İngilizce - Türkçe Sözlük Cilt 2 [2] [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...

Table of contents :
J......Page 3
K......Page 39
L......Page 75
M......Page 223
N......Page 419
o......Page 495
p......Page 587
Q......Page 867
R......Page 883
s......Page 1075
T......Page 1425
u......Page 1581
v......Page 1663
w......Page 1715
x......Page 1819
y......Page 1823
z......Page 1837

Citation preview

ATATÜRK KÜLTÜR, DiL ve TARiH YÜKSEK KURUMU TÜRK DiL KURUMU YAYıNLARı: 714



. Hamit ATALAY



Yardım Edenler



Füsun H. ATALAY B. Ed. Nurdan H. ATALAY B. Sc. (Ch. E.), M. S. İnci A. ATALAY B. Sc. C. E.



J J, j, is., ç. J's/Js, j's / js ı. İngiliz alfabesinin onuncu harfi, 2. J sesi (Türkçedeki c gibi söylenir) judge, major, rajah gibi, 3. baskı işle­ rinde J harfinin kalıbı, 4. sırada onuncu (veya i yazılmazsa dokuzuncu). J =j = fiz. Joule. j, mat. sanal vektör birimi : y ekseni üzerinde uzunluğu i olan vektör. J. =1. Journal, 2. Judge, 3. Justice. ja, zf. Alm. evet. e.a.- yes. Ja. =January. J.A. = ı. Joint Agent, 2. Judge Advocate. jab, is.&f jabbed, jabbing 1. dürtmek, itmeK. He -bed his finger at me. 2. batırmak, saplamak, (ucu keskin bir şeyi hızla) daldırmak. He -bed his fark into the potato. She -bed her knitting needles into a ball of woo!. 3. (yumruk vb.) hızla vurmak. - at sth : bir şeye üst üste darbeler indirmek, habire vurmak. She could hear him -bing viciously at the keys oftypewriter. 4. dürtme, dürtüş, itme, itiş, 5. batırma, saplarna, 6. (hızlıikısa) darbe, vuruş. He gave it a sharp - : Ona hızla vurdu. 7. k.d. iğne, enjeksiyon, şırın­ ga. job d.d. 8. jabbingly : dürterek, iterek, batırarak, saplayarak, vurarak. e.a.-i. poke, thrust, 2. stab, 3. punch. jabber, is. &f jabberbed, jabberbing ı. çabuk çabuk ve anlaşılmaz şekilde konuş­ mak/ söz söylemek, anlamsız laf etmek, lafı gevelemek, kem küm etmek. i can't understand you if you keep -ing (away) like' that. He -ed (out) the words in what seemed a foreign language. 2. çabuk konuşma, manasız/anlaşılmaz laf, 3. -er: lafı geveleyen, anlaşılmaz şekilde konuşan, 4. -ingiy : lafı geveleyerek, çabuk çabuk konuşarak. e.a.- i. chatter, 2. gibberish. jabberwock == jabberwocky, is., ç. -wockies saçma/anlamsız söz/yazı, anlamsız hecelerden oluşan söz. e.a.- gibberish.



jabiru, is. zoo!. iri leylek (labiru mycteria) : bölgelerinde yaşar. jaborandi, is., ç. -dis ı. bat. yabaran (Pilocarpus jaborandi) : G Amerika'da yetişen bir nevi funda, 2. yabaran yaprağı: bir nevi alkaloid (pilocarpine) içerir. Kurutularak hekimlikte kul-



Amerika'nın sıcak



lanılır.



jabot, is. kırmalı dantel göğüslük, fırfırlı bluz yakası. jacal, is., ç. jacales/jacals kulübe: Meksika ve GB ABD'de duvarları dik kalaslardan yapılıp üstü dal vb. ile örtülen ve toprakla sıvanan evcik. jacaınar, is. zoo!. parlak kuş (Galbulidae) : Amerika'nın sıcak bölgelerinde yaşayan uzun gagalı, yeşil, bakır rengi tüylü, böcek yiyen kuş. jacana, is. zoo!. su kuşu (lacana spinosa) : uzun ayak parmaklarıyla su üstündeki yapraklara basarak yürüyen lacanidae familyasından tropikal ülkelere mahsus bir kuş. lily-trotter d.d. jacaranda, is. bat. 1. göksalkım (lacaranda) : borulu hanımeli familyasından tüysü yapraklı, mavi salkım çiçekli bir ağaç, Amerika'nın tropik bölgelerinde yetişir, 2. göksalkım kerestesi : süslü ve güzel kokuludur, 3. göksalkıma benzer çeşitli ağaçlar, 4. bu ağaçların kerestesi. jacinth, is. ı. bat. sümbül (Hyacinthus), 2. (turuncu) zirkon. e.a.-i. hyacinth. jacinthe, is. turuncu, portakal rengi. jack l , is. 1. kaldıraç, kriko, 2. knave d.d. (iskambilde) bacak, vale, 3. kebap şi şini döndüren cihaz, 4. (oyunda) (a) jackstone d.d. oyun taşı : oyunda kullanılan taş veya madenı parça, (b) jacks veya jackstones d.d. beş taş oyunu : küçük taş, maden vb. parçalarını belirli şekiller­ de atarak oynanan bir çocuk oyunu, 5. (top yuvarlama oyununda) hedef topu, 6. den. deniz sancağı, cıvadra sancağı, 7. bk.: jackass, 8.. bk.:



1891



jack2 jack rabbit, 9. elekt. jak, priz, 10. b.h. gemici, gemi tayfası, 11. argo para, mangiz. Have you got any -? 12. (bazı çalgılarda) tokmak, çekiç, 13. zool. bk.: carangid, 14. bk.: lumberjack, 15. ABD bk.: applejack, 16. ABD bk.: jacklight, 17. adam, köylü, herif, 18. hizmetçi, işçi, 19. destek, tutucu, 20. bk: jackdaw, 21. küçük parça, benzerlerinden ufak olan şey, 22. bk.: brandy, 23. bk.: jackknife (2), 24. creeping - : dam koruğu (Sedum acre), 25. every man jack : herkes, istisnasız her fert. e.a.-10. sailor, jacktar, lL. money, 17. man, boy, fellow, 18. servant, laborer, 25. everyone. jack2, f 1. gen. - up : (kaldıraçla, kriko ile vb.) kaldırmak. to - up acar in order to change a tire. 2. gen. - up k.d. (fiyat, maaş, hız vb.) artırmak, yükseltmek. to - up prices. 3. ABD fenerle avlanmak/ava çıkmak (balık, bıldırcın vb. avı), 4. gen. - up : (a) (birisine) görevini hatır­ latmak, muaheze etmek, çıkışmak, (b) görevini yapmaya teşvik etmek. 5. - in Brit.- k.d. yüzüstü bırakmak, terk etmek, yapmaktan/devamdan vazgeçmek. One of these days I'm going to - in this job and travel round the world. 6. - off argo bk.: masturbate. e.a.-1. lijt, 2. increase, raise. jack3, sf (marangozlukta) ufak, küçük, kı­ sa : uzunluğu veya yüksekliği benzerlerinden küçük olan. - rafter. - truss. jack4, is. bot. ı. (bir nevi) ekmek ağacı (Artocarpus heterophyllus), 2. bu ağacın (sarı renkli) kerestesi, 3. bu ağacın meyvesi: ağırlığı 30 kg'ı geçer. jack5, is. ı. (Orta Çağlarda kullanılan) deriden yapılmış zırhlı elbise, 2. esk. tulum, tuluk, deriden yapılmış su kabı. jack-a-dandy, is., ç. -dies ı. zilppe, çıtkı­ nidım, cicibey, fazla şık kimse, 2. -ism : züppelik. e.a.- 1. fop. jackai, is. 1. zool. çakal (Canis aureus), 2. başkası hesabına alçakça/adllsüm işler gören kimse, 3. hain, cani, alçak, pespaye, habis (kimse). e.a.-3. vilain, scoundreL. jack-a-Ient, 'is. 1. (paskalyadan önceki perhiz zamanında eğlence için taşlanmak üzere yapılan) kukla, küçük dolgu bebek, 2. basit/manasız kimse. e.a.- 2. puppet.



1892



jackanapes, is. ı. arsız, küstah, züppe, terbiyesiz, kendini beğenmiş kimse, 2. şımarık/ar­ sız/utanmaz çocuk, 3. esk. maymun. e.a.-1. impertinent, insolent, upstart, whippersnapper, 2. impudent, mischievous, saucy, 3. ape, monkey. jackaroo, is., ç. -roos Avust.- k.d. bk.: jackeroo. jackass, is. ı. (erkek) eşek/merkep, 2. aptal, ahmak, budala, enayi, mec. eşek (kafalı), 3. bk.: laughing - d.d. bk.: kookaburra. e.a.1. (male) donkey, 2. foo I, do lı, blockhead, ass, stupid, nitwit. jackassery, is., ç. -eries aptallık, ahmaklık, budalalık, enayilik, eşeklik. jackassism, jackassness d. d. jack bean = overıook, is. 1. bot. baklacık (Canavalia ensiformis) : baklagillerden tropik iklimierde yetişen gür bir bitki, hayvanlara yedirilir, 2. bu bitkinin tohumu (beyaz renktedir). jackboot. is. 1. uzun çizme : dizden yukarıya (kalçaya) kadar çıkan uzun, bağsız, deri çizme, 2. balıkçı çizmesi, 3. mec. zulüm, tahakküm' baskı, zorbalık. National culture was crushed under the invader's jackboot. e.a.-3. repression. jackdaw, is. zool. ı. küçük karga (Corvus monedula) : Avrupa'da kuleler/harabeler üzerine yuva yapan parlak siyah tüylü kuş, 2. bk.: grackle (l). jackeroo = jackaroo, is., ç. ·roos Avust.kd. acemi, koyun çiftliğinde çalışan yeni/acemi kimse. jacket, is. &gl.f ı. ceket, 2. kılıf, zarf, dış örtü, 3. (patates) kabuk. potatoes cooked in theİr - : kabuğu ile pişirilen patates, 4. book - : kitap gömleğilkılıfı, ciltli kitabın üzerine geçirilen kağıt kap, 5. fonograf plağı gömleğilzarfı, 6. madeni gömlek (top vb. için), silindir ceketi, 7. ABD dosya gömleği, içine resmi evrak konulan açık zarf veya katlanmış karton, 8. (memeli hayvanlarda) yün, tüy, kürk, 9. kaplamak, kap/kılıf geçirmek, (silindire) gömlek geçirmek, 10. dust s.o.'s - : birini dövmek/pataklamak. jackfish, is., ç. -fish / ·fishes Cnd. bk: pike. Jack Frost, is. ayaz, şiddetli soğuk. jack hammer, is. basınçlı delgi, delici çekiç, basınçlı hava ile işleyen kaya delgisi.



jaeky jaek-in-a-box = jaek-in-the-box, is., ç. -boxes yaylı kukla: kutu açılınca içinden fırla­ yan oyuncak kuklalbebek. jaek-in-the-pulpit, is., ç. -pulpits bot. bürgümcük (Arisaema triphyllum) : Amerika'da yetişen mor, yeşil yaprakla örtülü dut biçiminde koçanı olan yılan yastığına benzer bir bitki. Indian turnip d.d. Jaek Ketch, is. Brit. - argo ceWit. e.a.executioner, hangman. jaekknife, is., ç. -nives, f -knifed, -knifing 1. büyük cep çakısı, 2. çakı dalışı : dizleri bükmeden eğilip ayak bileklerine dokunarak atlayıp havada vücudu doğrultarak suya daIma, 3. çakı ile kesrnek, 4. çakı gibi katla(n)mak. jaek ladder, den. bk.: Jaeob's ladder (2). jaekleg, sf &is. ABD- argo ı. acemi, elinden iş gelmez, beceriksiz, işinin ehli olmayan. a - carpenter. 2. vicdansız, aldatıcı, sahtekar, düzenbaz. a - lawyear. 3. geçici tedbir, yasak savan, geçici olarak işi görmesi için yapılmış. e.a.-i. unskilled, amateur, 2. unprofessional, unscrupulous, dishonest, 3. makeshift. jaeklight, is. &f. ABD&Cnd. balıkçı feneri (ile avlanmak). jaek maekerel, is. zool. istavrit (Trachurus symmetricus) : K Amerika'nın Pasifik kıyıla­ nnda avlanan ufak uskumruya benzer balık. jaek oak, is. bot. kara meşe (Quercus marilandica) : D ABD'de yetişen kara kabuklu meşe ağacı.



jack-of-all-trades, is. hezarfen, elinden her gelen adam, becerikli kimse. jaek-o-Iantern, is. ı. kabak fener: içi çı­ karılıp kabuğuna göz, ağız, burun oyularak insan yüzüne benzetilen ve içinde mum yakılan kabak, 2. buna benzer ticari fener, 3. bataklık alevi, bataklık yakamozu. e.a.-3. will-o'-thewisp, ignis fatuus. jaek pine, is. bot. kaya çamı (Pinus Banksiana) : K ABD ve Kanada'da kayalık ve çıplak arazide yetişen çam. jaek plane, is. (Marangoz) el rendesi, kaba rende. jaekpot, is. ı. (poker) pbt, ortada biriken para, 2. (piyango vb.) büyük ikramiye, 3. hit the - argo (a) turnayı gözünden vurmak, (b) başına iş



devlet kuşu konmak, talihi yaver olmak, (c) büyük ikramiye kazanmak, (d) çok büyük başarı kazanmak. jaek rabbit, is. zoo!. tavşan (Lepus townsendii) : KB Amerika'da bulunan arka bacakları ve kulakları çok uzun, iri tavşan türü. Boyu 55 cm, kulakları 13 cm. Kulakları eşek kulaklarına benzetilerek bu ad verilmiştir. Jaek Robinson, is. Before you (he/she ete.) eould (can) say Jaek Robinson k.d. apansız, anıde, birdenbire, kaşla göz arasında, göz açıp kapayıncaya kadar. e.a.- quickly, unexpectedly. jaekserew, is. kriko. jaekshaft, is. mak. ı. eountershaft d.d. kısa mil: kasnak, kayış veya dişli düzeni ile hareketi ileten kısa mil, 2. avara mili: avara kasnağı taşıyan miL. jaeksmelt, is., ç. -smelts/-smelt zool. Kaliforniya gümüş balığı (Atherinopsis californiensis) : Kaliforniya kıyılarında avlanan bir balık. Boyu 55 cm. jaeksnipe, is., ç. -snipes/ -snipe zoo!. küçük çulluk (Limnocryptes minimus) : Avrupa ve Asya'ya mahsus kısa gagalı ufak çulluk. jaek staff, is. giz, cıvadra sancağı gönderi. jaekstay, is. den. 1. yelken demirilhalatı : gemilerde yelkenlerin bağlandığı demir çubuk/ halatlağaç çubuk, 2. yelken kılavuzu: gemi direğinin önünde yelken serenine kılavuzluk eden düşey ip. jackstone, is. bk.: jaek l (4). jaekstraw, is. ı. korkuluk, bostan korkuluğu, içi saman doldurulmuş kukla, 2. önemsiz kimse, 3. çöp demeti : çöp oyununda kullanılan dişçöpü, ince çıta vb. demeti, 4. -s : çöp oyunu: demet halindeki çöp/çıta vb. den demeti bozmadan en fazla çöp alanın kazandığı bir tür oyun. jaek-tar = Jaek Tar, is. gemici, denizci, bahriyeli. jaek toweI, is. döner havlu: silindir şek­ linde sarılı aşağı çekilerek kullanılan havlu. jaek-up, is. k.d. artış, zam, yükselme. e.a.increase, rise. jacky, is., ç. jaekies 1. gemici, denizci, 2. Brit.- argo cin, alkollü bir içki. e.a.- 2. gin.



1893



Jacob Jacob, is. Yakup. Jacobean, sf&is. ı. İngiltere'de ı. James devri (yazarı, devlet adamı veya belirli diğer şah­ siyetler), 2. XVII. yy. İngiliz mimari ve mobilya üslUbuna ait, 3. XVII. yy. başlarındaki edebiyat, dram tarz ve üslUbunda, 4. - lily bot. Meksika zambağı (Sprekelia formosisima) : Meksika'da yetişir, parlak kırmızı çiçekler açar, armallys familyasından soğanlı bir bitki. Jacobian, is. mat. - determinant d.d. Jakobiyen, Jakobi belirteei : ilk sırası, sayısı değişken sayısına eşit işlevlerden, diğer sıralan bunların



her bir değişkene göre kısmi türevIerinbelirteç/determinan. Jacobin, is. 1. (Fransız İhtiltHi zamanında 1789- i 794 yıllarında faaliyet gösteren) radikal politika kulübü üyesi, 2. (politikada) aşırı radikal, 3. Dominik tarikati papazı, 4. -ic(al) : aşırı radikal, 5. -icaııy: aşırı radikal bir şekilde, 6. -ism : politikada aşırı radikalcilik, aşırı radikal politika. Jacob's ladder, is. ı. bot. süllüm otu (Polemonium caeruleum) : yapraklarının dizilişi merdiyeni andırır, 2. den. (tahta basamaklı) ip merdiven, şeytan çarmığı, süllüm, 3. Yakup'un rüyasında gördüğü yerden göğe uzanan merdiven. jaconet, is. 1. (pamuklu) ince bez, sargı bezi, 2. (kitap ciltlemekte kullanılan) cilt bezi. jacquard, is. 1. ceker bezi, 2. - loom d.d. ceker tezgahı: süslü dokumalar yapan tezgah. Jacquerie, is. 1. K Fransa'da köylülerin asillere karşı isyanı (1358), 2. k.h. köylü isyanı. jactation, is. 1. böbürlenme, gururlanma, 2. pato!. çırpınma. e.a.-I. boasting, bragging, 2. jactitation jactitation, is. 1. huk. başkasına zarar veren boş övünme veya sav, 2. övünme, böbürlenme, boş yere kendini methetme, 3. bk.: jactation (2), 4. - of marriage Brit. huk. sahte evlilik: gerçeğe aykırı olarak belirli bir kimse ile evli gibi davranma suçu. jaculate, gl.f -lated, -lating 1. fırlatmak, atmak (cirit, kargı vb.), 2. jaculation : fırlatma, atma. e.a.-I. throw, hur!. jade l , is. 1. yeşim (taşı), 2. yeşim taşı ile işlenmiş şey, 3. - green d.d. yeşil, mavimsi/ sarımsı yeşil renk. den



oluşan



1894



jade2, is. ı. lagar beygir, yaşlılişe yaramaz at, yılkı atı, 2. cadı (karı), şirret (kadın), fahişe. e.a.- 2. hussy jade3, f jaded, jading 1. çok yormak, yıpratmak, (ağır işe koşarak) takatini kesmek, 2. yorulmak, yıpranmak, bitap düşmek, takati kesilmek, 3. esk. güıünç düşmek, maskara/rezil olmak. e.a.-1&2. exhaust, sate, satiate, tire. jaded, sf ı. çok yorgun, bitkin, bitap, takatsiz, mecalsiz, kuvvetsiz. a - horse. a - appearance. 2. bıkmış, usanmış, gına getirmiş. get - : bıkmak, usanmak, 3. yıpranmış, körlenmiş, 4. -ıy: yorgunlbitkin bir halde, bıkarcasına, 5. -ness : yorgunluk, bitkinlik, mecalsizlik, bık­ ma, usanına. e.a.-l. worn-out, tired, weary, exhausted, 2. dulled, satiated, bored, surfeited, 3. dissipated. jadeite, is. akyeşim: NaAlSi2ü6, sodyum alüminyum silikat, rengi koyu yeşilden beyaza kadar değişen zümüte benzer mineraL. jade plant, is. yeşim otu (Crassula argenta, C. arborescens) : G Afrika ve Asya'da yetişen kalın yapraklı ot. jadish, sf 1. yaşlı, işe yaramaz, lagar beygir gibi, 2. cadı, şirret, fahişe, 3. -Iy : cadılıkla, şirretlikle, 4. -ness: şirretlik, cadıhk. jaeger, is. 1. zoo!. avcı kuşu (Stercorarius) : martı ve deniz kırlangıçlarının yakaladığı avları bıraktırmak için onlara saldıran yırtıcı bir deniz kuşu, 2. jager, jager, yager d.d. avci. e.a.-2. hunter. Jaffa =Yafo, is. Yafa (şehir). jag 1, is. ı. sivri uç/kenar, köşe, keskin kenar/köşe, diş, 2. (elbisede) (a) f1apa, sarkan kumaş parçası, (b) yırtmaç, 3. k.d. (sivri bir şeyle) dürtme/dürtüş. 4. k.d. (odun/saman/ot vb.) demet, deste, yük, şelek. a - of hay. 5. argo sarhoşluk, 6. k.d. (a) eğlenti, cümbüş, alem. an eating - : ziyafet, şölen, (b) nöbet, hengame, kont· rol dışı eylemler dizisi. a Glying -. a spending -. 7. have a - on ABD- argo kafayı tütsü1emek, zilzurna/fitil gibi sarhoş olmak, esrarın etkisinde olmak. He had a good - on when he left the bar : Meyhaneden çıkarken zilzurna/fitil gibi sarhoştu. e.a.-I. barb, tooth, notch, 3. stab, jab, 4. load, 6. (a) spree, binge.



jam 1 jag2, f jagged, jagging 1. çentmek, diş açmak, diş diş etmek, çentikli kesrnek, eğri büğ­ rü kesrnek, 2. k.d. (sivri bir nesne ile) dürtmek, delmek, iğnelemek, 3. sıçrayarak/zıplayarak gitmek. e.a.-2. prick, stab, thrust. J.A.G. = Judge Advocate General. jager =jager, is. bk.: jaeger (2). jagged, sf ı. çentikli, kertikli, pürüzlü, diş­ li, zikzaklı, diş diş, sivri uçlu. the ~ wound. ~ rocks. 2. -Iy : çentikli/pürüzlü bir şekilde, diş diş, 3. -ness: çentiklilik, kertiklilik, pürüzlülük. e.a.-l. zigzag, serrate, rough, jaggy, notched. jaggy, sf -gier, -gest bk.: jagged. jagless, sf çentiksiz, kertiksiz, pürüzsüz, dişsiz, düz. jaguar, is. zool. jaguar (Panthera onca) : Amerika'nın sıcak bölgelerinde yaşayan kaplan türünden derisi benekli yırtıcı hayvan. jaguarundi, is., ç. -dis zool. yaban kedisi (Felis egra) : Amerika'nın sıcak bölgelerinde yaşayan gri, kahverengi tüylü yabanı kedi. jaguarondi, yaguarundi jaguaron eyra d.d. Jahangir = Jehangir, is. Cihangir: Hindistan'da Moğol İmparatoru (1569-1627). Ekber Şah'ın oğlu.



jai alai, is. G Amerika'da sepet biçimli raketlerle oynanan hentbole benzer top oyunu. bk.: fronton. Jaihun, is. Ceyhun, Amu Derya. e.a.Amu Darya. jan, is. &f 1. ceza evi, tutuk evi, hapishane, hapis, zindan, argo kodes, 2. tutuklamak, hapsetmek, hapse atmak, hapishaneye kapamak, argo kodese atmak/tıkmak. e.a.-l. prison, 2. imprison. jailbait, is. ABD- argo küçük kız : yaşı küçük olduğu için cinsı münasebette bulunulması hapis cezasını gerektiren kız. jailbird, is. argo ı. mahpus, tutuklu, 2. hapishane gediklisi, ip kaçkını, pranga kaçağı. janbreak, is. k.d. ceza evindenlhapisten kaçma, firar. jailer =janor, is. ı. gardiyan, 2.başkası­ nın hürriyetini kısıtlayan. Brit.: gaoler. jan delivery, is. 1. (İngiliz yasalarına göre) mahpusları mahkemeye sevk ederek ceza evini boşaltma, 2. mahpusları kuvvet zoru ile serbest bırakma.



jan fever, esk. tifüs. e.a.- typhus. janhouse, is., ç. -houses ceza evi, hapishane, tutuk evi, tevkifhane. Jainism, is. ı. Cainizm, Hindu dininin bir kolu: M.Ö. VI. yy. da kast sistemine karşı kurulmuş olup bilgi, iman ve iyi ahlak sayesinde ruhu huzura kavuşturmayı, hayvanların hayatı­ na hürmeti öğretir, 2. Jain =Jaina =Jainist : bu dine mensup kimse. jake, sf argo 1. uygun, münasip, tamam, işler yolunda, 2. bir nevi kaçak içki. e.a.-l. satisfactory, OK., fine. jake leg, is. (alkollü içkinin sebep olduğu) kötürümlük. jakes, is. k.d. bahçe heH'isı. e.a.- outhouse, privy. Jalal ud-din Rumi, is. (Mevlana) Celaleddini RumI (1207-1273). jalap, is. 1. bot. calapa (Exogonium purga) : sarmaşıkgillerden bir Meksika bitkisi, 2. calapa : bu bitkinin kurutulmuş kökü (müshil olarak kullanılır). jalopy, is., ç. -Iopies k.d. külüstür (otomobil). jalousie, is. ı. pancur, jaluzi : yatayeksen etrafında dönerek açılıp kapanabilen şeritlerden oluşan perde, 2. pancur biçimi camlardan yapıl­ mış pencere. jam1, f jammed, jamming 1. kıstırmak, kısılmak, sıkışmak, sıkış(tır)ıp kımıldamaz hale gelmek (getirmek). The ship was ~med in the icelbetween the rocks. The bus was so full that i was -med in and couldn 't move. 2. sıkıştırmak, sıkış(tır)ıp yarala(n)mak/ez(il)mek. He ~med his hand in the door : Elini kapıya sıkıştıl'dı. His fingers were ~med in the door : Parmakları kapıya sıkıştı. 3. (şiddetleikuvvetle) basmak/itmek/daldırmak. He -med his foot on the brake : Ayağını kuvvetle frene bastı. - the brakes on : kuvvetle fren yapmak. 4. yığ(ıl)ıp tıkamak, (yolu vb.) kapatmak, üst üste yığmak, tıkmak, tıka basa doldurmak. The river was ~med with logs. Crowds ~med the streetsand no cars could pass. ~ one' s elothes into a small suitease. 5. çalışa­ maz/işlemez hale gelmek/getirmek, bozmak. The key broke off and ~ med the lock. 6. (radyo/telsiz yayınını) bozmak, karıştırmak, anlaşıl­ maz hale getirmek, parazit yapmak. 7. jam-mer : (a) sıkıştıran, kıstıran, yığan, dolduran, kapatan,



1895



jam2 (b) radyo işaretlerini bozan, bozucu yayın yapan (verici) (1-4 için eskiden jamb de denirdi, şimdi kullanılmıyor). e.a.-1. press, squeeze, hold, stick, crowd, ram, force, 2. crush, bruise, 3. press, push, thrust, 4. pack, obstruct, fill. jam2 , is. ı. sıkış(tınl)ma, kıstırma, kısıl­ ma, sıkış(tır)ıp hareketsiz hale gelme/getirme, 2. sıkışıklık, tıkanıklık. a trafik - . 3. bir araya sıkışmış insan/eşya vb., 4. kd. çıkmaz, zor/müş­ kül/sıkıcı durum, içinden çıkılmaz sorun, 5. get into a - = be İn a - k.d. belaya çatmak, çıkmaza saplanmak, başı derde girmek. e.a.-4. fix, predicament. jam3, is. ı. reçel, marmelat, 2. money for - Brit.- k.d. çok kolay, sıkıntısız, zahmetsiz. It's money for - : Bundan kolay ne var! Jamaica, is. ı. Jamaika, 2. -n : Jamaikalı, 3. - ginger : (a) Jamaika zencefili, (b) toz zencefil (kökü) (ilaç olarak kullanılır), 4. - rum: Jamaikaromu. jamb(e), is. ı. mim. söve: kapının/pen­ cerenin dik yanı/kenar pervazı, 2. bk.: jambeau, 3. (madencilikte) topuk : galeri içinde direk olarak bırakılan maden cevheri, 4. bk.: jam 1 (l-4). jambalaya, is. 1. domates salçası, sucuk, tavuk, karides vb. ile pişirilmiş bir nevi pirinçli yemek, 2. türlü, karmakarışık şey. jambeau, is., ç. -beaux dizlik, diz zırhı. e.a.- greave, jamb. jamboree, is. ı. k.d. cümbüş, gürültülü eğlenceliçki alemi, 2. (a) şölen, büyük ziyafet, (b) izciler kampı, 3. uzun ve çeşitli eğlence programı. e.a.-1. carousal. jammy, sf Brit.- argo 1. kolay. That examination was really -. 2. şanslı, talihli, (özellikle başkalarını kıskandıracak bir şeye erişen). You - fellow! Why can't i ever win as much money as that? e.a.-l. easy, 2. [ucky. jam-packed, sf dopdolu, ağzına kadar/tık­ lım tıklım dolu, hıncahınç, iğne atsan yere düş­ mez, aşırı kalabalık. a stadium - with spectators. jam session, is. özel seans : caz müzisyenlerinin bir araya gelip kendi zevkleri lçin müzik çalmaları.



Jamshid = Jamshyd, is. Cemşit: efsaneye göre 700 yıl saltanat süren Pers Kralı.



1896



jam-up, is. k.d.



tıkanıklık,



kesinti,



inkıta,



arıza.



Jan. = January. jane, is. argo kız,



kadın.



e.a.- girl, wo-



man.



Jane Doe, is. yasal işlemlerde asıl adı bilinmeyen kadın veya kızı tanımlamak için kullanılan farazı ad. jangle, is. &f -gled, -gling 1. ahenksiz sesi gürültü çıkarmak (iki madeni levhanın birbirine vurulmasından çıkan ses gibi). He -d the bell. 2. çekişmek, kavga etmek, 3. (sinirini) bozmak. Their continual complaints -d her nerves. 4. ahenksiz ses, gürültü, zmltı, şangırtı. The of the telephone woke me up. 5. çekiş(me), kavga, nifak, dınltı, vırvır, 6. jangler : gürültü/ zmltı çıkaran, çekişen, kavga eden. e.a.- 2. quarrel, dispute, wrangle, bicker, 3. upset, 5. quarrel, di:-j'jJute, wrangling. janiform, sf bk.: J anus-faced. Janissarian = Janizarian, sf Yeniçeri+, Yeniçeri ocağına / Yeniçerilere ait. Janissary= Janizary, is., ç.-saries T. Yeniçeri. janitor, is. kapıcı, odacı, bir binanın temizlik ve tamir işleriyle görevli kimse. e.a.doorkeeper, porter. janitress, is. (kadın) kapıcı, odacı. jannock, sf Brit.- k.d. dürüst, samimi. To give a lover a chance of final scene befare leaving him was -. e.a.- decent, upright. JansenisIll, is. Jansenizm: serbest iradeyi reddeden, kadere inanan, insan tabiatinin bozukluğunu, ancak seçkin bir azınlığın kurtuluşa erişeceğini savunan dini doktrin. January, is., ç. -aries Ocak, senenin ilk ayı.



Janus-faced, sf 1. ikiyüzlü, mürai, aldatı­ 2. çelişik, çelişkili. a - foreign policiy. e.a.1. two-faced, deceiiful, double-dealing. Jap, is.&sf (hakaret için söylenir) Japon. Japan, is.&sf 1. Japonya. Japonca adı: Nihon, Nippon, 2. Japon, Japonya'ya/Japonlara ait, 3. - allspice : Japon gÜıü (Chimonanthus praecox) : güzel kokulu sarı çiçekleri için yetiş­ tirilen Japonya'ya mahsus bitki, 4. - clover : Japon yoncası (Lespedeza striata) : ABD'de at yemi olarak yetiştirilen Doğu Asya menşeli yoncı,



jar2 caya benzer kalımlı bitki, 5. - Current = Stream = Kuroshio = Black Stream : Japonya akıntısı : Filipinler'den kuzeye doğru GD Japon kıyılarını yalayarak Kuzey Pasifik'e yönelen sı­ cak akıntı, 6. - tea: Japon çayı, 7. - wax = tallow : Japon mumu : Çin ve Japonya'da yetişen bazı sumakların (Rhus verniciflua, Rhus succedanea) meyvelerinden elde edilen' açık sarı renkte, suda erimez, mumlu madde. Mobilya, tahta cilası ve mum yapmakta kullanılır. 8. Sea of - : Japon Denizi. japan, is. &gl.f -panned, -panning ı. laka, Japon vemiği, siyah parlak sert cila, 2. Japon vemiği ile cilalanmış eşya, Japon işi eşya, 3. (Japon verniği ile) cilalamak, vemiklemek, ciHiJ vemik sürmek. -ned leather : rugan. Japanese, sf&is. ı. Japon, Japonca, 2. Japon+, Japonya'ya/Japonlara/Japoncaya ait, 3. andromeda bot. andromeda (Pieris japonica) : geniş yapraklı, beyazımsı salkım çiçekler açan kalımlı bir funda. andromeda d.d. 4. - barberry bot. bodur sarıçalı (Berberis thumbergi) : çit bitkisi olarak yetiştirilen bodur bir çalı, 5. harnyard millet =- millet: Japon darısı (Echinochloa frumentacea), 6. - beetle : zool. Japon böceği (Popillia japonica) : Doğu ABD'ye Japonya'dan gelmiş küçük, madeni' yeşil veya kahverengi kabuklu, larva halinde iken çürüyen bitkilerle, erişmiş halde ise yaprak ve meyvelerle beslenen böcek, 7. - cedar bot. Japon sediri (Crypto-meria japonica) : Japon ve Çin'de yetişen, yaprağını dökmeyen, kerestesi kıymetli büyük ağaç, 8. - iris: Japon zambağı (Iris caempferi) : çok iri çiçek açan bir tür zambak, 9. - ivy bk.: Boston ivy, 10. - mink : (a) Japon samuru (Mustela sibirica), (b) sarımtrak kahverengi samur kürk, 11. - parsimmon : (a) bot. Japon hurması (Diospyros Kaki) : Asya'ya mahsus bir ağaç, (b) Japon hurması: bu ağacın kırmızı, turuncu renkli yumuşak meyvesi, 1~. - plum bot. Japon eriği (Prunus solicina), açık kırmızı/sarı renkli iri bir erik veren ağaç, 13. - quail : Japon bıldıfcıııı (Coturnix coturnix japonica) : çoğun­ lukla laboratuar araştırmalarında kullanılan Çin ve Japonya'ya mahsus bıldırcın türü, 14. - quince : Çin ayvası (Chaenomeles lagenaria) : gül familyasından kırmızı çiçekler açan dayanıklı süs bitkisi ve meyvesi (Çin'de yetişir), 15. - ri-



ver fever patol. Japon humması: kene ve sakır­ gaların ısırmasıyla vücuda giren Rickettsia tsutsugamushi adlı mikropların sebep olduğu, en çok Japon ve Doğu Asya'da rastlanan bulaşıcı hastalık, 16. - spaniel : Japon spanyeli : siyah, beyaz veya kırmızı, beyaz tüylü ufak ev köpeği, 17. - spurge bot. Japon sütleğeni (Pachysandra terminales). J apanesque, sf Japon üslübunda. Japanism = Japonism, is. 1. Japon taraftarlığı/hayranlığı, 2. Japon adeti i töresi vb. Japanize, gL.f -nized, -nizing ı. Japonlaş­ tırmak, 2. (bir bölgeyi) Japon nüfuzuletkisi altı­ na sokmak, 3. Japanization: Japonlaştırma, Japon etkisi/nüfuzu altına sokma. japanner, is. vemikçi, cilacı, Japon vemi..: ği süren kimse. jape, is. &f japed, japing 1. şaka yapmak, şakalaşmak, 2. alay/istihza etmek, alaya almak, aldatmak, argo işletmek, matrak geçmek, 3. şaka, latife, 4. alay, istihza, argo işlet­ me, matrak, 5. hile, oyun. 6. japer : şaka yapan, alayeden, 7. japery : şaka, alay, istihza, 8. japingIy : şaka olarak, alayla, istihza ile, alay edercesine. e.a.-l&3. joke, jest, gibe, 2. mock, makefunof japonica, is. 1. bk.: Japanese quince, e.a.2. kamelya, Japon gülü (Theajaponica). 2. camellia. jar 1, is.&f. jarred, jarring 1. kavanoz, küp, çömlek, 2. kavanoz/küp/çömlek dolusu. Enough plums to make a dozen of -s of jelly. 3. kavanozlamak, (konserve vb. yaparak) kavanoza / küpe doldurmak. e.a.- 2. jaifuL. jar2, is.&f jarred, jarring 1. gıcırda­ (t)mak, bozuk ve çatlak ses çıkart(tır)ınak, ahenksiz/kulakları tırmalayıcı ses çıkart(tır)mak, 2. - on/upon : sinirlen(dir)mek, sinirlerine dokun(dur)mak. The way he laughs - on me/on my ears/on my nerves. Her manners - on my nerves. 3. sars(ıl)mak, salla(n)mak, titre(t)mek, kötü etkilemek. He was badly -red by the blow. She was -red by this bad news. The heavy footsteps -red my desk so that I had trouble writing. 4. with : uy(uş)mamak, aykırı/zıt/muhalif olmak, ihtilaf halinde olmak, çatışmak, zıt gitmek. His opinions - with mine. Try to avoid colors that when choosing curtains and rugs. 5. gıcırtı,



1897



jar3 çatlaklbozuk/kulakları tırmalayıcı



ses, 6. sarsın­ sallanma, titreme, ihtizaz. We felt a - when the engine was coupled to the train. The fall from his horse gaye him a nasty - : Attan düşmek onu fena halde sarstı. 7. anilkötü etki/ tesir, şok. It was an unpleasant - to my nerves. That's a bit of a - ! k.d. Bu pek tepeden inme oldu! 8. uyuşmazlık, anlaşmazlık, ihtilaf, fikir/ görüş ayrılığı. e.a.-3. vibrate, shake, rattle, jolt, 4. conflict, clash, disagree, bicker, 6. jolt, shake, 7. shock, 8. disagreement, discord. jar3, is. 1. esk. dönme, dönüş, 2. on the - : yarı açık, hafif aralanmış/açık, hafifçe aralık (kapı vb.). The door was on the - and, gently 0pening it, i entered. e.a. -1. turn, turning, 2. ajar. jardiniere jardiniere, is. 1. saksı, çiçek saksısı/vazosu, 2. haşlanmış sebze : doğranıp haşlanarak etin yanında yenilen sebzeler. jargon 1, is.&gs.f 1. özel dil : belirli bir mesleğe/sanata/gruba vb. özgü dil veya kelime (ler), mesleki argo. medical -. The - of radio tehnicians. 2. anlaşılmaz dil/söz, bozuk şive. Onlya mother can understand her baby's-. 3. bk.: pidgin, 4. özentili/tumturaklı dil/yazı, acayip ve uzun cümlelerle dolu, anlaşılması zor iddialı dil, 5. esk. yabancı/anlaşılmaz/anlamsız dil/söz, 6. özel dil kullanmak, bir mesleğe özgü (başkalarının anlamadığı) dille konuşmak, anlaşılmaz bir şekilde konuşmak/yazmak, tumturaklı/özentili konuşmak, 7. cıvıldamak, ötmek, şakımak. The birds began their early morning -ing. e.a.-1. language, dialect, 2. gibberish, 6. jargonize, 7. twitter, warble. jargon2, is. (rer,ıksiz/sanmtrak/yeşilimsil dumanlı) zirkon. jargoon d.d. jargonel(le) jargonnelle, is. turfanda armut, yaz armudu. jargonise/jargonisation, Brit. bk.: jargonize/jargonization. jargonize, f -ized, -izing ı. bk.: jargon 1 (6), 2. özel/mesleki dile çevirmek, 3. jargonization : özel dil kullanma, özel/mesleki dile çevirme. jar1, is. (İskandinavya'da) kont, asilzade : kraldan sonra gelen asalet unvanı. e.a.- earL. jarosite, is. cerezit, K2Fe6(S04)4. (OH)12 : küçük kristal veya iri kütleler halinde bulunan sarımtrak kahverengi mineraL. tı, sarsılma,



=



=



1898



jarovize/jarovization, bk.: vernalizel vernalization. jarrah, is. bat. cere (Eucalyptus marginata) : Avustralya'ya özgü sert kabuklu ve oval yapraklı okaliptüs. jarvey, is. Brit.- k.d. paytoncu, arabacı, kira arabası sürücüsü. jasmine = jessamine, is. 1. bat. yasemin (Jasminum officinale) : zeytin familyasından güzel kokulu, genellikle beyaz çiçekler açan bir bitki, 2. yasemin türünden birkaç bitki, örnek: Cape - : gardenya (Gardeniajasminoides), Carolina or yellow - : san yasemin (Gelsemium sempervirens), 3. yasemin kokusu, 4. açık sarı (renk), 5. - tea: yasemin çayı. jasper, is. 1. yeşim taşı : çeşitli renklerde (san, kırmızı, kahverengi, özellikle yeşil) parlak kristalli kuvars. jasperite d.d. 2. yeşim taşından yapılmış mücevherat, 3. siyahımsı yeşil renk, 4. cameo ware, jasperware d.d. baryum tuzları içeren sert bir seramikten yapılmış mavi, yeşil desenli mutfak eşyası. jasperry jaspidean jaspideous, sf ye-



=



=



şimli, yeşim taşından (yapılmış).



Jassy =Yassy, is.



Yaş



(Romanya'da bir



şe-



hir). Jat, is.



Hint-Ari



Hkından



KB Hindistan



halkı.



jato, is., ç. -t~s hv. (:-.: Jet Assisted Take Off) jet yardımıylauçuş. jauk, gL.f oyalanmak, sallanmak, vakit öldürmek. e.a.-daU)', dawdle. janndice, is. &f -diccd, -dicing ı. icterus



d.d. patol.



sarılık (hastalığı),



2.



sağduyusuzluk,



sağduyu bozukluğu, olayları peşin



me ve



hükümle gör-



yanlış değerlendirme hali,



düşmanlık.



3. kin, nefret, He looked at me with same - in her



eye. 4. (haset, kin nefret vb. etkisiyle) olayları yanlış değerlendirmek, sağduyusunu yitirmek, peşin hüküm vermek, 5. sarılığa yakalanmak/ tutulmak, sarılık olmak. jaundiced, sf 1. sarılığa yakalanmış, 2. sarı, sararmış. Barred windows with - borders. 3. kindar, düşman, kin/nefret/garez/haset besleyen. He looks on all these modern ideas with a rather - eye. 4. take a - view : düşmanca/kinli Ikıskanç gözlerle bakmak. take a - view of the world : herkese kin/garez beslemek, herkesi düşman gözü ile görmek.



jazz jaunt, is. &f ı. (kısa) gezinti, tenezzüh, 2. gezmek, kısa bir gezinti yapmak. jaunting car jaunty car sidecar, is. gezinti arabası : İrlanda'ya özgü iki tekerlekli, sırt sırta ve yanlamasına oturan iki yolcu alan atlı araba. jaunty, sf -tier, -tiest 1. kaygısız, fütursuz, gamsız, şen, neşeli. the happy boy walked with ~ steps. a ~ person. a ~ wave of the hand. 2. gösterişli, şık, özentili, özenle yapılmış. She wore a ~ little hat. 3. jauntily: kaygısızca, fütursuzca, şen şakrak, neşe ile, 4. jauntiness : kaygısızlık, fütursuzluk, gamsızlık, şenlik, neşe. e.a.-I. sprightly, perky, carefree, gay, 2. stylish, chic. jaup, is.&f lsk.&Brit.- k.d. bk.: splash. Java, is. ı. Cava (adası), 2. Cava kahvesi, 3. argo kahve, 4. - man: Cava adamı: 1892'de Cava'da bulunmuş olan kemikleri maymununkine benzeyen insan fosili. bk.: pithecanthrope, 5. - sparrow : Cava serçesi, pembe serçe (Padda oryzivora) : gri tüylerinde pembe benekler bulunan ispinoza benzer bir kuş. Kafeste beslenir. e.a.-S. waxbill, ricebird. Javanese, sf&ü. 1. Cavalı, 2. Cava dili, 3. Cavalılara i Cava'ya i Cava diline özgü. javelin, is.&f ı. cirit, 2. elle atılan hafif kargı, 3. - throw d.d. cirit atma, 4. cirit atmak, kargı i harbe ile vurmak i delmek. Javel water = Javelle water, is. Javel suyu, sodyum hipoklorit : NaCIO : suda erir, renk giderici ve antiseptik olarak kullanılır. jaw, is. &gs.f 1. çene kemiği. the upperl lower - : üst/alt çene kemiği, 2. çene, 3. -s : çeneye/çene kemiklerine benzer şey, pençe. escape from the -s of death : ölümün pençesinden kurtulmak. 4. mak. (a) kıskaç, sıkmaç:, pençe : mengene gibi aletlerin birbirine yaklaşarak aradaki parçayı sıkıştıran kısmı, (b) tutaç : birbirine veya benzer parçaya geçerek tutmaya yarayan çıkıntı,S. k.d. konuşma, laf, dedikodu, gevezelik, çene çalma. None of your - ! Kıs çeneni! Stop/hold your - ! Sus! Kes sesini! Kapa çeneni! Çeneni tut! 6. k.d. ayıp söz, açık saçıkı müstehcen konuşma, 7. k.d. konuşmak, çene çalmak, gevezelik etmek, dedikodu yapmak, 8. azarlamak, haddini bildirmek, ağzının payını ver-



=



=



rnek, 9. -!ike: çene gibi, çene biçiminde, çeneye benzer. e.a.-S. talk, chat, gossip, 6. impudent talk, 7. talk, jabber, gossip, 8. scold, abuse. jawan, is. Hintli asker. jawbone, sf &is. &gl.f -boned, -boning ı. alt çene kemiği, 2. üst çene kemiği, 3. (bir kimseyilkurumu) inandırmaya/kandırmaya/ik­ naa çalışmak, kuvvet ve otoriteye başvurmadan iyilikle yola getirmek, 4. iyilikle, inandırarak, kandırarak, ikna ederek, zora/kuvvete başvur­ madan. e.a.-I. maxilla, 2. mandible. jawbreaker, is. 1. çetrefil/söylenmesi/telaffuzu zor kelime, 2. sert akide şekeri, 3. jaw crusher d.d. kırma makinesi, konkasör. jawbreaking, sf 1. çetrefil, söylenmesil telaffuzu zor. a foreign city with a - name. 2. -ly : çetrefilce. jawed, sf (belirtilen biçimde) çeneli. bigjawed : iri çeneli. Jaxartes, is. Sir Derya (eski adı). e.a.Syr Darya. jay, is. zool. ı. alakarga, kestane kargası (Garrulus glandarius), 2. esk. argo aptal, budala, salak kimse, 3. arsız arsız konuşan, terbiyesiz laf söyleyen geveze kimse, 4. züppe, giyimine aşırı özenen kimse,S. j harfinin okunuşu. e.a.-2. stupid/gullible person, greenhorn, simpleton. jaybird, is. bk.: jay. jaycee, is. "Junior Chamber of Commerce" üyesi. jaygee, is. asteğmen (= lieutenant junior grade). Jayhawker, is. 1. Kansaslı. - State : Kansas (takma adı), 2. ABD iç savaşları esnasında Kansas ve Misuri dolaylarındaki esirlik aleyhtarı çete mensubu kimse, 3. haydut, çete. e.a.": 3. bandito jayvee, is. sp.- k.d. ı. bk.: junior varsity, 2. yüksek sınıf öğrenci takımı oyuncusu. jaywalk, gs.f sokakta trafik kurallarına uymadan yürümek (kırmızı ışıkta veya yaya geçidi olmayan yerden karşıya geçmek vb.). -er: sokakta trafik kurallarına uymadan yürüyen kimse. jazz, sf&is.&f ı. caz müziği, 2. caz müziği parçası, 3. caz müziği çalmak, 4. caz müziği ile dans etmek,S. argo canlılık, hayatiyet, hareketlilik, oynaklık, 6. - up (a) canlandırmak, ruh



1899



jazzman vermek, harekete geçirmek. jazzed-up: daha canlı/hareketli, oynak, kıvrak, (b) hızlandırmak, 7. argo palavra, martaval, abartmalı söz, saçma! zırva söz, kendini övme, şişinme, 8. palavra atmak, martavalokumak, saçmalamak, kendini övmek, şişinmek, 9. ABD- argo (evvelce zikr edilene benzer) şey/nesne. and all that - : ve benzer şeyler, vesaire. Hespends his money on dothes, ears, women and all that - : Parasını elbise, araba, kadın gibi şeylere harcar. 10. ABDargo (a) cinsı münasebet, (b) cinsı münasebette bulunmak, kaba sik(iş)mek, 11. caz+, caz gibi, ahenksiz, gürültülü. e.a.- 5. (b) accelerate, speed up, 6. humbug, 9. (a) copulation, (b) copulate. jazzman, is., ç. -men cazcı, caz çalgıcısı. jazzy, sf. jazzier, jazziest argo ı. caz gibi, cazı andırır,



2. gürültülü, çok hareketli/canlı, kıvrak, gösterişli, 3.jazzily: caza benzer şekilde, cazı andırırcasına, gürültülü/çok hareketli bir şekilde, 4. jazziness : caza benzeme, cazı andırma, hareketlilik, canlılık, kıvraklık. J-bar lirt, is. kayakçıları tepeye çıkaran J şeklinde tek kişilik taşıt. JC = J.C. = ı. Jesus Christ, 2. Julius Caesar, 3. jurisconsult. jet =junction. JD, k.d. bk.: juvenile delinquent. J.D. = 1. Doctor of Jurisprudence, Doctor of Law(s), 2. k.d. bk.: juvenile delinquent. Je. = June. jealous, sf. ı. kıskanç, günücü, hasetçi, hasut. a - husband. - of... : ... -i kıskanan. - of his



caza benzer,



rich brother. - of his wife. - of somebody else's success. 2. aşırı titiz, üzerine titreyen, hassas. of one' s rfghts. A democracy is - of its freedom.



keep a - eye on s.o. : birisinin üzerine titremek, ona büyük dikkat ve ihtimam göstermek, 3. (İn­ cil'e göre) mutlak itaat/ibadet/sadakat isteyen. The Lord is a - God : Cenabıallah mutlak itaat ve sadakat ister. 4. -ly : kıskançlıkla, titizlikle, 5. -ness: kıskançlık, titizlik. jealousy, is. ı. kıskançlık, haset, günü(leme). He felt a - toward the winner. 2. kıskanma, haset etme, 3. titizlik, hassasiyet. eherish their official poZitical freedom with fierce -. 4. kıs­ kanç davranış.



1900



jean, is. 1. çadır bezi, kaba pamuklu ku2. -s : blucin, çadır bezinden yapılmış pantalon. Jebel ed Druz = Jebel el Druz = Jeb-el Druze = Djebel Druz, is. Cebelidürüz: Suriyelnin dağlık bölgesi. Jedda = Jidda, is. Cidde. jee, f. jeed, jeeing bk.: gee2 . jeep, is. cip, kaptıkaçtı : dört tekedeği de muharrik arazi otomobili. jeepers, ün!. Vay canına! Allah Allah! (hayret ve heyecan ünlemi) - ereepers d.d. jeer, is.&f. 1. alay/istihza etmek, eğlen­ mek, argo matrak geçmek, taş atmak. -ing laughter : alaycı/müstehzi gÜıüş. 2. yuhalamak, alaya almak. The crowd -ed (at) the prisoners. maş,



As the prisoners passed, the crowd -ed. to - at the defeated enemy. to - (at) the speaker.



3. alay, istihza, alaylı/müstehzi söz, taş, 4. yuhalama, alaya alma, 5. jeerer : alayeden, alaya alan, yuhalayan, 6. -ingiy : alayederek, alay/ isthza ile, müstehziyane, alay edercesine, yuhalayarak. e.a.-ı. mock, sneer, scoff, jest, 2. taunt, ridicule.



jeers, is. (yelkenli gemilerde) seren palangası.



jeez, ün!. Allah Allah! (Hayret, can sıkıntı­ vb. ifade eder, Jesus 'ün kısaltılmı­



sı, şaşkınlık Şi.)



jehad, is. bk.: jihad. Jehovah, is. 1. Allah, Tanrı, Yehova (İb­ ranleeden İngilizceye geçmiştir), 2. - Witnesses : Yehova Şahitleri : XIX. yy. sonlarına doğru ABDI de kurulmuş bir Hristiyan mezhebi. Savaşa ve devletin din işlerine karışmasma karşı­ dır, yakında kıyamet kopacağına ve Allahın yönetiminde dinı bir hükümet kurulacağınainanır. e.a.- ı. God. Jehovian = Jehovie, sf. Tanrısal, İlahı, Yehova'ya özgü. Jahvism, is. bk.: Yahvism. Jahvist(ic), is. bk.: Yahvist(ie). Jehu, is. ı. Yehu : eski İsrail kralı (M.Ö. IX. yy.), 2. k.h. atları çılgınca süren arabacı, 3. drive like - : çılgınca araba sürmek. jejune, sf. 1. besinsiz, gıdasız, besleyici olmayan, besin değeri düşük, zayıf, kuvvetsiz. a diet. 2. yavan, anlamsız, manasız, kuru, sıkıcı,



jerboa ilginç olmayan. - lectures. 3. olgunlaşmamış, gelişmemiş, tay, çocukça. - remarks on world a:ffairs. 4. -ly: yayan yayan, anlamsız/manasız bir şekilde, toyca, çocukça, 5. -ness =jejunity : besinsizlik, gıdasızlık, yayanlık, anlamsızlık, manasızlık, sıkıcılık, toyluk, çocukluk. e.a.-I. barren, 2. insipid, dull, unsatisjying, dry, 3. juvenile, immature, childish, puerile, naive. jejunum, is. ı. anat. boşbağırsak : ince bağırsağın üst kısmı, onikiparmak bağırsağın­ dan sonra gelen kısım, 2. jejunal : boşbağır­ sak+. Jekyll and Hyde, is. ikiyüzlü kimse, çift şahsiyetli kişi: biri iyi, öbürü kötü iki şahsiyeti olan. Jekyll and Hyde existence : ikiyüzlülük, çifte şahsiyet (R.L. Stevenson'un The Strange Case of Dr. Jekyll and Mr. Hyde adlı romanın­ dan alınmış deyim). jell, is. &gsz. 1. pelte, 2. pelteleşmek, donmak, katılaşmak, tutmak, 3. kesinleşmek, vuzuh kesp etmek, tevazzuh i tebellür etmek, şekillen­ mek, şekil almak. His ideas haven 't -d. The plan began to -. e.a.-i. jelly, 2. congeal, set, jelly, solid~f)), 3. crystallize, take shape. jellied, sf 1. pelteleşmiş, pelte şeklinde. consomme. 2. pelteli, pelte sürülmüş, pelte ile yapılmış.



jellify, f 1. pelteleş(tir)mek, pelte yapmak, pelte haline gelmek/getirmek, 2. jellification : pe1teleş(tir)me, pelte yapma, pelte haline gelme/getirme. Jell-Q ,is. pelte: şeker, jelitin ve meyve rayihası veren katkılarla yapılan hazır pelte. jelly, is., ç. -lies, f -lied, -lying 1. pelte, meyve özünden yapılmış jelatinli marmelaL apple/orange -. 2. pelte gibi şey, pelte kıva­ mında madde. petroleum - : vazelin (yağı). calves-foot - : paça peltesi, 3. pelteleş(tir)mek, pelte/marmelat yapmak, 4. - doughnut : pelteli simit: içine marmeIat veya reçel konulmuş simit şeklinde hamur tatlısı, 5. - roıı: pelteli pasta, 6. feel like -: pelte gibi/yorgun/bitkin/dermansız hissetmek. My anns and legs feel like - . 7. pound s.o. to a - : (birisinin) pestilini çıkar­ mak. jellyfish, is., ç. -fish, -fishes 1. zoo!. deniz anası, medüz, su medüzü (Hydrozoa/Scyphozoa), 2. k.d. kararsız/kaypak/dönek kimse, zayıf karakterli/iradesiz kimse. e.a.- 2. weakling.



jemidar = jamadar, is. Hint. ı. yerli Hint Hintli teğmen, 2. baş hizmetçi, 3. askeri polis veya gümrük memuru. jemmy, is., ç. -mies, f -mied, -mying Erit. ı. kelle kebap, baş, f ınnlanmış koyun kellesi, 2. bk..· jimmy. je ne sais quoi, Fr. tarife sığmaz hoş nitelik, anlatılması güç (iyi özellik). Jenghis Khan =Jenghiz Khan =Genghis Khan, is. Cengiz Han. jen-min-piao, is., ç. jen-min-piao Çin lirası : Çin Halk Cumhuriyeti para birimi. jen-minpi, yuan d.d. jennet = genet, is. ı. ufak İspanyol atı, 2. dişi eşek. jenny, is., ç. -nies 1. çıkrık, pamuk eğirme makinesi, 2. dişi hayvan (özellikle dişi eşek, kuş vb.). a - wren. - ass. e.a.-I. spinning jenny. jeon, is., ç. con, Kuzey Kore lirası. jeopard, f bk..· jeopardize. jeopardise, f Brit. bk..· jeopardize. jeopardize, gL.f -ized, -izing tehlikeye atmak/maruz bırakmak, tehlike yaratmak, tehlikelilnazik duruma düşürmek. Soldires - their lives in war. e.a.- risk, imperil, hazard, endanger. jeopardous, sf ı. tehlikeli, muhataralı, 2. -ly : tehlikeli bir şekilde. e.a.-I. perilous, hazardous, risky, dangerous. jeopardy, is. 1. tehlike, muhatara, nazik durum. For a moment his life was in -. His foolish behavior may put his whole future in-. 2. huk. (duruşması yapılan sanığın) cezaya çarpılması ihtimali, suçun sabit olması ihtimali, 3. double - huk. aynı suç için ikinci defa yargı­ lanmak, 4. in - of his life: hayatı tehlikede, idam cezası tehlikesine maruz. e.a.-i. peril, danger, hazard. k.a.- 1. security, safety. jequirity, is., ç. -ties 1. Hint meyanı (Abrus precatorius) : meyan köküne benzer bir bitki, 2. - beans d.d .' Hint meyanı tohumu. jerboa, is. zool. aktavşan, Arap tavşanı (Jaculus, Dipus) : K Afrika ve Asya'ya özgü tavşan gibi uzun arka ayakları üzerinde sıçrayan, uzun kuyruklu, tarla faresine benzer kemirgen hayvan. - mouse : zıpzıp sıçanı : uzun arka ayakları üzerinde zıplayan bir tür tarla faresi. subayı,



1901



jereed jereed = jerid = jerreed =jerrid, is. 1. cirit, 2. cirit oyunu. jeremiad, is. yakınma, sızlanma, feryat, figan, can sıkıcı şikayet. e.a.- lamentation, complaint. Jericho, is. (İsrail'de) Eriha şehri. Go to - ! Cehenneme git! jerk ı, is. &f ı. sarsıntı, 2. (şiddetli/anı) çekiş, anı refleks hareketi (yanan eli birdenbire çekmek gibi). The knife was stuck, but he pulled it out with a -. 3. (a) silk(in)me, (b) fizy. büzmme, burkulma, irade dışı kasılma, seğirme, 4. argo ahmak, görgüsüz/kaba saba kimse, hödük, ayı, 5. sp. ağırlığı omuz hizasından birdenbire yukarıya kaldırma, 6. the -8 ABD ihtiHiç, bilhassa dim coşkunlukla kasların şiddetli çekilip uzaması, 7. (birdenbire/anı ve şiddetle) çekmek, 8. sars(ıl)mak, şiddetle salla(n)mak, 9. k.d. (soda fountain denilen musluklu depodan) maden suyuısodası hazırlamaktbardağa doldurmak/vermek, 10. kesik kesik ve hızlı konuşmak, 11. fış­ kır(t)mak, 12. - off argo- kaba istimna yapmak, otuz bir çekmek, 13. jerker : sarsan, birdenbirel şiddetle çeken, 14. -ingiy: sarsarak, birdenbire lşiddetle çekerek. jerk2, is. &glf 1. sığır etini dilimleyip güneşte kurutmak, 2. jerky d.d. dilimlenip güneşte kurutulmuş et. jerkin, is. (dar ve kısa) deri ceket. jerkwater, sf &is. ABD- k.d. 1. sapa, köhne, ıssız, ana yoldan uzak. a - town. 2. önemsiz, küçük. a - college. 3. banliyö treni, ana hatta iş­ lemeyen/şube hatlarında çalışan tren. e.a.-2. insignificant, smaIL. jerky, is.&sf jerkier, jerkiest ı. sarsak, sarsıntılı, spazmodik. a - ride in an old bus. 2. argo aptal, budala, salak, 3. bk.: jerk2 (2). 4. jerkily : sarsıntı ile, sarsılarak. 5. jerkiness : sarsıntı. e.a.-1. spasmodic, 2. silly, foolish, ridiculous, mean, contemptible. jerreed, is. bk.: jereed. Jerry, is., ç. -ries Brit.- k.d. 1. AlmanClar), 2. Alman askeri. jerry-build, gl.f -built, -building ı. kötü malzeme ile bina etmek, derme çatma/baştan savma yapmak, 2. (bir projeyilörgütü) gelişigüzel yapmak, baştan savmak, dikkatsizldüşüncesiz



1902



yapmak, 3. jerry-builder : (a) kötü malzeme ilel derme çatma/baştan savma ev yapan, (a) gelişi­ güzellbaştan savma iş yapan kimse. jerry-built, sf derme çatma, baştan savma, şişirme, entipüften, çürük çarık, kötü malzeme ile yapılmış. jerry can =jerrycan =jerrican, is. 1. As. beş galonluk yas sı ve dar sıvı kabı (benzin bidonu vb.), 2. Brit. 4.5 galonluk ( 20.46 1) teneke kap. jersey, is., ç. -seys 1. jarse (kazaklfanila/ ceket), 2. jarse bluz, 3. jarse ineği: çok yağlı süt veren inek türü, 4. - cloth d.d. jarse kumaş, 5. giant : cerse tavuğu: siyah tüylü iri bir cins tavuk, 6. - pine = Virginia pine : Virjinya çamı, 7. -ed: jarse+. ,Jerusalem, is. 1. Kudüs, 2. the new - : öbür dünya, cennet, 3. - artichoke bot. yer elması (Helianthus tuberosus), 4. - cherry bot. Kudüs kirazı (Solanum Pseudo-Capsicum) : kiraz gibi meyve veren beyaz çiçekli süs bitkisi, 5. - cross : Kudüs haçı : uçları T şeklinde son bulanhaç. jess, is. &gL.f 1. atmaca/şahin kösteği, 2. atmaca/şahin ayağına köstek takmak. jessamine, is. bk.: jasmine. jesse, is. &f jessed, jessing Brit. bk.: jess. jest, is. &f ı. şaka, latife. in - : şakadan, şakaIHitife olsun diye. to speak half İn -, half in eranest: yarı şaka yarı ciddı konuşmak, 2. alay, 3. eğlence, spor, 4. eğlence/şaka konusu, güldürü(cü şey), mizah. a standing - : herkese gülünç olan kimse/şey, 5. esk. bk.: exploit, 6. şakallatife etmek, takılmak, şaka söylemek. Don't - about serious things. He's not a man to - with : Hiç şakaya gelmez. 7. alay/istihza etmek, alaya almak, 8. şakayavurmak, ciddiye almamak, önem vermemek, 9. şakalaşmak. e.a.1. witticism, quip, joke, prank, wisecrack, gag, wheeze, hokum, 2. jape, gibe, 4. butt, laughingstock, 6. joke, quip, 8. trifte, 9. gibe, scoff, banter, jeer. jester, is. ı. şakacı, latifeci, nekre, 2. soytarı, dalkavuk, maskara. jestfu!, sf şakacı, şaka yapan, şakayı/la­ tifeyi seven. jesting, sf &is. ı. şakacı, latifeci, nüktedan, alaycı, şakada/latifeden hoşlanan, 2. önemsiz, hafifsenecek, şakaya gelir. This is not a -



matter : Bu, hafifsenecek bir iş değil/bunun şa­ kaya gelir tarafı yok. 3. şaka (yapma) latife. e.a.-l. playful, 2. trivial, unimportant, 3. pleasantry, triviality. Jesu, is. bk.: Jesus. Jesuit, is. ı. Cizvit : 1534'te Ignatius Loyola tarafından kurulan bir Katolik örgütü (Society of Jesus) mensubu kimse, 2. hilekar/düzenbazıentrikacı/sahtekar/ aldatıcı/mür ai/ikiyüzlü kimse, 3. -ic(al) : Cizvİt gibi, hilekar, düzenbaz, sahteklir, 4. -ically : Cizvit gibi, hile ile, düzenbazlıkla, sahteklirlıkla, 5. -ism = -ry : Cizvitlik, sahteklirlık, düzenbazlık, hile, 6. -ize: Cizvitleş( tir)mek. Jesus, is. ı. - Christ = - of Nazareth d.d. İsa (Peygamber), Hz. İsa, 2. Hristiyanların inanı­ şına göre insan şeklinde tecelli etmiş tanrısal varlık, 3. Sirach'ın oğlu (M.Ö. III-IV. yy.) Ecclesiasticus' un yazarı, 4. (ünlem olarak) Allah Allah! 5. Society of - : Cizvit Cemiyeti. Jesus Christ, is. bk.: Jesus (1, 4). Jesus freak, is. kendini Hz. İsa'nın yoluna adamış gençler topluluğu (1970'lerde kurulmuştur).



jet 1, is.&f. jetted, jetting 1. fıskiye, 2. fış­ kırma, 3. fıskiye ağızlığı, püskürtme memesİ. a gas -. 4. bk.: jet plane, 5. bk.: jet engine, 6. fışkır(t)mak, püskür(t)mek, fıskiye gibi fırla­ (t)mak, 7. jet uçağı ile seyahat etmek, 8. -tingIy : fışkırarak, fışkırırcasına. e.a.- 6. spout. jet2, is. &sf. 1. jeH, jet uçağı/motoru(na ait). - pilot: jet pilotu. - airplane. - aviation. bomber. - fighter. 2. püskürtmeli, jet. - nozzle. - engine. 3. siyah kehribardanlamberdenlErzurum taşından yapılmış, 4. simsiyah, kapkara, 5. - engine : jet motoru, tepkili motor, 6. - lag= - fatigue : jet yorgunluğu/sersernliği: dinlenmeden büyük saat farkı olan ülkelere uçakla gidenlerin normal hayati fonksiyonlarında görülen aksaklık, 7. - plane : jet uçağı, tepkili uçak, 8. -propelled : (a) tepkili, jet motorlu, Jet ile hareket eden, (b) yıldırım gibi, jet gibi hızlı, enerjik, hareketli, güçlü, 9. - propulsion : jetle çalıştırma, jetle sürüş, jet motoru ile işleyen/işleme, 10. pump : fışkırtma tulumba, 11. - rotor : jet rotoru, 12. - set: jet sosyete : eğlenmek için mevsime göre kıt' alar arası seyahat yapan yüksek sosyete, 13. - stream : (a) jet motorunun hekzosu,



(b) meteor. stratosfer tabanında batıdan doğuya esen kuvvetli rüzgar, 14. - wash hv. jet motorunun gerisinde oluşan hava cereyanı. jetbead, is. bot. karaboncuk (Rhodotypos tetrapetala) : gül familyasından çiçekleri beyaz dört yapraklı, meyvesi boncuk gibi siyah bir Japon fundası. jet-black, is. koyu siyah renk, kuzguni siyah, kömür karası. - hair. e.a.- deep-black. jet d'eau =jetteau =jette d'eau =jetto, Fr. fıskiye, çeşme. e.a.- fountain. jet deneetion, is. jet uçağında yön/hız kontrolü. jete, is., ç. -tes Fr. (balede) atlayış, sıçra­ yış, bir ayak üstünde (öne/arkaya/yana) zıplayıp öbür ayak üstüne düşüş. jetport, is. jet hava alanı : jet uçaklarının inip kalktıklan büyük hava limanı. jetsam = jetsom, is. safra, avarya mal, tehlike anında geminin batmaması için denize atılan mal, böylece atılıp karaya vuran eşya/ yük, deniz enkazı. jettison, is. &gl.f. ı. 1. tehlike anında gemiyi/uçağı hafifletmek için eşyayı dışarı atmaek), 2. bk.: jetsam, 3. lüzumsuz eşyayı atmak, yükten kurtarmak, yükü hafifletmek. jetton, is. jeton. jetty I, is., ç. -ties ı. dalgakıran, set, mendirek, 2. kagir iskele. jetty 2, sf. 1. amber+, siyah kehribar+, amberdenlsiyah kehribardan yapılmış, 2. simsiyah, amber/siyah kehribar renginde, 3. jettiness : simsiyahlık, ambere/siyah kehribara benzerlik. jeu, is., ç. jeux Fr. 1. oyun, eğlence. 2. de mots : kelime oyunu, cinas, 3. - d'esprit : (a) nükte, zekli oyunu, (b) derin zekli ve akla dayanan edebi eser. e.a.-l. play, game, passtime, 2. pun, 3. (a) witticism. jeune fiile, is., ç. jeune jUles Fr. genç kız. e.a.- young girL. jeunesse doree, is, Fr. zenginlmüreffeh gençlik. Jew, is. &sf. &gl.f. ı. Yahudi, 2. İsrailli, 3. eski İsrail krallığı tebaası, 4. k.h. (hakaret anlamında) Yahudi, 5. gen. - down : Yahudi pazarlığı yapmak, çekişe çekişe pazarlık yapmak, fiyatı indirtmek, pazarlığı kendi lehine sonuçlandırmak, 6. argo kazıklamak, kazık atmak, alış verişte aldatmak. doğru



1903



Jew-baiter Jew-baiter, is. Yahudi düşmanı, Yahudilere eza eden kimse. Jew-baiting, is. Yahudi düşmanlığı, Yahudilere eza etme. e.a.- anti-Semitism. jewel, is.&f -eled, -eling (Brit.: -elled, elling) ı. cevher, mücevher, (işlenmiş) kıymetli taş, 2. ziynet eşyası, mücevherat, 3. kıymetli eşya, hazine, 4. k.d. değerli şahıs, eşi bulunmaz kimse. a - of a servant : eşi bulunmaz bir hizmetçi, 5. (saat) taş. This watch has 17 -s. 6. kıy­ metli taşlarla/mücevherle süslemek. a -ed ring / bracelet. 7. saatlerin mil yuvalarma taş yerleş­ tirmek. a -ed watch. 8. güzelleştirmek, (mücevher gibi) güzellik vermek, pml pml parlamak. The sky was -ed with stars. 9. - case = - box: mücevherat kutusu, 10. - fish : mücevher balığı (Hemichromis bimaculatus) : 3-4 cm uzunlukta tropik süs balığı, 11. -like : mücevher gibi. jeweler = jeweller, is. kuyumcu, mücevherat satıcısı. jeweler's putty, is. bk.: putty powder. jewelers rouge, is. bk.: colcothar. jewelry =jewellery, is. ı. mücevherat, ziynet, 2. takı : bilezik, gerdanlık vb. gibi zat! süs eşyası.



jewelweed, is. bot. cevher otu (lmpatiens biflora, 1. pallida) : kırmızımsı kahverengi benekli, turuneu veya sarı çiçekler açan birkaç tür bitki. Jewess, is. Yahudi kızı/karısı (hakaret ifade eder). jewfish, is., ç. -fish i -fishes zoo1. sarıhani: Serranidae familyasından Atlas Okyanusunun sıcak bölgelerinde bulunan iri deniz levreği (Epiinephelus itajara) veya hani balığı (E. nigritus). Jewish, sf. &is. 1. Musevi, Yahudi, 2. k.d. bk.: Yiddish, 3. - calendar = Hebrew calendar : Yahudi takvimi : M.Ö. 3761 yılını başlan­ gıç kabul eden, bir yılı 353 -355 gün süren, 12 aya bölünmüş takvim, 4. -ly : Yahudice, Yahudi gibi, 5. -ness: Musevilik, Yahudilik. Jewry, is., ç. -ries 1. Yahudiler, Museviler, 2. esk. Yahudi mahallesi, 3. esk. bk.: Judea. Jew's-harp, is. ağız tamburası: lir şeklin­ deki madeni çerçevesi dişler arasına sıkıştırıla­ rak madeni dili parmaklarla çalınan bir çalgı.



1904



ği



Jezebel, is. ı. İsrail kralı Ahab'ın şirretli­ ile ün salan karısı, 2. şirret/acuze/edepsizlkö­



tü kadın. jib 1, sf.&is. den. 1. flok yelkeni. flying - : kotra flok. bk.: inner -, outer -, 2. flok yelkenlerinden içte bulunan, 3. - sheet : flok yelkenini düzeltme halatı, 4. the cut of one's - k.d. çehre, yüz ifadesi, dış görünüş. jib2 =jibb, f. jibbed, jibbing bk.: jibe l jib 3, is. &f. jibbed, jibbing ı. (at vb.) ilerlemeyip sağa/sola/geriye hareket etmek, (engel karşısında) duraklamak, direnmek, diretmek, dayatmak. On seeing the gate the horse -bed. 2. - at doing sth. : (bir işi) geciktirmek, savsamak, sürüncemede bırakmak, yapmaktan kaçın­ mak, ağırdan almak, ertelemek, kaytarmak, bık. mak, gına getirmek, bezginlik göstermek. He -bed at working overtime everyday : Her gün fazla mesai yapmaktan bıktı/gına getirdi. 3. direnen, ilerlememekte inat eden hayvan (at, eşek vb.), 4. -ber : direnen, duraklayan, (işi) geciktirenlsürüncemede bırakan kimse, savsakçı, kaytancı. e.a.-l. balk, 2. procrastinate. jib4, is. vinç/maçuna kolu. jib boom =jibboom, is. den. büyük baston, cıvadra sereni. jibe 1, is.&f. jibed, jibing den. ı. (yelken vb. rüzgar önünde) bir taraftan öbür tarafa dön(dür)me(k), 2. (yelken bir taraftan öbür tarafa dönecek şekilde) rotayı değiştirmeek). gibe, gybe,jib d.d. jibe2, is. &f. bk.: gibe. jibe3, gsz. jibed, jibing uy(uş)mak, anlaş­ mak, uygun/mutabık/aynı fikirde olmak, tevafuk etmek. The report does not - with the facts. e.a.agree. jib-headed, sf. den. ı. sivri (yelken), 2. bütün yelkenleri üçgen biçiminde (donanım). Jidda =Jedda, is. Cidde: Suudi Arabistan liman şehri. jiff, is. bk.: jiffy. jiffy, is., ç. -fies k.d. ı. an, Hihza, kısa zaman, 2. in a - : hemen, derhal, anide, anında, göz açıp kapayıncaya kadar, kaşla göz arasında. e.a.-l. moment, instant. jig 1, is.&f. jigged, jigging ı. mak. iş bağ­ lama düzeni, kalibre, mastar, kılavuz, 2. (olta ile balık avlamada) yalancı yem, 3. itenekli ayırıcı,



jimson weed maden cevherini zenginleştirme düzeni : yıkaya­ rak, eleyerek vb.cevherden yabancı maddeleri ayıran düzen, 4. kalibre etmek, mastarlamak, mas tar/kılavuz kullanmak,S. yalancı yemIe balık avlamak, 6. jigged ore : yıkanmış !öz, 7. jigging screen: sarsıntılı elek. jig2, is.&f jigged, jigging ı. hareketli/oynak ve hızlı bir dans, 2. bu dansın müziği, 3. in - time: çabucak, serian, hızla, sür' atle, argo şip­ şak. We finished the job in - time. 4. the - is up argo ümit yok, her şey bitti, hiç ümit kalmadı, (iş) suya düştü, argo hapı yuttuklyuttun, 5. (hareketli/hızlı/oynak) dans etmek, oynayıp zıpla­ mak, 6.hopla(t)mak, zıpla(t)mak, sıçra(t)mak. - ging up and down in exeitement. - a baby (up and down) on one's knees. e.a.-3. rapidly, 6. hop, bob, jiggle. jigger, is. &sf ı. hoplayan, zıplayan, sıçra­ yan, (hareketli/oynak) dans eden kimse, 2. den. (a) bocurum/mancana yelkeni, (b) küçük yelkenli (gemi), 3. cevher temizleyici, maden cevheri zenginleştirme düzeni, 4. yalancı olta yemi, 5. ABD (a) (kokteyl ölçüsü olarak kullanılan) 1.5 onsluk ölçü, (b) 1.5 onsluk viski kadehi, 6. golf demir uçlu ufak çomak, 7. mak. bk.: jig l (1),8. - flea =chigger =chigoe d.d. kum piresi. jiggered, sf k.d. ı. şaşırmış, şaşıp kalmış, hayretten donakalmış. Well, rm -! Olur şey değil! Şaşıp kaldım! 2. bitap, bitkin, çok yorgun. rm - if PH do it : Dünyada yapmam! Yaparsam Arap olayım! e.a.-ı. amazed, eonfounded, very surprized, damned, 2. exhausted, very tired. jiggermast, is. mizana direği: beş veya daha fazla direkli gemide önden dördüncü direk. jigger d.d. jiggers, ünl. argo Dikkat! -, the cops : Dikkat, polis! jiggery-pokery, is. k.d. bk.:, hocus-pocus, humbug. jiggle, is. &f -gled, -gling 1. (hafif ve çabuk) salla(n)mak, titre(t)mek, 2. sallantı. jiggly, sf jigglier, jiggliest titrek, sallantı­ lı, sallanan, titreşen, titreyen. e.a.-unsteady, jiggling. jig saw :: jigsaw, is. kıl testeresi, oyma testeresi.



jigsaw, sf &f -sawed, -sawed/-sawn, sawing ı. kıl testeresi ile oymaklkesmek, 2. kıl testeresi ile oyulmuş. - ornamentation. jigsaw puzzle, is. ı. oymalı bilmece : kesilmiş parçaları bir araya getirip bütün bir resmi oluşturmaktan ibaret oyun, 2. çetrefil/muğlak iş, içinden çıkılması güç sorun/durum. jihad = jehad, is. ı. cihat : Müslümanlık uğrunda yapılan kutsal savaş, 2. (kutsal) mücadele : herhangi bir ülkü/amaç uğrunda girişilen savaş.



Jill, is. kız, kadın, sevgili, yavuklu. e.a.girl, woman, sweetheart. jillion, sf&is. k.d. sonsuz, sayısız, namütenahi, sonu gelmez, bitmez tükenmez : sonsuz büyük bir şeyi belirtmek için söylenen hayaıı sayı. a - problems : sonu gelmez sorunlar. jilt, is. &f 1. (sevgilisini) reddetmek, yüzüstü bırakmak, terk etmek, bırakıp gitmek, 2. -er d.d. sevgilisini reddedenlterk eden kız, fındıkçı/fettan kız.



Jim Crow, is. &sf ı. zenci (genellikle hakaret için kullanılır). - - car : yalnız zencilere mahsus vagonlotobüs vb., 2. ırk ayırımı: özellikle siyah ırk ayırımı, 3. Jim Crowism : siyah ırk ayırımı taraftarlığı.



jim-dandy, sf k.d. mükemmel, fevkaıade. a - sports ear. e.a.- excellent. jiminy = jimminy, ünl. Allah Allah! Fesüphanallah! (Hayret, şaşkınlık, heyecan, korku vb. ifade eder.) jimjams, is. argo 1. aşırı sinirlilik, asabiyet, 2. bk.: delirium tremens. e.a.-l. jitters. jimmies, ç. is. k.d. cici bici, süs için bir şey üzerine serpilen kırıntı, özellikle dondurma üzerine serpilen çikolata parçacıkları. jimmy = jemmy, is., ç. -mies, f "'mied, mying 1. kısa küskü : hırsızların kullandıkları demir çubuk, 2. kısa küskü ile (kapı/pencere vb.) zorlamaklkırmakl açmak. jimpey), sf ıSk. ı. bk.: natty, 2. nadir, ender, kıl. e.a.-2. seanty, searce. jimp(ly) = jimpy, zf. isk. ı. bk.: neatly, 2. nadiren, ender olarak. e.a.-2. barely, seareely. jimson weed, is. bot.tatula (Datura Stramonium) : pis kokulu, çok zehirli kaba bir 01. Boru şeklinde beyaz veya morumsu çiçek açar. jimpson weed, stramonium d.d.



1905



jin jin, is., ç. jins / jin cin. jinn ş.d.y. jingal, is. Çin tüfeği: eskiden Çin ve Burma'da kullanılan, sabit eksen etrafında dönen bir cins ağır tüfek. gingaI, gingaıı, jingaıı ş.d.y. jingIe, is.&f -gled, -gling 1. şıngırda(t)­ mak, çıngırda(t)mak, şıngılda(t)mak, tıngırda­ (t)mak. The sleigh be/ls - as we ride. He -s his keys. The money in his pocket -d. 2. şıngırdata­ rak gitmek/hareket etmek. The sleigh, decorated with bells, -s along the snowy road. 3. (şiir, müzik vb.) tek düze/muttarit seslerle tekrarla(n)mak, 4. kafiye yapmak, 5. şıngırtı, çmgırtı, tmgırtı, 6. şıngırdayan (nesne), 7. tek düze/muttarit ses, 8. tekerlerne, tekerleme şeklinde kafiyeli şiir, 9. (İrlanda'ya/Avustralya'ya özgü) iki tekerlekli kapalı araba, 10. jingIer : şmgırdak, çıngırdak, şmgırdayan çıngırdayan şey, 11. jingIy: şmgır şmgır, şıngırdayarak. jingo, sf &is., ç. -goes 1. aşırı vatansever/ milliyetçi, aşırı milliyetçilik duygusu ile savaş­ çı/saldırgan bir dış politika güden (kimse), 2. by -, ! k.d. Vallahi! Ant olsun ki, yemin ederim ki. 3. -ism : aşırı vatanseverlik/milliyetçilik, 4. -ist : aşırı vatansever/milliyetçi, 5. -istic: aşırı vatansever/milliyetçi, 6. -isticaııy : aşırı milliyetçilikle. e.a.-l. chauvinist. jink, is. &gs.f isk. 1. tüyme(k), hızla kaçma(k)/uzaklaşma(k), savuşturma(k), atlatmaek), bir yana kaçıp kurtulmaek), 2. -s : coşkunluk, taşkmlık, şenlik, eğlence. e.a.-I. dodge, 2. frolics, pranks. jinker, is. 1. Cnd. bk.: jinx, gremlin, 2.1sk. tüyen, kaçıp kurtulan, savuşturan, atlatan. jinn, is., ç. jinns/jinn cin. jin, jinni, djin, djinni, jinnee d.d. jinrikisha, is. Japon paytonu: Japonya, Filipin vb. de bir/iki kişi tarafından çekilen iki tekerlekli payton. jinricksha, jinrickshaw, jinriksha, rickshka, rickshkaw, rikisha, rikshaw d.d.



jinx, is.&gl.f ı. uğursuz (şey/kimse). He must be a - ,. we 've lost every game since he joined the team. 2. uğursuzluk, şeamet. put a - on s.o. : (birisine) uğursuzluk getirmek, 3. k.d. uğur­ suzluk getirmek, uğursuz gelmek. jipijapa, is. ı. bot. cipcep (Carludovica palmata) : Amerika'nın sıcak bölgelerinde yeti-



1906



şen



palmiyeye benzer bir bitki, 2. (bu bitkinin



yapraklarından yapılmış) şapka.



jitney, is., ç. -neys 1. minibüs, kaptıkaçtı, belirli güzergahta işleyen ve genellikle 5 sente (kuruşa) yolcu taşıyan küçük otobüs, 2. argo çeyrek, 5 sent (kuruş). e.a.-2. nickel. jitter, is. &gs.f 1. -s : sinirlilik, asabiyet, asabllsinirli hal, endişe, korku ve huzursuzluk. have/get the -s : endişelenmek, huzuru kaçmak, korkmak. I've got the -s about that examination. give s.o. the -s : birisini sinirlendirmek, endişe­ ye sevk etmek, rahatını/huzurunu kaçırmak, 2. endişelenmek, sinirlenmek, asabileşmek, korku/endişe/huzursuzluk duymak, huzuru kaçmak. e.a.-I. nervousness, fidgets, anxiety, tenseness, shivers, 2. fidget. jitterbug, is. &gs.f -bugged, -bugging 1. zıpzıp dansı: 1940 yıllarında moda olmuş atlamalı zıplamalı bir dans, 2. zıpzıp, zıpzıp dansı oynayan kimse, caz delisi, 3. zıpzıp dans etmek. jittery, sf sinirli, ürkek, korkak, endişeli, asabi. e.a.- tense, strained, nervous, shaky. jiujitsu =jiujutsu, is. bk.: jujitsu. jive, is. &gs.f jived, jiving 1. oynak caz müziği, sving, 2. argo caz argosu, caz müziğinet meraklılarına özgü deyim, 3. argo herze, yave, anlaşılmaz/aldatıcı konuşma, saçma/anlamsız söz, gevezelik, 4. caz (müziği) çalmak. Jl. = July. jnana = Brahmanjnana, is. (Hinduism) (düşünme ve araştırma yolu ile kazanılan) Brahmana ulaştırıcı bilgi. jo, is., ç. joes isk. sevgili, yavukIu, maşu­ ka. e.a.- darling, sweetheart. joannes, is., ç. -nes bk.: johannes. job 1, is.&f jobbed, jobbing 1. iş, hizmet. a fuıı-time : sürekli/tam süreli iş. part-time - : geçici/kısa süreli iş, kısmi mesai. This is a hard - : Bu zor bir iş. This is not everybody's - : Bu iş her babayiğidin harcı değil! We had a to get there : Oraya güçlükle gidebildik/gidinceye kadar akla karayı seçtik. 2. görev, vazife, sorumluluk. It is your - to dean the house. 3. memuriyet, makam. be out of - : açıkta/ işsiz kalmak, memuriyetten/işinden atılmak, 4. iş, husus, koşul, ahval, durum. to make the best of a bad - : elverişsiz bir durumdan yararlanmak /azamı yarar sağlamak. That's a bad - !



job work Kötü bir durum! Aksilik! It's a good - that: Bereket versin ki... give s.o. up as a bad - : bundan hayır gelmez diye bırakmaklvazgeçmek, 5. üzerindeçalışılan parça/iş. make a goodiline - of sth : işini iyi/layıkı ile yapmak, 6. çalışma yöntemi/usulü, 7. hileli iş, dalavere, şahsi çıkar sağlayan resmi işıkarar. Suspected the whole incident was a put-up -. 8. ABD-argo otomobiL. a sports - : spor otomobili, 9. on the - : (a) uyanık, müteyakkız, dikkatli, tetikte, (b) iş/görev başında, çalışır durumda. Safety devices that are constantly on the -. 10. be/have a (hard) doing/to do sth : bir işi güçlükle yapabilmek, yapmakta büyük zorluklarla karşılaşmak. It' s a (hard) - for a poor man to keep his wife and children decently dressed. You' II have a - convincing your wife that you were really detained at the office. 11. by the - : götürü, parça başına. Do work by the -: Götürü iş yapmak. He gets paid by the - : Götürü/parça başına ücret alıyor. 12. a - lot : kar için alınan türlü eşya, 13. (a) hırsızlık, cürüm. pull a bank - : banka soymak. He's in prisonfor a - he did in Paris. Cb) zarar veren iş/eylem, dayak. He did a - on him: Ona temiz bir dayak attL John's been in hospital since Paul did that - on him. 14. götürü iş yapmak, 15. toptancılık/komisyonculuklsim­ sarlık yapmak, toptan mal alıp pahalıya satmak, istifçiliklihtikar yapmak, 16. görevini kötüye kullanmak, suiistimal yapmak, resmi görevinden yararlanarak şahsi çıkar sağlamak, 17. gen. out: iş vermek, görev dağıtmak, bir işilkontra­ tı parçalara ayırıp yapacak kimselere paylaştır­ mak, 18. iş yapmak, 19. dolandırmak, kandır­ mak. They jobbed him out of his property : Onu kandırıp mülkünü elinden aldılar. 20. (araba vb.) kiralamakikiraya vermek. e.a.-l. duty, responsibility, task, 3. post, position, 4. circumstance, affair, matter, occurence, 15. speculate, 17. sublet, 19. swindle, trick. job2, is.&f jobbed,jobbing bk.: jab. job3, sf ı. Brit. kiralık. - carriage at 2 guineas aday. 2. iş yapmaya mahsus. a - shop : iş yeri, atölye, 3. iş+, iş/görev ile ilgili. - security : iş güvenliği, 4. toptan (alınan/satılan vb.). Job, is. ı. Eyüp, sabrın timsali. You need a patience of - to read her handwriting : Onun el yazısını okumak için Eyüp sabrı gerek. 2. Es-



ki Ahdin Eyüp kitabı, 3. Job's comforter: yaraya tuz biber eken, sözde teselli etmeye çalışır­ ken birisinin üzüntüsünü artıran/ümit ve cesaretini kıran kimse. job action, is. ABD direnme: örgütlenmiş işçilerin toplu sözleşmede istediklerini elde etmek için giriştikleri işi yavaşlatma, grev, devamsızlık, üretimi azaltma vb. gibi taktikler. job bank, is. ABD iş, işçi bulma bildireci : bilgisayarda iş ve işçi arayanları ayrıntılarıyla gösteren bilgi. jobber, is. 1. toptancı, simsar, komisyoncu, 2. götürü işçi, parça başına ücret alan işçi, 3. resmi görevinden özel çıkar sağlayan politikacı/memur.



jobbery, is. görevi kötüye kullanma, suiistimal, resmi görevinden yararlanarak şahsi çıkar sağlama.



job case, is. bas. çeşitli harf kasası, hem büyük hem küçük harflerin konulduğu kasa. job-centre, is. Brit. iş ve işçi bulma merkezi/bürosu. Job Corps, is. ABD fakir çocukları eği­ tim örgütü. job-evaluation, is. iş değerlendirme. jobholder, is. memur, daimi işçi, sürekli bir işi olan kimse. job-hopper, is. sık sık iş değiştiren kimse. job-hopping, is. sık sık iş değiştirme. jobless, sf &is. işsiz, aylak, boşta, işi olmayan (kimse). the - : işsizler. job lot, is. ı. (kar için ucuz fiyata) alınan/ satılan çeşitli eşya, toptan/götürü mal, 2. son parti mal, ürün/üretim/mahsullimalat sonu, kırk ambar. job printer, is. küçük basım evi, ufak baskı işleri yapan matbaa(cı). job printing : ufak baskı işleri (yapma). job shop, is. iş evi, iş idarehanesi : MühendisIere ve teknik personele kısa süreli geçici sözleşme ile iş bulan kurum. job shopper : iş evi yönetmeni. Job's tears, ç. is. ı. yaş otu, boncuk otu (Coix lacryma-jobi) : sert beyaz tohumu inciye benzeyen ve boncuk olarak kullanılan bir ot, Asya'da yetişir, 2. boncuk, boncuk otunun tohumu. job work, is. çeşitli baskı işi: kartvizit, zarf, el ilanı vb. (kitap ve dergi basımından ayırt etmek için kullanılan deyim).



1907



joek joek, is. k.d. 1. bk.: joekey (1), 2. bk.: disk joekey, 3. bk.: joekstrap, 4. argo atlet, sporcu. Joek, is. isk. Ir. 1. saf adam, saf köylü delikanlısı, 2. İskoçyalı, 3. İskoç askeri. joekette, is. kadın binici/cokey. joekey, is., ç. -eys, f -eyed, -eying 1. binici, süvari, yarış atı binicisi, cokey, 2. k.d. sürücü, pilot, şoför : uçak, otomobil vb. gibi taşıtı süreniidare eden kimse, 3. (at) sürmek, (yarışta) ata binmek/at koşturmak, 4. mahirane yönetmek lidare etmek/sevk etmek/hareket ettirmek/yürütrnek. The crew were -ing their boats to get into the best position for the race. - for position : (yarış başında) en iyi yeri kapmak, 5. aldatmak, hile yapmak, argo faka/tongaya bastırmak. Swindlers -ed Mr. Smith into buying some worthless land. 6. kurnazca iş/manevra çevirmek, bir işi akıllıca becermeklbaşarmak. He --ed himself into the office. They were -ing for office in the new government : Yeni hükumette bir sandalye elde etmeye çalışıyorlardı. 7. to - S.o. out of a job : (hile ile) birisini işinden attırmak/kovdur­ mak, argo ayağının altına karpuz kabuğu koymak, kuyusunu kazmak. e.a.-3. ride (a horse), 5. trick, cheat joekey dub, is. cokey kulübü: at yarışıa­ rım yöneten kulüp. joek iteh, is. pata!. kasık uyuzu : apış arasında mantarların sebep olduğu kaşıntılı bir hastalık. e.a.- tinea cruris. joeko, is., ç. joekos ı. şempanze, 2. maymun. e.a.- 1. chimpanzee, 2. monkey. jockstarp, is. kasık bağı, haya bağı (sporcular kullanır). athletic supporter d.d. joeose, sf 1. şakacı, Hitifeci. He made remarks about his old car. 2. hoş, eğlenceli, şen, Hitif, nükteli. - conversation. 3. -ly : şaka ile, latife ederek, nükte ile, 4. -ness : şakacılık, latifecilik, nüktedanlık. e.a.-1. jesting, humorous, jocular, facetious, sportive, waggish, merry, 2. playful, witty. k.a.- 1&2. serious. joeosity, is. 1. şakacılık, latifecilik, 2. şa­ ka, latife (yapma), 3. nükte, ıatife. joeular = joeulatory, sf ı. şakacı, Hitifeci, nüktedan, 2. şaka/latife yollu, şaka kabilinden, 3. nükteli, güldürücü, mizahi, 4. joeularly : şaka ile, latife ederek. e.a.-1. jovial, waggish, facetious, humorous, plaYful, jesting, witty.



1908



joeularity, is. 1. şakacılık, latifecilik, nük2. şaka, latife, nükte(li söz), 3. güldürücü/komik/mizahi (sözlhareket). joeulatory, sf bk.: joeular. joeund, sf ı. şen, neşeli, mesrur, güler yüzlü, hoş, cana yakın, 2. -ly : neşe ile, güler yüzle, hoş/cana yakın bir şekilde. e.a.-1. cheerful, merry, gay, bUthe, glad, joyous, joyful, jolly, jovial. joeundity, is., ç. -ties (2. için) 1. şenlik, neşe, sürur, güler yüz(lülük), cana yakınlık, 2. şen/neşeli/hoş söz/hareket. jodhpur, is. 1. -s: potur: ata binerken giyilen dizden aşağısı sıkı oturan pantalon, 2. shoe/- boot d.d. çizme, süvari çizmesi. joe, is. argo 1. adam, herif. a good - : iyi bir adam, 2. kahve. e.a.-1.fellow, guy, 2. coffee. joe-pye weed = trumpetweed, is. bot. boru otu (Eupatorium purpureum veya E. maculatum) : Amerika'da yetişir, mor çiçekler açar, yaprakları halka dizilişii bir bitki. joey, is., ç. -eys Avust. yavru, hayvan yavrusu, özellikle kanguru yavrusu. jog, is.&f jogged, jogging ı. itmek, dürtrnek. 1- ged his elbow to get his attention. 2. sars(ıl)mak, sarsılarak/zıplayarak ilerlemek. The horse -ged its rider up and down. The carriage -ged along on the mugh road. 3. (zihnini/ hafızasını) canlandırmak, uyandırmak. to - a person's memory : (ipucu vererek) hatırlatmak, hatırlamasına yardım etmek, 4. (at) tms gitmek/ sürmek. The old horse -ed alongo 5. koşar adım gitmeldyürümek. He goes -ging every day for exercise. 6. bir tempoda ilerlemek, durumu sürdürüp gitmek. He is not very enterprising but just -s alongo 7. - along/on : yavaş yavaş fakat sabırla ilerlemek/gelişmek, iyi kötü yuvarlanıp gitmek, şöyle böyle/alaküllihal idare etmek. We -ged along the bad roads. Matters - alongo We must - on somehow until business eonditions improve : İşler düzelinceye kadar şöyle böyle idare etmeliyiz. 8. (kağıt destesini) düz bir yüzeye hafif hafif vurarak kenarını düzeltmek, 9. (yol) kıvrılmak, dönemeç/viraj yapmak. tedanlık,



join The road ~s to the right just before you get to our plaee. 10. dürtme, dürtüş, itme, itiş, sars(ıl)ma, sarsıntı, 11. tırıs gitme, 12. koşar adım gitme, zıplaya zıplaya yürümelhareket etme, 13. ABD keskin dönemeç, viraj, 14. ABD (yüzey üzerindeki) çıkıntı, diş, sivri uç. a ~ in a wall. 15. jogger : (a) koşan, koşar adım giden, (b) hatırlatan, hafızayı canlandıran, (c) sarsan, sallayan, dürten, (d) kağıt destesini düzelten/düzgün top yapan makine. e.a.- ı. nudge, push, 3. stimulate. joggle, is. &f -gled, -gling 1. (hafifçe) sars(ıl)mak, yavaş yavaş salla(n)mak. She ~d the babyon her arm. 2. geçme ile tutturmak, girintisini çıkıntısına getirip tespit etmek, 3. tahta çivilerle tutturmak, 4. hafif sarsıntı, salla(n)ma, dürtme, 5. geçme: benzeri oyuğa uyacak şekilde yapılmış çıkıntı, diş, çentik, kertik, 6. sarsılarak/ sallanarak gitme. e.a.- ı. jiggle, shake. jog trot, is. ı. (at) rahvan (gitme), 2. ağırl aheste davranışlhareket. jog-trot, sf ağır, yavaş, aheste, rahvan. jogtrot, gs.f -troıted, -troıting yavaş/ aheste/rahvan gitmek, işi ağırdan almak. - all the way home. johannes = joannes, is., ç. -nes Portekiz altın parası (XVIII. yy.). john, is. argo 1. hela, apteshane, tuvalet, 2. fahişenin müşterisi. e.a.- ı. toilet, bathroom. John, is. ı. Yuhanna, Yahya, on iki havariden biri. Saint John the Evangelist, Saint John the Divine d.d. 2. AhdicediCin aynı adı taşıyan dördüncü bölümü, 3. ~ Barleyeorn : (alkollü) içki, viski, 4. ~ Bull : (a) İngiliz (halkı), (b) (tipik) İngiliz, (c) İngiliz milletinin simgesi: çizmeli, şişman ve kırmızı suratlı, tepesi düz şapkalı bir adam şeklinde temsil edilir, 5. ~ Bullish : İngilizvari, 6. ~ Doe : (a) herhangi bir kimse, (b) (hukukı işlerde) fiHinca, adı bilinmeyen kişi, nazari bir davada davacıyı belirleyen ve eskiden "Zeyd" veya "Amr" ,denilen hayaıı ad, 7. ~ Dory = ~ Doree = - dory zool. dülger balığı (Zeus faber) : Akdenizlde, Atlantiklin Avrupa kıyılarında ve Avustralya kıyılarında bulunan ufak, yassı, kılçıkları ve sırt yüzgeci uzun bir balık, 8. - Hancoek= - Henry: k.d. imza, bir kimsenin şahsı imzası. Put your - Hemy at the bottom of this. 9. - Law ABD- argo polis, argo aynasız.



Johne's disease, is. (sığırlarda) bağırsak veremi : Myeobaeterium parqtubereulosis adlı basil sebep olur. Sürekli ish,Ü sonucu hayvan çok zayıf düşer, ekseriya öldürücüdür. Johnny = Johnnie, is., ç. -nies ı. - Reb d.d. ABD (a) konfederasyon ~skeri, (b) güneyli, ABDInin güneyinde doğan/oturan kimse, 2. Brit. - k.d. herif, adam, 3. hastahane gömleği : muayene ve ameliyat olacak hastalara giydirilen yakasız, arkası açık uzun gömlek, 3. - Canuck Cnd. Kanadalı, özellikle II. D~nya Savaşındaki Kanada askeri. e.a.- 2. chap, fellow, guy. johnnycake = corncakej is. ABD mısır çöreği.



Johnny-come-Iately, is., Iç. Johnny-comelatelies, Johnny-come-Iately ~. yeni gelen kimse, son olarak katılan kimse, 2+ acemi/tecrübesiz kimse. e.a.-ı. newcomer, 2. upstart. Johnny-jum-up, is. ABD ı. (Amerika'da ilkbaharda biten) kır menekşdi (Viola Kitaibeliana Rafinesquü), 2. yabani h~rcaı (Viola trieolar). e.a.- 2. wild pansy. Johnny-on-the-spot, is. ik.d. her an hazır: daima görev kabulüne/iş yapmaya hazır olan kimse. Johnson grass, is. bat. süpürge otu (Sorghum helepense) : yem olarak yetiştirilen kalımlı bir ot. joie de vivre, is. Fr. yaşama sevinci. e.a.joy of living. join, is.&f 1. birleş(tir)mek. - one thing to anather. - two things together. - an island to the mainland (with a bridge). to - the forees. Two roads - here. 2. kavuş(tur)mak, karışmak. The brook ~s the river. 3. iliştirmek, ekle(n)mek, bitiş(tir)mek, bağla(n)mak, bitişik olmak. to ~ two wires : iki teli birbirine eklemek. His farm -s mine : Onun çiftliği benimkine bitişiktir. to one pipe to anather. to - 2 towns by a railway. 4. kat(ıl)mak, il(ti)hak etmek:, girmek, üye olmak. He -ed the Labour Party. to - a club. 5. gen. - up : asker olmak, orduya girmek/iltihak etmek, 6. buluşmak, bir araya gelmek, mülaki olmak. ['ll ~ you later / in afew minutes. 7. - in: iştirak etmek, katılmak. May i - in (the game)? Will you - us in a walk? Why don 't you - in conversation? 8. evlen(dir)mek, (izdivaçla) birleş­ (tir)mek. to ~ in marriage. 9. (savaşa) tutuşmak,



1909



joinder (muharebeye) katılmak. The opposing armfes ~ed battle. Our cavalry ~ed with enemy troops and defeated them. 10. yan yana gelmek/ getirmeklkoymak, temas et(tir)mek, tut(uş)­ mak, 11. (çizgi ile) birleştirmek, (çizgi) çizmek. to - two points on a graph. 12. gen. ~ in : toplanmak, bir araya gelmek. Let' s all ~ in. to ~ friends for dinner. 13. ~ hands: (a) el ele tutuş­ mak, (b) mec. iş birliği yapmak, yardımlaşmak, 14. birleşme, bitişme, kavuşma, ekleme, bağ­ lama, 15. bitişme noktası, ek (noktası), iki şeyin birleştiği yer, 16. -able: birleştirilebilir,bitişti­ rilebilir, eklenebilir, bir araya getirilebilir, bağla­ nabilir. e.a.-1-4. connect, unite, link, couple, fasten, attach, combine, associate, 5. enlist, 10. adjoin, abut. joinder, is. 1. birleştirme, ekleme, 2. huk. (a) birleştir(il)me : davada iki unsurun veya iki tarafın birleşmesi, (b) davada karşı tarafın hattı hareketinin kabulü. joiner, is. ı. birleştiren (şey i kimse), 2. Brit. doğramacı, marangoz, 3. ABD- k.d. birçok kulübe/kuruma/birliğe üye olan kimse. joinery, is. 1. doğramacılık, marangozluk, 2. doğrama. joint l , is. 1. ek/irtibatlbağlantı (yeri), 2. anat. zool. eklem, mafsal, oynak yeri. The middle - of the finger. 3. biy. boğum, iki eklem arasındaki kısım, 4. bot. budak, yaprağın/dahn ağaç dahna/gövdesine birleştiği yer, 5. kasabın kestiği et parçası (koL. but vb.), büyük parça et, 6. jeol. çatlak, kaya yüzeyine dik olarak yer yer teşekkül edip kayayı parçalara ayıran çatlaklardan her biri, 7. argo batakhane : adi/düşük nitelikli lokanta, gece kulübü vb., 8. argo kurum, müessese, yer, 9. argo esrar sigarası, 10. find a - in s.o.'s armor : birinin zayıf/can alacak damarını bulmak, 11. out of - : (a) çıkmış, çıkık (eklem), (b) çığırından çıkmış, elverişsiz (durumda), gayrimüsait, aleyhte. Time is out of - : Zaman müsait değildir. (c) uygunsuz, yakışık­ sız, münasebetsiz, 11. put s.o.'s nose out of k.d. birinin pabucunu dama at(tır)mak, bumunu kırmak, ilgiyi kendi üzerinde toplayıp birini kıs­ kandırmak. His nose was put out of - : Burnu kırıldı; pabucu dama atıldı. 12. put!throw sth. out of - : alt üst etmek, allak bullak etmek, boz-



1910



mak. It is possible to throw the computer out of -by typing in nonsense. e.a.-l. juncture, 8. place, establishment, 10. (a) dislocated, (b) inauspicious, (c) inappropriate. joint2, sf 1. ortak, müşterek. a - savings account. By our - efforts we managed to push the car back on the road. 2. ortaklaşa, beraber, birlikte yapılan, toplu. - heir : ortak mirasçı, 3. birleşmiş, bitişmiş, bitişik, 4. huk. zincirleme, müteselsil : iyeliklmülkiyet veya sorumlulukta ortak. - surety : müteselsil kefil. joint3, f 1. birleş(tir)mek, bitiş(tir)mek, 2. eklemek, rapt etmek, 3. (et) eklemlerinden ayır·· maklkesmek. Please -- this chicken before sending it. 4. eklem takmak, eklemlerle birleştir­ mek. joint bar, is. (rayları birbirine bağlayan) ek çubuğu. Joint Chiefs of Staff, is. ABD Müşterek Genelkurmay : Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanlarından oluşan ve Cumhurbaş­ kanı, Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Savunma Bakanının askeri danışmanı. joint committee, is. karma kurul: Senato ve Millet meclisi üyelerinden kurulan komisyon. jointed, sf 1. eklemli, ekli, eklenmiş, mafsanı, 2. -ly : eklemli olarak, 3. -ness: eklemlilik. jointer, is. 1. ekleyen, birleştiren (şey/ kimse), 2. çentik/yuva açma aleti, 3. (tarım) çukur örten, pulluğa takılan ve çukuru örtmeye yarayan üçgen levha. joint grass, is. bot. eklem otu (Paspalum distichum) : yem olarak kullanılan sapları eklemli bir ot. jointly, zf. birlikte, beraberce, ortaklaşa, el birliğiyle, müştereken. - liable/responsible : ortaklaşa sorumlu. - and severaııy liable : ortaklaşa ve tek tek sorumlu, müteselsilen ve münferiden mes'uL e.a.- unitedly, together. joint resolution, is. ortak/müşterek karar : Senato ve Millet Meclisinin ortak kararı. jointress, is. huk. kocasından ömür boyu gelir tevarüs eden kadın. joint-stock company, is. ABD anonim ortaklık/şirket.



jolly2 jointure, is. &f huk. 1. kocasının ölümü halinde kadına bağışlanan mal/gelir, 2. böyle mal/gelir bağışlamak/tahsis etmek. jointweed, is. bot. eklemçiçek (Polygonella articulata) : eklemli saplannda ufak beyaz çiçekler açan bir ot. jointworm =strawworm, is. samankurdu (Euryto-midae harmolita) : buğday, arpa vb. bitki saplannı tahrip eden birkaç çeşit sinek larvası.



joisİ, şi,



2.



is. &gl.f 1.



kiriş, döşeme/tavan



kiriş koymak/döşemek, kirişle



kiritutturmak.



joke, is. &f joked, joking 1. şaka, ıatife. A - İs a - : Latife latif gerek. for a - : şaka olarak. take a - : şaka kaldırmak, şakaya gelmek/ dayanmak. He ean't take a - : Şakadan anlamaz, şakaya tahammülü yoktur. be/go beyond a - : şaka hududunu aşmak. It's getting beyond the - : Bu şaka değil! İşin şakaya gelir tarafı yok! i don't see a - : Bunun neresi şaka? eraek a - : şaka etmek/yapmak. play a - on s. o. : birine şaka yapmak/oyun oynamak, 2. nükte. make a - : nükte yapmak, 3. şaka konusu, şakaya gelir/önemsiz şey. The loss was no - : Zayiat önemli idi. Powerty/war is no - : Fakirliğin/ savaşın şakaya gelir tarafı yoktur. 4. çok kolay şey, 5. bk. .o praetical joke, 6. gülünç/tuhaf/ acayip şey, alay/isthza konusu. What a -! Ne acayip şey! The - of it is that.•. : Tuhafı şu ki ... He beeame the - of the village : Elaleme maskara oldulbütün köyün alay konusu oldu. 7. şakalnükte yapmak, lfltife etmek. You're joking : Latife ediyorsun! I'm not joking : Şaka yapmı­ yorum (ciddi söylüyorum). i didn't think you meant that seriously; i thought you were joking : Sözlerini(zi) ciddiye almamıştım, şaka yapıyorsunCuz) sanmıştım. 8. eğlenmek, takıl­ mak. He was only joking : Sadece takılıyordu. 9. alaya almak, alay konusu yapmak. You mustn't - about his aeeent : 9nun şivesiyle alay etmemelisin. e.a.- 1&2. witticism, jape, prank, quip, jest, 3. trifle, 6. laughingstock, 7. jest, 8. kid, 9. make fun of joker, is. 1. şakacı, latifeci, şaka/latife/ nükte yapan kimse, 2. (iskambilde) coker, bazı oyunlarda en büyük koz olarak kullanılan soytan resimli kağıt, 3. bir sözleşmeye/hukuki belgeye gizlice eklenen görünüşte önemsiz, fakat as-



lında önemini/anlamını değiştiren



veya hükümsüz kılan madde, 4. durumu/sonucu tamamen değiştiren beklenmedik veya nihai olay/etken/durum, 5. bilinmeyen/gizli engel, sonradan meydana çıkan pürüz, 6. son çare : amaca ulaşmak/üs­ tünlük sağlamak/çıkmazdan kurtulmak için en sona bırakılan oyun/düzen/plan vb., 7. adam, herif, önemsizlbeceriksiz/değersiz kimse. A shame to let a - like this win. 8. jokester d.d. şakacı, nekre, şaka yapmaktan hoşlanan kimse, 9. k.d. ukala, akıllılbilgiç geçinen kimse. e.a.- 1. wag, 7. guy, fellow, 8. prankster, 9. smart aleck jokingly,:zf. şaka olarak, şaka olsun diye, şaka niyetine, şakallatife yollu. I'm sure his remarks were meant - : Eminim ki bu sözleri şaka olarak söyledi. It was - called a luxury hotel. jole, is. bk..o jowl. jollifieation, is. eğlence, cümbüş, alem. e.a.- jollity, merrymaking, festivity. jollify" f -fied, -fying k.d. şenlen(dir)mek, neşelen( dir)mek, eğlen( dir)mek. jollily, :zf. neşe ile, sevinçle, memnuniyetle, güler yüzle. jolliness, is. 1. neşe, sevinç, şenlik, 2. sevimlilik, güler yüzlülük, 3. mutluluk, bahtiyarlık.



jollity, is., ç. -ties 1. neşe, sevinç, şenlik, 2. jollities: eğlence, cümbüş, festivaL. e.a.1. mirth, gaity, merriment, fun. jolly1, sf -Her, -Hest, 1. şen, neşeli, (halinden) memnun. a - person/laugh. 2. güler yüzlü, sevimli, 3. neşe/sevinç verici, mutlu. Christmas is a - season. a -~ holiday. 4. Brit. hoş, güzel, 5. Brit. (a) çok, eni konu, ziyade, fazla. (b) argo çakırkeyif, hafifçe sarhoş, kafayı tütsülemiş. e.a.- 1. gay, merry, glad, jovial,' sportive, playful, cheerful, 3. joyous, happy, festive, 4. delightful, charming, pleasant, nice, agreeable, 5. (a) great, thorough, extraordinary, remarkable, (b) tipsi, drunk. k.a.- 1-3. gloomy, melancholy, somber. jolly2, :zf. 1. pek, çok, ziyadesiyle, fazlasıy­ la. - well: pekala. You can - well wait like everyone else. He - well had to do : İster istemez yaptılPekala işi yapmaya mecbur oldu. a - good fellow : çok iyi bir kimse/arkadaş, 2. Brit. son derece, muazzam, fevkalacte. a - good film. We



1911



jolly3 provide a - good service. it was a - good thing i got there in time : Vaktinde oraya ulaşmam son derece isabetli oldu. e.a.- 1. very, 2. extremely. jolly3, f -lied, Iying 1. gen. - alonglup : birisini neşelendirmeye/eğlendirmeye çalışmak, şenlendirmek, 2. - into : gönlünü yapmak, tatlı sözlerle kandırmak/razı etmek. He jollied her into going with them. 3. takılmak, yarenlik etmek, şakalaşmak, eğlenmek, dalga geçmek. e.a.- 2. coax, wheedle, 2. chaff, kid, tease, banter. jolly4, is. 1. gen. jollies argo haz, mem· nuniyet, zevk, son derece hoşlanma. He got his jollies reading pornographic magazines. 2. eğ­ lence, eğlenti, cümbüş, 3. Brit. - argo denizci, bahriyeli. e.a.- 1. kicks, fun. 3. sailor. jolly boat, is. den. patalya, küçük filika, kıç filikası.



Jolly Roger, is. korsan bayrağı: siyah üzerine beyaz kafatası ve çapraz kemikler bulunan bayrak. black flag, Roger d.d. jolt, is. &f ı. sars(ıl)mak. to - to a stopf halt : sarsılarak durmak. The cal' -ed to ahalt. The bumpy road caused the old cal' to - and raUle. 2. sarsılarak ilerlemek. The cal' -ed across the rough ground. 3. (boks) vurarak sersemIetmek, 4. (a) ruhı buhran/sarsıntı geçirmek, (b) maneviyatını sarsmak, ruhı sarsıntıya uğratmak, üzmek, kederlendirmek. The news of his illness -ed me. 5. (bir inancı/fikri vb.) söküp atmak, birdenbire belirli bir ruhı duruma getirmek. Her angry words -ed him out of belief that she 10ved him : Kadının öfkeli sözlerinden kendisini asla sevmediğini kesinlikle anladı. 6. kabaca müdahale etmek, sözünü kesrnek, anı inkıtaa uğrat­ mak, 7. to - s.o. into action : birisini (dürterek) harekete geçirmek, 8. (anı) sarsıntı.The train started with a series of -s. 9. sarsılma, 10. (ruhı) darbe, sarsıntı, şok. The news gave me quite a -. His defeat was quite a - to him. 11. sarsan şey, 12. beklenmedik yenilgi/başarısızlık/bozgun, 13. bir içimiik katışıksız/sulandırılmamış içki. a -ofwhiskey. 14. jolter ; sarsan şey, 15. -ingiy; sarsarak, sarsıntı ile, 16. --wagon : çiftlik arabası. e.a.- 1&2. jar, shake, jostle, joggle, 3. stun. jolty, sf joltier, joltiest ı. sarsıntılı, 2. jol· tiness : sarsaklık, sarsıntı(lılık). e.a.- 1. bumpy.



1912



Jonah, is. 1. Yunus Peygamber: İnanışa göre bir fırtına esnasında Allaha isyan ettiği için denize atılmış, büyük bir balık onu yutarak üç gün sonra sağ salim kıyıya bırakmıştı. 2. İn­ cil'in Yunus kitabı, 3. uğursuz kimse, uğursuz­ luk getiren adam, 4. - crab : kızıl yengeç (Cancer borealis) : KD Amerika kıyılarında avlanıp eti yenen kırmızımsı iri yengeç. Jonathan, is. güz elması: Sonbahar baş­ larında olgunlaşan bir tür kırmızı elma. jongleur, is., ç. -gleurs Fr. (Orta Çağda Fransa ve İngiltere'de) saz şairi, aşık. jonquil, is. bot. fulya (Nareissus Jonquilla). Jordan, is. 1. Ürdün. (Resmı adı: HashemUe Kingdom of Jordan ; Haşimı Ürdün Krallığı), 2. Ürdün nehri, 3. - almond : (a) Ürdün bademi, (b) badem şekeri, 4. - curve mat. basit kapalı eğri, 5. - curve theorem : Basit kapalı eğri teoremi, İlinge Bilimin (Topolojinin) temel teoremi : "Her basit kapalı eğri, düzlemi iki bölgeye ayırır ve bu eğri, bölgeler arasında sınır oluşturur." 6. -ian: Ürdünlü, Ürdün+. e.a.- 4. simple closed curve. jorum =joram, is. 1. büyük içki kasesi, 2. bu kasedeki içki, 3. çok miktar. Joseph, is. ı. Hz. Yusuf: Yakup'un on birinci oğlu, kardeşleri tarafından esir olarak satıl­ mış ve sonra Mısır'da büyük mevki elde etmiş­ tir. 2. k. h. XVIII. yy. da kadınların ata binerken giydikleri uzun cübbe. josh, is. &f k.d. 1. şaka (yapmak), latife (etmek), takılma(k), 2. -er: şakacı, şaka yapan, şakayı seven. e.a.- L chaff, banter, joke, tease. Joshua tree, is. Yuşa ağacı (Yucca brevifolia) : ABD'nin güneybatısında çölde yetişen bir ağaç. joss, is. ı. Çin putu, 2. - house: Çin tapı­ nağı, puta tapan Çinlilerin mabedi, 3. - paper ; (Çinlilerin ayinlerdelcenaze törenlerinde yaktık­ ları) gümüş/altın yaldızlı kağıt, 4. - stick : Çin buhurdanı : Çinlilerin tapınakta yaktıkları çubuk şeklinde kurutulmuş buhur. jostle = justle, is. &f -tled, -tling ı. it(ele)me(k), itekleme(k), itip kakma(k), 2. dürt(ükle)me(k), dürterek/iterek yürütme(k)/sürükleme(k). The crowd -d him into the subway. 3. dirsek dirseğe/sıkışık olmaek), çok yakın bu-



journey lunma(k), birbirine sürtünme(k), 4. çekişmeek), yarışmaek), çarpışmaek), yarış etmeek). The candidates



~d



each other to win theelection.



5. karıştırma(k), bozmaek), karışıklık yaratma (k), keşmekeşe çevirmeek), 6. itilip kakılma, kalabalık arasında sıkışma, 7. jostler : iteleyen, itip kakan, dürten, sürükleyen. e.a.-I. push, shove, bump, 4. contend, compete, 5. unsettle, disturb.



jot, is. &f. jotted, jotting 1. gen. ~ down : yazıvermek, aleHl.cele yazmak/not almak, kaydetmek, deftere işaret etmek. ~ down his Zicence number. The clerk ~ed down the order. 2. zerre, pek az şey, cüz'ı miktar. i don't care a - : Zerre kadar aldırmam/umurumda değillbana vız gelir. There is not a - of truth in this: Bunda zerre kadar gerçek payı yok. 3. - or title : zerre, nokta, en ufak. Not one - or title: zerresi yok. e.a.- 2. bit, iota. jota, is., ç. -tas lsp. ı. bir çeşit İspanyol dansı, 2. bu dansın müziği. jotting, is. ı. yazıverme, çabucak yazma! kaydetme/not alma, 2. not, muhtıra, çabucak yazıverilmiş şey.



Jotun =Jotunn =Jötunn, is. ı. (İskandi­ nav mitolojisinde) dev, ejderha, 2. -heim: devler alemi/dünyası. joual, is. Kanada/Quebec Fransızcası, bozuk Fransızca. joule, is. fiz. jul: MKS sisteminde iş veya enerji birimi : ı Newtonluk kuvvetin uygulama noktası kendi doğrultusunda ı m hareket ettiği zaman yapılan iş (= 107 erg = ı watt-saniye). Joule law, fiz. Jul yasasııkanunu: 1. "Bir elektrik devresinde ısıya dönüşen enerji devrenİn direnci ve geçen akımın karesi ile orantılı­ dır." 2. "İdeal bir gazın iç enerjisi yalnız sıcaklı­ ğın fonksiyonudur. " jounce, is. &f. jounced, jouncing ı. sarsmak, hoplatmak, sıçratmak, zıplatmak, sailamak, 2. sarsma, hoplatma, zıplatma. e.a.- 1. bounce, jolt, 2. jolt, shake, bump. journal, is. 1. güncelik, günlük, muhtıra, andaç. keep a - : andaç defteri tutmak, 2. (Meclis) tutanak/zabıt defteri, parlamentonun günlük çalışmasının yazıldığı defter, 3. gazete, (özellikle) gündelik gazete, 4. dergi, (meslekı kurumların yayınladığı) bilimsel dergi/mecmua. Scien-



tific/economic ~. 5. (muhasebe) (a) yevmiye defteri, (b) günlük muamelat defteri, 6. den. seyir jurnalı, 7. mak. milin yatak içindeki kısmı. - bearing : çarkın mil yatağı. - box: mil yatağı kutusu. journalese, is. (kötü) gazeteci üslübu, gazeteci ağzı, yanlışlarla dolu acayip yazma/konuşma.



journalise!journalisation!journaliser, Brit. bk.: journalize!journalization!journalizer. journalism, is. ı. gazetecilik, gazete yazarlığı, 2. basın, matbuat, 3. gazetecilik öğreni­ mi, 4. gazete/dergi yayını. e.a.- 2. press.. journalist, is. 1. gazeteci, gazete yazarı, 2. andaç/muhtıra yazan kimse, 3. -İc : gazeteci gibi, gazeteci(1ik) ile ilgili, gazetecilere ait/özgü, 4. -istically : gazetecilikle ilgili olarak, gazetecilik bakımından. journalize, f. -ized, -izing 1. deftere/ yevmiye defterine yazmak/kaydetmek/geçirmek, 2. andaç/hatıra defteri tutmak, hatıralarını/ günlük olayları yazmak, 3. journalization : deftere/yevmiye defterine· yazma/kaydetme/geçirme; andaç/hatıra defteri tutma, hatıralarını/günlük olayları yazma, 4. journalizer : deftere yazan/ kaydeden/geçiren; andaç/hatıra defteri tutan, hatıralarını/günlük olayları yazan. journey, is., ç. -neys, f. -neyed, -neying 1. seyahat, yolculuk, gezi, gezinti, sefer. a - around the world : devrialem seyahati. take a - : yolculuk/seyahat etmek, geziye çıkmak. undertake a - : uzun bir yolculuğa çıkmak. break one's - : seyahate ara vermek, 2. yol, seyahat edilen mesafe/güzergillı/bölge vb. adesert-. 3. geçiş, istihale, bir durumdan öbürline geçme/ ilerleme. one 's ~ through life. one's -'s end: (a) seyahatin sonu, (b) hayatın sonu, 4. seyahat süresi. a week's ~ : bir haftalık seyahat. 3 days' ~ on horseback from here to there. 5. seyahat etmek, gezmek, dolaşmak, seyahate/geziye çıkmak. He ~ed all over the world. 6. -er : seyyah, gezgin, yolcu. e.a.-I. voyage, tour, trip, excursion, pilgrimage. NOT: JOURNEY daha ziyade karada, VOYAGE ise denizde yapılan seyahati ifade eder. TOUR, değişik yerlerde gezip dolaştıktan sonra ilk çıkış noktasına dönüşü, TRIP kısa bir seyahati belirtir. EXCURSION kısa bir gezintidir. PILGRIMAGE ise kutsal yerleri ziyareti tavaf demektir.



1913



journeyman journeyman, is., ç. -men ı. kalfa: çıraklık dönemini bitirmiş, kendi başına veya gündelikçi olarak çalışan işçi. a ~ printer. 2. işçi, iş gören adam, işinin ehli, güvenilir (fakat fevkalade usta Imahir olmayan) işçi/kimse. a good - trumpeter. a - outfielder. a - painter, not one greatest. journeywork, is. ı. kalfa işi, götürü iş, 2. günlük iş : belirli bir standarda göre yapılan edebi, artistik vb. işler, gündelik gazete yazarı­ nın işi. e.a.- 2. haekwork. joust = just, is.&f 1. (at üstünde mızrakla i kılıçla) çarpışmaek), vuruşmaek), 2. (Orta çağ­ ların sonunda) at üstünde yapılan mızrak dövüşü, 3. -er: at üstünde mızrakla dövüşen kimse, 4. -s : turnuva. e.a.- 4. tournament. Jove, is. 1. Jüpiter, Mitolojide baş tanrı, 2. by - ! (a) Vallahi! İnan olsun ki! Yemin ederim ki! (b) Allah Allah! Deme be! Allah aşkına! joviaI, sf 1. şen, neşeli, güler yüzlü, cana yakın, 2. b.h. Jüpitere ait, 3. -ity = -ness: şen·· lik, neşe, şetaret, güler yüzlülük, cana yakınlık, 4. -Iy: şen/güler yüzlü/cana yakın bir şekilde, neşe ile. e.a.- 1. merry, jolly, joyful, mirthful, joeular, joeund, eonvivial. k.a.-1. gloomy. Jovian, sf ı. Roma Tanrısı Jüpitere ait, 2. Jüpiter gezegenine ait. jowI = joIe, is. 1. (alt) çene, 2. yanak, 3. gı­ dık, çifte gerdan, 4. domuzun yanak eti, 5. sığır­ ların sarkık gerdanı, 6. kümes hayvanlarının boynu altındaki sarkık deri, 7. cheek by - : sıkı fıkı, yanak yanağa, haşir neşir, (b) sımsıkı, kenetlenmiş. e.a.- 1. jaw, 2. cheek. jowIed, sf çeneli. square- - : dört köşe çeneli. jowIy, sf jowlier, jowliest (sarkık) gerdanlı.



joy, is. &f 1. sevinç, neşe, sürur, haz, memnuniyet, keyif. He was fllled with - : Sevinç içindeydi/neşe dolu idi. He has been a good friend to me, both in - and in sorrow : Sevinç ve kederlerimi paylaşan iyi bir arkadaştı. i saw the - in her smiling face : Gülümseyen yüzünden memnun olduğu görülüyordu. 2. neşe/sevinç kaynağı. A thing of beauty is a - forever. 3. mutluluk. - -bells : zafer/düğün vb. ça-



1914



nı, 4. Oh, - ! Aman ne güzel! 5. i wish you (of it) : (a) Güle gÜıe, (b) Allah versin! Gözüm yok! 6. to the - of =to s.o.'s - : sevinçlkıvanç veren, mutlu eden. To the - of his mother he won the flrst prize : Birinci ödülü kazanması annesini çok mutlu etti. 7. sevinrnek, neşelenmek, sevinç/neşe duymak. - İn şiir .. .-den mutlu olmak, 8. esk. sevindirmek, memnun etmek. e.a.1. rapture, gladness, delight, pleasure, gaity, 2. bliss, 7. rejoiee, 8. gladden. joyance, is. esk. sevinç, memnuniyet, haz. e.a.- gladnes, joy. joyful, sf ı. şen, neşeli, neşe/sevinç dolu, 2. memnun, mahzuz, keyifli, 3. sevinçli, sevindirici, neşe/sevinç verici, memnun edici, müjdeli, 4. -Iy : sevinçle, neşe ile, memnuniyetle, sevinerek, kıvanç duyarak, 5. -ness: neşe, sevinç, kı­ vanç, memnuniyet, haz. e.a.- 1. joyous, happy, blithe, buoyant, elated, jubilant, gay, 2. glad, delighted, 3. delightful. k.a.-1-3. melaneholy, sad, unhappy, joyless. joyIess, sf ı. neşesiz, üzgün, tasalı, kederli, mutsuz, bedbaht, 2. üzücü, keder verici, kasvetli, 3. -Iy : üzülerek, üzgün bir şekilde, 4. -ness : neşesizlik, üzüntü, üzgünlük, mutsuzluk, bedbahtlık. e.a.- 1. unhappy, sad, cheerless, 2. gloomy, dismal. k.a.-1-2. joyful joyous, sf bk.: joyfuI (1-3). -ly bk.: joyfully, -ness bk.: joyfuIness. joy ride = joy riding, is. sahibinin izni olmadan yapılan otomobil gezintisi, hızlı sürüş. joy-rider : bu tür gezintiye çıkan. go for a joy ride : sahibinden izin almadan otomobili ile gezrnek. joy-ride, gs.f -rode, -ridden, -riding k.d. sahibinden izin almadan otomobili ile gezmek. joy stick, is. k.d. (uçakta) manevra kolu. J.P. = JusÜce of the Peace. Jr. :::: 1. journal, 2. junior. Ju.:::: iune. juba. is. el çırparak yapılan hareketli bir dans. jubbah =jubhah, is. cübbe. jubilance = jubilancy, is. sevinç, neşe, mutluluk. jubilant, sf 1. sevinçli, n~şeli, çok memnun/mutlu, sevinçle coşkun, zafer sarhoşu. The people were - when the war was over. 2. sevinç/



judge coşku



ifade eden, neşe dolu, 3. -ly : sevinçle, ile, coşku ile. e.a.- ı. rejoicing, exultant. jubilate, gs.f -lated, -lating ı. çok sevinrnek, sevinçten çılgına dönmek, 2. (zaferi, başa­ rıyı, mutlu bir olayı) kutlamak, 3. b.h. - Sunday d.d. Paskalyadan sonraki üçüncü pazar, 4. Zebur kitabında 65. Mezmur ve bunun müziği. jubilation, is. ı. sevinç, kıvanç, neşe, sürm, aşırı mutluluk, 2. ziyadesiyle sevinme, sevinçten.çılgına dönme, 3. zafer şenliği. jubilatory, sf sevindirici, sevinçlkıvanç verici. jubilee, is. &sf ı. kutlama töreni, jübile. silver - : 25. yıl dönümü kutlama töreni. golden - : 50. yıl dönümü kutlama töreni. diaınond - : 75. yıl dönümü kutlama töreni, 2. (herhangi bir olayın) 50. yıl dönümü, 3. bayram, şenlik, tören, merasim. to have a - in celebration of a victory : bir zaferi kutlamak için şenlik/bayram yapmak, 4. sevinç, kıvanç, sevinme, bayram yapma, 5. (Katoliklerde) (a) Papanın bazı vesilelerle günahları bağışladığı yıl, (b) - indulgence d.d. Papanın ilan ettiği genel af/günah bağışla­ ma, 6. Jubile ş.d.y. (Kutsal Kitap'a göre) 50 yıl­ da bir bütün yıl süren Yahudi kölelerin serbest bırakıldığı, yabancı elindeki toprakların asıl sahibine veya mirasçısına verildiği, tarım işlerinin tatil edilip toprağın sürülmeden bırakıldığı dönem. bk.: sabbatical year. 7. bk.: flambe. Judah, is. Yahuda: Kutsal Kitap'a göre: 1. Yakup'un dördüncü oğlu, 2. on iki İsrail kabilesinden biri, 3. ibranllerin Güney Palestin'de



neşe



kurdukları krallık.



Judaic, sf ı. MusevilerelYahudilere özgül has. The - idea of justice. 2. Musevilere/Yahudilere ait, 3. -ally : Musevilere/Yahudilere ait olarak, 4. Judaica : Musevilere ait (tarihi/edebi) eserler. Judaise/Judaisation/Judaiser, Brit. bk.: Judaize/Judaization/Judaizer. Judaism, is. 1. Musevilik, Yahudilik, Musevi dini, 2. Musevi dinine özgü inanışlar, ibadet ve törenler, 3. (toplu olarak) Museviler, Yahudiler, Yahudi alemi Judaist, sf. Musevi, Museviliğe inanan ve gereklerini yerine getiren.



Judaize, f -ized, -ızmg ı. Musevileş­ (tir)mek, Yahudileş(tir)mek, Musevi dinine/ilkelerine inan(dır)mak, onları benimse(t)mek, 2. Musevlliğe uygun hale getirmek, 3. Judaization: Musevileş(tir)me,Yahudileş(tir)me,Museviliğe uygun hale getirme, 4. Judaizer : Musevileştiren, Yahudileştiren.



Judas, is. &sf ı. Yahuda: Hz. İsa'ya ihanet eden öğrencinin adı, 2. hain, arkadaşına ihanet eden kimse, 3. on iki Havariden biri, 3. baş­ ka bir hayvanı mezbahaya götüren (hayvan), 4. Priest : Allahın belası! illallah! (nefret, usanç, istikrah vb. ifade eder) 5. - tree bot. erguvan (ağacı) (Cercis Siliquastrum). e.a.- 2. traitor. judder, is. &f titre(ş)me(k), sars(ıl)ma(k), ihtizaz (etmek). e.a.- vibrate, shake, wobble. Judea = Judaea, is. eski Palestin'in güney bölgesi. judge, is. &f judged, judging 1. yargıç, hakim. a - of the high court. 2. yargıcı, hakem, ara bulucu, 3. bilir kişi, uzman. a good - of men : adam sarrafı. a good - of horses/of cattles; at/sığır uzmanı, 4. Yahudi tarihinde krallardan önce hüküm süren hakimlerden biri, 5. hükmetmek, hüküm vermek. Don't - a (of) man by his looks. 6. yargılamak, muhakeme etmek. Who will - the next case? God will - all men. 7. bir konuda fikir edinip karar vermeklhükme varmak. to - the merits of a book. You can't - a book by its cover. - whether he's right or wrong. 8. bir davayı çözmek, halletmek, karara bağla­ mak, 9. düşünmek, istidlal etmek, sonuç çıkar­ mak, sonuç ve kanaatine varmak. i -d, from his manner, that he was guilty. 10. tahmin/takdir/ tasavvm etmek, tahminde bulunmak. We -d the distance to be about 3 kilometers. i -d him about 50 : Onu 50 yaşlarında tahmin ettim. 11. (İb­ rani hakimleri hakkında) hüküm sürmek, 12. tenkit/muaheze etmek, çıkışmak. You had nttle cause to - him so harshly : Onu bu denli şid­ detle muaheze etmene pek sebep yok. 13. judging by ... : -e bakılırsa, -e nazaran. 14. - of my surprise! Hayretimi ıtasavvur et! e.a.- ı. justice, 2. arbitrator, referee, umpire, 5. adjudge, adjudicate, 6. try, 7. decide, 8. deeree, 9. infer, think, 10. estimate, consider, determine, regard, 12. criticize, condemn.



1915



judgeable judgeable, sf yargılanabilir, muhakeme edilebilir, hükümlkarar verilebilir, hükme varıla­ bilir. judge advocate, is., ç. judge advocates ı. staff - - d.d. askeri savcı, 2. trial - - d.d. sı­ kı yönetim savcısı. judge advocate general, is., ç. judge ad· vocates general ABD askeri başsavcı. judger, is. yargılayan, muhakeme ede, hüküm veren. judgeship, is. yargıçlık, hakimlik (makamı/görevi).



judgmatic(al), sf bk.: judicious. judgment = judgement, is. ı. yargılama, muhakeme, duruşma, davanın görülmesi. sit in - on a case : davaya bakmak, dava duruşmasını yapmak, 2. huk. (a) yargı, hüküm, karar. give/ pass - on : hükmetmek, hükümlkarar vermek. The - was İn his favor: Lehinde karar verildi. - on default : gıyabi hükümlkara,f. a - on one : birine Allahın cezası. Your faHüre is a - on you for being so lazy : Bu kadar tembel olduğun için Allah seni başarısızlıkla cezalandırdı. sit in - on s.o. : birisi hakkında hüküm vermeye kendinde yetki bulmak, (b) (mahkeme kararıyla hükmedilen) borç, yüküm. - debt : hükme bağlı borç, (c) bildiri, tebliğat, 3. temyiz kuvveti, isabetli karar verme yeteneği. He showed excellent - in choosing a wife. 4. seziş, sezgi, anlayış, feraset. a man of - : anlayışlı kimse,S. takdir, (bir hususta) hükme varma, kanaat hasıl etme, 6. (bir hususta varılan) hüküm, kanaat, edinilen fikir. İn my - : kanaatimce, fikrimce, bence, bana kalırsa, zannıma göre. an error in - : yanıl­ gı, yanlış hüküm/kanaat. His - was at fault : Yanlış hükme vardı. In the - of most people : Çoğunluğuıfkanaatine göre. 7. kader, takdiri ilahi,S. Last - d.d. kıyamet. The day of Last - : Kıyamet günü. - Day: mahşerıhüküm günü, 9. man. (a) yargı, hüküm, (b) önerme, kaziye, 10. esk. bk.: uprightness, rectitude. 11. - hall : mahkeme salonu, 12. - seat : yargıçlık makamı, mahkeme, 13. -al: tüzel, hükümlelkarar ile ilgie.a.- 1. determination, 2. (a) verli, hükmi. dict, decree, decision, 3. discrimination, discernment, sagacity, wisdom, prudence, taste, discretion, 9. (b) proposition. judicable = judiciable, sf yargılanabilir, muhakeme edilebilir, hakında hüküm verilebilir.



1916



judicative, sf yargılama yetkisi olan, yargı /muhakeme yeteneği olan. the - faculty. judicator, is. yargıç, hakim, yargılayan/ muhakeme eden kimse. -ial : yargısal, yargıla­ ma+. judicatory, sf &is., ç. -todes ı. tüzel, adli, hükmi, hüküm/yargı ile ilgili, 2. yasal, hukuki, 3. mahkeme, 4. yasama, yasama kurulu. e.a.1. judiciary, 3. tribunal, judiciary, court ofjustice. judicature, is. ı. yargılama, adalet tevzii, yargıçlık, hakimlik, 2. yargılama hakkı/yetkisi, 3. yargıçlar kurulu, hakimler heyeti, 4. mahkeme. judicial, sf ı. tüzel, adli, hukuki. - proceedings : tüzel kavuşturma, adli takibat. - assembly : yargıçlar kurulu, adli encümen. bringl take - proceedings : tüzel kavuşturma yapmak, mahkemeye vermek, 2. mahkemelere/yargıçlara ait. - functions. the - bench: yargıçlar, mahkeme. - notice : mahkemece bilineniispatına gerek olmayan husus, 3. yargıcalhakime özgü/yaraşır, 4. yargılama+, muhakeme+. - process: yargıla­ ma yöntemi, 5. kazai, hükmi, şer'i. - discretion : takdir hakkı. - murder : adli hataeya dayanan idam), 6. tarafsız, bitaraf, adil. hak gözetir. - decisions. - mind/faculty. Before making a decision, a - mind considers fairly botlı sides of a dispute. 7. hükmi, mahkeme hükmüne/kararıpa dayanan. a - separation : (kan kocayı) ayırma kararı/hükmü, S. tahkik ve temyizi gereken, mahkemece halli gereken, 9. Allahın emri/takdiri ile olan (ceza vb.), 10. -ly : tüzellhukuki olarak, yasal/hukuki' yollardan, 11. - review: (a) davanın temyizi, (b) yüksek mahkemenin anayasaya aykın gördüğü yasayı bozma yetkisi. e.a.- 1&2. juridical, 2. forensic, 3. judgelike, 6. fair, unbiased, impartial, judicious judiciary, sf &is., ç. -aries ı. tüzel, adli, hukuki, mahkemeye ait, 2. adli sistem, bir ülkenin adalet teşkilatı, 3. adliye, yargıçlar, hakimler. judicious, sf ı. akıllı, tedbirli, müdebbir, iyi düşünebilen, isabetli kararlar verebilen. A historian selects and considers facts carefuZZy and criticailyo 2. sağgörülü, mantıki, makul, akla /mantığa dayanan. a - selection. 3. -ly : akıllıca, makul/mantıki' bir şekilde, isabetli bir şekilde,



juice sağgörü



ile, 4. -ness : akıllılık, makullük, manbasiret, sağgörü, isabetlilik. e.a.-I. disereet, prudent, praetieal, 2. wise, sensible, welladvised, reasonable, sound, sagaeious. k.a.-I. imprudent, injudicious, asinine, 2. silly, unreasonable. judo, is. &sf ı. judo': Japon usulü jujitsuya dayanan seri hareketli ve hasmın kolunu büküp fırlatmaktan ibaret savunma usulü, 2. -ist : judocu. judoka, is., ç. -kas, -ka ı. judocu, judo yarışmacısı, 2. judo uzmanı. jug l , is. ı. sürahi, testi. a milk -. 2. sürahi i testi dolusu. a - ofmilk. 3. argo ceza evi, hapishane, argo kodes, 4. bülbül sesi, güzel kuş sesi, şakıma. e.a.-2. jugful, 3. jail, prison. jug2, gl.f jugged, jugging 1. sürahiyel testiye doldurmak/koymak, 2. (et) çömlek içinde Igüveçte pişirmek, 3. argo hapsetmek, kodese tıkmak, 4. şakımak, bülbül gibi ötmek. jugal, sf. anat. yanak+, elmacık kemiği+. - bone: elmacık kemiği. jugate, sf ı. bot. çift yapraklı, yaprakları ,;jft olan, 2. biy. (a) çift, (b) ara kanatlı: uçarken ön ve arka kanatları birbirine bağlanabilen (böcek). jug band, is. çingene bandoSli : testi, tencere, boru vb. gibi uydurma aletlerle müzik çalan bando. Jugendstil, is. (Almanca konuşan ülkelerde) genç sanatçılar üslubu. jugful, is., ç. -fuIs sürahi/testi dolusu. jugged hare, is. tavşan yahnisi : toprak güveçte pişirilmiş tavşan eti. Juggernaut, is. ı. ezicilkahhar kuvveti nesne: büyük harp gemisi, kuvvetli futbol takı­ mı vb. gibi. - of war. 2. körü körüne özveril feragati hefislfedakarlık isteyen inanç veya kuruluş, 3. TIR kamyonu, çok büyük/uzun römorklu kamyon, 4. Jaganath/Jaganath~Jag-gurnath d.d. Hint mabudu : eskiden tekerleklerinin altına atılarak insanların kendilerini ezdirdikleri bu mabudun heykeli. juggins, is. bön/safdil kimse. e.a.- simpleton. juggle, is. &f -gled, -gling 1. hokkabazlık, el çabukluğu (ile yapılan hüner), 2. hile, düzenbazlık, 3. hokkabazlık yapmak, elindeki top vb. tıkilik,



gibi eşyayı havaya atıp tutmak. The acrobat -d three plates while balancing on a wire. 4. el çabukluğu ile hünerler yapma, becermek, mee. iki karpuzu bir koltuğa sığdırmak. He -d two jobs and a night class. 5. hile yapmak, aldatmak. He -d his brother out of his inheritanee. - with figures/words ete. : rakamlarıkelimeler vb. ile oynamak, bunları kendi çıkarına göre değiştirmek. Don't -(with) your aeeounts : Hesaplarında hile yapma. 6. oynamak, oyun yapmak. He likes to - (with) ideas. 7. juggler : (a) hokkabaz, cambaz, (b) hilekar, düzenbaz, sahtekar, 8. jugglery = juggling : (a) hokkabazlık, cambazlık, (b) hile, düzenbazlık, desise, sahtekarlık, 9. jugglingiy : hokkabazlıkla, el çabukluğu ile, hile ile, düzenbazlıkla. e.a.- 2&8 (b) deeeption, fraud. juglandaeeous, sf cevizgillerden, cevizgiller familyasından (ağaç). Jugoslav = Jugo-Slav, is.&sf bk.: Yugoslav. Jugoslavia, is. bk.: Yugoslavia. Jugoslavic= Jugoslavian, bk.: Yugoslavie, Yugoslavian jugular, sf&is. ı. anat. (a) boğaz+, boyun+, (b) boyun toplardamarı ile ilgili, 2. biy. boynundan yüzgeçli, karın yüzgeçleri boynunda bulunan (balık), 3. - vein d.d. anat. şah damarı, boyun toplardamarı. jugulate, f -Iated, ~Iating 1. tıp yoğun tedavi uygulayarak (hastalığın) ilerlemesini durdurmak, önlemek, önüne geçmek, 2. esk. boğaz­ lamak, boğazını kesmek, 3. jugulation: Ca) hastalığın ilerlemesini durdurma, önleme, esk. boğazlama.



jugulum, is., ç. jugula ı. (kuşlarda) boyun, 2. bk.: jugum (2) jugum, is., ç. juga i jugums ı. çift yaprak, 2. ara kanat: tırtıldan üreyen bazı böceklerde ön ve arka kanatları uçuş esnasında birbirine bağla­ yan kanat. jug wine, is. testi şarabı : iri şişelerde (1.5 i veya daha daha fazla) satılan ucuz şarap. juice, is.&gl.f juiced, juising 1. öz su, usare, bitki suyu, et suyu, 2. gen. -s : insanı hayvan vücudunun sıvı kısımları. digestive - : sindirim suyu, 3. meyve/sebze suyu. apple - : elma suyu. orange -ftomato -Ifruit -.4. öz, hayatiyet, canlılık, kuvvet, dayanıklılık, 5. (herhangi



1917



juiced bir şeyden çıkarılan) su/sıvı, 6. ABD- argo (a) elektrik (akımı/enerjisi), (b) akaryakıt, benzin, 7. argo içki, 8. stew in one's own - bk.: stew (8), 9. (meyve/sebze) suyunu çıkarmak/sıkmak, 10. - up : hızlandırmak, güçlendirmek, kuvvetlendirrnek, heyecan vermek, 11. meyve/sebze suyu katmak/iHıve etmek. e.a.-4. essence, strength, vitality, 6. (a) electricity, (b) gasoline, fuel oil. juiced, sf ı. öz sulu, sulu, usareli. Genellikle birleşik kelimeler yapar : precious- - flowers. 2. argo sarhoş. e.a.-2. drunk, intoxicated. juicehead, is. argo ayyaş, alkolik. e.a.aZcoholic. juiceless, sf susuz, kuru, usaresiz, ÖzsÜz. juicer, is. ı. mevva/sebze sıkacağı, meyve /sebze suyu çıkarma makinesi, 2. tiy. sahne aydınlatıcısı : sahne ışıklarını yöneten elektrikçi. juicy, sf juicier, juiciest 1. sulu, usareli, özlü. - oranges. 2. ilginç, ilgi çekici, meraklı, merak uyandırıcı. a bit of - gossip. - details. a scandaL. 3. ağız sulandırıcı, iştah verici, 4. karlı, kazançlı. a - contract that will make you rich. 5. canlı, cevval, hayat dolu, 6. juicily : sulu sulu, özlü bir şekilde, 7. juiciness : sululuk, özlülük, usarelilik. e.a.- 1. moist, succulent, 2. interesting, coZorfuZ, spicy, liveZy, piquant, racy. jujitsu, is. jiyujitsu : Japon güreşi, Japon usulü öz savunma, hasmını etkisiz hale getirmek için anatomi bilgisi ile manivela kanunlarından yararlanan dövüş me/spor. jiujitsu, jiujutsu, .lujutsu d.d. bk.: judo, karate. juju, is. 1. (Batı Afrika'ya özgü) muska, tılsım, 2. (bu tılsıma/muskaya izafe edilen) sihir, gizli kudret, 3. bu muska/tılsım ile ilgili ayin! tören, 4. muska He ilgili yasak/tabu. jujube, is. ı. bdt. hünnap (Zizyphus jujuba) : cehri (buckthom) familyasından eriğe benzer meyvesi olan bir ağaç, 2. hünnap, bu ağacın meyvesi, 3. hünnap şekerlemesi. e.a.-I. Christ'sthom, lotus, lotus tree. Juke(s), is. cinayet, ayyaşlık, hastalık ve dilencilikle ün salmış New Yorklu bir ailenin takma adı. juke, gl.f juked, juking aldatmak, hile yapmak.



1918



jukebox, is. kumbaralı pikap: para atılın­ ca seçilen plağı çalan pikap. juke d.d. juke joint, is. ABD- argo içkili/danslı 10kanta : yenip içilen ve kumbaralı pikap müziği ile dans edilen ucuz lokanta. Jul. = July. julep, is. 1. şurup : şeker, su ve rayihalı maddelerle yapılan içecek, 2. mint - d.d. naneli buzlu viski, 3. ilaçlara katılan şurup. Julian, sf 1. Jül Sezar' a ait, 2. - calendar : Rumi takvim, M.Ö. 46 yılında Jül Sezar tarafın­ dan tesis edilen takvim. Sene 365 gün (4 yılda bir 366 gün) veya 12 aydan ibarettir. Aylar 30 veya 31 gün sürer, yalnız Şubat 28 (4 yılda bir 29) gündür. bk.: Gregorian calendar. julienne, sf &is. ı. ince ve uzun doğran­ mış, 2. et suyuna sebze çorbası. Juliet cap, is. gelin şapkası : inci ve mü~ cevheratla süslü kadın şapkası. July, is., ç. -lies Temmuz, yılın yedinci ayı.



Jumada = Jomada, is. Cemaziyül : Hicrl ve altıncı ayı. Jumada I: CemaziyülevveL. Jumada II: Cemaziyülahır. jumble, is. &f -bled, -bling 1. gen. - up : karış(tır)mak, karmakarışıkJ'keşmekeş etmek/ olmak, altını üstüne getirmek, alt üst olmak. He -d up everything in the drawer when he was hunting for his socks : Çoraplarını ararken çekmecenin altını üstüne getirdi. The untidy girI's toys, books, shoes and clothes were all -d up in the cupboard : Savruk kız oyuncak, kitap, pabuç ve elbiselerini elbise dolabına karmakanşık doldurmuştu. 2. şaşırmak, apışmak, şaşkı­ na dönmek, apışıp kalma, sersemıemek, 3. karmakarışıklık, keşmekeşlik, intizamsızlık, savrukluk, düzensizlik, 4. düzensiz/karmakarışık yığın/şey, karmakarışık/intizamsız iş, 5. ince ve tatlı simit, 6. -ment : keşmekeş, karışıklık, düzensizlik, 7. jumbler : karıştıran, alt üst eden, keşmekeş eden kimse, 8. jumblingly : kanştı­ rarak, altını üstüne getirerek, keşmekeşe döndürerek, 9. - sale Brit. geliri hayır kurumlarına verilen) eski eşya satışı. e.a.- 2:&3. muddZe, 3. hodgepodge, mess, chaos, 6. confusion, 9. rummage sale. k.a.- 1. separate, 1&3. order. yılın beşinci



jumper jumbo, sf&is., ç. -bos iri, iri yarı, azman, kocaman, dev gibi (kimse/hayvan/nesne). - jet: çok büyük uçak. --sized : pek büyük boy, kocaman. a --sized plate of iee-eream. e.a.- huge, immense, gigantie, eolossal, oversized, giant, enormous. k.a.- small, tiny, wee. jumpl, f ı. zıpla(t)mak. - for joy : sevinçten zıplamak. - up and down in excitement: Heyecanla zıp zıp zıpladı. 2. sıçra(t)mak, çarpmak. Her heart -ed when she heard the news: Haberi duyunca yüreği ağzına geldi. 3. fırla(t)mak. to - out of one's chair. 4. (hüküm vermekte vb.) acele etmek. - to condusion : acele hüküm vermek,S. (fırsat vb. üzerine) atıl­ mak, 6. atla(t)mak. to - a ditehla streamlover a fence. to - a horse over a fence. He -ed from job to job. To - from a subject to another in a speech : Konuşmada bir konudan ötekine atlamak. 7. (Fiyat vb.) anı yükselmek!fırlamak/artmak. Food priees -ed. Gold shares -ed on the stoek market yesterday. 8. - at k.d. can atmak, hemen itaat etmek, tehalük göstermek. - at a ehance/at an offer. 9. (damada) üzerinden atlamak, atlanan taşı almak, 10. (briç) peyi artırmak, 11. (atı) şaha kaldırmak. to - a horse. 12. sekrnek, üzerinden atlamak, atlayıp geçmek, pas geçmek, 13. k.d. kaçmak, tüymek, firar etmek. He - ed town without paying his bills. 14. (trene) binmek, atlayıvermek, 15. (tren) raydan çık­ mak. - the tmek. 16. gasp etmek, (yasa dışı) ele geçirmek. - a mining daim. 17. k.d. (habersiz) saldı1rmak/hücum etmek/üzerine atılmak, baskın yapmak. The robbers -ed the shopkeeper. 18. k.d. ağzına geleni söylemek. He -ed on him for his negligenee. 19. - down s.o.'s throat : şid­ detle birinin sözünü kesrnek, konuşması esnasında birden atılmak, 20. (hızla) işe başlamak! girişrnek, 21. ABD avı yuvasından çıkartmak, 22. ABD terfi ettirmek, rütbesini yükseltmek, 23.... -den önce davranmak, val}.itsiz harekete geçmek. - the green light: yeşil ışığı beklemeden hareket etmek, 24. esk. tehlikeye atılmak, 25. irkilmek, ürkmek. You made me -.26. - a daim: hile veya zorbalıkla başkasına ait araziyi gasp etmek, 27. - at : aleHicele/düşünmeden kabul etmek, 28. - hail : ABD kefaleti iptal edilmek : çağırıldığı zaman mahkemeye gitmediği için kefaletle serbest kalma hakkını kaybetmek,



29. - down s.o.'s throat bk.: throat (l 1),30. off As. saldırmak, hücumaltaarruza geçmek, 31. - on/all over s.o. k.d. azarlamak, çatmak, tekdir etmek, argo haşlamak, zılgıtı vermek, 32. - over the broomstick k.d. evlenmek, 33. ship den. (bahriyeli) gemiden kaçmak/firar etmek, 34. - the gün argo (a) işaret verilmeden önce başlamak/harekete geçmek, (b) vaktinden önce başlamak, 35. - the queue mee. açık gözlülük yapmak, sırasını beklemeden bir şeyi çabucak elde etmek, 36. -ingiy: zıplayarak, sıçra­ yarak, atlayarak. e.a.-ı. leap, bound, 2. bounee, bob, jiggle, 7. rise, 8. hustle, 12. skip, omit, 14. hop, board, get into, 16. seize, 24. risk, hazard, 30. attaek, 31. rebuke, seold, reprimand. j ump 2, is. 1. zıplama, sıçrama, sıçrayış, atlama, atlayış, atılma, atılış, fırlarna, fırlayış, 2. atlama mesafesi, bir atlayışta alınan yol, 3. paraşütle atlama/inme, paraşütün inişi, 4. (fiyat vb.) anı yükselişlartış, 5. (spor) ... atlama. broad/long - : uzun atlama. high - : yüksek atlama, 6. (heyecan vb. ile) birden silkinme, 7. (dama) üstünden atlayıp taşı alma, 8. k.d. the ~S : endişe, telaş, sinirlilik, 9. get/have the - on k.d. tez/çabuk davranmak, (çabuk harekete geçerek) üstünlük sağlamak, ileri geçmek, 10. give s.o. a - : (birisini) korkutmak, ürkütrnek, teHişalendi­ şeye sebep olmak, 11. on the - k.d. telaşlı, aceleci, telaş içinde, sağa sola koşuşan, çok meş­ gul. e.a.-I. leap, spring, bound, skip, hop, eaper, 4. rise, 8. anxiety, restlessness, nervousness, 11. in a hurry. j ump3, sf 1. As. paraşüt birliklerine malı·· sus, atlama+, indirme+. - boots. - area : indir·me bölgesi, 2. ABD- argo (caz müziği vb.) hız­ lı, seri tempolu. j ump4, zj. esk. bk.: exactly, precisely. jump balı, is. (basketbolda) hakemin iki hasım oyuncu arasına attığı top. jump bid, is. (briç) aşırı pey : evvelki peyi minimum miktardan fazla geçen pey. jumper, is. ı. atlayan/zıplayan/sıçrayan kimse/şey, 2. delgi, delik delme aleti (şiddetle kalkıp inerek çalışan), 3. elekt. bağlantı: elektrik devresinin iki noktasını geçici olarak bağla­ yan kısa tel. - cable : bağlantı kablosu, bir otomobilin akümülatörüne başka bir otomobilden akım verip canlandırmak için kullanılan uçları



1919



jumping bean 4. (bir nevi) kızak, 5. (bluz ve kazak üzerine giyilen) kolsuz elbise, 6. gemici/iş­ çi dış gömleği, 7. Brit. pulover, süeter, 8. -s : (çocuklara elbise üzerine giydirilen) tulum. e.a.4. sled, 7. pullover sweater, 8. rompers . jumping bean, is. zıpzıp tohum: Meksika'da yetişen sütleğengillerden bazı fundaların (Sebastiania ve Sapium) tohumları: içinde yaşa­ yan Cydia saltitans türü tırtıl/sürfenin hareketi dolayısıyla kendiliğinden zıplar. Mexican jumping bean d.d. jumping frog, is. zool. çevik kurbağa (Rana agilis). jumping jack, is. sıçrayan bebek: yaylarla kol ve bacakları hareket eden oyuncak bebek. jumping mouse, is. zool. zıpzıp fare (Zapodidae) : K Amerika'da yaşayan ve uzun arka ayakları sayesinde 4.5 metreye kadar sıçrayabi­ len ufak bir fare. Kışın kış uykusuna yatar. Eastern jumping mouse : sıçrayan sıçan (Zapus hudsonius). jumping-off place, is. ı. en son sınır, son had, limit, 2. Cnd. medenı kolaylıkların ulaştığı son nokta, (özellikle Kanada'nın kuzeyinde) gelişmemiş, çetin tabiat koşullarına maruz yer, uzak/ücra/kuş uçmaz kervan geçmez yer, 3. başlangıç/çıkış noktası, bir girişimin başladığı nokta. jumping-off point d.d. jumping plant louse, is. zool. çam biti (Chermes) : Çamlara anz olur, özgür ya da mazılar içinde yaşar. \ jumping rats, is. zool. Arap tavşanıgiller (Jaculidae) : Art ayakları çok uzun, kanguru gibi sıçrayabilen, kuyrukları çok uzun ve püsküllü gece hayvanları. jumping spider, is. sıçrayan örümcek (Salticidae): avına sezdirmeden yaklaşıp birden üzerine sıçrayan örümcek. jumpmaster, is. baş paraşütçü : (paraşüt­ le) indirme birlik komutanı. jump-off, sf. &is. 1. atlama, atlayış, 2. (paraşüt) atlama/indirme yeri, 3. (askedtaarruz) başlangıç, başlama yeri/zamanı, 4. başlangıç. a - place for northern exploration parties. e.a.4. beginning, starting. jump pass, is. (futbol/basketbol) zıplaya­ rak atılan pas. jump rope, is. ı. ip atlama, 2. atlama ipi, jump seat, is. (otomobilde) katlanabilen sandalye.



jump shot, is. (basketbolda) topu



kıskaçlı kablo,



1920



rak



zıplaya­



atış.



jump suit = jumpsuit, is. ı. paraşütçü giysisi, 2. tulum, bluz veya gömlekle bir arada tek parça giysi. jumpy, sf. jumpier, jumpiest ı. çabuk/anı değişen, değişken, atlamalı, mütehavvil, kararsız, 2. yerinde durmaz, kıpır kıpır, fırlayan, sıç­ rayan, zıplayan, 3. ürkek, korkak, sinirli, mec. diken üstünde, endişeli, vesveseli. e.a.- 3. nervous, apprehensive, jittery. Jun. =jun. = ı. June, 2. junior. junc. =junction. juncaceous, .sf. bot. sazımsı, saz familyasından.



junco, is., ç. -cos zool. akispinoz (lunco) : K Amerika'da kışın sürüler halinde görülen gagaları pembe, sırt ve başları kül rengi, vücut ve kuyrukları beyaz ispinoz. slatecolored - : boz ispinoz (lunco hyemalis). e.a.snowbird. junction, is. 1. birleş(tir)me, bitiş(tir)me, ekle(n)me, 2. kavşak, birleşme/bitişme yeri, ek yeri, iki yolun/nehrin vb. birleştiği yer, 3. ayrım, yol ayrımı, 4. ek. - box: ek kutusu, 5. bağ (lama parçası), 6. -al: ek+, bağ+, birleş(tir)en. e.a. -1. union, co upling, linkage, 2. confluence, concourse, 4&5. connection. juncture, is. 1. (önemIi/mühim!nazilf. zool. 1. fok+, ayı balığı+, 2. kulaksız ayı balıklarının bulunduğu Phocinae sınıfından olan. phocomelia = phocomely, is. patol. (doğuştan) kol ve bacakların (anormal) kısalığı. phoebe, is. ı. zool. sinekkapan (Sayomis phoebe) : K Amerika'da bulunan küçük bir kuş, 2. (şiir) mehtap, ay, 3. Phoebean : Apollo+, güneş+.



Phoebus, is. 1. Güneş ir)



tanrısı



Apollo, 2.



(şi­



güneş.



Phoenicia = Phenicia, is. 1. (tarihte) Fenike, 2. -n : Fenike+, Fenike'ye ait, Fenike dili/ alfabesi. phoenix = phenix, is. 1. anka (kuşu) : 500-600 yıl yaşadıktan sonra kendini yakan ve külleri tekrar canlanarak tekrar bir o kadar yaşa­ yan güzel efsanevi kuş, (ölümsüzlük simgesi), 2. eşsiz güzel ve mükemmel şey. e.a.- 2. paragon. phon-, ön ek bk.: phono-. phonate, f -nated, -nating s.bl. ı. seslendirmek, 2. phonation : sesle(ndir)me. e.a.- articulate, vocalize. phone, is.&f phoned, phoning 1. k.d. bk.: telephone, 2. sb.l. selenli, basit ses. There are 3 phonetically different "t" -s in an utterance of "titillate" and 2 in an utterance of "tattletale". bk.: allophone, 3. phonal : sesli, ses veren.



-phoroııs



-phone, son ek sesli aletler için kullanılan son ek. phono- son ekinin değişik şekli. ör.: megaphone, microphone, telephone,saxophone. phone book= phone directory, is. telefon rehberi. e.a.- telephone book. phone-in, is.&sf bk.: caıı-in. phonematics, is. bk.: phonemics. phoneme, is. d.b. ses birimi. phonemic, sf d.b. 1. ses birimsel, ses birimi+. a - system: ses birimi dizgesi. 2. ses bilimsel, 3. ses birimlerini birbirinden ayıran. a contrast. 4. -aııy : ses birimselolarak. phonemics, is. d.b. ı. ses birimi bilimi, 2. ses bilimi, 3. phonemicist : ses birimi bilimil ses bilimi uzmanı. phonesthemic, sf d.b. ortak sesli, birçok kelimede ortak olan. phonetic, sf ı. sesçil, ses bilgiseL, 2. -aııy : sesçil/ses bilgisel yöntemlerle, 3. - alphabet : sesçil abece, fonetik alfabe, konuşmada geçen farklı her sese bir harf ve her harfe bir ses tahsis eden alfabe, 4. -ian = -ist = phonetist : ses bilimci, ses bilimi uzmanı, 5. - law : ses kuralı, ahenk kaidesi, bir dilde belli koşullarda ses değişmelerini tanımlayan kural, 6. - transcription : sesçil çevriyazı. phonetics, is. 1. ses bilgisi, fonetik, 2. d.b. kelimelerde anlam farkı yaratan sesleri inceleyen bilim, 3. bir dildeki ses birimler dizgesi. phoney, sf -nier, -niest, is., ç. -neys bk.: phony. phoneyness, is. bk.: phoniness. ~phonia, son ek bk.: -phony (3). phonic, sf ses+, sese ait, sesli. phonics, is. ı. söy leniş bilgisi, imla ve söyleyişi seslere dayanarak öğreten bilim, 2. akustik. e.a.-2. acoustics. phonily, zf. sahtekarlıkla, sahte bir şekilde. phoniness, is. sahtelik, uY,durmalık, düzmelik, kalplık. phono-, ön ek "ses". ör.: phonology. Sesli harf önünde: phon-. phonogram, is. ses simge, ses işareti, fonogram : fonetik yazmada anlamı etkilemeden bir sesilheceyi/telaffuz şeklini belirtmek için kullanılan simgelişaret. -ic = -mic : ses simgeseL.



phonograph, is. fonograf. -er = -ist : fo-ic(al) : fonograf+. phonography, is. ı.hızlı yazı (sanatı): kelimeleri seslerine göre simgelerle göstererek yazmayı çabuklaştırma sanatı, steno, özellikle 1837'de Sir lsaac Pitman'ın geliştirdiği yöntem, 2. konuşmadaki seslerin işaret ve harflerle gösterilmesi, 3. fonografçılık. phonolite, is. ı. fonolit, kurşuni yeşil renkli ince taneli volkanik kaya, 2. -ic : fonolit nografçı.



şeklinde.



phonology, is., ç. -gies ı. ses bilimi, 2. bir dilin ses bilimsel yapı ve özellikleri, bu yapı ve özelliklerin tarihsel gelişimi. phonometer, is. sesölçer: ses şiddetini ve frekansını ölçen alet. phonometric : sesölçerle (ölçülen). phonometry, is. ses ölçme : sesin şiddet ve frekansının ölçülmesi. phonoscope, is. ses gösteren : ses şiddetini ve frekansını gösteren alet. phonotype, is. basım ı. sesçil harfleri işaretlerle yazma/basma, 2. sesçil harflerle yazılmış/basılmış metin, 3. phonotyper = phonotypist : hızlıyazan, stenograf, 4. phonotypic (aL) : sesçil harflerle yazılı/basılı. phonotypy, is. sesçil hızlı yazı, fonetik stenografi. phony = phoney, sf -nier, -niest k.d. sahte, uydurma, taklit, düzmece, kalp. e.a.-spurious, fraudulent, counterfeit, fake, forged, bogus. k.a.real, authentic, genuine, true. -phony = phonia, son ek 1. (belirtilen tarzdaki) ses(ler). polyphony: çok sesli, 2. -culuk: -phone ile sonlanan adlardan soyut ad yapar: telephony : telefonculuk, telefon tekniği, 3. gen. -phonia : (belirtilen tarzdaki) konuşma yeteneksizliği/zorluğu. dysphonia : ses zorluğu. phooey, ünL. k.d. "canı cehenneme, yüzünü şeytan görsün, kahrolsun, lanet olsun, püf!" (ret, nefret, tiksinme, hakaret vb. ifade eden ünlem). - on love! -phore, son ek" ... taşıyan/üreten, ... -li, -ci": ad son eki. ör.: gonophore, semaphore, gametophore. -phoroııs, son ek " ... taşıyan/üreten, ... -li": sıfat son eki. ör.: gonophorous. 2573



phosgene phosgene, is. fosgen: COCI2. Çok zehirli, renksiz gaz veya uçucu sıvı. Zehirli gaz savaşın­ da ve organik sentezlerde kullanılır. carbonyl chloride d.d. phosgenite, is. fosgenit: PbCI2C03. Kristal halinde bulunan bir cevher. phosph-, ön ek bk.: phospho-. phosphatase, is. biy. -kim. fosfataz: vücut dokularında bulunan, karbohidrat ve fosfatlı bileşimleri parçalayan enzim. phosphate, is. ı. kim. (a) fosfat, fosforik asit tuzu, (b) artofosforik asit tuzu: sodium - . 2. trm. fosfatlı yapay gübre, 3. az miktarda fosforik asit ve meyve şurubu ile yapılan gazoz. phosphatic, sf ı. fosfatlı, 2. fosfaH. phosphatide, is. biy. - kim. fosfatit : canlı organizmalarda bulunan fosforik asit esterleri (yağlı bileşimler). phospholipid(e), phospholipin d.d. phosphatiselphosphatisation, Brit. bk.: phosphatize/phosphatization. phosphatize, f -tized, -tizing ı. fosfatlamak, fosfatlarla muamele etmek, 2. fosfatlaş­ (tır)mak. 3. phosphatization = phosphation : fosfatlama, fosfatlaş(tır )ma. phosphaturia, is. pato!. idrarda fazla miktarda fosfat bulunması. phosphaturic : idrarında fosfat bulunan. phosphene, is. fizy. basınç imge : gözün retinasına basınç yapılırtea (örneğin kapalı göz kapağına basılınca) görülen ışıklı görüntü. phosphid(e), is. kim. fosfid: fosfor ile baş­ ka bir elemanın ikili bileşimi. ör.: Caldum - : Ca3P2. phosphine, is. kim. ı. fosfin, hidrojen fosfit : PH3 : sarımsak kokulu çok zehirli, renksiz ve tutuşan gaz, 2. sentetik sarı boya. phosphite, is. kim. fosfit, fosfor asidi tuzu. phospho-, is. "fosforlu, fosfor içeren". ör.: phosphoprotein. Sesli harf önünde: phosph-. phosphocreatine, is. biy. - kim. fosfokreatin, kas dokuda bulunan ve kasılma enerjisi sağ­ layan organik bileşim: C4H100SN3P. phospholipid(e), is. biy.- kim. bk.: phosphatide. phosphonium, is. kim. fosfonyum, + yüklü PH4+ grubu. NH4+ amonyum köküne benzer. phosphoprotein, is. biy. - kim. fosfoprotein: (sütün kazeini gibi) fosfor içeren protein.



2574



phosphor, is.&sf ı. fosforlu madde, kacisim, 2. üzerine belirli dalga uzunluğunda (ultraviyole vb.) ışık düşünce parıIdayan madde, 3. esk. bk.: phosphorescent. Phosphor(e) = Phosphorus, is. sabah yıl­ dızı, Venüs. phosphorate, gl! -rated, -rating ı. kim. fosforlamak, fosforla birleştirmek, 2. fosfor ışıl­ laştırmak, karanlıkta parıldama özelliği vermek. phosphore bronze, is. fosforlu bronz : %80 Cu, % 10 Sn, %9 antimuan ve % 1 fosfor içeren çok sert ve korozyona dayanıklı alaşım. phosphoresce, g!.f -resced, -rescing ışıldamak, parıldamak, fosfor gibi ışık vermek. phosphorescence, is. 1. fosfonşıllık, ışıl­ dama, panıdama, fosforesans, 2. yakamoz, 3. sürücü etki kalktıktan sonra ışınıınlradyasyon. phosphorescent, sf ı. fosfonşıl, (fosfor gibi karanlıkta) ışıldayan/parıldayan, yakamozlanan, parıltıh, 2. -ly : ışıldayarak, parıldaya­ rak. phosphoret(t)ed = phosphuret(t)ed, sf fosforlanmış, fosforlu. - hydrogen : fosforlu hidrojen. phosphoric, sf kim. fosfor+, fosforlu, fosforik, beş valansh fosfor içeren. phosphoric acid, sf kim. fosfor asidi, fosforik asit: Fosfor-S oksidin suda erimesinden hasılolan üç asitten her biri: H3P04 : orto fosfarik asit, HP03 : metafosforik asit, H4P207 : pirofosforik asit. phosphorism, sf patol. kronik fosfor zehirlenmesi. phosphorite, sf ı. fosforit, fosfatlı gübrelerin ana maddesi, 2. (topraktan çıkan az çok yabancı maddelerle kanşık) kalsiyum fosfat. phosphorize, gl.f -ized, -izing bk.: phosphorate. phosphoroscope, is. fosforoskop : çeşitli cisimlerdeki geçici fosforışılhğı ölçen alet. phosphorous, sf kim. fosforlu, fosfar+, üç valansh fosfor içeren. - acid : fosfor asidi H3 P03. phosphorus, is., ç. -phori ı. kim. fosfor: katı metaloid. En az iki ayrı biçimi vardır: (a) sarı, zehirli, alevlenebilir, karanlıkta ışık verir, (b) kırmızı, az zehirli, daha az alevlenebilir, karanlıkta ışıldar. Kemik ve sinir dokular ile embranlıkta parıldayan



photoelectric riyoların bileşiminde



bulunur. Kibrit ve yapay gübre yapımında kullanılır. Simgesi P, atom ağ. 30.974, atom nu. 15, özgüı ağ. (20°C'de) 1.82 (sarı fosfor), 2.20 (kırmızı fosfor), 2. karanlıkta ışık veren herhangi madde, 3. bk.: phosphor, 4. - pentoxide : fosfor 5-oksit, P205 . phosphorylase, is. biy. - kim. fosforilaz : bitki ve hayvan dokularında bulunan, inorganik fosfat karşısında glikojeni şeker fosfatına dönüştüren enzim. phot, is. optik fot, aydınlanma birimi, lümen/cm 2 .



photic, sf 1. ışık+, ışıksal, 2. canlıların veya ışıkla harekete geçmesi ile ilgili, 3. -aııy : ışıksalolarak. photics, is. ışık bilimi. photo, is., ç. -t~s k.d. bk.: photograph. photo-, ön ek 1. "ışık" : ör.: photoelectric, photometer, 2. "fotoğraf, fotoğrafik". ör.: photoengraver. photoactinic, sf etkin ışınsal, etkin ışın­ lı : fotoğraf filmi vb. üzerinde kimyasal etkili ışık yayması



ışın yayınlayan.



photoautotrophic, sf ışın özümsel : ışık inorganik maddelerden organik besin yapan (bitki). photobathic, sf ışın derinsel : denizlerde güneş ışığının erişebildiği derinlikteki. photobiology, is. ışın dirim bilimi: ışığın canlılar üzerindeki etkisini inceleyen dirim bilimi. photobiotic, sf. ı. ışın canlı: yalnız ışık­ ta yaşayan, 2. yaşama ve gelişme için ışık isteyen. photocathode, is. ışıl alt üşek, foto-katod: üzerine ışık düşünce elektron yayan katod (Na&Cs bileşimi). photocell, is. bk.: (a) phototube, (b) photoelectric ceıı. photochemistry, is. ı. ışıl kimya, ışığın kimyasal etkilerini inceleyen bilim, 2. photochemic(al) : ışıl kimyasal, 3. photochemically : ışılkimyasal olarak, 4. photochemist : ışıl kimya uzmanı. photochromic, sf ı. ışıkla renk değişti­ ren, 2. photochromism : ışıkla renk değiştirme, 3. photochromy: renkli fotoğrafçılık. karşısında



photochronograph, is. 1. hareketli bir Cİs­ min eşit zaman aralıklarıyla çeken cihaz, 2. böyle çekilmiş fotoğraf, 3. ışı! zamanölçer: ince bir ışık demetinin fotoğrafı ile çok kısa zaman aralıklarını ölçen alet, 4. photochronography : ışıl zaman ölçümü. photocompose, gL.f -posed, -posing ı. ışıl dizmek: ışık yardımıyla (harfleri) dizmek, 2. photocomposer : ışıidizer: ışık yardımıyla (harfleri) dizen makine, 3. photocomposition : ışıl dizim. photoconduction, is. fiz. ışıl iletim. photoconductive, sf ı. ışıl iletimsel, ışıl iletken+, 2. ışığa maruz kalınca elektriklenen. photoconductivity, is. fiz. ışıl iletkenlik: ışık etkisiyle elektrik iletkenliğinin artması. photoconductor, is. fiz. ışıl iletken. photocopier, is. fotokopi makinesi. photocopy, is., ç. -copies,f -copied, -copying fotokopi yapmak, (bir belgenin) fotoğrafla kopyasını çıkarmak.



photocurrent = photoelectric current, is. fiz.



ışıl akım.



photodetector, is. fiz. ışıl algıç : ışık enerjisini elektrik akımına çeviren elektonik düzen. photodiode, is. fiz. ışıl çift üşek, fotodiyot : ışık elektriksel gözede bulunan ışığa duyarlı yarı iletken. photodisintegration, is. fiz. ışıl parçalanım" : bir atom çekirdeğinin ışıcık (foton) soğu­ rarak parçalanması. photodissociation, is. kim. ışıl ayrışım : kimyasal bileşenin ışık etkisiyle ayrışması. photodynamic(al), sf fiz. ışıl devimsel, ışık etkisiyle devinenlhareket edenlişleyen. photodynamics, sf fiz. ışıl devim bilgisi, fotodinamik: ışığın bitki ve hayvan devinimine etkisini inceleyen bilim. photoelastic, sf ışıl esnek. photoelasticity, is. fiz. ışıl esneklik : polarize ışığın gerilim altındaki esnek bir cisimden geçince çift kırınıma uğraması olayı (şeffaf esnek cisimlerin iç gerilmelerini ölçmekte kullanılır). photoelectric, sf fiz. 1. -al d.d. : ışıl elektriksel, fotoelektrik: ışığın meydana getirdiği elektrik/elektronik olaylarla ilgili, 2. - ceıı :



2575



photoelectricity ışıl



elektriksel göze, 3. - current: ışı1 elektriksel akım, 4. - effect : ışıl elektriksel etki, ışığın elektriksel etkisi, bir maddenin üzerine düşen ışık etkisiyle elektron yayması olayı. e.a.-2. e!eetrie eye, photoeell, phototube, 3. photoeurrent, 4. photoemission. photoelectricity, is. fiz. ı. ışıl elektrik: ışığın bir madde üzerine etkisiyle hasıl olan elektrik, 2. ışıl elektrik bilgisi : Fiziğin ışıl elektrik olayları inceleyen bölümü. photoelectron, is. fiz. ışıl eksicik, ışıl elektron, ışığın etkisiyle yayılan elektron. photoelectrotype, is. fiz. ışıl elektrik baskı : fotoğraf alma suretiyle yapılan klişe ve baskı.



photoemission, is. fiz. ışıl sahm. e.a.photoeleetrie effeet. photoemissive, is. fiz. ışıl salımlı. - detector : ışıl sahmh algıç. photoengrave, gL.f -graved, -graving ı. ışıl klişe yapmak, fotoğraf vasıtasıyla klişe çıkarmak, 2. photoengraver : ışıl klişeci. photoengraving, is. ı. ışıl klişe yapma, fotoğraf vasıtasıyla klişe çıkarma işi, 2. ışıl klişe : fotoğraf vasıtasıyla yapılan klişe, 3. bu klişe ile basılan resim. photo tinish, sp. foto bitiş: ı. birinci gelen ancak çekilen fotoğrafla saptanabilen yarışma, 2. k.d. birincisi kıl payı farkla belirtilen yarışma. phototinishing, is. fotoğraf banyo ve basım işi.



phototission, is. fiz. ışıl böıünüm. photoflash, is. 1. foto ışık, 2. - lamp : fotOlşık lambası, - photography : ışıkla çekilen fotoğraf.



photoflood lamp : çok ışıklı lamba: fotoğ­ raf çekerken kullanılan. kuvvetli ışık veren ıamba.



photogelatin, sf fotojelatinli, fotoğraf çekmek için jelatin kullanan. - process: collotype (1). photogene, is. kalan imge : Cİsim kaybolduktan sonra retinada bir süre daha devam eden görüntü. e.a. - afterimage. photogenic, sf ı. fotojenik, fotoğrafı güzel çıkan, 2. biy. ışıkveren, ışıksaçan (bazı bakteriler vb.), 3. tıp ışıktan ileri gelen, ışığın se-



2576



bep olduğu/doğurduğu (bazı deri rahatsızlıkları vb.), 4. -aııy : fotojenik olarak, ışık saçarak, ışıktan ileri gelecek şekilde. e.a. - 2. luminiferous, phosphoreseent. photogrammetry, is. ı. fotoğrafla haritacı lık ve arazi sürveyi, 2. photogrammetric(al) : fotoğrafla yapılmış (harita vb.), 3. photogrammetrist: fotoğrafla harita ve sürvey uzmanı. photograph, is. &f ı. fotoğraf. color - : renkli fotoğraf. instantaneous - : şipşak/ens­ tantane fotoğraf. take a - : fotoğraf çekmek, 2. fotoğraf çek(tir)mek, fotoğrafı çekilmek, 3. fotoğrafı (belirtilen şekilde) çıkmak. The children -ed very attraetively. 4. -able: fotoğrafı çekilebilir, 5. -er: fotoğrafçı. photographic(al), sf 1. fotoğraf+, fotoğ­ rafla ilgili, 2. fotoğrafla yapılan, 3. fotoğrafta kullanılan, 4. fotoğraf gibi, bütün ayrıntılarıyla ve olduğu gibi belirten/gösteren/yansıtan vb. accuraey, a - memory. 5. photographically : fotoğrafla, fotoğrafını alarak. photography, is. fotoğrafçılık. photogravure, is. 1. fotogravür, fotoğrafla klişe yapma işi, 2. fotoğrafla yapılan klişe, fotogravürle basılan resim. photoheliograph, is. ı. güneş foto: güneşin fotoğrafını çekmeye mahsus teleskop ve fotoğraf makinası. heliograph d.d. 2. -ic : güneş foto ile çekilen, 3. -y: güneşin fotoğrafını çekme. photoionization, is. kim. ışıl üşerlenim, ışık etkisiyle iyonlaşma. photojournalism, is. resimli gazetecilik : (gazetede/dergide) yazıdan çok resim yayınla­ ma. photojournalist : resimli gazeteci.. photojournalistic: resimli gazetecilikle ilgili. photokinesis, is. fizy. ışı! devim, ışıkla hareket etme. photokinetic: ışıl devimsel. photolitho, is.&sf bk.: photolithography/ photolithograph/ photolithographic. photolithograph, is. &f 1. foto taş basması, fotoğrafla taş basması (yapmak), 2. -er: foto taş basmacı, 3. ~ic : foto taş basmasH, 4. -ically : foto taş basması usulüyle, 5. -y : foto taş basması sanatı.



photoluminescence, is. fiz. ışıl ışıldanım, fotolüminesans, ışığın meydana getirdiği ışılda­ ma. photoluminescent : ışıl ışıldar, ışılışılda­ yan.



photostable ışıl bozunma, ışıkla ayetkisiyle çözeltideki özdeklerin bozulmaları. photolytic : ışıl bozunumsal. photomap, is. &f -mapped, -mapping 1. foto harita, harita olarak kullanılan havadan çekilmiş fotoğraf, 2. havadan çekilen fotoğrafla harita yapmak. photomechanical, sf ı. fotoğrafla yapıl­ mış klişe ile, 2. -ly : fotoğrafla klişe yapmak suretiyle. photometer, is. fiz. ışılölçer, fotometre: ışık ve aydınlatma şiddetini, ışık akısını, renk ve parlaklığı vb. ölçen alet. photometry, is. fiz. ı. ışıl ölçüm, ışık şid­ detini, aydınlanmayı vb. ölçme tekniği, 2. optiğin ışık ölçme bölümü, 3. photometric(al) : ışıl ölçümsel, 4. photometrically : ışıl ölçümle, ışıl ölçüm yöntemiyle,S. photometrician = photometrist: ışıl ölçüm uzmanı. photomicrograph, is. 1. mikroskopla çekilmiş fotoğraf, 2. -er : mikroskopla fotoğraf çeken, 3. -ic(al) : mikroskopla çekilmiş, 4. -ically : mikroskopla fotoğraf çekerek,S. -y : mikroskapla fotoğraf çekme. / photomicroscope, is. fotoğraflı mikroskop: büyütmmüş cisimlerin fotoğrafını çekmek için özel kamera ve ışık düzeni olan mikroskop. photomicroscopy: mikroskoptan fotoğraf çekme tekniği. photomontage, is. fotomontaj. photomultiplier, is. ışıl çoğaltıcı : ışık ve 9tf. eksen ucu, kutup bölgelerine yakın. - climate: eksen ucu iklimi. subprefect, is.. (Fransa'da) vali yardımcısı. subprincipal, is. ı. (okul vb.) müdür yardımcısı, 2. yardımcı kiriş/mertek. subregion, is. yöre, (hayvan topluluğu bakımından) tali böıge. subregional : yöresel.



3261



subreption subreption, is. 1. çıkar veya ayrıcalık sağ­ lamak için gerçekleri saklama veya değiştirme, 2. kasıtlı yanlış ifade ve buna dayanarak verilen hüküm, 3. subreptitious : kasten yanıltılmış, sahte. subrogate, gL.f -gated, -gating ı. başka­ sının yerine geçirmek, 2. huk. birinin borcunu ödeyerek onun alacaklısı olmak, 3. subrogation : başkasının yerine geçirme, birinin borcunu ödeyerek onun alacaklısı olma. sub rosa, Lat. gizlice, el altından, mahrem olarak. e.a.- covertly, privately, confidentially. subrosa, Lat. gizli. a - report. e.a. - secretive. subroutine, is. biL. alt yordam : bir problemin çözümü için yapılacak işlemleri bilgisayara bildiren yönerge. subscapular(y), sf &is. anat. kürek kemiği altındaki (kas, damar vb.). subscribe, f -scribed, escribing ı. bağışta bulunmak, teberru etmek, para yardımı yapmak. He -s to an animal protection society. 2. taahhüt etmek. We -d $1,000 a year to an institution. 3. altına adını yazmak/imzalamak. to - one's name to a document. 4. imzalayarak onaylamak, 5. abone olmak, 6. onaylamak, tasdik/tasvip etmek, muvafakat etmek, doğru bulmak, razı olmak. i cannot - to this theory. 7. (din, fikir, inanış vb.) intisap etmek, taraftar olmak, benimsemek. A large number of them - to the Mohammedan faith. e.a.-1. donate, contribute, 2. pledge, 3&4. sign, undersign, endorse, 6. assent, accede, consent, approve. subscriber, is. 1. abone. telephone - : telefon abonesi. - to a new magazine : yeni bir derginin abonesi, 2. imza eden. - to a document. 3. onaylayan, kabul/mmrafakat eden, 4. para yardımı yapan. - to a charity : bir hayır kurumuna para yardımı yapan kimse. subscript, sf&is. 1. alt im. in Xı and Za, 2 and a are -s. 2. alta yazılmış (rakam, harf, yazı). subscription, is. 1. bağış, iane, yardım parası, teberru edilen para. - to a charity : bir hayır kurumuna yardım. raise -s = take up a - :



3262



bağış/yardım parası toplamak, 2. abone, abonman (ücreti, süresi vb.), take out a - to a paper : bir gazeteye abone olmak, 3. Brit. üyelik aidatı, kurum üyelerinin ödediği ücret. to payone's - . 4. toplanan yardım parası, 5. imzalama, imza etme, 6. imza, 7. eklenti, bir yazının altına eklenen yazı, 8. onay, tasdik, muvafakat, rıza, 9. (bir dine/fikre vb.) intisap, inanış. e.a.- 3. due, 8. assent, agreement, approvaL. subsection, is. alt böıüm, tali kısım. subsequence, is. ı. ardıllık, arkadan/sonradan gelme, sonradan vuku bulma, 2. arkası gelme, teakup, 3. mat. alt dizi. subsequent, sf ı. ardıl, sonraki, müteakip, arkadan/sonradan gelen, sonradan vuku bulan. development of events : olayların sonraki geliş­ meleri. - research has produced even better results : Sonraki araştırmalar daha da iyi sonuçlar verdi. 2. sonuç olarak izleyen, 3. bunu izleyen, müteakip. a - section in a treaty. 4. - to : -den sonra, -yi izleyen, 5. -ial mat. alt diziseL. -ial limit : alt dizisel erey, 6. -ly : sonradan, müteakiben, biUihare. The business was to close downfor a period but was -ly revived. 7. -ness: ardıllık, sonradan gelme, izleme, teakup. e.a.1. following, 3. succeeding, 4. after, following, 6. afterwards. subserve, gl.f -served, -serving 1. yaramak, işe yaramak, ilerlemesine yardım etmek, 2. esk. hizmet etmek, emrinde çalışmak. e.a.-l. serve, promote. subservience = subserviency, is. ı. yardımcılık yapma, maiyetinde/yardımcısı olarak çalışma, yaranma, yararlı olma, 2. yaltaklanma, köle gibi itaatlhizmet etme, boyun eğme. subservient, sf ı. yardımcı, maiyetinde/ yardımcısı olarak çalışan, 2. yaltaklanan, köle gibi itaat/hizmet eden, boyun eğen, el etek öpen. - persons. - conducts. 3. -ly : yaltaklanarak, boyun eğerek, el etek öperek. e.a.-1. subordinate, 2. servile, obsequious, submissive. subset, is. mat. alt küme. -hood : kapsama irm.



substance subshrub, is.



fundacık,



küçük funda. -by



: fundacıklı. subside, gs.f -sided, -siding 1. çökmek. The terrain has -d. 2. dibe çökmek, batmak, dalmak, 3. çökelmek, durulmak, 4. yatışmak, sakinleşmek, azalmak, yavaşlamak, durmak. The wind -d. His anger quiekly -d. He stopped and waited until the pain -d. 5. k.d. çökmek, çöker gibi oturmak, yığılmak, yerleşmek. He was very tired and -d into a ehair. 6. (düzeci) inmek, alçalmak. the jlood is subsiding. the wave rises and -s. 7. subsidence : (a) çöken, çökelti, (b) çökme, batma, (c) azalma, yavaşlama, sakinleş­ me, 8. subsider : batırıcı, batıran, çöktüren şey. e.a.-1&2. sink, 3. settle, preeipitate, 4. abate, decrease, diminish, wane, 6. reeede, ebb. k.a.1&2. rise, 4. inerease. subsidiary, sf &is. -aries ı. yardımcı, muavin, 2. tabi, bağlı, ek, eklenik, mülhak, tali, ikinci derecede önemli. - issues. 3. şube, bayi, baş­ kasına tabi/bağlı olan kurum/kimse/şey, 4. - coin : gerçek değeri itibari değerinden düşük para, 5. - company d.d. yan kuruluş, tabi şirket, 6. subsidiarily :yardımcı/tabi/bağlı olarak, 7. subsidiariness : yardımcılık, tabiIik, bağlılık. e.a.1. auxiliary, supplementary, 2. subordinate, seeondary. subsidize, f -dized, -dizing 1. paraca desteklemek, para yardımı yapmak, ödenek bağla­ mak, bağışta bulunmak, 2. açığını dış yardımla kapatmak, 3. rüşvet vermek, 4. subsidizable : paraca desteklenebilir, ödenek bağlanabilir, açı­ ğı dış yardımla kapatılabilir, 5. subsidization : paraca destekleme, para yardımı yapma, ödenek bağlama, bağışta bulunma, açığını dış yardımla kapatma, 6. subsidizer: paraca destekleyen, pa. ra yardımı yapan. subsidy, ç. is. -dies ı. (bir kuruma/şirkete vb. hükümetçe yapılan) para yardımı, ödenti, 2. bağış, iane, teberru, 3. Brit. parlamento tarafından krala verilen ödenek. subsist, f ı. var olmak, mevcut olmak, 2. gen. - on/by : geçinmek, yaşamak, geçimini/



yaşamını sağlamak.



to - on vegetables : sebze ile yaşamak, 3. mevcut/var olmak, 4. feL. kalıcı olmak, soyut ve bağımsız olarak sonsuzluğa kadar var olmak (sayı, doğal yasa vb.), 5. - in : kapsamak, ibaret olmak, 6. -ingiy : var olarak, var olacak/yaşayacak şekilde, kalıcı olarak. e.a.-1. exist, 2. live, survive. k.a.-1&2. die, perish. subsistence, is. ı. varlık, vücut, mevcudiyet, 2. geçinme, yaşama, geçimini/yaşamını sağlama, 3. nafaka, gıda, geçinecek şey, 4. fel. kalıcılık: tözün kendi bağımsızlığı içinde var oluşu; tözün var oluşunu sürdürmesi ilkesi. subsistent, sf 1. var olan, mevcut, 2. doğal, yaratılıştan, cibilli, fıtri, asli, zatında, kendinde, ayrılmaz, 3. feL. kendiliğinden var olan. e.a. - 1. existing, 2. inherent.. subsocial, sf yarı toplumsal, tam toplumlaşmamış. -Iy : yarı toplumsalolarak. subsoil, is. &f 1. toprak altı, alt toprak, toprağı alt üst etmek, derin kazmak. 2. -er : toprağı kazan (kimse/şey). e.a.-1. undersoil. subsolar, sf 1. güneş altındaki, yer ile güneş arasında bulunan, 2. tropikal, dönenceler arasında bulunan, 3. dünyasal. e.a.-3. mundane, earthy. subsonic, sf: 1. ses hızından daha yavaş hızla giden, 2. ses altı : frekansı işitilebilen en alçak frekanstan daha küçük. e.a. -2. infrasonie. subspace, is. mat. alt uzay. - topology: alt uzay ilingesi. - uniformity : alt uzay düzgünlüğü.



sub specie aeternitatis, Lat. sonsuzluk bakımından.



subspecies, is., ç. -des alt tür: bir türün alt bölümü. subspecific, sf alt türel. -aııy : alt türel olarak. subst. = ı. substantive(ly)" 2. substitute. substance, is. ı. özdek, madde, cisim. Salt is useful -. 2. fel. (a) töz, cevher: kendiliğinden, bağımsızca, kendi kendisiyle var olan, var oluşu için başka bir şeye gereksinme duymayan şey, değişen durumlara ve niteliklere karşı kalıcı olan nesne, (b) Öz, zat, bir varlığın yapısını ku-



3263



substandard ran şey, 3. esas, 4. ÖZ, özet, huHısa, ana fikiL The - of what he said was that too many people live in poverty. 5. kuvvet, sağlamlık, 6. varlık, servet, zenginlik. a man of - : zengin/varlıklı bir adam, 7. koyuluk, yoğunluk, kesafet. a soup without much - : pek koyu olmayan (= sulu) çarba, 8. in - : esasında, esas itibarıyla, aslında, özet olarak. i agree in - . 9. -less: özdeksiz, özsüz, esassız. e.a.- 1. matter, material, 2. (b) essence, 4. gist, meaning, significance, import, theme, subject, 6. wealth, possession, means, 7. consisteney, body. substandard, sf. 1. düşük seviyeli/nitelikli, yetersiz, 2. cahil/kültürsüz kimselerin konuş­ tuğu (dil). substantial, sf. &is. ı. bol miktarda, çok, mebzul. a - supply of food. She inherited a amount of money. 2. maddi, elle tutulur, mevcut, 3. sağlam, metin, dayanıklı, kuvvetli. a - fabric : sağlam bir kumaş, 4. esas, temel. in - : esasta, esas itibarıyla. Tough they disagreed in detai/s, they were in - agreement over the plan. 5. zengin, varlıklı, nüfuzlu. His uncle is a - person. 6. değerli, kıymetli, 7. geçerli, önemli, ehemmiyetli, mühim, büyük. to make ~ changes. Many factories suffered ~ damage. 8. özlü, 9. gerçek, hakiki, 10. -ity = -ness : özdeklik, maddlIik, gerçek varlık, hakiki mevcudiyet, sağ­ lamlık, gerçek değer, yücelik, muazzamlık, 11. -ly : bol bol, önemli/mühim miktarda, önem" lice, sağlamca, esas itibarıyla. The price may go up -ly : Önemli fiyat artışı olabilir. The story was -ly true : Hikaye esas itibanyla doğru idi. e.a.-I. ample, 2. tangible, 3. firm, stout, strong, 4. basic, essential, fundamental, 5. wealthy, influential, 7. valid, important. substantialism, is. fel. tözcülük, cevheriye: (a) bir ya da çok tözün varlığını, (b) ruhun bir töz olduğunu kabul eden öğreti. substantialist : tözcÜ. substantiate, gl.f. -ated, -ating ı. kanıtla­ mak, ispatlamak, ispat etmek. It was the one piece of evidence that could - my claim. 2. gerçeklernek, doğru olduğunu göstermek/ispat etmek. 3264



Can you - your story? 3. gerçekleş(ti)rmek, 4. kuvvetlendirrnek, takviye etmek, sağlamlaş­ tırmak. to - a friendship. 5. substantiation : kanıtlama, ispatlama; gerçeklerne, doğru olduğunu gösterme/ispat etme; gerçekleş(ti)rme; kuvvetlendirme, sağlamlaştırma, 6. substantiative : kanıtlayıcı, ispatlayıcı, doğru olduğunu gösteren, kuvvetlendiren, sağlamlaştıran, 7. substantiator : kanıtlayan/ispatlayan kimse/şey. e.a.1. prove, 4. strengthen. substantival, sf. 1. ad+, ad yerine geçen. 2. -ly : ad olarak. substantive, is. &sf. ı. gr. ad, isim, 2. ad yerine kullanılan. a - adjective. 3. varlık/mev­ cudiyet ifade eden. "to be" is a - verb. 4. bağımsız, müstakil, kendiliğinden var olan, 5. tözel, asıı. - rank : asıı rütbe, 6. gerçek, hakiki. He argued that more - measures were needed. 7. çok, önemli. a - issue. 8. huk. esasa müteallik. bk.: adjective, 9. (boya) sabit, dayanıklı, devamlı, 10. -ly : (a) ad olarak, ad yerine, (b) esas itibarıyla, tözel olarak, 11. -ness: (a) bağımsızlık, kendiliğinden var oluş, (b) tözellik, aslllik, (c) gerçeklik, hakildıik. e.a.- 1. noun, 4. independent, 5. essential, 6. real, actual, 10. (b) essentiaily. substantivize, f. -ized, -izing gr. adlaştır­ mak, (sıfatı, fiili vb.) ad olarak kullanmak. substation, is. 1. şube, posta şubesi, 2. trafo merkezi. substituent, is&sf. kim. asıl bileşimde bulunan atomun yerini alan (başka bir atom/atom grubu). substitute, is.&sf&f. -tuted, -tuting 1. vekil, naip, geçici olarak başka birinin görevini yapan kimse, 2. başka bir malzeme/alet vb. yerine kulanılan şey, 3. bedel, taviz, 4. gr. başka bir kelime yerine geçen kelime, 5. vekil tayin etmek, 6. başkasının yerini almak, 7. vekalet etmek, başkasını işini/görevini yapmak, 8. kim. asıl bileşimde bulunan atomun yerini almak, 9. vekillik yapan, yerine geçen, 10. substitutable : yerine başkası konulabilen, 11. substituter :



subtilize vekil, naip, geçici olarak başka birinin görevini yapan, 12. substitutingly : vekil olarak, yerine başkasını koymak suretiyle. e.a.- 6. replace.



substitution, is. 1. yerine başkasını koyma, ikame, 2. başkasının yerine geçme, 3. gr. değiştirim, 4. -al = -ary : başkasının yerine konulan, ikame edilen,S. -ally : başkasının ye-



rine koyarak/konularak, ikame suretiyle. substitutive, sf 1. başkasının yerine konulan, ikame edilen, 2. -ly : başkasının yerine koyarak/konularak, ikame suretiyle. e.a.-



ı.



substi-



tutional, 2. substitutionally.



substrate, is. 1. bk.: substratum, 2. biy.mayanın etkilediği madde, 3. elekt. alt özdek, alt taş, minyatür elektronik devrenin üzerine oturtulduğu madde, 4. biy. ortam, üzerinde bakteri üretilen besinli sterilize karışım. substratosphere, is. troposferin en üst takim.



bakası.



substratum, is., ç. -strata ı. alt tabaka, 2. temel, taban, kaide, 3. alt toprak, 4. biy. canlı­ nın üzerinde yaşadığı yer,S. fel. dayanak: altta bulunan, temel, niteliklerin taşıyıcısı, bir gerçekliğin onaylanması arkasında bulunması



için olayların/görüngülerin gereken şey, 6. foto. üze-



rine ışığa hassa s maddenin sürüldüğü tabaka, 7. substrative = substratal : alt+, temel+, taban+, altında/tabanında/temelinde bulunan.



substruetion, is. temel. -al: temel+, temele ait. substrueture, is. temel, yer altı inşaatı. -al: temel+, yer altında inşa edilen. subsume, gl.f -sumed, -suming 1. man. alta koymak, bir fikri/kavramı/cümleyi vb. daha geniş kapsamlısının parçası olarak belirtmek, bir önerınede konuyu yüklem altına koymak, 2. kapsamak, içine almak, ihtiva etmek, 3. sınıf­ landırmak, belirli bir kuralın/sınıfın kapsamına sokmak, 4. subsumable : alta konulabilir, sınıf­ landırılabilir, belirli bir kuralınısınıfın kapsamı­ na sokulabilir.



subsumption, is.



ı.



man. alta koyma, alta



konulma, daha geniş kapsamlısının parçası olarak belirt(il)me, 2. kapsa(n)ma, içine al(ın)ma, ihtiva etme/edilme, 3.



sınıflandır(ıl)ma,



belirli



bir kuralınısınıfın kapsamına sok(ul)ma, 4. alta konulan/kapsam içine alınan şey, 5. subsumpti-



ve: alta koyucu,



başkasının kapsamına alıcı, sı­



nıflandırıcı.



subtangent, is. mat. teğet altı. subteen, is. on iki yaşına yaklaşan çocuk. subtemperate, sf ılıman altı : ılıman iklimin soğukça bölgelerine özgü. subtenant, is. kiracının kiracısı. subtenaney: kiracının kiracısı olma, kiracıdan kiralama. subtend, gl.f 1. geom. uçlarını birleştir­ mek. a eord -ing an are: bir yayın uçlarını birleştiren kiriş, 2. bot. (çiçek, tomurcuk vb.) taşı­ mak, 3. çevrelemek, sarmak, içine almak. subtenure, is. kiracı kiracısının kira süresi. subter-, ön ek 1. altında, 2. -den daha az, 3. gizlice. subterfuge, is. kaçamak, bahane, hile. subterminal, sf sona/uca yakın. subternatural, sf doğal altı, doğal olmaktan uzak. subterrane =subterrain =subterrene, is. yer altı odası, mağara, mahzen. e.a.- cavern. subterranean = subterraneous, sf &is. 1. yer altı. - springs : yer altı kaynakları, 2. saklı, gizli, 3. yer altında bulunan/çalışan kimse/ şey, 4. bk.: subterrane, 5. -ly : (a) yer altında, (b) gizlice. e.a.-ı. underground, 2. hidden, secret.



subterrestrial, sf bk.: suıbterranean. subtile, sf esk. bk.: subtle. subtilise/subtilisation/subtiliser, Brit. bk.: subtilize/subtilization/subtilizer. subtilize, f -ized, -izing ı. yüceltmek, ulvIleştirmek, 2. (zekayı, duyguları vb.) keskinleştirmek, 3. inceltmek, inceliklkibarlık/zarafet



3265



subtilty vermek, ince



farklarını



on : yüceltme,



gözetmek, 4. subtilizati-



ulvileştirme, (zekayı, duyguları



vb.) keskinleştirme, inceltme, inceliklkibarlıkl zarafet verme, ince farklarını gözetme,S. subtilizer: yücelten, ulvileştiren, (zekayı, duyguları vb.) keskinleştiren, incelten, incelik/kibarlıklza­ rafet veren. e.a. -1. sublimate, exalt, 2. sharpen, 3. refine, rarefy subtilty = subtility, is. esk. bk.: subtlety. subtitle, is. &f ı. alt başlık/ikincil başlık, öbür ad (koymak), 2. sin. alt yazı, ara yazı (yazmak), 3. subtitular : alt başlık+, alt yazH, ara yazH. subtle, sf ı. (sıvı, koku) ince, hafif, uçucu. a ~O gas. a very - peifume. 2. (anlam) ince, gizli, kolayca fark edilmez. - irony. 3. narin, zarif, rakik. a - smile. 4. muğlak, çapraşık, derin anlamlı, anlaşılması güç. The problem is more than that. a - philosophy. There' s a - distinetion between these two words. 5. kurnaz, cin tıkirli, hain, hilekar. a - liar. a - politieian. 6. sinsi, etkisi gizli/fark edilmeyen. a - poison. 7. hünerli, mahir, usta. a - painter. 8. nafiz, keskin, 9. -ness bk.: subtlety, 10. subtly : incelikle, mahirane, kurnazca, sinsi sinsi, ustaca, kibarca. e.a.-l. thin, rare, tenuous, 3. delicate, faint, 4. impereeptible, intangible, abstruse, elusive, mysterious, 5. eunning, erafty, sly, wily, 6. insidious, 7. skillful, clever, ingenious. subtlety, is. 1. incelik, 2. mana inceliği, anlaşılma güçlüğü, çapraşıklık, muğlaklık, 3. rikkat, 4. kurnazlık, şeytanlık, hilekarlık, 5. keskin zeka, cin fikirlilik. subtonic, is. müz. gamın yedinci notası. subtopic, is. altkonu, tali konu/mesele. subtorrid, sf bk.: subtropical. subtotal, is. &sf &f -taled, -taling (veya Brit.: -taııed, talling) ı. alt toplam, kısmi toplam (yapmak), kısmi yeklin(unu hesaplamak), 2. tüm olmayan, noksan, eksik. subtraet, f mat. 1. çıkarmak, hesaptan düşmek, 2. -er: çıkaran, 3. -ion : çıkarma (iş­ lemi), 4. -iye : çıkarılan, çıkarılabilen. e.a.-1. deduet. k.a. - 1. add.



3266



subtrahend, is. mat. çıkan (sayı). bk.: minuend. subtreasurer, is. veznedar yardımcısı. -ship: veznedar yardımcılığı. subtreasury, is., ç. -ries veznedarlık şu­ besi.



subtropie(al), sf dönence altı : sıcak ve iklimler arası. - eHmate: dönence altı



ılıman



iklim.



subtropics, ç. is. dönence altı bölgeler. subtype, is. alt tür, tali cins/nevi, özel tür. subtypical: alt türel. subulate, sf ı. biz şeklinde, sivri uçlu, 2. bot. zool. ince ve uzun, uzun silindir şeklinde ve ucu sivri.



suburb, is. 1. çevre, dolay, kenar mahalle, 2. MS : yöre kent, banliyö, 3. -ed: yöre



varoş,



kentli.



suburban, sf & is. 1. çevresel, dolaysal, yöre kentli, yöre kentte/banliyöde bulunan/oturan, banliyö+. - train: banliyö treni, 2. bk.: station wagon, 3. -İte : yöre kentli, banliyöde oturan kimse. suburbia, is. yöre kent ve halkı, yöre kent hayatı.



suburbicarian, sf ı. Roma'ya yakın, 2. Roma civarındaki piskoposluklara ait. subvene, gs.f -vened, -vening desteklemek, yardımına koşmak, imdadına yetişmek, araya girmek. subvention, is. 1. (devletten alınan) ödenekltahsisat, bağış, yardım, 2. destekleme, imdadına koşma, 3. -ary : ödeneksel, ödenek/bağış mahiyetinde. -ize : ödenekJtahsisat bağla­ mak, paraca desteklemek. subversion, is. 1. yıkma, devirme, alt üst etme, tahripıharap etme, 2. yıkılma, devrilme, harap olma, 3. yıkan/deviren/tahrip eden şey. e.a. -1. overthrow, min, 2. destruetion. subversive, sf &,is. 1. yıkıcı, alt üst edici, tahripkar (kimse). - elements were known to have infiltrated the govemment. All -s had to leave the eountry. 2. -ly : yıkıcı bir surette, 3. -ness : yıkıcılık, tahripkarlık. e.a. - 1. seditious, insurgent, revolutionary.



succuba subvert, gL.f ı. yıkmak, devirmek, alt üst etmek, tahripıharap etme, 2. baltalamak, bozmak, ifsat etmek, 3. -er : yıkan, tahrip/altüst eden, baltalayan, bozan kimse. e.a.-l. overthrow, destroy, ruin, destruct, raze, demolish, 2. undermine, corrupt. subvocal, sf sessiz, zihinde tasarlanmış. subway, is. 1. metro, 2. alt geçit, yer altı geçidi, tünel. e.a.- 1. (Brit.) tube, underground, 2. underpass. sub-zero, sf sıfırın altındaki (sıcaklıklarda). suc-, ön ek sub- ön ekinin c ile başlayan kelime önündeki şekli. succeed, succumb gibi. bk.: sub-. succade, is. meyve şekeri, şekerli meyve. succedaneum, is., ç. -Dea ı. vekil, bedel, yerine geçen şey/kimse, 2. succedaneous : vekil, bedel, yerine geçen. e.a. -1. substitute. succeed, f ı. gen. - in : başarmak, becermek, muvaffak olmak, beklenen sonuca ulaş­ mak. We -ed in our efforts to start the car. Our efforts -ed. 2. iyi gelişmek, büyürnek, yetişrnek, ürernek. Grass will now - in this dıy soiI. 3. izlemek, takip etmek, arkasından gelmek, 4. yerine geçmek/oturmak, yerini almak, halef olmak, 5. varis olmak. - to an estate : bir mülke varis olmak. - to the throne : tahta geçmek, 6. -able: (a) başarılabilir, (b) izlenebilir, yerine geçilebilir, 7. -er: varis, ardıl, halef, 8. -ing :(a) başa­ rı, muvaffakiyet, (b) izleyen, sonraki, müteakip. -ing years. (c) gelecek, müstakbeL. -ing ages. 9. -ingiy: (a) başararak, (b) izleyerek, yerine geçerek. e.a.-l. accomplish, 2. thrive, prosper, grow, 3. foZZow, 4. replace, 7. successor. k.a.1. fail, 3. precede. succes de scandale, Fr. dile düşme, rezalet ve skandal yüzünden meşhur olma. succes d'estime, Fr. eleştirisel başarı : halk tarafından tutulmayıp eleştirmenlerce övülen başarı. succes lou, Fr. akıl almaz başarı (bilhassa mali). success, is. 1. başarı, muvaffakiyet. meet with -: başarıya ulaşmak, muvaffak olmak, 2. başarılı/başarı ile sonuçlanan iş. make a - of sth. : bir işi başarmak, bir işte muvaffak olarak



kazanç sağlamak, 3. başarılı kimse/şey, 4. esk. sonuç, netice,S. -Iess: başarısız. e.a.- 1. achievement, accomplishment, attainment, 4. outcorne, result. successful, is. 1. başarılı, muvaffakiyetli, 2. başarı ile sonuçlanan, 3. zengin, varlıklı, mevki/şöhret sahibi, 4. -Iy : başarı ile, muvaffakiyetle, 5. -ness: başarı(lılık), muvaffakiyet. succession, is. ı. ardıllık, tevali, silsile, sı­ ra, art arda gelme. in - : birbiri ardınca, sıra ile, zicirleme, üst üste. in rapid - : sık sık, aralıksız, fasıla vermeden. for five years in - : üst üste beş yıl, 2. birbirini izleyen kimseler/şeyler. after a - of defeats : birbirini izleyen yenilgilerden sonra, 3. vekaıet, yerine geçme, 4. miras, veraset. - duty: veraset ve intikal vergisi,S. tahta geçme hakkı/sırası, 6. döl, zürriyet, varis, 7. -al : ardıl, birbiri ardınca gelen, birbirini izleyen, 8. -ally : birbiri ardınca, art arda, üst üste. successive, sf 1. ardıl, birbirini izleyen, üst üste/art arda gelen, müteakip. five - days : üst üste beş gün, 2. dizi/silsile halinde, 3. -Iy : art arda, birbiri ardınca, üst üste, sıra ile, 4. -ness : ardıllık, tevali, silsile, sıra, art arda gelme, birbirini izleme. e.a. -1. consecutive. successor, is. ardıl, halef, varis. -al: ardıllığa özgü. -ship: ardıllık, haleflik, varislik. succinct, sf ı. veciz, kısa ve anlatımlı, özlü. an accurate and - account of their policies. 2. özetlenmiş, kısaltılmış, mücmel, muhtasar, 3. dar bir alana sıkıştırılmış, 4. esk. (kuşak, kemer vb.) (a) yukarı sıyrılmış, (b) sımsıkı bağ­ lanmış, 5. -Iy : kısaca" özetle, veciz bir şekilde. He explained his point very -ly. 6. -ness: özlülük, özlü ve anlamlı oluş, İCaz. e.a. -1. concise, terse, 2. compressed. succinic, sf 1. kehribardan yapılmış/ elde edilmiş, 2. - acid kim. kehribar asidi: HOOC (CH2)2COOH. succor =suecour, is. &f ı. yardım, imdat, 2. yardım etmek, imdadına yetişrnek, 3. yardım eden, imdada yetişen kimse, 4. -able : yardım edilebilir. e.a.-1. help, relief, aid, assistance, 2. help, support, aid, assist. succory, is., ç. -ries bk.: chicory. succotash, is. fasulye ve mısır haşlaması. succuba, is. bk.: succubus,.



3267



succubus succubus, is., ç. -bi ı. şeytan, ifrit, 2. kaerkeklerin rüyasına girip onlarla cinsel münasebette bulunan şeytan. bk.: incubus, 3. orospu, fahişe. e.a.-2. demon, evil, 3. prostitute, strumpet. succulent, sf ı. (meyve) sulu, usareli, körpe, taze, 2. özlü, dolgun, yararlı fikirlerle dolu, 3. (bitki) etenli, (yemek) lezzetli, 4. succuIence = succulency: sululuk, usarelilik, körpelik, tazelik; özlülük, yararlılık; (bitki) etenlilik, (yemek) lezzetlilik, 5. succuIently : sulu sulu, körpe körpe. e.a.-l. juicy. succumb, gs.f 1. yenilmek, mağlüp olmak, kendini terk etmek. We have aıı -ed to her charm : Onun cazibesine kapıldık/meftun olduk, 2. dayanamamak, ölmek. - to one's injuries : aldığı yaralardan ölmek - to sleep : uykuya dayanamamak, uyuyakalmak, 3. -er : yenilen, ölen. e.a. - ı. yield, 2. die. succuss, gs.f ı. şiddetle sarsmak, sallamak, 2. tıp göğüste su birikip birikmediğini anlamak için sarsmak, 3. -ion :sarsma, 4. -atory = -iye : sarsıcı, sarsıntılı. such, sf&zm. ı. böyle, şöyle, öyle, bu gibi, bunun gibi, buna benzer. - a man is dangerous : Bu gibi adamlar tehlikelidir. Did you ever see - a thing? Hiç böyle bir şey gördün (üz) mü? in - cases: bu gibi ha.llerde. in Bursa or some - pIace : Bursa'da veya bunun gibi bir yerde. i said no - thing: Öyle bir şey söylemedim. 2. benzeri. Coffee, tea and - commodities : Kahve, çay ve benzeri mallar. 3. öylesine, o denli, o/bu türlü. - terribIe deeds : O türlü korkunç eylemler. How can you teıı -lies: Bu türlü yalanları nasıl söyleyebiliyorsun? 4. o kadar, bu kadar. He is - a liar : O kadar yalancr (ki). I've never heard - a good music : Bu kadar güzel müzik dinlememiştim. 5. - an amount : belirli bir miktar. Allow - an amount for food and rent, and the rest for other things. 6. bir kimse, birisi, bir şey, 7. - and - : filan, 8. - a one: filan kimse, öyle biri ki, 9. - as : gibi, örneğin, mesela. There are no - things as fairies : Peri diye bir şey yoktur. - people = peopIe - as these: bu gibiler, böyle kimseler. until - time as : -inceye kadar, 10. - as it is : olduğu gibi, her nasılsa, pek iyi değilse de. The food, - as it is, is abundın şeklinde



3268



dant : Yiyecek pek iyi değilse de boldur. 11. as - : sadece, bu sıfatla, bu itibarla, böyle olmak sıfa­ tıyla, haddizatında. i am a doctor, and as -, must refuse to do this : Ben bir doktorum, bu sıfatlalitibarla bunu yapamam. Latin, as -, is not very usefuI, but as one of the sources of English it is important : Latince haddizatında o kadar yararlı değildir, fakat İngilizcenin kaynaklarından biri olarak önem taşır. suchlike, sf&zm. 1. buna benzer, bu(nun) gibi, böyle(si), 2. benzer kimse(1er). Beggars, tramps, and - : Dilenciler, serseriler ve benzer kimseler, 3. böyle şey. Did you ever heard - : Hiç böyle şey duydun mu? e.a.-ı. similar. suchness, is. özgünlük, kendine özgül temel nitelik. Without any regard to the - of her environment, she sat down. suchwise, zf. esk. böyle, bu türlü, bu denli. e.a. - so, in such a manner. suck, is. &f 1. emme(k). - at sth : emmek, (pipo vb.) içine çekmek, 2. massetme(k), içine çekme(k), soğurmak, 3. sorumak, içme(k), çekme(k), almak, emer gibi içine çekme(k), 4. argo berbat olmak, bir şeye benzememek, (kaba) bombok olmak. This show -s : Bu temsil berbat mı berbat. 5. emilen şey, yudum, içim, ana sütü, anafor, 6. çevrinti, burgaç, girdap, 7. give - : emzirmek, 8. - down : yutmak, 9. - dry : emerek suyunu kurutmak, (birini) sızdırmak, 10. in : (a) emmek, yutmak, (b) içine çekmek. to in one's belly. (c) dolandırmak, aldatmak, faka bastırmak, 11. - up : emmek, çekmek, soğur­ mak, massetmek, 12. - up to s.o. argo yaltaklanmak, tabasbus etmek, birine çanak yalayıcılık yapmak. e.a.- 6. whirlpool, 10. (c) swindle. sucker, is.&f 1. emen şeylkimse, 2. meme emen çocuk/hayvan, 3. zool. çekmen, vantuz, emici organ, 4. tulumba pistonu, 5. emici boru, 6. zool. emici sazan (Catostomus commersoni) , K Amerika tatlı sularında avlanan sazana benzer bir balık, 7. bot. fışkın, sürgün, piç, kökten ayrı­ larak kendi başına büyüyen fidan, 8. k.d. emme şekeri, emilerek yenilen çubuklu şeker, 9. argo enayi, aptal, salak. What a - ! Amma enayi, yutturduk! 10. (ağaç) fışkın sürmek, 11. (ağacın) fışkınlarını kırmak/temizlemek, piçlerini budamak. e.a. - 8. lollipop. sııckerfish = suckfısh, is., ç. -fıshes/-fish bk.: yapışkan balığı. e.a.-remora.



suffer sucking, sf emen. - child: meme çocuğu. - louse: bit, kene. --flsh bk.: suckerflsh.-pig : süt domuzu. suckle, f -Ied, -ling 1. emzirmek, meme vermek, 2. meme emmek. suckling, is. meme çocuğu, memede olan çocuk/hayvan.



sucr-, ön ek "şeker" anlamı katar. ör.: sucrose. sucrase, is. biy.-kim. bk.: invertase. sucrose, is. kim. sakaroz, şeker, kamış sekeri: Cl2H22Üll. suction, is. ı. emme, 2. emme kuvveti, 3. -al: emici, emme+, 4. - pump: emme tulumba, 5. - stop s.bl. şaklama, 6. - stroke : emme dönemi. e.a.- 5. click. suctorial, sf ı. emici, emerek beslenen, 2. çekmenli, emici/yapışıcı organı olan. Sudan = Soudan, is. Sudan. -ese : Sudanlı. - grass bk.: sorghum. Sudanic, sf Sudanca, Sudanlı, Sudan dili, Sudan+. sudarium, is., ç. -daria ı. mendil, ter silmeye mahsus kumaş parçası, 2. bk.: sudatorium, 3. efsaneye göre Hz. İsa'nın çarmıha gerilmeye götürülürken terini sildiği ve üzerinde yüzünün resmi kalan mendil, sudary d.d. sudatorium, is., ç. -toria (hamamlarda) terleme odası. sudatory, sf&is., ç. -ries ı. terletici, 2. terleme odasH sudd, is. Nil'de su üstünde yüzen ve trafiğe engelolan bitkiler. sudden, sf &zj. 1. anı, apansız, birden, umulmadık, beklenmedik. a - attack : anı hücum, 2. - death: (a) anı ölüm, (b) sp. berabere kalan takıınlara süre uzatımı verip ilk sayı kazananı veya yazı turada kazananı başarılı sayma, 3. -Iy = all of a - : an,sızın, birdenbire, anıden, ani olarak, beklenmedik anda, 4. -ness: anı olma, birdenbire vuku bulma. e.a.-l. unexpected, abrupt, unforeseen, unanticipated. k.a. -1. gradual, foreseen. sudor, is. 1. ter, 2. -al : ter+, 3. -iferous = -iflc : terletiei, 4. -iferousness : terleticilik, terletıne. e.a. - 1. sweat, perspiration.



suds, is. ı. sabunlu su, köpüklü sabun suyu, 2. köpük, sabun köpüğü, 3. argo bira. e.a.2. leather, 3. beer. sudsy, sf sudsier, sudsiest köpüklü, köpük gibi. sue, f sued, suing 1. dava açmak, dava etmek. - s.o. for damages : birinin aleyhine zarar ve ziyan davası açmak, 2. istemek, talepiniyaz etmek. - for peace : barış istemek, 3. esk. bir kadına kur yapmak, 4. suer : davacı, dava eden. suede, is. 1. süet, podüsüet, 2. - cloth d.d. süet kumaş. suet, is. 1. (koyun, sığır vb.) iç yağı, 2. pudding : yağlı pelte, sığır iç yağı, un, üzüm ve baharatla yapılan bir tatlı, 3. -y : yağlı, iç yağı gibi. Suez, is. Süveyş. - Canal: Süveyş Kanalı. sur·, ön ek sub- ön ekinin f ile başlayan kelimeler önündeki şekli. suffer gibi. bk.: sub·. suf. =suff. =1. suffix, 2. suffragan. suffer, f ı. ıstırap çekmek, acı duymak, cefa!işkence çekmek. The patient is stili -ing : Hasta hala ıstırap çekiyor. 2. zarar görınek, zarara uğramak. The vines -ed from the frost. One's health -s from overwork. 3. tutulmak, müptela! duçar/mustarip olmak. - from a weak heart : kalbi zayıf olmak, 4. cezasını çekmek. - for one's misdeeds : Yaptığı fenalıkların cezasını çekmek. You will - for it : Bunun cezasını çekeceksin. 5. idam olunmak, 6. (zarara, zayiata vb.) uğramak. The hatallion -ed heavy losses : Tabur ağır zayiata uğradı. to - change/defeat: değişikliğe!bozguna uğramak, 7. çekmek, katlanmak, tahammül/müsamaha etmek. i do not fools gladly : Ahmaklara hiç tahammülüm yoktur. 8. müsaade etmek, izin vermek, bırakmak. Will you - us to leave : Gitmemize izin verir misiniz? 9. -able: (a) çekilebilir, katlanılabilir, tahammü1/müsamaha edilebilir, (b) esk. ıstırap çeken, hasta, 10. -ableness : katlanabilme, tahammül, müsamaha edebilme, 11. -ably : (a) katlanı1abilirltahammül edilebilir şekilde, (b) ıs­ tırap çekerek, 12. -er : ıstırap çeken kimse, felaketzede, zarara!zayiata vb. uğrayan kimse. e.a.-I. agonize, ache, 7. undergo, endure, tolerate, 8. allow, permU.



3269



sufferance sufferance, is. ı. sabır, tahammül, dayanma, 2. hoşgörü, göz yumma, müsamaha, 3. esk. ıstırap, acı, elem, 4. on -: izin verilebilir, müsamaha edilebilir (fakat yapılmasa daha iyi olur). e.a.- 1. endurance, 2. tolerance, 3. suffering, misery. suffering, is&sf ı. ıstırap/acı çekme, 2. ıs­ tırap, acı, elem, 3. mustarip, acılıstırap çeken (kimse). e.a.-l. distress, 2. pain, agony, torment. suffice, f -ficed, -fieing 1. yetmek, yetiş­ mek, kafi gelmek. That will - for me : Bu bana yeter.- it to say that: şu kadarını söylemek yeter ki ... 2. elvermek, elverişli/tatminkar olmak. to - for a purpose : maksada elverişli olmak. An apology will not - him : Özür dilemek onu tatmin etmez. 3. doymak. They were not -d : Doymamışlardı. e.a.- 2. satisfy. suffidency, is., ç. -des ı. yeterlik, kifayet, 2. elverişlilik, tatminkarlık, 3. yetecek kadar erzak, zahire, servet vb. e.a. -2. adequacy. suffident, sf 1. yeter, yeterli, kafi. This sum is - for the journey : Bu para seyahate yeter. There was just - water for drinking : Ancak içmeye yetecek kadar su vardı. 2. maksada elverişli, uygun, münasip, 3. esk. bk.: competent, 4. - unto the day is the evil thereof : Her günün derdi o güne yeter (sabah ola hayır ola). 5. -ly : yeteri kadar, kafi derecede, 6. -ness: yeterlik, kifayet. suffix, is. &f 1. gr. son ek. -ly in killdly is a -. 2. ek, son takı, bir şeyin sonuna eklenen şey, 3. sonuna ekle(n)mek, 4. -al -ial : son ek+, son ek olarak, S. -ion : sonuna ekle(n)me. suffocate, f -cated, -cating 1. boğmak, 2. nefesini kesmek, 3. (havasızlıktan vb.) bunal(t)mak,4. söndürmek, S. boğulmak, 6. suffocation: boğulma, bunalma, 7. suffocative : boğu­ cu, bunaltıcı. e.a.-l. strangle, 4. suppress, 5. stifle, smother. suffocating, sf 1. boğan, bunaltan, boğu­ cu, bunaltıcı, 2. -ly : boğucu/bunaltıcı bir şekil­ de, boğarcasına. Suffolk, is. 1. İngiltere'nin bir kontluğu, 2. bir cins kara yüzlü koyun, 3. --punch : İngiliz bodur atı. suffragan, sf&is. yardımcı (piskopos).



=



3270



suffrage, is. ı. oy kullanma hakkı. universal - : genel seçim hakkı. women's - : kadınların seçim hakkı, 2. lehte verilen oy, onay, tasvip, tasdik, 3. (kilisede) kısa dua. suffragette, is. kadınların seçim hakkını savunan kadın. suffragettism = suffragism, is. kadınların seçim hakkını savunma. suffragist : bu hakkı savunan kimse. suffruticose, sf alt tarafı odunsu ve üstü körpelotsu. suffumigate, gL.f -gated, -gating aşağı­ dan tütsülemek. suffumigation, is. aşağıdan tütsü)eme. suffuse, gl.! -fused, -fusing ı. (etrafa) yayılmak, kaplamak, renklendirmek, boya/renk vermek. a blush -d her cheeks : yüzü kızardı. The light of the setting sun -d the clouds : Batan güneşin ışıkları bulutları kızıla boyadı. 2. suffusedly: yayılarak, kaplayarak, 3. suffusion : (etrafa) yayılma, kaplama, renklendirme, boya/renk verme, 4. suffusive : yayılan, kaplayan. Sufi, is., ç. -fis mutasavvıf, gizemci, sofi. sug-, ön ek sub- ön ekinin g ile başlayan kelimeler önündeki şekli. suggest gibi.bk.: sub-. sugar, is.&f 1. şeker, şeker kamışı veya pancarından elde edilen tatlı madde, C12 H22011, (ilgili sıfat: saccharine). beet - : pancar şekeri. brown - : esmer/ham şeker. burnt - : karamela. cane - : kamış şekeri. castor - : toz şe­ ker. cube - : küp /kesme şeker. granulated - : kristal şeker. icing - : pudra/un şeker. loaf - : kelle şeker. lump - : kesme şeker. mapple - : akçaağaç şekeri. moist - : ham/sarı şeker. refined -: saf şeker. white - ; beyaz/saf şeker, 2. tatlı söz, kompliman, 3. argo şekerim,4. şe­ ker katmak, S. şekerleşmek, şekerlenmek, 6. tatlı sözlerle yumuşatmaklhafifletmek. - the pill : mec. hapı yaldızlamak. - s.o. up : birini tatlı sözlerle kandırmak, 7. ABD akçaağaçtan şeker çıkarmak, 8. - apple bk.: sweetsop, 9. - beet: şeker pancarı (Beta saccharifera), 10. - bowl: şekerlik,lI. - candy : akide şekeri, 12. - cane : şeker kamışı (Saccharum officinarum), 13.- corn bk.: sweet corn, 14. - daddy, k.d. arkadaşlık ettiği genç kızı hediyelere gark eden yaşlı ve zengin adam, 15. - diabetes : şeker hastalığı,



suicide diyabet, 16. - gum : okaliptüs (Euealyptus eorynoealyx, E. gunnii) , 17. - loaf: kelle şekeri, koni biçiminde topak şeker, 18. - mapple =tree : akçaağaç, özünden şeker çıkarılan isfendan (Aeer saeeharum), 19. - molasses: şeker melası, 20. - of lead : kurşun asetat, 21. - of milk : süt şekeri, laktoz, 22. - orchard bk.: sugarbush. 23. - pine : şeker çamı (Pinus Lambertiana): Kaliforniya'da yetişen kozalağı 50 cm uzunluğunda yüksek çam, 24. - plantation : şeker kamışı tarlası, 25. - rafinery: şeker fabrikası, 26. - tongs : şeker maşası. e.a. - 3. sweetheart, honey. sugarberry, is., ç. -ries bot. kuş kirazı (Celtis laevigata). Güney ABD'de yetişir. sugarbush, is. ABD-Cnd. şeker, akçaağa­ cı fidanlığı.



sugar-coat, gl.f 1. şekerle kaplamak. to a pill. 2. ballandırmak, zorınahoş bir şeyi kolay/ hoş göstermek. sugarhouse, is., ç. -houses akçaağaç şuru­ bunun hazırlandığı binalkulübe. sugarless, sf şekersiz. sugarplum, is. 1. şekerleme, bonbon, 2. tatlı dil, gönül alma, 3. k.d. rüşvet, 4. bk.: serviceberry. e.a. - 2. flattery, 3. bribe. sugar-tit = sugar-teat, is. somruk: içine lokum vb. konularak emzik gibi bebeğin ağzına verilen tülbent parçası. sugary, sf 1. şekerli, 2. pek tatlı, şeker gibi, şekere benzer, 3. fazla nazik, aldatıcı, yüze gülen, 4. sugariness : şekerlilik, tatlılık, 5. taneli. e.a.- 2. sweet, 3. dulcet, honeyed, c!oying, 5. granular. suggest, gl.J 1. önermek, teklif etmek, önelileri sürmek, tavsiye etmek. The arehitect -ed that the building be restored. i - that: (avukat) öneriyorum, ileri sürüyorum. Can you a better plan? 2. akla/hatıra getirmek, ima etmek. The glove -s that she was at the scene of the erime. 3. ilham etmek. What -ed that thought ? O fikri ne ilham etti? A solution -ed itself to me. 4. ima/ihtar suretiyle bildirmek/söylemek. Do you - that i am Iying? Yalan söylediğimi mi ima etmek istiyorsun? 5. telkin etmek, fikir vermek, ortaya atmak, fikir beyan etmek, 6. beİızemek, andırmak. His nose and ears - a rabbit: Burnu ve kulakları tavşanı andırıyor.



7. -er : öneren, önelileri süren, teklif/tavsiye/ telkin eden kimse, 8. -ingiy : önererek, öne sürerek, teklif/tavsiye/telkin ederek. e.a.- 1. propose, advise, recommend. suggestible, sf 1. önerilebilir, teklif/tavsiye/telkin edilebilir, 2. kolaylıkla tesir/telkin altında kalabilir, 3. -ness = suggestibility : önerilebilme, teklif/tavsiye/telkin edilebilme, kolaylıkla tesir/telkin altında kalabilme, 4. suggestibly : önerilebilecek/ teklif/tavsiye/telkin edilebilecek şekilde, kolaylıkla tesir/telkin altında kalabilecek tarzda. suggestion, is. 1. öneri, teklif, telkin, tavsiye, 2. ima, ihtar, hatırlatma, 3. emare, iz, eser, andırma. He speaks English with just a - of a foreign accent : İngilizceyi hafif bir yabancı şi­ vesiyle konuşuyor. 4. çağrışım, tedai, hatırla­ rna, 5. psikol. aşılama, telkin: belirli görüş ve inançları zorlamadan yalnızca sözle benimsetme veya böyle benimsetilen görüşlinanç vb. e.a.ı. advice, 2. hint. insinuation, 3. trace. suggestive, sf 1. imalı, manalı, insanın aklına bir şey getiren. a - smile. 2. ayıp, müstehcen, yakası açık, kötü/çirkin/ayıp bir şeyi ima ve telkin edenlhatırlatan. a - joke/remark. 3. fikir verici, düşündürücü. a - eritical essay. 4. özet olarak/ana hatlarıyla belirtilmiş. a - fonn. 5. -Iy : imalılmanalı bir şekilde, telkin edercesine, 6.-ness : ima, manalılık. e.a. -2. risque, 3. provocative, 4. evoeative. suicidal, sf 1. intihar+, intihara yönelik, kendi kendini yok edici. - tendencies : intihar eğilimi, 2. intiharı düşündüren/hatırlatan, intihar şeklinde, 3. delice, son derece tehlikeli, mahva sürükleyen. It would be - to do so : Bunu yapmak intihardırimahva sürükler. 4. -Iy : intihara yönelik olarak, intihar edercesine, kendi kendini yok edercesine/mahva sürüklercesine. suicide, is.&f -cided, -ciding 1. intihar (etmek), kendi kendini öldürmeek). attempted - : intihar teşebbüsü. to cornmit - : intihar etmek. He eommitted - . 2. mahvetmeek), mahva sürükleme(k), kendi çıkarlarını tehlikeye atmaek). Speeulation in stoeks can be finaneial -. 3. intihar eden kimse, müntehir.



3271



suicidology suicidology, is. intihar bilimi : intihar sebeplerini, intiharları önleme yollarını vb. inceleyen bilim. sui generis, Lar. eşsiz, emsalsiz, biricik, yegane, tek, nev'i şahsına münhasır. e.a.- unique. sm juris, huk. reşit, yasal sorumluluğu haiz. suint, is. lanolin. suit, is.&f ı. (elbise, yelken, teçhizat vb.) takım, kat, giysi, kostüm. - of dothes: elbise takımı. - of sails : yelken takımı. Politeness is not his long/strong - : Onda pek kibarhk arama. 2. tayyör, 3. dava. - for damages : ödence/ tazminat davası. - at law : hukuk davası. to bring (or file) a - against s.o. : biri aleyhinde dava açmak. to be a party at a - : hakkında dava açılmak, 4. dava açma, mahkemeye verme, 5. (iskambil) takım, 6. kur yapma, evlenme isteği. pay - : kur yapmak. press one's - : sevgisini belirtmek, 7. follow - : (a) (iskambilde) aynı renk kağıtları oynamak, (b) izinden gitmek, taklit etmek, örnek almak, aynı şeyi yapmak, 8. uydurmak, uygun hale getirmek. to - the punishment to the erime. 9. uymak, uygun gelmek, yakışmak. Theyare -ed to each other : Birbirine yakışıyorlar. Blue -s you very well. 10. işine gelmek, yaramak, hoşuna gitmek, memnun etmek. That -s me best : O ınükemmel işime gelir. i shaıı do it when it -s me : İşime gelirse yaparım. This dimate does not - me : Bu iklim bana yaramıyor. - yourself: keyfine bak, canı­ nın istediğini yap, 11. takım elbise/teçhizat vb. sağlamak, giydirip kuşatmak, 12. -like : takım gibi, takım halinde. e.a.- 3. lawsuit, 6. wooing, courting, 10. satisfy, please,lI. elothe, array. suitable, sf 1. uygun, münasip, yakışır, elverişli. most - plan : en uygun plan. He was not - for the job : Bu işe uygun değildi. 2. -ness = suitability : uygunluk, elverişlilik, münasiplik, 3. suitably : uygun/münasip bir şe­ kilde. I'm not suitably dressed : Giyimim uygun değiL. e.a.-l. appropriate, fitting, becoming. suitcase, is. valiz, bavul, elbise çantası. suite, is. 1. takım, 2. daire. a large - at the Hilton. 3. oda takımı. bedroom - : yatak odası takımı. dining-room - : yemek odası takımı. with bathroom in - : özel banyolu yatak odası, 4. maiyet, 5. müz. süiL e.a. - 4. retinue, tmin, staff.



3272



suited, sf 1. uygun, münasip, elverişli. The elimate there was more - to her health. 2. layık, ehil, yakışır. He is well - to his job. e.a. - appropriate, compatible, eonsistent with. suiting, is. takım elbiselik kumaş. suitor, is. ı. aşık, bir kıza talip olan erkek, 2~ huk. davacı. e.a. - 2. petitioner, plaintiff sukiyaki, is. Japon türlüsü : dilinmiş et, soğan, sebze, salça, şeker vb. ile pişirilir. Sukkoth, is. Musevı dininde Göç öncesi festivali. sukkah/sukkoth : bu festival esnasın­ da içinde yemek yenilen derme çatma kulübe. sulcate(d) ,sf biy. yivli, oluklu, yarıklı. sulcation: yiv, oluk. e.a.- grooved, fluted, furrowed, eleft sulcus, is., ç. -ci ı. yiv, yarık, 2. anat. oluk, beyin kıvrımlarının girintisi. Suleiman the Magnificient, is. Kanunı Sultan Süleyman. sulf-/sulfa-/sulph-/sulpha-, ön ek "kükürt, kükürtlü". sulfa = sulpha, sf &is. ı. sulfa, sülfanilamit+, 2. - drug =sulfonamide : sülfa iıacı. sulfadiazine =sulphadiazine, is. eez. sülfadiazin: CıüHlüN4ü2S. Çeşitli enfeksiyonların tedavisinde kullanılan sülfanilamit türevi. sulfanilamide = sulphanilamide, is. eez. sülfanilamid: C6H8N2ü2S. Çeşitli enfeksiyonların tedavisinde kullanılan sülfanilik asit amidi. sulfanilic acid = sulphanilic acid, is. kim. sülfanilik asit: H2NC6H4S03H.H2ü. Boya yapımında kullanılır.



sulfate = sulphate, is. &f -fated, -fating ı. sülfat, sülfürik asit tuzu, 2. sülfatlaş­ (tır)mak, 3. sülfürik asitle muamele etmek, 4. kurşunlu akümülatörün negatif plakasında kurşun sülfat birikmek, 5. sulfation : sülfatlaş(tır )ma. sulfide = sulphide, is. kim. sülfür, kükürt



kim.



bileşimi. sulfınyl = sulphinyl, is. kim. sülfinil.group: SO grubu ihtiva eden. sulfıte = sulphite, is. kim. sülfit, S03 grubu içeren tuz veya ester. sulfitic : sülfitli. sulfo, sf kim. sülfo, sülfonİk. - group : sülfo grubu: S03H- . sulfo-, ön ek sülfo, iki valansh kükürt ihtiva eden.



suııy



sulfonamide = sulphonamide, is. eez. sülfonamid, S02NH2 grubunu ihtiva eden iHiçlar grubu. sulfonate = sulphonate, is. &f -nated, nating kim. ı. sülfonat, sülfonik asit tuzufesteri, 2. sÜıfonatlaştırmak: aromatik hidrokarbonu sülfürik asitle muamele edip bileşimine sülfonik grubu sokmak. sulfone=sulphone, is. kim. sülfon: -S02ile birleşmiş iki hidrokarbon grubu ihtiva eden organik bileşim. sulfonic = sulphonic, sf kim. ı. sülfonik: tek valanslı HS03 grubunu ihtiva eden. sulfo d.d. 2. - acid: sülfonik asit: Sülfürik asidin OH grubu yerine organik bir kök getirerek elde edi1en ve fenol, boya, iHiç sanayiinde kullanılan genel formülü RS020H şeklindeki organik asitler. sulfonium = sulphonium, is. kim. sülfonyum, pozitif yüklü H3S+ grubu ve tuzları. sulfonmethane, is. eez. sülfonmetan: C?Hl604S2 uyutucu ve hipnotize edici ilaç olarak kullanılan renksiz kristalli bileşim. sulfonyı, is. sülfonil, iki valanslı S02 grubu.



sulfur = sulphur, is. kim. ı. kükürt. Simgesi: S, atom ağ. 32.064, atom nu. 16, özgül ağ. 2.0? (20°C), 2. sarı, yeşilimsi sarı renk. sulfurate=sulphurate, f -rated, -rating bk.: sulfurize. sulfur-bottom, is. bk.: sulphur-bottom. sulfur butterfly, is. zool. sarı kelebek (Pieridae). sulfur dioxide, is. kim. kükürt dioksit, S02 : renksiz, boğucu gaz, ağartıcı ve dezenfektan olarak kullanılır. sulfureous, sf kim. ı. kükürtlü, kükürt gibi, 2. kükürt renginde, yeşilimsi sarı, 3. -ly : kükürtlüce, kükürtlü olarak, 4. -ness: kükütlÜıük. sulfuret, is. &f kim. ı. bk.: sulflde, 2. bk.: sulfurize. sulfuric, sf kim. 1. sülfürik, altı valanslı kükürt ihtiva eden, 2. - acid: sülfürik asit, zaçyağı, H2S04 : yapay gübre, patlayıcı madde, boya vb. yapımında kullanılan renksiz, yakıcı kuvvetli asit. e.a.- 2. oil ofvitriol. sulfurize, gL! -rized, -rizing kükürtlernek, kükürtle muamele/dezenfekte etmek. sulfurization : kükürtleme.



sulfurous = sulphurous, sf 1. kükürt+, kükürtlü, üç valanslı kükürt ihtiva eden, sülfüröz. - acid : sülfüröz asit: H2S03, 2. sarı, kükürt renginde, 3. (rengi/kokusu) yayan kükürt gibi, 4. ateşli, hararetli, sıcak, cehennem gibi, 5. öfkeli, hiddetli, ateş püsküren, 6. -ly : kükürde benzer şekilde; ateşle, öfkeyle, ateş püskürerek, 7. -ness: kükürde benzerlik; öfke, hiddet, kızgınlık, ateş püskürme. e.a.-4. infernal, hellish, 5. fiery, heated. sulfur spring, is. kükürtlü maden suyu/ kaplıca.



sulfury, sf kükürtlü, kükürt gibi. sulfuryl, sf kim. sülfüril, iki valanslı > S02 grubunu ihtiva eden: sülfonil gibi. - group : sülfüril grubu. sulk, is. &f 1. somurtma(k), surat asmaek), küsme(k), 2. -s d.d.: somurtkanlık, küskünlük. to be İn the -s = to have (a flt 00 -s : somurtmak, 3. -er d.d. somurtan, surat asan. sulky, sf sulkier, sulkiest, is., ç. sulkies ı. somurtkan, somurtuk, asık suratlı, küskün, küsmüş, aksiliği tutmuş (kimse), 2. sıkıcı, kasvetli. - weather. 3. tek kişilik, tek atlı ve iki tekerlekli araba. - plow : oturacak yeri olan tekerlekli pulluk, 4. sulkily : somurtarak, asık suratla, küskün küskün; sıkıcı / kasvetli bir şekilde, 5. sulkiness : somurtkanlık, somurtma, surat asma, küskünlük; sıkıcılık, kasvet. e.a.-l. aloof, resentful, moody, surly, morase, 2. gloomy, dull, dismal, sullen. k.a. - 1. eheeiful, good-natured. suııage, is. 1. çirkef, lağım pisliği, 2. balçık, inil, suyun bıraktığı çamur, 3. metal. cüruf. e.a.-l. sewage, refuse, waste, 2. silt, sedimenı~ 3. seoria. suııen, sf 1. somurtkan, asık suratlı, yüzü gülmez, abus, huysuz, ters, 2. (hava vb.) sıkıcı, kasvetli, 3. (dere, ırmak vb.) durgun, ağır akan, 4. esk. uğursuz, 5. -ly : somurtarak, surat asarak, asık suratla, huysuzlukla; sıkıcı/kasvetli bir şe­ kilde, 6. -ness: somurtkanlık, somurtma, surat asma, huysuzluk; sıkıcılık, kasvet. e.a.-l. sulky, moody, morase, cross, somber, 2. gloomy, dull, dismal, 3. sluggish, slow, stagnant,. 4. malignant. k.a.-l. eheerful. sully, is. &f -lied, -lying 1. kirletmek, lekelemek, 2. kirlenmek, lekelenmek, 3. (namusal şöhrete) leke sürmek, halel getirmek, kirletmek,



3273



sulpharezillkepaze etmek. to - areputation. 4. esk. kir, leke. e.a. - 1. so il, stain, tarnish, taint, blemish, contaminate, 3. mar, dirty, disgrace, dishonor, 4. stain, soiL. sulpha-/sulpho- /sulphur vb. bk.: sulfa-/ sulfo-/sulfur. sultan, is. 1. sultan, padişah, 2. tepeli tavuk: Türkiye asıllı ayakları tüylü, beyaz tepeli tavuk, 3. mor tavuk (Porphyrula martinica), 4. -ic : sultan+, sultana ait, 5. -like : sultan gibi, şahane, 6. -ship: sultanlık, padişahlık. sultana, is. 1. sultaness d.d. hanım sultan, padişahın/sultanın eşi/kızı/kızkardeşi/an­ nesi, valide sultan, 2. cariye, 3. Brit. çekirdeksiz kuru üzüm, sultanı. sultanate, is. 1. sultanlık, padişahlık, 2. padişahın ülkesi. sultry, sf -trier, -triest 1. bunaltıcı, boğu­ cu, rutubetli, durgun. a - day, - weather. 2. sı­ cak, yakıcı. - deserts. the - sun. 3. terletici, zahmetli, zor. - work in the fields. 4. tutkulu, ihtiraslı. a - brunette. 5. sultrily : bunaltıcı/boğucul rutubetli bir şekilde; tutku ile, ihtirasla, 6. sultriness : bunaltıcılık, boğuculuk, rutubetlilik, yakıcılık; tutku, ihtiras, ateş. e.a.-1. sweltering, 2. hat, 4. passionate, sensual, voluptuous. sum, is. &f summed, summing ı. toplam, yekOn. The - of 4 and 7 is ll. 2. tutar, meblağ, (masraf vb.) yekOnu/tutarı. a good round - : büyük bir meblağ. The expenses came to an enormous - . 3. (belirlenmeyen) bir miktar. a - of money : bir miktar para. lump - : götürü, toptan, 4. toplanacak sayılar,S. problem, mesele, hesap (meselesi). i can't do this - : Bu hesabı yapamıyorum. He is very good/ bad at his -s : Hesabı çok kuvvetlidiri zayıftır. 6. öz, özet, hulasa. inStl!fi : özet olarak, kısacası, uzun sözün kısası, velhasıL. the - and the substance of the matter : meselenin özü ve ruhu, 7. gen. up : toplamak, toplamını bulmak, yekOn etmek/ çıkarmak, 8. - up: (a) özetlemek, hulasa/icmal etmek, (b) hüküm vermek. - s.o. up : birisi hakkında hüküm vermek, birinin numarasını vermek. - up the sİtuation at a glance : bir bakışta durumu kavramak/takdir etmek. e.a.-l. total, 5. problem, 6. gist, summary. SUM = Surface to Underwater Missile. sum-, ön ek sub- ön ekinin m ile başlayan kelime önündeki şekli. summon gibi. bk.: sub-. 3274



sumac(h), is. 1. bat. sumak/somak ağacı (Rhus coriariay, 2. sumak (yaprağı, tozu), 3. sumak kerestesi. Sumer, is. Sümer. -ian: Sümer+, Sümerli, Sümerce. sumless, sf hesaba sığmaz, hesapsız, çok büyük. summa, is., ç. summae/summas kapsamlı özet, bir konuda yapılan özlü ve kapsamlı çalışma.



summa cum laude, wt. summaelsummas iftihar derecesi ile verilen (diploma). bk.: cum laude, magna cum laude. summand, is. toplanan sayılardan her biri. summarİse!summarİsable/sumarİsatİon



summariser, Brit. bk.: summarize/sum-marizable/sumarization/summarİzer.



summarİze, gL.f -ized, -izing ı. özetlemek, hulasa etmek. i will - these opinions here. 2. özetilhulasası olmak, 3. summarizable : özetlenebilir, 4. sumarization özeteleme), hulasa (etme), 5. summarizer : özetleyen. e.a. -1. recapitulate, outline. summary, sf &is., ç. -ries 1. özet, huiasa, 2. özlü, kısa, 3. çabuk/tez ve dolaysız. to treat s.o.with - dispatch. 4. (usulü muhakeme) acele, kestirme, kısa, mücme1, mutat muhakeme safhalarından geçmeden yapılan. - proceedings : acele muhakeme usulü,S. summarily: kısaca, özetle, özet olarak, (b) resml yöntem izlenmeden, ivedilikle, acele ile, sür' atle, kestirme yoldan, 6. summariness : Ca) özlülük, özetlenmiş olma, (b) acelelik, 7. summarist : özetçi. e.a.-I. outline, precis, brief, digest, synopsis, 2. concise, brief, direct, prompt, condensed. summation, is. 1. toplama, 2. toplam, 3. özet, hulasa, 4. huk. son savunma,S. -al: toplamsaL. summer, sf & is. &f 1. yaz. Indian - : pastırma yazı, 2. yaz mevsimi, sıcak mevsim, sıcak ve güneşli hava. We had no real - last year. 3. en güzel dönem. the - of life. 4. yazlık, yaza özgü,S. mim. (a) tabflnın ana kirişi, (b) kemer ayağını teşkil eden iri taş, (c) kapı Ipencere üst kirişi, lento, 6. yazı geçirmek, 7. yaz esnasın­ da bakmak/beslemek, 8. - camp : yaz kampı, 9. - sausage : sucuk, pastırma, 10. - school: yaz okulu, 11. - solstice : gün dönümü, yazın



sun başlangıcı



(21 Haziran), 12. - squash: kabak (Cucurbita Pepo Melopepo), 13. - stock : yaz temsilleri, yaz tiyatroları, 14. - theater: yazlık tiyatro. summerhouse, is., ç. -houses çardak, kameriye. summerize, gL.f -ized, -izing ı. yaza hazırlamak, serinletici tertibat vb. yapmak, 2. yaz sıcaklarından korumak. to - a snowmobile. summersault = summerset, is. bk.: somersaulto summertime, is. ı. yaz mevsimi, 2. Brit. yaz saati.. e.a.- 2. daylight-saving time. summerwood, is. (ağaçlarda) yaz halkası, yazın oluşan kalın çeperli göze1erden ibaret büyüme halkası. summery, sf 1. yaz gibi, yaza özgü, 2. summeriness : yaza özgülük, yaza benzeyiş. summing-up, is., ç. summings-up özet, hulasa. summit, is. &sf 1. tepe, doruk, zirve, evç. to be at the - of power/of fame : kudretini şöhretin zirvesinde olmak, 2. en yüksek nokta! derece. the - of happiness : mutluluğun en yüksek derecesi, 3. devlet/hükümet başkanları arasında yapılan, zirve+ . a meeting at the - = aconference/meeting : zirve toplantısı/konferan­ sı. 4. -al: tepe+, zirve+, 5. -less: tepesiz, zirvesiz, doruksuz. e.a. - 1. top, apex, peak, pinnacle, 2. zenith, acme, culmination. k.a. -1. base. summitry, is., ç. -ries ı. zirve toplantısı­ nı yönetme sanatı, 2. milletler arası sorunların en iyi şekilde zirve toplantılarında çözümlenebileceği fikir ve inancı. summon, gL.f 1. çağır(t)mak, 2. gen. - to/ away/from, vb. emirle davet etmek, 3. (mahkemeye vb.) celp etmek. to - adefendan!: sanığı mahkemeye celp etmek,.4. gen. - up : toplamak. to - up an one's courage : cesaretini toplamak, 5. (teslim olmaya) davet etmek. to - a town to surrender: bir şehri teslim olmaya davet etmek, 6. toplantıya çağırmak, 7. -able: çağırıla­ bilir, celp edilebilir, 8. -er: çağıran, celp eden, davet eden. e.a.-I-3. call, 4. rouse, gather, collect, eaII fo rth, 6. convoke.



summons, is., ç. -monses ı. celpname, getirtme belgesi, ihzar müzekkeresi, resmı davetiye. serve a - on S.O. : birine celpname tebliğ etmek. take out a - a - against S.O. : birini mahkemeye vermek. to issue a - : celpname çıkar­ mak, 2. resmı emirle davetetme, (mahkemeye vb.) celp etme, 3. çağrı, davet. - to surrender: teslim olma çağrısı, teslim olmaya davet, 4. (meclisi vb.) toplantıya davet, toplantı çağrısı. summum bonum, Lat. en iyi, en ala. sumo, is. Japon güreşi. sump, is. ı. su çukuru, kuyu, sızıntı kuyusu, lağım çukuru, 2. mak. yağ haznesi, yağ teknesi, yağ karteri, 3. maden ocağı tabanında su birikintisi çukuru, 4. (bir kazıya başlamadan önce açılan) deneme tüneli. sumpter, is. esk. yük beygiri, katır. e.a.packhorse, mule. sumptuary, sf 1. harcamalara!sarfiyata ait, harcamaları



lmasrafları



düzenleyenlkısıtlayan,



2. - law: (a) harcamaları kısıtlayan yasa, (b) fertlerin özel hayatını din ve toplumsal ahlak anlayışına göre polis kuvvetine dayanarak düzenleyen yasa. sumptuous, sf ı. masraflı, pahalı, tutumsuz, büyük harcamaları gerektiren, 2. debdebeli, tantanalı, zengin, lüks, muhteşem. They were ushered into a - dining hall. 3. -ly : tutumsuzca, masraflı bir şekilde, büyük harcamalarla, ihtişamla, debdebe ve tantana ile, 4. -ness : tutumsuzluk, israf, debdebe, tantana, ihtişam. e.a.-I. costly, lavish, opulent, 2. luxurious, magnificient, splendid, superb. sun, is. &f sunned, sunning 1. güneş. The - is shining. (ilgili sıfat : salar, heliacal). against the - : (a) güneşe karşı, (b) sağdan sola. with the - : (a) güneşe arkasını dönerek, (b) soldan sağa, 2. güneş ışığı. We an sat in the - : Güneşli bir yerde oturduk. Yon need plenty of - and fresh air : Bol bol güneşe ve temiz havaya ihtiyacın var. fun in the - : gün ışığında, güpe gündüz. to get a touch of the - : güneş çarpmak. to take the - : güneşlemek, 3. çok parlak! uyduları olan yıldız. His - is set: Yıldızı söndü. 4. (a) yeryüzü, iklim, (b) şaşaa, ihtişam, göz-



3275



sun-and-planet gear kamaştırma, şaşaalı/göz kamaştırıcı/muhteşem şey,



5. esk. (a) gün, (b) yıl, (c) şafak, tulı1 (güneşin doğması) veya gurup (gün batırnı). They traveled hard from - to - : Sabahtan akşama kadar durmadan yol aldılar. 6. place in the - : ün kazanma, tanınma, yüksek mevki ve şöhret. demand a place in the - : (bir millet) layık olduğu mevki ve itibarı isternek. take one's place in the - : ün/şöhret kazanmak, yıldızı parlamak, 7. güneşletrnek, güneşlendirmek, 8. güneş lernek. to - oneself : güneş banyosu yapmak, 9. güneşte kurutmak/ısıtmak, 10. - bath : güneş banyosu, 11. - compass: güneş pusulası : kutuplarda kullanılan ve güneş ışınlarıyla işleyen pusula, 12. - dance : yaz başlangıcında güneşe tapma dansı, 13. - deck : güneş banyosu yapı­ lan güvertelbalkon, 14. - disk: güneş yuvarlağı, 15. - gear mak. güneş dişli, (dış tekerlerne dişli düzeninde) merkez dişlisi, 16. - god : güneş tanrısı, 17. - lamp: (a) mor ötesi ışınları veren elektrik lambası, (b) sin. çok kuvvetli ışık veren lamba, 18. -Iike : güneş gibi, parlak, sı­ cak, 19. - porch =- parlor =- room: cam duvarlı ve güneşli oda, 20. - roof : (a) güneş leme damı, (b) arabanın açılabilen üst kısmı, 21. - tan : güneşte yanmalbronzlaşma, güneş yanığı ten, 22. - tans As. yazlık haki üniforma, 23. - worshiper : güneşe tapan kimse, 24. catch the - : güneş almak/görmek. This room catches the -. 25. under the - : dünyada, yeryüzünde. everything under the - : mümkün olan her şey. He tried everything under the sun. 26. nothing under the sun: (yeryüzündeki) hiçbir şey. Nothing under the - lasts forever : Hiçbir şey ebedi değildir. e.a.- 2. sunshine, 3. star, 4. (a) elime, elimate, (b) glory, splendor, 5. (a) day, (b) year, (c) sunrise, sunset. 6. prominence, recognition. sun-and-planet gear, is. mak. merkez ve yıldız dişli.



sun animacules, is. zool. güneş hayvan(Heliozoa). Tatlı sularda yaşayan bir gözeli kök ayaklı hayvancıklar. sunback, is. sırtı açık elbise. sunbathe, gs.f -bathed, -bathing güneş­ lemek, güneş banyosu yapmak. sunbather: güneşleyen kimse. sunbeam, is. güneş ışını. -ed = -y : güneşli, parlak, aydınlık, neşeli, şen.



cıkları



3276



Sunbeit, is. k.d. ABD'nin güneyigüneybatı bölgesi. sunbird, is. zool. nektar kuşu, Filistin güneş kuşu (Nectariniidae). sunbIind, is. Brit. güneşlik. e.a. - awning. sunbonnet, is. güneş şapkası. sunbow, is. gün kuşağı : su serpintisi ve şelalelerde görülen gökkuşağı. sunburn, is. &f -burned/-burnt, -burning 1. güneş yanığı, 2. güneşte yanmak. sunburst, is. 1. şiddetli güneş ışığı, 2. güneş şeklinde mücevherat. sun-cured, sf güneşte kurutulmuş (meyve, et vb.). sundae, is. meyveli dondurma: üstü meyve, ceviz ve ağdalı şurup ile örtülü dondurma. Sunday, is.&sf 1. pazar (günü), 2. pazar günü yapılan/olan, 3. a month of -s : sonsuz zaman, çok uzun süre, 4. - dothes best: bayramlık/en iyi elbise, 5. - driver: yavaş ve ihtiyatlı araba sürücüsü, 6. - painter : acemi boyacı, 7. - punch k.d. en şiddetli/vurup deviren/ nakavt eden yumruk, 8. - school. kilisede pazar günleri din dersi veren okul (ve öğrencileri). Sunday-go-to-meeting, ~f. k.d. bayramlık, pazar ve bayramlarda giyilen. - dress: bayramlık elbise. sunder, is.&f. 1. ayırmak, ayrı bulundurmak/bırakmak, bölmek, koparmak, parçalamak, 2. ayrılmak, ayrı kalmak, bölünmek, kopmak, 3. in - : ayrı, ayrılmış, koparılmış, 4. cut in - : parçalara ayırmak:, parça parça etmek, 5. -able: ayrılabilir, parçalanabilir, bölünebilir, 6. -ance: ayrılma, parçalanma, bölünme, 7. -er: ayıran, parçalayan, bölen. e.a. - 1. separate, part, divide, sever, 2. part. sundew, is. bot. güneş gülü, böcekkapan (Drosera) : yapışkan kıllarıyla böcekleri yakalayan küçük bataklık bitkileri. sundial, is. güneş saati. sundog, is. 1. yalancı güneş, güneş halesinde parlak leke, 2. küçük/yarım gök kuşağı. e.a.-ı. parhelion. sundown, is. 1. gurup, güneşin batışı, akşam (saati), 2. geniş kenarlı kadın şapkası. e.a. - 1. sunset.



=-



sunstone sundowner, is. Avust. 1. avarelserseri kimse, 2. tembel dilenci, çalışmamak için güneşin battığı saatte çiftliğe gidip dilenen kimse, 3. argo çok sıkı disiplinli gemi süvarisi. sundried, sf güneşte kurutulmuş. sundries, ç. is. ufak efek şey, kıvır zıvır eşya.



sundrops, is., ç. -drops bat. çuha çiçeği (Oenothera). sundry, sf &zm. 1. çeşitli, muhtelif, bazı, birtakım, ufak tefek, türlü türlü, 2. all and - : (istisnasız) herkes, hepsi. All and - know him: Onu bilmeyen yoktur (herkes bilir). He told all and - about it : Onu herkese söyledi. to invite all and - : herkesi davet etmek. e.a. - 1. various, diverse, 2. everybody. sunfast, sf güneşten solmaz. sunfish, is., ç. -flsh/-fishes zool. ı. güneş balığı (Lepomis auritus). Amerika göllerinde yaşar, levrek türünden bir balık, uzunluğu 15 cm, 2. ay balığı (Mala mala): Akdeniz'de yaşar, görünüşü bir balık başı gibidi, uzunluğu 3 m. sunf1ower, is. bat. ayçiçeği, gün çiçeği, günebakan (Helianthus annus). - State : Kansas (takma ad). sung,f bk.: sing (geç.z.&sff). sunglass, is. büyüteç, pertavsız. e.a. - burning glass. sunglasses, ç. is. güneş gözlüğü, renkli gözlük. sunglow, is. fecir/gurup kızıllığı, güneş doğarken/batarken gökyüzünde görülen kızıllık. sunk,f ı. bk.: sink (geç.z.&sff), 2. argo mahvolmuş, batmış, işi bitmiş, kimse kurtaramaz. e.a. - 2. undone, ruined, done for, washed up, beyand help. sunken, f&sf ı. bk.: sink (sff), 2. batmış, suya dalmış/gömülmüş, 3. (duvar) çökmüş, temeli oturmuş, 4. alçak düzeyde, etrafın­ dan daha alçak seviyede olan. a - living room. 5. çukur, çökük. - cheeks. e.a.- 1. submerged, 5. hollow, depressed. sunless, sf 1. güneşsiz, güneş görmeyen, karanlık, 2. kasvetli, kederli, sıkıcı, bunaltıcı, 3. -ness : güneşsizlik, güneş görmeme, kasvet, sıkıcılık, bunaltıcılık. e.a. -1. dark, 2. dismal, gloomy, cheerless. sunlight, is. güneş ışığı. e.a.- sunshine.



sunlit, sf güneşli, aydınlık, güneş alan. sunlounge, is. güneşlik, güneşli oda, güneşleme odası.



sunn = sunn hemp, is. ı. Hint keneviri (bitki) (Crotalariajuncea), 2. kenevir (elyaf). Sunna =Sunnah, is. (Müslümanlıkta) sünnet. Sunni, is. Sünnilik. bk.: Shiah. Sunnite, is. Sünni'. bk.: Shiite. sunny, sf -nier, -niest 1. güneşli, 2. güneş gören, güneşe maruz, 3. güneş+, güneşe ait! özgü, 4. güneş gibi, güneşe benzeyen, 5. şen, neşeli, 6. - side : (a) güneşli/güneş gören taraf, güneşe dönük yüz, (b) ümit verici yön, bir işin iyi/hoş tarafı, (c) (belirtilen yaştan) daha küçük. You're still on the - side of fifty : Yaşın henüz elliyi bulmadı. 7. --side up : (tavada yumurta) çevrilmeden pişirilmiş, sarısı görülen. e.a. - 3. salar, 5. cheerful, cheery, joyous. sunproof, sf güneş geçirmez, güneşten etkilenmez. sunrise, is. ı. gün doğuşu, güneşin doğu­ şu, tu1U, 2. sabah. sunrose, is. ı. ayçiçeği, 2. semizotu. sunscald, is. güneşin vurması, fazla güneşin bitkilerde sebep olduğu hastalık. sunscorch, is. güneşten kavrulma, fazla güneşin bitkileri kavurması. sunset, is. ı. gün batışı, güneşin batması, gurup, 2. akşam, 3. güneş batarken gökyüzündeki renkler, 4. son, akibet, gerileme/çökme dönemi. The - of a life/of an empire. 5. - law: yeni ödenek verilmeden önce yapılan işlerin denetimini öngören yasa. sunshade, is. güneşlik, güneş sipediği, güneş şemsiyesi, tente. sunshine, is. 1. güneş ışığı, 2. şenlik,ne­ şe, mutluluk, 3. neşe/saadet kaynağı, 4. güneşin ısıtıcı sıcaklığı, 5. güneşli/güneş alan yer, 6. -less : güneşsiz, güneş ışığı almayan; kasvetli, gamlı, neşesiz, 7. sunshiny: güneşli, parlak, aydınlık, güneş ışığı alan; şen, neşeli, mutlu. a sunshiny day, sunshiny faces. 8. - State : Florida (takma ad). e.a.- 7. bright, resplendent, joyous. sunspot, is. güneş lekesi. -ted : güneş lekeli. sunstone, is. yıldız taşı. e.a. - aventurine.



3277



sunstroke sunstroke, is. güneş çarpması. e.a.- insolation. sunstruck, sf güneş çarpmış. sunsuit, is. yazlık spor giysi: kısa pantalon ve açık bluz. sunup, is. bk.: sunrise. sunward(s), sf&zf. güneşe doğru/yönelik, güneş yönünde. sunwise, zf. sağa doğru, saat ibrelerinin dönüş yönünde. suo jure, Lat. kendi yetkisiyle. uo loco, Lat. kendi mülkünde. Suomi, is. Fince Finlandiya. e.a.- Finland. sup, is. &f supped, supping 1. akşam yemeği yemek/yedirmek, 2. yudumlamak, yudum yudum içmek, 3. yudum. e.a. - 2. sip. sup-, ön ek sub- ön ekinin p ile başlayan kelime önünde. aldığı şekiL. suppose gibi. bk.: sub-. sup. = 1. superior, 2. supedative, 3. supine, 4. supplement, 5. supplementary, 6. supra. Sup. Ct. = 1. Superior Court, 2. Supreme Court. super, is.&sf ı. k.d. bk.: (a) superintendant, (b) supervisor, (c) supernumerary, 2. üstün nitelikli mal, 3. arı kovanında bal bulunan yer, 4. ABD- k.d. en iyi cins kağıt,S. argo önemsiz rollere çıkan oyuncu, 6. mücellithanede kullanılan pamuk takviye bezi, 7. çok ince, 8. en ala, üstün, ekstra, 9. aşırı, son derece. super-, ön ek "üstün(de), üzerinde, fevkinde, fazla, ziyade, ek, ilave, aşırı, son derece, tam, olağanüstü" anlamları katar. supercritical : son derece kritik,superfine : aşırı ince, superexcellence : olağanüstü mükemmeliyet, supertax : ek/ilave vergi vb. NOT: super- ön eki pek çok kelimenin önüne gelerek yeni kelimeler üretir. super- ile başlayan kelime sözlükte bulunamazsa baştaki super kaldırıldıktan sonra kalan kelimenin anlamı bulunup yukarıdaki kural uygulanmalıdır.



superable, sf 1. yenilebilir, galebe çalına­ hakkından gelinebilir, çaresi bulunabilir, atlatılabilir, önlenebilir, 2. -ness =superability : yenilebilme, hakkından gelinebilme, galebe çalı­ nabilme, çaresi bulunabilme, 3. superably : yenilebilecek/hakkından gelinebilecek şekilde. e.a.-l. surmountable.



bilir,



3278



superabound, gsj. pek bol/mebzul olmak, pek çok miktarda/fazlasıylabulunmak. superaboundant, sf 1. pek bollmebzul, pek çok, taşkın, aşırı, ihtiyaçtan çok fazla, 2. superaboundance: aşırı bolluk/mebzuliyet, 3. -ly : pek bol/mebzul bir şekilde, bol boL. e.a. - 1. excessive. superadd, gL.f daha da eklemek/katmak/ ilave etmek, yeniden/fazlasıyla katmak, ayrıca eklemek. -ition : fazladan ekleme/katma. -itional : yeniden/fazla olarak eklenen. superannuate, f -ated, -ating ı. yaşlılık­ tan/güçsüzlükten emekliye ayırmak, 2. ıskarta­ ya çıkarmak, işe yaramadığından bir kenara , ayırmak, 3. eskirnek, işe yaramaz hale gelmek. superannuated, sf ı. emekli, yaşlılıktanı güçsüzlükten emekliye ayrılmış, 2. ıskarta, eskimiş, işe yaramaz, hurda, modası geçmiş.­ ideas. e.a.- 2. obsolete. superannuation, is. 1. emeklilik, 2. emekli aylığı/maaşı/ödeneği. superb, sf 1. görkemli, muhteşem. a monument. 2. ala, nefis, enfes, mükemmel, harikulade. His first novel was - . 3. zengin, zarif. a - library. a - Turkish rug. 4. -ly : görkemli/ muhteşem bir şekilde, enfes, ala, mükemmel, 5. -ness : görkemlilik, ihtişam, mükemmellik. e.a.-I. magnificient, majestic, 2. sumptuous, excellent, splendid, grand, 3. rich, elegant. k.a.1. inferior. superbomb, is. süper bomba, hidrojen bombası gibi çok tahripkar bomba. supercalender, is. &f 1. ince perdah makinesi, en iyi cins kağıt yapan makine, 2. kağıdı perdahlamak. supercargo, is., ç. -goes/-gos yük amiri: yük gemilerinde yük ve ticaret işleriyle görevli memur. supercarrier, is. çok büyük uçak gemisi. supercharge, is.&gL.f. -charged/-charging ı. (basınçlı hava vererek motorun vb.) gücünü artırmak, 2. (uçak vb.) basınçlı hava sağla­ mak, iç basıncı atmosfer basıncına eşit yapmak, 3. aşırı yüklemek, 4. aşırı yük. supercharger, is. ı. (motora basınçlı hava veren) kompresör. superciliary, sf anat. zool. ı. kaş+, kaşa ait, 2. kaş üstünde bulunan, 3. gözlerinin üstünde karakteristik çizgi bulunan (kuş), 4. - ridge bk.: supraorbital ridge.



superheat supercHious, sf ı. kibirli, mağrur, 2. -ly : kibirle, mağrurane, 3. -ness: kibir, gurur. e.a.1. arrogant, scornful, disdainful, haughty, proud. supercHium, is., ç. -cilia mim. üst tiriz. superclass, sf biy. üst sınıf, alt filum. superconductivity, is. fiz. dirençsizlik, tam iletkenlik. superconduction : tam iletme. superconductive = superconductig : tam ileten. superconductor : tam iletken. supercool, gL.f aşırı soğut(ul)mak : katı­ laşmaksızın donma noktasının altına kadar soğut(ul)mak.



supercrat, is. k.d. yüksek memur, bakan. superdominant, is. müz. bk.: submediant. super-duper, sf argo ala, en iyi, fevkaHide, mükemmel, argo kıyak. e.a.- marrvellous, impressive superego, is., ç. -gos psikol. üst benlik. superelevation, is. yan eğim. e.a. - bank supereminence, is. aşırı üstünlük!seçkinlik, mümtaziyet. supereminent, sf 1. çok üstün, mümtaz, 2. -ly : büyük üstünlükle, mümtaz bir şekilde. supererogate, gs.f -gated, -gating ı. aşı­ rı gayret göstermek, görevinden fazlasını yapmak, 2. supererogation : aşırı gayret, görevinden fazlasını yapma, 3. supererogator : aşırı gayret gösteren, görevinden fazlasını yapan kimse. supererogatory, sf ı. görev dışı, asıl görevden fazla, 2. fuzull, gereksiz, lüzumsuz, 3. supererogatorily : göreve iHiveten, fuzull olarak, gereksizce. superfamily, is., ç. -lies biy. üst familya. superfecta, is. dörtlü bahis : at yarışında birinciden dördüncüye kadar derece alanları doğru sırada bilenin kazandığı bahis. bk.: exacta, trifecta. superfecundation, is. üst döllenme: birden fazla yumurtanın döllenmesi. superfetation, is. çift gebelik, doğurma­ dan önce tekrar gebe kalma. superfetate: çift gebe kalmış. superficial, sf. 1. yüzeysel, sathı, 2. yüzeye yakın olan, yüzeyde kalan. a - eut. 3. sığ, derin olmayan, 4. görünüşte, zahiri, dışta kalan. a



- resemblance. 5. üstünkörü, yarım yamalak, ge6. -ity = -ness : yüzeysellik, sathllik, üstünkörülük, yarım yamalaklık, 7. -ly : görünüşte, sathllüstünkörü/yarım yamalak bir şekil­ de. e.a. - 3. shallow, 4. apparent, external, 5. cursory, hasty, slight. superficies, is., ç. -ficies 1. yüzey, satıh, 2. dış/zahiri görünüş. superfine, sf 1. çok ince. - sugar. 2. son derece güzellzarif/kibar/nazik. e.a. - 2. overnice. superfluid, sf & is. fiz. tam akışkan : akışı sürtünmesiz, ısı iletimi mükemmel, yer çekimine zıt yönde akabilen (madde), 2.186°K'nin altı­ na kadar soğutulan Helyum bilinen tek örnektir. superfluity, is., ç. -ties 1. fazlalık, aşırı­ lık, aşırı bolluk, 2. gereksizlik, lüzumsuzluk, fuzulllik, 3. aşırı/fazla/gereksiz olan şey. e.a.- 1. superabundance. superfluous, sf 1. fazla, aşırı, ziyade, bol, 2. gereksiz, lüzumsuz, fuzull. a - remark. 3. esk. müsrif, 4. -ly : fazlaca, aşırı bir şekilde, gereği yokken, lüzum olmaksızın, fuzull olarak, 5. -ness : fazlalık, aşınlık, bolluk; gereksizlik, lüzumsuzluk, fuzulllik. e.a.-I. excessive, extra, redundant, surplus, 2. unnecessary, needless, irrelevant, 3. exravagant, prodigaL. Superfort(ress), is. ABD- As. (II. Dünya Savaşında kullanılan) ağır bombardman uçağı, B-29 ve B-SO. superfuse, gl.f -fused, -fusing esk. üzerine dök(ül)mek. superfusion : üzerine dök(ül)me. e.a.- pour. supergalaxy, is., ç. -axies astr. tüm samanyolu, kehkeşanlar kümesi. supergalactic: tüm samanyolu+. supergiant star, is. astr. dev yıldız : çapı güneşinkinin en az 100 katı olan çok parlak yıl­ dız: Betelgeuse, Antares gibi. superglacial, sf 1. buzul üstü, buzul yüzeyinde bulunan, 2. buzul yüzeyinden geldiği tahmin edilen. - debris. superheat, is.&f 1. aşırı ısınma(k)/ısıt­ ma(k), 2. bir sıvıyı buharlaştırmadan kaynama noktasının üstüne kadar ısıtmak, 3. kuru buhar haline getirmek: (buharı/gazı) basıncı artmlınca veya sıcaklığı düşürülünce sıvılaşmayacak dereceye kadar ısıtmak. lişigüzel,



3279



superheheterodyne superheheterodyne, sf &is. süperheterodin (radyo). superhigh frequency, is. üst yüksek frekans : 3,000 ila 30,000 MHz arasındaki frekans. kıs.: SHF. superhighway, is. otoyol, otoban, sür' at" yolu. superhuman, sf 1. insanüstü. - being : insanüstü varlık, 2. insan gücü üstünde. a - effort. 3. -ity = -ness : insanüstü nitelik, 4. -Iy : insanüstü çaba ile. superimpose, gLf -posed, -posing ı. üstüne koymak!yerleştirmekibindirmek, 2. gen. -onlupon: (üstüne) ekle(n)mek, 3. superimposition: üstüne koymaJyerleştirme/bindirme, ekle(n)me. superincumbent, sf 1. üstündeki, üstteki, üstünde bulunan, 2. yukarıdaJyüksekte bulunan, 3. üstten uygulanan (basınç), 4. baskı yapan, tazyik eden, 5. superincumbence = superincumbency : üstünde/yukarıdaJyüksekte bulunma, 6. -Iy : üstten, yukarıdan, yüksekten (basınç vb yaparak). superinduce, gLf -duced, -düeing (nitelik, koşul vb.) eklemek, katmak, başka bir şeye ilaveten oluşturmak. superinduction: ekleme, katma. superintend, gLf yönetmek, bakmak, denetlemek, nezaret/kontrol/murakabe etmek. e.a.supervise, manage, conduet. superintendency, is., ç. -Cİes ı. yönetim bölgesi, 2. yöneticilik, yönetmenlik, müdürlük, 3. superintendence d.d. yönetme, yönetim, idare, denetleme, ne~aret/kontrol/murakabe. superintendent, is.&sf 1. yönetici, yönetmen, müdür, şef, idare amiri, 2. (bina) bakım şefi, 3. yöneten, denetleyen, 4. yönetimsel, denetsel, idari. superior, sf &is. 1. üstün, faik, yüce, ala. intelligence : üstün anlak/zeka, 2. yüksek.ground : yüksek yer/arazi, 3. olağanüstü, fevkalade, 4. gen. - to: müstağni, baş eğmez, kapılmaz, tenezzül etmez. to be - to temptation : iğvaya kapılmamak, 5. bot. üst, üst tarafında bulunan, 6. anat. zooL (başka bir organın) üstünde bulunan, 7. bas. üs, başka bir harfi n/rakamın yukarısına basılmış: a 2 deki 2 gibi, 8. astr. yörüngesi dünyanınkinin dışında bulunan (gezegen),



3280



9. üstün kimse/şey, 10. (manastırda) başrahip. 11. -Iy : üstün bir şekilde, 12. - court ABD yargıtay, temyiz mahkemesi. superiority, is. 1. üstünlük, faikiyet, 2. complex : üstünlük karmaşası, 3. - feeling : üstünlük duygusu. superjacent, sf üstteki, üstünde bulunan, üstünü kaplayan/örten, üstüne dayalı. superjet, is. k.d. dev jet uçağı. superL. = superlative. superlative, sf &is. ı. en üstün, en ala, mükemmel, eşsiz, 2. abartmalı, mübalağalı. talk İn - : abartmak, abartmalı/mübalağalı konuş­ mak, 3. gr. üstünlük derecesi. Örnek: good: ' iyi sıfatının üstünlük derecesi best: en iyi' dir, 4. -Iy : en üstün derecede, 5. -ness : üstünlük, fevkaladelik. superlunar(y), sf ı. (gökteki) ay ötesinde, ayın üstünde/ilerisinde, 2. göksel, semavı. superman, is., ç. -men ı. üstün insan, insanüstü güçlü kimse, 2. Nietzche'ye göre insanın gelişmesi sonunda ulaşacağı ideal mertebe. supermarket, is. büyük gıda pazarı, binbir çeşit mağazası.



supernal, sf 1. göksel, semavı, ilahı, 2. yüce, yüksek, ali, insanüstü mükemmel ve güçlü, 3. göklerde bulunan, 4. -Iy : yüce/mükemmel bir şekilde. e.a.- 1. heavenly, celestial, divine, 2. lofty. supernatant, sf 1. su üstünde yüzen, 2. supernatation : su üstünde yüzme. supernational, sf 1. aşırı milliyetçi, 2. milletler üstü, bütün insanlığı kapsayan, 3. -ism : aşırı milliyetçilik, 4. -ist: aşırı milliyetçi, 5. -Iy : aşırı milliyetçilikle. supernatural, sf &is. ı. doğaüstü, tabiat üstü, 2. ulvı, ilahı, tanrısal, 3. harikuHlde, mucizevı, müthiş, görüımedik. a missile of - speed. 4. hayaıı, cin ve peri kabilinden, 5. the - : doğa­ üstü yaratık/güç/olay vb. yüçe/ilahı kudret, harikulade/mucizevı olay, 6. -Iy : doğaüstü güç ve kuvvetlere dayanarak, mucize kabilinden, 7. -ness: doğaüstü oluş, ulvllik, tanrısallık, harikuladelik. e.a. - 3. miraculous, preternaturaL supernaturalism, is. ı. doğaüstü nitelik, 2. doğaüstücülük, doğaüstü/tanrısal güce inanma, 3. supernaturalist : doğaüstücü, doğaüstü! tanrısal güce inanan, 4. supernaturalistic: doğaüstü+, doğaüstü/tanrısal güce dayanan.



supersonic supernormal, is. 1. normal üstü, normalin! üstünde, 2. akıl almaz, anlaşılmaz, izah edilemez. - faculties of the mind. 3. -ity= -ness : normalden üstünlük, 4. -ly : normalden üstün bir şekilde. supernova, is., ç. -vae/-vas astr. süpernova: güneşten on Wi yüz milyon kere kuvvetli ışığı olan yıldız. supernumerary, sf&is., ç. -riesI. istenenden!gerekenden çok fazla, artık, zait, 2. yedek, gerekince başkasının yerine geçebilen, 3. gerekli sayıdan fazla olan kimse/şey, 4. yedek memur,S. tiy. figüran, konuşmadan sahneye çı­ kan kimse (kalabalığa mensup birisi vb.). e.a.1. extra, 5. walk-on. superorder, is. biy. üst takım. superordinate, sf &is. &f -nated, -natingo 1. derecesi/rütbesi daha yüksek (kimse/şey), 2. terfi ettirrnek, derecesini/rütbesini yükseltmek, 3. superordination sos. üstlük. superorganic, sf sos. ı. üst örgensel, bireylerden bağımsız ve onlardan üstün kültürel yapı ile ilgili, 2. -ism : üst örgensellik, 3. -ist : üst örgenselci. superoxide, is. kim. peroksit. hyperoxide d.d. superpatriot, is. 1. aşırı vatansever, müfrit vatanperver, 2. -ic: aşırı vatansever+, 3. -ically : aşırı vatanseverlikle, 4. -ism : aşırı vatanseverlik. superphosphate, is. 1. süperfosfat, sun'ı gübrelerde kullanılan kalsiyum fosfat ve sülfat karışımı, 2. süperfosfat gübresi. superphysical, sf fizik ötesi, doğa ötesi, doğaüstü, maddı alemin ötesinde, metafizik. superpose, f -posed, -posing. ı. üst üste koymak, bir şeyi başkasının üstüne koymak, 2. geom. bir şekli ötekinin üstüne koymak, 3. superposable : üst üste konulabilir, 4. sıııperpositi­ on : üst üste konulma. superpower, is. ı. üstün güçlü devlet, 2. üstün güç, geniş alanları etkileyen güç, 3. birbirini destekleyerek geniş alanları besleyen elektrik üreteçleri, 4. -ed : üstün güçlü. superrace, is. üstün ırk. superrational, sf ı. us ötesi, sezgisel, hadsı, akıl ve mantık yoluyla değil sezgi ile anlaşılabilen, 2. -ity : sezgisellik, 3. -ly : sezgi ile, hadsı olarak. e.a.-l. intuitionaL. ortalamanın



supersaturate, gL.f -rated, -rating aşırı doyurmak, bir eriyiğin derişimini doyma noktasının ötesine götürmek. supersaturation: aşı­ rı doyma. superscribe, gL.f -scribed, -scribing 1. üstüne yazmak, 2. zarf üstüne isim ve adres yazmak. superscript, is. 1. üst im, üst takı, 2. üste yazılan şey, 3. esk. mektup üzerine yazılan adres. superscription, is. 1. üstüne yazma, üst imlerne, 2. bir şeyin üstündeki yazı, üst im, üst takı, 3. (mektup vb üzerine yazılan) adres, 4. serlevha, başlık, kitabe, 5. reçetenin başındaki "recipe = alınız" yazılı kısım. supersede, gl.f -seded, -seding ı. yerine geçmek, yerini/görevini almak. Steam locomotives were -ed by diesel : Buharlı lokomotiflerin yerini dizel aldı. 2. yerine başkasını koymak! atamak. to - an official : bir memurun yerine başkasını atamak, 3. yerine başka bir şey koyarak iptal etmek. This catalogue -s previous issues. 4. supersedable : yerine başkası konulabilir, 5. superseder: yerine başkasını koyan/ atayan, 6. supersedure : yerine başkasını koyma, petekteki arı beyini değiştirme, 7. supersession : yerine başkası konulma, değiştirilme. e.a. - 1-2. replace, supplant, 3. suspend, annul. supersedeas, is., ç. -deas huk. ertelenme emri, mahkeme kararının İCrasını durdurma emri. supersensible, sf duyum ötesi, duyulmaz, duygu organları ile anlaşılamaz. supersensibly : duyulmazcasına, duyu organlarıyla anlaşılama­ yacak tarzda. supersensitive, sf aşırı duygusal, aşırı duyarlhassas. -ness: aşırı duyarlık!duygusallık! hassasiyet. supersensory = supersıensual, sf ı. bk.: supersensible, 2. duygu organlarından bağım­ sız, 3. fikri, manevI. e.a.- 3. ideal, spirituaL. superserviceable, sf ı. işgüzar, gereksiz işler yapmaya hevesli, 2. superserciceably : i ş­ güzarlıkla. e.a.-l. officious. supersonic,. sf 1. ses ötesi, sesten hızlı gidebilen, süpersonik. a - plane. 2. bk.: uItrasonic, 3. -ally : sesten daha hızlı olarak.



3281



supersonies supersonies, sf. ses ötesi bilgisi, sesten inceleyen bilim. superstar, is. ı. ünlü yıldız, büyük ün yapmış oyuncu, 2. as, mesleğinde üstün olan kimse, 3. dev yıldız, çok parlak ve büyük yıldız. superstate, is. ı. yüce devlet, kendine bağ­ lı birkaç devleti yöneten güçlü devlet, 2. çok kuvvetli merkezi hükumet. superstition, is. boş inanç, batıl itikat, hu-. rafe. superstitious, sf. 1. boş inançlı, batıl itikatlı, asılsız' şeylere inanan. He is a - man with an unnatural fear of the dark. 2. boş inançlara dayanan, hurafe kabilinden. - fears. - legends. 3. -Iy : boş inançla, asılsız şeylere inanarak, hurafelere saplanarak, 4. -ness : boş inançlılık, asılsız şeylerelhurafelere inanma. superstratum, is. üst tabaka/katman. superstruet, f. üst yapı kurmak, bir şeyin üzerine inşa etmek. -İon : üst yapı (kurma). -ural: üst yapısal. superstrueture, is. ı. üst yapı, binanın temelden yukarı kısmı, 2. başka bir yapı üzerine kurulan yapı, 3. ilave kat, 4. üst kademe, 5. te~ mel kavram ve ilkeler üzerine kurulan bilgiler, 6. den. ana güverte üstündeki yapılar, 7. köprünün ayaklar üstündeki kısmı, 8. demir yolunun taş döşeme zemini üzerindeki travers ve rayları. supersubtle, sf. son derece incelrakik, anlaşılmaz. supersubtlety : aşırı incelik, rikkat, hızlı olayları



anlaşılmazlık.



supertanker, is. dev tanker, 75,000 tondan büyük tanker. supertax, is. 1. Brit. fazla gelir vergisi, be~ lirli bir sınırı aşan gelirden normal vergiye ek olarak alınan vergi, 2. eklmunzam vergi. e.a.2. surtax. supertonie, is. ikinci nota. supervene, gl! -vened, -vening ı. sonradan olmaklzuhur etmeklmeydana gelmek, 2. izlemek, takip etmek, arkasından gelmek, 3. supervenienee = supervention : sonradan olma! zuhur etme/meydana gelme, izleme, takip etme, arkasından gelme, 4. supervenient: sonradan olan/zuhur eden/meydana gelen, izleyen, takip eden, arkasından gelen. e.a. - 2. ensue. supervise, gl.f. -vised, -vising ı. denetlernek, teftiş/nezaret/murakabe etmek, bakmak, 2. yönetmek, idare etmek. e.a.- 1. superintend, control, oversee, 2. manage, guide.



3282



supervision, is. 1. denetleme, teftiş/neza­ ret/murakabe (etme), bakma, 2. yönetme, idare etme. supervisor, is. 1. denetçi, müfettiş, murakıp, 2. -ship : denetçilik, müfettişIik, murakıp­ lık, 3. -y : (a) denetsel, denetimsel, (b) denetleyici, teftiş edici, (c) denetim+, teftiş+. a -y position : denetim görevi. supinate, f. -nated, -nating el ayasını yukarıya döndürmek. supination, is. (el ayasılayak tabanı) yukarıya dön(dür)me, yukarıya dönüklük. supinator, is. anat. el ayasını yukarıya döndüren kas. supine, sf. &is. 1. sırt üstü yatmış, 2. (el ayası) yukarıya dönük, 3. eğik, meyilli, 4. uyuşuk, miskin, tembel, atıl, kaygısız, 5. (Latincede) fiilden üretilmiş ad, 6. (İngilizcede) mastar (to ile birlikte), 7. -Iy : sırt üstü yatarak, kaygısızca, miskince, uyuşuk uyuşuk, 8. -ness : sırt üstü yatma, uyuşukluk, miskinlik, tembellik, atalet, kaygısızlık. e.a. - 4. inaetive, inert, passive, indolent, listless. supp. = suppl. = supplement. supper, is. 1. akşam yemeği, 2. yemekli gece toplantısı, 3. -Iess : yemeksiz, 4. - club: küçük gece kulübü. supplant, gl.f. 1. ayağını kaydırıp yerine geçmek, yerini kapmak, 2. başkasının yerini almak, 3. -ation : ayağını kaydırıp yerine geçme, yerini kapma, 4. -er: ayağını kaydırıp yerine geçen, yerini kapan. supple, sf. -pler, -pIest, gl.f. -pIed, -pIing ı. esnek, elastikı, 2. yumuşak, kolayca eğilip bükülebilir, 3. kıvrak, aynak, çevik. a - daneer. 4. uysal, yumuşak başlı, yatkın, başkalarının suyuna giden, 5. alçak, aşağılık, hakir, zelil, süfli, yaltakçı, 6. esnekleş(tir)mek, elastikileş­ (tir)mek, yumuşa(t)mak, kolayca eğilip bükülebilmek, 7. -Iy suppIy : esneklelastiki bir şekil­ de, kolayca eğilip bükülebilecek tarzda, kendini duruma uydurarak, 8. -ness: (a) esneklik, elastikilik, (b) yumuşaklık, kolayca eğilip bükülebilme, (c) kıvraklık, aynaklık, çeviklik. e.a.-l. flexible, 2. pliant, 3. limber, lithe, 5. obsequious, servile. supplejaek, is. ı. esnek ve sağlam bastanı değnek, 2. bu bastonun yapıldığı tırmanıcı fidan.



=



support supplement, is. &gl.f. 1. ek, ilave, zeyil, 2. mat. bütünler açı, bir açıyı 180 0 'ye tamamlayan açı, 3. eklemek, bütünlemek, tamamlamak, ilave etmek, 4. -ation : ekleme, bütünleme, tamamlama, 5. -er: ekleyen, bütünleyen tamamlayan. e.a. -1. addition, extension, appendage, annex, addendum, 3. add, complement, extend, increase, augment. supplemental, sf. 1. bk.: supplementary (1),2. -ly : ek olarak, ilave suretiyle. supplementary, sf. &is. 1. ek, ilave, bütünleyici, tamamlayıcı, 2. mat. bütünler. - angle : bütünler açı, bir açıyı 1800 'ye tamamlayan açı, 3. tamamlayan şey/kimse. suppletion, is. gr. tümleme, şeklen asıl kelimeden farklı kelime kullanma: örneğin good kelimesinin karşılaştırma hali olarak better kullanma. suppletive, sf. gr. tümlemeli. suppletory, sf. bk.: supplementary. suppliance =suppliancy, is. yalvarış, yakarış, niyaz. e.a.- appeal, entreaty, plea. suppliant, sf.&is. ı. yalvaran, yakaran, niyaz eden (kimse), 2. -ly : yalvararak, yakararak, yalvanrcasına, 3. -ness: yalvarış, yakarış, niyaz. supplicant, sf. &is. yalvaran, yakaran, rica eden (kimse). supplicate, f. -cated, -cating 1. yalvarmak, yakarmak, rica!istirham etmek, 2. dua! niyaz etmek, 3. supplicatingly: yalvarırcasına, yalvararak, rica!istirham ile. e.a.- 1. beg, beseech, implore, entreat, petition, 2. pray. supplication, is. 1. yalvarma, yakarına, rica!istirham etme, 2. yalvarış, yakarış, rica, istirham, 3. dua!niyaz. supplicatory, sf. yalvaran, yakaran, rica! istirham eden. supply, is. -plies, zf. &f. -plied, -plying 1. gen. - with : sağlamaek), temin/tedarik etme (k). to - s.o. with sth. =- sth. to s.o. : birine bir şeyi temin/tedarik etmek, sağlamak, bulmak. to - s.o. clothing. to - lı community with electricity. 2. tatmin etmeek), telafi etmeek), yerini doldurma(k), 3. ihtiyacı karşılamaek), 4. bir makamı işgal etmeek), 5. mevcut (mal), stok, depoda! kullanılmaya hazır bulunan miktar. - and demand : arz ve talep. be in short - : kıt olmak. a city's water -. 6. As. ikmal, iaşe. - by aif: havadan ikmal. - column: iaşe kolu. _. officer :



ikmal subayı. - road: ikmal yolu. - section : ikmal şubesi. - train/vessel : ikmal trenilgemisi, 7. gen. supplies : erzak, gereç, levazım, malzeme. cut off the supplies : gerekli ihtiyaç maddelerini kesrnek, 8. vekil, 9. besle(n)me, 10. elekt. cereyan, 11. esk. (a) takviye, (b) yardım, 12. bk.: supplely. 13. suppliable : sağlanabilir, temini tedarik edilebilir, 14. supplier : sağlayan, temini tedarik eden kimse, ihtiyacı karşılayan kimse, erzak/malzeme müteahhidi. e.a.-I. provide, 2. compensate, satisfy, make up, replenish, fulfill, 5. stock, store, reserve, inventory, lL. (a) reinforcements, (b) aid. supply-side, sf. ekon. üretimseL. - economics : üretimsel ekonomi: vergileri azaltıp yatı­ rımı teşvik suretiyle mal ve hizmet üretimini artırmak, mim ekonomiyi sağlamlaştırmak tezini güden doktrin. supply-sider, is. üretimsel ekonomi taraftarı.



support, is.&f.



ı.



destek olmak,



(ağırlığı­



nı) taşıma(k)/çekme(k), kaldırma(k),



tutma(k), düşürmeme(k). be -ed by a life-buoy : cankurtarana sarılıp su yüzünde kalmak, 2. götürme (k), dayanmaek), 3. beslemeek), geçindirme(k), masrafını vermeek), devam ettirme(k). to - a family : bir aileyi geçindirmek/beslemek. to oneself: (a) geçinmek, (b) dayanmak, 4. kuvvet vermeek), cesaret telkin etmeek), 5. destekleme(k), teyit etme(k), ispat etmeek), savunma (k), müdafaa etmeek). documents in - of a Cıa­ im : bir iddiayı destekleyen belgeler. give - to a proposal : bir öneriyi desteklemek. speak in - of s.o. : birini savunmak/lehinde konuşmak, 6. yardım etmeek), 7. (tarafını) tutmaek), iltizam etme(k), 8. sabretme(k), tahammül etme(k), katlanma(k), 9. tiy. yardımcı rolde oynamak, 10. destek olan kimse/şey, 11. destek, dayanak, mesnet, taban, kaide, temel, altlık. to getlobtain no - : destek bulamamak, 12. yardım, himaye, 13. destekleyen/himaye eden kimse, arka, piston, 14. güvence, dayanak. the sole - of his old age: ihtiyarlıkta tek güvencesi/dayanağı, 15. yardım, takviye. troops in - : takviye birlikleri, 16. geçim. to be without means of - : geçimini sağlayacak bir geliri olmamak. e.a. -1. bear, 4. strengthen, encourage, abet, 5. sustain, corrobomte, substantiate, verify, 6. aid, help, 7. uphold, advocate, 8. endure, tolerate, 16. subsistence, sustenance, living.



3283



supportable supportable, sf ı. çekilir, tahammül edilebilir, dayanılabilir, 2. desteklenebilir, kanıtlana­ bilir, 3. -ness =supportability : çekilebilme, tahammül edilebilme, dayanılabilme, desteklenebilme, kanıtlanabilme, 4. supportably : çekilebilecek/tahammül edilebilecek şekilde. supporter, is. ı. destekleyen kimse/şey, 2. taraftar, arka, yardımcı, 3. askı, 4. jartiyer, 5. armalarda sembolü taşıyan hayvanlar. supportive, sf 1. destekleyici. - ego psikoL. destekleyici kişi, 2. yardımcı, 3. kanıtlayıcı, iddiayı ispata yarayan, 4. - therapy: (a) psikoL. destekleyici ruh tedavisi, (b) tıp hastanın genel sağlığını kuvvetlendirerek hastalık bulgularının ortadan kaldırıldığı tedavi usulü. supportless, :-,f. desteksiz, dayanaksız, mesnetsiz. supposable, sf varsayılabilir, farz edilebilir, tasavvur olunabilir. supposably : farz/tasavvur edildiğine göre. suppose, f -posed, -posing 1. varsaymak, farz etmek. Let us - the two things equal : Bunların birbirine eşit olduklarını farz edelim. -I-ing that you are right : farz edelim ki hakhsınız = haklı olsanız bile... - you are Iate, what excuse will you make? Geç kalırsan ne mazeret göstereceksin? - we change the subject: Konuyu değiştirsek nasılolur? 2. zannetmek, tahmin etmek, inanmak. i don't - he will ever come back. What do you - he will do? "Will you come tomorrow?" " i - so." "Yarın gelecek misin7" " Her halde/tahmin ederim." 3. düşünmek, tasavvur etmek, 4. içermek, tazamnun etmek, gerektirmek, göstermek. An invention -s an inventor : Keşfin varlığı, kaşifin de varlığını gösterir = Keşifvarsa mutlaka bir kaşif de vardır. 5. -er : farz eden, tasavvurıtahmin eden. e.a.ı. assume, 2. guess, believe, reckon, think, gather, presume, 3. imagine, 4. imply. supposed, sf 1. varsayılan, zannedilen, farazı, var/doğru olduğu sanılan/tasavvur edilen. a - case : farazı bir dava, 2. tahminı, tahmin edilen, 3. hayali', sözde, 4. to be - to : gerekmek, lazım gelmek, olması beklenmek. i am - to be in Ankara tomorrow : Yarın Ankara'da olmam gerekiyor. The ship is - to arrive today : Geminin bugün gelmesi ıazımlbekleniyor. What am i - to do now? Şimdi ne yapmalıyım? You are 3284



not - to do that: Onu yapmamalısın. He is - to be rich : Zengin olduğu söyleniyor. 5. -Iy : güya, sözde, farz olunduğu gibi, denildiğine/ iddiaya göre. a robot -Iy capable of understanding spoken commands: iddiaya göre söylenenleri yapan bir robot. e.a.- 1. hypothetical, assumed, 3. imagined, 5. allegedly. supposing, bağ. şayet, eğer.- it rains, shall we go? supposition, is. 1. zan, tahmin, kıyas. The speaker planned his talk on the - that his hearers would be school children. 2. varsayım, faraziye, ipotez, 3. -al : varsayılan, farazı, tahminı, 4. -aııy : farazi'ltahminı olarak, tahminen, 5. -Iess : zanna/tahmine dayanmayan, farazı olmayan. e.a.-ı. assumption, conjecture, 2. hypothetical, conjectural, supposed. suppositious, sf 1. zanna/tahmine daya.,. nan, farazı, hayali'. - evidence. 2. bk.: supposititious. supposititious, sf ı. sahte, uydurma, asıl­ sız, düzmece, 2. farazı, nazari, varsayılan, 3. -Iy : sahte/asılsız olarak, farazı bir şekilde, tahminen, 4. -ness : sahtelik, uydurmalık, asılsızlık, düzmecelik. e.a.-l. spurious, false, pretended. k.a. - 1. genuine. suppositive, sf 1. farazı, tahminı, faraziyeye dayanan, 2. sahte, uydurma, asılsız, düzmece, 3. gr. varsayımsal : if, granting, provided gibi varsayım/farz bildiren (kelime), 4. -Iy : sahte/ asılsız olarak, farazı bir şekilde, tahminen. e.a.1. supposed, 2. supposititious. suppository, is., ç. -ries fitil, süpozituar, makat veya mehbile konulan koni biçiminde katı ilaç. suppress, gl.f ı. (iş, faaliyet vb.) durdurmak, son vermek, 2. önlemek, menetmek, yasaklamak, kaldırmak, ıağvetmek. All religious activities were -ed. 3. zapt etmek, örtbas etmek, saklamak, gizli tutmak. to - one's feelings. 4. (yayınlanmasını) menetmek, yasaklamak, alı­ koymak, hasıraltı etmek. Each nation -ed the news that was not favorable to it. 5. (kanamayı, öksürüğü vb.) durdurmak, kesmek. - bleeding. 6. bastırmak, sindirmek, tenkil etmek. The troops -ed the rebellion by firing on the mob. 7. -edly : önleyerek, menederek, zapt ederek, bastırarak, örtbas ederek, gizli tutarak, 8. -ible : önlenebilir, menedilebilir, bastırılabilir, sindi-



surbased rilebilir, durdurulabilir, 9. suppressive : önleyici, menedici, bastırıcı, sindirici, durdurucu, 10. suppressively : önlercesine, menedercesine, bastırarak, sindirerek, durduracak şekilde, 11. suppresser = suppressor: önleyen, meneden, bastıran, sindiren, durduran kimse. e.u. - 1. stop, 2. abolish, 3. conceal, restrain, 4. withhold, 5. stop, arrest, 6. quell, crush, repress. suppressant, sf. durdurucu, bastırıcı, giderici, müsekkin (ilaç vb.). a cough - : öksürüğü teskin edici ilaç. suppression, is. durdurma, bastırma, baskı (altında tutma), sindirme, giderme, önleme, menetme. suppurate, gs.f. -rated, -rating (yara) İrin­ lenmek, cerahat toplamak, olgunlaşmak. e.u.maturate. suppuration, is. 1. (yara) irinlenme, cerahat toplama, olgunlaşma, 2. irin, cerahat. e.a.2.pus. suppurative, sf. &is. irinleşimli, irinleşme­ li, irinleştiren, cerahat toplayan, olgunlaştıran (ilaç). supr. = 1. superior, 2. supreme. supra, 7/. yukarıda, (metnin) yukarısında. e.u. - above. supra-, ön ek "yukarısında, üstünde, fevkinde, üzerinde, ötesinde, önünde, dışında" anlamları katar. ör.: supraorbital, suprarenal. e.u.- above, over, beyond, before. supracretaceous.. sf. jeol. tebeşir tabakalarının üstünde olan. supralapsarian, is. kıyametin mukadder olduğuna ve bir kısım insanların kıyametten önce kurtulacağına inanan. -ism : bu tür inanış. supraliminal, sf. psikol. bilinç ötesi, şuur eşiğini aşmış. -ly: bilinç ötesinde, şuur eşiğini aşarak.



supramolecular, .sf. 1. çok moleküllü, 2. molekülden daha karmaşık yapılı. supramundane, sf. dünya ötesinde, semavı. supranational, sf. milletler üstü, bir devletin yetkisi dışında bulunan, birçok milleti ilgilendiren. supraorbital, sf. göz çukurunun üstünde bulunan.



supraorbital ridge = superciliary ridge, is. göz çukurunun üstündeki kemikli çıkıntı. supraprotest, is. huk. borçlunun ödemediği senedi kefilin ödemesi. suprarenal, sf. &is. anat. böbreküstü (bez). - gland : böbreküstü bezi, adrenal guddesi. suprasegmental, sf. 1. parça/dilim ötesinde bulunan, 2. gr. parçaüstü: söz zincirindeki hiçbir parçaya indirgenemeyen, bürünsel nitelik taşıyan. - phoneme : parçaüstü ses birimi. supremacist, sf. üstünlükçü, ırk üstünlüğü tezi güden. a white - : beyaz ırkın üstün olduğu tezini güden. supremacy, is. 1. üstünlük, yücelik, büyüklük, ululuk, herkesten üstün olma. - over ... : ... -den üstünlük, 2. yüce kudret, büyük güç, hakimiyet. e.u. - 2. domination, predominance, mastery. supreme, sf. 1. yüce, ulu, en yüksek. Being : Allah, Tanrı, Hak Taali, 2. hakim, en büyük yetkiye haiz. a - ruler. 3. üstün, en yüksek derecede/mertebede, en mükemmel, en son, 4. -ly : en üstün bir şekilde, fevkalade, 5. -ness: yücelik, ululuk, üstünlük, mükemmellik, 6. - commander: başkumandan, 7. - court : yargıtay, temyiz mahkemesi, 8. - good: en büyük iyilik, en yüce hayır, 9. - sacrifice : özveri, kendini feda etme. make the - sacrifice : canını feda etrnek, 10. - Soviet: Yüksek Sovyet, Sovyet Rusya yasama meclisi, 11. - test : en büyük sınavı deneme. Supt. =supt. = superintendent. sur-, ön ek ı. super- ön ekinin değişik şekli. ör.: survive, surname, 2. sub- ön ekinin r ile başlayan kelimeler önündeki şekli. ör.: surrogate. sura =surah, is. sure, Kuran'daki 114 bölümden her biri. surah, is. ı. sure, 2. yumuşak ipeklitreyon kumaş.



sural, sf. anat. baldır+, baldıra ait. surbase, is. mim. temel üzerine yapılan pervaz. surbased, ~f mim. ı. temel pervazı üzerine kurulmuş, 2. yayvan, basık, 3. basık kemerli, yüksekliği taban açıklığının yarısından az (kemer).



3285



sureease sureease, is. &f -eeased, -eeasing 1. son, bitme, sonu gelme, 2. (eski) sona ermek, bitmek, ardı arkası kesilmek, 3. vaz geçmek, feragat etmek. e.a. -1. end, cessation, 2. stop, end, 3. cease, desist. sureharge, is. &f -eharged, -eharging 1. ilave/ek vergi, ek ücret, 2. aşırı/fahiş fiyat (isteme), 3. fazla/aşırı/ilave yük, 4. pul üzerine bası­ larak değerini değiştiren damga, 5. fazla navlun alma, 6. fazla vergi yükletmek, 7. aşırı fiyat istemek, fazla ücret almak, 8. haddinden fazla yükletme(k), zorlama(k), 9. fazla doldurmaek), 10. bir krediyi deftere kaydetmemeek), 11. posta pulunun üzerine fiyatını değiştiren damga basmak, 12. sureharger : aşırı fiyat isteyen, fazla yükleyen. e.a.- 3. overload. sureingle, is. &f -gled, -gling 1. palan kalanı, 2. papaz cüppesinin kuşağı, zünnar, 3. kobitiş,



lanlalkuşakla bağlamak.



sureoat, is. 1. cüppe, 2. Orta Çağda zırh üzerine giyilen cüppe. sureulose, sf. bot. kökten filiz süren, filizlenen. surd, sf&is. 1. s.bL sessiz, ünsüz, 2. mat.esk. bk.: irrational. sure, sf &zf. 1. emin, kani. I'm not quite - : Pek emin değilim. How ean you be so - ? N asıl bu kadar emin olabilirsin? 2. sağlam, muhkem, güvenilir. He was never .... of her: Ona asla güvenemiyordu.3. olumlu, müspet, 4. kesin, kan, muhakkak. He is - to eome : Muhakkak gelecek. 5. şüphesiz, kuşkusuz, 6. kaçınılmaz, mukadder. Death is - : Ölüm mukadderdir. 7. sabit, metin, 8. yanlışsız, hatasız, isabetli. a - aim. 9. k.d. (a) şüphesiz, kuşkusuz, hiç şüphe yok ki, (b) mutlaka, kesinlikle, muhakkak ki, (c) elbette, tabiı, evet, hay hay, 10. be - : dikkat etmek, emin olmak, unutmamak, ihmal etmemek, mutlaka yapmak. be - of sth. : bir şeyden emin olmak. i am - of it : Bundan eminim. Be - not to forget: Sakın unutma! Be - to close the windows : Pencereleri kapatmayı unutma. Be to eome early : Mutlaka erken gel. I'm - i don't know : Vallahi bilmiyorum/haberim yok! 11. for - : kesinlikle, kat'! olarak. i don't know for - : Kesinlikle bilmiyorum. 12. make - (of) : temin etmek, sağlamak, tahkik etmek, soruştur­ mak, işin aslını anlamak, emin olmak, kanaat



3286



getirmek, sağlama bağlamak. make - of a faet : bir vak' ayı tahkik etmek. make - of a seat : kendine bir mevki sağlamak, 13. - enough: besbelli, aşikar, muhakkak, gerçekten, sahiden. i said he would eome and - enough he did : O mutlaka gelir dedim, işte geldi. and - enough he won the eleetions : gerçekten de seçimi kazandı, 14. to be - : elbette, muhakkak, haklısı­ nız. She's not very pretty to be -, but ... : Güzelolmadığı muhakkak, fakat. .. It's John, to be - ! John, ta kendisi! 15. sureness: kesinlik, kat'iyet, emin olma. e.a.- 1. confident, convinced, persuaded, 2. solid, steady, reliable, stable, trustworthy, 3. positive, 4&5. certain, bound, 6. inevitable, unavoidable, 8. accurate, precise, unerring, 9. (a) surely, undoubtedly, (b) inevitably, (c) of course, yes. k.a. - 1. doubtfuL sure-enough, sf. k.d. gerçek, hakiki. This is a - gold coin. e.a.- real, genuine. sure-fire, sf k.d. işleyeceği/başaracağı muhakkak, kesin, emin, yüzde yüzgüvenilir. There is no - eure for this disease: Buhastalı­ ğın kesin bir devası yoktur. sure-footed, sf 1. ayağını sıkı basan, sürçmez, kaymaz, sağlam, 2. emin adımlarla ilerleyen, 3. -Iy : emin adımlarla, güvenle, kendinden emin olarak, 4. -ness : güvenle/emin adımlarla ilerleme. surely, zf. 1. kesinlikle, emin!emniyette olarak, güven içinde, tehlikesizce, 2. kuşkusuz, şüphesiz, muhakkak, mutlaka. - you are mİsta­ ken : Mutlaka yanılıyorsun. 3. elbette, besbelli, belli ki, görülüyor ki. - you don't believe that: Elbette buna inanmıyorsun (Buna nasıl inanır­ sm?). 4. kaçınılmaz bir şekilde, 5. evet, tabiI. e.a.- 1. firmly, 2. undoubtedly, assuredly, certainly, 4. inevitably, 5. yes, indeed. sure thing k.d. ı. kesin/muhakkak olan şey, 2. elbette, muhakkak, tabiı, evet, tamam, ol.. du, 3. a sure thing : yüzde yüz, elde bir. e.a.2. surely, for sure, o.K., roger. surety, is., ç. -ties ı. güvence, emniyet, teminat, 2. kefil, rehine, kefalet. go/stand - for s.o. : birine kefil olmak, 3. kesinlik, kat'iyet, 4. kendine, güven, nefse itimat, 5. - - bond : sağlanca, teminat akçesi/mektubu. e.a. - 1. security, guarantee, pledge, 2. sponsor, 3. certainty.



surgeoncy surf, is. &f. ı. kıyıya çarparak çatlayan dalgalar, 2. çatlayan dalgaların köpükleri, 3. dalgalar üzerinde tahta ile kıyıya doğru kaymak, 4. -able: üstünde tahta ile kayılabilir (dalga), 5. -like : köpüklü dalga gibi. e.a.-1. wave. surface, is. &sf. &f. -faced, -facing 1. yüz, satıh. the six - of a cube. 2. alan, 3. geom. yüzey, satıh, iki boyutlu şekil, 4. dış, dış taraf, 5. dış görünüş, 6. (taşıma) karadan veya denizden (havadan değil). - travel, - maiL. 7. dış+, haıid, 8. dış görünüş, zevahir, 9. görünüşte, yüzeysel, zahiri, sathı, 10. yüzeyini (bir şeyle) kaplamak/örtmek, 11. düz yapmak, 12. cilalamak, 13. üstündeki toprağı kaldınp madeni iş­ letmek, 14. su yüzeyine çıkmak, 15. yüzeyde çalışmak, 16. -less: yüzeysiz, 17. surfacer : yüzeyini düzelten, planya, cilalayan, sıva altı dolgusu (boya altına sürülen astar), 18. - plate : düzleme tablası, bir yüzeyin düzgünlüğünü kontrol için tesviyecilerin kullandıkları tabla, 19. - tensionfiz. yüzey gerilmesi. e.a.- 1. face, 7. external, 9. apparent, supeificiaL. surface-active agent, is. kim. yüzeyetkin özdek: suyun yüzey gerilimini azaltan özdek. surfactant d.d. surface boundary layer, is. meteor. yüzey katrnan : yeryüzünü saran kalınlığı ı 00 m' den az hava tabakası. surface layer, friction layer, ground layer d.d. surface-to-air, sf. yerden havaya atılan. missile : yerden havaya atılan füze. surface-to-surface, sf. yersel. - missile: yersel füze, yerdeki hedeflere yerden atılan füze. surface-to-underwater, sf. yerden su altı­ na atılan. surfactant, is. kim. bk.: surface-active agent. surtbird, is. zool. dalga kuşu (Aphriza virgata). Amerika'nın Pasifik kıyılarında yaşayan bir kuş. surtboard, is. 1. dalga kayağı, dalgalar üstünde kayak yapılan tahta, 2. -ing = surfing = surfriding : dalga kayakçılığı, dalgalar üzerinde tahta ile kayma sporu, 3. -er : dalga kayakçısı. surtboat, is. dalga kayığı : dalgaları aşa­ bilmeye elverişli kayık. surf casting, is. dalgalı deniz balıkçılığı: dalgalı deniz kıyısında olta ile balık avcılığı.



surfeit, is. &f. ı. aşınlık, ifrat, bolluk. There is a - of gold in the market : Piyasada altın bolluğu var. 2. oburluk, doymazlık, yiyip içmede aşınlık, çatlayacak derecede yemek yeme hastalığı. to eat sth. to a - : bir şeyi çatlayasıya yemek, 3. aşın tokluk, mide şişkinliği, çok yemekten ileri gelen rahatsızlık, 4. bıkkın­ lık, aşın yemekten ileri gelen tiksintilbulantı. to have a - of sth.: bir şeyden bıkmak/gına getirmek. to have a - of fish: balık yemekten bık­ mak, 5. çatlayasıya yemek/yedirmek, tıka basa doy-(ur)mak. e.a.- 1. excess, superabundance, 3&4. satiety, 5. satiate. surffish, is., ç. -fish/-fishes zool. 1. dalga balığı (Umbrina rancador): K Amerika Pasifik kıyılarında yaşayan bir tür yılan balığı, 2. bk.: surfperch. surfing =surfriding, is. dalga kayakçılı­ ğı. surfer = surfrider : dalga kayakçısı. surfperch, is., ç. -perch/-perches zool. kıyı levreği (Embiotocidae): K Amerika Pasifik kıyılarında yaşayan ve doğurarak üreyen bir tür balık. surffish d.d. surfy, sf. dalgalı, kıyıya çarpıp çatlayan dalgalara benzeyen, dalga gibi. surg. = ı. surgeon, 2. surgery, 3. surgical. surge, is. &f. surged, surging 1. büyük/ dağ gibi dalga, 2. büyük dalga gibi sürüklenme, 3. dalgalanma, denizin büyük dalgalarla kabarması, 4. elekt. (a) dalgalanma, akımın/gerilimin hızla yükselip düşmesi, (b) kısa süreli ve büyük genlikli titreşim, 5. den. (a) kablo veya halatm gevşemesi/boşalması, (b) ırgatm daralan kısmı, 6. (gemi) dalgalarla sürüklenmek, yükselip alçalmak, (demirli gemi) çok baş kıç vurmak, 7. dalgalanmak, 8. kabarıp yuvarlanmak, 9. elekı. (gerilim/akım) (a) anı yükselip alçalmak, (b) büyük genlikle kısa süreli titreşim yapmak, 10. den. (kablolhalat) birden kayıvermek/boşal­ mak, 11. -less : dalgasız. e.a. - 1. billow, wave. surgeon, is. ı. cerrah, operatör, 2. - General : (a) ABD Milll Savunma Sağlık Dairesi Başkanı, ordu/Deniz/Hv.Kuv. baş doktoru, baş­ tabip, (b) (bazı eyaletlerde) sağlık bakanı, 3. -'s knot : cerrah düğümü. surgeoncy, is. Brit. cerrahhk, operatörlük.



3287



surgeonfish surgeonfish, is., ç. -fish/-fishes zool. cer(Acanthuridae) : Mercan denizlerinde yaşayan ve kılçığının kuyruk kısmı neştere benzeyen balık. surgery, is., ç. -ries ı. cerrahlık, operatörlük, cerrahlık ilmi/sanatı, 2. ameliyat, 3. ameliyathane, ameliyat odası/salonu, 4. Rrit. muayenehane, 4. esthetic!plastic - : estetik/güzellik



rah



balık



ameliyatı.



surgical, sf ı. cerrahi, cerraha/cerrahlığa ait, 2. cerrahlıkta kullanılan, cerrahIarın kullandıkları, ameliyatta kullanılan, 3. -ly : ameliyatla, cerrahi müdahale ile, 4. - operation: ameliyat, 5. - ward : hariciye koğuşu. suricate, is. zool. Afrika gelinciği (Suricata suricatta): Afrika'da yaşayan gelinciğe benzer etçil hayvan. Surinam cherry, is. bot. Brezilya kirazı (Eugenia uniflora). Surinam toad, is. zool. petekli kurbağa (Pipa americanaY. Surinam ve Brezilya'ya özgü bir tür kurbağa. surly, sf -lier, -liest 1. ters, aksi, 2. haşin, kaba. He has a - manner. 3. asık suratlı. a - officer. 4. (hava) kasvetli, sıkıcı. a - weather. 5. esk. kibirli, kendini beğenmiş, 6. surlily : ters ters, aksilikle, kabaca, haşin bir şekilde, asık suratla, 7. surliness: terslik, kabalık, aksilik, haşinlik, asık suratlılık. e.a.-I. bad-tempered, 2. rude, 4. gloomy, dark, dismal, 5. arrogant, haughty, lordly. surmise, is.&f -mised, -mising ı. sanmak, zannetmek, tahmin etmek, şüphelenmek. i can only - that this happened last week : Sırf tahmine dayanarak ~unun geçen hafta olduğunu söyleyebilirim. 2. zan, tahmin. to be right in one's -s ler bk,: warb~ ler (3). e.q. - 4. furious, frantic, mad, raging. wood 3, f 1. agaçlandırmak, orman haline getirmek, ağaç/orman yetiştinnek, 2. odurı/ke~ reste tedarik etmek, 3. .". up: odun depo etmek, to . . . up before the approach of winter. 4. esk. çıldırmak, delirmek, deliye dönmek, öfkeden kö~ pürmek. e.a, ~ 4. rave. wood~3:pple, is. bot. fil elması (Feronia elephantum). w()()dı>in, is, odun kovası. w()()dı>ine, is. bot. 1. hanımeli (Lonicf:ra Pf:riclymenum), 2. ABD Virjinya sarrr1aşığı (Parthenoçissus quinquefolia), w()()dı>iııd d,d, wood bloek, is. 1. tahta basma kalıbı, 4. tahta kahpla basılmış resim,



3688



wood-bloek, sf tahta kahpla basılmış, woodb()rer, is. ağaç kurdu. w()od~earver, is. oymaçı, tahta oymacısı. wo()d carving, is. oymaeılık, tahta oyma işi.



w()odchat, is. zool. ı. . . . shrike d.d. kızıl örümcek kuşu (Lanius senator), 4. az kul. ardıç kuşu (Larvivora). woodchopper, is. oduncu, ormanda ağaç kesen kimse. woodebopping, is. odunculuk, ağaç kes~ me. wo()dcbuck, is. zool, (K Amerika'ya özgii) dağ sıça nı (Mqrmota monax), woodcock, is., ç. ~e()cks/-c()ck 1. zool. Çuı~ luk (Scolopax rusticola), Amerika çulluğu (Philohela minor), 2~ esk, bk..' siınplet()n. woodcraft, is. 1. ormancılık, orman bilgisi, 2. avcılık, 3. oymacılık. w()odcraftsman başlı



oymacı.



woodcllt, is. bk: woodblock. woodeutter, is. oduncu, baltaçı, odun



ke~



sicisi. woodcutting, is. odunculuk, baltacılık, odun kesme. wooded, sf ı. ağaçlıklı, ormanlık, kQru~ luk, 2. odunu boL. wooden, sf ı. ahşap. a . . . ship. 2. ağaçl tahtaedan yapılmış). a . . . gait. 3. odun/kazık gi~ bi (yürüyüş/duruş), kalın kafalı, kaba, aptal, alık (yüz), acemi, hoyrat, 4. cansız, ruhsuz, et~ kisiz. a . . . stal'e. S. beşind yıl döniimü. . . . a,n~ niversary : evliliğin beşinci yıl dönümü, 6. '" Horse: Truva atı, tahta at, 7. . . . Indian: (a) tahtadan oyulmuş Kızılderili heykeli, (b) odun gibi adam, 8. . . . shoe: takunya, nalın, tahta pa~ buç, e,a. ~3. stupid, awkward, 4, dull, spiritless. woodenly, if. odun gibi, kabaca, hoyratça, aptalca. woodenness, is. ı. ahşaptanıtahtadan ya~ pılmış olma, 4. kalın kafalılık, hoyratlık, kabalık, 3~ cansızlık, ruhsuzluk. wood engraver, is. oymacI. wo()d engraving, is. 1. oymacıIık, tahta Qymacılığı, 2. tahta resim kalıbı, 3. kalıp La bası~ lan resim, graviir. woodenhead, is. k.d. ahmak laptali kabn kafalılmankafalıkimse. e.a. ~ blockhead.



woolen wooden-headed, sf ahmak, aptal, kalın e.a. -dull, stupid. wooden-headedness, is. ahmaklık, aptal-



kafalı, mankafalı.



lık, kalın kafalılık, mankafalılık.



woodenware, is. tahta mutfak eşyası, tahta çanak çömlek. woodhen, is. bk.: weka. woodhouse, is., ç. -houses odunluk, odun! kereste deposu. woodiness, is. odunumsuluk, odunaltahtaya benzeyiş. wood-kingfisher, is. zool. İzmir yalıçapkı­ nı (Coracii-formes alcedinidae). woodland, sf &is. 1. ormanlık, ağaçlık, 2. orman+, ormanda yaşayan. a - nymph. 3. caribou zool. karibu. woodlark, is. zool. ağaç tarla kuşu (Lullula arborea). woodman, is., ç. -men orman adamı: ormanda yaşayan, avlanarak geçinen adam. e.a.woodsman. woodmancraft, is. orman hayatına alışıklık.



woodnote, is.



doğal



ses, (ormanda)



kuş



sesi/ötüşü.



wood nymph, is. 1. orman perisi, 2. zool. (a) G Amerika arı kuşu (Thalurania), (b) boz kelebek (Minois alope) kanatları kahverengi üzerine sarı çizgili ve siyah, beyaz benekli bir kelebek. woodpecker, is. zool. ağaçkakan (Picidae). woodpile, is. odun yığını, istiflenmiş odun. woodprint, is. bk.: woodcutl woodblock. woodruff, is. bot. ince otu (Asperula odorata). Kızıl kökgillerden güzel kokulu beyaz çiçekler açan bir bitki. Parfümeride ve şaraplara rayiha vermekte kullanılır. woodshed, is. odunluk. woodsia, is. bot. kaya eğreltisi (Woodsia). woodsman, is., ç. -men ı. bk.: woodman, 2. keresteci, oduncu, ormancı. e.a. -2. lumberman. woodsy, sf woodsier, woodsiest ABD ormanımsı, ormanı andıran, orman havası veren, ormanla ilgili. a - fragrance: orman kokusu. woodwaxen, is. bk.: woadwoodwax waxen.



=



woodwind, is. ı. müz. tahtadan yapılmış nefesli sazlar, 2. -s : orkestranın bu nefesli sazlar bölümü. woodwork, is. 1. ağaç işleri, marangozluk, dülgerlik, 2. binanın ahşap kısmı. -er : marangoz, dülger. -ing: (a) ağaç işçiliği, marangozluk, dülgerlik, (b) ağaç işlerinde kullanılan. woodworm, is. ağaç kurdu. woody, sf woodier, woodiest ı. ormanlık, ağaçlık, ormanı çok, 2. ormana ait, ormanla ilgili, 3. ahşap, tahtadan yapılmış, 4. odunumsu, oduna benzer, odun!tahta yapılışındalgörünü­ şünde.



wooer, is. aşık, sevdalı, flört eden kimse. woof, is. 1. (dokumacılıkta) atkı, argaç, 2. Brit. çözgü, arış, 3. dokum, dokunuş. 4. havlama sesi: hav. e.a.· 1. filling, 2. warp, 3. texture, fabric. woofer, is. alçak frekanslı ses hoparlörü. wool, is. 1. yün, yapağı. - fat: lanolin. virgin -: ilk kez dokunmuş yün. - comber: yün tarayıcısı, 2. yünlü kumaş, 3. yün ipliği, 4. sun'i yün, 5. elyaf, yün gibi yumuşak ve tüylü şey. glass -: cam elyafı. steel -: çelik bulaşık teli, 6. (bazı bitkiler ve tırtıllar üzerindeki) tüy, 7. k.d. kıvırcık kısa saç, 8. all - and a yard wide : halis, saf, katışıksız, hakiki. He was a real friend, all - and a yard wide. 9. dyed in the -: müzmin, azılı, koyu, sabit fikirli, önyargılı, değişmez, ıslah kabul etmez. A sinner who was dyed in the -. dyed in the - communİst: azıh komünist. 10. go for - and come home shorn : suya gidip susuz gelmekJDimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak. 11. Keep your on! Kızma! Öfkelenme! 12. much cry and little - : fiyasko, neticesiz tartışma, 13. pull the over s.o.'s eyes : göz boyamak, aldatmak. e.a.8. genuine, sincere, excellent, 9. inveterate, confirmed, 13. deceive, delude. wool-bearing, sf yünlü! yün veren (hayvan), yünü olan. wool-carding = wool-combing, is. yün tarama. wool-clip, is. bir koyundan bir senede kır­ kılan yapağı miktarı.



wool-dyed, sf dokunmadan önce boyanmış.



woolen, sf&is. 1. yün+, yünlü, yünden yacloth. 2. -s : yünlüler, yünlü kumaş! elbise. Brit.: woollen.



pılmış.-



3689



wooler wooler, is. yünü için beslenen hayvan. woolfell, is. post. woolgatherer, is. dalgın kimse. woolgathering, is. dalgınlık, dalgacılık, hayal kurma, aklı başka yerde olma. be/go -: dalıp gitmek, hayallere dalmak, dalga geçmek. woolgrower, is. yüncü, yün üreticisi, yünü için koyun besleyen kimse. woolgrowing, is. yüncÜıük, yün üretme, yün için koyun besleme. wooliness, is. bk.: woolliness. woollen, sf &is. Brit. bk.: woolen. woollike, sf yün gibi, yüne benzer. woolliness, is. yüne benzerlik, yün gibi oluş, tüylülük, havlılık. woolly = woolyl, sf -lier, -liest ı. yünıü, yünden yapılmış.- socks. a - fleece. 2. yün gibi, yüne benzer, yumuşak, kabarık, tüyıü,3. üstü tüyıü. a - caterpillar. 4. bot. tüylü, havlı, 5. k.d. yoz, kaba, sert, haşin, 6. bulanık, vuzuhsuz, belirsiz, müphem, karışık, dağınık. - thinking. His ideas are a bit -. 7. - bear: tüylü tır­ tıl, 8. --headed: zihni bulanık/karışık/dağı­ nık, kafası dumanlı, dalgın, vazıh düşüneme­



yen. woolly =wooi y 2, is., ç. -lies 1. (Batı ABD) koyun, yünlü hayvan, 2. woollies : yünlü çamaşır/giyim eşyası. winter woollies. woolman, is., ç. -men yün tüccarı, yapağı taciri. woolpack, is. ı. yün balyası, 2. pamuk yı­ ğını, küme bulut. woolsack, is. 1. yün çuvalı, 2. Brit. Lordlar Kamarası Başkanının meclisteki yün minderi/ makamı, 3. reach the -= to be raised to the. - : Lordlar Kamarası Başkanı veya Adalet Bakanı olmak, 4. take the seat on the -: Lordlar Kamarası oturumunu açmak. woolshed, is. yün deposu, koyun kırkım evi. woolsorters disease, is. patol. yüncü hastalığı, BaeiIlus anthraeis sporlarının nefes yollarında meydana getirdiği hastalık. wool sponge, is. yün süngeri, yumuşak sünger (Hippiospongia lachne). FIorida ve Antillerde çıkan görünüşü yüne benzer sünger. wool stapler, is. 1. yün tüccan, 2. yün ayı­ nmcısı: yünleri cinslerine göre ayıran kimse. 3690



wool stapling, is.



ı.



yün ticareti, 2. yün



ayırımcılığı.



woolwork, is. yün ile gergef işi. wooly,0Jj:&is. bk.: woolly. woomera, is. bk.: womera. woorali, is. bk.: curare. woosh, is.&f bk.: whoosh. woozily, zf. ı. sersemce, şaşkın şaşkın, şaşırarak, 2. başı dönerek, sersemleyerek, 3. sarhoşlukla.



wooziness, is. 1. sersemlik, şaşkınlık, 2. baş dönmesi, 3. sarhoşluk. woozy, sf woozier, wooziest k.d. 1. sersem(lemiş), şaşkın. - from a blow on the head. 2. başı dönmüş. He felt - after the flu. 3. sarhoş. e.a.-l. muddled, dazed, befudled, 2.dizzy, drunken. wop, is. argo- hkr. İtalyan, makarnacı. Worcester china = Royal Worcester = 'Vorcester porcelain, is. İngiliz porseleni. word 1, is. 1. kelime, lafız. a household -: günlük/harcıalem kelime. A - to the wise (is sufficient) : Arif olan anlar/arife tarif gerekmez/ anlayana sivrisinek saz. My - 1 Maşallah! Aman yarabbi! upon my - ! ValIahi! bad is not for it : ona fena demek azdır. Don't say a - to anybody: Kimseye bir şey söyleme. May i put a - in? Ben de bir şey söyleyebilir miyim? 2. -8: (a) söz, deyim, tabir, laf, ıakırdI. fair -8: tatlı sözler. four-letter -: küfür, kaba söz, i have no -s for = -s fai! me : Sözle tarif edemem; söyleyecek söz bulamıyorum. He is too stupid for -s: Tarif edilmez derecede aptaldır. in other -s: başka tabirle. -s of one syllable: basit/açık sözler. vain -s: boş ıar. -s mean little when action is called for. (b) güfte. i know the tune of the song, but i don't know the -s. (c) ağız kavgası, münakaşa. high -s: hiddetIi/ağır sözler. to have -s with s.o. : birisi ile atışmak, çekişmek, münakaşa etmek. -s have passed between them : Atıştılar, birbirine kötü sözler söylediler. 3. kısa konuşma, (bir çift) söz, diyecek. I'd like a - with you: Sana bir çift sözüm var. 4. deyim, ifade. a - of praise : övgü, methiye, 5. söz, vaat. i give you my - for it : Sana vadediyorum/söz veriyorum. - of honor : namus sözü. break one's - : sözünü tutmamak, sözünden dönmek/caymak. Upon my -: Vallahi, billiihi,



wordless söz veriyorum ki. to keep one's -: sözünü tutmak, 6. haber, malı1mat. send -: haber yollamak. We received - of his death. a good- : (a) iyi haber. (b) övgü, medih, tavsiye, sitayişkar söz. big -s : övünme, büyük söz. Put in a good - for s.o. : birini övmek. He never has a good - for anyone : Herkesi kötüler. 7. parola. He gave the - and they let him in : Paralayı söyleyince girmesine izin verdiler. 8. emir, kumanda, işaret. - of command : komut, kumanda. On his - theyall moved forward : O komut verince yürüyüşe geçtiler. at a -: söylenir söylenmez, 9. b.h. the Word, the Word of God d.d. (a) Kutsal Kitap, Tanrı Kelarnı, (b) bk.: 10gos, (c) İncil, 10. esk. atasözü, özdeyiş, simge söz, 11. be as good as one's - : sözünün eri olmak, vaadini/sözünü tutmak, 12. eat one's -s: sözünü geri almak; tükürdüğünü yalamak, 13. (get) a - in edgeways : lMa karışmak, mütemadiyen konuşan birinin sözünü kesip bir şey söylemek. He talks so much that no one else can get a - in edgeways. 14. have a - in s.o. 's ears : kulağına fısıldamak, gizlice söylemek, 15. have a - to say : söyleyecek sözü olmak, 16. have a - with s.o. : birisiyle konuşmak! görüşmek; birine bir çift söz söylemek, 17. have no -s for : anlatacak kelime bulamamak, sözle anlatmaktan aciz olmak, 18. have the last - : sözü geçmek, son sözü kendisi söylemek, dediğini yaptırmak, 19. His - is (as good as) his bond: Sözünü tutar; sözüne güvenilir; sözü sağlamdır. 20. in a - =in one - : özet olarak, (uzun) sözün kısası, kısacası, huıasaikeıam. In a - there was no comparison. 21. in so many -s: aynen, açıkça, kesinlikle, kesin olarak. He told me in so many -s to go to Hen: Bana aynen "cehennem ol!" dedi. He did not say it in so many -s: Aynen böyle demedi (fakat böyle derneğe getirdi). 22. man of his -/woman of her -: sözünün eri. i am a man of my -: Sözümün eriyim; söz bir Allah bir. 23. mince - s : kaçamakh/dolambaçlı konuşmak, lafı gevelemek, 24. not have a - to throw at a dog : konuşmaya tenezzül etmemek, kibirinden kimse ile konuşmamak, 25. not the - for it : yersiz/uygunsuz söz, yetersiz ifade, 26. of few -s: (a) az konuşur, suskun. a man of few -s. (b) veciz, özlü, 27. of many -s: konuşkan, çok konuşan, geveze, 28. put in a (good) - for: övmek, methetmek, hakkında sitayişkar sözler söylemek, 29. put in-



to -s: sözle/şifahen anlatmak, ifade etmek, 30. say the - k.d. (bir şeyin yapılması/başla­ ması için) izini emir vermek, 31. suit the actioıı to the -s: dediğini yapmak, 32. Take one at one's -: sözüne inanmak. i took you at your - : sözün(üz)e inandım, 33. take s.o.'s - for it : birisinin söylediklerine inanmak. take my - for it! Sözüme inan! 34. take the -s out of one's mouth : (karşısındakinin) ağzından sözü kapmak; leb demeden leblebiyi anlamak. You have taken the -s out of my mouth : Ben de tam bunu söyleyecektim. 35. - of mouth : konuşma, sözle ifade. by - of mouth : ağızdan, sözlü olarak, şifahen, 36. - painter: belagatli yazar, 37. - painting : tasvir, belagat, sözle canlandır­ ma, güzel anlatış, 38. - picture: tasvir, iyi açıklanmış tanım. e.a. - 2 (c) quarrel, 4. statement, declaration, expression, 5. promise, pledge, warrant, assurance, 6. news, information, tidings, 7. password, watchword, countersign, 8. order, command. word 2, f (sözle) ifade etmek/söylemek/ anlatmak. He -ed the explanation well. word accent, bk.: word stress. wordage, is. 1. kelime sayısı, 2. kelimelerin tümü, 3. kelime seçimi, kelimelerle ifade, 4. laf kalabalığı, lüzumsuz sözler. e.a.-3. wording, 4. verbiage, wordiness. word blindness, is. okuma yitimi. e.a.alexia. wordbook, is. sözlük, ıügat. e.a.- dictionary. word class, is. gr. kelime sınıfı. word-for-word = word for word; ,sf &zf. 1. kelimesi kelimesine, aynen, harfiyen. Teli me what he said, word for word. a word-for-word translation. 2. word by word d.d. kelime kelime, cümlenin toptan anlamını değil her kelimenin anlamını söyleyerek. e.a.-I. verbatim. word game, is. kelime oyunu. wordily, zl ıtnaplı bir şekilde, sözü gereksizce uzatarak. wordiness, is. ıtnap, sözü gereksiz yere uzatma. wording, is. 1. söyleyim, ifade tarzı, üslüp, 2. kelime seçimi. The - of a business agreement should be exact. e.a.- phrasing, diction. wordless, sf 1. sessiz, suskun, sükuti, konuşmayan, dili tutulmuş, 2. sözle/kelimelerle anlatılması olanaksız, 3. kelimelerden başka araçlarla ifade edilen.



3691



wordlessly wordlessly, zf. 1. susarak, konuşmadan, bir söylemeksizin, dili tutulmuşçasına, 2. kelimelerden başka şeylerle ifade ederek. wordlessness, is. ı. suskunluk, süküt, susma, dili tutulma, 2. kelimelerle ifade olanaksız­ şey



lığı.



word of honor, is. yemin, ant şeref/namus sozu. e.a.- oath, promise. word-of-mouth, sf sözlü, ağızdan ağıza yayılan. The producers rely on ~ advertising. word order, is. söz dizimİ, söz düzeni. word-perfect, sf Brit. rolünü iyi ezberlemiş (aktör), mükemmel/kusursuz (konuşan). Her speech was ~. She was ~ in her speech. wordplay, is. kelime oyunu, cinas. e.a.- pun. word processing, is. süreçli yazım, yazı işlem: bilgisayar aracılığı ile yazı yazma yöntemi. word processor, is. yazı işlemi düzeni, süreçyazar. word square, is. söz karesi: soldan sağa ve yukarıdan aşağıya aynı kelimeI_er okunabilen kare. word stress, is. kelime vurgusu. word accent d.d. wordy, sf wordier, wordiest ı. ıtnaplı, çok uzun, boş yere uzatılmış (söz/yazı), lüzumsuz kelimelerle dolu. a ~ explanation. 2. sözlü, sözlerle/kelimelerle anlatılan. e.a.-l. verbose, prolix, 2. verbaL. wore, f bk.: wear (geç.z.). work 1, is. 1. iş, meşgale. hard ~: ağır/ zor iş, 2. çalışma, meşguliyet, 3. iş, görev, vazife, memuriyet. My ~ is in medicine/as a doctoro i go to ~ at 9. to look for ~: memuriyet/ iş aramak, 4~ emek, el işi. it takes a lot of ~ to builda house : Bir ev yapmak için çok emek harcamak gerekir. 5. çalışma yeri, 6. eser, yapıt, kitap. a ~ of art. literary ~s. The ~s of Shakespeare. the ~s of God : doğa, evren, kainat, tabiat, 7. yapı: bina, köprü vb. 8. tahkimat (duvar, kale, hendek vb.), 9. ~s: (a) fabrika, tesis, atölye, imalathane, (b) mekanizma, (c) sevap kazanılacak iş, 10. fiz. iş, 11. all in the day's ~: doğal, normal, tabii, mutat. It's all in the day's - : Ne yapalım? Bu böyledir. 12. at -: (a) iş başında, işte, çalışıyor, çalışmakta. be at



3692



iş başında



olmak, çalışmak. He's always at ~ in the aftemoons. (b) çalışırken, işlerken. to watch machines at ~. 13. give s.o. the ~s argo (a) birini öldürmek! hırpalamak, (b) birine aman vermemek, göz açtırmamak, 14. go/getlset to ~ (on) : işe girişmek/koyulmak, 15. go the right way to ~: usulü dairesinde işe girişrnek, 16. have one's ~ cut out for one: işi başından aşmak, işi çok zor olmak, 17. in the ~s: yapıl­ makta, bakılmakta, planda, 18. in ~ : işi/görevi/ memuriyeti var, çalışmakta. out of ~: işsiz, boşta, 19. make hard - of: kolay bir işi zor bulmak, 20. make short ~ of: kısa kesrnek, çabuk bitirmek, 21. make - (unnecessarily): (hiç yoktan) iş çıkarmak, 22. set s.o. to -: birini bir işe oturtmak, 23. shoot the -s: argo bütün gücünü/parasını harcamak, son gayretini/meteliğini sarf etmek. Let's shoot the -s and order the crepe suzette. 24. the poison had done its -: zehir etkisini gösterdi, 25. the whole -s: hepsi, 26. the ~s argo (a) ayrıntı, teferruat, garnitür. a hamburger with the -s. (b) zulüm, işkence, çetin iş. give S.O. the ~s. e.a.- 1. labor, toil, drudgery, 3. occupation, business, trade, employment. NOT: WORK, DRUDGERY, LABOR, TOIL, zihnı veya bedenı çalışmayı gerektiren faaliyetleri gösterirler. En genel anlamlı­ sı WORK olup hem kolay, hem zor iş anlamın­ da kullanılır: heavy work; part-time work; outdoor work. DRUDGERY sürekli ve yorucu, bıktıncı, köle gibi çalışmayı gerektiren işlere uygulanır: the drudgery of household tasks. LABOR, ağır el işlerini belirtir: labor on a farm, in a steel mill. TOIL, yorucu ve yıpratıcı iş demektir: toil that breaks down the worker's health work 2, sf iş+. - dothes: iş elbisesi. work 3, f worked/wrought, working 1. çalış(tır)mak, iş yap(tır)mak. She -s her employees hard. 2. işle(t)mek, faalolmak, emek sarf etmek. She -ed a needlepoint cushion : iğne işi yastık işledi. 3. uğraş(tır)mak, meşgul olmak/etmek, 4. görevli/vazifeli olmak, memuriyeti olmak,S. başarılı olmak, başarınak, iyi sonuç vermek. My plan did not -: Planım başarılı olmadı. 6. etkilemek, tesir etmek. it won't -: olmaz, yürümez, 7. güçlükle yürümek/hareket etrnek. the ship -s to winwards. 8. çözmek, halletmek, 9. k.d. aldatmak, 10. k.d. isteklerine alet et-



worked rnek, kullanmak, 11. meydana getirmek, 12. şe­ kil vermek, 13. mayala(n)mak. this dough -s slowly. 14. heyecanını tahrik etmek. to - a crowd into a frenzy. 15. - at: çalışmak, çabalamak, 16. - against s.o. : birisiyle mücadele etrnek, 17. - away on : aralıksız çalışmak, 18. by rule = - to rule : kurallara harfiyen uyarak işi yavaşlatmak (ve bu şekilde ücret artışını temine çalışmak), 19. - even: düz örmek, 20. in : sokuşturmak, araya sıkıştırmak, içine işle­ rnek, nüfuz/müdahele etmek, iterek sokmak, başka maddeleri karıştırıp eze eze yedirmek, el ile işleyerek meydana getirmek, 21. - into : zorlamak, sokmak, koymak, 22. - loose: gevşe­ rnek, laçka olmak, 23. work off : (a) gidermek, azaltma~, defetmek, atmak. to - off excess weight: (sıkı çalışaraklidmanla)zayıflamak. - off one's anger on s.o. : öfkesini birinden almak, (b) çalışıp başarmakıüstesinden gelmek, ödemek. to - off a debt : çalışarak borcunu ödemek, 24. - on/upon: etkilemeyelkandırmaya çalışmak, üzerinde işlemek, 25. - one's way : güçlükle ilerlemek, 26. - one's way through school: kendi çabasıyla okumak, 27. - out: (a) (dikkatle çalışıp düşünerek) çözüm yolu/yoll çare bulmak. to - out a solution to a problem. (b) çözmek, halletmek, hesaplamak. - out a problem. to - out a sum. (c) gen. - out to = out at : sonuçlanmak, neticelenmek, sonuç vermek, sonuca varmaklulaşmak, erişmek, mal olmak, baliğ olmak. Things have -ed out badly. It - ed very well for me. wonder how their ideas ed out in practice ?The bill -s out to $500.. How much does it - out at? Kaça çıkar?(d) geliş­ mek, başarılı olmak, (e) pHlnlamak, kararlaştır­ mak. To - out the details. (f) gerçekleşmek, mümkün olmak. i hope this -s out. (g) idman yapmak. to - out in the gymnasium. (h) (maden damarı) bit(ir)mek. The mine was -ed out years ago.28. - over: (a) bir daha yapmak, (b) işle­ rnek, üstünden geçmek,' (c) değişiklikltadilat yapmak, (d) ABD- argo saldırmak, üzerine atıl­ mak, hırpalamak. They -ed him over. 29. - up: Ca) heyecana getirmek, heyecanlandırmak, hislerini tahrik etmeklkamçılamak. The politician -ed the crowd up un til they shouted together. be - ed up about sth : bir şey için heyecanlanmakl hiddetlenmek. (b) (ayrıntılı olarak) hazırlamak,



emek sarf etmek, emekle vücuda getirmek. - up some plans. (c) kurmak, düzenlemek, geliştir­ mek, yapmak. He -ed up the firm from nothing. (d) (tedricen) tamamlamaklbitirmek. - up into : haline getirmek. to - up the notes into a book. - up an appetite: çalıştırarak acıktırmak, 30. - oneself up into : başını derde sokmak, 31. - up to : -e hazırlanmak; -i amaçlamak; -e varmak. e.a.-ı. labor, toil, 2. operate, 5. succeed, 6. influence, 10. exploiı, 13. ferment. -work, son ek 1. "... işi, -den yapılmış". needlework : iğne işi. woodworklbrickwork : tahtadan/tuğladan yapılmış. housework : ev işi, 2. "... ödevi." homework : ev ödevi, 3. "-sanatı, -cilik." paperwork : kırtasiyecilik. workability, is. 1. işletilebilme, işlenebil­ me, 2. uygulanabilme, elverişlilik, gerçekleşe­ bilme. workable, sf 1. işletilebilir. a - machine. 2. elverişli, uygulanabilir, pratik, gerçekleşebi­ lir. This plan isn it -. 3. işlenebilir, şekil verilebilir. - day for making pots. workableness, is. bk.: workability. workaday, sf 1. günlük, çalışma günlerine özgü, 2. adi, bayağı, alelade, sıradan. This world. workaholic, sf k.d. aşırı/çok çalışan, kendini işe veren. workaholism, is. aşırı/çok çalışma, kendini işe verme. workbag, is. el işi torbası. workbasket =workbox, is. el işi/dikiş sepeti/çantası.



workbench, is. tezgah. workbook, is. 1. işletme rehberi/talimatı, 2. alıştırma kitabı, 3. çalışma kayıt defteri . workbox, bk.: workbasket. work camp, is. ı. çalışma kampı, 2. hayır işleri için çalışan gönüllüler. workday = working day, is. 1. iş/çalışma günü, 2. günlük çalışma süresİ. a seven-hour -. worked, sf işlenmiş, üzerinde çalışıl­ mış. a newly - field. e.a.-wrought. NOT: WORKED ve \VROUGHT üzerinde emek harcanmış, çalışılmış nesneler niteler. WORKED uzun süren herhangi çeşit bir iş veya emek sarf edildiğini belirtir: a worked silver mine: işleti3693



worked-up lenlişlemekte olan gümüş



madeni.WROUGHT kapsar: a wrought-iron milingo dövme demir parmaklık. worked-up, sf heyecanlı, sinirli, öfkeli. işlenerek şekil verilmiş anlamını



el ile



He was quite - and said he has been very anxious for their safety. ught-up.



e.a.- exeited, angry, wro-



worker, is. 1. işçi, amele, emekçi. steel -: çelik işçisi. a factory -: fabrika işçişi, 2. bir konuda/alanda çalışan kimse. a - in scientific research. a - for the Republiean Party.. He is a hard -: Çok çalışkandır. a - of miraele: mucize yaratan kimse, 3. zool. işçi sınıfından bö~ cek (arı, karınca, vb.) --antl-bee : işçi karıncalan. workerless, sf işçisiz, amelesiz. work ethic, is. iş ahHikı. workfare, is. sosyal yardım görenlerden çalışabilecek durumda olanları eğitim veya kamu görevlerinde çalıştırınayı öngören hükumet planı.



work farm, is. ıslah çiftliği: suç işleyen için çalıştırıldıkları çiftlik. workfellow, is. iş arkadaşı. workfolk(s), is. işçiler, ameleler, emekçiler. work force, is. iş gücü, mevcut işçiler,



çocukların ıslah



çalışanlar.



work fundion, is. fiz. iş işlevi: maddeden elektronu ayırabilmek için gerekli minimum erke/enerji. workhorse, is. ı. beygir, 2. çok çalışan kimse. a willing -: akranları arasında en çok işi yüklenen/yapan kimse. workhouse, is., ç. -houses ı. ABD ıslah evi, 2. Brit. düşkünler evi,· güçsüzler evi, 3. esk. bk.: workshop. work-in, is. işçilerin işgali: işçilerin protesto maksadıyla iş yerini işgal ederek ayrıl­ mayı reddetmeleri. working I, is. ı. çalışma, iş yapma, 2. iş­ leme, faaliyet. the involuted -s of his mind. 3. işleme, şekil verme. The - of clay is easy when it is damp. 4. gen. -s : iş yeri, maden ocağında kazı yeri,S. mayalanma, 6. yapı elemanı3694



nın gevşemesine/laçkalaşmasına sebep olan gerilme veya hareket, 7. bir organın anormal hareketi. The - of his limbs revealed his disease. working 2, sf ı. çalışan, iş gören, 2. iş­ çi+, geçimini işçilikle kazanan. a - man. 3. iş­ leyen, işler durumda, 4. iş+, işe/çalışmaya ait, 5. işe yarar, yararlı, yeterli, fayda sağlayan, işi



kolaylaştıran. a - modeL. a - majority. a knowledge of Frenelı. 6. seyiren, 7. mayalanan,



köpüren, 8. - asset: işletme değerleri, 9. - capital : döner sermaye, net cari aktif, 10. elass : işçi sınıfı, 11. - conditions: çalışma koşulları/şartları, 12. - day: iş/çalışma günü, 13. - drawing: imalat resmi, 14. - hours: iş/çalışma saatleri, 15. - hypothesis : geçici varsayım, 16. - papers: (a) (yabancılara verilen) çalışma izni belgesi, (b) ABD reşit olmayanlara verilen çalışma izni belgesi, 17. substance = - fluid: işler özdek: basınç, sıcak­ lık, hacim, şekil değişmelerine uğrayarak güç makinelerini çalıştıran özdek (sıvı, buhar, vb.), 18. - surface : çalışma yüzeyi. workingman, is., ç. -men işçi, amele, emekçi. workingwoman, is., ç. -women işçi kadın. workless, sf işsiz. worklessness, is. işsizlik. work load, is. ı. iş yükü, bir kimsenin! grubun/makinenin yapması gereken iş miktarı, 2. belirli bir dönemde bir işçinin/makinenin/ kimsenin çalışma saatleri toplamı. workman, is., ç. -men işçi, amele. workmanlike = workmanly, sf ustaca yapılmış, ustaya yakışır, usta elinden çıkmış. a - piece of writing. The book is a - job, with ehronology, index and bibliogmphy. e.a.- skillful, well exeeuted. workmanship, is. 1. işçilik, ustalık, sanatkarlık. good -. 2. zanaat, sanat. workmen's compensation insurance, is. işçi sigortası.



work of art, is. sanat eseri, şaheser. The new bridge is a work of art. workout, is. 1. idman, antrenman, 2. deneme



çalışması,



3. yetenek denemesi. workpeople, is. işçiler, çalışanlar, zümre. e.a. - workers, employees.



çalışan



world workpiece, is. eldeki parça, işlenen parça. workplace, is. çalışma/iş yeri, memuriyet mahalli. workroom, is. çalışma odası. works council, is. Brit. iş kurulu: (a) işçi temsilcilerinden oluşan ve işçi hakları ile şika­ yet, çalışma koşulları, ücret vb. işleriyle uğra­ şan kurul, (b) bir iş yerinde işçi ve işveren temsilcilerinden oluşan ve benzer sorunları inceleyen kuruL. work sheet, is. 1. iş izlencesi: çalışma programı ve saatlerini gösteren kağıt, 2. müsvedde, karalama kağıdı. workshop, is. 1. iş evi, işlik, atelye, çalış­ ma odası, 2. seminer, inceleme/tartışma topluluğu. a theater -. worktable, is. çalışma masası. work train, is. işçi treni, demir yolu işçi­ lerini ve malzemesini taşıyan tren. workweek, is. haftalık çalışma saati. workwoman, is., ç. -women kadın işçi, işçi kadın.



world, is. 1. dünya. Ancient - : Avrupa, Asya, Afrika. New -: Amerika. the scientific - : ilim dünyası. - Bank : Dünya Bankası. - Council of Churches : Dünya Kiliseler Danışma Kurulu. - Court : Milletler Arası Mahkeme (International Court of Justice d.d.). - Health Organization : Dünya Sağlık Teşkilatı. - power: güçıü/etkili devletlkurum vb. - Series World's Series : (beysbol) şampiyonluk karşılaşmaları. - 's fair : dünya fuan, uluslar arası fuar. -'s 01dest profession : fuhuş. - war: dünya savaşı, cihan harbi, 2. cihan, alem. the woman's -: kadınlar alemi. the - of dream s: rüya alemi. the animaVinsect - : hayvanlar/böcekler alemi. the starry -: yıldızlar alemi, 3. evren, kainat. the sun is the center of our - : güneş kainatımızın merkezidir. - soul: evrensel ruh. - spirit: (a) Allah, Tanrı, Cenabıhak, (b) evrensel ruh, 4. yer, arz, yeryüzü, 5. insanlar, insanlık. The - must eliminate war and powerty. herkes.The whole knows about it. 6. ömür, hayat. You have the before you : Önünde bütün bir ömür var. He is not long for this -: Fazla yaşamaz, ömrü kısa­ dır. 7. ölümlü dünya. You must learn to liye in the - as it is : Bu ölümlü dünyayı olduğu gibi kabul etmelisin. the nextlother - = the - to co-



=



me: ahret, öbür dünya, 8. dünya nimetleri. to give up the - and serve God : dünya nimetlerinden feragat edip Tanrıya hizmet etmek. i would give the - to know : Öğrenmek için her şeyi feda ederdim. this -'s goods : dünyalık, dünya nimetleri, 9. toplum. go out into the - : topluma karışmak, 10. hayat. a man of the - : hayat adamı, görmüş geçirmiş/pişkin adam, 11. a of : pek çok, dünya kadar. a - of money : dünya kadar para, 12. all the -: herkes, bütün cihan. all the - to s. o. : (birisi için) her şey, bütün varlık, en kıymetli şey. My home is all the - to me. 13. as the - goes: dünyanın gidişine göre, 14. be on top of the -: k.d. mutlu olmak, dünyalar kendisinin olmak, sevinçten uçmak, 15. bring into the -: doğurmak, dünyaya getirmek, 16. for all the - : (a) dünyada, asla, kaı'iyen, bütün dünyayı verseler, ne pahasına olursa olsun. She wouldn't come to visit us for all the -: Dünyada bizi ziyaret etmez. i wouldn't hurt her for the -: Onu kat'iyen incİt­ mem. (b) tıpkı, tıpatıp, aynen, tamamen. You lookfor all the - like my Awıt Mary. 17. dead to the -: dünyadan habersiz (derin uykuda, sarhoş, vb.), 18. in the -: (a) asla, kaı'iyen, dünyada. i never in the - would have believed such an obvious lie : Böyle düpedüz bir yalana dünyada/asla inanmazdım. (b) yahu, Allah aşkına. Where in the - did you find that hat? Yahu, bu şapkayı da nereden buldun? What in the is he doing? Ne yapıyor Allah aşkına? all the differenee in the -: dünya kadar/dağlar kadar fark. come down in the -: içtimaı mevkice vb. düşmek. make one's way in the -: hayatta muvaffak olmak, 19. one who has seen the .-: görmüş geçirmiş/feleğin çemberinden geçmiş, 20. out of this - =out of the - k.d. fevkalade, eşsiz, harikulilde, şahane. She bakes an apple pie that is out of this -. 21. set the - on fire: ünü/şöhreti dünyaya yayılmak, 22. the way of the -: dünya hali, dünyanın gidişi, 23. the of letters : edebiyat alemi/dünyası, 24. the and his wife : herkes, bütün dünya, 25. think the _. of s. o. : birini son derece beğenmek, takdir etmek, sevmek. He may get angry sometimes, but he really thinks the - of you. 26. worlds apart: tamamıyla farklı. Their ways of life are



3695



worldliness worlds apart :



Yaşama



tarzları



tamamıyla



farklıdır.



27. - without end: ebediyen, ilelebet, sonsuzluğa dek. forever and ever, - without end. worldliness, is. dünyaperestlik, dünyevılik, maddecilik. worldling, is. dünyaperest, zevkperest, kendini dünya zevklerine kaptırmış kimse. worldly, sf&zf. -lier, -liest ı. dünyevı, maddı, cismanı, 2. kendini tamamen dünya işle­ rine/zevklerine vermiş, 3. l§.ik, dinı olmayan, 4. pişkin, hayat· tecrübesi çok, hayatı iyi anlamı ş, 5. esk. dünyaya ait, dünyada bulunan! yaşayan. ants, flies and other - insects. e.a.1. earthly, mundane, earthy, terrestrial, 3. secular, 4. urbane, cosmopolitan, sophisticated. k.a.-1. spiritua!. NOT: WORLDLY sıfatı İn­ sanların dünya ile ilgili davranış ve faaliyetleriyle ilgili olarak şahıslara ve nesnelere uygulanır: a worldly cleric, a worldly life. MUNDANE de tıpkı worldly gibi maddı, cismanı, dünyevı anlamında olmakla beraber şahıslar için pek kullanılmaz, canlı olmayan şeyler için kullanı­ lır: Mundane affairs: dünya işleri. a mundane outlook: maddı görünüş. ERATHLY, dinı anlamda dünyevı (yani uhrevı olmayan) anlamı taşır: This erathly paradise: Bu dünya cenneti. earthly joys: dünyevı zevkler. EARTHY toprağa ait anlamında ise de bazan zarafetten uzak, kaba vb. anlamında kullanılır: a rich and earthy odor; earthy humor. TERRESTRIAL, fiziksel anlamda yeryüzüne, arza, dünyaya ait demektir: The terrestrial life: yeryüzündeki hayat. A terrestrial plant : yeryüzünde yetişen bitki. worldly-wise, sf pişkin, hayatta tecrübeli, dünya işlerini'iyi bilen. world-shaking, sf dünyayı sarsan, çok önemli. world-weariness, is. dünyadan bezginlik/ bıkkınlık.



world-weary, sf dünyadan bezmiş/bıkmış. world-wide = world wide, sf evrensel, dünya



çapında, cihanşümul, alemşümul,



gın, geniş.



yayIn 1930 during the - economic dep-



ression.



worm I, is. 1. zoo!. kurt, solucan (İlgili sı­ fat: vermicular), 2. solucana benzer şey, 3. argo alçak, miskin, pısırık kimse. He's rather a



3696



Miskinin biridir. Even a - will turn: En pısı­ rık adam bile ancak bir hadde kadar sabreder. 4. vida dişi, 5. sonsuz vida, 6. helezon taşıyıcı, 7. -s pato!. bağırsak kurtlarının sebep olduğu hastalık, 8. esk. yılan, 9. bk.: lytta, 10. azap, insanın içini kemiren/rahatsız eden şey. the of conscience gnaws incessantly. 11. -'s-eye view hkr. alttan bakış, aşağılık bir mevkiden yukarıya bakış. bk.: bird's-eye view. worm 2, f ı. sürün(dür)mek, sinsi sinsi ilerle(t)mek. - (oneself/one's way) through undergrowth : çalılar vb. arasından oyulganmak/ kıvrılarak ilerlemek, 2. gen. - into : sinsice/dalkavuklukla elde etmek. to - oneself into s.o. 's favor : sinsice/dalkavuklukla birinin teveccühünü kazanmak, 3. gen. - out/from: hile ile/sinsice elde etmek. to - a secret out of a person : hiie ile birinin sırrını öğrenmek, 4. dalkavuklukla/sinsi sinsi sokulmak/göze girmek, 5. - one's



way through the crowd:



kalabalık arasından



kendine yol açmak, 6. köpeğin dili altındaki kurt gibi siniri kestirmek, 7. solucanlkurt düşürmek, 8. den. halatın yivlerini kıtıkla doldurmak. e.a.1. creep, crawl. wormcast, is. solucan gübresi yığını. worm drive, is. mak. sonsuz vidalı işlet­ me düzeni. worm-eaten, sf eskimiş, kurt yemiş, modası geçmiş.



worm eel, is. zoo!.



mırmır balığı



(Echelus



myrus).



wormer, is. ı. sürünen, sinsice ilerleyen, 2. solucan düşürücü iHiç, 3. ağızdan dolma tüfeklerde burgulu harbi. worm fence, is. yılankavi çit. snake fenced.d. worm-flshing, is. solucanla balık avlama. worm gear, is. sonsuz vida dişlisi. wormhole, is. solucanlkurt deliği. wormil, is. bk.: warble (6). worminess, is. ı. kurtlanma, kurtlu olma, delik deşik olma, 2. alçaklık, adilik, zillet, alçalış, mezellet. wormish, sf bk.: womlike. wormlike, sf solucanlkurt gibi, solucana/ kurda benzer, solucanımsı. worm lizard, is. zoo!. ayaksız kertenkele (Amphishaenidae) : Afrika ve G Amerika'da bulunur, solucana benzer, toprağa gömülerek yaşar.



worse wormroot, is. bk.: pinkroot. wormseed, is. bot. 1. solucan otu: pelin, kazayağı gibi tohum veya çiçekleri solucan dü~ şürmekte kullanılan birkaç çeşit bitki, 2. bu bitkilerin tohumu veya kurutulmuş çiçeği. worm snake, is. zool. solucan yılan( Carphophis amoenus). Orta ABD' de bulunan solucan gibi ufak yılan. worm wheel, is. sonsuz vida çarkı. wormwood, is. 1. bot. pelin (otu) (Artemisia Absinthium), 2. acı/nahoş/üzücü şey. wormy, sf wormier, wormiest ı. kurtlu, kurtlanmış. a - apple. 2. kurt yemiş, delik deşik, 3. alçak, adi, zeliL. e.a.- 2. worm-eaten, 3. wormlike, groveling, low, mean. worn, sf &f ı. aşınmış, eskimiş, yıpran­ mış, zedelenmiş, 2. çok giyilmiş, 3. bitkin, bitap, çok yorgun, 4. bk.: wear (sff). wornness, is. aşınma, yıpranma, eskime, zedelenme. worn-out, sf 1. eskiemiş), yıpranmış, aşın­ mış, zedelenmiş, hurda.- shoes. 2. bitkin, bitap, çok yorgun. He was - after three sleepless nights. e.a.-1. dilapidated, 2. exhausted, fatigued. worried, sf üzgün, kederli, canı sıkılmış, endişeli. a - look: üzgün görünüş. He seems very - about something : Bir şeye çok canı sı­ kılmış görünüyor. worriedly, zf. üzgün/kederli/endişeli bir şekilde, endişe/keder/ can sıkıntısı ile. worrier, is. üzülen, endişelenen, tasalanan, kaygı çeken, canı sıkılan. worriment, is. k.d. 1. dert, bela, musibet, 2. üzüntü, endişe, tasa, kaygı, keder, merak, can sıkıntısı. e.a. -1. trouble, annoyance, 2. worry, anxiety. worrisome, sf 1. üzücii, endişelendirici, can sıkıcı, kaygı/endişe. verici. a - problem. 2. çabuk üzülen/endişelenen/tasalanan. worrisomely, zf. üzüntü/endişe verecek şekilde, can sıkarcasına. worryl, f -ried, -rying ı. üz(ül)mek, endişelen( dir)mek, endişelkeder duymak/vermek, tasalanmak, kay gılanmak, endişe/merak etmek, canı sıkılmak, zihninde kurmak. Don't - (abo-



ut me) : (Benim için) üzülme/endişelenme/ merak etme/tasalanma! She will - if we are Iate : Gecikirsek merak eder. -ing about your health can make yot ill. His debts worried him : Borçları için endişe ediyordu. The whole business worries me to death : Bütün bu işlere ölesiye üzülüyorum. What's -ing you? Neye üzülüyorsun= Seni üzen nedir? 2. zorla/güçlükle ilerlemek. an old car -ing uphill. 3. (köpek, kedi vb.) ısırıp sarsmak, hırpalamak. A cat will - a mouse. 4. rahatsız/taciz etmek, canını sıkmak. Don't - me with so many questions. 5. isk. boğ­ mak, 6. - along = - through k.d. (güçlüklere/ engellere rağmen) ilerlemek/başarmak, altından kalkmak, üstesinden gelmek. To others the situation seemed intolerable, but with luck and persistence she worried through. 7. - the life out of s.o. : birinin başının etini yemek. e.a. -1. fret, trouble, torment, harry, hector, disquiet, annoy, harass, 6. strangle, choke. worry2, is., ç. -ries 1. üzüntü, endişe, merak, tasa, keder, kaygı, can sıkıntısı. - kept her awake : Üzüntüden uyuyamadı. 2. dert, bela, kederlkaygı/endişe/üzüntü veren şey, üzülecek şey, üzüntü sebebi. A mother of sick children has many worries. 3. üzülme, endişelenme, tasalanma, meraklanma, kederlenme, 4. - beads: tesbih. e.a. - 1. apprehension, vexation, anxiety, uneasiness, disquiet, misgiving, concem. worrying, sf bk.: worrysome. worryingly, zf. üzüıerek, endişe/tasa/kaygı çekerek, can sıkıntısı ile, merak/üzüntü içinde. worrywart, is. boşuna üzülen/endişele­ nen kimse. worse, sf &zf. &is. 1. (bad , ill sıfatlarının artıklık hali) beter, daha kötü, daha fena (bir durumda).Things go from bad to - : İşler gittikçe fenalaşıyor. to make matters - = and what's - : üstelik, daha da fenası, bu da yetmiyormuş gibi... Bill is a bad boy, but his brother is -. it is raining - than ever. He is - off now than he was ten years ago : Maddi durumu on yıl öncesinden daha kötüdür. He is in a - way than you: Sizden daha kötü durumdadır. 2. daha uygunsuz/gayrimüsait (vaziyette), gittikçe kötüleşen/kötüleşerek, 3. daha hasta. The patient is -.



3697



worsen 4. daha fena şey, beteri, kötü durum. He thought the loss of his property bad enough, but - followed. He was none the - for his long journey : Bu uzun yolculuk onu hiç etkilemedi. i think none the - of you for refusing : Bunu reddettiğiniz için gücenmedim. He got off with nothing - than a wetting : Bir ıslanmakla kurtuldu. So much the - for him! Yazıklar olsun ona! the - for drink/wear : oldukça sarhoş/yorgun. worsen, f. kötüleş(tir)mek, fenalaş(tır)mak, daha kötü duruma düş(ür)mek. worser, sf.&zf k.d. bk.: worse. worshipl, is. 1. ibadet, tapınma, perestiş. the - of God : Allaha ibadet. hours of - : ibadet saatleri, 2. aşırı sevgi/hürmet, tapma. excessive - of business success. 3. tapınılan şey, 4. Brit. hürmet ifadesi olarak yargıçlara vb. hitapta hullanılır: "Yes, your -," he said to the judge. 5. esk. saygınlık, saygıdeğerlik. men of - : saygıdeğer zevat. e.a.-I. reverence, 3. adoration, admiration. worship 2, f. -shiped, -shiping (veya Brit.: -shipped, -shipping) 1. ibadet etmek, tapınmak, perestiş etmek. People go to mosque/church to - God : Allaha ibadet için insanlar camiye/ kiliseye giderler. 2. tapmak, aşırı derecede sevmek/hürmet etmek. A miser -s money : Hasis paraya tapar. e.a. -1. revere, venerate, 2. honor, adorate, idolize, adulate, 15 lorify· k.a.-2. detest. worshiper = worshipper, is. ibadet edeni tapan kimse. worshipful, sf. ı. tapınan, perestiş eden, perestişkar, 2. Brit. saygıdeğer, muhterem. the - the Mayor of London. the - company of Golsmiths. e.il.-l. worshipping, 2. honorable. worshipfully, if taparcasına, perestişkarane. worshipfulness, is. tapınma, perestiş. worshipingly = worshippingly, if taparak, ibadet ederek, tapınarak, perestiş ederek. worst 1, sf. (bad ve nı sıfatlarının üstünlük derecesi) 1. en fena, en kötü. the - personl house. 2. en feci. the - accident. 3. en şiddetli/ müthiş. the - cold/winter. 4. en haylaz/yaramaz/tembel vb. He is the - boy in schooL. 5. en beceriksiz/yeteneksiz. the - typist in the group.



3698



6. come off -: yenilmek, yenilgiye/hezimete uğramak, 7. in the - way = the - way k.d. pek çok, ziyadesiyle, adamakıllı, fena halde. He wanted a warm coatfor the winter in the - way. worst 2, is. ı. en fenası/kötüsü, en fena/ kötü şey/durum vb. The - of the winter is over: Kışın en şiddetli kısmı geçti. I've seen bad work, but this is the -: Kötü iş gördüm ama, bu kadarını değiL. The - of it is that i could have prevented the accident if I'd been earlier : İşin fenası, erken davransam kazayı önleyebilirdim. 2. at (the) - : en fena ihtimale göre, en kötü ihtimalle. He will be expelled from the school, at -. 3. do one's -: elinden geleni (kötülüğü) yapmak, elinden geleni ardına koymamak. Do your - ! Elinden geleni yap! Elinden geleni ardına koyma! The enemy is coming, but let him the -, we are ready for him. 4. get the - of sth. : yenilmek, mağlı1p olmak. get the - of a fight. 5. give s. o. the - of it: bir kimseyi yenmek/mağlup etmek, 6. if (the) - comes to (the) -: en kötü ihtimalle, pek sıkışırsalsıkıya gelirse. If the ~- comes to the -, we can always go by bus tomorrow. worst 3, if 1. en fena/kötü (şekilde/halde/ surette). This child acts - when his parents have guests. 2. en şiddetli, en çok, en berbat, en müthiş (şekilde). It's my left leg that hurts - of all : En müthiş ağrı sol bacağımda. worst4, f. yenmek, mağlup etmek, bozguna/hezimete uğratmak. The army worsted the e.a.enemy in battle. He warsted him easily. defeat, bem. worsted, sf. & is. bükme/bükülmüş yün, yün ipliği, yün ipliğinden dokunmuş (kumaş), bu kumaştan yapılmış (elbise). a - suit. wort, is. ı. bitki, nebat, ot, sebze. (birleşik isimler yapmakta kullanılır: liverwort, figwort gibi). 2. ma1t, bira yapımında kullanılan arpa mayası.



worth l, e. ı. değer, layık, şayan. be -: It's - seeing: Görmeye değer. This book is - reading: Bu kitap okumaya değer. advice - taking: tutmaya değer öğüt. it is the money : Bu fiyata değer. It's not - a cent: Beş para etmez. to be - while: harcanacak zadeğmek.



would mana değmek. to be - its weight in gold : altın gibi değerli olmak, ağırlığı kadar altına değmek. In the desert a bOUle of water is often-its weight in gold. 2. değerinde, kıymetinde, eder. That book is - $8. 3.... sahibi, -lik. He is - millions : Milyonların sahibidir, milyonluk adamdır. die - a million: bir milyon bırakarak ölmek. it would be as much as my life is - to do this : Bunu yapmak hayatıma malolabilir. Give me two donar' - of cheese : Bana iki dolarlık peynir veriniz. i teıı you this for what it is -: Pek önemli değil (bazan: doğru olup olmadığını bilmiyorum) fakat size söyleyeyim. 4. for an it is - : son haddine kadar, 5. for an one is - k.d. olanca gücüyle. He ran for an he was -: olanca gücüyle koştu. 6. for what it's - : ne (pahasına) olursa olsun, 7. What is - doing is - doing wen. Yapılacak bir iş Hiyıkıyla yapılmalı­ dır. e.a.-l. deserving, meriting, justifying. worth 2, is. 1. (manevi) değer, kıymet, meziyet, fazilet. men of - : değerli kişiler, 2. (maddi) değer, kıymet, yarar, fayda. His - to the world is inestimable. 3. (para olarak) değer, karşılık. get one's money's -: harcadığı paranın değeri­ nilkarşılığını almak/çıkarmak. She got her money's - out of that coat. 4. -lik. ten cent's - of candy : on sentlik şeker, 5. servet zenginlik, varlık. His personal - is several million. 6. put in one's two cents - = put in one's two cents argo: tartışmada kendi fikrini/düşüncesini ortaya atmak. e.a. -1. merit, 2. value, usefulness, importance. NOT: WORTH ve VALUE, bir kimsenin veya şeyin değerini, kıymetini, mükemmeliyetini belirtirler. Para ile ölçülebilecek değerler için her ikisi de eş anlamda kullanılabilir: to get one's money's worth; to receive good value in purchase. WORTH genellikle madde ile ölçülemeyen manevı ~eğerleri ifade eder, buna mukabil VALUE ölçülebilen maddı değerler için kullanılır: ideas of little WORTH; the VALUE of the house. worth 3, f esk. vaki olmak, çıkmak, zuhur etmek, vuku bulmak, başına gelmek. Woe the day: O güne lanet olsun! Woe - the man: O adama lanet olsun! e.a.- betide, befaH



-worth, son ek "-lik, ... değerinde(ki)." pen-nyworth : bir penilik (kuruşluk), bir peni değerinde.



worthful, sf değerli, kıymetli. a good and - man. tlıe - aspect of their culture. worthily, zf. 1. değerlice, değerli/saygıde­ ğer bir şekilde, 2. uygunca, layık/yakışacak şe­ kilde. worthiness, is. ı. değer, kıymet, meziyet, saygıdeğerlik, 2. uygunluk, liyakat, yakışma, yaraşma.



worthless, sf. ı. değersiz, kıymetsiz, önemsiz. a - action. 2. işe yaramaz, 3. adi, pespaye, ciğeri beş para etmez. a - member of society. e.a.-1. valueless, trashy, 2. useless, 3. despicable, contemptible. worthlessly, zf. değersizce, önemsizce, bir değer/kıymet ifade etmeksizin. worthlessness, is. değersizlik, kıymetsiz­ lik, önemsizlik. worthwhile, sf değerli, kıymetli, yararlı, (zahmetine vb.) değer. a - job. He ought to spend his time on some - reading. Brit.: wothwhile ş.d.y. worthwhileness, is. değer(lilik), kıymet(li­ lik), önem(lilik), zahmete vb. değme. worthyl, sf. -thier, -thiest ı. değerli, kıy­ metli, meziyetli, saygıdeğer, saygın, örnek olacak. a - man. 2. layık, reva, müstahak, değimli, uygun, yaraşır, yakışır. a book - ofpraise. of help/dislike. a - vvinner. not -, to be chosen. a deed - to be remernbered. e.a.-l. honorable, rneritorious, estimable, excellent, exemplary, honest, upright, worthwhile, 2. deserving. worthy2, is., ç. -thies değerli/kıymetli/ saygıdeğerlileri gelen kimse. Tlıe town wortlıies included the doctor and the lawyer. wot 1, f bk.: wit. . 2 wot , f wotted, wotting Brit. bilmek, haberdar olmak. (gen. - of). Other times and places which we - not of : Bilmediğimiz baş­ ka zaman ve mekan. e.a. - know. would, f ı. bk.: will (geç.z.&sff), 2. isternek, dilernek, temenni etmek, arzulamak. i - it were true : Doğru olmasını temenni ederim. -



3699



would-be he were here! Keşke burada olsaydı! 3. nazikane ifadelerde will yerine kullanılır: - you be so kind : Lütfen, ., .lütfunda bulunur musunuz? 4. yardımcı fiil olarak şu anlamları taşır: (a) istek, arzu. He - like to read : Okumak istiyor. (b) koşul, şart. He - help if he were here: Burada olsaydı yardım ederdi. (c) gelecek zaman. He kept searching for something that - cure him: Kendisini iyi edecek ilacı arayıp durdu. (d) azim, karar. He - not go : Gitmeyecekti, gitmemekte kararlı idi. (e) olasılık. Letting him to speak - cause serious trouble : Konuşmasına izin vermek önemli zorluklara yol açabilirdi. (f) tercih. We - have you succeed rather than faH : Başarmanızı tercih ederiz. (g) rica, dilek. - you give us a can'? (Lütfen) bize telefon eder misiniz? (h) adet, alışkanlık. We ride together each day : Her gün beraber ata binerdik. (i) seçenek. He - never go if he could help it : Elinden gelse kat'iyen gitmezdi. G) belirsizlik. it - seem to be wrong : Yanlış gibi görünüyor/yanlışa benziyor. 5. - better: daha iyisi. - rather: tercihan. Which - you rather do, go to the cinema or stay at home? Hangisini tercih edersin: sinemaya gitmeyi mi, yoksa evde kalmayı mı? 6. -that: keşke. that we had seen her before she died : Keşke onu ölmeden önce görebilseydik. would-be, sf ı. sözde, güya. a - kindness : sözde iyilik, 2. özenen, argo bozuntu. a - poet/musician. wouldn't =would not. wouldst, f esk. = would (will fiilinin ikinci tekil şahsı). wound I, is. 1. yara, bere. bullet/knife -: kurşun/bıçak yarası. ruh salt to s.o.'s -: birinin yarasına tuz sürmek, 2. incinme, rencide 01me, gönül yarası. a - to her pride : izzetinefis yarası. e.a.-I. cut, stab, laceration, lesion, trauma, injury, 2. grief, anguish, insult. wound 2, f ı. yaralamak. The shot -ed his arm. He - ed him in the arm. 2. incitmek, gücendirrnek, rencide etmek, kalbini kırmak, 3. bk.: wind (geç.z.&sff) e.a.-l. injure, hurt, harm, damage, cut, stab, lacerate



3700



wounded, sf &is. ı. yaralı. a - soldier. to bandage a - hand. 2. the -: yaralılar. emergency treatment for the -: yaralılara acil yardım/ilk tedavi. woundingly, zf. yaralayarak, yaralarcasına. woundless, sf yarasız. woundwort, is. bk.: kidney vetch. wove, f bk.: weave (geç.z. &sff). woven,f bk.: weave (s,ff). wove paper, is. düz kağıt, ancak ışığa tutulunca merdane izi görülen kağıt. bk.: laid paper. wow 1, f argo şaşırtmak, hayrete düşür­ mek, hayran etmek. wow 2, is. 1. argo olağanüstü başarı, 2. uğul­ tu, seslendirme düzeninde alçak frekanslı ses dalgalanması.



wow3, ünL. k.d. Ooo! Vay canına! (hayret, sevinç, memnuniyet vb. ifade eder) Wow! Look at that! Ooo! Şuna da bakın hele! wowser, is. Avust. koyu dindar, sofu, zahit, mutaassıp. wpm =words per minute. wrack 1, is. 1. enkaz, yıkıntı. leaving no behind. 2. gemi enkazı, 3. harabiyet, yıkım, yı­ kılma, harap olma. go to - and ruin : harap olmak, enkaz haline gelmek, 4. dalgaların kıyıya attığı yosunlar,S. (rüzgarla sürüklenen) bulut kümesi. e.a. -1. ruin, 2. wreckage, 3. destruction. wrack2, f ı. yık(ıl)mak, enkaz haline gelmek/getirmek, harap olmak/etmek, 2. rüzgarla sürüklenmek. WRAF = W.R.A.F. =Brit. Women's Royal Air Force. wraith, is. 1. hortlak, hayalet, 2. çok zayıf kimse. a wraithlike body : hayalet gibi/zayıf beden, 3. sahibinin öleceğine delalet eden hayali rüya. e.a.-l. ghost. wraithlike, sf hayalet gibi. wrang, sf isk. bk.: wrong. wrangle i ,f -gled, -gling 1. dalaşmak, çekişmek, kavga/münazaa etmek, 2. münakaşa etmek, 3. - away/into: kavga ederek (istenilen bir duruma) getirmek. şaşkınlık,



wreck l He wrangled his wife into agreement : Kavga ederek karısını razı etti. 4. ABD sığırtmaçlık yapmak, hayvanları bir araya toplamak. e.a.1. argue, quarrel, bieker, brawl, dispute, 2. debate. wrangle2, is. dalaşma, çekişme, kavga, ağız kavgası, münakaşa, münazaa. e.a.- argument, quarrel. wrangler, is. ı. kavgacı, münazaacı, çekişen, kavga eden kimse, 2. İngiltere'de Cambridge Üniversitesinde matematikten en yüksek dereceyi alan, 3. sığırtmaç, çoban. e.a. - 3. herdsman. wrap 1, f wrapped/ wrapt, wrapping ı. sarmak, sarmalamak, sarınmaklsarılmak. She -ped herself in a shawl : Bir atkıya sarındı. a shawl around you : Bir atkıya sarın. In eold weather you should - up well. 2. - up: sarmak, paketlemek, paket yapmak. I -ped up the box in a brown paper before I posted it. 3. - up: (fikri/anlamı) gizlernek, anlaşılmaz hale getirmek, muğıaklaştırmak. He -ped up his meaning in a faney speeeh whieh I eouldn it understand. 4. - up k.d. bitirmek, tamamlamak, sona erdirmek. Now the agreement is -ped up, all we have to do is to wait for the first orders : Şimdi anlaşmayı tamamladık, yapılacak şey ilk siparişleri beklemektir. Well, that about -s it up : Eh, işimiz bitti artık. 5. - up argo susmak, sesini kesmek, 6. wrapped up İn : (işe, çalışmaya vb.) daImış, kendini tamamen vermiş/ kaptırmış, dört elle sarılmış, -e sarılmış/bürün­ müş. wrapped up in onels work : işe dalmak. He sat wrapped up in thought : Oturup derin düşüncelere daldı. e.a.-ı. eover, enCıose, surround, envelop. wrap2, is. ı. sargı, atkı, şal, giysi, ceket, palto, eşarp, 2. -s: dış giysiler: palto, pardesü, manto, vb. 3. under -s k.d. (halktan) gizli, saklı. keep under -s : gizli tutmak, gizlernek, saklamak. take the -s off : açığa çıkarmak, açıkla­ mak. wraparound = wrap-around sf & is. 1. yırtmaçlı, önden açık (giysi). a - skirt. 2. saran, kuşatan, kapsayan, 3. bk.: outsert. wrapper, is. 1. saran şeyikimse, 2. (uzun) sabahlık, 3. sargı, paket sargısı, 4. Brit. kitap ceketi,S. puranun en üst yaprağı. e.a. - 4. book jaeket.



wrapping, is. gen. -s: sargı, paket sargıambalaj ipi, kapak. - paper : ambalaj kağıdı. wrapt,f bk.: wrap (geç.z.&sff). wrap-up, is. k.d. haber özeti, kısa haberler. wrasse, is. zool. çırçır balığı, lapina (Labridae Labrus): kalın dudaklı, keskin dişli, parlak renkli bir deniz balığı. ballan -: kikla (Labrus bergylta). striped - : ördek balığı (Labrus mixtus). wrasses: lapinagiller. wrastle, f k.d. bk.: wrestle. wrath, is. &sf ı. gazap, öfke, hiddet. the of God : Allahın gazabı, 2. hiddetle cezalandır­ ma/öç alma, 3. esk. bk.: wroth. e.a.-ı. rage, ire, resentment, passion, fury, anger. wrathful, sf hiddetli, öfkeli, gazaba gelmiş, küplere binmiş. e.a.- irate, furious, resentful, indignant, enraged. wrathfully, zf. hiddetle, öfke ile, gazapla. wrathfulness, is. hiddet(lenme), öfke(lenme), gazap, gazaba gelme. wrathily, zf. k. d. bk.: wrathfully. wrathiness, is. k.d. bk.: wrathfulness. wrathy, sf wrathier, wrathiest k.d. bk.: wrathful. wreak, gL.f (ceza vb.) vermek, (öç vb.) almak, (hınç vb.) çıkarmak, (hasar vb.) yapmak. one's wrath/angeron s.o. : gazabını/öfkesini birisinden çıkarmak. He -ed his anger on the workmen. - vengeance on s.o. : birisinden öç almak. wreaker: alan, çıkaran, yapan. wreath 1, is., ç. wreaths ı. çelenk , 2. halka (şeklindeki nesne). a - of clouds : bulut halkası, 3. bk.: torse. wreath2, f bk.: wreathe. wreathe, f wreathed, wreathed (veya esk. wreathen), wreathing 1. çelenklerle süslernek, 2. çelenk yapmak, 3. (halka gibi) etrafını sarmaklçevirmek/kuşatmak/bürümek. Mist -ed the hilltops : Tepeleri sis bürüdü. 4. bezernek, kaplamak. Her faces was -ed in smiles : Yüzünü tebessüm kaplarnıştı. 5. halka halka yükselrnek. The snwke -ed on the ehimney. wreathless, sf çelenksiz. wreathlike, is. çelenk gibi. wreck I, is. 1. enkaz, harabe, yıkıntı, virane, 2. dalgaların kıyıya attığı enkaz ve mallar, 3. gemi enkazı, 4. geminin kazaya uğraması, kazaya uğramış gemi,S. mahvolma, harap olma, sı,



3701



wreek 2 yıkılma, kırılma. the - of one's hopes: bir kimsenin ümitlerinin kırılması. My plan's a -, we ean't go on with it : Planım mahvoldu, onu gerçekleştirerneyiz. 6. harap olmuş kimse. He is a eomplete -: Sağlığı mahvoldu. The straİn of his work left him a eomplete -. İşinin zorluğu onu büsbütün mahvetti. e.a. - 3. shipwreck, 5. devastation, desolation. wreck 2, f 1. gemiyi kazaya uğratmak/ karaya oturtmak. The ship was -ed on the rocks. 2. kazaya uğramak, kazazede olmak. The trains -ed at the crossing. 3. yık(ıl)mak, harap etmek/ olmak, enkaz haline gelmek/getirmek. wreeking bar bk.: pineh bar. 4. mahvetmek. The weather has completely -ed our plans. 5. tahrip etmek, parçalamak, enkazihurda haline getirmek. to - acar. e.a.- 4.&5. destroy, devastate. wreekage, is. 1. enkaz, yıkıntı, harabe, harabiyet. the - of the cars whish were in the accident: kazaya uğrayan arabaların enkazı. 2. yıkma, tahrip etme, parçalama, 3. (gemi) kazaya uğrama/uğratma, karaya otur(t)ma. wreeker, is. 1. tahripçi, yıkıcı, tahrip/ harap eden kimse, 2. harabiyete sebep olan şey, 3. soygunculuk için gemileri kazaya uğratan kimse, bir treni raydan çıkaran kimse, 4. tow car, tow truek d.d. vinçli pikap, kurtarıcı, tamir arabası, kazaya uğrayan arabalann enkazını çekip götüren taşıt, 5. enkaz temizleyicisi (insanı araç), 6. housewreeker d.d. yıkıcı, enkaz amelesi, 7. enkaz toplama gemisi. wren, is. zool. çıt kuşu (Troglodytes troglodytes). Sırtı ve karnı kahverengi enine çizgili öİÜcü kuş.



wreneh 1, f ı. bur(k)mak, burkutmak, burkutarak koparmak/sökmek/almak, zorla bükmek/ çevirip burmak. The polieeman -ed the gun out of the man's hand : Polis, adamın bileğini bükerek tabancayı aldı. 2. burkulmak. My ankle -ed: Ayağım burkuldu. 3. - away: (zihni, gözü) zorla ayırmak/uzaklaştırmak. i tried to my gaze away from the apaliing sight. Finaliy he would - his mind away to something else. 4. kasten ters anlam vermek. wreneh 2, is. 1. somun anahtan, İngiliz anahtarı. adjustable/box -: ayarlı/yuvarlı anahtar. rnonkey -: İngiliz anahtarı, kurbağacık. soeket - : lokma anahtarı. to throw a monkey



3702



- into : baltalamak, kösteklemek, bozmak, mahvetmek, sabote etmek, 2. bur(k)ma, burkulma, burkutma, burkuluş, bükme, çevirme, 3. ayrılık acısı, üzüntü, elem, keder. the - of leaving one 's family. Wrens, is. Brit.- k.d. = Women's Royal Naval Service: Deniz Kuvvetleri Kadınlar Kolu. wrest, is. &gL.f ı. zorla/kuvvetle döndürme(k)/çevirme(k)/bükme(k). 2. zorla/zorlayarak almaek). to - a kn{fe from a child. He -ed it from her hands. 3. güçlükle elde etme(k)/kazanma(k)/sağlama(k). to - a living from the soil : Topraktan geçimini güçlükle sağlamak. to the truth out of S.O. : birisinden zorla gerçeği öğrenmek. 4. (kasten) ters anlam vermeek), manasını tahrif etme(k)/bozma(k)/değiştirme(k). from its meaning : -e ters anlam vermek. This report ~s the facts out of their true meaningo 5. müz. (piyano, harp vb. gibi çalgıların) akart anahtarı. 6. - pin: akart ayar mandalı. e.a.1. turn, twist, 3. extract, 4. wrench, 6. peg. wrester, is. kasten ters anlam veren, anlamını değiştiren/bozan. e.a.- perverter. wrestIe l , f -tled, -tling ı. güreşrnek, güreş tutmak, 2. uğraşmak, çabalamak, didinmek, emek harcarnal\:. to - witlı a problem. to - with a di./ficult examination paper. 3. mücadele etmek, didişmek. 4. dağlamak/damgalamak için hayvanı yere yatırmak. e.a.-2. grapple, contend, 3. struggle. wrestIe2, is. ı. güreş, 2. mücadele, uğ­ raşma, çabalarna, didinme. e.a. -1. wrestling, 2. struggle. wrestIer, is. ı. pehlivan, güreşçi, 2. hayvanlara damga vuran kimse. wrestling, is. güreş, güreşme, güreşçilik, pehli vanlık. wretch, is. 1. sefil, biçare, zavallı kimse. unlucky -es with no homes. 2. habis, alçak, adi, pespaye kimse. 3. (şaka olarak): köftehor. You - ! You're Iate again! Seni köftehor seni! Gene geç kaldın! wretched, sf ı. sefil, perişan, acınacak halde, bitkin, üzgün. feeling - after an iliness. Pm feeling pretty -: Hiç keyfim yok. 2. bahtsız, biçare, bedbaht. a - life. 3. menfur, mel'un,



writ lanet/nefret uyandıran, aşağıllk, adi, bayağı. a - little liar. i can't find the - thing: Bu lanet şeyi bulamıyorum. 4. basit, değersiz. a- job of sewing. 5. berbat, fena, kötü. a - weather. a - headache. a - color. e.a.- 1. misemble, pitiable, distressed, a.fflicted, woeful, woebegone, pitifu I, 2. unhappy, 3. despicable, contemptible, mean, base, vile, 4. poor, worthless. k.a.-1. comfortable, enviable. wretchedly, zf. sefilane, perişan/acınacak halde, berbat bir şekilde, bahtsız/üzgün bir halde. wretchedness, is. sefillik, sefalet, perişan­ lık, bitkinlik, üzgünlük, bahtsızlık, biçarelik, aşağılık, adllik. wrick, is. &f. 1. burkulma, bükülme, 2. burkmak, bükmek. wrier, wriest, sf. wry sıfatının artıklık ve üstünlük halleri: daha/en çarpık/sapık/yanlış vb. wriggle 1, f. -gled, -gling 1. kıvran(dır)­ mak, kıvır(t)mak, salla(n)mak. to - one's hips. 2. (yılan/solucan gibi) kıvrılarak hareket etmek, kıvrıla kıvrıla ilerlemek/yol almak. to - one's way through a narrow opening : kıvrıla kıvn­ la dar bir delikten geçmek, 3. gen. - out: sıy­ nImak, sıynlıp çıkmak. to - out of a difficulty : zor bir durumdan ustalıkla sıyrılıp çıkmak. try to - out of it : bir kaçamak yolu aramak. You know you are to blame, so don't try to - out of it: Biliyorsun ki sen kabahatlisin, bari kaçamak yolu arama! 4. hissettirmeden iş becermek. - into s.o.'s favor : ustalıkla birinin gözüne girmek. e.a.-l. squirm, writhe, twisı, wiggle. wriggle2, is. kıvranma, kıvır(t)ma, sallanma, yalpalarna. wriggler, is. 1. kıvranan/kıvnla (şey/kim­ se), 2. sivrisinek sürfesi . wiggler d. d. wrigglingly, zf. kı 'iranarak, kıvırtarak, sallanarak, kıvrıla kıvnla. wriggly, sf -glier, -gliest 1. kıvranan, kı­ yırtan, kıvrılan, bükmen, 2. kaçamaklı, kaypak. a - chamcter. e.a.-1. twisting, writhing, squirming, 2. evasive, shifty. wright, is. usta, yapıcı, sanatçı, işçi. a wheelwright, a playwright.



wring l , f. wrung (veya nadiren wringed), wringing 1. kuvvetle bükmek, 2. gen. - out: (Çamaşır vb.) bükerek sıkmak, sıkıp suyunu akıtmak. - those wet dothes out. - the water out of dothes. wringing wet : sırsıklam, sıksan suyu çıkacak, 3. çok üzmek, incitmek, canını acıtmak, 4. (ellerini) oğuştmmak. to one's hands in sorrow. 5. zorlamak, zora getirmek, sı­ kıştırmak, 6. zorla söküp çıkarmak/almak. They wrung the truth out of her in the end : En sonunda zorla gerçeği söylettiler. 7. çarpıtmak. e.a. - 1. wrest, twist, 3. distress, torment. wring 2, is. bükme, bükerek sıkma, burma. wringbolt, is. halka başlı cıvata. e.a.ring bolt. wringer, is. 1. bükenlburanlsıkan (kimse/ şey), 2. çamaşır sıkma makinesi, cendere. wrinkle 1, is. 1. buruşuk, kırışık, 2. k.d. ustalıklı yöntem, teknik, bir işin girdisi çıktısı, zeki buluş. He knows all the -s of this business. a new advertising -. wrinkle2, f. -kled, -kling buruş(tur)mak, kırış(tır)mak. Don't - your dress. Too much sun dries the skin and it begins to -. He -ed his nose at the bad smell. wrinkleless, sf. buruşmaz, kırışmaz, buruşuksuz, kırışıksız.



wrinkly, sf. buruşuk, kınşık, buruşmuş, kolay buruşan/kırışan. a - material impossible te keep pressed. wrist, is. 1. bilek, 2. elbisenin/eldivenin bilek kısmı, 3. mak. - pin d.d. krank pini, 4. bone : bilek kemiği, 5. - joint: bilek, 6. watch: kol saati. wristband, is. yen, kol ağzı, giysinin bilek kırışmış,



kısmı.



wrist-drop, is. patol. kol inmesi: zehirlenme sonucu kol ve bilek kaslarının paralize olması.



wristlet, is. 1. bilezik, 2. bilek sargısı, 3. saat bileziği, 4. argo kelepçe. e.a. -1. bmcelet, 4. handcuff. wristlock, is. (güreşte) kelepçe: karşı güreşçinin bileğini yakalayıp bükerek hareket edemez hale getirme. writ, is. 1. huk. irade, ferman, ilam, 2. davetiye, 3. yazı, 4. Holy - : Kutsal Kitap, Kitabı Mukaddes, 5. judidal - : mahkeme emri, 6. esk. bk.: write (geç.z. &sf.f.). 3703



writable writable, sf yazılabilir. write, f wrote (veya eski: writ) , written ı. yazmak. - your name on the board. to - a report/ a cheCıda letter. 2. telif etmek, kaleme almak. to - a book. to - a symphony. 3. ifade etmek, 4. kaydetmek, kayda geçmek. nothing to - about: kayda değer bir şey değiL. it's nothing to - home about: zikretmeye değmez, 5. katiplik etmek, 6. yazılmak, iz bırakmak, okunmak. Honesty/anxiety is written on his face :Dürüstlüklendişe yüzünden okunuyor. 7. bil. yazmak: verileri sürekli ya da geçici bir biçimde belleğe/veri ortamına işlemek, 8. be written on/all over : besbelli olmak, açıkça görülmek, okunmak. Guilt was written all over his face : Suçlu olduğu yüzünden okunuyordu. 9. - away: uzak bir yerden ısmarlamak. She wrote away for the book, because the shop didn it have it. 10. - back: (mektuba) cevap vermek, karşılık yazmak,lI. - down: (a) yazmak, kaydetmek, not almak, (b) yazı ile yermekldeğerini düşür­ mek. i wrote him down as a fool : Onun aptallı­ ğını anladım, ona numarayı verdim. (c) cahil halkın anlayacağı şekilde yazmak, halka hitap etmek. He -e down to the public. 12. - down as : ... olarak nitelernek. They wrote him down as lazy. 13. - in: (a) - in for: mektupla istemek. We wrote in for a free book, but the firm never replied. (b) adını seçim listesine eklemek. (c) metne ilave yapmak, 14. - off: (a) defterden silmek, iptal etmek. to - oif adebt. - off capital: defterde gösterilen sermayeyi indirmek, (b) yok farz etmek, tamamen değersiz/işe yaramaz telakki etmek. You can - that off! Sen onu unut! (Üstüne soğuk su iç!) We'lljust have to oif the arrangement if we can it find the money for it. (c) amorti etmek, kendi bedelini çıkarmak. The new equipment was written oif in 3 years. 15. - oneself out : fikirlerini yazıp tüketmek, yazacak başka şeyi kalmamak, 16. - one's own ticket: istediği yolu seçmek, 17. - out: (a) yazmak, kaleme almak, yazıya dökmek. to - out a check. (b) tümünü/bütün ayrıntılarıyla yazmak. to - out areport. 18. - up: (a) ayrıntılı yazmak. to - up areport : ayrıntılı bir rapor yazmak, (b) (yazıile) övmek, göklere çıkarmak. to - the play up in the local newspaper. (c) (muhasebecilikte) değerini yüksek göstermek, 19. writ



3704



large : besbelli, iri harflerle yazılmış, apaçık, göz önünde, 20. written law: yazılı yasa, kayda geçmiş/müseccel kanun. write-in, sf &is. seçim pusulasına seçmen tarafından yazılan (aday). write-off, is. ı. zarar olarak kabul edilen miktar, 2. yıpranma payı, değer düşümü, 3. iptal etme, hesaptan silme. e.a.-2. depreciation, 3. cancellation. writer, is. ı. yazar, muharrir, müellif. He is a writer but he can 't make enough money to live from his books. be a good - : iyi bir yazar olmak, 2. yazıcı, katip, yazman, sekreter, 3. hattat, 4. yazmasını bilen kimse,S. the - : bu satır­ ların yazarı (yazı yazan kendisinden bahsederken "ben" yerine kullanır), 6. -'s cramp -'s palsy = -'s spasm: yazar kasıncı: fazla yazmaktan baş ve işaret parmakları kaslarının



=



uyuşması/ağrıması.



write-up, is. k.d. 1. makale, 2. bir kurum övücü yazı, 3. ABD şişirme, bir firmanın mal ve sermayesini kanunsuz olarak olduğundan yüksek gösterme. writhe, is.&f writhed, writhing 1. (ağrı­ dan) kıvran(dır)ma(k), kıvırma(k), kıvrılma(k), debelenme(k). He was writhing with pain : Sancıdan kıvranıyordu. 2. elem/ıstırap/üzüntü/ cefa çekmek. e.a.-l. squirm, twist. writhen, sf esk. kıvrık, kıvrılmış. e.a.-



hakkında yazılan



twisted.



writher, is. kıvranan/debelenen kimse. writhingly, zf. kıvranarak, debelenerek. writing, is. ı. yazı yazma. to commit one's thoughts to -: düşündüklerini yazmak. Put your ideas in - : Düşüncelerini yaz. 2. yazılma, 3. yazı, el yazısı. i can 't read the doctor's - . 4. makale, (yazılı) metin, eser. the -s of F.R.Atay. 5. yazı üslUbu, anlatı, anlatış düzeni, 6. yazarlık, muharrirlik. He turned to - at an earlyage. 7. - on the wall bk.: handwriting (4), 8. - desk: yazıhane, yazı, masası, 9. - pad: bloknot, sumen, 10. - paper: yazı kağıdı, 11. - table: yazı masası. writ of extent, is. Brit. haciz emri. extent d.d.



written, sf&f (sff)·



ı. yazılı,



2. bk.:



write



wrong..headed wrongl, sf 1. yanlış, kusurlu, hatalı. a deed. a - answer.What's - with you? Size ne oldu? Neyiniz var? 2. haksız. be -: yanıl­ mak, hata etmek, haksız olmak. You are - to blame him. 3. uygunsuz, usule uygun olmayan. This is the - time to make a visit. be in the place : yanlış yerde olmak, makamının adamı olmamak, 4. ters, aksi. The - side of the cloth : Kumaşın ters yüzü. be '" side up : ters çevrilmek. the - way round : ters. He always says the '" thing: Daima aksi şeyi söyler/ters konuşur. The water went down the . . . way: Su genzine kaçtı. 5. bozuk. Something is - with the machine : Makinede bir bozukluk var. What's '" with the bicycle? (a) Bisikletin neresi bozuk? (b) Bisikletin nesi var? (Niye beğen·· miyorsun?) 6. istenilmeyen, makbulolmayan. th(\ - road : yanlış (istenilmeyen) yol, 7. ahlaksız, ahlaka aykırı. Telling lies is -. 8. be ca.. ught on the . . . foot: hazırlıksız yakalanmak. The party started on the . . . foot: Toplantı aksiliklerle başladı. 9. get / hold the '" end of the stick : yanlış anlamak, ters anlam vermek, Hifı tersinden anlamak, 10. get out of bed on the . . . side : huysuzlhırçın olmak, herkesi terslemek, yatağın ters tarafından kalkmak. He was born on the . . . side of th(\ blanket : O piç olarak doğdu. 11. i hope theres nothing . . . : Hayrola! İnşallah herşey yolunda! 12. say the - thing: pot kırmak, çam devirmek, 13. i don't see any.. thing '" with it : (a) Onda hiçbir bozukluk! anormallik görmüyorum. (b) Bunda hiçbir sakın­ ca görmüyomm. Theres som(\thing '" with him: Ona bir halaldu; bu adamın şüpheli bir tarafı var. e.a.-l.false, untrue, mistaken, erroneous, ı. un/air, unjust, unjustifiable, 3. improper, inappropriate, unsuitable 5. awry, amiss, 7. bad, evil, wieked, immoral, sinful. wrong 2, is. 1, haksızlık, gadir, zulüm. to suffer many . . . s. 2, yanlışelık), hata, kusur. not to know right from -:' doğmyu yanlıştan ayı­ ramamak, 3. günah, 4. yalan, 5. haksızlık. do s.o. a . . . = do '" to s,o. : birine bir haksızlık yapmak, birinin günahına girmek, 6. zarar, 7. yanlış yol, sapıklık, 8. get in - argo birisi ile arası açılmak, bozuşmak, 9. in the - : yanılmış, hatalı, kusurlu, haksız. be in the . . . : haksız/ kabahatli olmak, haksız tarafta olmak. He knew



he was in the -, but he refused to eoncede the point. put s.o. in the -: birini haksız çıkarmak. 10. Two -s don't make a right : İki yanlış bir doğm etmez. e.a. -3. viee, sin, 7. misdoing, wiekedness. wrong 3, z;f ı. yanlış/hatalı olarak. You did it . . . again. 2. get it -: yanlış/tersinden anlamak. Don't get me - : Beni yanlış anlama. 3. go . . . : (a) tersi aksi gitmek. Everything is going '" today : Bugün işler aksi gidiyor. (b) fena yola/ ahlaksızlığa sapmak. lt is sad that one so young should go "": Bu kadar genç birisinin fena yola saptığını görmek (çidden) üzücü. (c) yan~ !ışlıkı hata yapmak. The sum is . . ., but i can it see where i went ...... (d) fena geçmek. The day hy the sea went ...... (e) bozulmCik, işlemernek, bere.a... 1. awry, bat olmak. Our clock went ...... amiss. wrong 4, f ı. haksızlık etmek, hakkını yemek. You . . . him by having such a low opinion of his work. 2. kötülük YCipmak, kötü davranmak, zarar vermek, gadretmek, zulmetmek, 3. (kCidını) iğfCiI etmek, namusunu lekelemek, 4. kötüIemek, iftira etmek. f.a. -2. maltreat, defraud, 3. seduee, dishonor, 4. malign. wrongdoer, is. haksızlık yapan kimse, za~ lim, günahkar, suçlu, yasayı bozan kimse.. wrongdoing, is. haksızlık, zalimlik, günahkarlık, suçluluk, yasayı bozma. wronger, is. haksızlık eden, hCik yiyen, kötülük yapan. wrong font, is. has. yanlış takımdan harf. wrongful, sf 1. haksız, insafsız, kötü, yanlış, hatalı. . . . dismissalfrom a job. 2. yasaya aykırı, yasa dışı. '" imprisonment. e.a..-l. unjust, ı. unlawful. wrongfully, z;f haksızlıkla, insafsızca, zalimane, yanlış/hatalı olarak, yanlışlıkla, yasaya aykırı olarak. wrongfulness, is. haksızlık, insafsızlık, zulüm, hata, yanılına, yanlışlık, yasaya aykın­ lık.



wrong-headed = wrongheaded, sf aksi, ters, dik kafalı. - students who think they can cure the wor/d's evils by destroying society. 2. yanlış, hatalı. a . . . idea. inatçı,



3705



wrong-headedly wrong-headedly = wrongheadedly, zj. aksilikle, tersine, inatçılıkla. wrong-headedness = wrongheadedness, is. aksilik, inatçılık, terslik. wrongly, z;f. yanlışlıkla, hatalı olarak, sehven. wrongness, is. yanlışlık, hata, terslik, uygunsuzluk. wrong number, is. ı. (telefonda) yanlış numara, 2. argo (a) yanlış kimse/şahıs. Me fight the champ? You've got the wrong number. (b) sevilmeyen/sevimsiz/antipatik kimse. She' s o.K., but her sister's a wrong number. wrong side, is. ı. kumaşın ters yüzü, 2. get on the wrong side of s.o. : birisinin itimadını/teveccühünü kaybetmek, gözünden düş­ mek, 3. on the wrong side of (the stated age) : -den daha yaşlı, (belirtilen yaşı) aşmış/geçmiş. He is on the wrong side of fifty : Yaşı elliyi geçmiştir. bk.: on the right side of. wrote, f bk.: write (geç.z.). wroth :::: wrothful, sf esk. öfkeli, hiddetli, küplere binmiş. He was - to see the damage to his home. e.a.- angry, furious, wrathful, incensed. wrought, sf &f ı. işlenmiş, çekiçle dövülerek şekil verilmiş, 2. süslü, müzeyyen, 3. esk. bk.: work (geç.z.&sff), 4. - İron: dövme demir. e.a. - 2. elaborated, embellished. wrought-up, sf heyecanlı, sinirleri gergin, heyecanlanmış. be -: heyecanlanmak, heyecanlı olmak, heyecana kapılmak, sinirleri gerilmek. She's all - about nothing : Boşuna heyecanlanıyor.



W.R.S.S.R. = White Russian Soviet Socialist Republic: Beyaz Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti. wrung,f. bk.: wring (geç.z.&sff). wry, sf wrier, wriest 1. eğri, çarpık. a nose. 2. yanlış, hatalı. - behavior. 3. ters, aksi, huysuz. a - face. to make a - face: surat asmak, 4. (anlamı) bozulmuş, tahrif edilmiş, değiştirilmiş, 5. acı, iğneleyici, müstehzi, alaycı. - smile. - remarks. wryly, zj. 1. acı acı, istihza/alay ile, 2. aksilikle, huysuzlukla, ters ters, 3. çarpık/eğri bir şekilde.



3706



wryneck, is. yun



eğriliği,



ı.



k.d. boyun



2. wrynecked :



boynu



tutulmuş



başını



ve boynunu habire



kimse, 3. zool.



tutulması,



çarpık



eğri



bo-



boyunlu,



boyun (Jinx) :



çarpıtan ağaçkakana



benzer bir kuş. e.a.-l. torticollis. wryness, is. 2. istihza, alay, 3.



ı. eğrilik, çarpıklık, sapıklık, yanlışlık,



WS\V = W.S.W.



hata.



= West-southwest.



wt. = weight. wud, sf isk. deli, kudurmuş. e.a.- mad, wood. wulfenite, is. vulfenit, molibdenli kurşun. WUlıderkind, is., ç. -kinder/-kinds Alm. harika çocuk. e.a. - wonder child. wurst, is. bk.: sausage (1). WV = WVa = "Vest Virginia. W.V.S. Brit. = Women' s Voluntary Service. WW = World War.



Wy = Wy. = Wyoming. Wyandot(te), is., ç. -dots/-dot ı. Huron konfederasyonuna mensup kızılderili, 2. Huron dili/lehçesi. Wyandotte, is., ç. -dottes/-dotte Amerikan tavuğu. wych-elm, is. bot. dağ karaağacı (Ulmus glabra). witch-elm ş.d.y. wye, is., ç. wyes Y harfi, Y şeklinde cisim. wyliecoat, is. isk. yün fanila. wynd, is. isk. dar sokak/yol, aralık. e.a.alley. Wyo. = Wyoming (ABD' nin bir eyaleti). wyte, is. &f wyted, wyting bk.: wite. wyvern, is. (armacılıkta) iki ayaklı, yılan kuyruklu, kanatlı ejderha. wivern ş.d.y.



***** *** *



x X, x, is., ç. X's/Xs, x's/xs 1. İngiliz alfabesinin yirmi dördüncü harfi, 2. x harfinin temsil ettiği ses, 3. X şeklinde herhangi nesne, okuma yazma bilmeyenin imza yerine koyduğu X işareti. x, X, X., X., 1. X: Hristiyanların/Hz. İsa'nın simgesi, 2. matbaa harfindeki kusuru belirten işaret, 3. x: (= kiss = öpücük) işareti (telgrafın sonuna konur), 4. x: harita üzerinde bir yeri belirleme işareti, 5. X: Roma rakamlarında on sayısı, 6. mat. (a) bilinmeyen sayıyı gösteren simge, (b) cebirsel değişkeni gösteren simge, 7. bi1inmeyen şey/şahıs/etken, 8. bir dizinin yirmi dördüncü ögesi (J atlanırsa yirmi üçüncü), 9. X ışını, röntgen, 10. çarpı işareti, 11. boyut gösteren sayılar arasına konur: 3"x4" (3 by 4 inches). x, gL.f x'd/xed. x-ing/x'ing, x's/xes ı. x ile işaretlemek, x işareti koymak, 2. gen. x out: iptal etmek, çıkarmak, silmek, hükmünü kaldır­ mak. To x out an errar. X, sf (sinemada) on yedi yaşından küçük olanlara yasak edilen filmi gösterir. bk.: G, PG, R. xanyth-, ön ek bk.: xantho- (Sesli harfler önünde aldığı şekil). xanthate, is. kim. ksantat, ksantik asidin tuzu veya esteri. xanthein, is. sarı çiçek boyası, sarı çiçeklere renk veren ve suda eriyebilen madde. xanthic, sf 1. sarı+, sarımtrak, sarımsı, 2. bat. sarı, 3. kim.ksantik, ksantin veya ksantik asit türevi, özellikle sarı yağlı C3H60S2 türevi. xanthic acid, is. kim. ksantik asit: Formülü ROCSSH şeklinde olan kararsız organik asit. R: bir kökü/atom grubunu gösterir. xanthin, is. ı. sabit sarı çiçek boyası: çiçekıere sarı renk veren ve suda erimeyen boya maddesi. bk.: xanthein, 2. boya kökündeki san madde.



xanthine, is. biy.- kim. 1. üre sarısı: CSH4 N402. İdrar, kan ve bazı bitki/hayvan doku ların­ da bulunan, oksitlenince ürik asit veren kristalli azotlu bileşim, 2. bu bileşimin türevIerinden herhangi biri. Xanthippe, is. ı. Ksantip (Sokrat'ın karısı­ nın adı), 2. cadı, cadaloz, acuze, hırçın/huysuz/ şirret kadın.



xanthium, is. 1. pıtrak, 2. bat. ksantiyum. xantho-, ön ek "sarı" anlamı katar: xanthophyll gibi. Sesli harf önünde: xanth-. xanthochroi, is., ç. sarışın kimse: açık sarı saçlı beyaz insan. xanthochroic, sf sarışın. xanthochroid, sf &is. sarışın, beyaz tenli ve açık sarı saçlı (kimse). xanthoma, is. patal. sarı leke: deride, bilhassa göz kapaklarında sarımtrak turuncu lekeler husule getiren hastalık. xanthone, is. kim. sarı boya: C13Hg02. Birçok doğal sarı boyada bulunan keton. xanthophyll, is. biy.- kim. havuç boya : C40HS6Ü2. Yumurta sarısında ve çiçeklerin petallerinde rastlanan sarı turuncu boya maddesi. Karotenlerin oksijen türevIerinden ibarettir. lutein d.d. xanthophyllic = xanthophyllous, sf havuç boyalı, havuç boyamsı. xanthous, sf ı. sarı, 2. sarımtrak, 3. sarı derili, cildi sütlü kahverengi veya sarı renkte olan. e.a.-i. yellow, 2. yellawish. Xanthus, is. GB Anadolu'da eski bir şehir. x-axis, is., ç. x-axes mat. x ekseni, absis ekseni. X chromosome, is. biy. X kromozomu: İnsanlarda ve birçok memeli hayvanda dişi nitelikli genleri ihtiva eden, erkeklerde tek, dişilerde çift olarak bulunan eşeysel kromozom. bk.: Y chromosome.



3707



Xd Xd, (borsada) temettüsüz, kar hissesi getirmeyen. xdiv. d.d. Xe, kim. bk.: xenon (simge). xebec, is. (Akdenizle özgü) üç direkli yelkenli. Eskiden korsanlar kullanırdı, şimdi bazan ticari maksatla kullanılıyor. zebec, zebeck d.d. xen- == xeno- ön ek "yabancı, ecnebi, yad" anlamı katar. ör.: xenophobia, xenogamous. xenia, is. bot. yadsal etki: polenin meyve veya tohuma etkisi. xenic, sf yadsal: bilinmeyen organizmalar ihtiva eden (kültür). - cultivation ofinsect larvae. xenically, zf. yadsal olarak. xenodiagnosis, is. yad belirtim: Kan vb. deki asalakları belirtmek için bunu yabancı bir canlıya (örneğin bir böceğe) vererek onda asalak araştırma yöntemi. xenodiagnostic, sf yad belirtimseL. xenogamous, ~f. biy. yad eşeyli, melez üremli: ayrı cinslerden olan organizmaların çiftleştirilmesinden üreyen. xenogamy, is. biy. yad eşleme, melez üretme. xenogenesis == xenogeny, is. biy. 1. yad soy, yad nesil, yad kuşak, melez : ebeveyninden tamamen ve sürekli olarak farklı olan nesil/soy, 2. bk.: heterogenesis, metagenesis, alternation of generations. xenogenetic == xenogenic, biy. yad ürem~ sel, yad soy+, yad soylu, melez: başka bir türün üyelerinde üreyen/türeyen/doğan. - hosts. a antibody. xenograft, is. yad doku aşısı: farklı cins~ ten olan bireyden alınan dokuyu aşılama. xenolith, iS: k.b. yad kaya: volkanik bir kaya içinde kalmış yabancı taş/kaya. xenolithic, sf yad kaya+, yad kayamsı, yad kayalı. xenomorphic, sf k.b. yad biçimli, yad biçimsel: içindeki yabancı maddelerin zorlaması ile kristal yapısı değişmiş (kaya). xenomorphicaliy, zf. yad biçimle, yar biçimselolarak. xenon, is. kim. ksenon: Havada hacminin 17xl07l de biri oranında bulunan renksiz, ağır, tembel gaz. ışıklı elektrik tüplerini, tiratronları



3708



doldurmakta kullanılır. Simgesi Xe, atom ağ. 131.30, atom nu. 54, O C'de ve 760 mm cıva basıncı altında 1 litresinin ağırlığı 5.887 g. xenophile, is. yabancı hayranı: yabancıla­ ra, yabancı adet, usul ve törelere hayran olan kimse. xenophilous, sf yabancı hayranı. xenophobe, is. yabancı düşmanı, yabancı/ ecnebi şahıslardan/adetlerden vb. korkan veya nefret eden kimse. xenophobia, is. yabancı korkusu/düşmanlı ğı.



xenophobic, sf yabancılardan korkan. xer- == xero-, ön ek "kuru" anlamı katar. ör.: xeric, xerophite. xerarch, sf kuru yerde yetişen, kuru çevrede türemi ş. xeric, sf kuru, az nemli, kuru ortama alış~ mış. a - plant. a - habitat. xerically, zf. kuruca, az nemli bir şekilde. xero-, ön ek bk.: xer-. xeroderma, is. tıp kuru deri (hastalığı), deriyi kurutup kabuklaştıran bir hastalık. xerographic, sf kuru teksir+. xerographicaliy, zf. kuru teksir usulüyle. xerography, is. kuru teksir: Bayağı beyaz kağıt sayfası üzerinde kopya edilecek şekle tekabül eden yerleri elektrastatik yöntemle hassas~ laştırıp üzerine serpilen toz mürekkebin yapışıp kalmasından ibaret teksir usulü. xerophile == xerophilous, sf ı. bot. kuraksal: kurak (kuru ve sıcak) yerlerde yetişen (bitki), 2. zoo!. kuraksı: kurak iklime alışık (hayvan). xerophily, is. kuraksallık, kuraksılık. xerophtha1mia, is. göz kuruluğu: A vitamini noksanlığından ileri gelen gözyaşı azalması ve gözde arpacık çıkması hastalığı. xerophthalmic, sf göz kumluğu ile ilgili. xerophyte, is. kurakçıl: kurak iklime alış­ mış bitki. xerophytic, sf kurakçıl, kurak iklime alışık. xerophytically, zj. kurakçıl olarak, kurak iklime alışkın olarak. xerophytism, is. kurakçıllık. xerosere, is. kurak yerler.



xylary ray xerosis, is. ı. aşırı kuruluk, özellikle derinin, göz kapaklarının, burunun kuruluğu, 2. sertleşim, yaşlanan dokunun sertleşmesi. xerothermic, sf ı. kuru ve sıcak, 2. kuru ve sıcak çevreye alışkın. xerox, gL.f kuru teksir yapmak, Zeroks makinesi ile çoğaltmak/kopye çıkarmak. Xerox ,is. Zeroks, kuru teksir makinesi. x height, is. (matbaada) küçük harflerin boyu(nu ölçmek için kullanılan küçük x harfinin yüksekliği) . Xhosa, is., ç. Xhosa/-sas ı. Koza: Güney Afrika Ümit burnunda yaşayan Bantu halkı, 2. Kozaca: Kozaların konuştuğu Bantu dili (Zulu diline benzer). xi, is., ç. xis , ksi, Yunan alfabesinin on dördüncü harfi. x in, (borsada) faizsiz. x in., x-i., x.İ., xint, x"int, x..int., x.İnL d.d. x-intercept, is. x kesimi, yatay bölüntü : bir eğrinin/ yüzeyin x eksenini kestiği noktanın başlangıca uzaklığı.



-xion, Brit. bk.: -tion. ör.: connexion, inj~ lexion. Xi partide, fiz. bk.: hyperon. xiphisternal, sf alt göğüs kemiği+. xiphisternum, is., ç. -na anat. alt göğüs kemiği, göğüs kemiğinin üç kısmının en alttaki. xiphoid process d.d. bk.: gladiolus (2), manubrium (2a). xiphoid, sf&is. anat. zool. hançerimsi, kı~ lıç/hançer biçiminde, 2. bk.: xiphisternum. xiphosuran, sf &is. zool. kılıç kuyruklu: at nah şeklindeki yengeci (horseshoe crab) ve soyu tükenmiş birçok eklembacaklıları kapsayan Xiphosura sınıfına mensup (hayvan). xiphosure, is. kılıç kuyruk. xiphosurous, sf kılıç kuyruklu. x-irradiate, gL.f x ışınlamak, x ışınları yaymak. x-irradiation, is. x ışınlama, x ışınları yayma. XL =1. extra large, 2. extra long. Xmas = Christmas. Xn., = Christian. Xnty., = Christianity.



XP, is. Yunanca Hristos (= Christ) kelimesinin ilk iki harfi: Hz. İsa'yı ve Hristiyanlığı simgeleyen monogram. xr = x rts, (Borsa) hakkı olmayarak(= without rights). x-radiation, is. ı. x ışınları, 2. x ışınları­ na maruz kalma /bırakma. x-rated, sf k.d. müstehcen, açık saçık. an x-rated movie. x-rayl, is. x ray, X-ray ş.d.y. 1. gen. xrays : x ışınları, röntgen ışınları/şuaları, 2. röntgen filmi, x ışınlarıyla çekilmiş film, 3. haberleşmede x harfini belirten kelime. x-ray2, gl..f. x-rayed, x-raying, x-rays röntgenini çekmek, röntgenle muayene etmek, x ışınları ile tedavi etmek. X-ray 3, sf röntgen+, x ışını+, x ışınlı. - astronomy: x ışınlı astronomi, gök cisimlerini yaydıkları x ışınları ile inceleyen astronomi dalı. - crystallography : x ışınlı kristalografi, x ışınları ile kristal yapılarını inceleme. - diffraction : x ışını kırınımı: x ışınlarının atom içindeki kırınımından kristal bünyesini ve cinsini çıkarma yöntemi. - microscope : x ışınlı mikroskop, x ışınları yardımıyla kristalleri büyütüp inceleyen cihaz. - photograph: röntgen fotoğrafı, x ışınları ile çekilen fotoğraf. - star : x ışını yayan yıldız. - therapy : röntgen tedavisi, x ışınları ile tedavi. - tube: röntgen tüpü, x ışını yayan elektron tüpü. x-section, is. (=cross section) kesit. x-sectional, sf. kesit+. Xt. = Christ == İsa. Xtian = Christian = Hristiyan. Xty = Christianity = Hristiyanlık. xu, is., ç. Güney Vietnam kuruşu (eski). x-unit, is. x birimi: X ışınları ile gama ışınlarının dalfa uzunluğunu ölçmekte kullanı­ lan birim. 10- i cm veya 10- 3 Angstrom. kıs.: Xu,XU. xw = without warrant (borsa) güvencesiz, teminatsız, garantisiz, kefilsiz. xyl- = xylo- ön ek ı. "odun, ağaç, tahta" anlamı katar. ör.: xylophone, xylotomy. 2. xylene bileşimi. xylan, is. kim. ksilan: odun dokularda bulunan ve hidroliz olunca ksiloz veren pentozan. Furfural yapmakta kullanılır. xylary ray, bk.: xylem ray.



3709



xylem xylem, is. bot. odunsu doku. bk.: phloem. xylem ray, is. odun damarı. xylene = xylol, is. kim. kesilen: Odun/kömür katranından veya petrol damıtımından elde edilen zehirli, tutuşan ve yağlı üç hidrokarbon izomerinden her biri. Formülü C6H4(CH3)2 olup boya yapımında kullanılır. Kesilen ve etil benzen karışımı eritici olarak kullanılır. xylidine, is. kim. ı. ksilidin: Formülleri (CH3)2C6H3NH2 olan 6 izomerik ksilen türevinden her biri, 2. boya yapımında kullanılan ve bu bileşimlerin karışımından ibaret olan yağlı sıvı.



xylo-, ön ek "ağaç, odun, tahta" anlamı katar. ör.: xylograph, xylophone. xylograph, is. tahta resim kalıbı, oyma kalıp.



xylographer, is." (tahta) oymacı, tahta resim kalıbı oyan, tahta kalıpla resim basan. xylographic(al), sf oyma+, tahta kalıplı, tahta kalıp ile basılmış. xylography, is. oymacılık, ağaç oymacılı­ ğı, tahta üzerine resim kalıbı oyma/tahta kalıpla resim basma sanatı. xyloid, sf odunsu, oduna benzeyen, odun gibi. xylol, is. bk.: xylene.



3710



xylophagous, sf 1. odunlaJağaçla beslenen, ağaç yiyen (bazı böceklerin kurtları gibi), 2. ağaç kemiren/delen, ağaçları delerek mahveden (bazı yumuşakçalar, kabuklular, mantarlar vb.). xylophone, is. müz. tahta saz, ksilofon: çeşitli boylarda tahta çubuklardan yapılmış ve ağaç tokmakla vurularak çalınan müzik aleti. xylophonic, sf tahta saz+. xylophonist, is. tahta saz çalan, ksilofoncu. xylose, is. kim. ksiloz, kristalli aldopentoz: CSHıoOs·



xylotomic(al), sf ağaç kesme/dilimleme+. xylotomist, is. ağaç kesen /dilimleyen. xylotomous, sf ağaç kemiren joyan. xylotomy, is. (mikroskopta muayene vb. için) ağaç kesme/dilimleme sanatı. xyst, is. bk.: xystus. xyster, is. kemik kazıma aleti (cerrahlıkta kullanılır) , xystus, is. (eski Yunanistan'da beden eğiti­ mi çalışmalarına mahsus) uzun ve üstü kapalı taraça.



***** *** *



y Y, y, is., ç. Y's/Ys, y's/ys 1. İngiliz alfabesinin yirmi beşinci harfi, 2. y harfinin çeşitli talaffuzlanndan her biri: yet, city, rhythm gibi, 3. Y şeklinde çatal nesne: yol aynmı vb., 4. yazılı/basılı Y veya y harfi, 5. matbaada y harfi kalıbı.



Y, 1. (Japonya'da) yen, Japon lirası, 2. dizi veya sırada yirmi beşinci (I atlanırsa yirmi dördüncü), 3. elekt. admitans, 4. kim. ytrium (itl'iyum) un simgesi. y, mat. 1. bilinmeyen işareti, 2. (Kartezyen koordinatlarda) y (ordinat) ekseni, düşey konaç. y-, ön ek halen kullanılmayan bazı kelimelerde ön ek: ywis gibi. Özellikle past partieiple eki: yclad gibi. -y, son ek 1. "-lı/-li/-Iu/-Iü" anlamı katar: juicy, grouchy, rainy, cloudy gibi, 2. (bazan -ey) "... gibi, ...-e benzer" anlamı katar: clagey, glassy, watery gibi, 3. (bazan -ey, -ie) "ufak, küçük, minicik, mini mini, -cik vb." anlamları katar: pussy, Billy, kiddy, doggy gibi, 4. sevgi ve yakınlık ifade eden sözlerde geçer: sweety, daddy gibi, 5. "-lık/-lik/-Iuk/-Iük" son ekleri ile sanat ve meslek adları, fiilden türemiş adlar vb. oluşturur: carpentry, inquiry, infamy, cookery, jealousy, beggary gibi. Y. = 1. Young Men's Christian Association, 2. Young Men's Hebrew Association, 3. Y0ung Women's Christian Association, 4. Young Women's Hebrew Association. y. =1. yardes), 2. yeares). ya, k.d. 1. sen (= you). Hey, ya dope! 2. senin (= your) Yafather's moustaehe! yabber, is. Avust. bk.: jabber. yacht, iso &gs.f yar (ile seyahat/yarış yapmak). - club : yat kulübü. - race: yat yanşı. yachting : yatçılık. yachtsman, is., ç. -men yatçı, yat sahibi, yat kullanan kimse. -ship: yatçılık. yachtswoman, is., ç. -women yatçı/yat sahibi/yat kullanan (kadın).



yackety-yak, is.&1 -yakked, -yakking argo gevezelik/zevzeklik/boşboğazlık (etmek). yackety-yack, yakety-yak, yakity-yak, yak d.d. Yafo is. bk.: Jaffa. Yagi antenna, is. md. Yagi anteni: Kuvvetli tevcih özelliği olan dipol antenleri dizisi. Özellikle TV anteni olarak kullanılır. yah, ünl. ya, evet, öyle mi. Yahata, is. bk.: Yawata. Yalıoo, is., ç. -lıoos 1. (Swift'in Gmiver'in Seyahati romanında) insana benzer vahşı ve kaba yaratık, 2. k.h. hödük, kaba saba kimse. yahooism, is. hödüklük, kabalık. Yahrzeit, is. (Judaism) aile veya yakın akrabadan birinin ölüm yıl dönümü. Jahrzeit d.d. Yahweh, is. Allah, Tanrı, Kadirimutlak (Ahdiatik'ten). Yahwe, Yahveh Yahve, Jahveh, Yahve, Jahweh, Jahwe d.d. Yahwism, is. Allaha/Tannya ibadet veya bu tür ibadete dayanan din. Yahvism, Jahwism, J ahvism d. d. Yahwist, is. Ahdiatik'in ilk altı kitabının ilk yazarı. Yahvist, Jahwist, Jahvist dd. Yalı­ wistic/Yahvistic : bu yazara ait. yak 1, is. 1. Tibet öküzü (Poephagus grunniens). Tibet'te bulunan uzun tüylü yabani öküz, 2. bu öküzün evcilleştirilmişi. yak2, is. &1 yakked, yakldng argo bk. : yackety-yak. yakety-yak = yackety-yak = yakity-yak, i -yakked, -yakking bk.: yackety-yak. yakitori, is. (Japon usulü) tavuk şiş kebabı. Yakut, is. Yakutça: KD Sibirya'da konuşulan Türk asıllı diL. yam, is. 1. bot. Hint yer elması (Dioseorea), 2. Isk. patates, 3. ABD tatlı patates.



3711



yamen yamen, is. (eski Çin'de) devlet memuru evi, devlet dairesi. yammer, is.&f k.d. ı. sızlanmaek), dırla­ (n)ma(k), şikayet (etmek), sızıldanma(k), mızıl­ danma(k), 2. (bar bar) bağırma(k), bağırıp çağır­ ma(k), devamlı yüksek sesle konuşmaek), gürÜı­ tü/yaygara (etmek). e.a.-l. whine, complain. yang, is. Çin felsefesine göre hayatın aslı­ m oluşturan eril öğe. Yangtze, is. (Çin'de) Yangçe nehri. - - Kiang d.d. yank, is. &f hızlal şiddetle çeki ş/çekme (k), anılbirden çekip çıkarmaek). - out: birden! zorla çekip çıkarmak. Yank, is. &sf bk.: Yankee. Yankee 1, is. ı. ABD (özellikle kuzeydoğu) halkından biri, 2. (ABD İç Savaşlarında) Amerika Birliği taraftarı kuzey eyaletleri halkı, 3. Amerikalı, ABD vatandaşı, Yanki, 4. haberleşmede y harfini belirtmek için kullanilan sözcük. Yankee2, sf Yanki+, ABD vatandaşları­ na/ Amerikalılara özgü. .... ingenuity. Yaııkeedom, is. 1. Yankiler ülkesi: ABD 'nin kuzeydoğu eyaletleri, 2. (toplu olarak) Yankiler, Amerikalılar. Yankeeİsm, is. ı. Yankilik, Yanki/Amerikalı karakteri/vasft, 2. (konuşma tarzında vb.) Yanki niteliği/özelliği. yaııqui, is., ç. -quis Jsp. (Latin Amerika'da) Amerikalı, ABD vatandaşı, yanki. yapı, gs.f yapped, yapping ı. ince sesle/ kesik kesik havlamak, 2. argo fazla konuşmak, gevezelik etmek. e.a.-I. yelp, hark. yap2, is. 1. (ince sesle/ kesik kesik) havla· ma, 2. argo ağız. e.a.-I. yelp, 2. mouth. yapoıı, is. bk.: yaupoıı. yapper, is. havlayan. yappingiy, zf. havlayarak, havlaya havlaya, havlarcasına, havlar gibi. Yaqui, is., ç. -quis /-quİ ı. Yaki, Meksika yerlisi, Sonoralı Kızılderili Pima halkından biri, 2. Yakice, Yaki dili, 3. Meksika'da bir nehir adı. yar, is. bk.: yare (1,2). Yarborough, is. (briç) dokuzludan yüksek olmayan eL.



3712



yardI, is. ı. yarda: 0.9144 m'lik İngiliz uzunluk ölçüsü. fas.: yd. (1 yd = 3 feet ::: 36 inches). - goods: yarda ile satılan kumaş. - measure : I yardalık ölçü. cubic -: yarda küp ::: 0.7646 m 3 . square -: yarda kare: 0.8361 m 2 . the hundred-yard dash: yüz yardalık yarış, 2. den. seren. royal -: kuntra babafingo sereni. topsail -: gabya yelkeninin sereni. yard 2, is. ı. avlu, 2. eve bitişik çimenli saha, 3. üstü açık depoliş yeri. brickyard, milroad yard, vb. 4. ağıl, davar ve sığırlara mahsus çitle çevrili yer, 5. geyik, yaban öküzü vb. nin kışın toplandığı yer, kış otlağı, 6. the Yatd Brit. -k.d. bk.: Scotland Yard. yard 3, glj avluya/ağılakapatmaklkoymak. yardage, is. ı. (yarda cinsinden) uzunlUk, 2. trene yüklenecek canlı hayvamn istasyon civarındaki sahada bekletilmesi, 3. bu şekilde bek~ letme ücreti. yatdatrn, is. den. serenin ucu, seren cUhdası.



yardbird, is. argo 1. acemi er/nefer, kışla~ da temizlik işiyle görevli asker, 2. cezah olarak izinsiz asker, 3. mahkum. e.a.-3. conVict. yard grass, is. bot. kabaçayır (Eleusina indica): evlerin bahçelerinde ve tarlalarda biten bir yıl ömürlü kaba çimen. yardman, is., ç. -men ı. demir yolu manevra sahası işçisi, 2. serenlerde çalışan tayfa. yardmaster, is. demir yolu manevra sahası müdürü/yönetmeni. yardstick, is. 1. yarda çubuğu, i yarda uzunluğunda ölçü çubu,ğu, 2. kıstas, denek taşı, mukayese standardı, mihenk. Test scofes are not the only - of academic achievenıent. yare, sf yatel", yarest I, tez, tetik, çabuk, seri, atik, çevik, 2. (gemi) iyilkolay idare edilir, manevra kabiliyeti yüksek, 3. esk. (a) hazır, mü· heyya, hazırlanmış, (b) bk.: nİmble. quick. (ı ve 2 için yar d.d.). e.a.~l. quick, agile, lively, 3. (a)ready,prepared. yarely, zf. çabucak, hızla, serian, sür'atle, atik! çeviklikle. yarmulke = yarmelke, is. (Judaism) takke, Musevı beresi, Musevllerin dua ederken giydikleri takkelbere (Türkçe yağmurluk kelimesinden alınmıştır).



yealing yarn1, is. 1. ip, iplik, (pamuk/yün/sentetik) iplik, 2. (cam/maden/pIa.stik maddeden yapıl­ mış) iplik/tel, 3. halat ipliği, 4. k.d. masal, hayret/dehşet verici uzun serüvenleri anlatan öykü. yarn 2, gs.f k.d. ı. (ipliplik) eğirmek/ bükmek, 2. masal anlatmak. yarn-dyed, sf boyalı iplikten dokunmuş (kumaş). bk.: piece-dyed. yarrow, is. bot. civanperçemi (Aehillea millefolium). yashmac =yashmak, is. T. yaşmak. yataghan, is. T. yatağan, saldırma (ataghan, yatagan d. d. ). yauld, sf isk. bk.: active, vigorous. yaup, is. bk.: yawp. yauper, is. bk.: yawper. yaupon, is. bot. funda çay (Ilex vomitoria). Güney ABD'de yetişen ve yaprakları bazan çay yerine kullanılan küçük ağaç veya funda. yapon! youpond.d. yaw l , f 1. (gemi vb.) rotadan çık(ar)mak, yanlış yola sap(tır)mak, 2. (uçak) yalpala(t)mak, yalpa yap(tır)mak, 3. dümeni kötü kullanıp gemiyi sağa sola saptırmak, 4. (roket, güdümlü mermi vb.) (ekseni yatay düzlemde salınımlar yaparak) uçuş stabilitesini kaybetmek. yaw 2, is. 1. rotadan çık(ar)ma, 2. yalpala(t)ma, 3. gemiyi sağa sola saptırma, 4. (roketl güdümlü mermi vb.) uçuş stabilitesini kaybetme. yawl l , is. ı. küçük filika (4 ila 6 kürekii), 2. yole, başı kıçı bir olan yelkenli, 3. fazla olarak kıçtaki direkte yelkeni olan gemi. bk.. ketch. yawl 2, is.&f Brit.- k.d. bk.: yowl, howl. yawn l , gs.f 1. esnemek, 2. (uçurum vb.) dipsiz/derin ve sonsuz gibi uzayıp gitmek. -ing gulf: dipsiz/derin uçurum. The hole -ed before him. a -ing emek. 3. esneyerek söylemek. e.a.1.gape. . yawn 2, is. ı. esneme, esneyiş, 2. dipsiz! derin uçurum, sonsuz derinlik, açıklık, boşluk. e.a.- 2. ehasm, opening, gap, eavity. yawner, is. esneyen kimse. yawning, sf 1. derin ve geniş, uçurum gibi. a - hole. 2. esneyen, esneyerek yorulduğu­ nu!sıkıldığını belli eden. a - audienee.



yawningly, if. 1. esneyerek, 2. derin ve geniş. yawpl, gs.f ı. k.d. ciyaklamak, viyaklamak, çığlık atmak, çığlığı koparmak, feryat etmek, feryadı basmak, (birdenbire) bağırmak, 2. bağıra çağıra ve saçma sapan konuşmak, yaygara etmek, bağırıp çağırmak, bağırarak şikayet etmek. e.a.-ı. yelp, squawk, bawl, 2. damor, eomplain. yawp2, is. ı. k.d. ciyaklama, viyaklama, çığlık, feryat, 2. yaygara, kuru gürültü, bağıra çağıra konuşma, 3. isk. kuş çığlığı. (yaup ş.d.y.).



yawper, is. ciyak ciyak bağıran, çığlık atan, feryat eden, yaygaracı, gürültücü. yawping, is. ciyaklama, viyaklama, cır1a­ ma, yaygaracılık. yaws, is. patol. verem dutu: bazı sıcak ülkelerde Treponema pertenue adlı organizmanın sebep olduğu böğürtlen şeklinde cilt kabarcığı. frambesia, pian d.d. y-axis, is., ç. y-axes mat. (Kartezyen koordinat sisteminde) y ekseni, düşeyeksen, ordinat ekseni. Vb, kim. bk.: ytterbium. Y chromosome, is. biy. eril kromozom: erkeklik özelliğini taşıyıp soydan soya geçiren kromozom. bk.: X chromosome. yelept = yeleped, f esk. ... adlı/adında/ isimli/isminde/... denilen (elepe fiilinin sıfat­ fiili). yd. = yds. = yardes). yel, zm. esk. siz, sizler. O ye of little faith; ye brooks and hills. ye 2 , the yerine eskiden kullanılIrdı. Bazı yer adlarına eski ve tarihi süsü vermek için eklenir: Ye Old Tea Shop gibi. yea l , zf. 1. evet, 2. esk. (a) filhakika, hakikaten, gerçekten, filvaki. -, and he did eome. (b) hatta, ... bile, bundan başka, ayrıca, ilaveten, üstelik. A good, yea, a noble man. e.a.-ı. yes, 2. (a) indeed, (b) even. k.a.-l. nay, no. yea 2, is. 1. olumlu oy, kabuloyu, kabul, onay, 2. olumlu oy verenlkabul oyu verenlkabul edenlonaylayan kimse. The yeas outnumbered those who voted against the bill. 3. yea~sayer : (a) olumlu oy (kabuloyu) veren, muvafık/ taraftar kimse, (b) bk.: yes-man. yeah, zf. k.d. evet. e.a.- yes. yealing, is. isk. bk.: yeelin.



3713



yean yean, gs.f (koyunlkeçi) kuzulamak, yavrulamak, oğlak doğurmak. yeanling, sf &is. 1. kuzu, oğlak, 2. yavru, bebek, yeni doğmuş. e.a.- 2. infant. year, is. ı. yıl, sene. This/last/next -: Bu/geçen/gelecek yıl. all the - round: bütün yıl boyunca. - after -: her yıl. by -: yıllık, yıldan yıla. to pay by -: yıllık (taksitlerle) ödemek. - by - =from - to -: seneden seneye. - in and - out = - in - out: yıllarca, senelerce, seneden seneye, yıllar boyu, daima, her zaman, aralıksız. every - = each -: her yıl. every other - = every second -: yıl aşırı, iki yılda bir. for -s: yıllarca. They have not seen each other for -s. from one - to the other : bir yıldan ötekine, 2. calendar year d.d. takvim yılıisenesi: 1 Ocaktan 31 Aralığa kadar devam eden 12 aylık! 365 veya 366 günlük süre. the 1993 : 1993 yılı. common - : adı sene. leap -: artık yıl, sene-i kebise, 3. 365 günlük herhangi bir zaman süresİ. lt happened 5 years ago. -s (and -s) ago : senelerce önce. a - and aday huk. bir yıl ve bir gün. - of grace : Miladı yıl. The - of grace 1989 : Miladı 1989 yılı, 4. astr. (a) lunar - d.d. kamed yıl, 12 kamed aylık süre, (b) astronomical -/equinoctial - Isolar - / tropical - d.d. dönence yılı: bir ılım noktasın­ dan ötekine geçme süresi, (c) sidereal - d.d.: güneş yılı: dünyanın güneş etrafında tam bir dönüş süresi:::: 365 gün, 5 saat, 48 dakika 45.5 saniye, 5. gezegen yılı: bir gezegenin güneş etrafında tam bir dönüş süresi. The Martian -: Merih yılı, 6. (öğretim vb. kurumlarında) yıl, takriben 12 aylık çalışma dönemi. academic - : öğretim yılı. school - : ders yılı, 7. yaş. He is 5 -s old : beş yaşındadır. from his earlier -s: küçük yaştan beri. He looks old for his -s: OLduğundan daha yaşlı görünüyor. well on in -s : yaşı ilerlemiş. to get on in -s : yaşlanmak, yaşı ilerlemek. to grow in-s : yaşı ilerlemek. to reach -8 of discretion : reşit olmak, sinnirüşte ermek, 8. -s: (a) zaman. in -s gone and -s to come : geçmişte ve gelecekte (geçmiş ve gelecek zamanda/yıllarda), (b) yaş, çağ, (c) yaşlılık, ihtiyarlık. a man of -s: yaşlı bir adam. He is very healthy for a man of his -s: Yaşlı olmasına rağmen çok sıhhatli. year-around, sf bütün yıl (boyunca), bütün sene. e.a.- year-round.



3714



yearbook, is. ı. yıllık. Look! There iS my photograph in the school -. 2. salname. year-end, sf &is. yıl sonu. A - report. A - upsurge ofprices. yearling, sf &is. 1. bir yaşındaeki), 2. bir yıllık, bir senelik, bir yıl süren/sürekli, 3. bir yaşını doldurmuş hayvan yavrusu: toklu, tay. yearlong, sf bir yıl süreli, bütün yıl süren! devam eden. She came back after a - absence. yearly, sf &zf. &is. 1. yıllık, senelik. meeting. 2. her yıl/her sene (olan), yılda/senede bir (olan), 3. yıllık (bülten vb.), yılda bir yayın­ lanan belge. e.a.-l&2. annual, annually. yearn, gs.f ı. gen. - for: özlemek, hasretini çekmek, hasret/özlem duymak, (çok) arzulamak!istemek. They yearned to return home. He yearned for her presence/her/her to come home. 2. sevgi/şefkat/muhabbet duymaklbeslemek, 3. hislenmek, duygulanmak, müteessir olmak. e.a.-I. long for, aspire, desire, crave, hanker after, pine for. k.a.-l&2. despise, loathe, recoil, dislike, avoid. yearner, is. özleyen, hasret çeken, çok arzulayan, sevgi/şefkat/muhabbet besleyen. yearning, is. özlem, hasret, şiddetli istek! arzu, iştiyak. e.a.- bk.: desire, longing. yearningiy, zf. özleyerek, özlem/hasret çekerek, özlemle, hasretle, {ştiyakla, tahassürle. yearBround, sf bütün yıl (boyunca), bütün sene (devam edeni işleyen vb.) A - resort. year-around d. d. yeast 1, is. ı. maya. - cake: (kalıp halinde) kuru maya, 2. bira mayası, 3. köpük, 4. co ş­ kunluk, heyecan, taşkınlık, telaş. Were allseething with the - of revolt. e.a.-3. spume, foam, 4. agitation, ferment. yeast2, gs.f 1. mayala(n)mak, 2. köpür(t)mek, köpüklenmek, üstü köpükle örtülmek. e.a.-l·ferment,2·froth,foam. yeastily, zf. ı. mayalanarak, köpürerek, mayalı olarak, 2.. coşarak, taşarak, heyecanla, taşkınlıkla, 3. happalıkla, toylukla. yeastiness, is. ı. mayalanma, mayalı olma, 2. köpürme, köpüklenme, 3. coşkunluk, taşkın­ lık, heyecan(1ılık), 4. hoppalık, toyluk. yeast plant, is. maya mantarı: maya içinde bulunan tek gözeli Saccharomyces türünden bir mantar.



yeııow-green alga



yeasty, sf yeastier, yeastiest ı. mayalı, mayaya benzer, 2. köpüklü, 3. (a) coşkun, taşkın, heyecanlı, kabına sığmayan, hareketli, (b) hoppa, toy, ham, olgunlaşmamış, gelişmemiş. e.a.-2. frothy, foamy, 3, (a) ebullient, exuberant, frivolous, (b) unsettled, restless, youthful, immature. . yeelin = yealing, is. isk. çağdaş, yaşıt, mayalanmış,



aynı yaşta.



yegg = yeggman, is. argo 1. hırsız, 2. kasa 3. eşkıya. e.a.-l. robber, burglar, 2. safeeraeker, 3. thug. yeId, sf isk. kısır, sütsüz, süt vermeyen. yaId, yauId, yeıı d.d. e.a.- barren. yeIk, is. k.d. bk.: yoIk. yeıı, is. &f ı. bağırma(k), haykırma(k), feryat (etmek). "Stop it!" he yelled. To give a -: haykırmak, gürlemek. Don't yeıı at me like that! Bana öyle bağırma! He yeııed (out) orders at everyone :. Bağırarak herkese emirler veriyordu. 2. çığlık (atmak), (acıdanıkorku ile) çığlığı koparmak, acı acı/avaz avaz bağırma(k). She was yelling her head off: Avazı çıktığı kadar bağırıyordu. 3. (tempo ile taraf tutarak) bağırma(k), bağırıp çağırma(k). to - with Iaughter : (gürültülü) kahkahalarla gülmek. A - of Iaughter: gürültülü kahk