NTV Tarih - Eylül 2009 [PDF]

  • Author / Uploaded
  • ?
  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

i· indekiler . . . ... . . ..... . . . . . . .... . . . . . .... . . . . . ...... . . ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ...... . . ... . . . . . .....ı . . .



.... ç . .... . . ... . . . . . ... . . .... . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . ... . ... . . ... ... . ... . . . . ... . . . . . . . ... . . . . . . .... . . . . .... ... . ... ..



30



Osm~~ar'ın kuruluş gerçegı



Osman Gazi'nin s avaş yolundan Koyunhisar'a, beylikten hanedana giden süreç nasıl şekillendi? Osmanlı devletinin gerçek kuruluş hikayesinin ayrıntıları, bugüne kalan izlerle birlikte aydınlatıldı.



4



NTV TARiH EYLÜL 2009



48



Yaz Ramazam ve bayram Bu sene 21 Ağustos'ta başlayan oruç ayı, 201Tye kadar yaz aylarına denk gelecek. Osmanlı döneminden Ramazan belgeleri, kaftan giydirilen minareler, bayram tebrik kartları ve lokuma atılan 232 yıllık imza: Hacı Bekir



Fareli köyün çocukları nereye gitti? En güzel çocuk masallarından "Fareli Köyün Kavalcısı" nda neler olmuş, çocuklar nereye kaybolmuştu? Almanya'nın Hameln şehrinde başlayan 725 yıllık masalın gizemli finalleri ...



HER AY 06 10 13 22 24



Okurdan Evrak-ı



Metruke



Haberler Gündemin Tarihi O Kadar da Değil Derya Tulga



26 Tarihte Bu Ay 28 Ayın Fotoğrafı 46 Dün/Bugün



Ay;egül Parlayan 72 Silinmeyen İmzalar Haluk Oral



76 Kağıt Üzerinde Enis Batur 78 Kitap 84 Sahaftan E. Nedret İ;li 86 Anadolu'nun Ustaları Ahmet Ye;iltepe 88 Evliya Çelebi 89 HaBuDiyar BünyadDinç 94 Tavanarası Feza Kürkçüoğlu 99 Ajanda 104 Bulmaca Sedat Yafayan 105 Bilmece 106 Zamanın İzinde İsenbike Togan



O



2. Dünya Savaşı'nda Türkiye cephesi Eylül 1939'da başlayan ve EOmilyondan fazla insanın plümüyle sonuçlanan savaşın rrürkiyc'ye yansımaları: Bıçak sırtında bir diplomasi, r okluklarla dolu bir hayat.



Dünyayı dolaşan ilk insan: Henrique Macellan' ın üç yıllık devrialemi, 487 yıl önce bu ay tamamlanmıştı. Yolculukta yer alanlar arasında bulunan eski bir esir, doğduğu topraklara dönünce bir ilke imza attı.



78



Ara Güler: Tarihin objektifi Ara Güler'in biyografisi Foto Muhabiri Ara Güler kitabı, Türkiye'nin yakın tarihine ışık tutuyor; geçen yüzyıla damgasını vuran pek çok ismin hikayesini anlatıyor.



Türkiye i ş Bankası 85 yaşında



S.94



NTV TARiH EYLÜL 2009



5



kurdan ·· · · · ··· ·. · · · ···· · · · Erzincan!ı



Hasan Çavuş



NTVT Ağustos sayımızın kapak konusu, gazete ve TV'lerde geniş yankı buldu. Okurlarımızdan da çok sayıda tebrik mesaj ı ve telefonu aldık. Hepsi adına Meliha Hanım'ın yazdıklarını yayınlıyoruz.



Mektubunuzu aldım! Sayın editör, Bugün edindiğim derginizin içinden çıkan mektubu aldım! Sizi ve sizin nezdinizde bütün ekibinizi içtenlikle kutlarım. Ve de sonsuz teşekkürler. İlk kez geçen ay tanışmıştım derginizle. Bugün de



geçtiğimiz



dönemde belki de pek çok siyasetçinin, görsel medyadaki tartışmaların, köşe



yazarlarının yapamadığı



etkiyi yaptı; hiç kuşkum yok ki bütün okurları için de aynı etkiyi yapacak. Kitaplığımın en güzel yerinde saklayacağımdan şüpheniz olmasın. Uzun zamandır beni böylesine etkileyen bir durumla karşılaşmamıştım. Bir kez daha teşekkür ediyor, uzun ömürlü nice güzel yayınlar diliyorum. Saygıyla. MelihaAkay



Beş!ktaş, Nazmi Bey ve Okten ailesi



alışveriş poşetleriyle



mutfağa girmiştim ilkin. Dergilerimi çıkarırken içinden düşen mektuba uzandım. Merakla açtım. Kapı eşiğinde ne kadar kaldığımı inanın ki hatırlamıyorum. Minicik ama çok derin, çok özel, çok içkin mektup, içinden



Çanakkale'den



ektup var ERZiNCANlJ



fIASAN



ÇAWş



m Un5Yllında V&fG.I\ıuıguçektıtr



kahnım.tnlıkhlkjylilll



Bir "yanm kupa n daha var



olduğunu düşünmüştüm. ihtiyacı duyacağım aklıma



1958' deki ikiye bölünmesinin bir benzeri



Anadolu' dan tek şampiyon olan Trabzonspor'un eşine az rastlanır tarihini de NTV Tarih'te görmek isterim. T eşekkürler.



olmadığını belirtmişsiniz.



Cemi! Cirit



Ağustos sayınızda



Başbakanlık Kupası'nın



Oysa Türkiye'de bir benzeri daha var: 1959 Türkiye Gruplar Şampiyonası'nda Trabzon İdmanocağı ile Ankara Havagücü yine aynı şekilde bir kupayı ikiye bölerek kupanın sahibi olmuşlardı. Bu yarım kupa Trabzonspor Sadri Şener Müzesi'nde sergilenmektedir. Ayrıca, "Üç Büyükler" dediğiniz takımların tarihine bakmanızı yadırgamamakla beraber NTV TARiH EYLÜL 2009



Derginizi ilk elime aldığımda "Okurdan" köşesindeki "Katkılar" bölümü çok ilgimi çekmişti ve insanların kişisel tarihleriyle, büyük harfle "Tarih"in kesiştiği anları bu şekilde kaydetmenin çok heyecan verici bir fırsat Bir gün katkıda bulunma



Katkılar



6



,



Bu konuda FB ve GS tek değildir. 1957-58 Türkiye Amatör Futbol B irinciliği'nde, Trabzon İdmanocağı ve Ankara Havagücü takımları aynı puan ve averajla birinci olunca, ilk kez bir kupa ortadan ikiye ayrılarak iki takıma verilmiş.



Cem



Şeyhoğlu,



Samsun



bile



NTVT Okurlarımıza teşekkür ederiz. Verdikleri değerli bilgi üzerine, Trabzonspor Sadri Şener Müzesi sorumlusu Hakan Başağa'ya ulaştık ve kendisi bize hem yanda gördüğünüz yarım kupanın



fotoğrafını hem de bu kupanın ikiye bölündüğü maç ve sonrasına ilişkin daha isabetli ve başka değerli bilgiler ulaştırdı.



Buna göre Trabzon'da 1957-1958 sezonu Türkiye amatör futbol şampiyonasında Trabzon İdmanocağı ve Ankara Havagücü takımları puan



yapılan



1959'da verilen kupanın yarısı, Trabzonspor Müzesi'nde.



gelmemişti.



Ta ki ablam Ayşe Ürgen, Temmuz sayınızda "İstanbul Pazar Ligi Şampiyonu Beşiktaş" başlığıyla yayınlanan fotoğrafa



dikkatimi çekene kadar. .. Futboleuların sol yanındaki uzun boylu, fesli, çıkık elmacık kemikli adam, rahmetli dedemiz N azmi Ökten'di. ŞerefBeyolarak



ve averaj olarak turnuvayı eşit bitirmişler; şampiyonluk iki takım arasında paylaşılmış



ve şampiyonluk kupası da ortadan ikiye bölünmüştür. 1967 senesinde bordomavi renklerle kurulan Trabzonspor'u meydana getiren dört takımdan biri olan İdmanocağı takımına verilen bu yarım kupa, halen Sadri Şener sosyal tesislerinde yer alan Trabzonspor M. Şamil Ekinci Müzesi'nde sergileniyor. Bir ilginç ayrıntı da aslında İdmanocağı futboleusu olan Ahmet Suat Özyazıcı'nın, o dönem askerlik vazifesini yaptığından dolayı, bu şampiyonada Havagücü'nde kendi takımına karşı mücadele etmesidir.



. , da Adalet Partisi Trabzon milletvekili olarak meclise girmişti . Diğer bir amcamız, ikinci oğlu Şan Ökten'in ismini ise halihazırda sökülmekte olan Fulya tesislerinde görebilirsiniz. Süleyman Seba başkanlığındaki yönetim kurulunda yer alan Şan Ökten, 24 Temmuz 1987'de bir trafik kazası sonrasında hayatını kaybetmişti. Fulya'da ismini taşıyan tesisi de mimar olan kızı İpek Ertin'in onun anısına projelendirdiğini



. bilinen, futbol şubesinin kurucusu Ahmet Şerafettin Bey'in yakın arkadaşı ve bu görevdeki yardımcısı olan N azmi Ökten, dostluklarına ithafen, daha sonra doğan ilk çocuğuna, yani amcamıza Şeref adını koymuştu.



Armatörlükten kazandıklarını, Beşiktaş yönetim kurullarındaki görevleri sırasında kulüple de paylaştığı bilinen dedemiz, 1961 yılında



eklemek gerekir. Divan Kurulu üyesi olan babamız Can Ökten'i ve halen divan kurulu başkanlığını yürüten dayımız Yalçın Karadeniz'i de sayarsak, belki bir ailenin bir takımın tarihiyle kesişen küçük tarihi konusunda birkaç ipucu vermiş oluruz. Ne de olsa bütünü yaratan parçalardır, tarihi yaşayan insanlardır. Tüm bunları hatırlama ve bir bütün içinde düşünme fırsatı verdiğiniz için teşekkürlerimizi kabul edin. Nazlı Ökten



Mektuplar-mesajlar Okunası



dergi



Ağustos sayısındaki



Tevfik Fikret ve W oodstock yazıları için teşekkür ederim; ilgiyle okuyup birçok kişiye tavsiyede bulundum. Önceki sayılara göre daha dopdolu ve ilgi çekiciydi ... 2 Ağustos'ta 17.30'dan 22.00'ye kadar tek oturuşta dergiyi okuyup bitirdim. Atakan Kurucu, istanbul



Kutsal emanetler Ağustos sayısının "Cahillikler Tarihi" köşesinde, "Yavuz'un Mısır seferinden dönerken, bugün Topkapı Sarayı'nda bulunan 'Kutsal Emanetler'i



getirmiş olduğu doğrudur" yargısı yeralmaktadır. ı. "Kutsal E manetler" ne kadar kutsal? Hülagu'nun Bağdat istilasından çok az şeyin kurtulduğunu biliyoruz. 2. Yavuz'un Mısır' dan getirdiklerinin bir listesi yok. 3. Sarayda bulunan emanetlerin bir bölümünün Hz. Muhammed ve Dört Halife dönemine ait olmadığı kanaati yaygındır. 4. Sarayda bulunan Kutsal Emanetler'in hepsi Yavuz döneminde gelmemiştir. Daha sonraki dönemlerde de bazı Emanetler gelmiştir.



Editör



Gürsel Göncü



ve tatlı hep birarada



Acı



72 5



yıl



önceydi. Efsaneye göre "Fareli Köyün Kavalcısı", bugünkü Almanya' nın Hameln şehrini farelerden kurtarmış; sonra da çocukları peşine takıp ortadan kaybolmuştu. Masalın gerçekle kesiştiği noktalar ve çocukların acı akıbeti günümüzde hala tartışılıyor ve Avrupa literatüründe sayısız kitaba ve araştırmaya konu oluyor. Aynı yıllarda, 1280'lerde Kastamonu'dan yola çıkan ve peşine taktığı alpler, yoldaşlarla, dünyayı değiştirecek bir devletin temelini atan Osman Gazi ise ülkemizde hakettiği ölçüde araştırılmıyor; efsanelere terkedilerek, klişelerle idare ediliyor. Osmanlıların kuruluş dönemiyle ilgili kaynakların çok kısıtlı olması, bu durumu bir yere kadar izah edebilir. Ama şimdiye kadar kuruluş coğrafYasında; İzniKte, HerseKte, Yalova'da ciddi bir arazi etüdü yapılmamış olmasını nasıl açıklayacağız kendimize? Yarım asırdır bu konu üzerinde çalışan Halil İnalcıKın sadece arşivlerde değil, sahada da ter döktüğünü bilmek; tarihin coğrafYasız yazılamayacağının en güzel kanıtı. Aynı metodun, aynı yolun yokusu olan NTVTarih de; son aylarda gündeme gelen "Osmanlı Devleti'nin kuruluş yeri ve yılı" tartışmalarını hadiselerin geçtiği araziyi araştırdı, ulaştığı bulguları da sayfalarına taşıdı. 70 sene önce yine bir Eylül günü, ı Eylül 1939'da başlayan 2. Dünya Savaşı'nın Türkiye cephesinde ölüm yoktu fakat yokluk vardı. O günleri yaşayan büyüklerimiz, ı. Dünya Savaşı'nı yaşamış anne -babaları gibi sonraki nesillere tuhaf gelen alışkanlıklar edindiler. İpler atılmaz, rulo yapılarak saklanır; kurşun kalemler tutulmayacak ölçüde küçülene kadar kullanılır, hatta sonrasında başka uca takılır; torbalar saklanır; kağıtlar üzerinde boş yer kalmayacak noktaya kadar yazılırdı. Onlar "bir gün bir yerde lazım olabileceK' tüm bu eşyaları hiç atmadılar; biriktirdiler. Çünkü harp zamanının yokluk zamanlarını yaşamışlardı. Harbin diplomatik ve ekonomik faturası var dergimizde. Savaşın sonlarına doğru ı 944'ü görenler, Ramazan' ın o yıl 20 Ağustos'ta başladığını belki hatırlamayabilirler. Ama aynı içinde bulunduğumuz 2009'daki gibi, o vakitler de bir "yaz Ramazanı"nın başlangıcına denk gelmişti. Oruç zamanının uzadığı ve 33 yılda bir yaşanan yaz Ramazanıyla birlikte, bayram de geliyor sayfalarımıza. Tarihi belgeleri, adetleri, kavramları, tebrik kartları ve tabii şekerleriyle. NTVTarih bu ay lokum gibi.



AzizAşan



NTV TARiHEYLÜL 2009



7



Evrak-ı



metruke



,



.......... ... ..... .. .......... .......................... .... ........ ... ........ .. ........ ... .. ....... .............. .... ....... .... ....... .... ...... .. ........ .... .. .... ........ .... ...... .



Sevgil



kur, dedelerin ve ninelerin



bugünkü Türkiye'nin tarihini yaptı. Sana da bir bakıma, işin kolayı düştü: Yapılan bu tarihi "yazmak"; bu insanları unutmamak, unutturmamak. Birçoğumuzun elinde ve evinde, bu tarihi yapan atalarımızdan kalan bilgi. belge, eşya, fotoğraf, resim var. Okunmayı, anlaşılmayı bekliyorlar. Tarihte hak ettikleri yeri almak için .. . Diğer vatandaşlarımızın da bu insanları bilmesi için. NTV Tarih, seni bu ülkenin yazılmamış ... ..... ....... .. ... ........ .. . . .. ...... ..... . .. . .... . ... . ... .... : .. .



' ~'.:



tarihini yazmaya, yazılana kendi tarihini katıp onu zenginleştirmeye davet ediyor. Elindeki tarihin bir kopyasını, fotoğrafını gönder; NTV Tarih uzmanları değerlendirsin ve dergimizde yayınlansın.



Tarih sadece büyük olaylardan, büyük insanlardan ibaret değiL. Gündelik hayatlarımızIa da yapıyoruz onu. Ataların ve anaların da bu tarihi yaptılar. Peki onlar kimdi ve ne yaptılar? Türkiye öğrensin; geçmişimiz geleceğe bağlansın .



NTVT



'':','" :..:" .......... .... . ..... ... ... .. ........ . . .. ........... . ... ......... . .. . . . . ............ . . . . ...... . .... . .~



ATASAGUN



Atatürk döneminde Konya'da tenis



R



esimdeki şahıs (erkek), babam A. Suavi Atasagun' dur. ı 908 Konya doğumludur. Saint-Joseph ve Galatasaray liselerinden sonra İstanbul Teknik Üniversitesi'nden mezun olmuş; ı 928- ı 938 arasında GS futbol takımında solhaf mevkiinde oynamış ve 4 sene kaptanlık yapmıştır. Aynı



zamanda, İstanbul Şehir Orkestrası'nda birinci keman olarak sürdürdüğü bir müzik hayatı vardır.



Yaz tatilierinden istifadeyle, ailesinin yaşadığı Konya'ya gider ve o zamanki Yol Spor takımıyla antrenman yapar, diğer zamanlarda da tenis oynar. Babam ı 997 yılında vefat etti. Konya' nın eski devirlerden



10



NTV TARiH EYLÜL 2009



beri birçok devletin merkezi olarak ne kadar önemli bir kent olduğu ve birçok kıymetli insan yetiştirdigi herkesin m:l1umudur. Bu resmi, aynı zamanda, Atatürk Türkiye'sinde Konya'da bir



kesiti canlandırdığı için de önemli buluyorum. Mustafa Atasagun, istanbul



NTVT Suavi Bey resmin altına kendi elyazısıyla, tabelalardaki yazıların



bugünkü Türkçesini not düşmüş: solda: Bir numaralı tenis sahası - sağda 2 numaralı tenis sahası üstte: Oyun esnasında sahaya girilmez."



.... . . .1. .. . . . . .. ... .. . ... . ...................................... . ...... . .. .. . . ... . ................. . ........ ... . ........ . . .. ..... . .. .. .. ....... .. ...... . ............ ....... ............... .



ALTUG



Çanakkale gazisi ve ı bir İngiliz matarası



D



edemin babası Erzincanlı Hüseyin Altuğ, Çanakkale gazisiydi. Doğduğumdan beri evimizde bulunan bu cep matarasını Çanakkale dönüşü getirmişti. Üzerindeki yazı ilgimi çekti ve kısa bir araştırma yaptım. Matara, 10 Ağustos 1915'te ölen İngiliz Binbaşı Arthur Langston Pilleau'ya aitti. Binbaşı, bugün Seddülbahir' deki Gözcübaba tepesi üzerindeki Helles



I



Anıtı'nda adıyla anılıyor.



İngiliz arşivlerinde, binbaşı Pillcau'yla ilgili ayrıntılı bilgiler var. Doğduğu yer olan İngiltere' deki Kent bölgesinde, Marden kasabasında da anılıyor. Kendisinin akrabalarına da ulaştım, konuyla ilgili yazıştım. Cep matarası 1912'de imal edilmiş; alt kısmında üreticisi ~lan gümüşçünün adı basılı. Büyük dedemin Süleymaniye Askerlik Şubesi'nden 1926'da aldığı ihtiyat tezkeresini ve binbaşının matarasını ihtimamla saklıyoruz. Kerim



Altuğ



Çanakkale gazisi Erzincan Kemaliyeli Hüseyin A ltuğ (solda), ingi liz binbaşıya ait cep matarasını savaş d önüşü getirmişti.



Altuğ'un



1928'de a l dığ ı ihtiyat tezkeresi (en altta).



tepenin hemen aşağısındaki (The Farm) bulunuyordu. Bu saldırıda kayıpları en ağır tabur 10. Hampshires oldu. Ölen subaylardan biri de binbaşı Pilleau idi ve o sırada 51 yaşındaydı. Kesin olmamakla birlikte Hüseyin Altuğ'un, 10



Ağıl mıntıkasında



Ağustos saldırısına katılan



Türk birlikleri arasında, Ağıl bölgesindeki çarpışmalarda yer alan Yarbay Recai Bey komutasındaki 23. Alay'a bağlı 2. veya 3. Tabur askerleri arasında bulunduğunu düşünebiliriz. Aynı



noktada 23. Alay 3. Tabur ıı. Bölük komutanı Yüzbaşı Mehmet Tevfik Bey de burada şehit olmuştu. Ölen Binbaşı Pille au da büyük ihtimalle 10. Hampshires taburunun savaşan



komutanıydı.



~ _ - , - _ - - ',v



NTVT Okurumuzun İngiliz ilgili verdiği bilgilere birkaç şey ekleyelim: Pilleau, cep matarasının uzerinde de yazdığı gibi, 10. Hampshires Taburu'nda görev yapmıştı. Bu tabur, 6 Ağustos 1915'te Suvla Koyu'na çıkarma yapan Yeni Ordu birlikleri arasındaydı ve 10 Ağustos 1915'te Mustafa Kemal'in Conkbayırı'nı tamamen geri alan karşı saldırısı sırasında, binbaşıyla



:J!



--' .pK< ;~



--f": ,~



NTV TARiH EYLÜL 2009



11



İstanbul: Minyatürdeki tarih - Süleymaniye Camii'nin akustik sırrı .



Geleneksel Türk El Sanatları: ton saz ustası İznik: Yaşayan Osmanlı, çök~n Türkiye Osmanlı Arşivi: Tarihin tarihi Anılarma Saygı: Yücel Dağlı, Jale Baysal ve Etem Ruhi Ungör Gündemin Tarihi: Coğrafi yer adları tartışması KAHRAMANMARAŞ



18 bin yaşında bir toprak ana Kahramanmaraş



- Direkli Mağarası'nda, şimdiye kadar bilinen en eski anatanrıça figürü bulundu. MÖ 16000-12000'lere tarihlenen ve pişmiş topraktan yapılmış heykelcik, Anadolu' daki anaerkil yaşam geleneğini 5 bin yıl daha geriye taşıdı. CEVDET MERİH EREK ahramanmaraş, "Kahraman" olmadan önce Maraş'tı. Peki, Maraş olmadan önce neydi? En eski sakinleri kimlerdi? 1947'den bu yana bölgede gerçekleştirilen araştırmalar, bu sorulara cevap arıyor. Kesintilerle süren bu araştırmalara, 2007'de Kahramanmaraş Arkeoloji Müzesi'nin yönetiminde ve Gazi Üniversitesi Arkeoloji Bölümü'nün bilimsel danışmanlığında yürütülen bir çalışma eklendi. Türkiye' nin üçüncü mağara kazısı, Kahramanmaraş'a 72 km. uzaklık­ ta yer alan Döngel Köyü, Yukarı Döngel Obası'nda bulunan Direkli Mağarası'nda sürüyor. Direkli Mağarası 2009 sezonu kazıla­ rında "son avcı-toplayıcılara" ait yerleşim tabakalarında bulunan stilize kadın hey-



kelciği, toprağın ateşle ısıtılarak sertleşti­



rilmesi sürecinin tarihsel geçmişini MÖ 16000-12000 yıllarına taşıdı. Bu tarihlerde ve öncesinde, Yontmataş çağı insanının taş, kemik ve boynuzdan hayvan ve kadın heykelcikleri yaptığı biliniyordu. O rta ve Batı Avrupa'da bulunan kadın heykelcikleri "Venüs" olarak adlandırılmış; ama bunların Anadolu ve Yakın Doğu'da örneklerine rastlanılmamıştı. Anadolu'da anaerkil bir sosyal yaşamın varlığını yansıtan heykel ve heykelcik sanatının, Direkli Mağarası'ndaki heykelciğin bulunuşuna dek Yenitaş Çağı'nda (Neolitik Çağ) başladığı düşünülüyordu.



Ama bu stilize kadın heykelciği, Anadolu ve çevresindeki anaerkil yaşam modelinin, bilinenden çok daha eskiye gittiğini gösterdi. Yaklaşık 3 cm. boyundaki heykelcik, elle şekillendirildikten sonra ısıtılarak sertleştirilmiş. Sivri bir baş kısmı ve yuvarlak bir dip kısmı bulunuyor. Gözler çizilerek hafifçe belirtilmiş ve memeler sonradan gövde üzerine ilave edilmiş iki çıkıntı olarak şekillendirilmiş. Kol ve bacakları ise hiç belirtilmemiş. Orta Anadolu Yenitaş Çağı höyüklerinde sıklıkla rastlanan sivri serpuşlu, şişkin kalçalı, çekik gözlü ana tanrıça heykelcikleriyle de benzerlik taşıyor. Kahramanmaraş ve çevresinde arkeolojik çalışmaların geçmişi çok köklü değil; ama son buluntular bölgenin yüksek potansiyelini gösteriyor.



Üstün bir işçilik Heykelcikle aynı tabakada bulunan geometrik çakmaktaş ı aletler, çoğun l ukla yarımay biçimli, boynuz veya kemik orakların kesici ağızlarının yap ı mında kullanılmış .



Direkli sakinleri, taş aletlerin yedikleri hayvanların kemiklerinden de alet yapmay ı başarm ı şlar. Özellikle giyim kuşam konusunda bir işleyişin var lı ğını gösteren kemik iğneler, üstün bir işçiliğe sahip.



yanıs ıra



3 cm.'lik dev



keş i f:



"Direkli Hatun"



Zevkli bir süsleme Deniz kabuk lu larından , taş ve kemikten ve akrep kıskaçlarından ürettikleri boncuklar, Direkli sakinlerinin süslenmeye önem verdiklerin i gösteriyor. Özelli kle Nassarius gibbosu/a ve Dentalium olarak tanımlanmış kavkılı deniz can lı larının kabukları



delinerek veya kes ilerek boncuk haline get iri l miş. Bu materyalleri bulmak için en yakındaki iskenderun Körfezi ve dolayısıy la Doğu Akden iz'e ul aşmaları, Yontmataş Çağ ı'nd a



Direkli



i n sanın ın



yaşam



biçimi



önemli



ipuç l arı



hak kında



içeriyor.



NTV TARiH EYLÜL 2009



13



...................................................... ··········1 ...... .. ............ .......... ...... .. ....... ... ...... " 1



Minyatördeki tarih bulundu Aya İrini'nin yanında bu yıl başlayan temizlik çalışmaları sırasında, 16. yüzyıla ait Hünername'de resmedilen devodun terazisinin ağırlıkları bulundu. Sim Sakalar Ocağı'nın taş tekneleri ve Bizans'ın meşhur Samson Hastanesi de gün ışığına çıkanlar arasında. HAYRİ FEHMİ YILMAZ



• ~~anbuı Üniversitesi'nden ,Dr. Ferudun



I



Ozgümüş başkanlığında



Istanbul Arkeoloji Müzeleri adına 2010'da başla­ yacak kazı öncesi, Topkapı Sarayı'nın ana girişi Bab-ı Humayun'dan girince solda yer alan Aya İrini' nin yanındaki alanda 194Tde ortaya çıkarılan kalıntılar ve çevresi temizlendi. Şehrin merkezinde uzun yüzyıllar kesintisiz kullanılan alanda her dönemin izlerini görmek mümkün. Günümüzün çöp ve yapı molozu arasında , Bizans dönemine ait korkuluk levhaları, sütun başlıkları, cam şişeler, seramikler, Osmanlı çinileri ve mimari parçalar birarada bulunuyor. Kentin uzun tarihinin her evresini temsil eden kalıntıların bazıları döneminin en güzel örneklerinden. 14



NTV TARiH EYLÜL 2009



16.



yüzyıla



ait ünlü minyatürlü yazma



Hünername'de yer alan Topkapı Sarayı



minyatüründe, Bab-ı Humayun'un hemen içinde Aya İrini'ye bitişik büyük bir odun terazisine ait mermer kantar ağırlıkları, temizlik çalışmasının en güzel sürprizlerinden biri oldu. Osmanlı döneminde Topkapı Sarayı sınırları içinde kalan Bizans yapılarının yerine Odun Anbarı'nın yerleştiği biliniyor. Buradaki kantarın ağır­ lıklarıyla birlikte, Osmanlı kaynaklarında geçen "Sim Sakalar Ocağı"na ait olduğu düşünülen kitabeli taş tekneler de tespit edildi. Divan-ı Hümayun'un toplantıla­ rında gümüş taslarla su ikram eden Sim Sakalar, belli günlerde aynı gümüş taslarla Hırka-i Saadet dairesini de yıkarlarmış. Temizlik çalışmalarıyla, İstanbul'un kent belleği yeni buluntularla canlandı. Önümüzdeki yıllarda gerçekleşecek kazı ve



Dev kantarın mermer ağırlıkları Hünername'de, Bab-ı Humayun'u geçtikten hemen sonra, Aya irin i'nin yanında bulunan odun depolarını gösteren minyatür, "miri odun terazüsü" yazısı ve ortaya çıkarı l an mermer ağ ı rlı klar.



araştırmalar, bu kalıntıların daha iyi değer­ lendirilmesini sağlayacak. Aya İrini'ye bitişik ortaya çıkan kalıntı­ ların Bizans devrinin meşhur hastane/ düş­ künler evi olan Samson Ksenedokhion'u ya da piskoposluk sarayı olduğu düşünülüyor. Bazı bölümlerde, Aya İrini'nin güney nefi ve avlusunda örülerek kapatılmış bazı geçitler, bugün ha1a izlenebiliyor. Bu izler, kalıntıların Aya İrini ile ilgili bir yapının hatıraları olduğuna işaret ediyor. İşlevleri henüz tam olarak bilinmeyen mekanların duvarları, her dönemin malzeme ve duvar tekniğiyle tamir edilmiş ya da ekler yapılmış. Bazı mekanların küçük renkli mermer parçalarıyla yapılmış döşeme izleri de görülebiliyor. Bizans'ın son günlerine kadar kullanıldığı anlaşılan yapılar, özellikle Bizans sivil mimarisi için önemli bir örnek.



MİMAR SİNAN SES VERDİ



Ana 224 küpe



ulaş \



457 yıl önce, caminin yapımı ~ aş gı yerleştirilen küplerin ağızlarının tıkandığı; buyüzden b ozulduğu düşünülüyordu. Restorasyon çalışması küplerin sağlam ve ağızlarının açık olduğunu, zeminde ve sıvada kullanılan yanlış malzemenin sesi engellediğini ortaya koydu. NİLGÜN OLGUN



M



imar diye



Sinan'ın "kalfalık nitelendirdiği,



eserim"



Osmanlı



İmparatorluğu'nun en simgesel Süleymaniye Camii, akustik düzeniyle de yıllarca sanat ve mimarlık tarihçilerini uğraştırmıştır. Kasım 2007'den bu yana süren ve tarihinin en kapsamlı restorasyon çalışmaları sonucu Süleymaniye ile ilgili yeni bilgilere ulaşıldı. Cami hakkında bugüne dek yazılan ve söylenenler de bu çalışmalar sayesinde somutlaştı. Ömer Lütfi Barkan'ın Süleymaniye Cami ve İmareti İnJaatı adlı eserinde bahsi geçen 88. muhasebe defterinde, tanesi 2 akçeden 255 adet testi (sebu) satın alındığı bilgisi yer alır. Farsça "testi" anlamına gelen "sebu"ların akustik düzeni sağlamak için üst örtünün çeşitli noktalarına yerleştiril­ diği yıllardır yazılagelmiştir. Bu görüşten yola çıkarak, akustiğin sırlarını barındıran ana kubbede yapılan araştırmalarda; 26.20 m. çapında, 48 m. yüksekliğindeki ana kubbede yedi sıraya eşit sayıda yerleştiril­ miş toplam 224 adet küpe ulaşıldı. Pişmiş



yapısı



16



NTV TARiH EYLÜL 2009



topraktan imal edilen küpler 0.5 cm. ka50 cm. boyunda, ağız kısmı 12 cm. çapındadır. Kaynaklarda da bildirilen küplerden, şu ana dek sadece ana kubbede bulunanlara ulaşıldı. Tespit edilen rakamın inşaat muhasebe defterlerinden az olması, kubbenin başka yüzeylerinde de küplerin bulunabileceğini düşündürse de inşaat sırasında oluşabilecek fireler için daha fazla sayıda küp sipariş edilmiş olması da mümkün. Günümüzde cami akustiğindeki bozulmaların nedeni olarak küplerin ağızlarının kapalı olduğu gösterilse de araştırmalarda akustik ağızlarının özgün boyutlarında olduğu ortaya çıktı. Akustik kaybına ise, küfeki zemin üzerine ahşap döşeme yapılması ve birçok kubbenin çimentoyla sıvanması­ nın neden olduğu düşünülüyor. Restorasyon kapsamında yüzeylerdeki çimento sıvalar itinayla sökülüyor ve aslına uygun olarak "Horasan sıva" kullanılıyor. İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Baş­ kenti olacağı dönem yaklaşırken, bu anıt eserin sorunlarına bilimsel çözümler üretilmesi adına önemli adımlar atılıyor. lınlığında,



Tarihi ses sistemi Süleymaniye'nin muhteşem ana kubbesi üzerinde yürütülen çalışma l ar sırasında bazı küplerin omuzları net biçimde görüldü. Bunların ağızlarının sıvanmadığı anlaşıldı ve hassas ölçümleri yapıldı.



Roman tadında okunan bir tarih çalışması ... Namık Doymuş,



yirmi yıla yakın süren Fetret Devri'ni ve ardından gelen yeniden kuruluşun öyküsünü ayrıntılarıyla ele alıyor, tarihimizin az bilinen bir dönemini aydınlatıyor.



NAMIK



DOYMUş Osmanlı imparatorıu v



,



YenidenK







uruluşun Tarihi



Haber 100 MİLYONUN ÜZERİNDE BELGE



Tarihin tarihi Osmanlı Arşivi



yeni



üç sene sonra



binasına kavuşacak



İstanbul Sultanahmet'te bulunan Osmanlı Arşivi, 100 milyon dolarlık bir yapı bütçesiyle İstanbul Kağıthane'ye taşınıyor.



Bu devasa arşiv, sonunda bütün birimleriyle ölçüde bir merkeze kavuşacak. İşte, Osmanlı Arşivi'nin kısa tarihi ve bugünü. hakettiği



MUZAFFER ALBAYRAK



O Devleti'nin



smanlı Arşivi, altı asırlık Osmanlı



merkez ve taşradaki yönetim mekanizması ve bürokrasisi içinde üretilmiş yazışmalar ve tutulan kayıtların muhafaza edildiği kurum. Osmanlı Arşivi'ndeki belgeler Arap alfabesiyle yazılan çoğunlukla Türkçe, yani Osmanlıca.



Devletin kuruluş yıllarına ait çok az belge var. Fatih Sultan Mehmed zamanına kadar olan döneme ait de az sayıda ferman, vakfıye ve mülkname bulunuyor. 15. yüzyıldan itibaren sürekli bir artış gösteren ve bugüne ulaşan arşiv malzemesinden, Osmanlı Arşivi'nde mevcut olanların sayısı 100 milyonun üzerinde. Bunlar genellikle defter ve belge koleksiyonları olarak tanımlanabilir. H arita, plan, proje ve fotoğraflar bu malzemeyi zenginleştiren unsurlardır. Bir diğer önemli arşiv malzemesi de Osmanlı Devleti'nin yabancı devletlerle yaptığı her türlü antlaşma ve muahedelerin orijinalleridir. Osmanlı Devleti kurulduğundan beri önemli bilgileri saklama fikri vardı. Milyonlarca belge kese, sandık, çuval ya da torbalarda belli usullere göre saklanmıştı. 19. yüzyıla kadar belge ve defterler, başta Topkapı Sarayı olmak üzere Sultanahmet civarındaki muhtelif yerlerde muhafaza sayıda



edilmişti.



Sadrazam Mustafa Reşid yerlerde bulunan arşiv malzemesini dağınıklıktan kurtarmak amacıyla modern bir arşiv binasının inşası için girişimde bulunur. İtalyan Mimar Fossati tarafından Biib-ı Ali bahçesi içinde Hazine-i Evrak denilen ilk arşiv binasının inşasına 1846



yılında



Paşa, çeşitli



18



NTV TARiH EYLÜL 2009



başlanırke n,



nada da



idari ma-



kurumsallaşma



başlatılır.



1849'da



binası



tamamlanmış



arşiv



(bu bina 2008'de restore ve günümüzde araştırma salonu olarak kullanılmaktadır) Hazine-i Evrak Müdürlüğü adını alan kurum Sadaret'e (Başbakanlık) bağlı olarak imparatorluğun sonuna kadar bu konumunu muhafaza edilmiş



etmiştir.



Cumhuriyet döneminde de Başbakanlığa bağlı kurum olma özelliğini sürdüren arşiv, son olarak 1984 yılında kurulan Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bünyesinde Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı adıy­ la günümüze kadar gelmiştir. 1987 yılına kadar İstanbul Valiliği bahçesindeki tarihi mekanında hizmet veren Osmanlı Arşivi, bu tarihte Sultanahmet'teki yeni binasına taşınmıştır. Osmanlı Arşivi' nde tasnif çalış­ maları devam etmekte olup 100 milyonun üzerindeki belgenin çoğu tasnif edilmiştir. Arşivde Osmanlılar'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne intikal etmiş çok zengin bir malzeme bulunmaktadır. Aralarında Ortadoğu, Balkanlar, Doğu Avrupa, Kuzey Afrika ve Arabistan ülkelerinin olduğu 40'a yakın devletin milli ve ortak tarihlerinin yazılmasında, ülkeler arasındaki anlaşmazlıkların çözümünde başvurulacak yegane kaynak Osmanlı Arşivi'dir. Burada bilimsel çalışmaları kolaylaştır­ mak için bürokratik engeller olabildiğince



Sultan ii . Mahmud dönemine ait berat (1824).



kaldırılmıştır.



Kuruma gelen yerli veya ya-



bancı araştırmacı, başvuru yaptıktan hemen



sonra araştırmaya başlayabilmektedir. Araştırmacıların istedikleri bilgi ve belgeye daha kolayerişebilmesi amacıyla, kataloglar internet ortamında da hizmete sunulmuştur. Böylece dünyanın neresinde olursa olsun, araştırmacıların bilgisayar aracılığıyla Türk arşivlerine erişimi ve katalog taraması yapabilmesi imkanı sağlanmıştır. Osmanlı Arşivi, asli görevi olan belgelerin tasnifi ve muhafazası yanında, belge neşrine dayalı kitaplar yayınlamakta, yurtiçi ve yurtdışında muhtelifkonularda sergiler açmaktadır. Adres: Ticarethane Sk. No. 12 34410 Sultanahmet! İstanbul www.devletarsivleri.gov.tr



· ..... .1. . ....... ............ .... . ........... . ............. .. ... ..... ... . ...... .... .... ......... . ............. .. ............... . .



AL TINOVA - İZNİK / YALAKDERE KÖYÜ



TARİH GAZETE sİ



Katip Çelebi 400



yaşında



PTT Genel Müdürlüğü Filateli ve Müze Şubesi, bilgin, tarih ve coğrafYa yazarı, kitabıyatçı ol



> Cihannüma müelliği Katip '~~,ıJj5~: . 'gl .!!! Çelebi'nin 400. doğum ii: ffyıldönümü için, iki adet o.. anma pulu bastırdı. 36x52 mm ebadında, renkli olarak basılan pullar, 75+10 ve 90+10 kuruş (artı değerli pul) üzerinden satışa sunuldu.



i l'y



Che'nin renkli



adını



alakdere köyüne veren derenin üstünde, 17. yüzyılda, ıv. Murad ile Sultan İbrahim'in annesi Kösem Valide Mahpeyker Sultan'ın yaptırdığı düşünülen tarihi bir köprü var. Hemen yanıbaşında ise aynı derenin üzerinden geçen ve bizim 21. yüzyılda yaptığımız bir yol daha var. Biri katırlar, develcr, atlılar geçsin diye yapılmış; diğeri arabalar, kamyonlar



geçsin diye. Sonuç: Arabalar ve kamyonlar, tarihi katır yolundan devam ediyorlar! Zira görüldüğü gibi yeni yol çökmüş. Acaba günümüzde Türkiye'de inşa edilmiş kaç yapı, asırlar sonra hala insanoğluna hizmet verebilecek? Cevap şu: Bırakın asırlar sonrasını, bugüne bile kalmıyor yaptıklarımız. O yüzden hiç değilse Mahpeyker S ultan'ın eserine zarar vermeyelim.



fotoğrafları



Latin Amerika'nın efsanevi devrimci lideri Ernesto "Che" Guevara'nın, daha önce yayınlanmamış üç adet renkli fotoğrafı bulundu. Nicola Seyd'in 1960'ta İngiltere'den Küba Dayanışma Derneği'nde çalışmak üzere Havana'ya geldiğinde çektiği, daha sonra da unuttuğu negatifler tesadüfen ortaya çıktı. Fotoğraflar Che'yi, Küba'da Sierra Maestra bölgesinde bir eğitim kurumunu gezerken gösteriyor.



GELENEKSEL TÜRK EL SANATLARı FESTİvALİ



Kütükten saza, son usta • stanbul -Taksim Gezi 12-



i



I



Parkı'ında



20 Ağustos'ta düzenlenen 4. Altın Eller Geleneksel Türk El Sanatları Festivali'ne çeşitli illerden 80 zanaatkar katıldı. Hepsi de kendi alanının son temsilcilerinden olan zanaatklrlardan, Tokat'ın Çavuşlu köyünden saz ustası Metin Hamzaoğlu, iki yıllık üretim sürecini şöyle anlattı : "Kütüğü dört gün keserle oyduktan sonra, tekneyi bir sene gölgede bekletiyorum. Ancak ondan sonra üstünü ve tellerini oturtuyorum; sedefişlemelerini yapıyorum. Oyma sazda Türkiye'de tekim. Kütük atölyeme geliyor, saz olarak çıkıyor. E n iyisi dut ağacı... Oyma yöntemiyle ağacın gözeneklerine ve akustiğine zarar vermediğimden, saz 20 sene sonra da ses kalitesinden bir şey kaybetmiyor hatta daha da güzelleşiyor. Benimkiler evladiyelik. .. "



Türk kültürü Japonya'da Japonya'nın



Nishinomiya kentindeki Mukogawa Üniversitesi'nde (MWU), Bahçeşehir Üniversitesi ile ortaklaşa faaliyet gösterecek Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü 29 Temmuz'da açıldı. Mart 2010'da Bahçeşehir Üniversitesi'nde kurulacakjapon Kültürü Araştırma Merkezi'yle beraber, iki kuruluş karşılıklı olarak faaliyete geçmiş olacak.



Küçükçekmece' de



kazı



İstanbul - Küçükçekmece'de 2008'de ilk



izlerine rastlanan antik Bathonea kentinde kazı çalışmaları başladı. Göle doğru uzanan alanda, İstanbul'un MÖ 7. yüzyılda "Byzas" tarafından kurulduğu yıllara tarihlenen ikinci bir kent daha olduğu düşünülüyor. NTV TARiH EYLÜL 2009



19



Haber /



Anılarına saygı



ETEM RUHİ ÜNGÖR (1922-2009)



YÜCEL DAGLI (1963-2009)



Çalgılar



seni söyler,



tellerde



nağme adın



ayatını Türk çalgılarını araştırmaya adamış



müzikbilimci Etem Ruhi Üngör (87), 10 Ağustos'ta ekmek almaya gittiği bakkal dönüşü, geçirdiği kalp krizi sonucu öldü. TBMM'nin üstün hizmet ödülü verdiği Üngör, doğma büyüme, hatta ilçenin tıklımtıkış sokaklarının bir zamanlar hayvanların otlatıldığı arsalardan oluştuğunu hatırlayacak kadar Kadıköyıüydü. Kısa bir süre önce, Acıbadem'deki evine gittiğimiz­ de bunca senenin bilgi ve emeğiyle madde madde en ince ayrıntısına kadar hazırladığı "Türk Çalgıları Ansiklopedisi"ni bastıracak bir yayınevi bulamaması dışında, keyfı de yerindeydi. Haydarpaşa Lisesi'nden sonra Cağaloğlu'ndaki



memuriyet



defterdarlıkta



başlayan



hayatı



kazanmasıyla



konservatuar sınavlarını bir anda hareketlenmiş; hiç



kopmayacak şekilde müziğe bağlanmıştı. Ta o zamanlar, bu konudaki eksikliğin farkına varmış ve Türk çalgıları alanında çalışmayı seçmiş. Aradığını sadece İstanbul'da bulamayacağından, Anadolu'da da dolaş­ maya karar vermiş. H er sene 30 gün olan izin hakkını, daha önce bilinmeyen, yerel bir çalgı bulabilmek için Anadolu'nun kasabalarını gezerek kullanmış. Dönüşte aldı­ ğı çalgıyı rahatça taşıyabilmek için, sadece ...-~------------.--",~---...



...... :



.



bir havlu, yedek gömlek ve pantolonla yola çıkarmış. Sonuçta 10 yıl boyunca 20 bin km. yol katederek 750'den fazla çalgı aleti toplamış . Hepsini tek tek fotoğraflamış. Nereden, ne zaman, hangi fiyata aldığını da not etmiş. Türkiye'deki tüm vilayetleri dolaşsa da aklının kaldığı birçok küçük köy ve kasaba varmış. Konuşmamız sırasında "Türkiye'deki 40 bin köye gitmeye, benim ömrümü bıra­ kın, asırlar yetmez. Devlet bana üstün hizmet ödülünün yanında yetiştirebileceğim asistanlar da verseydi, hepsi dört bir koldan araştırmaya koyulurdu" diyerek bu konudaki açığa dikkat çekmişti. Geçen yıl kendisine verilen üstün hizmet ödülü içinse "Adam kıtlığından dolayı bana verdiler!" demişti. Koleksiyonunu sergilediği duvarları adeta bir müzeydi. Aralarında Neyzen Tevfik'in neyinin, Sultan Abdülaziz'in lavtasının bulunduğu çalgıları gösterirken her birini sanki ilk defa görüyor gibi heyecanla tutuşu, duvardaki yerlerinden çıkarırken adeta bir bebeği tutar gibi nazik oluşu o günden aklıma kalanlar... Ardından öksüz kalan çalgılarının gerçek değerini büyük ihtimalle kimse onun gibi anlayamayacak. Ayşegül Parlayan



--_._-- -_ ---------------------_ . -.-.....



..~--



Elem Bey elinde bavulu : Anadolu'yu dolaşırken ... .



Evliya Çelebi 'nin peşinden gitmişti Ünlü seyyahımız Evliya Çelebi bin Derviş Muhammed Zılli'yi 21. yüzyılda yeniden canlandıran günümüz okuruna kazandıran, Evliya'nın dünyaca bilinen şöhretine sayısız katkılar sağlayan Dr. Yücel Dağlı vefat etti. 1963 yılında Sinop-Gerze'de doğan Dağlı, 2001'den bu yana da Marmara Üniversitesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü'nde görev yapmaktaydı. Yücel Dağlı, sabırlı ve titiz bir çalışmayla Seyahatname'nin eksiksiz ve aynı formatta olan tek yayımını gerçekleştirdi. Eserin dünyadaki yazma nüshalarını biraraya getirerek sansürsüz karşılaştırmalı bir metin oluşturdu. Dünyaca ünlü uzmanlarla çalışarak 10 ciltten oluşan Evliya Çelebi Seyahatnamesi' nin yayınlanmasını sağladı.



E. Nedret İşli JALE BAYSAL (1925-2009)



Kütüphaneler daha da sessiz Kadın hakları savunucusu, eğitim gönüllüsü, "kütüphane profesörü" Jale Baysal, 84 yaşında öldü. Baysal, İstanbul Üniversitesi Kütüphanecilik Bölümü'nün ilk doktora öğrencilerinden biriydi ve akademik kariyerine bu bölümde devam etti. Ankara Üniversitesi'nde KütüphanecilikBölümü' nü kurmak üzere 1963'te Almanya'dan davet edilen Prof. Rudolf Juchhoff'un yardım­ cılığını yaptı. 1974-1994 arasında bölüm başkanlığını yürüttü. Kariyerinin sonraki yıllarında İstanbul'da Kadın Eserleri Kütüphanesi'nin kuruluşunda görevaldı ve Tarih Vakfı'nın da kuruluşuna öncülük etti. Yazar Tarık Buğra'nın eşi, Ayşe Buğra'nın da annesi olan Baysal, kütüphanecilik ve eğitimcilik hakkında birçok kitap yazdı.



Ümit Bayazoğlu



20



NTV TARiH EYLÜL 2009



HERKES BiRAZ ŞIMARTILMAYı HAK EDER ...



www.rlxos.com KAZAKHSTAN



CROATIA



UKRAINE



DUBAI



AUSTRIA



BAHRAIN



.g~.~4.~~~~..~~~~~.~..!.ç9.ğ~~~~ ..Y~r.~~J~.~~ ...... ............ ............... ................. ....... ........................... .



İki Norşin,



bir Norşincik var; Atine var, Azort var; ama Altınbaşak yok, Harran var; İslambol yok, İstanbul var Cumhurbaşkanı



Gül'ün, Bitlis'in Güroymak ilçe merkezi için "Norşin" demesiyle başlayan tartışma Başbakan Erdoğan'ın desteği ve muhalefet liderlerinin karşı tutumuyla siyasi bir düzlemde devam ediyor. Oysa konunun tarihi ve çok boyutlu geçmişi, salt siyasi yaklaşımların ötesine geçiyor. "SU GÖTÜRMEZ" GERÇEK



EI-Abrik Yer



nasıl Divriği



oldu?



adlarına



uydurma anlamlar, masallar zamanlarda, yerli tarih-şinaslar, Promete'den esinle bir masal düzmüşler : Hz. Süleyman, "RTk" adlı devi, buradaki yalçın kayaya bağlatıp ciğerlerini yırtıcı kuşlara yedirdiği için buraya Div-rik denilmiş imiş. Peki Divriği adı nereden geliyor? En eski kaynak Mutahhar bin Tahir elMakdisl'nin, Ebu Zeyd Ahmed bin Sehl el-Belhl'ye atfettiği Yaratılış ve Tarih Kitabı'ndaki, "Fırat nehrinin çıktığı el-Abriq kayalık bir yerdir" cümlesi, adın kökünü içeriyor: el-Abrik! Bunun iki anlamı var: su akıtan kap yani "ibrik" ve ş i mşek gibi parlayan "kılıç". Fırat'ın, Nehr-i Abrik kolunu a l dığı mıknatıslı yakıştırıldığı



dağları şimşeklerin yaladığı doğru . Aynı



yörede Pavlisiyenlerin kurduğu kente de Eski Arap coğrafyacıları el-Abrik demişler. Arapça yazılış benzerliğinden dolayı kimileri de el-Abrik'i Konya Obruk'u ile karıştırmış, Arap tarihçilerinin "Medinetü'l- Bayalika" (pavlikanların kenti) dedikleri kente, Bizans tarihçileri, Grekçe kalıbına sokarak "Taphrik(e)" demişler. Bu sözcük, Selçuklu, MemlOk, Osmanlı dönemlerinde tedricen Tefrikel Dafrikll Divrigi olmuş. 1938'de demiryoluna kavuşan kasabanın istasyon binasına "Divrik" yazılı levha konulmuş ama PTT işlemlerinde Devrek- Divrik karıştırmaları önlenemeyince 1950'de "Divriği"de karar kılınmış.



22



NTV TARiH EYLÜL 2009



NECDETSAKAOGLU Güroymak mı, Norşin mi" targündeme düşen yerleşim adları konusunun ucu ne' relere varır bilinmez. Türkiye'deki binlerce yerin adları üzerine yapılacak çalışmaların boyutlarını tahmin etmek de zor. Kuruluşundan beri aynı adla anılagelmiş yerlerin tarihi ise 19. yüzyıldan gerilere gitmez. Bütün bunlar, toplumsal tarihi uzun ve hareketli bir ülke için doğaldır. Hasan Dağı'na adını vereni, kibirliler için söylenen "Munzur'dan kar getiren" benzetmesini, Tendürük, Süphan, Bey dağlarının öykülerini anlatan bir kitabımız var mıdır? İstanbulluların güneydoğudan esen ve "keşişleme" dedikleri rüzgarın adının, bir zamanlar adı Keşişdağı olan Uludağ'dan geldiğini kaç kişi bilir? Anadolu coğrafYasındaki nirengilerle kent ve köylerin, uygarlık, kültür ve egemenlik sarmallarında adlandırılışları, türkülerle öykülerle örülmüş ayrı bir tarih zenginliği saklar. 1960 sonrasında özellikle köy ölçekli birçok yerleşime, yanlış, gereksiz, iğreti yeni adlar yapıştırıldığı doğrudur. Halkın, belediye meclislerinin, köy ihtiyar heyetlerinin başvuruları sonucu adları değiştirilen yerler yanında, birkaç adını birarada yaşa­ tan yerleşimler de vardır. Örneğin resmi adı Hazro olan ilçeye Mihrani ve Tercil de denir. Yanlışlık ya da hata, yer adlarına



,



tışmasıyla



müdahalenin toponimi ve etimoloji çalış­ maları tamamlanmadan yapılmasıdır. Bize büsbütün yabancı veya anlamsız gelen kimi köy adları Hititçe, Urartuca kökenlidir. Bunları değiştirmek şöyle dursun titizlikle yaşatmalıyız.



Güroymak ilçesinin merkezi, mahalli 120 yıl önce Çukur'du ve bu ad Cumhuriyet yıllarında da geçerliydi. Yüzyıl sonra 1987'de Güroymak adıyla ilçe merkezi yapılmıştır. Çevre köylerde 12.-14. yüzyıllarla tarihlenen Selçuklu üslubu kümbetler ve mezarlar vardır. Bu eski yerleşim, Nakşibendi tarikatının Halid! kolunun merkeziydi. Şeyh Said (ö1.1925) buradaki Halidi medresesinde okumuştur. Adilcevaz'a bağlı başka bir Norşin (yeni adı Güldüzü-Heybeli) ve bir de Norşincik (yeni adı H armantepe) var. Yer adları, toponimi denen bilim dalı­ nın konusu. Bu alana coğrafYanın tarihle ilgisi bağlamında her zaman başvurulur. Yer adlarının kökeni, anlamı, evrimi ise etimolojinin konusudur. Bu iki alandaki kaynak ve çalışmaların yetersizliğinden kökenler, anlamlar bilinmediği gibi, yazılışı söylenişi kolay, kulağa hoş gelen, yakıştırma - uydurma sözcükler eski adların yerini alıyor. Kimi yerlerin birkaç adından biri resmileşmiş; kimi adlar yazılıp söylenmesindeki zorluktan ya da mensuplarını rahatsız ettiğinden değiştirilmiştir. Ab-ı germ'e bugün Ilgın, Rumkale'ye Halfeti, Küre-i nuhas'a Küre, Daltaban'a Gümüşhane, Polathane'ye Akçaabat, Atine'ye Pazar, adıyla Norşin,



~



Gümüşhane



r------'---I=~Alathane



• Akçaabat Atine • Pazar Ab-ı "germ . Ilgın ort



Fırt Çapakçur'a Bingöl diyoruz. Orhaneli'nin köyü Dağgüney'in eski adı Cebel-i Cedid-i Atranos, Erzurum'un ilçesi Uzundere'ninki Azort, Sivas'ın köylerinden Bedirli'ninki Hergele imiş. Suriye tarafındaki Telebyad'ın, Türkiye sınırında kalan istasyonuna ve çevresinde gelişen ilçe merkezine verilen ve Arapça Telebyad'ı (beyaz tepe) çağrıştıran Akçakale adı ne kadar oturmuştur? Elli yıl önce, Urfa garajından kalkan küçük otobüsün sürücüsünün "Ağcakala'ya, Ağcakala'ya!" nidasını hala duyar gibiyim. Yine o yıl­ larda Edirne faytoncuları da Kapıkule'ye gidecek yolcuları "Kapu'ya, Kapu'ya!" çağ­ rısıyla toplarlardı. Susurluk (Fırt/ Susığır­ lığı) , Zara (Koçkiri), Kırklareli (Kırkkili­ se), Koçakoç (Pah) örneklerine de itiraz edilemez. Kondurulmak istenen yeni adı kabul etmeyen beldeler de yok değildir. Bağdat, Musul, Şam, Urfa gibi kadim bir Ortadoğu kentiyken harabeleşip köyleşen Harran, Altınbaşak'ı benimsemedi; tarihsel kimliğinin gücüyle asıl adını korudu. Tıpkı, tarihinden taşıdığı onlarca adı olan İstanbul'a 18. yüzyılda, dindar padişahlarımızın "İslambol" demelerine, altın gümüş paralarına "Duribe fı İslambol" yazdırmalarına karşın İstanbul'un değiş­ mezliği



gibi ... W. Ramsay'in Anadolu'nun Tarihi Coğrafyası'nın dizinine göz atanlar, İlk ve Ortaçağ Anadolusu'ndan, Grekçe, Rumca, Farsça, Arapça, Ermenice, hatta Asur,



Uzun



S



Gekbuze Çapakçur



Urartu, Hitit kökenli pek çok coğrafYa ve göreceklerdir. Eski adlar bunlardır deyip kent girişlerine Arkadiopolis, Dazimon, Germanikopolis, Hadrionopolis, Samosata, Hısnıziyad, Hısnımansur, Meyyafarikin, Cezire-i İbn Ömer, AlBustan, Diyar-ı Bekr tabelaları mı koy-



yerleşim adı



malıyız?



Kimi kentlerimiz, uzun tarihinde değişik adlarla anılmış . Kurşaura -ArchelaisGarsa ura - Colonia -Taxara - AkseraAksara(y) olmuş; Selçukluların başlıca merkezlerinden olduğu dönemde Darü'zzafer, Darü'l-cihad unvanlarıyla anılmış. Papertum'un yüzyıllar içinde aldığı son biçim Bayburt'tur. Birecik'i Til-Bursip adıyla Asurlular, Bitlis'i Badlis adını vererek Mitanniler kurmuş . Oğuz-Türkmen yerleşkesi olarak şenlenen kentlerden Bozok'a bugün Yozgat diyoruz. Osmanoğulları'nın Söğüt'ünü Bizanslı yazar Anna Comnena, Sogudai olarak kaydetmiş. 14. yüzyılda Katolik papazlarının, çizdikleri haritalarda yarımadanın üzerine "Turchia" yazdıklarını görmezden gelip Türkler Anadolu'da Çakalköy, Dedebel, Kabaktepe vb. beş-on köy kurmuşlar­ dır mı denmeli?



İsİM EFSANELERİ



Trabzon: Tuğra-bozan Kastamonu: Kastın ne Moni? Bir zamanlar "Oniki Divan" sonra "Dolap", çevre köylülerce de yakın zamanlara kadar "Bazar" diye bilinen Bartın'ın bu adının mitolojideki "Partenius"tan geldiğini bilmeyen veya bilmezden gelen kimi yerli aydınlar; Dlv-rik benzeri bir metatez kolaycılığıyla "Bar = yük; lin = toprak" demektir. Bol toprak taşıyan ırmağa ve içinden geçtiği kasabaya Bartın adı ve rilmiş" derler. "Kastro-Komneni"den (Komnen Kalesi) yuvarlama Ka stamonu için : "Kastın ne Moni?" s afsatasını günümüzde bile yineleyenler var. Tibaritel Tibarendel Trabendel Trebizondel Trapesondal Trabesusl Trebizondl Trebizondel Tırabuzan aşamalarından sonra Trabzon'da kara r kılan Karadeniz kentimiz için, Evliya Çelebi orada dinlediklerine dayanarak iki parmağı arasında altın gümüş paraların tuğralarını



silip atan (!) bir yiğidimizden, bozan"dan söz ediyor'



"Tuğra ­



NTV TARiH EYLÜL 2009



23



o



kadar da değil ······DERYp>ruLcA···································· ........................................ .......................................... ............................................................................................ Arkeolojik 1\.11&01 ....



Önce NTV Tarih yazdı



Nedim Gürsel ve kurgutarih



Fazla edebiyat tarih bozar edim Gürsel gazetenin turizm bölümüne fazlasıyla tarih felsefesi tıkıştırmaya kalkışınca iş kontroldan çıkıvermiş. Pollença, Balear adalarında orta halli bir kasaba. İddiaya göre bizzat Turgut Reis'in yönettiği 1500 Türk korsanı 30-31 Mayıs 1550'de burayı basmış, fakat kasaba halkı "kahramanca" direnerek, bizim leventleri denize dökmüş. Bu olaydan hemen sonra Korsika'da Bastia gibi bir merkezi rahatça alabilen Turgut'un, böylesine bir yenilgiye uğradığına inanmak güç. Ama bunu anlayışla karşıla­ mak lazım; neticede Pollença turizm gelirini, bizdeki "temsili kurtuluş gösterileri" benzeri törenlerle kutlamaya başlamış. Gürsel'in tanımadan hayran olduğu yerel kahraman Joan Mas'a eklediği Farragut adı doğruysa, gerçekten de çok nadir bir bilgiye kavuşmuş oluyoruz. Çünkü bu kadar büyük bir başarıya imza atmış olan bu kahramanın, nedense köyü dışındaki literatürde yeri yok. "Saldıran taraf yöreyi haraca kesen Türk korsanları", "kendi hallerinde yaşayan insanların mal ve hayatlarına kasdettikleri için", "önünde sonunda yenilmeye mahkurn" imişler Nedim Gürsel'e göre. Ayrıca da "üstlerinden" yüzlerce mil uzaklaşmışlarmış ve "yeldeğirmenlerine saldıran



Don



Kişot



gibi hareket



etmekte"ymişler.



Türk korsanları Osmanlı İmparatorluğu ile savaş halinde olan bir devletin topraklarına saldırırken, sadece İstanbul'daki sultanın değil, onun sadık müttefıki Fransa kralının da hesabına hareket etmekteydiler. Yani 24



NTV TARiH EYLÜL 2009



Gürsel'in doğduğu vatanından sonra doyduğu vatanından yana da bahtı açık değil. Yazarımız aynı adada bulunan ünlü 365 basamaklı katedrale de gitmiş ama, buranın bahsettiğimiz kurtuluş festivalindeki başat rolüne hiç değinmemiş. Zira her yıl adada yapılan bu festivalin en heyecanlı sahneleri burada yaşanıyor; "Türkleri tepeleyen" kahramanlar canlandırılıyor. Acaba bu kadarını kendisi de biraz bağnaz bulduğu için mi söylemedi? Gürsel, aynı katedralin merdivenlerinden Ahmet Haşim'le birlikte ağır ağır çıktıktan sonra, İsa bahsine geçiyor: "Kilisenin girişinde İsa bekliyor beni. Çarmıhta tek başına ve İspanyol halkının yalnızca acısını değil isyanını da dile getiriyor sanki: ,Tanrım beni neden terk ettin!' O çarmıh­ tayken bile hala susan Tanrı'ya bir yakınma mıydı bu, yoksa İbranice bir duanın sözleri mi? Hiçbir zaman bilemeyeceğiz." Gerçekten de hiçbir zaman bilemeyeceğimiz çok şey var ama; İsa' nın dilinin sadece çarmıhta değil, kısacık ömrü boyunca da İbranice değil, Ararnice olduğunu biliyoruz. İncil'de bizlere nakledilen dilin tıpkısının aynısı yani! Gürsel'in Pollença katedrali önünde yazıklandığı İsa da dile gelse, işte öyle gelirdi! k~.~k oo ~~~u



________- - - - -



SEYAHArcmnt.l



Turgut Reis'in ~~vent~



acımasız falanJıstlerı po\.l.EN5A



Hürriyet, 17 Ağustos 2009, Nedim Gürsel, "Ibiza 'nın vakur karde ş i Mayorka"



Nazım'ın kitabı



4 ay sonra Habertürk'te



Haberlürk, 16 Ağustos 2009, "Kaz ı dan Nazım ç ı kt ı "



Birinci sayfanın manşetindeki N azım Hikmet tarafını öne haber, Sultan Uçar imzası ile çıkararak haberi yayınlamıştı. verilmiş. Haberin Gazetenin haspotunda da ''Arkeberinde mostra olojik buluntulara rolü oynayan ilk kez Habertürk Gece Gelen Tefgrif N'zım'm ::ıUD;~dU,;;;~~::~.;~ ulaştı" deniyor. İç kitabından arta sayfada referans kalan yanmış olarak verilen sayfa görüntüsü Asuman Denker, de dergimizin dergimizin Nisan foto mutfağında sayısının ıı. ve 12. baharatlandığın­ sayfalarında aynı dan, Habertürk'ün konuyu yazmış; manşetine ayrı NTVTarih de bir çeşni katmış. NTV Tarih, Nisan 2009.



~i



Kahrolsun mühürler



Antikçağ'da



kapitalizmI Böyle bir haberi, üstelik de "Marksist kurarn"ı vaaz etmekten bıkmayan bir gazetede okumak şaşırtıcı. "Mühür eski çağ insanında ekonominin, mülk edinmenin, dolayısıyla da



Söz uçar,



yazı kalır



Minyatür ve tarihçisi Biz lafımızı yazılı olarak ettiği­ miz için, onu istesek de Erhan Afyoncu'nun "Tarihin Arka Odası"nda takdim ettiği şekil­ de dolandıramayız. Kendisinin "Panorama 1453 Müzesi"nden bahsederken "Panolarla ilgim var, ama Panorama ile yok" mealindeki sözünün gülünçten de öte olduğunu ekleyelim. Biz yine de kendisine teşekkür borçluyuz; sayın Bardakçı'ya o mahut Mahmut Şevket Paşa meselesini hatırlatmaktan



kapitalizmin ilk işaretlerinden biridir" demiş Prof. Ahmet Tırpan . Ne zamandan beri bir "imza" veya "mülkiyet işareti" herhangi bir dönemdeki kapitalizme işaret edebiliyor, ne zamandan beri salt mülk edinme üretim araçlarına egemen olmakla eş tutuluyor? Birgün, 19 Ağustos 2009, Ahmet "Kapitalizmin ilk imzası "



Tırpan,



bıkmadığı



için.



İlk yazdığım yazıda sadece



ünlü bir minyatürün çizim tarihi ve "İstanbul'un fethine çeşitli kulplar takanların bunu da hesaba katması" öğüdü var. Afyoncu bu tarife uyduğunu kabul etmiş ki fena halde öfkelenmiş . Üstad malum gemilerin karadan yürütülmesinin palavra olduğunu ve bu efsanenin fetihten çok sonra uydurulduğunu dünya ve aleme ilan etmişti . Eğer bu minyatürden haberi olarak bu iddialarda bulunmuşsa özrü kabahatinden büyük demektir. Böyle durumlarda nas ıl susulması gerektiğini sayın Bardakçı'dan öğrenmesinde



fayda var.



Edebiyat asla sadece edebiyat de~ildir! T.B.M.M Onur Ödülü sah ibi KEMAL KARPArtan: Osmanlı'dan Günümüze Edebiyat ve Toplum • Türk edebiyatı en parlak devresine henüz u l aşmadı mı? • Mehmet Akif - Tevfik Fikret ve Neclp Fazıl - Naz ı m Hikmet ikileminin kayn ail i ne? • Türk edebiyatı siyasetin himayesine ~irdi mi? • Hükümetler deiliştikçe dilimiz nasıl de~işti? • Türk edebiyatı; toplumu, ekonomisi, teknolojisi sürekli ~elişen Türkiye'nin hızına yetişe bilecek mi? • 27 Mayıs darbesiyle toplumcu edebiyatı ortaya çıkaran sebepler ayn ı mı?



OSMANı. I 'DAN GüNüMüZE



EDEBİYAT VE



TOPLUM



Usta tarihçi Kemal Karpat bu kez Türk edebiyatını masaya yatırdı. Rejimi de~işen, darbeler ~eçiren, ekonomisi ve toplumsal yapısı dönüşen bir ülke edebiyatını tüm yön leriyle ele alan Karpartan emsalsiz bir çalışma !



DÜNÜ ANLAMAK, BUGÜNÜ ANLAMLANDIRMAK içiN



YENi



PiR AŞKINA 1336 sayfa



YALNıZ



SULTAN VAHDEDDiN'iN SAN REMO GONlERi 1136 sayfa



poıiTiKA GALERiSi 1512 sayfa



DEMOKRAT 1416 sayfa



TEKKE'DEN MECliS'E 1192 sayfa



TEŞK i lAT'1 MAHSUSA'DAN KUVA-YI MiııiYE'YE 1176 sayfa



Ali EMi Ri 'NiN iziNDE 1608 sayfa



TÜRK YURDUNUN BilGELERi 270 sayfa



HAliFE ABDOlHAMiD'iN HAC SiYASETi 1368 sayfa



iyi kı kitaplar var- ...



www.timas.com.tr - (212) 511 2424



EYLÜL 1666 Milli yüzücü Erdal Acet, Manş Denizi'ni 9 saat 2 dakikada geçti. Bu süre tüm zama nların en iyi 10



Londra tarihinin en büyük yangını başlad ı. Üç gün süren yangında St. Paul Katedra li ile birlikte 87 kilise, 13.500 ev ve pek çok bina hasar gördü.



perfo rmansı arasındadır.



6



EYLÜL 1955



Atatürk'ün Selanik'te doğduğu evin bombala nd ığına dair düzmece haberin tet ikled iği , istanbul ve izmir'de iki gün süren gösteriler, özellikle Rum az ın lığa yönelik tahrip ve yağma hareketine



7



EYLÜL 1946



Cumhuriyet tarihinin ilk devalüasyonu yapıldı. 1 ABD dolarını n alış fiyatı 1.30 TL.:den 2.80 TLye yü kseltildi.



EYLÜL 1504



başyapıtlarından



Davut heykelini tamamladı.



Davut'un



Golyat' ın



karşısına dikildiği anı



simgeleyen, 5.17 m.



dönüştü .



14



8



Michelangelo, Rönesans heykel sanatının



9



edilmişti.



yüksekliğindeki



EYLÜL 1867



Kapita/' in (Das Kapital) ilk cildi Almanya'da yayımland ı. Karl Marx' ın kapita list sistem kuramını ortaya koyduğu üç ci ltten ol uşan eserinin bu ilk cildi 1000 adet basılm ı ş ilk baskı ancak dört yılda



15



EYLÜL 1916



Tankı n savaşta



EYLÜL 1976



Çin Devrimi lideri ve Çin Halk Cumhuriyeti'nin kurucu ve önderlerinden Mao Zedong (Tse-Tung), 82 yaşında Pekin'de öldü. 1966'da baş latt ığ ı Kültür Devrimi boyunca çok sayıda bilim i nsanı ve aydın tasfiye



mermer heykelin yapımı üç yıl



EYLÜL 1935



sürmüştü.



ilk i. Dünya Savaşı'nda ingil iz birlikleri



Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası açı l dı. Cumhuriyet döneminde sanayi hareketin i başlatan ilk tesis olan fabrika, Sovyetler'den alınan 8.5 milyon TL kred iyle



kullanım ı



tarafından gerçekleştirildi.



31 adet "Mark 1" tank ı , Fransa'daki Somme muharebelerinde kull anı ldı.



t üke n m i şti.



fY JL 1908 Haftalık Türkçe-Fransızca



mizah dergisi Ka/em yayımlanmaya başlandı.



Pek çok yazar ve karikatüristin yer aldığı dergi, çağdaş Türk mizahı ve karikatürünün öncüsü haline geldi.



10



EYLÜL 1855



istanbul-Edirne telgraf hattı tama m landı. Kırım Savaşı sırasında



Ş umn u'dan Istanbul'a çekilen ve Türk tarihinde "ilk" kabul edilen telgrafta, Osman lı ordusu ve Müttefik kuvvetlerinin Sivastopol'a g i rdiği bildiriliyordu.



17 27



EYLÜL 1961



May ıs



darbesinin kurulan Yüksek Adalet Divan ı 'nı n kararıyla, Demokrat Parti'nin başkanı ve devri k başbakan Adnan Menderes, imralı'da idam edildi. ardından



kurulmuştu.



18



EYLÜL 1956



Dünyaca ünlü Efes Artemis heykeli bulundu . Bugün Efes Müzesi'nde sergilenen heykel, Efes Artemis Tapınağ ı ' n d aki ilk heykelin 1. yüzyılda ya pıl mış mermer kopyasıydı.



19



EYLÜL 1870



Fransa-Prusya Savaşı'nda Alman orduları Paris önlerine geldi. Savaş, Ocak 1871'de Fra n sa'nın yenilg isiyle sona erdi.



20



Uluslararası Cannes Film Festivali ilk kez düzenlendi. 1 Eylül 1939'da başlaması planlanan ilk festival, 3 Eylül'de Fransa ile ingiltere'nin Almanya'ya savaş ilan etmesiyle e rte le n m işti.



26



EYLÜL 1364



Edirne'de Meriç



EYLÜL 1946



21



EYLÜL 1975



Ressam ve şair Bedri Rahmi Eyüboğlu 64 yaş ı nda öldü. Geleneksel el sanatların ı , halk d eyişle ri ni, m asa ll a r ı



resi m ve şii rlerine taş ı yan sanatçı yazma, seramik, heykel, vitray, hat, serigrafi gibi formlarda da eserler verdi.



22 16 Eylül'de



EYLÜL 1980 Şatt-ül-Ara p



antlaşmasını feshettiğ in i



aç ı klayan I ra k ' ın, i ran'ı işgaliyle iran-Irak Savaşı başladı. Ağustos 1988'de sona eren savaş, yaklaşık 1 milyon kişini n ölümüne, 150 milyar dolar maddi hasara ve her iki ülkede ağı r y ı kımlara yol açt ı.



27



EYLÜL 1538



Barbaros Hayreddin



kıy ıs ında, Sırp Sındığı



Paşa komutasındaki



Savaşı'nda, Hacı ilbey



kadırgadan oluşan Osmanlı



komutasındak i Osmanlı



donanması ,



öncü birlikleri, Macar, Sırp ve Eflak kuvvetlerini mağlup etti. Osmanlıların Balkanlar'daki pozisyonu sağlamlaştı.



26



NTV TARiH EYLÜL 2009



122



Andrea Doria komutasındaki 462 kadırgalık Haçlı donanmasını Adriyatik Denizi'ndeki Preveze'de yendi. Akdeniz'deki askeri üstünlük Osmanlılara geçti.



Gazeteci ve yazar Nezihe Araz (87) öldü. Gazeteciliğe Resimli Hayat dergisinde baş l ayan Araz; roman, öykü, ş iir ve oyunları, inceleme ve röportajları, ansiklopedi



EYLÜL 1960



EYLÜL 1919



Cassius Marcellus Clay, 18 yaş ın dayken kat ı ldığı Roma Oli m piyat l a rı ' n da altın madalya kazandı. 1964'teki ağır sıklet dünya



Sivas Kongresi baş l adı. 11 Eylül 'de sona eren kongrede, m eşruti rejime dön ü ş, yani parlamentonun istekleri dile getiril



çalışmalarıyla,



şampiyonluğunda n



tiyatrodan tasavvufa 20 dolayında özgün yapıt kaleme aldı.



sonra Müslüman oldu ve Muhammed Ali ad ı n ı a ldı.



11 EI Kaide



~



12



EYLÜL 2001 tarafı nda n



EYLÜL 1980



Türk Silahl ı Kuvvetleri yönetime el koydu. Meclis feshedildi. Devam eden süreçte 650 bin kiş i



kaç ı rı la n



dört yolcu uça ğ ın ı n ikisi New York Dünya Ticaret Merkezi'ne, biri Pentagon'a çarpt ı , diğer i ise Pennsylvania'da düştü. AB D tarihi nin en sistemli ve büyük terör sald ı rısı n da 19 hava korsanı ile 2974 kişi öldü.



gözaltına alındı, aç ı lan



210 bin davada 230 bin ki ş i yarg ı landı; 171 k i şi işke n ceden öldü, 50 k i şi idam edi ldi, 39 ton gazete ve dergi imha edildi.



Yunan ord usunun yenilgisiyle sonuçlanan Sakarya Meydan Muharebesi sona erdi. Mustafa Kemal, "Hattı müdafa yoktur, sath ı müdafa va rdır. Bu satı h bütün vatand ı r" sözünü, 23 Ağustos' t a baş l aya n bu savaşta söylemişti.



T



Yazar Demirtaş Ceyhun (75) öldü. Ceyhun, Asya adlı romanıyla 1970 TRT Ödülü'nü, Çamasan ile 1973 Sait Faik Hikaye Armağanı'nı, Apartman (1981) ile Türk Dil Kurumu Hikaye Ödülü'nü kazanmıştı.



Türkiye'nin ilk



kadın



mimarlarından



EYLÜL 1896 Fransız



Amerikalı



matematikçi l) rbain Jean Joseph Le Verrier, Alman astron om Johann Gottfried Galle'nin



yazar Francis Scott Fitzgerald doğdu. 20. yüzy ı lın en önemli yaza rl arından kabu l ed ilen Fitzgerald; Cennetin Bu Yant, Muhteşem Gatsby, Benjamin Button'm Tuhaf Hikayesi adl ı eserleriyle



hesap l arına



dayanarak, Güneş sisteminin sekizinci gezegen i Neptün'ü



tan ı nm ı şt ı.



keşfetti.



28



EYLÜL 1730



29



EYLÜL 1911



Patro na Halil'in



Osmanlı



kış kırtm asıyla başlayan



ı ta l ya K rallığı aras ı nda



isyan üç gün sü rdü . Sadrazam Nevşe h ir l i Damat ı brahim Paşa idam edildi; ııı. Ahmed tahttan indirilerek yerine ı. Mahmud getirildi ve "Lale Devri" sona erdi.



Tra blusgarp Savaş ı baş l adı. Ekim 1912'de ı talya'nın galibiyetiyle sona eren savaş sonrası n da imzalanan



30



EYLÜL 1520



Yavuz'un oğ l u Süleyman, 26 yaş ın da tahta ç ıkt ı.



Devleti ile



Os m an lı Imaparatorl u ğu,



Kanuni Sultan 1566'da ölümüne kadar süren 46 yıllık sa l tanat ı boyunca, eski dünyanın en güçlü devletlerinden biri oldu. Süleyman'ın



Uşi



A n t l aşması'yla, Osmanlı



Devleti Kuzey Afrika'daki son toprakların ı kaybetti.



25 Tem.



a ltın aray ı şına ç ı kt ı ğ ı



Mualla Eyüboğlu Anhegger (90) öldü. Türkiye'nin kültür mirasının korunmasında büyük katkısı olan Eyüboğlu Köy Enstitüleri'nin kurulmasında ve ilk eğitim-öğretim sürecinde Anadolu'nun 21 köyünde



yolcu l uğu n u n



çalışmıştı.



EYLÜL 1513 ıspanyo l kaşif Vasco Nünez de Balboa,



son unda



29 Tem.



16 Ağ ·



Panama'nın batı k ı yılarında yüksek bir tepeyi aşarak Büyük Okyanus'a ulaşan ilk Av rupalı oldu.



Irak'ın başkenti Bağdat'ta



bir günde bir dizi sa ldırı da 101 kişi öldü, 563 kişi yaralandı.



Jamaikalı



atlet Usain Bolt, 12. Dünya Atletizm Şampiyonas ı 'nda ,



erkekler 100 metrede 9.58 ile 200 metrede ise 19.19'luk derecesiyle dünya rekorunu kırdı.



19 Ağ.



.!\.Y.~.~... f~~~ğ~~.~~ . :.:. :·. ::· ·: : : .: ·.·:.: ·:.: .· : .... :.:... : :::.:.: .: . . :. . . . :. :. : ..: :. : :":': .: . :' .:': '.:::"'.:::: .



16 •



EYLÜL 1930



Ilk



sivil Türk havacı sivil Türk uçağı uçuşun hemen öncesi



Vecihi Hürkuş, üç ay gibi kısa bir sürede ilk sivil Türk uçağı Vecihi K-XIV 'le, Kadıköy semalarındaki ilk uçuşunu anlatıyor: "Parlak bir gün. Saat 15.00. Çalışan motörümün muntazam ahengini dinliyorum. Güzel, her şey yolunda, tekerleklerin önündeki takozlar alındı, artık tayyarem serbest. Elimdeki gaz manetini açarak motörümü doldurdum, tayyarem koşmaya başladı ve kısa bir rule ile yeri terk etti. Onbeş dakika devam eden uçuş bitip yere indiğim zaman, beni omuzlarından bırakmayan bu sevgili halkımızın tebrikleri ayyuka yükseliyordu; yanaklarımın ve ellerimin buselere boğu1duğu bu gün, ne mutlu bir günümdü. İşte özel emek ve teşebbüsün bu başarı günü Türk özel havacılığının doğduğu gündü ... " ürettiği







28



NTV TARiH EYLÜL 2009



NTV TARiH EYLÜL 2009



29



Kuruluş



serüveni



/



Osman Bey'in gazileri 14. yüzyıl başında Bizans'a kafa tuttu



sman Gazi, uçta akınlara girişen gazileri etrafında toplayan bir önder olarak parlamaya başladığında, Anadolu darmadağınık bir haldeydi ve en yaygın "fetret devri"ni yaşamaktaydı. Konya'daki Selçuklu sultanına bağlı irili ufaklı beylikler, bu bağlılıktan sıyrılıp başına buyruk hareket ediyor, kimi atılımcı bir medeniyetin işaretlerini veriyordu. Beyliklerin Anadolu'da at oynatması, Selçukluların iktidarının budanmış olmasının sonuçlarından biriydi. Selçuklu Sultanı, İran' daki İlhanlıların sultası altındaydı. Daha da önemlisi, Moğol akınları Anadolu'yu tarümar etmişti. Gazileri daha da uca, ganimet akınları düzenlemeye zorluyor, teşvik ediyordu. Durumu daha da karmaşık hale getiren bir faktör de Anadolu'daki Moğol valilerinin "merkez"e isyan etmesi oldu. İsyancıları bastırma çabaları Anadolu'yu bir kez daha kasıp kavurdu. Bu durumun doğrudan bir sonucu Bizans'ın sıkışmasıydı. 1302'deki Bapheus (Koyunhisar) Savaşı bu sıkış­ manın belki de en kritik noktasıydı. Gaziler ilk kez bir imparatorluk ordusunu altetmişti. Tabii, aynı zamanda,



gaza akınlarının, gazilerin ve onların en parlak önderi konumuna gelen Osman Gazi'nin açılımının da en dikkat çekici dönemeciydi. Bizans direnci kırılmıştı; gaziler akın akın kuzeybatı Anadolu'ya, Osman ' ın bayrağı altına geliyordu. Bizans, sıkışmanın ötesinde çaresizliğini bu savaşla idrak etti. Dönemin Bizans tarihçisi Pachymeres, yapılacak hiçbir şeyolmadığını gayet iyi anlatıyor: "Türklere karşı direnmek ve ordular sevketmek imkansızdı, zira Rum kuvvetleri zayıftı , çünkü yerlerini yurtları­ nı kaybetmiş , sırf canlarını kurtarmak için Rumeli'ye kaçıyorlardı. Anlaşma­ larla Türkleri Bizans tarafına döndürmek de imkansızdı, faydasızdı; çünkü birbirinden ayrı gruplar halindeki Türkler birçok başbuğa tabiydi; bir başbuğ adamlarına başka başbuğlar



idaresinde yağmalara katılma izni veriyordu; bir başbuğ Rumlarca verilen bağışlara kanarsa, Türkler kendilerini yağma ve başka kazançlar sağlamaya götüren başbuğlar arıyordu." Velhasıl, şartlar, her bakımdan bir açılımı dayatıyordu ve Osman Gazi de daha sonra tarihi "değiştirecek" bir atılım haline gelecek bu açılım için en uygun ve talihli önderdi.



Kuruluş



serüveni



Osman Gazi 'nin savaş yolu Kuşattığı İznik' e İstanbul' dan yardım geldiğini öğrenince,



Bizans ordusunu bertaraf etmek için Hersek'e indi. Bapheus'ta ilk kez bir imparatorluk ordusuna karşı zafer kaz andı ve kendi imparatorluğunun yolunu açmış oldu. NTV Tarih, İznik'ten Hersek' e kadar Osman Gazi'nin yolunu ve savaş alanını araştır dı.



Hersek köyünde



yakın



zamanda restore edilen cami ve kervansaray tarihten kal an son iz.



13~ApJ?İ~Ç H



B



ugün, İstanbul'un Anadolu en gözde piyasa yeri olan Bağdat Caddesi, tarihte İstanbul'u Bağdat a bağlayan yolun başlangıcıydı. Bu yolu geçmişteki gibi takip etme şansınız olsaydı, eski zaman anlayışıyla kısa bir sürede, diyelim iki günde, son günlerin en popüler tartışma konularından olan Bapheus (Koyunhisar) savaşının yapıldığı yere varırdınız. 27 Temmuz 1302'de vuku bulan Bapheus savaşı, Osmanlı Devleti'nin kuruluş sürecindeki en önemli mihenk taşı. Prof. Halil İnalcık, arazi araştırmalarını da kapsayan akademik çalışmalarıyla savaş hakkında gayet net bilgiler veriyor. Savaşın geçtiği alanları ve İznik'e kadar uzanan coğrafyayı gezince İnalcık' ın bu savaşın



32



yakasının



NTV TARiH EYLÜL 2009



önemi konusundaki görüşüne hak vermemek elde değil. Ben de bunu yaptım. İnceleme alanımız İznik ile Hersek arası; tam bir geçiş coğratyası. İznik, bizim otoyol kültürümüze göre İstanbul'a uzak bir yer. Ama aradaki dağları aşıp Hersek'e geldiğinizde karşınızdaki yer Gebze. Ege sahillerinden Bursa üzeri gelip Topçular feribot iskelesine varır ve İzmit Körfezi'ni feribotla geçersiniz ya, asırlar önce de Anadolu'dan gelen veya Anadolu'ya gidenler için durum aynıydı; Hersek'e varanlar kendilerini İstanbul'da farzediyorlardı. İznik- Hersek hattına hakim olmak, Osman Gazi'nin at oynattığı kuzeybatı Anadolu'dan İstanbul'a açılan kapıyı kontrol etmek demekti. Osman Gazi, Bapheus zaferiyle bu kapıyı ele geçirmiş oldu. Savaşa giden süreç İznik'ten başlıyor. Bir dönem Anadolu Selçuklularının baş -



kenti olmuş bu şehir 1097'de Haçlı seferleri sırasında tekrar Bizans'ın eline geçti. Bilecik ve Eskişehir civarını yurt edinen Osman 1301 veya 1302'de şehri kuşattı. Bapheus savaşı da işte bu kuşatmayı kır­ mak için İstanbul'dan gönderilen General Mouzalon komutasındaki Bizans ordusu ile Osmanın ordusu arasında gerçekleşti. Tarihi kaynaklarda savaş alanı olarak gösterilen yer, Yalak-Ova. Dağlardan gelen Yalakdere'nin İzmit Körfezi'nde oluş­ turduğu yarımada. Bugünkü adı, Altınova. Yarımadanın en ucundaki Hersek Burnu ismini antik adı Kibotos olan buradaki tarihi Hersek köyünden alıyor. Burnun karşı­ sı Gebze Dil İskelesi; aralarındaki mesafe üç bin metre. Tarih boyu körfezin bu noktadan teknelerle aşıldığı biliniyor. Zaten mantıklı olanı da bu. S avaşın cereyan ettiği muhtemel alanlar



çarpık şehirleşmeden



her türlü nasibini aldair hiçbir iz kalmamış. Hersek köyünde, lS0g'de Hersekzade Ahmet Paşa'nın yaptırdığı camii ve hemen bunun yanında olduğunu bildiğimiz eski kervansaraydan kalan hamam ve çeşme yapıları son kalan tarihi izler. Hersek köylüleriyle konuşunca şu anda askeri bölge olan yarı­ madanın uç kısmında da bazı kalıntılar olduğunu öğreniyorum . Heyecansız bir alan. Heyecanı ancak Osmanın İznik'ten savaşa giderken izlediği yolda bulabileceğimi, bu savaşın önemini bu şekilde daha iyi kavrıyabileceğimi hissediyorum. Hedef, bu ovayı İznik'ten ayıran Samanlı Dağları . Bazı haritalarda bu yükseltilerin bulunduğu bölüm Naldöken Dağları diye geçiyor. Çok önemli bir antik yolun burada olduğunu çağrıştıran manidar bir isim; tarih boyunca çok nal dökülmüş olmalı. Antik yol, ovamış . Geçmişe



aynı günümüzün karayolu gibi, Yalakdere'nin aktığı, yamaçları çok dik, dar bir vadiye giriyor. Antik yolun buradan gittiğinin en önemli delili, vadinin en daraldığı noktada tam orta yerdeki bir tepenin üzerindeki Çobankale harabeleri. Kale çok stratejik bir noktada. Belli ki eski zamanda bu vadiden kaledekilere görünmeden geçmek mümkün değildi. Kuzey yamaçtan çıkıyorum. En görülür kalıntılar dört burç harabesi. Diğer alanlar yoğun çalı örtüsüyle kaplı. Bu yırtıcı doğal engelleri yararak yaptığım gezinti sırasında surların bir kısmının yoğun bitki örtüsü tarafından kapatıldığını fark ediyorum. Eğer temizlenirse yapının daha belirgin olarak ortaya çıkacağını söyleyebilirim. Kalenin kontrolündeki bu dar geçişin tarihteki ismi Drakon vadisiydi (şimdi Yalakdere vadisi). Bapheus savaşından yaklaşık 200 yıl önce,



dan sonra, tabanında



21 Ekim 1096 da, Haçlı orduları burada Türklerle ilk büyük savaşı yaptılar. Drakon savaşı denilen bu muharebe sonucunda Türkler aynı Bapheus'ta Osmanın yaptığı gibi düşmanı Hersek Burnu'ndan denize dökmüştü. Kısa bir süre sonra yine bu vadiden geçen Haçlı orduları İznik'i kuşatmış ve ıg Haziran 1097'de şehri Türklerden almıştı. Sonraki Haçlı seferlerinde de bu güzergahın kullanıldığını biliyoruz. Bütün bunlar çok net gösteriyor ki, bulunduğum yerler tarih boyunca birçok egemen gücün kendi hükümranlığını ortaya koymak için yaptığı mücadelenin kilit noktalarından biriydi. Antik yolun Çobankale'nin doğusundaki vadi yamacından geçtiğini kısa bir soruşturmanın ardından öğreniyorum. Bu noktada Yalakdere, kale ile antik yol arasında doğal bir su hendeği oluşturuyor. Yöre insanları şu ~ NTV TARiH EYLÜL 2009



33



Kuruluş



serüveni



BİzANS' A KARŞI İLK OSMANLı ZAFERİ



Bapheus Savaşı'nın hikayesi • Osman, Bizans ordusunun askeri ı yolda



znik'i kuşatan olduğu



haberini ald ı ğında telaşa düştü ve Konya sultanından yardım istedi. Neşri'ye göre Osman, "ıstanbul'dan bı-kı yas leşker geliyür, eğer ayrılırsavuz üzerimize hücum edip etraf Rumi'nin kafirleri bize şır-gır olurlar; bu gelen kafirin sınmasına bir çare olsa, dedi. Gaziler eyittiler: Bizim adamımız azd ı r, biz dah i Alaeddin-i Sani'den istimdM edelim, deyip fi'I-ha l Konya'ya adam gönderdiler. ... Sultan Alaeddin-i Sanı bu haberleri işidib ... Buyurdu ki, Sahibi n Karahisar'dan (Afyon) bir nice bin halk muavenete vara lar, Sultan'a giden adam dahi gelmedin ı stanbul'dan kafir gelip Dil'den geçmeğe başlad 1. "



Osman, Karahisar'dan gelen destekle imparator ordusunu vurmak için ıznik'ten ayrıldı, dağlık araziyi (Yalakdere vadisini) geçip sahile indi. Anonim'e göre, Osman'ın ordusu, "ol kafirlerin çikacak kenarda (sahilde) pusuya girdi". Bizans ordusu Yalak-Ovas ı 'nda sahile çıkmaya baş l ad ığı nda gazilerin baskınıy l a savaş koptu. Neşri'ye göre, Osman "dün (gece) bask ı n edüp basıp ba'zın kılıçtan geçirip ve ba'zın denize gark edüp" zafer kazandı. Pachymeres, savaşı biraz daha fa rklı anlatır: Iki ordu karşı karşıya geldi. Ilkin Rumlar aceleyle saldırıya geçti. Ama ı stanbul'dan Heteriarch Mouzalon komutasında gelen asker ile yerel savaşçılar ve ücretli Alanlardan oluşan Bizans ordusunda birlik yoktu. Iyi asker olan Alanlar, Altun-Ordu emıri Nogay'ı n ölümü (1299) üzerine başsız kalmış; Bizans'a ücretli asker olarak hizmet sunmaktaydl. Alanlara bazı ayrıcalıklar tan ı nmışt ı. Bu yüzden Rumlar gevşek davrand ı. Osman'ın



34



NTV TARiH EYLÜL 2009



şiddetli saldırıya



geçip Rumiarı kaçırdI. tarih lerinin anlattığ ı çıkarma bask ı nından sonra Bizans ordusu toparlandı ve ertesi gün saf halinde savaştı ama yeniidi. Pachymeres'den devam: "Türkler için savaşı bitirmek, etrafa dağılıp hiç direnç görmeden kolayca ganimet toplamaktan başka iş kalmamıştı. Bu da mahsulün alınma zaman ı nda tüm bölgede büyük kötülüklerin başlangıcı oldu. Köylülerin bir kısmı tutsak ediliyor, bir kısmı boğazlanıyor, başına geleceği erkenden anlayarak kurtuluşu bir kaleye sığınmak­ ta bulan bazıları ise fırar yolunu tutuyordu. Kır halkı tüm aileleriyle gelip Istanbul'a s ı ğın­ makta idiler. Düşman yaln ı z esirleri deği l , hayvanla rı, hatta ağaçtaki meyveleri de alıp götürüyordu. Taşınması mümkün her şeyi ganimet olarak aldıkları hayvanlarla taşıyorlardı. Bununla beraber, Izmit'ten ötedeki bölgeleri istilaya cesaret edemediklerinden olacak, oralara henüz yayılmadılar. Sanki kutsal ve dokunu l mazmış gibi, Istanbul'a yakın dış mahalleiere sa l dırıdan çekinip dokunmad ı l ar. Gerçekte tah ribat sadece burada değildi. En iyi berkitilmiş kaleler hariç ı mparator'un bulunduğu Edremit'e kadar tüm bölgeler Türklerce yağma edildi. Daha ötede Achyraous (Balıkesir yakınında Akira), Kyzikos, Kapıdağı, Pegai (Kara Biga) ve Lapadion (Ulubat); denize yakın bölgeler tahribattan masun ka l m ışt ı. Fakat yağmalar Bursa ve ıznik kapı l arına kadar uzanıyordu. Böylece etraftaki tüm kırsal bölge tahrip edildi. Tah ribat korkunç ve önüne geçilemezdi. Her şey birkaç gün içinde harabeye dönmüştü. (Halil ina/cık'tan naklen) Muhtemelen,



Osmanlı



anda asfalt yolun altında kalmış olan, 20 yıl önceye kadar kullandıkları taş döşeli bir yol olduğunu anlatıyor; "Bağdat Yolu" diyorlar. Vay canına! demek bizim Bağdat Caddesi buralara kadar uzanıyormuş . Çobankale'nin biraz yukarısında, yol kenarında şirin bir alabalık lokantası var. Tahmin edilebileceği gibi ismi Bağdat Restaurant. Buranın tuvaletinin arkasında çok önemli bir yapı gösteriyorlar. Bir zamanlar Yalakdere'ye bu noktadan bağlandığı çok belli olan yan vadideki bir derenin, antik yolun altından geçmesini sağlıyan Roma dönemi tüneli. Buraya eskiden köprü dediklerini, ama asıl köprünün 500 m yukarı­ da olduğunu ama tamamen yıkık olduğunu sadece taşlarını görebileceğimi anlatıyorlar. Okuduğum hiçbir kaynakta böyle bir köprüden bahsedilmiyor. Heyecanla oraya gidiyorum. Tam dar vadinin bittiği noktada Yalakdere'yi aşan erken Roma dönemine tarihlendirilebilecek muazzam bir köprünün kalıntıları. Demek ki antik yol buradan Yalakdere'nin batısına geçmekteydi ve muhtemelen Osman da Bapheus'a giderken bu köprüyü kullanmıştı. Derenin tabanında muazzam büyüklükteki yapı taşları görünüyor. Batı yamacında da kıyı bağlantısının çalılarla kaplanmış duvarları



var. Buradan itibaren coğrafya açılıyor. Çok ileride İznik'le ararndaki son engel olan dağ sırası görünüyor. Amacım, antik yolun bu dağları hangi noktadan aştığını bulmak. Yalakdere boyunca ilerlediği belli olan antik yolun artık dikliklere yaklaştığı noktada derenin üstünde ı 7. yy'dan kalma bir Osmanlı yapısı olan Valideköprü var. Az ileride de Yalakdere köyü. Köprüden batıya dönen asfalt yol Kızderbent, Ba-



yındır köylerinden geçerek dağları aşıyor ve Boyalıca köyünde İznik gölü kıyısına iniyor ve İznik'e varıyor. Kızderbent kelimesindeki derbentin geçit demek olduğu­ nu bilmeme rağmen bu yolu katedince bu güzergahın bir ana antik yololamayacağına kanaat getiriyorum. Çünkü İznik'e yol çok uzuyor ve su kaynakları bakımından zengin değil. O eski zamanları düşünün, yol boyunca suya ihtiyacınız olacak. Ayrıca, tarihte bataklık olduğu bilinen göl kıyısı boyunca çok uzun bir mesafe katetmek gerekiyor. Burada olsa olsa bir bağlantı yolu veya ara yololabilir. Öyleyse ana antik yol Valideköprü'den sonra önümdeki dağ sır­ tını nereden aşıyordu? Dağlara bakarken bir şeyi fark ediyorum. Yakın bir tarihte yapılan bu yapı muhtemelen daha aşağıdaki Roma köprüsü devreden çıktıktan sonra kurulmuş olmalıydı. Birbirine yakın mesafede aynı dereyi aşan iki köprü anlamsız. Bu durumda, aşağı köprü yıkıldıktan sonra yukarıdan gelen antik yol Valideköprü'den Yalakdere'yi geçiyor ve eski yolun aksine derenin doğu kıyısından Çobankale'ye devam ediyordu. Çok kısa bir mesafe için güzergah derenin doğusuna taşınmıştı. Demek ki, Valideköprü yokken dağlardan inen antik yol yıkık Roma köprüsüne kadar hep derenin batısındaydı. Bunu anlamam işimi çok kolaylaştırdı. Doğuya doğru dönen Yalakdere'nin ana kolunu terk ederek dimdik güneye, köy yollarından dağlara yöneldim. Sırt hattının hemen aşağılarında birbirine yakın iki şirin köy var: Çamdibi ve Fulacık. Antik yol buralarda bir yerden dağları aşmalı. Tecrübem ve topografya bunu söylüyor. Umudum antik yoldan bir iz bulmak. Köy kahvelerinde



As ırl ara



direnen Valide Köprü antik yol boyunca rastl anan en belirgin



insanlarla muhabbet ediyorum. Her zaman olduğu gibi beni defıneci zannettikleri için çok ketum davranıyorlar. Sorduğum, aslın­ da, basit bir soru: Buralarda bu köy yolları yokken katırlarla İznik'e veya Hersek'e giderken kullandığınız yol nerelerden geçiyordu? Bunun cevabının beni antik yolun izine ulaştıracağını gayet iyi biliyorum. Umutsuzca Fulacık'tan tekrar aşağılara Yalakdere'ye doğru inerken yolun kenarın­ da bir traktör römorkuna toprak dolduran yaşlı bir karı koca görüyorum. Durup selam verdikten sonra damdan düşercesine soruyorum: "Buralarda eskiden katırların kullandığı, İznik'e giden bir yol varmış; nerededir?" Yalakdere köyünün Çiftlik mahallesinden Ahmet Yılmaz hiç soru sormadan arabaya biniyor ve "İlerle" diyor. İkiyüz metre gittikten sonra soldaki toprak



Osm a nlı yapısı.



yola dönme mi adeta emrediyor. Toprak yol bizi bütün coğrafyaya hakim bir tepenin yamacına getirdiği sırada kurtarıcımın sesi duyuluyor: "Tam burada dur." Arabadan iniyoruz , dağlar, Çamdibi, Fulacık köyleri, Valideköprü ve hatta aşağı ­ da uzaklarda Yalakdere vadisinin girişi bile görünüyor. "Sen Katır Yolu'nu soruyorsun, yani eski Bağdat yolunu" diyor ve teker teker anlatıyor: "Yol Valideköprü'nün oradan sonra altımızdaki vadiye giriyormuş. Bu mevkinin ismi Zincirli Çınarlar." Hakikaten vadi boyunca yukarı doğru bir zincirin halkaları gibi sıralanmış ulu çınarlar gözüküyor. Burada eskiden iki büyük değirmen varmış. Buradan sonra yol Manastır tepeyi doğusunda bırakarak Ayvalı Boğaz mevkiine varıyormuş. Her yeri göstererek tek tek anlatıyor. Buradan görüldüğü kadar yo- ~ NTV TARiH EYLÜL 2009



35



Kuruluş



serüveni İZNİK KUŞATMASı VE BAPHEUS SAVAŞı



'Üzerümüze Türk geldi, bizi zebôn itdi' G feth itdi. Anda gelüp ızn i k' i hisar itdi eıü p Köpri hisar'ın



yagmayile alup



(kuşattı). ıznik ol zamanda gayet sarp ve mu'teber ve galebe şehir idi. Dört yanı sazlık ve bataklık idi. Şöyle kim, adam yöresine varımaz idi. Hem içinde adam galabalık idi. Şöyle rivayet iderler kim, dört kapusı var idi. Her kap ı sından bin alaca atlu kafir çıkardı. Girü kalan renkli atı ana göre kıyas itgil, nice galebe şehir idi. OL vakit kim gaziler iyüyidi. Her biri bir ejderhayidi eğer adam başına bin kafir gelse yüz döndürmezlerdi. ( ... ) Gelüp ı zn i k'ün dayiresin yagma itdiler. Kafirleri nice kez ç ı kd ı lar, uğraşdılar. Hak te'ala gazilere fursat virüp kafirleri sıyup hisara kayd ı lar. Gördiler kim ceng ile alınmaz; dört yanı su. Hiç kat ına adam varımazdı. Vardılar Yenişeh ir'den yana olan tag dıvarında bir havale kal'a yaptılar. OL kal'anun içinde adamlar kadılar. (... ) Andan sonra kafirler zebOn olup hisarda oturdılar. Gaziler dahi daima seğirdip içeriden adam çıkartmaz aldılar. Taşrada n dahi kimse gelimez aldı. Bir nice zaman bu hal ile kalup oturdılar. Akıbet kafirler bir gün fursat bulup Istanbul tekvurına adam gönderüp hallerin arz eylediler. "Üzerümüze Türk geldi, bizi zebOn itdi, taşra çıkartmaz aldı, aciz ka ld ı k. Eger bize dermanun varise eyle, yohsa bizi



36



NTV TARiH EYLÜL 2009



zebOn itdi, oglumızla kızımızla esir iderler, veyahud açlıkdan k ı rıluruz, eğer bize derman itmezsenüz" didiler. ( ... ) Istanbul tekvurı bu hale vakıf aldı, hayli gemiler cem idüp içine çok leşker koyup göndürdüler kim varalar gazileri ıznik üzerinden ayıralar. Hem bir i'timad itdüği ademin bile göndürdi. Gemilere girüp azm idüp gitdiler kim varalar Yalak ovasına çıkalar, andan ıznik üzerine varalar, gazileri gafilin basalar. Bunlar bu yana bu kavli itdükle, meğer ki gazilerün dahi bu casOsl var idi. Kafir leşkerine gönderüp nireye çıdacağın haber alup bilüp can atup geldi. Gazilere haber itdi. Andan gaziler dahi yüritüp geldiler, ol kafırleri çıkacak kenarda pusuya girüp pinhan olup durdılar. Kafirleri dahi gemilerden sürüp varup ol Ya lak ovasında ol kenara iskele urup bir gice çıkmaga başladılar, kara yire döküldiler. Herbiri atların ve esbabların çıkarmaga çalışurken gaziler dahi gafilin Allaha sıgınup tekbir getürüp cümle yagmaya hamle idüp at salup kafırler üstüne koyu lup kılıc urdılar. Hemandem kafırleri birbirine katdılar. Şöyle kırdılar kim vasfın ı bir Allah bilür. Denize dökilüp gark aldılar ki başında devleti olan gemiye girebiidi. Muhassal-kelam, kafirün çogı helak aldı. Anonim Tevarih-i AI-i Osman



lun tek dik olduğu yer Zincirli Çınarlar ile Ayvalı Boğaz arası. Fulacık'ın hemen altın­ daki Manastır tepede eskiden bir kilisenin olduğunu ve tehcire kadar köyde RumIarın yaşadığını söylüyor. Yol Ayvalı Boğaz'dan sonra Fulacık ve Çamdibi arasındaki bölgeden dağları aşarmış. çoğu yeri taş döşe­ me olan yolun kullanılmaya kullanılmaya kaybolmuş, orman yolları açılırken birçok bölümü tahrip edilmiş. Eskiden her kış çı­ kışında bütün çevre köylüler toplanıp imece usulü yolun bakımını yaparmış. İznik'ten yüklü yola çıkan katırlar bu yolu izleyerek 8-9 saatte Hersek'e ulaşıyormuş . Ertesi gün antik yoldan bir iz bulma umuduyla bahsedilen yerlere gittim. Belli belirsiz bazı izlere rastlasam da net dehllere ulaşamadım. Doğa ve insanlar buralara acımasız davranmış. Ayvalı Boğaz'dan yukarıyı araştırmaya karar verdim. Şansım yüksek olabilirdi, çünkü orman örtüsünün bitip çayırların başladığı yerlerdi. Sonunda Fulacık köylüleri insafa gelip aşıt noktası­ na yakın bölümlerde yolun belirgin olduğu yerleri gösterdiler. Taş döşemeler kapanmıştı ama şüphe götürmez şekilde antik yolun üstündeydim. Çamdibi köyünden İsmail Cambaz da aşıt noktasının öbür tarafında, Yanık Değirmen mevkiinde taş döşemelerin hala göründüğünü, beni oraya götürebileceğini söyledi. Az sonra döşemelerin sadece kenarlarının kaldığı yoldaydım. Buralarda dikkatimi en çok çeken, suyun bolluğu oldu. Her tarafta çeşme var. Kervanlar ve insanlar için bulunmaz bir nimet. Antik yol buradan devamla Yörükler köyünden geçip Hamidiye köyü yol ayrımındaki eski mezarlığın oradan yamaç boyu ağır ağır ovaya inmekte, göl kıyısın­ daki Çakırca köyünün üstünden İznik'e varmaktaydı. Şehre girmeden önce yolun varlığını en iyi gösteren ise İmparator Justinianus döneminde yapılmış Roma köprüsü; Karasu'yu aşmak için yapılmış. Taşkınlar sonucu ırmak yatağı değişince köprünün altı susuz kalmış . İşte bu güzergah Osmanın Bapheus savaşına giderken kullandığı yoldu. İznik'i ordusuyla terkeden Osmanın dağlara tır­ manıp tam aşıt noktasında neler düşün­ düğünü anlayabilmek için buranın hemen yanındaki, biraz daha yüksek bir tepeye çıkıyorum . Bir tarafta İznik gölü, öbüründe uzaklarda Gebze kıyıları görünüyor. Dağlardan aşağı her geçen metrede artan bir ivmenin verdiği hırsla düşmana ilerleyen atlıları sanki aşağılarda görüyorum. Bu savaşçıların artık önünün kesilemeyeceği duygusu içimi kaplıyor. •



GAZAYOLU







DUbuınu



Koyunhisar: İznik'ten gelen yolu kapatan kale (bugün Çobankale). Yalak Ovası'ndaki savaştan önce Bizans kuvvetleriyle Osman'ın öncü keşif kuvvetleri burada çarpıştı. Pachymeres 'e göre, "Yüz kadar Türk kuvveti aniden Telemaia'da (Koyunmsar kalesi) gece baskını yaptı. Ganimetle kaçarken Rum askeri peşine düştü, bir tepeye çıkan Türkler kendilerini oklanyla savundu."



"""""" Osman Gazi'nin kullandığı antik yol Günümüz Köy Yolları



=







Antik yolun izleri



Draz Ali: Osman İznik'i kuşattı ama alamadı. Bunun üzerine, açlıkla teslim olmaya zorlamak için şehri ablukaya aldı ve giriş çıkışlan önlemek için de "Yenişehir' den yana olan dağ" yamacında bir "havale" kulesi yaptırıp içine Taz (Draz-ı Uzun) Ali kumandasında ufak bir kuvvet yerleştirdi. "Gaziler daima segiıdüp (akın yapıp) içerüden adem çıkartmaz oldular." Kuleden bugün iz yok, ama Halil İnalcık, Dıaz Ali köyündeki Dmz Ali pınarını tespit etti. .~--_.



__.



_-~



.. _..............._.. _.



NTV TARiH EYLÜL 2009



37



Kuruluş



serüveni



Söğüt'te doğdu,



Koyunhisar'da CEMAL KAFADAR



B



ir zamanlar devlet, zuhur ettikten sonra, yükselip alçalan, parlayıp sönen, artan eksilen bir şeydi. Yazılı bir karar ya da metinle bağımsızlık ilanı, bunun uluslararası kuruluşlar tarafından kabulü gibi modern mekanizmaların olmadığı ya da yeterince formelleşmediği bir dünyadan söz ediyoruz. O dünyada devletlerin oluşum ve çözülmesi meselelerinin, kurulmak ve kaldırılmak gibi zaman içinde sabit noktalardan hareketle anlaşılması, çoğu zaman, mümkün değildir. Türklerin ve birtakım başka kavimlerin kadim siyasi geleneklerinde, bugünkü anlamında bir devlet sahibi olması için, o yola girmiş olan siyasi iradenin eski anlamında devleti olması gerekirdi. Yani, kazandığı askeri ve diğer başarılarla kut!karizma sahibi olduğu, kendisine Tanrı'nın devlet ihsan ettiği yönünde bir kanaat oluşması ve belirli çevrelerde kabul görmesi gerekirdi. Anadolu Türkçesinin bir nesir dili olarak serpildiği 15. yüzyılda, o coğrafyada nicedir Türkçe anlatılan destanlar, menkıbe­ ler ve tarih öyküleri bir bir yazıya geçerken [Danişmendname (belki daha 14. yy'da) , Battafname, Dede Korkut Kitabı, Saftukname, Hacı Bektaş Vefi Vefayetnamesi, farklı Tevarih-i Af- i Osman'lar, vb.] eser verenler arasında Yazıcıoğlu Ali'nin özel bir yeri vardır. Kendisi, Sultan II. Murad devrinde, İbn Bibl'nin (13. yy) Selçuk tarihini Türkçeye çevirirken geniş eklemeler yapmış, Osmanoğulları dahil değişik beyliklerin siyaset kültürünün duyarlık ve gerilimlerine ışık tutacak son derece önemli örnekler sunmuştur. Bu çerçevede, unutulmaya yüz tuttuğunu iddia ettiği Oğuz geleneklerine özel bir yer ayırmış, mesela Osmanlılar'ın Kayı boyundan geldiğini, dolayısıyla, "Oğuz'un kalan hanları uruğundan ... ulu asıllı" oldukları iddiasını ortaya atmıştır. Buna karşılık, rakip beylikler adına yazılan bazı eserlerde ve Anadolu beyliklerinin tümünü kendilerine tabi vassal'ler olarak gören Timurlular arasında, Osmanoğullarının 38



NTV TARiH EYLÜL 2009



parladı



Devleti ne zaman, nerede kuruldu sorusunun kesin bir cevabı yok. Çünkü bir batında kurulmadı, kritik dönüm noktalarından geçerek usul usul inşa edildi. Bu yüzden Osmanlı yayılması, benzerlerinden farklı bir boyut taşır: yavaş ve metodik. Altı yüzyıl yaşamış olmasını da buna borçludur. Osmanlı



soyunun çok da matah olmadığı söyleniyordu. Beylikler arasında cereyan eden bu rekabette bizim taraf olmamız gerekmez, ama bu kaynaklara yansıyan siyaset söylemine yakından bakarak, beylikler dönemi Anadolusu'nda "devlet"ten ne anlaşıldığına dair önemli ipuçları elde edebiliriz.



Devlet kıvama gelince Bu yazı çerçevesinde, bir örnekle, Yazıcıza­ de Ali'nin Selçuklu Devleti'nin zuhuru ile ilgili yazdıklarının kısa bir özetini vermekle yetineceğim. "Çokluklarından ve otlak yerlerinin darlığından Türkistan'ı koyup Maveraünnehr'e" gelen Selçuklular, bir süre sonra oraların hakimi Gazneliler ile gerginlik yaşamaya başlarlar. Göç sürecinde çeşitli boyları örgütleyerek iyice güçlenen Selçuklular, "hod padişahlık talebine fursat isterlerdi ve huruc etmeğe bahane gözedürler idi". Önce bir talep, yani bir siyasi iddia ve irade, sonra da maddi ve siyasi şartların izin vermesi, yani huruc etmek için bir fır­ sat, gerekiyordu. Gazneli ordusunun Mazenderan seferinden zayıf dönmesini fırsat bilerek harekete geçen "Selçukllerin devleti günden güne artmakta olup kuvvet tutardı". Yazıcızade ve çağdaşlarının çok iyi anladığı üzere, bunu ölçecek bir alet yoktu elbette, ama devlet denilen ve birisi için yükselirken birisi için alçalan şeyin, alçaldıktan sonra bir noktada yok olması muhtemel,



hatta uzun vadede mukadderdi. Dandenekan Savaşı'nda vurduğunu deviren ama sonunda, devleti parlamakta olan Selçukluların karşısında hezimete uğrayan Gazneli Sultan Mesud'a, "bir kişi ki darb-i desti bu vechile ola, hezimet olmak nedendir?" diye sorarlar. Bahtsız sultanın, "hüner budur ki gördün; amma devlet yoktur, elden ne gelir?" cevabında geçen devlet, işte o devlettir; bürokrasi vs. değil. Anadolu göçer toplumunun siyasi tecrübesinin en özlü hikmetlerinden biri şu dörtlükte yatar: Ekme bağ bağlanırsın, ekme ekin eğlenirsin, çek deveyi güt koyunu, bir gün olur beğlenirsin . Hüküm sürenler katına çıkma sevdasına düşen birinin, diyelim Ertuğrul oğlu Osmanın, bu hevesle ortaya çıkması, yani hurucu, eline bir fırsat düşmesi meselesidir ama devlet sahibi olması, hele hele hem kutlu hem de tebası ve idari örgütü olan bağımsız bir yapılanmanın başı olması, ancak bir süreç olarak anlaşılabilir. Devletinin "artıp" belli bir kıvama gelmesi de diyebiliriz. Bu sürecin ilk aşaması, "padişahlık fursatı gözedecek" irade ve tasavvur, Söğüt'te ortaya çıkmış olsa gerek. 1280 ve 90'larda Söğüt merkezli bu aşiretin, siyasi anlamda faal olduğu, bir cihan devleti yaratan siyasi maceranın burada başladığı muhakkak. Zaten Osmanlı hanedanı, sonraki kuşaklarda kendi kuruluş hikayesinin izlerini sürdüğünde, bakışlarını hep Söğüt'e çevirmiştir. Çelebi Mehmed'den II. Abdülhamid'e, mütevazı olsa da anlamlı imar, tamir ve vakıf faaliyetleriyle Söğüt'e "kurucu ataların yurdu" muamelesi yapmıştır. İyi ama Söğüt'te kendini ortaya koymaya başlayan bu irade, hangi noktada resmiyet kazanmıştır? Biraz farklı ama en az o kadar önemli bir soru da, Osmanlıların devletinin hangi noktada bağımsız olduğu. Bu sorulara, bugün için, hele bu yazının sı­ nırları içinde, cevap vermek mümkün değil. İslami geleneklere göre egemenliğin ölçütü olan, "kendi adına hutbe okutmak ve sikke basmak" Osmanlılara ne zaman nasib olmuştur? Osmanlı rivayetlerine uyarak, ilk



KURULUŞ FETİHLERİ İstanbul



İzmit



Pelekanon 1329



1337







-



-



KöprühlSar Bursa



1326



Yenişebir



_



'" 1299



Yarhisar



-



1302



Söğüt



-



Bomyük



-



hutbenin Karacahisar'da (1288?) okunduğu kabul edilebilir mi? Son yıllarda kuruluş dönemini, hem yazılı kaynakları tekrar tekrar, ince ince ve karşılaştırmalı okuyarak, hem topografik çalışmalarla erken Osmanlı coğrafYasını tarayarak, tüm ayrıntılarıyla incelemek gibi müthiş bir bilimsel projenin peşine düşen ve bilindiği sanılan birçok konuda yepyeni yorumlarla bizleri aydınlatan Halil İnalcık, Karacahisar'da hutbe okunması rivayetini de haklı nedenlere dayanarak sorgular. Osmanlı tarih yazıcılığının hutbe gibi önemli bir konuyu bu şehirle özdeşleştirmiş olması üzerine yine de düşünmeye değer, ama "Karacahisar hutbesi"ni tarihselliği kesinleşmiş olgular arasında sayamayız. Ya ilk sikke? Rudi Paul Lindner'in, Kütahya'da bulunan 1299 yılına ait bir grup sikke arasında bir tanesinin darb yerini "Söğüd" okuma önerisi (ben emin değilim, Lindner de sadece öneriyor zaten) kabul edilse dahi, bu sikke Gazan Han adı-



na



Eskişehir



Karacabisar 1288 _







Bey'in namının yürümesi açısından önemli bir "ilk" olarak anlatılır mesela. Buna benzer adımların atıldığına emin olsak da elimizdeki bilgiler rivayet düzeyindedir, anlamlarını ve hangi tarihte gerçekleştikleri dahil tüm ayrıntıları­ nı tartışabiliriz. Ama Koyunhisar savaşı farklıdır. İnalcık' ın haklı olarak üstünde durduğu gibi, Osmanlı tarihinde yerini ve tarihini kesinlikle tespit edebildiğimiz ilk olayolmanın yanısıra Bizans imparatorluk güçlerine karşı kazanıldığı bilinen ilk zaferdir. İnalcık' a göre, "bu zafer, Osman' ı bölgede karizmatik bir bey durumuna yükseltmiştir" . Yani, devlet kavramını eski anlamında kullanarak, "Osmanlıların devleti (Yalova'nın) Koyunhisarı'nda parladı" dersek, hem modernite öncesinde devletlerin ortaya çıkışına dair önemli bir hakikati kavramış olacağız hem de, sanırım, "Söğüt'te mi kutlasak, Koyunhisar'da mı?" gibi gereksiz bir tartışmaya girmemiş olacağız. Her halükarda, Koyunhisar'ın öneminin anlaşılmış olması büyük bir kazançtır. Ama Koyunhisar'da bir devlet kurulmuş muydu, bilemiyorum. Söğüt'te baş­ layan ve Gelibolu'nun, hatta Edirne'nin fethine uzanan yarım yüzyılı aşkın bir yayılma ve kurumlaşma hikayesinin tümüne Osmanlı Devleti' nin bünyad edilişinin aşa­ maları olarak bakmak belki de en doğrusu­ dur. Bu işi ta Gelibolu'ya kadar uzatmamı fazla bulabilirsiniz ama, beylikler ara - ~



basıldığı



için, olsa olsa Osman Bey'in delil olurdu. "Osman bin Ertuğrul" yazılı iki sikke ise maalesef tarihsiz (ya da tarih belirten kısımları okunamıyor). Kesinlikle ve tarihlendirerek Osmanlı diyebileceğimiz Orhan Bey'e ait Bursa darbı 1326-27 sikkesi için "Osmanlılar'ın ilk bağımsız sikkesi" sonucuna varamıyoruz, çünkü daha öncelere ait bilmediğimiz sikkeler olabilir. Yerin altı, nümizmatikten öte çeşitli arkeolojik bulgularla, birçok soruya cevap vermemizi sağlayacaktır, ama ileride. Devlet olma yolunda bir diğer önemli adım, Osman Bey'in, ne kadar küçük ölçekli olursa olsun, siyası diyebileceğimiz ittifaklar içine girmesidir. Komşusu Köse Mihal ile başlattığı "siyası ittifakın", babası Ertuğrul Bey kuşağından bir kolonizatörün, yani Mudurnu vilayetine yerleşip "oranın kafirleriyle iyi geçinen" Samsa Çavuş'un katılımıyla genişlemesi ve Sakarya suyunun ötesine taşarak birlikte sefer edenlere bol mal ve ganimet kazandırması, Osman bağımlılığına



N ereden nereye Samsa



Çavuş'un yatın,



Mudurnu ile Göynük bir köydedir. "O s manlı Devleti'nin kuruluşu" dediğimiz hikayenin mütevaz ılığı ile sonradan ortaya çıkan cihan devletinin debdebesi ara s ınd a ki farkı anlamak isteyenler için hayret ve ibret kaynağıdır.



aras ında



kendi



adını taşıyan ufacık



NTV TARiH EYLÜL 2009



39



Kuruluş



serüveni



sında



bir beylikten değil de, bir devletten söz ediyorsak, bildiğimiz Osmanlı Devleti "berreyn ve bahreyn (iki kıta ve iki deniz)" devletidir, Rumeli'siz düşünülemez. Ancak Gelibolu'nun fethiyle, Osmanlı Devleti'nin bütün temel taşları yerini bulmuş sayılır. Osmanlı Devleti'nin yayılmasının, benzerlerinden farklı ve çok önemli bir boyutu vardır. Osmanlı hakimiyetinin genişleme­ si, karşılaştırılabilecek örnekler arasında en :yavaş ve metodik olanıdır. Mesela, Büyük ıskender'in tek ve kısa bir ömre sığdırdığı ya da Cengiz Han'ın ve ardından gelen ikiüç kuşak boyunca soyunun gerçekleştirdiği fetihlerin yanında Osmanlıların devletinin yayılmasına hızlı diyemeyiz. Sonuç olarak, Osmanlı Devleti çok geniş topraklara sahip olmuştur, ama o noktaya ulaşması on kuşak ve iki buçuk yüzyıl almıştır. Bu, Osmanlıla­ rın beceriksizliğine ya da işi ağırdan aldık­ larına değil, tam tersine sebatına, istikrarına ve fatih olmak kadar devletli olmaya önem verdiklerine işaret eder. Nitekim, metodik davranışın semeresini görmüş, şairlerin "şu dünyanın saltanatı~ göz açıp kapayıncaya kadar" demek için ıskender'i örnek verdiği bir dünyada, kendi devletlerini birkaç yüzyıl yaşatmayı becermişlerdir.



KaygusuzAbdal' ın kastı bu değildir ama onun "kaplu kaplu bağalar i kanatlanmış uçmağa" deyişi, sanki Osmanlı Devleti'nin, yüzeysel bir bakışla çelişkili gibi görünen yayılma temposunu tasvir etmek için söylenmiş gibidir: hem ağır, sabırlı ve hesaplı hem kanatlanmış gibi. Osmanlı fütuhatı, 1370'lerden sonra bir buçuk yüzyıl boyunca, Boğazların ve Marmara Denizi'nin iki yanında, giderek açılan iki kanat gibi şaş­ maz bir simetriyle ilerlemiştir. Kısacası, "Osmanlı Devleti nerede ve ne zaman kuruldu?" sorusunun kısa ve kestirme bir cevabı yoktur. Olmasın zaten. Osmanlıların devleti Söğüt'te doğdu, Koyunhisar'da parladı, Bursa'da kendine payitaht buldu, İznik'te mektep- medreseli oldu, Gelibolu'da Doğu Roma'nın yerine geçecek mecraya döküldü ... İstenirse, bunların her biri Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun köşetaşları olarak tek tek kutlanabilir. Belki de en iyisi, tek noktaya kilitlenen bir kuruluş tartışması yerine, Halil İnalcık'ın tesbitlerinden hareket ederek, bir kuruluş güzergahının çizilmesidir. Söğüt, Harmankaya, Karacahisar, ~amsaçavuş, Yenişehir, Koyunhisar, Bursa, Iznik, Gelibolu ... gibi noktaları biraraya getirecek bu güzergah, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu anlamak ve araştırmak isteyenler için eşsiz bir zevk, ilham ve bilgi kaynağı olacaktır. • 40



NTV TARiH EYLÜL 2009



.



Osman Bey ve



yakın



çevresi.



Inalcık'ın yolculuğu



27



Temmuz'da Yalova'da Prof. Dr. Halil İnalcık'ın katkılarıyla Yalova ve Bilkent üniversitelerinin ortaklaşa düzenlediği "O smanlı



Devleti'nin Kuruluş Tarihi" sempozyumuna davet üzerine biz de katıl­ dık. 26 Temmuz'da İnalcık'ın aktif önderliğinde bir de arazi çalışması yapıldı ve Hersek Dili ile Koyunhisar arasındaki görrneğe değer objeler tanıtıldı . Sempozyuma katılım nicelik ve nitelik bakımından olağanüstü, salonda 25 üniversite rektörünün bulunması dikkate değerdi. İnalcık'ın tam 48 dakika ayakta anlattığı dersi genç öğrenciler gibi dinledik. "Meslekdaşlarım beni okumuyorlar!" yakınması ise hala yankılanıyor. Heath Lowry, J.L.Bacque-Grammont,



Mihai Maxim, Slavka Draganova gibi eleküstü yabancı uzmanlar çalışma­ ları zenginleştirirken , adlarını tek tek saymaya yerimizin müsait olmadığı bilimadamlarımız özenli bildirilerle vaktimizin boşa geçmemesini sağladılar. Çalışmalara ev sahipliği yapan Yalova'nın konukseverliğini ve özellikle gayretlerini esirgemeyen pml pırıl gençleri de övgüyle anmak hakşinaslık olur sadece. İnalcık Hoca kendince son derece haklı sebeplerle görüşlerini yazılı verrnek istedi. O bakımdan Hoca'nın tarihe düştüğü bu dipnotlarını en ufak bir redaksiyonel müdahale olmadan yayınlıyoruz.



Derya Tulga



Prof. Dr. Halil İnalcık, NTV Tarih'in sorularını cevapladı



'1302 Bapheus zaferi, hanedanın başlangıcıdır' · Sünnilik, Orhan zamanında sünni ulema tarafından, devletin dini politikası olarak benimsenmiştir.



• Osman ailesinin Kayı gruplarından çıkmış olduğuna



dair kesin bir kanıt yoktur. • Osman İznik'i kuşattığında talihliydi. Çünkü Anadolu'da İlhanlı valileri merkeze karşı isyan halindeydiler. · Popüler bilgilerle tarihi gerçekleri birbirine karıştıranlara bilimsel eserleri okumalarını tavsiye ederim. Ünlüçalışmanıma Osmanlı Klasik çağı'nın başlangıcını 1300 olarak vermişken şimdi bunu neden 1302'ye kaydırdığınızı sorarlar. Klasik çağ kitabımda başlangıcı 1300 olarak almışım. Aradan 40 sene geçti. Tabii yeni araştırmalarım olmuştur. l299'da Osman Gazi ilk kez merkezini Yenişehir'e getirerek Bizans devleti ile hemhudut olmuş ve 30 km. ileride, Bizans'ın büyük zengin şehri İznik'e ve etrafına akınlara başlamış­ tır. Bunu Aşıkpaşazade ve onu tekrarlayan Neşri'de ve bu ikisini kaynak alan ıbn Kemal, İdris vb. tarihlerde görüyoruz. İznik muhasarası bu akınlar sonunda BOl'de veya 1302'de başlamış olabilir. İzniklilerin imparatora başvuruları bu iki tarih arasında olmalı. Pachymeres'in açıkca bildirdiği gibi İznikhler yardım gelmezse teslim olacağız, diyor. Aynı şeyi biz Tevarih-i Ali Osman'da buluyoruz. (Lütfen benim İznik kitabında çıkan makalemi okuyunuz). İmparatorun Muzalon kumandasında İstanbul'dan İznik'i kıırtarmak için gönderdiği ordu ve bu ordunun Yalak-ovada yenilgisi 1302 tarihindedir. Demek ki benim için bir kaydırma ya da yanlış tarih tespiti sözkonusu olamaz. Bir başkaları da Osmanlı Devleti'nirı kııruluşuna illa bir kesin tarih vermenirı an-



Kayı'nın



amblemi



Fatih'in babası ii. Murad'a ait mangır. Mangırın bir yüzü nde (solda) stilize ed ilmiş "Çifte Murad" yazısının a ltın da, Kayı boyunun amblem i var. Diğer yüzde (sağda) ise, bir motif altında, mangırın darpedildiği şehir yer alıyor: Bursa. Osmanlı sikkeleri arasında Kayı'nın ambleminin yer aldığı tek örnek budur.



lamsız olduğunu öne sürerler.



Evet, Osman'ın bölgede geniş fetihleri, bir hanedan kurucusu durumuna yükselmesi, Batı Anadolu'da kurulan Aydın, Saruhan beylikleri gibi bir beyliğin başına geçmesi, tarihçinin tespit etmesi gereken önemli bir vakıadır. İşte ben bir tarihçi olarak, bu koşul­ ların Bapheus zaferinden sonra gerçekleşti­ ğini tespit ettim ve yazılarımda belirttim. O zamanlarda TUrkiye Cumhuriyeti'nin ilan tarihi gibi resmi bir tarihten söz edilemez. Bir diğerleri Osmanlı Devleti'nirı kuruluş devrinde sünni olduğuna dair hiçbir kanıt olmadığında hemfikirdir. Osman Gazi'nin akınlarına TUrkmenlerden bir grup savaşçı olarak katılmıştır. Bunlar kızıl-börk giyerek, aşiretin diğer bireylerinden farklılaşıyordu. Bunlara gazi deniyordu. Bunlar gaza ve ganimetle yaşamla­ rını sürdürüyordu. Aşiret mensupları, bütün TUrkmen toplumlarında gördüğümüz gibi heteredoks dervişlerin, babaların dini nüfuzu altında idiler. Bunların dini görüşünde sünnilikten söz edilemez. Bunlar Pir Sultan Abdal' ın TUrkmenleri gibi sufıyane görüş­ lere sahip, Abdalan denilen Kalenderi dervişlerin nüfuzu altında idiler. Daha sonraki yüzyıllarda yarı göçebe yaşam süren Tı.irk-



Alevilik bu yaşam ve inanç devam ettiğini gösterir. Osmanlı merkezi devleti teşekkül edince, bu göçebelere karşı baskı politikasına başlamıştır. Baş­ lıca sebebi de bu TUrkmenlerin isna-aşeriye doktrinini yayan Şah İsmail'e tabi olmaları­ dır. Bütün bu bilgiler tarafımdan ve başkala­ rı tarafından uzun uzadıya yazılmış, çizilmiş tarihi gerçeklerdir. Ben bu soruları şimdi ortaya çıkaran kimselerirı, mevcut literatürü okumadıkları kanaatindeyim. Sünnilik, Orhan zamanında beylik idaresinin başına geçen sünni ulema tarafından, devletin dini politikası olarak benimsenmiştir. NTV'de İlber Ortaylı ve Heath Lowry'nirı de katıldığı tartışmada ben Osmanlılar içinde Kayılar bulunduğu gibi diğer boylardan, hatta etnik gruplardan katılmaların normal olduğunu söyledim. Bu Germenlerde de böyledir, başka göçen kavimlerde de. Birileri sİzİ yanlış anlamakta ısrar ettiğinden bir açıklamanız faydalı olur. Yine şikayet edeceğim; yazdıklarımı okumadan sual ve tenkitler ortaya çıkıyor. Ortaylı'nın televizyon programında tartı­ şılan konulardan birisi, Osmanlı ailesinin TUrkmen Kayı boyuna mensup olup olmadığı problemidir. Bu konu 70-80 senedir ~ menler



arasında



esaslarının



NTV TARiH EYLÜL 2009



41



Osman Gazi 1301'de iznik'e geldiğinde, o dönemde etrafı bataklık olan şehre benzer bir açıdan bakmıştı.



çeşitli



....: en en



bilimsel makalelere konu olmuş, Fuat Köprü1ü, Z. V. Togan ve özellikle Türkmen tarihinin baş araştırıcısı F. Sümer tarafından ele alınmış ve tartışılmıştır. Bu literatürden tamamen habersiz olunmasını hayrede karşılıyorum. Demek ki, bizde ciddi yazıları okuma geleneği kalmamış. Bu bilim adamlarının görüşü son kez, F. Sümer tarafindan şöyle bir formülle sonuçlandırılmıştır: Evet, Osman Gazi'nin faaliyet bölgesinde Kayı boyundan gruplara rasdanmıştır. Ama Os-



man ailesinin bu Kayı gruplarından çıkmış olduğuna dair kesin bir kanıt yoktur. F. Sümer, bu iddia gerçek de olabilir, diyor. Benim son yazılarımda ele aldığım konu ise bambaşka bir konudur. II. Murad zamanında Timur oğullarının Osmanlı Devleti üzerinde egemenlik iddialarına karşı, Osman Gazi'nin Oğuz Han'ın torunu Kayı Han neslinden geldiği tezi, Yazıcızade Ali tarafindan ortaya atılmış ve Osmanlı hanedanı tarafindan resmi bir kabul görmüştür. Bundan önce bu iddiaya dair, bu iddiayı destekleyecek çağdaş bir kanıt elimize geçmedi. Osmanlı hanedanının Kayı boyundan geldiği iddiası ile Oğuz Han neslinden geldiği iddiası birbirinden tamarniyle ayrı tarihi iddialardır. Osmanlı hanedam Fatih, II. Bayezid dönemlerinde hanedamn Oğuz Han neslinden geldiği teorisini bir devlet siyaseti olarak benimsemiştir. Bu konuyu bundan belki 25-30 sene önce Milli Eğitim İslam Ansiklopedistnde II. Murad maddesinde açıklamıştım. Demek ki yine aynı noktaya geliyoruz. Sayın okuyucular, lütfen bazı iddialara kalkışmadan önce mevcut literatürü okuyunuz. Aynı programda öne sürdüğüm gibi Selçuklularda İstanbul vizyonu kalmadığı, Bizans'la modus vivendi'nin onlara yettiği, Osmanlılar­ da ise bunun maddi ve manevi olarak Bapheus savaşıyla başladığı görüşüne katılır mısınız?



Evet, Komnenler ile Bizans sahil bölgelerini geri aldığı zaman, özellikle Myriokephalon (1176) sava-



şından



sonra Anadolu'da Bizans devleti ile Selçuklular arasında bir denge kurulmuştur. Fakat Anadolu'da Trabzon İmparatorluğu, Bizans ve Kilikya'da Ermeni krallığına karşı hududarda devamlı gaza akınları devam etmekteydi. Bizans tarafindan bizim gazilere benzeyen bir askeri organizasyon, akritai, savaşmaktaydı. Selçuklu Devleti iyi münasebederi devam ettirdiği halde, uc (hudut) bölgelerinde bu özel savaş sürüp gitmekteydi. Uc denilen bölgelerde daha çok savaşçı göçer evlerden ibaret Türkmenler faaliyetteydiler. Selçuk devletinin bu udarı organize etmek için Kastamoni, Karahisar, Ermenak gibi uc şehirlerinde sultanın tayin ettiği emir-ül Ümera'lar mevcut idi. Bu emir-ül ümeralar Selçuk devletinde önemli mevki sahibi olarak, devlet politikasında önemli roller oynamışlardır. Bunu İbn Bibi Selçuk tarihinden öğreniyoruz. Kastamoni'deki emir-ül ümera veya başka unvanı ile sipehsalar, Hüsameddin Çoban idi. Ankara'daki sipehsalar Kızılbey idi. Bu uelardaki emir-ül ümeralar bu makamı babadan oğula ellerinde tutmakta idiler. Çok sonraları Osmanlılarda Evrenosoğulları, Mihaloğulları aynı



rolü oynayacaklar, akıncı beyliğini babadan oğula ellerinde tutacaklardır. Eserini 130Tye kadar getiren, Bizanslı tarihçi Pachymeres, Osman Gazi'nin Kastamoni emir-ül ümeraları Çobanoğulları'na tabi bir uc gazisi olduğunu kaydeder. Bu Kastamoni Çobanoğulları, Selçuklu sultam ve İlhanlı hakanları ile ters düştükleri zaman, Kastamoni uc beyliği bertaraf edildi. Yine çağdaş Pachymeres'in belirttiği üzere, Çobanoğullarından ayrılan gaziler, Osman Gazi'nin bayrağı altına geçtiler. Bu bilgi, çağdaş bir Bizans kaynağı tarafindan verilen tarihi bir kayıttır. Osman Gazi, bu uc



BiZANS'TAN BiR BAKıŞ: PACHYMERES



ANLATıYOR



'Vahşi



özgüvenleriyle her şeyi ele geçiriyorlardı' durumu gittikçe



D kötüleşiyo rdu . Öyle ki, imparatora oğ u 'nun



I



ı ı



emir-ül ümeraları dolayısıyla Selçuklu sultanlarına bağlı idiler. Selçuklu sultanları da İran'daki Cengiz soyundan İlhanh1ara bağ­ lı idiler. Uc bölgesindeki Türkmen beyleri üzerinde hem Selçuklu sultanlarının, hem de İlhanh1arın yüksek otoritesi tanınmakta idi. Bunlardan bu iki üst otoriteye karşı gelenlere, Selçuklu sultanı ve İlhanh1ar tepki göstermekteydiler. İşte Kastamoni'de Çobanoğullarının Selçuk sultanına karşı hareketi, Selçuklu-Mogol kuvvetleri tarafından ezildi. Güneyde Eşrefoğulları başkaldırdı ve bey, sultan unvanını aldığı için Selçukluİlhanlı kuvvetleri tarafindan ezildi. Eşrefoğlu idam edildi. Osman, İznik'i kuşattı­ ~ı zaman Bizans iml?aratoru bir prensesi Ilhan'a göndererek, Ilhanlılardan yardım istedi. Osman' ı durdurmak için Bizanslı1ar 30 bin kişilik bir Mogol ordusunun yolda olduğu söylentisini yaydılar. :Fakat bu yardım ordusu gelemedi. Çünkü Anadolu'da İlhanlı valileri merkeze karşı isyan halindeydiler. Bu bakımdan Osman talihli çıktı. Bu tarihi bilgileri biz Selçuknamelerden ve İran'da yazılmış çağdaş vekayinamelerden ve Pachymeres'den öğrenmekteyiz. Bu bilgiler, özellikle Z. V. Togan ve F. Sümer tarafindan yazılmış çizilmiştir. Yine aynı noktaya geliyoruz; mevcut, güvenilir, bilimsel araş ­ tırmaları gözardı ederek, popüler bilgilerle tarihi gerçekleri birbirine karıştıranlara lütfen bilimsel eserleri okumalarını tavsiye ederim. Bizans'a karşı savaş durumunun Osman ile başladığı hakkındaki sorunuzun cevapları yukarıda andığım literatürde etrafiyla açıklanmıştır. l. Murad devrinden kalma, Kayı amblemi taşıyan bir Osmanlı sikkesinden bahsediliyor... Turistik piyasada antikacılar ilk sultan-



lara ait sahte akçalar çıkarıp bu gibi sorulara neden olmaktadırlar. Osman Gazi'ye atfedilen bir sahte gümüş akçe evvela nümizmat İbrahim Artuk tarafından ciddiye alınmış, fakat bir süre sonra kendisi bunun sahte olduğuna dair bir makale yayınlamış­ tır.



Feodallikten ne anladığınızı söyleyebi-



lir misiniz? Apanaj verebilmek için bir şe­ kilde devletleşmiş olmak gerekmez miydi? Osman Gazi zamanında fethedilen yöreler onun yoldaşları alplara il olarak verilmekteydi. En çarpıcı örneği, İnegöl'ü fetheden Turgut Alp' a bu bölge verilmiş ve bölge o zaman Turgut-ili adıyla anılagelmiştir. Osman Gazi zamanında merkezi bir idare henüz kurulmadığı için yapılan fetihler bu şekilde gaza başbuğları olan alpların idaresine bırakılmaktaydı. Feodal kelimesi sosyal bir terim olarak kabul edildiği zaman, bu gibi siyasi bağımlılığın hakim olduğu yapıya feodal yapı demekteyiz. Bu tamamiyle sosyolojik anlamda kullanılan bir tanımdır. Avrupa ve Japonya'da belli bir tarihi devrede buna benzer sosyal-siyasi yapılar ortaya çıkmıştır. Bu rejimIere feodal sıfatı kullanı­ lır. Ben bu feodal terimini bu genel manada kullandım . Osmanlı Devleti'nde merkezi bürokratik bir idare ilk kez Orhan (13241362) döneminde görülmüştür. O devirde ulema sınıfindan kimseler vezir sıfatıyla idarenin başına getirilmiş ve ilk kez beyliği İslami devlet geleneğinde örgütlemişlerdir. Osman'ın hukuki sorular karşısında hükmüne başvurduğu yüksek otorite EdeBalı'dır. Ede- Balı aslında Baba! Vefaiyye tarikatından bir şeyhtir. Yani yukarıda açık­ ladığımız gibi Osmanlı Devleti'nin ilk döneminde sosyal-dini hayata bu gibi şeyhler hakim idiler. •



her gün başka bir haber geliyor, kötülerini beterleri izliyordu. Bu içinde yaşadığ ı mız durumu her gün tekrardan izliyorduk. Bu durumun içinde yaşamış veya bundan etki l enmiş olanlar aras ın da kendini göstermeden kaçabilenlerin de acı l arıyla ilgili s ı zl anmala rın ı dinliyorduk. Boğaz'ın özgür s ul arı düşmanla aramızdaki te k ayrı mdı. Her yeri kuşat ıryo rla rd ı , bütün toprakları, kiliseleri, muhteşem manastırl arı; bazı kaleleri yıkıyorla rdı ve en güzelleri ni yakıyorlard ı ; benzeri görülmedik türde cinayetler meydana geliyordu. insanlar kaçırılıyordu . Bundan da keyif alıyoriardı. Bazı dayan ı k lı bölgeler d ı şında, Bitinya, Mysia, Frigya ve Lidya'da ve Asya 'n ın üst tarafındaki o ünlü bölgeleri tamamen harap etm i ş l erdi. Küstahlıklarından kaynaklanan heyecan ve tıpk ı vahşi bir ateş gibi yanan özgüvenleriyle her şeyi ele geçiriyorlardı; onları daha da ileri gitmekten a lıkoyan tek şey denizdi.



Uzaktakilerinden vazgeçtim, tehlikeler ta kapımıza, imparatorluk başkentinin eşiğine kadar ge lmişti. Bu tehlikeler, Boğaz'ı geçmek isteyenler için bir an meselesiydi. Teknelerden ç ı kıp karş ı sahile ayak basar basmaz tehlike başl ı yordu, çünkü Türkler karşı tarafın her yanına hiçbir engelle karşılaşmaksızı n yayıımışlard ı. Düşmanlar ya l nızca Ağva'ya



ve Anadolu



Şile'ye saldırmakl a kalmamış, Kavağı'nda ki



kaleye de saldırı



düzen lemişlerdi.



Georges Pachymeres, Relations Historiques [Tarihi An l at ı l arı] LV, Kitap x-xııı, s.424 (Aslı Yunanca olan metnin Albert Failler'nin F ransızca çevirisinden) Kadirşinas l ık notu: Modern Bizans tarihçileri arasında, Bizans'ın ard ın dan hala ağlayan la rın sayısı bir hayli kabarıktır. Bu gruba dahil olmayan tarihçilerin başında, Pachymeres'i Osm anlı tarihçilerine tanıtan Elizabeth Zachariadou'nun adı gelir. NTV Tarih, Zachariadou'ya selam gönderiyor.



NTV TARiH EYLÜL 2009



43



Kuruluş



serüveni



Otman' dan OsmaD'a Osmanlı



tarihi kaynakları, kuruluş evresiyle ilgili kimi sorulara cevap vermekten uzak. Kimi tarihçilerin itibar etmediği kenarda kalmış bir kronik ve 19. yüzyılda yazılmış bir Osmanlı tarihi bazı pencereler açıyor. Beği



mi deniyordu?



-Osmanoğullarının yarı



efsanevi atası­ tarih uyarlamalarını ayıklamak gerekli midir? Orhan'dan (1324-1362) Çelebi Mehmed'e (1413-1421) kuruluş döneminin en eski ve yaşlı tanığı diyebileceği­ miz şair Ahmedi (133S? - 1413), 1409'da, "İskender-i Sani" dediği, o tarihte meşru Osmanlı beyi olan Emir Süleyman'a (tarihçilerin bunun ardılları İsa ve Musa Çelebileri "Fetret Devri"ne koyarak Osmanoğul­ ları cetvelinden çıkarttıklarını hatırlatalım) sunduğu İ,kendernamesi'sinde: Gündüzalp (oğlu) Ertuğrul'un anlatıldığı bölümdeki: "Gitdi Ertuğrul cihandan yerine/ Oğlı Osman kaldı anun yerine" dizeleri, beyliği kuranın Gündüzalp Ertuğrul olduğunu gösteriyor. F. Giese'nin yayımladığı Tevarih- i AI- i Osman'da ise Koyunhisar cenginden Osman Gazi'nin ölümüne değin vakalar özetlenirken Bursa'nın alınışı (H. 726) Osman'ın ölümü (H.727), 19 yıl beylik ettiği, Bursa'da "Gümüşkubbe"nin altına veya "Sögüdcük"te gömüldüğü bildiriliyor. Bu tür çelişkileri bir tarafa bırakıp İ. H . Uzunçarşılı'nın, İ. H . Ertaylan'ın, P. Wittek'in, C . Cahen'in ... .itibar etmedikleri "kenarda kalmış" bir kronikle 19. yüzyılda yazılmış bir Osmanlı tarihinden, Ertuğrul ve Osman'a ilişkin birkaç ayrıntı üzerinde nın yaşamöyküsüne yedirilmiş



düşünelim:



Şikad'nin, kısaca 1600'lü yıll arda yapılmış, Tercüme-i Miftiih-/ Cifru'I-Ciimi kitabından , Mehmed'e kadar Osmanlı sul tanıarını gösteren minyatür.



NECDETSAKAOGLU



O resine



smanlı



Devleti'nin



kuruluşu



eğilenlerin



başvurabildiği



ev-



kaynaklar 15. ve 16. yüzyıllarda haberleri farklı anlatılada yineleyen "Tevarih-i Al-i Osman"larla 14. yüzyıla ait birkaç yabancı yapıttır. Bunlarda şu sorulara yanıtlar bulmak olanaksızdır: yazılmış, aynı



44



NTV TARiH EYLÜL 2009



ı.



Osman'dan



ııı.



-Kurucu Ertuğrul mu, Osman mıdır? -Osman adı, ''Ataman-Atman- Otman" dan mı çevrildi? Batı kaynaklarında neden, Halife Osman "Uthman", bizimki "Othoman"; Osmanlı Devleti de "Ottornan Empire"dır?



-Devletin, kuruluş evresinde adı neydi? Konya Sultanı, Germiyan Beği vb gibi, bunlara da Söğüt Beği, İznik Beği, Bursa



Kitab-ı



Karamanname denen Tevarih- i Karamaniyye'sinde : "Os-



man, Keyhüsrev bin Keykubad Alaüddin'in çoban-başısı idi. İnönü'nde ne kadar koyun ve sığır, atı ve devesi ve katın var ise Osman gözlerdi, kafır almazdı. Karamanoğ­ lu Mehemmed Beg, Alaüddin'i kaçurub cümle mülkini alduğu vaktin, Osman gelip toğruluk gösterdi. Ana, İvaz Mehemmed ı Beg (ile) tabI, alem, kılıç verüp beg eyledi. Osman bir geda iken şah eyledi. Aslı cinsi yok bir yörük oğlu iken beğ oldu, beğleri beğenmez oldu" deniyor. Yani, Alaeddin



Keykubad'ın çobanı



bey yapan,



olan yoksul Osman'ı Mehmed Bey



Karamanoğlu



imiş!



Oysa Düstur-name-i Enveri'de: "Nüre Sofi oğlu mir Kar(a)man / Eyledi Osmana hizmet zaman Almışdı ilini Tatar (Moğol) / Vardı Osman cümle kıldı tar u mar Kar(a)man dayim gelirdi hizmete / Gönderüb akına özengi tuta" denerek Karamanoğullarının atası Karamanın, Osman Beğ'e bağlı, onun buyruğunda ve hizmetinde olduğu vurgulanıyor. Bu çelişki bir bakıma ezber bozuyor. Eklemek gerekir ki Şikari, (ö.1S84) Karamanname'yi, Hoca Dehhanl'nin (13. yy) yarım bıraktığı, Karamanoğlu Alaüddin Bey'in (1361 - 1397), Yaricani'ye tamamlattığı bir Şehname'den çevirdiği gibi Karamanoğulları tarihinin Alaüddin Bey sonrasını da kendisi yazmıştır. Şu halde Karamanname, 15. yüzyılda "anrivayetin' (söylencelere dayalı) kaleme alı­ nan "tevarih-i Al-i Osman"lardan, 13 ve 14. yüzyılda yazılmış kayıp bir şehnamenin çevirisi olarak önemli bir kaynaktır. "Keykubad'ın çobanbaşısı Osman' tanım­ lamasında ise Osmanoğullarının atasının asıl adının "Otman" (çoban) olduğuna üstü kapalı gönderme vardır.



Küçümsenen kaynak Bu eserin bilinen üç yazma nüshası Konya, İstanbul ve Berlin kütüphanelerindedir. Bunlar ve Konya nüshasından Mesut Koman'ın basıma hazırladığı



Şikari'nin



Karaman Oğulları Tarihi (1946) Osmanlı Devleti'nin kuruluşu tarihini araştıranlar­ ca incelenmemiş ya da örneğin C. Cahen "romantik"; İ. H. Ertaylan: "ihticaca salih (başvurulabilir) ilmi bir eser değil"; P. Wittek: "kullanılmağa pek az elverişli" demiş­ lerdir(!). Karamanname, kaynağının eskiliği yanında, tevarih-i al-i Osmanlarla karşılaş­ tırmalı kullanılabilecek bir kaynaktır. İkinci kitap, Hayrullah Efendi'nin (ö.1866), Devlet-i LIliyye-i Osmaniye Tarihi'dir. Yazar, Ertuğrul Gazi' nin, A. Keykubad (1219- 1237) zamanındaAnadolu'ya gelip Söğüt ve Domaniç'e yerleşmesi serüvenini, Murad Hüdavendigar'ın ümerasın­ dan defterdar Cafer Beğ'in oğlunun Al-i Selçuk Tarihi'ne atıfla anlatırken özetle şu açıklamalarda bulunuyor: a) Ertuğrul, Keykubad'dın emirleri arasında yer almak, yurt talebinde bulunmak



üzere Saruyatu -"S avcı da denirmiş"­ adlı oğlunu, birkaç katar katır yükü halılar ve bir sürü koyun hediyesiyle Konya'ya gönderdi. Sultan Keykubad, H. 628 (M.1230) tarihinde Ertuğrul'a, Domaniç dağlarını yaylak, Karacaşehir ve Söğüt havalisini de kışlak verdi. Kütahya havalisinde Karacahisar ve Karacaşehir dolaylarındaki Frikya hükümeti bakiyesinden Rum (Bizans) imparatoruna tabi bir küçürek hükümet olup oraların da Selçuklu sınırlarına katılması için Keykubad'ın buyruldu gönderme si üzerine Ertuğrul Gazi bu iki şehri fethetti. Frikya hükümetinin merkezi Kütahya'yı Keykubad'la birlikte H. 630'da (1232) kuşattılar. Moğollar Ereğli'ye yürüyünce Keykubad kuşatma işini Ertuğrul'a bıra­ kıp o tarafa gitti. Ertuğrul, Kur'an'ı gördüğünde



b) Ertuğrul Gazi, hayvanları ve at katır sürüleriyle Söğüt ve Domaniç'e yerleşir. Koyunlarını dağlara, davarlarını ovalara saldığı günlerin birinde, - Künhü'lAhbarda, Ravzatü'l-ahbarda ve Kitib Larl'de yazıldığı üzere- bir akşam İtburnu köyünde imama konuk olur. Pencerenin üzerinde Mushaf-ı Şerif(Kur'an) varmış . İmam, hürmet edilmesi gerektiğini uyam. Ertuğrul, her ne kadar "salabet-i diniyesi" (güçlü inancı) varsa da okuryazar olmadığından Mushaf-ı şerif nedir bilmediği için: "Buna neden saygı göstermem ihtar olundu?" diye imama sormuş. O da namazda Kur' an okunurken ayakta durulduğunu açıklamış. Geceleyin herkes dağılıp odada yalnız kalınca sabaha kadar Kur'anın karşısında ayakta durmuş! Bu öyküyü, Osman Gazi'ye yakıştı­ ran kaynaklar da vardır. Şu anlaşılıyor ki, Asya'dan kopup gelen göçebe bir boyun beyi Ertuğrul, Kur'anı ilk kez İtburnu imamının evinde görmüş, ilk İslami bilgileri de galiba o akşam öğrenmiş! Bu satırların yazarı Hayrullah Efendi'nin (ö. 1866), reisü'l-ulema Hekimbaşı Abdülhak Molla'nın oğlu, müderris, hekim, tarihçi, Meclis-i Ahkam-ı Adliye, Meclis-i Maarif-i Umurniye ve Nafı'a üyesi, Encümen-i Daniş'in ikinci reisi, belediye reisi, tıbbiye nazırı, elçi, Sultan Abdülmecid'in, Sultan Abdülaziz'in çağdaşı olduğunu; kitabı­ nın ise Matbaa-i Amire'de basıldığını da hatırlatalım.



İsimdeki sır: Osman'ın



"t"si



smanıı Devleti'nin ortaya çık ı ş süreci,



O bu sürece yüzyılın



i l i şk i n



son



eski



anlatıların



20.



çeyreğ i nde gerçekleşen



yeni eleştire l okumaları sayesinde daha iyi bilinir oldu. Ancak, devlete adını veren hanedanın kurucusu nun henüz kesin bir profili oluşa bilmiş değiL. Osman Gazl'nin Kayı Boyu'ndan olmayan, hatta Oğuz boyların ı n askeri aristokrasisine bile mensup olmayan, ama Batı Anadolu'nun sınır (uç) boyunda talihi yaver giden cesur bir maceracı olduğu , artık kesinl eşmiş gibi görü nüyor. Ne var ki, uç bölgesinde başına devlet kuş u konan bu tarihi karakterin o sıralarda Müslüman olup olmadığ ı nı , adının da gerçekten Osman mı o l duğunu tam olarak bilemiyoruz. Osman Gazi'nin gerçek ad ı nın Otman (çoban) olduğu veya, başka bir öneriye göre, Kuzey Karadeniz bölgesinden göç eden Altınordu döküntüleri a rasında görülen Atman ya da Ataman isimlerinden biri olduğ u , günümüz tarihçilerince ciddiye alınan olasılıklar. Bu sorgu l ama l a rın iki farkl ı veri türünden beslendiğini söyleyebiliriz. Birincisi, görece zamandaş yaz ı lı kaynaklar. Nitekim , hem daha sonra Avrupa dillerinde görülen "otman" ismi ve "ottoman" sıfat ının kökenindeki Bizans kaynakları, Arapça Osman adındaki ikinci sessiz harfi (adın başında bulunan ve Türkçe'de "o" sesini veren ayın harfi, sesli bir harf değildi r), özellikle de Türklerin telaffuzu sonucunda "s" olarak duyup yazmaları çok daha kolayken, "t" biçiminde duym u ş ve yazm ı ş l ar, hem de 14. yüzyıl başlarında yazan Suriyeli el-Umari, şö h ­ reti artık her tarafta duy ulmuş namlı gazinin adın ı Arapça metninde "tı" harfiyle yazmıştır. ikinci veri ise doğru dan toplumsal tarihle ilgili ve yazılı kaynaklara hak verir nitelikte: Osman'ın huruc döneminde hem kendi nesiine (Gündüz Alp, Sarı Yatu/Savcı), hem önceki nesle (Ertuğrul, Dündar, Gündoğdu , Sungur Tekin), hem de çocuklarının/yeğenlerinin nesi ine (Orhan, Pazarlu, Savcı, Bay Hoca, Aktim ur, Aydoğdu) mensup olan aile üyelerinin adlarının neredeyse tama mı Türk adı. Ancak kendi oğulları arasın da ve ya ln ızca üç Türkçe olmayan ada rastlıyabiliyoruz: Alaeddin, Hamid ve Melik. Yani Osman, tabii bu biçimiyle, ailesinin fertleri arasında ve kendi nesiine kadar, Arapça bir ad taşıyan tek kişi. Bütün bunlar, ciddi bir sorgulama nedeni. Ama aceleci davranmamak, köşe li sonuçlara varmamak gerekir. Ortaçağ Anadolusu'nu henüz hakkıyla tanıyabilm i ş de olmadığımıza göre, şimd i lik yapabileceğimiz, Osman Gazi'nin adın ın da zamanla, islami bir meşru lu k gereksinimine koşut olarak geliş­ tiri lmiş bir "resmi" tarih öğesi ol abileceğini hatırlatmaktan ibarettir. Ahmet Kuyaş NTV TARiH EYLÜL 2009



45



.P.~~ . : ~. . ~~g.~~.: : .::: : ::·~i~~.??~.~~~~~~~:· : :.:: :""" .·.":".·.: :".· .·.. . . . . . :. . . :. . . . .. . . . . . . ... . . . . . . . ....



Erol BüYÜkburç, Tarabya'ya döndü



i



i ~ ,



:.



NTV TARiH EYLÜL 2009



46 i



i



E



rol Büyükburç, dönemin popüler fotoroman dergileri için poz verdiğinde 33 yaşında. Şöhretinin zirvede olduğu dönemler... Genç kızlar, prodüktörler peşinde ... Toplam kırk fotoromanda boy gösteren sanatçı, "O zamanlar fotoromandan başımı kaldıramıyordum. Son derece önemli ve pahalı prodüksiyonlardı. Herkes için de yapılmazdı. Bir film 15-20 günde biterken, fotoroman 4 ay sürerdi. İnanılmaz seder kurulurdu" diyerek hatırlıyor o furyayı. Tarabya'da tamir için teknelerin getirildiği çekek yerinde, ismini hatırlayamadığı



bir oyuncuyla fotoroman icabı aşk yaşayan sanatçı; bu defa 2004'te evlendiği eşi Uthe'yle 40 yıl sonra aynı yerde objektifin karşısına geçti. Erol Bey Tarabya sahiline geldiğinde arka planda hala duran ve son iki senedir Irak Konsolosluğu olarak hizmet veren kırmızı panjurlu villanın bir zamanlar Kalkavan ailesine ait olduğunu, hatta burada düzenlenen ve kendisinin de küçük konserler verdiği partileri hatırladı. Eşini kucağına alıp saçlarından tuttuğunda ise onun mavi gözlerine baktı, "derinliği görüyorum" dedi ve fotoğraf uzun süren bu anı dondurdu.



11



Ayın Sultanı



2017'YE DEK SÜRECEK



Yaz Ramazanı ruç



bu yıl 21 girdik. Bektaşi'nin nükteli bir yorumuna göre, "mürninleri pek sevdiği için her yıl 11 gün daha önce gelen Onbir Ayın Sultam" m; daha dokuz yıl boyunca yaz aylarında yaşayacağız. 2017 Ramazam, Mayıs'ın son haftasında başlayıp Haziran'da elveda diyecek. 2018 ve izleyen yıllarda bahar 2024 ve sonrasında da -yaşayanlarımız- kış günlerinde oruç tutup Şeker Bayramı yapacaklar. Ramazan sözcüğünün anlamı aşırı sıcak, hararet olduğuna göre; yaz oruçları, bu ibadetin amacına daha uygun, dolayısıyla sevabı da daha fazla olmalı. Çünkü, güntün değişimine bağlı bu ibadette, tan yeri ağarmazdan, akşam hava kararıncaya değin yememek içmernek koşuL. Bu süre, bir orta kuşak ülkesi olan Türkiye'de ortalama 16 saattir. Modern tarıma geçilmezden önce, yaz ramazanları, halkın "orak zamam" dediği hasat mevsimine rastladığında, köylülerimizin iki arada bir derede kalışlarının öyküsünü, yaşlılardan dinlemeli. Bartın'ın Akpınar köyünden emekli öğretmen Mehmet Dinç'in, çocukluk yıllarındaki (1940'lar) yaz ayına,



Ağustos'ta



Ramazanlarında, yaşlı kadınlar dışında, kadın-erkek



kimsenin oruç



tutamadığım, Ramazan'ın tamamını



kazaya bırakıp, kışın ocak başında otururken tuttuklarım anlatması buna bir örnek. Okurlarımıza, nice yaz, bahar, kış ve güz ramazanlarım sağlıkla karşılayıp bayramlarla uğurlamalarım dileriz ... Necdet Sakaoğlu 48



NTV TARiH EYLÜL 2009



ESKİ RAMAZANLAR







Iftardaki belgeler ve sarayın Ramazan'ı nasıl yaşadığına, nasıl eğlendi ği ne dair hikayeler var. Muzaffer Albayrak, üç belgeden üç hayat kesiti anlatıyor. Osmanlı arşivlerindeki



1801



III. Selim'in hassasiyeti



belgeler arasında;



Osmanlı padişahları



zaman zaman, tebdil-i kıyafet edip halkın arasına karışır;



onların dertlerine, bizzat tanık olurlardı. III. Selim de bir Ramazan günü tebdil-i kıyafet dolaşırken, bir kalabalığın fırınlar yeterli ekmek çıkarmadığı için ekmek bulamamaktan yakındığına şahit olur. Saraya döndüğünde, vezirine durumun çaresine bakması için bizzat kendi eliyle



şikayetlerine



halkın



şöyle yazar: "Benim Vezirim Bugün tebdilen geçerken Divanyolu'nda fırın önünde kalabalık gördüm. Herifın biri de yiyecek ekmek bulamıyoruz diye feryat eyledi. Allah biliyor ki üzüldüm. Şunun bir çaresine bakasın. Zira Ramazan-ı Şerif'te halka zahmet çektirmek layık değildir. Alemlere rızk veren Allah inayet ihsan eylesin. Çaresi ne ise fırınları fazla ziyade işletmek ile mi olur, hasılı dikkat eyleyesin. Ocak 1801."



Ressa m Münif Fehim (1 899-1983), eski istanbul'da Ramazan eğ lence leri n i anlattığı bayram yeri resminde, şe ke rcis i , baloncusu, athkarıncasıyla; muhtemelen ç ocukluğunun bayram eğlenceleri nden esinlenmiş.



reçel, şeker, sucuk, kaşar peyniri, şehriye, kuş üzümü, razaki üzüm, çekirdeksiz üzüm, Nazilli inciri, Azak havyarı, zeytin, kibariye turşusu, balık yumurtası, Mardin eriği, sardalya, kelle şekeri , zeytinYiyecek içeceklerden;



şerbet,



menekşe, sakız, pastırma,



yağı gönderilmiştir.



1909



Önce namaz sonra eğlence



O rtaoyunu, canbaz, hokkabaz gösterilerinden oluşan Ramazan eğlenceleri, İstanbul



Vezneciler'deki Direklerarası'nda yapılırdI. Tam bir asır önce, 1909 Ağustos'una denk gelen Ramazan ayında Direklerarası bitimindeki Camcı Ali Camii (1958'te yıktınldı) bitişiğinde bulunan arsada, Ramazan gecesi ortaoyunu oynatılmak üzere belediyeden ruhsat talep edilir. Camiye yakınlığı ve namaz vaktinde olacak gürültünün hoş karşılanmayacağı gerekçesiyle talep İstanbul Polis Müdürlüğü'nce uygun görülmez. Ama eğlence mekanını işletecek kişi, ortaoyununu namazdan sonra başlatacağı, o vakte kadar seyirci toplayıp gürültü çıkarılmasına meydan vermeyeceği, aksi takdirde zabıtanın müdahale ederek eğlence ve oyunu engellemesine itiraz etmeyeceğine dair taahhütte bulununca, ruhsat almaya hak kazanır.



1826



Saray'da iftariye



Ramazan yaklaştığında



saray



mutfağından



Minarenin kaftanı ... Ramazan'da ipler arasına yerleştirilen kandillerle hazırlanan mahyalar ilk ifade biçimini bu topraklarda bulmuş gelen seyyahlara, "gökyüzüne yıldızlarla yazı yazmışlar" dedirtmiş­



tir. Özellikle tek minareli camiIerde uygulanan "kaftan giydirme" adeti de, mahyalar kadar etkileyicidir. İplere sıralanan kandiller minarenin aleminden veya külah altından şerefeye doğru dikeyolarak sarkıtılır, minare "kaftan giymişçesine" gökyüzünü aydınlatırdI. 20. yüzyıl başlarına kadar Edirne'deki tek minareli camiIerin, hatta Selimiye Camii'nin dört minaresının kandillerle kaftanlandığı biliniyor. İstanbul'da ise Bekir Paşa, Davut Paşa ve Koca Mustafa Paşa camilerinin minarelerine kaftan giydirilmiş. Mimar Sinan'a ait Şehzade Camii'nin batı tarafındaki minaresinin külah altındaki "1" biçiminde kancalar da, büyük olasılıkla metinlerde bahsi geçen kaftan giydirme uygulamasının izleridir. İ. Umut Çelik



~



>0>



B



o u..



padişaha, şehzadelere,



sultanlara, ağalara ve şeyhülislama "iftariyelik" adı altında sofra takımı ve yiyecek takdim edilmesi bir gelenekti. 1826 Nisan'ına denk gelen Ramazan ayında Matbah emini tarafından takdim olunan iftariyeyi gösteren deftere göre: Sofra takımı olarak 17 İngiliz işi bardak, 48 Saksonya küçük ve büyük bardak, 40 Saksonya elvanlı büyük kase, 25 Saksonya elvanlı küçük kase, 5 Paris işi sakız kasesi, 10 karanfil ve zencefıl kasesi, 79 Macar işi zeytin kavanozu, 89 yaldızlı kristal kase, 56 sade kristal bardak, 64 yaldızlı kristal bardak, 12 billur kase, 5 tabla, 120 zeytin ve turşu şişesi, pamuk, kağıt, sünger, bardak mahfazası, büyük ve küçük Venedik sepeti, simli nakışlı tabla.



... ve giydirme



CT-~,: : ,'.' .



~.



. ~~



sanatı



"Kaftan giydirme" üzerine az sayıda kaynaktan biri, tarihçi Süheyl Ünver'in Mahya Hakkında Araştırma/ar adlı kitabında "Minarelerin her bir tarafının kandillerle donanması" olarak tanımla­ dığı çizimlerdir. NTV TARiH EYLÜL 2009



49



11



Ayın Sultanı



232 YILLIK MARKA



Hacı



Bekir Efendi: Lokumun mucidi



Bayram lokumları, ağız da kolayca dağılan akide şekerleri ve uŞekerci Hacı Bekir". Şöhreti kıtalar aşan markanın serüveni, Bekir Efendi'nin Kastamonu'dan İstanbul'a gelişiyle başlıyor.



Istanbul, Cadde·i Kebir'de (bugün istlklal Caddesi) develer üzerinde gezdirilen Hacı Bekir reklamı.



H



acı



Bekir, Eminönü hala hizmet veren şekerci dükkanını 1777'de açar. Kısa sürede neredeyse tüm İstanbul, şekerlerinin -özellikle de akide şekerinin­ tiryakisi olur. Sultan 1. Abdülhamid Bahçekapı'da



tarafından sarayın Şekercibaşılığına



getirilir. Lokumunun hikayesine gelince ... Şekerci Hacı Bekir, 1811'de bulunan nişastayı un yerine kullanarak lokumunu şeker ve nişasta terkibiyle hazırlar. O zamanki adıyla "rahatu'l-hulkum", tıpkı akide şekeri gibi ünlenir. Arapça bir sözcük olan ve "gırtlağı rahatlatan" anlamına gelen "rahatu'l-hulkum" zaman içinde "lokum" adıyla anılır. Lokumun yurtdışında "Turkish delight" (Türk lokumu) olarak bilinmesi ise, 18. yüzyılın başında İstanbul'a gelen bir İngiliz'in, Hacı Bekir'in Bahçekapı'daki dükkanından aldığı lokumları



"Turkish delight" olarak olur. "Türk lokumu" yakın bir zamanda televizyonda da boy gösterdi. Amerikan dedektiflik dizisi Law & Order'ın, Türkiye'de Mayıs 2009'da gösterimde olan tanıtmasıyla



H ac ı Bekir'in 1777'de Eminönü - B a h çe ka pı'd a açtığı ilk dük kanının önünde, 1950'Ierde bir arefe günü bayram şe k e ri kuy ruğu .



50



NTV TARiH EYLÜL 2009



BAYRAM TEBRİK KARTLARı



...::-.



c:...r :J.-J ~



,,-:F.~ \



~~ v:...--ı::-....-ı>







Iydiniz said olsun



Bilmuk;obele b ..yr am ırı.iq kutlular say~ı ve se:v~ı.e9 sun a rız .



eher



a hri -



l'



~Ze;ren



o



v' ( )



Tebrik kartlarıyla ilk tanışmamız, Osmanlı



bölümlerinden birinde, Hacı Bekir şekeri de rol amıştı. Dedektiflere, "Dünyanın en iyi şekeri Hacı Bekir" diyerek ikramda bulunan şüpheliyi ele veren yine ünlü akide şekeri olmuştu . Kuşaktan kuşağa, aynı geleneği



sürdüren Ali Muhiddin Hacı Bekir müessesesi zaman içinde büyür, şubeler açar. Bugün uluslararası bir kuruluş olan Kastamonulu Bekir Efendi'nin şekerleri geleneksel tadını muhafaza etmeye devam ediyor. Feza KürkfÜoğlu



Am adeo Preziosi'ni n 1858'de ya ptı ğ ·ve



Louvre Müzes i'nde sergilenen Şe ke rc i



Bekir Efendi'nin suluboya tabl osu, bugün lokum kutul a rın.



döneminde İstanbullu levantenlere Avrupa'dan gönderilen kartpostallar sayesindedir. Bu kartları örnek alarak yazılan dini bayram tebrikleri de ilk kutlama kartlarımız olur.



19



yüzyıl sonlarında şehir manzaralı kartpostalların



• arkasına dini bayramları kutlamak amacıyla elle yazılan mesajlar, Osmanlı halkının "kutlama kartı" gönderme geleneğinin ilk adımlarıydı. Çoğunlukla Fransa ve italya'dan getirtilen ve üzerine "iydiniz said olsun" (Bayramınız mutlu olsun) sürşarjı vurulan kartlar ise, 20. yüzyıl başlarında piyasaya sürülmeye başlandı. "iydiniz said, ömrünüz mezid olsun" (Bayram.ınız mutlu, ömrünüz ziyade olsun), "Iydinizi tebrik ile kesb-i şeref eylerim" (Bayramınızı tebrik etmekten şeref duyarım), "iydi saidiniz mübarek olsun" (Bayramınız kutlu olsun), "iyd-i



saidinizi tebrik ederim", "iydiniz mezid ziyade olsun), "Iyd-i şerifinizi tebrik ederim" en sık kullanılan bayram tebriği ifadeleriydi. Cumhuriyetin kuruluşuyla kartpostallardaki görüntüler çiçek, kuş, doğa motifleri ve güzel kadın figürleriyle zenginleşti. 1930'lardan sonra Avrupa'dan fotoğraf malzemelerinin gelmesiyle, 5x9 cm'lik boyutlardaki siyah-beyaz fotoğraf kartlarından tebrik kartları oluşturuldu. Büyük şehirlerden kasabalara, tüm yurttan karelerin görüldüğü bu fotoğraf kartları, her yörede fotoğrafçı ve matbaacıların ortak girişimi ve tercihiydi. Meydanlar, saat kuleleri, okul binaları, hükümet konakları veya genel manzara fotoğrafları, bu kartlarla ve "Bayramınızı tebrik ederim" ifadeleriyle adreslerine ulaşıyordu. Kutlamaların artık internetten ve cep telefonlarından yapıldığı bugünlerde, sevdiklerimize bir kez daha bayram sevgisi yollayalım ... Ama bu kez kartpostallarla ... R. Sertaç Kayserilioğlu o~sun" (Bayramınız



süslüyor. NTV TARiH EYLÜL 2009



L



51



725 YILLIK MASALıN ARDINDAKİ GERÇEKLER



Fareli Köyün



Kavalcısı



kimdi ve



ÇOCUKLAR NEREYE GİT



54



NTV TARiH EYLÜL 2009







-? .



Bütü~ zamanların "en güzel çocuk masalları" arasında yer alan Fareli Köyün Kavalcısıında şehir



farelerden kurtulur ama, pocuklarını kaybeder. Kavalcının müziğine dayanamayan fareler gibi, çocuklar da onun peşinden gitmiştir. Efsaneyle gerçeğin karıştığı noktada, pek mutlu olmayan sonlar, gizemli finaller var. 1284'e, olayın geçtiği Almanya'nın Hameln şehrine dönüyoruz.



sını canlı



tutmak amacıyla yapıldığı Söylencenin en önemli ögelerinden fareler ise vitrayda yer almamaktadır; çünkü onların hilciyeye dahiloluşu ancak 1559'dadır. Willy Krogmann'un Fareli Köyün sanılmaktadır.



A



lmanya'nın



Aşağı Saksonya bölgesinin b.aşkenti Hameln ya da Ingilizce yazılı§ıyla Hamelini Kavalcısı: Efsanenin Oluşumu Üzerine Hamlin şehri, doğal güzelliklerinin bir İnceleme adlı eserinde belirttiğine yanı sıra dünyaca ünlü bir efsane/ göre, 14. yüzyılda şehirde yaşamış masala da ev sahipliği yapmaktaqır. Lude isimli bir din adamının elinTürkçe'ye "Fareli Köyün Kavalcısı" de, içinde kilise şarkıları bulunan bir olarak çevrilmiş "Hameln'in Sıçan kitap vardı. Büyükannesi tarafından Avcısı" adlı bu ünlü efsane/masal kitabın içine olayın tanığı olduğuna günümüz anlatımlarında mutlu sondair bir dize yazılmıştı. Fakat bu kitaIa bitse de, gerçekte Hameln şehrini bın 17. yüzyıldan bu yana izine rastyüzyıllar boyunca derin bir travmayla yaşamak zorunda bırakan karanlık bir lanmamış, dolayısıyla bu tanıklığın sona sahiptir. izini sürmek mümkün olmamıştır. Masalı ingiliz şair ve yazar Robert Browning şiir olarak yorumlamış kitap 1888'de Söylence 1284 tarihinde Hameln Elimizdeki ilk Almanca yazılı kaLondra'da yayımlanmıştı. Eserdeki resimler şehrine gelen rengarenk elbiseli ve kayıt ise 1440-1450 arasına tarihlenen ise çocuk kitapları yazarı ve çizeri Catherine val çalan bir adamın, bir sebeple 130 Lueneburg Yazması'dır. Burada olay Greenaway'e ait (yanda ve üstte). çocuğu şehirden götürmesiyle ilgilidir. kısa bir şiirle anlatılmaktadır. Konuyla ilgili en eski yazılı belge, şehir kroniklerinde yer "1284 yılında Aziz John ve Aziz Paul günü alan 1384 tarihli Latince kayıttır: "Çocuklarımız ayrılalı 26 Haziranda Hameln'de doğmuş 130 çocuk alındı on yıl oldu." Bu kaydın anlamı üzerine çok değişik tezler üretilmiş ama kesin bir sonuca ulaşılması bugüne kadar Rengarenk elbiseler içinde bir kavalcı tarafından ve mümkün olmamıştır. Kayboldular tepenin yakınında bir yerlerde." Günümüzde Lueneburg Yazması temel alınarak koOlayın yaşandığına dair en eski kanıt ise 1300'lü yıl­ ların başında yapılan bir vitraydır. Şehrin kilisesinde bunuyu açıklamaya yönelik pek çok tez ortaya atılmıştır. lunduğu bilinen bu vitray, yine kayıtlardan öğrendiğimi­ Araştırmacı-yazar David Wallechinsky'ye göre, 1212 yılında gerçekleşen ve başlarında Nicholas isimze göre 1660 yılında parçalanmıştır. Tarihçi Hans Dobbertin tarafından kayıtlardaki açıklamalar li bir Alman gencinin bulunduğu 20 bin kişilik "Çocuk Haçlı Seferi" için Hameln'den de 130 esas alınarak yeniden yapıImiş olan vitrayda kaval çalan adam renkli, çocuklar ise beyaz kıyafet­ çocuk alınmış olabilir. Kaval çalan kişinin ise ler içerisinde betimlenmektedir. Bu vitrayın, bir - asker toplama görevlisi olabileceğini şehrin tarihindeki trajik bir olayın anıdüşünmektedir. Nitekim Qrtaçağ'da ~



NTV TARiH EYLÜL 2009



55



ve



kırmızıdır.



meln) gibi bazı yerleşimIerin isimleri de bu iddiayı destekler gözükmektedir. Kavalcı'nın buradaki rolü ise yerleşimcilere yol gösteren bir lider olabilir. Hameln şehrinin resmi web sitesine göre, akla en yatkın olarak kabul edilen yorum şöyledir: "Hameln çocukları o günlerde Batı Prusya, Pomerania, Töton Bölgesi ve Moravia'ya yerleşebil­ rnek için toprak sahipleri tarafından kayıt altına alınan göçe istekli Almanlardan sadece birkaçıydı. Geçmiş dönemlerde de aynen bugün olduğu gibi bir şehrin sakinlerine 'o şehrin çocukları' denmesinin adetten olduğu gerçeği göz önüne alınırsa, Hameln çocuklarının da bildiğimiz anlamda çocuk değil en azından bir yerleşim birimi kuracak güçte ve yaşta gençler ya da insanlar oldukları anlaşılır. Çocukların Hameln'den ayrılışı daha sonra Avrupa'nın ortak belası haline gelen fare istilası ile birleştirilip tek bir efsaneye dönü~­



Şiirin



sonunda ise Grimm gibi, çocukların açılan yarıktan geçerekTransilvanya'ya gittiklerini ve oraya yerleştiklerini söyler. Elbette Browning'in . şiiri görece mutlu sonIa bitmektedir, çünkü o bu şiiri yakın . dostu aktör William Mcready'nin hasta çocuğu Willy'nin hoşça vakit geçirebilmesi için yazmış­ tır. Ve şiir bugün de kullanılan ve İngilizce'ye yerleşmiş bir öğütle biter: Öyle ya da böyle verdiğimiz sözü tutmalı ve Kavalcı'ya parasını ödemeliyiz! Efsanenin açıklanmasına yönelik olarak ortaya atılanlar içinde, Hameln şehri sakinlerinin de hemfikir olduğu, Doğu Avrupa kolonizasyon hareketini temel alan tez ön plana çıkmaktadır. Bu teze göre Hameln şehrinin çocukları, kendilerine yeni bir yerleşim yeri kurmak için yurtlarını terk etmişlerdir. Pek çok Avrupa şehrinin, söylencenin geçtiği dönemde kurulduğu düşünülürse, çocukların yeni yerleşimciler olabileceği fikri anlamlı hale gelmektedir. Hameln'in etrafındaki "Qyerhameln" (değirmen kasabası HaKardeşler'in anlatısında olduğu



Doğu'daki



İbn-i



müş olmalıdır."



efsane



Sina, Kavaleı'nın yerini alınea



Aynı temayı



küçük farklarla işleyen benzer efsaneler en ilginç olanlarından biri Kavaıcı'nın yerini ibn-i Sina'nın aldığ ı Suriye kaynaklı masal: "Evvel zaman içinde Halep'te bir sultan yaşardı. Bir gün Ibn-i Sina ile sohbet ederken önlerinden geçen fareyi gösterip 'bu fareler de her tarafı sardı, bir şeyler yapma l ı ' der. Bunun üzerine Ibn-i Sina şehri farelerden temizleyebileceğini ama sultanın ne görürse görsün gülmemesi gerektiğini söyler. ibn-i Sina yanında küçük bir tabutla şehir meydanına gelir. Tı l sımlı bazı sözler söyler. Bir tek fare çıkagelir. Ibn-i Sina fareyi öldürüp tabuta koyar. Tekrar tılsımlı sözler söyler. Bu sefer dört fare gelir ve tabutu sırtlarlar. ibn-i Sina son bir defa tılsımlı sözler söyler ve binlerce fare meydana toplanır. Başta tabutu taşıyan dört fare olmak üzere şehrin dışına doğru giden bir cenaze korteji oluştururlar. Şehir kapı s ından çıkmaya başladı k larında sultan durumun komikliğine dayanamayıp gülmeye başlar. Kapının dışına çıkmış bütün fareler ölürken henüz çıkmamış olanlar hızla şehrin içine dağılırlar. Sultanın gülmesi tılsımı bozmuş farelerin bir kısmı kurtulmuştur."



var. Bunlar



58



arasında



NTV TARiH EYLÜL 2009







J



Bu açıklama üzerine akıllara şu sorunun gelmesi normaldir: O halde neden böylesi bir göçün hiçbir yazılı kaydı bulunmamaktadır? Bu soruya verilen cevap, göçmen toplamak ya da seçmekle görevli kişinin Hameln'de bir çeşit usü1süzlük yaptığı ya da rüşvete bulaşmış olabileceğidir. Ama Hameln'de bazi eski evlerin duvarhı,rında, bahsettiğimiz göç teorisini destekleyen yazılar bulunmuştur. Bunlara göre 26 Temmuz 1284 tarihinde Olmütz Başpiskoposu Bruno von Schaumburg'un görevlendirmiş olduğu bir yetkili (Kavalcı) Hameln kasabasına gelmiş ve 130 çocuğu beraberinde götürmüştür. Schaumburg o sıralarda Bohemya Kralı II. Ottokar'ın emrinde, bugünkü Çek Cumhuriyeti sınırları içerisinde kalan Moravia'nın bir bölümünü iskan etmekle meşguldü. Öte yandan o .tarihlerde Avrupa'nın bu bölgesinde bir evin bütün malları evin büyük oğluna kalır diğer kardeşleri hiçbir hak iddia edemezlerdi. Bu durum da göç teorisinin gerçek olma ihtimaline kuvvet kazandırmaktadır. Sonuçta yaşadığı yerde hiçbir gelecek kuramayacak olan birçok gencin, kendilerine fırsat ve toprak kazandıra­ cak bir göçe istekli olacağı düşünülebilir. Tarihçi Ursula Santter ise dilbilirnci Jurgen Udolph'un "Doğu Avrupa'da Soyadlar" üzerine yaptı­ ğı araştırmaları baz alarak şu tezi ileri sürmektedir: "Dan'ların 1227 Bornhoved savaşında yenilmeleri üzerine Baltık Deniz'nin güney bölgeleri Almanlar tarafından kolonileştirilmeye elverişli hale gelmiş­ ti. Pomeranya, Brandenburg, Uckermark ve Prignitz başpiskopos ve dükleri, asker toplama görevlileri ve 'lokator' diye adlandırılan iskana uygun yer bulmakla görevli kişiler vasıtasıyla, yeni bölgelere yerleşrneyi



TARİH BOYUNCA FARELER VE İNSANLAR Eski



Çağrda



Dost, hatta kutsal



Ortaçağ'da



Düşman,



hatta



şeytan



• Mısır hiyerogliflerini açıklamak amacıyla yazılmış ve günümüze ulaşmış tek antik kaynak olan Horapolion metninde, fareler yıkıcı güç sembolü olarak gösterilmektedir. Mısırlılar bu olumsuz özelliğine rağmen fareye saygı duyarlardı, çünkü o her zaman pek çok dilim içinden en iyisini seçmeyi başarırdl. • Efsaneye göre Teucri'ler kendilerine yeni bir yurt kurmak üzere Girit'ten ayrılırken bir kahin tarafından "şehrinizi size yerlilerinin saldırdığı bir yerde kurun" sözleriyle uğurlah ırlar. Troya'da farelerin saldırısına uğramaları üzerine bunu kahinin sözlerinin doğruluğuna yorar ve şehirlerini orada kurarlar. Akabinde Apollo Smintheus adına (Apollo Farelerin·Efendisi) bir tapınak dikerler. Denildiğine göre Troya'da fareler kutsal kabul edilirdi. • Grek yazar Heraklides, farelerin Chrysa'da (Çanakkale açıklarında bir ada) kutsal kabul' edildiklerini yazar. Bu şehir de Apolion tapınağı ile ünlüdür. Bugünkü Çanakkale- Gülpınar'ın güneybatısında yer aldığına inanılan Hamaxitus şehrinde fareler kamusal alanlarda halk tarafından beslenirlerdi.



• Çok zalim bir adam olan Polonya Kralı Popiel II, 820'de tahta çıkar. Öyle çok eziyet eder ki ha l kına sonunda Tanrı ceza olarak kralın üstüne fareler gönderir. Kral ve ailesi bu intikamc ı ların şerrinden kurtulmak için Prusya sınırındaki Gopla Gölünde bir adaya sığınır. Ancak fareler burada da kralı bulurlar. . Kaleyi ele geçirip ailesiyle beraber k ralı öldürürler. • Mainz'ın zalim başpiskoposu ii. Hatto, kıtlık zamanında depoları ürünle dolu olmasına rağmen halkını aç bırakır. Hiçbi r yerde yiyecek bulamayan fareler nihayetinde başpiskoposun yiyecek dolu depolarına saldırırlar. Bu arada Hatto'yu da öldürmeye çalışırlar. Başpiskopos Rhein'da günümüzde "Fare Kulesi" olarak bilinen yapıya saklanır. Ama fareler burada da onu rahat bırakmaz ve kulenin duvarlarında kemirerek açt ı kları deliklerden içeri girip zalim Hatto'yu öldürürler. • ingiltere'nin krallar tarihini anlatan A Chronicle of the The Kings of England kitabında bahsedildiğine göre Fatih William döneminde kralın lordlarından biri kralın verdiği bir ziyafet esnasında farelerin saldırısına uğrar. Önce denize S0nra tekrar karaya kaçmasına rağmen farelerin ısrarlı takibinden kurtulamaz ve en sonunda onlar tarafından öldürülür.



kabul edenlere büyük imkanlar sundular. Aşağı Saksonya ve vestfalya'dan pek çok genç bu çağrıya kayıtsız kalamadı. Buna kinıt olarak vestfalya'da 'pek çok yerleşim ismi gösterilebilir. Örneğin vestfalya'dan Pomeranya'ya kadar düz bir hat üzerinde Hindenburg isminde beş, Spiegelberg isminde ise üç yerleşim birimi vardır. Güney Hameln'deki Beverungen ile Berlin'in kuzeydoğusunda­ ki Beveringen ve günümüz Polonya'sındaki Beweringen yerleşim isimleri arasındaki benzerlik dikkat çekicidir." Udolph'un Polonya telefon kayıtları üzerinde yaptığı araştırmada "Hameln çocukları"nın Hameln'deki atalarının soyadlarını muhafaza ederek bu bölgede yaşadık­ larını ortaya koymuştur. Pek çok iddia yüzyıllardır araştırmacıların kafasını meşgul etmeye devam ediyor. Tüm dünyada bilinen Fareli Köyün Kavalcısı ' masallefsanesi henüz tam anlamıy­ ·la açığa çıkarılamayan geçmişiyle her geçen gün daha fazla merak uyandıryor. Tabi günümüz Hameln şehri de her yıl düzenlediği festival ve ağırladığı binlerce turistle bu gizemin sağladığı faydalardan yararlanmaya devam ediyor. •



Augustin von Moersperg'in 1592 tarihli suluboya resmi, Hameln'deki kilise vitrayından esinlenmiş.



• Fare ve sıçanların daVranışları dikkatle takip ediliyor iyi veya kötü olayların alametleri olarak yorumlanıyordu .



NTV TARiH EYLÜL 2009



59



Iman



a



Almanlar sınıra dayanmış, savaş Akdeniz'e inmişti; Ruslar IIsavaşa girin" diye bastırıyordu. İnönü'nün savaşa girmeme düşüncesi; Müttefikler ve Mihver arasındaki güç dengesi ve harbin gidişatına göre şekillendi. 60 milyondan fazla asker ve sivilin hayatını kaybettiği beş yıllık savaşın Türkiye'deki macerası ...



10. Yıl ii. O·ÜNYA SAVASI• Bıçak sırtında



diplomasi tarihi



COK CEKTiK AMA ... • • • •



CEMİLKOÇAK .... ........................................



ürkiye'nin daha Atatürk'ün sağlığında 1933 yılında baş­ layan İngiliz politikasına yönelik tercihi giderek belirginleşmşti.



İsmet



İnönü



Cumhurbaşkanı seçildiğinde, yakında



büyük bir savaşın çı­ tahmin ediyordu. Bir savaş anında Türkiye'nin güvenliğinin ancak İtalya ve müttefiki Almanya tarafından tehdit edilebileceği görüşün­ deydi. Bu tehdidi önlemek için, ülkenin İngiltere ve Fransa'nın yanında, Mihver'e (Almanya ve İtalya'ya) karşı olan, içinde henüz Sovyetler Birliği'nin de bulunduğu devletler grubuna katılması gerektiği­ ni düşünüyordu. 1939 yılının başlarında dış politikada izlenmesi gereken yol çok basit görünüyordu: Mihver'in Avrupa'da ve Balkanlar'da yayılma arzularına karşı, Batılı müttefikler ile Sovyetler Birliği'nin görünürde kurmaya çalıştıkları bloka katılmak ve blokun kurulmasına katkıda bulunmak. Ağustos ayı sonlarında Almanya ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan Saldırmazlık Paktı, Türkiye'nin kurmaya çalıştığı ittifak sistemini ikiye ayırmıştı: Bir yanda Batılı müttefikler kalmıştı, diğer yanda ise Almanya ile anlaşmış görünen Sovyetler Birliği. İnönü artık bir "yol ayrımı" önünde idi: Ya şimdiye dek izlenen yönde devam edilecek ve Türkiye, Sovyetler Birliği 01kabileceğini







maksızın, Batılı müttefikler yanında yer alacak; ya Almanya ile olan anlaşmasına aldırmaksızın, Batılı müttefikler grubundan ayrılıp, Mihver'e yakın bir konuma geçmek anlamına gelecek biçimde Sovyetler'le bir ortaklığa girece; ya da o zamana dek olduğu gibi, herhangi bir askeri ittifaka girmeksizin bağlantısızlı­ ğını korumayı sürdürecekti. İnönü'nün acilen bir karara varması gerekiyordu. İnönü, ilke olarak Batılı müttefiklerin yanında yer almayı kabul etti; bu yoldan geri dönülmeyecek ve Mihver tehdidi ne karşı Batılı müttefiklerin askeri desteği­ nin sağlanmasına çalışılacaktı. Ama İnö­ nü, Sovyetler Birliği ile olan ilişkilere de çok önem veriyor Sovyetler Birliği'ni tamamen dışarıda bırakmak istemiyor, bir antlaşma fırsatı yakalamak istiyordu.



Perde açılırken Savaş başladıktan hemen sonra Dışiş­ leri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, Sovyetler Birliği ile bu güç sorunları çözmek ve aslında Batılı müttefikleri değil de, Mihver'i hedef alan bir askeri ittifak imzalamak amacı ile Moskova'ya gitti. İnönü, Sovyetler Birliği ile anlaşmayı ve Sovyetler Birliği'nin -Türkiye'nin de içinde bulunacağı- Batı ittifakı içinde yer almasını ümit ediyordu. Fakat Moskova, Türkiye'nin izlediği politikanın tam aksine, askeri ittifakın Mihver'e karşı değil de, Batılı müttefiklere karşı olmasında direndi. Bunun üzerİne Sovyetler Bir- ~



10 .YIl II. DÜNYA SAVAŞı liği



ile olan ilişkilere azami itina göstermek ana düşüncesi ile, Ekim'de Türk- İngiliz­ Fransız ittifakı imzalandı.



Antlaşmaya göre, Türkiye'nin bir Avrupa devleti tarafından saldırıya uğraması durumunda İngiltere ve Fransa Türkiye'ye tüm olanakları ile yardım edeceklerdi. Eğer İngiltere ve Fransa bir Avrupa devleti tarafından Akdeniz'de savaşa yol açan bir saldırıya uğrarlarsa, bu defa Türkiye bu devletlere tüm olanakları ile yardım edecekti. Antlaşmanın can alıcı önemdeki protokol maddesi, askeri ittifak yükümlülüklerinin Türkiye'yi Sovyetler Birliği ile bir çatışma­ ya hiçbir biçimde sürüklemeyeceğine iliş­ kin çekince (Sovyet Çekincesi) idi. Alman ordusu Polonya ordusunu kısa zamanda yenilgiye uğrattı, ama asıl belirleyici savaş alanı "Batı cephesi"ndeydi. Kış ayları sakin geçti ve Alman ordusu birdenbire Nisan'da Danimarka ve Norveç'i işgal etti. Bununla da kalmadı; Mayıs'ta Hollanda, Belçika ve Lüksemburg'u iş­ gal etti ve bu topraklar üzerinden saldırı­ ya geçerek Fransa'ya girdi. Alman ordusu Paris önlerine geldiğinde, bu kez İtalya Müttefıklere karşı savaşa girdi. İtalya'nın savaşa girişi Türk dış politikası açısından önemli bir kararı da gündeme getirdi: İt­ tifak antlaşmasına göre, Türkiye'nin müt-



Ankara



Valiliğinden



Bahçe içindeki münfe rit evlerde, ve ciarazi ve arsa bulunan binalarcIa oturan halk hava tehlikesine karşı korunma siperi kazacak veya kaıdıracaklardır.



varında a çık



Açıl acak



siperler, civardaki binalar yıkıl­



dığı



takdirde enkar altı n d a kalmayacak şekilde yani asgari bina irtifaının bir buçuk misli mesafede



yapılac aktır.



Siperlerin derinliği 2 üst kısmının geni.metre ve taban 80 santim olacaktır.



liği ı



\



On beş gün içinde siper kazdırmayan- , lar hakkında gereken kanuni ~akibat yf!.pılacaktır.



Siper kazılacak, kaz Başkentte



harp yıllarında valiliğin genelge. Siperin ölçüleri



yayınladığı



biçimde



verilmiş.



ayrıntılı



Uzakdoğu'daki gelişmeleri konuşmak üzere Kahire'de 22·26 Kasım 1943 tarihlerinde düzenlenen konferansa; ABD'den Roosevelt, ingiltere'den Churchill, Çin'den Çan Kay Şek, Türkiye'den de inönü katılmıştı . Konferansı betimleyen çizimin taşbaskısı.



tefıklere askeri bakımdan yardım etmesi ve savaşa girmesi gerekiyordu, çünkü savaş Akdeniz'e inmişti. İnönü, şimdi de ülkenin aslında bir saldırıya uğramaktan kaçınmak için girdiği bu pakt nedeni ile savaşa girmek zorunda kalmasından kaçınmak istiyordu. İnönü, savaşa girmeyi hiç düşünmemişti ve düşünmüyordu da. İnönü'nün politikasının hedefı, ülkeyi her ne pahasına olursa olsun savaştan uzak tutmaktı. İnönü, ülkenin savaştan uzak kalabilmesinin, askeri güç merkezleri (İngiltere, Almanya ve Sovyetler Birliği) arasında bir denge politikası izlemekten geçtiğini düşünüyordu. Dolayısıyla İnönü, askeri bakımdan güçlenerek, ülkesini kendi yanın­ da savaşa sokabilmek için baskıda bulunan askeri bloka karşı, diğer blokun desteğini almak suretiyle, bu olanağı değerlendir­ mek istedi. Almanya, Fransa'dan sonra, 1941 yılı­ nın kış ve ilkbahar aylarında tüm Balkanları işgal etti. Türkiye savaşın bu döneminde bir müttefık olarak görevinin, Almanya ile askeri çatışmadan kaçınarak, Alman ordularını kendi sınırında durdurmak ve bu sayede Orta ve Yakın Doğu yolunu tıkamak olduğunu değerlendiriyordu. Aslında İngiltere, müttefıkine yardım edecek gücü olmadığından ve Türkiye'nin ağır baskı altında tamamen Mihver etkisine girebileceği endişesinden dolayı, bu politikayı "ehven-i şer" olarak kabul etmek



zorunda



kalmıştı.



Almanya da o an için, Müttefıklerden koparak kendisine karşı daha yumuşak bir dış politika izlemekte olan Türkiye'nin bu tutumu ile yetinebilmekteydi. Mart ayında Türk-Alman Saldırmaz­ lık Paktı Antlaşması'nın imzalanması için bir hayli yol da alınmıştı. Bu antlaşma ile cidden garipsenmesi gereken bir durum ortaya çıktı: Şimdi Türkiye, Almanya ile savaşmakta olan İngiltere ile müttefıkti, İngiltere'nin yakında müttefıki olacak olan Sovyetler Birliği ile arasında saldırmazlık paktı vardı ve nihayet Almanya ile de bir saldırmazlık ve dostluk paktı imzalamıştı.



İkinci perde Almanya' nın 1941 Haziran' ında Sovyetler Birliği' ne saldırısı ile savaşın aldığı şekil temelden değişti. Türkiye de rahatladı. O zamana dek derinden derine ciddi bir tehdit olarak görülen Alman-Sovyet işbirliği kuşku ve kaygısı , kendiliğinden ortadan kalkmış oldu. Ama bu defa da Türkiye üzerindeki İngiliz ve Sovyet baskısı arttı. Müttefıkler, Türkiye'nin bu sırada Almanya ile olan yakın ilişkilerini hoş karşılamı­ yorlardı. Hatta Moskova, Almanya'ya o zamana dek hiç görülmemiş ölçüde yakın olduğu görülen, üstelik Almanya ile anlaşan birTürkiye'nin, kendi üzerine herhangi bir zamanda saldırabileceğini ya da Alman ordusuna transit geçiş izni verebileceğini düşünerek, tedirgin oluyordu.



Churchill Adana'da 30 Ocak 1943'te Winston Churchill, Adana'ya ge l m i ş inönü'yle Tarsus'un Yen ice istasyonu'nda buluşmuştu.



Kısa



zamanda "Doğu cephesi"nden gelmeye başlayan Alman askeri başarı haberleri, tabii Türkiye'nin siyasal tutumunu da derinden etkiledi. Almanya, Türkiye'nin, askeri başarıla­ rını görerek ve bundan etkilenerek, bir an önce kendi yanında savaşa girmesini ya da en azından kendisine askeri kolaylıklar sağlamasını istiyordu. ardı ardına



Son perde Alman ordularının gerek Doğu ve gerek Kuzey Mrika cephesinde yenilgiye uğ­ raması, aynı zamanda ilk Müttefik askeri başarılarının göstergesiydi. Bu kez, "Doğu cephesi"nde geri çekilmek zorunda kalan Almanya, Türkiye'nin Müttefik başarı­ larından etkilenerek, karşı tarafta savaşa girmesini engellemek amacı ile çaba harcayacak ve Türkiye'den savaşa katılmayıp, "Doğu cephesi"nde kendi güney sınırını güven altında tutmasını isteyecektir. Müttefikler ise, askeri başarılarının verdiği güç ve "hak"la, Türkiye'nin pasif bir rol ile yetinmesini artık kabul etmeyeceklerdir. Sovyetler Birliği, bu sırada Türkiye'nin müttefik olarak savaşa girmesini istemekte ve İngiltere de buna bir ölçüde katılmak­ tadır. Amerika Birleşik Devletleri'nin tavrı ise henüz belirgin değildir ve Türkiye'nin (kelimenin tam anlamı ile) sıkboğaz edilmesini istememektedir; ama o da, diğer müttefiklerinin taleplerine bir ölçüde katılmak zorunda kalmaktadır. İnönü, bu son dönemde savaşa katılmaktan kaçınmak için, Müttefiklerin yoğun baskılarına karşı Mihver'in saldırı potansiyel ve olasılığını öne sürmekte ve Türkiye'nin görevinin hala Alman ordusuna Yakın ve Orta Doğu yolunu tıkamak olduğunu belirtmektedir. Ayrıca, İnönü'nün önemli bir talebi daha vardır: Müttefiklerin söz vermiş oldukları, fakat askeri güç-



süzlükleri nedeni ile, o ana dek geniş ölçüde yerine getiremedikleri askeri yardım. İnönü bu defa da Müttefikler arasında belirginleşen görüş ayrılıklarını kendi lehine değer­ lendirmeye çalıştı. İngiltere'nin savaşa bir an önce girilmesi yolundaki talebi, artık ne ABD ne de SSCB tarafından tam anlamı ile desteklenmekteydi. Bu karşıtlığı değerlendirmek isteyen İnönü, İn­ giltere ile ABD'yi karşı karşıya getirdi ve bu iki devleti birbirlerine karşı oynamaya çalıştı. Başarılı da oldu. Mihverin yıkımın eşiğinde olduğu sırada İnönü, Müttefiklerle ilişkiyi yeniden sağlamlaştırmak ve Türkiye'nin Batı ittifakında yeniden yer bulabilmesini sağ­ lamak için girişimlerde bulundu: Önce Almanya'ya krom sevki durduruldu, Almanya ve Japonya ile diplomatik ilişkiler kesildi; Sovyetler Birliği ile yakın ilişkilere girmek için önemli adımlar atıldı; hatta Almanya ve Japonya'ya savaş ilan edildi. Ancak bütün bu jestlerin somut bir yararı olmadı. Türkiye, savaşın son döneminde yalnız kalmıştı ve savaş sonunda yeniden biçimlenen dünyada da yalnız kalmaya adaydı. İnönü'nün tedirginliği buradan ileri geliyordu. Savaş yıllarında izlenen Türk dış politikası, Türkiye'yi savaştan uzak tutmayı başarmıştı, ama savaş sonunda gelişen yeni uluslararası politikada ülkenin yalnız kalmasına da neden olmuştu . •



Türkiye'de Alman, İngiliZ ve Sovyet ajanlar Mihri Belli 1968 y ılında soldaki iktidar kavgasında ta 2. Dünya S avaşı yıllarına dönerek, "o tarihlerde Beyoğ l u'nda ge li şi güzel bir taş at ı l sa , biri Alman, biri Rus, biri ingiliz, biri Amerikan olmak üzere -ufak tefekleri saymıyoru m- dört yabanc ı ajana gelirdi" demişti. Ajanlar Türkiye gibi ta rafsız olan bir ülkeyi, serbest bu lu ş m a a l an ı olarak kullanmış l a rdı ve bu yı llarda yaşa n m ı ş bir dizi olay, Hollywood patro n l arı nın işta hı nı kabart ı r nitelikteydi (Aşağıdakilerden biri de o mutlu l uğa e rmiştir zaten). · 11 Mart 1941 'de Lo ndra 'n ın Balkanlar'daki derin ilişk i lerini yönlendiren Sir George Will iam Rende l ' ı h ed efl ediğ i söylenen bir bomba, Pera Palas'ta patl adı, 4 k i ş i öldü. · 21 Haziran 1941 'de savaş eğitimi görmek üzere Türk denizci ve h avacı l arını Mıs ı r ' a götüren Refah ş il eb i kimvurduya getirilerek torpillend i. 168 kiş i öldü. · 24 Şubat 1942'de Al m an ya ' nın Ankara Büyükelçisi Franz von Papen'a bombalı bir saldırı düzenlendi. Suikast başarısız kalınca . 18 Mart 1942 günü dört Ingiliz uçağ ı "Rodos yerine" Milas'a 15 bomba sallayıverd i. Iki kişi öldü, kasaba harap oldu. · Ekim 1943 - Mart 1944 tarih leri a ras ı nda Büyük Britanya ' nın An kara sefıri Sir Hughe Knatchbull Hugessen'in uşağ ı , Arnavut as ıllı Elyesa Bazna, n am- ı d iğer Cicero, von Papen'a paha biçilmez stratejik değe rde belgeler sattı. Olay, başrol ü n d e James



10.YIl II. OÜNYA SAVAŞı Baskı altında



gündelik hayat tarihi



HARBE GiRMEDi~ AMA ... •



• Savaş sırasında alınan



önlemler sonucu Türkiye kıtlık sınırına dayanmıştı. İlan edilen seferberlikle 1 milyon askerin beslenmesi gereği, üretimi dibe vurdurmuş şehirde ekmek karneleri, köyde tarım vergileri dönemi başlamıştı. Savaş ekonomisinin anatomisi. AHMETKUYAŞ



.



..



.



"TO ürkiye, 2. Dünya Savaşı'na girmemeyi başararak yıkıma uğramaktan



kurtuldu ama, savaş sırasında alınan bazı önlemler ve uygulanan ekonomi politikaları sonucunda çok sıkıntı yaşadı. Savaş başladığında Türkiye'yi yönetenler, başta Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Refık Saydam olmak üzere, çoğunlukla asker kökenli, dolayısıyla da ülkenin ı. Dünya Savaşı sırasında neler çektiğini en yakından bilen kişilerdi. Yeni Türkiye'nin hem silah ve cephane hem de askeri harelcitların gerektirdiği altyapı bakımından henüz çağın gerisinde olduğunu iyi bildiklerinden gündemlerinin birinci maddesi savaşın dışında kalmaktı. Gündemdeki ikinci madde ise, Türkiye'nin kendi iradesine karşın savaşa sürüklenme olasılığı bulunduğundan, büyük bir orduyu hazır tutma mecburiyetiydi. Böylece alınan seferberlik kararı, yaklaşık bir milyon kişinin silah altına alınması nedeniyle, ilk sıkıntıyı yarattı. O dönemde Türkiye nüfusunun yaklaşık % 85'ini oluş­ turan kırsal kesim ciddi bir oranda işgücü yitirdi ve makinalaşmanın da yok denecek



kadar zayıf olması nedeniyle, tarımsal üretim 1940'tan itibaren düşmeye başladı. Öte yandan, hükümetin üçüncü bir gündem maddesi de, kalabalık ordusunu mümkün olduğunca iyi besleyebilmekti. Bu amaçla ve savaş başladıktan dört buçuk ay sonra çıkarılan M illi Korunma Kanunu (18 Ocak 1940), hükümete ekonomi alanında olağanüstü bir yaptırım gücü tanımıştı. Bu kanunla üretici, ürününü öncelikle devlete satmak, bir de serbest piyasadakilerin çok altında kalan fıyatlarla yetinmek zorunda kaldı. Bu durum ise, ürünün saklanmasına ve karaborsaya düş ­ mesine, sonuç olarak da kentli halkın kıt­ lık sınırına dayanmasına neden oldu. 1942 yazından itibaren devletin satın alma politikalarında yumuşamaya gidilmesine karşın, istiflerne, darlık ve karaborsa üçlüsünden oluşan kısırdöngü bir kez başlamıştı ve savaş sonuna kadar sürecekti. Kıs aca özetlediğimiz bu gelişmeler zincirinin, Türkiye'nin siyasal yaşamın­ da 2. Dünya S avaşı sonrasında görülen önemli değişiklikleri büyük ölçüde açıkla­ yan birçok yan etkisi oldu. Bunların başın­ da, daha sonraki yılların siyasal yaşamında, hiç kuşkusuz, en önemli etken olan tarım



sektörünün sıkıntıları gelir. Büyük, küçük, bütün üreticiler, üretim kaybına uğramışlar, ama iktidar, savaş zamanında artan fıyatlardan yararlanma imlcinını kendilerine tanımamıştı. Bazı­ ları milletvekili de olan büyük toprak sahipleri, iktidara olan yakınlıkları sayesinde ürünlerinin önemli bir bölümünü karaborsada satabilmişlerdi gerçi; ama kırsal nüfusun çoğunluğunu oluşturmalarına karşın arkaları kuvvetli olmayan küçük üreticiler jandarma dayağı yemişlerdi. Bütün üreticiler açısından en korkunç olan ise, 4 Haziran 1943'te karar altına alınan Toprak Mahsulleri Vergisi'ydi. Tarım üreticisiyle başa çıkamayacağını anlayan iktidar, sonunda bir kanun çıkararak ürünün ortalama yüzde onunu vergi olarak almaya karar vermiş, böylece de aşar vergisinin 1925'te kaldırılmasından sonra ilk kez tarım sektöründe bir vergi peydah1anmıştı. Kırsal Türkiye'nin artık Cumhuriyet Halk Partisi'ne kendi partisi gözüyle bakmayacağı aşilcirdı.



ise savaş tehlikesiyle sürekli olarak burun burunaydılar. Kentlerin iaşesi darlık nedeniyle zorlaşınca, 1942'den itibaren Büyük



şehirlerde yaşayanlar



yıllarında kıtlık



Sa vaş sı ra s ında kuyruklar eksik olmamış, ekmek karneye bağlanmış; tramvaylarda karartma uygulanmıştı .



ekmek buralarda karneyle dağıtılır oldu. Un bulunamaması yüzünden pasta ve kurabiye çeşitle­ rinin yanısıra poğaça ve börek türleri de ortadan kayboldu. Bu tür yiyecekler, o da çok az miktarlarda olmak üzere, ancak pahalı lokantalarda bulunabiliyordu. Bulunmayan başka bir önemli tüketim maddesi de şekerdi. Nitekim çayın savaş yıllarında şekersizlik yüzünden kuru üzüm katık edilerek içildiği, hemen savaşı izleyen dönemde doğanların yıllarca evlerinde tekrar tekrar duydukları bir öykü oldu. Gerçi şekersizlik, ülkelerinin nereden gelip nereye gittiğinden azçok haberdar olan kentli vatandaşlar için ekmek darlığı kadar ciddi bir sıkıntı nedeni olmayabilirdi. Zira Türkiye, savaş başladığında şeker üretiminde kendi kendine yeterli bir seviyeye henüz ulaşamamıştı. Savaş zamanında şe­ ker ithal etmek ise hayal bile edilemezdi. Ama iktidar, elindeki şekeri memurlarına dağıtarak fazladan bir huzursuzluk daha yarattı.



Başta



yüksek rütbelileri olmak üzere devlet memurlarının önemlice bir bölümü



de has un



yardımı alıyordu . çoğu



bu unu, ekmeğini evinde yapamadığı için mahalle fırınına veriyor, böylece ellerinde karneyle kalitesiz kara ekmek (% 20 çavdar, % 30 arpa) kuyruğunda bekleyenlerin önünden mis gibi kokan francalalar geçip memur evlerine gidiyordu. Bu da kentli vatandaşla, iktidarı temsil eden memurlar arasında, husumet diyemesek de, adalet duygusunun zedelenmesinden doğan bir gerginliğe neden oluyordu. Kentli nüfusun adalet duygusunu zedeleyen önemli olgulardan biri de, "hacıağalar"ın ortaya çıkmasıydı. "Hacıa­ ğa", kır kökenli, dolayısıyla kentli yaşamına ve edep - erkanına görece yabancı, ama tarımsal ürünlerin fiyatlarındaki müthiş artış sayesinde zengin olmuş ve parasını görgüsüzce harcayan adam anlamına kullanılıyor­ du. Harcamalarındaki ölçüsüzlük ve büyük kentlerin fiyat artışları dolayısıyla sıkıntıya düşmüş sakinlerinin gayrımenkullerini ~



İnönü : Üç, beş yüz kişilik



bu insanlar...



ile hatırlamalı yız ki, milletin iaşe tanzi m etmek yolunda Cumhuriyet Hükümetleri' nin sarfetlikleri gayretlere, iki seneden beri, cem iyetimiz tarafından hiç yard ı m ed i lm emiştir ... Bulan ı k zama n ı, bir daha ele geçmez fırsat sayan eski batakçı çiftlik ağası, ve elinden gelse teneffüs ettiğimiz havay ı ticaret metaı yapmaya yeltenen gözü doymaz vurgu ncu tüccar ve bütün bu sık ın t ı l arı politika ihtirasları için büyük fırsat sanan ve hangi yabancı milletin h esabına ça l ı şt ı ğı belli olmayan birkaç politi ka cı, büyük bir milletin bütün hayatına küstah bir surette kundak koymaya ça l ış ma ktadırl ar. Üç, beş yüz kişiy i geçmeyen bu insan l a rın vatana karşı aşikar olan zararla rını gidermek yolu



"



Acı



işleri n i



elbette



va rd ır. "



(TBMM'nin 6. Dönem 4. Yasama açı Ş konuşmas ı , 1 Kas ı m 1942)



yı lı 'n ı



10.YIl II. DÜNYA SAVAŞı



satın almaları,



genel darlık ve fakirleşme çok göze batıyor, bu durumun hükümetin iktisat politikalarından kaynaklanması nedeniyle iktidarın daha bir gözden düşmesine yol açıyordu. 11 Kasım 1942'de iktidar, kentli zenginleri de kendinden uzaklaştıracak olan bir önleme başvurdu ve Varlık Vergisi Kanunu'nu çıkardı. Maliyeye nakit sağ­ lamak kadar istifçilik ve karaborsacılığı da cezalandırmak niyetiyle başvurulan bu önlem, tümüyle hukuka aykırı bir uygulamaydı. Daha çok gayrımüslimleri hedef alan Varlık Vergisi'nde matrahlar ciddi kıstaslar olmadan tespit edilmişti ve mükelleflerin itiraz hakkı yoktu. Bu korkunçluklarına karşın vergi, hepsi iktidar yanlısı olan gazetelerce büyük bir coşkuyla desteklendi. Bir yanda zenginler, özellikle de gayrımüslimler aleyhinde ve ırkçılık sı­ nırlarını zorlayan bir kamuoyu oluştu ­ rulurken, diğer yanda da halk, haksız ve ortamında



ahlaksız kazancın cezalandırıldığı yanıl­ samasıyla



avutularak, iktisat politikalarındaki becereksizliklerin üstü örtülmüş oluyordu. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün,



döneminde yaptığı bir yurt gezisinde, "Bizi ekmeksiz bıraktın"yergi­ sini, "Ama babasız bırakmadım" yanıtıy­ la karşıladığına ilişkin bir rivayet vardır. İnönü gibi ı. Dünya Savaşı'nı yaşamış tüm bir nesil için gayet anlamlı olan bu yanıt, Cumhuriyet döneminde doğanlar için fazla bir şey ifade etmiyordu belki. Öte yandan, Türkiye' nin 1940'ların ilk yarısındaki ekonomik yapısının, savaşı özetlediğimiz sıkıntılara ve bunların doğurduğu psikolojiye yol açmadan atlatmayı mümkün kılıp kılamayacağı da tartışılabilir. Bu konulara eğilen araş­ tırmaların ve çözümlemelerin yakın tarihimizi daha iyi anlayabilmemiz açısın­ dan çok önemli sonuçları olacağından kuşkumuz yok. Ama, bulgular ne olursa olsun, 2. Dünya Savaşı'nda yaşanan ekonomik sorunların, savaştan kısa bir süre sonra gerçekleşecek olan iktidar değişik­ liğinin belki de en önemli nedeni olduğu tespiti geçerWiğini yitirmeyecektir. .



Gamalı Haç altında üniversite eğitimi 2. Dünya Savaşı'na eğitim için gönderildikleri Avrupa ülkelerinde yakalanan Türk aydınları, s ı cak savaş ı n içinde yaşayan az sayıda vatandaşımızdı. Almanya, Fransa, Belçika ve ingiltere'de öğrenim gören Türk



BANKNOTLARI



öğrenciler arasında; Cahit Sıtkı Taraneı, Jale inan, Şahap Kocatopçu gibi sonraki yılların meşhur isimleri da vardı. Fotoğrafta, Mimarl ı k tahsil i görmek üzere Almanya'ya giden Ta rı k Em i roğlu da (soldan ikinci, koyu renk pardösülü), Berlin'in Kurfürstendam Caddesinde görülüyor. 1953'te vefat eden E miroğlu daha sonra 1. Levent adını alacak semtteki viIIaların mimarıydı. Kamu Şarman



TAŞıYAN



YORKSHİRE BOMBALANMIŞTI



_~_ ,~~



.



·'\.1'1-



"Batan gemilinin paraları bunlar



savaş sonrası



2. Dünya Savaşı tüm hızıyla sürmekteydi ... Savaşa girsin ya da girmesin birçok ülke yoksulluk ve sefaletle boğuşurken, genç Cumhuriyet'te savaş ı n tüm sıkınt ıl arı hissedilmekteydi. Öte yandan enflasyonu tetikleyen savaş ekonomisi, gitgide daha yüksek kupür değerli paralar basılmasın ı zorunlu kılıyordu. O tarihte henüz kaliteli kağıt para basacak bir tesisi bulunmayan Türkiye; ingiltere'yle para basımı için bir anlaşma yapmıştı.



Matbaa, Atatürk yerine ilk kez inönü portresi yer alan 50 ve 100 liralıklarla, 50 kuruş l uk banknotların basımını kısa süre içinde tamamlar ve bun ları Akdeniz'den istanbul'a u laştırmak üzere Yorkshire adlı bir gemiye yükler. Yunanistan'ın Pire Liman ı 'na ulaşan gemi, burada ikmal için demirler. Ne var ki Ingiliz bandıralı gemi, 16 Nisan 1941 'de Alman savaş uçaklarının bombalı saldırısına uğrar. Yorkshire da kısa sürede sulara gömülür. Ertesi sabah Pire Limanı'na gelen halk, gördüğü manzara karşısında şaşırıp kalır.



Zira tüm denizin üzeri ınönü portreli Türk banknotlarıyla doludur. Haber kısa sürede tüm şehre yayı lı r ve sulara dalan yüzlerce insan çanta ve torbalarla kağıt paraları toplamaya koyulur. Paralar daha tedavü le çıkmadan ha lkın eline geçmiştir. Üstelik 1 Amerikan Doları karşılığ ı nda 1.32 Türk Li rası gelen değerl i de bir para ... Haberin Ankara'ya telgrafla ulaşmas ı ve dönemin başbakanı Refik Saydam tarafından cumhurreisi ı smet ın ön ü' ye aktarılmas ı y l a Bakanlar Kurulu toplanır ve gereken açıkl ama yapılır: "Gemideki tüm banknotlar geçersiz kılınmışt ır." Aynı yıl bu paraların yerine çıkarılacak 50 kuruşlar için bas ı m yeri olarak bu defa Almanya seçilecek, o l ay ın kahramanı kağıt 50 kuruşluklar ise koleksiyoncular arasında "batan gemi" olarak isimlendirilecekti. R. Sertaç KayserilioğlU



Macellan'ın fikir babası olduğu bu yolculu-



ğun böyle biı amacı olup olmaGıgıGı!. Gerçekten Macellan yolculuğa çıkarken dünyanın çevresini dolaşmayı amaçlıyor muydu? Bu soruya cevap aramadan önce onun öncülü Kristof Kolomb'u düşünmek lazım. Kolomb, İspanya'dan Atlas Okyanusu'na açıldığında, amacı yeni bir kıtayı keşfetmek değil, hep batıya doğru ilerleyerek zenginlikleriyle ün salmış Hindistan'a ulaşmaktı. Nitekim uzun bir süre karşılaştığı ilk kara parçasının kendisi için yeni bir kıta OldU- I ğunu anlamayacak, amacına ulaştığını sanarak burayı Asya kıtasının doğu uzantısı zannedecekti. Avrupalılar tarafindan yeni keşfedilen bu kıtanın zenginliklerinin farkına varılın­ caya kadar Amerika, Asya'ya batıdan ulaş­ manın önünde bir engel olarak görülecekti. Bu engeli deniz yoluyla aşmak için ise bir boğaz arayışı başlayacaktı. Macellan devreye bu noktada giriyordu. Onun yolculuğu bu engeli, yani Amerika kıtasını aşmak için yapılmıştı.



Neden batıdan



dolaştı? İyi de, niçin Macellan güneydoğu Asya'ya



Macellan'ın



ölümü



Benjamin Andrews'in, Bu Yana ABD Tarihi'nde yer alan i1üstrasyon, Mace ll an'ın Filipinler'de ölümüyle sonuçlanan çarpışmayı tasvir ediyor. Amerika'nın Keşfinden



Tüm bu hilciyede Macellan ismi unutulup gidebilirdi. Ama resmi belgeler ve Antonio Pigafetta'nın yazdıkları, Macellan'ın bu yolculukta sahneyi erken terk eden baş aktör olduğunu gösteriyordu. İspanya'ya geri dönebilen ilk 18 kişinin içinde yer alan İ talyan asıllı Pigafetta, yolculuk boyunca aldığı notlarla Macellan'ın isminin yüzyıllar sonrasına taşınmasında çok etkili olacaktı.



Dünyayı deniz yoluyla dolaşan ilk kaptan sıfatı -Macellan' ın değil amaElcano' nun olabilir; ama bu inanılmaz işi başarabilen ilk kişi bir kaptan değil, bir



70



NTV TARiH EYLÜL 2009



Avrupalı değil, Malakkalı



bir esirdi. Macellan 1505-1513 yılları arasında doğduğu ülke olan Portekiz'in Hint okyanusundaki hakimiyetini sağlamak amacıyla bu bölgede bulunmuş; ülkesine Malakkalı bir esir ile dönmüş ve ona vaftiz ismi olarak Henrique'yi seçmişti. 1519 yılında bu defa İspanya adına Doğu'nun zenginliklerine ulaşmak için yeni bir yol arayışına çık­ tığında, Henrique hizmetli ve çevirme n olarak onun yanındaydı. 1521 yılı ortasında Macellan' ın gemileri, Henrique' nin doğmuş olduğu, bugünkü Singapur civarına ulaştığında, hep batıya doğru giderek dünyayı dolaşmış ilk insan Henrique oluyordu. Aslında dünyayı ilk olarak kimin dolaştığı sorusu kadar önemli bir diğer soru,



daha kısa ve tehlikesiz yoldan, yani Ümit Burnu'nu dolaşarak gitmeyip kulağı ters taraftan gösteriyordu? Üstelik önünde örnek de vardı, kendisinden 21 yıl önce Vasco de Gama bunu başarmıştı. Macellan'ın zoru seçmesi onun maceraperestliğine değil, dönemin şartlarına ve yapılmış olan anlaşmalara bağlıydı. 7 Haziran 1494 tarihinde dönemin iki büyük deniz gücü Portekiz ve İspanya arasında Papa VI. Alexander'ın (Borgia) aracılığıyla Tordesillas anlaşması imzalanmıştı. Anlaşmaya göre bugün 47. batı meridyeni civarına denk gelen hayali bir çizgi, iki ülkenin hakimiyet alanlarını belirliyordu: Çizginin batısı İspanya'nın, doğusu ise Portekiz'in olacaktı. Yani dünya, daha tüm sınırları bilinmeden iki ülke arasında böıüşülmüştü. Böylece Portekiz, o dönemde büyük öneme sahip Mrika kıyıları ile güneydoğu Asya'yı kapsayan alanın sahibi olmuş ve bu bölgede ticaret ve seyahati tekeline almıştı. Yorum farkları yüzünden tam anlamı ile hiçbir zaman uygulanmayan Tordesillas anlaşması 16. yüzyılın sonunda önemini yitirecek ve 1750 yılında resmen yürürlükten kalkacaktı. Ama bu anlaşmanın varlığı ve dünyanın bu şekilde paylaşılmış olması,



Victoria: Dün-bugün Coğrafyacı Ortelius'un 1590 tarihl i dünya atlasında Macellan'ın gemilerinden Victoria resmedilmiş (solda). Victoria, dünya turunu 1522'de tamamlamasından tam 470 yıl sonra 1992'de aslına sadık olarak tekrar inşa edi ldi (üstte).



Macellan'ın yolculuğunu



iki açıdan etkileBunlardan birincisi Macellan'ın bu yolculuğa, doğduğu ülke olan Portekiz adı­ na değil, onun rakibi İspanya adına çıkmış olmasıdır. Portekiz, Ümit Burnu üzerinden Güneydoğu Asya'nın zenginliklerine ulamiştir.



şabilmenin verdiği rahatlıkla, Macellan'ın



Amerika kıtası yoluyla bu bölgeye ulaşma teklifine önem vermez. Oysa Tordesillas anlaşması dikkate alındığında, İspanya'nın güneydoğu Asya'ya Uıaşabilmesinin tek yolu, Macellan'ınki gibi önerilere destek



Macellan'ın dünyanın



çevresini dolaşmak gibi bir niyeti yoktu. Güneydoğu Asya'daki zenginlikler peşindeydi. Ama bu yolculuk, okyanusların tahmin edilenden çok daha büyük, tüm denizlerin birbirine bağlı ve dünyanın yuvarlak olduğunu uygulamada kanıtladı.



olmaktır.



Anlaşmanın bir diğer etkisi ise doğ­ rudan yolculuk süreci ile ilgilidir. İspanya kralı i. Carlos (geleceğin V. KarllŞarlken'i) tarafından Macellan' ın çıkacağı yolculukla ilgili uyulması gereken tüm kurallar belirlenmiş ve bunlar içinde Tordesillas anlaş­ ması ile çizilmiş hayali sınıra riayet edilmesi ısrarla vurgulanan en önemli konu olarak yer almıştı. Bu bilgi ışığında asıl sorumuza dönecek olursak, Macellan'ın yolculuğa çıkarken temel amacı, Güneydoğu Asya'da İspanya'nın hakimiyet alanında olduğu varsayılan Maluku adalarının zenginliklerine ulaşmaktı. Varolduğunu iddia ettiği boğazı bulur da, Amerika kıtasını geçebilir ve Maluku'ya varabilirse amacına ulaşacaktı. Dolayısıyla, dünyanın çevresini deniz yoluyla dolaşma-



ya yeltenmek, amaçlarından biri değildi. En azından yolculuk öncesi İspanya kralı ile yapmış olduğu anlaşmalarda bu yönde bir ifade yer almıyordu. Macellan büyük olasılıkla Amerika kıtası yoluyla Maluku adalarına vardıktan sonra, gidiş yolundan geri dönmeyi öngörmüştü. Yani IS2I'de İspanya'ya geri dönebilenler, önceden hazırlanmış bir planı başarıyla gerçekleştirmekten çok; yolculuğun gidişatı gereği dünyanın çevresini dolaşmış kişilerdir. Kaybedilen onca mürettebata, gelinen yolun uzunluğu ve zorluğu eklendiğinde, geldikleri yoldan geri dönmemeleri gayet anlaşılabilir bir karar olsa gerek. Nihayetinde hayatta kalanlar, Büyük Okyanusun büyüklüğüne şahit olmuşlardı ve önlerinde Vasco de Gama'dan beri öğ-



renilmiş Ümit Burnu üzerinden Avrupa'ya



dönme olasılığı vardı. Elbette bu yol Portekiz'in egemenlik alanında olduğun­ dan İspanya adına hareket eden bir gemi için riskliydi; ama bu şartlarda fazla seçenekleri de yoktu. Yolculuğun temel amacı açısından başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Evet, geri gelebilen gemi Doğu'nun zenginliklerine ulaşmıştı ve baharat yüklüydü; ama buldukları yol İspanyolların temel hedeflerine ulaşmaları için yeterli değildi. Zira, Macellan' ın keşfettiği ve kendi adını alacak Amerika kıtasının güneyindeki boğaz yoluyla Doğu Asya'nın zenginliklerine ulaş­ mak maliyeti yüksek, fazla zaman alan ve en önemlisi çok zor bir yolculuğa çıkmak anlamına geliyordu. Ama bu yolculuk, insanlık tarihine etkileri açısından dikkate alınırsa, tabii kazanımları paha biçilmez. Yolculuk, okyanusların tahmin edilenden çok daha büyük, tüm denizlerin birbirine bağlı olduğunu ve bu uçsuz bucaksız su kütlesinde yol alarak dünyanın çevresinin dolaşılabileceğini; yani Antik dönemden beri iddia edilen dünyanın yuvarlak olduğunu, kiliseye inat, uygulamada kanıtlanıyordu. Böylece, dünyanın bizim şimdi bildiğimiz haliyle algılanma­ sındaki en önemli adımlardan biri atılıyor, dünyanın sınırları ortaya çıkıyordu. • NTV TARiH EYLÜL 2009



71



Hıristiyan



1909



olan Müslümanlar



1909 tarihli Almanca bir gazetede, Hıristiyan olan iki Müslüman din adamının fotoğrafları yayınlanır. O dönem Berlin' de askeri ataşe olan Enver Bey'in, yanına "kim bu ahmaklar" diye not düştüğü kişilerin yanındaki Johannes Awetaranian adlı rahip de, eski adı Mehmet Şükrü olan bir Müslümandır.



sonu, 20. yüzyıl başlarında siyaset, din ve kırık bir aile yapısı tarafından çizilen yaşam portresi. 19.



,.,



il'



-t)on Itnfs: lt:~mtb 1{tfcfraf, mO~Qmtb



2lur Taufr ıwrirr motıammrllanilılırr



Tarihı



irftrr in Patalının.



Enver Bey "tarihe not"



düşmüştü



Kim bu ahmaklar?



S



72



NTV TARiH EYLÜL 2009



kitaplar yazılmıştır. 31 Mart Vakası'ndan (13 Nisan 1909) hemen önce Berlin'e askeri ataşe olarak yollanmış, bu olayı haber alır almaz İstanbul'a dönerek Hareket Ordusu'na katılmış; ayaklanma bastırıldık­ tan sonra, yine Berlin'deki görevine dönmüştür. O tarihte 28 yaşındaki Binbaşı Enver Bey, iki yıl daha Berlin'de kalacaktır; İtalyanlar Trablus'a saldırana kadar. Hikayemizin kahramanı Enver Bey değil; onun, not düştüğü bu kupürdeki fotoğrafta, sağda oturan kişi. Adı: Johannes Awetaranian veya Mehmet Şükrü! Bu isim bizi, 1905'te yayımlanan bir kitabı bulmaya götürdü: Geschichte eines Mohammedaners der Christ wurde (Hı­



ristiyan olan bir



Müslümanın



Awetaranian'ın yazdığı



el



yazısı



Enver Bey fotoğraftaki l eri numaralayıp isimlerini de yazmış. Soldan sağa Ahmet Keşşaf, Mehmet Nesim i ve Awetaran ian. Notunda ise "acaba bu doğru mu, bu ahmaklar kimdir" diyor.



iii· i it bt< b.utjd).n Orientmillion :ın ber !llIloIQIIIrd)e au 'llolObam DOUoOg anıalınd) beıs ,rlten i b:jn. X';, bl, s;oule om,I,r ~ö~er,r bt< ..angellld)e 'llallor 3o~Qnne9 ~melarQnlQn 6d)ulrl ,.ı



Gr.



lanmacılarına şiddetle karşı çıkması, İslam ve milletin tek kurtarıcısı olarak İttihat ve



Terakki Cemiyeti'ni göstermesi; buna karşılık Nesimi ve Keşşaf'ın milliyetçilik karşıtı bir tutum içinde olmasıdır. Awetaranian ise milliyetçiliği reddetmiyor, ama Hıristiyanlığın milliyetçiliğe daha uygun olduğunu savunuyordu. Tezini desteklemek için Arapçanın, Müslüman milletlerin dillerindeki etkisini vurguluyor ve fakat İncil'in her dile çevrildiğini yazarak Balkanlar'daki bağımsızlık hareketlerini hatırlatıyordu. Ama kendisi Hıristiyan olduktan sonra milliyetçilik yapmamıştır. Awetaranian, hayati tehlikede oldukları­ nı düşündüğü Nesimi ve Keşşaf'ı Potsdam'a götürür. 10 Ekim 1909'da Potsdam'da St. Nikolas Kilisesi'nde vaftizlerini bizzat yapar. Awetaranian bir süre Potsdam'da kalır, sonra Filibe'ye döner. Güneş gazetesi 1912'de yasaklanınca, yerine Hurşid adıyla (yine güneş anlamında) bir başka gazete çıkarır. Aynı yıl Keş­ şaf ve Nesimi'nin Güne/te yayımla­ nan makalelerini Mecmua-i Makalat



•.;.f. .':;;:;'l:.,.:.~IM



~ı .... .:.ı-ı..';'~w



.-



.:I".:.~~ ,;,s.;..\~;~



~_J".f"';"~'i';....:.



..h'J""



" ~J''':I.CJ,.,.1.~



~.rl"";.ı::Jı::~



~.r.'~..ı........7':.:,.;.~ """"'~.\:i;"'u-'J".:.J.,.",



~,;,J'"J)jMo ~\ J;tı



....;



•___ ". .)~ ~i iı.!'"



1949'da öldü. Ölümünden iki yıl önce yaTarihlerde, yukarda anlattı­ ğımız olayları şöyle nakletmişti: "Filhakika, irtica sırasında yalnız fikri cephesi olan bir mücadeleye girişmemiş, gazeteciliğin bütün icapları­ na göre hareket etmiştim. Bu meyanda, o zaman büyük tesir yapan bir vak' anın üzerinde duradıyla bastırır. muştum. Olay şu idi: Edirne'de Ahmet Keşşaf 1912'de, irtica lehinde vaiz eden iki Mehmet Nesimi 1917'de yobaz vardı. Bunlar oraPotsdam'da öldüler. dan kaçmak mecburiyeAwetaranian 11 Aratinde kalmışlar, soluğu lık 1919'da öldü. Almanya'da Bulgaristan'da almışlar. Bir Wiesbaden'deki Südfriedhof Awetaranian'ın yaşamını külah kapmak için, din deanlattığı kitabının mezarlığında yatıyor. ğiştirdiler! N e oldular biliyor ingilizce çevirisinin musunuz? Protestan papazı! Enver Paşa, ı. Dünya kapağındaki resmi. Savaşı'ndan sonra 4 Ağustos Herifler kilisede vaftiz edi1922'de, Buharanın doğusunda lirken fotoğraflarını çektirPamir eteklerinde Bolşeviklerle çarpışken dim. Bu vesikayı Balkan'a koyup şiddetli öldü. bir makale yazdım." Ethem Ruhi, Balkan Savaşı sırasında Vaftiz olayı 10 Ekim 1909 tarihinde hapse atıldı. Kendi anlattığına göre sa- Potsdam'da gerçekleştiğine göre, Ethem Ruhi'nin sözlerindeki doğruluk payı çok vaşın bitiminde Bulgaristan'ın Osmanlı Devleti'yle sulh yapmaya hazır olduğu­ su götürür. Bu ünlü vaftiz resmi, Alman nu bildirmek için Bulgar Başbakanı Ra- Protestan Kilisesi' nin resmi propagandası doslavof tarafından İttihat ve Terakki meyanında dağıttığı bir şeydi ve gizli kayetkilileriyle konuşmak üzere İstanbul' a paklısı yoktu. Lepsius ve Aweraranian'ın gönderildi. ı. Dünya Savaşı'nın bitimin- Müslümanları Hıristiyanlaştırma hayalleri de Radoslavof'un partisi iktidarı kaybetti. daha başladığı yerde bitmişti . • 1920'ye kadar Balkan gazetesini çıkaran Ethem Ruhi, Bulgaristan'a ihanetle suçlanarak tevkif edileceğini öğrendi, anavatana Awetaranian yaşam öyküsünü Geschichle eines Mohammedaners der kaçtı.



Cumhuriyet döneminde avukatlık yapan Ethem Ruhi Balkan 13 Temmuz



yımlanan Canlı



Chrisı wurde adıyla kitaplaştrrdı. 1905'te yayımladı . Ölümünden sonra



yaşamının



sonraki yılları Richard Schafer tarafından kitaba eklenerek 1930'da genişletilmiş bas ı mı yapıld ı. 2002'de John Bechard tarafı n dan ingilizce'ye çevrilerek, A Mus/im Who Became A Christian (Hıristiyan Olan Bir Müslüman) adıyla yayımlandı.



..



••







K~ğ._~ u.~~--_g.d.~.:·:··:::.··::~~~~~.~~!~~:::::· ·:::::::. ::::::.::::.::



ı



... . .... . .. . . . . . . . . . .... . ......... ·· .. ······· ····· ······· ···· ··· ·· ······ ····· ······· ··1·· .... .



1940'h yıllarda Heybeliada sahili.



"



(



Adalar'ı, doğayı



ve



tarihi kemirenler Çamlara musallat olan asalaklar, Adalar'ın güzelim yeşil örtüsünü tehdit ediyor. Sorun yeni değil; ama 1917'de "Ada Çamlarını Muhafaza ve Teksir Cemiyeti" ve onun 27 sayfalık bir nizamnamesi vardı. Bugün kekikler, herdemtazeler, taşmeşeleri, bodur ardıçlar, lavanta veya hanımelleri de nadir doğayı koruma ve tarih bilinci taşıyanlar da. 76



NTV TARiH EYLÜL 2009



A



da çamlarını gece pamuklu bitler sardı. Geçen yıl, önceki yıl da rastlıyorduk o asalaklara, bu yıl daha tehlikeli boyutta sarıp sarmaladıklarını gözlemliyoruz dalları. Sonradan Türkçe'nin büyük ustaları arasına giren, Anadolu Manzaraları ve Alır Ağacı İle Sohbetler gibi başyapıtlar veren Hikmet Birand, bir gençlik ürünü sayılabi­ lecek Büyükadanın Yefil Örtüsü'nde (1936 , Köyöğretmeni Basımevi, Ankara), illetin yeni olmadığını gösterir: "Bir zamanlar Evkafla Belediyenin senindi benimdi diye paylaşamadıkları



çamların



sahipsizliğini



sezen tırtıllar, pamuklu bitler ve mantari bir çok parazitler, çamlara musallat olmuş-



lardır.



Chinotecampa pitiocampa denilen çam dallarına ağlarını kurmuşlar, yaprakları kemirmekte, fennı adı Monopklebus Helenicus olan pamuklu bitler de dallardan geçen nusgu emmektedider. Bunlara bakan olmazsa adanın güzel çamlıklarından yakında eser kalmaz. Adada ölecek olan her çamın yerini, müdahale olmazsa, makiden gelen bir nebat alacak, yeni bir çam yetişmeyecektir". Bu noktada Dr. Birand Şurayı Devlet azasından Süreyya ve Darülfünun profesöderinden Hovasse' ın 1926 tarihli, İstan­ bul baskısı Ada Çamlarına Musallat Olan Böcekler broşürüne dikkat çeker. Daha öncesi vardır: ınTde, ı. Dünya Savaşı'nın olanca vahşetiyle sürdüğü dönemde, gene İstanbul'da (Matbaa-i Amire baskısı), 27 sayfalık Ada Çamlarını Muhafaza ve Teksir Cemiyeti Nizamnamesi yayımlanır. Neredeyse yüzyıllık geçmişi olduğunu gördüğümüz bir duyarlılığın, bir kaygının kanıtı. Bu çalışmaların, girişimlerin tek açıklaması kelebeğin tırtılları



20. yüzyı l baş larında T ürkçe- Fran s ı zca ve ada çam l arın dan yap ıl an esansın faydalarından bahseden tanıtım broşürü.



basıla n



ESSENCE DE SAPıliS DES kES



kültürel gelişkinlik cephesinden yola çıka­ rak yapılabilir, düşüncesindeyim . Yeni Türkçe'nin "kültür" karşılığı önerdiği "ekin" sözcüğünü elbirliğiyle uzaklaş­ tırmayı başardık. "Ekin", oysa, çam ağacı dikmekle opera bestelemek arasındaki kök



• LA PHU.ACIE DE LA COUft ., A. CHEVlET"



birliğini, kaygı ortaklığını ap açık tanımlı­



I.'ıılr(!~\



yordu. Bir canlı türü olarak "insan"ın varsa, olacaksa, temel ayrıcalığıydı kültürel etkinliği.



:;



19. yüzyıl başında, İstanbul adalarının bitki örtüsünün çeşitlilik arzettiğini, buna



•.,;;,. Jı~J ..f. -'o !Li.!..i;':-- i,.



i,.



~ )-I..ıl y .:J.:.ıyf.,:.\;'i.. ~ 1.....:...1 ~ 1. (')~ ~:,..~",,: :)bl



karşılık, ağaçlık alanlarının alabildiğine kısıtlı olduğunu



.)J~ J. .;..ıJ,I, ı:t#



\' d..&!~ ~iJ. ;.lı,''''';:: ~ ~ji...t ~"";T .r.~J. Ji,Jo ·2 ,. J\ l J. .:lı. W~ ,. J I,. .~f'('~ ).a:,' ..,.;;..;.1 \AJ' ıJ''' . ~ 1\ • • • _ A ·..:f.l. Joo!. M-J/.:.'.;.ı\.oj s..~I ,j;J ,.



li' ııı~rnıjcı' 6YI)IIliml tl(! ILI '10 (ıL (',dui .10111 II) ))11 ... ,111 (1,.1



Irı l"u ııı e')lUinlı, ı:I'iI(nrıt 'iııi ıi""t ıle mdtre 1'CI4ı.ı1rO .nc\ı',nqu(ımeııt I\ıiı' hiru ,!ınnıde pN)I!II[~ı lı- ... 1111 ıleMI1(IUI'!'lcej l'homınc I'e"'ı"ıı:ı ili If! fni .. "ıu' mimlli', {,m,li .. 411'jJ n" Illango (100.2_1 r,ıi,. par )')11l', cl r"i .. ıııı! ım ..,.t.. r K-JoWXllilrtı .. d'ııir ı»ar "on (!c,miJOıiı.,,!lınıı ll' iliNII.' IOll'lv;ı qu'i! roınoı{'ınnı.) 2-3 litre.. ,ı'CIUI. 011 ,"I pı)t1(1 rı ııı:ıl'l"", ııni' ilOlkll'IIIlI(~ '101 ıı re m!ı'r ur,ln' iili" (Jirc:oıı~tıını~" do Lu 1'ı)!I'I1ilUlluıt ,Lu I'nir ııur 11"00011ıell"" ill'j'j>f>ıııl/ı IL011.., runelioıı tle I'i'"-I'inıü,,rı Iı l'nwluı'lı\I Iı' IlMI'''",iM 'if) l'oX,H\:l!ıutt1IJIl du f,'III)ltııı ı e il I'IUI' 11l;11'l1 ıit d,ı 1'01 iı i r tl\ lul rtrHI .ie.. .itt .h'I'lml; mni .. ,'''III' 1'.)U·",mmlıll!!H eı Ch' ' I'~nı iınıııt\llin\"llwnl ,Inn" La ItIIlII"'O i



OJı"rıııilt\N lı M'..



::'~~,:~::;'ı:;;~':'ı:ı:::!;~,%~:ı,:~.~,:



.:.(1,. ,,\',ı ~I.ı,~.,. .;,).~ "';ıJo, ".>I':'.;if.,.ıT d~ .jf,I."A.. -ri' ~1 .Jj,' .;l,ı .~.~ ~J, 4...,rj .;1;# ""-ı,.;,.>,,,:ı.;; -.ı~ı.;.. !I;;ıi,ıi, hesi giil/lüğü



doğu



bironbaşmm doğu cephesi günlüğü



Bir Teğmenin Doğu Cephesi



Bir



Günlüğü



Günlüğü



Celalettin Efendi



Ali



iş Bankası Yayınları,



i ş Bankası Yayın l arı,



178 sayfa, 12 TL



110 sayfa, 10 TL



1. Dünya



Onbaşının



Doğu



Rıza



Cephesi Eti



Savaşı anılan



1. Dünya Savaşı'nda mülazım-ı sani olarak görev yapmış iki askerin Kafkasya'da çektirdikleri fotoğraf, Bahtiyar istekli'nin arşivinden (üstte). Teğmen Celalettin'in günlüğünden 10. ve 11. bölüklerin yerlerini de gösteren siper kroki si (altta). 82



NTV TARiH EYLÜL 2009



Askerin gözünden 1. Dünya Savaşı'nda Doğu cephesi Bir



ve bir teğmenin, muharebeler sırasında tuttuğu hatırat, kayıtlara sadece birer sayı olarak geçen rütbesiz ve küçük rütbeli askerlerin ilk elden tanıklıklarını yansıtıyor. onbaşı



15 Kanunuevvel [28 Aralık] Pazartesi. Erkenden çadırın kapısındaki yalvarma ağlama sesleri arasında dışarı çıktım. On bir asker can çekişiyor. Ah bu soğuk, uğursuz soğuk. Elimizden bir şey gelmiyor. Hepsi de hemşeri. Doktor da çıktı, baktı baktı da başını yumruklamaya başladı. Ağlıyor, 'Ne yapayım oğlum ben de sizin gibiyim. Bu halleri düşünmeyip de bu işe teşebbüs edenler kahrolsun' diyor. Zavallılara hiçbir yardım edilemiyor. Çünkü malzeme eksik. Birer birer ölüyorlar. Bu manzaranın asabımda yaptığı tesirleri tarif edemem. Düşündüm ve kararımı verdim. Bugün ve yarın olacak olan harbe katılacağım. Belki arzu ettiğim ölüme kavuşacağım. Belki de hatıram burada bitecek, kim bilir dağlar başında binbir güçlükle yazdığım hatıracığımı kim alacak, ihtimal çürüyecek. Yok yok inşaallah bir ele geçer de okunur. Ve benim gibi bedbaht bir askere acırlar. Sevgilisinden uzak işıklar gibi boyunları burulmuş Kafkas doruklarının eteklerinde, esaret zincirleri altında inleyen kardeşlerimi görmeden öleceğim." (Bir Onbaşının Doğu Cephesi Günlüğü, s. 107-108) Doğu Cephesi, Osmanlı Devleti açısın­ dan, 1. Dünya Savaşı'nın başından beri en sorunlu cepheydi. Savaşın ilk yıllarında Çanakkale' Kut gibi diğer cephelerde önemli başarılar elde edilmesine rağmen; 1914-15 kışındaki Sarıkamış faciasının ardından, bu cephe 1917 Şubat'ına kadar savunmaya geçilen, askeri ve moral üstünlüğün Rusya'da bulunduğu bir cephe haline gelir. Bilindiği gibi 1. Dünya Savaşı sırasında Türk askerleri tarafından yazılan hatıratlar pek azdır. Bunların büyük bölümü de, savaştan sonra yazılmış eserlerdir. Muharebeler esnasında, günlük olarak tutulmuş ,



,



defterlerin sayısı, iki elin parmaklarını geçmez. Bu iki eser, bu bakımdan da literatüre ciddi bir katkı anlamı taşıyor. BirOnbaJınınDoğu Cephesi Günlüğü' nde Ali Rıza Eti, cephede kimi zaman sıcak çatışmalarda, şarapnel ve güllelerin altında, bir gün okunacağını umarak, yarına kendisinden bir "iz" bırakmak üzere hatıratını yazmış. Seferberlik ilanıyla başlayan savaş günlüğünden öğrendiğimize göre Ali Rıza Eti, sıhhiye müfettişi olan ağabeyinin nüfuzu ve okur-yazar olmasının getirdiği avantajlarla nispeten rahat edecektir. Ama savaşın ve her an ölümle burun buruna kalmanın getirdiği korku ve yaşanan sefalet, askerler arasındaki gerilimi arttıracak tanıklık ettiğimiz cephede yaşanan psikolojik çöküntünün resmini ortaya çıkaracaktır. Bir Teğmenin Doğu Cephesi Günlüğü' nde ise adını ve rütbesini kendisine hitaben yazılan emri kopyalamasından öğrendiğimiz, mülazım-ı sani Celalettin Efendi, yaralanıp hastaneye yatırıldığında günlüğüne "harbin gidişatı" hakkında düşüncelerini yazıyor.



Psikolojik çöküntünün birliklerin bozgununa sebep olduğunu anarken, kişisel çatışmaların orduya, kimi zaman düşman birliklerinden daha çok zarar verdiğini de anlatıyor. Celalettin Efendi'nin acemi asker eğitimine dair notları da, cepheye sevk edilen askerin portresini çizmek noktasın­ da ilk elden bir tarihi vesika hüviyetinde. Liderlik ve komuta zincirlerinin emirkomuta etkinliğinde ya da uygulanma aşa­ masında nasıl biçimsel ve fiili değişikli~ gösterdiğini, her iki hatıratta da görüyoruz. Eğitim ve tecrübenin, özellikle savaş mekanizmalarının sahada uygulanmasına nasıl etki ettiğine tanık oluyor moral ve 10jistik gibi eksiklikleri gittikçe belirginleşerı birliklerin arasına katılıyoruz... i



i···· ·· ·· ··· ··· ···· ·· ······· ·· ··· ·· ··· ····· ······ ···· · .... ... ... .. .... ............................ ....... ... . .. ....... .............. ...... ....... ..... ........ .... .. ........ ....... ...... . . , . ..



.... . . .. ..... .. .. .. . . ...... .. ... .. . . . . ..... . . .. . .. .. ... . .. . . . ... .. . ........ .. .... . ... .. .... . .. . .. .... .. .. . . ... .. .. ... . . ........... . ... . .. .. .. .... .. .... .. . .... . .. . .. .... .. .... .. .... . . .



YENi ÇıKANLAR



BİYOGRAFİ .~



ARAŞTffiMA



Leonardo Da Vinci Bir Ustanın Portresi



Osmanlı İmparatorluğu'nda



Bruno Nardini



Madenciler ve Devlet



Can Yayın/an, 199 sayfa, 16.50 TL



Zonguldak Kömür Havzası 1822-1920 Donald Quataert ç eviri: Nilay Özok Gündoğan, Azat Zana Gündoğan Boğaziçi Üniversitesi Yayın/an,



414 sayfa, 25 TL



Donald Quataert, Zonguldak kömür madencilerini konu alan diğer ~azarlardan farklı olarak, istanbul odakl ı bürokraside değil maden ~avzasında oluşturu lan belgelerden ~ayd a l anmış. Haritalar, resimler, ii. Abdülhamid Koleksiyonu'ndan



"Leonardo, biliyor musun, senin çi zdiğin melek, ustamızın meleğinden daha güzel!" Duymamazlıktan gelse de aldığı ilk övgülerden biriydi bu Leonardo'nun ve en yakın arkadaş ı Lorenzo'dan gelmişti. Nardini, çağdaşları arasında da "efsane" ve "muamma" olan, Fransa Kralı i. François'nın LEDNARDO DA 'ilNCI kolları n da ölen Leonardo'yu, sanki onunla



••



madencilik üzerine tarih yazım ına da halk hikayesi "Uzun Mehmed'in Kömürü B ulması" da bu başl ı kl ardan biri ....



odaklan ı yor. Meşhur



ı ~" ~



~



.;: . ' . ~.:\ \ ...



'!



.I .



.;



Bn.ınoNolrdll'll



~otoğrafıarıa desteklediği çal ışması,



\;



.. \



\



.' /'l,



aynıçağda yaşamışça s ına



Kırım Tatarları Aları



Fisher



Se/enge



Yayın/an,



336 sayfa, 18 TL



Yazar, K ı r ı m Tatarla rın ın trajedisini, Rusya ve Batı 'n ın ırkçı bak ış aç ısını kergiliyor kitabında . Buna göre i K ı rı m' ı bir sömürge olarak değil, bski çağlardan beri kendi toprakları plarak gören Ruslar, bir istila gerçekleşti rmemiş, bilakis ata l arına ait toprakları geri alm ışla rd ı r. Ve yine Ruslara göre, Kazaklar, K ı rgızlar, Tatarlar Cengiz'in ve Timur'un to run l arı dır; Amerika'da K ız ı lderi lilere nas ıl muamele edilmişse, onlar da aynısın ı haketmektedir. Hatta ilk ı rkç ı Nazi teorisine göre, " Moğo l, Tatar ve K ırg ı z aşağı ırkla eşdeğer felimelerdi ve Rusya' n ın Asya laşmas ı ı rkı saflığını yok



okurla paylaşıyor. Büyük u stanın yaşamından bir çok diyalogu, anekdotu, ayrıntıyı; eskizleri, çizimleri ve resimleriyle birlikte sunan bu biyografı bir roman gibi de okunabilir. Her ne şekilde okunursa okunsun, kitap sona erdiğinde Leonardo Da Vinci, en yakın arkadaşınız, öğretmeniniz veya ailenizden biri oluyor.



i . Milli Mücadele



Kahramanı



Giresunlu



psmanAğa Süleyman Beyoğlu



Sengi Yayın/an, 400 sayfa, 24 TL



f MillT Mücadele'nin sisler altın d a ka l m ış ki şilerinden biri Giresunlu Osman Ağa ... Giresun ve çevresinin en önemli Kuva-yi Milliye kahramanı p sman Ağa veya bilinen ad ıyla "Topal Osman"ın Çankaya Köşkü'ne uzanan hayat ı ve hazin sonu yeni belge ve bulgulara dayanarak ilk kez bir akademik araştırmanın konusu oldu.



Rönesans italya'sını yaşamak, sokaklarında Leonardo ile sohbet ederek dolaşmak, resimlerine omzu üzerinden bakmak, çevresine, yaşamına sokulmak isteyen herkes için ...



ROMAN



FıKRA



Abdülmecit : İmparatorluk Çökerken Sarayda 22 Yıl



Nasreddin Hoca Bir Gün - 1



Hıfzı



Topuz



Mustafa



Can



D elioğlu



Yayın/an /



Çocuk Dizisi, 60 sayfa, 9.50 TL



Remzi Yayın/an, 205 sayfa, 12,5 TL



Topuz'un kaleme aldığ ı H1>l1TOPC7 roman, Tanzimat dönemi pad işahlarından Abdülmecit'in h ayat ını kişisel bir bakış açısıyla ele a l ıyor. Kitapta, Tanzimat Fermanı'n ı ilan eden, Dolmabahçe Sarayı' n ı i nşa ettiren bu tarihi kişiliği n kafasından geçenlere, duygularına yer veriliyor; çevresiyle olan il i ş kis i anlat ıl ıyor. Kitabın içerisindeki gravür, fotoğraf gibi görsel malzemeler sayesinde, arka planda anlatılan tarihi olayları da izlemek mümkün. Öykü aynı zamanda 19. yüzyılOsmanlı Devleti'nin Bat ı ve Doğu'yu harmanlayan çokkültürlü ortamına öznel bir tanıklık imkan ı sunuyor. Hıfzı



etmi şti"



Da Vinci'nin "Son Akşam Yemeği" tablosundan Aziz Philip'in eskizi.



Nasrettin hoca bir gün yolun kedisini yı kıyomuş . Yoldan geçen arkad aş ı hocaya: - Hocam kediyi y ı kama ölür, ke narında



dem i ş.Hoca aldırış etm emiş



ve yıkamış.Arkadaş l dön üşte h ocay ı tekrar yolun kena rı nda görm üş . Kedi ölmüş. Arkadaşı: - Hocam ben size kediyi y ıka m ay ın , ölür demedim mi? dem i ş. Hoca: - Ben kediyi y ıkarke n ölmedi ki, sıka rke n öldü, de m i ş . Önce çocuklar, sonra büyükler için hazırlanmış bir "Nasrettin Hoca kitabı". Ünü Anadolu'dan tüm dünyaya taşa n bilge ve hazırcevap Hoca ' n ın , Mustafa Delioğ l u'nun seçtiği ve resi m lediğ i fı kra ları ... Her gün gülmek isteyenlere, her gün okumaları için.. .



ÇOK SATAN KiTAPLAR Devlet-i Aliyye Halil inalcık Türkiye iş Bankası Kültür Yayınları 388 sayfa, 18 TL



Macbeth (çizgiroman) William Shakespeare/ John McDonald - Jon Haward NTV Yayınları 145 sayfa, 10 TL



Kur' an incil ve Tevrat 'ın Süm er'deki Kökeni Muazzez ilmiye Çığ Kaynak Ya y ın ları 88 sayfa, 8 TL



Truva'nın intikam.



Avrupa'nın



Erhan Afyoncu Yeditepe Yayınları 166 sayfa, 10 TL



Timaş Yayınları



50 Büyük Yal a nı Mustafa Armağan



320 sayfa, 15 TL



NTV TARiH EYLÜL 2009



83



ş~Ii~#~iıE~~IlRf:TIŞ~ :(;:\.:.,' \2)' ·~.;~~J\~~1\~ ~), . ~ ."".,.



.



0



0



0



;~~;U~~'pt;~ "'~ .. i



i



-.)jj. ;r.;.. MOlU.



SOı/U,VOU



Plucu dt i ılq. ~~.J, c::=ı



A.



~U'~LO. DU eOlllrl't



B. C.



LICU'. OL otll'AOIIT



D.







INT.". DU • • IIQI'''



COI"'."



ü".w.; c:::ı



• 40 P.







• 20 .



• ~S; c:::ı



E. ..n.t.u "'....'''n F.



UCIIT;! LT IiIOVCH U



G.



ii0ii •••



PLAN GENERAL DES REGATES DE MODA 7 cSeDtemlıre /9/.'1



Moda 'da deniz yarışıarı Koyu , plajı, köşkleriyle ünlü sayfiye semti Moda, Osmanlı döneminde pek çok deniz etkinliğine sahne olmuştu. 1913'teki "Moda Büyük Deniz Yarışları " için hazırlanan program kitapçığı denizciliğe verilen değeri göstermesi açısından önem taşıyor .



• mparatorluk



I



döneminde daha çok ve levantenlerin ika.met ettiği Istanbul'un mutena semti Moda'da, 7 Eylül 1913 Pazar gunu ıcra edilen "Moda Büyük Deniz Yarışları", 2 kuruşa satılan program kitapçığı sayesinde tüm ayrıntılarıyla bugüne ulaşabilmiş . "Taht-ı himaye-i hazret-i Padişahide, veliaht-ı saltanat devletlu, necabetlu Yusuf İzzeddin Efendi Hazretlerinin riyaset-i fahriyelerinde ve Donanma-yı Osmani Muavenet-i Milliye Cemiyetinin nezareti altında Moda'da 1329 senesi 25 Ağustos'unda icra edilecek olan büyük deniz yarışları resmi programı" başlığını taşıyan, güzel basılmış kitapçıkla tanıtılan Moda deniz yarışları; padişahın himayesinde ve saltanatın veliahtı Yusuf İzzeddin Efendi'nin reisliği altında Osmanlı Donanmasına Yardım Cemiyeti gayrimü~lim



tarafından gerçekleştirilmiş. Fransızca



84



Osmanlıca



ve



basılan kitapçıkta,



iki dili



NTV TARiH EYLÜL 2009



ayıran



olarak bölüm



arasına Sultan Mehmed Reşad ve Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi'nin fotoğrafları



yerleştirilmiş. Kitapçığın



içinde



"1329 senesi günü Moda'da icra edilecek deniz yarışlarına mahsus plandır / Plan General des Regates de Moda, 7 Septembre 1913" künyesiyle basılan renkli haritada, Kalamış Körfezi ve Moda Burnu'ndaki yarışları izleyecekleri n yerleşecekleri yerler protokole göre belirtilmiş. Yağmur ve · fırtına olması halinde, bir hafta sonraki Pazar gününe erteleneceği belirtilen yarışlar Moda iskelesi ucundaki yarış kulesinden, yarısı beyaz yarısı yeşil renkli olarak çekilecek bayrak ile başlayacaktır. Yarış sırasında çeşitli büfelerde satılacak yiyecek ve içecekler Tokatlıyan Efendi tarafından hazırlanacak ve fıyatlar büfelerde yazılı olacaktır. Herkesin biletinin rengine göre boyalı kapılardan girmesi ve yer değiştirmemesi kitapçıkta rica edilmektedir. Yarış günü, seyircilere Ağustosunun yirmibeşinci



İtinalı harita Kitapçığın



içinde, yarışıarın yapılacağı, seyircilerin ödedikleri bilet fiyatına göre oturacağı, basın ve protokolün yer alacağı alan ve bölüm ler itinalı bir harita üzerinde gösterilmiş.



kolaylık sağlamak amacıyla, İstanbul'u~



muhtelif iskelelerinden Şirket-i Hayriy vapurları hareket edecek, vapurlar çeşitl~ iskelelere uğrayarak Moda'ya gelecektir. Yarışlar sonrasındaki gece şenliklerinde, "Büyük havan havaileri, limanın renk-i mill~ ile tenviri, havai fışenkler, havan fışenkleri! donanma sandalları müsabakası, kayıkla~ içinde musiki ile tenezzüh-i bahri, nurani' uçurtmalar, mehtaplar bir hercümerc-i nurani, Fenerbahçe yangını, sandallarla meşale alayı" gibi gösterilerin icra edileceği kitapçıkta anlatılmış. Ayrıca, çeşitli askeri bandoların da "icra-yı terennüm"de bulunacakları belirtilmiş .



Düzenleme komitesi üyelerinden Ahmed İhsan Tokgöz'ün fırması olan Ahmed İhsan ve Şürekası Matbaacılık Osmanlı



Şirketi



kitapçığın fıyatı



tarafından



basılan



2 kuruştur. Ciltli ve karton kapaklı olarak satışa sunulan kitapçık, Osmanlı matbaalarında İstanbul ile ilgili basılan zarif ve zevkli eserlerden biridir.



dolu'nun Ustal~I.'~~~TYEŞiLT~PE A~~........ . ......... . .. . ........ .. ...... . ................ . ......... ... ... .



"Tarihin



babası"



Bodrumlu Herodotos, NTV Tarih' e



yazdı



.



Tarih -bir anlamdabenimle başlamıştı öykülerle zenginleştirdim; anlaşılır, okunur hale getirdim ve zengin ayrıntılarıyla geleceğe en canlı şekilde bıraktım . Size aktardıklarım, 2500 yıl öncesinin bilinen ve bilinmeyen dünyalarının panoramasıdır. Ve tarih, ancak coğrafya bilgisi eşliğinde gezerek, dolaşarak yazılır.



Tarihi



alışılagelmiş kalıplardan çıkarıp



B



.", (!)



c ro



.c



cl.



,'" ;s



"" ~



ol C



o



""clco -'...._~~'-­



bu



dışardan bakışın



içeriye nüfuz edebilebilincinde olmalıdırlar. Hayat tarzları hareket üzerine kurulu konar göçerlerse, yalnız hareketi değil "konar göçer" deyiminin de belirttiği gibi, hareket ve konaklamayı birarada yaşar­ lar. Onlar için ikisi arasında büyük farklar vardır. Onlar yazın yayılır, kışın toplanırlar. Kışın biraraya geldiklerinde, birbirlerine hikaye, destan anlatırlar. Tabii bunlar içeriden bakışla görülen farklardır. Göç de genel bir addır. Konargöçerlerin mevsimlik göçleri, eski tabirle yaylak ve kışlak çerçevesinde algılanırdı. Türkçenin gelişmesi içerisinde sondaki - k düşmüş ve bu sözler bugün dilimizde yayla ve kışla şeklini almıştır. Ama "yayla", odakları bol, sıcaktan korunaklı, yüksek yerlerde, mevsimlik göç ve hayvancılıkla ilgili bir terim olarak algılanıyorsa da; "kışla" artık konar-göçerlerin kışın birarada oturdukları mekan olmaktan çıkmıştır. Bugün biz "kışla"dan asker kışlasını anlarız. Tıpkı "orda"dan gelen ordu sözcüğünün de bugün askerlikle ilgili kullanılması gibi. Bu değişim, toplumumuzun gittikçe daha askerileşmiş olmasıyla değil, askersivil ayrımının ortaya çıkmasıyla bazı terimlerin sadece askeri anlamda kullanılmasıyla ilgilidir. Örneğin aslında "kaceğinin



rar verme yeri" anlamında olan karargah sözcüğü de, bugün askeri bir terim olarak algılanır. Orduya mahsus bu taşınabilir mekanda genellikle profesyonel askerler ve genellikle erkekler vardır. Halbuki tarihteki "orda"larda kadın, erkek, çocuk, hayvan biraradaydı. Kısacası bu "orda"larda hayat vardı. Hatta yalnız han, kağan ve önemli kumandan ve beylerin değil, hatunların da "orda"ları vardı. "Orda" sahibi olmak cinsiyete değil öneme bağlıydı. Daoist rahip Chang Chun, Çinggis (Cengiz) Hadı ziyarete giderken, hatunlardan birinin "orda"sında misafir edilmişti. İbn Battuta bunlara "mahalle" der. Onun mahallesi, içinde cami ve pazarlarıyla yürüyen bir şehirdir. Adar, arabalı çadırları çeker, mutfak bacalarından dumanlar tüter. Mahalle gider ve gelir. Ancak mahalle gelince hatunları ziyaret edebilir. Kelime "orda"dan "horde" haline gelince, dışarıdan bakışla, güruh adını alır. Bir olguya içeriden mi ve dışarıdan mı baktı­ ğımız ve nerede durduğumuz önemlidir. Ama genellikle bunun farkında olmayız. Hatta "sen bana bakma, ben senin baktı­ ğın yönde olurum" bile deriz. Bunu da güzel bir jest olarak algılarız. Halbuki nerede durduğumuz ve nereden baktığımız bizi tanımlar.



••



••







BU ROMAN BUYUK TAARRUZ'A DAIR ... • • VE MIRALAY RESAT BEY'IN • DESTANSI HAYATıNA ... içine gömmek zorunda kaldığı tertemi z aşkı, ailesi, insan ve vatan sevgisi , istanbul tutkusu arasında cepheden cepheye fırtınalarla dolu 43 yıl süren ve bu cephelerde 18 kez yara alarak fedakarca koşuştururken Çiğiltepe'ye gelip dayanan, hatta tıkanan onurlu ve trajik bir yaşam ... Cihangir Akşit'in 26 yıllık titiz incelemesi ve 40 yılı bulan mesleki gözlemleriyle ortaya çıkan bu dev eserle bazen gözleriniz dolacak, bazen de hırsla yum r uklarınızı sıkıp isyan edeceksiniz . Yakın tarihimize ait çok kapsamlı, benzerine az rastlanır, keyifle okuyabileceğiniz tarihi bir savaş ve biyografi romanı ...











SARI SESSIZLIK "Emekli Tümgeneral Cihangir Akş i t'in son derece gü zel bir çalışması: Sarı Sessizlik. 1914-191s'in o unutulmaz kışında Doğu Cephesi'nde yaşananları okuyunca insanın tüyleri diken di ken oluyor. 'Bir iki sayfa bakar, işime dönerim ' diye düşündüm, bir iki sayfa derken bir de baktım 50 . sayfadayım. Akşam eve geldim, devam ettim. Sabaha karşı bitirdim ..." Mehmet Ali Birand