonra da akrabalarına veya âzadh kö­ Selçuk devri vakfiyeleri İL Mübârizeddin Er-iokuş lelerine şart koştukları görülmektedir. Vâkıfların ve vakfiyesi, Belleten, 1947, X İ, 415-429; ayn. m il, ancak % u ’i, tevliyet hizmetini İdelerine mensup Selçuk .*. Aşağıda Arap müelliflerinin veya şark eserlerinin adlarım tâkib eden sayfaların.hangi neşre âit olduğunu tayin için, aynca tasrih edilmemişse, benim Relatİorts de voyar ges et textes geographiyaes arabes, persans et turfa adlı eserime (bk . bibi.) başvurulmalıdır. î . CENUP veya AFRİKA V Â K V Â K ’l : Vâkvâk adalan, Garbı Hindistan sâhilîeriyle Z an c’lerin yaşadığı ülke arasındaki Lârvî denizinde yer al­ maktadır ( Ya'kübf, s. 49). Cenup Vâkvâk ’ı, Çin Vâkvâk ’ından farklıdır ( Ibn al-Fafyih, s. 55 )■ Sofâla ve Vâkvâk ülkeleri, Zanc denizi hududlarmda bulunmaktadır (M as'üdî, s. to S ), Vâkvâk mem­ leketi, Sofâla’nınkine bitişiktir. Burada Darü ve Nabhana adında perişan durumda ve seyrek iskân edilmiş iki kasaba vardı ( IdrisI, s. 183). Korkunç ve çirkin zencilerle meskûn Dağdağa kasabası, Vâk­ vâk ülke ve adasına komşudur ( tdrîsl, s, 184), Vâkvâk, Zanc ülkesinde ( îbn al-Vardı, s. 425 ), So­ fâla’nm şarkında [=cenûbunda] olup, I. iklimin 10. bölgesi sonuna kadar kesintisiz uzayan Hind Denizi’ nîn cenup [= g a rb ] sâhilinde, Hınd Denizi’nin Büyük Okyanus ’tan ayrıldığı yerdedir ( îbn Haldun, s. 460). Vâkvâk adaları, DîbacSt al-Dum ( = Laccadives ve Maldives) adalarının sonuncusu civârındadır ( Meroeİlles de l *inde, s. 856 ). Zanc ülkesindeki Vâkvâk geniş, verimli ve müreffehdir ( îbn al-Vardı, s. 425 )• Cenup Vâkvâk’mm altını, Çin Vâkvâk’ı altı­ nına nazaran daha düşük kalitededir ( îbn al-Fakîh, s. 55), Zanc ’lerin ülkesindeki Vâkvâk ’da çok altın vardır (M as'üdî, s. 108; îbn al-Vardî, s.



425 ). Zanc Vâkvâk '1 yerlilerinin gemileri yoktu; ancak Umânîı tüccarlar onlarla ticâret yapmaya gelir ve orada hurma karşılığında esir satın alırlar idi ( îbn



VÂKVÂK.



m



al-Vardî, s. 425; ayrıca bk. İdrîsî, s. 183). Ora­ da, soğuk ve yağmur bilinmez ( îbn al-Vardî, s.



Vâkvak adalarının hükümdarı bir kadındır. O, başında altın bir tâcı ve etrafında çıplak dört bin genç esir olduğu hâlde, tahtına çıplak bir halde 425 ). H. ŞARK veya çİN v â k v â k *i: Vakvâk, Ç in ’in oturur. Bu kıraliçenin ismi Damhara olup, altından şarkında ( lbn îjfurdâzbih, s. 3°)» Çin ’in ötesinde örülü elbise ile altından ayakkabılar giyer ( îbn al( lbn al-Fakîh, s. 55 ), Irak ’m ccnûbunda ( Abrege Vardî, s. 415; krş. İdrîsî, s. 17 7), des MerodU.es, s. 140) bulunmaktadır. Çin Vâk­ Vâkvâk ahâlisinin bir kısmı siyahtır (al-BIrünî, v â k ’ı, üstün kaliteli altınıyla Cenup Vâkvâk ’mdan s, 164). Bunlar kalabalık olup, Türklere benzerler, aynlır ( lbn al-Fakîh, s. 55 ). Şarkta en uzak şe­ çok hünerli, faâl ve zeki olmalarına rağmen hâin, hir olan Kankdiz, Çın ve Vâfcvâk’ın hudûdunda yalancı ve kurnazdırlar ( Mervdlles de l'In d e, s, yer alır ( Mafâtîh ai-culöm, nşr. G . van Vloten, s. 587). T ek parçadan ibâret kollu gömlekler dokur­ 217 ). Vâkvak adası ise, Büyük Okyanus 'un şİmâl-i lar; büyük gemiler ve yüzen evler yaparlar ( İbn şarkîsinde yer alır (al-BIrünl, Itanün aî~MascÛİî, al-Vardî, s. 415 ). s. 598), Vâkvak adası, fcîmer adalar grubunun bir 334 ( 9 4 5 )'te, 1.000 sandaldan ibâret bir Vâkvâk parçasını teşkil eder (al-BIrünî, s. 163). Vâkvak, filosu, Şarla Afrika nm bâzı adaları ile Zanc ’lerin Zulmet Denizi ’nin cenup kısmmdadır ( İdrîsî, s. Sofâla’dakî birçok kasabalarım yağma etmeye gel­ 190). Müca ve Bulut adalarına, adacıklar ile eri­ mişti. Vâkvâk'1ar, buraya, kendi memleketleri ve şilmez dağlarla kesilen yerlere komşudur (Îdrisî, Çinliler için gerekli olan fildişi, kaplumbağa kabuğu, s. 192 v.d.). Burası, Ç in 'in yukarısında [yânı ce- panter derisi, amber ve zenci köleler gibi ticâret nûbunda] yer alır (Yâküt, s. 231 v.d.). Çin Deni- metâ’ı almaya gelirlerdi. Onların bu deniz yolcu­ zi’nde bulunan Vâ^vâk adaları, Zâbag [=Sum atra] luğu bir sene sürerdi ( MerodÜes de l 'inde, s. 587 adalarına komşudur ( ICazvînî, s. 300, 303, 3 1 1 ) ; v.d .). Erkekler kadınlardan daha süslü idiler (a îbunlar Uzak Şark 'ta yer alırlar ( îbn Sacıd, s. 334 ); Bîrünî). bu adalar Uşçlkün silsilesinin ötesinde hemen hemen Bâzan Çinliler buraya gelirler ( İdrîsî, s. 193 ) ve kıyıya çok yakındır; oraya Zulmet Okyanusu’nun tüccarlarla birlikte altın aramaya giderlerdi {ayn, ( ayn. esr., s. 39 1) berisindeki Çin Denizi ( Dİmaşkl, esr., s. 194). Buraya kimse çıkamazdı ( îbn Sa'îd, s. 3 75) vâsıtasıyla ulaşılır. Bunlar Çin Denizi ’nin s. 335 ). en meşhur adaları olup, sayılan yüzü aşkındır ( N uzBurada bol miktarda altın vardı ( lbn fjurdâzkai al-ltttlvb, trc. G . L e Strange, s. 222). Vâkvak bih, s. 31; îbn al-Fakîh, s. 55; idrîsî, s. 194; I£azadaları, Komor adasının cenubunda, Sıla î = Kore ] vînî, s. 300; lbn Sa'îd, s. 334; îbn aî-Vardî, s. 415; adalarının ise garbında yer alır ( İbn Haldün, s. Bâkuvî, s, 463). Köpek, maymun ve diğer ehlî 4 6 1); Çin D enizi’nde ve Zâbag adalannın yakı­ hayvanların zincir ve tasmaları altındandı ( lbn nında olup sayılarının 1.600 olduğu söylenir (B â- kfurdazbih, s. 3 î; Kazvînî, s, 300; Dimaşkî, s. 39i; kuvl, s. 463); Timor, Banda ve Moluccas adala­ lbn al-Vardî, s. 414; Bâkuvî, s. 463), Reislerin yap­ rının cenûbundadır (Sîdî CAH, s. 5*3 )î Ç in 'in tırdığı altından tuğlalarla kale ve evler inşâ edilirdi karşısından Afrika’nın şark kıyısına bir senede gi­ ( îb n aî-Vardî, s. 14 i; krş. Abü Zayd Haşan, s. dilir ( Mervdües de î 'inde, s. 588 ), Vâkvak, Süveyş­ 84), Orada altından dokunmuş gömlekler satı­ 'ten 4-500 fersahtır ( îbn Hurdâzbih, s. 32 )• lırdı ( lbn îjhırdâzbih, s, 31 ve 674; Kazvînî, s. 300 Zâbag *a komşu olan Sumatra'mn garp kıyısın­ v .d .). Altın, külçe veya toz hâlinde ihrâç edilirdi daki Nias adası, Vâkvak takım-adaîanna dâhildir ( İdrîsî, s. 194). Vâkvâk adalarındaki altın cevheri ( îbn aî-Vardî, 3,414 v.d .). Sribuza-Çin yolu üzerin­ Öylesine boldu ki, resmî emirler altın levhalar üze­ de, Sribuza [== Sumatra’mn cenûb-i şarkîsindeki rine hakkedilİrdİ ( Nuzhat al-fculüb, trc. G . Le Palemban) 'dan 50 zam (150 saatlik yo l)'Iık me- Strange, s. 192 ). sâfede, Çampa f — bugünkü Annam J’dan 15 zâm Demir bulunmadığından, diğer memleketlerde (4 5 saatlik yo l) mesâfede bulunan bir adada, Vâk- altının itibârı burada demir içm gösterilirdi (D İvâk takım-adalarındandır ( Meroeittes de l 'inde, maşkî, s. 391 )N e b a t l a r ı : Yüksek kaliteli abanoz ( lbn tJtars. 589 )Vâkvak a Coromandel kıyısından gidilir ( D imaşkî, s. 39i ); buraya yıldızlara bakılarak ulaşılır ( î^azvînî, s. 300 ve 3 11 5 îbn al-Vardî, s. 4 15 î Bâkuvî, s. 463). Vâkvak, büyük bir adadır ( îb n al-Vardî, s. 4 15 ). Vâkvak adalarının sayısı 1.700 (Kazvînî, s.300; Ibn-al-Vardî, s. 4 1 5 ) veya 1.600 (İfazvînl, s. 3 1 i; Bâkuvî, s. 463) 'dür. Bu adalar meskûn olup, top­ rakları denilmiştir ( îb n al-Vardî, s. 14 5 ); büyük kasabaları vardır ( Mervdües de VInde, s. 387),



dâzbih» s. 3 1; Îdrisî, s. 194)» abanoz (al-Bîrünî, s. 164; Kazvînî, s. 3°* )* Hayvanları: Filler; birçok kuşlar ( Îdrisî, s. 19 3 ); iri cüsseli filler ( îbn al-Vardî, s. 4 16 ); evleri süpürmek, ormanlarda odun aramak ve diğer işleri yapmak üzere yetiştirilmiş birçok maymun ( Bmhân-i feâ/ı*, s. 593 )E f s â n e v î h a y v a n l a r ı : 200 zira* uzun­ luğunda balık, 20 zira* çapında kaplumbağalar ( l>azvînî, s. 303); uçan akrepler ( MerodÜes de fin d e,



*74



VAİCVÂK.



s. 580); ateşe girince yanmayan samandal kuşu; cinsiyet değiştiren bir tavşan nevî (asm. esr., s.



587). III. WÂK veya V/AÇ: Vak adası, Irak’m cenu­ bunda ( Abrige des merüeilles, s. 140), Komor ada­ sının cİvânnda, Uştijcün dağının ardında ve Cenup Denizi ’nde ( Abşihî, s. 470 ) idi. Vak ülkesine Çampa D enizi’nden gidilirdi ( Abrege des merüeilles, s. 14 4 ). Çampa Denizi Vâk ’a bi­ tişik olan Çin Denizi’nden önce gelirdi ( ayn. esr., s. 145 ). Vâk ülkesi, adaları ile birlikte, Çin ’in şar­ kında idi ( ayn. esr., s. 153). Vâk arâzisİ Ekvator­ ’un cenubunda, Çin ile Zanc ’lerin şehri Sofâla arasında, Hind Okyanusu ’nun cenup sâhiii üzerin­ dedir (Nuvayrî, s. 394). Vâk, Süveyş ’ten 4.500 fersah mesafededir ( M il­ le et une mii$, s. 506). Adalar meliki Mahârâca, Vâk ülkesinde yaşar ( Abrige des merüeilles, s. 153 î Abşlhi, s. 144). Burada harikulade heykeller yapı­ lır (ayn. esr., s. 153). Bu ülkede bol altın bulunur ( Ahrigi des merveiUes, s. 153; Abşîhi, s. 4 7 1). Atların gemleri, kö­ peklerin zincir ve tasmaları altındandır ( Abrige des merüeilles, s. 153; Abşihî, s. 4 71). Ahâli altından dokunmuş gömlekler yaparlar ( Abrige des merüeilles, s. 153 ve 678), Başında altından taçla oturan kraliçenin etra­ fında 4 °° genç bâkire bulunur (Abşihî, s. 47°)• ihraç malları: od ağacı, misk, abanoz, kimyon ve her türlü ticâret meta’mdan ibârettir ( Abrige des merüeilles, s. 153 ). IV. VÂKVÂK ve VÂK ’m HÂRİKA AĞACÎ; için­ de insan şeklînde meyvelerden bahseden çok es­ ki bir menkıbe, milâdî 766— 80i seneleri arasında yazılan Tou Yeou’nun T ’ong Tien adlı Çince eseri vâsıtasıyla bize intikal etmiştir. Tou Yeou, akra­ bası olan Tou Houan ’ı sık sık zikreder, Tou Houan, büyük bir ihtimâlle 75* de Talaş savaşında esir düşmüş, 751 'den 762 *ye kadar Arap ülkelerinde bulunmuş ve buralarda öğrendiklerine dâir, şimdi kayıp olan King hing kî adlı eserini yazmıştır. Şu hâlde hİç şüphesiz, Araplar arasında ikamete mecbur olduğu sırada Tou Houan, Tou Yeo 'nun aşağıda verilen ifâdesiyle naklettiği efsâneyi derle­ miştir ( T'ong Tien, § C X C III, 2 3 * ): ’* Ta-şe ( Araplar ) ’lerin kıralı, adamları gemi ile yola çıkar­ dı; onlarda, yiyecek ve giyeceklerim berberlerin­ de alarak denize açıldılar. Garptaki son sâhiîe ulaş­ madan sekiz sene idenizde] seyrettiler. Denizin ortasında kare şeklinde bir kaya gördüler. Bu kayanın üzerinde kırmızı dallı ve yeşil yapraklı bir ağaç var­ dı. Ağacın üzerinde ise, bir sürü küçük çocuk ye­ tişmişti; bunlar altı veya yedi baş parmak uzunlu­ ğunda idiler, insanları gördükleri zaman konuşa­ mıyorlardı. ancak hepsi gülebiliyor, hareket edebi­ liyorlardı. Elleri, ayaklan ve başları ağacın dalla­ rına yapışık idi. Adamlar, onları dallarından ko­



parıp ellerinde tutar tutmaz kuruyup siyahlaşıyor­ lardı. Elçiler, hâlen Ta-şe (A ra p ) kiralının sarayın­ da bulunan t bu ağaçtan] bir dal ile geri döndüler” ( T 'oung-Pao, teşrin 1.1 9 ° 4 , Frans. trc. Chavannes, s. 484-487). Bu metin, Ma Touan-lin’in 1319 ’da yazdığı ansiklopedisinde (C C C X X X IX . bab) de iktibâs edilmiştir. Aynı metni, D e Goeje 'den tercüme edip, Ma Touanîin’in onu nerdea aldığım bulma zah­ metine katlanmayan Schlegel, sondan bir evvelki cümleye şunları da ilâve etmiştir: "Bu ağacın adı İe-mie idi”. Chavannes: "N e Tou Y eo u ’nun, ne de Ma Touan-lin ’in metninde bulunan bu notu, onun, nerden aldığını bilmiyorum" demektedir. Tou Yeou İçİn, aynı zamanda bk. Paul Peliiot, Des arHsans chinois d la capitale abbasside en 751- 762, T ’oung-Pao, 1928, X X V I, 110-112. Meyveleri insana (Mutahhar, s. 1 1 7 ) veya ka­ dına ( îbn Tufayl, s. 200) benzeyen Va^vâk ağaç­ ları Hindistan ’da da bulunur, Vâljvâk adasına bu ad, al-Bîrünî ’ye ( s, 163) göre üak, vak diye ses çıkaran insan kafası biçiminde meyvesi olan ağaçtan dolayı verilmiş değildir. Buna mukabil bâzdan Vâkvâk adası veya ülkesinin adını, bu hârika ağaçtan aldığını söylerler ( I£azvînî, s. 300 : Ibn Saeîd, s. 334 : Dimaşki, s. 375 ; îbn alVardî, s. 416; Bâkuvî, s. 463 ; Ibn îyâs, s. 483 ; Seydî Ali, s. 5I3; Burhön-i s. 563; M ille et une nuİts, s, 568 v.d.; Merüeilles de F in de, s. 580; Nuzhat al-kulüb, trc. G . Le Strange, s. 222 ). Valf ’da, meyvesi insana benzeyen, fındık ve Çin tarçını ağacı gibi bir ağaç vardır. Meyvesi olgunlaş­ tığı zaman, açıkça t?⣠vâk sesleri çıkanr ve sonra düşer ( DİmaşVî, s, 375 ; Abşihî, s. 470 v .d .). Almeryah biri tarafından X II. asırda yazılan K itâb al-Coğrafîya, şu alâka çekici tasviri ihtivâ eder : "Çin *e bağlı adalar arasında, meşhur ve tanınmışla­ rın sayısı 8 'dir. En büyüğü ve en mühimmi Vâ^vâk adasıdır. Böyle adlandırılması, burada sık yaprak­ lan mcirinkine benzeyen, ancak onunkinden daha İri olan büyük ve yüksek ağaçlar bulunmasından dolayıdır. Bu ağacın meyvesi Adar, yâni mart ayında olur ve meyveleri hurma ağacımnkİIere benzer. Ol­ gunlaşırken meyvelerden genç kızlann ayaklan çık­ maya başlar; ayın ikinci gününde bacakları, üçüncü gününde iki dizi ve kalçası görünür, vücut hergün biraz daha meydana çıkarak nisan ayının son günün­ de son şeklini alır; mayısta başı ve endamı tamam­ lanır. Bu kızlar saçlanndan asılıdırlar. Vucud şekli ve endâmîarı son derece güzel ve hayranlık verici­ dir. Haziran gelince, ağaçlardan düşmeye başlarlar, ayın ortasına kadar, ağaçlarda hiçbiri kalmaz. Yere düşme anında, vak vak dîye iki sayha çıkarırlar; ay­ nı şekilde üç sayha çıkardıkları da söylenir. Yere düştükleri zaman, kemiksiz et hâİindedirier. ö lü ve ruhsuz olmaları dışında sözle ifâde edilemeyecek kadar güzeldirler. Onlar toprağa gömülürler. Gö­



VÂKVÂK. mülmeden bırakılırsa, pis kokulan yüzünden kimse onlara yaklaşamaz. Bu, Çin memleketinin bir hâ­ rikasıdır. Ada, denizdeki meskûn dünyanın sonun­ da, Büyük Okyanus ’a bitişik olan sâhilin şarkmdadır” (R ab at’ta Fas-Fransız himâyesi kütüphânesi yazmaları 770, var. 5^; bu yazma, Renâ Basset 'nin kütüphânesindeki aynı eserin başka bir nüshan ile tamamlanmıştır ). V. NEBAT-HAYVAN VÂKVÂK ’LAR; Câlji? (ölm. 2 2 5 = 8 6 9 ) ’in Kitâb al-IJayavân ’ma göre Vâk” vâk’lar, nebat ve hayvanlardan hâsıl olmuşlardır ( al-Darnîrî, IJayÖt al-fragavan al-kuhrâ, Kahi­ re, 1330, H, 177 ve 38). Vâkvâk’İar, insan cinsine en çok benzeyen varlıklardır. Bunlar, saç­ larından asılı bulundukları büyük ağaçların mey­ veleridir. Bunların, kadmlarmkine benzer meme ve tenasül uzuvları vardır. Tenleri renkli olup, dâima vâkvök diye bağırırlar. Bu yaratıklardan biri tutulunca, susup ölür ( Abrege des merveUles, s, 138 ve 677 v .d .). Vâkvâk ’lar, hurma ve hindistan­ cevizi ağaçlan gibi olup, hayvan ve nebat âlemleri arasında yer alan varlıklardır (Dimaşki, s. 367), VI. VÂKVÂK ADALAR'NiN KIRALI ; Vâkvâk adalarının kıralı Kaşmir ( Kaşmir şekli için bk. Nuzhat al-kulüb, Farsça metin, s. 320; İngilizce trc. G . le Strange, s. 322 ) adıyla bilinir. M. Jadunath Sarkar, faydalanma İmkânına sâhip olduğu Nuzhat al-kulüb yazmalarını benim için inceleme nezâketinde bulunmuştur. Patna’ daki IHkıdâ-Bahş Kütüphânesi nüshasında, kiralın adı hoş bıra­ kılmıştır. Kal küte ’deki İmparatorluk kütüphânesi (Bohar Kolleksiyonu) ’nde metnin iki yazması mevcut olup nr, 99 j;— ^ ve nr. 98 ’de j+ z f' vardır. Bu yazılış şekilleri, maalesef bilinen hiçbir ismi hatırlatmaz. Liüre des merüeilles de l 'İnde ’in ekinde ( s. 295 -307), D e Goeje, Arabische berichten över Japon adlı eserinin gözden geçirip düzelttiği Fransızca tercümesini Le Japon amntt des A r abes adıyla neşretmiştir. De Goeje, yukarıda zikri geçen Arapça metinlerin çoğunu bilmekte ve burada zikretmekte­ dir. Araştırmaları esnâsında Vâkvâk’m Ç in ce’nin Kanton lehçesinde karşılığı olan Vo-kyok*un mü­ kemmel bir Arapça transkripsiyonu olduğunu tesbıt etmiştir ve bu teşhisin doğruluğuna kanidir. Japonya’nın eski Çince ismi Vo-koo olup es­ kiden Va-kpak ( Va ’nm ülkesi veya kıralhğı), Japonca ’da ise, sonunda güç anlaşılan bir ” u” ile Varkpfa* diye telaffuz edilirdi. Arapça’ya yb veya imlâsıyla geçen Vâfcvak, Arap ve Iranlı coğrafyacıların verdikleri şekle tamamıyla tekabül eder. O halde bu muhâkeme değersiz olmamakla berâber, kat’î bir delil sayılamaz. Bu bağı aydın­ latacak başka delillere ihtiyaç vardır. De G oeje’nin iddiası birçok müşâhedeyi hatır­ latır. Her şeyden Önce, bâzı coğrafyacılara göre, iki Vâkvâk vardır : Çin Vâkvâk ’ı ve Cenup Vâk­



*75



vâk T îbn abFakih açık olarak böyle demiştir ( yk. bk. I ) . Mas'udi, İdrlsı, Ibn îjaldün ve îbn alVardî, Afrika Vâkvâk’ım A frika’nın şark sahilinde Z a n c’lerin Sofâla ’sı bitişiğinde; Yaekübî ise, Hin­ distan ’m garbındaki Lârvî Denizinde gösterir. Mac Theal ve R. N. Hail gibi tanınmış Afrika araş­ tırıcılarının bâzı yeni çalışmalarına göre, Vâkvâk, çevrelerinde yaşayan Bantularm, bir çeşit babouin (papio cinsi maymun) saydıkları Buşmenîere ver­ dikleri isimdir. Bu, Mas'üdî ve onu tâkib eden Arap coğrafyacıları tarafından verilen bilgileri izah eder. Diğer taraftan Madagaskar yerlileri dilinde, Vâk­ vâk, fonetik bakımdan eski vakvak’ı karşılayan -ke­ limeyi bir sesli tâkib etmek üzere- vâkvâk île ifâde edilir ve „halk, tebaa, ülkenin ahâli, kabile veya aşi­ retlerinin bütünü” mânasına gelir. Şu halde Mada­ gaskar, Yaekübî 'deki Vâkvâk adası olabilir. Bu ay­ nileştirme şu hâdise ile teeyyüd eder : Bu büyük Afrika adasında, meyvesi büyük bir syncarp şek­ linde olan ve Vaküâ denilen bir pandanus bol miktarda yetişir, Fransızca’da bu meyveye vaqaot$ denir. Şekli ve vasıfları, meyveleri insan yetiştiren ağaçların efsânesini doğurmuş olabilir ( yk. bk. IV ). Böylece Madagaskar, Cenup Vâkvâk ’mm tasvirine mümkün mertebe uyar. De Goeje’nin, Livre des merüeilles de l 'inde ’de geçen cojar *ın bu hârika ağacın yerini aldığı zannı yanlıştır. Şark coğrafyacılarından elde edilen diğer bil­ giler, hayalî veya müphem oldukları için, pek fay­ dalı değildir. Kitâb cA ca>ib al-Hind ’deki şu kayıt zikre şâyândır: Altın diyarlarının meşhur gemicisi olan îbn Lâkîs, Vâkvâk’larm 334 (9 4 5 ) te, ti­ carî mal ve zencî esirler tedarik etmek üzere 1.000 kadar gemi ile A frika’nın şark kıyısına bîr sefer yaptırdıklarını bildirir. Yolculuk bir sene sürmüştü. Bu Vâkvâk ’lan Japonlarla bir sayan D e Goeje de, Japon tarihinin bu dikkate değer hâdiseden biç söz etmediğini kabûl eder ve bunun Japon tâcir ve Daimio ( ? ) lannm husûsî bir teşebbüsü olduğu kanâatine varır. E. Chavannes böyle bir seferin ya­ pılamamış olduğunu söyler ( T 'oung-Pao, teşrin I., 1904, s. 485 ). Bu mevzûda kendisine başvurduğum M . Maurice Courant da bu fikirde olup, Japon tedkiklerinin mümtaz üstadı Basil Hail Chamberlain de bana aynı mahiyette olmak üzere şunları yaz­ mıştı : X. asırda yaşayan Japonların, Şarkî Afrika adatan ve sâhiline bir deniz seferine girişmeleri imkânsız idi. Şu halde Çin veya Şark Vâkvâk’ları Japon asıllı değillerdir. D e Goeje ’ye, iddiasının lehinde olmak üzere kat’î gibi görünen Arapça ve Farsça vesikalar, bu meşhur Leyden’Ii müsteşrikin zannettiği kadar iknâ edici olmaktan uzaktır. Ayrıca bâzıîan Vâk­ vâk ’m Japon menşeli olduğuna dâir müdâfaası imkânsız bulunan iddianın açıkça karşısında yer alırlar. Bununla berâber, iki Vâkvâk ’m varlığı



i?Ğ



VAKVÂK - VALENSİYE.



şüphesizdir. Cenup Vâkvâk *ımn Madagaskar ve Sofâla ’nm cenubundaki Şarkî Afrika Vâ^vâk ’ıyla ayniliği de isbât edilmiştir. Geriye Çin Vâkvâkı ’nm yerini tesbit kalmaktadır. Bu hususta en mühim işâret, adalar hükümdân Muhârâca’nm orada ika­ met etmesidir. Bunun başka kaynaklar vâsıtasıyla Zâbag, yâni altın ülkesi olan Sumatra hâkiminin unvânı olduğunu biliyoruz. Gerçekten Sumattalılar, Garbî Hind Okyanusu ada ve kıyılarını bili­ yorlardı. Onlar, Madagaskar’a erken bir tarihte yerleşmiş olup, dilleri Maîgasy, gelişmiş bir Malaya lehçesinden ibârettir. Îdrlsî, bu hususta kıymetli malûmat verir : ” Komor ( = Madagaskar) ’lılar ve Mahârâca ülkesinin (Sum atra) tüccarları, onlar (G arbî Afrika kıyısındaki yerliler)’ı ziyâret eder, onlarca iyi karşılanır ve onlarla alış-veriş yaparlar” ( Bibîîotheque Nationaîe, nr. 2221, var. 37a, str. 7~8). Bu ibâreden birkaç sayfa önce de şöyle der ; "Eskiden beri birbirlerinin dillerini anladıkları için Zâbag adalarının sâkinleri, büyük ve küçük gemilerle Zanc ( burada: Madagaskar anlaşılma­ lıdır) ülkesine gider ve oradan ticârî emtia satın alırlar” ( ayn, esr., var. 29a, str. 15 ). Arap coğrafyacıların Bâlüs, Çinlilerin P *o-lou -şe dedikleri Sumatra’nm garp kıyısındaki limanın ismi Baros’dan ilk defa Batlamyus bahsetmiştir (beş Baros adasının yamyamlarca iskân edildiği nakledilir, bk. L . Reııou, La Giographie de Ptolcmee, V II, ı-4» s. 5 9 ); müteakiben bu îsîm, Leang şu veya Leang iarîhİ (502-556 ) ’ne göre, P ’o-lu, VII. asrm sonunda ise, Yİ-Tsing’e göre P 'otou-clıe şek­ linde tesbît edilmiştir. Araplar ise, bâzan Bâlüs, bâzanda Fanşür (Malayca Pancur) derler. Bu şekil­ lerden her İkisi, en eski metinlerden beri tekrarlanır. Burası, bir zamanlar en kıymetli kâfurun geldiği Pakpak.land ’m veya Pakpak ülkesinin en meşhur limanıdır. Kabile İsmi olan Pakpak., Arapça ’ya, fonetik bakımdan Vâküak ’a pek yakm olup bu kelime ile ayniliği şüphesiz olan fakfak olarak geçmiştir. Madagaskar’da olduğu gibi Sumatra’da da yabanî bir şekilde yetişen pandanus (ananas nevî) un Ba­ tak kabilesi dilinde adı bakkuoan, Malgaşca ’da vakpa ’dır. İki adadaki kabile ve nebat İsimleri ara­ sında dikkate şâyan bir mutabakat vardır. Sumatra ’da



B i b î i y o g r a f y a : Gabriel Ferrand, Relations de ooyages et textes g£ographiques arabes, persam et turks relatîjs â l *Extr£mc~Onent du V I I I a u X V III htte sİecles, Paris, I —II* 1913-1914 (sayfa numaralan birbirini tâkib eden iki cildde, aşağıdaki müelliflerin, te’lif tarihle­ rine işâret olunan eserlerinin tercümeleri ve­ rilmiştir ; Ibn Hurdâzbih, m. S44-848; Arap tâcir Stılaymân, 8 3 1; Yaİm bî, 875 veya 880; Ibn al-Fa^Ih, 902; îbn Rosteh, takriben 9°35 Abü Zayd Haşan, takriben 916; Mas'üdî, M urüc, 943 ; at-Tanbîh v a 'l-İş r â f955; MuVaddasî, X . asır ortaları: Mutahhar b, *|ahir al-MakdisI, 906; İbrahim b. Vâşıf-Şâh, takriben îooo ; M afatih aMtılüm, X . asır sonlan; Bîrünî, Âşâr albâkîya, 1000; Tank al-Hinâ, takriben 103O; dnü­ nün al-Ma$cüdı, 1030; Îdrîsî, 1154; îbn ölm. 1185; Yâküt, Öİm. 1129; Kazvînî, Öİm. 1283; Ibn Saeîd* Öİm. 1274 veya 1286; Kutb al-Dîn Şlrâzî, ölm. 1 3 u ; Dimaşkİ» takriben I 325 î Nuvayrî, ölm. 1332; A b u ’l-Fidâ, öîm. 1331; Hamd Allah aî-Muştavfî, The Geograftcal Part of the Nuzhat al-qulöb composed by Ham i-Allah Mustawfî o f Qazu)în in 740 ( 1340), Farsça metin (London, 19 15 ); îngilizce trc. G . L e Strange, London, 1919 ; Ibn al-Vardi, takriben 1340; îbn Batfüta, takriben 1355 î îbn Haldün, takriben 1375: Bâkuvl, X V . asır başlan ; M akrizî, ölm. 1442; Abşlhî, ölm. 1446; îbn îyâs, 1516; Seydî Ali Reis, 1516 : Farsça lügat Burhön-i feöjî*; M ille et tme ünite, Liore des meroeilles de l' inde, v.s.); ayn. mil., Madagascar et les îhs Vâqoâq, f A , mayıs-haziran *904, s. 489-509; ayn. mil., Les îles Râmny, Lâmery, IVâktoök IjComor des geographes arabes et Madagascar, f A , teşrin II. -kânun I. 1907, s, 450-506; M. J. de Goeje, Le Japon corum des Arabes*& b. Ferrand’m ilâveleri: Liore des meroeilles de Vinde, 1883-1886 s. 295-307.



(G abriel Ferrand.)



V A L B A . [B k . huelva.1 V A L E N C E . [B k . valensiye.] V A L E N S İY E . İspanyolca Valencia, Arapça Balansiya olarak telaffuz edilen Valenşİye, 1 s p a ny a ’n m b i r ş e h r i olup, aynı adlı vilâyetin mer­ Batak kabilesine, Pakpak (Arapça Fakfak )> Pan~ kezîdir. Iberik yarımadasının şarkında yer alan [Şeh­ donus’a haftkuoan; Madagaskar’da ise, kabileye rin 1960 senesi sayımına göre nüfûsu 505.066 ’dır. Vahâkfi (eski şekli Vâfavak); pandanus*a ise, vak­ Vilâyet ise, 10.763 km2 yüzölçümünde olup,, 1960 fa denir. Yalnız Sumatrahlarm muhtelif sebeplerle sayımına göre nüfûsu 1,429.708 'dır. K m 2 ’ye dü­ Garbî Hind Okyanusu’na ulaştıkları, tarihî bîr ger­ şen nüfus kesafeti 132.8 olup, nüfûsun 705*195 ’i çektir. Vâkvâk ’m Japonya ile ilgili olduğu naza- şehirlerde yaşamakta ve bu yekûn, mevcut nüfûsun % 53,4 ’ünü teşkiî etmektedir.) Valensiye, Turia riyesi bundan böyle terkedilmelidir. Bu makale, Le Vâkpâk est-il le Japon başlığı ile nehrinin her iki yakasında kâin olup, A kdeniz’e Journal Asiatique ( nisan-haziran 1932, s. 193“ 4 km. uzaklıktadır. Limanı, 490 km. lik demiryolu 24 3) ’de çıkan bir muhtıranın hulâsası olup, bu ile Madrid’e bağlanan eî-Graa (Vtîlanueva del yeni aynileştirme hakkında burada kısaca verilen G rao ) ’dur. Bu mesâfe kuş uçuşuna göre sâdece 302 km. dir. [ Mutedil bir iklime sâhip olan şehrin deliller, muhtırada etraflıca ele alınmıştır.



VALENSİYE.



ifH



etrâfmda, portakal, limon ve dut bahçeleri ile dolu ( io i o /i o i i ) ‘de, daha Önce vilâyet sulama siste­ verimli bir sâha mevcuttur. Sâhil boyunca, küçük minin idârecisiyken istiklâllerini ilân eden ve iktiköyler ve güze! plajlar sıralanmıştır. Valensiye, dârı aralarında paylaşan Mu^affar ve Mubârak isimli denizden çam ağaçlı dar bir şerit ile ayrılmıştır. iki emîr tarafından kuruldu. Oldukça kısa bir sal­ Pek mühim gollere sâhîp olmayan Ispanya'nın tanattan sonra Mubârak Öldü ve Mu?affar Valensi­ en büyük golü Albufera de Valencıa, burada, yâni ye 'den kovuldu. O zaman bu şehrin halkı, kendile­ şehir merkezinin 7 mil cenûbunda bulunmaktadır.] rini idâre etmek için başlarına hıristiyan Barselona Valensiye, aynı isimde bir başpiskoposluğun mer­ kontunun tâbiyeti altındaki Labib isimli başka bir kezi olup stratejik mevkii bakımından da çok ehem­ İslav 1 [ krş. mad, SAKALÎBE ] getirdiler. Valensiye miyetli ve Turia (Vadi ’l-abyâz— Beyaz N ehir)'nm prensliğinin idâresi biraz sonra büyük babası gibi suladığı verimli Huerta de Vaîencia ovasının orta- al-Manşür lekabını alan al-Manşür îbn A bî “Amir smdadır. Valensiye bölgesinin aynı ismi taşıyan eski [ b.bk.] “Abd al~“A zîz b. “A bd al-Rahrnan *ın küçük başkentinin ehemmiyeti, Kurtuba ( Cordova) ve oğlunun nüfûzuna geçti. O önce Saragosa'da T u T oledo'ya benzemeyerek, aksine seneler geçtikçe cibî'Ierden Munzir b. Ya^yâ *nın himâyesine sığın­ artmıştır. Valensiye uŞarfa al-Ândatus* adı verilen mıştı. 452 *dekİ ölümüne kadar uzanan “Abd aI-“AziZ“ Şarkî İspanya piskoposluğunun ikamet yeri ve mer­ 'in saltanat idâresi, Valensiye *ye sulh ve refah devri­ kezi olmuştur. Ispanya müslümanlannm gözünde ni getirdi. “Abd aI-“Azîz, kendisine aî-Mu“tamin ve yenilmez bir muhârib ve şövalye olan Kastilyah Zu’l-Sâbikatayn İekablannı kullanmasına izin ve­ meşhur kahraman Sid ( Rodrigo D ia z ) 'in tarihte ren Kurtuba halîfesi al-Kâsim b, Hammüd *un oynadığı rolün hâtırasına izâfeten şehir, hâlâ resmî üstünlüğünü tamdı ve Ispanya ’daki hıristiyan kı­ ra! lığı ile iyi münâsebetlerini devam ettirdi. Oğlu olarak "Valencİa del C id " adı ile tanmır. Valensiye [ilk olarak tarihçi Ltîvy'nin zikrettiğine “Abd al-Malîk ona halef oldu ve ai~Mu?affar legöre], M . ö. 138 tarihinde Romalılar tarafından kabmı aldı. Tahta geçtiğinde henüz çok gençti. kuruldu. Asi Virıathe'nin ölümünden sonra Kon­ Saltanata, Vezir Ibn al-“Azız nâibîik etti. Çok az bîr sül D. Junius Brutus, oraya Roma *nın sâdık eski zaman sonra Kastilyalı Ferdinand I. ve Leon, Vaensİye'ye hücum etti, Lâkin şehri alamadılar. askerlerinden müteşekkil bir koloniyi yerleştirdi. [75 *te Romalı General Decimus Quintus Sertori- Sonra, muhâsara edenleri püskürtmeyi denemek us ile Pompeius arasında yapılan harpte Valensi- İçin çıkan Valensiyeliler hezimete uğradılar. “Abd yeliler Sertorius *un tarafım tuttular. ] ve M . ö, a l-M a lik , Toledo kıralı olan a l- M a smün b . 75*te kısmen Pompeius *un tahrip ettiği şehir, Augus- Z i ’l-N ü n ’un yardımını istedi. îbn Zünnun, Va­ tus tarafından tekrar imâr edilip refaha kavuşturul­ lensiye'ye doğru geldi ve 457 ( ı o 6 5 ) 'd e genç du. Valensiye 413 *te Vizigotlar tarafından ele ge­ kıralı tahtından indirdi. Valensiye prensliği biraz çirildi. İslâm âleminde Endülüs'ün hakîki fatihi sonra Toledo kıratlığına dâhil edildi. V e aî-M a3mün olarak kabûl edilen Berberi reisi Târik b . Ziyâd orada vezir A bü Bakr b. “A b d aî-“A zîz *i vâli ola­ b. Abdullah [ b .b k j, D enia'ya, Jativa (Ş a p b a )'y a rak bıraktı. al-Ma’ mün 4Ö7 ( io 7S ) *de öldüğü za­ ve Sagonte’ye hâkim olduğu zaman Valensiye- man yerine, kabiliyetsizliği kısa zamanda ortaya *yı de nüfûzuna almış ve boylece şehir 714 'te çıkan oğlu Yabyâ al-Kâdir geçti. O zaman Valen­ müslümanlann eline geçmiş oldu. Valensiye, En­ siye yavaş yavaş hürriyetini geri aldı. al-îCadir bu dülüs tarihinde ehemmiyetsiz bir yer tutmuştur. şehri tekrar hâkimiyeti altına alabilmek için, KasMerkezi bulunduğu bölgeye Kayslann yerleştiril­ tilya kıralı Alphonse V I. 'un yardımım istedi. Fa­ mesi ile ülke çok çabuk Araplaştı. Müslüman hâ­ kat, netîce olarak kendi hükümet merkezini bile kimiyeti devammca Şarkî Ispanya'nın merkezi 478 ( 1 0 8 5 ) 'de ona teslim etmeğe mecbûr oldu. Kastilyah asîl bir âilenin soyundan olan meşhûr boylece, Arap kültürünün faâl şehirlerinden biri oldu. Diğer taraftan Valensiye 'nin sâhil dağlarında kahraman Rodrigo Diaz de Vivar [ bk. mad. SİD ], hâlâ Berber menşe'li kavimlerin ufak grupları bu­ V . ( IX.) asrın ikinci yarısında, Ispanya 'nın müslülunuyordu. Endülüs müellifi al-Râzî ( Yâküt, Man­ manİar ile meskûn bölgelerinde, mühim bir rol cam al-haldân) ve şarklı yazar al-Ma]tdîsI ’nin nak­ oynayarak, askerî kabiliyeti sâyesinde Ispanya raüslettiklerine göre, Valensiye o zaman bu eyâlet ( K â ­ lümanlanmn gözünde yenilmez bir muhârib ve şö­ ra ) 'in merkezi ve Kurtuba halîfesi tarafından tâyin valye olmuştur, işte boylece Sid, zamanla Kastılya edilen vâlinin ikâmetgâhı idi. Daha X I. asırdan şövalyeliğinin halka mâlolmuş kahramanına delâ­ itibaren halifeliğin parçalanması ile birlikte, hür let etmiştir. Hâdiselerin tabiî bir neticesi olarak bir müslüman devletinin merkezî hâline gelen şe­ müslüman askerler arasında görülmemiş bir hür­ hir, çok geçmeden hıristiyanlarm ele geçirmek ar­ met ve nüfuz kazanan S ıd 'e bu andan ıtibâren Seyzusunu besledikleri bir yer olmuştur. Valensiye, yidi (: efendim) diye hitâb edildi. 0 ,1 0 9 1 senesinde bize kadar gelen Orta-çağ Arap ve Ispanyol kronik­ U ryula’dan Şâtibe’ye kadar bütün şark bölgesini lerinde, gittikçe artan bir ehemmiyet kazanmaya ele geçirerek harâbeye çevirdi. Saragosa, Barselona başlamıştır. Müslüman Valensiye Inrallığı, 401 ve Valensiye *yi zaptetti. Ahâliye iyi davrandı. Islâm Ansiklopedisi



F . 12



Î7S



VALENSİYE - VÂLÎDE SÜLt AH.



Halk, kendilerine gösterilen iyi muâmeleye karşı şükranlarım izhâr ederek, yeni efendilerine gerçek bir hürmet duydu. 10 98’de Almenara ve Murviedro 'yu zaptetti. Yalnız Valensiye Ulu-câmii *ni ki­ liseye çevirtti. Şehirde tekrar bir piskoposluk te1sis ederek bunu Perigordlu Hİeronymus *un uhdesine bıraktı. Murâbıtlar Ispanya 'ya geldikleri zaman İslâm nâmma Valensiye kıratlığım tekrar elde etmeğe çalıştılar. Fakat, Sid ’e karşı gayretleri ne­ ticesiz kaldı. Sid 492 (10 9 9 ) ’de öldüğü zaman dul karısı Chİmene (Jim ena), Lam tüna'h General al-M azdalî’nin kumandasında Murâbıtlann taar­ ruzlarına karşı koymağa muktedir olabildi. [ Lâkin kendisini kurtarmak üzere oraya gelen Aİphonso V I. 'un tavsiyesi ile Valensiye *yı tahliyeyi karar­ laştırdı ve şehri terk ederken ateşe verdi.] 5 mayıs 1 1 0 2 ’de Murâbıtlat* girdikleri şehirde [sâdece ha­ rabeler ile karşılaştılar, Jimena, Sid ’in cesedini berâberinde Kastilya’ya götürdü ve cesed Burgos ya­ kınlarında Gardenada San Pedro manastırına def­ nedildi. Jimena da, 3 sene sonra 110 4 ’te ölünce aynı yere gömüldü.] tâyin ettikleri vâliler X II.asır ortalarına kadar birbirini tâkip etti. Sonunda Valen­ siye Murâbıtlann Ispanya 'ya gelmeleri ile başlayan karışıklık devrinde istiklâlini yavaş yavaş yeniden kazanmağa başladı, istikbâlini Mürsiye'ye bağlayan Valensiye’de, saltanatları çok kısa süren sayısız prens gelip geçti. 542 (1 1 4 7 ) *de Ibn Mardanîş, Valensiye kıralı ilân edildi. Fakat 4 sene sonra, teb'aları ona karşı ısyân ettiler. Murâbıtlann sözde kalan hâkimi­ yeti devresinde, Valensiye, yerli prensler tarafından ıdâre olundu. Neticede şehir Kurtuba 'dan iki sene sonra Aragonlu Jacques tarafından 28 eylül 1238 *de işgal edilerek hıristiyanlann eline geçti. [i479*da Valensiye, Aragon, Katalonya ve Mayorka ile bir­ likte Kastilya kralı Jean II. *ın oğluFerdinand II.'ın eline geçti. Bundan sonra Valensiye uzun seneler barış içinde yaşayarak gelişti. Söylendiğine göre, Ispanya 'da ük matbaa 1474 senesinde bu şehirde kurulmuştur. Bundan sonra Valensiye, 200 sene ka­ dar resim san'atının merkezi oldu. 1812 *de bir sene kadar Valensiye Fransızların elinde kaldı. Ispanya ıçsavaşı esriâsmda teşrin II, 1936 ’da Valensiye Jtı~ ralcılar tarafından merkez yapıldı. Fakat, 1939'da Franco’cuîann eline geçti. 1356’da Pedro IV. tarafından yaptırılan surla çevrilmiş bulunan Valensiye, çeşitli kiliseler, irili ufaklı meydan ve çarşılarla süslü olup etrafı bahçe­ lerle bezenmiş bir şehirdir. Aynı zamanda Şarkî Is­ panya *nm kara ve demiryolu ulaşımının da merkezi­ dir. X X . asırda bu şehirde endüstri büyük ölçüde artmıştır. Başlıca mâmûlâtı ipektir. Burada değişik cins kumaşlar dokunur. Yelpaze, dantela ve kordela gibi tipik İspanyol ihrâcât eşyası daha ziyâde burada imâl edilir. Valensiye biihassa renkli çinileri ile meş­ hurdur]. Bibliyografya : Müslüman Ispanya



ile ilgilenen bütün Arap coğrafyacıları az veya çok Valensiye ile de meşgul olmuşlardır. Krş. alÎdrîsî, Ştfat al-Andatas ( nşr. D ozy ve de G oeje), metin s. 19 *, trc. s. 132; Yâ^üt, M tftâm al-buldân (n şr. Wüstenfeîd), 739"732 ; Abu'l-Fidâ% Ta\c »im al-buldân ( nşr. Reinaud ve D e Slane ), me­ tin s. 178, trc. s. 258; Ibn eAbd al-Muneim alHimyari, al-Raüz al-M ia{âr, - Valensiye 'nın İs­ lâmî tarihi hakkında bk. Ibn eîzâri, al-Bayân almuğrih, II, m i Ibn fjaldün, Hisioİre des Berbhres ve clbar, IV ; Ibn A bî Zar% Ravâ al-förfâs, Biblİotheca Aralİco-Hispana 'nın biyografi müel­ lifleri. Aynca bk, F. Codera, Decadencia y desapancîon de los Almoraütdes en Espana (Saragosso, 1899); R. Dozy, Hisioİre des Musulmans d'Espagne, indeksi Gonzaîez Palencîa, Historİa de la Espana Musulmana (Barselona, 1925); E. Levİ-Provençaî, Inscnptions arabes d*Espagne (Leyden-Parıs, I931); ayn. mil,, L ’Espagne Musulmane du X &m* siecle (Paris, 1932); R. Menendez Pidal, La Espasla del Cid> Madrid, 1929 (çok mühim ); A . Prieto V ives, Los Reyes de taifas (Madrid, 1926); E. Tormo, Levante (G uias C alpe), Madrid, 1923. [Sami Öngör, Coğrafya Sözlüğü (İstanbul, 1961)., s. 875; Encyclopaeâia Britarmica, 1962, Valenda, Spain madd.; Larousse da X X * sîecle, Valence mad.; t A , madd. EMEVÎ, ENDÜLÜS.] ( E. L e v î P r o v e n ç a l . ) [Bu madde SEVİM ÎLGÜREL tarafından ikmâl



edilmiştir.] VALİ [B k. VELÎ.] al-VALİD [B k. veUd.] al-VALÎD [ b. *abd al-malîk [Bk. velîd.] al-VALİD B. al-MughIra [B k. velîd.] al-VALİD B. Yazid [BE velId b. yezîd.] VÂLtDE SULTAN [B k. vâlîde sultan.] VALİDE SULTAN (A., Türkçe telâffuzu »âlide veya »aide saltan olup, Türk gramerine göre, iki kelimeden ilki İkincisinin sıfatıdır). O s m a n i i 1 m p a r a t o r l u ğ u *n d a hüküm süren pâdişâhın annesinin, münhasıran oğlunun saltanatı müddetince ta­ şıdığı u n v a n d ır. Hiç olmazsa, meselâ Nûr-Bânû, Safîye, MâhPeyker Kösem [b. bk. ] ve Turhan Hadîce Sultan gibi, açıkça devlet idâresine nüfuz eden Vâlîde Sultan­ ların siyâsî tarihi, Türk tarihçileri sâyesinde oldukça iyi bilinmektedir. Ancak bunların, pâdişâh haremin­ deki hayat şartlarının ne olduğu mes'eîcsi hakkında durum farklıdır. Bu teşkilâtın üzerindeki esrar perdesi, ancak müessesenin silinmeğe yüz tuttuğu devrede kalkmağa başlamaktadır. Türk tarihçileri, hiç şüphesiz çekingenlik ve hayâ duygusuyla, bu mevzûa temas etmemişlerdir. Garbhîar ise, pek canlı bir tecessüse rağmen, asla bu esrâra nüfuz edememiş ve bâzı def’a bilgilerini tamamlamak için muhayyilelerini serbest bırakmışlardır. En eski seyyahlar, bu mevzuu,



VÂLÎDE SULTAN.



*79



sükût île geçiştirmektedir. Bununla berâber Garb Bu sebebden, şu veya hu siyâset adamının, kendine kaynaklarında, ihtiyatla kullanılmak şartıyle, işe bağlı bir kadım, hediye olarak saraya sokmaya ça­ yarar kayıtlar bulunmaktadır. Zâten, meselâ, pâdi­ lışması tabiîdir. Husûsiyle Çerkesler, bu münâsebet­ şâhların gözdelerine mendil atmak (bk. J. v. Hammer, lerin sağladığı gizli te’sîrden faydalanmasını bili­ Histoire de VEmpİre Ottoman, trc. j.-J. Hellert, yorlardı. Zâten, meselâ Mustafa III. ve Abdülhamid Paris, 1839, X IV , 7* v. d .) gibi uzun zaman itibâr I. gibi bâzı pâdişâhların, şekil bakımından veya daha edilen bâzı masalların tenkidi yeni sayılmaz. doğrusu vicdânî düşünceler altında câriyelerle Naîmâ ( Tarih, İstanbul, 1283, IV, 250), Osmanlı evlendiklerine işâret etmek gerekir. D ’Ohsson ’un hükümdarlarının "deb-i ka dîm 'lerinin nikâh akdi yazdığı gibi "şeriat, hür ve müslüman doğmuş bir değil, "teserrî ( odalık edinme) ile zîndegânî” kimsenin köleliğe düşmesine müsâade etmediği için, olduğunu ifâde eder. Burada, " d e h " kelimesinden, bir efendinin câriyesıyle münâsebeti, ancak câriyenın yazılı kanûn değil, zamanla yerleşmiş teâmül anlaşıl­ müslüman ve hür doğmamış olması hâlinde meşrûdur, malıdır. Gümrük eminlen (gümrük nâzın), daha Şâyet pâdişâhın, câriyenin müslüman doğup doğ­ sonra zenci tüccarı ( yesird-başı) ve pâdişâhın hu- madığım tespit edememiş ise ve her şeye rağmen lûskârları, Avrupa, Asya ve Afrika gibi çeşitli yer­ onunla yaşamayı arzu ederse, vicdanım rahatlatmak lerden Harem ’e câriye tedârik etmişlerdir. için, onu âzâd etmesi veya onunla evlenmesi gerekir. Kaçar Muhammed Ali Şah (1907-1909) ’ın salta­ Pâdişâh, o zaman külfetsizce, müftünün huzûrunda, natına kadar Iran ’da rastlanan bu tam İstıfraş. âdeti âzâd edilmiş cariyesi ile evlenir." ( Chardin, Voyages, V I, 235 ), Türkiye ’de tedricen Bütün bunlardan anlaşıldığına göre Vâlîde Sultan­ yerleşmiş olmalıdır, ilk zamanlarda, Osmanlı hüküm- lar dâima eski câriyelerden gelmedir. Bu sebeple von darlan, Anadolu ’daki Türk hânedanîanndan kız Hammer (trc. Hellert, V H I, 288; Türk. trc. V III, almış veya Bizans prensesleriyle evlenmişlerdi. 2 10 ), pâdişâhı, "câriye oğlu" olarak tarif etmekte Bu zevcelerin içtimâi mevkilerinin ne olduğunu, haklıdır. Hattâ Ubicinİ ( La Turquİe actuelle, Paris, odahklann bu prenseslerden hangi kıstaslarla aynl- *855, s, 122 ), onu, halkın dâima bu tâbirle adlan­ dığını söylemek güçtür. Aşık Paşa-zâde, Târih dırdığını kaydeder, fakat bunun hangi Türkçe keli­ (nşr. Giese, 109 v.d.; nşr. Atsız, s. 138) 'inden, me karşılığı olduğunu belirtmez. Murad I. [ Bayezid I. olacak ] ’m, evlendiği Sırp [ Harem’e alman câriyelere, mizaçlarına, göz ve prensesini basit bir câriye gibi gördüğü anlaşılmakta; saç renklerine göre, Farsça isimler verilir ( Çağatay fakat diğer bâzı evlenmelerin (meselâ, Germıyân Uluçay, Osmanlı saraylarında harem hayatının içyüzü, -oğlu ’nun kızının düğününün ) ihtişamla ıçrâ edil­ İstanbul, 1959, s. 130; ayn. mlh. Harem II, Ankara diği tasvirinden de, bunlara büyük bir ehemmiyet 1971, s. 18 ); nadiren bunu Türkçe ve Arapça adlar atfedildiği intibâı hâsıl olmaktadır. tâldb ederdi. ] Bu isimleri, Vâlîde Sultan olunca da İstanbul ’un fethinden sonra, pâdişâhların resmî muhâfaza ederlerdi ( aş. bk. Vâlîde Sultanlar listesi). nikâh kıymaları, tamâmıyle istisnaî bir şey hâline gel­ Vâlidesi, bir şehzâde dünyaya getirdiğinde, oğlunun miştir. Kanunî Süleyman, Osman II. ve nihâyet tahta cülusunda kazanacağı itibârdan henüz mah­ 1647 ’de Harem'in bir kadım T elli Haseki veya rum olup sâdece kadın ( efendi) veya X V I.-X V III. ( Hümâ- ) Şah Sultan ’ı nikâh eden Sultan îbrâhim asırlarda haseki ( hâssagt) unvanıyla anılırdı. Bu ( M . d ’Ohsson, Tableau general de l 'Empire Otla­ son hâlde de, diğer memleketlerin ana kraliçelerinden man, V II, 62; Naîmâ, göst. yer.) bu arada zikr edi­ farklı olarak, hiç olmazsa resmen, kraliçelikten nasibi­ lebilir. Nikâh merâsiminde Sultan îbrâhim *i vezi­ ni alamamakta idi. Bundan böyle, Vâlîde Sultan riazam temsil etmiştir. nâmıyle sâdece ana olmasına hürmeten, Türk ka­ Osmanlı siyâset umdeleri de nikâhlı evlenmeye dınları arasında birinci mevkîi alıyordu. Türkler karşı idi. Galiba bir kölenin akrabalığı, daha az korku arasında kökleşmiş olan bu hürmeti, onlar üzerindeki uyandırmış ve gerçekten bir kenarda kalmış görün­ İslâmî te’sir ( "Cennef anaların ayaklan altındadır" mektedir. Bu men’etmenin, sakınılan fenâlığın ancak meâlindeki hadîse bk.) ile îzâh kâfi değildir. Pâdişâh­ bîr kısmını hafiflettiğini ilâveye ihtiyaç var mıdır? Vâ- lar zâten evîâd olarak ana ve babaya karşı sevgi gös­ Iide Safîye Sultan (Baffo [Murad IIL ’ m hasekisi termekte nümûne idiler. Vâlîde Sultanda ekseriya Safîye Sultan değil, fakat annesi Nur-Bânû Sultan, "arslanım” veya "kaplanım" (Ali ’nin annesinin, oğ­ Venedik’in asîl âilesi Baffo'ya mensuptu, bk. E. lunu, kendi babasının adı olan Asad [arslan] is­ Rossi, La Saltana Nûr-Bânû ( Cedlia Vemcr-Baffo ), miyle çağırdığı bilinir) diye hitâb etmekle, oğlu Moglie di Selim I I (1566-1574) e Madre İt Murad üzerinde dikkate şâyan bîr te’sir icrâ ederdi. [Vâlîde Sultan’m bîr yere gidişinde merâsim I I I ( I574~*595 ), Orienio Modama, 1953, X X X III, 433 v.dd.j) ’m muâsın Yahudi Kera ( K ira ) Kadın ’m yapılırdı. Husûsiyle Eski-Saray’da "uzlet-nîşîn' ol­ kanlı serencâmmm da gösterdiği gİbİ, Harem entri­ duktan sonra, Valide Sultan sıfatım kazanınca Yenikaları, bâzı pâdişâhlar devrinde mühim roî oynamıştır. Saray 'a tantanalı merâsimîe götürülürdü. ] Haseki Iran ’da olduğu ( Chardin, V I, 228) gibi, Türkiye ’de veya Kadın Efendi ’nin, Eski-Saray (Fâtih tarafından de, pâdişâh annesine ehemmiyet atfı gerekiyordu. yaptırılan Eski-Saray veya Sarây-ı Atık yerine.



ISO



VÂLİDE



1866 ’da Seraskerlik inşâ edilmiş olup, burası hâlen İstanbul Üniversitesi merkez binasıdır) *a uzaklaş­ tırılması, kocası olan pâdişâhın ölümü ve tahta kendisinden doğmamış bir şehzâdenın geçmesi üzerine, muntazaman yapılırdı. Oğlunun tama geç­ mesi takdirinde ise, cülûstan kısa zaman sonra, yeni Vâlide Sultan *ın, pâdişâhın ikamet ettiği YeniSaray ( Avrupalılarm yanlışlıkla ” Vieux Serail” dedikleri "Saray-ı Cedîd-i Am ire" veya Topkapı Sarayı) a avdeti için vâlide alayt icrâ olunurdu [( bk. t. H. Uzunçarşılı, OsmanU Devletinin saray ie$kîlâtt, Ankara, 1945, s. 154 v.dd.; Şehsüvar Vâlide Sultan ’m alayı için: Hâkim, Tarik, Bagdad Köşkü Kütüp. nr. 231, 94^95^ ve ondan naklen Vâsıf, Tarik, İstanbul 12 1 9 , 1, 42 v.d.; Mihrİşâh Sultan *ın alayı için: Edıb, Tarih, nşr. A . Berker, Tarih Ver sikaları, 1944, in / 1 3 ,77 v.d.; Enverî, Tarik, Fatih Millet kütüp., Emîrî, tarih nr. 67/1, 294i»-196»; Uzunçarşılı, ayn. esr., s. 155; Cevdet, Tarih, İs­ tanbul, 2303, IV , 218; Nakş-ı DİI Sultan ’ın alayı için ise bk. Tayyar-zâde Atâ, Tarik, 2293, III, 65 v.d.; Mustafa Necîb, Tarik, İstanbul, 2280, s. 212). Teşrifat defterlerindeki kayıtlara da­ yanarak tanzim edilmiş bir vesikaya (b k . Topkapı Sarayı Arşivi, E. nr. 8267 ) göre, vâlide alayına dâhil kimseler sırasıyla şöyle idi: önde, Dîvân çavuşları, Mîr-alem, Kapıcıbaştlar, Şikâr ağalan, Haremeyn hizmetlileri, Sultanların kethüdâ ve evkaf müte­ vellileri, harem ağalan, Vâlide kethüdâsı ve Dârüssaâde ağası yürür, müteakiben Vâlide Sultanın perdeleri örtülü tahtırevâm veya arabası gelir. Arabanın etrafında peykler, salaklar ve musâhıb ağalar bulunurdu. Vâlide ’nîn arabasını, Yeni-Saray'a nakledilen câriye ve sultanların arabaları tâkib ederdi. Bâb-ı Hümâyûn a vanhnca, alaya memur kimseler ayrılır, sâdece Dârüssaâde ağası, baltacılar ve Enderun hizmetlileri kalırdı. Pâdişâh ise, kafile, Has-fırtn’ın Önüne vannca, istikbâle çıkar ve el öperek, Enderûn *a kadar annesine refakat ederdi. ] Vâlide Sultan, sarayda Vâlide Sultan yeri denilen dâireye yerle­ şirdi. 20 muharrem 1076 (23 temmuz 2665) yangınında harâb olan bu dâire için bk. Silahdâr Tarihi, İstanbul, 1928, I, 384; Halil Edhem, Le Palaisde Tophapou, İstanbul, 2932, s. 58 ve s. 50 ’deki resim. Bu dâirenin tasviri İçİn ayrıca bk. Pouqueviüe, Voyage en Moree, â Comtantİnople..., Paris, 2805, II, 256 f Çırağan Sarayın 'dakt Vâlide Sultan Dâire­ si için bk. Leylâ Saz, Harem 'in içyüzü, nşr. Sadi Borak, İstanbul 1974, s. 76. Yeni-Saray ’a yerleşmesini müteâkıp Vâlide Sul­ tan, bir "hükm-i şerif” ite keyfiyeti veziriazama bildirir, kendisini samur kürk ve murassa hançerle taltif ederdi. Ayrıca şeyhülislâma da kürk gönderirdi ( Şehsüvar Sultan ’m veziriâzam ve şeyhülislâma kürk göndermesinde yapılan merasim İçin bk. Hâ­ kim, ayn. esr., 2oı«-ıo2t>; Mihrişâh Sultan *ın Sad­ râzama hüküm göndermesi için, Enveri, ayn. esr.,



S Ü lt



AR



2 0 ia -b ; Kaymakam Paşa’y r kürkle taltifi: Edîb, ayn. esr. 81»).] Harem 'deki kadın hizmetlilerinin en yüksek kademede başı olan Vâlide Sultan, Haznedar usta vâsıtasıyla oranın zabt u rabtım te’min ederdi. Bütün lütuflar ve isteklerin yerine getirilmesi onun tasvibine bağlı îdi. Ona gösterilen saygı husûsî bir merâsimle icrâ edilir; kendisine, kabûl İzni alınarak yaklaşılır; müsâade etmedikçe hitab edilemez, Önünde otu­ rulamaz idi. Huzûnında hürmeten ayakta durmağa, dîvân durmak veya el pençe durmak tâbir edilirdi. Pek gözde hanımlar dahi onun yanma, ancak, saray tâbirince bir çeşit merasim elbisesi demek olan entari ile çıkarlardı. Vâlide Sultan, saraydan çıktığı zaman kendisine, heybetli bir maiyet refâkat eder, bütün saray muhâfızlan ona tâzim gösterirlerdi ( P . de Regla, La Turqaie officieüe, 2892, s. 264 v.d .). Vâlide Sultan, bütün bu ihtirâma o derece alış­ mıştı ki, Abdülhamid II. *in analığının, Atman imparatoriçesine gücenerek elini öptürmediği söylenir ( G . Rizas, Les Mystbres de Y tldız, İstanbul, 1909, s. 64 v .d .) . Fransız elçisi Marquis de Noıntel*in gemilerle Vâlide Sultan *1 selâmlamasına gelince, hâdise büyütülmüş ve şâyet halefi Marquis de Bonnac *a inanmak câizse, elçi, Özür dilemiştir ( bk. Vandal, Les Vayages du marqms de Nointel, s. 53; Le Marquıs de Bonnac, Memotre historiçue sar l *Ambasr sade de France â Comtantİnople, nşr. Schefer, Paris, 1894, s. 25). Pâdişâh, Vâlide Sultan ’m vefatında, saraya ge­ lişinde istikbâl ettiği kapıya kadar annesinin cenâze alayında hazır bulunurdu [M urad III., son nefe­ sinde vâlidesinin hizmetinde bulunmuş, nâşını Dışkapı ’ya kadar omuzunda taşımış, cenâzesini, matem elbisesiyle Fâtih Câmii’ne kadar tâkîb ederek namazını kılmıştı ( Seyyid Lokman, Ziihdetü *t~tevârih, Hazine Kütüb. nr. 1321, var, ıi2İ>; Seîânikî Mustafa, Tarih, İstanbul, 1281, s. 273). III. Osman ise, annesinin cenâze alayını, âdet üzere Akağalar kapısına kadar tâkib edip dönmüş; müteakiben alayda bulunması gerekli ulemâ, meşâyİh, kapıcıbaşılar, hâcegân ve Bâbıâli hizmetlileri ile şeyhülislâm ve kaymakam paşa, nâşı kabre kadar götürmüşlerdir (Hâkim, ayn. esr., 290»).] Vâlide Sultan ’m vefatım tâkib eden kırk gün .esnâsında, vüzerâ, kabri zİyâret eder ve Kuran okurdu ( Selâmla, s. 274 )• Şâyet pâdişâh, annesinden önce vefât ederse, vâlidesi, Harem ’in müteka’id ve itibârdan mahrum olan kadınlarına katılmak üzere, tekrar Eskı-Saray ’a gönderilirdi (Ahmed Refik, Vâlide camileri, yeni câm , Yeni Mecmûa, nr. 10, s. 190). Vâlide Sultanlardan ikisi, Murad IV. ve Sultan İbrahim 'in anneleri Kösem Sultan [b. bk] ile Mustafa II. ve Ahmed III. ’in anneleri Gülnûş Emetullah Sultan, iki oğullarının saltanatında da unvânlarmı korumuşlardır. Bir def a da iki Vâlide Sultan, Kö­



VÂLİDE SULTAN.



181



sem, "Büyük Vâlide” unvântyle, Mehmed IV. *in olarak izah yanlıştır; zîrâ, Arapça'da bu terldb, annesi Tarhan (T urh an ) Hadîce Sultanda, Vâ­ VâUdat al-sultSn şeklinde teşkil edilir. Gerçekten bu lide Sultan sıfatıyle aym zamanda bu unvâm ta­ tâbir, bir Selçuklu hükfîmdânnm annesi, Hvandşımışlardır. Bu ikilik, ilkinin fecî akıbetine müncer hâbın veya Mâh-perî'nin T okat'a dört saat mesâfede Pazar nahiyesindeki Arabça kitabesinde bulunmaktadır olmuştur. Şâyet şehzade, annesinin ölümünden sonra hüküm­ (Kitâbe metni için bk. İsmail Hakkı [ Uzunçarşılı 1, dar olursa, Vâlide Sultanlık unvâm, Türkiye *de bü­ Kitabeler, İstanbul, 1345, s. 77 v.d .). Tâbirin, yük itibâra mazhar olan süt vâlide veya taya kadın Farsça Vâüdari Sultân terkibinden çok defa olduğu* (p ek eski şekliyle dâye kadın) ’a verilirdi. Berikisi gibi, ızâfet alâmeti olan “ i " seslisinin düşmesiyle de mevcud olmadığı takdirde, unvân, pâdişâh ta­ meydana geldiği bahis mevzuu değildir. "Vâlide Sultan*m dışında, İran'da Begüm unrafından Haznedar-Usta *ya tevcih olunurdu. Küçük yaşta annesini kaybetmiş olan Abdüîhamid vârnnda olduğu (Chardin, V I, 223) gibi, değişik II. *în saltanatında, Vâlide Sultanlık unvâm, Sultan mânada sultan unvânına sâdece bir hükümdânn kız­ Abdülmecîd 'in dördüncü kadını ve Abdüîhamid *in lan ve şehzâdeîeri sahip idiler; pâdişâh kızlanma analığı olan Perestû K adın'a verilmiştir (Razis, kızı ise, ancak kanım sultan unvânmı taşırdı. Şu halde Kantemir ve ondan naklen Guer gibi ayn, esr., s. 109* Dorys, Abd ul-Hamid intîme, 1907, s, 6 v.dd.; [ M. Çağatay Uluçay, Padişahların kadın­ pek çok müellif, pâdişâh kadınlanna, haksız olarak "sultan * unvânmı bahş etmişlerdir. Vaktiyle, Baron lan ve fazlan, Ankara, 1980, s. 142 v .d .]). Pâdişâhların küçük yaşta bulunduğu zamanlar de Tott ( 1, 42 ), Türkiye *de doğmuş kanamdan ve Vâlide Sultanlık ehemmiyet kazanır ve bu devrelerde Türk prensesleriyle olan yakınlığından edindiği bil­ Vâîİde Sultanlar, gerçekten nâibelik vazifesini gö­ gilerle, bu hatâya itirâz etmişti. Bununla berâber o, rürlerdi. (Turhan Vâlide Sultan*ın sadrâzama hi- nerdeyse ters mânâda mübâlağa etmiş gözükmektedir tâben yazılmış beyaz üzerine hatlan için bk. Ç . Ulu­ İngiliz Thomton (E ta t aduel de la Turquie, Fr. trc., çay, ayn. esr., s. 58 n. 1. Devlet işlerine fazlasıyle 1812, II, 4 x 1 ), "sultan" unvâmmn, nezâketle bütün karışan Vâlide sultanların Garb hükümdarîanyle hasekilere verildiğini yazdığında haklı görünüyor. mektub ve hediye teâtîsi için meselâ bk. S. A. [ "sultan" unvânmı, husûsiyle Murad IV., hasekisi Skilleter, Three Letters ftom the Ottoman °Saltanau Râbia’ya; Sultan İbrahim ise bütün hasekilerine Safiye to Queen Elizaheth Documents from Islar vermişti, bk. Ç , Uluçay, Harem II , s. 61 ]. D ’Ohsmic Ckanceries, nşr. S. M, Stern, Oxford I9®5; s. son ’a ( V II, 88 ) göre, bu unvân Mehmed IV. 'den Xig~ı$7, Daha yakın devrede, Bezm-i âlem Vâlide itibâren yalnız pâdişâh kızlarına verilmiştir. Bununla Sultan *ın, Ingiliz elçisinin hatır soran mektubuna, berâber, aym müellif, zıkr edilen kaydından biraz kraliçe ve elçinin, oğlunun hayırhahı olduğu kanâ­ önce ( V I I , 6 5 ), Ahmed III. ’in saltanatına kadar, atini belirten 22 receb 1269 tarihli cevâbı için bk. kadın efendinin, şehzâde dünyaya getirdiği gün haseki sultân unvânmı aldığını ifâde etmiştir ( MarPublic Record Office, F O, 78/932> s. 37.] V â l i d e S u l t â n ’ ı n u n v a n l a r ı . Vâlide quıs de Saint-Maurice’e inanmak gerekirse, bu ( "dünyaya getiren,,) kelimesi, tek başına şerefli bir unvan, ancak ilk doğan şehzâdenin anasına âit idi; mâna ifade etmez ise de, büyük bir hürmete mazhar bk. La Cour othomane ou l 'Interprhte de la Porte, olan ana kelimesiyle, az bir farkla, müterâdîftir. Paris, 1673, s. 94 ve bâzı zarûrî tâdillerle s. 185). Vâlide Sultan unvânına, eksenyâ mâcide ("şan ve Bu kullanılış ta m garbda o kadar biliniyordu ki, şeref sâhibi,,) veyâ muhtereme ( "hürmete şâyan,,) kendisi bir şarkiyatçı olmamasına rağmen Racİne, gün sıfatlar eklenir ( vâM e-i madde, vâltde~t muhr Bajazet (*6 72 , perde I, sahne 1 ) 'sinde, Murad tereme ); hükümrân olan pâdişâhın merhum babasına IV. *ın, zevcesinin, bir erkek çocuğu olmadan '*sultane„ da vâlid-i mâcıd denirdi ( Halk dilinde ikindi hecenin unvâıu almaşım istediğine işâret eder. kısa seslilerinin düşüşü Türkçe ’de çok yaygındır ve Bütün bunlardan, en geç X V III. asır başlarından bu, yabancı menşe ’Iİ kelimelerin sonlarındaki uzun îtibâren, "sultan” unvâmmn pâdişâhın bâzı cârisese isâbet eder: halîfe = kalfa; hazîne = hazne. yelerine verilmesinden vaz geçildiği neticesi çık­ Arapça *da dahi "Vâlde Başa" telâffuzu için aş. bk.). maktadır. Fakat, Ahmed IIÎ. ’in annesine bu unvânın Buna mukabil "Sultan" unvâm, hüküm süren hangi tarihte bahşedildiğini bilmiyoruz. Osmanhîann selefleri olan Selçuklularda, hü­ pâdişâh annesine mahsus bir imtiyazdır. Bu unvan, izdivaçla intikal etmezdi. Baron de Tott un dediği kümdânn annesi Hvand-Hatun ’un zikrettiğimiz gibi, asâîete dayanmadan bu unvâm taşıyan tek mezâr kitabesinde görüldüğü gibi, "imparatoriçe" kadın Vâîide Sultan idi. Kelime, burada, zâten bir mânâsında olarak hatun ( Arabçalaştmlmış cem'i: ismi tavsif eden diğer bir isim f bk. mad. SULTANJ fyavâtln) unvânuu taşırdı. olarak, veya daha doğrusu: paşa, bey, efendi v.s. İlk Osmanlı hükümdarlarının anneleri de, yine kabilinden şeref veren unvânlar gibi kullanılmış­ hatan unvânmı taşıdılar. Bu unvân kadtn [ efendi 1 tır. Bu sebeble Vâlide Sultân *ı Arapça telâkki şekliyle, İmparatorluğun sonlarına kadar, pâdişâh edip, çok d efa yapıldığı gibi "Sultan *m annesi” gözdeleri için kullanılmıştır (Konuşma dilinde ise,



182



VÂLÎDE SULTAN.



hürmet ifâde eden mânâsım kaybedip, değerce daha aşağı ve basitçe icadın mânâsına gelen horum 'a inlulâb etmiştir). Nitekim, Çelebi Sultan Mehmed ( i . ) ’in annesinin adı, Bursa ’da bulunan 816 tarihli mezâr kitabesinde, Devlet-Hatun şeklinde zikr olunmuştur ( T O E M , 1329, cüz 8, s. 509 v.d.; tashihi: M T M , 1331, n / 4, 177 ). Bâyezid II.'in T o kat’ta annesi İçm yaptırdığı cami, Hâtunîye adım taşır ( 1. Hakkı, ayn. e s r s. 29 v.d.). E"Sultan” unvâmnı taşıyan ilk pâdişâh annesi Ka­ nunî ’nin annesi Hafsa Sultan’dır» bk. Uîuçay,



8.400.000 kuruş idi (D e la riforne en Turyine au point de vae financier et administratif, Paris, 185i, s. 12: 8° eb’âdında 84 sahifelik bu risale, Rem e des Deux - Monde, I eylül 1850, s. 938-948 ’de hülâsa edilmiştir). [ Abdülmecid devrine ait sultan, şehzâde ve pâdişâh kadınlarının aylıklarım gösteren bir üste­ ye ( bk. Başbakanlık Arşivi, Yıldız tas., 18-525/109 -128-124) göre, pâdişâhın hemşiresi Adile Sultan’ın maaşı 200.000, kızlarının 125,000, kadınîanmn maaşları 20.000 iken, Vâlide Sultan ’m maaşı 500.000



umûmiyetle başmakhk i b. bk. ] veya paşmakl*k denirdi (Hammer, V I, 318; X , 75,188). Vâlide has­ lan gayri muayyen olup, bâzan nakden, bâzan da arâzi geliri olarak tâyin olunurdu : Sultan İbrahim, hasekilerine, başmaklık nâmıyle [bâzı sancak ve eyâletlerin arâzi gelirini ] tahsis etmişti ( Naîmâ, IV,



kuruştu. Has veya tahsisatlarından başka, yiyecek içecek, ve yakacak tâyinleri ( meselâ, Saray kilerinden verilen erzâka dâir 1151 tarihli vesika için bk. Cevdet tas., Saray, nr. 2308; Vâlide Sultan dâiresine 1264 ’te verilen mum mikdân içîn bk. ayn. tas., Saray, nr. 1807; 1 2 1 7 ’deki yaş ve kuru meyve tâyînatı için, yine nr. 160Ğ; 1151 ’de, İstanbul cifesin e mahsûben süt, kaymak v.s. verilmesine dâir, nr. 1840; Şam ’dan gönderilmesi mûtâd şeker, zeytin, üzüm v.s. ye dair, yine, nr. 1762, 17 19 ) bulunan Vâlide Sultanlar, muhtelif vesilelerle pâdişâhın m’amlarma da mazhar olurlardı. Aynca bâzı tâyinlerde nasb edilen me’murlar tarafından muayyen meblağlar takdim olunurdu (meselâ, Mısır valiliği tevcihinde pâdişâha 50.000, Vâlide Sultan *a 30.000 kuruş verilmekte olduğuna dâir 1148 tarihli vesika için bk. ayn. tas., Saray, nr.



243 )•



3° 52 )]»



Harem II, 6 1 .] Vâlide Sultanlara idârecilik, edebiyat ve şiirde verilen unvânlan kayda, burası müsâid değildir. Bunların en çok kullanılanı, llhanlılarda mârûf olan Mehd-i ulyâ { M!rl)Vând) tâbiri idi, Vâlide S u l t â n ’ 1n tahsisat ve ikametgâhı. [Anadolu ve Rum eli’nin muhtelif kesimlerinde] Vâlide Sultanlara tahsis olunan haslara, hasekiler ve bâzan m eoâlî’ninîd (Evliyâ Çelebi, 11, 6 ) gibi,



Pâdişâh kızlarına olduğu gibi, onların annelerine de, mâlî işlerini idâre için bir kethudâ (kâhya) tâyin olunurdu. (Selâtîn kethüdâlan tâbiri için bk. Silahlar Tarihi, 1, 646). Ancak, Vâlide Kethüdâsı, büyük bîr serveti kontrol ve sarfa me’zûn olması bakımından [Vâlide Sultan Kethüdâsmm, Vâlide hassı dâhilindeki tekâlife; dâir emir yazmağa salâhi­ yetti bulunduğunu tesbit eden 1230 tarihli hüküm için bk. Cevdet tas. Saray, nr. 4026.] Vâlide Sultan nezdinde büyük itibâra sâhib olduğu gibi, bâzı def *a, gizli olmakla beraber, devlet bayatında da en nüfuzlu kimse idi. Yabancı elçiler, onun bu husÛsiyetİni bilir ve ellerindeki imkânlarla bu m e­ murları kendilerine celbde kusur etmezlerdi ( Beauvoisins, s. 12* Cevdet, Tarih, 1288, V II, 252-256 ). Vâlide Kethüdâsı ’mn bu hizmetle birlikte Darbhâne-i Amire Nâzırlığı vazifesini de üzerine aldığı sık sık görülmektedir. Bu kabilden olarak, el-Hâc Mehmed Efendi (daha sonra "Paşa” , ölm. 113 5 ) ile ona 1127 ’de halef olan Atmalı Osman Efendi Geçen asırda başmaklık tâbirinin yerini, tahstsât (Râşİd, Tarih, IV2, 44; Mehmed Süreyya, S icill-i ( -1 hümâyûn ) almıştır ( Khîoros ). [ 4 eylül .1839 ’da, Osmânî [= > S Ö ], IV, 219; III, 4 2 5) zikr edilebilir. Vâlide Sultan *a, haslarına karşılık Darphâne ’den Fakat, bunun pek çok istisnâları vardır: Meselâ, Sa­ verilen aylık maaş 500 keseye çıkarılmış ( bk. Cevdet raya intisâbı dolayısıyla X16 8 ’de Vâlide Kethüdâsı tas,, Maârif, nr. 3624); müteakip sene eylülünde tâyin edilen Ağa-babası-zâde İbrahim Ağa ’ya, ayrıca Mâliye hazînesinden her ay verilen has bedeli ise, Ayasofya mütevelÜliği ve küçük mîrâhurluk da veril­ 375.000 kuruş, yâni 75° keseyi bulmuş idi (bk. Cev­ mişti (V âsıf, 1, 46; S O , I, 133 ); [ Ihtîsâb Nâzırdet, Maârif, nr. 1764).] 1850’ye doğru, “ Vâlide Iığı ( veya Şehreminliği) ile birlikte Vâlide KethüSultan ve pâdişâhın evli hemşİreîerininin tahsisatı", dâhğı’nda bulunan, Vâlide Sultan Kethüdâsı Tâhir



Normal zamanlarda Vâlide Sultan, pâdişâhın ka­ dın, kız ve hemşirelerinden ziyâde gelir sahibi idi ( d ’Ohsson, V II, 9 5). Kantemir e göre, Vâlide haslan, 1.000 kese akçarnn üzerinde idi. Aynı müellif, Türklerin zabt ettiği hiçbir şehir yoktur İd, bir sokağı Vâlide Sultan başmaklığına tahsis edilmiş olmasın, der (Başmaklık kelimesi için aynca bk. Bîanchi lör gati). İzmir şehri, Vâlide başmaklığının bir kısmım teşkil eder ve Vâlide mütesellimi tarafından idâre olunurdu (Toncoigne, Voyage a Smyme, Paris, 1 8 1 7 ,1 ,2 9 v.d.. Girid hassı için bk. Savary; Lettres sur la Gr&ce, 1788, s. 247). Vâlide Sultanlar, bâzan câmiler inşâ edecek veya Ahmed III. devrinde olduğu gibi asker tahrir ettirecek kadar servet sâhibi idiler. [Hazînede harb masraflarını karşılayacak para bu­ lunmadığından 1799 martında, Vâlide Kethüdâsı’na, vakıflardan 2.000 kese akça te’mîn ederek Darbhâne’ye teslimi emrolunmuş idî (b k . 29 ra­ mazan 1213 tarihli buyrultu: Başbakanlık Arşivi, Cevdet tas., Saray, nr. 1712)].



VÂLİDE SULTAN.



183



Paşa-zâde Hüseyin Hasîb Bey için bk. S O , 11, 228 Bey ’in kızı olduğunu, Edebalt mn kızı ve Alâeddin v.d. ve ondan naklen bk. Abdülbâkî Göîpmarlı, A li Bey [b . bk.]’ in annesi Bâlâ Hatun’la karıştırıl­ maması gerektiğini ortaya koymaktadır.] Melâmilik.... 1931, «. 180, n. 1 .]. 19 rebîüîâhır 1253 (2 4 temmuz 1 8 3 7 )’de ihdâs 2 . Nilüfer Hatun [ b. bk. ], Yarhisar tekfurunun edilen ûlâ smıf-ı evveli rütbesi, Vâlide Kethüdâsı kızı, Murad I . ve Süleyman Paşa ’mn annesi. ve Darbhâne Nâzın ’na verildi ( Sahâme-î Hâriciye, H a y r â t ı : [ Bursa ’da tekke ve mescid ile ken­ 1302, s. r99). 1262 (1846 ) ’de ihdâs olunan bâlâ di adım alan çay üzerinde köprü. Murad I., an­ rütbesini ilk d ef’a alan iki m e’murdan biri, Vâlide nesi adma, İznik ’te, 790 (138 8) ’da tamamlanan Kâhyası Hüseyin Bey oldu ( J. Deny, Sommaire des bir imâret yaptırmıştır ( Ç . Uluçay, Padişahların kadınlan..., s. 4 )]. archives turques du Caİre, s. 559 ). 3. [Devlet Hatun, Mehmed I . ’in annesi, ölm. Sarayın bütün İtibârlı kadınlan ile birinci (Baş A ğ a ) ve ikinci hadım ağalarda Vâlide Sultan’m 816 (1 4 1 4 ). emrinde idi ( Leylâ Hanım, Le Harem Imperial, Germiyan - oğlu Süleyman Şâh (136 1 -1 3 8 7 ) ’m 1925, s. 11 3 ). Fazla ihtişâmıyle, diğer sultanlarm- kızı ( ölm. 816 (1 4 1 4 ) ve Yıldırım Bâyezid ’in şehkinden ayrılan Vâlide Sultan dâiresinin teşkilâtı zâdelerînden İsa ve Mûsâ Çelebi’lerin anneleri , hakkında Osman B e y ’in eserinde ( Les Femmes en Devlet Şah Hatun'un, Çelebi Mehmed’in de an­ Tur(flite, s. 268) tafsilât vardır. nesi olduğuna dâir - E l ’deki maddede de be­ Vâlide Sultanların listesi. nimsenen - rivâyetîn yanlışlığı, vasiyeti üzerine Aşağıda, M . Süreyyâ Bey ’in SicİÜ-i Osmânî 'sin­ oğlu Çelebi Mehmed tarafından M erzifon’da ku­ den alınarak Vâlide Sultanlar listesi verilmiş; ancak rulan zaviyesine âıt vakfiyede, isminin "Devlet 7, 8, i r , 13, 15, 16, 21 ve 23, paragraflarda cüz’î Hatun bınti Abdullah” şeklinde geçmesi dolayısıyla değişiklikler [ literatür ve arşiv malzemesini lâyı- ortaya konmuş ve onun bir mühtediye olduğu kıyle kullanan M. Ç. Uluçay ’m Pâdişâhların kadın­ anlaşılmıştır; bk. 1. H. Uzunçarşıîı, Osmanlt tari­ lan ne kızları adlı esere müsteniden tashih ve ilâve­ hinin ilk devrelerine âit hazt yanlışlıkların tashihi : ler] yapılarak, Vâlide Sultanların hayrâtma dâir kısa IV . Çelebi Sultan Mehmed*in valdesi Germiyanmâlûmat eklenmiştir. oğla *ntm h z ı değildir, Belleten, 1957, X XI/8ı, 186 Listenin başında yer alan prensesler, yukarıda v.d,] da İşâret edildiği gibi, gerçek Vâlide Sultan değil­ 4. [ Hümâ Hatun, Fâtih Sultan Mehmed ’in annesi, lerdir; zîrâ, onların devrinde bu unvân henüz yoktu. ölm. 853 ( 1449 ). Bununla birlikte, bunlar için olduğu gibi, Vâlide Sul­ E I 'deki maddede de kabul edildiği gibi, Candar tanlık unvâm, ekseriyâ yanlışlıkla ve sonraki şekline -oğlu Ibrâhım I I . B ey'in kızı Hadîce - El, ISFENkıyasla, Osmanîı tarihinin ilk devirlerine kadar geriye DİYÂROGHLU maddesinde "Halime" - Hatun ’un götürülmüştür : Hattâ Ertuğrul G a z ı’nin annesi F âtih ’in annesi olduğuna dâir iddianın yanlışlığı, olup Hayme Ana adım taşıyan ve mezân, Abdül- Topkapı Sarayı A rşivi’nde bulunan tarihsiz bir hamid II. devrinde, İnegöl kazâsı Domaniç nâhi- vakfiyeye dayanılarak gösterilmiştir; bk. Uluçay, yesinin Çarşamba köyünde ortaya çıkarılan, efsânevî ayn. esr., s. 14 v.d. ]. kadına da Vâlide Sultan denmiştir ( S O , I, 86). 5. Gülbahar Hatun, Bâyezid I I . ’in annesi, [ ölm, [Ertuğrul G â z î’nin vâlidesi "Hayma Ana Sultan” 898 (14 9 2 ). Oğlu Bâyezid II. *e iki mektubu için Türbesinin nisan-eylül 18 91’de yapılan tâmîri sıra­ bk. Ç . Uluçay, Harem*den Mehtaplar, İstanbul sında, yekpâre taştan olan sandukasının üst kısmının 1956, I , 18 v.dd.]. tahrîb edildiğine dâir yapılan ihbâr üzerine 1901 'de 6. Ayşe (H a fsa) Sultan, Kanûnî Süleyman’ın girişilen tahkikat ve soruşturma için bk. Başbakanlık annesi, ölm. 4 ramazan 94° ( r9 mart 1534 ). Arşivi, Yıldız tas., 35-1205-34-106)]. Bu mezarın [M anisa’da Sultan Câraii (929— 1522) ve hamabulunuşunun, hânedâna sadık bîr hayalperestin, gay­ mıyle, imâret, zâviye ve mektebi için bk. Uzunçarşıîı retkeşlik eseri mİ, yoksa tahkik edilemeyen mahallî oğlu İsmail Hakkı, Kitabeler, 1929, II, 89 v.d.; bir rivâyetîn bakiyesi mi olduğu bilinmemektedir. Ç . Uluçay ve 1. Gökçen, Manisa Tariki, 1939, s* 49 , "Hayme Ana" İsmi de şüpheyi çekmektedir. 99 v.dd., 1. H. Konyalı, Kanunî Saltan Süley­ Süreyya Bey'İn listesinde, Vâlide Sultan unvâm, man *ın annesi Hafsa Saltan ’m Vakfiyesi ve Ma­ Bâyezid II.'in annesi Gülbahar’la başlıyorsa da, bu nisa *daki hayır eserleri, V D , 1969, V III, 47~5 7 .1 imkânsızdır; zîrâ, yukarıda anlatıldığı gibi, bu, hatan 7. Nûr-Bânû Sultan, Murâd III. ’m annesi; ölm. unvânım taşımakta idi. 22 zilka’de 990 ( 7 kânun I. 1583, [ bk. Lokman I. Mal Hatun ( veya Maîhun Râbıa Hatun), ve Seîânikî, göst. yer.]), H a y r â t ı : Üsküdar ’da Toptaşı ’nda medrese, Şeyh Edebaîı ’nın kızı, Orhan ve Alâeddin Beylerin annesi, ölm, 726 (1325-1326), sibyan mektebi, imâret, dârüşşîfâ ve -mescidi, [Orhan B e y ’in 724 (13 2 4 ) tarihli vakfiyesi ( 1. dârülhadîs, dârülkurrâ, misâfîr için büyük hânı ile Hakkı Uzunçarşıîı, Gazi Orhan Bey Vakfiyesi, Bel- Vâîide-i Atik Camii için bk. Hâfiz Hüseyin Ayvaniçten, 1941, V / i9 ,277 v,dd.), Mal Hatun ’ım Ömer ssrayî, Hadîkutü’l-cevqmî ( — // C ; İstanbul 1281),



184



VALİDE SULTAN.



IL 182-184, 2*8 v.d. = Hammer, X V III, 89, nr.



12. ? , Mustafa I. *nın annesi. 13. Tarhan (T urh an ) Hadîce Sultan, Rus asıllı, Tttrquİe d 'A sîe, 1892, IV, 639 v.d. [M . Kütükoğlu, Mehmed IV. 'in annesi; ölm. 10 şâban 1094 ( 4 1869'da faal İstanbul medreseleri, T E D , İstanbul, ağustos 1683, bk. Sitâhdar Tarda, II, t%6 v.d.; Do1977, sayı 7— 8 s. 386 v.d.; ayn. m il, Dârü'l-hilâ- nado'nun Relazione 'sinin te 'y id ettiği bu tarihe feti 'l-aliyye medresesi ve kuruluşu arefesinde İstanbul mukabil, S O , 1,28 ve Ahmed Refik, Turhan Valide, medreseleri, İslâm Tedk$dm Enstitüsü Dergisi, İstan­ 3, 424 *te : 10 receb ), bul, 1978, V II/ı-2, 184.3 H a y t â t t ; Eminönü Bahçekapısı *nda Safîye 8. Safîye Sultan, Mehmed III. *in annesi; öîm. 28 Sultan tarafından inşâsına başlanan ve Galata Köp­ cemâziyeîâhır 1014 (1 0 teşrin II., .1605). rüsüne hâkim olan Yem Câmî veya Yeni Vâlide H a y r â t ı : [ Eminönü 'nde 13 receb 1006 (1 9 Câmii, kitâbesinde ["Camı** al-bİrr maeİam al-takvâ" şubat 1598 ) ’da Safîye Sultan adına istimlâk edilen ( — 1074) tarihi olup] [dârüîhadîs, mekteb, çarşı, arsa üzerine inşâsına başlanılan medrese ve Yenİ- sebil, türbe ve kasır ile birlikte]; ( Silâhdar Tarda, cami ’nin dâhil olduğu külliye, uzun bir fâsıladan I, 218 ve 390 *a göre, Turhan Sultan tarafından sonra], Turhan Sultan tarafından tamamlanmıştır. 25 zilka'de 10 71’de tekrar haşlatılan inşâat, 20 reKahire 'de bir câmi bu sultanın ismim taşır : Melike hîülâhır 1076 (2 9 teşrin 1 . 16 6 5) c u m a günü ya­ Safîye ( R . L . Devonshire, L ’Egypie rmsulmam pılan açılış merâsimi ile son bulmuştur. Çanak­ et les fondaieurs de ses monuments, Paris 1926, s. 123 kale 'de Kösem Sultan tarafından başlatılan kal ’eyi v.d d .). [Safîye Sultan'm Üsküdar'ın Karamanlı ise, bir câmi ilâvesiyle 1070 *te tamamlattı. Anadolu köyünde de bir câmi ve çeşme yaptırdığı anlaşılmak­ Kavağı 'ndalâ Vâlide Câmii *ni de kardeşi Yusuf tadır; bk. Uluçay, Pâdişâhların kadınları..*, s. 44- Ağa için bina etmişti ( H C , II, 14 4 “ Hammer, M ısır'daki emlâkini Mekke, Medine ve K ud üs’te X V III, 89, nr. 748; Pitton de Toumefort, Relation Kuran okuyacak 120 hâfız ile, Mekke'deki sebil, d*tm voyage du Leöant, Lyon 17*7* H, 196; mescid ve kuyularına bakacak hizmetlilere vakf Charles Pertusıer, Promenades pîttoresçues dam ettiğine dâir vahfnâm e: Lala îsmâil Ef. Kütüp. Constantinople et sar les rives du Bosphore, Paris, 1815, nr. 237/1 ( bk. İstanbul Kütüphaneleri tanh-coğrafya s. 185 -18 9 ; A . Gabriel, Les mosqaes de Constantinople, yazmaları kataloglan, I/ı, 894 v.d., nr. 618.).] Syria, 1926; Ahmed Refik, Vâdide cam ileri: Yeni 9 . Handân Sultan, Ahmed I. *İn annesi; ölm, Câmi, Yeni Mecmua, nr. 10, s. 189-192; A . Galland, 15 receb 1014 (2 6 teşrin II. 1605). ayn. esr., I, 79 [T ürk. trç. I, 78 v .d d .]; Grelot, 10. Mâh-fîrûz ( e ) Sultan, Osman II. [ ile Şeh- Relation d*un voyage â Constantinople, s. 281 v.d.; zâde Mehmed, Süleyman, Bayezid ve Hüseyin'in Ch. Diehl Constantinople, 1924, s, 115 v.dd., 138 anneleri, ölm. 1029 (1620),] v.d.; Armdnag Bey Sakisian, Syria, 19 3 i; Celat Esad, 11. Mâh-peyker Kösem Sultan [ b. bk. ], Murad Constantinople, Paris, I 9° 9» s* 211-214. [Turhan IV. ve Sultan İbrahim ile Şehzâde Kasım'm anneleri, Sultan 'ın hayrâtı için ayrıca bk. Uluçay, Padişahla­ öîm. 16 ramazan 1061 ( 2 eylül 16 5 1) cumartesi. rın kadınlan « ı *| S* 58 v.d.; A . Sâİm Ülgen, Yeni H a y r â 1 1 : Üsküdar Yenİ-mahallesinde mekteb, Cami, V D , 1942, II, 387“399; İstanbul Yem Camii dârüîhadîs, çeşme ve çifte hamamıyla Çinili câmî; ve Hünkâr Kasrt, Vakıflar U . Md. nşr., ts.] İstanbul ’da Çakmakçılar yokuşu 'ndaki Vâlide Hanı 14. Sâliha Dil-âşûb [ Bâzı vesikalarda: Aşûbe ] 'm bu câmi *e vakf ve içine bir mescid binâ etmiştir. Sultan Süleyman II. ’nin annesi, ölm. 22 muharrem Anadolu Kavağı ’ ndaki mescidi de Kavak hisarlarıyla 1101 ( S 0 , 1, 47; Buna mukabil, Defterdar Mehmed aynı tarihde (1031 = 1622) inşâ ve özdemiroğlu- Paşa, Zübde-i Vekâyi’ât, Hamîdiye Kütüp. nr. 949, 'nun Çarşamba 'dakî medresesine mescid ilâve 2iıî> ve Silâhdar Tarihi, II, 484 ’t e ; 22 safer ettirmiş; Çanakkale’de yapılmasını başlatığı hisar 1101 = 4 kânun I. 1689 pazar). Turhan Sultan tarafından ikmâl olunmuştur. [ Hac 15. [Râbia] Güînûş Emetullâh (bâzan yanlış­ yolunda su ihtiyacının karşılanması, Haremeyn’de lıkla "ümmetullâh” denmiştir [meselâ bk. A . D . Kurân okunması ve fukaraya yardım edilmesi için Alderson, The Structare o f the Ottoman Dynasty, yaptığı vakıflar hakkında bk. Mücteba İigüreî, K o­ Oxford, 1956, cedvel X X X V III, X L , X L I]), aslen şan Sultan *m bir vakfiyesi, T D , 1966, X V I/2i, Girİdli (D on ado’ya göre, Resmo’nun Verzızzi 83- 94.1 ( H C , 1 ,2 1 5 v.d d .; II, 144, 184 v.dd. Şilesinden), Mustafa II. ve Ahmed III, 'in anneleri; nazmetmiş, fakat ne yazık ki bu da günümüze kadar gelememiştir ( krş. M . Şafî', M ufa, s. 8, 3 1 ). Manzum ve mensur olarak kaleme alman bu mes­ nevilerden al-Bîrünî ’ninki ve muhtemelen Sahi b. Hârûn’unki (y k .b k .) Arapça; 'Unşurî, Faşîhî, Farbârî, I£atîiî-yi Bubârâİ, Zamiri Kamâl al-Dîn (veya Camâl al-D în ) Uusayn-i Işfahânî (ölm. 9 73 = 156 6 ), KısmatI Mubammed 'A iî Astarâbâdî, Uâca Şu'ayb-ı Cöş^ânî, Şulbî Şayb Ya'kûb Şarfl-yi Kaşmiri (ölm. 1003=1594/1595), Irâdat-Hân Vâzıb ( ölm. 1 1 2 9 = 17 16 ), Nâmî Mirza Mubammed Şâdîk al-Müsavî (ölm . 1204= 1790), Aşîrî (bk. Süîeymaniye, Fâtih, ktb., nr. 4 1 4 1 ) , HâcI Mubammed IJusayn-İ Şîrâzî, Nav'ı-yi Habüşânî ve Zahîr ’inkiler ile kimler tarafından yazıldıkları henüz bilinemeyen ve Nâmî ile Cöşîfânî ’nin Vâmik ti *Azrc? ’larmın tercü­ mesi oldukları tahmin edilen ( krş. Blochet, Catalogue de manascrüs persans, s. 75, nr. 2120 ) diğer iki men­ sur mesnevî Farsça olup ( M . Şafî', s. 37“4 7 5 K aşf abZunün, II, 1999: Mabcüb, Saban, devre X V III, 2, s. 13 1-13 7); Lâmi’î Çelebi (ölm . 938 = * 53* ) , Bihiştî Sinan b. Sulayraan Çelebi (ölm . 985=1577: eseri için bk. Fatih kütüp. nr. 4148 ), Kalkandelenli Mu'îdî (ölm. 974 = 156 6 ), Manîsaîı Câmi'i (X V . asır, Fatih kütüp. nr. 4*42), Hava3! Bursalı Mustafa Efendi ( ölm. 1017= 1608), Hava'î veya Kuburî -zâde İstanbullu Abdurrahman Efendi (ölm, 1 1 2 1 = 17 0 9 )’ninkiler Türkçedir (Bursalı Tâhir, Osmanlı müellifleri, İstanbul, *333-*342, II, 96 v.d., 420, 488 v.d., 493; krş. Agâh Sırrı Levend, Türk Ede­ biyatı tarihi, T T K , Ankara, 1973, I, *34 : M. Şafî', Mufa, s. 35-37)- Sayf al-Dîn Âhünd Sayf ’inki ise, yer yer Farsça ibareleri hâvi olmakla birlikte Keşmir dilinde yazılmıştır (M . Şafî', Mufa, s. 47; krş, M . Ca'far Mabcüb, ayn. esr., göst. yer.). Ayrıca Nâcı M» Uusayn-i Şîrâzî ’nîn mesnevisinin, M u'în al-Dîn adında biri tarafından 1256 (1840) ’da Peştu ’ya ya­ pılan bir tercümesi mevcuttur ( Aslı Britısh Museum, Rieu, 721, tercümesi aym kütüphanede 2877; krş, v â fr, Muk-, s. 46 v .d .). M, Şafî* ve onun görüşle­ rini aynen alan M. Ca'far Mabcüb kaynak göster­ meden Süfî-zâda Burösa ’nın Murad II. adına bîr Vâmik tı eAzra3 yazdığını, ayrıca UamzavI veya Camâlî 'nin de bu isimde bir mesnevisi olduğunu zik­ retmekte iseler de ( M . Şafî', ayn. esr., M ak., s* 37 i Suban, göst. yer.), bu husûsun şüphe ile karşılanma­ sı gerekir. Zîrâ Osmanh müellifleri (II, kısım 1 , s. 74, 120 v.d., 12 3 ) ’nde Süfi-zada Burösa veya BuF . 13



*94



VÂMIKÜ AZRÂ — VAN.



rusâvî isminde bir zâta rasilanmamakta ve bilinen üç Cemali ile bir HamzavI ’nin de "Vâmik u cA z3râ" adlı mesnevileri olduğu kaydedilmemektedir. Bundan başka M. Şaft', K aşf al-zunün ’un 13*0 Istan" bul tab ’ma ( II, 627 ) atıfta bulunarak Kanunî ’nin, L âm u tarafından nazmedilen Vernik u GAzrâ3 nm tekrar Farsça’ya tercüme edilmesini istediğini ve bu işi Kadiri Çelebi ’ye verdiğini ileri sürmekte ve Mubammed Caefar Mahcüb da ayra görüşü pay­ laşmaktadır ki, bu, K aşf al-zunün 'da yer alan Türk­ çe ibârenin yanlış anlaşılmasından ileri gelen bir hatâ olmalıdır, Zîrâ bu ibarede Kazasker ( K^zî) Kadiri Çelebi ’nin Lâmi'î ’ye âİt Vâmik tı cAzms’mn mütercimi olarak vazifelendirİIdİğini değil, L âm i'î’ye verilen Vâmik tı M zrâ9 ’yı yazma em­ rinin yerine getirilmesi husûsunda murakıp olarak vazifelendirildiğini ifâde etmektedir. Yukarıda sırala­ nan Vâmik a GAzra>’lardan bazılarının sâdece ismi günümüze kadar gelmiş, bâzılan el yazması hâlinde muhtelif kütüphânelerde muhâfaza edilmiş ( M. Şafîc, muk-, s. 36-47, 51, 7 0 ) ve Şayb Yacküb Şarfı-yi Kaşmir! ’ninki 1889’da Laknav ’da, Hacı Muhammed Liusayn-i Şirâzî’ninki 13 2 4 ’te Şîraz’da, Nav*i-yi HabüşânI’ninki Hindistan’da, Zahir’ inkİ de 1337 hş. de T ahran’da basılmıştır. Görüldüğü üzere Vâmik u GAzrâ 9 ’yı yazan edip­ lerin sayısı epey kabarıktır. Tamamı günümüze kadar gelemiyen Vâmik t ı GAzrâ9 mesnevilerinin hepsi hakkında kesin bîr hüküm vermenin doğru olmayacağı aşikârdır. Ancak, mevcut olanlarının bir kısmı ile dahî; yazıldığı her dilde husûsiyle Fars­ ça ’da varlığım ve edebî değerini kabûl ettirmiş, I bk. mad. “UNŞüRÎ ], Veys u Râmîn ’den ve Nizâmî’nîn Hamse sinden çok önce kaleme alınmış olması ve asırlar boyunca birçok şâir ve edibe mevzû teş­ kil etmesi İtibariyle Şark ’ta ve bilhassa Iran ede­ biyatında kendine has yeri almıştır. Muahhar Vâmik ü 11Azrâ3 ’larda hikâyenin şarklılaşmasmda, efsânevî unsurların ona fazlaca sızmasında, mefhum ve maz­ munların kullanılmasında Şehname ’nîn te’siri inkâr edilemezse de ( Muhammed Riyâz, Ttfşîr-i Şâknâma dar Vâmik u GAzrâ3~yi GUnşurl, Hilâl, 1348 hş., c, t7 , say1 7,14 -2 0 ; krş; P. Nâtil Hânları, Vâmtk u



cAzrâs-yi cUnsurt t)a Şâhnâmâ-İ Ftrdovsî, Sufyan, 1350 hş., devre X X I, sayı 5, s. 433-441); bu te’sirî, aynen cUnşurî ’nin Vâmik tı cAzrâ 'sına teşmil etmek, ancak bir zorlamanın mahsûlü olabilir. Bibliyografya : Metinde geçenlerden başka bk. cAbd al~Ra’ üf Fikrî Sâlçükî, Vâmik a cA zrâ 9-yİ GUnştırî (Ç âp -ı Muhammed ŞafP ) Aryana, 1947 hş., 2. sayı 2, s. 5-14, 32; E. G , Browne, Liierary History o f Persta (Cambridge, 19 5 1), I, 347; II, 275 v.d.; H. Ritter, Oriens, 1948, 1 , 134 v.dd.; J. von Hammer, Vâmik tmd Asra , d.i. des Gbıhende tınd die Bltdıende, das alteste Persische romantiscke G edicht, Wien, 1833; Muham­



med cAIî~yan Tarhiyat, Vâmik u GA zra*t M acal-



la-i yağma, 2. yıl, s. 528-531; Muhammed Şafîc Mavîavî, Vümik tı eAzrâ-yi cUnsurt, mukaddîma ba zahân-t Urdu., Pencap Üniversitesi, 1965, s. 1-70; Lâmi’î ’nin Vâmik tı GAzrâ? ’sma âit metinde geçmeyen bâzı nüshaları, Süleymaniye, Kadızâde Mehmed Kütüp. nr. 4 1^; İzmir, nr. 625; Çelebi Abdullah, nr. 286: Bayezid Devlet kütüp., nr. 5410: Üniversite kütüp., T Y , nr. 1x81, 9287; Bursa Haraççızâde kütüp., nr. 967 ( T .) . (C l . Huart.)



[Bu madde NAZİF ŞaHÎnoğLu tarafından tâdil ve tevsî edilmiştir. ] VAN, T ü r k i y e ' n i n c e n û b - i ş a r k î s i n d e b u l u n a n b i r v i l â y e t m e r k e z i , Van Gölü ile çevresini içine alan mıntıka, etrafındaki yüksek dağ­ larla birlikte, Türkiye ’nin en yüksek kısmım teşkîl eder. Bu mıntıkada yer şekilleri bakımından bir birlik olmayıp, Van Gölü ’nün cenûbunda bulunan kıvrımlı dağ sıraları, gölün şimâl ve garbında yer­ lerini, cenûb-i garbı— şimâl-i şarkî istikametinde sı­ ralanan genç volkan konilerine bırakır. İrtifâm fazlalığı yanında, şiddetli kara ikliminin hüküm sürmesi, Van mıntıkasında, sene içinde birbirinden farklı ikî beşerî faâliyete zemin hazır­ lamıştır. Kışları karın uzun müddet yerde kalması, tarla ve bahçe zırâatinin tâtiline ve hayvanların ba­ rınaklara çekilmesine yol açmaktadır. Havaların ısınması ile birlikte zirâat hayatı canlanmakta, tar­ laların büyük bir kısmında kum zirâat usûlleri ile hububat yetiştirilmektedir. Büyük vâdilerin taba­ nında ve kıyısındaki sulanabilen ovalarda bahçe zirâati yapılmaktadır. Bu bavâîidekî yerleşme yer­ leri de, ovalık sâhaîarda toplanmaktadır. Van Gölü çevresindeki arâzi, yapı ve yer şekilleri bakımından birbirinden farklı kısımlara ayrılabilir. Gölün cenûbunda, Bitlis ’ten Gürpınar *a kadar uzayan ve "Bitlis masifi" denilen eski kütle, çeşitli metamorfik şistler, kalkşistîer ve bâzı yerlerde ka­ im kristaîize kalker tabakaları ve gnaysları İhtîvâ eder. Bitlis masifinde, ince ve kaim tabakalı, yap­ raklı, az veya çok billurlu, sîleksîi ve mamîı kal­ kerlere tesâdüf edilir. Kalkerlerin kalınlaştığı bâzı yerlerde karstik şekiller de müşâhede edilmektedir. Bunlardan en mühimmi, Gollü polyesidîr. Bitlis eski kütlesi, Üçüncü Zaman ’daki tektonik hareketlere ka­ lıp vazifesi görmüştür. Bitlis eski kütlesi, Alpın hareketlerle kırılmış ve yükselmiştir. Van bölgesi­ nin cenubundaki bu sıradağlar, umûmİyetîe 3.000 metrenin üstünde olup, Van Gölü'ne çok dik meyilli yamaçlarla inmektedir. Bu kesimde Van Gölü hav­ zası da çok dar bir şeride inhisar etmektedir. Dik ve dar vâdilerin gölün sulan ile istilâ edilen kısım­ ları, kıyı çizgisinin çok girintili çıkıntılı olmasına sebep olmuştur. Van Golü ile Iran hududu arasında kalan kısım­ da, umûmİyetîe Mezozoik ( ikinci Zam an) ile Tersiyer (Ü çüncü Zaman) arâzisi hâkimdir. Bu­



rada krefcase flişleri ile Eosen kalkerleri geniş yer kaplamaktadır. Şiddetle kıvrılan ve bâzı kısımların­ da kırılmış olan Mezozoik ve Tersiyer arazisi, Üçüncü Zaman’m sonlarına doğru tesviye edil­ miş, fakat Dördüncü Zaman ’da derin vadilerle ya­ rılmıştır. Arâzi meyli şarktan garba doğru olup, Iran sının yakınlarında 2.500 metreyi geçen irtİfâ, göl kıyılarında 2.200-2.400 metreler arasındadır. Erek dağı ( 3.250 m. ), Kûh dağı ( 2.850 m. ) Ka­ zan dağı (2.890 m .) ve Irgat dağı (2.750 m .), başlıca yüksek kısımları teşkil eder. Şarktan Van Gölü kıyılarına doğru tedricen alçalan yaylalar arasında Erçek, Hoşab, Van, Başkale, Havasor ve Gevar havzaları yer almaktadır. Başta Van ovası olmak üzere, geniş Hoşab suyu vadisi, Çuh gediği, Özalp ovası yerleşmeye ve zirâat yapılabilmesine elverişli sâhalardır. Van Gölü şimalinin topografyası, gölün cenup ve şarkındakinden farklı olup, burada cenûb-i gar­ bı — şimâl-i şarkî istikametinde kırıklar boyunca bir çizgi üzerinde teşekkül etmiş Nemrut dağı (3.050 m. ), Süphan dağı ( 4-434 m .), Aİadağ ( 3.255 m. ), Tendurek (3-3*3 m .) ve daha uzakta Ağrı dağı (5.165 m .) gibi yüksek ve yeni volkan konileri bulunur. Bu volkanlardan (Nemrut ve Tendürek gibi) bâzılarında sıcak gazlar çıkmakta ve sıcak su kaynaklan bulunmaktadır. Mıntıkadaki yeni indifâîardan biri, Alich ve Frödin gibi bâzı araştırı­ cılara göre, 1441 ’de Nemrut dağının yarılarak kızgın lâvlar ve gazlar çıkarması şeklinde tezâhür etmiştir, Van mıntıkasındaki volkanik arâzinin he­ men her yerinde, Dördüncü Zaman indifâlarma âit koni ve lâv akıntılanmn tâze şekilleri görülür, Neojen sonlarından itibâren, Van bölgesi ve çevresin­ de, epirojenik hareketlerin sebep olduğu yükselme­ ler ve parçalanmalar, Van ve Muş havzalannm te­ şekkülüne yol açmıştır. Ancak, Van havzası, baş­ langıçta sularını Muş havzasına boşaltırken, indifâlar neticesinde Nemrut volkanından çıkan lâvlar Bitlis çayı vâdisi boyunca cenûba doğru takriben 60 km. kadar akarak her iki havzayı birbirinden ayırmıştır, fiöylece Van depresyonu kapalı havza durumunu almış ve çevreden gelen suların birik­ mesi ile Van Gölü teşekkül etmiştir. Van Gölü, şimâl-i şarkî istikametinde Bendimâhî vadisine, cenûb-i garbide ise Hoşab suyu vâdisine doğru yayı­ lır. Bu büyük vâdiîer, Murat nehrinin eski tâbileri idiler. Şımâl ve şark kıyıları nisbeten sığ olan gölün en derin kısımları Tatvan açıklarında olup, iki sene önce 45* m. ’iik bir derinlik tesbit edilmiştir. Gölün bugün kapladığı sâha, 3.675 km3 olup, en uzun ye­ ri Tatvan ile Bendimâhî çayı arasında takriben 125 km. dîr. Gölün bugünkü seviyesi denizden 1.646 m. yük­ seldiktedir. Kıyısının bâzı yerlerinde farklı irtifâda taraçalar görülmektedir. Yaptığımız ölçmelere göre, bunların yükseklikleri 12-15 m., 25-30m., 45-50 met­



re kadardır. Böyleee Dördüncü Zaman da buzul ve buzul-arası devrelerde bu kapalı havzanın da hidrolo­ jik bilançosunda değişiklikler olmuş, bâzı devrelerde yağış artmış ve buharlaşma azalmış, neticede gölün su seviyesi yükselmiş ve Van kapalı havzası taba­ nında toplanan su kütlesinin miktarı ve gölün de­ rinliği artmıştır. Van Gölü havzası, meydana ge­ lişinden beri, dışarı akışı olmayan kapalı bîr havza durumunu muhâfaza etmiştir. Van G ö lü ’nün sula­ rında, % 42,3 mutfak tuzu ve %34 nisbetinde soda, az miktarda da sodyum sülfat, potasyum sülfat ve magnezyum karbonat bulunmaktadır. Mıntıkada şiddetli bir kara iklimi hüküm sürmekte olup, tesbit edilen en düşük suhûnet Van ’da -28.7, Tatvan ’da -17.6, Ahlat ’ta -18,4 ve Bitlis 'te -19 derece; en yüksek sıcaklık ise, V a n ’da 37.5, Tat­ van ’da 34.2, Ahlat ’ta 32-5 ve Bitlis ’te 36.8 de­ recedir. Senelik sıcaklık farklarının fazlalığı, mıntı­ kada kara ikliminin hâkim olduğunu göstermek­ tedir. Senelik ortalama suhûnet Van ve Tatvan ’da 8.8, A h lat’ta 9-4 derecedir. Aylık ortalama su­ hûnet bakımından en soğuk ay ocak olup, Van ’da -3.6, Tatvan ’da -3,8, Ahlat ’ta -1.6 derecedir. A y­ lık sıcaklık ortalamaları nisan sonuna kadar 10 de­ recenin altında kalmakta ve haziranda hemen bü­ tün merkezlerde 15 derecenin üstüne çıkmaktadır. Temmuz ve ağustos aylarında ortalama aylık suhûnetler mıntıkada 20 derecenin üstündedir ( temmuz­ daki sıcaklık' V a n ’da 22®, T atvan ’da 21.2® ’d ir). Aylık ortalama suhûnet eylül ayında 16-17 derece civârmda olup teşrin I l . ’den itibâren 5 derecenin altına inmektedir. Donlu geçen günlerin ortalaması ise Ahlat’ta 109, Van 132 ’dir. Van mıntıkasında yağışlar, umûmİyetîe azdır ( yıllık yağış miktarı, Van ’da 3^4 mm, Tatvan ’da 77r.9 mm, A h la t’ta 578.6 m m ’dir). Yağış âza­ misi, kış ve bahara (en yağışlı ay kânun II. olup değerler, V a n ’da 4*>9» Tatvan’da 109,2, Ahlat'ta 64.1 m m ); asgarîsi yaza rastlar (d eğerler: ağus­ tosta Van ’da 2.9, Tatvan ’da 2.6, Ahlat ’ta 4 mm ). Mıntıkada yağışlar umûmİyetîe şiddetlidir. V a n ’da günlük en fazla yağış 38,5 mm. olup, bu nisbet senelik ortalama yağışın 1/10 ’i kadardır. Hazirana kadar kar yağışlarının görüldüğü mın­ tıkada ( senelik ortalama kar yağışlı gün sayısı Van’da 37.7 gün, Tatvan’da 34.1 gün ve Ahlat ’ta 27.8 gün; aylara göre, Van ’da, teşrin I. de 0.2, teşrin II. de 1,4, kânun I.de 6,6, kânun II.d e 7.8, şubatta 8,4, martta 8.3, nisanda î.8 ve mayıs ayında 0.2 gün ) or­ talama karla örtülü gün sayısı oldukça yüksektir ( or­ talama senelik karla örtülü gün sayısı Van ’da 79, Tatvan ’da 98,3 ve Ahlat ’ta 73*5 ). Mıntıkada, kâ­ nun I 'un yarısında, kânun II ’un 2/3 'sinde ve şu­ batın tamamında kar örtüsü yerden kalkmamaktadır. Anlaşılacağı gibi, zîrâate elverişli devrenin son de­ rece kısa olduğu Van mıntıkasında, toprağın işlen­



mesi, sürülmesi, çapalanması, sulanması ve hasa­ radiye’ninki ise 5*.677 dır. En az nüfûsa sâhip Ça­ tak ilçesinin nüfûs yekûnu *940 ’ta 6,26r, 1960 ’ta dın süratle tamamlanması gerekmektedir. Senenin birbirinden kat’ı şekilde farklı iki dev­ 12.184, 1970’te 16.415 olup, bu rakam *975 ?te reye ayrıldığı mıntıkada, suhûnetin sıfırın altına 20.126'yi bulmuştur. indiği ve toprağın karla örtüîdüğü şiddetli kışlarda Van vilâyeti dâhilinde köylerde yaşayanların ye­ bütün tarla işleri durur, hayvanların ot ve yem ihti­ kûnu *935 (1 2 0 .0 1 5 )'ten, 1975 (240,484) se­ yaçları güç karşılanır, zirâat hayatı âdeta inkıtâa nesine kadar (— 19 4 0 ’ta Hakkâri'nin Van vilâye­ uğrar ve yazın görülen canlılık, yerim sönüklük ve tinden ayrılmış olmasına rağmen-, *50469 kişi artmıştır. 1935 senesinde köylerde yaşayanları 100 durgunluğa bırakır. Van mıntıkasında nüfus umûmıyetle vâdi taban­ olarak kabûl ederek nüfus artış hızı ifâde edilmek larında ve havzalarda toplanmıştır. Hububat zi­ istenir ise, şu husus ortaya çıkmaktadır: Hakkâri râatının 1.850-1.900 metre irtifâda sona ermesi, köy­ ilinin Van ilinden ayrılması neticesinde Van ilinde lerin havza yamaçlarının daha yüksek kısımlarında *940 senesinde köylerde yaşıyanlann nüfûsu bîr kurulmasını engellemektedir. Dağlık ve yüksek miktar azalmış ve bu sayım senesinde Van ili kır alanların geniş yer kapladığı bu bölgede zirâat ya­ nüfûsu ancak *935 'tekinin % 7 4 ’ ünü bulmuştu. pılabilecek sâhalarıp çok dar ve parçalı olması, yer­ 1950 senesinde Van ilinde köylerde oturanlar 1935 leşmelerin birbirinden uzak ve küçük cüzler hâ­ senesindekinden % 18 daha fazla olmuş, bu nisbet linde bulunmasına yol açmıştır. Nisbeten kalabalık 1960’ta % 40 ‘a, 19 6 5’te % 7 i ’e, 19 7 0 ’te % 97,9 yerleşmelere, göl kenarındaki ovalarda ve göle dö­ ve *975’te % 115 ,3 ’e ulaşmış bulunmaktadır. Buna mukabil şehir nüfûsundaki artışlar, önce külen suların aktığı vâdilerde tesâdüf edilmekte­ dir. Bu küçük ovalar, mühim yollar üzerinde bu­ durgunluk göstermiş; *935 ’e göre, *945 senesinde lunduğu ve zirâate elverişli olduğu için çok eski şehir nüfûsu yekûnunun artış hızı % *S» *950 *de zamanlardan beri iskân edilmişlerdir. V an mıntıka­ % I I iken, 1955 senesinden sonra süratle artış sında herbîri yüksek dağlar ve vâdİlerîe derin bir kaydedilmiştir. *955 senesinde şehir nüfûsunun şekilde parçalanmış yaylaların arasındaki ovalar, artış hızı % 43> *96o’ta %83, 1965’te % i 59, *970 şehir ve köylerin bulunduğu, zirâate elverişli sâ- ’te % 277 ve Î975 ’te % 395 ’e yükselmiştir. 1975 halardır. Ovalarda bâzan sulama yoluyla zirâat ya­ senesinde kır nüfûsu artışının %**5»3 olmasına kar­ pılmaktadır. Van mıntıkasında geniş ovalara, daha şılık, şehirli nüfûs artışı % 39 5 nisbetindedir. Boyçok golün şark ve şimâl taraflarında rastlanmakta lece Van mıntıkasında da bütün Türkiye ’de olduğu olup, bunların en mühimleri Van, Muradiye-Çaî- gibi son senelerde şehirlere büyük ölçüde akın baş­ dıran, Havasur, Erciş, Zılân ovalandır. Çeşitli ir- lamış ve şehirlerde yaşayanların miktarlarında hız­ tifâlardakı bu ovalar, bâzı yerde birbiri ardınca lı artışlar kaydedilmiştir. 1935 senesinde köylerde sıralanmıştır. Ovaları, derin vâdiler birbirine bağlar. yaşayanlar, şehirlerde yaşayanlardan 5 misli fazla Van ovası, garptan şarka Erçek gölü ve Özalp ovası iken, bu nisbet *975 ’te 2.3 misline, yâni yandan ile bir sıra teşkil ettiği gibi, Muradiye ve Çaldıran daha az bir nısbete inmiştir. Van vilâyetinde *935 senesinde şehirlerde yaşa­ ovalan da, bir akarsu ile birbirine bağlanmıştır. Aynı şekilde, Ablat ve Âdilcevaz da, şîmâle doğru yanların yekûnu 23.419 idi. Bu nüfûs *940 senesinde bâzı küçük göller ve ovalarla, Malazgirt ovasına 1 (23.252) hemen hîç değişmemiştir. Şehirli nü­ fûsunun artışı, *945’te 26,932, 1950’de 26.155, ve Murat nehrine bağlanır. Van vilâyetinin n ü f û s u , 19 2 7’de 75-329 iken, *955’te 33469, 1960'ta 42.881, 1965’te 60.686, 1935 ’te Hakkâri ile birlikte 143437 ’ye çıkmıştır. 1940 1970’te 88.227 ve 19 7 5 ’te 115.830*3 yükselmiştir. senesinde Hakkâri, Van 'dan ayrı bir vilâyet olduğun­ Şüphesiz Van mıntıkasında şehirli nüfûsu içinde dan, Van vilâyeti nüfûsu 112.975 *e düşmüştür. Bu sa- i en büyük hisse, Van şehrinindir. Van şehrinin nüfûsu, 1927 senesinde 6.980, yı 1945 ’te 127.858 (1940 a göre artış nisbeti % * 3 ), 1950 'de 1 15-944 C % 2 9 ), 1955 ’te 175-250 ( % 55 ), *935 senesinde 9.362, 1940 senesinde **.785, *945 1960 'ta 211.034 ( %86 ), 19Ğ5 ’te 266.840 ( % I36 ), senesinde 14.266,1950 senesinde 13.664,1955 sene­ 1970 ’te 325.763 ( % i 88 ), 1975 ’te ise 386.314 sinde *7.254,1960 senesinde 22.043,1965 senesinde ( % 2 4 i) *ü bulmuştur. Buna göre 1940 'a nisbetle 31,431, 1970 senesinde 46.751 ve 1975 nüfus sa­ 1975 'teki artış Türkiye ortalamasının üzerinde, 2,5 yımında 63.663 ’e yükselmiştir. Nüfus itibariyle misli olmuştur. Vilâyetin en kalabalık yeri, merkez V an ’dan sonra gelen şehirlerin başlıcaîan, Erciş İlçesi olup kazâ nüfûsunun yekûnu 1927 *de 22.513, (*975 ’te nüfûsu 22.351), Başkale (8.558), Muradiye *935 ’te 32.348, 1940’ta 28.186, 19 4 5’te 32.606, (6.334), Gevaş (6.333) ve Özalp ( 4 .1 8 8 ) 'tir. 1950 ’de ise 34.7 *0 , 19 5 5’te 41.916 ya* 1960’ta *975 sayımına göre, Van mıntıkasında nüfus yo­ 51.445’e, 19 6 5’te 66.104’e, 19 70 ’te 88.254’e ve ğunluğu (2 0 ), Türkiye ortalamasının ( 5 2 ) çok *975 ’te 107.774’e ulaşmış bulunmaktadır. Vilâyet altında bulunmaktadır. Suyun bulunabildiği ve dâhilinde 1975 sayımına göre, nüfûsu 50.000 ’i ge­ zirâate elverişli yerlerde kurulan mıntıka köyleri, çen iki ilçeden Erciş’in nüfûs yekûnu 61.308; Mu­ umûmıyetle az nüfuslu ve küçük kır yerleşmeleri



halindedir. Mevcut 566 köyden sâdece 6 tanesi­ nin nüfusu 2.000 Men fazladır; î.000 Men fazla nü­ fuslu köyler 29 kadardır, 500 kişiden az nüfuslu yerlerin sayısı ise, 362 ’dir. Yerleşme sâhalannda meskenler, umûmiyetle taş malzeme kullanılarak inşâ edilmekte, soğuklardan daha iyi korunmak için duvarların bâzı yerleri bâzan toprak içinde kal­ maktadır. K o y evlerinin kalın toprak kaplı damla­ rının olması, depremlerde büyük ölçüde can ve mal kaybına sebep olmaktadır. Van mıntıkasında iktisâdı hayatın esâsını zirâat teşkil edip, tarla ve bağ-bahçe zirâatı yanında, hayvan yetiştiriciliği de ehemmiyet taşımaktadır. Şiddetli kara iklimi topraktan faydalanmaya te'sir etmiş, zirâi faâliyetlerin mahdud zaman ve mahsûllere inhisar etmesine yol açmıştır. Orman tahribi ve aşın otlatma neticesinde toprak erezyomı artmıştır. Hav­ za ve vâdi tabanlarında çeşitli sebze ve meyveler yetiştirilmektedir. Göl kıyısındaki büyük ovalarda, esiri çağlardan beri kanallar inşâ olunarak sulama yapılmıştır. Urartular, bâzı derelerin yataklarında sedler inşâ ederek, meyilli kanallarla ovalan sulamışlardır. Van yakınında Urartu kıralı Mennas ta­ rafından yaptırılan kanalın bâzı kısımları bugün bile mevcuttur. Sulama yapılabilen ovalarda yoğun zirâat faa­ liyetleri göze çarpmakta olup, bahçelerde, çeşitli sebzeler ile ceviz, elma, kayısı, kiraz ve vişne yetiş­ tirilmektedir. Sulanabilen ovaların dışında, başta buğday olmak üzere çeşitli hububat zirâatı yapılır. 1977 senesinde Van ilinde, 105,001 hektar arâzi hububata, 1.060 hektar bakliyata, 2.421 hektar sanâyi bitkilerine tahsis edilmiştir. En geniş yeri kaplayan buğdayı, küçük miktarda olmak üzere çavdar tâkip eder. Hayvancılığa elverişli olan v il'yetin 1977 senesinde, küçük ve büyük baş hayvan­ lan 3.035.182 *yi bulmakta idi. Bunlar içinde koyun (2.404.400) başta gelir. K ıî keçisi (260.700) ve inek (147.930) daha az miktarda yetiştirilir, T ürkiye’nin en büyük gölüne, etrafında birçok yüksek dağlara ve tarih hazînelerine sâhıp olması Van mıntıkasını turizm bakımından cazip bir merkez hâline getir­ mektedir. Bibliyografya i H. Abich, Geologische Forschungen in den kaukasischen Lândem -II. Geologte des armenischen Hochlandes. I. We$thâlfte ( Viyana, 1882); A . Ardeî, Van Gölü böl­ gesinin coğrafyasıt Beşinci Üniversite Haftası ( İs­ tanbul, 1945)» s. 9 1-112 ; ayn. mlh, Van Gölü, Beşinci Üniversite Haftası {V an, 1944), İstanbul, 1945, s. 205-215; O. Belli, Urartular çağında Van bölgesi yol şebekesi, İstanbul Üniversitesi Edebi­ yat Fakültesi’nde neşredilmemiş Doktora tezi (İstanbul, 19 7 7 ); O. Blau, Vom UntmiarSee nach dem Van-See, Petermams Mîiteİlungen (Got* ha, 1863), s. 201-210; H. Bohek, Forschungen İm Zentralkprdischen Hochgebirge zıoîchen Van



und Urmia-See, Petermaıms Geographİsche M ıitâ imgen (G otha, 1938), s. 152-162 ve 215-228; P. H. Davıs, Lake Van and Tarkish Kurdistan, The Geographîcal Journal (19 5 6 ), $. 156-166; E. T . Degens ve F. Kurtman, The Geohgy o f Lake Van, Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü ya­ yınlan (Ankara, 19 78 ), nr. 169; B. Dıckson, Joumeys in Kurdistan, The Geographical Journal ( Londra, 1910 ), s. 357,379: S. Erinç, Doğa Anar dola coğrafyası (İstanbul, 1953); A .E rzen, Eastem AnatoUa and Urartians (İstanbul, 19 7 9 ); J. Frödin, La morpkologıe de ta Turquxe Sud - Est, Geograftska A m aller, 1937» X IX , sayı 1-2, s. 1-29; R. îzbırak, Cilo dağı ve Hakkâri & Vanr golü çevresinde coğrafya araşitrmalan, Ankara Üniversitesi D il ve Tarîh-Coğrafya Fakültesi yayınlan ( İstanbul, I951 )» nr. 67; A . M, Mansel, Urartu tarihî ve medeniyeti, Beşinci Üniversite Haftası ( Van, 1944), İstanbul, 1945» s. 113-139; M, K . Mason, Central Kurdistan, The Geographical Journal (Londra, 1919)» s. 329*347 i F. R. Maunsell, Kurdistan, The geographical Joumal ( Londra, 1894 ), ayn .mlh, Central Kurdistan, Tke Geograp­ hical Journal (1901), sayı 2, s. 121, 144; H. M azzetti» Zur Geographie Von Kurdistan, Petermanm Mitteilungen (G otha, 1912), s. 133- 137; H .N . Pamir, Van bölgesinin Jeolojisi, Beşinci Üniver­ site Haftası { Van, 1944), İstanbul, 1945» s. 39“49* H. Saraçoğlu, Doğu Anadolu ( İstanbul, 1956)» C. Tukin, Van bölgesi ve tarihi kaynakları, B e­ şinci Üniversite Haftası ( Van, 1944), İstanbul, 1945» s. 253-273; R. Tulus, Van golü suyunun tahlili, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Dergisi (İstanbul, 1944), IX , nr. I, seri A ; H, Winz, Zur Kulturgeograpkİe des Vanseegebieter, Erdkpaıde (Berlin, 1939)> s. 184-201.



(SOHA GöNEY.) T a r i h . Buradaki en eski yerleşme sâhası, mın­ tıkanın eski hâkimleri Urartular zamanına âit olup, bu devletin merkezi Tuşpa, bugünkü Van kalesi­ nin bulunduğu mahalde idi. Toprak-Kale’nin ete­ ğinde, şimdiki Van şehrinin kurulmuş olduğu yer­ de ise, diğer bir Urartu şehri olanRusahina (Rusas şehri) bulunuyordu ( Baki ö ğü n , Kurze Geschİchte der Âusgrabmgen İn Van und die Türkischen Versuchsgrabmğen atıf dem TopTahrkfde 1959, Z D M G , 1961, IIÎ, 262). M .ö . IX . asnn son çeyreğinde Urartu kıralı Sarduri ’nîn oğlu İşpuini zamanında, Tuşpa Ma, birçok mâbedler, bir kale ve pek çok sayıda binâ yapıldığı, gerek Urartu kitâbelerinden» gerek Asur yıllıklarından öğrenilmektedir (B o ris B. P]otrowski, Urartu, trc. ve nşr. Gerhard D oerfer, Münih, 1980, s. 59 ). Urartulann bu mıntı­ kaya Biani ülkesi adım verdikleri bilinmekte İse de {ayn. esr., s.56), Van isminin nereden geldiği her* nüz çözülememiştir. Evliya Çelebi ( Seyahatname, IV , 1 6 1 ) ’nin, kaledeki bir mâbed (van k)M en



Iş8



VAN.



dolayı İskender’in şehre ” Van” adım verdiği şek­ esr., II, 33 ) Azerbaycan hâkimi Daysam, Cacik b. lindeki rivâyeti inandırıcı görünmüyor. al-Dayrânî (G agik b. D eran ik )’ye sığındı. 342 İslâm fetihleri hakkmdaki Arapça kaynaklarda, (9 5 3 ) senesinde {ayn. esr., II, 1 5 i ) îbn Dayrânî Van ismi geçmez: Van Golü, Araplar tarafından, ve lbn Cacîk (muhtemelen Deranik b. G agik), umûmiyetle gölün şimâl kıyısındaki Erciş ve A h­ Daysam ’i, Muzafferlerden Marzubân ’a teslim la t ’a göre adlandırılmıştır. Yalnız îbn Havkal (s . ettiler. 1021 senesinde, ber taraftan tazyik edilen 250), Artsruni hânedânından, Zavazân, Van ve Seneklerim, Vaspukaran’ı imparator Vasıl I I .’e Vustân hâkimi lbn Dayrâni’den bahseder. Yakut verip, karşılığında Sivas ’ı aldı. Bu arada kırk ( IV , 895), Van kalesinden bahsederse de, onu bin Ermeni âilesi de kıraîlarım takip ederek oraya Erzurum’a bağlı ve Ahlat ile Tiflis arasında gös­ gittiler. Böylece Van ve çevresi Bizans imparator­ terir. luğu hudutları içine girdi ( Mükrimin Halil Yınanç, Ermeniye vilâyetinin müslümanlar tarafından fethi Türkiye Tarihî, Selçuklular deori, / , Anadolu'nun sırasında (b k . mad. ERMENİYE) en mühim hâ­ fethi, İstanbul, 1944, s. 34, 36). 1046 senesi son­ dise, Boğa al-Kabîr (Bunun için bk. Hakkı Dur­ larında Tebriz ’den Van ’a ve Vustân ’a gelen N âsun Yıldız, Abbasîler devrinde Türk kumandanlart, sır-ı Hüsrev ( Sefemâme, trc. Abdülvahap Tarzi, L Boğa el-kebîr ei-Türkf, Türk Kültürü Araştır­ İstanbul, 1967®, s. 9) ’in Van ismiyle zİkr edip Vusmaları, 19Ö5, II, 195-203 ) ’in 238 ( 852 ) senesinde, lân *1 çarşısı ve halkıyla tasvir etmesinden, Van ’m bütün Şarkî Anadolu ’yu kat’ederek Büyük Zap o tarihlerde pek ehemmiyetli bir yer olmadığı an­ kaynaklarındaki Aîbâk ’a kadar uzandığı, oradan laşılmaktadır. Van, 1064 ’te Selçuklu hükümdârı prens Aşot Artsruni ’yi teslim olmağa mecbur ede­ Sultan Alparslan’ın oğlu Melikşâh tarafından, çev­ rek Sâmerrâ ’ya götürdüğü seferdir. Aşot, Sâmerrâ’da resindeki birçok kale ve şehirlerle birlikte fethedil­ İdam edilmiştir. 88s senesinde, Bagrat hânedâmn- miştir (Mükrimin Halil Yınanç, ayn. esr., s.58). dan Aşot, önce halîfe, daha sonra da Bizans impa­ Van havâîisinin Ahlat ile birlikte, 1100 tarihlerinde, ratoru tarafından Ermenistan kıralı tanınmış, Selçuklu sultam Muhammed Tapar tarafından Vaspurakan prensleri de kendisine tâbi olmuşlardı. Emîr Sökmen’e verilmesi üzerine, A h lat’ta SökBunlar arasında Aibâk bölgesinde bir kısım arâ- menîler veya Ahîatşahlar ( Ermenşahlar) beyliği ziye mîras yolu ile sâhip olan Artsruniler, en nü­ kurulmuş, Van da bu hânedâmn hâkimiyetine gir­ fuzlu olanları idi. miştir (Osman Turan, Doğu Anadolu Türk dev­ IX. asırda Ermeniye’de, Kaisikkh ( ]£ays) adı­ letleri tarihi, s. 86 ). Bu beylik zamanında, Van G ö­ nı verdikleri, Van Gölü şİmâlîndeki Malazgirt ( Ma- lü ’nde işleyen gemilerle çevre şehirleri arasında irti­ nâzkert) emirleri ve gölün şimâl-i şarkîsinde kı­ bat kurulup ticâretin gelişmesiyle büyük bir refah yıda Bergiri ve A m iuk’taki Osmânîler (Ermenice: devri yaşanmıştır. Ahîatşahlardan sonra, Van, I207*de Uthmamkk!s) gibi Arap beylikleri yerleştiler. Şarkta Eyyûbîlerin eline geçti (Osman Turan, ayn. esr., Vaspurakan, Azerbaycan ’daki Arap valilerinin taar­ s. 118 ve 106). 1229’da, Ceîâleddin Hârizmşâh, ruzlarına mâruzdu, Sâcid hânedânından Afşin, Ahlat ’ı aldıktan sonra, diğer şehirlerle berâber Van ’ı V a n ’ı ve Vustân’ı' işgal etti ve oraya hadım köle­ da muhâsara ettirmişti. 1232 ’de Van, Anadolu Sel­ lerini vâlİ olarak tâyin etti (krş. Thomas Artsruni, çuklu hükümdârı Alâeddin Keykubâd I.’m hâki­ trc. Brosset, s. 2 2 1). miyetine girdi (Osman Turan, Selçuklular zama­ 9IĞ senesinde Sâcid hânedânından Yusuf, Dvin’de nında Türkiye, İstanbul, 1971, s. 377, 47*> )• Bagrat kıralı Smbat *1 astırdı ( krş. Stephan Asolik, Argun Han (1284-1291) 'dan itibâren, Van G öHistoire, III. kitap, IV.-V. fasıllar, trc. Macler, İü’nün şimâl-i şarkîsinde Aladağ, îlhanblarm yay­ 3.18-34). Bu kanlı hâdiseden biraz önce, anne ta­ lağı olmuş ise de, Van şehrine Hakkâri kültleri rafından Smbat ’m yeğeni olan Artsruni prensi hâkim idiler. Hamdullah Müstevfî Kazvînî ( N uzGagîk, Y û su f’un maiyetine girmiş ve bu hareket kat al-kulûh, nşr. Muhammed Dabîr-i Siyâsî Tah­ sâyesinde Vaspurakan ’m istiklâlini Kars ve Ani ran, 1958, s. 1 1 9 ) , V an ’ı bir kale, Vustân ’ı ise es­ kırah Sm bat’m haleflerine karşı iddia edebilmişti. kiden büyük iken o devirde orta büyüklükte bir Mokk!l (bugün: M ukus) ve Andzevatsik beylik­ şehir olarak târif eder. İklimi ve mahsûlâtı iyi olup, leri Artsruni kırallarma bağlı mıntıkalardı (krş. suyu bir dağdan gelir. Vergi geliri 53.400 dinardır. Markwart, Südarmenien, s. 359-382). Artsruni Bu miktar, civardaki Urmiye ve Erdebil ’inkine na­ prensleri, lbn Miskavayh ’in vekayinâmesînde, bir­ zaran hayli azdır, llhanlı Devleti zamanından kalma çok defalar zikredilmiştir. 326 ( 937 ) senesinde Dey- muhasebe usûllerini öğreten kitaplarda da, Van ‘dan leraî Serdarı Laşkarî ’nin kuvvetleri A^abat al-Tin- bahsedilmeyip, Rum vilâyetinin bir bölgesi olarak nîn ’de Zavazân hâkimi Atom b. Curcîn ( Gürgen ) Vusjâniyya adının geçmesi, X III. asrın ilk yarısın­ tarafından mağlup edildi ( lb n Miskavayh, I, 402; da, V a n ’ın pek ehemmiyetli bir yerleşme merkezi lbn al-Aşîr, V III, 262). Atom, daha eski Artsruni olmadığım gösterir (A b d Allah lbn Muhammed koluna mensuptu, bu kol Hadamakert kolu tarafın­ îbn Kiyâ al-Mâzandarânl, nşr. Walther Hinz, dan ortadan kaldırıldı. 330 (9 4 0 ) tarihinde ( ayn. Die Risâla-ye Falaktyya, Wieşbaden, 1952, s. l68j



VAN. fNejat Goyünç, Das sogenannte Ğâme V



l-Iflesâb des cEmâd as-Saraot, Ein Leİtfaden des staatlichen Rechnungsıoesen von ca. 1340, Göttingen, 1962, ba­



m



Osmanİyye tarihi, V , I47i V I, 10 ), Osmanlıîar tarafından Van vilâyetinin 1557 (9 6 4 ) den önce tahrir edildiği, tahrir olunan mahallere âit defter­ sılmamış doktora tezi). lerin ilgili mahallere gönderildiği, arşiv kayıtların­ X IV . asır sonlarına doğru merkezleri Erciş olandan (Başbakanlık Arşivi, Mühimme, nr. 2, s. 207; Kara-Koyunlu (Faruk Sümer» Kara-koyunlular, A n ­ nr. 3, s. 71 v .d .) anlaşılmakta ise de, bu defterler kara, 19 6 7 , 1) Türkmenleri, Van *a kadar hâkim oldu­ bugüne kadar elimize geçmemiştir. Kanunî Süley­ lar. Hâlen Gevaş, Erciş ve Patnos ’ta mevcut küm­ man devrinde Van beylerbeylerinin vazifeleri ara­ betler, onların bu havâlidekİ hâkimiyetlerine delâlet sında, serhad mubâfızlığı yanında, îran ahvâli hak­ eden âbidelerdir ( Oktay Aslanapa, Doğu Anadolu rda kında haber toplayıp İstanbul’a bildirmek (M a KararKoyunlu kümbetleri, Yıllık Araştırmalar, An­ himme, nr. 3, s. 167, 206, 314, 528; nr, 5, s. 2 9 7), kara Üniversitesi îlâhiyat Fakültesi, Türk-Îsîâm İran ’dan gelecek elçileri karşılayıp İstanbul ’a Sanatı Tarihi Enstitüsü yayınlarından, I, 105-113). göndermek ( Mühimme, nr, 3» s. 232), hattâ bâzan Timur, Aladağ ’daki Kara-Koyunlu karargâhım yağ­ elçilerin yolda oyalanmalarım te'min etmek (M ü­ ma ettirdiğinde (1 3 8 7 ), Van kalesi hâkimi Melik himme, nr, 3, s. 235; Bekir Kütükoğlu, Osmanlı Îzzeddîn, önce mukavemet etmek istedi ise de, -îran siyâsî münâsebetleri, 1578- 1590, İstanbul, 1962, sonra itâatini arz etti. T im u r’a karşı koyan kale, I, 4, not n , s. 5, not 18, s. 14, not 50, s. 44, yirmi günlük bir muhasaradan sonra zaptedİIip not 6 7 ), hudut boylarındaki aşiretlerin hırsızlık halkın bir kısmı öldürüldü. Timur kalenin tahribini yapmalarım önlemek ( Mühimme, nr. 3, s. 194), emretmişse de, bir kaya üzerine binâ edilmiş “ şed­ paraya tamah edilerek İran tarafına at ve mühimmat dadî bir yapı“ olan kalenin bir taşı bile yerinden satılmasına mâni olmak ( Mühimme, nr. 5, s, 235) oynatıîamadı (Nizâmüddin Şâmi, Zafemâme, trc. gibi hususlar zikredilebilir, X VI. asırda Van'da, Necati Lugal, Ankara, 1949, s. 125; Hrand D . And- Erciş ve Ahlat kalelerinin İhtiyacım karşılamak üze­ reasyan, X IV , ve X V . yüzyıl Türk tarihine ait re, bir top dökümhanesi bulunduğu, bu işe gerekli ufak kronolojiler ve kolofonlar, Tarih Enstitüsü Der­ demirin K iğı 'dan, bakırın Küre 'den getirildiği, dö­ gisi, 1973, III, 86). Timur, Van hâkimi Îzzed­ küm için kalıp yapmak üzere Van ’a tâbi Hîzân ’dan d în ’i, Kürdistan vilâyetinin başına getirdi. Bu zât, toprak, Ahtaraar ’dan ardıç otu te’min edildiği bi­ zamanının pek çok hâdiselerine katılmış nâfiz bir linmektedir ( Başbakanlık Arşivi, Mâliyeden Müdevşahsiyet idi (A b d aî-Razzâk Samarkandî, Matla® ver Deflerler, nr. 2775, s. 693, 709,748; Nejat G öal-sa^dayn, trc. Quatremere, Notices et extraits des yünç, X V I. yüzyılda Güney-Doğu Anadolu ’mat mamscrits, X IV , n o , 153, 180). Van X V . asırda ekonomik durumu, Kanunî Süleyman De //. Selim uzun müddet Kara-Koyunlulardan İskender Mirza devirleri, - Türkiye İktisat Tarihi Semineri, Metinleri ve Ciban-Şah [ b. bk. ] ’m idâresinde kaldı ( Abü Tartışmalar- Ankara, 1975» s. 89). Van Gölü ’nde Bakr-i Tihrânî, Kiiâh-i Dtyârbakriyya, Âk-Koyun- resmî işler için gemi işletilmesi yanında, Hakkâri lalar tarihî, nşr. Necati Lugal-Faruk Sümer, An­ beylerinin yiyecek ve levâzım naklinde kullan­ kara, 1962, I, 96; Hrand D . Andreasyan, ayn. esr., dıkları gemiler de vardı ( Mühimme, nr. 5, s. 462 ). s. 119, 129, *36). Cihan-Şah ’ın Uzun Haşan *a Kanunî Süleyman devrinde şehrin nüfûsu ve bunun yenilip öldürülmesinden sonra da bölgeye A k-K o- terekkübü hakkında elimizde olan iki kayıttan bi­ yunlular hâkim oldular (Hrand. D . Andreasyan, risi, Van sâkinlerinden bin kadar hıristiyanm bir­ ayn. e$r.s s. 140 v .d .), fakat Van şehri, yine Îzzed­ kaç gün süren toplantılar yapmaları ile ilgilidir dîn hânedânmm elinde bulunuyordu. Hattâ, Ak ( Mühimme, nr. 5, s. 12 3 ); diğeri ise, şehir bıris-Koyunlulara halef olan Safevîlerin yükseliş devrin­ tiyanlarından bir kısmının Van Beylerbeyisî İsken­ de, Zâhid b. Îzzeddîn II., Şah îsmâil ile dostâne der Paşa tarafından kale burçlarının karlarım süpürmekle vazifelendirildikten; hakkındadır ( Mü­ münâsebetler te*sis etmiştr. IS34 yazında Irakeyn seferi esnâsmda Vezi- himme, nr, 6, s. 464 ). riâzam İbrâbim Paşa Tebriz ’e giderken, Van ka­ X V I. asırda Osmanlı İdâresinde Van, büyük bir in­ lesinin anahtarları kendisine teslim olundu; boy- şâ faâliyetine mazhâr olur. Evliyâ Çelebi ( Seyahatlece şehir, Ösmanîı hâkimiyetine girdiyse de seferin nâme, IV, 168) ’nin bahsettiği ve bu asırda Van 'da hemen akabinde Safevîler Van *1 geri aldılar ( Ev- beylerbeydik yapmış olan İskender Paşa, Rüstem îiyâ Çelebi, Seyahatname, IV, 174; İskender Münşî, Paşa, Husrev Paşa ’nra ismiyle anılan kuleler, kale­ Tarih-i Âlem-ârâ-yi Abbasî, s, 5 1 ) . 1548 ağustosu nin bu devirde tâmir gördüğüne delâlet etmektedir. sonlarında kısa bir kuşatmadan sonra, Elkas Mir­ Kale surlan da birçok defa tâmir edilmiştir ( Mü­ za nm aracılığı ile, Safevî muhâfız tarafından mü­ himme, nr. 86, s. 3 ,5 ,7 ; Mâliyeden Müdewer Def­ dâfaa edilen (Jean Chesneau, Le voyage de Mon- terler, nr. 3609, 3952, 8950 tür. yer.), Kalede eski siear d'Araman, Paris, 1887, s. 87) Van, Osmanlılara bir manastırdan câmîye çevrilerek Sultan Süleyman­ teslim oldu. Defterdar Çerkeş İskender Paşa bura­ 'ın adıyla anılan mabedin, daha sonra zelzeleden lım beyîerbeyil iğine tâyin olundu ( Hammer, Deükt-i minâresi yıkılınca Yeniçeri Ağası Ömer Ağa ta­



200



VAN.



rafından tamir ettirildiği (Evliyâ Çelebi, ayn. esr., IV, 169), X V III. asırda da kullanılmakta olduğu anlaşılmaktadır ( Divan-ı Hümâyûn Ruûs Defter­ leri, nr. 35, s. 229). Şehirde, X IV , asır sonlarında yapıldığı tahmin edilen U lu -câm i (Oktay Aslanapa, 1970 Tenamız Van Ula Camii hpztst> Sanat Tarihi Yıllığı, I971 » IV, 1-51; ayn. mil,, Kazısı tamamlandıktan sonra Van Ulu Camii, Sanat Tarihi Yıllığı, 1973, V , 1*25 ) ’den başka, Rüstem Paşa *mn han, hamam ve dükkânları ( Mâliyeden Müdevoer Defterler, nr. 2775, s. 899), 1568 *de Husrev Paşa tarafından inşâ ettirilen diğer bir câmi, yine onun adına yaptırılan medrese ve türbe (K â tib Çelebi, Cihânnümâ, s. 4 4 1 ) zikre değer. 1556 *da Van ’da bulunan kapalıçarşınm kervansaray hâline getiril­ mesine teşebbüs edildiği ( Mahtmme, nr. 2, s. I ) gibi, 1580 sonlarında da Van ’m îskele-kapısı ma­ hallinde yeni bir hamam yaptırılmıştı ( Mühîmme, nr. 46, s. 273 ). Hâlen harâbesi bulunan Kaya Çelebi C âm ii’nin de, inşâ tarzından, X V I. asırda yapıl­ dığı tahmin edilmektedir ( Emel Atsız, Van ’da Türk mimarî eserleri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi bölümü mezûniyet tezi, 1969-1970).



s. 97-T22) Aynî A li Efendi ( Kavânîn-i  î-i ösman der hulâsari mezâmîn-İ defter-i dîvân, İs­ tanbul, 1280, s. 33» 60-6r ), Van beylerbeyliğinin, on üç sancak ile bir hâkimlik ( Bitlis ) ’ten müteşekkil olduğunu belirtir, gelirleri ve tımarlıları hakkında malûmat verir. Kâtib Çelebi ( Cihânnümâ, s. 4 1 i v .d .), Van ’m tarihini hulâsa ve şehirdeki yapıları tasvir eder. Lâkin X V II. asır ortalarında V a n 'ı en iyi tanıtan, 1655'te buraya gelen Evliyâ Çelebi ( ayn. esr., IV , 130-190 ) Mir. Ona göre, Îç-kaîe ’de Sultan Süleyman Câmii ’nden başka, üçyüz kadar yeniçeri, topçu ve cebeci odaları, yedi mescid, Kir tekke, üç sibyân mektebi ve dükkânlar vardı. Paşa sarayı, dizdar, yeniçeri ağası sarayları da burada idi. Şehrin kaleye nâzır tarafı hâriç üç tarafı surlarla çev­ rili idi. Şarkta Tebriz kapısı, cenupta Orta-kapı, Paşa Sarayı ’nın bahçesi köşesinde Uğrun-kapı, garp tarafında ise Yalı veya îskele-kapısı bulun­ makta idî. Şehirde, altı medrese, yirmi sibyân mek­ tebi, iki de dârü Tkurrâ ve üçü hmstiyan, yedisi müsîüman olmak üzere on mahalle vardı. Van Ermenileri, kalenin tamir ve hizmetlerine me’mur edildiklerinden haraçtan muaf tutulmuşlardı ( S e yahatnâme, Topkapısarayı Kütüphanesi, Bağdad Van, X V II. asırda Osmanh-Safevî harpleri se­ Köşkü Kütüp. nr. 305,' var. 257“ ). 16 6 4 ’te bebi ile dâimi olarak karşılıklı mücâdelelere sahne V a n ’ ı zîyâret eden Jean-Baptiste Tavemier (L es olmuştur. Nitekim 1604 başlarında, Van ’da kış­ siz voyages en Turçuie, en Perse et atıx îndes, Paris, layan Şark seferi serdârı Cigala-zâde Sinan Paşa, 1682, I, 249 v .d .), kalesinin çok müstahkem ol­ Allahverdi Han kumandasındaki Safevî kuvvet­ duğunu kaydeder. X V III . asra âit kaynaklarda, lerinin tazyiki karşısında bir gemi ile Âdilcevaz Mustafa Paşa Câmii (Başbakanlık Arşivi, Divân-t yakasına çıkmış, fakat Van mıntıkası geniş ölçüde Hümâyun Ruûs defterleri, nr. 29, s. 4 * 5 ), Tebriz tahribe mâruz kalmıştır (Naîmâ, T a rih , İstanbul, kapısında Hacı Mustafa Efendi mescidi ( Ayn. def­ 1281, I, 397; İskender Münşi, T a rıh -İ Â lem rârâ-yı terler, nr. 62, s. 86 ), sur dışında Hacı Mehmed Ağa A bbasî, s. 474-476; Gouvea, R elation des G ratıdes mescidi (Ayn. defterler, nr. 120, s. 283 ) ile Şeyh A bG uerres, Fransızca trc., Rouen, 1649, II. kitap, durrahman (A yn. defterler, nr. 32, s. 136) ve Güllü bölüm X V I-X V III, s. 268-286; Arakel de Tauris, zâviyeîerinden (Ayn, defterler, nr. 134, s. 112 ) bahLîvre d 'hîstoires, Fransızca trc. Brosset, Peters- solunmaktadır. 18 19 ’da, isyân eden Van muha­ burg, 1874, bölüm V I, s. 303-307; Hamraer, ayn. fızı Derviş Mehmed Paşa, üzerine kuvvetler şevke» esr., V III, 50). Revan seferinden dönerken 1635 dilince, İran’a sığınmışsa (Yahya Kalantarî, Feth teşrin î . ’inde V a n ’a gelen Murad IV., burada üç A li Şak zamanında Osmanlt-Iran münasebetleri, 1797- 1834, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakül­ gün kalır (K âtib Çelebi, Fezleke, II, 176). X V II. asrın başlarına âit olduğu tahmin edilentesi, basılmamış doktora tezi, 1976, s. 110 -113 ) bir ıcmâl defteri (Başbakanlık Arşivi, Tapu Def­ da, kısa bir müddet sonra, İran’dan tard edilince teri, nr. 730 ), o tarihlerde Van beylerbeyisi hasla­ V a n ’ ı ele geçirmiş; fakat aynı sene ağustosunda rının 1.120.000 akça, pâdişâh haslanma 858.470 akça, Osmank kuvvetlerince Van zabt ve Derviş Paşa Van beylerbeyliğine tâbi Van, Vustân, Erciş, Adil- ıdâm olunmuştu. 1821 ’de Iran veliahdı Abbas cevaz kazâlannm cizye hâsılatının da 634.127 ak- Mirza, V a n ’ı muhâsara ederse de, ele geçiremez çaya bâlig olduğunu, Van Gölü ’nde üç tane hassa (Yahya Kalantarî, ayn. esr., s. 139; Mirza Tak! Sisefinesinin işlediğini, gelirinin 8.500 akçaya ulaş­ pihr, Nâşih al-tavârlhrİ salâfin-i Kücünya, Tah­ tığım göstermektedir. Şehirde boyahâne, bozahâ- ran, I» 1286 v.d.; Watson, A History o f Persia, ne, şemihâne v.s. bulunmakta olup, beylerbeyinin London, 1866, s. 197-221). şehirdeki haslanndan geliri 609.421 akçayı bul­ X IX . asrın ikinci yansında Van ’da, şehri ve mın­ maktadır. Yine X V II. asırdan kalma olduğu zan­ tıkayı kalkındırma faâliyetlerine girişilir. 1861 ’de nedilen Van şehri ve kalesine âit bir plan, Topkapı bir Ticâret Meclisi kurulur (Başbakanlık Arşivi, Sarayı Arşivi ’nde bulunmaktadır ( jean-Louis Bac- İrade, Dahiliye, nr. 32376). Şehirde bulunan hü­ ). Mehmed Vâm Efendi, Kütahya kadılığından ay­ B i b l i y o g r a f y a : M etin de gösterilm iştir. ( A . SüBHi F üRAT.) rılıp ( H . 9 9 1), Medine kadılığına getirilinceye ( H . VANŞARİSI [Bk. v e n ş e r Îs Î.] 998) kadar geçen 7 senelik bir devrede kendini bu nevî çalışmalara vermiştir. VARADİN, Petrovaradin ( Almanca Peterwaral Sayyld aî-Şarîf (olm . 8 16 = 1 4 1 3 ) ’in ferâize dein, Macarca Petervdrad) ’in Türkçe adı olup, dâir şerhine yazdığı haşiyesini h. 992 senesi şev­ bugün Yugoslavya’nın Tuna Banatı (Voyvodina valinde tamamladığına bakılırsa bunu, bu devrenin muhtar eyâleti ) ’nm merkezi olan Novİsad (N eu belki de ilk semeresi olarak kabûî etmek , gerekir. s a t z ) ’m belediye hudutları içinde, B elgra d -(V a Bugün elimizde Mustafa el-Kefevî haltıyla mevcut radin) - Novisad-Subotica-Budapeşte anayolu üze­ güzel bir nüshasının ( bk. Şehid A li Paşa ktp., nr. rinde, T u n a ’n m s a ğ s â h ü i n d e k u r u l ­ 1093) son varağında da kaydedildiği üzere (var. m u ş m e ş h u r b i r k a l e v e ş e h i r . Köp­ I l2 a ) el-Sayyfd el-Şarîf Sirâcu ’d-din Muhammed rülerle bağlı olduğu Novisad’la, I929’da idâri ba­ a î- Sacâvandî’nİn (H . V I, asrın sonları), Ferâiz kımdan birleşmiş olup, nüfûsu I92* ’de 5.000 ’den es-Secâoendi veya Faraiz es-Sirââyya diye tanı­ ziyâde (1 9 6 i sayımına göre 8.14 3) İdi. T u n a ’dan 49 m. .yükseklikteki fevkanî Yukarı nan meşhur eserini şerhetmişti. Molla H usrev’in (ölm. 885=1480) medreselerde ders kitabı ola­ ( i ç ) kale, Fruşka G o ra ’nuı en şimâlinde 128 m. rak okutulmuş olan Darar al-hukköm ’ma yaz­ irtîfâı olan bir kolunun teşkil ettiği ve üç tarafı dığı tâlikat (bitiş tarihi 995=1586; eserin di­ nehre uzanan sarp bir somaki kayanın üzerinde ğer nüshaları için bk. Çorlulu Alı Paşa, nr. 178; bulunmaktadır; Aşağı-kale ise, kayanın şimâl eteSüleymaniye ktb., Pertev Paşa, nr. 166; Yazma Ba­ ğİndedir. Aşağı-kale ’nin, güzel bir çarşısı, bir aslî, ğışlar, nr. 36; Fatih, nr. 1599 v.d. )d a bu devresi­ iki tâlî sokağı, birkaç katlı evleri, küçük avluları, nin mahsûlüdür. Eserin kendi haltıyla elimizde bu­ birkaç kapısı, su dolu hendeği bulunmasına kar­ lunan bîr nüshasının (Süleymaniye ktp. Yazma Bağış­ şılık, kısmen restore edilmiş olan Yukan-kaîe’de, lar, nr. 985 ) mukaddemesinde oğlu Pîr Mehmed ’in, evler mevcud olmayıp, yalnızca askerî te’sisler ve al-Durar *i kendisinden okurken bâzı notlar aldığını, Türklere karşı yapılan muhârebelerde alınmış ga­ bu sırada gerek şârih gerek müstensîhten gelen bâzı nimetlerle dolu meşhur bir cebehâne vardır. Evleri hatâları işâret ettiğini söylemekte ve eseri temize 10-12.000 kişiyi ıstîab edebilen iki kalenin içinde çekmeden önce oğlunun vefât ettiğini kaydetmek­ hâlâ müteaddid tabyalar mevcuttur. Hisarla Kartedir. Bütün bu çalışmaların yanı sıra şüphe yok ki lofça arasındaki yol üzerinde bina edilmiş olan şeh­ ona İslâm edebiyatında asıl şöhreti el-Cevherî’nm rin etrâfında pek çok bağlar vardır. Ahâlisi zirâatle (ölm, 3 96= 10 0 5’ten sonra) al-$ihiâh’ mı T ü rk çe ’ye uğraşır. Hâlen şehir civârında bir zirâi âletler fab­ tercüme etmesi sağlamıştır. al-Şihâbı ’m zengin ve rikası bulunmaktadır. Varadin ’de M ithra kültünün bakıyyelerini ih güvenilir muhtevâsı ile istifâdeyi kolay hâle sokan tertibi, kısa zamanda Farsça ve T ü rkçe’ye de ter­ tivâ eden b ir yerleşm e y e ri, Rom alılar tarafından cüme edilerek bu dillerin edebiyatlarında da mürâ- I. asra doğru genişletilerek C u s u m adıyla isim­ caat kitabı olarak yerleşmesine âmil olmuştur, al- lendirilmiş ve burada devam lı asker bulundurul­ Şifaalı 'in, Kara Pîri diye tanınan Pîr Mehmed b. m u ştur. V . asırda, Atilla H unları tarafından zab teY u su f Ankaravî ( ölm. 886=1481) ’ninkinden sonra dilen V aradin ’e , H unlarm dağılm asından sonra, bugün elimizde bulunan en eski tercümeleri ata­ m uhtem elen Slovenler hâkim olm uştur. B u R om a sında yer alan Mehmed Vâm ’nin daha mükemmel kolonisi m uahhar P e t r i c u m adını, efsâneye g ö re, tercümesi Vankalu lügati diye tanınmıştır. D înî burada, I. H açlı seferi için asker toplam ış olan R â ilimlerin ve şeriat ahkâmının esaslı şekilde Öğre­ hip P ierre l ’E r m i t e ’den alm ıştır. H erb lld e şeh ir, nilmesinin iyi Arapça bilinmesine bağlı olduğunu Bizans im paratoru M anuel K om nenos (114 3 -118 0 ) düşünen mütercim, girişte aİ-Şifaâ&’ın, hu sâhanm ’un M acarlarla muhârebeleri sırasında P e 1 1 i ileri gelenlerince itirazsız bir kabûl gördüğünü, an­ k o n adıyla anılıyordu, V aradin, kısa b ir m üddet



304



YARADIN.



Bizans’a tâbi olduktan sonra» Macar hâkimiyetine geçmiş ve Kıral Bela IV., *2 37’de şehri ve kıral sarayını, Cistercîenler rahiplerine hibe etmiş, on­ lar da burada Belefontîs de Monte Varadİnipetri manastırım binâ etmişlerdir. [Rahipler, buradaki mülklerini korumak için, 1330 -1340 senelerinde bir kale inşâ etmişler, 1490-1494 senelerinde ise başpiskopos Petrus de Warda, kaleyi genişletmiştin] Varadin gibi, zikredilen manastır da, *439 'dan İtibâren Maçva banının kontrolüne geçmiştir. 15221526 srasında, Varadin, Tuna 'da seyreden şayka­ ların üssü olmuştur. Macaristan’ı T ürk hâkimiyetine açan Mohaç seferine çıkış sırasında, Belgrad ’dan Sirem yakasına geçişi müteâkıp, vezîriâzam ve Serdâr-ı ekrem Makbûl İbrahim Paşa [ b. bk. ] 2.000 yeniçeri ve Rumeli vilâyeti sipâhisiyîe pek müstahkem Varadin ( Kemal Paşa-zâde ’de "Petrovaradin” , diğer Türk kaynakla­ rında "Petervaradin” ve daha yaygın şekliyle "V aradin” ) ’in zaptına m emur edildiğinden, 3 şevvâl 932 ( 1 3 temmuz 1526) cuma günü şehir önünde konmuştur. T ürk kuvvetleriyle muhârebeyi kabûl eden düşman, ağır kayba uğrayıp kaleye sığınmağa mecbur olduğu gibi, Macar serdârı ve Kalûcsa baş­ piskoposu Tomor Pavîi ( Tomory P a l) ’nın Tuna ’nın öte yakasına geçerek, kale müdâfİlerini takviye ve teşvik etmesi, gemileri ve nehir kıyısına koyduğu toplarıyla, Osmanlı ince donanmasını daha İleri gitmekten m ene çalışmasına mukabil,Süleyman Re­ is kumandasındaki irili-ufakh 800 gemiye bindiril­ miş Osmanlı kuvvetlerinin müessir ateşiyle, Macar toplan susturulup, gemilerinin Ilok *a, Pavli ’nin de süvâriîeriyle birlikte Segedin’e çekilmesi te’min edildi. *5 temmuzda, abanoz gibi sert ağaçla tahkim edilmiş surlan yıkılarak şehrin varoşu zaptedihnekle, müdâfıler, ev ve barldanm ateşe verip yangını si­ per etmek suretiyle ıç-kaleye sığındılar. Kale her taraftan ihata olunup bombardıman edilmesine, yer yer lağımlar kazılarak surlarda gedikler açılmasına rağmen, Georg Alapİn kumandasındaki müdâfıler, hisarın metânetine güvenerek mukavemette ısrar etmişler, hattâ hücum hazırlıkları henüz tamamlan­ madan yapılan iki yürüyüşü püskürtmeğe muvaf­ fak olmuşlar ise de, *7 şevvâl (2 7 temmuz) cuma sabahı patlatılan lağımlarla surlarda açılan ikî gedikten yapılan umûmî hücûmla kale kahren zaptolunmuştur. Aynı gün câmie tahvil edilen kilisede cuma na­ mazı kılınıp, hutbede Kanunî ’nin ismi zikredilmişti. Harâb olan yerleri tâmir edilen kal’eye muhâfaza kuvveti, kadı ve dizdâr tâyin olundu ( Kemâl Paşa -zâde Abmed Şemseddin, Mohaç-nâme, nşr. Pavet de Courteille, Paris; 1859, s. 51-68; Celâl-zâde Sâlih, Mohaç-nâme, Üniv. Kütttp. T Y nr. 1285, var. lgb~20a; Celâl-zâde Mustafa, Tahakfüü ’l-memâlik ve d&recâtü ’l-mesâlih, Üniv. Kütüp. T Y nr. 5997 var. jo p b -m a ; Matrakçı, Nasub, Süleymân-nâme, Re­



van Köşkü Kütüp. nr. 1286, var. 1078-1159; Bos­ tan, Süleymân-nâme, Ayasofya Kütüp. nr. 3317, var. 83a -86»; Peçuylu İbrahim, Tarih, İstanbul, 1281, I, 85: J. v. Hammer, Deolet-İ Osmaniye tarihî, trc. M . A tâ, İstanbul, 13 3 °, V» 58,290 v .d .). X V I. asrın ikinci yansında tanzim olunduğunu tahmin ettiğimiz bir mufassal tahrir defterine ( Baş­ bakanlık Arşivi, Tapu-Tahrir Defteri, nr. 437, s. 126 ) göre, pâdişâh haslanna dâhil Varadin varoşun­ da, 68 ev ile 12 dul kadın nüfûsu bulunduğu, Öşür ve tekâüf-i örfiyyesînîn 3*74° akçaya bâliğ olduğu anlaşılmaktadır. 1075 (ı6 6 5 )* te Varadin’i ziyâret eden Evliyâ Çelebi ( Seyâhatnâme, V II , 146 v .d .), yedi büyük kulesi bulunan seîdz-köşeli iç-kalede, 200 ahşap bahçesiz ev, Sultan Süleyman Cârniı, cebehâne, zahire ambarları; aşağı varoşta ise, ah­ şaptan altlı-üstlü bahçeli evler, 3 medrese» 4 sibyân mektebi ile câmi, han - iskele başmdakinin mü­ kellef olduğunu-, hamam ve zâviyelerin bulun­ duğunu, çarşısında her ülkenin kıymetli metâmın satıldığını, şehrin bağ ve bahçelerinin çokluğunu tesbit eder. Seyyâhımızın *50 akça pâyeli olarak kaydettiği Varadin kadılığının» üç yıl sonra ka­ zaskerlikçe yapılan tanzimde mansıb tahsisatının kezâ 150 akça ve derecesinin ’ râbia” olarak tesbit edildiği görülmektedir ( Muammer K . özergin, Ru­ meli kodtltklannia 1078 düzenlemesi, İsmail Hakkt Uzunçarştlı Armağanı, Ankara, 1975, s. 262,306). önünde, Tuna 350 m. kadar genişlediğinden, hu­ sûsiyle ordunun Erdel’ e gîdış ve dönüşünde Vara­ din, bir geçit yeri olarak kullanılmıştır. Bu cümleden olarak Mohaç seferinden avdette ordu, Varadin karşısında, gemiler üzerine kurulan köprüden geç­ tiği (teşrin I. 1526; Peçuylu, I, 101, v .d .) gibi, Birinci Viyana seferinden dönüşte de Varadin köp­ rüsü aşılmış ( ayn. esr., I» *39); 1596 Eğri seferi­ ne giderken Sirem ’den Segedin ( Szeged ) yakasına geçişte, eskiden kalan köprü yerleri üzerine tombaz­ larla kurulan köprü kullanılmış (Topçular Kâtibi Abdülkadir, Teüârih-i  l-i Osman, Viyana, Nati­ onal bibliothek, mixt. 130, var. 69b.; Naîmâ, Ta­ rik, İstanbul, 12 8 3 ,1 , 146 v .d .), dönerken aynı ge­ çitten geçilmiştir. Kezâ Avusturya seferi serdârların­ dan Satım Mehmed Paşa, 1598 Varad ( Grosswardein); ertesi sene îbrâhim Paşa, Uyvar (Ersekujvar) ve Yemişçi Haşan Paşa, 1602 seferinden dö­ nerlerken aynı geçidi kullanmışlardır ( ayn.esr., ( 1 , 204,225, 303,305 )• Kanunî Sultan Süleyman’ın Mohaç seferi sıra­ sında zaptedilen Varadin, 161 sene sonra, 1687 ağustosunda, Mohaç ovası ağzında Şikloş yakın­ larında, Sadrâzam San Süleyman Paşa’nin hezi­ metini müteâlap, Türk kuvvetlerince tahliye olun­ muştur: B u mağlûbiyet üzerine sadrâzam, önce Osek (E szek ) sonra Vulkovar üzerinden Varadin e gelmiş (1 8 şevvâl 1098— 27 ağustos; Defterdar Sar* Mehmed Paşa, Zübİe-i Veltfiyi'ât, Viyana,



VARADİN. National bibliothek, H.O. 85, 128a), orduda aley­ hine umûmî bir ayaklanma çıkması üzerine, Bel­ grad ’a iirar (5 eyîû l), sonrada İstanbul 'a giderek sadâret mührünü teslim etmiş ( ö . Faruk Akün, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve mîrahur Şart



Süleyman Ağa mücâdelesi İle ilgili bîr konuşma zaptt, Türkiyat Mecmuastt 1980, X IX , 43 v .d .) , ancak, Süleyman Paşa'nm azli ve müteakiben îdâmı, ısyâm yatıştırmağa yetmemiş, ordunun İstanbul’a gelerek Mehmed IV. 'i hal *e teşebbüsü, serhaddin boşalmasına ve dolayısıyla bu fırsattan faydalanan Avusturyalılann Macaristan'da mukavemet eden son T ürk mevkilerini de ele geçirmelerine yol açmıştır. Bu arada, Avusturyalılar tarafından mu­ hasara edilen, Drava üzerindeki Valpova’mn im­ dadına gönderilen Hazînedâr Haşan Paşa'nm firârı, Navluncu Haşan Paşa'ran da O sek’i bırakıp Belgrad *a gelmesi üzerine, Varadin muhâfızlan da kaleyi terk ederek Belgrad *a çekilmekle bütün Zemun ovası Avusturyalılann eline geçti (Sîlâhdar Fmdıklılı Mehmed Ağa, Tarih, İstanbul, 1928, II, 29a V .d.). Türkîerin tahliyesi sırasında Varadin şehri, Tuna tarafı hariç, surlarla çevrili olup giriş yeri cenupta idi. Kalenin şarkında ve içinde ikişer yarım kule, kezâ içinde bir dizdâr köşkü mevcuttu. Belgrad ve E rd el’e tevcih ettikleri taarruzlarında Vara­ din ’ î Üs olarak kullanan Avusturyalılar, surları tâmir, cenup kısmına üç burçlu bir tabya ilâve, ka­ leyi mânia ve hendeklerle tahkim, şimâl kısmına da Tuna ’ya kadar uzayan istihkâmlar bînâ ettiler. Köprülü-zâde Fâzıl Mustafa Paşa'nm Salankamen Önlerindeki şehâdeîinden (20 ağustos 1Ğ 91) son­ ra, Zemun yakasının Türlder tarafından geri alın­ ması güçleşmiş, müteâkıp ay içinde ince-donanmanm Varadin önünde Avusturya gemileri ve askeri üzerine galebesi, kalenin istirdâdı İmkânım yarat­ mışsa da, bu fırsattan faydalamlamamıştır (Silâhdar, 11,607). Ertesi sene, Avusturyalılar kaleyi tevsîe girişerek Leopold burcunu inşâ, varoşun cenup ve şarkını derin hendeklerle çevirip, mânialarla tah­ kim; siperlere 14.000 pİyâde yerleştirip şehri iki köprü ile karşı yakaya bağladıkları gibi, nehrin ikî yakasına tabyalar binâ ederek içine toplar yer­ leştirdiler, Ayrıca toplarla mücehhez 9 kalyonu köp­ rü hizâsmda, 19.000 Macar ve Avusturya süvârisini de karşı yakada savaşa hazır bulundurdular. Bütün bu tahkim ve takviyeler, kaleyi zapt için Sadrâzam Sürmeli Ali Paşa ’nın 1694 sonbaharında giriştiği harekâtın akim kalmasında müessir oldu: Avusturyalılann Varadin civânnda yığmak yap­ tığına dâir haberler gelmesi üzerine, bu mes’eleyle ilgilenmesi emrolunan A li Paşa, ağustosta Bel­ grad a gelip Varadin kalesinin zaptını kararlaştırdık­ tan sonra, Zemun yakasına geçerek 19 muharrem 1106 (9 eylül 1694) tarihinde kale önüne kondu. 17-18 eyîûl gecesi, 20 koldan siper kazılıp toplar



20$



yerleştirilerek 19 eylülden itibâren kalenin bombar­ dımanına başlanıldı. Ince-donânmamn müessir ateşi, düşman kalyonîanm kale altına sığınmağa mecbûr ettiği gibi, 21 eylül günü Avusturyalılann yaptığı hücum, kayıplar verdirilerek püskürtüldü. Ancak, aynı gün takviye kuvvetleri alan düşmanın, yeni tabyalar inşâ ederek inadla ateşe devam ettiği gö­ rüldü. Teşrin I. başından itibâren sekiz gün devamlı yağan yağmur, siperleri ve yaklaşma yollarını dol­ durup askeri tâkatsiz düşürerek ileri hareketten alıkoyuyordu. Buna, 7-8.000 kişilik Avusturya ve Macar İmdâd kuvvetlerinin Segedin e geldiği, İm­ paratorun meşhûr Macar beylerini asker toplamağa me'mûr ettiği haberleri de eklenince, hayli kayıp veren askerin maneviyâtı bozulmuş, yapılan müşâvere sonunda, Belgrad’a çekilmenin münâsib ola­ cağı tesbit edilip, topların kısmen donanma, kıs­ men de ordu ile nakli kararlaştırılarak, 23 günlük muhasaradan sonra 14 eylülde geri dönülmüştür. (Muhâsaramn mufassal tasviri, veziriazamın mai­ yetinde bulunan ve fakat ismini vermeyen bir mü­ ellifin kaleme aldığı Târîh-i Varadin [ Revan K öş­ kü Kütüp. nr. 1312, var. 1 'de bulunmakta­ dır. Berlin Devlet Kütüp. H. S. 216 [ var. 79* "94b l dala anonim Tarih'te bu tasvir aynen nak­ ledildiği gibi, Sîlâhdar [ II, 758-773 1*m verdiği bil­ giler de bununla büyük bir benzerlik göstermektedir. Defterdâr Mehmed Paşa'nm tasviri [ Zühde..., var. 281*5-2833) pek muhtasar olup, Râşid Mehmed Efendi I Tarih, İstanbul, 1282, II, 262 v. dd. ] ise, kısmen Mehmed Paşa*ya dayanmaktadır. Ertesi sene, bizzat Mustafa II. ’nıtı çıktığı sefe­ rin hedefini tâyin için Belgrad 'da yapılan müşavere­ de ( 2 muharrem 1 1 0 7 = 12 ağustos 16 9 5), pâdişâh, Varadin muhasarasına gitmenin mâkul olup olma­ yacağını sormuş, başta Belgrad muhlfızı olmak üzere söz alanlar, geçen sene muhasarada kullanı­ lan Türk siperlerinin dahi tabya ve hendek hâlin­ de tahkim edildiğini belirterek, kaleye yaklaşmanın imkânsızlığını, muhâsaramn lüzumsuz yere asker ve malzeme kaybım mûcib olacağını telkin etmekle, Temeşvar yakasına gidilmesi kararlaşünlmıştır ( S ilâhdar Fındıklık Mehmed Ağa, Nusret-nâme, Veliyüddin Efendi Kütüp. nr. 2369, var. 220*5; Râ­ şid, II, 332 v.d .). Gerçekten Avusturyalılar, Y u karı-kaledeki Leopold burcunu genişletip, yeniden înnocent ve Joseph burçlarını inşâ; Aşağı-kale nin istihkâm ve mamaları ile Tuna sâhilindeki köprü-başını tâmir etmişlerdi. 1108 (1 6 9 6 ) senesi seferi, düşmanın Temeşvar muhâsarası dolayısıyla bu kalenin kurtarılmasına tevcih edildiği gibi, ertesi sene Mustafa II. mn çıktığı üçüncü ve son seferde, Vezîriâzam Elmas Mehmed Paşa, önce, pâdişâha Varadin zaptına gi­ dileceğini telkin etmişse de, Belgrad ’da yapılan istişârede (2 4 muharrem 110 9 = 12 ağustos 1697),



20Ğ



VARADÎN - VARAKA.



Sadrâzamın tehdidiyle, tahkim edilmiş olması dolayısıyla Varadîn muhâsarasmm ağır kayıplara sebep olacağı,mevsim ilerlediği içinde netice alına­ mayacağı ileri sürülmüş, Temeşvar muhafızının bu kalenin takviyesi için T u n a ’nm ve kollarının geçilmesi halikındaki tavsiyesi benimsenmiş, Amca -zâde Hüseyin Paşa [ b.bk.] ’nm pek haklı itiraz­ ları ve Varadin’in zaptı lüzûmuna âid sözleri din­ lenmemiştir ( Nusret-nâme, var. 250*»; Râşid, I I , 405-408). Verilen kararın tatbikatı Senta (Z en ta) mağlûbiyetine yol açmış; bu başarısızlık da, kaybe­ dilen ülkeleri geri alma Ümidini söndürüp, Varadin mülhakatından Karlofça [ b, bk. ] *da başlayan sulh müzâkerelerinde Varadîn’in Avusturya tasar­ rufuna girişinin tasdikine müncer olmuştur. Varadîn, 5 ağustos 1716 günü, kalesi önünde cereyan eden muhârebede Dâmâd A lî Paşa t b. bk. J ’nın şahâdetiyle neticelenen mağlûbiyet dola­ yısıylada şöhret bulmuştur: Sadrâzam, 24 temmuz­ da Belgrad ’da yaptığı müşaverede, Rumeli Beylerbeyisinin, Zenta felâketini hatırlatarak Temeşvar yakasına geçmenin mahzurlarım belirtmesi; yeni takviyeler almamış olan Varadîn’ in hücûma daya­ namayacağına ve Prens Eugene de Savoie ’ nm, karşı yakada Futog ’da bulunduğuna dâir haberler alması üzerine, Varadîn ’in zabtım kararlaştırmış; 31 tem­ muzda Sava ’yı geçip, 4 ağustosta kaleye bîr saat mesâfede konmuştur. Aynı gün, düşman öncüleri Anadolu Beylerbeyısi tarafından yenilmişse de, ha­ zırlıklarını top atışıyla gizleyen Avusturyalılar, he­ nüz Türk toplan siperlere yerleştirilmeden, kaleden atılan topların desteğiyle 16 şaban 1128 ( 5 ağustos 17 16 ) sabahı, taarruza geçerek, Anadolu kolunu bo­ zup beylerbeyİsini şehîd etmiştir. Rumeli ve Ye­ niçeri kolunda düşman hücumu püskürtüîmüşse de, Anadolu kolundaki bozgun diğer kesimlere de sirâyet etmiştir. Vezîriâzamın çok geç kalarak muhârebe sahasına gelişi bozgunu önleyememiş, kendisi alnından vurularak şehid düşmüş, Peygamber ’in sancağı kurtarılmışsa da, bütün ağırlıklarla ordugâh düşman eline geçmiştir ( Nusret-nâme, var. 315ü; Râşid, H, 252-263). Bu mağlûbiyet, Temeşvar ve Belgrad’ın kaybına ve budûdun Varadîn’in hayli cenubundan geçmesinin kararlaştırıldığı Pasarofça [b . bk. ] muâhedesinin akdine yol açmıştır. Belgrad *m Türklere tesliminden ( 1739 ) sonra yeniden ehemmiyet kazanan Varadîn *i Avusturya­ lIlar tahkim edip, 1754-1766 arasında, Aşağı-kale 'yi genişleterek, şimâl, şark ve cenûbunu surlarla çevir­ mişlerdir. Ayrıca Tuna sâhiline hendekler kazıp, yeni köprübaşı binâ ve toplarla teçhiz; Yukan-kaîe’dede Maria Theresia ve Ludvvig burçlarını inşâ etmişlerdir. Nihâyet, 1768-1783 arasında ise, 16 km. uzunluğunda dört katlı yeraltı dehlizleri vücûda getirmişlerdir. 1848-1849 Macar istiklâl harbinde, Viyana sara­ yına baş kaldıran Varadin muhafızları, ihtilâle bağ­



lılıklarını ilân etmişlerse de, ihtilâlcilerin 13 ağus­ tos 1849 'da yenilmesini müteâkıp, 6 eylülde Avus­ turyalIlara teslim olmuşlardır. Varadin kalesi, x86o ’tan İtibaren silâh deposu olarak kullanılmıştır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ’nun dağıl­ masından ( 1 9 1 8 ) beri Varadin, Yugoslavya’ya bağlı bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilenler­ den ve Endkhpedija Jugoslaoije, Zagreb, 19^5* V I , 484 v.d., mad. PETROVARADİN ’deki lite­ ratürden başka bk, J. v. Hammer, G O R 2, II, 50; III, 866; IV, 145; Zienkeisen, G O R , II, 652; V , 533 v.d.; J . Modestin, Naroina Encihlor peâija (Zagreb, 1928)» IH , 336 v.d. (tamamlayıcı bibliyografya); Almanak Kraljeoine Jugoslavije (Zagreb, I93l), s. 5 3 i; Glasntk Istoriskog druştva a novom soda, V I / 1-2, Karlofça (S re m ), *933 (Novisad ve Petrovaradin’e tahsis edilmiş hu­ sûsi nüsha olup Varadin hakkında mühim mâlûmatı ve 1688 ’den itibâren müteaddid eski planlan ibtivâ eder); E l mad. PETROVARADİN. (BEK İR KOtüköğlu.) V A R A K A [ B k . varaka.] V A R A K A . V A R A K A , b.Navfal b.A sad b. 'Abd al- cUzzâ b. Kuşayy al-KuraşI al-Asadî (535? -6 14 ? ), Peygamber *in zevcesi IJadlca bint fytavaylid b .A sa d ‘ in amcasının oğludur. Peygamber’in büyük dedesi eAbd Manâf b. Kuşayy, Varaka ’nm dedesinin babası eA bd al-TJzzâ b. K u$ayy ’m kar­ deşidir. Annesi, Hind bint Ab! Kabir b. cAbd b. Kuşayy ’dır. 'Adiyy ve Şafvân adlarında iki erkek kardeşi ile .muhtemelen Kotayla adında bir de kız kardeşi vardı (Zubayr b.Bakkâr, Camfıara, 1,408 ). Mekke ’de doğup büyüyen ve orada ölen Varaka, putperestliği bırakıp bıristiyan dinine girdiği için, ona ve onun gibi politeizmi bırakarak îbrâhim Pey­ gamber’ in getirdiği dini aradıkları söylenen (v e çoğu, birbiri ile yakın akraba olan cUbaydallâh b. Caljş, “Oşmân b. Uuvayriş b. Asad b. “A bd aî-TJzza, Zayd b. “Amr b. Nufayl, Umayya b. A b i’l-Şalt, Kus b. Sâ'ida gibi) kimselere "banlf” deniyordu. Bunlardan “Ubaydallâh b. Çalış, Mubammed’in balası Umayya bint “Abd al-Mu$alib ’in oğlu olup, Peygamber ’in karısı ve Abu Sufyân’ın kızı olan Uram Uabîba ( R a m la)’nin ilk kocasıdır. Varaka ile aynı yaşlarda bulunan 'Osman b, Uuvayriş b, Asad ise, Varaka b. Navfal İle fjadica bint Uuvaylid ’in amcaları Uuvayriş ’in oğludur. Zayd b. “Amr, Halîfe “Omar b. al-Hattâb ’m amcasının oğlu ve kız kardeşi Fa^İma ’nm kocasıdır. Varaka, Tevrat ve Incil gibi dinî kitapları okumuş ve bunları bilen şahısların sözlerini dinlemiş bilgili bir adamdı. O , Ibrânîce de biliyordu. Kitâb-ı M akaddes ’i çok incelemiş ve onu Îbrânî harflerle Arap­ ça ’ya çevirmişti. Peygamber’ in zevcesi fjadlca bint Uuvaylid, Varaka’mn bilgisine, görüşlerine inanır, yakını da



2Û?



VAİRÂRÂ. olması dolayısı ile -bilhassa babasının ölümünden sonra-hemen her işinde ve teşebbüsünde ona danı­ şırdı. Muhammed ile evleneceği zaman böyle yap­ tığı gibi, kocasının peygamberlikle vazifelendirildiğinde tereddütlere düşünce Varaka *ya gitmiş veya onu Varaka *ya götürmüş veyahut Varaka kendisini Kâbe *yi tavaf ederken görmüş, Cebrâ’îl 'in ilk gelişini ve Kur ân âyetlerini bildirişini din­ ledikten sonra "K utlu olsun! Kutlu olsun! Varaka'n ın canı elinde bulunan A llah'a and olsun ki bana anlattıkların doğru ise Muhammed'e gelen, evvelce Mûsâ Peygamber *e gelmiş olan elçi melek ( nâmus-ı ekber ) olmalıdır. Muhammed de bu mil­ letin peygamberi olacaktır. Ona söyle. Bu işte dirensin.” dedi. kfadîca, Muhammed'in yanma dönüp Vara­ ka *nın dediklerini anlattı. Resul, inzivâ müdde­ tini bitirip Mekke 'ye döndüğünde her zaman yap­ tığı gibi önce K âb e'ye gidip tavaf ederken Varak» ona rastlayıp "E y kardeşimin oğlu! Gel bakalım; şu görüp işittiklerini bana da anlat." dedi, Muham­ med de anlattı. Bunları dinleyen Varaka, Muhammed'e "Varaka*nm cam elinde bulunan A llah 'a and ol­ sun ki sen bu ümmetin peygamberisin. Sana gelen melek, daha önce Mûsâ Peygamber'e gelmiş olan elçi melek (nâmus-ı e k b er)’dir. Sana yalancısın diyecekler; eziyet edecekler; seni yerinden yurdun­ dan çıkaracaklar ve seninle doğüşecekler. O güne kadar yaşarsam A lla h ’a öyle yardım ederdim ki" diyerek uzanıp Muhammed *in başım öptü (Ib n -i Hişam, I, 15*. BubârI’de de bu hâdiseyi anlatan bir hadîs var; al~Câmîc abşahî}}, I, 5 ). Varaka b. Navfal de, Boşrâ râhibi Babîrâ gibi, Muhammed'de tabıatüstü bir kudretin olduğuna inanıyordu.



Başka bir rivâyete göre, Banı Sacd kabilesinden olan süt annesi falım a , Muhammed*i M ekke'ye getirdiği zaman onu kalabalıkta kaybetmiş ve çok aradığı halde bulamamış. “Abd al-Muftalib, torunu­ nun bulunması için K âb e'ye dua etmeye gitmiş. Varaka b. Navfal, Kureyş 'ten başka birisi ile Muham­ m ed'i bulup dedesine teslim ederek "îşte toru­ nun, onu Mekke ’nin üst tarafında bulduk.” demiş. ‘Abd al-Mutîalib de onlara teşekkür edip Muham­ m ed'i omuzlarına alarak K â b e'yi tavaf etmiş. îbn Hişâm, İbn Sa*d, al-Tabarî, al-Kastall5nî ve Diyârbakrî gibi İlk kaynaklar, Varaka’nın kız kardeşi Kotayla ’nin, Peygamber'in babası Abdul­ lah 'a -zürriyetinden bir peygamber geleceğini ağabeyisi Varaka'dan duyduğu için- ona kendisinden bir çocuk edinme teklifinde bulunduğunu nakle­ derler (bu teklife dâir rîvâyette fu tayla’ nuı yerini bâzan başka kadınlar da alır, bk. îbn Sa*d, I, i , 58 v.d,; Diyârbakrî, I, 184 v .d .). Muhammed'in Varaka ile zaman zaman sohbet ettiği, vahyin ilk gelişi sıralarında onun Muhammed 'e mânevî destek ve yardımda bulunduğu her halde doğrudur. Çünkü Peygamber'in onu, ölümünden sonra rüyâsmda, beyaz elbiseler giymiş olarak gök­ lerde veya cennet ırmaklarından birinde gördüğüne, kendisine sövülmesini men ettiğine, cennette olması lâzım geldiğine veya husûsî olarak haşredileceğine dâir haberler, hadîsler vardır (Zubayr b. Bakkâr, Camhara, s. 408-410; Muş“ab b. al-Zubayr, Nasab~t Kurayş, s. 207). Cuma]? soyundan Umayya b. Uaîaf b. Vabâb *m, müslüman olduğu için işkence ettiği Bilâl b. Rab â b ’ın ( Bilâl-i Uabaşî) "Allah birdir” dediğini, oradan geçerken duyan Varaka b. Navfal de "doğ­ ru söylüyorsun Bilâl, Allah bîrdir” cümlesi ile tas-



VARAKA B. NAVFAL'ÎN ŞECERESİ;



l£uşayy



4 'Abd Manâf



“Abd al-'Uzzâ



* Hâşim



I Asad



“Abd al-Dâr



“Abd ( “Abd I£uşayy) i Abü Kabir I Hind ( Varaka’nın annesi)



i “Abd al-Muftaîib I “Abd Allah Muîjammed



4



4



Uuvaylid



Uabîb



Navfal



4 “Avvam Zubayr



4 Uâriş



4 Muiîalib



4 Uuvayriş



_ J _____________



i 4



4 Navfal



4



4



4



4



4



4



Uiza*n



ffadîca



“Adiyy



VARAÇA



Şafvân



fo ta yla



I 4 “Oşmân



4 MuîÇaîib



m



VAMkA - VARĞEA.



dik etmiş ve Umayya b. Halat *e dönüp "Tanıt *ya and İçerim ki siz onu bu şekilde öldürürseniz, onun mezarım ( herkesin ziyaret edeceği) türbe yaparım." demiş (Ibn Hişâm, I, 202 v.d.; îbn ai-Uacar, al-İşâba, V , 597» nr. 9133 ; Zubayr b. Bakkâr, s, 412; Muş'ab b. al-Zubayr, Nasdb~i Kurayş, s. 208). Bu rivâyet, Varaka *nm, Bilâl İslâm olduğunda hayatta olmadığı iddiası ile bâzılannca şüpheli görülmekte İse de bizce doğru olabilir; çünkü Bilâl ilk müsîümanîar arasındadır ve Varaka o zamanlar daha sağdı. Islâm tarihçilerinden bâzdan Varaka yı» bu dü­ şünce ve davranışlarından dolayı sahâbeden sayar­ lar. Onun müslüman olduğunu yazanlar da vardır (M akrîzî, îmtöt, I, 1 7 ) . Hattâ, A bu TH asan Bur­ han aî-Dîn İbrahim al-Bakkaî, onun Peygam­ ber *e iman ettiği hakkında "B a zl aTtmşk v a 'lşafaka li'l-F a r îf bi-şokbat al-Sayyid Varaka" baş­ lığı ile bir kitap bile yazmıştır. Varaka b. Navfal aynı zamanda şâir idi. îbn Hi­ şâm, Zubayr b. Bakkâr, Muş'ab b. al-Zubayr, Abu 1Farac al-îşfabânl, onun şiirlerim nakletmekte­ dirler. Onun, Hanîfîerden eOşmân b. Uuvayriş ve Zayd b. *Amr için söylediği şiirler meşhurdur. O , Zayd b. eAmr ’m, Labm kabilesinden geçerken öl­ dürülmesi üzerine şunîan söylemiştir; "E y A m r’ın oğîul Doğru yolu buldun. Yüksel­ din. Böylece gürül gürül yanan bir ateş tandırında yanmaktan kurtuldun. Şöyle İd benzeri olmayan bir Tanrı *ya inandın. Tanrı yerine tapılan putları olduğu gibi bıraktın. İstediğin dîni buldun. Tan­ rı *yı bir tanımaktan şaşmadın. Bunun için şimdi en İyi bir yurtta barınıp orada saygı içinde içip eğ­ lenmektesin. Orada Tann’mn sevgilisi (Halîlullah yâni İbrâhim Peygamber) ile buluşursun. Sen halk arasında vurup kırıcı ve cehenneme gidecek cins­ ten bir kimse değildin. Eh, insan yetmiş kat yerin altında bile olsa Tanrı ’mn rahmeti ona erişir". Bu şiirin İlk iki beyti ile son beyıti, şâir Umayya b. Abı ’l-Şalt *ın bîr kasidesinde geçmektedir ( Ibn Hişâm, I, xsx; Muşcab b. al-Zubayr, s. 210). Varaka, bayatının sonlarına doğru kör olmuştu. Onun evliliği, evlenmişse çocukları hakkında kay­ naklar hiçbir bilgi vermiyorlar. B i b l i y o g r a f y a i Ibn Hişâm, Stra ( trc. N . Çağatay ve I. Haşan), Ankara, I971» indeksi Ibn Saed, fahakât (nşr. E . Sacbau), Leİden» 1940, indeksî Zubayr b. Bakkâr, Camhara ( K a­ hire, 1961), s. 408-420; Muş'ab b. al-Zubayr, Nasab-İ Kurayş (nşr. E . Levi-Provençal), Ka­ hire, 1963, indeks: Tabarî, Annales (nşr. De Goeje ), indeksi îbn Uacar al-^Askalânı, al-lşâba (Kahire, 1939), V , 597, nr. 9133 * al-lşfahânî, Ağânl (Kahire, 1323), III, I3~i5; Ibn at-Aşîr, Usd ( Tahran), V , 88; Maseüdl, M utûc ( nşr. C . Barbier de Meynard), Paris, 1877, in­ deks; Buljâri, al-Cami0 al-Şahîk ( nşr, L . K rehl),



Leîpzig, 1862, I, 5 ; al-lfastallânî, Mavâkib-i Ladmnıya terciimed (İstanbul, 13 1 5 ), I, 20, 31 v.d., 37; L.Caetani, îslam tariki (trc. Hüseyin Cahit), İstanbul, 1924, II, 7-36, 117, 122, 216; Lammens, Les Juifs de la Mecque â la veille de VHegire (1 9 1 8 ) , s. 18; Müneccim-başı Abmed, ŞahcPif al-Âfabar ( İstanbul, 1285), I, 113, 117; İbn Uazm, Camhara (K ahire, 19 6 2 ), s. 120, 4 9 i; Azrail» Afabâr Makka} 1, 17 5 ,18 2 ; Makrizî, îm tff (Kahire, 194*), I, *7i îbn I£utayba,Md^ârİf (Kahire, 1960), s, 245; Husayn b. Muhammet! b. al-l-fasan al-Dİyârbakrl, Târik al-ffam h (Beyrut, 1283), I* 184 v.d., 263 v.d., 283 v.d., 286 v.d,; Ibn al-Asîr, al-KSm il (M ısır, 1349), II, 4, 31 » 45î Zahabî, Târik al-islâm (Kahire, 2367), I, 68, 71, 73. (N



eşet



VARÂMlN [Bk. v e r â m î n .1 al-VARDA [Bk. a y n ü l v e r d e .] VARGLA (OüARGtA), C e z a y i r



Ç ağatay.)



Sahrâ* s ı n d a b i r v a h a olup, T u gg u rt’un 100 mil cenûbunda, arzı 3 i 6 58’ şimâl, tülü 50 30* ( Greenw), şark ve denizden 100 m. kadar irtilâdadır. Vargla, Myia havzasımn artezyen sondajlarıyla kolaylıkla erişilebilen 20 m. ilâ 5 ° m. derinlikteki su cereyan­ larıyla beslenen bir yeraltı su tabakasının üstünde Vücûda gelmiş göçük bir sâhayı işgal etmektedir. Bu durum palmiye koruluklarının burada meydana gelmesini mümkün kılmıştır. Bugün 500-000 'i aşkın palmiye ağacı gayet iyi gelişmiş bir halde bü­ yümektedir. Aynı sayıya yakın kurumaya yüz tutmuş ağaç, sulama tertibâtı bir düzene sokulduğu takdirde, yeniden canlanabilecektır. Akıntı imkânı bulamayan bu durgun sular memleket için büyük bîr mahzûr teşkil etmekte, sağlığa çok zararlı, ( tehem ) ismi verilen ateşli korkunç bir hummanın ilkbahar ve yaz aylarında ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Şehir, kireç taşlarının meydana getirdiği bir teras zemin üzerinde, palmiye koruluklarının bulunduğu mevkiden 3»5"5 m. yükseklikte kurulmuştur. K e ­ merli ve kubbeli geçitlerin kestiği yollan dar olan şehir, duvarlarla çevrilmiştir. Binâlarm yapımında kaba molozla harç veya serpme sıva kullanılmıştır. Burası üç kısma ayrılmış olup, her bölüm orada oturan kabilelerin adlarıyla anılmaktadır: Benî Sissin, Benî Wagguİn, Benî İbrahim, Civarda daha başka köyler de inşâ edilmiştir. Şimâl-i şarkîde Sîdı Uuiled, şarkta Şott ve Aeaca, cenûb-i şarkîde en mühim olarak Rouissat. Bir zamanlar palmiye koruluklarının sâhİbİ bulunan bn yerin sakinleri şimdi palmiyeleri "İfammes” olarak (beşte bir kirâ ödeyerek ), Mzâb tüccarları ve bilhassa çölde bedevi bir hayat süren Şamhaa Arapları hesabına işletebili­ yorlar. Aslen Berberi olup, hâlâ Zenâta lehçesi ko­ nuşanların dahi zencilerle olan evlenmeleri neti­ cesinde nesillerinin saflığı bozulmuştur. Ruağha denilen kabilelerde bâlâ muayyen eski âdetler devam



VarğLÂ.



2Ö0



etmektedir. Bilhassa izdivaç merâsimleriyle ilgili âdetler ve muharrem ayının ilk yarısına rastlayan ( şaib a l - caşürâ s) merâsimi gibi âdetler muhafaza edilmiştir. Bunların yaraşıra zenciler, Mzâbıler ve bir miktar da Yahudi vardır. Vargîa ve K ş ü r ’un nüfûsu {bundan elli sene kadar Önce] 5-*49*u bulmakta idi. [1 9 5 4 'te 6.456]



mahsulleri ve esirleriyle mübâdele olunduğu pazar yeri idi. Leo Africanus, buradaki evlerin güzelli­ ğinden, sanatkârların çokluğundan ve tüccârların zenginliğinden bahseder. Bu servet ve zenginlik Türklerin dikkatini Vargîa üzerine çekti. 1552 ’de Salih Reis Türk ve Kabillerden müteşekkil bir ordu ile Vargîa ’ya kadar ilerledi. Halk tarafından T a r i h : Arap istilâsından önce Vargîa hakkında hiçbir mukavemetle karşılaşmadı. Oradaki sultanı hiçbir bilgiye sâhip değiliz- Bu topraklar o zaman senede 30 zenci karşılığı bir haraca bağladıktan Zenâta kabileleri tarafından işgal edilmekte idi. sonra geri döndü. îbn kîaldön a göre Beni Vargîa ( Berber Benî UrSalih Reis ’in bu askerî harekâtını X V II. asra celan), diğer Berberi unsurlar ( Ifren Mağrâva ) ile kadar devam eden yeni karışıklıklar devresi tâkİb birlikte şimal-i garbi tarafından gelmişler ve bu hava- etti ve X V II. asrın başlarında Allahum ’un hüküm­ lide birçok küçük şehirler te’sîs etmişlerdir. Bılâhire dar ilân edilmesiyle son buldu. Burada Allahum ’un bu küçük şehirlerin birleşmesinden Vargîa mey­ Şerif sülâlesinden geldiğine inandır. Torunları dana gelmiştir. Halk, îbâzi inançlarım büyük bir X IX . asrın ortalarına kadar iktidarda kaldı. Fakat, imanla kabûî etmiş olup, M.s. X . asrın başla­ ülkesinin asıl efendileri Bedevi Şamhaa, Benî T ur rında Fâtımîler tarafından Tâhert 'teki, Rüstemî ve Said Otba idiler. Bunların yerli halkın bölün­ krallığının yıkılmasından sonra dahi, birçok Ha­ düğü İki Ş o f f ' u n kavgasına devamlı müdâhaleleri ricîler Vargîa'ya gelip yerleşmiş ve Sedrata şeh­ karışıklığı sürdürüyor ve sultanın otoritesini zede­ rini kurmuşlardır. Bu şehrin kalıntıları cenub-i liyordu. Sultan, 1841 ’e kadar verâsaten Ngusa va­ garbi tarafında, yarım günlük bir mesâfede, kum­ hasının reisliğini ellerinde tutmuş olan Ben Babialara gömülü bulunmaktadır. Aynı zamanda, Fâ~ ’nin dahi hâkimiyetini kabûle mecbûr kalmıştır. Fa­ tımîlere ısyân etmiş olan "Katırlı adanı” Abü Ya- kat, 10 sene sonra yeni bîr sıkıntı ortaya çıktı. Muzîd de taraftarlarını bu havâlide toplamıştı. Fakat, hammed b. sAbd Allah ( Vargîa şerifi) isyân ha­ maalesef, Îbâzî’ler X U . asırda Ortodokslarla mü­ reketlerini bastırma vazifesini Üiâd şeyhi Sldİ Şeyh, câdeleleri neticesinde ve muhtemelen Arap unsur­ Si Hamza ’ya verdi. 1853 ’te, şehri Fransa hesa­ larının da baskısıyla Vargîa havalisini terk ederek, bına işgal eden bu zât Sahra'deki bütün kabilelerin Tadmayt ’a hicret ettiler. Burada yerleşerek Mzâb yüksek kumandanlığına getirildi. Üîâd ’da Sîdi Şeyh[ b. bk. ] vâhasım kurdular. Mâmafih îbâzi ’lik Varg- ’in isyânına Vargîa halkının iştiraki 18 54 ’te Fran­ la ’da devam etti ve X V II. asırda dahi mümessil­ sız kuvvetlerini birçok yerlerde müdâhaleye zorladı. leri bulunuyordu. Seyyah al-Ayyâşı ’ye göre bu de­ 1871 ’de diğer bir âsî Vargîa ’ya yerleşmeyi başardı. virde Benî Tucin hânedâm tarafından idare edil­ Bu isyânın bastırılması ise Fransız İdâresinin nihâyet mekte olan Vargîa, Sûdan ile yaptığı ticâret neti­ burada yerleşmesiyle neticelendi. [ Hâlen Cezayir cesinde zengin olmuş, mes’ûd ve müreffeh bir ülke devletinin bir kısmım teşkil etmektedir.] Bibliyografya: el-Ayachi, Voyage idi ( Îdrlsî, trc. de Goeje, s. 14 i )• Hilâli istilâsı a la Mecque ( trc. Berbrügger, IX, Paris, 1846); sıkıntılı bir devrin başlangıcım işâret eder. Hammâîbn IHlaîdün, Histoire des Berberes, nşr. de Stane, dîler ile, Vargîa ’nm müttefiki olan Aşbac arasın­ II, 72 v.d. (trc., III, 286); Idrîsî, DescripHon daki harpler esnasında Bent Tucin hânedâm dev­ (nşr. de Goeje), trc. s. 14 i; Leo Africanus, Deşer rilmiş, şehir tahrip edilmiştir. Eski yerinin yakı­ ription de I 'Afrigue, kitap VI, nşr. Schefer, cilt. nında yeniden yapılmış olan şehir daha sonra Mu211; Que3f>itaine, V/argla (Cenova, 1861); Bajolie, vahhıdler ve Benî Ganîya harplerinde tekrar ha­ La Sakara de Otıargla ( Cezayir, 1887 ); R, Basset, rap olmuştur. X IV . asırda Vargîa, Z a b ’da HafEtüde sur la zenatia du Mzab, de Ouargla et de sîlerin mümessilleri Beni Mozni ’nîn hâkimiyeti Voued Rir (Paris, 1892); Blanchet, L'oasis et le altında olmasına rağmen ancak, Beni Vagguin ’in pays de Wargla (Annales de Geographie, 1900); bir kısmı olan Benî Abl Gabul âîlesine mensup sul­ Ch, Feraud, Ouargla dans la Sahara de Cortstanların idâresi altında hakîki istiklâline kavuşmuş­ tantine (Cezayir, 1887); O. Demaeght, Ouargla tur ( î b n Haldun, H isto ire des Berberes, trc. de Slaııe. ( Bulletin de la Sociste de Geographie d'O ran, III, 286). XVI. asrın sonlarında bu sultanlar 1882); Duveyrier, Les Touareg du Nord (Paris, son derece zengin olmuşlardı; fakat, Leo Africa­ 1864); Gognalons, Ouargla, l'oasis et ses habilants nus’a göre (kitap V I., nşr. Schefer, IH , 146) (L a Geographie, c. X I ) ; ayn. mlk, Fetes pnnr Bedevi Arapları korumak için muazzam para öde­ cipales des scdeniatres d 'Ouargla ( Rouagha), mek mecburiyetinde idiler. Bu devirde Vargîa coğrâfî mevkii sebebiyle, îbn Haldün ’un tâbiriyle, R A , 19°9î Goudreau, Le pays de Ouargla (P a­ ris, 1882); L. V. Largeau, Le pays de Rirha hâlâ "Çölün kapısı” olarak ticârî ehemmiyetini mu­ (Paris, 1879). ( G , YVER) hafaza etmekte İdi ( gost. y e r .). Burası KonstanV Â R İS . [Bk. MİRAS.] tine ve Tunus ’tan getirilen malların Sûdan ’m İslâm Ansiklopedisi



F. 14



âîo



Va r n a .



Y A R K A . [ Bk. verkâ.] V A R N Â . [Bk. VARNA.] V A R N A , B u l g a r i s t a n ’ ım K a r a d e n i z k ı y ı ­ s ı n d a , b a ş l ı c a i h r a c a t ş e h r i . Aynı adı ta­ şıyan bölgenin merkezi olan Varna, Djevna ( Devna ) nehrinin denize döküldüğü yerde kurulmuştur. Eski çağlarda, Varna ’nm bulunduğu yerde, M. ö. 585 ’te yerleşen ve Odessos ( daha sonraları Odyssos, Odyssopolis) adını taşıyan bir Miletos kolonisi var­ dı. Yapılan kazılar, bu şehrin Roma devrinde de parlak bir durumda olduğunu göstermektedir. Bu­ günkü Varna, adını VII. asrın sonlarına (679) kadar Varna diye anılan Djevna ırmağının ismin­ den almıştır. İdrîsî, 54® (1153/1154) ’de, ” Barna” dan büyük bir şehir olarak bahseder (krş. Veltharie des İdrİsî von Jakre 1154 n. Chr. restauree et pubtiee par Komrad M iller, Stuttgart, 1928 ). Jirecek ’e göre (Das Fürsten tum B u lg d rien , s. 531) Varna, 1201 ’den itibaren İtalyan denizcilerinin sık sık geldikleri bir Bulgar limanı idi. XIV. asrın ikinci yarısında, Varna 'ya yakın sâhillerde, Kuman asıllı bir Bulgar ailesinin hâkim olduğunu yine Jirecek be­ lirtmektedir. 1366 ’da Varna, Am£dee VI. de Savoie kumandasındaki haçlılar tarafından kuşatıldı. 1388 ’de Murad I., Bulgaristan fütuhatına giriş­ tiği esnâda Çandarh-zâde Ali Paşa kuvvetleri Var­ na ’yı da içine alan bölgede akınlar ve fetihlerde bulundular (krş. Neşri, C ih a n n ü m â , nşr. Taeschner, Leipzig, 195*, s. 66 v.d.; Taeschner-Wittek, D ie v ezirfa m ilie der ca n d a rly zâ d e, D e r İsla m , X V III, 86 v .d .). Ancak Bayezîd I. devrinde Vidİn, Niğbolu ve Si istre kalelerinin zaptından ve Bulgaristan ’ın ilhakından sonra 1393 ’te Varna nihâî olarak bir Türk şehir ve kalesi oldu ( Hammer, D e v le l- i O sm a niye ta­ rih i, trc. M, Ata, I, 279 v.d.; Jirecek, s. 356). Varna tarihte, 1444 'teki Varna meydan muhare­ besi ile şöhret kazanmıştır. Osmanlı hükümdârı Mu­ rad II. ile Macaristan ve Lehistan Kıralı jageîlo hânedâmndan Viadislas ( Ulâszlö) arasında, Segedîn ’de on sene için akdedilen andİaşmanm, imza­ sından henüz üç hafta geçmeden bozulduğu görül­ mektedir. Osmanlı elçilerinin Macaristan’dan av­ detini müteâkıp, Papa’ nm baş amirali olan Foscarİ âilesİnden Kardinal Francesco Gondolmİeri tara­ fından Macaristan’daki. Papa’mn elçisi Kardinal Julİen Cesarini ’ye gönderilen mektupta, 21 gemiden mürekkep bir papalık filosunun Çanakkale ’ye doğ­ ru yola çıktığı haber verildiği gibi aynı zamanda, Bizans imparatorundan gelen harbe teşvik edici ikinci bir mektupta, pâdişâhın tahttan ferâgati, Karaman - oğullan ile mücâdelesi, bâzı ümerânın isyanı dolayısıyla, Türklere hücum için en müsâit bir fırsatın zuhur ettiği bildiriliyordu. Cesarini, bu gerekçeleri kirala anlatarak, haçlı donanması­ nın tehdidi sebebiyle Osmanlı kuvvetlerinin Ana­ dolu 'dan Rumeli ’ye, Gelibolu Boğazı ’ndan geç­ mesinin imkânsızlığını izâh ettiği gibi, hıristiyan



olmayanlara karşı bıristiyanlarm verdiği sözü tut­ malarında bir mecburiyet bulunmadığı görüşünü ve esâsen Macar kiralının, Papalık makamının ve öteki hıristiyan devletlerin rızâsı olmadan, Türklerle barış akdetmeye salâhiyetli olmadığım ileri sürdü. Ayrıca, Osmantıların andlaşma- gereğince teslimini taahhüt ettikleri kaleleri tam vaktinde boşaltmadıklarını bir sebep olarak gösteriyordu. Halbuki bu kaleler, and­ laşma hükümlerine uyularak derhal teslim olun­ muştu. Cesarini’den başka Papa’ nm gönderdiği diğer elçiler de, bu hususta gayret gösterdiler ve Os­ manlIlardan zaptedilecek Bulgaristan ’m kırallığmın da Macar kiralına verileceği vaadedildi. Bu sûretle 4 ağustos 1444 ’te Segedin barışı bozuldu ve Varna muhârebesinin hazırlıkları başladı ( bu hususta muâsır tarihçiler ve müelliflerden Dlugoss, Aeneas Sylvius, Katona ve Calimachus ” De pugna Varnensi” bilgi vermektedirler). Segedin barışının ih­ lâli ve Macar kiralının yeminini bozmuş olması mes’elesi, tarihçiler arasında bugüne kadar münâ­ kaşa mevzuu olmuş, bu hususta değişik fikirler yü­ rütülmüştür. Meselâ X V II. asırda Macaristan’ın mühim din âlimlerinden Pâzmâny ’ye göre, kıral, biri nisan 1444 ’te Budin ’de, Türkler aleyhine, scnra Segedin. muâhedesi için, daha sonra yine aynı yerde Türkler aleyhinde olmak üzere üç defa .yeminini bozmuş; Cesarini, Segedin musâlahasım ihlâle onu iknâ ettiği zaman kiralın Segedin ’de yaptığı ilk yemini hükümsüz saymış ve onu günah­ larından kurtarmaya çalışmıştır. Macar ordusu başkumandanı Hunjadi Jânos, Türklere karşı harbi eylül başında ilân etmişti. Hazırlıklar tamamlanınca Kıral Ulâszlö, Segedin’den hareketle, beraberinde küçük toplar olduğu halde Orsova’da, Kızılkule yakınından T u n a ’yı geçti; mevcutları 10.000’i bulan Macarlar, Osmanlıları Avrupa ’dan çıkarmak İddiasında idiler. Macar or­ dusunun arkasında 2.000 yük arabası bulunduğun­ dan Balkan derbentlerinden geçiş güçlüğü düşü­ nülerek, Tuna vâdisinden Karadeniz’e, Varna ya­ kınlarına gidilmesine karar verildi. 16 teşrin I, *444 ’te Macarların başında bulunduğu haçlı ordusu N iğbolu’ya vardı. Kale muhâfızı Firuz-oğlu Mehmed Bey, seyyâl bir taktik kullanarak kendi kuv­ vetleri ve akıncılar ile düşman gerilerine hücumlar yapıyordu. Eflak voyvodası Drakula’mn da 5*000 kişilik bir kuvvet ile katılmasıyla, haçlı ordusu, garp kaynaklarına göre 20.000 kişiye çıkmıştı. Tâc ab tavârif} ( I, 378 ) ’e göre müttefik ordusu, Üngürüs (M acar), Alaman, Bosna ve Hersek, Kara Boğdan, Eflak ve Frenk v.s. beyleri ile, Las despotu kuvvet­ lerinden terekküp etmekte olup, 80.000 kişiye ulaş­ makta idi. Kaynaklarımız Karaman-oğlu’nun Macar kiralını savaşa teşvik etmesinin, haçlı ittifakına se­ bep olduğunu belirtirler (Neşri, 11, 648; Tâc ab tavârly, göst. y e r.) ise de, Bizans imparatorunun teşvik mektubundan bahsetmezler.



VÂRNÂ. Eflak voyvodasının, Türklere karşı savaşta ih­ tiyatlı davranılmasın! tavsiye İle, pâdişâhın ava çı­ karken bile maiyetinde haçlı ordusundan fazla as­ ker bulundurduğunu söylemesini, Macarlar, bir hı­ yanet olarak telâkki etmişlerdi. Hunjadi Jânos, 3.000 Macar süvarisi ve yardım­ cı Eflak kuvvetleri ile önden gidiyor, haçlı ordusu ve kıral arkasından geliyordu. Mukaddes bîr gaye için yola çıktıklarını ilân etmelerine rağmen, haç­ lıların yolları üzerindeki Rum ve Bulgarlara âit Or­ todoks kiliselerini tahripten geri kalmadıkları, dik­ kati çeken bir keyfiyet idi. Osmanlılarm, Tuna ’da kullanılmak üzere, Kamçık ( K am çı) suyu üzerinde inşâ ettikleri 28 gemi­ den mürekkep bir nehir filosu, haçlılar tarafından yakıldığı gibi; birçok mevkiler mukavemet göster­ medikleri veya boşaltıldıkları için işgal olundu. An­ cak Balçık ile bâzı mevkiler şecaatle müdâfaa olundu. Varna ise fazîia direnmeden teslim oldu. Varna kalesi denize doğru uzanmış iki burnun teşkil eylediği bir körfezin şimal kıyısındadır. Şeh­ rin şimâîindeki burun üzerinde, o zamanlar Makropolis adında bîr kasaba; cenuptaki burun üzerin­ de de, Varna ’dan 4~5 km. uzaklıkta bulunan Ga­ lata ( Kalîiacre ) denilen diğer meskûn bir yer vardı. Varna ile burası arasındaki sâha bataklık olup, Ma­ carlar burada ordugâh kurmuşlardı (krş, Hammer, Türkçe trc., II, 219). Hudut beyleri, durumu he­ men Edirne ’ye bildirdiler. Düşmanın Varna is­ tikametinde gelmesi, onların, bu yoldan İstanbul ’a giderek Bizanslılar ile birleşmek istedikleri yolunda bir kanâat uyandırmıştı. Tâc aTîavâuh ( i, 378 ) *e göre, Macar kiralının İstanbul ’da Bizans impara­ torunun kızı ile evleneceği ve sonra Edirne üzerine yürüyeceği tahmin edilmişti. Büyük bir düşman ordusunun Varna ’ya doğru geldiğini öğrenen vezirler, tahttan çekilmiş olan Murad I I , ’m vücûduna ihtiyâç bulunduğunu genç pâdişâh Mehmed II. ’e telkin ve onun iznini de ala­ rak Manisa ’daki babasına bir mektup gönderdiler. Önce bu habere ehemmiyet vermeyen Sultan Murad ikinci defa kesin bir ifâde kullanan ve ” eğer hükümdar ise düşmanın def’ine girişmesinin farz olduğu, değilse pâdişâhın emrine itâat ederek iş başına gelmesi gerektiği” meâlinde olan bir nâmeyi alınca derhal yola çıkmış, Ege sahili yolu ile G e­ libolu’ya yönelmişti ( Tâc al-taoârih, I, 379). Ancak Çanakkale Boğazı ’nm abluka edildiğini görünce Yalak-âbâd ( Yalova) yolu ile İstanbul Boğazı’na gelmeyi ve buradan Rumeli ’ye geçmeyi uygun buldu. Kendisi Anadolu kuvvetleri ile G ü­ zelce - Hisar ( Anadolu Hisarı ) ’a geldiği vakit, Veziriâzam Halil Paşa ’nm da Rumeli kuvvetleri ile Rumeli Hisarı mevkiine geldiğini ve güvenlik tedbirleri aldığını görmüştü. Ceneviz gemileri adam başına bir duka alarak orduyu karşıya geçirdiler. Daha sonra ordu birleşerek Edirne sahrâsında top­



â ıi



landı. Dîvân-ı Hümâyûn’ca verilen karara göre, Sul­ tan Mehmed Edirne ’de kalacak ve babası düşmana karşı gidecekti. Ordu teşrin I. ayı sonlarında Edirne­ ’den hareket ederek hızlı bir yürüyüşle Varna’ya ulaştı. Osmanlı ordugâhı haçhlarmkinden 3~4 km. kadar bir mesafede kuruldu. Bu sırada düşman ordusunda, müttefik harp meclisi savaş taktiğini kararlaştırmak üzere Kardinal Julien Cesarini ile Eğri ve Varadin piskoposları, ordugâhın etrafında kazılan hendeklerle istihkâm yapılarak Osmanlı ordusunun hareketini beklemek yolunda bir düşünce ileri sürdülerse de bu fikir kabûl edilmedi; Hun­ jadi ’nin açık sahrada hücûma geçilmesi şeklindeki tavsiyesi, genç kiralın da uygun bulması ile benim­ sendi. 848 recebi başlarında (144 4 teşrin I. orta­ sı ) iki ordu savaş nizâmı üzerine dizildi ( Tâc al~ tavârîh, ayn. yer.). Haçlı ordusunun Eflakhlar İle sâdece beş Macar birliğinden meydana gelen sol kanadı Varna bataklıkları ile korunmakta idi. Varna kalesine doğru ilerlemiş olan sağ kanat ise tamamen açık olduğundan Macarların büyük bir kuvveti bu tarafta toplanmıştı. Sancaklar, Franco ile Eğri pis­ koposunun muhafazasına bırakılmış olan büyük ve siyah Macar bayrağı burada idi. julien Cesarini kumandasındaki haçlı kuvvetleri bunlar arasında paylaşılmıştı. Varadin piskoposu, birkaç Leh bir­ liğinden teşekkül eden ve Saint-Ladİsîas bayrağı altında ve Lasko Babrich 'in kumandasında bulu­ nan arda kuvvetlerin başında olarak düşman or­ dusunun gerisini (ağırlıklar, top ve mühimmat) koruyordu. Kıral ise, Bathory Istvan *ın taşıdığı Saint-George bayrağı altında ve 5° şövalye süvâri ile çevrilmiş olduğu halde ortada idi. Başkuman­ dan mevkiinde bulunan Hunjadi her tarafa nezâret etmekte idİ. Osmanlı ordusu ise, öteden beri tatbik edilen klasik savaş nizâmını almıştı : savaş Rumeli 'de olduğuna göre, sağ kanatta Rumeli Beylerbeyi Davud Paşa kumandasında Rumeli kuvvetleri, sol ka­ natta Anadolu Beylerbeyisi Karaca Paşa kumandasın­ da Anadolu kuvvetleri bulunuyordu, önü kazıklar­ la pekiştirilmiş bir hendeğin bulunduğu merkezde yeniçeriler ile yer alan pâdişâh, düşmanların hıyânetini herkese göstermek için ve yeminini tutmayan­ ları cezalandıran Tanrı ’nın yardım ve himâyesini niyâz ediyormuş gibi, kiralın ahdini bozmuş olduğu ahidnâmeyi hendeğin kenarında bir mızrak ucunda ortaya dİktirmişti. Develerden mürekkep ağırlık ordunun arkasında idi. Garp kaynaklarına göre 10 teşrin II.’de çıkan bir fırtına bütün, haçlı ordusu bayraklarını parçalamıştı. Hunjadi bizzat Anadolu Beylerbeyisi Karaca Paşa kumandasındaki Osmanlı sol kanadına hücum ile bu kuvveti dağıttı; aynı zamanda Eflak kuvvetleri de büyük bir şiddetle Rumeli kuvvetleri üzerine saldırdı, Osmanlı saflarında, bozgun alâmetleri gö­ rünmüştü, Düşman birlikleri birçok noktadan 0 s~



âB



VÂ&NÂ.



manii ordugâhına ve pâdişâhın otağına doğru iler­ lemişlerdi. Anadolu Beylerbeyisi Karaca Paşa ve bir­ çok sancak beyleri şehit düştüler. Mâneviyatı bo­ zulan Rumeli kuvvetleri dağınık bir şekilde daha müsait bir yere çekildiler. Pâdişâh kapıkulu askeri ve yanındaki daha yaşlı ümerâ ile yalnız kalmıştı. T 5c aTtaüârîh 'in îdris ’den naklettiğine göre, sa­ vaş yerinden Kamçı nehrine kadar olan üç günlük yolu firâriler bir günde almışlardı. Askerin kaçtı­ ğım gören pâdişâh da muharebe meydanını terketmeyi düşünmüştü kİ, Dayı Karaca Bey hemen du­ rumu kavradı, atından inerek Sultan Murad ’ın atını tuttu ve ona, savaşı bırakıp gittiği takdirde düşman ordusunun Edirne ’ye kadar gelebilece­ ğini söyleyerek, pâdişâhın yerinde kalmasını sağladı. Bunun üzerine yeniçeriler düşmana metanet ve kah­ ramanlıkla karşı koydular ve bütün hücumları püs­ kürttüler. Pâdişâh, Dayı Karaca Bey ’e "düşman bizi siydi” dedikçe o d a ” biz anları sıyarız.inşaallah” demekte ve Sultan Murad ’ın kuvve-i mânevİyesini yükseltmekte idi. Bulundukları yer arızalı, dere-tepe olduğu, bütün askerin bir araya gelmesinin imkân­ sız bulunduğu cihetle, firâra yüz tutmuş birkısım kuvvetler pâdişâhın sancağım yerinde görüp tabiibânesi (mehter) ’nin mütemâdiyen dövülmekte olduğunu duyunca gayrete geliyorlardı. Bu arada borazancılarda ” lıey gaziler, nereye kaçarsız, kâfir sındı" diye çağrışırlar idi (Neşri, Cihannümâ, 11, 650 ). Bu sırada pâdişâhın Tanrı ’ya. münâcaatı için bk. Tâc al-tavârîl} ( 1, 3S0 ). Kıra!, belki de Hunjadi ’nin ısrarı ile hücuma geç­ miş ancak yanındaki genç asiİ2âdelerin heyecanına kapılarak ihtiyatı elden bırakmıştı (Neşri, Cihannümâ, II, 650). Kiralın hücumunu gören yeniçeriler bir harp taktiği olarak, ikiye ayrılıp kıral ile az sayıdaki maiyetini aralarına aldılar. Her yandan sarılan kıral cesaretle çarpıştı ise de yeniçeriler onu attan düşürdüler; bu esnâda onun "gospodar Murad, gospodar Murad” diye bağırdığı rivâyet edilmekte ise de, andiaşmamn bozulmasından dolayı gazaba gelmiş, bulunan yeniçeriler, hiç kimseye aman ver­ mek istemediklerinden Koca Hızır ( Karaca H ızır) adında biri tarafından kesilen kiralın başı bir mız­ rağın ucuna geçirilerek nakzedilen ahidnâmenin yanma dikilip düşman ordusuna gösterildi. Bu man­ zara haçlı ordusuna büyük yeis vererek hezimetin başlangıcı oldu, Hunjadi savaşın neticesinden ümi­ dini kesince akşama doğru Eflaklılarla birlikte kaçtı. Ertesi sabah Macarlar arabalarının arkasında siper alarak Hunjadi ’nin avdetini bekler iken, pâdişâh, düşman haçlı ordugâhına hücum emrini verdi. Eğri, Varadin piskoposları Bâthory Istvân ve Papa’mn vekili Kardinal Cesaritıi de telef olanlar arasın­ da idi. Düşmanın kaçan birlikleri, Rumeli beyler­ beyi tarafından tâkip edilerek birkısmı esir alındı. Boylece tarihte büyük meydan savaşları arasında



mühim bir yer alan Varna savaşı Osmanlılarm bü­ yük bir zaferi ile sona ermiş oluyordu. Varna X VI. asırda Kanunî devri başlarında Rumeli eyâletine bağlı Silistre sancağı içinde bir kaza olup, kadısı 60 akçalı idi. Bu kazâ dâhilinde Tek­ fur golü memlahası (senelik geliri 102.500 akça) ile Varna kazâsma bağlı Varna, Burgaz, Balçık ve Köstence İskeleleri mukataası ( senelik geliri 140.333 akça ) pâdişâh hassı idi. Mirlivâ hassı olan köy­ ler şunlardı : Karaca-îlyas, Hamzalı, Bıyıklı-Kasım, Odacı, Pîrî-kuyusu, Küçük-Hamza, Memi-Fakih, Karagöz-kuyusu, Hasköy, Ala-kilise, Uzun-kuîak, Mihal-bey-pman, Kâfir-kuyusu, Hâbil-kuyusu, Üçorman, Ormancı-Resul. Bu köylerde ayrıca küreci, sürgün, yamak, raiyyet statüsünde bulunan bineler ve çiftlüîer de vardı. Zaim ve sipâbilere dirlik olarak tahsis edilmiş köyler ise Döğenci-oğîu, Mahmurlu -Halil, Konak-pman, Hisarlık, Bayram-pmarı, Kulkal-yurdu, Kara-Yusuf, Küçük Mahmud, Taptuk -koy, Süleymanlı, Sarı Yusuf kuyusu idi. Ayrıca mezrealar da mevcuttu. Bunlardan başka doğancı ti~ marı olan köyler, Varna kalesi dizdarı ile müstahfızları dirlikleri de tahrir kayıtlarında geçmektedir. Varna, 1529 tarihlî ve "Rumeli ’de vâki olan şehir­ ler ve kasabalar" başbldı vesikada ( krş. T . Gökbilgin, Kantmİ Sultan Süleyman devri başlarında Ru­ meli Eyaleti, livaları, şehir ve kasabaları, Belleten, 1956, X X , 247 v.d .), Silistre livâsma bağlı ve İs­ tanbul ’daki Sultan Selim vakfı olarak gösterilmek­ tedir. Gerçekten, yine o tarihlere ait bir tahrir def­ terinde ( Başbakanlık Arşivi, Tapu defteri, nr. 370, s. 418 v .d .), Varna ’daki bu vakıf tafsilâtlı olarak kaydedilmiştir. Buna göre, bu kasabada bu evkafa bağlı 29 hâne müslümatı cemâati, 27 hâne Varna gebran müsellem cemâati (kaleye hizmet ettikleri İçin müsellem olmuşlardır), 24 hâne de reâyâ cemâati ( hepsi de işe yarar ustalar oldukları cihetle ispençe Öşür ve Öteki avârız-ı dîvânîden muaf olduklarına dâir ellerinde hüküm bulunduğu belirtilmektedir) mevcut idi. Bu tarihte Varna 232 köyü, 97 mezreası, 15 baştinası ile mühim bir varlık göstermek­ tedir; müslüman nüfus gayr-i müslimlerden fazladır ve gelirleri pâdişâh hasları (242.833), mirliva has­ ları (33 köy, 35-556 akça), zaim ve sipahi timarlan (152 köy, 81 mezrea, 178.235 akça), hâzdâr ti­ marlan (2 köy, 749 akça), Varna, Hırsova kaleleri müstahfizlan tımarı (1 4 köy, 18.616 akça), evkaf (nefs-ı Varna ve 31 köy, 9 mezrea, î 02.169 akça) için ayrılmıştı (tafsilât için bk. Tahrir defleri, nr. 370 ayn. yer.). X V I. asır ortalarında Varna’daki vakıflar arasında Davud Paşa vakfı ( Mes’udlu mezreası) ve Pîrî Mehmed Paşa ’mn İstanbul ve Siliv­ ri ’deki câmi ve te’sislerine âit vakfı (Varna ’da Serdhâne ve buzhane ile dükkânları 10.000 akça) da görülmektedir ( krş. T . Gökbilgin, Edirne ve Paşa livası, İstanbul, 1952, s. 406, 492 ). Varna ’da aynı asırda mühim sayıda Yürük cemâati de bulunuyor­



VARNA. du. Askerî bir vasıf taşıyan Yürük teşkilâtı içinde Kocacık Yürükleri bilhassa kayda değer. 1543 ve 1584 tahrirlerine göre Varna’daki 160’tan fazla ve hepsi de Türkçe adlar taşıyan köyde Yürük ocak­ ları, eşkinci ve yamakları 'ayrı ayrı gösterilmiştir (tafsilât için bk. T . Gökbiîgin, Rumeli'de Yürük­ ler, Tatarlar ve Evlâd-ı Fâtİhân, İstanbul, 1957, s. 152 v .d .). Varna X V II. asrın ilk yansında Karadeniz’e inen Rus kazaklarının akınlarınada hedef oldu. Bu asır ortalarında vuku bulan bir kazak hücumunda Melek Ahmed Paşa’mn nasıl mukabele ve onları perişan ettiğini Evliyâ Çelebi, Seyahatname ( I, 209; V , 84 v.dd.) ’sinde nakletmektedir. 1061 ( 1 6 5 1 ) ’de Rus kazakları 70 şayka ile Varna kalesi ve Balçık kasabasını yağma ve tahribe gelmişler, fakat o sırada Silistre valisi olan Melek Ahmed Paşa tedbirini alarak onların gemilerini zaptetmiş, aralarından pek çoğunu da esir almıştı. Evliyâ Çelebi, Seyahatname ( IH , 303, 350, 373 ) ’sinde, Varna hakkında oldukça geniş bilgi vermektedir: kalesini anlatırken, çev­ resi 3.000 adım olan dört köşe etrafı hendeklerle çevrili garp tarafından şehre açılan bir demir kapısı önünde köprüden geçildiğini, dört köşede metin kuleler ve mazgal delikleri île limana nâzır şâhâne toplar ile teçhiz edildiğini, hisarın içinde müstahfız evleri, zahire anbarları ve bir câmi bulunduğunu kaydetmekte, muhâfızlarm ulûfelerînin iskele güm­ rüğünden tahsis olunduğunu bildirmektedir. Varna Varoş dediği şehir hakkında da, Evliyâ Çelebi, şehrin garp tarafındaki kırmızı topraklı tepelerde bağ ve bahçeler bulunduğunu, kasaba evlerinin kâgir ve kırmızı kiremitli olduğunu, 4.000 kadar âyân ve kibar evleri İle yedi müslüman, beş de Rum, Yahudi ve Ermeni mahallesi mevcut olduğunu bildirmekte, iskele başında Emır-efendi câmii, Yeni câmi, Debbağhâne-câmii, Müstecîb efendi câmii, Şebşâh-kadm câmii gibi büyük cami­ leri ve Pîrî Paşa-hamamı ile Boğdan beyi çeşme­ sini saymakta, Varna iskelesinin çok işlek olduğu­ nu, tuz kayaları, bal fıçılan, pastırma çuvalları ve her türlü kereste ile dolu bulunduğunu, her sene 1.500 parça geminin bunları çeşitli yerlere götür­ düğünü anlatmaktadır. Varna’ nın diğer hususiyet­ lerinden de bahseden seyyahımız, üzümünün şıra­ sını, mesirelerini de medheder ve Varna ’ nın belli başlı vazifelilerini gümrük emini, kale dizdarı, yeni­ çeri serdarı, sipahi kethudâ-yeri, Cebeci odabaşısı, muhtesip ağası, şehir subaşısı olarak belirtir. O tarihteki Varna kadısının hususiyetlerinden de ge­ nişçe bahsetmektedir ( Seyahatname, V , 90 v.d.). Varna, 1828 Osmanlı-Rus savaşlarında yine harp sahnesi oldu. Rus ordusu harp İlânını müteâkıp, Tuna nehrini geçerek cenûba doğru ilerleyince, Balkanların ve Varna taraflarının takviyesi için 3.000 kişilik bir kuvvet ile Kapudan-ı derya izzet Mehmed Paşa Varna^’ya gönderilmişti. 7.000 kişiyle Varna 'ya



m



hücûm eden Ruslar Bağlarbaşı denilen mevkide püskürtüldüler. Bu münâsebetle Varna muhâfızı Berkofçalı Yusuf Paşa’nm bu hücumdan bahseden bir mektubunda Osmanh askerini teşvik için te’min ettiği 20.000 kuruşu ordu efradına harçlık olarak dağıttığı bildirilmektedir ( Lûtfi Efendi, Tarih, I, 304 v .d .). Daha sonraki savaşlarda Varna muha­ sara olunmuş, Yusuf Paşa şehrin ileri gelenlerini toplayarak, kalenin savunması için sâdece 1.150 müsîüman, civar kazâlardan 300, paşa kapısı halkından 400 nefer ile birlikte 1.850 kişinin kaleyi müdâfaa edemeyeceği mütâlâası ile 5.000 kişilik bir imdat kuvveti istemişti. Bunun üzerine Hakkı Paşa-zâde izzet Bey ve Mes'ud Ağa-zâde Tahır Paşa, Aydın tarafından getirdikleri askerlerle Varna ’nın yar­ dımına gönderildi ( Lûtfi, Tarih, 11,34 v.d. ). Diğer taraftan Sadrâzam Selim Mehmed Paşa, Karinâbâd’da Küçük Mirâhur Mehmed A ğ a ’dan Varna’nın denizden ve karadan kuşatıldığı, kalenin tehlikede, halkın sıkıntıda olduğunu haber alınca, Balkan mu­ hafızı Derviş Paşa ’yı yeni kuvvetlerle oraya gön­ derdi. Rusların sadrâzamın az bir askerle sefere çıktığı şeklinde aldıkları haber üzerine Osmanh or­ dugâhım bozmak kasdıyla yolladığı kuvvetler, "yaka yakaya” bir çarpışmadan sonra ağır bir mağlûbiye­ te uğratılmış (ayn. esr., s. 4 ° ) ise de, muhârebenin umûmî seyri Osmanh ordusu aleyhine gelişiyordu. Nitekim Serezli Yusuf Paşa ile izzet Mehmed Pa­ şa ’nın yanında pek az adamın kalması üzerine, ka­ dın ve çocukların kurtarılmaları için feryada baş­ lamaları sebebiyle nihâyet iki gün sonra kalenin vıre İle teslimine mecburiyet hâsıl olacağı, Serdar Selim Mehmed Paşa ’ya bildirilmişti. Tam bu sırada Var­ na önlerinde devamlı bulunan 24 Rus gemisinin amirali, İzzet Mehmed Paşa 'dan Varna ’ nın tesli­ mini istemiş ise de, bu teklif reddolunmuştu ( Lûtfi, Tarih, II, 42 v.dd.). Fakat neticede 3 rebîülâhır ,1244 (13 teşrin L 1828 )*te kale vıre ile Ruslara verilmiş, muhâfızı Serezli Yusuf Paşada esir olmuştu ( ayn. esr., s. 46 ), Varna kısa bir zaman sonra, Edir­ ne andlaşması (15 rebîülevvel 1245= 14 eylül 1849) ile Osmanh devletine iâde edilmiştir. 3842 ’de Silistre eyâletine bağlanan Varna kay­ makamlığının askerî teşkilâtı yeniden düzenlendi. Ayrıca Varna muhâfızlığma bağlı hazâların ( Koz­ luca, Pazarcık, Mangalıya, Balçık, Köstence, Pravadi, Yeni-Pazar, Aydos, Rus kasrı, Karinâbâd) süvâri ve piyade subay ve er kadroları tesbit edildi (tafsilât için bk. Başbakanlık arşivi, Kâmil Kepeci tasnifi, nr. 7054; Varna muhâfızlığı kazâlarmda 1265= 1849 senesinde sarf olunan evrâk-ı sahihe ile senedât şer’iye defteri ye Varna’daki resmî makamlar, bu arada Kocabaşı Rum, Kocabaşı Ermeni makamları için bk. aynı tasnif, 6247 numaralı defter ). 1843 ’te Varna gümrük hâsılatı bir aylık 3**729 kuruş ( Bal­ çık gümrük geliri 9.840) olarak tesbit edilmiş, bunlar arasında Sardunyah Juani Reis 7.130 kile buğday



214



VARNA — VÂSIF.



için gümrüğe I I .408 kuruş ödemişti (müslüman ve Hıristiyan diğer ticâret erbabı için bk. Başbakanlık Arşivi, Kâmil Kepeci, nr. $264). Î848 *de Varna mahalleleri ile köyleri halkının ticâret ve kazançlarına göre mutedil bir şekilde tarh edilen vergileri ile mükelleflerin isimlerini gösteren bir defterden ise, Varna ’mn bu tarihteki sosyal ve ekonomik durumu hakkında mühim bilgiler elde etmekteyiz : Varna ‘da l î müslüman mahallesinde (Alâeddin, Abdurrahman Efendi, Hacı Haşan, Hayriye, Tombay, Kalender Hoca, Akbayır, Çavuş-zâde, Baba-zâde Şaban Efen­ di, Derun-i kale mahalleleri) S ri hâne, 5 gayr-i müslîm mahallesinde ( Ermeni mahallesi, Kalcooğlu, Var-oğlu, Matiu, Metrepoüt mahalleleri) 1.011 hâne kaydedilmiş, bütün köyler müslüman, zimmî karışık köyler ayrı ayrı hâne ve mükellef adlan vergi­ leri ile tesbit ve muhâfız-ı Varna, nâib, müftü, mal­ müdürü, Kocabaşı Rum, Kocabaşı Ermeni tarafın­ dan tasdik olunmuştur. Böylece Varna ’nm kayıdlı vergisi 188.787 kuruşa baliğ oluyordu ( tafsilât için bk. Kâmil Kepeci, 5990 numaralı defter). 18531855 Kırım muhârebesinde Varna, Fransız ve Irr gilizîerin Türk ordusu ile birleşerek mühim bir kamp kurduğu yer oldu; müttefikler buradan ha­ reketle Sivastopol üzerine gitmişlerdi ( 1854 ). 1877/ 1878 'deki Osmanlı-Rus harbinde harekât sâhasından uzakta bulunan Varna, Ayastefanos andlaşması ile Ruslara geçti. Berlin Kongresi 'nde ise Varna, Bulgaristan’a ilhâk olundu (1878). Bu tarihe kadar iyice tahkim edilmiş bulunan Varna, Sofya ve Rus­ ç u k ‘dan gelen trenin son istasyonudur. 1926 sayımına göre Varna ’nm nüfûsu 60.563 idi, 1878 tarihine kadar çoğunlukta olan T ürk nüfûsu, savaşlar ve anavatana göçler dolayısıyla hayli azaldı­ ğından Varna, şimdi bir Bulgar şehri hâline gelmiş­ tir. [1956 sayımına göre nüfûsu 119.769 idi] B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilenler­ den başka, Varna kazâsmm ( 989 = 158 1) "Â d ei-i ağnam” defterinde her köyün ( Menteşeli, Zâvİye-i Şah Baba, Yükcü, Dizdar, Rûşenler, Yürük­ ler, Bayramlı Tuğca, Sarı-güllü, Kara-gözü, Müflis, Yenice, Câferli, Çavuş, Hergele-geçit, Hamzalûlar, Doğan-yuvası, Müslüman-Fakih, Kara-YakupIar, Ormancı ( Bâli - kuyusu), Selim -kuyusu, Câfer-voyvoda, îskenderîi, Eymirli, Ayaslar, Turhan-kuyusu, Karagöz-kuyusu, Baş -hisarlık, Divâne, Ishak-punarı, Semiz Bayram, Hacı Bayram, Malkoç, Kara Bahşî, Encik-ömer, Dîvâne Ali-Pmarı, îdris-kuyusu, Söğütçük gebran, Söğütçük müslüman, Kara Bâli-kuyusu, Gemici Hoca, Tohtamış, Ala-kilise, Çeltik, Kara -Ömer, Kamlı-çukur, Büyük-kaçmak, Mora Hacı Sinan, Akmcı, Turban Fakih, Kartallı, Turhan, Uzun İbrahim, Garipçiler, Gök Abmed, Durakçi, Kara Nasuh, Kara Yusuf, Üç Osman, Şanlı, A y­ dın Hoca, Bazirgân, Yazıcılar, Ktlınç-fiey, Sarı -Meşe, Hacı Musa, İlyas-Obası köyleri) mükellef



nüfûsu, kaydedilmiş en çok 50 akça, yekûn 3.558 akça, Varna kadısının tasdikini hâvi defter (Baş­ bakanlık Arşivi, Kâmil Kepeci tasnifi, nr. 3931); H. 1260/1261 (1845/1846) senelerine âit Silistre eyâletine bağlı Varna kaymakamlığında nefs-i Varna ve köyleri ahâlisinin emlâk ve temettuâtmı (1260 senesinde muhasses vergileri 183.034 kuruş ve temettuâtı 3.008.924 akça, 1261 senesi vergileri 188.788 kuruş ve temettaâtı 3.247.527 kuruş) gösteren defter için bk. Kâmil Kepeci, nr. 6084; 1263 (1 847) ve 1264 ( 1848 ) senelerinde Varna sancağında Varna, Kös­ tence, Yeni-Pazar kazâlarmdaki İslâm ve Hıris­ tiyan nüfûsun yoklama defteri için bk. aynı tas­ nif nr. 632i; Ami Boue, La Turquİe d 'Europe (Paris, 1840), II, 336; Krymski, Histoire des Tmcs (Ki ev, 1924), s. 47-56; Kâtİb Çelebi, Pumeli ve Bosna (trc. Hammer), Vienna, 1812; Evliya Çelebi, Seyahatname, I, III, V; Constantin jirecek, Geschichte der Bulgarien (Prague 1876); ayn. mil., Das Fürslentum Bulgarien (Prague, Vienne, Leipzig, 1891), s. 530 v.dd.; Hasluck, Christianity and İslam ander the Sultam, s. n o , 267; Iorga, Geschichte des Osmanischen Reiches (Gotha, 1908), I, 441 v.dd.; Lane -Pöoİe, Turhfiy (London, 1908), s. 9*“95; H.A. Gibbons, The Foundation of the Otlaman Empire ( 1303- 1403), 0 >:ford, 1916, s. 129-172; A . Hajek, Bulgarien unter der Türben herrschaft ( BerlinLeipzig, 1925), s. 10, 13, 107 v.d.; I. Tafrali, La çite pontiçue de Dionysopolis exploration archeologique de la Cote de la mer Noire entre le$ caps Kali-Acra et Ecrine faile en 1920 (Paris, 1927); Ânnuaire statistique du Royaume de Bul­ garie 1929-1930 ( Bulgarca ve Fransızca ), Sofya, 1930, s. 22; Şemseddio Sâmi, Kamusu'Tâlâm, V I, mad. Varna. (M. T ayyîb Gökb:lgîn.) al-VARKÂ3. [Bk. verkâ.] V A R F Â K . [ Bk. verrAk .] V Â SIF . AHM ED V Â S IF EFEN D Î (? -ı8 o 6 ), O s m a n î ı v a k ’ a n ü v i s i ve d e v l e t adam 1. Bağdad ’da doğmuştur., 70 yaşını aşkın olarak 1806 ’da vefat ettiğine göre, 173° ’dan sonra doğ­ muş olmalıdır. Tahsilini doğum yerinde yapmış, genç yaşta kîtâbiyat sahasında ilerleyip, Bağdad ’da bâzı husûsî kütüphânelerde çalışıp yazma eserler istinsah etmek süreliyle maişetini te’min etmiştir. Bir ara, Haleb ve Kars ’da vâli olarak bulunan Gül Ahmed Paşa-zâde Ali Paşa’nın kütüphânecilik hizmetinde, bulunmuştur ( bk. Âsim, Tarih, İstanbul, ts, I, 255; Süleyman Fâik, Zeyl-i Sefînetü ’î-rüesâ, İstanbul, 1269, s. 146; Cevdet Paşa, Tarih, İstanbul, 1309, V I I I , 78; Cemâüeddin, Âyine-i zürefâ, Osmanh tarih ve müverrihleri, İstanbul, 131 4, 5. 60) . Daha sonra, A lî Paşa,’mn îlsavat ve Bender seraskerliği sıra­ sında da maiyetinde bulunmuş ve ondan dinlediği



VÂSIF.



2*5



bâzı hâdiseleri eserinde nakletmiştir (V âsıf, Tarih, Vâsıf, matbaanın, Müteferrika’nm veresesinden sa­ İstanbul, 1219, II, 12). AH Paşa ’nm ölümünden tın alınmasını te’min ve nezâretini deruhde etmiş­ sonra Hotin cephesi seraskeri Abaza Mehmed Pa­ lerdir ( MeSâsİnü ’l-âm t, s. 132 v.dd.; 1. H. Uzunşa ’ nm maiyetinde mektupçıı olan Vâsıf (Enveri, çarşıîı, Osmanh tarV.i, İstanbul, 1959, IV/2, 519 Tarih, Topkapısarayı, Bağdad Köşkü Kulüp,, 522). Ancak, bir müddet sonra aralarında ihtilâf nr. 234, var. 299b), Rusların Yeni-kale’yi istilâsı çıkınca, Râşid’in tazyikiyle Vâsıf bu hizmetler (1 1 8 5 — 17 7 1 ) sırasında esir edilerek Petersburg’a affedilmişim Ahmed Vâsıf ’m vak’anüvlsliğe tâyini, Enveri ’ nın gönderilmiş; ancak savaşın sona ermesini isteyen Çariçe Katerina II., sulh tekliflerini hâvi mektubu 6 zilhicce 1197 (3 teşrin II. 1 7 8 3 ) ^ azli üzerine Osmanh karargâhına götürmek üzere onu serbest olmuş, onun eksik bıraktığı 1196 senesi vak’alarmı bırakmıştır. İki devlet arasında Yergöğü ’de yapı­ yazmakla işe başlamıştır (Vâsıf. Mehâsinü7-d âr..,, lan mütâreke, 26 safer 1186 (29 mayıs 1 7 7 2 ) ’da s. 46). Bu . hizmete ilâveten, Vâsı f’a, muvakkaten akdedildiğine göre, esâreti, takriben 9 ay sürmüş­ kalyonlar defterdarlığı verildiği gîbi, bir müddet tür. Bundan sonra, İstanbul’a celbedilen Vâsıf, sonra da mevkii fanilik hizmeti tevcih olunmuştur. Osmanlı hükümet’, muhtemelen Rus donanmasını sonra tekrar cepheye gönderildi. Fokşani kasaba­ sında yapılmakta olan sulh müzâkerelerinin kesil­ Akdeniz 'den uzak tutmak gayesiyle, Fas ve İspanya mesi üzerine, Serdâr-ı ekrem ve Sadrâzam Muhsin ile bir ittifak vücûda getirmek üzere diplomatik te­ -zâde Mehmed Paşa, mütârekenin uzatılması için maslarda bulunmak için Azmî Efendi 'yİ Fas ’a, Vâsıf ’ı, Yaş 'da bulunan Rus orduları baş-kuman- ■ Vâsıf ’ı da sefâretle Ispanya’ya göndermeyi karar­ dam Romantsov ’a gönderdi. Mütârekeyi 40 gün laştırmıştır. Anadolu muhâsebedliği payesi ve ortadaha uzatmağa muvaffak olan Vâsıf, Türk ordu­ eîçİlik rütbesi verilen ( Başvekâlet Arşivi, Nâme-İ gâhına döndüğünde sadrâzam tarafından taltîf edil­ Hümâyûn Def., nr. 9, 206 v.d.) Vâsıf, 15 ramazan di (Ahm ed Resmî, HöîâsataT-i'tibâr, İstanbul, 1201 ( 1 temmuz 1 7 8 7 ) ’de bir Türk beylik gemi­ 1286, s. 56; Vâsıf, Mehâünü ’Tasar ve hakâikü’T siyle yola çıkmış, on ay sonra 5 ŞÎhan 1202 ( 1 1 ahbâr, nşr. Mücteba İlgürel, İstanbul, 1978, s. mayıs 1788) ’de İstanbul’a avdet etmiştir (E dib, Tarih, Üniv. Kütüp., T Y . nr. 3220, var. 7a ). Vâ­ X X II V.d.). Bundan sonra, büyükelçi ve başmurahhas tâyin sıf ’ın elçilikle İstanbul’dan ayrılması üzerine, olunan Reîsülküttâb Abdürrezzak Bâhir Efendi ’nin vak’anüvislik hizmeti, Teşrîfâtî Haşan E fen di’ye , yanında mükâleme kâtibi olarak Bükreş ’e hareket vekâleten verilmiş ise de, Rusya ve Avusturya se­ eden Vâsıf (25 receb 1186=22 teşrin I. 1772; ferlerinin zuhûru ve vak’anüvislerin orduda ha­ Başvekâlet Arşivi, Mühimme De/., nr. 17*, s. 19 2 ), zır bulunmaları zaruretiyle, bu vazifeye Enveri asâaltı ay devam eden neticesiz sulh görüşmelerini mü- leten tâyin edilmiş [ bk. mad. ENVHR1, ] ; İstanbul teâkıp tekrar cepheye döndü; çeşitli savaşlara ve bu vekayiini yazmaya da Teşrîfâtî vekili Edîb me’mur olunmuştur. Selim III.’in cülusuna kadar bu m e­ arada Kozluca mağlûbiyetine ( 1774) şâhıd oldu. Küçük-Kaynarca muahedesinin Kı r ı m’a serbes- muriyette kalan Enverî ’nîn yerine bilâhire, pâdişâhın tİyet veren üçüncü maddesinin ileride kötü sonuçlar arzusu üzerine Vâsıf tâyin olundu (Vâsıf, Tarih, doğuracağını sezen Kırım halkı, İstanbul ’a mürâ- Millet Kütüp., Ali Emîrİ, tarih kısmı nr. 608, var. caat ederek, han tâyininin eskisi gîbî, Osmanlı dev­ 38-43). Bu ikinci vak’anüvİsliğİ ile berâber, Vâ­ letince yapılmasını, hutbe ve sikkenin pâdişâh adına s ı f ’a, Anadolu muhasebeciliği (4 Şevval 1203=28 olmasını İstemiş, devlet de bu hususların müzâke­ haziran 1789) asâleten verildiği (Enveri, Tarih, resi için, birkaç def’a Rus cephesine gönderilmiş Millet Kütüp,, Ali Emirî, nr. 67/1, var. 220) gibi, olan Vâsıf ’ı, Yaş ’taki Romantsov ’ la temasa m e ­ İstanbul mukataacılığı vazifesi de tecvih olunmuştur, 1201 ( 1787 ) Osmanlı - Rus ve Avusturya seferine mur etmiştir. 17 şâban I î 8 8 (23 teşrin I. 1774) ’de cepheden hareket eden Vâsıf, 13 gün scnra Yaş ’a katılan Vâsıf, cephede bulunduğu sırada, ordudan varmış, ancak Rus feldmareşali ile mülâkatında Maçın seraskeri Karahisarî Ahmed Paşa'ya hil’at mühim birşey elde edemeden avdet etmiştir ( V â ­ ve 20 bin kuruş götürdüğü gibi, 1205 şevvalinde sıf, Tarih, Topkapısarayı, Hazine Kütüp., nr. I4°ö, (haziran 179*) baş-muhâsebeciliğe vekâlet etmiş; var. 6»-î 2&; Cevdet, II, 5 v.d.; Reîsülküttâb *m Teşrifatı Hacı Mustafa Efendi ile birlikte ordu tah­ Romantsov ’a gönderdiği takrir metni için bk. ayn. rirat kâtipliğinde bulunmuştur (Vâsıf, ayn. esr., var. 698-703). M açin’ ın kaybından sonra taraflar esr., s. 302 v.d.). İstanbul ’da te*sis edilen matbaa, îbrâhim M ü­ arasında yakınlaşma hâsıl dunca, mütâreke görüş­ teferrika [ b. bk. 1 ’nın vefatından ( 1745 ) sonra bîr melerine me’mur edilen Vâsıf, maiyetiyle Kalas ’a müddet halifesi Kadı îbrâhim Efendi tarafından giderek, 10 zilhicce 1205 (1 0 ağustos 179*) 'de işletilmeğe çalışılmışsa da, onun ölümü üzerine Prens Repnin ile 8 aylık bir mütâreke imzaladı ( Vâ­ tamamen ihmâle uğramış, hattâ Fransa sefaret- sıf, ayn. esr., var. 82a ). Vâsıf ’ m Rusların arzusu hânesi matbaa te’sislerini satın almaya teşebbüs et­ üzerine T urla’yı hudut kabûi etmesi Selim I I I . ’in miştir. Bunun üzerine beylikçi Mehmed Râşid ile . İnfialine sebep olmuş, ancak, pâdişâhın ısrarı üze-



216



VÂSIF.



rîne Ruslar bundan vaz geçmişlerdir. Kalas ’tan dönüşte Vâsıf, baş-muhasebeciliğe asâîeten tâyin edilmiş, uhdesinde bulunan Anadolu muhtsebeciligi ise başkasına verilmiştir (V âsıf, ayn. esr., var.



87a )Vâsıf, Ziştovi muâhedesinin hükümlerine göre kalelerin teslim alınmasına me’mur edildiği sırada, önce baş-muhâsebecilikten, sonrada vak’anüvîslikten azl edilmekle (6 safer 1206=^5 teşrin I. 1791 ), çok müteessir oldu (Enverî, ayn. esr., var. 404i»; 1bk. mad. ENVERÎ j). Avusturya sınırındaki vazifesin­ den İstanbul ’a dönen Vâsıf, belirtilen mâzûliyet dolayısıyla maddî sıkıntıya düşmüşse de, çok geç­ meden Anadolu muhâsebeciliğine tâyin ( şevval 12 0 7= mayıs 1793 ) edilmekle rahat nefes almış, bir müddet sonra da tekrar vak’anüvislik vazifesine baş­ lamıştır (1 3 zilkade 1207=22 haziran 1793 î Baş­ vekâlet Arşivi, Cevdet tas.-Dâhiliye, nr. 2546; Vâsıf, ayn. esr., var. 120a). Reîsülküttâb Mehmed Râşid Efendi ile ihti­ lâfı, bâzı hâdiseler üzerine şiddet kesb ettiğinden, hakkında pâdişâha telkinlerde bulunulmasına sebeb olmuş ve gazaba gelen Selim III., V âsıf’ ı Midilli ’ye nefyetmiş ( muharrem 1209 = temmuz 1794; Vâsıf, T a r ih , Üniv. Kütüp., T Y . nr. 5979, var. 4a; Nuri, T a r ih , Süleymaniye, Âşir Efendi Kiitüp,, nr. 239. var. 3b; Âsim, I, 256 v.d.) ise de, çok geçmeden affolunmuştur ( cemâziye!evvel 1209= kânun I. 1794). V â sıf’m menfâya gönderil­ mesi üzerine, vak’anüvisliğe Enverî getirilmiş ise de, onun kısa zamanda ölümüyle Halîl Nuri bu hiz­ mete tâyin edilmiş; nihâyet onunda vefâtı üzeri­ ne Vâsıf üçüncü defa vak’anüvis olmuş ( ramazan I 2 i 3 =şubat 1799), bu hizmeti 29 şevval 1219 (2 şubat 1805 ) ’a kadar ifâ etmiştir (V âsıf, T a r ih , Ünİv. Kutup., T Y . nr. 6013, var. 315b Cevdet, I, 345 ; V I, 3 *7 ). Aynı senenin 4 şevvalinde ( n mart) Anadolu muhâsebeciliğine tâyin edilmiş, bir ay sonrada ( 8 zilkade™ 13 nisan) büyük ruznâmçeciliğe naklolunmuştur-( Vâsıf, T a r ih , Üniv, Kütüp., T Y . nr, 6012, var. 78, I3a ). NapoUon'un 179S temmuzunda M ısır’ı istilâ et­ mesine Selim i l i . pek müteessir olmuştu. Bunun üzerine V âsıftan bir tesliyyet~nâme hazırlaması is­ tenmiş, o da bîr risale hazırlayıp takdim etmişti. Bir müddet sonra (1216=1801/1802) nişancı (ayn. esr.t var. l88a ),. 14 cemâziyelevve! 1218 (2 eylül 1803) ’de tekrar büyük-ruznâmçeci tâyin edilen Vâ­ sıf ( Tarih, Ali Emirî, nr. 609, s. 222 ), gördüğü hizmetlerde temâyüz ve pâdişâhın takdirini celbetmiş olduğundan, nihâyet 8 cemâziyelevvel 1220 (5 ağustos 1805 ) ’de reîsüîküttâbhğa getirildi ( S. Faik, ZeyTi Sefînetu r-rüesâ, s, 148 ). Vâsıf, reîsülküttâb sıfatıyla, Fransız ordusunun Mısır ’dan çekilmesi üzerine îngilizlerin bu ülkeye göz dikmesi, Rusların Mora Rumlan arasında mil­ liyetçilik propagandası yapmaları ye Napol^on ’un



imparatorluğunun tanınması gibi siyâsî mes’eîelerle uğraştı. Bunlara ilâveten, Osmanlı-Rus ittifâkınm tecdidi için, Ruslarla tedâfüî bir andlaşma akdetti (Başvekâlet Arşivi, Hatt-ı Hümâyûn tas., nr. 12526; Nâme-i Hümayun def., nr. to , s. 18 v.d., 26-32). Bu sırada, Napoleon ’un Austerlitz zaferi, Osmanlı-Fransız yakınlaşmasına ve neticede NapoHon ’un imparatorluğunun Osmanh hükümetince resmen tanınmasına yol açmış ( ayn. def., s. 25 v.d.); bu yakınlaşma sonunda Boğazların Rus harp gemi­ lerine kapatılması, Rusya n a harp ilânına sebep olmuştu (ramazan 1 2 2 1 = kânun I. 1806). On dört buçuk ay kadar devam eden reîsülküttâblık hizmetinden hastalığı sebebiyle azledilen Vâsıf, çok geçmeden 7 şâban 1221 (20 teşrin I. 1806 ) ’de vefât edip Eyüb ’de Mihrişah Vâlide Sul­ tan Mektebi haziresine defnedildi (ölüm tarihi hak­ kında çeşitli rivâyetîer için bk. Vâsıf, Mehâ$İnüT~ âsâr..., s. X X X V I, not 79 ). V â sıf’m iki oğlu ve iki kızı kalmış; oğulları Lebib ve Vassaf Efendiler mü­ derris olmuşlardır (ayn. esr., s. X X X V II). V âsıf’ın serveti Mîrî tarafından zâptedilmİştir. E s e r l e r i : Vâsıf ’m tarihe dâir te’lîfatı, M ehâsinü’ l-âsâr ve hakayihü'l-ahbâr adıyla bilinir. Vak’aniivisîikte selefleri olan Hâkim, Çeşmî-zâde, Mûsâ~zâde, Behcetî ve E n verî’nin vekayinâmelerini kısaltarak vücûda getirdiği ve 10 muharrem 1166 ( 1 7 teşrin II. 1752) ile i receb 1188 ( 7 eylül 17 74 ) arasındaki vekayii ihtivâ eden eseri, 2 cild hâlinde uç d efa ( İstanbul, Matbaa-i âmire, 1219; Bulak, 1243, 1246) basılmıştır (Bekir Kütükoğlu, Müverrih V âsıf'ın kaynaklarından Hâkim tarihi, T D , İstanbul, 1953, sayı 8, s. 69; Çe$mî-zâde Tarihi, nşr. Bekir Kütükoğlu, İstanbul, 1959, giriş; Vâsıf, Mehâdnü ’l-âsâr..., s. X L -X L I ). Selim I I I .’in ar­ zusu üzerine, eserin devamım da kaleme almıştır. T a­ rihçi, 1166-1217 senelerine âit vak’aîan da tam ola­ rak kaleme aldığını kaydetmekle berâber basılan Ta­ rih ’inin devamı mâhiyetinde olan nüsha ( Topkapısarayı, Hazine Kütüp., nr. 1406), 1193 cemâziyelâhırmda ( haziran 1779) kesilmektedir. Bu tarihten, İlk vak'anüvis tâyinine kadar geçen devrenin vekayinâmesi eksik olduğu gibi, eserinin birinci ve ikinci vak’anüvİsliğt arasındaki devreyi (1201-1203) İhtivâ eden kısmı da bulunamamıştır ( Vâsıf, Mehâsinü Tâsâr..., s. X L II ve ek II; ayn. mil., Tarih, II, 315.) Tarihçi sıfatıyla büyük şöhret kazanan V âsıf’ın, hâdiseleri ciddî bir tenkid süzgecinden geçirmeğe çalıştığı dikkati çekmektedir. Solak-zâde, Neşri, Oruç Bey, Hadîdî, Malfcoç-zâde, Naîmâ, Râşid, Hoca Sa’deddin ve  lî gibi müverrihler hakkında fikir beyan etmesi, daha önceki tarih teliflerini ciddi­ yetle tedkik ettiğini gösterdiği gibi, geniş bir mu­ hite sâhip oluşu, mükâîeme ve müzâkere meclis­ lerinde hazır bulunuşu, ona, hâdiseleri, vukufla tah­ lil imkânını vermiştir (M ehâsin..., s. X LV ~ X L V I). Ayrıca, bulunduğu devlet hizmetlerinden fayd^ls-



VÂSIF — VÂSIK Bl ’LLAH. narak, çeşitli resmî evrâkı görmüş ve eserinde kul­ lanmıştır. Yer yer tenkid etmesine rağmen Cevdet Paşa, Vâsıf ’tan geniş iktibaslar yapmış, hattâ onu diğer vak’anüvîslere tercih etmişrir. Vâsıf *ın umumiyetle ağdalı ifâdelerle süslü nesri zamanında beğenilmişse de, nazmı pek tutulma­ mıştır. Fatin ( Tezkire, İstanbul, 1271, s. 432), şiirlerinin kaybolduğunu belirtirse de, Dîvânçe 'si­ nin eksik olduğu anlaşılan bîr nüshası günümüze intikal etmiştir (Üniv, Kütüp., îbnülemin yazm., nr. 3692 ). iki kısmı basılan Tarih 'inden ve İspanya sefâretnâmesİ ’nden ( bk. Cevdet, IV, 348-358 ) baş­ ka eserleri yazma hâlinde olup, ekserisi İstanbul kütüphânelerinde bulunmaktadır ( bk. Mehâsinü'l-âsâr..., s. X L V m ~ X L !X ) . MatbÛ tarihinden bâzı kısımlar ile İspanya Sefâretnâmesİ Fransızca, Rusça ve Lehçe *ye tercüme edilmiştir ( bk. Barbier de Meynard, Ambassade de J ’htsiorien turc Vaçif Efendi en Espagne, 1787-1788> ] A , Paris, 1862, V. seri, XIX, 5°7“523* Tarih 'inden yapılan tercümeler içîn bk. Fr. Babınger, G O W , s. 337). Onun Arapça’dan tercüme ettiği Râhib-n&me ( alD u n al-mahjmn fı al-fuUz al-maşlıün), ayrıca Hehimnâme ve Nevâbigâ'l-kerîm adlı eserleri bulun­ maktadır (bk. Mehâsmü'l-âsâr.,,, s. X LIX -L ). Bibliyografya : Geniş bibliyografya için bk. Ahmed Vâsıf Efendi, Mehâsinü 'Tasar ve Hafâikü'bahbâr [ i 197-1201], nşr. Mücteba lîgürel, İstanbul, 1978; Yuzo Nagata, Muhsin-zâde Mehmed Paşa Ve Ay âtıldı müessesesi ( Tokyo, 1976 ); Stanford J. Shaw, History of the Ottoman Empire and Modem Turhey { Cambridge, 1976 ), I.



(M ücteba İlgürel. ) VÂSIK



Bİ ’LLAH



A L -V Â Ş İK



BÎ'LLÂH,



Abu Cacfar Harun al-Vâsik b. Muhammed AL-MUcTAŞİM. (? - 847) : 9* Abbâsî halîfesi olup babası halîfe Mûtasım, annesi ise Karâtîs adlı Rum asıllı bîr cariye idi. Babasının ölümü ( 18 rebîülevvel 227 s= 5 kânun II. 842) üzerine halîfe oldu. Hilâfetteki değişikliği bir fırsat bilen K aYs ka­ bilesi mensuplan, Dimaşk ’ta isyân ederek valinin sarayım muhâsara ettiler. Âsiler üzerine Raca3 b. Ayyüb aî-î;Iazârı gönderildi. Kay sİilar Marc Râhit 'te karargâh kurarak gönderilen orduyu bekle­ meğe başladılar. İtaat teklifinin reddedilmesi üze­ rine âsilere karşı hemen harekete geçen Raca3, on­ ları kolayca mağlûp etti. Bundan sonra Mûtasım 'in ölümünden az önce Filistin ’de baş kaldırmış olan Abü fdarb al-Mubar!î;aca üzerine yürüdü ve bu isyânı da bastırdı. . Halîfe Vâsık zamanında dâhili karışıklıklar daha ziyâde Hicaz ve Yemâme bölgelerinde ortaya çıkmak­ ta ve bedevî Arap kabilelerinin giriştikleri yağma ve çapulculukla bölge halkım mutazarrır etmekte idi. Bu cümleden olarak IÇays kabilesinin kollarından Banü Sulaym ’e mensup bedeviler Hicâz bölgesinde yağma­ cılığa başladılar. Çidçİî lebdirler alınmamasından da



217



cesâretlenen âsiler cemâziyelâhır 230 (şubat 845) tarihinde Bâhila ve Banü Kinâna kabilelerine saldır­ dılar. Medine valisi Muhammed b. Şâlİh al-Hâşımî ’nîn mağlûp olmasını müteakip Mekke ile Medine arasındaki yol âsilerin kontrolüne geçti. îsyânm gittik­ çe yayılma İstidadı göstermesi üzerine Halîfe Vâsık, Boğa al-Kabîr kumandasında Sâmerrâ 'dan bir ordu yola çıkardı. Şaban 230 ( nisan/mayıs 845) tarihinde Hicâz ’a varan Boğa, kısa zamanda Banü Sulaym ’e mensup isyancıları tepeleyip,. esirleri Medine ’de hapsetti. Banü Sulaym isyâmmn bas­ tırılmasından hemen sonra, Banü Hilâl üzerine yürüyen Boğa, bunları da mağlûp ederek esirlerle berâber Medine ’ye döndü ( muharrem 231 = ey­ lül /teşrin I. 845). Boğa'nın Banü Murra isyânını bastırmak için Medine 'den ayrılmasını fırsat bilen mahpuslar nöbetçileri öldürerek şehre dağıldılar ve çapulculuğa başladılar. Ancak bedevilerin yağ­ macılığından iyice cam yanmış olan Medine halkı, harekete geçerek onların büyük bir kısmım kılıçtan geçirdi. Bu sırada Boğa da Şimâîî Hİcâz ’da oturan Banü Murra ve Fazâra kabilelerini ıtâat altına al­ mış ve Fadak 'i onların tasallutundan kurtarmıştı. Arabistan ’da karışıklıkların hüküm sürdüğü ikinci bölge Yemâme olup, 232 senesi başlarında ( 846 or­ taları ) Banü Numayr kabilesinin başlattığı isyân di­ ğer kabilelerin de katılmasıyla oldukça büyümüştü. Vâsık, Hicâz bölgesindeki isyâm bastırmış olan ve bu sırada Medine ’de bulunan Boğa al-Kabîr ’e, derhal İsyân bölgesine gidip, âsileri te’dip etmesini emretti. Bu emir üzerine derhal Yemâme ’ye ha­ reket eden Boğa, yolda âsilere katılmış olan küçük grupları sindirerek Nuhayla mevkiine geldi. Bu civarda oturan Banü Dâbba kabilesini itâate dâvet etti ise de, bunlar dağlık yerlere çekilerek mukabil lebdirler aldılar. Bunların takibine bir birlik me’ mur eden Boğa, İsyânı başlatmış olan Banü Numayr üzerine yürüdü. Ravzat al-Abân mevkiinde Banü Numayr ile yapılan mücâdelenin başlangıcında âsiler üstün gelerek Boğa ’mn karargâhına kadar sokuldular. Onu, bu tehlikeli durumdan daha önce Banü Dâbba ’nm üzerine göndermiş olduğu bir­ liğin yetişmesi kurtardı. Âsiler mağlûp edildiler. 232 sonlarına (847 ortalan) kadar Yemâme ’de kalan Boğa, bölgede tam mânasıyla sükûneti sağ­ ladıktan sonra muharrem 233 ( ağustos / eylül 847 ) 'te Sâmerrâ *ya döndü. Isfahan, Cibâl ve Fars bölgelerinde Kürtlerin isyanı 231 (845/846) senesinde Vasıf el-Türkî ta­ rafından bastırılmış ve isyâmn elebaşılarından 5°° kişi esir alınıp Sâmerrâ ’ya getirilerek hapsedilmiştir. Bu başarısına karşılık halîfenin Vasıf el-Türkî’ye 75 bin dinar ve bilat vermesi îsyânm ciddî oldu­ ğunu göstermektedir. Yine aynı sene Muhammed b. 'Abdallah al~Hârici al-Şaealibî ’nin idâresinde HârİcîIerin Diyar Rabî'a ’da çıkarttıkları isyan bas­ tırılmıştır.



2l8



VÂSIK Bl ’LLAH.



Halîfe Vâsık devrinde Bizans ’a karşı büyük bîr deniz seferinin yapıldığı hakkında Bizans kaynak­ larında geniş ve mübalegah bilgilerin bulunmasına rağmen, İslâm kaynaklan bu hususta en ufak bir bil­ gi vermezler. Mezkûr kaynaklara göre, müslümanîar Amorion ( eAmmûrîya) ’a karşı kazandıkları kesin zaferi müteakip, deniz yoluyla İstanbul üzerine bir sefer hazırlığına giriştiler. Birkaç senelik bir hazır­ lıktan sonra 842 ’de 400 parçadan ibaret donanma, Apodinar ( Abü D in ar) kumandasında hareket etti. Tehlikenin yaklaştığının öğrenilmesi üzerine Bizans başşehrinde müdâfaa hazırlıklarına başlandı. Fakat İslâm donanması Kırlangıç burnu ( Selidonia, Selidan burnu) açıklarında korkunç bir fırtınaya tu­ tularak mahvoldu. Ancak 7 gemi Suriye sahillerine dönebildi.



den itibaren ismen Abbâsî halîfelerine bağlı olmakla berâber tamamen müstakil hareket eden Aglebîler oynuyorlardı. Şarktan gönderilen birliklerin de bu seferlere katıldığı bilinmektedir. 228(842/843) senesinde al-Fazl b. Ca'far al-Hamadânî kumanda­ sındaki müsiüman ordusu Sicilya ’ mn Messina şeh­ rini kuşattı. Bu kuşatmaya Napoli şehri, müsiümanların safında katıldı. al-Fazl, bütün gayretlerine rağmen şehri bir türlü zaptedemiyordu. Bunun üze­ rine bir birliği gizlice arkadan şehre gönderdi. Bu sırada kendisi de denizden muhâsarâyı sürdürüyordu. Kara tarafından hiç ummadığı bîr taarruza uğrayan Messina iki ateş arasında kaldığım görerek mücâdeleyi bırakınca, şehir Arapların eline geçti. Yine aynı se­ ne adlı şehir müslümanîar tarafından fethedildi. 845 senesinde ise adanın cenûb-i şarkîsinde sarp kayalar üzerine kurulmuş olan Modîca şehri düştü. 232 (846 / 847) senesinde ise adanın şarkındaki başlıca şehirlerden olan Leontıni kısa bir muhâsaradan sonra al-Fazl ’ın eline geçti.



Müslümanların felâketle neticelenen bu seferin­ den sonra Bizans imparatoru, saray erkânından Theoktistos kumandasında donanmayı Girit üzeririne gönderdi. 18 mart 843 ’te İstanbul ’dan ha­ reket eden bu donanma Girit önlerinde demirledi. Sicilya ’da bu fetihler devam ederken İtalya ’da Girit ’teki müslümanîar Bizans donanması karşı­ kıralhklar arasındaki anlaşmazlıklar müslümanlarm sında tutulmayacaklarını anlayınca bir harp hilesine bu kıtaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Benebaşvurdular. İstanbul 'da karışıklıklar çıktığı ve hat­ ventum kıralı Radeîşis, kendisine bağlı olan Calabtâ imparatorun tahttan indirildiği şayiasını Theok- ria ve Apulİa ’yı zaptetmiş olan Sikeholf ’a karşı tîstos 'un birlikleri arasında yaydılar. Theoktistos, Sicilya ’daki Araplardari yardım istedi. Müslümanordusunun büyük bir kısmım Girit önlerinde bı­ lar 841 senesinde İtalya ’ya geçerek Bari ’yİ zapt­ rakarak İstanbul ’a döndü. Başsız kalan ordu müs­ ettiler.. Ancak Napoli konsülü Sergius 845 senesinde lümanîar tarafından imha edildi. Girit ’teki bu Araplara karşı başarılı bir askerî harekâtta bulu­ başarısızlığına rağmen Theoktistos, împaratoriçe narak onları Sicilya ’ya çekilmeğe zorladı. Fakat Theodora tarafından Anadolu ’ya sevk edilen or­ ertesi sene Araplar İtalya ’ya geçerek Napoli yakının­ dunun kumandanlığına getirildi. Bizans ordusu, daki Miseno ( Misenatium) şehrini zaptedip Roma kesin olarak yeri tâyin edilemiyen ve fakat Orta üzerine ilerlemeğe, başladılar. Yaklaşan bu müsAnadolu ’da olduğu tahmin edilen Mavropotamos lüman tehlikesi karşısında Papa Gregorio IV., Tibcyakınında müslümanîar karşısında ağır bir mağlû­ rius nehri ağzında tahkimat ve östia 'da b ir. kale biyete uğradı (A. A. Vasiliev, B y z a n c e et İes A ra b es, yaptırdı. Roma ’nın etrafında da bir hendek kaz­ la D y n a stie İ 'A m o r fu m , Bruxelles, I935j I, î 9î -i 98 ). dırdı. Ağustos 846 ’da müslümanîar Tiberius nehri Halîfe Vâsık, Bizans ’a karşı kazanılan bu başa­ ağzında göründüler, 6 ütün bu müdâfaa tedbirle­ rılara rağmen harbin devamına taraftar değildi. rine rağmen Roma ’mn Arapların eline geçmesi Nitekim 845 ’te Bizans elçisinin Sâmerrâ 'ya gele­ pek zor değildi. Müslümanîar, şehir surları önüne rek ikİ tarafın elinde bulunan esirlerin değiştiril­ kadar ilerlediler ve bol miktarda ganimet aldılarmesi teklifini memnuniyetle kabul etmiştir. Hattâ sa da bilinmeyen bir sebeple geri çekildiler. kendisi de A!?med b. Abî K u*ayba adlı birisini İs­ Vâsık’m devri, amcası Me’mûn ve babası Muta­ tanbul ’a göndererek imparatora mukabelede bu­ sını devirlerinin bir devamından ibârettir. Vâsık ’m lundu. Esirlerin mübadelesi, daha önce de olduğu üzerinde te’sir icrâ eden iki grup vardı: idâri gibi Silifke ile Tarsus arasındaki Bizans-Abbâ- ve dinî mevzularda Vezir Muhammed b, eAbd sî hududunu teşkil eden ai-Lâmis ( Göksu) suyu al-Malik al-Zayyât ile baş-kadı Ahmed b. Ab! Dû>âd üzerinde yapıldı. Esir mübâdelesinin hemen arka­ ve askerî mevzularda ise Aşnâs el-Turkî ile onun sından Afcmed b. Sacİd b. Saîm b. Kutayba ’nİn 230 ( 844/^45 ) 'da ölümünden sonra başkumandan­ Anadolu’ya bir akın yaptığını görmekteyiz. Ancak lığa yükselen inak el-Turkî. Devlet idaresinde bü­ mevsimin kış olması yüzünden başarılı bir net*ce tün otorite bu şahıslarda toplanmıştı. Halîfe, on­ elde edilemediği gibi epeyce kayıp da verildi. ların muvafakatlarını almadan bir karar veremezdi. Halîfe Vâsık devrinde Sicilya ve İtalya’da da sa­ Vâsık zamanında, orduda bütün kumanda mevkile­ vaşlar devam etmiştir. Sicilya ve İtalya 'ya karşı ri Türklerİn eline geçmiş olup, bu idârede açıkça girişilen seferler ekseriyetle Şimâlî Afrika’dan idâre görülüyordu, Vâsık, Me’mûn ’un başlattığı Halk ediliyordu. Sicilya ’mn fethinde ve buradan İtalya ’ya al-bÇ.urfân akidesine bağlı olup, buna karşı gelen­ karşı girişilen askerî harekâtta baş rolü, 800 senesin­ leri ağır şekilde cezalandırmıştır. 231 (845/846)



VÂSIK Bİ ’LLAH - VÂSIL. senesinde bu akideye karşı çıkan ve hattâ etrafında bir grup toplıyarak isyan hazırlığına girişen Ahmed b. Naşr b. Mâlik a!-Hazâcı yakalanıp Sâmerrâ ’ya getirilerek bizzat halîfe tarafından sorguya çekilmiş ve idâm edilmiştir. Memlekette îmar hareketleri, olma­ dığı gibi, İlmî ve edebî sâhalarda da . onun devri­ nin bir hususiyeti yoktur. Kendi adını taşıyan ve isteği üzerine inşâ edilen al-Hârüni sarayı Sâmerrâ san’ati bakımından mühimdir. Halîfe Me’mûn za­ manında başlamış olan büyük tercüme faâîiyetinin onun devrinde de devam ettiğine muhak­ kak nazariyle bakılabilir. Kendisinin bir hususiyeti, Emevîler ve Abbâsîler tarafından devamlı takibata uğrayan Ali evlâdına karşı müsamahalı davranmış olmasıdır. Ayrıca Mekke ve Medine ’nin fakir hal­ kına her zaman yardım elini uzatmıştır. Halîfe Vâsık’m öldüğü 24 zilhicce 232 ( 11 ağus­ tos 847) tarihinde, 32-37 yaşları arasında c Huğuna dâir çeşitli rivâyetler vardır. B i b l i y o g r a f y a : al-Ya6kübî (nşr. Houtsma), II, 584-590; al~Tabari ( nşr. de Goeje), bk. indeks ; îbn al-Aşîr, a l- K a m il (nşr. Tornberg), VI, 372, 376; VII, 6-9,14-26; al-Mas'üdî, M u r fıc a l-z a h a b (nşr. B. Meynard), bk. in d e k si ayn. mil., a l-T a n b ih (nşr. de Goeje), bk. in d e k s ; K iia b a l- A ğ â n l ( bk. Guidi, T a b le s a lp k a b etiq u es); îbn al-Tiktaka (nşr. Derenbourg), al-Fahrl, 323 v.dd,; Weil, G e sch ich îe der C h a life n , 11, 337- 346; A.MülIer, Der İslam im M org en u n d A b e n d la n d , 1, 523 v.d., 543 v.d.; Mutr, T h e C a lip h a te its R is e , D te lin e , a n d F a i l , s. 5 1 9 - 5 2 2 ; Dominique Sourdel, L e V iz ir a t A b b a sid e, bk. indeks; M. A. Shaban, Islam ic H is to r y , s. 69-72, 107; Hakkı Dursun Yıldız, İ s ­ lâ m iyet ve T ü rk ler (İstanbul, 1980), bk. indeks.



219



783) ve 'Anır b. 'Ubayd Abü 'Osman ( Eb. bk. ] ölm. 762) gibi mühim kimselerle tanıştı. Bunlar­ dan6 Amr b. eUbayd ’in kız kardeşi ile evlendi. Kendisinin iplikçilik işi ile biç alâkası, olmadığı halde ”al-ğazâl” yâni iplikçî lekabı île anılmasının sebebi olarak onun, iplik pazarında çalışan fakir ka­ dınlara sadaka vermek için sık sık oraya gitmesi gös­



terilir. Ctihîz ise, al-Bayân va 'TTabyın ( Kahire, 1948, I, *4-33) adlı eserinde, iplikçiler pazarına, al-Hilâlî ’nin azadlısı olan arkadaşı Abü eAbd A l­ lah ’m yanma sık sık gidip geldiği için bu lekabm verildiğini söyler. Peltek olan Vâşil „ r 1 harfini gibi telaffuz ettiği için konuşmalarında, içinde r harfi bulunmayan ke­ limeleri kullanmak hususunda büyük dikkat gös­ terirdi. O , Arapça ’ya o kadar hâkimdi ki, arası açı­ lınca kendisinin peltekliği ile alay eden eski arkadaşı Başşâr b. Burd ’a karşı gösterdiği sert tepkiyi ak­ settiren konuşmalarında ’ 7 „ harfini hiç kullanmamış, içinde bu harf bu’unduğu için Başşâr ’m adını bile anmamış, ona künyesi ile ” Abü M ueâz ” diye hitap etmiştir ( İşfahânf, al-Ağânl, 1323, Mısır baskısı, III, 24 v.d.). Çok kuvvetli bir hâfızası olduğundan, konuş­ malarında Kuran âyetlerinden ve Arap şiirinden yerinde ve sür ’atle misaller ve açıklamalar getire­ rek, ileri sürdüğü fikirleri desteklerdi. Devrindeki felsefî cereyanlar ve mezhep mes’elelerİni iyi bilen ve aym zamanda şâir olan Vâşil’ın. açık ve akıcı bir konuşma san’atma sahip meş­ hur bir hatip ve cedelci olduğu hakkında Abd alHakim Balba, *ÂdSb al-Muctazila Kahire, ( s. 198 v .d .) adlı eserinde geniş bilgi vermektedir. Mutezile [ b. bk. ] de şîa ve havâric gibi başlan­ gıçta siyâsî bir teşekkül olarak ortaya çıkmış, 723~ (H akki Dursun Y ildiz.) ^ VÂ SIL, V Â ŞİL , b . 'A t a 9 A bu Huzayfa al- 749 seneleri arasında Vâşil ve bunun kayınbiraderi G aZZAL, A b D ’L-CA'o (M . 699-749)da denir, i 6Amr b. cUbayd taraflarından geliştirilmiştir. Ali ’nin halifeliği sırasında cereyan eden müca­ îslâmda nazarî kelâm İlmini başlatan ve ortaya çıkan dinî mes'elelerin izahında akla geniş yer veren bü­ delelere ( Cemel ve Sıffîn) katılmış olanlar hakkında, yük teoloji ekolü M û t e z i l e ’ni n k u r u c u s u dur. daha o zamandan başlayarak açık bir takım kanâat­ Kaynakların yetersizliği yüzünden hayatı hak­ ler doğdu. Şîîler Muâviye taraftarlarının kâfir ol­ duklarını, hâricîîer, hem Ali taraftarlarının hem de kında pek fazla bırşey bilinmiyor. 699 ’da Medine ’de doğan Vâşil, Bani 2 abba ( ve­ Muâviye taraftarlarının kâfir olduklarım, Mürcie ya Bani Mahzüm) soyunun azadlı kölesidir. İlk ise, iki tarafın da mü'mİn olduğunu söylemekte idi­ mûtezilî bilgileri, sıkı münâsebette bulunduğu cA!i ler. Haricîler, Ali ’nin, hakeme başvurmayı kabûl b. Abİ Tâlib ’in torunu Abu Hâşim eAbd Allah b. edişinden sonra kâfir olduğunu iddia ediyorlardı. Aslında kaderiyecİ olan, yâni insanın, yaptıklarından Muhammed b. al-Hanafiya ’den öğrendi. Bâzı eserler onun 181 ( 7 9 7 ) ’de öldüğünü ya­ tamamen mes’ul olduğunu söyleyen ve bundan dolayı zarlar ( îbn Hallikân, V a fa y â t , Kahire, 1949» V, 64; Mutezile ’nin bir ölçüde kendilerinden saydıkları Zahabî, M iz a n a l-* itid a l, Kahire, 1325 III, 267 Haşan Basrî ise İkİ tarafa da hak veriyordu. Vâşil ve kayınbiraderi 6Amr b. cUbayd ’e göre, v.d.) ise de, 750 ’den sonra, onun hayatta olduğuna Cemel ve Sıffîn çarpışmalarına katılanlar müslüdâir hiçbir kayda rastlanmıyor. Vâşil, bir müddet sonra M edine’den Basra’ya mandırlar; ancak, kendi aralarındaki anlaşmazlık­ giderek Abü Sacid Haşan b. A b i’l-Hasan Yasar al- lar yüzünden iki fırkaya ayrılmışlardır; bu fırkalar­ dan hangisinin günahkâr olduğu bilinemez; bu se­ Başri f b. bk. ] ’den ders gördü. O, burada Cahm b. Şı f ân ([ b. bk. ], öl m. 746),beple hükmü herşeyi bilen Allah ’a hava1e etmek âmâ şâir Başşâr b. Burd ai~eAk;İlî ( [ b. bk. ] öîm. îcab eder; ancak, karşılıklı münâsebetlerinde en-



220



VÂSIL.



lara kelimenin dar mânasında mümin gözü ile ba­ kılamaz, birbirlerinin aleyhine şehâdetleri kabûî edilemez, bu fırkalardan her biri, ötekine göre }â~ sik ’ttr. eAmr b. eUbayd, daha da ileri giderek bu fırkaların, müslüman cemâatinden herhangi biri için yapacakları şahitlikleri de kabule taraftar olma­ mıştır. Böylece, küfür ile imânın sınırını tâyin mes’elesinde Vâşil’m M u te z ile ’de açtığı çığır, hareket, nok­ tası olmuştur. Nitekim Maseüdl (bk. M u r û c a lz a h a b , II, I91 ), VâşİÎ ve taraftarlarına, küfründe, imânın da dışında kalmış olmalarından dolayı Mu­ tezile denildiğini kaydeder. Emevîîerin amansız düşmanı olan bütün Mûtezileler gibi Vâşil da, cAli b. Abî Tâlib soyu ile, hayatı boyunca devam eden münâsebetler kurmuştu. A li soyundan Zayn al-cÂbidİn b. Husayn b. CAÎİ b. Ab! Tâlib ’in iki oğlu: Şîa mezhebinin beşinci ima­ mı olan Mubammed aî-Bâkir ( ölm. 73* ) ve Zeydiye mezhebinin kurucusu olan Zayd (ölm . 740) onun talebesi olmuşlardır. Bundan dolayı Zeydîlerin kelâm anlayışları Vâşil ’m kelâm anlayışına da­ yanmakta, Vâşil gibi onlar da Ebu Bekir 'in halife­ liğini meşru saymaktadırlar. Îtîzalî cereyanların daha sonra, şîanm bir kolu olan Zeydiye tarafından kısmen de olsa yürütüldüğü anlaşılmaktadır. Nitekim, 'fa b a k â t a l-M u H a z ila mü­ ellifi Aîjmed b. Yahya b. al-Murtaza al-Mahdî Lİdînîllah { 1363-1437) gibi bir Zeydî imamının Mutezile *yi müdâfaa etmesi ve yaymak istemesi bu husûsu te’yid etmektedir. Vâşil 'm, Abbâsîlerin iktidara geçme gayretlerini alâka ile karşıladığı mu­ hakkaktır. cAmr b. c(Jbayd de, Abbâst halîfesi Mansur *un yakın dostu, hattâ manevî bahası olmuştur. Zâten Mutezile’nin kelâm mevzûîarmdakİ görüş­ lerinin en az yüzyıl müddetle Abhâsîler sülâlesinin resmî akidesi olmuş olması da, bu alâkayı te’yid eder. Mûtezile ’ye bu adın, icma-ı ümmetten ayrıldık­ ları için verildiğini yazanlar da vardır ( Bağdadî, al-Fark, Kahire, 1367, s. 7 1 ). Mûtezile kendilerini "ahi al-eAdİ va ’l-Tavhîd” diye adlandırırlar, tbn al-I£ayyim al-Cavzîya, alMu^taşar ûl-Şaütfik 'inde sâdece ”ahî al-£Adi” veya ” al-eAdîîya” tâbirini kullanır ( I , 116 v .d .). İbn aî-Murtaza İse onlara ” aI-cAdlİya va T M u vahljida” der ( Tabakât al M ıftazila, s. 2 ). Vâşil tarafından Mûtezile’de açılan çığırın, üçü ana prensip olan beş temeli ( as!) vardır. Prensip­ ler: 1- Tavhid, 2- îrâda, 3- al-Manzila bayn almanzilatayn ’dirler. Beş asla gelince, bunlar: i - al-Taohid; bu asi, A llah’la mahlûkat arasındaki Her türlü benzerliğin inkârıdır. Allah ’m sıfatları kaböl edilir ama bu sı­ fatlar, onun cevherinden ayrı değil, zâtının aynı­ dır. Allah görülemez. Vahy kuvvetle tasdik edilir. Allah ’m varlığı, hassalanmızla değil kalbimizle idrak edilir. Allah 'in, bizde yaratacağı aîtmçı bîr



duygu ile öteki dünyada idrâk edilebilecek bir ma­ hiyeti vardır. İnsan, hayat, ilim ve kudretin birleşme­ sinden meydana gelen bir cevherdir. Beden bu cev­ herin, yâni nefsin bîr âletidir, 2- al-*A d i ; Allah âdildir. Yaptığı her şeyde, ya­ rattıklarının iyiliğini gözetir. Bütün beşerî fiiller insanın serbest iradesinin mahsulüdür. İyi işler ya­ parsa mükâfat, kötü işler yaparsa mücazat görecek­ tir. Bu a s 1’da, Allah ’ın fenalık ve haksızlık yapamıyacağı, hastalık, ağrı, sızı gibi şeylerin insan ira­ desi dışında olduğu mes'eleîeri münakaşa edilir. Mûtezile, irade hürriyetini kabul etmekle kötülük yapan siyaset adamlarının da Allah ’m adaleti İcâbı âhirette cezâ göreceklerini söylemek istiyor, onları j vicdan muhâsebesine dâvet etmiş oluyordu. M ûtezile’nin, A llah’ın adaleti temelinden hare­ ket ederek kabûl ettiği hürriyet fikri, serbest dü~şüncenin gelişmesini, İslâm âleminde tembelliğin ve miskinliğin önlenmesini sağlama yolunda atıl­ mış en büyük adımdır. Mûtezilîler insana hürriyet tanımakla İslâm dininin içtimâi yaşayışa verdiği ehemmiyeti de benimsemiş oluyordu. 3- al~Vacd va'l-Vaeİd ( al-ama üa'Fahköm): Bu a s i , adalet prensibinin bîr neticesidir ve dünyada iyilik edeninde, kötülük edeninde âhirette karşı­ lığım görmesidir. Mûtezile’nin bu prensibi, cemiyet içindeki düzenin emniyet içinde yürümesini sağ­ lamaya mâtuftur. Mûtezile, imâm, ikrar, bilgi ve amelin bütünü olarak kabûl eder. Onlar, böylece akla verilen ehem­ miyet dolayısı ile ona bilgi de katmıştır. Buna göre insan, dil ile ikrar etmek, iyi amellerde bulunmak ve bilgisi yânı aklı ile Allah ve peygamber fikrine ulaşmak süreliyle gerçek imam bulmuş olur. 4al-Manziİa bayna'l-manzilatayn : Mûtezile ’nin bu ana prensibi kelâm tarihinde yalnız Mûtezile’ye mahsus bir görüştür. Buna göre, tevbe etmeden ölen günahkâr bir müslüman, mü’min ile kâfir ara­ sında mânevî bir derecede yer alır. Hâricîler (bilhassa Azârika), büyük günah iş­ leyeni kâfir sayarlar. Mürcie, büyük veya küçük günahların, iman sahibine zarar vermiyeceğini söyler. Ehl-ı sünnet ise, büyük günah işleyeni müslim fakat fâsık kabûl eder ve bunların, âhirette cezâlarını çektikten sonra cennete gireceklerine inanır. Görüldüğü gibi Mûtezile, ne hâricîler gibi katı bir görüşe sahip olmuş, ne de Mürcie gibi işi hafife almıştır. Onlar orta bir yol tutmuşlardır. 5- al-amr hVl-nfarüf va'n-nahy eani'l-munkar: Kur ân hükümlerine uyarak her müsîümanm iyi­ liği emretmesi ve kötülüğü yasaklaması îcab eder. Mûtezile bu a s 1 ile cemiyet içinde sıkı bir kontrol taraftarı olmuş, kendi prensiplerine karşı gelenlere ağır hücumlarda bulunmuştur. İyiliği emrediyoruz diye kendi te’vil ve görüşlerini başkalarına zorla kabûl ettirme yolunu tutmuştur. Meselâ, Halîfe Me’mûn ^81Ş-833J zamanında Kuran*m mahlûk (ya­



VÂSIL. ratılmış) olduğunu kabûl etmeyen, Hanbelî mezhe­ binin kurucusu Afemed b. Hanbal (780-855 ), bu yüzden tâkibata uğratılmıştır.



Bunlar dışında Mûtezile*nin, Allah’ın görülüp gorülememesi, K u r a n ’m mahlûk olup olmadığı, husn ve j\ubh, a k tl ve n a k il mes’elelerinde de kendi­ lerine has görüşleri vardır. Vâşil, Basra’da kendisine bağlı birçok taraftar edindi ve bunlann bir kısmını İslâm memleketlerine yolladı. 'Abd Allah b. Hâriş *İ, Mağrib ’e gönderdi. Onun buralardaki faali­ yetleri neticesinde sâdece Tlemsen bölgesindeki Tâhert yakınlarında yerleşik ve göçebe halk arasında otuz bin taraftar kazandı. Horasan'a fclafş b. Sa­ lim ’i yolladı. Hafş, Tirmiz şehrinde, Ceberiye mez­ hebinin kurucusu sayılan Cahm b. Şafvân (ölm. 745) ile şiddetli münâkaşalara tutuştu. f£âsim b. aî-Saedî adındaki bir talebesini Yemen ’e, Ayüb b. Ca'far admdakİni Elcezîre ’ye, Haşan b. Zakvân *1 Küfe şehrine, 'Oşmân b. Hâlid al~TavIl Abü cAmir’i Ermeniya’ya yolladı. Vâşil *m Basra ’da bunlardan başka Bişr b. Sa'id ve Abü 'Osman al-Zaefarâni adlarında İki meşhur talebesi daha vardi ki bunlar, Bağdad ’dan yanla­ rına gelen Küfeli Bişr b. al-Muetamir ( ölm. 825 ) ’e Mûtezile ’nın prensiplerini benimsettiler. Bu, sonra­ dan Mûtezile ’nin Bağdad kolunu kurdu. Bişr b. al-Mu'tamir ’în muhaliflerine karşı yazdığı bir ri­ sale kırk bin beyti ihtiva ediyordu. Vâşil 'dan sonra onun tesbıt ettiği prensipleri müdâfaa ve onun metodu ile mücadeleye devam eden öteki Mûtezile büyüklerinin başarıları da çok olmuş­ tur. Bunlar, mezheplerinin kurucusu Vâsıl gibi muhalifleri İle yaptıkları meşhur münazaralar ve elde ettikleri büyük muvaffakıyyetieri e birlikte, Mûtezile meseleleri ile alâkalı bir hayli eser de yazmışlardır. Bunlardan Abu ’Î-Huzayl al-°Allâf (752-840 veya 849) altmıştan fazla, al-Câbız (ölm. 869) muhaliflerine reddiye olarak sekiz, Mûtezile prensiplerini müdâfaa eden altı eser yazmıştır (bk. îbn aî-Murtaza, a l-M u n y a , Beyrut, 1961, in d ek s; Yâküt, M ıfc a tn a l-U d a b â , Kahire, 1357» s* I07" n o ). V â ş i l b. ' A t â9 ’ n 1 n e s e r l e r i : îbn alNadîm ve îbn al-Murtaza, Vâşil ’m on bir eserinin adını vermektedirler. Ancak bunlardan bir tanesi, içinde ” r„ harfinin bulunmadığı konuşmalarını ihtİvâ eden "Kitâb al-Hulbd ’ bize kadar gelmiş, diğerleri ele geçmemiştir. Adlarını bildiğimiz eserleri şun­ lardır : l-Aşnâf al-MurcPa, 2-Kitâb fi ’l-Tavba, 3“jKitâb al-Manzila bayn al-Manzilatayn, 4-Kitâb al-ffufba, 5-Mu'önı ’t-Kurân, 6-abHutdb f i ' ,-TaüUd va d-"Adi, 7-Kitâb fi ma haşata baynahu va bayn cAmr b. cUbayd, 8-Kitâb al-Sabîl ilâ Maarifat al-fîalik, 9-Kitab fi'l-D a eoa, lO-Kitâb T abakât ahi al-‘ ilm va 'bcahl, n -K itâb al-Alf. Bu sonuncu



mani mezhebindekilere cevap vermeleri için sorul­ muş bin suali ihtiva ediyormuş.



221



B i b l i y o g r a f y a : al-Mas'üdî Murüc abZar hah; ayn. m\\.,al-Tanbîk val-Aşrâf (Kahire, 1938); Abü ’l-Husayn, cAbd ai-İRahîm b. Mubammad b. 'Oşmân al-Hayyât, Kitâb abîniİşâr (Kahire, 1925); al-Câbi?, Kitâb al-Bayân Va Y-Tabyin ( Kahire,



1947); al-Bufaalâ (Kahire, I 939-I 940 ); al-Tâc fi ahlâk al-mulâk (Kahire, 19*4); Mucaüim ab cAkl va ’l-adab (Kahire, 1948); Macmvf rasâHl al-Cahİz (Kahire, 1943); îbn Kutayba, Adab ab Kâiİb (nşr. Grunnert, s. 15 ); al-Maârif ( Kahire, 1300); A b ü ’l-Farac al-Isfahanl, Kitâb al-Fark bayn al-Firak (Kahire, 1367); al-Şahrıstâni, Kitâb al-Milal va 'l-Nihal ( nşr. Cureton, s. 3134); Nihâyât ab ikdam fi cilm al-Kalâm (Oxford, 1934); al-Mubarrad, abKâmil (nşr. Wright); îcî, Mavökif ( nşr. Soerensen); îbn Halbkân, Vafar yât al-'Ayân (Kahire, 1949), V , 60, nr. 739; Yâkût, İrşad (nşr. Margoliouth), G M S , V II, 223; Ahmed b. Yahya b. al-Murtaza al-Mahdî Lidînilîah,



Kitâb al-Munya va'PAmal, Haydarâbâd, 1316 ( nşr. Arnold), Leİpzİg, 1902; Kitâb Tabakât al-MuHazila (Beyrut, 19 6 1); ai-Zahahî, Mizan al-Ptidöl, nr. 2301; îbn al-Nadîm, al-Filjrisi ( Kahire, 1344), s. 255; Abü ’i-fdasan al-Aş'arî, Makölât abtslâmiyyln (İstanbul, 1929); Risâla f i İstihsâli al-Haoz fi cllm al-Kalâm (Haydarâbâd, 1344); Kitâb eblbâna '‘ an Üşül al-Diyâna (Haydarâ­ bâd, 13 2 1); Kitâb al-Lumca (Kahire, 1955); Şams al-Dîn al-Makdisî, Absan al-Takâslm f i Maarifat abAkâlîm (Leıden, I9 °6 ); Tabarî, Tarih al-Umam va'l-Mulük, Leıden; Camaî alDin al-Şasimi, Târih abCahmiya va 'TMuctazila (Kahire, 1331); Abmed b. Ca'far al-Yakûbi, Târih al~Yackübi (Leiden, 1884); Zuhdî Haşan Cârullah, al-Mtftazila ( Kahire, 1947 ); Abu *1Hasan Muhammet! b. Aljmed al-Mala^î, Kitâb al-Tanbih va ’brad ala ahi al-Ahoa9 va 'bbid‘a ( nşr. S. Dedringh ); al-Gazalî, al-İktİşad f i 'b N k â d ( nşr. İbrahim A . Çubukçu ve Hüseyin A tay) Ankara, 1962; Abü Mubammed al~Hasan b. Müsa al-Navbabtî, Kitâb Firak al-ŞPa (İstanbul, 1931); Kemal İşık, Mutezile 'nin Doğuşu ve /Cefamı görüşleri (Ankara, X9^7); Neşet Ça­ ğatay ve İbrahim A . Çubukçu, Islâm mezhepleri tarihi (Ankara, 19762); Abd al-Hakim Baîba, Adab al-MuHazİla ( Kahire, 1959 ); Weİİ, Geschichte der Chalifen, I, 193; II, 261 v.d.; A . V . Kremer, Kulturgesckickte der Orientes unter den Chalifen, II, 410 v.d.; H. Steiner, Die Mûtaziliten ( Leipzig, 1865), s. 25, 49 v.d.; I. GoIdziİıer, Vorlesungen über den İslam (Heidelberg, 1 9 1 ° ), s. IOI; H. Galland, Essat sur les Mutazilites (Geneve), s. 30 v.d.; Albert N. Nader, Le Systeme philosophişuc des M uiazila, Premiers penseurs de l'İslam (Beyrout, 1956.); Abd aHRahman Badavî, Histoire de la pkilosophie en İslam, I, les Philosophes Theologİens (Paris, 1972); Henrİ Laoust,



222 Les



VÂSIL S ch ism es



dan s



l 'İslam



( Paris, 1965);



İA



mad. MÛTEZİLE. ( N eşet Ç ağatay.)



VÂSIT, Eskiden Irak ’ın en ehemmiyetli şehir­ lerinden biri olan Vâsıt, pfaccâc b. Yûsuf [ b. bk. ] tarafından kurulmuştur. Kuruluş tarihi olarak Arap müellifleri 83. ( 702 ) ve 84 ( 703 ) senelerini verir­ ler (krş. Streck, Babylonien nach den arabischen Ceographen, s. 324 v.d.; PĞrier, Vie d ' al-Hadjdjâdj îbn Yousof, s. 208; Mas^ûdî, Tanblh, s. 360; yeni bir şehrin kurulması ve yerinin seçilmesini icâb et­ tiren sebeplerin haklılığı için krş. TabarI, II, 1125 v.d.; trc., Streck, ayn. esr., s. 323 v.d.). YâJüüt ’un bir rivayetine göre, şehrin inşâ faâliyetİ 83-86 (702-705 ) seneleri arasında devam etmiştir. Haccâc ’m daha 84 senesinde vâlilik merkezini bura­ ya naklettiği kesindir, HaccSc, en iyi askerleri olan Suriyeli birliklerine manevî destek sağlamak ve on­ ların Irak halkı ile sürtüşmelerine mâni olmak dü­ şüncesiyle müstahkem bir karargâh kurmak isti­ yordu. Bu yeni ordugâh, aynı zamanda buraya he­ men hemen aynı uzaklıkta bulunan ve devamlı huzursuzlukların hâkim olduğu Küfe ve Basra or­ dugâh şehirlerini itaat altında tutmakla da vazifelendirilmiştİ ( krş. Müller, Der İslam im Morgen und Abendlande, Berlin, 1885-1887, I, 394; Well~ hausen, Arap Devleti ve Sükutu, Türk. trc. Anka­ ra, 1963 ; Perİer, ayn. esr., s. 205 v.d.; Reİtemeyer, Die Stadlegründangen der Araber im İslam, s. 4® v.d. ). Batîha [ b.bk. ] ’nra hemen yukarısında yer alan Vâsıt, büyük bir kısmına güçlükle gİrilebilen bu bölgelere tamamen hâkim olacak müstahkem bir mevkî olma durumunda idi. Kabûl edilen umûmî kanâate göre bizzat al “klaccâc, yeni şehri için Vâsıt ( merkez, orta ) adını seçmiştir; çünkü burası Irak ’m o zamanki iki mer­ kez şehri olan Küfe ve Basra ’mn hemen hemen tam ortasında ve hattâ Hûzistan ’ın merkezî Ehvâz ’a aynı mesâfede bulunuyordu. Diğer bir rivayete göre, al-î;laccâc tarafından kurulacak şehir için seçilen yerde eskiden Vâsit al-Kasab ( Kamışlık Vâsıt) adlı meskûn bîr mahal bulunuyordu (krş. Streck, ayn, e sr,, s. 322 v.d.; Perier, ayn. esr., s. 206 v.d ). Abbasî hilâfeti devrinde İslâm şarkta, Arapça isim olarak 20 ’den fazla Vâsıt adım taşıyan yer bulunu­ yordu. Bunların hepsinin en ehemmiyetlisi al-kîaccâc ’m kurmuş olduğu Vâsıt olup, aynı adı taşıyan diğerlerinden ayırmak için, umumiyetle -Vâsit al ~kîaccâc deniyordu; yine aynı maksatla burası Vâsit al-cu?mâ ve Vâsit al-'Irâk: diye de isimlendiriliyordu ( krş. Streck, ayn . esr., s. 323 ). Vâsit al-IÇasab denilen bir yerin oldukça şüpheli olan mevcudiyetini bir tarafa bırakırsak, aî~kîaccâc tarafından kurulan şehrin hemen yakın çevresinin Sâsânîler tarafından iskân edildiğine muhakkak nazarıy­ la bakılabilir. Bu şehir Dicle ’nin garp kıyısı üzerin­



VÂSîf. de yükseliyordu; Kesker ise, bunun hemen karşısında nehrin diğer kıyısında, yâni .şarkında yer alıyordu. Vâsıt ’ın kuruluşunun kısmen efsânelerle süs­ lenmiş tarihinde al-Haccâc ’m Küfe ’den getirtmiş olduğu müneccim cAbd Allah b. Hilâl mühim bir rol oynamıştır ( krş; Yâlfüt, M t fc a m , IV, 885 v.d.; ve W Z K M , VII, 225), Yeni şehrin kurulması büyük masraflara mal olmuştur ( bu hususta krş. Streck, a y n . esr., s. 325; Perier, ayn. esr,, s. 208 ve Reİtemeyer, ayn. esr., s. 47 v.d.). ai-Haccac tarafından inşâ etti­ rilen saray oldukça yüksek yeşil bir kubbe İle Ör­ tülmüş ve bu sebeple al-kubba al-hazrâ3 adını al­ mıştır. Planı (temellerinin kare şekli, yan duvar­ larının eni - boyu, kubbesi) daha sonra Halîfe al -Manşür tarafından Bağdad ’da inşâ ettirilen sa­ raya örnek olmuştur. Yine bu sebeple al-Mansür’un sarayı da al-lgubba al-hairâ3 diye İsimlendiril­ miştir. al~îdaccâc, sarayının yanında şehrin cuma câmiini' inşâ ettirmiştir. Herzfeld ’in işâret ettiği gibi (krş. Sarre- Herzfeld, A rch â o log . R e ise İm Euphrat-und T igrisgebiet, Berlin, *9*9, II, *35 ), al -Manşür, Bağdad ’daki sarayının hemen yanında yap­ tırdığı cuma câmiinde de bunu taklit etmiştir. al-Haccâc ’m Vâsıt ’ta yaptırdığı başlıca binalar arasında D ım â s (muhtemelen Grekçe Sı-ptörnov hapishane) diye isimlendirilen hapishaneyi zikret­ mek lâzımdır (krş. Streck, ayn. esr., s. 326). al-ldaccâc yeni merkezine yerleşmek için başlan­ gıçta Araplara ( husûsiyle Suriyeli Araplar) mü­ sâade etti; daha sonra büyük bir kısmı esir olarak getirilen ve bîr kısmı da kendi arzularıyla yerleşmeye gelmiş olan Mâverâünnehr Türklerini, bilhassa Buhârâ menşe’li olanları, Basra 'dan buraya celbetti ( krş. Perier, ayn . esr., s. 209 ). Ancak 95 ( 7*4) ’te ölen ve buraya gömülen al-placcâc ’dan sonradır ki, bölgenin yerli Aramî halkı ve îranlılar şehre girme hakkını elde ettiler ve böylece asırlar boyunca ol­ dukça karışık bir nüfus teşekkül etmiş oldu. Vâsıt ve Kesker, yavaş .yavaş müşterek siyâsî ve tîcârî menfâatlerin sıkıca birbirine bağladığı bu İkiz şehir, büyük bir merkez hâline geldi. Vâsıt, Emevîİer zamanında, bu hânedânın son seneleri müstesna, İrak ’m en ehemmiyetli şehri, eyâletin idâri merkezi ve valinin ikâmet mahalli olarak varlığım devam ettirmiştir. İlk defa Abbâsîler, Vâsıt ’ın bu üstün durumuna son verdiler. Bununla berâber Vâsıt, ülkenin merkezi olmamasına rağmen stratejik ehemmiyetini korumuştur. Merke­ zî ve Cenûbî Irak ’m, husûsiyle Batîha ve Meysân I b. bk. ] ’m siyâsî ve askerî tarihinde her zaman için mühim bir rol oynamıştır. XII. asırda Vâsıt’m siyâsî vaziyeti ve çevresi hakkında hükme varmak için İbn aI-MueaIlim’in şiirleri dikkate değer (krş. Margoliouth, J A , XXVI, 334 v.d. XV. asırda Vâ- . sıt, Muşaeşac hânedânımn hâkimiyetinde mühim rol oynamıştır; bk. Caskel, Isla m ica , IV, 48 v.d).



VÂSİT.



223



XV. asrın sonuna doğru şehrin yavaş yavaş çök­kıymetli kumaşlar da vardı ( krş. B G A , IV, 375 meğe başladığı zannedilmektedir. Bu çöküşü, Kût- ve Sahnen, L ’ întroduetion topograph. â l 'histoire de ül-Amâre ’de daha önceleri vuku bulan Dicle ’nin Baghdad d 'al-Khatlb al-Baghdödl, Paris, 1904, s. ikiye ayrılmasının ve iki kol hâline gelmesinin do­ 135 )* Nehir trafiğinin kesâfeti sebebiyle Vâsıt ’ta ğurduğu kötü neticeler hızlandırmıştır. XVII. as­ gemi yapımı da muhakkak ki gelişmiş olmalıdır; rın ilk yarısında yaşamış olan Türk coğrafyacısı Irak’ta bugün bile gemi ismi olarak al-Vâsitfya'nin Kâtib Çelebi, Cihârmumâ ’sında ( Latince trc. Nor- kullanıldığına rastlanmaktadır ( krş. Lügat al-cArab, berg, Lund, î8l8, s. 70 ), Vâsıt ’ın çölün ortasında Bağdad, I 927, V , 463 )• bulunduğunu ve oradaki kanalın kamış kalemleriyle Boylece Vâsıt, Sâsânîler in Irak ’ı vergi siyâseti meşhur olduğunu yazmaktadır. sebebiyle taksim ettikleri oniki kazanın birisinin Nüfus, şehrin en parlak devrinde çok kalabalıktı. merkezi olan Kesker ’in yerine geçmiş oldu ( krş. Vâsıt ’ta birkaç defa bulunmuş olan Yâküt, X III. Streck, ayn. esr., s. 15, 18, 332 ). Vâsıt, yalnız büyük bir ordugâh şehri, mühim asrın ilk senelerinde buranın hâlâ büyük bir şehir olduğunu söyler. Dih^ctt ’lar, Îranîı arâzi sahipleri, bir ticâret ve zirâat merkezi değil, aynı zamanda daha Yackübî (bk. B G A , VII, 322) zamanında, İlmî araştırmalarda, bilhassa İslâmî ilâhiyat sâhayâni 891 ’de eski Kesker şehrinde oturuyorlardı. Hı­ sında meşhur idi. Mukaddasî ’nin eserini yazdığı ristiyan unsur, İslâmî devirde Vâsıt ’ta oldukça ehem­ sıralarda (985 ’e doğru) bu şehir halkı arasında miyetli idi; onların mahalleleri, Sâsânîler devrin­ meşhur fakihler ve hâfız-ı Kuran ’lar bulunuyordu; de olduğu gibi Kesker’de yer almış olmalıdır. herşeyden önce Kur ân tetkikleri burada canlı bir Burada Arap fethinden az önce bir de Yahudi ko­ şekilde yürütülüyordu ( Mukaddasî, s. 08 v.d. lonisinin bulunduğu muhakkaktır. 1170’te Irak- not). XIV. asrın ilk yarısında Vâsıt’ta bulunmuş ’tan geçen Tuleytılîlİ Benjamin, Vâsıt ’ta bir Yahudi olan İbn BatÇüta ( II, 2, 9, v.d.; krş. Streck, ayn. cemâati bulmuştur; bu şahıs Basra’da 10.000 Ya­ esr., s. 330 v.d.), büyük ekseriyeti Kur 'ân ’ı hıfzet­ hudi ’nin olduğunu tahmin ( oldukça mübalağalı) tiği ve onu yanhşsızca okuduğa için, Vâsıt şehrinin etmektedir. Muhtemelen bu Yahudi kolonisinin dindar halkını takdir etmektedir. Tecvîdü'l-Kurân büyük bir kısmı eski şehrin şarkındaki belli bir ma­ ( b. bk. ] burada husûsiyle rağbet görüyordu. İsmâ'îl b. eAlî ( ölm. 1291 ’e doğru) Kuran okuma hallede oturuyordu. Vâsıt ’ın kurulduğu bölge al-Haccâc ’ın burayı san’atınm Vâsit menşe’Ü üstadlan arasında zikre­ iskân etmesinden önce verimsiz olmalıdır. al-Idac- dilir ( bk. Brockelmann, G A L ; I, 411 )• Fars’ta doğmuş olan mutasavvıf aî-fdallâc (b .b k .] câc etraftaki arâziyi ıslâh ederek, halk için çok müsâit hayat şartları sağladı. Vâsıt ’ın ikliminin Bas­ 'm gençlik senelerini Vâsıt’ta geçirdiğini zikret­ ra ’nınkinden daha iyi olduğuna İnanılacak kadar mek lâzımdır ( krş. L . Massignon, al-Hallaj, Pa­ sağlık hizmetlerini düzeltti. Arap coğrafyacılarının ris, 1922, I, 20 v.d.). Bu münâsebetle Karmatî hepsi, sayısız meyve bahçelerini, geniş hurmalıkları, Bakliye [ b. bk. ] tarikatinin kurucusu Abü Hatim çok sayıda bakımlı bahçeler ve binaları, her tarafta (295=908) ’in Vâsıt’ m sevâdmda ortaya çıktığını da akan, içinde bol balık bulunan ve Vâsıt bölgesinde belirtmek gerekir. Vâsıt’ta, şehrin ve çevresi olan Baiîıa’nın ta­ zirâatın gelişmesine imkân veren suları metheder­ ler. Vâsıt ambarlarından büyük miktarda hububat rihi ile meşgul olunmuştur. Aslam b. Sahi Bafışaİ İhraç ediliyor ve kıtlık senelerinde Bağdad, erzakını ( ölm. 904), bilhassa hal tercümelerinden mey­ Vâsıt ’tan te’min etmek mecburiyetinde kalıyordu dana gelen mahallî bir tarih yazmıştır ( bk. Wüs( bu hususta İştahrî, İbn Havkâİ, Mukaddasî, Ya­ tenfeld, Dıe Geschichtschreiber der Araber, A b kut, Kazvînî ve İbn Battüfa ’mn verdiği bilgiler G G V , 1882, nr. 83; Brockelmann, G A L , I, 138). Tarihçi İbn al-Mağâzilî al-Cullâbi (ölm. için bk. Streck, ayn. esr., s. 328-330). Vâsıt, Dicle üzerinde seyrüsefere müsait bir 1139)’mn ona bîr zeyl yazdığı bilinmektedir ( bk. yerde bulunması, Irak ’m ortasında merkezî bir Wüstenfeld, ayn. esr., nr. 240). cAbd al-Rahmân mevkide yer alması ve üç istikâmete ( şimal, cenup Mufıammad b, SaeId al-Zahabî al-Dubayş! ( ölm. ve şark) giden büyük ve başlıca yolların başlangı­ 1239) ’nin mahallî tarihi bu son eserin bir nevî cında bulunması dolayısıyla aynı zamanda ehemmi­ zeyli olmalıdır ( bk. Wüstenfeld, ayn. esr., nr. 323î yetli bir ulaşım kavşak noktası idî; bu yollardan Brockelmann, G A L , s. 330; Z S , II, 107). birisi Dicle boyunca Bağdad ’a, İkincisi Batîha üze­ îbn Abı ’l-'Abbâs Al,ımad b. Bahtiyar al-Vâslîî rinden Basra ’ya ve üçüncüsü de Ehvâz ( Hûzis- (ölm. 1157), Batîha’nm bir tarihini ( Taerîh altan ) ’a gidiyordu. Bu İtibarla Vâsıt büyük bir ticâret Bct^ih) yazmıştır (krş. CAH Şarkî, Lügat al-cArab, merkezî olarak gelişmeğe müsait idi; Mukaddasî, VI, 279 v.d.). Vâsıt ’ta kuruluşundan (85=704) îlhanlı hü­ burada hareketli kapalıçarşılarm bulunduğunu yaz­ maktadır. Vâsıt ’ta sınâî faaliyetlerin bulunduğuna kümdarlarının devrine kadar , sikke basıldığı bilin­ dâir de işâretler mevcuttur; burada imâl edilen mektedir (krş. St. Lane-Poole, Çatal, of Oriental kumaşlar arasında Vâsıtî adı verilen ( perdelik) Coins in ihe British Museum, X, s. CCXVII-VIH,



seneler 85-326 = 704-937 ve 701-770=1301-1368; 0 . Codrington, A Marna! of Musulman Numismatics, London, 1904, s. 194}. Vâsıt ’jn yerini kesin olarak tesbit etmek Orta-çağ Irak tarihî coğrafyasının en zor ve aynı zamanda mü­ him meselelerinden birisidir. Vâsıt ile Kesker ’in Dic­ le ’nin üzerinde ve aynı nehrin ikİ kıyısında yer alan ikiz şehir olduğunu kesin olarak biliyoruz. IX.-XH. asırların bütün Arap coğrafyacıları bu hususta ittifak hâlindedirler (bu müelliflerin verdikleri bilgiler için bk. Streck, ayn. esr., s. 3*9 v.d.); bunlara al-Mas'üdi’nin, Tanbıh, s. 53 ve bilhassa eskiden îbn Serapion diye bilinen ve X. asrm ortalarında nehir ve Irak ’taki kanal sistemini teferruatlı bir şekilde yaz­ mış olan Suhrâb ilâve edilebilir ( krş. Kitâb cAcâaib al-afcöUm al~Sabca, nşr. Mzik, Leipzig, 193°, s. 118,s ~ J R A S , 1895, 9 )■ Vâsıt ‘m yerini ortaya çı­ karmak için önce nehrin Orta-çağ’daki mecrasını bugünkü arâzide tâyin etmek lâzımdır. Orta-çağ ’da Vâsıt’tan geçen Dicle’nin ana kolunun, XV. asırdan itibâren yavaş yavaş ehemmiyetini kaybettiğine ve İkinci derecede bir kol hâline geldiğine işaret etmek yerinde olur; çünkü Kût-üI-Amâre’den itibâren su­ yun esas kütlesi şarka doğru yatak değiştirmiştir; o zamandan beri bu yatak Aşağı Dicle olarak feabûî edilmektedir. Bu devre kadar umumiyetle Kût-üI-Anıâre ’de ana yatağından cenûb-i şarkî istikâmetinde nehir­ den ayrılan Şaft al-fday (doğrusu Şaft al-Garrâf) örta-çağ Diclesi olarak mütâlaa edilmiştir (b u neh­ rin mecrası hakkında husûsiyle bk. madd. DİCLE, IRAK ve MEYSÂN). Bu nehir Küt al-hîay ( kısaca Hay denir) şehrinin biraz aşağısında iki kola ay­ rılır. Bunlardan birisi ulaşım bakımından ehemmi­ yeti bulunmayan Abü Cuhayrât, diğeri de şarktaki Şaft aW Ymâ ’dır. Her ikisi de Şayb Hazr ( Hder ) ’da birleşir ve yaklaşık olarak 5° km. uzunluğunda bir adayı dolaşır; bu adanın haritadaki ismi Cazîrat al-îdayrat ’tır. Herzfeld ( Sarre-Herzfeld, ayn. esr.,



1, 247), haldi olarak Şaft aî-Hay’ın Irak’ın eski coğrafyasının en karışık mes’elesi olduğunu belirtir. Bu aslında Orta-çağ Diclesi mi, yoksa onun ikinci derecede bir kolu mudur? Belki de burada, Fırat ile Dicle arasında rahat bir bağlantı kurabilmek İçin daha Eski-çağ ’da açılmış olan bir kanal bahis mevzuudur. Bildiğimiz Avrupalı seyyahlar arasında Vâsıt’m harâbeleri hakkında bilgi verenlerin pek azı bunu Şaft al-Hay ’m kıyısına yerleştirmekte ve neh­ rin de örta-çağ Diclesi olduğunu kabûl etmektedir. Muhtelif Avrupalı seyyahlar XIX. ve XX. asır­ larda Orta-çağ Vâsıt ’ımn asıl bulunduğu yeri gör­ müşlerdir; ancak verdikleri bilgiler oldukça kifa­ yetsizdir. Başta 1831 ’de Vâsıt ’ta kalmış olan In­ giliz subayları Ormsby ve Eîliott *u zikretmek gerekir. Chesney ’de verilen bilgiler bu iki şahsın haberlerine dayanmaktadır (Chesney, ayn. esr., I, 37; J- H. Wellstedt, Traoeîs to ihe dly of the



Caiipbs, London, 1840, l, 171; Ormsby’nin gün­ lüğünden ve J. B. Fraser, Mesopotamia and Assyria, Edinbourgb, 1842, s. 155). R. Koldewey ve B. Moritz, aynı şekilde Cenubî Irak’ta yaptıkları gezileri sırasında (1886-1887) Vâsıt ’ı zıyâret etmişler, fakat müşâhedelerim şimdiye kadar neşretmemişlerdir. 1916 senesinde harp sâhasmda ölen Kont Aymar de Liedekerke-Beaufort, 1913-1914 senelerinde yaptığı bir arkeolojik gezi sırasında Vâsıt’a geldi. Virolleaud, şimdi meşgul olduğumuz bölge hakkında Babylonica (Paris, 1922, V I, 105-116, haritasız) ’da kıymetli bîr rapor neşretti. Bu vaziyette 1831 ve daha mükemmel olarak 1913-1914 senelerinde Vâsıt ’m harâbelerini anlatan ancak iki kısa yazıya sahibiz. Ormsby ve Eîliott ’a kadar geri giden ilk bilgi­ ler şunlardır ( Chesney ’e göre) : Vâsıt harâbele­ ri ııden geçerek cenup—cenûb-i şarkî istikâmetinde akan ve Şaft al-Hay ile Kurna arasında Fırat ile birleştiği yere kadar Şaft İbrahim adıyla aynı isti­ kâmette uzanan nehrin bir kolunun kummuş yatağı Kût-ül-Amâre’nin birkaç Ingiliz mili aşağısına kadar tâkip edilebilir. Esas Dicle’nin mecrasında eski yatağın genişliği ve her iki kıyısındaki harâbeler, Vâsıt ’m burada bulunduğunu göstermek­ tedir. Wellstedt’in aşağıdaki müşâhedelerini bunu tamamlamak için ilâve edebiliriz : Burada her ta­ rafı harâbe yığınları kaplamıştır; arazi mimari ka­ lıntılarla (sütunlar, sütun başlıkları, frizler, cam kaplar ve seramik) örtülüdür. Halîfeler devri üs­ lûbunda oldukça iyi mubâfaza edilmiş kubbeli bir yapının büyük bir ihtimalle bir câmî olduğunu be­ lirtmek yerinde olur; barâbeler arasından Fırat genişliğinde bir kanal geçmektedir. Nihâyet Fraser, eski şehrin çevresinde harâbelerin malzemesiyle yapılmış olan 40 veya 50 kulübeden meydana gelen ve fakir balıkçıların oturduğu küçük bir köyün bu­ lunduğunu söyler. Bu bilgilerden 80 seneden fazla bir zaman son­ ra mevzuumuz hakkında mâlûmat veren A. de Li­ edekerke-Beaufort (bk. ayn. esr.,.s. 115 v.d .)’a ge­ lince, bu seyyahın eski Babilonya ile tarihîenen Zerğul (Şatra’nın 7 km. şimâl-i şarkîsindeki Surğul) harâbelerinden geçerek ve şimâl-i şarkî istikâmetinde ilerliyerek Vâsıt ’a geldiğini belirtelim. O, Zerğul ’dan üç saatlik bir yürüyüşle, yerlilerin Şaft el-Ij[örder dedikleri, Abbâsıler devrindeki Dicle ’nin kumla örtülmüş eski yatağının yanından geçmiş, bu yatağa daha sonra Vâsıt ’m harâbeleri yanında yeniden rast­ lamıştı. Harâbelerin perişan yığınları arasında tuğ­ ladan yapılmış ve nisbeten iyi durumda sütunlu bir revak dikkati çekiyordu. .Yine bu zâta göre, Vâsıt, Hay ( Küt al-hîay) ’ın 40 km. garbında bulunuyordu ki, Vâsıt ’m yeri hakkında bu görüş bir yanlış fikre dayanmaktadır; zîrâ Hay ’m şarkında demek gerekirdi. Araştırmacımıza göre îlk-çağ’da Dicle, Celatseker’e kadar Şaft al-Hay’dan yararlanı­



VÂSlf. yordu (her halde kastedilen, Şatt al-Acmâ üzerin­ deki Kalcat Sikkar’dır), sonra Teİlöh, al-Hibba ve Serğul ’dan bataklık gölleri ( Hörs, bu hususta bk. mad. MfcYSÂN ) iâltip ediyor ve son olarak bu­ günkü Hör al-Hammâr [ bk. mad. MEYSÂN] kena­ rında denize dökülüyordu; İslâmî devirde nehir Vâsıt 'm bulunduğu şark yatağım açar, Mezopotamya haritası ( Katle ten Mesopdamten, muvakkat basım, Berlin 3:919, 1/400.000) ’na göre ( yaprak Bağdad), Vâsıt ’m yeri 320 1$' şimâl ar2i üzerinde bulunmaktadır, Wagner, Örta-çağ Arap coğrafyacılarının yollar hakkında verdikleri bil­ gilere dayanarak ( N d . G G W, philos. hist. Kî., 1902, s. 272, 279), Vâsıt’ın 321 arzın şİmâiinde değil cenûbunda bulunmasının gerçeğe daha yakın olabileceği neticesine varmaktadır. Yukarıda zik­ redilen haritada Vâsıt harâbelerinin bulunduğu böl­ ge, cenûb-i şarkî istikâmetinde uzanan bir kanal tarafından katedilmektedir; ayrıca suyunu Nahr Ducele ’den alan ve kullanılabilen diğer üç kanal da buraya ulaşıyordu. Vâsıt ’m hemen yakınında Beled adım taşıyan ve muhtemelen Ormsby İle Elliott ( Fraser 'de) tarafından balıkçı köyü olarak belirtilen bir yerleşme yeri vardır. Ducele adlı nehir ( Küçük Dicle) Kut-ül-Amâre ’den yaklaşık olarak 10 km. aşağıda Dicle ’den ayrılıyor. Bunu, Ormsby ve Eîliott ’un, mecrasını takip edebildikleri ve Vâsıt ’tan geçen Orta-çağ ’daki Dicle olarak kabûl ettikleri bugün kurumuş olan bu eski kol ile aynı saymak lâzımdır [ yk. bk. ]. Stieler ’in Handatlas (19*8, yaprak 59 ) ’ında bu nehre Şatt al-Vâsit denmekte ve Vâsıt ’m kendisi de yukarıda bahsettiğimiz coğrâfî yerde ( 32* 15') bu­ lunmaktadır ( Mezopotamya haritasında -BL 9- Vâ~ sıt, Nahr Ducele ’den 7-8 km. cenûb-i garbide gösteriliyor ). Vâsıt ile Küt al-Hay arasındaki mesâfe, Şimalî Babilonya haritası ( Karte ton Nordbabylonien, mu­ vakkat basım, Berlin, 1918, 1/200.000, yaprak 9) ve Stieler ’in Handatlas ( yaprak 59 ) ’mda olduğu gibi Mezopotamya haritası ( yaprak 5ü) ’na göre kuş uçuşu 23-24 km. dir. A. de Liedekerke ’nin tah­ mininin (40 km.) mübalağalı olduğu açıktır, Vâsıt ile Kût-üI-Amâre arasındaki mesâfe ise kuş uçuşu 70 km. civârındadır. Orta-çağ Vâsıt ’ımn yeri mes’elesi, yukarıdaki hususlar dikkate alınınca, bugün oldukça kesin bir şekilde halledilmiş sayılabilir. Eskiden bu şehir, bilhassa Şa{t al-Hay kıyısında yahut hiç olmazsa bu­ raya yakm çevrede aranmakta idi; bu, Irak coğraf­ yasının yerli modern temsilcileri ( Hâşim al-Sacd! ve eAbd al-Razzâk al-Hasanî gibi) için bugün de geçerlidir. Her halde Vâsıt ’m bulunduğu yerin ismi bahis mevzuu edilen bölgede, bilhassa Küt al-Hay civarında, Şatt al-î/tay ’m iki kolunun mey­ dana getirdiği açanın iç kısmında biraz cenupta, daha doğrusu şarktaki kolu olan Şat| al-Aemâ ’nm îslâm Ansiklopedisi



225



hemen yakınında bulunduğu isbat edilmiştir. Ches­ ney (bk. ayn. esr., I, 36 ve Allaş, levha IX), Küt i al-Hay ’m civârında ve şehrin şarkında "Neishaget Vasut höyükleri”ni görmüştür. Daha sonra Loftus, Travels and Researches in Ckaldcea and Sustana



( London, 1857 ) ’da bulunan haritada Vasut *u aynı yerde göstermiştir. Bunun içindir ki, onun zamanın­ da (191i; yk. bk. I, 694b) Orta-çağ Vâsıt ’ıtıın Küt al-Hay civârında bulunabileceğine şüphe ile ba­ kılmalıdır, Hâşim al-Sa'dî ( Cuğrâfîyâi al~cIrâfc at~ }}adha, 2. baskı, Bağdad, 1927, s. 145 ) ’nin, Vâsıt harâbeîerini al-Hay şehri yakınında Şa$t alA cmâ kıyısına yerleştirmesi, onun da, aynı böl­ geyi düşündüğünü açıkça gösterir. cAbd al-Razzâk; al-Hasanî ( Riljla fi 7 -c/rö£, 2. baskı, Bağdad, 1925, s. 29), burada birçok tepenin bulunduğunu ve bu­ gün bile görülebilecek eserlerin ( muhtemelen mimârı, kalıntılar) mevcut olduğunu ifâde etmektedir. Aynı müellif, Müciz Idrlh al~buldân al-*iradîye (Bağdad, 193°, s. 119 ) adlı son eserinde de al-Hay’m eski Vâsıt ile kesin olarak aynı olduğunu be­ lirtmektedir. Cuinet ( bk. T u rq u ie d 'A s i e , III, 313 ), Kalfat Sakar ( Celatseker, yukarıda A. de Liedekerke ’de Kal'at Sikkar olduğu ve 32° arzının biraz aşağı­ sında) ve Küt al-Hay arasında yârı yolda, altında antik harâbelerin bulunabileceği farzedilen tepecik­ lerle örtülü bir bölgeye gelineceğini ortaya koymak­ tadır; mühim olan husus Hay al-Vâsit’m meşhur Vâsıt şehri olmasıdır; burada, bölgede yaşıyan Arap­ ların el - Menâre diye isimlendirdikleri bir saray kapısı hâlâ görülmektedir. Cuinet ’deki bu bilgiyi L. Massignon (La passion d ’al~Hallaj, Paris, 1922, I, 23 ) ’un eskiden al-Hay kazâsında arazi müfettişi olan bir Bağdadimin verdiği bilgiye dayanan bir no­ tu ile birleştirmek mümkündür. Bu nota göre, hâlen terkedilmiş olan Vâsıt’m harâbeleri, Raşid adın­ daki nehrin kurumuş bir kolu üzerinde ve birkaç eski mezar ile yıkılmış bir minareden ibâret bulun­ maktadır ( Cuinet tarafından belirtilenlerin bunlar olduğu anlaşılmaktadır). Chesney ve yukarıda zikr­ edilen Irak coğrafyası hakkında iki Arapça eserde bahsedilen harâbelerin de aynı olması kuvvetle muh­ temeldir. Kiepert ’in C a r te generale d e I ’ Em pİre ö tlo m a n (Berlin, ı892)’mda Vâsıt’m Şatj aI~Hay’m şark kolu üzerinde 31° 55’de gösterilmesi burada verilen bilgilere uymaktadır. Ayrıca haritalarda ( meselâ Chesney ’de, levha IX ve Stieler ’in Handatlas ’mda gösterilen yer, bu sonuncuda 310 45 ’şimâl arzı civârında) Şa{t al-Hay adasında hâlâ Vâsıt al-Hay denilen bîr yer mevcuttur; burası Küt al-Hay ’m yaklaşık olarak 40 km, cenûbunda ve muhtemelen eskiden onun yanında akan Şatt al~Acmâ ’dan 6 km. uzakta yer alıyordu ( 3 i ° 45 '). Bu yerlerin, daha doğrusu Şatt al-Hây ve çevre­ sinde bulunan kalıntıların ne olduğunu tesbit etme



F. 15



rz6



VÂSIT — VÂSİ* ALİSİ.



işi, mahallinde yapılacak araştırmalara kalmıştır. Muhtemeldir ki biri Küt al-play ’m yakınında, di­ ğeri daha cenubunda biraz uzakta iki Vâsıt ’m varlığı ispatlanabilir; ancak Şaft ai-Hay bölgesindeki bu yer­ lerin Orta-çağ Vâsıt ’ı ile bir alâkası olduğu kesinlikle söylenemez. Vâsıt İsminin burada kullanılması her halde nehrin yukarıda izah edilen mecra ve kanal değiştirmesi hâdisesi neticesinde şehirden göç et­ miş olan halkın buraya yerleşmesiyle açıklanabilir. Eskİ Vâsıt ’ı yenisinden ayırmak için, Vâsıt menşe'li ahâlî bu yeni yere Vâsıt al-l^ay ismini vermişlerdir. Küt al-İday şehrinin tarihi hakkında kesin bîr şey söylenemez ancak erken Orta-çağ 'a kadar uzana­ cağına da ihtimal verilemez. O sıralarda ehemmiyetsiz bir şehir olarak mevcut olmuş olabilir; muhtemelen XVI. asırda Vâşıt *ın yıkılışından itibâren ehem­ miyet kazanmıştır. Bu itibarla eski Vâsıt’m yeri­ ne geçmiş olarak gösterilebilir. Küt al-hîay bugün istikrarlı bir gelişme içine girmiştir; Şaft al-play vadisinin en büyük mevkiini işgal eder; 1930’larda nüfûsu 10.000 civârmda idi (bk. cAbd aî-Razzâk al-Hasanî, Müciz, 193°, s. 119 )• B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilenle­ rin dışında ; B G A (nşr, de Goeje), tür. yer.; Yâğût, Muccam (nşr. Wüstenfeld), IV, 881-888; Balâzurî, Futüh al-Buldm ( nşr. de Goeje), s.



289-292; TabarI, bk. mtfefcs; îbn al-Aşir ( nşr. Tornberg), İndeksi M. Streck, Babylonien nach den arabisch. Ceoğraphen ( Leiden, ), II» 318-338 {burada geniş bibliyografik bilgiler vardır); G. le Strange, The Lands of ihe Eastern Caliphate ( Cambridge, I9 °5 ), s* 39 v.d. ve J R A S , 1895, s. 44 v.d.; J. Perier, Vie d'alHadjdjâdj îbn Yousof (Paris, 1904)3 s. 205-213, indeks; E. Reitemeyer, Die Stâdiegründungen der Araber im İslam (Münih, I 9 *2 ), s. 44'4^; J, Obermeyer, Die Landschaft Babylonien im ZeitaT ter des Talmuds und des Gaonats ( Frankfurt, 1929), s. 91-93, I99“201, 3 3 6 v.d.; krş. madd. t AT HA, KESJCFR ve MEYSÂN. (M. Streck.) V  S L [Bk. vÂsî.] V  S Î. [Bk. VA-İYLT.l V  S İ “A L İS İ. [Bk. V  S İ ’AUsi/j V  S İ’ A L ÎS İ. VÂSİ»‘ALİSİ, ‘AU * al~D’ n



'ALİ B. ŞÂLİH (î-1543). XVI. a s ı r T ü r k mü d e r r i s ve e d e bi y a t ç ı s ı , eski tarz nesrin en önde gelen üstâdı. Hayatının sonunda ihtiyarlık zaafına uğradığı yolunda, kendisini çok ileri bir yaşa varmış gösteren bir kayda göre, doğum tarihi muh­ temelen Fâtih Sultan Mehmed II. devrine çıkan Alâeddin Alî, Filibe’de dünyaya gelmiştir. Babasının ihtimamıyla muntazam bir tahsil gören Alî Çelebi, Edime ’de Üç-şerefeli medresesinde iken, 925 (1519) ’te İstanbul ’da Sahn müderrisliğine getirilip, ardın­ dan Edirne’de Bayezid II. medresesine geçen ve 927 (15 2 1)’de de Rumeli kazaskerliğine yükselen Ab-



dülvâsi’ b. Hayreddin Hızır’a dânişmend olup, muîdliği sırasında kendisinden mülâzım olmuştur. Hocasına intisâbı dolayısıyla Vâsi* Alîsi diye şöhret bulmuştur. Hammer’den bu yana günümüzde M. Ovvens ’e kadar bâzı yabancı müelliflerin bu lekabı yanlış olarak VâsPAli şeklinde bir isim hâline çevir­ dikleri görülür. Adı eski kaynaklarda bâzan Sâ~ üh-zâde er-Rûmî sürerinde de kaydolunmaktadır. Yetişme çağında hat san’atını öğrenmeğe çalışan Alâeddin Alî, bunu Şeyh Hamdullah’ın dâmâdı Şeş-kalem Şükrullah Halîfe’den elde etti. Hangi medresede iken Abdülvâsi ’nin muidi bulunduğu be­ lirtilmeyen Alî Çelebi, müderrislik hayatına Bursa’da başladı. Burada Önce yirmi akçalık Bayezid Paşa medresesinde hizmet gördü. Onun bu medreseye şâir Gazâîî Deli-Birâder’in yerine verildiğine dâir Belîg’in kaydı kabûl edildiği takdirde, Gazâlî’nin buradan ayrıldıktan sonra intisab edip birlikte Mısır’a gittiği (909=» 1509) Şehzâde Korkud, 918 ( I5î3 ) ’de katledildiğine göre, oraya tâyininin daha önceki yıllarda olması gerekir. Ancak namzed olup müderris sınıfına geçebilmesi için bu çağda Abdül­ vâsi’nin kendisine mülâzemet verebilecek bir ted­ ris kademesinde bulunup bulunmadığı belli de­ ğildir. Bu medreseden sonra derecesi yine yirmi akça olan Ferhâdîye medresesine geçen Vâsi ’Alîsi, 933 (1526/1527 ) ’ten önceki bir tarihte, Bursa ’da devrin gözde bir medresesi tanınan kırk akçalık H üdâvendigâr (Kaplıca) medresesine, şâir Üsküblü îsHak Çelebi yerine müderris oldu. Bu tarihi, bura­ dan ayrılan îshak Çelebi ’nin İznik ‘teki müderrislik devresini takiben 933 ’te Edirne Dârüîhadîs ’ine tâyin edildiğine dâir bilginin yardımı ile elde ede­ biliyoruz ( krş. Mecdî, Hadâytka 'ş-Şaköyık> s. 47 ° krş. ve 468). Uzunca bir müddet Bursa ’da kaldığı anlaşılan Alâeddin Alî, 944 ( I537)'te Edirne’de elli akçalık Halebî (Çelebi) medresesine, kısa bir müddet sonra ( Belîg ’e göre, 944 rebîülevvelinde) da Yeni Câmi ( —Selimiye’nin inşâsından sonraki is­ mi ile : Üç-şerefeli ) 'deki Atîk medrese ( daha son­ raki şöhreti ile : Saatli Medrese) ’ye verildi ( Edirne tarihçisi Ahmed Bâdî, Halebî’den sonra getiril­ diği medresenin Hüsâmîye [ —Ekmekçi Köylü] medresesi olduğunu defâatle söyler ise de, o tarihte buranın yirmi akçalık medrese olması dolayısıyla Alî Çelebi ’nin elli akçalık bir medreseden bu ka­ demede bir yere tâyin edilmesi mümkün değildir). Alî Çelebi, 945 ( 1538/ 1539 ) ’te İstanbul’da Sahn’m cânib-i yesâr (Karadeniz ciheti = Çifte Başkurşunlu) medresesi müderrisliğine getirildi (Bu tâ­ yini 944 olarak gösteren bir kayıd için bk, Tarih-i silsile-i ulemâ, Süleymâniye, Es’ad Efendi Kütüp. nr. 2142, var. 217a). Burada iken Alâeddin A li’nin Istanbul’da Halıcılar-koşkü’ndeki kiliseyi (— Lips manas­ tırı ) câmie çevirdiğine dâir Ayvansaraylı Hüseyin ’ in Vefeyât ’ mda yer alan bir kayıd, kendisi ile aynı adı taşıyan ve yine kendisi gibi Bursa kadılığı sıra-



V  S İ’ A L İS İ. sında ölen Fenâri-zâde Alâeddin A li ile karıştırıl­ lerek, Sadrâzam Lutfi Paşa vâsıtasıyla Kanunî ’ye maktan ileri gelme bir hatâdan başka şey değildir. takdim olunması üzerine, Alâeddin A l î’ye mükâAym müellifin diğer eseri Hadîkatü 'l-cevâmi ( 1 ,157) faaten Bursa kadılığının verildiğine dâir, o tarihte 'de doğrusu belirtildiği üzere Fenârî îsâ mes­ Defter emînİ olan Küçük Nişancı Mehmed Paşa 'dan cidi diye tanınan bu mâbedi kiliseden câmi hâline dinlediği bir rivâyeti nakleder. Muhtelif müellifler getiren, gerçekte Fenâri-zâde A li ’dir. Sahn ’a ge­ tarafından tenkidsizce tekrarlanan bu rivâyetın, mevlişinden bir sene sonra (946— 1539/1540), tekrar cud bilgiler bakımından ihtiyatla kabûlü gerekmek­ Edirne’ye» büyük âlîm Muhaşşî Sinan yerine, Ba­ tedir. Alâeddin A lî Çelebi ’mn, uzun zamandan heri yezid 11. medresesine altmışlı pâye ile müderris niyet ettiği halde zaman bulamamaktan dolayı bir tâyin olundu. Burada iken -rivâyete göre, tamamla­ türlü başlayamadığı eserini ancak Atîk Medrese’ ye dığı Humâyûn-nâme adlı eserini Kanunî Süleyman’a tâyin olunduğunda, yâni 9 4 4 ’te, kaleme almak fır­ sunması üzerine- 949 (15 4 3 ) ’da kendisine, kazas­ satını elde ettiğine dâir açık ifâdesi karşısında, onun, kerliğe açılan bîr mevki olması bakımından İlmîye eseri, yirmi y ıl gibi bir zaman zarfında meydana gesmıfmca devrin en gözde mansıblarmdan biri sayı­ ; tirdiği rivâyeti mesnedsİz kalmaktadır, ö te yandan lan Bursa kadılığı tevcih olundu. Ancak, ne var ki Küçük Nişancı Mehmed Paşa ’mn,  lî’ye anlattı­ ileri yaşı dolayısıyla çok geçmeden Bursa ’da hayatı ğına göre, yirmi sene uğraşarak tamamlayabildiği sona erdi. Mezarı Emîr Sultan Câmİi haziresinitt eserini Alî Çelebi, bir nüshasını şahsına hediye ola­ türbeye yakın bir noktasında, camie çıkan merdiven rak, diğerini de Kanunî ’ye arzedîlmek üzere bir kenarındadır. ikindi divanında Lutfİ Paşa ’ya takdim ettiği zaman, Vâsi’ Alîsi 'ne asırlar boyunca devamlı bir şöhret vezir-i âzam hayal kırıcı bir anlayışsızlık göstererek, kazandıran şey, çok san’atkârâne bir üslûbla kaleme vaktini hayvan masalları anlatan bir eser uğrunda aldığı Humâyûn-nâme adlı eseri olmuştur. Nazım harcamış olduğu şeklinde kendisini azarlamakla bevadisinde belli başlı bir faâliyet göstermediği tez­ râber, eseri pâdişâha arzetmiş, Humâyûn-nâme ’yi kire müelliflerince bilhassa belirtilen Alâeddin Alî, o gece okuyup san’at kıymetini çok takdir eden şiirleriyle meşhur olmadığı ve Humâyûn-nâme ’yi hükümdârm emri ile, Lutfi Paşa’ nm muhâlefetine henüz te’lif etmediği tarihlerde tertib edilen Sehî rağmen hemen ertesi günü Bursa kadılığına nasbTezkiresi ’ne girememesine mukabil, daha sonraki olunmuştur. Halbuki, bu tâyin için Tarih-İ Siltezkireler ve haltercemesi kaynaklarında, bu eser ve sİle-i Ulemâ, var. 23a, Sultama T-vusul ve Belîğ ’de içindeki şiirleri sebebiyle dâima bahis mevzuu edil­ verilen 949 tarihinden bir yıl önce, Lutfi Paşa sa­ miştir. Şiirleri, H. X . asrm sonuna doğru, Pervâne dâretten ayrılmış bulunuyordu. Bu rivayet, Bursa Bey mecmuası gibi şiir mecmualarında da görül­ kadılığına tâyini tarihinin ancak 948 muharreminden meğe başlar. Edirne tarihçisi Ahmed Bâdı, onun önceki bir zamana götürülebilmesi hâlinde mûteber Humâyûn-nâme ’yi Hüsâmîye ( ^ Ekmekçi Köylü ) olabilir. Çünkü, bizzat belirttiği üzere Lutfi Paşa, medresesinde kaleme aldığını ısrarla söylerse de, 948 muharremi başında ( nisan I 54 1 ) vezâretten müellif, eserinin dibacesinde, Câmi-i Cedîd ( — Üç alınmış (L u tfi Paşa, Tarih, İstanbul, I3 4 L s. 3 ve -şerefeli) yanındaki Atik Medrese ’de yazmağa 386), yerine Hadım Süleyman Paşa getirilmişti. başladığım belirtir. Câmi ile birlikte Murad 11, Kadılığa tâyin tarihini de daha geriye götürmek tarafından yaptırılan ve orada Fâtih ’in inşâ mümkün olmadığına göre, ya eserini Nişancı Meh­ ettirdiği Yeni Medrese’den ayırdedilmek için adı­ med Paşa’nın ölümünden (979 = 15 7 1) yirmi üç na Atık Medrese denilen medresenin, Hüsâmî­ sene sonra (10 0 2 ) yazan  l i ’nin, aradan uzunca ye olmayıp, daha sonraki ismi ile Saatli Medrese bir zaman geçmiş olması dolayısıyla* onun vaktiyle olduğu bilinmektedir ( Edirne Salnâmesi, Edirne, kendisine anlattıklarım yanlış hatırlama neticesi, 1319, s. 914; Ekrem Hakkı A y verdi, Osmanlı Mimâ- aslında Lutfi Paşa’mn 946-948 ( I 539-I 54 1 ) ara­ rîsinde Fâtih Demi, İstanbul, 1973, III, 225, 229; sındaki sadâret devresine rastlayan Bayezid II. krş. ayn. mil., Osmanh Mimârîsinde Çelebi ve II., medresesine tâyini keyfiyeti ile ilgili olacak iken bu­ Sultan Murad Demi, İstanbul, I973, II, 461 v.d,; nu Bursa diye göstermiş olması ihtimâlini, yahud da, Klaus Kreiser, Edirne İm 17. Jahrhundert nach Evli­ Humâyûn-nâme ’nin takdimi mes’elesi Lutfi Paşa’nm ya Çelebi, Freiburg, 1975, s. 74 v.dd.). Ahmed Bâdı, sadâreti zamanında cereyan etmiş olsa hile Bursa evvelce taşıdığı Atîk Medrese adına hiç temas etme­ kadılığına tâyininin hemen değil, aradan bir sene­ yip burayı sâdece Saatli Medrese diye zikreder ( Ri- den fazla bîr müddet geçtikten sonra vuku bul­ yâz-ı Belde-i Edime, Bayezid Devlet Kütüp., nr. duğunu düşünmek icâb edecektir. Peçevî ve Belîg 10391, 5. 90). Diğer taraftan, Humâyûn-nâme ’yi, tarafından iktibas olunan, Hammer ve ondan is­ Âşık. Çelebi, müellifin Sahn müderrisliği devre­ tifâde eden başka müelliflerin ise oldukça yanlış sinde, Beyânî ise, Bayezid II. Medresesi’nde iken anlayarak naklettikleri bu fıkrayı, sırf Lutfi Paşa ’mn yazdığım kayd ederler. Ancak, bu tarihler eserin zihniyet ve san’at eserlerine karşı tutumunu belir­ bitirilmesi île alâkalı olabilir. Müverrih  lî, kitabın tecek bir şahadet olmak sıfatıyla tekrarlayan R. T scyirmi senelik bir çalışma sonunda meydana getiri­ hudi ( Der Âsafname des Lutfi Pascha, Berlin, 19 1*,



^28



VÂSİ ’ALİSİ.



s. 1 4 ) ve Fuat! Köprülü (Lutfi Paşa, T M , 1925* î, 143 v .d .) gibi müellifler, rivâyetteki kronolojik tutarsızlığı farketmemişlerdir. Humâyûn-nâme, Hüseyin Vâiz ( ölm. 910=1505 ) *in Farsça musamma Kaîila Va Dimna tercümesi [bk. madd. KÂ^İEİ, KELÎLE VE l IMM J olan Anvâr-ı Suhaylî ’nin Türkçe tercümesi olup, ifâde ve hayâl kuvveti ile aslını çok aşmış bîr eserdir. Anvar-ı Suhaylî'nin metnine tamarmyle bağlı kalmayan Ali Çelebi, üslûbunu muğlak bularak onu ıslâha çalışmış, ifâde, hattâ yer yer muhtevâ bakımından yeni baş­ tan işlercesine zenginleştirmiş, daha kuvvetli tas­ viri tablolar, âyet ve hadîsler, Arapça-Farsça bir takım yeni şiirler, hikemiyat ve meseller ilâve­ siyle genişletmiştir. Silvestre de Sacy, Farsça me­ tin üzerindeki tasarruflarının derecesini lâyıkİyle tâyin edememiş olmakla berâher, yaptığı çıkarma ve değ'şİkliklerin Ali Ç elebi’nin edebî zevkine ve aynı zamanda çetin bir metni tercüme etmekteki ehliyetine delâlet ettiğini söylemeyi de ihmâl etmez. Asıl metindeki Farsça manzumelerin bir kısmım kendi manzum tercümeleri ile karşılarken, adlarım zİkretmeksizin Türk şâirlerinin seçme mısraları ile de eserini süsleyen A li Çelebi, üslûbunda Türk -ösmanh kültüründen gelme heyâl ve benzetmeler ile yerli hayat unsurlarına mmâcaat etmekten de geri kalmamıştır. Ondakı yerli rengi sezebilen Hammer, yazıldığı şehir hususunda bir aldanma ile de olsa, müellifin çeşitli güzellikleriyle Bursa nın tabiat dekorunu eserine aksettirmiş olduğundan ehemm yetle bahseder. Hayatının büyük bir kısmım Bur­ sa ’da geçirdiğine dikkat eden Krimsky de, Ali Çe­ lebi ’nin üzerinde yirmi yıl çalıştığını ve Bursa ’da hazırladığını sandığı eserine, oranın tabiat güzellik­ lerinin aksettiği düşüncesindedir. Humâyûn-nâme, devirlerinin aynı zamanda güzîde edebiyat münekkİdleri olan muhtelif tezkire müel­ liflerince, istisnasız bir sûrette, daha önce Türk nesir san'atında benzeri görülmemiş bir şâheser olarak kabûl edilmiştir. Nesir san'atı bakımından Tâcî-zâde Câfer Çelebi, L âm i’î, Kemâl Paşa-zâde gibi şöhretlerinkînden çok üstün tutulan eseri, Ner­ gisi, Veysı gibi büyük üstadların bu vâdide yeni ve parlak örnekler verdikleri sonraki devirlerde de şöhret ve itibârım muhâfaza etmiştir. Münşiyâne nesir tarzına tamamen muhâlif olduğu halde, Nâmık Kemâl bile bu tercümeyi T ürk edebiyatı için bîr kazanç kabûl eder ( Bahar-1 Dâniş mukaddimen, İstanbul, 1290=1874, s. 7 ) . Türk müelliflerin onun hakkmdaki takdirlerini Avrupalı müellifler de ay­ nen benimsemişlerdir. Bunlardan Arthur Lumley Davids, Humâyûn-nâme 'de Türk edebiyatında edebî nesrin en güzel örneğini verirken, Ali Ç elebi’nin, aynı zamanda, düşünce ve üslûb güzelliği ile örülü masallar ve hikâyeler silsilesi içinde bir ahlâk sistemi te’sis ettiğini söylemekten kendini alamaz. Hammer, onu ölmez bir eser diye tavsif etmektedir. Garp



edebiyatındaki hayvan masalları ve bu arada La Fontaine 'inkiler ile Humâyûn-nâme arasında muka­ yese yapan Dora D 'Istria, fazla olarak ondaki bâzı hayvan tipleriyle, devrin devlet ricâlinin temsil edil­ miş olduğu kanâatini ifâde eder. Türk edebiyatına, ahlâkî, içtimâi ve siyâsî ter­ biyeyi gaye edinen nasihat ve düşüncelerle örülmüş renkli ve canlı bir masal kitabı kazandırmakla-büyük ve devamlı bir rağbet gören Humâyûn-nâme ’nin, vasat okuyucu zümresinin istifâdesi için, sonraları ayrıca hulâsaları ve sadeleştirilmiş şekilleri de or­ taya konulmuştur. K â ş ifi’nin eserindeki gibi anla­ şılması güç ifâde ve kelimelere yer vermeyeceğini söylemekle berâber, ancak münşiyâne nesrin lü­ gatine âşinâ olanların anlayabileceği- bir dil kul­ lanan Ali Çelebi ’nin kitabı, Kâtib Çelebi ’nin bil­ dirdiğine göre, X V II. asırda Şeyhülislâm Yahya Efendi tarafından, üçte birine indirilerek hulâsa edilmiş; bunu, X V III. asırda Osman-zâde T â ib ’in Simârü ’l-cîmâr ( yahut Zübdetü ’l-ezhâr} adlı sa­ deleştirilmiş bir hulâsası (İstanbul, 1256= 1840 ), X IX . asrın son çeyreğinde ise, mevcut basmaları çok hatalı bulan Ahmed Mıdhat Efendi tarafından Yıldız sarayı kütüphanesindeki değerli ve doğru bir yazma nüshası üzerinden Abdülhamİd II. ’in emri ile dili daha da sadeleştirilerek yapılan yeni bir hulâsası tâkİb etmiştir ( Hulâsa-i Humâyûn-nâme İstanbul, 1304). Bu hulâsada Ahmed Midhat, hi­ kâyelere, ahlâkî ve hikemı izâh ve şerhler ilâve et­ miştir, Humâyûn-nâme, Osman-zâde hülâsası esas alınarak Abdünnâfî tarafından nazm edilmiştir ( Nâfiü'l-âsar neülâüe-i Simârü'l-csmâr, İstanbul, 1268— 1852). Pek çok yazması bulunan Humâyûn-name, 1835-1876 yılları arasında müteaddit def’alar basıl­ mıştır (Bulak, 1251=1835, 1254=1838; İstanbul, 1293=1876, [2 defa] ve birde tarihsiz baskı). Garpta, büyük alâka gören Humâyûn-nâme ’nîn, X V II. asır ortalarından başhyarak, muhtelif Avrupa dillerine büyüklü veya küçüklü tercümeleri yapılmıştır. Anuâr-i Suhaylî'nın 16 4 4 ’ten itibâren mükerreren basılan Fransızca tercümesine rağmen doğrudan doğ­ ruya Humâyûn-nâme ’nin nakline ihtiyaç duyulmuş, önce Brattuti tarafından iki cilt hâlinde İspanyolca ( 1654-1659 ), müteakiben devrinin büyük şarkiyatçısı A . Galîand (16 4 6 -1715) tarafından meşhur Fran­ sızca tercümesi ( L&s contes ei fables indtennes de



Bidpai et de Lokman, traduiles d*Ali Tchelebi -ben - Salek, auieur iurc, Paris, 1724) vücûda getirilmiş­ tir. Cardonne tarafından devam ettirilip 1778 ’de üç cilt hâlinde tamamlanan, arada (1785 ve 1786 ) yeni baskıları çıktıktan başka, Panthcon Liiteraire adlı külliyatta (Paris, 1838, s. 379-549) bir neşri daha yapılan Galiand tercümesi vâsıtasıyla garp edebiyat âleminde geniş bir alâka toplayan Hümâyûn - nâme, Anvâr-i Suhaylt'nin Fransızca dışında başka garp dillerine tercümesinin ancak X IX . asırda müm­ kün olmasına mukabil, 1745 ‘te Alman, 1762 ’de



VÂSİ’ ALÎSİ. İsveç, 17S1 ’de Felemenk, 1783 ’te Macar dillerine tercüme edilmiştir. Ayrıca Meninski ’nin "Grammatica Turcica* (Viyana, 1680, s. 196-203 ) ve Arthur Lumiey D avids’in ” Grammatre Turhfi" (London, 1836, s. 212 v.d d .) kitabı, yanısıra, Türk dili ile il­ gili gramer ve müntehebat nevinden başka eserlerde de (m sî. Jones, Poeseos Asiaticae Commentariorum Libri VI cam appenİİce, nşr. Eichhorn, Lipsae, 1777, s. 378 v.d.; M. Wickerhauser, Wegweiser zam Ver-



tandnîss der türkischen Sprache, Eine deutsch~tür~ kische Chrestomaihie, Viyana, 1853, s, 250, 270), çeşitli edebiyat ve şarkiyat mecmualarında (msl. Adrien Royer, Fragments du Humatoun-nameh, J A t 1848, s. 381-416; 1849, s. 415 - 453 ) Humâyûnnâme 'den seçme parçalar ve bunların tercümeleri neşrolunmuş; Hammer ve Servan de Sugny tarafın­ dan bâzı küçük parçalarının manzum tercümeleri de yapılmıştır. Eseri ve münderecâtım etraflı bir şe­ kilde tanıtmak gayesiyle, müsteşrik E. von Dıez de müstakil bİr kitap kaleme almıştır ( Ueber Inhalt and



Vortrag, Entstehung und Schicksale de$ kpniglichen Buchs, eines Werks von der Regierungskunst, ah Ankündigang tiner Ucberstzung nebst Probe aus dem Türkisch-Persisek-Arahkchen des Waasst Aiy Dschelebi, Berlin, 1811, 2 + 2 14 s.). Galland tercümesi Malay ( 186Ğ ) ve Java ( 1879 ) dillerine de naklolunan Humâyûn-nâme ’nin, X IX . asrın ilk yarısı dolmadan muhtelif garp dillerine yapılan irili ufaklı tercümelerinin sayısının elliyi bulduğu belirtilir ( Kraft, Dıe arabtsehen, persisehen und türkischen Handschriften der Kaİserlich-Konİglichen Orientalischen Ahfidemİe zu Wien, Viyana, 1842, s. SO ). Daha sonra bu tercüme faâliyetİ, ayrı bir koldan, Ed. v. Adelburg ( Viyana, 1854 ve 1855 ), H. Jade (Leipzig, 1859) gibi müelliflerin seçmeler kitap­ ları ile devam etmiştir ( Humâyûn-nâme ’nin garp ■ dillerine tercümelerinin mühim bir kısmının lis­ tesi için bk, V. Chauvin, Bibliographıe des ouürages Arahes ou relatıf aux Arabes, Liege, 1897, II, 49-55. Humâyûn-nâme ’nin 1876 ve 1904 ’te Rusça 'ya ya­ pılmış tercümeleri için bk. Krimsky, Istoria Turçii İ eya literaiurt ( Moskova, 1910, s. 106, not 2 ), Osmanlı sahası eski Türk edebiyatının garp dil­ lerine en fazla tercüme edilen bir eseri olan Humâ­ yûn-nâme, âid olduğu mevzuu o derece temsil et­ miştir kİ, tercümelerinin garpta yeni yeni ortaya çıkmağa başladığı sırada D ’Herbelot gibi orientaîistler, Humâyûn-nâme ’yi, asıl kaynağı olan Kelîle ve Dimne’nin Farsça’daki umûmî ismi ve müterâdifi gibi telâkki etmişlerdir. Asırlarca Türk münevver zümrelerinin edebî zevkine cevap veren, diğer tercümelerinden daba muvaffak şekilde Kelîle ve Dimne*yi Türk edebi­ yatına mal eden, yapılan tercümeleri vâsıtası ile de onun garp âleminde tanınıp yayılmasında ayrı bîr hissesi bulunan Humâyûn-nâme ’nin, edebiyat ta­



229



rihi bakımından taşıdığı ehemmiyet ve mevki, ye­ ni zamanların münşiyâne nesri mahkûm eden edebiyat telâkkisinin te’siri ile unutulmuştur. Bu eskî şâheser, Türk edebiyatı tarihine dâir kaleme alman eserlerde, lâyık olduğu mevkii almak şöyle dursun, tamamıyla ihmâl edilmiştir. Meselâ, Gibb (A Histoıy of otioman poetry, London, 1904, H I, 9 ° ) ’in sâdece küçük bir notta ismini zikretmekle ik­ tifa, İbrahim Necmi { Tarifi-1 edebiyat dersleri, İstanbul, 1328, I, 89) ve Franz Taeschner ( Die osmardsehe Literatür, Handbuch der örientalistik, Leiden, 1963, V , 38) ’in kısaca temas ettikleri bu eser, günümüzün edebiyat tarihlerinde hiç anılmamıştır, Smirnov ve Krimsky, Türk edebiyatı tari­ hîne dâir taslaklarında, eser üzerinde biraz durmak ihtiyacım hissetmişlerdir. Diğer taraftan Kammer'in Osmanlı şiiri tarihi ( 1837 ) ile Servan de Sugny ’nin La Muse citoman (18 5 3 ), Fâik Reşad ’ın Eslâf ( 13 1 1 ) ve Basraadjian ’ m Essai sur l 'histoîre de la litterature oiîomane ( İstanbul, 1910, s, 48 ) ’mda ele , alınması ise, bu eserlerin mâhiyetçe birer şuarâ tezkiresi derlemesinden ibaret bulunmalarından olup, edebiyat tarihi ölçü ve çerçevesinde bir değerlendirişi ifâde etmezler. Fuad Köprülü de, Humâyûn-nâme ’yi, sâdece ağır ve tasannûîu nes­ rin örneklerinden biri olması sıfatıyla zikreder ( Anadolu 'da Türk Dili ve edebîyâtmm tekâmülüne umûmî bir bakış, Yeni Türk Mecmuası, İstanbul, 1933, nr. 7, s. 547). Vasfı Mahir Kocatürk ( Türk edebiyatı tarihi, Ankara 1970, s. 419 v.d.), dili üze­ rinde durmadan, Humâyûn-nâme 'yi bütünü ile değerlendirebiîmiştir. Ondan daha önce, eseıin me­ ziyetlerini belirtmeğe çalışmış bîr müellif olarak Faik Reşad ’ı da zikretmek gerektir. Humâyûn-nâme ’ nin geçmişte uyandırdığı alâka ve akis, yalnız edebiyat sâhasmda kalmamış, ayrıca Türk minyatür san’atında da kendisini göstermiş­ tir. Farsça Kelîle ve Dimne ’ler üzerinde teşekkül etmiş minyatür an’anesine mukabil, Humâyûn-nâme metni etrafında da Osmanlı üslûbuna bağlı yeni bir minyatür zemini doğmuştur. Meselâ, yazılışından onbeş-onaltı sene sonra (964= 1557) terîib olun­ muş 88 minyatürlü Topkapı Sarayı-Revan Kütüp­ hanesi nr. 843 nüshası için bk. Fehmi Edhem Karatay, Topkapı Sarayı Müzesi Türkçe Yazmalar Katalogu, İstanbul, 1961, II, 304; Nurhan Atasoy -Filiz Çağman, Turkish Minİature Painlİng, İstanbul, 1974, s. 61 v.d., Levh. 38i; yine, 974— 1567^ 6 meydana getirilmiş 3° minyatürlü Topkapı Sarayı -Hazine Kütüphânesi, nr. 359 ’daki diğer nüshası için bk. F. E. Karatay, II, 306; Güner İnal, Kahire'de yaptlmtş bir Humâyun-nâme*nin minyatürleri, Belle­ ten, 1976, X î/ i 59, s, 438-465; kezâ, 997=1589 ’da 165 minyatürle işlenmiş bir nüshası ( British Museum, Add. 15. *53 ) için bk. Rieu, Catalogue, 1888, 228a G . M. Meredith-Owens, Turkish Miniaiures, London, 1963, s. 27 v.d.? Leyh, V -V t, X III-X IV ,



230 X V I I I - X X ve yalnızca diğer nüshalar.



VASİ*



â l îs î- v a s îy y e t .



bâzı parçaları ele geçen



B îbliyografya ; Latifi, Tezkire { İs­ tanbul, 13 14), s. 248 v.d.; Taşköprî-zâde, Şaka­ yık aTNifmanîya, İstanbul Arkeoloji Müzesi K ü tüp., nr,, 4 02, var. 1 5 7 Aşık Çelebi, Meşâİrû ’şşuarâ (nşr. Meredith-Owens ), London, 1971, var. 1803-181»; Haşan Çelebi, Tezkire, Üniv. Kutup., nr. T Y 1737, var. 22 o*~22 i »; Mecdî, Şakayık tercümesi (İstanbul, 1269), s. 486 v.d.; Tafcl al-dîn b. al-Tamimî, aTTabâkat al-saniyya f i iarâcim al-Şlanafîya, Süleymaniye Kütüp., nr. 829, var. 297*; Beyânı, Tezkire, Üniv. Kütüp., nr. T Y 2568, var. 59^60»; Âlî, Künhü 'l-ahbâr, Nûruosmânîye Kütüp., nr. 34°9, var. 145^-146»; Kaf-zâde Fâizî, Zübdetü 'l-eşâr, Üniv. Kütüp., nr. T Y 1646, var. 8 la; Baldır-zâde, Ravzatü ’î-evliyâ, Üniv. Kütüp., nr. T Y 9656, var. 8o^-8ı»; Kâtib Çelebi, Stillam aTvuşül ilâ fabakâf al-fubül, SüIeymâniye-Şehİd A li Paşa Kütüp., nr. 1887, var. 154^'t ayn. mil., K aşf abşunün ( İstan­ bul, 1943), 11, I 5° 9 ; nşr. Flügeî, London* 1850, V, 239; Evliya Çelebi, Seyahatname ( İstanbul, 13 14 ), II, 54; Peçevî, Tarih ( İstanbul, 1283 ), I, 59 v.dd.; İsmail Beîîğ, Gülâeste-İ rîyâz-t irfan ve vefeyât-t dânİşoerân-ı nâdiredân ( Bursa, 1302 }, s. 297 v.dd.; Müstakim-zâde Süleyman, Tuhfe-İ hattâtîn (İstanbul, 1928), s. 316 v.d.; ayn. mlî., Macallat al-nişâh, Süley mân İye-Hâlet Efendi Kütüp., nr. 628, var. 432^; Hüseyin Ayvansarayî, Vefeyât, Süleymâniye-Es’ad Efendi Kütüp., nr. 1375, var. 102a” b; Mehmed Râşid, Zubdetü '1-vek.âyt der belde-i celîle-i Bursa, Millet-Ali Emîrî Kütüp., Tarih kısmı, nr. 89, $. 233 v.d. (aynen Beliğ 'den nakil); Şeyh Fahreddin, Gülzâr-t irfân, MilietA li Emîrî Kütüp., Şer’îye kısmı, nr. 1098, var. 2 l2 a“ k; îzzet-zâde Abdülaziz, Terâcim-İ ahvâl-i ulemâ t)e meşâyih, Üniv. Kütüp., nr. T Y 2456, var. 71K D ’ Herbelot, Bibliotheque otientale (Paris, 1697 ), s. 145, 450; Silvestre de Sacy, Calila et Dtmna ou Fables de Bidpai (Paris, 18 16 ), s. 51 v.d.; Art hur Lumley Davİds, Kitabü* l-ilmın-



nâfi* f î tahsil-i sarf u naho-i Türkî-Grammaire Turke (London, 1836), s. L X II-L X III,2 I2 v.dd.; J. v. Hammer, Umhlick auf emer Reise von Constantinopel nach Brussa und dem Olympos (Peşte, 1818), s. 62; ayn, mil., G Ö R (Peşte, 1834), II, 197 v.d., Histoire de l ’empire ottoman (trc. J. j . H eliert), Paris, 1836, V , 387, 552; Deolet-i Osmaniye tarihi (trc. M . A tâ ), İstanbul, 1339, V , 260, 364; ayn. mil., Geschichte der osmanischm Dichtkunst (Peşte, 1837), II, 229, 234; Servan de Sugny, La Muse ottcmam ( Paris, 1853 ), ! s. X X V III, 253 v.d., 343; G . Flügeî, Dîe arabischm, persischen und tiirkischen Handschriften (fçr fÇeîserlich-Köniğlichen Hofbİbliothek zu Wien



(Viyana, 1867), III, 299 v.dd.; Dora D Tstria, La poesie des oiiomans ( Paris, 1877), s. 'f2-r]6> 199 v.d.; Ch. Rieu, Catalogae of the Tatkish Manascripts on the Brİtish Maseum ( London, 1888}, s. 227 v.d.; Pertsch, Verzeichnis der Türkischen Handschriften (Berlin, 1889), s. 435; V. D . Smirnov, Oçerk istorii tureçkoy literaturi, ( Petersburg, 18 91), s. 85; H. Ethe, Grandriss der iranische Philoloğİe ( Strassbourg, 1904 ), 11, 337 v.dd.; Şemseddin Sâmi, Kâmösü *l-a*lâm ( İstanbul, Î 3 1 1 ), IV, 3171, 3192; Mehmed Süreyyâ, Sicîll-i Osmânî (İstanbul, 13*5), IH , 497; Fâik Reşad, Eslâf (İstanbul, 1 3 u ) , 1, 55~5§ ; Ahmed Bâdı, Riyâz-t Belde-i Edirne, Bayezid Devlet Kütüp., nr. 10391, s. 93 ve Deoâyih-i malhakâi-ı vilâyet-İ Edirne, Bayezid Devlet Kütüp., nr. 10393, s. 150 v.d.; A . E. Krimsky, lstarta Turcİiİ eya Literaturi (Moskova, 19 19 ), s. 106 v.dd.; Bursalı M. Tânİr, Ahlâk kîtablartmtz (İstanbul, 1325), s. 11 v.d.; ayn. mil., Osmanlt müellifleri (İstanbul, 1338}, ÎI, 3^4 v.d.; Bağdadlı İsmail Paşa, Hadiyyat al-^Ânfîn, As­ ma* al-mıTallifln va âşâr al-mmannifîn ( İstan­ bul, 19 5 1), L 774 î E. Blochet, Catalogue des manuscrits turcs (Paris, 1933)» H, 54 v.d.; T h. Menzel, E l ( i 933), mad. WÂSIC cALISf; Sadeddin Nüzhefc Ergun, Türk şâirleri (İstanbul, 1937) j I, 422 v.dd.; Kâmil Kepecî, Bursa Kütüğü, Bursa li Kütüphânesi-Eski eserler kısmı, nr. 4519* E 129; Câhid Baltacı, X V . -X V I. asırlarda Osmanh medreseleri ( İstanbul, 1976 ), s. 482, (Ö mer F aruk Akün.) a l -V  SİK Bİ’LLÂH. [Bfe. v âsik b S’ll a h .] VÂSÎL B. 'ATÂ.* [Bk. vâsil .] VAŞÎYA. [Bk. VASİYYET.f VASÎYYET. V A Ş ÎY A ( A .) , İ h â î e ; ı s t ı l â h î m â n a s ıy la , so n a r z u y u b e lir t e n t a s a r ­ ruf, v a s i y e t n â m e , v a s i y e t l e b ı r a k ı l a n , m ir a s ; vasi, vasiyetle vazifelendirilen şahıs, bil­ hassa son arzuyu icra ve tahakkuk ettiren kimsedir. 1. İslâm öncesi Araplardaki vasiyette, tere­ kenin taksiminden çok, mirasçılara verilen emir ve tâlimatîar bahis mevzuu olmuştur; vasiyet, ve­ cîbelerin tevarüsünü ve an anenin devamım te’min eden, ölenin dinen mukaddes, mânevi vasiyetna­ mesidir. Bu mânada şîî telâkkisine göre A li, Peygam­ ber ’in vasisidir ve her imâm, kendi selefinin vasi­ si, yâni onun dinî vazifelerinin devam ettiricisi ve nazarıyesinîn idarecisidir. Bilhassa, dindar ve âlim kimselerin nazariye ve tavsiyeleri olarak vasiyetin edebî şekli, aynı kaynağa dayanır. 2, Peygamber’in muhitinde vasiyete, vasiyet ve vasiyetle bırakılan miras arasındaki münâsebeti tâ­ yin eden mülkiyet hukuku bakımından ehemmiyet verilmesi, mirasa ilk önce hak kazanan yakın ak­ raba ile uzak vârislerin nazar-ı İtibâra almmasındap ileri gelmektedir ( krş. MİRAS ).



VASÎYYET.



231



ikinci Mekke devresinde nazil olan X X X V I. bulunamaz; vasî, vesâyeti altında bulunan kimse sûre, 50. âyetten anlaşıldığına göre, ölümden için mal varlığının idarecisi olarak, her türlü hu­ önce vasiyette bulunmak tıcârî zihniyet sahibi Mek- kukî muameleleri yapmaya salahiyetlidir, fakat kelilerce tabiî bir muâmeledir. Ebeveyn ve "akra­ onun gayr-ı menkûlünü ancak açık bir kâr yahut balar” lehine olan böyle bir vasiyet, II. sûre, mutlak zaruret hâlinde, rehine koyabilir yahut de­ 176 v.d. âyetlerle müminlere açıkça emredilmiştir vir edebilir ve vesâyeti altındaki şahıs, hukukî mu­ ( IV, sûre, 36. âyette, vasiyet ıstılâhım kullanmadan, amele yapma ehliyetine eriştiği zaman, oha he­ ebeveyn ve akraba yanında insanın yakm alâka ile sap vermeğe mecburdur; a ve b hallerinde adı ge­ bağlı bulunduğu diğer kimselerde zikr edilir); çen şahıslara, vasiliğe tâyinlerini ( îşâ3) kabûl aynı zamanda onların yanıltıcı tâdilâtı yasaklan­ etmeleri ve şâyet mümkünse işi meccânen yapma­ makta, fakat hakkaniyet lehine dostâne bir müdâ­ ları ısrarla tavsiye edilmektedir; ihtiyaç hâlinde, haleye müsâade edilmektedir; II. sûre, 241. âyet, kadı tarafından temsil edilen hâkim ekseriya kayyım eski Arap örfünü aşarak, bir vasiyet yoluyla dul denilen bir vasinin tâyini ile meşgul olur; Kadı, kadının haklarım nazar-ı itibâra almayı bîr vecibe vasîyi kontrole, zaruret hâlinde onu azle salahiyet­ hâline getirmektedir. Bu üç âyet, takriben 2. Hicret lidir; c. borçlar [bk. mad. MİRAS] tediye edildikten senesinde nâzı! olmuştur. Daha sonra nâzil olduğu sonra, yekûn itihârıyle miras ( tereke ) ’m üçte bi­ âşikâr olan V . sûre, ioğ v.d. âyetler, vasiyet için rinden fazla olmayan kısmım vasiyet edebilir. Va­ iki şahidin celbini, yeminle tasdiklerini ve şehâ- siyetle bırakılan miras terekenin üçte bir miktarını detîerinîn hangi takdirde reddedilebileceğini tesbit aşıyorsa, vasiyet edilen mirastan prorata ( müteeder. nâsib hisselerle) tenkîs edilir. Eğer, kendilerine üçte 3. Daha sonra, miras hukuku, vasiyet hakkın- iki miktar düşenler, yâni kanûnî mirasçılar yoksa, daki eski hükümlerin yerine geçmek üzere tanzim ölümünden sonra, mûrisin tasarrufu olduğu gibi olunmuş idi I krş. mad. MİRAS ]; mirasın üçte bir tasdik edilir; aynı tahditler, vârisin çok ağır hasta hakkmdaki muayyen mal vasiyetinin tahdidi, ha­ ( maraz al-maüt) bulunması yahut, Şafiî ve Mâliki dîslerde ön planda yer almaktadır. Gerçi her iki mezheblerine göre, ölümle neticelenen hayatî tehli­ hüküm de bizzat Peygamber’e isnad edilemese ke arzeden hallerin zuhurunda da, şâir meccani de, çok önceleri ve umûmî olarak kabûl edilmiş örf muâmeîat için de mevzûbahistir, Mûrisin, mirasın­ ve âdetlerde birbirinden farklı görüşlerin ancak dan istifâde edecek bir şahıs lehine yaptığı muayyen izleri kalabilmiştir ( meselâ al-Dârîm!, Vaşayâ, mal vasiyetinin mûteberliği, diğer mirasçıların bâb 8, 14, 26; Kanz al-zummâl, V III, nr. 5409), umûmî sûrette rızâsına bağlıdır; ayrıca, muayyen IV. sûre, 14. âyetle ilgili olarak, muayyen mal va­ mal vasiyetinde bulunan şahsın ( hacir altına alın­ siyetinin icrâsımn, borçların ödenmesinden önce mış müsrif müstesna), hukukî muamele ehli­ mi rüçhamyete sâhip olacağı, yoksa aksine mi hare­ yetine sâhip olması ve serbest hareket edebilmesi; ket edileceği, münâkaşa edilmiştir; burada da ikinci vasiyetin tanzimi esnâsmda mirasa ehil bulunması şık aynı şekilde yine erkenden tatbik edilmiştir. D i­ (vasiyetten 6 ay sonra dünyaya gelen çocuk bun­ ğer hadîsler, vasiyet hakkında iki ayn davranışı ta­ dan müstesnâdır) ve diğer taraftan, mûristen sonra nımağa imkân verir gibi gözükmektedir: bir taraf­ yaşaması; aynı şekilde, miras bırakılan şeyin mül­ tan vasiyet ısrarla tavsiye edilirken, diğer taraftan kiyetinin nakli mümkün olmalıdır ( ancak, vasi­ edilmez. Çünkü her hal ü kârda haksız bir vasiyet yet edilen şey, ziraî mahsuller gibi, mûrisin ölümünde ağır bir günah iken, haklı bir vasiyet ıyİ bir amel henüz mevcut olmayabilir); vasiyet, tek tek şahıslar olarak kabûl edilmiştir. Vasiyetnâmeye, dinda- yahut şahıs gruplan dışında, âmmenin menfaati râne nasihatler ilâvesi ( bk. bölüm I ), tavsiyeye için de yapılabilir, yahut bir vakıf şekli olarak da şâyan görülmüştür. Peygamber’in, bir vasiyet tan­ kabûl edilebilir. Ancak bunun gayesi, kanunların zim etmeden vefat etmiş olması rivâyetine, şîîlerin müsâadesi çerçevesinde olmalıdır; bir mal vasiyeti aksine olarak ehemmiyet verilmiştir (b k . Lammens, için muayyen hır şekil derpiş edilmemiştir, fakat Fâ}ima, s. I i o v.d .), İslâm hukuku, vasiyetin yazılı olması hâlinde hile, 4. Fıkıh nazariyesine göre, her müslüman son iki şahidin mevcudiyetini şart koşmaktadır. Nihâarzusu olarak şunlan vasiyet edebilir: a. miras iş­ yet, kendisine vasiyetle mal bırakılan kimsenin, va­ lerini hali için bir veya birden çok şahsı vasî tâyin siyet edenin vefâtmdan sonra, onu kabûl etmesi de, edebilir; bu vasî, mirası, aktif ve pasifi ile birlikte mûteherlik şartlarındandır; vasiyet sâhibi, hayatında temsil eder, fakat bir ikrar ile mirasa külfet yükle­ vasiyetinden rücu’ hakkına sâhiptir. Fıkha göre yemez ve amîn ’in imtiyazlı durumundan istifâde vasiyet, bir vasiyetnâme değil, aîelâde bir mirasdır. eder; b.aynı veya bir başka vasiyi vali al-möl adıy­ 5* Ölümlü hastalık hâlinde karşılıksız mülkiyet la, reşit olmayan çocuklarının veya torunlarının tasarrufunun mirasın üçte biri üzerinde tahdidi, mal varlığım idâre ile vazifelendirebilir; böyle bir fıkhın, gerçek bir vasiyetnâme yapma hürriyetine vazife için önce anne akla gelir; ancak Şafiî fıkhına karşı dolambaçlı yoldan yaptığı cevap verme teşeb­ göre erme bu hususta hiçbir sûrette bak iddiasında büsüdür. Ancak bugün de pratik tatbikat için bu*



=>33



VASÎYYET—VASSÂF.



liman diğer çıkış yollan, kolaylıkla kapatılamamıştır. Bu hususta vecibelerin her çeşidine râci olabilen zıddının ısbâtı mümkün olmayan, hattâ ölümlü hastalık hâlinde hiç değilse Şafiî fıkhına göre, bir vârisin lehinde muteber olan feshediiemeyen ı£râr ’m yapılması gerekir. Ancak bu İkrar açık im­ kânsızlık hâlinde geçersizdir. Aşağıdaki ikİ çâre, sâ­ dece, ölümlü hastalığın ortaya çıkmasından Önce, müessir olur. Bunlar, hiba bi ’l-civaz denilen, ehem­ miyetsiz de olsa, kanuna göre satın alınamayan, bir şahsa şartlı olarak Ödenen bir bağış ( bu, bağış yapanın ölümüne kadar, devir ve ferağ etmese bile, muteberdir ve İptali kabil değildir) vakfedene to­ rnamiyi e serbest olarak âit olan (yalnız Hanefî fıhkma göre), hayatı boyunca kendi geçimi veya borçlarının tediyesi için tahsis edilen vakıftır. Hayat­ ta bulunanlara yapılan basit hibe de, üçte bir hudu­ dunu dolayısıyla aşmaya yarayabilir ve bâzan va­ siyet, imkân r.ısbetinde en yakın kan hısımlarının rızâsı ile hibe şekline sokulabilir ( her ikisi de İndonezya’da câridir). Hayalı muâmeîeler yoluyla diğer dolambaçlı imkânlar, hîtjal edebiyatında mev­ cuttur. Bu temayüllerin yanında, Somali gibi bâzı İslâm ülkelerinde vasiyete karşı aşikâr bir nefret bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : I. paragraf için: \Vellhausen, Reste arabisehen Heidmtums2, s. 1 9 i; Lammens, L ’Arahİe occidentale aoarıt L 'Hegire, s. 200. 3, paragraf için: Wensinck, A Handbook of Early Muhammadan Tradition, bk. mad, Will; Peltİer, Le Livre des Testaments du "Çahîh" d'el Bokhâri (Cezayir, 1909). 4* paragraf için: Arapça eserlerden başka, bilhassa bk. Sachau, Muhammedanisehes Recht, s. 266 v.dd.; Juynboll, Hanibuch des İslâmischen Gesetzes, s. 198, 255 v.dd.; ayn. mil., Handleidîng, 3. tabı., s. 229,260 v.dd.; Vesey-Fitzgerald, Muhammadan Lau), bab. X III, X I X , X X , X X I, X X V , E, X X V I, E a; M . Abdel Gawad, L 'Exzcution testamentaİre en Droii Mu~ sulman (Paris, 1926, bu eser hakkında bk. Snouck Hurgronje, Deutsche Literatürzeİtung, I 9 3 2, s. 6 ) — Şîî nazariyesi hakkında bk. M . Mossadegh, Le Teslament en Droit Musalman, Secte Chyile (Paris, 19 *4 ); î bazîlerin nazariyesi için bk. Milliot, R E. Isl. (1930 ), s. 188 v.dd. (JOSEPH SCHACHT.)



VAŞŞÂF. [Bk. VASSÂF. 1 VASSÂF. VAŞŞÂF, Şaraf aî-D n (ŞiHÂB al-D n ) cAbd Allah b. Fazl Allah Ş RÂz! (1264/1265-1334), î r a n l ı



ta r ih ç i ve ş â ir .



Vaşşâf al-Haürat "sarayın meddShı" terkibinin kı­ saltılmışı olan Vaşşâf lekabı ile meşhur olup, 663 ( 1264/1265 ) ’te Salgurluîar [b. bk.]'m merkezi Şîrâz *da doğdu. İfâdesinden anlaşıldığına gere, tahsi­ lini Salgurİuiarm himâyesinde yaptı ( bk. Târılı-i •Vaşşâf al - flazrai dar Ahvâl~i Salâfin-i Moğol, v.ff. Muhammad Mahdî, Tahran, 1338 hş., s. 626 ).



Daha sonra Moğuİ emîri Tağâcâr 'in nâibi Hvâca Şadr al-Dİn A(ımed Zancânî 'y e intisab ederek Mcğuîlann hizmetinde bulunmuş ve dîvân 'da tah­ sildar olarak vazife görmüştü. Meşhur ve2Îr ve ta­ rihçi Raşîd al~Din Fazl AİÎâh, edebiyattaki kabili­ yetini takdir ederek onu himâyesine aldığı gibi, di­ ğer bir Moğul vezîrİ Hvâca Sacd aî-Dîn Muframmed Sâvacî de teşvik ve himâye etmişti. Vaşşâf meşhur eseri Tacziyat al~amjâr va taz~ ciyat aia'şâr ’ı otuzdört yaşında, iken yânı 697 (1297/1298) senesinde telife başladı. Eserinin ilk üç cildini, Fırat kenarındaki menzillerden biri olan, Âne *de, 13 receb 702 ( 3 mart 1303 ) *de, Şam ’a gitmekte olan îlhanlı hükümdân Gazan Hân ’a- sun­ du, Vaşşâf, eserinin ikinci kısmını ise 24 muharrem 712 ( 1 haziran 1312 ) ’de Sul|âniya *de îlhanlı hü­ kümdân Olcaytu ’ya takdim etti. Bu takdim sıra­ sında Olcaytu tarafından kendisine "Vaşşâf aîHazrat" lekabı tevcih edildi. Vaşşâf daha sonrada eserine bâzı ilâvelerde bulunmuş ve 735 ( 1334 ) *te ölmüştür. Beş cilt olan Tacziyat al-amşâr, Târıfr-i Vaşşâf adıyla da meşhurdur. O , kendisini cAtâ3 Malik Cuvaynl ’nin halefi olarak kabûl eder, bu sebeple eseri Târîh-i Cihân-guşa ’nın bir zeylidir. Nitekim kitabına Moğul Büyük Hanı Mengü 'nün ölümü (656=1285) ile başlar, Kubılay ve Temür 01caytu ’nun cüluslarından bahseder. Daha sonra eserde îlhanlı tarihi ile alâkalı bilgiler yer alır. Bu arada Vaşşâf, doğmuş olduğu Fârs mıntıkasını ve komşu ülkeleri de ihmâl etmez. Kirman, Şebânkâre ve Fârs denizindeki adalarda bulunan devletlerin tarihi hakkında bilgiler verir. Mısır, Şam ve Hind 'deki hâdiselerden de bahseder. Ni­ tekim eserinin ikinci cildinde Fârs 'daki Saigurlu Atabegleri ve bu Türk hânedânımn Moğüllar ile olan münâsebetlerine vs Lıır Atabeglerine mü­ him bir yer ayırmıştır. Üçüncü ciltte ise Kirman sultanlarının yanı sıra Dehlİ sultanları hakkında da bilgiler verir. Dördüncü ciltte yine TârikA Cihân-guşa. ’dan hulâsa ettiği, Moğullann ortaya çıkışı ve Hârİzmşâhlar devleti hakkında mâlûmat bulunmaktadır. Beşinci ve son cilt îlhanlı hüküm­ darı Ebû Sa’îd ( 1317-1335 ) devrinin ortasına yâni 728 ( 1327 ) senesine kadar olan vak’aîarı ihtİvâ etmektedir. Vaşşâf ’ın tarihî, kendinden sonraki tarihçilerin de dikkatini çekmiştir. Nİtek:m eserlerini daha son­ ra yazmış olan tarihçiler onun kitabından fayda­ lanmışlar, hattâ onun ıbâre ve ifâdelerini aynen kullanmışlardır. Ranzat al - safa ve Habîb al-siyar ’de onun eserinden yapılmış İktibasları görmek mümkündür, Vaşşâf’m, dîvân 'da çalıştığı için, ÎIhanlı devlet ve ordu büyükleri ile. dostluğu vardı. Hâdiseleri ya bizzat yaşıyor veya dostu olan devlet erkânının ağzından işitiyordu. Ayrıca sarayda vazife­ li bir İçimse olarak cfevlet arşivine de girebiliyordu



VASSÂF. Bu sebeple onun eseri güvenilir bir kaynaktır. İç­ timâi ve İktisâdı hususlarda verdiği bilgiler bakı­ mından da Vaşşâf bir otorite olarak kabul edilme­ lidir, O, hakikati yazan ve insafa riâyet eden bir ta­ rihçi idî. Siyâsî görüşlerinde Raşld al-Dîn Fazl Allah yolunda yürüyerek Mcğulları methetmiş, fa­ kat onların merhametsiz ve ac'â! etsiz davranışlarım belirtmekten de geri kalmamıştır. Vaşşâf, eserini akıcı ve sâde bir üsîûb ile yazmadığı için, bu hususta tenkide uğramıştır. Târîh-i Vaşşâf, uzun ve faydasız cümleler, cinaslar, seciler ve ha­ berlerin düzenlenmesinde ifrata kaçmalar, Arapça şiir, âyet ve kelimelerin kullanılması ile tabiîlikten uzaklaşmıştır. Bu sebeple ondan istifâde etmek is­ teyenler, anlaşılması güç tumturaklı bir üslûbla karşılaşır-, Gerçekten de o, eserini yazmaktaki esas gayesinin belâgat, seci ve kelime kullanmaktaki us­ talığını göstermek olduğunu, olayları san’atım icrâ edebilmek için bir temel olarak kullandığım açıkça itiraf etmektedir ( bk. Târtîyi Vaşşâf, s. 147 )• Yavuz Selim, tarihe büyük ehemmiyet verir, bil­ hassa Târîlyi Vaşşâf ’ı gözden geçirirdi [bk. mad. SELlM I. ]. Nitekim, Mısır seferi sırasında Arap­ ların bir yağma akmında kaybolan bir sandık kitab arasında Târiîyi Vaşşâf ’m da bulunmasına çok üzülen pâdişâh, Mısır fethinden ( 1 5 1 7 ) sonra, bu tarihin yeni bir nüshasının te’mini için emir ver­ mişti ( bk. Hoca Sadeddin, Taca 't-ievârih, İstan­ bul, 1280, II, 6ro, Selimnâme kısmında). Târîh-i Vaşşâf 'da çok ağdalı bir üslûb kulla­ nıldığı cihetle eserin iyi anlaşılabilmesi içîn daha son­ ra şerhler ve hâşiyeler yazılmasına ihtiyaç duyul­ muştur. Bu bakımdan X V III. asırdan İtibâren esere Türkçe şerh ve zeyllerin yazıldığım ve lügatler tertİbîendiğini görüyoruz. Târîh-İ Vaşşâf ’ı şerh eden­ lerin başında muhakkak kİ Bağdadh Nazmî-zâde Hüseyin Murtaza Efendi ( ölm. 0 3 4 = 1 7 2 1 / 1722) gelmektedir. Onun bu husustaki eserler! : 1. Lağat-ı m iişkilâ t-i Vaşşâf (veya Ş a r l y i L ıt ğ a i-i T â r îly i V a s s c f, bu eserin bâzı yazmaları için bk. Süieymaniye Kütiip., Esad Efendi, nr. 3227 > Hamidiye, nr. 1396 ve 1162; Reisülküttâb, nr. XI14; Lala îsmâil, nr. 546; İstanbul Üniv. K u­ tup., nr. T Y 1530, 6047, 9588). Bu eser tam bîr lügat şeklinde tertib edilmiş olup, burada Arapça, Farsça v.b. kelimelerin açıklanması yapılmaktadır. 2. Şarlyİ Târîh-i Vaşşâf (bâzı yazmaları için bk. Fâtih, nr. 44°9; Âtıf Efendi, nr. 1894/1895; Nûruosmâniye Kutup., nr, 3376; İstanbul Üniv. Kütüp., nr. T Y 3268. Topkapı Sarayı ’ııdaki yaz­ malar için bk. F. E. Karatay, Topkapı Sarayı Mü­ zesi Kiiİüphânesİ Türkçe yazmalar kataloga, İs­ tanbul, 1961, I, 198; II, 92 v .d .). Bu eserde müşkül ibâre ve manzumeler, kelime, yer ve şahıs isimleri açıklanmış ve tercüme edilmiştir, 3. Tarcumc-i Târih-i Vaşşâf ( Veliyyüddin Efendi, Hf; 24°8? I ). 4. Zeyl-i Nazmî-zçde ( bğ. C. Stor



233



rey, Persiarı Literatüre 'a Bio-Bîbliographİcal Survey, Section 11/2, London, 1936, s. 270). Târîh-i Vaşşâf için lügat tertip eden ve şerh ya­ zanlar arasında tesbit edebildiklerimiz şunlardır : Abü Bakr b. Rüstam Şîrvânî, Şarjyi Târîfyi Vaşşâf ( bk. Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlt müellifleri, İs­ tanbul, 1333, 1, 233); Molla Nâİlî Ahmed Efendi ( Mîrzâ-zâde, ölm. 1161 = 1748), I. Şarh-i Luğat-t Târifyi Vaşşâf (Süieymaniye Kütüp., Lala Îsmâil, nr. 542/2); ayn. mli., M âlâ bvtdd li-l-arîb minal-maşhür oa'Tgarîb (bk. Storey, ayn. esr., s. 270); İbrahim bîanîf, Muhtaşar-t Şarh-î Luğal-ı Vaşşâf (yazılışı 1174=1760, bk. Storey, ayn. esr., s. 270); Ahmed Vâsıf Efendi (ölm. 1806), Müşkilâi-ı Luğat-t Vaş­ şâf ( Karatay, ayn. esr., II, 2 3 ); Mehmed Ârif ( Tüfenkçi-başı), $arh-i Târ'dyi Vaşşâf ( istinsah tarihi 1251=1835/1836, bk. İstanbul Üniv. Kü­ tüp., nr. T Y 1595); Nuşhî-zâde, Şarh-İ Târîlyi Vaşşâf (Üsküdar, Selim Ağa Kütüp., nr. 814); Anonim, Şarh Va Tarcama-i Târîlyi Vaşşâf (yazılışı, Mahmud II. devri (1808-1839), bk. Karatay, ayn. esr., I, 198 v.d.). Vaşşâf ’a âit olduğu sandan ve ihtiyatla belirt­ memiz gereken bir eser de Risâla-i Ahlâk al-salfana adındaki küçük bir siyasetnâmedir. Bu eser îthanh hükümdün Muhammed Hudâbende Olcay­ tu (1304-1317 ) için te’lif edilmiştir. Adı geçen ri­ salenin tesbit edebildiğimiz üç Farsça yazmasında da müellifin kim olduğu belli değildir ( bk. Ahmad Munzavî, Filfrist-i Kiiâb-hâne-yİ Maclis-i Şürây-ı Millî, Tahran, 1348 hş., X V I, 223 v .d .). Bu risâle, 1033 (1623/1624)’te Murad IV. na­ mına, önce Nergisi Mehmed Efendi (ölm. 1635 ) ta­ rafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Nergisî, ken­ disinin şâhid olduğu bâzı vak’alar ve ibret verici hikâyeler de katarak bu tercümeyi bir te’lif eser hâ­ line getirmiş ve lyâmm a l-ra şâ d adım vermiştir [ bk. mad. NERGİSİ ]. A h lâ k a l-s a l {ana daha sonra Kavala! 1 Hüseyin Kâzım tarafından da Türkçe ’ye tercüme edilerek Sultan Abdülazîz ( 1861-1876) ’e sunulmuştur ( bk. Karatay, ayn. esr-, I, 5x2 v.d.). Kavalalı Hüseyin Kâzım ’m, eserin aslına daha sa­ dık kaldığı anlaşılıyor. O, Vaşşâf’m Farsça Ahlâk al-sa lta n a adındaki risalesini tercüme ve buna bir mukaddime ve bâzı ibret verici nasihatler İlâve et­ tiğini belirterek, hepsine R isale~i S e c iy y e ismini ver­ diğini yazmaktadır ( bk. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüp., Mehmed Reşad, nr. 925, var. 3a). Esas risâknin tercümesi var. 18E ’nin son satırından başlamaktadır. Târtlyi Vaşşâf ilk olarak 1269 ( 1S56 ) 'da Bom­ bay ’da basılmıştır ( diğer baskılar için bk. Storey, ayn. esr., s. 269 v.d.; ayrıca 1338 hş. ’de Tahran ’da yapılmış bir baskısı daha vardır). Hammer, sâdece birinci cildi Almanca tercümesi ile neşretmîştİr ( bk. Geschichte Vassaf ’s persisch Herausgegeben and deuisch ÜbersetzL, Viyana, 1856, I ). Târîlyi Vay



234



VASSÂF - VATTÂSÎLER.



şâf son zamanlarda sadeleştirilmiş olarak da neşre­ dilmiştir ( bk. eAbd al-Muhammed Âyatî, Tahrîr-i Târî}}-i Vaşsâf, Tahran, 134Ğ h ş.). Bibliyografya: 'Abbâs İkbâl, Târîfy-i Mufaşşaü-i îrön az isillây-i Moğol tâ ielân-i Maşrûliyyat (Tahran, 1312 hş.), s. 276, 486 v.d.; E. G . Browne, A History of Persian Literatüre ttnder Tartar Dominion ( A . D . 1265- 1502), Cambridge, 1920, III, 67 v.d.; Storey, ayn. esr., s. 267-270; Malik al-Şucarâ Muîjammed Tak! Bahâr, Sabk-i Şinösî, III, 100-107; A. S. Levend, "Siyaset-nameler", T D A Y , Belleten (An­ kara, 1962), s. 183; M. Şemseddin [G ünaltay], İslâm'da tarih ve müverrihler (İstanbul, 1339" 1342), s. 310 v.d.; B, Spuler, İran Moğollart; Siyaset, İdare ve Kültür; llhanltlar Devri, 12201350 (T ü rk. trc. Cemal Köprülü), Ankara, 1957, s. 15 v.d; J. Rypka, "Poets and Prose Wrİien of ihe Laie Saljag and Mongol Pcricds” , Camb­ ridge History of han ( London, 1968 ), V , 624; W. Barthold, Turkestan dotvn io ihe Mongol înoasion (London, 19683 ), s. 48 v.d.; Türk, trc., Türkistan (hazırlayan Hakkı Dursun Y ıld ız), İs­ tanbul, 1981, s. 53 v.d., E l mad. WAş$ÂF. ( E r d o ğ a n M e r ç îl . )



V A Ş M G İR B . Z İY Â R . [Bk. v e ş m g îr .] V A Ş Ç A , [B k. HUESCA.j A L'V A ŞŞÂ S. [Bk. veşşâ’.] V A T A D V E V A T ID . [B k. veted ve vetîd.] V A T T Â S Î. [Bk. VATTÂSÎLER.] V A T T Â S İL E R . V A T T Â S Î, X V . v e X V I . a s ır la r d a h ü k ü m sü rm ü ş F a s lı b ir h â n e d a n . Banü Vattâs, büyük Banü Marln âilesinin tâli kollarından birini teşkil ediyordu; umûmî olarak Merinî hânedâm adı altında bilinen sülâlenin kurucuları olan Banü eAbd al-Halfk ’lar da aym büyük âileye mensupturlar. Sahra hududunda ve Merkezî Magrİb’İn yüksek yaylalarında göçebe bir hayat yaşamış olan Banü Vattâs, X III. asırda Fas ’ın şarkında yerleştiler ve akrabaları Merimler Şimalî Fas 'ta Muvahhidlerin hükümranlığım üst­ lenirken, bunlar da Rîf 'in müstakil hâkimleri oldu­ lar, Bu tarihten itibâren Vattâs! ’lerin tarihleri, önce Merinîler ile karıştırılmış, daha sonra da hıristiyanlarm Fas ’ı istilâ teşebbüsleri ile az da olsa birleştirilmiş ve X V I. asır ortalarında iktidarda olan Sa*dî prenslerinin buraya girmelerine yol açan hâ­ diseler ile birlikte yürümüştür. Merini hanedanının hâkimiyeti devamınca Vat~ tâsl’ler, hüküm süren âile ile yakın akrabalıklarından dolayı itibâr görmüşler, gerek Fas sarayında, ge­ rek ülkenin başlıca şehirlerinde yüksek me’mûriyetlere getirilmişlerdir. 823 ( 1420 ) ’te Sultan Abü Sa'Id eOşmân öldürüldü; anarşiye sürüklenen Fas, dâhilî harp dolayısıyla oldukça zayıfladı. Bu sırada Ispanya’nın hemen hemen tamamı hıristiyanlarÇçl zaptedilmiş bulunuyordu; Portekizliler ise Sep-



te 'y i kısa zaman önce ele geçirmişlerdi; Tlemsen ve Gırnata’ya dayanan pek çok iktidar heveslisi, kendi menfaatleri için Fas kıraîlığımn birliğinin tek­ rar kurulması hususunda yeni teşebbüslere giriştiler. Bu esnada ülkenin kaderini, Banü Vattâs âilesinin en dikkate değer sîmâlarından birisi olan, Sal6 şeh­ rinin valisi, Abü Zakariyâ Yahya b. Zayyân eline aldı. Sultan Abü Sa'îd 'in henüz çocuk yaştaki oğlu Abü Muhammed cA bd al-Hakk *1 hükümdar olarak îlân ettirmeğe muvaffak oldu ve vezir sıfatıyle onun adına memleketi idâre etti. Bu nâiblik süresi, *Abd al-Hakk reşidi oluncaya kadar devam etti. Abü Zakarîyâ ’nıa ( memleket dâhilinde A bü Zakri olarak tesmiye edildi) 1448 'de ölümünden sonra yerini, sarayın başmabeyincisi olarak yeğeni cA îi b. Yûsuf ve sonra da öz oğlu Yahya aldı. Başlangıçta hâdiseler Banü Vattâs’m işine yara­ dı. Portekizlilerin Fas kıyılarındaki devamlı çıkart­ ma hareketleri, memleketin her tarafında c i h â d çağrılan ve Murâbıtlar ile Muhammed ’in soyundan gelenlerin tesirleri altındaki büyük halk kütleleri­ nin hissiyatında tezâhür eden yeni bir din» heye­ canın uyanmasını süratlendirdi. Vattâs! nâibler, başlangıçta bu cihâdın bizzat şefleri tavrım takına­ rak ve Portekizlilere karşı mücâdeleyi teşkilâtlan­ dırarak halkın bu yeni dinî heyecanını kendi menfaatlerine kullanmasını bildiler. Abü Zakariyâ, Portekizlileri 1437 *de kiralın ikinci oğlu Ferdinand ’ı esir alarak feci bir mağlûbiyete uğratma­ ğa muvaffak olurken, eAIi b. Yûsuf, daha az ba­ şarı elde etti ve IÇaşr al-şağîr’in düşmesine mâni olamadı. Bizzat Fas 'ta Îdrisî şerifler [ b. bk. ], şehrin kurucusu îdrls II. [b . bk. ] ’in mezhebi ile ilgili fikirlerim yeniden canlandırmağa çalışı­ yorlardı ve reisleri cA ii b. Muhammed al-Cutî, nüfûzunun hergün daha da kuvvetlendiğini görüyor­ du. Vattâs!’lerin nâîbîiği de sonuna yaklaşıyordu: Vattâs! ’lerden üçüncü vezir olan Yahya, iktİdâra geldikten iki ay sonra 1458 senesinde âilesinin bü­ yük bir kısmı ile birlikte öldürüldü. Merim sultam cAbd al-Fîakk, iktidarı bizzat eline almayı tecrübe etti, fakat beceriksizliği -meselâ Yahudi Hârûn ’u vezir olarak seçmesi gibi- kısa zamanda başşehir halkını kendinden uzaklaştırdı, 869 (1 4 6 5 ) ’da öl­ dürüldü. Onunla birlikte Merinî sülâlesi de orta­ dan kalkıyordu. Vezir Yahya ’nın iki erkek kardeşi 1458 senesinde onların katliâmından kaçmışlardı. Bunlardan biri olan Muhammed al-Şayh, Arzila ( A sila) ’ya iltİcâ etti ve Fas ’m şimâlindeki dağlık bölgede kendi lehine gitgide güçlenen bir parti kurmasını bil­ di. cAbd al-Hakk ’m ölümü ile İdrîsîlerin hâki­ miyetinde bulunan F a s ’a göz dikti; altı sene mü­ câdele ettikten sonra Mermilerin eski başşehrine girdi ve orada sultanlığı îlân edildi (1 4 7 2 ). Ağır şartlara göğüs gererek 1504 ’ e kadar iktidarda kaldı. 1492 senesinde | I, 160), yerlilerden aldığı güvenilir bilgilere dayanarak, ahi aTAhfcâf deyimindeki mahallî isimlendirmenin, Cenûhî Arabistanlılann fikirlerine göre, sâdece al-Ahkûf ( Hadramot Septentrional, krş. s. 149) bölgesine değil, Arap mağara adamlarının yaşadığı mağarala­ ra da dayandığım ifâde eder (bk. Yâküt, I, 154; bu bölge hakkında çeşitli topografik mu’talar verir). Ritter ( ayn. esr., X III, 3*5 ’m Bavoojtoooı ’laria Vabâr ’m aynı olduğunu ileri sürmesi, Sanüdî ’lerle İlgili olarak Batîamyus tarafından verilen bilgileri ve Vabâr ’ı Şarkî Arabistan ucunun şimâl yarısına yer­ leştirmesi de kabul edilmez ( bu adm ilk unsurunun Banü ile irtibatlı olduğu şüphesizdir; Bununla ilgİlİ tesbitler Sprenger; Die Alte Geographie Ambl­ em, Berne, 1875, s. 3° v.d, ve E. Giaser, Siyizze der Geschîchte und Geographie Arabiens, Berlin, 1890, II, 23 v .d .’nda bulunur). Ritter’in ( X I I , 271, 392 ) al-Idrîsi 'deki ( nşr. Jaubert, I, 156 ) Va­ bâr ’ia yaptığı mukâyese de reddedilir. Sprenger ( yk, bk., 296 ) ve diğerlerinde olduğu gibi, Vabâr ’ı basit bir şekilde ve sâdece masallar diyarı olarak kabûl etmek, bunların yaşamadığını İleri sürmek, kaybolmuş diğer kabilelerle birlikte târihi ve coğrâfî dayanaklarının bulunmadığını or­ taya atmak için inandırıcı hiçbir sebep yoktur. Wüstenfeld ( Die Wohn$itze und Wanderungen der arabischen Stömme, Abh. GW. G ött, 1868, X IV , 3 ) de, Âd, Şamüd ve benzeri Arap kabileleri husûsunda Arap müellif ile aym görüşte olup, bu kabile­ lerin Arabistan ’m, bir kısmı yok olan; bir kısmı da sonraki nüfusla karışan İptidâi kavİmleri olduğunu ifâde eder ve bunların islâmdan asırlarca Önce kay­ bolmuş bir cemiyet olduğunu ileri sürer. Tesbit edilen bilgiler masallarla süslü olmakla beraber, bütün söylenenlerin uydurma olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Ancak bütün bunla­ rın temelinde, ortadan kaybolmuş bir kavmin ef­ sâne hâline gelmiş hâtıralarının bulunduğu kabûl edilmelidir. Birçok milletlerin tarihinde buna benzer şeylere rastlamak mümkündür. Arap yazarlarınca daha az bilinen ve Yemen ’le Uman arasındaki kı­ sımları içine alan bütün Cenûbi Arabistan bölge­ sinde, bir sürü efsânevî masal nakledilir. Moritz ( Arabien, Hannover, 1923, s. 28 v.d.) de aynı şekilde Arabistan ’m iptidâi devrelerinde ortadan kaybol­ muş ve Vibâr ( s. 20 ve 122 ’de de böyle ) ’lan da ihtivâ eden bu insanların tarihî bir kavim olduklarım ( s. 20,122 ), ülkenin verimi ile ilgili mu’talarda bura­ ların, uzun bir kuraklık ve kum fırtınaları gibi tabiî sebepler dolayısıyla çöl haline gelmiş olabileceğini ifâde ve buna benzer hâdiselere M ısır’da da rast­



ı44



VEBÂR - VECİHÎ.



landığına işaret eder. Memleketin çöl hâline gelmesi daha Batlamyus zamanından itihâren haşlamış ol­ malıdır. Çünkü onun Arabistan haritasında, sonralan çöl veya harâbe hâline gelen köy ve şehirlere rastlanır. Grek ve Roma müelliflerinin Şamüd târihinin teşekkülü ile ilgili müsbet fikirleri husu­ sunda bk. Pauly Wîssova, Realencykl. det Kîass. ÂîiertumsLOİssenchajt, mad. egra, Aynı şekilde Aflâc bölgesinin en gelişmiş bir vâhası ve esas yer­ leşme yeri olan Sayh 'in, cenubunda Philby ( The Heart of A r abla, London, 1922, II, 99 v.tL ), I9*7*de diğer harabeler yanında eski bİr kültüre ait muh­ teşem yapı harabelerine, bu arada eski bir bina olan Kuşayrât e d’ı görmüştür; kendisine refâkat eden­ lerin dediğine göre, bu bina eski çağlarda bu böl­ gelerde hüküm sürmüş olup, baş-şehri Vubâr olan kral eÂd b. Şaddad V ” Vubâr’* ( ayn. esr., II, 353), buradan bir aylık mesâfede Hadramût hudûduna yakın çölün cenûbunda bulunmaktadır. P h ilby’nin anlattığı bu kralın hikâyesi, mâlûm Hud peygamber rivâyetİ ile ilgili bir çok teferruatı ihtiva etmektedir, ffuşayrât eÂd harâbeleri, Philby haritasında tak­ ribi olarak 220 10' arz ile 46* 20' tûl arasında gös­ terilmiştir. Philby, Vabâr mevzuunda, ayrıca Al Murra ’larm bir kolu olan Dimnanlarm Vabâr’lardan sayıldığım öğrenmiştir ( s. 2 2 1). Araplarda hâlâ Vahâr’larla ilgili bir coğrâfî düşünce yaşıyorsa, bu neseb âlimlerinin uydurması olarak kabûl edilemez.' Vabâr ’larm Batlamyus (VI, 7, 24) ’daki ’ lcopag -rot ’ya tekâbul ettiğine dâir Blau tarafından ileri sü­ rülmüş ( Z D M G , X X II, 659) olup, daha sonra Moritz .( ayn. esr., s. 29, 122 ) tarafından da destek­ lenen eski faraziye asla doğru değildir ( bk. Pa­ uly Wisowa '$ Realencykl, mad. tobantat: Burada, Landberg ’in Cavban ’lar hakkında son zamanlarda yeni neticelere varmak için kullandığı görüşü ve Glaser ’in hatâları yer almaktadır. Arap müellif­ lerinin Vabâr ’ların komşularıyla ilgili olarak ileri sürdükleri değişik fikirler, onlara âit sınırların tah­ minî olarak teshirine İmkân vermektedir. Tabarî ( I, 2 2 1) ’ye göre Abâr ülkesi, Yamama ile Şîhr ara­ sındadır. Yâîfüt ( III, 59* ) eÂiic kumlarının ( ramiM /fc) Vabâr ’lara bitişik olduğunu bildirir. Bu bölge Bahreyn ve Yamama arasında uzanmakta olup, nebat ve ağaç örtüsüyle göze çarpar. Gerçek­ ten de, burası Cenûbî Arabistan çölünün şimâle olan uzantısından ibârettir. Nitekim büyük kum çö­ lünün şimâl-i şarkî ucunu, Yabrîn vâhası teşkil eder. Bu vahanın cenup kısmında çöl bölgesi sona erer. Husûsîyle sonraki coğrafyacılar, Dahnâ adı dolayısıyla kelimenin esas mânasının Rube al-blâlî ’nın şimâl-i şarka olan uzantısı şeklinde telâkki ederler. Yamama ülkesinin en cenûb kısmım teşkil eden bü vâbayâ göre, buranın sınırını meydana getiren çöl sâhasma ” Yabrin kumu” adı da verilir. eÂlic ile Dahnâ arasındaki sınırlar, Arap coğrafyacılarına göre değişiktir. Hat­ tâ bâzan her iki bölge birbirinin aynı bile gösterilir.



al-Bakrî, Yabrîn kum çölünü geniş mânasıyla alır ve bunu Yamama ’dan aşağı doğru Hadramût ’a kadar uzatır, Batlamyûs’da A ö |îg ı; ( V I , 7, 35) olarak geçen Yabrîn hakkında Abu ’l-Fidâ9 ( bk. Rommel, Abul-Fedae, Arabiae descriptio, Göttİngen, 1802, s. 84), Yâküt ( bk. indeks ’teki, çeşitli yerler), al-Hamdânî (s . 105, 137, I 4 9 ) ’d ede bil­ gi vardır. Burckhardt, Bedevilerden aldığı bilgilere dayana­ rak, Şarkî Dahnâ ’nın oturulabilir tek bölgesinin, gayri sıhhî iklimine rağmen, şon bilgilerin de teyîd ettiği gibi, hurmalıkları ve kuyuları ile Yabrîn vâdîsi olduğunu ifâde eder. Burası, sulan bol ve mes­ kûn bİr vâha olup, vaktiyle 1865 ’de burayı ziyâret eden P elly’ninde bahsettiği gibi, müribit ve işlen­ miş topraklan olan bu bölge aym zamanda Karmatî harplerinden çok hırpalanmış gösterişli bir şehre sâhiptir. Philby,Âl-Murra (bk . göst. yer. II, 216 v. d .) ’mn bir kısmım teşkil eden bu vâha hakkında bâzı bilgiler elde etmiştir. Daha kesin ve doğru bil­ giler ancak Cheesman ( G . J. L X V , *925; s* 112 v .d .) ’ın kayıtlarından elde edilmiştir. Arap müellif­ lerinin İfâdeleri değerlendirilecek olursa, Yabrîn vâhasımn geniş Vabâr ülkesinin en şimâi kısmım teşkil ettiği söylenebilir. Bu, V abâr’m hurma ağaçlan bakımından zengin olduğunu gösteren kayıtlara ve efsânelerin coğrâfî tasvirlerine uymaktadır. Ancak bâzı coğrafyacılar gibi bu efsâneler, Vabâr ’ı, husûsiyle buranın sını­ rındaki, eÂIic Çölü ile birleştirirler (krş. Mas'üdî, M u r ü c , 111, 288 ), Bunun- cenup uzantısı, ya kuyuları ve bataklık­ ları ile ÂI-Murra ’nın yerleşme bölgesi olan Cenûbî Yabrîn ’den 16 gün mesâfede Kıran ’m kumluk bir bölgesi olan Hİrân veya aynı arz dâiresinin yarım derece kadar garbında kâin bir yerdir ( Philby, göst. yer., II, 290). Daha çenubtaki uzantı al-Aly |fâf üzerinden Mahra ’mn şimâl-i garbisinde Had­ ramût ’un şİmâl hudûduna dayanır. Yabrîn'in kum­ luk sahası da al-Cuz° ve sonra al-Ahkâf çöllerinden geçer. Stİeler Haniatlas ( Harita 6o, 9 tab.; Gotba, i9 ° 5 ) ’da Vabâr 46A470 şarkî tûl .ile takriben 22° 40' şimal arzında, yâni çok yukarıda gösteril­ miştir. Bibliyografya : Arap müellifleri ve modern müelliflerin ( Ritter; Sprenger, Moritz, Philby v .b .) eserleri madde içinde bütün bibli­ yografik busûsiyetlerlyle belirtilmiştir. Burada sâ­ dece F, V/üstenfeld’ i bİr daha anmak yerinde ola­ caktır, ” Bahreyn und Jemama, Abh G W , Gött, (18 7 4 ), X IX . 173 v.d. (J. T katsch.)



VACİHl. [Bk. VECİHÎ.] VECİH?. V A CÎH Î (1031 >-1071=



io 2o ?- i 66i



),



X V II. a s ı r O s m a n l ı t a r i h ç i v e ş â i r l e ­ r i n d e n . Hayatı hakkında pek mahdud bilgiler bulunan Vecıhî, pek muahhar bîr müellifin (Bağ-



VECÎHÎ. dadh îsmâil Paşa) kaydına göre Abdullah A rif er -Rûmî ’nin oğludur. Tarih ’inin giriş kısmında mü­ verrih, esas vatanının Kırım hanlığının merkezi Bahçe-Saray olduğunu belirtir ( Tarik, Süîeymaniye Kutup., Hamidiye nr. 917, ri>). Onun Bağdad ’m Safevîler eline düşüşünü (10 3 3 = 1624) tâkib eden devrede Osmanlı başşehrine gel­ diği ve 1035 (1626) ve 1040 (1630) Bağdad muhâsaraları sırasında İstanbul ’da bulunduğu yine kendi kayıtlarından anlaşılmaktadır. Başta kendi eseri olduğu halde bütün yerli kaynaklarda "Haşan” olarak kayde­ dilen isminin, Hammer 'de "Hüseyin" şeklinde gös­ terilmesi, Babinger 'i onun gerçek adının Hüseyin ol­ duğu iddiâsma sürüklemiştir. Vecîbî ’nin tarihî ile di­ vânındaki mazbut ve. kusursuz İfâde seviyesinden devri için gerekli lisânî bilgileri elde edecek derece­ de tahsil gördüğü anlaşılıyor. Yine tarihinin dibace­ sine göre, Vecîbî Bağdad ’m fethi hazırlıkları için serdar-ı ekremlikle Anadolu 'ya giden vezîr-i âzam Bayram Paşa ’mn yerine sadâret kaymakamı nasbolunan ( cemâziyelevvel 1046-teşrİn 1. 1636) Ka~ pudân-ı deryâ Kemankeş Kara Mustafa Paşa ’ya intisâb etmiş ve ölümüne kadar onun mühürdarhğı hizmetinde bulunmuştur. Bu vazife dolayısıyla Vecîbî ’nin, Bayram Paşa nm balefî olup Bağdad muhasarası sırasında şehîd düşen Tayyar Mebmed Paşa yerine sadrâzam olan ( 1 7 şâban 1048=24 kânun I. 1638) Kemankeş Mustafa Paşa ’nm mai­ yetinde Bağdad seferine' iştirâk ettiği zannolunmaktadır. Kemankeş ’in, İranla 1639 sulhunu akd edip İstanbul *a dönmesinden ( n ramazan 1049=5 kânun II. 1640) kısa zaman sonra, Murad IV. ’m ölümü üzerine tahta geçen Sultan İbrahim za­ manında devlet umûruna hemen hemen tek ba­ şına hâkim olan efendisinin yanında, V ecîhî’nin ikbâl yıllarını yaşadığı söylenebilir. Tarih ‘inde an­ lattığı saray ahvâline ve bâzı mühim vak’aîafm iç yüzüne bu devrede yakından şâhİd olduğu, biç değilse olup bitenler hakkında belirli bir çevreden bilgi edindiği şüphesizdir. Vecîhî eserinin eski bir nüshasında, mühürdarlığı sırasında, Paşa ’nın ölümüne ■ kadar vekayii icmâl yolu ile zabt etmek lüzûmu hâsıl olduğundan bahseder ( Tarih, Leiden, Codex Warner, nr. 894, faksimile nşr. B. Atsız var. 2“; krş. Hamidiye kütüp. nr. 917, 2») ki, bu onun, daha o zamandan îtibâren hâdiselere bir ta­ rihçi dikkati ile baktığını gösterir. Hattâ Mustafa Paşa ’mn Vecîhî ’yi cereyan eden hâdiseleri kaydet­ mekle vazifelendirmiş olduğu da tahmin edilebilir. Mustafa Paşa ’mn iftira ve telkinler neticesi Sultan İbrahim tarafından katîettiriîmesi (2 1 zilka’de 1053=31 kânun II. 1644) üzerine hâmisiz kalan Vecîhî hayâtının bundan sonraki safhaları hakkında eserinde hiç bir şey söylemez. Kaynaklar­ da müttefikan belirtildiği üzere, bu devrede Vecîhî, divan-ı hümâyûn kâtipliği hizmetine girmiştir. Ese­ rinde tespit ettiği divân-ı hümâyûn muhiti İl? İl"



245



gili müteaddid müşâhede ve kayıdlarm yanı sıra, hâdiselerin iç-yüzüne vukûfîa temâsı ancak onun böyle bir hizmette bulunmuş olmasıyla izâh edile­ bilir. Bu yeni vazifeye hangi tarihte ve kimin tavas­ sutu ile alındığı malûm değil ise de, Kemankeş ’e tezlcirecilik yapmış olup, 1057 ( 1647 ) ’de kaymakâmlıkdan sadârete geçen Hezarpâre Ahmed Paşa ’nm ( Vecîhî, Tarth, Leiden, var. 32a, 34a, 35^ 36» ), 1056 ’ya kadar deruhte ettiği defter eminliği sırasında, V ecîhî’nin dıvan-ı hümâyûn hizmetine girmesinde te’siri olması mümkündür. Dîvân ’ınm tertib tarihi hakkında verdiği bir kayıddan { Vecîbî, Divan, Topkapı Sarayı, Revan Kütüp. nr. 1152, var. 136b ), Vecîbî *nm yaşının 1070 senesi başlarında ( 1659 ) kırka varmış bulunduğu tesbit edilmektedir. Şeyh Mehmed Nazmı ’nin düşürdüğü bir tarih manzûmesinden, onun 1071 { 1 6 6 1 ) ’de öldüğü anlaşılıyor. Diğer kaynaklardan 1071 ’in ikinci yarısında vukuu tesbit olunabilen bâzı va k’alarm Tarih ’İnde yer alması, onun vefâtını 1661 senesinin sonlarına götürüyor. Divan-ı hümâyûndaki vazi­ fesi dolayısıyla kendisini tanımış olması muhtemel bulunan Venedik elçilik tercümânı Giacoma Tarsini, Vecîhî ’nin 1071 ’de veremden öldüğüne dâir, yerli kaynaklarda rastlanmayan bir bilgi verir { Iorgaı 54 ). Eski ve yeni müelliflerden bâzılarının onun ölüm senesini 1070 veya 1081 olarak göster­ meleri, Şeyh Nazmî ’nin manzûmesindeki ebced tarihinin yanlış hesaplanmasından ileri gelmektedir. Tarih ’inin 1071 ( 1661) ’den öteye geçmeyip 1661 sonbaharındaki vak’alarda kesilmesi, onun 1081 (16 7 0 ) ’e kadar yaşamadığını göstereceği gibi, G . Tarsini .de ölümü dolayısıyla eserin o senede kaldığını ayrıca belirtir. Vecîhî ’nin Edirnekapısı dışında bulunduğu bildirilen mezarı ( Şeyhî), bu­ gün kaybolmuştur. Vecîhî’nin nâmını yaşatan, yazdığı Tarih’i olmuş­ tur. Müellifi tarafından husûsî bir ad verilmemiş olup, bâzan başında yeraldığı Bağdad fethi dolayı­ sıyla "Tarih-i Feth-i Bağdad” , bâzan da müellifin doğum yerine telmihen " Tarih-i Kırım ı" diye isim­ lendirilmiştir. Vak’aları icmâl yolu ile anlatan bu eser, Osmanlı tarihinin 1047-1071 (1637-1661) yılları arasındaki devresini içine almaktadır. Bağ­ dad ’m fethi hazırlıklarından başlayarak Murad IV. ’m son seneleri ile Sultan İbrahim devri ve Mebmed IV. saltanatının ilk onüç senelik dev­ resi, eserin çerçevesini teşkil eder. Vecîbî, herhan­ gi bir yüksek makama takdîm endîşesiyle yazmadığı eserine muhatab olarak, "ihvan” diye vasıflandırdığı bir okuyucu çevresini almıştır. Esas itibariyle Tarih-i Vecihî ismi ile zîkrolunan bu küçük ve muhtasar vekayinâmesinde o, aynı devirle ilgili diğer tarih eserlerinde mevcut vukuâtm hepsine yer vermemek, hâdiseleri çok defa kısa bir tarzda kaydetmekle berâber mevkiinin sağladığı imkânlardan faydalanarak, muâsır diğer kaynaklarda bulunmayan muhtelif



246



VECÎHÎ.



bilgi ve haberleri zaptetmiştir. Bundan dolayı, başta Naîmâ ve Silâhdâr Mehmed Ağa gibi sonraki tarihçiler, Murad IV-, İbrahim ve Mehmed IV. devirlerini yazarlarken onun eserine devamlı mürâcaat ihtiyacını duymuşlardır. Zırâ vukuatı ekseri­ yet itibariyle kısa anlatmış olmasına rağmen Vecîhî, eserlerini daha mufassal yazmış olan Kâtib Çe­ lebi, Mehmed Halîfe, Kara Çelebi-zâde Âbdülaziz Efendi gibi müelliflerin verdikleri bilgileri yer yer ikmâl etmektedir. Husûsiyle, asıl vatanı olan K ı­ rım ’m tarihi, Kırım hanlarının Macar ve Ruslarla olan savaşları hakkında -farklı ve diğer kaynaklarda bulunmayan bilgileri vermeğe muvaffak olmuştur. Onun Kırım hâdiseleri hakkında verdiği farklı bil­ gilere Fındıklık Silâhdâr Mehmed Ağa, ” Vecîhî Çelebi Kırım hâkinden olmağîa" diye tasrih ederek husûsî bîr itibâr gösterir ( Silâhdâr tarihi, 1,173 )• Nâİmâ, asıl kaynaklan olan Şârihü *1- Menâr -zâde Ahmed, Maen-oğIu Hüseyin gibi müellifle­ rin tafsilâtla naklettikleri vekâyide dahi Vecîhî ’den müstağni kalmadığı gibi, hele Fezleke ve Ravzatü'l-ebrâr zeyli ’ni tâkıb eden devreye âîd vekâyî içîn ise, başlıca kaynak olarak onu kullanmıştır. Verdi­ ği bilgilerdeki farklılık dolayısıyla, Naîmâ onu diğer kaynaklarla mukayese ederek değerlendirmeğe ça­ lışır (Naîmâ, Tarih, İstanbul, 1283, 111,422, 458; IV, 35, 57, 409 ; VI. 1.85,198, 304, 324). Silâhdâr da, bir çok vak’alarda farklı birer rivayet olarak ondaki bilgileri nakleder. Ayrıca, Tevkii Abdurrahman Paşa, Müneccimbaşı Ahmed gibi tarihçiler de Ve­ cîhî *den faydalanmışlardır. Vecîhî ’nin, Naîmâ ile Râşid Tarih ’leri arasındaki bir zaman boşluğunu doldurduğuna işâret edilmiş ( Babinger v .b .) ise de, bu fâsılanm müddeti husûsunda ihtilâf vardır. Naîmâ ran 1070 senesi­ nin ilk yarısında nihâyetlendiği, Râşid ’in 1071 se­ nesi ikinci yarısında başladığı kanâatiyle bir yıllık fâsıîa lcabûl eden görüş ( Hammer, G O R, Peşte, 1830, V I, 5; Osmanlı Devleti Tarihî, trc. M . Atâ, İs­ tanbul, 1947, X I, 1 ) yanında, Naîmâ ’mn 1070 şevvâline geldiği ve Râşid’in de 1071 muharreminde başla­ dığı zannına dayanılarak bu fâsılanm üç aylık bir zamana inhisar ettiği' ifâde olunmuş ( Z. Akkaya, s. 554 ), diğer taraftan Naîmâ ’da geçen son vak’anm 1070 ramazanı Öncesine âîd olduğu söylenip 1070 senesi sonuna kadar dört aylık bir boşluk olduğu, fakat Râşid ’de 1071 ’e âid ilk tarihin 2 safer olması dolayısıyla bu boşluğun esâsında altı aya ( ramazan 1070-safer 10 71) çıktığı ileri sürülmüştür ( Buğra Atsız, s. 120 v.d .). Naîmâ ’da, 1070 yılı ile ilgili mâlûmatın mahiyet ve bünyesine dikkat edilmemesi, böyle farklı ve yanlış hükümlere yol açmıştır. Ger­ çekte Naîmâ, 1070 yılına âit faslın başına, önce Ahdî Paşa ’mn vekayinâriıesinden 10 muharrem-3 şevvâl 1070 arasındaki vak’alan hulâsa eden küçük bir parçayı ( Abdî Paşa, VekâyPnâme, Topkapı Sa­ rayı, Koğuşlar Kütüp., nr. 915, var. 46a-b, krş.



Naîmâ, V I, 429 v.dd.) nakletmiş, fakat bundan son­ ra arada birkaç paragraf hariç hepsi de Vecîhî ’den alman metinlerle şevvâl öncesi vukuatına dönmüş­ tür. Bu itibarla Naîmâ tarihine son veren vak'alar, Ahdî Paşa ’dan yapılmış iktibas içinde birkaç satır­ la temas edilip geçilen şevvâl ayma âit olmayıp, tamamıyle ondan öncesine âit bulunmaktadır. Esâsen Vecîhî Tarihi ’nin ehemmiyeti, iki meşhur tarihçinin eserleri arasındaki fâsıîayı kapatmaktan ıbâret olmayıp, onun, daha önceki senelere âid vekayii tamamlaması ve çeşitli vak’alar hakkında çok defa tek kaynak olması itibâriyle de belirmektedir. Vecîhî Tarihi ’nm hangi tarihte sona erdiği de ihtilâf mevzuu olmuştur. Eserin bâzı nüshalarında 1071 senesine âid başlığın bulunmaması, onun 1070 senesinde nihâyet bulduğu zehâbını uyandırmış­ tır. Diğer taraftan eser hakkmdaki iltİbaslı ifâdeler dolayısıyla, onun, 1072 vak ’alarmı da içine aldığı zannolunmuştur. Gerçekte, 1047 recebinde, Bağdad seferi hazırhklarıyle ilgili fermanın sâdır olması ile başlayan eser, 1071 ’in ilk iki ayının vukuâtına kısaca temas ettikten sonra, tasrih etmeden Kırım hanının Lehlilerle müttefikan Kazaklara karşı giriştiği se­ ferin nakli île son bulur. Hammer, Defterdar Meh­ med Paşa ’nm Zübde-i vekâyî'ât ’ınm kendisinde bu­ lunan nüshasına dayanarak, bu harekâtın daha son­ raki safhalariyle birlikte 1661 senesi ilkbaharından sonbahar başına (10 7 1 recebi sonlarından zilhic­ cesi sonlarına) kadar olan zaman içinde cereyan ettiğini kaydeder ( G O R , Peşte, 1830, V I, 87). Ve­ c îh î’nin, ayını zikretmeden bahsettiği Girid seferi hazırlıklarına başlanması ve A li Paşa ’ nm Girid 'deki kuvvetleri takviyeye me’mur edilmesi de, yine 1071 recebine tesâdüf etmektedir. İçinde yaşadığı devrin vak alarmı anlatan Vecîhî’nin, kendi çevresi dışında cereyan eden hâdiselerle il­ gili malûmatı, başka kaynaklardan elde ettiği muhak­ kaktır. Bu, hattâ, mühürdârı olarak Kemankeş Mus­ tafa Paşa’nm maiyetinde iştirak etmiş olduğu zannolunan Bağdad seferini bizzat kendi müşâhedelerine dayanarak tasvîr ettiği şeklindeki iddia için de geçerlidir. Hakikaten, onun anlattıklarının, Kara Çelebî-zâde Âbdülaziz Efendi ’nin Kemankeş ’in isteği üzerine yazdığı (10 5 2 ) Zafernâme ( Üni­ versite Kütüp., nr. T Y I3 9 i, var. 19^-20») si gibi, eserlere nisbetle daha muhtasar olması, ifâdelerinin bir kısmına Kâtib Çelebi ’nin Fezleke 'sinde de rastlanması, bunların doğrudan doğruya kendi mü­ şahedelerinin mahsûlü olmaktan ziyâde müşterek bir kaynaktan, meselâ mühimce bir kısmı ile Kara Çelebi-zâde’nin adı geçen eserinden geldiğini gös­ termektedir. Benzer noktalar yanında, ayrılan birçok taraflarının da bulunması, hele 1050 vukuatından itibâren Fezlekeden iyice uzaklaşması Vecîhî’nin, ilk plandaki kaynağının Kâtib Çelebi olmadığım- or­ taya koyar. Onun, kendisi ile ayrılan tarafların bu­ lunduğunu da tesbit ettiğimiz Kara Çelebi-zâde ’nin



VECÎHÎ. Zafemame’ si yanında, öbür kaynağının, bildiği­ miz bir menztlnâmeden ( H. Sahillioğlu, Dördüncü Mttrad ’m Bağdad seferi menzîinâmesi, T T K . Bel­ geler, Ankara, 1967, nr. 3-4, s. 13-35) başka bir menzîlnâme veya bir rûznâme olması mümkün gö­ rünmektedir. Vecîhî, divan-ı hümâyun hizmetinde bulunuşu dolayısıyla diğer tarihçilerin kaydetmediği bâzı haki­ katleri öğrenmek imkânını bulmuştur. Bu cümleden olarak diğer tarihçilerin vezir-î âzam Sâlih Pa­ şa ’mn Sultan İbrahim tarafından katlettiriîmesine, koyduğu yasağa rağmen hükümdarın yoluna bir arabanın tesâdüf etmesini sebeb göstermelerine mukabil, Vecîhî katlin asıl sebebini, Salih Paşa'nm memleketi içine düştüğü kötü gidişten kurtarmak için Sultan İbrahim ’i tahtan indirme teşebbüsü olarak belirtir ( Tarih, var. 33^-34»; krş. Fezleke, II, 308 v.d.). Vecîhî ’nin eseri başka kaynaklarda bulunmayan bâzı askerî ve siyâsî vukuât ile ilgili bilgiler vermesi yanında, devrinin içtimâi durumunu aksettiren müşâhede ve tenkidleri ihtivâ etmesi bakımından da ehemmiyetlidir. Murad IV. ’in ölümünden son­ ra Sultan İbrahim ve Köprülü Mehmed Paşa ’mn sadâretine kadar Mehmed IV. ’ in saltanatının ilk yedi yılı sırasında devlet ve memleketin çeşitli mü­ essese ve kesimleri ile içine yuvarlandığı hal, Ve­ cîhî ’ nin eserinde en karakteristik çizgileri ile çizil­ mektedir. Denilebilir ki, Sultan İbrahim devri, bü­ tün bozulma ve çöküntüsü ile zamanının tarihçile­ ri arasında en kuvvetli teşhir ve tenkidini Vecîhî’ıiin kaleminde bulmuştur. Muâsırı Enderunlu Mehmed Halîfe ’nin, eserinin ilk tahririnde mevcud olup, nihâî tahrirde yumuşattığı veya çıkardığı (Bekir Kütükoğlu, Tarth-İ Gılmânî ’mn tik redaksiyonuna dâir, T D , İstanbul, 1973, nr. 27, s. 28-39) tenkidler, idâri ve içtîmâî durumla ilgili müşâhedeler, Vecîhî ’de çok daha şümullüdür. M üessesler­ de ve ıdâredekİ bozulmayı bütün eseri boyunca “ Kanun-ı kadîm-i Osmanî", “ resm-i Osmanî” , “ âdet-i kadîm-i OsmanîM gibi tâbirlerle ifâde etti­ ği müesses nizâma aykırı düşmek ölçü ve vakıası ile izah eden Vecîhî ’de, devlet otoritesinin yerini mütegalîibelerin alması, suistimâller, haksız vergi­ ler ve para ayarının bozuluşu yüzünden halkın ve reâyâmn ezilmesi, devrine bakışta dilinden dü­ şürmediği birer tenkid maddesidir. Çizdiği bu İçti­ mâi tabloda,. Kemankeş ve Köprülü ’nün ıslahatçı sîmâsı daha açık şekilde belirdiği gibi, Varvar ve Abaza ’mn isyân sebepleri de daha kolay anlaşılır. Vecîhî ’nin, Varvar Alı Paşa ’nın lisânından devrin idâri ve içtimâi bozukluklarına dâir naklettiği, za­ manın başka tarihçilerinin kayda cesâret edemedik­ leri tenkidler, eserinin başka yerlerinde bizzat kendi söylediklerinin bir benzeri, hattâ bir nevî tekrarın­ dan başka bir şey değildir (Vecîhî, Tarih, var. 34a; Naîmâ, Varvar Ali Paşa ’mn ilâmını Vecîhî ’den



247



iktibas etmiştir; Tarih, IV, 247; krş. Fezleke, II, 310). Kapıkulu ocağının devlet otoritesini hiçe sa­ yan tahakkümünü canlandıran Vecîhî: "A î-i Osman devletî düşmüş ocağa yanayor” mısraı ile devletin içine düşmüş olduğu hâli en vecîz şekilde ifâde eder. Vecîhî, muasırlarından farklı olarak saray muhi­ tinde cereyan eden hâdiseleri tasvir, idâri ve mâlî bo­ zulmada saray muhitinin menfî te’şîrîni ve bu cüm­ leden -olarak mansıblarm rüşvetle satılıp 2-3 ayda bir el değiştirmesini, yüksek iradh. basların saray kadınlarına, musâhip ve nedimlere verilerek reâyântn ve bak sâhiplerinin perişanlığına yol açılmasını açıkça tenkid ile, bu yolsuzlukların tamamının anla­ tılmasının büyük bir kitab tutabileceğini pervasızca ifâde eder ( Tarik, var. 33^, 37^ v.d., 82b v.d.) K e­ za, Sultan İbrahim ’in eniştesi olduğunu da yalnız kendisinden öğrendiğimiz mâzûl Mısır valisi Maksud Paşa’nm, pâdişâh tarafından kız kardeşinin telkiniyle suçsuz yere öldürtülmüş olduğunu, Sultan İbrahim ’İn kız kardeşlerinin Edirne ’ye sürülmelerini, ” vâlide-i şehide” Kösem Sultan ’m, definden önce Saray’a gönderilip teçhiz ve tekfîn edilmesini sâdece o hikâ­ ye eder ( Tarih, var. 28»-^ 33a, 52b). Kâtib Çelebi ( Fezleke, 11, 376 ), Vâlide Sultan’m cenazesinden hiç bahsetmediği gibi, Mehmed Halîfe de eserinin ilk redaksiyonunda verdiği tafsilâtı, son tahririnde tamâmen çıkartmıştır ( Tarih-i Gılmânî, İstanbul 1340, s. 28 v.d.; krş. Viyana nüshası, var. 2 8 » ^ 313,36b, 38a- b; B. Kütükoğlu, s. 36 v. dd.). Hâdiseleri mümeyyiz vasıflarıyla tesbit ve derli toplu tasvire gayret gösteren Vecîhî, umûmiyetle vak’aîarm gerçek yüzünü belirtmeye çalışmıştır. Meselâ, Köprülü Mehmed Paşa ’nm devrini müsbet bir dille anlatmakla berâber, onun devlete hiz­ met etmekten ziyâde esas kendi mevkiini korumak endişesi ile hareket ettiğini kendisine rakip saydığı Deli Hüseyin Paşa ’yı haksız şekilde katlettirdiğine dâir Şeyhülislâm Bolulu Mustafa Efendi ’nin yazdığı mektubun mubteviyâtını kaydeder ( Tarih, var, 96“). Vecîhî ’nin hâdiseleri gerçeğe ne kadar sâdık bir şe­ kilde ve nasıl karakteristik yönleri ile aksettirdiğini 1070 İstanbul yangını hakkındaki ifâdelerinin, hâ­ disenin şâhidi olan diğer müelliflerin anlattıkları ile karşılaştırılması ayrıca ortaya koyar (bk. Tarih, var. 1193-120»; krş. Mehmed Halîfe, Tarih-i Gti­ mini, s. 67 v. dd.; H. D. Andreasyan, Eremya Çelebi'nin Yangmlar tarihi, T D , İstanbul, 1973» nr. 27, s. 71 v. dd.). Osmanlı tarihî yam sıra bâzı biyografi ( msl. Osman-zâde Tâib, Hadîkatü ’l-üüzerâ, İstanbul, 1271, s. 83 v.d .) eserlerine kaynak olan Vecîhî Tarihi, müellifinin ölümünden 14 sene sonra İstanbul ’daki Venedik sefaret iercümâm Giacomo Tarsini tarafın­ dan İtalyanca ’ya tercüme edilmiş, fakat basılmamıştır. Hammer ’in de kaynakları arasında yer alan Ve­ cîh î’nin eseri daha sonraki devirlerde unutulmuş­



248



VECÎHÎ - VEDÂ’l.



tur ( meselâ, Karsî-zâde Cemâîeddîn ’in Ayinsri zürefâ ’sında, Ahmed Rıfat-m Raozatü 'l-&zizîye ‘sin­ de adı geçmediği gibi, Atâ Bey ’in Enderun tarihi ile Ahmed Refik Bey 'in eserlerinde de kaynak olarak kullanılmamıştır). 1940’krdan itibaren başta İsmail Hakkı Uzunçarşılı olmak üzere yeniden araştırıcı­ ların alâkasını çekmeğe -başlamış, bununla beraber devletin idâri ve içtimâi bozulması, husûsiyle Kırım tarihi İle ilgili tedkiklerde lâyıkıyle kullanılmamıştır. Vecîhî Tarihi ’nin, bugün birer tanesi Leiden ve Viyana ’da olmak üzere 10 nüshası bilinmektedir, ( bk. M . J. de Goeje, Catalogas codicum Orientaliam Biblicthecae Academiae Lugdano ( Leiden), Batavia, IV, 32; G . Flügel, Die arabischen, persischen und türkischen Handschriften der KaiserlichKoniglichen Hofbibliothek za Wien, Viyana, 1867, II, 271 v.d.; L. Forrer, Handschriften osmanischer Hisloriker in İstanbul, Der İdam, 1942, X X V I, 206; İstanbul Kütüphâneleri Tarih-Coğrafya Yazmaları Katalogları: Türkçe Tarih Yazmaları, İstanbul, 1944, II, 276 v.d.; Fehmi Edhem Karatay, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Türkçe Yazmaları Katalogu, İstanbul, 1961, I, 258; II, 346. Venedik sefâret tercümanı G. Tarsmi 'nin İstanbul ’da 20 teş­ rin I. 1675 ’te tamamladığı İtalyanca tercümesi de yazma olarak Vencdik’de San-Marco kütüphânesînde bulunmakta olup, bu tercümeyi tanıtan Iorga, ondan bazı parçaları neşr etmiştir. Ayrıca bk. Paolo Preto, Veneziaei Turchi, Firenze, 1975, s. 109 ). Vecîhî, divan sâhibi bir şâir olup, muâsırı Güftî, tezkiresinde kendisinden takdirle bahseder. San’attaki kuvvet ve kazandığı şöhretten dem vuran Vecîhî şiir vâdİsine getirdiği tarzın Osmanlı şâirlerince beğe­ nildiğini Divan ’mda bizzat kayd eder { A tıf Efendi Kütüp., nr. 2255, var. 117b; msl. krş. n o b , 112a, 113», I I 8», 129b). N a ilî’yi üstâdı olarak tanıyan Vecîhî, ona bâzı nazireler de yazmıştır. Bugün sâ­ dece resmî kütüphâneîere intikâl etmiş altı nüshası­ nın -bulunuşu, zamanında divânının kazandığı rağbeti göstermektedir (Divân nüshaları için b.k. D. E. Rossi, Elenco dei manoscriiti Turchi della Biblioieca Vati~ cana, Roma, 1953, s. 220; İstanbul kütüphaneleri Türkçe Yazma Divanlar Katalogu, İstanbul, 1959, II, 388 v.dd.; F. E. Karatay, ayn. esr., II, 34Ğ. Vecîhî divânının üç nüshası üzerinde yapılmış bir edisyon kritik çalışması için bk. İlhan Tolun, Vecihi Çelebi Divânı, İstanbul, 1949, Türkiyat Enstitüsü Kütüp., T ez, nr. 3°o). Dİğer dört nüshası divân mecmuala­ rında bulunan Vecîhî Divânı ’ran mubtevıyâtı ve şiir sayısı, nüshadan nüshaya değişmekte olup, bunlar içinde A tıf Efendi Kütüp., nr. 2255 ’teki nüshanın, muhteviyatça zenginliği kayda şâyandır ).. Bibliyografya : Metinde zikredilen­ lerden başka bk. Güftî, Teşrifâtaeş-şucerâ, Üni­ versite Kütüp., nr. T Y 1533, 5*b; Safâî, Tezkiretuş-şu-erû, Süleymaniye-Esad Efendi Kütüp., nr. z 549> var. 399®” bî Belîğ, Nuhbetü ’l-âsâr, Üni­



versite Kütüp., nr. T Y



1182, var. 114b-!15b;



Şeyhî, Vakâyi*i?l-fudalâ, Süleymaniye-Beşir Ağa Kütüp., nr. 479, var. 54Öa" b* Müstakim-zâde Sü­ leyman Sa’deddin, Macallat al-nişâb, SüleymanİyeHâlet Efendi Kütüp., nr. 628, var. 434b; J.vonHammer, G O R (Peşte, 1830), V I, 32S; IX ( 1833), 20Ğ; Osmanlı Devleti Tarihi (trc. M. A tâ ), İs­ tanbul, 1947, X I, 300; ayn. mİh, G O D , (Peşte, 1837), III, 341; M. Süreyya, S O (İstanbul, 1315 ), IV, 603; N. Iorga, Manuscripte din bibliotecı straine relative le istorİa Romanolor, Analele Academiei Romane, seri II., Bükreş, 1900, X X I, 53“Û2; Bursalı M . Tabir, îdâre-i Osmaniye zamanında yetişen Kırım müellifleri ( İstanbul, 1335 ), s. 32 ; ayn. mil., Osmanlı Müellifleri ( İstan­ bul, I 342 ), III, 159; Babinger, G O W, Leipzig, 1927, s. 208; ayn. m il, WEDJ!HÎ, E /, 1933, IV, 1197 v.d.; Bağdadi İsmail Paşa, Haâiyyat alcarifin- Asmff al-muallifîn va âşâr al-muşannifin (İstanbul, I9 5 î), I, 294; ayn. m il, Kaşf al-?unûn zeyli (İstanbul, 1945 ), I, 537 î İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı tarihi ( Ankara, 1954)» II1/2, 499; Agâh Sırrı Levend, Gazavat-nâmeler ve Mihaloğlu A li Bey'in Gazavat-nâmesİ (Anka­ ra, 1956), s. 118; Nihal Atsız, İstanbul kütüphane­ lerinde tanınmamış Osmanlt tarihleri, Türk Kütüp' hanecîler Demeği Bülteni ( Ankara, 1957 ), VI/l-2, 68; Ziya Akkaya, Vecihi ve eseri, D T C F D (Ankara, 1961), XVIl/3-4, 533-560; Buğra Atsız, Dos osmanische Reich um die Mitte des 17. fahr. hmderts. Nach dem Chroniken des Vecihi (1637 - 1660) und des Mehmed Halifa ( 1633- 1660), Münih, 1977. ( Ö mer Fa ru k A k ü n . ) V E D Â ’Î, V A D Â ’ Î yahut W A D D Â İ. B e r g u, B o r g u v e y a D â r - Ş â l i l j adı da v e r i l e n b i r m ı n t ı k a olup, Tama, Mara, Masalit ve Sila gibi eyâletlerle komşu olan Dâr-Für ’un garbında yer alır. Bu eyâletler, siyâsî bakımdan bâzan Dâr -Für ’a, savaş durumuna göre de bâzan Vadâ3i ’ye bağlı kalmışlardır. Vadâsi ’nin diğer cihetlerdeki sınır­ lan kat’î olarak belli değildir. Bununla beraber bu devletin hudutları, en kudretli devrinde bile, hudut kısmındaki eyâletlerin cenûbunda Kuti, garbda Me~ dogo ile Fitri, şimalde Ennedi ve Kapka yahut Gabga ( Leo Africanus ve Arap coğrafyacılarının zikrettikleri Gaoga ile, N ijer’deki Gâogâo ve Gâo karıştırılmamalıdır)’nın dağ silsilesinin Ötesine geç­ miştir. Çöl bölgelerinin cenub kısmında bulunmasına ve az kuvvetli yağışların seyrek olmasına rağmen, mem­ leket nisbeten verimli olup, zaman zaman dereler, çaylar ve oldukça ehemmiyetli iki ırmak tarafından sulanır. Bunlardan biri garbda Fıtri golüne dökü­ len Ba^hâ, diğeri ise cenupta yukarı Şarî ’y e karışan Bafır al-Salamât ırmağıdır. Çok karışık unsurlardan meydana gelen. nüfus,



VEDÂ’Î.



249



ekseriyet itibâriyîe siyah ırka mensup kabilelerden olmayan bu hükümdarların bir çoğu, Almerenn leteşekkül eder. Çok küçük bir kısmı, siyah ve beyaz kabmı taşıyan son hükümdar Dâvüd gibi Arap 1615 yılma doğru, İslâmiyet, karışığı olduğu anlaşılan topluluklardan, geri kalan isimleri taşırdı. kısmı ise hemen hemen beyazlardan mürekkeptir. Vadâsi yerli halkı arasında yayılmaya başladı. Bu Birinci gruba, hepsi müslüman olan, siyahı kabi­ yayılmada, bazılarının Mâba ırkına, bir kısmının da lelerden siyâsî ve içtimâi bakımdan hâkim durumda esas itibariyle Nil sâhilindeki B erberilerin yanında bulunan Mâba ’lar ile Kodoş ’ler, Mimi ’ler, Kaşme­ yerleşmiş olan Arapların Ca ' 1in boyuna mensup re ’ler, Kacakse ’ler Kondogo ’lar, Mara yahut Ma- olarak gösterdikleri, bâzan Cami0, bâzan da Sa­ rarit ’ler, Daco ’lar v.s. dâhildir. Bunlardan başka, lih adiyle anılan efsânevi şahsiyetin büyük rolü ol­ ülkenin cenubunda bulunan Bina ’lar ve Rüna ’lar muştur. Ne olursa olsun Cami0'den geldiğini. iddia henüz İslâmiyet! tamamıyle benimsememişlerdir. eden aile, şüphesiz zenci ırka mensup olup, Mâba1 Bunların hepsi aynı etnik gruba bağlı olup, ara­ menşe ’ İİ olarak telâkki edilmiştir, 1635 ’e doğru, Cami0 ’nin, Muhammed al-Şalih larında benzer diller konuşurlar, Bu diller, Nüba, Kanuri, Teda v.s. İle aynı dil grubunu teşkil ederler. de denen °Abd akKarlm adındaki oğlu veya yeğeni, Ayrıca Vadâ°i ‘de husûsiyle cenub eyâletlerinde babası veya amcası tarafından son zamanlarda İslâm­ kısmen veya tamamen putperestliğe bağlı Küka ’lar, laştırılan Mâba ve Kodoî ’lar ile bölgedeki Arapları Gula ’lar, Nduka ’îar v.s. gibi ehemmiyetli sayıda ka­ etrafına toplayarak, muhalif Tuncür emirleri hânebileler bulunmaktadır. Bunların konuştukları şîve, dârana savaş açtı, hükümdar Dâvüd ’u mağlûb Bağirmi ’ferinkine yakındır. ederek öldürüp, kendisini Vadâsi ’nin kfl^k ( hü­ Karışık ırka mensub halkın hepsi müslüman olup, kümdar ) *1 ilân etti. Sonra başşehrini Vara ’ya başta Bideyât yahut Anna, Zağâva ve Gabga ’lar ol­ taşıyarak 1911 ’e kadar hüküm sürdü. mak üzere şimâldeki göçebelerdir. Bunlar, TibesK o la k , aralarında, M o m o unvanım taşıyan annesi, tİ Teda ’sı ve Mâba, Kodoî v.s. ağızlarına yakın zen­ kemikti denilen dört devlet ricâli ile bunlara yardım ci şiveleriyle konuşurlar. Sonra, İslâm öncesi Sâmi eden ( e n d e k i r }, silâhdârlar ( Varnang) ve bir ida­ menşe Ti bir grup olup, çok eski olduğu anlaşılan reci ( s in m e le k ) bulunan birçok müşâvirîerle sal­ bir Usan konuşan ve İslâmiyet! X V II. asırda kabûl tanat sürerdi. Etrafında mâbeynciler, has hadimleri, etmiş olan ve bugün ancak sathî bir şekilde İslâmlaş­ harem ağalan, ulaklar, vergi tahsildarları ile hür tırılmış bulunan Tuncür 1ar gelir. Nihâyet asıl Arap ve köle takımlarından terekküb eden bir muhâfız unsuru, 1842 ’de Türkler tarafından Fİzan ’dan çı­ kıt’ası vardı. karılan Olâd Slfmân ’larla, kısmen göçebe ( deve, Münferid mıntıkaların idaresi, agîd denilen ve keçi ve koyun çobanlan), kısmen de yerleşik ( deve her biri kendi kesimlerindeki kabilelerden teşkil çobanları) olan ve siyah ırka karışan daha kalabalık edilmiş bir orduya sâhip askerî vâîilerce yürütü­ Şuva ’lardan terekküb eder. Bu Şuva ’lar, oldukça eski lürdü. Bunların en nüfuzlusu cerma unvanını taşı­ devirlerden beri, küçük gruplar hâlinde bir kısmı yan bir agîd olup, Kodoî ’lerîe, Vara şehrî ve garbYukarı Mısır ’dan, bir kısmı da Bingâzî ve Trab- taki eyâletler buna bağlı idi. Almahâmîd agîd’ine lusgarb ’dan gelmişlerdir. Şuva ’larm esas kabileleri, şimal Arapları ile Zağâva ’lar, cenup toprakları ise Saîamât, Huzâm, Ca ’adne, Mahâmîd, Dekaklre Salamât agîdine bağlı idi. 80 kadar agîd vardı. Her v.s. ’dir. Olâd Sllmân ’lar ve Şuva ’lar müslüman eyâlet, yahut dar, agıd’îerin selâhiyeti altında bir olup Arapça konuşurlar. sancak tarafından idare edilirdi. Her köyde siyâsî VadâT ’ nin nüfûsu 749.000 kişi olup, nüfus kesafeti bir hâkim ve emlâk idârecisi bulunurdu. kilometre kare başına 10 kişi kadardır. Başşehri, Bu, sağlam bir idâre şekli değildi. Sık sık birbibaşlangıçtan X V II. asır ortalarına kadar A beşe’nin riyle ve bâzan da kolakla mücâdele hâlinde olan cenûb-i garbisindeki Kadama şehri iken, bu tarih­ muhtelif agîd ’ler, tabilerinin İtaatini te’min için bâ­ ten X IX . asır ortalarına kadar Abeşe ’nin şimâl- zan kuvvete başvururlardı. Bildiğimiz kadarıyla şimâl-i garbisindeki Vara oldu. Sonra, başkent ,teras Vadâ0i tarihi, birçok dış, iç harbler ile hükümdâr şeklinde yapılmış kerpiç evler ve üstü samanla ör­ ve devlet ricâlinin, kendi âite fertlerine karşı yaptığı tülü kulübelerden terekküp eden ve takriben 30.000 zulümlerle doludur. nüfuslu bir şehir olan Abeşe ( yahut Abeşer) ’ye îlk k°lak olan °Abd al-Karîm (1635-1655 ), ken­ nakledildi. Kerpiçten yüksek bir duvarla çevrili olan disinden önceki Tuncür emirleri gibi Dâr-Für ’a hükümdar mahallesi, 1860 civarında Ali ’nin sal­ haraç ödüyordu. Bununla birlikte, Vadâ’ i ’ye mu­ tanatı zamanında, Mısırlı veya Trablugarb ’h iki ayyen bir muhtârİyet te’mînme ve o zamanki mimar tarafından tuğladan yapılmış üç katlı kalesi Dâr-Für hükümdân Sulaymân Solong ile muta­ ile göze çarpar. bık kalarak ülkenin şark tarafındaki hudutlarını tesMahallî a n ’anelere göre Vadâ’ i, Önce, Tuncür bite muvaffak oldu. Kendi tebaasının büyük bir kabilesine mensup, başkenti Kadama olan kısmen kısmı arasında islâmiyetİn yayılmasına yardım etti. Dâr-Für *a bağlı yabancı bir hânedânm ıdâresi Bu ameliyeye oğlu Harüt al-Kabîr (1655-1678) altında idi. Hâtıraları, hâlâ yaşayan ve müslüman tarafından da devam edildi. Harîf (1678-1681) ve



250



VEDÂ’Î.



Yacküb 'Arûs (1681-1707 ), Dâr-Für ’un vesayetinden kurtulmayı denediler. Bunlardan İkincisi, Dâr-Für ordusunu yenmeyi ve kumandam 'Omar Lele ’yi esir almayı başardı. Harüt al-Şağîr ( 1707-1745 ), Bağirmi ’ye karşı başarısız bir savaşa girişti. Coda ( 1745-1795 ) da, Dâr-Für ’a karşı yeniden harbederek hükümdar cAbd at-^Casim 'i yendi ve Vadâai ’nin istiklâlini te ’min ile cenûbdaki müş­ riklere karşı birçok seferler yaptı; Bornu ’ya bağlı Kânem ’în bir kısmını almayı başardı. Şâİîh Derret (£1795-1803), Şâbün adıyla 1803-1813 yıllan ara­ sında hükümdâr olan oğlu eAbd al-Karlm tara­ fından devrildi. cAbd aî-Karîm, merkezi Mâsanya olan Bağirmi hükümdarı eAbd al-Rahman Gavrang ’a karşı parlak bir zafer kazanıp Mâsanya ’yı zabt ve yağma etti. Bu sefer sırasında öldürülen sAbd al-Raljmân ’m oğlu ve halefi Burguman da, Vadâ’ İ’nin hâkimiyetini kabul etmek zorunda kaldı. Kalak Şâbün, devletinin ticâretini geliştirip Mısır la mü­ nâsebetlere girişti. Fakat zulüm ve hunharlığıyla çevresini kendisine düşman etti ve öldürüldü. Sar­ hoş ve sefih olan oğlu Yûsuf hfarîfayn ( 1814-1829) ise, zehirlenme süreriyle bîr sûikaste kurban gitti. Annesinin nâipliğİ altında genç yaşta tahta çıkarılan Râkib (1829-1830), az sonra çiçek hastalığından öldü. Coda ’nm büyük torunu olan cAbd al-eAzîz, kanlı bir iç savaştan sonra, onun yerine hükümdar seçildi ise de, 1824 senesinde, aynı hastalıktan ve­ fat etti. Memlekette hüküm süren açlık, Vadâ’ î halkını Dâr-Für ’un garbındaki eyâletleri yağmalamaya sevk etti. Bu ülkenin hükümdarı Muhammed Fâzıl, Vadâ^i’yi cezalandırmak için bir sefer tertipledi. Ordusu Vara ’ya girdi ve Muhammed Şarif adında Vadâ'i beyini tahta çıkardı. O da, Dâr-Für ’un hâkimiyetini kabûl edip, 1835 ’ten 1858 ’e kadar, dikkate değer bir itibar ve nüfuz kazanarak, kendi­ sinden öncekilerin yabancısı oldukları bir adâletle hükümrân oldu. Muhammed Şarif Bornu hâkimi Şeyh 'O m ar’m davranışlarından bîzâr olarak bu ülkeye saldırdı. eOmar ’ i, Kusri ’de yenip onu, harb tazminatı olarak 8.000 taler ödemeğe mecbur etti. Muhammed Şarif, başşehrini Vara ’dan Abeşe ’ye nakletti. Kor olup, kendisini âsî Tama ’ya ve kendi' oğullarından birine karşı müdâfaa etmek mecburi­ yetinde kaldığından, yarı deli bir vaziyete düştü ve 1858’de öldü. Vadâri, İlk olarak onun saltanatında, bir Avrupah, yâni. Alman Vogel tarafından ziyaret olundu. Vogel, 1856 senesinde Abeşe ’de 13 gün kaldı ve şehri terkedeceği sırada öldürüldü. Kendisinden sonra gelen cAlî (1858-1874 ), dev­ let işlerini tanzime ve Vadâaî ’nİn Bingâzî ve Trablusgarb ile ticâretini geliştirmeye gayret etti, 1870 ’de kendisini artık metbu saymak istemeyen Bağirmi hükümdarı Abü Sakkîn ’e karşı savaşa girişip, mu­ hasara altına aldığı İkâmetgâhını dinamitleyerek berhavâ etti ve 1874 ’te Mâsanya ’dan 20.000 ’i



aşkın esirle döndü. Çoğu zanaatkar olan bunlar sayesinde, Vadâ°i sanâyiine büyük bîr canlılık ka­ zandırdı. Abeşe hükümdarlık sarayını yapan; Rüııa ve Kuti eyâletlerini Vadâai ’ye katan bu zattır. 1873 ’te, Alman kâşif Nachtigal ’i kabûl edip kendi­ sine büyük itibar gösterdi. Yûsuf (1874-1898 ), Bağirmİ ’nin istiklâline ka­ vuşmasına müsâade etti. Sanusi tarikatı reisi otan al-Mahdî ile dostluk münâsebetleri kurdu. Yine bu hükümdarın saltanatında", Bahr al-Oazâl ’den gelen mâcerâcı Rabah, önce Kuti (18 79 ), sonra Rüna ’ye baskın yapıp Vadâsi ’nin cenûbundaki eyâ­ letleri tahrib ederek, Sanüsî adındaki bir esir taci­ rini Kutî ve R üna’ya Sultan yaptı (1890). Bu so­ nuncu da, 1891 ’de Ubangİ 'den gelen Fransız kâ­ şifi Chompel ’İ kabûl edip onun Vadâsi ’ye gitmesi­ ne engel olmaya çalıştı; ancak buna muvaffak olama­ yınca yine onu berâberİndekilerle birlikte öldürttü. 1894’te Rabah Bornu ’yu feth etmeye uğraşırken, kalak, Yûsuf, Sanüsî ’ye karşı bir ordu göndererek, onu, hâkimiyetini tanımaya mecbur etti. 1897 se­ nesinde, aynı Sanüsî, Fransız hükümetinin Ubangİ ve Şari 'deki komiseri olan kâşif Gentil ile bir dost• luk muahedesi imzaladı. İbrahim (1898-1901), bir çok isyânı bastırmış ve bir savaşta aldığı' yaralardan ölmüştür. Abü Gazâlî ( 1901-1902 ), 'Asil adındaki agîd ’lerinden birine karşı savaşmak zorunda kaldı. Bu âgîd, hal­ kın büyük bir kısmını ona karşı ayaklandırınca, kalak, başşehrini terketmeye mecbur oldu. Onun yerine Y û su f’un oğullarından Düdmurra hükümdâr ilân edildi; bu da Abü Gazâlî ’yi esir ederek gözle­ rine mil çektirdi. Öte taraftan Fitri ’ye kaçan cA$iI, o sırada Yao ’ya gelip yerleşen Fransız askerî birlik­ lerine sığındı. Düdmurra, 1902-1911 yılları arasında saltanat sürdü. Fitri ’yi terkeden cÂsiI, cenubî Vadâaı ’deki müşriklerle savaştı; kumandan Largeau’nun emri üzerine 1903 yılında yakalanarak, muvak­ katen Fransız karakolu Fort-de-Possel ’de ikâmete mecbur edildi. Düdmurra ’nm etrafındakiler Fransızları e siI’in davranışlarından mes’ul tuttu; alSalamât A g îd ’i, Fransızların İro gölünün garbın­ daki gümrük karakolu Gulfe ’u ateşe verdi ve I 9°4 nisanında Tomba ’daki teğmen Dujour ’a saldırdı. 7 haziranda, Cerma 'Oşmân, Fransızların Yao ’daki karakol kumandanından Fitri bölgesini terketmesini istedi; bu teğmen, ültimatomu, hakâretâmiz bir şekilde reddedince 1905 kânun II. ’unda bu karakol, Cerma ’nın bir zabitinin tecâvüzüne uğradı. Fakat yüzbaşı Rivİ6re, bu hücûmu püskürttü ve Vadâai ordusunu bozguna uğrattı. Düdmurra, 'Osman ’ı ithâm edip IÇ05 ’da zehirletti. Fakat muhtelif Vadâaî valileri, birbiri ardınca Fransız mıntıkasına baskın yapmaya devam ettiler. Bu, I9°7 senesinde birçok savaşlar yapılmasına ve nihâyet 1908 ’de Fransız kuvvetlerinin 'Asil ile birleşerek Garbî Vadâai ’yi işgaline yol açtı. Fransızlar nezdinde yeniden



VEDÂİ - VEDÎ’A.



251



itibar kazanan eÂsil, taht üzerinde iddİâcı olarak VEDÎ’A, V A D ÎeA ( A .) , t e v d î , m u h â f a z a , ortaya çıktı. O zaman Düdmurra, agîd Alma^lmîd tevdî edenin ( mildi0, mustavdic ) tevdî edilene ( mâ­ kumandasında 2.800 kişilik silahlı bir k ıt’ayı F raı- da0, muştanda0), bir şeyi muhâfaza ile daha son­ sızlara karşı gönderdi. Bu kıt ’a 29 mart 1908’de, ra zarar gelmeden iâdesi için emânet ettiğine dâir yüzbaşı Jerusalemy ’ nin 280 kişilik kuvvetine ye­ akıttır. VadPa, hem muhâfaza için verilen ş e y i , nildi. Aynı yılın 16„ haziranında, Julien kumanda­ hem de doğrudan doğruya emânet bırakılmak için sındaki kuvvetlere karşı da yeni bir mağlûbiyete uğ­ yapılan m u k a v e l e yi ifâde eder. Muhâfaza, hu­ radı. sûsî bir ak i d l e te’sis edilir ve bu sebeple hu­ 2 haziran 1909 ’da Abeşe, yüzbaşı Fiegenschuhkukî eserlerde borçlar hukuku bölümünde yer alır. ile teğmen Bourreau tarafından ele geçirildi ve aynı Halbuki emânet edilen mal ( amana) ’da mukavele senenin 3 ° ağustosunda İse, cÂsİl, kendisini firarda yoktur; bilakis mukavelesiz umûmî bir sadâkat bulunan Düdmurra yerine kolak ilân etti. Fakat vecibesi mevzubahistir; bu sebeple tesâdüfî veya kânun II. 19 10 ’da yüzbaşı Fiegenschuh kuvvet­ bir kasıt olmaksızın birinin eline ( yad) geçen, leriyle Masalit ’e giderken Blr-Tavi! ’de hücûma meselâ rüzgârın bir evin, içine attığı elbise, yahut uğrayarak öldürüldü ve Dâr-Für kıralı cA lî Dinar bulunan şey ( lukata) veya rehin, emânet sayı­ bundan faydalanarak Vadâ’ i ’nin şark bölgesini lırlar. istilâ etti. Diğer taraftan Düdmurra, şimâlden ye­ 1- Kur ân 'da, vadlca ıstılah olarak değil, ancak, niden taarruza geçti. Düdmurra, yüzbaşı Chauvelat umûmî mânada emânet olarak geçmektedir. Islâm tarafından Gabga üzerinden geri püskürtüldü. Son­ ümmetinde ısrarlı bir şekilde, akidlere riâyet etme­ ra 8 teşrin II. 1910 ’da Albay Moll, Masalitlerin leri, emânet edilen malt veya rehin verilen şeyi iâde başşehri olan C ircel’i zaptetti; şehri müdâfaa eden etmeleri istenmekte ( Kur ân, IV, 6 1; II, 283) ve Düdmurra, Moll ’ü yaralayarak firâra mecbur etti. bu emirlere uyanlara cennet vâdedilmektedir ( KurAncak, Düdmurra da, iki teğmen ve beş Avrupalı an, X X III, 8 v.dd.; L X X , 32). Bu âyetler, putpe­ assubay ile birlikte, Dorothe ’de öldürüldü. Biraz rest Arapların, kendilerine terettüp eden vecîbelere sonra, 12 kânun II. 1 9 u ’de .yüzbaşı Modat, Sa­ ve mukavelelere ne kadar az ve isteksiz riâyet et­ nüsî ’nin müstahkem makam NdeH { K u ti) ’yi zabt tiklerini gösterir. Daha sonraki devirlerin fakîhleri, ederken, bu çarpışma esnasında Sanüsî öldü. Aynı "İyilik ve Allah rızâsı için yardımlaşınız" (V ,3 ) senenin teşrin I. ayında kolak Düdmurra, albay me’âîindeki âyetin, muhâfaza akdini Kur ân yolu ile Largeau 'ya itaatini arz edip tahttan vazgeçti. Böy- desteklemek ve onu tavsiyeye şâyan bir fiil olarak lece 'Âsil, Fransızların himâyesindeki Vadâ’ i ’nin (mustakabb) ortaya koymak için "iyilik ve Allah nihâi hükümdarı oldu; fakat hükümdarlığı ancak rızâsı için yardımlaşınız” imâlindeki âyeti ( V , 3 ) birkaç ay sürdü ve 5 haziran 1912 ’de ikiyüzlülü­ delil olarak göstermiş ve ondan istifâde etmişlerdir. 2- Hadîslerde, emânet edilen malın iadesini teş­ ğünden dolayı tahttan indirildi. B u tarihten sonra Vadâri» doğrudan doğruya vik ederler : "Kendisine bir mal emânet edilmiş Fransız kolonisi Çad ’m bir kısmım teşkil eden olan onu iâde etmelidir" yahut "Sana emânet edilen Abeşe mıntıkası kumandam tarafından idâre edil­ bîr malı, emânet edene geri ver ve seni aldatanı al­ miştir. datma". VadFa'nın kayıp veya telef olması hâlinde, B i b l i y o g r a f y a : F. Frensneî, Memoire sar tazminle ilgili birçok hadîs bulunmaktadır. Bu hal­ le Waday, Bull. delasoc. de geogr-. (Paris, 1849), lerde hiçbir mes’ûîiyet terettüp etmemektedir. X I; Mohammed lbn eOmar el-Tünisî, Voyage ( lbn Mâca, Sadakat, bâb 7 ; K a m al-°ummal, V III, au Ouadây ( Arapça ’dan tercüme Perron ), Pa­ nr. 5443, 5444, 5448, 5449, 5450 ). Zîrâ, müstevdâ ris, 185i; Nacbtigal, Sahara and Sudan (B er­ itimâda şâyan bir şahıs olarak kabûl edilmektedir lin, 1879-1882), İ l i ( "Nacbtigal 'in Vada’ i 'ye ( Kanz al~°ummâl, nr. 5444, 5447 ). Diğer hadîs­ Seyahati ’nin Fransızca ’ya tam tercümesi Joost lerde, zarûrî ihtimâmı göstermediği veya -bilhassa van Vollenhoven tarafından yapılmış ve Fransız belirtilmemiş olmakla beraber- hukuka aykırı ha­ Afrikası komitesince nşr. edilmiştir. Paris, t s .); reket ettiği için müstevdânın mes’ûİiyeti tasvîb Henri Carbou, La region da Tchad et da Ouadai olunmaktadır ( Kanz al-°ummâl, nr. 5451, 5452). ( Paris, 1912), II. f Jean-Louîs Bacqu£-Gram3- F ı k ı h e s e r l e r i n d e , vadTa hakkındaki mont, A propos de la relation de Voyage au nazariye ve hukukî münâsebetler, kesin bir şekilde Waday de Şayi} Muhammad b. °Alt b. Zay- vaz edilmişti. F a k î h l e r i n n a z a r i y e l e r i ne ntTâbidin de Tunis, VIII. Tür}f Tarık Kongresi, göre aşağıdaki kaideler ortaya çıkmaktadır. I. Muhâfaza, dönülmesi kabil olan bir akit olup Ankara: 11-15 ekim 1576, Kongreye sunulan bil­ diriler, T T K Basımevi (Ankara, 19 8 1), II, (°akd et?İz), her zaman tek taraflı bir arzu üze­ 1037-1 ° 4 î ; Alm. trc. Georg Rosen, Das Buch rine fesbedîlebilir. Muhâfaza mukavelesinin mûtede$ Sudan öder Reisen des Scheich Zain el Abi- ber olması için şu şartlar ( arkan ) aranır: dîn in Nigritien ( Leipzig, 1847 )]. a. Akdi yapan her iki taraf da, hukukî muâmele yapma ehliyetine sâhip olmalıdırlar. Bu sebeple { Maurice Delafosse. )



2^2



VEDİ’A.



reşit olmayan biri (sağır), akıl hastası ( macnûn) veren ile birlikte oturan ve ev ıdâresİne dâhil olan ve hacir altına alınmış bir müsrif ( safîh, mubazztr ), şahıslar gösterilir: zevce, çocuklar, ebeveyn, hiz­ ne bir şeyi muhâfazaya verebilir, nede alabilir, metçiler, köleler, ümmü veled. Şafiî fakîbleri, yâni ne mûdî ve ne de müstevdî olabilir. Reşit ol­ kıyâsa uyarak ikinci vadPa ’yı men ederlerken mayan biri, hukukî muâmele ehliyetine sâhip bir istihsana uyan Hanefî ve Mâlikîler, ona cevaz şahsa vadPa verirse, mukavele (a k it) teessüs et­ verirler. Ancak, bütün mezhep akidelerine göre, mez, ancak emânete binâen mes'ûHyet doğar. vadPa’yı alan, onu muhâfaza edebilmek için müc­ b. Sâdece mal olan şeyler muhâfazaya verilebilir. bir sebeplerle, bir başkasına tevdi edebilir. Gemi Bu sebeple, msl. temiz olmayan şeyler ( rtacis), kazası, yangın, sel, düşman istilâsı gibi hâdiseler, emânete elverişli değildir. bu nevîdendir. c. Şekil ( şîğa ) zarûrî olup, bu da, îcâb ve kabûl2Şayet vadPa ’yı alan, o şeyi kullanır yahut on­ den, yâni akdi yapan iki tarafın akdi muhafaza husu­ dan istifâde ederse, meselâ-zararı önleme kasdı dı­ sunda irâde beyanlarından ibarettir. Bİr tarafta, bir- şında- vadPa ’yı alan kendisine tevdi edilen elbiseyi şeyi muhâfazaya verme isteği, diğer tarafta ise onu giyer veya tevdî edilen katıra binerse, tagaddi vuku kabûî etme irâdesi bulunmalıdır. Bu, muayyen ke­ bulur. limelerle yahut beyanlarla veyahud -vadPa alanın, IV. A k d i n s o n a e r m e s i : Muhâfaza muvadîea verenin teklifinden sonra sessiz sadâsız o kavelesi vadPa ’nın iâdesi ile münfesih olur. Akdi şeyi hemen muhâfazaya alması gibi- susarak da ola­ yapan iki taraf da, istedikleri zaman, muhâfaza mu­ bilir. kavelesini feshedebilirler. Iî. VadPa'yı alanın m u b â f a z a v e c î b e s i : Şu hâlde, emânet kabîl-i rücû bir akid olduğu için, VadPa ’yı elan, eşyayı, ” aynı nevîden diğer eşyanın ber zaman ve tek taraflı bir arzu ile iade edilebilir. muhafazası gibi "yâni örfün tesbit ettiği şekilde Akdi yapan iki taraftan biri ölür, yahut akıl hastası mubâfaza etmelidir. O , kendi eşyasını muhâfazada olursa, akid feshedilmiş olur. Vadica, onu alanın, gösterdiği ihtimâmı.göstermelidir; yâni Roma huku­ emâneti iâdesine kadar devam eder. Burada yine kunun ifâdesi île “kendininkine olduğu gibi ihtimam akdi mubâfaza ile akidsiz emânetin farkı göze çarp­ etmelidir*. Muhâfaza yerine gelince, vadPa, iste­ maktadır. nilen yerde muhâfaza edilebilir. Fakat mûdi, mu­ Şayet vadPa’yı alan sebepsiz olarak iâdeden im­ hâfaza şekli yahut yeri hakkında tâlimât vermiş ve tina ederse, emânetin telef olması hâlinde mesuli­ şartlar ileri sürmüşse, vadPa 'yi alan, mutlaka buna yetinin derecesi artar. VadPa’yı alan, ancak normal riâyet etmelidir. Bunlar yapılmayarak zarara uğra­ zamanda eşyanın mâkul sebeplerle telef olmasından ması ve telef olması hâlinde vadPa tazmin edilir. dolayı muâheze , edilemezken, yukarıki ahvâlde, III. Z a r a r ı ta z m ı n v e c î b e s i (zaman): vadPa mâkûl sebeplerle telef olsa bile, iâdede ge­ Şayet vadPa, alanın kabahati olmadan zarara uğrar cikmiş olduğu için mes’ûl olmaktadır. yahut telef olursa, vadPa *yı »tan tazminle mükellef 1 4” Edebiyatta vadPa, hikâye mevzuu olarak değildir. O, mücbir sebep ve tesâdüfî hallerde de zaman zaman hiç de küçümsenmiyecek bir rol oy­ mes’ûl değildir. Buna mukabil vadPa’yı alan iafrîf namıştır; VadPa vermek ve vadPa, bilhassa save tagaddi'de dâima mes’ûldür. dâkatsiz ve hilekâr müstevdâ, meşhur motiflerin a. Tafrî}, onun yapması îcab edenden az yapması, zuhuruna mevzu olmuştur ( krş. HandiüÖrterbuch yâni gerekli ihtimâmı göstermemesi hâlinde mev­ des Deuischen Mârckens, nşr. v. L. Ma ekensen, bk. zubahistir. Bu da şu hallerde mevcuttur: Unredliche Aufbewahrer [yalancı müstevdâ] tâ­ I- Şayet o, vadPa'yi zarardan korumamışsa, msl, biri ). Şark edebiyatında en sık tekrarlanan motif, o, tevdi edilen katırın yiyecek ve içeceklerini İhmâl sadakatsiz ve tekrar tekrar aldatan müstevdânın etmiş, yahut tevdî edilen elbiseyi güveden temiz- durumudur. VadPa alan yalancı kişiye misâl olarak lememişse; 2- Şayet o, muhâfaza tarzında İhmâl kadı da gösterilmiştir. Esastaki hukukî münâsebetleri göstermiş ve ona, tevdi edenin tâümâtına uymamış­ tahlil etmek ve motifleri ortaya koymak uzuiı süreceği için, burada en belli başlı eserler gösterilmiştir : Ibn sa. b. Tagaddi ise, şayet o, "hudutları aşmış, hukuka al-Cavzi, Kitab al-azh.İya' (Kahire, 1277), s. 55î aykırı davranmışsa", yânı yapmaya me’zûn oldu­ al-Vatvât, Ğurar aTfaaşa’iş (Bulak, 1284), s. 98; ğundan fazlasını yapmışsa bahis mevzuudur. Şu hal­ R . Basset, ReVue des Traditions popul. ( 18 9 1), V I , 66 v.d.; Chauvin, I X , 13; Born Juda's, 11,237; lerde görüldüğü gibi: I- Emâneti bir başkasına tevdi etmede taeaddî ffiküyüi-i Lafîf, Lucknovv, 1912 (trc. A- Heyne), vardır. Zîrâ vadPa, onu tevdi eden tarafından tanı­ nr. 10, 23, 30; Leszınski, Pers. Schnurren, nr. 40; nan, muayyen bir şahsa izhar edilen şahsî itimâda T h. Menzel, Der Zaubersptegel (Hanover, 1924), istinad eder. Yalnız, Ibn A bl Layla ’ya göre vadPa ’yı s. 89; R . Köhler, K l Schriften, I I , 4 9 i ; Zachariae, alan onu başka birine tevdi edebilir. Ayni âilenin K i Schriften, s. 167, 390; S B P r . Ak- W-, 1883, diğer uzuvlarına tevdîde bulunmak mevzuunda s. 586; G . Jacob, Türk- Bibi, V , 25; Zettsckr. d. görüşler muhteliftir. Aile efrâdı olarak, vadPa ’yı Vereİns f. Volkskpnde, X V I I I , 69.



VEDÎ’A — VEFÂ.



^53



suptur. Mu'tamad al-Davla Mİnüçihr Hân ’m sır kâtipliğini yapan VafâÜ, münşîliği yanında, bâzan "Vafâ” mahlası ile Farsça şiirler de yazmıştır. ( Macmae al-fuşakta3, V I, I 99 1 )* 3. VAFÂ-Yİ DİHLAVÎ. Adı, Şâb Muhammed ve şiir­ deki mahlası "Vafâ" olup, Dehlî ’de bir kölenin ço­ cuğu olarak dünyaya gelmiştir. Tahsilini bitirdik­ ten sonra, Mîrzâ Afzal Sarhoş, Şâh Guîşan ve Mir­ za Cadal ’in hizmetine girip bunlardan istifâde ederek, bilhassa tarih düşürmede şöhret kazanmış­ tır. Bir ara Dehlî ’den Bengal ’e giderek oranın hâ­ kimi Navvâb “Ali Vardİfıân Mahâb C an g’in hiz­ metine girmiş ve bu ülkede birçok mücâdeleye şahit olup gördüklerini bir tarih risâlesi hâlinde ka­ leme almış; yine Mahâb C an g’in zaferlerini naz­ ma çekmiştir, ömrünün sonlarında dünyadan el ( O t t o S pie s .) çekip, Şâh Muhammed ’in müridi olmuş ve 104 V E F  , V A F  ve V A F 51. Bu isim ve mahlas ile yaşında vefat ederek (119 0 = 177 6 ) Azîm-âbâd’da Türk, İran, Arap, Hînd v.s. asıllı birçok tanınmış mürşidinin yanma defn olunmuştur ( eA lî Îbrâhîm Hân Halil, Şufcüf-i îbrâhîm, II, Berlin Devlet K ü­ şahsiyet vardır. 1. VAFÂ-Yİ KUMÎ. Asıl adı, Mirza Şaraf al-DIn tüp., nr. 663, var. 367^-368*). 4. VAFÂ-Yİ FERÂHÂNÎ, sâdâtdan olup asıl adı Mir­ 'A li fdan blusayni olup, X V III. asırda yaşamış bir îran şâiridir. Yedinci imam Musâ K âzim ’m kızı, za Muhammed-i IHlmayn ’dır. Rizâ-Kuli Hân ’a göre sekizinci imam “Ali Rizâ ’nın kız kardeşi Fâtima ’mn ( Macnuf, V I, 1089 ) Mîrzâ cİsâ ( öhn. 1237=1822 ) Kum [ b. bk. ] ’daki merkadinin mütevellîliğini ya­ ’nın birâderi, Hayyâmpur ve Munzavî ’nin teshil­ pan bir ailenin çocuğudur ( Luîf “Alî Big Azar, lerine göre ( Farhang-i suhanvarân, s. 650; F7£Âtaşkflda, Bombay, 1277, s, 436; krş. Rizâ-j^Culi risf-î nusf}ahâ-yi hatfî-i Fârsî, III, 2602) de, amca­ fjlân Hidâyat, Macmcf al-fuşa\tâ, nşr. Mazâbir Mu- sıdır. Meşhur bîr münşî olup "Vafâ" mahlasıyla şaffâ, Tahran, 1336-1340 hş., V I, 1090. Şâirin ismi, şiirler de yazmıştır ( Mu'în, Farhang-i Farsi ve birinci kaynağa göre "M irza Şaraf al-Dîn", İkincisi­ E l , mad. WAFA), önce Zend Şadİk H ân’a vezirlik ne göre ise "Mirza A şraf'd îr). Muhammed Kndrat yapmış; bu hânedâmn yıkılışından sonra, Kaçar­ Allah ’a göre ( Natâyic-al-afhflr, nşr. Ardaşîr-İ ların hizmetine girip, bilhassa tahsil ve terbiyenin Hâzie, Bombay, 1336 hş., s. 769) Vafâ, iyi bir in­ yükselmesine çalışmıştır. 1209 (1 7 9 4 ) senesinde san ve kudretli bir şâirdi. Nâdirîlerin saltanat devri Kazvin ’de vefat eden ( Macmae al-fusajjiâ, V I, sonlarında Hindistan ’a gidip orada 3° seneye ya­ 1097; 'A li Mudarris al-Tabrîzî, Raylıânat al-adab, kın iyi bir hayat sürdü. 1180 ( 1766 ) ’de ömrü­ 1326-1333 hş., IV, 296 v.d.; Ma'şüm “Alî, fara 3$ nün son senelerini geçirmek üzere Kum ’a döndü al-hak&ik* Tahran, 1317-1319 hş., III, 112 ; krş. { Macmcf al-façaca ve Âtaşhfida, göst. yer.). Bir ara M u'în, göst. yer.) Vafâ-yi Farâhânî ’den, bir dîvan, Mekke’ye gidip hacc farizasını yerine getirdi ( iaş- Fîrüz u §üh adlı bir mesnevî, ayrıca 7 küçük mesnevî hada., göst. yer.). Nihâyet 119 4 (178 0 ) senesinde ha­ ile kıt ’a ve kasidelerini ihtivâ eden bir külliyât kal­ yata veda etti ( Natâyİc ahafkâr, s. 77O; Muhammed mıştır (T a h ra n ’daki yazma nüshaları için bk. Şiddik, Şam'-i ancuman, Hindistan, 1293, s. 520; Munzavî, Fifyrisl-i nusljahâ-yi haiiî, III, 2602; IV, Muşljafî Guîâm-i Hamadânî, cIkd~i şurayyö, A v- 3033 )• 5. VAFÂ-Yİ İŞFAHÂNÎ ( IIIO -II93 = 1698-1779 ). ragâbâd, 1934, s. 59 ). Şâirden bize, Lu'hA-i man­ zum adlı bir küçük mesnevi (b ir nüshası, Bengal Asıl adı A^a Muhammed Amîn olup, Âlemgîr za­ Şarkiyatçılar Kütüphanesi’ndedir) İle Dîvân’ı (nüs­ manında Hindistan’a giden ve orada büyük itibâr haları için bk. A . Sprenger, Catalogue of Oudk, Kal- kazanan Muhammed TaH Hân ’ın oğludur. îlçiküte, 1854, I, 548; H. Ethe, Catalogue of the Pers. pur ’da dünyaya gelmiş ve iyi bir tahsil görmüş, Mass. in the Library of the India Office, 1, nr. 1718; bilhassa Şayh Maljmud Mâzandarânî ve Şayh GuW. Ivanow, Descripiibe Catalogue, Kalküte, 1924, s. lâm Muştafa İnsan ’dan istifâde etmiştir. Şiirde "Va­ 398. Meclis ve Tebriz Millî Kütüp. nüshaları için bk. fâ” mahlasını kullanmış ve Ömrü boyunca şiir ve A. Munzavî, Fiî}rİst-i msljahâ-yi Ja/fî-ı Fârsî, nşr. inşâ ile meşgul olmuştur ( Natâyİc al-afkar, s. 756; R. C. D ., Tahran, 1348-1353 hş., III, 2602) kalmış­ §amc-i ancuman, s. 5*9 )tır. 6. VAFÂ-Yİ ŞÎRÂZi (1224-1286=1809-1869). Asıl 2. VAFÂ-Yİ AŞRAFÎ. Adı Mirza Mahdî-Kulî olup, adı Mîrzâ Hasarı “A lî olup, "Büyük Mîrzâ" nâmıy­ milâdî X IX . asır îran münşilerindendir. Safevîler la meşhur hekim ve "Niyaz” mahlaslı şâir Mîrzâ zamanında îran ’a yerleşen bir Gürcü ailesine men­ Sayyid “Alî ’nin oğludur. Babasının yanında tahsil B i b l i y o g r a f y a : O. Spîes, Das Depositum nach islamİschem Recht, Zeitschr. f. vergi Rechtstviss., X L V , 241-300 ve burada verilen fı­ kıh eserleri. Ayrıca Avrupalı müelliflerin eserleri: Sachau, Muh. Recht (Berlin, 1897 )> s. 667 v.dd.; van den Berg, Principes du drcit musulman ( Ce­ zayir, 1896), s. 107; KhalîL Mafyaşar o sommario del diritio malechita (trc. Santillana), Milano, 1919» II» 4°7 v.dd.; Querry, Droit musulman ( Paris, 18 71), I, 529 v.dd.; N . v. Tornauw, Das moslernische Recht ( Leıpzig, 1855), s. 109 v.dd. V a d î ' a v e s i k a l a r ı n ı n neşredildiği yer­ ler : Franc. Codora, Origines del Justicia de Aragon ( = Coleccicn de estudios drabes, I I ) , Zaragoza, 1897, s. 453 v.dd.; Homenaje a JD. Fran­ cisco Codera (Zaragoza, 1904), s. 189 v.dd.



edip, tıp ye teşrihde temâyüz etmiştir. Nestâlikte ve şiir yazmakta maharet gösterip bir dîvan tertip etmiştir. 1254 (1 8 3 8 )‘te Ş îraz’dan Bombay’a ve müteâkıp sene Mekke ve Medine ’ye gitmiştir ( Mirza Fdasan Husayn Fasâ’i, Fasnömâ-i Na­ şiri, Tahran, 1314 hş., II, 119 v.d.). T ıp tahsilini tamamlamak için bir müddet Paris ve Londra’da kalmış; Hindistan’a döndükten sonra senelerce Kalküte ’de hekimlik yapmış ve tedrisatta bulun­ muştur, Meşhed'e gitmek üzere Bombay’a geldiği sırada vefat etmiştir { Fars-nâma, II, 120; eAlI Haşan Hân, Şubh-i gulşah, Hindistan, 1295, s. 595» Muid Davar, M ifâ t al-faşâha, vat) harfi). 7, ŞEYH VAFÂ (ölm. 896= 1491), Konyalı Şeyh Muslihüddin Mustafa, Bursa ’da medfım Abdüllatîf Kudsî ’nin halîfesi olup zâhir ve bâtm ilimlerini hazmetmişti. Üç dilde ârifâne şiirler yazmış, birkaç eser te’lif etmiş ve İstanbul 'da kendi adiyle anılan Vefa semtinde gömülmüştür (Latîfî, Tezkire, Kay­ seri, Râşid Ef. Kütüp.,‘ nr. 1160, birinci fasıl, var. I9b-20a; M. Tâhir, O M , I, 18i. Şeyh Vefâ, bâzı Kaynaklarda daha çok İbn Vefâ olarak zikredilir, bk, Mecdî, Şakaik tercümesi, İstanbul, 1269, s. ıö8, 195 y.d., 215 v.dd., 236, 251, 263, 292, 298, 356, 364, 433; krş. Atâî, Şaka ’ik Zeyli, İstanbul, 1268, l 7 i ). Vafâ İsim ve mahlasıyle tanınan diğer mühim şah­ siyetler şunlardır : Sultan Ahmed Calâyir ( ölm. 1410 m .) ’in halası ve mürebbiyesi olup onun em­ riyle öldürülen Vafâ Hatun ( Mir Hvând, Raozat al-şafâ, Tahran, 1338-1339 hş., V I, 342 v.d .); Afca ‘AH Aşraf ’in "Mudarris” lekaplı oğlu ve X IX . asır ediplerinden Şîraz ’Iı Aka Abu T K âsim Vafâ Da­ var, Mir*ât al-faşâha, vâü harfi; Hayyâmpür, Farhang-i suhanüarân, s. 650); Riyâz al-şu'arâ sâhibi ‘Ali Kuli Hân Vâla-i Dâgistân!’nin hala-zâdesi ‘Alî Mardân Bİg Vafâ ( Şubaf-İ İbrahim, II, var. 367b; Şubh-i gulşan, s. 497 ve Farhang-i Suhanvarân, s. 651 ’e göre VafâH-i Dihlavi); Hac! ‘Alî Asgar ’ın oğlu olup Naşir al-Dîn Şâh ( ölm. 1848 ) devri şâirlerinden Mâzenderan ’lı Hâcî Husayn-i Kuli Hân Nürî Vafâ’ Madâyih Nigâr, Ancuman-İ Naşiri, ancuman 4, nr. 6; Hayyâmpür, s. 650); el­ yazması dîvanı bulunan Rampur ’Iu Hâcî Gul Muharnmed Vafâ ( Şubkri gulşan, s. 599; Munzavî, Fihrist..., III, 2601); nazım ve nesirde mahâret sâhibî ve Afganlılarm münşisi olup, Vâla-i Dâgis­ tân! ’ nin Riyâz al-şu'arâ* ’sında Övülen, Kandehar ’ Iı Mirza İbrahim Vafâ* ( Şuftaf-i İbrahim, II, var 3Ö7a ); X III. (X IX .) asır ediplerinden Esterâbâd ’İı Mİrzâ Husayn Vafâ’ ( Hayyâmpür, Farhang, s. 549 ); Nâdir Şâh devrinde yaşamış, Hemedan’lı Mirza Muhammed ‘ A li Vafâ* (Şub^-i gulşan, s. 596); Vâla-i Dâgistân!’nin çağdaşı olup tabâbet ve şikeste yazıda mâhir, İran asıllı Mirza Muhammed ‘Alî Vafâ* ( Şuhuf-i İbrahim, II, var. 367a); yine X IX . asır ediblerinden Zavâra ’li Mir­



za Muhammed eAH fabâîabâ’ î Vafâ* Mudarris, Rayhânat al-adab, IV, 297; krş. Farhang-i sahanvarân, s. 650); Nâdir Şâh devri ediblerinden, "Aka­ sı Big” nâmıyle meşhur, K u m ’lu Mİrzâ Muhammed Hâsim-i Husayn! Vafâ* ( Şabâ, Rüz-i rüşan, Hupal, 1297, s. 760 v.d.; Şuhuf-i İbrahim, 11,367b’de: Kum’lu Mİrzâ Şaraf al-Dîn ‘ A ,11Vafâ ); Navvâb Muhammed Tak! Hân Tarakkbi Fayzâbâdl’nin kardeşi, Laknov’lu Mİrzâ Sayyİd Vafâ* (Şubh-i gulşan, s. 595 ); Hemedan mülhakatından Sirkan ’lı şâir Muhammed Kâ?im Vafâ* ( Şuhuf-İ İbrahim, II, var. 3Ö7a Şubh-i gulşan, s. 594 te Vafâ-yi Toysirkânî mahlas ve nisbesiyle zikredilen MoIIâ Muhammed Kâşim bu zât olmalıdır. Zîrâ T ü y ve Sırkân kasabaları birbirine çok yakın olup bir arada da anılmakta­ dırlar ( bk. M ueın, Farhang-i Fârsİ, V , mad. "T ü sirkân’*); Şâzilî tarikatı mensûbu olup, dîvanı ile bir çok eserin sâhibi Muhammed Vafâ’ al-Şâzîlî (702765=1302-1364, al-Zirikli, al-AHâm, V II, 267); Navvâb Bark~i Cang Bahâdır’ın halefi ve CAII Şâh Turkî ’nin çağdaşı, Haydârâbâd ’iı Navvâb Muham­ med ‘ Omar Han Bahâdır Vafâ’ ( CA 1I Şâh Turkî, Çaşm dldâ, Hindistan tab ’ı, s. 129, krş. Farhang-Î suhanoarön, s. 650); Hindistan’da yaşadıktan son­ ra Isfahan ’da vefât eden, Herat ’lı Mollâ Vafâ* ( Şuhuf-i İbrahim, II, var. 367°); Şayh Muhammed Husayn Şayh al-îslâm-i ŞîrâzI ’nin oğlu, ■ ” Safâ” mahlaslı ve Şîraz ’lı Şayh Muhammed Bakir Vafâ* ( Rayhânat al-adab, II, 479 v.d.; Dâvar, Mir0öt al-faşâha, vâo harfi). Haleb ’li âlim, şâir, mutasav­ vıf, çeşitli te’lifâtla iki dîvan sâhibi Şayh Muhammed b. Muhammed Vafâ* (1179-1264= 1765-1847) ve­ ya Şayh Vafâ’ ! al-Rifâeî (bk . al-Aclöm, V II, 299). Müstakim-zâde Süleyman Sâdeddin ’in amcası Müstakîm-zâde Şeyh Vefâ ( Mustafa b. Mehmed b. Yûsuf b. Muzaffer Müstakim, ölm. 1126 = 1723; Sâîim, Tezkire, İstanbul, I3I5, s. 708; Müstakim -zâde, Tuhfe-i hattatın, s. 539); X II. (X V III.) asır şâirlerinden Edirneli Mehmed Vefâ b. Müslim A h­ med ( M . Tâhir, O M , 1, 166). Diğer Vafâ’Iar için bk. Dâvar, Mir*ât al-faşâha, oâo Harfi; Şuhuf-i İbrahim, II, var. 367a v.d d .; Farhang-i suhanüarân, s. 649 v.d.; Şuhhri gulşan s. 594; Sâlim, Tezkire, s. 708 v.d. V A FÂ ’ I, Vefâî mahlas ve nisbesiyle tanınmış şahsiyetlerin başhcaları şunlardır : 1- Yezd ’li AKA MUHAMMED VAFÂ’ Î, çağdaşı Rizâ i£uli Hân Hidâyat ( Macma‘ aTfuşakâ3, V I, 1090) ’e göre, devrinin büyüklerini medhetmiş Iran şâiridir (C î. Huart, E l , mad. WAFA*da mah­ lasım ” Vafâ’ ” olarak göstermiştir; krş. Macmac..., göst. yer.; ‘ Abd al-Husayn ÂyatI, Târilyİ Yazd, Gulbâr-i Yazd, 1317 hş., s, 342 v .d .), 2- T efriş’li MİRZA ‘ABD ALLAH HÂN VAFÂ’ Î, ‘ Abd Allah Big namıyle meşhur X IX . asır Iran şâirlerinden olup, bir müddet şehzade Navvâb £ill al-SuIfân ve Şayh CAH Mirza ’nın hizmetinde nedim



VEFÂ.



255



olarak bulunmuş ve seyahat maksadı île bîr ara ile, Şuhuf~i İbrahim (I I , var. 367a) ’de perişan kıŞîrâz’a gitmiş ( Macma< al-fuşahâ3, V I, 1170; krş., hğıyle Hindistan ’a gİdİp orada şiir san’atinde ilerle­ E l , mad. WAFA),. ömrünü riyâzetle geçirmiş, iyi diği kaydedilen ” Mavîânâ Vafâ’ î-i Işfahânî” aynı huylu bir dervişti ( Macma3 al-fuşa^â3, göst. yer,; zât olmalıdır. Kendisinin ve babasının adı bilin­ krş. Farhang-İ sufyanoarân ’daki kaynaklar). meyen bu şâirin, Ekber Şâh devri ricâlinden biri­ 3Horasan ’iı VAFÂ’ İ. Asıl adı Emir Ahmed Hacınin oğlu olduğu, bir müddet askerlik hizmetinde Big Vefâ *î olup Kâşgarlı Sultan Melik ’in oğludur. bulunduğu, çok seyahat edip bu arada hacca gitti­ Çağdaşı Ali Şîr Neva ’î ’ye göre ( Macâlis al-naftiPİs, ği, gazel vâdisinde zamanının ileri gelen şâirlerin­ Topkapı Sarayı, Revan Köşkü Kütüp., nr. 808, var, den biri olduğu v.s. nakledilir ( cAbd al-Kadir K a­ 683a), güzel yüzlü, İyi tavırlı ve üstün ahlâklı olup diri, Mantahab al-iavârlh, Kalküte, 1865-1867, Herat’ta yetişmiş; orada ve Semerkand’da hâkim­ III, 385; Ni?âm Hvâca Nizâm al-Dîn Ahmed, Talik ve bir ara devrin hükümdârına nâipîik yapmıştır. bakât-i Akkan, Kalküte, 1927- 193*, H» 5 *6 ; Şufcfr-ı Aynı zamanda kahraman bir asker olan Hacı Big’in galşan, s. 596; krş. Târîh-i nazm u naşr, I, 430). ’Vefâ’î” mahlası ile yazdığı şiirleri bir dîvân ’da 8Ekberâbâd’Iı VAFÂ’ İ (öhn. 940= 1533 ). Tam toplanmıştır ( Macâlis al-nafâtis, göst. yer. ve var, adı, Şayh Zayn al-Dîn Vafâ’ r i FFafî-i Akbarâbâdî 674a; krş. Fahrî-i Harâtî, Tarcuma-i Macâlis al- olup, Babur ve oğlu Hümâyûn Şâh devri emirle­ nafffis, Tahran, 1323 hş., s. 114 ). rinden ve ” VafâJî "mahlasını kullanan şâirlerindendir. 4~ Cezerî-oğlu VEFÂÎ. Asıl adı Mahmûd olup, Babur Şâh zamanında sadâret makamına yükselen annesi Molla Fenarî ’ntn kız kardeşidir. îran ’da bu zât, muamma yazmada üstâd idi. Babur-name ’yi ilim tahsil etmiş, sonra dönüp Fâtih'e nişancı ol­ Çağatayca ’dan Farsça ’ya tercüme ettiği gibi, 899muş ve bu hükümdardan çok itibar görerek, onun 932 yılları vekayini ihtiva eden "Târlh-i fatfy-İ Hinnedim ve musahibi, olmuştur. Sultan Bâyezid II. ’in dustân” 1 da kaleme almıştır. Ekberâbâd ’da yaptırdığı veziri Kasım Paşa ’yı o yetiştirmiştir. Fesâhat ve medrese hazîresinde medfundur ( Şuhuf-i İbrahim, belâgat sahibi olan Cezerî-cğlu, üç dilde şiir yazmış­ II, var, 367a; krş. $ubh-i galşan, s. 59ü v.d.; Raybâtır. Osmanlı sahasına inşâ üslûbunu onun getir­ nat al-adab, IV, 297 v.d.; Tazkirari Hcşgü, oâo har­ diği nakledilir (Sehî Bey, Heşt Bihişt, faksimile fi; eAlî Şâhib Raljmân, Tazktra-i cUlama-3i Hind, nşr., Harvard, 1978,. s. 3*9 v.dd.). Laknav, 1914, s. 68 v.d.; Mtmiafcab al-iaoârtft, I, 5- Amul ’lü VEFÂÎ. Mujjammed Amulî ’nİn oğ­ 34i v.d., 371 v.d.; Târıkri nazm u naşr, I, 361, lu olup Sultan Bedîü ’z-zaman Mîrzâ ’nm hizme­ 4 11; II, 836; Şemseddin Sâmî, Kâmusü’l-a'lam, tinde bulundu. Önce "V a fâ i” mahlasını kullanmışsa İstanbul, 1316, V I, 4688 ), da, Ahmed Hacı Big ’in "Vafâ’î” mahlasiyie yaz­ 9“ Dekken’li VAFÂ31 ( ölm. 941 = 1534). Tam adı, dığı şiirlerin meşhur olmasr üzerine, N evâî’nin ıs- Sultân îsmâ'il °Âdilşâh b. Yusuf cÂdilşah-İ Dakrârı İle medh ettiği Bedîü ’z-zamân ’m adına uygun hanî yahut “Osmânî {Macma3 al-fuşabtâ3, I, 126) düşen Zamânî mahlasım aldı ( Macâlis al-naftfİs, olup, Adilşâhlar [ b. bk,] hânedânmm ikinci hüküm­ 3 meclis, var. 674a). Daha çok gazelde başarı gös­ darıdır (9x6-941=1510-1534). Bİcâpur’da küçük teren bu şâirin, doğum ve ölüm tarihi bilinmemek­ yaşta tahta çıkmış, adâlet ve cesaretle hüküm sürmüş, tedir (Fahrî, Tarcumari Macâlis al-nafâ'is, s. 76; âlim ve san’atkârları himâye etmiştir. Mûsikî ve şâIbn al-Mubârak Kazvînî, Tarcama-i Macâlis al- irlikte mahâret sahibi olup, bilhassa gazel tarzında nafffis, Tahran, 1323 hş., s. 252; krş. Sa"îd Nafisî, muvaffak olmuştur {Macma3 al-fasaba3, I, 126 v.d.; Târıfy-i nazm u naşr, III, 707 ). Siddîk, Şame-i ancuman, s. S1 ^; Sabâ, Rüz-İ rüşan, 6 - Gurgânlı VAFÂ’ İ. Tam adı Mîrzâ İbrahim b. s. 76 i v .d .). Sulaymân Şâh b. Hân Mîrzâ b. Sultân Muhammed b. 10VEFÂÎ DEDE nâmıyle meşhur Şeyh Abû Bekir Sultân A bü Sacid b. Timur al-Gurğânl olup T i­ (ölm . 9 9 1= 1582), menâkıp ve kerâmet sâhibi olup, mur ’lu şehzâdeîerdendi. Bedahşan hâkimi iken, Arapça ve Farsça şiirler yazmış; Nâbî tarafından 967 ( i 5 6 o ) ’de B elh ’i zabt etti; fakat şehrin eski medh olunmuştur. Haleb ’de medfundur ( Esrar hâkimi Mir Muhammed Hân b. Cânî Big ile yaptığı Dede, Tezkire-i Şaarây-t Meülevîye, Süleymaniye, savaşta özbekiere esir düşerek aynı sene içinde Hâlet Ef. ilâvesi, nr. 109, var 115b- 116a; Latîfî, öldürüldü. Hoş tabiatlı ve cesur olup ilme rağbet Tezkire, var, 198; Ali Enver, Semâhâne-i edeb, İs­ göstermiş, Vefâî mablasiyle Türkçe ve Farsça şiirler tanbul, 1309, s. 246). yazmıştır. Farsça rubaileri zamanımıza kadar gel­ XI- AHMED VEFÂÎ (ölm. 1005 = 15 9 7 ). Zikri miştir ( Şaha, Ruz~i rüşan, s. 762 v.d.; Sa'Id Nafisî, geçen Vefâî Dede ’nin müridi, halîfesi ve postayn. csr., I, 56°, 574; II* 836). nişîni olan Kâri* Şeyh Ahmed Vefâî ’nin Arapça 7~ Isfahan 'h VEFÂÎ. Zeyn Han Gönültaş ’m eserleri Haleb ve Şam şâirleri arasında îtibar gör­ hizmetinde bulunarak "Vefâî” mahlasını kullanmış müştür. Kendisi, Haleb ’de Vefâîyye dergâhındaki şâirlerden bîridir. Şâdiljî Kitabdâr ’ın ( Macma3 türbesinde medfundur ( Semâhâne-i edeb, s. 2 0 1). aTfoavaşs, Tebriz, 132 7hş., s. 289 ), ayyaş, perişan "Vefâî” mahlas ve nısbesini kullanmış diğer şâir kılıklı, şâirce davranır biri olarak tavsif ettiği Vefâî ve müelliflerin başlıcaları şunlardır: Bedehşan vâ-



256



VEFÂ - VEFK.



Hsî Mîrzâ İbrahim VafâT ( ölm. 967=1560; Hayyâmpür, s. 6 5 i) ; X III. (X IX .) asır şâirlerinden VafâT-İ Dihlavî (Mushafî, Hkd-t Şurayya, s. 6 î; Şubhri gulşart, s. 596); Ekber Şâh zamanında bir. müddet Hindistan *a gidip sonra Isfahan ’a dönen, Farsça bir dîvân sâhibi Herath Vefâî ( Rûz-İ rüşan, s. 76 i; Şubh-İ gulşan, s. 597; Şame~i anaıman, s, 521; krş. Munzavî, Fihrist, III, 2603); Sam Mirza ’nm muâsırı Erdebil ’li şâir Vefâî ( Tuhfa-i Sâtrd, nşr. Rukn al-Dîn Hümâyûn, Farruh, Tahran, 1346 hş,, s. 275; Muhammed eAlî Tarbiyat, Dânişmandân-İ Azerbay­ can, Tahran, 1314 hş., s. 394; Şubh-i gnişan, s, 596 ); şâir Zamiri (ölm. 973=1565/1566)*nin oğlu İs­ fahandı Kör Vefâî (Şuhuf~i İbrahim, II, var. 367a; Amîn Ahmed Râzî, Hafi İlilîm, mad. Isfahan; Târlj)-i nagm u naşr, I, 532; Tazkİra-i Höşgü, vat) harfi); Imâdiyelİ Kürd Vefâî (Azar, Âtaşkada, s. 27; Şamc-i onatman, s. 5J9; krş. Hayyâmpür, s. 651); X V I. asır şâirlerinden M eşhed’li Kör Vefâî ( Tuhfa-İ Sami, s. 267); Molla hfusayn Va­ fâT ( Rûz-İ rüşan, s. 762; krş. Hayyampûr, s. 651); X, (X V I.) asır şâirlerinden ve Nurbahşîya şeyhle­ rinden Rey Ti VafâT ( Tuhfa-i Sami, s. 295 ); aynı asırda yaşayan Iran şâirlerinde ve bir vezir Şilesin­ den, hattat Simnân ’lı Vafâî ( Tuhfa-i Sami, s. 270 ); şâir ve tarih âşinâ Sebzvâr’h VafâT (Tuhfa-i Sami, s. 258); Farsça divânı 12 9 6 ’dan sonra Bombay, Tahran ve Isfahan 'da defalarca basılmış olan Şusterli Molla Fatlı Allah b. Yûsuf VafâT ( ölm. 1304= 1887; Ray banat al-adab, IV, 298; Munzavî, Fihrist, III, 2603) ile bu şâiri medh edenlerden Mirza eA bd al-Rasûl VafâT ( îbn Yûsuf Şlrâzî, Fihrist-İ kiiâbhâna-i Maclis-t Şörâ~yi Millî, Tahran, 13181321 hş., s. 679; Munzavî, Fihrist, III, 2602); babası ve dedeleri T ürk emirlerinin hizmetinde bulunan, X . ( X V I.) asır şâirlerinden Tacikistan *h ve Türk asıllı edip Vefâî { Tuhfa-i Sami, s. 353). şâir T ö n ’Iu Vefâî '( Tuhfa-i Sâmt, s. 290); Vefâî Îmam-Kulî Mirza b. Şâhruh Mîrzâ (ölm. 12 13= 1895; Arif Hikmet Bey, Tezkire, AliEm iri, tarih, nr. 789); X III. ( X I X . ) asır şâirlerinden Tiran *Iı Vefâî Hacı Edhem Bey (Divân *ımn Üniv. Kütüp., T Y 1017 'de­ ki nüshasının tavsîfi için bk. İstanbul kütüphane­ leri Türkçe yazma divanlar katalogu, İstanbul, 1969, IV lı, 1057). *’ îbn al-Ib^aT" diye de mâruf, Kahire'li âlim ve müellif cAbd al-cAzIz b. Mulıammed al-VafâT (811-876=1408-1471; K aşi al-zunün, İstanbul, 1943, II, 1502, 1932, 1949, 2010; Bağdadlı Ismâil Paşa, îzâh al-maknün, İstanbul, 1947, II, 236, 659; ayn. m it, Hadiyyat al-câriftn, İstanbul, 1967,1,583; krş. Brockehnann, G A L , II, 129; Suppl, II, 160; Kahljâla, Maccam al-mü’allifîn, V , 261 ); Hu­ mus ’Iu tarihçi, divan sâhibi, şâir cAbd al-Hâal b. cOmar al-VafâT (1259-1328=1843-1910; Kahhâla, ayn. esr., V I, 204); X II. (X V III.) asır âlim ve müelliflerinden cAlî b, Câbir al-VafâT (ayn. esr.,



V II, 5 ° ) ; Mutasavvıf ve divan sâhibi şâir Haleb’Ii tlusayn b. eA li b. Muhammed al-VafâT (1 1 1 2 0 5 6 = 17 0 0 -17 4 3 ; Hadiyyyat al-cârifin, I, 325; îzâh al-maknün, I, 537; krş. M uccam al-mtc’allifîn, IV, 37); XI. ( X V I I . ) asır âlim ve müelliflerinden Husayn al-VafâT ( Ma1cam al-mu’allifin, IV, 67); kelâm âlimi, sûfî ve müellif Kaşim b. eîsâ b. Halil al-VafâT (ölm. 960=1553; îzâh al-maknün, 1, 374; Hadiyyat al-cârifîn, 1,832); aslen Bilbîsli olup Ku­ düs ve Dimaşk'ta ikamet eden vâiz ve müellif Muhammed b. İbrahim al-VafâT (ölm . 937=1531; Muccam al-mu’allifin, VIII, 218); Muğlalı âüm ve müellif Mehmed Vefâî b. Mahmud (ölm, 940= 1533; Keşfuz-zunûn, 1, 347, 443, SOI, 703; II, 844, 916, 1373, 2024; Hadiyat al-carifin, II, 324; Mecdî, Sakâyik tTC-> s*48o, v.d.; krş. G A L , Suppl, II, 641; M. Tâhİr, O M , II, 1 7 ) ; aslen Mağribli olup Mı­ sır ’da yerleşen sûfî müellif Muhammed b. Yûsuf b. cAbd al-Vahhâb al~VafâT (ölm. 1228=1813; M uccam al-mu’allifin, XII, 180), Vefâî mahlas ve nisbeli diğer zevat için bk. Şuhuf-i İbrahim, II, var. 367b v.dd.; al-ZarFa ilâ tasânîf al-ŞLa, IX, "V a fa ' ve "V a ftfi" maddeleri: Âtaşkada, nşr. Caefar Şahidi, Tahran, 1337 hş., s. 24, 423; Farhang~i sttbanvarân, s. 650 v.dd; Mıfcam al-mu’aUijin, Dimaşk, 1957-1961, XV, 321; Muhid b. Mirza Muhammed Dâvar, M ifa t al-faşalıa, vâo harfi; Arif Hikmet, Tezkire, Millet Kiitüp. Ali Emirî, tarih, nr. 789, var. 64b; G A L , Suppl, IH, 776. B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilmiştir.



(NAZİF ŞAHİNOĞLU.) V E F K . V A F K , ( A . c. avfâk), üzerinde belli kaidelere göre sayıların, harflerin veya kelimelerin yazıldığı hanelere ayrılmış, satranç tahtası gibi, bir kare olup, hastalıklara karşı vc diğer bütün mak­ satlar için nüsha ( muska ) olarak takılır, yahut her çeşit sihir ( büyü ) için kullanılabilir. Vefkin en basit olanı, şekil I 'de görüldüğü üzere her biri numaralandırılmış dokuz haneli karedir. Bu, lö-şü adiyle Çin edebiyatında geçer, Destânî imparator Yü (M . ö. 2 2 0 0 )'nün bunu, Hoang-Ho nehrinden çıkan bir kaplumbağanın sırtında gör­ müş olduğu rivayet edilir. Arap edebiyatında vefk, aynı tertiple ilk defa, eserlerinin telifini bugün milâdî 900 ’lere çıkarmamız gereken Câbir b. g a y ­ yan ’ın Kiiâb al-maoazîn 'inde görülür. Bu eserde Balinas ( Tyana ’Iı Apcllonius ) ’a atfedilen vefk 'in kullanılmamış iki bez parçasına yazılıp doğum san­ cısı çeken annenin ayaklarının altına bağlandığı takdirde, doğumu kolaylaştıracağı söylenir. al-Gazzâli ( 450-505 = 1058-111 1 ), al-Munkiz mİna T-zalâl [ ( İstanbul, 1287, s. 64 v.d.; Türkçe ire. A .S . Furat, İstanbul, 1972, s. 82) ] 'inde, buna benzeyen ve aynı maksatla kullanılan bir muska tasvir eder ki, bugün de bâlâ "aî-Gazzâlî ’nin hâtemi” adiyle kul­ lanılmaktadır [ ( İbn Haldun 'un al-Mukaddima 'si tercümesinde ( bk. bibi. ) metne eklediği bir . not-



ta, Ahmed Cevdet Paşa (III, 167), ” hâtem-i Gaz2âlî” den bahsederek, al-Kişnâv! al-Fullânî (1 1 5 4 = I 74 1 ) ’nin Bahcat al-âfâk ’mda ( bk. bibi ) bu hu­ susta tafsilâtlı bilgi bulunduğunu söyler. ]



4



9



2 15



3



5



7 15



8



X



6 15



15 15 15 Şekil 1. Sayıların dizilişindeki esas, enine boyuna veya kö­ şeleme olmak üzere her dizinin, yekûnunun dâimâ 15 'i vermesidir. Bu ancak 5 rakamının orta kareye, çift rakamların köşelere ve tek rakamların da ara hânelere konulmasıyla mümkün olur. Şekil 1 ’de görülenden başka 7 ayn tertip yapılabilir; fakat dizilerin kaydırılması veya yerlerinin değiştirilme­ siyle kolayca elde edilebildiklerinden dolayı bunlar esasta birinci şekilden farklı değildirler, îfrvân alşafa3 risalelerinde, vefk cedvelinin doldurulması, ■ satranç taşlarının hareket tarzları ile tasvir edilmiş­ tir. Abraham ben 4Ezra ( 1092-1167) ’nm Sefer ha-şem adlı eserinde dizilerin yekûnundan dolayı Tanrı ’nm adiyle vefk arasında bir alâka te’sis edil­ miştir. 15 = ît. Köşelerdeki rakamlar, .husûsiyetle kuvvetli bir sihir gücü taşıdığı kabûİ edilen Arap­ ça budüb [ bk. mad. BEDÜH] kelimesinin ■ ebced hesabiyle sayı değerini teşkil ederler ki, bu oldukça kuvvetli bir tılsım olarak telâkki edilir. Arap hal-tercümesi müelliflerinin İfâdelerine inanmak gerekirse, Şâbit b. i£urra (221 5-288— 8265-901) ’nin vefkîere dâir telifi vardı. Buna göre, bu riyâziy.ecİmn sâdece dokuz bineli cedvel ile iktifa etmeyip aynı zamanda 16, 25, 36 ve daha çok haneli cedvellerm nasıl teşkil edileceğim de göstermiş olduğu tahmin olunabilir. Yİne vefklerin gezegenlerle alâkasının Sabit b. Kurra ’ye, yâni Sâbiîlere kadar uzandığını düşünmek imkânsız değildir. Suter’e göre ( Mathematiker undAstronomen, s. 93 b Ibn al-Hayşam (354-430=965-1038) de vefkler ile uğraşmıştı. Fakat vefkîere dâir eserleri tespit edilenler, X III. asrın bilhassa riyâziyeciler veya [si­ hir ve simya gibi ] gizli ilimlerle uğraşanlardır. Ancak, al-Bünî (ölm. 622=12x5 ) ’nin yazdığı K itâb Şams al-ma3ârif ve Kitâb dun al-manzum fi ■ eİlm al-avfâk t)a 'l-nucüm adlı eserleri vâsıtasıyla vefk hakkında sarih bilgi edinebilmekteyiz. Bu eser­ lerde, uzun bir tarihî geçmişi olduğu anlaşılan ve çok çeşitli maksatları karşılayacak veflderin kullanışları mevcuttur. Bunların kullanış yolları çok yer tutaca­ ğından burada verilmesi mümkün değildir. Vefkler arasında 4 hâneîilerİn hâkim oluşu, al-Bünî’nin ese­ rinde açıkça göze çarpmaktadır. Eserinde, bu tarz vefklerin çok sayıda müstakil tertipleri bulunduğuna göre, al-Bünî ’nin bunları çeşitli ■ maksatlara tahsis İslâm Ansiklopedisi



ettiği şüphesizdir. 4 ’lerden sonra 3 hâneliler bir tarafa bırakılırsa, çok sık görünenler 5 hanelilerdir. Tertibi güç olan 6 hanelilerse, mevcut değil gibidir. Daha fazla hâneli vefkler, ekseriya daha basit kaide­ lere tâbidir. al-Bünı ’nin eserlerinde rastlanan yeniliklerin başında, hânelere yazılan rakamların artışı gelir. Vefkîerde hânelerin doldurulma şartlarının, hânelerdeki her rakamın aynı miktar ile yükseltilmesi veya rakamların aritmetik seri teşkil etmeleri olduğu açıkça görülür.



36







34 I I I



40



13



37



35



37



39 I I I



27







33



40



33



38 n ı



23



47



20



III



90



90



90



XIX I I I



(şekil 2 )



(şekil 3 )



Kitâb şams al-ma*âTİf ’in gerek yazmalarında, ge­ rekse basmalarında görülen birçok bozuk vefkler, hiç değilse kısmen müstensihlerin hatâlarından doğ­ muştur. W. Ahrens, eserlerinde, bu vefklerin pek küçük bir tashih ile düzeltilebileceğini göstermiştir. Araplar, rakamlar için iki ayn sistemi bir arada kullandıklarından bu iki sistem kolayca birbiri ile karıştırılır, Vefkler, umumiyetle şu şekilde tertip edilir: Yön verici bir unsur olarak bir kelime, husû­ siyetle Allah ’m isimlerinden biri, sessiz harflerine ayrılarak, bunların ebceddeki sayı değerleri en üst sıradaki hânelere konur, öteki sıralar da diğer rakam­ larla doldurulur. al-Bünî buradaki tertiplerden pek çoğunu zikretmiştir. Ben, burada sâdece “ Rahman ( û ^y * ) kelimesinin harflerinin sayı değerlerim cedvele koyarak bir örnek veriyorum. a



b



c



d



I 50



I



40



8



38



II



198



38



4



289



III 196



5i



2



21



9



279



IV



5



3*



7



99



49



19i



V



6



29



52



3



37



129



295



123



299



169



299



11



e 2GO 299



( şekil 4 )



Enine ve boyuna bütün sıraların her birinin yekû­ nunun, hareket noktası olarak alınan kelimenin sayı değeri olan1299 ’u vermesi lâzımdır. Fakat biz bu yekûnu sâdece " c ” ve " e ” sütunlarında buluyoruz. Diğer bütün yekûnlar ise, az veya çok olmak üzere farklıdır. Şâyet hanelerdeki rakamları küçükten bü­ yüğe doğru dizersek şu gruplan elde ederiz: 1.2. 3.4.5. 6 .7.8 ,9 .11. 21. 29. 3*. 37. 38.38. 40, 49 . 50. $ı. 52. 99.196. 198.200 F. 17



VEFK — VEFRÂNÎ.



258



21, 29, 31 ve 99 rakamları buraca doğru olamaz; çünkü bunlar beşerli gruplarda [ 299 yekûnunu te’min bakımından] müsâit değildir. 38 ise tekrar edilmiştir. Eğer 8 altındaki 3 8 'i 48 ile ve 21 *i de 41 İle değiştirirsek, İL ve IIL yeni ve doğru dizileri elde ederiz. Aym şekilde 99 yerine 199 yazarsak " d ” sütunu da tashih edilmiş olur. Şimdi IV. sırayı da düzeltebilmek için sâdece 31 ’i 39 ile değiştirmek gerekir. Köşegenler de dâhil, her yerde 299 yekû­ nunu te’min etmek için son yanlış sayılar 6 ve 29 yerine de, 10 ve 197 yi koymalıyız f Şekil 5 ). a



b



c



d



e



I



50



1



n



38



n



198



48



4



299



III



196



51



2



41



9



299



IV



5



39



7



m



49



299



V



10



*97



52



3



37



299



299



299



299



299



299



40



8



200 299



(Şekil 5 ) Bu takdirde rakamların sıralan şöyle olur: 1 . 2 . 3 . 4 . 5- 7 . 8 . 9 . I O . 1 1 . 3 7 .3 8 .3 9 .4 0 .4 1 . 4 8 . 49. 50. 51. S2. 196. 1 9 7 . 198. 199.200; bu sayıların biri, her enine ve boyuna sıra ve şutunun gerektirdiği şartı karşılar; ayrıca, her sayı bu dizi­ lerde bir defa geçmiş olur. al-Bünî ’nin vefk cedvellerini, harfler ve tam keli­ melerle dolduruşundaki mahâreti burada îzah etmek mümkün değildir. Şimdi artık umûmiyetle "Latin karesi" diye bilinen cedvellerîn fazla bir ehem­ miyeti yoktur. Sâdece haftanın günlerine ve dola­ yısıyla gezegenlere göre taksim edilen 7 x 7 hâneli büyük nüsha ( m uska)’!ar burada zikredilebilir. Çünkü, hu daha basit olan vefklerin, gezegenlere ve mâdenlere tahsis edilmesi fikrî, henüz umûmî bir şekilde yayılmamıştı, al-Bünî ’nin bu mevzuda Şams al~macârif ’de anlattığı şeyler tamam değildir, muhtemelen ikinci eser, bu hususta daha çok şey ıhtivâ eder. Muhakkak ki Zühal ( Satürn) gezeğe­ ninden A y ’a doğru ve A y ’dan Zühal ’e doğru yük­ selen bu iki sistemin, XIII. veya en geç X IV. asır­ dan beri İslâm âleminde çok yaygın olması gerekir. Garpta ise, birinci sistem geniş bir şekilde Nettesheim’li Agrippa’nm Occulta Philosophia ’sı ka­ nalıyla intişâr etti ( * 533 ). ikinci sistem Cardanus ’un Pradica Arİtmedicae 'sinde anlatıldı. Geze­ genlere göre yapılan mühürlerin en revaçta olduğu devre X V II. ve X V III. asırlar idi. Madalya dâire­ lerinde, çeşitli mâden! mühürlerin aşağıdaki şekil­ leri ihtivâ eden tam bir koleksiyonu mevcuttur: Kurşundan 3x3 hâneli Zühal ( Satürn ) mührü. Kalaydan 4x4 hâneli Müşteri ( Jüpiter ) mührü. Demirden 5x5 hâneli Merih ( Mars) mührü.



Altından 6x6 hâneli Güneş mührü. Bakırdan 7x7 hâneli Zühre (V en ü s) mührü. Gümüş halitasından 8x8 hâneli Utârid (M er­ kür ) mührü. Gümüşden 9x9 hâneli A y mührü. Şarkta, vefklerin hazırlanması için tecrübeye da­ yanan birçok usûlden faydalanılmış olduğu görü­ lür. "Hintlilerin usulü" ilk defa 1691 ’e doğru Loubfere tarafından tanıtıldı. Bununla berâber, çok da­ ha önce Bizanslı Moschopulos ( takriben I4°0?), hu mes'eleyi umûmî mâhiyette ele almıştı, X V I. asrın ortalarından itibâren, yâni gezegenlerin mü­ hürlerinin garpta tanınmasından sonra, mes’elenin rİyâziye ile ilgili olan tarafı zamanımıza kadar de­ vamlı bir şekilde yeni araştırmalara zemin teşkil etmiştir. Mevzu ile alâkalı literatür için bilhassa S. Günther ’in aşağıda adı geçen tedkikine mürâcaat edilmelidir. B i b l i y o g r a f y a : Metinde geçen kitap­ lara ilâveten şunlar zikredilebilir : f İbn tJaldün, al-Mukaddimâ (Beyrut, 1967), s. 923-976; Türkçe trc. Ahmed Cevdet Paşa ( İstanbul, 12 77), III, 148-194; Taşköpri-zâde, Miftâk al-scfâda ( K a ­ hire, 1968), I, 338- 341. 364- 370,395 v.d. i Türkçe trc. Kemâleddin Mehmed, Mevzuata 'l-ulûm ( İstanbul, 1313). I. 363-366, 394-402, 427 vdd.; Muhammad b. Muljammad aî-KişnavI al-Fullânî, Bahcat al-âfâfc... f î Hlm al-fjLUTöf va 'l-avföfc, Lâ­ leli Kütüp., rir. 1 5 2 i;] ; Michael Stifel, ArithmeUca Integra, 1544; Bachet de Meziriae, Prob­ lemse plaisans 1624; Ath. Kırcher, Arİthmologia, 1665; De la Hİre, Nouvelles constractions et considerations sur les quarr£s magiques, I7°5: Ozanam, Recriatiorts mathematiyues et physiqües, 1725; Mollweide, De quadratis magicis commentatio, 1816; F. Dİeterici, Propâdeutik der Arabert 1865; S. Günther, Vermisdıte Untersuckungen zur Geschichte der mathematischen IVissenschaften (Leipzİg, 1876), bâb IV, s. 188-270; H. Schubeıt Mathematische Mussestunden (Leİpzig, 1900 ), II, 17-48; W . Ahrens, Die magischen Zahlenquadrate in der Geschichte der Aherglaubens ( Himmet und Erde, X X V II, 19 15 ); ayn. mil., Studien über die magischen Quadrate der Araber ( Is l 19*6, V II, 186-250); ayn, mil., Mathematische t/nierhaltungen und Spiele ( Leİpzig, 19*8), II, l~54î ayn. m il, Die magischen Quadrate al~Bmist Is l (1922, X II, 157-177); G . Bergstrâsser, Zu den mathematischen Quadraten, Is l (1923, X II, 227235). Son zikredilen eserlerde tamamlayıcı bil­ giler bulunmaktadır. ( j . R u ska . V E F R Â N Î.



A L -V A F R Â N l



veya



A L -lF R Â N Î,



Abu eABD Allah Muhammed b. al-Hacc MüHAMMED B. cABD Allah, al-Sağir lekablı, F a s lı h ır t a r ih ç i ve hâl te r c ü m e s i m ü e l l i f i olup, aşağı yukarı 1080 (1669/1670)



VEFRÂNÎ - VEĞA. tarihlerinde Merâkeş’te doğdu. Aslı, Cenûbî Fas­ ’ta Vâdî Daria havzasına yerleşmiş bulunan Berberi tfrân veya Oîrân (Vafrân) kabîlesindendîr. Hayatı hakkında pek az şey bilinmektedir. Tahsilini önce doğduğu şehirde, sonra Fas ’ta yaptı ve Ömrünü, bâzan Fas ’m bu iki büyük merkezinden birinde, ha­ zan A b u ’l-€attd 'd a Şerkâve [b. bk.] Zaviye 'sin­ de geçirdi. Hayatının sonlarına doğru Merâkeş 'te Yûsulı .Mescidi ( veya îbn Yûsuf Medresesi} ’nde imam ve hatîb idi. 1140 (172 7) veya 1151 (1738) -'de öldü. al-Vafrânî, bilhassa, Fas şerifleri sülâlesine mensup Sacdî sultanlarının vekayİnâmesi olan Ntızhat alköfi bİ-aî}bâT mulük al-kam al-kâtfî ( nşr. ve trc. O. Houdas, Nozhet elhadi, Histmre de la dynastie saadienne aa Maroc İ 15İ- 1610, P E L O V , 3- seri, II, Paris, 1888-1889 ) adlı eserin müellifi olarak tanın­ mıştır. Bu eser ilk Fas şerifleri hânedânımn tarihi için faydalandığımız en mühim kaynaktır. Çünkü bu kitap, sâdece muâsır vekayinâmelere dayanmakla kalmayıp aynı zamanda, bir dereceye kadar ilk elden faydalandığı arşiv vesikaları bakımından da ehem­ miyet taşır. Eser, 917 (15 11/15 12 ) senesinden XI. ( X V I I .) asrın sonuna kadar geçen devreyi içine alır ve çok defa aynı ölçüyü muhâfaza etmeden, pek tabiî olarak en tafsilâtlısı Sultân Ahmed alManşür [ b. bk. ] ’un zamanı olmak üzere, Sacdi hânedânından muhtelif hükümdarlar devrinin hikâ­ yesini ihtiva eder. Nuzhat al-hâfi ’nin muhtevâsmın tenkidi için bk. E. Levi-Provençal, Les Histoiıens des Chorfa, Paris, 1922, s. 120 v.dd, al-Vafrânî Sacdî ’ler hakkmdaki eserinden başka, tarih, hâl tercümesi ve edebiyata dâir muhtelif eserlerde kaleme almış olup, te'Üf sırasına göre ■ şunlardır; i - îspanyah meşhur şâir İbrâhim b. Sahi al-îsrâİH al-lşbtlî’nîn bir şiirinin şerhi olan alMaslak al-sahl j i şark Tavsif? îbn Saki ( Fas, 1324, taş basm.); 2- Fas alevî sultam Mavlây İsmail'in monografisi olan al-Zili al-varlf f î mafâhir mavlânâ îsmâHl îbn al-Şarîf; 3- Merâkeşii "Yedi velî” ’ye dâir bitirilmemiş bir monografi olan Durar al-hicâl Ji ma*asır sabcat rİcâl; 4" Urcttza şeklinde muhtasar bir tarih; al-M ıfnb f i afabar al-Mağrib', ve nihâyet 5- Hicri X II. asır Fas velîleri tezkiresi mâhiye­ tindeki Safvat man intaşar min afjhâr SulabcP al -IÇarn al-Jxâdi caşar. Fas ’ta taş basması olarak tab’edilmiş olan bu sonuncu eser, Orta-çağ ’m sonların­ dan itİbâren F a s’taki Şerifi ve Murâbıtî cere­ yanının tarihi hakkında başvurulması zaruri bir te’liftir. Bibliyografya : al-I£âdirî, Naşr alMaşânî (F as, i3 ÎO ), I, 3» al-'Abbâs b. İbrahim al-Marrâkuşî, îzhâr al-kamâl (F as, 1334), I, 181 v.dd.; îbn al-Muvaklpt, al-Saaâdat al-ahadîya (F a s, 1336), 1 ,1 1 2 -1 1 5 ; Brockelmann, G A L , II, 457? Suppl II, 681 v.d.; E. Levi-Provençal,



* 5$



historigue et biographiqtte au Maroc du X V au X X *me siecle (Paris, 1922), s. 1 1 2 - 1 3 1 , 306, 309; [Yusuf Elyân Sarkış, Mıfcavn al~Map lüfât al-earabîya ( Kahire, 1928), s. 1668 v.d.]. (E . L £ v r -P rovençal .) V E G A (al-Nasr al-Vâkic ). Gökyüzünde çıplak gözle görülen en p a r l a k d ö r t , y ı l d ı z d a n b i r i ­ d i r . Arapça’da al-Nasr al-vökic [ konan karakuş ], Latincede dâimâ “vultur cadens" olarak gösterilmiş, Yunanca'da Chrysococces'de.usoı|)rf£xvsAevoe Nasr kelimesinden "akbaba” değil, karakuş anlaşılmalıdır. Vega, Evvelâ lyra ( rebab) takımyıldızının ( 1 . Ka­ dirden) en parlak yıldızım, ikinci olarak da Lyra takımyıldızının bütününü ifâde eder. Vâk? ’den türeyen Vega adı, bu şekli ile Alfonsin cetvellerinde de bulunmaktadır; bu cetvellerde Vega için "Lucida süper Pupillam defereniem et est Aloköre et dicitur Vega" denilmektedir. Arapça ’dan Latince ’ye yapılan tercüme edebiyatında ilk defa rastlanan "Pu~ pilla deferens" ibâresi, ideler ’in gösterdiği gibi ( Sterrmamen, s. 7 1 ) , nasr ’m nâzir ( "göz, hadeka” ) ke­ limesi ile karıştırılması neticesinde vücut bulmiıştur. D ef erte, husûsiyle Orta-çağ Latince ’sınde, sıksık "cadere" ile aynı mânada kullanılmaktadır. Alfonsin cetvellerindeki Alohore ise, Arapça al-Lürâ ’dan gel­ mektedir ki, bu kelime, klasik Yunanca ’daki Lopa ile aynı olup, hem Vega ’yı hem de bütün Vega ta­ kımyıldızını göstermek için kullanılmıştır. Yıldız ve takımyıldız için kullanılan ve ilk defa Kazvîni 'nİn verdiği al-Salyök veya al-Şalyâk 1 b. bk. ] Arapça adı, muhtemelen Yunanca jte'Lvvö «s'Lvoû "kaplumbağa" kelimesinin Arapça bozul­ muş şeklidir; Aratus ’ta bu kelimeye Luça ile eş mânalı olarak rastlanmaktadır ( Lvpu ile «e'vö kelimelerinin ayniliği Merkür efsânesine dayanmak­ tadır. Buna göre ilâh, ilk rebâb ’ı kaplumbağa ka­ buğundan yapmıştır; krş. Hymnus Homin Mercurium). Sulahfâİ (al-Şûfi, Uluğ Beğ ve diğerleri) kaplumbağanın (Farsça Sülöb>Sürâh Pay} Pâ ’dan terekküb eden ) Arapça adıdır. Buna göre de al-Şalyö k’a muâdildir. Arapça edebiyatda bu takımyıldız için ve daha nâdir olarak yalnız Vega yıldızı için al-îvazz (turna, kaz ), al-Miczafa ( cym beî) ve al-$anj ( harp ) ad­ larına da rastlanmaktadır; son kelime takımyıldızın Farsça adı olan Çang-i römt ( Yunan harpı) ’nin Araplaştırılmış şeklidir ve ossange-yanhş bir okuma yüzünden de ( krş. ideler, göst. yer,). arnig ola­ rak cAiî b. Rîzvân ’m eserinin Latince tercümesine geçmiştir, Arapîar, takımyıldızlarını tavsif ederken, al-nasr al-vaki'ı al-nasr al-fâ^ir ( uçan karakuş) ’in eşi olup, her iki kanadı e 1, 2 ve ; Lyrae yıldızİanyle temsil edilen (al~Şüfî, üçüne birden halk dilinde al-aşâfî "sehpa” demektedir) kapanmış kanatlan ile şimâîden cenûba doğru süzülen karakuş olarak tas­ Les historîens des Chorfa, Essai sur la Literatüre vir ederler. Daha sonraki devirlere âit tasviri mâhi-



2&>



VECA — VEH& B. MÜNEBBİH.



yetjteki temsillerde, aşağı doğru süzülen resmi, bâzan da rebab içinde uçan karakuş resmi sık sık görülür. Gundel ( Paul-Wissowa, Realencycl, Stuitgart, I927, X III, mad. Lyra), Abü Maşear m muhtemelen bu terkibi düşünmüş olduğunu, Dyroff ’un Boll ( Spha&ra, s. 527) ’de neşrettiği Arapça metne dayanarak ifâde etmektedir. Burada, Lyra (rebab) takımyıldızı, Sagitiarius'un (K a vs burcunun) 3* onu ile beraber doğan ve batan takımyıldız olarak alınmakta ve şu açıklama eklenmektedir: kaplum­ bağa, ve aynı zamanda ona doğru inen karakuş, adı da verilmektedir,” Bu tahmin, iknâ edici görünmemektedİr. Zîrâ metinde her iki tasvir sâdece yan yanadır ve bir terkib olarak ifâde edilmemiştir. Gökyüzünün İslâmî devre âit en eski Arap tasvirî olan Kuş ay r cAmra kubbe fresklerinde (krş, Saxl-Beer, , The Zodiac of Qtışayr eAmra, Oxford, 1932 ile mad. MîNTAKA), bu takımyıldız, Lyra şeklinde; Kral Alfons ’un çok süslü el yazması yıldızlar kitâbmda .ve Floransa'daki X I. asır Arap gökküresinde ve bir çok Latince el yazması astroloji kitablarmda kap­ lumbağa şeklinde , gösterilmiştir (Boll, Sphaera, s. 433 ). Vega, eskiler , tarafından iyice bilinmekte idi: Babillilerde, bu yıldız ( belit halâti), Gula ilâhesinin ayniyeti düşünülerek, "hayat hâkİmesi ( bk. Jeremias, . Gdsieshp-UuY, s. 225) olarak alınmıştır. Çinlilerde ise ,Şihrnü (dokuyucu kadın) adiyle sık sık zikredilir. Şimâl yarım küresinin en parlak yıldızlarından biri olan Vega, Astronomlar için fevkalâde elverişli. bir . rasat unsurudur. Araplarda usturlâb yıldızı olarak .(krş. al-Şüfl, aTKaüctkib vaT-şuoar) çok mübim bîr rol oynar; buna mukâbil astrolojide ise, güneş medârmdan (ekliptik) çok uzak olması dolayısıyle .ikinci derecede ehemmiyetlidir ve zâyicelerde ( ho.roskop) nadiren gözönüne alınmıştır. Bibliyografya : cAbd al-Rafımân al. Şüfî, Description des âloiks fixes ( nşr. H.C.F.C. - Schjellerup), Petersburg, 1874; al-Kazvînı, Âşâr . .. al-Ulâd va affbâr aTeibâd ( “Kozmografya“ ) nşr. Wüstenfeld, Göttingen, 1849; ayn. esr., trc. H. . Ethd ( Leipziğ, 1868 ); L . ideler, Untersuckmğen , über dm Ursprung und die Bedatmg der Sternnamen (Berlin, 1809); Fr. Boll, Sphaera ( Leip.



zig, 1903). Sulahfât kelimesinin iştikakı için bk. A . Siddiqi, Siudien über die persischen Fremdworter İm klossischen Ârabisch ( Göttingen, 19*9 )• ( WlLLY HARTNER.)



VEHB B. MÜNEBBİH. VAHB



B. M UNABBÎH, Cenûbî A rabistanlI h i k â y e c i ( : fcâşş afabârî, al-Zahabı, Z D M G , X L IV , 483), İran asıllı olup, San’â 'ya İki günlük mesâfede bulunan Zamâr ’da h. 34*te doğdu ( h. 10 senesinde İslâmî kabûl ettiğine dâir rivâyetîer pek .itimâda şâyan görülmüyor). Vahb, Ehlü ’l-kitâbın .rivâyetlerini bilen kimse olarak şöhret kazanmış ve kardeşleri Hammâm, GayJân ve Ma'^il gibi iâ-



Abu cAbd Allah.



bi'utı ’dan sayılmıştır. îhtidâ etmeden önce Ehlü ’Ikitâb ’tan olduğuna ( bk. al-Filfrist, s. 2 2 ), daha doğrusu Yahûdi aslından geldiğine (bk. îbn Hal­ dun, nşr. Quaîremâre, II, 179 ) dâir eski kaynak­ larda hiçbir bilgi yoktur. Herhalde o, müslüman olarak doğmuş olmalıdır. ai-Şa'îabi ( s. I91 ), onun Muâviye ile konuştuğunu iddia; a!-Mascüdî ise, aî-ValId ’in ona, çözmesi İçin, $am 'da bulunmuş bir kitabe gönderdiğini nakl etmektedir. Onun San’â ’da kadılık ettiği [ aî-YsfieI ’nin rivâyetine ba­ kılırsa, bu vazifeyi cOmar b. eAbd al-eAzîz ’in hi­ lâfetinde deruhte etmiş olmalıdır], eUrva b. Muhammad ’in emirliği sırasında, halkın şikâyet ettiği bir vergi me’mûrunu, kan çıkıncaya kadar sopayla dövdüğü de rivâyet edilir. Kendisine isnâd edilen kadılığı kabûl etmekle istİhâre yoluyla istikbâlden haberdar olma mevhibesini kaybettiği rİvâyeti, onu bu vazifeyi kabûlden imtinaa sevk için yapılmış benzer ikazlardan ( bk, Wensinck, Orienial Studies, E. G. Brovotıe .Armağan s. 496 v.d .) yalnızca biridir. Vahb ’in zâhidâne hayatı hakkında çeşitli şeyler söyleniyor: Kırk sene müddette hiçbir canlıya, kö­ tü söz söylememiş, bu müddet zarfında herhangi bir yaygı üzerinde uyumamış ve yirmi sene, yatsı ile sabah namazı arasında abdest almamış (yâni cinsî temastan uzak yaşamış) idi. Hapsedilmesin­ den sonra söylediği: "Allah karşımıza hapsi çıkardı; bizde O ’na ibâdetimizi ziyâde ettik” ( al-Zahabî, s. 493 ) sözü bu zâhidâne hayat istikametinde söy­ lenmiş görülüyor kî, bu, Eyûb ’un İslâmî bir para­ lelidir ( bk. Hiob, I, 2 1). Onun ayrıca, münâzaadan önce ihtarda bulunma, cemiyetten uzaklaşmama, fakat insanlarla ihtiyat içinde münâsebette kalma ( dinlerken sağır, görürken âma ve konuşurken dil­ siz olmak ) tavsiyesinde bulunduğu da rivâyet edilir I Abü Nu'aym, eserinde ( bk. ffilyaî al-adliyâ, IV, 21-73 ) onun hikmet, zühd ve tasavvufa dâir muhtelif sözlerine yer verir. V a h b ’in, Tevrat (isim zikre­ derek yaptığı nakiller için, bk. IV, 38, 48, 58; diğer nakiller için bk. 27, 33, .38, 50, 51, 59, 60, 67, 70, 71, 7 2 ), Zebûr ( isim zikrederek nakilleri İçin bk. IV, 62, 6 7 ) ve încü ’e ( bk. msî. 53, 56, 6 ı , 67) vukûfunuda gösteren bu rivâyetleri, naklettiği ha­ dîsler ( I V , 73“8î ) takip etmektedir], Vahb, esâsında kader görüşünü benimsemişti [ayrıca bk. Ya^ut, İrşâd, V II, 232]: fakat daha ■ sonra bu görüşü, vahiylerin bütünü ile uyuşmayınca reddetti ( R , . G . Khoury, onu kader mevzuunda ük eser yazan müellif olarak tanıtmasına rağmen [(bk. Un fragır.ent astrologiyue inedit attribui d- Vahb b. Mımabbih, Arabica, 1972, X IX , 140), hfilyat al-aüliyâ ’da mevcut bîr rivâyete ( IV, 24 ) bakılırsa, biz­ zat kendisi, kader mevzuunda herhangi bir görüş serdetmediğini. söylüyordu ]. Hayatının hangi devre­ sinde hapsedilmiş olduğuna dâir kayıt yoktur. Böyle bir hâdise, belki onun- son günlerinde vâki olmuş­



VEHB B, MÜNEBBİH, tur; zîrâ Vahb, Yemen vâlisi Yusuf b. eOmar alSakafî ’nin emrettiği dayak cezasından sonra, b. n o veya 114 ’te vefat etmişti. Vabb ‘in, Ehlü *l~Kitab ‘in rivayetlerine vukûfu, onların 70, 72, 73 veya 92 mukaddes metnini oku­ masına dayandırılıyor. Bu metinlerin listelerinin de gösterdiği gibi, rivayetler tamamıyle hayal mahsû­ lüdür. V a b b ’in bilgileri, memleketinin yahudi ve bıristiyan âlimleri ile temâsmdan neş'et etmektedir. Onun kısmen yahudi, kısmen de bıristiyan kaynak­ larıyla uyuşan, bâzan İslâmî an’aneye uymak için bunlardan ayrılan bilgileri: “ peygamberin ve âbidlerin hadîsleri ile îsrail-oğullarmm sözlerine” ( İbn Saed, V I I / ıı, 9 7) âittir ve daha sonraki nesillere, içlerinden ailesinin birçok mensûbunun bulunduğu talebeleri tarafından nakledilmiştir. Bilhassa h. 229 *da vefat eden kızının oğlu eAbd al-Mun'im b. !dris, eserlerinin muhâfazasında hizmet etmiştir. 1 Vahb, Arap edebiyatı tarihînde karşımıza, Eraevîler devrinin pek velûd müelliflerinden biri olarak çıkmaktadır. Tarihçi olarak Vahb, Medine tarih mektebinden ayrılmaktadır (G A S , I, 3°5) 1. Vahb*in, al-Şaİabl ’nin, eAbd al-Muneim vâsıtasıyla is­ tifâde ettiği K . al-Muhtad 243), hattâ man ( Oxford, 1906), V I, 375 v.dd. (O ttO Spîes.) Vekâyi ’name 'sini, Has-oda hizmetinde iken Mehmed VEKÂYÎNÜVÎS veya daha sonraki şekliyle IV. ’in şifahî emrine binâen yazmağa başladığım ifâ­ V A K ’A -N Ü V ÎS, O s m a n l ı m e r k e z t e ş k i ­ de eden Nişancı Abdurrahman Paşa ( Vekâyi '-nâ­ l â t ı n d a v a z i f e l i d e v l e t t a r i h ç i s i n e me, Topkapı Sarayı-Koğuşlar Kütüp., nr. 9 *5, var. v e r i l e n u n v a n . Vekâyî*nüvîsler, kendilerinden 2®; müellif hakkında bk, K T Î A , mad. ABDİ Önce yazılanları tedvine ve hizmette bulundukları PAŞA), ilk vak'anüvîs îtibâr edilmiştir ( J, v. zamanın hâdiselerini tahrîre me’mur edilerek ö s- Hammer, G Ö R , V III, 59*; Cemâleddin, ayn. esr., manii târihinin telifine çalışmışlardır. Vekâyi ’nü- s. 51; Lütfî, ayn. esr., s. 5; M . Süreyya, S O , III, vîslik müessesesinin X V III. asrın başlarında te­ 398; T O E M , I, 53). Ancak, muayyen bir maksad veya hassa hizmeti için vekâyii zabt etmekle, şekkül ettiği anlaşılmaktadır. İştikak îtibâriyle, Arapça oa(tea ile aynı kökten Dîvân-ı Hümâyûn ’a bağlı devamlı bir devlet hiz­ gelen ve aynı mânadaki vâ/itea veya oakPa ’mn cem'i meti olan vekâyinüvİsliği biribirinden ayırmak olan Vakâ0ie (T ü rk çe ’de: Vekâyi' ) ile Farsça m üh; lâzımdır ( Wittek, M O G , göst. y e r.). Bununla ( yazan, yazıcı) partisipinden terekküb eden bu bir­ berâber, birincileri "vak ' a n ü v î s İkincileri "vekâleşik sıfatın ( Mehmed Hafîd Efendi, [ olm. 1226— yİnüüîs” diye adlandırmak suretiyle tefrik etmek 1811 ], Arapça ve Farsça cüzlerden teşekkülü sebe­■ (Hammer, Subkî Tarihi f İstanbul, 1198, 9°^] biyle terkibin Osmanlı sâhasında vücud bulduğununı ’nde, 1736’da sulh müzâkereleri için gelen Iran âşikâr ve ” vakca-nüvîs” ’in *‘vekâyi°-nüvîs‘* den galat elçisi mektubcusu veya sır-kâtibinin ” vak’anüvîs” olduğunu belirtir; bk. aî-Durar al-mmidl}abât all olarak zikr edilmiş olmasından hareketle bu kanâ-mansüra f l İşlâh al-galatât al-maşhüra, İstanbul,, ata varmıştır: G O R, V II, 4Ö5 ve ondan naklen Fr. 1221, s. 508), hangi devrede zuhur ettiği bilinmi­• Babînger, G O W, s. 243, n. 1. Ancak, yukarıda yorsa da, X V II. asrm ilk yansında kullanıldığınat zikr edilen Nergisî misâlinde görüldüğü gibi, bidâir belirtiler vardır: Edebî vasfı ağır basan bir çe­• rinci gruba dâhil olup, I747'de Nâdir Ş â h ’a elşit resmî tarihçilik sayabileceğimiz Ş e h n â m e-- çilikle gönderilen hey ete mektubeu olarak katılan c i 1 i k ’ in son mümessillerinden İbrahim Mül-- Rahmî ’nİn de sıfatı, vak’ anüvîs değil, "vekâyi-



272



VEKÂYİNÜVİS,



nüvîs” şeklinde tesbit edilmiştir; bk. Rahmî, 5 efâretnâme, İstanbul Üniv. Kütüp., T Y nr. 369, var. 2^) de, beyhûde bir gayretkeşlik eseri olmak­ tadır ( L . V . Thomas, A Siudy of Naİma, nşr. N. Itzkowitz, Nev-York, 1972, s. 36 ). Başlangıçta, ge­ rek vesikalar gerek te lif eserlerde devlet tarihçileri için kullanılan "vekâyi 'nüvîs" sıfatının, ancak ge­ çen asrın ilk yarısında yerini "vak'anüvîs"e bırak­ tığı ( Bu değişme devresine tekaddüm eden zamana âit olup 1217=1802 tarihini taşıyan bîr telhis müs­ veddesinde, Önce "vak'a" yazılmışken, sonra üzeri çizilerek "vekâyi'nüvîs' şeklinde düzeltilmiştir; bk. Başbakanlık Arşivi, Hatt-ı Humâyun tasnifi [ — H H ], nr. 5°9 4 ) ve hizmetin son mümessilleri için münhasıran ” v a k 'a n ü v îs sıfatının kullanıl­ dığı görülmektedir. Naîmâ Mustafa Efendi [ b. bk. ] ’nin ilk vekâyi’nüvİs olduğuna dâir yaygın kanâat, tahrir ve tedvi­ nine me’mur edildiği Şârihü ’î-Menâr-zâde Ahmed Efendi müsveddesine ikmâlen birkaç cüz yazıp tak­ dim ettikde, kendisine, sadrâzam Amca-zâde Hüseyin Paşa tarafından, I kese akça atıyye ile İstanbul güm­ rüğü mukaffasından gündelik 120 akça maaş tahsis olunup berâtının Edirne ’den İstanbul ’a gönderildi­ ğine dâir, vekâyi’ nüvislikte haleflerinden Râşİd *in kaydında ( 1 7 rebîulevve! 1 1 1 4 = 1 1 ağustos, 1702; Râşid Mehmed, Tarih, İstanbul, 1281, II, 533; V , 4 5 i ; krş. Şehrî-zâde Saîd, Nev-peydâ, Üniv. Kütüp., nr. T Y 3291, 2 ia. ) Naîm â’dan "Vekâyi nüvîs" sıfatıyla bahsedilmesi ile de teeyyüd etmektedir. Ve­ kâyi' nüvislik müessesesi, Râşid ’den îtibâren de­ vamlılık vasfı kazanmış; İbrahim Müteferrika mat­ baasının kuruluşundan sonra da, vekâyinüvİslerin, kendilerinden önce yazılanlardan iltikat ve te’lif süreriyle vücûda getirdikleri ile, kendi hizmet za­ manlarına âit zabt ve tedvin ettikleri vekâyi’ nâme­ lerinin sırasıyle basılması düşüncesi doğmuştur. Vekayi’nüvİslik, ilim telâkkisi ve tekniği itibariy­ le, şüphesiz, daha Önce teşekkül ve tekâmül edip, muayyen kalıplara bağlı nümûnelerini vermiş olan İslâmî tarih yazıcılığı an’anesine bağlıdır ve tabîatiyle de iki farklı ( İlmî ve edebî) tarihçiliğin f bk. mad. TARİH. ] te'sirİnde kalmıştır. Müessese, Dîvân-ı Hümâyun kalemleri arasında teşekkül et­ tiğine göre, daha çok inşâ ve şiir san’atında mâhir ve umumiyetle ” hâcegân” lık rütbesine ulaşmış olan kâtibler arasından seçilen vekâyi’ nüvİslerin, edebî vasıflarının ağır bastığı muhakkaktır. Bununla berâber, sayıları daha az, fakat eserleri ve şahsi­ yetleriyle daha çok itibâr görmüş İlmîye mensûbu vekâyi 'nüvİslerin, edebî kudretleri yanında İlmî tarihçilik anlayışına da sâhib bulundukları ileri sü­ rülebilir. Vekâyinüvislerde h a n g i v a s ı f l a r ı n a r a n ­ d ı ğ ı , onların tâyini ile ilgili vesikalardan çıkartıîabilmektedir: Anadolu Muhâsebecisİ bulunan Ah­ med Vâsıf, ” hüner ü ma’rifet” , "reviyyet ( etraflıca



düşünme) ü dirâyet (kavrayış)” sermâyesine sâ­ hib olduğu için ikinci defa vekayi’nüvisîiğe getiril­ miştir (1 3 zilkada 1207 tarihli buyruldu: Ahmed Vâsıf, Mehâsim 'Tâsâr ve hakâikü ’Tdhbâr, nâşir M. llgürel ’in girişi, s. X X X I, nr. 57 )• Âmedî odası halîfesi Mehmed Pertev de aynı sıfatlara sâhib olma yanında, ” erbâb-ı maârifden” gece ve gündüz "tahrîrât ve neşr-i ulûmla meşgul” bulunması sebe­ biyle vekâyinüvis tâyin olunmuştur ( 1 muharrem 1221 tarihli buyruldu: Başbakanlık Arşivi, Cevdet tas., Maârif f = C M ] , nr. 975 ). Ömer Âmir ’in hizmete tâyininde de aynı klişe tekrarlanmıştır (1 9 şaban 1222 tarihli ruus kaydı: Başbakanlık Arşivi, Kepeci tas., ruûs nr. 75/261, s. 244). Birbiri ardınca üç İlmîye mensûbunun (A sım , Şânî-zâde ve Esad Efendiler) deruhde ettiği vekâyinüvislik, sonun­ cusunun vefâriyle boşalınca, sadrâzam, hizmetin ulemâya bağlı olmayıp çok defa ” kaîemîye” erbâbina verile-geldiği mütâlâası ile "hüner ü bidâası (İlmî sermâyesi)” cihetiyle liyâkati bilinen Amedî halîfesi Mehmed Recâî Efendi ’ye tevcihini arz etmiştir ( 5 safer 1264 tarihli Mâbeyn’e gönderilen sadâret tezkiresi ve 6 safer tarihli irâde: Başba­ kanlık Arşivi, irâde tas., Dâhiliye [ = 1 D ] , nr. 8569 ), Şânî-zâde ’nin, bektâşîlik töhmetiyle azli ba­ his mevzuu olunca, sadrâzamın münâsib bir vak’anüvis tesbiti husûsundaki çalışmaları da dikkat çekicidir: önce, hâcegândan kimin bu hizmete lâyık olduğu Bâbıâli ’de müzâkere edilmiş; hüneri ve güzel yazmaya istîdâdı olan sabık Tezkire-i sânı "vesveselice” olduğu, bilgisi ve haysiyetiyle teklife şâyan olan Şıkk-ı sâîis defterdârı ise, iyi yazmaktaki hüneri bilinmediği gibi ihtiyarlığı dolayısıyle de hiz­ mete münâsib görülmemiş; bu sebeble İlmîye mensubîarmdan münâsib birini bildirmesi şeyhülis­ lâmdan istenmiş; onun gönderdiği listedekîlerden Haremeyn müftüsünün, akıl, ilim ve insafı îtibâriyle tercihe şâyan olduğu pâdişâha arz edilmiştir. Bu telhis üzerine Mahmud II., ” esrâr~ı devletden bir me’mûrîyet” olmakla "vak'anüoîs" tâyin edi­ lenlerin, hüner ve mârifetten başka dindârlık ve iyilik ( " salâh-ı hâl” ) vasıflarını da hâiz olması gerektiğini • belirtip, şeyhülislâmın listesindekiler hakkında tereddüdlerini açıkladıktan sonra, mes’elenin bir iyice tahkikini emr ve esas olanı şöyle ifâde etmiştir: ” Bu me’mûrîyet bir tarîka mahsûs olmayıp, kangı tarîkdan olursa olsun, merâm ehil ve erbâb olmasıdır” (~ H H , nr. 31485)- Bu araştırmalar so­ nunda hizmete lâyık olarak, gerçekten âlim bir ta­ rihçi, Sahhaflar Şeyhi-zâde Mehmed Esad Efendi [ bk. mad. ES'AD EFENDİ ] bulunmuştur. Vekâyinüvislerde aranan vasıflar hakkında tâyin mercilerinin yukarıda zikr edilen görüşlerine mu­ kabil, bir vekâyi ’nüvis, Nuri Halil Bey, 1210 ( Kâ­ nun I. 1795 sonlan ) ’da sadârete, müessesenin tan­ zimi için sunduğu, takrirde (N û ri, Tarik, Topkapı Sarayı - Emânet Hâzinesi Kütüp., nr. 1394,



VEKÂYİNÜVİS. 738 v.d.; Süleymaniye-Âşîr Ef. Kütüp., nr. 239, 114ÎJ v.d., ve H H , nr. 48063) daha önceki devrede bu hizmete: müstakim, .tecrübeli, ketum ve haki­ katli ("sadâkatkâr") olanlarm seçildiğini kaydeder. Hizmette bulundukları zamanın vak alarmı tes­ bit ve tahrir aslî vazifesi yanında, vekâyi nüvîslere, seleflerinin eksik bıraktıkları devrin tarihini yazmak vazifesi de yüklenmiştir ( aş. bk. "Başlıca vekâyinüvisler ve te’iifleri” ), Bu hususdaki ısrar ve itinâ, vekâyiin kesintisiz bir şekilde kaleme alın­ masını te’mİn etmiştir. Gerçekten azil veya ölüm hâlinde, öncekilerin tuttuğu notlar ve kendilerine verilmiş olan vesikalar, yeni me’mura devr ve teslim edilerek, vekâyiin bırakıldığı yerden tahriri emir ve tenbih olunmuştur. Meselâ, 1221 başında (mart 1806) hizmete getirilen Pertev 'in, selefinin eksi­ ğini ikmâle hangi tarihten başlaması gerektiğini tâyin için, aynı sene şa’bânmda (teşrin II. 1806) vefât eden Vâsıf’m evrâkı birçok defa gözden ge­ çirilmiş, en son yazdıklarının 1219 vekâyİİnin nere­ sinden kesildiğinin tesbitine çalışılmış ve bulunan evrak, Pertev 'e verilmek üzere, mühürlü olarak pâdişâha sunulmuştur ( İlgürel, ayn. esr., s. 401 v.d., ek II). Kezâ, Şânî-zâde, 1235 saferiııde (kâ­ n u n ! , 1819) vekâyinüvisiiğe getirilince, Mütercim Asım *ın 1224 ’e kadarki vekâyii yazdığım duydu­ ğunu, geriye kalan on senelik devrenin yazılıp ya­ zılmadığını bilmediğini, Bâbıâli’den selefine veril­ mesi gereken havadis ve vesika sûretîeri hakkında da mâlûmâtı bulunmadığım belirtip* yazacağı ese­ rin eksik veya mükerrer olmaması için A sım ’m evrâkının kendisine teslimini sadrâzamdan ricâ etmiştir ( H H , nr. 52514). Nitekim selefi dev­ rine âit vekayîi yazmaktan veya temize çekmekten kendi hizmet devresinin vak’alatmı tertib ve ted­ vine imkân bulamayan Şânî-zâde, 1237-1241 vekâyiine âit notlarını, Halefi Es'ad Efendi 'ye devr et­ miştir (Cevdet Paşa, Tarih, 1309, E 12 \ X I, 29— 30; ayn. mîl., Tezakir, I, 3 )• Es’ad Efendi ’nîn temize çekmeğe muvaffak olamadığı 1242-1246 devresine âit müsveddeleri ise, Cevdet Paşa tarafından toplan­ mış, seleflerinden intikal eden diğer müsveddeler ve vesîka süratleriyle birlikte, vak'anüvislikte halefi olup, 1241 ’den sonraki devrenin tarihini yazmağa memur Ahmed Lütfı Efendi ’ye gönderilmiştir. Vekâyinüvislerin hizmette bulundukları devre­ nin vekâyiini zabt ve tahrir ederken gereken mal­ zemeyi nereden aldıklarına dâir Nurî ’nin 1210 tarihli takriri ve ona binâen sâdır olup ilgili kalem­ lere gönderilen buyrulduda ( yk. b k, ) dikkate şâ­ yan bilgiler bulunmaktadır: Tarihe kaydı uygun olan maddeler, muamelesi tamamlandıktan sonra, Sadâret mektubçusu, Beylikçi ve Âmedcİ taraf­ larından, Reîsülküttâb ’m izni alınarak vekâyinüvîse haber verilir; devlet me’mutlarının tâyin ve azillerine âit hususlar Tahvil ve Ruûs kalemlerinden, merasimlerle ilgili olanlar ise, Teşrifat kaleminden İslâm Ansiklopedisi,



m



"ilmühaber sûretîeri" ile bildirilirdi,' Vekâyinüvisîik, devletin mûtenâ bir hizmeti olduğundan, bu hizmete me’mur olanlar, hâdiseleri tahkik eder­ ler, veîtâyİi sıhhatle yazmaları için kendilerinden hiçbir şey esirgenmez, hattâ "vükelâ" bâzı gizli hususları dahi onlara haber verirlerdi. Ancak daha sonra (muhtemelen X V III. asrın ikinci yansında), emniyetsizlik gösterilip kendilerine devlet sırları açıklanmadığı hattâ, hâdiselerin sebep ve netice­ lerinin tahkiki, lâyıkıyle değerlendirilmesi isten­ mediği (meselâ hâdiselerin sebeb ve inceliklerinin zikrinden kaçımîdığı hattâ bu hususda kendisine tenbîhatda bulunulduğuna dâir vekâyinüvis Meh­ med Hâkim ’în İfâdeleri için bk. Hâkim, Tarih, Topkapı Sarayı, Bağdad Köşkü Kütüp., nr. 2 3 i, var. 3670 ve B. Kütükoğîu, Müverrih Vâsıf ’ın kay­ naklarından Hâkim Tarihi, T D, 1954, VÎ/9, 92, not 6 ) için vekâyinüvislerde, faydasız şeyler yazmağa mecbur olup ya ehemmiyetsiz şeyleri büyütmüş, yahud da ehemmiyetli şeyleri lâyıkıyle tebârüz ettirememişler idi. Nûrî, vekâyiin sıhhatle yazılma­ sının yukarıda ana hatîarıyle verilen eski dunıma (" v a z ’-ı kadîm” ) dönülmesine bağlı olduğunu arz etmiş,1 sadâretten de arzına uygun emir çıkmıştır. Zikr edilen buyrulduda da görüldüğü gibi, vekâyinüvîslik müessesesinin tanzimine girişilmesi, bü­ tün devlet teşkilâtının ıslâhı yoluna gidildiği Selim III. devri başlarına rastlamaktadır. Nitekim bu pâ­ dişâh, 1205 (1 7 9 1 ) ’de Rikâb vekâyinüvisliğinde ibkâ ettiği Edîb ’in, vekâyii sıhhatli, açık, riyâ ve dal­ kavukluk yapmadan yazmasını, "esrâr-ı deoktJir* diye vukuâtm kendisinden gizlenmemesini emîr ve tenbih etmiştir ( H H , nr. 1 1 1 8 7 ’den naklen E. Z . Karal, Selim III'ün hatt-ı hümayunları, Ankara, 1942, s. 167; Cevdet, Tarih, M, 116; îtrş, Edib, Tarihi Tarih Vesikaları, 1944, III, 7 1 ve Mehmed Gâlib,



Vak’anüois Teşrifatî Edîb Efendi -Seltm-i Sâlis'tn bâzı eüâmh-i mühimmesi, T O E M , 1329, nr. 8, s. 500). Vekâyinüvislerin, devlet merkezine intikâl eden İmparatorluk vekâyiini, işare* edilen imkânlar dâ­ iresinde ve beğenilecek ta7 -da yazması yanında, dış dünyaya ve husûsîyle devletin münâsebetlerde bulunduğu Avrupa devletlerine dâir haberlere de yer vermesinin faydalı olacağı düşüncesiyle, her ay A v­ rupa haberlerinin devletçe vekâyinüvislere veril­ mesi arz olunmuştur ( Vâsı f ’m bu hususdaki mürâcaatı üzerine yazılan H H , nr. 5094’deki 24 rebîülâhır 12 17= 24 ağustos 1802 tarihli telhis müsveddesi, kısmen, îlgürel, ayn. esr,, s. X L V IX LV H 'de iktibâs edilmiştir). Vekâyinüvisler, umûmîyetle her sene başında, zapt ve tahrir ettikleri vekâyi cüzlerini, pâdişâha sunulmak Üzere sad­ râzama verirler; beğenİidiğine veya düzeltilmesi ge­ rektiğine dâir emri aldıktan sonra, bu cüzleri ikmâl ederek daha önce yazdıklarına eklerlerdi. Meselâ Vâsıf, Enoeri ve Edib Tarihî'm yeni baştan yazıp



F. 18



VEKÂYİNÜVÎS,



m



sunduğunda. Selim I I L , "d a h i aşağısını bu siyak



13* 35) ;



bîn kuruşluk



tâyînat İle vekâyinüvîs



nasb edildiği



Nûri T a ­



(İ D , n r. 8569, 8 safer 1264) gibi, m üderris pâyeli



rifi/ için yaptığında d a , "g ü z e ld ir... M ustafa Paşa



ve M eclis-i m aârif âzası A . C evdet E fen di ( P a ş a ) de,



ü zre y azsu n "



(HH, n r.



aynı işi



ve E b û h u r v ak ’asım tayy eyîeyiip hakikati üzre b ir



t . 000 kuruş m aaş ve senelik 4.000 kuruş atıyye ile bu



vak’a olarak



eyledi­



hizm ete getirilm iştir ( B A ,



(H H ,



VekâyînÜvisler, muayyen olan tahsisatları, veya daha sonra maaşları yanında, umûmiyetle sene baş­ larında takdim ettikleri vekâyinâme cüzleri vesi­ lesiyle, pâdişâhın ihsan ettiği atıyyelerle tatmin ve teşvik olunmuşlardır (M eselâ Enverî, Tarih’ nin, tahminimize göre 1187-1194 vekâyiini ihtıvâ eden cildini sunduğunda, eseri Abdülhamid I. tara­ fından beğenilmiş ve bu hizmeti karşılığında kendi­ sine 2,500 kuruş ibsân edilmiştir: Ahmed Cevdet Paşa, Tarifi, İstanbul, 1309, II, 14 1). Bunlar ara­ sında Vâsıf, cüz takdimini, lütuf celbine "baha­ ne" telâkîd ettiğini, "me’Iûfiyeti" hasebiyle bunun karşılığında atıyye baklediğİni açıkça belirtmiştir ( V âsıf’m müsveddeleri arasındaki takrir sûreiı B A , Yıldızlaş., nr. 33“554 “ 73-9° ve H H , nr. 5150). "Zabt ve telfîk" ettikleri vekâyi cüzü karşılığında vekâyİnüvisîere bir devrede "mûtâd" olarak 1.000 kuruş atıyye verildiği anlaşılmaktadır (Vâsıf*a, 29 şa’bân 1200'de 1.000 kuruş; N û rî’ye, X şa’bân 1211 ’de takdim ettiği 3 cîld için 3x1.000 = 3.000 kuruş atıyye îhsân olunmuştur: CM, nr. 2478 ve 939). Her sene muharreminde vekâyinâme takdim edip atıyye alarak geçim yükünü kısmen hafifleten M ü­ tercim Âsim, bir defasında cüz sunamadığı gibi, muayyen aylığını da alamadığından büyük sıkıntıya düşmüş ve keyfiyet sadâret kaymakamlığından arz edilince, kendisine mûtâd atıyye verildiği gibi, şey­ hülislâmlıkça "nemâluca” bîr İlmîye cihetinin tah­ sisi de emr olunmuştur (H H , nr. 49493 )* Fevka­ lâde hâllerde atıyye miktârımn arttırıldığı da gö­ rülmektedir: 15 zilka’de 1215 (30 mart 1 8 0 1 )'te çıkan yangında harâb olan evini ( Vâsıf, Tarih, Üniv. Kütüp., nr. T Y 6013, var. 57b ) tamir İçin 12151216 vekâyiini ihtivâ eden cüzü takdim vesilesiyle atıyyesîne zam yapılmasını ricâ eden Vâsıf a 7,500 kuruş ihsân olunduğu ( CM, nr. 3693, Z4~z6 rebüilevvel 1216) gibi, Kanlıca’da sâhilhâne alabilmesi için Es’ad Efendi *ye de 20.000 kuruş atıyye veril­ miştir ( İ D, nr. 128, 5 receb 1255). Vekâyimivisliğin son devresinde, vekâyinâme karşılığında muntazaman atıyye verilmediği, T a rifi‘inin V I. cildinin matbûunu takdim vesilesiyle Ahmed Lûtfi Efendi’nin sadârete gönderdiği bir takrirden an­ laşılmaktadır: O , bu takririnde, seleflerinin sun­ dukları cüzlere mukabil ev, sâhilhâne ve rütbelere mazbar olduklarını, kendisinin ise, bu lütûflardan mahrum olduğu gîbi, bir yıl evvel IV. ve V. cildleri takdiminde, atıyye verilmesine dâir yazılmış tezkirenin Âmedci Odası’nda takılıp kalmasından şikâyet etmiş; bunun üzerine Lûtfi ’nin 200 liralık atıyye ile taltifi münâsîb görülmüştür ( İ D nr, 76614, 17-29 safer 1303),



yazsun ve Kem şimdi tesvîd



ğini ü ç-b eş m âh sonra beyaza çek m elid ir"



n r. 14883) şeklinde irâdesini izhâr etm iş; M ahm ud I I . ise, 1218-1221 vekâyini takdim eden M ü tercim  sim iç in ; "C e z z â r Ahm ed Paşa (h a k k m d a k i) is­ titrad ın d an v â k ı’i



hazz eyledim ,



insâfâne



iş te



yazm alıdır"



böyle



m â -h ü v e 'l-



(H H , n r. 35239 )>



1241 vekâyiini sunan E s ’a d E fen d i iç in : "G ü z e lce kayd u im lâ eylemiş rini belirtm iştir. m etinin



oldukça



Bu



" (H H , n r. 3 5 2 4 4 ) diye takdi­ m isâller, vekâyinüvislik hiz­



dikkatle



murâkebe



olunduğunu



gösterm ektedir.



Menşe’lerine göre Dîvân-ı hümâyûn kalemlerinde veya ilmiye tarîkinde aslî bir hizmette bulunurken vekâyinüvisliğe getirilenler, bu munzam me’rauriyet dolayısıyla ek gelir kaynaklan tahsis olunarak taltif edilmişlerdir. Meselâ, Şehzâde medresesi müderrisi ve vekâyînüvis Küçük Çelebı-zâde Asım tsmâil Efendi *ye - vekâyinüvislikte bulunanların mükâfatlandınlması ” âdet-i mülûkâneden” olduğu tasrih edilerek-Taşköprü kadılığı arpalığı tekrar ilâveten tevcih olunmuştur (Evâsıt-ı şevvâl **43 tarihli buyruldu: CM, nr. 393). Sefer vekâyinüvîsîiği yapanlara ise, ayrıca taym verilmiştir. Me­ selâ, Birgi *de zeâmeti olduğunu bildiğimiz Enverî’ye (H H , nr. 16792), 15 receb 1183 ( 1 4 teşrin II. 1769 ) ’tekı mürâcaatı üzerine: 2 kile arpa, 4 okka et ve 6 çift ekmekten ibâret günlük taym tahsis olun­ duğu ( CM, nr. 6693) gibi, Mütercim Âsim a da, 26 receb 1225 (25 ağustos î S î o ) *de çadır ve cebebâne mühimmâtı verilmiştir (Cevdet tas.. Dâhi­ liye [ = C D 1, nr. 3138 )* Paraya karşı hırsı olduğu bilinen Vâsıf'm muhtelif atıyyeler alarak senelik vekâyinüvislik tahsîsâtmı 20.000 kuruşun üstüne çıkardığı rivâyeti (A hm ed Âsim, Tarih, l , 257) yanında, ulemâdan olan üç vekâyinüvîs Âsim, Şânî-zâde ve Es’ ad Efendilerin "medâr-ı maişet” için Bursa mukataasından ıkiyüz ellişer kuruş aylık aldıklarım biliyoruz (C M , nr. 2368), Ancak, Es’ad Efendi’ nin ” maaşı” ı, 1254 şa’bâmnda (teşrin II. 1838) 1.000 kuruşa çıkarılmış ( CM, göst. yer. ve nr. 578, 12 ziîka’de 1255 ), müteâkıp sene, bu meb­ lağa, 1.500 kuruşluk zam yapıldığı ( C M , nr. 2174, 25 recep 1256) gibi, Mecîts-i Ahkâm-ı Adliye 'den ayrıldığında 1.500 kuruş "inâyet" olunarak aylığı 4.000 kuruşa iblâğ edilmiş ( CM, nr. 4°94) 25 receb 1257 ), buna nakîbü ’l-eşraflık tahsîsâtı olan 1.50b kuruş da eklenmiştir (C M , nr. 1934. 27 rebîuîevveî 1258). Ancak daha sonra, bu sonuncu tahsisatla birlikte kendisine, cem'an 4.000 kuruş maaş ödenmiş ( CM, nr. 113Ğ5, teşrin II. 1260; CM, nr, 8102, haziran 12Ğ0 ), aynı maaş haleflerine de verilmiştir: Amedcı hulefâsmdan Recâî Efendi, I ,ooo kuruş aylık ve birkaç



Sicİtt~i ahvâl defteri, 1 , 2 ) .



ViâKÂYİNÜV/S.



$nî



B a şlıca v c k â y in ü v is le r ve te*!îfleri. Vekâyinüvislik müessesesine âid kaynak ve tetkiklerin kifayetsizliği, hizmette bulunan vekâyİnüvisîerin ve bunlar tarafından zabt ve tedvin edilen eserlerin tam olarak tesbîtine imkân vermemektedir. Aytne-İ zürefâ (s . 43-69 ve naşirin zeyli: s. 79-125) ve Lûtfi Tarihi ( 1, 5 -7) ’ndeki mâîûmat, eksik ve yer yer tashihe muhtaç gözükmektedir. Burada, belli-başh vekâyİnüvisîerin menşe’leri, hizmet müddetleri ile bıraktıkları eser ve notlara kısaca işâret olunacaktır. ilk devlet tarihçisi (yk, b k .) sayabileceğimiz N a î m â Mustafa Efendi (ölm . 1128»= 1716; bk. mad. NAÎMÂ), vckâyinüvislİğe 1114 (170 2 ) *ten ön­ ce Amca-zâde Hüseyin Paşa tarafından getiril­ miş olmalıdır (Ahm ed Refik, Âlimler ve sanat­ kârlar, İstanbul, 1924, s. 2 59 ’da verilen i m tari­ hinin hangi esâsa dayandığı anlaşılamıyor). Daha sonra, Divan-ı hümâyûn hâcegânı zümresine giren tarihçinin, hangi tarihe kadar bu hizmette bulunduğu mâlûm değildir. Tedvinine me*mur edildiği Şârihü ’l-Menâr-zâde müsveddesini, diğer kaynak mal­ zemesiyle ikmâl ederek vücûda getirdiği ilk t e ­ lifi 982-1065 vekâyiini İhtivâ etmekte olup, Amcazâde ’nin yararlılıkları ve husûsiyle hazırlanmasına âmil olduğu Karlofça Muâhedesi’ne v.s.*ye dâir bir mukaddime ilâvesiyle, 1 1 1 4 ’te, Ravzal al-ffusayn f i faulaşat afabar al-faafikayn adıyla Hüseyin Paşa’ya sunmuş ve tasrih ettiği bâzı kaynaklara dayanarak eserini 1114*6 kadar getirmek isteğinde bulunmuştur (Revan Köşkü Kütüp., nr. n69*dakı Naîmâ Tari­ hi ’nde bulunan atzuhâîî İçİn bk. M. M . Aktepe,



’mn evindeki kitablann yanmış olduğu tesbit edil­ miştir; F . Ç . Derin, Müverrih Naîmâ hakkında bir arşiv belgesi, Güney-Doğıı Avrupa Araştırmaları Dergisi, I974> II-III, H 7)* günlük vekâyi notla­ rının ( ntzrmme mecmuası) ise, kendisine intikâl ettiğini, bunları temize çekip tamamlamağa niyetli olduğunu kayd eder ( Nev-paydâ var. 22*>), Bu ifâ­ deden, -Râşid’in de 8 rebıulevvel 1109 hâdisesi için kaynak olarak kullandığı-Naîmâ ’nm yevmiye cer rîdest (Râşıd, ayn. esr., II, 4 * 7 ) ’nîn, II. cildden ayrı hir eser olduğu anlaşılabilirse de, bu sonuncu te’Iîfin Naîm â’mn vekâyinüvîs sıfatıyle zabt et­ mesi gereken vekâyii ihtivâ edîp etmediği hakkında bîr hükme varmak güçtür. Masraf ( kâtibi-) zâde Ş e f i k Mehmed Efendi (ölm . 11 2 7 = 17 15 ; bk. mad. ŞEFİK MEHMED)’nin vekâyinüvisliği hakkında açık bilgi sâhibî değiliz: Divan-ı hümâyûn kâtibi sıfatıyle Karlofça sulh müzâkereleri sırasında yararlığı, reîsülküttâb ve murahhas Ramî Mehmed Efendi ( Paşa) ’nin dik­ katini çeken edibin vekâyinüvisîige tâyini, M . Cemâleddin ’e ( Âyîne-i zürefâ, s. 50 ) göre, Râmî Paşa [ b .b k .] ’nm sadâretinde ( 1 1 1 4 / 1 1 1 5 = 1 7 0 3 ) vuku bulmuş ve tarihçi, I I 15 Edirne Vak’a sı’m muğ­ lak ve sanatlı bir dille tasvir eden Şeftkrnâme'sini bu sıfatla kaleme almağa başlamıştır ( Muasırı olup, onu harâretle Öven Mirzâ-zâde Sâüm, kaynatası olan Râmî Paşa’nm şâir Mehmed Ş e fik ’e iltifa­ tım kayd etmekle berâber, onun vekâymüvİsîiğınt belirtmiyor; Tezkire, İstanbul, 1315, s. 385 v.d .). Buna mukabii, muâsır ve muahhar müellifler ( SafâNaîmâ Tarihi "nin yazma nüshaları hakkında, T D , yî, Tezkire, ünıv, Kütüp., nr. T Y 95^3, var. II0*>; 1949» I/lj 51 v.d .). Ancak bu cildin teTıfine i Belîğ, Nuhbetü'l-âsâr, Üniv. Kütüp., nr. T Y 1182 âmil olan Amca-zâde *nin vefatı ve çok geçmeden var, 40a; Şeyhî, Vaküyic al-fu£aW, Veliyüddİn Efendi Edirne Vak’ası ’nm zuhûru, bu tasavvurun tahakkuku­ Kütüp,, nr. 2362, var. 232H; Mahmud Celâleddın nu geciktirmiş ve sükûnetin avdeti üzerine sadâ­ (P aşa), Ravzatul-Kâm ilin-Şerk-i Şefik-nâme, İs­ rete gelen Dâmâd Haşan Paşa (1703-1704 ), ese­ tanbul, 1290; Tayyar-zâde Ahmed Atâ, Tarih, II, rin devâmmın yazılmasını emretmekle, Naîmâ ilk 9 6 ), Şefik ’in bu hizmete, Şehıd Ali Paşa ’mn ( sa­ te’Iİfdeki 1000 tarihine kadar olan kısmı ayırıp, dâreti: 1713-1716) takdir ve himâyesi neticesinde sonuna, yazmakta olduğu Iî. cildden 5 senelik ve- getirilmiş olduğunu kayd ederler. Filhakika, Şekâyi ilâvesiyle 1000-1070 hâdiselerini ihtivâ eden fîk~nâme muvazzahı veya zeyli gibi isimler verilen hir vekâyinâme tertib ve başına konmak üzere, Tarihçesinin mukaddimesinde, Şefik, AH Paşa’nm Dâmâd Haşan Paşa’nm eşkiyâ te’dîbindeki başa­ Ahmed I I I ,’in cülûsundan kendi sadâretine kadar rısını medh İçİn Edirne Vakası*m tasvir eden olan vekâyü yazmayı uhdesine havâle ettiğini be­ bir risâle te lif etmişse de, muhtemelen eser ta­ lirtir (B u Tarihçe’nın yazmaları için bk. İstanbul mamlanmadan Haşan Paşa sadâretden azledilmiştir Kütüphaneleri Tarih-Coğrafya Yazmaları Kataloglan, (krş. L , V . Thomas, ayn, esr., s, 48; t A , mad, s. 189 v.d.; F. E. Karatay, Topkapt Sarayı Müzesi NAÎMÂ). Bu ikinci tertib metin, tarihçinin vefatı Kütüphanesi Türkçe Yazmalar Katalogu, 1961, I, üzerinden uzun zaman geçmeden, 1*47 ( 1734 ) ’de 275, nr. 852 î Üniv. Kütüp., nr. T Y 3459* 9728 iih.; İbrahim Müteferrika tarafından ikİ cîld hâlinde British Museum, Or. 7288). Fındıklık İsmet Efendi ’ye göre ( Takmilat al-Şabastırılmıştır. 1280 (1863) ve I28r-I283 (18641866)*te yapılan tam baskıları ise altışar cîld ola­ rak tertip edilmiştir. Şehrî-zâde (ölm, 117 8 ), 1070 -1118 ( ? ) vak’alanm ihtivâ eden II. cîld müsved­ delerini Naîmâ’nm temize çekmek imkânını bu­ lamadığını, vefâtmda da bunların dağıldığım (ölü­ münden bir sene sonra yazılan bir tezkirede Naîmâ"



k&ik H ; ayn. mil., Üss-i zafer, İstanbul, *293, s. 257). 1236-1241 vekâyiine âit Es ad Efendi’nin perâkende notlan BA, Yıldız tas., nr. 33- 555~73~90 *da; 1237 vekâ­ yiini muhtevi müdevven müellif müsveddesi, Üniv. Kütüp., nr., T Y 2467 ’de; bu I. kıt’anm muhteme­ len huzûra takdim edilen nüshası, Üniv. Kütüp., nr. T Y 6002; 1238 vekâyiini ıhtivâ eden II. kıt’amn nr. T Y 6003; 1239-1240 vekâyiini muhtevi III. kıt’anın sunulan nüshası ise, nr. T Y 6oo4*tedir. I. -II. kıt’alan içine alan müellif nüshası için, SüÎeymâniye-Esad Ef. Kütüp., nr. 2083 *e; müellifin yer yer ilâvelerini muhtevi 1. cild için, ayn. kütüp., nr. 2084 ’e; I. cildin Dâhiliye kâtibi Bâhir Efendi’nin zeyil ve ilâvelerini ihtivâ eden nüshası için, Millet Kütüp., Emîrî, tarih nr, 51 ’e; Üsküdarlı Seyyid Ali Rızâ tarafından tamamlanan nüshaları için bk. Üniv. Kütüp., nr. T Y 1203 ve 58; Bayezid Devlet Kütüp., Veliyüddin Ef. Kütüp. ilâvesi, Cevdet Paşa lcİtablan, nr. *35»



Vekâyinüvis tâyin edildiği sene içinde yeniçerilik ilga ve imhâ edilmekle Es’ad Efendi, bu mühim hâ­ dise (Vak’a-i Hayrîye) hakkında müstakil bir eser yazıp, bunu Üss-i zafer adı ile takdim etmiş; eserin bâzı yerleri tâdil olunarak basılması (Ali Rızâya göre Üss-İ zafer 'i, tashih ve tenkîh ederek nihâî şekline sokan -o sırada muhtemelen reîsülküttâb bulunan- Pertev Said Mehmed Paşa’dır: bk. Üniv. Kütüp., nr. TY 1203, ekli yaprak) ve tashihlerine müellifinin bakması emr olunmuştur. Tab’ı 1243 şevvâli sonlarında tamamlanan bu eser (129 3= 1876 ’da ikinci def’a basılmıştır) dolayısıyla da, Es’ad Efendi’ye muvakkaten Üsküdar kadılığı verilmiştir ( Üss-i zafer, s. 258; Lüifî, Tarih, I, 207). Es’ad Efendi’nin kendi vekâyinüvislik devresine âit olarak zabt, tedvîn ve takdim ettiği cüz, 1241 vekâyiini ihtivâ eder. Muhtemelen huzûra takdim edilen nüshası, ün iv. Kütüp., nr. T Y 6005 ’te;



VEKÂYİNÜVİS. Bahir Efendi’nin İlâvelerini içine alan» ise Emîrî, tarih, nr. 50 ’de bulunan bu cüz ’ü, kendisi, Tarih’inin II. cildinin 1. kıt'ası itibâr etmiştir. Nüsha sunuldukda, Kaymakam Paşa’ya, kİtabm "güzelce kaydu imlâ edilmiş" olduğu, aynı tarzda tahrîre de** vâmınm müellifine tenbîh edilmesi fermân olunmuş­ tur ( B A , H H , nr. 35244). 1828 Rus harbine Ordu Kadısı olarak iştirâk eden Es’ad Efendi, kısa bir zaman vak’anüvislik hiz­ metini görmek üzere İstanbul’a çağrılmıştır (B A , Cevdet, Askerî, nr. 33335, 21 cemâziyelevvel 1244). Nakîbüleşraflık, Rumeli Kazaskerliği ve Maârif Nâzırhğı gibi mühim ilmi ve mülkî m evki’lere de getirilen Es’ad Efendi, vekâyinüvislik hizmetini vefatına kadar uhdesinde bulundurmuş, ancak 1241 ’den sonraki devreye âit tuttuğu notlan te’lif ve tedvîne muvaffak olamamıştır. Cevdet Paşa, Es'ad Efendi Tarihi'mn İL cildi "zeyil ve tekmilesi" ol­ mak üzere eline geçen zabıt ceridelerim tertib ve tanzim ederek, halefi Lütfî Efendi’ye gönderdiğini belirtir ( Tezâkir, I, 3 )* Es’ad Efendi ’nİn, Şânî-zâde ’ye yaptığı haşiyeler (b k . Cevdet, Xî, 1 0 5 ,1 6 4 ) ile, 1237-1241 vekâyii­ ni ihtivâ eden Tarık'ı, Cevdet Paşa tarafından kay­ nak olarak kullanılmış, bâzı ifâdeleri iktibâs edil­ diği ( msl. bk. Cevdet, XII, 19 v.d. 2 2 ,4 3 , 7 1 , 145 v .d .) gibi, Es’ad Efendi’nin beyan ve hükümleri muâsır kaynaklar ve ezcümle Bâhir Efendi’nin sözleriyle mukayese (m sl. bk. Cevdet, XII, 177 v.d.) ve bâzanda tashih olunmuştur (Cevdet, XII, 179 v .d .), Cevdet Paşa ’nın yazmağa me’ mur edil­ diği devrenin devâmmı tahrirle vazifelendirilen Ahmed Lütfî Efendi ise, Tarik 'inin ilk dört cil­ dinde, Es’ad Efendi ’nîn Üss-i zafer ‘inden başka, müteferrik ve perakende evrâkmı da kaynak olarak kullandığını belirtir (L ü tfî, Tarih, I, 2 6 6 ; I I , 2 ; III. 2 ; IV, 2. Daha sonraki devreye âit Es’ad Efen­ di ’nin notlarının da Lütfî Efendi ’ye intikâl etmiş olabileceği, Es’ad Efendi’ye âit 1258 tarihlî kayıdları da ihtivâ eden bir mecmuanın Lütfî tarafından 7 safer 1 3 1 4 ’te muhâfaza edilmek üzere Es’ad Efendi Kütüphânesi ’ne gönderilmiş olmasından an­ laşılmaktadır; bk. Es’ad Ef. Kütüp., Dr. Es’ad Bey kısmı, nr. 4268 ’in başındaki kayıt). Es’ad Efendi ’nin vefatı üzerine uhdesinde bulunan muhtelif vazifeler başka başka kimselere tevcih edi­ lirken, devlet tarihçiliğinin de, biri diğerine halef olan üç ilim mensûbundan sonra, "ekseriya verile -geldiği üzre" kâtib zümresinden bir ehliyetli kimseye tevcihi uygun görülerek, Amedî odası Halîfelerinden ve Takvîm-i Vekây'ı muharrirlerin­ den olup, edebî kudreti bilinen R e c â î Mehmed Şâkir Efendi (1218-13 şevvâl 1291=1804-22 teşrin II.1874; hâl tercümesi için bk, A Z zeyli, s. 90-105 ve ondan naklen Ibnülemin Mahmud Kemal İnal, S m asır Türk şâirleri, İstanbul, 1939, s. 1388-1395) vak’anüvis tâyin olundu (B A , / D , nr. 8569,



2§3



5-8 safer 1264=13-16 kânun II. 1848, yk. bk.). Re­ câî Efendi, Âmedci odasındaki vazifesine ilâveten uhdesine tevcîh edilen vak’anüvıslİği lâyıkıyie ya­ pabilmesinin hangi şart ve imkânlarla mümkün olduğunu sadârete sunduğu bir lâyihada ( metni için bk. A Z zeyli, s, 1 0 5 - m ) belirtmiştir: Sele­ finin 1241 ’den îtibâren zabt etmemiş olduğu 22 senelik vekâyiin yazılması yânında, vatandaş tâlim ve terbiyesi için faydalı olan tarih metinlerinin, husûsiyle matbû Vâsıf Tariki ’nden sonraki devreye âit vak'anüvis vekâyinâmelerinin gerekli ıslâh ve izahlarla neşri lüzûmuna işâret eden Recâî Efendi, Es’ad Efendi’nin ihmâl ettiği devrenin yazılmasının, ya kendisiyle irtibatlı tecrübe sâhibi birisine havale­ si veya maiyetine tâyin edilecek birkaç "münşî ve mübeyyiz” e A rşiv’de bir oda tahsis olunup, ka­ leme aldıkları cüzlerin kendisi tarafından gözden geçirilmesi ve ikmâli takdirinde mümkün olacağını; kendisinin herhâlde cülusdan (12 5 5 = 18 3 9 ) son­ raki vekâyii zabta me’mur edilmesini dilediğini; devletin dış münâsebetlerini lâyıkıyla tebârüz etti­ rebilmesi için de, yabancı dillerdeki malzemeyi ter­ cümeye kudretli bir mütercim ile, tecrübeli bir mübeyyizin maiyyetine tâyini gereğini ifâde etmiştir. Vekâyinüvislik müessesesi için gerçekten dikkate şâyan olan bu düşüncelerin anlayış görmediği, hattâ temennilerinin yerine getirilmemiş olmasın­ dan dolayı Recâî Efendi’nin "îtizâr ve isti’fâ” etmiş olduğu ileri sürülmüşse de { A Z zeyli, s. 92 v.d. ve İnal, ayn. esr., s. 1389 ), vekâyinüvisliğinin T ak­ vîm-i Vekayi nâzırlığından azline (12 6 9 = 18 5 3 ) kadar devâm ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim bu tarihte, nâzırlık ve vak’anüvislik, Amedî halifeliği ve Takvimhâne nazırlığında bulunmuş olan, Meclis-i Vâlâ â2âsı Âkîf Paşa-zâde N a i l Mehmed Bey (o!m. 23 cemâziyelevvel 1 2 7 1 = 1 1 şubat 1855, bk. A Z zeyli, s. i n v .d .) ’e verilmiştir ( BA, C D , nr. 14228,19 cemâziyelevvel 1269=28 şubat 1853). Recâî Efendi ve Nâil Bey ’den vekâyınüvis olarak herhangi bir eser kalmamıştır ( bk. A Z zeyli, s. 98 - i 12 ). Nâil Bey’in vefatı üzerine vak’anüvisliğe, müder­ ris pâyelîlerinden, Meclİs-i Maârif ve Encümen-i Dâniş âzâsı Ahmed C e v d e t Efendi (1238-1 zilhicce 1312=1823-25/26 mayıs 1895; bk. mad. CEVDET PA$A) getirilmiştir ( i cemâzİyelâhıt 127118 şubat 1855, bk. Cevdet Paşa, Tezâkir, î, 5; A Z zeyli, s. m v .d .’de, vakti olmadığı beyâmyle Nâil B e y ’in vak’anüvisîiği, "fenn-i inşa ve beyân" da o vakit şöhret yapmış olan Cevdet Efendiye "terk" ettiği kayd ediliyorsa da, Paşa’nın ifâdesi açıktır. Nâil Bey’in vefât tarihiyle Cevdet’in riasb tarihle­ rinin birbirini tâkib etmesi de Cevdet Paşa ’nm ifâdesini te’yid ediyor). Cevdet Efendi, bu tevcihden bir sene kadar önce, ilk T ürk Akademisi sayılabilecek olan Encümen-i Dâniş 'in karârıyla, matbû Vâsıf Tariki ile Üss-i



284



VEKÂYİNÜVİS.



zafer arasındaki (118 8 -124 1) devrenin vekâyiini yeniden've sâde bîr dille yazmağa memur ediimîşmişti: Maârif-i Umûmîye Meclisi, vatandaşın tâ­ lim ve terbiyesinde tarihin ehemmiyeti ve dolayı­ sıyla tarih teliflerinin neşri luzûmunu takdir ile 1188 'den sonraki devre âit mevcud bâzı evrak ve müsveddelerin ayıklanma ve düzeltilmeğe muhtaç, bâzı seneler vekâyünin ise, mükerreren yazıldığına dikkat ederek, bu te'lifîeri birleştirip muhtasar bir eser vücûda getirme işinin Cevdet Efendi ’ye havâlesini kararlaştırmış, sadrazamlıkça da gerekli İrâde istihsâl olunmuştu ( BA, / D , nr. 17685, 9-20 muharrem 1270. Ayrıca bk. Cevdet Paşa, Tezâkirt IV, 58). Bu sipariş üzerine hummalı bir çalışmaya giren Cevdet, tarihçi olarak kendisine büyük şöhret te’min edecek olan eserinin ilk cildlerini birbiri ardmca sunmuş ve Tarih 'inin devletçe basılması te’min edilmiştir, öyle ki vak’anüvisîiğe tâyini üze­ rinden bir ay geçmişken, eserinin ilk cildinin tab’ı tamamlanmış (M aîbaa-i Amire *de basılması sona eren I. cild Cevdet Tarihi'nin bir nüshasının huzûra takdîmı için bk. BA , î D , nr. 20476,3-6 receb 12 7 1), Iî. cildinin basılması içinde emir verilmişti (B A , / D , nr, 20391, 26 cemâzîyelâbır-4 receb 1271, II. cildin tab’ı aynı sene sonlarında tamamlanmıştır: BA, î D , nr. 21277,19-24 zilhicce 12 7 1). III. cildini takdim edince (B u cildin basılması hakkında sadâ­ retin teihîsi ve sâdır olan irâde için bk. BA, t D , nr. 21953, 21-22 rebîlülâhır 1272 ) de İlmiye rütbesi Süleymâniye müderrisliğine yükseltilmek suretiyle mükâfatlandırılmıştır ( Tezâkir, IV, 72 ). IV. cildin tab’ı 1274/1275 ’te ( Bu cildin basılması hakkında Maârif-i Umûmîye Nezâreti'nin istizâni, 12 rebîülâhır; sadâretin inhâ ve irâde İstihsâli ise, 2-3 cemâziyeîâhır 1274 ’tedir, bk. BA, t D , nr. 26109. IV. cil­ din tab’ımn tamamlanması ve hediyeliklerinin hu­ zûra takdîmı İçin bk. B Â , î D , nr. 27484, 3- r ı rebîülevvel 12 75); V. cildin basılması ise, 1277/1278 ’de gerçekleşmiştir (Bu cildin tab’ı hakkında sadâ­ retin istizâm 28 cemâziyelâhır, irâde sudûru İse 2 receb 1277’dedir; BA, İ D , nr. 31170. Baskısı ta­ mamlanıp hediyeliklerinin takdîmi için bk, BA, İ D , nr. 32267, 21-23 rebîülâhır 1278). Daha sonra tarik değiştirip "Efendi" unvânı "Paşa"hğa inkılâb eden Cevdet Paşa, çeşitli idârî hizmetlerde bulunmakla, eserini ikmâle ancak mâzûliyet dev­ relerinde - msl. 1287 başlarında Bursa valiliğinden, 1299 recebinde Adliye Nâzırhğı ’ndan ayrıldığı sırada - imkan bulabilmiştir. Nitekim, Tarih 'inin 1286 ’da takdim ve tab' olunan VI, cildini müteâkıp, V II. cildini 1287 zilhiccesi başlarında (Cevdet, Tarih, Emîrî, tarih, nr. 217, var. 213a), V III. cil­ dini 1288 rebîlüevveîi sonlarında (ayn. esr., Emîrî, tarih, nr. 218 var. 231b); X .-X I. «İdlerinin teiifini ise 1300 başlarında tamamladığı anlaşılmakdır ( İstanbul Arkeoloji Müzesi Kütüphânesi’nde bulunan müellif müsveddelerinden X . cilde âit nr.



1429, 1448, 1417, 1438, 1415, 1428, 1442 ’de 29 zilhicce 1299 - 3 safer 1300; X I. cilde âit 1439,*426 ve 1445 nr, ’Iı defterlerde ise, bitirme tarihi olarak 16-21 cemâziyelevveî 1300 tarihîne rastlanmaktadır). Cevdet Tarihî ’nin son 3 cildi eserin tab’ı İmtiyazım alan ser-kurenâ Osman Bey* in mat­ baasında basıldığı ( X . cild 1300, X I.-X II. «İd­ ler 1301 ’de ) gibi, aynı yerde müellifin verdiği yeni şekle ( tertîb-i cedîd ) göre, eser iki defa daha tab* olunmuştur ( I-V III, 1302-1303; I-X II, 1309. Cevdet Tarihi basmalarının oldukça tam bir Üstesi için bk. Â li ölmezoğlu, Ahmed Cevdet Paşa: ha­ yatı ve eserleri, Türkiyat Ens. Kütüp., T ez nr. 101, s. 76 v.d. )k i bu son baskılar daha çok rağ­ bet görmüştür. Cevdet Paşa, 1188-1241 (1774-1826) vekâyiini tasvir eden Tarih ’inde selefi olan vekâyinüvislerîn eserlerine geniş ölçüde dayanmak ve vekâyinüvisîik ananesini kısmen tâkib etmekle berâber, muasır diğer te’lifîeri ve kaynak malzemesi ile yetişebil­ diği devrin ricalinden dinledikleri haberleri de kul­ lanarak, yalnız hâdiselerin cereyân şeklini tasvirle iktıfâ etmeyip, vak alar arasındaki sebeb ve netîce bağlarım kurmağa çalışmış ve her hâlde, zikr edilen devreye âit vekayinüvis teliflerinin pek kıymetli bir tahlil ve tenkîdİni ortaya koymuştur. Bu vas­ fıyla gösterdiği kudret, araştırıcıları, çok defa onun eseriyle iktifâ edip kaynaklarına müracaattan müs­ tağni kılmıştır. Cevdet Paşa, vak'anüvislik devresinde ( I cemâziyelâhır 1271-25 şa’bân 1282) tuttuğu notları sonra­ dan gözden geçirip bir tertibe sokarak 1288 recebi İle 1299 zıîkâ’desi arasında, cüzler hâlinde peyderpey, bu meslekteki halefi Ahmed Lütfî Efendi’ye gön­ dermiştir: Meşhur devlet adamlarının mahremi olma­ nın, teşkil edilen muhtelif komisyonların âzası veya reisi ve biîâhıre müfettişlik, vâliîik ve nâzırhk gibi mühim devlet hizmetlerinde bulunmanın verdiği imkânlarla bu gerçekten üstün vasıflı tarihçi, Tan­ zimat Devri vekâyiini kudretle tasvir, husûsiyle bu devrenin içtimâi ve ahlâkî veçhesini sâde ve saraîmî bir dille tebarüz ettirmiştir. Kaleme aldığı cüzlere, "hâtıra" mânasına "tezkire" (eserin bütününe onun cem’i olan Tezedir) adım- veren Cevdet Paşa, eserine Tanzimat ile başlamış ve 30. tezkire'de vak’anüvislik devresi sona ermiş olduğu hâlde, vazife­ sini tamamlamak düşüncesiyle 1289*» kadarkî vekâyiide tasvir etmiş (3 *-39. tezkire ’ier); 40. tezki­ re ’de ise, kendi hayat hikâyesini vermiştir. Ancak, biyografisinin 1298-1312 devresini ve husûsiyle muhtelif kitaplar hakkında düşünce ve münâkaşa­ larını tesbıt eden 40. tezkire teiimmesi'm halefine göndermemiş olmalıdır. Ahmed Lütfî Efendi ta­ rafından yer yer kaynak olarak kullanılan Tezâkir, mâhiyeti ve kıymeti hakkında bir tedkilde birlikte, M . Cavid Baysun tarafından neşr edilmiştir: Cevdet Paşa, Tezâkir [ I-IV ], Ankara, 1953,1960,1963,1967.



Cevdet Paşa, Abdüîhamİd II. ’in ştfâhî emrine binâen, 1309 (lS 9 2 )* d a , bu pâdişâhın tahta geç­ mesine yol açan hâdiseleri tafsilâtıyla îzâh için Tan­ zimat Devri vekâyiini Tezâkır'âen bulâsaten nald ve yer yer onu ikmâl eden M a ru za t’ı te’îif ve tak­ dim etmiştir. Tezâkir ’in vesika mecmuası olması vas­ fına karşılık, M a'rûzât, pâdişâhı sıkmadan, bir öl­ çüde onun hoşlanacağı bir üslûbla yazılmış; devrinin ricalini gayet ağır bir lisanla tenkid, mevzuu ile alâkalı dedi-kodu sayılabilecek rivâyetleri dahi nakl eden bir hâtıra kitâbı mahiyetindedir. Beş cüz­ dan hâlinde sunulmuşken ilk cüzdanı zamanımıza intikâl etmeyen Ma'rûzât ’ın 19 2 4 -19 2 6 ^ T T E M ’da 2-4. cüzdanları neşr edilmiş olup, daha tam ve yeni bir neşri Yusuf Halaçoğlu tarafından vücûda getirilmiştir: Ahmed Cevdet Paşa, M âruzât, İstanbul, 1980; bu neşir için ayrıca bk. B. Kütükoğlu, Güney -Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, 1982, sayı 10. Ahmed Cevdet Efendi'nin kazaskerlik rütbesinde­ ki İlmîye pâyesi "vezîr” lige değiştirilip "paşa” unvânını alarak Haleb vâîisi tâyini ( 25 şa’bân 1282— 13 kânun II. 1866, bk. Tezâkir, III, *99; IV, 83) üze­ rine boşalan vak’anüvisliğe, Medis-i Maârif âzâsı bulunan Ahmed L ü t f î Efendi (1231-3 safer I325~5 mart 1323=1816-18 mart 1907; tercüme-i hâli için, bk M . Münir Alctepe, - Vak'a-nüoîs Ahmed Lütfî Efendi ve Târihi hakkında hâzt bilgiler, T E D , 1981, sayı 10-11, s. 121 v.d.; krş. B A , Sicill-i ahvâl def, III, 2S2) tâlib olmuş; İlmîye menşe’li olmakla beraber Sadâret mektubculuğu kaleminde kâtiblik ve otuz sene kadar Takfilmri Vekâyi 'de musahhih ve muharrirlik yapmış olan bu zâtın ” fenn-i inşâ ve zabt-ı vekayi *e âşinâ" ve Takvîm-i Vekâyi' mu­ harriri sıfatıyle de vak’anüvisliğe lâyık bulunduğu sadâretten inhâ edilmişse de, pâdişâh, başka bir münâsibinin seçilip arzını irâde buyurmuştur (B A , İ D, nr. 37910, 21-27 şa’ bân 1282). Buna rağmen, çok geçmeden Lütfî Efendi’nin vak’anüvis nasbi gerçekleşmiştir (şevval 1282-şubat/mart *866; bk. Ahmed Lütfî, Tarih, 1, 4 ; Sicill-i ahval def kaydında ve ondan naklen A Z zeyli, s. 122; Abdurrahman Şeref, Lütfî Efendi merhumun tercüme-İ hâli, Târîh-i Lütfî, V III, 5; îbnülemin, Son asır Türk şâirleri, s. 891 ’de, Lütfî ’nin 1281 sonlarında vak’anüvis tâyininden bahs ediliyorsa da, bu ifâdenin, Lütfî Tarihi, I, 7 ’deki "1282 eyâhın" ibâresinden bozu­ larak vücud bulduğu tabmİn olunabilir). Pek çe­ şitli devlet hizmetleri ve nihayet Rumeli kazasker­ liği ve Devlet Şûrası âzâhğım da deruhde eden Lütfî Efendi, tâyininden vefâtma kadar 41 sene müd­ detle vak’anüvisiikte bulunmuş ve Cevdet Tarihim tâkîbcn 124* başından 1296 ramazanına kadar ccreyân eden vekâyii zabt ve tahrîr etmiştir. Selefden halefe vekâyinüvislerin vekâyı ceridesi devri kaidesini Cevdet Paşa başlangıçta yerine ge­ tirememiş idi; zîrâ, kendisine selefleri Recâî ve Nâıl ’den bîr şey intikal etmediği gibî, Es'ad Efendi ’nin



müsveddelerini de bulamamıştı. Ancak daha sonra, Es’ad Efendi’ye âit 1242-1246 vekâyiini muhtevi müsveddelerle muhtelif devrelere âit evrak suret­ lerini ele geçirerek Lütfî Efendiye göndermiş ve ona yazacağı hâdiselerin tafsilâtım Takvîm-t Ve­ kâyi ' ve Cerîde-i Havadis ’de bulabileceğini hatır­ latmıştır (1288-1295; Tezâkir, I, 3, 4, 5 ). Cevdet Paşa ran pek çeşitli ve bâzan vekâyi itibariyle mu­ vazi kaynak eserleri kullanmış olmasına karşılık Lütfî Efendi, - Es’ad Efendi ’nîn Üss-İ zaferi ve Tarih ’ine âit parçalarla Tezâkir istisnâ edilirseyazdığı devre ile alâkalı te’lif eser bulamamış ve ancak gazete haberleri ve devlet arşivinden çıkara­ bildiği vesikalarla iktifâ mecburiyetinde kalmıştır. Gerçekten Lütfî, Tarih ’inin I. cildini yazarken, Üss-i zafer ’den başka t e ’Iîfât bulamadığını; ka­ lemlerdeki eski kayıdlardan ve sözüne güvenilir kimselerden bilgi edinmede güçlük çektiğini; hâ­ dise ve mes’cîelere sathîce temâs edip iç yüzlerini açıklamayan vesikalarda da çok defa tarih bulunma­ dığından onları değerlendirmede de müşkiîât çektiği­ ni belirtir ( Lütfî, I, 1 ) . Dİğer ciltlerin kaynakları, baş taraflarında zikr edilmiş olup bunlar umumiyetle, -E s’ad Efendi evrakı istisnâ edilirse- arşiv vesikaları ile gördükleri, duydukları, düşündükleri ve Takvîm-i vekâyi'deki bilgilerden ibârettir (bk. Lütfî, ayn, esr., 11, 2 ; 111, 2 ; IV , 2; V , 2; V I, 2; V III, 8; IX, T T K , Kütüp., nr. 53 V 2 ’den naklen M . Aktepe, ayn. m a k s. 137; X , A tıf Efendi Kütüp., M . Z . Pakalm yazm., nr. 3, s. 2; X I, ayn. kütüp., nr. 4). Cevdet Paşa’nm büyük kudret ve şöhreti göz önünde bulundurularak Lütfî Efendi ile selefinin mu­ kayese edildiği, onu taldidde muvaffakıyetsizlige uğ­ radığı ileri sürüldüğü (A . Şeref, Târîh-i Lütfî, V III, 2; Bursalı M. Tâhir, O M , III, 137) gibi, gazete­ lerden istifâde etmiş olması da, onun ağır tenkîdlere uğramasına yol açmıştır ( A . Şeref, ayn. esr., s. 3; Mükrimin Halil Yınanç, Tanzimattan Meşrutiyete ka­ dar bizde tarihçilik, Tanzimat î , İstanbul, 1940,5.575). Uzun süren vak'anüvislİk devresinde Lütfî Efen­ di, tahrîr ve tedvin ettiği Tarik ’inin *5 cildini tak­ dime, bunlardan yedisinİde bastırmağa muvaffak olmuştur: I. cildi, "Âyİnerİ Zafer" adının ebccd değerinin gösterdiği "1288" senesinde tamamlanmış (1288 recebi başlarında bitirilen müellif nüshası, K ahîre’de Hidîvîye Kütüphânesi'ndedir,bk. al-Dagistânî, Fihrist al-kfitub al-turkiya..., Kahire 1306, s. *74 ) ve Matbaa-i  m ire’de yapılan tab’ı, 23 cemâziyelâhır 1290’da nihâyete ermiştir. Baskısı kezâ aym yerde x6 muharrem I29i*de biten II. cildin hedi­ yeliklerinin pâdişâha takdimi için bk. BA , İ D , nr. 47472, io - i i safer 1291. IH, (şevval 1292) ve IV. cildier kezâ aynı yerde; V. (13 0 2 ), V I. (13 0 2 ) ve V II. (13 0 6 ) cildier Mahmud Bey Matbaası ’nda basılmış ( IV. ve V. cîldlerin hediyeliklerinin huzûra sunulması: B A , İ D , nr. 74459» *7~23 rebîülâhır 1302; V I. cildi takdim ye alâka beklediğini arzeden



Liitfî ’ye 200 lira atıyyc verilmesi hakkında bk. BA, İ D , nr. 76614, 17-29 safer 1303); V III. cİId ise, vak’anüvis Abdurrahman Şerel Efendi *nin ilâveleriyle 1328 'de Sabah Matbaası *nda basılmış­ tır. T T K . Kütüp., nr. 531/1-7 ile Üniv. Kütüp., nr. T Y 4812 (X III.)'d e k i yazmalar, IX -X V . dldlerin pâdişâha takdim edilen nüshalarının takımını teşkil etmektedir ( Gerek bunların, gerek İstanbul Arkeoloji Müzesi ile Atıf Efendi Kütüp. M . Z . Pakalın yazmaları arasında bulunan Lütfî Tarihi müs­ veddeleri için bk. M . Aktepe, ayn. inak,, I 3 I“I 45 )* IX. cildin yazılması, 1 rebîulevvel 1310 *da tamam­ lanmış; X . ciîd 9 ramazan 13i l ’de pâdişâha su­ nulmuş (Pakalın yazm. nr. 3, s. 1); X I. cild I şevval 1312 ’de bitirilip ( bk. M . Aktepe, ayn. mak., s. 140 ) 21 şevvalde sunulmuş (Pakalın yazm. nr. 4 )* X II. cild, 1314 ’te yazılmış ( Pakalın yazm. nr. 5, s. 103); X IV . cild, 1318 şevvalinde (Pakalın yazm. nr. 7» s. 1 1 6 ); 1 2 9 1 - 6 cemâziyelevvel 1293 vekâyiini ihtİvâ eden X V . cİId ise, 1321 'de tamamlanmış­ tır ( M . Aktepe, ayn. mak-, s. 145 ). X V I. cilde âit olup 12 şa’ bân 1293-ramazan 1296 vekâyiini ihtiva eden Liitfî Tarihi müsveddesi, Arkeoloji Müzesi Kütüp., nr, 1346 ’dadır ( bk. M , Aktepe, göst. y e r.). Lütfî Tarihi ’nin son cildlcrinde görülen îtinâsszlık ve tashih bolluğunun vak’anüvİsliğe gösterilen alâkasızlık nisbetince arttığı anlaşılmaktadır, Nİtekİm, X V. cildde yer alan bir şikâyet ifâdesi ( metni için bk. îbnülemİn, Son asır Türk şairleri, s. 893» M, Aktepe, ayn. mak., s. 143 v.d.), bu husûsu te’yîd eder: Lütfî Efendi, vak'anüvİsîn lâyıkıyle vazife yapması için, sâdece arşivlerin kullanılmasının yetmediğini, devlet adamlarının da ona îtİmâd edip esrârı ken­ disinden gizlememeleri gerektiğini; o, vezirliğe mu­ âdil olan kazaskerlik rütbesine erişmiş bulunduğu hâlde, ayda yılda bir defa, havâdis dilenmek için resmî makamlara baş vurduğunda hüsn-i kabul görmeyip savuşturuîduğunu belirtmekte, "hiç ara­ nıp sorulmayan vak'anüvîsin işte elinden bu kadar gelebilir" diye müessesenin düştüğü hazin hâli açıklamaktadır. Ahmed Lütfî Efendi'nîn vefatım tâkib eden iki sene içinde vak'anüvİsliğe kimse getirilmemiş ve ancak 1909 nisanında Mehmed ( V . ) Reşâd *m cülûsunu müteâkıp, 28 rebîîüâhır 1327 ( 5 mayıs 13 2 5 -18 mayıs 1909) ’de Defter-i Hâkânî ve Maârif nâzırlıklarında kulunmuş olup, Darülfünûn Osmanlı ve devletler tarihi muallimi olan A b d u r r a h ­ m a n Ş e r e f Efendi ( doğ, 15 zilka’dc 1269== 1853; ölm. 24 receb 1343=18 şubat 13 4 1= 2 mart 1925; tercüme-i hâli için bk, BA, Sicilt-i ahvâl def., L X X II, 87 v.d,; Efdaleddin [T ekîner], Abdurrahman Şe­ ref Efendi - tercüme-i hâli, hayât-ı resmiye ve husûstyyest, İstanbul, 1927; Mükrimİn Halı! { Ymanç ], Abdurrahman Şeref Efendi, T T E M , 1341 XV/9 [8 6 ], 2 11-2 14 ) bu hizmete tâyin olunmuştur (bk.



Sicill-i ahvâl def., L X X H , 88 ). 27 teşrin II. 1909’da kumlan Târîh-i Osmânî Encümeni reisliğine getİtirilip vefatına kadar bu sıfatını da muhâfaza eden Abdurrahman Şeref Efendi 'nin vak'anüvislîği, Osmanlı saltanatının ilgasına kadar devam etmiştir. Türkiye tarihine olan derin vukufu yanında Mekteb-i Sultânî (Galatasaray Lisesi) ’de öğrendiği Fransızcasıyle de Garb tarihçilerini tâkib etmek im­ kânını bulan, mektebler için yazdığı kitaplarda, modern tarih yazma usûllerini bildiğini gösteren bu son Osmanlı vakanüvİsİnin, uzun süren ıdârî hayatında şâhidİ olduğu pek çok vekâyi ve esrârı kayd ve zabt etmesi beklenmişse de, onun, selef­ lerinin ihtiyâtkâr tavrına uyarak, yakm tarihe dâir bilgi ve düşüncelerini açıkça ortaya koymaktan ka­ çındığı görülmüştür. Vak ’anüvîs sıfatıyle, cülûsundan vefatına kadar Sultan Mehmed Reşâd devri vekâyiini zabt ve tahrir ettiği ileri sürülmüştür ( Ef­ daleddin, ayn. esr., s. 2 i; M . H. Yınanç, ayn. mak.» s. 211). T ürk Tarihi Encümeninden Tarih Kurumu na intikâl eden yazmalar arasında bulunan nüsha (n r. 542), II. Meşrutiyet ’in îlânmı gerektiren sebebler, 31 Mart Vak ası ve Abdülhamid I I . ’in hal’ine dâir bir mukaddime (s. 1-18 ) ile Sultan Reşâd dev­ rinin ancak bir aylık vekâyiini tasvir ( s . 19 -119 ), zeylinde ( s. 1-90 ) ise, metinde zikr edilen hâdise­ lerle alâkalı vesikaları ihtiva etmektedir (M sl., 31 Mart Hâdisesi’ne dâir, müşahedelerini tesbit eden ve vakanın ertesi günü kaleme aldığı makaleyi aynen dere etmekte [s , 1-5 ] , sonradan edindiği bilgi ve intibâîarmı da ayrıca f s. 5-r8 ] vermektedir). Belki de bu nüsha, "zabıt-nâme' sinin bîr kısmıdır ( Encümen âzâsından olup, senelerce Şeref Efendi’nîn yakınında bulunmuş olan Efdaleddin Bey, onun, Sultan Reşâd *m 1 9 u haziranında Rumeli ve Ana­ dolu ya yaptığı seyahatlerinde maiyetinde bulunup bu vesile ile küçük bir risâle hâlinde yazdığı Seyahat-nâme ’yi de zabtt-name ’sine dere ettiğini belirt­ mektedir, bk. ayn. esr., gÖ3t, y e r.). ^ X V III. asır başlarında, - Beylikcİ, Teşrifatçı, Âmedci, Ruûs ve Tahvil gibi - Dîvân-ı Hümâyûn kalemleri arasında teşekkül eden, daha sonra Paşa -kapısı ( Bâbıâlî) ’nda Sadaret mektubeuluğu ve Âmedî kalemleriyle irtibatlı bulunan vekâyinüvislik, şeklen Osmanlı saltanatı sonlarına kadar devâm etmiş gibi görünüyorsa da, zaman zaman gerekli riâyet ve alâkadan mahrum kaldığı için, vekâyinüvİslerce bâzı devrelerin vekâyü lâyıkıyle zabt ve tahrir edi­ lememiştir. Husûsiyle, merkezî devlet teşkilâtının yeni bir şekil iktisâb ettiği, kitabet ve tefekkürde farklı temayüllerin ortaya çıktığı Tanzimat ve son­ rasında, resmî devlet tarihçiliğinin ihmâle uğradığı görülmektedir. Buna, - Es’ad Recâî, Nâil, Lütfî gibi-bâzı vakâyİnüvisîerm neşrine bizzat hizmet ettikleri ve bazılarının haber kaynağı olarak kullan­ dıkları resmî ( Takpîm-i Vekâyi ’ ) ve husûsî gaze­ telerin çıkmasının te ’siri olabileceği düşünülebilir*



VEKÂYİNÖVİS - VELİ. Zîrâ gazeteler, vekayinüvîs ’lerin Hayli sonra tahrir edip sarayın istifâdesine sunduğu, - saray merasim­ leri, tâyinler ve aziller, beklenmedik hâdiseler v.s. gibi - alâka çekici bâzı bavâdisî, giinü gününe yetiş­ tirmekle, bir bakıma, devlet tarihçisinin mesâisini iüzûmsuz hâle getirmekte idi. Hakikati olduğu gibi ve sâde bir dille yazma meylinin gittikçe rağbet kazandığı bir devirde, bâzı defa beğenilmek veya göze batmamak için gerçeği örtmeğe çalışan, belki de yazdıklarını okutabilmek için sözü ve söz san'atmı, çıplak hakikat tasvirine tercih eden an aneye bağlı tarihçiliğin itibâr kaybetmesi mukadderdi. Bütün zaafları ve kusurlanna rağmen vekâyinüvislik, iki asra yakın bir zaman İmparatorluk mer­ kezîm alâkalandıran vekâyii tesbii ve tasvir etmiş olmakla, günümüz tarih araştırıcısı için pek kıy­ metli bir malzeme külliyâtı hazırlamıştır. Daba zi­ yâde devletin icrâ ekibinin görüş ve temâyüllerinİ aksettiren bu literatürün lâyıkıyle değerlendirilmesi ve metinlerinin daha fazla geçİkmeden neşri, bu­ günkü tarihçi nesle düşen vecîbelerin başında gel­ mektedir. Bibliyografya ı Başlıca kaynak ve tedkilder metinde gösterilmiştir. (BEKİR KÜTÜKOĞLU.)



V E K İL , V A K ÎL . M a n d a t e r , d â v â v e ­ k i l i , m ü m e s s i l [ Bk, mad. VEKALET.]; kezâ A llah'ın isimlerinden birisi [B k. mad. ALLAH.). ( T . H .) V E L Â Y E . [Bk. VİLAYET.] V E L İ. İslâm tasavvufunda A 11 a h 'ı n i l g i , h i m â y e , y a r d ı m v e s e v g i s i n e m a z h a r o l­ m u ş, e r m i ş k i m s e y e v e r i l e n İ s i md i r , T a­ savvuf! muhitlerde ifâde ettiği mâna, vezni dikkate alınarak izâh edilmektedir. V elî'nin alîm ve kadir gibi f a i l vezninde mübaleğalı isim fâil olduğu kabûl edilirse; Allah'a karşı kulluğunda herhangi bir eksiklik ve halel düşünülemiyen kimse demektir, Fa'tt vezninin mef'ûl mânasında olduğu düşünülürse, maktûl mânasına gelen katîî, mecrûh mânasına ge­ len cerih gibi, himâye ve muhâfazasım A llah'ın deruhte ettiği kişi demek olduğu kabûl edilir (bk, al-Risâlat al-J£.uşayriyya, s. 519, 664 v.d.; Natâic al-afkflr, İstanbul, 1290, İV, 154 v.d, i K aşf al-mahr cdb, s. 266; trc. Nichoİson, s. 210), Esâsen her iki mâna da velînin, ayrılmaz vasıflandır: O , Allah­ 'ın emirlerine en ince teferruatına kadar uymalıdır. A llah’ın onu, iyi ve kötü her durumda himâyesi altında bulunduracağı da şüphesizdir. Velînin kelime olarak yardımcı, hâml, dost, yakın ve aşağıda görülecek benzeri mânaları ile tasavvuf! muhitlerde yaygın olan mezkûr telâkkileri arasında irtibat kurmak mümkündür. Zîrâ esâsında kelime­ nin kökü olan vely, yakınlık mânasmadır. Bu bakım­ dan dost, yakın ve hâmi karşılığı olarak kullanılışı rahatlıkla îzâh edilebilir. Kur *ân 'da da görülen ( bk. II, 282 ) bu son "hâna * mânası, İslâm hukûkunda.







velâyet altındakini» hukûkunu müdâfaa' eden, onun kanun önündeki mümessili şeklinde gelişmiştir. Diğer taraftan velî, bir yağmur adı olarak da görül­ mektedir. Lügatçılar, mezkûr yağmurun, bu adla tes­ miyesini al-vasmİ demlen ilkbahar yağmurundan sonra yağışıyla îzâh ederler ki, bu tesmiyede de bırşeyin Kemen arkasından gelme ve yakınında bu­ lunma fikrinin hâkim olduğu görülmektedir (b k . al~$ihöh, V I, 2528-2530; Mancam maköyis al-luğa, V I, I4 1 ; Asös al-balâğa, s. 1042 ). al-Valî nİn masdarı olan al-Valaya ’nin yardım etmek ve birinin işini deruhte etmek mânaları da, tasavvuf! muhitlerde kabûl edilen mezkûr mânala­ rıyla uyuşma halindedir. Ancak bu masdarm bâzan, ilk hecesinin kesre ile okunmasıyla (b u husustaki rivâyetler için bk. L A , X X , 287 v .d .) ortaya çıkan al-otlaya şeklindeki ismin, idâre ve sultan gibi mâ­ naları dikkate alınırsa, masdarm al-üalâya olduğuna dâir ağır basan rivâyetlerin haklılığı anlaşılır (A y ­ rıca bk. al-Mubarrad, al-Kâmil, nşr. W . Wright, Leipzig, 1864 s. 535 ). Masdar olduğu ekseriyetle kabûl edilen al~oalâya 'ye yardım etmek mânasında Kuran (X V III, 4 4) 'da da rastlanır. Bu kelimeden türemiş olan f â i l veznindeki al-valî ’nin yardımcı mânası burada da görülür ( Kuran, III, 68,122; L , 12 ), bu mânasıyla al-Valî, A llah'ın güze! isimleri ( : al-Asm âal-hlusnâ)’nden biridir (bk. îbn al-Aşîr, al-Nihâya, IV , 231). Aynı zamanda onun dost mânasına da Kur an 'da birçok yerde (b k . msl. IV, 45; X L II, S, 28; X L V , 1 9 ) tesadüf edilmektedir. Bütün bu hallerde, görüldüğü yerlere göre, Allah müminlerin yardımcısı, dostu ve mütevellisidir. Velî ’nin cem ’i evliyâ olup, Kur ân ’da görüldüğü birçok yer arasında (b k . msl. V III, 34; X L , 9î L X , 6 ), bilhassa Yûnus sûresindeki mâ­ nası ( X , 2 ) mevzuumuzu yakından ilgilendirmek­ tedir. Burada A llah’ın velî kullarının korkuları butunmıyacağı ve mahzun da olmıyacakları ifâde edilmektedir. Ibn cAbbâs (ölm. 69=688; bk. G A S , I, 25-28), A llah'ın velî kullarından ( : evlîyâullâh), müminlerin kasdedildiğim düşünmekte ve onların karşılaşacakları azaptan korku duymıyacaklarım ve geride bıraktıklarından da mahzun olmıyacaklarını söylemektedir. Ayrıca bunların, Muhammed’e ve Kur ân *a îmân edip, küfür, şirk ve fevâhîşten ka­ çınanlar olduğunu, daha sonraki âyetin açıkladığım da ilâve etmektedir ( bk. Tanvtr al-mifyâs, s. 134 ). Bu görüş, daba sonraki mutasavvıf müelliflerde gö­ rülen umûmî velayetin temelini teşkil edecektir. Mubamıned b, Carîr aKfabari (ölm. 3 10 = 9 2 2 )de mezkûr âyette, A llah'ın kendilerine yardım ettiği kimselerin âhiret hayatında azaptan korkmıyacaklannt; zîrâ Allah 'm onlardan memnun kaldığını ve onların dünya hayatında elde edemedikleri şeyler yüzünden mahzun da olmayacaklarının ifâde edilmek isten­ diğini kaydeder. O , evliyâ adıyla kimlerin kasdedildiği husûsunda ihtilâfa düşüldüğünü söyleyerek.



bâzılarınm bu atî altında görüldüklerinde A lla h ’ın hatırlandığı kimselerin toplandığım iddia ettiklerini ileri sürer ve bu hususta İbn eAbbâs, Sa'îd b. Cubayr, Abü al-Duhâ v.b. diğer sahâbîlerden rivayet edilmiş hadîsler nakleder. Bunlar arasında Ebû Hureyre ’ nin naklettiği bir hadîs, velî mefhûmunun gelişmesinde herhalde pek müessir olmuştur. Buna göre, Pey­ gamber "A lla h ’ın kulları arasında öyleleri vardır ki, nebî ve şehitler onlara gıpta ederler* buyurmuş; kendisine "Bunlar kim? belki biz de onları severiz’* denildiğinde, "onlar birbirlerini mal ve nesep bağları dışında Allah aşkına sevenlerdir” diyerek mezkûr âyeti okumuştur (b k . T afsh al-Tabarl, X I, 131, v.d.; /Coş/ al-mabcüb, 268; al-Kurtubî, al-Câmt li ahkâm al-I£urân, V III, 357; al-BaJjtr al~muht{ V , 175. Bu ve benzerî hadîsler için bk. Naüâdİr al~uşül, s. 14 0 ,157; Mmnaâ îbn îfanbal, V , 229,239; Sunan abTirmizî). Daha sonraki müfessirlerin büyük bir kısmı, al-labarî, ’nin bu rivâyetlerini, bâzı küçük farklar dışında kısmen veya bütünüyle tekrarlamaktan ileriye gitmemişlerdir. İstisnalar arasında yer alan Fahral-Dîn al-Râzî (ölm. 606=1209), mezkûr rîvâyellerden başka, Velî ’yi iştikak bakımından da lugatlarda rastlanılandan farklı bir şekilde îzah eder. Ona göre, bir şeyin ceîy ’i kendisine yakın olanıdır. Allah ’a yakınlık mekân ve cihetle olamaz. O ’na ya­ kınlık, kalb ve mârifet nûru içinde istiğrakla tahak­ kuk eder. Bu durumda kul, gördüğünde, Allah 'ın kudretinin delillerini görür; işittiğinde, Allah ’ın âyetlerini duyar; konuştuğunda, Allah ’ı medheder; hareket ederse, Allah uğrunda hareket eder; çalışırsa Allah için çalışır. Böylece Allah ’a yakın olur, O ’nun velîsi durumuna geçer. Mütekellim ’ler de A llah’ı velîsini, sâlim bir itikada sâhip olup, şeriatın emirlerine uygun iyi ameller işleyen kimse olarak düşünmüşlerdir ( Mafâtih al-ğayb, V , 14 ). V e lî’nin tasavvufî mânası ile doğrudan doğruya ilgili görüşlerin, zamanla, tefsirlerin dışında, mevzûa yakın veya müstakil eserlerde işlendiği de görülmek­ tedir. Hattâ denilebilirki bu mevzu, tefsirlerde temas edilen bir-iki hususiyeti dışında daha ziyâde tasavvufî eserlerde apayn bir mes’ele olarak ele alınıp işlenme imkânı bulmuştur. Sûfîlere dâir tabakat kitaplarında velî ile ilgili tariflerde hâkim unsur, onun nefsin her nev’ i arzusuna sırt çevirmiş, her yönüyle Allah ’a teveccüh etmiş olmasıdır. Îbrâhîm b, Edhem ( Öİm. 166=782) : Velî olmak ister misin? diye sorduğu birinin "evet” demesi üzerine şunları söylemişti; Dünya ve âbîrete âit hiçbir şey isteme, nefsini Allah ’a nezr et, O ’na yönel ki sana dönsün ve ef’âiinİ deruhte etsin 1 ( al-Risâla al-Kuşayriyya, s. 52* v .d .). Bağdadh büyük sûfî Ma’ ruf al-Karfjî ( ölm. 201=816; bk. G A S , 1,637), Velîlerin alâmeti nedir? şeklindeki bir suali: "üçtür: düşünceleri Allah için, meşguliyetleri O n u n uğrunda, ilticaları O ’nadır” Şeklinde cevaplandırmıştı ( Tabakat al~Sulamt, s. 90;



ayrıca bk. tfily a t al-avliyâ , V III, 367; T am irat a lavliyâ, 1, 243; /orü’ /fe al-hakS’ik , 11,293). Horasan­



lı Aljmed b. îjarzavayh ( ölm .240=854); Allah'ın velîsi, kendisine isim koymaz, derken ( al-Sutam ı, s. 103; L avâfih al-anüâr, l , 82 ), onun ortadan kalk­ mış nefsâniyetine işâret eder. Horasan tasavvufunun bîr diğer mümessili Yahyâ b. Mu'âz (ölm. 258=871; bk. G A S , I, 644), velîlerin hasletlerini: "Herşeyde A llah’a güven, O ’nun sâyesinde herşeyden istiğna ve herşeyde O ’na rü cû " diye sıralıyarak Ma’ rüf al-K arhî’yi hatırlatır ( al-Sulam î, s. n o ) . Aynı mektebin meşhur sûfîsi Abü Yazîd al-Bistâmî (ölm. 261= 875; bk. Gv4 S , 1, 645 v.d.), velîyi, A lla h ’m emir ve nehyi altında sabreden diye târif etmekte ( K aşf al-m afcüb, s. 275 ) ’dir. Abü °Alî al-Cuzcânî, velî ’yi, kendi hâli içinde fâni, Hakk 'ın müşâhedesinde baki kimse olarak görmekte ve onun, Allah’ın dostluk ve hîmâyestni kazanmış bir kimse olduğunu söylemektedir ( al-Rİsâla al-JÇuşayrİyya, s. 523 ). Tabakat kitaplarında rastlanılan ve bazılarım kaydettiğimiz bu münferit görüşlerin yamsıra bu­ gün elimizde bu mevzua tahsis edilmiş eserler de bulunmaktadır ki, en eski nümûneleri arasında Hatm al-avliyâ ve cîbn al-avliyâ yer alır. Eser­ lerinde tasavvufî tecrübeye büyük bir yer veren ve İslâm tasavvuf tarihînde velâyete dâir görüşle­ riyle tanınan al-I/akîm al-Tirmiz! (ölm. 320=932), mezkur iki eserinde de bu mefhûmu, tasavvufî gö­ rüşlerinin temeli yapmıştır. Ona göre, İlâhi kaynakla temas eden, bilgisini buradan alan üç çeşit insan vardır: Resul, Nebî ve Muhaddes. Bunlar arasında Resûl’ün imsaki risâlet; N ebî’ninki nübüvvet; Muhaddes ’ınki de velâyetle gerçekleşir. Risâletin tabiî neticesi şeriat, nübüv­ vetin gereği haber olup, bunları reddeden kâfirdir. Muhaddes 'in, Nebî ’yî te’yid mâhiyetindeki sözünü reddedense onun bereket ve nûrundan mahrum ka­ lır, kayba uğrar, vebal yüklenir ve kalbi şaşırır. Görüldüğü gibi velayeti, bilgi nazariyesi içinde ele alan al-l/aklm al-Tirm izî‘nin ([ b. bk.] G A S , I, 653-659 ) muhaddes adı altında gözden geçirdiği velî, bağlı bulunduğu resûlün getirdiği şeriat yo­ lunda Allah ’a dâvette bulunur. Sözleri hadîs adını alıp, büşra, te’yid ve mev’ize şeklinde de görülür. Bunların şeriatle herhangi bir tenâkuz hali düşü­ nülemez; zîrâ bunlar da İlâhîdirler. Nübüvvetin parçalarından en büyüğünü alan velîler, yânî muhaddesler mahallen nebilere yaklaşmışlardır. Nübüvvet nasıl vahiy ve ruhla korunmuşsa, muhaddes ( : ve­ lî ) ’in hadîsi de Hak ve sekînetîe korunur. Hadîs, berâberinde sekînet olduğu halde geldiği muhaddeste, kalbteki sekînetîe karşılaşır ve kabûl görür. Muhaddesin hadîsi, firâseti, ilhamı ve sıddîkıyesi vardır. Nebîde bunlardan başka tenebbu, resûlde ise risâlet de bulunur. Velî 'nin kaynağı İlâhi olan sözü ( : hadîs) A l­ lah ’m ilminden çılcmış bir sırdır. Bu sırrın zuhûru



ve velîye uîaşışı, Allah ’m ona sevgisinden neş’et etmektedir. Velâyet, sevgiden doğmakta, fakat A l­ lah ’m inayet ve rahmetiyle gerçekleşmektedir. Bu sevgiye kim mazhar olmaktadır? Velayet, A lla h ’ın rahmetinin eseridir; fakat hu rahmet, daha umûmî bîr ifâdeyle İlâhi ilgi, kulun emirlere sadâkatle bağ­ lanışının neticesidir. Farzları sabır ve ihtimamla yerine getiren ve vefâlı olmağa azmeden bu kul ( : velî Hakkillâh) bütün dikkatini yedi uzvunun (d il, kulak, göz, el, ayak, karın ve cinsiyet uzvu) muhâfazasma dikmiştir. Bu uzuvlar bâzan yatışmış gibi görünür; fakat dikkatli bir içe dönüş nefsin, mezkûr uzuvların arzularıyla dolu olduğunu göste­ recektir. Sâdece dalları kesilen bir ağacı andıran nefis, köküyle çıkarılmadıkça tehlikeli olmağa de­ vam edecektir. Bu safhada "Bâzı arzular mahzur­ ludur ama, içlerinde mübah olanlar da vardır" şeklindeki bir düşünce bile, sonu felâket olan bir gaflettir. Bütün bu duygularla herşeyden kaçan, nefsinin şehevî duygulan dolayısıyla uzuvlarından korkan biri hâline gelen kul, bu duygulan yok et­ meden kurtuluşun tahakkuk etmiyeceğim anlar. Bu düşüncelerle nefsine karşı mücâdelesini sami­ miyetle sürdüren kullar arasında, Allah ’m tas­ dikine mazhar olanlar, kendilerine va’d edilenlere nâil olurlar. Aralarında şehevî arzulannı, hâlis ubûdîyetle yok etmek isteyenler, âhirette A llah'ın li­ kasıyla sevineceklerdir. Kendilerine yol açılmış olan bunlar, artık şehvetleri söküp atmak gücüne sâhiptirler. Mücâdeleleri belli bir netice vermiş, ancak zarûri şeylerle iktifâ eder hâle gelmişler, kalplerini ihsan nurları kaplamağa başlamıştır. İlham eseri elde ettikleri bilgiler, halkın ikram ve tebciline maz­ har olmuştur. al-tlakîm ’e göre, bu hâle güvenilmemelidtr. Zîrâ nefis, kulu bu durumda tuzağa düşürebilir. O anda Ölü gibi görünen arslan sıçrayabilir. Dav­ ranışı bu noktada bozulmuş nice sâlik vardır. Şu­ rada burada câhilleri aldatabilen bunlar, zühdü istismar etmektedirler. Halbuki kalb ve bedenle­ riyle Allah ’a ibâdetle meşgul değillerdir; şehevî arzuları hâlâ yerindedir. Zîrâ dünya arzularının bah­ çesinde gayeye varılmış, fakat tâat ( ibâdet) hazzı ve nefis, canlılığını muhâfaza etmiştir. Nefis ne zaman tâat hazzını duyarsa ona meftun olur; burada şey­ tanın bir tuzağı yatmaktadır. Kalb, nefsin şehveti olduğu müddetçe, Allah ’a varamaz. Allah ’a doğru yolculukta dünyevî şeylere takılıp zevk almaktan daha büyük bir zarar var mı? Akıllı olan bu yol­ culukta sağa sola sapmaz. Kötü şehvetlerden uzak kaldığı gibi helâl arzulardan da uzak durur. O , dâima "Benimle Rabbim arasında mania nefsîmdir; o isteği olduğu müddetçe gözümün önündedir (m ü­ câdele hedefimdir)” demelidir. İşte bu kul, mücâdele dalgalarıyla yükselmiş ve muvaffak olmuştur. Âmelin birinden haz almışsa onu bırakıp diğerine geçmiştir; o, Allah ’a seyrinde Islâm Ansiklopedisi



devam alışkanlığı da elde etmiştir. Nefsini esas ve­ layet için lüzumlu şu on ameliyeden geçirmiştir; onu önce doğru yola sokmuş ( : takvim), tehzib ederek pis sıfatlardan arındırmış ( ; tanljiya ), te’dip, tathir etmiş, iyi sıfatlarla bezeyerek ( : tafyîb), ufkunu genişletmiş (tavsî*), tezkiye, teşcî ederek ona Allah katında bir melc’e ve selâmet aramıştır. ( : ta’vîz ). Görüldüğü gibi al-Hakîm al-Tirmizî, bu yolda sonuna kadar amansız bir nefis mücâdelesini şart koşmaktadır. Ona göre, mürit, gayeye varmadan önce nefsin her türlü desiselerine karşı son derece uyanık olmalıdır. Kul, gayretlerinin son bulduğu bir anda bile nefsini yine ilk durumundaki gibi bulabilir. Bu seferki arzulan, halleriyle halkın gö­ zünde ferah duymak ve O ’ndan yüksek dereceler istemektir. Bu durumda o, Allah ’a seyrinde gayre­ tini tükettiği halde, nefsinin hâlâ, arzulanyîa canlı olduğunu görünce hayrette kalır. Bunların hazzını nefsinden nasıl atacağım düşünmeğe başlar. Gücü yetmiyeceğini anlayıp, çâresiz kahr. İki eli boş, kal­ bi her türlü cehıtten hâli, muztar bir halde, Allah ’a samimiyetle yalvanr "Adımımı nereye atacağımı, bu denî şehvetleri kalbimden nasıl sileceğimi bilmiyo­ rum, bana yardım et." İşte Allah o anda rahmet elini ona uzatır, kalbini alarak yakınında bir yere koyar. Burada Allah ’a yakınlığın rahatı içinde, tevhid sâhalarına girer. Böyle biri, rahmet ve yardıma lâyık ve muhtaçtır. Yer yüzünde muztar kalana yardım eden Allah, nasıl olur da kendine doğru y o k çıkana ve çâresiz kalana el uzatmaz! Allah onları samimî mü­ câdeleleri dolayısıyla hidâyete sevketmiştir. Gözle­ rinden biri Allah ’a, diğeri amele dikilmiş olan kul, muztar olmadığı gibi yalvarışında da muhlis değil­ dir. Muztar kulun yalvarışı kabûl edilince, sâdıklar mahallinden ( : Bayt al-*izza) alınıp bir anda alahrâr al-kirâm mahalline nakledilir; orada nefsin esaretinden kurtulması planlanmıştır. Ayrıca nef­ sinden atmaya muktedir olmadığı şeyleri, Allah ’m izâle etmesi İçin kul, burada bir mertebeye yerleştirilmiştir. Nefsin esâretînden kurtulmuş halde yaşayan bu velîler, mertebelere yükseltilmişlerdir. Sâdece kendilerine müsâade edilen şeyleri yaparlar. Bulunduğu mertebeden alınıp bîr işe tevcih edilen velî, Allah ’m muhâfaza ve emniyeti içinde olup, muhâfızlarla ismet nurlarından korunur. Bunlar nefsin, amelden haz duymadan, bulunduğu yere, işe başladığı andaki safvetiyle dönmesini sağlarlar. İçlerinden herhangi biri, artık yardıma muhtaç olmadığına İnanarak, boş kalmamak gerektiği, düşün­ cesiyle iyi bir amele koyulursa tcrkedilir; zîrâ o, bu davranışıyla yine nefsinin arzusuna uymuştur ( fjlatm al-avliyâ; ’ bk. al-Maşrik> Beyrut, 1961, î, 25- 32 ; H, 245-276; III, 460-499). Islâm tasavvuf tarihinde velâyete has görüşleriyle tanınan al-Hakîm al-Tirmizî, velînin görünmez olduğunu söyleyenlere karşı olup, bu iddiada buF . X9



âgû



VELİ



Iunanları, bu yolun ruhundan bir şey koklamamışîardir, diyerek tenkit etmekte ve velînin halktan kaçmak, çöllere sığınmak, tanınmamak ve az ile ik~ tifâ etmek süreliyle başardı olabileceği görüşüne katılmamaktadır. Zîrâ ona göre, aynı zamanda ve­ lîlerin reîsi bulunan Peygamber ve Ebû Bekr ile Ömer de böyle hareket etmemişlerdir. Velîler, 'akı­ betleri iyi olacaktır" diye müjdelenebilirler m i? aHJakîm al-Tirm izî'ye göre, henüz A lla h ’a vâsıl olmamış olan H akk’ın velîleri için bu doğru ol­ mayabilir. Ama vâsıl olmuş olanlar için düşünü­ lemez. Sırası gelmişken bu büyük mutasavvıfın, velîleri: Hakkullgh’m velîsi (:V a îiyy u klakk A llah) ile Allah ’m velîsi { : Valiyyullâh) diye ikiye ayır­ dığı hatırlatılmalıdır. Ona göre, Hakkullâh’ın ve­ lîsi O ’nun emirlerini titizlikle ifâ edendir ki, ilerde de temas edileceği üzere bu, al-Kalâbâzı (ölm. 380— 9 9 0 )’den itibâren görülen ve müminlerin bütününü ilgilendiren umûmî velâyet ( bk. alTasarruf, s. 7 4 ) içinde mütâlaa edilebilir. Velî mefhûmu asırlarca süren inkişâfında, berâberinde bâzı mes’eîeleri de geliştirmiştir ki bunları mutasavvıfların hayat ve görüşlerinden bahseden eserlerde bulmak mümkündür. Velînin mümtâz şahsiyeti ve kerâmetleri, cemiyetin İlâhî lideri olan nebinin şahsiyeti ve mûcızeîeriyle mukayesesine ve . böylece her ikisinin de mevkilerinin teshiline lüzum hissettirmiş görülmektedir. Bunların umûmî bilgi veren ansiklopedik eserlerde de yer alması, he­ men hemen Her devir münevverinin alâkasını çeken câzip mevzular oluşuyla da îzâh edilebilir. Abbasî halîfesi ai-Mutavakkil (243-247=857-861 )*in sünnî İslâm dünyasını iîıyâ tasavvuru için vazifelendir­ diği lbn i£utayba (ölm. 276=889)*nİn, çU y ü n a lö ^ k r ’ mda ( I I , 266 v.d., 35* ) görülen parçalar, bunun ilk nümûneleridir. Bunları, daha sonraları, ilgili mevzular içinde velîlere dâir rîvâyetler de yer­ leştiren îbn cAbd Rabbihi ( ölm. 328=939 ) ’nin ese­ rinde ( a l - cIfcd a l-F a r îd , s. î l l , 144) ve K it â b a l-z u h d adı altında bölümler ihtivâ eden diğer umûmî eser­ lerde görmek mümkündür. Bu meyanda, aynı za­ manda velûd bir edib de olan îbn A bi al-Dunyâ ’mn ( ölm. 281=894), velîlerle ilgili rivayetleri topladığı K . a l-a v liy â adlı bir eser (bk. Lâleli Ktp. 3664/8 195a -210^ ) yazdığı da ilâve edilmelidir. Filhakika, esâsen kelâmı da ilgilendiren bu bahis­ ler, tasavvuf! nazariyeleri işleyen eserlerde ele alın­ madan önce, hicri III. IV. ve V I. asrın bâzı süit­ lerinde de ifâdelerini bulmuştur. Abü Bakr al-Şibl! (ölm . 334=945; bk. G A S , I, 660 ) "Evliyaya, nebilere keşfoîunanîarın bir zerresi verilseydi parça parça olurlardı" derken ( Tab>- al-Sulamî, s. 346 ) velîyi nebî He mukayese etmekteydi. Horasanlı Abu bfafş al-Naysâbüri” Velî kerâmetlerîe te’yid olunan ve fakat bunlardan haberdar edilmeyendir" tarifini verirken ( J a L al-Sutaml, s. 1 2 i; Tazkirat al-avliyâ, I, 292), velîlerin kerâmetlerini tasdik



etmekte ve nebinin velîler karşısındaki durumunu ifâde etmekteydi (krş. al-Hakfm al-Tirmizî ’nin gö­ rüşleri ). Islâm tasavvufunun bu nâzik mes’elelerinî, muh­ telif yönleriyle etraflı şekilde işleyen tasavvufî eser­ ler atasında, bugün için elimizde bulunan en eskisi K . al-Lumac ’dır. Eserin müellifi Abü Naşr al-Sarrâc (ölm . 378=988; G A S , I, 666), velînin kerâ­ metlerini, muhtelif misâlleriyle ele alarak (s . 3 *5“ v.dd.), bu gibi fevkalâde hallere sâbip bulunanların sâdık ve dindar olarak tanındıklarını, dinî sâhada kendilerine uyulacak kimseler olduklarım söyle­ yerek, bu hallerinin ilim ve şahsiyetlerine itimat edilen müslümanîar ve Peygamber’den rivâyet edi­ len hadîslerle de doğrulandığım belirtmektedir. Kerametlerin varlığı mevzuunda, sûfî müelliflerin eserlerinde gerekli ihtimamı gösterdikleri görül­ mektedir. al-Sarrac’ın muâsın al-Kaîâbâzî (bk. G A S , I, 668 v.d.) K . aî- 7V a rra /’da (s. 7 1 v.d.) kerametlerin K ur'ân, hadîs ve diğer rivayetlerle sâbît olduğunu belirterek mevzua girmekte, eAbd al-Karîm al-îfuşayrî (ölm. 465=1072 f bk. mad. KUŞAYRÎ]; al-Risala al-Kuşayriyya, nşr. A bd al-fclaHm Mafemüd, Maîjmüd b. al-Şarlf, Kahire, 1385=1966, II, 660 v.d.) île eAbd al-Ra^man al-Câml (ölm. 898= 1492 [bk. mad, CAMİ]; Nafahtât al-uns, nşr. Mahdi Tavljîdl Pür, Tahran, 1337 s. 22 v.d .), bu meseleyi daha geniş bir zeminde ele almakta­ dırlar. Velîlerden sâdır olan kerâmetlerin, âyet ve mûcizeîerîe aynı şeyler olduğunu kabul ederek, bütün bu fevkalâde hallerin sâdece nebilere mahsus oldu­ ğunu ileri sürenlerin yanıldıklarını da söyleyen Abü Naşr al-Sarrâc, velîlerle nebîler arasındaki farkları şöyle sıralar : "nebîler mûcizeîer göstermeğe memur oldukları halde, velîler kerâmetleri gizlemek zorun­ dadırlar. Nebîler mûcizeleri ile A lla h ’a inanmıyan müşriklere karşı tavır alırlar; halbuki velîler bun­ ları, mayasında şüphe bulunan ve terbiye edilmesi gereken nefislere karşı bir itminan için kullanmak­ tadır. Diğer bir fark da, mûcîzelerinin çoğalmasıyla nebilerin hallerinin daha çok İstikrar ve itminan kazanmasına mukabil, velîlerin sayılan artan kera­ metler karşısında, bunların gizli bir mekr olması endişesiyle daha çok korkmalarıdır (s . 3*9 v.d .). Kerâmetlere İslâm tarihinden misâller de veren A bü Naşr al-Sarrâc (s , 32L 328- 333 ), âlimlerin bu mevzularda eserler telif ettiklerini kaydetmek­ tedir ( s . 322). îslâmiyetten önce de kerâmet­ lerin olabileceğini kabûl eden müellif, bunların, resule bir ikrâm olarak zuhûr ettiği ve nebilerin en faziletlisi olan Peygamber devrinde daha çok görüldüğü fikrindedir. Kendilerinden kerâmet sâ­ dır olanlar, dinî emirler karşısındaki tutumlarına göre itimâda şâyandırîar. Sünnî mutasavvıflarca müdâfaa edilen bu keyfiyet, Hicrî III. ve IV. asır­ larda ısrarla belirtilmiştir. Sözleri arasında fathi-



yata da rastlanılan Abü Yazîd al-Bistâmî, ” Biri sec­ cadesini suya yaysa veya havada dolaşsa aldanmayın” ( K . al-bumcf, s. 324 v.d .) demektedir. Kendisine filan şehirde bir velî var, denilince, "onu ziyâret etmek istediğini" söyleyerek şöyle devam ediyor "Bulunduğu yere varınca gördüm ki evinden çıkı­ yor; mescidine girerken tükürdü. Bunun üzerine ben de kendisine selâm vermeden geri döndüm. Onun velî olması için şeriatı gözetmesi gerekirdi” ( al-Rhâia, s. 520; Kaşf al-makcüL.,} ). Kerâmetin mâhiyet itibâriyle mûcizeye yakm oluşu, aralarındaki farkın tesbitmi de lüzumlu kıl­ mış ve yukarıda da görüldüğü gibi, daha hicrî III.- 1V. asırdan itibâren, bâzı sûfilerin bu mevzua eğilme­ lerine sebep olmuştur, Kerâmetin mûcize île mu­ kayesesine eserlerinde yer veren al-Kalâbâzî (al~ Tasarruf, s, 73-77)* al-Kuşayrî ( al-Risala, s, 660 v .d ,) ve al-Câmi ( NafafaSL.., s. 2 1 ) bu vesile ile mezkûr fevkalâde hallere mazhar velîyi, nebî ile de karşılaştırırlar. al-Kuşayrî ’nin kanâatini paylaştı­ ğı kadı Abü Bakr al-Aşcarî ’nin şu görüşü, bu mevzudaki muhtelif fikirleri de te’lif eder haldedir. "Mûcizeler, nebilere mahsus olduğu ve velîlerin mûcizesi bulunmadığı halde, kerametler hem velî­ lere hem de nebilere mahsustur. Mucizenin şartı, nübüvvet dâvasına bağlı olmasıdır; halbuki velî, nübüvvet iddiasında değildir. Keramet muhdestir; dünya hayatında tahakkuk eder ve bir velînin elinde, ona mahsus olmak üzere, onu daha üstün bîr hâle getirmek ( : tafdil) için gerçekleşir. Bâzan onun isteği, bâzan da ihtiyârı dışında tahakkuk eder ( al-Risala, s. 661 v.d .). Kerametler, nebilerin mu­ cizelerine mülhak telâkki edilmelidir; zîrâ isîâmda, sâdık olmayanda keramet zuhûnı düşünülemez (b k . al-Ri$âta, s. 663 v.d.). Velîlerin, mertebece, nebilere erişmedikleri de ittifakla kabûl edilmiştir ( : icmâ). Kendisine bu mes’ele somlan A bü Yazîd al-Bistâmî "Nebilerin mûcizeîeri bal peteğidir; velîlerin kerâmetleri ise, bundan süzülen bîr damla mesâbesindedir” ( al-Risâla, s. 664) demiştir. Bu tarz mukayeselerin, birçok sûfî ve mütekellimin düşüncesinde canlılığını muhâfaza ederek, asırlar bo­ yunca devam ettiği görülmektedir. Netice olarak kay­ detmek gerekirse, nübüvvetin, velâyetİn husûsî bir tezâhürü olduğu göz önünden asla uzak tutulmama­ lıdır. Her nebî velîdir, ama her velî nebî değildir. Velî, müttaki, Allah ve sıfatlan hakkında mârifet sâhibi, iç ve dış dünyasıyla O ’na yönelmiş bir mü’mîn olarak nebîyi tasdik eder. Nebînîn evsafı ara­ sında ismet de vardır. Her nebî mâsumdur, yâni büyük bir günah işlemediğinde ittifak edilmiş ( : ic­ mâ) olup, bâzılart ise küçük günahlar da işleme­ yeceğini kabûl etmişlerdir; halbuki velî mâsum değildir. Burada velâyet hakkında da bâzı farklı görüşlerin ileri sürüldüğü hatırlatılmalıdır. al-Hakîm al-Tirm izî'nin, velîleri, Hakkullah’m ve A lla h ’ın velî­



leri şeklindeki tasnifinde esas aldığı velâyetlerîe, al-Kalâbâzî’nin düşündüğü iki çeşit velâyeti te’lif etmek mümkündür. Onun, Allah ’m emirlerini titizlik ve sabırla îfâ eden Hakkullah ’m velîlerini, al-Kalâbâzî, bütün gerçek ve sâdık mü’minler olarak düşünmektedir. Zîrâ eserin şerhlerinde de belirtil­ diği gibi (bk . msl. cAIâ aî-Dîn aî-Kunavî, Şarhr al-Ta‘ arruf [Ş A P Kütüp., 1232], var. 7*» İsmâ'ıl b. Mu^ammed al-Buhârî al-Mustamlî, Şarj} al-Tcr carruf [ŞA P , 12 3 1J var. 338b) bu. Kur'ân'da "A l­ lah imân edenlerin velîsidir. Onları zulmetten nûra çıkarmıştır” ( I I , 2 57) âyetinde ifâdesini bulan küfürden uzaklaşıp imân ederek gerekeni yapan­ ların velayetidir. al-Kalâbâzî ’nin, Allah ’m bizzat seçtiğini ileri sürdüğü kullarının temsil ettiği vela­ yete, al-Hakîm ’in Allah a vâsıl olmuş kabûl ettiği velîlerin sâhip olduğu anlaşılıyor. Hicrî IX. ( X V . ) asrın büyük mutasavvıfı al-Câmî ’nin, velâyeti umû­ mî ve husûsî şekiller ( : valâyat-î câmma, valâyat-i başşa) altında mütâîaa ederken, yukardakinden farklı bir şey düşünmediği de ortadadır. Sûfî müelliflerin burada üzerinde durdukları di­ ğer bâzı hususlar da şunlardır : Velînin fcerâmetı, bağlı bulunduğu nebînın dâvetine icâbetle gerçek­ leşir ( al~T(farruf, s. 74 ). Gerçek ve sâdık velînin kerameti, bağlı bulunduğu nebinin nübüvvetini nakzetmez; kerâmetin zuhûru bu bakımdan nebî­ yi te’yiddir ( al-Tacarntf, 73 ). Velîler, kerâmetlerinden habersiz de olabilirler. Hattâ velînin, velî olduğunu bilip bilmediği de münâkaşa edilmiştir. Abü Ishâk al-îsfarâİnî ve bâzı eski mütekellimler, velînin, velâyetinden haberdar olmadığı fikrinde­ dirler ( K aşf al~mal}cüb, s. 269 v.d.; trc. Nicholson, s. 214 ). Onlara "Bunun mahzuru nedir? "diye sorulduğunda: "Velî olduklarım bilirlerse, kendi­ lerini beğenirler" denilmiş ve fakat bu görüşe kar­ şı da "Allah ’m onları muhâfaza ettiği” ileri sürül­ müştür. A bü Bakr Fürak ve diğer bâzı eski mütekeîlımler ise, velînin, velî olduğundan haberdar bulunduğu kanâatindedirîer, Şâh b. Şucâ al-KıVmânî: "Velâyet ehli, görmedikleri müddetçe velâyete sâhiptirler, görürlerse velayetleri olmaz” der­ ken, ilk görüşü benimsediğini ihsas etmektedir ( J ab. al-Sulamî, s. 193). Kerâmetin izhâr edilme­ mesi de umûmiyefcîe benimsenmiş bir tutumdur. Meşhur Şayb CA 1I b. Maymün al-Mağribî, kerâmetini izhâr eden müridi cAIî al-Kâzarünî ’yi takbih etmişti ( bk. al-Şaktf’ik; nşr. A. S. Furat, İstanbul, 1982, s. 543; ayrıca bk. s. 170).



Sünnî tasavvufu müdâfaa eden eserlerde görülen bu titiz ve islâmîyetle te’lifi mümkün şart ve ka­ yıtlara rağmen, bilhassa bu dine sonradan giren cemi­ yetlerde, eski İnanışların da te’sîriyle, velîler hak­ kında aşın telâkkilerin benimsendiği de bir vâkıadır. Diğer taraftan velî mefhûmu, bu büyük taraftarlan yanında tenkide de uğramıştır. Mûtezilî görü­ şe mensup mütekellimler, "velâyet, kerâmeti gerek-



292



VELİ - VELÎD î.



tirşeydi bütün mu minlerin kerâmeti olması îcab ederdi” diyerek bu fevkalâde halleri bütünüyle inkâr ederler. Onlara göre, imânın gereîderini yapan, A llah’ın sıfatlarını ve âhirette görülmesini inkâr eden, mü’minin de ebedî cezâ göreceğini kabûl ede­ rek, mes’ûliyetin resûî ve kitap olmasa bile akıl ?le gerçekleşeceğine inanan herkes Allah *ra velîsidir (bk. ICaşf al-mafadib, s. 270; trc, Nicholson, s. 231), Eserinde, al-kEakim al-Tirmîzî ’nin görüşlerini an­ latırken velâyet-kerâmet, mûcize-kerâmet, velî-nebî raevzûlarına geniş bir yer verdiği görülen (bk. Kaşf aTmafacüb, s, 265-307) al-Hucvîri (öîm. 465= 1072), velîlerin, sâyelerinde yağmur yağan (synca bk. Hilyai al-avliyâ, I, 8 ), nebatlar biten kimseler olduklarım da söyler ( bk. Kaşf aTmahcüb, s. 269 ), Hindistanlı bu büyük mutasavvıf, velîlerin sa­ yıları hakkında da bilgiler verir. Ona göre, velîlerden 4.000 tanesi velî olduklarının farkında olmadıkları gibi birbirlerini de tanımazlar. Kendilerine Ahyâr denilen ve sayılan 300 olanlar, Hak dergâhının başbuğlarıdır. Bunlan, sırasıyla 4 ° tane eldâl, 7 tane ebrar, 4 tane evtad, 3 tane na^İb tlkip etmek­ tedir. Nihayet başlarında Ipıib veya gaos denilen bir velî bulunmaktadır. İçlerinden ilk grup dışın­ dakiler birbirlerini tanımaktadırlar ( Kaşf al-mcdy cüh, s. 269; trc. 213 ). Velîlerin sayıları hakkmdaki bilgilere, bu kadar tafsilâtlı olmamakla berâber diğer tasavvuf tarihlerinde de rastîanmaktadır. Abü cAbd al-Rahmân al-Sulamı eserinin girişinde, Peygamber'in "Ümmetim içinde İbrahim 'in yara­ dılışında devamlı olarak 4 ° zât bulunmaktadır” hadî­ sini, nebilerin halefleri kabûl ettiği velîlerin âhiret gününe kadar mevcut olacaklarına delil olarak kay­ deder ( Tab. al-Sulamt, s. 2 ). Abü Nu'aym al-îşfahânî ( öîm. 430=1038; bk. G A L , I, 362; SuppL, I 6 17 ), bu hususta daha farklı ve tafsilâtlı bilgi veren hadîsler nakleder. Bunlara göre, her asırda Ümmet’in en iyilerinden 5° ° zât, 40 tane de abdâî bulunmaktadır. İnsanlar arasında Allah ’m kalp­ leri Âdem ’İn kalbi gibi 300 zâtı, Mûsâ ’mn kalbi gibi 40 zâtı ve İbrahim ’in kalbi gibi olan 7 kulu, Cibril gibi kalbi olan 5 kulu vardır” ( HUyat alaüliyâ, I, 8 v .d .) . Bu değişik rivâyetler, velî sayısında İslâm ülkeleri arasında farklılıklar da tevlit etmiş görünmektedir. Cezayir ’de görülen bir tasnifte topluca 300 ’e varan velî sayısı, Türkiye ’de 356 olarak kabûl edilmiştir. Buna göre velîler en üstten itibâren sırasıyla Gaüs-t azam, veziri huib, dört tane e v t a d ’dan sonra ü ç le r , y e d ile r , h trty a t ve üçy ü zle r tertibinde yer al­ maktadır. G a ü s ’m ölümü hâlinde yerini Kuib al­ makta, her grupta bulunan en üst mertebedeki zât, bir üst mertebeye geçerken diğerleri de iler­ lemektedir. Tarih boyunca velîler, İslâm cemiyetlerinde büyük bir îtİbar ve hürmet görmüşlerdir. Hicrî U I. ( I X .) asırda Bağdad’da al-Cunayd (ölm. 297=909) dev­



rinin en büyük sûfî ve velîsi ( : çay)} aTfa’ifa) kabûl ediliyordu. Esâsen bu şehir, sahip olduğu velî kabir­ leri dolayısıyla velîlerin kalesi diye de anılmaktaydı. at“Hasan al-Başrl (öîm . 110 = 7 2 8 ), Bişr al-Hâfı (öîm. 22 7= 8 4 1), M â'rûf al-Karhî (öîm. 2 01= 816), Sari al-Sakap ( ölm. 253 =867 ), cAbd al-I£âdir alGîylânî (ölm. 5 6 1= 1x 6 6 ) ve Şihâb al-Dîn al-Suhravardî (öîm. 632= 12 3 4 ) burada kabirleri bulunan sûfî ve velîlerin ilk anda hatıra gelenleridir. Tanta’da medfun İbrahim al-Dasükî (ölm. 9 19 = 15 1 4 ) ve Şayh Aljmad aî-Badavı (ölm, 675=1276; [b. bk.]) ile Sîdî Şâzalî, Marzu|< al-Afjmad Mısır ’m en bü­ yük velîleri arasında yer almaktadır (B u hususta ayrıca bk. Mİchael Gilsenan, Saini and Sufi in modem Egypt, London, 1973)* Velîler, Afrika ülke­ lerinde de büyük bir ilgi ve saygı görmüşlerdir. Libya ’da geçen sene 500. yıl dönümü dolayısıyla hakkında tertiplenen kongreye, Süleymaniye Kütüp­ hanesi ’nde mevcut yazma eserleri hakkında bir teb­ liğle katıldığım Trabîusgarph Ahmad Zarrük (ölm . 899= 1493), Şayh Sanüsl (öîm . 1276= 18 59); T u­ n u s’ta Sîdî b. eArös, Sîdî b. Kâsim; Cezayir’de Abü Madyan; F as’ta al-Davrâkî, Şayh Ticânî bun­ ların en fazla tarananlarmdandır. Bunlara Dimaşk ’ta medfun büyük mutasavvıf ve velî îbn al~eArabı ( ölm. 638=1240 ), Peygamber’ in İstanbul ’da yatan bayraktan ile Ebû Eyyûb el-Ensârî, Bursa ’da Bayezid I . ’in dâmâdı Emir Sultanda ilâve edilmelidir. B i b l i y o g r a f y a t Metinde gösterilmiştir. (A hmed Subhî Fuîîat.) VELlD I. al-VALÎD, b. °Abd al-Malîk, E m e v î h a l î f e s i (86-96 = 705-7x5). Halîfe °Abd aî-Malik b. Marvân ile kabilesinden Vallada ’nin oğlu olup Medine 'de dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi, kaynaklarda, 47-52 (667-673) arasında farklı olarak gösterilmektedir (Hali fa b. kîayyât, Târil}ı I, 3X4! Ibn aî-Asîr, V , 9 )* Gençlik yıllarına âit çok az bilgimiz olan Vaîîd, 77 (696) yazında Malatya ve Misis taraflanna yaptığı bir seferle tarih sahne­ sinde görülür ( Halîfa b. Idayyât, ayn. esr., I, 275; Jabarl, II, 1032). Onun 78 (697; 'J’abarî, II, 1035 ) ve 79 (698; Halîfa b. tL yyât, 1 ,2 7 7 ) yıllarında da Bizans seferine çıkarak, esir ve ganimetle döndüğü bilinmektedir. V a îîd ’in birbiri arkasından Anado­ lu ’ya yaptığı gazalar hakkında kaynaklar fazla bilgi vermemektedirler. cAbd al-Ma!ik, hilâfeti kendi ev­ lâtlarına bırakabilmek için, babasının veliahd tâyin ettiği eAbdfal~cAzîz b. Marvan’ı, bu hakkından vaz­ geçirmeğe uğraştı ise de, kardeşi bütün tehdit ve telkinlere mukavemet gösterdi. Ancak onun ölümü üzerine rahatlayan cAbd aî-Malİk, oğullan Vaîîd ve Sulaymân ’ı veliahd tâyin etti ( tâyin tarihi Halîfa b. kîayyât, 1, 290 ’da 84 = 703; fab a rî, II, 1169 ve İbn al-Aşîr, IV, 5*4 ’te ise 85 = 704 olarak veril­ mektedir). Bu sebeple, babası, 15 şevval (8 teşrin I. 7 ° 5 ) perşembe günü vefat edince, Vaîîd hiçbir muhalefetle karşılaşmaksızın hilâfet makamına geçti?



VELTD î. cAbd al-Malîk, dâhilî karışıklıkları bastırmış, Bir­ lik ve sükûneti te’min etmiş olduğundan, Vaîîd kudretli bir devlet devralmış; babası zamanında tâyin edilen vâliîeri değiştirmeyip bunların tecrü­ belerinden istifâde yoluna giderek İslâm tarihinin üçüncü büyük fetih hareketini başlatmıştır. V&lîd, ilk büyük fetih hareketini, daha önce zab­ tına teşebbüs edilip mevziî bâzı muvaffakiyetlerin ötesinde kalıcı bir netice alınamamış olan Mâverâünnehr*e tevcih etti. Bu ülkenin fethi, kîaccgc ’m idâri sâhadaki başarısını kendi askerî mahâreti ile birleştiren Çutayba b. Müslim tarafından gerçek­ leştirildi. Bu sırada Mâverâünnehr *de hüküm sü­ ren küçük Türk beyliklerinin aralarında siyâsî bir birlik olmaması ve müstakil hareket etmeleri, müsîüman fâtihlerin ışını kolaylaştırıyordu. î£utayba, önce, kolaylıkla İtâat altına alabileceği Tohâristan üzerine yürüyünce, buranın Türk hükümdarı Nîzak Tarh an, mücâdeleye girmeden sulha tâlib oldu; Kutayba de bu teklifi kabul ederek, Merv ’e döndü ( Tabarî, 11,118 4 ). Tohâristan cephesinden emin olan !£utayba, .ertesi yıl, asıl hedefi olan Mâverâünnehr üzerine yürümek imkânım bularak, Amul ve Zamm ge­ çitlerini emniyete aldıktan sonra, mıntıkanın mü­ him ticâret merkezlerinden Baykand Önlerine geldi. Buhârâ hâkiminin zayıf idâresı yüzünden, beyler ve dihkânlar arasında iktidar mücâdelesi başgöstermeîde, bu şehre yardım gönderilememiş ve müslümsn kuvvetleri fazla bir mukavemet görmeden şehri ele geçirmişlerdir. î£utayba 'nin, kısa zamanda ayrılması üzerine şehirde isyan çıktı ise de, o sür’atîe dönerek burayı zabt ve birçok kimseyi katletti. Bu şiddet hareketi, Mâverâünnehr beylerini topar­ lanmağa ve müşterek düşmana karşı birlikte hareket etmeğe sevk etmiştir. Nitekim, 88 (70 7) ’de Tumuşkas ve Ramisan ’in zabtı üzerine, müttefik kuvvetle­ rin harekete geçtikleri görülmektedir (Tabarî, II, 1201 v.dd.; Gibb, Orta Asya'da Arap futûhatı, trc. M . Hakkı, s. 30). Kutayba, bunlara karşı hemen ha­ rekete geçmeyîp bir müddet Mâverâünnehr beyleri arasındaki birliğin çözülmesini bekledi; sonra, on­ ların tekrar bir araya gelmelerine fırsat vermemek için 9° ( 7 ° 9 ) ’da Buhârâ 'yi muhâsara etti. Muha­ sara sırasında, Türlder ve Soğdlulardaıı meydana gelen bir ordu şehir önlerinde göründü ise de, ümit­ sizliğe kapılmayan Kutayba, önce yardıma gelen kuvvetleri mağlûp, sonra da Buhar-hudat ’ı ağır ha­ raç vermek şartıyle şehri teslime mecbûr etti. Buhâ­ râ evlerinin bir kısmı Arap askerlerine tahsis olunup şehre bir de askerî garnizon yerleştirildi ( Baîâzuri, s. 420; Narşühî, s. 57; Tabarî, II, 1201, v.dd.; İbn A eşam aî-Küfı, II, I39b ). Mâverâünnehr ’in fethinde mühim bir merhale olan bu gelişmeden sonra, Semerkand hükümdârı Tarban ( Tarhun ), müslüman hâkimiyetini tanımak şartîyle Kutayba ile sulh yaptı. Diğer taraftan Nîzak



*9 3



Tarban, Tohâristan *a kaçıp çevredeki beyleri de tahrik ederek Araplara karşı isyan bayrağım açtı. Mevsimin kış olmasına rağmen, f£utayba, kardeşi *Abd alRaKmân’ı B elh’e gönderdi. Nîzak Tarban, 91 ( 7 1 0 ) ilkbaharında, sığındığı kalede yakalanarak İdaccâc ’a gönderildi ve Irak ’ta idam edildi ( Tabarî, 11,1204 v.dd.; îbn A cşam, II, 137^138»). Tohâ­ ristan seferinden dönüşünde Kutayba, Kiş ve Nesef ’i kat’î sûrette itâat akma aldığı gibi, Buhârâ yu da uğrayarak islâmiyetin yayılması için gerekli ted­ birleri ittihâz etti. Haccâc’m emri ile, aynı yıl, Za~ bulistan ’m Türk hükümdârı Rutbıî ( Z u nbiî) üze­ rine yürüyerek bu ülkeyi de itâat altına aldı.



Tarhan ’m fsufcayba ’ye itâatma rağmen, Mâve­ râünnehr ’in en kuvvetli şehri olan Semerkand, müslümanîar için hâlâ bir tehlike teşkîl ediyordu. Nitekim Tarhan ’m yerine getirilen Gûrak, müslümanlara cephe aldı. 93 (7*1) kışını, Semerkand’a yapacağı sefer hazırlıklariyle geçiren Kutayba, daha ilkbahar olmadan, Hârizmşâh’tan, kendisini kar­ deşi fdurrâzâd ’a karşı desteklediği takdirde haraç ödeme ve bâzı mühim şehirleri teslim teklifini aldı. Bunun Üzerine sür'atle Hârizm üzerine yürüyen Kutayba, Hezâresb ’de Hârizmşâh ile müzâkerelere giriştiği sırada îdıırrâzâd ’m Hârizm ’in başşehrini zaptettiği haberini aldı Kardeşi eAbd al-Rafrmân kumandasında gönderdiği ordu bfurrâzâd ’ı mağlûp ve esir etti, Böylece Hârizm de hâkimiyet altına alın­ mış oluyordu (Balâzurî, s. 4 2 i; Tabarî, II, 1236 v.d.; Gibb, 36 v.d.). Kutayba, Mâverâünnehr ’de ilk askerî harekâta başladığı zaman, hedefi bütün bu memleketi fet­ hetmek idi. Hârizm seferinden döndükten sonra o, fethi daha önce tahakkuk ettîrilemeyen Semerkand 'm zabtı için, kardeşi *Abd al-Rahmân ’ı 20.000 kişi­ lik bir kuvvetle Önden gönderdi; kendisi de Mâverâünehr’den aldığı takviye ile birlikte hareket etti. Semerkand surları gerisinde müdâfaa tertîbı alan Gûrak, Şâş ve Fergana hâkimleri ile Türk hakanından (T ürgiş başbuğu) yardım istemişti. Ş â ş ’tan gelen imdâd kuvvetlerinin mağlûp edildiğini gören Gûrak, bir müddet mukavement etti ise de, diğer müttefik­ lerden takviye alamayınca teslim olmak mecbu­ riyetinde kaldı. Buhârâ ’da olduğu gibi buraya da bir müslüman garnizonu yerleştirildi ( Ya^kübl, I Î , 344 ; Balâzurî, 8 .4 2 i; Tabarî, II, 1241 v.dd.). Semerkand ’m fethini müteâkıp Kutayba, 94 { 713 ) yılında Şâş, Hokand ve Fergana’ya karşı seferlere girişip fetihlere devam ederken, onu her bakımdan destekliyen kîaccâc ’m ölüm ( şevvâl 95 = haziran/ temmuz 7*4 ) haberini alınca, birliklerini terhis ede­ rek askerî harekâtı durdurdu. Ancak, Vaîîd, K u~ tayba ’ye Irak umûmî valiliğinden ayırdığı Horasan vâliliğîni tevcih ile fetihlere devam etmesini emretti. Kutayba, 96 ( 715 ) ’da, Fergana ile Kâşgar arasın­ daki ticâret yolunu ele geçirmek maksadıyie, karargâhımfFergana ’da kurup, Kâşgar ’a karşı kuvvetler



294



VELÎD 1.



gönderdi (Tabari, II, 1275 v .d .) ise de, bu sırada halîfe Vaîîd ’in ölümü, Ifutayba ’ nin idbârına baş­ langıç oldu. Halîfe Vaîîd devrinde yapılan fetihlerin İkincisi Sind 'in fethidir. Irak umûmî vâlisi Haccâc b. Y û­ suf, yeğeni Mulıammed b. Kasım al-Sakafl ‘yi, 87 (70 6 ) ’de Sind valiliğine tâyin ederek, bu bölgenin fethiyle vazifelendirdi. 6.000 Suriyeli asker ile bir­ likte diğer yardıma kuvvetlerden teşekkül eden or­ dunun bütün ihtiyaçları en küçük teferruatına kadar hazırlandı. Bu sırada Sind bölgesinde etnik ve dinî bakımdan çeşitli gruplar yaşıyorlardı. Bunlar arasında Çingenelerin atası olan Zottlar [ b. bk. ] ile Maidler ekseriyeti teşkil ediyorlardı. Maidler bir asırdan beri Brahman dinine bağlı bir kırallığa sahiptiler. Haccac daha önce bölgenin fethine eUbayd Allah b. Nabhân ve Budayî b. T u ljfa ’yı me’mur etmiş, ancak her iki kumandan da başarılı olamamıştır (Balâzuri, s. 43Ğ). Bu arada Sind hükümdârı Dâhir, bir müslüman gemisini zaptederek içinde bulunan­ ları esir etmişti. Haccâc, ondan esirlerin iâdesini istedi. Red cevabını alınca, 89 (708) yılında Muhammed b. al-Kâsîm ’ı S in d ’İn fethine me'mur etti. Kara yoluyla Mukran 'a gelen Muhammed, bir müd­ det burada dinlendikten sonra yürüyüşüne devam ederek, Kannazbur ve Armail şehirlerini fethetti. Bu fetihleri müteâkıp îndus nehri deltasında deniz kena­ rında bulunan al-Daybul şehrini muhâsara altına aldı. Dİğer taraftan deniz yoluyla gelen silâh ve yar­ dımcı kuvvetler de al-Daybul 'a vardı. Kara tarafın­ dan sağlam surlarla çevrili olan al-Daybul, uzun bîr muhâsaradan sonra zaptedildi (Balâzuri, 436 v.d.; Reinaud, c” Fragment$ arabes et penam inedits a la conquete de VInde” , J A , 1845,4. seri, V). Muhammed, 4.000 kişilik bir birliği şehirde bırak­ tığı gibi, bir de mescid yaptırdı. Delta bölgesindeki diğer bâzı şehirlerin zaptından sonra nehir boyunca şimâle yönelen müslüman kuvvetleri, yol üzerinde bulunan şehir ve kaleleri zaptediyordu. Sind hükümdârı Dâhir ile kat’î savaş, Îndus 'un kollarından olan Mihran 'm, gemilerden kurulan bir köprü vasıtasiyle geçilmesinden sonra Râvar yakınında cereyan etti. Savaşta Dâhir mağlûp ve maktûl düştü. Bundan sonra Râvar ve D â h ir’in başşehri Brahmanâbâd zaptediîdi. Brahmanâbâd *m harâbeleri yakınında daha sonra al-Manşüra kurulacaktır. Bölgenin diğer ehem­ miyetli şehirlerinden al-Rur (A ro r) zaptedildi ve bir mescid yapıldı. Muhammed b. al-Çasim ilerle­ mesine devam ederek, yine îndus *un kollarından Bayas ( eski Hyphasis olup Büyük İskender de aynı yerden bu nehri geçmiştir) ’ı geçti ve Pencab böl­ gesinin en ehemmiyetli ve mukaddes şehri Multan 'a ulaştı. Şehir dışında yapılan savaşı kazanan müsîümanlarca, uzun müddet muhâsara edilen ve suyu kesilen Multan, teslim olmak mecburiyetinde kaldı (94 = 7*3 ). Müsîümanîar Multan 'da bol miktarda ganimet ele geçirdiler ( Balâzuri, 439;



îbn al-Aşîr, IV, 537 v.d .). Muhammed b. al-I£Ssim, Sind bölgesinde fethettiği şehirlerin halkına geniş din serbestliği tanıdı. Haccâc 'm ölümü, Kutayba gibi, Muhammed‘in vaziyetim de oldukça sarsmış­ tır. Halîfe Vaîîd tarafından desteklenen bu kuman­ dan, V aîîd’in ölümünden sonra Haccâc 'a duyulan husûmet sebebiyle Sind valiliğinden azledilerek Öldürülmüştür. Vaîîd devrinde üçüncü cephe, Hazarlara karşı açılmıştı. Halîfe Ömer devrinden heri devam eden mücâdele V a îîd ’in halîfe olması ile yeniden alev­ lendi. Halîfenin amcası Muhammed b. Marvân ile devrin en büyük kumandanlarından kardeşi Maslama b. eA bd al-Maîîk» münâvebe ile Hazar­ lara karşı sefere çıkmışlardır, Maslama 88 ve 89 (70 7,70 8 ) yıllarında al-Bâb*a kadar ileriiyerek bâzı şehir ve kaleleri fethettikten sonra geri dönmüştür (Tabari, II, 1200; îbn al-Aşîr, IV , 540). Masla­ ma ran Anadolu gazâlarma katılmak için bu cep­ heden ayrılması üzerine, Hazarların mukabil hü­ cuma geçerek müslümanlann zaptettikleri yerleri geri aldıkları anlaşılmaktadır. Azerbaycan ve EIcezîre vâlisi Muhammed b. Marvân, 90 ( 7° 9 ) yı~ lmda al-Bâh’a kadar ileriiyerek bâzı başarılar ka­ zandı. Ertesi yıl Muhammed b. Marvân, Azerbay­ can ve El-cezîre vâliîiğinden azledilerek yerine Mas­ lama tâyin edildi. Yeni vâîi tekrar al-Bâb’a kadar ilerledi ve buraya bir askerî garnizon yerleştirerek muhtemel hücumlara karşı müdâfaa tedbirleri aldı (Tabari, II, 1217; İbn al-Aşhr IV, 555 )Dört senelik bir aradan sonra Maslama’nin tekrar al-Bâb ’a kadar ileriiyerek burasını zaptettiğinin hiidirilmesi ( îbn Tağrlhirdî, aî-Nucümt I, 229) Hazar cephesindeki savaşların haşarılı geçmediğini göstermektedir. Hârün aî-Raşîd zamanına kadar fasılalarla devam edecek olan Islâm - Hazar mücâdele­ leri hep hu minval üzere seyredecektir. Vaîîd halîfe olduğu sıralarda Şimâlî A frika’daki gelişmeler müsîümanîar lehine bir seyir tâkip edi­ yordu. Şimâlî Afrika vâlisi Müsa b. Nuşayr, haris, sert, fakat mükemmel bir asker idi. Oradaki İslâm kuvvetlerini yeni müslüman olan Berberi muharip­ leri ile takviye eden Müsâ, sür atli bîr yürüyüşle Atlas Okyanusu kıyılarına ulaştı. 706-709 yılları arasında garpta Tanca ’ya, cenupta Sicilmâse’ye kadar uzanan hu fetih hareketinde fazla kayıp veril­ mediği anlaşılmaktadır, Fas taraflarında oturan Ber­ beri kabileleri, şarktaki kardeşlerinin müslüman olduklarım görünce fazla direnmeden bu dinî ka­ bul ettiler. Yalnız Septe (C e u ia ) müstahkem mev­ kii mukavamet ediyordu. Bizans İmparatoru justimanus ’un, Roma împaratorluğu’nu ihyâ gayretleri sırasında, Bizanshlar ta­ rafından ele geçirilmiş olan bu mühim mevkî kont (C om es) unvânmı taşıyan, Bizans’a bağlı vâliler tarafından idâre ediliyordu. V II. asrın sonlarından itibâren burada Kont Julianus müstakil bîr şekilde



VELÎD t hüküm sürüyordu, Julianus ’un, sUİjha b, Nâfie 'in meşhur seferi sırasında ona tabiiyet arzederek mevkiini koruduğu bilinmektedir. Müsa b. Nuşayr burasım uzun müddet muhâsara etmesine rağmen zaptedemedi. Zîrâ küçük bir donanması olan Juli­ anus denizden yardım alabiliyordu. Bununla berâber julianus 'un vaziyeti de pek parlak değildi. Kartaca’nm müsîümanîar tarafından fethinden sonra Bizans ’tan yardım alamadığı gibi, İspanya ’daki Vİzigot kıratlığı ile de arası pek iyi değildi. Bu vazi­ yet karşısında çaresiz kalan Julianus, müsîümanîar ile anlaşıp, Septe ’nin kapılarını açarak Ispanya ’nm fethi busûsunda onlan tahrike başladı. Bu sırada Ispanya’da iç huzursuzluklar had safhaya varmış­ tı. Bu durumu iyi bildiği muhakkak olan Juli­ anus ’un, nefret ve kin duyduğu Vizigotlardan in­ tikam almak düşüncesiyle müslümanları tahrik etti­ ği kuvvetle muhtemeldir. İslâm ana’nesîne göre Müsâ b. Nuşayr, Halîfe Vaîîd ’e müracaatla Ispanya ’mn kolayca fethedilebileceğinî bildiriyor, bu taraflarda İstanbul gibi bü­ yük şehirlerin olmadığım, hu sebeple garptan şarka doğru ileriiyerek İstanbul ’un alınabileceğini ilâve ediyordu. Vaîîd, önceleri tereddüt etti ise de, neticede Müsâ ’nm istediği izni verdi. Müsâ b. Nuşayr, 709 yılım hazırlıklarla geçirdi. 'J'arlf b. Malik al-Nahrî kumandasındaki 500 kişilik bîr öncü, kuvvetiyle, ramazan 91 (temmuz 710 ) tarihinde Julianus’un gemilerine binerek bugün bile kendi adım taşıyan Tarifa şehrine çıkartma yaptı ve hiç zayiata uğ­ ramadan büyük bir ganimetle geri döndü. Bu keşif seferinden sonra Müsâ ’nm azatlısı Târik b, Ziyâd [ b. bk. î kumandasında 7.000 kadar Ber­ beri ve 300 kadar Arap muhâribinden meydana gelen müslüman ordusu Julianus ’un gemileriyle Septe Boğazı ’m geçerek sonradan Cabal Târik (eski adı Catp£) diye şöhret bulan kıyılara çıktı. Târik, sür’atîe Carteya ve Algeziras’ı zaptetti, Müslüman kuvvetlerinin Ispanya ’ya geçtikleri sırada, Vizîgotlarm başında Roderich adlı bir kıral bulu­ nuyordu. Garplı tarihçiler, bu sırada Ispanya’da taht kavgaları olması sebebiyle, Vizigotîarın müsîümaniara karşı kuvvetli bir orduyla çıkamadıklarını belirterek kazanılan zaferin ehemmiyetini azalt­ mağa çalışmaktadırlar. Müsîümanîar ile Vızigotlar arasındaki büyük savaş 28 ramazan 92 ( 1 9 temmuz 7 1 1 ) tarihînde, bugün Saîado adım taşıyan Vâdî Bakka (R io Barbate) suyu kenarında yapıldı. Ro­ derich ’in kumanda ettiği ve sayıca müslürrianlardan epeyce fazla olan Vızigot ordusu, zırhlı ağır piya­ deden ibaretti. Târik ’m ordusu ise hafif techizatîı süvârilerden meydana gelmekte olup sayısı sonradan Müsâ b, Nuşayr’m gönderdiği 5.000 kîşİ ile bir­ likte 12.000’i bulmuştu. 8 veya 10 gün devam ettiği anlaşılan muhârebede müsîümanîar parlak bir zafer kazandılar. Târik» bundan sonra şevk ve he­ vesle zaferinin meyvelerini toplamağa başladı, Ecija



295



( îstica) yakınında, zayıf bir hıristiyan mukaveme­ tini kırdıktan sonra, pek az istisnası ile, karşı çıkan şehirler kapılarım açmağa başladılar. Julianus ’un tavsiyesi ile Târik doğrudan doğruya düşmanın baş­ şehri Toiedo (T u leytılî) üzerine yürürken, küçük müslüman müfrezeleri de yollan üzerindeki kaleleri birbiri arkasından fethettiler. 700 kişilik bir süvari birliği ile Muğlş, 93 yılı başında (teşrin I. 7 1 1 ) Kordova (K u rtu b a )’yı zaptederken, Târik da, T oledo ’yu aynı kolaylıkla ele geçirdi. Vızigot devlet erkânı şimâle doğru kaçmış, başpiskopos Sindered de Roma ’ya sığınmıştı. Roderich ’in düşmanları, kendi arzuîariyle Târik ’a itâat arzediyorlardı. Müsîümanîar T oiedo’da hesapsız derecede ganimet ele geçir­ diler (L e v i Provençal, Hîstoire de VEspagne mu~ subnane, I, 16 v.d d .). Müsâ b. Nuşayr, T â rik ’m, kendisine verilen Ispanya ’ya akın müsâadesi sınırım aşmış olduğu kanâatinde idi. Târik bütün bu kıt’ayı fethedip, ko­ ca bir devletin hâzinelerine ilâveten, emsâlsiz bir şan ve şöhrete kavuşmuş bulunuyordu. 711 senesi son­ baharında T â rik ’m haşarıları hakkında aldığı ha­ berler, M üsâ’da korkunç bir kıskançlık uyandırdı. Bu sebeple 712 haziranında (ramazan 9 3 ) 18.000 kişilik ordusuyla Ispanya topraklarına çıktı ve garp­ tan ilerleyerek Medina-Sidonîa, Carmona ve Alcala de Guadaira şehirlerini fazla zorluk çekmeden zap­ tetti. Biraz mukavemet gösteren Sevilla da ele ge­ çirildi. Müsâ, buradan kıral Roderich’in taraftar­ larının toplandığı Merida üzerine yürüdü. Şe­ hir, aylarca süren bir muhâsaradan sonra 1 şevval 94 ( 30 haziran 713 ) tarihinde alınabildi. Bu sırada Seviiia’da bîr isyan çıktığından M üsâ’nm ordusu­ nun geri ile irtibâtının kesilmesi tehlikesi belirdi. Müsâ ’nm oğlu eAbd a P A zîz , süratle geri dönüp bu isyanı bastırdı. Müsâ b. Nuşayr, Toiedo’ya doğ­ ru yoluna devam etti; yolda Talavera ’da, daha evvel ileri harekâtta bulunması yasaklanmış olan Târik ile buluştu. Ispanya ’nın gerçek fâtibi Târik, efendisi ile karşılaştığında ondan çok kötü muamele gördü ve hapsedildi. Müsâ b. Nuşayr bundan sonra Ispanya’nın fet­ hini tamamlamağa girişti, hıristiyan ahâli artık mukavemet cesâretini kaybettiği cihetle, 7*3 sonla­ rına doğru bütün Şimâî-i şarkî Ispanya, Pirene dağ­ larına kadar İslâm hâkimiyetine girmiş bulunuyor­ du. Yarımadanın cenubunda ise, Vızigot düklerinden Theudimer bir süre daha mukavemet etti. Pelagıus adında, cesur bir şövalyenin kumandasındaki 3 °° kişilik bir kuvvet, Asturia ’mn şarkındaki sarp Siera Covadongo dağlarında mağaralarda tutundular. Sa­ yılarının az olmasına rağmen, müslüman taarruzlarına boyun eğmediler. Halîfe Vaîîd ’in mûtemed adam­ ımdan Muğiş, halîfeye Müsâ'ran T ârik ’a yaptığı haksız muameleyi duyurmuştu. Bunun üzerine Müsâ, yerine oğlu *Abd al-eAz!z ’i bırakarak 95 yıh sonlarında (7 14 yazı) Suriye'ye gitmek için ha-



V E L İÛ t reket etti. Onun, Ispanya’dan ayrılmasından bir süre Önce de Târik, Dimaşk ’a hareket etmişti. Halîfe Valîd ’in Bizans 'a karşı yapılan gazâîara da ehemmiyet verdiği görülmektedir. Nitekim oğlu aPAbbüs ile devrin en büyük kumandanlarından Masîanıa b. eAbd aî-M aîik’i bu cephede vazifelen­ dirdi. 86 (705) yılından itibâren, hemen her yıl, mulıteîİf istikametlerden Anadolu’ya girilerek kale ve şehirler feth ve tahrip edilmiş, bol miktarda ganimet ele geçirilmiştir. Valîd zamanında Bizans ’a yapı­ lan askerî harekatın zirvesini Tyana ( Tavana) ’nm zapt ve tahribi teşkil eder. Bizans kaynaklarına göre ( J. Weîlhausen, Dte Kâmpfe der Araber mit den Ro~ maaetn in der Zeİt der Umaİjİden, s. 36), Arapîar Tya­ na ’yı Maiuma (Maymün al-Curcumânı, Balagmİ, iö o ; Maymün al-Curcânî, Tabarî, II, 1185 ) ’mn kumandasındaki müslüman ordusunun, Marianus tarafından imhâ edilmesinin İntikamım almak için muhâsara ve zapt etmişlerdir ( cemâziyelâhır 88=707 mayıs). Halk boşaltılarak istihkâmlar tahrib edildi. ( T abarî, II, 1191 v.d.; îbn al-Aşîr, IV, 5*3; \Vellhausen, Dte Kâmpfe, s. 436 ). Ertesi yıl ( 89=708 ) Masîama bir aralık Ereğli ’yi ele geçirerek Amorion ( Am m ürîya) ’a karşı bırakın yaptı. aPA bbâs ise, al-Badandün ( bugünkü Pozantı) taraflarında fe­ tihlerde bulundu (Tabarî, II, 1197 v.d.; îbn alAşîr, IV, 535). 90 ve 91 yıllarındaki gazâ kuman­ danları hakkında, isîâm ve Bizans kaynaklan farklı bilgi verirler. Tabarî ( II, 12 17 ) ’nin *Abd a P A zîz b. al-Valîd ’i kaydetmesine mukabil, Theopbanes ( Wellhausen, Die Kâmpfe..., s. 4 3 7) 'Oşmân isimli bir kumandanın îsauria’ya sefer yaptığından bah­ setmektedir. 92 ( 7 1 1 ) yılında V alîd’in eOmar adındaki oğlu, Maslaına ’nm maiyetinde Anadolu ’ya gazâ yapmıştır (Tabarî, II, 1235). imparator Justinianus II. ’un 7 1 1 yılı sonunda tahttan indirilerek öldürülmesi, müslümanlara karşı mukavemeti ol­ dukça zayıflatmıştı. Maslama bu durumdan fay­ dalanarak 93 ( 7 1 2 ) yılında müstahkem Amasya kalesini zaptetti. Aynı yıl içinde aPA bbâs ile kardeşi Marvân b. al-Valîd, Anadolu ’ya başarılı seferler yaptılar ( Tabarî, II, 1236 ). 94 (713 ) ’te aI-cAbbâs *m Yalvaç (Pisidia Antakyası)’ı zaptettiği İslâm ve Bi­ zans kaynaklarında müttefiken belirtilir (Tabarî, II, 1255; Welîhausen, ayn. esr., s. 437). Valîd dev­ rinin Bizans ’a karşı son askerî harekâtı, yine oğlu aPA bbâs tarafından yapılmış ve Ereğli (Hıramla) fethedilmiştir (9 5 = 7 1 4 ; Tabarî, II, 1236 v.d .). Halîfe Valîd zamanında girişilen fetihler, askerlik tarihinin parlak sayfalarından birini teşkil etmek­ tedir, Bu fetihler Halîfe Ömer zamanında başhyan, Muâviye zamanında devam eden büyük askerî ha­ rekâtın üçüncü safhasını meydana getirmektedir. Mâverâünnehr ve Ispanya ’nm müsîümanlar tara­ fından fethi dünya siyâset ve medeniyet tarihinde mühim bir yer işgal etmektedir. Dünya tarihinin kudretli şahsiyetlerinden birisi



olan Halîfe Valîd, Türkistan’dan Fransa içlerine, Anadolu 'dan Hindistan ’a kadar büküm sürmüş­ tür. O , bütün kumandan ve vâlilerine hâkim ol­ masını bilen muktedir bir hükümdâr olarak etrafım sahavet ve cömertlikle kendisine bağlamış, halkı pek alışılmamış nâdir teşebbüslerle refah ve mede­ niyete kavuşturmağa çalışmıştır. Yeni açılan yollar, köprüler, hastahâneîer, te'sİs edilen büyük çiftlik­ ler ve câmiler, onun, balkın faydasına olan büyük faâliyetlerinin şâhîtîerİdir. Islâm ülkelerinde çocuk­ lar için mekteplerin kurulması, İlmî araştırmalara imkân verecek kütüphânelerin açılması, onun za­ manında olmuştur. Cüzzamh, âmâ ve kötürümleri dilenmeğe muhtaç olmayacak şekilde himâye eden Valîd, zavallılara da yardım ediyordu (Tabarî, II, 12 71). Büyük bir cevvâliyet ve basiretle geniş im­ paratorluğunun iç ve dış politikasını idâre etmesini bilen Valîd, babası ve kendi zamanında Irak umûmî vâlisi sıfaüyle kayıtsız şartsız güvendiği hJaccâc’m yolunu takıp etti. cAbd aî-Malik, Haccâc, Valîd, bu üç şahsiyet daha önce Muâviye ve Ziyâd b. A b ih ’ în tutmuş olduğu istikametten aynîmayarak, mütemâdıyen iktidardaki hânedâmn yıkılmasını gâye edinen muhtelif mezheplerdeki mutaassıplara karşı mutedil bir Sünnîliğin gelişmesini destekle­ diler. Dindarların Medine’de Vali Hîşam b. İsm ail tarafından gördüğü işkenceye bir nihSyet veren Va­ lîd, yeğeni cöm ar b. eAbd a P A zîz ’i onun yerine tâyin edip Medîneîîlerin kalbini kazanmıştır. Halîfe Valîd zamanındaki inşâ faâliyetleri daha ziyâde dînî mimârî sahasında olmuştur; Dimaşk ’ın fethinden beri müsîümanlar ve hıristiyanlar tara­ fından yarı yarıya kullanılmakta olan Azız Yuhanna (Sain t Jean Baptiste) kilisesinin diğer yansım da satın alarak, bunun yerine meşhur Ümeyye câmiini inşâ ettirmiştir. Balâzurî (s. 12 6 ), inşâata 86 ( 7° 5 ) yılında başlandığım, Mas'üdî ise, kendi zamanına ula­ şan bir kitâbede inşâata başlama tarihi olarak zilhicce 87 (teşrin II./kânun î. 7 0 6 )’nin verildiğini belirt­ mektedir ( Murüc, V , 361 v .d .). Ustalânn yanısıra, yapı malzemesi de, mozayik, mermer v.s. Bizans ’tan getirilmiştir. Tabiatiyle câmide mimârî üslûb ba­ kımından da Bizans ’m te’ siri görülmektedir. Aynca Valîd, M edine’deki Mescid-i N e b î’yi de büyük ölçüde tevsî ettirmiştir. Kaynaklar, bu tevsî inşâatı­ na başlama tarihi olarak 87/88 (706 / 707 ) yıllarım vermektedirler. Burada da yabancı ustalar istihdam edilmiştir, inşâat 90 (709 ) yılında tamamlanmıştır ( Valîd ’in inşâ ettirdiği bu iki câmi hakkında geniş tarihî ve mimârî bilgiler K . A . C . Creswefl tarafından verilmektedir: Early Müslim Architedure, Oxford,



1932, I, 97 v.dd.). Emevî halîfelerinin en büyüklerinden birisi olan Valîd 13 cemâziyelâhır 96 (2 5 şubat 7 1 5 ) tarihinde Dimaşk yakınında Dayr M urrân’da vefat etti ve Dİmaşk’ta defnoîundu. Bibliyografya: ^aîlfa b. yayya j,



VELÎD



- VELİD II.



Tarifa (nşr. Akram Ziya9 al-'Omarî), Nacaf, 1967, I) 302-317; al-Ya'kübî, Tarifi (Beyrut, 1960), II, 283-292; Tabarî (nşr, de G oeje), II, 1177-1269 ve indeksi Balâzurî, Futülı al-buldân (nşr. de G oeje), 123-126; îbn al-Aşîr, al-K âm il (nşr. Tornberg), Beyrut, 1965, IV, 522-591; V , ı - ı i ; al-Maseüdî, Murüc al-Zahdb (Paris neş­ ri)» V , 360-395; İtinera hierosolymitana (nşr. G eyer), s. 276; J. Weîlhausen, Arap Devletî ve Sukutu (Türk, trc. Fikret Işıltan), Ankara, 1963, s. 104-107, n 8 v.d., 121-127, 14 i v.d.; L. Caetani, Chronographia M arnca (Paris, 1912), 1037-1177; E. Levİ Provençal, Histoire de l 'Espagne musulmane (Paris, 1950), I, ı~34î H. A . R. Gîbb, Orta Asya 'da Arab fütuhatı ( Türk. trc. M. Hakkı), İstanbul, 1930, s. 25-46; F. GabrieÜ, Mahomet et le$ Crcmdes Conquİtes Arabes (Paris, 1967) s. 189-195, 209-214; Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkl&r ( İstanbul, 1976), s, 13-20, 25; Jean P6rîer, Vie d'abH adjâjadj İhn Yousoaf (43-95/661-714), Paris; J. We!lhausen, Die Kâm pfe der Amber mit den Romaern in der Zeİt der Umar ijiden (Göttingen, 19 0 1), s. 436 v.d.; A . Müîler, Der İslam im Morgen im i Abenâland (Berlin, 18851887), I, 393-434; Philip K . Hitti, İslâm tarihi ( Türk. trc. Salih T u ğ ), İstanbul, 1980, II, 323 336; III, 775-785; Lammens, "he calife WaM



et le pretendu partage de la mosque des Omayyar des a Damas", B İ F A O , X X V I, 21-48; ayn. mîh, "Un gouoerneur omaiyade d'Egypte, Qorra ibn Sarik d'apres les papyrtıs arabes", B I E , 5* seri, 11, 99- 115; İA madd. KUTEYBE, MESLEME, târik .



(H akki Dursun Y ildiz.) V E L İD E . a l -V A L İD b . Y A Z ÎD , E m e v î h a l î f e s i . Babası halîfe Yazid 11. b. cAbd al-Malîk, annesi al-Haccâc *ın kardeşi Muhammed ’in kızı Uram aî-bîaccâc’dtr; 88 (707)’de doğmuştur ( T a ­ barî, II, 1193). Babası Yazîd, 102 (720/721)’de kar­ deşi Hişâm’ı ve ondan sonrada oğlu V alîd’i veHahd tâyin etti ( î b n al-Aşîr, V , 9 * ). Valîd ’in gençlik yıllan amcasının sarayında geçti. Hocası cAbd al-Şamad ’in, onun, devrinin ileri gelen şâir­ leri arasında yer almasında hissesi büyüktür. Hi­ lâfet sarayında, çeşitli baskılar altındaki gençlik yıllan, pek mesud geçmiş sayılmaz. Küçük yaşta velıahd tâyin edilmesinin verdiği güven, etrafındaki hafif-meşrep gurup tarafından takviye edilmiştir. Günlerini şarap île mûsikî ve şiirle geçirirdi. Halîfe Hişâm, onu ciddiyetten uzak bulduğu için, veiiahdlikten azletmek istiyordu. Fakat yerine veiiahd yap­ mak istediği oğlu Maslama’nin de, hemen hemen Valîd ile aynı karakterde olması, Ümeyye âîlesi men­ suplan ve devlet erkânının muhâlefeti ile karşılaş­ masına yol açtı. Veliahdlikten çekilmesi için yapılan baskılar da bir netice vermedi. Kendi tarafım tutan Maslama b. cAbd al-Malik 'in ölümünden sonra,



m



oturmakta olduğu Ruşafa ’yi terkederek Amman yakınında bulunan al-Âbrâk (veya al-Azrâk) ’a çe­ kildi (Tabarî, II, 1743; al-Agânî, V I, 103), Burada eski yaşayışım daha serbest olarak devam ettirme imkânına kavuştu. Amcasının ölümünü beldiyor ve bunu da açıkça söylemekten çekinmiyordu. Halîfe Hişâm, 6 rehıülâhır 125 (6 şubat 74 3 ) tarihinde vefât ettiği sırada, çölde bulunan Valîd *e amcasının Öİilm haberi, halifelik alâmetleri ile birlikte gönderildi. Valîd, bu haberi mûtadı üzre içki ile kut­ ladı. Biat merasiminin icrası için başşehir olan D i­ maşk’a gitti. Onun halifeliği ülkenin her tarafında büyük bir sevince sebep olmuştu. Valîd de amcasının biriktirmiş olduğu hazîneden herkese bol bol bağış­ larda bulunarak karşılığını verdi. Her tarafta maaş­ ları artırdı. İlk idârî icraat olarak Irak vâlisî Yûsuf b. eOmar ve Horasan valisi Naşr b. Sayyâr hâriç, bütün vâlileri ve merkez teşkilâtındaki yüksek dereceli me­ murları da değiştirdi. Bu arada Hişâm ’m ileri gelen adamlarını hapsettirdi (Tabarî, II, 1752 ). Düşman­ larından intikamı korkunç oldu. Veîiahdlikten azli husûsunda Hişâm ’ı destekliyen Mahzum oğulla­ rından İbrahim ve Muhammed işkence ile ortadan kaldırıldılar. Yine kendisinin veîiahdlikten azlini iste­ miş olan Abs kabilesinden aî-Ka'ka oğullan da aym âkıbete uğradılar ( îbn al-Aşîr, V , 264 v .d .). Valîd Dimaşk *ta pek fazla kalmıyarak al-Âb­ râk ’a döndü. Fakat önce olduğu gibi şimdi de için­ de kendisini mesud hissettiği muhitini, şâir, edip, muganni, muganniye ve tufeyli takımı teşkil ediyordu. İdâri işlerle ciddî ve devamlı bir şekilde meşgul olmuyordu. însanlan küçük görme huyunu asla terketmediği gibi umûmî efkâra da hiç ehemmiyet vermiyordu. Onun halifeliğinde Ali evlâdına karşı sert tutum devâm etmiştir. Hişâm zamanında B elh’te yaşamakta olan Yahya b. Zayd b. *AH, Valîd ’in halîfe olmasıyla tâkibata uğradı. Beyhak, Nişâpûr, Marv al-Rüd ve Cuzcân şehirlerine kaçtı ise de, neticede bir çar­ pışma sırasında öldürüldü ( Ya'kübî, Tarifi, II, 331 v.d.; Tabarî, U , 1770 v.dd.). Valîd devrinin en mühim vak’ası, hiç şüphesiz kendi hayatına mal olacak hâdiselere yol açan Hâl İd b. eAbd Allah alIÇasrî ’nin İdam edilmesidir. Halîfe Hişâm ’m ilk yıllarında Irak umûmî vâliliğine tâyin olunup (724 ), uzun müddet bu vazifede kalarak, 738*de vâlilikten azledilen Hâlid, Arap kabileleri arasındaki rekâbete katılmış ve Kaysîleri tutan selefi cOmar. b. Hubayra’nın aksine Yemenlileri desteklemiştir. Valîd, halîfe olduktan bir müddet sonra Irak umûmî vâlisî Yûsuf b, eOmar al-Şa^afi ’nin ısrarları karşısında büyük bir meblağ karşılığında H^hd ’i ona sattı. Hâlid’in amansız düşmanı Yûsuf, onu Küfe ’ye götürerek çeşitli işkencelerden sonra öldürttü (m u­ harrem 12 6 = teşrin I./II. 743; Tabarî, II, 1812 v.dd.; îbn al-Aşîr, V , 276 v.dd.).



298



VELİD II. - VELtD B, MUGtRE.



y s l i d ’in hunharca öldürülmesi Yemenliler ara­ sında halîfeye karşı umûmî bîr hoşnutsuzluğun doğmasına sebep oldu. Halîfenin yaşadığı sefîh hayat yüzünden başlatılan muhalefet, kısa zamanda büyüdü. Emevî tarihinde ilk defa Suriye ve Irak eyâletleri kısmen de olsa bir mes’elede birleşiyordu. Ümeyye âilesî arasından birçok kişi V a lld ’e karşı teşekkül eden muhalefet cephesinde yer alıyordu. Başlatılan hareket kısa zamanda umûmî bir isyan hâlini aldı, isyanın başına, halîfenin baha tarafından akrabaları olan Ümeyye ailesi mensupları geçtiler, iki oğlu­ nun cariyeden doğmuş olması ve her ikisinin de reşîd bulunmaması, Arap düşüncesine göre, devlet İdâresınde ehliyetsizlik alâmeti telâkki edilmesine rağmen, onları kendisine halef ve veliahd tâyin etmekle âilesini kızdırmıştı. Mukabil halîfe olarak ileri sürülen kar­ deşlerinden en harisi- Yazid b. Valîd b. eAbd aîMalik çok para dağıtarak adam kazanmağa çalıştı. Nutukları ve hareketleri ile dindarlan kendine çek­ meğe muvaffak oldu (Tabarî, II, 1837-1867). Tâ­ yin edilen zamanda Dİmaşk’a giderek taraftarları ile temâsa geçti; bir cuma günü, içinde silah depo edilmiş olan câmi *e girip, hiç bîr ciddî direniş ile karşılaşmadan me'murlan tevkif ettirdi. Ertesi gün Öğleden sonra da, Yazid, Dimaşk ’lılarm biatim kabûl etti. Ayrıca al-Âbrâk’ta oturmakta olan ha­ lîfe Valîd e karşı yeğeni °Abd aI~cAzîz kumanda­ sında 2,000 kişilik bir kuvvet gönderdi. Valîd, durumu Öğrendiği zaman yapacak hemen hemen hiçbir şeyi kalmamıştı. Sâdık adamlarının Hıms, Tedmür veya daha yakında bulunan kale­ lerden birine ilticâ teklifini önce reddetti ise de, son anda cAbd al-cAzîz ’in yaklaşmakta olduğunu ha­ ber alınca, çok uzak olmayan Bahrâ sarayına kaçtı. Yanında 200 kişi vardı. Çevreden yardım İçin gelen birliklere cAbd al~°Azîz mâni olmuştu. Bizzat mü­ câdeleye katılan ve cesâretle dövüşen Valîd bir müd­ det sonra herkes tarafından terk edildiğini görünce, kaleye çekilip, Osman gibi ölümü arzu ederek Kur ân okumağa başladı ve bu vaziyette katledildi (2 7 cemâziyelâhır 12 6 = 17 nisan 744 perşembe), Valîd zamanında ehemmiyetli sayılabilecek bir askeri harekete rastlanmaz. 125 (7 4 3 ) yılında 8izanslılar, Ziba$ra ’ya bîr sefer yaparak şehri tahrip ettiler. Bu akma karşılık olup olmadığı bilinmemekle berâber, Valîd de kardeşi al-Gamr b, Yazid ’i gazâ yapmağa memur etti. Ancak bu seferin nereye ya­ pıldığı ve neticesinin ne olduğu hakkında kaynak­ larda herhangi bir bilgiye rastlanmaz. O, yine aynı yıl içinde donanma kumandanı al-Asvad b. Bilâl ’i K ıb rıs’a karşı bir sefere memur etmiş ise de, bu seferden de zikre değer bir neticenin alınmadığı anlaşılmaktadır ( Tabarî, II, 1769; îbn al-A şîr, V , 274 ). Şahsî cesâretİ, elinin açıklığı ve şüre karşı duydu­ ğu yakın alâkası bilinen Valîd ’in, şâir olarak Emevî halîfeleri arasında ilk sırayı aldığı kabûl edilmek­



tedir ( Ağânî, V I, IO I). Devlet işlerini ciddîye al­ madığı için onlarla fazla meşgul olmuyordu. Gün­ lerini eğlence, İçkî âlemleri ve çölde avlanarak ge­ çirirdi. Acı bir kuvveti olduğu rivâyet olunur. Emevîler devri sivil mimarîsinin iki mühim eseri V a lîd ’in kısa süren halifeliği esnasında meydana getirilmiştir. Daha Hişâm sağlığında Kusayr *Amra [bk. mad. AMRE J adım taşıyan köşkü, büyük öl­ çüde genişletmiş ve halîfe olduktan sonra Emevî saraylarının en mühimi olan Mşattâ [ b. b k .} sara­ yını yaptırmıştır. Bibliyografya: Kitâb al-Ağânî ( Bu­ lak), V I, 10 1-141; al-Ya'kûbî, Târik (Beyrut, 1960), s. 33X“ 334î Tabarî (nşr. de G oeje), II, 1192,1740,1825; Mas'üdı, Mttrûc al-Zahab (P a ­ ris), V I, 1-17* Severus îbn aî-Mu^affa, Siy ar al-bayeat al-makflddasa (nşr. Seyboîd), Hamburg, 1913, s, 163 v.d.; J. Wellhausen, Arap devleti ve sukûtu (trc. Fikret Işıltan), Ankara, 1963, s. 166-175; Lammens, La Bâdia et la Hîra sous les Omaiyades, M F O B , IV, 108-III, ( Ha k k i D ursun Y ild iz .) ^ V E L tD B . M Ü G lR E . al -V A L İD B. al -M U Ğ ÎR A , b . cA bd A l l a h b . ‘ O mar b . M ahzum b . Y a l a z a b . M urra a l -K uraş I (5307-622?). Valîd, Kureyş kabilesinin Mabzüm boyundandır. Valîd ’İn, A bu Umayya (H uzayfa), Abü Huzayfa (M uhaşşim ), Hâşim, A bü Rabi'a ( cA m r), A bü Zuhayr (T am im ), Uidâş, Zuhayr, tJafş, Fâkiha, eösmân ve eA bd aî-Şams adlarında kardeşleri vardı. Annesi: Şaljr bint aî-Harîş b. *Abd Allah b. eAbd al-Şams’dîr. Mekke yi iskân edilebilir bir hâle getirip Kureyşlilerî buraya yerleştiren Kuşayr ile, Zemzem kuyu­ sunun yerini keşfeden eA bd al-Muftalib ’den son­ ra, Valîd b. Mugîra âilesı M ekke’nin en sayılı ki­ şilerinden idiler. Bu husus onların Mekke ’nin asil âileleriyle evlilik bağları kurmalarından da bellidir. Valîd’in bize kadar gelen ilk mühim işi, Ka’~ be ’nin tâmiri dolayısıyla zikredilir. Nitekim 590 senelerinde yanan Ka'be ’nin yeniden yapılması için Mekkeliîerden para toplanırken, Valîd b. Muğîra’nin halka hitaben, "K a ’b e ’nin yapılışında kazancınız­ dan helalini sarfedin, riba ve zulüm yolu ile alınan parayı bu işe karıştırmayın” dediği bildirilmektedir (b k . îbn Hişâm, trc. I, 1x9). Bu tâmir sırasında Mabzüm boyuna, Ka'be ’nin mühim bölümlerinden biri olan Hacerü TEsved ’in bulunduğu köşe ile Yemen köşesinin inşası verilmiş; eski duvarları yık­ mak için ilk kazmayı da Valîd vurmuştu ( bk. göst. yer. ve Îbn al-Aşîr, Kâmil, 11,2 9 ; [ î A , mad. KA’BE ]).



Valîd, halka karşı adâletli davrandığı ıçİn " cA dl" lekabı ile anılırdı. Çok zengin olan Valîd, eskiden bütün Kureyşlilerm ortaklaşa gördükleri, K a’be örtüsünün her sene değişmesinden dolayı ortaya çıkan masrafı tek başına karşılardı. V alîd’in kardeşi Abü Umayya ( y uzay fa) b. Muğî-



VELİD B. MUGtRA - VENŞERÎSÎ. ra, Peygamber’in halası ^ î k a bint cAbd al-MuJtalib ile evli idi. V a lîd ’in otelci kardeşi Hâşim’in kızı Idantama, Halîfe Öm er’in annesi idi. V alîd ’in diğer bir kardeşi Hişâm, Kureyşlilerce çok sayılan bir kimse idi. Hişâm’ın km Uzayhir, Abü Sufyân b. Harb ’m karısı idi. Yine bu Hişâm ’ın oğullarından Abü Cabl ( cArtır) de Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden idi (bk. Nasab Kurayş, s, 3 0 i). Muhammed, Mekkeîileri açıktan açığa islâmiyete dâvet etmeye başlayınca onu bu fikrinden caydırmak için Abü Tâlib *e mürâcaat eden Kureyş ileri gelen­ leri arasında Valîd b. Muğîra de bulunuyordu. Valîd 'in, aynı zamanda şâir olan oğlu °Umârâ, daha sonra Kureyşliler tarafından eAmr b. aI-cÂş ile bir­ likte, Habeşistan’a hicret eden rriüslümanları Necaşî ’den istemek üzere elçi olarak yollanmıştı. Valîd b. Muğîra, islâmiyete karşı teşebbüslerinden netice alamayınca, muhalefete geçerek Peygamber ile münâkaşalara ve onu tezyife kalkıştı. Hattâ onun bir büyücü olduğunu yaymağa çalıştı. Bunun üze­ rinedir ki Karârı ’ın L X X IV , n - 3 ° , X V , 9°~94 , L X 1X , 40-42, L II, 29 âyetleri nazil olmuştur. Onun müşrik Mekkeliîer arasında aleyhine en çok âyet gelen bir kimse oluşu da şahsiyetinin ehemmi­ yetini gösterir. Valîd b. M uğîra’nin Hâlid, 'Umara, A bü I£ays, Katima, cAbd al-Şams, Hişâm ve Valîd adlarında çocukları olup, bunlardan Hâlid, *Abd al-Şams ve Valîd müsluman oldular. K m ân ’da (L X X IV , iz v.d. dâir tefsirler) Valîd b. Muğîra ’nîn zengin ve çocuklarının çok olduğu zikr edilir. îbn Hişâm ( trc. s. 236) ’m Valîd hakkında ve onun ağzından naklettiği şu kayd dikkate değer: ” Ben Kureyş kabilesinin büyüğü ve başı olarak bir kenarda kalayım da vahiy Muhammed ’e gelsin? Bu hususta Şaklf kabilesinden 'Umayr oğlu Abü Maseüd cAmr bile nasıl bir kenâra bırakılabilir. Biz ikimiz Mekke ve Tâif 'in reisleriyiz” ( Bu hususla ilgili âyet için bk. Kuran, X L I I I , 31 v.d.; ayrıca bk. Îbn al-Aşîr, Kâmil, 11,5^ ). Valîd’in zevcelerinden biri (H âlid b. V a lîd ’in annesi ) Lubâba, cAbbâs b. cAbd al-Muttalib ile Peygamber ’in zevcelerinden birinin kardeşidir. îbn Kutayba, al-Ma'ârif adlı eserinde Kureyş eşrafının san’at ve mesleklerine dâir kısmında Valîd b. M uğîra’nin haddad (dem irci) olduğunu yazıyor. Verdiği listede Kureyş kabileleri içinde Valîd ’den ve kardeşi Hâşİm ’in oğlu ve Abü Cahl’in kardeşi olan al-cÂş 'tan başka demirci bu­ lunmadığına göre bu sanatın, Mabzüm boyunun elinde olduğu anlaşılıyor (bk. al-Ma'ârif, s. 575 )* Valîd b. Muğîra, Hicret 'ten üç ay kadar sonra, dik­ katsizlikle bastığı zehirli bir okun açtığı yara te’siri ile doksan beş yaşlarında iken, en yaşlı Kureyşlİ olarak Mekke ’de öldü. B i b l i y o g r a f y a : Sıra (T ü rk. trc. I. Haşan ve N . Çağatay, Ankara, 1971, bk. indeks;



İ99



Îbn Sacd, f'abakât ( nşr. E. SacKau ), Leiden, 1940, indeksi T abarî, Annales (nşr. de G oeje), indeks', îbn Kutayba, al-Maçârif ( Kahire, 1950), s. 551, 575; Azralçî, Afbâr Makfa (Beyrut, î 969 )> 1, 15 9 ,16 1 v.dd., 174; Mabrizî, îmtâ... ( Kahire, I 94 i ) , I, 23; îbn IJazm, Camhara (K ahire, 1962), s. 144 ,147 v.d., 237 ; îbn Vazife, Târik al-Ya'kübi (Necef, 1358— 1939), II, r8; Îbn al-Aşîr, al-Kâmil (K ahire, 1349), II, 29, 42 v.d., 48, 52; ayn, m il, Usd al~ğâba (Tahran, 1375), V , 92 ; Mus'ab aî-Zubayrî, Nasab IÇurayş ( Kahire, 1953), s. 300 v.d., 322 v.d., 424; Dİyarbakrî» Tarif ahfamts (Beyrut, 1283), I, 299, 386, 403 v.d., 405; Kastalânî, Mavâhib ( Türk, t r c .) , İstanbul, 1315, I, 39 ve tür. yer.; Zahabî, Tarif al~î$lam (Kahire, 1357), 11,43,89; Müneccim-başı, Ş a fâ 'if al-afbâr (İstanbul, 1285), I, *9, 89 ,133; Neşet Çağatay, İslâm öncesi Arap iarihi ve Cakİliye çağı (Ankara, 19 7 i3 ), indeks. (N eşet Çağatay.) VENŞERÎSÎ. AL-VANŞARİSI, Garbi Cezayir­ ’ in dağlık sâhasmda Vâd! Şalaf ( C h â i f ) ’in cenûbunda olup, modern coğrafyacılarca bozuk imlâ ne­ ticesi Ouarsenis olarak bilinen, Vanşaris ’ten nisbe. 1. A bü ’ l - 'A b b a s A hmad b . Y a h y a b . M uham med b . cA b d a l -V â h îd b . cA U al -T îlîm SÂN i AL-VAn ş ARİSİ. Magrib ’in meşhur bîr Mâliki fakîbi olup, Tlemsen 'de doğmuş, îbn Marzük ®î* K aflf al-Abu ’I-Fazl Kârim al-'Ufebanî gibi meşhur bocalar tarafından yetiştirilmiştir. 874 (14 6 9 ) ’te Tlemsen hükümeti ile aralarında çıkan teferruatını bilmediğimiz bâzı anlaşmazlıklar neticesinde, doğ­ duğu şehrî terk ederek Fas *a gidip yerleşmiş, orada kendini tedrise vakfetmiş ve pek çok talebe yetiş­ tirmiştir. ömrünün büyük bir kısmını geçirdiği şimâlî Fas ’ın merkezînde, 914 (1508 ) ’te 80 yaşında iken vefat etmiştir, Abmed al-Vanşarîsı’nin en mühim eseri çok ha­ cimli bir fetva mecmuası olup, "Kitâb al-mİ'yar al~muğrib va ’l-câmic al-ma'rib eamma tazammanahu fatâvî 'ulama3 Ifrıfİya va'l-Andahs va'l-Mağrib ismini taşır. Bu eser Şimâlî Afrika ve müsluman Ispanya fakîhlerinin navâzil külliyatıdır ve hukukî bakımdan olduğu kadar, içtimâi yönden de bol mikdarda çok kıymetli malzeme İhtİvâ eder. Eser, h. 13 1 5 ’te Fas’ta taşbasmasiyle 12 cilt hâlinde ba­ sılmıştır. Kısmî bir tercümesi E, Amar tarafından neşredilmiştir ( Consultations Juridigues des fakihs da Maghreb ( A, M ., X II, Paris, 1890). Abmed alVanşarîsî ’nin hal tercümesini yazanlar, eserleri arasındaşunlan da zikrederler: I, Kitâb al-fcPik U ’l-vaşâ'ikl 2, h â li al~ma$Slik ilâ kat}âeid al~imâm Mâlik; 3- îbn al-kîâcİb î b. bk. ] ’in al-Muhtaşar ’ına 3 ciltlik bir T a 'lif ’İ; 4, al-Fiştüîî’nin al-Vasâ3ik ’İne yazdığı b îr’ şerh; 5. Hocalarının kısa hal tercümeleri Üstesi {fahrasa). B i b l i y o g r a f y a : Afemed Bâbâ, Nayl



300



VENŞERtSÎ - VERÂMİN.



al-ihühâc, Fas baskısı, s. 74; îbn aMp&î, Cazvat al-İhtilas, Fas baskısı, s. 80; îbn 'Askar, Davhat al-naşir, Fas baslası, s. 37; îbn Maryam, alBustân, Cezayir, s. 53; trc. Provenzaîi (Cezayir, I 9I° ), s. 57; Muhammed b. Ca'far aî-Kattânî, Sahat al-anfas, Fas baskısı, II, 153; Brockelmann, G A L , I I , 248; M . Ben Cheneb, Etudes



sar les persotmages menttonnis dans l ’icaza du cheikh Abâ al-Kader el-Fasy, § 7 1; E. Levi Provençal, Les Manascrifs arabes de Rabat (Paris, 19 2 1), s. 70, nr. 217, I I . Abu Muhammed c Abd al-Vâhîd b. Ahma» b. Yahya b. 'Alî al-VahşarIsî al-Zanâtî AL-FÂSÎ, yukarıdaki zâtın oğîtı, Fas ’lı fıkıh âlimi olup burada müftülük ve hocalık yanında kadılık da yapmıştır, önceleri babasından, sonra da Fas ’m merkezindeki belli başlı âlimlerden ders görmüştür. H ü r mizacı ile şöhret bulmuştur. Meselâ, birgün açık havada bayram namazı kıldırırken Merîni sultanı namaza geç kalınca, sultanı beklemeden namazı başlatmaktan çekinmemişti. Sâdîlerin F a s’ın merkezini zaptetmelerine takad­ düm eden karışıklıklar sırasında, şekavetin cezasız kaldığı bir devrede, o da ]£arav!yîm camii ’nin kapılarından birinin eşiğinde zilhicce 955 ( I5 4 ° ) sonlarında şehid edildiği zaman 70 yaşlarında idi. Fıkha dâir birçok eser bırakmıştır. Bihliyograjya : Ahmad Baba, Nayl al-ıbtihac, s. 168; îbn 'Askar, Davhat abnâşİr, s. 4 1; al-Ifranî, Nazhat al-hâzî (nşr. Houdas), metin s. 32, tercüme s. 6 r; Mu^ammad b. Ca'far aî-Kattânî, Salvat al-anfas, II, 146; Ben Cheneb, icaza, § 292; E. Levi Provençal, Les Hisiorims âes Chorfa ( Paris, 1922 ), s, 89. ( E , Levi Provençal.) V E B A M IN . V A R A M lN , Varâmîn veya Varâm (bk. Ysküt, Mtfcam, İV, 918). T a h r a n * m 60 k m , (Y â k ü t’da 30 m il) c e n û b - ı g a r b i s i n ­ d e b i r ş e h i r o l u p b u g ü n k ü H vâ r - v a V a r S m î n ' i n k a z a m e r k e z i d i r . Caca-rüd nehrinin kollarının suladığı Varâmîn Ovası Tahran bölgesinin tahıl anban olarak telâkki edilir. Şehir, Rey 'den H vâr ( Kışlak yakınında ) ve Simnan üze­ rinden Horasan'a giden büyük yolun cenûhundadır (bk. îbn Hurdâ/bih, s. 22; Suîtâniye-Horasan yolu yalnız Moğul devrinde Rey-Varâmîn-Hvgr güzergâ­ hım takip ediyordu; Nazhat al-îıalüb, s. 17 3 ). Di­ ğer taraftan IX.-X. asırlarda R ey'in Isfahan ve Karac î bk. mad. SULTANÂBÂD1 ’le olan irtibatı Varâmîn üzerindendi. Yâküt ( IV , 9*8 ), Varâmîn 'i. Rey'den İsfahan'a giden münâkale yolu üzerinde gösterir. ■ Yol, şarka doğru bu kıvrıntıyı, şüphesiz tuz gölü hâlini almadan önce, muhtemelen bir tuz çölü olan plavz-i Sultân ’m çultur bölgesine girme­ mek için yapıyordu. îsÇabrî (s. 209), Varâmîn’in Rey'e bağh olduğunu söyler; ancak onun İsfahan yolu üzerinde olduğunu



söylemez. Yalnız Ouseley *in el yazmasına ( B G A , IV , 4 14 ) sonradan yapılan bir ilâveden, Varâmîn ’İn büyük bir pazara sahip olduğu anlaşılıyor. Rey 'den Varâmîn ’e sâdece iki fersah genişliğindeki ekili yerin dışında bir menzillik mesâfe vardır. Varâmîn 'den Dayr al-Ciss ( Tomaschek *e göre Küh-i Gâc ’m cenûbunda ) ’e doğru çölün içinden geçen bir menzil­ lik mesâfe hesap ediliyordu. Bu çöliin karşısında bu­ lunan Kargasküh ’tan yol ve Kum ’a gidiyordu. îsfahan-Rey yolundan Varâmîn'e, oradan da Nevbihâr (b k . Yakut, V , 8 17 ) adlı bîr köye geçen meş­ hur Büveyhî veziri îbn A bbâd’m bu seyahatiyle alâkalı notlarda Varâmîn’den ” şehir gibi bir köy” diye bahsedilir. Mu^addasî ( s . 494 ), K.skâna üzerinden Varâmîn ’in R e y ’e 2 merhâle, A v a ’den Karac ’e ise 6 merhale uzaklıkta olduğunu söyler ( [bk. mad. SÂVE]; krş. bilhassa Tomaschek, Dte IVege durch die persîsche Wü$te, Sttzangsher. Wien. Akad., phil. hisl. Classe 1885, C V 1I 1, 125 v, d d .). Varâmln’ in kâin olduğu yer, husûsiyle eski devir­ lerde zikredilmemişe benziyor; fakat büyük Rey şehriyle [b .b k .] Hvâr (eski xwpuvû, xoapuvû; krş. Markvvart, Südarmenien, Wien, 1930» s. 4 1 0 ) şehirleri arasında zirâat bakımından gelişmiş bir bölge teşkil etmiş olmalıdır. Kendisine bölgenin terferruatlı bir haritasını borçlu olduğumuz teğmen Pezard, kaybolmuş bîr şehrin izlerini bulmamış ise de, Tapa-M îi’de 3-4 metre derinliğe kadar yapılan kazılar, Sâsânflere âit yıkıntıların gün ışığına çıkmasına yaramıştır. Tahran ile Varâmîn arasındaki derin tabakalarda çok eski bakiyyeîerin olduğundan hiç şüphe yoktur; öyle görülüyor ki Pezard ’m haritasında Asiyâbâd’ın şimâlinde gösterilen Tapa-MII, Morosov ’un son zamanlarda Tahran ’ın 25 km. uzağındaki l£alca~yi Nav ’in cenûbunda Afrâsiyâb ’m merkezi adiyle tanıttığı yer olsa gerektir ( bk. Reoae des Arts Asiatiques, Paris, 1931, s. 20 v. dd.). Varâmîn, Selçuklular, Moğulîar ve Timurluîar devrinde büyük bîr şöhrete kavuşmuştu. Rey böl­ gesinin idâresi ve iskân merkezleri tarihi hakkında elde kesin deliller yoktur; fakat Rey ’in parlak dev­ rinde Varâmîn’de birçok mühim yapıların yük­ seldiği görülür. R ey’ in Moğulîar tarafından tahribi, hâdiselerden daha az müteessir olan Varâmîn ’in yükselmesine yardımcı olmuştur. R e y ’den sonra. Tahran [b .b k . ] ’m Varâmîn üzerinde üstünlük sağlamasına kadar mühim bir zaman geçmiştir. Nazhat al~hulüb ’da Varâmîn, Rey tum an’ınin merkezi olarak gösterilmiştir (740 = 1340 ). İklimi Rey'inkinden çok daha iyidir. Varâmîn’de tıpkı R e y ’deki gibi pamuk, buğday ve meyve yetişir. Halkı şıa mezhebine mensup olup, kibirlidir. 1405 *te Clavijo (nşr. Sreznevski, s. 350) Varâ­ mîn (V a ta m i)’i, surları olmayan ve büyük bir bö­ lümü gayr-ı meskûn bir şehir olarak anlatır. Bugün Aîi-Allah mezhebine silik Türk kabileleri bölgesin­



VERÂMÎN - VERKÂ’ deki şiîlik duygusu eski Varâmîn sâkinlerinin şiîlik İlişlerinin bir İn’ikâsı olarak kabul edilebilir (bk, Minorsky, Notes sur les Aide Haqg, R M M , 1920,



âöî



lunan b a r â b e l e r . Yâküt ( M u * ca m , nşr., Wüstenfeîd, IV, 922 ) Varkâ ’yı, Kaskar bölgesinde veya Zavâbi kazâsmda, Cenûbî Bâbil ’in Zâb denilen her iki Fırat kanalı sahasına tabî bir yer olarak gösterir X L , 48, 6 3 ). Abideler: Pezard, Varâmîn civârmda 18 eski yapı­ ( krş. Streck, B a b y lo n im n a ch den arab. G eog raph ,, nın varlığından bahseder. Bunlar arasında, Pezard’m Leiden, 1900, I, 32; G . L e Strange, T h e L a n d s "büyük bir eski eser” olarak değerlendirdiği kare o f th e Eastern C a lip h a te , Cambridge, I9°5, s, 37, şeklindeki mühim bir kale olan Kal°a-yi Gabr başta 7 3 ). İslâmî bir rivayete göre, İbrahim ( İ n c il ’dekî gelir ( Sarre ’ye göre, X I. asır ). Ayrıca cAbd Allah, Abraham), Varkâ5 ’da doğmuştur ( bk. Yâküt, IV, Sayyld A zîm , Yahya ve CAİÎ gibi imam-zâde adı 922,u v.d.; ve krş, Loftus, s. î 6 r v.d .). Bunun ile bilinen birçok türbeler de vardır. yanı sıra ayrıca daha pek çok yer İbrahim ’in doğum îç tezyinatı 661 (1 2 6 2 )'den kalma olduğu halde, yerİ olarak zikredilmiştir. Sayf b. cöm ar ’in K it â b Sarre, Imam-zâde Yahya’nın stilini, 557 ( 1 1 6 2 ) al-Futüh 'unda da haber verdiği gibi ( bk, Yâjtüt, tarihli Nahcivan kulesinin stiline benzetmektedir. IV, 922,2s v.d. ), Sâsânî İmparatorluğu ’na karşı Dikkate değer en mühim eser, Sultâniye [ b. bk. ] İslâm seferleri başladığı zaman, Arap kabîle men­ türbesi yanındaki Ulu câmidir. Bu câmi ( yasan b.) supları ile Îranlıîar arasındaki ilk hasmâne çarpış­ Mubammed b. Muhammed b. Manşür al-l Rak’a kaçıp A b ü 'AH b. rac vâlisi Tmâd aî-Davla 'A lî b. Bûya baş kal­ M uhtacı Taberistân ’a yeni bir sefer tertibine teş­ dırarak, İsfahan’ı ele geçirdi. Merdâvic, kardeşi vik etti. Bu sefer neticesinde Vaşmgîr, yeniden Vaşmgîr ’i büyük bir ordu ile 'A lî ’ye karşı gönderdi. Sâmânîler’e tâbi oldu. Berâberinde Haşan b. Fî'A lî ise, İsfahan’ın haracını aldıktan sonra A m ­ rüzân olduğu halde Horasan ’a dönmek üzere Tabe­ can *a çekildi. Vaşmgîr, Isfahan ’a hâkim oldu ( 3 2 1= ristân’dan yola çıkan Abü 'A li, Samanı emîri Naşr 933 ) ise de, halîfe al-îfâhir, şehrin boşaltılmasını I I . ’m ölüm haberini aldı (3 3 1= 9 4 3 ). Haşan b. istedi. Merdâvic, halîfenin bu isteğini kabûl ederek, Fîrüzân, yanma sığınmış olduğu 'A b ü 'A lı ’ye iha­ kardeşi Vaşm gîr’e İsfahan’ı halîfenin murahha­ net edip, baskında bulundu ve sonrada Cürcân’ı sına teslîm husûsunda talimat verdi. Fakat kısa İşgal etti. Muhtemelen hu karışıklıktan istifâde bir müddet sonra al~Kâbir ’in halifelikten uzaklaş­ eden Vaşmgîr, Rey şehrini ele geçirdi, Ancak bu­ tırılması, tekrar şehrin M erdâvic’in idaresine gir­ radaki hâkimiyeti kısa sürdü: Rukn al-Davla Ha" mesine yol açtı ( cemâziyeîevvel 322=nisan/mayıs san tarafından buradan uzaklaştırıldı ( 33* = 943 ). 9 3 4 ) - Merdâvic, Türk köleleri tarafından öldürü­ Taberistân ’a döndüğü zaman Haşan b. Fîrüzân lünce (32 3 = 9 3 5 ), Vaşmgîr, kardeşinin defn edil­ tarafından mağlûp edilen Vaşmgîr, önce Bâvandiği R e y ’de ahâli ve ordu tarafından hükümdar dî ’lerden Ispehbed Şahriyâr ’ın, daha sonra da Sâ­ mânî emîri Nüh b. Naşr ’ın yanma kaçarak istiklâ­ ilân olundu. M erdâvic’in ölümü, Ziyârîler’în düşmanlarını lini kaybetti. Ancak emîr N ü b ’un yardımım te­ harekete geçirdi. Sâmânîİerden Naşr b. Abmed, H. min eden Vaşmgîr, A bü 'A lî ve Manşür b. Karadaha önce kendi hânedânına tâbi bulunan toprak­ tegin kumandasındaki Sâmânî ordusunun desteği ile



müze kadar gelmeyen bu eserin muhtevası Yahya b. 'A dî ( ölm. 364=974 ) ’nîn bir reddiyesi ( G A S, I , 620; Paris, Bibliothbçae Nationale, Catalogııe des manuscrİİs arabes, nr. 167; 1,248 var., [ h. VİI. asır]; nr, 1Ğ8, 11, 285 var. [h. X . asır]) sayesin­ de bilinmektedir. Onun al-Mas'üdî ’nin eserinde kaydettiği ve ta­ rihini 247 ( 8 6 1 ) olarak verdiği vefatı, Maniheizme olan taraftarlığı yüzünden, bir Ölüm cezâsı sonrası vukûa gelmiş olmalıdır. 'A bd al-Rahmân al-'Abbâsî, K , mcföhid al-İanşîş ’ınde ( Bulak, 1247, I, 7 7 ), al-Varrâk ’m vefatına kadar hapiste kaldığı­ nı da kaydetmektedir ( ayrıca krş, C , Cople, An~ passung..,, s. 90). B i b l i y o g r a f y a : al-Mas'udî, Murüc al -zalıab, V , 474; VII , 236 v.d.; al-fjayyat, K . alintişâr ( nşr, H. S. N yberg), Paris, 1957, s. 73, 108, n o , v.d.; îbn al-Nadîm, al-Fifarİst, s. 338; al-Şahristânî, K . al-mtlal va 'l-nifaal ( nşr. Wil~ liam Cureton), Leipzig, I 923 î ayn. mîL, Religions partheien tmd Philosophenschalen (trc. Th. Haarbrücker), Halle, 1850; tbn Idacar, Lisân al-mhân, V , 412; Carsten Coîpe, Anpasmng des Mânİchaİsmus an den İslam İZ D M G), 1959, I09, 82-91; Fuat Sezgin, G A S , I, 620; E I , mad.



m Cürcân *ı tekrar ele geçirdi ( safer 333— eylül/teş­ rin I. 944) ise de, Büveyhîlerin desteğini sağlayan I^asan b. Fîrüzân karşısında burayı muhafaza ede­ medi. Bununla beraber Vaşmgîr 335 (9 4 7 ) yı­ lında büyük bir Sâmânî ordusunun yardımı ile Cür­ cân ve Taberistân *1 tekrar zabt ederek yasan b. Fîrüzân ’ı bu bölgeden uzaklaştırdı. Ertesi yıl Rukn al-Davîa yasan, Cürcân ve Taberistân ’a tekrar Hâkim oldu. Bu defa Gîlân ’ m 'A levî emîri Abu *1FazI al-Tâ^ir ’e sığman Vaşmgîr, Büveyhîîer ile mücâdelesinde Sâmânîlerin desteğine güveniyor­ du. Sonraki yıllarda Cürcân ve Taberistân birçok kere el değiştirdi. Sâmânî emîri Nüh 'un 342 (953 )*de Abü 'A lî ıdâresînde bir ordu göndermesi üzerine Vaşmgîr, Cürcân ’da A bü *AH ’ye iltihak etti. Rukn al-Davla yasan, bu ordu karşısında mukavemet edemeyeceğini anlayınca fabarak kalesine sığındı. Neticede Abü 'AH ile Rukn al-Davla arasında bir sulh yapıldı ise de, Vaşmgir’in A bü 'AH 'yİ Büveyhîlerle işbirliği yapmakla itham etmesi üzerine, bu anlaşma emir Nüh tarafından reddedilerek Abü 'A lî Horasan vâliliğinden azlolundu. Bu sebeple Abü 'A lı İsyan etti. Emir Nüh tarafından A bü 'A li ile savaşmak için gönderilenler arasında Vaşmgîr de bulunuyordu. Abü 'AH de Büveyhîlere sığındı. Nihayet 344 ( 9 5 5 ) ’te Sâmânîler ve Rukn alDavla arasındaki anlaşmazlığa son veren sulha gö­ re, Rukn al-Davla Taberistân ’dakî Ziyâri’lere (yâni Vaşmgîr) tecavüz etmeyecekti. Fakat bu sulhun uzun sürmediği Vaşmgir’in, 347 ( 95^ ) ’de kısa bir süre için de olsa, Rukn al-Davla ’nın merkezi Rey ’i zapt etmesinden anlaşılıyor. İki yıl sonra ise Rukn al-Davîa yine kısa bir süre Cürcân *1 zabt etti. Buveyhîler 351 (9 6 2 ) ve 355 (9 6 6 ) yıllarında geçici olarak Taberistân ve Cürcân ’ı işgal etmişlerdi. Nihayet Sâmânî emîri Manşür b. Nüh tarafından Rukn al-Davla Haşan’a karşı büyük askerî hazır­ lıklar yapıldı. Sâmânî kumandam Muhammed b. İbrahim b. Simcür, seferin başkumandanı olacak olan Vaşmgîr ile Cürcân ’da birleşti. Lâkin bu sefer sona ermeden Vaşmgîr muharrem 357 ( kânun I. 9 6 7 )’de (M iskavayh’e göre I muharrem=7 kânun I. 9Ğ7; GardîzTye göre ise, 356 yılı zilhicce ortası = 2 1 teşrin II. 967) av sırasında bir yaban do­ muzu tarafından öldürüldü. Yerine oğlu Bîsütün geçti. Vaşmgîr muktedir ve iyi bir hükümdar olarak ün kazanmıştı. Bu sebeple Ziyârî hânedâm onun ölümünden sonra Vaşmgîr hânedâm olarak da isim­ lendirilmiştir. Hayat hikâyesi ve aslen Merdâvic tarafından zabt edilen bölgelere hâkim olamayışı gözönüne alınırsa, onun muktedir bir kumandan olmadığı anlaşılır. B ib liy og ra fy a : îbn Miskavayh, Tacarib al-Umam (nşr. Margoliuth, I- II) ; Ibn îsfandiyâr» History o f Jabaristân ( îng. trc. E. G. Browne, s. 217-225 ); Ibn al-Aşîr, al-Kâmil ( nşr.



İslâm Ansiklopedisi



Tomberg, V I I I .) ; £ahîr al-Dîn, Târlfr falar ıs­ tan (nşr. D o rn ); Gardîzî, Zayn al-Afrbâr (nşr. 'A b d aî-Hayy Habîbı); Mîrhvând, Kavzat alŞ a fa , IV ; S. Lane-Poole, Ortental Coins m tfıe Brittsk Museum, III, 10 v.dd,; C I. Huart, Les Ztyarides, dans Memoires de L ’Academİe des inseriptions (1922), X L II, 377-384; E. Denison Ross, On three Muhammadan Dynasties in Northern Persia, Asla Majör, II, 205-225; V . Minorsky, La dominaüon des Daüamİtes ( Publ, de la Sec. Etades Iranİermes, nr. 3 ), Paris, 1932; 'Abbâs ik ­ bâl ÂştiySnî, TarJh-i Mufaşşal-İ îran, 13472 hş.; W. Madelung, The Minör Dynasties o f Northern Iran ( Cambridge History of Iran, IV), Cambridge, ^975» s. 198-249; H. Busse, Iran Under the Büyids, s. 250-304; bk. E l mad. VAş m g İr, b . Zî y â R. VEŞŞÂ. b. A hmed



( E. M e r ç îl .) VA ŞŞÂ 3, A bu ’l -T a y y Ib M uhammed b . Is h â k b . Y a ^ y â al -N a h v î , IH.



( I X . ) asrın İkinci yarısı ile IV. ( X , ) asrm başlannda Bağdad’da yaşamış b i r e d i p ve n a h i v â l i m i . Onun Ibn al-Vaşşâ diye tanınmış oldu­ ğuna dâir K . al-Amâb ’ta (nşr. Margoliouth, var. 584 ) görülen ve daha sonraki eserlerde de ( bk, msl. Rayhânat al-adab, V I, 318) rastlanan rivâyet, oğ­ lu ile karıştırılmasından ileri gelmiş olmalıdır. Ni­ tekim Yâküt aî-Hamavî, ” Onun Ibn al-Vaşşâ3 diye tanınan bir oğlu vardır” kaydıyla bunu açıklığa ka­ vuşturmaktadır. Hayatı hakkında fazla birşey bilinmemekle berâber, al-Vaşşâ3 ’m ömrünün büyük bir kısmım Bağ­ dad ’da geçirdiği anlaşılıyor. Kaynaklarda geçen ismi, kendisi ve âilesi hakkında fazla bir ipucu ver­ memekle birlikte rivayete göre, ibrişimden yapılan elbiseleri satan kimse mânasına gelen al-Vaşşâ3 lekâbı, onun böyle bir sanatla ilgİIİ olduğunu ha­ tıra getirmektedir. Aralarında aî-Sam'ânî ve al-Yâküt da olmak üzere, kaynaklar, al-Vaşşâ3 ’m hocaları arasında büyük Arap dil ve edebiyat âlimlerinden al-Mubarrad ile al-Şa'âlîbi’nin olduğunu kaydederler. Bu arada da diğer hocaları arasında 'A bd Allah b. A bı Sa'd alVarrâk, Ahmed b. 'Ubayd b. Nâşih, Muhammed b. Ahmed b. al-Nazr al-î£udaymî ( bk. Tarif} Bağdâd, I, 253) ve al-hJâriş b. Usâma de ( bk. Mtfcam alUdaba>, V II, 132 ) zikredilmektedir. Bu üsteye, bu­ gün elimizde bulunan K . al-Muüaşşâ3 ’mda, ken­ dilerinden hadîs, adab ve şiir sahasında rivâyetlerde bulunduğu kimseleri katmamak daha uygun ola­ caktır. Zîrâ ilerde eserlerinden bahsedilirken de gö­ rüleceği üzere, bunlar onun olgunluk devresinde kaleme aldığı hu te’lîfinde, dolayısıyla kendilerinden bahsettiği kimselerdir. Ancak onun hocaları arasında babasının da bulunduğu unutulmamalıdır; zîrâ adı geçen eserinde babasından naklettiği ( bk. msl. 184 ) hadîsler de bulunmaktadır. F .2 0



30Ğ



VEŞŞÂ - VETO.



Zamanla devrinin en önde gelen edipleri araşma girdiği anlaşılan al-Vaşşa8 ’dan rivâyet edenler ara­ sında al-Mu’ tamid cala9Allah’ m annesi Lfallâfe ’nîn câriyesi Munya (al-Kâtiba, bk. înbâh, 10 , 6 ı ) d e vardır (b k . Tâid) Bağdâd, 1, 253 v.d.; ayrıca krş. înbâh, III, 61 v.d.;). Y â k ü t’un al-Vaşşâ9 ’dan bahsederken "Ahları" tâbirim kullanması, onun kitaplarının muhtevâsı dikkate alınınca daha da iyi anlaşılır. Gerçekten de kaynakların hemen hepsinin “ Güzel tasnifler sahibi” diye bahsettikleri al-Vaşşâ9 ’m, İslâmî edebiyatın adab, nahiv, lügat ve tarih gibi birbirinden farklı sâhalarrıyle meşgul olduğu görülmektedir. Onun Arap nahvine dâir K . Mufytaşar f i 'bnahv, K . abcâmF fıl-nafo) adlı eserleri bize kadar gelmemiştir. Bu meyanda mütâlâa edilebilecek K . f i 'l-makşür va'bmamdüd 'unun bir nüshası Lâleli Kütüphânesî (nr. 374° , bk. G A L , SuppL, I, 189; M O , VII , 1 0 7 ) ’nde bulunmaktadır. K . al-Muzakkar va 'l-mıfannaş ’i (b k . al-Fifyrist, 85; Mtfcam abudalâ*, VI I , 133î înbâh, III, 62; N . M . Çetin, Arapça'da Kelime­ lerin Müzekkprltk ve Müenneslik Keyfiyetine Dcdr Müstakil Eserler, Şarkiyat Mecmuast, I, 89-119, nr. 16 ) ile hâlen elimizde bulunmayan K . al-Firak'1, K . Halk abınsan '1, K , Halk ab Faraş ’i ve K . alMu§allaş'i lügat sâhasındaki çalışmaları ile ilgili görülmektedir. O , “ Abbârl” rıisbesini, içinde, III. ( IX.) asırda ve bilhassa Basra ’da görülen Zenc I b. bk. î hare­ ketinin Önderine dâir haberleri topladığı anlaşılan K . A lla r Şöbib al-Zanc ’den ziyâde, K . A lla r al-muiazarrifât ’ı ile kazanmış olmalıdır. İçinde zo­ raki zariflerin tarihçe ve durumundan bahsettiği tah­ min edilen bu eser de, maalesef elimizde değildir. al-Vaşşâ9, adab içinde mütâlaa edilebilecek bu son eserinin yanısıra, aynı mevzuda mâhiyetinin teshi­ rine isimlerinin de pek fazla bir vuzuh getirmediği K . al-Sulvân, Kitab abMuzahhab, K . Şilsİlet ab zahab, K . badüd ab itiraf abkabîr, K . al-Zahir va'bazhâr, K . Zahrat al-riyâz adlı eserlerde kaleme almıştır. İbn al-^iftî, bunlar arasında sonuncusunun bir nüshasını ele geçirdiğini söylemekte, ayrıca ese­ rin, müellifin kendi haltıyla, 10 cilt tutacak kadar hacimli olduğunu söylediğini ve bu eserin, al-Vaşşâ9 *m edebiyata dâir geniş ve derin vukûfunu gös­ terecek şekilde muhtelif manzum ve mensur par­ çalar ihrivâ ettiğini kaydetmektedir. al-Vaşşâ9 ’m şiirle ilgisi, K , abmuvaşşah, Ablar A l i Nuvâs ( bk. G A S , ÎI, 545 ) ve büyük bîr ih­ timalle al-tfanin ila 'baütân adlı eserlerinde görül­ mektedir. Tarihle ilgisini gösteren. mezkûr Ablar Şâbtli al-Zanc yanında siyâsî tarihe âit olduğu anla­ şılan Vaşâyâ* Mulidi al-cArap tmn aolöd abMalik îfabiân b, Hüd al-NalVsı de ( müellifi, hakkında ihtilaf olan bu eser için bk. G A L , SuppL, i, 189; G r i 5 , II, 532), hatırlatılmalıdır; bu sonuncu eser, 1332 ’de Bağdad ’da basılmıştır.



aî-Kiftî ’nîn beiâgata dâir kabul ettiği K . al-Fâzil ’m tam adı, Târlb Bağdâd ’ m nâşiri Muhammed Amîn al-blancî ’ye göre, K al-Fazl min al-adal alkâmil olup (bk. Târlb Bağdâd, I, 254), birer nüs­ hası İskenderiye Belediye Meclisi Kütüphânesî ile Kudüs ’te Hâlidiye Kütüphanesi ’nde bulunmak­ tadır (Ayrıca bk. G r i S , 0 , 82). Onun kaynak­ larda Tafrîc abmuhac va sabah al-üuşül ila 'l-farac ( diğer adı Sürür al-muhac ft rasâİ T ablâl, bk. Ratjbânat al-adab, V I, 318) şeklinde geçen eseri, bîr mektuplar mecmuası olup (müellif bu eserini K . atMuvaşşâ ’sında sâdece "Farac al-muhac" diye zik­ reder, s. 198 ), günümüze kadar gelmiş ve basılmış­ tır (Kahire, 1900; krş. G A L , 1, 124; bk. s. 189). Bugün için al-Vaşşâ9, daha ziyâde kendisinin adab ’e dâir görüşlerini öğrenmemize imkân veren eseri K , al-Muvaşşa* 'sı ile tanınmaktadır. al-Ififtî ’nin beiâgata dâir bîr eser diye târif ettiği bu kİtâb ( în­ bâh, III, 6 2 ) ’ın, diğer adı da K , abşarf va ’ bzurafâs ’ dır. Eserinin mukaddimesinde, kitabını edebîn mevzuları içinde, okuyucuda usanç uyandırmaya­ cak derecede muhtasar bir şekilde kaleme aldığım söyleyen ve bunu muhtelif vesilelerle tekrar eden (bk. msl, s. 159) müellif, edibin ihtiyaç duyduğu ve beğendiği şeylerden bahsettiğini (s . 4 ) kaydet­ mektedir. Esâsen kitabın ilk bölümü de edebin târiflerine ayrılmıştır. Sonraki bölümleri arasında dost seçimi, Allah uğrunda birbirlerini sevenlerin evsâfı, arkadaşlara karşı güler yüzlü davranış, mü­ rüvvet, vaatlere bağlılık, sır saklama, zarâfetın yolları, sevgide iffet, kontrolsüz arzu ve isteklerin frenlen­ mesi, zarif erkek ve hanımların giyim ve süslenmede­ ki davranışları, elmanın onların nazarında gördüğü kabûî, bu uğurda edip ve şâirlerin söyledikleri, Peygam berin de düşkün olduğu diş ve ağız te­ mizliği ( misvak) ile ilgili şiirler, edeb ve zarâfet sâhiplerinin mektuplarında kullandıkları İfâdeler, bitap şekilleri v.b. hatırlatıîabilir. içinde muâsın birçok edip ve şâirden rivayetlerde bulunan ve onun kuvvetini, hadîslere dayanan dinî bir ahlâk­ tan alan adab'e dâir görüşlerini de aksettiren K , al-Muvaşşâ? 'sının dikkate değer bir tarafı ise, müel­ lifin edebiyat tarihlerinde görülmeyen bâzı eser­ lerini de zikretmesidir. Nitekim bu arada onun K, abhass va'bhİşş (s . 4 6 ) ve K . abTuffâba (s . 180) ’si ile içinde gülün husûsıyetlerini dile getir­ diğini söylediği K . al-cikd (s . 180)’i görülmek­ tedir.



B i b l i y o g r a f y a : . M etin içinde göste­ rilmiştir. ( A . S. F urat .) VETED .



V A T A D veya V A T lD ( A . , c.



aviâd)



Ârûzda i k i s i h a r e k e l i b i r i s â k i n o l m a k üzere üç sessiz h a rfte n ıb â r e t ses ü n i­ telerin e



delâlet



eden



bir



ıstılâh



olup,



lügat mânası " k a z ı k ” tır. Kelim enin al-ftaKI ta­ rafından seçilişi, sabah ( " i p " ) , carüz ("ça d ırın orta



V E ÎE D direği)’*, mişrae ( "kapı kanadı” ) ısblâhîarımn da açıkça gösterdiği gibi, bayt al-şicr ("şiirine, nazmın beyti, evi” ) bayt al-şaer ( "kıldan ev, çadır” ) tem­ sili ile alâkalıdır.



V E 'V Â ,



m



V E ’ V Â . a l -VA ’V Â 3, A bu 'l -F arac M uhammed B. A h MAD AL-ĞASSANİ AL-D 1MASk I. Harndâmlerden Sayf al-Davla zamanında ( 324-356=935-967 ) yaşamış ikinci derecede b i r A r a p ş â i r i olup, al-yalîl, nazmın vezin bakımından ahengini büyük bir ihtimâlle 37° (980) senesinden sonra (kay­ te’min eden yapısını tahlil ve tedkîk ederken, bey­ naklar arasında îbn Şâkir al-Kutubl (ölm. 764— 1363) tin yazıh şeklini esas almıştı. Onun usûlünde naz­ ise, şâirin vefat yılı olarak 390=999 tarihini ver­ mın, bu bakımdan ayrılabilen en küçük unsurları mektedir f bk. Favât, II, 306]. Ancak Dİvön'mm mtıtabtarrik, ( "harekeli, yâni bir kısa sesli almış” ) nâşiri Sâmî al~Dahhan, hâmisi al-Şarîf aî-Akîkî ran veya sa/pn ( kapalı bir hece sonunda bulunan) ses­ 378=988 ’de vefatı üzerine şâirin herhangi bir siz harflerdir. Esasen Arap alfabesinde -biri hârîç- mersiye yazmayışım dikkate almak suretiyle, onun yalnız sessizlere delâlet eden harfler vardır. Dilin ölüm yılı olarak 370=980 yılını tercih etmektedir, yapısı göz önünde bulundurularak, harekeli ve [bk. Divân, mufcaddİma, s. 1 0 ] ) Şam ’da vefat et­ sakın harflerle yazıda müşâhede edilen bîr takım miştir. Şâirin al-Dimaşkî nisbesini, o sıralarda D ıses gruplaşmaları tesbit edilmiştir: ilki harekeli, maşk denilen Şam şehrinde doğduğu için mi, yoksa sonuncusu sakin iki sessiz harfe "hafif sebeb” ( al- bu şehirde yetişmiş olması ve kalması sebebiyle mı sabab al-bafif), birbirini tâkîben iki sessiz harfe aldığı pek bilinmiyor. Ancak, al-Zahabî'nin şâir "ağır sebep" ( al-sabab al-sofail), bu arada üç sessiz hakkında: "Şam ’m en iyilerindendir, devrinde harften meydana gelen ünitelere de "veted" ( va- Şamlılar arasında onun benzeri yoktur ‘ şeklîndeki tad) denmiştir. Vetedin iki çeşidi olup, ilk ikisi ifâdesine dayanılarak onun bu şehirde yetişmiş olabileceği düşünülebilir ( Sâmî al-Dahhân, Dî­ harekeli, sonuncusu sâkîn üç sessiz "birleşik ve­ vân, mufoaddima, s. 9 î al-KaVâîiib al-dutrîya, var. ted" ( al~üatad al-macmtf veya al-vatad al-ma^Tün ), 112B). Şâirin resmî şahıslara kasideler yazmcaya ka­ araları bir sâkinle ayrılmış iki harekeli sessiz "ay­ dar hayatım, devrinde yaşamış ve ilgilendiği mes­ rılmış veted" ( abvaiad al-mafrüfc) adını alır. So­ leklerden dolayı al-Raffâ3, al-Babzâ ve aî-Habbâz nuncusu sâkin olmak üzere dört ve beş sessiz har­ lekabîan almış bâzı şâir ve edipler gibi, çalışarak fin birleşmesinden hâsıl olan gruplaşmalara da kü­ kazandığı, ancak onun, küçüklüğünden beri şiire çük ( suğrâ ) ve büyük ( kubrâ ) fâşila 1 b. bk.] den­ ilgi duyduğu ve boş vakitlerini ‘ Umar b. RabPa, mişse de, bunları, sebeplere ve vetedlere ayırmak Îbn aI-Muetazz, Abü TammSm ve aî-Mutanabbî da mümkündür. (aş. b k .) gibi şâirlerin divanlarıyla meşgul olduğu Sekiz ana te f ilenin ( al-uşûl) ve bunlardan tü­ anlaşılmaktadır. reyen çok sayıda cüz ’ün ( al-farüc) bünyesi, bu Arap âlimleri, umumiyetle onu Sayf al-Davla ’nin gruplaşmalara dayanır ve bunlarla tahlil ve îzâh sarayında yaşamış bir şâir olarak gösterirler. Ken­ edilir. Meselâ fâeilun bir hafif sebep ile bir birleşik disi Şam 'ı hiç terketmediğine göre, onun; bu hâmivetedden ( : fâSIun) meydana gelmiştir. Bu tefsiyîe 333 ( 945 ) veya 335 ( 946 ) ’te bu şehirde ta­ ’îîedeki sebep ve vetedin yer değiştirmiş şekli ise, nışması, kasidelerini ona, burada takdim etmiş olması fakülün ( faeü-lun) ’u verir. Mustaf°iltınt iki hafif muhtemeldir (S a y f al-Davla’ye yazdığı dört kasi­ sebeb ve bir birleşik vetedden (: mus-taf-eilan ) hâsıl desi ve bir gazeli için bk. Dîvân, s. 16 ,2 4 ,2 8 ,1 2 5 , olmuştur. M aftâlâiu İse, yine iki hafif sebeb ve bir 220). Sayf al-Davla, başka şâirlere olduğu gibi aîayrılmış vetedden ( maf-^ü-löia) teşekkül eder. Va^va1 ’ya karşıda cömert davranmıştır. Bu arada Bibliyografya : îbn 'A bd Rabbihi, sarayda bulunuşu dîvânında terennüm ettiği eğlence al~eîkd aî-farîd (nşr, A . Amîn, A . Zayn, î. hayatına zemin hazırlamıştır. al-Abyâri), Kahire, 1365/1946, V , 425 v.d.; al-Va’ vâ3 ’nm ikinci hâmisi, kendisine uzun şiir­ Şams al-Dîn Muîjammed b. al-Râzî, al- lerinin yansım ithaf ettiği Şamlı şerif Abu T K asim Muecam f î maeâyîr aşcâr al-'Acam ( nşr. M . Raza- Ahmed b. Haşan b. Ahmed b. cA lî aî-Al:ikî (368v î ), Tahran 1338/1960, s. 33 v.d.; aî-Rundî, al- 378=978-988) ’dir. Şâirin, nün revîli, 4 1 beyitlik ka­ Vâft f i naşm al-kaüâft, ( T T K kütüp, M. Tancı sidesini (bk. Dîvân, nr, 245), ilk şiiri olarak gösteren kitapları), vat. 99^ v.d.; Babür Şâb, Aruz Risa­ al-Kiftî, bu kasidenin Şamlılar arasında yaygın ol­ lesi ( Moskova, I972 )» var, i», 3^; al-Tajıânavî, duğunu söylüyor ( Sâmî aî-Dahhân, Dîvân, mukadKaşşâf işlilâkâl af-/ıınün ( Kaîküte, 1854), s. 145a dima, s. IX. al-Muharrtmed, var. 14®). Divân ’m v.d. ( Valad ’in hey’et ve remil ilimleriyle tasav­ nâşiri al-Dahhân, aî-f- vardı ( Nâşîr-i Husrav Safamâma, s. 96; Türk, lid güçlü bir kumandan olarak askerî işleri de ted­ trc. Abdulvehâb T a r z ı). Vezîr, sivil ve askerî vir ediyordu. Ondan sonra gelen Îbn Bülbül, zu'T bütün devlet ricâlinin ve me’murlarmm başı idi riyâsatayn lekabmı taşıyorsa da, ordu işleri ile de­ ve kendisine bir vazife verilmesi dışında dâima ğil, sâdece idârî işlerle meşgul olmuştur (Taharî, başkentte kalır, sultanın seyahatlerine ve av partile­ III, 2 110 ). rine katılır; ayrıca, onun askerî seferlerinde de bu­ Vezirlik müessesesi, S â m â n î l e r d e v r i n d e lunurdu. Vezîrin aynı zamanda bilgili, faziletli aşağı yukarı Abbâsî ve Büveyhîlerde olduğu gibi İdî. ve devlet idaresine hakkıyla vâkıf olması gerekir­ Onlara halef olan G a z n e l i l e r ve K a r a h a n l ı - di, Vezîr büyük Dîvân ( Dîvân-i a“lâ ) 'a başkanlık 1a rda da vezirlik, Abbâsîler zamanındaki hüviyetini eder, me'murlarm tâyin ve azilleri ile doğrudan muhafaza ediyordu. Bunlarda hükümdardan sonra doğruya meşgul olur, devlet dâirelerini murakabesi devletin en yüksek mevkiini işgal eden vezîre, IjEvâca-i altında bulundururdu. Vezirle sultan arasındaki Buzurg unvâm verilirdi. Bu unvan sonradan Selçuk­ münâsebetleri, bir çeşit hükümdarın husûsî kalem lular ve Hârizmşahlarda da devam etmiştir. Ancak müdürü olan îjâcib düzenlerdi, Selçuklularda bâ­ burada mühim eyâletlerin başında olup, vezîr un­ zan vezîrin, hükümdarların tahta çıkış törenlerinde, vâmm taşıyan İle pâyîtahtta bulunarak hükümdârı teşrifât işleri ile de uğraştıkları görülür. Nitekim temsil eden asıl vezîri birbirine karşıtırmamaîıdır. Alp Arslan ’ın tahta çıkışında, bu ışı Abö Naşr-î Aşağı yukarı Gazneliler yoluyla Sâmânîlerin idâ­ Kundurî yapmış idi. rî sistemini benimsemiş olan S e l ç u k l u l a r d a , Yeni kurulan Selçuklu devletinin hükümdarları,



VEZİR. bürokrasi işleri baklanda pek fazla bilgileri olmadığı kasdedilen kişilerin aslında vezîrle aynı kimse ol­ için, bunları yürütecek ehliyetli kimseler bulmuşlar dukları görülür. Diğer taraftan bu devri idrâk et­ ve onlara eskiden olduğundan daha fazla yetkiler ver­ miş bulunan Aksaray!, Muşömarat al-a^bar *mda, mişlerdir. Nitekim Nizâm-üî-mülk bunlardan biridir. vezâreti, iki vezirin deruhte ettiğini kaydetmektedir. Büyük bir nüfûza sâhib olan Nizâm-üî-mülk, bürok­ Vezirlere, altın damgalı menşûrdan başka, kemer de rasi işlerinin düzgün yürütülmesinin tepeden inme verilirdi. İlhanlılar dîvânı ( dîvan-ı Îlhânî) ile buna bir müdâhale ile aksamaması için, hükümdârı müm­ bağlı diğer dîvânlar vezîr ile sâhib-dîvân'm emri kün olduğu ölçüde yazılı veya şifahî müdâhalelerde altında olup, bunlara başvurmadan biç bir iş gö­ bulunmamaya iknâ etti. Fakat yine de bîr irâde tebliğ rülemezdi. Ülkenin bütün gelir ve giderleri bunların edilirse, dîvân bu konuda bir rapor tanzim edecek mes’ûiiyeti altında idi. Îdârî işlerde, azıl ve tâyinlerde ve hükümdar bu raporu dinledikten sonra İrâde mutlak bir tasarrufa sâhîptiler. Sultan ile sâdece yerine getirilecekti. Ancak esâsında idâre müstebid çok mühim işlerde istişâre ederlerdi; bu bakımdan olduğu için bu usul, gerçekleşmedi ( Barthold, Mo- vezîr, şahsî ve geniş imkânlara mâlik olduğu gibi, ğol istilâsına kadar Türkistan, hazırlayan. H. D. Yıl­ gerçekte sultan ve ülkenin sâhibi İdİ (tafsilât için bk. al~î£alkaşandî, Şubf.t al-a'şâ, İV, 424, 426; krş. dız, İstanbul, 1981, s. 385). Büyük Selçukluların bir devâmı olan A n a d o 1 u I. H. Uzunçarşıîı, ayn, esr., s. 224 v .d .). Vezirin S e l ç u k l u l a r ı * n d a da, vezîr, vazife ve salâhiyet birçok iktâ’ı yanında, yıllık bîr buçuk milyon di­ bakımından onlardaki gibi idî. Ancak başka eyâ­ nara yaklaşan maaşı ile diğer gelirleri vardı. Bu ka­ letler olmadığı İçin başka vezîr de yoktu. Vezîrlerin dar geniş imkan ve salâhiyetleri yanında aynı dere­ yazılı emirlerine misâl denilirdi. Buna sonradan cede mes’ûliyet de taşıyan vezîrlerin her an Ölüm Osmanlılarda buyruldu denilmiştir. Vezîrlerin ka­ tehlikesi ile karşı karşıya bulundukları görülür. labalık bir maiyetleri olup, dîvâna veya başka yer­ Nitekim Argun Han [ b. bk, ] tarafından katledilen lere bunlarla birlikte giderlerdi. Vezirlerin gelirle­ Şams al-Dîn Cuvaynî ’den sonra vezîr olanlar ara­ rini, maaş, tevcih edilen iktâ [ b.bk. ], öşür ve gani­ sında sâdece 0 vâca eAH Şâh eceliyle ölmüştür. met payı teşkil ediyordu. T i m u r 1 u l a r ı n hükümet teşkilâtı henüz ye­ H â r i z m ş a h l a r da da, Selçuklularda oldu­ terince aydmlanmamakla berâber, Hüseyn-i Baykağu gibi, merkezî idârenin başında vezîr bulunurdu. ra ’nın devlet teşkilâtı, bu konuya bir dereceye kadar Bunun vazife ve salâhiyetleri de hemen hemen Sel­ aydınlık getirebilir. Nitekim Herat devlet İdâre­ çuklu vezirlerinin aynı idi, Vezîr, ntşam al-mulk sinin başında, Dtvân-i buzurg-i amârat veya Dîüân-i lekabım taşıdığı takdirde, hükümdârın yanında otur­ amârat-i Tuvâciyân Dîüön-t mâl adlan verilen iki mak ve birlikte yemek yemek imtiyâzma sâhipti. dîvân vardı. Bunlardan birincisi, ordunun ehemmi­ Vezirin maiyetinde dîvan-ı tuğra, dîvân-ı inşâ, yeti göz önünde buhmdurularak vazifeleri geniş­ dîvan-ı arz, dîvân-i istifa, dîvân-ı işrâf v.b. gibi letilmiş bir nevî genel kurmay mâhiyetinde idi. dîvânlar vardı. Şehzade vezirleri ile bâzı mühim Ancak bu dîvânda çalışanlara vezîr yerine bahşiyân vilâyetlerde bulunan ve merkezden tâyin edilen veya ntıüîsandagân~İ Türk adları verilirdi. Vezîr vezirler de, kendi bölgelerinde aynı vazifelerle mü­ unvâm ise, mâlî işlerle uğraşan ye birincisinden kelleftiler. Ayrıca tâbi devletlerde de Hârizmşah’m ayırdetmek için sarf dîvânı da denilen Dîoânrt mâl birer vekili bulunurdu. Buna mukabil Aîâeddin da çalışanlara verilmişti. Birincisinde Türk, İkinci­ Muhammed, bîr ara vezirin vazife ve salâhiyetlerini sinde ise îranlı kâtipler bulunurdu. Birincisine altı kişilik bir h e y ’ete vermişse de, iyi netice ala­ Dlüân-ı aelâ denildiğine göre, bu, İkincisi ( Dîoân-İ madığından tekrar eski usule dönülmüştür. Hâ- câ lî)* nden üstündü [bk. mad. TÎMURLULAR.] rizmşâh hükümdarları umûmiyetîe kültürlü insan­ îlhanhîardan sonra İran’da kurulan K a r a - K o ­ lardı; bu sûretle devleti bizzat idâre etmek istedik­ y u n l u ve A k - K o y u n l u devletlerinde de vezirlik lerinden, onlarda Selçuklular devrindeki Nizâm-üî- müessesesî, ilhanlılar devrindekinin aym olup, onlar­ mülk gtbî, mevkiini uzun müddet muhâfaza etmiş da olduğu gibi, vezîre, Şâkib~dlvân deniliyordu. Bu arada şehzâdeîerîn de vezirleri vardı. Nitekim Uzun vezirlere rastlanmaz. Yine Selçuklularda olduğu gibi, Hârîzmşâhlar Haşan’ın oğlu olup,. Fars vâlisİ bulunan H alil’in vezirlerinin gelirlerini de maaş, tevcih edilen iktâ iki veziri, dört de şâhib-i ac?am’ı vardı. Merkezde ve öşür teşkil ediyordu ( bk. mad. HÂRİZMSÂHLAR), bulunan Dîvân teşkilâtında bîrden fazla vezirin 1 1 h a n 111 a r da da vezirlik müesseşesı mevcud bulunduğu, yazılarda hükümdar ve vezîrlerin mü­ olup, vezîr, şâhib-dîüân ile birlikte devletin bütün hürlerine aynlan yerlerde meozİc~İ muhr~i vazarâ? işlerinden mes’uîdü. Bâzan bu vazifelerin bir kişi ("Vezirlerin mühür y e ri” ) ibâresinin bulunmasın­ tarafından yürütüldüğü de olurdu. Nitekim büyük dan anlaşılmaktadır. Bu vesikaların sonunda hübîr devlet adamı olan Şams al-Dîn Cuvaynî kümdârm, arkasında ise, vezîrlerin imzaları bulun­ [ b. bk. ] Ölümüne kadar vezirlik ile şâhib-diüan’lığt makta idi ( 1. H. Uzunçarşıîı, ayn. esr., s. 294 v.dd.). bir arada yürütmüştür. Ancak îlhanhîardan bahseden A n a d o l u b e y l i k l e r i n i n idâri teşkilâtı bâzı eserlerde f î vaca ve Şâhib-dîvân unvanları ile hakkında yeterli bilgi bulunmamakla berâber, bun-



,



îann da devletî idâre için küçük de olsa bir dîvân 'a sâhib olduklarım ve dîvânın başında da bir vezîrin bulunduğunu gösteren kayıtlara rastlanmaktadır. Ni­ tekim, MasâHk al-abşâr ( nşr. Taeschner, s. 35 ) ’da Germiyan-oğulları, Aydın-oğulları ve aynca Karaman-oğulîarı devlet ricâli arasında dîvân işlerinden sorumlu olan vezirlerin de zikredildiği görülmek­ tedir ( ayrıca krş. Uzunçarşıîı, ayn. esr., s. 151 v .d .), O s m a n h l a r d a v e z ir l ik ve vezîr-i â z a m 1 1 k . Daha Önceki İslâm ve T ürk devlet­ lerinde olduğu gibi, Osmanhlarda da tek olduğu vakit v e z î r , çok oldukları vakit İse, v e z î r - i â z a m Hükümdarın mutlak vekili olup, vezîr veya lâlâ unvanlarına sahipti. Bu müessesenin, Selçuklulardan OsmanlıIara, intikal etmesi pek tabiidir. Bu müessese, ilk defa Orhan zamanında (1324-1362 ) kurulan dîvân teş­ kilâtının başma vezîr unvâmyla bir zâtın getirilme­ siyle teşekkül etmiştir. Yakın zamana kadar ilk vezîrİn Halil Hayreddin Paşa yâni Çandarlı Kara Halil olduğu ileri sürülmüşse de, bunun doğru olmadığı anlaşılmaktadır (b k . t. H. Uzunçarşıîı, Osmanhlarda ilk vezirlere dâir matahta, Belleten IX, 99 v.d d .). İlk vezîr, ulemâ sınıfından gelmiş olan Alâeddin Paşa olup, bunu, yine aynı sınıftan Abmed Paşa b. Mahmud, Hacı Paşa ve Sinâneddın Yusuf Paşa tâkip etmiştir. Bu sonuncusu, OrHan G azi'nin son ve Murad I . ’m ilk veziri olup, Ölüm tarihi belli olmadığı için Çandarlı Kara Ha­ lil ’in de hangi tarihte vezirliğe tâyin edildiği bilin­ memektedir. Osmanhlarda vezîrlerin umûmiyetle fı­ kıh bilginleri arasından seçildiği görülmektedir. Orhan zamanında tek vezîr olup, dîvân, vezîr, kadı ve hükümdâr olmak üzere üç kişiden teşekkül ediyor­ du. Devlet işlerinin zamanla artması üzerine vezirleri de artırmak gerekti. Böylece sayıları artan vezir­ lerden birinin baş vezîr ( v e z ir i azam ) olması tabii idi. Nitekim Çelebi Mehmed (805-824 = 1402-1421) ve Murad II. (824-855 — 14 21-1451) devirlerinde vezîrlerin çoğaldığı ve içlerinden birinin vezîr-i âzam unvanını aldığı görülür. Murad II. zamanında, beş vezirden üçü, başka vazifelere tâyin edilmiş, arta kalan ikisinden birisi vezîr-i âzam olmuştur ( M, Fuad Köprülü, ayn. esr.t s. 4 1). İlk zamanlar vezîr-i âzama, hükümdâr tarafından "U lu vezîr” denilir ve ona üç tuğ verilirdi. Daha önceki bâzı İslâm devletlerinde de olduğu gibi, vezîr-i âzam *a hil’at giydirilir ve kendisine üzerinde sultanın adı bulunan mühr ( mühr-i hümâyun) ile divit takımı teslim edilir ve kılıç kuşatılırdı. Bu bakımdan da ona şahih-mühr denilirdi. Seferlerde de vezîr için ayrı çadır kurulur, sancak verilir ve onu korumak için de bir sipâhi ve bir yeniçeri vazifelendirilİrdi. Aynca daha Önceki Türk devletlerinde olduğu gibi vezîr-i âzamlarm husûsî mehter takımlarının da bu­ lunduğu görülmektedir, Vezîr-i âzamlarm en büyük yardımcısı, dîvân



kaleminin



şefi



sayılan



nişancı



olup,



vazifesi,



bu makam dan çıkan b ütün evrakı hazırlayıp, pâdi­ şâha ve vezîr-i âzam a arzetm ekti.



B u nu n dışında



yine onun m aiyetinde henüz vazifesi açıkça belli olm ayan k e t h ü d â



ile husûsî hizm etlerinde kul­



landığı köleler vardı. V ezîr, aynı zam anda beylerbeyi vazifesini d e üze­ rine alm ıştı. O rhan B ey ’in son devirlerinde beyler­ beydik d e, vezirlik hâline getirilm iş, bu sû retle di­ vandaki vezîr, vezîr-i âzam olm uştur ( A . T a n e ri,



Osmanh imparatorluğu *mm ltyîmluş döneminde v e ­ z i r i âzam hk, s . 43). V ezîr-i âzam pâdişâhın b ir fermam İle vazifeye baş­ lardı. B u usul, uzun süre devam etm iş görülm ek­ tedir, Ancak A hm ed



III.



devrinde kubbe vezir­



lerinin lağvından sonra sadrâzam tâyininde belirli usûllere başvurulmadığı ve bunun



sultanın isteğine



göre yapıldığı anlaşılmaktadır. Vezîr-İ âzam salâhiyet v e vazifeleri bakım ından, islâmdaki vezâret-i tefviz *i tem sil eder. F atih ta ­ rafından



çıkarılan



"Kanunnâm e-i A l-i Osman” d a



V ezîr-i â z a m ’m pâdişâhtan sonra devletin en yüksek m e’m u ra v e mutlak vekili olduğu kaydedilir. B u n a g öre, pâdişâhın m ührünü taşıyan vezîr-i âzam , dev­ let işlerini d iğ er vezîr ve defterdarlara danışarak y ü ­ rü tü r. M âlî ve kazâ'i işler dışındaki b ütün işleri b u y rutusuyla idâre eder.



A ncak m âlî işlerde müstakil



hareket eden baş defterdar d a vezîr-i âzam la m ü ­ şavere etm eye m ecburdur. Z îrâ vezîr-ı âzam in bu salâhiyeti, onun pâdişâhın m utlak vekili olm ası ile ilgilidir, V ezir-i âzam , bâzı tım arlan pâdişâha a r zetm eden d e



istediğine verebilir. V ezîr kazâ'î y e t­



kilerine dayanarak, D îvâna başvuran b ir kim senin, vergi, vakıf, kadılar ve diğer hususlarla ilgili konu­ lardaki



şikayetlerini



dinleyerek



gerekeni



yapardı.



O nun, bu sivil yetkileri yanında a y n c a askerî salâ­ hiyetleri d e vardı. N itekim sefere çıkıldığında ken­ disine beylerbeyi unvâm altında ord u kumandanlığı



( Serdâr ) vazifesi verilirdi. Vezîr-i âzam, Devlet işlerini "D îv ân ” da görürdü. Dîvân, her sabah namazından sonra pâdişâh veya vezîr-i âzamm başkanlığında toplanırdı. Bu toplan­ tılar ilk devirlerde Edirne Sarayı’ ndaki kubbe al­ tında yapılırdı, öğleye kadar süren toplantılardan sonra, sultan dîvândakilerle birlikte yemek yerdi. Fâtih (855-886=1451-1481), bu usûlde bâzı deği­ şiklikler yaptı ve toplantıdan sonra yemek usûlü kaldırılıp, toplantılar haftanın sâdece dört gününe inhisar ettirildi, Dîvân’ı, sultan, vezîr-i âzam ve di­ ğer vezirler ile kazasker, defterdar ve nişancı teşkîl etmekte idi. Hükümdarın, muhtelif konularda, Dîvân *da bulunanların düşüncelerine başvurduğa da olurdu. Gerektiği anda vezîr-İ âzam, dîvânı bu günler dışında da toplayabilirdi. B u toplantılar kubbe altında yapıldığı gibi vezîr-i âzam’m kendi konağında da olurdu. Nitekim sah ve perşembe gün­ leri ikindiden sonra, vezîr-ı âzamin konağında ya-



3 *4



VEZİR - VEZİRKÖPRÜ.



pıİan toplantılara ikindi divanı, çarşamba gündüzün yapılan ve İstanbul ile bilâd-ı selâse (ü ç şehir) denilen Galata, Eyüp ve Üsküdar kadılarının katıl­ malarıyla teşekkül eden dîvâna ise, çarşamba divanı adı verilirdi. Bu son dîvânda daha çok haksızlığa uğrayanların (m ezâlim ) şikâyetleri görülürdü. A y­ rıca Cuma günleri sabah namazından sonra vezîr-i âzam’ m konağında toplanan ve halkın çeşitli mes­ elelerinin görüşüldüğü bir cuma divanı vardı. Buna h u z u r m ü r a f a a s ı adı verilirdi. Vezîr-i âzam dîvân başkanlığı yanında, yabancı hükümdâr ve el­ çilerle görüşmeler de yapar, ayrıca gerekirse dîvân üyelerini ve devlet me’murlarmı elçilikle de vazifelendirebilirdi. Hükümdâr pâyıtahtdan ayrıldığı zaman vezîr-i âzami yerine £ayma£am olarak bırakırdı. Vezîr-i âzam, hükümdarla sık sık görüşür ve ona devlet işleriyle ilgili husûslarda telkinde bulunur, kendisince yerinde görülmeyen emirlerin isabetsiz olduğunu hükümdâra hatırlatabilirdi. Ancak hüküm­ dâr, düşüncesinde ısrar ettiği takdirde, emri kabule mecbur olurdu. Vezîr-i âzam ’m pâdişâhın dîvâna tâyin edeceği kimseler hakkında düşüncelerini söylemek ve devlet teşkilâtı içinde (meselâ, İç oğlan smıfı gibi) bir başka teşkilât kurmak, yeni bir askerî sınıf ihdas etmek, yeni kanun-nâmeler hazırlamak gibi vazife­ leri vardı. Umumiyetle İlmîye mesleğinden gelmiş olan vezîr-i âzamlar çok defa devrin ileri gelen fakîblerınden idiler. Vezîr-i âzamlar, gelir bakımından büyük imkânlara sâbip olup, bunların başlıca gelir kaynaklarını, ken­ dilerine tahsis edilen hâss ’lar teşkil ederdi. Fâtih ’in kanun-nâme ‘sinde tesbit edildiğine göre, Vezîr-i âzamin hâsslannm yıllık geliri bir milyon iki yüz bin akça idi. Bunlar diğer Türk ve İslâm devletlerinde olduğu gibi ganimetlerden de pay alırlardı. Bu ara­ da sultan tarafından kendilerine bağışlanan mülk­ lerle, başkaları tarafından sunulan hediyeler (esir, eşya, at ve para) de büyük bir yekûn tutardı, Lütfi Paşa’nm Âsaf-nâme ( İstanbul, 13 2 6 )‘sinde belirtti­ ğine göre, bu yekûn X V I. asır ortalarında 2400.000 akçaya bâliğ oluyordu. Vezîr-i âzamlar, bu imkânla­ rın bir kısmı İle vakıf te'sîs ederlerdi. Böylece kur­ dukları bu vakıflarla bir taraftan cemiyete faydalı olmaya, diğer taraftan da pâdişâh tarafından bu servetin müsâdere edilmesini önlemeye çalışırlardı. Vezîr-i âzamların me*muriyet süreleri, onların vazifelerindeki başarıları ile hükümdâr tarafından tutulmalarına bağlı idi. Bu bakımdan içlerinde dört hafta gibi çok kısa bir süre hu makamda kalanlar olduğu gibi, yirmi yıl bulunanlar da vardır. Vezîr-i âzamlar, vazifelerinden ya eceli île veya hükümdar tarafından azledilmek veyahut da Öldü­ rülmek suretiyle uzaklaştırılırlardı. Kanunî devrine kadar kullanılan vezîr-i âzam tâbirinin yerini, Kanunî ’den ıtİbâren şadr-i acçam, şadr-i câti ve şadarat-panak tâbirleri almış ise de,



bunlar arasında sâdece sadrâzam [b .b k .] tutun­ muştur. Kanunî ’den sonra sadrazamlık adı altında devam eden vezîr-i âzamhk, Osmanîı devletinin sonuna ( i teşrin II, 1922) kadar sürmüştür. Son sadrâzam olan Tevfik Paşa, aynı tarihte saltanatın kaldırıl­ ması ile birlikte vezifesinden ayrılmıştır. Bibliyografya: A bu tlayyân alTavhîdî, Ahlak al-oazîratjn (Şam , 1975 ); alŞâbl, Kîtöb abVuzarfi* (nşr. Amedroz), Leyden, 1904; al-Mâvardî, al-Ahkâm al-sultânîya ( Kahire, 1324), Râvandı, Rahat al-şadür, G M N , II, 365; al-Ma^rlzI, al-MavâHş val-iHİbâr f i ztlyr abhUnt va 'l-mâr (Kahire, 1324-1326), I—I I ; al-Kİalkaşandî, Şubh al-a'jâ3 ( Kahire, 1914-1915 ), IV, V I; Âşık Faşa-zâde iarihi (İstanbul, 1332); Corci Zeydân, Medemyet-i islâmiye tarihi (trc. Zeki Megamız), İstanbul, 1328-1329, s. I32, v.d d ; Fâtih Kantm-nâmesi (nşr. M . A rif), T O E M , 1912» sayı 13-15; Kanuni Süleyman Kanunnâmesi (nşr. M. A rif), T O E M , 19*4, sayı 16-19; F . Taeschner ve P. Wittek, Die ıvezîrfamilie der Candarlyzâde und ihre Denkpıaeler, Der İslam, * 929» X V III, 60-115; Dominique Sourdel, Le vizirat abbaside (Şam , 1960); A . Mez, Die Renatssance des islâms (Heidelberg, 1922 ); î. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlt devleti teşkilâtına medhal (Ankara, 194° ) î ayn. mil., Osmanh devletinin merkez ve bahriye teş­ kilâtı ( Ankara, 1948 ); ayn. mil., Osmanh devleti? nın saray teşkilâtı (Ankara, 1945); T . Gökbilgin, Osmanh müesseseleri teşkilâtı ve medeniyet tarikine genel bîr bakış ( İstanbul, 19 7 7); M . Fuad Köp­ rülü, Bizans müesseselerinin Osmanh müesseselertne tesiri2 (nşr. Orhan F. Köprülü), İstanbul, 198i; Aydın Taneri, Osmanh imparatorluğu 'rom famıtuş döneminde veztr-t âzamhk (Ankara, 1974 ): ayn. mil,, Büyük Selçuklulu İmparatorluğunda vezir­ lik, T A D (Ankara, 19 6 7); V , 75: ı86; M. Aîtay Koymen, Alpaslan zamanı hükümet teşki~ lâtı, S A D , 1981, V -VI. ( T . H .) V E Z İR K Ö P R Ü . O r t a K a r a d e n i z b ö l ­ gesinde Samsun vilâyeti hudutla­ r ı i ç i n d e k a z a m e r k e z i olup, Samsun’un (1 1 6 km .) cenûb-i garbisindedir; Samsun’a, Hav­ za ’da birleşen bir yolla bağlanır ve Havza’dan gelen yol garba doğru devam ederek, Boyabat üzerinden Kastamonu (209 km .) ve Sinop (186 km.) *a uzanır. Şehir ve çevresinin bugünkü iske­ lesi Samsun olmakla berâber, kasaba eskiden Sinop ’ta Karadeniz kıyısına bağlanırdı ve ayrıca beldenin 13 km. kadar şîmâl-i garbisinden geçen Kızıl-İrmak üzerinden sallarla Bafra'ya eşya ve ay­ rıca ırmak boyundaki ormanlardan da bol miktarda ağaç tomruğu taşınırdı. Kasaba, cenuptaki Merzifon ovası üzerinde yükselen Daşan (Taşan; halk ağzın­ da Tavşan) dağından şimâle doğru inerek Kızıl-Ir-



VEZİRKÖPRÜ, m ak’a karışan akarsuların geçtiği tepelik arazî üze­ rinde, Akçay ve Ustalaz suyu (U lu ça y) arasındaki bir düzlük üzerinde kurulmuş olup, sonradan barap olmuş dört köşeli bir kalesi de vardı. Bugünkü du­ rumda I I mahalleden meydana gelen kasabanın deniz seviyesinden yüksekliği 330 metredir. Kasabanın uzak geçmişi üzerinde kesin bilgile­ rimiz yoktur. Eski İslâm kaynaklarında, buraya şitıder denildiği söylenir. Evliya Çelebi, ştn kelime­ sinin köprü mânasına geldiğini, buradaki köprü yıkıldıktan sonra yerine (Ustalaz çayı üzerinde) büyük bir ağaç köprü kurulduğunu söyler ve bu köprüyü çam direklerinden *’ gâyet musanna*" ya­ pılmış cisr-i garîb*’ olarak tarif eder. Garp kaynak­ larından bâzdan ise, kasabanın yerindeki beldenin Helenistik devirde Cenubî Paphlagonia *ya âit Andrapa olduğunu, M . s. 7 yılında Romalılar eline geçerek,. Galatia eyâleti hudutları içine alman bu beldeye bir aralık Neocîaadiopolis denildiğini kayde­ derler. Ântoninus ile Caracalla arasındaki devirde bu şehrin Neoclaudiopolis adı ile basılmış paraları bilinir ( Head, 433). Kaynakların bâzılarında ise Ândrapa'nın yeri şimdiki İskilip olarak gösterilir; H. Kiepert bu fikirde olmakla berâber, R. Kiepert *in haritaların­ da Andrapa, Vezirköprü ’nün yerinde gösterilmek­ tedir (krş. W. Ramsey, Hist. Geogr. of Asia Minör, London, 1890, s. 320). Bu devreden sonra Bizans hâkimiyetinde kalmış olan yöre, X I. asrın ikinci yarısında, Malazgirt muhârebesini müteâkıp Dânişmendliler tarafından işgal edilerek, daha sonra Sul­ tan Mes'ud tarafından Selçuklu devletine katıldı. Bu devirde kasabanın adı Gedegara olarak geçmek­ tedir. elde mevcut vakıfnâmelerde de bu böyledİr. Gedegara ( : Cihannümâ ’daki Anadolu ha­ ritasında da böyle; / A KÖPRÜLÜLER maddesinde K e d e g r a ) , X IV. asrın sonlarında Yıldırım Ba~ yezid devrinde Osmanh topraklarına katılarak uzun süre Amasya’ya bağlı kaldı ve yukarıda adı geçen köprü sebebiyle kasaba için Köprü adı kullanılmaya başlandı. Bayezid I I .’nin oğlu Şehzâde Ahm ed’in Amasya valiliği sırasında Alâedin Şirvânfnin torun­ larından Tâceddîn Paşa "Gedekara ’nm köprü kö­ yünde** bir câmi yaptırdı. Kasaba civârımn manza­ rası güzel olduğundan Şehzâde Ahmed 'in bir köşk yaptırıp yaz aylarını burada geçirdiği kaydedilmek­ tedir. Böylece, zamanla kasabanın eski adı hemen hemen terk edilerek resmî kayıtlarda burası Sivas eyâletinin Amasya livâsına bağlı Köprü kazasının merkezi olarak tanındı. 1057 /1058 (1 6 4 7 ) yıh kışında bu kasabayı ziyâret eden Evliyâ Çelebi, 140 köyü olan K ö p rü ‘deki kalenin harab hâle geldiğini, halkın Celâli şerrinden taş kaleye bitişik bir toprak kale inşâ etmiş olduklarını, kalenin 4 kapısı olduğunu, çarşı ve pazarın kale dışında bulunduğunu (1.000 dükkân ile Hacı Yusuf Ağa binası olan kârgir ve sağlam bir bedesten), evleri­ nin altı taş, üstü tahta ve damların kiremitle örtü­



lü, içi-dışı beyaz kireç sıvalı iki kadı yapılar oldu­ ğunu kaydeder. Osmanh tarihinin belli bîr devresine adını veren Köprülüler âiiesmm kurucusu olan zat (sonra­ dan : Köprülü Mehmed Paşa) Berat sancağının (Arnavutluk) Rudnik köyünde doğmuş olmakla berâber, İstanbul ’dan sipahilik ile . Anadolu ’ya çıkışında Köprü *ye yerleşmiş, Havza ’nm Kayacık halkından Köprü voyvodası Yusuf A ğ a ’nm kızı Ayşe Hanım’Ia evlenmiş, konağım ve çeşitli emlâkini burada yaptırmış (Tafsilât için bk. A li Saım Üİgen, Köprülü Konağı, 60. doğum yılt münâsebetiyle, Fuaİ Köprülü armağanı, İstanbul, 1953 s. 565-580) ve mâzuliyet zamanlarım da hep burada geçirmiştir [ bk, mad. KÖPRÜLÜLER ]. Köprülü Iekabıyle tanı­ nan Mehmed Paşa ’nm adı bâzı kereler, kasabanın eski adına göre Kedegraîı diye geçmektedir.; T urhal’da 1069 tarihinde yaptırmış olduğunu han kitâbesinden [bk. mad. KÖPRÜLÜLER} anlaşıldığına göre, kasabayı aynı adı taşıyan başka yerleşme yer­ lerinden ayırmak için Vezirköprü denilmiştir. Burası için tek başına kullanılan Köprü adı ( bk. Kömüs al-aclöm) İse bugün tamamıyle terk edilmiştir. Osmanh devletinin Sivas vilâyetinin Amasya san­ cağına bağh bir kazaen merkezi olan Vezirköprü­ ’nün nüfûsu X IX , asrın sonlarında 8.600 idi (bk. V . Cuinet ve Kömüs al~aclâm). Cumhuriyet devri başında Samsun vilâyetine bağh hır kaza merkezi olan kasabanın 1927 sayımında nüfûsu 5.44 ° ’a düş­ müş bulunuyordu. Bu sayı 19 7 5 ’te 11.705 (köyle­ riyle birlikte nüfûsu 67.468 ) ’e yükselmiştir. Vezirköprü’de bulunan başlıca yapılar, X VII. asrın ortalarında Köprülü Mehmed Paşa ’nm yap­ tırdığı ( çifte hamam, câmi, iç ve dış bedesten) ve oğlu Fâzıl Ahmed Paşa ’ nm İnşâ ettirdiği 1661 ta­ rihli Taş Medrese (burası son yıllarda tamir etti­ rilerek kütüphâne hâline konulmuştur ) ’dir. Ayrıca 1796 'da müftü Mustafa Efendi tarafın­ dan yaptırılan bir kütüphâne de vardır. 1943 zel­ zelesinde büyük zarar gören kasabanın çoğu ah­ şap olan evleri de harap olmuştur. Vezirköprü ha­ vâlisinde geçim zirâata dayanır. Hububat ve bak­ lagillerden başka şeker pancarı, kenevir, tütün, ayçiçeği ve susam da yetiştirilir; küçük baş hayvan beslenir. îpek böcekçiliği şimdi ehemmiyetini kay­ betmiş görünüyor. Bibliyografya: Pauîy-Wissowa, Reakncyclopâdîe... 1,2134 (Andrapa maddesi: Hirschfeld); W. Ramsay, Historkal Geography of Asia Minör, 1890, s. 360); Evlİyâ Çelebi, Seyahatnâme ( nşr. Ahmed Cevdet), 1314, H. 400 v.dd,; Kâ­ tip Çelebi, Cihânnumâ (nşr. îbrâhim Mütefer­ rika), s. 626; Şemseddin Sâmi, Kömüs al-ae~ lam, 1896, V , 3905 v.d.; V . Cuniet, La Turguie d'Asie (1892), 1,762 v.d.; Samsan il ytlltğt (1967), s. 3 8 2 -3 9 5 ; E l, mad. KÖPRÜ. (B esim Darkot.)



VİCAYANGAR - VİLÂYET. V E Z İR M A Ğ R İB İ. [B k. VİCAYANGAR.] V İC A Y A N G A R . C e n û b î H i n d i s t a n ' d a b i r ş e h i r olup, Tungabhadra nın cenûb kıyıla­ rında 15° 20* şimâl, 76° 28’ şarkda kâindir. Bugün bir harâbe hâlinde bulunan bu şehir mİlâddan sonra Î336 ’larda da Dvâravatîpura ’lı Vira Baîlâla III. tarafından veya birçok kereler onun krallığının şîmâl hudutlarının muhâfızları olup, Varangal'li Kâkatiya krallığının subayları olan üç Hindu reis veya Dehlili Muhammed b. Tuğluk [ b. b k ] tara­ fından te’sis edilmiştir. Bu reislerden ikisi, Harihara ve Bukka, Dekken müslümanları Muhammed b, T uğluk *a karşı isyan hâlinde iken Vicayangar’a yerleştiler. Daha sonra Alâeddin Behmen Şah, Dekken krallığım te'sıs, tahkim ve takviye işiyle meşgul iken bunlar yavaş yavaş yarım adaya yayılıp, burayı hâkimiyetleri altına alarak Büyük Vicayangar Hindû krallığım kurdular. Tarihleri baştan başa, şimâl hudutlarında bulunan müslümanlarla yaptıkları fâsılah harplerle doludur. İlk zamanlar Büyük Dekken krallığı ile yapılan bu harpler, son­ raları o krallığın harâbelerİ üstüne kurulmuş diğer müslüman devletlerle sürdürülmüştür. B u zengin Hindû krallığı, Behmenîlerin ordusunu sayı bakı­ mından çok geride bırakan bir ordu kurmaya muvaf­ fak oldu ise de, cesur müslümanlar daha çok başarılı İdiler, Bununla berâber 225 sene süren mücâdelede Büyük Hindû Devleti *ni tamaraıyle mağlûb edeme­ mişlerdir, Anlaşmazlığın zahirî sebebi, ekseriya Krişna ve Tungabhadra nehirleri arasında uzanan top­ rak parçası, Raycur D û â b ’a sâhip olma mes’elesi ise de, aslında Behmenîler Hindu komşularına hücûm etmek İçin bir bahaneye nâdiren ihtiyaç du­ yuyorlardı. X V I . asrın ortalarına doğru Behmenî krallığının çöküşünden sonra müstakil müslüman devletleri, Bidjâpür, Aljnıadnagar, Gulkunda ve Bîdar Sultanları, aralarındaki y ık cı mücâdele için Vicayangar Raca ’smdan akılsızca yardım talebinde bulundular. Hepsinden kuvvetli olan Raca, bunların dînlerine karşı takındığı hakâretâmiz tavırlar ve üs­ tünlük gösterileriyle, onları öylesine iğrendirdi ki, hepsi onun aleyhinde birleşerek bir konfederasyon kurdular. 1564 kânun I. tarihinde Sholâpür’da bir araya gelen Bidjâpür, Abmadnagar, Gulkunda ve Bîdar sultanları cenûba doğru yürüyüşe geçtiler. 5 kânun I I . 1565 günü Vicayangar ordusuyla Krişhn a’nm cenûp kıyısındaki küçük Talikota şehrinin 30 mil uzağında karşılaştılar. Vicayangar nâibi Rama Raca yakalanarak Öldürüldü. Onun mızrak ucunda yükselen kesik başını gören Hind ordusu bozguna uğradı. Ricat eden orduyu Vicayangar ’a kadar büyük zayiat verdirerek tâkib eden müslü­ man orduîan, şehri zaptederek altı ay burada kal­ dılar. Bu zaman zarfında civardaki bâzı müstah­ kem mevkileri kısmen ortadan kaldırdıktan son­ ra şehri de tamamıyle tahrib ettiler. Büyük Vi­ cayangar kıralhğı yıkıldı. Bâzı şimâl bölgeleri



komşu m üslüm an devletler tarafından ilhak edildi. C enûp bölgeleri ise, küçük H in d reislerinin hükmü altına girdi.



B i b l i y o g r a f ya i Muhammed I£âsİm Firişta, Gutşan-i îbrâhtmı (Bombay, 1832), taşbasması; eAH Samnâhî, Bttrhön-t Mcfâşir, yazma, ve trc. WoIseley Haig, îniian Anliquaryt 19201923; R. Sewell, A Forgottm Empire (London, 1900); S. Krişnasvâmi Aiyanğar, South İndia and her Muhammadan Inoad&rs (O zford, I 92 1 )» A Liüle knoton Chapter o f Vijayanagat Htstory; Kmhnadeüâröya of Vijayanagar; Sources o f Vi­ jayanagar History (Madras, 19 1 9 ); Cambridge Htstory of Indîa, III. fasıl XVII. ve XVIII.



(T. W.



H a ig .)



VİLÂYA. [B k. VİLÂYET.] V İL Â Y E T ( A . ) , ” B i r ş e y ü z e r i n d e h â ­ k i m i y e t ” mânasına valtya ’nin mastarıdır. Ba­ zılarına göre ise, şinâca gibi bir isim Ve her türlü iktidar için umûmi bir tâbirdir, Curcânî ( Tahri­ fat, s. 275 ), bu kelimeyi ” Bir üçüncü şahıs karşısın­ da, bu şahıs bunu istesin veya istemesin, bîr kararın icrâsı” şeklinde tarif etmektedir. I- Amme Hukûku bakımından, hükümdar iktidân (~ S u lfâ n i îbri al-Sikkît [öîm . 2 4 3= 8 57], Lisânda mad, Sultân) veya hükümdâr tarafından teslim edilen iktidar, bir vâlinin vazifesi mânasına gelir. Vilâyet, IV. sûre, 59. âyete dayandırılır: ” Ey iman edenler, A lla h ’a itâat edin. Peygamber V ve sîzden olan emir sâbiplerine de itâat edin” . Vilâyetin Allah tarafından ihdas edildiği kabûl olunur. Bir Farz eala 'l-Kiföya olan umûmî ve hu­ sûsî vilâyet arasında bir tefrik yapılır. Umûmî Vi­ lâyet ’e hepsinden önce İmâm yahut Halîfe [ b. bk. ] sahiptir. Mâvardî 'yo göre, umûmî vilâyete aynca vezir ile eyâletler için eyâlet reisleri sahip­ tirler. Buna mukabil, husûsî vilâyeti ise, askerî kumandan, hâkimler, imâmlar (namaz kıldıran), haccı ıdâre edenler, maliye me’murları ve diğerleri hâizdirler. Vilâyet sâhibi, erkek ve reşit ( bâliğ), aklî melekeleri yerinde olmalı, bedenî hiçbir sakat­ lığı bulunmamalı, âdil ( eadl) ve ilgili me’muriyeti kendi bilgisi ile idâreye ehil olmalıdır. Bundan başka bâzı me’muriyetler için diğer şartlar da mev­ cuttur (M eselâ kadı hür bir kimse olmalıdır). Mecâzı mânada vilâyet, b i r m e * m u r u n t â y i n i v e t â y i n v e s i k a s ı mânasına da gelir. Farklı şekilleri ile Kaîkaşandî, Şubk al-a*şâ, 5, Makata (Muhtevasına âit bilgiler, bk. Björkman, Beitmge zur Geschichie der Staatskanzlei, Hamburg, 1928, s. 144 v.d,)*de tafsilâtlı şekilde ele alın­ maktadır. Buna, evvelâ Halil Sulayman cAbd alMalîk tarafından tatbik ve Abbâsîler devrinde bir kaide hâline gelen, vilayai al-eahd adı verilen ik­ tidardaki halîfe tarafından halefinin tâyin edilmesi de dâhildir; bu sebeple bugünde bir sonra tahta ge­ çecek olan kimseye vali al-eahd denilir.



VİlİYİf. Ayrıca son zamanlarda Vilâyet, bir vâlinin m e­ muriyet sabası içinde kullanılmaya başlanılmıştır; böylece Memlûklar devrinde Mısır *da ve Suriye ’de, başmda Amir al - lahikana rütbesinde bîr valinin



m



yemiş olurlar. Onlar çılgın bîr ateşe gireceklerdir"



(ı°).



Bu mevzu ile ilgili hadîsler, sâdece K arun 'daki düşüncelerin şekillendiriimesini ihtivâ etmektedirler bulunduğu en küçük idâri bölge için kullanıldı ( krş. Wensinck, Handhook, mad. Vali ve Orphansa ( Kalkaşandî, ayn. esr., IV , 2 4 ,19 9 v.d d .), Bu tâbir b k .) h. Fıkhm ana nazariyeleri: İran 'd a eyâletlerin orta derecedeki idâri bölgeleri 1. Mahcur {Mahcur, yâni hacredihriiş, kısıtlanmış ), mânasına gelir. Bununla beraber Türkiye *de X V I. asırdanberi beylerbeyinin idâresındeki en büyük ya reşit olmayan bir yetim çocuktur veya akıl has­ idâri bölgeler ( eyâletler de denilir ), daha sonra Vâ- tasıdır ( Macnün ), yahut da müsrif ( Safîh veya lilerin idâresındeki yerler için kullanılmıştır ( Türkçe Mubazzir) 'dır. Safîh ancak Hicret ’in I. asrından II. sine geçildiği sırada ilâve edilmiştir. Gerçekte telaffuzu Vilâyet şeklindedir). IIHusûsî hukuk *da vilâyete ( valâya şeklindedaha sonraki teknik mânada olmamakla berâber söylenmesi âdet olmuştur, bk. Lisân, bu madde) K m ân 'da (y k . b k ,) Safîh 'den bahsedilmektedir; kendi üzerinde bizzat tasarruf iktîdârına sahip bu­ en eskî Kuran şârihleri ( Mucâhid [ ölm. 100=718 ], lunan her hür kişi sâhip bulunmaktadır ( b k meselâ al-Hakam [ölm. 115 ** 733 ], Katâda [ölm. 1 1 7 = Sarabsî, Mahsûl, X X IV , 157, *8, *9 v .d ,). Bâzı 73Ğ ]> al-Suddî [ ölm. 127=744 ] ) bu tâbirden sâ­ hallerde, bu tasarruf iktidân, bir başkasına aktarı­ dece, kadınları ve çocukları veya bu ikisinden bi­ labilir ve aktarılmalıdır. Ancak İslâm hukukçuları rini anlamaktadırlar. fab a rî, uzun açıklamalarla bu sâdece bir vilâyetten de bahsediyorlar. Böyle bir tefsire karşı çıkıp, bu mefhûmu ,tmülkünü kayb­ vilâyet, bir vakıf mallarının İdârecîsinde, bir vasi- etme, israf etme ve mülküne kendisi tarafından verilecek zararları ve kötü idaresi sebebiyle tahdide yetnâmeyî tenfîze me'mur kimsede ( Vaşt), reşit (hacir) ihtiyaç olanlar” şeklinde târif etmektedir olmayan küçük çocuklar ile İlgili olarak babada, ( Tajslr, IV, 15 3 ). Ebû Hanîfe, Safîh üzerinde bilhassa Valâyai al-Nikâb Eb k mad. NİKÂH ] 'da vilâyeti reddetmiştir. ve burada başlı başma ele alınacak olan Valâyat al2. Baba ve büyük baba, baba olmaları itıbârıyle Mâl*da bahis mevzuudur, vesâyete re’sen sâhip oldukları gibi, son arzularım a. Kendisi de vaktiyle yetim olan Peygamber bildiren bir vasiyetnâme ile, vaşl tâyin etmeye de daha Mekke devresinde nazil olan sûre X V II, salâhiyetidirler (B u anne de olabilir). Diğer ta­ 34.; V I, 152. âyetlerde görüldüğü gİbı dâima yetim­ raftan vaşl (kayyım ) kadı tarafından tâyin edilir. lerin korunması lebinde hareket etmiştir: "Yetimin, Vaşl ’nin müslüman, reşit, ruh bakımından sağlıklı malına rüşdüne erişınceye kadar, sâdece onun iyiliği­ iyi şöhret sâhibi olması ve bu vazifeyi yapacak ne olmak üzere yaklaşınız." Medine devresinde, Ye­ ehliyete sâhip bulunması lâzımdır. Vesâyet dinî timlere karşı adaletle ( IV, 127 ) hareket edilmesi, bir vecibedir ve ancak, kadı tarafından kabûl edilen hayırbâb (I V , 3Ö, II, 83, 2 15 ) ve bîr kardeş olarak mühim sebeplerle reddedilebilir. muamele yapılması ( I I , 219-220) ve onların Allah 3. k o ş i’nin salâhiyetleri: Vaşt, vilâyeti altındaki rızası için korunmaları ( I I , 17 7 ) istenmektedir. kimsenin mal varlığını İdâre etmeğe mecbur olup, Peygamber ganimetin beşte birini, diğerleri arasında bu arada vekil olarak iş görür. Buna göre onun yet­ yetimlere de ayırmıştır (V I I I , 4 1; krş. L IX , 7 ) . kilerine, evlenme akdi, boşanma, bir vasiyet tan­ Ancak bunun esas yeri IV., 2. v.dd. âyetlerdedir: zimi v.s. dâhil değildir. Onun vazifesi vasiyeti al­ "Yetimlere (rüşdüne gelince) mallarım verin, te­ tındaki kimsenin menfaatlerini temsil etmektir. mizi murdara değişmeyin, onların mallarım kendi O , ticârette VGsâyeti altındaki şahsın maî varlığı­ mallarınıza (katarak) yemeyin. Çünkü bu, muhakkak nı kendi işinde olmak üzere kullanabilir. Gayr-i büyük bir günahtır... Allah *m sizin başınıza diktiği menkuller ancak mühim sebeplerden dolayı kadı mallarınızı beyinsizlere (sufahâ% yâni para işlerinde) müsâadesi ile, devir ve ferağ edilebilir. O , kendisi vermeyin. Kendilerine bunlardan yedirin, giydirin, ile vesâyeti altındaki şahıs arasında bir muâmele onlara güzel söyleyin (iyi nasihatlar edin) (5). Yetim­ yapamaz; o, şahsın mal varlığından bir bağışlamada leri nikâh çağına erdikleri zamana kadar ( gözetip ) da bulunamaz. deneyin. O vakit kendilerinde bir akıl ve salâh gör­ 4. Vesâyet, vaşt nin veya vesâyet altındaki şahsın dünüz mü mallarım onlara teslim edin. Büyüyecek­ ölümü, sûinîyetle iş idâresi sebebiyle vaşl 'nin azli, ler ( de ellerine alacaklar) diye bunları isrâf ile ça­ yahut vesâyet altındaki şahsın bâliğ ( baliğ: kâide bucak yemeyin. Kim zengin ise (yetimin malını olarak 15 yaş ile başlar) ve reşit olması yâni, kendi yemeye tenezzül etmesin), kaçınsın. Kim fakir ise, mal varlığını bizzat idâre edebilecek ehliyete kavuş­ o halde örfe göre (b ir şey ) yesin. Artık onların tuktan sonra ( v e şafiîlerin görüşüne göre, imânın mallarını teslim ettiğiniz vakit karşılarında şâhit bu­ mânâsım bilebilme, doğru yolu bulabilme ehliyeti­ lundurun ( 6 ). Gerçek, yetimlerin mallarım haksız ne de sâhip olmalıdır) sona erer. Vaşl, ayrıca ve­ ( ve haram ) olarak yiyenler karınlarında ancak ateş sâyeti altındaki şahsa, hesap vermeye mecburdur,



3»«



V İlİY E t - VİRD.



Bibliyografya'. I. Kısım için bk. Mâvardî, al-Ahköm al-mllânıya ( nşr. Enger), Bonn, 1853; Frans, trc. E. Fagnan, Les staias goıwernementaux (Cezayir, 19 *5 ); trc. Ostrorog, Paris, 1901 I.-ÎI. ( tamamlanmamış), bilhassa giriş s. 74 v.dd.; II. Kısım için blc. Fıkıh eser­ lerinde Kitâh al-îfacir bahsi dışında; T h . W. juynboll, Handluch des İslam. Gesetzes (Leiden, * 9 io ), § 4 4 ; 3 - tabı (Leiden, 1925), §5 2 : W. Santillana, hiituzioni di diriüo masulmano malichİla (Rom a, 1926), I, 232 v.dd. ( Heffening,) VİR D . ( A ., Cem *i aürad), t a s a v v u f ! b i r ı s t ı l a h o l u p , isim ve sıfat olarak kullanılmış ve b a ş t a g e l m e k , h e r z a m a n g i d i l e n su veya y e r , g e t i r i l e n ' s u , s u p a y ı , s u s a ­ yanların suya’ gitme vakti, suya gi­ den t o p lu lu k ve develer, kuş s ü r ü ­ s ü, o r d u b i r l i ğ i , p a r ç a , s ıt ma, sıtma n ö b e t i v.s. mânalara gelen bu kelime ( Cavharı, Sibak, Kahire, 1956, I, 546 - 574; Fîrüzâbâdî, al -Kamus al-muluf, Kahire, 1319, I, 357; lbn Man?ür, L A , Beyrut, 1968, III, 45^ v.d d ,), bilâhare ve husûsiyle islâmiyetten sonra K u r * â n ’ d an b i r c ü z , g e c e n i n i b â d e t i ç İm a y r ı ­ lan kısmı ve her gün m uayyen z a ­ m a n l a r d a o k u n a n K u r * âiı v e y a p ı ­ l a n z i k i r s a y ı s ı mânalarım da içine almış­ tır ( L A , III, 458; al-Zabîdî, T A , Kahire, 1306, II, 532 ), Km*ân ’da sâdece gelme, suya koşan su­ suz kişi ve su içmek için gidilen yer mânasına kul­ lanılan vtrd kelimesi ( Kuran, 11, 98 ve X IX , 86; krş. Bayzavî, Anvâr al-tanzll, Kahire, 1302, 1, 576 ve II, 48), hadîste de tıpkı £tz& ( b. bk. ] keli­ mesi gibi yalnız birkaç defa cüz, kısım ve Kur*ân ’dan bir parça mânasına tekrarlanmıştır (lbn planbaî, Musnad, Kahire, 1313, I, 32, 53 î IV, 9 , 353, 355, 3»*, 383, krş. Müslim, Sahih, musâfirîn, hadis 142; lbn Mâca, Sunan, İfama, bab 17 7 ,17 8 ; Tirmizî, Sunan, Cuma, bab 56; Abü Dâvüd, .Sunan, Ramazân, bab 8, 9 ve tafavvtA, bab 19; lbn al-Agîr, al-Nihây a f i ğarîb al-hadîs, Kahire, 1965, V ,i7 3 î L A , III, 458 ve I, 308 ). Istılah olarak **Vird" sâîih ve müttakî bir müTnİnîn kılmakla mükellef olduğu beş va­ kit namazın dışında, her gün yapmayı taahhüt et­ tiği husûsî ibâdetleri için gecesinden ve gündüzün­ den Allah ‘a ayırdığı vakti ve aynı zamanda bu va­ kitte yapılmak üzere tarîkat büyükleri tarafından âyet ve hadîslerden de bâzı parçalar alınarak mey­ dana getirilen ve prensip olarak Itizh diye adlandı­ rılan Husûsî dua ve salavatlarıda■ ifâde eder (krş. A bü Talih al-Makkl, K üt al-fatlüb, Kahire, 1961, 1 , 95-108, 9 v .d., 32, 42. Aşağıda görüleceği gibi, vird kelimesi fazb ( Cem’i Ahzöb) ve zikr ( |b. bk.], cem’i Azkâr) kelimeleri yerinede kullanılmış ( L ,4 , I, 308; krş. IV , 3 * ° ) Ve zamanla birbirine muvâzî olarak her üçünün mâ­



nası genişlemiştir. Kur'dn, belli zaman aralıklarında hatmedilmek üzere, Eshâb tarafından 7 hİzb (kısm a ) ’e bölünmüş; daha sonra te*lif sırasına ve sûre­ lerin tertibine bakmadan onu, muhtelif hizblere, beşte birlere, onda birlere ve cüz ’lere ayırma yo­ luna gidilmiş ve Kât al-fadüb ( I, 9 6 ), sâhibine gö­ re, bu son hareket, ilk defa kJaccâc b. Y u su f’un emriyle eÂşim al-Ca^dari ve diğerleri tarafından ya­ pılmıştır. Haşan Başrî ve lbn Sırın, K u r a n ’ı baş­ tan sona doğru düzenli bîr şekilde okumayı âdet edinmiş, vtrd hâlinde parçalara bölerek okunmasını hoş görmemiş ( L A , III, 358; îbn al-Agîr, al-Nihâya, göst. y e r.), üstelik K u ra n ’ ı beşte bir, onda bir ve cüzlere ayırmaya da karşı çıkmışlardı ( Kât al-fatlüb, I, 96 ). Zamanla vird ’in muhtevâsı ve sayısı değişik şekil­ lerde ele alındı. Abü Talih al-Makkî ’ye göre, işçi ve memurlarla âlim ve âriflerin vird Teri ve bunlar için ayırabilecekleri zaman farklıdır ( Kât al-fadüh, I, 168). K im vaktini bir âyet, bir rekât namaz, bir düşünce veya bir şehâdet kelimesi ile keserse, yâni onlardan birini okur veya edâ ederse, bu onun vird ’idir ve Vtrd Terin en kolayı, dört rekât namaz kıl­ mak, yahut K uran ’dan bir sûre okumak, veya iyi­ lik etmeye ve fenalıktan sakınmaya y a r im husûsunda bir gayrette bulunmaktır ( K ât al-kulüb, göst. y e r.). Herhalde vİrİ, en basit mânasıyla Kur ân ’m yedide birinin ( E l , mad. VİTR) veya daha az bir miktarının okunması ile kılınan 4 rekâtlık namazdır. Fakat çok erken zamanlarda gerek sünnîler gerek şîî (krş. E l , mad. VİTR; K ulaynl’nin af-Ka/t‘sin­ den naklen) ve Hâricîlerde ( krş. C ayalı, ab-Kanâtır al-hayrât, III, 397-416), zâhidlik ve tasav­ vufa mahsus ilâve ibâdet ve âyin teîaltkîsi ile vird ’e uzun ve bâzanda yorucu dua ve zikirler eklendi. Bir yandan besmele, hamdele, salvele, teşbih, tek­ bîr, tehlıl, istiğfâr ve istiâzeden; diğer yandan A l­ lah ’ ın isimlerinden, ,.Allah Hü” lafızları ile başka güzel isimlerinden ( asma* al-Jıtusni? ) meydana gelen ve zaman zaman diğer ilâvelerle de zenginleşen bu zikir ve duaların, İlâhî yolculukta alınması gereken yol için müessiriyetlerinin denenmiş olduğu, her zâhid ve mutasavvıfça kabûl edilmiştir. Peygamber; "ba­ na bir kere salavât getirene, Tanrı on kerre mer­ hamet eder" dediği ( lb n f;lanbal, Musnad, III, 120, 2 6 i; II, 172, 18 7) ve bâzı dua ve istiğfarların okunmasını tavsiye ettiği ve bizzat kendisi de oku­ duğu için, evrâd'a birçok salavât, dua ve istiğfâr girmiş; bunları yazanların sayısı çoğalmıştır. Daha hicri III. ve IV. asırlarda gündüzleri 7 , geceleri 5 vird olmak üzere, günde 12 defa vird okumak ge­ rektiği ileri sürülmüş; bunların zaman, muhteva ve okunuş tarzları anlatılmıştır ( K ât al-fatlüb, 1 , 32-42; krş. Taşköpri-zâde, M av& fât afaulüm, İstanbul, *3 *3, II, 367 v.d., 4 *3-430 ). X II. asırda İslâm dünyasındaki tarikatlar res­ mileşip sayıları ve mensuplan çoğalmaya başlayınca,



kendilerini âhiret ulemâsından ( 'u/am