İngilizce - Türkçe Sözlük Cilt 1 [1]
 9751610842 [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...

Table of contents :
ÖN SÖZ......Page 3
A......Page 35
B......Page 277
c......Page 537
D......Page 905
E......Page 1121
F......Page 1263
G......Page 1461
H......Page 1601
i......Page 1765
End of the World......Page 1923

Citation preview

ATATÜRK KÜLTÜR, DiL ve TARiH YÜKSEK KURUMU TÜRK DiL KURUMU YAYıNLARı: 714



iNGiLiZCE - TÜRKÇE •• •• SOZLUK



Hamit ATALAY



Yardım Edenler



Füsun H. ATALAY B. Ed. Nurdan H. ATALAY B. Sc. (Ch. E.), M. S. İnciA. ATALAY B. Sc. C. E.



5846



sayılı



kanuna göre bu eserin bütün yayın, tercüme ve iktibas Türk Dil Kurumuna aittir.



hakları



Atalay, Hamit ingilizce -Türkçe sözlük / Hamit Atalay ... [ve başk ,] ; inceleyen Hamza Zülfikar.-- Ankara: Türk Dil Kurumu, 1999. 2 c. ; 24 cm.-- (Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu TürkDiLKurumu Yayınları; 714) Bibliyografya var. ISBN 975-16-1084-2 ı. Sözlükler, İngilizce - Türkçe ı. Zülfikar, Hamza (inceleyen) II. k.a.



J



423.943.35



L.-..



,



İNCELEYEN : Prof. Dr. Hamza ZÜLFİKAR



ISBN: 975-16-1084-2



Dizyi: Bizim Büro Baskı:



Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi Tel: (0312) 4170904 • 425 27 75 • Fax: (0312) 417 0009



ÖN SÖZ



Bilim ve teknoloji dallarında olduğu kadar sanat, kültür, edebiyat, turizm, ticaret vb. alanlarda da İngilizce günlük yaşantımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. İngilizceyi gereği gibi kullanabilmenin ilk şartı, iyi hazırlanmış bir sözlüğe sahip olmaktır. Fakat şimdi­ ye kadar İngilizce-Türkçe olarak hazırlanmış sözlükler, kapsamlarının sınırlı olması ve özellikle bilim ve uygulama terimlerine çok kısıtlı yer vermeleri sebebiyle ihtiyacı karşılamaktan uzak bulunmaktadır. İngilizcede bulunan bütün kelimeleri, bilimsel ve teknik terimleri, deyimleri ayrıntılı ve noksansız olarak açıklayan geniş kapsamlı bir sözlüğe son derece büyük ihtiyaç duyulmaktaydı. İşte bu sözlük böyle bir ihtiyaca cevap vermek amacıyla hazırlandı. Eser, yaklaşık 20 yıl süren yoğun çalışma ve derin araştırmaların ürünüdür. Kaynaklar bölümünde gösterilen eserler çalışmamıza kılavuzluk etmiştir. Sözlük, ilk olarak Random House (Ref. Nu. 1)'daki bütün kelimeleri içerecek şekilde hazırlanmış, ayrıca diğer kaynaklardan buna eklemeler yapılmıştır. Bu haliyle neredeyse birkaç cilt tutacak olan eserin yayımlanmasında karşılaştığımız güçlük, daha kısa bir baskısını hazırlamamızı zorunlu kıldı. Elinizdeki sözlük, bu büyük eserin biraz kısaltılmış şeklidir. Bu kısaltma, eserin mükemmelliğini hiçbir yönden bozmamıştır. Sadece, anlamlara açıklık getirecek bazı örneklerin Türkçe tercümeleri ile, rastlanma imkanı pek az olan kelimeler metinden çıkarılmıştır. Sözlüğün başlıca



özellikleri



şunlardır:



Çağdaş İngilizcede kullanılan hemen hemen bütün kelimeleri, deyimleri, bilimsel ve



teknik terimleri kapsamaktadır. Sözlük yaklaşık 180.000 kelimeyi içine Kelimelerin çeşitli



anlamlarının



tümü verilmiş ve



gerektiğinde



almaktadır.



bunlar örneklerle



açık­



lanmıştır.



Bilimsel ve teknik terimlerin Türk Dil Kurumunca kabul edilen Türkçe karşılıklarını vermekle beraber halen kullanılaq ve alışılmış olan terimler de gösterilmiş, ayrıca bu terimler kısaca tanımlanarak daha net anlaşılmaları sağlanmıştır. Kelimelerin



eş anlamlı



kaynağa başvurmadan



ve karşıt anlamlı şekilleri de verilmiş, böylelikle başka hiçbir her kelimenin tam anlamıyla ve ayrıntılı olarak kavranmasına çalışıl­



mıştır.



Eş anlamlılar arasında kullanılış bakımından



celikleri notlarla açıklanmıştır. ın



az çok farklar gösterenlerin bu anlam in-



Bilimsel terimlerin karşılıkları kelime olarak verildikten sonra, retiyle okuyucuya kısa ansiklopedik bilgi verilmiştir.



kısaca açıklanmak



su-



Bitki ve hayvan adlarının Türkçe karşılıklarına ek olarak Latince bilimsel adları da böylelikle botanik ve zooloji ile uğraşanların sözlükten tam anlamıyla yararlanabilmeleri sağlanmıştır. konulmuş,



Kimyasal maddelerin özellikleri açıklanmıştır.



formüı,



simge, atom



ağırlıkları,



nerede



kullanıldıkları



ve



kısaca



Dilimizde karşılığı bulunmayan bilimsel terimlere, bitki ve hayvan adlarına Türkçe kelime türetme kurallarına dayanarak karşılıklar verilmiştir. Böylece bu sözlük, Türkçenin zenginliğini ve yeni kelime türetme yeteneğini kanıtlayan bir eser niteliğindedir. İngilizce kelimelerin telaffuzu bu dili öğrenenlerin karşılaştıkları en güç sorunlardan biridir. Bu konuda okuyucuya yardımcı olmak üzere kitabın başına "İngilizce Söyleniş Kuralları" adlı bir bölüm eklenmiştir. Bu kuralların İngilizce öğrenenlere geniş ölçüde yardımcı ve yararlı olacağına inanıyoruz.



Amerika Birleşik Devletlerinde kullanılan İngilizce sözlükler esas alınmakla beraber, İngiltere, Kanada, İskoçya, İrlanda, Avustralya gibi İngilizce konuşulan diğer ülkelerde rastlanan değişik deyimler, kelimeler de çalışmaya katılmıştır. Böylelikle sözlük evrensel bir nitelik taşımaktadır. Eserin tümü bilgisayarla yazılmış, hiçbir yanlışlık kalmaması için azami dikkat ve itina gösterilmiştir. Buna rağmen gözden kaçmış yanlışlıklar varsa, bunlar ileriki baskılarda düzeltilecektir. Herhangi bir yanlışlık ya da noksanlığa rastlayan okuyucularımızın Türk Dil Kurumunu haberdar etmelerini rica eder ve onlara şimdiden teşekkürlerimizi sunarız. Sözlüğün yazılmasında



çok kimsenin yardım, destek ve teşviklerini gördük. Burada hepsine yürekten teşekkür etmeyi bir borç biliriz. Özellikle Türkçe kaynakları temin hususunda büyük yardımları olan sayın emekli vali Ziya ÇOKER' e, Prof. Dr. Cahit ÖZGÜR' e, Dr. Füsun KÖSEOGLD'na, Y. Müh. Süleyman ORUÇLAR'a sonsuz minnet ve teşekkürleri­ mi sunmak isterim. Ayrıca kendisini yalnız bırakıp gece gündüz kendimi bu eserin hazırlan­ masına hasretmemi hoşgörü ile karşılayan ve beni bu yolda teşvik eden eşim Nuran ATALAY' a, mesleki bilgileriyle bu esere katkıda bulunan kızlarım Füsun, Nurdan ve İnci'ye teşekkür etmeyi zevkli bir görev sayarım. Eseri kendi yayınları arasına almak kadirşinaslığını gösteren Türk Dil Kurumu Başka­ Dr. Ahmet B. ERCİLASUN'a, TDK üyelerine, sözlüğü büyük bir vukuf ve dikkatle inceleyip yayımlanmasını öneren TDK uzmanlarına, özellikle Sayın Prof. Dr. Hasan EREN' e, Prof. Dr. Hamza ZÜLFİKAR' a, basım sırasında düzeltmeleri üstlenen Okutman Ahsen ESATOGLU'na sonsuz teşekkür ve minnetlerimi sunarım. nı sayın· Prof.



garlık



Bu eseri, eşim Nuran ATALAY'a, kızlarıma, torunlarıma ve Türkiye'yi en ileri uydüzeyine ulaştırınayı ülkü edinen sevgili Türk gençliğine ithaf ediyorum.



Hamit Atalay ıv



İçindekller Ön söz



iii



Giriş- Introduction



vii



Amerikan (ABD) ve İngiltere (BriL) İngilizcesinin Yazım Farkları



xv



Kısaltınalar



xvii



İngilizce Söyleniş Kuralları - English Pronunciation



Kaynaklar



xxi xxix



v



Gİrİş



Introduetıon GUIDE TO THE USE OF THE DICTIONARY



SÖZLÜGÜN KULLANILMASI HAKKINDA YÖNERGE



1. THE MAIN ENTRY



1. ANA KELiME



Ana kelime,



anlamı



The main entry is the word you look up in the dictionary. All main entries, including single words, compounds, prefixes, suffixes and abbreviations, are listed in alphabetical order and are printed in large boldface type, extending slightly into left margin so as to be easily found. Other entry words and the words created from the main entry are also displayed in bold. For example : anaglyphy, is. 1. kabartmacılık, oymacılık, 2. kabartma sanat eseri. an-, ön ek. 1. "-sız/-siz/-suz/-süz". ör.: anhydrous. Sessiz harfle başlayan kelimeler önünde a- şeklini alır. 2. ad- ön ekinin n ile başlayan kelimeler önünde aldığı şekil, 3. ana- ön ekinin sesli harfle başlayan kelimeler önünde aldığı şekiL. -an, son ek Latinceden gelen adların sonuna eklenerek şu anlamlarda sıfatlar yapar: ı. "-e ait, ... niteliğinde". ör.: diocean. 2. "-lı/-li/-Iu/-lü " ..... Sample phrases g~ven to Cıarify the usage of various meanings of the main entry is either printed in bold (where the Turkish translation is provided), or in italic where no translation is given. For example : dosel, f dosed, dosing L.kapa(t)mak, kapanmak. to - a dooda window. to - a border to tourists. to - a store for the night. The school is -d for the summer. to one's mind to another's arguments : baş­ kalarının itirazlarını dinlememek, 2. kilitlernek. Be careful and make sure to - the doal' at night. 3. doldurmak, tıka(n)mak. to - a hale in a wall with plaster. 4. bit(ir)mek, son vermek, sona er(dir)mek. - the meeting. The day is dosing : Gün sona eriyor.



sözlükte aranan



kelimedir. Açıklanacak şik



olan ana kelimeler, birle-



kelimeler, ön ekler, son ekler ve



malar alfabe harfleri çıkıntı



yapacak



sırasıyla,



şekilde



ve



kısa1t­



hafifçe sola



kalın



siyah harf-



lerle basılmıştır. Açıklanan diğer kelimeler ve ana kelimeden türetilen kelimeler de kalın siyah harflerle gösterilmiştir. Örnek:



anaglyphy, is. 1. kabartmacılık, oyma2. kabartma sanat eseri. an-, ön ek ı. "-sız/-siz/-suz/-süz". ör.: anhydrous. Sessiz harfle başlayan kelimeler önünde a- şeklini alır. 2. ad- ön ekinin n ile başlayan kelimeler önünde aldığı şekil, 3. ana- ön ekinin sesli harfle başlayan kelimeler önünde aldığı şekiL. -an, son ek Latinceden gelen adların sonuna eklenerek şu anlamlarda sıfatlar yapar: 1. "-e ait, ... niteliğinde". ör.: diocean. 2. "-lı/-li/-Iu/-lü " ...... Ana kelimenin çeşitli anlamlarını açık­ 1amak için verilen kullanma örnekleri, Türkçe karşılıkları verildiği takdirde kalın siyah harflerle, anlaşılması kolayolup Türkçe karşılıkları verilmeyenler ise italik harflerle basılmıştır. Örnek: dosel, f dosed, dosing 1. kapa(t)mak, kapanmak. to - a dOO1ia window. to - a border to tourists. to - a store for the night. The school is -dIor the summer. to one's mind to another's arguments : baş­ kalarının itirazlarını dinlemernek. 2. kilitlernek. Be careful and make sure to - the doal' at night. 3. doldurmak, tıka(n)mak. to a hale in a wall with plaster. 4. bit(ir)mek, son vermek, sona er(dir)mek. - the meeting. The day is dosing: Gün sona eriyor., cılık,



vii



Yabancı kelimeler ve cümleler kalın siyah italik harflerle basılmıştır. Örnek: ab initio, Lat. başlangıçtan. e.a.- from the beginning. ab initra, Ldı. içinden, içeriden. e.a.from inside, from within. il bon marche, Fr. ucuz, kelepir. e.a.- cheap. Aynı anlamda iki ya da daha fazla kelime veya cümle olması halinde, açıklanan anlamdaki ikinci kelime veya cümle de verilmiş ve sonuna d.d. (de denir) kısaltma­ sı eklenmiştir. Örneğin : afterlife, is. 1. future life d.d. öldükten sonraki yaşam, 2. hayatın son yılları. In - he beeame a teaeher : Hayatının son yıl­



Foreign words and phrases are shown in large boldface italic type. Ex.: ab initio, Lat. başlangıçtan. e.a.- from the beginning. ab initra, Lat. içinden, içeriden. e.a.from inside, from within. il bon marche, Fr. ucuz, kelepir. e.a.- cheap. Where there are two or more distinct words or phrases that have identical meaning, theyare given along with the associated meaning of the main entry followed by d.d. (Alsa). For example : afterlife, is. 1. future life d.d. öldükten sonraki yaşam, 2. hayatın son yılları. In - he became a teaeher : Hayatının son yıl­



larında öğretmenlik yaptı.



larında öğretmenlik yaptı.



blackbeetle, is. zaaf. hamam böceği. odental eoekroach d.d. Yazılışları farklı kelimeler ya eşitlik işareti ( := ) ile gösterilmiş, ya da değişik yazılışı izleyen ş.d.y (şeklinde de yazılır) kı­ saltması ile belirtilmiştir. Örnek:



blackbeetle, is. zaaf. hamam böceği. oriental eoekroaeh d.d. Alternative spelling of the main entry is indicated either by equal sign ( = ) between two spellings or by giving alternate spelling followed by ş.d.y (Alsa spelled as). For example : afflation = afflatus, is., esin, ilham, vahiy. afrit, is. ifrit. afreetş.d.y.



afflation = afflatus, is. esin, ilham, vahiy. afdt, is. ifrit. afreet ş.d.y.



2. aU.DE WORDS The first and the last entries are printed at the top of each page. These are the guide words to help you narrow down your search for a word. All the main entries that fall alphabetically between these two words can be found on that page. For example, you will find the word eat on page 559 which is between easualty and eatabolism the guide words on that page.



2. BULDURUCU KELiME



Aranan kelimenin hangi sayfada oldubulmaya yardım etmek üzere her sayfanın üst sol ve sağ köşesine o sayfada anlamı açıklanan ilk ve son kelimeler yazılmış­ tır. Alfabe harfleri sırasına göre o iki kelime arasındaki bütün kelimeler o sayfada bulunur. Örneğin eat kelimesi, buldumcu kelime olarak easualty ve eatabolism kelimelerini taşıyan sayfa 559'dadır. ğunu



3. PARTS OF SPEECH



3. KELiME TÜRLERi



A part-of-speech label for each main entry is given as an italicized abbreviation preceding definition. The following labels for the parts of speech into which words are classified in English Gramınar are used in this dictionary :



Kelime türleri, ana kelimeyi izleyen kısaltmalarla belirtilmişlerdir. Kelimenin İngilizce dil bilgisindeki yeri, aşağıdaki kı­ saltma işaretleriyle gösterilmiştir.



viii



bağlaç - conjunction çokluk- plural çokluk isim- plural noun edat -preposition fiil (geçişli ve geçişsiz) verb (both transitive and intransitive) gL.f geçişli fiil - transitive verb gs.f geçişsizfiil - intransitive verb isim - noun is. sifat - adjective sf ünL. ünlem - interjection zarf - adverb zf. zm. zamir - pronoun



bağ·



bağ·



ç. ç.is.. e. f



ç. ç.is. e. f



4. SÜKÜN· BiçiMLER Sıfat, ad ve fiillerin bükün-biçimleri



gl.f gs·f is. sf ünL. zf. zm.



1. Sonu sessiz harfi izleyen y ile biten şekline



gelen



sı­



fat, ad ve fiiller. Örnek: steady, sf steadier, steadiest, is., ç. steadies,



steady, ünL. &f steadied, steadying



steady, ünl. &f steadied, steadying



2. Adjeetives and verbs ending in e where the e is dropped before the infleetional ending is added: fine 1, sf finer, finest fine 3, f fined, fining 3. Adjeetives and verbs doubling the eonsonnant before adding infleetional endings: big, sf bigger, biggest admit, f -mitted, -mitting



2. e ile son bulan ve bükün eki eklenirken e harfi kaldırılan sıfat ve fiiller : fine 1, sf finer, finest fine 3, f fined, fining 3. Bükünlenirken son harfleri ikilenen sıfat



- conjunction çokluk- plural çokluk isim- plural noun edat -preposition fiil (geçişli ve geçişsiz) verb (both transitive and intransitive) geçişli fiil - transitive verb geçişsizfiil - intransitive verb isim - noun sifat - adjective ünlem - interjection zaif - adverb zamir - pronoun



4. INFLECTED FORMS Infleeted forms for adjeetives, nouns and verbs are shown as follows : 1. Adjeetives, nouns and verbs ending in a eonsonnant plus y, where the y changes to i before an infleetional ending is added: steady, sf steadier, steadiest, is., ç. steadies,



şu



şekilde gösterilmiştir:



ve bükünlenirken y harfi i



bağlaç



ve fiiller : big, sf bigger, biggest



admit, f ~mitted, -mitting 4. Bükünlenirken yazılışı değişen ad ve fiiller. Örneğin : child, is., ç. children wife, is., ç. wives mouse, is., ç. mice make, gL.f made, making swim, gs.f swam, swum, swimming 5. Sıfatlarda derecelerne (karşılaştırma ve üstünlük biçimleri) : heavy, sf heavier, heaviest locky, sf luckier, luckiest



4. Nouns and verbs ehanging the spelling to form infleetions : child, is., ç. children wife, is., ç. wives mouse, is., ç.. mice make, g l.f made, making swim, gs.f swam, swum, s:wimming 5. Comparative and Supedatiye forms of adjeetives : heavy, sf heavier, heaviest lucky, sf luckier, luckiest ix



6. Karşılaştırma ve üstünlük derecelerinde kökleri değişen sıfatlar good, sf better, best bad, sf worse, worst 7. Çokluk biçimleri İngilizce dil bilgisi kurallarına uymayan adlar : nucleus, is., ç. nucleilnucleuses phenomenon, is., ç. -na alumnus, is., ç. -nİ 8. Teklik ve çokluk biçimleri aynı şe­ kilde yazılan adlar : Chinese, sf &is., ç. -nese 9. Yanlış anlamaya yer vermemek için diğer bazı çokluk biçimleri de ayrıca gösterilmiştir : potato, is., ç. -toes eupful, is., ç. -fuls 10. Birkaç türlü bükün-biçim olması hallerinde bütün biçimler gösterilmiştir : travel, is. &f -eled, -eling (Brit. -elled, -emng) caneel, is.&f -eled, -eling (Brit.-elled, -elling) 1 ı. Bir fiil için iki bükün-biçim verilmişse bunlardan birincisi geçmiş zamanı ve geçmiş zaman sıfat-fiilini, ikincisi faaliyet ismini gösterir : read, f read, reading 12. Bir fiil için üç bükün-biçim verilmişse bunlardan birincisi geçmiş zamanı, ikincisi geçmiş zaman sıfat-fiilini, üçüncüsü ise faaliyet ismini gösterir: see, f saw, seen, seeing 13. Aşağıdaki hallerde genelolarak bükün-biçimler gösterilmemiştir : (a) Çokluk hali yapılmak için tekiline sadece -s veya -es eklenen adlar. Örnek : dog, dogs; class, classes. (b) Geçmiş zamanı ve geçmiş zaman sıfat-fiili mastara sadece -ed, şimdiki zaman sıfat-fiili ise mastara sadece -ing eklenerek yapılan fiiller. Örnek. : walk, walked, walking.



6. Adjectives changing their roots to form the comparative and superlative : good, sf. better, best bad, sf worse, worst 7. Nouns having plurals that are not native English formations : nucleus, is., ç. nucleilnucleuses phenomenon, is., ç. -na alumnus, is., ç. -ni 8. Nouns having the plural and singular spelled identically : Chinese, sf&is., ç. -nese 9. Certain other plural forms are also shown in order to avoid possible confusion : potato, is., ç. -toes cupful, is., ç. -fuls 10. Where various inflections exist, all forms are shown : travel, is. &f -eled, -eling (Brit. -elled, -emng) caneel, is. &f -eled, -eling (Brit. -elled, -emng) ll. Where two inflected forms are given for a verb, the first İs the past tense and the past participle and the second is the present paticiple : read, f read, reading 12. Where three İnflected forms are given for a verb, the first is the past tense, the second is the past participle and the third is the present paticiple : see, f saw, seen, seeing 13. Inflected forms are not generally shown for: (a) nouns whose plural is formed by the addition of -§ (for example dog, dogs ete.), or -es (for example class, Cıasses); (b) verbs whose past tense and past participle is formed by the addition of -ed without alteration of the spelling, and whose present participle is farmed by the addition of -ing with no alteration of the spelling. Ex.: walk, walked, walking;



x



(c) şimdiki



Yardımcı



(c) the third person singular, present tense of verbs, with the exception of auxiliary verbs.



fiiller müstesna, fiillerin zaman üçüncü tekil şahısları göste-



rilmemiştir.



5. DEFINITIONS ı. Definitions within an entry are individually numbered in a single sequence, regardless of any division according to part of speech. 2. In order to avoid repeating the entry within the definition and associated examples of usage and idioms, proverbes etc, the sign - is used to replace the entry. Endings to the entry, if any, are printed immediately after the sign - . For example :



5. TANIM VE AÇiKLAMALAR ı. Bir temel kelimenin tanım ve açıklamaları,



kelime türüne



bakılmaksızın



kendi



aralarında numaralanmıştır.



2. Açıklamalarda, kullanma örneklerinde, özel deyimlerde ve atasözlerinde vb. temel kelimeyi yinelemekten kaçınmak için onun yerine - işareti kullanılmıştır. Eğer varsa, temel kelimeye eklenen harf(ler) hemen bu işarete bitişik olarak gösterilmiştir. Örnek: girl, is. ... - friend : (= girl friend) girlish, sf ... 2. -ly : (= girlishly) : ... 3. -ness: (= girlishness) Temel kelime iki ya da üç kelimeden oluşuyorsa, her kelime yerine bir olmak üzere iki ya da üç - işareti kulla-



girl, is. ... - friend : (= girl friend) girlish, sf ... 2. -ly : (= girlishly) : ... 3. -ness: (= girlishness) Where the entry consists of two or three different words, two or three - signs are used to replace them, each sign representing one word. 3. vVhere an entry is generally associated with a conjunction, preposition etc. in its usage, the associated word is shown after the sign - replacing the entry : For example add, f 1. ... , 2. gen. -up: toplamak, toplamını bulmak, .... Here, gen. - up means that the verb add is generally followed with the adverb up in the definition 2, Le. it is used as add up. 4. Adverbs and nouns derived from the adjectives are usually given under the entry for adjective theyare derived from. For example: active, sf ı. ... 16. -ly : eylemle, fiilen, ... , 17. -ness : etkinlik, faaliyet. Here -ly = actively, -ness = activeness It should be noted that, adverbs and nouns derived from the adjectives ending with -y have the form -Oy, -İness. Therefore, in order to find a word ending



nılmıştır.



3. Temel kelime genellikle bir zarf ya da bir edat1a birlikte bu ek kelime -



bağlaç,



kullanılıyorsa



işaretinin yanında



gösteril-



miştir. Örnek:



add, f



ı



.... ,2.



gen. - up : toplamak, .... Burada, gen. - up fiilin genellikle add up şeklinde kullanıldığını göste-



toplamını bulmak,



rir. Sıfattan



türetilen zarf ve adlar, genellikle bu temel sıfatın açıklandığı yerde 4.



verilmiştir. Örneğin:



active, sf 1.... 16. -ly : eylemle, fiilen, ... , 17. -ness: etkinlik, faaliyet. Here -ly actively, -ness activeness Önemli bir hatırlatma: -y ile son bulan sıfatlardan türetilen zarf ve adlar -ily, -iness ile son bulur. Bu nedenle -ily ile sonlanan zarfı ya da -İness ile son bulan adı sözlükte



=



=







aramak için önce bu son ekler -y ile değiştiri­ lip sıfat bulunmalı ve bu sıfat sözlükte aranmalıdır. İlgili zarf ve ad, bu sıfatın yanı sıra verilmiştir. Örneğin stickily ve stickiness, kelimelerinin anlamları için sticky sıfatının



with -ilyar -İness, these ending should first be replaced by -y and the word thus formed should be looked for. For example, the definitin for the word stickily or stickiness, can be found under sticky.



açıklamasınabakılmalıdır.



6.



EŞ ANLAMlı, KARŞıT



6. SYNONYMS,ANTONYMS AND HOMONYMS



ANLAMlı ve EŞ SEsıi



KEliMELER



Birçok kelimenin Türkçe anlamların­ dan sonra bunlarla eş anlamlı, karşıt anlamlı ve eş sesli kelimeler verilmiştir. Bunlar e.a.-, k.a.- ve eş ses.- kısaltmaları ile belirtilmiştir. Bir kelimenin çeşitli anlamları­ nın her birine karşılık olan eş ve karşıt anlamlı kelimeler o anlamın numarası ile gös-



At the end of most entries synonym, antonym and homonym lists appear preceded by e.a., k.a.- and eş ses.- Since a word may have distinct synonyms and antonyms for each of several senses, they are numbered to indicate the definitions they carrespond.



terilmiştir.



7. DEyiMLER VE ÖZEL CÜMLELER Deyimler (Idioms), anlamları kendile-



7. IDIOMS AND OTHER SPECIAl PHRASES



Idioms are phrases or expressions that cannot be fulIy understod from the ordinary meaning of the words which combine to form them. You can find an idiom by loaking under its most important word. For example, the idiom get on can be 'found under the main entry get.



rını oluşturan



kelimelerin anlamlarını yan yana getirerek çıkarılamayan özel ifadelerdir. Deyimlerin anlamları, deyim içindeki en önemli kelime ile birlikte verilmiştir. Örneğin get on deyiminin anlamı için get kelimesine bakılmalıdll.



8. USAGE HOYES At the end of a number of entries usage notes and comments appear, preceded by NOT or KULLANıLıŞı. These explanations are especialIy inıportant for Turkish people learning English to choose proper words among several synonyms in order to express their ideas in a carrect, precise and accurate manner.



8. KULLANMA NOTLARI Bazı lamlıları



kelimelerin anlamları ve verildikten sonra NOT







anveya



KULLANıLıŞı başlıkları altında bunların arasındaki anlam incelikleri açıklanmıştır. Bu açıklamalar, özellikle İngilizce öğrenen Türklere, fikirlerini tam, düzgün ve doğru olarak ifade etmek için eş anlamlı kelimelerden uygun alanını seçmek hususunda yardımcı ve yol göstericidir.



9. ÖN EK VE SON EKLER



9. PREFIXIES AND SUFFIXES



Uitince ve Yunancadan alınan birçok ön ek ve son ekler İngilizce yeni kelimeler ve terimler üretilmesinde geniş ölçüde kullanıldığından bu eklerin anlam ve görevleri ayrıntılı olarak açıklanmıştır.



Prefixes and suffixes of Latin and Greek origiil are given with their fUilctions and explanations since theyare extensively used to create new words and terms in English. XlI



10. AYRAÇLAFUN



KULLANıLıŞı



10. PARANTHESIS



Paranthesis are used to set off any element that is lost or replaced when constituents are joined in the derivation of a word. Turkish meanings of the most English verbs which are both transitiye and intransitive are combined by the use of paranthesis. For example karış(tır)mak should be read as karışmak and karıştırmak. Similarly, Turkish meaning of some words which are both noun and verb are given by the use of paranthesis, such as atmaek), fırlatmaek) which should be read as atma, atmak, fırlatma, fırlatmak. In some cases, the noun and the transitiye and intransitive meaning of a verb are combined into a single word by using paranthesis. For example, the meaning of the word decay is given as çürü(t)me(k) which is actually four words and should be read . as çürüme, çürütme, çürümek, çürütmek.



Ayraçlar, birleşerek ya da çıkarılarak yeni kelime oluşturan öğeleri ayırmak için kullanılmıştır. İngilizce birçok fiil hem etken hem edilgen anlam taşırlar. Örneğin mingle fiili hem karışmak, hem de karıştır­ mak demektir. Bunun karşılığı verilirken bu iki kelime ayraçlar yardımı ile birleştirilmiş ve karış(tlr)mak şeklinde yazılmıştır. Okurken bunu karışmak ve karıştırmak şek­ linde iki kelime olarak okumalıdır. Benzer şekilde İngilizcede hem ad, hem fiil olarak kullanılan



kelimelerin karşılığı verilirken ad ve fiil htUi ayraçlarla birleştirilmiştir. Örneğin atmaek), fırlatmaek) kelimeleri atma, atmak, fırlatma, fırlatrnak şeklinde okunmalıdır. Bazan da ad, fiil, etken ve edilgenlik halleri birleştirilerek dört kelime iki çift ayraçh tek kelimeye indirgenmiştir. Örneğin decay kelimesinin karşılığı olarak veri1en çiirii(t)me(k) kelimesi çürüme, çürütme, çürümek, çürütmek şeklinde dört kelime olarak okunmalıdır. 11. Eğik



EGIK çiZGI çizgi,



11. THE SYMBOL (i)



(i)



da, veya"



The symbol ( i ) is used to separate alternatives and it means "or". For example : ırightlleft hand : should be read as right or left hand, or more precisely right hand or left haıııd.



anlamında



kullanılmıştır. Örneğin: sağ/sol el, şu şekil­



: sağ ya da sol el veya daha açık olarak, sağ el ya da sol eL.



de



okunmalıdır



12. ARTı iŞARETI (+)



12. PLUS S_GN (+)



The plus sign (+) indicates a Turkish Houn to be used in possessive constmction. Example : "Turkish : Türk+ (Turkish carpet : Türk halısı.). English : İngiliz+, İngilizce+. (English Literature : İngiliz Edebiyatı. English idiom İngilizce deyim.)



İngilizce sıfatlarm ya da sıfat olarak kullanılan adların



ad tamlaması olarak Türkçe karşılıkları sonuna + işareti konulmuştur. Bu işaret, o kelimenin ad tamlaması halinde sonuna tamladığı adm ekleneceğini bildirir. Örnek: "Turkish : Türk+ (Turkish carpet : Türk halısı.). English: İngiliz+, İngilizce+. (English Literature : İngiliz Edebiyatı. English idiom : İngilizce deyim.) xiii



Anıerikan (ABD) ve ingntere (Brit.)



ingilizeesinin Yazun Farkla... (Spelling Differences Between American And British English) Bu sözlükte ABD İngilizcesinin yazılı Ş şekli esas alınmış, İngiltere İngilizcesinin farkda ayrıca gösterilmiştir. Aşağıdaki birkaç kural bunlar arasındaki genel farkları hatırla­ mak için verilmiştir. Örneklerde Amerikan (ABD) İngilizcesi düz, İngiltere (Brit.) İngiliz­ cesi yatık harflerle yazılmıştır. ları



ı. ABD İngilizcesinde -or ile son bulan birçok kelime Brit. İngilizcesinde -our ile biter. Örnek : color -> colour; endeavor ~ endeavour; favor ~ favour; humor -> humour.



2. ABD İngilizcesinde -er ile son bulan birçok kelime Brit. İngilizcesinde -re şek­ lindedir. Örnek : center ~ centre; theater ~ theatre; fiber ---7 fibre. 3. -I ve -p ile son bulan fiillerin çekiminde Brit. İngilizcesinde bu harfler yinelenir, ABD İngilizcesinde yinelenmez. Örnek.: cancel: canceled/cancelled, worship: worshiped/worshipped. 4. ABD İngilizcesinde -ction ile son bulan birçok kelime Brit. İngilizcesinde -xion ile biter. Örnek.: connection -> connexion, inflection ~ inflexion, reflection ~ reflexion. 5. Brit. İngilizcesinde iki kelimeyi birleştiren çizgi ABD İngilizcesinde çok defa yazılmaz : Örnek.: coordinate -> co-ordinate; cooperate -> co-operate; breakdown ~ break-down. 6. ABD İngilizcesinde -ense ile son bulan birçok kelime Brit. İngilizcesinde -ence şek­ linde yazılır. Örnek.: defense -> defence; license ~ /icence; offense ~ offence. 7. Brit. İngilizcesinde -ae ve -oe ile yazılan kelime ABD İngilizcesinde genellikle -e şeklinde yazılır. Örnek.: anaemia -> anemia, manoeuvre ~ maneuver. 8. Brit. İngilizcesinde yazıldığı halde söylenmeyen e harfi çok defa ABD İngilizce­ sinde yazılmaz. Örnek: abridgement -> abridgment; acknowledgement - -> acknowledgment; judgement ~ judgment. 9. Brit. İngilizcesindeki en- ön eki yerine ABD İngilizcesinde daha çok in- ön eki Örnek : encase -> incase; enclose -> indose; encrust ~ incmst.



kullanılır.



10. Brit. İngilizcesinde -ise ile son bulan fiillerle bunlardan türetilen ve -isation ile son bulan adlar ABD İngilizcesinde -ize ve -ization ile son bulurlar. Örnek: civilise ~ civilize; civilisation .~ civilization; modernise -> modernize; modernisation ~ modernization. lL. Brit. İngilizcesindeki birçok kelimenin yazılışı ABDİngilizcesinde sadeleştirilir ya da değiştirilir. Birkaç örnek: analogue catalogue cheque cosy dialogue grey moustache



~ ~ ~ ~ ~ ~ ~



analog; catalog; check; cozy; dialog; gray; mustache;



night plough programme sceptic through tyre



xv



~



~ ~ ~ ~ ~



nite; plow; program skeptic; thru; tire.



IUsaltınalar ABD



alay Alın.



anat. ant. Ar. argo ark. a.s. As.



astr. astrol. atomağ·



atom nu. Avust.



az kuL. B bağ· bağ·b.



bas. b.b. b.b. bil. biy. biy.-kim. bk. bkt. bot. Brit. cer. cm Cnd. coğ·



ç.



ç.b. ç.is. D db. d.d. den.



d.y.



Amerika Birleşik Devletleri - USA alay yollu- joke Almanca - German anatomi - anatomy insan bilimi - anthropology Arapça - Arabic argo - slang kazı bilimi/arkeoloji - archeology atasözü - proverb askerlik - military astronomi - astronomy astroloji - astrology atom ağırlığı - atomic weight atom numarası - atomk number Avustralya dili - Australian az kullanılır - rare batı - West bağlaç - conjunction bağışıklık bilimi - immunology matbaacılık - printing böcek bilimi - entomology büyük harf - capitalletter bilişim - computer biyoloji - biology hayati kimya - biochemistry bakınız - see bakteriyoloji - bacteriology botanik - botany Britanya İngilizcesi - British cerrahi - surgery santimetre - centimeter Kanada'ya özgü - Canadian coğrafya - geography çokluk - plural çevre bilimi - ecology çokluk isim - plural noun doğu - East dil bilimi - linguistics de denilir - also denizcilik - navigation/navy demir yolları - railways xvii



e. e.a. eez. ed. eğt.



ekon. elekt. embril. esk. eş ses. ete. f. Far. feI. fin. fiz. fiz.-kim. fizy. foto. Fr. G GB GD geç.z.



gen. geom. gL.f.



göz gr. g.s. gs.f.



Hint. hkr. Hol. hük. hv. Hz. İbr.



i1iih. i1et.



Ir. is. İsk.



edat - preposition eş anlamlı - synonym eczacılık - pharmacy edebiyat - literatutre eğitim - education ekonomi - economics elektrik/elektonik - electricity/ electronics embriyoloji - embryology eski/terk edilmiş - archaic/obsolete eş sesli - homonym vb.lve benzerleri- et cetera/and so on (geçişli/geçişsiz) fiil- (transitive! intransitive) verb Farsça - Persian felsefe - philosophy maliye - finance fizik - physics fiziksel kimya - physical chemistry fizyoloji - physiology fotoğrafçılık - photography Fransızca - French güney - South güneybatı - South West güneydoğu - South East geçmiş zaman - past tense genellikle - usually geometri - geometry geçişli fiil - transitive verb göz hekimliği - ophthalmology gramer - grammar güzel sanatlar - fine arts geçişsiz fiil - intransitive verb Hindistan İngilizeesi - Anglo-Indian hakaret yollu - disparaging/offensive Hollanda dili - Dutch hukuk -law havacılık - aeronautics Hazretleri - Excellency İbranice - Hebrew ilahiyat - theology iletişim - telecommunications İrlanda dili - lrish isim - noun İskoçya dili - Scotch xviii



İsp.



iste



lt. Jap. jeol. K k.a. kaba kal.b. k.b. KB



KD k.d. k.h. kıs.



kim km Lat.



m mak. man. mat. mec. mek. metal. meteor. mim. min. mit. müh. müz. oto ör. özgüı ağ.



paL. patol. Port. psikol. rad. Rus. sf. s.bl. sf.f.



İspanyolca - Spanish istatistik - statistics İtalyanca - ıtalian Japonca - Japanese jeoloji - geology kuzey - North karşıt anlamlı - antonym kaba konuşmada - coarse language kalıtım bilimi - genetics kaya bilimi - petrography kuzeybatı - North West kuzeydoğu - North East konuşma dili - dialect küçük harf - smailletter kısaltma - abbreviation kimya - chemistry kilometre -kUometer Latince - Latin metre - meter makine - machine mantık - logic matematik - mathematics mecaz olarak - jiguratively mekanik - mechanics metalürji - metailurgy meteoroloji - meteorology mimari - architecture mineroloji - mineralogy mitoloji - mythology mühendislik - engineering müzik - music otomobil - automobile örnek - example özgüı ağırlık - specific gravity paleontoloji - paleontology patoloji - pathology Portekizce - Portuguese psikoloji/psikiyatri - psychology/ psychiatry radyo - radio Rusça - Russian sıfat - adjective ses bilimi - phonetics geçmiş zaman sıfat-fiili - past participle



xıx



s.h.ö. sig. sin. s.o. sos. söz.s. sp. sth. ş.a.



ş.d.y. trın.



T. tek. tel. telg. tıp



tic. tiy. trig. TV ünl. vb. vet. Yun. yy. zf. zın.



zoo1.



sesli harf önünde - before a vowel sigortacılık - insurance sinema - motion picture birini - someone (ingilizce cümle içinde) sosyoloji - sociology söz sanatı/belagat - rhetoric spor - sport bir şeyi - something (ingilizce cümle içinde) şeklini alır - takes the form of şeklinde de yazılır - also spelled tarım - agriculture Türkçe - Turkish teknik/teknoloji - technology telefon - telephone telgraf - telegraph hekimlik/tıp - medicine ticaret - commerce tiyatro - theater ticari marka - trade mark trigonometri - trigonometry televizyon - television ünlem - interjection ve benzerleri - et cetera veterinerlik - veterinary medicine Yunanca - Greek yüzyıl - century zarf - adverb zamir - pronoun zooloji - zoology



xx



Ingilizee Söyleniş Kuralları. Englısh Pronnneıafı.on



ı.



İngilizce kelimelerin yazılış ve söylenişleri, bilhassa bu dili yeni öğrenenler için bü-



yük zorluklar gösterir. Hatta ana dili İngilizce olan iyi eğitim görmüş kimseler bile, yeni



duydukları



bir kelimenin



yazılmasında güçlük



çeker ve genellikle



nasıl yazıldığı­



nı sorar veya sözlüklerden araştırırlar. İngiltere'den başka ABD, Kanada, Avustralya



gibi



geniş



konuşulan



ülkelerde



bu dil, ülkeden ülkeye, hatta yöreden yöreye



değişen



çeşitli şiveler arz eder. Bu nedenle İngilizce bir kelimenin söylenişini duyarak, kulak-



tan



öğrenmek en



bir hayli



yaygın



iyi yöntemdir. ve



çağımızda



gelişmiş olduğundan



dil



bu







öğrenimi



için



görsel-işitselolanaklar



büyük zorluk göstermez. Bu bölümde



okuyucularımızaİngilizce kelimelerin söylenişi için genel kuralları vermeye çalışaca­ ğız. Aşağıdaki açıklamalarda İngilizce kelimeler kalın siyah harflerle, bunların Türk



alfabesine göre 2.



okunuşları



ise ince harflerle ayraç içinde gösterilecektir.



İngiliz alfabesinde 26 harf vardır. Bunlar, söylenişleriyle birlikte şöyle sıralanır:



A,a(ey); B,b(bi); C,c(si), D,d(di);E,e(i); F,f(ef); G,g(ci); H,h(eyç);



I, i (ay), J,j (cey), K, k (key), L, i (el); M, m (em); N, n (en); 0, o (o); P, P (pi),



Q, q (ka), R, r (ar), S, s (es); T, t (ti); U, II (yu); V, v (vi); W, w (dablyu);



X, x (eks); Y, y (vay), Z, z (zed veya zi). 3.



Bileşik



harfler: Bu 26 harf dışında bazı sesleri karşılamak için İngilizcede birleşik



harfler kullanılır. Bunların başlıcaları şunlardır :



* CH, ch : genellikle sesli harfler önünde veya kelime sonunda Türkçedeki (Ç, ç)



se-



sini verir. Örnek: cheese (çiz), chicken (çikın), chief (çif), child (çayld), chin (çin), church (çörç). birch (börç), chimney (çimney), couch (kavç), touch (taç). Ancak, kelime başlarında ve kendinden sonra sessiz harf gelmesi halinde veya yabancı



dillerden (Latince ve



Fransızcadan) alınan



kelimelerde CH, Türkçedeki (k) gibi



okunur:



chlork (klorik), chioroform (kloroform), chlorophyll (klorofil), chrome (krom), Christmas (kristmıs), cholera (kolera), choreography (koreografi) gibi.



* PH, ph Türkçedeki (c) harfi gibi söylenir:



phantom (fantom), pharmacy (farma-



si), philosophy (filosofi), phonetk (fonetik), physics (fiziks), physiology (fizyoloji) gibi.



* SH, sh : Türkçedeki (Ş, ş) harfine tekabül eder ve aynı sesi verir. shark 4.



(şark),



A harfinin



sharp



okunuşu



(şarp),



shirt (şört), ship



(şip),



Örnek: she (şi),



short (şort), show



(şov).



: A harfi genellikle e gibi söylenir: bad (bed), dad (ded), sad xxi



(sed), cat (ket), fat (fet) gibi.



A#E veya a#e şeklindeki birleşik harfler ey# şeklinde okunurlar ve sondaki e okunmaz (Burada # herhangi bir sessiz harfi göstermektedir). Bunlara ait örnekler aşağıda sıralanmıştır : ACE



~ (eys) Örnek: face (feys), race (reys), trace (treys).



ADE AFE



~ (eyd) Örnek: fade (feyd), made (meyd), shade (şeyd), trade (treyd).



AGE



~ (eye) Örnek: age (eye), cage (keye), page (peyc), rage (reye), outrage



~



(eyf) Örnek: safe (seyf), safety (seyfti). (autreyc).



AKE



~ (eyk) Örnek: fake (feyk), make (meyk), sake (seyk), shake (şeyk), ta-



ke (teyk). ALE



~ (eyl) Örnek: female (fimeyl), male (meyı), sale (seyı), tale (teyl).



AME



~ (eym) Örnek : fame (feym), frame (freym), game (geym), name



(neym), shame



(şeym),



tame (teym).



ANE



~ (eyn) Örnek: crane (kreyn), insane (inseyn), Jane (Ceyn), sane (seyn).



ATE



~ (eyt) Örnek: fate (feyt), Iate (leyt), mate (meyt), relate (rileyt).



AVE



~ (eyv) Örnek: brave (breyv), shave (şeyv).



*



A harfini içeren diğer birleşik heceler aşağıda gösterilmiştir:



*



AIN



~



(eyn).



Gain (geyn), grain (greyn), main (meyn), sain (seyn), train (treyn).



*



ALL, kelime başlarında ve kendinden sonra sesli harf geldiği hallerde (eıı) de okunur (y, İngilizeede sesli harf sayılır) : allied (ellayd),



*



aııocate



(elokeyt), allow (ellov), alloy (elloy),



AL, kelime sonunda (al) veya



(ıl) şeklinde



aııy



şeklin­



(ellay).



okunur:



coral (koral), oral (oral), floral (floral), moral (moral), national (ne'şlllıl), social (so'şıl), crucial (kruşıl).



*



AL, kelime başında ise ve kendinden sonra sesli harf geliyorsa (el) nur:



şeklinde



oku-



alone (elon), alight (elayt), alined (elaynd).



*



AL, kelime okunur:



başında



ise ve kendinden sonra sessiz harf geliyorsa (ol)



şeklinde



altogether (oltugeder), already (olredi), alright (olrayt), also (olso), altercate (olterkeyt), alter (olter), almighty (olmayti).



*



ALL, kelime



sonlarında



veya kendinden sonra sessiz harf geliyorsa (ol) xxii



şeklinde



okunur: all (01), balı (bol), call (kol), fall (foI), ce (olspays), allstar (olstar). Bununla birlikte



*



istisnaı



AN, genellikle (en)



malı



(moI), smail (smol), tali (toI), allspi-



olarak i shall fiilinde



şeklinde



(şe1) şeklinde



okunur.



okunur:



can (ken), man (men), tan (ten).



5.



*



ASTE ~ (eyst) şeklinde okunur: taste (teyst), paste (peyst).



*



AW# ~ (ov) şeklinde okunur (# sessiz harf): law (lov), awful (ovful), saw (sov), awn (ovn).



*



AW ~ ~ (ev) şeklinde okunur ( : sesli harf): away (evey), awake (eveyk), aware (eveyr), award (evord).



*



A y ~ genellikle (ey) şeklinde okunur: day (dey), may (mey), say (sey), pray (prey), spray (sprey).



*



AlD



*



AIN ~ (eyn) şeklinde okunur: gain (geyn), grain (greyn), main (meyn).



*



AU ~ o (uzatılarak söylenir). cause (ko'z), pause (po'.z), caution



~



(eyd) şeklinde okunur: maid (meyd), said (seyd).



(ko'şın), daughter (do'ğtır), laurel



(lo'rel).



E harfinin okunuşu : E, genellikle Türkçedeki (i) sesini verir. Mamafih bu harfin okunuşu yerine göre ve birleştiği diğer harflere göre değişir : Başlıca birleşik şekilleri şunlardır:



*



6.



EA ~ (i) şeklinde okunur: cream (krim), dream (drim), eat



(ıt),



meat (mIt), eheat



*



EE ~ uzun (i) şeklinde okunur: feel (fil), fifteen (fiftIn), meet (mıt), wheel (vIl).



*



EIGH ~ (ey) şeklinde okunur: eight (eyt), neighbor (neybır), sleigh (sley).



*



ER ~ father



G harfinin



*



(Çıt).



(ır) şeklinde ?kunur: (fadır), mother (madır), brother (bradır),



okunuşu



:



G harfinden sonra E veya İ gelirse G harfi C gibi okunur: gel (eel), German (Cörmen), geranium (ceranyum), geography (ceografi), gem (cem), gin (cin), ginger (cineer). İstisnaı h~U : GET -> get, GIVE (giv) şeklinde söylenir.



xxiii



7.



*



G harfinden sonra A, 0, U gelirse G harfi Türkçedeki g gibi okunur: gamble (gembıl), game (geym), goat (gôt), good (gud), gum (gam).



*



G harfinden sonra sessiz harf gelirse Türkçedeki g gibi okunur: grammar (gramar), green (grin), grow (grov), grape (greyp).



*



G hafinden sonra N gelirse G okunmaz : gnome (nôm), gnocchi (nyoki), gnat (net).



i harfinin



okunuşu



:



*



ICALLY ~ (ikli) şeklinde okunur : basicaliy (beysikli), physically (fizikIi), specificaliy (spesifikIi).



*



ICE, (ays) şeklinde okunur: Mice (mays), price (prays).



*



lE, uzun (i) şeklinde okunur: believe (bilıv), deceive (dislv).



* IDE, (ayd) şeklinde okunur : side (sayd), ride (rayd), tide (tayd).



*



IGH, (ay) şeklinde okunur: high (hay), fight (fayt), light (layt), night (nayt), might (mayt), right (rayt), sight (sayt), tight (tayt).



*



ILE, (ayı) şeklinde okunur: file (fayı), mile (mayı), tile (tayı).



*



lLL, (il) şeklinde okunur : rııı (fil), kill (kil), mill (mil).



*



11\1, sonuna sesli harf gelmezse Türkçedeki gibi (im) şeklinde okunur: Kim, (kim), Tim (tim) Jim (Cim). prim (prim), trim (trim), immobile (immabayı), immnne (immyun).



*



IME, (aym) şeklinde okunur : crime (krayrn), lime (laym), time (taym).



*



IN, sonuna sesli harf gelmediği takdirde Türkçedeki gibi (in) fin (fin), chin (çin), sin (sin), thin (tin).



*



IND, (aynd) şeklinde okunur : find (faynd), behind (bihaynd), kind (kaynd), nıind (maynd).



*



INE, (ayn) şeklinde okunur: mine (mayn), fine (fayn), line (layn), shine



*



şeklinde



okunur:



(şayn).



IR, (ör) şeklinde okunur: Sir (Sör), fir (för), bird (börd), girl (görl), birthday (börtday), dirt (dört), shirt (şört), first (först), stir (stör). xxiv



8.



*



IRE, (ayr) şeklinde okunur : desire (dizayr), fire (fayr), entire (entayr), tired (tayrd).



*



IS, sonunda sessiz harf var iken Türkçedeki gibi (is) fist (fist), mist (mist), miss (mis), kiss (kis).



*



ISE ve IZE (ayz) şeklinde okunur: Prize (prayz), nationalize (naşinılayz).



şeklinde



okunur :



J harfinin okunuşu : J harfi Türkçedeki (c) harfi gibi teHiffuz edilir: jinn (cin), job (cob), join (coin), joke (co 'k), jungle



9.



(cangıl),



judge (cac), justice (castis).



K harfinin okunuşu : K harfi Türkçedeki (k) gibi okunur: keep (ki'p), key (kiy), kill (kil), kind (kind).



* K harfinden sonra N gelirse K okunmaz : knowledge (novlec), knock (nok), knot (not), knuckle (nakl). 10. 1 ı.



L, M, N harfleri Türkçedeki aynı harfler gibi okunur. O harfinin okunuşu : O harfi tek başına iken Türkçedeki gibi söylenir. az çok değişir. Başlıcaları şunlardır :



Başka



harflerle



birleşince okunuşu



*



QO ~ u' (uzun telaffuz edilir): Moon (mu'n), cool (ku'l), fool (fu'l), noon (nu'n), soon (su'n), school (sku'!), scoop (sku'p), shoot (şu't), stool (stu'l), tool (tu'l).



*



üRE ~ o'r (o uzatılır) : more (mo'r), sore (so'r), restore (risto'r), score (sko'r).



*



OU~ au: our (aur), sour (saur), grouch (grauç), hour (am). (İstisnai hal: jour (for),jourteen (fortin)



*



OUGH ~ oğ (ve bazan uğ) : dough (dağ), though (doğ), through



*



(truğ).



ÜY~oy:



boy (boy), joy (coy), toy (toy). 12.



P harfinin okunuşu : P harfi genellikle Türkçedeki aynı harfe tekabül eder. Ancak diğer harflerle birleşince aşağıda gösterildiği gibi değişik sesler verir:



*



PH~f:



physics (fiziks), phantom (fantom), pharmacy (farmasi), phonetic (fonetik), philosophy (filosofi), physiology (fizyoloji).



*



P harfinden sonra S gelirse P okunmaz : psalm psychic (saykik), psychopath (saykopet). xxv



(saım),



psychiatry (saykaytri),



13.



Q harfini



okunuşu



: Q harfinden sonra daima U gelir ve QU



--7



ku



şeklinde okunur:



quantity (kuantiti), quad (kuad), quick (kuik).



14.



okunuşu



S harfinin harf



bulunduğu



: S harfi kelime



başında



zaman Türkçedeki gibi s



veya sonunda ve kendinden sonra sessiz



şeklinde



okunur: see (si), snow (snov), fi·



ness (finess). İsimleri çoğul yapmak için sonlarına getirilen s, sesli harfi izliyorsa Türkçedeki z se-



sini verir : apples



(epılz),



cities (siti'z), houses (havziz), prizes (prayziz), trees



(tri'z). Fakat sessiz harfi izlerse s sesi verir: books (buks), cats (kets), dogs (dogs), streets (strits).



*



şın),



15.



--7 (ş m) şeklinde



SION



pension



T harfinin



okunur: tension



(tenşın),



comprehension (komprehen-



(penşın).



okunuşu



: Tharfi, genellikle Türkçedeki gibi telaffuz edilir: cat (ket),cut



(kat), fat (fet), tree (tri). TH birleşik şeklinin İngilizceye özgü bir telaffuzu vardır ki bunu kulaktan duyarak öğrenmek



gerekir. Bu telaffuz bazan d sesine benzer: them (dem), their (deir),



themselves (demselvz) gibi. Bazan d ile s veya z



arası



bir ses verir: worth, fourth,



three gibi.



*



TCH -- > (ç)



şeklinde



okunur:



catch (keç), fetch (feç), Dutch (Daç), pitcher (piçer), stitch (stiç).



*



* 16.



TION --7



(şın) şeklinde



direction



(direkşın), nation (neyşm),



nistreyşın),



frustration



TS ve TZ



--7



U harfinin



(ç)



okunuşu



okunur : question



(koesşın), administration



(admi-



(frastreyşın).



şeklinde



okunur: tsar!tazr (çar), tzigane (çigan).



: V harfi kelime



başında



ve sessiz harfler önünde (a) sesi verir:



ugly (agli), unele (ankI), unfair (anfeyr), up (ap), utmost (atmost), but (bat), cut (kat),mud( mad), fun (fan), shut



*



VCH --7 (aç)



şeklinde



(şat).



okunur.



much (maç), such (saç).



*



UCK



--7



(ak)



şeklinde okunur



:



buck (bak), chuck (çak), luck (lak), stuck (stak), suck (sak), truck (trak), tuck (tak).



*



uıvı# --7



(# : sessiz harf; ya da kelime sonunda) am#



umbrella (ambrella), bump (barnp), lump (larnp), number



(nambır).



xxvi



şeklinde okunur: sluın



(slam), chum (çam),



*



~



UM



yum (



sesli harf):



assume (asyum), fume (fyum), humid (yumid), human (yumen).



*



UN#~.



(# : sessiz harf; ya da kelime sonunda) (an)



şeklinde okunur.



sun (san), fun (fan), nun (nan), unneeessary (anneseseri), unknown (annovn).



*



UN



~ ~



(yun)



şeklinde



okunur.(



: sesli harf).



unit (yunit), united (yunayted), tune (tyun), immune (immyun).



*



UR# ~ (ör) şeklinde okunur. (# sessiz harf). ehureh (çörç), burn (börn), ehurn (çörn), return (ritörn), turn (törn).



*



UR



~ ~



sure



(şyur), seeure



U#E



~



*



(yur)



(üyu#)



şeklinde okunur.



(



~



sesli harf).



(sekyur), endure (endyur), duration



şeklinde



(dyureyşın).



okunur. (# sessiz harf).



eute (küyut), mute (müyut), tune (tüyun). 17.



Y harfi İngilizcede sesli harf sayılır. Kelime başlarında Türkçedeki (y) gibi okunur: yellow (yellov), young (yang), yell (yel), year (yi'r), you (yu) gibi.



*Y



harfi kelime



shy



(şay),



sonlarında



genellikle (ay)



şeklinde



okunur: my (may), f1y (flay),



try (tray), why (vay), apply (eplay), multiply (maltiplay). Fakat y ile son



bulan sıfatlarda ve -LY ile son bulan zaiflarda i şeklinde okunur : happy (hepi), merry (meri), voluntary (volunteri), happily (hepili), fairly (feyrli), lovely (lavli), nicely (naysli) gibi. 18.



Z harfinin okunuşu Türkçedekinden oloji), zoom (zum) gibi.



farksızdır.



XXVll



zip (zip), zipper (ziper), zoology (zo-



liaynaklar ı.



THE RANDOM HOUSE DICTIONARY OF THE ENGLISH LANGUAGE, Jess STEIN, Laurenee URDANG. The Unabridged Edition, RANDOM HOUSE, New York, 1981,2059 pp.



2.



WEBSTER'S THIRD NEW INTERNATIONAL DICTIONARY OF THE ENGLISH LANGUAGE, UNABRIDGED, G.C. MERRlAM Co., 1981,2662 pp.



3.



READER'S DIGEST ILLUSTRATED ENCYCLOPEDIC DICTIONARY, The Reader's Digest Assoeiation, Ine. New York & Montreal, 1987,2 vol. 1920 pp.



4.



The RANDOM HOUSE COLLEGE DICTIONARY, Revised Edition, 1982, 1534 pp.



5.



FUNK & WAGNALLS STANDARD COLLEGE DICTIONARY, Canadian Edition, Longmans Canada Ltd., Torünto, 1963, 1605 pp.



6.



WEBSTER'S NEW TWENTIETH CENTURY DICTIONARY OF THE ENGLISH LANGUAGE, UNABRIDGED Second Edition, CoHins World, 1977,2129+160 pp.



7.



THE INTERNATIONAL WEBSTER NEW ENCYCLOPEDIC DICTIONARY OF THE ENGLISH LANGUAGE, TABOR HOUSE, NEW YORK, 1972, 1158 + 32 + 128 + 16 pp.



8.



WEBSTER'S NEW COLLEGIATE DICTIONARY, Thomas Al1en & Son Ltd, Toronto, 1973, 1536 pp.



9.



WEBSTER'S NEW WORLD DICTIONARY OF AMERICAN ENGLISH, Vietoria NEUFELDT, David B. GURALNIK, Third College edition, New York, 1988, 1574 pp.



10. RANDOM HOUSE WEBSTER'S COLLEGE DICTIONARY, Random House, New York, 1991, 1555 pp. ıı.



COLLINS DICTIONARY OF THE ENGLISH LANGUAGE, Collins, London, 1985, 1690 pp.



12. COLLINS-COBUILD ENGLISH LANGUAGE DICTIONARY, CoHins, Londonand Glasgow, 1987, 1703 pp. 13. THE OXFORD CONCISE DICTIONARY OF CURRENT ENGLISH, Seventh Edition, OXFORD At the Clarendon Praess, 1986, 1258 pp. 14. THE HOUGHTON MIFLIN CANADIAN DICTIONARY OF THE ENGLISH LANGUAGE, William Morris, Houghton Miflin Canada Ltd., 1979, 1550 pp. 15. GAGE CANADIAN DICTIONARY, Walter S. Avis, P.D. Drysdale, RJ. Gregg, V.E. Neufeldt, N.H. Seargill. GAGE Publishing Ltd., Toronto, 1983, 1313 pp. XXIX



16. THE PENGUIN CANADIAN DICTIONARY, Thomas M. PAlKEDAY, Penguin Books Canada Ltd., 1990,852 pp. 17. LONGMAN DICTIONARY OF CONTEMPORARY ENGLISH, Longman Group Ltd., 1978, 1303 pp. 18.



OXFORD ADVANCED LEARNER'S DICTIONARY OF CURRENT ENGLISH, A.S. Homby, New Edition, OXFORD UNIVERSITY Press, 1974, 1055 pp.



19.



ADVANCED DICTIONARY, DOUBLEDAY Edition, EL. Thomdike, Clarenee L. Bamhart, Doubleday Co. Ine., Garden City, New York, 1979, 1186 pp.



20.



HARRAP'S STANDARD FRENCH AND ENGLISH DICTIONARY, J.E. Mansion, Part Two : ENGLISH-FRENCH, HARRAP, London, 1977,1488+51 pp.



21.



HARRAP'S NEW SHORTER FRENCH AND ENGLISH DICTIONARY, J.E. Mansion, HARRAP, London, 1980



22.



COLLINS-ROBERT: FRENCH-ENGLISH & ENGLISH-FRENCH DICTIONARY, Berryl T. Atkins, A, Duval, R.C. Milne, ete., Collins Publisher's, London, Glasgow & Toronto, 1985,717+781 pp.



23.



DICTIONNAIRE MODERNE FRANCAIS-ANGLAIS, Marguerite-Marie Dubois, Larousse-MeGraw Hill International Baok Co., 1972,527+1023 pp.



24.



THORNDIKE-BARNHART HIGH SCHOOL DICTIONARY, E.L.Thorndike, C.L. Bamhart, Third Edition, Scott, Foresman and C., Chicago, Atlanta, Dallas, Palo Alto, Fair Lawn, NJ. 1962, 1096 pp.



25.



The RANDOM HOUSE THESAURUS, College Edition, Random House, New York, 1984,812 pp.



26.



WEBSTER'S COLLEGIATE THESAURUS, Merriam Webester Ine" Springfield, Mass., U.S.A., 1976,944 pp.



27. WEBSTER'S ENCYCLOPEDıe DICTIONARY of the English Language, Canadian Edition, Lexieon Publieations, Ine., New York, 1988, 1149 + 32 + 67 + 8 + 45 + 86 + 6 = 6 + 16 + 26 pp. 28. Reader's Digest FAMILY WORD FINDER, The Reader's Digest Digest Assoeiation, Ine., Pleasantville, New Yrk, :Montreal, 1990,896 pp. 29. WEBSTER'S NEW WORLD THESADRUS, by Charhon LAIRD, W.D. LUTZ, Funk&Wagnalls Edition, Simon and Schuster, Ine. New York, 1985,854 pp. 30. Chambers: DICTIONARY OF SCIENCE AND TECHNOLOGY,W&R. Chambers, Edinburgh, 2 Vol., 1296 pp. 31.



YENİ REDHOUSE LUGATİ : İNGILİZCE-TÜRKÇE Revised Redhouse Dietionary, English-Turkish, Amerikan Bord Neşriyat Dairesi, İstanbul, 1953, 1214 pp.



xxx



32.



İNGİLİZCE- TÜRKÇE REDHOUSE SÖZLÜGÜ, Redhouse Yayınevi, İstanbul, Third Edition, 1977, 1152 pp.



33. THE OXFORD ENGLISH-TURKISH DICTIONARY, Edition, OXFORD UNIVERSITY Press, 1983,619 pp.



F. İz, C. Hony, Second



34. THE CONCISE OXFORD TURKISH DICTIONARY, A.D.Alderson, F. İz, At The Clarendon Press, 1983,807 pp. 35. LANGENSCHEIDT'S STANDARD TURKISH DICTIONARY, English-Turkish, and Turkish-English, By Resuhi AKDİKMEN, 1985 İnkiHıp Kitabevi Yayın Sanayi ve Tic. A.Ş., İstanbul, 622+422 pp. 36.



TÜRKÇE-İNGİLİZCE SÖZLÜK, A. Vahid MORAN, Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul, 1945, 1462 pp.



37.



A TURKISH-ENGLISH DICTIONARY, C. Hony, F. İz, Second Edition, OXFORD At The Clarendon Press, 1967, 419 pp.



38.



TAŞPINAR'S TECHNICAL DICTIONARY - English-Turkish, A.H. Third Edition, İstanbul, 1980, 1080 pp.



39.



A DICTIONARY OF AMERICAN IDIOMS, A. Makkai, Ph. D., Second Edition, BARRON'S, N.York, London, Toronto, Sydney, 1987,398 pp.



40.



The DICTIONARY OF eLICRES, J. Rogers, Facts On Files Publications, New York, 1985,305 pp.



41.



AN ENGLISH-TURKISH DICTIONARY OF IDIOMS, Pars TUGLACI, Second Revised Edition, İstanbul, 1963,456 pp.



42.



TIP SÖZLÜGÜ, English-Turkish, İstanbul, 1978,595 pp.



43.



İMLA. KILAV UZU, Türk Dil Kurumu, Ankara 1966.



44.



TÜRKÇE SÖZLÜK, Türk Dil Kurumu, iki cilt, Ankara 1998.



45.



TEMEL TÜRKÇE SÖZLÜK, Kemal DEMİRAY, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2. Baskı, 1990, 1008 sayfa.



46.



AGAÇ İşLERİ TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Nazım ŞANIVAR, TDK Yayınları, Ankara, 1968.



47.



ANATOMİ SÖZLÜGÜ, Prof. Dr. Heinz FENCIS, Dr. Süreyya ÜLKER, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1989,439 sayfa.



48.



TAŞPINAR,



Pars TUGLACI, 3. Baskı, PARS Yayınları,



ASALAKBİLİM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, M. Turan YARAR, TDK Yayınları,



Ankara, 1970. xxxi



49. ATLETİzM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Öğ. Alb. N. ALKANAT, TDK Yayınları, Ankara, 1976. 50. BİLİşİM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Doç. Dr. Aydın KÖKSAL, TDK Yayınları, Ankara, 1981. 51. COGRAFYA TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Sami ÖNGÖR, TDK Yayınları, Ankara, 1980. 52.



ÇİFTEKER TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, H. BEKENSİR, TDK Yayınları, Ankara,



1970. 53. DİLBİLİM ve DİLBİLGİSİ TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Berke VARDAR, N.GÜZ, E.ÖZTOKAT, M.RİFAT, O.SENEMOGLU, E. SÖZER, TDK Yayınları, Ankara, 1980. 54. DÖŞEM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Cavit SIDAL, TDK Yayınları, Ankara, 1969. 55. EGİTİM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Dr. A. Ferhan OGUZKAN, İkinci Baskı, TDK Yayınları, Ankara, 1981. 56. FELSEFE TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Prof. Dr. Bedia AKARSU, Dördüncü Baskı, TDK Yayınları, Ankara, 1988. 57. FİzİK TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Rauf NASUHOGLU, G.BİNGÖL, H. GÜR, D. İNAN, N. ÜNAL, TDK Yayınları, Ankara, 1983. 58.



GÖSTERİM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Prof. Dr. Özdemir NUTKU, TDK Yayınları,



Ankara, 1983. 59. GÜREŞ TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, İhsan HARMANDALI, TDK Yayınları, Ankara, 1974. 60. HEKİMLIK TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Genişletilmiş ve geliştirilmiş ikinci baskı, TDK Yayınları, Ankara, 1980. 61. İSTATİsTİK TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, C. İNAL, Ö. ESENSOY, M.T. SÖZER, M.A.ERAR, B. ÇETİNEL, H. KUTLUK, TDK Yayınları, Ankara, 1983. 62. KENTBİLİM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Prof. Dr. Ruşen KELEŞ, TDK Yayınları, Ankara, 1980. 63. KILıÇOYUNU TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, S. TAYLA, TDK Yayınları, Ankara, 1970. 64. KİMYA TERİMLERİ SÖZLÜÖÜ, Prof.Dr. S. ÜNERİ, Doç. Dr. Ö. KULELi, Dr. O. GÜREL, TDK Yayınları, Ankara, 1981. 65. MADENCİLİK TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Y. Müh. E. EDİGER, DÜNDAR, Y.Müh. T. GÜYAGÜLER, TDK Yayınları, Ankara, 1979. XXXll



Y.Müh. T.



66.



MATEMATİK TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, D. ÇOKER, T. KARAÇAY, TDK Yayınları, Ankara,



1983.



a.



67.



OTOMOBİLCILIK VE MOTOR BİLGİSİ TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, KUYUMCU, Dr. Y. BEŞORAK, TDK Yayınları, Ankara, 1980.



68.



ÖZ TÜRKÇE SÖZCÜKLER VE TERİMLER SÖZLÜGÜ, Ali PÜSKÜLLÜOGLU, NOKTA Yayınları, Ankara, 1966.



69.



RUHBİLİM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Doç. Dr. M. ENÇ, TDK Yayınları, Ankara,



1980. 70. SEPETTOPU TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, C. ATABEYOGLU, TDK Yayınları, Ankara, 1969. 71.



SİNEMA VE TELEVİZYON TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, N. ÖZÖN, TDK Yayınları, Ankara, 1981.



72.



TARİH TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Prof. Dr. B. S. BAYKAL, 2. Baskı, TDK Yayınları, Ankara,



1981.



73. TEMEL TOPLUMBİLİM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Prof. Dr. Ö. OZANKAYA, 3. Basım, Savaş Yayınları, Ankara, 1984. 74. UÇANTOP, ALANTOPU, MASA TOPU TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, S. ERDEM, TDK Yayınları, Ankara, 1968. 75.



UYGULAYIM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, K. TÜRKAY, S. KOÇAK, S. ÜNAL, 2. Baskı, TDK Yayınları, Ankara, 1980.



76.



YAPıT HAKLARI Ankara, 1971.



77.



YÖNTEMBİLİM



TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, M. UYGUNER, TDK Yayınları, TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Dr. M. SENCER, TDK Yayınları,



Ankara, 1981. 78.



YUrvlRUKOYUNU TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, N. IŞITMAN, TDK Yayınları, Ankara, 1968.



77. ZOOLOJİ TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Doç. Dr. S. KAROL, TDK Yayınları, Ankara, 1963. 79. TÜRK MEDENİ KANUNU ve BORÇLAR KANUNU TERİM VE SÖZCÜKLER KILAVUZU, Ord. Prof. Dr. H. V. VELİDEDEOGLU, Ankara 1975. 80. ANAYASA SÖZLÜGÜ, H. EREN, H. ZÜLFİKAR, Türk Dil Kurumu, Ankara 1985.



xxxiii



A A, a, is., ç. A's/As, a's/as ı. İngiliz alfabesinin ilk harfi, 2. A sesi, 3. Bir grup ve dizinin ilk elemanı, 4. A şeklinde herhangi bir şey, 5, baskı işlerinde A veya a harfinin kalıbı, 6. müz. La notası. In A flat : La bemol, 7. kim. Argon elemanının simgesi, 8. Not to know A from B : Kara cahilolmak; hiçbir şey bilmemek; elifi görünce mertek sanmak. 9. From A to Z: A'dan Z'ye kadar. Başından sonuna kadar. A, a, belirsiz artike!. Sesli harfle başlayan kelime önünde an olur : ı. (herhangi) bir. A child: Bir çocuk. An old man: Bir ihtiyar. A historical novel : Tarihi bir roman. Such a good man: Öylesine iyi bir adam. So hard a task: Bu denli zor bir iş. 2. to have a big mouth : boşboğaz/geveze olmak. to have a good ear : kulağı hassas olmak, (müzikte) sesleri iyi ayırt edebilmek. to set an example : örnek olmak. to answer at a venture : rastgele cevap vermek. A dead calm often precedes great storms : Büyük fırtınalardan önce çoğunlukla derin bir sessizlik (ölüm sessizliği) olur. 3. dağıt­ ma anlamında kullanılışı: (a) Apples at 50 cents a kilo : Kilosu 50 sente elma. Ten dollars a head : Adam/nüfus başına on dolar. (b) Three times a week/a monthla year : Haftada/ayda! yılda üç defa. Hundred kilometers an hour : Saatte yüz kilometre. 4. Çok defa tercüme edilmez : I haven't a book : Kitabım yok. The walk has given me an appetite : Yi!tüyüş işta­ hımı açtı. 5. Bazan cümlenin gelişine göre tercüme edilir : I know a Doctor Smith : Doktor Smith adında birini tanıyorum. in 'a measure : bir dereceye kadar. in a sense: bir anlamda. two at a time: ikisieni) birden/ikişer ikişer. All of an age : Hepsi aynı yaşta. We are of a mind : Aynı fikirdeyiz. They were killed to aman: Son ferdinelerine kadar öldüler. I haven't understood a word: Tek kelime (bile) anlamadım. He is an Englishmanldoctor/teacher: O İngi-



lizdir/doktordur/öğretmendir. to put an end to sth. : bir işi sona erdirmek. to have a right to sth. : bir şeye hakkı olmak. to make a fortune : zengin olmak. What a man! Ne adam! What a pity! : Ne yazık! As a rule : Kaidelkuralolarak. to seli sth. at a loss : bir şeyi zararına satmak. within a short time : azıkısa zamanda. three and a half: üç buçuk. A, elekt. Amper, akım şiddeti birimi. A 0, fiz. angstrom, santimetrenin yüz milyanda biri. a-, ön ek 1. "-da/-de, üstünde, içinde". ör.: aboard, asleep, ashore, 2. "yukarı, üstün(d)e, uzak, uzağın(d)a". ör.: arise, abide, 3. "-dan/ -den". ör.: akin, anew, 4. "-sız/-siz/-suz/-süz". ör.: achromatic, amoral, 5. ab- ve ad- ön eklerinin değişik şekli. aa, is. katılaşmış, sert yüzeyli lavyatağı. aah, gl.! aa! demek, hayret/ şaşkınlık veya sevinç sesleri çıkarmak. They oohed and aahed at the baby. aal, is. Hindistan dutu (Morinda) : Hindistanıda yetişir, kökünden kırmızı boya yapılır. Indian mulberry d.d. aalii, is. bot. yapışkan funda (Dodonaea viscosa) : Avustralya, Afrika, Havai ve Amerikaının sıcak bölgelerinde yetişen yaprakları yapışkan bir funda. AAM = air-to-air missile. aardvark, is. zoo!. karınca yiyen (Orycteropus capensis) : G Afrika'da yaşayan ve karın­ ca ile beslenen iri bir memeli hayvan. Uzunluğu ı 70, yüksekliği 60 cm. aardwolf, is., ç. -wolves yeleli sırtlan (Proteles cristatus) : Afrika'da yaşayan ve böcekle beslenen sırtlan. Ab, kim. bk.: alabamine. ab-, ön ek "-dan/-den, -den öteye/uzağa". ör.: abduct, abdicate, abalition. aba, is. ı. aba: deve tüyü veya keçi kılın­ dan yapılmış kumaş, 2. aba : bu kumaştan yapılmış giysi.



1



ab absurdo ab absurdo, Lat. saçma/manasız olduğu bes belli/aşikar. abaca, is. bot. kendir, Manila kendiri (Musa textilis) (bitkisi ve elyafı). aback, sf & zf. ı. geriyelarkaya doğru, 2. den. ters yönde, yelkenleri geriye doğru itecek tarzda. to be caught - : ters rüzgara yakalanmak 3. taken - : şaşırmış, hayret etmiş, donup kalmı ş. to be taken - : şaşırmak, şaşalamak, apı­ şıp kalmak. You seem taken - : Şaşırmış görünüyorsun(uz); şaşırdın(ız) galiba. i was quite taken - at their bad manners : Terbiyesizliklerine şaşırıp kaldım. abacus, is., ç. abacuses/abaci 1. hesap tahtası, abaküs, 2. Roma mimarisinde sütun baş­ lığı, 3. - major : ham maden cevherinin yıkan­ dığı çukur. Abaddon, is. ı. tahrip meleği, 2. gayya kuyusu, cehennem. abaft, e. &zf. den. ı. geride, arkada, (geminin) kıç tarafında, 2. geriye doğru. e.a.- ı. behind, 2. astem, aft. abalone, is. iool. denizkulağı (Haliotis) : ABD'nin Pasifik kıyılarında yetişen bir tür midye : inci üretir ve eti yenir. ear shell, sea-ear, muttonfish d.d. abampere, is. abamper : elektromanyetik CGS birim sisteminde akım şiddeti birimi, 10 Amper. abandon, is&f abandoned, abandoning 1. terk etmek, bırakmak. to - one's home: evini barkını terk etmek. to - ship : gemiyi terk etmek. to - an hopes for success : bütün başarı umutlarını yitirmek, 2. kendini kaptırmak, kapıl­ mak, kendini tamamıyla vermek. to - oneseır despair : umutsuzluğa/ye'se kapılmak, 3. çekilmek, feragat etmek, vazgeçrnek, istifa etmek. to - a throne : tahttan çekilmek/feragat etmek, 4.(Deniz sigortasında) sigorta bedelini tam alabilmek için gemi veya mal üzerindeki haklarını sigorta şirketine terk etmek, 5. (a) kendini içgüdülere terk etme, (b) hareket ve davranışlarda aşırı serbestlik. to dance with reckless - : pek serbestçe dans etmek, 6. - able : terk edilebilir, bırakılabilir, vazgeçilebilir, 7. - er : terk eden, bırakan, vazgeçen, feragat eden, 8. ~~ ment : (a) terk (etme), bır:ak(ıl)ma, vazgeçme, feragat etme, (b) (Deniz sigortasında) sigorta bedelini tam alabilmek için kazadan kurtulan malları sigorta



2



şirketine terk etme. e.a. - ı. leave, desert,forsake, quit, forego, evacuate, vacate, 2. surrender, yield, 3. give up, discontinue, renounce, abdicate, abjure, relinquish, resign. k.a. - ı. daim, take, keep, hold, possess, 2. resist, oppose, whitstand, 3. continue, maintain, defend. abandoned, sf ı. terk edilmiş, metrfik, bırakılmış. an - cabin : terk edilmiş/metrfik bir kulübe. an - kitten : terk edilmiş kedi yavrusu, 2. aşırı serbest, hayasız. She danced with - enthusiasm, 3. zevk ve eğlenceye düşkün, ahlaksız, sefih, hovarda. You - wretch : Seni ahlaksızı rezil seni! an - woman : ahlaksız/namussuz kadın, 4. - ly : terk edilmiş/yüzüstü bırakılmış vaziyette, metrfik bir halde; ahlaksızca, açık saçık. e.a.- 1. forsaken, deserted, rejected, discarded, 2. unrestrained, uncontrolled, shameless, 3. corrupt, depraved, immoraL. lı bas, Fr. kahrolsun! e.a.-down with. abase, gl.f. abased, abasing ı. alçaltmak, (rütbe/itibar/şöhret vb) küçültrnek, indirmek, küçük düşürmek, tezlil etmek, gözden düşürmek. to - oneseır : kendi·ni küçük düşürmek, küçük düşmek. to - oneseır so far as... : kendini ... derekesine düşürmek. to - one's head : başı­ nı eğmek, 2. (para vb. nin) değerini düşürmek, 3. - ment : alçal(t)ma, alçalış, zillet, tezlil, tezellül, 4. abaser: alçaltan, küçülten, küçük düşüren. e.a.- 1. debase, degrade, depress, disgrace, humble, humiliate, 2. lower. k.a.-l. exalt, elevate. abash, gl.f abashed, abashing utandır­ mak, mahcup etmek, bozmak, gurunulU incitmek. to be - ed at sth. : bir şeyden utanmak, mahcup olmak. Nothing can - him : O hiçbir şeyden utanmaz/mahcup olmaz. (Yüzüne tükürsen yağmur yağıyor sanır). i feU very much -ed: Çok utandımlmahcup oldumlUtancımdan yerin dibine geçtim. e.a.- disconcert, discompose, confuse, embarrass, shame. abashed, sf 1. utanmış, şaşırmış, mahcup, sıkılgan, 2. - ly : utançla, utanarak, mahcubane, sıkıla sıkıla, 3. - ness = abashment . utanma, sıkılma, şaşırma, mahcubiyet, utanç. abate, f. abated, abating 1. (şiddetldeğerı derece vb) hafifle(t)mek, azal(t)mak, küçül(t)rnek, yatış(tır)mak, teskin etmek, sükfinet bulmak. to - zeal : gayretini azaltmak. to - a tax : vergiyi azaltmak. to - one's enthusiasm : heye-



abdicate canını yatıştırmak. to - a sorrow : kederliyi teskin etmek, 2. yatışmak, kesilmek, din(dir)mek, sükunet bulmak. The storm -d : Fırtına dindi. to - a pain : ağrıyı dindirmek, 3. huk. (a) (bir kötülüğe) son vermek, (bela vb.) savuşturmak. to - a nuisance: bir belayı savuşturmak. (b) (bir faaliyeti) durdurmak, kesmek, tatil etmek, ertelemek, (c) iptal/ilga etmek, feshetmek. to - a writ : mahkeme emrini iptal etmek, (d) hükümsüz kalmak, iptal edilmek, 4. (fiyat vb) indirmek, tenzi! etmek, 5. (kabartma şekil elde etmek için taşı/madeni) yontmak, oymak, 6. abatable : aza1tılabilir, indirilebilir, etkisiz kılınabilir, hafit1etilebilir, teskin edilebilir. e.a. - 1. reduce, decrease, diminish, lessen, lower, 2. assuage, suppress, subside, 3. (c) annuL. k.a.- 1. increase, intensify, amplify, enlarge. abatement, is. 1. hafifle(t)me, azal(t)ma, yatış(tır)ma, din(dir)me, 2. yok etme, bertaraf etme, son verme. - of a nuisance, 3. iptal, ilga, hükümsüz kılma. plea in - : iptal talebi, 4. indirim, tenzilat, (para/meblağ) kesinti. without - : indirimsiz, tenzilatsız. e.a. - 1. lessening, diminution, cessation, letup, 2. suppression, termination. k.a.-l. intensification, increase. abater = abator, is. aza1tan, hafifleten, dindiren, yatıştıran, tenzil eden. abatis = abattis, is., ç. abatis/abatises 1. ağaçlı mania : uçları sivriltilmiş ağaç gövdeleri ve dallanyla yapılan barikat (eski savunma düzeni), 2. dikenli tel engeli. A battery, elekt. (elektran tüpünün) filaman veya ısıtıcı bataryasI. bk.: B battery, C battery. abaHoir, is. hayvan kesim yeri, mezbaha, salhane. abaxial, sf. eksenden uzak. a - ray of light: eksenden uzak ışın. Abba, is. ı. (Suriye, eski Mısır ve Habeşistan' da) ruhanı reisIere verilen unvan, 2. Ahdicedifte : Allah. abbacy, is. manastır reisliği makamı/hak­ larılimtiyazları.



Abbas(s)id(e), sf & is. Abbası (Halifesi) : Hz. Muhammed'in amcası Abbassülalesinden gelen ve 749-]258 yıllarında Bağdat'ta hüküm süren halifelerden biri. abbatial, sf. manastır. abbe, is. Fr. ı. (Fransa'da) papaz, başra­ hip, 2. manastırın ruhanı reisi.



abbess, is. başrahibe. Abbevillian = Abbevilean, sf. ant. Yontma Taş Devrine ait (kazma,vb.) : Fransa'da Abbeville şehrinde rastlandığından bu ad verilmiş­ tir. abbey, is., ç. abbeys Fr. ı. manastır, 2. manastıra kapanmış keşiş ve rahibe(ler), 3. manastıra bağlı kilise ve bina(lar). e.a.- 1. monastery, convent, nunnery, cloister, priory. abbot, is. başpapaz, bir manastırın reisi. abbreviate, gl.f. -ated, -ating 1. kısalt­ mak, bazı harfleri atarak bir kelime veya cümleyi kısaca yazmak. to - a word/phrase/story, 2. özetlemek, icmal etmek, kırpmak, 3. mat. sadeleştirmek, ihtisar etmek. e.a. - shorten, abridge, curtail, contract, condense, reduce. abbreviated, sf. kısa(ltılmış), sade(leşti­ rilmiş).



abbreviation, is. ı. kısaltma, 2. (kelime/ cümle vb) kısaltılmış hal(i). Prof. is the - for professor. U.S.A. is the - for the United States of America, 3. math. (kesir vb) kısaltma, sadeleştirme, 4. özet, hulasa, 5. müz. tekrarlanacak nota veya nota dizilerini gösteren simge. e.a.1. abridgement, contractian, reduction, curtailment, shortening. k.a. - 1. amplification, enlargement, expansion, extension. abbreviator, is. 1. kısaltan, sadeleştiren, özetleyen, 2. Papanın mektuplarını gönderen ve kabul edilen dilekçeleri özetleyip ferman şekline sokan memur. abbreviatory, sf. kısa, sade. ABC, is., ç.. ABC's ı. alfabe. ABC book alfabe kitabı, 2. temel ilkelbilgi, esas. ABC's of farming : Çiftçiliğin esasları/temel ilkeleri. He doesn't know the ABC of his duties : Görevinin ne olduğun bilmiyor/görevinden habersiz. 3. başlangıç. to be only at the ABC of a subject : bir konunun henüz başlangıcında olmak. abcoulomb (= absolute coulomb), is. abkulon : elektromanyetik CGS birim sisteminde elektrik yükü birimi, i Okulon. abdicate, f. -cated, -cating ı. (hükümdarlıktan veya tahttan) çekilmek, feragat etmek, (sahanat veya iktidarı) bırakmak, terk etmek. King Edward VIII of England -d the throne in 1936. 2. (hakkından veya iktidardan) vazgeçrnek, 3. (Medenı kanunda) evladım reddetmek, çocuğunu mirastan yoksun etmek, 4. abdicable: 3



abdication tahttan çekilebilir, 5. abdicative : (tahttan/ hükümdarlıktan/iktidardan) çekilmeyi gerektiren veya ima eden, 6. abdicator : (tahttanlhükümdarlıktan/iktidardan) çekilen/feragat eden, (taht vb. ni) terk eden, (hakkından) vazgeçen. abdication, is. 1. (hükümdarlıktan/tahttan) çekilme, feragat etme, (hakkından veya iktidardan) vazgeçme, 2. evladını reddetme, mirastan yoksun bırakma. abdomen, is. anat. zool. 1. karın, batın, 2. (böceklerde) gövdenin alt kısmı. abdominal, sf & is. ı. karın+. - region: karın bölgesi. - cavity : karın boşluğu, 2. karın­ dan yüzgeçli (balık) : som balığı, turna balığı, barbunya, kefal, tekir, sazan balığı, ringa, uçan balık vb. 3. - Iy : karından. abdominoscopy, is. tıp (hastalığı teşhis için) karın muayenesi. abdominothoraeic, sf tıp karın ve göğüs bölgesi+. abdominous, sf ı. karın+, 2. iri göbekli, karnı büyük. abduce, gL.f -duced, -dueing çekmek, (başka tarafa) çekip uzaklaştırmak. e.a. - abduct. abducent, sf fizy. (vücudun bir organını) bedenden uzaklaştıran (kas, sinir). - nerve : göz siniri, gözün yana hareketini sağlayan altıncı çift sinir. abduct, gL.f 1. (bir kimseyi) zorla kaçır­ mak, 2. fizy. (bir organı bedendenlbaşka organdan) uzaklaşacak şekilde hareket ettirmek. abduction, is. ı. (bir kimseyi) zorla kaçır­ ma, 2. kaçırılma, 3. man. benzer tasım, kıyası­ şibh : büyük önermesi apaçık olduğu halde küçük önermesi ispata muhtaç olan tasımlkıyas, 3. fizy. (bir organın bedendenlbaşka organdan) uzaklaşma hareketi, böyle uzaklaşmış olan organın durumu. abductor, is. ı. (bir kimseyi) zorla kaçıran kimse, 2. fizy. (bir organı. bedendenlbaşka Ofgandan) uzaklaştıran sinir, bu şekilde hareket eden organ. abeam, zf. 1. den. gemi omurgasına dik doğrultuda. to sail with the wind. - : omurgaya dik esen rüzgarla yelken açmak.



4



abecedarian =abecedary, sf & is. 1. yeni acemi, alfabenin harflerini öğrenen kimse, 2. harflerden oluşmuş, 3. alfabe sırasına göre, 4. basit, ilkeL. e.a. - 4. elementary, rudimentary, primary. abed, zf. yatakta. to lie Iate - : yatakta sabah keyfi yapmak. to stay - Iate on Sundays : Pazar günleri yataktan geç kalkmak. abele = abel tree, is. bot.. akçakavak (Populus alba). e.a.- white poplar. Abelian, sf Abel+ (Norveçli matematikçi, 1802-29). - equations : Abel denklemleri. - integrals : Abel tümlevIeri. abelmosk, is. bot. misk otu, amber çiçeği (Hibiscııs Abelmoschus) : tohumundan esans yapılan tropikal bitki. musk mellow d.d. Aberdeen, is. ı. Aberden : İskoçya' da bir kontluk, 2. - Angus : İskoç sığırı : yumuşak siyah tüylü, boynuzsuz bir sığır türü, 3. - teriyer: İskoç köpeği : ufak bir tür köpek. aberrance, is. sapma, doğruluktan ayrıl­ ma, sapınç, daHilet, inhiraf, yanlış yola sapma. aberraney, is., ç. -cİes bk.: aberrance. aberrant, sf sapık, (yanlış yola) sapmış, doğruluktan ayrılmış, anormaL. e.a.-wandering, divergent, unusual, abnormaL. aberration, is. ı. sapma, doğru yoldan ayrılma, sapınç, delalet, yanlış yola sapma, hata, 2. astr. arzın hareketi ve ışık hızının sınırlı oluşu nedeniyle sabit yıldızların hafifçe yer değiştirir gibi gözükmeleri, 3. optik sapınç : ışığın dağılması, ışınların odakta toplanmayıp dağı lmalan, ayna ve merceklerin böyle bir dağılmaya sebep olan imalat hatası. bk.: chromatic aberration, spherical aberration, 4. zihinsel sapınç, sapıtma, akli denge bozukluğu. bk.: mental aberration, 5. -al: sapma+, sapmç+, dağılım­ saL. e.a.- 1. divergence, deviation, 4. insanity, eccentricity, mania, ilusion, delusion. abet, gL.f abetted, abetting 1. (söz veya hareketle bir kötülüğe) teşvik etmek, kışkırt­ mak. to - s.o. in a crime : bir kimseyi cinayete teşvik etmek. to aid and - s.o. in a crime : birine suç ortaklığı yapmak, 2. - al =- ment : kış­ kırtma, suç işlemeye teşvik, 3. - ter = -tor : kışkırtıcı, kışkırtan, suç ortağı, müşevvik, baş­ kasını cinayete teşvik eden veya ona yardım öğrenen,



ability eden kimse. e.a. - 1. aid, encourage, countenance, incite, instigate, assist, heZp, promote, connive at, 3. accessory, accomplice, ally, assistant. k.a.-1. hinder, discourage, oppose, resist. ab extra, Lat. dışarıdan, hariçten. abeyance = abeyancy, is. 1. huk. belirsizlik, belirsiz/muallak bir durumda olma : örneğin varisi belli olmayan emlakin durumu, 2. askıya alma, erteleme, geciktirrne. Let's hold that problem in - for a short while : Bu sorunu kısa bir süre erteleyelim/çözümsüz/askıda bırakalım. 3. geçici olarak bir yasayı yürürlükten kaldırma, (hakları) askıya alma, (bir makamı) boş bırak­ ma/tutma. to leave a decree in - : bir emir veya kararnarneyi kaldırmak/askıya almak. The matter is still in - : Bu iş hala muaııaktadır. law in - : muattal/uygulanmayan yasa. abeyant, sf. (geçici olarak) askıda, işle­ mez, muatta1. abfarad, is. abfarad : elektromanyetik CGS birim sisteminde kapasite birimi, ı09 farad. abhenry, is. abhemi : elektromanyetik CGS birim sisteminde endüktans birimi, ıO- 9 henri. abhor, gZ.f. -horred, -horring 1. nefret etmek, hor görmek, iğrenmek, tiksinmek. to - doing sth. : bir şeyi yapmaktan nefret etmek, 2. karşı gelmek, muhalif olmak, 3. - red : iğ­ renç, tiksindirici, menfur. e.a. - 1. despise, hate, detest, dislike, loathe, abominate. k.a.- 1. admire, approve, cherish, like, Zove. abhorrence, is. 1. nefret, iğrenme, tiksinme, 2. iğrenç Imenfur/tiksindirici şey. e.a.-i. antipathy, aversion, hatred, dislike, disgust, execration, detestation, loatlıing, repugnance. k.a. - 1. affection, attachment, devotion. abhorrent, sf. 1. iğrenç, menfur, tiksindirici, 2. - to : aykırı, zıt, muhalif, bağdaşmaz. Slander is - to all ideas of justice : iftira, adalet fikri ile bağdaşamaz. theory - t~ reason : akıl ve mantığa aykırı kuram. to be - of/from sth. : bir şeye karşı/zıt/muhalif/düşman olmak, 3. korkunç, dehşet verici. - scenes : korkunç sahneler, 4. - from :aykırı. - from the principles of law: yasal ilkelere aykırı, 5. - ly : nefretle, düşman­ ca, iğrenerek, iğrenç/menfur bir şekilde. e.a. 1. loathsome, odious, hatefuZ, detestable, abominable, revolting, repugnant, shocking.



iğrenen, tiksiolan kimse. abidance, is. 1. süreklilik, devam, beka, 2. gen. - by : uyma, baş eğme, itaat, - by the truth!by the law : gerçeğe/yasaya baş eğme. by rules : kurallara uyma. e.a. - 2. conformity, compliance. abide, gsj. abode/abided, abiding ı. kalmak. - with me : benimle kal, 2. oturmak, ikamet etmek. to - at/in a place : bir yerde ikamet etmek, 3. devam etmek, sürmek, baki olmak. abiding happiness : sürekli mutluluk, 4. beklemek, gözlernek. i will - the coming of my father: Babamın gelmesini bekleyeceğim. i - my time : Fırsat gözıüyorum. 5. dayanmak, tahammül etmek. i cannot - his impertinence. i cannot - such a person, 6. gen. - by : boyun eğmek, hürmet/riayet/itaat etmek, uymak, sadık kalmak, (sözünü/vaadini) tutmak. to- by a promise : vaadini tutmak. to - by a rule/a decisionla law : bir kurala/karara/yasaya uymak. i shall - by your decision : Kararımza uyacağım. 7. katlanmak, boyun eğmek. to - by the inevitable : kadere boyun eğmek, 8. direnmek, sebat etmek, 9. - er : oturan, ikamet eden, mukim. - er in a place : bir yerde oturan. e.a. - 1. remain, continue, stay, tarry, 2. live, dwell, reside, 3. last, 4. await, wait for, 5. endure, tolerate, sustain, whitstand, bear, 7. suffer for. abiding, sf. 1. sabit, değişmez, sürekli, devamlı. an - happiness, 2. saygılı, hürmetkar. law- - : yasaya saygılı, kanuna hürmetkilr, 3. - ly : sürekli/sabit bir şekilde, değişmeksizin, 4. - ness : süreklilik, devamlılık, sebat. e.a. - 1. continuing, lasting, enduring, steadfast, remaining. abietie acid, kim. reçine asidi, C 19H29 COOH : reçineden elde edilen ve vernik, sabun vb. yapımında kullamlan sarı, kristalli, suda erimeyen asit. abigail, is. hammın hizmetçisi (Beaumont ve Fletcher 'in The Scornful Lady adlı piyesindeki hizmetçi adından alınmıştır). ability, is., ç. -ties 1. yetenek, kabiliyet, marifet, hüner. the - to write well: iyi yazı yazma yeteneği, 2. kudret, iktidar, 3., dirayet, ehliyet. He is a man of great -, 4. abilities : zeka, yeti, yatkınlık. e.a.- 1. capability, capacity, competence, proflciency, expertness, qualification, 2. power, 3. dexterity, 4. skill, aptitude, ta-



abhorrer, is. nefret eden,



nen,



muhalif/düşman



5



-ability lent. k.a. - 1. incapacity, disability, inability, incompetence, 2. impotence, 4. ineptitude, stupi"' . dity, handicap. -ability, son ek "yetenek, kabiliyet, olanak, -lilik, -ebilme". durability: dayanı~lılık. friability : ufalanabilme. curability : sağ;:ı'ltılabilme. / ab initio, Ult. başlangıçtan. e.a.- from the beginning. ab ilıitra, Lar. içinden, içeriden. e.a. - from inside, from within. abiogenesis, is. öz üreme, kendiliğinden doğrna, cansız maddelerden canlıların üremesİ kuramı (günümüzde terk edilmiştir). abiogenetic,· sf. 1. - al d.d.: öz, 2. ..;. aııy : öz üreme yolu ile. abiogenist, is. öz üreme kuramına inanan. abiosis, is. cansızlık, yaşamama. abiotic, sf. ı. - al d.d. cansız, yaşamayan, 2. - aııy : cansız olarak, hayattan yoksun bir şe­ kilde. abiotrophy, is. cansızlaşma : dış zedeleme olmaksızın bir organizma/doku veya hücrede hayatiyetin kayboluşu. abiotrophic : cansız. abirritant, is. yatıştırıcı/müsekkin ilaç vb. abirritate, gl.f. -tated, -tating tıp. uyuş­ turmak, yatıştırmak, hassasiyeti yok etmek, taharrüşü hafifletmek/gidermek. abirritation: uyuşukluk, dokularda uyarıcılara karşı duyarlı­ ğın azalması. abirritative : uyuşturucu, yatıştı­ rıcı, hassasiyeti giderici. abject, sf ·1. düşkün, sefil, alçak, değersiz, miskin, zeliI. an - coward, 2. utandırıcı, küçük düşürücü, çaresiz, umutsuz. - powerty, 3. utanmaz, rezil, haysiyetsiz, 4. - ion : düşkünlük, sefalet, alçaklık, zillet, 5. - ly : alçakça, adıce, rezilane, sefilane, 6. - ness =- tedness : düşkün­ lük, alçaklık, adilik, miskinlik, sefalet, zillet. e.a.- 1&3. low, degraded, debasing, degrading, contemptible, miserable, base, vile, 2. lıopeless, wretched. k.a.-1&3. exalted, assured, selfassertive, decent, upright, laudable, honorable. abjuration, is. ı. yemin ederekvazgeçme, kesinlikle feragat etme. - of realm : bir daha dönmeyeceğine yemin ederek bir ülkeden ayrıl­ ma, 2. resmen inkar etme. an - of heresy : bir inanca karşı olan fikri resmen inkar etme. abjure, gL.f -jured, -juring 1. yemin ederek vazgeçrnek, kesinlikle feragat etmek, 2. din değiştirmek, irtidat etmek, 3. inkar etmek. to -



6



errors : hatalarını inkar etmek, 4. abjuratory : vazgeçirici, inkar/feragat ettirici, 5.abjurer : yeminle vazgeçen, inkar/feragat eden, din değişti­ ren. e.a.- 1. abnegate, recant, renounce, retract, revoke, forswear, 3. deny. ablation, is. ı. uzaklaştırma, 2. tıp vücuttan bir parçanın ameliyatla çıkarılması, 3. kim. biten veya artık gerekli olmayan maddenin kaldırılması, _4. jeol. (buzul) ergime, (kaya vb) aşınma, 5. (roket atmosfere girince hasılalan sı­ caklıktan) uç konisinin ergimesi. ablative, sf &is. 1. gr. çıkma durumu, ismin -den hali, mef'ulüanh, abIatif, 2. ergiyen, aşınan, buharlaşan, azalan. the - nose of a rocket: roketin ergiyen ucu, 3. ablatival : çıkma durumu, -den hali. ablaut, is. gr. (Hint-Avrupa dillerinde) almaşma : zaman, görev ve anlama göre kelimenin kökündeki sesli harfin değişmesi. vowel gradation d.d. ör.: sing, sang, sung. ablaze, sf. &zf. ı. alevli, ateşli, kızgın, 2. ışıklı, parlak, 3. gayretli, 4. alevalev, pırıl pı­ rıI. to be - : alevalev yanmak. - with lightlwith color : alevalev ışık/renk saçan, pırıl pırıl alevli/renkli. - with anger : çok öfkeli/kızgın/ateş püsküren. to set - : tutuşturmak, alevlendirmek. to set the house -: evi ateşe vermek. e.a.- 1. burning, 2. gleaming, brilliant, 3. excited, eager, zealous, ardent. able, sf. 1. yetenekli, kabiliyetli, muktedir, kadir, güçlü, yapabilir. The baby is - to walk : Bebek yürüyebiliyor. i sh all not be - to come today : Bugün gelemeyeceğim. - bodied : sağ­ lam vücutlu, güçlü, 2. ıstidatlı, hünerli, becerikli. He is an - student : İstidatlı bir öğrencidir. - minded : zeki, kafalı, 3. maddi olanaklara sahip. He is - to support his family: Ailesini geçindirebilir. 4. sabır/tahammül edebilir. He is to sustain great pain : Büyük acı ve ıstıraba katlanabilif. 5. huk. gerekli hukuki şartları haiz, istihkak ehli, müstahak. - to vote : Oy verebilir. e.a. - capable, efficient, skillful, c!ever, strong, powerful, competent, fit. k.a. - inapt, unable, incompetent, incapable. -able =-ble =-ible, son ek fiillerin sonuna eklenerek -bilir anlamı katar: bearable : tahammül edilebilir. curable : tedavi edilebilir. eatable : yenilebilir.



abominable able-bodied, sf sağlam vücutlu, güçlü kuvvetli. - seaman = able seaman : ehliyetli/ iyi yetişmiş denizci. able-bodiness, is. vücut sağlamlığı, güçlülük, kuvvetlilik. ablegate, is. Katolik kilisesinde Papanın yüksek rütbeli ve yetkili murahhası. ablins = ablings = aiblins, :if.lsk. bk.: perhaps. abloom, sf çiçeklenmiş, çiçek açmış. Trees are - in early Spring. e.a.- in flower. ablution, is ı. yıkanma, 2. abdest, gusÜı, 3. yıkama suyu, abdest suyu, 3. - s : (askeri kampta) hela ve banyolar, 4. - ary : abdest+, gusül+, yıkanma+. ably,:if. hünerle, maharetle, beceriklilikle. -ably = -bly = -ibly, son ek -able ile son bulan sıfatlardan zarf türetir. probably : muhtemelen. ABM = antiballistic missile. abmho, is., ç. -mhos elekt. CGS iletkenlik birimi, 109 mhos. abnegate, gl.f -gated, -gating ı. inkar etmek, reddetmek. to - one's religion: dinini inkar etmek, 2. vazgeçrnek, feragat etmek, fariğ olmak, 3. abnegation : inkar, ret, vazgeçme, feragat, 4. abnegator : inkar/reddeden, vazgeçen, feragat eden. e.a. - ı. reject, renounce, deny, 2. relinquish, give up, 3. denial, renunciation, selfdenial, abjuration. k.a.-ı. assert, daim. abnormal, sf 1. düzgüsüz, gayritabii', anormal, kabul edilen standartlara uymayan, aykırı, istisnai', garip, acayip. - behaviorlweather. 2. aşın, ölçüsüz, fahiş, çok büyük. - profit. 3. - ly: düzgüsüzce, anormal/gayritabii'laşırı/ölçüsüz bir şekilde, 4. - ness =- ism bk.: abnormality, 5. - psychology : düzgüsüzlük ruh bilimi. e.a. - ı. anomalous, unusual, unnatural, strange, eccentric, irregular, aberrant, deviant, odd. k.a.-l. usual, normal, regular. abnormality, is., ç. -ties ı. düzgüsüzlük, gayritabillik, anormalIik, 2. sapma, sapınç, anormal durum. e.a.-anomaly, abnormalness, aberration, peculiarity. abnormity, is., ç.-ties ı. bk:: abnormality, 2. ucubelik, hilkat garibeliği, canavarlık. e.a. - 2. monstrosity, malformatidn. abo, sf&is., ç. abos Avust. bk.: aborigine, aboriginal. aboard, :if. ı. gemi/vapur/uçak/tren içined)e. to go - : binmek. to take goods - : malları taşıta yüklemek. All -! : Herkes gemiye/trene vb. binsin! - a ship: gemide, geminin bordasın-



da, 2. den. yan yana (gemi). to fall - (of) a ship to rün - a ship : bir gemi ile yan yana seyretmek. to keep the land - : kıyıyı izleyerek gitmek. to lay the enemy - : düşmanın yanları­ na sarkmak/saldırmak, 3. -age: den. (iki gemi sürtünürcesine) yanaşma/çarpışma. abode, is&f 1. oturma, ikamet, 2. konut, ev, mesken, ikametgah. in my - : benim evimde. to take one's - in the country : köyde/kırda yerleşmek. to make one's - at... : ... -de yerleş­ mek. of/with no flxed -: sabit yeri olmayan, 3. bk.: abide (geç.z.& sff). e.a.- ı. stay, sojoum, 2. dwelling, domicile, residence, house, home, habitation. abohm, is. elekt. ab-om: elektromanyetik CGS direnç birimi, 10-9 ohm. abolish, gL.f 1. yürürlükten kaldırmak, ilgaliptal etmek, feshetmek, lağvetmek, 2. sona erdirmek, yok etmek, 3. - able : yürürlükten kaldı­ rılabilir, ilgaliptal edilebilir, feshedilebilir, lağ­ vedilebilir, 4. - er : yürürlükten kaldıran, ilgal iptal eden, fesheden, lağveden, 5. - ment : yürürlükten kaldır(ıl)ma, ilga, iptal, fesİh. e.a.- ı. abrogate, annul, nullify, repeal, cancel, obliterate, extinguish, exterminate, unvalidate, eliminate, extorpate, 2. destroy, annihilate, suppress. abolition, is. 1. yürürlükten kalkma, ilga, iptal, fesih, lağv, 2. - ary : yürürlükten kaldıran, iptallilga edici. e.a. -ı. annihilation, eradication, elimination, extinction, nullification, invalidation, revocation, repeal. k.a. -ı. establishment. abolitionism, is. köleliğin kaldırılması ilkesi. abolitionist : köleliğin kaldırılması taraftan. abomasum = abomasus, is. geviş getiren hayvanların işkembesinin dördüncü gözü. A-bomb, is. atom bombası. e.a.-atomic bomb. abominable, sf 1. iğrenç, tiksindirici, menfur, mel'un, müstekreh, 2. çok kötü, berbat. 3. adi', düşük, bayağı, 4. - ness : iğrençlik, mel'unluk, berbatlık, adllik, düşüklük, bayağı­ lık, 5. abominably : iğrenç/çok kötülberbat bir şekilde, adi'ce, bayağılıkla. e.a. - ı. abhorrent, hateful, detestable, horrible, loathsome, execrable, foul, 2. unpleasant, disagreeable, 3. very bad, inferior, poor. k.a. - ı. agreeable, commendable, delightful, pleasant, likable.



=



7



abominable snowman abominable snowman = yeti, .~f. korkunç kar adamı : Himalayalarda yaşadığı rivayet edilen vahşi adam. abominate, gl.j: -nated, -nating 1. iğren­ rnek, tiksinmek, nefret etmek. to - doing sth. : bir işi yapmaktan nefret etmek, 2. abominator : iğrenen, tiksinen, nefret eden. e.a. - 1. abhor, detest, execrate, hate, loathe. k.a.- 1. like, love. abomination, is. ı. iğrenme, tiksinme, nefret etme, 2. iğrenç/menfur/mekruh şey. This coffee is an - : Bu kahve iğrenç bir şey. 3. to be in - by S.o. = to be an - to s.o. : bir kimsenin nefretini kazanmak. e.a.-I. hatred, corruption, deprav ity, abhorrence, detest, hate, loathe, av ersion. k.a.-l. liking, love. lı bon marche, Fr. ucuz, kelepir. e.a.cheap. aboon, e. &:if. isk. bk.: above. aboral, sf. anat.&zool. ağızdan uzaketa). aboriginal, sf. &is. ı. asıl yerli, bir yerin en eski/özgün halkı. - customs : yerli adetleri, 2. ilkel, iptidai, 3. - ity : yerlilik, 4. - ly : yerli olarak e.a.-l. native, indigenous, original. aboırigine, is. 1. yerli halk, bir ülkenin ilki yerli ahalisi, 2. - s : direy ve bitey, fauna ve flora : bir bölgeye has hayvan varlığı ve bitki varlığı.



aborning, :if. doğarken, yaratılırken. The plan died - : Plan daha yapılırken öldü. abort, f ı. çocuk düşür(t)mek, vaktinden evvel doğur(t)mak, 2. biy. (hayvanlbitki organları) tam gelişernernek, 3. (işin başlangıcında) başarısızlığa uğramak, 4. (hastalığı) gelişme­ den önlemek. to - a cold : soğuk algınlığını başlangıçta önlemek,S. As. uçaklgüdümlü mermi vb. nin hareketini arıza nedeniyle kısa kesrnek, başarısızlıkla sonuçlandırmak, 6. bastır­ mak, tenkil etmek, yatıştırmak. Troops - ed uprising : Askeri birlikler isyanı bastırdılar. aborticide, is. ı. döl yatağındaki dölütü öldürme, 2. çocuk düşürtücü ilaç/nesne. e.a.- 1. feticide, 2. abortifacient. abortifacient, sf. &is. çocuk düşürtücü (ilaç). abortion, is. 1. çocuk düşür(t)me, çocuk al(dır)ma, kürtaj. bk.: miscarriage, 2. düşük, tam gelişmeden doğan dölüt, 3. olgunlaşmadan/ tamamlanmadan başarısızlığa uğrayan iş/eser, 4. biy. dumura uğramış/tam olgunlaşmamış bitki organı (meyve, çiçek vb.), 5. hastalığın/sal-



8



gının başlangıçta önlenmesi, 6. - al: bk.: abortive (3). abortionist, is. ı. çocuk düşür(t)en (kimse), kürtajcı. abortive, sf. 1. tamamıyla başarısız, sonuçsuz, başarıya ulaşarnamış, akim. an - revolt : başarısız bir isyan. - effort : boşuna çaba. to render a plan - : bir planı başarısızlığa/ akamete uğratmak, 2. etkisiz, boş, beyhude, beklenen etki ve sonucu vermeyen. an - coup/ attempt. 3. tıp (a) vaktinden önce doğurtan, çocuk düşürten. - drugs. (b) seyri kısaltılmış (hastalık), kısa süreli. an - fever. 4. biy. tam gelişmemiş, olgunlaşmamış, dumura uğramış, 5. - ly : başarısızca, sonuç vermeksizin, bir sonuca varmadan, etkisiz/sonuçsuz kalacak şekil­ de, 6. - ness : başarısızlık, sonuçsuzluk, akameto e.a.-I. unsuccessful, 2. futile, 4. rudimentary. abought, f. bk.: aby (geç.z. &sf.f.). abound, gs.f. 1. çok/bol/mebzul olmak. to - in fruit: meyvesi bololmak, 2. zengin olmak, çok miktarda bulundurmak. The book - s in anecdotes : Kitapta bol bol menkıbe var. 3... .ile dolu olmak, kaynaşmak. The lake -8 with fish : Gölde balıklar kaynaşıyor. e.a. - flourish, luxuriate, teem, overflow, swarm. abounding, sf. &is. 1. çok, bol, zengin, mebzu!. country - in corn : hububatı bol memleket, 2. çokluk, bolluk, zenginlik, 3. - ly : bol bol, mebzulen. about 1. e. 1. etrafın(d)a, çevresin(d)e. We gathered - the fire: Ateşin etrafında toplandık. He looked - him: Etrafına bakındı. The folks - us : Çevremizdeki halk. The walls - the city : Şehri çevreleyen duvarlar, 2. civarın(d)a, yakı­ nın(d)a. Stay - the house: Evin yakınında bulunma/yakınından ayrılma. There was nobody - : Civarda kimseler yoktu. to wander - t4e school: okul civarında dolaşmak, 3. hemen hemen, aşa­ ğı yukarı, yaklaşık olarak, takriben, ... sularında (zaman, sayı ve nicelik bakımından yaklaşıklık ifade eder). - 12 o'clock : saat 12 sularında/ takriben saat 12 de. - three weeks : aşağı yukarı üç hafta. - SOO men : takriben 500 kişi. - two kilos: yaklaşık iki kilo. - the best: hemen hemen en iyisi. The work is - done: İş hemen hemen yapıldı/bitti. 4. üzere, o anda/sırada. to be1



above 1 to do sth. : bir işi yapmak üzere olmak. When he was - to die: O ölmek üzere iken... He is to come : Gelmek üzeredirINeredeyseşimdi gelir. i am - to leave : Gitmek üzereyim. Just as he was - to turn around : Tam o geri döneceği sırada. 5. üstüned)e, üzerined)e, bir kimseye yakın yerde/elbisesinde. i have no money - me : Üstümde param yok. Everything - him is in or· der : Üstü başı düzgündür. 6. ilgili, hakkında, hususunda, -e dair, .. .için. - what =what -: Ne hakkında/Neye dairIHangi konuda/Ne ile ilgili? What is it all - : Ne oluyor? İşin aslı nedir? Bütün bunlar ne ile ilgili? to. make inquiries - sth. : bir şey hakkında soruşturma yapmak. to quarrel - nothing : bir hiç içinlsebepsiz dövüşmeld kavga etmek. i know what is it all - : İşin aslı­ nı biliyorum. He has come - the rent : Kira için geldi. to speak - sth. : bir şey hakkında konuş­ mak. Be - your business : Sen kendi işine baki kendi işinle ilgilen. What - ... = How - ... : ... -ye ne buyurulur? ... -ye var mısın(ız)? Mind what you are - :Dikkatli ol(unuz)/Ayağını denk aL. i know what i am - : Ne yaptığımın farkın­ dayım. You haven't been long - it : (O işi yapmanız) çok sürmedi. Be quick - it : Çabuk ol! about 2, ZJ. 1. aşağı yukarı, takriben, hemen hemen (nitelikçe yakınlık bildirir). Sivas is - as cold as Erzurum: Sivas hemen hemen Erzurum kadar soğuktur. i am - ready : Hemen hemen hazırım. 2. her yanında, etrafında. The mountains are all - city : Şehrin etrafı dağlarla çevrilidir. The reporters were all - the Presi· dent : Cumhurbaşkanının etrafını gazeteciler sarmıştı. 3. şurada burada, ötede beride, her tarafta, yaygın. The stranger wandered - the city : Yabancı şehrin etrafında dolaşıyordu. The smallpox is - : Ortalıkta çiçek salgını var. 4. çevresi. ten miles - : çevresi 01'1 miL. a wheel 50 cm - : çevresi 50 cm olan tekerlek. 5. uzunluğu(nda), boyu(nda). A mile - and a half mile across: Bir mil uzunluğunda ve yarım mil eninde. 6. yakınında, civarında. somewhere - Bursa : Bursa yakınında bir yerede). He lives so· mewhere - : O, yakınlarda bir yerde oturuyor. 7. geri(de), zıt yönede). to turn - : geriye dön-



rnek. - turn !I- face! As. Geriye dön! to put the ship - : gemiyi aksi istikamete çevirmek, 8. hazır, ... üzere. i am - to finish : Bitirmek üzereyim. - to sail : sefere hazır (gemi), 9. çoğunlu­ ğu,. büyük bir kısmı, hemen hemen. The food stock is - exhausted : Gıda stokunun çoğu tüketildi. The job is - done: İş hemen hemen bitti. - ship!lready - : den. Yola çıkmaya hazır! (gemicilere emir), 10. to beat - the bush: bin dereden su getirmek, sözü döndürüp dolaştırmak, konudan uzaklaşmak, 11. to bring - : ifa etmek, (başarı ile) bitirmek, sona erdirmek, 12. to come -: vuku bulmak, meydana gelmek, maksada ulaşmak, 13. to get - : gezinmek, 14. to go - : etrafında dolaşmak, 15. to hang - : oyalanmak, bulunduğu yerden ayrılmamakluzaklaşmamak, 16. to look - : bakınmak, göz gezdirmek, 17. to put - : rahat bırakmamak. to be put - : rahatsız . olmak, rahatı bozulmak, taciz edilmek, 18. to set - : başlamak, girişrnek, teşebbüs etmek, 19. There was something - him: Halinde bir fevkaladelik vardı. 20. at - : takriben, sularında. The sun set - six o'clock : Güneş saat 6 sularında batıyor. You must do something - it : Bunun çaresini bulmalısınız. There is something - him i don't like : Nedense bu adamdan hoşlanmıyorum. There is something wrong it : Bunun bir bozuk tarafı var/Bu işte bir bit yeniği var. What are you - : Neler yapıyorsunuzl Ne işle meşgulsünüz? about face, ABD. As. Geriye dön! (komut). Brit.: about turn. about-face, is&gs..f ·faced, .facing 1. geriye dönüş, 2. mee. fikrini değiştirme, kararın­ dan dönmeleayma, They've done an - in their paZidy. 3. geriye dönmek, fikrini değiştirmek, caymak. about-ship, gs..f geminin yolunu değiştir­ mek. e.a. - taek. about-sledge, is. balyoz, büyük çekiç. about-turn, Brit. As. Geriye dön! e.a.abaut-faee. above l , e. 1. üstün(d)e, yukarısın(d)a, yukarıda, yukarıya. The water reached - their knees : Su dizlerinin üstüne çıktı. - the city : 9



şehrin üstün(d)e. to fly - the clouds : bulutların üstünde uçmak. view from - : yukarıdan görünüş. In the heavens - : Yukarı semalarda, arşı­ alMa. the powers - : semavı kuvvetler, 2. üst, (rütbe ve mevkice) üstün, faik, üstünde. The colonel is - the major in rank : Rütbece albay binbaşıdan üstündür. to liye - one's means : kendi imkanlarının üstünde bir hayat sürmek. That is - my comprehension : Bu benim idrakimin üstündedir. 3. (sayıca/miktarca) daha fazla, aşkın. - 500 members : SOOIden fazla üye. Weight is - a ton: Ağırlık bir tondan fazladır. above 2, zf. 1. yukarıya, yukarıda, üstete), üst taraf(ın)da. He lives in the apartment -. The birds flying -. 2. rütbe/mevki/yetki vb. bakımın­ dan) yüksek, üst. appeal to the court - : üst mahkemede temyiz etmek, 3. (sayıca, miktarca) fazla, büyük. books with 200 pages and - : 200 ve daha fazla sayfah kitaplar. boys of 16 and - : 16 yaşında ve daha büyük çocuklar, 4. evvelce/ daha önce zikredilen/sözü geçen, mezkı1r. the remark quoted - : mezkı1r ihtar, 5. öbür dünya, ahiret. Gone to the eternal rest - : Ahirette ebedı uykusuna daImış. 6. -den fazla. to favor one child - the other : bir çocuğa ötekinden fazla teveccüh göstermek, 7. -den arındırılmış, uzak tutulmuş, -nin dışında, -den münezzeh/ azade. to be - suspicion : şüpheden azade olmak. to be - bad behavior : kötü davranışlar­ dan uzak olmak, 8. - all : hepsinden önemliesi), en önemli(si)/üstün(ü), her şeyden önce/ziyade, özellikle. Charity - an : Hayırseverlik her şey­ den önce gelir. e.a. - 1. overhead, up, 2. higher. above 3, sf &is ı. önceki, yukarıdaki, evvelce zikredilen, mukaddem. the - paragraph : önceki paragraf, 2. adı geçen/mezkOr (kimse/ şey). The - will all stand trial : Adı geçenlerin hepsi mahkemeye verilecek. None of the - : Yukarıda adı geçenlerin hiçbiri. 3. üst makam. The orders came from - : Emir üst makamlardan geldi. aboveboard, sf &zf. ı. apaçık, göz önünde, hilesiz, dürüst. to play - : hilesiz oyun oynamak. Everything is - : Tutumu dürüst idi. All is open and - in this transaction: Bu alış verişte her şeyapaçık ve dürüsttür. above-cited, sf bk.: above-mentioned.



10



aboveground, sf ı. yer yüzünde, yerin üstünde, 2. hayatta, ölmemiş, gömülmemiş. e.a.2. alive. above-mentioned, sf sözü geçen, evvelce/yukarıda zikredilen. above-said, sf evvelcelyukarıdasöyleneni sözü edilen. above stairs, zf. üst kateta), yukarı kateta). above-water, sf su yüzeyinde. ab ovo, Lat. başından beri, başlangıçtan itibaren. abracadabra, is. ı. abrakadabra : sihirbazların sihirli olduğuna inandırmak istedikleri anlamsız bir söz, 2. abuk sabuklsaçma sapan söz. abradant, sf &is. aşındıran. e.a. -abrasive. abrade, f abraded, abrading ı. sürterek aşındırmak, 2. kazımak. e.a.- 1. erode, wear away/off, 2. scrape oif. abrader, is. aşındıran, kazıyan. Abraham, is. İbrahim (Peygamber). to sham - : yalancıktan hasta gözükmek, temarüz etmek. -'s bosom : cennet, hayır işleyenlerin ulaşacaklan mükafat. abranchial =abranchiate, sf zool. solungaçsız.



abrase, gL.f abrased, abrasing sürterek (yüzeyini) düzeltrneklparlatmak/ciHL.lamak. abraser, is. cisimlerin aşınmaya karşı dayanıklılığını ölçen makine. abrasion, is. 1. ovuşturma, sürtme, 2. (sürt~ me vb. ile) aşınma/yenme/yıpranma, örneğin su ve rüzgarın kayaları aşındırması, 3. aşınmışci­ sim, 4. aşınmış/yıpranmış yüzey, sıyrık. - on his leg caused by failing on the gravel. e.a.- 1. aşındırmak,



rubbing, 2. erosion, 4. sore, scrape. abrasive, sf&is. ı. aşındırıcı, yıpratıcı. wheel : bilerne çarkı, 2. zımpara taşı vb. gibi aşındırıcı/törpüleyici. e.a.-I. harsh, rough, rasping. abreact, gl.f psikol. 1. (konuşup derdini anlatarak) içi ferahlamak, baskıda kalmış duygu ve heyecanlardan kurtulmak, 2. - ion : iç açıl-o ması, ferahlama. abreast, zf. 1, yan yana, bir hizada, beraber. to walk - : yan yana yürümek. to march two - : ikişerle kolda yürümek. four - : dörtlü dizi. - oflwith... : ... ile bir hizada, 2. haberdar,



abrupt yenilikleri izleyen, uyanık. to keep - with/of : -e ayak uydurmak.. to keep - of a science : bir bilimdeki yenilikleri/gelişmeleri izlemek· to keep - (of) times : zamanın icaplarına uymak, güncelolaylardan haberi olmak. to be - with/of the times : zamanın fikirlerine ve gereklerine uymak, 3. den. borda doğrultusunda. to be - of a ship/of a landmark : bir geminin/kıyıda işa­ retli bir yerin hizasında olmak. abri, is. ç. abris Fr. sığınak, melce. e.a.shelter. abridge, gl.f. abridged, abridging ı. (kitap, makale, kelime vb. ni) kı saltmak, özetlemek, huHlsa etmek. to - a long novel : uzun bir romanı özetlemek, 2. (süre, kapsam vb. ni) kı­ saltmak, azaltmak, kısa kesmek. to - avisit: bir ziyareti kısa kesmek. 3. gen. - of : kısıtlamak, kesmek, mahrum etmek, yoksun bırakmak. to S.o. of a right/of a power : bir kimsenin hakkı­ nı/yetkisini kısıtlamak. to - one's freedom : bir kimsenin hürriyetini kısıtlamak, 4. -able = abridgable : kısaltılabilir, özetlenebilir, kısıtlana­ bilir. e.a. - 1. condense, abstract, abbreviate, shorten, 2. reduce, lessen, contract, 3. deprive, cut oif. k.a.- 1-3. lengthen, expand, dilate, increase. abridged, sf. özet(lenmiş), kısa(ltılmış), muhtasar, kısıtlanmış. - edition : kısaltılmış baskı. to give an - account of sth. : bir şeyi kı­ saca anlatmak, bir konuyu özetlemek - notation : kısa işaretler/notasyon. abridgedly, zf. özetle, kısaca, özet olarak, huıasaten.



abridger, is. özetleyen, kısaltan. abridgment = abridgement, is. 'I. özet, hulasa, (kitap vb. nin) kısaltılmış şekli. an - of Victor Hugo's Les Miserables : Viktor Hügo'nun Sefiller romanının özeti, 2. (masraf vb.) azaltma, kısma, kısıtlama. - of expenses : masrafların kısıtlanması, 3. (hak vb. den) mahrum etme/olma, (yetki vb.) kısıtla(n)ma. e.a.-ı. abstract, abbreviation, condensation, compend, compendium, contraction, digest, summary, synopsis, outline, precis, conspectus, 2. reduction, shortening, restriction, limitation. k.a.-ı. amplification, expansion, enlargement.



abroach, sf.&zf. 1. (içindeki sıvı akıtılabi­ lecek şekilde) ağzı açık (şişe vb.), delik, 2. çalkalanan, hareketli. e.a. - ı. broached, 2. astir. alıroad, zf. 1. yabancı ülke(de), yurt dı­ şın(d)a. travel- : yurt dışına seyahat. to live - : yabancı ülkede yaşamak. capital invested - : yurt dışına yatırılan sermaye. to go - for an education: öğrenim için yurt dışına gitmek, 2. dışarı, evin dışın(d)a. to walk - : (evden) dı­ şarı çıkmak. A lion at home, a mouse - : Evde aslan, dışarıda fare. No one is - in the noonday heat : Öğle sıcağında kimse dışarıya çık­ maz. 3. ortalıkta, her taraf(t)a, halk arasında. to telI the news - : haberi her tarafa yaymak. The rumors of disaster are - : Felaket haberleri ortalıkta dolaşıyor. scattered - : her tarafa dağıl­ mış, 4. etrafa, her yana. A tree spreads its branches -. 5. dağınık, darmadağınık, yaygın. My mind is all - : Zihnim darmadağınıktır. The crew was aU - : Fertler her tarafa dağılmıştı. You are all - : Saçmalıyorsun (= sözlerin darmadağınık, birbirini tutmuyor). e.a.- ı. overseas, 2. out, outside, 4. everywhere. abrogable, sf. ilga edilebilir, feshedilebilir. abrogate, gl.f. -gated, -gating 1. (yasa, tüzük, yönetmelik, örf, adet vb. ni) ilgaliptal etmek, feshetmek, resmen yürürlükten kaldırmak, 2. müdahale etmek, engelolmak, 3. abrogation : ilga, fesih, iptal, yürürlükten kaldırma, 4. abrogative : ilga edici, feshedici, yürürlükten kaldı­ rılmasını gerektiren, 5. abrogator : ilgaliptal e.a.-i. eden, fesheden, yürürlükten kaldıran. abolish, nullify, annul, cancel, revoke, void, invalidate, rescind. k.a. - ı. ratify, establish. abrupt, sf. ı. birdenbire, ani, beklenmedik. an - halt : ani bir duruş. come to an - end : birdenbire sona ermek, 2. sarp, çok dik (kaya, dağ vb.). - coast : dik/sarp kıyı. - mountains : sarp dağlar. - ascent : çok dik yokuş, 3. tutarsız, insicamsız, kesik, birbirini tutmaz (örneğin bir konudan başkasına ani geçiş). an - style. 4. haşin, şiddetli, sert. an - reply. 5. biy. küt, kesilmiş gibi yapraksız ve filizsiz nihayetlenen, 6. - ly : anide, birdenbire, 7. - ness : şiddet, ani oluş; sarplık, diklik. e.a.- 1. sudden, unexpected, quick, 2. steep, sheer, sharp, precipitous, 3. broken, 4. rude, rough, blunt, curt, brusque, impolite, uncivil, ungracious. k.a.- 1. gradual, gentle, smooth, slow, easy, 4. suave, curteous, polite, gracious, thoughtfuL.



11



abruption abruption, is. ani sinti,



kırılma/parçalanma/ke­



inkıta.



abscess, is. tıp. ı. çıban, apse, irin, cerahat. to lance/drain a - : apseyi delmek, cerahatini akıtmak, 2. - ed : apseli, cerahatli . abseise, gs.f abseised, ahseising bot. keserek ayırmak, örneğin yaprağı kesip daldan ayır­ mak. abseisic aeid, is. kim. yaprak asidi, C15H2Ü04 : bitkiden yaprak ve meyvenin üreyip ayrılmasını sağlayan organik asit. abseissa, is., ç. abseissas/abseissae mat. yatay konaç (ekseni), absis, absis ekseni. abseission, is. 1. (bir organı vb.) kesme, kesip çıkarma, 2. sözü anide kesme :. nutuk söylerken gerisinin anlaşılacağını tahmin ederek cümleyi yarım bırakma, 3. bot. çiçek, yaprak vb. nin ömrünü tamamlayıp daldan düşmesi. abscond, gs.f 1. (yasadan vb.) gizlice kaçmak, firar etmek. He -ed with the money : Parayı alıp kaçtı. He -edfrom the country. 2. saklanmak, gizlenmek. The marmot -s in winter : Dağ sıçanı kışın saklanır. 3. -ed : gizlenmiş, saklanınış, 4. -er: kaçak, firar!. e.a.- 1. decamp, bolt, sneak of{, 2. hide. absence, is. 1. yokluk, bulunmayış, bulunınama süresi, gıyap. Speak ill of no one in his - : Kimsenin gıyabında kötü söz söyleme. sentenced in his - : gıyaben mahkum olmuş. - of taste : zevksizlik, zevk yokluğu. İn the - of definite information : kesin haber alınmaması halinde, 2. gaybubet süresİ. a week's - : bir haftalık gaybubet, 3. noksanlık, yetersizlik, mahrumiyet. - of mind : unutka~lık, hafıza noksanlığı. the of proof : delil noksanlığı/yetersizliği. - without leave = A.W.O.L. As. izinsiz görevden ayrıl­ ma. e.a. - 1. nanattendance, nonappearance, nonexistence, 3. lack, deficiency, want. absent, sf &gL.f ı. namevcut, yok, gaip, noksan, hazır bulunmayan. Why were you - in school? Long - soon forgotten : Gözden ırak, gönülden de ırak olur. The - is always in the wrong : Hazır bulunmayan daima haksız çıkar. In this animal the teeth are - : Bu hayvanın dişleri noksan. 2. dikkatsiz, dalgın, unutkan. -minded : unutkan. - mindedness : unutkanlık ..mindedly : unutkanlıkla, dalgınlıkla, 3. çekilmek, çekilip gitmek, hazır bulunmamak. to -



12



oneself from home : evde bulunmamak, evden ayrılmak, 4. - without leave = A.W.O.L. As. izinsiz görevden ayrılan kimse. e.a. - 1. out, of{, laeking, nonexistent, 2. inattentive, listless, preoccupied, absent-minded. k.a.-1. present, existent, 2. attentive, aware, thoughtful. absentation, is. gaybubet, bulunmayış, yokluk. absentee, is. ı. (işi ve görevi başında) bulunmayan/namevcut kimse, 2. - balıot: posta ile gönderilen oy pusulası, 3. - landlord : başka memlekette olan, mal sahibi, 4. - vote : posta ile gönderilen oy, 5. -ism : devamsızlık, (kasten/ bile bile ve sık sık) görevde bulunmama. absenter, is. devamsız, görevine gelmeyen kimse. absente reo, Lat. sanığın gıyabında. absently, zf. ı. hazır bulunmayarak, 2. dikkatsizlikle, dalgınlıkla. absentness, is. ı. yokluk, namevcutluk, devamsızlık, hazır bulunmayış, 2. unutkanlık, dalgınlık, dikkatsizlik. absinth(e), is. ı. apsent, pelin otu ile anasonlu, yeşil renkte, %68 alkollü bir içki, 2. bk.: wormwood (2), 3. bk.: sagebrush. absinthial =absinthian, sf pelin otu+. absinthism, is. apsentle zehirlenme : fazla apsent içme alışkanlığından ileri gelen hastalık. absit omen, Lat. çok yaşa (aksırana söylenir). absolute, sf &is. ı. salt, mutlak, kayıtsız şartsız. - necessity : salt zorunluk, mutlak zaruret. - temperature : mutlak sıcaklık. - freedom : kayıtsız şartsız serbestlik, 2. tam, mükemmel, kusursuz. - ignorance : tam cehalet - liberty : tam hürriyet. It's an - scandal : Bu tam bir rezalettir, 3. sade, saf, halis, katkısız, karışıksız. akohol : saf alkol, 4. gerçek, hakiki, kesin. evidence : kesin deliL. Theyare in - distress : Onlar gerçek bir sıkıntılsefalet içindedirler. S.fiz. mutlak : seçilen birimlerden, başka cisimlerin varlığından veya referans sistemlerinden bağım­ sız. - humidity : mutlak nemlilik. - vacuum : mutlak boşluk, 6. gr. yalın, mücerret, 7. tam yetkili, mutlak, otonter. - government/monarch. . 8. b.h. Tanrı, Kadinmutlak. The power of the - : Tanrı kudreti, ilahi kudret, 9. mükemmeliyet, kemal, her türlü kusurdan azade oluş, 10. - ako-



absorb



hol : salt/mutlak alkol, ağırlıkça % i 'den az su içeren alkol, 11. - altitude hv. salt yükseklik, mutlak irtifa : uçak veya roketin yer yüzünden düşey yüksekliği, 12. - ceiling hv. salt tavan, deniz düzeyinden itibaren uçağın normal uçuş yapabildiği en yüksek düzeç, 13. - convergence = unconditional convergence : mat. salt/mutlak yakınlık, 14. - humidity fiz. salt nemlilik, mutlak rutubet, birim hacimdeki havada bulunan su buharı kütlesi, 15. - idea feL. saltık/mutlak düşünce/fikir, 16. - idealism feL. salt ülkücülük, mutlak idealizm, 17. - impediment : huk. bir şahsın evlenmesine yasalolarak engelolan şart/ durum, 18. -, magnitude astr. salt büyüklük : bir yıldızın 10 parsek (32.6 ışık yılı) uzakta bulunan kuramsal gözlemciye görüneceği büyüklük, 19. - majority : salt çoğunluk, mutlak ekseriyet, oy verenlerin yarısından bir fazlasının oluş­ turduğu çoğunluk, 20. - maximum/minimum mat. salt maksimum/minimum, tarif aralığında işlevin aldığı en büyük/en küçük değer, 21. monarchy : mutlakiyet idaresi, mutlak hükümdarlık, 22. - music : salt müzik, bir hikayeyi vb. canlandırmayıp sırf ses ve ahenge dayanan müzik, 23. - pitch : (a) sesin frekansı/perdesi, (b) ses perdesini tanıyabilme veya aynı perdede ses çıkarabilme yeteneği, 24. - scale fiz. mutlak ölçek, mutlak sıfır noktasını başlangıç alan ölçek, 25. - temperature fiz. mutlak sıcaklık, 26. - value mat. mutlak değer, 27. - zero fiz. kim. mutlak sıfır, devinimleriyle ısı üreten zerreciklerin tamamen devinimsiz kalacakları sıcak­ lık (bu sıcaklık -273°C'dir). e.a.- 1. unrestricted, unrestrained, unlimited, unconditional, unqualified, unbounded, imperious, despotic, tyrannous, tyrannical, autocratic, 2. complete, perfect, real, genuine, 3. pure. k.a.- 1. relative, comparative, restricted, restrained, limited, conditional, unqualified, constitutional, 2. incomplete, partiaL. absolutely, zf. ı. kesinlikle, Il).utlak surette, mutlaka, tamamıyla, kat'iyetle, kat' iyen, kat'i surette. You are - right : Tamamıyla haklısınız. It is - forbidden : Kesinlikle yasaktır. - void : kat'i surette hükümsüz, 2. kayıtsız şartsız, bağımsız. e.a.- 1. completely, entirely, totally, positively, thoroughly, unrestrictedly, definitely, unquestionably, unequivocally, 2. unconditionally.



absoluteness, is. ı. kesinlik, kat'iyet, 2. salt3. bağımsızlık, bütünlük. absolution, is. ı. af, günah veya suçun bağışlanması/affı, 2. aklanma, arılanma, beraat, 3. (Katolik kilisesinde) günah çıkarma/bağışla­ ma, 4. (bazı Protestan kiliselerinde) pişmanlık lık, mutlaklık,



duyanların



günahlarının



affedildiğinin



ilanı.



e.a. - 1. pardon, forgiveness, remission, exculpation. k.a. - 1. retaliation, punishment, condemnation, requitaL. absolutism, is. 1. saltlık, mutlaklık, kesinlik, kat'iyet, 2. saltçılık, mutlakiyet, mutlak yönetim, 3. kadere inanma öğretisi/doktrini. absolutist, sf&is. ı. -ic d.d.: saltçı, mutlakiyetçi, 2. kadere inanan, 3. -ically: saltçılıkla, mutlakiyetle. absolutize, gL.f -ized, -izing saltlaştır­ mak, mutlaklaştırmak, bağıl bir şeyi kesin veya mutlak imiş gibi kabul etmek. absolutory, sf af+, beraat+. - sentence : beraat kararı. absolvable, sf bağışlanabilir, affedilebilir. absolve, gL.f -solved, -solving ı. (suç, günah, ceza vb.) bağışlamak, affetmek, 2. beraat ettirmek, aklamak, 3. (Hristiyanlıkta) günah çı­ karmak. e.a.- 1&2. acquit, clear, discharge, exculpate, excuse, exonerate, forgive, pardon, remit. k.a. - 1. accuse, blame, condemn, incriminate, 2. convict, clıarge, find guilty. absolvent, sf &is. yarlıgayan, bağışlayan, affeden. absolver, is. günahı bağışlayan, yarlıga­ yan, affeden. absolvitory, sf aklayıcı, yarlıgayıcı, bağışlayıcı, beraat ettirici. absonant, sf ahenksiz, kulağı tırmalayıcı (ses). absorb, gL.f ı. soğurmak, emmek. A sponge -s water : Sünger suyu emer. 2. içmek, emrnek, yutmak, kendine katmak. The empire -ed an the sman nations : imparatorluk bütün küçük milletlerİ yuttu/kendine kattı. 3. tüketrnek, sarf etmek, istih1ak etmek, azaltmak. Measures taken to - the surplus wheat : ihtiyaç fazlası buğdayı tüketmek için alınan önlemler. to - a shock : darbenin etkisini azaltmak, 4. işgal etmek, almak, doldurmak. This job -s all my time : Bu iş bütün zamanımı alıyor/dolduruyor. 5. tamamen kendini vermek. He is entirely -ed



13



absorbance in his business: Kendini tamamıyla işine vermiştir. 6. ödemek. The company will - all ~he researeh eost : Bütün araştırma masraflarını şirket ödeyecek. 7. -ability: soğumlabilme, emilebilme, tüketilebilme, 8. -able: soğumlabi­ lir, emilebilir, massedilebilir, tüketilebilir. e.a.1&2. imbibe, soak up, suck up, drink in, sponge up, 3. consume, devour, engolf, 4. 5. engross, immerse, preoccupy, engage, enwrap. k.a.-l&2. exude, disgorge. absorbance, is. fiz. soğurganlık : bir cismin yansıtma kat sayısının tersinin logaritması. absorbaney, bk.: absorbency. absorbed, sf 1. kendini vermiş, (işe vb.) dalmış. a philosopher - in thoughts : düşünce­ lere dalmış bir filozof. eompletely/deeply/ thoroughly/totally - : tamamen kendini vermiş. He was - with/by a math problem: Bir matematik problemine dalmıştı. 2. -Iy : tamamen kendini vererek, dalgm, pür dikkat. to gaze at sth -Iy: bir şeye dalgın/pür dikkat bakmak, 3. -ness : tamamen kendini verme, dalgınlık. e.a.-ı. engrossed, wholly occupied. absorbefacient, sf &is. tıp soğurtan, emdiren, massettiren (madde). absorbency = absorbaney, is. soğumcu­ luk, emicilik, massetme kabiliyeti. absorbent, sf &is. 1. soğumcu, emici, massedici (madde), 2. anat. emici damar, lenf damarı, 3. tıp mideasidini soğumcu madde (magnezya gibi), 4. - eotton = Brit. cotton wool : emici/ hidrofil pamuk : cerrahlıkta kullanılan, doğal zamkı çıkarılarak soğumculuğu artırılmış pamuk. absorber, is. 1. soğumcu, emici, massedici, 2. etkisini aza1tıcı/hafifletici/yumuşatıcı. shoek - : amortisör, yumuşatmalık, 3.fiz. nükleer reaktörde nötronları soğuran, fakat yeni nötron üretmeyen madde. absorbing, s.f ı. soğumcu, emici, 2. ilginç, meraklı, kavrayıcı, dikkat çekici, düşündürücü. an - drama : ilginç bir dram, 3. -Iy : soğurarak, emerek; ilginç/düşündürücü bir şekilde, 4. well = dry well = waste well: toplama kuyusu, yeryüzü sularını toplayıp yer altına gönderen kuyu. absorptanee, is. optik soğurma kat sayısı : soğurulan ışınmanın gelen ışınmaya oranı. bk.: refleetanee.



14



absorptiometer, is. soğurmaölçer : bir sı­ ölçerek yoğunluğunu gösteren fotoelektrik düzen. absorption, is. 1. soğur(ul)ma, 2. zihnı meşguliyet, bütün düşüncelerini bir konuya yöneltme/hasretme, dalgınlık, istiğrak. - in business : kendini tamamen işe/ticarete verme, 3. fizy. özümseme, 4. küçük bir kütlenin büyük bir kütle içinde kaynaşıp kaybolması, temessü1, kaynaş­ ma (gazın sıvıda erimesi, azınlığın çoğunluk içinde kaynaşması gibi), S.fiz. soğurma, emme, yutma : bir ortamdan geçen ışık veya radyo dalgalarının taşıdığı gücün bir kısmının bu ortamda alıkonulması, 6. - eoefflcient = - factor=: absorptivity : soğurum kat sayısı : bir yüzeyce soğumlan ışın enerjisinin o yüzeye düşen toplam enerjiye oranı. e.a. - 2. engrossment, preoccupation, prepossession. absorptive, sf ı. soğumcu, soğurgan, emici 2. -ness: soğuruculuk,·soğurganlık, emicilik. absquatulate, gs.f argo 1. sıvışmak, tüyrnek, kaçmak, firar etmek, 2. çömelmek, bağdaş kurmak. e.a.-ı. decamp, eseape, abseond. abstain, gs.f ı. sakınmak, çekinmek, kaçınmak, to - from luxuries : lüksten kaçınmak. to -. from the use of intoxicating liquors : alkollü içkilerden sakınmak, 2. (Parlamentoda) çekimser kalmak, çekimser oy vermek. e.a. - ı. forbear, cease, desist, refrain, avoid, withhold, relinquish, forgo, dedine. k.a.-l.indulge, abandon oneself, give way, yield to. abstainer, is. içki içmeyen, yeşilaycı. He is a total - : O tam bir yeşilaycıdır (hiç içki içmez). abstemious, sf ı. perhizkar, çok yemek ve içmekten sakınan. an - life: perhizkar bir hayat, 2. kanaatkar, her çeşit zevk ve iştihanın tatminini kısıtlayan, riyazetkar. an - meal : kanaatkar bir yemek, 3. ılımlı, mutedil, aşırı gitmeyen. an - diet : mutedil bir diyet, 4. -Iy : kanaatkarane, perhizkarane, az yiyip içerek,S. -ness : perhiz, kanaatkarlık. e.a. - 1-3. sober, moderate, tenı­ perate, abstinent. abstention, is. ı. sakınma, çekinme, kaçın­ ma, içtinap, imtina, 2. (Parlamentoda) çekimserlik. abstentious, sf perhizkar, kanaatkar, çekimser. vının soğurduğu ışığı



absurdity absterge, gl.f. -sterged, -sterging silmek, (temizleyici bir sıvı ile silerek) temizlemek. e.a. -purge, clean. abstergent, sf. &is. temizleyici: sabun, losyon vb. abstinence = abstineney, is. ı. sakınma, çekinme, kaçınma, imtina, perhiz, riyazet. total - : içkiden tamamıyla kaçınma, tam yeşilay­ cılık, 2. ekon. tutum, para biriktirme, masraftan kaçınma, 3. - theory : tutumculuk: "Faiz, tutumun mükafatıdır" fikrini savunan ekonomik kuram, 4. abstinent : sakınan, çekinen, perhiz yapan. e.a.- 1. self-restraint, self-denial, forbearance, abstemiousness, abstention, sobriety, modemtion, teetotalism. k.a.- 1. indulgence, selfindulgence, abandon. abstract, is&gL.f. ı. ayırmak, çıkarmak, kimyasal yöntemlerle ayırmak. to - one's mind from sth. : zihnini bir şeyden ayırmak, 2. soyutlamak, tecrit etmek, zihnen ayırmak. to - the notion of dimension from that of space: boyut kavramını uzay kavramından ayırmak, 3. özetlemek, kısaltmak, icmal etmek, 4. çalmak, aşır­ mak, hırsızlamak. The letter had been -ed from the bag. 5. çelrnek, zihni bir şeye takılmak. His mind was wholly -ed by other problems : Zihni tamamıyla başka meselelere takılmıştı. 6. soyut, mücerret. an - idea : soyut fikir. - noun : soyut ad, 7. özet, hulasa. to make an - of an account : hesap özeti çıkarmak. to make an - of a document : bir belgeyi özetlemek/özetini çıkar­ mak. - of title : tapu sicil özeti, 8. muğlak, anlaşılması güç. - speculations : muğlak nazariye/ kurgu. lost in - speculations : metafizik düşün­ celere dalmış, 9. kuramsal, nazari. - algebra : kuramsal cebir. - science : kuramsal bilim. mechanics, 10. dalgın, düşünceli, zihnen meş­ gul, 11. tekil, bağımsız, münferit, müstakil, 12. in the - : kuramsal/nazari olarak, tek başına, münferiden, başkalarıyla ilgisi qüşünülmeden. to consider sth in the - : bir şeyi tekilolarak göz önüne almak, 13. -er = -or : özetleyen, 14. -ıy: soyutlkuramsalolarak, ayrı ayrı, münferiden, mutlak surette, mücerret bir şekilde, 15. -ness : soyutluk, kuramsallık, tekillik. e.a.1. withdraw, remove, deduct, 7. summary, abridgement, digest, synopsis, compendium, epitome. k.a.-l. add, annex, append, restore, return.



abstracted, sf. ı. soyut(1anmış), ayrılmış, edilmiş, mücerret, 2. esk. kuramsal, nazari, muğlak, 3. dalgın, düşünceli, unutkan, 4. -ly : soyut olarak, mücerret bir şekilde; dalgınlık­ la, unutkanlıkla, 5. -ness : soyutluk; dalgınlık. e.a. - 3. absent, absorbed, preoccupied. abstraction, is. 1. ayır(ıl)ma, çıkar(ıl)ma, 2. soyutlama, tecrit, 3. soyutluk, tecerrüt, 4. inziva, herkesten uzak yaşama, 5. dalgınlık, zihni meşguliyet. with an air of - : dalgın dalgın. in a moment of - : bir dalgınlık anında, 6. kurarn, nazariye, soyut fikir, 7. -al: soyut, kuramsal, nazari, 8. -ism : (özellikle sanatta) soyutçuluk, kuramsallık, 9. -ist: soyutçu, kurarncı, nazariyeci. abstractive, sf. 1. soyutsal, kuramsal, 2. özeH, özetlenmiş, özet halinde, muhtasar, 3. -ly : soyut bir şekilde; kuramsal/nazari olarak; ayrı ayrı, münferiden; özetle, özet olarak, 4. -ness: soyutsallık, kuramsallık. abstrietion, is. bot. ayrılma: bazı yosun vb. de üreme cisimciklerinin spor dallarından bir çeperle ayrılması. abstruse, sf. 1. karmaşık, muğlak, çapraşık, çetrefil, anlaşılması güç. - theories, 2. esk. gizli, saklı, 3. -ly : karmaşık bir şekilde, çapraşıkça, çetrefilce, anlaşılması güç bir şekilde, 4. -ness =abstrusity: karmaşıklık, çapraşıklık, çetrefillik, muğlaklık. e.a.-l. complex, mysterious, obscure, recondite, deep, profound, esoteric, 2. secret, hidden. k.a. - 1. simple, easy, obvious, clear, superficiaL. absurd, sf ı. manasız, saçma, zırva, gülünç, yersiz, çatışık, çelişik, mütenakız. it is to suspeet him : Ondan şüphelenmek manasız­ dıriyersizdir. My dear fellow, you are - : Sevgili arkadaşım, saçmalıyorsun(uz). What an question! Ne saçma soru! an - proposition: çelişik bir önerme, 2. -ly : saçma/manasız/gülünç/ çelişik bir şeki lde, 3. -ness bk.: absurdity. e.a.- 1. foolish, inconsistent, irrational, nonsensical, preposterous, ridiculous, self-contradictory, silly, unreasonable, ludicrous, inept, incongruous. k.a.- 1. consistent, rational, reasonable, sensible, sound, intelligent, logicaL. absurdity, is., ç. -ties 1. manasızlık, saçmalık, zırvalık, gülünçlük, çelişiklik, tenakuz, 2. manasız/saçma şey. to listen to absu:rdities : deli saçmaları dinle~ek. tecrit



15



abulia abulia



= aboulia,



is. psikol. istenç yitimi, zaaf. abulic, sf zayıf istençli, zayıf iradeli. abundance, is. bolluk, bereket, zenginlik, çokluk. to liye in - : bolluklrefah içinde yaşa­ mak. an - of grain : hububat bolluğu. e.a.plentifulness, plentitude, affluence, copiousness, wealth, opulence. k.a. - scarcity, insufficiency, deficiency, dearth, lack. abundant, sf ı. bol, bereketli, mebzul, pek çok. - material : bol malzeme. a land - in cattle : sığırı bol bir memleket, 2. -Iy: bol bol, mebzulen. e.a. - 1. ample, plentiful, exuberant, profuse, copious, bountiful. k.a.-l. scarce, scant, sparce, insufficient, skimpy. abusable, sf kötüye kullanılabilir, suistimal edilebilir. abuse, is&gl.f abused, abusing 1. kötüye kullanma(k), suistimal (etmek). to - s.o.'s good faith : bir kimsenin itimadını kötüye kullanmak. the - of trust: emniyetin suistimali. to - admi· nistrative authority : yönetim yetkisini kötüye kullanmak, 2. dövmek, incitmek, zarar vermek, kötü muamele etmek. to - a horse: atı kırbaçla­ mak. to - one's eyesight : birinin bakışlarını incitmeklrencide etmek, 3. sövmek, küfür etmek, kötü söz söylemek, şerefini lekelemek, iftira/ hakaret etmek, karalamak. He got drunk and -d his boss. 4. esk. aldatmak. You have been -d : Seni aldattılar. 5. fesat, hile, 6. küfür,sövme, hakaret. to shower - on s.o. : bir kimseyi küfür yağmuruna tutmak. The officer heaped - on his men: Subay erlere sövüp saydı. 7. kötülük, kötü muamele, kötü davranma, dayak atma, zulmetme. The child was subjected to crueI - : Çocuğa zalimane kötü muamele edilmişti. 8. ırza tecavüz, 9. esk. aldatma, hile, 10. - oneself bk.: masturbate. e.a. - 1. misuse, maltreat, injure, harm, hurt, 3. insult, villfy, berate, slander, defame, 4. cheat, deceive, 9. deception. k.a.- 2&3. cherish, honor, praise, protect, respect. abuser, is. 1. kötüye kullanan, hilekiir, suistimal eden, 2. kötü muamele eden, döven, dayak atan, zulmeden, 3. söven, küfreden, hakaret/ iftira eden, 4. iğfal eden, ırza tecavüz eden. abusiye, sf 1. fesatçı, yolsuz, küfürbaz, ağ­ zı bozuk, hakaretamiz. - words : hakaretamiz/ irade



16



yoksunluğu,



hakaret dolu sözler, 2. -Iy : fesatlıkla, yolsuz olarak, küfürle, kabaca, hakaretle, 3. -ness : kötüye kullanma, fesatelık), hile(karlık), küfür(bazlık), kabalık.



abut, f abutted, abutting 1. gen. - on! upon!against : bitişiklsınırdaş olmak, hemhudut olmak,



sınırında



olmak, -de nihayet bulmak.



His garden -s on!upon my house : Onun bahçesi benim evime bitişiktir. abutilon, is. bot. sıcak ülkelerde yetişen bir tür ebegümeci. abutment, is. ı. köprü ayağı. - arch : köprünün kıyıya en yakın kemeri, 2. (başka bir şe­ ye) bitişikidayanan nesne (bina, arazi vb.), 3. mesnet, dayanak, dayanma noktası. abutta1, is. ı. -s : arazi sınırı, 2. buttaIs d.d. huk. iki arsa/tarla arasındaki sınır çizgisi, 3. sınır çizme, hudut çekme. abutter, is. komşu, bitişik ev/arazi sahibi. abutting, sf 1. bitişik, komşu, yan yana, hemhudut. - property, 2. yaslanan, dayanan. rocks : birbirine dayanan kayalar. e.a. - adjacent, bordering, joining abuzz, sf 1. vızıltılı, 2. faal, canlı. abvolt, is. abvolt : elektromagnetik CGS birim sisteminde gerilim birimi, ıo- 8 volt. abwatt, is. abvat : elektromagnetik CGS birim sisteminde güç birimi, ıo- 7 watt. aby = abye, f abought, abought 1. esk. (ceza) ödemek, 2. isk. sürdürınek, devam/sebat etmek, dayanmak, devamlı olmak. e.a.- 1. pay (the penalty of), 2. endure, continue. abysm, is. bk.: abyss. abysınaI, sf ı. dipsiz, derin, sınırsız, hudutsuz, ölçüsüz, sonsuz, koyu. - ignorance : koyu cehalet. - poverty : sınırsız yoksulluk, 2. -Iy : boyunca, dibine/sonuna kadar. sunk -Iy in crime : boyunca cinayete batmış. abyss, is. 1. dipsiz/çok derin umman, 2. ölçüsüz/nihayetsiz şey, 3. girdap, uçurum, tamu, cehennem, 4. (zaman/mekan/derinlik veya kapsamca) sonsuzluk, ölçüsüzıük. the - of time : ebediyet. an - of ignorance : koyulkara cehalet. an - of crime : cinayet dalgası, 5. okyanusun derinlikleri. e.a.- 2&3. chasm, eleft, crevasse, gorge, gulf, pit, hell. abyssal, sf ı. çok derin, dipsiz, 2. okyanusun en derin yerlerinde bulunan. the - fauna and flora : okyanus dibindeki canlılar ve bitkiler.



acarpelous Abyssinia, is. esk. ı. Habeşistan, 2. -n : e.a.- ı. Ethiopia AC = A.C. = ac = a.c. = a-c: alternating current. Ac, kim. 1. bk.: actinium, 2. bk.: acetate, acetyl. ac-, ön ek ad- ön ekinin c ve q ile başla­ yan kelimeler önündeki şekli. ör.: accede, acquire. -ac, son ek "-sal/-sel, -e ait, .. .ile ilgili, .. .içeren/ihtiva eden". cardiac : yüreksel, yüreğe ait. demoniac : şeytansal, şeytanı. a.c., ecz. (reçetelerde) yemeklerden önce. acacia, is. ı. bot. akasya, aksalkım ağacı (Acacia), 2. - gum d.d. bk.: gum arabic. academe, is. akademi, okuL. academic, sf &is. ı. akademik, akademi/ okul/üniversiteye ait. - year: öğretim yılı, 2. mesleki veya teknik olmaktan ziyade genel veya toplumsal (öğrenim), 3. kuramsal, nazari, teorik. a purely - question : sırf kuramsal bir sorun, 4. soyut, mücerret, amell veya pratik olmayan, 5. bilimsel, ilmı. - discussion : bilimsel tartış­ ma, 6. EfHitun felsefesine ait, bu felsefe taraftarı, 7. kolejli, üniversiteli (öğrenci, öğretim üyesi), 8. - freedom : bilimsel özgürlük, üniversite muhtariyeti. e.a.- 3. theoretical. academical, sf ı. bk.: academic (1-5), 2. -ly : akademik/bilimsel/kuramsal olarak. academician, sf akademi üyesi. academicism = academism, is. ı. EfUltun felsefesinin ilkeleri, 2. akademi giysi ve modası, 3. akademik olma niteliği, bilimsellik, kuramsalHabeş(li).



lık.



academist, is. ı. akademi üyesi, 2. Eflatun felsefesine inanan filozof. academy, is., ç. -mies ı. Eflatun'un felsefe okulu, 2. yüksek öğrenim kurumu, 3. özelokul veya lise, 4. sanat/meslek okulu, 5,. akademi öğ­ rencilerinin veya üyelerinin toplandıkları bina, 6. belirli bir sanat veya bilimin geliştirilmesi gayesiyle bir araya gelen kişilerden oluşan toplum, 7. - of Arts : güzel sanatlar akademisi, 8. - Award : Akademi ödülü : her yıl sinemacı­ lıkta başarılı olanlara verilen ödül, 9. - of Music : Konservatuvar, 10. Military - : Harp Okulu, 11. Naval - : Deniz Harp Okulu.



Acadia = Acadie, is. Akadya : Doğu Kanada (eski adı). -n : Doğu Kanadalı. acajou, is. bot. 1. akaju, maun ağacı, 2. bk.: cashew. acaleph(e), is. esk. denizanasıgiller. acanthaceous, sf bot. 1. dikenli, 2. kenger otugillerden. acanthad, is. bot. kenger otu. acanthine, sf bot. kenger otuna ait/benzer. acanth- = acantho-, ön ek "dikenli, çengelli" . acanthocephalan, is. zool. çengelli bağır­ sak kurdu. acanthoid, sf dikenli. e.a. - spiny, spinous. acanthocladous, sf bot. dalları dikenli. acanthopterygian, sf &is. kılçıklı balık. acanthous, sf bk.: spinous. acanthus, is., ç. -thuses/-thi ı. bot. kenger otu, ayı yoncası (Acanthus), 2. mim. kenger yaprağı biçiminde süs. a capella, müz.-ft. ı. çalgısız, müzik aleti olmaksızın, 2. eski kilise koro müziği üslfibunda. acariasis, is. patol. 1. kenelenme, kenelerin üşüşmesi, 2. kene uyuzu : kenelerin sebep olduğu kaşıntılı cilt hastalığı. acaricide, is. kene ilacı, keneleri öldüren ilaç. acarid, is. zool. kene (Acaridae). acarida = acarina, is. zool. kenegiller (Acarina) : kene, sakırga, uyuz böceği gibi haşa­ rat sınıfı. acaridan, sf &is. ı. kenegillere ait, 2. kenegiller sınıfından herhangi bir böcek. acarine, sf &is. kenegillerden, kenegiller sınıfından (böcek). acaroid, sf kenemsi, keneye benzer. - resin =- gum : kene reçinesi, Avustralya'da yetişen çayır ağacından elde edilen ve vernik vb. yapmakta kullanılan sarı renkte, kokulu bir reçine. acarology, is. kene bilimi: kenegilleri inceleyen zooloji dalı. acarologist : kene bilimi uzmanı.



acarpelous = acarpellous, sf karpelsiz, meyve yaprağı olmayan.



17



acarpous acarpous, sf bat. meyvesiz, meyve vermeyen. acarus, is., ç. acari zool. kene, sakırga, uyuz böceği gibi haşarattan herhangi biri. e.a.mite. acatalectic, sf &is. vezinli, mevzun (mıs­ ra). bk.: catalectic, hypercatalectic. acaudal =acaudate, sf zool. kuyruksuz. e.a. - tailless. acaulescence, is. bat. sapsızlık. acaulescent =acauline =acaulose =acaulous, sf ı. sapsız, 2. çok kısa saplı. accede, gs.f -ceded, -ceding ı. razı olmak, muvafakat etmek, boyun eğmek. to - a request: bir isteğe muvafakat etmek. to - s.o.'s wishes : birisinin arzularına boyun eğmek, 2. iktidar mevkiine gelmek. to - to the throne : tahta çıkmak, cmlis etmek, 3. milletler arası anlaşmaya imza koymak, muahede yapmak, 4. -nce : rıza, kabul, muvafakat, cmlis. e.a. - 1. agree, acquiesce, assent, consent, comply. acceder, is. razı olan, kabul!muvafakat eden. accelerable, sf hızlan(dırıl)abilen. accelerando, müz. lt. gittikçe hızlanan tempo ile. accelerant, sf hızlanedır)an, çabuklaş­ (tır)an, iv(dir)en. accelerate, f -ated, -ating ı. hızlan(dır)­ mak, süratlen(dir)mek. to - economic growth : ekonomik geliştirmeyi hızlandırmak, 2. çabuklaş(tır)mak, acele etmek. to - the faZZ of the government, 3. ivmek, ivme kazan(dır)mak, tacil etmek. uniform -d motion : düzgün hızlanan! ivmeli hareket, 4. (ayrıntıları atmak, çalışmayı yoğunlaştırmak suretiyle bir dersi) az zamana sığdırmak, 5. -dly : ivedilikle, ivme ile, hızlana­ rak, artan hızla. e.a. 1. expedite, speed, hasten, forward, hurry, 2. quicken, rush, advance. acce1eration, is. ı. ivme, tad!. - of gravity : yer çekimi ivmesi. constant - : sabit ivme, 2. - coefficient =accelerator =coefficient of - : ekon. ivme kat sayısı : sermaye yatırımındaki değişmenin tüketici harcamasındaki değişmeye oranı.



accelerative = acceleratory, sf. ivme verici,



18



hızlandırıcı.



accelerator, is. 1. ivdireç, hızlandırma düzeni, hızı artıran düzen, 2. oto. gaz pedalı, akseleratör, 3. anat. bir hareketi hızlandıran kas! sinir, 4. kim. kimyasal bir olayı çabuklaştıran madde, 5. foto. devalopmanı hızlandıran madde, 6. atom smasher d.d. fiz. hızlandırıcı: elektrikle yüklü zerrecikleri (elektron, iyon vb.) hızlan­ dıran düzen. accelerometer, is. ivmeölçer: bir uçağın vb. ivmesini ölçen ve yazan alet. accent, is&f. ı. şive, söyleyiş, konuşma tarzı, ağız, 2. vurgu, vurgulama, 3. teHiffuzda bir heceye verilen kuvvet, ifade edilen hislere göre sesin değiştirilmesi, 4. sanat eserinin göze çarpan özelliği, 5. bir notanın vurgulanması, bunu gösteren işaret, aksan işareti, 6. vurgulamak, teHiffuzda bir heceye kuvvet vermek, belirtmek, kuvvetlendirrnek, derinleştirmek, 7. -less: vurgusuz, 8. -uable : vurgulanabilir. e.a. - 2. emphasis, stress, 3. intanatian. accentual, sf. ı. vurgulu, 2. kuvvetli bir ritim ve ahenge sahip. German poetry is basicaZZy - . 3. -ity: kuvvetli ahenk, 4. -ly : vurgulayarak, ahenkle. accentuate, gL..f -ated, -ating ı. vurgulamak, 2. belirtmek, etkilendirmek, kuvvetlendirrnek, artırmak. This measure -d unemployment : Bu önlem işsizliği artırdı. accentuation, is. vurgularna, belirtme, etkilendirme, kuvvetlendirme. accentuator, is. 1. dek. vurgulama devresi: ses bandının bazı frekanslarında daha fazla kazanç (veya zayıflarna) sağlayan devre, 2. vurgulayan, belirten, kuvvetlendiren. accept, f ı. almak. to - a gift : hediye almak, 2. kabul etmek. to - a proposallan invitation: bir teklifi!daveti kabul etmek, 3. razı olmak, 4. anlamak, bir manaya çekmek. How is this phrase -ed. : Bu cümleden ne anlaşılır? 5. onaylamak, tasdik etmek, 6. doğru!geçerli saymak, varit addetmek. to - a fact : bir olayı! vakıayı doğru saymak, 7. -abiUty: kabul edilebilme, beğenilme, uygunluk, rnünasiplik. e.a.1. receive, take, 2. admit, 3. agree, assent, consent, 4. understand, 6. concede. k.a. - 1&2. reject, 3. deny, dismiss. acceptable, sf 1. kabul edilebilir, beğeni­ lir, münasip, uygun, elverişli. Your offer is very - : Teklifiniz gayet uygundur. to be - :



acciaccatura makbule geçmek. Your cheque was very - : Çekiniz çok makbule geçti. 2. -ness : Bk.: acceptability. e.a. - 1. agreeable, grateful, pleasing, welcome, suitable. k.a.- 1. disagreeable, inacceptable, unpleasant, offensive. acceptably, zf. kabul edilebilecek tarzda, uygunca, uygun bir şekilde, münasipçe. acceptance, is. 1. al(ın)ma, 2. memnuni~ yetle kabul etme/edilme. - of gifts : hediyelerin memnuniyetle kabulü, 3. teslim al(m)ma, kabul, araeılı kabuL. - test: kabul muayenesi, 4. onaylanmış tahvil, poliçe vb. 5. razı olma, anlaşma, onaylama, 6. doğru kabul etme, doğruluğuna inanma, inanç, inanış. acceptancy, is. ç. -cies 1. bk.: acceptance, 2. bk.: receptiveness. acceptant, sf alan, kabul/tesellüm eden. e.a. - receptive. acceptation, is. ı. hüsnükabul, onay, 2. kabule şayan oluş, 3. (doğruluğuna) inanma, inanış, doğru kabul etme, 4, anlam, mana. A term is to be used according to its usual - : Bir terim mutat anlamında kullanılmalıdır. accepted, sf ı. doğru bilinen, genellikle kabul edilen, muteber, onaylı, tasdiklİ. an - pronuneiation. 2. -ly : kabul edilmiş/mutat/alışı­ lmış bir şekilde. acceptee, is. kabul edilen şahıs. accepter = acceptor, is. alıcı, alan, kabul eden kimse. access, is. gl.f 1. yaklaşma, yaklaşım. difficult of - : yaklaşılması zor. within easy - of : kolayca yaklaşılabilir. to have - to : -e yaklaşa­ bilmek/yanına gidebilmek, 2" kabul edilme. to gain/obtain - to s.o. : bir kimsenin huzuruna kabul edilmek, 3. giriş, methal, geçit, yol, ulaşım. - road: giriş/ulaşım yolu, 4. tıp nöbet, hastalık nöbeti, 5. ani artış, parlama, patlama. an - of anger : ani öfkelenme, 6. huk. cinsel yaklaşım, 7. erişim : bilgisayar belleğindeki bilgilere ulaşabilme. - time: erişim süresi. e.a. - 1. approach, ı. admittance, 3. entrance, 5. increase, outburst. accessarily/accessary, bk.: accessorilyl accessory. accessibility, is. yaklaşılabilme, ulaşıla­ bilme, erişilebilme, girilebilme.



accessible, sf ı. yaklaşılabilir, girilebilir, 2. elde edilebilir, ulaşılabilir. knowledge - to everyone : herkesçe elde edilebilir bilgi, 3. gen. - to : etkilenebilir. He is - to pity : Çabuk merhamete gelir. 4. kolay anlaşılırlkavranabilir. an - poet, 5. accessibly : yaklaşılabilecek / ulaşı­ labilecek/erişilebilecek şekilde. e.a. -1. approachable, 2. attaineble, obtainable. accession, is. ı. tahta çıkma, cmlis, memuriyete girme. - to the throne : tahta çıkma. the - of a new president : yeni bir başkanın görev alması, 2. artma, çoğalma, zam, ek, ilave. - to one's income : bir kimsenin gelirinin artması, 3. kat( ıl)ma, ilhak, iltihak. There have been many - to our party : Partimize birçok katılan oldu. an - of territory : arazi ilhakı, 4. rıza, muvafakat, kabuL. - to a demand: bir isteğin kabulü, 5. milletler arası muahede/anlaşma vb. nin resmen kabul ve onayı, 6. girme, kabulolunma, 7. (hastalık) nöbet, kriz. - of fever : humma nöbeti, 8. (kitaplığa, kolleksiyona vb) yeni bir kitap vb. eklemek, 9. yeni eklenen kitabı listeye kaydetmek, 10. -al : ek, ilave, munzam. e.a. -2. growth, augmentation, increase, 4. consent, agreement, approval, 5. acceptance, 8. acquire, 10. additional. accessorial, sf bk.: accessory (1-3). accessorily = accessarily, zf. ek/ilave olarak, ikinci derecede, tali, fer'i olarak, ek şeklin­ de. accessory = accessary, sf &is., ç. -ries 1. ek, ilave, munzam, yardımcı, 2. (suçta) ortak, 3. ikinci derecede, tali, feri, 4. eklenti, ayrıntı, ek, ilave, yardımcı şey, 5. takıt, aksesuar, 6. yedek parça, takım. the accessories of an automobile: bir otomobilin yedek panraları, 7. suç ortağı, methaldar. - bcfore/after the fact : kışkırtı­ cı, hempa, müşevvik, methaldar, suç işlemeye katılmamakla beraber suç işlenmeden öncel sonra suçluya yardım eden. e.a. - 1. supplementary, auxiliary, 4. attachment, appendage, 5. ornament, decoration, 7. accomplice. acciaccatura, is., ç. -turas/-ture ı. müz. esas notadan önce çalınan kısa nota, 2. s.bl. vurgusuz ilk ses.



19



accidence accidence, is. ı. gr. bükün bilimi : kelimelerde esas olmayan cins, sayı, hal vb. ni öğreten dil bilgisi bölümü, 2. (sanat, bilim vb. de) temel (bilgiler). accident, is. ı. kaza. serious - : vahim kaza. fatal - : feci kaza. to meeUhave an - : kazaya uğramak. -s will happen : Kazanın önüne geçilmez. the victims of the - : kazazedeler, kaza kurbanları. --prone : daima kazaya uğrayan (kimse), 2. raslantı, tesadüf, tesadüfilistenmeden olan olay. by - : tesadüfen, kazara. by a mere - : Sırf tesadüfi olarak. Nothing was left to - : Hiçbir şey tesadüfe/şansa bırakılmamıştı, 3. fel. ilinek, araz, 4. gr. bükün: bir kelimeye ait cins, sayı, hal vb. gibi yan/tali hususlar, 5. jeol. arıza, düzensiz arazi. e.a. -1. calamity, catastrophe, disaster, mischance, müfortune, misadventure, contingency, casualty, 2. chance, fortune, luck. k.a. - 2. design, intent. accidental, sf &is. ı. rastgele, tesadüfi, kazaen, 2. ikinci derecede, tali, fer'i'. - benefits. 3. tesadüfi olay, rastgeleikazara olan şey, 4. müz. diyez, bemol gibi nota önüne konulan ve perdesini değiştiren işaret, 5. -Iy : rastgele, tesadüfen, kazaen, istemeyerek, 6. -ness = -ity : tesadüfilik, rasgelelik, rastgele/tesadüfen/kazara vukubulma. e.a. -1. casual, chance, incidental, contingent, fortuitous. k.a.-l. planned. accipiter, is. yırtıcı kuş (Accipitridae). accipitral =accipitrine, sf yırtıcı kuş gibi, atmaca gibi. acclaim, f&is. 1. alkışlamak. to - conquering heroes : muzaffer kahramanları alkışla­ mak, 2. alkışlarla ilan etmek veya selamlamak. to - s.o. king. 3. bağırmak, bağırarak ilan etmek. He -ed his grief : Kederinden feryat ve figan ediyordu. 4. beğenmek, beğendiğini bağırarak ilan etmek. The people -ed with one voice. 5. alkış, alkışlama. e.a. -1. applaud, hail, clap 5. acclamation, applause. acc1amation, is. 1. alkış, alkışlama, 2. sözlü onaylarna, alkışlarla kabul etme. e.a. -1. acclaim, applause. acc1amatory, sf alkışlarla sevinç ve beğeni ifade eden.



20



acc1imate, f -mated, -mating ı. (yeni iklim ve çevreye) alış(tır)mak, 2. acclimatable : alış(tırıl)abilir, 3. acc1imation : alış(tır)ma, alı­ şık olma. e.a. -1. adapt. acclimatise / acc1imatisable / acc1imatisation /acc1imatiser, Brit. bk.: acc1imatize / acclimatizable / acclimatization i acc1imatizer. acc1imatize, f -tized, -tizing 1. yeni bir iklime/farklı çevreye alış(tır)mak, 2. acclimatizable : alıştırılabilir, 3. acc1imatization : alış­ tırma, 4. acc1imatizer : alıştıran. acc1ivitous = acc1ivous, sf yokuşlu, bayır/yokuş yukarı.



acc1ivity, is. yokuş, bayır. e.a. - ascent. accoIade, is. 1. övme, methetme, ödül verme, 2. (şövalyelik unvanı verirken) kucaklama, öpme, kılıcın yassı tarafı ile omuza dokunma, 3. müz. porte üzerinde düşey kalın çizgi, 4. mim. düşey süs. accoladed, sf övülen, beğenilen, onaylanan. accommodable, sf uydurulabilir, uzlaştı­ rılabilir, düzenlenebilir, yerleştirilebilir, telif edilebilir. accommodate, f -dated, -dating 1. (birbirine) uydurmak, uygunlaştırmak, düzenlemek, uygun kılmak, adapte etmek. to - oneself to circumstances :. koşullara uymak. to - the choice of subjects to the occasion : duruma uygun konu seçmek, 2. gen. - with : sağlamak, temin! tedarik etmek. to - S.o. with a loan : birine borç para temin etmek/sağlamak, 3. uzlaştırmak, telif etmek, yatıştırmak. to - differences : anlaş­ mazlıkları uzlaştırmak, 4. yerleştirmek, yer tedarik etmek, ağırlamak. His car can - six people : Onun arabası altı kişi alır. Two hundred tourists are -d in this hotel. How am i to - my guests : Misafirlerimi nasıl ağırlayacağım? 6. (birine) hizmet/yardım/iyilik etmek, işini görmek. to - a c1ient : bir müşterinin işini görmek, müşte­ riye hizmet etmek, 7. uy(uş)mak, uyum sağla­ mak. e.a. - 1. adapt, fit, 2. supply, 3. adjust, reconcife, 6. serve, assist, help, oblige. accommodating, sf ı. uysal, munis, güçlük çıkarmayan. an - man, 2. uygun, elverişli, 3. yardım eden, kolaylık gösteren, iyiliksever, 4. -Iy : uysallıkla, uygun/elverişli bir şekilde, yardım ederek.



accord accommodation, is. ı. uygunluk, uyma, intibak, 2. uzlaşma, uyuşma, anlaşma. to come to an - : uyuşmak, anlaşmaya varmak, 3. yerleş(tir)me, ağırla(n)ma, rahat, kolaylık. it would be a great - to me if you could do it : Bunu yaparsanız bana büyük kolaylık olur. for your - : size kolaylık olması için, 4. -s: yatacak/kalacak yer. We have no sleeping -s : Yatacak yerimiz yok. 5. ödünçlborç para, ikraz, - bill : kefaletname, borç para alan birine kefil olduğunu bildiren belge, 6. ildh. bir metnin asıl maksat ve gaye dışında fakat ona benzer bir duruma uygulanması, 7. uyum: göz merceğinin cismin uzaklığına göre kendi kendini ayarlaması, 8. -al: (a) (göz) uyumsal, (b) uzlaştırıcı, uysal, kolaylık sağlayıcı, 9. - ladder : borda iskelesi, 10. - road: özel yol, 11. - unit : ev, daire, 12. - train : her istasyonda duran yolcu treni. accommodative, sf. 1. uygunluk sağlayan, uzlaştırıcı, uzlaştıran, ağırlayan, yatacak/kalacak yer sağlayan, 2. -ness : uygunluk sağlama, uzlaştırıcılık, ağırlama, yatacak/kalacak yer sağ­ lama. accommodator, is. gündelikçi, geçici hizmetçi. accompanier, is. eşlik/arkadaşlık eden, eş, arkadaş.



accompaniment, is.



eşlik



etme, refakat,



arkadaşlık.



accompanist =accompanyist, is. müz. eş­ lik eden. accompany, gl.f. -nied, -nying ı. arkadaşlık/refakat etmek. President was accompanied by a general. 2. beraber/yanında/maiyetinde/ yan yana bulunmak/olmak/dolaşmak. Pain accompanies disease: Ağrı/sancı/ıstıraphastalık­ la beraber gelir. 3. müz. eşlik etmek, beraber çalmak. to - s.o. on the piano : piyano ile birine eşlik etmek. e.a. -1. attend, escort, convoy. accomplice, is. suç ortağı, omuzdaş, hempa. to be an - in/to a crime : bir cinayette suç ortağı olmak. e.a. - accessory, abettor, ally. accomplish, gl.f. ı. yapmak, yapıp bitirrnek, tamamlamak, ikmallitrnam etmek. He will never - anything : O hiçbir şey yapamayacak. 2. başarmak, başa çıkmak, muvaffak olmak, başarı ile sonuçlandırmak, becermek. to - an ob-



jective. What can i - in such a short time? 3. gerçekleştirmek, tahakkuk ettirmek. to - a plan: bir planı gerçekleştirmek, 4. yerine getirmek, icra etmek. to - a vow : bir adağı yerine getirmek, 5. -able: yapılabilir, başarılabilir, icra/ikmallitmam edilebilir, gerçekleştirilebilir, 6. -er : yapan, başaran, gerçekleştiren, başarı ile sonuçlandıran, tamamlayan. e.a. - 1&2. do, execute, fulfill, achieve, perform, 3. realize, bring about, carry out. .accomplished, sf. 1. yapılmış, tamamlanmış, başarılmış, gerçekleştirilmiş. an- project. 2. hünerli, usta, marifetli, yetenekli, kabiliyetli. He's an - actor. 3. nazik, kibar, centilmen. e.a. -1. completed, effected, done, 2. skilled, proficient, talented, 3. refined, educated, cultured. accomplishment, is. 1. başarı, muvaffakiyet. This is a great -, 2. tamamlama, ikmallicra/ itmam etme, yapıp bitirme, 3. gerçekleştirme, tahakkuk ettirme. difficult of - : gerçekleştiril­ mesi güç, 4. gen. -s : hüner, marifet, yetenek, ustalık. She has many -s : Onun çok hüneri vardır. e.a. -1. achievement, attainment, 2. completion, execution, fulfillment, consummation, 4. proficiency, talent, gijt, capability. k.a.- 1-3. failure, 4. deficiency, incapacity, lack. accord, is&f. 1. anlaşma, uzlaşma. to reach an - : anlaşmaya varmak. to be in with...: .. .ile aynı fikirde olmak/uzlaşmak/an­ laşmak, 2. uygunluk, ahenk. to live in perfect -. 3. istek, muvafakat, rıza. of one's own - : kendi rızasıyla kendiliğinden. i came of my own - : Kendiliğimden (kendi isteğimle) geldim. 4. birlik, ittifak, ittihat. with one - : oy birliğiyle. The motion was passed with one - : Öneri oy birliğiyle kabul edildi. 5. huk. mahkeme dışın­ da anlaşma, sulh olma, 6. uzlaştırmak, anlaştır­ mak, uyuşturmak, telif etmek, 7. uymak, mutabık olmak. His conduet and his principles do not - well together : Davranışları ilkelerine uymuyor. 8. ahenk sağlamak, hemahenk olmak, tutmak, tutarlı olmak. The result did not - with our cakulations : Sonuç hesaplarımız) tutmadı. 9. teslim etmek, kabul etmek, 10. vermek, bağış­ lamak, ihsan/tahsis etmek, 11. -able : uygun, münasip, yaraşır, mutabık, uyuşabilir, ahenk sağlayabilir, 12. -er: uyan, mutabık olan kimse.



21



accordance e.a. - 1. agreement, 2. harmony, 3. consent, concurrence, 6. reconcile, 7. correspond, conform, 8. match, harmonize, 9. concur, agree, 10. bestow, grant. k.a.- 1. conflict, discord, disagreement, dissension, 9. disagree, differ, 10. refuse, deny, withhold. accordance, is. ı. uygunluk, mutabakat, ahenk, uzlaşma. in - with... : ... uyarınca, mucibince, gereğince, -e göre, -e uygun olarak. in with your instructions : talimatınız gereğince, talimatınıza uyarak. in - with the decision : karar gereğince, 2. ver(il)me, bağışla(n)ma, tahsis. the - of all rights and privileges : bütün hak ve ayrıcalıkların verilmesi. e.a.-1. agreement, concord, conformity, harmony. accordant, sf 1. uygun, muvafık, münasip, mutabık, 2. -Iy : uygun/muvafık/münasip bir şekilde, uygun olarak. e.a. -1. agreeing, conformable. according, sf 1. uygun, ahenkli, münasip, mutabık, 2. k.d. bağlı, tabi. it is all - what you want to do : Her şey isteğinize bağlıdır. 3. - as : (a) oranında, nisbetinde, derecesinde, göre, nazaran. We see things differently - as wc are rich or poor : Zengin veya fakir olduğumuza göre olayları farklı görürüz. (b) eğer, şayet, -e bağlı olarak, 4. - to: (a) -e uygun olarak, .... gereğince, (b) -e göre. arranged - to size: büyüklüğe göre diziimiş. (c) -e göre, ... mucibince. - to me/to him: bana/ona göre. - to everyone says : Söylediklerine göre. e.a. -1. agreeing, 2. depending, 3. (a) in proportion as, (b) if, whether, 4. (a) in agreement with, (b) in the order of accordingIy, ıf. 1. buna göre, bu veçhile, ... gereğince, 2. bu sebeple, bundan ötürü/dolayı, binaenaleyh.e.a. -1. in accordance, correspondingiy, 2. therefore, so, consequently, hence, thus, then. accordion, is&sf 1. akardeon, körüklü bir müzik aleti, 2. akordeon biçiminde, körüklü, kır­ malı. - pIeats : akordeon pli, 3. -İst: akordeoncu. accost, is&gL.f 1. yanaşmak, yaklaşıp söz açmak. He -ed the Iady : Hanıma yaklaşıp söz açtı. 2. (fahişe, dilenci vb) sarkıntılık etmek, taciz etmek, 3. selam (verme), 4. -able: yaklaşı­ labilir. e.a. -1. approach, confront, 2. solicit, 3. greeting.



22



accouchement, is., ç. -ments (Fr.) ı. gebelik süresi, 2. doğum, doğurma. e.a. -2. childbirth, parturition. accoucheur, is., ç. -cheurs Fr. doğum doktoru, (erkek) ebe. accoucheuse, is., ç. -cheuses Fr. doğum doktoru, ebe. account 1, is. ı. hesap, 2. hesap pusulası, rapor. - rendered : alacaklı hesabı : alacaklının ödenmek üzere borçluya ibraz ettiği senet vb. stated : kabul edilen borç hesabı : borçlunun ödemeyi kabul ettiği hesap, 3. anlatış, rivayet, beyan, izahat, 4. sebep, neden. on this - : bu nedenle/sebeple. On this - i am refusing your of fer. 5. önem, değer, kıymet, ehemmiyet, itibar, etki, nüfuz. of no - : önemsiz, sayılmaz. man of no - = no - man: önemsiz adam. things of no - : önemsiz şeyler. He is of very little - : Onun pek az etkisi/nüfuzu vardır. 6. tahmin, takdir, hüküm, karar. In his - it was an excellent piece of work. 7. banka hesabı, cari hesap, kredi/alacak hesabı. current - : cari hesap. deposU: - : mevduat hesabı. overdrawn - : karşılıksız hesap, 8. hesap özeti, 9. (muhasebecilikte) gelir ve masraf hesabı. .... of liabilities and assets : borç ve alacak hesabı. - payabIe/receivabIe : borçlu/ alacaklı hesabı. profit and Ioss - : kar ve zarar hesabı. cash - : kasa hesabı. outstanding - : hesap bakiyesi, 10. hesap sahibi, müşteri, borçlu/ alacaklı. - executive : iHin acentasında müşteri hesaplarını tutmakla görev li yetkili, 11. be heId in - =be of some - : itibarıhürmet görmek, hatı­ n sayılmak, 12. bringlcall s.o. to - : birisinden hesap sormak, sorguya çekmek, 13. by aU -s : herkesin dediğine göre. by his own - : kendi söy lediğine göre, 14. carry to .... : hesabına geçirmek/yazmak, 15. for the . . . of : hesabıila, Ilamına, 16. give an - of : anlatmak, hesabını/ cevabını vermek. give an - of oneself : nerede bulunduğunu/ne yaptığını anlatmak, 17. give a goodlbad - of : iyi/kötü sonuç almak, başarı göstermek/gösterememek. He gave a good - of himself in the tennis tournament. 18. go one's Iast - : ölmek. the great -: kıyamet günü, 19. hold of great -: büyük önem vermek, 20. hold of little - : önem vermemek, saymamak, 21. hoId one's life of little - : hayatını hiçe saymak, 22. keep the -s : hesap (defter) tut-



accrete mak, 23. make much/little - of sth. : (bir şeye) çok önem vermeklhiç önem vermemek, 24. leave sth. out of - = take no - of sth.: bir şeyi hesaba katmamak, ihmal etmek, 25. on - : veresiye, kredi ile, 26. on - of : (a) sebebiyle, nedeniyle, -den dolayı, (b) adına, namına, yerine, hesabına, 27. on every - : her bakımdan, her halükarda, 28. onmany - : birçok halde, 29. on no - = not on any - : kat'iyen, hiçbir suretle, asla, sakın, 30. on s.o.'s - : bir kimse adınalnamınal hesabına, ... yüzünden, sebebiyle. She left her native land on her husband's -. 31. pay on - : mahsuben ödemek, 32. personfthing of some - : hesaba katılması gereken kişi/şey, 33. settle an - : hesabı tesviye etmek, mec. hesabını görmek, 34. take - of = take into -: göz önünde tutmak, hesaba katmak, nazarıitibara almak. You must take - of difficult circumstances. 35. take no - of sth. =leave sth. out of- : (bir şeyi) hesaba katmamak, saymamak, 36. There is. no -ing for tastes : Herkesin zevkine karışılmaz/ Bu bir zevk meselesidir. 37. turn/put to - : yararlanmak, faydalanmak, istifade etmek. He can turn everything to - : O her şeyden yararlanmasını bilir. 38. turn sth. to the best - : bir şeyden azamı yararlannıak. e.a. - 2. record, report, 3. narrative, re ci tal, statement, explanation, 4. reason, basis, consideration, 5. importance, worth, value, consequence, 6. estimation, judgment, 26. (a) because of, by reason of, (b) for the sake of, 34. consider. account2. f. ı. saymak, addetmek, telakkil itibar etmek. to be -ed rich : zengin sayılmak. to - oneself lucky : kendini mutlu addetmek. to be -ed of : sayılmak, itibar edilmek. He is -ed (to be) guilty : O suçlu sayılıyor. 2. hesap vermek. An officer must - to the treasurer for money received : Bir memur aldığı paranın hesabını hazinedara vermek zorundadır. 3. sorumlu tutulmak, tazminitelafi etmek. He must - for his crime : İşlediği suçtan sorumlu, tutulmalıdır. 4. hesabını görmek, işini bitirmek, öldürmek. He -ed for five of the enemy : Beş tane düşma­ nın hesabını gördü/işini bitirdi/öldürdü. 5. - for: sebebi ... olmak, izah etmek. That -s for it : Şimdi anlaşıldı/Demek sebebi bu idi. There is still much to be -ed for : Daha izah edilmesi gereken çok şey var. i can't - for it: Bunu izah edemiyorum. 6. gen. - to : atfetmek, isnat et-



rnek. the many virtues -ed to him : ona atfedilen birçok faziletler, 7. esk. hesap etmek, saymak, tahmin etmek. accountable, sf. 1. sorumlu, mesuL. Every man is - to God for his conduct : Herkes davranışlarından Allaha karşı sorumludur. He is not - for his actions : O hareketlerinden sorumlu değildir. 2. izah edilebilir. a very - behavior : izahı pekala mümkün bir tutum, 3. -ness = accountability : sorumluluk, mesuliyet, 4. accountably: sorumlulukla, mesul olarak. e.a.-I. amenable, responsible, liable, answerable, 2. explicable. accountancy, is. saymanlık, muhasebecilik. accountant, is. sayman, muhasebeci, muhasip. chartered - : hesap uzmanı, saymanlık uzmanı, mütehassıs muhasebeci. - general: genel sayman, umumı muhasebe müdürü. -ship : saymanlık.



accounting, is.



saymanlık,



muhasebe(ci-



lik).



accouter = accoutre, gl.f. 1. donatmak, teçhiz etmek, askerı üniforma ve teçhizat vermek, 2. -ments : donanım, koşum, teçhizat, askeri levazımat. e.a. -I. arm, equip, outfit, furnish, supply, provide, 2. equipage, trappings. accredit, gl.f. ı. güvenmek, itimat etmek, kredi vermek, kredisini tanımak, 2. onaylamak, tasdik etmek. an (officially) -ed university. 3. yetki verrne1c, itimatnameli temsilci göndermek. to - an envoy. 4. inanmak, doğru addetrnek, doğrulamak, itibar etmek. to - a story. 5. atfetmek, hamletmek, izafe etmek. a discovery -ed to Edison. to - S.o. with sth. : bir şeyin şe­ ref ve kredisini birine atfetmek, 6. -ation = -ment : inanma, güvenme, onaylarna, kredi/ yetki/itimatname verme. e.a. - 2. certify, endorse, license, 3. sanction, authorize. 4. believe, 5. ascribe, attribute, assign, credil . accredited, sf. ı. doğruluğu kabul edilmiş. - opinions/beliefs. 2. onaylanmış, resmen tanın­ mış. an - college. accrete, sf. &f. -creted, -creting 1. gen. to : birlikte gelişmek/büyümek, 2. artmak, çoğalmak, birleşerek gelişmek, 3. kat(ıl)mak, ekle(n)mek. One should - discretion to his other qualities, 4. ekli, eklenmiş, katılmış, 5. bat. bir arada büyüıpüŞ. e.a. -1. adhere, 3. add.



23



accretion accretion, is. 1. (katılma ve eklenme suretiyle) büyüme,2. ek, ilave, eklenen şey, 3. (tabii büyüme suretiyle) artış, 4. patol. kaynaşma: doğalolarak ayrı olan organların büyüyerek birleşmesi, 5. huk. denizinehir kıyısındaki arazinin doğalolarak (alüvyon birikintisi vb. ile) genişlemesi, 6. -ary : eklenerek/çoğalarak büyümüş, artmış, gelişmiş.



accretive, sf 1. büyüyen,



gelişen,



2. bü-



yüme/gelişme+.



accrual, is. ı. çoğalma, eklenme, artma, 2. artmış/çoğalmış şey, 3. - basis : kasaya giren ve harcanan paraları değil sırf kar ve zararları kaydetme yöntemi. accrue, f -crued, -cruing 1. gen. - to : olmak, vuku bulmak, (doğalolarak) hasıl olmak, oluşmak. Certain advantages - to building Cİ­ ties high : Şehirleri yüksek inşa etmenin bazı yararları vardır. 2. (para, faiz vb) artmak, birikmek, çoğalmak, eklenmek. -d interest: birikmiş faiz, 3. huk. hak kazanmak, payına düşmek, tahakkuk etmek. portion accruing to each heir : her varisin hissesine düşen pay, 4. -ment: artma, artış, eklenme, çoğalma. acculturate, f -ated, -ating kültür alı Ş verişi yapmak, kültür alış verişi ile değiş(tir)­ rnek. \ acculturation, is. 1. kültür alış verişi, 2. -al = acculturative: kültür alış verişi ile ilgili, 3. -ist : kültür alış verişi için gönderilen öğrenci.



acculturize, gl.f -ized, -izing başka bir toplumun kültürünü kabul ettirmek. accumbency, is. yatma, uzanma, yaslanma. accumbent, sf 1. yatan, uzanan, yaslanan, 2. bot. başka bir şeye yaslanan (bitki organı). accumulable, sf toplanabilir, yığılabilir, birik(tiril)ebilir. accumulate, f -lated, -lating 1. topla(n)mak, bir araya getirmek/gelmek, 2. yığ(ıl)­ mak, birik(tir)mek, depo listif etmek/edilmek. to - wealth : servet biriktirmek. e.a. -1. amass, collect, assemble, gather, 2. heap up, pile up, store up, hoard.



24



accumuiation, is. 1. yığ(ıl)ma, birik(tir)me, topla(n)ma, 2. yığınetı), birikinti, 3. birikim, tasarruf, kazancın sermayeye eklenmesi. - of capital : sermaye birikimi, 4. jeol. yer altı gaz ve petrollerinin gözenekli kayalara dolması. accumulative, sf 1. artan, biriken, üst üste eklenen/yığılan, müterakim. - toxie effeet, 2. artırma+, biriktirme+, 3. -ly : artarak, birikerek, üst üste eklenmek suretiyle, 4. -ness: artma, birikme, üst üste eklenme. e.a. -1. eumulative. aeeumulator, is. ı. biriktiren, toplayan, istif/depo eden kimse, istifçi, 2. toplayıcı: hesap makinesi ve bilgisayarda sayıları toplayıp sonucu depo eden düzen, 3. sabit basınç sağlayan su deposu, 4. Brit. akümülatör, akımtoplar, toplaç. e.a. - 4. storage battery. aeeuraey, is. doğruluk, dakiklik, belginlik, sağınlık, incelik, kesinlik, sadıklık. The value of a testimony depends on its - : Tanıklığın değeri doğruluğu ile ölçülür. experiments that require a greater - : daha büyük bir dakiklik isteyen deneyler. aceurate, sf ı. doğru, belgin, sağın, kesin, sadık, tam, hatasız, yanlışsız. an - aeeount : doğru/hatasız hesap, 2. -ly : doğru/belginlsağınl kesinltamlhatasız/yanlışsız olarak, sadıkane, belginlikle, sağınlıkla. to def'ine -ly the meaning of... : ... -nin anlamını tam olarak tanımlamak. a writing -ly copied : yanlışsız olarak kopye edilmiş bir yazı, 3. -ness : doğruluk, belginlik, sağınlık, kesinlik, sadakat, hatasızlık, yanlışsız­ lık. e.a. -1. true, exaet, correet, precise. accursed =aecurst, sf 1. mel'un, uğursuz, meş'um, menfur, berbat, 2. -ly : uğursuzca, mel' anetle, şeametle, nefretle, 3. -ness : uğur­ suzluk, mel'anet, şeamet. e.a. -1. damnable, abominable, ill-fated aeeusable, sf. suçlandırılabilir, itham edilebilir, suç isnat edilebilir. accusably, zj. suçlarcasına, kınarcasına. aceusation = aeeusal, is. 1. suçlama, itham, töhmet, cürüm isnadı. to bring an - against s.o. : bir kimseye suç isnat etmek, 2. sav, ithamname. e.a. - eharge, impeaehment, arraignment, indietment, crimination. aceusative, sf &is. d.b. belirtme durumu, -i hali, mef'uıünbih. aceusatival : belirtmeli. -ly : belirtmeli olarak, -i halinde.



acetamid(e) accusatorial, sf suçlandıran/suç isnat edeni itham edenle ilgili. -ly: suç isnat edenle ilgili olarak. accusatory, sf suçlandırıcı, itham edici. an - libel : iftira, bühtan. accuse, f -cused, -cusing 1. suçla(ndır)­ mak, suç isnat etmek, itham etmek. They have -d him of theft : Onu hırsızlıkla suçladılar, 2. kabahat bulmak, kınamak, sorumlu tutmak, 3. accuser = accusant : suçlayan, itham eden, davacı, 4. accusingly : suçlandırırcasına, itham edercesine. e.a. -1. charge, indict, arraign, impeach, incriminate, 2. blame. k.a.- 1. exonerate, acquit, absolve. accused, sf&is., ç. accused sanık, maznun, suçlu. The - was seen to enter the house : Sanığın eve girdiği görülmüştü. The - are charged with conspiring. e.a. - dejendant. accustom, g!.f alıştırmak. to - oneself : alışmak. to - oneself to discipline : .disipline alışmak.



accustomed, sf ı. alışılmış, adet haline mutad, 2. alışkın, alışık. to be -ed to : alışık olmak, itiyadında olmak. i am - to hot climate : Sıcak iklime alışkınım. 3. -ly : alışkanlıkla, adet üzere, 4. -ness : alışkanlık, itiyat. e.a.-1.customary, habitual, usual, 2. adapted, adjusted,jamiliarized. k.a.- 2. unused (to). AC/DC = A.C./D.C. = ac/dc = a.c.ld.c. : alternating current or direct current : hem alternatif hem doğru akımla çalışan. ace, is&sf &f aced, acing ı. as, (iskambil kağıdında) birli, (zarda) bir, yek, 2. zerre, çok az (miktar/mesafe/derece), 3. üstün, başarılı, herhangi bir alanda üstün dereceye ulaşmış kimse. an - reporter: başarılı bir raportör, 4. çok düş­ man uçağı düşürmüş havacı, 5. (tenis, goIf vb) tek vuruşla kazanılan sayı, 6. bir vuruşta sayı kazanmak, 7. k.d. başarılı olmak, başarı/üstün­ lük kazanmak. to - an exam : sınavı birincilikle kazanmak, 8. - in the hole ABD (zamanı gelince işe yarayan) üstünlük, avantaj. His strerıgth in a crisis is an - in the hale. 9. havelkeep an up one's sleeve : en önemli habere/delile sahip olmak, 10. - out: üstün başarı kazanmak. He -d out all other competitiors. 11. within an - of : kıl payı, ramak. i was within an - of being drowned : Az kaldı boğuluyordum/boğulmama kıl payı/ramak kaldı. He was within an - of death : Az kaldı ölüyordu. ge(tiri)lmiş,



-acea, son ek zoo!. "-giller". Crustacea : Kabuklular. -aceae, son ek bat. "-giller". Rosaceae : gülgiller. acentric, sf merkezsiz, merkezi olmayan. -aceous, son ek "-gilleH, ...gibi, -lı/-li/lu/ -ıü". crustaceous: kabuklu. farinaceous : unlu. acephalous, sf ı. başsız, 2. öndersiz, reissiz, 3. zoo!. başsız, başı olmayan (yumuşakça­ lar vb.), 4. bat. kökten filizlenen, 5. (şiir) baş tarafı noksan/kusurlu. acequia, is., ç. acequias lsp. sulama hendeği.



acerate, sf bk.: acerose (1). acerb acerbic, sf 1. ekşi, acı, buruk, ham meyve tadında, 2. haşin, sert, huysuz. e.a. - 1. sour, astringent, 2. harsh, severe. acerbate, gli&sf -bated, -bating ı. buruklaştırmak, tadını ekşi/acı yapmak, 2. sabrını tüketmek, huysuz/aksi yapmak, 3. buruk(laşmış), ekşi, acı. e.a. -2. exasperate, irritate, vex. acerbity, is. 1. burukluk, ekşilik, acılık, 2. terslik, sertlik, huysuzluk, haşinlik. acerose, sf ı. bot. iğne şeklinde, ucu sivri (çam yaprağı vb), 2. kabuklu, samanlı, kabuk! saman gibi. acervate, sf bot. kümeli, kümelenmiş, küme halinde (büyüyen). -ly : küme küme, kümeler halinde. acescence = acescency, is. ekşime, ekşilik. acescent, sf ekşi, ekşimiş. acetabular = acetabuliform, sf hokka gibi çukur. e.a. - cotyloid. acetabulum, is. ı. anat. uyluk kemiğinin oturduğu çukur kalça kemiği, 2. zoo!. (a) (sülük, ahtapot vb) çekmen, vantuz, emici ağız, (b) böcek bacağının gövdeye eklendiği yer. acetal, is. kim. asetal, CH 3CH(OC 2H5)2 : etil alkolün yetersiz oksitlenmesinden elde edilen, hekimlikte uyutucu olarak ve parfümeride kullanılan uçucu, renksiz sıvı. acetaldehyde, is. kim. asetaldehit, CH 3 CHO : aynaları sırlamakta ve organik sentezde kullanılan meyve kokulu, suda eriyen sıvı. acetamid(e) =acetic acid amide, is. kim. asetamid, CH3CONH 2 : organik sentezlerde kullanılan suda erir katı madde.



=



25



acetate acetate, is. ı. kim. asetat: sirke asidinin tuzufesteri, 2. asetat: se1ülozlu elyaf. acetic, sf kim. ı. ekşi asetik, sirke+, 2. acid: sirke asidi, asetik asit, CH3COOH, 3. anhydride : asetik anhidrit, (CH3CO)20 : pHıs­ tik, film ve selüloz türevi kumaş yapmakta veya ayıraç olarak kullanılan renksiz, keskin kokulu sıvı.



acetification me,



= acetation,



is.



sirkeleş(tir)­



ekşi(t)me.



acetifler, is. sirkeleştiren" ekşiten. acetify, f -fied, -fying sirkeleş(tir)mek, ekşi(t)mek.



acetometer = acetimeter, is. kim. sirkeölçer: sirkedeki asetik asit miktarını ölçen alet. acetometric = acetimetric, sf ı. -al d.d: sirke ölçme, 2. -aııy : asetik asit ölçerek. acetone, is. kim. aseton, CH 3COCH 3: renksiz, uçucu, tutuşur bileşik. Bazı boyaları ve vernikIeri eritrnekte, organik sentezlerde kullanılır. dimethyl acetone d.d. acetonic, sf kim. aseton+, asetonlu. acetophenetidin(e), is. ecz. fenasetin, Cıa H 13 N0 2 : ağrı giderici, ateş düşürücü olarak kullanılan beyaz, suda erir, kristalli katı madde. phenacetin(e) d.d. acetophenone, is. kim.asetofenon, C6Hs COCH3 : parfüm yapımında·kullanılan hoş kokulu, renksiz sıvı. acetylbenzene, hypnone, phenyl methyl ketone d.d. acetous = acetose, sf ekşi, sirkeli, sirke gibi. e.a. - sour, vinegary. acetum, is. sirke, sirkeli ilaç. acetyl, is. kim. asetiL. - group =- radical : asetil grubu, asetik asİt kökü, tek valanslı CH 3CO- kökü. acetylate, f -lated, ~lating kim. asetillernek, asetil kökü ile birleştirmek. acetylize d.d. acetylcholine, is. kim. asetilkolin, C7H 17 03N: çavdardan elde edilen ve hekimlikte tansiyonu düşürmek, bağırsak hareketlerini artırmak­ ta kullanılan alkaloid. acetylene, is. kim. asetilen, C2H2 : karpite suyun etkisiyle elde edilir, birçok organik madde elde etmekte ve yakıt olarak üfleçte kullanılır. ethine d.d. acetylide, is. kim. 1. asetilid: asetilenin 1 veya 2 H atomu yerine başka bir maddenin geç-



26



mesiyle elde edilen bileşim, 2. genel formülü RC-CM olan bileşim (R : organik grup, M : maden). acetylize, f -lized, -lizing bk.: acetylate. acetylsalicilic acid, is. aspirin. acey-deucy, is. bir çeşit tavla oyunu. ache, is. gl.f ached, aching ı. ağrı, sızı. headache : baş ağrısı. toothache : diş ağrısı. heartache : keder, hüzün. i have a headache : Başım ağrıyar. Aıı -s and pains : inleye sızla­ ya, ağrı sızı içinde. 2. ağrımak, acımak. My head -s : Başım ağrıyar. 3. sızlamak. My heart d at her sight : Onu görünce içimikalbirn sızla­ dı. 4. - for : özlemek, hasretini çekmek. i am aching for her: Onu özledim. e.a. -1. pain, pang, paroxysm, throe, twinge, agony, anguish, distress, griej, suffering, 2&3. hurt, pain. k.a.1. comfort, ease, relief achene = akene, is. bot. aken : olgunlaşın­ ca dış kabuğu açılmayan tohumlu meyve türü. achenial : aken+. lı cheval, Fr. atlı, at üstünde. achievable, sf başarılabilir, erişilebilir. achieve, gL.f achieved, achieving ı. başarmak, gerçekleştirmek, yapıp bitirmek, meydana çıkarmak. With courage one can - anything : Cesaret ile her şey başarılabilir/gerçek­ leştirilebilir. He has -d the impossible : imkansız olan şeyi başardı. 2. kavuşmak, erişmek, elde etmek, nailolmak, kazanmak, muzaffer olmak. to - a result : bir sonuç elde etmek. to ones purpose : maksadına erişmek. to - a VİC· tory : zafer kazanmak. e.a. -1. accomplish, execute, fulfill, perform, realize, 2. gain, obtain, get, earn, win, attain, acquire. k.a. -1. fail, miss, faZZ short, 2. lose. achievement, is. ı. gerçekleştirme, yapıp bitirme, meydana çıkarma, 2. başarı, muvaffakiyet, zafer, 3. bir zafer veya başarıya mükafaten verilen arına, 4. - age psikoL. başarı yaşı, 5. - quotient AQ psikoL. başarı oranı : % olarak başarı yaşının asıl yaşa oranı, 6. - testpsikoL. başarı ölçeği. e.a. -1&2. accomplishment, attainment, realization, fulfillment. k.a.- 1&2. failure, defeat, frustration, fiaseo. AchiHes, is. ı. Aşil : Homeros'un ilya~ da'sında Truva Savaşının kahramanı. Hektar'u öldürmüş, fakat Paris tarafından topuğundan vu-



=



acinaciform rularak öldürülmüştür, 2. - heel : can alacak/en zayıf nokta. The enemy' s - heel was his harbor defenses, 3. - tendon: ökçe veteri, Aşilkirişi. achlamydeous, sf bat. çiçek örtüsü bulunmayan. achlorhydria, is. tıp asitsizlik, mide suyunda hidroklorik asit bulunmaması. achlorhydric: asitsiz. achondroplasia, is. pato!. kemikleşme: kıkırdakların kemiğe dönüşmesi (cüceliğe sebep olur). achondroplastic, sf pato!. kemikleşmiş. achoo =ahchoo, ün!. hapşu (aksırma sesi). achromatic, sf ı. renksiz, 2. akromatik (mercek) : kenarlarında prizmatik renklenme bulunmayan görüntü veren. - lens. 3. biy. soluk renkli, kolay renk tutmayan dokulardan oluş­ muş, 4. müz. bk.: diatonic, 5. - vision : tam renk körlüğü, 6. -ally : renksizce, akromatik olarak, 7. -ity : renksizlik, akromatiklik. achromatin, is. biy. kolay renk tutmayan organik doku. achromatise!achromatisation, Brit. bk.: achromatize!achromatization. achromatism, is. fiz. renksizlik, akromatizm. achromatize, g!.f -tized, -tizing ı. renk gidermek, renksizleştirmek, 2. achromatizatiou : renk giderme, renksizleştirme. achromatous, sf renksiz, soluk. achromic =achromous, sf renksiz. e.a. colorless. acicula, is., ç. aciculae biy. jeo!. iğne biçiminde omurga/dikenlkristal. adeular, sf ı. iğnemsİ, iğne biçiminde, 2. -ity : iğneye benzerlik, 3. -Iy : iğne gibi. e.a. - 1. needle-shaped. acicnlate(d), sf bk.: acicular. acid, sf &is. 1. kim. asit, 2. ekşi, asitli, hamızi (madde), 3. argo. LSD denilen sanrılatıcı iHiç. - head : LSD tiryakisi, 4. -Iy' : asit gibi, ekşice, 5. -ness: asitlik, ekşilik. acidfast, sf aside dayanıklı, boyandıktan sonra renkleri asitle kolay çıkartılamayan (tüberküloz basili gibi). -ness: aside dayanıklılık. acid-forming, sf ı. (bir kimyasalolayda) asit üreten, 2. metabolizma sonunda asit oluştu­ ran (gıda).



acidic, sf ı. ekşi, asit lezzetinde, 2. jeo!. yüksek oranda silika içeren. aciditiable, sf asitleşebilir, aside dönüşe­ bilir. aciditier, is. 1. ekşiten, ekşiyen, asitleşen, 2. kim. asitleştiren, bir maddeyi asite çevirebilen. acidify, gs.f -tied, -fying 1. asitleştirrnek, asite dönüştürmek, 2. ekşi(t)mek. acidimeter, is. kim. asitölçer, asitlik derecesini ölçen alet. acidimetric, sf ı. -al d.d.: asit ölçme+, 2. -ally : asit ölçmek suretiyle, asitlik derecesini ölçerek. acidimetry, is. kim. asit ölçme, bir eriyikteki asit miktarının ölçülmesi. acidity, is. 1. asitlik, 2. ekşilik, 3. (mide suyunda) asİt fazlalığı. acidophil(e), sf&is. biy. asidi boyalarla kolayca boyanabilen (göze, doku, bakteri vb). acidophilic = acidophilus, sf bk.: acidophil. acidophilus milk, is. boyanabilen bakterili süt (tıbbi maksatlarla kullanılır). acidosis, is. tıp kandaki alkali miktarının (bikarbonatların) normalden az oluşu. Bazan buna acid intoxication veya autointoxication de denir. acidotic, sf kanında alkali miktarı normalden az olan. acid test, is. sıkı muayene : bir kimsenin! şeyin değer veya niteliğinin sıkı sıkıya muayenesi. acidulate, glf -lated, -lating mayhoşlaş­ tırmak, mayhoş yapmak. acidulation: mayhoş­ laştırma.



acidulatent = acidulous, sf ekşi, mayhoş. acidy, sf ekşi. an - taste : ekşi tat. acierate, glf -ated, -ating ı. çelikleştirrnek, çelik haline getirmek, 2. acieration : çelikleştirrne.



aciform, sf iğne şeklinde. e.a. - needleshaped, adcular. aciliate, sf kirpiksiz. acinaciform, sf. bot. eğri kılıç biçiminde : bir tarafı kalın ve hafifçe dışbükey, öbür tarafı ince ve içbükey (yaprak) kalın ve hafifçe dışbü­ key, öbür tarafı ince ve içbükey (yaprak).



27



aciniform aciniform, sf ı. salkım biçiminde, 2. bk.: acinous. acinous = acinose, sf tanecikli, taneciklerden oluşmuş (dut, böğürtlen vb. gibi). acinus, is., ç. acini 1. bot. tanecik: dut, böğürtlen gibi meyveleri oluşturan küçük taneciklerden her biri, 2. anat. kesecik: bileşik veya salkımlı bezeleri oluşturankeseciklerden her biri, 3. acinic : tanecikli. -acious, son ek "-li, -çi, -ye eğilimli/mü­ temayil". audacious : cür'etli, cür'etkar. tenacious : inatçı. pugnacious : kavgacı. vivacious : canlı, neşeli.



-acity, son ek "-cılık, -lık". tenacity : inatvivacity : canlılık, şenlik. aek-aek, is. bir nevi uçaksavar topu; bu topun ateşi. acknowledge, gL.f -edged, -edging 1. (doğruluğunu) kabul etmek, itiraf etmek. He -d his ignoranee : Cehaletini itiraf etti. He -d his, debtlhis mistake : Borcunu/hatasını kabul etti. 2. tanımak. The peopZe -d him as king. 3. (aldı­ ğını) bildirmek. to - (reeeipt of) aletter: mektubu aldığını bildirmek, 4. takdir/şükran/te şek­ kür1erini ifade etmek. to - a favorta gift : bir iyiliğe/hediyeye teşekkür etmek. How can i your kindness : Lutfunuza minnettarım. 5. teslim/tasdik etmek. to - an opponent's superiority : muhasımın üstünlüğünü teslim/tasdik et·· rnek. to - sth. as a fact : bir şeyin doğruluğunu tasdik etmek, 6. yasalolarak tanımak. He refused to - his son: (Onun) meşru oğlu olduğunu reddetti. 7. (gülümseme, el saHarna, selam verme gibi) bir işaretle mukabele etmek. She met him in the street but barely -d him : Ona sokakta rastladı, fakat tanıdığını pek belli etmedi. 8. -able: kabul/tasdik/teyit/itiraf edilebilir, tanı­ nabilir, teslim/tasdik edilebilir, 9. -dly : açıkça, sarahaten, alenen, herkesçe kabul edildiği gibi. e.a. - 1. admit, confess, avow, concede, grant, accept, 2. recognize, 6. certify, confirm. k.a.- 1. çılık.



deny, dismiss, reject.



aeknowledger, is. kabul/itiraf eden, tanı­ bildiren. aeknowledgment, is. Brit.: aeknowledgement 1. kabul, itiraf, teslim. We have had no of our invitation : Davetimizin kabul edildiği bize bildirilmedi. 2. onay, tasdik, 3. tanıma. - of yan,



28



doğruluğunu



indebtedness : borcun tanınması/kabul edilmesi, 4. teşekkür1e anma, zikretme. by way of - : teşekkür makamında, karşılık olarak. to lift one's hat in - to s.o. : birisine teşekkür makamında şapka ile selam vermek,S. senet, borç ikrarı. e.a.-ı.



admission, avowaZ, confession, concession, 3. recognition, 4. thanks, gratitude, appreciation. k.a. - ı. denial, disavowal. aelinie, sf eğilmesiz, meyilsiz. - line =



magnetfe equator : eğilmezlik çizgisi : mıknatıs iğnesinin tam yatay durduğu (kuzey, güneye eğilmediği) ekvator civarından geçen muhayyel çizgi, tam kutup noktası. aeme, is. 1. zirve, tepe, doruk, evç, 2. bir hayvan türünün tam gelişme süresi, 3. tıp buhran, hastalık krizi, 4. esk. olgunluk çağı, olgun/ kamil insanlar,S. aemie =aematic : tepe+, zirve+, en yüksek. e.a.- ı. apex, summit, climax, zenith, cuZmination. aene, is. patol. sivilce, ergenlik, akne. acnode, is. mat. tekil nokta: bir eğri dışın­



da bulunan ve koordinatları eğri denklemini sağ­ layan nokta. aeoek, sf &zf. kalkıkleğik (bir şekilde). e.a.- cocked. aeolyte, is. 1. yardımcı, hizmetçi, yardım/ hizmet eden kimse, 2. (Katolik kiliselerinde) papaz yardımcısı, ayin esnasında papaza yardım eden kimse. aeonite = aeonitum, is. bot. kurtboğan, bıldırcın otu (Aconitum) : zehirli bir ot, 2. bu otun kökünden yapılan ilaç, 3. aeonitic : kurtboğan+.



aeorn, is. bot. palamut, meşe palamudu. - barnaele : bk.: barnaele. - eloek : palamut biçiminde şömine saati. - cup : palamutu tutan kapsüL. - shell : palamut kabuğu. - spoon : sapında palamut biçiminde süs olan kaşık. - squash: palamut kabağı: oval, palamut biçimli, ıo- 15 cm çapında, kabuğu yeşil, içi san turuncu renkte tatlı kış kabağı. - tube : eZekt. palamut tüp. - worm : palamut kurdu. aeotyledon, is. çeneksiz bitki. -ous : çeneksiz. aeoustie, sf ı. -al d.d. ses+, sesle ilgili, akustik, 2. -al cloud : ses örtüsü : konser salonlarının tavanına yakın konulan ses panelleri, 3. -ally : işitme veya sesle ilgili olarak, ses bakı-



aequit mından,



4. -ian : akustikçi, ses uzmanı, 5. - impedanee : akustik empedans, 6. - inertance =mass: akustik atalet, 7. - mine = sonic mine: akustik mayın, gemi pervanesinin suda doğurdu­ ğu titreşimle patlayan mayın, 8. - phoneties : ses fonetiği, akustik fonetik, 9. - rarefaetion : ses seyrelimi, 10. - reaetanee : akustik reaktans, 11. - resistanee : akustik direnç. aeousties, is. 1. ses bilimi, akustik, 2. bir konser veya tiyatro salonunun iyi ses dağıtma niteliği.



aeoustometer, is. sesölçer : bir odanın/ salonun akustik özelliğini ölçen alet. lı couvert, sf. Fr. örtülü, güven altında, emin. aequaint, gl.f. gen. - with : ı. tanıtmak, bildirmek. to - S.o. with his duties : bir kimseye görevini bildirmek. to - oneself with the cireumstanees : durumu/şartları tanımak, 2. haber/bilgi/malumat vermek, haberdar etmek. to S.o. with the faets : bir kimseye gerçekler/olup bitenler hakkında bilgi vermek, 3. ile tanıştır­ mak, takdim etmek. PH - you with my brother : Seni kardeşimle tanıştıracağım. e.a.- 1. apprise, familiarize, 2. inform, advise, enlighten, apprise, 3. introduce. aequaintanee, is. 1. tanıdık, bildik. He' s not really a friend, just an -. 2. aequaintaneeship d.d. tanı (ş)ma, tanışıklık. make s.o.'s - = make - with s.o. : bir kimse ile tanışmak. We had a brief - with her a while back. 3. bilgi, maıumat. The school's curriculum stresses with the sciences. 4. tanıdıklar, tanınan/bilinen kimseler. to have a wide circle of - (= a wilde -) : geniş bir tanıdık muhiti olmak, çok tanıdığı olmak. e.a. - 1. associate, company, distant friend, 2. friendship, relationship, 3. familiarity, knowledge, awareness. aequaintaneeship, is. tanışıklık, ünsiyet, aşinalık, tanıdıklar, eş dost. aequainted, sf. 1. gen. - with : haberdar, bilgili, malumattar, bilgi sahibi, aşina. to be with law : yasaları bilmek, yasalardan haberdar olmak, 2. tanınmış, tanışmış, tanıyan, 3. -ness: haberdarlık, aşinalık, bilgi sahibi olma, tanışık­ lık. e.a. - 1. informed, 2. introduced. aequest, is. 1. kazanç, kazanılan şey, 2. huk. miras dışında (satın alma, bağış vb. ile) edinilen mülk.



aequiesee, gs.f. -esced, -escing kabul/ muvafakat etmek, razı olmak, ses çıkarmamak. e.a. - accede, agree, consent, submit, yield, comply, concur. aequieseenee, is. 1. gen. - in : kabul, muvafakat, rıza, teslimiyet, boyun eğme. - in the decisions of a board of arbitrartion : hakem kurulunun kararlarına razı olma veya boyun eğ­ me, 2. huk. hakkından feragat, zaman aşımı yüzünden yasal hakkın kaybolması. e.a.-l. compliance. aequieseent, sf. ı. kabullmuvafakat eden, razı olan, boyun eğen, uysal, 2. -Iy aequiescingiy: kabul ederek, rıza ile, uysallıkla. aequire, glj -quired, -quiring ı. kazanmak, elde etmek, ele geçirmek, edinmek, sahip olmak, tedarik etmek. He -d a handsome fortune : İyi bir servete sahip oldu. to - a language: bir lisanı elde etmek (öğrenmek). to - ahabit: adet/huy edinmek, 2. aequirability : kazanılabil­ me, elde edilebilme, 3. aequirable : kazanılabi­ lir, elde edilebilir, 4. aequirer : kazanan, elde eden. e.a.-1. gain, get, obtain, procure, win, attain. acquired eharaeter(istic), is. doğuştan sonra kazanılan ve kalıtımsal olmayan nitelik/ özellik/yetenek. aequirement, is. 1. kazanma, elde etme, 2. kazanç, başarı, hüner, 3. -s : bilgi, müktesebat. e.a. - 3. attainment. acquisition, is. ı. elde etme, iktisap, 2. kazanç, elde edilen şey, müktesebat. Learning is an - : Öğrenme bir kazançtır. He is a great - to our party : O, partimiz için büyük bir kazançtır. aequisitive, sf. ı. haris, para canlısı, dünya malına düşkün. a man of - disposition : hads tabiatli bir adam, 2. -Iy : hırsla, harisane, 3. -ness: para/mal hırsı, elde etme/edinme insi-



=



yakı/temayülü.



aequit, gl.f. -quitted, -quittng ı. beraat ettirmek, aklamak, suçsuz çıkarmak, temize çı­ karmak, (suçtan) arıtmak. He was -ted of the erime : Suçtan arıtıldı/beraat etti. 2. (bir görev veya yükümlülükten) affetmek, 3. (borcunu) ödemek, 4. davranmak, hareket etmek. He -te d himself like aman: Erkekçe davrandı. 5. -ment =



29



aequittanee -tal : beraat, akla(n)ma, temize çık(ar)ma. e.a.1. absolve, discharge, exonerate, forgive, set free, exculpate, c/ear. k.a.- 1. convict. aequittanee, is. 1. akla(n)ma, beraat, 2. borçtan veya sorumluluktan kurtulma, af, 3. borcun ödenmesi, 4. ibra senedi, makbuz. aequitter, is. 1. aklayan, beraat ettiren, suçsuz çıkaran, 2. ödeyen. aere, is. 1. 0.4047 hektar (İngiliz ve ABD arazi ölçüsü), 2. -s : arazi, mülk, 3. -s: pek çok, külliyetli. -s of books : pek çok kitap, 4. God's - : mezarlık.



aereage, is. alan, yüz ölçümü, saha. aered, sf arazi sahibi. wide-- landlords : geniş arazi sahipleri. aere-foot, is. 0.4047 hektarlık (= 1 acre) araziyi 1 kadem (30.5 cm) kalınlığında kaplayan su hacmi (::::: 1233.5 metreküp). acre-inch, is. 1. acre-foot'un 12'de biri (::::: 102.8 m3) aerid, sf ı. acı, kekre, buruk. - lettuee : yabani' marul, 2. haşin, sert, alaycı, müstehzi. an - temper : haşin/sert tabiatıhuy, 3. -ity =-ness: acılık, burukluk, sertlik, 4. -ly : acı/sert/haşin bir şekilde. aeridine, is. kim. akridin, C13H9N : kömür katranından elde edilip bazı boya ve ilaçların yapımında kullanılan renksiz, kristal yapılı bileşik.



aeriflavine, is. kim. akriflavin, C ı4 H ı4 N3CI : akriflavin, tababette antiseptik olarak kullanılan turuncu kahverenkli, taneli katı cisim. neutra! aeriflavine, euflavine, trypaflavine neutral d.d. Acrilan , is. akrilan ipliği : yumuşak, sağlam, buruşmaz kumaşlar dokumakta kullanı­ lır.



aerimonious, sf 1. acı, keskin, sert, 2. hamüstehzi (tabiat, söz vb). an - debate : sert bir tartışma, 3. -ly : sert / acı / haşin bir şekilde, huşunetle, 4. -ness : acılık, sertlik, huşunet, istihza. e.a. -1. bitter, caustic, sour, cutting, 2. sarcastic, rancorous, spiteful, i/lnatured. aerimony, is. ı. acılık, sertlik, tahripkarlık, 2. aerimonies : huşunet, hırçınlık, huysuzluk. e.a. - 1. bitterness, harshness, tartness, 2. animosity, antagonism, rancor, hostility, anger, il! wil!. k.a. - gentleness, suavity, sweetness. şin, alaycı,



30



acro-, ön ek 1. "tepe(sin)de, ucunda". ör.: acrogenous, acropetal, 2. tıp "uç+". ör.: acromion. aerobat, is. ı. cambaz, akrabat, 2. dönek, 3. -ic(al) : akrobatik, cambazlık+, 4. -ically: cambazca, cambaz gibi, akrobatça, 5. -ies : (a) cambazlık, akrabasi, (b) akrobatların gösterdikleri hüner ve marifetler, (c) uçakların akrobasi hareketleri, 6. -ism : cambazlık, akrobatlık. acroearpous, sf bot. meyvesi sapın ucunda bulunan. aerodont, is. anat. zool. köksüz dişli, diş­ leri çeneye diş çukuru olmadan bağlı olan (hayvan). -ism : köksüz dişlilik. aerogen, is. bot. tepeden/uçtan büyüyen bitkI (eğrelti, yosun vb). -ie = -ous : uçtan büyüyen. -ously : uçtan büyüyerek. aerolein, is. kim. akrolein, CH 2=CHCHÜ: boya ve ilaç yapımında· kulla.nılan sanmtrak ve~ ya renksiz, keskin kokulu, göz yaşartıcı, alevlenen sı'lı. acraldehyde, aerylaldehyde, aerylic aldehyde d.d. aeromegalie, sf &is. uç irileşimli: uç irileşim/akromegali hastalığına yakalanmış kimse. acromegaly, is. patol. uç irileşim, akromegali : pitüvit guddesinin normal çalışmaması sonucu kafa kemiklerinin, el ve ayakların, bazan vücudun diğer kısımlarının büyümesi ile beliren kronik hastalık. aeromion, is., ç. aeromia anat. omuz ve köprücük kemiğinin dış ucu. acromial : bu uç ile ilgili. acronieal = aeronyeal, sf astr. güneş batınca vuku bulan. -ly : güneş batınca. aeronym, is. 1. kısa ad, kısaltma : RADAR (= RAdio Detction And Ranging) gibi, 2. bk.: aerostic, 3. -ic = -ous : kısa adlı, kısal­ tılmış, 4. -ieally : kısaltarak. aeropetal, sf tepeye doğru gelişen. -ly : tepeye doğru gelişerek. acrophobia, is. psikol. yüksek yerlerden korkma hastalığı. aeropolis, is. kale, hisar, akropol. " aeropolitan, sf kale+, hisar+. across, e.&zf. 1. ortasındaen). The road lies - the plain : Yolovanın ortasından geçer. 2. bir uçtan bir uca, bir yandan bir yana, karşı­ dan karşıya. to swim - ariver: nehrin bir kıyı-



aet sından karşı kıyısına yüzrnek, 3. karşı(sın)da, öbür tarafta. the window - mine : penceremin karşısındaki pencere. He lives - the street : O sokağın karşı tarafında oturuyor. 4. aşırı. - the sea : deniz aşırı, 5. karşı karşıya. to come - : karşı karşıya gelmek, karşılaşmak, rast gelmek, 6. çaprazlama, çaprazvari. His arms were folded -. 7. öbür taraf(t)a, karşı yakada. We shall soon be - : Yakında karşı yakada olacağız. 8. to get - : (a) bir taraftan bir tarafa geçirmek, (b) (piyes vb) başarılı olmak, 9. to get the idea - : fikrini anlatabilmek, karşısındakinin kafasına sokabilmek, 10. put if - s.o. : aldatmak, intikam almak, dayak atmak, 11. The idea came - my mind : Aklıma şu fikir geldi. across-the-board, sf 1. genel, umumi, herkese şamil.. an - pay increase : maaşlara genel zam, 2. pazartesiden cumaya kadar her gün aynı saatte gösterilen TV programlarına ait, 3. (müş­ terek bahis) bütün kazanma olasılıklarını kapsayan. acrostic, sf &is. ilk, son veya herhangi bir sıradaki harfleri yan yana gelince bir kelime, cümle vb. oluşturan (mısralar, satırlar vb).- verses. acrostical, sf ı. bk.: acrostic, 2. -ly : yan yana gelince bir kelimelcümle oluşturacak şe­ kilde. acrylic, sf. &is. 1. akrilik, akrilik asitten türeyen, 2. ..,; resin = acrylate resin d.d. akrilik reçine : akrilik veya metakrilik amido asit esterlerinin çoğuzlaştırı1masından elde edilen lucite, plexiglass gibi şeffaf termoplastik maddeler, 3. - acid: akrilik asit, CH2 =CHCOOH : akroleinin oksitlenmesiyle elde edilen ve akrilik reçinelerin sentezinde kullanılan renksiz, keskin kokulu, korozif asit, 4. - fiber : akrilik ipliği : orlon gibi akrinonitrHin başka monomerlerle çoğuz­ laştırılmasından elde edilen yapay iplik. acrylonitrile, is. kim. akrilon,itril, CH2= CHCN : kauçuk, yapay iplik ve plastiklerin çoğuzlaştırılmasında kullanılan renksiz, tutuşabi­ len, zehirli sıvı. act, is&f ı. iş, fii!, edim, eylem;amel. My flrst - was to open the window : İlk işim pencereyi açmak oldu. an - of folly : delice bir iş. a stupid - : saçma bir iş, 2. faaliyet. to catch s.o. in the ~ : birini suçüstü yakalamak, 3. yasa, ka-



nun. - of Parliament : Millet Meclisinden çıkan kanun, 4. kayıt, vesika, 5. (piyes vb.) bölüm, perde. The second - of Hamlet : Hamlet' in ikinci perdesi. 6. (eğlence/radyo programların­ da) kısa gösteri, 7. eğlence gösterisi yapan grup. The - broke up after 30 years: 30 yıldan sonra gösteri grubu dağıldı. 8. k.d. gösterieş), jest, yapmacık, dili hareket. Her tearful farewell was all an - : Gözyaşları içinde veda edişi bir gösterişten ibarettL. As an - of courtesy i allowed him to stay : Nezaketen onun kalmasına izin verdim. - of kindness : lütufkarlık, 9. (İngi­ liz üniversitelerinde) mezun olacak öğrencinin tezini fakülte kurulu önünde savunması, to keep the -: tezini savunmak, 10. fel. edim, ame1, iş­ lem gücü/ilkesi, gerçekleşme, 11. rol almak! oynamak, temsil etmek, rol yapmak. He -ed in three plays of Moliere. 12. (tiyatro eseri) sahneye elverişli olmak, sahneye konulabilmek. His plays don't - well: Onun eserleri sahneye elverişli değildir. 13. davranmak, karar verip harekete geçmek. to - upon instructions : talimata göre hareket etmek. to - prudently : tedbirli davranmak, 14. iş yapmak, çalışmak, faaliyet göstermek. His mind -s sluggishly : Onun zihni yavaş çalışıyor. 15. etkinlmüessir olmak, sonuç elde etmek, başarmak, görevini yapmak. The medicine failed to - : ilaç etkimedi/müessir olmadı. 16. yalancıktan yapmak, gösteriş yapmak, ...gibi davranmak. He -ed angry : Öfkelenmiş gibi davrandı. to - interested : yalancıktan ilgi göstermek. to - like a friend : dost görünmek, dost gibi davranmak, 17. to - as : icra etmek, icraatta bulunmak. to - as a chairman : başkanlık yapmak, başkan olarak icraatta bulunmak, 18. to - for : veka1et etmek. In my absence the assistant director will - for me. 19. - of faith : (a) bir kimsenin iman gücünü gösteren eylem (büyük bir şahsi fedakarlık gibi). (b) iman kuvveti, bir kimseyi ilahi gerçeğe ulaştıran lütfuilahi, 20. - of God huk. mücbir sebep, doğal afet, 21. - of grace : genel af, 22. - of war : ani sa1dınş/te­ cavüz : bir milletin başkasına birdenbire savaş açması, 23. to - one's age : yaşına göre hareket etmek, 24. to .~ out: (a) taklit yapmak, (b) psikoL. aşırı davranışlarda bulunmak, 25. to - up : (a) normal çalışmamak, acayip1iklergöstermek. The vacuum eleaner is -ing up again. (b) k.d. yaramazlık yapmak. If you 're going to - up, you



31



acta can't go to Grandma's. 26. put an - : argo fiyaka satmak. e.a.- 1. work, deed, 2. action, 6. performance, 8. pretense, fake, pose, 11. play, 16. feign, counterfeit. acta, is., ç. tutanak, belge, vesika, resnll kayıt.



actability, is. sahneye konulabilme/elveolma. actable, sf. sahneye elverişli, sahneye konulabilir. act call, is. tiy. ı. act warning d.d.: (rol sırası gelen oyuncuyu) sahneye çağırma, 2. (oyunun başlayacağı sırada) seyircileri oturmaya davet. ACTH = adrenocorticotropic hormone, is. pitüvit guddesinin çıkardığı ve artritis, romatizma ve çeşitli alerjik hastalıkların tedavisinde kullanılan hormon. actinal, sf. zool. ı. dokunaçlı, dokunaçları olan, 2. yıldız biçimi hayvanlarda kol ve dokunaçların çıktığı ağız bölgesine ait, 3. -Iy : dokunaç biçiminde. acting, sf. &is. ı. vekil : geçici olarak baş­ kasının görevini yapan. the - Mayor : Belediye Başkan vekili, 2. çalışan, işleyen, temsil eden, oynayan, 3. sahneye uygun, 4. sahneye konulmuş. an - version of a play: bir piyesin sahneye konulmuş şekli, 5. aktörlük, 6. yapmacık tavır/davranış/hareket, 7. - area: tiy. sahne, sahnenin temsil esnasında kullanılan kısmı. actinia, is., ç. -tiniae/-tinias deniz şaka­ yığı (Actinia). actinic, sf. ı. kimyasal etkiler doğuran, aktinik (ışınlama vb), 2. - ray : kimyasal etkili ışın (mor ötesi vb). actinide series, is. kim. aktinİk dizisi: actinium ile başlayıp lawrencium ile son bulan ışınetkin elemanlar dizisi. actinium, is. kim. aktinyum: nadir toprak madenIerine benzeyen ışınetkin eleman. Simgesi : Ac, atom nu. 89, atom ağ. 227, yarı ömrü 13.5 yıl. - series: aktinyum dizisi : uranyum 235 ile başlayıp kütle numarası 207 olan kurşun izotopu ile ile son bulan ışınetkin elemanlar dizisi. actinograph, is. aktinograf, kaydedici aktinometre. -ic : aktinografik. -y : aktinografi.



rişli



32



actinoid, sf. ışın/şua biçiminde. e.a.raylike, radiate. actinolite, is. min. aktinolit : kütle halinde veya yeşilimtrak kristal şeklinde bir amfibol. Lifli şekline asbestos denir. actinolitic : aktinolite benzer. actinometer, is. ı. ışınımölçer: ışınım şiddetini ölçen alet, 2.foto. ışıkölçer, pozmetre. actinometric(al), sf. ışınım ölçümlü. actinometry, is. ışınım ölçme. actinomorphic = actinomorphous, sf. ı. biy. ışınsal simetrik, ışınsal bakışımlı, radyalsimetriyi haiz, 2. bot. düşey düzlemsel simetrik (düğün çiçeği gibi). actinomorphy, is. biy. ışınsal simetri/bakışım.



actinomycete, is. bkt. çubuksu veya ipliksi bakteri (Actinomycetaceae) : bazı türleri insan ve hayvanlarda hastalık yapar. actinomycetous : çubuksu, ipliksi. actinomycosis, is. patol. çene uru : bazı parazİtlerin insan ve hayvanlarda sebep olduğu, çene etrafında cerahatli urlar şeklinde görülen bulaşıcı hastalık. lumpy jaw d.d. actinomycotic : çene uru+. actinon, is. kim. aktinon: radon izotoplarından atıl, ışınetkin bir gaz. Simgesi An, atom nu. 86, atom ağ. 219. actinouranium, is. kim. aktinouranyum: uranyumun ışınetkin izotopu. Atom ağ. : 235. series : bk.: actinium series. actinozoan = actinozoon, is. bk.: anthozoan. action, is. 1. çalışma, faaliyet. The machine is not now in - : Makine şimdi çalışmıyor. 2. iş. to set in - : işe koyulmak. a man of - : iş adamı, 3. etki, tesir. the ... of a drug : bir iHicın etkisi, 4. eylem, fiil, davranış, ameL. He is responsible for his -s. 5. fizy. (bir organın) çalış~ ma(sı). the - of the heart: kalbin çalışması, 6. As. çarpışma, vuruşma, muharebe, askerl harekat. He was killed İn - : Muharebede öldü. 7. As. savaş, harp. to send troops into - : askeri kıtaları savaşa göndermek. to put out of - : savaş dışı bırakmak, 8. olay. the scene of ... : olay sahnesi. The - takes place in Europe : Olay Avrupa'da vuku buluyor. 9. huk. dava. to bring - against s.o. : birisinin aleyhinde/hak-



activity kında dava açmak, 10. aktör veya tiyatro oyuncusunun hareketleri, 11. tiy. vb. esas konu, hikaye, 12. (piyeste/hikayede) olaylar dizisi, 13. g.s. görünüşteki canlılık, 14. argo kumar (özellikle gizli olarak ve büyük paralarla oynanan). Where can i find some - : Nerede kumar oynayabilirim? 15. argo zamparalık. He is out looking for some - : Zamparalık yapmaya çıktı. 16. (kilisede) ayin, dini merasim, 17. fiz. etki, hareket halindeki bir cismin belirli bir zaman aralığında­ ki ortalama kinetik enerjisi ile zaman aralığının çarpımının iki katı, 18. mekanizma, işleme tarzı, 19. in my sphere of - : benim faaliyet alanımda, 20. to bring law into - : yasayı yürürlüğe koymak, 21. to come into - : faaliyete geçmek, 22. to suit - to the word : yaptıkları sözlerine uymak, 23. to put a plan into - : bir planı uygulamaya geçmek, 24. to take - : eylemel harekete geçmek. i don't know what line of to take : Ne tarzda/nasıl hareket edeceğimi bilemiyorum. e.a.- 1. activity, 2. work, effort, achievement, accomplishment, 3. effect, influence, 4. deed, act, move, 5. Junctioning, 7. combat, baule, iiglıting, conflict, warfare, 9. prosecution, suit. k.a.- i. inaction, idleness, inactivity, inertia,



repose, rest.



actionable, sf 1. yasal kovuşturmaya yol açacak/sebep olan, 2. hakkında davilaçılabilir, 3. actionably: yasal kovuşturmaya yol açacak/ sebep olacak tarzda. actionless, sf atıl, hareketsiz. activate, gl.f -vated, -vating 1. etkinleş­ tirrnek, etkin kılmak, faaliyete geçirmek, 2. fiz. (a) faal/aktif hale getirmek. to - a molecule. (b) ışınetkinleştirmek, radyoaktif hale getirmek, 3. kim. kimyasal reaksiyonları çabuklaştırmak, aktivitesini artırmak, 4. As. askeri birliği savaşa hazırlamak, savaşa hazır duruma getirmek, 5. (arı olmayan organik maddelerin mikroorganizmalada çözüşmesiniçabuklaştırmak maksadıyla) lağımları havalandırmak.



activated, sf etkin, faal, canlı, hareketli. carbon =- charcoal =active carbon : etkin kömür : gaz, buhar ve asıltılı maddeleri kolayca soğuran arı kömür. Odunu damıttıktan sonra buhar veya karbon dioksitle çok yüksek sıcaklıkta ısıtılarak elde edilir. - sludge : bk.: sludge (7).



activation, is. etkinleş(tiril)me, faaliyete geç(iril)me. activator, is. ı. etkinleştiren, faaliyete geçiren, 2. kim. tezgen, katalizör, 3. mineralde lüminesans oluşturan yabancı madde. active, sf ı. faal, çalışkan, faaliyet halinde. an - man: faal bir adam. an - volcano. duty. 2. fiili. - hostilities : fiili düşmanlık. collaboration : fiili iş birliği, 3. enerjik, gayret ve güç sarfını gerektiren. - sports. 4. çevik, devimli, hareketli. an - gazelle. 5. canlı, hararetli. - imagination : canlı muhayyile. The wheat market was very - : Buğday piyasası pek hararetli idi. 6. etkin, müessir, atılolmayan. - ingredients. 7. eylemsel, ameli, pratik. - measures. 8. karlı, kar getiren. - investment. 9. tıp etkin, müessir, tez etki gösteren. - remedies. 10. sos. bir maksatla (çoğunlukla tedhiş için) hareket eden (kalabalık), 11. gr. etken, aktif. (fiilin gösterdiği işi öznenin yapması hali), 12. - duty =service As. faal görev, 13. - immunity : etkin bağışıklık, aktif muafiyet, 14. - biyer : yazın buzu çözülen toprak tabakası, 15. - list: muvazzaf kadro, faal görevde bulunan askeri personel listesi, 16. -ly : eylemle, fiilen, faal/canlı/hara­ retli bir şekilde, 17. -ness : etkinlik, faaliyet. e.a. - i. busy, operative, industrious, 3. energetic, strenuous, vigorous, 4. agile, alert, nimble, 5. vigorous, 6&9. effective, prompt, 8. profitable. k.a.-I. inactive, dormant, indolent, idle, lazy, lL. passive. activism, is. 1. fel. eylemcilik, insan yaşa­ mı ile düşüncesinin başlıca gerçekliğinin etki, eylem ve yapıp etmelerde olduğunu öne süren öğreti, dünya görüşü, 2. amaca ancak eylemle varılabileceğine inanan siyasi doktrin. activist, is. eylemci, özelikle harp halinde geniş ölçüde eylem taraftarı. activity, is., ç. activities ı. faaliyet, çalış­ ma, çalışkanlık, hamaratıık. social activities : sosyal faaliyetler. man of - : hamarat adam, 2. çeviklik, enerji, 3. eylem, 4. hareket, 5. etkinlik, 6. canlılık, 7. fiz. (a) etkinlik: bir ışınetkin maddenin zaman biriminde ayrışan atom sayısı; birimi: curie, (b) ışınetkinlik, radyoaktivite, 8. (yanardağ) püskürtme, indifa, 9. ABD teş­ kilatın bir ünitesi veya onun görevi. e.a. - i. action, 2. agility, rapidity, energy, vigor, 4. moti-



33



actomyosin



on, mavement, 6. liveliness, vivacity, animatian.



k.a. - 1. inactivity, idleness, inertia, 6. dullnes, sloth.



actomyosin, is. biy-kim. aktomiyosin : miyosin ve aktinden oluşan kompleks protein (kasların temel maddesidir). actor, is. ı. aktör, erkek oyuncu, 2. yapan, icra eden, 3. huk. davacı, davacı avukatı, 4. bad - : argo (a) kötülük yapan kimse, (b) tehlikeli! vicdansız kimse, cani, 5. --proof : kötü temsil edilse bile etkili olan rolJpiyes. actress, is. (kadın) artistioyuncu, sinema! tiyatro sanatkarı. actual, sf 1. gerçek, hakiki, fiill, fiilen var olan, mevcut, elle tutulabilen. - expenses : hakiki masraflar. an - case of treason : fiili' ihanet. - numbers of an army : bir ordunun fiilllhakikı mevcudu, 2. güncel, şimdiki, şu andaki, halihazır(daki). the - condition of the country : memleketin şu andaki durumu. the - events : güncelolaylar, 3. in - fact : hakikatte, işin aslında, 4. - grace : ilahi lütuf: iyilik yapmak ve kötülüklerden sakınmak hususunda Allahın lütuf ve inayeti, 5. - sin: bile bile işlenen günah. e.a.1. certain, genuine, positive, real, true, authentic, veritable, unquestioned, 2. current, present. k.a.-l. apparent, fictitious, imaginary, unreal. actualise/actualisation, Rrit. bk.: actualize/actualization. actualism, is. fel. etkincilik: bütün gerçeği canlılık ve harekette gören felsefi doktrin. actualist : gerçekçi. actualisistic : gerçek, gerçekçiliğe uygun ve yaraşır. actuality, is., ç. -ties ı. güncellik, aktüali~ te, gerçeklik, hakikat, 2. actualities : gerçekler, gerçekte olup bitenler, gerçek durum, hakiki vaziyet, hakiki ahval ve şerait. He had to adjust to the actualities of the life : Hayatın gerçeklerine uymak zorunda kaldı. 3. Rrit. belgesel yayın : gerçek bir olayın radyolTV ile yayını veya . teybelfilme alınması. actualize, gl.f -izedl-izing ı. gerçekleştir­ mek, tahakkuk ettirmek, kuvveden fiile çıkar­ mak, 2. gerçekıere uydurmak, 3. actualization : gerçekıeşe tir)me, tahakkuk etetir)me. actual1y, if. gerçek(ten), hakikaten,. bilfiil, aslında, vakıa, filvaki, filhakika, hatta (çok garip ama). The event.') depicted in the movie did not take place. e.a.- really, in fact, as amatter of fact, truly, genuinely, literally, indeed. 34



actualness, is. gerçeklik, güncellik. actuarial =actual, sf sigorta risklerine ve istatistiklere dayanan. actuarial1y : istatistiklere dayanarak. actuary, is., ç. -aries ı. (sigortacılıkta) istatistiklere dayanarak sigorta primlerini, riskleri vb. hesaplayan kimse, 2. esk. kayıtıevrak memuru, katip. actuate, gl.f -ated, -ating ı. kışkırtmak, tahrik/teşvik etmek, harekete getirmek. -d by selfısh motives : bencil sebeplerle kışkırtılmış. the force that -s the machine : makineyi tahrik eden kuvvet, 2. çalıştırmak, işletmek, işler hale koymak, faaliyete geçirmek. to - amachine. 3. actuation : işle(t)me, faaliyete geç(ir)me, 4. actuator : işleten, faaliyete geçiren, kışkır­ tan. e.a. - 1. incite, instigate, motivate, impel, urge, 2. activate. k.a.- 1. dete r. acuity, is., ç. -ties keskinlik, sivrilik. - of vision: görüş keskinliği. aculeate(d), sf. biy. 1. keskin, sivri uçlu, 2. iğneli (arı vb. gibi), 3. sivri, dikenli. e.a.- 3. pointed, stinging. acumen, is. ı. keskin zeka, derin/ileri görüş, feraset. remarkable - in business matters : ticarette ileri görüş, 2. bat. sivri(1en) uç. acuminate, sf &..f. -nated, -nating ı. bat. zool. sivri. an - leaf!feather. 2. sivril(t)mek, 3. acumination : sivrilik, sivril(t)me. e.a.- 1. pointed, 2. sharpen. acuminous, sf L keskin zekfilı, ileri görüşlü, feraset sahibi, 2. sivri. e.a.- 2. acuminate. acupuncture, is&gl.f -tured, -turing ı. tıp iğneleme: vücut dokularına iğne batırmak­ tan ibaret Çin tedavi usulü, 2. iğnelemek : iğne·' leyerek tedavi etmek. acutance, is. keskinlik : fotoğrafta bir cismin kenarlarının keskinlik derecesi. acute, sf 1. keskin, 2. (ağrı, sancı, ıstırap vb) şiddetli, keskin, derin. - pain : şiddetli/kes­ kin sancı. - sorrow : derin üzüntü, 3. son derece, had (safhada), büyük. an - stage of disease: hastalığın had safhası. an - shortage : büyük kıtlık, 4. kronik olmayan : ani başlayan, birdenbire şiddetlenen ve kısa süren (hastalık), süreğensiz, gayrimüzmin, 5. dikkatli, tez anlayışlı, zeki, derin (anlayış, kavrayış, görüş vb). an observer: dikkatli bir gözlemci. an - remorse :



adaptation derin vicdan azabı, 6. son derece hassas, duyarlı. an - ear : hassas kulak, 7. geom. dar. - angle : dar açı, 8. aksan işareti : ( , ) : birharfi incel uzun okutur. e, a gibi, 9. bariz. - accent : bariz şive, 10. -ly : şiddetle, keskin bir şekilde, zekice, dikkatle, hassasiyetle, 11. -ness : keskinlik, şiddetlilik, dikkatlilik, hassasiyet. .e.a. - 1. sharp, pointed, 2. severe, intense, sudden, violent, 3. crucial, critical, 5. astute, perceptive, shrewd, penetrating, intelligent, clever, smart, bright, ingenious, 6. sensitive, keen. k.a. - 1. dull, blunt, 2. mild, 4. chronic, 5. dull, obtuse, stolid, 7. obtuse. -acy, son ek "-lık/-lik" : ad veya sıfatın sonuna takılarak nitelik, durum, mevki vb. bildiren soyut ad yapar : Papacy : Papalık. supremacy : üstünlük, yücelik. acyc1ic, sf çevrimsiz, dolamsız. acylate, gL.f -ated, -ating kim. asi1lemek: asil grubunu içeren bileşim üretmek. acyl group = acyl radical, kim. asil grubu : genel formülü RCO- olan tek valans11 grup. Burada R, tek valanslı bir organik gruptur. ad, is&sf 1. ilan, 2. teniste 4ü'ar sayı ile berabere kaldıktan sonra kazanılan ilk sayı. e.a., 1. advertisement, 2. advantage. ad-, ön ek "yakının(d)a, -e ilaveten, -e doğru". ör.: admit, adjoin. ad- ön eki çok defa kelimelerin ilk harfine uyarak ac,:" af-, al-, ap-, ar-, at-, vb. şekline dönüşür: acclaim, affirm, allegation, approve, arrive, attrition gibi. -ad, son ek ı. bazı kelimelerin sonuna gelerek (a) sayısal ad, (b) şiir adı, (c) bitki adı yapar: monad, Iliad, cycad gibi, 2. özellikle anatomi deyimlerinin sonuna gelerek "-ye doğru" anlamı katar: cephalad: başa doğru. A.D. =Anno Domini, Milattan sonra. ad absurdum, Lat. saçmalareasına, saçma! manasız bir şekilde. adactylous, sf parmaksız. adage, is. atasözü, darbımesel, vecize. e.a.proverb, maxim, saying, dictum, motto, aphorism, axiom adagial, sf atasözü gibi, darbımeselvari, vecizemsi.



adagio, sf &zJ&is., ç. -gios müz. It. 1. ada(tempolu), 2. yavaş tempolu müzik parçası, 3. dengelernede hayli maharet isteyen yavaş bale dansı. Adam, is. Adem, ilk insan. -'s ale: su. -'s apple : hançere, gırtlak çıkıntısı. not to know s.o. from - : (bir kimseyi) tanıyamamak, kim olduğunu bilernernek. He greeted us every morning, but we didn't know himfrom -. the old - : (insan benliğindeki) ilk güdüler, doğuştan günaha temayü1. He attributed his wild outburst to the old - in him. Adam-and-Eve, is. bot. bk.: puttyroot. adamant, sf&is. ı. çok sert, 2. inatçı, dikkafalı, fikrinden asla caymayan, 3. efsanevı çok sert taş, muhtemelen elmas, 4. -ly : inatçılıkla, fikrinden dönmeksizin. e.a. - 1&2. adamantine, inflexible, unyielding. adamantine, sf. ı. bk.: adamant (1&2), 3. elmas gibi (sert ve parlak). Adamite, is. 1. ademoğlu, insan, 2. çırıl­ çıplak. e.a. - 2. nudist. adamsite, is. kim. adanızit, NH(C6H4)2 AsCl : kokusuz, sarı, zehirli kristalli katı madde. Buharları tahriş edici zehirli savaş gazı olarak



cio,



yavaş



kullanılır. phenarsazine chIoride, diphenylaminechlorarsine d.d. Adam's-needle, is. ABD avize ağacı (Yucca filamentosa), süs bitkisi olarak yetiştirilir. Adam's-Stokes syndrome = Adam's-Stokes disease, patol. Adam' s Stokes hastalığı: saraya benzer bir hastalık. adapt, f ı. uyarlamak, uydurmak, alıştır­ mak, adapte etmek. to - a story for TV : bir hikayeyi TV'ye uyarlamak, 2. uymak, alışmak, intibak etmek, adapte olmak. He -ed (himself) to the new c1imate : Yeni iklime alıştı. e.a.-



fit, accommodate, adjust, reconcile, suit, arrange, compose. adaptable, sf ı. uy(arlan)abilir, intibak ed(il)ebilir, alışabilir, adapte edilebilir/olabilir, çeşitli durum ve koşullara ayak uydurabilir, 2. -ness = adaptability : uyabilme, intibak edebilme, alışabilme, uyarlanabilme, uyarlık, intibak kabiliyeti. adaptation, is. ı. uy(arlan)ma, intibak, adapte etme/olma, alış(tır)ma, 2. alıntı, iktibas, adaptasyon. This play is an - of a novel: Bu pi-



35



adaptational yes bir romandan alınmıştır. 3. biy. uyum, bir canlının veya organlarının çevre koşullarına göre yapılış ve görevini değiştirmesi, 4.fizy. duygu organları duyarlığının (görme, işitme, dokunma vb) sürekli olarak değişen çevre koşulla­ rına uyması, 5. göz bebeği uyumu: göz bebeğinin ışık şiddetine göre kendini ayarlaması, 6. adoption d.d.: sos. toplumsal uyum: kişisel ve toplumsal faaliyetlerin içinde bulunulan kültür değişikliğine tedricen uyması. adaptational, sf uyumlu. -ly : uyumla, uyarak, intibak suretiyle. adaptedness, is. uyabilme, uyarlık, intİ­ bak kabiliyeti. adapter = adaptor, is. 1. uyarlayıcı, uyarlayan/uyduran (kimse/şey), 2. uydurgu, adaptör : farklı büyüklük veya yapılıştaki parçaları birbirine uyduran düzen, 3. bir makine, alet vb. ni değişik koşullar altında çalıştırmak için kullanı­ lan takı. adaptive, sf uyarlanan, uyan, uyabilen. coloring of a chameleon : bukalemunun çevreye uyabilen renk değiştirmesi. -ly : uyabilecek şekilde, uyarlayarak. -ness : uyabilme, intibak edebilme. adaptometer, is. fizy. uyumölçer: çeşitli uyarılara organların uyum derecesini ölçen alet. Adar, is. Musevı takviminde yılın altıncı ayı.



ad arbitrium, Ldt. keyfi,



arzuya/isteğe



gö-



re. A.D.C.



= aid-de-camp.



adaxial, sf bot. eksene/sapa yönelik. aday == a-day, zf. günde(lik), yevmi. add, f ı. eklemek, katmak, ilave etmek, zammetmek. to -interest to the capital. 2. gen. - up : toplamak, toplamını bulmak, cem etmek. to - up a column offigures. sözüne/yazısına eklemek/ilave etmek. Let me - this... : Şunu da ilave edeyim ki ... 3. - in : katmak, dahil etmek, 4. - to : eklenmek. His illness -ed to family's troubles : Ailenin dertlerine onun hastalığı da eklendi. To - to my distress... Istırabım yetmiyormuş gibi ... 5. - up : ulaşmak, varmak, baliğ olmak, beklenen toplamı/sonucu vermek. His assets -s up to ten millions : Malı mülkü on milyona ulaşır. These figures don't - up right : Bu rakamlar beklenen sonucu vermiyor. (b) makul/tutarlı/ahenkli görünmek. There were aspects of the story that didn't - up : Hikayenin



36



birbirini tutmuyordu. 6. - up to : göstermek, delalet etmek. The evidence -s up to a case of murder : Deliller, olayın bir cinayet olduğunu gösteriyor. it all -s up to... : Bunun sonucu ... dur. e.a.- 1. affix, append, attach, adjoin, augment, increase, 2. sum, total. addable = addible, sf eklenebilir, ilave edilebilir, toplanabilir. addax, is. zool. büyük antilop (Addax nasomaculatus) : K Afrika ve Arabistan'da yaşar. Erkeğinin boynuzu ::::: i m uzunlukta ve kıvrımlı­



bazı hususları



dır.



added, sf ı. ek, ilave, munzam, 2. -ly : ek/ ilave olarak, ilaveten, ayrıca. e.a.- 1. additional, further, supplementary. addend, is. mat. toplanan sayılardan her biri. bk.: augend. addendum, is., ç. addenda ı. ek, ilave, zeyil, 2. eklenen/ilave edilen şey, 3. ç. addendums mak. (a) dişlide diş tepesinin tabanına radyal uzaklığı, (b) - circle d.d. dişlinin tepesinden geçen sanal çember. adder, is. 1. toplayan, ekleyen, toplamını hesaplayan, cem eden, 2. hesap/toplama makinesi,3. zool. bayağı engerek (Vipera berus), 4. engereğe benzer birkaç çeşit zehirli yılan, 5. - bolt = - fly zool. yusufçuk (Libellula). adder's-mouth, is. ı. bot. orkide (Malaxis) : küçük beyaz veya yeşilimtrak çiçekler açan K Amerika orkidesi, 2. yılan ağzı. adder's-tongue, is. 1. bot. yılandili (Ophioglossum) : bir tür eğrelti otu, 2. Amerikan menekşesi (Erythronium). e.a.- 2. dogtooth violet. addict, is&gl.f ı. alışmış, müptela, .aşırı düşkün. a drug - : (uyuşturucu) ilaç müptelası, 2. alış(tır)mak, kendini vermek, müptela olmak, tiryakisi olmak. to - oneself to a person : bir kimseye alışmak. to - oneself to stimulants : keyif verici maddelerin müptelası olmak. She was -ed to gossip : Kendini dedikoduya vermişti. addicted, sf 1. müptela, düşkün, tiryaki. to be - to drugs : uyuşturucu ilaçlara müptela olmak, 2. -ness: iptila, alışkanlık, düşkünlük. : iptila, alışkanlık, düşkünlük. e.a.- 1. devoted, accustomed, prone, attached, habituated, disposed, indined, abandoned. addiction, is. ipti1a, aşırı düşkünlük, tiryakilik.



adduee addietive, sf alıştırıcı, alışkanlık doğu­ ran, iptiHiya sebep olan. adding maehine, is. toplama makinesi, hesap makinesi. Addison's disease, is. pato!. Addison hastalığı : böbrek üstü bezlerinin normal çalışma­ ması sonucu kansızlık, dermansızlık, tansiyon düşüklüğü ve cildin esmerleşmesi şeklinde beliren hastalık. additament, is. ek, ilave, eklenen/ilave edilen şey. additamentary, sf toplamsaL. addition, is. ı. toplama (işlemi), 2. ek(leme), ilav~ (etme), kat(ıl)ma. - to a law: ek yasa, 3. toplanan/eklenen şey, artma, zam. an - to his salary : maaşına zam, 4. ABD binaya eklenen oda/kanat vb, 5. kim. birleşme : iki veya daha fazla elemanın birleşerek başka bir mad'Qe oluşturması, 6. huk. lakap, unvan, 7. in - to : üstelik, bundan başka, buna ilaveten, ayrıca. He rides well, in - to being a marksman: İyi bir nişancıdır, üstelik iyi de ata biner. additional, sf ek+, ilave, tamamlayıcı, mütemmim, fazla. - information : fazla/tamamlayıcı bilgi. -ly : üstelik, ilaveten, ilave/fazla olarak. addition polymer, is. kim. ek çoğuz : iki veya daha fazla tekizin su veya başka yan ürün vermeden birleşmesiyle oluşan çoğuz. additive, sf ı. katma, katım. an -process : katma süreci, 2. mat. toplam. - funetion : toplam işlev. - group: toplam öbek. - uniformity : toplam düzgünlük, 3. katkı, katık, eklenen/ katılan madde. an - in foodstuffs to retard spoilage : gıdaların bozulmasın] geciktiren katkı. an - to thin the paint : boyayı cıvıklaştıran katkı, 4. -ly : katma/ekleme suretiyle, katarak, ekleyerek. additory, sf ek, ilave, eklenen, toplanan. addle, f -dled, -dling 1. boz(ul)mak, çürü(t)mek, (yumurta) cılkçık(art)mak, 2. şaş(ırt)­ mak, serseme/şaşkına dön(dür)mek. it is enough to - one's brain : İnsanın başını sersemletmeye yetişir. addlebrained = addleheaded = addlepated = addlewitted, sf aptal, budala, sersem, salak, şaşkın. e.a.- foolish, silly, confused, mixed up.



address, is&glf -dressed/-drest, -dressing ı. söylev, nutuk, hitabe. The President's to the nation. 2. adres. What is your -? 3. konuşma/hitap tarzı/tavn/edası. a man of pleasing - : hoşsohbet bir adam, 4. maharet. to handIe amatter with - : bir işi maharetle çevirmek, 5. adres : bilgisayarda bir bilginin bulunduğu yeri ve bu yere nasıl erişileceğini tanımlayan veri, 6. yetersizliği nedeniyle bir yargıcın görevden alınması hakkında yasa organının İcra organına talebi, 7. -es: kur yapma, bir aşığın sevgilisine söylediği güzel sözler vb. to pay one's -es to a lady : bir hanıma kur yapmak, 8. (yazılı) resmi bir tebriklteşekkür/hürmet mesajı veya dilekçe. an - of thanks : teşekkür mesajı, 9. İngiliz parlamentosunda kralın nutkuna cevap, 10. esk. hazırlık, 11. hitap etmek. to - oneself to s.o. : birisine hitap etmek. He -ed himself to the judge : Yargıca hitap etti. 12. nutuk söylemek, hitabede bulunmak. He is to - the meeting : Toplantıda nutuk söyleyecek. 13. ihtar etmek, dikkatine sunmak. to - a warning to s.o. : birisine ihtarda bulunmak, 14. adres yazmak. to - aletter: mektuba adres yazmak, 15. tic. tevdilemanet etmek. The ship was -ed to a merehant in Baltimore : Gemi Baltimor'da bir tüccara emanet edilmişti. 16. - to : (enerji ve kuvvetini) yöneltmek, vakfetmek, hasretmek. He -ed himself to the task : Kendini işine vakfetti. Let us now - ourselves to the business in hand : Şimdi bütün enerjimizi elimizdeki işe yöneltelim. 17. kur yapmak, ilanıaşk etmek, 18. - the balı : (golf) topa ni·· şan almak, 19. esk. yön vermek, nişan almak, 20. esk. hazırlamak, 21. mektup/dilekçe sunmak, başvurmak. e.a. - 1. speech, discourse, lecture, 4. skill, tact, ability, ingenuity, adroitness, cleverness, 7. courtship, 10. preparation, 17. woo. court, 19. aim. addressee, is. (mektup, paket vb ni) alıcı. addresser = addressor, is. hitap eden, yazan (kimse). Addressograph ,is. adres yazıcı : zarflara adresleri otomatik olarak ve sür'atle yazan makine. adduee, glf -dueed, -dueing ı. delil gös·· termeklileri sürmek, örnekimisal göstermek. to reasons in support of one 's case. 2. -able = ad= dueible : delilolarak gösterilebilir, 3. adducer : delil gösteren. e.a.- 1. advance, allege, assign, eite, quote, bring forward, urge, name, mention. 37



adduct adduct, gl.f fizy, 1. kas(ıl)mak, yaklaş­ vücut eksenine doğru çek(il)mek/ hareket et(tir)mek, 2. -ion : kas(ıl)ma, yaklaş­ (tır)ma, 3. -ive : kas(ıl)an, yaklaş(tır)an, yaklaştırıcı, 4. -or: yaklaştırıcı kas. k.a.- 1. ab(tır)mak,



duct.



-ade, son ek 1. "-ma/-me" : iş, eylem bildirir: blockade : kuşatma, abluka etme. escapade, fusillade, vb. 2. sonuç veya ürün bildirir: arcade, pomade. 3. meyve adlarının sonuna gelerek o meyveden yapılmış içecek/şurup anlamı verir : lemonade : limonata, 4. topluluk adı yapar : decade : on yıl. -adelphous, sf bot. salkımercikli (bitki). ademption, is. huk. (ölüm anında vasiyet yapana ait olmadığı için) mirasın iptali, bağış! hibe vb. nin geri alınması. aden-/adeni-/adeno-, ön ek "beze, gudde". ör.: ade-nocarcinoma. adenia, is. beze/gudde şişmesi. adeniform, is. beze/gudde biçiminde. adenine, is. kim. adenin, C5H5N5 : çaydan çıkarılan veya ürik asitten sentez yolu ile elde edilen beyaz, ince kristalli bir alkaloid. Hekimlikte kullanılır. adenitis, is. patol. beze yangısı, gudde iltihabı.



adenocarcinoma, is., ç. -mas/-mata patol. ı. beze uru : salgı bezelerinde oluşan kötücm bir ur, 2. beze biçiminde kötücm ur, 3. -tous: beze uru+. adenoid(al), sf 1. beze/gudde biçiminde, 2. lenf dokusu gibi. adenoi genetic gibi. etio- = aetio, ön ek "neden, sebep". ör.: etiology. etiolate, gl.f -lated, -lating 1. (bir bitkiyi ışıksız bırakarak) soldurıuak, ağar(t)mak, rengini gidermek. to - celery. 2. zayıflatmak, güçsüz/ takatsiz bırakm~ılc., 3. hasta etmek, benzini soldurmak/sarartmak, 4. etiolation : sarartma, soldurma, ağartma, zayıflatma. e.a.- 1. bleach, 2. weaken. etiology = aetiology, is., ç. - gies ı. pato!. neden bilimi : hastalıkların nedenlerini inceleyen bilim, 2. neden, sebep, köken, menşe. - of malaria. - of an old custom. 3. etiologic(al) : (a) neden bilimsel, (b) nedensel, neden/sebep bulan, sebebini arayıp bulmaya yönelik, 4. etiologically : neden bilimi yönünden, nedenini bulmaya yönelik olarak, 5. etiologist : neden bilimi uzmanı. e.a.- 2. cause, origin.



1174



1. görgü, görgü kuralları, bilgisi. not stand on - : teklifsiz olmak, 2. törenlerde, resmi işlemlerde uygulanan kurallar. court -. 3. topluluk töresi : bir meslek mensuplarının uymak zorunda olduğu kurallar. medical-o e.a.-I. decorum, propriety, manners, politeness, courtesy, gentility. k.a.- impropriety, indecorum, impoliteness, rudeness, vulgarity, boorishness. etna, is. (ispirto ateşinde) su ısıtma kabı. etoile, is., ç. -etoiles Fr. ı. yıldız, 2. baş­ balerin. e.a.~ 1. star, 2. prima ballerina. Eton, is. ı. İngiltere'de bir şehir, 2. - collar: (sert, geniş) yaka, 3. - jacket : (önü açık, bele kadar gelen) kısa ceket, 4. -ian: Eton Koleji öğrencisi. Etruscan = Etrurian, sf &is. Etrüsk+, Etrüsklü. et seq., ç. et sqq. (= et sequens) Uit. ve (bundan) sonrakieler), ve başkası/başkaları. -ette, son ek ı. "-cık/-cik" küçültme eki. kitchenette : mutfakçık, küçük mutfak, 2. " ... gibi, -e benzer, -imsi, ...taklidi, sun'i. .. ". leatherette : deri taklidi, sun'! deri, 3. dişil adlara ve mizahi ve şaka yollu kullanılan adlara eklenir : us1ıerette, farmerette, coquette, 4. grup adlarına eklenir : oetette. et tu, Brute, Lat. Sen de mi, Brütüs! etude, is., ç. -etudes müz. Fr. alıştırma, temrin, etüt: ögrenciler için yazılmış müzik par-



etiquette, is.



adabımuaşeret, davranış



çası.



etui, is., ç. - etuis ufak kap : iğne, tuvalet vb, konulan küçük süslü kap. ETV = Educational television. etymological,;.,f 1. köken bilime ait, 2. -ally : köken bilimle, köken bilimi açısından. etymologise, Brit. bk.: etymologize. etymologize, f -gized, -gizing 1. (bir kelimenin) kökenini/aslını/tarihini araştırmak, 2. köken bilimi öğrenmek, kelime kökenlerini incelemek, 3. kelimelerin kökünü vermek/tahmin etmek. etymology, is., ç. --gies 1. köken bilimi, etimoloji, menşe bilgisi : bir dildeki biçimlerin ve gösterenlerin kaynağını, ne zaman ortaya çık­ tıklarını, nereden geldiklerini, hangi evrelerden geçtiklerini araştıran dil bilimi dalı, 2. bir kelimenin kökü ve çağlar boyunca gelişmesi, 3. (kelime) türetme, türem(e), iştikak, 4. etymologist : köken bilimi uzmanı. eşyası



euglena etymon, is., ç. --mons, -ma köken: bir kelimenin kökü/aslı/bilinen en eski şekli. EtzeI, is. (Alman efsanelerinde) Attila, Hun Kralı. Eu, kim. bk.: europium. eu-, ön ek "iyi, hoş, latif, kolay, rahat", ör.: eulogy, euphony, eupnea, eupepsia. Euboea, is. Eğriboz (ada). Negropont, Evvovia d.d. eueaine = betaeaine, is. eez. yukain: Cl5H2lN02 : beyaz, katı kristaL. Hidroklorit şekli mevzü uyuşturmada kullanılır. eueaIyptie, sf sıtma ağacH, okaliptüs+. eueaIyptoI(e), is. kim. bk.: cineoIe. eueaIyptus, is., ç. --ti, -tuses bat. sıtma ağacı, okaliptüs (Euealyptus) : Mersingillerden Avustralya'da yetişen yaz kış yeşil, kerestesi makbul bir ağaç. eucaIypt, bIue gum d.d. eueharis, is. bat. beyaz zambak (Eueharis) : G Amerika'da yetişir, güzel kokulu iri beyaz çiçekler açar. Eucharist, is. 1. (Hristiyan kiliselerinde) Aşai Rabbani ayini, Komünyon, şarap ve ekmek ayini, 2. (bu ayın için takdis edilen) şarap ve ekmek, 3. -ie(al) : bu ayinle ilgili. e.a.- 1. (Holy) Communion euelıre, is. &glj -chred, -chring ı. yüker: iki, üç kişi ile oynanan bir iskambil oyunu, 2. yükerde koz diyen oyuncunun üç el kağıt alamayışı, 3. yüker oyununda yenmek, 4. - out k.d. hile ile yenmek, faka bastırmak. e.a.4. defeat, ounvit. euehromatin, is. ökromatin : kromozomun kalıtımsal özelliklerini taşıyan kısmı. euchromatie: ökromatik. euehromosome, is. bk.: autosome. euelase, is. öklez: HBeAISi05 : berilyum alüminyum silikat : prizmatik kristaller halinde bulunan yeşil mavi renkli nadir cevher. Euelid, is. ı. Öklit : Yunanlı 'geometri bilgini, 2. bk.: Euelidean geometry, 3. -'s postuIate : Öklit koyutu, 4. -'s postuIate of parallels: Öklit koşutluk koyutu, 5. -'s paralleI axiom : Öklit koşutluk beliti. Euelidean = Euelidian, sf ı. Öklit+ : Öklit koyutlarını kabul eden, Öklit koyutlarına dayanan, 2. - algorithm: Öklit uz işi, 3. - geo-



metry : Öklit uzam bilgisi, Öklit geometrisi Öklit koyutlarına, özellikle bir doğruya dışında­ ki bir noktadan yalnız bir koşut (paralel) çizilebilir koşutuna dayanan uzam bilimi, 4. - metrie : Öklit ölçevi, 5. - norm: Öklit düzgesi, 6. - ring: Öklit dolamı, 7. - space: Öklit uzayı, üç boyutlu uzay, 8. - sphere : Öklit toparı. eudemon = eudaemon, is. iyi ruh. eudemonia = eudaemonia, is. mutluluk, saadet. e.a.- hapiness. eudemonie = eudaemonie, sf ı. mutluluğa eriştiren, mutlu kılan, 2. mutçuluğa/mutçu­ lara ait. eudemonies = eudaenıonies, is. mutçuluk, mutluluk kuramı, saadet nazariyesi. eudemonism = eudaemonism, is. fel. mutçuluk : eylemleri, mutluluğa ulaştırabilme derecelerine göre değerlendiren felsefe kuramı. eudemonist =eudaemonist, is. mutçu. eudemonistie(aI) = eudaemonistie(aI), sf mutçuluk+. eudemonistieally = eudaemonistieally, is. mutçulukla. eudiometer, is. kim. gaz ölçer : gazlann analizinde kullanılan taksimatlı cam tüp. eudiometrie, sf kim. gaz ölçümseL. -any : gaz ölçerle. eugenia, is. bat. Hint kirazı/taflanı (Eugenia). eugenie(aI), sf 1. soy düzelten, nesli ıslah edici, soya çekim yolu ile insan ırkIllı zihnen/ bedenen düzeltmeyi amaçlayan. - breeding. 2. (kalıtımla geçen) iyi nitelikli, soylu, iyi soydan, 3. eugenicany : soy düzelterek, nesli ıslah suretiyle. bk.: dysgenice eugenicist = eugenist, is. soy gelişimci, soy gelişim uzmanı; soy gelişim yanlısı, ırkı ıs­ lah etme taraftarı. eugenies, is. ırk iyileştirmeciliği, soy gelişim bilgisi, öjenik : kalıtım yolu ile soyu (özellikle insan soyunu) geliştirmeye çalışan bilim dalı.



eugenol = eugenie acid, is. kim. eez. öcenol: CIOHl202 : parfümeride ve antiseptik olarak dişçilikte kullanılan güzel kokulu sıvı. eugIena, is. zoo!. al gözecik: durgun sularda yaşayan, gövdesi al benekli bir gözü andıran, kuyruklu, tek gözeli hayvancık. Biyoloji laboratuvarlarında kullanılır.



1175



euhemerise



euhemerise, f -ised, -ising Brit. bk.: euhemerize. euhemerism, is. ı. söylence bilimlerin (mitolojilerin) tarihı kişilerin iHihlaştırılmasın­ dan doğduğu kuramı, 2. söylencelerin aslında tarihı olay ve kişilere dayandığı yorumu, 3. euhemerist: söylencelerin tarihselliğini savunan, 4. euhemeristical : söylenceleri tarihı olaylara dayandıran, 5. euhemeristically : söylenceleri tarihı olaylara dayandırarak. euhemerize, f -ized, -izing söylenceleril efsaneleri tarihı olay ve kişilere dayandırmak veya dayanarak izah etmek. eulachon, is. zool. bk.: candleflsh. eulogia, is. ı. antidoron, holy bread d.d. kutsal ekmek : Doğu kiliselerinde akşam duası veya takdis ayini sonunda cemaate dağıtılan ekmek, 2. (Rum Ortodoks kilisesinde) takdis, hayır dua, şükran, lutuf, inayet. eulogise/eulogiser, Brit. bk.: eulogize/ eulogizer. eulogist, is. 1. öven, övgücü, methiyeci, methiye/kaside yazarı, 2. -ic(al) : öven, ÖVÜCÜ, methedici, övgülü, sitayişIi. a -ical speech. 3. -ically : överek, methederek. e.a.- 2. laudatory, praisingo eulogium, is., ç. -giums, -gia ı. övgü, övme, methetme, methiye, kaside, 2. kaside/övgü dili. e.a.- 1. eulogy. eulogize, gl.f -gized, -gizing ı. övmek, methetmek, göklere çıkarmak, sena etmek, sitayişle bahsetmek, 2. eulogizer : öven, metheden kimse. e.a.- 1. extol, laud, praise, panegyrize. eulogy, is., ç. --gies ı. övgü, kaside, methiye, mersiye : bir kimse (özellikle ölü) hakkında yazılan/söylen~n sitayişkar sözler. He pronounced a - upon the hero. 2. övme, methetıne. e.a.- encomium, panegyric, tribute, homage, acclamation, laudation, citation, plaudit. k.a.- calumny, tirade, defamation, slander, !ibel, aspersion. eunuch, is. ı. enek,hadım, enenmiş, 2. harem ağası, 3. iktidarsız, yeteneksiz kişi. intellectual/political -. euonymus, is. bot. iğ ağacı (Euonymus) : ılıman bölgelerde yetişir, küçük çiçekler açar, çekirdeklerinin üstü kırmızı bir kabukla kaplı­ dır. evonymus, spindle tree d.d.



1176



eupatorium, is. bot. koyun otu (Eupatorium) : Amerika'da yetişen papatyaya benzer, beyaz mor salkım çiçekler açan funda. eupatrid, is., ç. -patridae, -patrids (eski Yunanistan'da) soylu, soydan aristokrat, asil kişi. eupepsia = eupepsy, is. iyi sindirim! hazım, sindirim sisteminin iyi çalışması. eupeptic, sf ı. iyi sindiren/hazmeden, sindirim sistemi iyi çalışan, 2. şen, iyimser. 3. -ally : iyimserlikle. e.a.- 2. cheeiful, optimistic. euphemise(r), Brit. bk.: euphemize(r). euphemism, is. ı. örtmece, kibar söz, edebikelam : kaba/ağır/haşin/şiddetli söz yerine geçerek aynı anlama gelen kibar söz. Örneğin die (ölmek) yerine geçen pass away (ebediyete intikal etmek, ebem uykusuna yatmak) bir örtmecedir, 2. örtmece kullanma. k.a.- dysphemism. euphemist, is. ı. örtmececi, örtmece kullanan, 2. -ic(al) : örtmeceli, kibar, 3. -ically : örtmeceli olarak, kibarca. euphemize, gl.f. -mized, -mizing 1. ima etmek, örtülü olarak anlatmak, 2. örtmece/kibarsöz/edebikelam kullanmak, 3. euphemizer : ima eden, örtülü olarak anlatan, örtmece/kibar sözl edebikelam kullanan kimse. euphonic, sf ı. -al d.d. akışma], akıcı, ahenkli, ahenktar, kulağa hoş gelen, telaffuzu hoş, 2. -ally : akıcı/ahenkli bir şekilde, euphonious, sf ı. ahenkli, ahenktar, kulağa hoş gelen, tatlı, latif (ses), 2. -ly : ahenkli bir şekilde, 3. -ness: ahenklilik. euphonise, gl.f -nised, -nising Brit. bk.: euphonize. euphonium, is. müz. tuba cinsinden nefesli bir çalgı. euphonize, gL! -nized, -nizing ahenkleş­ tirmek, sesi tatlılaştırmak, ahenklilakıcı hale getirmek. euphony, is., ç. -nies ı. hoşltatlı ses, ahenk, (seste) tatlılıkıletafet. The majestic - of Milton' s poetry. 2. S. bL. akışma, akıcılık, ses ahengi, kulağa hoş gelen/söylenmesi kolayolan seslerin birbirine eklenmesi. euphorbia, is. bot. sütleğen (Euphorbia) türünden çeşitli bitkiler. e.a.- spurge.



Europeanize euphorbiaceous, sf bot. sütleğengillerden, mensup. Spurges, cascarilla, castor oii, cassava are - plants. euphoria, is. psikol. keyif, refah/rahat hissi, (çok defa gerçeğe dayanmayan) kendini aşırı derecede iyi/zinde hissetme haJi. euphoric : keyifli. euphoriant, sf&is. keyifverici (ilaç). euphotic, sf ışıl su+ : güneş ışığının nüfuz ettiği ve bitki büyümesine ekverişli üst su tabakası(na ait). euphrasy, is., ç. -sies bot. bk.: eyebright. Euphratean, sf Fırat+, Fırat nehrine ait. Euphrates, is. Fırat (nehri). euphuism, is. gr. dolambaçlı deyim, yapmacık, sun'llik, yazıda aşırı süslü/tumturaklı üsllip (1600 yıllarında İngiltere'de moda idi.) euphuist, is. yapmacık/tumturaklı yazı yazan. -ic(al) : yapmacık, sun'i, tumturaklı. -icaııy : yapmacık!tumturaklı bir şekilde. euplastic, sf fizy. organik dokuya dönüşe­ bilir. eupnea = eupnoea, is. patol. rahat/normal solunuwJnefes alma. eupneie = eupnoeie : rahat/normal soluyanınefes alan. eupotamic, sf tatlı su+, tatlı suda yaşayan (bitki/hayvan). Euromeriean = Euro-American, sf Avrupa-Amerika. - culture : Avrupa-Amerika kültürü. Eurasia, is. Avrasya, Avrupa ve Asya. Eurasian, sf&is. 1. Avrasya+, 2. Avrupa ve Asya'da doğan/gelişen/oluşan vb., 3. Avrasyalı : Avrupalı ile Asyalınm evlenmesinden dosütleğengillere



ğan.



Euratom (= European Atomic Energy Community), is. Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu : Fransa, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İtalya ve B Almanya arasında nükleer kaynaklarının geliştirilip pazarlanması gayt(siyle 1957'de kurulan örgüt. eureka, ünl. ı. Buldum! Bir şey keşfedi­ lince söylenir. İlk önce Arşimet meşhur yasası­ nı bulduğu zaman söylemişti. 2. Kaliforniya'nın simge sözü. eurhythmic(al) = eurythmic, sf. ı. hoş ahenkli, ahenkle düzenlenmiş, 2. ritmik dans sanatma ait.



eurhythmies =eurythmies, is. ritmik dans: ahenk ve ritmini vücut hareketleriyle



müziğin



ifade sanatı. eurhythmy = eurythmy, is. ı. ahenklif uyumlu/düzünlü /ritmik hareket, ritmik düzenı tenasüp, 2. mirn. çizgilerdeforanlarda ahenk ve zarafet, 3. (dans eğitiminde) söylenen sözlere uydurulan ritmik beden hareketleri. euripus, is., ç. -pi (su akıntısı kuvvetli) boğaz.



Euro-, ön ek ı. "Avrupa", özellikle "Batı Avrupa" anlamı katar: Europort: Batı Avrupa limanı, 2. Avrupa'da çıkarılan ve çıkaran memleketin parasıyla değerlendirilen. Eurobond : Avrupa'da satılan Amerikan borç belgiti. Euroeard : Avrupa ülkelerinde geçen kredi kartı. Eurocheque : Avrupa ülkelerinde geçerli çek. Euroeraey : Avrupa idari/mali kurumlarının yönetimi. Euroerat : Ortak Pazar yönetmeni. Euroeurreney : Avrupa ülkeleri parası. Eurodoııar : Avrupa bankalarında bulunan dolar. Euroelydon = Euraquilo = Euroaquilo, is. poyraz, kuvvetli kuzeydoğu rüzgarı. Euroeommunism, is. Avrupa komünizmi : İspanya, Fransa, İtalya gibi batı Avrupa ülkelerinde çıkan ve Rusya'daki Komünist Partisi ile ilgisi olmadığı iddia edilen komünizm. euroky = euryoky, is. çevresel uyum: bir canlının değişik çevre koşulları altında yaşaya­ bilmesi. eurokous = euryokous : çevre uyumlu. k.a.- stenoky. Euromarket = Euromart = Common Market, is. Ortak Pazar. Europe, is. Avrupa. European, sf &is. 1. Avrupalı, Avrupai, Avrupa'ya mahsus, 2. - Atomic Energy Community bk.: Euratom. - Eeonomic Cornmunity bk.: Euromarket, 3. - plan ABD (otelde) yemeksiz oda ücreti. Europeanise!Europeanisation, Brit. bk.: Europeanize!Europeanization. Europeanisrn, is. ı. A vrupaeılık, 2. Avrupa'ya mahsus fikirler, yöntemler, adetler vb., 3. Avrupa birliği taraftarlığı. Europeanization, is. A vrupahlaştırma. Europeanize, gl.f -ized, -izing Avrupalı­ laştırmak.



1177



European Reeovery Program European Reeovery Program = Marshall Plan, is. Marşal Planı : II. Dünya Savaşın­ dan sonra Avrupa ülkelerinin ekonomik kalkın­ ması için ABD Dışişleri Bakanı G.C.Marshall tarafından 1948'de konulan plan. europium, is. kim. öropyum : renkli televizyonda kırmızı renk maddesi olarak kullanılan az bulunur bir toprak metal. Simgesi: Eu, atom ağ. 151.96, atom nu. 63, özgül ağ. 5.23, ergime noktası 822°C. Europoeentric, sf A vrupa'yılAvrupalıları merkez alan, bunlar etrafında geliştirilen, Avrupa'yalAvrupalılara önem/ağırlık veren. Europoeentrism :Avrupa'yalAvrupalılara önem/ağırlık verme. Eurovision, is. Avrupa televizyon şebekesi. Eurus, is. (Yunan) Doğu Güneydoğu rüzgarı tanrısı.



eury-, ön ek "geniş". ör.: eurythermal. eurybath, is. biy. her derinlikte yaşayabi­ len canlı. -İc : her derinlikte yaşayabilen. -ic gastropods. euryhaline, sf biy. tuzluluk derecesi geniş ölçüde değişik sularda yaşayabilen. k.a.- stenohaline. euryhygric, sf biy. büyük nem değişmelerine dayanabilen. k.a.- stenohygric. euryphagous, sf biy. geniş besin türlü : her çeşit besinle beslenebHen. k.a.- stenophagous. eurypterid, is. öripterid : örümcekgillerden Paleozoik çağda yaşamış büyük deniz yengeci. eurytherm, is. biy. ı. her sıcaklıkta yaşa­ yanlbüyük sıcaklık değişmelerine dayanıklı canlı varlık, 2. -al = -ic = -ous : her sıcaklıkta yaşayan. k.a.- 1. stenotherm. eurythmic(al), sf bk.: eurhythmic(al). eurythmics, is. bk.: eurhythmics. eurythmiy, is. bk.: eurhythmy. eurytopic, sf biy. (çevre şartlarındaki büyük değişikliklere) dayanıklı. -ity: dayanıklı­ lık.



Eustaehian tube, is. anat. Östaki borusu : orta kulakla yutak arasındaki borulkanaL. eustaey, is., ç. -cies jeo!. (bütün dünyada) deniz düzeyinin değişmesi (genellikle buzulların) ilerlemesi veya geri çekilmesinden ileri gelir.



1178



eustatie, sf deniz düzeyi değişmesi ile ilgili. -ally : deniz düzeyi değişmesi ile ilgili olarak. eutaxy, is. düzgünlük, intizam. euteetic, sf &is. fiz. kim. ı. birerim, 2. birerimsel madde : ergime noktası bileşenlerinin­ kinden düşük olan alaşım/eriyik, 3. - point : birerim noktası, katı karışımların birlikte sıvılaş­ tıkları en düşük ergime sıcaklığı, 4. - mixture : birerim karışımı, ergime noktası en düşük olan karışım.



euteetoid, sf &is.



ı.



birerimsel, 2. birerim



alaşımı/kanşımı.



euthanasia, is. 1. acısız/ıstırapsız/rahat ölüm, 2. merey killing d.d. umutsuz durumda olan hastaların ırstıraplarını dindirmek için acı çektirmeden hayatlarına son verme, 3. euthanasic: rahat öıüm+. euthenics, is. çevresel gelişim bilgisi : çevre koşullarını düzelterek insanın zihinsel ve bedensel niteliklerini geliştirme yollarını arayan bilim. eutherian, sf &is. zool. eteneli memelileri içine alan Eutheria grubuna mensup (hayvan). euthyroid, sf normal tiroitli, tiroidi normal çalışan.



euxenite, is. öksenit : itriyum, kolombiyum, titan ve uranyum vb. içeren siyah~ kahverengi cevher. Euxine Sea, is. bk.: Black Sea. EV =ev = electron~volt. evaenate, f -ated., -ating ı. boşaltmak. to - the bowels. 2. tahliye etmek, bir yerdeki insanlarıleşyayı başka yere taşımak (tehlike vb. halinde). The village was -d because of flood. 3. As. (a) (yaralı askerleri, halkı, askeri birlikler vb.) başka yere nakletmek. to - all foreign residents from the war zone. (b) çekilmek, tahliye etmek, işgal edilmiş bir yerden çıkıp gitmek, 4. fizy. ifraz etmek, (bedenden) çıkaıtmak, 5. yoksun bırakmak, mahrum etmek, 6. (felaket yüzünden) bir yerden ayrılmak, terk edip gitmek, 7. bağırsakları boşaltmak, (kaba) sıç­ mak, dışkı boşaltmak, büyük abdest yapmak. e.a.8. evaeuator : boşaltan, tahliye eden. 1. vacate, 2. remove, 3. (a) remove, (b) withdraw, 4. discharge, eject, 5 . deprive, 6. leave, 7. defecate, void.



evangelize evacuation, is. 1. boşaltma, tahliye etme, 2. boşalma, tahliye edilme, 3. fizy. ifraz etme, vücuttan dışarı çıkarma, 4. ifrazat, dışkı,vücut­ tan çıkan şey, 5. As. çekilme, askeri birliklerin/ yerli ahalinin bir yerden çıkıp gitmesi, 6. evacuvatiye : boşaltıcı, boşaltma+. evacuee, is. (tehlike/felaket bölgesinden) tahliye edilen/uzaklaştırılan kimse. evade, f evaded, evading 1. kaçmak, kaçıp kurtulmak, paçayı kurtarmak, (zeka veya hile ile) tehlikeyi atlatmak. to ~ one's pursuers. to ~ enemy. The lion ~d the hunters. 2. kaçınmak, kaçamak yolu aramak. to - the law. to - paying your taxes. 3. yan çizmek, sıyrılmak, yakayı sı­ yırmak. to ~ a duty. 4. (soruya) kaçamak cevap vermek, doğru cevap vermekten kaçınmakl imtina etmek, sözü döndürüp dolaştırmak, mec. bin dereden su getirmek. to - a question. 5. anımsayamamak, hatırlayamamak, hatırından çıkmak, hatırına/aklına gelmemek. The solution ~d him. 6. sakınmak, içtinap etmek, 7. evadable = evadible : kaçınılabilir, atlatılabilir, sakınılabilir, 8. evader: kaçınan, (işten/doğru cevap vermekten vb.) kaçan, kaçamak yapan, yan çizen, sakınan, 9. evadingIy : kaçınarak, sakına­ rak, atlatarak, yan çizerek. e.a.- 1. dodge, escape, baffle, 3. escape, 4. prevaricate, equivocate, quibble, 5. elude, escape. evaginate, gl.f -nated, -nating biy. 1. ters yüz etmek, tersCine) çevirmek, (boru şeklinde bir organın vb.) içini dışına çevirmek, 2. evagination : ters yüz etme, ters(ine) çevirme. e.a.1. evert, unsheathe. evaluate, gl.f -ated, -ating 1. değerlendir­ mek, değer/paha biçrnek, kıymet takdir etmek, değerini belirtmek. to ~ a property. to - an argument. to - a new antibiotic. 2. mat. hesaplamak, (bir işlevin) sayısal değerini bulmak, 3. evaluation: değerlendirme,değer biçme, takdir (etme), hesaplama, 4. evaluative : değerlen~irici, değeri­ ni belirtici, 5. evaluator : değerlendiren, değer biçen, takdir eden, hesaplayan. e.a.- 1. appraise, estimate. evanesce, gs.f -nesced, -nescing 1. (yavaş yavaş) gözden kaybolmak, yok olmak, zail olmak, sırra kadem basmak, 2. evanescence : gözden kaybolma, yok olma, zeval, sma kadem basma.



evanescent, sf 1. çabuk (gözden) kaybolan, zail olan, çabuk uçan, uçucu, gelip geçici, hafızadan silinen, süreksiz, fani, 2. dayanıksız, narin, hafif, ince, çabuk salan, 3. mat. esk. sonsuz küçük, cüz'i. 4. ~Iy : çabucak kaybolarak, uçucu/süreksiz bir şekilde. e.a.- 1. vanishing, fleeting, transient, 2. fragile, unsubstantial, 3. infinitesimal. evangel, is. 1. (İncil'in verdiği) mutlu haber, 2. b.h. İncil'in dört bölümünden biri, 3. doğ­ ru yolu gösterici (irşat edici) çok önemli öğreti/ doktrin, 4. müjde, muştu, mutlu/iyi haber, 5. bk.: evangelisı. e.a.- 1&2. gospel. evangelic(al), sf&is. 1. İncil'e özgü/ait, İncil'de bulunan, İncil'e uygun, 2. İnciI'i biricik iman kaynağı tanıyan doktrin (ile ilgili), bu doktrine mensup kimse, 3. muhafazakar Protestan, 4. aşırı ve saldırgan din gayreti ile yapılan, 5. bk.: evangelistic, 6. evangelicalism : İncil'e iman, İncil'i en ulvi iman kaynağı tanıma, manevi kurtuluşun İncil'e iman ile kabilolduğuna inanma, 7. evangelically : İncil'e uygun olarak, aşırı din gayreti ile. evangelise(r)/evangelisation, Brit. bk.: evangelize(r) / evangelization. eyangelism, is. 1. İncil'i yayma. İncil'in esaslarını telkine çalışma, 2. bk.: evangelicalism, 3. dini gayret, dini maksatla girişilen eylem. eyangelist, is. 1. İncil vaizi, İncil'i öğret­ meye/yaymaya çalışan kimse, 2. İncil'in dört bölümünü yazanlardan biri : Matthew, Mark, Luke, John, 3. halkı dini uyanışa davet eden vaiz, 5. b.h. (Morman kilisesinde) patrik, 6. bir dava uğrunda gayret ve heyecanla çalışan kimse. e.a.- 3. revivalist, 5. patriarch. evangelistic, sf 1. vaizlerle/İncil'i yaymaya çalışan kimselerle ilgili, 2. bk.: evangelical, 3. Hristiyanlığa çevirmeye/Hristiyanlaştırmaya/ Hristiyan1ığı yaymaya/günahkarları dine davete çalışan, 4. Hristiyanlığı yaymaya yarayan, bu maksatla düzenlenmiş, 5. (b.h.) İncil'i yazan dört kişiden her birine ait, 6. ~ally : İncil'i yaymaya/Hristiyanlaştırmaya çalışarak.



evangelize, f -lized, -lizing 1. İncil'i öğ­ retmek/yaymak, İncil üzerinde vaaz vermek, 2. Hristiyanlaştıımak, Hristiyan yapmak, 3. evangelization : İncil'i öğretme/yayma, Hristiyanaş­ tuma, 4. eyangelizer : İncil'i/Hristiyanlığı yayan kimse.



1179



evanish evanish, gs.f şiir 1. gözden kaybolmak, kadem basmak, 2. yok olmak, zeval bulmak. e.a.- 1. vanish, disappear. evaporate, f -rated, -rating ı. buğulaş­ (tır)mak, buharlaş(tır)mak, buhar haline getirmek/gelmek. Boiling water -s rapidly. The sun -d the dew. 2. ( buhar/gaz olup) uçmak, uçup gitmek, 3. kaybolmak, yok olmak, zail olmak, (ümit vb.) kırılmak, sönmek. His goad resolutions -d soan after the new year's day. Her hopes -d. 4. suyu(nu) uç(ur)mak, nemini almak, kurutmak, koyulaştırmak. to - milk/fruit. Heat is used to - milk. 5. (gözden) kaybettirmek, yok etmek, ortadan kaldırmak, dağıtmak, 6. buğulanmak, buğu çıkarmak, 7. evaporative : buharlaş(tır)an, buğulanan, buğudan ileri gelen, 8. evaporator : buhar kazanılcihazı, tephir cihazı, buharlaştırı­ cı, uçurucu, soğutucu. e.a.- 1. vaporize, 3. disappear, vanish, fade, evanesce, 4. dehydrate, dry, 5. dissipate. evaporated mUk, is. yoğun süt : kısmen suyu uçurulmuş koyu/konsantre süt. evaporation) is. ı. buharlaş(tır)ma, buğu­ laş(tır)ma, buhar/buğu haline gelme/getirme, buhar olup uçma, buğulanma, 2. esk. buharlaşan sırra



sıvı miktarı.



evaporimeter = evaporometer, is. buğu­ e.a.- atmometer, evaporatian gauge. evasion, is. ı. kaçınma, içtinap. - of one's duty : görevden kaçınma. - of responsibilities : sorumluluktan kaçınma, 2. kaçamak yapma, (doğru cevap vermekten) kaçınma, atlatma, baş­ tan savrna. The prisoner's -s of the lawyer's questions convinced the jury of his guilt. 3. kaçamak, bahane, atlatmaca. The minister's speech was full of -s. 4. (vergi) kaçırma, hile yapma, (kurnazlıkla) aldatma. George is in prison for tax -. e.a.- 1. avaidance, 2&3. subterfuge, 4. escape, dodge. evasive, sf ı. (a) kaçamaklı, baştan savma. an - answer. (b) kaçmaya yarayan, 2. uçucu, müphem, belirsiz, muğlak, anlaşılması zor. an - statement. 3. take - aetion k.d. kaçmaya! firara çalışmak/yeltenmek, (savaşta gemi/uçak vb.) kaçmak, (düşmanın yolundan) uzaklaşmak, zikzak yaparak ateşten kaçınmak, 4. -Iy : kaçamaklı bir şekilde, kaçınarak, kaçınırcasına, 5. -ness: kaçarnaklılık, kaçınma, yan çizme; belirsizlik, müphemlik; uçuculuk, süreksizlik. ölçer.



1180



eve, is. ı. arife, bir gün önceesi), arife gecesi. Christmas -. New Year's - : Yılbaşı gecesi. the - of eleetion: seçim arifesi, 2. (önemli bir olaydan) (bir)az önce, hemen önce. on - of our examination. Everything was quiet on the - of the battle. 3. şiir akşam. e.a.- 3. evening. Eve, is. Havva. daughter of - : (herhangi bir) kadın, Havva'nın kızı, mütecessis kadın. eveetion, is. astr. (Güneş çekiminden dolayı Ay'ın hareketindeki) düzensizlik, Ay tedirginliği. -al: Ay tedirginliği+. evenı, sf 1. düz, dümdüz, düzgün, arıza­ sız, pürüzsüz. an - surface. - country has no hills. 2. aynı seviyede, bir düzeyde, paralel, muvazi, .. .ile bir (hizada!seviyede). The snow was - with the window. Cut the bushes - with the fence. of - date : (a) aynı tarihli, (b) bugünkü tarihle, 3. düzenli, düzgün, muntazam, kararlı, üniform. a - motion. - paee : düzgün adım. an coat of paint. 4. tekdüze, yeknesak. an - color. 5. eşit, müsavi, başa baş, birbirine denk, birbirinin aynı. - quantities of tıvo substances. They divided money into - shares. The chances of succe ss or fa ilure are -. The teams are -. to be - : eşit olmak, berabere kalmak, başa baş gelmek/ kalmak. to be - with sth : (a) başa baş/eşit kalmak, (b) öcünü almak, hakkından gelmek. I'll be - with him yet : Ben ona gösteririmlonun canına okurum. - bet : eşit para sürerek girişilen bahis, 6. çift: iki ile bölünebilen, ikinin katı. 4 is an - number. odd or - : tek mi çift mi (oyun). 7. çift (sayılı/numaralı). The - pages of abook. The - houses on a street. 8. tam, ne eksik ne fazla, tamamı tamamına. to walk an - mile. 12 apples make an - dozen. - dollars = - money : yuvarlak (küsuratsız) hesap, 9. denk, dengeli, eşit. Check to see if the scales are -. 10. başa baş : ne alacaklı ne borçlu. When he had paid all of his debts, he was -. 11. sakin, temkinli, soğuk­ kanlı, değişmez, sabit, kararlı. --tempered : sakin tabiatli, soğukkanlı. - minded : temkinli, kendine hakim. a person with an - temper is seldam excited. an - temperature : sabit sıcaklık, 12. tarafsız, bitaraf, insaf1ı, hakka/adalete uygun. an - bargain. - handed justice : tarafsız adalet.



evening



e.a.- 1. level, fiat, smooth, 2. parallel, 3. regular, steady, 8. exact, 9. equal, 10. square, ll. calm, placid, tranquil, peaceful, 12. inıparti­ al, fair, equitable. even2, zf. ı. dümdüz, düzgünJmuntazam bir şekilde. The road ran - over the hills. keep things running - : işleri muntazam bir şekilde yürütmek. make - : düzeltmek, dümdüz yapmak, bir hizaya getirmek, tam satırı doldurmak için kelime aralarım açmak, 2. hatta, '" bile, dahi, ... de/da. - the least noise disturbs her: En ufak gürültü bile onu rahatsız eder. He works dayand night, - in the holidays. i have - forgotten his name : Adını bile unuttum. - better : daha da iyi. without - saying goodbye. 3. -ceye kadar, sonuna kadar. faithful - to death : ölünceye kadar sadık, 4. rağmen, olsa da, olsa bile. with that handicap, he managed to wİn : Bu engele rağmen kazanmayı başardı. 5. esk. aynen, tamamen, tamamıyla, tamı tamına, tıpkısı tıpkısına. it was - so : Aynen öyle idi. 6. esk. ya da, veya. it was he, - his brother : Ya o, ya da kardeşi idi. 7. - as : (a) daha/henüz .. .iken, tam o anda/sıra(da)/zamanda, tam bu/o esnada. She left - as you came : Tam siz geldiğiniz zaman o çıkmıştı. (b) tıpkı, aynen, tam. Do - as i do : Tıpkı benim gibi yap. - as he had wished : Tam istediği gibi. 8. - if : hatta, ... bile, ... olsa da. - if he came himself, i would not do it : O bizzat gelse bile bu işi yapmam. 9. - now = then : şimdi bile, o zaman bile, yine de, buna rağmen. 1 have explained everything, but - now (then) she doesn't (didn't) understand. 10. - so: buna rağmen, hatta, yine de, öyle olsa da. Yes, but - so : Evet, fakat yine de ... The fire was out, but - so the smell of smoke· was strong : Yangın sönmüş olmasına rağmen keskin bir duman kokusu vardı. 11. - though : her ne kadar. .. da, olsa bile, ... rağmen, ... de, ... bile. though you don't like wine, try a glass of this: Her ne kadar şaraptan hoşlanmıyorsan da, bundan bir kadeh iç. 12. break - : başa baş getirmek, karı zararına eşit olmak, ancak masrafı-



m karşılamak, 13. get - with bk.: getI (47), 14. if - : keşki, bari. if - i could see her: Bari e.a.- 1. evenly, 2. still, yet, onu görebilsem. indeed, 3. all the way, as far as, fully, quite, 4. nevetheless, notwithstanding, 5. just, exactly, precisely, 6. none other than, 7. just, exactly, precisely, at the very same time, 8. although, notwithstanding, in spite of the fact that, ll. although. even 3, f. evened, evening ı. düzleştir­ mek, düzgünleştirmek, düzeltmek, düzgün yapmak, tesviye etmek, 2. eşitliği sağlamak, berabere kalmak, 3. - out: eşitleştirmek, eşit şekilde/ düzgünce yaymak, 4. - up : dengelemek, başa­ baş getirmek, denkleştirmek, tevzin etmek, denge/muvazene sağlamak. - up accounts : hesabı denkleştirrnek. That will - things up : Bu dene.a.- 1. legeyi (hesap dengesini) sağlayacak. vel, smooth, 4. balance. even4, is. esk. akşam, arife, (bir gün) önce. e.a.- evening, eve. evener, is. ı. düzleştiren düzelten, tesviye eden, 2. dengeleyen, denkleştiren, denge sağla­ yan. evenfall, is. akşam (başlangıcı). even-handed, sf. 1. tarafsız, bitaraf, adil, hakgüder, 2. -Iy : tarafsızlıkla, adilane, 3. -ness: tarafsızlık. e.a.- 1. impartiaI, equitable. evening, is.&sf. ı. akşam: güneşin batmasından uyku zamanına kadar geçen zaman. in the - : akşam(leyin). 7 o'clock in the - : akşa­ mm saat Tsinde. to get out in the - : akşam gezmeye gitmek. Good - : Tünaydın, akşamlar hayrolsun. --class = --school : gece okulu. -dress/-wear: (kadın) tuvalet, giysi, (erkek) smokin. --gown : (kadın) gece elbisesi, tuvalet. this - : bu akşam. That - : O akşam. On the - of the next day: Ertesi günün akşamıenda). - paper: akşam gazetesi. - star : akşam/çoban yıl­ dızı, 2. (Güney ve Orta ABDIde) öğleden güneşin batmasına kadar geçen zaman, 3. ömrün son yılları, bir şeyin sona ermekte olduğu devre. the - of life. 4. gece eğlencesi, suare. --party : e.a.suare, 5. - prayer bk.: evensong. 1. eventide, dusk, twilight.



1181



evening primrose evening primrose, is. bot. gece safası (Oenothera biennis). e.a.- primrose. evenings, if akşamları, her akşam. He worked days and played ~. evenly, if ı. eşit olarak, tarafsızca, müsavaten, 2. düzgünce, düzgün bir şekilde, muntazaman. evenminded, sf temkinli, soğukkanlı, kendine hakim. e.a.- equitable. evenness, is. ı. eşitlik, denklik, 2. tarafsız­ lık, 3. düzgünlük. even permutation, is. mat. ikil devşirim. evensong, is. 1. Evening Prayer d.d. (Anglikan kilisesinde) akşam duası, 2. vespers d.d. (Katolik kilisesinde) akşam ibadeti, 3. esk. bk.: evening. event, is. ı. olay, vak'a, (önemli) hadise. The chief ~s of 1986 : 1986 yılınm başlıca olayları. current ~s : günün olayları, 2. sonuç, netice, akibet, son. We made careful plans and awaited the ~. 3. oluş, hal, durum, 4. sp. yarış­ ma, oyun, karşılaşma, 5. at aU ~s : (a) her halde, her ne olursa olsun, behemehal, (b) bütün buna rağmen, yine de. He had a terrible accident, but at all ~s he wasn 't killed. 6. in the ~ of : ... halinde, ...takdirde, .. .ise. In the ~ of rain the party will be held indoors. 7. in the ~ that: eğer, şayet, ... olduğu takdirde, ... olması halinde, .,. ise. In the ~ that the roads are ky, we will not come : YoHar buzlu olursa gelmeyiz. 8. in any - : (gelecekte) ne olursa olsun, her halükarda, her halde, mutlaka, behemehal. l' II probably see you tomorrow, but in any ~ rıı telephone. 9. in either ~ : her halde, her iki halde de, ister öyle ister böyle olsun, her ha1ükania. I don 't know whether I'm going by car or by tmin, but in either ~ l' II need money. 10. hı that ~ : o takdirde, o zaman. lt may rain,· in that ~ we won 't go. 11. in the - Brit. öyle oldu ki, fiiliyatta, tahmin hilatma, iş ciddlleşince. We were afraid he would be nervous on stage, but in the ~ he performed beautifully. 12. in the naturaV normal course of ~s : doğalolarak, normal ola-



1182



rak, işler yolunda giderse, bir aksilik olmazsa. In the normal course of the ~s, he would arrive by tomorrow night. 13. (quite) an - : olağanüstü/ beklenmedik bir durum/olay. Meeting you was quite an ~ in my life. e.a.- 1. happening, case, circumstance, episode, occurence, incident, 2. outcome, issue, result, consequence, 4. contest, 5. in any case, 6. in the case of, in case, if there is, 7. supposing, 8. in any case, 9. whichever happens, 10. if that happens, 11. as it happened, as it turns out. even-tempered, sf temkinli, soğukkanlı, sakin, vakur. He is one of the most ~ individuals I know. eventful, sf 1. olaylı, olaylarla/hadiselerle dolu, maceralı. Our day at the fall fair was highly ~. 2. önemli, sayılı, önemli sonuç doğu­ ran. April 23rd, 1920 was an ~ day for Turkey. 3. ~ly : olaylarla dolu olarak, önemli/maceralı bir şekilde, 4. -nesş : olaylarla dolu/maceralı ol· ma. eventide, is. şiir bk.: evening. eventless, sf 1. olaysız, hadisesiz, vak'asız, sakin. an - day. 2. -ly : olaysız/hadisesiz/ sakin bir şekilde, 3. -ness : olaysızlık, hadisesizlik, sakinlik. even-toed, sf çift (sayıda) parmaklı. eventual, sf ı. sonunda, sonuç/netice olarak (vaki olan), nihai, en sonraeki), en sonunda, akıbet. His mistakes led him to his ~ dismissaL. His - success after several failures surprised us. 2. (eski) belirsiz koşullara) bağlı/mütevakkıf, muhtemel, melhuz. e.a.- 1. ultimate, 2. contingent, conditionaL. eventuality, is., ç. -ties ı. olasılık, ihtimal, muhtemelolay, olabilecek bir şey, beklenilen olay/sonuç. We hope for rain but are ready for the - of drought : Yağmur yağacağını umuyoruz, fakat kuraklık ihtimaline karşı da hazır­ lıklıyız. 2. netice, işin sonu. e.a.- 1. possibility. eventually, if ergeç, eninde sonunda, (en) sonunda, akıbet, nihayet, günün birinde, ileride. - we all must die. He worked so hard that - he e.a.- finally, ultimafely, at made himse(f ill. last. in the end.



ever eventuate, gs.f -ated, -ating ı. - in : sonuçlanmak, neticelenmek, sonucunu doğurmak, sebep olmak, yol açmak. A rapid rise inprices soon -d in mass unemployment: Hızlı fiyat artışları geniş ölçüde işsizliğe yol açtı. 2. meydana gelmek/çıkmak, vuku bulmak, 3. eventuation : sonuçlanma, sebep olma, vuku bulma. e.a.1. result, happenfinally, 2. come about, take place, befall, come out (in the end). ever, zf. 1. (a) hiç (bir zaman), asla, her~ hangi bir zamanda/vakitte. Have you - seen anything like it? Hiç böyle şey gördün mü? Nothing -makes him angry : Hiçbir şeye kız­ maz. (b) şimdiye kadar, ömründe. The best IDeal i have ever eaten : Şimdiye kadar yediğim yemeklerin en iyisi. As coId a winter as - you saw : Şimdiye kadar görülmemiş derecede so~ ğuk bir kış. 2. biteviye, durmadan, vira, habire, hep, bir düzüye, arasız, mütemadiyen, sürekli olarak. The ever..increasing population: Mütemadiyen artan nüfus. He has been sick - since then : O günden sonra hep hasta yattı. 3. daima, her zaman. She is ... courteous : Daima naziktir. - living : ölmez, ebern. - changing : daima değişen. - present : sabit, değişmez. Achievement has come to be - more important to the scientist. 4. hatta, daha, henüz. before - he came in : daha o gelmeden önce, 5. how, what, when, where, who, why kelimelerini izlediği takdirde soru~ ya kuvvet, şiddet verir; hayret, şüphe, öfke, ümitsizlik vb. belirtir. Bu takdirde "nasılolur, nasıloldu da, Allah aşkına" vb. şeklinde tercü~ me edilebilir: How did you - manage to do it : Nasıloldu da bu işi becerdin? What - is the matter? Ne oldu Allah aşkına? What -are you doing? Ne halt ediyorsun? Why - not : Peki neden? How could you - treat him so? Ona nasıl böyle muamele yapabilirsin? 6. (mukayeselerde) (a) mümkün olduğu kadar, olasıya. i did it as fast as - i could : Elimden geldiği· kadar çabuk yaptım. He is as idle as - : Eskisi gibi hep tembeldir. (b) fevkalade, olağanüstü, görül~ memiş derecede. the coldest night - : fevkalacle soğuk bir gece. We are the best friends - : Biz fevkalacle iyi dostuz. the best mother - : annele-



rin en iyisi. the first - : eşsiz, birinci, hepsinden üstün. the finest - : en güzeli. - so pretty : her zaman öylesine güzel, 7. as - = than - : son derece, görülmemiş derecede, her zamankinden daha fazla. more beautiful than - : her zamankinden daha güzel. faster than - : son derece hızlı. Do it as quickly as - you can : Her zamankinden daha çabuk yap. 8. - after : sonuna kadar, ebediyen, ondan sonra, hep, artık. They lived happily - after : Sonuna kadar mutlu yaşadılar. (Masallarda "onlar ermiş muradına" anlamında söylenir.) 9. - and anon şiir zaman zaman, ara sıra" arada sırada, 10. - so =- such Brit.- kd. çok, pek, aşırı, ziyade. It's - so cold : Hava pek soğuk. Thank you - so much : Pek çok teşekkür ederim. She's ... such a nice gid : Son derece güzel bir kız. She is - so much pretHer than her sister: Kızkardeşindenkat kat güzeldir. i waited - so long : O kadar bekledim ki ... - so often : sık sık, pek sık, 11. for- : ebediyen, durmadan, fasılasız, biteviye, daima. He is for - changing his mind : Durmadan fikir değiştiriyor. for - and - : ilelebet, ebediyete kadar. Turkey for - : Yaşasın Türkiye! 12. if - (+ verb) : ... bile, şayet, eğer, kazara. We seldom if - go : Gitsek bile pek seyrek/nadiren gideriz. if - you see him : Eğer onu görecek olursanız. Now if - is the moment to act : Harekete geçmenin tam zamanıdır (Harekete geçmenin zamanı varsa işte şu andır). He's a Har if - there was one: Yalancının tekidir (= Eğer bir tek yalancı varsa odur). He İsa poet if - there was one: Dünyada tek şair varsa o da odur (Ben şair diye ona derimişairlik ona yakışır). seldom if = scarcely - : nadiren, belki de (hemen hemen) hiç. 13. never - : k.d. asla, kat' iyen. Inever smoke. 14. for - and aday: daima, ilelebet, 15. is it -! ABD- k.d. müthiş, muazzam, dehşet­ li, görülmemiş derecede, hem de nasıL. "lsn't it very cold today?""ls it -!" "Bugün çok soğuk, değil mi?""Hem de nasıl!" Is it ... big! Amma da büyük ha! 16. 'Vell, did you - ! Acayipl Çok tuhaf! Allah Allah! 17. Yours - = Ever yours : Daima senin (mektup sonunda imzadan önce yazılır). 18. - sİ nce : ... -den beri, -den sonra, o za-



1183



everbearing mandan beri, ... sürece. - since i was a boy : çoberi. - since i have lived here : burada oturduğum sürece. - since (then) they have been very careful : Bundan sonra çok dikkatli oldular. e.a.- 1. at any time, 3. always, 5. at all, by any chance, in any case, 10. very, 11. forever, 13. never, 14. always, forever. k.a.- 3&14. never. everbearing, sf. her dem verir : devamlı meyve veren (ağaç). everblooming, sf. her dem çiçekli : yıl boyunca devamlı çiçek açan. everglade, is. G. ABD bataklık. evergreen, sf. &is. 1. hep yeşil, her dem taze : yaprağını dökmeyen, daima yeşil kalan (ağaçlbitki). - leaves. - tree. 2. sönmeyen, ölmeyen, devamlı. an - hope. 3. -s : (süs için kullanı­ lan) hep yeşil dal ve sürgünleri. 4. - State : Washington (State)' in takma adı. everlasting, sf. &is. 1. ölümsüz, ölmez, ebedi', daimi', sonsuz. belief in an - God. He believes in - life/in life - after death. 2. sürekli, devamlı, dayanıklı. - tires. 3. sonu gelmez/gelmeyen, bitmez tükenmez, bitip tükenmeyen, fazla uzun süren. rm tired of your - quarrels. His complaints. 4. can sıkıcı, bıktırıcı, bezdirici, gı­ na getirici. His - puns! You and your - jokes! 5. ebediyet, sonsuzluk, ölümsüzlük. to love for - : ebediyen sevmek. from - : ezelden beri, 6. the Everlasting : Allah, Ebedi' Varlık, 7. - flower d.d. solmaz çiçek: kuruduğu zaman da rengini ve şeklini koruyan çiçek, 8. dayanıklı kumaş, 9. sonu gelmez: bir çeşit iskambil oyunu, 10. -Iy : ebediyen, daima, ilelebet, fazlasıyla, 11. -ness : sonsuzluk, ebediyet, ölümsüzlük. e.a.- 1. eternal, endless, interminable, 2. perpetual, 3. incessant, 4. wearisome, tedious, 5. eternity, 6. God, Eternal Being, 11. eternity, immortality. evermore, sf. 1. ebediyen, ilelebet, sonsuza dek, daima. He swore to love her (for) -. 2. bundan sonra, bundan böyle. e.a.- 1. always, forever, continually, 2. henceforth. eversible, sf. ters yüz edilebilir, ters döndürülebilir/çevrilebilir. cukluğumdan



1184



eversion, is. ters dön(dür)me, ters yüz etme/edilme, içini dışına çevirme. evert, gl.f. ı. tersine döndürmek, ters yüz etmek, içini dışına çevirmek, 2. alt üst etmek. e.a.- 2. overthrow, upset. evertor, is. anat. (bir organı) dışarı döndüren kas. every, sf. 1. her, herbirei). - day: her gün. - shop in town. We go there - weekend. - four days : dört günde bir. from - country : her ülkeden. at - moment : her an. i expect him - minute : Her an (dakika) gelebilir)/Neredeyse gelir/Ha geldi ha gelecek. - man for himself : Herkes başının çaresine baksın. from - side : her taraftan. of - age : her yaştan. He spends penny he earns : Kazancını son kuruşuna kadar harcar. 2. her türlü, pek çok, sayısız, sonsuz, yerden göğe kadar, sonuna kadar. You have - reason to complain : Şikayet etmekte yerden göğe kadar haklısın. We wish you - happiness : Sonsuz mutluluklar dileriz. There was - prospect of success. 3. - bit (as) k.d. her bakımdan, tamamıyla. - bit as good as : tıpkı. ..kadar iyi. This is - bit as good as she says it is. He is - bit as clever as his brother : Tıpkı kardeşi gibi zekidir. He is - bit as much of a liar as his brother : Yalancılıkta kardeşinden geri kalmaz. 4. - now and then = - once in a while = - so often = nowand again : ara sıra, arada bir, zaman zaman, 5. - other: ... aşırı, bir atlayarak, her ikinci. - other day: gün aşırı, iki günde bir. - other person: her iki kişiden biri. to write on - other line: satırları bir atlayarak yazmak, 6. - (single) one (of) (people/things) : istisnasız hepsi. Go to bed, - one of you! Hepiniz yatağa (marş marş)! 7. - time: her/ne zaman ...hep. John wins - time we play : Ne zaman oynasak hep John kazanır. 8. _. which way k.d. rastgele, gelişigüzel, lalettayin, düzensiz, her yön(d)e, her taraf(t)a, darmadağın. He packed his suitease which way. When the police arrived, the crowd started running - which way. Toys seattered about - which way. 9. in - way : her bakımdan. My new job is better in - way than my old one. e.a.- 1. each, 2. entire, complete, all pm/sible,



evidence 3. in every respect, completely, just as, 4. on occasion, from time to time, sometimes, 5. every second, every alternate, 6. all without exception, 7. whenever,8. chaotic, irregularly, helter shelter. everybody, zm. herkes. ~ likes the new minister. e.a.- everyone. everyday, sf ı. günlük, yevmi, her gün olan/yapılan/vuku bulan. Accidents are ~ occurences. 2. gündelik, hafta arası günlerine mahsus, (pazar/bayram günleri hariç) her gün kullanılan. She wears - clothes to work. 3. olağan, aleliıde, alışılmış, mutat, fevkaladeliği olmayan. lt was not an - event. ~ folks. a ,olacid, scene. 4. -ness: olağanlık, aleladelik. e.a.1. daily, 3. ordinary, usual, commonplace. NOT: EVERYDAY, sıfat olarak yukarıdaki anlamlarda kullanıldığı zaman tek kelime olarak (bitişik) yazılır: This was an everyday event: Bu gündelik bir olaydı. EVERY DAY şeklinde ayrı iki kelime olarak yazılırsa o zaman every sıfat, day ad olup birlikte her gün anlamına gelir. Every day seemed a year : Her gün bir yıl gibi uzun geldi. everyman, is. &zm. 1. halktan biri, herhangi bir kimse, 2. herkes. e.a.- 2. everybody, everyone. everyone, zm. herkes. ~ enjoyed the play. every one, her, her bir. Every one of you wiU be personany responsible : Her biriniz şahsen sorumlu tutulacaksınız. everyplace, if her yer(d)e. e.a.- everywhere everything, is.&zm. 1. her şey. - is ready now for the party. I've forgotten - i learnt at schooL. 2. en önemli şey/kimse. Happiness is ~. Her daughter is ~ to her. 3. and - k.d. vesaire, buna benzer şeyler. She was very worried about her course and everything. e.a.- 1. all. everyway, if her bakımdan, her yöndeen), her yolda, her türlü, her şekilde, her veçhile, her şeyei). They tried - to obtain the information: Haberi elde etmek için her çareye başvur­ dular. everywhere, if her yerde, her yere.



evict, gL.f 1. (mahkeme emriyle) tahliye ettirmek, (bir kimseyi bir yerden) çıkarmak/dışarı atmak. you don't pay your rent you'lI be -ed. 2. zorla çıkarmak/dışarı atmak. The soldiers the enemy from the occupied building. 3. (mahkeme kararıyla bir mülkü) geri almak, istirdat etmek. e.a.- 1. eject, 2. expel, 3. recover. evictee, is. (mahkeme emriyle) evden çı­ karılan/tahliye edilen kimse. eviction, is. ı. tahliye etme/edilme, - order: tahliye emri, 2. geri al(ın)ma, istirdat. evictor, is. 1. tahliye eden, 2. geri alan, istirdat eden. evidence, is. &f -deneed, -deneing 1. kanıt, ispat. - for the theory of evolution. 2. huk. tanıt, tanık, delil şahit. When the police arrived he had aIready destroyed the ~ showed he was guilty. external - : dış tanıt. internal - : iç tanıt, içerikten çıkarılan tanıt. the dearest possible - : en açık tanıt. 3. -(s) of = -(s) that: belirti, işaret, emare, aıamet. There ares -s that somebody has been liiving here. His flushed look was visible - of his fever. 4. tanıklık, şahitlik, şahadet. give - : tanıklık etmek. to give - for/ against s.o. : bir kimse lehinde/aleyhinde tanık­ lık yapmak. false - : yalancı tanıklık, 5. açıklık, vuzuh, aydınlık, göz önü, 6. İn - : açık, aşikar, bedihi, bariz, göze çarpan, kolayca görülen. be in - : belirmek, meydana çıkmak, göze çarpmak, göz önünde olmak. The first signs of spring are in -. His father was nowhere in - : Babası görünürlerde/meydanda yoktu. 7. bear/show - of : (belirtileri/alametleri) gösternıek, delil teşkil etmek, delalet etmek, 8. turn Queen's/King's (ABD'de: State's) - (of a criminai) : suç ortakları aleyhinde tanıklık etmek, suç ortaklarını ele vermek, 9. belirtmek, açıklamak, tasrih/tavzih etmek, açığa vurmak, açıkça göstermek. His smile ~d his pleasure. to - one 's approval. 10. kanıtlamak, tanıtlamak, delillerle ispat etmek. He ~d his accusation with incriminating letters. e.a.- 1. proof, s upport, 2. information, deposition, affidavit, exhibit, testimony, 3. indication, sign, 6. visible, conspicuous, 9. manifest, demonstrate, 10. prove.



rf



1185



evident evident, sf apaçık, açık, besbelli, sarih, His frown made it ~ to all that he was displeased. e.a.- obvious, manifest, apparent, palpable, patent, distinct, plain, clear. k.a.- concealed, hidden, obscure, veiled. evidential, sf ı. kanıtsaL, kanıtlayıcı, delile dayanan, delil teşkil eden, delil/tanık/şahit kabilinden. Photographs of - value. 2. ~ly : kanıtsal olarak, delile dayanarak, kanıtlayacakl delil teşkil edecek şekilde. evidently, zf. besbelli, açıkça, apaçık bir şekilde, aşikar olarak, sarahaten, anlaşılan, kuşkusuz, şüphesiz, şüphe yok ki. He was ~ frightened. He is ~ not well. ~ such men are usually dangerous. e.a.- obviously, elearly, plainly, apparently, unquestionably. evil, sf &is. 1. kötü, fena, ahlaksız, gayriahlaki, günahkar. ~ deeds. an ~ life. an ~ character/reputation. 2. zararlı, muzır. ~ laws. ~ thoughts. an ~ plan. 3. feci, felaketli, keder verici. to be faııen on ~ days : felakete duçar olmak, 4. kötü huylu, lanet, huysuz, ters, küfürbaz, kem. He is known for his ~ disposition. an - tongue : kem söz, küfürbaz diL. ~ eye : kem göz, S. the ~ one: şeytan, iblis, 6. in an ~ hour : uğursuz saatte. In an ~ hour I agreed to many him. 7. kötülük, fenalık, şer. the lesser of two ~s : ehveni şer, iki kötü şeyden en az zararlı olanı. One of the ~s of that politieal system: Bu politik sistemin kötülüklerinden biri. to avoid ~ and do good. 8. günah, 9. ahlaksızlık, karaktersizlik. The ~ in his nature has destroyed the good. 10. bela, musibet, felaket (getiren şey), uğursuzluk, afet. War is a great ~. to be subject to~. to wish one ~. 11. zarar, zararlı olan şey, mazarrat. Tobacco is considered to be an~. 12. dert, baş belası. 13. (birleşik kelimelerde) kötülük/fenalık+, kötü/fena (bir şekilde), uğursuz(ca). an ~ smelling plant. e.a." 1. immoral, wicked, sinful, iniquitous, depraved, base, vile, nefarious, bad, 2. harmful, injurious, pernicious" destructive, hurtful, 3. disastrous, unfortunate, 5. satan, 7. wickedness, depravity, iniquity, unrighteousness, corruption, baseness, 9. immorality, 10. harm, mischief, misfortune. k.a.1. righteous vazıh, aşikar.



1186



evildoer, is. şerir, kötülüklfenalık yapan (kimse), günahkarlsuçlu (kimse), mücrim. evildoing : kötülüklfenalık (yapma), şirretlik, suç/ günah işleme. evil eye, is. kem göz, kötü göz, (fena) nazar, nazar değdiren bakış. evil-eyed : kem gözlü, kötü gözlü. evilly, zf. şeytanca, kötülük düşünerek, fena maksatla, habisane. evil-minded, sf 1. kötü niyetli, suiniyet besleyen, kötülüklfenalık düşünen/tasarlayan, 2. içi/kalbi bozuk, şehvet düşkünü, her sözü/ hareketi şehvani anlama çeken, 3. ~ly : kötü niyetle, 4. -ness: kötü niyetlilik. e.a.- 2. salacious. evilness, is. şeytanlık, kötülük, fenalık, ha.. baset, kötü maksat besleme. evince, gL.f evineed, evineing ı. belirtmek, açıklamak, aydınlığa kavuşturmak, delil göstermek, kanıtlamak, ispat etmek. His loyalty was ~d by this heroic act. 2. göstermek, izhar etmek, açığa vurmak. She ~d her pity by weeping. 3. esk. (a) ikna etmek, (b) yenmek, galebe çalmak, çaresini bulmak, hakkından gelmek, 4. evineible : belirtilebilir, açıklanabilir, kanıtla­ nabilir, ispatlanabilir. e.a.- 1. prove, display, show, indicate, 2. reveal, 3. (a) convince, (b) overcome. evineiye, sf 1. belirtici, açıklayıcı, kanıtla­ yıcı, ispat1ayıcı, 2. gösteren, izhar eden, açığa vuran. e.a.- indicative. evirate, gL.f -rated, -rating 1. hadım etmek, iğdiş etmek, burmak, 2. zayıflatmak, kuv.. vetten düşürmek. e.a.- 1. castrate, emasculate. eviseerate. sf &gl.f -ated, -ating ı. bağır­ saklarını çıkarmak, içini boşaltmak. to "" a chicken. 2. en önemli/hayatllcan alıcı kısımlarını çı­ karmak. The censors ~d the book. 3. bağırsakları (ameliyatla) çıkarılmış, 4. evİsceration : bağır­ saklaflnı çıkarma, S. eviseerator : bağırsakları­ nı çıkaran, (tavuk, balık vb. nin) içini temizleyen kimse. evitable, sf kaçınılabilir, sakınılabilir, içti.. naplbertaraf edilebilir. e.a.- avoidable. evite, gl.f evited, eviting esk. kaçınmak, sakınmak, içtinap/bertaraf etmek. e.a.- avoid, shun.



ex evoeable, sf 1. çağrılabilir, davet edilebilir, 2. hatırlanabilir, akla ge(tiri)lebilir, anımsa­ nır.



evoeation, is. ı. anımsarna, hatırla(t)ma, anma, aklına getirme, zihinde uyan(dır)ma, hayalinde canlandırma. The ~ of memories. 2. çağırma, davet, celp, celp etme, 3. huk. bir davanın daha yüksek mahkemeye havalesi, 4. bk.: İn­ duetion (5). evoeative, sf 1. anımsatan, andıran, hatır­ latan, akla getiren, zihinde uyandıran, hayalinde canlandıran. perfume ~ of spring. 2. çağıran, davet eden/edici, 3. ~ly : anımsatarak, hatırlatarak, hatırlatırcasına, hatırlatacak şekilde, 4. -ness: anımsatma, andırma, hatırlatma, akla getirme. evoeator, is. 1. (ruh) çağıran, davet eden, 2. embril. oluşumsal uyarıcı (olarak etkileyen kimyasal madde). evoke, gL.f evoked, evoking 1. anımsat­ mak, andırmak, hatırlamak, (anı, hatıra, duygu vb.) uyandırmak, akla getirmek, hissettirmek, duyurmak. The music ~d the mood of spring. 2. celp etmek, (zuhuruna) sebep olmak. A good joke ~s laugh. 3. (ruh) çağırmak/davet etmek. to - a spirit from the dead. 4. evoker : anımsatan, hatırlatan, andıran, celp eden, çağıran. e.a.1. arouse, elicit, provoke, 3. summon, cal! up. evolute, is. geom. eğeç, mekşuf : bir eğri­ nin/yüzeyin eğrilik özeklerinin (merkezlerinin) gezeneği veya düzgenlerinin (normallerinin) bürümü (zarfı). evolution, is. 1. biy. evrim, dönüşüm, 2. Ca) gelişme, gelişim, tekamÜl. the ~ ofmanl ~ of modern motor car. (b) gelişimle varılan sonuç. The space program is the ~ of the years of research. 3. inkişaf, açılma, genişleme, 4. (makine vb.) dönüş, devir, hareket, 5. düzenli ve ahenkli hareketler dizisi, manevra. The ~s of a figure skater. The graceful ~s of a bal!et daneer. 6. (gaz, ısı vb.) yayılma, intişar. the ~ of heat from burning coaL. 7. mat. esk. kök·alma. e.a.1. phylogeny, 2. development, 6. emission. evolutional, sf ı. evrimseL, dönüşümsel, gelişme+, gelişimsel, tekamül+, inkişaf+, 2. ~ly : gelişerek, tekamül/inkişaf ederek. evolutionary, sf 1. evrimseL, dönüşümsel, gelişimsel, tekamü1+, evrime/tekamüle ait. the origin of speeies. 2. biy. evrim kuramı gereğin­ ce, bu kuramla ilgili, bu kurama ait, 3. evrim ya-



pan, gelişen, gelişme/tekamül gösteren, 4. evolutionarily : evrim yolu ile, gelişerek, tekamül/ inkişaf ederek. evolutionism, is. ı. evrimcilik, dönüşürn­ cülük, evrim kuramı, tekamül teorisi, 2. evrim kuramına inanma. evolutionist, sf &is. ı. evrimci, dönüşüm­ cü, evrim kuramına inanan, evrim kuramı taraftarı, 2. zoraki devrim yerine tedrid toplumsal gelişim için çalışan kimse, 3. -ic : evrimci, evrimcil, evrime yarayan, (özellikle biyolojik) gelişmeyi/tekamülü destekleyen/ilerleten. evolutive, sf ı. evrimsel, tekamÜıi, evrime/tekamüle ait, evrimi kolaylaştıran. ~ conditions. an ~ process. 2. evrime elverişli/eğilimli. e.a.- 1. evolutionary. evolve, f evolved, evolving ı. geliş­ (tir)mek, tekfimül et(tir)mek. He ~d a new system for running the faetory. The British political system has -d over several centuries. 2. biy. evrilmek, dönüşrnek, evrim geçirmek, 3. (koku, gaz vb.) yaymak, neşretmek, çıkarmak, dağıtmak, saçmak, 4. evolvable: gelişebilir, 5. -ment : gelişme, dönüşme, 6. evolver : geliştiren, dönüştüren, 7. evolvent bk.: involute (5).



evonymus, is. bk.: euonymus. evulsion, is. sökme, söküp çıkarma, kökünden sökme. e.a.- extraction. evzone, is. efzun, Yunan ordusunda piyade eri. ewe, is. dişi koyun, marya. - lamb : dişi kuzu, mec. göz bebeği. Ewe, is. Batı Afrika'da (kısmen Togo ve Ghana'da) konuşulan Kwa dili. ewe-neek, is. uzun boyun (at vb. hayvanların boynu gibi). -ed: uzun boyunlu. ewer, is. 1. ibrik, 2. (tezyin! sanatlarda) ibriğe benzer kulplu ve uzun boyunlu kap. ex, e. &is., ç. exes ı. fin. -sız, ... hariç, (kullanma hakkı) olmadan. ex interest: faizsiz. ex rights : haksız, hakkı olmadan, 2. tic. -de teslimine kadar ücretsiz. ex ship/ex warehouse : gemide/depoda teslimine kadar ücretten muaf, 3. ABD .. . de mezun olanların sınıfından olup mezun olamayan kimse. ex' 85 : ı 985 mezunları sınıfından (fakat mezun olamamış), 4. x, X harfi.



1187



exex-, ön ek 1. "dış, dışarıya/dışarıda". exit, exhale, exonerate, etc. 2. "tamamen, son derece". exasperate, excruciate, execute, ete. 3. "-sız, -den yoksun/mahrum". excaudate, expropriate, etc. 4. "eski, sabık, önceki". ex-president, exwife, etc. 5. "zıt, karşı". execrate. NOT: ex- ön eki c, f, p, q, s, t'den başka sessiz harfle başla­ yan kelimeler önünde e- halini alır : edentate, erode, evade gibi. Keza f ile başlayan kelimeler önünde eff- halini alır: efferent gibi. 6. "-den (dışarı), ileri(ye)". exodus, exegesis, exarch, ete. 7. "-den uzak(ta)". exorcise, 8. bk.: exo-. exacerbate, gl.f -bated, -bating 1. (hastalık, nefret, öfke vb.) şiddetlendirmek, vahimleş­ tirrnek, ağırlaştırmak, şiddetini artırmak, vahamet kazandırmak, kızıştırmak, kötüleştirmek. ~d relations between employers and workers. 2. kızdırmak, öfkelendirmek, sinirlendirmek, 3. exacerbatingly: şiddetlendirerek, vahimI eş­ tirerek, ağırlaştırarak, kızıştırarak, kötüleştire­ rek, kızdırarak, öfkelendirerek. sinirlendirerek, 4. exacerbation : şiddetlendirme, vahimleştirrne, ağırlaştırma, kızıştırma, kötüleştirme, kızdırma,



öfkelendirme, sinirlendirme. e.a.1. aggravate, 2. irritate, exasperate. exact, sf &gl.f ı. tıpkı, aynen, tıpatıp. an ~ likeness. These were his ~ words : Sözleri aynen bu idi. 2. tam, tamam, doğru, yanlışsız, hatasız, sağın. an - description. ~ differential equation mat. sağın türetik denklem, tam diferansiyel denklem. the - sum/amount/weight/ date. The - time is 5 minutes and 8 seconds past 7. That's ~ : Tamam(dır). to be ~ : tamı tamına, daha doğrustl.Or, to be more ~ : Veya, daha doğrusu. He's 49 to be ~ : Daha doğrusu 49 yaşındadır. To be -, it is 3 o'clock and 12 minutes. 3. kesin, kat'ı, sert, şiddetli (müsamahasız), 4. pek ince/hassas, dakik, şaşmaz, yanılmaz. His memory is very -; he never makes mistakes. - instruments. an ~ thinker. 5. açık, sarih. Can you be more ~ : Daha açık konuşunuz. 6. gerektirrnek, icap ettirmek, istemek, talep etmek, mecbur tutmak, zorunlu kılmak, icbar etmek. to obedience. work that ~s great care: büyük dikkat isteyen iş. The situation -ed quick thinking. 7. zorla almak, zorlamak, haraca kesrnek, zorla



1188



ödettirmek/yaptırmak. to - money. to ~ tribute ji'om conquered people. 8. the ~ same k.d. aynen, tıpı tıpına, ta kendisi. That's the ~ same man who was here last night: Dün gece buradaki adamın ta kendisi. 9. the ~ sciences : sağın bilimler: matematik, fizik gibi sayılara dayanan ve sonuçlarının sağlanması mümkün olan bilimler, 10. ~able : istenebilen, talep edilebilen, ödettirilebilen. 11. ~er = ~or : emreden, (resmen) talep eden, mecbur eden, zorlayan kimse, 12. ~ness : tamlık, doğruluk, hatasızlık, yanlış­ sızlık. e.a.- 2. accurate, correct, precise, 3. rigid, sevel'e, unbending, strict, rigorous, 4. methodical, careful, punctilious, scrupulous, 5. clear, distinct. clear-cut, 6. demand, require. compel, 7. extract, extort. k.a.-l&2. imprecise. exacta, is. kesin bahis : at yarışında birinci ve ikinciyi doğru sırada bilmeyi gerektiren bahis. e.a.- perfecta. exacting, sf 1. titiz, müşkülpesent, güç beğenen, her şeyin harfiyen yapılmasını isteyen. an ~ teacher. 2. çok dikkat/gayret/enerji isteyen, zahmetli, yorucu. an ~ task. A day of - and tiring work. Flying an airplane is an ~ work. 3. zorba, zalim, insafsız, 4. ~ly : titizlikle, rnüş­ külpesentlikle; zahmetli/yorucu bir şekilde, 5. ~ness : titizlik, müşkülpesentlik; zahmetlilik, yoruculuk. e.a.- 1. strict, critical, stern, severe, harsh, 2. arduous, onerous, burdensome, seve· re, 3. extortionate. exaction, is. 1. haraç kesme, keyfilölçüsüz vergi, zorla/cebren alma. The ruler's - of money left the people very poor. 2. zorla/cebren yaptır­ ma, ifa/icra ettirme, 3. haı"aç, cizye, zorla alınan para / yaptırılan iş. Don't payall that rent, it's an ~. e.a.- 1. extortion. exactitude, is. 1. kesinlik, kat' iyet, sarahat, vuzuh, 2. doğruluk, sağınlık, sıhhat, sahihlik, hatasızlık, kusursuzluk, 3. dakiklik, titizlik, her işi vaktinde/yolunda/tam ve kusursuz yapma. e.a.exactness, preciseness, accuracy. exactly, zf. ı. kesinlikle, kat'iyetle, kesin/ kat'ı olarak, 2. tamamıyla, tamamen, tam, tamı tamına. dakik olarak. The train arrived ~ at 9 o'clock, neither earlier, nor later. The doctor told him not to smoke, but he did ~ the opposite. 3. aynen, tıpatıp, doğru olarak, dosdoğru, yan-



examination lışsız/hatasız olarak. Tell me - where she is. 4. (birisinin sözünü tasdik/teyit için) tamam, çok doğru, tamamıyla haklısınız, aynen öyle. "We need a drink." "-! Let's have one." 5. not - : (a) peklo kadar. .. değil, hakikatte/aslında... değiL. We're not - diving fast : O kadar hızlı sürmüyoruz. She's not - stupid, but. .. : Aslında aptal değildir ama... (b) (cevap olarak) pek öyle değiL. "So then you kissed her. ""Not -, she kissed me. " e.a.- 2. precisely, accurately, altogether, entirely, 3. just, really, quite, 4. just so, quite right, 5. (a) not really, (b) that is not altogether true. exaggerate, f -ated, -ating ı. abartmak, mübaHiğa etmek, izam etmek, k.d. şişirrnek. to - the difficulties of a situation. He always _·s when he tells about the things he has done. 2. büyütrnek, büyük göstermek. Those shoes the size of her feet. 3. abartmalı/mübaHığalı konuşmak/yazmak. e.a.- 1. overstate, overemphasize, 2. magnify. exaggerated, sf ı. abartmalı, abartılmış, mübaHığalı, aşırı, müfriL to have an - opinion of oneself 2. büyütülmüş, şişirilmiş, 3. -ly = exaggeratingly : abartarak, mübalağa ile, abartılmış bir şekilde. exaggeration, is. ı. abartma, mübaHiğa etme, izam etme, ifrata vardırma, büyütme, şişir­ me. His constant - made people distrust him. 2. mübalağa, izam, ifrat, abartmalı söz/yazı. His statement conceming the size of his income is a gross -. e.a.- 2. overstatement, overemphasis. exaggerative, sf 1. exaggeratory d.d.



abartmalı,



abartılmış, mübalağalı,



mübalağaya



kaçan, 2. -ly : abartmalı/mübaHığalı olarak, mübaHığa ile, abartarak. exaggerator, is. abartmacı, mübalağacı, palavracı.



exa1t, glf ı. (rütbe/şeref/kudret/nitelikl seciye vb. ni) yükseltmek, yüceltmek, yüksek paye/mevki vermek. He was -ed to the position of president. 2. övmek, methetrnek, göklere çı­ karmak, tebcil etmek, 3. heyecanlandırmak, şevkiheyecan vermek, coşturmak, aşka getirmek. His speech -ed the audience. 4. (renk vb.) etkinleştirmek, koyulaştırmak, etkisini/şiddetini artırmak,



daha belirgin/bariz yapmak. Comple-



mentary colors - each other. 5. esk. sevindirmek, gururlandırmak, gurur/sevinç vermekl katmak, 6. -er: yükselten, yücelten, öven, metheden, heyecanlandıran, şevke getiren kimse/ şey. e.a.- 1. promote, raise, ennoble, elevate, 2. glor?fy, praise, extol, honor, 4. intensify, heighten, 5. elate. k.a.- 1. humble, 2. depreciate. exa1tation, is. 1. yüksel(t)me, yücel(t)me, ululama, tebcil, 2. (büyük) heyecan, coşkunluk, sevinç, vecd. mystical -. euphoric -. The news of victory filled them with -. 3. yücelik, ululuk, yükseklik, 4. bir organın aşırı faaliyeti, 5. Brit. esk. tarla kuşlarının uçuşu, 6. kim. esk. uçunum süreci, uçundurma. e.a.- 1. tribute, praise, veneration, 2. ecstasy, elation, rapture, exhilaration. exa1ted, sf ı. yüksel(til)miş, yücel(til)miş, yüksek mevki/karakter sahibi. an - personage. 2. yüce, yüksek, ulu, ulvi, mübeccel, büyük, soylu, asil, haşmetli, ali. an - ideal. an style of writing. an - position in govemment. 3. coşkun, vecde gelmiş, çok sevinçli/heyecanlı. He was in an - mood. 4. -ly : coşku ile, heyecanla, sevinçle, vecd içinde, 5. -ness : yücelik, ululuk, ulvilik, büyüklük, asalet; sevinç(lilik), heyecan(lılık), coşku(nluk), vecd. e.a.- 2. magnificient, noble, lofty, sublime, venerable, honorable, 3. rapturous, ecstatic, excited, elated, k.a.- 2. vulgar, base, comblissful, uplifted. mon, servile, 3. depressed, dejected, gloomy, despondent, sad, sorrowful, miserable. exam, is. k.d. sınav. e.a.- examination. examen, is. (dini anlamda) sınav, imtihan, nefis/vicdan muhasebesi. examinant, is. bk.: examiner. examination, is. ı. sınav,. imtihan, yoklama. oral - : sözlü sınav. written - : yazılı sı­ nav. - in mathematies : matematik sınavı. give an - : sınav yapmak, imtihan etmek. pass an - : sınavı geçmek/başarmak. set an - : sınav sorularını hazırlamak. take an - (= sit for an - Brit.) : sınava girmek, imtiha.n olmak. write an - : yazı­ lı sınava girmek, 2. denet(leme), inceleme, tetkik, teftiş, tahkikeat). under - : (a) incelenmekte, tetkiklmuayene edilmekte, (b) istintak-Jsorgu esnasında, 3. muayene. medical - : sağlık mua-



1189



examine yenesi, tibbi muayene. The doctor made a careful - of my eyes. post-mortem - : otopsi, 4. sı­ navda sorulan sorular ve verilen cevaplar, sınav kağıtları. The -s have stil! not been marked. 5. huk. sorgu, istintak, sorguya çekme, istizah, 6. -al: sınav+. -al methods : sınav yöntemleri. e.a.- 1. test, 2. investigation, observation, inquisition, inquiry, investigation, 3. inspection. examine, gl.f -ined, -ining ı. incelemek, (dikkatle) gözden geçirmek. to - a question thoroughly. 2. muayene etmek. Doctor -d her carefully. My bags were -d when i entered the country. 3. denetlernek, araştırmak, tahkikiteftiş etmek. Inspectors will - all the accounting books. 4. sınav yapmak, imtihan etmek, yoklamak, sınava sokmak/tabi tutmak. The teacher -d the students in physics. 5. sorguya çekmek, istintak/ istizah etmek, tahkikat yapmak/açmak. The lawyer -d the witness. 6. need one's head -d : aklından zoru olmak. if he wants to go swimming in this weather, he needs his head -dı 7. examinable : incelenebilir, muayene/teftiş edilebilir, denetlenebilir, araştırılabilir, imtihan edilebilir, sorguya çekilebilir, 8. examiningly : inceleyerek, muayene/teftiş ederek, denetleyerek, tetkikI tahkik ederek. e.a.- 1. scrutinize, probe, study, 2. investigate, explore, 3. inspect, scrutinize, audit, 4. test, quiz, 5. interrogate, question, querry. examinee, is. sınava girenlimtihan olan kimse. examiner, is. ı. ayırtman, mümeyyiz, imtihanlmuayene eden kimse, 2. sorgu hakimi, 3. denetçi, müfettiş, muhakkik, tahkikat yapan kimse. example, is.&f -pled, -pIing 1. örnek, misaL. for - : örneğin, mesela. a practical - : somut bir örnek. to be an - : örnek olmak. to set a (good) - : (iyi) örnek olmak/teşkil etmek. to take s.o. as an - : birini örnek almak/ittihaz etrnek. to follow s.o.'s - : birinin izinden gitmek. following the - of... : ... -yi örnek alarak, tıpkı .. .gibi. hold sf o. up as an - : birini örnek göstermek. to quote sth as an - : bir şeyi örnek olarak göstermek, 2. nümune, örnek, çeşni, modeL. Here is an - of the work : İşte örnek bir çalışma/eser. That father is a good - to his sons. 3. ibret. to make an - of (s.o.) : (bir kimseyi) ibret olsun diye cezalandırmak. The teacher made an - of John by making him write "I won't talk



1190



in the class" one hundred times. to punish s.o. as an - to others : başkalarına ibret olsun diye birini cezalandırmak, 4. eş, benzer, emsaL. without - : eşsiz, emsalsiz, eşi/emsali görülmemiş. an action without -. 5. (eski: yalnız edilgen hali kullanılır) örnek/nümune/misal göstermek! vermekıteşkil etmek. Such coumge has not recently been -d. e.a.- 1. sample, specimen, instance, 2. ideal, pattern, model, examplar, 3. warning, 4. precedent, 5. exemplify. exanimate, sf 1. cansız, ölü, 2. ruhsuz, şevksiz, ümitsiz, cesaretsiz, cesaretilürnidilmaneviyatı kırılmış. e.a.- 1. inanimate, l(feless, dead, 2. spiritless, dispirited, disheartened. exanimo, Lat. yürekten, kalpten, içtenlikle, samimi olarak, halisane. e.a.- sincerely. exanthem, is. pato!. döküntü : çiçek, kıza­ mık gibi hastalıklarda deride hasıl olan kızartı, leke ve kabarcıklar. exanthema, is., ç. -themata, -themas bk.: exanthem. exanthematic exanthematous, sf patol. döküntülü, döküntü hasıl eden. exarch, sf &is. 1. bot. çevreden merkeze doğru. - xylem. 2. (Ortodoks kilisesi) (a) piskopos yardımcısı, (b) metropolitten yüksek, piskopostan aşağı papaz rütbesi, 2. (eski Bizans'ta) vali, 3. -al: vali+. exarchate = exarchy, is. piskopos yar-



=



dımcılığı.



exasperate, sf &g!.f -ated, -ating 1. (çok fazla) öfkelendirmek i hiddetlendirmek Ikız­ dırmak, (öfkeden) çıldırtmak/çılgına çevirmek, küplere bindirrnek, çileden çıkarmak, sabrını tüketrnek. The boy' s stupid manners -d his father. 2. (hastalık/ağrılıstırap/duygu vb.) şiddetlendir­ mek, şiddetini artırmak, azdırmak, 3. bk.: exasperated, 4. pürüzlü, pütÜrıÜ. - seed coats. 5. exasperater : öfkelendiren, hiddetlendiren, sİ­ nirlendiren, kızdıran kimselşey. e.a.- 1. irrirate, infuriate, irk, anger, annoy, enrage, incense, offend, 2. exacerbate, aggravate. exasperated, sf 1. (çok) öfkeli/hiddetlil kızgınlsinirli, çileden çıkmış, küplere binmiş, sabrı tükenmiş. to become - : (çok) kızmak! öfkelenmek/hiddetlenmek/sinirlenmek, çileden çıkmak, küplere binmek, sabrı tükenmek. He was - with the boy/at his lack ofattention. 2. -ıy : öfke ile, hiddetle, sinirli sinirli, çileden çıkarca­ sına, küplere binerek.



except! exasperating, sf 1. (çok) öfkelendiren! çileden çı­ karan, sabrı taşıran, sinirlendirici, can sıkıcı, 2. ·~ıy: öfkelendirecek / kızdıracak /hiddetlendirecek şekilde, can sıkacak tarzda. e.a.- 1. İn­ furiating, most annoying. exasperation, is. 1. (çok fazla) öfkelenme/ hiddetlenme/kızma/sinirlenme, (öfkeden) çıldır­ ma, küplere binme, çileden çıkma, 2. (aşırı/ şiddetli) öfke/hiddet/tehevvür/kızgınlık, can sı­ kıntısı. in - : hiddetle, öfke ile. e.a.- 1. infuriation, provocation, 2. irritation, annoyance, rage. Exc. = Excellency. exc. = ı. except, 2. exception, 3. excursion. ex cathedra, Lat. yetkili, salahiyetli, yüksek makamdan gelen (özellikle yanılmadığı kabul edilen Papalık emirleri için kullanılır). an - decision. excavate, gl,J: -vated, -vating 1. kazmak, eşmek, hafriyat yapmak. The construction company will begin to - tomorrow. 2. kazarak oymak/delmek/açmak. The tunnel was -d through solid rock. 3. kazı yapmak, kazarak meydana çı­ karmak. They -d an ancient buried city. e.a.1&2. dig, 3. unearth. excavation, is. 1. kazı, hafriyat, çukur, 2. kazma (işi), hafriyat yapma. The - ofthe buried city took a long time. excavator, is. 1. kazıcı, kazan (kimse), kazı!hafriyat yapan, hafriyatçı, 2. kazma makinesi, ekskavatör. exceed, f ı. (haddini/sınırını) geçmek! aşmak/tecavüz etmek. He -ed his authority. to speed limit : hız limitini geçmek. The cost will not - $60 : Masraf 60 doları geçmez. The bad news -ed (=was worse than) my worst fears : Kötü haber korktuğumdan da kötü çıktı. 2. üstün olmak/gelmek, üstünlük sağlamak, 3. ifrata kaçmak, aşırı gitmek. 4. -able: (sınır/limit vb.) geçilebilir, aşılabilir, üstünlük sağlanabilir, 5. -er: (sınırı/limiti vb.) geçen/aşan. e.a.- 1. overstep, transeend, 2. surpass, excel, outdo, outstrip, beat. exceeding, sf &zf. olağanüstü, üstün, fevkalade, aşırı (derecede), son derece(de). e.a.extraordinary, exeeptional, surpassing, unusual, extreme kızdıran!sinirlendiren/hiddetlendiren,



exceedingly, zf. fazlasıyla, ziyadesiyle, bir şekilde, aşırı derecede, son derece. Yesterday was an - hot day. He drove - fast. e.a.- extraordinarily, unusually, extremely, very, exeessively, enormously. excel, f -celled, -celling üstün olmak/ gelmek, (öne) geçmek, ileriCde) olmak, (yüksek bir dereceye) erişmek/ulaşmak. to - oneself : sivrilmek, temayüz etmek, ileri geçmek, üstünlük sağlamak. He -s his Cıassmates in mathematies. to - in wisdom : üstün zekalı olmak. e.a.surpass, outdo, outstrip, transcend, exceed, top. excellence, is. 1. üstünlük, seçkinlik, mükemmellik, mükemmeliyet, mümtaziyet, faikiyet, fazilet, kemaL. We must maintain the - of our product. 2. üstün gelme/olma, geçme, ileride olma, 3. bk.: excelleney (1). e.a.- 1&2. superiority, eminence, preeminence, merit, virtue. excelleney, is., ç. -cies 1. b.h. Excellence d.d. Ekselans: elçilere, büyük devlet adamlarına verilen unvan. His - : EkseHinsları, Zatıalileri, Zatıdevletleri, Ekselans, Zatıaliniz/devletiniz. 2. (Katoliklerde) başpiskopos ve piskoposlara verilen unvan, 3. gen. exceııencies bk.: exeellence (1). excellent, sf ı. üstün, mükemmel, kusursuz, seçkin, mümtaz, faziletli, faik. She is an cooklhousewife. That's an - idea. 2. esk. olağan­ üstü, fevkalade, 3. -ly : üstün/mükemmel bir şe­ kilde. e.a.- ı. superior, first-rate, first-class, choice, select, prime, capital, fine, worthy, estimable, 2. extraordinary, surpassing. k.a.1. inferior, poor, bad, base, worthless, good-fornothing. excelsior, is. &sf ı. talaş, yonga (ağaç talaşı), 2. bas. üç puntoluk harf, 3. daima yukarı! yükseklere (New York eyaletinin simge sözü). excentric, sf bk.: eccentric. except l , e.&bağ. 1. -den başka(sı)/gayri (si). They were all there - me : Benden başka herkes orada idi. He answered all the questions - the last one. 2.... hariç/müstesna, ... dışında. Everyone agreed - John. He hardly ever goes out - to visit his brother. 3. - for: (a) ... sayıl­ mazsa/istisna edilirse, ...müstesna/hariç. The road was empty - for a few cars. - for one old lady, the bus was empty. (b) ... olmasa/olmasaydı. - for you, i should be dead by now: Sen 01masaydın şimdiye kadar ölmüştüm. She would leave her husband - for the children : Çocukolağanüstü/fevkalade



1191



except2 ları olmasa kocasından ayrılırdı. 4. - that : ancak, lakin, yalnız, şu var ki. I'd like to go with you, - that i ean't swim. S. esk. .. .ise, olmazsa, olmadığı takdirde, olmadıkça, yoksa, meğer ki. - you try, you can't succeed : Gayret etmezsen başaramazsın. e.a.- 1&2. excluding, save, but, 3. (a) apart from, with the exeeption of, other than, leaving out, (b) but for, without, 4. only, 5. unless. except2, f ı. saymamak, hariç/ayrı tutmak, istisna etmek, ayırım yapmak, ayrıcalık tammak. The book is veıy good, if you - some faetual errors. You will all be punished; i can - no one. 2. - to/against : itiraz etmek, tanımamak, karşı çıkmak. to - to a statementıto an aecusation. to - against a witness. 3. -able: sayılmayabilir, hariç tutulabilir, istisna edilebilir. e.a.ı. exclude, leave out, 2. object. excepting, e.&bağ. ı. bk.: except l (1-2), 2. always - : -den başkası/gayri(si), ... hariç/ müstesna. Everyne was tired, always - Ali (= Ali was not tİred) : Ali'den başka herkes yorgundu. 3. not - = without - : ... dahil, ... bile, istisnasız, ayırım yapmaksızın, bilaistisna. Everyone helped, not - Jo (= even Jo helped) : Jo dahil, herkes yardım etti (10 bile yardım etti). 4. esk. ... olmazsa, olmadığı takdirde, -medikçe. e.a.- ı. excluding, barring, saving, except, 2. exeept for, 3. including, 4. unless, except, save. exception, is. 1. istisna, ayrılık, ayrı tut(ul)ma. apart from a few -s : bazı istisnalar dı­ şında, birkaçı müstesna. with this - : bu müstesnalhariç. without - : istisnasız, ayrımsız, ayrım yapmaksızın, fark gözetmeden. You must answer all the quesıions, without -. This case is an - to the rule : Bu hal kural dışıdır (kurala uymaz). The "". proves the rule : İstisna kuralı bozmaz. 2. başkalık, ayrılık, inhiraf, 3. müstesna bir durum/hal, istisna teşkil eden şey. She usually comes on time, today was an - : Bugünkü durum müstesna, genellikle vaktinde gelir. 4. huk. (mahkemenin ara kararlarına vb.) itiraz. " -/" shouted the lawyer, when he felt that the judge had been unfair. S. take - : (a) itiraz/ protesto etmek, kabul etmemek. He took - to the editorial and wrote aletter to the newspaper about it. (b) gücenmek, darılmak, muğber olmak. i took the greatest - to his rude letters.



1192



6. with the - of: müstesna, .. .istisna edilirse, -den başka/hariç, dışında. Everyone was tired with the - of Ali. Everyone, with the - of Ali, was tired. e.a.- 1. exclusion, excluding, 4. objeetion, demurral, 5. (a) demur, objeet, protest, (b) take offense, resent. exceptionable, sf 1. itiraz edilebilir, itiraz götürür, kabiliitiraz, itiraza yol açan, yakışık almaz, kabule şayan/makbul olmayan. Your idea is quite -. 2. -ness = exceptionability : itiraz edilebilme, itiraza yol açma, 3. exceptİonably : itiraz edilebilecek şekilde. e.a.- ı. objeetionable. exceptional, sf 1" ayrık, istisnai, müstesna, kuralsız, kural dışı, 2. olağanüstü, fevkalade (üstün), müstesna, ender, nadir, eşine az raslamr, eşsiz, görülmedik, eşi bulunmaz. All her children are clever, but the youngest one is really -. This warm weather is - for January. 3. normalin dışında, (genellikle) düşük seviyeli/ nitelikli/kabiliyetli, geri zekalı. .Sehools for children. 4. -ity = -ness : ayrıklık, istisnaiyet, müstesnalık, S. -ly : ayrık/müstesna bir şekilde, olağanüstü/nadir/eşsiz bir şekilde. fevkalade olarak. e.a.- 1. unusual, uneommon, singular, irregular, 2. extraordinary, unusually excellent, superior, 3. handieapped. k.o.- 2. average. exceptive, sf 1. ayrık, istisnai, istisna teş­ kil eden, 2. itiraza hazır, itiraz edici/eden, 3. esk. bk.: captİous. e.a.- 2. objeeting. excerpt, is. &f 1. alıntı, aktarma, seçme parça, (bir kitap/film vb. den alınmış) parça, iktibas, 2. alıntılamak, (kitap vb. den) parça almak/seçmek/aktarmak, iktibas etmek. 3. -er = -or : alıntılayan, aktaran, parça alan, 4. -İble: alıntılanabilir, aktarılabilir, iktibas edilebilir, S. -İon: alıntılama, aktarma, iktibas etme. e.a.- 1. extract. excess, sf &is. 1. fazla, aşırı, ziyade, fark. - fare : bilet ücret farkı, mevki farkı, zam. luggage : fazla bagaj, nizarnı ağırlıktan fazla olan eşya. - profits tax : fazla kazanç vergisi, 2. fazlalık. This - of losses over profits will ruin the business. 3. fark, fazla (olan) miktar. She had to pay for an - of 5 kg on her luggage. 4. aşırı­ lık, ifrat. an - of anger : aşırı öfke. i am opposed to all - in eating and drinking. to - : aşırı



excisable derecede. He praised the book to ~. drink to ~ : içkiyi fazla kaçırmak, 4. ~es : (a) taşkınlıkOar), mezalim, (b) zevk ve eğlencede aşınlık. The soldiers in the conquered town were guilty of (= committed) the worst ~es. 5. in ~ of : -den fazla, -i geçenlaşan. He advised his son never to spend in ~ of his income. e.a.- 1. extra, additional, surplus, 2-4. surplus, superfluity, superabundance. k.a.- 1. insufficient, scanty, scarce, inadequate, 2-4. lack, deficiency, shortage, dearth, scantiness, meagerness excessive, sf 1. fazla, aşırı, müfrit, taşkın, hadden/ölçüden aşırı, haddinden fazla, fahiş. The prices at this hotel are ~. She takes an - interest in elothes. 2. ~ly : aşırı bir şekilde, ifrata vararak, 3. -ness: aşınlık, fazlalık, ifrat. e.a.1. extreme, inordinate, exorbitant, immoderate, unreasonable, extravagant. k.a.- 1. reasonable, deficient, insufficient, scant, scanty, scarce, meager. exchange 1, f -changed, -cahnging 1. değiştirmek, değiş tokuş yapmak, mübadelel trampa etmek. - positions : yer değiştirmek. posts : becayiş etmek. to - goods with foreign countries : yabancı ülkelerle mal alış verişi yapmak. - sth for sth : trampa etmek. She would not ~ her house for a palace. 2. teati etmek, -laş­ mak!-leşmek. to - letters : mektuplaşmak. greetings : selamlaşmak. to ~ opinions : fikir teati etmek. to - words : ağız kavgası yapmak, birbirine ağır söz söylemek, 3. (borsada/bankada) para değiştirmek!bozdurmak, -e çevirmek. to - franes for doUars : frankları dolara çevirmek, 4. (satın alınan malı) başkasıyla değiştir­ mek. to ~ something bought. to - defective merchandise. 5. ~ contracts Brit. evin satış muamelesini tamamlamak. e.a.- 1. interchange, trade, swap, barter. exehange2, is. 1. değiş tokuş, mübadele, trampa, alıp verme, becayiş. in - for: -e bedel, ... karşılığında. - is no robberY': Mübadele meşrudur. give in part ~ : alış ücretini malla ödemek, 2. borsa, kambiyo, pazar. - broker : borsa simsarı. bill of ~ : poliçe, tahviL. ~ value: mübadele kıymeti. eommercial- : ticaret borsası. foreign ~ : döviz borsası. produce ~ : zahire borsası. stoek ~ : esham ve tahvilM borsası. They sell com at the com ~ and shares in com-



panies at the Stock ~. 3. santral. telephone - : telefon santralı, 4. para transfer etmeden poliçelerle alacak ve borçların tasfiyesi, 5. kambiyo primi, para çeviriminde alınan ücret. - rate : borsa fiyatı, kambiyo/döviz kuru, 6. (milletler arasın­ da) para aktarımı/transferi, 7. para değiştirmel bozdurma, döviz değiş tokuşu/mübadelesi, bir dövizin diğerine çevrilmesi, 8. rate of ~ : kambiyo/döviz kuru, borsa fiyatı, değişim oranı, 9. (döviz) kur farkı, 10. kliring odasında işlem gören çek!senet/eshamltahviHlt miktarı. e.a.1. interchange, trade, traffic, business, commerce, barter, 2. market. exchangeability, is. değiştirilebilme, değiş tokuş yapılabilme, mübadele/trampa/becayiş edilebilme. exchangeable, sf değiştirilebilir, değiş tokuş yapılabilir, mübadele/trampa/becayiş edilebilir exehangeably, zf. değiştirilebilecek! değiş tokuş yapılabilecek şekilde, mübadele/trampal becayiş edilebilecek tarzda. exchangee, is. mübadil, mübadele edileni değiştirilen kimse (öğrenci, harp esiri vb.). exchanger, is. 1. değiştirici, değiş tokuşl mübadele yapan kimse, 2. sarraf, para değişti­ renlbozan kimse, banker, 3. bk.: heat exehanger. exehequer, is. 1. hazine, maliye, devlet hazinesi. - bill : hazine bonosu, 2. (İngiltere'de) the - : Maliye bakanlığı. the Chaneelor of - : Maliye Bakanı, 3. Court of - d.d. Brit. esk. Vergi Temyiz Mahkemesi (Halen bu mahkeme High Court of Justice'in bir kolu olup King's Bench Division adını almıştır.), 4. k.d. servet, para, bir kimsenin tüm geliri. My - is empty : Kesem boş. i can't buy a new car, my - won't allow it (= i can't a/ford it). e.a.- 1. treasury, 4. funds, finances. excide, gL.f -cided, -ciding kesrnek, kesip çıkarmak!atmak. e.a.- cut out, excise. excipient, is. ecz. katkı, ilaç katkısı : ilaçlara koku, lezzet, şekil vermek için katılan bal, şurup, sakız vb. gibi madde. exciple = excipule, is. yosun başlığı : likenlerin spor dizileri etrafındaki halka. excisable, sf 1. tüketimlistihHik vergisine tabi, 2. kesilip çıkarılabilir.



1193



excise excise, is. &glf -cised, -cising



ı.



-



duty



d.d. tüketim/istihlak vergisi : içki, tütün vb. ne uygulanan vergi, 2. - tax d.d. ruhsatiye, işletme/ eğlence



vergisi : spor,



eğlence,



ticaret yerlerinin ödenen vergi, 3. Brit. vergi dairesi, 4. vergilendirmek, vergi tarh etmek, tüketim vergisi almak, 5. cer. (tümör, ur vb.) kesip çıkarmak/atmak, oymak, temizlemek, 6. (bir kelimeyi/cümleyi/paragrafı vb.) metinden çıkarmak, silmek, iptal etmek, 7. excisable : (ur vb.) kesilip çıkarılabilir, (kelime, cümle vb.) metinden çıkarılabilir, silinebilir. e.a.- 5. cut out/ oif, 6. expunge. exciseman excise offieer, is. Brit. vergi memuru, tahsildar, vergi tahakkuk memuru. excision, is. 1. kesme, kesip çıkarma/atma, 2. cer. bk.: reseetion (1), 3. bk.: exeommuniişletilmesi karşılığında



=



eation. excitability, is. 1. heyecanlanma, çabuk heyecana kapılma, 2.fizy. uyarılabilme. e.a.2. irritabitity. excitabie, sf ı. uyarılgan : duygu ve coş­ kuları kolayca ve güçlü olarak uyandırılabilen, kolay/çabuk heyecanaltelaşa kapılır, heyecanlamr, 2. uyarılabilir. an - nerve. 3. -ness: uyarıl­ ganlık, uyarılabilme, 4. excitably : uyarılabile­ cek şekilde, uyarılarak. e.a.- 1. emotional, passionate, fiery. k.a.- 1. placid. excitant, sf &is. uyarıcı! tenbih edici / münebbih. e.a.- .'itimulant, stimulating, excitative, excitatory. excitation, is. ı. uyar(ı1)ma, tenbih, tenebbüh, heyecanlan(dır)ma, 2.fiz. uyarım, ikaz. excitative = excitatory, sf uyarıcı, uyargan, uyarımsal. exeite, gL.f -cited, -citing ı. heyecanlandırmak, coşturmak. The story -d the little boy very much. 2. uyandırmak, sebep olmak. to - anger in a person. to - interest or euriosity : ilgi veya merak uyandırmak. to - pity : merhamet uyandırmak, 3. kışkırtmak, tahrik etmek, sevk etmek, harekete geçirmek, kızıştırmak. Don 't the dogs. The king's cruelty -d arising of the people (= -d the people to rise against him). 4. fizy. uyarmak, tenbih etmek. to - a nerve. Strong coffee -s your nerves. 5. fiz. uyarmak: bir atomu/nicemsel bir yapıyı taban durumundan daha yüksek bir erke düzeyine çıkarmak,



1194



6. elekt. uyarmak, ikaz etmek: bir elektrik makinesinin uyarım/ikaz sargısına akım vererek mıknatıslamak. e.a.- 1. stir, awaken, .'itimulate, animate, kindle, inflame, 2. cause, awaken, arouse, inspire, 3. stir up, disturb, agitate, ruffle, provoke, 4. .'itimulate, 6. energize. k.a.1. calm, soothe. excited, sf ı. heyecanlı, heyecanlanmış, heyecana kapılmış, coşkun, coşmuş. He was so - he couldn 't .'ileep. to get - : heyecanlanmak, telaşlanmak, heyecana/telaşa kapılmak.



Don't get -! Sakin ol! Telaşlanma! to make - gestures: heyecanlı/telaşlı hareketler yapmak, 2. hacanlı,



çevik, yerinde duramayan, 3. uya- electron: uyarık eksicik, 4. -Iy : heyecanla, coşarak, coşku ile, telaşla, hareketli/canlı/çevik bir şekilde, 5. -ness : co ş­ kunluk, heyecanlılık, telaş, hareketlilik, canlı­ lık, çeviklik. e.a.- 1. impassioned, agitated, 2. eager, enthusiastic, 3. stimulated. k.a.1. calm. excited state, is. fiz. uyarık hal: nicemsel bir yapıda taban düzeyinden yüksek erke düzeyi. excitement, is. ı. coşku(nluk), heyecan, telaş, taşkınlık, galeyan. The - of victory. He has a weak heart and should avoid all-o 2. hareketli/heyecanlı/heyecan veren olaylar, serüven. Life will seem very quiet after the -s of dur holiday. 3. uyar(ıl)ma, tahrik. e.a.- perturbation, commotion, agitation, exciter, is. 1. heyecan veren kimse/şey, 2.. fiz. uyarıcı, muharrik, ikaz dinamosu. exciting, sf ı. heyecanlı, coşturucu, heyecan verici. an - news/game. We had an - time. 2. fiz. uyarıcı, uyarma+, ikaz+, 3. -Iy : coştu" rurcasma, coşturarak, heyecanlı bir şekilde. exciton, is. fiz. uyarcık : bir kristal (yarı iletken) içinde hareketli eksieikdeşik (electronhole) bileşimi. -İc : uyarcıklı, uyarcıksal, uyarreketli, rılmış,



uyarık.



cık+.



excitor, is.



ı. fizy. uyargaç, uyarıcı sinir, hareket ettiren sinir, 2. esk. bk.: exciter. exclaim, f 1. ünlemek, haykırmak, birdenbire bağırmak, bağırıp çağırmak, (hayret/korku/ heyecanla) feryat etmek çığlık koparmak veya konuşmak, hayretini ifade etmek. "Good heavens!" he -ed, "lt's 6 o 'Cıock!". 2. - against : acı acı şikayet etmek, yakınmak, şiddetle itiraz



kasıarı



exclusive etmek. The newspapers -ed against govemment action. He -ed against immorality. 3. - at : hayret etmek, şaşırıp kalmak. He -ed at the beautifuZ view. 4. -er: ünleyen, haykıran, feryat eden, çığlığı koparan. exclamation, is. 1. ünlem, nida. "Good heavensI" is an - : "Aman Yarabbi!" sözü bir ünlemdir. 2. haykırış, çığlık, bağırma, feryat, 3. söylenme, anı söylenen söz, hayret/şaşkınlık! beğenilkorku sözü. to utter (= say) an - of anger . öfke ile söylenmek. 4. - mark = - point : ünlemlnida işareti (I), ünlem belgisi. exclamatory, sf 1. ünlem+ : hayret/sevinç/ beğeni/korku/şaşkınlık vb. ifade eden. an phrase. 2. gürültülü. e.a.- 2. nois)', clamorous. exclave, is. ayrık il : bir ülkenin yabancı ülkelerle kuşatılmış ve kendinden ayrı kalmış parçası. Bu tür toprak parçası ait olduğu ülke için exclave, kendini çevreleyen yabancı ülke için ise enclave adını alır : East Prussia was an exclave for Germany, but an enclave in Poland. exclosure, is. kapalı/mahfuz arazi, (hayvan vb. girmemesi için) çitle çevrili saha. exclude, gL.f -cluded, -Cıuding 1. dışarıda bırakmak, hariç tutmak, kabul etmemek, dahil etmemek. Profesional players are -d from thr competition. 2. istisna etmek, bertaraf etmek. all possibiUty of doubt : hiçbir şüpheeye yerı mahal) bırakmamak, her türlü şüpheyi bertaraf etmek. This -s all possibility of doubt : Bu, hiçbir şüphe bırakmıyoL 3. yoksun bırakmak, mahrum etmek, engelolmak, menetmek, reddetmek. 4. excludability : dışında/hariç tutulabilme, ayrıkIık, istisnaiyet, 5. excludable = excludible : dışarda bırakılabilir, aynk!hariç tutulabilir, istisna edilebilir, 6. excluder : (a) dışarıda bırakan, hariç tutan, kabul etmeyen, içeri almayan. (b) iş­ çi arıları geçirip arı beyini peteğe sokmayan ağ, (b) Brit. büyük Histik şoson. e.a.- 1. bar, except, omit, eject, oust, leave out, expel, 2. eliminate, 3. preclude, reject, suspend, prohibit, forbid. k.a.- 1-3. include, admit. excluding, sf ... hariç, -den başka, ... dışında, ... sayılmazsalhesaba katılmazsa. There were 30 people in the hotel, - hotel workers. k.a.- including. exclusion, is. ı. dışlarna, dışarıda bırak­ (ıl)ma, hariç tut(ul)ma, ihraç (etme/edilme), ka-



bul etmeme/edilmeme, istisna/bertaraf etme/ edilme, yoksun bırak(ıl)ma, mahrum etme/ kalma. His - of the tennis club hurt him very much : Tenis kulübüne kabul edilmemek çok gücüne gitti. 2. to the - of: hariç tutarak, dışın­ da bırakarak, yoksun/mahrum bırakarak, meydan vermeyerek, ... -i bir tarafa bırakarak. She worked away at her building project, to the of everything else : Her şeyi bir tarafa bırakıp bina projesi üzerinde çalıştı. 3. -ary : dışla­ ma+, ayırıcı, dışarıda/hariç bırakan, dahil etmeyen. - policy: ayırıcı politika. exclusionism, is. 1. tekelcilik, (haklardan vb.) yoksuniaştırma, yoksunimarum bırakma (ilkesi, politikası), 2. exclusioner = exclusionist : tekelci, yoksuniaştırma politikasılilkesi güden. exclusion principle, is. fiz. dışlama ilkesi : Fermi-Dirac istatistiğine uyan parçacıkların aynı erke düzeyinde bulunamayacaklarını belirten ilke. Pauli exclusion principle d.d. exCıusive, sf &is. 1. ist. ayrık. - events : ayrık olaylar : bir rastlantı deneyi sonunda birlikte ortaya çıkmaları olanaksız olan olaylar, 2. mat. dışarmalı. mutually - : karşılıklı dı­ şarmalı. - disjonction : dışarmalı ayırtlam, belirli bir anda ya biri ya öteki vuku bulan ve asla ikisi aynı anda vuku bulmayan olaylar arasında­ ki ilişki. - or : dışarmalı ya da. mutually plans of action : karşılıklı dışarmalı hareket pHinları, 3. özgü, münhasır, (bir kimseye/ zümreye) has, özel, sırf. - rights. This bathroom İs for the President's - use: Bu banyo sırf başkana mahsustur. 4. bütün, tekmiL. We must give our - attention : Bütün dikkatimizi vermeliyiz. 5. tek, eşsiz, biricik, yegane, eşi olmayan. an - design. the - owner of abusiness. 6. pahalı şeyler satan. an - boutique. 7. (gazetecilikte) özel: yalnız bir gazetenin/derginin elde ettiği ve yayın hakkını aldığı haber/müHıkat. an - story : özel haber, 8. - of: ... hariç/müstesna, ... dışın­ da, ... hesaba katılmaksızın/çıktıktan sonra,den gayri. a profit of ten percent, - of taxes : vergiler çıktıktan sonra yüzde on kar. the hotel charges $60 aday, - of meals : yemek hariç günde 60 dolar otel ücreti. from 1 to 10 - : 1'den lOta kadar (l ve LO hariç), 9. -ness =exelusivity : ayrıkhk, (yalnız bir kimseye/şeye) münhasır olma, özellik, 10. exclusory : dışarı­ da/hariç bırakan.



1195



exCıusively



exclusively, zf. yalnız, sırf, münhasıran. excogitate, gl.f -tated, -tating 1. düşün­ mek, teemmül etmek, düşünerek bulmak/icat etmek, keşfetmek, 2. excogitation : düşünme, 3. excogitative : düşündürücü, 4. excogitator : düşünen. e.a.- 1. think out, devise, invent. excommunicable, sf ı. aforaza layık, aforoz edilebilir (kimse), 2. cezası aforaz olan (suç). excommunicate, sf &is. &gl..f -cated, cating 1. aforoz edilmiş (kimse), 2. aforaz etmek, 3. excommunication : aforoz (etme/edilme), 4. excommunicative = excommunicatory : aforoz+, 5. excommunicator : aforozcu, aforoz eden. excoriate, gl.f -ated, -ating ı. (deriyi) sı­ yırmak/yüzmek. His palms were -d by the hard labor of shoveling. 2. yerrnek, (şiddetle) suçlamak, kötülemek, azarlamak, haşlamak, tenkit etmek. We - and scorn the public servants who takes bribe. e.a.-1. abrade, chafe, scratch, 2. denounce, berate, flay. excoriation, is. ı. deriyi sıyırma, 2. derisi sıynlma/yüzülme, 3. yerme, (şiddetle) suçlama, kötüleme, azarlama, tenkit/zemmetme, 4. sıyrık. excorticate, gl.f -cated, -cating kabuğunu saymak. excortication : kabuğunu sayma. excrement, is. ı. dışkı, çıkartı, necaset, kazurat, gübre; kaba bak, pislik, 2. -al = -itious : dışkısal, dışkı+, dışkıya benzer, dışkı gibi. ~al odor. excrescence, is. 1. düzgüsüz/anormal büyüme/çoğalma, 2. (bitkilhayvan gövdesinde siğil/ur/nasır gibi) düzgüsüz çıkıntı, şişkinlik, fazlalık, 3. (saç/boynuz gibi) normal büyüyen şey, 4. çirkinleştiren fazlalık. excrescency, is. 1. bk.: excrescence, 2. düzgüsüz/çirkin bir fazlalık oluşturma. excrescent, sf 1. düzgüsüz/aşırı büyüyen/ çoğalan, 2. fazla, gereksiz, !üzumsuz, fuzul1, 3. s.bl. köken bilimsel temele dayanmadan araya giren (sessiz harf), 4. -ly : düzgüsüzce, düzgüsüz büyüyerek. excreta, ç. is. salgılar, ifrazat : dışkı, ter, sidik gibi vücuttan çıkan maddeler. Excrement, urine and sweat are all forms of human -. excretal: salgısal.



1196



excrete, gl.f -creted, -creting salgılamak, ifraz etmek, (vücuttan) çıkarmak. excreter : salgılayan. excretiye : salgılasal, salgı şeklinde. excretion, is. ı. salgılama, ifraz etme, (zararlı maddeleri vücuttan) çıkarma/boşaltma. He complains of pain during -. 2. salgı, ifrazat, boşaltım, (dışkı, ter, sidik gibi) vücuttan atılan madde, bazı bitkilerin çıkardıkları yapışkan sı­ vı.



excretory, si



salgı+, salgısal, salgılayan.



- organs. excruciate, gl.f -ated, -ating ı. işkence etmek, eza/cefa etmek, ıstırap/azap vermek, acıtmak, 2. üzmek, elem/keder vermek. e.a.1. torture, torment. excruciating, sf ı. dayanılmaz ıstırap/ azap veren, eza/cefa edici, işkence eden. i had an ~ cramp in my leg. 2. dayanılmaz, müthiş, çok şiddetli, tahammülfersa. an - headache. 3. aşIri, büyük. with - attention to details. 4. -Iy : dayanılmaz/müthiş ıstırap verircesine, eza/cefa edercesine. e.a.- 1. torturing, agonizing, (extremely) painful, 2&3. extreme, intense. excruciation, is. 1. işkence, eza, cefa, ıs­ tırap, azap, elem, keder, 2. ıstırap/azap/eza/cefa verme veya çekme. e.a.- 1. torture, torment. exculpate, gl.i -pated, -pating 1. aklamak, ibra/tebriye etmek, temize çıkarmak, suçsuz bulmak, beraat ettirmek, 2. exculpable : aklanabilir, temize çıkarılabilir, beraat ettirilebilir, 3. exculpation : aklarna, ibra/tebriye etme, temize çıkarma, suçsuz bulma, beraat ettirme. e.a.1. exonerate, vindicate. exculpatory, si aklatıcı, beraat ettirici, temize çıkarıcı, aklamaya/ibraya/beraata yönelik. excurrent, sf 1. dışarı akan, 2. zool. dışa­ rı akış/çıkış sağlayan. the - canal of certain sponges. 3. bot. (a) düz gövdeli : gövde ekseni dümdüz uzanan (IMin, çam vb. gibi), (b) ana gövdeden uzanan, dışarı çıkıntı yapan (bazı yaprakların orta damarı gibi). excursion, is. ı. gezi(nti), tenezzüh, özel bir maksatla yapılan gezi/yolCuluk. a scientific -. a pleasure -. 2. (tren, vapur vb. de) indirimli/tenzilatlı yolculuk. - ticket: indirimli (gidiş dönüş) bileti. - fare: indirimli bilet ücreti, 3. gezi grubu, geziye çıkan topluluk, 4. ara söz,



exeerate istitrat, 5. fiz. (a) uzanım : titreşim hareketi yapan bir cismin denge konumundan uzaklığı, (b) genlik, vüs'at, maksimum uzanım. the - ola piston. 6. atom reaktörü güç seviyesinin arızı yükselmesi (genellikle sistemin durudurulmasını gerektirir), 7. esk. saldırı, huruç, akın, hücum, baskın. e.a.- 1&2. trip, journey, 5. (a) displacement, (b) amplitude, 7. sally, raid, attack. exeursionist, is. gezgin, gezici, gezmen. exeursive, sf ı. kararsız, tutarsız, bağdaş­ maz, insicamsız, rabıtasız, dağınık, istitratlı (düşünce/fikir/söz vb.), düzensiz, yöntemsiz, metodik olmayan. an - lecturer. - reading habits. 2. -Iy : kararsız/tutarsız/insicamsız/rabıtasız/ dağınık/düzensiz bir şekilde, 3. -ness : kararsızlık, tutarsızlık,



bağdaşmazlık,



lık, rabıtasızlık, dağınıklık,



insicamsız-



düzensizlik. e.a.1. digressive, desultory, discursive, rambling. exeursus, is., ç. -suses, -sus 1. ayrıntılı irdelerne, ek, ilave : bir kitapta belli bir noktanın geniş açıklaması (özellikle asıl metne ek olarak), 2. ara söz, istitrat, konudan ayrılma. e.a.1. appendix, 2. digression. exeusable, sf mazur görülebilir, affedilebilir. -ness : mazur görülebilme, affedilebilme, mazeret, özür. exeusably, zf. mazur görülebilecek şekilde. exeusatory, sf özür+, mazereH, özür dileme mahiyetinde, özür dileyen, mazeret beyan eden. exeuse 1, gL.f -cused, -eusing 1. mazur görmek, affetmek, kusura bakmamak, göz yummak. Please - my bad handwriting/my opening your letter by mistake. - me : affedersiniz, bağışlayınız, özür dilerim. - me, does this bus go to the station? -me, but you are completely wrong. if you will - the expression : Tabirimi mazur görün/Tabir caizseISözüm meclisten dı­ şarı/Başa huzurdan. 2. özür/af dilernek, mazeret beyan etmek. He -d his absence by saying that he was m. He -d himself for being. Iate. 3. suçsuz/haklı çıkarmak, mazur göstermek, affettirrnek. Nothing will - his cruelty to his children. Ignorance of the law -s no man. Nothing can this delay. 4. muaf tut(ul)mak. Those who passed the first test are -d from the second. 5. - oneself : (a) özür/af dilemek, Cb) muaf tutulmak, serbest bırakılmak. to - oneself from the duty. (c) (gitmek vb. için) izin/müsaade isternek. He -d him-



se~f



from the party. 6. bağışlamak, affetmek, vazgeçrnek, ısrarla istememek. to - a child's mistakes. to - adebt. 7. - from: izin vermek, müsaade etmek. He was -d from the schooL. You 're -d : Gidebilirsiniz. The class was -d : Sınıfa izin verilmişti. 8. May i be -d ? İzin verir misiniz/Müsaade eder misiniz? (Bilhassa okullarda öğrenciler tuvalete gitmek için e.a.- 1. forgive, parbu sözlerle izin isterler.) don, condone, overlook, 2. apologize, 3. justify, extenuate, palliate, 4. free, release, let oif, 6. remit, dispense with. k.a.- 1. punish. exeuse 2, is. ı. özür, mazeret. Have you any - to offer for coming so Iate? in - of : mazeret olarak. In - of his failure he said he was ilI. 2. bahane, vesile. Stop making -s : Bahaneler icat etmekten vazgeç. 3. özür/af dileme, itizar etme, mazeret beyan etme, 4. izin, müsaade, 5. izin/hak verme, 6. a poor/bad - for k.d. kötü/ başarısız bir örnek/nümune. He is a poor - for a poet : Kötü bir şair örneğidir. His Iatest effort is a poor - for a novel : Son eseri başarısız bir roman örneğidir. 7. esk. bk.: forgiveness, pardon. e.a.- 1. apology, 2. pretexte, subterfuge, pretense, evasion. excuser, is. ı. mazur gören, 2. özür dileyen kimse. ex-direetory, is. Brit. rehberde bulunmayan (telefon numarası/abone). e.a.- unlisted. ex dividend, sf &zf. borsa son temettü/kar hissesi hariç.. exeat, Lat. (öğrenciye verilen) izin, exeerable, sf 1. pek çirkin, menfur, müstekreh, alçak, mel'un, lanetli, murdar. an - crime. 2. çok kötü, fena, berbat, iğrenç, tiksindirici, aşağılık, süf1ı. - manners. She' s an - cook. 3. -ness: alçaklık, mel'unluk, murdarlık, kötülük, berbatlık, iğrençlik, aşağılık, 4. exeerably : çirkin/menfur/müstekreh şekilde, alçakça, mel'unca, kötü/fena/berbat/iğrenç bir şekilde. e.a.1. abominable, abhorrent, detestable, 2. very bad. execrate, f -erated, -erating ı. (son derece) nefret etmek. He -d all who opposed him. 2. lanetlemek, lanetItel'in etmek, beddua etmek/ okumak, küfretmek. Even today the memory of his evil deeds is -d. 3. exeerator: nefret eden, lanetleyen, lanet/tel'in/beddua eden. e.a.1. abhor, abominate, detest, 2. curse, damn, denounce. (alacağından)



1197



execration execration, is. ı. lanet, nefret, beddua, küfür, 2. lanetlemek, lanet/tel' in etme, beddua/ küfür etme, 3. mel'un, menfur, lanetlenen şey. exeerative, sf ı. lanetli, mel'un, menfur, lanetle anılan, nefret edilen, 2. lanete mahkum, 3. -Iy : lanetle, nefretle. exeeratory, sf ı. lanet, nefreH, lanetlküfür kabilinden, 2. lanetli, menfur, lanetle anılan. exeeutant, is. icracı, icra edenlkonser vee.a.- perforren kimse, müzik çalan kimse. mer. exeeute, gL.f -euted, -euting ı. icra/ifa etmek, yerine getirmek. The nurse -d the doctor's orders. 2. yapmak, etmek, başarmak, becermek, uhdesinden gelmek. to - a gymnastic feat. 3. idam etmek, (hükmü) infaz etmek, cezayı çektirmek. The convicted murderer was -d. 4. (pHlnı/projeyi) gerçekleştirmek. to - apıan. 5. müz. çalmak, icra etmek, seslendirmek, 6. huk. (a) (yasayı/tüzüğü/yönetmeliği) yürütmek, yürürlüğe koymak, uygulamak, icra mevkiine koymak, tatbik etmek. to - a law. (b) (vasiyetnamenin) gereğini yapmak, şartlarını yerine getirmek. He asked his brother to - his will. Cc) yasal gereksinmeleri sağlamak, kanunun gerektirdiğini yerine getirmek, 7. exeeutable : icra/ifa edilebilir, gerçekleştirilebilir, uygulanabilir, yürütülebilir, yerine getirilebilir, infaz edilebilir, 8. exeeuter : icra/ifa/infaz eden, uygulayan, gerçekleştiren, yürüten, yerine getiren kimse. e.a.- 1. achieve, complete, carry out, accomplish, 2. do, perform, 3. kill, 5. perform, play, 6. (a) enforce, administer. exeeution.. is. ı. İcra/ifa (etme/edilme), yap(ıl)ma, yerine getir(il)me. the - of one' s duties. 2. (yasa/kanun/plan vb.) yürütme, uygulama, tatbik etme, yürürlüğe/tatbik mevkiine koyma. This good idea was never put/carried into-. 3. idam, inlai. -s used to be held in publle. 4. müz. icra etme, çalma, seslendirme, İcra/çalış tarzı. The pianist's - was jlawless. 5. huk. mahkeme kararını icra/infaz etme, icra/infaz emri, 6. (vasiyetname) ifa, İcra, yerine getirme. There has been same delay in the - of my father' s will. 7. do - esk. müessir olmak, (özellikle) büyük tahribat yapmak, 8. -al : İcrai, İcra/ifa/infaz eden, yürüten, uygulayan, yerine getiren. exeeutioner, is. ı. cellat, idam hükmünü icra eden kimse, 2. (mahkeme emrini/yasa hükmünü/vasiyetnameyi) icra/ifa eden, yerine getiren kimse.



1198



exeeutive, sf &is. ı. yönetici, yönetmen, idareci. a business -. 2. yetkili şahıs, idare amiri, hükumet veya bir şirketin yönetme/yürütme/ uygulama yetkisini haiz, yüksek mevki sahibi idarecisi. The president of a company is an -. The President of the u'S. is the ehief -. 3. yönetsel, yönetici+, yönetme+, yönetim+, yürütme+, icra+. - eommitteelboard : yönetim kurulu. power : yürütme yetkisi, icra saıahiyeti. aman of great - ability. 4. yönetmelicra yetkisi olan. offieer den. ikinci kaptan, (şirketlerde) genel müdür. - seeretary : genel sekreter. The Cabinet is the - branch of our govemment. 5. yöneticilere özgü/mahsus. - meeting : yönetim kurulu toplantısı. There' s an - meeting this afternoon. plane : (şirketlerde) özel uçak. - duties : idari görevler. the - offiees: icra makarnı/mevkii, 6. -Iy : yönetimle, icrai olarak, icra/infaz suretiyle, 7. -ness : yönetsellik, yöneticilik, İcra/ifa/ infaz görevi. Exeeutive Mansion, is. ABD 1. vali konağı : eyalet valisinin resmi konutu, 2. Beyaz Saray: Cumhurbaşkanısarayı. e.a.- 2. White House. exeeutive order, is. kararname, Cumhurbaşkanlığı emri: ABD Cumhurbaşkanının orduya, donanmaya/ devlet dairelerine gönderdiği yasa kuvvetindeki emir. executive session, is. gizli oturumfecIse. exeeutor, is. ı. yönetici, uygulayıcı, icra eden/yürüten kimse, 2. huk. vasiyet hükümlerini yerine getiren/infaz eden kimse (erkek). bk.: exeeutrix, 3. -ial : yönetici+, yöneticilere/icra edenlere özgü, İcraL exeeutory, sf ı. bk.: executive (4-6), 2. huk. uygulanacak, yürütüıecek, icra veya infazı gereken. exeeutrix, is., ç. exeeutrices/exeeutrixes huk. vasiyet hükümlerini yerine getiren/infaz eden kadın. exedra =exhedra, is., ç. -drae 1. (eski mimaride) kapalı toplantı yeri, 2. kavisli bank! bahçe kanapesi. exegesis, is., ç. -ses ı. yorum, tefsir, şerh, Kutsal Kitap'ın eleştirili yorumu, 2. exegetie(al) : yorumsal, açıklayıcı, yorumltesir/açıklama mahiyetinde, 3. exegetieally: yorumlayarak, yoe.a.- 1. interpretation, rumltefsir suretiyle. 2. explanatory, expository.



exercise exegete, is. yorumcu, tefsird, yorum!tefsirl müfessir. exegetics, is. yorum bilimi,. tefsir/şerh il-



şerh uzmanı,



mi. exempla, ç. is. bk.: exemplum. exemplar, is. ı. örnek, nümune, misaL. He is the - ofpatriotic virtue. 2. simge, timsal, sembol, modeL. They looked him as the - of courage. 3. (a) kopye, suret, nüsha, (b) öz, özgün, asıl, bir şeyin aslı, orijinali. Plato thought nature but a copy of ideal -s. 4. -Uy: örnek i misal olarak, mükemmellörnek teşkil edecek şekilde, 5. -iness= -ity : örneklik, örnek olma i teşkil etme, mükemmellik, kusursuzluk. e.a.- ı. specimen, example, instance, 2. model, pattern, 3. original, archetype. exemplary, sf. ı. örnek (olmaya değer), mükemmel, kusursuz, tavsiyeye şayan. - conduct/behavior. She showed - courage. 2. ibret verici. an - penalty. a sentence of - severity. 3. model, örnek, misal (teşkil eden), seçme. passages from a book. The - litterature of the medieval period. e.a. - ı. commendable, 2. moniimy, 3. illustrate, typicaL. exemplifiable, sf. örnek gösterilebilir, örnek alınabilir. exemplification, is. ı. örnek olma, misal teşkil etme, 2. örnek, misal, nümune (olan şey). The sudden price increases were an - of the law of supply and demand. 3. onaylanmış kopya, tasdikli suret. e.a.- 2. illustration, example. exempIificative, sf. örnek+, nümune+, örnek olan. exemplify, gl.f. -fied, -fying ı. örnek/ misal (olarak) göstermek, örnek/misal vermek. The teacher exemplified the use of the word. 2. örnek/model olmak, temsil etmek, örnek teş­ kil etmek. He exemplifies courage. This exemplifies what i mean. 3. huk. onaylı/tasdikli suretinil kopyasını çıkarmak, 4. exemplifier : örnek olan. e.a.- 2. embody. exempli gratia =e.g. Lat. örneğin, mesela, örnek/misal olarak. e.a.- for example, for instance. exemplum, is., ç. -pla 1. kıssa : ahlaki bir örnek/sonuç veren küçük hikaye/fıkra/masal, 2. örnek, misaL. e.a.- 2. example, modeL.



exempt, sf. &is. &gl.f 1. bağışık, muaf (olan kimse), müstesna, tabi olmayan/mükellef olmayan (kimse). He is - from the military service. 2. bağışıklamak, bağışıklık tanımak, muafl hariç tutmak, istisna etmek. Students who get very high marks will be -ed from the final examination. 3. -ible : bağışık/muaf tutulabilir. e.a.- 1. immune, excepted, relieved, freed, 2. release, except, relieve, absolve. exemption, is. 1. bağışıklık, muafiyet, ayrılık, ayrıcalık, istisna. to grant - : muaf tutmak. to be granted - : muaf tutulmak, 2. bağışıklama, muaf/ayrı tutma, istisna etme, 3. ABD&Cnd. geçim indirimi: gelirin vergiden muaf olan kısmı. There is abasic tax - that can be elaimed by everyone. An - of $500 for each child. e.a.- ı. immunity, exception. k.a.ı. liability. exemptive, sf. bağışıklık/muafiyet/ayrıcalık sağlayan.



exenterate, gl.f. -ated, -ating cer. 1. bir uzvu çıkarmak/içini boşaltmak, 2. bk.: disembowel, 3. exenteration: bir uzvu çıkarma veya içini boşaltma. exequatur, is. tanıt belge : bir devletin başka bir devlet konsolosunu tanıdığını gösterir resm1 belge. exequy, is., ç. -quies 1. gen. exequies: cenaze töreni, 2. cenaze alayı, 3. exequial : cenaze törenİ+. e.a.- ı. obsequies exercisable, sf. kullanılabilen, uygulanabilen. - rights. exercise, is.&f -cised, -cising ı. idman, talim, beden eğitimi, jimnastik. He does -s every morning. take - : idman yapmak. physical - : beden eğitimi. mental - : zihni işletme, 2. alış­ tırma, temrin, okul görevi. arithmetic/mathematical -s. There is an - at the end of each lesson. - book : okul defteri, 3. uygulama, yürütme, tatbik, İcra, ifa, yerine getirme, kullanma, istimal. the - of : kullanılması, ifası, istimali. the - of caution/of patience. the .- of one 's riglıt to vote. in the - of one's duties : görevinin ifası esnasında. by the - of : kullanarak, kullanmakla. You can only understand this picture by tlıe - of imagination. 4. deney, tecrübe, prova, 5. -s : (an'anevi/her yıl tekrarlanan) törenlmerasim! manevra vb. military -s : askeri manevra/



1199



exercised tatbikat. graduation -s : diploma verme töreni, 6. idman/jimnastik/talimJtemrin/alıştırma yap(tır)mak, idmanla geliş(tir)mek, alış(tır)mak. oneself : vücudunu işletmek, yapa yapa alıştır­ mak. - a horse: bir atı gezdirmek. He -s every other day at a fitness club. 7. çalıştırmak, harekete/faaliyete geçirmek, kullanmak, istimal etmek. to - one' s freedom of speech. to - one's strength. 8. (dikkat vb.) sarf etmek/harcamak/ etmek. to - caution : dikkat etmek. to - care in crossing the street. to - patience : sabretmek, sabırlı olmak, 9. (hakkını /yetkisinilimtiyazını) kullanmak, uygulamak, tatbik mevkiine koymak. to - one's constitutional rights. to - one's mind or imagination: aklını veya muhayyilesini kullanmak, 10. yap(tır)mak, icra/ifa et(tir)mek. - an influence upon... : ... -e tesir etmek. to - the duties of one's office : görevinin icabını yapmak, 11. (genellikle edilgen halde) tas alandır­ mak, endişe /üzüntü vermek, düşündürrnek, endişelendirmek. The city council has been greatly -d by the problem of inflation. I've been gratly -d about what we ought to do. - one's mind : (a) zihnini işgal etmek/işletmek, (b) tasa çekmek. e.a.- 1. activity, calisthenics, gymnastics, 2. drill, practice, 3. application, employment, use, 5. ceremony, 6. drill, discipline, school, practice, 7. use, employ, 8. employ, 9. exert, apply, 10. perform, fulfill, execute, 11. worry, make uneasy, try, trouble, annoy. exercised, sf tasalı, endişeli, üzüntülü, düşünceli, sinirli, canı sıkılmış, heyecanlı, öfkeli. e.a.- harassed, agitated, excited. exerciser, is. ı. idman/talim yapan, 2. beden eğitimi aracı, 3. atlara talim yaptıran seyis. exercitation, is. ı. (zihni/bedeni) alıştır­ ma, temrin, pratik, 2. talim, eğitim, yetiştirme, 3. tapınma, ibadet, 4. hüner gösterisi, (bir makalede vb.) edebi y-etenek gösterisi. exergonic, sf erkeveren, enerji açığa çıkaran. an - biochemical reaction. k.a.- endergonic. exergue, is. ı. (sikke veya madalyanın arka yüzünün alt tarafındaki) tarih yeri (bazan bir çizgi ile ayrılır), 2. bu yerdeki tarih, 3. exergual : tarih yeri+. exert, gL.f ı. (güçlkuvvet/çaba) harcamak/ sarf etmek, gayret etmek, nüfuz/tesir/tazyik (icra) etmek, baskı yapmak. She couldn 't open the door, even by -ing all her strength. 2. uğraş­ mak, ceht etmek. - oneself : çabalamak, uğraş-



1200



mak, didinmek, gayret etmek, zahmete katlanmak. Don't - yourself : (boşuna) çabalama/uğ­ raşma/zahmet etme, kendini yorma. He never-s himself to help anyone. We're going to have to - ourselves to make the deadline : İşi vaktinde bitirebilmek için kendimizi sıkmamız (çok gayret sarf etmemiz) gerekecek. 3. (yetki, nüfuz vb.) kullanmak, istimal etmek. to - one's authority. 4. -iye : çetin, güç, zor, uğraştıncı, çaba/güç sarfını gerektiren. e.a.- 1&2. strive, exercise, 3. employ, use, utilize, wield . exertion, is. ı. çaba, gayret, emek, ceht. It was through the -s of many people that the fair succeeded. 2. zahmet, eziyet, zorlanma, meşak­ kat. The - of moving the piano was too much for him and he collapsed. The doctor says he must avoid all -. 3. çabalarna, gayret/emek/ceht/sarf etme, 4. (yetki, nüfuz vb.) kullanma/uygulama, mevkii icraya koyma. an - of authority. e.a.1. endeavor, activity, strain, effort, 3. atıempt exeunt, gs.f tiy. sahneden çıkarlar (çıkan kimsenin adının sonuna gelir). - omnes : hepsi sahneden çıkarlar. ex fade, huk. görünüşte, zahiren, görünüşe göre. The contract was - - satisfactory. e.a.- apparenıly. ex facto, Lat. gerçekten, doğrusu, aslında, hakikatte. e.a.~ actually, acording to fact. exfoliate, f -ated, -ating 1. pul pul (olup) dök(ül)mek /ayrılmak, 2. (ağaç kabuğu) ince pular halinde dükülmek. The bark of some trees -s. 3. jeol. (a) ince tabakalar halinde ayrılmak, pul pul tabakalaşmak (ısıtılan bazı mineraller gibi), (b) tabaka tabaka ayrılmak (havanın etkisiyle kayalarda olduğu gibi), 4. tıp (cilt, deri vb.) pul pul ayrılmak, 5. exfoliation : pul pul ayırma/ ayrılma/ dökülme, 6. exfoliative : pul pul ayrı­ lan/ayıran.



ex gratia, sf &zj. Lat. lütuf/iyilik olarak, borcu/mecburiyeti olmadığı halde. an - payment : borcu olmadığı halde ödenen para. e.a.- as a favor. exhalable, sf solukla/nefesle çıkarılabilir. exhalant = exhalent, sf &is. 1. soluk/nefes veren, dışarı çıkaran, (buhar/koku vb.) yayan. an - siphon of a clam. 2. çıkış kanalı/borusu. e.a.- 1. emissİve



exhibiter exhalation, is. 1. soluk/nefes verme, (buharIkoku vb.) yayma/neşretme, buğulanma. ~s of mist on the surface of a lake. 2. soluk, nefes, (bir şeyden çıkanlyayılan) koku, buğu, buhar. e.a.- 1. expiration, evaporation, 2. emanation, effluvium. exhale, f -haled, -haling 1. soluk/nefes vermek. Breathe deeply and then ~ slowly : Derin nefes al, sonra yavaşça ver. to ~ air from the lungs. 2. (gazlbuhar/koku) çıkarmak i yaymak i neşretmekl saçmak, 3. buğulaş(tır)mak, buharlaş(tır)mak. Heat ~s the earth's moisture. e.a.- 1. breathe out, 2. emit, 3. evaporate. k.a.1. inhale. exhaust l , f ı. (son derece) yormak, bitapı takatsİz düşürmek, bitkin hale getirmek, kuvvetini tüketrnek. ['m ~ed by overwork. What an ~ing day! I'm completely ~ed. 2. tüketrnek, bitirrnek. to ~ one's money. We ~ed our funds in a week. My patience is ~ed. 3. (kapalı kaptan) gaz çık(ar)mak/kaç(ır)mak. Gases from an automobile ~ through a pipe. to ~ the air in a jar. 4. su vb.) boşaltmak. to ~ a well. 5. iyice/ ayrıntılarıyla incelemek, inceden inceye tetkik etmek. to ~ a subject: bir konuyu ayrıntılarıyla incelemek. Her book about the tulips ~ed the subject. 6. bütün olanakları denemek, her çareye başvurmak, 7. kim. ecz. eriyebilen/müessir maddeleri içinden çıkarmak, 8. bütün kaynakları tüketrnek, fakir düşürmek, kısırlaştırmak. The long war ~ed the country. to ~ the soil. 9. ~er : dış atım pompası, yanık gazları dışarı atan düzen, hava/gaz boşaltma düzeni, 10. ~ibility : tüketilebilme, boşaltılabilme, yorgun/bitkin/takatsiz kalma, 11. ~ible : tüketilebilir, boşaltılabilir, bitkinltakatsiz kalabilir. e.a.- 1. tire, enervate, prostrate, debilitate, fatigue, 2. deplete, use up, 3. discharge, escape, 4. drain, empty. k.a.1. strengthen, invigorate, 4. fill. , exhaust2 , is. · 1. mak. dış atım, egzoz, (yanmış gaz, buhar vb.) dışarı atma. ~ manifold : dış atım döşemi, 2. (dışarı atılan/ çıkarılan) duman, gaz, buhar, 3. ~ pipe d.d. dış atım/egzoz borusu: (gazı / buharı) dışarı atan düzen, 4. (kapalı bir yerdeki dumanı, kokuyu, tozlu havayı vb.) boşaltma düzeni, 5. bk.: exe.a.- 2. fumes, smoke, vapor. haustion.



exhausted, sf 1.



tükenmiş, bitmiş,



bom2. bitkin, bitap, çok yorgun, 3. ~ly : tükenmiş/bitmiş olarak; e.a.- 1. drained, spent, bitkinlbltap bir halde. used up, 2. worn out, extremely tired. exhausting, sf 1. çok yorucu, yıpratıcı, yoran yıpratan, 2. tüketen, bitiren, boşaltan, 3. ~ly : yorgunlbitkin Ibitap düşürürcesine, yorarak, takatsiz bırakarak, boşaltarak, tüketerek, tüketircesine. exhaustion, is. ı. tüketme, bitirme, boşaltma, 2. tükenme, bitme, boşal(tıl)ma. ~ offood supplies. 3. aşırı yorgunluk, bitkinlik, takatsizlik. o suffer from -. 4. kısırlaşma, beslemel e.a.- 3. faüretme değerini yitirme. ~ of soil. tigue, extreme weakness. exhaustive, sf 1. çok ayrıntılı/teferruatlıl detaylı, etraflı, geniş, inceden inceye, derinlemesine, geniş kavramlılkapsamlı. to make an study. ~ inquiries. An ~ discussion. Her conclusion was based on an ~ study of the subject. 2. tüketici, tüketen, bitiren, güçsüz/takatsiz bıra­ kan, yorucu, yıpratıcı, pek zahmetli, 3. ~ly : (a) çok ayrıntılı/kapsamlı bir şekilde, derinlemesine, inceden inceye, bütün ayrıntılarıyla, (b) yorucu/yıpratıcı bir şekilde, (c) tüketircesine, tüketerek, bitirerek, 4. ~ness: (a) çok ayrın­ tılı/kapsamlı oluş, (b) yoruculuk, yıpratıcılık. e.a.- 1. comprehensive, thorough, 2. exhausting. exhaustless, sf bk.: inexhaustible. exhibit, is. &f 1. teşhir etmeek), 2. gösterme(k) , izhar etmeek). to ~ signs of fear/guilt. 3. sergilemeek), sergiye koymaek), sergide teşhir etmeek). to - paintings/flowers/new cars/an art collection. 4. açıklamak, izah etmek, açıkça göstermek, 5. huk. (a) (dava esnasında mahkemeye) delil/vesika sunmak/ibraz etmek, (b) (mahkemeye sunulan) delillbelge/vesika, 6. tıp esk. ilaç vermek. The patient should fast before chloroform is -ed. 7. (sinema/oyun vb.) oynatmak, takdim etmek, göstermek. to - a motion picture. 8. sergilenen/teşhir edilen eşya/sanat eserleri, e.a.- 1. expose, show, 2. manifest, 9. sergi. evince, show, reveal, disclose, 3. display, 4. reveal, explain, demonstrate, 5. (a) submit, (b) evidence, 6. administer, 7. present, show, 8. exhibition, show, display. exhibiter, is. bk.: exhibitor. boş, tamtakır, harcanıp tüketilmiş,



1201



exhibition exhibition, is. 1. sergi. - hall: sergi evi/ The art school holds an - every year. 2. gösterme, gösteri, teşhir, izhar. an - of tem~ per: birdenbire öfkelenme /hiddetlenme, tehevvür, parlama. He said he had never seen such an - of bad manners. 3. arz, ibraz, 4. Brit. fuar, panayır. an international trade -. 5. (İngiltere'de müsabaka sınavını kazanan üniversite öğrencisi­ ne verilen) burs, 6. tıp ilaç olarak verme, 7. ma~ ke an - of oneself : kendini gülünç duruma düşürmek, aleme gülünç/rezil/maskara olmak, kendini rezil etmek, kepaze olmak. Get up oif the floor and stop making such an - of yourself. 8. on - : sergide, sergiye konulmuş, halka gösterilmekte. Some of the children's paintings are e.a.- 2. exposure, now on - at the schooL. 4. exposition, fair, 5. scholarship. exhibitioner, is. (İngiltere'de müsabaka sı­ navım kazanarak) burs alan öğrenci. exhibitionism, is. ı. gösterişçilik, gösteriş/teşhir merakı, ilgi/takdir toplama ve hayranlık uyandırma merakı, 2. psikol. göstermecilik: kendini teşhir hastalığı (özellikle tenasül organlarım gösterme hastalığı). He was charged with several acts of - outside the girl' s school. e.a.- 2. indecent exposure. exhibitionist, is. 1. gösterişçi, gösteriş meraklısı, aşırı tavırlı, yapmacıklı, 2. psikol. göstermeci: kendini (özellikle tenasül organları­ m) teşhir meraklısı/hastası, 3. -İc : gösterişçi, göstermeci+. exhibitive, sf 1. gen. - of: gösteren, göstermeye/teşhire yarayan, 2. -ly : gösterişle, göstererek. exhibitor = exhibiter, is. 1. sergici, sergi açan kimse. Many -s at the local flower show. 2. gösteren/teşhir eden kimse, 3. sin. oynatımcı, sinemacı, 4. -y : sergisel, sergi+, gösteriş+, göstermeye yarayan. exhilarant, sf &is. şenlendiren/neşelendi­ ren/canlandıran/neşe katan (şey), iç açan, ferahe.a.- cheering, exlatan, inşirah veren (şey). hilarating, invigorating, stimulating, refreshing, gladdening. exhilarate, gl.f ~rated, -rating L canlandırmak, can katmak, hayat/canlılık vermek, 2. şenlendirmek, neşelendirmek, sevindirmek, sevinç/neşe katmak/vermek, coşturmak, sarayı.



1202



renk katmak, içihi/gönlünü ferahlatmak, inşirah vermek. i was -d by/at her visit. He was -d by the prospect of getting home aday earlier. e.a.- 1. animate, eIate, enliven, invigorate, stimulate, refresh, excite, 2. merry, cheer, gladden. k.a.~ 1&2. depress. exhilarating, sf 1. bk.: exhilarant. 2. -ly : şenlendirerek, neşelendirerek, neşelcanlılık vererek. exhilaration, is. ı. sevinç, neşe, şenlik, canlılık, hayatiyet, inşirah, gönül feralılığı, 2. sevinedir)me, neşelen( dir)l11e, şenlen( dir)me, canlan( dır)ma, canlılık/hayati yetvermelkazanma, inşirah/gönül ferahlığı duy(ur)ma. e.a.~ 1. joyousness, gaiety, hilarity, animation. exhilarative = exhilaratory, sf şenlendi­ rici, sevindirici, neşelendirici, neşe/sevinç katan, canlandırıcı, ferahlatıcı, canlılık/hayatiyet verici. exhilarator, is. şenlendiren, sevindiren, neşelendiren, canlandıran, ferahlatan, canlılık/ hayatiyet veren şey. exhort, gl.f 1. öğütlernek, öğüt/nasihat vermek, uyarmak, ikaz/ihtar etmek. i -ed the men not to drink too much. 2. (önemle) tembihlernek, tembih etmek, akıl vermek/öğretmek, (hararetle) tavsiye/teşvik etmek. i -ed him not to drive in the snowstorm. 3. -er: öğüt/nasihat veren, uyaran kimse. e.a.- urge, advise, admonish, recommend. exhortation, is. öğüt(leme), öğüt/nasihat verme, uyarma, uyarı, ikaz/ihtar (etme), tembih/ tavsiye (etme). exhortative, sf 1. öğüt/nasihat /ikaz/ihtar/ uyarı niteliğinde, 2. uyarıcı, ikaz/tembih/teşvik edici, öğüt verici, akıl öğretici, 3. -ly : öğüt/ nasihat vererek, uyararak, uyarıreasına, ikaz sue.a.~ 1. exhortatory, urging, admoniretiyle. tory. exhortatory, sf bk.: exhortative. exhumation, is. ı. mezardan çıkarma, 2. deşme, (unutulmuş bir şeyi) yeniden ortaya çıkarma, açıklama, açığa vurma/çıkarma.



exhume, gl.f ~humed, -huming ı. mezardan çıkarmak, toprağı kazarak (ceset vb.) çıkar­ mak, 2. deşmek, (unutulmuş bir şeyi) yeniden ortaya çıkarmak, açıklamak, açığa vurmakl çıkarmak, gün ışığına kavuşturmak. to - real



existentialist



facts. 3. exhumer : mezardan çıkaran, (unutulmuş bir şeyi) yeniden ortaya çıkaran, açıklayan, açığa vuran/çıkaran. e.a.- 1. disinter, 2. revive, reveal, disclose, restore, bring to light. exigence, is. bk.: exigency. exigency, is., ç.-cies ı. acil durum, acil ihtiyaç, derhal önlem almayı gerektiren durum. A ship's captain must be able to cope with any -. 2. gen. exigencies: gereksinme, zorunluluk, zaruret, icap, talep, istek. The exigencies of city life. The exigencies of business kept him from attending the conference. 3. derhal müdahaleyi/ eyleme geçmeyi gerektiren haL. The President must be free to act in any sudden~. e.a.1. urgency, juncture, 2. need, dernand, requirement, 3. emergency, crisis. exigent, sf ı. acil, mübrem, müstacel, çok acele, zorlayıcı, zorunlu, derhal müdahaleyi/ önlem almayı gerektiren, kritik. Unemployment is the most ~ question facing us today. 2. müş­ külpesent, çok şey isteyen, açgözlü, gözü doymaz, doymak bilmez, fazla kuvvet/enerji harcatan. She is ~ in her demands for money. 3. -ly : acil/çok acele olarak; açgözlülükle. e.a.1. urgent, pressing, critical, 2. exacting, demanding. exigible, sf istenilebilir, talep edilebilir. e.a.- requirable. exiguity, is. azlık, kıtlık, nedret, darlık, yoksunluk. e.a.- scantiness, smalness. exiguous, is. ı. az, kıt, nadir, dar, küçük, yoksun. a - meal of bread and cheese. a - budget. a - navy. 2. -ly: az bir şekilde, kıtı kıtı­ na, 3. -ness bk.: exiguity. e.a.- scantiness, smalness. exile, is. &gL.f -iled, -iling ı. sürmek, sürgüne/menfaya göndermek, nefyetmek, sürgün etmek, zorla (ceza olarak) vatanından uzaklaştır­ mak. After the revolution many people were -d from the country. 2. sürgün, sürgünlük, 3. in - : sürgünde, sürülmüş, sürgüne gönderilmiş, 4. the Exile : Yahudilerin Babilonya esareti (M.Ö. 597-538). e.a.- 1. banish, expatriate, expeL. exilian = exilic, sf sürgün+, menfa+. eximious, ~f esk. 1. seçkin, mümtaz, ala, mükemmel, 2. -ly : illa/mükemmel bir şekilde. e.a.- 1. distinguished, eminent, excellent, choice.



ex int., faizsiz. e.a.- without interest. exist, gs.f 1. var olmak, mevcut olmak. The problem stil! -s. Do fairies -? 2. yaşamak, hayatta olmak, geçinmek. A person cannot ~ without air. They're so poor they can hardly -. She ~s on tea and bread. The greatest poet who ever -ed. 3. süregelmek, devam etmek, (baki) kalmak, elan mevcut olmaklbulunmak. Belief in magic stil! ~S. Ottoman Empire -ed for 6 centuries. 4. rastlanmak, tesadüf edilmek, (varlığı/ mevcudiyeti) görülmek, bulunmak. Famine ~s in many parts of the world. This species now ~s only in Australia. e.a.- 1. be, 2. live, 4. accur, befound. existence, is. ı. varlık, mevcudiyet, var oluş. We believe in the ~ of Gad. the onlyone in ~ : tek varlık. be in - : var olmak, mevcut olmak, yaşamak. come into ~ : doğmak, peyda olmak, meydana/ortaya çıkmak, zuhur etmek, teşekkül etmek. to call into - : doğurmak, yaratmak. to go out of ~ : yok olmak, 2. hayat, yaşamCa), ömür. the struggle for - : hayat mücadelesi. during my whole - : hayatım boyunca, örnrümde, 3. geçim, hayat tarzı. They were working for a better~. 4. varlıklar, yaratıklar, var olan şeyler, mevcudat - shows a universal order. 5. vücut, zat, var olan şey. e.a.- 1. being, 2. life, 5. entity. existent, sf &is. mevcut, var olan (kimse/ şey), hazır olan, bulunan, halen mevcut/var olan, elde mevcut. This is the only - copy of his last poem. e.a.- present, existing, extant. existential, sf 1. varoluşçuluk felsefesi ile ilgili. 2. varlık+, varlıksı, varlıksal, varlıklaf mevcudiyetle ilgili, 3. ~ıy : varlıkla ilgili olarak. existentialism, is. feL. varoluşçuluk: XiX. yy. da Kierkegaard, Nietzche tarafından kurulan bir felsefe daktrini. İnsanın tamamen hür ve kendinden sorumlu bulunduğuna, yaşamanın tek gerçek olduğuna, insanın karakterini kendi irade ve eylemlerinin yarattığına inanır. existentialist, sf feL. varoluşçu. -İC : varoluşçu+. ~ically : varoluşçuluk açısından, varoluşçu görüşle.



1203



exit exit, is.&f ı. çıkış (kapısı/yolu), çıkılacak yer. emergency - : tehlike çıkışı. The theater had six -s, 2. çıkış, gidiş. --permit: çıkış izni/ vizesi, 3. sahneden çıkış. --line tiy. çıkış sözü. make one's - : (sahneden) çıkmak, 4. çıkmak, çıkıp gitmek,S. tiy. sahneden çıkar. Exit Hamlet, bearing the body ofPolonius. ex libris, Lat. ı. -in kitaplığından, 2. kitabın kime ait olduğunu gösteren yafta. ex nihilo nihil fit, Lat. Nothing is ereated from nothing: Hiçbir şey yoktan var olmaz. exo- = ex-, ön ek "dış, dışın( d)a, hariç, harici, -den başka". ör.: exoearp, exogamy. exobiology, is. dış evren biyolojisi: yeryüzü atmosferinin dışındaki, özellikle gezegenlerdeki hayatı inceleyen bilim dalı. exocarp, is. bot. dış kabuk, meyvenin üst kabuğu. e.a.- epiearp. exocentric, sf gr. söz dizimi görevi kendini oluşturan kelimelerinden farklı olan. Örneğin her ikisi de sıfat olan bitter ve sweet kelimelerinden oluşan bittersweet. bk.: endocentric. exocrine, sf &is. anat. fizy. dış salgı, dış salgı çıkaran (beze/gudde). - gland : dış salgı bezi (ter bezleri, böbrekler vb.). exocytose, f -tosed, -tosing molekül çı­ karmak. exocytosis, is. molekül çıkarma : bir gözenin büyük bir molekül, parça vb. çıkarması. bk.: endocytosis. exodontia = exodontics, is. diş çekimi (hekimliği).



exodontist, is. dişçi (diş çekmekte uzman olan). exodos, is., ç. -doi (eski Yunan dramında) bitiş, son. exodus, is. ı. toplu göç, hicret, toplu halde bir başka ülkeye gidiş, 2. the - : Musa peygamber zamanında Musevilerin Mısır'dan çıkışları, 3. b.h. Eski Ahit'te ikinci kitabın adı. e.a.1. emigration. exoenzyme = ectoenzyme, is. biy.-kim. dış enzim, dış maya: pepsin vb. gibi üreten göze dışında etki yapan ana maya. bk.: endoenzyme exoergic, sf fiz. kim. dış erkesel, ısı salan, e.a.- exothermie. enerji yayan (reaksiyon). k.a.- endoergie.



1204



ex offido, sf &. zf. yetkiseL, memuriyet veya mevkiden ileri gelen, resmi görev/makam dolayısıyla, memuriyet!makam icabı, tabii. - member : tabii üye. The President is an - member of the eommittee. exogamic = exogamous, sf dışarıdan evlenen. exogarny, is. ı. dışarıdan evlenme, aşiret! akraba dışı kimselerle evlilik. bk.: endogamy. 2. biy. yad üreme : akraba olmayan ebeveynden e.a.- 2. outbreüreme, 3. çapraz tozaklaşma. eding, 3. cross-pollination. exogen, is. bot. esk. bk.: dicotyledon. exogenous, sf 1. dıştan üreyen/türeyen, dış etkenli, dış sebeplerden ileri gelen. an - infeetion. 2. dıştan büyüyen, her yıl eklenen halkalarla gövdesi gelişen (ağaç vb.), 3. fizy. biy.kim. dış özümsel : proteinlerin metabolik özümlenmesi ile ilgili, 4. -ly : dıştan üreyerek, dış etkenlerle, dış özümseme ile. exonerate, g!.f -ated, -ating 1. aklamak, beraat ettirmek, temize çıkarmak, suçsuz bulmak. The jury -d the aeeused. 2. muaf tutmak, hizmetten affetmek, 3. exoneration : akla(n)ma, beraat, temize çık(ar)ma, suçsuz bul(un)ma; muafiyet, muaf tut(ul)ma, 4. exonerative : aklayan, beraat ettiren, temize çıkaran. e.a.- 1. vindicate, absolve, exeulpate, aequit, 2.. release, relieve. k.a.- 1. blame, eonvict, find guilty. exonumia, is. (madalya vb. gibi) koileksiyon metaı (para hariç). exophthalrnia, bk.: exophthalrnos. exophthalmic, sf (hastalık yüzünden) göz fırlamasH.



exophthalmic goiter, is. patol. fırlak göz: tiroid guddesinin şişmesi, göz yuvarlaklarının ileri fırlaması, kansızlık, yürek çarpıntısı ile kendini gösteren bir hastalık. Basedow's disease, Graves' disease d.d. exophthalrnos = exophthalrnia = exophthalrnus, is. pato!. fırlak göz : hastalık sonucu gözün fırlaklığı. exor, is. bk.: executor. exorable, sf 1. (rica ve yalvarışla) kandı­ rılabilir, ikna edilebilir, (tatlılıkla/iyilikle) yatış­ tınlabilir, insaf!ı, merhametli, 2. exorability : kandırılabilme, ikna edilebilme, yatıştınlabil­ me, insaf(lılık), merhamet. lü



guşa



expand



= exorbitancy, is. 1. aşınlık, 2. ileri gitme, haddini aşma. e.a.- exeessiveness. exorbitant, is. 1. aşırı, fahiş, pek fazla, müfrit, ifrata kaçan, hadden aşırı, had derecede. - priees. an - demand. That hotel eharges - priees. 2. -ly : aşırı derecede, fahişlpek fazla bir şekilde, ifrata kaçarcasına, haddini aşarak. e.a.- 1. exeessive, extravagant, unreasonable. k.a.- 1. just, reasonable. exorcise, gl.f. -cised, -cısıng ı. (dualarla cinleri, kötü ruhları) kovmak, defetmek, 2. (bir kimseyi/yeri) cinlerden/kötü ruhlardan kurtarmak/temizlemek/arıtmak. The mad girl's parents took her to the priest to be -d. 3. (kötü düşüncelerden/duygulardan/sıkıntılardan) kurtulmak, azat olmak. He eould not - the memory of his past misdeeds. 4. exorciser bk.: exorcist. e.a.- 1-3. exorcize. exorcism, is. ı. (dualarla cinleri, kötü ruhları) kovma, defetme, 2. cin kovma duası/ayini. exorcist, is. ı. cinleri, kötü ruhları kovan/ defeden, 2. (Katolik kilisesinde) (a) dört küçük sınıftan ikincisi, (b) bu sınıfa mensup kimse. bk.: acolyte (2), lector (2), ostiary O). exorcize/exorcizer, bk.: exorcise/exorexorbitance



fahişlik, fazlalık,



Cİser.



exordial, sf. ön, giriş/ön söz niteliğinde, mukaddeme+. e.a.- introductory. exordium, is., ç. -diums, -dia ı. başlangıç, iptida, 2. ön söz, mukaddeme, giriş. e.a.1. beginning, 2. intraduetion. exoskeleton, is. zool. ı. dış iskelet/kabuk: kaplumbağa, ıstakoz, yengeç, bazı böcekler vb. nin koruyucu dış kabuğu. bk.: endoskeleton. 2. exoskeletal zool. dış iskelet/kabuk+. exosmic = exosmotic, sf. dış geçişimseL. exosmose = exosmosis, is. fiz. kim. ı. dış geçişme, ozmos, 2. (dış geçişmede) yoğun ortamdan sulu ortama geçiş. bk.: endosmosis. exosphere, is. dış hava yuvarı, atmosferin en az yoğun olan en dış tabakası. exospheric : dış hava yuvarı+. exospore, is. bot. dış spor, bitki sporunun dış tabakası. exospore : dış spor+. exostosis, is., ç. -ses patol. uzantı kemik: kemik veya dişte oluşan anormal büyüme/ şişkinlik. exostotic : uz antı kemik+.



exoteric, sf. 1. kamu+, kamuya/umuma/ halka özgü, 2. avam, seçkin zümreden olmayan, 3. apaçık, sade, basit, kolayanlaşılır, harcıalem, 4. dış+, dışa ait, harici, zahiri, 5. fel. dışrak : kapalı ve gizli olmayıp herkesin gözü önünde olan, 6. -ally : açıkça, apaçık/sade/basit bir şe­ kilde. e.a.- 3. popular, simple, eommonplaee, k.a.- 3. esoteordinary, 4. exterior, external. rie. exothermal = exothermic, sf. ısıveren.­ reaction : ısıveren tepkime, 2. exothermally = exothermically : ısı vererek, ısı vermek suretiyle. k.a.- 1. endothermie. exotic, sf. &is. ı. yabancıl, başka iklime ait, yabancı ülkeden gelen, dışarıdan gelme, yerli olmayan, ecnebi, harici. - flowers/food/ smells. an - purple bird. Many - plants are grown in Canada as house plants. 2. garip, tuhaf, alışılmamış, dikkati çeken, egzotik, sihirli, büyülü. an - glamor. 3. - dancer : egzotik dansöz, striptiz dansözü, 4. k.d. acayip/büyülü bir güzelliği olan, 5. -ally : yabancılolarak, acayip/ garip/tuhaf/sihirli/büyülü bir şekilde, 6. -ness : yabancılık, acayiplik, gariplik, tuhaflık" sihir, büyü. exotica, ç. is. acayip/garip/alışılmamış/ yabancı şeyler. He has interested himself in sueh - as undersea aquariums and geodesie houseboats. exoticism, is. ı. başka ülke hayranlığı, başka ülkelere ait olanları benimseme eğilimi, 2. yabancıllık, acayiplik, gariplik, yabancı ülkelere/iklimlere özgülük, 3. yabancı kelime, deyim vb. exotoxin, is. biy-kim. ı. dış ağı, dış zehir : mikroorganizmaların çıkardığı suda eriyen ağıl zehirltoksin. bk.: endotoxin, 2. exotoxic : dış­ ağı+·



expand, gl.f. ı. genişle(t)mek, genleş­ (tir)mek, (boyut/hacim) büyü(t)mek, şiş(ir)mek. Iron -s when it is heated. The halloon -ed as it filled with air. He breathed deeply and -ed his ehest. 2. aç(ıl)mak, yay(ıl)mak. uza(n)mak, uzatmak, germek. A bird -s its wings before flying. 3. geliş(tir)mek, tevsi/tafsil etmek, genişletmek. to - a short story into a noveL. 4. mat. (a) çarpanIara ayırmak. bk.: factor (2), (b) matematiksel bir ifadeyi belirli bir tür terimlerin toplamı, çarpımı vb. şeklinde yazmak, (c) (bir işlevi) seriye açmak, seri halinde yazmak, 5. içini/kalbinil



1205



expanded sırlarını



açmak, açılmak. This quiet young man only when he is among the friends. 6. - on! upon : ayrıntılarıyla anlatmak, tafsil etmek, teferruata girişrnek. I'm quite satisfied with your explanation, so there's no need to ~ on it. 7. ~able -ible: genişletilebilir, genleştirile­ bilir, 8. -er: genişleten, genleştiren. e.a.1. sweZl, enlarge, increase, dilate, distend, inflate, 2. spread out, open out, unfold, extend, 3. develop, amplify, 6. enlarge upon. k.a.1-2. contract, abridge. expanded, sf ı. genişlemiş, genleşmiş, 2. basım bk.: extended (9), 3. ~ metal: genleşik maden, germe saç: ince paralel şeritler halinde kesilip gerilmiş saç levha, 4. - plastic : gözenekli plastik (yalıtma ve ambalaj malzemesi olarak kullanılır). e.a.- 4. faamed plastic, plastic foam. expanse, is. ı. büyük alan, meydan, geniş saha, 2. uzay, feza, boşluk. a blue ~ of sky. 3. genişlik, enginlik, vüs' at. The Pacific Ocean is a vast ~ of water: Büyük Okyanus muazzam, engin bir su kütlesidiL 4. açılma, yayılma, gen~s



=



leşme, genişleme. genleşebilme,



expansibility, is.



genişle­



yebilme.



expansible, sf lir,



genleşebilir, genişleyebi­



açılması/genişletilmesi



expansile, sf len, 2.



mümkün.



ı. genleşebilen, genişleyebi­



genleştiren, genişleten,



3.



genleşimsel,



genleşme+, geriişleme+.



expansion, is. ı. genleş(tir)me, genişle­ yay(ıl)ma. coefficient of ~ : genleşme kat



(t)me,



sayısı. The ~ of metals when theyare heated. The heat caused the ~ of the gas in the baZlaon. 2. büyüme, şişme. The expanding gas caused the ~ of the baZlaon. 3. genleşme/genişleme miktarı/derecesi, 4. genişleyen kısım, genişletil­ miş şekil/haL. The thesis is an -- of a paper he wrote last year. 5. geniş alan/saha, 6. mat. açı­ lım, açma: örneğin (a+b)2 ifadesini a2+2ab+ b 2



şeklinde yazma, 7. mak. genleşim: patlamalı motorda gaz hacminin büyüme ve basıncının azalma evresi, 8. genişlet(il)me, tevsi, tevessü. industrial ~ : sanayiin genişlemesi. The ~ of the factory doubled the amount of goods it produced. 9. ~ary : genleşimsel, genişleyen, gelişen. an ~ary economy: gelişen ekonomi. e.a.1. dilatation, enlargement, extension, 5. expanse.



1206



expansion chamber, is. fiz. bk.: cloud chamber. expansionism, is. genişleme/yayılma politikası, zayıf



rakipler aleyhinde arazi ve ticaretini The colonial ~ of Europe in the 19th century. expansionist: genişleme genişletme politikası.



politikası taraftarı. politikası



expansionistic :



genişleme



güden.



expansive, sf ı. genleşimsel, genleşebi­ lir, genleşmeye /yayılıp genişlemeye elverişli, 2. genleştirici, genleştiren, genleşmeye sebep olan, 3. geniş, engin, yaygın, ayrıntılı, kapsamlı, şümullü, geniş sahalı, vasi, 4. açık sözlü, coşkun, konuşkan, ateşli, açık yürekli. He is very ~ and hospitable person. He grew ~ after dinner. 5. genleşimli, genleşimleçalışan (motor) vb.), 6. ~ delusion psikoL. büyüklük sabuklaması: gerçeklere aykırı olarak kendini aşırı derecede varsıL, güçlü, önemli, ünlü sayma sayrılığı, 7. ~ly : genleşerek, genişleye­ rek, kapsamlı bir şekilde; coşarak, konuş­ kanlıkla, 8. -ness: genleşebilme, genişleyebil­ me, yayılma; kapsamlılık, coşma, konuşkanlık. expansivity, is. ı. genleşebilme, 2. genleş­ me kat sayısı. e.a.- 1. expansiveness, 2. coefficient of expansion. ex parte, Lat. 1. huk. tek taraflı, yalnız bir tarafın lehin(d)e/çıkarına/yararına,2. taraf tutan, partizan. e.a.- 1. one-sided, 2. partisan. expatiate, gs.f -ated, -ating ı. - on!upon : etraflıca/uzun uzadıya yazmaklkonuşmak. to ~ upon a theme. She ~d on the thrills of her trip. 2. etrafta dolaşmak, serbestçe her tarafa girip çıkmak, avare gezmek, 3. expatiation : etraflı­ ca/uzun uzadıya yazma/konuşma; etrafta dolaş­ ma, avare gezme. e.a.- 1. elaborate, enlarge, 2. wander, roam about. expatriate, sf &is. &gl.f -ated, -ating 1. sürmek, sürgüne göndermek, sürgün etmek, nefyetmek, 2. vatanını terk etmek, kendi vatanından göçrnek, göç etmek, 3. uyrukluğunu/ tabiiyetini değiştirmek, başka devlet tabiiyetine geçmek, 4. sürgün, ülkesinden sürülmüş/sürgü­ ne gönderilmiş (kimse), 5. başka ülkeye göç etmiş kimse, göçmen, muhacir, 6. uyrukluk/ tabiiyet değiştirmiş (kimse), 7. expatriation: sürme, sürgüne gönderme; sürgünlük; göçme, göçmenlik; uyrukluk değiştirme. e.a.- 1. banish, exile, 4. expatriated, exiled.



expedience expect, f 1. ummak, ümit etmek, beklemek, intizar etmek, muntazır olmak, (olacağını) tahmin etmek. to - guests : misafir beklemek. to - a hurricane : kasırga çıkacağını tahmin etrnek. i ~ (that) he 'll pass the examination. That was to be -ed: Bu bekleniyordulBunun böyle olacağı belli idi. i -ed as much : Bu kadarını bekliyordum. i don't know what to - : Ne olacağını bilmiyorum. i did not - that from him: Ondan bunu beklemezdim. Don't - me till you see me : Beni bekleme, gelebilirsem gelirim. to - S.o. to do sth. : (a) birinin bir şeyi yapmasını beklemek, (b) birinden bir şeyi yapmasını isternek. He did not have the success he -ed: Umduğu başarıya ulaşamadı. to - to do (sth) : (bir şey) yapmayı tasarlamak. to - the worst : en kötü olasılığı göz önüne almak, 2. (haklı olarak) beklemek, talep etmek, (bir şeyin olmasını) isternek. We ,~ obedienee. He ~ed respeet from his students. What do you - of me? Benden ne istiyorsun? What do you - me to do about it: Bu hususta ne yapmamı istiyorsun? 3. k.d. sanmak, zannetmek, tahmin etmek. 1- they'ıı be coming by car : Otomobille gelecekler sanırım. This suitcase is not as heavy as i -ed : Bu bavul zannettiğim kadar ağır değilmiş. He failed, as we had -ed. 4. as one might - = as might have been -ed as was to be -ed as -ed : pek tabii olarak, tahmin edilebileceği gibi. i - so : Her halde, (öyle) zannederim. It is -ed that... : .. .olabilir/olması muhtemeldir. it is hardly to be -ed that... : ... pek muhtemel değildir/... -e pek ihtimal verilemez, 5. gebe/hamile olmak, bebek/çocuk beklemek, 6. expectable : beklenebilir, umulur, ümit !tahmin edilir, 7. expectably: bekleneceği / ümit / tahmin edileceği veçhile/ üzere, umulduğu/beklendiği/tahmin edildiği gibi. e.a.- 1. antieipate, hope, await, look forward, 2. require, 3. presume, suppose, think, 5. be pregnant. k.a.- ı. despair. . expectance, is. bk.: expectancy. expectancy, is., ç. -cies 1. bekleme, bekleyiş, intizar, 2. umut, ümit. await with eager - : sabırsızlıkla/ümitle beklemek, 3. beklenti, beklenen/umulan şey/miktar. life - : beklenen! ortalama ömür, istatistiklere göre yaşama süresi. a life - of65 years. e.a.- expeetation.



=



=



expectant, sf &is. 1. bekleyen, uman, ümit/ intizar eden. The ~ erowds in the streets waited for the Queen to pass. 2. beklenen, umulan, intizar edilen. an - fortune. 3. gebe, hamile, bebek bekleyen. an ~ mother. 4. bir şey bekleyen/ uman kimse, 5. -ly : ümitle bekleyerek, umarak, intizar ederek. e.a.- 2. expeeted, prospeetive, 3. pregnant, expeeting. expectation, is. 1. bekleme, umma, bekleyiş, intizar, 2. umut, ümit. to wait in - : ümitle beklemek. - of success : başarı umudu, 3. beklenti, beklenen/umulan şey. beyond - ; umulandan fazla, ümidin fevkinde. come up to -s; beklendiği gibi çıkmak. contrary to -s : beklenilenin aksine. faıı short of -s ; beklendiği gibi çık­ mamak, 4. -s ; (kuvvetli) arzu/ümit/emel, (özellikle mutluluk, servet vb. ümidi). to have great -s : büyük ümitler beslemek. His (financia!) -s are good ; istikbali parlak/ümitli, 5. ist. beklenti, 6. olasılık, ihtimaL. There is little - that he will win: Kazanması olasılığı pek zayıftır. 7. beklenme, beklenilme. a sum of money in - : beklenilen meblağ/para, 8. in - (of) : umarak, ümidiyle, ümit içinde. It was only in - of a reward that he returned the wallet. to live in - : ümitle yaşamak, 9. - of life : ortalama ömür : ölüm istatistiklerine göre belirli bir yaştan sonra bir kimsenin yaşaması muhtemel yılların sayısı. e.a.- 2. anticipation, hope, expeetanee, expeetaney, trust. cxpectative, sf umutlu, umutla beklenen, ümit verici, umulan, uman, ümit eden/edilen, muhtemeL. expected, sf 1. umulan, beklenen, ümit edilen, tahmin edilen, muhtemel, 2. - value ist. beklenti, beklenen değer, olasılıksal değişkenin ortalama değeri, değişkenin sınırlı bir değişim alanında aritmetik ortalaması. expectorant, sf &is. tıp balgam söktürücü (ilaç). expectorate, f -rated, -rating 1. balgam çıkarmak, 2. tükürmek, 3. expectorator : balgam çıkaran, tüküren, e.a.- 2. sp if. expectoration, is. 1. balgam çıkarma, tükürme, 2. balgam, tükürük. expedience, is. bk.: expediency.



1207



expediency



expediency, is., ç.



-Cİes ı.



uygunluk, muolma, yararlı/ elverişli/şayanıtavsiye olma, 2. (özellikle politikada) şahsi çıkar/menfaat. Her offer to help was prompted by -, not kindness. 3. uygun/muvafık! münasip/yararlı (şey). e.a. 1. advantageousness, advisability, suitability, fitness. expedient, sf &is. ı. uygun, muvafık, münasip, yararlı, elverişli. She thought it - not to telIher mother where she had been. 2. (doğru ve adilane olmaktan ziyade) şahsi çıkarlmenfaat sağlayan. it would be - to change the rule. 3. Çlkarcı, menfaatperest, siyasi /şahsi çıkar/menfaat peşinde koşan. This solution is more - than just. 4. esk. acil, seri, çabuk, tez, 5. çare, önlem, tedbir, (bir maksada ulaştıracak) yol. As I've forgotten my key, the only - is to climb through the window. 6. araç, vasıta, bir işi yapmaya yarayan şey. e.a.- 1. advisable, appropriate, desirable, fit, suitable, 2. advantageous, profitable, 4. speedy, expeditious, 5. means, resource, 6. device, contrivance, resort, makeshift. expediential, sf tedbirli, müdebbir, maksatlı, maksada yönelik. expedite, sf &gL.f -dited, -diting ı. ivmek, çabuklaştırmak, hızlandırmak, sür' atlendirmek, tacil etmek, kolaylaştırmak. if everyone will help, it will - matters. 2. çabucak!sür' atle/vakit geçirmeden yapmak, ifa/icra etmek, kısa zamanda yapıp bitirrnek. The builders promised to the repairs to the roof 3. az kuL. resmen yazmak, göndermek, sevk etmek, 4. esk. ivedi, çabuk, sür' atli, 5. esk. uyanık, atik, cevval, tee.a.- 1. accelerate, quictik, harekete hazır. ken, hurry, hasten, fadlitate, 2&3. dispatch, 4. prompt, expeditious, unimpeded, 5. alert. k.a.- 1. deldyo expediter = expeditor, is. malzeme/sevk memuru, bir iş için gerekli malzemenin vaktinde teminini ve yerine ulaşmasını sağlayan memur. expedition, is. ı. sefer, savaş veya keşif için çıkılan sefer/yolculuk, 2. sefer/keşif heyeti. to form/sendltake part in a small - to photograph wild animals in Africa. 3. sevkiyat: sefere gönderilen insan, malzeme, teçhizat vb. 4. ivedilik, sür' at, acele, bir işi yapmakta gösterilen sür' at/başarı. He completed his work with -. e.a.- 1. trip, journey, excursion, 4. speed, dispatch. vafıklık, uygun/muvafık!münasip



1208



expeditionary, sf sefer!. - forces : seferi kuvvetler. expeditious, sf ı. ivedi, çabuk, hızlı, seri, sür' atli. The doctor was very - ,. he arrived in 5 minutes. 2. aceleci, sür' atli ve muntazam, becerikli, işbilir, 3. -ly : ivedilikle, sür' atle, hızla, alelacele, vakit kaybetmeden, 4. -ness: ivedilik, sür' at, beceriklilik, işbilirlik. e.a.- 1. prompt, , foreshow, gL.f -showed, -shown, -showing önceden göstermeklbildirmek söylemeklhaber vermek,· geleceği göstermek. e.a.-foretell, foreshadow. foreside, is. 1. ön taraf, cephe, 2. üst taraf, 3. ABD kıyı şeridi, deniz kıyısı boyunca uzanan arazi şeridi. foresight, is. 1. sakıntı, önlem, ihtiyat, tedbir. to have - : ihtiyatlı/tedbirli davranmak. want of - : ihtiyatsızlık, tedbirsizlik, 2. öngörü, sezgi, feraset, 3. uzağı görme, ileriyi düşünme, 4. sağgörü, basiret, 5. (sürveyde) ilerideki bir noktanın açı ve elevasyonu, 6. (silahta) arpacık. 7. -ed = -ful : ihtiyatlı, müdebbir, öngörüşlü, sağgörü/basiret sahibi, ileriyi gören, 8. -edly : ihtiyatla, müdebbirane, öngörüşle, sağgörü/ba­ siret ile, ileriyi görerek, 9. -edness : ihtiyatlılık, öngörüşlülük, sağgörülbasiret sahibi olma, ileriyi görme. e.a.-1. prudence, 2&4. prevision, prescience, fare knowledge. foreskin, is. anat. sünnet derisi, gulfe. e.a.prepuce. forespeak, gL.f -spoke (veya eski: -spake), -spoken (veya eski: -spoke), -speaking 1. önceden konuşmak/söylemek, 2. önceden haber vermek, kehanette bulunmak, 3. önceden hak iddia etmek. e.a.-2. predict, fo rete ll. forespent, sf esk. bk.: forspent.



1368



forest, is. &gl..f ı. orman. A large part of Africa is made up of thick -. virgin - : balta girmemiş/bakir orman, 2. ormandaki ağaç(lar). to cut down a -: ormandaki ağaçları kesrnek, 3. (İngiliz yasalarına göre) hükümdara mahsus ağaçlıklı av sahası. The deer - of Scotland. 4. çok sayıda/kalabalık şey. When the teacher asked the boys an easy question, a - of hands shot up. 5. ağaçlandırmak, ormanlaştırmak, orman yetiştirmek, ormana çevirmek, orman haline getirmek, 6. -less: ormansız, 7. -like : orman gibi. e.a.-l. grove, wood(s). forestage, is. tiy. ön sahne, sahne önüne : perde kapanınca sahnenin seyirciler tarafında kalan kısmı. forestal:::: forestiaL, s.f orman+, ormana ait. forestalı, gl.f 1. önlemek, önce davranmak, erken davranıp engelolmak, önüne geçmek, önünü almak. The mayor -ed the riot by having the police readyo 2. önceden tedbir almak, olacağı önceden tahmin edip hazırlıklı bulunmak, 3. tic. (yüksek fiyata satmak için) önceden mal satın almak, mal kapatmak, istif etmek. bk.: engross, 4. karaborsacılık yapmak,S. (bir işi vaktinden önce yaparak) başkasının planını alt üst etmek. i meant to meet my friend at the station, but she -ed me by arriving at an earlier train and coming to the house. 6. -er : aracı, istifçi, karaborsacı, 7. ,-ment =forestaiment : önleıne, önce davranma, önceden tedbir alma! hazırlıklı bulunma. e.a.-l. preclude, obviate, prevent, hinder, thwart, 2. anticipate. forestation, is. ormanıaştırma, ağaçlandır­ ma, annan yetiştirme. forestay, is. den. pruva ana İstralyası. forestaysail, is. den. iç yelken, geminin ön kısmının en içindeki yelken. forested, s.f ormanlık, ağaçlık. e.a.- wooded. forester, is. 1. ormancı, orman uzmanı, 2. orman memuru, 3. zool. orman hayvanı, ormanda yaşayan hayvan, 4. zool. boz kanguru (Macropus canguru), 5. zool. sarı, beyaz benekli siyah pervane (Agaristidae). forest floor, is. orman toprağı: bitki artık­ larıyla zenginleşmiş toprak.



forfeit forest tly, is. zool. at



sineği



foretooth, is., ç. -teeth ön



(Hippobosea



diş.



e.a.- inci-



equina).



sor.



forest green, is. zeytin yeşili. forestIand, is. ormanlık arazi. forest ranger, is. korucu, orman bekçisi. forestry, is. 1. ormancılık, orman yetiştirme/geliştirme ve bakım tekniği, 2. ormanlık (arazi), orman. forest tent caterpillar, is. zool. orman tır­ tılı (Mala-eossoma disstria) : turuncu renkli larvası orman ağaçlarının yapraklarını mahveden bir tür tırtıl. foreswear/foresworn, bk.: forswear/ forsworn. foretaste, is. &f -tasted, -tasting 1. ön tat, önceden tadına varma, çeşni, örnek, önsezi, önceden tahmin. The unusually warm spring day



foretop, is. ı. den. pruva çanaklığı, 2. (at vb.) yele, 3. perçem, saç lü1esi. fore-topgallant, sf den. pruva babafingosu+. - mast : pruva babafingo direği. - sail : pruva babafingo yelkeni. fore-topmast, is. den. pruva gabya çubuğu. fore-topsail, is. den. pruva gabya yelkeni. forever, zf.&is. ı. sonsuzluğa dek, ebediyen, ilelebet. i will remember her last words -. 2. (sürekli zaman continuous tense ve İstenme­ yen şeyler için) biteviye, vira, mütemadiyen, bir düziye, aralıksız, durmadan, durup dinlenmeden, devamlı. The little boy is - asking questions. The woman is - talking. 3. (ebediyet kadar) uzun zaman. It took her - to find the answer. 4. - and a day = for ever am(ever : sonsuzluğa dek, ilelebet, ebediyen, 5. -ness : sonsuzluk, ebediyet. e.a.- 1&4. eternally, everlastingly, 2. continually, ineessantly, always. forevermore = for evermore, zf. ebediyete kadar ilelebet, ebedi olarak. forewarn, gL.f 1. önceden uyarmak, ikaz/ ihtar etmek, haber vermek. -ed is forearmed : Önceden haber alan hazır olur. 2. -er: ön uyarı­ cı, önceden uyaran/ikaz eden kimse/şey. e.a.1. warn, eaution, previse. forewent, f bk.: forego (geç.z.). forewing, is. (dört kanatlı böceklerde) ön kanat. forewoman, is., ç. -women 1. başkadın, başkalfa kadın, kadın işçibaşı, 2. kadın jüri başkanı. e.a.- foreladyo foreword, is. ön söz, mukaddeme. bk.: afterword. e.a.-introduetion, preface, preamble, prelude, prologue. foreworn, sf esk. bk.: forworn. foreyard, is. den. trinketa. forfeit, is. &sf &gL.f ı. ceza, cereme. paya - : ceza ödemek, cereme çekmek. You' II have to paya - if you violate the rules. 2. cezaya çarpıl­ ma, ceza ödeme, cereme çekme, 3. işlenen suç/ cürüm vb. sonucunda kaybedilen hak, hakkın sukutu, 4. tutu, rehin: oyunda hata yapılınca ceza olarak alıkonulmak üzere ortaya konulan mal,



seemed like a - of summer. a - of happiness. 2. önceden tadına varmak, tadına/çeşnisine bakmak, (önceden) sezmek/tahmin etmek. e.a.1. antieipation. foretell, f -told, -telling ı. önceden söylemek/haber vermek, kehanette bulunmak. Who can - what will happen to the world in 1000 year's time? The megician foretold that the man would die. 2. bk.: foreshadow, 3. -er: önceden haber veren, kahin. e.a.- 1. foreeast, augur, predict, prophesy, prognostieate, 2. presage, forebode, foreshow. forethought, is. ı. önlem, tedbir, ihtiyat. If you had the - to bring your raineoat, you wouldn 't have got wet in the storm. 2. ön düşünce, öngörü, sağgörü, basiret, uzağı görüş. A little will often prevent mistakes. e.a.- 1. prudenee, foresight, 2. anticipation, premeditation. forethoughtful, sf ı. önlemli, tedbirli, ihtiyatlı, 2. ön düşünceli, öngörü1ü, sağgörü1ü, basiretli, uzağı görür, 3. -ly : önlemli/tedbirli bir şe­ kilde, ihtiyatla; önceden düşünerek, öngörü ile, sağgörü ile, basiretle, uzağı görerek, 4. -ness : önlemli/tedbirli/ihtiyatlı davranış, öngörü, sağ­ görü, basiret, uzağı görüş. e.a.- 1&2. provident. foretime, is. geçmiş zaman, mazi. e.a.past. foretoken, is. &gL.f 1. ön belirti, emare, önişaret, delil, ön uyarı, 2. bk.: foreshadow (l). e.a.- 1. forewarning, omen.



1369



forfeiture 5. ceza olarak kaybetmek, işlediği bir hata/suç/ cürüm veya ihmal karşılığında bir hakkını kaybetmek. Violation of this contract makes him fiable to ~ his deposit. 6. (ceza olarak) kaybedilmiş/tutulmuş/alıkonulmuş/müsader



edilmiş,



7. ~ab-Ie : ceza olarak kaybedilebilir, müsadere edilebilir, 8. ~er : ceza olarak kaybeden. e.a.1. fine, penalty, 2. fOlfeiture. forfeiture, is. 1. ceza olarak kaybetme, 2. ceza olarak kaybedilen hakimal, (ödenen) ceza. e.a.- 2. fine, penalty. forfend = forefend, glj ı. savunmak, korumak, esirgemek, müdafaa!muhafaza etmek, güvence sağlamak, emniyete almak, 2. esk. önlemek, savuşturmak, defetmek, menetmek. e.a.1. defend, secure, protect, preserve, 2. prevent, avert, forbid, prohibit. forficate, sf uzun çatallı, makas şeklinde (kuş kuyruğu).



forgat, f esk. bk.: forget (geç. z.). forgather = foregather, gsj ı. toplanmak, bir araya gelmek, içtima etmek, 2. rastlamak, rastgelmek, tesadüf etmek, tesadüfen karşılaşmak, 3. ahbap olmak, sohbet etmek. e.a.1. canvene, assemble, 2. encounter, meet, 3. associate, fraterniZe. forgave,f bk.: forgive (geç.z.). forge, is. &f forged, forging ı. demircİ ocağı. The blacksmith took the white-hat horseshoe out of the ~. 2. demirhane, demirci dükkanı, demir imalathanesi, 3. demiri (ocakta kızdırıp) dövmek, (döverek) işlemekışekil vermek, demirhanede çalışmak, demireilik yapmak, 4. şe­ killendirmek, şekil vermek, kurmak, tesis etmek. They -d a strong and lasting friendship. 5. (hikaye, yalan vb.) uydurmak, 6. (imzayı, el yazısını vb.) taklit etmek,sahtekarlık yapmak. a -d passport : sahte pasaport. He got the money dishonestly, by forging his brother's signature on a cheque. 7. kalpaz anlık yapmak, 8. gen. ahead : (ağır/devamlı/kararlı bir şekilde) ilerlemek, ilerleme kaydetmek. to - ahead with one's work : işinde gittikçe ilerlemek. He didn't do very well when he first went to school, buı he's -d ahead in the last 2 years. 9. hamle/atılım yapmak, (anide/birdenbire) ilerlemek, ileri geçmek, (at yarışında vb.) ileri atılmak, başa geç-



1370



rnek. He -d into the lead as they came round the last bend before the end of the race. 10. forgeable : (a) (demir vb.) dövülebilir, (b) (imza vb.) taklit edilebilir. e.a.- 2. smithy, 5. fabricate, 6. imitate, simulate, falsify, 7. counterfeit. forged, sf ı. (demir vb.) dövülmüş, dövme, 2. (imza, belge vb.) sahte, taklit, kalp. forger, is. ı. demirci, demirdöven, 2. sahtekar, kalpazan, 3. yalancı, uydurmacı, uydurma şeyler anlatan. forgery, is., ç. -ries 1. sahtekarlık, sahte imza etme, imza taklit etme. He was sent to jail for -. 2. kalpazanlık, düzmecilik, taklitçilik, hileli benzeticilik, 3. sahte (yapıt, imza, belge vb.), kalp, düzme, taklit. When he bought the picture he was told it was a Rubens, but he later found out that it was a --o forget, f forgot (veya eski forgat), forgotten (veya forgot), forgetting ı. unutmak, hatırlayarnamak, hatırından çıkmak. l'm sorry, l've forgotten your name. i quite forgot : Tama~ mıyla unuttum (büsbütün hatırımdan çıktı). i shall never - what he did. And don't you - it! Bunu sakın unutma/unutayım deme! Akıından çıkarma! Kulağında küpe olsun! never to be forgotten : unutulmaz, 2. ihmal etmek. He forgot his old friends when he became rich. 3. oneself : (a) itidalini kaybetmek, çileden çık­ mak. The little girl annoyed him so much that he forgot himself and hit her. (b) kendini düşünme­ mek, bencil davranmamak. cömert1alicenap davranmak. He works so hard for others that he -s himself. (c) kendinden geçmek, düşünceye dalmak, 4. - about : büsbütün/tamamıyla unutmak, olmamış/yok farz etmek. i for,got all about it : Onu tamamıyla unuttum. - about it : Onu unut (yok/olmamış say). He seemed willing to about the whole business: Bu işi olmamış saymaya istekli/mütemayil görünüyordu, 5. never to-be-forgotten : (asla) unutulmaz, 6. not forgetting : ... de unutmamalı, ... bile/dahi, keza, bir de ... On the first floor there's a library and a drawing room, not forgetting the music room: Birinci katta kütüphane, resimlıane ve bir de müzik salonu var. 7. -talıle: unutulabilir, 8. -ter: unutan. e.a.- 2. neglect, omit. k.a.1. remember, recollect, recall, reminisce.



fork-lunch forgetful, sf ı. unutkan. a - person. He is very ~. How ~ of me! Amma da unutkamm ha! 2. gen. ~ of : savsak, ihmalci, ihmalkilr, dikkatsiz. to be ~ of others : başkalarım ihmal etmek. He's - of his duty: Görevini ihmal ediyor. - of danger : tehlikeden habersiz, tehlikeye aldırış etmeyen, 3. esk. unutturucu, unutturan, 4. -ly : unutkanlıkla, 5. -ness: unutkanlık. e.a.-l. absent-minded, 2. heedless, neglectful, negligent, careless, inattentive, unmindful. forgetive, sf esk. bk.: inventive. forget-me-not, is. bat. 1. unutmabeni (Myosotis palustris) : dostluk ve bağlılık simgesi sayılan açık· mavi küçük çiçekler açan bir bitki, 2. Myosotis türünden buna benzer bitkiler. forging, is. ı. demir dövme, 2. dövme demir (parça), 3. demircilik. forgive, f -gaye, -giying ı. affetmek, hoş görmek. to - s.o. (for) sth. : bir kimsenin bir kusurunu affetmek. to - s.o. for doing... : bir kimsenin yaptığını affetmek. You must ~ him for his rudeness : Kabalığını affedin. - me, but. .. : Affedersiniz, fakat. .. , 2. bağışlamak. - adebt. 3. mazur görmek, kin/garez beslemernek. - an insult. 4. forgivable : affedilebilir, bağışlanabi­ lir, mazur görÜıebilir, 5. forgiyer : affeden, bağışlayan, mazur gören. e.a.-1. absolve, pardon, 2. remit, 3. excuse. k.a.-1&3. blame. forgiveness, is. ı. af(fetme), bağışlama, mağfiret, 2. affedilme, bağışlanma, 3. affetme eğilimi.



forgiving, sf 1. affeden, bağışlayan, 2. merhametli, 3. müsamahalı, kin beslemez, 4. -ly : affederek, bağışlayarak, merhamet/müsamaha ile, kin beslemeksizin, 5. -ness : affetme, bağışla­ ma, merhametlilik, müsamahakarlık. forgo, gl.f forwent, forgone, forgoing 1. vazgeçrnek, sarfınazar etmek, -den kendini mahrum etmek, feragat etmek, el çekmek. i decided to - the new car. 2. esk. ihmal etmek, görmemezlikten gelmek, 3. esk. terk etmek, bırak­ mak. forego ş.d.y. 4. -er: vazgeçen, feragat/ sarfınazar eden kimse. e.a.-l. abstain, refrain, renounce, relinquish, resign, give up, 2. neglect, overlook, 3. quit, leave. forgot, f bk.: forget (geç.z.&s.ff). forgotten, f bk.: forget (sff).



forint, is. forint, Macar



lirası,



i - = i 00



filler.



forjudge, gl.f



-judged, -judging huk. el koymak/elinden almak/mahrum etmek/ihraç etmek/çıkarmak/sür­ mek, 2. -ment: el koyma, müsadere, elinden alma, mahrum etme. fork, is. &f 1. çatal. a table - : yemek çatalı, 2. bk.: tuning fork, 3. çatallaşma(k), çatallarafdallara ayrılmaek), 4. kavşak, ayrım, (yolun/nehrin) çatallaştığı nokta. They parted at the - of the road. 5. (nehir, yol) kol, 6. ABD nehrin ana kolu, 7. çatallı bel, 8. seçenek, seçilebilecek iki yoldan biri, 9. esk. ok başı, 10. çatal kullanmak, çatal batırmak, çatal ile tutmak/delmek. He -ed the food into his mouth: Yemeği çatalla (tutup) ağzına götürdü. 11. çatallı bel ile deş­ mek/eşmek/bellemek/kaldırmak. i shall have to - over the soi! in the garden. to - hay. 12. (satrançta) bir taşla rakibin iki taşım birden tehdit etmek, 13. (yol ayrımında sağa/sola) sapmak. We -ed right on leaving the village. - left for Oxford 14. - over/out/up k.d. teslim/tevdi etmek, ödemek, (para) vermek. i had to - out $12,000 for that new car ofmine. e.a.- 4. confluence, 9. alternative, choice, 14. deliver, pay, contribute. hand over. forked, sf ı. çatallı. three-- : üç çatallı. Snakes have - tongues. 2. çatal şeklinde, kollara ayrılan. a - road. 3. zikzakl1. - lightning. 4. ikiyüzıü, dönek, samimiyetsiz, 5. - tongue : ikiyüzlülük, döneklik, yalan., hile, sahtekarlık. to speak with a - tongue. 6. -ly: (a) çatal çatal, çatallı biçimde, (b) ikiyüzlÜıükle, yalan/hile ile, 7. -ness: (a) çatallılık, kollara ayrılma, (b) ikiyüzıüıük, döneklik, sahtekildık. e.a.- 5. flasehood, duplicity, deceit. forkful, sf bir çatallık, çatal dolusu. a - of rice. forkless, sf çatalsız. forklift, is. &f ı. forklift truck = fork truck dd çatal kaldıraç, çatal kaldıraçlı .kamyon (ile kaldırmak/istif etmek/taşımak). forklike, sf çatal gibi, çatala benzer. fork-lunch = fork-supper, is. (soğuk) büfe yemeği. ı. (mahkemekararıyla)



1371



forktail forktail = fork-tailed, sf &is. ı. çatal kuyruklu (hayvan: balık, kuş vb.), 2. kılıç balığı, 3. çaylak, atmaca vb. forky, sf forkier, forkiest ı. çatal(lı). a beard. 2. forkiness : çatallılık. e.a.- 1. forked. forlorn, sf ı. kasvetli, sıkıntılı, hazin, ıs­ sız, tenha, sefiL. - look/appearance. 2. terk edilmiş, metruk, kimsesiz, sahipsiz. A row of - old buildings down by the port. A - little dog. 3. umutsuz, üzgün, meyus. He looked very -. A - attempt. 4. yoksun, mahrum, 5. - of hope : (a) boş ümit. It' s a - hope. (b) umutsuz/tehlikeli/ beyhude girişim/teşebbüs, (c) esk. fedai/serdengeçti alayı, 6. -ly : kasvetli/sıkıntılı/üzgün bir şekilde; umutsuzca, kimsesizce, ıssız/tenha bir halde, 7. -ness: kasvet, sıkıntı; ıssızlık, tenhalık, kimsesizlik, umutsuzluk, üzgünlük, yeis. e.a.- 1. desolate, dreary, dismal, wretched, miserable, 2. abandoned, deserted, alone, lonely, 10nesome, forsaken. 3. hopeless, desperate, despairing, dejected, cheerless, unhappy, 4. bereft, destitute, deprived. k.a.- 1&3. happy, cheerful. elated, hopeful forml, is. ı. şekil, tarz, nevi. A new - of govemment. A different - of life. Various -s of energy. in the - of : şeklinde. medicine in the of tablets (= in tablet -) : tablet şeklinde ilaç, 2. biçim, suret, şekiL. i saw a - in the fog. 3. beden, vücut, endam, 4. (terzilerin prova için kullandıkları) model, 5. kalıp. a mould is a-. 6. haL. Water appears also in the -s of ice, snow and steam. 7. yol, yöntem, 8. (sanat) üsllip, tertip. to use traditional -s. The effect of a work of litterature, art or music.comes from its - as well as its content. 9. zool. sınıf, cins, 10. tarz, düzen(leme), sıra, diziliş. Your ideas are not in proper -. 11. fel. biçim: özdek ve içeriğin karşıtı; "Ne" olana karşıt olarak "Nasıl" olan, 12. man. biçim : terimler ve önermeler arasındaki bağlantı. Biçim bakımından önerme olumlu ya da olumsuz, tümel ya da tikeldir, 13. usul, erkan. in due - : usulü dairesinde, 14. adet, töre, teamüL as a matter of - = for -'s sake : adet yerini bulsun diye. What's the - ? Töre/adet/teamül nedir? 15. fiş, formüler. appIication - : müracaat fişi. till initill up/till out an application - : müracaat fişi doldurmak, 16. örnek belge, 17. gelenek,



1372



an'ane. Shaking hands is a -. 18. (çok defa anformalite, merasim. as amatter of - : formalite icabı, adet/formalite yerini bulsun diye, 19. yöntem, usul, 20. görgü, adabımuaşeret. goodlbad - : kibar/uygunsuz davranış. It's a bad - (= not a good -) : Bu ayıptır, yapılmaz. Such behavior is very bad -. 21. bedenselızihill durum/şekil, yetenek, form, kıvam. in good - : iyi halde, kıvamında, keyfi yerinde. be in good - : tam kıvamındalformunda olmak. out of - : keyifsiz, biçimsiz, (spor) formunda olmayan, 22. gr. (a) bk.: linguistic form, (b) biçim: bir kelimenin aldığı değişik şekillerden her biri. Örneğin talk kelimesinin biçimleri talks, talked, tal- ' king' dir. My and mine are possessive -s of "I". 23. (bina inşaatında) iskele, kalıp, kasnak, 24. Brit. (ortaokulda) sınıf. first - : orta bir(inci sınıf), 25. ABD (özelokullarda) sınıf. the - room : dershane, sınıf. Children who have .lust started school go into jırst -, the oldest children are in the 6th -. 26. Brit. peyke, (arkalıksız) sıra, 27. basım forma, kasnak. lock up the - : kasnağı sıkmak. 28. Brit. - argo sabıka. A man who' s got a - finds it difficult to get a job. e.a. - 1&2. configuration, mold, appearance, cast, cut, figure, shape, outline,S. model, pattern, .lig, 9. sort, kind, order, type, lL. essence, 13. convention, 18. ceremony, ritual, formality, 19. system, mode, practice, formula, 24&25. grade, class, 26. bench. form 2, f ı. şekillen(dir)mek, şekil/biçim vermek/almak, biçimlen(dir)mek. School helps to - a child's character. 2. oluş(tur)mak, teşkil! teşekkül etmek. Steam -s ı-vhen the "vater boils. The ministers who - the govemment. An idea -ed in his mind. 3. düzenlemek, tertiplemek, tertip etmek, 4. yapmak, kurmak. The Prime Minister -ed his cabinet. to - a correct sentence : doğru cümle kurmak, 5. çıkmak, zuhur etmek, 6. hasıl etmek/olmak, husule gelmek/getirmek, peyda olmak/etmek, etmek, edinmek. to - an opinion : fikir edinmek, 7. gr. türetmek, 8. As. diz(il)mek, saf olmak/teşkil etmek. to - fours : dörder olmak. to - lines: sıra olmak, sıraya girmek. to - a queue : kuyruk olmak, 9. edinmek. - ahabit: adet edinmek. - good habits. 10. up : (a) sıralanmak, sıraya girmek/dizilmek. lamsız)



formation up behind your teacher. (b) oluşturmak, teşkil etmek, meydana getirmek. to - up a square : kare oluşturmak, 11. -able: şekillendirilebilir, şekil/biçim verilebilir. e.a.- 1. shape, 2. compose, constitute, 3. arrange, organize. -form, son ek "biçiminde, biçimli, şeklin­ de, şekilli". ör.: cruciform. formal, sf &is. ı. töresel, geleneksel, an'anevi, usule/teamü1e/adetlere uygun. - dress. a dinner party. 2. resmi. - caıı : resmi ziyaret. authorization : resmi izin/yetki. A written contract is a - agreement to do something. 3. ciddi, kurallara/tüzelere bağlı, resmi ve soğuk tavırlı, merasime/teşrifata meraklı. The judge always had a - manner in court. He 's very - with everybody; he never joins in a laugh. 4. biçimsel, şekil, (belirli/düzgün) şekilli, tertipli, muntazam. The bushes were cut into - shapes of birds. a - garden : muntazam (şekilli) bahçe, 5. şek­ len, (dış) görünüşte, zahiri, dış. the - structure of a poem : bir şiirin dış yapısı. a - likeness : şeklen/dış/zahiri benzerlik, 6. akademik, okulda kazanılan. - education : akademik öğretim! öğrenim. He had little - education. 7.fel. biçimsel, 8. man. bk.: formal logic, 9. mat. (a) (a) mantıki (ispat), (b) kanıtlanmış, baştan başa doğru (hesap), 10. gr. biçimsel, kurallara uygun, şekle bağlı : anlama karşıt olarak dilin ses bilimsel, biçim bilimsel söz dizimi yönüne ilişkin olan, 11. resmi balo/ziyafet vb.: tuvaletigece elbisesi giyimi mecburi olan toplantı, 12. tuvalet, gece elbisesi, 13. k.d. resmi giyimli (kimse), 14. kim. bk.: methylal, 15. -ness bk.: formality. e.a.-1. conventional, 2. official, 3. stiff, ceremonious, prim, punctilious, 6. academic, 12. evening dress. formaldehyde, is. kim. formaldehit, HCHO: renksiz, suda eriyen, boğucu kokulu zehirli gaz. Eriyiği mikrop öldürmede, reçine ve plastik yapımında kullanılır. bk.:· formalin.. formalin = formo!, is. kim. formalin, formol : formaldehitin %40 oranında sudaki eriyiği, berrak, renksiz sıvı. formalise/formalisationlformaliser, Brit. bk.: formalize/formalizatİonlformalizer. formalism, is. biçimcilik : özü, içeriği yeterince önemsemeden salt biçim üzerinde duran, biçime ağırlık veren görüş.



formalist, is. ı. biçimci, şekilci, formaliteci, merasimperest, 2. -ic : biçimci+, 3. -icaııy : biçimcilikle. formality, is., ç. -ties ı. resmilik, resmiyet, geleneklere/kurallara/törelere/tüzelere sıkı sıkı­ ya bağlılık, Visitors at the court of a king are received with -. 2. biçimcilik, şekileilik, 3. merasim(perverlik), 4. yöntem, usul, adet. as a mere - : adet yerini bulsun diye, 5. formalite: yasalara/yönetmeliklere göre yapılan (resmi) işlem (ler). There are a few formalities to be gone through before you enter a foreign country. 6. kırtasiyecilik, sırf adet yerini bulsun diye yapılan çok defa lüzumsuz/uzun/anlamsızişler. formalize, f -ized, -İzİng ı. resmlleş(tir)­ rnek, resmi hüviyet vermek/almak, resmi/teklifli olmak, 2. (usullere/kurallara/yasalara uygun) şe­ kil vermek. The agreement must be -d before it can have the force of law. 3. şekillendirmek, şe­ kil/biçim vermek, 4. formalization : resnıileş­ (tir)me, şekillendirme, şekil/biçim verme, 5. formalizer: resmlleştiren, şekil/biçim veren. formal logic, is. biçimsel mantık, genel/ suri mantık: düşünmenin içerik bakımdan doğ­ ruluğunu değil, biçimsel doğruluğunu inceleyen mantık dalı. formaııy, zf. 1. resmen, resmi olarak, resmi bir şekilde, usulen, usul/formalite icabı. to be dressed: resmi giyinmek, 2. şeklen, şekil/biçim bakımından, şekil itibanyla. formant, is. sfbl. biçimlendirici : karmaşık sesin yeğinliğinin en üst noktaya ulaştığı frekans. format, is. ı. düzen, biçim, kitabın genel düzeni, forma. bk.: duodecimo, folio, octavo, quarto, 2. yapılış, kuruluş, düzen, tertip, diziliş, sunuş tarzı. a complicated -. the - of a legislative programITV show, etc. 3. bil. biçim: yazı ve simgelerin bilgisayara verilmeye elveriş­ li düzeni. formate, is. kim. formik asitin tuzufesteri. formatİon, is. ı. düzen, düzenle(n)me, şe­ kil/biçim verme/alma, 2. oluşum, yapı, oluş, teşekküL. School life has a great influence on the - of a child's character. 3. dizi, tertip, 4. As. düzgün diziliş tarzı. The soldiers were drawn up in battle -. 5. şekil, biçim, görünüş. There are



1373



formatiye several kinds of cloud -s. There was an interesting - of iee erystals on the windows. 6. ieol. oluşum : aynı cins kaya veya minerallerden ibaret tabakalar, 7. -al: biçimsel, oluşumsal. formative, sf&is. ı. biçimlendiren, şekil­ lendiren, biçim Işekil veren, oluşturan, gelişti­ ren. Home and sehool are the ehief - influenees in a ehild's life. 2. oluşma+, gelişme+, oluşum­ sal, gelişimseL, oluşma/gelişme/teşekkül ile ilgili. a ehild's - years: bir çocuğun gelişme yıl­ ları, 3. biy. (a) üretken, üreyebilen, gelişebilen, göze bölünmesiyle yeni göze/doku meydana getirebilen. - tissue. (b) doku/organ vb. teşekkülü ile ilgili, 4. gr. (a) oluşturucu : eksel, takısaL, (ön/son) eke ait, (b) ek, takı, ön ek/son ek gibi bir kelimeden başka kelime üreten birim. loudness kelimesindeki -ness gibi, 5. -Iy : biçimlendirerek, oluşturarak, geliştirerek, 6. -ness : bi~ çinılendirme, oluşturuculuk, geliştiricilik.



form class, is. gr. eş türler sınıfı: dil bilgisi bakımından aynı görev ve özellikleri taşı­ yan kelimelerden oluşan sınıf: isim, sıfat, fiil, zarfvb. form eriticism, is. biçim eleştiri: (özellikle İncil'e ait yazıların) kaynak ve tarihi değerleri­ ni çağdaşları olan edebi şekiller (şiir, mesel, deyim vb.) ile karşılaştırarak saptama/eleştirme yöntemi. form drag, is. fiz. biçimsel sürtünme : bir sıvının içinde hareket eden cisme gösterdiği sürtünme direncinin o cismin şekline göre değişen bileşeni.



former, is. &sf 1. biçimlendiren, şekillen­ diren, şekil/biçim veren (şey/kimse), 2. önceki, evvelki, önce gelen/adı geçen, ilkei). The - method seems better : Evvelki yöntem daha iyiye benziyor. Your - suggestion is not praetieal. 2. geçmiş, eski. - times: geçmiş zaman, eski günler. In - times people lived in eaves. 3. eski, sabık. Mr. Churehill, the - Prime Minister of Britain. Name a - President of the u.s. 4. the - : ilki, önceki, evvelki. Of the two ideas I prefer the -. e.a.- 2. earlier, prior, 2. past, aneient, 3. ex-, past, 4. foregoing, anteeedent. k.a.- 4. the latter.



1374



formerly. zf. ı. eskiden, önceleri, vaktiyle, eski zamanlarda. This famous painting was owned privately, but now it belongs to the national museum. 2. esk. hemen, şimdi, biraz evveL. e.a.- 1. previously, 2. just now. formfitting, sf sımsıkı (bedene oturan). a - blouse. e.a.- close-fitting. form genus, is. biy. biçim tür : biçimleri benzeyen türleri kapsayan yapay bir sınıf. formic, sf 1. karınca+, 2. kim. formik asitten türeyen, 3. - acid : formik asit, karınca asidi, HCOOH : karıncalarda ve birçok bitkide bulunan renksiz, keskin kokulu, deriyi tahriş edici asit. Boyacılıkta, debbağlıkta (büzücü olarak) kullanılır.



Formica ,is. formika. formicarium, is., ç. -earia bk.: formicary. formicary, is., ç. -caries karınca yuvası. formicate, v.i. -cated, -eating 1. (karınca gibi) üşüşmek, yığılmak, kümelenmek, toplanmak, 2. karıncalanmak. formication, is. patol. karıncalanma. formidable, sf 1. korkunç, müthiş, dehşetli. a - voice/adversary. 2. yıldırıcı, ürkütücü, 3. hayret/dehşet verici, korku ile karışık hayranlık uyandırıcı, 4. heybetli, üstün, büyük, 5. çok güçlü/kuvvetli, çetin, yenilmesi güç. The soldiers had to iıglıt a - enemy. 6. çok zor/ müşküı. a - undertaking. The examination paper eontained several - questions. 7. -ness = formidability : korkunçluk, dehşet, heybetlilik, üstünlük, çetinlik, güçlük, 8. formidably : korkunç/müthiş bir şekilde, dehşetle. e.a.- 1. frightening, dreadful, feaifuI, threatening, menaeing, 2. intimidating, 4. great, superior, exeeptional, 5. foreeful, poweiful, 6. extremely diffieult. formless, sf ı. biçimsiz, şekilsiz, 2. -ly : biçimsizce, şekilsizce, biçimsiz bir halde, 3. -ness: biçimsizlik, şekilsizlik. e.a.- 1. shapeless. form letter, is. beylik/basmakalıp mektup: sadece adları eklenerek birçok kimseye gönderilen basılmış veya çoğaltılmış mektup. formoI, is. kim. bk.: formalin. Formosa, is. Formoza, Taywan'ın eski adı. e.a.-Taiwan.



forswear



formula, sf &is., ç. -las, -lae 1. formül, düstur, 2. kural, usul, kaide, 3. mat. kim. ilinti, formüL. Sameone has stolen the secret - for the liquid that fires dur new spaceship. The chemical - for water is H2o. 4. reçete, tertip. a - for making soup. 5. bebek maması: bebeği besleyici gıdalarla süt karışımı, 6. resmı deyim: resmı evrakta, dinı törenlerde olduğu gibi tekrarlanan değişmez kelimeler/deyimler, 7. basmakalıp söz. "How do you do?" is a - for greeting. 8. çözüm yolu, çıkar yol, hal çaresi. The government is trying to find a - to stop inflation. 9. formulaic dd formüle uygun (olarak yapılmış/hazır­ lanmış/icra edilmiş), formüllerden oluşan, formülü oluşturan, 10. formulaically : formüle uygun olarak, formülle. e.a.-4. recipe, prescription. formularisationlformularization, bk.: formulation. formularise/formularize, bk.: formuIate. formulariser/formularizer, bk.: formulator. formulary, sf &is., ç. -Iaries 1. formüler, formül kitabı/dergisi, 2. formül: aynen tekrarlanan basmakalıp söz/deyim, 3. ecz. kodeks, 4. (kilise) ayin kitabı, 5. formül şeklinde, 6. formül+, formülle ilgili. formuIate, gL.f -Iated, -Iating 1. formülleştirmek, formül ile/formül şeklinde ifade etmek, kesin/açık/sistemli/özlü şekilde anlatmak. Our ideas offair treatmentfor all Canadians are -d in a Bill of Rights. 2. (yöntem, sistem vb.) kurmak, yaratmak, geliştirmek, biçimlendirmek, 3. formül haline çevirmek/koymak, 4. formulati· on: formülleştirme, formülle ifade etme, 5. formulator : formülleştiren, formül şeklinde ifade eden. e.a.- 1-3. formularise, formularize, formulise, formuZize, 4. formularisation,formularization, formulisation, fo rmuZization, 5. 'formulariser, formularizer, formuliser, formuZizer. formulisationlformulization, bk.: formulation. formulise/formulize, bk.: formuIate. formuliser/formulizer, bk.: formulator. formulism, is. 1. formüleülük, formüllere bağlılık, 2. formüller sistemi.



formulist, sf 1. fOlmülcü, 2. -ic: formüıCü+. formyl group = formyl radical, kim. formil kökü : formik asittet türeyen tek valanslı 0CH- grubu. Fornax, is. Fırın burcu. fornical, sf anat. kıvrımlı, kıvrık, kavisli, kubbeli. fornicate, sf &f -cated, -cating ı. fornicated d.d biy. yaylı, kavisli, kubbeli, 2. zina etmek, evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmak. fornication, is. 1. zina, evlilik dışı cinsel ilişki, 2. (İncil'e göre) (a) zina, (b) putperestlik. e.a.- 2. (a) adultery, (b) idolatry. fornicator, is. 1. zani, zina işleyen, evlilik dışı cinsel ilişki kuran, 2. -y : zina ile/zanilerle ilgili. fornix, is., ç. -nices anat. kıvnm, kavis, kubbe (beyinde görülen şekiller). forsake, gL.f -sook, -saken, -saking 1. terk etmek, yüzüstü bırakmak, terk edip gitmek, yalnız/kimsesiz bırakmak. He forsook the theater for politics. 2. vazgeçmek, feragat etmek, fariğ olmak, reddetmek, ilişiğini kesmek. to - a bad habit. 3. forsaker : terk eden, yüzüstü bırakan, vazgeçen, feragat eden kimse. e.a.-l. desert, abandan, 2. renounce, give up, forswear, forgo, relinquis/ı.



forsaken, f&sf 1. bk.: forsake (p), 2. terk kimsesiz, yalnız, ıssız. The little village had a - look. An old, - farmhouse. 3. -Iy : terk edilmişçesine, kimsesiz/yalnızlıssız bir şekilde, 4. -ness : terk edilme, kimsesizlik, yalnızlık, ıssızlık. e.a.-2. deserted, abandaned, fo rlorn, desolate. forsook,f bk.: forsake (geç.z.). forsooth, zf. esk. gerçekten, hakikaten, filhakika, elbette, sahiden (alay, istihza, şüphe, küçümseme ifade eder). e.a.- indeed, certainly, in fact, in truth. forspent = forespent, sf esk. bitkin, yorgun, bezgin. e.a.- exhausted, worn-out, tired out. forsterite, is. min. forsterit: Mg2Siü4. forswear, f -swo:re, -sworn, -swearing ı. tövbe etmek, yeminle terk etmek, bırakmak için yemin etmek. to - a bad habit. 2. yeminle ret/ edilmiş, metrıık,



1375



forsworn inldlr etmek. to ~ adebt. 3. yalan yere yemin etmek, yeminle verdiği sözde durmamak. .- oneself: yalan yere yemin etmek. e.a.-l. abjure, 2. reject, renounce, 3. perjure. forsworn, f &sf 1. bk.: forswear (sff), 2. yalan yere yemin eden, 3. -ness : yalan yere yemin etme. e.a.= 2. perjured. forsythia, is. bot. sarı çan çiçeği (Forsythia) : zeytingillerden Çin menşeli ve baharda yapraktan önce parlak sarı çan biçiminde çiçekler açan bir bitki. fort, is. 1. kale, tabya, istihkam, müstahkem mevki, 2. ABD devamlı askeri karargah, 3. (K Amerika) ticaret merkezi: kürk ticareti yapılan eski çağlarda bu merkezler tahkim edilirdi. Winnipeg is built on the site of Fort Garry, an old Hudson 's Bay Company post. 4. hold the bk.: hold l (53). e.a.-l. forteress, fort~fication, castle, citadel . fort. = ı. fortification, 2. foıtified. fortalice, is. 1. küçük kale, istihkam, dış tahkimat, 2. esk. bk.: forteress. forte, is. &sf &zf. 1. bir kimsenin güçlü yanı, asıl hüneri, 2. kılıç namlusunun kabzasından ortasına kadar olan kuvvetli kısmı. bk.: foible, 3. müz. (a) kuvvetli, (b) kuvvetli pasaj, (c) kuvvetle, 4. --piano : kuvvetli ve (hemen arkasın­ dan) hafif. e.a.- 3. (a) loud, (c) loudly. fortlı; zf. &e. 1. ileri(ye), öte(ye). go - : (dışarıya/ileriye) çıkmak. set - : yola koyulmak. stretclı - one's hand: elini (ileri) uzatmak, 2. (zaman/sıra/dizi vb.) -den sonra/itibaren/ böyle. from that day - : o günden itibaren/ sonra. from this time - : bundan böyle/sonra, 3. (gizliy~rden/atıl durumdan) dışarıya, açığa, göz önüne, 4. (bir yerden/ülkeden) uzağa, yabancı ülkeye. to journey ~. 5. back and - : ileri geri. go back and - (between...): (... arasında) mekik dokumak, gidip' gelmek, 6. bring - : doğurmak, meydana getirmek, hasıl etmek, 7. and so - : ve benzeri, vesaire, ilaahil'i. and so on and so - : vesaire vesaire, 8. hold - bk.: hold1 (38), 9. esk. -den uzak/öte. e.a.-l. forward, 2. onward, 3. out, 4. away, abroad, 9. out of, farth from. forthcoming, sf &is. 1. gelecek, (zamanca) yakın, (meydana) çıkacak, zuhur edecek, belirecek, önümüzdeki. - events : gelecek olaylar.



1376



The - week we will be busy : Önümüzdeki hafta meşgulolacağız. 2. hazır, emre amade, mevcut. She needed help, but none was -. No help was - : Yardımdan eser yoktu. 3. k.d. (genellikle olumsuz cümlelerde) yardıma hazır, dost, yakın, ahbap. i asked several villagers the way to the river, but none of them were very - : Köylü1ere nehir yolunu sordum, fakat hiçbiri cevap vermedi. 4. (beklenen bir şeyin) zuhur(u), oluş, vuku, meydana geliş, 5. -ness: yakınlık, dostça/ahbapça davranış. e.a.- 4. appearance. forthright, sf &is. &zf. 1. açık sözlü, doğ­ ru, dürüst, içten, samimi, hilesiz. His - behavior shows that he' s honest, but he seems rude to so- ' me people. 2. dümdüz, dolambaçsız, dosdoğru, 3. -ly d.d. açıkça, dobra dobra, çekinmeden, içtenlikle, samimi olarak, tereddütsüz. He told us ~ just what his objections were. 4. hemen, derhaL.. derakap, 5. esk. doğru/dolambaçsız yol, 6. -ness: açık sözlülük, doğruluk, dürüstlük, içtenlik, samimilik. e.a.-l. outspoken, 2. direct, sıraightforward, 3. frankly, 4. at once, immediately, straightaway. k.a.- 1. furtive. forthwith, zf. hemen, derhal, derakap, gecikmeden, vakit geçirmeden. She said she would be there~. e.a.- immediately, at once, without delay. forties, ç. is.. bk.: forty. fortieth, sf &is. 1. kırkıncı, 2. kırkta bir (parça), 1/40, 3. (bir dizinin vb.) 40. elemanı. fortitiable, sf. tahkim/takviye edilebilir, kuvvetlendirilebilir. fortification, is. 1. kuvvetlendirme, tahkim /takviye etme, 2. tahkimat. Soldiers were busy with the - of the village. 3. istihkam, 4. gen. -s : kale, tabya, müstahkem mevki, 5. takviye. e.a.4. fortress, citadel, 5. strengthening. fortified wine, is. takviyeli şarap : konyak katılarak alkoloranı (% 16-23'e) yükseltilmiş şarap.



fortify. f -fied, -fying 1. tahkim etmek, istihkam yapmak/kurmak. to ~ coastal areas. A fort?fied city. 2. takviye etmek, sağlamlaştırmak, 3. kuvvetlendirrnek, 4. etkinleştirmek, (başka madde katarak) etkisini artırmak. Refined foods are often fortified with vitamins and mineraL'}. 5. (zihnen/manen) kuvvetlendirrnek, cesaret vet-



fortune mek. After praying quietly he faced his d{fficulkties with a fortified spirit. 6. pekitmek, doğrula­ mak, gerçeklemek, desteklemek, teyit/tekit etmek. to ~ an argument by statistics. 7. (şaraba vb.) alkol katmak, 8. fortifler: tahkim/takviye eden kuvvetlendiren, sağlamlaştıran, 9. -ingiy: tahkim/takviye edercesine/ederek, kuvvetlendirerek, sağlamlaştırarak. e.a.-l&2. strengthen, secure, reinforce, 4. enrich, 6. confirm, corroborate, support. k.a.-l&2. weaken, impair, undermine, debilitate. fortis, sf&is., ç. fortes s.bI. sert sedalı (sessiz harf) : p, t gibi kuvvetli ses veren. k.a.lenis. fortissimo, sf&zf müz. çok kuvvetli (sesle). fortitude, is. 1. direşme, sebat, azim, tahammül, metanet, dayanıklılık, 2. yiğitlik, cesaret, şecaat. e.a.- 1. resolution, endurance, patience, perseverance, persistence, 2. courage, pluck, guts, boldness. k.a.-l. weakness, 2. cowardice, pusillanimity. fortitudinous, sf cesur, yiğit, metin, dayanıklı, tahammüUü, mütehammil. a ~ display of character. fortnight, is. iki hafta, ı 4 gün. This day - : İki hafta sonra bugün. fortnightly, sf &zf. &is., ç. -Hes 1. iki haftada bir olan, iki haftalık, 14 günde bir (olan), 2. iki haftada bir çıkan dergi. FORTRAN, is. FORTRAN : bilgisayarla çözümlenecek bilimsel problemlerde matematik simgeler ve formüllerle İngilizceye benzer deyimler kullanan izlenceleme dili (FORmula TRANslation). fortress, is. &gl.f 1. kale, hisar, istihkam, müstahkem mevki/şehir, 2. güvenli/emniyetli yer. fortnitism, is. fe i. kadercilik, rastgelecilik: olayların doğal yasalara veya makul bir maksada göre değil, rastgele/gelişi güzel vukubulduğuna inanan doktrin. fortuitist: kaderci, rastgeleci. fortuitous, sf 1. rastgele, gelişigüzel, tesadüfi, beklenmedik, umulmadık, raslantı sonucu vaki olan, arızı, olumsal, geçici. a - meeting : umulmadık tesadüf. a - acquaintance : tesadüfi tanışma, 2. k.d. mutlu, mes'ut, bahtiyar. Let me



wish you joy on this ~ occasion! 3. -ly : tesadüfen, beklenmeksizin, umulmadık zamanda, 4. -ness bk.: fortuity. e.a.- 1. accidental, casuat, incidental, 2. fortunate, lucky. fortuity, is., ç. -ties rastlantı, tesadüf, şans, rastgelelik. Fortuna, is. (eski Roma) talih tanrıçası. fortunate, sf 1. mutlu, mes'ut, bahtiyar, talihli, şanslı. to be - : talihli/şanslı olmak, şan­ sı yaver olmak. How -! Ne şans/talih! He's enough to have very good health. it was - (for him/her) : Talihi/şansı varmış. 2. uğurlu, hayır­ lı, isabetli. a - event. a - investment. 3. -ly : çok şükür, bereket versin (ki), 4. -ness: mutluluk, bahtiyarlık, talih, şans(lılık), uğurluluk, hayırlılık. e.a.- 1. lucky, happy, prosperous, successful, advantageous, 2. propitious, favorable. k.a.-1. unlortunate, unlucky, unhappy, illstarred. fortune, is. &f -tuned, -tuning 1. baht, talih. - was against us, we lost : Talihimiz yaver olmadı, kaybettik. - favored him : Bahtı yaver gitti. - smiled on him : Talih yüzüne gü1dü. by good - : Bereket versin, çok şükür. seek one's - : talihini başka yerde aramak, servet ve refah peşinde koşmak, 2. kısrnet, kader. ten -s : fala bakmak. Whatever my - may be : Kaderim ne ise, alnıma ne yazıldı ise. 3. uğur, şans. try one's - : şansını denemek. She had the good ~ to be free from illness all her life. 4. varlık, servet. make a - : zengin olmak, servet yapmak. a sman - : k.d. küçük bir servet, bir hayli para. Those jewels must have cost a sman - : O mücevherler bir hayli pahalı olmalı. Some men have made great ~s by developing oil business. 5. zenginlik, büyük servet, çok para. a man of - : çok zengin adam. marry a - : zengin bir kadınla ev1enmek. to come into a - : büyük bir servete konmak/varis olmak. it has cost me a - : Bu bana çok pahalıya maloldu. 6. esk. servet bahşetmeklihsan etmek/bağışlamak, zengin etmek. 7. esk. tesadüfen vaki olmak, 8. - cookie : talih bisküvisi : içinde küçük bir kağıda yazılı fal bulunan kıvrık ince bisküvi, 9. - hunter : servet avcısı, evlenmek için zengin arayan kimse, 10. --hunting : servet avcılığı, 11. ·-less : (a) talihsiz, bahtsız, şanssız, (b) fakir, yoksuL. e.a.-



1377



fortuneteller 1-3, fate, destiny, luck. chance, lot, 4&5. wealth, prosperity, lL. (a) unfortunate, (b) poor, impoverished. fortuneteller, is. falcı. fortunetelling, is. falcılık. forty, is., ç. -ties ı. kırk, 40 (sayı/rakam), 2. kırk kişi/şey, 3. forties : kırklı (yıllar/sayılar vb.), 40-49 arası. a man of - / in his forties : 40 yaşlarında (40-49 arası) bir adam. the fOfties : kırklı yıllar



(1740-49, 1840-49, 1940-49 vb.).



The roaring forties : 40-49° enlemleri kalan



arasında



fırtınalı denizler.



forty-niner, is. 49'lu : l849'da



(altına akın



yılında) Kalifomiya'ya



giden kimse. forty winks, is. k.d. şekerleme, kestirme, kısa uyku. forum, is., ç. forums/fora 1. (eski Roma) pazar yeri, meydan, 2. mahkeme, 3. (halkı ilgilendiren konuları tartışmak için yapılan) genel toplantı, 4. toplu tartışma, 5. the Forum: (Roma'daki) Forum. forwardes), sf &if &gl.f 1. ileri, ileriye doğru, ilerideki. - motion : ileri hcıreket. to nıO­ ve - : ilerlemek, ileri gitmek. take 2 steps - : iki adım ileri gitmek. backwards and -s : ileri geri. from that day - : o günden itibaren, 2. ön(ün)de, öndeki, öne, öne doğru, önceden, önceye, 3. açığa, meydana. to coıne - : meydana çık-o mak, 4. (geminin/uçağın) önüne/baş tarafına doğru. You' II have to go - of the mast. 5. ilerlemiş, müterakki, 6. hazır, müheyya, istekli, gönüllü. He knew his lesson and was - with his answers. 7. küstah, cür'ethır, 8. geleceğe yönelik, istikbale matlJf, önceden. - buying. 9. aşın, müfrit, radikal, 10. sp. akıncı, forvet, ön sırada yer alan oyuncu, 11. göndermek, yollamak, sevk etmek, yeni adrese göndermek. to - aletler.



When we moved house, we asked the people who took our old house to - all our mail to our new address. 12. ilerletmek, ilerlemesine yardımcı olmak, gelişmesini çabuklaştırmak, ivedileştir­ mek. - the plans for a new schooL. 13. kitabı ciltlemeye hazırlamak, 14. - delivery . sonradan teslim, sonraki tarihte teslim, 15. bring .- : (a) gözönüne koymaklsermek, ileri sürmek, dikkati çekmek. In his talk he brought - several new ideas. (b) toplamı başka sayfaya nakletmek, (c)



1378



öne/önceye almak. bring a date - : bir tarihi öne almak, 16. Iook - to bk..' Iook 1 (32),17. put - : ileri sürmek, 18. put one's best foot - bk..· foot. e.a.- 1. onward, ahead, out, forth, 5. welladvanced, 6. ready, eager, prompt, 7. assu-



ming, presumptuoıts, impertinent, impudent, bold, 8. early, preliminary, future, premature, 9. progressive, radical, ll. transmit, 12. hasten, promote, further, foster. k.a.- 1. backward. forwarder, is. ı. gönderen, sevk eden, 2. nakliyatçı, sevkiyatçı, taşımacı. forwarding, is. 1. gönderme, sevk, sevkiyat, nakletme, yollama, nakliyatçılık, 2. (ciltlenecek kitabın) dikişlerinin yapılıp cilt geçirile-' cek hale getirilmesi, 3. (hakkaldıkta) oyma, 4. -



agent bk.: freight forwarder. forward-Iooking, sf ilerici,



geleceği düşii­



düşünerek tasarlanmış.



e.a.- progressive. forwardly, sf&if esk. 1. istekle, tehalükle,



nen, istikbali



can atarak, 2. küstahça, küstahlıkla, cür'etkarane, 3. öne !ileriye doğru, 3. esk. hazır, istekli, ileri, erken. e.a.-.I. eagerl)', 2. boldly, presumpe(ıger, advanced, early. tuously, 3. forwardness, is. 1. cür' et, küstahlık, 2. şevk, gayret, istek, tehalük, can atma, seve seve hazır olma, 3. öncelik, ilerilik, erkenlik, ileri olma. e.a.-I. boldness, presumption, 2. eagerness, promptness, readiness, zeal, 3. earliness, preco-



city. forward pass, is. futbol ileri pas : topun muhasım kaleye doğru atılışı.



forwards, ifbk..· forward. forwent, f bk.: forgo (geç.z.). forwhy, if &bağ· esk. ı. niçin, neden, 2. çünkü, zira. e.a.- 1. why, wherefare. 2. because. forworn foreworn, sf esk. bk.: wornout. forzando, sf &if müz. It. bk.: sforzando. F.O.S. == I.free on station: istasyonda teslim, 2.free on steamer : gemiye teslim. fossa, is., ç. fossae anat. çukur,oyuk. fosse = foss, is. 1. hendek, (genellikle su ile dolu) savunma hendeği, 2. hendek, çukur, kanaL. e.a.- moat, dilch, trench. fossette, is. anat. ufak çukur, gamze. e.a.dimple.



=



fouO (terk edilmiş maden 0vb.) altın aramak, 2. (kar maksadıyla) araştırmak, aramak. to . . ., for clients. 3. kazmak, eşmek, 4. peşinden koşmak, araştır­ mak, (bir şeyi) elde etmeye çalışmak, 4. .....,er : altın arayıc!. e.a.- 1&2. rummage, 3. dig, 4. seek, hunt, ferret out. fossiL, sf &is. ı. taşıl, fosil, müstehase, 2. taşlaşmış, fosilleşmiş, taşılifosil halinde. ~ inseets. amber is a . . ., resin. 3. k.d. eski (kafalı), modası geçmiş, antika (kimse/şey). an old ~ : eski kafalı ihtiyar, moruk. a . . ., approach to teaehing: modası geçmiş yöntemlerle öğretim, 4. yer altı(nda bulunan), kazılarak çıkarılmış. . . ., fuel : taşıl yakıt, yer altından çıkarılan yakıt. eoal, oil and natural gas are - fuels. 5. (yalnız bazı deyimlerde geçen) eski kelime: to and fro deyimindeki fro gibi. e.a.- 3. foggy, antiquated, fossilized. fossiliferous, sf taşını, fasiHi, taşılifosil içeren. fossilise/fossilisable/fossilisation, Brit. bk.: fossilize/fossilizable/fossilization. fossilize, f -ized, -izing 1. jeol. taş ılI aş­ (tır )mak, fo sill eş (tir)mek, taşılalfosile döl1üştür­ rnek, 2. köhneleş(tir)mek, eski(t)mek, eski/köhne hale getirmek, 3. (fikir, insan vb.) eski/değişmez/katı/işe yaramaz haıe gelmek/getirmek! dönüş(tür)mek, 4. fossilizable : taşıllaşabilir, 5. fossilization : taşıllaşma. fossorial, sf zoo!. kazıcı, kazmaya elveriş­ li (ayak, pençe vb.). a - foot. foster, sf &gl.f 1. teşvik etmek, (gelişme~ sinilbüyümesini) ilerletmek. The mother tried to . . ., her son's interest in musie by taking him to eoneerts when he was young. 2. beslemek, büyütmek, bakmak. We -ed the young girl while her mother was in hospita!. 3. canlandırmak, uyandırmak, canlı/uyanık tutmak; Films and pietures about reeent wars sometimes - angry memories and feelings of hatred between nations. 4. (sevgi, his) beslemek, (kin vb.) gütmek, geliştirmek. Ignoranee -s superstition. 5. Brit. (çocuğu) evHitlık vermek, yetimhaneye yerleş­ tirmek, 6. esk. beslemek, gıda/yiyecek vermek. 7. başkasının çocuğunu ebeveyn gibi büyüten veya başkasına evlatlık olan, 8. kimsesiz çocuk~ fossiek, f Avust.



caklarında, hurdalarda



ı.



lara bakan. - home : yetimhane, öksüzler yurdu, 9. ~ brother : süt kardeşi, 10. ~ ehild : evlatlık, 11. . . ., daughter : kız evlatlık, 12. - father: babalık, çocuğu evlatlık edinen adam, 13. . .;, land : ikinci vatan, sonradan edinilen yurt/vatan, 14. mother : analık, sütanne, sütnine, 15. ~ nurse : sütnine, dadı, 16. "" parent : süt anne, baba, çocuğu evlatlık edinen anne, baba, 17. - sister: üvey kız kardeş, süt kız kardeş, 18. - son : evlatlık. e.a.-l. further, eneourage, promote, forward, advance, foment, 2. bring up, rear, support, sustain, maintain, 4. eherish, 6. feed, nourish. k.a.- lo diseourage. fosterage, is. ı. evlatlık edinme/büyütme/ yetiştirme, 2. evlatlık olarak verme, 3. evlatlık olarak yetişme/bakılma, 4. besleme, himaye, teşvik.



fosterer, is. teşvik eden, besleyen, büyüten, bakan. fostering, is. 1. bk.: fosterage, 2. -Iy : (a) evlatlık edinerek, besleyerek, bakıp büyüterek, (b) himaye/teşvik ederek. fosterling, is. evlatlık. e.a.- foster child. fou, sf isk. sarhoş. e.a." drunk. foudroyant, sf Fr. yıldırım gibi, ani, şaşırtıcı. e.a.- stunning, dazzling. fought, f bk.: fight (geç.z.). foughten, sf esk. mücadele+, muharebe+. a - field: muharebe meydanı. foul ı, sf 1. iğrenç, kerih, murdar, berbat, kötü. a ~ smell. by fair means or - : iyilikle ve·ya kötülükle, iyi veya kötü yola başvurarak, ne yapıp ederek. She always gets what she wants, by fair means or -. 2. bozuk, bozulmuş. - air. Open the windows and let out the "" air. 3. pis, kirli, ufunetli. - breath : pis kokan nefes, 4. çamurlu, 5. tıkanmış, tıkalı. a - gas jet. The fire will not bum because the chimney is -. 6. fena, fırtınalı, gayrimüsait (hava). . . ., weather delayed the ship. 7. (rüzgar vb.) zıt, ters yönde esen. fall - of the law: kanunun pençesine düşmek, 8. ayıp, 9. tiksindirici, menfur, nefret verici. Murder is a . . ., erime. the....., murderer. 10. çirkin, müstehcen, açık saçık (dil). - language. ıı. kurallara aykırı. He struck his opponent a - blow on the back of the neck. 12. sp. faul, hatalı, 13. dolaşmış, dolaşık, birbirine geçmiş. - ane-



1379



fouı 2



hor : deniz dibinde bir engele takılan gemi demiri. - cable: başka bir tele takılmış kablo. The sailor cut the - rope. 14. yanlışlarla dolu, hatalı. - copy : düzeltmelerle karalanmış nüsha, 15. den. gambalı, midye bağlamış (tekne), 16. kd. çirkin, sevimsiz, 17. esk biçimsiz, şekilsiz. e.a.i. repulsive, repellent, loathsome, noisome, 2. fetid, putrid. stinking, 3. unclean, polluted, sullied, impure, dirty, 4. muddy, 5. clogged, obstructed, 6. unfavorable, stormy, 7. adverse, 9. base, shameful, infamous, wicked, wile, 10. smutty, vulgar, obscene, profane, scurrilous, 17. di:,figured. fouı 2 , zf. 1. iğrenç/çirkin/berbat bir şekil­ de, alçakça, rezilane, haince, 2. sp. hatalı bir şe­ kilde, 3. faU - of = fall afoul of: (a) (gemi vb.) çarpı şmak, (b) zıt gitmek, çatışmak, (c) saldır­ mak, taarruz/tecavüz etmek, 4. run - of : çarpış­ mak, çatışmak. e.a.-l. vilely, unfairly, 3. (a) collide, (b) quarreI. foul 3, is. 1. iğrenç/pis/bozuk/kirli vb. şey, 2. çarpışma, çatışma, dolaşma, karışma, 3. sp. hata, faul, 4. bk.: foul balı. foul 4, f ı. kirletmek, pisletmek, murdar etmek, bulaştırmak, bozmak. Exhaust fumes -ed the air. 2. kirlenmek, pislenmek, murdar olmak, bulaşmak, bozulmak. Spark plugs - if not cared properly. 3. (baca, tüfek namImm vb.) tıka­ (n)mak. Grease -ed the drain. 4. çarp(ış)mak. One boat -ed the other. 5. (halat vb.) dolaşmak, birbirine geçmek, dolaş(tır)ıp işlemez haJe gelmek/getirmek. The rope -ed the anchor chain. 6. rezil/rüsva etmek, şerefini ihlal etmek. a name -ed by misdeeds. 7. den. ot veya midye bağ­ lamak, çaparız vermek, 8. sp. hatalı oynamak, faul vuruşu yapmak, 9. - out: (a) (beyzbol) hatalı topa vurarak oyundan çıkarılmak, (b) (basketbol) müsaade edilenden fazla hata yaparak oyundan çıkarılmak, 10. - up argokarıştır­ mak, bozmak, berbat etmek, acemice davranmak, becerernernek, yüzüne gözüne bulaştır­ mak. e.a.- i. defile, 3. clog, obstruct, 4. collide, 6. defile, dishonor, disgrace, 10. bungle, spoil. foulard, is. fular, kadın elbisesi/kravat vb. yapılan desenli ince kumaş. foul balı, is. ı. (beyzbol) faul çizgisi dışı­ na çıkan top, 2. argo beceriksiz, acemi, şanssız, acayip kimse.



1380



fouled-up, sf k.d. karmakarışık, keşme­ hercümerç, alt üst. e.a.- confi4sed, chaotic, disorganized. foul line, is. sp. 1. hata/faul çizgisi, 2. free throw line d.d. (basketbolde) sepetten 4.5 m ötede faul atışlarının yapıldığı çizgi, 3. bovling top atış çizgisi. foully, zf. 1. çirkin/ayıp/müstehcen bir şe­ kilde, açık saçık, edepsizce, 2. habisane, adil kötü bir şekilde, utanç verecek şekilde, 3. esk. pis/murdar/kokmuş bir şekilde, 4. esk. kaba saba, hakaretle. e.a.- 1. obscenely, lewdly, 2. wickedly, 3. fetidly, 4. insultingly. foulmouthed, sf ağzı bozuk, küfürbaz. foulness, is. ı. bozukluk, pislik, murdarlık, kir, günah(karlık), 2. şer, kötülük, habaset, fenalık. e.a.-i. filth, sinfulness, 2. wickedness, eviI. fonl play, is. 1. kurallara aykırı oyun, 2. hiyanet, kast, suikast, cinayet. He was a vİC­ tim of - - : Bir cinayete kurban gitti. The police aren 't sure how the man died, but they think it may be a case of - -. e.a.- 2. treacheıy, violence. fouls, is. vet. patol. bk.: foot rot. foul shot = free throw, is. (basketbol) serbest atış. fou! tip, is. (beysbol) hatalı vuruş. foul-up, is. k.d. düzensizlik, karışıklık, keşmekeşlik, e.a.- disorder, confusion, mix-up, botclı, mess. found l , f&sf&is. 1. bk.: find (geç.z.), 2. donatılmış, tam teçhizatlı, her şeyi tamam, dayalı döşeli. He bought a new boat, fullY -. 3. Brit. fiyata/ücrete/kiraya dahil, ek ücret istenmeden temin edilen. all - : konut ve yemek ücrete dahiL. Room to let, laundry -. 4. Erit. bedava/ ücretsiz temin edilen şey, özellikle hizmetçiye bedava verilen yemek. Maid wanted, good salary and - : Hizmetçi aranıyor, iyi ücret ve bedava yemek verilir. e.a.- 2. furnished, equipped, outfitted. found 2, f 1. kurmak, tesis etmek. to - a dynasty. The Romans -ed a great city on the banks of this river. This bank was -ed in 1880. 2. temelCini) atmak, bina etmek. The castle is -"ed on solid rock 3. gen. - onlupon : dayan(dır)mak, istinat et(tir)mek. The story -ed on keş,



four fact. He -ed his claim on facts. 4. temel/esası sebep teşkil etmek, esasını oluşturmak. e.a.ı. estabiish, set up, 3. base, ground. found 3, gl.f (erimiş madeni, camı vb. kalıba) dökmek, döküm(cülük) yapmak, madeni ergiterek kalıba dökmek. e.a.- cast. foundation, is. ı. temel, taban, kaide. The - of a house. lay the - : temel atmak. A building must be laid on a firm -. 2. dayanak, esas, (manevi) temel, mesnet. The moral - of society. - of democracy. The report was completely without -. 3. kurma, tesis etme, 4. kuruluş, teessüs. The of the university took place over 200 years ago. 5. bağış, teberru, vakıf, 6. bağış/teberru alan kurum, evkaf, 7. makyaj altı (krem vb.). cream : pudra altı (krem), 8. - garment d.d. korse, kadın vücuduna şekil veren iç çamaşır, 9. (tek kişi ile oynanan iskambil oyununda) temel kart, 10. -al: temel+, temelini/esasını oluş­ turan, 11. -ally : temelolarak, temeloluşturacak şekilde, esas itibarıyla, 12. -ary : temele ait, 13. -less: temelsiz, esassız, bir temele dayanmayan, 14. - sire : cins bir atın babası/ceddi, 15.stüne: (a) temel taşı, bir binanın temeline törenle konulan taş, (b) esas, temel, dayanak. e.a.ı. base, 4&6. establishment, 5. endowment, 8. corset, 15. (b) basis, groundwork. founded, sf kurulmuş, müesses. ill-- : temelsiz, çürük temelli. well-- : sağlam temelli. founder I , is. kurucu, müessis, bani. Atatürk is the - of the Turkish Repubiic. - member : kurucu üye. -'s shares : kurucu hissesi. bk.: foundress. founder 2 , f ı. (gemilkayık vb. su dolarak) bat(ır)mak, suya gark etmek/olmak, 2. (bina vb.) çök(ert)mek, yık(ıl)mak, 3. iflas et(tir)mek, bat(ır)mak, mahvetmek, mahvolmak, harap etmek/ olmak, büyük başarısızlığa uğra(t)mak, 4. (at) tökezlemek, topallamak, sakatlanmak, sekmek, sendelemek, 5. tıkınmak, çok yemekten hasta olmak, mide fesadına uğramak, 6. vet. patol. atın topal olmasına/sakatlanmasına sebep olmak. e.a.- 1. sink, 2. collapse. founder 3, is. ı. dökümcü, döküm ustası, 2. vet. pato!. (atlarda) tırnak iltihabı. founderous = foundrous, sf çamurlu, batakelık). e.a.- miry, swampy.



found-in, js. Cnd. tutuklu: genel evde, gaykumarhane veya meyhanede yakalanan kimse. founding father, is. 1. kurucu, bani : bir kurumun, fikrin, doktrinin kurucusu, 2. b.h. ABD Kurucu Meclis üyeleri: 1787'de Filadelfiya'da toplanan ABD Anayasa Meclisi üyeleri. e.a.- ı. founder. foundUng, is. buluntu: sokakta bulunup alınan çocuk. found object, is. bulunmuş eşya. foundress, is. (kadın) kurucu, müessis. foundrous, sf bk.: founderous. foundry, is., ç: -ries 1. döküm evi, dökümhane. an iron -: demir döküm evi. - workers. 2. döküm(cülük), dökme(cilik), 3. dökümOe yapılan) eşya, 4. - proof: basım döküm provası: matbaa kalıplarının dökümü yapılmadan önceki son provası, 5. - type : (el ile dizilen) matbaa harfleri, hurufat. e.a.- 3. casting. fount, is. 1. çeşme, pınar, 2. memba, kaynak, menşe. That old man is a - of wisdom/ knowledge. 3. Brit. basım hurufat kasası, baskı işinde kullanılan aynı cins ve büyüklükteki harfler. e.a.- ı. spring, fountain, 2. source, origin, 3. font. fountain, is. 1. çeşme, pınar, memba, kaynak. drinking - : çeşme, 2. kaynak, menşe, memba. The ruler was respected by his people as the - of honor. 3. fıskiye. A - of water shot up from the burst pipe. 4. bk.: soda fountain, 5. şadırvan, 6. sıvı deposu, 7. -ed: çeşmeli, pı­ narlı, kaynaklı, 8. -less : çeşmesiz, pınarsız, kaynaksız, 9. -like : pınar/çeşme gibi, 10. - of Youth : Gençlik Çeşmesi : hastalıkları iyileş­ tirdiğine ve insanı gençleştirdiğine inanılarak Ponce de Leon, Narvaez, DeSoto vb. kaşiflerce Florida, Bahama ve civarında aranan efsanevi çeşme, 11. - pen : dolmakalem, stilo. fountainhead, is. ı. pınarbaşı, (su) memba/kaynak, 2. (herhangi bir şey için) kaynak, memba, köken, menşe. e.a.- 2. origin, source. four, sf &is. ı. dört, 4 (sayı, rakam). a child of - : dört yaşında bir çocuk. I'll leave at - : Saat dörtte gideceğim. 2. dörtlü grup. They set up a - to play cards. form -s As. dörder olmak, 3. (iskambilde) dörtlü. the - of hearts. 4. on all rimeşru



1381



fourbagger -s : (a) dört ayak üstünde, (b) elleri ve dizleri üzerinde, dört elli (yürüyüş). be on all -s with ... : ... ile eşit/aynı olmak, ... ile karşılaştırıla­ bilmek. The two cases are not on all -s : Bu iki durum (dava) birbirinin aynı değildir. go/run on all -s : dört elli (elleri ve dizleri üstünde) yürümek, 5. - by - : dörder dörder, 6. - flush : (pokerde) dört floş, bir elde dört kağıdın aynı renk, birinin başka renk olması, 7. - freedoms : dört hürriyet : 6.ı.I94I'de Başkan Roosevelt'in ABD'nin dış politikasının temeli olarak ilan ettiği söz, ibadet, korkusuz yaşama, başkalarma muhtaç olmama hürriyetleri, 8. --horse : dört atlı, 9. - hundred : ABD bir şehrin eşrafılileri gelenleri, üst tabaka, 10. open to the - winds : her tarafı açık, 11. the - corners of the earth : dünyanın dört bucağı. e~' sesli- for, fare. fourbagger, is. beyzbol bk.: home run. fourchette, is. ı. ana/.. am çatalı : ferç büyük dudaklarının arka birleşeği, 2. zool. hayvan tırnağının çatalı, 3. eldiven parmaklarının birleştiği yer, 4. (kuşlarda) lades kemiği. four-cyCıe, sf dört devreli. - engine : dört devreli motor. four-dimensional, sf mat. dört boyutlu. foureye, is. k.d. dörtgöz: gözlüklü kimse. four-eyed fish, is. zool. dört gözlü balık (Anablepsr four-flush, gs.f ı. (pokerde) dört floşla blöf yapmak, 2. k.d. blöf yapmak. e.a.- 2. bluff fourflusher, is. palavracı, bıöfçü. fourfoId, sf &zJ. dört kat, dört misli. four-footed, sf dört ayaklı. e.a.- quadruped. four-four time, bk.: common time. fo u rgo II, is., ç. -goııS Fr. furgon, kapalı yük vagonu. four-handed, sf 1. dört elli, 2. dört el ile çalınacak (müzik) (piyano düet gibi). Four-H Club = 4-H CIub, is. 4 H Kulübü: ABD Tarım Bakanlığının köylülere modern çiftçilik öğretmek amacıyla kurduğu kulüp. Fourierism, is. Furiyecilik : ISIS'te F.M.C.Fourrier tarafından ileri sürülen ve toplumsal adaletin sağlanması, şahsı arzuların tat-



1382



mini için küçük kooperatifler kurma amacını güden ekonomik, toplumsal reform sistemi. phaIansterianism d.d. Fourier series, is. mat. Fourier derneyi/ serisi. four-in-hand, sf &is. ı. bağlanınca uçları aşağı sarkan (kravat), 2. dört atlı (araba, takım). four-Ieaf clover = four-Ieafed clover= four-Ieaved clover, is. dört yapraklı yonca. four-Iegged, sf dört ayaklı. four-Ietter word, is. küfür, açık saçıkı ayıp söz. four-masted, sf den. dört direkli. four-master, is. den. dört direkli gemi. four-oCıock, is. bat. 1. gece sefası (Mirabills Jalapa), 2. Kaliforniya'da yetişen gece sefasına benzer kırmızı çiçekli bitki (Mirabilis lae~ vis). four-part, sf müz. dörtlük, dört kişi için (şarkı).



fourpence, is. Brit. 1. dört peni, 2. dört pe~ nilik eski gümüş sikke. fourpenny, ,~f 1. (marangozlukta) (a) 15 inçlik (çivi); (b) 13/S inçlik (ince çivi). - naiL. 2. dört penilik. a - stamp. 3. a - one Brit. - k.d. (şiddetli) tokat/sille/şamar. ['LL give you a - one if you don't keep quiet. fourpIex, sf &is. dörtlü, dört kat. e.a.quadplex. fourposter (bed), is. dört direkli karyola. four-pounder, is. dört librelik gülle atan top. fourragere, is., ç. -geres Fr. 1. sırrna, a~ polet sırması, 2. sıtmalı nişan. fours, is. dört ayak. on all - : dört ayaklı, dört ayak üstünde. The baby was creeping about on an - : Bebek emekliyordu. fourscore, sf 1. seksen, 2. - and ten : dok~ san. e.a.- 1. eighty, 2. ninety. foursome, is. &sf 1. (golf) iki çift tarafın­ dan oynanan oyun, 2. iki çift, dörtlü (grup), kuar~ tet, dörtlük, dört kişi tarafından yapılan. e.a.2. quartet. foursquare, sf &is. &zJ. 1. dört köşe(li), kare, 2. sağlam, sıkı, metin, muhkem, oturaklı, yerinden oynamaz, 3. dosdoğru, açıkça, açık sözlü, dobra dobra. e.a.-l. square, 2. firm, ste~ ady, unswerving, 3. forthright(ly), frank(ly), blunt(ly), outspoken(ly).



fox four-star = four-starred, sf ı. mükemmel, üstün, ala, lüks. a - Freneh restaurant. 2. dört yıldızlı (general). four-striper, is. ABD deniz yüzbaşısı. four-stroke, sf dört zamanlı. - cycle : dört çevrimli. - cycle engine : dört çevrimli motoL fourteen, is. ı. on dört, on dört (sayı, rakam), 2. on dörtlü grup, 3. -er: on dörtlü, on dört heceli mısra, 4. - Points : (Wilson'un) on dört maddeesi) : 8.ı.1918'de ABD Başkanı Wilson'un yayınladığı on dört maddelik barış koşulu.



fourteenth, sf &is. ı. on dördüncü, 2. on dörtte bir,. 1114. fourth, sf&is.&zf. 1. dördüncü, 2. dörtte bir, 1/4, çeyrek, 3. bir dizinin dördüncü sıradaki elemanı, 4. müz. verilen bir notadan itibaren dördüncü nota, (b) bu iki nota arasındaki aralık, (c) bu notaların harmonik bileşimi, 5. (taşıtta) dördüncü vites, 6. the Fourth : 4 Temmuz, ABD 'nin bağımsızlık bayramı, 7. dördüncü olarak, (sıra/rütbe/derece/yer vb. bakımından) dördüncü, 8. - class (ABD posta sisteminde) ucuz tarifeli (dördüncü sınıf) posta müraseıatı. -class: ucuz tarifeli, ucuz/tenzilatlı tarife ile, 9. dimension : (a) dördüncü boyut, zaman: uzayzaman sisteminde bir noktanın yerini belirleyen üç sayıya ek olarak o konumu işgal ettiği anı belirleyen dördüncü sayı, (b) kavram dışı: kavranılması/anlaşılması güç, 10. --dimensional : dört boyutlu, dördüncü boyut+, 11. - estate : basın, matbuat, gazetecilik : bir ülkenin yönetim politikasında dolaylı etki yaratan gizli güç, 12. International:Dördüncü Enternasyonal: 1936'da Leon Trotsky önderliğinde Sovyetler Birliğine karşı kurulan küçük radikal sosyalistler grubu federasyonu, 13. - of July: bk.: Independence Day, 14. - Republic : Dördüncü Cumhuriyet, Fransa'da 1946-58 dönemİ. e.a.- 7. fo urthly, 11. publie-press, journalism. fourthly, zf. dördüncü olarak, esk. rabian. four-way, sf 1. dört yönlü : dört yönde ulaşım/hareket sağlayan, 2. dörtlü, dört iştirak­ çiden oluşan. four-wheel(ed), sf ı. dört tekerlekli, 2. drive : dört teker çekişIi. a jeep with - drive.



four-wheeler, is. dört teker çekişli taşıt. fovea, is., ç. -veae biy. 1. çukurcuk: kemik veya başka bir organdaki küçük çukur, 2. centralis : orta çukur : göz retinasının arkasında en keskin görüş sağlayan küçük çukur, 3. foveal : çukurcuk+. foveate(d), sf biy. çukurcuklu, küçücük çukuru olan. foveiform, sf çukurumsu, küçük çukur biçiminde. foveola, is., ç. -lae biy. mini çukur, çok küçük çukur/çöküntü. foveole, foveolet d.d. foveolar, sf biy. mini çukursaL. foveolate(d), sf biy. mini çukurlu, minnacık çukurlan olan. fow, Brit.- k.d. bk.: full, fou, fouL. fowl, f&is., ç. fowls ı. kümes hayvanı: tavuk, horoz, piliç. domestic - : kümes hayvanları. keep -s: kümes hayvanı beslemek. She keeps -s and sells the eggs. 2. hindi, ördek, kaz, sülün gibi kümes hayvanlarına benzer kuşlar, 3. eti için beslenmiş kümes hayvanı, 4. tavuk/hindi/ ördek vb. eti, 5. (birleşik kelimelerde) kuş(lar). waterfowl : su kuşları. wildfowl : yabani av kuşları, 6. It is neither fish, flesh nor - : Hiçbir özelliği yoklNe olduğu belirsiz. 7. kuş avlamak, 8. - cholera vet. pato!' tavuk kolerası : Pasteurella multoeida bakterilerinin kümes hayvanlarında sebep olduğu bağırsak hastalığı, 9. pest plague vet. pato!. tavuk vebası, 10. pox : vet. pato!. tavuk difterisi, kümes hayvanlarında virüslerin sebep oldukları bir hastalık, 11. barnyard - : kümes hayvanı. Cochin - : Çin tavuğu. Guinea - : Hint/Beç tavuğu (Numida meleagris). jungle -- : yaban tavuğu (Gallus gallus). Polish - : tepeli tavuk. fowler, is. kuş avcısı. fowling, is. kuş avı/avcılığı. - net : ağ, kuş yakalama ağı. - piece : av tüfeği, çifte. fox, f &is., ç. foxes ı. z:oo!. tilki (Vulpes fulva). gray - : boz tilki (Uroeyon cinereoargenteus). red - : kızıl tilki (Vulpes vulpes). arctic - : kutup tilkisi. corsac - : karsak (Vulpus eorsae) 2. tilki kürkü, 3. kurnaz/hilekar adam. Don 't trust that man, he's a sly old -. 4. den. örme, elde örÜımüş ip (haSH, paspas vb. yapmakta kullanılır), 5. b.h. K Amerika yerli kabilelerinden bi-



=-



1383



fox-fire ri ve bunların dili, 6. esk. kılıç, 7. k.d. aldatmak, hile yapmak, faka bastırmak, 8. kurnaz davranmak, kurnazlık etmek, 9. (bira vb.) ekşi(t)mek, 10. (kitap sayfaları eskimekten vb.) sararmak, lekelenmek, 11. (a) (ayakkabı) yamamak, yama vurmak, (b) ayakkabıya yeni yüz geçirmek, 12. esk. sarhoş etmek/olmak, 13. crazy like a : argo kurnaz, akıllı, faka basmaz, aldatılması imkansız, 14. flying - : meyve yiyen yarasa, 15. --and-geese: tahtada oynanan bir oyun, 16. --brush : tilki kuyruğu, 17. - chase : (a) tilki avı, (b) tilki avcılığı oyunu, 18. --cub : balak, tilki yavrusu, 19. --earth : tilki ini. e.u.-6. sword, 7. deceive, trick, 12. intoxicate, befuddle, become drunk. fox-fire, is. ABD 1. (çürüyen ağaçlar üzerindeki yosunlarda görülen) organik ışınlanma, 2. organik ışınlanmaya sebep olan yosun. foxfish, is. bk.: thresher (3). foxglove = fairy gloves, is. bot. yüksük otu, kovan çiçeği (Digitalis purpurea) : pembe, beyaz çiçekleri yüksük şeklinde aşağı sarkaL Yapraklarından kalp hastalığına iyi gelen bir ilaç elde ediliL fox grape, is. bot. mor üzüm (Vitus Labrusca): K Amerika'da birçok türü yetişen bir üzüm cinsi. foxhole, is. tilki yuvası, 1-2 kişilik sipeL foxhound, is. tilki avı köpeği, tilki avında kullanılan tazı.



fox hunt = fox hunting, is. tilki avı. foxhunter, is. tilki avcısı. foxing, is. 1. ayakkabının üst kısmını örten deri, 2. (kitapyaprakları vb.) sararma, rengi solma. foxlik'f,sf tilki gibi, kurnaz, hilekaL foxskin, is. 1. tilki derisi, 2. tilki derisinden yapılmış kürk ceket. fox squirrel, is. zool. tilki sincap : K Amerika'da bulunan çeşitli renklerde iri bir tür sincap. foxtail, is. 1. tilki kuyruğu, 2. (tilki kuyruğu gibi püsküllü çiçekler açan) bir tür çimen. fox terrier, is. tilki çıkaran: eskiden tilkileri deliklerinden çıkarmakta kullanılan koyu renk benekli beyaz tüylü küçük bir cins İngiliz köpeği.



1384



fox trot, is. ı. fokstrot: kısa, hızlı adımlar­ la oynanan bir dans, 2. sekme, tilki adımı : atın tınstan adetaya geçerken attığı kısa adımlaL fox-trot, gs,f -trotted, -trotting fosktrat (dansı) yapmak/oynamak. foxy, sf foxier, foxiest ı. tilki gibi, kurnaz, akıllı, zeki, hilekar, dalavereci, 2. (renk) solmuş, sararmış, eskimiş, 3. sarımsı/kızılımsı kahverengi. - eyebrows. 4. (bira vb.) ekşimiş, 5. mayhoş, ekşi. -grapes. - wine. 6. kıvrak/güzel vücutlu. Now here 's a - girL. 7. tilkiye benzer. a narrow - face. 8. foxily: kurnazca, hile ile, 9. foxiness : kurnazlık, hilekarlık. e.u.-ı. sly, wily, tricky, ariful, crafty, dever, cunning, 2. discalored, defective, 4. soured, fermented. foy, is. Isk. 1. (seyahate çıkacak bir kimseye verilen) hediye, ziyafet, 2. (harman sonu vb. gibi vesilelerle verilen) şölen, ziyafet. e.u.ı. gift; 1&2. feast. foyer, is., ç. -ers 1. (otel/tiyatro) giriş, methal, fuaye, 2. (ev) giriş, antre, vestibüı. fozy, sf -zier, -ziest Isk. çok olgun (meyve/sebze). foziness : aşırı olgunluk. Fp, müz. = forte-piano. fpm =ft/min = feet per minute. fps = 1. feet per second, 2. foot-poundsecond. Fr, kim. bk.: francium. Fr. = 1. Father, 2. ç. Fr., Frs.: franc, 3. frater, 4. French, S. Friar, 6. Friday. Fra, is. (Katoliklerde) birader, kardeş (rahip unvanı). fracas, is. gürültü, velvele, (gürültülü) kavga, arbede, şamata. e.u.- uproar, row, brawL. fraction, is&gL.f 1. mat. üleşke, kesiL common - : bayağı üleşke/kesir, adi kesiL simple/vulgar - : basit/bayağı üleşke/kesir. compound - : bileşik üleşke IkesiL decimal -: ondalık üleşke/kesir, 2. parça, kısım. - of a second : saniyenin bir parçasılkesri. in the - of a second: bir anda, anide, çok kısa zamanda, 3. cüz, zerre, 4. çok küçük miktar, 5. kırık, kırıl­ mış parça, 6. kır(ıl)ma, 7. kim. bir karışırndan fiziksel yöntemlerle (damıtma, kristalleştirme vb.) ayrılan elemanlardan her biri, 8. kesirlere/ parçalara ayırmak, parçalamak, kırmak.



fragmentary fraetional, sf ı. kesirli, parçalı, bütünün bir parçasını/kesrini içeren, 2. ufak, küçük, cüz'i, önemsiz. 1 mm is a - part of a meter. 3. kim. aynmsaL, : bir karışırndaki elemanların kaynama/ donma noktaları, kristalleşme vb. gibi özelliklerindeki farklardan yararlanarak ayrıştırılması yöntemine ilişkin. - distillation.: ayrımsal damıtma, 4. -ly : az/cüz'i miktarda, azıcık, önemsiz derecede. fraetionary, sf bk.: fraetional. fraetionate, gL.f -ated, -ating ı. (parçalara/kesirlere/bölümlere) ayırmak, 2. kim. ayrımla­ mak : bir karışırndaki elemanları kaynama/ domna noktaları, kristalleşme vb. gibi özelliklerindeki farklardan yararlanarak ayrıştırmak, 3. ayrımlama yöntemiyle üretmek, 4. fraetionation: (parçalara/kesirlere/bölümlere) ayırma; kim. ayrımlarna.



fraetionise/fractionisation, Brit. bk.: fraetionİze/fractionization.



fraetionize, f -ized, -izing 1. üleşkelere/ kesirlere ayırmak, kesre çevirmek, kısımlara/par­ çalara bölmek, 2. fraetionization : ü1eşkelere/ kesirlere ayırma, kesre çevirme, kısımlara/par­ çalara bölme. fraetious, sf 1. ters, aksi, huysuz, kavgacı, 2. (at vb.) harın, asi, dikkafalı, inatçı, itaatsiz, 3. -ly : ters ters, aksice, huysuzlukla, kavgacı bir şekilde, asilikle, inatçılıkla, itaatsizce, 4. -ness : terslik, aksilik, huysuzluk, kavgacılık, asilik, dikkafalılık, inatçılık, itaatsizlik. e.a.- ı. peevish, irritable, cross, quarrelsome, testy, petulant, snappis1ı, touch)', 2. refractory, unruly, rebellious, stubborn, difficult. k.a.-ı. temperate, 2. tractable. fraetoeumulus, is. meteor. alçak küme : genellikle yağmur getiren alçak ufak bulut kümeleri. .fraetosrtatus, . is. meteor. kesik küme : nimbostratus bulutları altında koyu çizgiler halinde görülen stratus bulutları. fraeture, is.&f -tured, -turing ı. tıp kı­ rık, kırılma, kemik veya kıkırdağın kırılması. of the leg can be very serious in old people. bk.: comminuted -, eompound -, greenstiek -, simple -. 2. kırılma şekli/tarzı. a material of unpredictable -. 3. kırılan yüzeyin karakteristik



görünüşü (mineral vb.), 4. kırma, parçalama, 5. çatlak. a - in the gas pipe allawed a lot of gas to eseape. 6. (kemik vb.) kır(ıl)mak. He fell and -d his upper ann. 7. çatla(t)mak, parçala(n)mak. The ice on the lake -d under the weight of the boys playing on it. 8. hasara uğratmak, bozmak, darmadağın etmek. a -ed family tom apart by alcohol and insanity. 9. ihliH etmek, konulan sı­ nırları aşmak, kargaşalığa sebep olmak. -d the English language by malaprops. 10. parçalamak, ayırmak, ayrıştırmak, 11. fraeturable : kırılabi­ lir, parçalanabilir, çatlayabilir, 12. fraetural : kırık+, kırıktan ileri gelen, kırıkla ilgili. e.a.ı. break, rupture, tear, 2. crack, 9. violate, 10. fractionate. frae, e.&zf. isk. bk.: from. fraenum, is., ç. fraena bk.: frenum. frag, gL.f fragged, fragging ABD ordu/ bahriye argosu (sevilmeyen gayretkeş üstü) el bombası ile yaralamak/saldırmak. -ging : bu tür saldırı.



fragile, sf ı. kınlabilir, kolayca kınlır, kı­ This old glass dish is very -. 2. narin, zayıf, nahif, çelimsiz, cılız. Their happiness was very -. The old lady loaks very -. 3. nazik, ince, 4. güçsüz, takatsiz, bitap, zayıf, yorgun, bitkin. I'm feeling rather - this morningo 5. tutarsız, temelsiz, zayıf, esası olmayan. a - excuse. 5. -ly : rılgan.



kırılabilecek



şekilde,



narin/zayıf/cılız/güçsüz/



bitkin bir halde, 6. -ness =fragility : (a) kolayca kırılma, gevreklik, narinlik, zayıflık, cılızlık, (b) kolay kırılan eşya. e.a.- 1. delicate, frail, brittle, friable, crisp, 2-4. tenuous, slight, weak, 5. flimsy. k.a.- durable, tough, sturdy. fragment, is. &f ı. kırık, küçük/kırılmış parça. seattered -s of roeks. 2. bitmemiş/ta­ mamlanmamış şey/kısım. a - of a poemiof a noveL. 3. kopuklbaşı sonu belirsiz parça. He heard -s of their conversation. 4. parçala(n)mak, kır(ıl)mak, parçalara ayır(ıl)mak, parça parça olmak/yapmak, böı(ün)mek. fragmentat sf 1. bk.: fragmentary,2.jeoL. bk.: dastic, 3. -Jy bk.: fragınentarilyo fragmentary, sf 1. parçalı, parça parça, parçalar halinde, bölük pörçük. - remains of a temple. 2. eksik (kalmış), noksan, tamamlanmamış, ikmal edilmemiş. a - evidence. a - acco-



1385



fragınentate



unt. His knowledge of the subject is no more than ~. 3. fragınentarily : parçalar halinde, parça parça, eksiI?noksan bir halde, 4. fragınenta­ riness : parça parça olma, bölük pörçüklük, eksiklik, noksanlık. e.a.- ı. broken, disconnected, 2. incomplete. fragınentate, f -tated, -tating parçala(n)mak, dağılmak, çözülmek, parça parça olmak. e.a.- fragmentize, fractionate. fragnıentation, is. &sf ı. parçala(n)ma, dağılma, çözülme, parça parça olma, 2. (düşünce, tutum, toplumsal ilişki vb.) çözüşme, çökme, batma, devrilme, 2. parçalanan, çözÜıen, dağılan. ~ boınbs: patlayınca şarapnel gibi parçalar saçan bomba. ~ grenades. fragınented, sf ı. parçalı, parçalara ayrıl­ mış, parça parça, bölük pörçük, 2. dağınık, tutarsız, birlikten yoksun, gelişmemiş, oluşma­ mış. a ~ personality. e.a.- 2. disorganized, disunified. fragmentise/fragınentisation, Brit. bk.: fragınentize, fragınentization.



fragınentize,



f -ized, -izing 1. parçalamak,



kırmak, dağıtmak,



parça parça etmek, 2. fragmentization : parçala(n)ma, dağılma, çözüşme, çökme. e.a.- 1. fragment, 2. fragmentation. fragrance, is. ı. rayiha, güzel koku. The soap is made of several ~s.2. güzel kokma, güzel kokulrayiha yayma. e.a.-scent, perfume, aroma, balm.



fragraney, is., ç. -des bk.: fragranee. fragrant, sf 1. güzel kokulu, rayihalı, mis kokulu. The air of the garden was warm and ~. 2. hoş, latif, tatlı. '" memories. 3. ~ly : burcu burcu, güzel güzel kokarak, mis gibilrayihalı bir şe­ kilde, 4. ':::ıiess : güzel kokma, güzel kokulrayiha saçma. e.a.-l. aromatic, odorous, perfumed, k.a.- ı. balmy, sweet-smelling, 2. delightful. maladorous, naisame. frail, sf &is. 1. (sağlıkça) narin, nahif, zayıf, çelimsiz, sıska. The sick woman' s ~ hands could hardly hold a cup. a ~ child. 2. zayıf, dayanıksız, sağlam olmayan, kolayca kırılırl bozulur, entipüften. That little chair looks too ~ to take aman's weight. ~ hopes. What a ~ excuse! 3. zayıf ahlaklı, kolay günah işler, kolayca baştan çıkabilir. ~ humanity. 4. kuru yemiş se-



1386



peti, has ır sepet, 5. ABD- argo genç kadınlkız, 6. ~ly : (a) zayıfça, kolay kırılabilecek şekilde, (b) zayıf ahlaklı olarak, 7. ~ness : (a) zayıflık, zafiyet, zaaf, dayanıksızlık, (b) zayıf ahlak(lı­ lık). e.a.- 1&2. feeble, breakable, frangible, fragile, weak, delicate, brittle. k.a.- 1&2. sturdy, robust, strong, tough. frailty, is., ç. -ties 1. (sağlıkça) narinlik, zayıflık, çelimsizlik, sıskalık,. zaaf, zafiyet, 2. dayanıksızlık, sağlam olmama, entipüftenlik, 3. ahlak zayıflığı/zaafı, manevı zaaf, kolay günah iş­ leme, kolayca baştan çıkmalahlaksızlığa sapma. One of the frailties of human nature is laziness. 4. günah, kusur, ahlaksızlık, ahlak zayıflığından ' doğan kusur. e.a.-1&2. delicacy, weakness, fragility, 3. susceptibility, suggestibility, 4. flaw, defe ct. fraise, is. 1. tahkimat kazığı, istihkamlara yerleştirilen sivri uçlu kazık, 2. (XVI. yy. da giyilen) kırmah yakalık. fraktur ::: fraetur, is. bas. eski Almanca matbaa harf şekilleri. fraınable ::: fraıneable, sf çerçevelenebilir. fraınbesia ::: fraınboesia, is. pato!. bk.: yaws. frame, is. &f framed, framing 1. çerçeve. a window ~ : pencere çerçevesi. a picture ... : resim çerçevesi. The ~ of my glasses needs mending. 2. çatı, yapı, (bina) iskelet, söve. ~ house ABD ahşap ev, 3. cüsse, vücut (yapısı), beden. a man with a largelpowerful ~. Such hardships are more than the human'" can bear. 4. (gazete, dergi vb.) çerçeve: etrafı çizgilerle çevrilmiş yazı, 5. gen. ~s : gözlük çerçevesi, 6. gergef, kasnak, kafes, 7. dokuma tezgahı, S. belirli bir ruh hali, haletiruhiye, hal, mizaç.... of mind : düşünüş tarzı, mizaç, hal, ruh haleti, 9. sistem, düzen, nizam, ana hat. the ~ of a plan : bir planın ana hatları, 10. den. kaburga, ıı. beyzbol- argo bk.: inning, 12. bovling hölüm : oyunun on bÖıümün­ den her biri, 13. bilardo kafesi, 14. sin. resim, çerçeve, birbirini izleyen resimlerden her biri, 15. argo bk.: frame-up, 16. çerçevelemek. I'm having this picture ~d, so that i can hang it on the wall. 17. kurmak, düzenlemek, tertiplemek. to ~ one's life according to a noble pattern.



francolin 18. tasarlamak, taslağını yapmak, vücut vermek, yapmak. Laws are -d in Parliament. 19. şekil vermek, şekillendirmek, uydurmak, ifade etmek. An examiner must - his question clearly. 20. yapmak, çatmak. Forts were -d for defense against land and sea forces, but are useless against air attack 21. kd. (suçsuz bir kimseye) suç atmak, suçu üzerine yamamak/yüklemek, suçlamak. He was -d by the real eriminals and was sent to prison for a robbery he wasn 't guilty of 22. kd. (yarış vb. de) hile ve düzenle istenen sonucu elde etmek, 23. az kuL. gelişmek, oluş­ mak. The. boy 's young, but he' s framing well as a ericketer. 24. esk. (bir şey yapmayı) vadetmek, teşebbüs etmek, hazırlanmak, alışmak, (bir işi) becermek. How is new apprentice framing? Yeni çırak işe alışıyor mu (işi becerebiliyor mu)? 25. esk. ilerlemek, adımlarını yöneltmek, 26. framer: (a) çerçeveleyen, (b) kuran, düzenleyen, yapıp çatan, (c) tasarlayan, taslağını yapan, şekillendiren, şekil veren kimse, 27. -less : çerçevesiz. e.a.- 9. system, order, 13. rack. frame of reference, ç. frames of reference 1. fiz. yerlemçatkısı: bir noktanın, bir cismin uzaydaki konumunu belirlemek için kullanı­ lan başvuru eksenleri takımı, 2. mat. konaç dizgesi, koordinat eksenleri, 3. temel dayanak: fikir, bulgu, düşünce vb. nin dayandığı kavramsal yapı; fikirlere/eylemlere yön veren temel ilke ve kurallar. {rame-np, is. k.d. 1. iftira, karacılık, yalan yere suç yükleme, (birisine) suçatma/yamama, kumpas, suçsuz bir kimseyi suçlu göstermek için kurnazca düzenlenmiş plan, 2. hileli düzen, (bir yarışma vb. de istenen sonucu sağlamak için yapılan) sahtekarlık, dolap, düzen, tertip. framework, is. 1. çatı, kafes, bina/gemi vb. iskeleti. in modern times most ships have a metal -; formerly they were m~de of wood. 2. çerçeve, 3. temel yapı/kuruluş, bünye, sistem. the - of society.. the - of modern govemment. 4. bk.: frameof reference, 5. (tezgah, gergef vb. ile dokunan) kumaş, el işi. framing, is. ı. çerçevele(n)me,2. yapma, çatma, kurma, düzenleme, 3. çerçeve, yerlem çatkısı.



franc, is., ç. francs 1. frank:



Fransız



para-



sı, 2. İsviçre, Belçika, Lüksemburg, Lichtenste-



in, Martinique, Senegal, Tahiti para birimi, 3. Fas'ta dirhemin yüzde biri. France, is. Fransa. franchise, is. &f -chised, -chising 1. oy hakkı, seçimlerde oy verme hakkı. In England, women were given the - in 1918. 2. (hükumet tarafından bir şahsalgruba verilen) ayrıcalık, bağı­ şıklık, imtiyaz, muafiyet. a - to operate abus line. 3. (bir şirketiniimalatçının satıcıya belirli bir bölge için tanıdığı) imtiyaz, özel izin, satış hakkı/yetkisi, acentelik, 4. imtiyaz bölgesi : imtiyazın/satış hakkının geçerli olduğu bölge, S. özel pazarlama hakkı, 6. esk. yasal bağışıklık, kanuni muafiyet, belirli bir yasal hüküm dışında tutulma, 7. esk. serbestlik, özellikle kölelikten, hapisten, manevi bağlardan kurtulup serbest kalma, 8. (bir kimseye/şirkete) ayrıcalık/bağışıklık tanımak, imtiyaz vermek, 9. esk. serbest bırak­ mak, 10. esk bk: enfranchise. e.a.-I. suffrage, 2&3. privilege. franchised, sf 1. ayrıcalıklı, imtiyazlı, 2. özel satış izni olan, 2. serbest bırakılmış. franchisee, is. imtiyaz sahibi (kimse/şirket vb.). franchisement, is. 1. ayrıcalık, imtiyaz, 2. satış hakkı, 3. serbestlik. franchiser, is. 1. bk.: franchisee, 2. bk.: franchisor. franchisor, is. ayrıcalık tanıyan, imtiyaz veren. Franciscan, sf&is. (12Ü9'da St. Francis'in kurduğu) dilenciler sınıfı veya Fransiskan mezhebi üyesi. francinm, is. kim. fransiyum : alkali ·madenler grubundan ışınetkin eleman. Simgesi Fr, atom a,ğ. 223, atom nu. 87, ergime noktası 27 C. Aktinum'un doğada çözüşmesinden oluşur ve yapayolarak toryumun protonlarla bombardı­ man edilmesiyle eldeedilir. Franco-, ön ek Fransız-. ör.: Franeophile, Franeo-Prussian. Franco-American, sf &is. Fransızasıllı Amerikalı, özellikle Kanadalı. francolin, is. zool. çil kuşu, turaç,duraç (Francolinus) : Asya ve Afrika'da yaşar.



1387



Francophil(e) Francophil(e), sf &is.



Fransız



dostultaraf-



tarı/hayranı . lığı,



Francophilia, is. Fransız dost1uğu/taraftar­ Fransa hayranlığı. Francophobe, sf &is. Fransız düşmanı/



aleyhtarı.



Francophobia, is.



Fransız düşmanlığı/a­



leyhtarlığı.



Franco-Provençal, is. eyalet



Fransızcası:



Batı İsviçre'de ve yakınındaki Fransız illerinde konuşulan



diyalekt. Francophone, sf &is. Fransızca konuşan. Franco-Prussian War, is. Fransa-Prusya Savaşı (1870- 1871). franc-tireur, is., ç. franc-tireurs Fransız çetecilakıncı. frangible, sf ı. narin, kolay kırılır, 2. ~ness = frangibility : narinlik, kolay kırılabilme. e.a.ı. breakable, fragile, fraiı. frangipane, is. ı. bademli kremalı pasta, 2. bk.: frangipani. frangipani, is., ç. -panis, -pani 1. bot. Hint yasemini (Plumeria rubra), 2. Tropikal Amerika'ya mahsus bir tür yasemin ıtırı, bundan çıkarılan esans. Franglais, is. İngilizceden (özellikle Amerikan dilinden) Fransızcaya geçmiş kelimeler. frank,. sf &is. &f ı. açıksözlü, dürüst, samimi, yürekten, içi dışı bir. to be ~ with s.o. : birisine karşı dürüst davranmak/açık konuşmak/ samimi fikrini söylemek. Will you be quite ~ with me about this matter (=tell me the· truth, without trying to hide anything). My ~ opinion is that... : Samimi kanaatim şudur ki ... 2. açık, apaçık, aşikar, dobra dobra, gizlisi saklısı olmadan. a ~ appeal to basemotives. 3. esk. cömert, eli açık, 4. esk. serbest, 5. postada ücretsiz gitmesi için mektup/paket üzerine atılan imza! konulan işaret, 6. (mektup, paket vb.) posta ile ücretsiz gönderme hakkı, 7. ücretsiz giden mektup' paket vb. 8. postada ücretsiz gitmesi için mektup/paket vb. üzerine işaret koymak/imza atmak, 9. mektuba posta ücretinin ödendiğini gösteren damga basmak, 10. bir kimseyi ücretsiz/ serbestçe geçirmek, 11. serbest geçiş hakkı tanı­ mak. to ~ a visilor through customs. 12. bk.:



1388



frankfurter. e.a.- ı. sincere, outspoken, candid, honest, open, bold, 2. direct, undisguised, uninhibited, 3. liberal, generous, 4. free. Frank, is. 1. Ren vadisi yerlisi esk. Alman halkından bir kimse, 2. Frenk, Batı Avrupalı. Frankenstein, is. 1. Frankenştayn : kendi mahvına sebep olan bir şey icat eden kimse, 2. ~ monster d.d. insanı mahva sürükleyen ve kendi icadı olan nesne. franker, is. ı. ücretsiz gitmesi için mektup üzerine işaret koyan kimse/damga makinesi, 2. bir kimseyi ücretsiz/serbest geçiren. frankfurter, is. ufak baharatlı sosis. frankforter, frankfort, frankfurt d.d. frankincense, is. akgünlük, buhur, tütsü: Afrika'da yetişen günlük ağacının (Boswellia Carteri) reçinesi. e.a.- olibanum. Frankish, sf &is. ı. Frenklere ait, 2. Frenkçe : eski Frenklerin konuştuğu Batı Alman lehçesi. franklin, is. eski çağlarda İngiltere'de asil olmayan orta ha11i arazi sahibi. frankUnite, is. franklinit: Zn-Mn-Fe aksitli çinko cevheri. Franklin stove, is. Franklin sobası : B. Franklin'in icadı önü kapaklı şömine biçimli soba. frankly, zf. açıkça(sı), samimi olarak, dobra dobra, dürüstçe, doğrusu aranırsa. - speaking : açıkçası, doğrusu. -, i don 't think the plan will succeed. e.a. - apenly, candidly, unreservedly, plainly, in truth, indeed. frankness, is. açık sözıüıük, dürüstlük, samimiyet, açık yüreklilik. e.a.- candor, openness. frankpledge, is. (eski İngiiiz hukukunda) ı. bir toplumun onarlık gruplara ayrılarak her gruptaki şahısların birbirinin tutumundan sorumlu tutulması, 2. böyle bir grup(tan her biri). frantic, sf ı. çılgın, çileden çıkmış, (öfke/ korkulıstırap vb. den) çılgına dönmüş, kendinden geçmiş, öfkeli, mütehevvir, çılgınca heyecanlı. The mother was - with grie.f when she he~ ard that her child was dead. ~ gestures. 2. k.d. telaşlı, heyecanlı, sabırsız, sinirli. I've had a ~ rush to get my work done. He made a - search for the lost child. 3. esk. deli. That noise is dri-



Fraulein (= making me mad). 4. ~ally = ~ly : çileden çıkarcasına, öfke ile, telaşla, heyecanla, 5. ~ness : çılgınlık, çileden çıkma, öfke, tehevvür, telaş, çılgınca heyecan. e.a.-1. frenzied, wild, infuriated, 3. insane, mad. k.a.1&2. ealm, eolleeted, caol. eomposed. frap, gl.f frapped, frapping den. (zincir-· lefhalatla) sımsıkı bağlamak. - a rope : halatı sarmak. frappe, sf &is., ç. -pes 1. buzlu, soğutul­ muş (meyve suyu), 2. buzlu içki, buzlu şerbet, 3. meyveli dondurma, 4. frappe ş.d.y. bk.: milk shake. frass, is. böcek dışkısı. frat, is. argo bk.: fraternity. frater, is. 1. (dini/siyasi vb. cemiyetlerde) birader, kardeş, yoldaş, 2. esk. manastır yemekhanesi. fraternal, sf ı. kardeşçe, kardeş gibi, kardeşlere ait, kardeş+. The re 's a strong ~ likeness between 2 boys. 2. kardeşlik cemiyetine ait. order. 3. arkadaşça, dostça, kardeşçe. The party seni its - greetings to the trade union meeting. 4. -ism : kardeşlik, kardeşçe bağlılık, 5. -ly : kardeşçe, dostça, arkadaşça, 6. - order = - association =- society : kardeşlik cemiyeti : ortak amaçlarına erişmek, ortak çıkarlarını korumak için erkekler arasında kurulan cemiyet, 7. - twiu = identical twin : ikiz kardeş: ayrı ayrı döllenmiş iki yumurtadan üreyen ve birbirine tıpatıp benzemeyen ikizler. e.a.- 3. friendly, brotherly fraternise/fraternisation, Brit. bk...· fraternize/fraternization. fraternity, is., ç. -ties 1. ABD erkek öğren­ ciler derneği (genellikle Yunan alfabesinden alın­ mış iki, üç harfle anılırlar), 2. kardeşlik/dostluk cemiyeti, 3. ortak gaye ve çıkarları olan kimselerden oluşan topluluk. medical - ,: tıp derneği/ cemiyeti, 4. dinliyardım cemiyeti,S. kardeşlik, uhuvvet. Liberty, equality and - : Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik. fraternize, f -nized, -nizing ı. kardeşlik etmek, kardeşlik bağı kurmak, kardeş gibi olmak/görüşmek, samimlidost olmak, sıkı fıkı olmak. Army officers may not be - with their men: Subaylar erlerle sıkı fıkı olamazlar. 2. düş-



ving me



çılgınca,



~



manla (kardeş gibi) samimi olmak. While the agreement to stop firing was in force, the opposing soldiers were forbidden to -. 3. az kuL. kardeşlik cemiyetildernek kurmak, 4. fraternization : kardeşlik etme, kardeşlik bağı kurma, samimi olma,S. fraternizer : kardeşlik/dostluk/ samimiyet kuran kimse. fratricide, is. 1. kardeş katili, 2. kardeş katli, kardeşini öldürme, 3. fratricidal : kardeş katli+, kardeş katline ait, kendi kardeşini öldüren. Frau, is., ç. FrauenlFraus Alm. hanım, eş, zevce, evli kadın, henımefendi (çoğunlukla hitap için kullanılır). e.a.- 1. wife, lady. fraud, is. ı. hile, dolandırıcılık, sahtekarlık, güveni kötüye kullanma, emniyeti suiistimaL. The judge found the man guilty of -. 2. aldatma, kandırına, argo tongaya/faka bastırma, 3. hilekar/dolandırıcı/sahtekar kimse. He isn 't a doetor, he's a -. 4. hileli/sahte mal/şey/nesne. This woollen dress is a -, it' s supposed to be washable, but now ['ve washed it, it' s too small to wear. 5. a pious - : (a) sahte dindar, mürai, (b) iyi niyetle söylenen/zararsız bir yalan. e.a.- 1. deeeit, triekery, 2. deeeption, triekefY, imposture, 3. impostar, cheat. fraudulence = fraudulency, is. hile(karlık), sahtekarlık, dolandırıcılık, yalan, tezvir. e.a.- fraud, deeeit. fraudulent, sf ı. hileli, sahte, düzmece, al·· datmalı, hile ile ele geçirilen. - conversion : (para) aşırma, aşırtı, ihtiıas. by - means : hile ile, sahtekarlıkla, hileli yollardan, 2. hileci, hilekar, sahtekar, dolandırıcı, 3. ~ıy : hile ile, sahtekarlıkla. e.a.-l&2. deceitful, dishonest. fraught, sf &is. &gl.f ı. gen. - with : .. .ile dolu/yüklü. silenee . . . with menace : tehdit dolu bir sükfit. situation - with danger: tehlikeli durum, 2. esk. yüklü, mahmul. Ships - with preciaus wares. 3. k.d. üzüntülü, kederli, canı sıkıi· mış, 4. isk. yük, hamule, 5. esk. (gemiyi) yüklemek. e.a.- 1. involving, full of, filled, laden, 4. load, eargo, freight. Friiulein, is., ç. FriileinlFriiuleins Alm. genç kız, evlenmemiş hanım/bayan.



1389



Fraunhofer lines Fraunhofer lines, is. Fraunhofer çizgileri : izgesindeki/spektrumundaki siyah çizgi-



güneş



ler. fraxinella, is. bot. geyik otu (Dictamnus albus) : sedef otugillerden beyaz çiçekli keskin kokulu bitki. burning bush, dittany, gas plant d.d. fraYl, is.&f ı. (gürültülü) kavga/dövüş, vuruşma, arbede, karışıklık, mücadele. eager for the - : kavgaya hazır. He rushed into the -. Are you ready for the -? Mücadeleye hazır mısın? 2. esk. bk.: (a) fright, (b) frighten, (c) fight. fray2, is.&gl.f ı. (kumaş, halat vb.) tarazlan(dır)mak, yıpratmak, yıpranmak, aşın(dır)­



mak. The beggar's shirt was -ed at the neck. 2. - through: eskirnek, yıpranmak, aşınmak, 3. (kumaşın kesilen ucu) tiftiklenmek. She fo und it difficult to make a nylon dress, because the material - ed so quickly when she cut it. 4. (sinir) boz(ul)mak. The argument -ed their nerves. 5. sürtmek, ovmak, 6. (kumaş vb. de) yıpranmış/eskimiş/tarazlanmış kısım, 7. -ing: yıpranma, yıpratma, tarazlanma. e.a.- 1. fret, 4. upset, discompose, irritate, strain, 5. rub. frazil (ice), is. Cnd. ince buz : şiddetli su akıntılan kıyısında oluşan ince/sivri/yuvarlak buz. frazzle, is. &f -zled, -zling k.d. 1. eski(t)me(k), yıpratma(k), yıpranma(k), tarazla(n)ma(k), tiftikle(n)me(k), 2. yor(ul)ma(k), bitap düş(ür)me(k). 3. aşırı yorgunluk, bitkinlik, 4. parça (kumaş), kalıntı, kırpıntı, 5. beat s.o. to a -: birini (oyunda) adam akıllı yenmek, 6. worn to a - : (a) lime lime olmuş, eskimiş, yıpranmış, (b) çok yorgun, bitkin, takatsiz. e.a.ı. fray, 2. weary, tire out, 4. remnant, shred. FRB = ı. Federal Reserve Bank, 2. Federal Reserve Board. freakl, sf&is.&f 1. acayip, garip, alışıl­ mamış, 2. acayiplik, garabet, anormallik, 3. garibe, ucube. a - of nature : hilkat garibesi. show : ucubeler gösterisi, hilkat garibelerinin gösterildiği eğlence, 4. ani/sebepsiz değişme. That kind ofsudden storm is a -. 5. argo (a) sapık, tiryaki, müptelii, garip bir tutku peşinde sürüklenen, normal yaşantıdan uzaklaşmış kimse. a drug -. a baseball -. (b) hk.: hippie, 6. çı 19 ın-



1390



lık,



kapris, maymun iştahlılık, gelip geçici fikir/ arzu/heves, 7. argo (uyuşturucu madde etkisiyle) coşmak, kendinden geçmek, acayip davranışlarda bulunmak, 8. - out argo (a) uyuşturu­ cu madde etkisiyle) şiddetli taşkınlıklar yapmak, zapt olunmaz coşkunlular göstermek, hezeyana gelmek, (b) çıldırmak, aklını kaçırmak, sapıtmak. e.a.-ı. odd, irregular, unusual, 2. aberration, anomalie, 3. monster, 6. caprice. freak2, is.&gL.f ı. benek, alacalık, renkli çizgilbenek, 2. benekle(ndir)mek, alacalandır­ mak, renkli çizgilerle /noktalada süslemek. freakily, if acayip bir şekilde, delice, sapıkça.



freakiness, is. acayiplik, delilik, sapıklık. freakish, sf ı. acayip, sapık, deli, garibe nevinden. a - appearance. 2. sapıtmışa benzer, anormal, terelelli, 3. tesadüfi, rastgele, garip, önceden tahmin edilemeyen. a - twist offate. 4. -ly bk.: freakily, 5. -ness bk.: freakiness. e.a.1. whimsical, 2. queer, odd, abnormaL. freak-out = freak out, is. argo çılgınlık, taşkınlık, sapıklık, delice/çılgınca hareket/davranış.



freaky, sf freakier, freakiest bk.:



frea-



kish. freekle, is. &f -led, -ling ı. çil, güneş lekesi, ben, 2. leke, benek, 3. çillen(dir)mek, çil basmak, beneklen(dir)mek. The sun -s the skin of some people. freekled, sf bk.: freckly. freckly, sf -Her, -liest çilli, çil basmış, benekli. free l , sf freer, freest ı. özgür, hür, serbest, bağımsız, azade, özerk. A land of - men. Wild animals in their natural state are -. The prisoner wished to be- again. to get - : serbest kalmak, kurtulmak. to set - : serbest bırakmak, kurtarmak. He pitied the trapped bird and set it -. the - world: hür dünya, 2. bağımsız/hür kimselere özgü/mahsus. They were thankful to be fiving on - saiL. 3. bağımsız, müstakil, siyası bakımdan hür/özgür. Turkey is a - country. 4. gümıiiksüz, vergi ve resimden muaf. - of duty : bağı şık, muaf, gümrüksüz, 5. (tercüme, şiir) kurallara bağlı olmayan, serbest. - verse. a - translation. 6. açık, engelsiz (yol vb.). The road is now -. 7. işgal edilmemiş, kullanılmayan, boş. The-



freebase re are 2 - rooms : Boş iki oda var. i have little - time, i have a great deal to do. 8. - from = of: -sızı-siz, -den muaflmasun. - from worry : endişesiz. - of taxes : vergisiz, vergiden muaf. from criticism : eleştirrneden masun. - from care: bakım istemeyen. - from pain : ağrısız. from noise : gürültüsüz. - of error : yanlışsız, hatasız, 9. kim. serbest, bileşime girmemiş. oxygen/hydrogen. 10. (herkese) açık, herkesin yararlanabileceği. - market: açık/serbest pazar. a - port. 11. genel, herkesin katıldığı. a - fight. 12. engelsiz, engellenmemiş, mecburi/zorunlu olmayan. - motion. 13. bağsız, bağlanmamış, çözük. - end of a rope. The - end of the flag has been tom by the wind. 14. ihtiyari, isteğe bağlı, 15. teklifsiz, Hiubali, samimi. make - with : (a) laubali/yüzgöz olmak. He makes too - with the girls in the office. (b) teklifsizce kullanmak. She 's made - with my cigarettes during my absence. 16. arsız, şımarık. The boy's manner is rather - in the presence of his teachers. 17. cömert, eli açık. - with his money. 18. kayıtsız, şartsız, hudutsuz. to be - with one's money : hesapsız (bol bol, su gibi) para harcamak, 19.. bedava, ücretsiz, parasız, meccani. - schooL. - ticket. - gift : karşılıksız hediye. - of charge : bedava, ücretsiz, parasız. for - k.d. bedava, beleş, parasız. i got this book for -. 20. kolay işlenir (arazi, mücevher, maden vb.). 21. den. elverişli, müsait (rüzgar), 22. s.bl. engelsiz. - vowel : engelsiz ünlü/sesli harf, 23. gr. bağımsız. - form: bağımsız biçim, 24. fiz. (a) serbest, dış kuvvetlerin etkilemediği. - flight. a - partide. Cb) erkin: hiçbir biçimde herhangi bir koşula bağlı olmayan. - charge : erkin yük. - electron : erkin eksicik. - energy : erkin erke. - fall : erkin düşüş. - oscination : erkin salınım. - radical : erkin kökçe. - vibration : erkin titreşim, 25. dürüst, açık sözlü, samimi, dobra dopra. He is very - in telling his faults. His speech is too-. 26. uzak, azade. They like living in a village, - of crowds and noise. 27. - and clear huk. ipoteksiz ve borçsuz, 28. - and easy : (a) kayıtlardan azade, teklifsiz, resmiyetten uzak, samimi, endişe­ siz, rahat. She leads a - and easy sort of life and never troubles much about anything. (b) küstah, arsız, laubali, 29. set - : serbest bırakmak, azat



etmek, salıvermek, kurtarmak. e.a.-1-3. independent, autonomous, sovereign, 8. immune, safe, 11. general, 13. loose, unattached, 16. licentious, 17. generous, liberal, 18. unstinted, 21. favorable, 25. honest, candid, frank, outspoken. free2, zL 1. serbestçe, hür/özgür bir şekil­ de, başıboş. Don 't let the dog run - on the main road. 2. bedava, parasız/ücretsiz olarak, meccanen. Babies are allowed to travet - on buses. 3. den. müsait rüzgarla. a yacht sailing -. e.a.1. freely. free 3. gl.f freed, freeing 1. serbest bırak­ mak, azat etmek, salıvermek, hapisten kurtarmak/tahliye etmek. She -d the birds from the cage. When will the prisoners be -d? 2. - of/from: (sıkıntıdan vb.) kurtarmak, (ihtiyacı) gidermek/ bertaraf etmek, (sıkıntıyı/üzüntüyü) hafifletmek. to - s.o. from anxiety/from hunger. 3. - from: muaf tutmak, azat etmek, serbest bırakmak, izin vermek. i need to go out; can you - me (from duty) for an hour? 4. - from/of: temizlemek, (yolu vb.) açmak. to - a desk of dutter. to - a highway from obsructions. e.a.- 1. release, liberate, emancipate, manumit, discharge, 2&3. relieve, exempt, 4. dear, disengage. -free, son ek "-sız/-siz, -den arıtılmış/arif muaf/azade". saltfree : tuzsuz. tax-free : vergisiz, vergiden muaf. worry-free: endişesiz, endişeden azade. free agent, is. 1. serbest (sözleşme ile bağ-­ lı olmayan) sporcu/atlet, 2. hareketlerinde serbest/özgür kimse. free alongside ship/vessel= F.A.S. : gemi bordasında teslim. free-and-easy, sf teklifsiz, senli benli, laubali. e.a.- informal, unceremonious. free-associate, gl./ -atı~d, -ating özgür çağrışmak, özgür çağrışım yapmak. free-association, is. psikoL. özgür çağrı­ Ş ı m, serbest tedai : düşünce ya da kelimelerin kişinin istençli denetimi olmadan birbirini izlemesi. - test: özgür çağrışım ölçeri, hür tedai testi. freebase, is. &f -based, -basing (uyuşturu­ cu olarak sigara gibi içilen) derişik kokain (yapmak/kullanmak) .



1391



freebie freebie = freebee, is. argo beleş mal, anafor (bilet vb.) freeboard, is. 1. den. (a) fribord: yük gemisinin yük çizgisinden güverteye kadar yüksekliği, (b) barda yüzeyi : teknenin su üstünde kalan yan yüzeyi. - deck : alt kısmı tamamen su geçirmez güverte, 2. otomobil şasisinin yerden yüksekliği.



freeboot, gs.f 1. korsanlık/vurgunculuk/ çapuleuluk yapmak, 2. -er: korsan, haydut, vurguncu, çapuleu. e.a.- 2. pirate, buccaneer, plunderer. freebooty, is. esk. yağma( cılık) korsanlık, vurgun(culuk), çapul(culuk), soygun(culuk).e.a.2. plunder, loot, spoil. freeboru, sf 1. hür doğmuş, doğuştan hür/ özgür (esir/köle olmayan), 2. hür doğanlara/öz­ gürlere ait. Free Church, is. (devletten) bağımsız kilise. free city, is. serbest şehir: bağımsız hükumeti olan/kendi başına özgür bir devlet olan şe­ hir. free coinage, is. serbest sikke basımı: madenini veren kimse adına (ücretle veya ücretsiz) darphanede para basma. free companion, is. bk.: free lance (3). free company, is. (Orta Çağlarda) ücretli askerler böıüğü. free diver, is. serbest dalgıç: hava deposu olmadan ağız borusu ile solunan dalgıç. free diving, is. serbest dalış/dalgıçlık. freedman, is., ç. -men azatlı köle, azat edilmiş/hür bırakılmış (erkek) köle. freedom, is. 1. serbestlik, hürriyet. The master gave the slave his -. 2. bağışıklık, muafiyet, dış kontol ve etkilerden muaf olma. from care/responsibility. 3. istenç, seçenek, ihtiyar, irade, 4. özgürlük, bağımsızlık. - of press: basın özgürlüğü, 5. istiklfll, siyası bağımsızlık, 6. (bir şehre/şirkete tanınan) ayrıcalık, imtiyaz, hak. - to levy taxes. 7. kişisel özgürlük (köleliğin tersi), 8. bir şeyi serbestçe kullanma hakkı, bağ ve mecburiyetten azade oluş. to have the of afriend's house. We give our guests the - of our house. 9. gen. - from: -sızlık, -den kurtulma, azat olma, muaf olma. - from painlfrom tax. 10. hareket serbestliği. Tight elathes don 't allow



1392



enough - of mavement. 11. dürüstlük, açık sözlülük, 12. samimiyet, laubal1lik, senli benlilik, açık saçıklık. the - of modern sculpture. 13. serbest düşünüş, 14. vatandaşlık/üyelik vb. imtiyazlarından serbestçe yararlanma hakkı, 15. fahr! hemşehrilik/üyeliksıfatı. to give s.o. the - of a city : bir kimseye bir şehrin fahrı hemşehrili­ ğini vermek. The minister was given the - of the city. 16. - of speech = free speech : söz hürriyeti, 17. - of the press : basın hürriyeti, 18. - of the seas : denizlerde seyrüsefer hürriyeti : milletIerin karasuları dışındaki denizlerde seyrüsefer serbestliği. e.a.-l. liberty, 4&5. independence, 6. privilege, 9. exemption, immunity. freedwoman, is., ç. -women azatlı cariye, kölelikten azat edilmiş kadın. free enterprise, is. serbest teşebbüs : ekonominin serbest rekabet ve arz talep prensibi ile kendi kendini düzenlemesi doktrini. free-fire zone, is. As. serbest atış bölgesi: içinde bulunan herkesin/her şeyin ateşe maruz kalacağı bölge. free flight, is. serbest uçuş, roketin itişim­ siz uçuşu. free-for-all, is. 1. halka açık, umuma mahsus (yarışma, güreş, münazara vb.), 2. kıran kı­ rana, gürültÜıü/intizamsız güreş. free form, is. 1. d.b. bağımsız biçim: yalnız başına anlam taşıyan dil elemanı : book, tree, desk vb. gibi, bk.: bound form, 2. düzensiz şekil, çevresi/hatları gayrimuntazam şekil (resim, vb.). free-form, sf 1. düzensiz şekilli, çevresi/ hatları gayrimuntazam. a - bowL. - sculpture. 2. düzensiz, tertipsiz. a - conglomerate. a - excursion. 3. kendiliğinden oluşan, düşünülmeden /pHinsız yapılan. - management. e.a. -3. spontaneous, impulsive. free gift, is. karşılıksız hediye, satışı teş­ vik için müşterilere dağıtılan hediye. as a - - : meccanen, hediye olarak. free gold, is. 1. ABD Hazine dairesinde altın rezervinden fazla bulunan altın, 2. tabiatte serbest bulunan altın madeni. free hand, is. sınırsız yetki/serbestlik. give s.o. a - - : tam serbestlik/yetki/salahiyet vermek. The committee was given a - - , with no questi-



free radical ons asked about how they spent the money. have a - -: istediği gibi harekette serbest olmak. freehand, sf&zj. el ile, aletsiz (yapılan). a - map/drawing. free-handed, sf &zj. ı. eliaçık, cömert, 2. (serbest) el ile, aletsiz, 3. -I Y : cömertçe, 4. -ness: cömertlik. e.a.- 1. open-handed, generous, liberal, 2. freehand free-hearted, sf açık kalpli, dürüst, cömert, samimi, serbest, kayıtsız. e.a.-openhearted, frank, generous, spontaneous. freehold, is. huk. ı. iyelik hakkı, mülkiyet, kaydıhayat şartıyla tasarruf hakkı (mülk, unvan, makam vb.), 2. (kaydıhayat şartıyla sahip olunan) mülk, unvan, makam vb. freeholder, is. iye, mülk sahibi. free kick, is. (futbol) serbest vuruş. free in and out, yükleme, boşaltma ücretleri ödenmiş. free-labour, is. Brit. 1. serbest (köle olmayan) işçiler, 2. iş sendikasına bağlı olmayan iş­ çiler, 3. ücretsiz çalışan işçiler. free lance, is. ı. serbest yazarlsanatkar, 2. kendini tam manasıyla/sadakatle vermeden bir davayı savunan kimse, 3. (Orta Çağlarda) ücretli asker, para karşılığında herhangi bir devlete hizmet eden asker/şövalye. e.a.- 3. free companion. free-Iance, sf &zj. &gs.f -lanced, -lancing 1. serbest yazarlık/fotoğrafçılık vb. yapmak, serbest çalışmak, 2. serbest (çalışan), bağımsız. She works -. 3. free-Iancer : serbest çalışan kimse. free list, is. ı. ABD serbest ithal listesi : gürnrüksüz ithal edilebilen mallar listesi, 2. (bir yere) parasız girenlerin listesi, 3. parasız dergi alanların listesi. free liver, is. keyif ehli : yiyip içip keyfine bakan/bol bol yeyip içen kimse. free-living, sf ı. yiyip içip keyfine bakma, bol bol yeyip içme, 2. biy. serbest yaşar: ne asalak, ne ortak ne de bitişik yaşayan. k.a.- 2. parasitic, symbiotic. freeload, gs.f argo 1. beleşlbaşkalarının sırtından geçinmek, bedava yiyip içmek, anaforculuk yapmak, 2. -er: beleşçi, anaforcu, asalak, bedava yiyip içip geçinen, 3. -ing: beleşçilik, anaforculuk, asalaklık.



free love, is. serbest



aşk, nikahsız



evlilik, koca



evlenmeden/sorumluluğa katlanmadan karı hayatı yaşama.



free lunch, is. beleş yemek: eskiden müçekmek için bazı bar ve eğlence yerlerinin verdiği ücretsiz yemek. freely, zj. 1. kolayca, isteyerek, gönül rıza­ siyle, bile bile. i - admit that what i said was wrong. 2. açıkça, doğruca, dobra dobra, sakın­ madan, çekinmeden, hiçbir şeyi gizlerneden. You may speak quite - in front of me; i shan't tell anyone what you say. 3. serbestçe. Oil the wheel, then it will turn -. 4. bol bol, cömertçe. He gives - to many organizations that help the poor. 5. fazlaca, ziyadesiyle. The wound was bleeding -. e.a.-1. willingly, readily, 2. openly, plainly, frankly, 3. unconstrainedly, 4. abundantly, plentifully, generously. freeman, is., ç. -men 1. özgür/bağımsız/ hür/serbest kimse, 2. vatandaş, hemşehri, bütün siyasi hakları haiz kimse. The famous politician was made a - of the city of London. freemartin, is. (erkek buzağı ile ikiz doğ­ şteri



muş) kısır (dişi) buzağı.



Freemason, is. 1. farmason, mason, üyeleri arasında kardeşçe sevgi ve karşılıklı yardım gayesi güden gizli örgüt üyesi, 2. esk. taş ustaları birliği üyesi. freemasonic, sf farmason+. freemasonry, is. 1. arkadaşlık, içten gelen sevgi/sempati. The - of thinkers. 2. farmasonluk. e.a.- 1. fellowship. freeness, is. serbestlik, hürriyet, özgürlük. free on board = to.b. : gemide teslim. free pass, is. paso, ücretsiz bilet. free port, is. 1. serbest liman: bütün ticaret gemilerine eşit koşullarla açık liman, 2. gümrüksüz liman : gürüksüz olarak mal ihraç/ithal edilen liman. free on raB, is. trende teslim. free press, is. hür/serbest basın. freer, is. &sf 1. serbest bırakan, azat eden, 2. daha serbest/özgür : free sıfatının artıklık (comparative) derecesi. free radical, is. kim. özgür kök : çoğun­ lukla kendi molekü1ü ile dengede bulunan elektron kaybetmiş doymamış atom kümesi ya da moleküı. CH3+ gibi.



1393



free ride free ride, is. k.d. ikram, bedava elde edilen lü



şey.



free school, is. serbest okul : geniş görüş­ yapan okuL. freesia, is. bat. frezya (FreesiaJ : Afrika zam-



öğretim



bağı.



free silver, is. (altına nazaran sabit oranda) serbest gümüş para basma. free soil, is. özgür bölge, (ABD'de iç savaşlardan önce) köleliğin yasak olduğu bölge. Free-Soil, sf. ABD 1. köleliğin yayılması­ na karşı gelen, özgür bölge yanlısı, 2. - Party : Özgür Bölge Partisi (1848-1856), 3. -er: Özgür Bölge Partili. free speech, is. bk.: freedom of speech. free spoken, sf. ı. açık sözlü, özü sözü bir, sözünü esirgemeyen, düşündüğünü açıkça söyleyen, 2. -ly : açık sözlülükle, sakınmadan, çekinmeden, dobra dobra, 3. -ness : açık sözlÜıük. e.a.-



ı.



outspoken, frank.



freestanding;::: free-standing, sf. tabansız, kaidesiz, taban üzerinde oturmayan (heykel vb.), ayrı, müstakil, bitişik olmayan (ev, cihaz vb.). Free State, is. ı. (İç Savaşlardan önce) ABD'de köleliği yasak eden devletleyalet, özgür devlet, 2. bk.: lrish Free State. freestone, sf.&is. 1. yarma, çekirdeği yapı­ şık olmayan (şeftali, erik, kaysı vb.), 2. kolay yontulan taş, Malta taşı. 3. - State : Connecticut (takma adı). freestyle, is. serbest yüzme (stili). free-swimming, sf. zaaf. yüzen (su hayvanları).



freethinker, is. serbest düşünceli: (din konularında) kilıse etkisinde kalmadan düşünen kimse. freethinking, is. serbest düşünme. freethought, is. serbest düşünce (özellikle dinde). free throw, bk.: foul shot. free throw line, bk.: foul line (2). free trade, is. ı. serbest ticaret, hükümetlerin kısıtlamadığı milletler arası ticaret, 2. gümrüksüz dış ticaret, 3. serbest/gümrüksüz ticaret sistemililkesi, 4. esk. kaçakçılık. e.a.-4. smuggling.



freetrader ;::: free trader, is. ı. serbest ticaret yanlısı, 2. esk. kaçakçl. e.a.- 2. smuggler.



1394



free university, is. özel üniversite/yüksek okuL. free verse, is. serbest nazım. freeway, is. (geniş) çevre yolu, otoyol, ekspres otomobil yolu. freewheel, is.&gs..f ı. aylak tekerlek, aylak çark, avara çark : motorun hızı arabanın hı­ zından az olduğu zaman tekerleklerin serbest dönmesini sağlayan düzen, 2. bisiklette pedallar kullanılmayınca arka tekerleği serbest bırakan kenet, 3. (taşıt veya sürücüsü) tekerlekler yürütme mekanizmasından ayrılmış olarak gitmek, 4. serbestçe işlemek/hareket etmek/kullanılmak, 5. - hub : tek yönlü kavrama göbeği. freewheeling, :-.j: ı. aylak tekerlekli, 2. k.d. (a) soruınsuz/kendi başına hareket eden (kimse), (b) sorumsuz, mes'uliyetsiz, fazla serbest davrauan, sonu düşünülmeden yapılan/söylenen (söz/ eylem vb.), 3. - dutch: tek yönlü kavrama. free will, is. ı. elindelik, istenç, seçme, ihtiyar, 2. fel. özgür İstenç, hür irade: bir kimsenin çeşitli yollardan birini seçme yeteneğinin dış etkenlere değil kendi istek ve iradesine dayandığı öğretisi.



freewiH, sf. ı. gönüllü, istekli, iradi, ihtiyari, isteyerek yapılan. a - offeringo 2. özgür istenç/hür irade felsefesine dayanan. e.a.-ı. volun" tary.



free world, is. hür dünya: komünist veya totaliter yönetim altında olmayan milletler topluluğu.



freeze 1, f froze, frozen, freezing ı. don(dur)mak, buz haline gelmekJgetirmek. The water -s at the temperaure of O C. By freezing meat we can keep it from spoiling. 2. buz tutmak/ bağlamak. The engine has frozen up. The water pipes froze. 3. çok üşümek, donmak. ['m freezing. i was frozen stiff after a long walk in cold weather. 4. soğu(t)mak, soğuk olmak. lt will hard tonigh t. lt 's freezing in this room, can't we have a fire? 5. kışta kalmak, donarak ölmek.to death : donarak ölmek. Mountain climbers were lost in the snow and nearly froze to deatlı.



6. (korku, heyecan vb. den) donakalmak, donup kalmak, hareketsiz bırakmak/kalmak. He heard a step behind him and froze with fear. Fear made him - İn his tracks ; Korkudan olduğu yerde donakaldı. 7. (birdenbire) dur(dur)mak, hareket-



fremitus siz kalmak/bırakmak. The teacher froze the noisiy class with a single look. 8. fin. k.d. (a) bloke etmek, dondurmak, (b) kullanılışını yasaklamak/kısıtlamak. Cobalt was frozen during the war. 9. (fiyatları) dondurmak, narh koymak, 10. cer. (vücudun bir kısmını) dondurmak, hissini iptal etmek. to - a tooth. n. sin. durdurmak, görüntüyü hareketsizleştirmek, 12. arayı açmak, dostluğa son vermek, yabancılaşmak. After their quarrel, they sat in frozen silence. 13. - in : buzlar içinde sıkışıp kalmak. The ship was frozen in for the winter. 14. - one's blood : (korkudan) donakalmak, çok korkmak, dehşete kapılmak. the blood (in one's veins) : tüylerini ürpertmek, dehşet içinde bırakmak, 15. - onlonto k.d. yapışmak, sımsıkı tutmak, bir şeyi kendine mal etmek, 16. - out ABD- k.d. (a) (istiskal ederek) savmak, soğuk davranarak uzaklaştırmak, şid­ detli rekabetle (işten/toplumdan) çekilmeye zorlamak. The clique's unfriendliness froze out all newcomers. (b) (şiddetli soğuk yüzünden) ertelernek/iptal etmek. The meeting was frozen out. (c) önlemek, yasak etmek, 17. - over: (yüzeyi) buz tutmak; buzla örtülmek/kaplanmak. The lake has frozen over; you can walk on it. 18..... up : (a) soğuk davranmak, istiskal etmek, (b) (aktör) heyecandan dili tutulmak/donup kalmak, söyleyeceğini unutmak, (c) buz kesilmek, tamamen donmak, 19. freezable : donar, donabilir, donabilen, buz tutan, buzlaşan. e.a.-4. chill, 6. paralyze, 7. stop. halt, 12. alineate, 15. seize, hold on, 16. (a) exCıude,force out, (c) prevent. freeze 2, is. 1. don(dur)ma, buz tutma, 2. don. The - last night damaged the apple trees. 3. (fiyatların/kiraların/maaşların vb.) dondurulması (için yapılan yasa), 4.fin. blokaj, bekletim. e.a.ı·frost.



freeze-dry, gL.f -dried, -driying 1. dondurup kurutmak : gıda meddeleri, kan pHizması, antibiyotik gibi maddeleri dondurduktan sonra vakumda suyunu uçurup kurutarak muhafaza etmek, 2.....ing : dondurup kurutma. freeze frame, is. sin. TV görüntü dondurma : hareketsiz/dondurulmuş görüntü/resim. Aynı resmi üst üste birçok defa çekerek sinemada/ TV de hareketi durmuş/donmuş gibi gösterme sanatı.



freeze-frame, sf &f -framed, -framing sin. TV 1. görüntüyü dondurmak, 2. donuk görüntü. - effect : donuk görüntü etkisi. freezer, is. 1. soğutucu, dondurucu, 2. dondurma makinesi, 3. buz dolabı, soğuk hava deposu/vagonu. freeze-up, is. Cnd. (özellikle kuzeyde nehir ve göllerin) donma zamanı. - came Iate last year. freezing, sf 1. donma noktaSH. It's below - outside. 2. dondurucu, çok/aşırı soğuk, buz gibi. It's - here : Burası çok soğuk/buz gibi. 3. donan, kısmen donmuş, donmaya başlamış, donmakta olan, 4. - point : fiz. kim. (sıvının) donma noktası. The - point of water is OaC or 32 oF. The - point of alcahal is much lower than that of water. free zone, is. serbest bölge : malların gümrüksüz olarak sokulup depo edildiği şehir/liman bölgesi. freight, is. &gL.f 1. taşıma, nakliye. This aircrait company deals with - only, it has no travel service. - agent : nakliye şirketi. - bill : konşimento. - car : yük vagonu. - insuranee : nakliye sigortası. - ton bk.: ton (2). - train : yük treni, marşandiz, 2. navlun, taşıma/nakliye ücreti, 3. ABD-Cnd. kara/deniz/hava yolu ile yük/eşya nakli, 4. Brit. yük, hamule, geminin yükü. This - must be carefully handled when loadingo 5. Brit. deniz ulaştırması, 6. (uçak/gemi vb. ile) taşımak, nakletmek, 7. - with : yüklemek, tahrnil etmek. The boat is -ed with coal. 8. -less : ücretsiz taşınan. e.a.- 6. transport, 7. load. freightage, is. 1. taşıma, nakletme, 2. navlun, nakliye/taşıma ücreti, 3. yük, eşya. e.a.3. freight, cargo, lading. freighter, is. 1. yük gemisi, şilep, 2. nakliyeci, nakliyat şirketi, 3. gönderen, eşya sevk eden/mal gönderen kimse, sevk edilen malın sahibi. freight forwarder = forwarding agent = forwarder, is. nakliyeci, nakliyat şirketi. fremd, sf isk. 1. yabancı, acayip, 2. düş­ manca. e.a.- 1. foreign, strange, 2. unfriendly. fremitus, is., ç. -tus patol. (el ile hissedilen) titreşim, hırıltı (göğüs hırıltısı vb.).



1395



Freneh French, 5f &is. 1. Fransız, 2. Fransızca, 3. Fransız+, Fransızlara/Fransa'ya/Fransızcaya ait, 4. - bean : (a) taze/yeşil fasulye, (b) barbunya fasulyesi (bitkisi), 5. - bread: Fransız ekmeği, 6. - buldog : Fransız buldok köpeği, 7. - Canada : (a) Quebec eyaleti, (b) Fransız asıllı Kanadalılar, 8. - Canadian : (a) Fransız (asıllı) Kanadalı, (b) Kanada Fransızcası, 9. - chalk : (a) terzi tebeşiri, (b) talk (kumaşlardan yağ lekelerini çıkarmakta kullanılır), 10. - chop : kuzu pirzolası, 11. - Community : Fransız (Milletler) toplumu : Fransa ve bağımsızlık kazanan eski sömürgelerinden oluşan siyasi birlik (1958'de kuruldu), 12. - cooking : Fransız aşçılığı/ mutfağı, 13. - euff : katlanır kol düğmesi, 14. curve : pistole, eğriçizer, münhani/eğri cetveli, 15. - door : camlı kapı, 16. - dressing : Fransız sosu : sirke, bitkisel yağ ve baharattan yapılmış salata sosu, 17. - endive: beyaz marul, 18. - frİ­ ed (potatoes) = - fries : yağda kızartılmış (patates), 19. - heel : Fransız ökçesi, (kadın ayakkabısında) yüksek ökçe, 20. - horn : Fransız kornosu, pistonlu korno, 21. - kiss : Fransız öpüşü : ağız açık ve diller birbirine sürtünerek öpüşme, 22. - leave : sıvışma, tüyme, izinsizi habersiz ayrılma. take - leave : sıvışmak, tüyrnek, izinsizlhabersiz ayrılmak, 23. - lesson : Fransızca dersi, 24. - letter Brit. - argo prezervatif, 25. -pastry: Fransız pastası, 26. - polish : parlak mobilya cilası, 27. - Revolution: Fransız İhtilali (1789), 28. - seam : Fransız simi, kumaşın her iki tarafına dikilen sim, 29. teacher : Fransızca öğretmeni, 30. - telephone =handset : mikrotelefon, 31. - toast : yumurtalı ekmek kızartması, yumurtaya batırılıp tavada kızartılmış ekmek, 32. - West Indies : Fransız Antilleri : Martinik, Guadalup vb. den oluşan adalar, 33. - window: uzun pencere: tabana kadar uzanan iki kanatlı pencere, 34. - wine: Fransız şarabı, 35. the"'" king/embassy . Fransa kralı/elçiliği, 36. The - way of life: Fransız hayat tarzı, 37. the - people : Fransızlar, Fransız halkı. e.a.- 4. (a) snap bean, (b) kidney bean. french, gl.f taze fasulyeyi uzunlamasına dilmek/kesmek. French Academy, is. Fransız Akademisi: 1635'te Cardinal Richelieu tarafından kurulan ve kırk dil bilgininden oluşan Fransız Dil Kurumu.



1396



Frenchify, gl.! -fied, -fying k.d. 1. Franadet, giyim, tavırlarını vb. benimse(t)mek, 2. Frenchification : Fransız­ laş(tır )ma. Frenchman, is., ç. -men 1. Fransız (erkek), 2. Fransız gemisi, 3. zool. Brit. kızıl ayaklı keklik. e.a.-3. red-legged partridge. Frenchness, is. Fransızlık, Fransızların nisızlaş(tır)mak, Fransız



teliği.



Frenchwoman, is., ç. -women



Fransız



ka-



dını.



Frenehy, sf Frenchier, Frenchiest, is., ç. Frenchies k.d. 1. Fransız tavırlı/karakterli, Fransızlığa özenen, 2. argo Fransız, 3. Frenchily : Fransız'a benzer tarzda, Fransız tavırlarıledası ile, 4. Frenchiness : Fransızlığa özenme, Fransız tavrı takınma. e.a.-2. Frenchman. frenetic = frenetical = phrenetic = phreneticaL, sf 1. coşkun, çok heyecanlı, çılgın, 2. -ally : coşarak, heyecanla, çılgınca. e.a.- 1. frantic, frenzied. frenum = fraenum, is., ç. -na anat. zool. zar kıvrımı: bir organın hareketini kontrol edeni sınırlayan kıvrım (dil altındaki zar gibi). frenzied = phrenzied, sf 1. çılgın, coş­ kun, taşkın, çılgına dönmüş, çok heyecanlı, çok öfkeli/sevinçli. The people greeted their leader with - shouts of joy. 2. -ly : çılgınca, coşkun­ lukla, büyük heyecanla. e.a.- 1. frantic, frenetic. frenzy = phrenzy, is., ç. -zies, v. -zied, zying 1. coşkunluk, taşkınlık, aşırı heyecan. The spectators were in a - after the home team scored the winning goal. 2. çılgınlık, cinnet, şiddetli öfke/tehevvür. In a - of hate he killed the enemy. She was in a - of grief when she heard her son' s death. 3. çıldırtmak, delirtmek, kudurtmak, çılgına döndürmek, 4. - for: [ikrisabit, çılgınca istek/arzu. Man had a - for getting away from any control. e.a.-1. mania, delirium, hysteria, rage, fury, raving, 2. madness, insanity, lunacy. k.a.-1. calm, 2. sanii)!. Freon , is. kim. freon : soğutucu olarak kullanılan florürlü hidrokarbonlardan biri (dikloro-difluoro-metan gibi). frequence, is. bk.: frequency. frequency, is., ç. -cİes 1. sıklık, sık sık vuku bulma/tekrarlanma, 2. oluş oranı, tekerrür nisbeti, 3. fiz. sıklık, frekans : (a) eş sürelerle



fresh hep aynı şekilde tekrarlanan bir olayın birim zamandaki eş süre sayısı, (b) titreşimli olaylarda birim zamandaki titreşim sayısı; özellikle alternatif akımda saniyedeki eş süre/periyot sayısı. Simgesi f, birimi Hz. - band : sıklık kuşağı, frekans bandı, 4. mat. ist. sıklık: (a) dönemli (periyodik) bir işlevde serbest değişkenin birim değişmesi halinde işlevin belirli bir değeri alma sayısı, (b) nitel denemelerde bir olayın ortaya çı­ kış sayısı. - curve : sıklık eğrisi. - distribution: sıklık dağılımı. - function : sıklık işlevi. - table : sıklık çizelgesi,S. esk. kalabalık, yığılışma, izdiham, 6. - modulation : sıklık kipienimi, frekans modülasyonu. frequent, sf &f 1. sık, mükerrer, sık sık (olan/vuku bulan). to make - trips to a place : bir yeri sık sık ziyaret etmek. Sudden rainstorms are - on this coast. 2. devamlı, muntazam, mutad, alışılmış. a - customer: devamlı müşteri. lt's a - practice of his to take an early morning swim : Her sabah erkenden yüzmeyi ildet edinmiştir. 3. kısa aralıklı, kısa mesafelerle birbirini izleyen. a coast with - lighthouses. 4. esk. aşina, bildik, samimi,S. esk. dolu, kalabalık, 6. sık sık gitmek/uğramak/ziyaret etmek, dadanmak, üşüşmek. to - the art gallerieslbars/ mavies. She's fond of books and -s the libraries. 7. esk. muntazaman/devamlı okumak, 8. -able: sık sık gidilebilir/ziyaret edilebilir, 9. -er : sık sık giden/ziyaret eden, müdavim, devamlı ziyaretçi, 10. -ness: sıklık, sık sık tekrarlanma, tekerrür. e.a.- 2. constant, habitual, persistent, common, usual, 4. intimate, familiar, 5. full, thronged, crowded, filled. frequentation, is. sık sık gitme/uğrama/ ziyaret etme, dadanma. frequentative, sf &is. 1. gr. tekrarlamalı : alışılmış/sık sık yapılan eylemle ilgili, 2. tekrarlamalı fiiI. "Sparkle" is the - of "spark". frequented, sf. sık sık uğranılan, işlek, uğ­ rak yeri. frequently, if sık sık, aralıksız, durmadan, habil'e, vira, mütemadiyen, çoğunlukla, çoğu zaman, çoğu kez, ekseriya. e.a.- often, repeatedly. frere, is., ç. freres Fr. 1. (erkek) kardeş, birader, 2. papaz, keşiş, rahip, frer, 3. ihvan, meslekdaş. e.a.- 1. brother, 2. friar, monk



fresco, is., ç. -coes, -cos, f -coed, -coing 1. true fresco d.d. duvar sulu boyası, yaş alçı üzerine renkli resim yapma sanatı, 2. fresk, renkli sulu boya duvar resmi, 3. yaş alçı üzerine renkli resim yapmak, 4. -er =-ist : alçı ressamı, alçı üzerine sulu boya resim yapan,S. - secco = dry - : kuru alçı üzerine renkli resim yapma sanatı.



fresh, sf &is. &f . 1. taze, körpe, yaş. fruit/vegetables. - coffee. - foot-prints. 2. en son, yeni gelen, henüz gelmiş/mezun olmuş, çiçeği burnunda. - news. a youngster (just) from school : çiçeği burnunda bir lise mezunu, 3. yeni. form - friendships : yeni arkadaşlar edinmek. a - approach : yeni bir yaklaşım. to seek - experiences. 4. ek, ilave, yeni baştan. supplies : ek malzemelerzak. make a - start : yeni baştan başlamak,S. (su vb.) tatlı, tuzsuz, iyi. - water: tatlı/iyi su, memba suyu. - butter : tuzsuz tereyağı, 6. taze, bozulmamış, ekşime­ miş, bayatlamamış. - bread. Is the mi/k still -? 7. taze: konserve vb. değiL. - vegetables. - tomatoes. 8. canlı, dinlenmiş, 9. solmamış, körpe, terütaze, taravetli. as - as a daisy : terütaze, 10. dinç, genç, zinde, ll. (hava vb.) serin, temiz. let some - air into a room : odayı havalandır­ mak. get some - air : biraz (temiz) hava almak. in the - of the morning : sabah serinliğinde. a white shirt : temiz beyaz bir gömlek, 12. meteor. sert, şiddetli, kamçılayan (rüzgar). a - breeze : serin/tatlı sert rüzgar, 13. acemi, tecrübesiz. - recruits. 14. ABD- k.d. küstah, arsız, yılışık, saygısız, cür'etkar, argo sulu. getıbe - with s.o. : (birine) sulanmak, yılışmak, sarkıntılık yapmak, 15. (inek) yeni doğurmuş/buzağıla­ mış. a - cow. 16. canlı, parlak, renkli. --colored: renkli/sıhhatli (yüz). - complexion : (cilt/yüz) tazelik, körpelik, taravet, 17. serinlik, tazelik, 18. memba, su kaynağı, 19. başlangıç, 20. bk.: freshet, 21. tazeleş(tir)mek, tazelik vermek, yenile(ş)mek, körpeleş(tiI')mek, 22. break - ground : (a) çığıI' açmak, yepyeni bir şey yapmak / meydana getirmek, yenilik yaratmak, (b) ilk adı­ mını atmak, başlamak. e.a.-2. latest, recent, 3. new, novel, 4. additional, another, further, 8. brisk, vigorous, 10. energetic, IL pure, clear, 12. strong, 13. inexperienced, green,. callow, untrained, raw, unskilled, uncultivated, 14. saucy, impudent, disrespectfuI, 16. vivid, colorful, originaL. k.a.-l. decayed, faded, dull, old, 6. stale, contaminated.



1397



freshfresh-, ön ek "taze, yeni". fresh-picked fruit : taze/yeni koparılmış meyve. freshen, f. 1. tazele(n)mek, tazeleş(tir)mek, yenile(n)mek, tazelikltaravet vermekikazanmak, yeşer(t)mek, (bitki) canlan(dır)mak. We need a good rain to - the flowers. 2. - up : ferahlamak, (yıkanarak, elbise/çamaşır değiştirerek vb.) rahatlaşmak, serinlemek. to - up after a long trip. to - up with a shower. 3. (inek) doğurmak, buzağılamak, süt vermeye başlamak, 4. (rüzgar) serinIemek, sertleşmek, şiddetini artırmak. The wind -ed at sunset. 5. (tuzlu balık vb.) tuzunu çıkarmak, 6. den. bir halatın yerini değiştirerek sürtünüp aşınmasını önlemek, 7. -er : ferahlatı~ cı/serinletici şey (içki, kolanya vb.). e.a.- ı. refresh, revive, renew. freshet, is. ı. taşkın, taşma, su baskını, seylap, feyezan : şiddetli yağış veya karların ergimesiyle akar suların taşması, 2. denize dökülen akar su. fresh gale, is. serin yel : Beaufort ölçeğine göre saatte 63-74 km hızla esen yel. freshly, z;f. 1. henüz, yeni. a - cleaned floor. 2. taze taze. a - percolated coffe. 3. serin serin, şiddetli, kuvvetli. a - blowing breeze. 4. canlı/parlak bir şekilde, taptaze, terütaze. - picked fruits. a - green leaf. 5. küstahça, arsızca, terbie.a.yesizce, yılışıkça. a - forward remark. ı. newly, recently. 3. strongly, vigorously, 4. brightly, vividly. freshman, sf. &is., ç. -men ı. acemi, 2. yeni, tecrübesiz. - senator. 3. üniversitelkolej birinci sınıf (öğrencisi). - courses. 4. ilk, birinci, başlangıç. This is my - year with the company. e.a.- 4. initial, first. freshness, is. ı. tazelik, körpelik, dirilik, canlılık, 2. taravet, yenilik, 3. acemilik, toyluk, 4. (rüzgar) sertlik. fresh water, is. ı. tatlı su, memba suyu, 2. nehir/göl suyu, tuzsuz su. fresh-water, sf. ı. tatlı su+. - tish : tatlı su balığı, 2. tatlı suya alışmış, yalnız nehir ve göllerde sefer yapan, açık denize alışık olmayan. a - sailor. 3. esk. tecrübesiz, bilgisiz, beceriksiz, 4. taşra+, denizden uzak, içerilerde / taşra­ da bulunan, 5. ABD tanınmamış, küçük. acollege. e.a.-3. untrained, unskilled, inexperienced.



1398



fresne!, is. frenel, 10 12 Hz = 106 MHz'lik frekans birimi. fret I, is. &f. fretted, fretting 1. üzÜımek, (canı) sıkılmak, içine dert olmak, endişelenmek, kendini yemek. Don't -, all will be well: Üzülme, her şey düzelecek. The child's -ting for his absent mather. It's no use -ting your life away because you can 't have everything you want. 2. aşın(dır)mak, kemirmek, yıpran(dır)mak, (ovaraklsürterek) yıpratmak, ye(n)mek. acids that at the strongest metals. 3. aşındırıp yol açmak. The river -s at its banks until a new channel is formed. 4. - away : aşınmak, yıpranmak, yenmek. to - away under constant wear. 5. çalkala- , (n)mak, dalgalan(dır)mak, çalkanarakldalgalanarak akmak. 1'1 light wind -ted the sU1jace ofthe water. 6. üzrnek, canını sıkmak, sinirlendirmek, tacizlrahatsız etmek, kızdırmak, öfkelendirmek. 7. üzüntü, can sıkıntısı, endişe, merak, öfke, 8. aşınma, yıpranma, 9. aşınmış/yıpranmış yer. e.a.- 2. erode, corrode, abrade, wear, chafe, 5. agitate, ripple, 6. torment, irritate, annoy, vex, worry, harass, goad, tease, 7. annoyance, vexation, agitation, worry, irritation, 8. erosion, corrosion, gnawing. fret 2, is. &f. fretted, fretting 1. köşeli nakış, kıvrım süs, kenar süsü, 2. kenarını süslernek, (köşeli nakışlarla/kıynmlarla) süslemek, 3. telli sazın parmak basacak yeri/bölümleri(ni yapmak), 4. -less: (a) mim. nakışsız, süssüz, (b) (telli saz) parmak basacak bölümü olmayan. fretful, sf. ı. sinirli, huysuz, aksi, ters, hır­ çın, titiz, m1Z1kçı. a restless, - baby. "I want to go home" said the old lady in a - voice. 2. dalgalı, çalkantılı. the - sea. 3. ara sıra hızlanan. the - wind. 4. -ly : sinirli, sinirli, huysuzlukla, hırçınlıkla, titizlikle, mızıklanarak, 5. -ness: sinirlilik, huysuzluk, aksilik, terslik, hırçınlık, titizlik, mızıkçılık. e.a.-l. peevish, irritable, complaining, pettish, impatient, petulant, restive, 2. agitated, seething, 3. gusty. k.a.- ı. patient, calm, uncomplaining. fret saw, is. kıl testere, oyma testeresi. fretsome, sf. üzücü, can sıkıcı, sinirlendirici. e.a.- annoying, irritating, bothersome. fretwork, is. ı. oymalılkabartmalı süs, 2. kı vrım süs, köşeli/kabartmalı nakış/tezyinat.



friend Freudian, sf &is. ı. Freud ve onun psikanaliz metoduna/kuramlarına ait, 2. Freud'un psikanaliz metodu taraftarı, 3. -ism: Freudçuluk, Freud (psikanaliz metodu) taraftarhğı, 4. - slip : bilinçsiz dil sürçmesi: yazarken/konuşurkenbilinçaltı nedenlerle (arzu, istek, özlem vb.) yapı­ lan hata. FRG = Federal Republic of Germany (Batı Almanya). F.R.G.S. = FeIIow of the Royal Geographical Society. Fri. = Friday. friable, sf 1. gevrek, (kolayca) ufalanabilir/ezilebilir/toz haline getirilebilir. - rock/soiI. 2. -ness = friability : gevreklik, kolayca ufalanabilme. e.a." ı. crumbly, fragile. friar, is. 1. (Kataliklerde) keşiş, rahip, 2. -ly: keşiş+, keşiş gibi, keşişe benzer, 3. -'s balsam: aselbent eriyiği, 4......'s lantern bk.: ignis fatuus. e.a.-ı. monk. friarbird, is. zooI. keşiş kuşu (Philemon corniculatus) : Avustralya'da yaşayan siyah, çıplak başh, bal yiyen kuş. four-o'clock d.d. friary, is., ç. -aries 1. manastır, 2. keşiş­ ler/rahipler birliği/topluluğu. fribble, is. &sf &f -bled, -bling 1. oyalan~ mak, eğlenmek, 2. - away : boş yere/akılsızca harcamak, heba etmek, ziyan etmek, (vakit) öl~ dürrnek. to - away the day. 3. oyalanan/(önemsiz şeylerle) vakit öldüren kimse, hayta, havaı, ziyankar, müsrif kimse, 4. önemsiz/kıymetsiz, şey, kıvır zıvır, 5. oyalanma, boşuna vakit öldürme, haytalık, hoppalik, havalIik, 6. hafifmeş­ rep, hoppa, hayta, havaı, boşuna vakit öldüren. e.a.- 3. trifler, 5. frivolousness, frivolity, 6. frivolo us, tr(lUng. fricandeau, is., ç. -deaus, -deaux Fr. dana kızartması / yahnisi. fricando ş.d.y. fricasse, is. &gI.f. -seed, -seeing 1. tas ke~ bab1, salçalı yahni : hafifçe yağda kızartıldıktan sonra pişirilip kendi suyundan ya,pılan salça ile yenilen kuşbaşı et (dana, tavuk vb.), 2. salçalı yahni pişirmek. frication, is. s.bI. sürtüşme : f, s, z gibi seslerin çıkarılması esnasında havanın dil ve dişlere sürtünerek dar kanaldan çıkanlması. fricative, sf.&is. s.bI. ı. sürtüşmeli (ses), 2. sürtüşmeli sessiz harf: f, s, z gibi. e.a.-i. sp irantal, 1&2. spirant.



friction, is. ı. sürt(ün)me, delk. The efficiency of the machine decreases as the - increases. 2. sürtme kuvveti. The - opposes the movement of a body. 3. tıp ov(uştur)ma, friksiyon, 4. anlaşmazlık, ihtilaf, uyuşmazlık, sürtüşme. Political differences caused - between the two countries. 5. - clutch mak. sürtünmeli kavrama, 6. - drive : sürtünmeli işletme : hareketi dişli çarklar yerine yüzey sürtünmesi ile ileten otomobil güç iletim sistemi, 7. - layer bk.: surface boundary layer, 8. - tape : yalıtım sargısı, izole banL frictional, sf 1. sürtünmeli, sürt(ün)me+, sürt(ün)me ile ilgili, sürtünmeden ileri gelen, 2. sürtünme ile işleyen/çalışan, sürtünmeden husule gelen, 3. -ly : sürtünmeli olarak, sürtünme suretiyle. Friday, is. ı. cuma (günü). He'll arrive (on) - : Cuma günügelecek. He'llleave - morning. He arrived on a ~. She works -s. 2. Black . . . : Uğursuz Cuma: Cuma gününde vuku bulan bir felaketin yıl dönümü, 3. Good - : Paskalya~ dan önceki cuma, 4. - the 13th : (ayın l3'üne rastlayan cuma) tamamen uğursuz bir gün, 5. Cuma : D. Defoe' nin Robinson Crusoe romanında­ ki sadık hizmetçi arkadaş, 6. sadık hizmetçi/ yardımcı. man/girl - : sadık (erkek/kadın) yardımcı.



fridge, is. Brit- kd. buzdolabı: refrigerator 'un kısaltılmış!. fried, sf &f 1. kızartılmış, yağda pişiril­ miş. - eggs : sahanda yumurta, 2. bk: fry (pt&pp), 3. argo sarhoş, 4...... cake : kızartılmış tatlı : lokma, tulumba tatlı sı ve Amerikalıların doughnut 'ı gibi. e.a.- 3. intoxicated, drunk. friend, is. &gl..f 1. arkadaş, ahbap. He's my best - : En iyi arkadaşımdır. 2. koruyucu, destekleyici, hami, yardım eden. - of the poor : fakirlerin koruyucusu, 3. dosı:. a - of mine : dostlarımdan biri. a - of the family: aile dostu. A - in need is a - indeed a.s. Gerçek dost karagün dostudur (Hakikı dost sıkıntılı zamanda belli olur). 4. yoldaş, vatandaş, 5. k.d. yararlı nitelik/şey/durum, 6. (adı bilinmeyen kimseye hitap ederken) arkadaş, 7.. esk bk.: befrieııd, 8. be -s with = make -s with : .. .ile arkadaş/ahbap/ dost olmak, 9. make -s : dost kazanmak, 10. at court : arka, day], torpi!. have a - at court : arkasıldayısı olmak, 11. -less: arkadaşsız, dost-



1399



friendlyl suz, dostu olmayan, 12. -lessness : arkadaş­ sızlık, dostu olmama. e.a.- 1. comrade, chum, confident, acquaintance, pal, crony, 2. backer, 4. compatriot, ally, associate, confrere. k.a.1, 3, 4. enemy, foe. friendly I, zf. &sf -Her, -Hest ı. dost+, arkadaş+, samimi, içten, dostça, arkadaşça, dosta yakışır. a - greeting : dostça selam. - relations between countries : memleketler arasında dostça ilişkiler. a - nation : dost millet. to be on terms with s.o. : birisiyle iyi/dostça geçinmek, arası iyi olmak, 2. güler yüzlü, kanı sıcak, sokulgan, munis, iyi yürekli, nazik. People here are so -. 3. iyiliksever, yardımsever. - society : yardım(sevenler) cemiyeti, yardımlaşma kurumu, 4. uygun, el verişli, müsait, işe yarar. a - ıvind. We found shelter from the rain under a - tree. 5. friendlily d.d. dostane, dostça, arkadaşça, ahbapça, dosta yakışır şekilde. to be - : dostça! samimi davranmak. 6. friendliness : dostluk, arkadaşlık, samirniyet, yakınlık, dostça davranış. e.a.-1. companiable, neighborly, aifeetionate, intimate, 2. amicable, amiable, eordial, genial, kindly, 3. kind, helpful, benevolent, 4. favorable. k.a.- 1. unfriendly, antagonistie, hosıile, indifferent, 5. amieably. friendly2, is., ç. -Hes dost, arkadaş, misafirperver kimse, özellikle bir ülkeyi istila edenlere veya oraya gelip yerleşenlere dostça davranan kimse. friendship, is. 1. dostluk, arkadaşlık, ahbaplık, içtenlik, samirniyet, nezaket. Real - is more valuable than money. out of - : dostça, dostane, dostlukla, dostluk icabı, 2. esk. yardım. e.a.- 1. friendliness, amity, eomity, 2. aid. frier, is. bk.: fryer. fries, js.&f 1. k.d. kızartılmış patates dilimleri, 2. bk.: fry (çoğulu),3. fry fiilinin şim­ diki zaman üçüncü tekil şahsi. Friesian, sf &is. bk.: Frisian. frieze, is. ı. mim. (boydan boya şerit halinde) duvar nakışı, kenar süsü, saçak tezyinatı, süs kuşağı, friz, 2. (mobilyada) pervaz, etek, 3. dizi, sıra, şeridi andıran herhangi bir şey. A eonstant - of visitors wound its way around the ruins. 4. şayak, paltoluk kalın yün kumaş. frigl, gl.f frigged, frigging argo - kaba ı. gen. - about : sikmek, (bir kadınla) cinsi münasebeue bulunmak, 2. istimna etmek, 31 çek-



1400



mek, 3. - off : çekip/defolup gitmek, siktirip gitmek, siktir olmak, 4. - around k.d. saçma sapan işlerle vakit öldürmek. e.a.-1. have eoitus! intercourse, 2. masturbate, 3. go away. frig 2, is. Brit.- k.d. bk.: refrigerator. frigate, is. ı. firkateyn : destroyerden küçük, manevra kabiliyeti yüksek harp gemisi, 2. ABD destroyerden büyük, kruvazörden küçük 5000-7000 tonluk harp gemisi, 3. XVıı-XıX. yy. da kullanılan ağır silahlı harp gemisi, 4. (şiirde) kürek ve yelkenle işleyen hafif/hızlı gemi. frigate bird, is. zool. bora kuşu (Fregata aquila) : çok uzun kanatlı, çengel gagalı, ayakları perdeli, çok hızlı uçan yırtıcı deniz kuşu. hurricane-bird, man-o' -war bird d.d. frigger, is. cam süsü. frigging, is.&sf&z/ argo ı. öz doyurum, istimna, 2. lanet, kahrolası, Allahın belası vb. gibi anlamlarda ifadeye kuvvet vermek için kullanılır. e.a.-1. masturbation, 2. fucking, damed, damned. fright, is. &gL.f ı. korku, dehşet. i nearly died of - at the sight of the eseaped lion. be in a - : korku içinde olmak. get/have a - : korkmak. give (s.o.) a - : (birisini) ürkütmeklkorkutmak, gözdağı vermek. It gaye me such a - : Beni öylesine korkuttu ki ... i got the - of my life when the machine burst into flames : Makine alev alınca öyle bir korktum ki (ömrümde hiç o kadar korkmamıştırn). take - at : çok korkmak, ödü patlamak, dehşete kapılmak, 2. k.d. korkunç/ korkutucu şey/kimse, çok çirkin/acayip/gülünç şey/kimse, ucube, garibe, korkuluk. What a she looks in that hat! O şapka ile pek acayip görünüyor! 3. bk.: frighten. e.a.- J. fear, ter1'01', horrol', dümay, dread, searre, apprehension, alarm, consternation. k.a.-1. bravery, courage, boldness, fortitude. frighten, gL.f ı. korkutmak, dehşet/korku salmak, dehşete düşürmek. The little girl was -ed by the big dog. Did he - you? a -ing dream : korkulu rüya, 2. gözdağı vermek, (gözünü) yıldırmak/korkutmak. to be -ed of (doing) sth. : bir işi yapmaktan korkmak, 3. - away/off : ürkütmek, korkutup kaçırtmak. to - away pigeons. He -ed oif his attaeker by ealling the police. 4. into : korkutaraklzorla yaptırmak, mecbur etmek. He -ed the old lady into signing the paper.



fringe to - s.o. into doing sth. : birisini korkutup bir işi yaptırmak. He was -ed into doing it : Onu korkusundan yaptı. S. - out of : (a)korkııdan yitirmek/kaybetmek. - s.o. out of his wits : birinin ödünü patlatmak. it nearly -ed him out of his wits (or his skin) : Ödünü patlattıfonu çok korkuttu. (b) korkutup engel olmak/alıkoymak. The presenee of police -ed many criminals out of attempting further erimes. 6. -able: korkutulabilir, ürkütülebilir, 7. -er: korkutan, ürküten, 8. -ingIy : korkutarak, ürküterek, korku/dehşet salarak, korkuturcasma. e.a.- 1&2. shoek, startle, dismay, intimidate, alarm, seare, terrify, terrorize, appall. frightened, sf ı. korkan, korkmuş, ürkmüş, ödü kopmuş, dehşet/korku içinde. The horse ran away from the fire. to be - : korkmak. She was - to look down from the top of the tall building. 2. - of: korkan, korkar. to be - of : -den korkmak. ödü kopmak. Same people are of thunder, others of snakes. 3. -Iy : korkarak, ürkerek, korkmuş bir halde, korku içinde. e.a.1. afraid, seared, fearful, terrified. frightening, sf ı. korkunç, dehşet verici. a - experience. 2. -Iy : korkunç/müthiş/dehşet verici bir şekilde. frightfuL, sf. ı. korkunç, müthiş, dehşet verici, tüyler ürpertici. a - explosion. a - thunderstorm. The battlefield was a - seene. 2. k.d berbat, kötü, çok fena, nahoş, iğrenç, çok zor. We're having - weather this week. The examination questions were -. A - headaehe. 3. k.d. pek çok, pek ziyade, aşırı derecede. a - number of losses. a - amount ofmoney. 4. -Iy : (a) korkunç bir şekilde, müthiş, (b) k.d. son derece, çok. Pm -ly sorry : Aman affedersiniz/çok müteessirim/ üzgünüm/çok özür dilerim. S. -ness : korkunçluk, korkutuculuk, dehşet. e.a.- 1. dreadful, terribie, alarming, fearfuZ, awful, 2. horrible, shoeking, revolting, hideous, harrid, ghastly, gruesome, unpleasant, annoying, 3. greai. k.a.- 1&2. delightfu!. frigid, sf 1. çok soğuk, dondurucu, buz gibi. The air on the mountaintop was -. The parts of the world near the North and South Poles are ealled - zones. 2. soğuk tavırlı, duygusuz, ilgisiz, heyecansız, ruhsuz. She smiled faintZy at him, it was a - greeting. A - reaetion to the pro-



posaZ. 3. resmı, gayrisamimı, soğuk. A weleome that was polite but -. 4. (kadm- cinsel bakım­ dan) soğuk, hissiz: (a) cinsel temasa karşı ilgisiz veya bunun aleyhinde olan, (b) cinsel temastan zevk almayan, orgazma ulaşamayan, S. -ity = -ness: (a) soğukluk, (b) duygusuzluk, hissizlik, ilgisizlik, soğuk davranış, 6. -Iy : soğuk bir şekilde, duygusuzca, ilgisizce, soğuk soğuk, heyecansız/cansız bir şekilde. e.a.-I. very eold, 2. unfriendly, unemotional, 3. stiff, forma!. Frigidaire ,is. buzdolabı, frijider. frigidarium, is., ç. -daria (eski Roma hamamlarında) soğukluk, serinleme yeri. Frigid Zone, is. Kutup Bölgesi: Kuzey/ Güney Kutbu ile eksen ucu çemberleri arasmda kalan soğuk bölge. frigorific, sf. soğutucu, dondurucu. frigorifico, is., ç. -ficos lsp. mezbaha ve buzhane tesisleri. frijol(e), is., ç. frijoles lsp. barbunya fasulyesi (Phaseolus) : Latin Amerika'da makbul bir gıda.



frill, is. &f. ı. fırfır, farbala, kırma(lı kuyaka vb.), 2. ABD- k.d. gereksiz süs, gösteriş, özenti, gösterişli tavır, yapmacık, 3. zoo!. kuş ve bazı hayvanların boyunlarındaki saçak gibi tüyler, 4. armila dd bat. bazı yosun saplarındaki ince zar, s. foto. fotoğraf filminin ucundaki kıvrım, 6. fırfır/farbala/kırma/kıvnm yapmak, kırmalarla süslemek, 7. kıvır(ıl)mak, kı­ nş(tır)mak, buruşturmak, 8. (fotoğraf filminin ucu) kıvrılmak, 9. -er: kırma/kıvrım/fırfır yapan, kırmalarla süsleyen. e.a.-1. ruffle, 6. erimp, 7. wrinkZe. frilled, sf kırmalı, kıvrımh, farbalah, süslü. frilled Iizard, is. zool. yakalı kertenkele (Chlamydo-saurus kingii) : Avustralya'da yaşa­ yan 90 cm uzunlukta ve boynunda dikleşebi­ len yaka gibi bir zar bulunan ağaç kertenkelesi. frillies, is. kd. kırmalı iç eteklik/kadm maş,



çamaşın.



frilling, is.



kırma(lı



etek vb.),



fırfır.



farba-



la. lı,



frilly, sf frillier, frilliest ı. kırmalı, fırfır­ farbalah, süslü, 2. kırmayı/fırfırı andıran, fır­



fınmsı.



fringe, is. &sf &.f. fringed, fringing ı. saçak, püsküL. The chesteifield had a - alang the bottom edge. 2. - of: dizi, sıra, çevreleyen şey-



1401



fringed gentian ler. a - of trees stood round the pool. 3. ıdkül, perçem. A - of hair over her forehead. The girl wore her hair in a - : Kız, saçını kakül yapmıştı. 4. (bitki) püskül, demet. a - of gmss along the sidewalk. 5. (hayvanda) kaküle benzer uzun tüy. The dog had long ears with a silky - to them. 6. kenar, çevre, etraf, kıyı. He had a little house on the -s of the forest. 7. yan, kanat, siyasi bir topluluğa gevşek bağlarla bağlı grup, bir bütünün özelliklerinden bir kısmını taşıyan ve bazı hallerde kolayca ayrılabilen dağınık kütlelerı topluluklar. lunatic - of a party : bir partinin aşırı kanadı. He belongs to the radical - of the labor movement. 8. fiz. girişim saçağı : ışığın girişimi sonucunda elde edilen ışıklı ve karan~ lık çizgilerden her biri, 9. kenat+, çevresel, yan+, dış+, kenarında/çevresinde/etrafında bulunan. a - area : kenar bölge, TV vericisinden uzak ve alışın zayıf/distorsiyonlu olduğu bölge, 10. tali, daha az önemli, asıl maksadınlkonunun dışında bulunan. We don 't want to spend too mueh time on - issues. 11. çevrelemek, etrafını çevirmek Isarmak, kenarında/çevresinde bulunmak. Guards -e the building to proteet it from the rioters. Bushes -d the road. A pool -d with trees. 12. saçaklkenar takmak, püskül geçirmek, 13. - benefit : ek çıkar, yan ödeme, maaş veya ücretten başka alınan paraimal (sağlık sigortası, emeklilik, iktamiye, prim vb.). One of the - be~ nefits of this job is free health insuranee. 14. land : (Kuzey Kanada'da) demir yolu (istasyo~ nu)ndan uzak arazi, 15. - my =- violet bat. kı­ vırcık zambak (Thysanatus) : Batı Avustralya'da yetişen ve kenarları kıvırcık mor salkım çiçek. ler açan kalımlı bitki, 16. - of coıısciousness psikoL. yan bilinç : herhangi bir anda bilincini dikkatin yoğunlaştığı konu dışında olan fakat farkına varılan olay(1ar), 17. - tree bat. püskül ağacı (Chionanthus virginieus) : zeytingillerden ABD'nin güneyinde yetişen dar, uzun petalli beyaz salkım çiçekler açan bodur ağaç, 18. -Iess : saçaksız, püskülsüz, 19. -like : saçaklpüskül gi~ bi. e.a.-lO. seeondary, lL. border. fringed gentian, is. bot. kıvırcık yılan otu (Gentiana erinita) : KD Amerika'da yetişen mavi kıvırcık çiçekli bir bitki. fringed orchis = fringed orchid, is. bat. dilimli orkide (Habernaria) : çeşitli renklerde çiçek açan, taç yaprakları dilimli birkaç çeşit orkide.



1402



fringed polygala, is. bat. şen kanat (Poly~ gala paueifolia) : KD Amerikada yetişen kıvır­ cık püsküllü, kırmızı, mor çiçekli bir bitki. flo~ wering wintergreen, gaywings d.d. fringillid, sf &is. zool. ı. fringilline d.d. ispinozgillerden Fringillidae familyasına men~ sup, 2. ispinozgillerden herhangi bir kuş. fringy, sf fringier, fringiest 1. püsküllü, saçaklı, 2. püskülümsü, püsküle/saçağa benzer. frippery, sf &is., ç. -peries 1. cicili bicili, süslü ve gösterişli, ucuz ve cafcaflı, bayağı, zevksiz, ufak, cüz'i, önemsiz, değersiz, işe yaramaz, 2. (elbisede) gereksiz süs, adi/ucuz/cicili bicili elbise, 3. değersizladi süs/ziynet eşyası, 4. gösteriş, yapmacık/sun'i (tavır/hareket). a mere -: sırf gösteriş. e.a.-l. tawdry, trifling, 2. finery, 3. gewgaws, trifles, 4. osterttation. Frisbee ,is. oyun diski : 23 cm ince plastik disk. Frisco, is. k.d. San Fnansisco (kısa1tılmışı) . frise, is. kıvırcık, frize kumaş veya halı. frisette = frizette, is. (kıvırcık) kakül, saç lülesi. friseur, is., ç. -seurs Pr. kadın berberi (er~ kek), kuaför. Frisian = Friesian, sf&is. 1. Frizon+, Frizon'a/Frizonlulara/bunlann diline ait, 2. Frizon~ lu, Kuzey Felemenkli, bunların dili, 3. Brit. bk.: Holstein, 4. - Islands : Frizon adaları: Kuzey Denizinde Hollanda, BatıAlmanya ve Danimar~ ka kıyılarında uzanan takımadalar. frisk, is. &f sıçrama, zıplama, hoplama, sıçrayarak oynama. The dogs were having a on the grass. 2. ABD- argo (el ile yoklayarak) üstünü aramaek), (silah, kaçak madde vb.) ara·· ma(k), 3. sıçrayıp oynamak, sıçrarnak, (zıp zıp) zıplamak. The lambs are -ing in the fields. 4. sallamak, zıplatmak, hoplatmak. - its taH: (at vb.) kuyruğunu saHarnak, 5. argo (bir kimsenin) üstünü ararken bir şeyini çalmak, araklamak, 6. -er: sıçrayan, zıplayan, 7..... ingly : sıçraya__ rak, zıplayarak. e.a.-l&3. gambol, romp, frolie, leap, skip. frisket, is. 1. koruyucu örtü : püskürtme boya yaparken boyanmaması istenen yerleri kap~ layan örtü, 2. basım el baskısında kağıdın baskı dışı kısımlarının kirlenmesini önleyen çerçeve.



frog frisky, sf friskier, friskiest 1. şen, neşeli, zinde, canlı. The spring weather' s making me feel quite ~. 2. oynak, oyuncu, civelek, yerinde duramayan, 3. friskily : neşeyle, canlılıkla, 4. friskiness : neşe, canlılık, zindelik, oynaklık. e.a.1. lively, frolicsome, playful. frit = fritt, is.&gl.f fritted, fritting 1. (a) cam hamuru, seramiklçini hamuru, (b) sır, 2. cam haline gelmeden önceki ham madde karı­ şımı, 3. cam hamurunu ergitmek. frit tly, is. zool. saydam sinek (Oscinosoma frit) : hububat tanelerine çok zararlı bir küçük sinek. fritlı, is. bk.: firtlı. fritillaria, is. bat. şah tuğu, tuğ ıaıesi (Fritil/aria) : zambakgillerden benekli mor çiçekler açan soğan köklü birkaç tür ot (Kutup bölgelerinde yetişir). fritillary, is., ç. -laries ı. bk,: fritillaria, 2. benekli kelebek (Argynnis, Dione ve Speyeria türleri) : turuncu kanatlarının üstü siyah benekli ve arka kanadm altı gümüş renginde süslü birkaç tür kelebek. fritter, is. &f ı. gen. ~ away : azar azar harcarnakJsarf etmekltüketmek, (zaman, para vb.) israf/ziyan/heba etmek, boşuna sarf etmek. -ing away our natural resources. She -s away all her moneyan cheap clothes. to ~ away one afternoon. 2. ufala(n)mak, parçala(n)mak, parça parça kes(il)mekldoğra(n)maklkıy(ıl)mak, 3. gen. - away : büzülmek,. ufalmak, küçülmek, azalmak. His fortune ~ed away. 4. parça, kırıntı, dilim, 5. (yağ da kızartılmış) çörek (içine elma vb. dilimleri konularak kızgın yağda pişirilir). e.a.1. waste, disperse, squander, dissipate, 3,. dwindle, shrink, 4. piece, fragment, shred. fritz, is. argo 1. bozuk şey, 2. on tlıe - : bozuk, çalışmaz halde. The TV is on the - again. e.a.- 2. out of order. Friulian, is. KD İtalya halkı, bunların lehçesi. frivoL, f -oled, -oling (Brit. ~oııed, -olling) k.d. 1. gereksiz/değersiz şeylerle vakit öldürmek, eğlenmek, 2. - away : vaktini boşa harcamak, heba etmek. - away one' s time. 3. -er = -ler : hayta, boş gezen, vaktini boşa harcayan. e.a.- 1. trifle. frivolity, is.. ç. -ties 1. havallik, hoppalık, hafifmerreplik, uçarılık, saçmalık, manasızlık. Her ~ of mind makes her unsuited to apasition



of trust. 2. haytalık, avarelik, vakit öldürme, gönül eğlendirme, (vaktini/parasım) boşa harcama/heba etme. frivolous, sf ı. önemsiz, ehemmiyetsiz, değersiz, üzerinde durmaya değmez. a - suggestion. He wasted his time on ~ matters. 2. anlamsız, manasız, saçma, boş. ~ conduct. 3. havaı, hoppa, hafifmeşrep, uçarı, gayriciddi. a - girl. ~ behavior is out of place in schooL. 4. -ly : havailikle, hoppalıkla, ciddiye almaksızın, önemsizce, anlamsızca, manasızca, 5. -ness: havaı­ lik, hoppalık, hafifmeşreplik, uçarılık; önemsizIik, anlamsızlık, manasızlık, saçmalık. e.a.- 1. trijling, petty, trivial, 3. silly, foolish, fickle, giddy. k.a.-1. weighty, important, vital, 3. mature, sensible, serious, earnest. friz = frizz, f frizzed, frizzing, is., ç. frizzes ı. kıvırmak, 2. kıvrılmak, kıvrım kıvrım olmak, 3. kıvrım, bukle, kıvırcıkhk, kıvırcık saç, 4. kıvırma, kıvrılma, kıvırcıklaşma, 5. -er: kı­ vıran.



frizette, is. bk.: frisette. frizzle, is.&f -zled, -zling ı. bk.: friz 0&2), 2. kıvrım, lüle, kısa saç kıvrımı, kıvırcık saç, 3. cızırda(t)mak,



cızırdatarak kızartmak,



cızırda­



yarak kızarmak, 4. frizzl~r : kıvıran, kıvırcık yapan. frizzly, sf -zlier, -zliest bk.: frizzy (1). frizzy, sf -zier, -zİest 1. kıvırcık, kıvrımlı, kıvır kıvır, 2. frizzily : kıvırcık bir şekilde, kı­ vır kıvır, 3. frizziness : kıvırcıklık. e.a.-l. frizzied, ji'izzly. fro, zf. 1. esk. hk.: from, back, 2. to and - : öteye beriye, şuraya buraya, ileri geri, aşağı yukarı. e.a.- 2. back and forth. frock, is. &gl.f ı. entari, fistan, kadın elbisesi, 2. iş gömleği / elbisesi, 3. cüppe, lata, papaz cüppesi/latası, 4. - coat d.d. frak, redingot, 5. cüppe giydirmek, 6. papaz tayin etmek, 7. ~less : entarisiz, cüppesiz. e.a.-l. gown, dress, 2. smock. froe, is. ABD bk.: frow. frog, is.&gs.f frogged, frogging ı. zool. kurbağa, su kurbağası (Rana). American bullfrog : öküz kurbağası (Rana catesbyana). tlying - : uçar kurbağa (Rhaco-phorus nigrapalmatus). grass - : çayır kurbağası (Rana temporaria). jumping -: çevik kurbağa (Rana agilis). lake - : göl kurbağası (Rana ridibunda). moor ~ :



1403



frogeye mağrip kurbağası



(Rana arvalis). water - : yesu kurbağası (Rana viridis). 2. ses kısılması. a - in one's throat : ses kısılması/kısıklığı. He had a - in his throat : Sesi kısıldı. 3. b.h.- hkr. Fransız, 4. (çiçeklerin düzgün durması için vazo dibine konulan) tutucu, çiçek altlığı, 5. kılıç askısı : kemere bağlı olup kılıç kınını tutan askı, 6. d.y. makas göbeği : rayların çaprazvari kavuştukları nokta, X şeklindeki ray düzeni, 7. tır­ nak içi/çıkıntısı : at, eşek vb. tırnağının ortasın­ da üçgen biçimindeki çıkıntı, 8. toka, çapraz : kordonla kumaşın üzerine yapılmış kıvrımlıl süslü düğme iliği, 9. kurbağa yakalamak/avlamak, 10. - kick : kurbağalama yüzüş, 11. -lily : sarı su zambağı, 12. - spit =- spittle : (a) bk.: cuckoo spit, (b) su yosunu : su yüzüne yayılan yeşil tatlı su yosunu, 13. -like : kurbağa gibi, kurbağaya benzer. frogeye, is., ç. -eyes bitki pato1. kurbağa gözü, bazı küf1erin yapraklarda sebep olduğu bir hastalık : etrafı koyu renk çerçeveli beyaz lekeler halinde görüıür. frogfish, is., ç. -fish, -fishes bk.: angler (2). froggy, sf -gier, -giest ı. kurbağaya özgü, 2. kurbağalı, kurbağası çok, kurbağa dolu, 3. şil



kurbağamsı, kurbağayı andıran.



froghopper, is. zoo1. tükrük böceği (Cercopidae) : küçükken bitkilerin tükrüğe benzer ifrazatı üzerinde yaşayan çekirgeye benzer bir böcek. spittle insect, spittle bug d.d. frogman, is., ç. -men kurbağa adam. frogmarch, f Brit. ı. (birisini) kolundan tütüp sürüklemek, 2. dört kişi birisini kolların­ dan ve bacaklarından tutup yüzü yere dönük durumda götürmek. . frogmouth, is. zoo1. keçisağan (Podargus) : Hindistan ve Avustralya'da bulunan çok geniş gagalı gece kuşu. Avustralya yerlileri mopoke adını verirler. goatsucker d.d. frogspawn, is. kurbağa yumurtası. frolic, is. &sf &f -licked, -licking 1. eğlen­ ce, neşe, zevküsafa, coşkunluk, coşma, gülüp eğlenme, eğlenceli oyun. have a - : eğlenmek, eğlenceli oyun oynamak. The children are having a - before bedrime. 2. gülüp eğlenmek, hoplayıp zıplamak, neşe ile koşuşmak. The young lambs were -king in the field. 3. başkasına oyun oynamak, şaka yapmak, 4. esk. şen, neşe-



1404



li, canlı, hayat dolu. e.a.- 1. fun, gaiety, merriness, merrymaking, party, 2. sport, romp, gambol, havefun, 3. gay, merry, full offun. frolicker, is. gülüp eğlenen, hoplayıp zıp­ layan, neşe ile koşuşan. frolicksome, sf ı. frolicky d.d. şen, şuh, oynak, civelek, eğlenceyi seven. Young creatures are naturally -. 2. -ly : neşe ile, şen/şuh bir şekilde, 3. -ness: şenlik, neşe, şuhluk, oynaklık. e.a.- 1. gay, playful, merry. from, prep. ı. -dan/-den/-tan/-ten. - Ankara : Ankara'dan. far - the city : şehirden uzak. ten kilometers - the shore : kıyıdan on kilometre (uzakta). i received aletter - my mother : Annemden bir mektup aldım. - 50 to 60: 50'den 60'a kadar (50 ile 60 arası). - morning to noon : sabahtan öğleye kadar, 2. -den dolayı, ... nedeniyle. He died - starvation: Açlıktan öldü. 3. -den beri, -den bu yana. - childhood : çocukluktan beri. - this date onward : bu tahrihten itibaren, bu tarihten sonra, 4. -lı/-li/-Iu/-lü. He is - Edirne: Edirnelidir. He is - Iran: İranlıdır. 5. -e göre/nazaran, -e bakılırsa. From the evidence, he must be guilty : Delillere bakılırsa suçlu olması gerekir. - what i heard : işittiği­ me göre, 6. as - : -den itibaren, -den başlayarak, 7. - time to time : ara sıra, bazan. fromage, is. Fr. peynir. e.a.- cheese. fromenty, is. Brit.- k.d. bk.: frumenty. frond, is. bot. ı. dilim yaprak : dilimli ve ekseriya geniş yüzeyli yaprak (eğrelti ve palmiye yaprakları gibi), 2. dal yaprak: yaprak ve dal görevlerinin bir arada bulunduğu filiz sürgünü (eğrelti ve deniz yosunlarında görülür), 3. -ed: dilim yapraklı, dal yapraklı. frondescence, is. ı. yapraklanma (işi, süresi), 2. yapraklar, 3. frondescent: yapraklanmış. e.a.- 2. leafage, foliage. frondose, sf bot. ı. dilim yapraklı, dilim yaprağı andıran, 2. -ly : dilim yapraklı olarak. front l , is. 1. ön, cephe, ön taraf, ön yüz. the - of a dress. the - of the house. come to the - : öne gelmek. go to the front : öne/cepheye gitmek, 2. baş, en ileri/yüksek/başta gelen yerı mevki. to be at the - of : en önde/başta gelmek, ileride olmak. We are at the - of scientific research. 3. kenar, kıyı, yol/kıyı boyunca uzanan arazi şeridi, arsanın yola/kıyıya bitişik kenarı.



frontal the sea/lake - : deniz/göl kenarı. a house on the - : deniz/göl/nehir kıyısında bir ev, 4. ortak cephe, birleşik hareket grubu, aynı amaç uğrunda birleşen kişiler topluluğu. the labor - : işçiler cephesi/grubu, 5. (fahri) başkan, 6. gizli cephe, gizli maksatları örtmekte kullanılan görünüşte saygıdeğer kişi/grup/kurum, 7. (a) tavır, tutum, davranış. present a bold - : cesaret göstermek. put a bold - on it : cesur görünmek, cesaret taslamak. (b) mec. yüzsüzlük, arsızlık, küstahlık, cü!" et. have the - to do sth. : bir şey yapmaya cür' et etmek, küstahlıkta bulunmak, 8. k.d. gösteriş, kibir, kendini beğenmişlik, kendine fazla önem verme, kendini yüksek görme, 9. göğüs­ lük, kolalı gömlek göğüslüğü, takılıp çıkarılabi­ len kolalı göğüslüklönlük, 10. tiy. seyircilerin oturduğu kısım,lI. (otel) sıra kendisinde olan uşak, 12. meteor. (soğuklsıcak) cephe : soğuk ve sıcak hava kütlelerinin birleşme yüzeyi. The weather report says there is a cold - approaching from the north. 13. s.bl. ön. - vowel : damaksıl, ön ünlü, 14. Brit. (pHijda) tahtadan yapıl­ mış gezi yeri, 15. şiir mevsim/ay başlangıcı, 16. alan, saha, faaliyet alanı. progress on the educational -: eğitim alanındaki ilerleme, 17. esk. alın, yüz, 18. Cnd. (a) ülkenin hudut boyundaki meskfin ve medeni kısmı, (b) Kuzey Buz Denizi kıyılarında ilkbaharda ayı balığı avlama bölgesi, 19. - to - : yüz yüze, karşı karşı­ ya, 20. in - : (a) önde, ileride. The driver sits in - and the passengers sit behind. (b) ön(ün)den, ön tarafından. This dress fastens in -. 21. in - of: (a) önünde. The car parked just in - of the house. (b) huzurunda, yanında, karşısında, ... varken. You shouldn't use such bad language in of the children. 22. in the - bk.: in -. 23. out - k.d. (a) (tiyatroda) seyirciler arasında. My family are out - this evening, so i shall hope to give a good performance. (b) giriş ,kapısı önünde, (c) yarışmacıların önünde, 24. out in - : önünde, ileride. way out in - : ta ileride, en önde, 25. up - k.d.- sp. en önde, ön sırada/tarafta. players who play up - : en önde oynayan oyuncular. front 2, sf 1. ön+, cephe+, karşH, öne/ön tarafa ait. - tooth : ön diş. - garden : ön bahçe. - room: ön oda. - bench Brit. (parlamentoda) ön sıralar, parti liderleri. - line As. cephe, 2. ön-



den, cepheden, karşıdan. - view : önden/karşı­ dan görünü ş, 3. ilk, baş, ön. the - page. - matter basım kitabın baş sayfaları, asıl metinden önceki sayfalar. 4. s.bl. ön: dil öne uzatılarak telaffuz edilen. - vowels. 5. gizleyici, gizlemeye/ örtmeyelgizli tutmaya yarayan. Certain rich men who wish to remain unknown are using a - organization to hide their trade in forbidden goods. 6. golf ilk dokuz kuyu. He did the - 9 in 34 strokes. front 3, f. ı. yönelmek, yüzünü (bir tarafa) dön(dür)mek, teveccüh etmek, bakmak, dönükl müteveccih olmak. The house -s east. The hotel -s on the main road. 2. cephe teşkil etmek, cephesine/önüne yerleştirmek, önünü/cephesini kaplarnaklörmek. The house is -ed with brick : Evin cephesi tuğla örülüdür. 3. yüz yüze gelmek, karşılaşmak, 4. karşı gelmek, karşısına çık­ mak, önünü kesrnek, meydan okumak. to - the enemy bravely. 5. (yasa dışı bir eylemi) gizlernek, örtrnek, yasa dışı bir eylem için birleş­ mek. Some claimed that the docker's union -ed for the smuggling ring. 6. - on : kıyısında/ke­ narında/nazır olmak. a ten-acre plot -ing on a lake: Göl kıyısında 40,470 m 2 lik arazi. e.a.1. face, 2. confront, 4. oppose, defy. front 4, ünl. 1. Öndeki! Sıradaki! (otelde hizmet sırası olan uşağı göreve çağırmak için söylenir) 2. As. Öne! Karşıya! (bak, gel vb.). frontage, is. ı. (bina, arsa vb.) ön, cephe, yüz. The shop has -s on 2 busy street. 2. cephe uzunluğu, 3. (bina vb. cephesinin baktığı) yön, cihet, 4. sokağa/nehire vb. cephesi olan arsa/ arazi, 5. bina ile sokaklnehir/göl arasındaki boş­ luk, 6. - road: servis yolu: bir mülkü ana yola bağlayan yol. frontal, sf &is. ı. öneden), cepheeden), karşıedan). - attack : cephe taarruzu, önden/karşı­ dan saldırma. full .~ undUy : vücudun ön kısmı­ nın tam çıplaklığı (tenasül organlarını da gösterecek şekilde), 2. anat. (a) alm+. - bone: alın kemiği. - lobe : beynin alın tümseği. (b) alın kemiği, 3. meteor. cephe+, farklı hava kütlelerini ayıran yüzey (ile ilgili). A new - system is moving toward us from the west. 4. (kilise) mihrap örtüsü, 5. mim. cephe, binanın ön yüzü, 6. esk. alın bağı, 7. -ly : önden, cepheden.



1405



front burner front burner, is. k.d. öncelikli/en önemli konu. on the - - : çok önemli, öncelikli. Weffare reform is on the - - . front court, is. basketbol takımının ön savunma alanı, takımda ön ve merkez oyuncu yeri. front diye, is. ön dalı Ş : yüzü suya dönük olarak dalış. front foot, is. ABD bir kademlik (30.5 cm) cephe uzunluğu: arsalarda cephe uzunluk birimi. frontier, is. &sf 1. hudut, sınır. a - town : hudut kasabası. Turkey has -s with Russia and Iran. 2. en uzak meskiln bölge, 3. gen. -s : ( bilgi vb.) sınır, limit, hudut. The -s of medical knowledge. 4. -like : hudut gibi, hudut şeklinde. e.a.- 1. boundary, border. frontiersman, is., ç. -men ABD sınır halkı, hudutta yaşayan kimse. frontispiece, is. 1. kitabın başındaki resimli/süslü sayfa, 2. mim. (a) süslü cephe, binanın (süslü) cephesi, (b) alınlık, kapı üstündeki üçgensel süs. e.a.- 2. (a)façade, (b) pedimento frontless, sf esk. 1. utanmaz, adanmaz, hayasız, 2. -Iy : utanmadan, 3. -ness: utanmazlık, arlanmazlık, hayasızlık. e.a.-I. shameless, unblushing. frontlet, is. 1. (hayvanlarda) alın, 2. (kuş­ larda tüyü değişik renkli) alın, 3. frontal d.d. alın bağı, 4. (Yahudilerde) alında taşınan muska. front man, is., ç. front men ı. önder, öncü, önde/başta gelen kimse, temsilci, 2. (sirk vb.) çığırtkan. front money, is. öndelik, peşin ödenen para, avans. fronto:, ön ek ı. anat. "alın, alın kemiği". ör.: frontoparietal, 2. meteor. "cephe+". ör.: frontogenesis. front office, is. genel merkez : bir kurumun en büyük yöneticisinin bulunduğu bina/daire. frontogenesis, is. meteor. cephe oluşumu: soğuk-sıcak hava kütleleri arasında bir cephenin doğması/genişlemesi. bk.: frontolysis. frontolysis, is. meteor. cephe dağılunı/çö­ zülümü : soğuk-sıcak hava kütleleri arasındaki cephenin kaybolması. bk.: frontogenesis. fronton, is. "jai alai" oynanan bina.



1406



front-page, sf &f -paged, -paging ı. (gazetenin baş' sayfasına geçecek kadar) önemli/ heyecanlı. - news : önemli haber(ler), 2. (gazetenin) baş sayfasına basmak. frontopalatal, sf&is. s.bl. ön damaksıl (sessiz harf). frontparietat sf. (kafatasının) ön yan kemiği+.



front rank, is. en üstün durumda/en ön safta olan kimse. front-rank : en üstün, ön safta, başta, birinci. front room, is. ön oda, sokağa bakan/ön cephedeki oda, misafir odası. e.a.- living room, parlar. front rünner, is. ı. sp. önde koşan, baş koşucu, 2. (herhangi bir yarışmada) birinci, baş­ ta gelen yarışmacı. front sight, is. (tüfekte) arpacık. front-view, is. önden görünüş, cephe resmi, elevasyon. frontward(s), zf. öne dağnı, önüne, önünde. front-wheel drive, si & is. önden çekişIi, yalnız ön tekerlekleri motor gücü ile devinen (araç). früre, sf. esk. donmuş, buz tutmuş. e.a.frozen, frosted. frosh, is., ç. frosh k.d. üniversiteye/koleje yeni giren öğrenci. e.a.- freshman. frost, is. &i 1. don, donma hiUi. - has killed severalaf our new plants. 2. ayaz, dondurucu soğuk. There was a !wra - last night. The young shoots on the trees have been damaged by a iate - (= one towards the end of spring). 3. hoarfrost d.d. : kırağı. The grass was covered with - in the early moming. white - : kırağı. black - : (kırağısız) kuru soğuk, 4. soğuk davranış, soğukluk, 5. k.d. tam başansızlık/muvaffaki­ yetsizlik, fiyasko, başarısız iş/girişim/olay. The party was a -, no one enjayed it at alL. 6. degree of - Brit. donma noktası altındaki soğukluk derecesi (Fahrenheit olarak). 10 degrees of - is equivalent to 22 OF. There was 20 degrees of last night and the river's completely frozen. 7. don(dur)mak, buz utmak, buzlanmak. The fields -ed over on this wintry moming. 8. kırağı tutmak, kırağılanmak, kırağı ile kaplanmak, 9. dondurarak mahvetmek/öldürmek, 10. (pastaları) şekerlemek, şekerli karışımla kaplamak,



frow 11. (boya/vernik vb.) üstü katılaşmak, katılaşıp ince bir tabaka oluşturmak, 12. (cam) buzlu yapmak, 13. ayazlatmak, 14. (saçı) (iHlçla) ağ artmak, kırlaştırmak, 15. argo canını sıkmak, sinirlendirmek, kızdırmak, 16. -less : donmamış, dansuz, 17. -like : donmuş/buz gibi. e.a.- 5. fiasco, failure, 7. freeze, 10. ice, 15. annoy, irritate. frostbite, is. &gL.f -bit, -bitten, -biting ı. soğuk vurması, (soğuktan) donma, ayazlama, kışta kalma. He is suffering from -. 2. donmak, ayazlamak, soğuk vurmak, kışta kalmak. frostbiting, is. soğuk havada yelkencilik sporu. frostbitten, sf&f 1. (a) donmuş, soğuk vurmuş, ayazlamış, donarak çürümüş. - vegetables. (b) kışta kalmış, soğuktan donmuş. - toes. 2. bk.: frostbite (sff). frost boil, is. (parke caddede) soğuktan çatlayıp kabarmış kısım.



frostbound, sf donmuş, donuk, donu çö(toprak). Tha garden's still-, it's usele ss to think ofplanting anything. frosted, sf ı. donmuş, soğuk vurmuş, 2. buzlu (cam vb.), 3. şekerlemeli, şekerle kaplı (pasta vb.), 4. çabuk donan. e.a.-I. frostbitten, 4. quick-frozen. frostfish, is., ç. -fish, -fishes bk.: tomcod. frostf1ower, is. bat. 1. mum çiçeği (Milla biflora) : zambakgillerden GB ABD ve Meksika'da yetişen bir bitki, 2. bunun yıldız biçiminde, beyaz, mumlu yapraklı çiçeği, 3. yıldız çiçeği. e.a.- 3. astero frost fog, is. meteor. bk.: pogonip. frost heave, is. jeol. (yer altı sularının donması nedeniyle) toprak kabarması. frosting, is. ı. şekerleme : pastaların üzerİne kaplanan şekerli karışım, 2. mat yüzey (maden, cam vb.), 3. cam tozundan yapılmış süs malzemesi. frost line, is. donma derinliği ,: azanu donmuş toprak derinliği. frostwork, is. ı. buz çiçekleri: cam üstünde buzlanmadan ileri gelen süslü şekiller, 2. buzlu cam süsü : buz çiçeği taklidi olarak carn/maden üzerine yapılan SÜS. frosty, sf frostier, frostiest 1. soğuk, buz gibi, dondurucu. - weather. It was a cold - day. The air was bright and -. 2. kırağılı, kırağı kapzülmemiş



lı, kırağılanmış, kırağı tutmuş/düşmüş, don



miş,



3. (saç)



kır,



ak,



kırlaşmış, ağarmış,



ye4. (taolma-



vır/davranış) soğuk, donuk, cana yakın yan, uzak, samimiyetsiz. a - reception : soğuk bir kabul/karşılama. She gave me a - greeting: it was plain that she hadn 't forgiven me. 5. yaş­ lılıktan/ihtiyarlıktan ileri gelen, 6. frostHy : soğuk bir şekilde, 7. frostiness : soğukluk, don (ukluk). e.a.-l. freezing, very cold, 4. cold, unfriendly. froth, is. &f 1. köpük, 2. (hastalıktan ileri gelen) köpüklü salya, 3. saçma, boş/anlamsız söz, 4. köpür(t)mek, köpük saçmak, köpük bağ­ lamak/çıkarmak. Before washing the clothes, up the soap mixture. The sea was rough, and the waves. -ing round the rocks. 5. - at the mouth : ağzı köpüklü, ağzından köpükler saçılan, 6. to be -ing at the mouth k.d. çok kızmak/ köpürmek, öfke ile ağzından köpükler saçmak. My bass is very angry, he' s -ing at the mouth. e.a.- 1. foam, spume, 4. foam. frothy, sf frothier, frothiest ı. köpüklü, köpüren, köpük saçan. This glass of beer is very -, there's only half a glass of drink in it. 2. saçma, önemsiz, değersiz, cüz'i, sathi, esassız, asılsız, hayali, hafif, tüllköpük gibi. a - piece of amusement. - poetry. - garments. 3. frothily : köpüklü köpüklü, köpüklü bir şekilde, köpürerek, 4. frothiness : köpüklülük, köpürme. frottage, is. ı. sürtme resim : kağıt altına kabartma bir resim koyup üstten kara kalem sürterek resim yapma; bu tür yapılan resim, 2. psikoL. kertme : bir şeye/kimseye sürtünerek cinsel bakımdan tatmin olunma. frotteur, is. psikoL. kerten: sürtünerek cinsel bakımdan tatmin olunan kimse. froufrou, is. ı. (etek, kumaş vb.) hışırtı, hı­ şırdama, 2. (kadın elbisesinde) fırfır, aşırı süs, 3. k.d. şıklık taslarna. e.a.-I. rustling, swish, 3. fanciness. frounce, İs. &f frounced, frouncing ı. esk. yapmacık, gösteriş, sun'i/yapma sevgi gösterisi, 2. esk. (saçlarını) kıvırmak, kıvırcık yapmak, 3. kırış(tır)mak, buruş(tur)mak, pli yapmak, 4. esk. kaşlarını çatmak. e.a.- 1. affeetation, 2. curl, 3. pleat, 4. frown. frouzy, frouzier, frouziest, bk.: frowzy. frow =froe, is. ABD keser.



1407



froward froward, sf 1. inatçı, asi, itaatsiz, ters, aksi, serkeş, dik kafalı, 2. esk. muhalif, 3.....Iy : inatla, inatçılıkla, aksi aksi, isyan edercesine, 4. -ness : inatçılık, asilik, itaatsizlik, serkeşlik, dik kafalılık. e.a.-l. contrary, disobedient, intractable, refractory, 2. adverse. k.a.-l. compZiant, obedient, tractable. frown, is. &f 1. kaş(larını) çatmak. She -s when the sun gets in her eyes. 2. kaş çatarak/ öfke ile/hiddetle bakmak. The teacher -ed at the noisy class. 3. gen. - on/upon : uygun/hoş görmemek, ayıplamak, tasvip etmemek, menetmek, doğru bulmamak. Mary wanted to go to Europe by herself, but her parents -ed on the idea. 4. (cansız şeyler) korkunç gözükmek, korku/ haşyet uyandırmak. -ing cl{ffs. The mountains down on the plain. 5. kaş çatma. She looked at her examination paper with a-. 6. hiddetli/ öfkeli bakış, 7. çatık kaş, kaş çatılınca alında meydana gelen kırışıklık. You'lI develop a deep - if you don't wear your glasses for reading. 8. uygun görmediğini/doğru bulmadığını gösteren ifade, 9. -er : kaşlarını çatan, çatık kaşlı kimse. e.a.-l. scowl, glower, lower, gloom, 3. disapprove. k.a.-l. smile. frowning, sf ı. çatık kaş1ı, asık suratlı, abus, 2. -ly : kaşlarını çatarak, hiddetle, memnun olmadığını belirterek. frowst, is. &f Brit. - k.d. ı. (pencereleri kapalı ve sıcak bir odadaki) bozuk/sıkıcı hava, havasızlık. Open the window; there' s a terrible in here! 2. (havası bozuk bir odada) kapalı kalmak. After -ing in the office all day, he was glad to take a walk. frowsty, sf frowstier, frowstiest Brit.k.d. ı. havası bozuk, küflü, pis kokulu, bunaltıcı, ufunetli, 2. frowstily : sıkıcı/buna1tıcı bir şekil­ de, 3. frowstiness : havasızlık, hava bozukluğu, buna1tıcılık, sıkıcılık. e.a.-l. musty, ill-smelling, stuffy, frowzy. frowzy, sf frowzier, frowziest (frouzy ş.d.y.) 1. pis, kirli, dağınık, pasaklı, hırpani, şapşal, çirkin, 2. havası bozuk, küflü, pis kokulu, bunaltıcı, ufunetli, 3. frowzily : pislkirli! hırpani bir şekilde; sıkıcı/buna1tıcı bir şekilde, 4. frowziness : pislik, kirlilik, dağınıklık, pasaklılık, (hava) bozukluk, buna1tıcılık. e.a.-l. slovenly, dirty, untidy, slaltemly, unkempt, 2. frowsty, musty, stuffy, stale, ill-smelling.



1408



froze, f bk.: freeze (pt). frozen, sf&f 1. bk.: freeze (pp), 2. donmuş, donuk, buzlu, buz kesilmiş. The water in the pail was -. 3. çok soğuk, buz gibi, 4. soğuk­ tan donmuşlhasar görmüş, donarak ölmüş, 5. buz tutmuş, buzla tıkanmış/kaplanmış. a - waterpipe. a - lake. 6. (duygu, his, tavır, davranış vb.) soğuk, samimiyetsiz, hissiz, duygusuz, 7. (yiyecek) dondurulmuş. - food/vegetables/ meat. 8. ekon. (a) (fiyat, maaş vb.) dondurulmuş, sabit, belirli bir düzeyde sabit tutulan, artıp eksilmeyen. - prices : sabit/dondurulmuş fiyatlar. (b) (mal vb.) kolayca paraya çevrilemeyen. - , assets: donmuş kıymetler. - credits : dondurulmuş krediler, 9. - custard =ice milk : kaymaklı dondurma, 10. - sleep tıp bk.: cryotherapie, ll. -ly : dondurulmuş bir şekilde, 12. -ness : doneduru1)ma, donukluk, donmuşluk. frs. =francs. F.R.S. =Fellow of the Royal Society (scientific). F.R.S.A. = Fellow of the Royal Society of Arts. fruet- fructi-, ön ek "meyve-". ör.: fructiferous. fruetiferous, sf 1. meyveli, meyve veren, 2. verimli, semereli, 3. -ly : meyveli/verimli bir



=



şekilde.



fructification, is. 1. meyve verme, yemiş­ lenme, 2. meyve, yemiş, 3. meyve organları. fructify, f -fied, -fying ı. meyve vermek, verimli olmak, 2. meyve verir hale getirmek, verimlileştirmek, mümbitleştirmek, 3. fruetifier : verimlileştiren, mümbitleştiren. e.a.- 2. fertilize. fruetose, is. kim. ecz. meyve şekeri, früktoz: C6Hl2ü6 : Meyvelerde ve balda bulunur. Besin olarak ve· hastaları damardan beslernekte kullanılır. levulose, fruit sugar d.d. fructuous, sf 1. verimli, meyveli, meyve veren, semereli, mümbit. a - land. 2. yararlı, faydalı, karlı, kazançlı, 3. -ly : verimli/yararlı/ kazançlı bir şekilde, 4. -ness : verimlilik, mümbitlik, yararlılık. e.a.-l. fruitful, productive, fertile, 2. profitable. frug, is.&f frugged, fruggiı;ıg (bir nevi) tvist dansı (oynamak).



froward frugaL, sf ı. tutumlu, idareli. She' s always of her money. 2. sade, basit, miktarca az, kıt kanaat. They lived simply, and usually had a supper of bread and cheese. 3......ity =-ness: tutumluluk, 4. -ly : tutumla, idare ile, tutumlu/idareli bir şekilde. e.a.- 1. thrifty, provident, economicaz. k.a.-1. lavish, wasteful. frugivorous, sf meyvecil, meyve yiyen, meyve ile beslenen (bazı yarasaıar vb.). fruit 1, is., ç. fruits/fruit ı. meyve, yemiş. dried - : kuru yemiş. soft ~ : çilek vb. gibi yumuşak meyve. ~ eup : bardaklkadeh içinde verilen karışık meyve salatası. ~ salad: meyve salatası. ~ knife : meyve bıçağı. stone ~ : çekirdekli meyveler. ~-bud : çiçek/meyve veren tomurcuk. 2. bot. bitkinin tohumlu/çekirdekli kısmı, 3. mec. sonuç, semere, netice. Their plans haven't borne - : PUinları bir sonuç vermedi. His failure is the ~ of laziness. 4. mec. ürün, mahsul, hasıla, verim. His invention was the - of much effort. 5. fin. kar, kazanç, 6. döl, evlat, nesil, 7. argo ibne, erkek homoseksüel, 8. Brit. - argo ahbap. old - : eski ahbap (nadiren kullanılır), 9......like : meyve gibi, meyveye benzer. e.a.-3. outcome, resuZt, consequence, 4. product, 6. offspring, progeny, 7. homosexual. fruit 2, f 1. meyve ver(dir)mek. The tree ~s in the late summer. Pruning will sometimes - a tree. 2. verimli olmaklkılmak, sonuç/netice ver· (dir)mek. fruitage, is. 1. meyveler, 2. meyve ürünü, 3. meyve verme, 4. sonuç, netice. e.a.- 4. result, eonsequence. fruitcake, is. 1. meyveli pastalkek, 2. argo terelelli, garip, acayip kimse. as nutty as a - : ~



zırdeli.



fruited, sf ı. meyveli, meyve/ürün veren, 2. meyveli, meyve ilave edilmiş. fruiter, is. ı. meyveci, meyve üretici/ye~ tiştirici, 2. meyve taşıyan gemi, 3. manav, 4. mey~ ve ağacı. , fruiterer, is. Brit. manav, meyve tüccarı, kabzımal.



fruit Oy, is. zooz. ı. meyve sineği (Trypetidae Ceratitis/Anastrepha) : larvaları meyvelere zarar veren birkaç çeşit haşerat, 2. drosophiIa d.d. meyve kelebeği : larvaları meyve ile beslenen ve kendisi kalıtım araştırmalarında kullanı~ lan kelebek türü.



fruitfuL, sf ı. meyvesi bol, bol meyveli, bol meyve/ürün veren, 2. verimli, mahsuldar. a gardenlsoil. 3. iyi sonuç veren, yararlı, faydalı, karlı, semereli, müsmir, 4. -ly : verimli/mahsul dar/yararlı/faydalı bir şekilde. He used his time -ly in the leaming of several languages. 5. ~ness : verimlilik, mahsuldarlık, yarar(lılık), fayda(lılık). e.a.-2&3. productive, fertile, 3. profitable. k.a.- 1-3. unfruitful, fruitless, 3. barren. fruition, is. 1. gerçekleşme, iyi/yararlı sonuç verme. - of one' s labor. Her plans have at last come to -. 2. doyum, doygunluk, tatmin o~ lunma, erişilen/gerçekleştirilen bir şeyden duyulan haz/zevk, 3. (ağaç) meyve verme. e.a.1. realization, fu(fillment, accomplishment, consummation, 2. enjoyment. fruitless, sf ı. verimsiz, semeresiz, yarar~ sız, faydasız, nafile, beyhude, sonuçsuz, neticesiz, başarısız. So far the search for the missing boy has been -. 2. meyvesiz, kısır, 3...... Iy : boş yere, nafile olarak, bir sonuca ulaşmaksızın, başarısız bir şekilde, 4. -ness: verimsizlik, seme~ resizlik, yararsızlık, faydasızlık, başarısızlık, sonuçsuzluk. e.a.-l. useless, unproductive, ineffeetive, unprofitable, futile, bootless, unavailing, idle, 2. unfruitful, sterile, bm'ren. k.a.- 1. usefuZ, profitable, 2. fertile, fruitful. fruitmachine, is. Brit. otomatik kumar makinesi. fruit nappie = fruit nappy, is. meyve/tat~ lı tabağı.



fruit ranelı, is. meyve bahçesi/çiftliği. fruit stand, is. meyve tablası/sergisi, iş­ porta. fruit sugar, is. meyve şekeri, früktoz. e.a.- fruetose. fruit tree, is. meyve ağacı. fruitwood, is. &sf meyve ağacı kerestesi (nden yapılmış). fruity, sf fruitier, fruitiest 1. meyveli, meyve gibi, meyve tadında/lezzetinde,. 2. güzel kokulu, rayihalı, lezzetli, 3. çok tatlı, bal gibi, ballı, şekerli, 4. aşırı tatlı dilli, mühefit, sokulgan, yaltakçı, 5. zevk verici, hoş, ilginç ve açık saçık. His deseription was - but embarrassing. 6. ABD· argo deli, sapık, 7. ABD-argo ibne, götveren. e.a.- 2. pungent, 3. sweet, mellifluous,



1409



frumentaceous cloying, syrupy, 4. unctuous, ingratiating, 5. attractive, suggestive, interesting, enjoyable, 6. crazy, wacky, insane, 7. homosexual. frumentaceous, sf tahılımsı, buğdayımsı, tahıl türünden, buğdayaltahıla benzer. frumenty fromenty furmenty furmety, is. Brit.- k.d. sütlü aşure : süt, şeker, yarma, üzüm ve zencefille pişirilen aşureye benzer



=



=



=



tatlı.



frump, is. rüküş, derbeder, hırpanı, pasake.a.- dowdy, drab. frumpily = frumpishly, if rüküş/pasaklı



lı kadın.



bir



şekilde.



frumpiness



=frumpishness,



is.



rüküş1ük,



pasaklılık.



frumpish, ,~f rüküş, pasaklı, çirkin, biçimsiz. frumpy, sf frumpier, frumpiest bk.: frumpish. frustrate, sf &f -trated, -trating ı. işini bozmak, işi bozulmak, (pIa,nlarını/çabalarını) boşa çıkarmak, iptal etmek, (emek/çaba) boşa gitmek, mec. suya düş(ür)mek. Heavy rain -d our plan for a picnic. 2. (amaca ulaşmasına) engelolmak, akamete uğratmak, yenmek, (başarı­ ya ulaşmasını) önlemek, etkisiz bırakmak. to an opponent. 3. hayal kırıklığınalhüsrana uğra­ (t)mak, canını sıkmak, canı sıkılmak, üz(ül)rnek. It is frustrating to stand in line for an hour to get into a movie and then not get seats. 4. esk. bk.: frustrated. e.a.-1. balk, foil, check, defeat, baffle, nullify, 3. disappoint, thwart. frustrated, sf ı. üzgün, meyus, hayal kı­ rıklığına uğramış, cesareti kırılmış. Everything had gone wrong that dayand by evening she was so - that she couldn 't enjoy the show. 2. amacınaiılaşamamış, yenilgiye uğramış, emeği boşa gitmiş.e.a.-1. disappointed, 2. thwarted. frustrater, is. üzen/hayal kırıklığına uğra­ tan şey. frustrating = frustrative, sf ı. üzücü, sinirlendirici, sinir bozucu, hayal kırıklığına uğra­ tan, 2. engelleyen, boşa çıkaran, sonuçsuz bıra­ kan. frustration, is. ı. hüsran, yeis, sinirlilik, asabiyet, hayal kırıklığı, (amaca ulaşamamak­ tan, engellere çarpmaktan ileri gelen) üzüntü, üzgünlük. Life is full of -s for most people. 2. üz-



1410



me, hayal kırıklığına uğratma, 3. boşuna uğraş­ ma, amaca ulaşamama, 4. iptal/men etme, so-nuçsuz bırakma. frustule, is. bot. tek gözeli su yosununun silisli çeperi. frustum, is., ç. -tums, -ta geom. kesik koni. frutescent, sf ı. çalı gibi, çalımsı, çalıya benzer, fundamsı, 2. frutescence: çalımsılık, çahya benzerlik. e.a.- 1. slırubby. frutex, is. çalı, funda. e.a.- shrub. fruticose, sf bot. çalı gibi, çalıya benzer. e.a.- shrublike. f ry1, is.&f fried, frying 1. (yağdaltavada) kızar(t)mak, piş(ir)rnek. to - a fish/hamburger. The eggs were -ing in the pan. 2. argo elektrik çarpmasından ölmek, özellikle elektrik sandalyesinde idam edilmek, 3. k.d. güneşte (cildi) yanmak. We shall - ~f we stay long in this hot sun. 4. kızartma, kavurma, yağda kızartılmış yemek (patates vb.), 5. kızartma pikniği : yemeklerin kızartılıp yendiği piknik. a fish -. 6. esk. haşla­ (n)mak, 7. to have other fish to - : (yapacak) başka işi olmak. fry2, is., ç. fry ı. yavru balık, 2. çok sayı­ da doğan her türlü hayvan yavrusu, 3. bireyler, fertler, bir topluma mensup kimseler. bk.: smaIl fry, 4. sakatat : kasaplık hayvanın karaciğeri, böbreği vb. fryer =frier, is. 1. (yağda) kızartan kimse, 2. tava, içinde kızartma yapılan kap, 3. kızart­ maIık (piliç vb.). frying pan. is. ı. tava, 2. out of the - - into the fire : bir beladan daha kötü bir belaya. jump out of the frying pan into the fire : bir beladan kurtulayım derken daha kötüsüne çatmak, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak. e.a.1. fry-pan, frypan, skillet. f-stop, is. (fotoğraf makinesinin) diyafram ayarı ölçüsil. fub, gl.f fubbed, fubbing aldatmak, kane.a.- fob. du'mak. fubsy, sf -sier, -siest Brit.- k.d. bodur, kı­ sa boylu ve tıknaz. e.a.- plump, chubby, stout. fuchsia, is.&sf ı. bot. küpe çiçeği (Fuchsia) : kırmızı/pembe/mor/beyaz dört yapraklı çiçekler açar, 2. bot. Kaliforniya küpesi (Zausc-



fuel injector Iıneria californica): iri kırmızı çiçekler açar, 3. eflatun (renginde), parlak morumsu kırmızı renk(1i). a - dress. fuchsin = fuchsine, is. galibarda, koyu kır­ mızı boya. e.a.- basic magenta, magenta. fuck, is.&f&ünl. argo-kaba 1. (a) sikme (k), (b) sikilen kimse, 2. kötü muamele etmek, fena davranmak, canına okumak, 3. bk.: fucking, 4. -er: siken, 5. - aboutlaround Brit. sersemce/salakça davranmak, aptallık/salaklık etmek, 6. - off: (a) defolup gitmek. - off! Defol! Siktir ol! Çek arabanı! (b) taciz/rahatsız etmemek. (c) tembel tembel dolaşmak, vakit öldürmek. i don'tfeellike working, so I'll- offtoday. 7. gen. - up : bozmak, acemice iş yapmak, yüzüne gözüne bulaştırmak, berbat etmek, içine sıçmak, sıçıp batırmak, 8. gen. - with : (başka­ sının işine) karışmak, bumunu sokma, vazifesi olmadığı halde araya girmek, yersiz müdahale etmek, 9. not care/give a - : umursamamak, umurunda olmamak, aldırış etmemek, metelik vermemek. e.a.- 7. bungle, botclı, spoif. ruin, 8. meddie. fucking, sf &zf. argo-kaba lanet, kahrolasıca, siktirici (çoğunlukla kuvvetlendirici olarak kullanılır). You - fool : Seni sersem seni! That - stone feIl on my - foot : Şu lanet taş ayağımın üstüne düştü. fucoid, is. &sf esmer deniz yosunu(na benzer/ait). fucus, is., ç. -ci, -cuses esmer deniz yosunu, alg. fud, is. bk.: fuddy-duddy. fuddle, is. &f -dled, -dling 1. şaşırma, şaş­ kınlık, sersemlik, sarhoşluk, 2. sersemIetmek, sarhoş etmek. Too mueh strong drink wil! - your brain. 3. karıştırmak, becerememek, yüzüne gözüne bulaştırmak, 4. şaşırtmak, şaşkına çevirmek, 5. ayyaş olmak, sızmak, içki içmeyi adet edinmek, 6. fuddled : sersemıemiş, şaşır­ mış; sarhoş, çakırkeyf. e.a.-i. confusion, muddle, jumble, 2. intoxieate, 3. muddle, 4. canfuse, 5. tipple. fuddy-duddy, sf&is., ç. -duddies ı. geri kafalı, köhne, tutucu, muhafazakar, mürteci. Uncle Tom is a -; he stil! believes women shof



uldn 't work outside the house. 2. müşkülpesent, (kimse). e.a.-i. oldfashioned, eonservative, 2. fussy, picayune, fussbudget. fudge, is. &f fudged, fudging 1. yumuşak şekerleme (şeker, süt, tereyağı, çikolata vb. den yapılır), 2. (hakaret ifadesi olarak) saçma, zırva, yave, boş laf. That's a lot of -f 3. küçük haber, son haber, gazeteye son dakikada (geri kalan kı­ sımlarını değiştirmeden) konulan haber, 4. son haberi basan makine,S. kaçınmak, sakınmak, imtina/içtinap etmek. The governmenthave -d the issue of equal rights for all races because they're afraid it would make them unpopular. 6. aldatmak, dolandırmak, hile yapmak, sözünden caymak. to - on a promise. to - on an exam. 7. kural dışına çıkmak, sınırı/haddini aşmak. You shouldn't - on the rules. 8. beklenen başarı­ ya/sonuca ulaşamamak, 9. uydurmak, taklit etmek, 10. abartmak, şişirmek, tahrif etmek, asıl­ sız şey söylemek, bire beş katmak, saçmalamak. He -d the figures. 11. acemice yapmak/ derIemek, yarım yamalak yapmak, şurdan burdan çalıp bir araya getirmek. There's nothing new in this book; the writer has -d up a lot of old ideas. e.a. -6. evade, avoid, dodge, hedge, waffle, 7. cheat, welsh, 9. fake, 10. exaggerate, falsify· Fuehrer, is. bk.: Führer. fuel, is.&l -eled, -eling (Brit. -elled, eIling) ı. yakıt, mahrukat, yakacak (şey). Wood, oil and gas are different kind of -. liquid - : akaryakıt. solid - : katı yakıt. Add - to the flames : Yangına körükle gitmek, büsbütün alevlendirmek. - cock : gaz ocağı musluğu. --gauge : yakıt (seviye) göstergesi. - pump : yakıt pompası, 2. besin, gıda. Your baby needs - to live and grow. 4. besleyen/tahrik eden/kışkırtan şey. His insults were - to Iıer hatred. 5. yakıt sağla­ mak/tedarik etmek, 6. yakıt almak/tedarik etmek. Airemft sometimes -s in midair. 7. ateşe yakacak atmak, 8. den. yakıt yüklemek, 9. -er = -ler: yakıt veren/sağlayan. fuel cell, is. ı. yakıt pili : yakıtın oksit1enmesiyle elektrik üreten üreteç, H ve O ile çalışıp elektrik enerjisi sağlayan cihaz, 2. yakıt ile oksitleyicinin kimyasal birleşmesi ile elektrik sağla­ yan düzen. fuel injection, is. yakıt püskürtme. fuel injector, is. yakıt püskürtücü, mazot enjektörü. mızmız



1411



fueloH fuel oH, is. mazot, akaryakıt. fug, is. (sıcak ve havasızlıktan ileri gelen) bunalma, sıkıntı, kasvet, sıkıcı hava. ~gy : sıkı­ cı, bunaltıcl.



fugacious, sf 1. bot. dayanıksız, geçici, çabuk solan/dökülen, 2. uçucu, uçar, 3. süreksiz, ömürsüz, fani, çabuk zeval bulan, 4. ~Iy : dayanıksız/geçici/uçucu bir şekilde, süreksiz olarak, 5. ~ness = fugacity : dayanıksızlık, geçicilik, uçuculuk, süreksizlik, ömürsüzlük, fanilik. e.a.2. volatile, 3. fleeting, transitory. fugal(ly), sf&zf. müz. füg+, füg türünde bestelenmiş.



-fugal, son ek "kaç/kaçan/uzaklaşan".ör.: eentr{fugal. fugato, is., ç. -tos It. müz. fügato : kısmen füg üslUbunda bestelenmiş parça. -fuge, son ek 4'uçan, uçuran". ör.: vermifuge, inseetifuge. fugitive, sf&is. ı. kaçak, kaçkın, firari. a ~ slave. 2. geçici, uçucu, 3. süreksiz, kısa ömürlü, ancak kısa bir süre ilgi çeken (konu vb.). ~ essays. 4. derbeder, serseri, avare, gezgin, başıboş dolaşan, 5. (renk) solan, 6. ~ly : kaçak olarak, derbederlikle, serseriyane, başıboş bir şekilde, süreksiz olarak, 7. ~ness : kaçaklık, firarilik, geçicilik, süreksizlik; derbederlik, avarelik, serserilik, başıboşluk. e.a.-1. runaway, 2. fleeting, transitory, transient, passing, 3. ephemeral, trivial, light, 4. wandering, rowing, vagabond, straying, roaming. k.a.- 2&5. permanent, 3. lasting. fugle, gs.f -gled, -gling k.d. işaret etmek! vermek, işaret verir gibi hareket yapmak. fugleman, is., ç. -men 1. esk. bölükbaşı : böıÜğün başında durup hareketleriyle askerlere yapacaklarını gösteren tgJimli er, 2. önder, lider, bir siyası partinin veya topluluğun başkanı. fugue, is. ı. müz. füg, 2. psikol. geçici bellek yitimi/hafıza kaybı: bir kimsenin geçmişi­ ni tamamen unutup yeni bir hayata başlaması ve hafızası yerine gelince bu geçici unutkanlık dönemini hiç hatırlamaması, 3. ~like : füg gibi, füg şeklinde. Führer, is. Alm. ı. önder, lider, 2. der - : AdolfHitler'e verilen unvan. Fuehrer ş.d.y. Ful, is., ç. Fuls, FuI bk.: Fulani.



1412



-ful, son ek 1. " ... dolu/dolusu, -lı/-li". eventful : olaylarla dolu, olaylı, hadiseli. handful : avuç dolusu. careful : dikkatli, 2. "-cı/-ci, veıici". shameful : utandırıcı, utanç verici. harın­ ful: zarar verici. Fula, is., ç. -Ias, -la bk.: Fulani. Fulah, is., ç. -Iahs, -lah bk.: Fulani O). Fulani, is., ç. -nis, -ni 1. Fulah d.d. Fellah: Sudan ve Senegal'in doğusundaki göçebe zenciArap halkı, 2. Fellah dili, Feııahça. Ful, Fula d.d. fulcrum, is., ç. -crums, -cra ı. destek, mesnet, manivela destek/dayanma noktası, 2. zool. hayvanlarda destek/dayanak görevi yapan parça. fultil, glf -filled, -filling bk.: fulfill. fulfill, gl.f -filled, -filling 1. (söz, vait vb.) tutmak, yerine getirmek. If you make a promise, you should ~ it. 2. yapmak, ifa/icra/infaz etmek, (iş) görmek. A nurse has many duties to ~ in earing the siek. 3. tamamlamak, bitirmek, ikmali itmam etmek. to ~ a contracı. 4. itaat/riayet etmek, saymak, yerine getirmek. The doctor's üıs­ truetions must be ~ed exaetly, the siek man 's l{fe depends on it. 5. erişmek, nail olmak. if he's lazy, he'II never - his ambition to be a doetor. 6. gerçekleşmek, tahakkuk etmek, doğru çık,., mak. Many of his youthful ambitions have never been -ed. 7. tatmin/memnun etmek, (işe/ maksada) yaramak, (maksada) hizmet etmek. to - a need. 8. geliştirmek, yetiştirmek. She sueeeded in -ing herse?f both as an aetress and as a mather. 9. esk. doldurmak, 10. -er: yerine getiren, yapan, ifa/icra eden, tatmin eden, gideren. e.a.- 1. aeeomplish, aehieve, 2. perform, exeeute, diseharge, 3. finish, eomplete, 4. obey, 5. earry out, 6. realize, 7. satisfy, serve, meet, fill, 8. develop, 9. fill. fulfillment = fuımment, is. 1. (söz, vait vb.) tutma, yerine getirme. The help that we give her depends on her ~ of her promise to work harder. 2. yapma, ifa/icra/infaz etme, (iş) görme, 3. tamamla(n)ma, bit(ir)me, ikmal etme/ edilme, 4. itaat/riayet etme, sayma, yerine getirme, 5. erişme, nail olma, 6. gerçekleş(tir)me, tahakkuk et(tir)me. come to ~ : gerçekleşmek, 7. tatmin/memnun etme/olma. e.a.- 3. eompletion, 6. realization.



full-blown fulgent, sf ı. fulgid d.d. parlak, pml pml (parlayan), göz kamaştırıcı, şaşaalı, 2. -ly : parlak bir şekilde, 3. -ness: parlaklık. e.a.ı. shiny, bright, dazzling, radiant, resplendent. fulgurant, sf şimşek gibi (çakan), panltılı. fulgurate, f -rated, -rating ı. şimşek gibi çakmak, panIdamak, yanıp sönmek. Blue eyes that -d terl'or, love or hate. 2. tıp elektrikle (siğil vb.) yakmak, 3. fulguration : (a) şimşek gibi çakma, panIdarna, yanıp sönme, (b) elektrikle (siğil vb.) yakma. e.a.- 3. (b) eleetrodesieeation. fulgurating, sf tıp keskin, bıçak gibi saplanan (ağrı). fulgurite, is. yıldırım izi: yıldırırnın kaya/ kum içinde açtığı delik. fulgurous, sf yıldırımlı, şimşekli, yıldı­ nm/şimşek gibi. fulham = fullam, is. esk.- argo hileli zar. fuliginous, sf 1. isli, kurumlu, dumanlı, 2. duman renginde, koyu gri/kurşuni, siyah, 3. karanlık, kasvetli, 4. -Iy : isli/dumanlı/karan­ lık bir şekilde, 5. -ness : islilik, dumanlılık, karalık, karanlık, kasvet. e.a.- 1. sooty, smoky, 2. dark gray, 3. murky, obseure. fuUI, sf 1. dolu, dolmuş. a - cup. a garto brim den - offlowers. - to overflowing = chock - : dopdolu, ağzına kadar dolu. - up : dopdolu. a - gaUop : (at) dörtnala, 2. tam, tüm, bütün, tamam. - pay: tam maaş/ücret. a - hour : tam bir saat. - support : tüm destek. - member : tam/asil üye, 3. azami (haddinde), son, tıka basa, ağzına kadar, noksansız, tam. a -load. - speed : son/azami hız. - steam ahead : son hızla ileri, 4. (elbise) bol, geniş. a long, - eape. S. dolun (ay). - moon : dolunay, mehtap, 6. dolgun, iri, şişman. a - bustlfigure. - lips: etlildolgun dudaklar, 7. - of: gark olmuş, daImış, meşgul. She was - of her own anxieties. - of plans for the future. 8. öz, aynı anne babadan. - brother/ sister: öz kardeş/kız kardeş, 9. müz. kalın/pes/ gür (ses). - tones. 10. (yer, makam vb.) işgal edilmiş, 11. bol, doyurucu. a - meaL. 12. heyecanlı. a - heart. 13. (renk) koyu, katışıksız, 14. - and by den. orsasına, pupa yelken, yelkenler tam şişmiş olarak. sailing - and by. 15. - blast in - swing : bütün gücüyle (çalış­ mak), 16. in - : tam, etraflı, 17. - in cry : yakın­ dan izleyen/takip eden (köpekler için söylenir),



=-



18. - nelson : (güreş) künde, 19. İn - view : göz önünde, alenen, açıkça, aleni olarak. e.a.- ı. filled, abundant, 2. eomplete, entire, whole, 3. maximum, 6. plump, 7. engrossed, oceupied. k.a.1. empty. full 2, zf. 1. tam, tamamen, dosdoğru. The blow struck him - in the face. The sun shone on her face. 2. çok, pek çok. - weU : pek ala, gayet iyi. You know it - well. They knew - well that he wouldn 't keep his promise. 3. esk. tamamıyla, kamilen, büsbütün, hiç olmazsa, fazlasıy­ la, 4. - out : son hızla, bütün gücü ile. He was riding his motorcycle - out. e.a.- 1. exactly, directly, straight, 2. very, 3. fully, completely, entirely, quite, at least. fuU 3, f 1. (elbise) bolluk bırakarak dikmek, bol dikmek, pH veya boluk bırakmak, 2. (ay) dolunay haline geçmek, 3. (kumaş) çırp­ mak, (çuhayı) dibek içindeki kül ve sabunla dövüp yıkamak. fuU4, is. 1. doluluk, bir şeyin dolusu, olgunluk, kemal, en son mertebe, en yüksek derece/seviye. The tide's at - : Met, en yüksek seviyesine erişti. The moon's at the - : Ay, tam dolunay haline geldi. 2. in - : (a) tam olarak, noksansız, eksiksiz. The account has been paid in -. (b) kısaltmadan, 3. to the - : tamamıyla, kamilen, tam manasıyla, sonuna/son haddine kadar. We enjoyed our holiday to the -. e.a.2. eompletely, 3. thoroughly, very greatly. fullback, is. (futbol) bek (oyuncu). full blast, zf. k.d. tam faaliyette, son sür'atle, en büyük kapasite ile. full blood, sf öz (akraba), üveyolmayan. full-blooded, sf 1. safkan, katışıksız, halis, öz, cins. He "s a - Indian; his parents were pure Indians and so were their parents. 2. dinç" gürbüz, zinde, kanlı canlı, 3. şiddetli, kuvvetli. a - argument. a - style of writing. 4. sapına kadar. a - socialisı. 5. -ness : cinslik, katışıksızlık, safkanlık; dinçlik, gürbüzlük, zindelik. e.a.ı. thoroughbred, 2. vigorous, virile, hearty, 3·foreefuL. full-blown, sf ı. tamamen açılmış (çiçek). a - rose. 2. tam gelişmiş, topyekün. We're afraid that the fighting on the border may deve/op into a - war.



1413



full board full board, is. yemekli, üç öğün yemek dahil (otel, pansiyon). full-bodied, sf 1. (içki) kuvvetli, keskin, rayihalı, lezzetli, doyurucu, tatmin edici. This is a fine - red wine. 2. geniş bedenli, iri cüsseli, dolgun, 3. önemli, anlamlı ve etraflı, önem/anlam taşıyan. - study of litterature. full-bred, sf saf kan, cins. full brother, is. öz kardeş. full briddle, is. tam dizgin. full circle, zf. tam devir : birtakım geliş­ melerden sonra başlangıç noktasına dönen. come - - : devrini tamamlamak, dönüp dolaşıp başlangıç noktasına gelmek. It's January ıst: the year has come - -. full-cut, sf (mücevher) tam traşlı, elli sekiz yüzlü. full dress, is. resmi elbise, frak, (kadınlar için) uzun etekli tuvalet. full-dress, s.f ı. ayrıntılı, dört başı mamur, tam (en ince teferruatına kadar) her şeyi tamam. a - rehearsal. a - debate. a - report. 2. her türlü imkan kullanılarak yapılmış, 3. resmi, resmi elbise giymeyi gerektiren. a - dinner/ reception. Soldiers wear - uniform on many ceremonialoccasions. e.a.- 1. all-out, exhaustive, 3·formal. fuller, is. 1. çırpıcı, kassar, 2. demirci çekici, demir dövmekte kullanılan bir ucu yuvarlak çekiç. fuller's earth, is. kil, lekeci toprağı. fuller's teasel, is. ı. bot. deve dikeni (Dispacus fullonum), 2. kumaş tüyünü kabartmak İ­ çin kullanılan deve dikeni başı. fuIllery, is., ç. -eries kumaş çırpma yeri. fullface, is. &zf. ı. bas. kalın harf, 2. karşıdan, cepheden, önden (çekilmiş resim). This photograph was taken -. full-faced, sf 1. tombul/ablak suratlı, yuvarlak yüzlü, 2. yüzü seyircilere/belirli bir yöne dönük, cepheden/karşı dan çekilmiş (resim), 3. basım kalın/siyah harflerle basılmış. full-fashioned, sf dikişsiz tek parça halinde ve beden hatlarına uygun örÜımüş. - hosiery. full-fledged, sf 1. (a) tam gelişmiş/olgun~­ laşmış, olgun, erişkin, kahil. a - adult. (b) tam, dört başı mamUL a - debate. 2. tüylenmiş, tüyleri büyümüş, 3. işler vaziyette, tam teşekkül etmiş ve faaliyete geçmiş. a - industry. 4. tam yetkili. a - doctor/lawyer.



1414



full gainer, is. ters perendeli atlama : yüzü havuza dönük iken zıplayıp havada ters perende atarak ayak üstü suya dalış. gainer dd. full-grown, sf olgun, yetişkin, erişkin, kahil, tam büyümüş/gelişmiş. a - elephant can weigh over 6,000 kilograms. e.a.- mature. full-hearted, sf bk.: whole-hearted. full house, is. ı. full hand dd. (poker) ful, dolu el : aynı sayılı üç kağıtla eşit iki kağıttan oluşan el ( üç üçlü, iki altılı gibi), 2. tiy. sin. her yer dolu, hiç boş yer yok, kapalı gişe, bütün biletler satılmış. full-Iength, sf ı. (tam) boy, endam. a rnirror : boylendam aynası. a - portrait: boy resmi, 2. (elbise) uzun, etekleri yere kadar uzanan. This evening dress has a - skirt. - window: yere kadar uzanan pencere, 3. (kitap, piyes, temsil vb.) uzun, normal uzunlukta. He has written several one-act plays, but onlyone - play. full marks, ç. is. Brit. tam not, tam tavsiye/övme/medih. full membership, is. asil/tam üyelik. full moon, is. ı. dolunay, mehtap, bedir, 2. dolunay süresi, mehtaplı geceler. There's a good dealaf light in the sky at -~. full-mouthed, sf ı. kalın sesli, 2. (ses) gür. yüksek, gürültüıü, 3. (hö.yvan) dişleri tamam. e.a.- 2. noisy. loud fullness, is. 1. dolgunluk, doluluk, 2. tokluk, şişkinlik. He complained to the doctor that he had a feeling of - after eating. 3. olgunluk, kemal, tam oluş, tamamiyet, bütünlük. 4. şiş­ manlık, 5. İn the - of: .. .ile dolu olarak, öylesine. In the - of her joy she could hardly speak : (Öylesine sevinçli idi ki) sevincinden zorlukla konuşabiliyordu. 6. in the - of time : vakti/ zamanı/vadesi gelince, münasip zamanda, ileride, gel zaman git zaman. You may have to suffer hardslıip now, but in the - of time you will have your reward. full-page, sf tam sayfa, bütün sayfayı kaplayan. It cost a lot ofmoney to put a - notice in a newspaper. full professor, ABD profesör. bk.: associate professor, assistant professor. full rhyme = perfect rhyme, is. şiir tam kafiye. fun-rigged, sf ı. den. üç direkli tam armalı (gemi), 2. tam donanımlı, bütün teçhizatı tamam.



fuiminicacid full sail, is. 1. bütün yelkenler, 2. pupa yel'ken, bütün yelkenler açılmışolarak. The ship was moving ahead "" '''''. full"sailed: pupa yel'ken. full-scale, sf ı. tam ölçüde, doğal büyÜk~ lükte, tam boy, orijinal boyutlu. He made a "" model of a korse. 2. geniş, ayrlhtılı, teferruatlı, tafsilatlı, mufassal, derin. He 's writing a .... his" tofy of Turkey. a "" investigation. 3. yaygın, topyekun, kapsamlı, şümullu, bütün olanak vearaç~ ları kullanan. The quarrel between 2 ebuniries nearly developed info a"" war. 4. bütungÜcÜ/var kUvveti ile, şiddetli.a ""fighting. a"" attack on an enemy position.e.a... 3. total, eomplete. full scote, ts. müz. heraletinçala6ağı veya sesin okuya6ağı notaları ayrı ayrı gôsteren kitap. füllspeed, is. lo son hız, azamı süt'at, 2. den. tath hız/süf'at, northal geçiş hızı, 3. son hızlalsüt'at1e, olanca hızı ile. tom:ove ''''' '-"akeaa. fulİstop, is. lo nokta, 2. tam duruş.coilie to a ......... ; durmak, tamamıyla hareketsiz kalmak, kıthıldamamak



fulIsWing, is, L tam faaliyet, 'geniş ôlçude hareket, tam kapasıte. T'hemeetiltg ,"vasın"""" when w/? attived. 2. son lHzla/sut'atle, bütüngu,cü ile. He ran"""". 3. hateketserbest1iği, to begi'ven"" ..... füU-throated, ·sf. 1. gur,olancasesi ile, gırtlağı yırtllıtcaslha. The lion gave a .... Mar. 2. tamam, ahenkli. e.a."1. lottd, vociferous, 2.so'normıs.



full tilt,zf. son hızla/sut'atle, tamguçle/ kapasite ile, kuvvetle. The faetoryisnow going füll..time, sf&if. L tUmel, tumgün, bütün günt'hMta vb. (çalişan), 'siirekli, devamlı, daimi. .... clerk wanted She 's a .... stıtdent at the unfversıty. '-" empıoyment. Heused to Work"", bat now he only works 4 days a Week. bk.: part"tbne, 2.a "" job k.d. biitiiiızamanıahıh!serbest Vakit bırakmayan iş. lt's II "" job looking'ttfter 3 young children. füll tosS: füll pitch, is. (kfikeHe vb.) tam vüfUş, tbpU yere değmeden hedefe ulaştıran vu" ruş.



tüİly, zj. i. tamamen, tamamıyla, tam olarak, tastamam. Sh/? was now .... awake. He could not ""deseribe What he had seen, i don 't "" un" det'stand his reasons for ıeaving. 2. böl bol; faz'-



lasıyla, bütünüyle.



- covetedby insurance. 3. büsbütün, kamilen, 4. en az, hiç olmazsa, -den fazla. it was - three hours before they could reach her: Ona ulaşıncaya kadar en az üç saat geçti. It's ""an hoürsince he left : Ayrılalı bir saatten fazla oluyor. e.a.-1. completely, altogetlıer, 2, abundantly, plentifully, 4. at least, qUite. fully-fashiohed, sf bk.: full-fashioned. fully-fledged, sf. bk.: full-fledged. fully-grown, sf. bk.: full-growh. fulmar, is. zool. ı. kutup fırtına kuşu (Fulmarus glacilalis): Kutuplarda yaşayan martıya benzer iri bir kuş, 2.giaht -: dev martı (Maeronettes giganteus) Güney Buz Denizinde yaşar. ınallehıuck dd. mlminaht, sf. 1. anı, şiddetli,2. tıp ansı­ zlh.gelen/beliren (hastalık). füİiliİııate, iS.&f. "nated, -nating ı. (kim'yasal madde vb.) (birdenbire/ansızın) patla(t)mak, infililk et(tir)mek, 2. gen. ... against: şid­ detle aleyhinde bulunmak, (aleyhinde) atıp tut'makfateş püskürmekfvetiştirmek. to "" against taxesiagainstthe government.3. tıp (hastalık) anlde ve şiddetle belirmeklkendini göstermek! zuhur etmek, 4. esk. gök gürlemek, şimşekçak­ mak, 5.. kini. Ca) tülminat : fülminik asidin patlayıcı tuzlarından biri, özelliklecıva fiilminat (kuvvetli bir patlayıcıdır), (b) fullllinatiııg Cöllipouhdd.d. patlayıcı herhangi bileşik. e,a.-1. de" tonate, explode, 2. iriveig1ı, 4. thunder, lighten. fuIlliiiıating, sf ı. (parlak ışık saçarak) patlayan, 2. aleyhin happiness : mutluluk. in esse, Lat. olan, gerçekten/fiilen mevcut! var olan. e.a.- in being, actually existing. inessential, sf &is. ı. önemsiz, gereksiz, ehemmiyetsiz, lüzumsuz (şey), 2. az kuL. esassız, asılsız. 3. -ity : önemsizlik, gereksizlik, ehemmiyetsizlik. inestimable, sf ı. paha biçilmez, takdiri imkansız, pek değerli/kıymetli, 2. -ness = inestimability : paha biçilmezlik, pek değerli/kıy­ metli oluş, 3. inestimably : paha biçilmez derecede, pek değerlilkıymetli olarak. e.a.- ı. immeasurable, invaluable, priceless. inevitable, sf & is. ı. kaçınıl(a)maz, sakı­ nıl(a)maz, önlenemez, önüne geçilemez, çaresiz, menedilemez (şey), mukadder, zaruri, muhakkak. An argument was - because they disliked each other so much. 2. k.d. mutat, bermutat, yanından ayrılmayan. A Japanese or an American tourist with his - camera. 3. -ness: kaçınılmaz­ lık, sakınılmazlık, önlenemezlik, çaresizlik, zaruret, 4. inevitably : kaçınılmaz/sakınılmaz/ön­ lenemez bir şekilde, çaresizlzaruri olarak, mutat bir şekilde. e.a.- ı. certain, necessary, unavoidable. inexact, sf ı. yanlış, hatalı, doğru/tam/ dakik değil, hakikatten farklı, hakiki rakam ve ölçüden farklı, 2. -itude = -ness: yanlışlık, hata, doğru/tam/dakik olmayış, 3. -ly : yanlış/ hatalı olarak, yanlışlıkla, yanlış bir şekilde. inexcusable, sf ı. affedilee)mez, mazur görülemez, özür/mazeret· kabul etmez, 2. -ness = inexcusability : affedilee)mezlik, mazur görülemezlik, 3. inexcusably : affedilemez/mazur görülemez bir şekilde. inexecution, is. icraatsızlık, yapmama, icra/ifa etmeme. i~exertion, is. gayretsizlik, çabalamama, ceht!çaba/gayret göstermeıııe. e.a.- inaetion. inexhaustible, sf 1. tükenmez, tüketilemez, bitmez, sonu gelmez, arkası alınamaz. an supply. My patience is not -. 2. yorulmaz, yorulmak bilmez. an - runner. 3. -ness = inexhaustibility : tükeı:ımezlik, tüketilemezlik, bitmez-lik; yorulmazlık, 4. inexhaustibly : tükenmez/ bitmez bir şekilde; yorulmaksızın. e.a.-l. unending, 2. tireless. inexistence = inexistency, is. yokluk, hiçlik, adem, var/mevcut olmayış.



1808



inexistent, sf yok, mevcut değil, var/mevcut olmayan. inexorable, 5f. 1. değiş(tirile)mez, durdurulamaz, önlenemez, yola gelmez/getirilemez, baş eğ( dirile)mez. the - fate : değişmez kaderi alın yazısı, 2. amansız, merhametsiz, yaman, aman dinlemez/vermez. - pressures. The - rise in the cost of living. 3. -ness = inexorability : değişe tirile)mezlik, önlenemezlik; amansızlık, merhametsizlik, 4. inexorably : değiş(tirile)mez/ durdurulamaz/önlenemez, bir şekilde; merhametsizce, aman vermeksizin. e.a.-1. unalterable, unyielding, inflexible, 2. unrelenting, relentless, merciless, implacable. k.a.- ı. flexible, 2. mercifu!. inexpcdience = inexpediency, is. uygunsuzluk, elverişsizlik, tedbirsizlik. inexpedient, 4- 1. uygunsıız, uymaz, münasebetsiz, elverişsiz, maksada aykırı, tavsiye edilmez, 2. ihtiyatsız, 3. -Iy : uygunsuz/elverişsiz bir şekilde, maksada aykırı olarak, ihtiyatsızca. e.a.- ı. unsuitable, 2. inadvisable, unwise. inexpensive, sf ı. ucuz, 2. -ly : ucuzca, 3. -ness: ucuzluk. e.a.- 1. cheap. k.a.- ı. expensive, costly. inexperience, is. tecrübesizlik, acemilik, toyluk, görgüsüzlük, beceriksizlik. inexperienced, sf tecrübesiz, acemi, tay, görgüsüz, beceriksiz. e.a.- untrained, unskilled, green, naive. k.a.- experienced, skilled, trained, sophisticated. inexpert, sf 1. tecrübesiz, acemi, hünersiz, tay, görgüsüz, beceriksiz, 2. -ly : tecrübesizi acemi/toy bir şekilde, görgüsüzce, beceriksizce, 3. -ness: tecrübesizlik, acemilik, toyluk, görgüsüzlük, beceriksizlik. e.a.- 1. unskillcd, inept. inexpiabIe, sf ı. affedilmez, affalunmaz, affı imkansız, kefaretle ödenmez. an - erime! sin. 2. esk. sönmez, yatış(tırıla)maz, teskin edilemez. - hate. 3. -ness: affedilmezlik, affolunma imkansızlığı, 4. inexpiably : affedilmez bir şekilde, affolunamayacak derecede. e.a.- ı. unpardonable, 2. unappeasable, implacable. inexpiate, sf affedilmemiş, kefaretle ödenmemiş, tamir/telafi edilmemiş (suç). inexplainable, sf bk.: inexpIicable. inexpIicable, sf ı. açıklanamaz, anlatı­ lamaz, izah edilemez, sebebi anlaşılamaz, 2. -ness = inexpHcability : açıklanamazlık, an-



infamous latılamazlık,



izah edilemezlik, açıklanmalizah 3. inexplicably : açıklanamaz/ anlatılamaz/izah edilemez/anlaşılmaz bir· şekil~ de, açıklanamayacak tarzda. e.a.- 1. inexplai~ nable. inexpIicit, sf ı. çapraşık, karışık, anlaşıl­ ması zor, muğlak, açık/vazıh değil, 2. -ly : çap~ raşık/karışık bir şekilde, anlaşılması zor/muğ­ lak bir şekilde, açık/vazıh olmaksızın, 3. -ness : olanaksızlığı,



çapraşıklık, karışıklık, muğlaklık,



açık/vazıh



olmama, kolay anlaşılmama. e.a.- vague, indefinite. inexpressible, sf ı. anlatılamaz, tanım­ lanamaz, tarif olunamaz, ifade edilemez, tarifi/ anlatılması imkansız.-sorrowlanguish. 2. -ness = inexpressibility : anlatılamazlık, ifade olanaksızlığı, tanımlanma/tarif imkansızlığı, 3. inexpressibly : anlatılamaz/tanımlanamaz/tarif olunamaz, ifade edilemez bir şekilde. e.a.- 1. indescribable. inexpressive, sf ı. anlamsız, anlatımsız, ifadesiz, anlam taşımayan, manasız, bir şey ifade etmeyen, 2. esk. bk.: inexpressible, 3. -ly : anlamsızca, anlamsızımanasız bir şekilde, bir şey ifade etmeksizin, 4. -ness: anlamsızlık, manasızlık, bir şey ifade etmeme. e.a.- expressionless. inexpugnable, sf 1. fethedilemez, zaptedilemez, yenilmez, kuvvet zoru ile alınması imkansız. an - fortress. 2. kökleşmiş, sabit, değişmez. - hatred. 3. -ness = inexpugnability : fethedilemezlik, zapt edilemezlik, yenilmezlik, 4. inexpugnably: fethedilemezcesine, zapt edilemez/yenilmez bir şekilde. e.a.-1. unconquerable, impregnable, 2. stable, fixed. inexpungible, sf 1. silinmez, kaybolmaz, yok edilemez, bozulmaz, çıkmaz, giderilemez, izale edilemez. - scent of a bottle of perfume he had broken. 2. inexpungibility: silinmezlik, kaybolmazlık, giderilemezlik, izale edilemezlik. inextensible, sf ı. uzatılamaz, gerilmez, 2. inextensibility : uzatılamazlık, gerilmezlik. in extenso, zf. Ldt. tam olarak, etraflıca, kısaltılmadan, ayrıntılarıyla. e.a.- fully, at full length inextinguishable, sf ı. sön(dürüle)mez, sönmeyen, bastmlamaz, giderilemez. - hopesi hatred. 2. inextinguishably : sön(dürüle)mez/ bastmlamaz bir şekilde. e.a.- 1. unquenchable, irrepressible.



inextirpable, sf ı. yok edilemez, kökü kaimha edilemez. an - disease. 2. -ness: yok edilemezlik, yok edilme imkansızlığı. e.a.1. ineradicable in extremis, zl Lat. 1. en sonunda, akıbet, 2. ölüm döşeğinde. e.a.- 1. in extremity, 2. near death. inextricable, sf 1. içinden çıkılmaz, halledilemez, çözüıemez. an - maze. an - set of circumstances. - difficulties. 2. dolaşık, çapraşık, karmakarışık, çok karışık, birbirine dolaşmış, arap saçı gibi. an - knot. 3. girift, muğlak, anlaşılması/izahı güç. - confusion. 4. ayrılmaz, 5. -ness = inextricability: halledilemezlik, çözülemezlik, dolaşıklık, çapraşıklık, karışıklık, giriftlik, anlaşılmazlık, 6. inextricably: içinden çıkılmaz/halledilemez/çözülemez bir halde, dolaşık/çapraşık/karmakarışık bir şekilde, girift/muğHik bir şekilde. e.a.- 1. unsolvable, 2. intricate, involved, 3. perplexing, complicated, 4. inseparable. inf. = ı. infantry, 2. inferiar, 3. infinitive, 4. infinity, 5. information, 6. below, after, 7. (reçetelerde) infuse. infallible, sf 1. yanılmaz, şaşmaz. an memory. 2. emin, güvenilir, kesin, muhakkak. an - rule. 3. etkin, müessir, tesiri kat'ı. an - cure i medicine. 4. (Katolik kilisesinde) hata yapmaz, din ve ahlak konusunda her söylediği doğru (Papa için söylenir), 5. -ness = infallibility: yanıl­ mazlık, şaşmazlık; eminIik, güvenilirlik; kesinlik; etkinlik, müessiriyet, 6. infallibly : yanıl­ maksızın, şaşmadan; emin/güvenilir bir şekil­ de; kesinlikle, kat'iyetle; etkinimüessir bir şekil­ de. e.a.- 1. unerring, 2&3. reliable, sure, trustworthy, certain. infamous, sf ı. kötü şöhretli, adı kötüye çıkmış, 2. (a) rezil, kepaze, menfur, şeni, meI' un, adi. an - crimina!. (b) ayıp, çok çirkin. an behavior. 3. huk. (a) medeni haklarından mahrum edilmiş, (b) medeni haklardan malımmiyeti gerektiren (cürüm vb.), 4. -ly : rezilane, kepazece, mel'unca, adice, çok ayıp/çirkin bir vaziyette, 5. -ness bk.: infamy. e.a.- ı. disreputable, notorious, 2. disgracefui, scandalous, nefarious, wicked, heinous, villainous, detestable, evil, vicious, odious. k.a.- 1. illustrious, glorious, 2. honorable, reputable, noble. zınamaz,



1809



infamy infamy, is., ç. -mies (3. için) ı. kötü şöh­ ret, 2. rezalet, alçaklık, adilik, mel' anet, şenaat, 3. adi/alçakça davranış/eylem/tutum, 4. huk. (ağır suç yüzünden) medeni haklardan mahrumiyeL e.a.- 1. disrepute, obloquy, odium, opprobrium, shame, disgrace, 1&2.infamousness. k.a.1&2. credit, honor; virtue, integrity, nobility. infancy, is'., ç. -cies 1. bebeklik, (küçük) çocukluk (hali/süresi), sabilik, 2. başlangıç, ilk dönem/devre. Space science is still in its-. 3. (toplu olarak) bebekler, küçük çocuklar, 4. huk. küçüklük, rüştten (L8 yaşından) önceki zaman. e.a.- 1. babyhood, 4. minority. infant, is. &sf 1. bebek, küçük (henüz yürümeye başlamamış) çocuk, 2. huk. reşit olmayan (21 yaşından küçük) kimse, 3. acemi/toy kimse, bir işe yeni başlayan kimse, 4. bebeklerelküçük çocuklara özgü. - class : küçükler sını­ f1. - school: ana okulu, 5. az kuL. başlangıç çağında bulunan şey. e.a.- 1. baby, 2. minor, 3. beginner, novice. infanta, is. (İspanya ve Portekiz'de) 1. prenses, kralın kızı, 2. veliaht olmayan prensin karı­ sı, 3. infante : veliaht olmayan prens. infanticide, is. 1. bebek/küçük çocuk katli, 2. bebek katili, küçük çocuğu öldüren kimse, 3. infanticidal : bebek/küçük çocuk katli ile ilgiIi. infantile, sf ı. bebek+, çocuk+, çocukça, bebeğe/çocuğa özgü. an - disease: bebek hastalığı, 2. bebeklerelküçük çocuklara benzer/ait, 3. gelişmenin ilk çağında, bebeklik çağında, başlangıçta, 4. psikol. çocuksu, gelişmemiş, çocukluktan kurtulamamış, 5. - behavior : çocuksu davranış, 6.- complex: çocukluk karmaşası, 7. - omnipotence : çocukluk erkilliği, 8. - paralysis patol. çocuk felci, 9. - sexuality: çocukluk cinselliği, 10. - scurvy =: Barlow's disease : patol. çocuk iskorbütü : küçük çocuklarda ağız kokması, ishal, kansızlık ve kanamalarla beliren bir hastalık. infantilism, is. ı. bebeksilik: yetişkin kimselerde küçük çocuklara özgü bedensel, ruhsal hallerin devamı, özellikle cinsel bakımdan geliş­ meme, 2. çocukça davranış/tutum, ruhen olgunlaşmama.



infantility, is. çocukluk, bebeklik.



1810



infantry, is., ç. -tries ı. piyade, yaya asker, 2. piyade birliği. an - regiment : piyade alayı, 3. light - : hafif piyade. mounted - : bindirilmiş/motorlu piyade. infantryman, is., ç. -men piyade eri, yaya er. infaret, is. patol. ı. ölü doku: damar tı­ kanması sonucunda beslenerneyerek ölen doku, 2. -ed: (beslenerneyerek) ölmüş (doku), 3. -ion: (a) ölü doku oluşumu, dokunun kanla beslenerneyerek ölmesi, (b) ölü doku. infare, is. k.d. yeni evliler şerefine verilen resepsiyon. infatuate, sf &gl.f -ated, -ating ı. meftun etmek, aşırı sevdaya düşürmek, aşktan çılgına. döndürmek. He's -d with that girl. 2. çıldırt­ mak, aklını çelrnek, çılgınaldeliye döndürmek, 3. bk.: infatuated. infatuated, sf 1. çılgınca/deli gibi aşık, (kara) sevdalı, meftun, tutkun, aşk çılgını. to be - with/by s.o. : (birisine) çılgınca aşık olmak, kara sevdaya tutulmak. i was - with that beautiful girl. 2. -ly : çılgınca/deli gibi aşık olarak, meftun olarak. e.a.- 1. fond, doting, overaffectionate. infatuation, is. ı. çılgınca/deli gibi aşık­ lık, (kara) sevda, meftunluk, tutkunluk, çılgınca aşık olma, 2. sevgili, maşuka, çılgınca sevilen kimse/şey.



infeasible, sf 1. olanaksız, gerçekleşme­ si güçlimkansız, uygulanamaz, yapılamaz, 2. -ness = infeasibHity : olanaksızlıklık, gerçekleşemezlik, uygulanamazlık. e.a.- 1. impracticable. infect, f ı. (hastalık) bulaş(tır)maklsirayet et(tir)mek/aşılamak. The spreading disease --ed her eyes, and she became blind. 2. (yara vb.) mikrop kapmak. - a wound. 3. (zararlı madde) bulaştırmak, kirletmek, 4. (ahlakını) bozmak, ifsat etmek, 5. (duygularını/eylemlerini) etkilemek, (duygu/heyecan vb.) aşılamaklyaymakl sirayet et(tir)mek. The teacher -ed his pupils with his enthusiasm. She -ed the whole class with her laughter. 6. hastalığa yakalanmak. -ed with cholera. 7. -er = -or: bulaştıran, sirayet ettiren kimse/şey. e.a.- 1. contaminate, 3. pollute.



inferential infeetion, is. ı. (hastalık) bulaş(tır)ma/si­ rayet et(tir)me/aşılama, 2. bulaşıcı hastalığa yakalanma, mikroplhastalık kapma, 3. bulaş, intan, bulaşıcı/sari hastalık, 4. az kuL. bulaştırıcı/sira­ yet ettirici şey. to clear air of -s. 5. (zararlı fikir vb. nin) etkisinde kalma, etkilenme, (fikren) zehirlenme. - by propaganda. e.a.", 1",3. contagion. infeetious, sf ı. bulaşıcı, sari, sirayet edici. an - disease. 2. bulaştırıcı, hastalık taşıyan, 3. (başkalarını) etkileyici, (başkalarına da) sirayet eden/geçen/yayılan. - Zaughter. 4. bozucu, ifsat edici, 5. huk. sakat, noksan, muallel, müsadereyi gerektiren, 6. -Iy : bulaşıcı/sari bir şekil­ de, sirayet edercesine/ederek, 7. -ness: bulaşı­ cılık, sarilik, sirayet edicilik. e.a.'" 1&2. infective, contagious, 3. catching. infeetious hepatitis, is. patol. bulaşıcı karaciğer yangısı : virüslerin sebep olduğu sarılık, ateş, bulantı, kusma ve karın ağrısı ile beliren hastalık.



infeetious mononudeosis, is. patoZ. beze : ateş, boğaz ağrısı, (bilhassa boyunda) akkan düğümlerinde şişme, kanda tek çekirdekli akyuvarların artması ile beliren bulaşıcı hastalık. glandular fever, mononudeosis d.d. infeetive, sf bk.: infeetious. infeetiveness = infeetivity, sf bk.: infectiousness. infecund, sf ı. kısır, ürünsüz, mahsuIsüz, verimsiz, kıraç, 2. -ity : kısırlık, ürünsüzlük, ve-, rimsizlik. e.a.- 1. unfruitfuZ, barren. k.a.- 1. fecund, fruitful. infelicitous, sf ı. uygunsuz, münasebetsiz, yakışıksız, pek yerinde olmayan, yersiz, biçimsiz. An - remark about the size of her nose : Burnunun büyüklüğünü ima eden münasebetsiz bir söz. Essays written in an - styZe. 2. mutsuz, mes'ut olmayan. e.a.- 1. inappropriate, inapt, unsuitabZe, unfortunate. infelicity, is., ç. -ties (3&5'. için) 1. mutsuzluk, bedbahtlık, 2. talihsizlik, şanssızlık, 3. uğursuz/talihsiz olay/durum/koşul, 4. uygunsuzluk, münasebetsizlik, yersizlik, isabetsizlik, yakışık almazlık, 5. uygunsuz/münasebetsiz/ yakışıksız/yersiz şey/olay/davranış vb. e.a.- 1. un!ıappiness, 2. misfortune. infeoff(ment), bk.: enfeoff(ment). humması



infer, f .ferred, -ferring 1. (kanıtlara dayanarak) sonuç çıkarmak, istidlal etmek, anlamak, anlam çıkarmak, sonuca varmak. i - from your Zetter that you do not wish to see us. 2. (olaylar, koşullar, söylenen sözler vb.) anlamını taşımak, sonucuna vardırmak, demek isternek, ifade etmek, göstermek, 3. k.d. ima etmek, kapalı bir şekilde anlatmak, zımnen ifade etrnek, 4. tahmin etmek, zannetmek, sanmak, 5. hükmetmek, hükmüne/sonucuna varmak, From the testimony, the jury -red that the defendant was Zying. 6. -able = -ible = -rible : sonuç çıkarılabilir, istidlal edilebilir, anlaşılabilir, sonucuna/hükmüne varılabilir, 7. -ably : sonuçl anlam çıkarılarak, istidlal suretiyle, 8. -er: sonuç/anlam çıkaran, istidlal eden, sonucuna/ hükmüne varan kimse. e.a.- 1. deduce, conclude, judge, 3. impZy, hint, suggest, 4. guess, specuZate, surmise, gather. NOT : Kullanışta INFER ve IMPLY kelimelerinin anlam farkına dikkat etmelidir. IMPLY, konuşan bir kimse için " kasdetmek, ima etmek, demek istemek"tir. He said it was Iate, implying that we ought to go home : Artık eve gitmemizi ima edercesine vaktin geç olduğunu söyledi. Bir kimsenin söylenenlerden veya gördüklerinden hüküm ve sonuç çıkarması ise INFER ile ifade edilir. i İn­ ferred from what he said that he wants us to go home : Sözlerinden bizim artık eve gitmemizi istediği anlamını çıkardım. From your smne i infer that you're pleased : Gülümsemenden memnun olduğunu anlıyorum. inference, is. 1. istidlal, anlam/sonuç/hüküm çıkarma. draw an - : istidlal etmek, dolayı­ sıyla anlamak, hükmetmek, hükmüne/sonucuna varmak, 2. man. çıkarım, istidlal : doğruluğu bi1inen önermelere dayanarak verilen bir önermenin doğru ya da yanlış olduğunu çıkarma edirni, 3. sonuç, netice, (varılan) hüküm. Is that afairfrom your statement? He never arrives on time, and my - is that he feeZs the meetings are useZess. 4. k.d. zan, tahmin, farz. e.a.- 3. conclusion, deduction, 4. conjecture. inferential, sf ı. çıkarımsal, istidlali, (dolayısiyle/sonuç olarak) anlaşılanfhükmedilen. proof 2. -Iy : çıkarımla, istidlal suretiyle, sonuç olarak.



1811



inferior inferior, sf'&is. ı. (mevki/rütbe/derece vb. alt, ast, madun, küçük rütbeli (kimse). an - eourt of law: alt mahkeme. an offieer : ast rütbeli subay, 2. (yer/durum) aşağı, alçak, dibe yakın, dipte, 3. (niteliği) düşük, adı, bayağı, değersiz, önemsiz, kötü, fena. Goods of - workmanship. His work is - to mine. He's so clever he makes me feel - : O kadar zeki ki onun yanında kendimi değersiz hissediyorum. 4. bot. (a) alt, başka organın altında bulunan, (b) (çanak) yumurtalığın altında, (c) (yumurtalık) üstünde çanak bulunan, 5. anat. zoo!. başka organın altında bulunan (organ), 6. astı'. (a) yörüngesi dünya yörüngesi içinde bulunan (gezegen) (Utarit ve Zühre gibi), (b) güneş ile dünya arasında olan, (c) ufkun altında bulunan, 7. bas. endis, altlık, harflerin/satırların altına dizilen (sayı/işaret vb.), H20'daki 2 gibi, 8. -ly : (a) aşa­ ğı/alt/küçük rütbeli/dereceli olarak, ast durumunda, (b) adıce, bayağı bir şekilde, düşük nitelikli olarak. inferiority, is. 1. aşağılık, adllik, bayaitibarıyla) aşağı,



ğılık,



değersizlik, değerce düşüklük/aşağılık,



2. - eomplex psiko!. (a) aşağılık karmaşası, (b) kendine güvensizlik, 3. - feeling : aşağılık duygusu. infernal, sf ı. cehennemi, cehennemlik, cehenneme ait, cehennem gibi, 2. şeytanı, şey­ tanca. The - powers. An - plot. - wickedness. 3. iğrenç, mel'un. - cruelty. an - nuisance. 4. k.d. Allahın belası, lanet, kahrolası. That - noise/ 5. - machine: suikast bombası, gizli bomba, 6. -ity : (a) cehenneme benzerlik, (b) şeytanlık, (c) iğrençlik, mel'unluk, 7. -ly : (a) cehennem gibi, (b) şeytanca, (c) iğrenç/mel'un bir şekilde. e.a.- 2. diabolktil; fiendish, hellish, 3&4. damnable, hateful, terrible, abominable. inferno, is., ç. -nos ı. cehennem, 2. cehennem gibi yer/şey, afet, felaket. The - ofwar. 3. müthiş/yakıcı sıcaklık. The roaring - of blast furnace. e.a.- 1. hel!. infero-, ön ek "alt, aşağı". inferolateral : alt yan. inferoanterior : alt ön(de bulunan). infertile, sf ı. kısır, 2. verimsiz, çorak, ürünsüz, mahsuIsüz, 3. -ness = infertility : kı­ sırlık, verimsizlik, çoraklık, ürünsüzlük, mahsulsüz1ük. e.a.- 1. sterile, 2. unproductive, barren.



1812



infest, gl.f 1. (bit, kurt, haşarat vb.) üşüş­ mek, istila etmek, bürümek, etrafı sarmak. Mice -ed the old house. Warehouses -ed with rats. Clothes -ed with verminllice. 2. zarar verecek kadar çok olmak, çoğalarak bela kesilmek, zarar vermek, musallat olmak. a slum -ed with erime: cinayetler içinde yüzen gecekondu mahallesi, 3. -ation : haşarat üşüşmesi/istilası, bitlenme, 4. -er: üşüşen, istila eden, etrafı bürüyen/saran, musaHat olan, bela kesilen. infeudation, is. 1. (derebeylik yasalarına göre) timar/zeamet verme, 2. halka öşürün bağışlanması, halkın aşar vergisinden muaf tutulması. e.a.-l. enfeoffment. infidel, sf&is. ı. imansız, kafir, 2. (a) dine, özellikle Hristiyanlığa inanmayan (kimse), (b) (Müslümanlara göre) kafir, dinsiz, gavur, mümin olmayan (kimse), 3. dinsiz, zındık, hiçbir dine inanmayan, münkir. e.a.- 1&2. atheist, unbeliever, 2. heathen. infidelity, is., ç. -ties ı. sadakatsizlik, vefasızlık, 2. ihanet, hiyanet, hainlik, 3. zina, evlilikte ihanet. conjugal -. 4. imansızlık, kafirlik, küfür. e.a.- 1. disloyalty, unfaithfulness, 3. adultery. infield, is. ı. (beysbol) iç alan : dört esas çizgi içindeki alan, 2. -er d.d. iç alanda oynayan oyuncu, 3. çiftlik evine yakın tarla, 4. koşu yolu ile çevrili alan, 5. - hit : iç alan vuruşu, topu iç alanda bırakan vuruş. infighting, is. ı. burun buruna dövüşme/ kavga, yakın vuruşma/dövüşme/yumruklaşma, 2. kıran kırana dövüş/vuruşma, herkesin katıl­ dığı dövüş, arbede, 3. iç ihtilaf/anlaşmazlık, bir kurumJteşekkül içindeki muhalif gruplar arasın­ da cereyan eden ve dışarı sızdınlmayan sürtüş­ me, 4. -er: burun burunaıkıran kırana dövüşen, kavgacı, dövüşçü. e.a.- 2. rough-and-tumble fighting, free-for-all fighting. infiltrate, is. &f -trated, -traing 1. süz(ül)mek, sız(dır)mak, sızıp içeri geçmek, 2. gizlice sok(ul)mak/girmek, nüfuz etmek. The enemy -d our land. We -ed men into enemy's country. The intelligence staff had been -d by spies. 3. (fikir) kafasına girmek, zihninde yer etmek, 4. infiltrator d.d. süz(iil)en, sız(dır)an, gizlice sok(ul)an/giren, nüfuz eden şey, 5. infiltrative: süzücü, sız(dır)ıcı, gizlice sok(ul)an/giren, nüfuz edici. e.a.- 1. filter, permeate, 2. penetrate.



inflame infiltration, is. ı. süz(ül)me, sız(dır)ma, içeri geçme, 2. süz(ül)en, sız(dır)an, gizlice sok(ul)an/giren, nüfuz eden şey, 3. As. gizlice düşman hatlarına girme/sızma/dal ma/nüfuz etme. infinite, sf &is. 1. sonsuz, namütenahi, uçsuz bucaksız, sonu gelmez. - space. 2. sınırsız, hudutsuz, nihayetsiz. - plane surface. 3. bitmez tükenmez, sayısız, sayıya gelmez, kül1iyetli. patience. - sum of money. The - goodness of Gad. 4. pek çok, çok büyük, son derece. A discovery of - importance. Such ideas may do harm. take - pains : son derece özen göstermek, 5. mat. sonsuz. - extension field : sonsuz geniş­ leme oyutu. - numbers : sonsuz sayılar. - product: sonsuz çarpım. - series: demey. - set: sonsuz küme, 6. sonsuzluk, uzay, feza, 7. the - = the - Being : Layetenahi Ralik, Allah, 8. -ly : sonsuz olarak, sonsuz/sınırsız bir şekilde, 9. -ness : sonsuzluk, sınırsızlık. e.a.- ı. limitless, boundless, illimitable, endless, 3. innumerable, inexhaustible, countless, numberless, 6. space, 7. Gad. k.a.- ı. finite, limited. infinitesimal, sf &is. ı. sonsuz küçük, son derece küçük, layetecezza. - vessels in the circulatory system. To an - degree. 2. mat. sonsuz küçük, ereyi/limiti sıfır olan değişken, 3. - calculus : sonsuz küçükler işlencesi/hesabı, 4. -ıy : sonsuz küçük olarak. , infinitiva!, sf ı. eylemsi, mastar+, 2. -ly : eylemsilikle, mastar olarak, eylemlik/mastar sızıp



şeklinde.



infinitive, is.&sf gr. ı. eylemlik, mastar, 2. - dause =- phrase: : eylemsi önerme, fiili mastar şeklinde olan cümle. Örnek: "What to do next? So young to speak so dearly." 3. -Iy bk.: infinitivally. infinitize, gL.f -tized, -tizing sonsuzlaştır­ mak. infinitude, is. ı. sonsuzluk, sınırsızlık, namütenahilik, ıayetenahiyyet. Divine -. The - of God's mercy. 2. sonsuz miktar/sayı. e.a.- infinity. infinity, is., ç. -ties 1. sonsuzluk, sınırsız­ lık, namütenahilik, 2. sonsuz/sınırsız/namüte­ nahi şey, 3. sonsuz uzay/zaman/çokluk, 4. sonsuz uzaklık/ıniktar/sayı, 5. çok büyük miktar, 6. mat. sonsuzluk, sürgit : sınırsız olarak artan bir seri/işlev vb. nin ereyi/limiti ( simgesi ile gösterilir).



infirm, sf &gL.f 1. maluı, sakat, aliL. Old and - : Yaşlı ve maıul. 2. zayıf, çelimsiz, kuvvetsiz, halsiz, mecalsiz. walk with - steps. 3. kararsız, sebatsız, metanetsiz, dayanıksız. - of purpose : bir şeye karar veremeyen, 4. sağlam ve sıkı olmayan, gevşek, 5. geçersiz, gayrimuteber, çürük, temelsiz, esassız (delil, tapu, resmi evrak vb.), 6. esk. bk.: invalidate. 7. -Iy : maıuı! sakat bir halde, zayıf/çelimsizlkuvvetsiz/halsiz/ mecalsiz bir şekilde, 8. -ness bk.: infirmity. e.a.- 1&2. weak, feeble, 3. irresolute, unsteadfast, faltering, wavering, vacillating, indecisive, 4. tattering, shaky, unsteady, insecure, 5. unsound, invalid. k.a.- 1&2&&4. strong, hale. infirmarian, is. (dini müessesede) hasta bakıcı.



infirmary, is., ç. -ries ı. küçük hastane, klinik, 2. (okul, fabrika vb. de) revir, dispanser. e.a.- ı. hospital, 2. dispensary. infirmity, is., ç. -ties (1&3 için) ı. malüllük, illet, sakatlık, hastalık. Deafness and failing eyesight are among the infirmities of old age. 2. dermansızlık, halsizlik, mecalsizlik, kuvvetsizlik, zayıflık, 3. manevi zafiyet, zaaf, noksan, kusur. e.a.-ı. frailty, ailment, 2. feebleness, weakness, 3. defect. infix, is.&f ı. gr. Ca) iç ek : bir kelimenin arasına/içine yerleştirilen ek. Örneğin çalışmak kelimesinden çalıştırmak kelimesini elde etmek için eklenen "tır" eki iç ektir. (b) iç eklemek: kelimenin arasına ek sokmak, 2. içine sokmak/ koymak, tespit etmek, içine geçirip bağlamak, sağlamca yerleştirmek, 3. (ağaç, fidan vb.) dikmek, 4. (zihnine) yerleştirmek, kafasına sokmak, 5. -ation = -ion : (a) iç ekleme, (b) içine sokmalkoyma/yerleştirme, (c) zihninelkafasına sokma. e.a.- 2. insert, 3. implant, 4. impress, instill, inculcate. in flagrante delieta = flagrante delieta = in flagrante, Lat. 1. suçüstü(nde), suç işlerken, cürmümeşhut halinde, 2. zina halinde, gayrimeşru cinsı münasebet yaparken. e.a.- ı. redhanded. inflame = enflame, f -flamed, -flaming ı. tutuş(tur)mak, alevlen(dir)mek, ateşe vermek, ateş almak, yanmak, yakmak, 2. öfkelen(dir)mek, kışkırtmak, tahrik etmek, körüklemek. Her impassioned accusations -d the crowd.



1813



inflammable 3. (alev gibi) kızarmak, kızıllaşmak, kızıla boyanmak, kıpkırmızı olmak. -d eyes. 4. şiddet­ lendirmek, alevlendirmek. to - ahatred. Insults served only to - the feud. 5. iltihaplan(dır)mak, yangılan(dır)mak. an -d boil. 6. inflamer : tutuşturan, alevlendiren, ateşe veren, yakan; öfkelendiren, kışkırtan, tahrik eden körükleyen, şid­ detlendiren. e.a.- 1. fire, kindle, 2. incite, stimulate, 4. aggravate, intensify. k.a.- 2. cool, saathe. inflammable, sf&is. ı. tutuşkan, (çabuk) tutuşur/alevlenir/alev alır/ateş alır, (hemen) parlar (madde). Gasoline is an - liquid. That truck is carrying -s. 2. çabuk kızar/öfkelenir, alıngan, 3. - air esk. hidrojen, 4. -ness =inflammability : (a) tutuşkanlık, çabuk alevlenme, (b) çabuk öfkelenme, 4. inflammably : çabuk tutuşacak/ alevlenecek şekilde. e.a.- 1. flammable, combustible, 2. excitable, irascible. k.a.-1. nonflammable. inflammation, is. 1. tutuş(tur)ma, alevlen(dir)me, ateşe verme, ateş alma, 2. patol. (a) yangı, iltihap, (b) kızarma. inflammatory, sf 1. alevlendirici, kızdırı­ cı, tahrik edici, kışkırtıcı. The leader of the opposition made an - speech attacking the government. 2. patol. yangılı, iltihaplı, yangılanabilir, iltihaplanabilir, iltihaplanmaya müstait. an- condition ofthe tonsils/lungs. 3. inflammatorily : tahrik edercesine, kışkırtırcasına, kışkırtarak, tahrik ederek. e.a.- 1. provocative, inciting, enraging, insurgent. k.a.- 1. soothing, ealming, pacifying. inflatable, sf şişiril(ebil)ir (sandal, oyuncak vb.). an - boat. inflate, f -flated, -flating 1. şiş(ir)mek. to - aballoon. 2. gururlan(dır)mak, överek kabartmak/şişirmek, mübalağa ile methetmek, göğsü kabarmak, iftihar etmek. to - with pride. 3. sevindirmek, memnun/mahzuz·etmek, 4. (fiyatları/ tedavüldeki para miktarını) artırmak, piyasaya çok miktarda kağıt para sürmek, 5. ekonomik enflasyona maruz kalmak, 6. -er = -or: (a) hava pompası, (b) şişirici, (c) fiyat yükselticİ. e.a.- 1. dilate, enlarge, expand, 2. puff up, swell, 3. elate. k.a.- 1. deflate, shrink. inflated, sf 1. şiş(ir)ilmiş, şişkin. an balloon/lung. 2. gururlu, methedilerek şişiril-



1814



miş,



fazla övüngen. - with pride : kibirden yahindi gibi kabaran, 3. mübalağalı, tumturaklı, 4. fahiş, gereksizce artırıl­ mı ş/yükseltilmiş (fiyat), 5. (para) çok miktarda piyasaya sürülmüş, enflasyon düzeyine ulaş­ mış, 6. bat. hava ile dolu, şişkin, hava boşluk­ lu, 7. -ly : şiş(ir)ilmiş/şişkin bir halde; gururla, fazla övüngenlikle; abartmalı/mübalağah olarak; (fıyat) gereksizce artırılarak, 8. -ness : şiş(ir)­ ilme, şişkinlik; gurur, fazla övüngenlik; fahiş­ lik, gereksizce artışlyükseliş. e.a.- 1. swollen, 2. puffed up, 3. turgid, bombastic. inflation, is. ı. para şişkinliğı, enflasyon : piyasadaki para hacminin aşırı derecede artması, 2. para değer düşümü, piyasada para bolluğu yüzünden fiyatlardaki aşırı artış, 3. şiş(ir)me, 4. cost-push - : maliyeti yükselterek fiyatları artırma, 5. demand-push - : talep fazlalığı veya para hacmi artışından ileri gelen fiyat yükselmesi, 6. runway -: dokuncalı para bolluğu, 7. - proofing : para değerini koruyucu önlemler. inflationary, is. 1. enflasyoncu, enflasyonla ilgili, enflasyona sebep olan/götüren/yol açan, enflasyon doğurucu, fiyat yükselticİ, pahalılık doğuran, 2. - spiral : enflasyon kısır döngüsü: para hacminin artmasıyla fiyat ve ücretlerin de yükselmesi. inflationism, is. ı. ent1asyonculuk, enflasyon taraftarlığı, 2. inflationist : enflasyoncu, enflasyon taraftarı, piyasaya fazla para sürme tanına varılmayan,



raftarı.



infiect, f ı. (içeri doğru) eğ(il)mek, bük(ül)mek, eğril(t)mek, sap(tır)mak, 2. ses tonunu değiştirmek, 3. gr. (a) bükünlemek, çekmek, tasrif etmek. an -ed verb. (b) anlama/kullanışa göre) kelimenin şeklini değiştirmek. a highly -ed language. Latin nouns - for case and number. By -ing "who" we have "whose" and "whom". 4. -ed: (a) eğik, bükük, (b) gr. çekilmiş, tasrifli, 5. -edness : (a) eğiklik, büküklük, (b) çekilmişlik, tasrifli hal, 6. -iye : (a) (içeri doğru) eğen/büken, (b) tasrifli, çekimli. -ive language. 7. -or: büken, eğen. e.a;-l. bed, curve, 2. modulate. inflection = inflexion, is. 1. ses kipienimi, ses tonunun değişmesilalçalıp yükselmesi. .A sentence that asks a question usually ends on a rising -. 2. flection d.d. gr. (a) bükün, çekim,



influenee insiraf, (b) dizi, emsile, (c) dizi türü. noun ~. verb ~. (d) kelime şeklinin anlama göre değişi­ mi, (e) kelimenin anlamını değiştiren ek : dogs, . played kelimelerindeki -s, -ed gibi, (f) çekim veya dizi kuralları, 3. bükülme, eğilme, eğrilme, sapma, 4. mat. bükülme, büküm, dönüm: bir eğ­ rinin içbükeylikten dışbükeyliğe geçtiği nokta. point : büküm/dönüm noktası, 5. -less: bükünsüz, bükümsüz, bükÜımesiz, kipIenimsiz. infieetional, sf ı. bükünlü, bükünsel, bükün+. an - ending: bükün eki. ~ languages : bükünlü diller, 2. -ly : bükünle, bükünlü olarak. inflexed, sf bot. zool. eğri, eğik, eğilmiş, bükülmüş, bükük, kıvrık. e.a.- inflected. inflexible, sf 1. eğilmez, bükülmez, sert, katı. an ~ rod. Marble is an ~ materiaL. 2. sebatlı, kararlı, sebatkar, azimkar, kararından dönmez, bildiğinden şaşmaz, dediği dedik, inatçı, başeğmez. an ~ will to succeed. The committee was ~ in its opposition to our request. 3. değiş­ (tirile)mez, sabit. arbitrary and - laws. 4. -ness = inflexibility : (a) eğilmezlik, bükülmezlik, sertlik, katılık, (b) sebat, azim, kararından dönmezlik, (c) değişe tirile)mezlik, sabitlik, 5. inflexibly : eğilmeksizin, bükÜımeksizin, sert/katı bir şe­ kilde; sebatla, azimle, kararından dönmeksizin. e.a.- 1. unbendable, stiff, rigid, hard, solid, 2. rigorous, stern, unrelenting, unremitting, stubbom, obstinate, intractable, obdurate, adamant, resolute, relentless, implacable, inexorable, pertinacious, determined, unyielding, 3. unalterable, unchangeable, fixed. k.a.- 1. flexible, elastic, resilient, 2. amenable, irresolute, dacile, 3. alterable. inflexion!inflexional(ly), Brit. bk.: infleetion!infleetional(ly). infliet, gl.f 1. (dayak/tokat vb.) atmak, aş­ ketmek, vurmak, yapıştırmak. to - a blow. toa dozen lashes. He -ed a blow on his opponent' s jaw. 2. uğratmak, çarptırmak, maruz bırakmak, duçar etmek, (ceza vb.) vermek, malıkum etmek, yapmak, ika etmek. to - punishmentla penalty/fine ete on/upon s.o. : birini cezaya vb. çarptırmak. to - a wound on s.o. : birini yaralamak. to - pain : canını acıtmak, acılıstırap vermek. The judge ~ed the death penalty upon the murderer. The hurricane -ed severe damages on the island. 3. - on/upon : (istenmeyen bir şeyi)



kabule mecbur etmek, rahatsızlık/eziyet/sıkıntı vermek, rahatsız/taciz etmek, üzerine külfet/ angarya yüklemek, başına sarmak. Mary -ed the children on her mother for the weekend. Mrs. Jones ~ed herself upon her relatives for a long visit. /'m sorry to - myself upon you. Don 't ~ your problems on me! 4. -er = -or: (a) (dayak vb.) atan, vuran, (b) uğratan, duçar eden, maruz bıra­ kan, (c) taciz/rahatsız eden, külfet yükleyen, 5. -iye : eza/cefa vb. veren, rahatsız/taciz edici, sıkıntıya vb. maruz bırakan. e.a.- 2. afflict, 3. impose. inflietion, is. ı. (dayak/tokat vb.) atma, aşketme, vurma, 2. (cezaya vb.) uğra(t)ma, çarptırma, maruz bırak(ıl)ma, duçar etme/olma, 3. ceza, eziyet, eza, cefa, ıstırap, felaket, afet, uğranılan/maruz kalınan kötü şey. in-flight = inflight, sf uçakta, uçuş esnasında (verilen/sunulan). an - movie. infloreseence, is. 1. çiçeklenme, çiçek açma, 2. bot. (a) çiçeklerin sapları üzerinde diziliş şekli, (b) bitkinin çiçek açan kısmı, (c) tek bir çiçek, (d) (toplu olarak) çiçekler, (e) çiçek demeti/salkımı, salkım çiçek, top top açan çiçek, 3. inflorescent : çiçeklenen, çiçek açan. inflow, is. ı. (içeriye doğru) akış, akma, sızma, akıntı, sızıntı. an ~ offoreign capitaL. an - of 25 liters per hour. an - pipe. 2. (içeri) akan şey. e.a.- 1. influx. influence, is. &gL.f -enced, -encing ı. etki, tesir. to have an - on sth. : bir şeyi etkilemek. under the - of fear : korku tesiriyle, korkudan. under the - of drink . içki tesiriyle, sarhoşluk­ la. a good/bad - : iyilkötü etki, 2. nüfuz, hüküm, baskı. He has got - : Nüfuzludur, sözü geçer. to use one' s - to get a job. undue - : nüfuz suiistimali, nüfuzunu kötüye kullanma. to exert an (= to bring - ) to bear on sth : bir şey üzerinde bütün nüfuzunu kullanmak, baskı yapmak. to bring every - to bear (in order to) : (.. .için) elinden geleni yapmak, her çareye başvurmak. to have far-reaehing - : geniş/büyük nüfuz sahibi olmak, sözünü her yerde geçirmek, 3. nüfuz·· lu/sözü geçen kimse, argo piston. man of - : nüfuzlu/sözü geçen kimse, 4. astrol. esir, yıldızla­ rın yaydığına ve insanların mukadderatını etkilediğine inanılan ışınlama/radyasyon, 5. elekt. irkilim, (elektrostatik) endüksiyon, 6. etkilemek,



1815



influent tesir etmek, etki/tesir altında bırakmak. Don't let him - you = Don't be -d by him: Onun etkisi altında kalma. i don't want to - your decision : Vereceğin karara tesir etmek istemem. 7. zorlamak, baskı altında tutmak, zorla/baskı ile yaptırmak, ikna etmek, kandırmak. My father -d me to accept the job : Babam işi kabul için beni zorladı. 8. -able: etkilenebilir, etki/tesir altında kalabilir, 9. influencer : etkileyen, etki/ tesir yapan, etki altında tutan kimse. e.a.-2. sway, rule, authority, prestige, 6. impress, affect, sway, bias, direct, control, 7. impel, induce, persuade, mold. influent,sf&is. ı. (içeri/içine) akan, 2. (nehir) kol, 3. çevreye etkili bitki/hayvan : toplumun yaşam dengesi üzerinde önemli etkisi olan bitkilhayvan. influential, sf &is. ı. etkili, tesirli, nüfuzlu, sözü geçen, (hatırı) sayılır (kimse). -s from the worlds of finance, politics and the arts. 2. -ly : etkililtesirli bir şekilde, söz geçirerek. e.a.~ 1. effective, poweifuL. influenza, is. 1. patol. grip, salgın nezle, enflüenza, İspanyol nezlesi, 2. vet. patol. at nezlesi : atlarda ve domuzlarda görülen ateşli bir hastalık. flu d.d. influx, is. 1. içeri akma/akış, 2. akın, üşüşme, tehacüm. an - of tourists. The - of immigrants into a country. 3. nehir kavşağı, iki nehrin birleştiği yer, mansap, nehrin denize döküldüğü yer, 4. nehir ağzı. e.a.- 1&2. inflow. k.a.- 1&2. outflow. infoldeer)/infoldment, bk.: enfold(er)/enfoldment. inform, sf &f 1. bildirmek, haber vermek, haberdar etmek, söylemek. He -ed them of his arrivaI : Geldiğini onlara bildirdi. Keep me -ed of... : ... -den beni daima haberdar et. 2. (bir konuda) bilgi/izahat vermek, anlatmak, açıklamak, açıklamada bulunmak. Although i missed the meeting, the other members -ed me about what had happened : Toplantıya katılamadım­ sa da, öbür üyeler olup bitenleri bana anlattılar. 3. (baştan başa) kaplamak!yayılmak!istila etmek, içini doldurmak. A love of nature -ed his writing. 4. canlandırmak, can/ruh/canlılık vermek, ilham/ihsan etmek. The compassion that -s his work. God -ed their hearts with pity : AI-



1816



lah kalplerine merhamet ihsan etti. 5. esk. öğret­ mek, eğitmek, 6. - on/upon : (savcıya/polise) ihbar etmek, suçluyu/suç delillerini bildirmek! haber vermek, cumal etmek. Who -ed the killer? Katili kim ihbar etti? 7. esk. şekilsiz. 8. -able: bildirilebilir, haber verilebilir, 9. -ingIy: bildirerek, haber vererek, izahat/bilgi vererek. e.a.- 1. advise, apprise, notify, tell, relate, 3. permeate, pervade, 4. animate, inspire, 5. train, instruct, 7. formless. k.a.- 1. conceaL. informal, sf 1. törensiz, merasimsiz, teklifsiz, 2. gayriresmi, 3. resmi elbise gerektirmeyen, 4. konuşulan, halkın konuştuğu. - English: konuşulan (fakat resmiyette kullanılmayan) İn­ gilizce, 5. -ly : törensiz/merasimsiz/teklifsiz olarak, gayriresmi/samimi bir şekilde, senli benli bir şekilde. e.a.-I. casual, natural, easy, 2. unofficial, irregular, 4. colloquiaL. informality, is., ç. -ties ı. törensizlik, me~ rasimsizlik, teklifsizlik, resmiyetten uzak oluş, 2. teklifsiz/gayriresmi devranış. informant, is. 1. haberci, muhbir, haber veren/ihbar eden kimse, jumalcı, 2. d.b. denek: konuşması dil bilimciye dilsel gereç sağlayan birey. e.a.-I. informer. informatics, is. bilişim. e.a.- information sGience. information, is. 1. haber. The next day, the - of victory has arrived : Ertesi gün zafer haberi geldi. 2. bilgi, malumat. The - in all reference books is carefully checked for accuracy. 3. haber/bilgi verme, 4. danışma, istihbarat. The - bureau may be able to help you. 5. huk. şikayet, suçlama, savcı iddianamesi, 6. (bilişim kurarnında) taşınan haberin sayısal ölçüsü, haberleşme işaretinin anlam taşıyan özelliği (genellikle bit ile ölçülür), 7. bilgisayar veya benzeri cihaz tarafından işleme tabi tutulacak kodlara çevrilen bilgi/data, 8. - processing center: bilgi işlem merkezi, 9. - retrieval : bilgi erişim: bellekte saklı verilerden belli bir konuda bilgi alma yöntem ve yordamları, 10. - science = informatics : bilişim: bilişimsel ve teknik bilgi ve verilerin sistemli bir şekilde toplanması, sınıflandı­ nlması, saklanması, gerekince bu bilgilere erişilmesi yöntem ve yordamları, 11. - theory : bilişim kuramı : iletişim süreçlerini nicel olarak inceleyen, kullanılan iletişim ortamına göre



infundibulum ve doğru gönderim bilgi dalı, 12. -al : bilgi/ haber taşıyan, haber ileten. e.a.- 1. data, facts, intelligence, advice, news, 2. knowledge, wisdom. informative, sf ı. informatory d.d. öğre­ tici, bilgi verici, tanıtıcı, aydınlatıcı, eğitici, 2. -ly : öğreterek, bilgi vererek, aydınlatıcı/eğitici bir şekilde, 3. -ness: öğreticilik, bilgi vericilik, aydınlatıÇ1lık, eğiticilik. e.a.- 1. instructive. informed, sf ı. haberdar, haber alan. well· - (sources): iyi haber alan (kaynaklar). 2. bilgili, tahsilli. What the - people should know about psychology. 3. -edly : bilgili/ haberdar olarak. e.a.- 2. educated, intelligent. informer, is. ı. haberci, 2. ihbarcı, muhbir, jurnalcı, müzevir, münafık, casus, birini ihbar/şikayet eden kimse, ele veren kimse, 3. common - : bir yasanın ihlal edildiğini resmı makamlara haber veren kimse, 4. turn - : suç ortaklarını ihbar etmek. infra, zf. aşağıya, aşağıda, altta, özellile bir metnin alt kısmında. For additional examptes, see -. bk.: supra. e.a.- below. infra-, ön ek ı. "alt, aşağı, düşük, daha küçük, ...ötesi".ör.: infrared. 2. "altında, alt kıs­ mında". ör.: infrahuman. infrasonic, infracostal. infracostal, sf anat. kaburgaların altında (bulunan). infract, gl.f 1. ihlal etınek, bozmak, halel getirmek, haleldar etmek, 2. -ion : ihlal etme, bozma, halel getirme, haleldar etme, nakz, suç, kurala/yasaya aykın davranış. an -tion of the law. 3. -or: ihlal eden, bozan, (yasaya vb.) aykırı davranan kimse. e.a.- 1. violate, infringe, break, 2. breach, violation, infringement. infra dig, sf küçültücü, haysiyet/vekar kı­ ncı, küçük düşürücü. Although his work was financially profitable, it was abit - -. e.a.- undignified. infralapsarianism, is. ı. sublapsarianism d.d. insanların kötü yola sapıp düşeceğini önceden görerek Allahın bazı kimseleri ebedı kurtuluşa ulaştırdığı doktrini. bk.: supralapsarianism. 2. infralapsarian : bu doktrine inanan. infrangible, sf ı. kınlamaz, 2. bozulamaz, ihlal edilemez, 3. -ness =infrangibility : kırılagönderim



hızını, etkinliğini



olasılığını araştıran



mazlık, bozulamazlık,



ihlal edilemezlik, 3. infedilemez şekilde. e.a.- 1. unbreakable, 2. inviolable. infrared =infra-red, sf & is. kızıl altı, kı­ zıl ötesi. - absorption spectrum : kızıl altı soğurum izgesi. - radiation : kızıl altı ışınım. spectrum : kızıl altı izge. bk.: ultraviolet. infrasonic, sf ses altı, frekansı duyulabilen seslerin altında olan. infrasonics: ses altı bilimi, ses altı titreşimleri inceleyen bilim dalı. infraspecific, sf tür içi : bir türe dahiL. categories. infrastructure, is. ı. alt yapı, enfrastrüktür: bir sisteminikurumun temel ve ana çatısı, 2. alt yapı tesisleri : havaalanı, liman, yol, ulaş­ tırma/haberleşme tesisleri gibi temel askeri tesisler. infrequence = infrequency, is. seyreklik, nedret, nadirlik, az bulunma. infrequent, sf ı. nadir, 2. seyrek, 3. az bulunur, 4. nadiren vuku bulan, 5. -ly : nadiren, seyrekçe, seyrek olarak. e.a.- 1-4. scarce, rare, uncommon, sporadic. infringe, f ·fringed, -fringing ı. bozmak, ihHn etmek, karşı gelmek. A false label -s the laws relating the food and drugs. 2. gen. - on! upon : tecavüz etmek. - a patent: ihtira beratı­ nın hakkına tecavüz etmek. to - on s.o.'s privacy/rights : birinin mahremiyetine/haklarına tecavüz etmek, 3. infringer: (yasayı vb.) bozan, ihlal eden, (hakka vb.) tecavüz eden. e.a.- 1. violate, transgress, break, disobey, 2. poach, trespass, encroach. k.a.- 1. obey. infringement, is. 1. bozma, ihlal, tecavüz, saldırı, suç. - of a treaty : muahedenin ihlali. of the constitution : anayasanın ihlali. - of the law/of a copyright/of a patent. 2. ihlalıhaleldar etmek, sakatlama, tecavüz etme. e.a.- violation, transgression, encroachment, trespass. infructuous, sf 1. meyvesiz, verimsiz, 2. sonuçsuz, beyhude. e.a.- fruitless, unfruitful, unprofitable. infundibular =infundibulate, sf hunimsi. infundibuliform, sf bot. huni· şeklinde/ biçiminde. infundibulum, is., ç. -la anat. ı. huni biçiminde organ/parça, 2. pitüvit bezesini beynin tabanına birleştiren hunimsi parça.



rangibly :



kınlamaz/bozulamaz/ihlal



1817



infuriate infuriate, sf &gl.f -ated, -ating 1. çıldırt­ mak, delirtmek, çılgına döndürmek, çok kızdır­ maklöfkelendirmek, argo küplere bindirrnek, zı­ vanadan çıkarmak, 2. -d d.d. az kul. çılgına dönmüş, çıldırmış, delirmiş, kudurmuş, çok kızgın/öfkeli, argo küplere binmiş, tepesi atmış, 3. -ly : çıldırmışçasına, deli/ku durmuş gibi, öfke ile, 4. infuriatingly : çıldırtırcasına, kudurturcasına, çok öfkelendirerek/kızdırarak, 5. infuriation : aşırı hiddet/öfke, tehevvür, (öfkeden) çıldırma/deliye dönme. e.a.-ı. enrage, anger, madden, irritate, make Jurious, 2. enraged, jurious. infuse. f -fused, -fusing 1. gen. - into : aşılamak, telkin etmek. to - loyalty into the new employees. The speech of the President -d new hope and morale into the nation. 2. gen. - with : ilham etmek. Your suggestion -d me with an ideafor my project. 3. (çay vb.) demle(ndir)mek, haşlamak. Add the tea leaves and - for five minutes. 4. esk. içine dökmeklakıtmak, 5. ilham almak, telkin altında kalmak, aşılanmak, 6. infuser : demIik, 7. infusive : aşılayıcı, telkin / ilham edici, etkileyici. e.a.- ı. instill, ingrain, ineulcate, 2. inspire, imbue, 4. pour in. infusible, sf 1. ergimez, ergitilemez, 2. telkin/ilham edilebilir, 3. demlendirilebilir, içine dökülebilir/akıtılabilir, 4. -ness = infusibility : ergimezlik, ergitilemezlik, ergi(tile)meme. infusion, is. 1. telkin/ilham etme, aşıla­ ma,2. demle(ndir)me, içine dökme, akıtma, karıştırma, 3. demlenmiş şey, içine dökülen/akıtı­ lan şey, 4. ecz. (a) ilikı suda eritme, (b) menku, haşlanmış bitki suyu, (c) suda eritilmiş ilaç, 5. tıp (a) damara iHiç zerk etme, (b) damara zerk edilen iHiç. infusionism, is. ı. ruhun ilahi, ölmez olduğunu, ana rahminde veya doğuşta bedene girdiğini savunan dini doktrin, 2. infusionist : bu doktrine inanan. infusoria, ç. is. ı. zool. haşlamlılar, kirpikliler (Ciliata) sınıfından tek gözeli hayvanlar, 2. esk. çürüyen organik maddelerde bulunan tek gözeli mikroskopik organizmalar. infusorial, sf zool. haşlamlı(lara ait). infusorian, sf &is. zool. haşlamll. in futuro, Lat. gelecekte, istikbalde. e.a.in the future.



1818



-ing, son ek ı. "-ma/-me" : fiil köküne eklenerek hal veya iş bildiren ad yapar: lıunting : avlama. reading : okuma. running : koşma. sleeping : uyuma, 2. fiilin gösterdiği işe yarayan malzeme bildirir: flooring : döşeme malzemesi, 3. fiilin sonucu olan işi/eseri gösterir: building : yapı, bina. painting : yağlı boya resim. earning : kazanç, 4. fiillerin past participle (geçmiş zaman ortacı) ve participle adjective (ortaçsıfat) hallerini yapar: He is taiking : O konuşu­ yor. eating apple : yenecek elma. lasting lıappi­ ness : sürekli mutluluk. ingate, is. döküm deliği : döküm kalıbına ergimiş madenin döküldüğü delik. e.a.- gate. ingather, f ı. devşirmek, toplamak, toplayıp getirmek, hasat etmek, 2. toplamak, birleştir­ mek, bir araya getirmek, 3. -er: devşiren, toplayan, hir araya getiren. 4. -ing: devşirme, toplama, hasat. e.a.-]. gather, harvest, 2. col/ect, assemble. ingeminate, sf &gl.f -nated, -nating ı. tekrarlamak. yinelemek, 2. ingemination : tekrarlama, yineleme. e.a.- ı. repeat, reiterate. ingenerate, sf &f -ated, -ating 1. ezeli, doğmamış, kendiliğinden mevcut, 2. doğal, doğuştan, fıtti, tabii, yaratılışta olan, 3. esk. doğurmak, üretmek, tevlit etmek. 4. ingeneration : doğurma, üretme. e.a.- 2. inborn, innate, 3. engender, produce. ingenious, sf ı. hünerli, marifetli, zeki, usta, yaratıcı zeka sahibi, dahiyane, dahice. an person. an - idea. The - boy made a radio. 2. usta işi, maharetle/ustalıkla yapılmış. an toy. This mousetrap is an - device. 3. -ly : hünerle, ustaca, zekice, yaratıcı zeka ile, dahiyane, 4. -ness: hüner, marifet, ustalık, yaratıcı zeka, deha. e.a.- 1. bright, gifted, able, resourcejul, adroit. k.a.- 1. unskillful. ingenue, is., ç. -nues Fr. 1. saf kız, 2. sahnede saf kız rolü oynayan kadın oyuncu. ingenue ş.d.y. ingenuity, is., ç. -ties (3. için) ı. hüner, marifet, maharet, ustalık, yaratıcılık, kat kabiliyeti, 2. zeka, kavrayış, 3. icat, mahirane yapıl­ mış düzen, 4. esk. bk.: ingenuousness. e.a.1. inventiveness, 2. deverness. ingenuous, sf 1. samimi, candan, açık yürekli, tabii, hilesiz, dürüst, yapmacıksız, 2. saf, masum, sadedil, bön, tecrübesiz. Too - in belie-



ingredient ving what people say. 3. -Iy: samimi olarak, candan, açık yüreklilikle, tabillhilesiz/yapmacıksız bir şekilde, safiyane, masumiyetle, bön bön, tecrübesizce, 4. -ness: samimllik, açık yüreklilik, tabillik, hilesizlik, yapmacıksızlık, saflık, masumiyet, sadediHik, bönlük, tecrübesizlik. e.a.- ı. candid, artless, innocent, guileless, natural, 2. naive, unsophisticated, simple. k.a.ı &2. disingenuous, cunning, devious, tricky. ingest, gL.f ı. (yemek) mideye indirmek, yutmak, 2. -ible : yutulabilir, 3. -ion : yutma, 4. -iye : yutulan, yutulacak. e.a.-I. absorb, swallow. ingesta, ç. is. besin, yemek, yiyecek: yutulan/mideye indirilen şeyler. k.a.- egesta. ingestant, is. ı. besin, yemek, yiyecek : yutulan/mideye indirilen şey, 2. yenilince alerjiye sebep olan şey. ingle, is. Brit.- k.d. (ocakta yanan) ateş, ocak. inglenook = ingle nook, is. Brit. ocak başı köşesi.



inglorious, sf 1. utandırıcı, utanç verici, haysiyet kırıcı, şerefi ihIa.l eden. - retreat/defeat. 2. esk. tanınmamış, meşhur olmayan, mütevazi, 3. -Iy : utandırıcı/utanç vericilhaysiyet kırıcı bir şekilde, 4. -ness : utandırıcılık, utanç vericilik, haysiyet kırıcılık. e.a.- 1. shameful, disgracefuI, dishonorable, ignominious, 2. obscure, humble. k.a.-ı. admirable, commendable, praiseworthy, exemplary, worthy, 2. famous, well-known. In God We Trust, "Allah Yardımcımızdır/ Allaha güveniyoruz." 1. ABD paraları özerindeki simge söz, 2. Flarida'nın simge sözü. ingoing, sf (içeriye) giren/gelen (özellikle yeni kiraladığı eve giren). e.a.- entering, going in. ingot, is. &f ı. külçe (yapmak), 2.. kalıp (Lamak), 3. - iron : (a) külçelyumuşak demir, %O.05'ten az karbon içeren demir: (b) Brit. yumuşak çelik, pasIanmaz, telgen ve dövülgen, saf çelik. ingraft/-er/-mentl-ation, bk.: engraft/ -er/-mentl-ation. ingrain =engrain, sf &is. &gL.f 1. kökleş­ tirmek, iyice yerleştirmek, (tabiata, zihne) nakşetmek, tespit etmek, derinlemesine nüfuz et-



(tir)mek, 2. esk. (sabit renge) boyamak, 3. kökderinlemesine nüfuz etmiş, sabit, çık­ maz' 4. boyalı iplikten dokunmuş, dokunmadan önce boyanmış. - carpet. 5. dokunmadan önce boyanmış iplik, yün, vb. 6. boyalı iplikten doleşmiş,



kunmuş halı.



ingrained = engrained, sf ı. kökleşmiş, iyice yerleşmiş/nüfuz etmiş, sökülüp atılamaz, köklü, müzmin. - principles/superstition/prejudicelhabits. 2. (a) bükülmüş, iplik yapılmış, iplik haline getirilmiş, (b) tanelenmiş, taneli, 3. -Iy : kökleşmiş/iyice yerleşmiş/nüfuz etmiş durumda, köklü bir şekilde, 4. -ness : kökleş­ me, iyice yerleşme/nüfuz etme, köklülük. e.a.1. deep-rooted, inveterate, deep-seated. ingrate, sf &is. esk. 1. nankör (kimse), 2. -Iy : nankörce, nankörlükle. e.a.- 1. ungratefuL. k.a.- 1. gratefuL. ingratiate, gl.f -ated, -ating 1. gen. with : (kendini) sevdirrnek, (birisinin) gözüne girmek. He -d himself with the bo ss. 2. ingratiation: sevilme, göze girme. ingratiating, sf 1. sevimli, cana yakın, hoş, latif, hoşa giden. an - smile. 2. sokulgan, girgin, göze girmeye çalışan, çıkar sağlamak için yaltaklanan, yaltakçı, 3. -Iy : (a) sevimli/ cana yakınlhoş bir şekilde, (b) sokulganlıkla, girginlikle, göze girmeye çalışarak, yaltaklanarak, yaltakçılıkla, 4. -ness: (a) sevimlilik, cana yakınlık, (b) sokulganlık, girginlik, yaltaklanma, yaltakçılık. e.a.- ı. charming, agreeable, pleasing, 2. fiatıeringo ingratiatory, sf 1. göze girmeyeikendini sevdirmeye yönelik, 2. sokulgan, girgin, yaltakçı.



ingratitude, is. nankörlük, iyilik bilmeme. ingravescence, is. (hastalık) ağırlaşma, kötüleşme, ciddlleşme, vahamet kesp etme, tehlike arz etme. ingravescent, sf patol. ağırlaşan, kötüleşen, ciddlleşen, vahamet kesp eden, tehlike arz eden (hastalık). ingredient, is. 1. içerik, katkı, muhteva, (bir karışımın) içinde bulunan maddeler. The -s of a cake. 2. öğe, unsur, bileşen, cüz, bir bütünü



1819



ingress oluşturan ilkel



cess.



maddeler. The -s ofpolitical suce.a.- constituent, element, component.



k.a.- whole. ingress, is. ı. giriş, girme, 2. girme yetkisi! 3. giriş yolu, girilen yer, 4. astr. gölgelenme : bir gök cisminin başkasının gölgesine girmesi, 5. -ion : girme, giriş. e.a.- 1&5. entrance, 3. entryway, 4. immersion. ingressive, sf. ı. giriş+, girme+, giren. an - current of air. 2. gr. bk.: inceptive, 3. -ness : girme. ingroup, is. sos. dayanışma topluluğu : üyeleri birbirine dayanışma duygularıyla bağlı olan başkalarını küçük ve yabancı gören toplumsal bütün. bk.: outgroup. ingrowing, sf. ı. ete batan, etin içine doğru büyüyen. an - naillhair. 2. bir şeyin içinde/ içerisine doğru büyüyen. ingrown, sf. ı. ete batmış, etin içine doğru büyümüş. an - toenail. 2. bir şeyin içinde/ içerisine doğru büyümüş. ingrowth, is. ı. ete batma, etin içine doğru büyüme, 2. bir şeyin içinde/içerisine doğru büyüyen şey. inguinal, sf kasık+, kasığa ait. ingulf(ment), bk.: engulf(ment). ingurgitate, f. -tated, -tating 1. oburcasına yutmak, tıkınmak, sömürmek, hapır hupur yemek, 2. yutmak, girdap içine çekmek, 3. ingurgitation : oburcasına yutma, tıkınma, sömürme, hapır hupur yeme. e.a.- ı. guzzle, swill, engulf, swallow up. inhabit, gl.f. ı. oturmak, ikamet etmek, sakin olmak, 2. içinde bulunmak/mevcut olmak/ yaşamak. Weird notions - his mind. 3. -ability : oturulabilme, iKamet edilebilme, oturmaya elverişlilik, 4. -able: oturulabilir, ikamet edilebilir, oturmaya elverişli,S. -ation : otur(u1)ma, ikamet. e.a.-ı. dwell, live, 2. indwell. inhabitance =inhabitancy, is., ç. -Cİes ı. konut, ev, mesken, ikametgah, 2. oturma, eğleş­ me, ikamet etme, sakin olma. e.a.- ı. residence, dwelling. inhabitant = inhabiter, is. oturan, eğleşen (kimse), sakin, ikamet eden (kimse). The -s of the village : Köy halkı/ahalisi/sakinleri, köyde oturanlar. hakkı,



1820



inhabited, sf şenelmiş, insan oturan, meskfin. an - island. inhalant, sf. &is. ı. solukla içeri çekilen, solunan, nefesle çekilen (ilaç), 2. solunma aygı­ tı : solukla içeri çekmekte kullanılan cihaz. inhalation, is. ı. soluma, soluk alma, teneffüs, nefesle içeri çekme, 2. solukla içeri çekilen ilaç, 3. -al : solunumsal, solunum şeklinde. -al therapy. inhalator, is. solutucu, solutma aygıtı, solukla içeri çekilen ilacı veren alet. inhale, is.&f. -haled, -haling 1. soluma(k), soluk alma(k), teneffüs etme(k), nefes alma(k), solukla içeri çekmeek). to - air. 2. (sigara vb.) içmeek), (sigara dumanını vb.) yutma(k), 3. mec. oburca yutmak. He -d aboutfour meals at once. e.a.- ı. breathe in. k.a.- ı. exhale. inhaler, is. ı. soluyan, soluk alan, teneffüs eden, nefes alan, solukla içeri çeken (kimse), 2. solutucu: ilaç buharı, anestetik vb. gibi solukla içeri çekilecek ilaçları veren alet, 3. respirator d.d. soluk aldırma cihazı, 4. bk.: snifter (1). inharmonic(al), sf. uyumsuz, ahenksiz, harmonik olmayan. e.a.- dissonant, discordant. inharmonious, sf. ı. uyumsuz, ahenksiz, 2. uygunsuz, yakışıksız, aykırı, zıt, 3. -Iy : uyumsuz/ahenksiz bir şekilde, 4. -ness: uyumsuzluk, ahenksizlik. e.a.- 1. inharmonic, discordant, 2. conflicting, disagreeable. inharmony, is. uyumsuzluk, ahenksizlik, uygunsuzluk. e.a.- discord. inhau! ::: inhauler, is. den. devşirme halatı : yelkeni katlayıp devşirmeye yarayan halat. inhere, gs.f. -hered? -hering aslında/ta­ biatında/yaratılıştan var olmak, zatında mevcut olmak, devamlı/ayrılmaz bir şekilde bulunmak, mündemiç olmak, varlığı zorunlu olmak, zarun olarak bulunmak/meydana gelmek. Greed -s in human nature. inherence, is. ı. feL. ayrılmazlık: özelliklerin kendilerini taşıyan nesnelerle, ilineklerin tözle bağlantısı, 2. doğal olarak/aslında/tabia­ tında bulunma, tabil ve zarun olarak mevcut olma. inherency, is., ç. -Cİes (2. için) ı. bk.: inherence, 2. doğal nesne, doğal olarak/aslında! tabiatında bulunan şey, tabil ve zarurı olarak mevcut olan şey.



inhuman doğal, tabii, cibilli, fıtri, mündemiç, tabiatında var olan, ayrılmaz, asli, zarurı. Freedam of religion is an - part of the Bill of Rights. - honesty. bein a thing : bir şeyin aslındaltabiatında mevcut olmak. - defeet : doğal/aslında var olan kusur. The - sweetness of honey. with all - diffieulties : kaçınılmaz bütün güçlüklere rağmen. Weight is an - quality of matter. He has an - love of beauty. 2. -ly : doğal/tabii olarak, doğuştan, aslın­ da, tabiatında, bizatihi. e.a.- 1. innate, native, inbred, ingrained, intrinsic, essentia!. inherit, f 1. kalıt almak, tevarüs etmek, varis olmak, miras olarak almak, mirasa konmak. He -d estate from his father. The eldest son will - the title. She inherited her mother's beauty and her father' s bad temper. The new government -ed a financial crisis. 2. -ability = -ableness : kalıtlmiras alabilme, tevarüs edebilme, 3. -able : irsı, kalıtımla geçebilir, miras kalması mümkün, 4. -ably : kalıtımla, miras yolu ile, miras olarak, irsen. inheritanee, is. 1. kalıt, miras, veraset. by - : miras olarak, verasetle, irsen, kalıtım/miras yolu ile. He obtained his house by - from an aunt. 2. kalıtımsal nitelik, irsen geçen nitelik, irsı vasıf. Good health is a fine -. 3. huk. kalıtım, veraset, kalıt (alma), miras (hakkı). The law of,-. 4. esk. iyelik/mülkiyet (hakkı), 5. - tax : veraseti intikal vergisi. e.a.-I-3. heritage, birthright, 4. ownership. inherited, sf kalıtsal, mevrus, miras kalan, miras yolu ile intikal eden, atadan kalma, kalıtım yolu ile edinilmiş. an - estate. - traits, inheritor, is. kalıtçı, varis, mirasçı, mirasa konan (erkek). Kadın ise: hıheritress veya İn­ heritrix denir inhesion, is. tabiatında/aslında mevcut olma. e.a.- inherence. inhibit, f 1. önlemek, durdurmak, engel/ mani olmak, (hislerini vb.) tutmak, ketlemek, kendini çekmek/alıkoymak, bırakinamak. The medicine -ed the spread of the disease. 2. yasaklamak, menetmek, yasak etmek, 3. ürkütrnek, çekimser kılmak, çekingenlürkek hale getirmek. He was greatly -ed by his lack of education. 4. -ed : çekingen, ürkek, ketli, ruhsal etkenler yüzünden hareketlerinde serbest olmayan. too -ed to laugh freelylto talk about sex. 5. --er: ön-



inherent, sf



doğuştan,



zatında



ı.



leyen, durduran, engel/mani olan, (hislerini vb.) tutan, ketleyen kimse/şey, 6. -ive : önleyici, durdurucu, engel/mani olucu, ketleyici. e.a.-I. repress, discourage, restrain, 2. forbid, prohibit. k.a.~ 1-2. allow. inhibition, is. 1. önleme, durdurma, engeli mani olma, (hislerini vb.) tutma, ketleme, alı­ koyma, yasaklama, köstekleme, menetme, 2. önlenme, engellenme, durdurulma, menedilme, kösteklenme, 3. psikol. (a) ketleme, nehiy : uyaran olmasına karşın, başlayan bir süreci durdurma ya da başlamasını önleme, (b) (organın/ enzinıin vb.) etkisini durdurma, kısıtlama, sınır­ landırma, (c) çekingenlik, çekinme, ürkeklik. She gets rid of her -s when she's drunk 2 or 3 glasses of wine. 4. kim. yavaşlatım : bir kimyasallfizikselolayın yürümesini engelleme ya da durdurma, 5. - reaetive : tepkisel ketleme. inhibitor, is. 1. bk.: inhibiter,2. kim. yavaşlatıcı : bir kimyasal tepkimenin hızını ya-vaşlatmak ya da durdurmak için kullanılan özdek, 3. bir cevherde ışıldamayı/lüminesansı önleyen yabancı özdek, 4. (Raketlerde) bazı yüzeylerin yanmasını önleyen atıl (oksitlenmez) madde, 5. inhibitory bk.: inhibitive. in hoc signo vinces, Laı. Bu işaretle zafere ulaşacaksın (İmparator Konstantin'in simge sözü). inhomogeneous, sf bağdaşmamış, gayrimütecanis. inhospitable, sf ı. konuk/misafir sevmez, konuk kabul etmez, yabancıları iyi karşılama­ yan, 2. (iklim, bölge vb.) barınılmaz, ıssız, ücra, vahşi, kuş uçmaz kervan geçmez, 3. -ness : konuk sevmezlik, 4. inhospitably : konuk/misafir sevmezcesine, istiskal edercesine. inhospitality, is. konuk/misafirsevmezlik, konuk kabul etmeme, soğuk davranış, soğukluk, husumet. inhouse, sf&zf. yerli, iç+, içeride olan, bir kurumun kendi personeli/olanakları ile yapılan. - research. inhuman, sf ı. zalim, kıyıcı, merhametsiz, acımasız, şefkatsiz. - treatment. an tyrant. 2. insanlık dışı, gayriinsani, 3. insanlığa yakışmayan, aşağılık. - living conditions. barbaric and - atrocities. 4. insan olmayan, insandan başka. - shapes. 5. soğuk, duygusuz. His usual quiet, almost - courtesy. 6. -ly : zalimce,



1821



inhumane kıyasıya,



merhametsizce,



acımaksızın, insanlık



dışı/gayrI' insanllinsan1ığa yakışmaz



bir şekil­ de, 7. -ness: zalimlik, kıyıcılık, merhametsizlik, acımasızlık, insanlık dışı/gayriinsani' davranış. e.a.- 1. cruel, brutaI, unfeeling, callous, savage, brutish, 5. cold, impersonal. inhumane, sf. 1. zalim, kıyıcı, merhametsiz, acımasız, gaddar, 2. -Iy : zalimce, merhametsizce, acımaksızın, insanlık dışı/gayriinsanll insanlığa yakışmaz bir şekilde. inhumanity, is., ç. -ties 1. zalimlik, zulüm, kıyıcılık, merhametsizlik, acımasızlık, insaniyetsizlik, 2. zalim/gaddar/merhametsiz/insanlık dışı davranış/hareket.



inhume, gl.f. -humed, -huming 1. gömmek, defnetmek, 2. inhumation : gömme, defnetme, 3. inhumer : gömen, defneden. e.a.- 1. bury, inter. iniillicable = inimical, sf. ı. düşman, hasım, 2. zıt, karşıt, ters, muhalif, uygunsuz. Actions - to friendly relations between coımtries. 3. zararlı, engel(leyici). Lack of ambition is - to success. 4. -ness = inimicaUty: düşmanlık, husumet; zıtlık, karşıtlık, terslik, muhaliflik, uygunsuzluk; zarar, engel(leme), 5. inimically: düşmanca, hasmane; zıt bir şekilde, karşıt/tersi muhalif olarak. e.a.- 1. hostile, unfriendly, 2. antagonistic, 3. harmful. inimitable, sf. ı. taklit edilemez, taklidi imkansız, yansılanamaz, benzetilemez, benzeri yapılamaz, eşsiz, eşi/misli bulunmaz, 2. -ness = inimitability : taklit edilemezlik, taklit imkansızlığı, yansılanamazlık, benzetilemezlik, eşsiz­ lik, 3. inimitably :.. taklit edilemez/yansılana­ maz!benzeri yapılamaz/eşsiz/eşi bulunmaz bir şekilde. e.a.- 1: matchless. iniquitous, sf. ı. günahkar, haksız, kötü, yasayaıkanuna aykın, adaletsiz, insafsız, 2. -ly : haksızlıkla, kötülükle, yasaya/kanuna aykın olarak, adaletsizce, insafsızca, 3. -ness: günahkarlık, haksızlık, kötülük, yasaya/kanuna aykın­ lık, adaletsizlik, insafsızlık. e.a.- 1. wicked, sinful, nefarious, evil, base. iniquity, is., ç. -ties 1. haksızlık, kötülük, yasaya/kanuna aykırılık, adaletsizlik, insafsız­ lık, 2. günah, kötüıük, fesat. e.a.- 1. injustice, wickedness, 2. sin



1822



initiaI, sf &is. &gl.f. -tialed, -tiaUng (Brit.: -tialled, -tialling) ı. ilk, ön, baş, başlangıç. The - letler of a word. The - stages of an undertaking. The - talks were the base of alater agreement. The - step of a process. 2. ilk harf, bir kelimenin ilk harfi, 3. özel adın ilk harfi, 4. (süslü) baş harf: kitapta bölüm başını gösteren büyük harf, 5. parafe etmek, (adının baş harflerini yazarak) kısa imza atmak. to - a note or document. 6. -er -ler: parafe eden, 7. -Iy : önce, ilk önce, başlangıçta, evveıa. -ly, he opposed the plan, but later he changed his mind. 8. - Teaching Alphabet : ilköğrenim Alfabesi : İngilizce öğrenmeye başlayanlar içi kırk dört harfli fonetik alfabe. kıs.: I.T.A. e.a.- 1. first. initiate, sf.&is.&gl.f. -ated, -ating 1. (tören vb.) başla(t)mak, açmak. i want to - the ceremony by weıComing you all to Ankara. 2. (esaslarını) öğretmek/göstermek, alıştırmak, (bilim vb. de) ilk adımı attırmak, 3. (cemiyet/ tarikat vb. sırlarını öğreterek) üyeliğe kabul etmek. The Rotarians -d 12 new members. 4. girişmek, önayak olmak, önermek, teklif etmek. to - a constitutional amendment. 5. (yeni) başla­ yan/başlamış/alıştırılmış (kimse), 6. yeni üye, üyeliğe yeni kabul edilmiş (kimse), 7. bir tmikat veya cemiyetin sırlarını öğrenmiş (üye), 8. belirli bir alanda yetiştiriImiş (kimse). e.a.-1. start, begin, commence, open, introduce, inaugurate, originate, 2. teach, indoctrinate, 3. admit, 4. propose. initiation, is. 1. (bir kurumalcemiyete/ kulübe vb.) giriş/girmelkabul edilme/üye olma. - ceremonies. 2. (üyeliğe vb.) kabul töreni, 3. başla(t)ma, girişme, önayak olma, başlangıç, başlayış, 4. (bir şeyin esaslarını/sırlarını) öğ­ renmeye başlama, 5. (bir şey hakkında az çok) bilgi sahibi olma, ünsiyet, aşinalık. This misunderstanding was simply due to the lack of - to the subject. e.a.- 3&4. beginning, 5. knowledgeableness. initiative, is. &sf. 1. girişim, girişme, (kişisel) teşebbüs, girişkenlik. take the - in doing sth. : bir işe girişrnek, ilk adımı atmak. He has no - : Girişken değildir. 2. (kendiliğinden bir işe) başlama hevesi/yetkisi/kudreti. on one's own - : kendiliğinden, kendi arzusu/isteği! iradesi ile. act/do sth. on one's own - : kendili-



=



injurious ği nden



ile) bir işe başla­ üzerine alarak verilen) karar, şahsi karar. A statesman must have/show/display -. 4. (o.) öncecilik: belirli sayı­ daki seçmenlere anayasada değişiklik, yeni bir anayasa veya tüzük yapılması hakkında teşeb­ büse geçme yetkisi tanıyan usul (İsviçre'de olduğu gibi), (b) yeni bir yasa teklif etme hakkı, 5. teşvik edici, başlatıcı, başlatan, sebep olan, 6. -ly : kendiliğinden girişerek, şahsi teşebbüs ile, girişkenlikle. e.a.- 1. enterprise, 2. enthusiasm, energy, vigor. initiator, is. ı. (iş vb.) başlatan, başlayan, önayak olan, teşebbüs eden girişen, (kimyasal bir tepkileşimi vb.) başlatan, 2. -y : (o.) ilk, baş­ langıç, başlatıcı, önayak olan. an -y step. (b) tanıtıcı, (bir kuruma/cemiyete/tarikata vb.) girmeye/üye olmaya yardım eden, 3. -ily : giriş/baş­ langıç mahiyetinde, başlangıç olarak. e.a.- 2. (a) initial, (b) introductory. initiatress, is. .başlayanjönayak olan/teşebbüs eden (kadın). inject, gl.f 1. içitmek, zerk etmek, şırınga/ enjeksiyon yapmak, iğne vurmak, iğne ile (iHiç vb.) vermek, 2. içeri sokmak, yeni veya başka bir şeyi bir cismin içine sokmak, 3. (istenilmeyen bir yere) girmek, davetsiz olarak gitmek, karışmak, 4. (söz arasına) sokuşturmak/sıkıştır­ mak, münasebetsizce başkalarının latına karış­ mak, 5. -able: içitilebilir, zerk edilebilir, enjekte edilebilir. 6. -or: (o.) şırıngo., enjektör, (b) püskürteç, püskürtücü, püskürtme tulumbası. e.a.- 3. intrude, 4. interject. injection, is. 1. içitme, zerk (etme), şırın­ go., enjeksiyon, iğne. hypodermic - : deri altı­ na yapılan iğne, 2. içitilen/zerk edilen nesne, 3. vücuda zerk edilen sıvı/ilaç, 4. uzayaracını yörüngesine yerleştirme (işi/zamanı), 5. (motora vb.) yakıt püskürtme, 6. konu dışı bir fikri ortaya atma, 7. - cock : püskürtmf musluğu, 8. - cooling : püskürtmeli soğutma, 9. - engine : püskürtme]i motor, 10. - fuel : püskürtme yakı­ tı, 11. - nozzle: püskürtücü, püskürtme memesi, fışkırık, 12.- pipe : püskürtme borusu. injudicious, sf ı. akılsız, sağgörüsüz, basiretsiz, tedbirsiz, düşüncesiz, makulolmayan, 2. -ly : akılsızca, sağgörüsüzce, basiretsizce, tedbirsizce, düşüncesizce, 3. -ness : akılsızlık, (kendi



mak/girişmek,



isteği/iradesi



3.



(sorumluluğu



sağgörüsüzlük, basiretsizlik, tedbirsizlik, düşün­ cesizlik. e.a.- 1. unwise, imprudent, indiscreet. Injun, is. k.d. Amerikalı Kızılderili. Honest - ! Hakikaten! injunction, is. huk. tedbir kararı, men/ durdurma kararı, bir kimsenin/kimselerin bir işi yapmalarını yasaklayan mahkeme kararı, 2. emir, uyarma, öğüt, 3. emir verme, yasak etme, menetme. e.a.- 2. command, order, admonition. injunctive, sf huk. ı. emredici, emreden, tedbir kararına dayanan, mahkeme kararı ile durdurulan, 2. -ly : emirle, tedbir kararıyla, tedbir kararına dayanarak. injure, gl.f -jured, -juring 1. yaralamak. She was -d badly in the accident, The -d (people) were taken to the hospital. 2. zarar vermek, hasara uğratmak. The fruit trees were -d by the frost. 3. incitmek, rencide etmek. Her pride has been -d. i hope i didn't - her (feelings). 4. gücendirmek, haksızlık yapmak, kötü/haksız davranmak. You - him when you doubt his ability. 5. injurable : yaralanabilir, zarar görebilir, hasara uğrayabilir, incinebilir, rencide olabilir, gücenebilir, 6. injurer: yaralayan; zarar veren, hasara uğratan; inciten, rencide eden, gücendiren. e.a.- 1. damage, hurt, impair, spoil, mar, wound, 3. offend, 4. wrong, maltreat, abuse. k.a.- 1. soothe, heal, 2. aid, help, assist, benefit. injured, sf ı. yaralı, yaralanmış, zedelenmiş, hasara uğramış, zarar görmüş, haleldar olmuş. an - reputation. 2. incinmiş, gücenmiş, dargın, rencide olmuş, muğber.. an - voice : gücenmiş bir ses. Her face wore an - look : Yüzünde dargın bir ifade vardı. 3. haksızlığa uğra­ mış, mağdur olmuş, 4. -·ly : (o.) yaralı gibi, yaralanmış/zedelenmiş/hasara uğramış bir şekilde, (b) incinerek gücenerek dargınlıkla, rencide 01muşçasına, (c) haksızlığa uğramışçasına, mağ­ dur olarak, 5. -ness : yaralanma, zedelenme, hasara uğrama, zarar görme, haleldar olma, (b) incinme, gücenme, dargınlık, (c) haksızlığa uğra­ ma, mağdur olma. e.a.- 1. wounded, damaged, hurt, harmed, 2. offended, reproachful, 3. wronged injurious, sf ı. zararlı, zarar verici, muzır, yaralayıcı, tahripkar, yıkıcı. Behavior that is to socialorder. Habits that are - to health. Hail is - to crops. 2. incitici, rencide edici, haksız,



1823



injury 3. yeren, yerici (söz), 4. aşağılayıcı, onur kıncı, hakaretamiz, tahkir edici, küçültücü, küçük düşürücü, 5. -ly: (a) zararlı bir şekilde, zarar verecek şekilde, (b) inciterek, rencide edercesine, haksızlıkla, (c) onur kıncı/aşağılayıcı bir şekil­ de, 6. -ness : (a) yaralarna, zarar verme, tahripkarlık, yıkıcılık, (b) incitme, rencide etme, yerme, (c) aşağılama, onur kıncılık, hakaret, küçük düşürme. e.a.- 1. harmful, detrimental, damaging, destructive, deterious, 2. offensive, deragatory, defamatory, 3&4. insulting, abusive, slanderous, libelous. k.a.- 1. beneficial, profitable. injury, is., ç. -juries 1. zarar, ziyan, hasar, mazarratlık, 2. üzgü, eza, incinme. - to one's pride : gururun incinmesi, 3. haksızlık. You did me an - when you said Ilied. 4. yara(lanma). He received a serious - in the accident : Kazada ciddı bir şekilde yaralandı. 5. huk. mağduriyet, haksızlığa uğrama, hakların ihlali, 6. esk. iftira, karalama, 7. şöhretin ihlali, manevı zarar. The accident will certainly be an - to the reputation of the airline : Kaza muhakkak ki hava yollarının şöhretine halel getirecek. 8. add insuU to - : gücendinnek yetmiyormuş gibi bir de hakaret etmek (hem dövmeklincitmek, hem de hakaret etmek). e.a.-l. damage, impairment, mischief, 3. injustice, unfairness, wrong, 4. wound, hurt, 6. calumny. k.a.- 1. benefit. injustice, is. 1. haksızlık, adaletsizlik. to do s.o. an - : birisine haksızlık yapmak, 2. insafsızlık, merhametsizlik, tarafgirlik, 3. haksız/ insafsız/adaletsiz davranış, haksız fiiVhareket. To send an innocent man to jail is an -. e.a.-1. inequity, unjustness, 2. injury, wrong, unfairness, partiality, bias. k.a.- 1-3. justice, equity, fairness, right, righteousness, impartiality. ink, is.&gl.f 1. mürekkep, 2. mürekkep balığının korunmak için çıkardığı siyah sıvı, 3. mürekkeplernek, mürekkep sürmeklbulaştır­ mak, mürekkeple bayarnaklyazmak, (daIma kaleme) mürekkep koymak. They -ed a new contract. To - a pen. 4. inker : mürekkep merdanesi, 5. -less : mürekkepsiz, 6. -like : mürekkep gibi, mükekkebimsi, mürekkebe benzer, 7. - bag = - sac : mürekkep balığının mürekkep torbası, 8. - bottle : mürekkep şişesi, 9. - eraser : mü-



1824



rekkep silgisi, 10. - in/over: kurşun kalemle çizilmiş veya yazılmış şeyleri mürekkeplernek, 11. - pad : ıstampa, 12. - up : mürekkeple koyulaştırmak, 13. -pot = -well: okul sıraların­ daki mürekkep hakkası, 14. in -: yazılmış olarak, 15. Indian - : çini mürekkebi, 16. invisible - : görünmez mürekkep, ısı veya kimyasal yöntemlerle görünür hale gelen mürekkep, 17. printer's - : matbaa mürekkebi, 18. solid - : kalıp halinde kuru mürekkep. inkberry, is., ç. -ries ı. bot. mordefne (Ilex glabra) : KD Amerika'da yetişen parlak yapraklı ve mor meyveli defne, 2. bu defnenin meyvesi, 3. bk.: pokeweed. inkblot test, is. psikol. mürekkep lekesi ölçeri. inkhorn, sf & is. ı. ukalaCca), iddialı, 2. mürekkeplik, boynuzdan yapılan mürekkep hakkası, 3. - term : ukaHica/basmakalıp söz/ deyim. inkle, is. biye, elbise kenarlarına dikilen kumaş şerit.



inkling, is. ı. ima. işaret, 2. (belli belirsiz) hafif şüphe, kuşku, 3. get/have an (some) - of sth : bir şeyi sezmeklsezer gibi olmak, bir şeyin kokusunu almak. getlhave no - of sth. : bir şeyden zerre kadar şüphe etmemek /haberi olmamak. i hadn't an - of what was to happen : Ne olacağından zerre kadar haberim yoktu. 4. give s.o. an - : birisine fikir vermeklçıtlatmaklima etmek. His explanations gave me an - of the difficulties. e.a.- 1. hint, intimalion, clue, 2. suspicion. inkstand, is. 1. hakka, 2. yazı takımı. e.a.- 1. inkpot, inkwell. inky, sf inkier, inkiest 1. koyu, siyah, kapkara, zifiri, karanlık. - shadows. - darkness. 2. mürekkep gibi, mürekkebe benzer, 3. mürekkepli, mürekkep lekeli, mürekkebe bulanmış. fingers. 4. mürekkebe ait, 5. mürekkep+, mürekkep içeren, mürekkepten yapılmış/ibaret, 6. inkiness : karalık, siyahlık, mürekkep gibi/ kapkara oluş. inky cap, is. mürekkepH mantar (Coprinus atramantarius) : sporları olgunlaşınca yaprakçıkları siyah bir suya dönüşen mantar. inlace, bk.: enlace. inlaid, sf gömme, kakma, üzerine altın/ gümüş/sedef vb. kakarak süslenmiş. an - paneL. - gold/ivory. gold - in(to) wood. wood - with gold. seziş,



inner inland, sf &is. &zf. ı. yurt içi, iç, dahili, bir ülkelbölge içinde bulunan. - trade : iç ticaret. ~ population. 2. Brit. yerli, memleket içinde faaliyet gösteren, 3. karasal, denizdenlhuduttan uzak (yerler), yurt içi, iç bölgeler(e özgü), 4. içeriler (d)e, yurt içined)e, içeriye doğm, denizden uzak (ta). We travelled -. There are mountains~. 5. - boat = York boat Cnd. nehir gemisi: Kanada'da Hudson Körfezinde ve iç sularda yük taşı­ mak için yapılmış kürekli gemi, 6. - Revenue Brit. (a) Vergi (Tahsilat) Dairesi, (b) tahsil edilen vergi. e.a.- 2. domestie. inlander, is. iç ülke halkı, denizden uzak yerde yaşayan kimse(1er). in-law, is. k.d. kayın. The -s : bir kimsenin eşinin ailesi : father-~, mother--, brother/ sister-- ete. inlay, is. &gl.f -laid, -laying ı. kakmak, gömme/kakma işlemek. to ~ strips of gold. 2. kakmalarla süslemek, 3. çerçevelemek, (bir resim veya sayfayı kağıt veya mukavvadan) çerçeve içine koymak, 4. gümüş vb. kaplı eşyanın çok aşınan kısımlarını takviye etmek, 5. madeni taş/tahta vb. içine tel vb. gömmek/yerleştirmek. to - a wooden box with si/ver. 6. mozayiklemek, mozayik/parke kaplamak, 7. kakma işi, 8. (diş) dolgu, 9. mozayik, parke, 10. - graft: bot. gömme aşı, 11. -er: kakmacı, mozayikçi. in-Ib = inch-pound. inlet, is.&gl..f 1. koy, küçük körfez, 2. (iki ada arasında) dar boğaz, 3. giriş, methal, girilecek yer. - valve : giriş/emme supabı, 4. gömme parça, kakılmış parça/şey, 5. iki su yolu arasın­ daki su yolu/geçidi, 6. ağız: bir şeyin doldurulduğu/beslendiği yer. the - of apond. 7. içeri koymak/sokmaklbırakmak, kakmak. e.a.-7. insert, inlay. inlier, is. jeol. iç çıkıntı, örtülü oluşuk : sonradan oluşan kaya tabakası ile çevrilmiş kaya çıkıntısı. in-line, sf sırada, bir hizada. :... engine : silindirleri bir hizada olan motor. in loc. cil. Lat. zikredilen yerde. in loco, Lat. yerinde, uygunlmünasip yerde. in loco parentis, Lat. ana baba yerin(d)e. inly, zf. ı. içteen), yürekteen), demill, 2. yürekten, kalpten, canıgönülden, tamamen. e.a.1. invvardly, 2. intimately, deeply, thoroughly.



inmate, is. ı. tutuklu, mahpus, hapishaneye veya akıl hastanesine kapatılmış kimse, 2. esk. başkalarıyla aynı evde oturan kimse, 3. sakin, bir yerde oturan kimse. in medias res, Lat. ortasında, işin/konu­ nun orta yerinde. in memoriam, Lat. anısına, hatırasına. kıs.: in mem. e.a.- in/to the memory of inmesh, gl.f bk.: enmesh. inmost, sf ı. en (en iç, en derin, en uzak vb.). We went to the - depths of the mine: Maden ocağının en derin yerlerine indik. 2. içten, demnı, yürekten, samirrri, gizli. His - desire was to be an astronaut. One 's ~ thoughts. e.a.1. innermost, deepest, 2. intimate, private, seeret. inn, is. ı. han, küçük otel. a country-. 2. otel, 3. meyhane, 4. Brit. öğrenci yurdu. e.a.- 1. hostell'Y, 2. hoteL. innards, ç. is., k.d. 1. bağırsaklar, hayvanın iç organları, 2. iç mekanizma, bir makinenin e.a.- 1. entrai/s, vb. iç yapısı. an engine's ~. viseera innate, sf ı. doğal, doğuştan, yaratılıştan, fıtd, tanrı vergisi. - talent, an - love of musie. 2. asli, zat1, aslında var olan, zatında münderniç. an ~ defeet in the hypothesis. 3. zeka eseri: öğ­ renerek veya tecrübe ile değil düşünerek/zeka ile edinilen. - knowledge. 4. -ly : doğalolarak, doğuştan, yaratilıştan; aslında var olan, zatında mündemiç olarak, zeka eseri olarak, 5. -ness : doğallık, tabiilik, doğuştan/yaratılıştan/aslında var olma, zatında mündemiç bulunma. e.a.- 1. inhorn, native, natural, congenital, hereditary. inner, sf 1. iç, en içerde bulunan, içerideki, dahili. the ~ ear : iç kulak. the - bark of the tree. an - room. 2. samimi, gizli, şahsı, özeL. His -, circle of friends. She kept her ~ thoughts to herself. 3. merkezı, yetkili. the - circle of the government : hükümetin yetkili çevreleri, 4. demnı, mhı, zihnı, manevı, mhanı. the - life. 5. gizli, karanlık, belirsiz, müphem, saklı, aşikar olmayan. an - meaning/significance : gizli/ derin anlam, 6. -ly : içten, içinden, içeriye doğ­ m, gizlice. a world that -ly divided. 7. -ness : içeride bulunma, gizlilik, özellik, şahsilik, samimilik, manevllik, mhanllik, e.a.- 1. interior, 2. intimate, private, secret, 4. mental, spiritual, 5. hidden, obscure.



1825



inner bar inner bar, is. (İngiliz yasalarına göre) özel kraliyet, meclisi: sarayda bölme içinde oturan ve "Junior Counsel" den daha yetkili olan meclis. bk.: outer bar. inner cirCıe, is. iç grup : töreler, adetler, düşünüşler üzerinde etkili küçük toplum. inner city, is. eski mahalle, şehrin en eski/harap ve fakirlerle meskun mahallesi. bk.: central city. inner-direeted, sf iç güdümlü : dış etkilere kapılmayan. bk.: other-direeted. inner-direetion, is. iç güdümlülük, dış etkilere kapılmama. inner ear, is. bk.: internal ear. Inner Light, is. İç Işık : dindaşlık (Quakerism) inancına göre insanın ruhunda mevcut olup onu yöneten İHihi kudret, Hz. İsa'nın insanlara tuttuğu ışık. inner man, is. 1. manevi varlık, ruh, vicdan, insanın derunu, iç yüz, 2. mide, iştah. A hearthy meal to satisfy the - -. 3. look after the - - : boğazına bakmak, karnını doyurmak. innermost, sf &is. en iç, en içeridekiliçteki (kısım). e.a.- inmost. inner planet, is. iç gezegen : Güneşe en yakın olan Utarit, Zühre, Arz ve Merih gezegenlerinden herhangi biri. inner product, is. mat. iç çarpım. e.a.scalar product. innersole, ·is. bk.: insole. inner space, is. ı. iç uzay: uzayın yeryüzüne yakın kısmı, 2. insanın iç dünyası, 3. denizaltı alemi. innerspring, sf içten yaylı. an - mattress. Inner Temple, is. 1. bk.: Inns of Court (l), 2. bk.: te~pleı (4). inner tube, is. (oto) iç lastik. innervate, gl.f -vated, -vating 1. sinirleri kuvvetlendirmek, tenbih etmek, 2. (vücudun bir kısmına) sinir sağlamak, sinirlerle donatmak. innervation, is. 1. sinirleri kuvvetlendirme, tenbih etme, 2. (vücudun bir kısmına) sinirlerin dağılışı, 3. -al : sinirleri kuvvetlendireni uyaran, münebbih. innerve, gl.f -nerved, -nerving sinirleri kuvvetlendirmek, .metanetlcesaret vermek, canlandırmak. e.a.- invigorate, animate. innholder, is. bk.: innkeeper.



1826



inning, is. ı. (beysbol) vuruş sırası, iki taile vurucu mevkiine gelmesi, 2. -s : (kriket) oyun dönemi, 3. -s : iktidar dönemi: bir partinin/kişinin iktidar mevkiinde bulunduğu süre/dönem. Now the Democrats have their -s. 4. sıra, nöbet, fırsat, keşik, 5. -s : denizden kazanılan arazi, 6. -s : bataklıktanıdenizden arazi kazanma. e.a.- 4. opportunity. innkeeper, is. otelci, hancı. e.a.- innholder. innless, sf hansız, otelsiz. innocence, is. ı. suçsuzluk, kabahatsizlik, masumluk, masumiyet. The trial has established his - : Duruşma sonunda suçsuzluğu sabit görüldü. 2. saflık, temiz yüreklilik, safiyet. She has not lost her -. 3. sadelik, hilesizlik, 4. bönlük, cahillik, bilgisizlik, safderunluk, 5. zararsız­ lık, 6. innocent =İnnoeents d.d. bot. bk.: bluet (2), 7. bot. gökçe otu (Collinsia verna, C. bicolor) : mavi, beyaz çiçekler açan bir ot. e.a.- 1. guiltlessness, 2. chastity, purity, 3. simplicity, guilelessness, ingenuousness, 4.nai'vete, 5. harmlessness innoeeney, is. bk.: innoeenee (1-5). innocent, sf&is. ı. masum, günahsız, kusursuz (kimse). - children. 2. suçsuz, kabahatsiz (kimse). The trial proved that the aeeused was - : Muhakeme sonunda sanığın suçsuz olduğu anlaşıldı. 3. kasıtsız, hilesiz, iyi niyetli (kimse). an - misrepresentation. an - lie/question. 4. zararsız, kimseye zararı dokunmayan. -funlamusement. 5. - of : -den yoksun/mahrum, -sız/-siz. - of merit : değersiz. Abare, bleak room, - of all adornment : Her türlü süsten mahrum çıp­ lak, soğuk bir oda. 6. saf, bilgisiz, habersiz, tecrübesiz, bön, cahil, aklı ermez. an - girL. - of grammar. 7. yasal, kanuni, kanuna uygun, 8. temiz, saf, lekesiz. the - snow. 9. temiz yürekli, iyi niyetli (kimse). a trusting - young child. 10. sabi, küçük çocuk, 11. gen. -s : bk.: innoeenee (6). 12. -ly : masumane, günahsızca, kusursuz/ suçsuzlkabahatsiz olarak, hilesizce, iyi niyetle, kimseye zararı dokunmadan, safiyane, bön bön. e.a.- 1. pure, sinless, virtuous, faultless, impeccable, spotless, immaculate, chaste, 2. guiltless, blameless, 4. harnıless, innocuous, 6. nai've, unsophisticated, artless, simple, half-witted, 7. lawful, 8. dean, spotless. k.a.- 1&2. guilty, sinful, unchaste, culpable, eriminaL. rafın sıra



inoculation innocuous, sf. ı. zararsız, tehlikesiz. an home remedy. - snake/drugs. 2. incitmez, dokunmaz, 3. ilgi uyandırmayan, ilginç olmayan, yavan, sönük, tatsız, 4. -Iy: zararsızca, tehlikesizce, incitmeden, ilgi uyandırmadan, 5. -ness: zararsızlık, tehlikesizlik, incitmerne, dokunmama, ilginçsizlik, yavanlık, sönükWk, tatsızlık. e.a.- 1. harmless, 2. inoffensive, 3. pallid, insipid. innominate, sf. ı. adsız, isimsiz, 2. - arteryanat. küçük atardamar : sağ ana atardamar (aort)tan çıkıp sağ tarafı besleyen iki damara ayrılan atardamar, 3. - bone anat. kalça kemiği, üç parçanın (ilium, ischium, pubis ) birleşmesinden oluşan iki kalça kemiğinden her biri, 4. - vein anat. küçük toplardamar, baş ve boynu besleyen kanı yüreğe götüren iki damardan her biri. e.a.1. nameless, anonymous, 3. haunch bone, hipbone, hucklebone. innovate, f. -vated, -vating 1. yenilik yaratmak/çıkarmak, 2. gen. - inlonlupon : (bir şey üzerinde) değişiklik yapmak, (bir şeyi) değiştir­ mek/geliştirmek/tekemmül ettirmek, yeni fikir/ yöntem vb. ortaya atmak. to ~ on another' s creation. 3. esk. bk.: alter. innovation, is. 1. yenilik, icat, yeni bir cihaz/fikir/yöntem vb. 2. yenileştirme, yenilik çı­ karma, yeni bir yöntem vb. ortaya atma, 3. -al: yeni, yenilik yaratan, 4. -ist : yenilik yaratan kimse. e.a.- 1. novelty. innovative, sf. ı. yenilik yaratan/çıkaran/ getiren, yenileştirici, geliştirici, yeniliğe yönelik, 2. -ness: yenilik yaratma, yaratıcılık, yeniliğe yönelme. innovator, is. 1. yenilik yaratan/çıkaran/ getiren kimse, yenilik taraftarı, 2. -y bk.: innovative. innoxious, sf. 1. zararsız, tehlikesiz, 2. -Iy : zararsızca, tehlikesizce, 3. -ness : zararsızlık, tehlikesizlik. e.a.- 1. harmless, inoccuous. k.a.1. harmful, noxious. Inns of Court. is. ı. Londra'da avukatlık stajını yapacak adayları seçen dört cemiyet: Lincoln's Inn, Inner Temple, Middle Temple, Gray's Inn. 2. bu cemiyetlerin binaları. innuendo, f. &is., ç. -dos, -does ı. kinaye, ima, imlerne, üstü kapalı söz, anıştırma, dolaylı söz. The gossip column was full of the -s about famous people. if you throw such -es against the



Minister, you'll be sued for libe!' 2. huk. (a) açıklama, bir cümleyi açıklayan ifade/ibare, (b) (hakaret davasında) hakaretamiz/küçük düşürü­ cü sözlerin izahı, 3. imlemek, ima etmek, imalı/ kinayeli söz söylemek, mec. taş atmak, kinayeli konuşmak. e.a.- 1. insinuation, hint, intimation. innumerable =innumerous, sf. 1. sayısız, pek çok, hesapsız. - stars. 2. sayılamaz, sayıya gelmez, sayılması imkansız, 3. -ness = innumerability : sayısızlık, sayılamazlık, sonsuzluk, sayılma olanaksızlığı, 4. innumerably : sayısız/ sayılması imkansız bir şekilde. e.a.- ı. countless, many, infinite, 2. numberless, countless. innumerate, sf.&is. Brit. ı. hesap bilmez, hesaba aklı ermez (kimse), 2. innumeracy: hesap bilmeme, hesaba aklı ermeme. innutrition, is. ı. besinsizlik, gıdasızlık, besin/gıda azhğı/noksanlığı/yetersizliği, yeterince beslenerneme, yeterli besin/gıda alamama, 2. innutritious : besinsiz, gıdasız. inobservance, is. 1. dalgınlık, gaf1et, dikkatsizlik, etrafını görmeme, etrafındakileri farketıneme. drowsy -. 2. riayetsizlik, riayet etmeme, yapmama, ifa/icra etmeme, tanımama, hiçe sayma. e.a.- ı. inattention, heedlessness, 2. nonobservance, disregard. inobservant, sf. ı. dalgın, gafil, dikkatsiz, etrafını görmeyen, etrafındakileri fark etmeyen, 2. riayetsiz, riayet etmez, ifa/icra etmez, tanı­ maz, hiçe sayar, 3. -Iy : dalgınlıkla, gaf1etle, dikkatsizlikle, riayet etmeksizin, tanımaksızın, hiçe sayarcasına. inoculability, is. aşılanabilme. inoeulable, sf. aşılanabilir. inoeulant, is. bk.: inoeulum. inoculate, f -Iated~ -Iating ı. aşılamak, aşı yapmak. to - s.o. against a disease: bir hastalığa karşı aşılamak/aşı yapmak. to - children against diphteria : çocuklara difteri aşısı yapmak, 2. (birisine) mikrop aşılamak/bulaştırmak. to - s.o. with a germ : birisine mikrüp aşıla­ mak/bulaştırmak, 3. (fikir) aşılamak/telkin etmek, kafasına sokmak/yerleştirmek. bk.: vaceinate, inject, 4. inoculative : aşılayıcı, 5. inoculator : aşıcı, aşı yapan, aşılayan. e.a.-bk.: infuse. inoculation, is. 1. aşı, 2. aşıla(n)ma, aşı yap(tır)ma.



1827



inoeulum inoeulum, is., ç. -la aşı. e.a.- inoculant. inodorous, sf kokusuz. e.a.- odorless. inoffensive, sf 1. zararsız, incitmez, kimseye zararı dokunmaz/zarar vermez, tehlikesiz, mazlum, kendi halinde, sakin. an - manner. a quiet - sort of woman. 2. -Iy : zararsızca, incitmeden, 3. -ness: zararsızlık, incitmezlik. e.a.1. harmless, innocuous, unoffending, unobjectionable, innocent, peaceable. k.a.- 1. harmful, offensive, objectionable, offendingo inofficious, sf ı. huk. töre dışı : törelere,



ahUUd vecibelere, aile bağlarına aykırı, özellikle en yakın akrabaıhısım ve taallilkatı miras dışı bırakan. an - will. 2. esk. savsakçı, savsayan, görevini yapmayan, 3. -Iy: töre dışı olarak, törelere aykırı bir şekilde, 4. -ness: töre dışı oluş, törelere aykırılık. e.a.- 2. disobliging. inoperable, sf ı. ameliyat edilemez, ameliyatı tehlikeli, ameliyatla iyileşemez. an - cancer. 2. işletilemez, çalıştırılamaz, yürütülemez, uygulanamaz. an - plan. 3. -ness = inoperability : (a) ameliyat edilemezlik, ameliyatla iyileş­ me olanaksızlığı, (b) işletilemezlik, 4. inoperably: ameliyat edilemez şekilde, işletilemez bir halde. inoperative, sf ı. işlemez/çalışmaz (halde), 2. etkisiz, tesirsiz, sonuçsuz, boş, hükümsüz. - remedies. 3. -ness: işlemez/çalışmaz halde bulunma, etkisizlik, tesirsizlik, sonuçsuzluk. inopereulate, sf bot. kapaksız (spor kesesi vb.). inopportune, sf 1. uygunsuz, yersiz, münasebetsiz, yakışıksız, gayrimüsait, sırasız, zamansız, mevsimsiz. an - visitlrequest. 2. -ness = inopportunty:uygunsuzluk, yersizlik, münasebetsizlik, sırasızlık, zamansızlık, mevsimsizlik, 3. -Iy : uygunsuz/yersiz/mühasebetsiz bir şekil­ de, gayrimüsait bir zamanda, sırasızlzamansız/ mevsimsiz olarak. e.a.- 1. inappropriate, unsuitable, untimely, unseasonable, inconvenient. in order that, bağ. .. .için, maksadıyla, ga-



yesiyle, ... diye. inordinate, sf 1. aşırı, oransız, haddinden fazla, gayrimakuL. - pride. - demands for higher wages. 2. ılımsız, sınır tanımayan, başıboş. passion. 3. düzensiz, intizamsız, karmakarışık, 4. -Iy : aşırı bir şekilde, oransızca, haddinden



1828



fazla olarak, ılımsızca, sınırsızca, düzensizce. 5. -ness = inordinaey: aşırılık,'oransızlık, haddinden fazlalık, ılımsızlık, düzensizlik. e.a.1. excessive, extreme, exorbitant, outrageous, disproportionate, unreasonable, 2. intemperate, immoderate, 3. disorderly, unregulated. k.a.- 1. reasonable, 2. temperate, moderate, 3. orderly, regulated.



inorganic, sf ı. anorganik, gayriuzvi, Ofganik/uzvi olmayan, 2. cansız, camit. - nature. 3. kim. anorganik, madensel, bileşiminde karbonlu hidrojen ve türevIeri bulunmayan. - chemistry : anorganik kimya, temel öğesi C olmayan anorganik maddeleri inceleyen kimya dalı, 4. sun'i, aHi, yabancı, asli/tabii olmayan. Dull, things, without individuality or prestige. 5. gr. yabancı, kelimenin normal gelişmesi dışında : against kelimesindeki t gibi, 6. -ally : anorganik olarak, cansız/sun' i bir şekilde. e.a.- 2. ina~ nimate, 4. artificial, 4&5. extraneous. k.a.- -13. organic.



inoseulate, f -Iated, -lating1. (damar, sinir vb.) birleş(tir)mek, bağla(n)mak, bağlantı kurmak, (elyaf vb.) birleştirip sürekli bir madde haline getirmek, mezcetmek, katmak, karış­ (tır)mak, (elyafı) yan yana getirip bükmek, 2. inoseulation: (damar, sinir vb.) birleş(tir)­ me, bağla(n)ma, bağlantı. e.a.- 1. unite, blend. inositol = inosite, is. ı. hiy. - kim. inozitol : Bitki ve tohumlarında, hayvan dokularında, ürede, vitamin B kompleksinde geniş ölçüde bulunan ve hayvanların büyümesine çok gerekli olan madde: C6H6(OH)6. 2. ecz. bu maddenin ticari şekli: bazı karaciğer hastalıklarını tedavide kullanılır.



inotropic, sf adale kasıcı, adale kasılma­ etkileyen. inpatient, is. hastanede yatan hasta. bk.: outpatient. in perpetuum, Lat. ebediyen, ilelebet. e.a.sını



forever.



in personam, huk. şahsa karşı, kişi aleyhinde (açılan dava vb.), (malı değil) şahsı hedef tutan. bk.." in rem. in petto, s.f &zf. It. ı. gizli(ce), gizli/hafi (olarak), açıklanmayan, 2. minicik, minnacık, ufacık.



in phase fazda.



lı, aynı



= in-phase, fiz.







evreli,







faz-



inquiry in posse, Lat. mümkün, muhtemel, olabilir, imkan dahilinde. bk.: in esse. e.a.- in possibility. inpour, f (içine) boşaltmak/dökmek. in-print, sf baskıda, basılmakta, tabedilmekte. in-process, sf işlenmekte, imaHltta, üretilmekte. in propria persona, Lat. bizzat, şahsen, avukata danışmadan. e.a.- personally. input, ,~f. &is. &gl.f. inputted, inputting ı. giriş, 2. makine giriş gücü, 3. elekt. giriş gerilim/akımı/uçları. bk.: output. 4. gen. -s : üretim öğeleri, istihsal unsurları (ham madde, içşi­ lik, sermaye vb.), S.fizy. bir kimsenin yediği yemek miktarı, 6. sağlananıkonulan miktar. Increased - offertilizer increases crop yield. 7. doldurma, besleme, tağdiye, 8. veri, verilenler, bir teknik problemi çözmek için gerekli bilgi (data), 9. Isk. bağış, teberru, yardım parası, hayır cemiyetine vb. verilen para,lO. bil. (a) giriş: bilgisayara bilgi sağlayan, (b) girdi: bilgisayara verilen bilgi, (c) bilgisayara bilgi geçirmek/aktarmak. input-output, sf. &is. bil. ı. (a) giriş çı­ kış : bilgisayara bilgi giriş çıkışını kontrol eden cihaz, (b) bilgi giriş çıkış işlemi, (c) bilgi taşıyan düzen (manyetik şerit vb.), 2. - analysis ekon. giriş çıkış analizi : sanayide giren malzeme, emek, sermaye vb. ile üretilen madde arasın­ daki ilişkinin ekonomik incelenmesi, 3. - channel: giriş çıkış oluğu, 4. - control system: giriş çıkış güdüm dizgesi, 5. - devkes: giriş çı­ kış aygıtları, 6. - process: giriş çıkış gönderimi. inqilab, is. Urducu inkılap, devrim. - zİıl­ dahat : yaşasın devrim. e.a.- revolution. inquest, is. 1. yasal/adli soruşturma, tahkikat, özellikle jüri tahkikatı, 2. soruşturma kurulu, tahkik heyeti. The - was told that one of the witnesses had been delayed. 3. tahkikat raporu, soruşturma sonucunu gösteren resmi belge, soruşturma kurulu kararı, 4. Coroner's - : adli tıp tahkikatı, sebebi bilinmeyen ölümlere ait resmi soruşturma. e.a.- 1. hearing, inquisition, inquiry, investigation. inquiet, sf. &glf 1. endişeli, kaygılı, huzursuz, merak içinde, 2. esk. sükfineti bozmak, 3. -ly : endişe ile, huzursuzca, merak ede-



rek, 4. -ness : endişe, kaygı, huzursuzluk, merak. e.a.- 2. disturb, disquiet. inquietude, is. ı. endişe, kaygı, tasa, huzursuzluk, merak, 2. -s : endişe/huzursuzluk veren düşünceler. e.a.-l. anxiety, uneasiness, restlessness, 2. anxieties. inquiline, sf. &is. zool. ı. ortakçı, başkası­ nın yuvasında bannan (hayvan), 2. inquilinism = inquilinity: ortakçılık, 3. inquilinous : ortakçı. inquire = enquire, f. -quired, -quiring ı. sor(uştur)mak, soru/sual sormak. to - the price of sth : bir şeyin fiyatını sormak. to - the way of s.o. : birisinden yol sormak. i -d whether he would come : Gelip gelmeyeceğini sordum. 2. esk. bk.: seek, 3. esk. (birisini) sorguya çekmek, 4. tahkikat yapmak, araştırmak. to about a person: bir kimse hakkında bilgi edinmek/tahkikat yapmak,S. - after (s.o.) : (birinin hatırını/sıhhatini vb.) sormak. She -d after my mother's health. 6. - for (s.o.) : (birisini) görmek istemek, görüşmek için birisini sormak. A man has been inquiring for you at the office. 7. gen. - into (sth.) : (bir şeyi) incelemek, tahkik etmek, araştırmak. to - into s.o.'s past : bir kimsenin mazisini araştırmak, 8. inquirable : soruşturulabilir, tahkik edilebilir, 9. inquirer : soruşturmacı, muhakkik, tahkikat yapan kimse. e.a.- 1&4&5 investigate, examine, query, ask, question. k.,a.- 1. telI. inquiring = enquiring, sf. ı. araştırıcı, soruşturucu, öğrenmeye hevesli. an' - mind. 2. mütecessis, meraklı . an - reporter. 3. inceleyen, soru soran, istiflıamkar. He looked at his father with - eyes. 4.... ıy : cevap beklercesine. inquiry, is., ç. -quiries ı. soruşturma, araştırma, tahkikat, inceleme, anket, 2. soru, sorgu, suaL. My - about his health was never answered. 3. conduct/hold an - : soruşturma/ tahkikat yapmak, 4. make inquiries about s.o. : birisi hakkında tahkikat yapmak,S. make inquiries after s.o. : birisinin hatırını sormak, 6. open a judidal - : adli tahkikat açmak, 7. public - : kamu soruşturması, amme tahkikatı, 8. set up an - regarding sth. : bir şey hakkında soruşturma açmak. e.a.- 1. investigation, scrutiny, exploration, study, 2. question, query, interrogation. k.a.- 2. answer, reply.



1829



inquisition inquisition, is. ı. soruşturma, istizah, resmi tahkikat, inceden inceye araştırma, 2. kişisel hakları göz önüne almadan dinsel, siyasal konularda sert, insafsız ve ağır cezayı/işkenceyi öngören sorguya çekme, 3. zalimane ve bitip tükenmez sorgu, sual, 4. araştırma, inceleme, 5. tahkikat raporu, 6. Engizisyon mahkemesi : XIII-XIX.yy. da Orta ve Güney Avrupa'da Katolik kilisesi emirlerine uymayanları cezalandır­ mak için kurulan dini mahkeme. Sonraları Holly Office adını almıştır. 7. the Spanish - : İspan­ ya Engizisyon mahkemesi: İspanya'da 1481'de kurulan zulüm ve işkence mahkemesi, 8. -al : zulüm ve işkence ile yapılan, 9. -ally : zulüm ve işkence yolu ile. e.a.- 1. inquest, hearing, 4. inquiry, researeh. inquisitive, sf &is. ı. araştırıcı, inceleyici, bilgi aşıkı, öğrenmeye meraklı, çok soru soran (kimse). an - mind. 2. (aşırı derecede) mütecessis, meraklı, özellikle başkalarına ait şeyleri merak eden (kimse), 3. -ly : soruşturarak, araş­ tırarak,inceleyerek, aşırı merak ve tecessüsle. e.a.- 1. eu4. -ness: (aşırı) merak, tecessüs. rious, 2. prying, snoopy. Inquisitor inquisitionist, is. ı. araştır­ macı, soruşturmacı, muhakkik, tahkikat memuru, 2. soru soran, mütecessis/meraklı kimse, 3. Engizisyon mahkemesi üyesi. Grand - : Engizisyon mahkemesi başkanı. Kadın ise : inquisitress. inquisitorial, sf ı. mütehakkimane soru soran, tahkikat memuruna benzer, can sıkarcası­ na meraklı, 2. Engizisyon mahkemesi üyesi olarak iş gören, 3. huk. gizli muhakeme usulü ile ilgili, 4. -ly: tahkikat memuru gibi, aşırı merak ve tecessüsle, inceden inceye araştırarak, 5. -ness: inceden inceye araştırma, aşırı merak ve tecessüsle sorular sorma. in re, Lat. " . hakkında, .. .ile ilgili olarak, -e müteallik. e.a.- conceming, in the matter of in rem, Lat. mal veya mülke karşı, şahıs­ larla ilgisi olmayan (adli kovuşturma, mahkeme kararı vb.). bk.: in personam. in rerum natura, Lat. eşyanın tabiatında. in-residence, sf (bir kuruma) resmen bağlı olan, orada ikamet eden. The English Department's poet- - taught three eourses.



=



1830



inroad, is. ı. saldırı, tecavüz. Ready to defend himself and his property from -s of others. 2. akın, baskın. They made -s into enemy' s eountry. e.a.- 2. raid, foray.. inrush, is. ı. üşüşme, hücum, tehacüm, (içeriye doğru) şiddetli akış, akın(tı). an - of visitors : ziyaretçi akını, 2. -ing: üşüşen, akın eden, üşüşme, akın etme. e.a.- 1. inflow, influx. ins. = 1. inches, 2. inspector, 3. insular, 4. insulated, 5. insulation, 6. insurance, 7. Erit. inscribed. I.N.S. = International News Service. insaecula saeculorum, Lat. ilelebet, iIanihaye, layetenahi, asırlar ve asırlarca. e.a.- endlessly, for ever end ever, for all etemity. insalivate, gL.f -vated, -vating 1. tükürüklemek, (çiğnerken) yemeği tükürükle karıştır­ mak, 2. insalivation : tükürükleme. insalubrious, sf 1. sağlığa zararlı, sıhhate muzır. an - elimate. 2.. -ly: sağlığa zararlı bir şekilde,



3. insalubrity :



sağlığa zararlı oluş.



e.a.- 1. unwholesome. insane, sf 1. deli, çılgın, çıldırmış, aklını kaçırmış, sapık, mecnun, 2. delice, akılsızca. aetions. 3. delilerelakıl hastalarına mahsus. asylum : tımarhane, 4. saçma, mantıksız, manasız. an- attempt. 5. -ly : delice, çılgınca, çıldır­ mışçasına, mecnun/sapık gibi, 6. -ness: delilik, çılgınlık, çıldırma, aklını kaçımıa, sapıklık, cinnet. e.a.- 1. lunatic, erazed, erazy, maniaeal, mad, 4. foolish, irrational, senseless. insanitary, sf ı. pis, kirli, sağlığa zararlı, hastalık kaynağı. - eonditionsldrains. 2. insanitariness = insanitation: pislik, kirlilik, sağlığa zararlılık. e.a.-1. unhygienie. insanity, is., ç. -ties ı. delilik, akıl hastalı­ ğı, cinnet, 2. huk. (akıl hastalığı nedeniyle) cezai ehliyetsizlik, 3. çılgınlık, akılsızlık, akılsızca/ delice davranış. the - of going out in the rain. e.a.-1. lunaey, madness, eraziness, mania, dementia, 3. foolishness, foolhardiness. k.a.- sanity, rationality. insatiable, sf 1. doymaz, doymak bilmez, aç gözlü, haris, obur, tatmin olunmaz. - ambition. an -lovefor musie. Are you hungry again? you're -! Gene mi acıktın? Amma obursun! 2. -ness = insatiability: doymazlık, aç gözlülük, harislik, oburluk, 3. insatiably : doymazcasına, doymak bilmeksizin, hırsla, ihtirasla, aç gözlülükle, oburca.



inseıninate



insatiate, sf ı. bk.: insatiable. -greed. 2. -ly bk. : insatiably, 3. -ness =insatiety bk.: insatiableness. inscribable, sf ı. yazılabilir, kaydedilebilir, 2. hakkedilebilir, oyulabilir, 3. içine teğet olarak çizilebilir, 4. -ness: yazılabilme, kaydedilebilme; hakkedilebilme, oyulabilme; içine teğet olarak çizilebilme. inscribe, sf gL.f -scribed, -scribing 1. yazmak, kaydetmek. They have -d their names upon the pages of history. The pages of history are -d with their names. 2. kazmak, hakketrnek, oymak, (taşa/tunca vb.) yazmak. Her initials were -d on the bracelet. 3. ithaf etmek. an -d book. The book was Nd : "To Paula, with lovefrom Dad." 4. (okula/resmi listeye vb.) kaydetmek, yazmak, 5. derin etki bırakmak, nakşedilmek, unutulmayacak şekilde iz bırakmak/ yerleşmek. His father's words are -d onhis memory. 6. Brit. (a) hisse senedi çıkarmak, (b) hisse senedi satmak/almak, 7. geom. içten teğet çizmek, bir şeklin içine teğet şekil çizmek, 8. inscriber : yazan, kaydeden, hakkeden, oyan. inscription, is. ı. yazı, yazıt, kitabe, 2. ithaf, 3. yazma, hakketme, oyma, oyarak yazma, 4. kaydetme, tescil etme, 5. Brit. (a) hisse senedi çıkarma, (b) bir kimsenin aldığı/sattığı hisse senetleri, 6. -al : yazıtsal, yazıt/kitabe şeklinde; yazılı, hakkedilmiş, oyulmuş, 7. -less: yazı(t)­ sız, kitabesiz. inscriptive, sf l.yazı1ı, hakkedilmiş, oyulmuş, 2. yazıtlkitabe şeklinde, 3. -ly : yazılı olarak, hakked(ile)rek, oymak suretiyle, oyarak, kazarak. inscroll, glf bk.: enscroll. inscrutable, sf 1. araştırılamaz, incelenemez, keşfi/tahkiki/izahı imkansız, 2. anlaşı]­ maz, idrak edilemez, esrarlı, gizemli, esrarengiz, sırrına erişilemez, hikmeti anlaşılamaz, nüfuz edilemez. an - smile/look. 3. -ness = inscrutability : anlaşılmazlık, esrarlılık, gizemlilik, esrarengizlik, sırrına erişilemezlik, 4. inscrutably : anlaşılmaz/idrak edilemez/gizemli/esrarengiz bir şekilde. e.a.- 1&2. incomprehensible, undiscoverable, hidden, inexplicable, 2. mysterious, unfathomable, enigmatic, impenetrable. inscu]p, glf esk. hakketmek, oymak, oyarak yazmak. e.a.- engrave, carve.



insect, is. &sf ı. böcek, 2. haşere, 3. böeek benzer, böcek+. - bite : böcek ısır­ ması/sokması, 4. menfur/iğrenç/tiksindirici kimse, nefret edilen kimse, 5. -an = -ean = -ival = -ile: böeek+, haşere+, böceklere ait, böeeklerle ilgili, 6. -like : böcek gibi. insectariuın, is., ç. -tariuın, -taria böceklik, canlı böcek kolleksiyonu bulunan yer. insectary, is., ç. -taries 1. böceklik, böcek inceleme laboratuarı: böceklerin hayatını, bitkilere etkilerini, böcek öldürücü ilaçlara karşı davranış ve dayanıklıklarını inceleme istasyonu. insecticidal, sf böcek/haşarat öldürücü. insecticide, is. böcek/haşarat öldürücü ilaç. insectifuge, is. böeekkovan, böcekleri uzaklaştıran (ilaç). insectivore, is. böcekçil, böcekyiyen (hayvan), böcekkapan (bitki). insectivorous, sf böcekçil, böeekyiyen, böcekkapan. insectology, is. böcek bilimi. e.a.- entomology. insecure, sf ı. güvenliksiz, emniyetsiz, tehlikeye maruz, tehlikeli. Continuing terrorism made this part of the country quite -. 2. güvencesiz, sağlam/garantili değil, emin ve muhkem olmayan, çürük, güvenilmez. - foundations. lock/investmentlposition. 3. endişeli, endişe ve korku içinde, bir şeye güvenerneyen. an - person. He always· felt - in a group of strangers. 4. -ly : güvencesiz/emniyetsiz/tehlikeye maruz bir şekilde, sağlam/garantili/emin olmayarak, güvenilmez bir halde, 5. -ness bk.: insecurity. e.a.- 1. unsafe, unprotected, dangerous, 2. unsure, risky, 3. threatened, apprehensive. k.a.- 13. secure, safe, sure. insecurity, is., ç. -ties ı. güvensizlik, emniyetsizlik, 2. güvencesizlik, güvenmezlik, güvenmeme, 3. endişe, korku, kendine güvenmeme, kendinden şüphelenme, kararsızlık. A feeling of - kept him from becoming friendly with the stranger. 4. güvencesiz/güvenilmez şey, güven vermeyen nesne. Insecurities of life. inseıninate, gL.f -nated, -nating 1. (tohum) ekmek, tohumlamak, 2. döllemek, ilkah etmek, 3. (fikir) aşılamak, telkin etmek, fikrine / kafasına sokmak, inandırmak. to N a group with new ideas. 4. inseınination : tohumlarna, (tohum) ekme; dölleme; (fikir) aşılama, telkin etme. e.a.- ı. sow, 2. impregnate, fertilize, 3. instill, implant. gibi,



böceğe



1831



insensate insensate, sf ı. duygusuz, hissiz, cansız. the - stones. 2. insafsız, acımasız, gaddar, merhametsiz.- cruelty. 3. düşüncesiz, mantıksız, anlayışsız. - folly. 4. -ly : duygusuz/hissiz/cansız olarak; insafsızca, acımadan, gaddarca, merhametsizce; düşüncesizce, mantıksızca, 5. -ness: duygusuzluk, hissizlik, cansızlık; insafsızlık, gaddarlık, merhametsizlik; düşüncesizlik, mantıksızlık, anlayışsızlık. e.a.- 1. inanimate, lifeless, inorganic, 2. insensible, brutal, brutish, unfeeling, 3. stupid, irrational, senseless, witless, dumb, foolish. insensibility, is. ı. duygusuzluk, duyarsız­ lık, hissizlik, ilgisizlik, 2. baygınlık, cansızlık, 3. insafsızlık, acımasızlık, merhametsizlik. e.a.1. indifference, 2. unconsciousness. insensible, sf ı. duygusuz, hissiz, uyuş­ muş, duymaz, hissetmez. A blind person is - to colors. - to pain. Hands - from cold. 2. baygın, cansız, şuursuz, kendini kaybetmiş. The man hit by the truck was - for several hours. be knocked - : düşüp bayılmak, bir darbe ile kendinden geçmek, 3. fark edil(e)mez, hissedil(e)mez, farkına vanl(a)maz, yavaş, belli belirsiz. an change. The room grew cold by - degrees. - motion. 4. ilgisiz, bigane, aldırış etmez, k.d. vurdum duymaz, ıakayt. We were thrilled by the view, but frene was - to it. 5. habersiz, bihaber, farkında değil, farkına varmayan. - of his danger. - of kindness. 6. esk. manasız, mantıksız, saçma, 7. anlaşılmaz, anlamsız, anlam taşıma­ yan, 8. kaba, zarafetten/incelikten mahrum, duygusuz. e.a.- 2. unconscious, insentient, 3. imperceptible, 4. apathetic, indifferent, passionless, emotionless, 5. unaware, unappreciative, 6. senseless, 7.'meaningless. insensibly, zf. ı. duygusuzca, duymaksı­ zın, hissetmeksizin, 2. baygın/şuursuz/kendini kaybetmiş bir şekilde, 3. fark edilmeksizin, hissedilmeksizin, farkına vanlmadan, yavaşça, belli belirsiz bir şekilde, 4. ilgisizce, bigane/lakayt kalarak, aldırış etmeden, 5. habersizce, farkına varmadan, 6. anlaşılmaz/anlamsız bir şekilde, 7. kabaca, zarafetten/incelikten mahrum olarak. insensitive, sf ı. duyarsız, duygusuz, duymaz, hassas değiL. an - area of the skin. Dentists often give an injection to make a tooth - so that the drilling does not hurt. 2. - to : -den etkilen-



1832



mez/müteessir olmaz. - to light. 3. vurdumduymaz, aldırmaz, aldırışsız, anlayışsız, kavrayışı kıt, kaba, duygusuz. an - nature. So - as to laugh at someone in pain. an - remark. 4. -ly : duygusuzca, etkilenmeksizin, müteessir olmaksızın, aldırmadan, kılı kıpırdamadan, 5. -ness = insensitivity : duyarsızlık, duygusuzluk; etkilenmeme, müteessir olmama, vurdum duymazlık, aldırmazlık.



insentient, sf 1. cansız, duygusuz, hissiz, duymaz, hissetmez, 2. insentience = insentiency : cansızlık, duygusuzluk, hissizlik. e.a.1. inanimate, lifeless. inseparable, sf &is. ı. ayrılmaz, bitişik, bağlı, 2. birbirine çok bağlı, sadık, vefakar, canciğer, içtikleri su ayrı gitmez. - friends. 3. gen. -s : (a) ayrılamayan şeyler, tefriki imkansız nitelikler, (b) çok yakın/sadık/ayrılmaz/canciğer arkadaşlar/dostlar, 4. -ness = inseparability: ayrılmazlık, bitişiklik, bağlılık; sadakat, vefa, 5. inseparably : ayrılmaz, bitişik bir şekilde, birbirine bağlı olarak, sadakatle, vefakarlıkla. insert, is. &glj. ı. eklemek, ilave etmek, içine/arasına koymak, araya sıkıştırmak, sok(uştur)mak, yerleştirmek. to - elastic into the waistband of a skirt. He -ed the key in the lock and turned quietly. To - a missing letter into a word. To - a spacecraft into orbit. 2. derç etmek, (gazeteye vb.) koymak, geçirmek. To - an advertisement in a newspaper. To - a clause in a contract. 3. ek, ilave, araya sokulan/eklenen nesne, 4. (gazete/dergi vb.) ilave, ek, kitaba vb. eklenen yaprak/sahife. Some magazines have a 10cal - for certain regions. 5. -able : eklenebilir, ilave edilebilir, içine/arasına konulabilir/yerleş­ tirilebilir, 6. -er : ekleyen, ilave eden, arasına yerleştiren. e.a.- 1. introduce, place, set, put in, interpolate. inserted, sf 1. bot. sürgün halinde, filizlenen, bitkinin bir parçasının yanından gelişen! büyüyen, 2. anat. (vücudun bir organına) bağlı, ekli, (kemiği hareket ettiren kaslar gibi). insertion, is. ı. ekleme, ilave etme, araya sıkıştırma, içine/arasına koyma, sok(uştur)ma, yerleştirme, 2. ek, ilave, eklenen/araya sokuştu­ rulan şeylkelime vb., gazete/dergi ilavesi, 3. ilanın gazetede her bir çıkışı, 4. ara danteli, düz kumaş üzerine süs olarak dikilen dantel Ikurelele vb. 5. bot. (a) (bir organın) eklbağlanma yeri/



insight şekli, (b) kasın kemik vb. gibi hareket eden organa bağlandığı yer, (c) (yaprakla dalın vb.) birleşme yeri/şekli, 6. -al: ekli, eklenmiş, ek/iHive şeklinde. lı.



in-service, sf görev/iş başında, uygulama- training : uygulamalı öğretim, iş başında



öğrenim/öğretim.



insessorial, si 1. tünemeye elverişli (kuvb.), 2. tüneyen, tünemiş. inset, is. &gL.i -set, -setting 1. ek, ilave, bir şeyin ortasına konulan parça, 2. (daha büyük bir harita, resim vb. içine sıkıştırılmış) küçük harita, resim, vb., 3. bk.: influx, 4. mim. gömme, 5. eklemeek), ilave etmeek), içine/ortasına yerleştirme(k). to - a panel in a dress. 6. -ter: ekleyen, ilave eden, içine yerleştiren. insheath(e), gL.i bk.: ensheath(e). inshore, si&zf. 1. kıyı+, sahil+, kıyıya! sahile yakın, kıyıda(n)/sahilde(n) yapılan.- fishing. 2. kıyıya yönelik kıyıya/sahile doğru (gelen/esen). - wind. inshrine, gl.f bk.: enshrine. inside l , si ı. iç, içindeki, ortasındaki, içinde bulunan. - pages. our - man. 2. gizli, kapalı, saklı. the - story : olayın iç yüzü/gizli (bilinmeyen) tarafı. - information : gizlice (içeriden) alınan haber. have - information : bir şeyi yerinden/kaynağından öğrenmek. the - of an affair: bir işin iç yüzü, 3. (sürelzaman) .. .içinde, -den az (zamanda), -e kadar. He promised to return - an hour/of a week. 4. içerden/el altından yapılan, 5. - job k.d. danışıklı iş, danışıklı dövüş, muvazaalı iş/cürüm : bir işin içinde bulunanlar tarafından ve bazan mağdur ile gizlice anlaşarak işlenen suç. The police suspected that the theft was an - job. 6. - track : (a) iç yol, yarış pistlerinden iç tarafta olan, (b) k.d. üstünlük, faikiyet, elverişli/avantajlı durum. Have the traek : üstün/elverişli durumda olmak. The owner's son has the - track for the job. e.a.- ı. within, internal, interior, inner, 2. private, confidential, restricted. inside 2, zf. ı. içeride, içeriye, içine, içinde, içini, içerisini. to be - : içeride olmak. go - : içeriye girmek. Please go -, into the living room. 2. kapalı yerde, evlbina içinde. He plays on rainy days. 3. aslında, yaratılışta, derunil batını olarak. -, she's really very shy : Yaratı­ lıştan çok mahcuptur. 4. - of : (mesafe/zaman) şun ayağı



içinde, zarfında, dahilinde. Our car broke down again - of a mile. 5. Brit. mahpus, hapiste. He is - for murder. e.a. - ı. within, 2. indoors, 3. basically, 5. in prison. inside 3, is. ı. iç, iç taraf. the - of a house/ of the hand : evin/elin içi/iç tarafı, 2. gen. -s : karın, iç organlar, mide ve bağırsaklar, bir makinenin iç aletleri. He's got a pain in his -s : Karm ağrıyor. 3. (bir kurumun/grubun) yetkililerei), işin içinde bulunanlar, künhüne vakıf olanlar, girdisini çıktısım bilenler. Only sameone on the - could have told. 4. sır, gizli bilgi, işin iç yüzü/ kapalı tarafı. He has the - on what happened at the convention. the - of an affair : bir işin iç yüzü, 5. - out: (a) ters yüz, ters, alt üst, içini dı­ şına. He turned his pocket - out. to turn everything - out : ortalığı alt üst etmek. The wind blew the umbrella - out. i turned the bag - out, but there was no money in it. (b) mükemmelen, noksansız, kusursuz, dört başı mamur, en ince ayrıntılarıyla, avucunun içi gibi. He knows the computer science - out. He leamed his lesson out. e.a.- ı. interior,2. innards, viscera, entrails, 5. (b) perfectly, completely. k.a.-ı. outside, exterior. insider, is. ı. üye, bir cemiyetin vb. üyesi, 2. işin iç yüzünü/sırrını bilen, özel bir üstünlüğü veya nüfuzu olan kimse. insidious, si ı. sinsi, içinden pazarlıklı, hain, hilekar, kurnaz. an - plot. an - enemy. 2. aldatıcı, oyalayıcı, iğfal edici, gizlice tuzak hazırlayan/fırsat kollayan, 3. tehlikeli : başlan­ gıçta önemsiz görünüp gittikçe vahimleşen (hastalık). an - disease. 4. -ly : sinsice, sinsi sinsi, hile ile, kurnazca, aldatarak, oyalayarak, iğfal ederek, gizlice tuzak kurarak, 5. -ness : sinsilik, hainlik, hilekarlık, kurnazlık,· aldatma, oyala-ma, iğfal etme, gizlice tuzak kurma. e.a.-I. ıvily, sly, crafty, trick, treacherous, deceitful, artful, cunning. insight, is. ı. kavrayış, vukuf, anlayış, bir şeyin iç yüzünü/esasını anlama/kavrama, künhüne vakıf olma. have an - : çabuk kavramak, iç yüzünü bilmek/görmek. He has an - of computer science. 2. feraset, nüfuzunazar, bir şeyin iç yüzünülbir insamn huyunu çabuk kavrama yeteneği. a man of - : anlayışlı/ferasetli/nüfuzu­ nazar sahibi kimse. Good teachers have - into the problems of their students. e.a.- ı. unders·· tanding, grasp, perception, 2. discemment, acumen, penetration, intuition.



1833



insightful, insightful, sf 1. kavrayışlı, vakıf, anlayış­ bir şeyin iç yüzünü/esasını anlayan/kavrayan, ferasetli, nüfuzunazar sahibi, derin görüşlü, derinlemesine inceleyen. an - new treatise. 2. -Iy : kavrayışla, vukufla, anlayışla, bir şeyin iç yüzünü/esasını anlayarak/kavrayarak, ferasetle, nüfuzunazarla. insigne, is. bk.: insignia. insignia, is. (insigne kelimesinin çoğulu olup tekil anlamda kullanılır. ç. -nia, -nias) 1. (makam/rütbe/mevki vb. gösteren) işaret, alamet, nişan, 2. (herhangi bir şey gösteren) işaret, alarnet. - mourning : matem aıameti. insigne d.d. insignificance, is. 1. önemsizIik, ehemmiyetsizlik, değersizlik, 2. anlamsızlık, manasız­ lık. e.a.- 1. unimportance, 2. meaninglessness. insignificancy, is., ç. -Cİes (2. için) 1. bk.: insignificance, 2. önemsiz şey/kimse. insignificant, sf 1. önemsiz, ehemmiyetsiz. an - error. 2. değersiz, ufak, küçük. an fee. an - sum. - losses. He has an - position in a large company. 3. aşağılık, rezil, zelil, menfur. an - fellow. 4. anlamsız, manasız. - talklchatter. 5. -Iy: önemsiz/ehemmiyetsiz/değersizbir şe­ kilde. e.a.- 1. unimportant, trifling, petty, inconsequential, 2. small, trivial, 3. contemptible, 4. meaningless. k.a.- 1. important, signijicant, 4. meaningful. insincere, sf 1. samimiyetsiz, riyakar, ikiyüzlü, yalancı, vefasız, sadakatsiz, 2. -Iy : yalan/riya ile, ikiyüzlülükle, samimi/dürüst olmaksızın, vefasızlıkla, 3. insincerity : ikiyüzlülük, vefasızlık, samimiyetsizlik, riya. e.a.- 1. deceitful, hypocritical. insinuate,I-ated, -ating 1. ima/ihsas etmek, sezdirmek, çıtlatmak, (sinsice/üstü kapalı olarak) söylemek. He made no charge, but -d that the mayor had accepted bribes. He -d that she was lying. 2. kurnazcalsinsice (bir kimsenin fikrine vb.) sokmak, (aklını) çelrnek, fitlemek, fit sokmak. to - doubt into a person's mind : bir kimsenin aklına şüphe sokmak, 3. - oneself (into) : sokulmak, kurnazcalsinsice sokulup güvenini kazanmak, kurnazlıkla göze girmek. to oneself into a person's favor. The spy -d himself into the confidence of important army officers. lı,



1834



4. imada bulunmak, ... demeye getirmek, '" demek istemek, mec. taş atmak. What are you insinuating? Ne demek istiyorsun? 5. insinuative insinuatory: ima/ihsas eden/edici, 6. insinuatively : ima/ihsas edercesine, ima ederek, ima suretiyle, 7. insinuator : ima/ihsas eden. e.a.- 1. hint, suggest, 2. introduce, inject, inculcate, 3. ingratiate. insinuating, sf 1. imalı, gizli anlam taşı­ yan, manidar, sinsice imada bulunan. an - letter. 2. yaltakçı, yaltaklanan, kurnazca göze girmeye çalışan, güvenıteveccüh kazanmaya yönelik. His - charm. 3. -Iy : ima ile, imalı olarak, gizlice, manidar bir şekilde. insinuation, is. 1. (sinsiikurnaz) ima, tariz, kinaye, çıtlatma, gizli itham, üstü kapalı söz, mec. taş atma, 2. yaltaklanma, teveccüh kazanmaya/göze girmeye yönelik söz/hareket, 3. esk. sinsice/ya"aş yavaş sokulma, dalkavukluk, 4. esk. dalkavukça söz/eylem. insipid, sf 1. yavan, sıkıcı, ilginç olmayan. an - talelconversation. an - character. a pretty but ~ young lady. 2. tatsız, lezzetsiz. - food. arather - fruiı. 3. -Uy = -ness : yavanlık, sıkıcılık, ilginç olmama, tatsızlık, lezzetsizlik, 4. -Iy : yavan/sıkıcı bir şekilde, ilginç olmaksı­ zın, tatsızca, lezzetsizce. e.a.- 1. uninteresting, pointless, vapid, lifeless, spiritless, jejune, 1&2. fiat, dull, 2. tasteless, bland, fiavorless, savorless, banaI, inane. k.a.- 1. interesting, zestful, exciting, 2. tasty, flavorful. palatable, appetizing. insipience, is. esk. akılsızlık, delilik. e.a.foolishness, stupidity. insipient, sf 1. akılsız, deli, 3. -Iy : akıl­ sızca, deli gibi. insist, f 1. - on/upon : ısrar etmek, direnrnek, ayak diremek. He -s on working Iate every night. to - on one's innocence = - that one is innocent: suçsuz olduğunu ısrarla söylemek. 2. (üzerinde) ısrarla durmak. ~ on apoint. - on the importance of being punctual. 3. sebat etmek, davasından/iddiasından vaz geçmemek, ıs­ rarla iddia etmek. He -s that he is right. 4. ısrar­ la talep etmek, kesinlikle isternek. i -ed that he should come with us = i -ed on his coming with us. i - on obedience : Kesinlikle itaat isterim.



=



iııspect



5. -er : ısrar eden, direnen, ayak direyen, sebat eden, 6. -ingIy : ısrarla, ısrar edercesine, direnerek, ayak direyerek. e.a.- ı. persist, maintain. insistence, is. ı. ısrar (etme), direnme, ayak direrne. i did it, but only at your - : Bu işi sadece ısrar ettiğin için yaptım. 2. sebat (etme). insistency, is., ç. -cies bk.: insistence. insistent, sf ı. ısrar eden, direnen, ayak direyen, musır. He's very - that he 'll finish in time. An - refusaL. 2. zorlayıcı, ısrar edici, dikkat/ilgi isteyen. an - tone. an - knocking on the door. 3. -Iy : ısrarla, inatla, ısrar ederek. e.a.ı. persistent, 2. pressing, urgent. in situ, Ldt. asıl yerinde, doğal durumda. insnare/- menU- er, bk.: ensnare/- menU -er. insobriety, is. sarhoşluk, ayyaşlık, bekrilik, içkiye düşkünlük, itidalsizlik. e.a.- intemperance, immoderation, drunkness. insofar, if şu kadar, şu derecede. - as : ... kadar. - as ram able : yapabildiğimigücüm yettiği kadar, elimden geldiği kadar. I'll help you - as i can: Elimden geldiği kadar sana yardım ederim. insolate, gl.f -Iated, -lating güneşletrnek, güneşe maruz bırakmak. insolation, is. 1. güneşletme, güneşe maruz bırakma, 2. patol. (a) güneş çarpması, (b) güneş ışığı ile tedavi, 3. meteor. (a) güneş erke : birim yatay yüzeye düşen güneş ışığı enerjisi, (b) dünyanın veya başka bir gezegenin aldığı güneş ışığı. e.a.- 2. (a) sunstroke. insole, is. ı. (ayakkabı) iç taban, iç astar, 2. (kundura içine konan) taban astarı. e.a.- inner sole. insolence, is. küstahlık, terbiyesizlik, edepsizlik saygısızlık, arsızlık. insolent, sf&is. 1. küstah, terbiyesiz, saygısız, arsız, edepsiz (kimse), 2. -ly : küstahça, terbiyesizce, saygısızca, arsızca, edepsizce. e.a.ı. brazen, contemptuous, impertinent, insulfing, overbearing, impudent. k.a.- ı. deferential, respectful, courteous, polite, mannerly. insoluble, sf 1. (suda vb.) erimez, çözüş­ mez, gayrimünha1. Diamonds are -. 2. çözülemez, halledilemez, çözümsüz, çözümü/izahı im-



kansız (sorun, mesele, problem). an - mystery. 3. -ness = insolubility : (a) erimezlik, çözüş­ mezlik, (b) çözülemezlik, 4. insolubly : erimez/ çözüşmez/çözülemez bir şekilde. insolvable, sf 1. çözÜıemez, halledilemez, çözümü/halli olanaksız. an - problem. 2. insolvability: çözüıemezlik, çözüm olanaksızlığı, 3. insolvably : çözülemez bir şekilde. e.a.- ı. insoluble. insolvency, is., ç. -cies iflas, batkı(nlık), ödeme güçsüzıüğü, müflislik. e.a.- bankruptey. insolvent, sf&is. 1. huk. müflis, batkın, borcunu ödeyemez (kimse), 2. iflas+. müflis+. insomnia, is. uykusuzluk. e.a.- sleeplessness. insomniac, sf&is. ı. uykusuz (kimse), uykusuzluk hastalığına yakalanmış (kimse), 2. uykusuzluğa sebep olan, uyku kaçıran, uyutmaz. heat. insomnious, sf uykusuz. e.a.- sleepless, insomniac. insomuch, if 1. gen. - that: öyle (ki), o kadar (ki), o derecede (ki), 2. gen. - as bk.: inasmuch as. e.a.- ı. so. insouciance, is. kaygısızlık, gailesizlik, lakaytlık, ilgisizlik, umursamazlık, aldırmazlık, dikkatsizlik. He seemed to go through the whole trialwith a smiling -. e.a.- indifference, carelessness, unconcern. insouciant, sf ı. kaygısız, gailesiz, ilgisiz, lakayt, umursamaz, aldırmaz. an - disposition. 2. -Iy : kaygısızca, gailesizlikle, ilgisizce, lakaydane, umursamaksızın, aldırmadan. e.a.- ı. indifferent, carefree, unconcemed. insoul, gL.f bk.: ensonL. inspan, gl.f -spaımed, -spanning arabaya koşmak, boyunduruk takmak. e.a.- hamess, yoke. inspect, gl.f ı. muayene etmek, (dikkatle) gözden geçirmeklbakmak. to - every part. A dentist -s the children's teeth twice a year. 2. denetlemek, teftiş/kontrol etmek, yoklamak. The factory was -ed annually by a government officiaL. To - troops. 3. -able: denetlenebilir, muayene/tetkik/teftiş edilebilir, 4. -ingIy : denetlercesine, denetleyerek, muayene/teftiş ederek. e.a.-ı. examine, scrutinize.



1835



inspection inspection, is. 1. muayene, gözden geçirme, bakma, 2. denet(leme), teftiş/kontrol (etme), yoklama. an - of the troops. The soldiers lined up for their daily - by the officers. 3. - arms : tüfek teftiş vaziyeti : tüfeği mekanizması açık olarak teftişe hazır vaziyette omuza yaslama durumu, bu duruma geçiş komutu, 4. Board of - : Denetleme/Teftiş Kurulu, 5. health - : sağlık muayenesilyoklaması, 6. -al : denetleme+, muayene+, teftiş+. e.a.-1. examination. inspective, sf 1. dikkatli, gözünü dört açmış, inceden inceye gözden geçiren, 2. denetsel, teftiş+, muayene+, teftiş le/muayene ile ilgili. e.a.-l. watchful, attentive. inspector, is. ı. denetçi, müfettiş, murakıp, yoklamacı, muayenelkontrol memuru, 2. - general: genel müfettiş: ordu ve bahriye teşkiHitını denetleyen ve gerekli raporları hazır­ layan subay, 3. -al = -ial : denetleme/teftiş ile ilgili, 4. -ship: denetçilik, müfettişlik, murakıplık.



denetçilik, müfettişIik, 2. denetleme kurulu, teftiş heyeti, 3. denetlemefteftiş bölgesi. e.a.- 1. inspectorship. insphere, gL.f bk.: ensphere inspiration, is. 1. esin, ilham. to draw one's - from ... : ... -den esinlenmek/ilham almak. Many poets and artists have drawn their from the nature. 2. sünuhat : ilham olarak kalbe doğan duygu/his, zihne doğan iyi fikir. He had a sudden -. 3. ilham kaynağı. to be an - to s.o.: birine ilham kaynağı olmak. His wife was a constant - to him. 4. vahiy, 5. soluk, nefes alma, havayı ciğerlere çekme, 6. telkin. e.a.- 1. stimulus, 5. inhalation. inspirational, sf 1. esinlendiren, ilham eden/veren, esinlendirici, ilham verici, 2. mülhem, 3. esin+, ilham+, telkin+, 4. -ly : esinlendirerek, ilham edercesine. inspirator, is. ı. esin/ilham veren, iyi fikirler/duygular aşılayan kimse. Teachers who are -s of the young. 2. solutucu : ciğerlere hava/ oksijen vb. veren cihaz. inspiratory, sf 1. solutucu: ciğerlere hava/oksijen vb. verici, 2. soluma+, ciğerlere hava çekme ile ilgili.



inspectorate, is.



ı.



murakıplık (makamı/görevi),



1836



inspire, f -spired, -spırmg 1. esinle(n)mek, ilham etmek/vermek/almak. Her beauty -d him (= he was -d by her beauty) to write the song. - d poets/artists. in an -d moment. 2. telkin etmek, (duygu/düşünce/fikir vb.) uyandır­ mak/aşı1amak/vermek. to - confldence in s.o. = to - S.o. with confldence : birisine güven telkin etmek. to - courage in s.o. He -s hate/dislike in me : Bende nefret uyandırıyoL 3. etkilemek, zorlamak, sevk etmek, itmek, sürüklemek. Threats don 't necessarily - people to work. 4. heyecanlandırmak, canlandırmak, harekete geçirmek. His words -d the crowd. 5. vahiy gelmek, Tanrı­ dan ilham vaki olmak, 6. (ilahi' tesirle) yönetmek, sevk etmek. Let God's will - you. 7. soluk almak, (havayı/soluğu/nefesi) içine çekmek, 8. uydurmak, (uydurma haber vb.) yaymak, His enemies -d false stories about him. 9. yaratmak, doğurmak, husule getirmek, uyandırmak. to - fear. 10. esk. (üfleyerek) hayat vermek, canlandırmak, 11. etkilenrnek, mülhem olmak, etkisi altında kalmak. He was particularly -d by the Romanticists. 12. inspirable : ilham /telkin edilebilir, 13. inspirative : esindirici, ilham verici, telkin edici, 14. inspirer : esindiren, ilham eden, telkin eden. e.a.- 3. injluence, impel, motivate, 4. animate, stir, 7. cause, bring about, give rise to, 8. inhale,I O. create, generate, arouse. inspired, sf 1. (a) esinlenmiş, ilham almış, ilhamlı, ilhamı boL. an - poet. (b) üstün başarılı. an - performance. 2. mülhem, ilham edilmiş. an - poem. 3. solunan, nefesle içeri çekilen. - air. inspiring, sf 1. iç açıcı, ferahlıklhuzur verici, canlandırıcı. The minister delivered an sermon. 2. esindirici, ilham verici, duyguları yükseltici, 3. telkin edici, 4. -Iy : esindirerek, ilham vererek, telkin ederek. inspirit, gL.f ı. canlandırmak, can/hayatı ruh vermek, 2. neşelendirmek, ümitlendirrnek, neşe/ümit vermek, 3. cesaretlendirmek, yürek/ cesaret vermek, 4. -er: canlandıran, can/hayatl ruh veren; neşelendiren, ümitlendiren, neşe/ ümit veren; cesaretlendiren, 5. -ingIy: canlandırarak, can/hayat/ruh verircesine; neşelendire-



instant rek, ümitlendirerek, neşe/ümit vererek; cesaretlendirerek, 6. -ment : canlandırma, can/hayatı ruh verme, neşelendirme, ümitlendirme,. neşe/ ümit verme, cesaretlendirme. e.a.-1. enliven, animate, 2. exhilarate, cheer, 3. eneourage, hearten. inspissate, sf &f -sated, -sating ı. yoğun­ laş(tır)mak, buharlaş(tır)ıp suyunu uçurarak vb. koyulaş(tır)mak, koyul(t)mak, 2. inspissated d.d. yoğun(laşmış), koyu(laşmış), 3. inspissation : yoğunlaş(tır)ma, koyulaş(tır)ma, 4. inspissator : yoğunlaştıran, koyulaştıran. e.a.- 1. condense, thieken. inst. = ı. instant, 2. instantaneous, 3. b.h. institute, 4. b.h. institution, 5. instrumental. instability, is. 1. kararsızlık, istikrarsızlık. The - of the dallar. emotional -. Various signs of political - began to appear. 2. sebatsızlık, dengesizlik, güvenilmezlik, 3. devamsızlık, dayanıksızlık. e.a.- 1. indecision, irresolution, 2. unreliability, unsteadiness, insecurity, 3. ineonstancy. instable, sf kararsız, istikrarsız, sebatsız, dengesiz, güvenilmez, devamsız, dayanıksız. e.a.- unstable. instal = install, gl.f -stalled, -stalling ı. tesis etmek, tesisat yapmak, kurmak. to - a heating/lighting system. to - a telephone. 2. (resmen bir işe/memuriyete/makama) yerleştirmek/ oturtmak/atamak. to - a newassistant. to - a new judge. to - oneself : yerleşmek. He installed himself in his father's favorite chair. 3. düzenlemek, tanzim etmek. installer, is. tesisatçı, kuran, tesis eden kimse.' installation, is. ı. tesisat, donatım, tesis edilmişlkurulmuş şey/sistem, düzen, tertibat. They have requested new lighting -s. a heating -. 2. kurma, tesis etme, yerleştirme, donatma, montaj, 3. kurulma, tesis edilme, yerleşme, 4. As. üs, askeri tesis. ' installment = instalment, is. ı. taksit, bölek, kısmen ödemelteslimat. by monthly -s : aylık taksitlerle. We're paying for the ear by monthly -s. 2. bölüm, kısım, tefrika. in - : kı­ sım kısım, tefrika halinde. A story that will appear in -s. 3. bk.: installation (1-3), 4. - plan: taksitle ödeme (usulü).



instanee, is. &f -stanced, -stancing 1. örnek, misal, nümune. an - of bad behaviorlbad manners : kabalık/terbiyesizlik örneği. Her rude question was an - of bad manners. as an - of : örnek/misal olarak. This is an - of what i was talking about : Bu, ne demek istediğime bir örnektir. an isolated - : tek/münferit bir örnek, 2. huk. duruşma, soruşturma, sorgu, tahkikat, istintak. (Başlıca şu ifadede kullanılır: Court of first - : ilk soruşturma mahkemesi) 3. esk. ivedilik, müstaceliyet, 4. esk. zorlayıcı sebep, 5. istek, talep, rica, ısrar, tahrik, kışkırtma. at the of : isteği/ısrarı üzerine. i am writing to you at the - of my client. 6. esk. istisna, 7. esk. işa­ ret, emare, alarnet, 8. aşama, kademe, merhale, durum, hal, olaylar dizisinin her bir parçası. He prefers, at this -, to remain anonymous : Bu durumda adının gizli tutulmasını tercih ediyor. 9. for -: örneğin mesela, örnek/misal olarak, 10. in many -s : çok kere, birçok halde, 11. in the first - : ilk önce, evvelemirde, her şeyden önce, ilk kademede/aşamada, başlangıçta, 12. in the present - : bu durumda, bu defa/sefer, 13. ör~ nek göstermek, misal vermek/getirmek, örnek e.a.-1. example, sample, (olarak) zikretmek. specimen, illustraion, case, 2. suit, 3. urgency, 5. request, instigation, 6. exeeption, 7. sign, token, 9. for example, as an example, 13. exemplify, eite, mention. instaney, is. 1. ivedilik, müstaceliyet, ivedi/acil olma, 2. (zuhuru/vukuu) yakın olma, yakınlık, 3. anilik, anide/hemen/derakap vuku bulma. e.a.- 1. urgeney, insistence, 2. imminence, 3. immediateness. instant, is, &sf &1/ ı. an, Hihza. Not for an - did i believe he had lied. (At) the - i saw him! knew he was my brother. 2. çok kısa zaman, saniye. in an - : saniyesinde, hemen, şimdi, çok kısa zamanda. l'll be ready in an -. 3. ani, derhaL. Come here this - : Derhal buraya geL. The medicine gave - relief from the pain : İlaç derhal ağrıyı dindirdi. The novel wa:s an -suecess: Roman, derhal başarı kazandı. 4. ivedi, acil, mübrem. When there is a fire, there is an - need for action. 5. bu ay, içinde bulunduğumuz ay. on the 5th - : bu ayın 5'inde. Your letter of the 9th -: 9 tarihli mektubunuz. 6. (gıda vb.) hazır, su veya sütle karıştırılınca hazır olan, k.d. şip-



1837



instantaneous şak, kolayca hazırlanan. - pudding/soup/coffee. 7. esk. şimdiki, halihazır, 8. (şiirde) anide, derhal, hemen, derakap, anında, 9. the - : derhal, akabinde, (bir olay) olur olmaz. The - i came : Ben gelir gelmez. The - i hear from him : Ondan haber alır almaz. The - he came in the door, everyone stopped talking : O içeri girer girmez herkes konuşmayı kesti/sustu. on the - : derhal, derakap. e.a.- 1. moment, 3. immediate, 4. urgent, pressing, 8. instanly, instantaneously, at once. instantaneous, sf. ı. ani, ansızın, bir anlık, anında/kısa zamanda olan. an - explosion : ani bir patlama. Death was - : Ölüm ani oldu. His reaction was - : Derhal tepki gösterdi. 2. -Iy : ani olarak, derhal, ansızın, vakit geçirmeden, hemen o anda, 3. -ness = instantaneity : anilik, ansızınibir anda olma. instanter, zf. bk.: instantly. instantiate, gl.f. -ated, -ating (bir iddiayı/ kuramı vb. kanıtlayan) somut örnek vermek, müşahhas misal göstermek. instantly, zf. &bağ. 1. derhal, hemen, amde, anında, hiç beklemeden, vakit geçirmeden, derakap, 2. esk. acele, ivedilikle, acilen, 3. akabinde, doğruca, (bir olay) olur olmaz. i recognized her - i saw her : Onu görür görmez tanıdım. e.a.-l. immediately, at on ce, 2. urgently, insistently, 3. as soon as. instantness, is. anilik. instant replay, is. TV derhal tekrarlama, sıcağı sıcağına gösterme/yayınlama: kaydedilen bir olayın (maç vb.) vakit geçirmeden yayınlan­ ması. e.a.- action replay. instar, is. &gl.f. -starred, -starring ı. gelişme halindekİc böcek, 2. esk. yıldızlarla süslemek/donatmak, 3. yıldız yapmak, yıldızlaştır­ mak. instate, gl.f. -stated, -stating ı. (göreve, makama vb.)yerleştirmek/oturtmak/koymak,belirli bir duruma/hale getirmek, 2. esk. bk.: (o.) invest, endow, (b) bestow, confer, 3. -ment: yerleştirme, koyma. in statu quo, Lat. olduğu gibi, eski halinde, evvelki gibi, ilk durumunda. instauration, is. ı. yenileme, onarma, tazeleme, 2. esk. kurma, tesis etme, küşat etme, 3. instaurator : yenileyen, onaran. e.a.- 1. re-



1838



newal, renovation, restoration, repair, 2. establishment, instituting, inaugurating. instead, zf. 1. '" yerde, yerine, tercihan, karşılık olarak, buna mukabiL. He never studies, -, he plays tennis all day : Ders çalışacak yerde bütün gün tenis oynar. You cannot go, let me go - : Sen gidemezsin, yerine ben gideyim. 2. - of : ... yerine/yerde, -den ziyade. - of making a profit we made a loss : Kazanacak yerde kaybettik. - of sitting there, do some work : Orada oturacağına biraz iş gör! Use vegetable oil - of butter in cooking: Yemeklerde tereyağı yerine bitkisel yağ kullanın. instep, is. ı. ayağın üst kısmı, tabanın oyuk tarafının üstündeki kısım, 2. ayakkabı veya çorabın üst kısmı, 3. at/inek vb. bacağının art diz ile bukağılık arasındaki kısmı. instigate, gl.f. -gated, -gating ı. kışkırt­ mak, tahrik/teşvik etmek, körüklemek, sürüklemek, sevk etmek. Foreign agents -d arebellion. She -d the man to disobey orders. to - treason. to - one to murder. 2. başlatmak, önayak olmak. to - a strike. He -d the S-year industrial plan. 3. instigatingly : kışkırtırcasma, tahrik/teşvik edercesine, körüklercesine, 4. instigative : kış­ kırtıcı, tahrik/teşvik edici, körükleyici, 5. instigator : kışkırtan, tahrik/teşvik eden, körüklee.a.-l &2. incite, yen, sürükleyen, sevk eden. provoke, foment. instigation, is. ı. kışkırtma, tahrik, teşvik, körükleme, sürüklerne, sevk etme. at the - of... : ... -in teşvikiyle/tahrikiyle, 2. saik, müşevvik, teşvik/tahrik edici şey. e.a.- 2. incentive, stimulus. instil = instill, gl.f. -stilled, -stilling ı. (fikir, terbiye vb.) aşılamak, zihnine sokmak/ yerleştirmek. to - courage. to - courtesy in a child. Reading good books ~S a love for really fine litterature. 2. azar azar damlatmak, sızdır­ mak, damla damla (içine) akıtmak, 3. İnstiller : aşılayan, zihnine sokan/yerleştiren; damlatan, sızdıl'an, 4. instillment: aşılama, zihnine sokma/yerleştirme; azar azar damlatma, sızdırma. e.a.- ı. inculcate. instillation, is. ı. (fikir, terbiye vb.) aşıla­ ma, zihnine sokmalyerleştirme, 2. azar azar damlatma, sızdırma, 3. aşılanan/öğretilen şey (fikir vb.).



institutionalize instinct, is. &sf 1. içgüdü, insiyak, sevkitabii. by/from - : içgüdü ile. Birds do not leam to fly : they fy by -. We often do things by -. Most animals have an - to protect their young. 2. anıklık, istidat, doğal yetenek. Even as a child, he had an - for music. 3. gen. - with : (hayatiyet/canlılık vb.) dolu, muttasıf. A poem with beauty : baştan başa güzel bir şiir. a look - with pity : merhamet dolu bir bakış. - with life : hayat dolu. The picture is - with life and beauty. 4. esk. içten/yürekten gelen, bir iç kuvvetin etkisi altında olan. e.a.- 2. talent, knack. instinetive instinetual, sf 1. içgüdüsel, içgüdüye/sevkitabiiye ait, 2. insiyaki, içgüdü ile, içgüdü/sevkitabii etkisiyle, içten gelen. He feht an - distrust of the stranger : Yabancıya karşı içten gelen bir güvensizlik duydu. Climbing is in monkeys. 3. -ly : içgüdüsel olarak, içgüdü/ sevkitabii ile, insiyaki olarak. -ly, i knew she e.a.- 1&2. spontaneous, innate, inhewas ill. rent, inbom, intuitive, natural. k.a.- 1&2. intenlional, voluntary, willful, deliberate. institute, is.&gl.f -tuted, -tuting 1. kurmak, teşkil/tesis etmek. to - a govemment. 2. başlatmak, örgütlemek, tanzim/tertip etmek, yapmak, açmak, küşat etmek, faaliyete geçirmek. He -d many social reforms. The police -d an inquiry into the causes of accident. - legal proeeedings against s.o. : bir kimse hakkında yasal kavuşturma açmak, 3. koymak, vazetmek. - restrictions on the use of pesticides. 4. (bir makama/göreve vb.) atamak, yerleştirmek, 5. - in! into : (Kilise) bir bölgeyi bir papaza tahsis etmek, 6. kurum, kuruluş, müessese. The Canadian National - for the Blind. 7. kurum/müessese/enstitü binası. We spent the aftemoon at the A.rt -. 8. (a) okul, enstitü. a collegiate -. (b) özel bir konuda kısa öğretim programı, 9. kurulmuş/müesses şey : töre, yasa, örgüt, kurum, vb. 10. -s : (yeni başlayanlar için) .hukuk ders kitabı. e.a.- 1. set up, establish, found, 2. initiate, start, inaugurate, organize. instituter institutor, is. ı. kurucu, müessis, 2. esk. öğretmen, hoca, 3. ABD (Protestanlarda) papaza bir bölge tahsis eden. e.a.- 1. founder, establisher, 2. teacher, instructor. institution, is. 1. kuruluş, örgüt, kurum, müessese. A school, college or hospital is an -.



=



=



A financial -. an - of leaming. 2. kurum/ müessese/enstitü binası, 3. tımarhane, hapishane /ceza evi, ıslahhane. a mental -. 4. sos. (yerleş­ miş) gelenek/töre/adet/an'ane/yasa. Theyadopted westem culture and -s. Giving present on Christmas is an -. 5. k.d. (alışılmış/aşina) eylem/işlem/nesne/kimse.He' s an - around here. The old man in the park is a regular -. 6. kurma, tesis/teşkil etme, koyma, vazetme, düzenleme, açma, küşat. Many people favor the - of more clubs for young people. 7. (Kilise) (a) bir papaza bir bölge tahsisi, (b) Hz. İsa'nın Hristiyanların dini ayinini başlatması. institutional, sf ı. kurumsal, kurumlara/ müesseselere ait, kurumu amaç tutan, kurumca sağlanan. Their main business is in - sales rather than retaH trade: Asıl işleri perakende satıştan ziyade kurumları amaç tutuyor. Old people in need of - care: Kurumlarca bakıma muhtaç yaşlılar. - food : bir kurumun çıkardığı yemek. - education : okul tahsili, resmi okullarda gösterilen öğrenim, 2. (hemen satışı artır­ maktan ziyade) şöhret ve itibarı artırmaya yönelik (ilan vb.), 3. esasa ait, bir konunun (özellikle yasanın) temeli/esası ile meşgulolan, 4. beylik, harcıalem, basmakalıp, sıkıcı, yeknesak. - food is sametimes blend and boring. 5. -ly : kurumlar/müesseseler tarafından, kurumlarla ilgili olarak. institutionalise/institutionalisation, Brit. bk.: institutionalize/institutionalization. institutionalism, is. ı. kurumlaş(tır)ma, 2. mevcut kurumlara/törelere/yasalara/geleneklere kuvvetle bağlılık, 3. muhtaç ve yoksullara hayır kurumlarınca yardım sağlama, 4. toplumsal kurumların genel nitelikleri (disiplin, fark gözetmeme, koruyuculuk, hayırseverlik vb.), 5. institutionalist : (a) kurum görevlisi, (b) mevcut kurumlara/törelere/yasalara/ge1eneklere kuvvetle bağlı kimse. institutionalize, gL.f -ized, -izing ı. kurumlaş(tır)mak, müessese kurmak, müessese haline getirmek, 2. törelere/yasalara/geleneklere uydurmak, yasallaştırmak, meşru hale getirmek. to - gambling in the form of lotteries. 3. resmlleştirmek, şahsi olmaktan kurtarmak, gayrişahsi hale sokmak. He argued that charity had become too -d. 4. k.d. düşkünler evine/tımar-



1839



institutionary haneye vb. yerleştirmek/koymak. They decided to - their mentalIy retarded son. to - alcoholics. 5. institutionalization : kurumlaş(tır)ma, müessese kurma, müessese haline getirme; törelerel yasalara/geleneklere uydurma, yasallaştırma, meşru hale getirme; resmileştirme, şahsi olmaktan kurtarma, gayrişahsi hale sokma; düşkünler evine/tımarhaneye vb. yerleştirme. institutionary, sf ı. kurumsal, kuruma/ müesseseye ait, 2. toplumsal/politik veya dini kurumlara ait, 3. yasal kurumlarla ilgili, 4. geleneksel, töresel, hukuki. institutive, sf ı. kurucu, tesis edici, kurmaya/tesis etmeye yönelik, 2. (yetkililerce) kurulmuş, müesses, 3. -ly : müesseselkurum haline getirmeye yönelik olarak. e.a.- 2. instituted. instr. = ı. instructor, 2. instrument(al). instruet, gl.f 1. öğretmek, eğitmek, okutmak, ders vermek. She -ed three generations ofvillage children. 2. bildirmek, bilgi/haber/malumat vermek, haberdar etmek, söylemek. i have been-ed that you are planning to move out. 3.emir/talimat vermek. The owner -ed his agent to sell the property. The judge -ed the witness that he should tel! the whole truth. i -ed him to come to work earlier. 4. yol göstermek, rehberlik etmek. He -ed her (in) how to do it. 5. -ible : öğretilebilir, eğitilebilir, okutulabilir, bilgi verilebilir. e.a.- 1. teach, train, educate, tutar, coach, school, 2. inform, apprise, enlighten, telI, 3. order, command, direct. instruetion, is. 1. öğretim, eğitim, öğret­ me, eğitme, okutma, ders (verme). give - : öğret­ mek, derslbilgi vermek. reeeive -: öğrenmek, ders almak. - book : ders kitabı, rehber, kılavuz. - in ehemistry : kimya öğretimi, 2. öğrenim, öğ­ renme, bilgi, malumat, 3. Gen. -s : emir, talimat, tembih. Thetr -s were to be here at 7 o'clock. 4. gen. -s : tarifname, yönerge, talimat. The kit includes complete -s for assembling the set. -s for use: (ilaç vb.) kullanılışı, kullanma şekli, 5. bil. komut : üzerinde işlem yapılacak verilerle bilgisayarın yapabileceği temel işlem­ lerin herhangi birinden oluşan izlenceleme öğe­ si, 6. -al: (a) öğretim+, eğitim+. -al methods : öğretim yöntemleri. (b) öğretici, eğitici, bilgi verici. an -al film. e.a. -1. education, tutaring, coaching, training, schooling, teaching, 2. knowledge, information, 3. orders, directions, 6. (a) educational.



1840



instruetive, sf ı. öğretici, eğitici, ders/ ibret verici, aydınlatıcı. A trip around the world is an - experience. 2. -ly: öğretici/eğitici mahiyette, ibret/ders verecek şekilde, 3. -ness: öğ­ reticilik, eğiticilik. e.a.- 1. enlightening. instruetor, is. ı. öğretmen, eğitmen. a driving -. 2. okutman, asistan. an - in chemistry = a chemistry -. (kadın ise: instruetress denir). 3. -ial : öğretmen+. öğretmene ait/özgü. -ial saiary : öğretmen maaşı, 4. -ship : öğretmenlik, eğitmenlik, okutmanlık. e.a.- 1. teacher, tutar, preceptor, pedagogue. instrument, is.&sf&gl.f ı. alet, araç. a surgeon's -s =surgical -s : cerrah aletleri. optical -8 : optik aletler. medical -s : tıbbi aletler, 2. çalgı, saz. musieal - : müzik aleti. stringed -s : telli sazlar. wind -s : nefesli sazlar. pereussion - : vurularak çalınan müzik aleti. to play an - : saz çalmak, 3. araç, vasıta, bir amacı/işi gerçekleştirmeye yarayan şey.-s ofwar. 4. belge, belgit, senet, kamusal belge, resmi evrak, hüccet. The King signed the - of abdication. 5. aracı, vasıta, alet, başka kişinin gayesine hizmet eden kimse. through the - of : ... aracılığı ile/vasıtasıyla/yardımıyla/deUnetiyle.



made - of another's erime: ği



He was



Başkasının işledi­



cinayete alet edildi. 6. ölçü aleti. A thermometer is an - for measuring temperature. 7. gösterge, (özellikle seyrüsefer için kullanılan) elektronik/mekanik alet. on -s : aletli (uçuş /iniş vb.), 8. aletlerle donatmak/teçhiz etmek (özellikle kaydedici bilimsel aletlerle). a fulIy -ed missile. 9. resmi belge düzenlemek, 10. (müzik parçasını sazlara göre) düzenlemek, orkestraya uyarlamak/ adapte etmek, ıı. fıv. aletli, göstergeli, yalnız göstergelere dayanarak uçuşu yöneten. -, flying : aletli uçuş. - landing : aletli /göstergeli iniş, kör iniş. e.a.-l. tool. implement, utensil, 3. ageney, means, 4. document, 5. dupe, tool. instrumental, ,~f &is. 1. yararlı, etkili, tesirli, nüfuzlu. His uncle was - in getting him a job. He was - in eatching the eriminaL. 2. sazlı, çalgılı, sazlarla çalınan, sazlar için yazılmış (müzik). i prefer - musie to choral musie. 3. aletle/gösterge ile ilgili, 4. gr. araç+, araç durumu: eylerrıin belirttiği oluşun hangi araçla yapıldığı­ nı gösteren durum. e.a.- 1. useful, helpful.



insulate instrumentalism, is. feL. araççılık : Dübiçimlerinin, kuramların, mantık ve ahlak biçimlerinin vb. yalnızca yaşamındeğişik koşullarına uyma araçları olduğunu, fikirlerin değerinin insanlığa sağladığı yarar ve ilerleme ile ölçüleceğini savunan dünya görüşü. instrumentalist, is. &sf ı. çalgıcı, çalgı/ saz çalan kimse, 2. feL. araç çı : araççılık felsefesi yanlısı, 3. araççılık felsefesine ait. instrumentality, is., ç. -ties (2&3. için) ı. yarar, fayda, 2. yararlı/faydalı olma, yarar sağlama, 3. araç, vasıta. through the - of ... : ... in aracılığı/yardımı/delfHeti/vasıtası ile. instrumentally, zf. 1. araçla, vasıtalı olarak, 2. aletle, özellikle müzik aleti ile, çalgı/s az ile, çalgılı. instrumentation, is. ı. alet kullanma, aletle iş görme, (hekimlikte) aletle yapılan iş, 2. müz. (a) çalgı biiimi: çalgılarının karakteristiklerinin incelenmesi ve sınıflandırılması, (b) çalgılama : müzik parçasını çalgılara göre düzenleme, 3. araçlama : araçların/aletlerin geliştirilmesi, bilimsel, teknik ve askeri alanlarda etkili bir şe­ kilde kullanılması ile uğraşan mühendislik dalı, 4. (toplu olarak) aletler, belirli bir işe tahsis olunan aletlerin tümü, aletler takımı, 5. araç, vasıta. instrumented, sf aletli, aletlerle donatıl­ mış/mücehhez. an - rocket. instrument panel =instrument board, is. alet panosu, kumanda panosu. iınsubordinate, sf&is. 1. itaatsiz, asi, serkeş, isyankar, isyan eden, baş kaldıran, baş eğ­ mez (kimse), 2. -Iy: asilikle, serkeşlikle, isyan ederek, 3. İnsubordination : itaatsizlik, asilik, isyankarlık, serkeşlik. e.a.- 1. disobedient, rebellious, refractory, unruly. insubstantial, sf ı. (a) narin, zayıf, nahif, çelimsiz, kuvvetsiz, entipüften, (b) doyurucu olmayan, tatmin etmeyen. an - meaL. ,2. sanal, hayali, gerçek olmayan, asılsız, esassız. - arguments. Dreams and ghosts are -. 3. -ity : (a) zayıflık, kuvvetsizlik, (b) sanallık, asılsızlık, 4. -Iy : zayıf/kuvvetsiz bir şekilde, sanal/asılsız/ hayali olarak. e.a.- 1. (a) frail, flimsy, weak, 2. imaginary, unreaL. insufferable, sf ı. çekilmez, dayanılmaz, tahammül edilemez, katlanılmaz. - insolence / şünme



rudeness. He' s -. 2. -ness: çekilmezlik, tahammül edilemezlik, 3. insufferably : çekilmez/tahammül edilemez bir şekilde. insufficiency, is., ç. -cies (2. için) ı. azlık, kıtlık, darlık, eksiklik, noksanlık. an - of money/foodlsupplies. 2. yetersizlik, kifayetsizlik, yeteneksizlik, bir organın görevini yeterince yapamaması. - of heart : kalp kifayetsizliği. Conscious of his insufficiencies, he tried to improve himself : Yeteneksizliklerini biliyor ve düzeltmeye çalışıyordu. insufficience d.d. e.a.-I. inadequateness, inadequacy, deficiency. insufficient, sf ı. az, kıt, eksik, noksan, dar. - sleep/money/income/foodlsuppIies. 2. yetersiz, kifayetsiz, yeteneksiz, yetmez, yetişmez. - evidence/salary. 3. -Iy : az/kıt!eksik/noksan bir şekilde, yetersiz/kifayetsiz olarak. e.a.-I. inadequate, deficient. k.a.- 1. sufficient, adequate, enough. insuffiatıe, gl.f -fiated, -Iating 1. (içine/ üzerine) üflemek, 2. tıp (ciğerler/vücut boşlukla­ rına) hava/gazlbuhar vb. vermek/göndermek/ sevk etmek, 3. ilah. dua edip üzerine üflemek, nefes etmek, 4. insufflation : üfleme, 5. insufflator : üfleyici, üfleme cihazı, püskürtücü. insulant, is. yalıtkan, yalıtıcı/ayırıcı/mü­ cerrit madde. insular, sf &is. ı. adasal, ada+, adaya ait! özgü. a moderate - elimate. 2. adalı, adada yaşayan/bulunan (kimse). an - people. 3. ada halinde, ada oluşturan/teşkil eden. - rocks. 4. ayrı, ayrılmış, tek başına, başkalarından tecrit edilmiş, 5. ada halkına/adalılara özgü, 6. dar fikirli, dar görüşlü. - habits and prejudices. attitudes/point ofview/intolerance. 7. tıp adacık­ lar halinde, başkalarından ayrılmış dokulara ait (özellikle pankreastaki Langerhans adacıkları­ na ait), 8. -ism : dar fikirlilik, dar görüşlülük, 9. -ity : (a) adasallık, ada halinde oluş, (b) adada oturma/yerleşme, (c) dar fikirlilik, dar görüşlülük, 10. ~Iy : (a) dar fikirli/dar görüşıÜ olarak. an -Iy prejudiced mind : dar görüşlü peşin hükümlerinden ayrılmayan bir zihniyet. (b) bütün adaya. -Iy distributed plants: bütün adaya dağılmış bitkiler. insulate, gl.f -Iated, -Iating 1. yalıtmak, tecrit!izole etmek. Wires are often -d by a covering of rubber or plastic. Dur house is -d aga-



1841



instllation



inst winter cold. 2. birbirinden ayırmak, ayrı yerlere koymak/yerleştirmek, uzak tutmak. Children carefully -d fTom harmful experiences. 3. -d : yalıtık, yalıtılmış, tecritli, mücerret, ayrılmış, 4. -ing: yalıtkan, tecrit edici, mücerrit, ayırıcı, izole. - tape : yalıtkan şerit, izole bant. e.a.- 2. isolate, segregate, separate . instllation, is. ı. yalıtım, izolasyon, yalıt­ ma/tecrit etme, yalıtkı, yalıtma/tecrit maddesi, 3. yalıtılma, tecrit edilme, ayrılma, ayrı kalma. instllator, is. ı. elekt. yalıtkan, mücerrit, izolatör, (havaı iletim hatlarında) fincan, 2. yalı­ tıcı, yalıtanıtecrit eden kimse/şey. Glass is an eifective -. insulin, is. ı. biy. -kim. ensülin, glükoz ve karbonhidrat metabolizmasını düzenleyici pankreas hormonu, 2. ecz. ensülin : şeker hastalığı tedavisinde kullanılan iHiç, 3. - shock patol. ensülin şoku : kana fazla ensülin verilmesi sonucu kandaki şeker oranının azalmasından ileri gelen baygınlık/koma hali. insult, is. &f 1. tahkirlhakaret etmek, aşa­ ğılamak, hor görmek, onurunu/şerefini kırmak, fena muamele etmek. The rebels -ed the fiag by burning it. 2. esk. saldırmak, tecavüz etmek. 3. hakaret, aşağılama, hor görme, onur/şeref kı­ rıcı söz/eylem, kötü davranış. This is an - to our brave soldiers. That book is an - to one's intelligence. 4. tıp Ca) yara, bere, (b) yaralayıcı/ sağlığa zarar verici şey. Pollution and other environmental -s. 5. esk. saldırı, tecavüz, 6. add to the injury bk.: injury (8). 7. insulter : hakaret eden, aşağılayan, küçük düşüren. e.a.- 1. aifront, oifend, scorn, injure, abuse, contempt, disparage, 2&5.. attack, assault, 3. oifense, aifront, outrage, insolence. k.a.-1&3. compliment, 1. fiatter, commend, praise, 3. fiattery, homage, honor. insulting, sf ı. aşağılayıcı, küçük düşürü­ cü, hakaretamiz, onur/şeref/haysiyet kırıcı. to use an - langauge to S.o. 2. -ly : aşağılayarak, hakaret ederek/edercesine, onur/şereflhaysiyet kı­ rıcı bir şekilde. insuperable, sf 1. aşıl(a)maz, geçil(e)mez. an - barrier. 2. yenil(e)mez, başa çıkıl­ (a)maz, altından kalkıl(a)maz. - difficulties. 3. -ness = insuperability: aşıl(a)mazlık, geçil-



1842



(e)mezlik; yenil(e)mezlik, başa çıkıl(a)mazlık, 4. insuperably : aşıl(a)maz/geçil(e)mez/yenil­ (e)mez bir şekilde. e.a.-1&2. insurmountable. insupportable, sf 1. dayanılmaz, tahammül edilmez, çekilmez. - behaviorlpain/dis-contentlrudeness. 2. haksız, yersiz, mesnetsiz, doğ­ ruluğu kanıtlanamaz. an - accusation. 3.,.;. ness = insupportability : dayanılmazlık, tahammül edilmezlik, çekilmezlik; haksızlık, yersizlik, mesnetsizlik, doğruluğu kanıtlanamazlık, 4. insupportably : dayanılmaz/tahammül edilmez/çekilmez bir şekilde; haksız, yersiz/mesnetsiz olarak. e.a.- 1. unbearable, unendurable, intolerable, insuiferable, 2. unjustifiable. insuppressible, sf ı. bastırılamaz, önlenemez, örtbas edilemez, yok edilemez, kapatıla­ maz, lağvedilemez, 2. insuppressibly : bastırıla­ maz/önlenemez/örtbas edilemez bir şekilde. insurable, sf ı. sigorta edilebilir, güvencelenebilir, 2. insurabiUty : sigorta edilebilme, güvencelenebilme. insurance, is. 1. sigorta, 2. sigorta kapsamı, 3. sigorta poliçesi, 4. sigorta bedeli/tutarı, 5. az kuL. sigorta primi/taksiti. He pays out $300 in -lin - premiums every year. 6. sigorta etme, sigortacılık, 7. güvence, korunca, sığınak. Shelters designed to provide r~ against enemy attack. 8. - broker : sigorta şirketi memuru, 9. --card: güvenceli belgesi, sigortah sicil kartı, 10. - company : sigorta şirketi, 11. - policy: sigorta poliçesi, 12. - premium : sigorta primi, 13. employment - : işçi sigortası, 14. fire - : yangın sigortası, 15. health - : sağlık sigortası, 16. life - : hayat sigortası, 17. marine - : deniz sigortası. insurant, is. az kuL. sigortalı, sigorta edilen kimse. insure, f -sured, -suring ı. sigorta et(tir)meklolmak, sigorta sözleşmesi/poliçesi yapmak/düzenlemek. i -d my house against fire, and my car against accident, theft and collision. He -d his life for $200,000. Insurance companies will - ships and their cargoes against loss at sea. 2. güvence/teminat vermek, güvence/emniyet altına almak. e.a.-I. warrant, 2. ensure, assure.



integrable insured, is. sigortalı, güvenceli, garantili, lehine sigorta yapılan kimse. insurer, is. sigortacı, sigorta şirketi,. sigorta eden kimse/şirket. insurgence, is. isyan, ayaklanma, baş kaldırma. e.a.- rebellion, revolt, uprising, insurrection. insurgency, is. 1. isyankarlık, isyan etme, karışıklık çıkarma, 2. bk.: insurgence. insurgent, sf &is. ı. asi, isyankar (kimse), hükümete isyan eden/başkaldıran (kimse), 2. bir siyasal parti içinde izlenen politikayı beğenme­ yip başkaldıran grup, 3. yükselen, şahlanan.­ waves. e.a.- ı. rebel(lious), 3. surging. insurmountable, sf. 1. yenilee)mez, üstün/ galip gelinee)mez, başa çıkılmaz, alt edilee)mez, aşıl(a)maz, geçil(e)mez. - problemslobstacles i difficulties. 2. -ness = insurmountability : yenil(e)mezlik, başa çıkılmazlık, aşıl(a)mazlık, geçiıee)mezlik, 3. insurmountably : yenil(e)mez/başa çıkılmaz/aşıl( a)maz/ geçiıee)mez bir şekilde. e.a.-}. insuperable. insurrection, is. ı. isyan, ihtilal, kıyam, ayaklanma, baş kaldırma, 2. -al: isyan+, ihtilal+, 3. -ism : asilik, isyancılık, ihtiHUcilik, isyan taraftarlığı, 4. -ist : asi, isyancı, ihtilalci, isyan/ihtilal taraftarı. e.a.-ı. insurgency, uprising, mutiny, revolt, rebellion. insurrectionary, sf. &is. ç. -aries 1. isyan mahiyetinde, baş kaldırma/ayaklanma tarzında, ihtiHlJimsi. - activitylmovements. 2. asi, isyankar, ihtilalci, isyan/ihtiHU taraftarı (kimse). e.a.2. rebe~ insurgent insusceptible, sf. 1. gen. - of/to : etkilenmez, etkisi/tesiri altında kalmaz, masun, muaf, duygusuz, hissiz, hissetmez. - offlatterylof pity. - to affectionlto disease. 2. insusceptibility : etkilenmezlik, etkisi/tesiri altında kalmama, masuniyet, muafiyet, duygusuzluk, hissizlik, 3. insııs­ ceptibly : etkilenmeksizin, etkisi/~esiri altında kalmadan, duygusuzca. inswathe(ment), az kuL. bk.: enswathe (ment). inswept, sf. (ucu) sivrileşen/incelen/daralan. int. = ı. intelligence, 2. interest, 3. interior, 4. interjection, 5. internal, 6. international, 7. interval, 8. intransitive.



intact, sf. ı. tamam, noksansız, eksiksiz, kusursuz, lekesiz, dokunulmamış, el sürülmemiş, hiç zarar görmemiş, sağ salim, sapa sağ­ lam. He lived on the interest and kept his capital -. i checked the dishes when we unpacked them and found they were all -. 2. -ness : tamamlık, noksansızhk, sağlamlık, kusursuzluk, lekesizlik. e.a.- ı. complete, whole, entire, untouched, undamaged, uninjured, unimpaired, perfect, integral, unharmed, unhurt, sound, safe. k.a.- ı. impaired, damaged, injured, marred, broken, shattered. intaglio, is., ç. -taglios, -tagli, f. -glioed, glioing It. ı. oyma (mücevher, mühür, kıymetli taş vb.), 2. hakkedilmiş oyma iş, 3. - printing d.d. basım oyma baskı, 4. oymacılık, 5. oymak, oyma işi yapmak (özellikle kıymetli taş üzerine). e.a.- 3. copperplate, steel-die printing. intake, is. ı. giriş, çekiş, 2. giriş ağzı, bir sıvının kanala/boruya girdiği yer, 3. içeriye giren/alınan şey, alım, alıntı, 4. aldı : içeriye giren/alınan madde miktarı. the - of oxygen. 5. dae.a.- 5. narrowing, ralma, sıkışma, büzülme. cantraction. intangible, sf. ı. soyut, özdeksiz, gayrimaddi, fiziksel varlığı olmayan, dokunulamaz, (el ile) tutulamaz. Sound and light are -. Soul is -. 2. belirsiz, müphem, kapalı, karanlık, kolay anlaşılmaz/kavranamaz, kesin ve vazıh olmayan. an - feeling of disaster filled the room. - ideas i arguments. 3. -ness = intangibility : soyutluk, özdeksizlik, dokunulamazlık, (el ile) tutularnazlık; belirsizlik, müphernlik, 4. intangibly : soyut, bir şekilde gayrimaddi olarak; belirsizce, müphem bir şekilde. e.a.- ı. impalpable, abstract, immaterial, insubstantial, untouchable, 2. vague, imperceptible, elusive, fleeting, shadowy, evanescent. k.a.- ı. palpable, tangible, perceptible, material, concrete, physical. intarsia =tarsia, is. kakmacılık. integer, is. ı. mat. tüm sayı, tam sayı. O, 1, 2, 3... are -s. 2. tüm bütün. e.a.- 2. entity, whole integer vitae, LaL masum, saf, günahsız. e.a.- innocent, pure. integrable, sf. mat. ı. tümlevlenebilir, entegre/itmam edilebilir, kabili itmam, 2. integrability : tümlevlenebilme, entegrefitmam edilebilme.



1843



integral integral, sf &is. 1. tümler, tamamlayıcı, bir bütünün ayrılmaz parçası olan, mütemmim. The arms and legs are - parts of a human being. 2. tüm, bütün, tekrnil, tamam, bölünmemiş, 3. mat. tam (sayı), kesir olmayan, 4. mat. tümlev+, tümleve ait, entegral, 5. bütün bir şey, 6. mat. (a) Riemann - d.d. tümlev, Riemann tümlevi, bir eğri ile x ekseni ve sınır düşey konaçları arasında kalan alan ölçüsünün sayısal değeri, (b) ilkel işlev, 7. - cakulus: tümlev işlen­ cesi, entegral hesabı, 8. - equation : tümlevli denklem, entegral denklemi, 9. -ity : tUmlük, bütünlük, tamamlık, 10. -ly : tüm/tamamlbütün olarak, bütünüyle, bütün bir şekilde. e.a.- 2. entire, complete, whole, 5. whole, 6. (b) primitive. integrand, is. tümlevlenen, itmarn edilen, entegrali alınan. integrant, sf &is. türnleyicilbütünleyici (şey) bileşen, bir bütünü oluşturan (şey). e.a.- constituent, component. integrate, f -grated, -grating ı. tUmleştir­ rnek, bütünle(ştir)mek, tamamlamak, itmarn etmek, katmak, mal etmek. i -d your suggestion with my plan. 2. birleş(tir)mek, karıştırmak, bir bütün halinde toplamak, tek cisim haline koymak, bütün/yekpare kılmak. The 3 neighboring cities have decided to -. 3. toplamını veya ortalamasını bulmak, 4. mat. tümleviemek, türnlev/ entegral almak, itmarn etmek, 5. ABD (a) okul! lokantalkurum vb. ni) herkese (bütün ırkıara) açmak, herkesin istifadesine sunmak, (b) (çeşitli ırk /din vb.gruplarına) eşit haklar tanımak, 6. ABD (çeşitli ırk/din vb. gruplarına mensup kimseler) : (a) birbiriyle kaynaşmak. Do they really want to - (with us)? (b) çoğunluğun kültürünü benimsernek, temessül etmek, (c) (bir kimseyi topluma) uydurmak, intibak ettirmek, yararlı hale getirmek. to - \G criminal into society. to - immigrants into Canadian society. 7. tutarlı /ahenkli/ insicamlı hale getirmek. The government should - its approach to unemployment. e.a.-l&2. amalgamate, unify, unite, desegregate, join, incorporate. integrated, sf ı. karma : çeşitli ırktan! dinden kimselerden oluşmuş ve herkese eşit hak tanıyan. an - school of different races and social classes. 2. toplu, derli toplu, derlenip toplanmış, tümleşmiş, bütünleşmiş, tamam(1an-



1844



mış), mükemmeL, noksansız. an - plot. an personality. 3. dengeli, ahenkli, düzenli, iyi organize edilmiş. an - economy. 4. - bar =incorporated bar huk. birleşik baro : ABDInin bazı eyaletlerinde bütün avukatların üye olmalarını zorunlu kılan baro teşkilatı, 5. - circuit : tüm devre, tümleşik çevrim : 5-6 mm2 lik küçük bir silikon parçasına sığdırılmış çok sayıda direnç, transistor vb. devre elemanlarının tümü, 6. - data processing: bütünleşik bilgi işlem: dizgedeki bütün makinelerin ortak dilini kullanarak bilgiyi tutarlı bir dizge biçiminde ve insan müdahalesinİ minimurna indirecek tarzda düzenleme. bk.: automatic data processing, 7. - information system: bütünleşİk bilişim dizgesi: bir örgütün yönetimiyle tüm verileri kapsayan ve stratejik desteğe özellikle önem veren bilişim dizgesi. integration, is. ı. tümle(ştir)me, bütünle(ştir)me, tamamlama, itmarn etme, bir bütün haline getirme/gelme, birleştirme, 2. (çevre ile) uyuşma, (çevreye/kurallara) uyma, ahenk/denge sağlama, 3. psikol. birleştirim: şahsiyeti oluştu­ ran öğeleri tutarlı ve ahenkli bir bütün haline getirme, 4. mat. tümlevierne, entegrasyon, itmam, bir işlevin tümlevini bulma, türetik denklemi çözme, 5. ABD karmalama, katma, birleştirme : çeşitli ırk ve gruplara ait okul veya toplumsal kurumları tek bir dizge halinde birleştirme. The - of negro children into school system in the Southern States ofAmerica. Racial - in the school system. 6. -al: tümleyici. integrationist, sf. &is. karmacı, karma/ birleştirme yanlısı (kimse) : ABDIde çeşitli ırk­ lara ait okul ve toplumsal kurumları birleştirme yanlısı.



integrative, sf tümleyici, bütünleyici, bir·· tamamlayıcı, birliğe yönelik, birlik/ bütünlük sağlayan. - forces in fragmented society. integrator, is. tümlevci : tümlev alan kimse/şey, tümlev alma aleti. integrity, is., ç. -ties 1. dürüstlük, doğru­ luk, iYİ ahlak, namus, şeref, fazilet. a man of -. commercial -. The judge's - is unquestioned. 2. bütünlük, tümlük, tamamlık, tamamiyet, bölünmezlik, sağlamlık. Our - as anation is threatened. This treaty will guarantee our territorial -. leştirici,



interlude e.a.-ı.



honesty, virtue, probity, honor, uprightness, purity, rectitude, decency, morality, 2. completeness, wholeness, soundness,unity, coherence, cohesion. k.a.- ı. dishonesty, immorality, duplicity, deceit, corruption, venality, 2. flimsiness, shakiness, fragility, faultiness, uncertainty, unsoundness. integument, is. 1. deri, zar, kabuk, gömlek (vb gibi doğal örtü), 2. örtü, kılıf, mahfaza, 3. -al = -ary : deriye/cilde ait. e.a.- 1. cortex, involucre, involucrum, 2. covering, envelope, 3. cutaneous. intellect, is. 1. akıl, zeka, kavrayış, idrak. - distinguishes man fom animals. 2. anlık, kavrama yeteneği, idrak kabiliyeti, usavurma/ yargılama ve anlama gücü, 3. zeki, akıllı, parlak zeka sahibi kimse, anlayışlı/kavrayışlı kimse. He is a good athlete but not much of an -. 4. keskin/parlak zeka, olağanüstü yetenek. He is a man of -. 5. -iye : (a) anlıksal, akll, akla/ zekaya dayanan, (b) akıllı, zeki, 6. -ively : (a) akla/zekaya dayanarak, (b) akıllıca, zekice. e.a.ı. intelligence, mind, reason, wits, brains, perception, wisdom, understanding, 3. thinker, intellectual, 5. (a) intellectual, (b) intelligent, rational, cognitive. k.a.- 3. idiot, moron. intellection, is. 1. anlayış, kavrayış, anlama, kavrama, idrak, muhakeme, düşünme, düşünüş, 2. fikir, kavram, düşünce, mefhum. e.a.ı. reasoning, 2. notion, idea, thought, perception. intellectual, sf &is. 1. anlıksal, zihnı, akll, fikri, akıl!zekaldüşünceye ait. interline, gL.f -lined, -lining 1. satırlar arasına yazmak, yazılı/basılı bir metnin satırları arasına kelime/cümle eklemek, 2. (kitabın/ belgenin satırları arasına) notlar/açıklamaları haşiyeler yazmak, 3. (kumaş ile iç astarı arası­ na) orta astar koymak, 4. -er: orta astarı geçiren kimse. e.a.- 1&2 interlineate. interlineal = interlinear, sf &is. 1. satırlar arasına yazılmış. an - translation. 2. (aynı metnin) her satırı başka bir dilden yazılmış/basıl­ mış (kitap). the - Bible. 3. -ly : satırlar arasına yazılmış olarak. interlineate, gl.f -ated, -ating bk.: interline (1&2). interlineation, is. satırlar arasına yazılmış yazı.



interlingua, is. ara dil: milletler arası have özellikle bilim adamları için düzenlenmiş yapma diL. berleşme



interlining, is. 1. orta astarı, 2. astarlık ku3. satırlar arasına yazılmış şey. interlink, gL.f bağlaşmak, birbirine bağla­ (n)mak. - fates: kaderlerini birbirine bağlamak. interloek, is. &f 1. birbime kenetle(n)mek/ geçmek. The branches of the trees - to form a natural archway. 2. (makine parçaları) birbirine uymak/uygun gelmek, sıkıca kavramak, 3. kilitlenmek, 4. mak. elekt. izlemleştirmek, bağım­ laştırmak : (ekseriya güvenlik için) birinin işle­ mesi diğerinin işlemiş olmasına bağlı olacak şekilde düzenlemek,S. kenetle(n)me, 6. izlemce, kilitlemeli güvenlik düzeni, 7. -er: kenet, kilit, kenetleyen, kilitleyen (kimse/şey), 8. -ing direetorates : kenetlenmiş yönetim : ortak üyeleriyle birkaç şirketi kontrol eden yönetim kurulu. interloeution, is. söyleşi, sohbet, hasbıhal, musahabe, mükaleme, muhavere, konuşma. e.a.conversation, dialogue. interloeıııtor, is. 1. konuşan, konuşmacı, mütekellim, başkalarıyla konuşan kimse, 2. ABD aracı: zenci taklidi güldürüde sorularıyla oyunu yöneten ortadaki oyuncu. e.a.- 2. middleman. interloeutory, sf 1. konuşma/sohbet tarzında. - instruction. 2. söz arasında söylenen. humor. 3. huk. (a) ara, geçici, kesin olmayan. judgmentldeeree : ara kararı, geçici eınir. (b) ara kararı ile ilgili, 4. interloeutorily : (a) konuşma/sohbet tarzında, (b) konuşma/sohbet esnasında, söz arasında. interloeutress = i:nterloeutriee = interloeutrix,. is., ç. -loeutrices (kadın) konuşmacı/ maş,



konuşan.



interlope, gs.f -loped, -loping 1. ruhsatsız ticaret yapmak, 2. başkasının işine karışmak, müdahale/tecavüz etmek, 3. interloper : başka­ sının işine karışan/müdahale edenlbumunu sokan kimse. e.a.- 2. meddle, encroach, trespass. interlude, is. 1. ara, fasıla, iki sürekli olayı ayıran zaman aralığı. -s of briglıt weather. Holidays are such short -s in a life ofwork. 2. (İngi­ liz tiyatrosunda) (a) ara piyesi : asıl piyes arasın­ da sunulan kısa güldürü, (b) kısa piyes : John Heywood ve başkaları tarafından yazılan, modern dramın ilk örneklerini oluşturan temsilIer, 3. ara müziği/faslı: tiyatroda perde aralarında, kilisede ayinler arasında vb. çalınan parça.



1845



interlunar interlunar = interlunary, sf mehtapla yezamana ait. interlunation, is. ay karanlığı, ayın karanlık olduğu süre. intermarriage, is. ı. başka ırka/dine/mil­ lete mensup kimseler arasında evlilik/evlenme, 2. içeriden evlenme : aynı grup/aşiret vb. mensupları arasındaki evlilik. e.a.- 2. endogamy. intermarry, gs.f -ried, -rying 1. başka ırktan/dinden/milletten kimse ile evlenmek, 2. içeriden evlenmek, akraba ile evlenmek, 3. (iki kabile/aile vb.) evlilik yolu ile akrabalhısım olmak. intermeddle, gs.f -dled, -dling ı. (başka­ sının işine) karışmak/müdahale etmek/bumunu sokmak, 2. intermeddler : (başkasının işine) karışan/müdahale edenlbumunu sokan. e.a.-I. interfere, meddIe. intermediaey, is. ara bulma, ara buluculuk, tavassut. e.a.- intermediateness. intermediary, sf&is., ç. -aries ı. aracı, ara bulucu, mutavassıt. She aeted as an - in the land deal benveen the city and the developer. 2. ortam, araç, 3. ara durum/şekil/kademe, mutavassıt halisafha, 4. ara, orta, vasat. e.a.-I. mediator, go-benveen, 2. medium, mean. intermediate 1, sf&is. 1. ara, mutavassıt, aradaki. the - examination : ara sınavı. the stages of the development. 2. orta boy (otomobil). an - ear. 3. ortadaki, orta seviyede bulunan, orta (derecedeki), iki şey/şahıs arasında bulunan, 4. iki olayarasında geçen zaman, 5. orta (sınıf, derece, durum vb.). - eourses : orta seviyedeki dersler. - freqpeney md. orta frekans. --range balistic missile : orta (800-1500 deniz mili) menzilli güdümlü mermi. - school: ortaokul, 6. aracı, ara bulucu, mutavassıt, 7. orta boy araba/otomobil, 8. - host : üzerinde bir asalağın bir süre yaşayıp eşeysiz ürediği canlı organizma, 9. -Iy: (a) arada, mutavassıt durumda, (b) orta derecede, vasat olarak, (c) dolaylı olarak, 10. -ness : aracılık, ara buluculuk, tavassut. e.a.- 6. intermediary, mediator, 9. (e) indireetly, 10. intermediaey. intermediate2, gs.f -ated, -ating ara bulmak, aracılık/ara buluculuk yapmak, tavassut etmek, müdahale etmek, araya girmek. e.a.- intervene, mediate. ni



ayarasında ayın görünmediği



1846



intermediation, is. aracılık, ara buluculuk, tavassut. intermediator, is. ı. aracı, ara bulucu, mutavassıt, 2. intermediatory : ara bulucu+. intermedium, is., ç. intermedia/intermediums ı. tiy. ara oyunu, 2. aracı, mutavassıt, 3. ara müziği, 4. ön kol kemiği ile dirsek arasın­ daki kıkırdak. interment, is. gömme, defin (merasimi). e.a.- buriaL. intermetallie, sf &is. iki madenli, iki madenden veya bir madenie bir madensiden oluşan, belirli türde kristalleşen (alaşım). intermezzo, is., ç. -zi/zos 1. ara oyun: iki perde arasında sunulan kısa dramatik müzikli eğlenceli temsil, 2. uzun bir müzik parçasının ana bölümlerini birleştiren kısa parça, 3. kısa fasıl (müzik). intermigration, is. karşılıklı göç/hicret. interminable, sf 1. bitmez, sonsuz, sonu gelmez, tükenmez, nihayetsiz. an - job. 2. uzun, can sıkıcı, bıktırıcı, gına getirici, bezdirici. Her - ehatter. An - debate/sermont. 3. -ness interminability : bitmezlik, sonsuzluk, nihayetsizlik; uzunluk, can sıkıcılık, bıktırma, gına getirme, bezdirme, 4, interminably : bitmez/tükenmez/ sonu gelmez, bir şekilde, uzun uzun, can sıkıcı/ bıktırıcı/gına getirici bir şekilde, bezdirircesine. e.a.-I. endless, unending, everlasting, 2. tedious. interminngie, f -gled, -gling birbirine ka·· rış(tır)mak, mezcetmek, mezcolunmak. The waters of of the streams met and -d : Derelerin suları birbirine karıştı. - with the erowd : kalabalığa karışmak. intermix d.d. intermission, is. 1. (zaman) ara(lık), fasıla, paydos. They studied for hours without an-. 2. tiy. ara, iki perde arasındaki zaman aralığı, 3. tatil/paydos etme, ara verme, 4. tatil edilme. e.a.- 1. reeess, break, pause, intervaL. intermissive, sf 1. aralıklı, kesik kesik, 2. aralık+, fasıla+. intermit, f -mitted, -mitting 1. ara vermek, geçici olarak tatil etmek, 2. kesintiye/inkıtaa uğramak, fas ıl alı çalışmak/işlemek, 3. duraksamak, bir süre faaliyeti durdurmak, 4. -ter = -tor : ara veren, kesintiye uğratan, kesintili işle­ me sağlayan (alet vb.) 5. -tingIy : aralıklarla, fasılalarla, aralıklı olarak, ara vererek, kesik kesik. e.a.-l&3. suspend, diseontinue, 3. desist.



=



international intermittence = intermittency, is. kesinti, geçici olarak ara verme. intermittent, sf. 1. aralıklı, fasılalı, kesik kesik, gelip geçen/geçici, süreksiz, devamsız. pain. 2. (göl, nehir vb.) senenin bir kısımnda kuruyan, 3. - fever : patol. aralıklı humma: sıt­ ma vb. de olduğu gibi zaman zaman gelen humma/nöbet, 4. -Iy : aralıklı/fasılalı olarak, kesik .kesik, gelip geçici/süreksiz/devamsız bir şekil­ de. e.a.- 1. recurrent, periodic, alternate. k.a.1. continued, incessant. intermix, f. 1. bk.: intermingle, 2. -able : birbirine karıştırılabilir, 3. -edly : birbirine karışmış bir şekilde. intermixture, is. 1. birbirine karış(tır)ma, kat(ış)ma, 2. karışım, karışmış şey, halita, mahlüt, 3. katkı, karıştırılan/karışıma eklenen şey. e.a.- 3. admixture. intermodal, sf. 1. karma (ulaşım) : kara, deniz ve hava ulaştırmasını kapsayan. an - sevice. - containers. 2. -Iy : karma ulaşımla. intermontane, sf. dağlar arası(ndaki). intermural, sf. 1. duvarlar arasıendaki), 2. kurumlar/şehirler arası. an - track meet. intern, is.&gl.f. 1. (harp zamanında düş­ manı, tarafsız bölgeye sığınan askeri vb.) alı­ koymak, ikamete mecbur etmek, belirli bir yerde oturtmak, enterne etmek, gözaltına almak. Aliens are sometimes -ed in wartime. 2. (gemiyi bir limanda) hapsetmeklkapamak, kalebent etmek, 3. (tıp öğrencisi) staj yapmak, stajyer olarak (hastahanede) çalışmak, 4. interne ş.d.y. (a) stajyer doktor, stajını yapan tıp öğrencisi, (b) bk.: student teacher, 5. bk.: İnternee. internal, sf. &is. 1. iç, dahili, içe ait, içeride olanlbulunan. The nation' s - affairs are in turmoiL. 2. içten, deruni, batıni, 3. eez. içilen, yutulan, ağızdan alınan (iHiç). an - remedy. 4. zatt, zatında, bünyesinde, asIl, fıtri, mündemiç. - evidence : zatt delil, bir şeyin kendisi'nde bulunan deliL. - evidence offorgery in a document. 5. iç, dahili, ülkenin iç işleriyle ilgili. - politics. - trade. - disturbances. 6. zihnı, manevi, fikri, aklı. malaise. 7. öznel, sübjektif, enfüsı. an - response. Thoughts are -. 8. anat. zool. iç, vücudun içinde bulunan. an - organ. - bleeding. - structure : iç bünye/yapı, 9. gen. -s : iç organ(1ar), bağırsaklar, 10. temel nitelik, esas/zan özellik. fasıla,



11. - auditory meatus anat. şakak kemiği kayüz sinirleri, işitme sinirleri ve damarların geçtiği kanal, 12. - combustine engine : iç yakımlı makine, patlamalı/iç ihtiraklı motor, 13. - diseases : iç hastalıklar, 14. - ear : iç kulak, 15. - gear: iç dişli : dişleri silindirin iç boş­ luğunda bulunan dişli, 16. - medicine: dahiliye hekimliği : iç hastalıklarla uğraşan hekimlik dalı, 17. - respiration : iç solunum, kan ile gözeler arasında oksijen ve karbondioksit alış verişi, 18. - revenue : devlet iç geliri. Department of - Revenue: Maliye Vergi (tahsililt) Dairesi, 19. - rhyme : (a) iç uyaklkafiye, aynı mısradaki kelimeler arasında ses uyumu, (b) mısralar arası uyak/kafiye, 20. - secretion : iç salgı, hormon, 21. - stress : iç gerilme, ısınma vb. nedeniyle madenicam vb. içinde oluşan gerilme, 22. structure : iç yapı/bünye, 23. -ness := -ity : (a) içeriklik, içeride olma/bulunma, (b) iç özellik, içteki madde, iç görünüş/karakter, (c) öznellik, sübjektiflik, enfüsllik, manevllik, manevliruhi konulara kendini verme, 24. -Iy : (a) içten, içeriden, dahilen, (b) manen, manevi olarak, (c) zihnen, fikren. e.a.- 1. interior, 3. oral, 4. intrinsic, inherent, 7. subjective, 8. ilıner, 9. innards, entrai/s. internalize, gl.f. -ized, -izing 1. benimsemek, özümsemek, nefsine maletmek, temessül etmek, 2. öznelleştirmek, manevileştirmek, manevllderuni nitelik vermek, 3. internalization : benimserne, özümseme, nefsine maletme, öznelnalı



leştirrne, manevileştirme.



international, sf &is. 1. milletler arası, uluslar arası, beynelmilel, enternasyonal. - trade/ law/agreements/conferences. 2. iki veya daha fazla milleti ilgilendiren. - movement. amatter of - concem. 3. b.h. Milletler Arası Sosyalist/ Komünist Örgütü : XıX. ve XX. yüzyıllarda kurulan çeşitli komünist örgütlerden her biri, 4. milletler arası işçi örgütü : iki veya daha fazla ülkede şubesi bulunan işçi örgütü, 5. - air mile bk.: rnile (3), 6. - Bank for Reconstruction and Development: Milletler Arası İmar ve Kalkınma Bankası, World Bank (Dünya Bankası)nın resmi adı, 7. - candie fiz. milletler arası mum: 1921'den 1940'a kadar ışık şiddeti birimi kabul edilen, belirli koşullar altında yapılmış bir mumun verdiği ışık, 8. - Code : Milletler Arası Haberleşme Kodu : denizcHer tarafından



1847



Internationale O'dan 9'a kadar rakamları simgeleyen bayraklarla haberleşmede kullanılan kod, 9. - Court of Justice = World Court : Dünya Mahkemesi, 1945'te Birleşmiş Milletler tarafından milletler arası davalara bakmak için kurulmuş mahkeme, 10. - Date Line: milletler arası tarih çizgisi, 180° boylamı izleyen kuramsal çizgi (Date Line d.d.) 11. - Geophysical Year (IGY) : Milletler Arası Jeofizik Yılı, 1.7.l957'den 31.12. 1958'e kadar süren yoğunjeofizik araştır­ ma ve buluşlarla dolu on sekiz aylık dönem, 12. -ity : arsıulusallık, beynelmilellik, milletler arası nitelik/durum, 13. - Labor Organization (ILO = I.L.O.) : Milletler Arası İşçi Örgütü: dünyada çalışma koşullarını düzeltmek amacıyla Birleş­ miş Milletlerce kurulmuş bir örgüt, 14. - law : milletler arası hukuk, 15. -ly : milletler arası yoldan/kanaldan/yöntemlerle, milletler arasında, beynelmilel olarak, 16. - Monetary Fund: Milletler Arası Para Fonu, 17. - Morse Code = continental code : milletler arası Mors alfabesi, 18. - nautical mile bk.: mile (3), 19. - Phonetic Alphabet : Milletler Arası Fonetik Alfabe : - l886'da Fransa'da International Phonetic Association tarafından bütün dillerdeki .sesleri temsil etmek amacıyla kurulan işaretler dizgesi, 20. pitch : standart akort sesi, müzik aletlerinin akort edildiği ses, 440 Hz. 21. - relations : milletler arası ilişkiler, siyasal bilgilerin milletler arası ilişkileri inceleyen dalı, 22. - Scientific Vocabulary (ISV): Milletler Arası Bilimsel Sözlük, 23. - Style : (a) milletler arası mimari tarzı: 1920-1930 yıllarında geliştirilmiş mimari üslübu, beyaz yüzey, geniş camlar, çelik ve betondan ibaret modern mimari, (b) xıv-xv. yy. Gotik resim üslQbu (doğal ayrıntılara ve kompleks perspektive önem verir), 24. - unit : milletler arası birim, belirli standart etki yaratan vitamin vb. ni esas alan biyolojik ölçü. Internationale, is. devrim marşı, enternasyonal: ilk defa l87l'de Fransa'da çıkmış, sonraları işçi ve komünistlerce benimsenmiş devrimci marş. internationalise, gL.f Brit. bk.: internationalize. internationalism, is. 1. milletler arası dayanışma ve iş birliği, milletler arasında siyasi ve ekonomik birlik ruhu ve fikri, 2. milletler ara-



1848



sı kurumlaşma/örgütlenme,



3. milletler arası il4. komünist veya sosyalist enternasyonallik ilkesi/yöntemi. internationalist, is. 1. milletler arası dayanışmaliş birliği yanlısı, 2. milletler arası yasa ve ilişkiler uzmanı, 3. milletler arası komünist! sosyalist örgütü üyesi. internationalize, gL.f -ized, -izing ı. arsı­ ulusallaştırmak, beynelmilelleştirmek, milletler arası kontrol altına almak, milletler arası hiBe getirmek, 2. internationalization : arsıulusal­ laştırma, beynelmilelleştirme, milletler arası kontrol altına alma, milletler arası hale getirme. interne, bk.: intern (4). interneship, bk.: internship. internecine = internecive, sf ı. karşılıklı öldürücü/mahvedici, birbirini öldüren/mahveden. 2. kavgalı, çatışmalı, mücadeleli. an - feud among proxy holders. 3. öldürücü, kanlı, kı­ rıp geçirici. - warfare. - struggles. e.a.- 1&3. destructive. internee, is. tutsak, harp esiri, enterne edilmişlikamete memur kimse. interneurün, is. bk.: internuncial neuron. internist, is. dahiliyeci, iç hastalıklar uzmanı, dahiliye mütehassısı. internment, is. ı. tutsaklık, gözaltı, enterne etme/edilme, ikamete memur etme/edilme, 2. - camp : tutsak/esir kampı, temerküz kampı. internode, is. 1. boğum, eklem arası, bir sapın iki boğum arasındaki kısmı, 2. internodal : boğumsal, eklem arası+ . inter nos, Lat. aramızda. e.a.- between ourselves. internship, is. stajyerlik, doktorluk stajı, staj dönemi, staj bursu. internuncial, sf ı. anat. bağlayıcı, uyarı getiren ve emir götüren sinir liflerini birbirine bağlayan. 2. - neuron: ba.ğlayıcı sinir göze, 3. Papanın elçisine ait. internuncio, is., ç.-cios ı. aracı, ara bulucu, 2. Papanın elçisi bulunmayan bir yabancı ülkeye Vatikan'dan gönderilen siyasi memur. e.a.- 1. go-between, 2. papal delegate. interoceanic, sf okyanuslar arası. interoceptive, sf fizy. beden uyarısal, bedensel uyarı ile ilgili interoceptor, is. fizy. bedensel uyarı al-



keler/çıkarlar/nitelikler,



macı.



interpret interocular, sf gözler arasıenda). interoffice, sf daireler arası : bir kurumun daireleri arasında işleyen/cereyan eden."- memo. interosculate, gs.f -lated, -lating ı. bk.: interpenetrate, inosculate, 2. bağlaştırmak, birbirine bağlamak, aralarında bağ oluşturmak, 3. interosculation : bağlaşma. interpel1ant, sf &is. ı. gensoruyu gerektirerJdavet eden, istizahi, 2. interpel1ator d.d. gensoru açan, gensoru sahibi. interpel1ate, gl.f -lated, -lating gensoru açmak, istzah etmek, istizahta bulunmak. interpel1ation, is. gensoru, istizah. interpenetrate, f -trated, -trating ı. tamamen içine girmek, birbirinin içine nüfuz. etmek, 2. girişmek, iç içe girmek, 3. birbirine geçmek, 4. interpenetrable : içine girebilir/nüfuz edebilir, girişebilir, iç içe girebilir, 5. interpenetrant : içine giren/nüfuz eden, girişen, iç içe giren, 6. interpenetration : içine girme/nüfuz etme, girişme, iç içe girme, birbirine geçme. interpenetrative, sf 1. içine girebilen/nüfuz edebilen, girişebilen, iç içe girebilen, 2. -ly : iç içe girercesine. interpersonal, sf 1. bireysel, kişisel, bireyler/şahıslar/fertler arasında (olan/vuku bulan). - relations : bireyse1lbireyler arası ilişkiler, 2. -ly : bireyler arası. interphase, is. biy. ara dönem : iki göze bölünmesi arasında geçen süre. interphone, is. iç/dahili telefon, bir bina! gemi/uçak içindeki odalarıbölmeler arasında haberleşmeyi sağlayan düzen. interplanetary, sf gezegenler arası. interplant, gl.! (başka bitkilerin) arasına dikmek, mevcut bitkiler/ağaçlar arasına fidan dikmek. interplay, is.&f karşılıklı etki(lemek), birbirine tesir etmeek). e.a.- interact. interplead, gs.f -pleadedl-plead/-pled, pleading huk. birbiriyle davalaşıhak : üçüncü bir şahıstan alacaklı olduklarını iddia eden iki kişiden haklı olanı tespit için dava açmak. interpleader, is. huk. 1. üçüncü bir şahıs­ tan alacaklı olduklarını iddia eden iki kişiden haklı olanı tespit için açılan dava, 2. bu tür dava açan kimse. lnterpol, is. İnterpol, milletler arası polis örgütü.



interpolate, f -lated, -lating 1. (a) (çok defa izinsiz olarak ve yanlış fikir verecek mahiyette yazıya kelime/cümle ekleyerek) asıl metni değiştirmek, (b) araya söz katmakleklemek. He -d a phrase about the growth of profits. 2. metne (yeni ve ciddi) ilaveler yapmak, 3. araya sokuşturmaklsıkıştırmak, iki şeyarasına başka bir şeyeklemek, 4. mat. iç değer biçmek, ara değeri bulmak, enterpolasyon yapmak, 5. interpolater =interpolator : asıl metni değiştiren, araya söz ekleyen, metne (yeni ve ciddi) ilaveler yapan kimse, 6. interpolative: asıl metni değişti­ rici, araya eklenen (sözlkelime vb.). interpolation, is. 1. (araya kelime/cümle ekleyerek) asıl metni değiştirme, asıl metne (yeni ve ciddi) ilaveler yapma, 2. (asıl metne yapı­ lan) eklilave, 3. mat. iç değer biçim: ara değeri bulma, enterpolasyon. interpose, f -posed, -posing 1. araya koymak, (iki şeyin arasına) yerleştirmeklsıkış­ tırmak. to - an opaque body between a light and the eye. 2. araya girmek. - between two persons who are quarelling. 3. barıştırmak, ara buluculuk yapmak, 4. söze karışmak, müdahale etmek, soru/fikir ortaya atarak konuşmayı kesmek. She -d an objection. 5. interposable : araya konulabilir/yerleştirilebilir/sıkıştırılabilir, 6. interposal : araya koyma/yerleştirme/sıkıştırma, araya girme, barıştırma, ara buluculuk yapma, söze karışma, müdahale etme, 7. interposer : araya giren, ara buluculuk yapan, söze karışan, müdahale eden, 8. interposingly : araya girerek, müdahale ederek, söze karışarak. e.a.- 1. introduce, insert, 2. intervene, intel'cede, intrude, 3. mediate, 4. interrupt, inteıiere. interposition, is. ı. araya koyma!konulma, (iki şeyin arasına) yerleş(tir)me/sıkış(tır)­ ma, 2. araya girme, karışma, müdahale, 3. araya konulan/yerleştirilen şey, 4. ABD kendi egemenliğine müdahale mahiyetindeki Federal hükumet icraatına eyajet hükumetinin itiraz hakkı. interpret, f ı. açıklamak, izah/tavzih etmek. to - a difficult passage in a book. to - a parable. 2. yorumlamak, tefsir etmek, anlam vermek. to - a reply as favorable. to - a dream. We -ed his silence as refusaL. 3. icra etmek, (rol) oynamak, (müzik) çalmak, 4. (başka dile) çevirmek, tercüme etmek, tercümanlık yapmak. He --ed the comments of the foreign guest. 5. -ability = -ableness : açıklanabilme, izah edilebil-



1849



interpretation me, yorumlanabilme, (başka dile) çevirilebilme, 6. -able: açıklanabilir, izah edilebilir, yorumlanabilir, (başka dile) çevirilebilir, 7. -ably : açık­ lanabilecek/izah edilebilecek/yorumlanabilecek şekilde, (başka dile) çevirilebilecek tarzda, 8. interpreter : (a) çevirmen, tercüman, (b) açıkla­ yan, izah eden, (c) yorumcu, yorumlayan, tefsir eden. e.a.-i. e:tplain, explicate, elucidate, clarify, 2. construe, understand, 4. transIate, paraphrase. interpretation, is. 1. açıklama, izahltavzih etme. The passage may be given several -s. 2. yorum, tefsir. Different -s of the same facts. 3. anlamımana verme. a charitable - of his tactlessness. 4. (rol) oynama (tarzı), (müzik) çalma (şekli). a wondeiful- ofa piece ofmusic. 5. (baş­ ka dile) çevirme, tercüme (etme), 6. Cnd. milli parkIarın öneminin ve amacının izahı, 7. -al : açıklama/izah şeklinde, yorum/tefsir mahiyetinde, çeviri/tercüme h~Uinde. e.a.-i. explication, elucidadtion, clarification, 3. meaning, 5. translation. inteırpretative = interpretive, sf ı. açıkla­ yıcı, izah/tavzih edici, 2. yorumlayıcı, tefsir edici, yorumlamaya/tefsire yarayan, 3. çevirmeden/tercümeden ileri gelen. an - distortion of language. 4. yorumlu, temsill : tiyatro, müzik gibi yorum için aracıya ihtiyaç gösteren, 5. Cnd. milli parkIarın önemini anlatan, 6. - dance : temsili dans : bir hikayeyilfikri sembolik hareketlerle yorumlayan modern bir dans türü, 7. -ly : açıklayarak, izah/tavzih ederek, yorumlayarak, temsill bir şekilde. e.a.- 1. explanatory. interprovincial, sf Cnd. ı. eyaletler/provensler arası, 2. eyaletleri/provensleri birbirine bağlayan. an - highway. interpupillary, sf göz bebekleri arası(nda­ ki). - distance. interracial, sf 1. ırklar arası, çeşitli ırktan kimseleri ilgilendiren, 2. çeşitli ırktan insanlar arasındaki. - amity. interradiaL, sf 1. ışınlar arasıenda bulunan). The - petals in an echinoderm. 2. -ly : ışınlar arasında olarak. interregnum, is., ç. -nums, -na 1. erk aralığı, fitret devresi, saltanat fasılası, iki hükümdarın saltanat süresi arasındaki hükümdarsız zaman, 2. hükumetsiz dönem, 3. kesinti, inkıta, fasıla, mala, 4. interregnal : erk aralığına ait, hükumetsiz dönemde olan.



1850



interrelate, f -lated, -lating bağlılaşmak, kur(dur)mak, ilgililbağlı olmak. interrelated, sf ı. bağlılaşık, (birbiriyle) ilgili, karşılıklı ilgisi/alakası olan, birbirine bağ­ (ım)lı. an - series of experiments. The two proposals are - . 2. -ly : (birbiriyle) ilgili olarak, birbirine bağ(ım)lı bir şekilde, 3. -ness = interrelation = interrelationship : karşılıklı ilgi/ ilişki/aHlka, birbirine bağ(ım)lılık. interrex, is., ç. interreges geçici hükümdar, kral naibi, meşru hükümdar tahta geçinceye kadar hükümdarlık yapan kimse. interrobang = interabang, is. soru-ünlem işareti : soru ve ünlem işaretlerini birleştirerek yapılan, soru ve hayret ifade eden işaret. interrogate, f -gated, -gating 1. sorguya çekmek, soru sormak, istintak etmek. to - a sus~ pect. 2. (bilgisayara vb.) belirli bir cevap almak için gerekli soru işaretini göndermek, 3. İnterro­ gatingly : sorguya çekerek/çekercesine, soru sorarak. e.a.-i. ask. interrogation, is. 1. sorguya çekme, soru sarma, istintak etme, 2. sorgu, sorguya çekilme, istintak edilme. He seemed shaken after his -. 3. soru, sual, 4. soru işareti, istiflıam, 5. - mark = - point = question mark : soıu işareti, istiflıam (işareti): ? 6. -al: soru/sorgu şeklinde, sorgu ile ilgili. interrogative, sf &is. ı. soran, sorulu, sorgu/sual ifade eden, istiflıamlı, istiflıarnldr. an ~ look or tane ofvoice. 2. gr. soru+. - adjective : soru sıfatı. - adverb : soru zarfı. - partide: soru eki. - pronoun : soru zamiri. - sentence: soru cümlesi, 3. -Iy : sorarak, soru sorarcasına, istiflıamkar bir şekilde. interrogator, is. 1. sorgu yargıcı, mustantik, 2. sorgu soran/sorguya çeken kimse, 3. rad. sormaç : transponderi harekete geçirecek işareti gönderen verici cihaz. interrogatory, sf &is., ç. -tories 1. sorulu, soruşturucu, soru belirten soru ifade eden, soru/ sual mahiyetinde, 2. soru, sual, istizah, 3. huk. soru önergesi, yazılı (olarak sorulan) soru. e.a.i. interrogative, 2. question, inquiry. in terrorenı, Lat. uyarıcı olarak, ikaz makilişki



sadıyla.



ınterrupt, is. &f 1. (sözüfişi vb.) kesmek, ara/fas ıla vermek, kesintiye/inkıtaa uğra(t)mak. It is not polite, to - when sameone is talking.



Interstate Commerce Commission, The war ~ed the flow of commerce between the two countries. 2. (birinin işine vb.) engel/mani olmak. A building -s the view from our window. 3. intizamını bozmak, sekte vermek, sekteye uğ­ ratmak, 4. kesinti, ara verme, daha öncelikli bir programı icra için bilgisayarın üzerinde çalıştı­ ğı programı geçici olarak durdurma, 5. kesme devresi, kesinti işareti veren devre, 6. -ible : kesilebilir, fasılafara verilebilir, inkıtaa uğratılabi­ lir. e.a.- 1. discontinue, suspend, intrude, interfere, 2. hinder, obstruct, stop. k.a.-I. continue, resume. interrupted, sf ı. kesik, kesilmiş, kesintili, kesintiye/inkıtaa uğramış, 2. bot. anı değişen, gelişme zincirinde anı değişme gösteren (ufak yaprakları iri yaprakların izlemesi gibi), 3. -Iy : kesintili olarak, kesik kesik, aralıklarla, fasılalar­ la, inkıtalarla, 4. -ness : kesintili olma, kesik kesik işleme, inkıtalaralkesintilere uğrama. interrupter = interruptor, is. ı. kesintiye/inkıtaa uğratan, araffasıla veren, arasını kesen kimse/şey, 2. elekt. anahtar, devre kesici, akım kesici, 3. As. (a) taşıt üzerindeki sililhın ateş edince taşıta zarar vermesini önleyen düzen, (b) merminin top namlusu içinde patlaması­ nı önleyen düzen. interruption, is. 1. araffasıla verme, geçici olarak dur(dur)ma, duraklama, arası kesilme, 2. kesinti, kesilme, inkıta, ara, fasıla. Numerous ~s have prevented me from finishing the work. without - : durmadan, dinlenmeden, ara vermeden, aralıksız, fasılasız, kesintisiz, 3. kesintiye/ inkıtaa uğratan şey. e.a.- 2. cessation, intermission. interruptive, sf 1. interruptory d.d. kesintiye/inkıtaa uğratıc], durdurucu, ara verici, 2. -iy : kesintiye uğratarak, kesik kesik, fasıla­ larla. interscholastic, sf okullar arası.- athletics. interse, Lat. kendi aralarında. e.a.- among/ between themselves. intersect, f kes(iş)mek, ikiye bö(ün)mekl ayır(ıl)mak, katetmek, birbirini kesmek. Streets usually - at right angles. Draw a line to ~ two parallellines at an angle of 60°. e.a.-cut, cross, overlap. intersection, is. ı. kavşak, iki yolun kesiş­ tiği yer, yol kavşağı. The light changed just before we get to the -. 2. kes(iş)me, birbirini kes-



me/katetme. point of ~ : kesişme noktası, 3. geom. ara kesit, kesişme noktası/çizgisi/yüzeyi, faslı müşterek. the ~ of two lines. 4. mat. kesişim: iki kümede ortak olan elemanların oluştur­ duğu küme, 5. ~al : kavşak+, kesişme noktasın­ da bulunan, ara kesitelkesişme noktasına ait. interservice, sf askeri sınıflar arasıenda bulunan). ~ rivalry. intersession, is. tatil, ara, yarıyıl/sömestr tatili. intersex, is. biy. ara eşeyli : erkek ve dişi arasında cinsiyet özellikleri gösteren anormal birey. intersexual, sf 1. eşeyler arası: eril ve dişil cinsler arasında mevcut olan. ~ hostility. 2. ara eşeyli, her iki cinsin özelliklerini taşıyan, 3. -ism = ~ity : ara eşeylilik, 4. -Iy : ara-eşeyli olarak. interspace, is. &gl.f -spaced, -spacing 1. ara, aralık, boşluk, fasıla, 2. ara vermek, arayı/aralığı açmak, aralık bırakmak, araya mesafe koymak, 3. arasını/aradaki boşluğu doldurmak, aralığı/boşluğu kaplamakıişgal etmek. e.a.- ı. intervaL. interspatial, sf 1. ara+, boşluk+, aralığa / boşluğa ait, 2. -Iy : ara yerde, boşlukta, aralıkta interspecies = interspecific, sf türler arası. - hybrid. intersperse, g L.f -spersed, -spersing ı. serp(iştir)mek, öteye beriye serpemekldağıt­ mak. to ~ flowers among shrubs. The lawn was ~d with beds of flowers. 2. arasına katmakl karıştırmak, yer yer ... ile süslemek. He ~d amusing anecdotes throughout his talk = He -d his talk with amusing aneedates. 3. interspersal = interspersion: serp(iştir)me, öteye beriye serpeme/dağıtma, türleri birbiriyle karıştırma, 4. -dly : serpiştirilmiş/öteye beriye serpilmiş/dağılmış bir şekilde. interstadiaı, is. ara çağ: iki buzul çağı arasında buzların geçici olarak gerilediği dönem. interstate, sf devletler arası, (özellikle ABD'de) eyaletler arası. - commerce. an - highway. Interstate Commerce Commission, is. ABD Eyaletler Arası Ticaret Komisyonu : eyaletler arası ticareti düzenlemek için 1884'te kurulmuş, Başkanın seçtiği on bir üyeden oluşan komisyon.



1851



interstellar interştellar, sf yıldızlar arasıendaki). ~ space. intersterile, sf kısır, birbiri ile döl üretemez. intersterilility: kısırlık. interstice, is., ç. -stices ı. çatlak, yarık, aralık, gedik. the ~s between the slats of a fence. 2. süre, müddet, zaman aralığı, fasıla. e.a.-l. aperture, crack, chink, crevice, 2. intervaL. interstitial, sf 1. çatlaklı, yarıklı, çatlağa/ yarığa/aralığa ait, aradaki, ara yerdeki, 2. anat. gözeler/dokular arasıenda bulunan). -fluid. 3. ~ly : ara yerde, ara boşlukta (olacak şekilde). interstitial-cell-stimulating hormone, is. bk.: ICSH. interstratify, f -fied, -fying ı. ara katmanlaş(tır)mak, katmanlarltabakalar arasında oluş­ (tur)mak, (iki katman arasında) katman teşkil etmek, 2. interstratification : ara katmanlaş(tır)­ ma, 3. interstratified : ara katmanlaşmış, ara tabakalı, başka katmanlar arasına katman halinde sıkışmış. intersubjective, sf ı. bilinçler arası: bilinçli iki ruh hali arasında (oluşan). ~ communication. 2. konular arası : iki veya daha fazla konu arasında tesis edilebilen, nesneL. intertestamental, sf ahitler arası: Ahdiatik ile Ahdicedit arasındaki iki yüzyıllık süreye ait. intertexture, is. ı. birlikte dokuma/örme, dokuyarak/örerek birleştirme, 2. birlikte dokunmuş/örülmüş şey, örülerek/birlikte dokunarak birleştirilmiş şey.



intertidal, sf. ı. gelgit arası, met ve cezir en yüksek ve en alçak düzeyleri arasında bulunan, 2. ~ly : gelgit arasında. intertie, is. &f 1. ara bağlantı, iki elektrik dağıtım sisteminin birinden ötekine güç nakleden bağlantı, 2. ara bağlantı yapmak, iki elektrik dağıtım sistemini birbirine bağlamak. intertill, gL.f 1. iki sıra (sebze tarhı) arası­ na (sebze vb.) ekmek, 2. -age: iki sıra arasına ekme. intertropical, sf dönenceler arası, iki dönence arasında bulunan, tropikal kuşağa ait. intertwine, f -twined, -twining ı. örülmek, (birbirine) sarılmak, sarmaşmak. Two wines -d on the wall. 2.. bir arada örmek, birbirine sarmak/geçirmek/bükmek, 3. -ment : örülme, sarılma, sarmaşma, 4. intertwiningly : örülmüşçesine, sarmaşmış bir halde. arası, suların



1852



Intertype , is. entertip : linotipe benzer bir makine. intertwist, is. &f bk.: intertwine. interurban, sf &is. ı. şehirler arası, 2. şe­ hirler arasında işleyen (tren/otobüs/telefon vb.). - railways. interval, is. ı. ara(lık), zaman aralığı, süre, müddet, zaman, fasıla. an - of 50 years. There was a long ~ before he replied. Buses leaving at short ~s. 2. ara(lık), mesafe, uzaklık. an ~ of 4 meters between posts. 3. Brit. perde arası. i /ike eating ice cream in the -. 4. mat. aralık, değiş­ me aralığı, iki gerçel sayı (nokta) arasındaki bütün sayılar (noktalar). - of convergence : yakın­ saklık aralığı. definition - : tarif aralığı. dosedi open - : kapalı/açık aralık, 5. müz. fasıla, aralık, enterval, iki ses arasındaki perde/frekans farkı. harmonic - : harmonik aralık, iki ses birlikte husule geldiği zamanki perde farkı. melodic - . ezgisel aralık, birbirini izleyen sesler arasındaki perde farkı, 6. at -s : (a) ara sıra, zaman zaman, fasılalarla, aralarla, ara ile. at regular -s : muntazam aralarla. at monthly -s : birer ay ara ile, ayda bir. at lO-minute -s : onar dakika ara ile, on dakikada bir. (b) yer yer, aralıklarla, ara ile, aralıklı olarak, seyrek seyrek. to place objects at regular -s : eşyayı düzgün aralıklarla yerleş­ tirmek. We saw many lakes at -s along the way : Yol boyunca yer yer göller gördük. 7. -lic : aralık+, fasıla+. e.a.- ı. interruption, 1&3. pause, recess, break, interlude, intennission, 2. interspace, ",pace, opening, gap, separation. intervale =intervalland =intervale land, is. ABD-Cnd. dar ve derin vadi (özellikle nehir boyunca). intervene, gs.f -vened, -vening ı. karış­ mak, araya girmek, katılmak. to - in a dispute. to - between people who are disputing. 2. arada bulunmak, iki şeyarasında olmak/vukua gelmek, 3. diğer olaylar arasında meydana gelmek/ olmak. Nothing interesting -d. 4. zuhur emek, birdenbire (beklenmedik zamanda) vuku bulmak, (işi) alt üst/allak bullak etmek. We enjoyed picnic until a thunder -d. Unless death -s : ÖLmezsem, sağ kalırsam. 5. (kuvvet zoru veya tehditle) müdahale etmek, (işe) karışmak, argo bumunu sokmak. to - in the affairs of anather country. ~ to settle a quarrel. 6. (zaman) aradan geçmek. During the years that -d : Aradan ge-



intimaey çen yıllar zarfında. Many years -d : Aradan (birçok) yıllar geçti. 7. huk. müdahil olmak, (davaya) katılmak, 8. ara bulmak, ara bulueuluk yapmak, 9. -er = -or: müdahil, araya giren, karışan. e.a.- 1. interpose, intercede, 5. interfere, intrude, butt in, 8. mediate, arbitrate. intervenient, sf &is. 1. anılbeklenmedik anda zuhur eden. - circumstances. 2. arada bulunan, yer yer rastlanan. deep - ravines. 3. bk.: intermediary. intervention, is. 1. aracılık, tavassut, araya girme, 2. müdahale, karışma. armed - by one country in the affairs of other countries. - in the domestie policies of smaIler nations : küçük devletlerin iç politikasına karışma, 3. huk. müdahale, müdahilolarak davaya karışma, 4. -al : aracı/ara bulucu olarak, müdahale niteliğinde, 5. -ism : müdahalecilik, müdahalelkarışma siyaseti, özellikle bir hükümetin (a) başka memleketin siyası işlerine, (b) yurt içinde ekonomik işle­ re karışması, 6. -ist : müdahaleci, müdahale/ karışma siyaseti güden veya buna taraftar olan (kimse). intervertebral, sf ı. omurlar arasıenda bulunan), 2. - disk anat. omurlar arası kıkırdak/ disk, 3. -ly : omurlar arasından. interview, is. &f ı. görüşme, müHikat, röportaj. to arrange ajob -. The ambassador refused to give any -s to joumalists or TV men. 2. görüşmek, müHikat/röportaj yapmak. to - the Presiden! : Cumhurbaşkanı ile mülakat yapmak, 3. -ee : kendisiyle görüşmenimülakat yapılan kimse, 4. -er :görüşen, mülakat yapan, röportajel. inter vivos, huk. sağlığında, sağ/hayatta iken verilen/yapılan vb. (hediye, hibe, vakıf vb.). - -- gifts/trusts. intervoealie, s.bl. iki sesli arasındaki (sessiz harf). Örneğin widow kelimesindeki d harfi gibi. 2. -ally : iki sesli arasında. intervolution, is. (birbirine) sanlma/dolaşma.



intervolve,



f -volved, -volving (birbirine)



sarılmak/dolaşmak,



sarmak, dolaştırmak. interwar, sf savaşlarıharpler arasındaki. the - years. interweave, is.&f -wove/-weaved, -wovenl-wove/-weaved, -weaving ı. (çeşitli iplikleri) birlikte dokumak, dokuyarak birleştirmek. They -- red and gold = They - red with gold. 2. birlikte ör(m)mek, 3. mezcetmek, birbirine



katmaklkarıştırmak, birleştirmek:



to - truth with fiction. Our lives are interwoven. 4. birlikte doku(n)ma, dokuyarak birleştir(il)me, birlikte örmme, 5. mezcetme, mezcedilme, birbirine kat(ıl)ma/karıştır(ıl)ma, birleştir(il)me, 6. interweaver: birlikte dokuyanlören, birbirine katan/karıştıran, birleştiren kimse. e.a.- 1. interwine, interlace, 3. blend, intermingle. interwork, f -worked/-wrought, -working ı. birlikte/bir arada çalışmakldokumak, birbirine mezcetmek/katmak/karıştırmak, 2. etkileşmek, birbirine etkimekıtesir etmek. e.a.1. interweave, 2. interact. intestaey, is. vasiyet(name)sizlik, vasiyetsiz ölme. intestate, sf&is. ı. vasiyet(name)siz, vasiyetname bırakmadan. He died -. 2. vasiyet edilmemiş, vasiyetname ile birine bırakılmamış. His property remains -. an - estate. 3. vasiyetsiz ölen kimse. intestinal, sf ı. bağırsak+, bağırsakla ilgili, bağırsakları etkileyen. - disorders. 2. - fortitude: cesaret, azim, sebat, metanet, 3. -ly: bağır­ saktan, bağırsak yoluyla. e.a.- 2. resoluteness, guts, pluck, courage, stamina. intestine, is. &~f ı. gen. -s : bağırsak(lar), 2. smaIl - d. d. ince bağırsak, 3. large - : kalın bağırsak, 4. iç, dahili, yurt içi. - strife. - war : iç savaş. e.a.- 3. bowels, 4. domestic, civil. inthral = inthrall(ment), bk.: enthrall. inthrone, gl.f bk.: enthrone. intima, is., ç. -mae ı. anat. iç zar : kan damarı vb. gibi organların iç yüzeyini kaplayan zar, 2. (böceklerde) soluk borusu zan, 3. intimal: iç zar+. intimaey, is., ç. -cİes 1. samimiyet, yakın arkadaşlık, sıkı dostluk, içli dışlı olma, 2. vukuf, derin bilgi. His - with Japan makes him a likely choice as ambassador. 3. gizlilik, mahremlik, mahremiyet. He refused to teli it to me except in the - of his room. 4. teklifsizlik, teklifsiz dostluk, senE benli davranış. The teacher allowed the pupils the - of calling him by his first name. 5. cinsel ilişki, (özellikle gayrimeşru) cinsı münasebet. e.a.- 1. friendliness, amity, fratemity, brotherhood, camaraderie, 3. privacy, 4. familiarity, 5. intercourse, lovemaking, sexual relations.



1853



intimatel intimate 1, sf &is. ı. samimi, candan, (çok) içli dışlı (arkadaş/sırdaş), kafadar. an ~ friend. an - gathering. Only the couple 's most - friends were invited. 2. gizli, özel, şahsi, mahrem. one 's - affairs. - thoughts. Some feelings are too ~ to discuss. 3. sevimli, cana yakın, asude, sakin. an - little cafe. 4. cinsel ilişkisi olan, cinsi münasebette bulunan, 5. derin(lemesine), vukuflu, vakıfeane). - knowledge of the law. An - knowledge ofdrugs enabled him to help the addicts. 6. derin, ayrıntılı, etraflı, mufassal, yakından. a more - analysis. to have an - knowledge of a subject: bir konuda ayrın­ tılı/derin bilgisi olmak, 7. içten, yürekten, deruni, 8. iç, esas, zatl, bizatihi, batıni. the - strııc­ ture of an organism : bir canlının iç yapısı/ bünyesi, 9. on - terms = on terms of - : (a) çok samimi, sıkı fıkı, içli dışlı, (b) birbiriyle yatıp kalkan, cinsel ilişkide bulunan, 10. to be on terms with : " .ile samimi/sıkı fıkı arkadaş olmak, 11. to become - with s.o. : birisiyle samimilyakın dost olmak, 12. to be - with : (a) .. .ile samimi olmak, (b) .. .ile yasa dışı cinsel ilişki kurmak. He had been - with her: Onunla cinsel ilişki kurdu. They were - several times : Birçok defa cinsi münasebette bulundular. 13. -ly : samimi bir şekilde, içli dışlı olarak, yakından, 14. -ness: samirniyet, içli dışlı­ lık, sıkı fıkılık. e.a.- ı. familiar, close, dear, crony, 2. private, personal, confidential, secret, privy, 3. cozy, 6. deep, detailed, thorough, profound, 7. inmost, deep within, 8. intrinsic, essentiaL. intimate2, gL.f -mated, -mating 1. ima etmek, üstü kapalı anlatmak, mec. çıtlatmak. He -d a wish to go by saying that it was late. He -d that he wanted to go. 2. esk. (resmen) beyanı ifade etmek, iHin etmek, açıklamak. - one's approval of a plan/that one approves of a plan. 3. intimater: (a) ima eden, üstü kapalı anlatan, (b) haber veren, ihbar eden, açıklayan, 4. intimation : (a) ima, üstü kapalı anlatma, çıtlatma, (b) haber, ihbar, beyan, ilan, açıklama. e.a.ı. hint, imply, suggest, 2. announce, declare. intime, sf Fr. 1. samimi, baş başa. an conversation. 2. rahat, sakin, asude. an - little restaurant. e.a.- ı. intimate, 2. cozy. yakın, sıkı fıkı,



1854



İntimidate, gL.f -dated, -dating 1. yıldır­ mak, sindirrnek, gözünü korkutmak, gözdağı vermek, tehdit etmek, 2. intimidation: yıl(dır)­ ma, sin(dir)me, kork(ut)ma, gözdağı verme, tehdit etme. surrender to intimidation : tehdide boyun eğmek. e.a.- 1. frighten, daunt, terrorize, terrify, menace, subdue, bully, coerce, scare. k.a.- 1. calm, encourage, inspire, embolden, reassure. İntimİdator, is. ı. yıldıran, sindiren, gözünü korkutan, gözdağı veren, tehdit eden, 2. -y : yıldırıcı, sindirici, gözünü korkutucu, gözdağı verici, tehditkar. intinction, is. (kilise) ayinde ekmeği şara­ ba batırma. intitle, glj bk.: entitle. intitule, gL.f -uled, -uling esk. 1. adlandır­ mak, isimlunvan vermek, 2. intitulatİon: adIandırma, isimlunvan verme. e.a.- 1. enfitle. into, e. ı. içine, içerisine, -a/-e, -ya/-ye. He fell - a ditch. We went - the forest. i finally got - the bed. Put it - the box. He fell - the hands of the enemy. 2. -e doğru/müteveccihen, ... doğrul­ tusunda/istikametinde, -a/-e, -ya/-ye. He walked -~ apolice station. He was going - the town. 3. -e karşı/doğru. He backed - a parked car. 4. durumuna, haline. to grow - aman: büyüyüp adam olmak. to change water - steam : suyu buhar haline getirmek. collect them - heaps : yı­ ğınlar halinde toplamak. transIate - another language : başka dile çevirmek. to join them all - one company : hepsini tek bir şirket halinde birleştirmek, 5. işine, mesleğine, konusuna. to be - : ., .ile meşgulolmak, meraklısı olmak. He's really - philosophy these days : Bugünlerde felsefeye merak sardı. He went - banking : Bankacılık mesleğine girdi. Let's not go ~ that again : Tekrar bu konuya girmeyelim. 6. (zaman/mesafe) -ye kadar, -ye dek. Work far - the night : Gece geç vakitlere kadar çalışmak. Aline of men far - the distance. 7. bölü, taksim. 2 - 20 equals 10 : 20 bölü 2 eşittir 10. 5 - 14 goes 2 and 4 over: l4'te 5 iki defa var, 4 artar. 8. burst - tears : gözlerinden yaşlar boşanmak, gözyaşı dökmek. intoed, sf ayak parmakları içeriye dönük.



Intracoastal Waterway intolerable, sf ı. çekilmez, dayanılmaz, tahammül edilmez. ~ heat/insolence/agony/pain. The world is becoming an ~ place to live in. 2. aşırı, çok fazla, 3. ~ness = intolerability : çekilmezlik, dayanılmazlık, aşırılık, 4. intolerably : çekilmez/dayanılmaz/tahammül edilmez derecede, aşırı bir şekilde. e.a.- ı. insufferable, unendurable, unbearable, 2. excessive, extreme, unreasonable. k.a.- ı. tolerable, endurable, bearable, comfortable, 2. reasonable. intolerance, is. ı. hoşgörmezlik, hoş görmeme, müsamahasızlık, taassup. religious ~ : dini' taassup, 2. dayanmazlık, tahammülsüzıük. of fıeat. - of popular music. 3. aşırı duyarlık, hassasiyet, duyarca, alerji. - to peniciUin. intolerant, sf ı. hoşgörüsüz, müsamahasız, mutaassıp, 2. gen. - of: dayanamaz, tahammülsüz, çekemez. a man who is - of opposition. 3. - of : aşırı duyar/hassas, duyarcalı, alerjik, bünyesi götürmez/dayanmaz. - of certain drugs. a plant ~ of direct sunlight. 4. -ly: hoşgörüsüz­ lükle, müsamaha etmeksizin, taassupla, tahammül edemeksizin, aşırı duyar/hassas bir şekil­ de, 5. ~iiess bk.: intolerance. e.a.- 1. iUiberal, narrow, prejudiced, bigoted, fanatical, biased. k.a.- ı. tolerant, broadminded, fair, liberaL. intomb(ment), bk.: entomb(ment). intonate, gl.f -nated, -nating ı. bk.: intüne, 2. s.b!. seslen(dir)mek. e.a.- 2. voice. intonation, is. ı. sesle(ndir)me, seslem, 2. sesin ahengi/ifadesi, 3. müzikal seslendirme tarzı, 4. s.bl. titrernlerne, tonlarna, 5. şive, konuşma şekli, ses tonunun yükselip alçalma şek-o li, 6. tek sesli müzik parçasının girizgahı, 7. - pattern : titremleme şekli, seslendirme tarzı, söyleyiş tonu, 8. -al: titremsel, seslendirme şekli ile ilgili. intone, f -toned, toning ı. yeknesak/can sıkıcı makamla okumak, muttarit bir sesle okumak, 2. seslendirmek, belirli bir ses vermek, tekdüze/monoton konuşmak, şarkı söyler gibi konuşmak, 4. şarkının başlangıcını söylemek, 5. intoner: yeknesak/can sıkıcı makamla okuyan, muttarit bir sesle okuyan, seslendiren, tekdüze/monoton konuşan. intorsion, is. içeri bükülme/sarılma/burul­ ma, eksen etrafında kıvrılma/bükülme/sarılma.



intort, gl.f (bir eksen ru)



etrafında/içeri doğ­



bükmek/sarmak/kıvırmak/burmak.-ed



homs. in toto, Laı. tamamıyla, tüm/bütün olarak, hep beraber, kamilen. They accepted the proposal in toto. e.a.- in ali, wholiy, in the whole, totaliy, enürely. intown, sf merkezi' (yerde), şehrin merkezinde/ortasında/göbeğinde. an - mote!. intoxicant, sf &is. sarhoş edici, sarhoş eden (madde). intoxicate, sf &f -cated, -cating 1. bk.: intoxicated, 2. sarhoş etmek, (alkol, ilaç vb. ile) kendini kontrol edemez hale getirmek. if aman drinks too much whisky, he becomes -d. 2. (sevinç vb. den) çılgına döndürmek, çılgın bir hale getirmek, (adeta) çıldırtmak. be -d by success. He was ~d with joy. Success -d him. 3. pato!. zehirlernek, 4. intoxicable : sarhoş edilebilir. e.a.- 2. exhilarate, 3. poison. intoxicated, sf 1. sarhoş (olmuş), fazla içki içmiş. He was - after several drinks. 2. mest, kendinden geçmiş, (sevinç vb. den) çılgına dönmüş. The couple were - by the beauty of the night. 3. -ly : sarhoşlukla, sarhoş/mest olarak, sarhoş bir halde. e.a.-ı. drunk, inebriated, drunken, 2. exhilarated, transported, rapt, enthralied, infatuated, elated, delighted, exalted, enchanted, entranced. k.a.- ı. sober, 2. bored, indifferent. intoxicating, sf 1. sarhoş edici, mest/ hayran edici. -drink. - beauty. 2. -ly : sarhoş edercesine, mest edercesine. intoxication, is. ı. sarhoşluk, mestlik, mestolma, 2. sarhoş etme/olma, 3. aşırı sevinç/ heyecan, (sevinçten) çılgına dönme, 4. pato!. zehirlenme. intestinal intoxication. e.a.-i. drunkness, inebriation, 3. exhilaration, elation, 4. poisoning. intraM, ön ek ı. "içinde" : intracontinental, 2. "esnasında" : intranatal, 3. "arasında" : intraderma!. intraarterial, sf damar içi, atardamar içinde (bulunan), atardamar yolu ile giren. -ly : damar içine/içinden. intracellular, si göze içi, hücre içi. -ly : göze içine. Intracoastal Waterway, is. kıyı içi su yolu : Boston-Florida (1550 mil) ve Carabelle (Flo-



1855



intraeostal rida)-Brownsville (Texas) cı 116 mil) arası kıyı boyu deniz yolu. intraeostal, sf kaburga içi, kaburganın iç yüzeyindeki. intraeranial, sf kafatası içi(nde olanlbulunan). intraetable, sf ı. inatçı, dik kafalı, serkeş, densiz, yola gelmez, kolay kontrol/idare edilemez, ele avuca sığmaz. - children. The - child refused to obey. 2. işlenmesi/şekil verilmesi zor (madde). - metal. 3. ted(ivisi güç. an - malady/ pain. 4. -ness = intraetability : inatçılık, dik kafalılık, serkeşlik, densizlik, kontrol/idarelişleme/ tedavi zorluğu, 5. intraetably : inatçılıkla, dik kafalılıkla, serkeşlikle, densizlikle. e.a.- 1. stubbom, obstinate, headstrong, willful, unruly, unmanageable, perverse, omery, 1&2. fraetious, unyielding. k.a.- 1. amiable, traetable, obedient, docile, submissive, compliant. intraeutaneous(ly), bk.: intradermal(ly). intradermal, sf anat. 1. deri içi(nde), 2. deri tabakaları arasına giden veya yapılan (şı­ rınga vb.), 3. - test: deri altı testi: az bir miktar bağıştıranı deri altına zerk ederek yapılan bağı­ şıklık veya duyarlık denemesi, 4. -Iy : deri içine/ içinden/altına/altından.



intradermie(ally), bk.: intradermal(ly). intrados, is., ç. -dos/-doses mim. 1. kemer içi, kemerin iç yüzeyi, 2. kubbe altı, kubbenin iç yüzeyi. intragalaetic, sf gök ada içi : gök ada/ kehkeşan içinde bulunan/oluşan. intramoleeular(ly), sf &zf. özdecik/molekül içi+. intramural, sf ı. okul içi. - football/ athletics. 2. kurum içi, bina içi, bir kurumlbina vb. içindeolan. bk.: extramural, 3. anat. organ içi, doku içi : bir organ veya doku içinde olanı oluşan, 4. -Iy : (okul, bina, kurum vb.) içinden, içeriden. intramuseular, sf ı. kas içi, kasın/adale­ nin içinde olan/oluşan, 2. -Iy : kas içinde/içine. intransigeance = intransigeaney, bk.: intransigenee intransigeant(ly), bk.: intransigent(ly). intransigenee = intransigency, is. uzlaş­ mazlık, uyuşmazlık, inat(çılık), dik başlılık.



1856



intransigent, sf &is. ı. uzlaşmaz/uyu ş­ (kimse). The - strikers refused to negotiate. 2. -Iy : uyuşmaksızın, inatçı­ lıkla, dik başlılıkla. e.a.- 1. irreconciliable, uncompromising, inflexible, stubbom, intractable. k.a.- 1. comprdmising, flexible, yielding, compliant, open-minded. intransitive, sf &is. ı. geçişsiz, nesnesiz, nesne kullanmayan, 2. - verb : geçişsiz/nesne­ siz fiil, nesne almadan işi tam bildiren fiil : sit, He gibi. Bu fiillerin edilgen (pasif) hali yoktur. 3. -Iy : geçişsiz olarak, 4. -ness: geçişsizlik. intrant, is. esk. okula/birliğe giren kimse, müntesip. e.a.- entrant. intranuclear, sf çekirdek içi, atom/göze çekirdeğinin içinde bulunan. intrastate, sf ABD devlet içi, eyalet içi. commerce. bk.: interstate. intratellurie, sf jeol. 1. yer içi : yer küresi içinde oluşan/vuku bulan, 2. yeryüzüne çıkma­ dan kristalleşen (indifai kaya vb.). intrauterine, sf döl yatağıırahim içi(nde bulunan/oluşan). - device bk.: IUD. intravasation, is. damara yabancı madde veya sıvının girmesi. intravascular, sf damar içi(nde bulunan/ meydana gelen). - thrombosis.. intravenous, sf 1. damar içi, damardan. injections/feeding. 2. - drip : damardan besleme, 3. -Iy : damar içinden, damardan. intra wires, zf. huk. (kişinin/kurumun) yasal yetkisi içinde. intravital, sf biy. sağ iken, hayatta iken (olan). intra vitam, sf biy. ı. sağlcanlı iken, 2. yaşayan/canlı organizmada bulunan, canlı üzerinde yapılan. an - - diagnosis. the staining of tissues - -. 3. canlı organizmayı öldürmeden boyayan (boya maddesi). intrazona!, sf bölgesel, yerel, mahalli: iklim ve bitkilerden ziyade yerel etkenler (civardaki maddeler vb.) ile belirlenen toprak grubu ile ilgili. intreat, f esk. bk.: entreat. intreneh(er), bk.: entreneh(er). intrenehing tool = entrenehing tool, is. portatif kürek: askerlerin siper kazmak için kullandıkları katlanabilir küçük kürek. mazlinatçı/dik başlı



introfy intrenchment, is. bk.: entrenchment. intrepid, sf ı. korkusuz, pervasız, cesur, yılmaz, atılgan, gözü pek, yiğit. an ... explorer. 2. -ity = -ness: korkusuzluk, pervasızlık, cesurluk, atılganlık, gözü pekIik, yiğitlik, 3. -ly : korkusuzca, pervasızca, cesaretle, yılmadan. e.a.1. fearless, dauntless, brave, courageous, bold. k.a.- 1. timid. Int. Rev. = Internal Revenue. intricaey, is., ç. -eies (2. için) ı. giriftlik, karışıklık, muğUiklık, çetrefillik, çapraşıklık. the - of international politics. 2. girift/karışık/ çetrefil/çapraşık şey.



intricate, sf ı. girift, karışık, muğlak, çetrefil, çapraşık, anlaşılmaz. an - piece of machi·· nery. A novel with an - plot. 2. -ly: girift/ karışık/çetrefil/çapraşık bir şekilde, 3. -ness bk.: intricacy (1). e.a.-I. complex, puzzling. intrigant, is., ç. -gants Fr. dalavereci, hilekar, entrikacı. intriguant şdy. intrigante, is., ç. -gantes Fr. (kadın) dalavereci, hilekar, entrikacı. intriguante ş.d.y. intrigue, is.&f -trigued, -triguing ı. merak/ilgi/tecessüs uyandırmak, ilgilendirmek, ilgisini çekmek. The news -d all of us : Haber hepimizde merak/ilgi uyandırdı. i am -d by the story : Hikaye bende merak uyandırdı. That girl -s me. 2. dalaverelhile yapmak, dolap/entrika çevirmek, düzen kurmak, el altından iş görmek, 3. gizlice sevişmek, 4. az kuL. şaşırtmak, 5. esk. bk.: entangle, 6. esk. trick, cheat, 7. esk. tuzak kurmak, 8. hile, desise, dalavere, entrika, el altından görülen iş, oyun, dolap, düzen. political -s. The royal palaee was filled with -. 9. gizli aşk macerası, 10. merak uyandırma niteliği, hikayeyi ilginç duruma sokan karışık olaylar. e.a.-I. interest, attract, fascinate, beguile, charm. intriguer, is. hilekar, enktrikacı, dalavereci. intriguingly, zf. hile/dalavere/entrika ile, el altından. intrinsic(al), sf ı. zatı, asli, yaratılıştan, aslında olan, mündemiç, gerçek, hakiki. - merit. aman' s - worth. the - value of a gem. 2. anat. içinde/içerisinde bulunan (kas, sinir vb.). the muscles of the larynx. 3. intrinsically : aslında, haddizatında, aslen. e.a.-I. innate, natural, true,



essential, inherent, basic, fundamental, inborn, inbred, indigenous, per se. k.a.- 1. extrinsic, accidental, incidental, extraneaus, alien, acquired. intro, is., ç. -tros ABD- k.d. giriş. e.a.introduction. intro-, ön ek "içeriye, içine, içe doğru". ör.: introvert. e.a.- in, into, within, inwardly. intro. = introd. = 1. introduction, 2. introductory. introduce, glf -duced, -dueing 1. tanış­ tırmak, tanıtmak, takdim etmek. Will you - us? 2. ileri sürmek, piyasaya çıkarmak/sürmek, (kuruma/topluluğa) sokmak. to - a new soap to the public. to - a debutante to society. 3. yaratmak, teklif etmek, yeni bir bilgi getirmek, öne/ileri sürmek, öngörmek, derpiş etmek. to - a new concept in architectural design. 4. önermek, önerge vermek, kanun teklifi vb. sunmak, 5. baş­ lamak, açmak. to - a speech with an amusing anecdote. 6. sokmak, eklemek, ilave etmek, derç etmek. to - a figure into a design. 7. getirmek, ithal etmek. a plant -d into America. 8. (hatibi/ artisti vb.) dinleyicilere takdim etmek, 9. bir kimseyi kral sarayına takdim etmek, 10. introducer : tanıştıran, tanıtan, takdim eden, öneren, teklif eden kimse, 11. introdueible : takdim edilebilir, tanıştırılabilir, önerilebilir, teklif edilebilir. e.a.- 1&2. present, 2. institute, launch, 5. begin, preface, lead into, start, open. introduction, is. 1. tanıştır(ıl)ma, tanıt­ (ıl)ma, takdim, 2. tanıtılanltakdim edilen şey, 3. önsöz, mukaddeme, 4. giriş, başlangıç. an to ehemistry. 5. ortaya çık(ar)ma, icat, bir işe (ilk olarak) uygulama. The -_of steel revolutionized the construction industry. e.a.-3. foreword, preface, preamble, prologue. k.a.- 3. conclusion, epilogue. introductive, sf bk.: introductory. introductory, sf ı. ilkel, ön, giriş/ön söz niteliğinde,



tanıtıcı,



tanıtll1a+,



tanıtma/takdim



gayesi güden, 2. introductorily : giriş/ön söz olarak, tanıtıcı olarak, tanıtmaltakdim maksadiyle, 3. introductoriness: ilkellik, tanıtıcılık. e.a.- 1. preliminary, introductive. introfy, gl.! -fied, -fying kim. 1. (bir sıvı­ nın) ıslatma/nüfuz etme kabiliyetini artırmak, 2. introfaction : ıslatma kabiliyetini artırma 3. introfier : ıslatma kabiliyetini artıran.



1857



introgression introgression, is. ı. geçişim : genlerin bir kompleksten öbürüne geçişi, 2. introgressant : geçişen, 3. introgressive : geçişimseL. introit, is. giriş ilahisi: dini ayinin başlan­ gıcında (papaz veya koro tarafından) okunan ilahi. introject, g1.f psiko1. ı. benimsemek, özenrnek: başkalarının tutum, davranış ve fikirlerini (bilinçli veya bilinçaltı olarak) kendine maletmek. Aksi: project. 2. yücelemek : kişinin gerçek niteliklerine karşı değil de anlıkta geliş­ tirilen güzelleştirilmiş imgesine karşı beğenim ve bağlılık duymak, 3. öze yönelmek, kendine yönelmek : başkasına karşı duyulan sevgiyi/ nefreti kendi nefsine yöneltmek, 4. (hayali bir duruma) bürünmek, hayali bir durumun gerektirdiği rolü oynamak,S. -ion : benimserne, özenme; yücelerne; öz yönelim; (hayali bir duruma) bürünme, 6. -iye : benimsemeli, özentili; yücemsel; öz yönelimsel; (hayali bir duruma) bürünen. intromission, is. ı. içeri sokma, 2. giriş, dühul, 3. cinsi münasebette kamışın mihbile sokulması veya mihbilde kalma süresi. intromit, gl.f -mitted, -mitting 1. içeriye göndermek, içeri almak/sokmak/bırakmak, kabul etmek, 2. intromissibility : içeri sokulabilme, kabul edilebilme, 3. introınissible: içeri sokulabilir, kabul edilebilir, 4. intromissive: sokma+, giriş+,5. intromittent : (hayvanların çiftleşmesinde) dişi organa girebilenfgirmeye elverişli, 6. intromitter : içeri sokan. e.a.- 1. insert, introduee, admit. introrse, sf bot. ı. içe dönük, eksene dönük/yönelik, 2. -ly : içe dönük olarak. introspec!, f içe bakmak, iç gözlemek, kendi öz duygu ve düşüncelerini araştırmak/ çözümleme/tahlil etmek, murakabe etmek. introspection, is. 1. içe bakış, iç gözlem, kendi öz duygu ve düşüncelerini çözümleme, murakabe, 2. -al: içe bakan, içe bakış+, 3. -ism : içe bakışçılık, iç gözlemcilik, 4. -ist : içe bakan. introspective, sf ı. içe bakan, iç gözlemsel, 2. -ly : içe bakarak, iç gözlemle, 3. -ness : içe bakma, iç gözlerne. introversion, is. 1. psikol. içe dönüş, 2. kendi içine dönme.



1858



introvert, sf &is. &f ı. psikol. içedönük (kimse), içine kap anık/iç alemine dalmış (kimse), 2. k.d. mahcup/çekingen (kimse), 3. zoo1. kendi içine dönen organ, 4. içeri döndürmek, içine atmak. to - one 's anger. 5. psiko1. (düşün­ ceyi/ilgiyi) kendi içine yöneltmek, 6. zoo1. (bir organı) kendi içine çekmek/almak. e.a.- 6. invaginate. k.a.- extrovert. intrude, f -truded, -truding ı. zorla sokmak, (düşünce vb.) kabule zorlamak. to - one's views. He -d his own ideas into the argument. 2. jeo1. katmanlar arasına zorla sok(ul)mak, 3. (istenilmeyen yere/münasebetsizce) sokulmak, (bir işe) karışmak/burnunu sokmak, (davetsiz/müsaadesiz) girmek, sözü/sohbeti kesrnek, münasebetsizce söze karışmak. - oneself into a meeting. - upon a person's time/privaey. the thought/suspicion that -d itseır into my mind : kafama arız olan düşünce/şüphe. i hope Pm not intruding : inşallah (işinize vb.) mani olmuyorum. 4. - upon one's privacy: mahremiyetine tecavüz etmek,S. intruder : zorla/izinsiz olaraklhakkı olmadığı



bir yere giren kimse, davetsiz misafir, münasebetsizce işe/söze karışan kimse, taciz eden, rahat kaçıran, mahremiyeti ihlal eden, 6. intrudingly : zorla/münasebetsizce işe/söze karışarak, saygısızca müdahale ederek. e.a.- 3. interfere, interlope, trespass. intrusion, is. ı. zorla içeri girme/sokulma. It was an unthinkable - into aman's house. 2. müdahale, (işe) karışma/burnunu sokma, (sözü vb.) kesme, inkıta, kesinti, (münasebetsizce) söze kaı'ışma, izinsiz araya girme, mahremiyeti ihıal.- at one's privacy : bir kimsenin mahremiyetini ihlaL. He was angry at numerous --s on his privaey by rudejournalists. i resent the - of the other people into my private offairs. 3. huk. fuzuli işgal, konut dokunulmazlığını bozma, mesken masuniyetini ihlal, haneye tecavüz, 4.jeol. (a) (lav vb.) katmanlar arasına zorla sokulma/girme/nüfuz etme, Cb) (katmanlar arasına) zorla giren madde,S. -al : müdahale/işe karış­ ma mahiyetinde, mahremiyeti ihlal edici. e.a.1. eneroachment. intrusiye, sf ı. içeri/araya giren /sokulan. an - arm of the sea. 2. müdahaleci, müdahiL, (başkasının işine) kanşan/bumunu sokan, 3. (izinsiz/zorla) içeri giren, tecavüz eden, mütecaviz, sokulgan, münasebetsizce araya giren, tecavüzı,



inurbane tecavüz mahiyetinde, S.jeol. (a) (ergimiş halde) katmanlar arasına zorla giren/sızan (Hiv, vb.), (b) sızıp katılaşan kayalardan oluşan, 6. s.bl. bk.: excescent (3), 7. -ly : mütecavizane, başkasının işine karışırcasma, münasebetsizce işe karışa­ rak, 8. -ness : mütecavizlik, başkasının işine karışma, münasebetsizce işe karışma/burnunu sokma/müdahale. e.a.- 2&3. annoying, interfering, distraeting, obtrusive. İntrust, gl.f bk.: entrust. intubate, gl.f -bated, -bating tıp ı. (nefes borusuna vb.) boru sokmak, 2. boru sokarak tedavi etmek, 3. intubation : (nefes borusuna vb.) boru sokma. intuit, f sez(inle)mek, sezgi/hads ile öğ­ renmek/bilmek, içine doğmak. -able: sezinlenebilir. intuition, is. ı. sezgi, seziş, görü, hads, içine doğma, dolaysızlbirden kavrama. An - that her mother was m. 2. sezilen gerçek/şey, içe doğan his. My - told me to stay away. 3. sezme yeteneği, önsezi, 4. -al : sezgisel, hadsı, 5. -ally : sezgi ile, önceden sezerek, içine doğarak, hadsı olarak, 6. -alism: bk.: intuitionism, 7. -alist bk.: intuitionist. intuitionism, is. 1. sezgicilik: insanın sezgi sayesinde doğru ahlak kurallarını bulacağını savunan öğreti, 2. fel. sezgicilik : (a) gerçeklerin akıl ve bilgi ile değil, sezgi ile bulunabileceğini savunan, sezgiyi bilginin, özellikle felsefenin temeli olarak gören öğreti, (b) matematiğin temellerinin sezgi yolu ile doğrudandoğruya kesinlikle kavrandığını ileri süren görüş, 3. intuitionist : sezgici. intuitive, sf ı. sezgisel, hadsı, sezgiye dayanan, sezilerı, içe doğan, dolaysız kavranan. knowledge. an - guess. 2. sezgi ile hareket eden, sezişi kuvvetli. an - person. 3. -Iy : sezgi ile, hadsı olarak, sezgi yolu ile, içine doğarak, 4. -ness : sezgisellik, sezgiye/hadse dayanma, içine doğma. intumesce, gs.f -mesced, -mescing ı. (sı­ caklık vb. etkisiyle) şişmek, genişlemek, kabarmak, 2. kabarcıklanmak, kabarcıklar hasıl etmek, fokurdamak. intumescence = intumescency, is. ı. şiş­ me, genişleme, kabarma, 2. şişkinlik, şiş, kabarıklık, (tümör vb.), 3. intumescent : şişmiş, şişkin, kabarık.



inturn, is. içeri dönme/kıvrılma, içeri dönükWk (ayak parmaklan vb. gibi). -ed: içeri dönük. intussuscept, gl.f ı. içine almak, (bağırsa­ ğın bir kısmı diğer kısmının) içine girmek, iç içe geç(ir)mek. 2. -iye : iç içe giren/girebilen. e.a.- 1. invaginate. intussusception, is. 1. içine alma, 2. biy. özümseme : besinlerin küçük zerreler halinde gözelere girerek onları geliştirmesilbüyütmesİ. bk.: apposition, 3. invagination d.d. patol. (bağırsak vb.) iç içe geçme, bağırsağın bir kısmının öbür kısmı içine girmesi. intwine(ment), bk.: entwine(ment). intwist, bk.: entwist. inuit, is. 1. Eskimo : Amerika'nın kuzeyinde Grönland'dan Alaska'ya kadar kutba yakın yerlerde yaşayan yerli halk, 2. Eskimoca, Eskimo dili. inulase, is. biy.- kim. inülaz : inülini früktoza çeviren enzim. inulin, is. kim. inülin: (C6H100S)n. Bileşik bitkilerin köklerinde bulunan ve hidroliz sonunda früktoz veren, nişastaya benzer beyaz, tatsız polisakkarit. Böbreklerin çalışmasını kontrolda ve şeker hastalarına özel ekmek yapmakta kullanılır.



inunetion, is. ı. yağlama, yağ sürme, 2. tıp ovarak yağı deriye emdirme, 3. eez. merhem, yağ. e.a.- 3. ointment, unguent. inundant, sf taşan, feyezan eden. e.a.~ flooding, overflowing. inundate, gl.f -dated, -dating ı. taşmak, feyezan etmek, sel basmak, su ile kaplamak. The walley was eompletely -d within two hours. 2. gark etmek, batırmak, gömmek, boğmak, mee. akın/tehacüm etmek. be -d with : -e gark olmak/batmak/gömülmek, -e boğulmak, tehacümüne maruz kalmak. Hospitals were being -d with requests for help. Slıe was -d witlı telephone ealls and begging letters. 3. inundation : taşma, taşkın, sel, feyezan, gark olma, batma, akın, tehacüm, 4. inundator: gark eden, batı­ ran, 5. inundatory: gark edici, batıncı. e.a.1. flood, oveiflow, 2. deluge, overwlıelm, glut. inurbane, sf ı. kaba, nezaketsiz, terbiyesiz, 2. -Iy: kabaca, nezaketsizce, terbiyesizce, 3. inurbanity : kabalık, nezaketsizlik, terbiyesizlik.



1859



inure inure =enure, f -ured, -uring 1. gen. - to : (sıkıntıya/meşakkate/zorluğa vb.) alış­ (tır)mak.



2.



Living in the North had -d him to yürürlüğe



girmek, cari/yürürlükte olmak, Sick pay -s from the first day of the sickness. 3. (yarar/fayda) sağlamak, (yaranna/lehine) olmak. The agreement -s to the benefit of the employees. 4. inured : alışkın, alışmış, 5. -ness: (sıkıntıya/meşakkate/zorluğavb.) alış­ ma/alışkanlık, 6. -ment : alışkanlık. e.a.-ı. accold.



custom, habituate. inurn, gl.f ı.



(yakılmış



cesedin külünü) mahfaza içine koymak, 2. gömmek, defnetmek, 3. -ment : cesedin külünü mahfazaya koyma, gömme, defnetme. e.a.- 2. bury, inter. in utero, Lat. ana rahminde, henüz doğ­ mamış.



e.a.- unborn, in the uterus.



inutile, sf ı. faydasız, nafile, (bir işe) yaramaz, beyhude, boş, gereksiz, lüzumsuz, 2. -ly : faydasızlboş yere. boşuna, beyhude/nafile olarak. e.a.- 1. useless, unusable, unprofitable. inutility, is., ç. -ties ı. faydasızlık, nafilelik, beyhudelik, gereksizlik, lüzumsuzluk, 2. işe yaramaz kimse/şey. e.a.-ı. uselessness. inv. = ı. invented, 2. invention, 3. inventor, 4. invoice. in vacuo, Lat. 1. boşlukta, havasız yerde, 2. ayn, soyut, tecrit edilmiş. invade, f -vaded, -vading ı. istila etmek. The enemy -d his country. A city -d by tourists. Holiday makers -d the seaside in summer months. Doubts - his mind. 2. saldırmak, tecavüz etmek, hücum etmek. The law punishes the people who - the rights of others. 3. üşüşmek, tehacüm/akın etmek. Crowds -d the bargain basement. Locusts~d the fields. 4. ihlal etmek. to one's privacy. 5. kaplamak, örtrnek, yayılmak. Clouds ....d the sky. Gangrene -s healthy tissue. Viruses that - the blood stream. 6. invadable :



istila edilebilir, 7. invader : müstevli, istiHicı, istilalihUUltaarruz eden. e.a.- 1&2. penetrate, attack, assault, assail, encroach, 3. swarm, rush, infest, engulf, flood, 4. intrude, trespass, infringe, 5. penetrate, spread. k.a.-1&3. vacate, evacuate, abandon, relinquish, 4. respect, honor. invaginate, sf &f -nated, -nating ı. kılıf­



la(n)mak, kılıf geçir(il)mek, 2. içine koymak! sokmak, 3. (iç içe) kat1a(n)mak, (boru şeklinde­ ki orgamn) bir kısmıem) öbürünün içine sok-



1860



(ul)mak, 4. kılıflı, kılıf geç(iril)miş, kılıflan­ 2. iç içe geçmiş, birbiri içine girmiş. invagination, is. ı. kılıfla(n)ma, kılıf geçir(il)me, 2. içine koyma/sokma, 3. embril. gastrula teşekkülü esnasında blastulanın içeri çökmesilhareketi, 4. patol. bk.: intussusception (3). invalid, sf &is. &f ı. sakat/malUllhasta/ yatalak!zayıflhastalıklı/illetli (kimse). His - sismış,



ter. An - cannot get around. and do things. 2. hastalara/sakatlara mahsus. - diet. an - chair.



3. geçersiz, hükümsüz, geçmez,



değersiz.



if



a



will is not signed, it is -. An - contract/cheque. The court ruled his election -. 4. işe yaramaz,



battal, iptal edilmiş, hükmü kalmamış, 5. temelsiz, yersiz, mesnetsiz, savunulamaz, zayıf. an daim. 6. hasta/malUl olmak, sakat kalmak, yatalak olmak. He was -ed for life. 7. Brit. çürüğe çıkarmak, hastalık nedeniyle ordudan ihraç etmek. He was -ed out of the army. 8. az kuL. çürüğe çıkmak, hastalık nedeniyle faal görevden aynImak. e.a.- ı. infirm, sickly, 3&4. void, null, worthless, 5. weak, indefensible. invalidate, gl.f -dated, -dating 1. iptali



battal etmek, hükümsüz kılmak, çüratmek, değe­ rinilhükmünülgeçerliğini!kuvvetini yitirmek, zayıflatmak.



A contract is -d (f onlyone party signs it. lnaccuracies -d the speaker's position. 2. invalidation: iptal etme, hükümsüz kılma,



çürütme, geçerliğini yitirme, 3. invalidator : iptal eden, hükümsüz kılan. e.a.- ı. refute, rebut, annul, cancel, nullify, abrogate, repeal, weaken, discredit. k.a.- ı. validate, certify, authorize, enhance, strengthen. invalidism, is. sakatlık, mallillük, malUli-



yel. invalidity = invalidness, is. ı. geçersizlik, hükümsüzlük, battallık, muteber/yürürlükte/geçerli olmama, 2. bk.: invalidism. invalidly, sf geçersizlhükümsüz olarak. e.a.- illegally.



invaluable, sf ğerli/kıymetli.



ı.



paha biçilemez, çok de-



This painting in the museum is -.



2. -ness : paha biçilemezlik, çok değerli!kıy­ metli oluş. 3. invaluably : paha biçilmez bir şe­ kilde. e.a.- 1. priceless, precious, very valuable. k.a.- 1. worthless.



inventory Invar ,is. invar : %35.5 nikel içeren çelik alaşımı. i ı 8° C'a kadar sıcaklıkla pek az uzar. invariable, sf&is. ı.değişmez, sabit (şey). an ~ pressure/temperature. 2. ~ness = invariabi· lity : değişmezlik, sabitlik, 3. invariably : değiş­ mez/sabit bir şekilde, değişmeksizin, sabit kalarak. e.a.- ı. unehanging, unalterable, ehangeless, unvarying, uniform, eonstant. k.a.- ı. variable, ehanging. invarianee = invarianey, is. değişmezlik, sabitlik. invariant, s.f &is. ı. değişmez, sabit, değişmeyen, 2. mat. değişmez, sabite, sabit nicelik, bir aralıkta değeri sabit kalan çokluk. ~ series :. düzgen dizi. ~ subgroup : değişmez alt öbek. ~ veetor: gizyöney. e.a.- 1. invariable, 2. eonstant. invasion, is. 1. (a) istila, akın, (b) sirayet, yayılma. The military ~ was set for dawn. (b) sirayet, yayılma, 2. saldırı, taarruz, 3. müdahale, ihlal, tecavüz. The illegal search was an ~ of their civil rights. ~ ofprivaey. e.a.-ı. (a) penetration, infiltration, 2. aggression, assault, attaek, raid, 3. eneroaehment, breaeh, intrusion, tresspass, infringement. k.a.- ı. evaeuation, 2. retreat, respeet, honoring. invasive, sf ı. istilacı, taarruzı, istiıa; saldırı amacını güden, tecavüzı, istila mahiyetinde, 2. istila eden, mütecaviz, saldırgan, hızla yayılan. ~ eaneer eeUs. 3. ihlal eden, 4. ~ness : saldırganlık, mütecavizlik, istilacılık, hızla yayıl­ ma. e.a.- ı. offensive, 2. intrusive. invected, sf tırtıklı, dantelli, kenan dantel gibi küçük yaylarla süslü (arına vb.). a ehevron ~. inveetive, sf &is. ı. hakaret dolu, hakaretamiz, tahkir/tezyif edici, tezyifkar, küfürlü, sövmeli, sövüp sayan. an ~ reply. 2. (ağır) hakaret, tahkir, tezyif, küfür, sövme, s~vüp sayma, kötü/acı söz. speeehes filled with ~. A stream of eoarse ~s. 3. ~ly: hakaretle, küfürle, söverek, küfrederek, sövüp sayarak, tahkir edercesine, 4. ~ness : hakaret, tezyif, küfür, sövme. e.a.1. denuneiatory, vituperative, abusive, 2. vituperation, abuse. inveigh, gs.f ı. gen. ~ against : paylamak, çıkışmak, terslemek, çatmak, tenkit etmek,



şiddetle aleyhinde bulunmak. He ~ed against the poor working eonditions in the faetory. 2. ~er : paylayan, çıkışan, tenkit eden, şiddetle aleyhinde bulunan kimse. e.a.- ı. rebuke, seold, reproach, rail, denounee, criticize, eensure. k.a.- ı. praise, eommend, approve, aeclaim. inveigle, gL.f -gled, -gling ı. gen. ~ into : kandırmak, aldatmak, aldatarak bir kimseye iş yaptırmak, (bir iş yapmaya) ikna/razı etmek, argo faka/tongaya bastırmak. to ~ a person into playing bridge. - s.o. into investing his money unwisely. 2. ayartmak, baştan çıkarmak, 3. ~ment: kandırma, aldatma, (bir iş yapmaya) ikna/razı etme, argo faka/tongaya bastırma; ayartma, baştan çıkarma, 4.inveigler : kandı­ ran, aldatan, argo faka/tongaya bastıran; ayartan, baştan çıkaran. e.a.- 1&2. entiee, lure, eajole, induee, beguile, persuade, enmesh, seduee. invent, gL.f ı. icat etmek, ihtira etmek. to ~ amachine. A.G.Bell ~ed the telephone in 1876. 2. uydurmak, düzmek, yaratmak. to ~ a story. to ~ exeuses. 3. esk. bulmak, keşfetmek. 4. ~able = ~ible : icat edilebilir. e.a.- 1. devise, eontrive, originate, eoneeive, 2. eoncoet, ereate, fabricate, eoin, 3. find, diseover. invention, is. ı. icat, ihtira, buluş. the ~ of the computer. TV is a wonderful ~. The neeessity is the mother of ~ : İhtiyaç icat doğurur. 2. icat kabiliyeti, ihtira kuvveti, hayal gücü, muhayyile. To be a good novelist, a person needs ~. 3. uydurma (haber vb.), yalan. His aeeount of robbery was pure ~. 4. müz. belirli bir konuda bestelenmiş kısa müzik parçası, 5. söz.s. konu seçimi : zamana, dinleyicilere, olaylara uygun olarak söylev konusunun seçilmesi, 6. esk. bulma, keşfetme, 7. ~al : icat+, 8. ~less : İcatsız. inventive, sf 1. yaratıcı, orijinal buluşlan olan, 2. icat/ihtira niteliğinde, icatlihtira ile ilgili, 3. hünerli, icat kabiliyeti olan, 4. ~ly : yaratarak, icat ederek, 5. ~ness : yaratıcılık, icat/ihtira kabiliyeti. inventor, is. mucit, muhteri, bulan, icat edenltüreten kimse, icatlihtira sahibi. inventory, is., ç. -tories, f -toried, torying 1. envanter, müfredat, (miktar, değer ve özellikleri de gösteren) eşya listesi. make/take/ draw up an - : envanter yapmak/çıkarmak, müfredatıl11 düzenlemek, 2. sayım çizelgesi : bir



1861



inveracity



kimseninlkurumun mal ve mülkünü gösteren çizelge, 3. ambar/stok mevcudu, (bir şirketin mamuligayrimamul) mal ve malzeme listesi, 4. stok eşya, mevcut maL. Shopkeeper had a sale to reduce his -. 5. doğal kaynaklar kataloğu, 6. bir kimsenin özellik/hüner/yetenek vb. ni gösterir liste, 7. envanter çıkarma(k)/tutma(k), eşya/mal sayımı yapmaek), 8. kaydetmek, müfredat defterine geçirmek, 9. özetlemek. a book that inventories the progress in electronics. 10. değeri­ ne ulaşmak, değerinde olmak. stock that inventories at two million dollars. 11. inventoriable : envanteri çıkarılabilir, envantere geçirilebilir, 12. inventorial : envanter+, müfredat+, 13. inventorially : envanter/müfredat ile ilgili olarak, envanter gereğince, envantere göre. e.a.- 1. roster, record, register, account, list, 8. summarize. inveracity, is., ç. -Hes (2. için) 1. yalancı­ lık, 2. yalan, yanlışlık. e.a.- 1. mendacity, untruthfulness, 2. falsehood, untruth, Ue. Inverness, is. 1. İskoçya'da bir şehir, 2. cape : pelerin, 3. - coat =- cloak : kolsuz palto. inverse, sJ &is. ı. ters, aksi, zıt (durum, koşul vb.). DCBA is the - order of ABCD. 2. mat. ters, mak:Us. the - of 4 is 1/4. - cosecant : eş kesenlik yayı. - cosine : eş dikmelik yayı. cotangent : eş teğetlik yayı. .- element : ters öğe. - function : ters işlev. - graph : ters çizge. - image : ters görüntü. - Laplace transformation : ters Laplace dönüşümü. - limit : ters erey. - mapping : ters izdeşme, ters gönderim. matrix: ters dizey. - proposition : evrik önerme. - ratio/proportion :. ters oran. - relation : ters bağıntı. - secant : kesenlik yayı. - sine : dikmelik yayı. -.tangent : teğetlik yayı. - transformation : ters dönüşüm, 3. geom. evrik, 4. ters çevrilmiş, alt üst edilmiş, 5. bir şeyin tersi/zıddı/makilsu, 6. - feedback elekt. ters geri beslem. inversely, zj. ı. tersine, aksine, zıddına, makilsen, makUsiters bir şekilde, 2. mat. ters+. propotional : ters orantılı. - proportional quantiHes : ters orantılı çokluklar. inversion, is. ı. ters çevirme, aksetme, 2. ters dönme/çevrilme, alt üst olma, 3. ters çevirilmiş şey, 4. söz.s. bir cümledeki kelimelerin sırasını değiştirme, 5. gr. tersinirlik : kelimenin



1862



cümledeki yerının değiştirilebilmesi, 6. anat. (içeri) dönme, dönüklük (ayak vb.), 7. kim. evirtim : seyreltik asitlerle kaynatma ya da enzim tezleştirmesiyle ayrışma sonucu yüksek karbon sayılı şekerlerin daha az karbon sayılı şekerler oluşturması, 8. müz. (a) ses evirtim : orijinal bas sesler tiz olacak tarzda tonların değiştirilme­ si veya bunun tersi, (b) bir melodinin orijinal şeklinin değiştirilmesi, 9. psikoL. eş cinsellik, cinsel sapıklık, homoseksüellik, karşıt cinsin cinsel rolünü oynama, 10. s.bl. bk.: retroflexion (3), 11. meteor. sıcaklık evrimi: sıcak hava tabakasının soğuk hava tabakası üstüne çık­ ması sonucunda yükseldikçe sıcaklığın artması, 12. elekt. akım dönüşümü: doğru akımın alternatif akıma çevrilmesi, 13. geom. evirtim, akis. e.a.- 4. anastrophe, 9. homosexuality. inversive, sJ evrik, evirtik, ters, makils. invert, is. &sJ &f ı. ters(ine) çevirmek, alt üst etmek, altını üstüne çevirmek. - a glass. 2. yönünü/durumunu vb. aksetmek, 3. tersindirrnek, (işlemesini/faaliyetini/oluş sırasını) tersine çevirmek. to - a process. 4. içini dışına çı­ karmak, ters yüz etmek, 5. kim. (a) evir(t)mek, (b) evirtilmiş, evirtik, 6. s.bL. üst damaktan sesJendirmek, dilin ucunu üst damağa dokundurarak söylemek, 7. tersine dönmüş, baş aşağı (şey/ kimse), 8. psikoL. eş cinsel, homoseksüel, 9. -ibiHty : ters(ine) çevirilebilme, alt üst olabilme, yönünü/durumunu vb. aksedebilme, tcrsindirebilme, evirtilebilme, 10. -ible: tersCine) çevirilebilir, alt üst olabilir, yönü/durumu vb. aksedilebilir, tersindirebilir, evirtilebilir. e.a.- 2. reverse. invertase =sucrase, is. biy. - kim. evirteç: mayalarda ve sindirim sıvılarında bulunan ve kamış şekerini glikoza çeviren enzim/maya. invertebrate, sJ &is. ı. zool. omurgasız (hayvan), 2. zayıf (iradeli), kararsız, mütereddit, korkak (kimse), 3. -ness = invertebracy : (a) omurgasızlık, (b)irade zayıflığı, korkaklık. e.a.2. irresolute, weak, weak-willed. inverted, sJ ı. evrik, ters, alt üst (edilmiş), baş aşağı, 2. gr. tersinir, 3. kim. evirtik, 4. - arch mim. ters kemer (temellerde kullanılır), 5. - comma = turned comma Brit. tırnak imi/işareti : " veya ".6. - mordent bk.: mordent. e.a.- 5. quotation mark.



investment inverter, is. 1. evirten, ters çeviren, akseden, ters yüz yapan, 2. elekt. çevireç : doğru akı­ mı alternatif akıma çeviren cihaz. e.a.- 2. invertor, converter. invertor, is. bk.: inverter (2). invert soap, is. evrik sabun : normal sabundaki negatif iyon yerine molekül yapısında pozitif iyon bulunan bakteri öldürücü bir tür sabun. invert sugar, is. meyve şekeri: doğal olarak meyvelerde bulunan, yapayolarak kamış şekerinin hidrolizi ile elde edilen früktoz ve gıÜ­ koz karışımı. invest, f 1. - in : yatırmak, yatırım yapmak. i -ed $1,000 in stockslsaving bonds. He -ed his money in stocks, bonds and land. 2. harcamak, sarf etmek. to - large sums in elothingo 3. (zamanlgüç/emek/gayret vb.) sarf etmek, hasretmek, tahsis etmek. i -ed a lot of time and effort in this plan, and i don 't want it to faiZ. 4. (yetki/salahiyet/güç vb.) vermek, (rütbe vb.) tevcih etmek. The military governor has been -ed with full authority. He -ed his lawyer with complete power to act for him. 5. (nitelik! özellik) vermek, teçhiz/temin etmek. to - one' s gesture with elegance. 6. tezahür etmek, taşmak, gözükmek, göze çarpmak, nebean etmek. Goodness -s his every action. 7. rütbe/nişan vb. vermek, 8. makama/mevkie/tahta geçirmek/oturtmak, memuriyete yerleştirmek. A king is -ed by crowning him. 9. giydirmek. The designer -ed the performers with sumptuous costumes. 10. sarkmak, kuşatmak, (kumaş/elbise vb. ile) örtmek/süslemekjdonatmakJkaplamak. Spring -s trees with leaves. Darkness -s the earth by night. 11. (askerı kuvvetlerle) sarmak/kuşatmak, muhasara etmek. The enemy -ed the city and cut it ojf from our army. 12. -able = -ible : (para/sermaye vb.) yatırılabilir, sarf edilebilir. e.a.-2. spend, 3. use, give, devote, '4. vest, 5. endow, 6. infuse, belong, 9. dress, attire, elothe, 10. envelop, surround, 11. besiege. investigable, sf incelenebilir, araştırılabi­ lir, tahkik/tetkik edilebilir. investigate, f -gated, -gating ı. incelemek, tetkik etmek, gözden geçirmek. - the market for sales of a product. 2. araştırmak, tahkiki



teftiş/taharri



etmek, tahkikat yapmak, sebebini to - a crimela murderlthe cases of a plane crash. Detectives - crimes. 3. investigative = investigatory : inceleme/tetkikltahkik niteliğinde, inceleyici, araştırıcı. e.a.-1&2. inquire, explore, examine, scrutinize, research, query, inspect. k.a.-1&2. conjecture, guess, ignore. investigation, is. ı. inceleme, tetkik. We have made -s. His -s led him to believe thaL.: İncelemeleri onda ... kanaatini uyandırdı. 2. tahkik(at), araştırma, soruşturma, teftiş. The matter is under - : Durum araştırılıyor. The - may take months : Tahkikat aylarca sürebilir. Preliminary - : ilk soruşturma. scientific - : bilimsel araştırma. He called for (an) immediate - into.•. : ... -in derhal araştırılmasını emretti. 3. incelenme, ar.aştırılma, 4. -al: inceleme/araştır­ ma/tahkikat niteliğinde, inceleme vb. ile ilgili. e.a.-1&2. scrutiny, exploration, examination, inquiry, research. investigator, is. araştırıcı, detektif, soruş­ turucu, soruşturmacı, muhakkik. private ~ : özel detektif. investitive, sf 1. yetki/salahiyet veren, yetkisel, yetki/saUihiyet ile ilgili. an - act. 2. atama+, tayin+, resmen bir mevkie/makama getirme (ile ilgili), rütbe/unvan teveihine ait. investiture, is. 1. atama, tayin (etme), resmen bir mevkie/makama getirme/yerleştirme, 2. rütbe/nişan/üniforma alma/giyme, 3. resmi elbise, üniforma, nişan, 4. (derebeylikte) resmen arazi tahsisi/tevcihi, 5. esk. (para) yatırım. investment, is. 1. (para/sermaye) yatırım, envestisman. By careful .- of his capital, he obtained a good income. 2. para koyma/yatııma, 3. (yatırılan) para/sermaye, mevduat. an - of $1,000 in oil shares. 4. yatırım alanı, gelir sağla­ mak amacıyla paranın yatırıldığı şey, 5. (zamanlemek/güç/gayret vb.) sarf etme/verme/ hasretme/vakfetme/tahsis etme/ayırma. Getting an education is a wise - of time and money. 6. biy. dış deri, dış tabaka/örtü" zarf, kabuk, 7. üniforma/elbise giy(dir)me, 8. memuriyete yerleştirme, rütbelmevki verme, 9., As. kuşatma, muhasara, 10. esk. üniforma, resmi elbise, 11. - bank: yatırım bankası, 12. - banker: yaaraştırmak.



1863



investor tırım bankacısı,



13. - banking: yatırım banka14. - company: yatırım şirketi. e.a.- 6. envelope, 9. siege, blockade, 10. garment, vestment. investor, is. yatırımcı, para yatıran, sermayesini bir teşebbüse yatıran kimse. inveteracy, is. ı. düşkünlük, iptila, tiryakilik, 2. müzminlik, yerleşme, kökleşme, inat, taannÜ1. e.a.- 2. tenacity, obstinacy, persistence. inveterate, sf ı. düşkün, müptela, tiryaki. an - gambler/smoker/liar. 2. süreğen, müzmin, yerleşmiş, kökleşmiş, azıll.- prejudice. Cats have an - dislike of dogs. 3. -ıy : süreğen/müzmin/ kökleşmiş bir şekilde, sürekli olarak, 4. -ness : düşkünlük, iptila; süreğenlik, müzminlik, süreklilik. e.a.- 1. hardened, 2. chronic set, fixed, rooted, deep-seated, deep-routed, confirmed. inviable, sf 1. yaşa(ya)maz, yaşa(ya)ma­ yacak, ömürsüz, 2. -ness = inviability : ömürsüzlük, 3. inviably : yaşa(ya)mayacak/ömürsüz bir şekilde. invidious, sf ı. nefret/hiddet uyandırıcı, nahoş, hoşa gitmeyen, tiksindirici, hatır kırıcı, hakaretamiz. - remarks. 2. haksız, öfke ve huzursuzluk uyandıran. a most - comparison. distinctions. 3. esk. bk.: envious, 4. -Iy : nefreti hiddet uyandıracak şekilde, haksız olarak, 5. -ness : nefret/hiddet uyandırma, hatır kırıcılık, haksız­ lık. e.a.-I&2. obnoxious, repugnant, offensive. invigilate, gs.f -lated, -lating ı. Brit. (sı­ navda) gözcü1üklnezaret etmek, 2. esk. bekçilik etmek, nöbet tutmak, 3. invigilation: gözcülük, 4. invigilator : gözcü. e.a.-I&4. proctor. invigorate, gl.f-ated, -ating 1. canlandır­ mak, dinçleştirmek, zindeleştirmek, kuvvetlendirmek, canlılıkJdinçliklzindeliklkuvvet vermek. to - the body. a lotion to - the skin. 2. invigoration : canlan(dır)ma, dinçleş(tir)me, zindeleş (tir)me, kuvvetlen(dir)me, 3. invigorator : canlandıran, dinçleştiren, zindeleştiren, kuvvetlendiren şey. e.a.- 1. animate, enliven, stimulate, rejuvenate, strengthen, refresh, vitalize. invigorating = invigorative, sf ı. canlancı1ığı,



dırıcı,



dinçleştirici, zindeleştirici, ferahlatıcı,



kuvvetlendirici, canlılıkldinçliklzindeliklkuvvet verici. An early morning swim is always -. An climate/speech. 2. -Iy : canlandırıcı/dinçleştiri-



1864



ci/zindeleştirici



bir şekilde, canlılıkldinçliklzin­ deliklkuvvet vererek. e.a.- animating, stimulating, energizing, rejuvenating, strengthening, refreshing, enlivening, vitalizing. k.a.- tiring, weakening. invincible, sf ı. yenil(e)mez, mağlı1p edilemez. an - army. an - will. The Majinot Line was thought -. 2. dayanılmaz, aşılmaz, alt edilemez, altından kalkılamaz. - difficulties. 3. -ness = invincibility : yenilmezlik, mağlı1p edilemezlik, dayanılmazlık, aşılmazlık, 4. invincibly : yenil(e)mez/mağlı1p edilemez/aşılmaz bir şekilde. e.a.- 1. unconquerable, indomitable, impregnable, unbeatable, undefeatable, 2. insurmountable, insuperable. k.a.- ı. conquerable, vulnerable, 2. surmountable. in vino veritas, Lat. Şarapta gerçek gizlidir (= Şarap insanın sırlarını açığa vurdurur). Ziya Paşa'nın "işret güher-i ademi temyize mihenktir" mısraı bunu ifade eder. inviolable, sf ı. dokunul(a)maz, (şeref ve haysiyeti) ihlal edilemez, masun, kutsaL. an sanctuary/law. The Gods are -. 2. bomlamaz, nakzedilemez. an - oathlvow. 3. saldırılamaz, taarruz/tecavüz edilemez, 4. -ness = inviolability inviolacy : dokunul(a)mazlık, ihlal edilemezlik, bozulamazlık, 5. inviolably : dokunul(a)maz/ihlal edilemez/bozulamaz bir şekilde. e.a.-I. untouchable, sacred, sacrosanct, 2. incorruptible, 3. unassailable inviolate, sf 1. (şeref ve haysiyetine) dokunulmamış, ihlal edilmemiş, taarruzitecavüz edilmemiş, masun, saf, temiz, kutsaL. remain - : masun kalmak, 2. el değmemiş, dokunulmamış, bozulmamış, 3. (sözıvait) geri dönülmemiş, nakzedilmemiş, ihlal edilmemiş. That promise which remains -. keep an oathfpromise - : yemininilvaadini tutmak. keep a rule - : kurala uymak, kuralı ihlal etmemek/bozmaınak, 4. -Iy : (şeref ve haysiyetine) dokunulmaksız1l1, taarruza/tecavüze uğramadan, masun/saf/kutsal bir şe­ kilde, 5. -ness =inviolacy : (şeref ve haysiyetine) dokunulmama, ihlal edilmeme, taarruzl tecavüz edilmeme, masunluk, saflık, temizlik, kutsallık; (sözıvait) tutma. e.a.-I&2. intact, untouched, inviolable, pure, sacred, 2. unbroken. k.a.-I&2. violated. invisible, sf&is. ı. görü1(e)mez, görünmez, gözle seçilemez. Stars that are - to the naked eye. The sea is - from here. - ink : görün-



=



involuntary



mez mürekkep, 2. gizli, saklı, gizlenmiş. an seam. 3. fark edilemez, seçilemez, ayırt/tefrik edilemez, farkı anlaşılamaz. - differences. slıades of meaning. 4. örtülü, resmi kayıtlar­ da gözükmeyen. - exports. - assets. - earnings. 5. gizli şey, görünmeyen kimse/şey. the Invisible : (a) Allah, ilah]' Varlık, (b) görünmeyen alemlkainat, 6. -ness = invisibility : görül(e)mezlik, görünmezlik, gizlilik, 7. invisibly : görülmeden, görünmeksizin, gizlice. e.a.- 1. unseen, unseeable, 2. hidden. concealed, 3. imperceptible, indiscernible. k.a.-1. visible, apparent, plain invitation, is. 1. davet, 2. davetiye, davetname, davet mektubu, 3. çağırma, çağrı, 4. -al = invitatory : davetkar, davet eden, davet/çağrı belirtenlifade edenlbildiren. invitatory, sf &is. ç. -ries 1. bk.: invitational, 2. ibadete/duaya davet. invite, is.&f -vited, -viting 1. davet etmek, çağırmak. to - friends to dinner. We -d all our relatives. He didn 't - me. 2. (kibarca/ resmen) isternek. to - donations. 3. (tehlike vb.) davet etmek, celp etmek, (zorla/bile bile) üstüne çekmek, sebep olmak, yol açmak. to - danger by fast driving. Speeding -s accidents. to - trouble : belasını aramak, belayı satın almak, 4. cezp etmek, celp etmek, çekmek, 5. k.d. davet, çağrı, 6. invitee : davetli, misafir, 7. inviter : davet eden. e.a.- 1. bid, call, 2. solicit, request, 4. lure, allure, entice, tempt, aUract, 5. invitation. inviting, sf 1. davetkar, çekici, cazip, cazibeli. an - offer. - goods in the shop window. 2. lezzetli, hoş, Hitif, 3. -ly : davet edercesine, çekici/cazip/hoş bir şekilde, 4. -ness : davetkarlık, çekicilik, caziplik, letafet. e.a.- 1. attractive, tempting, alluring, enticing. in vitro, sf&zf. biy. yapay/sun']' ortamda, kavanozda, deneme tüpü içinde. the cultivation of tissues in vitro. in vivo, sf &zf. biy. (hayva~ veya bitkinin) vücudunda, bedeninde, canlı organizma içinde. the cultivation of tissues in vivo. invoeable, sf yalvarılabilir, imdat/yardım dilenebilir. invoeate, gl.f -eated, -eating esk. bk.: invoke. invoeation, is. 1. dua, niyaz, yakarı, münacat, yardımlimdat isteme, istimdat, istiane,



2. sihir, büyü, afsun, sihirli söz, 3. ifa, icra, infaz, yürütme, 4. huk. celp emri: başka bir davanın görülen dava ile ilgili delil ve belgelerini talep eden yargıç kararı, 5. -al invoeative invoeatory : yakarıcı, yalvaranlniyaz eden, yardım isteyen, 6. invoeator : dua/niyaz eden, yalvaran, yardım dileyen kimse. invoiee, is. &gl.f -voieed, -voicing ı. satımca, fatura. as per - : faturaya göre, fatura gereğince. originallpro forma - : orijinal/proforma fatura. to make out an - : fatura düzenlemek, 2. fatura çıkarmak/tanzim etmek.- s.o. for goods. 3. fatura göstermek/ibraz etmek. e.a.- 1. bilL. invoke, gl.f -yoked, -yoking 1. yalvarmak, niyaz etmek. to - God's mercy. 2. imdat dilemek, istimdat etmek, dua ile yardım rica etmek, himayesini dilemek. to - s.o.'s aid : birisinden yardım dilemek, 3. yürürlükte olduğunu ilan etmek, yürürlüğe koymak, uygulamak, infaz etmek. The government -d the Emergency Measures Act. 4. başvurmak. to - an article of the u,N. Clıarter. 5. temyiz/istinaf etmek, 6. dua etmek. - a eurse : inkisar/beddua etmek, 7. sihir/ büyü ile ruh çağırmak, davet etmek. - evi! spirits. 8. sebep olmak, sebebiyet vermek, celp etmek, uyandırmak. They did their best to - popular enthousiasm for the war. Nursey rhymes memories of my childhood. 9. invoker : yalvaran, duainiyaz eden, sebep olan, uyandıran. involueel = involueelum, is. bot. bürümcük : bileşik (küme) çiçeklerde her bir çiçek sapı altında bulunan daire şeklinde dizili ufak yapraklar. involueelate(d), sf bot. bürümcüklü (çiçek). involuere =involuerum, is. ı. bürüm : bileşik çiçeklerin sapları altında bulunan daire şeklinde dizili ufak yapraklar, 2. involucral = involuerate : bürümlü. involuntary, sf 1. istemeyerek/istemeden yapılan, ihtiyar dışı, gayriihtiyarl. an - gesture. 2. bilinç dışı, tasarlamadan/düşünmeden vuku bulan. an _. movement of fear. 3. fizy. refleksie hareket eden, şuurlu olmayan. - muscles. 4. involuntarily : istemeyerek, elinde olmadan, gayriihtiyarı, 5. involuntariness: istemeyerek/ istemeden yapma, ihtiyar dışı/gayriihtiyarı oluş. e.a.- 1&3. automatic, 2. instinctive, unintentional, unconscious, 3. reflex, uncontrolled. k.a.1-3. voluntary, 2. intentional, conscious.



=



=



1865



involute involute, sf&is.&gs.f -luted, -luting ı. girift, karışık, dolaşık, müşkül, muğlak, çetrefi!, 2. (içe doğru) kıvrık/bükük, kıvrılmış, bükülmüş, 3. bot. kıvırcık, kenarları içeriye kıvrık. an ~ leaf 4. zool. helezoni (böcek kabuğu vb.). ~ shell. 5. geom. düreç: bir eğrinin bütün teğet­ lerine dik olan eğri, örneğin bir ipliği gergin tutarak makaraya sararken her noktasının çizdiği eğri, 6. kıvrılmak, bükülmek, 7. doğallaşmak, doğal/normal şeklini/boyutlarını/durumunu almak, düzelmek, 8. ~ly : (a) giriftlkarışık/dola­ şık/müşkÜı/muğlaklçetrefil bir şekilde, (b) kıv­ rık/bükük/kı vrılmış/bükülmüş olarak. involuted, sf ı. kıvrık, bükük, (içeri doğ­ ru) kıvrılmış/bükülmüş, 2. girift, karışık, dolaşık, müşkül, muğlak, çetrefil, 3. doğal/normal şeklini/boyutlarını/durumunu almış, düzelmiş.



e.a.- involute. involution, is.



ı. giriftlik, karışıklık, dolaçetrefillik, 2. giriftfmuğlak/ çetrefil durum/şey, 3. bot. (a) kıvrılma, bükülme, (b) kıvrık/bükük parça/organ vb., 4. biy. yozlaşma, gelişemerne, dumura uğrama, 5. fizy. (ihtiyarlıkta) uzvi gerileme, çöküntü, 6. embril. gastrula teşekküıünde gözelerin ilk ağız (blastopore) etrafında içeri doğru hareketi, 7. gr. muğlak cümle, karışık ifade, 8. mat. (a) dürev: tersi kendisine eşit olan işlev, (b) üst alma: bir sayıyı verilen bir kuvvete yükseltme (bu anlamda artık kulanılmıyor), 9. büzülme, ilk durumuna dönme. e.a.- 1. involvement, complexity, intricaey, 4. degeneration. involutionaI, sf 1. çöküntülü, çöküntüsel. 2. ~ melanchoIia = ~ psychosis psikoL. yaşlan­ ma çöküntüsü : genellikle aybaşı kesim döneminde başlayan ve çöküntü, uykusuzluk, kaygı, suçluluk duygusu, bunalımlar ve sabuklamalar gibi belirtiler gösteren ruh sayrılığI. involutionary, sf 1. girift, karışık, dolaşık, muğlak, 2. kıvrık, bükük, çöküntüm. involve, gl] -volved, -volving ı. içermek, içine almak, ihtiva etmek. Housekeeping ~s cooking, washing dishes, sweeping and deaning. 2. etkilemek, tesir etmek, tesiri altında bırak­ mak. These changes in the business - the interests of all the owners. 3. ihata etmek, kapsamak, 4. gen. ~ in/with : karış(tır)mak. Don't ~ me in your quarrel. He is -d in the scandaL. şıklık, muğlaklık,



1866



5. gen. ~ in/with : (derde/müşkülata vb.) sokmak, uğratmak, duçar etmek, sürüklemek, (borca) bat(ır)mak. A plot to ~ one government in a war with another. Theyare deeply ~d in debt. Don 't ~ yourself in unnecessary expense. 6. yol açmak, sebep olmak, methaldar etmek/olmak. One foolish act can ~ you in a good deal of trouble. 7. (hissen, çıkarları yönünden vb.) bağla­ mak, tabi kılmak, 8. (zihnini/fikrini) çelmek/ işgal etmek, (kendiniibenliğini) vermek, dalmak. to be ~d in one's work. She was ~d in working out a puzzle. 9. sarmak, kuşatmak, sarıp sarmalamak, bürü(n)mek. to ~ an issue in obscurity. The outcome of the war is ~d in doubt. 10. esk. sarmak, örtrnek, kaplamak, 11. esk. sarılmak, yumak haline gelmek. The serpent ~d his scaly folds. 12. gerektirrnek, icap ettirmek, istilzam etmek, mucip olmak, zarurilgerekli! lüzumlu kılmak, ihtiyaç göstermek. The job ~s long hours. To accept the position you offer would ~ my living in London. 13. esk. mat. üst almak, bir sayıyı bir kuvvete yükseltmek, 14. karı­ şık/anlaşılmaz hale getirmek, muğHiklaştır­ mak. A sentenced that is ~d is generally hard to e.a.- 1. imply, entail.. embrace, understand. contain, comprise, comprehend, inciude, 2. affect, 5&6. implicate, entangle, 9. envelope, enfold, wrap, 10. roll, surround, ll. mil, 14. complicate. k.a.- 4. extricate. involved, sf 1. girift, çetrefil, karışık, muğlak, anlaşılması güç. an ~ sentence. Henry James's ~ siyle. The problem is much more ~ than you think. 2. (karışık/tehlikeli vb. işe) karışmış, bulaşmış, burnunu sokmuş, ilgili, methaldar. We never managed to get anything done becaıtse of the large number of people ~. 3. üzerine almış, taahhüt etmiş, kendini adamış (bilhassa politikaya). He is deeply ~ in politics. 4. çok yakın (cinsel) ilişki kurmuş, samimiyeti ilerletmiş, sıkı fıkı, içli dışlI. He 's deeply ~ (with her) and feels he must marry her because everyone expect it. 5. be ~ : (a) söz konusu 61mak, gerekmek, gerekli olmak, lazım gelmek, ihtiyaç olmak. Large amounts of money are - : Çok miktarda para söz konusudur. A lot of work is - : Büyük emek gerekiyor. (b) (bir işe) karış­ mak, burnunu sokmak, yakın ilişki kurmak, 6. ~ly : girifitfçetrefil/karışık/muğlak bir şekil-



iodinate de, 7. -ness : giriftlik, çetrefillik, karışıklık, muğlaklık. e.a.-1. complex, intricate, complicated, perplexing. k.a.-1. simple. involveınent, is. ı. (bir işe) karışma, burnunu sokma, yakından ilgi(1enme), müdahale etme, ele alma. His - in the struggle is inexcusable. He avoids - in the politicallife. United Nation' s - in this affair is absolutely necessary. 2. ilgi, ilgilenme, yakınlık, yakın ilişki, aşıkane münasebet. Her - with that young man didn't last long. 3. karışıklık, giriftlik, çetrefillik, muğlaklık. People complain about the - of new tax law. e.a.- 3. complexity, confusion. involver, is. ı. içeren, kapsayan, ihtiva eden, 2. etkileyen, tesir eden, 3. saran, kuşatan. invulnerable, sf 1. koruncalı, sağlam, metin, dayanıklı, mukavim, incinmez, yaralanmaz, zedelenmez, zarar görmez. an - posifion. 2. fethedilemez, zapt edilemez, yenilmez, yıkılmaz. The strategic nuclear submarine is almost-. 3. -ness invulnerability : sağlamlık, metinlik, dayanıklılık, mukavimlik; fethedilemezlik, zaptedilemezlik, yenilmezlik, 4. invulnerably : sağ­ lam/metin/dayanıklı/mukavim bir şekilde; fethedilemez/zapt edilemez durumda. e.a.- 1. formidable, indomitable, imperishable, undestroyable, 2. invincible, unconquerable, unassailable, undefeatable, unbeatable. k.a.- 1&2. vulnerable, weak, defenseless, unprotected, fallible . inwall, is. &gl.f iç duvar (ile kaplamakl çevirmek). inward 1 = inwards, if ı. içeriye doğru. A passage leading -. The door opens -. 2. fikrini ruhun derinliklerine doğru, maneviyataliç aleme yönelik. He turned his thoughts -. 3. esk. içinde, içerisinde, 4. esk. ruhen, zihnen, manen. - pained. inward2, sf 1. iç, içe yönelik, kapalı, gizli, açıklanmayan. He was constantly preoccupied with his - thoughts and feelings. an - passageway. 2. içerideki, içeride bulunan. the - parts of the body. 3. dahill, içeriye ait, 4. vücutlbeden içindeki, 5. yurt içi, memleket/ülke içi. - tourism. He struggled to achieve - peace. 6. ruhsal, ruhi, manevi, batıni, zihni. 7. esk. kişisel, şahsI, samimi, aşina, 8. asli, esas, doğal, fıtri, yaratılıştan, zati, ayrılmaz, zatında mündemiç. - nature of the things. e.a.- 1&2. internal, inner, 5. inland, 6. spiritual, mental, 7. personal, intimate, familiar, 8. essential, inherent, intrinsic.



=



inward 3, is. ı. iç kısım, iç taraf, iç, 2. -s k.d. iç organlar, bağırsaklar. e.a.- 2. innards. inwardly, if ı. içte, içten, içinden, içten içe, için için. He was - pleased, but said nothing. 2. gizlice, kimseye sezdirmeden, açığa vurmadan. -, he disliked his guest. 3. manen, ruhen, kalben.- hap.py. 4. alçak sesle, içinden, mınıda­ narak, mınltı halinde, 5. merkezeliçeriye yönelmiş şekilde, 6. esk. samimi bir şekilde, yakın­ dan, sıkı fıkı. e.a.- 1. internally, 2. privately, secretly, 3. mentally, spiritually, 6. closely, intimately. inwardness, is. ı. içteliçeride bulunma, içerilik, iç varlık, 2. duygu/düşünce derinliği, iç gözlem, teemmül, 3. batınIlik, ruhanIlik, manevIlik, 4. esas, asıl, 5. iç yüz, asıl anlam, 6. esk. aşinalık, samimIlik. e.a.- 2. introspection, 3. spirituality, 4. essence, 6. familiarity, intimacy. inweave, gl.f -wove/-weaved, -wovenlwove/-weaved, -weaving içtenlbir arada dokumak/örmek. inwind, gL.f -wound, -winding bk.: enwind. inwrap, gL.f -wrapped, -wrapping bk.: enwrap. inwreathe, gl.f -wreathed, -wreathing bk.: enwreathe. inwrought, sf 1. içerisi süslenmişlişlen­ miş, (kumaş, maden vb. nin) içine nakşedilmiş/ oyulmuşlişlenmiş, 2. içi nakışlarla/oymalarla süslenmiş, 3. karışıp birleşmiş, mezcedilmiş. lo, kim. bk.: ionium. loannina, is. Yanya (Yunanistan'da bir şe­ hir). Janina, Yanina d.d. iodate, is. &gl.f-dated, -dating kim. ı. iyodat, iyodik asitin tuzu. sodiuın - : sodyum iyodat, NaI03, 2. bk.: iodize, 3. iodation bk.: iodization. iodic, sf kim. 1. iyotlu, iyodik, beş valanslı iyat içeren, 2. - acid : iyodik asit, iyat asidi, RI03 : çözümsel kimyada ayıraç olarak kullanı­ lan katı kristaL. iodide, is. kim. iyodür, iyat ile başka bir eleman bileşimi. sodiuın - : sodyum iyodür, NaL. potassiuın - : potasyum iyodür, KI. iodinate, gL.f -ated, -ating iyotlaştırmak, iyatla birleştirmek. iodination : iyotlaş(tır)ma.



1867



iodin iodin = iodine, is. ı. kim. iyot : Halojenler grubundan parlak, kurşun!, siyah renkli katı kristalli eleman. Simgesi: I, atom ağ. 126.904, atom nu. 53, özgül ağ. (20°e'de) 4.93. Uçunarak koyu menekşe renginde buhar verir. Alkolde eriyiği (tentürdiyot) antiseptik olarak kullanılır. 2. k.d. tincture of - d.d. tentürdiyot, 3. - 131 : iyot 13 1 : ışınetkin iyot izotopu. Yarı ömrü 8.6 gün. Tiroid bezesi hastalıklarını teşhis ve tedavide kullanılır. 1-131,1131 d.d. iodize, gl.f. -dized, -dizing 1. iyotlamak, iyotla birleştirmek/muamele etmek, 2. iodization : iyotlama, 3. iodizer : iyotlayan. e.a.- 1. iodate, 2. iodation. iodo- = iod-, ön ek "iyot-, iyodo-". ör.: iodometry. iodoform, is. kim. iyodoform : CHI3. Kloroforma benzer, sarı renkli, keskin kokulu, kristalli katı madde. Antiseptik olarak kullanılır. iodol, is. kim. iyodol: C414NH. Sarımtrak kahverengi kristalli biIeşim. İyodoform gibi kullanılır.



iodometry = iodimetry, is. kim. 1. iyodometri, iyot ölçüm: hacimsel iyot miktarını veya iyotla birleşen/iyot açığa çıkaran madde miktarını belirleme yöntemi, 2. iodometric(al) : iyot ölçümsel, 3. iodometrically : iyot ölçümle. iodophor, is. kim. iyodofor : iyotla organik madde karışımı. Tedrici olarak iyodu serbest bı­ rakır. Bulaşımkıran (dezenfektan) olarak kullanılır.



iodopsin, is. iyodopsin : gözün retina tabagün ışığında görmemizi sağlayan ışık­ duyar mor renkli madde. A vitamininden oluşur. iodous, sf. 1. kim. iyotlu: üç valanslı iyot içeren, 2. iyodumsu, iyot gibi, iyoda benzer/ait. iolite, is. bk.: cordierite. lo moth, is. sarı pervarle (Automeris io) : K Amerika'ya özgü arka kanatlarında göz biçiminde pembe benekler bulunan sarı pervane/ kelebek. ion, is. fiz. kim. 1. yükün, iyon : elektron kaybederek (kazanarak) + (-) elektrikle yüklenmiş atom veya atom kümesi, 2. - chamber bk.: ionization chamber, 3. - engine : yükün motoru: enerjisini iyonlaşmış zerrelerin elektrostatik alanda hızlanmasından alan bir tür motor, 4. - exchange : yükün alış verişi : suyun sertli-



kasında



1868



ğini



gidermekte, eriyiklerden madenIerin ayrıl­ ve katı bir madde ile eriyik arasında iyon alış verişine dayanan yöntem, 5. - propulsion : yükün itim : uzayaracında + iyonların ve elektronların taşıttaki elektrostatik kuvvetle itilmesi (ki çok büyük bir itme kuvveti masında kullanılan



sağlar).



-ion, son ek 1. "-leme, -leyiş, -me, -ma, : iş, eylem, süreç bildiren son ek. creation : yaratılış/yaratma. fusion : ergime. torsion : burulma, 2. işlem/eylem sonucunu bildirir. regulation : yönetmelik. union : birlik, 3. hal/durum bildirir. subjection : itaat, boyun eğme. -ation, ition, -tion ş.d.y. lonia, is. İyonya : Batı Anadolu ve Ege Adalarının eski adı. 10Dian, sf.&is. ı. İyonya(lılar)a ait, İyon+, İyonyalı+, 2. İyonyalı, Yunanlı, 3. eski Yunanlı­ ların başlıca dört bölümünden birine mensup üye, 4. - Islands : Yedi Adalar, Yunan Adalan: Korfu, Levkas, Itaka, Kefalonya, Zanta ve Cerigo, 5. - Sea : Yunan Denizi: Akdeniz'in İtalya, Sicilya ve Yunanistan arasında kalan kısmı. ionic, sf. ı. yükünsel, yükünlere/iyonlara/ iyonlara ait, 2. yükün/iyon şeklinde oluşan, 3. yükün+, iyon+, 4. - bond: yükünsel bağ, 5. - equation : yükünse1 denklem, bir tepkimede yalnızca karşılıklı etkileşen yükünleri gösteren denklem. lonic, sf.&is. ı. mim. İyonya Üsıo.bunda, iyonik, 2. (şiir) iki uzun iki kısa heceli (vezinle yazılmış şiir), 3. İyonya'ya/İyonyalılara ait, 4. İyon şivesi,S. kalınca bir çeşit harf. ionise/ionisable!ionisation, Brit. bk.: ionize!ioniza-ble!ionization. ionium, is. kim. iyonyum, toryumun ışın­ etkin yerdeşi. Simgesi: lo, atom nu. 90, atom ağ. 230. ionizable, sf. yükünleşebilir, iyonlaşabilir. ionization ı is. yükünleşme, iyonlaşma. ionİzation chamber, is. fiz. yükünleşme odacığı, üşerleşim odacığı, iyonlaşma hücresi : X-ışınlarının yoğunluğunu, ışınetkin maddelerin çözüşüm hızını ölçmekte kullanılan içi gazla dolu ve iki elektrodu bulunan cihaz. Elektrotlar arasından geçen akım içerideki gazın yükünleş­ me derecesini gösterir. ion chamber d.d. -lış"



Iraqi ionize, f -ized, -izing



yükünleş(tir)mek,



üşerleş(tir)mek, iyonlaş(tır)mak,



iyonlara



ayır­



(ıl)mak.



is. yükünleştiren üşerleştiren, iyonlara ayıran. ionogen(ic), is.&sf kim. yükün üreten, iyon veren, yükünleşen, iyonlaşan. ionomer, is. kim. yükünem, yükünsel bağı nedeniyle elektrik akımı geçiren pHıstik madde. ionopause, is. meteor. yükün geçiş bölgesi : yeryüzünden z 640 km yüksekte yükün küre (iyonosfer) ile ekzosfer katmanlarını ayıran bölge. ionophore, is. yüküntaşır : göze çeperinden geçemeyen yükünleri taşıyarak geçiren bileşimler sınıfı. Valinomycin gibi bazı antibiyotikler bu sınıftandır. ionosonde, is. yükün sondası : i ila 25 MHz arasındaki frekanslarda çalışan, yükün kürenin yükseklik ve kalınlığını ölçmekte kullanı­ lan radar. ionosphere, is. yükün küre, iyonosfer : yeryüzünden 80 ila 400 km yüksekte stratosferle ekzosfer arasında iyonlaşmış katmanlardan oluşan atmosfer bölgesi. ioııospheric, sf yükün küresel, iyonosferik. -ally : yükün küre ile ilgili olarak. iontophoresis, is. yükün ulaşım: vücut dokuları ve deriden bazı ilaçların iyonlarını elektrik akımı aracılığı ile geçiren hekimlik yöntemi. iontophoretic : yükün ulaşımsal. -ior, son ek kökü latince olan kelimelere takılan karşılaştırma eki. ör.: superior: üstün. ulterior : sonra gelen, sonraki. iota, is. 1. zerre, çok küçük miktar, önemsiz şey. not one/an - : hiç, asla, zerre kadar. Not an - of truth in the story. There is not an - of truth in that. 2. yota, Yunan alfabesinin dokuzuncu harfi, 3. -cism : yotacılık : yota harfinin veya onun temsil ettiği sesin aşırı kullanılması. e.a.- 1. jot, bit, particle, atom, grain, mite. LDU = I.O.U. = i owe you (size borçluyum) : borç senedi. -iour =-ior, son ek "-ci, ... yapan" ör.: saviour; varrior. IPA = I.P.A. = International Phonetic Alphabet, 2. International Phonetie Assoeiation, 3. International Press Association. ipecac = ipecacuanha, is. ı. bat. amel otu (Cephaelis ipecacuanha, C. acuminata) : G Amerika'da yetişen kızıl kök familyasından tır-



ionizer,



iyonlaştıran,



manıcı



bir bitki, 2. bu bitkinin kurutulmuş kökü (kusturucu ve müshil olarak kullanılır). ipm = i.p.m. = inches per minute = 42.33xlQ-5 mis. ipomoea, is. 1. bot. çalapa, gündüz sefası (lpomoea): bazı türleri iri güzel çiçek açar, 2. çalapa kökü (lpomoea orizabensis ) : müshil olarak kullanılan bir tür reçine verir. ips = i.p.s. = inches per second = 0.0254 mis. ipse dixit, Lat. ı. kendisi söyledi, 2. mesnetsiz söz, kanıtsız/ispatsız iddia. ipsilateral, sf bedenin aynı tarafında bulunan/gözüken/etki yapan. -ly : bedenin aynı tarafını etkileyecek şekilde. ipsissima verha, Lat. tıpkı söz, harfiyen/ kelimesi kelimesine aynı/tıpkısı, bir kimsenin aynen söylediği söz. e.a.- verbatim. ipsissimis verhis, Laı. aynen, kendi sözleri ile. ipso facto, Lat. bizzat, bizatihi, haddizatın­ da, gerçekten, sırf bu nedenle, sırf bu olay dolayısıyla. to be condemned ipso facto. ipso jure, Lat. yasallkanuni olarak, yasa gereğince.



IQ



= I.Q. psikoL. bk.:



intelligence quoti-



ent. i.q. =idem quod , ... -in aynı/tıpkısı. e.a.the same as. Ir, ı. kim. iridyum (simgesi), 2. bk.: Irish (4). ir-, ön ek in- ön ekinin r ile başlayan kelime önündeki şekli. ör.: irradiate, irreducible, irresponsible I.R.A. = ı. Irish Republican Army, 2. Investment Retirement AccounL iracund, sf esk. ı. sinirli, asabi, çabuk öfkelenen, 2. -ity : sinirlilik, asabılik, çabuk öfkelenme. e.a.- 1. iraseible, choleric. irade, is. T. irade, padişahın yazılı emri. Irak Iraq, is. Irak. Iraki, is., ç. -kis Iraklı. Iraqi d.d. Iran, is. ı. İran, 2. -ian: (a) İranlı, (b) İran+, İran'a özgü, (c) Aeemee, Farisice, 3. -ian Plateau : İran Yaylası. Iraq, is. Irak. Irak ş.d.y. Iraqi, sf &is., ç. -qis ı. Iraklı" 2. - Arabic d.d. Irak Arapçası, 3. Irak+, Iraklı+, Irak dili+. Iraki ş.d.y.



=



1869



irascible irascible, sf. 1. sinirli, asabi, çabuk öfkelenir, huysuz, ters tabiatli, 2. öfkeli, sert, öfke ile söylenen/yapılan. an - response. 3. -ness: sinirlilik, asabilik, çabuk öfkelenme, huysuzluk, 4. irascibly: sinirli/asabi bir şekilde, öfke ile, huysuzlukla, sert sert, asabiyetle. e.a.- 1. testy, touchy, irritable, choleric, short-tempered. k.a.- 1. calm, even-tempered. irate, sf. ı. sinirli, asabi, öfkeli, hiddetli, kızgın, 2. öfke ile yapılan/söylenen. an - reply. 3. -Iy: sinirli/asabi bir şekilde" öfkeli öfkeli, hiddetle, 4. -ness: sinirlilik, asabilik, öfkelilik, hiddetlilik, kızgınlık. e.a.- 1. angry, enraged, furious, provoked. k.a.- 1. calm. IRBM I.R.B.M. = Intermediate Range Ballistic Missile : orta menzilli güdümlü mermi. ire, is. 1. öfke, hiddet, kızgınlık, gazap, tehevvür, 2. -Iess: öfkesiz. e.a.- 1. anger, fury, rage, choler, spleen, wrath. Ire. = Ireland. ireful, sf. ı. öfkeli, hiddetli, kızgın, k.d. tepesi atmış. an· - look. 2. çabuk öfkelenir/kızar/ hiddetlenir, 3. -Iy: öfke ile, öfkeli öfkeli, hiddetle, 4. -ness : öfkelilik, hiddetlilik, kızgınlık. e.a.- 1. angry, wrathful, 2. irascible. Ireland, is. ı. Eıiıerauld Isle veya (Latince) Hibernia d.d. İrlanda, 2. Republie of - : İr­ landa Cumhuriyeti. Eski adı : Irish Free State (1922-37), Eire (1937-49). Irelander,. is. İrlandalı. irenic = irenical, sf. 1. barışçı, barışsever, sulhsever, sulhperver, barış/sulh taraftarı, 2. uzlaştıncı, barışa/sulha götüren, 3. irenkally : barışçı yoldan, barışseverlikle. e.a.- 1. peacef.Ü, pacific, 2. conciliatory. k.a.- 1. acrimonious. irenies, ç. is. Hristiyan kiliselerini uzlaş­ tırma doktrini: Irgun, is. Palestin İngiliz idaresinde iken faaliyet gösteren militan Yahudi örgütü. irid-, ön ek bk.: irido-. iridaeeous, sf. bot. ı. süsengillerden (olan bitki) : zambak, çiğdem, kuzgunkıhcı (glayöl) vb., 2. süsengillere ait, zambağa benzer, zambağım­ sı, zambak gibi. irideetomy, is., ç. -mies cer. iris ameliyatı: irisin kısmen ameliyatla çıkarılması. irides, is. irisler. bk.: iris. irideseenee, is. pınldaşma, renkli pınltı, renk oynaşması, yanardönerlik.



=



1870



irideseent, sf 1. pınldaşan, pınltılı, renk yanardöner, rengarenk, gök kuşağı gibi renkler saçan, 2. -Iy : pınldaşarak, pı­ rıl pml, pmldayarak. iridic, sf. kim. iridyumlu, dört valansh iridyum içeren. iridium, is. kim. iridyum: platine benzer kıymetli metal. Simgesi : Ir, atom ağ. 192.2, atom nu. 77, özgüı ağ. (20°C'de) 22.4. Platin alaşımlarında, dolmakalem ucu, mücevherat vb.



renk



pmıdayan,



yapımında kullanılır.



irido- = irid·, ön ek ı. "gök kuşağı, pı­ renk renk", 2. "iris". ör.: iridotomy, 3. "iridyumlu". ör.: iridosmine. iridoeyclitis, is. patol. iris ve kirpik iltihabı. iridosmine = iridosmium, is. iridosmin : doğalolarak bulunan iridyum-osmiyum alaşımı. Genelolarak radyum, rutenyum ve platin de içerir. iridotomy, is., ç. -mies cer. sun'i göz bebeği yapma (ameliyatı). iris, is., ç. irises, irides 1. anat. iris, kuzahiye, göz bebeği etrafındaki renkli kısım, 2. bot. zambak, süsen. yellow - : san zambak. brown - : pas la1esi (Iris lurida), 3. gök kuşağı, 4. pınltı, ışıltı, yanardönerlik, renk renk panıdarna, 5. gök kuşağı tanrıçası, aUiimissema mabudesi, 6. - diaphragm : foto. diyafram. e.a.- 3. rainbow, 4. iridescence. Irish, sf. &is. 1. İrlandalı, 2. İrlanda+, İrlan­ daya/İrlandalılara özgü.. 3. İrlandaca, Celtic kökünden gelen bir dil, 4. - English d.d. İrlanda İngilizcesi, İrlandalılann değişik bir şive ile konuştukları İngilizce, 5. - bull : İrlandalı saçması : anlamlı görünen fakat aslında saçma olan söz. "lt was hereditary in his family to have no children. " gibi, 6. - eoffee : İrlanda kahvesi, viski ve kremalı kahve, 7. - eonfetti : mermi gibi atılan taş, tuğla, kaya vb. 8. - Free State : Bağımsız İrlanda Devleti, İrlanda Cumhuriyetinin eski adı (1922-37), 9. - Gaelie : İrlanda Keltçesi, İr­ landa'da konuşulan Kelt dili. kıL' IrGael, 10. -ism : İrlanda adeti/töresi/davranışı/deyimi vb. 11. -Iy : İrlandalı gibi/tarzında, 12. - man: İrlandalı, 13. - moss =: earrageen, earragheen : İrlanda yosunu (Chondrus crispus) : Avrupa ve K Amerika'nın Atlantik kıyılarında bulunan morumsu kahverengi yosun, 14. - Pale bk.: pale2



nltı(lı),



iron2 (6), 15. - potato: patates, 16. - Republie : İr­ landa Cumhuriyeti, 17. - Republiean Army = I.R.A. : İrlanda Cumhuriyet Ordusu: İrlanda'nın İngiltere'denbağımsızlığını sağlamak için kurulmuş ve 1936'da İrlanda hükumetince yasa dı­ şı ilan edilmiş yer altı örgütü, 18. - Sea : İrlan­ da Denizi : Atlantik'in İngiltere ve İrlanda arasındaki kısmı, 19. - setter : İrlanda köpeği : kestane veya maun rengi tüylü bir cins köpek, 20. - stew : patatesli yahni, 21. - terrier : İrlan­ da teriye köpeği, 22. - tweed : İrlanda tüvidi, erkek (elbiselik/paltoluk) kumaşı, 23. - water spaniel : İrlanda spanyeli : kalın, kıvırcık, vişne rengi tüylü, uzun kulaklı bir tür ufak köpek, 24. - whiskey : İrlanda viskisi, 25. - wolflıound : İrlanda kurt köpeği. Irishry, is., ç. -ries 1. İrlandalı, 2. İrlanda tabiat ve mizacı, İrlandalılara özgü nitelik. iris shutter, is. fotoğraf makinesi diyaframı.



iritis, is. göz. iris



iltihabı.



iritic: irisi ilti-



haplı.



irk, gL.f bıktırmak, usandırmak, taciz/ bizar etmek, üzmek, sıkıntı vermek, canını sık­ mak, bezdirrnek. it -s me to (do that) : Bunu yapmaktan usandım. It -s us to wait for people who are always late. e.a. - annoy, irritate, exasperate, chafe, fret, bother, tire, weary, vex, disgust, bore, bug. k.a.- please, delight, cheer, overjoy. irksome, sf 1. bıktıncı, usandırıcı, taciz/ bizar edici, üzücü, sıkıntı verici, can sıkıcı, bezdirici. - restrictions. an - task. 2. -ly : bıktınr­ casına, usandırırcasına, taciz/bizar ederek, üzerek, sıkıntı vererek, can sıkıcı/bezdirici bir şe­ kilde, 3. -ness: bıktırıcılık, usandıncılık, üzücülük, can sıkıcılık, bezdiricilik. e.a.- 1. distressing, tiresome, tedious, annoying, irritating, boring, vexing. IRO = International Re.fugee Organization : Milletler Arası Mülteci Örgütü. iron 1, is. 1. kim. demir. Simgesi : Fe, atom ağ. 55.847, atom nu. 26, özgüı ağ. (2DOCde) 7.86. east - : dökme demir. pig - : pik. wrought - : dövme demir, 2. sağlam, metin, kuvvetli, demir gibi (şey). of - : demirden, demir gibi. Man! heart of - : metin adam/sağlam yürek, 3. demirden eşya, demirden yapılmış şey. solde-ring - : havya. - mask : demir maske, 4. ütÜ. electrie - :



elektrik ütüsü. to give a dress an - : elbiseye ütü vurmak, elbiseyi ütülemek, 5. dağlama, demiri, kızgın demir, 6. maden uçlu golf sopası, 7. zıp­ kın, 8. tıp (kansızlığın tedavisi için verilen ve demir içeren) kuvvet şurubu, 9. -s: köstek, pranga, bukağı, ayak zinciri. to put/dap s.o. in -s : (birini) zincire vurmak, 10. esk. kılıç, 11. angle- - : köşebent demiri, 12. eurling - : saç maşası, 13. in -s : (a) den. yelkenlerinin rüzgara nazaran durumu manevra yapmasına engelolan, (b) into -s d.d. köstekli, prangalı, zincire vurulmuş, into -s d.d. köstekli, prangalı, zincire vurulmuş, 14. -s in the fire: öncelikli iş, bir kimsenin hemen ele alması gereken iş/proje. to have too many -s in the fire: kırk tarakta bezi olmak, işi başından aşmak. I'ye got too many -s in the fire: İşim başımdan aşıyor. 15. man!woman of - : çetinlzalim/amansız kimse, 16. old - : hurda demir, 17. pump - k.d. (spor yanşmala­ nnda) ağırlık kaldırmak, 18. rule s.o. with a rod of - : birine sert/müsamahasız davranmak, sıkı zapturapt altında tutmak, 19. Strike while the - is hot : Demir tavında dövülürlEIdeki fır­ satı kaçırma. 20. the - handlfist in the velvet glove : mülayim görünüş altında çelik gibi irade, ıl. - like : demir gibi, sağlam, dayanıklı. e.a.- 7. harpoon, 10. sword. iron2, sf 1. demir+, demirden yapılmış, 2. demir gibi, sağlam, metin, kuvvetli, 3. haşin, zalim, merhametsiz, katı yürekli, 4. yılmaz, yenilmez, sebatkar, azimkar, tuttuğunu kopanr. an - wilL. 5. sağlam, gürbüz, sıhhatli, demir/çelik gibi, 6. - Cross : Demir Haç : Prusya madalyası (I. Dünya Savaşı), Almanya kahramanlık nişanı (II. Dünya Savaşı), 7. - eurtain : demir perde : bir ülkenin (özellikle Sovyet Rusya ve kontrolü altındaki komünist ülkelerin) başka ülkelere (batıya) her türlü bilgi ve haber sızmasını önlemek için koyduğu düşmanca yasaklamalar, 8. - froth : demir köpük, süngerimsi hematit, 9. - glanee : histalli hematit, 10. - gray : demir kın, yeni kesilmiş demirin rengi, 11. - Guard: Demir Muhafız : Romanya'da II. Dünya Savaşından önce faaliyet gösteren faşist örgütü, 12. - hand : demir el, çok sıkı kontrol, 13. - horse : lokomotif, 14. - lung: çelik ciğer, sun'i akciğer, 15. - man argo yorulmaz, durup dinlenmeden çalışan kimse, 16. - pyrites : (a) pirit, (b) bk.: mareasite, (c) pyrrhotite, 17. - ration : demirbaş erzak,



1871



iron 3 18. - rust : pas, demir pası. e.a.-3. stern, harsh, eruel, 4. inflexible, unrelenting, 5. strong, robust, healthy. iron3, f 1. ütülemek. She -ed my shirt. 2. demir kaplamak, 3. zincire/prangaya vurmak, 4. ~ out: (a) k.d. yatıştırmak, uzlaştırmak, aralarını bulmak, anlaşmazlıkları/engelleri/pürüz­ leri gidermek. - out misunderstandings /points of disagreement. (b) ütü1emek, ütüleyerek düzeltmek. - out wrinkles. 5. -er : ütücü, ütüleyen, ütü makinesi Iron Age, is. 1. Demir çağıiDevri, 2. içinde bulunduğumuz (tehlikelerle, güçlük ve meşak­ katlerle dolu, bozuk) çağ. ironbark, is. bot. sert kabuk : Avustralya'da yetişen sert kabuklu okaliptüs ağacı (Euealyptus resinifera). Kerestesi ve reçinesi makbuldür. ironbound, sf 1. demirle takviyeli/bağlı, 2. kayalıklı, arızalı, 3. sağlam, mukavim, dayanıklı, katı, sert. e.a.- 2. roek-bound, rugged, 3. rigid, unyielding, unalterable, inflexible. ironclad, sf &is. 1. zırhlı, demir/çelik kaplı, 2. sağlam, kuvvetli, bozulmaz (söz, kontrat, şart vb.). an - eontract. 3. (XIX. yy.da) ahşap üzerine demir zırh kaplanmış gemi, zırhlı harp gemisi. irone, is. kim. süsen özü: C14H220. Süsen köklerinden elde edilen ve parfümeride kullanılan renksiz, uçucu, menekşe kokulu izomerik doymamış keton. ironfisted, sf zalim, merhametsiz. e.a.ruthless, tyrannical. Iron Gate(s), is. Demirkapı Geçidi: Tuna nehrinin Yugoslavya ile GB Romanya arasında Karpat Dağlarında açtığı 3.2 km uzunluğundaki dar boğaz. Almanca : Eisernes Tor, Romence: Portile de Fier. ironhanded, sf 1. demir elli, müstebit, despot, zalim, 2. -ly : müstebidane, zalimce, despotlukla, 3. -ness: zalimlik, despotluk, müstebitlik. e.a.- 1. despotie. ironic = ironical, sf 1. alaycı, müstehzi, kinayeli. an - smile/compliment/remark. 2.. inceden inceye alaylistihza eden. an - speaker. an man. 3. garip, acayip, tuhaf, kaderin garip cilvesi, hazin tesadüf. It' s - that so many paeifists have died violent deaths. 4. ironically : (a) istihza ile, alaycı bir şekilde, müstehziyane, kinayeli/



1872



iğneleyici bir şekilde, inceden inceye alay ederek, (b) gariptir ki, kaderin garip cilvesi olarak. Ironicall)', the intelligence ehief was the last person to hear the news. (c) çift anlamlı olarak, 5. ironicalness : alaycılık, istihza, müstehziyane/kinayeli konuşma vb. e.a.-l&2. moeking, sarcastic, sardonie, faeetious, 3. surprising, unexpeeted, implausible, eurious, strange, odd, weird. k.a.- 1. sincere, straiglıforward, direct. 3. natural, predietable, expeeted. ironing, is. 1. ütüleme, 2. ütülenen/ütülenecek çamaşır/elbise vb. 3. - board : ütü tahtası/masası.



ironist, is.



mizahçı, cinasçı,



mizah/güldürü



yazarı.



ironize, gl.f -nized, -nizing 1. (besleyici/ kuvvetlendirici olarak) demir katmak, 2. istihza/ alayetmek, alaya almak, gülünçleştirmek, şaka­ ya vurmak. ironmaster, is. Brit. demirci ustası, demirhane şefi. iromnonger, is. Brit. hırdavatçı, nalbur, demir eşya satıcısı. ironmongery, is. Brit. 1. demir eşya, hır­ davat, nalburiye, 2. hırdavatçılık, nalburluk, demir eşya ticareti, 3. hırdavat/nalbur dükkam/ mağazası.



iron oxide, is. demir oksit. ironshod, sf demirli, demirden, demir geçirilmiş, demirle takviye edilmiş. - hooves. an - wheel. ironside, is. 1. yiğit/kuvvetli/dayanıklı adam, 2. b.h. Edmund II of England'ın takma adı, 3. -s: (a) Cromwell Oliver, (b) Cromwell'in askerleri. ironsmith, is. demirci. ironstone, is. ı. demir taşı : silisli demir cevheri, 2. - china d.d. beyaz çini: İngiltere'de XIX.yy. da geliştirilmiş sert, ağır ve dayanıklı bir cins porselen. ironware, is. demir eşya, demirden yapıl­ mış mutfak eşyası ve aletler. ironweed, is. bot. demir otu (Verninia) : Amerika'ya özgü, kırmızı, mor boru şeklinde çiçekler açan bir bitki. Sapı sert olduğundan bu ad verilmiştir.



ironwood, is. bot. sert ağaç : sert ve ağır kereste veren birkaç çeşit ağaç (gürgen vb.). ironwork, is. demir işi, demir eşya. omamental-o



irrationalist(ie) ironworker, is. ı. demirci, 2. demir işçisi, 3. çelik inşaatı işçisi. ironworking, is. demircilik. ironworks, is. demirhane, demir/çelik fabrikası/atelyesi.



irony, is., ç. -nies 1. istihza, kinaye, gizli/ inceden inceye alay, iğneleme, taş atma, kastolunan şeyin aksini söyleme. Örneğin pek fena bir şey için "That' s very good." demek gibi. Mark Twain' s humor is filled with -. 2. tersinIerne . etkiyi artırmak için tersini söyleyerek biriyleibir olayla alayetme, 3. (edebiyatta) mizah, hiciv, 4. Soeratic - d. d. bilmezlenme, bilmemezlikten gelme, tecahülüarif, argo işletme, 5. dramatic - d.d. bir piyeste oyuncunun bilmediği fakat seyircinin bildiği durum, 6. garip tesadüf, beklenmedik olay, tahmine/umulana zıt gelişen vak' a/hadise. It was an amusing - when a fake diamond was stolen instead ofreal one. 7. (yazı­ da/sözde) müstehzi üsllip, 8. mizahi/müstehzi ifade, 9. - of fate/cieumstanees : kaderini tesadüfün cilvesi. It was the - of fate that the great cancer doctor himself died of cancer. e.a.- 1-3. sarcasm, satire. Iroquoian, is. &sf 1. Irokça : KD Amerika kızılderililerinin konuştuğu diller grubu : Cayuga, Erie, Cherokee, Mohawk, Onondaga, Oneida, Seneca ve Tuscarora dilleri, 2. lrokça konu.. şan kimse. Iroquois, sf &is., ç. -quois ı. lroklu : K Amerika'da beş büyük kızılderili aşiretinden oluşan konfederasyana mensup (üye/şahıs): Cayugas, Mohawks, Onondagas, Senecas ve Tuscaroras aşiretlerinden oluşur. irradianee = irradiation, is. fiz. ışınlama. irradiant, sf ışınlayan, ışık saçan, parlayan, ışıldayan, parlak. e.a.- radiant, shining, irradiating. irradiate, sf &f -ated, -ating 1. ışımak, ışıklışın saçmak, 2. (fikren/man~n) aydınlat­ mak, tenvir etmek, 3. ışıklandırmak, aydınlat­ mak. Faces -d withjoy. 4. ışınlamak, 5. ışınla­ ma ile ısıtmak, 6. ışınla (X ışınları, ultraviyole ışınlan vb. ile) tedavi etmek, 7. ışınlamaya maruz bırakmak, 8. esk. ışık yaymak, parlamak, 9. parlak, ışıklı, aydınlık, 10. irradiative : ışı­ yan, ışık/ışın saçan, aydınlatıcı, tenvir edici ışıklandırıcı, 11. irradiator : ışın veren (aletı



makine) (Röntgen cihazı vb.). e.a.-1&3. illuminate, 2. enlighten, 4. radiate, 8. shine, 9. bright, irradiated. irradiation, is. 1. ışınla(n)ma, ışın yayma, aydınlatma, aydınlanma, ışıklan(dır)ma, 2. (fikren/manen) aydınlanma, tenevvür etme, 3. ışın, şua, 4. optik karanlık bir zemin üzerindeki parlak bir Cİsmin genişlemiş gibi gözükmesi, 5. ışın/şua tedavisi: X ışınları veya benzerlerinin hastalıkları tedavide kullanılması, 6. X ışınlarına vb. tutma/maruz bırakma, 7. bk.: irradianee. irradicable, sf ı. yok edilemez, sökülüp atılamaz, köklü, sağlam, 2. irradicably: köklü/ sağlam bir şekilde. e.a.- 1. deeprooted. irrational, ~f &is. 1. akılsız, düşüncesiz, muhakeme yeteneğinden yoksun (yaratık), kaçık, deli. Animals and fish are - creatures. She had become quite - about it : Bu hususta makul düşünemez oldu. 2. feL. us dışı, akıl dışı, usla kavranamayan, akla uymaz, makul olmayan, gayrimakul, 3. mantıksız, manasız, münasebetsiz, saçma, yersiz. - fearslbehavior. It is ~. to be afraid of the number 13. 4. mat. oransız, irrasyonel (sayı). - number: oransız sayı, iki tam sayının bölümü olarak ifade edilemeyen sayı (pi sayısı, 2, 3, 5 vb. gibi). - funetion : oransız işlev, iki çok terimlinin (polinornun) bölümü şeklinde ifade edilemeyen işlev, 5. mat. oransız: değişkenlerinden biri kök işareti altında bulunan veya kesirli üs içeren: xy + x = z gibi, 6. (LdtinIYunan şiiri} (a) mısraın veznini bozan (hece), (b) bozuk vezinli (mısra), 7. -Iy : akılsız­ ca, mantıksızca, manasızca, düşüncesizce, saçma bir şekilde, 8. -ness bk.: irrationality. e.a.- 1. unthinking, unreasoning, 2. unreasonable, unsound, 3. illogical, absurd, senseless, foolish, nonsensicaL. k.a.- 1. rational, 2. reasonable, 3. logical, wise, sensible. irrationalism, is. 1. (düşünce ve davranış­ ta) akılsızlık, mantıksızlık, manasızlık, saçmalık, 2. fel. us dışıcılık: akıl ve muhakemeye değil, içgüdü, hads, duygu ve dinsel inanışa dayanan, kainatı yöneten kuvvetlerin akıl mantık dı­ şı olduğunu savunan sistem. irrationalist(ie), sf&is. ı. akılsız, düşün­ cesiz, muhakeme yeteneğinden yoksun (yaratık), 2. akıl dışı, akla uymaz, gayrimakul, makul olmayan, 3. mantıksız, manasız.



1873



irrationality irrationality, is., ç. -ties (2. için) 1. sızlık, düşüncesizlik, saçmalık,



2.



akıl­



mantıksızlık, manasızlık,



akılsız(ca)/mantıksız(ca) davranışı



eylem/düşünce.



irreal, sf 1. sanal, gerçek olmayan, mevhum, hayali. 2. -ity : sanallık. irreciprocal, sf karşıtsız, karşılıklı/mütekabil olmayan. irreclaimable, sf ı. geri istenemez/alına­ maz, tekrar hak iddia edilemez, 2. ıslah edilemez, tarıma elverişli hale getirilemez, 3. -ness = irreclaimability : geri istenemezlik/alınamazlık; tarıma elverişsizlik, 4. irreclaimably : geri istenemeyecek/alınamayacak şekilde; tarıma elverişsiz olarak. irreconciliable, sf &is. 1. uzlaştırılamaz, barıştırılamaz, anlaştınlamaz, araları bulunamaz (kimse). - enemies. The partner's differences seem -. 2. uygunsuz, ahenksiz, uyuşmaz, telif edilemez, ahenk/birlik sağlanamaz, zıt (fikir/ tutum). - theories. 3. muhalif, karşı gelen, zıt fikirli kimse, 4. -s : zıt/uyuşmaz fikirler. The -s in the party made discussion of the proposal very difficult. 5. -ness= irreconciliability : uzlaşmazlık, barışmazlık, anlaşmazlık, uygunsuzluk, ahenksizlik, zıtlık, 6. irreconciliably : uzlaştınlamaz/barıştınlamaz/anlaştınlamaz bir şe­ kilde; uygunsuz/ahenksiz olarak, ahenk/birlik sağlanamaksızın, birbirine zıt olarak. e.a.- 1. unappeasable, hostile, 2. incompatible, inconsisk.a.- 1. reconciliable, appeatent, opposed. sable, 2. compatible, consistent. irrecoverable, sf 1. telafi edilemez, geri alınamaz, telafisi/geri alınması olanaksız, bir daha ele geçmez. - losses.Wasted time is-. 2. (borç vb.) tahsili imkansız, 3. düzeltilemez, tashih/tamir edilemez, 4. çaresiz, onulmaz, teselli kabul etmez. - sorrow. 5. -ness : telafi/geri alınma olanaksızlığı, düzeltilemezlik, tashih/tamir edilemezlik, çaresizlik, onulmazlık, teselli kabul etmeme, 6. irrecoverably : telafi edilemez/geri alınamaz/telafi si/geri alınması olanaksız bir şe­ kilde, düzeltilemez/tashih/tamir edilemez durumda, çaresiz olarak, onulmaz bir halde. e.a.- 1. irreparable, irretrievable. irrecusable, sf 1. reddedilemez, reddolunamaz, itiraz edilemez, reddi/itirazı imkansız, kabulü zorunlu, 2. irrecusably : rethtiraz edilemeyecek şekilde, kabulü zorunlu olarak.



1874



irredeemable, sf ı. geri (satın) alınamaz, bedeli iade edilemez, 2. (kağıt para) madeni paraya çevrilemez, nakde tahvil edilemez. - paper money. 3. (rehinden) kurtarılamaz, (bedeli ödenerek) geri alınamaz, geri istenilemez, 4. çaresiz, islah/tamir/telafi edilemez, ümitsiz, kurtarılamaz. an - loss/misfortune. 5. -ness = irredeemability : geri alınamazlık, bedeli iade edilemezlik; nakde tahvil edilemezlik, (rehinden) kurtarılamaz­ lık, çaresizlik, islah/tamir/telafi edilemezlik, ümitsizlik, 6. irredeemably : geri alınamayacak şekilde, (rehinden) kurtarılamayacak durumda, çaresizlikle, ümitsizlikle. e.a.- 2. inconvertible, 3. irreclaimable, 4. irreparable, hopeless. irredenta = irridenta, is. It. yabancı idaresi altına geçmiş arazi/ülke. irredentism, is. kurtarmacılık, istirdatçı­ lık, yabancı idaresine geçmiş toprakları geri alma politikası. irredentist, is.&sf 1. kurtarmacı, istirdatçı, ilhakçı : 1878'de İtalya'da kurulan ve İtalyan asıllı halkın yaşadığı toprakları İtalya'ya ilhak politikası güden partinin üyesi, 2. istirdat/ilhak/ kurtarma politikası güden (kimse). irreducible, sf. 1. indirgenemez, irca edilemez, azaltılamaz, küçültülemez. $500 is the minimum for repairs to the house. 2. sadeleştiri­ lemez, başka (daha basit) şekle sokulamaz, indirgenemez. an - matrix/polynomial/equation. 3. - ness = irreducibility: indirgenemezlik, S3deleştirilemezlik, 4. irreducibly : indirgenenıe­ yecek/sadeleştirilemeyecek bir şekilde. irreductible, sf bk.: irreducibie. irreflexive, ~:f yansımaz. - reiation : yansımaz bağıntı.



irreformable, sf. 1. düzeltilemez, ıslah edilemez, başka biçime/düzene/şekle sokulamaz, 2. değiştirilemez, tadil edilemez. - dogma. 3. irreformabiiity : düzeltilemezlik, değiştirile­ mezlik. irrefragrable, sf. 1. inkar edilemez, aksi iddia edilemez, itiraz götürmez. - arguments. 2. kınlamaz, ihlal edilemez, değiştirilemez. an cement. - rules. 3. -ness = irrefragrability : inkar edilemezlik; değiştirilemezlik, 4. irrefragrably : inkar edilemez/itiraz götürmez bir şekil­ de, ihlal edilemeyecek/değiştirilemeyecek tarzda. e.a.- 1. undeniable, indisputable, incontrovertible, 2. indestructible, inviolable.



irremovable irrefrangible, sf ı. bozul(a)maz, dokunul(a)maz, ihlal edilemez, fesholun(a)maz. an law. 2. kırılmaz (ışın), 3. -ness irrefrangibiUty: bozulmazlık, dokunulmazlık, ihlal edilemezlik, fesholunmazlık, 4. irrefrangibly :bozul(a)maz/dokunul(a)maz/ihlal edilemez/fesholun(a)maz şekilde. irrefusable, sf reddedilemez. irrefutable, sf ı. çürütülemez, cerh edilemez, aksi kanıtlanamaz, reddedilemez, inkar edilemez, aksi iddia/ispat edilemez. - proof 2. -ness = irrefutability: çürütülemezlik, cerh edilemezlik reddedilemezlik, 3. irrefutably : çürütülemez/reddedilemez bir şekilde. e.a.- 1. incontrovertible. irreg. = irregular(ly). irregardless, sf bk.: regardless [NOT: irregardless kelimesi ir- ve -less gibi iki olumsuzluk eki içerdiğinden dil bilgisi bakımından yanlıştır. Ancak mizah ve alay için kullanılır.] irregular, sf &is. 1. düzensiz, nizamsız, intizamsız, gayrimuntazam. an - pattern. an - pulse. to be - in attendance. He leads a very - life. 2. usulsüz, yolsuz, yöntemsiz, usule aykırı. an proceeding. 3. çarpık, düz(gün) olmayan, bozuk, arızalı, 4. töre dışı, adetlere/törelere/ahlak kurallarına aykırı. an - marriage. - behavior /habits. S. bat. bakışımsız, simetrisiz, simetrik olmayan (çiçek, yaprak vb.), 6. gr. kuralsız, kıyassız, gayrikıyası. The verbs "keep" and "see" are in their inflections. "Be" is an - verb. 7. As. başıbozuk, çeted (asker). - troops. 8. kusurlu, özürlü (mal). a sale of slightly - shirts. 9. intizamsızlanormal kimse, 10. -ly : düzensiz/ gayrimuntazam bir şekilde. e.a.- 1. uneven, disorderly, erratic, capricious, 2. unmethodical, unsystematic, unusual, anomalous, 4. unconventional, improper, disorderly, 5. zygomorphic. k.a.- regular, normal, natural. irregularity, is., ç. -ties (3,4,5 ,için) ı. düzensizlik, nizamsızlık, intizamsızlık, 2. usulsüzlük, yolsuzluk, yöntemsizlik, usule/töreye/ nizama aykırılık, 3. çarpık/düzensiz/bozuk şey, arıza, engebe. irregularities of the earths suiface. 4. töreyi/yasayı/kuralları bozma/saymama/ ihlal etme, yolsuzluk. Alleged irregularities in the govemment. 5. pekIik, kabızlık, inkıbaz. e.a.- 5. constipation.



=



irrelative, sf ı. gen. - to : ilgisiz, münasebetsiz, ilgisi/ilişkisi/alakası olmayan, 2. konu dı­ şı, 3. -ly : ilgisi/münasebeti olmaksızın, konu dışı olarak, 4. -ness: ilgisizlik, münasebetsizlik, konu ile ilgisi olmama. e.a.-1&2. irrelevant. k.a.- 1&2. relevant, pertinent. irrelevance, is. ı. ilgisizlik, münasebetsizlik, ilgisiz/alakasız/konu dışı olan şey. areport full of -s. irrelevancy, is., ç. -Cİes bk.: irrelevance. irrelevant, sf ı. ilgisiz, alakasız,. yersiz, münasebetsiz, konu ile ilgisi/ilişkisi/alakası olmayan, uygulanamaz. - remarks/evidence. What you say is - to the subject. That's -. 2. önemsiz, önemi yok. If he can do the job well, his age is - (=does not matter). 3. -ly: ilgisi/münasebeti olmaksızın, konu dışı olarak. e.a.- 1. immaterial, unrelated, impertinent, inapplicable. k.a.- 1. relevant, pertinent, related. irrelievable, sf (sıkıntısı/ıstırabı vb.) hafifletilemez, azaltılamaz, yardım edilemez. irreligion, is. ı. dinsizlik, 2. din düşmanlı­ ğı, din aleyhtarlığı, dine saygısızlık, 3. -ist : dinsiz, din düşmanı. irreligious, sf ı. dinsiz, dindar olmayan, dinle ilgisiz, 2. dine aykırı/muhalif, 3. din düş­ manı, din aleyhtarı, 4. -ly: dinle ilgisi olmaksı­ zın, dine aykırı olarak. irremeable, sf esk. ı. dönülmez, rücu edilemez, dönülmesi olanaksız, 2. irremeably : dönülmeksizin. e.a.- 1. irreversible. irremediable, sf ı. çaresiz, şifasız, tedavisiz, tedavisi olanaksız, çare bulunmaz, 2. telafi olunamaz. düzeltilemez, tamiri olanaksız, 3. -ness: çaresizlik, şifasızlık, tedavi olanaksızlığı, 4. İr­ remediably : çaresizlikle, şifasız/tedavisi olanaksız bir şekilde, çare bulunmaksızın. e.a,- 1. incurable, 2. irreperable. irremissible, sf ı. bağışlan(a)maz, affedi1(e)mez, affolum(a)maz, 2. -ness = irremissİ­ bility: bağışlanea)mazlık, affedilee)mezlik, 3. irremissibly: bağışlan(a)maz/affedil(e)mez bir şe­ kilde. e.a.- 1. unpardonable. irremovable, sf 1. kaldırılamaz, çıkarıla­ maz, azledilemez, görevinden atılamaz, 2. -ness = irremovability: kaldırılamazlık, çıkarılamaz­ lık, azledilemezlik. irremovability from office: makamdanıgörevden azledilemezlik, 3. irremovably: azledilemeyecek şekilde.



1875



irreparable irreparable, sf ı. onarılamaz, tamir edilemez/olunamaz, düzeltilemez, giderilemez, telafi edilemez, çaresiz. - harmidamage. She has done - damage to her reputation. 2. -ness = irreparabHity : onarılamazlık, tamir edilemezlik, düzeltilemezlik, telafi imkansızlığı, 3. irreparably : onarılamayacakltamir edilemeyecekldüzeltilemeyecek bir şekilde. e.a.- 1. irretrievable. irrepealable, sf ı. feshedilemez, iptal edilemez, (yürürlükten) kaldırılamaz, bozulamaz, 2. -ness = irrepealability : feshedilemezlik, iptal edilemezlik, (yürürlükten) kaldırılma/bozul­ ma olanaksızlığı, 3. irrepealably : feshedilemeyecekliptal edilemeyecek şekilde. e.a.- irrevocable. irreplaceable, sf ı. eşsiz, eşi bulunmaz, yeri doldurulamaz, 2. -ness = irreplaceability : eşsizlik, 3. irreplaceably : eşsiz/eşi bulunmaz bir şekilde. irrepleviable = irreplevisable, sf huk. (gasp edilmiş eşya) istirdat edilemez, geri alına­ maz, istirdadı/geri alınması olanaksız. irrepressible, sf ı. bastırılamaz, zapt olunmaz, önüne geçilmez, durdurulamaz, tutulamaz, taşkın, coşkun. - high spirit. an - talker. an urge to have a chocolate milk. an - chHd : ele avuca sığmaz çocuk, afacan, haşarı, 2. -ness = irrepressibility : zapt olunmazlık, önüne geçilmezlik, taşkınlık, coşkunluk, 3. irrepressibly : zapt olunmaz/önüne geçilmez bir şekilde. e.a.1. uncontrollable. irreprochable, sf ı. kusursuz, noksansız, mükemmel, hatasız, kabahatsiz, nmaheze edilemez' kusur/noksan bulunamaz. - conduct. 2. -ness : irreprochability : kusursuzluk, noksansızlık, mükemmellik, hatasızlık, 3. irreprochably : kusursuz/noksansız/mükemmel bir şe­ kilde. e.a.- 1. blameless, fattltless. irresistible, sf ı. dayanılmaz, mukavemet edilee)mez, önüne durulamaz, ezici, yıkıcı, çok kuvvetli, karşı konulamaz. - desires/temptations. an - argument. an - political force. 2. çok caziplçekici, baştan çıkaran. On this hat day the sea was -. She saw an - fur coat in the shop window. 3. -ness = irresistibility: dayallllnıaz­ lık, mukavemet edil(e)mezlik, önüne durulamazlık, ezicilik, yıkıcılık; aşırı cazibe/çekicilik, 4. irresistibly : dayanılmaz/mukavemet edil-



1876



(e)mez bir şekilde, karşı konulamazcasına, kuvvetle, son derece caziplçekici bir şekilde. irresoluble, sf ı. çözülemez, açıklanamaz, izah edilemez, 2.esk. (sıkıntı vb.) hafifletilemez, dağıtılamaz, defedilemez, giderilemez, 3. esk. eri(tile)mez, çözüşmez, 4. irresolubility : çözülemezlik, açıklanamazlık, izah edilemezlik. e.a.3. indissoluble. irresolute, sf ı. kararsız, ikircikli, ikircimli, mütereddit, şüpheli. He stood there -, not knowing which path to try. 2. azim ve sebattan mahrum, çekingen, kararsız. An - person makes a poor leader. 3. -ly : kararsızlıkla, ikircikle, ikircimle, tereddütle, çekingenlikle, 4. -ness : kararsızlık, tereddüt, şüphe, çekingenlik. e.a.1. undecided, hesitating, vacillating, indecisive, faint-hearted, doubtful, waveringo k.a.- 1. resolute, decisive, determined. irresolution, is. kararsızlık, ikircim, tereddüt, şüphe, ne yapacağını bilmeme. e.a.- indecision, vacillation. irresolvable, sf 1. çözÜıemez, halledilemez, çözümü/halli olanaksız, karışık, muğlak, 2. tahlil/analiz edilemez, çözüştürülemez, elemanlarına ayrılamaz, 3. -ness = irresolvabiUty : çözülemezlik, halledilemezlik, çözüm olanaksızlığı, karışıklık, muğlaklık; çözüştürüle­



mezlik. irrespective, sf 1. tarafsız, bağımsız, müstakil, önemsemez, önemlehemmiyet vermez, hesaba katmaz, itibar etmez, 2. - of : -e bakmadan, -i hesaba katmadan, önem vermeden, nazarıiti­ bara almaksızın, fark gözetmeksizin, ... ne olursa olsun. Any person, - of age, may join the club : Yaşı ne olursa olsun (yaş farkı gözetmeksizin) herkes kulübe katılabilir. They send information every week, - of whether it's useful or not. He rushed forward to help, of the consequences. - of my wishes, i should go. 3. irrespectively: bakmadan, hesaba katmadan, nazarı­ itibara almaksızın, fark gözetmeksizin, ... ne olursa olsun, -den bağımsız olarak. e.a.- 2. regardless, without regard to, ignoring. irrespirable, sf teneffüs edilemez, teneffüse elverişsiz. irresponsible, sf &is. ı. sorumsuz, rnes' uliyetsiz. A dictatar is an - ruler. 2. düşünce­ siz, dikkatsiz, umursamaz, başkasının hakkına saygı göstermeyen (kimse). lt was - to leave the N



irritant broken glass on the sidewalk. 3. güvenilmez, mes'uliyet duygusundan yoksun (kimse). ~ teenagers. - behavior. She is an ~mother.4 • ....ness = irresponsibility: sorumsuzluk, mes'uliyetsizlik, 5. irresponsibly : sorumsuzca, düşüncesizce, dikkatsizce, umursamadan, umursamaksızın, mes'uliyetine müdrik olmayarak. e.a.- 2&3. careless, undependable, unreliable, indifferent, immature, untrustworthy, thoughtless, imprudent, reckless, capricious. k.a.- 1-3. responsible, carefül, thoughtful, trustworthy, dependable. irresponsive, sf ı. yanıtsız, cevap/karşı­ lık vermez, mukabele etmez, 2. etkilenmez, müteessir olmaz, uyarıya cevap vermez. 3. -ness : yanıtsızlık, (uyarıya vb.) cevap vermeme, mukabele etmeme, etkilenmeme, müteessir olmama. irretentive, sf 1. unutkan, (aklında) tutamayan, 2. -ness =irretention : unutkanlık. irretraceable, sf ı. izlenemez, izi bulun(a)maz, izi takip edilerek geriye/membaına gidilemez, 2. irretraceably : izlenemez bir şekilde. irretrievable, sf ı. bir daha ele geçmez, geri alınamaz, telafi/tamir edilemez, eski haline getirilmesi olanaksız. an - loss. They have done ~ damage to the physical environment.· 2. -ness = irretrievability :telafi/tamir olanaksızlığı, 3. irretrievably : bir daha ele geçmeyecek şekilde, telafi/tamir edilemez bir şekilde, tamamen, büsbütün. The war was irretrievably lost. irreverence, is. 1. saygısızlık, hürmetsizlik, (özellikle dinı hususlara) riayetsizlik, 2. saygısız/hürmetsiz eylem/tutum/davranış.



e.a.-ı.



disrespect. irreverent, sf 1. (dine) saygısız, hürmetsiz, riayetsiz. Talking during a prayer is an act. 2. -ly : saygısızca. e.a.- ı. disrespectful, impious, irreligious, profane, blasphemous, impudent, shameless. irreversible, sf ı. tersinmez, ters/geri çevrilemez, rücu edilemez, geri dön(ül)mez, tamir/ telafi edilemez, dönüşsüz, değişmez, tek yönlü. an ~ decision. - changes to the elimate. The damage was~. 2. -ness = irreversibility: tersinmezlik, ters/geri çevrilemezlik, dönüşsüzlük, değişmezlik, 3. irreversibly : tersinmez bir şekil­ de, ters/geri çevrilemezcesine, tamiriitelafisi imldinsız bir şekilde. The ozone layer would be irreversibly damaged.



irrevocable, sf ı. feshedilemez, değiştiril­ (e)mez, kesin, kat'ı, geri alınamaz, dönüşsüz, gayrikabili rücu. an ~ promise. My decision is -. an - decree. 2. geri gelmez, bir daha ele geçmez. an ~ past. 3. -ness = irrevocability : feshedilemezlik, değiştiril(e)mezlik, kesinlik, kat'Ilik, 4. irrevocably : feshedilemez/değiştiril(e)mez bir şekilde, kesin olarak, kat'iyetle. e.a.-I. unalterable, irreversible, fina I, conelusive, unchangeable. k.a.-I. reversible, changeable, alterable. irrigate, gL.f -gated, -gating ı. (tarla, arazi vb.) sulamak. - desert areas and make them fertile. 2. tıp (yarayı/kanalı vb. antiseptik sıvı ile) yıkamak, üzerine antiseptik sıvı püskürtrnek. to - the nose and throat with warm water. 3. ıslatmak, 4. (su serperek vb.) tazele(ndir)rnek, 5. irrigable : sulanabilir (arazi), 6. irrigably : sulanabilecek şekilde, 7. irrigator : sulayan. e.a.-3, moisten, wet, 4. refresh, revitalize. irrigation, is. 1. (tarla, arazi vb.) sula(n)ma. ~ is needed to make crops grow in dry regions. an ~ project. ~ canals. 2. tıp (yarayı vb.) yıkama, tedavi için ıslak tutma, sıvı içine sokma, 3. -al: sulama+, 4. -ist : sulama uzmanı. irrigative, sf sulama+, sulamaya yarayan. irriguous, sf az kul. ı. sulu/sulak/iyi sulanan (arazi), 2.bk.: irrigative. e.a.-I. well-watered, moist. irritability, is. ı. titizlik, öfke(1İlik), sinirlilik, çabuk kızma/öfkelenme/hiddetlenme. Signs of overwork are nervous tension, - and indigestion. 2. fizy. biy. irkilme, irkilim. irritable, sf 1. titiz, ters, huysuz, sinirli, alıngan, çabuk kızar/öfkelenir/hiddetlenir. She has been so ~ lately that i think she must be tll. 2. fizy. biy. çabuk irkilir, 3. patol. duyarlı, hassas, çabuk tahriş olurliltihaplanır. A baby's skin is often quite -. 4. -ness bk.: irritability, 5. irritably : titizlikle, huysuzlukla, sinirli sinirli, alınganlıkla, çabuk hiddetlenerek. e.a.- 1. testy, touchy, petulant, peevish, irascible. irritancy, is. ı. öfke, sinirlilik, 2. irkiItme, dalayıcılık, muharrişlik.



irritant, sf &is. ı. öfkelendirici, sinirlendirici, hiddetlendirici, kışkırtıcı, tahrik edici, 2. irkilten, dalayıcı, tahriş edici, muharriş (madde), 3. sinirlendirenlöfkelendiren şey.



1877



irritate irritate, f -tated, -tating ı. kızdırmak, sinirlendirmek, öfkelendirmek, hiddetlendirmek, kışkırtmak, tahrik etmek. His foolish questions -d the teacher. Flies - horses. 2. fizy. biy. irkiltmek. A muscle contracts when it is -d by an electric shock. 3. pato!. dalamak, kaşındırmak, tahriş etmek. Rough material -s the skin. The smoke -d her eyes. 4. irritator : (a) kızdıranı sinirlendiren/öfkelendiren şeylkimse, (b) dalayan/tahriş eden şey. e.a.- i. annoy, exasperate, nettle, provoke, aggravate, rile, peeve, vex, chafe, gall, ruffie, pique, fret. k.a.-I. soothe, caIm, mollifY. irritated, sf 1. öfkeli, hiddetli, kızgın, sinirli, 2. tahriş olunmuş, iltihaplanmış, 3. -ly : öfkeli/hiddetli/kızgın/sinirli bir şekilde. e.a.- 1. annoyed, vexed. irritating, sf 1. öfkelendirici, hiddetlendirici, kızdırıcı, sinirlendirici, kışkırtıcı, tahrik edici, 2. irkiltici, tahriş edici, 3. -ly : öfkelendirerek, hiddetlendirerek, kızdırarak, sinirlendirerek, kışkırtarak, kışkırtırcasına, tahrik ederek! edercesine. e.a.- i. provoking, annoying, vexing. irritation, is. ı. kız( dır )ma, sinirlen(dir)me, öfkelen(dir)me, hiddetlen(dir)me, kışkırt­ ma, tahrik etme, 2. öfke, hiddet, kızgınlık, sinirlilik, 3. fizy. biy. (a) iltihaplan(dır)ma, dala(n)ma, kaşın(dır)ma, tahriş etme/olma, 4. irkil(t)me. irritative, sf· 1. öfkelendirici, hiddetlendirıcı, kızdırıcı, sinirlendirici, kışkırtıcı, tahrik edici, 2. pato!. dalayıcı, muharriş, tahriş edici, iltihaplandırıcı. an - fever. - coughing. 3. -ness: hiddetlendiricilik, sinirlendiricilik, kışkırtıcılık, tahrik edicilik; dalayıcılık, muharrişlik, tahriş edicilik. irrotationalSf 1. dönmez, dönüşsüz. an - electrie field. 2. burgaçsız, girdapsız. - flow. irrupt, gs.f 1. baskın yapmak, (şiddetle) saldırmak, 2. (kalabalık) taşkınlık göstermek, coşmak. The crowd -ed in a fervor of patriotism. 3. istila etmek, 4. (hayvan nüfusu) aşırı derecede çoğalmak, birdenbire artmak. e.a.-2. erupt. irruption, is. ı. baskın, üşüşme, istila, hücum, telıacüm, saldırı. a violent - of soldiers into the building. 2. feveran, patlama, püskürme. a strong - of angry feelings. 3. (hayvan nüfusunda) ani/hızlı artış.



1878



irruptive, sf ı. baskın şeklinde, istila! kabilinden, 2. ani/hızlı/aşırı derecede artanıçoğalan, 3. (ieo.) araya girmiş/so­ kulmuş, 4. -Iy : baskın yaparcasına, istila edercesine, hücumla, saldırarak. IRS = Internal Revenue Service : Vergi (Tahsilat) Dairesi. Irtish =Irtysh, is. İrtiş (nehir). is, f 1. be fiilinin şimdiki zaman üçüncü tekil şahsı: -dır/-dir/-dur/-dür. The sky is blue : Gökyüzü mavidir. 2. as is : olduğu gibi, şimdiki haliyle, hiçbir değişiklik!tamir vb. yapmadan. I'll sell my car as is. Is. = İs. = ı. island, 2. isle. isabella, is. 1. b.h. İzabel, kadın adı, 2. color : koyu ten rengi, kahverengiye çalan koyu sarı renk, 3. - grape : Amerika'ya mahsus mor renkli tatlı üzüm, 4. - moth : sarı pervane (Isia isabella) : Amerika'ya mahsus arka kanatları turuncu, kırmızı pervane. isaeoustic, sf fiz. ı. eş sesli : şiddeti veya netliği eşit seslere ait, 2. kapalı bir yerde akustik özellikleri aynı olan noktaları birleştiren çizgil eğri/yüzey ile ilgili. isagoge, is. 1. (bir öğrenim dalına/araş­ tırmaya) başlangıç, giriş, 2. bk.: isagogics. isagogie, sf. &is. 1. (özellikle İncil'in tefsirine) başlangıç/giriş. mahiyetinde, 2. bk.: isagogics. isagogics, is. 1. öğrenime başlangıç/giriş, ilk bilgiler, 2. İncil'e giriş, İncil'i oluşturan kitapların edebi tarihini, yazarlarını, yazılış tarih ve yerlerini vb. inceleyen din bilgisi. isagoge, isagogie d.d. isallobar, is. meteor. eş basınç çizgisi: hava haritası üzerinde basınç değişmeleri aynı olan noktaları birleştiren çizgi. isarithm, is. bk.: isopleth. -isation, son ek bk.: -ization. isba = izba, is. izbe, kütükten yapılmış kulübe. isehaemia = isehemia, is. tıp kan azlığı : damar tıkanıklığından bazı dokulara giden kanın azalması. ishaemie =ishemic : kanı az. isehium, is., ç. -ehia anat. ı. oturga: kalça kemiğinin alt kısmı, 2. oturak kemiği, oturunca vücudun dayandığı kemiklerden her biri, 3. isehiadic = ischiatic = isehial : oturga+, kalça kemiğinin alt kısmı ile ilgili. hücumJsaldırı



isoagglutination -ise, son ek ı. bk.: -ize, 2. Fransızcadan kelimelere eklenerek nitelik, durum, görev vb. bildirir: franchise, merehadise gibi. isentropic, sf eş dağıntılı, eş entropili, dağıntıyı/entropiyi değiştirmeden vuku bulan. an - expansion. -ally : eş dağıntllı. -ish, son ek şu anlamları ekler: 1. "-lı I-li / -lu/-lü". Swedish: İsveçli. Polish : Polonyalı, 2. "-ca I-ce, ... gibi/tarzında". babyish : bebek gibi, childish : çocukça. 3. "... meraklısı/müp­ telası, -e mütemayil/meyyal". bookish: kitap meraklısı. knavish: hilekar, hileye mütemayil, 4. sıfatlara eklenerek "oldukça, -ca/-ce, -ımsı/ -imsi, -mtrak" vb. anlamları katar : oldish : oldukça ihtiyar, yaşlıca. sweetish : tatlımsı, oldukça tatlı. greenish : yeşilimsi, yeşilimtrak. yellowish : sarımsı, sarımtrak, 5. k.d. "takriben, ... civarında, ... sularında". fortyish : 40 yaşların­ da. eightish : (saat) 8 sularında, 6. Fransızcadan alınmış fiilerin sonuna takılır : establish, finish, eherish, punish, vb. Ishmael = Ismael, is. ı. İsmail, İbrahim peygamberin oğlu, 2. Arap, 3. bedevı, serseri, başıboş, 4. -itish : bedevı gibi, bedevıye benzer, 5. -itism : bedevilik. Ishmaelite, is. ı. İsmaill, İsmail soyundan gelen kimse, 2. Arap, 3. bedevı, serseri, başı­ boş, derbeder. e.a.- 2. Arab, 3. wanderer, outeast. Ishtar, is. (Asurluların ve Babillilerin) aşk ve savaş tanrıçası. Mylitta d.d. isinglass, is. 1. balık tutkalı : bazı balıkla­ rın hava torbacığından elde edilen saydam jeHitin. Tutkal ve jelolarak kullanılır. 2. (ince levha halinde) mika. Isiac(al), sf (Mısır) bereket tanrıçasına ait. Isis, is. İsis, (Mısır) bereket tanrıçası. Islam, is. ı. İslam, Müslümanlık, İsHimiyet, 2. İslam alemi, Müslüman ülkeler ve milletler, 3. Müslümanlık, 4. -ic = --:itic : İsıamı. e.a.- 1. Mohammedanism, Moslemism, Islamism. Islamise!Islanıisation, Brit. bk.: Islamizel Islamization. Islamism, is. İslamiyet, İslam dini ve kültürü. Islamite, is. Müslüman. e.a.- Muslim. Islamize, f -ized, -izing ı. Müslümanlaş­ (tır)mak, Müslüman yapmak/olmak, Müslümanalınan



lığın etkisine maruz kalmaktbırakmak, 2. Islamization : Müslümanlaş(tır)ma, Müslüman yapma/olma. island, is. &gL.f ı. ada. Britain is an -. 2. (geniş, düz arazide) ağaç kümesi, koru, 3. (geniş, düz arazide tek başına) tepe, 4. adaya benzer şey, 5. anat. çevresindekilerden farklı doku, 6. (uçak gemisinde) kumanda kulesi, 7. baş­ kalarından ayrılmış etnik grup, 8. trafflc - =safety - d.d. güven adacığı, orta kaldırım, röfüj, geniş caddelerin ortasında yayaların güvenliğini sağlayan kaldırım, 9. aralaştırmak, ada yapmak, ada haline getirmek, 10. adacıklar teşkil etmek, 11. civardan ayırmak, izole etmek, tek başına bırakmak, 12. -er : adalı, ada halkı, 13. -less: adasız, 14. -like : ada gibi. e.a.- 11. isolate. island universe, is. uzayada, gök ada, (Samanyolunun dışındaki) kehkeşan. isle, is.&gL.f isled, isling 1. adacık, küçük ada, 2. ada, 3. adada oturmak/yaşamak, 4. The British -s : Büyük Britanya ve İrlanda. islet, is. adacık, çok küçük ada. - of Langerhans : anat. Langerhans adacığı: Pankreasta ensülin çıkaran .iç salgı gözeleri. islet-cell, is. anat. adacık göze, adacık gözesi. ism, is. alay kuram, öğreti, teori, nazariye, doktrin. -ism, son ek ı. eylem, işlem, sonuç bildirir: ostracism: sürgüne gönderme, 2. "-cilik": skepticism : şüphecilik. nationalism : milliyetçilik, 3. "-lik" (nitelik, davranış vb.). beroism : kahra-· manlık patriotism : vatanseverlik, 4. inanı ş, öğreti, mezhep, doktrin bildirir: Calvinism : Kalvin mezhebi, 5. (dilde) özellik, hususiyet bildirir: Americanism : Amerikan şivesi, 6. tıp iptila, düşkünlük, bir şeyi aşırı kullanmaktan ileri gelen anormal durumu bildirir : alcoholism : içki iptilası, ayyaşlık, alkolizm, alkoliklik. ısmaili, is. ı. İsmail mezhebi, Şilliğin bir şubesi, 2. İsmaili mezhebine mensup kimse. isn't =is not. iso- = is-, ön ek ı. "eş, eşit, aynı" : isochromatic: eş renkli. 2. kim. "eşiz, .. .ile izomer" : isopropiL. isoagglutination, is. tıp eş kümeleşim : bir kimsenin kanındaki alyuvarların aynı cinsten başka fertten alınan serumla kümeleşmesi.



1879



isoagglutinin isoagglutinin, is. biy.-kim. kümeleştiren.







kümeç,







c



isoagglutinative, sf tıp eş kümeleştirici. isoagglutinogen, is. tıp eş kümeç üreten. isoamyl aeetate, is. kim. izoamil asetat : C7Hl402 veya CH3COOCH2CH(CH3)2. Renksiz, hoş kokulu sıvı ester. Eritici olarak, sun'i meyve kokusu vermekte ve kozmetik sanayiinde kullanılır. banana oil, pear oH d.d. isoantibody, is. eş karşıntan. isoantigen, is. Leş karşıntan üreten, 2. -ie : eş karşıntan üreten, 3. -icity : eş karşıntan üreticilik. isobar, is. 1. meteor. eş basınç, eş basınç eğrisi : belirli bir anda hava basıncı aynı olan noktaları harita üzerinde birleştiren eğri, 2. isobare d.d. fiz. atom ağırlıkları aynı fakat atom numaraları farklı olan maddelerden her biri. bk.: isotope, 3. -ism : eş basınçlılık. isobarie, sf 1. eş basınçlı, hava basınçları aynı olan, 2. eş basınçsal: eş basınç çizgilerine ait. isobath, is. 1. eş derinlik : harita üzerinde denizlerin aynı derinlikteki noktalarını birleşti­ ren eğri, 2. Jeoloji haritalarında arzın aynı derinlikteki noktalarını birleştiren eğri. isobathic, sf ı. eş derinlikli, eş derinlikte bulunan, derinlikleri aynı olan, 2. eş derinlik eğ­ risine ait. isobutane, is. kim. izobütan: (CH3)3CH. Yakıt ve benzin yapımında kullanılan ve yakıt olarak kullanılan tutuşur gaz. isobutylene = isobutene, is. kim. izobütilen : (CH3)2C=CH2. Çok uçucu sıvı veya tutuşur gaz. Bütilli kauçuk yapmakta kullanılır. isoearpic, sf bot. eş yapraklı : yemiş yaprağı sayıca çiçek yaprağına eşit olan. isocheim, is. 1. eş ısıl eğri: hava durumunu gösteren harita üzerinde ortalama kış sıcak­ lıkları aynı olan noktaları birleştiren eğri. isoehime d.d. 2. -al = -enal = -ic = isoehimal : eş ısı1.



isoehore =isoehor, is. fiz. eş hacim eğrisi : hacmi sabit tutulan bir maddenin/akışkanın basınç ve sıcaklık değişmeleri arasındaki bağıntı­ yı gösteren eğri. isoehorie, sf eş hacimli, sabit hacimli. isoehromatie, sf 1. optik eş renkli, renkleri aynı olan, 2. bk.: orthoehromatic.



1880



isoehronal



= isoehronic = isoehronous,



eş zamanlı,



2. eş süreli, eş dönemli, eşit zaman aralıklarıyla vuku bulan, 3. eş frekanslı, 4. isoehronally: eş zamanlı/eş süreli olarak. isoehronism, is. 1. eş zamanlılık, 2. eş sürelilik, eş dönemlilik, 3. eş sıklık, eş frekans lı­ sf 1.



lık..



isoehronize, gL.f -nized, -nizing 1. eş zasüreli yapmak, eş süreleştirmek, eş



manlı/eş



dönemleştirmek.



isoehronous(ly), sf &zf. bk.: isoehronal (ly). isoehroous, sf eş renkli, tek renkli. isoehroöus ş.d.y. isodinal = isodinic, sf &is. 1. eş eğimli, 2. eş sapınçlı : pusula sapıncı aynı olan. - lines on a map. 3. jeol. eş eğimli, eğilimleri aynı olan (katmanlar), 4. isodinie line d.d. eş sapınç çizgisi : yeryüzünde manyetik sapınçları aynı olan noktaları birleştiren çizgi. isoeline, is. jeol. eş eğimli katman. isocraey, is., ç. -cies eş yetkili hükumet : politik yetkilerin eşit olarak dağıldığı hükumet şekli.



isocratic, sf eş yetkisel, eş yetkili. isoeyanate, is. kim. izosiyanat : eşizli (izomerik) siyanür asidinin (HCNO) tuzufesteri. Plastik ve yapışkan madde yapımında kullanı­ lır.



isoeyanine, is. kim. izosiyanin : siyanin bobiri. bk.: eyanine. isoeydic, sf kim. eş çevrimli: halkaların­ da yalnız bir tek eleman (özellikle karbon, C) atomları bulunan. bk.: heteroeyCıic. isodiametric, sf 1. eş çaplı, çapları eşit olan, 2. eş eksenli, eksenleri aynı olan, 3. eş boyutlu : boyutları eşit olan, 4. yan eksenleri eşit (tetragonal ve hekzagonal kristaller gibi). isodimorphism, is. 1. eş çift biçimOilik) : çift biçimli iki maddenin eşebiçimli) olması, 2. isodimorphie = isodimorphous : eş çift biçimli. isodose, sf eş ışınımlı, eş dozlu. isodynamic(al), sf 1. eş devingen, eş kuvvetli, 2. eş alanlı : yeryüzünde manyetik alanın yatay bileşenleri eşit olan. isoelectric, sf 1. eş gerilimli, eş potansiyelli, 2. kim. asıltının elektrikçe nötr olduğu, gerilimin sıfır olduğu. - point : gerilimin sıfır olduğu nokta veya pH değeri. The - point of a yalarından



protein.



isolation isoelectronic, sf fiz. kim. eş elektronlu : elektron sayısı (veya valans elektronlarının sayı­ sı) eşit olan. -ally : eş elektronlu olarak. isogamete, is. biy. 1. ikiz eşey göze, eş gamet, ikiz gamet. bk.: heterogamete, 2. isogametic : ikiz eşey gözesel. isogamous, sf biy. ikiz eşeyli, eş eşeyli : birbirinin aynı iki eşeylik gözesi olan. k.a.heterogamous. isogamy, is. biy. ikiz eşey lik, eş eşey lik : bazı ueniz yosunlarında olduğu gibi birbirinin tıpkısı iki eşey gözenin kaynaşması. isogeneic = isogenic, sf biy. eş eşey li eşey gözeleri aynı olan. !denlical twins are -. isogenous, sf biy. eş soylu, soyu bir. isogeny, is. biy. eş soyluluk, soyu birlik. isogeotherm, is. eş sıcaklık eğrisi : yeryüzünde ortalama sıcaklıkları aynı olan noktaları birleştiren eğri.



isogeothermal



= isogeothermic, sf



eş sı­



caklıklı.



isogloss, is. 1. dil ayrımı çizgisi : farklı dil·· ler konuşan toplumsal bölgeleri ayıran hudut, 2. -al: dil ayrımH. isogon, is. eş açılı çokgen, bütün açıları eşit çokgen. isogonal, sf &is. 1. eş açılı, bütün açıları eşit, 2. bk.: isogonalline. e.a.- 1. equiangular, isogonic. isogonal line, is. eş sapma çizgisi: yeryüzünde manyetik sapmaları eşit olan noktaları birleştiren çizgi. isogone, isogonaı, isogonic d.d. isogonic, sf &is. 1. eş açılı, açıları eşit, 2. eş sapmalı, manyetik sapmaları aynı, 3. eş oranlı, eş gelişimli : büyüklük oranları sabit kalarak gelişen, 4. bk.: isogonalline. isogony, is. 1. eş açılılık, açı eşitliği, 2. eş oranlılık, 3. eş gelişim. isogram = isoline, is. meteor. coğ. eş eğri: haritalarda vb. sıcaklık, basınç, yağış gibi değişkenleri eşit olan noktaları birleştiren eğri. isograph, is. 1. eş dil çizgisi: dillerin coğ­ rafi dağılımının incelenmesinde dil özellikleri ortak olan bölgeleri gösteren çizgi, 2. minkale gönye : hem açı ölçmekte, hem gönye olarak kullanılabilen alet, 3. izograf : cebirsel denkle-



min gerçek ve sanal köklerini hesaplayabilen elektonik hesap makinesi, 4. -ic(al) : eş dil+, 5. -ically : eş dil eğrisi ile. isoheL, is. meteor. eş güneş çizgisi : hava haritası üzerinde eşit miktarda güneş alan noktaları birleştiren çizgi. isohemolysis, is. tıp eş yok etme : bir bireyin kanındaki alyuvarların aynı cinsten başka bir bireyin semmundaki karşıtanlar tarafından yok edilmesi. isohyet, is. meteor. 1. eş yağış eğrisi : harita üzerinde aynı miktar yağış alan noktaları birleştiren eğri, 2. -al: eş yağışlı. isolable = isolatable, sf 1. yalıtılabilir, ayrılabilir, tecrit edilebilir, 2. isolabHity : yalıtıla­ bilme. isolate, sf &is. &gl.f -Iated, -lating 1. ayır­ mak, ayrı yerlere koymak, tecrit etmek, çevre ile bağlantısını/ulaşımını kesrnek. Several villages in the East have been -d by heavy snowfall. 2. tıp tecrit etmek, karantina altına almak, baş­ kalarıyla temasını menetmek. When a person has an infectious disease, he is usually -d. 3. kim. bkt. (bir maddeyi) arıtmak/tasfiye etmek, başka maddelerden ayırmak, saf olarak elde etmek. They have -d the bacterium İn its pure form. 4. elekt. yalıtmak, izole/tecrit etmek, yalıt­ kan madde ile kaplamak. to - a wİre. 5. yalnız, tek başına, herkesten ayrı/uzak (kimse). Standing there, - and still. 6. arıtılmış, saf olarak elde edilmiş madde. e.a.-l&3. separate, segregate, seclude, detach, 2. quarantine, 4. insulate, 5. solitary, İsolated. isolated, sf 1. ayrılmış, ayrı (düşmüş), 2. yalnız, tek, münferit, 3. yalıtılmış, izole/tecrit edilmiş, 4. karantinaya alınmış, 5. - opposition gr~ tekil karşıtlık, 6. - point mat. tekil nokta. e.a.- 1. separated, segregated, 2. alone, solitary, 3. insulated. isolating, sf gr. ayırıcı: Çincede olduğu gibi kelimelerin anlamları cümledeki yeri ile değişen.



isolation, is. 1. ayırma, ayrılma, tecrit etme/edilme, yalıt(ıl)ma, 2. yalnızlık, 3. ücralık, 4. karantina, (hastalık dolayısıyla) tecrit etme/ edilme, başkalarıyla temasını kesme, 5. ayır­ ma/tecrit politikası ile bir milletin başkalarından ayrılması, 6. -ism : ayırma/tecrit politikası : ba-



1881



isolator rış ve ekonomik gelişmenin başka ülkelerle siyasi ve ekonomik bağları kesip kendi olanaklarıyla yetinme sayesinde sağlanacağını savunan politika, 7. -ist : ayırımcı, ayırma politikası yanlısı. e.a.- 2. solitude, aloneness. isolator, is. ayıran, yalıtan, tecrit eden, ses ve titreşime karşı yalıtan şey. isolead, is. As. nişan düzengeci : hareketli bir hedefin hızına göre ne kadar ilerisine nişan alınacağını gösteren eğri. isoleucine, is. biy.-kim. temel-besi: C6H13 NÜ2 veya C2H5CH(CH3)CH(NH2) CüüH. Kazeinde ve vücut dokularında bulunan, beslenmede temelolduğu sanılan amino asit. isoline, is. bk.: isogram. isologous, sf kim. eş türel: moleküler yapıları benzer fakat aynı valanstaki ve aynı periyodik gruptaki farklı atomları içeren (organik karbon bileşenleri). Örneğin : etan H3C-CH3 (etan), H2C=CH2 (etilen) ve HC=.CH (asetilen) eş türel bileşiklerdir. isolog = isologue, is. kim. eş tür : eş türe1 iki veya daha fazla bileşirnden her biri. isomagnetic, sf &is. eş mıknatıslı, eş manyetik alanlı, (yeryüzünde) manyetik özellikleri aynı olan (noktaları birleştiren eğri). isomer, is. 1. kim. eşiz: molekül bile şim­ leri ve molekül ağırlıkları özdeş,ancak özellikleri, bileşen ya da atom kümelerinin uzaydaki dizilişleri farklı bileşiklerden her biri, 2. nuclear - d.d. fiz. çekirdeksel eşiz : başkalarıyla eşizlik özelliği gösteren çekin (nuclide )lerden her biri, 3. -ase : eş enzim : mayaladığı maddeyi eşiz maddelere dönüştüren maya/enzim, 4. -ic : eşiz, eşizlik özelliği gösteren, 5. -icaııy : eşiz olarak. isomerism, is. ı. kim. eşizlik : aynı cins ve sayıda atomlardan oluşmakla beraber yapı biçimleri ve özellikleri farklı olma, CH3üCH3 ve CH3CH2üH gibi, 2. nuclear - d.d. fiz. çekirdeksel eşizlik : atom numaraları, atom kütleleri aynı, fakat enerji seviyeleri ve yarı ömürleri farklı olma. isomerize, f -ized, -izing 1. kim. eşizleş­ . (tir)mek, eşiz maddeye çevir(il)mek, 2. isomeri· zation : eşizleş(tir)me. isomerous, sf ı. eş organlı, eş parçalı, eş simgeli, organları/parçaları/simgeleri eşit olan,



1882



2. bot. eş sayılı, sayıca eşit (çiçeklerin yaprak dizileri vb.), 3. bk.: isomeric. k.a.- heteromerous. isometric, sf&is. 1. -al d.d. eş ölçevsel, eş ölçülü, eş boyutlu, 2. eş eksenli : birbirine dik üç ekseni birbirine eşit olan (kristal), 3. fiz. eş ölçev çizgisi : sabit hacimli gazın sıcaklık­ basınç eğrisi (ile ilgili), 4. eş vezinli : mısraları­ nın vezni eşit (manzume), 5. eş ölçekli (resim). 6. kas gerilim : sabit bir dirence karşı kasın gerilmesi, 7. - drawing : eş ölçevselleş ölçekli resim, 8. - exercise -s : kas gerici beden hareketi, 9. - line: (a) eş ölçevsel çizgi: aynı sabit değerli çokluğu taşıyan noktaları birleştiren çizgi, (b) sabit hacimde tutulan gazın basınç veya sı­ caklık değişmelerini gösteren çizgi, 10.- mapping : eş ölçevsel izdeşim/gönderim, 11. - metric spaces : eş ölçevsel uzaylar, eş ölçevli uzaylar, 12. - projection: eş ölçekli izdüşüm : birbirine dik üç boyut aynıoranda küçülecek tarzda yapılan izdüşüm, 13. - spaces : eş ölçevsel uzaylar, 14. - surfaces : eş ölçevsel yüzeyler, 15. - transformation: eşölçer dönüşüm. isometropia, is. göz. eş kınmm : ışığın her iki gözde de eşit miktarda kırılması. isometry, is., ç. -tries ı. eş ölçü, ölçü eşit­ liği, eşölçer, 2. coğ. eş yükseklik, deniz düzeyinden olan yüksekliklerin eşitliği, 3. eş izdeşim : ölçülü uzayda uzunlukları değiştirmeyen dönüştürüm. Rotation and translation are İso­ metries of the plane : Düzlemde döneuür)me ve ötele(n)me birer eş izdeşimdir. isomorph, is. 1. eş yapı : yapısı başka birisinin yapısına aynen benzeyen organizma, 2. eş yapılı madde. isomorphic, sf ı. biy. eş yapılı : ceddi farklı, fakat yapılış veya görünüşleri eş olan, 2. kim. bk.: isomorphous, 3. - mapping : eş izdeşim, eş yapı dönüşümü, 4. - topological groups : eş yapılı ilingesel öbekler, 5. - uniform spaces :~ş yapılı düzgün uzaylar, 6. -aııy : eş yapılı olarak. isomorphism, is. ı. mat. eşlev, eş yapı dönüşümü: iki matematik küme arasında birebir tekabül (karşıtlık), 2. cet1eri farklı organizmaların benzeşimi, 3. kim. eş biçimlilik. isomorphous, sf kim. eş biçimli : kristal biçimleri aynı (fakat bileşimleri farklı).- crystals.



=



isotropisrn isoniazid, is. ecz. izoniyezid : C5H4NCüN HNH2 : Tüberküloz tedavisinde kullanılan kristalli katı bileşik. Tam adı : isonicotinic acid hydrazide. isonomy, is. 1. (siyasi haklarda/yasal bakımdan) eşitlik, 2. isonomic = isonomous : (yasal bakımdan) eşit. isooctane, is. kim. izooktan : (CH3)3CHC H2C(CH3)3 : (Trymethylpentane) yakıtların oktan sayısını tespitte standart olarak kullanılan tutuşabilir sıvı yakıt.



isophot(e), is.



eş aydınlanma eğrisi



: bir dereceleri isophotai :



ışık kaynağı etrafında aydınlanma aynı



olan



noktaları birleştiren eğri.



eş aydınlanan.



isopiestic, sf&is. 1. eş basınçlı, 2. eş ba3. -ally : eş basınçla. e.a.- 1. isobaric, 2. isobar. isopleth, is. ı. eş değer eğrisi : bir harita üzerinde belirli coğrafi değerleri (nüfus, yağış, sıcaklık vb.) aynı olan noktaları birleştiren eğri, 2. sıklık eğrisi : bir grafik üzerinde iki değişke­ ne bağlı olarak bir olayın oluş sayısını (sıklığı­ nı) gösteren eğri, 3. -ic : eş değerse!. e.a.- 1. isarithm. isopod, is.&sf 1. eş ayaklı: eklem bacakhIardan suda ve karada yaşayan yas sı vücutlu ve yedi çift ayaklı, kabuklu hayvanlar (tespih böceği vb.), 2. -an = -ous : eş ayaklı. isoprene, is. kim. izopren : CH2=C(CH3) CH=CH2. Yapay kauçuk yapımında kullanılan uçucu sıvı. isoprenoid : izoprenli. İsopropyl, is. kim. ı. izopropil, eş propiL 2. - aleohol : izopropil alkol : CH3CHüHCH3 : eritici, masaj alkolü olarak ve antifriz yapımında kullanılır, 3. - group = - radical : izopropil kökü, tek valanslı (CH3)2CH- grubu, propil grubunun eşizi. isoproterenol, is. astım ilacı: CllHl7Nü3 : Nefes darlığı/astım tedavisinde kullaıplır. isoprenaline d. d. isosceles, sf ikizkenar. - triangle : ikizkenar üçgen. isoseismal, sf &is. ı. isoseismic d.d. eş depremli, deprem şiddeti eşit olan, 2. - line d.d. eş deprem eğrisi: deprem şiddeti eşit olan noktalardan geçen sanal çizgi. isosınotic, sf bk.: isotonic. sınç eğrisi,



isostasy, is. 1. jeol. yer dengesi : yer kabuetkiyen kuvvetlerin denge halinde olması, 2. dengelenme: etkiyen kuvvetlerin bileşkesinin ğuna



sıfır olması.



isostatic, sf dengeli, denge halinde, denge sağlayan.



isosteric, sf kim. eş değerlikli : atom nuve cinsi farklı fakat valans elektronları­



marası



nın sayısı aynı.



isothere, is. eş yaz sıcaklığı eğrisi : harita üzerinde ortalama yaz sıcaklığı eşit olan noktaları birleştiren eğri.



isotherm, is. 1. meteor. eş sıcaklık (eğri­ si) : hava durumu haritası üzerinde sıcaklıkları aynı olan noktaları birleştiren eğri, 2.fiz. eş ısıl eğri : sıcaklığı sabit tutulan gazın hacim veya basınç değişmesini gösteren eğri. isothermal, sf &is. ı. eş ısıl, sabit sıcak­ lıklı, sabit sıcaklıkta vuku bulan. - equilibriuın : eş ısıl denge. 2. eş ısıl eğri, eş sıcaklık eğrisi, 3. -ly : sabİt sıcaklıkta, sıcaklığı sabit tutarak. isothiocyano groupiradical, is. kim. izotiyosiyano grubu/kökü: tek valanslı -N=C=S grubu. isotone, is. fiz. eş ılıncık: eşit sayıda ılın­ cıklı (nötronlu) fakat atom numaraları farklı iki veya daha fazla atomdan her biri. isotonic, sf l.fiz. kim. eşegeçişim) basınç­ lı : geçişim basınçları (osmotic pressure) aynı olan (eriyik). bk.: hypertonic. (2), hypotonic (2), 2. fizy. eş tuzlu: tuz derişimi (konsantrasyonu) aynı olan (memeli hayvanların kanları gibi), 3. müz. eş aralıklı, 4. -ity : eşegeçişim) basınç­ lılık, eş tuzluluk. isotope, is. ı. kim. yerdeş, izotop : çekirdeklerindeki proton sayısı veya atom numaraları aynı, fakat ılıncak (nötron) saym veya atom ağırlıkları farklı elemanlardan her biri, 2. isotopic : yerdeş+, 3. isotopically : yerdeşçe, yerdeş olarak. isotopy, is. yerdeşIik, izotopIuk. isotropic = isotropous, sf ı. yönsemez: her yönde (bütün eksenler boyunca) fiziksel özellikleri aynı olan. an - crystal. 2. biy. eksensiz : belirli bir ekseni olmayan (bazı yumurtalar vb.). an - egg. isotropism ::: isotropy, is. yönsemezlik.



1883



isotype isotype, is. ı. eş imge : belirli sayı veya miktarda nesneyi gösteren işaret/resim/imge vb. Every - of a house on that chart represents a million new houses. 2. eş imgeli grafik: eş imge kullanan istatistik grafikleri, diyagramları vb., 3. isotypic(al) : eş imgeli, eş imgeseL. isozyme = isoenzyme, is. eş maya, eş enzim : kimyasal bileşimleri farklı olduğu halde görevleri aynı olan mayalardan her biri. Israel, is. İsrail (devleti/Cumhuriyeti), 2. Museviler, 3. eski İsrail kavmi, Beniisrail, 4. Allahın seçkin kulları sayılan kimseler. Israeli, sf &is., ç. -lis I-li 1. İsrailli, İsra­ il'de doğan veya oturan kimse, 2. İsrail+. Israelite, sf &is. 1. İsrail kavminin bir ferdi, 2. Allahın seçkin kulu, 3. Yahudi, 4. eski İs­ rail'e/İsrail kavmine ait.lsraelitic/lsraelitish d.d. Israfel =Israfil, is. İsrafil : kıyamet gününü iHin edecek olan melek. Issei, is., ç. -sei ı. (ABD'de) Japon göçmeni, 2. 19ü7'de ABD'ye göçüp 1952'ye kadar vatandaşlığa kabul edilmeyen Japon. bk.: Kibei, Nisei, Sansei. issuable, sf 1. yayınlanabilir, neşredilebi­ lir, 2. umulan, beklenen, memul, yakında çıka­ cak/gelecek, 3. huk. yasal yollardan çıkarılabi­ lir, piyasaya sürülebilir.- bonds!currency. 4. issuably : yayınlanabilecekfçıkarılabilecek/piya­ saya sürülebilecek şekilde. e.a.- 2. forthcoming. issuance, is. 1. yayınla(n)ma, neşretme, çı­ karma, 2. bk.: issue (1-5). issuant, sf ı. (madalyada) ayakta ve vücudun yalnız üst kısmı· gözüken. a lion -. 2. az kuL. (bir yerden) çıkan, yayılan, neşet/intişar eden. issuel, is. ı. yay(ınla)ma, neşretme, neşre­ dilme, çık(ar)ma, ihraç etme, dağıtma, dağılma, dağıtım, tevzi etme/edilme. The - of new ideas from the pen of a well-known writer. i bought the book the day after its -. bank of - : tedavül bankası. date of - : ihraç günü. - of shares : hisse senedi ihracı, 2. (dergi/mecmua vb.) sayı, nüsha. Have you seen the latest - of the magazine ? Derginin son sayısını gördün mü? 3. yayılan/çıkarılan şey, 4. basım, baskı, bir defada basılan/çıkarılan/yayınlanan miktar. a new - of



1884



commemorative stamps. 5. neşir, tabı, yayın, baskı. The third - of the poems. 6. konu, irdeleme/müzakere konusu. Argue political -s. Debate an -. 7. (önemli) sorun, mesele, ihtilaf konusu, üzerinde tartışılıp fikir birliğine varılamayan konu. The real - is.... Raise a new -. 9. son, sonuç, netice, encam, akibet. The - of the game remained uncertain until the last moment. i hope that his enterprise would have a prosperous -. bring the matter to a successful - : sorunu başarılı bir sonuca bağlamak/ulaştırmak. to hope for a good - : sonunun· hayırlı olmasını dilemek, 10. (askeri personele vb.) erzak/teçhizat/ cephane dağıtımı. - of supplies by the quartermaster. A daily - offree milk to schoolchildren. general/government - : askerlere verilen elbise /teçhizat vb. - boots : beylik ayakkabı, 11. döl, zürıiyet, evlat, nesil, çocuk(1ar). to die without-. 12. gidiş, geliş, geçiş, akış, sudur, zuhur. the pointlplace of -. 13. boşalmalçıkış yeri, mecra, mahreç, 14. memba, çıkan/fışkıran şey, 15. patol. (a) irin, cerahat, kan (gibi vücuttan çıkan şey), (b) cerahat vb. çıkaran yara, 16. huk. (arazi ve mülkten sağlanan) gelir, ürün, mahsul, varidat, 17. esk. eylem, iş, fiil, amel, muamele, 18. at - : (a) söz/müzakere konusu olan, üzerinde konuşulan/tartışılan. the point!matter at - : tartışma konusu, (b) in - d.d. ihtilaf halinde, anlaşmazlık konusu, 19. bring amatter to an - : meseleyi bir sonuca bağlamak, 20. cloud the - = confuse the - : mugaHita yapmak, mugalataya! safsataya boğmak, çıkmaza sürmek, büsbütün karıştırmak, asıl konuyu bırakıp önemsiz işler üzerinde durmak. Let's not confuse the-. 21. duck the - =evade the - : asıl meseleyi örtbas etmeye çalışmak, asıl konuya girmekten kaçınmak, meseleyi uyutmak/oyalamak/hasır altı etmek. Congress ducked the -. 22. face the - : gerçekleri olduğu gibi /bütün çıplaklığı ile görmek/kabul etmek ve ona göre davranmak, gerçeklerle yüz yüze gelmek, 23. make an - : mesele yaratmak, mesele çıkarmak, müzakere konusu yapmak, gündeme aldırmak. He made an of every minor point of procedure at the meeting. 24. take - with s.o. (onlabou! sth.) = join - with s.o. (onlabout sth.) : karşı gelmek) çıkmak, muhalefet/itiraz etmek, kabul etmemek, aksini iddia etmek, ayrı /zıt fikirde olmak. He to-



it ok - with me on my proposaL. i take - with you on that point : Bu noktada sizinle aynı fikirde değilim. e.a.- 1. distribution, promulgation, 2. copy, number, edition, 9. result, consequence, outcome, end, conclusion, upshot, lL. offspring, progeny, 12. egress, emergence, outflow, discharge, 16. profit, yield, 17. deed, action, 24. disagree, differ. issue2, f -sued, -suing 1. yaymak, neşret­ rnek, (tedavüle vb.) çıkarmak, ilan etmek. Government -s money and stamps. The chimney-s smoke from the fireplace. 2. basmak, tabetmek, yayınlamak. to - a book. - money : (kağıt) para basmakJtedavüle çıkarmak, 3. (askerlere erzak, elbise, teçhizat, mühimmat vb.) dağıtmak, tevzi etmek. - sth to S.o. =- S.o. with sth : birisine bir şey vermek. to - guns, warm clothing to the troops = - the troops with guns, warm clothes. 4. boşaltmak, dışarı atmak, fışkırtmak, 5. gitmek, ilerlemek, atılmak, girişrnek, tutuşmak. to - forth a baUle: muharebeye tutuşmak, 6. (resmen) dağıt(ıl)mak, çıkar(ıl)mak, yayınla(n)mak, gönder(il)mek, vermek. - passports: pasaport vermek. - a warrant of arrest : tevkif müzekkeresi çıkarmak, 7. (kitap vb.) basılmak, tabedilmek, yayınlanmak, neşredilmek. No new editions are expected to - from that press. 8. (bir kaynaktan) çıkmak, doğmak, neşet etmek, -den ileri gelmek. His difficulties - from his lack of knowledge. 9. sonuç vermek, netice hasıl etmek, tahassül etmek, intaç etmek, sonucunu doğur­ mak, 10. huk. soyundanlneslinden gelmek, 11. sonuçlanmak, neticelenmek, hasıl olmak. Profits issuing from the sale of the stock. 12. esk. - in: -e müncer olmak, ... sonucuna varmak, akibeti/sonu " .olmak, 13. esk. sona/nihayete ermek, son bulmak. e.a.~ 1. announce, utter, 2. print, publish, minı, 3. distribute, 4. send out, discharge, emit, exude, 5. emerge, come forth, go/pass~'flow out, 8. originate, proceed, 9. result, emanate, lL. result, accrue, 13. end, terminate. k.a.- 5. return. issueless, sf çocuksuz, zürriyetsiz. issuer, is. yayınlayan, neşreden, çıkaran, yayan kimse. -ist, son ek ı. "-cı/-ci/-cu/-cü" : çoğunluk­ la -ism ile sonlanan adlardan ad türetir: dramatist, realist, 2. "-cı/-ci" : meslek bildirir :. pharmacist, dentist, optometrist, 3."... uzmanı" : gynecologist, physicist, 4. "... yanlısı/taraftarı" : socialist, fascist.



isthmian, sf&is. ı. kıstak+, berzah+, Korint veya Panama kıstağı(na ait), 3. kıstaklı, berzahlı, kıstaktalberzahta oturan kimse, 4. - Games : Kıstak Oyunları: eski Yunanlıların iki yılda bir Korint kıstağında düzenledikleri festivaL. isthmie, sf bk.: isthmian. isthmoid, sf kıstakJberzah şeklinde, kıs­ tağa benzer. isthmus, is., ç. -muses, -mi ı. coğ. kıstak, berzah, 2. anat. zool. bağ, kanal, kendinden geniş iki boşluğu/organı birbirine bağlayan organ. -istic, son ek "-ce, ... tarzında/gibi, ... usulüne uygun, -karane" : -ist, -ism ile sonlanan adlardan sıfat yapar : realistic, artistic, optimistic gibi. -isties, son ek "bilim": genellikle bir bilim dalını belirtir: linguisties, statisties vb. İst1e, is. sabır otu lifi : Amerika'nın sıcak bölgelerinde yetişen bazı bitkilerden elde edilir ve kilim, çanta, çuval vb. yapmakta kullanılır. it, zm. &is. 1. o, onu, ona : cinsiyetsiz adıl, üçüncü tekil şahıs. its : onun. they: onlar. theİr : onların. theirs : onlarınki. them : onları/onlara. lt is raining/snowing : yağmurlkar yağıyor. i liked it when she kissed me : Onun beni öpmesi hoşuma gitti. 2. cinsiyeti bilinmeyen kimse/ hayvan için kullanılır: Who is it ? Kim o? lt's John. 3. fikir, eylem, durum vb. için kullanılır: l'm opposed to it. 4. bir cümleye başlarken belirsiz özne olarak kullanılır: It's no use worrying : Üzü1menin faydası yok. it İs necessary that evey man do his duty : Herkes üzerine düşen görevi yapmalıdır. It's true that he stole the jewels : Mücevherleri çaldığı doğrudur. It's getting Iate : Vakit ilerliyorlgeç oluyor. It's saidl believed/thought that the war is imminent : Harbin yakın olduğu söyleniyor/zannediliyor, 5. be with it argo (a) dikkatli/uyanık olmak, (b) (durumu vb.) anlamak, takdir etmek, 6. catch it k.d. belaya çatmak, başı derde girmek, 7. get with it argo ilgilenrnek, (işe) girişrnek, 8. have had it k.d. ümit kalmamak, olan olmak, korktuğu başına gelmek. Pm afraid we''''e had it : we missed the plane : Korktuğumuz başımıza geldi : uçağı kaçırdık. 9. have what it takes : gerekli nitelikleri haiz olmak, 10. He's not got it in him to do this job properly : O bu işi bece-



2. b.h.



1885



lt. remez. 11. if it weren't/hadn't been for : ... olmasa idi. if it hadn't been for the snow, we could have elimbed tha mountain : Kar olmasaydı dağa tırmanabilirdik. 12. keep at it : devam ediniz, 13. Let's face it: Gerçeği görmemezlikten gelmeyelim = Şunu kabul edelim ki ... = Şurası muhakkak ki ... 14. She really thinks she's it : Kendine pek paye veriyor/pek böbürleniyoL 15. She's got it : Yamandır, malın gözüdür, pek esaslıdıL 16. that's it: (a) tamam, oldu, bitti, (b) hepsi bundan ibaret, hepsi bu (kadar), vesseHim, (c) tamam, doğru. lt. = Italian, Italy. I.T.A. ITA Lt.a. = Initial Teaching AlphabeL. itacolumite, is. bir tür kum taşı : mikaya benzer, ince levha halinde iken kırılmadan bükülebilir. Ital. = ı. Italian, 2. Halic, 3. Italy. itaL. = italic(s). Italia irredenta, bk.: irredentist (1). Italian, sf. &is. 1. İtalyan, 2. İtalyanca, 3. - bread: İtalyan ekmeği, 4. -esque : İtalyan­ vari, İtalyan tarzında, 5. - greyhound : İtalyan tazısı, 6. - sandwich : iri dürüm, öksüz doyuran : uzun bir somundan yapılmış sandviç, 7. - sonnet bk.: Petrarchan sonnet, 8. - squash : dolma kabağı. e.a.- 6. submarine, 8. zucchini. Italianate, sf. &g!.f. ı. İtalyan tarzı(nda), İtalyan usulü, 2. İtalyanlaşmış, İtalyan adetlerine uymuş, 3. bk.: Halianize. ıtalian hand, is. 1. İtalyan el yazısı : Orta Çağlarda güzel yazı örneği olarak kabul edilen el yazısı, 2. k.d. İtalyan eli : kurnazca/sezdirmeden müdahale etme, işleri karıştırma, 3. fine ıtalian hand : hile, kurnazlık, entrika. e.a.- 3. intrigue, subtelety, cunning ltalianise!Italianisation, Brit. bk.: Italianize, Italianization. Italianism, is. 1. İtalyan adeti/deyimi/tabiıı. İtalyanlara özgü nitelik/davranış/düşünce, İtal­



=



=



yanlık.



Italianize, f. -ized, -izing ı. İtalyanlaş­ (tır)mak, İtalyan karakterini/da vranışlarını/adet­



lerini benimsemek, 2. İtalyanca konuşmak, 3. Ltalianization : İtalyanlaşma.



1886



italic, sf.&is. 1. italik, eğik (yazı), 2. b.h. eski İtalyanlara/İtalya'da yaşamış aşiretlere ait, 3. gen. -s : italik yazı, 4. b.h. İtalik diller: HintAvrupa dillerinin İtalik kolu, 5. Italicism : İtal­ yanca deyim/tabiL italicize, f -cized, -cizing ı. italik harflerle basmak, italikleştirmek, 2. italik harfler kullanmak, 3. (kelimelerin/cümlelerin) altını çizmek (italik harflerle basılması için), 4. italicization: italikleştirme. Italo-, ön ek "İtalyan-". Italo-American : İtalyan-Amerikan.



Italophile, sf. &is. İtalyan dostu/hayranı/ taraftarı.



Italy, is. İtalya. itch, is. &f ı. kaşınmak, gidişrnek. i - all over : Her tarafım kaşınıyoL My back -es : Sırtım kaşınıyoL My mosquito bites are still -ing: Sivrisinek ısınkları haHi kaşınıyoL 2. kaşındırmak, gidi ştirrnek. My wool shirt always -es me. 3. gen. - for/after : sabırsızlanmak, şiddetli arzu duymak, dört gözle beklemek, yerinde duramamak, (bela vb.) aramak/aranmak. The boys were -ing for the lesson to end. i am -ing to tell him the news. He's -ing for trouble : Başının belasını arıyoL He seems to be -ing for a fight : Kavga için bahane arıyor/ kaşınıyoL to - arter fame : şöhret peşinde koşmak, 4. kızdırmak, öfkelendirmek, canım sıkmak, sinirine dokunmak, 5. have an -ing palm : paraya karşı haris olmak, paraya doymamak. He has an -ing palm. 6. kaşıntı, kaşınma, gidişme. I've got an - in my leg. 7. (şiddetli) arzu/heves, sabırsızlanma, dört gözle bekleme, özlem, özleyiş. I've got an - for travel. 8. şeh­ vet, şiddetli cinsel arzu, 9. the - : uyuz (hastalı­ ğı). e.a.- 7. yearning, desire, 8. lust, prurience. itching, sf. &is. 1. kaşındıran, kaşıntı veren, kaşındıncı, 2. heveskar, arzulu, şiddetli arzu/heves duyan, yerinde duramayan, 3. haris, (paraya/servete/şöhrete vb.) düşkün, tamahkaL an - palm: para düşkünü, haris kimse, 4. bk.: itch (6&7). e.a.- 3. acquisitive, avaricious. itch mite, is. zoo!. uyuz böceği (Sarcoptes scabiei). itchy, sf itchier, itchiest ı. kaşıntılı, kaşınan, 2. kaşındıran, kaşındıncı, kaş111tı veren.



-itious rough ~ woollen socks. 3. ~ feet k.d. gezme/ seyahat arzusu, macera hevesi, 4. itchiness : kaşıntı, kaşınma, gidişme, kaşındırma,· kaşıntı



verme. -ite, son ek 1. "-lı/-li" : doğum/yerleşme yerini bildirir. Brooklynite : Brooklyn'li. Israelite : İsrailli, 2. "taraftarı, yanlısı, ... -in izinden giden" : laborite, Jacobite, 3. "oğlu, soyundan gelen" : lshmaelite, 4. patlayıcı madde: dynamite, 5. cevher, mineral, kaya ve fosil adlarına takılıf : graphite, hematite, anthracite, dolomite, 6. zool. vücudun/organların parçasını gösterir: dendrite, somite, 7. ticari ürün/ilaç adı vb. yapar: vulcanite, 8. kim. adları -ous ile son bulan asitlerin tuz ve esterlerini gösterir: sulfite, 9. bazı Latince fiillerin past participle şeklinden : (a) sıfat yapar : infinite, polite, (b) ad yapar: appetite, (c) fiil yapar: unite. Hem, is.&zf.&f 1. çeşit, kalem (eşya), adet, parça, (tek tek) eşya, maL. There are ten ~s on my shopping list : Alış veriş listernde on kalem eşya var. The shopwindow was filled with hundreds of ~s : Vitrine bir sürü mal doldurulmuştu. 2. madde. give the ~s : madde madde saymak. The first - on the program : İzlencenin ilk maddesi. 3. fıkra, bent, husus, konu. There are several interesting ~s in today' s newspaper. news ~ : haber konusu, bir konudaki haber. -s on the agenda : gündemdeki konular, 4. (bir listedeki maddeleri sayarken söylenir) keza, dahi, ilaveten, benzer şekilde, 5. esk. (müfredatı ile, madde madde) saymak/yazmak/kaydetrnek/not etmek, 6. - veto : kısmı veto, bir yasamnm tümünün değil, bazı maddelerinin veto edilmesi. e.a.- 4. also, likewise. itemize, gl.f -ized, -izing 1. ayrıntılarıyla/ madde madde yazmak, müfredat tutmak, kaydetmek, liste yapmak, bir bir saymak.The contents of his pockets were ~d and confiscated. 2. itemization : ayrıntılarıyla/madde maddt( yazma, kaydetme, liste yapma, bir bir sayma, 3. İtemizer : liste yapan. itemized, sf ayrıntılı, müfredatlı, madde madde. an ~ bilL. iterance, is. bk.: iteration. iterant, sf yineli, tekrarlı, tekrarlanmış, mükerrer, tekrarianan. - echoes. e.a.- repeating.



iterate, gl.f -ated, -ating ı. yinelemek, tekrarlamak, tekrar etmek, 2. yeniden/tekrar tekrar yapmak/söylemek, 3. iteration : yineleme, tekrarlama. e.a.- 1&2. repeat, reiterate. iterative, sf ı. yinelemeli, tekrarlayan, tekrarlanan, tekrarlı, mükerrer. ~ methods. 2. gr. bk.: frequentative, 3. -Iy : yineleyerek, tekrarlayarak, tekrar tekrar, mükerreren, 4. -ness: yie.a.- 1. repetitious, nele(n)me, tekrarla(n)ma. repeated. ither, sf &zm. ısk. bk.: other. ithyphallic, sf &is. 1. eski Baküs ayinlerinde taşınan temsilI erkek tenasü1 uzvu+, 2. çok ayıp, çirkin, kaba, müstehcen, 3. (heykel vb.) dik kamışlı, siki kalkmış, 4. Baküs ayinlerinde okunan şarkılar vezninde yazılmış (şiir), 5. müstehcen şiir. e.a.- 2. obscene, indecent, lewd, ribaldo ·itk, son ek "-li, -e ait" : ~ite ile sonlanan adlardan sıfat yapar. Semitic, dendritic gibi. itineracy =itinerancy, is. ı. gezginlik, göçebelik, 2. seyyar memurluk/satıcılık, 3. seyyar memurlar/hakimler/satıcılar vb., 4. (Metodist kilisede) gezginci papazlık. itinerant, sf &is. 1. gezginci, göçebe, seyyar (memur, papaz, yargıç, satıcı, işçi vb.). an judgelsalesman; 2. aylak(çı), kah çalışıp kah boş gezen kimse, 3. -Iy : gezginci olarak. e.a.1. wandering, nomadic, migratory, roving, roaming. k.a.- 1. settled. itinerary, sf &is., ç. -aries ı. yolculuğa/ seyahate ait, yolculukla ilgili, 2. (seyahatte izlenecek) yol, 3. yolculuk/seyahat planı, 4. seyahatname, 5. yolcu kılavuzu, seyahat kitabı. e.a.- 2. route. itinerate, gs.f -ated, -ating ı. gezmek, seyahat etmek, (bir yerden bir yere görevle) gitmek, (özellikle görevle, belirli yerlerde) dolaş­ mak, 2. itineration : gezme, seyahat etme, do·· laşma.



-ition, son ek ı. durum, nitelik, hal vb. bildiren adların sonuna gelir : ambition, tradition, 2. iş, süreç, eylem veya bunların sonucunu bildiren ad yapar: audition, expedition, extradition. -itious, son ek "-lı/-li, -kar, -ci, ... niteliğinde/mahiyetinde/şeklinde" : ambitious, fictitious.



1887



-itis -itis, ad yapan son ek, çoğulu: -itises/-itides ve bazan -ites. ı. hastalık, bilhassa iltihapı yangı bildirir : bronchitis, peritonitis, gastritis, neuritis, 2. gen. -itises: " ... hastalığı, -den ileri gelen hastalık" : vacationitis, 3. düşkünlükliptiHi belirtir: televisionitis, 4. müstait, meyyal, mütemayil : accidentitis, 5. aşırı taraftarlık : educationitis, 6. "-lik, bir niteliğe fazlasıyla sahip olma" : big-businessitis : büyük iş adamlığı. -itiye, son ek Latin kökünden gelen adlarda rastlanır: definitive, fugitive. it'll, kıs. = it will, it shan. It'li rain : Yağ­ mur yağacak. ıTO = International Trade Organization. -ito!, kim. birden fazla hidroksil grubu içeren alkolleri belirtir: inositol, mannitoL. its, zm. onun, kendisinin (it zamirinin iyelik hali). The creature lifted its head. i like istanbul for its beauty. The group lıeld its first meeting yesterday. it's, kıs. = ı. it is (o... dur). It's snowing. It's very interesting. 2. it has: It's been long time : Uzun zaman geçti. It's rained : Yağmur yağdı.



itself, zm. 1. kendisieni), özü(nü). The battery recharges - : Batarya kendiliğinden dolar (kendi kendisini doldurur). The dog hurt - : Köpek kendini incitti. 2. bizzat, bizatihi, aslında (kuvvetlendirici olarak it, which, that, this yerine ge~er). A particularly knotty problem presented -. The town - was so small that it didn 't have a restaurant. 3. kendiliğinden, kendi kendine, kendi kendisini. The situation will right -. 4. bizzat kendisi, ta kendisi. He is always politeness - : Kibarlığın ta kendisidir. The simplicity -. The book - was missing. 5. eski hali, kendisi, kendi nornialdurumu. The house isn't with the children gone. 6. (all) by - : kendi kendine, tek başına, yardıma gerek kalmadan. The motor started by -. 7. in - : kendi başına, başlı başına, yalnız olarak, sırf. The wealth cannot bring happiness in - : Sırf zenginlik mutluluk sağlamaz.



ITT = 1. International Telephone and Telegraph (Corporation), 2. insulin tolerance test. itty-bitty = itsy-bitsy, sf minicik, çok küçük. e.a.- tiny. ITU = International Telecommunications Union.



1888



ITV = instructional television. -ity, son ek "-lık I-lik, -iyet" : nitelik, durum, derece vb. bildirir. jollity, civility, maternity, superiority. lU =I.U. = ı. immunizing unit, 2. internationalunit ıun = intrauterine device, loop, coil : rahim kılıfı, gebe kalmamak için rahime yerleşti­ rilen polietilenden yapılmış kılıf. -ium, son ek kim. adları Latinceden alınan eleman ve bileşimlere takılır : barium, ammonium, sodium. i.v. = ı. increased value, 2. initial velociry, 3. intravenous, 4. invoice value. I've = i have. -iye, son ek 1."... edici/yapıcı, -cı/-ci, -gan, -kar" : sıfat yapan son ek. destructive : yıkıcı/tahripkar. constructive : yapıcı. corrective : düzeltici. offensive : saldırgan, 2. nitelik, karakter, eğilim, bağlantı, görev vb. ifade eden sı­ fat yapar : passive, active, detective, massive, sportive. bk.: -ative, -itive. ivied, sf sarmaşıklı, sarmaşıkla örtülü. walls. Ivorien, sf&is. Fildişi sahili, Fildişi sahiline ait. ivory, ~f &is., ç. -ries ı. fil dişi, fil dişin­ den yapılmış, fil dişi rengi(nde), 2. fil dişi eş­ ya, fil dişinden yapılmış şey, 3. mine, dişin üstündeki sert tabaka, 4. İvories argo (a) piyanonun tuşları. tickle the ivories : piyano çalmak. (b) zar, 5. - black: fil dişi karası: fildişi yakı­ larak yapılan siyah boya, 6. - Coast : Fildişi Sahili, 7. - gull : beyaz martı (Pagophila eburnea) : Arktik bölgesinde yaşar. 8. vegetable - d.d. nebati fildişi. İvory-billed woodpecker = ivorybill, is. zool. fildişi gagalı ağaçkakan (Campephilus principalis) : G ABD'ye özgü siyah, beyaz tüylü, gagası fil dişini andıran ve soyu tükenmekte olan iri bir tür ağaçkakan. ivory nut, is. 1. fil dişi kozalağı : G Amerika'da yetişen fil dişi ağacının kozalağı olup nebati fil dişi adı ile düğme, süs eşyası vb. yapmakta kullanılır. 2. diğer palmiyelerin buna benzer kozalakları. e.a.- 1. jarina, tagua nut, vegetable ivory. ivory palm, is. fildişi ağacı (Phytelephas macracarpa) : G Amerika'da yetişen ve fil dişi kozalağı veren ağaç.



izzard ivory tower, is. ı. hayal alemi, billur köşk, dünya işlerinden tamamen uzak bir alem. His laboratory became an - - where he could pursue his experiments in perfect contentment. 2. uzlete çekilme, dünyadan elini eteğini çekme, 3. ivory towerish : hayal alemine dalmış, hayalperest. e.a.- 1. retreat. ivory-towered, sf dünya gailesinden/gerçekıerden uzak(laşmış), hayal alemine dalmış, hayali. an - recluse. ivy, sf &is., ç. ivies 1. English - d.d. sarmaşık, duvar sarmaşığı (Hedem helix), 2. - League d.d. (a) KD ABD'nin meşhur Ya le, Harvard, Columbia, Princeton, Dartmouth, Cornell, Pennsylvania ve Brown üniversitelerinden oluşan grup, (b) akademik seviyesi yüksek, bu meşhur üniversitelere/mezunlarına özgü, 3. - vine : sarmaşık üzümü (Ampelopsis cordata) : Amerika'ya özgü, yaprakları yürek biçiminde bir bitki. iwis =ywis, zm. esk. bk.: certainly.



ixia, is. bot. süngülü zambak (lxia) : G Afrikada yetişen süsengilerden yaprakları süngüye benzer güzel kokulu çiçekler açan zambak. izard =isard, is. Pirene keçisi. -ization, son ek "-laşma /-leşme" : -ize ile sonlanan fiillerden durum, eylem, süreç, sonuç bildiren ad yapar. civilization : medenileşme. -ize, son ek 1." yapmak/etmek, -laş(tır)nıak /-leş(tir)mek, olmasına sebep olmak, ...haline getirmek" : modernize : modernleş­ (tir)mek. Americanize : Amerikalılaş(tır)mak. oxidize : oksitleştirmek, 2. "-laşmak/-Ieşmek, ...haline gelmek, ... olmak" : crystallize : kristalleşmek. unionize : ünyon haline gelmek, 3. " ...taslamak, ... gibi davranmak" : patronize : amirlik taslamak. philosophize : filozofça davranmak. izzard, is. k.d. Z harfi. from A to - : baş­ tan başa, başından sonuna kadar, A'dan Z'ye kadar.



* * *



*



1889