Eşim Ali Şeriati, bir Yaşam Portresi [PDF]

  • Commentary
  • 1908063
  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

Puran Şeriati _ Eşim Ali Şeriati Bu biyografinin yazılmasının amacı, Şeriati'yi savunmak değildir, zira onun kendi ifadesiyle; bu iş, "Mustaz'afların / ezilmişlerin işidir". Aksine amaç, bir düşünce adamının yaşamının daha derinlemesine tanınması imkanını oluşturmaktır. Bu tür bir tanışmanın gıyabında, her türlü övgü ve yergi, Mevlana'nın Mesnem'sindeki fil hikayesinin doğrulayıcısı olacaktır. Bundan dolayı bu zorunlulukla uğraşmak şu sorulara cevaptır: Şeriati kimdi ve neler yaptı? ne tür bir fikirsel yapının mimarı idi? ve hangi nazariyenin kurucusu idi? Önceki benzerlerinden hangi etkileri kabul etti? Ve İran toplumu üzerine, İslâmi dünya görüşüne ve İran halkının inkılapçı hareketi üzerine nasıl bir etki bıraktı? Şeriati'nin düşüncelerine muhalif olanların çıkış noktaları ve kaynakları nelerdir? Şeriati'nin düşünsel faaliyetleri nelerdir ve onun yolunu devam ettirmek ve tamamlamak neden gereklidir ve bu nasıl mümkün olur? Ailesinin sorumluluğuyla yayımlanan elinizdeki kitap, onun yaşamının gerçek boyutlarım ortaya sermenin yanında (yakınlarıyla ve dostlarıyla röportajları, belgeler ve el yazılarını içermektedir) Zira bunlar, onun yaşam ve ilişkilerine yardımcı olmaktadır. Aynı şekilde dostları ve ailesi, onun doğrudan anıları ve haberlerini derleyerek o aziz insanı anma noktasındaki borçlarını yerine getirmek için çaba gösterdiler. ISBN 975-8618-42-3



İhlar yayıncılık : 42 Eşim Ali Şeriati Bir Yaşam Portresi Dizgi birey Dr. Puran Şeriati Razavi Teknik Hazırlık Osman Arpaçukuru Kapak Ümit Karadağ Çeviri Sinan Bircan Baskı ve Cilt İstanbul Matbaa ve Mücellit ISBN 975-8618-42-3 Birinci Baskı Kasım 2002 ihtar yayıncılık Yerebatan Cad. Çataiçeşme Sok. Üretmen İşhanı No: 29/17 Cağaloğlu/lstanbul Tel: (0212)511 33 69 Faks: (0 212) 511 77 16 ihtar Tarayan: Müslim Doğmuş içindekiler "5w kitabı, hayatımızın sıkıntı ve mutluluk anlarının sabırlı yol arkadaşları olan çocuklarıma takdim ediyorum..." Puron Önsöz 13 Mukaddime



15



Birinci Bölüm Çocukluktan Gençliğe (1312-1332/1933-1953) 27 Yetiştiği Coğrafı-Tarihi Mekanlar 27 Aile Geçmişi 29 Çocukluk ve Gençlik Yılları 39 İkinci Bölüm Öğrenimi ve Mücadelesi (1332-38/1953-59) 53 Öğretmenlik Yılları 53 Öğrencilik Yılları 56 Tanışmamız ve Evliliğimiz 62 Üçüncü Bölüm Avrupa (1338-43/1959-64) 73 Batıya Gidiş Şekli ve Batı Medeniyetiyle İlk Tanışması Öğrenim ve Hocaları 81 Fransa'da Siyasi Mücadelesi (Milli Hareket, Öğrenci Hareketi) 87 Dördüncü Bölüm Dönüşten Üniversiteye Kadar (1344-48/1965-69) 99 İran'a Dönüşü 99 Ali ve Ailesi 107 Meşhed Üniversitesinde Göreve Başlaması 118 Beşinci Bölüm İrşad'dan Zindana (1348-54/1969-75) 151 Hüseyniye-yi İrşad (Tarihçe, Birliktelik Nedenleri, Faaliyetler) 151 İrşad'ın Kapatılması, Gizli Hayatı 163 Son Zindan (Aramalar, Savak'ın İstekleri, "Özgürlük" Şartları) : 176 Altıncı Bölüm Zorunlu Ev Hapsinden Hicret Ve Şehadete (1354-56/1975-1977) 195 Gözetim Altındaki Özgürlük 195 Hicretin Şartları 215 Şehadet ve Şehadet Sonrası 232 Vasiyetnamesi 253 Ekler Ve Belgeler.. 265 Şehadet Haberinin Yankıları 269



73



Eserlerinin Hazırlanma Şekli Bibliyografya. 280



276



Ali Şeriati'nin Kronolojik Hayatı 3 Azer 1312/23 Kasım 1933: Doğumu 1319/1940: İbn Yemin İlkokuluna Girişi 1325/1946: Meşhed Firdevsi Lisesine Kaydolması 1327/1948: İslami Gerçekler Yayınları Merkezi'ne Kayıt Yaptırması 1329/1950: Meşhed Öğretmen Okuluna Girişi 1331/1952: Meşhed Kültür Dairesinde Görev Alması Geçici Kıvamü's-Sultana Hükümeti Aleyhine Sokak Gösterilerine Katılması ve Kısa Süreli Tutuklanması Öğretmen Okulunu Bitirmesi ve Kültür Dairesinde Öğretmen Olması İslami Öğrenci Topluluğunun Kurulması 1332/1953: Milli Mukavemet Hareketine Katılması 1333/1954: Edebiyat Diplomasını Alması 1335/1956: Meşhed Edebiyat Fakültesine Girişi "Ebu Zer-i Gıffari" Kitabını Tercümesi ve "Orta Okul" Kitabını Telif Etmesi 1336/1957: Meşhed'de 16 Mukavemet Hareketi Üyesiyle Birlikte Tutuklanması 1337/1958: Edebiyat Fakültesinden Birinci Dereceyle Mezun Olması 24 Tir Ayı, Sınıf Arkadaşlarından Puran (Fatma) Şeriat Razavi Adında Bir Kızla Evlenmesi 1338/1959: Birinciliği Kazanması Üzerine Devlet Bursuyla Fransa'ya Gitmesi İlk Çocuğu İhsan'ı n Doğumu 1339/1960: Cezayir Bağımsızlık Hareketine Katılması, Cezayir'in Bağımsızlığı Yolundaki Mücadelesinden Dolayı Paris Cezaevinde Tutuklanması 1340/1961: İranlı Öğrenciler Konfederasyonu, Milli Cephe, Özgürlük Hareketi ve İran-ı Azad ile İşbirliği 1341/1962: İkinci Çocuğu Susen (Zeri)'nin Doğumu Cezayirli İnkılapç Yazar Fanon'un "Yeryüzünün Lanetlileri" Adlı Kitabını Okuduktan Sonra O'nun Düşünceleriyle Tanışması ve Aynı Yıl Jean Paul Sartre ile Tanışması 1342/1963: Üçüncü Çocuğu Sara'nın Doğumu



Fransa'daki Öğrenimini Tamamlaması, Tarih Bölümünde Doktora Diplomasını Alması ve Toplumbilim Sınıflarını Geçmesi 1343/1964: İran'a Dönüşü, Sınırda Tutuklanması ve Kızılkale Zindanına Nakledilmesi Hizmeti Beklemenin Sonu ve Şehriver Ayının On Altısından İtibaren Yeniden Kültür Dairesindeki Görevine Gelmesi 1344/1965: Ders Kitaplarını İnceleme ve Uzman Unvanıyla Tahran'a Atanması 1345/1966: Meşhed Üniversitesi'nde Tarih Bölümü Öğretim Görevlisi Olması 1346/1967: Hüseyniye-yi İrşad ve Üniversitelerde Konferanslar Vermeye Başlaması ve Kitaplarının Yayınlanması 1350/1971: Dördüncü Çocuğu Mona'nın Doğumu 1351/1972: Hüseyniye-yi İrşad'ın Kapatılması ve Konferanslarının Yasaklanması 1352/1973: Tutuklanması ve Emniyet Karakolunda Tek Hücreli Zindanda On Sekiz Ay Tutuklu Kalması 1354/1975: Ev Hapsinde Tutulması, Tahran ve Meşhed'deki Sıkıntılı Günlerin Başlaması 1356/1977: Avrupa'ya Hicreti ve Şehadeti Önsöz Kapsamlı ve bilimsel bir hayat hikayesi, yabancı olmamakla birlikte kişinin hayat dairesinin dışında bulunan kimselerin yakınlığına ve bir dereceye kadar da belli bir zamanın geçmesine ihtiyaç duyar. Bundan dolayı Ali Şeriati'nin yaşam hikayesi, hicretinin ü-zerinden henüz yirmi yıldan az bir zaman geçmiş olmasına rağmen ailesinin gayretiyle yayınlanmış olması, belki biraz erkence ve yetersiz olarak görülebilir. Ve o zaman eyvahları söylemenin ruhsatı dost ve düşmanın mürüvvet ve dostluğuna ihtiyaç duyar. Zira bu da konunun yavaşlık ve tıkanıklığını arttırmış olur. Eski ve yeni istihmar (eşekleştirme) ehli kimseler; dışarıda, maddi imkanlardan ve ifade özgürlüğünden yararlanmaktadırlar; ve içeride dostlarının karşı koyma ve tekzip etme gücüne sahip olamayacakları derecede ithamlar seli ve yalan çeşitleri yerin ve göğün güç ve üstünlüklerinden daha fazla bir güce sahiptirler. Ve tıpkı hayatta olduğu zamanki gibi, O'nun tek müdafaa ve mukavemet dayanağı, Allah'ın lütuf ve yardımı, halkın ve genç kuşakların samimiyeti, ideallerinin gerçekliği ve kanunlara uyumluluğu ve varlık ve tarih



hareketinin namuslarıdır. Bu tür mülahaza ve engellemeleri bir yana bırakacak olursak, işin zorunluluğu, O, "halkın öğretmeni". Üzerindeki "nef-ref'leri ve "aferin"leri müphemlik ve ithamlardan temizlemek ve yok etmek için bunun belki de yüz katı bir zaman gereklidir. Şeriati'nin eserlerine dair; yazarlar, O'nun sevenleri ve As-tan-i İnkılap tarafından bugüne değin yayınlanmış olan konularda -ki hayat hikayesi yazan kişinin işini de kolaylaştırmaktadır- halkın rağbeti ye genç aydın yığınlarının inancına rağmen hâlâ, sanki onun hayat ve hareketinin değişik boyutları özellikle de özel ve samimi alanı, detaylı ve dikkatli bir şekilde incelenip açıklanmamıştır ve sanki o hâlâ toplumun ve hareketin tanmamamış, sır dolu şahsiyetlerindendir. Bir çok konuda hakikati arama ve gerçekçiliğe riayet etme yerine daha çok fikri ve siyasi nefret kesimlerinin istek ve fikirlerine uyacak tarzda onun düşüncelerinin zıtlıkları ve aykırılıklarından alıntılar ve' onun simasındaki müspet ve menfi görüntüler çizilmiştir. 9 Her birinin avucunda eğer bir mum olsaydı ihtilaf farklılığı söylediklerinden çıkardı. O'nun yol ve tarzının, taraftarlarının istekleri karşısında güvenilir ve belgeli bir biyografinin hazırlanması ve onun yaşam süreci, mücadelesi ve eserleri konusunda açık ve şeffaf bir tasvirin yapılmasıyla karşı karşıya olduğumuz nokta da burasıdır. Bu güne kadar, her biri kendince, onun yaşamını, hareketini, fikirlerini ve eserlerini bir yönüyle aydınlatmış olan farklı farklı hayat hikayeleri ve biyografileri, onun sevenleri ve araştırmacılar tarafından yayınlanmıştır. Fakat bunların hiçbiri, onun gözle görülür yaşamının değişik boyutlarını ve bilimsel tecrübelerini aktarma noktasındaki konuları dikkatle ve ayrıntılı olarak aktarmayı başaramamışlardır. Zira onu yazanlar, ya bu dalgalanma dolu hayatının ve isyancı ruhunun ateşine uzaktılar ya da delil ve belgelerin azlığı veya yokluğuyla karşı karşıya idiler. Ailesinin sorumluluğuyla yayımlanan elinizdeki kitap, onun yaşamının gerçek boyutlarını ortaya sermenin yanında bir takım belgeleri de ekler (yakınlarıyla ve dostlarıyla röportajları, belgeler ve el yazılarını içermektedir) şeklinde yayınlamaktadır. Zira bunlar, onun yaşam ve ilişkilerine yardımcı olmaktadır. Aynı şekilde dostları ve ailesi, onun



doğrudan anıları ve haberlerini derleyerek o aziz insanı anma noktasındaki borçlarını yerine getirmek için çaba sarf etmektedirler. Burada, tüm tanıdıklardan, yol arkadaşlarından, öğrencilerinden ve onunla ilgili bir anısı olan tüm sevenlerinden, bu eserin tamamlanması ve onun süslenmesi yönünde hatta yayınlanmasından sonra dahi olsa bir sonraki baskısı için kendisiyle ilgili ellerinde ve zihinlerinde var olan bir haberi, bir anı ya da bir belgeyi ulaştırmaktan uzak durmamalarını rica ediyoruz. Bu eserin derleyicisi, bu kitabın düzenlenmesi safhasında her ne şekilde olursa olsun yardım ve destekte bulunan tüm dostlara çok samimi teşekkürlerini sunmayı bir borç bilmektedir. Bu değerli dostların ve özellikle de kendisine karşı büyük bir ilgi duyan sevenlerinin ve öğrencilerinin gayret ve fedakarlıkları, onun yolunun devam ettiğinin en güzel şahididir. Puran Şeriat Razavi 10 Mukaddime Bu biyografinin yazılmasının amacı, Şeriati'yi savunmak değildir, zira onun kendi ifadesiyle; bu iş, "Mustaz'afların / ezilmişlerin işidir". Aksine amaç, bir düşünce adamının yaşamının daha derinlemesine tanınması imkanını oluşturmaktır. Bu tür bir tanışmanın gıyabında, her türlü övgü ve yergi, Mevlana'nm Mesnevi sindeki fil hikayesinin doğrulayıcısı olacaktır. Bundan dolayı bu zorunlulukla uğraşmak şu sorulara cevaptır: Şeriati kimdi ve ne yarattı? (Hayatı ve Eserleri); ne tür bir fikirsel yapının mimarı idi? ve hangi nazariyenin kurucusu idi? Önceki benzerlerinden hangi etkileri kabul etti? Ve İran toplumu üzerine, İslâmi dünya görüşüne ve İran halkının inkılapçı hareketi üzerine nasıl bir etki bıraktı? Şeriati'nin düşüncelerine muhalif olanların çıkış noktaları ve kaynakları nelerdir? Şeriati'nin düşünsel faaliyetleri nelerdir ve onun yolunu devam ettirmek ve tamamlamak neden gereklidir ve bu nasıl mümkün olur? Her türlü açıklama ve ayrıntıya girmeden önce, cevaplar öz ve faydalı ya da kapsamlı ve engelleyici olmalıdır ki hem bir çok söylenti ve dedikodu yolu kapanmış olsun hem de detaylı ve doğru tarifler ortaya çıkmış olsun. Hayat Hikayesi Elinizdeki kitap, altı bölümden oluşmaktadır. Aile geçmişi: Çocukluk ve gençliği; gençlik dönemi (fikirsel ve inançsal kişiliğinin



şekillenmesinden Milli Harekete kadar); Avrupa dönemi (Dönüş ve Üniversite); İr şad'dan zindana, ev hapsi, hicret ve şehadet. Ali Şeriati'nin hayat hikayesi, altı döneme ayrılır ki bunlar arasından İrşad dönemi, daha belirgin bir şekilde kendisini gösterir. Zira geçmiş dönemlere nispetle onun düşüncelerinin tebliğinin doruğu ve bağlantı noktası sayılır. Ve sonraki dönem, "Zindandan şehadete" dönemi, onun eser ve sonuç aldığı dönem sayılır. Diğer merhalelerden daha tanınmış olan İrşad döneminin de anlaşılması için önceki ve sonraki dönemlerin detaylı bir şeI! kilde açıklanması gerekir. Elinizdeki biyografi, bu yaşamın bilinmeyen boyutlarının daha fazla tanınmasına katkıda bulunan bir çalışmadır. Bugün onun gıyabında; gizli ellerin ve derin güçlerin, olay ve belgelerin toplanmasıyla, şüphelerin belirmesi, propaganda ve söylentilerin güçlendirilip açıklanması, şüpheye düşürmek ve ithamların fazlalaşmasına el atmak, her yerde her tür hileyle bir imanın, idealin hakkaniyeti olan meselenin aslı unutulsun ve baştan sona çalışma ve çaba olan bir yaşamın gerçeği mücadelelerin, zindanların, şehadet ve onun gerçekleşme yolundaki gölgesinde kirlensin diye çalışanların olduğu bir ortamda, sağlıklı rivayetçiler tehlikeli bir mesuliyet ile karşı karşıya bulunmaktadırlar. İslâm inkılabının üzerinden on beş yılın geçmekte olduğu şu anda Meşhed Edebiyat Fakültesi eski dekanı1 gibi kimseler, ortamı arz-ı endam için uygun bulup vatandaşlarının ve tarihçilerin zihinlerini aydınlatma düşüncesine düşmekteler ve kendi meslektaşı Şeriati hakkında anı yazma adı altında, kendisinin ve başkalarının kişisel notlarına dayanarak ...a yakın olmak amacıyla dışardan laflar serdetmektedirler. Bir yandan da bu yandan havzadan bir takım kimseler, yaşamını din ve inançları yolunda feda etmiş bir kişiyi, işlemediği günahlarla itham etmekte ve töhmet ve iftira ile ve belgeleri değiştirmekle ona bağış lütfunda bulumaktalar! Kaldı ki bu da sahnede hazır olmayan ve kenedini savunamayacak bir durumda olan bir kimse içindir. Her ne kadar onun kendi ifadesiyle: "Temiz adamı da hayatı ve zaman yalnız bırakmaz, yaşamı onu müdafaa eder, ve zaman onu temizler, kirli olanlar asla temizliği barıdıramazlar, her ne kadar..."2 Bizler sadece şunu söylüyoruz ki eğer Ali Şeriati'nin ayakkabısında bir çakıl varsa İslâm inkılabının ilk dönemlerinde dosyaları ellerinde



bulunduran dostları, bugün ücretlerini ve karşılığını alsınlar diye onları bu şekilde gerekli makamlara teslim etmemekteydiler... Bir Hayatın Meyvesi: Karakter "Onları, köklerinden değil meyvelerinden tanıyın." (İncil) Şeriati'yi eleştirenlerin gözünden kaçan ve gizli kalan nokta bu şahsiyetin gidiş, karakter ve ahlâkının onun ideolojik ve toplumsal düşüncelerinden önce gönüllerde yer ettiğidir. Bu sevgi ve manevi konumun yer yer onun kendi görüşlerinin kabul etme ortamını hazırlayıcı olduğu, dost ve düşmanın bu insani değer üstünlüğünü onun yanında açıklamış oldukları bir şekildedir. Onun tavırlarında ve davranışlarında "bilinç, iman ve a-mel"in sebebi olan insanlığın üç boyutu "Akıl, gönül ve irade" birbirleriyle uyumlu bir yapı içinde olmuşlardır. İlk bakışta, değişik ruhsal problemlere bulaşmış iddiacılar güruhuna ve kişisel hastalıklar kısımlarına karşı koyma oranında temayüz eden şey, onun sağlam, samimi insani ve kamusal karakteri idi. O, araştırma ve eğitimine, babasının "Ahlâk" dersi ile birlikte başladı. Her ne kadar soğuk ve mücerred resmi ve klasik "usul" konusunda şüphe ediyorduysa da ve "nasihat" onu tatmin etmiyor ve kendisini rahatlatamıyorduysa da: "Gerçek, iyilik ve güzellik. Bu dünyada bu üçünden başka hiçbir şey araştırma ve incelemeye değmez. Birincisi düşünme ile bilim. İkincisi ahlâk ile, din. Üçüncüsü de sanat ile."3 Ondan sonra, bir diğer adım, aşk ve irfan evindeki gecelemeleri idi, ki bu da ruhsal buhranlar ve felsefi şaşkınlıklar ile başladı. Horasan Sufilerinden tutun da Nihilistlerin ve Avrupa egzistansiyalistlerinin eserlerine kadar, tümü, bu ıstıraplarda ve şüphelerde pay sahibi olmuştur. Son adım, bir taraftan Mev-lana'nm Mesnevi'sı ile yakinen/kesin bilgiye ulaşmak idi, ve Ebu Zerrve Sadr-i İslâm, diğer taraftan. Bu nihai sentez, o karmaşık tümü üzerine hatem mührünü vurdu ve Ebu Zer/den (onun ilk eserinden) Hurr (son eserlerinden)e kadar kırmızı bir hat çizdi. Zira artık "Zülfekar'dan yontulmuş keskin ham bir mızrağa sahipti"! İrfanda, her ne kadar "melamet (kınama, eleştirme) ve şath (tasavvufta Şeriatın zıddı olan sözler söyleme)" sınırına kadar gidiyorduysa da Şeriatın sınırını geçmemekteydi. Sloganlarda da



1 Bkz. Haftalık Ruşeager dergisi, Meşhed, sayı 8, yıl 2, sayfa 1-6.



2 Bütün Eserler, Sayı 13, sayfa. 282 3



Bütün Eserler, sayı 1, s. 247



12 13 özü kabuğa tercih ederdi. Münker olanlara "güzelliğin içeriğinin sadece güzel formunda görüldüğünü" öğretirdi. Ve mü'minlere "aşk çeşmesinden abdest alıp var olan her şeye tekbir getirmelerini" öğretirdi. Daha ilginç olanı da mü'min olanın gönlü kendisini eleştirenin dimağına mani olmamasıydı ve onun özgür ve sorgucu aklı, kendisinde duygu ve sevgiyi, dert ve sevmeyi, aşk ve imanı yok etmezdi. "Hayat nedir? Ekmek, özgürlük, kültür, iman ve sevmek... iman ve sevmek, bu ikisi yeterlidir. Ekmek mi? Ben hiçbir zaman aç olmadım. Özgürlük mü? Sahip olmadığım şeydir. Kültür mü? Allah'a şükür ki zenginiyim... İman mı? Yaşamım ondan başkası içinde geçmedi. Ve sevmek! Şükür ki gönlüm sonsuzca sevebilir"4 Akıl ve hisleri geçtiğimizde bu ikisinin sonucunu "amele matuf olan irade"de görürdü. Hem bundan dolayı da mücadelecileri besleyip överdi: "Beni ne kadar geri bıraktınız!.. Hatta kendi imanımdan daha duru ve güçlü imanları ülkede beslemişim."5 Şehir yöneticiliği anlamındaki siyasete, güç elde etmeğe ve düzen tesis etmeğe yabancı, "siyasetçilik"ten uzaktı. Nasıl olur da "siyaset" kaçkını olunur ve siyaset "zede" olunur? O da kelimenin özel anlamıyla olduğu bir durumda siyaset yapardı. Siyaset, onun nazarında sadece halkın kaderi karşısında "taahhüt" anlamında, insanın özgürlüğü için itiraz ve mücadele ve insanların eşitliği anlammdaydı: "Hayatta en iyi işi, halkımın özgürlüğüve kurtuluşu için mücadele olarak biliyordum. Eğer bu el verme-diyse... öğretmenlik ve yazarlıktır."6 "Fırka"dan bîzar idi ve "hizb"e sadece onun Kur'anî ve ümî anlamıyla inanırdı. Kullanılan ve klasik tüm kavramlara (terminoloji) hakim idi. Her ne kadar merhum Dr. Hamid İnayet'in7 ifadesiyle bu kavramları "serbestçe kullanıyor" idiyse de varlık makamından ve farklı tanınma olgularından yararlanmasından dolayı ve sadece "kıyasi" sınır içinde ve



kullanılabilirlik oranında (dört esas olan kitap, sünnet, bilim ve zaman temeli üzerinde) "ictihad" etmesinden dolayıdır. Yazık ki bu yönü sadece onun eserlerini toplu olarak çevirmiş bulunan ve sırf kendileri için bu 4 Bütün Eserler, sayı 1, s.270 5 Bütün Eserler, sayı 1, s.270 6 Bütün Eserler, sayı 1, s.2 70 7 Modern İslam'da Siyasi Düşünce, s. 270 düşüncenin görüntüleri dayanak olan eleştirmenler tarafından değil, onun dostları gözünde de bazen saklı ve örtülü kalmıştır. Bir tür kişisel uyumluluk, içsel bir tevhid, kendisi, halk ve Allah arasındaki örtüyü kaldırmaktan doğmuştu ve özgürlük, eşitlik ve irfan üçlüsünün "karşılıklı ilgi"nin keşfi idi. Kendinde kaybolmak, kendini aşmak ve miracın doruğundan halkın arasına dönmekti. Halka karışmak ve aynı zamanda kendi olmak. Sağlam bir ruhun "birkaç boyutlu" olması, zıt tasvirlerin devam ettirici olmasına yol açar. Fakat zenginliğin sebebi ve varlık boyutlarının çeşitliliği onun şahsiyetinin kimliğidir. İçselliği kavramış arif meslekli, muttahid ve mücadeleci bir aydın, düşünce ve araştırmanın peşinde olan bir yazar ve öğretmen. İlk kez onu gören bir kişi şöyle demekteydi: "Onda dikkati çeken şey, fıtri bir yapıyla tabii olaylardan hayrete gelmesi, heyecan duyması ve lezzet almasıydı. Sanki onlar, en heyecan verici nutuklar yapan "yunanlı zorba" idi. Kendi dönemindekilerin çoğunun inançlarına genellikle sessiz ve münzevi kalıyordu. Güç sahiplerinin ve saldırgan güçlerin karşısında gururlu ve dayanıklıydı. Ve her tür içten duygulara karşı büyük bir tevazu gösterirdi. Hakikatten "şiddet ve rahmef'in, "zoru söylemek ve dinlemek" kurallarının uygulayıcısıydı. Hiçbir gösteriş yapmadan ve her tür bağdan uzak bir şekilde kalıp, esaslarla resmiliklere mukavemet eder ve savaşa koşardı. Şayet 18 yıl geçtikten sonra hâlâ yaşıyorsa ve kültür ve değerler alanında bir etki ve güç meydana getiriyorsa onun dipsiz ruhunun yanından bir şey hissetmeden geçmenin mümkün olmamasmdandır. Onun fikirlerini eleştirenlerin büyük bir kısmının, onu sevdiklerini görüyorsak bu bile, o kişinin yaşamını ve onun insani karakterini inceleme zaruretini göstermektedir ki bu konu, onun eserlerinden ve fikirlerinden ayrı bir bölümdür. Son söz şudur ki onu sevenler üzerine onun kendisinin de bizleri sakındırdığı, mürit ye şeyh ilişkisi, put yapma, körü körüne bağlılık, dar görüşlülük, çirkini savunma, eleştiriciyi uzaklaştırma vb. gibi kısacası



bağımsızlığı ve eleştirme gücünü kaybetme gibi şeylerden sakınmamızı salık yerdiği tehlike ve bataklıklardan sakınmamız, onun tüm dostlarının omuzlarındadır.



14 15 Eserler Haidger, bir gün Aristo'nun yaşamını şöyle özetledi: "Doğdu, çalıştı ve öldü". Ona göre, bir düşünürün yaşamının özü, onun yaşam olayları değil, hatta onun eserleri bile değil, aksine "düşünce seyri" ve daha çok da onun iç içe olan değişik yollarıdır. O, ölümünden birkaç gün önce Bütün Eserler'inin .başlık sayfasına şöyle yazmıştı: "Eser değil Yol" yoldan daha esaslı olan da müellifin görüşü ile bir ilgisi de olmayan "düşüncenin yapısı" dır.8 Bu bakışaçısmın doğru olan yanı şudur: "bir düşünürün doğru yaşamı, hakikatte, asrın sorunlarına vermiş olduğu en esaslı cevaplar hakkında onun fikirsel değişim seyrinin çizgisidir ki bu yolu eserlerinde takip etmek gerekir. Şeriati'nin eserlerini onun düşüncesinin üç temeli üzerinde yerleştirmek mümkündür: İctimaiyyât, İslâmiyyât ve Keviriy-yât. Üç tür muhatap ile: Halk, Allah ve kendisi. Bir diğer ifadeyle özgürlük, eşitlik ve irfan üçlüsü, ya da karşıtı olan zer, zor, tezvir (para, güç, zor) üçlüsü ki halkı zayıf düşüren üç boyut gibi sürekli tarihe hakim olan sınıfın oluşturduğu üç sınıftır. Bu eserlerin ilkinden sonuncusuna kadar (yani Ebu Zer ve Orta Okul'dan İnsan ve Öze Dönüş1 e ve Hür ve Kendini Yetiştirmek'e kadar) bu kıyas ve ölçü türleri arasındaki bağlantı işlenmektedir. Her zaman için eleştiri ve derinlemesine düşünme ya da tashih ve yüceltilmeyle karşı karşıya olan bu eserlerin kronolojisini de unutmamak gerekir. Nitekim, genel olarak kitaplardan, makalelerden ve yayınlanmış ya da yayınlanmamış el yazılarından, genel ve özel konferanslarından ve dağınık notlarından oluşan Bütün Eserler'indeki konuların "konu" düzenlemesinin gerekliliği, okuyucuyu iki noktadan gafil kılmamalı: Birincisi, onun eserlerinin tamamlanış süreci/kronolojisi ve onların planlanma ve yayınlanma şartlan (mekan, muhatap, değişik konular ve



yüklenilen konumlar açısından) ve yayınlanmış veya yayınlanmamış özel ya da genel mektup ve konuşmaları, fişleri, o-kuma notları, haşiyeler ya da müsveddeler ve kişisel açıklamalar arasındaki ayırımın gerekliliği, ve bir başka ifadeyle, her tür Haidger, Mishel Har, Hem Defterleri, Paris, 1983 edebi ya da itikadi eserinin eleştirisi noktasında "muhkem veya müteşabih ve nasıh veya mensuh" teşhis esasına riayet etmek. Şu ana dek Düzenleme ve Yayınlama Bürosu tarafından yayınlanmış olan ve onun tek güvenilir ve esas eserleri olan otuz beş ciltlik Bütün Eserler"i; bütün yazılarını, konferans ve konuşmalarını, sohbet ve röportajlarını, toplantılarını, kişisel araştırma notlarını, mektuplarını ve özet olarak, Şeriati'nin eserlerinin külliyatını içermektedir. Bundan dolayı, her ne kadar Büro da gelecekte bu eserlerin her biri hakkında daha fazla bilgiyi araştırmak, şekilsel ve görünüm yönündeki eksiklikleri ortadan kaldırmak, kitabın başlığı, kapaktaki isimleri, tanıtımları, konuların tespiti ve yerleştirilmesi yolunda çalışacaksa da okuyucu; eleştiri ve inceleme noktasında kendisi bu tür aydınlatıcı ayrımlarla ilgilenmelidir. Son ve en önemli nokta da şu ki; bu Bütün- Eserler serisi dışında şurada burada dağınık halde yayınlanan her türlü eser, aslı bu Büro tarafından onay almadığı sürece hiçbir güvenilirlik değeri olmayacaktır. Nitekim içinde yaşadığımız bu teknoloji çağında tahmin edilemeyecek derecede ilerlemiş olan çoğaltma, ofset, fotokopi, çalıntı sanatı ve ayrıca bu hatırası canlı kişiye ilgi duyan kimseler az değildir! Biliyoruz ki bugüne kadar birçok eserler, yazılar, şiirler, tercümeler, söz ve anıların nakli kendisine nispet edilmiştir. Bundan dolayı, her türlü eser, her ne şekilde olursa olsun zaman, mekan, el yazısı, kağıt, muhatap, ilgi ve içerik açısından değerlendirilmemiş ise her ne kadar "fotoğraf, ses ve el yazısı" şeklinde de olsa bir geçerliliği yoktur ve itibar edilemez. Ve daha evlâ bir yolla, siyasal teşkilâtlar, sansür ve hüküm ehli kimseler, düşman ve tanınmış tezgâhlar aracılığıyla (selâmet ve sadakat ölçüsü açısından) bayraklaştırılması durumunda. Fikirsel Yapı Şeriati'nin adı, İran'da ve ayrıca diğer müslüman ülkelerde, İslâm İnkılâbı Hareketi'nin "ideolog"u olarak tasvir ve tespit edilmiştir. O, en büyük başarısını "bilinçsiz ve mirasçı bir kültür ve geleneğin bilinçli ve seçilmiş bir amaç ve ekole dönüşmesi" olarak niteliyordu. Hiç şüphe yok ki o diğer çağdaş müslüman ıslahatçı



16 17 ve ihyâcıya oranla aydın genç nesli daha çok düşman güçlerin ve karşıt ideolojilerin fikri-siyâsi hücumları karşısında silahlandırdı. Ve eğer İran'da Çağdaş İslâmi Düşünce böyle bir derinlik ve niteliğe sahip ise üstünlük ve yüceliğini hiç şüphesiz Şeriati gibi çehrelere borçludur. Etkisinde Kaldığı Kişiler İlk önce babası, Üstad Muhammed Taki Şeriati, din penceresini bir iman mesabesinde ve yeni bir tarifle yüreğine ve dimağına açtı ve git gide ona derinlik bağışladı. Daha sonra Ebu'I-Hasan Furuği, Mühendis Mehdi Bazergan ve Talekani'nin düşüncelerinin etkisinde kaldı. Mitterling, Hidayet, UNESCO, Kafka vb. varlık dünyasını "kevir=çöl" olarak görsün diye "yokluk ve abes"in acı tadını ona tattırdılar. Cari, "dua"yı, Pelan ve Einstein, "ilim ve din" ilişkisini, Mevlana, Aynü'l-Kudat, Bu Said, Şeyh-i Şehidvb... "irfan'\. Eğer milli kurtuluş yolunu doğru bir şekilde açtıysa, Talekani ve Bazergan bu yolu mekteb (kitaba dönüş nidası, akıl, ilim ve özgürlük ile silahlanma) yardımıyla düzelttiler. Nahşeb, Allah'a ibadet etme ile şirk sınırını, toplum içindeki sömürenler ile sömürülenler arasmdakini şekillendirdi. O zaman, Cevdet es-Sahhar, Ebu Zer"\ ona gösterdi; Massignon, yeni bir gidişi, İslâm'ın manevi tarihini tahlil konusunda bir başka bakışı; Hallaç, Selman ve Fatıma ve...; Berque, onun tarihi ve içtimai boyutunu. Gurtvitch, Max VVeber'den bu yana gelen batının son toplumbiliminin son ürünlerini, ilmi ve eleştirel Marksçılığı. Sartre, Egzistansiyalizm yolunu, Haidgercilik köklerine doğru ve ... Tüm bunları bir yana bırakırsak onun tarihsel ve inançsal öncüleri, birisi yolu açan Seyyid Cemal 'dir, bir diğeri de bu yolu genişleten ve düzelten İkbal'dir. Etkileri Şayet Şeriati'nin hareketinin en esaslı etkisini bir formül halinde özetlemek istersek şöyle dememiz mümkündür: Tarihi hendeğin üzerinde, aydınlar ve halk arasında diyalog ve düşünce alışveriş köprüsünü kuran en başardı İran'Iı aydındı. Hiçbir za-



man İslâm ülkelerinin hiçbir aydını, bir örümcek ağı misali her taraftan etrafını sarmalayan kötü ve uygunsuz propagandaya rağmen böyle bir etki ve yaygın bir sevgiyi kazanamamıştır. Burada, onun eserlerinin dünyanın konuşulan dillerinin çoğuna özellikle Türkiye vb... İslâm ülkelerinin dillerine tercüme ve çeviri hareketinin üzerinde bir başka uygun zamanda durmak üzere işaret şeklinde geçeceğiz. Şeriati'nin Suriye'de toprağa verilmesinden sonra Afrika'nın kuzeyinden Uzak Doğuya kadar olan bölgeler ve dünyanın İslâmi-inkılabi hareketleri O'nun ismi ve eserleriyle tanıştılar, O'nun yaşamı ve eserleri konusunda inceleme bölümleri, bilimsel kurumlarda açtılar, (örnek olarak Dünyada Şeriati adlı kitaba bakılabilir.) Diğer çağdaş müslüman düşünürler üzerindeki etkisi incelemeyi gerektiren bir başka alanın konusudur. Başkaldırı Kaynağı ve Eleştirinin Gerekliliği "Bizim bu çağdaki düşmanlarımız: Emperyalizm, materyalizm, kapitalizm, faşizm, siyonizm, irtica ve fikirsel çöküş..., kısacası, bir yandan materyalizm ideolojisi, diğer yandan emperyalizm teorileri, içerden ise, burjuvazi ve kendine yabancılaşmaktır."9 "(İslâm inkılâbının biseti karşısında) emperyalizm düşmandır, marksizm ise rakiptir."10 Vahhabî komünist, yakalı molla, dinî burjuvazinin kalıntıları, ideolojik hasta, uygulanmayan tahsilat, İslâmi Marksizm düşünürünün beyni, CIA ve Savak memuru, edebi uyuşmuşluk, sanatsal anarşi ve... Şeriati'nin bugüne kadar yayılmış olan değişik renklerdeki sayısız düşmanlarından birkaçıdır. "Çevredeki sosyal ve kültürel siyasi şartlar, benim dilim ö-zelliğim, benim çıkarımlarım, benim kişisel konumum benzeri bir çok etken; araştırma yapan, anlayan, garazsız ve marazsız olan ve hüküm veren güruhların aksine çarpık düşünceliler, tahrifler, suizanlar, şaibeler, zehirlemeler, ithamlar ve hatta çalıntı sözlerin nakli; hakkındaki doğru ve kesin düşüncelerimin çok 9 Bütün Eserler, sayı 1, s. 176. 10 Bütün Eserler, sayı 1, s.213. 9 9 18



19 ilerlemesine neden oldu ve fikri ekolümün külli esaslarını slogan şeklinde şekillendirmem de bundandır: 1. Kızıl ve kara sömürü ve emperyalizm karşısındaki dayanağım "milliyef'tir. 2. Batının Frenk sultası karşısındaki dayanağım kendi tarih ve kültürümdür. 3. Marksizm, egzistansiyalizm, nihilizm, materyalizm, i-dealizm, doğu tasavvufu, hin t irfanı, hıristiyanlığm ahlâki zühdü, batının maddi omanizmi ve tüm geçmiş ve şu anki ideolojik akım ve hareketler karşısında: İslâm 'dır. 4. Değişik îslâmi tüm fırka ve anlayışlar arasında anlayışım Şia 'dır. Burada fikri eleştirilerin hesabını siyasi karşıtlarınkinden a-yırmak gerekirdi. Doğru dürüst eleştiri ve inceleme tefekkürün derinleşmesine, araştırılmasına ve yücelmesine yol açar. Ve bu kanalın güçlendirilmesine çalışılmalı. Garaz ve marazın karışmasıyla artık doğru dürüst bir ilmi mukabeleden söz etmek mümkün değildir ve dümen şahsi ve siyasi muhaliflerin eline düştü. Ebu Zerr'cesine görüntüleri ve değerlerin zıddını ezmek ve hatta boş yere cevap vermemek tepkileri en iyi süsleyen şeydir: "Ben görüntülerini eziyorum, onlar beni". Ne yazık ki yapıcı ve esaslı eleştiriler, kimi zaman yaygaracıların yaygaraları arasında yok olup gidiyor. Yine de muhaliflerin tetkiki, aydınların, gerçek âlimlerin, fikri ve usıılî eleştirmenlerin teşviki ile diyalog kapısının açılması, konular alanında görüş alış verişinin yapılması, bu yolda telâş göstermek hak yolunu sevenlerin üzerine farzdır. Yolun Devam Ettirilmesi ve İşin Olgunlaştırılması "İslâm, zamanın bu diliminde, kendi "ideolojik varlık" dönemini geçirmektedir. Tıpkı bi'set yıllarındaki ilk varlık dönemi gibi."11 Bizim inkılabımızın tüm olgunlaşmazlıklarının temel sebebi, kültürümüzün olgunlaşma döneminin tamamlanmamış olmasıydı. Şeriati, ipuçlarını belirleyebilmiş ve genel bir programı 11 Bütün Eserler, sayı 1, s.85ve210. gözler önüne serebilmişti. Ondan sonra, iş yarım kaldı. Buna uygun güçlü çehreler, bu parlak görevi devam ettirmek için İnkılap sürecinde ve özellikle de ondan sonra ya düzenleri doğru dürüst bir şekilde değiştirme anahtarının, değerleri ve halkın düşünce tarzının değiştirilmesinde saklı



olduğundan bihaber ve bunun aksinin İhvan'm "mezar taşı"nda yazıla olana benzeyeceğinden gafil olarak siyasete çekildiler ve sağ sol yaptılar ya da damın öte tarafına düşmüş bir halde her tür toplumsal taahhüdünden elini yıkayarak inançsal ve cevheri taraftarlıklarım da kaybettiler, yalancı akademik ve kültürel hassasiyetler bataklığına gömülüverdiler. Şeriati'yi Şeriati yapan da bu inceliklerin korunmasıydı. Olgunluk dönemi, temel ve metot istiyordu. İslâm'ın ilk kaynaklarına hakimiyet ve içinde bulunduğumuz çağda insanoğlunun son fikirsel değişimleri konusunda ondan hayati konuları ve inkılabi kültürü çıkarabilmek. Bu program uzun süreli bir proje idi. Bu yol süresince, toplumsal taahhüdü korunması, halkın ve ezilmiş' kesimlerin hayati ihtiyaçlarının en belirgin alanını kavramak ve buna cevap vermek bile kendi başına bilinçli ve aydınca çeşit çeşit âfet ve inhirafların tuzağından sakındırma etkenidir. Tüm bu etken ve sebepler, Rönesans hareketinin başarısındaki gibi bir sapmak bu yolun etkin öncüleri tarafından söz konusu oldu. İç şartlara ilave olarak uygun olmayan dış etkenler de belirleyiciydi: Esaretler ve hicretlerin düşmanca ortamları, bu şehid âlimin arzularının gerçekleşmesine mani oldu ve onun üzüntülerini arttırdı. Şeriati, kendisinden sonra devam ettirilmesi gereken yolu bizlere gösterdi ve bu yolda yürüyeceklerin kimliğini de yazdı: Böyle bir gerekliliği kavramış olan ve dönemleri olgunlaşma basamakları olarak değerlendiren kimseler; Allame İkbal, "birinci hayat yeniliği"nin dönemlerinin itikadi bir "bina yeniliği"ne gereksinim duyduğunu düşünüyordu. Bugün, bizler, bu tür bir bina yeniliğinin kendisinin bir yıkıcıya gereksinim duymakta olduğuna inanıyoruz. Değerlerin pörsümüşlüğü ve kalbi, kötü yararlanma aşırılığından bizleri, yeni bir bakış açısına ve o yapının yapıcı unsurlarının tahlil ve yeniden yapılanmasına çağırır. Eski çatışmacı yapıların ve hak olmayan bağların yeniden nazari ve eleştirel bir denemeden geçirilmesi gerekir. Tüm bunlar, hâlâ bir yolcunun kimliğinin yarısıdır. Bu özgürlük bağışlayıcı bildi-



20 21



riye ve insanlık onuruna, dönem hazırlayan bildirileri ilan etmeye kendilerini adamış kimseler, ahlâkî ve insanî belirgin bir kısımla bezenirler ve kendi yaşamlarını bu "meslek"e vakfederler. "İbadet, hareket ve mücadele" yoluyla salâhiyet yaratan bir yapılanma şeklinde. Bir sonraki adım, yolun belirlenmesinden ve hareketin hazırlanmasından sonra yük ve sorumluluk yüklenmedir: Kaynakları elde etmek (İslâm tarihinin derinliklerindeki yer altı yolunun ve modern dünya ile konuşma dilini öğrenmek) uzun bir süre (bilimsel araştırma ve inanç tebliği tarzı bilimini tanımak) ve ondan sonra kaynaklara (metinlere) inmek. Amaç nedir? İçtihad silahını elde etmek ve ilkönce felsefi (Dünya ve İnsanı görme) ve hukuki (özel alanlardaki belirgin konulardan medeni hukuka kadar) iki boyuttaki "yapıyı yıkma". Yalnızca bu tür ön hazırlıklar ve araçlar ile silahlanmakla adaletçi ve irfani bir demokrasi, tevhidî dünya görüşü ve ekolu, yüce bir İslâm yolunda toplumsal davete, inkılabi taahhüde müspet bir cevap verebilir. Şehid Dr. Ali Şeriati'nin Eserlerini Düzenleme ve Derleme Bürosu Birinci Bölüm Çocukluktan Gençliğe (1312-1332/1933-1953) Yetiştiği Coğrafi - Tarihi Mekanlar Ali'nin doğduğu yer olan Kahek ve büyüyüp yetiştiği kendisini her yanıyla bağlı gördüğü Mezinan12 konusunda tarihsel açıdan, elde yeterli bilgi mevcut değildir. Sadece Hududü'l-AlartĞs. Mezinan'dan Behmenabad gibi- "Rey yolu üzerinde küçük bir kasaba" diye söz eder ve: "Onda ziraatle uğraşılır" diye de yazar. Tarih-i Beyhakta da buradan, Beyhak'ın oniki ilçesinden biri olduğunu ifade eder ve İmam Muhammed b. Hamaviye, hakkında Arapça şiirler söyleyen fazilet ehli edip Ebu Sa'd Es'ad b. Muhammed el-Mezinani'nin adını zikreder ve onun adının açıklama bölümünde şöyle der: "Kahek, Beyhak'ın ilçelerinden olan Mezinan'a bağlıdır." Daha çok coğrafya bilimine dayanan yeni kaynaklar da yalnızca bölgenin coğrafi sınırlandırılmasıyla yetinmişlerdir, "Mezinan, Sebzvar kasabasından Daverzan bölgesinin 10 km güneyinde bir köydür. Kuzey tarafından merkezi köylere sınır12 Ali'nin Kahek'li mi yoksa Mezinan'h mı olduğu konusunda uzun bir süre, bu iki ilçenin değerli halkı ve araştırıcılarının ihtilafına ve eziyet çekmesine konu olmuştur. Kahekliler, bir çok değerli kişinin söylediğine ve eldeki belgelere dayanarak Şeriati'nin Kahek'te doğduğunu ve çocukluk



dönemini de burada geçirdiğini ileri sürüyordu. Mezinan'lılar da Şeriati'nin her yerde kendisini Mezinani olarak tanıttığını "Kevif&t kendi köklerini Mezinan'da aradığına işaretle Mezinan'h olduğunu savunuyordu. Babası da Kahek'te doğduğunu doğrulayıcı tarzda şöyle demektedir: "Yoksa bir kimse trende doğduysa trenli mi olur? Ben Mezinanlıyım, Doktor Mezinan'lıdır, bizim İhsan da Mezinanlıdır". İhtilafın boyutu, öyle bir dereceye vardı ki Kevir Çölü kenarından geçerken "Şehid Öğretmen Şeriati'nin Doğum Yerine Hoş Geldiniz" benzeri bir tabela bazen bu taraftaki yerleşim biriminde bazen de diğer yerleşim biriminde a-sılı görülüyordu. Bu ihtilaf zahiren, Şeriati'nin düşünceleriyle iç içe olmuş her iki yerleşim birimindeki gençler tarafından çözümlenmiş ve Şeriati'nin Kaheki-yi Mezinani olması kararlaştırılmıştı. 22 23 dır. Güneyden Kalşur'a (Harturan), batıdan Şahrud kasabasından Abbasabad bölgesine, doğudan Sebzvar'a sınırdır. Bu köy, Culgih bölgesindedir. Bu bölgenin bazı köylerinin arazileri tuzlu ve kullanılamaz bir durumdadır. Geliri tahıl, pamuk, çavdar olup halkın uğraşı, ziraat ve hayvancılıktır."13 Bu bilgiler, Mezinan'm tarihi coğrafyasına dair elde edilen bilgilerdir. Mezinan, diğer İran köyleri gibi fakirliğe esir olmuş ve tabiatın kahrına uğramış bir köydür. Sakinlerine yaşamayı çekilmez bir hale getirmiş, sert ve merhametsiz bir çöl. Yakıcı bir güneş ve kimya özelliğine sahiptir. Açık bir gökyüzüne ve gece kuyruklu yıldızlara sahiptir. Bu toprakların insanı hiç konuşmaz, alçak gönüllüdür, sadık ve samimidir. Zor ve sıkıntılı yaşam koşulları, buraya gelen yolcu ve misafirleri hiç. sorgusuz olarak sofralarına çağırmaya asla engel olamamıştır. Onlarla bir müddet oturup rahata ererler ve görmedikleri yerlerden kendilerine göre sınırlı olan dünyadan bir şeyler sorup öğrenirler. Bu köklü gelenek ve bu dostluk bilgisi ile olan etken; bu yörenin ahalisinin diğer yöre insanına kıyasla yaratılış düzeninden daha fazla bir idrake sahip, konuşma ehli, bir dereceye kadar fazla konuşkan ve görüş sahibi olmalarına konu olmuştur. Arazinin susuz ve kuraklığı ve tabiatla savaşın sonuçsuz kalması, daha iyi bir yarma olan ümitsizliği tamamen kaybetmeksizin, bu çöl halkında bir tür kanaat ve rıza meydana getirmiştir. Fakat Mezinan'lılar için çöl:



"Coğrafya şeklinde görünen bir tarihtir."14 "Aşkabad, güçlü ve gururlu insanlarıyla küçük bir köy ve sanki kocaman bir buzdolabından çıkmış bir soğuk su kaynağıdır."15 Ve Mezinan'lı için, öyle bir yerdir ki "O'nun ailesinin geleneğinin hatırası, iyilerin ve ataların unutulmuş hikayelerinin sessiz aktarıcısıdır."16 Çöl, "yerin sonudur, yaşam alanının sonudur, çölde sanki bir başka alemin sınırına yaklaşıyoruz. Ve felsefenin daima sözünü ettiği ve dinin sürekli ona çağırdığı tabiatötesini çölde gözle görmenin ve hissetmenin mümkün olması bundan dolayıdır."17 13 İran Coğrafya Sözlüğü, 2. Ve 9. ciltler 14 Bütün Eserkr,\3, Hebut derKevir(Çök İniş), Tahran, 1367, s. 33 15 a.g.e., s.235 16 a.g.e., s.246 17 Sütün Eserler,\3, Hebut der Kevir(Çöle İniş), s. 252 Çöl, "yalnızca ben ve bizin sazlığı değil, bizim insanımızın da sazlığıdır ve bizim hepimizin ruh, düşünce, din, irfan, edeb, görüş, yaşam, kader, huy, yapı ve alınyazımızın da sazlığıdır." *' Çöl, Ali'nin kişiliğinin şekillenmesinde büyük etki yapmış bir' yataktır. Fakat onun değişik ruhsal yapısını daha iyi tanımak için onun aile geçmişini ve kendisinden önceki yakınlarının kültür birikimini incelemek gerekmektedir. Aile Geçmişi Şeriati'nin ataları hep din büyüklerinden ve ileri gelenlerinden idiler: Molla Kurban Ali, Şeyh Mahmud ve Üstad Muham-med Taki Şeriati, her biri kendi döneminin birer din âlimi olup dünyadan ve ona bağlı olan her şeyden kaçış eğilimi, onların ortak yapısıydı. Ahund-i Hekim olarak tanınan Ali'nin büyükbabasının (dedesi) babası, Molla Kurban Ali, eski Buhara, Meşhed ve Sebzvar medreselerinde öğrenim görmüş ve Hekim-i Esrar (Hac Molla Hadi Sebzvari)ın seçkin öğrencilerinden sayılan filozof ve fakih bir kişiydi.18 O günlerden kalan yazışmalarından19 açıkça görülüyor ki Alıund-i Hekim ile "Esrar"20 mahlaslı, Hatemü'I-Felasife lakaplı Hac Molla Hadi Sebzvari arasında öğrencilik- hocalık ilişkisine ilave olarak bir nevi dostluk ve birliktelik de mevcuttu. Zira o, bundan önce hikmeti/felsefeyi, hikmet konusunda Hekim-i Esrar ile tartışan ve kimi görüş sahiplerine göre, ona üstün gelen 18 Ali, kendisi de bu konuya vakıf biriydi. Kendisi babasının dedesi Ahund-i



Hekim'den gördüğü etki konusunda şöyle der: "Ondan (Ahund-i Hekim) benim için anlatılan şeyler ne kadar lezzet vericidir. Benliğimin derinliklerinde bulduğum meçhul köklü duyguların çoğundan bulduğum tabii kaynaklar bu hikayelerdendir. Ve bu hayret verici bir muayene ve sevinç verici bir mükaşefedir! Şunun gibidir ki benden ve hallerimden benim ruhumun merhamet ve özelliklerinden ve bu alemden önceki yaşamımdan ve doğumdan önceki yaşantımdan bu hayatımın öncesinden söz ediliyor gibidir." Bütün Eserkr,\3, s. 241 19 Üstad Muhammed Taki Şeriati ile söyleşi, Yusuf Hanali, Sürüş Dergisi, yıl 1, sayı 3, 27 Urdibehiş 1358, s.20 20 Panişveran-ı Horasan, Gulamrıza Riyazi,



24 25 dayısı Allame-i Behmenabadi'nin21 yanında almıştı. Allame-i Behmenabadi'nin vefatı zamanında Ahund-i Hekim taziye törenine katılmak amacıyla Behmenabad'a gelir. Bu esnada, Mezinan halkının idari işlerinden sorumlu Ağa Muhammed adındaki dini hükümetin naibi, halkı Ahund'u karşılamak üzere Behmenabad'a gitmeğe ve ondan Mezinan'ın ruhanisi olmasını istemeğe teşvik eder. "Sonunda halk, hocayı ısrarla Behmenabad'dan Mezinan'a getirir ve kendisi için hâlâ eski haliyle duran bir ev satın alırlar. Hoca, bir süre sonra köy sınırları içinde kendisinden istenilen ve gereken şekilde yararlamlmadığmı görür ve gitmeğe karar verir, fakat merhum Ağa Muhammed, halkın da yardımıyla Mezinan caddesinin alt tarafında yaklaşık onaltı hücresi olan bir ilmiye medresesi yaptırır."22 Ağa Muhammed de hocayı kalmaya teşvik etmek için evinin bir bölümünü medreseye bağışlayıp oraya katar ve hocayı orada kalıp tedriste bulunmaya razı eder. Herhalde Ahund-i Hekim, her ne kadar sahip olduğu içsel ilgilerine göre amel edip büyük bir çoğunluk onun bildiklerine muhtaç olan büyük bir kesimi nasipsiz bıraktıysa da hayatının sonuna kadar (h.k. 1318) aynı köyde kalır.



Hekim'den Mahmud, Ahmed, Hasan ve Hüseyin olmak üzere dört çocuk geriye kaldı. Babasının vefatı esnasında eski ilimleri öğrenmekle uğraşan Mahmud, Mezinan halkının ısrarıyla kendilerine namazda imamlık yapması ve ilmiye medresesinin müderrisliğini yapması için oraya getirtildi. O da bu görevi kabul etti.23 O kendisine kalan mirasla yetinerek yaşamını sürdürmekte ve Mezinan medresesinde verdiği fıkıh ve usul dersi saatleri dışında geriye kalan vaktini Mezinan bölgesindeki (Daverzen, Bize, Abrud, Siviz, Behmenabad-ı Kelate ve Ganiabad) halkın işlerine ayırmaktaydı. Şeyh Mahmud da babası gibi ömrünün sonuna dek Mezinan'da kaldı ve kendisinden geriye dört evlat (Masume, Kurbanali, Muhammed Taki ve Ağa Mirza Muhammed) bıraktı. Ali'nin babası, Üstad Muhammed Taki Şeriati, 1286/1907 yılında dünyaya gelir ve onyedi yaşına kadar Mezinan'da kalır. Aynı yerde amcası ve babasının yanında öğrenim görür. Daha sonra öğrenimini devam ettirmek üzere .kendisinden önce Meşhed'e giden kardeşlerine (Kurbanali24 ve Ağa Mirza Muhammed) yetişir ve dönemin meşhur medreselerinden olan Fazıl Han Medresesinde öğrenime başlar. O, kısa bir süre için de Edib-i Nişaburi'nin (Büyük Nişaburi ya da I. Nişaburi) öğrenciliğini de yapar. Bir süre II. Edib'in derslerinden de faydalanır. Bu iki üstadın huzurunda Mukaddemamı sona erdirdi. Bu arada "NihengüTÜlema" olarak bilinen Hac Mirza Ahmed'den edebiyat, fıkıh ve usulü, Hac Mirza Hasan-ı İrtiza'dan lümaateyn'i (Şerh-i Lümaa I ve II) ve Kazım Damegani'den Mealim ve Kavanin'i alır. Üstad, 1309'dan 1311 'e kadar Milli Şerafet ilkokulunda öğrenime başlar ve resmi öğrenimini tamamlamasıyla eşzamanlı olarak orta dereceye kadar devam eder. Bu yılda (1311/1932) Kahek bölgesinden bir köy kızıyla evlenir. Üstad Muhammed Taki Şeriati'nin eşi Zehra Emini, köylü, mütevazi ve duygusal bir kadındı. Aileye karşı vefa, toplumsal onura karşı hassasiyet ve kanaat gibi köylülük asalet ve ahlâkı, onun kişiliğinin görülür özellikleridir. "Refah rengi taşımayan ve maddi ihtiyaçların temininin kolaylıkla giderilemediği bir yaşantıda Zehra Hanım, büyük bir uğraşla ailenin fakirliğini saklar, ailenin gelirini, eşi ve evladına harcar ve onları kendine tercih ederdi, kendisi ise genellikle daha basit elbise ve yemeklerle yetinirdi."25 "O, ümmi olma-



21 Allame-i Behmenabadi, kelam, hikmet ve fıkıh üstadıydı ve Behmenabad'da Mezinan yakınındaki bir köyde inziva da yaşıyor olmasına rağmen şöhreti Tahran, Meşhed, İsfehan, Buhara ve Necef'in ilmi merkezlerinde dilden dile dolaşıyordu. Allamenin hikmet ve zekası Kaçar şahmın onu başkente davet edecek bir dereceye vardı. Fakat yalnızlık vesvesesi ve kaçış aşkı onu o kargaşadan Behmenabad'm inziva köşesine çekti. Bütün EserJer,$ayı: 13, s. 293 22 Pejum-Cafer, Üstad Muhammed TakiŞeriatıArmağanı, s.100 23 Suruş dergisi, s. 20 26 24 Kurbanali, Mescid Gevherşad'm 1314 yılında öldürülmesi olayından sonra Mezinan'a gitti, durumun sakinleşmesinden sonra tekrar Meşhed'de döndü. Fakat görünürde Mezinan halkının ısrarı Şeyhin içsel eğilimiyle buluştu ve onun oraya yerleşmesine yol açtı. Böylece, Şeyh Kurbanali, kendi geçmişlerinin halk velayetine üstlenme görevini hakkıyla üstlenmek üzere Şeyh Mahmud'un yerine geçti. Şeyh Kurbanali, "güçlü bir zevk, şiir ve idrak ile dopdolu bir alim idi ve olağanüstü bir değerlendirme gücüne sahipti ki sürekli kitap üzerind: uyanıyor ve kitap üzerinde uyuyordu." Bütün Eserler,say\: 13, s. 242 25 Şeriati ailesinin büyük damadı Abdülkerim Şeriati Bey 27 sına (okuma-yazma bilmemesine) rağmen eşinin sahip olduğu özel konumunu gereğince idrak ediyor, ve her ne kadar düşünce noktasında eşinin seviyesinde değil idiyse de şefkat noktasında kendisi için şefkatli bir yardımcıydı. Onun için üç şey çok önemliydi: Ailesi, mahrumlara hizmet ve dua kitabı."26 "1314/1935 yılındaki örtünün çıkarılması olayından ve Rıza Han'ın ruhaniler için getirdiği sınırlamalardan -ruhanilik elbisesinin giyilmesi için şehrin karakolundan izin alma gibi -sonra ayrıca geçim sıkıntısının baş göstermesinden dolayı Mu-hammed Taki Bey, ruhanilik mesleğinden çıkıp kültürel (fiili eğitim ve öğretim) alanına girer.27 Bu tarihten 1320/1941 yılma kadar, değişik liselerde verdiği derslerin ve aynı şekilde eski eğitim usulünü takip etmenin yanında serbest araştırma ve incelemelerle de uğraşır. Muhammed Hüseyin Zeki'nin ilkönce Meşhed'in Azadi gazetesinde daha sonra da bağımsız bir eser şeklinde yayınlanan



"Avrupa'daki Müslümanların ve iranlıların Sanatının Etkisi" adlı kitabın tercümesi bu dönemin ürünüdür. Tudeh partisinin 1320/1941 yılında kurulmasıyla birlikte Üstad Muhammed Taki Şeriati'nin kültürel faaliyetleri bir başka renk alır, değişik konu ve olaylarla belirgin bir şekilde karşılaşması özellikle bu partinin ideolojik kaynağı olur. Tudeh partisi o esnada özelde elli üç kişinin genelde de evrensel Marksistliğin geleneksel mücadelesinin desteğiyle toplumun bir kısmında özellikle de kültürel alanlarda ve yapılanmalarda o güne dek hiçbir siyasi grup için görülmemiş kökler salar. Üstadın faaliyetlerinden bir örnek, öğrenci evlerindeki gezici oturumların düzenlenmesiydi. Küçük kardeşleri Tahir Ahmedzade'nin yardımıyla ve evinde düzenlenmesiyle oluşturulan bu oturumların birine, Tahir Ahmedzade bey de katılır. Bunun sonucu bir tür kendisi ile Üstad Muhammed Taki Şeriati arasında bir gönül bağı ve uyum oluşur. Bu oturumların Ahmedzade'nin evinde devam etmesi ve daha sonra "İslâmi Gerçekleri Yayın Merkezi" nin kurulması bu fikir birliğinin sonraki ürünlerindendi. 26 Ali'nin küçük kızkardeşi Betül (Efsane) 27 Üstad Muhammed Taki Şeriati ve Dr. Ali Şeriati'nin dostu ve dava arkadaşı Tahir Ahmedzade Bey İslâmi Gerçekleri Yayın Merkezi, 1323/1944 yılında Üstad Muhammed Taki Şeriati'nin İslâmi düşüncelerine ilgi duyan bir grup insanın yardımıyla kuruldu ve hedefi, bisetten sonraki uzun dönemler boyunca kesintiye uğramış İslâmi gerçeklerin tebliğ edilmesi idi. Merkezde haftada iki oturum düzenlenmekteydi. Birisi konuşmaya, diğeri de Kur'an tefsirine özgüydü. Oturumların ikisi de Üstad Muhammed Taki Şeriati tarafından düzenlenmekteydi. Tahir Ahmedzade Bey'in ifadesiyle, yeni bir faaliyet şekli olan Kur'an'dan ayetlerin okunması, öğrenciler tarafından yazılmış kimi makalelerin okunması, ilgi duyan bayanlara bir odanın ayrılması, Merkeze katılım amacıyla bildirilerin hazırlanması gibi faaliyetler de bu Merkezin diğer faaliyetlerindendi. Merkezin fikri ve fiili hareket planı sorumlularının diliyle şöyle şekillenmiştir: İslâmi Gerçekleri Yayın Merkezi, kendi fikri ve ameli hareket planını açıkladığı bir "program"ı yayınlamakla Üstad Şeriati'nin rehberliğinde bir hareket başlattı ki onun esas hedefi "İslâm ve müslümanlarm hayatının



yenilenmesi" idi. Bu sonsuz hedefin gerçekleşmesi için aşağıdaki noktaları kendi faaliyetlerinin şartları olarak kabul etmiştir: 1. Kur'an'a dönüş, İslâm'a, ondan almamız gereken ve halkın düşüncesi ve vicdanı üzerinde etkili kılmamız gereken ve okunması, düşünülmesi ve amel edilmesi gereken kitap ve din ve mezheb olarak açıklanan bütün inanç, hareket ve âdetlerimizi onunla ölçmemiz ve doğrulatmamız gereken yegane terazi olan asıl kaynağa dönüş. Hazırdaki Vahiy ve Nübüvvet adlı kitap çok açık bir şekilde şu hakikatin göstergesidir: İtikadı' usullerde (ister dini usuller ister mezhebi usuller) hangi ölçü ve nitelikte Kur'an 'a dayanır ve ayet-i kerimelerden nasıl bir şekilde maarif usullerinin tümü çıkarılır, tespit edilmiştir. 2. İslâm 'm dayandığı ikinci temel olan ve bugün aramızda terkedilmiş ve meçhul kalmış Sünnet'in ihyası. 3. Doğru İslâm'a girişin esas kapısı olan ve temiz ve doğru düşünen öğretmenlerin, bir başka ifadeyle, Kur'an 'ı ve Sünneti kendilerinden öğrenmemiz gereken ilmi ve ameli hatadan masum olan İtret'e dayanma, 1. 1. 28 29 4. Avamın hurafelerine, gulatın aşırılıklarına ve bidatlara, aşırılıklara, İslâm ruhuna ve Şia gerçeğine aykırı merasim, tören ve kutlamalara karşı mücadele, inançların ilmi ve mantıki tahlili, Şia hareketinin ve gerçek İslâm 'm kesintiye uğramış gerçek görülen çehresi olan Aşura mektebi ve Hüseyni inkılabın hükümleri, sebep, anlam eser ve hedeflerinin incelenmesi, "İslâmi tebliğaf'ın Kerbela hareketi felsefesine dayandırılması ve genel anlamda İslâmi gerçeklerin yaygınlaştırılması ve Ehl-i Beyt i-mamlarmm ve Ali mektebinin hareket planının yegane bilgilenme etkeni olarak görülmesi, müslüman halkların kurtuluşu, İslâm ruhunun ve mektebinin tanınması. 5. İslâm'ın görüntüsü ve ilerici bir kültür olarak, sadece, nefis tezkiyesi ve ferdin Allah ile manevi bağlantısı şeklinde sınırlı değildir. Aksine medeni bir toplum, güçlü bir ekonomi, sınıflaşma karşıtı özgürlükten yana, zulümden ve sömürüden, fikirsel, hukuksal ve siyasal kölelikten' uzak bir sistemi kurmaya çalışır ve her bir insanı halkların yaşamı karşısında hatta



insanlığın kaderi karşısında sorumlu olarak görür. Hakikate itaat etme ve adaletin gerçekleşmesi, yeryüzünde varolan cehalet, zulüm, fakirlik ve zilletle savaşmayı her müslüman'm İslâmi bir görevi olarak niteler. 6. Şia kaynaklarının itikadi, mantıki ve tahkiki dayanaklar yoluyla Şia ve Ehl-i Sünnet arasındaki ihtilafların bilimsel ve fikirsel ihtilaflar olarak incelenmesi ve onun incelenmesinin iki mezhebin âlimleri, sözcüleri ve yazarları tarafından yapılarak "dış düşman karşısında müslümanların vahdeti/birliği" esasına inanmak. Dış düşmana ve onların dahili işbirlikçilerine, ortamı, İslâm'ın zayıflaması ve müslümanların kardeşlerini öldürmesi ve İslâm dünyasında Şia'nın ilmi ve içtimai onurunun zedelenmesi için uygun hale getirecek olan fırsatı verecek; birbirini kötüleme, yerme, açıkça lanetleme, cahilce gösteriler, kin belirtisi. olan tahrikler ve ayrılığı getirecek taassuplar yerine; yakınlığı, samimiyeti ve birlikteliği sağlayacak olan bu "dış düşman karşısında müslümanların vahdeti/birliği" esasına inanmak. 7. Bugün mezhep/din olarak revaçta olan her türlü şeyin yeniden gözden geçirilmesi, yol alırken müslümanların yeni saldırılar karşısında İslâm'ı; ilmi, mantıki ve bilinçli bir şekilde savunmak, tarihin akışından haberdar olmak ve toplumun özel30 Jikle de genç neslin ihtiyaçlarına cevap verme gücünü bulmak için İslâm 'ı; aydınlar arasında, bilim ve düşünce dünyasında ve zıtlıklar karmaşası içinde ve bu asra özgü olan taraftarlıklar karşısında açıklaması, yeni medeniyetin sömürgeci arayışlarının saldırısı ve batının fikirsel ve kültürel sömürüsü karşısında durabilmesi ve kendi risaletini halkların uyanışı yolunda topluma hareket ve hayat bağışlama yolunda ve müslüman kardeşleri arasında izzet, istiklal, hürriyet ve sorumluluk ruhunu canlandırmak için ve en son olarak da halkların duygu ve düşüncesini körelten, iradi ve içtimai zayıflılığmı getiren tüm etkenlere karşı kendi mukaddes cihadını yeniden başlatmak için evet tüm bunlar için yeni bir plan ve projenin çizilmesi ve zamanla uyumlu İslâmi bir tebliğ dilinin, geleneğinin ve şeklinin vücut bulması."™ Bu' dönemde Üstadın hedefi kendi değimiyle, "dini küçük düşüren ve hurafelerin yayınlaşması noktasında dini araç yapan dindarlık türüyle mücadele"dir. Üstadın Kur'an Tefsiri derslerinin ardından, pazar alanları daralıp sönükleşen Meşhed'in kisveli ruhanilerinin kendisiyle muhalefet kapısında karşılaşmaları bundan



kaynaklanmaktadır. Bu şekilde yayın organı ve merkezi, dini kisveler ve Tudeh partisi taraftarlarınca sürekli saldırı ve eleştiri konusu olmuştur. Dr. Muhammed Musaddık rehberliğindeki İran Milli Hare-keti'nin 1949-51 (1328-30) yıllarında revaç bulmasıyla Üstad, İran halkının özgürlük istemleri hareketine katılır ve İslâmi Birlik toplulukları tarafından düzenlenen onyedinci dönem seçimlerinin başlamasından önceki referandumda 5375 oyla adayların başında şehir halkının güven oyunu alır. Üstad'ın Meşhed'den seçilmesi dış sömürgeciler ve ona bağlı saray için kesinleşince Kuds-i Razavi bölgesinin Şahabad temsilcisi Seyyid Cemaleddin Tehrani, Hüseyin Melik ve Horasan ordusu yoluyla seçimlere müdahale ederek ve öngörülen adayın seçilmesi için oyların çalınması ile bağımsız seçimlerin yapılmasına engel olup, Üstad'ın meclise girmesine engel olurlar. Böylece Meşhed seçimleri 15 Urdibehişt 1331 yılı Cumartesi günü Devlet bakanlığı temsilcileri tarafından lağvedilir. 28 Pejum, Cafer, Üstad Muhammed Taki Şeriatı Armağanı, s.69. 31 1329/1930 yılında, Ayetullah Kaşani Mcşhed'e bir yolculuk yapar ve Üstad Muhammed Taki O'nun huzurunda organın merkezinde hareketin teyidi noktasında bir konuşma yapar. 1330/1951 yılında, yani Musaddık'ın başbakanlığı döneminde hareketi destekleyici çok büyük bir gösteri düzenlenir. Meşhed halkı, İran ve İngiliz Petrol Şirketi tabelasını indirir ve "Milli İran Petrolü Şirketi" tabelasını asar. Üstad Muhammed Taki, yıllardır yapmış olduğu dini konuşmalarla meşhur olduğu için bu şirket binasının üstüne çıkıp bir konuşma yapar. Ertesi yıl da Birleşmiş Milletler hükmünün ardından Meşhed'de genel grev ilan edilir ve Üstad Şeriati bir daha Gevherşad Mescidi'nde hareketi destekleyici bir konuşma yapar. Aynı yıllarda başka gösterilerde de Meşhed'in bugünkü Şehidler Meydanında Belediye balkonuna çıkıp Musaddık hükümetini destekler yönünde açıklamalarda bulunur. 1331/1952 Tir ayı olaylarıyla, yani Musaddık'ın azli ve Kıvam'in (Kıvam'ın üç günlük hükümeti) seçilmesiyle eş zamanlı olarak azınlıktaki (fraksiyon) Nahzet-i Milli (Milli Hareket) genel grev ilan eder. Üstad, bu konuyu Meşhed halkına ilan ederek onları fraksiyonun görüşlerinden bilgilendirir ve onları korumayı halka salık verir. Celaleddin Farsi'nin bu konudaki bir hatırasını zikretmek yersiz olmasa gerek: "...1331/1952 Tir ayı otuzuncu günü gecesi, tekrar Merhum Kaşani'nin davetiyle, Meşhed halkından yaklaşık elli bin kişi, Dr. Musaddık'ın



yeniden başbakanlık görevine getirtilmesi için desteklerini ilan etmek üzere aynı meydanda toplandılar. Kıvamü's-Sultana ünlü şiddetli konuşmasının ardından "Gemiciye bir başka siyaset geldi" unvanıyla askeri düzeni kurunca, silahlı bir grup asker ateş saçan oklarla topluluk arasında duruyorlardı. Yarınki -30 Tir 1331-genel grevin ilanı, Muhammed Taki Şeriati tarafından başlatıldı. Şu içerikteki ibareleri kapsıyordu: Ey insanlar! Beyler! Dr. Musaddık'ı desteklemek ve yeniden başbakanlığa atanmak için yarın genel grev ilan etmemi istemektedirler. Şayet ben yarın genel grev ilan edersem ve fakat sizler grev ilan etmek istemezseniz hiçbir faydası yoktur. Bundan dolayı size soruyorum: Yarın genel grev ilan etmek istiyor musunuz? Topluluk şöyle haykırdı: Katılıyoruz, boykot ediyoruz. Kendileri sordular: Sizden yana ilan etmem için kaç kişisiniz? Topluluk şöyle haykırdı: Elli bin kişi2" Üstad şöyle dedi: Elli bin şerefli Meşhed halkı tarafından yarın genel boykot ilan edilmiştir. O günün ertesi günü Meşhed'de genel grev vardı. Üstad Şeriati'yi, polis gözaltına aldı ve birkaç saat sonra serbest bıraktı. "M Dr. Musaddık'ın yeniden göreve gelmesi ve altı aylık isteklerin, yani Ayetullah Kaşani ve Dr. Musaddık arasındaki ihtilafların aleni olduğu zamanın geçmesiyle Merkez, olaylardan edindiği değerlendirmelere dayanarak Musaddık tarafını tuttu ve Ayetullah Kaşani'ye Meclis Başkanı unvanıyla bir telgraf göndererek Musaddık'ın isteklerinin uzatılmasını istedi. O, 30 Tir 1331'den sonra hareketi desteklemeye devam etti. 1332/1953 Ferverdin ayında arkadaşlarıyla birlikte "Şah'm sorumluluklarını kısıtlama" tasarısını gösteriler düzenleyerek konuşmalarla ve başbakana telgraf gönderme şekliyle savunur, buna cevap olarak Dr. Musaddık da şu içerikte bir mektubu Üstad'a gönderir: "20 Ferverdin 1332 tarihli değerli telgrafınız bana ulaştı ve sonsuz teşekkür ve memnuniyetlerime yol açtı. Bu hükümetin halkın çoğunluğunun iyi niyetleri neticesinde var olduğu ve kendi takviye ve hidayetinden kısıntıya gitmeyen bir milletin desteğiyle her zaman desteğine devam edeceği benim için bilinmez bir şey değildir. Bundan dolayıdır ki mesaimi halkımın isteği doğrultusunda harcamaktan başka bir görevim yoktur ve yüce Allah 'tan bu hizmetimi başarmayı diliyorum. Dr. Muhammed Musaddık'31



Milli Hareket'in yenilmesiyle rejim kendi maslahatlarına dayanarak Merkez'i kapatmadı, belki de durumun değişmesiyle Merkez'in yetkili kişilerinin de Musaddık'ın yolunu terk edecekleri ümidiyle kapatmadı. Oysa şundan gafildi: "Merkez, bundan böyle açık olması Cuma ve Cumartesi geceleri konuşma yapıl29 Celaleddin Farsi, Karanlık Taraflar adlı kitaptan naklettiğine göre, Meşhed'in o zamanki nüfusu yüz bin idi. 30 a.g.e., s. 12-13 31 26 Çarşamba 1332 Ferverdin ayı "Siyah-Beyaz Gazetesi", sayı: 51, s. 2 29 29 32 33 ması, büyük bir topluluğun buraya gelmesi ve gizli bildirilerin burada elden ele dolaşması ve kararların alınması nedeniyle Musaddık taraftarlarının merkezi oldu. Bu dönemde Milli Mukavemet Hareketi de Tahran'da kuruldu. Mühendis Mehdi Bazergan, Ayetullah Talekani ve Ayetullah Ebu'1-Fazl Zencani, bu harekette faaliyet gösteriyorlardı. Aynı şekilde Meşhed'de Milli Mukavemet Hareketi gizlice kuruldu, üyelerinin büyük çoğunluğu Merkez'in elemanlarıydı. Bu cümleden olarak Dr. Şeriati de bu hareketin üyesiydi. Merkez'de, bu esnada yapılan konuşmalar, sadece koku veren, hissettiren konuşmalar idi ve o günün ifadesiyle, sembolik ifadelerle İslâm'dan söz ediliyordu, fakat İslâmi hikayeler ve İslâmi olaylar öyle açıklanıyordu ki dinleyici açıklanan bu şeylerin günün meseleleri olduğunu rahatlıkla ve tam olarak anlıyordu."32 "Bu tarz 36 yılma kadar devam eder. Bu yılda, Milli Mukavemet Hareketi, konsorsiyum hakkında bir bildiri yayınladı ki yeni kurulan Savak'm'1 şiddetli tepkisine yol açtı." Hareketin üyeleri ilçe merkezlerinde tutuklanırlar. Meşhed'den Merhum Asayiş, Tahir Ahmedzade Bey, Üstad Şeriati ve Ali tutuklananlar arasındaydılar. Bir askeri u-çakla Kızılkale hapishanesine nakledilirler. Bu tutukluluk, bir süre devam eder ve Merkez de kapanır. 1336-39/1957-60 yılları arasında Üstad Muhammed Taki, Meşhed İlahiyat ve İslâmi ilimler Fakültesindeki Kur'an tefsiri ve Nehcü'lBelağe dersleri, oturum, vaaz ve tebliğ ile uğraşmanın yanında haftada bir



kez de Ayetullah Seyyid Muhammed Hadi Milani'nin evinde Kur'an tefsiri vermekle de uğraşırdı. Amerika'da Kenedy'nin işbaşına gelmesiyle ve onun İ-ran'daki siyasi yaptırımlarıyla birlikte yarı açık bir siyasi ortam oluşur ki bu da Merkez'in tekrar açılmasına neden olur. Ondan bir yıl sonra, yani 1340/1961 yılında ilk defa olarak Merkezin 32 Cafer Pejunı, Üstad Muhammed Taki Şeriati Armağanı, s. 289 33 Mahmud Talui'nin tercüme ettiği İki Elçi adlı kitapta (İki Elçinin Anılan, Şah'ın düşüşünün sırları ve İran İnkılabında Amerika ve İngiltere'nin Rolü, yazarlar: Wilyam Solivan-Amerika'nm İran elçisi- Sör Antony Parsonz-İn-giltere'nin eski İran elçisi) VVilyam Solivan'm anılan bölümünde (s. 95) şöyle denilmektedir: 195 7 yılında CİA örgütü yeni bir istihbarat teşkilatının plan ve tasarısını Şah'a verdi ve kendisi onun kurulmasında ve teşkilatlanmasında görev aldı. Ülkenin bilgi alma ve güvenlik teşkilatı adıyla adlandırılan bu teşkilat kısa bir süre içinde kısa adıyla yani Savak olarak ünlendi. öncülüğünde Aşura münasebetiyle bir gösteri düzenlenir ki bu, halkın toplanması için bir bahaneydi. Ahmedzade Bey bu konuda şöyle der: "Gösteriden önceki gece, ben ve Üstad'ı karakola götürdüler, karakol komutam: Her ne pahasına olursa olsun bu gösterinin engellenmesi gerektiği emri bize ulaştı dedi. Ben bu tür noktalarda Üstad'm kendine özgü bazı tavırları olduğunu bildiğimden ve daha önceden de kararlaştırdığımızdan bu tür yerlerde Üstadın cevap vermesine fırsat vermiyordum, ben: biz ilan ettik, topluluk yarın gelecek, iptal ettiremeyiz ve etmeyeceğiz dedim. "34 Bu gösteri sırf onun siyasi içeriği açısından Aşura felsefesi hakkındaki tebligat ve aydınlatmayı içeriyordu ve Ahmedzade Bey'in ifadesiyle: "Aşura tarihinde ve İran tarihinde ilk gösteri sayılıyordu." Merkez'in buna benzer bir gösteri yapmayı amaçladığı 41/62 yılındaki Aşura'da, Ahmedzade Bey tutuklandı ve gösteri sınırlı, etkisiz ve önceki yılın taşıdığı siyasi yükü taşımaksızın düzenlendi. 42/63 yılında Ahmedzade üçüncü kez tutuklanıp Merkez tekrar kapatıldı. Çocukluk ve Gençlik Yılları Ali, Kahek'te doğdu. Annesi, şefkat ve sevgiyi istisnasız herkese karşı besleyen bir köy kadınıydı. Ali, zarif insani duygularını, ruhsal gücünü ve inancının temel taşlarını annesinden e-manet almıştı.



Yedi yaşma kadar Ali'nin duygu ve düşüncelerinde etki yapmış kişilerden, annesi, babası, Ali'nin büyükbaba ve büyükannesi, annesinin çok yakın arkadaşlarından olan Kahek mektebi sahibesi ve çocuklara Kur'an dersi veren Molla Zehra'yı saymak mümkündür. Ali, annesini çok severdi ve ona çok bağlıydı. Her ne olursa olsun onun isteklerini yerine getirmeye çalışırdı. Annesiyle çok samimi bir şekilde davranır ve hiçbir şeyini ondan saklı tutmazdı. Babasına karşı da saygıya değer bir gözle bakar ve onun hesabını çok sıkı yapardı. Örneğin şayet para 34 Cafer Pejum, Üstad Muhammed Taki Şeriati Armağanı s. 291



34 35 isteyecekse annesine bakar ve yavaşça elinin iki parmağını birbirine sürterdi. O da bu hareketle, oğlunun para istediğini anlar ve onun isteğini yerine getirirdi. Ali'nin anne ve babası, duygularını içlerinde saklayan duygusal kişilerdi ve görünürde çocuklarına karşı nazlı davranmaz sevgi ve şefkatlerini açıkça göstermezlerdi. Ali'den sonra kız kardeşi Tahire dünyaya geldi, ondan sonra da hastalıkları nedeniyle ölen iki erkek çocuk doğdu. Ali, evin tek erkek çocuğu ve bundan dolayı da çok sevilirdi. Ali uykudayken annesinin" başucuna gidip de onu okşadığı çok zamanlar olmuştur. Ali'nin gözlerini kapatıp yatağına uzandığı bir gece, annesi onun uykuda olduğunu sanarak başucuna oturmuş o çok nazik ve şefkat dolu elleriyle onun başını ve yüzünü okşar ve onu öper. Bu tür muhabbet ve sevgi işaretleri Ali için o kadar çekiciydi ki ertesi gün bu konuyu yaşıtı ve oyun arkadaşı olan amcasının oğluna anlatırdı. Ali, aile efradından, "şöyle yap, böyle yapma" sözleriyle annesinin rahatsız olmasına yol açan kişileri sevmezdi ve her zaman annesinin üstün kişiliğinden, tevazusundan, şefkatinden, sabır ve tahammülünden övgü ile söz ederdi. O anneannesini ve babasını çok severdi. Yakınlarının ifadesine göre, babaannesi çok güçlü ve dindar bir kadındı. Hatta öyle ki eşi şeyh Mahmud E-fendi (Ali'nin büyük babası) vefat ettikten sonra onun köydeki boş yerini dolduruyordu. Ve evleri, halkın sorunlarını çözmek için kendisine müracaat ettikleri bir merkez idi. O etkili ve kendi ayakları



üzerinde durabilen, sözleri köy halkı tarafından kabul gören bir kadındı. Bundan dolayı çocukları ve torunları ondan büyük ve özel bir saygı ile söz ederlerdi. Ali henüz 10 yaşından büyük değilken amcasına gönderdiği bir mektupta, mektubun içine koyduğu üç Tümen ile büyükannesine bir ayakkabı satın almasını ister.35 Anneannesinin sevgi ve muhabbeti ise bir başkaydı. Böyle tek ve böyle tatlı bir toruna sahip olmaktan dolayı büyük bir zevk ve mutluluk duyan yaşlı ve saçları ağarmış bir kadın olan bu hanım, Ali'yi diğer torunlarına oranla kıskandıracak oranda severdi. "Büyükannem, Ali'ye özel bir ilgi duyardı ve gözü ona ilişince hemen genellikle içinde yiyecek bir şeyler sakladığı sandığının yanma gider ve içinden bir şeyler çıkarıp ona verirdi. Gözleri fazla görmediğinden ve kıyafetleri fazla iyi teşhis edemediğinden bir gün ben, onun yanma gidip Ali'nin yerine ondan büyük bir nar almıştım. Elbette o, biraz sonra bunun farkına vardı ve narı elimden aldı ve Ali'ye verdi. O da onu kendisiyle benim aramda paylaştı.,&b Ali'nin anneannesinin arkadaşlarından ve yaşlı bir kadın o-lan Molla Zehra, evinin odalarından birini köy çocuklarının içinde, Kur'an'ın otuzuncu cüzünü ezberlemeleri için tahta sandalyelerle döşemişti. Ali de bu Kur'an'ı yeni öğrenenlerden birisiydi ama kendine özgü şivesiyle: "Bir gün Ali Kur'an okuduktan ve Molla Zehra 'nm sorularına cevap verdikten sonra onun dalgınlığından yararlanarak sınıftan çıktı ve avlunun ortasında bulunan iğde ağacına çıktı ve oradan bize baktı. Ali, ağacın üzerinde bize bakıp komik hareketler yapıyor ve bizleri güldürüyordu. Molla Zelıra, bizim gülüşmelerimizle dışarıda olanları fark etti ve dışarı çıkıp ısrarla onun aşağı inmesini istedi. Çok inatçı olan Ali, bir süre Molla Zehra'yı oyaladıktan sonra sonunda aşağı indi. Fakat Molla Zehra, kendisinin en zeki ve açıkgöz öğrencisi olduğundan onu uyarmadı. "37 . Ali, 1319/1940 yılında, yedi yaşındayken, Meşhed'deki İbni Yemin İlkokulu'na kayıt yaptırır. Fakat memleketin durumunun kötüye gitmesi ve bunalım içinde olması -Rıza Şah'ın uzaklaştırılması ve ülkenin ittifak güçleri tarafından işgal edilmesi -nedeniyle Üstad, ailesini köye gönderir. Ali de ister istemez mektebe geri döner. Rahmetli Şeyh Abdullah Şeriati (babasının bağlılarından), mektebin hocasıydı ve Kur'an, Hat ve Molla Ahmed Neraki'nin Mi'racü 's-Saadet kitabını öğretirdi. Ali, hat sanatına



büyük bir ilgi ve başarı gösterdi ve Mi'racü 's-Saadet kitabına da değer verdi. Şeyh'in söylediği her konu Ali'nin soru ve şüphele-



35 Bu mektubu daha sonraları akrabalarından birisi -Hüseyin Mansuri Bey onun hatırası ile saklanmış ve korunmakta olan mektuplar arasında bul muştur. Bkz. Ekler, Mektuplarve el yazıları örnekleri. 36 Ahmed Emini, Ali'nin büyük dayısı. 37 Kasım Emini, Ali'nin dayısı, (Ali'nin dayıları genellikle onunla yaşıttılar.) 36 36 36 37 riyle karşı karşıya geliyordu ve Şeyhin cevapları doyurucu gelmediği takdirde bu kez Ali'nin babası ve büyükbabası, bu yükü omuzlayıp ona cevap vermeliydiler. Meşhed'de nisbi bir rahatlama ve güvenin sağlanmasıyla birlikte Ali ve ailesi yeniden Meşhed'e gelirler. O da İbni Yemin İlkokuluna yeniden başlar. Onun ders okuma konusundaki hassas ruhu ve başı havalarda oluşu daha bu yıllarda kendini gösterir. Birçok şahidin de olduğu üzere, Ali, derse, yazıya ve okula karşı soğuktu ve kendisine verilen ödevler konusunda çok düzensiz, ağır ve tembeldi. Kendisi bu konuda şöyle der: "Daha o zamanlarda, bu sana özgü sı fa Harındandır. Yalnızlığa ve sessizliğe eğilim, kendi kendisiyle konuşma ve düşünme, ödevlerdeki tembellik, olağanüstü bir dalgınlık, her şeydeki düzensizlik ve umursamazlık, kitap, kalem, defter ve okul ar aç-gereçlerinin olmaması, derse, sınıfa, okula ve öğretmene karşı soğukluk, kitap okumaya ve sayfaları evirip çevirmeye olan aşk..., babam çoğu zaman yakınıp fırça atardı: Bu nasıl çocuktur, bütün bu öğretmenlerin bana gelip seni şikayet ediyorlar. Kaldı ki sen gece gündüz kitap okuyorsun, okuduklarından da



bir şey anlamıyorsun. Bir Sciat de kendi ders kitaplarını okusan ne olur? Bu çocuk okuma konusunda ne kadar cömertse ders çalışmada da o kadar da cimri birisidir. Sanki ders ve yazıya düşmanmış gibi bir hâl içinde. Gece yarılarına kadar, hatta gece yarılarından sonra saat bir-ikiye kadar benimle oturur ve kitap okur, bir-iki kelime de kendi derslerinle ilgili bir şeyler oku ve ödevlerini yap denildiğinde de hemen işi sabaha bırakır. Ve sabah vakti çorapla-. rmı ve elbiselerini ararken ve okuluna da geç kaldığı halde oturup ödev yapmaya başlar. Dizleri tutuşur, ne yapacağını şaşırır ve rahatsız olur. Babacığım, sen ayağa kalkıp çoraplarını arama peşine düştüğünde ve okula gitmek üzere yola koyulduğunda kendi işinden başka hiçbir şeyle ilgilenmiyorsun.,aB İlkokulun ilk yıllarında, Ali'nin ailesi henüz Kahek ve Mezinan'la ilişkilerini kesmemişler. Çocuklar yaz aylarında anneleriyle birlikte Kahek'e giderlerdi. Fakat Üstad, yoğun siyasi ve kültürel faaliyetleri nedeniyle ailesiyle birlikte gidemezdi ancak bu gidiş gelişlerde mektup aracılığıyla onlarla bağlantısını kesmezdi. Ali'nin eğlenceleri güvercin uçurtmak, yüzmek ve eşeğe binmekti... Mezinan ve Kahek köyü çocuklarıyla birlikte oyunlar oynamaktı. Güvercine karşı büyük bir ilgi duyardı ve güneş batımı esnasında köy çocuklarının kuyu başına gelişleriyle Ali de onlarla birlikte gelir ve büyük bir kilim parçasıyla kuyunun başını kapatır ve bu şekilde güvercinleri yakalarlardı. Meşhed'de de birkaç tavuk ve horoz beslenirdi ve Ali her gün büyük bir zevk ve aşkla onlara yem ve su verir, onlarla ilgilenirdi. Civcivlerin doğması ona çok büyük bir zevk verirdi. Nitekim Kevir adlı kitabında bu sevgisini "Evlat Sevgisi" başlığı altında dile getirmektedir. Kimi zaman güvercinlerin uçuşunu seyretmek için evin damına çıkardı. Bu hareket ona büyük bir heyecan verirdi. Ailesinin sahip olduğu bu özel konum ve şartlarda babası, çocuğunun bu tür şeylerle ilgilenmesini sevmezdi ve Ali'den ısrarla bazen de öfkeyle bu tür çocukça işlerden elini çekmesini isterdi. Ali de babasına karşı büyük bir saygı içinde olmasına ve onun sözünü tutmasına rağmen karşı çıkar türden bir söz söylemeksizin bildiğini okumaya devam ederdi. Tüm bunlarla birlikte komşu çocuklarıyla çok az arkadaşlık kurar ve boş vakitlerinin büyük bir kısmını evde geçirirdi. Halasının oğlu Asğar Bey şöyle anlatır: "Aile reisi olan babamın vefatından sonra evin reisliği annem Masume Şeriati'nin



omuzlarına bindi. Arazilerin işletilmesi ve tahılın toplanması işi de bizim omuzlarımıza binmişti. Bir gün köylülerden birisi, anneme, şiddetli rüzgar ve fırtınadan dolayı ürünü bir an evvel yerden kaldırmamız gerektiğini söyledi. Ve sanki benden başka bu işi yapacak kimse de yoktu. Annem benden ve o esnada Şeviz'de19 bulunan Ali Bey'den yardım için çöle gitmemizi istedi. Biz sabalıtan akşama kadar çölden eve buğday taşıyıp onu ambarlara dolduruyorduk. Akşam vakti yorgun ve tozlu-topraklı bir halde eve döndüğümüzde annem, bizim hamama gitmemizi istedi. Köyün hamamı gündüzleri kadınlara, akşamları da erkeklere özeldi. Akşam vakti her ikimiz, elimize bir çıra alarak hamama doğru yola çıktık. (Zira o za-



38



Bütün Eserler, no: 33, Birinci bölüm s.6-7.



39



Sebzvar Kahek'inden bir km. uzaklıkta olan bir köy.



38 39 manlar köyün hamamında ışık yoktu). Çırayla birlikte hamamın hazinesinin10 ağzına kadar geldik. Ve orada rahat bir düşünceyle sohbete koyulduk. Kendimizi daha yıkamadan sohbete başladık Ali konuşuyor ben de onu dinliyordum. Onun sohbeti gerçekten tatmin ediciydi. Elbette söylediği konular aklımda değil. Zira zamanın geçişi bunları zihnimden alıp götürdü. Bizim birkaç saat geç kalmamızdan dolayı büyük bir endişe içine düşen annem, bizi bulmak üzere birilerini gönderir. Annem tarafından gönderilen kişi gelip bizi o sıcak sohbet içinde hamam yaptığımızı görünce hayrete düşerek bize öfkeyle sohbeti bırakıp eve dönmemizi istedi. Biz daha yeni saatlerce bu hamamda oturduğumuzu ve yıkanmadığımızı anladık." Ali'nin halası oğlu yine şöyle der: "Bir gün akşamüzeri Ali ile birlikte "Mü'min-abad'*1 yakınlarında bulunan eski bir kaleye gitmeye karar verdik. Orada, o günlerde tüccar ve kervanların uğrak yeri olan ve haftanın üç günü kervanların orada



konakladığı eski bir kervansaray vardı. Ali ve ben, bu kaleyi görmek için gittik fakat çok geç bir vakitte oraya vardık. Gece karanlığında Şeviz'e dönemeyeceğimizden dolayı Ali'nin önerisiyle gece orada uyumaya karar verdik. Normalde insanlar gece vakti orada tek başına kalmaya cesaret edemezdi. Hatta gündüz vakti bile çok az kişi oradan gelip geçerdi. Korku ve titremeyle bir kilimle yayılmış olan ve içinde bir de fanus olan iki kapılı bir odada kaldık. O gece kervansarayın diğer odaları boştu. Gece yarısına doğru çok korkunç sesler duyduk. Bir ömrü halkı korkutmakla geçirmiş kötü rulıların sesine benzer sesler duyduk. Bu kale çevrede bu tür seslerin varlığıyla meşhurdu ve herkes bundan korkardı. Ali de öyle. Fakat her ikimizin de üzerinde bir korku hakim olmasına rağmen, Ali sürekli bana, "Uyu, bir şey yok" derdi ve kendine özgü umursamazh-ğıyla rahatına bakıyordu. 40 Hazine, o günkü hamamlarda sıcak suyla dolu havuza benzer bir yerdir. Hamama giden kimseler, yıkandıktan sonra temiz bir duş almak için bu raya girer ve kurulamrlardı. Çünkü o dönemlerde köy hamamlarında sıcak ve soğuk duşluklar bulunmamaktaydı. 41 Mü'min-abad, Kahek köyüne kuzeybatıdan 2 km. uzaklıkta bulunan bir köydür. Sabah olunca, gece duyduğumuz sesin ne olabileceğini araştırırken kervansarayın alt katlarında bağlı olan bir öküz gördük. Gece gelen sesin kaynağının da bu öküz olduğunu anladık." Onun hızlı olduğu konusunda da hikayeler anlatılır. Dayıları Ahmed ve Kasım Emini beyler şöyle aktarmaktadırlar: "Babamız (Ali'nin annesinin babası) neşesi yerinde olduğunda bize eşeğe binmemize, sokak sokak dolaşmamıza, çöle gidip etrafta volta atıp neşelenmemize izin verirdi. Biz en tembel eşeği Ali'ye vermek için gayret ederdik. Ali Bey'in, ömrünü tembellikle geçirmiş bu dilsiz dörtayaklıyı koşturma noktasında gösterdiği çaba ve gayret gerçekten görülmeğe değerdi. "*2 Ali, babasının kendisi için bir bisiklet almasını çok isterdi, fakat ailenin uygun olmayan ekonomik şartları ve her şeyden daha çok da babasının onun hızı çok sevdiğinden korktuğundan bu tür bir isteğin yerine gelmesine engel oluyordu. Bununla birlikte o, bir bisiklet kiralayıp da gönlünün istediği yere gitmesi için haftalık parasını toplardı. Hatta



öğretmen Okuluna gittiği ve makale yazdığı zaman sonunda kendisi için satın alınmış olan bisikletle Horasan Gazetesi kurumuna giderdi ve yine de çok hızlı kullanırdı. Araba da onun için tıpkı o eşek ve bisiklet hükmündeydi. Tek üstünlüğü de onu daha fazla sürebiliyor olmasıydı. İlkokulun sonlarında ve lise döneminin başlarında onun köye geliş gidişleri daha azaldı. İslâmi Gerçekler yayın organının faaliyetlerinin artmasıyla ve Üstad'ın evine gidiş gelişlerin artmasıyla birlikte yaz yolculukları onlar için daha az gerçekleşmeye başladı. Bundan dolayı Ali'nin uğraşı daha çok okuma ve araştırma idi. Boş zamanlarının büyük bir kısmını babasının kütüphanesinde geçirirdi. Babası, onun geceleri uykusuz geçirmelerinden endişe duymaya başladı. Ali, ilkokul altıncı sınıftayken gözbebeklerinden birinin üzerinde bir leke oluşur. Babası, onu gece geç vakitlere kadar kitap okumaktan alıkoyar. Fakat ondan sonra Ali'nin odanın perdelerini çekip önceden olduğu gibi okumalarına devam ettiğini farkeder.43 Ali onüç yaşında liseye 42 Kasım Emini, Ali'nin dayısı. 43 "İki Öğretmenin Gözünde Ali Serişti", Muhammed Germsari Beyin Üstad Muhammed Taki Şeriati ile röportajı, s. 37-38. 42 42 40 41 başlar.41 Daha önce de zikredildiği üzere, bu dönem onun felsefe ve irfan dünyasına girişiyle eşzamanlıdır. Kendi ifadesiyle; "Beynim bu dönemde felsefeyle olgunlaşıyor ve gönlüm irfanla ısınıyordu. Her ne kadar daha büyüklerim benim iizerime korku salıyor ve kendim de yavaş yavaş hüzün ve dertle tanışı-yorduysam da (birincisi felsefe armağanı, ikincisi irfan hediyesi) her halükarda doluydum, doymuştum ve lezzete doymuştum... yalnız şu vardı ki evet işim zordur, derdim ağırdır ve lezzetli olan, tatlı olan ve mutluluk ve eğlendirici olan her şeyden mahrum idiysem de anlıyor olduğum, düşündüğüm, iyi olduğu... ahmak olmadığım yetiyordu. "*5 Bunda önce okuduğu kitaplar, normal basit kitaplardı. Vitaminler, Sarhoş Kadın, Sinema Tarihi (Neler Biliyorum dizisinden), Sefiller vb... Fakat bundan sonra sürekli özel felsefeyle ilgilendi ve Mitterling ve



Anatol Franz'ın düşüncelerine merak saldı. Beynine el atanlar da bu ikisiydi... Sonra irfana bağlılık... İlk dönem yazılan Cüneyd, Hallaç vb. büyük ariflerin güzel sözlerini toplamaktan ibaretti. Aşağıdaki cümle bu dönemin notlarm-dandır: "Sahraya yürüdüm, aşk yağmıştı ve yer ıslanmış, ve tıpkı insanın ayağının gülizarda (gül bahçesi) batışı misali benim a-yağım aşka batıyordu."46 Felsefi düşünceler ile irfani teemmüllerin birbirlerine olan zıtlıkları bir yandan, miras yoluyla sahip olduğu imanı bir diğer yandan, bu onüç yaşındaki gencin çok derin bir bunalımın içine girmesine yol açar ki yine onun ifadesiyle; "Mitterling gibi büyük bir beyni ayaktan düşürmüştü."47 Onun bu dönemdeki şüphe ve tereddütleri daha çok felsefi ve varlıkbilim yanı ağır basıyordu. Varlık, mebde', yaratılışın başlangıcı ve sonu vb. konular. Bu konular, onun dini düşüncelerinin yanında yer alınca iç dünyasında bir kavga başlardı. Ni44 1325 yılında uzun yıllar devam eden eğitim sistemi şöyleydi: İlköğretim dönemi (altı yıl), lise dönemi iki şekli kapsardı. Birinci şekil (üç yıl), ikinci şekil de (üç yıl) olurdu. İkinci şeklin üçüncü sınıfından sonra öğrenci istediği branşı seçebiliyordu. 45 Bütün Eserler, no: 33, Birinci cilt, s. 9. 46 Bütün Eserler, no: 33, Birinci cilt, s. 9. 47 Bütün Eserler, no: 33, Birinci cilt, s. 8. tekim, "vücud"un ta kendisi olan felsefenin en temel ve aynı zamanda en açık bir esası çözememiş bir zihin, nasıl olur da kültürel ve tarihsel bir geçmişten doğan dini esaslara inanabilirdi. Çaresi yoktu, onun zihni bu karmaşık düşünceleri taşımaya ve onun vücudu, varlık gücünün yükünü ki ağırlığının farkına varmıştı -taşımaya yetmiyordu. Dağlık bir yer vardı, oraya giderdi. Bir havuzun, güllerin, otların ve dinlenmenin olduğu bir yerdi. İnsanlar, oraya günlük yorgunluklarını gidermek, kemiklerini yumuşatmak, bir anlık da olsa rahatlamak ve ekmek derdini -ki hayatlarının bir gerçeğiydi -bedenlerinden ve ruhlarından uzaklaştırmak için giderlerdi. Fakat o, her şeye veda etmek için giderdi. Yaşamın onun için bir cazibesi yoktu. Havuzun kenarına gitti. Her şey onun omuzundaydı, ilk kez olarak ölüm ve yaşam onun güçlü ellerindeydi. Sonsuz bir zaaflık içindeki güç! Fakat hayır, hayır, aniden babasının sayısız kitaplarının arasında Mesnevinin de olduğu aklına geldi. Evet Mevlana da vardı. Hayatın çile, keder olduğu,



vehim, şüphe ve baştan başa ibham ile dolu olduğu doğrudur. Ancak insanın oturup da Mesnevi okumasına değiyor. Ali, henüz onüç-ondört yaşında olduğu bu dönemde Mesnevinin sahip olduğu irfan yardımıyla düşünsel ve ruhsal bataklıklardan kendisini koruyabildi. Meşhed Firdevsi Lisesinde Geometri48 dersi hocası olan Ali Muhammed Şeriat Razavi49 adında ciddi bir hoca vardı. Şeriat Razavi Bey bir anı olarak şunları anlatır: "Seriati, her zaman geometri dersi ödevlerini yapmamış bir halde derse gelirdi. Bir gün öğrencilere; "Geometrisi olmayan kim varsa dışarı çıksın" dedim. İki üç kez geometri alıştırması yapmamış bir halde sınıfa gelen ve o gün de alıştırma yapmamış olan Şeriatı', hızlıca fakat soğukkanlı bir şekilde sınıftan çıktı. Teneffüs zilinde arkadaşlarımdan birisi bana; "Dışarı çıkardığın bu öğrenci Üstad Şeriati'nin oğludur" dedi. Ben de; "Biliyorum, kendim de Üstad Şeriati'nin derslerine gitmeme rağmen onun bu 48 Cebir ve matematik dersleriyle ilgili önemli bir ders. 49 Öğrencisinin düzensizliğinden ve az iş yapmasından hoşlanmayan bu ağırbaşlı öğretmen ile yakın aile olmak ve onun ailenin damadı olması kararlaştırılmıştı. Ali'nin bu öğretmeni benim büyük ağabeyimdir. 48 48 42 43 düzensizlik ve az iş yapmasına karşı durmaktan başka çarem de yoktur" dedim." Sonraki hafta Ali bir geometri sayfasıyla sınıfa gelir ve onu Şeriat Razavi'ye verir. Kendileri şöyle anlatır: "Sınıf arkadaşları şaka yoluyla bana, bu şekli kendisinin yapmadığını anlatmaya çalışıyorlardı ve, "Hocam bu resmi o-nun için güzel çizmemişler" derlerdi. Fakat ben onu kabul ettim!" Ali, 16 yaşında lise kısmını (eski sisteme göre dokuzuncu sınıfı) bitirdi ve öğretmen okuluna girdi. Öğretmen okulunu sevmiyordu ve her ne şekilde olursa olsun bir yolunu bulup yüksek öğrenimini ara vermeksizin devam ettirmeyi tercih ediyordu. Fakat babası, onun öğretmen okuluna girmesi üzerinde duruyordu. Belki de bunun gerçek nedeni ailenin ekonomik durumu ve babasının evladının orta öğretimi süresince



Meşhed'de kalmasını istemesiydi. Öğretmen okulunun birinci sınıfında Ali'nin konferanslara gitmekten ve konferanslar sonunda öğrencilerin sorularına cevap vermekle uğraşma dışında Milli cenahların faaliyetlerinde ve organlarında faal bir katılımı olmadı. Kendisi şöyle Anlatır: "Ben başlangıçta siyasi bir hareket içinde değildim. Kitaba, tasavvufa ve akılsal düşünmeye dalmıştım ve benim çağdaşım olan bilinçli genç nesil, benden daha ileri ve daha bilinçliydiler. Ve benden daha hızlı bir şekilde kendini bilinçlendirme ateşi (ışıltısı değil) içlerinde parlamıştı ve onlar (herkes) zulüm, sömürü ve dolandırıcılığı, kendilerinin ve memleketlerinin esaret, tarih, gelecek, kader ve yapılarını hissedip heyecana gelirlerken ben bir başka havalara dalmış semalarda dolaşıyordum. '60 Milli Hareket'in revaç bulması ve Dr. Muhammed Musaddık'm başbakanlığı ile eşzamanlı olan Öğretmen Okulunun ikinci yılında ise, onun faaliyetleri daha hızlı bir hal alır. Milli ve dini güçler arasından "... 1322/1943 yılında bir grup genç... bir araya toplanırlar. Ve birkaç oturum, sohbet, eleştiri ve müşavereden sonra genç bir düşünür olan Muhammed Nahşesb'in fikri ve siyasi liderliğinde 'Allah'a itaat Edenler' adı altında yeni bir fikir ekolünün temelini atarlar."51 Petrol sanayiinin millileşme hareketinden sonra gurupta bölünmeler meydana gelir. Bunların bir kısmı Muhammed Nahşesb liderliğinde siyasi faaliyetlere açık olarak katılma inana ile henüz 'kendini yetiştirme' ve açık siyasi faaliyetlere katılmama inancındaki guruptan ayrılmış oldular. Ali de arkadaşlar arcüığı ile bu toplulukla çalışır. "Allah'a İ-taat Edenler" hareketinin bu heyecan dolu ve mücadeleci gençlerin, özellikle Muhammed Nahşesb'in düşüncelerinin etkisinde kalır ve onlara katılır. O dönemde Meşhed'de öğrenci olan Dr. Kazım Sami de bu topluluğa üye olur ve Ali'nin Doktor ile tanışması bu tarihten başlar. Bu dönemde temel siyasi güçler İran (Milli) Partisi, İran Halk Topluluğu (Allah'a İtaat Eden Sosyalistler Topluluğu), İran Millet Partisi, İran Millet Zahmet Çekenler Partisi (Üçüncü Güç) ve Tudeh Partisinden oluşmaktaydı. Tudeh Partisi, Fakültelerde ve okullarda en faal olan güçtü. Ali, Allah'a İtaat Edenler hareketini ve organın öğretmen okulundaki faaliyetlerinin etkisinde kalarak Allah'a İtaat Edenler Hareketini savunmakla uğraşır. Bazen Tudeh



taraftan öğretmenlerden birkaç kişi birlikte hareket ederek onun aleyhine çalışır ona yönelik ihanetlerden de sakınmazlardı. Ali'nin Öğretmen Okulundaki eğitim dönemindeki sınıf arkadaşlarından biri olan Daniş-taleb Bey'in bu konuda çok tatlı bir hatırası vardır: "Öğretmen Okulu döneminde Ali ve Marksist olan psikoloji hocası arasında tartışma çıktı ve Ali deliller getirerek onun görüşlerinin yanlış olduğunu ispatladı. Fakat eleştirilmeye tahammülü olmayan hocamız ona Ormancı diye hitap etti ki bu kavram kuzeyliler kültüründe aşağılayıcı bir söz olarak kabul ediliyordu. Bu arada ben ve diğer öğrenciler Ali'yi savunmak üzere ayağa kalktık. Sınıf kalabalıklaştı ve Nazım Hocayı çağırdı. O benim ve Ali'nin masasının yanına geldi ve ben, bu kez asıl suçlu olan Ali'nin suçlu görülmüş olmasından ve onun yerine benim cezalandırılmayacağımdan dolayı sevinçliydim. Fakat gözlen kızarmış olan Nazım, Ali'ye baktı ve, "öküz"! dedi. Fakat benim



50 Bütün Eserler, No: 35, Yalnızlık Sözleri, c.I, s.54 44 51 45



Haftalık Merdomi-İran (Cama) dergisi sayı 32, 25 Mordad 1358



kulağımın üzerine patlattı. Ben çok rahatsız oldum. Teneffüs zilinde, ben ve Davudi adında bir sınıf arkadaşımla Ali'nin peşine düştük ve yüzme tahtasıyla onun hesabını gördük. (Zira Ali çok zeki idi ve yaptığı şeytanlıklar göze batmıyordu ve bizler sürekli onun yerine cezalandırılıyorduk." > Yine Daniş-taleb Bey şöyle aktarmaktadır: "Ben ve Ali 1329/1950 yılında, gece-gündüz sürekli beraberdik. Öğretmen Okulu çok iyi ve düzenli bir şekilde idare ediliyordu. Güneş doğmadan namaz kılmak için uyanırdık, açık havada ve okulun bahçesinde sabah sporunu yaptıktan sonra kullanmakta olduğumuz yatakları, eşya ve malzemeleri düzeltir ondan sonra kahvaltı salonuna gitmemiz gerekiyordu. Ali, bu tür işlere ve diğer her tür resmi işe karşı gerçekten kayıtsızdı. Hatta bir kez dahi yatağını düzeltmiş değildir. Ben ise, gerçekten onu çok sevdiğim için disipline gidip de ceza almasın diye onun yerine yatağını düzeltirdim.



Ali, şakacı bir yapıya sahipti, fakat çok ciddi ve resmi elbiseler giyerdi. Bir gün okulun futbol sahasındaki nispeten kaba taşlarını toplamış ve boyuna benim tarafıma doğru fırlatıyordu. Ona, "Şeriati, sanki durumun iyi değil gibi" dedim. O da, "Ne demek, gayet iyidir. Bu büyük ülkelerin geri bırakılmış ülkelere yardımıdır" dedi. İşin daha ilginç tarafı ise, bu şakaları öyle ciddi bir şekilde açıklıyordu ki hiç kimse kendini gülmekten alamıyordu. Ben ise, her zaman kontrolümü kaybeder ve sınıftan dışarı fırlardım ve merhum Şeyhü'l-İslâmi'den (Öğretmen Okulu müdürü) ve okulun çok muttaki ve müslüman yöneticisi merhum Baharzade'den azar işitirdim. 31/52 senesinde, Ali'nin ilk tutukluluğu -ki gerçekte onun devletle doğrudan olarak ilk karşılaşması ve milli hükümeti a-çıkça savunmasıydı meydana geldi. Bu da onun siyaset dünyasına girişinin ve sufilik uzletinden uzaklaştığının bir işaretiydi. Şeriati'nin ailesinin bu tutukluluktan haberi olmadı. Daha sonraları, arkadaşları anılarını anlatırken Üstad Muhammed Taki Şeriati'yi bundan haberdar ettiler (Danış-taleb ve diğer birkaç sınıf arkadaşı gibi kimseler bu tutukluluk olayını doğru-ladılar. Hatta kendileri de gösteri yapan kişiler arasmdaydılar.) Yarım gün kadar süren bu gözaltının önemi, onun yaşamında yeni bir dönemin başlıyor olmasıydı. Tedrici olarak ondan, kendi milletinin kaderi karşısında sorumlu ve hassas bir aydını meydana getiren bir dönem. Gözaltına alınma sebebi, büyük bir kesimin Kıvam'ın işbaşına gelmesine karşı gösterilen itirazdı ve Ali de onlarla birlikteydi. Milli Hareket'in o sıcak mücadele ortamında saraydan sömürgecilere kadar değişik sağ kesimler, Musaddık'ı.iş başından uzaklaştırmak için komplolar hazırladılar. Bu çevreler, 25 Tir 1331 tarihinde Dr. Musaddık'ı istifa etmesini ve ertesi gün de Kıvamü's-Sultana'rım başbakanlık emrini Şah'a imzalatıp yayınlamasını başardılar. Kıvamü's-Sultana, ilk mesajını "Kaptana bir başka siyaset geldi" başlığı altında ve "Vay o kimsenin haline ki ...." cümlesiyle yayınladı. Bu bildiri ve Kıvamü's-Sultana'nın petrolün millileştirilmesi konusuna ve Milli Hareket'e karşı gösterdiği ilgisizlik, halkın öfkelenmesine yol açtı. Tir ayının 29 ve 30. günlerinde Pazar halkı ve esnaf dükkanlarını kapattı ve şehirde eşine rastlanmadık bir çatışma başladı. Meclis Milli Araştırma Komisyonunun daha sonra yaptığı istatiğe göre, o günde 116 kişi



kaybolmuş, 27 kişi de öldürüldü, Kıvamü's-Sultana, meclisten güvenoyu isteminde bulunduğu gün azledildi ve Dr. Musaddık başbakanlığa atandı. Ali'nin gözaltına almışı, Kıvam'ın 6 günlük hükümetinin günlerinin birinde ve büyük bir ihtimalle de onun son gününde, yani 30 Tir'de gerçekleşmişti. Zira birkaç saat sonra serbest kalıyor ki bu hükümet değişikliğinin olduğunu ve bu konuda genel affın ilan edildiğini gösteriyordu. Bu esnada yani 1331/1952 yılında öğretmen okulunun son sınıfında olan o, babasının önerisiyle Ebu Zer kitabını tercüme etmeye başlar. Babası şöyle anlatır: "Ebu Zer-i Gaffarı', o dönemin Kültür Kitabevi müdürünün, tercüme etmem için bana getirdiği bir kitaptı. Bu kitabın mukaddimesini ben tercüme ettim; fakat o birkaç yıl içinde işlerimin yoğunluğu, gece-gündüz üç-dört saatten daha fazla uyu-yamadığımdan dolayı sinir sistemimde zayıflamalar oluşmuş ve doktorlar benim daha fazla çalışmama izin vermiyorlardı. Ben Ali'ye, "Kalemin güçlü olduğu için gel de şu kitabı tercüme et" dedim. Herhalde Öğretmen Okulunun beşinci smıfmdaydı. O, bu



46 47 kitabı tercüme etti.52 Elbette ben ona yardımda bulundum, yani bu kitaptan tercüme ettiği birkaç sayfayı bana getirip yanımda okurdu ve şayet bir söz ya da cümlede bir yanlışlık yapılmışsa ben onu düzeltirdim. Daha sonra kendi odasına gider ve onları tercüme ederdi.,/53 > 1331/1952 yılı ortalarında Ali'nin öğretmen okulundaki öğrenimi bitti ve bir süre sonra da Ahmed-Abad'daki Katip-pur ilkokulunda öğretmenliğe başladı. Bununla eşzamanlı olarak da siyasi faaliyetlerine devam etti. "Orta Okul" adlı kitabı da bu dönemde yazılmıştır. Aştiyani'nin "İnsan İdeali" adlı eserinden etkilenmiş olan bu broşür, gerçekte onun İslâmi Öğrenciler Derneğinde yaptığı konuşmalar bütünüdür.



"İslâmi Gerçekler Yayınevi" 1326/1947 İsfend ayında ilk yayınını çıkardı ki bu yayının okunmasıyla Ali'nin fikirsel temel yapı taşlarını "Orta Okul" kitabını yazmasında bulmak mümkündür. 52 "Ebu Zer-i Gaffari, bindört yüz yıl önce, Arabistan'ın kızgın ve yakıcı kumları arasında Hira dağının doruklarında yüce bir insanın hançeresin den ve insanlık tarihinin seyrini değiştiren haykırıcı bir kimlikle çıktı. Bu haykırış, özgürlük, eşitlik ve kardeşliği muştuluyordu. Ve hakkı arayan ve yiğit insanların mücahedeleri gölgesinde çok tez bir zamanda amel elbisesi ni giyindi. İslam kültürü içinden öyle şahsiyetler ortaya çıkmıştır ki her zaman için onların tavrını başı dik ve şerefli yaşamak isteyen insanların en temel ve en yüce prensibi haline getirmek mümkündür. "Ebu Zer-i Gaffari" bu şekilde eğitilmiş bir kişiydi ve o, hayatının son demine kadar yalan yere Emirü'l-mü'minin, halife ve lider sıfatlarına kendilerine takmış olan mütecaviz ve zorba güçlerin istekleri karşısında direndi. Mısırlı ünlü yazar Üstad Abdulhamid Cevdet es-Sahhar, bu fedakar ve inkılapçı askerin yaşamını etkileyici ve büyüleyici kalemiyle yazmış ve yiğit genç bilim adamı Ali Şeriati Mezinani Bey de onu akıcı ve yüreklerde yer edecek bir sadelikle onu Farsça'ya tercüme etmiştir. Bu kitabı, Meşhed İslâmi Gerçekler Yayınevi tarafından yayınlanmış ve bununla, İran milletine en büyük hizmeti yapmıştır." Yukarıdaki not HuşeDergisi, sayı: 15, yıl 1335, sayfa: 41'den alınmıştır. 53 İki Üstad'm gözünde Şeriati, Ali Muhammed Germsari, 48 İkinci Bölüm Öğrenimi ve Mücadelesi (1332-38) Öğretmenliğe Başlaması Öğretmen okulundan diplomayı almakla birlikte, Ali, Kültür idaresinde göreve başlar. İşinin yanısıra Ahmedabad Caddesi' ndeki Katip-pur okulunda gece sınıflarında tahsiline devam eder ve yüksek edebiyat diplomasını alır.54 Aynı dönemde Hukuk sınavlarına da katılır. Ali, Fizik bölümünde öğrenim görmeye de ilgi duyar, fakat babasının karşı çıkması onu bundan alıkoymuştur. Danış-talep Bey şöyle der: "Hayatımın ilgi çekici anılarından birisi 1332/1953 yılı yaz tatili ile ilgilidir. Bu yılda Meşhed Kültür idaresi tarafından öğretmenlerin eğitimi



için yaz okulları açılıyordu ve bu sınıflara katılmak zorunluydu. Sınıflar beş gün sürüyordu ve o gün Şah Rıza Lisesi'nde düzenleniyordu. Sınıf programları, Amerika'nın dördüncü esas55 müsteşarlarının gözetiminde idare ediliyordu ki 54 Eski eğitim sisteminde, lise üçüncü sınıfı bitirdikten sonra şayet isterse öğrenim için yüksek okula girebilir ve iki yıllık bir süreyi bitirdikten sonra yüksek okul diplomasını alabilirdi. Fakat bu diploma üniversiteye giriş için kabul edilmiyordu. Öğrenci tam diplomayı alabilmek için bu bölümlerden (tabii, matematik, edebiyat) herhangi birinde bir yıl daha okuması gerekiyordu. 55 Dördüncü Troman Maddesi olarak bilmen bu madde, İkinci Dünya savaşından sonra dönemin Amerika cumhurbaşkanı Troman'm Amerika Meclisine önerdiği esastır. Bu esasa göre, üçüncü dünya ülkelerinin durumunun iyileştirilmesi amacıyla ortak bir sandığın açılması için bir bütçenin ayrümasıydı. Kültürel, tarım, gıda ve sağlık konularıyla ilgili olan bu esas tasvip edildi ve daha sonra sözleşmeyi kabul eden ülkelerin her biri ilgili müsteşarları almayı kabul ettiler. 49 Aynı konuyla ilgili olarak Cami'nin (Bu ismin müstear olduğu görülüyor) "Geleceğe Giden Yolun İşıkları" adlı kitabınm 567. sayfasında şöyle yazılmaktadır: Ali bunu eşekleştirme esası diye nitelemekteydi. Ders saatlerinde tüm öğretmenleri lisenin salonunda topluyorlardı ve dönemin iktidardaki Kültür Müdürü Zamanı' Bey ve diğer müdürler özellikle daire müdürleri düzenli olarak katılıyorlardı. Mr. Ayzbiri/6 eşi ve diğer birkaç Amerikalı konuşma yaparlardı. Bu oturumların birinde Mrs. Esmer isimli Amerikalı bir bayan, çok çirkin ve seviyesiz bir konuyu bilimsel bir konu diye anlatıyordu. Ortalık elektriklenmeye başladı. Çok basit ve sınıfın seviyesine asla uymayan bir konuydu ve mütercim de aynen tercüme ediyordu. Örneğin şöyle diyordu: "Eğer testiden su içtiyseniz sonra başını bağlayın." Testiyi de beraberinde getirmişti ve uygulamalı bir şekilde de gösteriyordu. Ta ki kendi ifadesiyle dinleyip görerek ders vermiş olsun. Bizim anlamamız için bir dakika duraksıyor ve biraz su içiyordu ve testinin ağzına bir kağıt koyuyordu. Ta ki tabir yerindeyse anlama aslanı olalım. Ben, Ali ve Nasrullah Davudi yan yana oturuyorduk. O hakaret,



tahkir ve ihanetten rahatsız olan ben, "Celleİ-Halık" dedim. Sesim öyle duyuluyordu ki orada bulunan herkesi gülme tuttu. Mrs. Asmer rahatsız oldu ve İngilizce sözler söyledi. Israrımız üzerine mütercim o sözleri tercüme etti. Mrs. Asmer şöyle buyuruyordu: "İranlı öğretmenler çok terbiyesizdirler." İşte tam burada idi ki Ali Şeriati gayri ihtiyari yerinden fırladı ve çok sert bir tavırla konuşmacıya işaret etti ve duyulacak bir şekilde uygunsuz sözler söyledi. Orada bulunanların gülüş yankısı ve sözlerin tercüme edilmesi konuşmacının sinirlenmesine yol açtı. Salonu terk etti. Ali, büyük bir eleştiriye konu oldu ve Amerikalı müsteşarın rızası alınıncaya dek sınıftan atıldı." Ali'nin lise dönemi arkadaşları, çoğunlukla Üstad'ın İslâmi Gerçeklerin Yayını Merkezindeki öğrencilerindendi ve onunla çok samimi ve yakın bir ilişki içindeydiler. Dr. Serçemi, o dönemin anılarından birini şöyle anlatır: "1331/1952 yılında devletin ekonomik sorunları ve sıkıntıları gün geçtikçe artmaktaydı. Bunun üzerine Dr. Musaddık, Amerika yardımlarından ümidini kesince İran için petrol dışı bir ekonomik program çerçevesi çizdi. Fakat Amerika devletinin İran ekonomisini düzeltmek için gerçek bir borç ve yardımı vermekten kaçınmasına rağmen Dördüncü Troman esasını İran topraklarında uygulamaya çalışıyordu." 56 Amerika'nın Horasan'daki Kültür müsteşarı "1335/1956 yılının soğuk kış günlerinin birinde, lise dönemi arkadaşları Dilasayi, Beyaki, Fazlı Nejad ve Haceviyan Beyler toplu olarak bizim eve gelmişlerdi. Ali, katıldığı her misafirlikte amaçlı giderdi. O günlerde Yeryüzü Sofrası57nı okumuştu. Bu eser onun üzerinde büyük bir etki bırakmıştı. O gece bu kitabın özetini bize anlattı ve bizleri onu okumaya teşvik etti. Gecenin dokuzundan sonra akşam yemeği yedik. Arkadaşlardan birisi bana, git de sizin bahçeden sizin için getirilen badem ve cevizlerden getir de yiyelim dedi. Ben gittim ve bir miktar badem ve ceviz getirdim. Onları yedik, onların bu isteği birkaç kez tekrarlandı. Sanki ben sandıktan bir şey almak için gittiğimde onlar beni takip edip yiyeceklerin yerini biliyorlar gibiydi. Çünkü ü-çüncü kez benden, onlara ceviz getirmemi istediklerinde ve ben onlara bitmiş dediğimde-çünkü annemin bana itiraz edeceğinden çekiniyordum-onlar el ve ayaklarımı bağladılar ve kendileri gittiler, ceviz ve badem getirerek sonra el ve ayaklarımı açıp yemekle ilgilendiler. Ben, tüm bu şeytanlıkların Ali'nin başı altından çıktığını biliyordum. Çünkü o, diğerlerine gizlice emir veriyor, anlar da onun emrine göre hareket ediyorlardı. Fakat o, görünürde



hak kılıfına bürünerek beni tutuyor: Böyle yapmayın, çünkü annesi davacı olacak, diyordu." Kendileri aynı şekilde şöyle tarif eder: Ali çok hazır cevap birisiydi. Örneğin: "Fakültenin ilk yılıydı ve ben kilolarımı azaltmak için spor salonuna gidiyordum. Salondan çıktığımda caddede Ali ve Dilasayi Beyi gördüm. Onlara; Buraya kilolarımı düşürmek için geldim, çünkü 74 kiloyum, eğer 4 kilo verirsem tam formunda bir adam olacağım, dedim. Hiç ara vermeden Ali şu cevabı verdi: Fakat bil ki bu 4 kilo asla düşmeyecek." Ali, lisedeki derslerine devam etmesinin yanında birinci sınıftan dördüncü sınıfa kadar yani ilköğretim sınıfları için Din ve Ahlâk Bilgisi kitabını yazmakla'da uğraşıyordu. Bu kitap, 1335/1956 yılında, Meşhed'deki Bastan Yayınevi tarafından yayınlandı ve birkaç baskı yaptı, birkaç yıla kadar o dönemin 57 Yeryüzü Sofrası, Andree Juyed, Ter: Dr. Hasan Hünermendi, Zaver Yayınları birinci baskı 1335



50 51 ilköğretimin birden dörde kadarki sınıflarında okutuluyordu.58 Ali'nin kendisi de bu kitabın yeniden basılması konusunda Fransa'dan bana gönderdiği bir mektubunda şöyle yazmıştı: "Ahlâk kitabı ile ilgili olarak Bastan Çapi Bey'in iki yüz elli Tümen vermesi gerekir ve ben irsaliyesini yerine ulaşması için bu zarfın içinde sana gönderiyorum..."59 Söz konusu bu kültürel faaliyetleriyle eşzamanlı olarak, Ali siyasi mücadeleden de uzak durmuyordu. Öğrencilik Yılları 1334/1955 yılının Mihr ayında, Meşhed İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi kuruldu. Edebiyat Fakültesinin kurulması, başlangıçta Meşhed'deki dini çevrelerin kimileri tarafından şiddetle eleştirildi. Onlar, kız ve erkek öğrencilerin bir arada öğrenim görmelerine karşıydılar. Fakat herhalükârda fakülte, değerli âlim Dr. Ali Ekber Feyyaz'ın yardımıyla açıldı. Dr. Feyyaz, zorluk ve hocanın azlığına rağmen işe başladı. O, bazı



hocaları Tah-ran'dan bu fakültede ders vermek üzere buraya davet etti. Fakültenin bu dönemdeki hocalarından olarak Dr. Gulam Hüseyin Yusufi, Ahmed Horasani Ve Novid mahlaslı Habibullahi'yi zikretmek mümkündür. Bu fakülte, başlangıçta Edebiyat bölümünden sadece bir sınıfla işe başladı. Öğrenci toplamı 27 kişi ve fakültenin tümü bir büro ve birkaç odadan oluşmaktaydı. Bu fakülteye giriş şartı olarak, tüm derslere katılma zorunluluğu getirilmişti. Bundan dolayı devlet memurları ve işçiler buraya girmek için resmi olarak kayıt yaptıramıyorlardı. Bu fakültenin açılmasıyla, bu dönemde Kültür Bakanlığı60 memuru olan Ali ve birkaç kişi daha kayıt yaptırmak için müracaat ederler. Fakülte başkanları, kanuni olarak onların kaydını kabul edemezler ve kayıt istekleri iptal edilir. Fakat onlar vakit bulabildikleri saatlerde serbest dinleyici olarak derslere katılabiliyorlardı ve so58 Ne yazık ki, bu kitap Ali'nin şu anda elimizde bulunmayan tek eseridir. Muhtemeldir ki cep kitabı şeklinde basılmış olan bu kitap Meşhed'in medreselerindeki eski kütüphanelerinde ve eğitim-öğretim merkezlerinde bulunabilsin. 59 Bana gönderdiği 6.5.1338 tarihli mekt up 60 Bugünkü Eğitim Bakanlığı rumluların söylediklerine kulak asmıyorlardı. Sonunda, fakülte, başlangıçta sahip olduğu tüm sıkıntı ve problemlerle birlikte bu konuda da merhum Dr. Feyyaz'ın peş peşe düzenlediği toplantılar neticesinde Fakülte Dekanı ve fakültenin diğer yetkilileri ve bilim kurulu, Tahran Üniversitesi yetkilileriyle yazışmalardan sonra bu öğrencileri desteklerler ve Tahran'dan kesin emir gelinceye kadar bunların derslere katılmasına izin verilir. Öğretim yılı sonunda sınavlara katılmak için de izin alırlar. Böylece devlet memurlarının eğitimlerini devam ettirmesi kanunlaşmış oldu. Ali ve diğerleri ders vermelerinin yanında eğitimlerine de devam, edebildiler. Elbette onların zorunlu derse katılma problemlerinden dolayı her zaman sınavlara katılma sıkıntısı yaşanıyordu. Fakülte sekreteri Ahmedzade Bey, sürekli bu öğrencilere, özellikle de Ali ve diğer bir memur öğrenci -Karai Bey -yok sayıldıkları konusunda itiraz ediyordu. Memurun okuma yasağı kanununun kaldırıldığı ertesi yıl, Ali daha rahat bir şekilde fakültedeki öğrenimine devam edebildi. Onun fakültedeki özel başarısı daha başlangıçtan beri diğer öğrenciler nezdinde belliydi. Bu esnada O, Orta Okul ve Ebu Zer adlı kitaplarını yayınladı. Buna ilave olarak, siyasi faaliyetlere katılması, günün fikirsel ve siyasal



düşünceleriyle tanışması ve Üstad Şeriati'ye olan yakınlığı, onu diğer öğrencilerden daha belirgin bir hale getiriyordu. O bu esnada, zaman zaman Horasan Gazetesi'nde makaleler yayınlıyordu. Aynı zamanda haftada bir saat edebi bir radyo programı da yapıyordu. Bu programın siyasi bir içeriği yoktu ve Meşhed radyosunun eski sorumlusunun görevden ayrılmasına yol açan çok karmaşık bir ortamda yapılıyordu. Konunun aydınlanması için, o dönemlerde amcasının oğluna hitaben yazdığı bir mektubun bir bölümünü getiriyoruz: "...Değerliamca oğlu, ...Bizimle Meşhed radyosu yayın müdürü arasında geçen mücadelede hamd olsun ki pek de iyi bir adam olmayan Meşhed radyosu müdürünü görevden aldırabildik ve şu anda onun yönetimi bizim kendi arkadaşlarımızdan birinin elindedir. Bundan dolayı ben de haftada iki kez radyoda sohbet ediyorum. Birisi Salı günleri, öğleden sonra 5.30'da edebi bir program, diğeri de Cuma günleri öğleden sonra 4.30'da. şayet radyonuz Meşhed radyosunu çekiyorsa benim sesimi duymakla eskisinden daha fazla çok uzaklarda da olsa birlikte olmamız mümkündür. 53 52 Meşhed radyosu 41. Dalganın üzerinden çıkıyor. Normal günlerde saat 4.00'te Cuma günleri ise saat 3.30'da başlıyor ve saat 6.30'da bitiyor. Size anlatacak başka bir şey şimdilik yok. "il Hocalara ilave olarak öğrenciler de Ali'yi övüyordu. Ve gerçekte onun eleştirici ve tabii şakacı ruhsal yapısı onun öğrenciler arasında sevilmesine neden oluyordu. Erkekler ona "Ali Bey", kız öğrenciler de "Ahavi" diye hitap ederlerdi. Elbisesini giyinirken, alelacele bulup giyinmesi için elbisesi peşinden koşturulurdu, bazen de kravatını cebine koyar ve sınıfa, derse girmeden önce yakın arkadaşlarından birine bağlaması için ricada bulunurdu. Fakat dış görünüşüne ve elbisesine özen gösterirdi, süslü ve düzgün bir görünüşe sahipti. Erkek sınıf arkadaşlarına nispetle bir dost ve büyük bir kardeş gibiydi, hatta öyle ki onlardan bazıları nasıl aşk mektubu yazılacağını kendilerine öğretmelerini isterlerdi. Ali, fakültede edebiyat öğrenci konseyi sorumlusuydu. Bu merkez, genellikle hocaların katılımıyla oluşturulurdu. Bu yıllar, Ahavan Salis'in Erganun kitabı (1330), Zemistan kitabı (1335) ve Şahname (1328) gibi kitaplarının yayınlandığı ve onu büyük bir etki altında bıraktığı yıllardı.



Merhum Ahavan Salis'in kendisi, Ali'nin fakülteden bölüm arkadaşı olan Şefii-yi Kedkeni Bey'den naklen şöyle der: "Zemistan, Çavuşi ve Avaz-i Gorg, Tahran'da yayınlandığı zaman Meşhed'e de ulaşmıştı. Merhum Dr. Şeriatı', ilk kez olarak Meşhed Edebiyat Fakültesi'nde muhafazakarların olduğu bir bölgede örneğin Çavuşi'yi doğru, düzgün ve ezber bir üslupla bize aktarıyordu, tekrarlıyor ve çoğu yerlerde bizlere açıklamalarda bulunuyor ve dikkat çekiyordu. Üslup ve mânâ ve lâfzın niteliği, niceliği, ve yapısını, daha sonraları da merhum Doktor, yeni ve eski şiir konusunu üniversite ortamında bizlerin ortak dostluğunun da ittifakıyla revaç ve resmiyet kazandırdı. "°2 Bu yıllarda Ali kendisi de yeni (serbest) şiirde denemeler yazmaya çalıştı ki onun "Ben neyim?' ve " Yol Garibi' adlı şiirleri buna örnek verilebilir. 61 Ali'nin 9.3.1334 tarihinde amcasının oğlu Asgar Mansuri'ye yazdığı mektup 62 Ali Şeriati'nln Kimliği ve Düşüncesiadlı kitap, s. 180 54 Tüm bu etkenler, onun üniversite hocaları nezdinde özel bir edebi konumda yer almasına neden oldu. Örneğin, Habibullahi (Novid), sınıfta açık olarak onu, genç ve çalışkan bir yazar olarak niteliyor ve öğrencilere bu şekilde tanıtıyordu. Ali'nin bu kendine özgü özel başarısı, kendisi ve.diğer hocalar arasında özel bir ilişki meydana getirmişti. Meşhed'deki edebi ortamlarda görev alması onun hocalarıyla üniversite dışında da görüşmesine ve ilişki içinde olmasına, derslere düzenli olarak girmemesine rağmen derslerden geri kalmamasına ve geç yazılmamasına sebep oluyordu. Genellikle fakülteye düzensiz olarak gelirdi. Ü-çüncü yılda, çok faydalı, zevk sahibi ve edip bir kişi olan Arap Dili ve Edebiyatı hocası Alımed Horasani Bey, evrak tashihini ona ve bir diğer sınıf arkadaşı Yedullah Karai Bey'in sorumluluğuna vermişti. Elbette bu ikisinin evrakı hocanın kendisi tarafından tashih ediliyordu. Ahmed Horasani Bey, akademik öğrenim ve derece almak için ders okumaya pek inanmadığından ve sadece öğrencinin anlama derecesine ve idrak etme gücüne baktığından ve bunun için bir şeyler yapma çabası ve inancı içinde olduğundan Ali'yi sevdi ve Ali de arkadaşlarından çoğunun da şahitliğiyle onun kişiliğinin etkisi altında kalmıştı. O, derse başlarken, genellikle fakülte kantininde satranç oynamayla meşgul olan Ali ve Karai Bey sınıfta



olmadıklarında dersi başlatmıyordu ve öğrencilerden, gidip bu ikisini çağırmalarını isterdi. Ehevan Salis Bey şöyle der: "Merhum Dr. Şeriati'nin hocalarından birisi, yani mantık, Arapça ve Dilbilgisi hocası olan Merhum Üstad Ahmed Horasani, Doktor'un serbest düşünme yapısında, ruhsal ve manevi mantığında büyük bir etki bırakmıştı. Hocayla öğrenci arasında büyük bir uyumluluk, gönül birliği ve dostluk mevcuttu. Tah-ran'da benim ve onun ortak dostu olan Merhum Horasani Hoca ile defalarca gerek onun evinde, gerek benim evimde gerekse diğer arkadaşların evinde görüşürdük. Konuştuğumuz konulardan birisi, merhum Doktor Şeriati'nin iyiliği ve onun özel ve genel ruhsal yapısının ve durumunun zikri idi. "6J Bu dönemde Şeriati'nin siyasal-toplumsal faaliyetleri, Harekette aynen devam etmekteydi. Her ne kadar bu dönemde henüz tam anlamıyla ideolojik bir renk ve şekle tam olarak bürünme63 M. Ürnid, Ali Şeriati'nin Kimliği ve Düşüncesi, s. 181 55 diyse de devam ediyordu. 1336/1957 yılının Mihr ayında, o ve başta Muhammed Taki Şeriati ve Tahir Ahmedfeade beyler olmak üzere, Mukavemet Hareketi üye ve bağlılarından 16 kişi tutuklanırlar. Onları dört motorlu askeri bir uçakla Meşhed'den Tah-ran'a getirirler. Uçağa giriş esnasında tecrübeli görevlilerden birisi, Ali'nin ruhsal yapısını zayıflatmak için; "Çocuk, senin çoluk çocuğun da var mı?" diye sorar. Ali; "Hayır" der. Görevli tekrar; "Sana işkence edecekler." der. Ali herhangi bir cevap vermez. Tahran'a iniş esnasında uçağın tekerlekleri açılmaz. Herkesin korku içinde olduğu bir halde Ali, bu görevliye; "Memur bey çoluk çocuğunuz var mı?" diye sorar. Görevli korku ve endişeyle, "Evet" der. Ali bunun üzerine kendine özgü esprisiyle, "Eyvah sana"64 der. Sonunda uçak Tahran'ın Kuşkalesi hava limanına iner ve onlar buradan Tahran'ın Kızılkale hapishanesine nakledilirler.65 Milli Mukavemet Hareketi Horasan bölgesi bürosu üyelerinden biri olan Doktor Ali Tabende Bey şöyle anlatır: "28 Mordad milletvekili seçimlerinden sonra Horasan Minicileri, Horasan Bölgesi Milli Mukavemet Hareketi adında bir yer altı teşkilatı kurdular, bunun kurucuları aşağıdaki kişilerdi: 1. Emekli memur Zebihullah Asayiş Bey (Hareketin başkanlığını yürütüyordu) 2. Tahir Ahmedzade Bey,



3. Adliye vekili Dr. Nur Ali Tabende, 64 Tahire Şeriati (Ali'nin kız kardeşi) 65 Üstad kendisi bu olayı şöyle anlatır: "Bizden kin duydukları Merkezdeki arkadaşlardan 16 kişiyi petrol ile ilgili yayınlanan bir bildiri bahanesiyle tutukladılar ve bizim bu bildiriyi hazırlamada etkimiz olduğunu düşündüler. Bir grup bilim adamı ve bu petrol konusunda geniş bilgi sahibi olan kimseler, petrol konusunda, değişik bölgelerdeki petrol fiyatları konusunda ne tür suistifadelerin olduğunu tüm ayrıntılarıyla yazmışlardı ve konsorsiyumun bir anlaşmasını batıl olarak nitelemişlerdi. Bu bildiri yayınlanınca, Şah Avrupa'ya bir gezi düzenleme aşamasındaydı ve Fransa'ya da gitmiş bulunuyordu. Gezisini yarıda kesip hemen Tahran'a döndü ve emir vererek derhal Tahran'da 17 kişi tutuklandı. Meşhed'den de 16 kişi tutukladılar. Ben ve doktor da o 16 kişi arasındaydık." Üstad Şeriati'den naklen, Ali Şeriati'nin Kimliği ve Düşüncesi, Keyhan Gazetesi, 7.7.1336



4. Adliye vekili Dr. Hasan Ruhani, 5. Meşhed tüccarlarından Haci Amilzade, 6. Muhammed Taki Hoşnivisan, kültür ehli, 7. Ali Şeriati, kültür ehli, 8. Gulam Hüseyin Sedareti, Gazeteci, 9. Haci Hekimi, tüccar. Teşkilatın toplandığı oturumlarda Ali Şeriati, daima faal üyelerden biri olarak saygıyla karşılanıyordu. Bu, hareketin üyeleri arasında yaş itibarıyla ve öğrenim derecesi itibariyle en alt seviyede olduğu halde böyle idi. Fakat bilimsel ve kültürel faaliyetler açısından çok üstün ve yeterli bir konumdaydı." Söz konusu teşkilatın toplantıları, misafirlik adı ve şekliyle, Ravza-hani (mersiye okuma) ve bu yöndeki benzer toplantılardan oluşmaktaydı. Ravza-hani (Mersiye Okuma) adıyla düzenlenen bu toplantıların birinde, iyi hitabetli bir vaiz olan Efsah el-Mütekerlimin'i konuşma için davet ederler ve kalabalık bir topluluk bu toplantıya gelir. O gecenin ertesi günü, etkileyici bir konuşma yapmış olan Efsah el-Mütekellimin Bey ve aynı zamanda Sedareti Bey tutuklanırlar. Efsah el-Mütekellimin mutat biri



olarak görünmekte ve görünüşte Savak da bu noktadaki zaafından yararlanıp Hareketin tüm üyelerinin isimlerini ondan alır. Tahran, Meşhed ve Tebriz'deki Milli Mukavemet Hareketi üyelerinin tutuklanmasından sonra meclis üyelerinden biri olan Seyyid Cafer Behbehani Bey, dönemin başbakanı Dr. İkbal için sözkonusu kişilerin tutuklanmasının müsebbibi olarak gensoru verir. Dr. İkbal cevabında, "Bu kişiler, Tahran ve Meşhed'de Musaddık'ın tezi peşine düşmüşlerdir" açıklamasını yapar.66 Görünüşte bu hareket onların sadece tutuklanması için değil işkence görmeleri için bile yeterliydi. Rejim, Kasr hapishanesinde, pişmanlık mektubu yazan herkesin affedileceğini ilan eder. Fakat hiç kimse bu şartı kabul etmediği için Ali'yi, zindandakilerin moralini zayıflatıp bozmak için Kızılkale zindanı bahçesine çıkarırlar, gözlerini bağlarlar ve sayı saymaya başlarlar. Bununla onu idam edeceklerini göstermek isterler. Bu sahneyi seyreden Üstad Şeriati ve diğer tutuk-



56 57 kılar, çok etkilenip endişe ederler ve ruhsal açıdan çok büyük bir baskıya uğrarlar. Başından Ali'yi idam etmeyi düşünmeyen memurlar da bu çirkin harekete son verirler. Milli Mukavemet Hareketi üyelerinin tutuklanma haberi, yurt dışında da büyük bir yankı uyandırır ve Fransız Le Monde Gazetesi, Musaddık taraftarlarından 70 kişinin tutuklanması başlığı altında şunları yazar: "Tahran-30 Ekim- Başbakan Minuçehr İkbal Bey, Tahran 'da 70 kişinin devlet aleyhinde faaliyet göstermesi nedeniyle tutuklandığını açıkladı. O, meclis karşısında bu grubu Musaddık'm yandaşları diye niteledi ve tutukluları dış güçlerle ilişki içinde olmakla itham etti. İkbal, dış güçlerin İran'ın içişlerine müdahale etmesine izin vermeyeceklerini açıkladı."67 Tanışma ve Evlilik Benim Ali Şeriati ile ilk karşılaşmam, 1335/1956 yılı Dey ayında Meşhed Edebiyat Fakültesi'nde sınıfta oldu. Bizim aynı zamanda şair de olan edebiyat hocamız merhum Habib Allahi, bir gün sohbet esnasında şöyle dedi: "Acaba siz, genç ve bilgin bir yazarla sınıf arkadaşı



olduğunuzu biliyor musunuz? "Ebu Zer-i Gaffarı'" kitabını tercüme eden ve aynı şekilde "Felsefenin Tekamül Tarihi'hi yazan Ali Şeriati Mezinani Bey'i size tanıtmak istiyorum" dedi ve daha sonra sınıfın arka sırasında çok rahat ve gülümseyerek oturan Ali Şeriati'ye işaret etti ve, "Beyefendi ayağa kalk da seni görsünler" dedi. Ali Şeriati ayağa kalktı, saygı ifadelerini gösterdi ve öğrenciler kendisini alkışladılar. Daha ilk karşılaşmamızda onu mütevazi bir genç olarak gördüm. Daha sonraları, derslerle ilgili diğer öğrencilerle ilişkilerinde ve herkese yaptığı yardımları -ki ben de kimi zaman bu topluluğa katılıyordum -O'nun daha çok, görüş ve düşüncelerini tanıyordum. Fakat o kendi ifadesiyle, ilk kez benim soya-dımla, Şeriat Razavi ile, 1332/1953 Azer ayında Nickson'un 67 Bkz. Ekler, 1. Belge sayılı ek, le Monde Gazetesi, Paris baskısı, Ekim 1957 gelişiyle birlikte Tahran Üniversitesi Fen Fakültesi salonunda üç öğrencinin şehadetinden sonra tanışır.68 Ben, merhum Ali Ekber Şeriat Razavi ve Hanımağa-yi Şeriat Razavi (Hüseyinof)nin dördüncü çocuklarıyım. Babam Razavi seyyidleri silsilesinden ve hoş zevkli bir adamdı ve çocukları için özgür bir eğitim ortamını sağlamış olan etkin ve faal bir kişiydi. Ben, Rıza Şah rejiminin modernizasyon siyasetleri karmaşasıyla eşzamanlı olan 1313/1934 Aban ayında doğdum. Babam, ister istemez bu değişim ve değişiklikleri kabullenmiş esnaflardan biriydi. Ailemiz, dindar bir yapıya sahipti ve annem ve babam, çocuklarının dini esaslara bağlı yetişmesi noktasında çaba sarf ediyorlardı. Babam, kendisi Hazret-i Rıza hareminin hizmetçilerin-dendi ve dini esaslara bağlı bir kişiydi. Oysa ki çocuklarına karşı özellikle de büyük kızı olan bana karşı davranışlarında geleneksel kuralları uygulamazdı. Evde kendimden büyük beş erkek kardeşim vardı. Ali Asğar, Ali Muhammed, Gulam Rıza, Mu-hammed ve evde kendisine Azer diye hitap edilen Mehdi. Benden sonra da Ahmed ve Hamid adında iki erkek ve Zehra adında bir kız kardeşim doğdular. Toplu olarak kalabalık bir aileydik ve tabii olarak ben, davranış açısından daha çok büyük ağabeylerimin etkisi altındaydım. Onlar, kendileri bilim ve teknik öğrenme peşinde oldukları için her zaman annem ve babamın zihnini benim okumama engel olmamaları konusunda hazır hale getiriyorlardı. Onlar, kadının toplumsal bir yapıya sahip olmadan bir an evvel evlenmesine şiddetle karşıydılar. Bunun yanında ben de derslerimi her ne şekilde olursa olsun tamamlama arzu-sundaydım. Aile eğitimi ortamının



da hu imkanı bana verdiğini göz önünde bulundurarak orta öğretim dönemlerini Meşhed'de tamamladım. 1334/1955 yılında, Tahran Üniversitesi sınavlarına katıldım ve Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandım. Bu fakülteye kaydımı yaptırdım ve iki bucuk ay kadar Tahran'da 68 Bu üç mücadeleci genç, kendi gül rengi kanlarıyla, İran Üniversitelileri -özellikle de Fen Fakültesi -için özgürlük ve iftihar adını ebedi kıldılar. Ali, bu konuda şöyle der: Şayet hayatta kalma zorunluluğum olmasaydı, kendimi Üniversitenin karşısında ateşe verirdim. Yirmi iki yıl önce Azer'imizi acımasız ateşte yakan, onu Nickson'un ayakları altında kurban ettikleri yerde. Bütün Eserler, sayı. 1. Kardeşim Azer, Azer ayının 16'sında doğdu ve Azer ayınm 16'sında da şehid oldu. 16 Azer Caddesi bu münasebet ile adlandırılmıştır.



58 59 derslere katıldım. Meşhed Edebiyat Fakültesinin açılmasıyla birlikte babam, benim Meşhed'e dönmemi ve bu fakültede öğrenimime devam etmemi istedi. İster istemez bölümümü değiştirdim ve kendi şehrime döndüm. Babam, 1320/1941 yılında Rusların İran'a saldırısı esnasında üsteğmen derecesiyle Rus ordusu tarafından şehid edilen büyük oğlu Ali Asğar'ı kaybetmekle çocuklarının yüksek öğrenim yapmasına pek taraftar değildi. "Eğer oğlum benimle birlikte pazara, dükkana yanıma gelseydi ve ticaret ya da kazanç ile uğraşsaydı bu kaderle karşı karşıya gelmezdi. Mesleği gereği, çocuklarının mutluluğunu ticarette görüyor ve çocuklarının korkusuz bir şekilde yaşamalarını istiyordu. Fakat en azından kendi iç eğilimi hiçbir zaman çocuklarının eğitimini devam ettirmelerine engel olmak değildi ve eğitim imkanlarını hepimiz için sağlıyordu. Aile problemlerinin ve zorluklarının giderilmesi ve çözülmesi anne ve babamın sorumluğu altında ailenin diğer fertlerinin düşüncelerine de saygılı bir şekilde şekilleniyordu. Babam, o günün genel geçer geleneksel aile yapısının aksine, çocukları konusunda erkek olma gücünden yararlanmazdı. Öyle ki bütün çocukları yüksek öğrenimi kazandılar.



Meşhed Edebiyat Fakültesinin açılması onu çok sevindirmişti. Çünkü kızının Tahran'da okumasına izin vermek zorunda değildi. Öğrenim durumumu belirten dosyamı Tahran Üniversitesinden Meşhed'e aldırdım ve bölüm değiştirdim. Tahran Edebiyat Fakültesi'nden Meşhed'e gelmiş olan benim için bu iki üniversiteyi birbiriyle karşılaştırmak, ister hoca, ister Kütüphane açısından olsun çok eziyet vericiydi. Yeni kurulmuş bir fakültenin imkanlarının az olması tabiiydi. Bundan dolayı ben bu değişiklikten çok rahatsızlık duyuyordum. Sınıfın ön sırasında oturuyordum, farksız biri olarak görünüyordum ve hiç kimseye bakmazdım, kimseyle de konuşmazdım. Bir gün birkaç sınıf arkadaşımla birlikte hocamız Dr. Gulam Hüseyin Yusufi Bey'den, bize vermiş olduğu araştırma konusunda bize yol göstermesini istedik. Kendileri, bu konuda işimize yarayacak bir kitap listesi bize verdi ve bunları nasıl elde edeceğimizi sorduğumuzda bir köşede duran öğrencilerden birisi yüksek bir sesle, "Bende bu kitaplar var, onları sizin için getireyim" dedi. Onun kim olduğunu öğrenmek için başımı çevirdiğimde bu öğrencinin Ali Şeriati olduğunu gördüm ve bu benim Ali ile ikinci karşılaşmamdı. O sürekli öğrencilere ders konusunda yardımlarda bulunurdu ve yavaş yavaş öğrenciler arasında belli bir konuma sahip olmuştu. İkinci yılda, öğrenciler bir Edebiyat Derneği kurmaya karar verdiler. Sonunda, dernek birkaç görüş alış-verişinden ve kuruluş görüşmelerinden sonra Dr. Ali Ekber Feyyaz Bey, Ali Şeriati'yi Dernek sorumlusu olarak seçti. Edebi oturumların birinde, Hafız'da Tasavvuf konusunda bir seminer vermek üzere beni seçtiler. Edebiyat Derneği başkanının benim yazdıklarım konusunda görüş belirtmesi ve seminerin içerik ve niteliğini inceleyip onaylaması gerekiyordu. Bu sebeple ve bizim birbirine benzeyen konulardaki karşılaşmalarımız oldu ki bu da Ali'nin benim yapımı öğrenmesine sebep oldu ve bu tanışma zamanla arkadaşlığa dönüştü. Ali, romantik, okumaya meraklı, duygusal ve hayata karşı ilgisiz bir kişiliğe sahipti. Her ne kadar o bu zamana kadar, derin bir fikirsel bunalımdan Mevlana'nm ve erken gelen iki hapsin yardımıyla kur-tulduysa da kendisi için bu bunalım ve hapislerin devamından başka bir gelecek düşünmüyordu. Kendisi bu dönemlerdeki ruhsal yapısı konusunda şu açıklamaları yapar: "Birbirimizle yeni tanıştığımız o ilk yıllarda, birer sınıf arkadaşıydık ve henüz benim yaşamıma ayak basmamıştı, Ben ne idim? Kimdim? Yaşlı bir



gençtim! Kötü görüşlü, acı düşünceli, yalnız, uzak kalan, rahat olmayan, tehlikeli, maceracı, başı havada ve hayallere dalan bir genç. Babam hep, "Bu oğlum nasıl hayatını sürdürebilecek? Kendi başına nasıl derleyip toplayacak? Zavallı eşi ve çocukları neler çekecek. O yemek yemesini bile beceremez. Yemeği ağzına vermek gerek. Para saklamasını bilmez. Günlük harçlığı beş Tümendir ve günde 6-8 Tümen kaybeder. Allah onu yaratmış ki onu Kızılkale zindanının bir köşesine atsınlar ve bir yük kitabı etrafına döksünler ve sigarasını üstünde tutması için bir kül tablası ve elinin altında da birkaç paket sigara vesselam " derdi. ,/69 Fakat benim yapım onun ruhi yapısından çok farklıydı. Mantıklıydım ve de gerçekçi, düzenliliği seven, faal ve sakin bir yaşama ilgi duyan bir yapım vardı. Özellikle de benim gençlik dönemime denk gelen ikinci ağabeyim Azer'in şehadetinden do69 Bütün Eserler, sayı 33, cilt. 1, sayfa 136.



60 61 layı aldığım darbeden sonra sakin bir yaşama şiddetle ihtiyacım M vardı. Elbette ailemize hakim olan yapıyla toplumun sosyal yapısından ve toplumun fakir halk tabakasının kaderinden gafil değildim. Fakat bunun temelli değişim noktasında kendimi çok etkisiz bir şey olarak görüyordum. Belki de ağır bir sorumluluk almak için hazır değildim. Birini düşünmek bile beni tamamıyla ortadan kaldırabilecek sayısız tehlike ve gereklilikleri olan bir yaşam biçimi. Ben, kendi görevimi halka ve muhtaç kesimlere manevi ve maddi değişik birkaç yardımla ve onların sorunlarına eğilmekle sınırlamıştım. Benim evlilik ve ortak yaşam konusundaki ideâlim çok klasikti. Babanın aile reisi olduğu, iyi ahlâk özellikleriyle bezenmiş, çok bilinçli, yüksek öğrenimli, şefkatli, yaşamın zevkini güçle savaşmada parçalanmasın diye kendisini güç ve çirkinlikle karıştırmasın diye yüksek kültür sahibi. Benim, hayata bakış açım konusunda hiçbir zorlamam yoktu. Kendim, bunlara sahip olmuş ve büyük bir açıklık ve sadakatle bu düşüncemi savunuyordum. Düşünceleri beyan etme noktasındaki bu açık fikirlilik ve bana da ulaşmış olan babamdan geçmiş bir özellikti Problem, sadece



ruhsal yapının farklı olmasıyla sınırlı değildi Farklı yetişme ve eğitim ortamları, iki türlü değerler sistemi -ki birisi batının ve modernizmin kültür saldırısı karşısında direnme ürünü idi, bir diğeri de ona olan eğilim ve kabulün sonucuydu -bu iki türlülüğe ve ihtilafa daha geniş bir boyut veriyordu. Ali Şeriati, başta bir arkadaş aracılığıyla ailemizden iki ailenin tanışması için bir zamanın belirlenmesini istemişti. Bu istekteki amacı evlilik konusunu önermekti. Ki bu da aile tarafından kabul edilmedi. Bu istek daha sonra diğer arkadaşlar aracılığıyla devam etti. Ağabeyim Dr. Rıza, bana benim şahsen gidip Ali ile konuşmamı, aramızdaki farklılıkları ve kendi sahip olduğum düşünce ve isteklerimi ona söylememi ve ona, bu işin her iki aile tarafından da kabul edilemez olduğunu söylememi önerdi. Bizim ailemiz için, Meşhed'in en önemli dindar şahsiyetlerinden biri olan Ustad Muhammed Taki Şeriati'nin oğluyla evlenmek geleneksel kültüre bağlılık anlamına geliyordu. Benim ailem, dindar olmalarına rağmen, onların yaşam ortamının benim yapıma uymayacağını düşünüyorlardı. Ali'nin ailesi de onun ailenin geleneklerini ve sahip oldukları dini konumu zedelemeyecek bir eş seçmesini daha çok istiyorlardı. Örtülü olmayan ve geleneksel olmayan bir gelinin gelmesi, o dönemde çok tanınan bir kişi olması nedeniyle Üstad'ın tanınmış kişiliği için menfi ve hoş olmayan sonuçlar getiriyor olacaktı, (elbette ben daha sonraları bu konunun farkına vardım). Ustad Şeriati, evlatlarının istekleri aile yapılarına uyan ve o ortama ayak uydurabilecek bir yapıya sahip bir kızla evlenmesini tercih ediyordu ve tabii olarak Ali'nin bu isteği babasının ve çevresindeki insanların tercihine uygun değildi. Görünüşte o söylenen her şeye karşı ilgisiz davranıyor ve gülümseyişle geçiyordu. Zira onun seçiminin mutlak duygulardan dolayı olmadığına inanıyordu. Hatta eş seçiminde de öyle. Ben kaç kez mantıklı sebeplerle onun bu isteğine olumsuz cevap vermiş olmama rağmen o hiçbir zaman kendi görüşünü zorla bana kabul ettirme yoluna gitmeyeceği cevabını veriyordu. Özet olarak benim için problemli olan şeyi o, onu giderme noktasında ortaya atıyordu. Örneğin ben 'ilk önce ben tahsilimi tamamlamak istiyorum' diyordum -çünkü benim korkum evliliğimin öğrenimime engel olmasıydı- Ali ise 'Benim isteğim de aynıdır ve bundan başkasını da istemiyorum. Fakat evlilik hedefe ulaşmak için engel değildir' diyordu. O 'ki geleneksel anlayışa muhalefet kadındandır ve asla evliliğin benim hayattaki ilerlemelerime engel olmasına müsaade etmeyecek' diyordu. Daha sonraları bizim ortak aile yaşamımızda vermiş olduğu tüm



sözlere bağlı olduğunu fiili olarak gösterdi. Her halükarda Ali, kendi isteği doğrultusundaki rahatlık ve metanet ile o kadar diretti ve iki buçuk yıl sabretti. Nihayet benim ve ailesinin rızasını alabildi ve sonunda ben de aşk ve ilgi ile ona olumlu cevap verdim. İlk önce üstat Muhammed Taki Şeriati kendisi önceden kararlaştırıldığı üzere bizim eve geldiler ve bu konuda babamla konuştular. İki ailenin anlaşması kesinleşti. Tanışma ve ilgi- tüm ihtilaflara son verebilmişti ve birkaç gidip gelmeden sonra evlilik gidip gelmeleri başladı Ali'nin erkek kardeşi olmadığından babası da tören ehli bir kişi olmadığından ve kimseden de bu konuda yardım istemediğinden kendisi tek başına işe koyuldu ve düğün için gerekli olan hazırlıkları üstlendi. Ali halasını davet etmek amacıyla oğulları Asğar'a bir mektup yazdı ve o günlerdeki konumu ile ilgili şunları söyledi; "Değerli hâlâ oğlu, ... Şu anda düğün hazırlıkları, fakülte ve okul işleri ve dış etkenler benim vaktimi o derece almıştır ki sersemleşmekteyim.



62 63 > Sen kendin de biliyorsun ki tüm bu dış etkenlerle iç yapımız nasıldır. Ben varım ve babam ve nenem ve Tayyib'e ve Tahir'e ki dört çocuk öylesine onu meşgul etmiş ki ona yardım etmek gerek. Kan basıcı zorluğu çeken ve bir süredir sıkıntı çeken ve her gün kalp krizine tutulan annemin durumu da şaşırtıcıdır. Babamın durumunun nasıl olduğunu sen de biliyorsun. Ben de bu durum içinde ve, bu işlerle başbaşa olduğum halde elimden bir şey gelmiyor... "70 Kısacası düğün günü belirlendi. O günün önemli dini şahsiyetlerinden ve üstadın dostu olan Hacı Şeyh Kazım Damğani nikah akdini yapacak kişi olarak düğünün Tir ayının 27. gününde sabah saat 10.00' da yapılmasını istedi. O günde bütün akrabalar ve dostlar belirlenen saatten önce evimize geldiler. Damat ise tek başına meyve ve tatlı hazırlamak için gitmişti. Herkes endişe içinde onu bekliyordu. Nihayet düzensiz bir halde



ve hazırlıksız bir şekilde geldi ve çok sinirli birisi olan ben ondan elbiselerini değiştirmesini istedim. Nihayet nikah töreni başladı. Sahip olduğu geleneksel yapıyı bir dereceye kadar korumuş olan bir aileye girişim, herkesin beklediğinin aksine anlayışla karşılandı. Benim sosyal yapım, Ali'nin annesinin samimiyet ve köylülük sadeliği ile karıştı ve hızla evlilik öncesi tüm özellikleri yok etti. Aynı dönemlerde, Ali'nin gençlik dönemi Meşhed'deki arkadaşlarından olan ve ömrünün sonlarına dek arkadaşlıkları devam eden Dr. Mehdi Mümekkin Bey şunları yazmış: "1337/1958 yılı yazında tatil mevsimini geçirmek üzere Meşhed'e gittim. O günlerde Ali Şeriati, sadece Ali Şeriatı' ve Edebiyat Fakültesinde öğrenim gören biri idi ve onun kişisel yeterlilik ve kabiliyeti henüz babası Üstad Şeriati'nin ününün perdesi altında saklıydı. Meşhed'in nüfusu o günlerde yaklaşık ikiyüz bin kadardı ve her olayın haberi şehrin her tarafında hızla dııyu-labiliyordu. Ve işte günün olayı:. "Ali Şeriati, sınıf arkadaşlarından Islâmi hicaba uymayan bir kızla evlenmiş!" baba ve oğul, şehrin irticai odakların eleştiri ve tekfirine ve her yandan sıkıştırılmalarına konu olmuş. 70 12.04.37 tarihli mektup 64 Ali Şeriati ile yapacağım röportajda her zaman olduğu gibi her alandan ondan birçok sözler işiteceğimi düşünüyordum. Fakat o, yorgun, bitkin ve üzgün görünüyordu. Yüreği sıkılıyordu ve toplumun hastalıklarından söz ediyordu: "Allah aşkına bir bak da bu şehirde, bu hanımın bakış açısından, eğitim-öğre-timinden, temiz ve edebinden söz eden bir tek kişi bile var mı? Hiç kimse genellikle bu şehrin kültürüne hizmette bulunmuş olan ailesinden, 32 yılı 16 Azer ayında Tahran Fen Fakültesi olayında şehid olan kardeşinden ve bu hanımın benim olgunlaşmamda ne oranda yardımcı olabileceği konusunda bir tek söz söylemiyor. Günün sözü ve bu şehrin tek konusu benim eşimin örtülü olmayışıdır." Bunları söyledi ve uygunsuz evlilik yaparak bir yandan cehaletin kurbanı olan bir diğer yandan da okııma-yazması olmayan evlilikler neticesinde hayatları sönmüş olan büyük ve uzun bir akraba ve arkadaş listesi çıkardı. Bir ah çekti ve şöyle dedi: "Sanki olayın farkında değilmişsin gibi? Ve facianın büyüklüğünü kavramıyormuşsun gibi? Ona kişisel ve ailevi bir macera çerçevesinde mi bakıyorsun? Gözlerini aç iyi kulak ver. Bu dişini



gösteren irtica yaygarasıdır. Öyle bir irtica ki cehaletle kapalı bir halka oluşturuyor ve bu halkanın kırılması esaslı bir temel yapıyı gerektirir. "71 Bu dönemde yedi ya da sekiz yaşında bir kız çocuğu olan A-li'nin küçük kız kardeşi Betül (Efsane) Şeriati, benim kendi evlerime girişini şu şekilde nitelemektedir: "Eğitim görmüş bir gelin, modern ve geleneksel olmayan bir aileden olan Puran'm bizim mukayyed ve geleneksel ailemize gelmiş olması ilginç bir olaydı ve tabii olarak benim için kız çocuğu olmam nedeniyle daha da ilginçti. Hiç unutmam, düğün gecesi annem şiddetli ağrıları nedeniyle yatıyordu ve düğün davetlileri arasına gelemeyecek bir durumdaydı. Fakat Puran, annem gelinini ve damadı görmekle büyük arzusuna kavuşsun diye yani gelinini beyaz gelinlikler içinde görmeğe nail olsun diye o düğün elbiseleriyle damat ile birlikte nikah salonundan bizim eve gelme konusunda ısrar etti. Puran bizim eve gelişinin daha o ilk günlerinden itibaren aileden biri oldu, onlara ünsiyet 71 Ali ile A&rfadlı kitap, İsveç baskısı, Ali Feyyaz'ın katkılarıyla, Şande! yayını, Dr. Mehdi Mümekkin makalesi, s. 53-54, Not: bu kitap Dr. Ali Şeriati'nin altmışıncı doğum günü münasebetiyle yayınlanmıştır. 65 bağladı ve sanki hep bu ailenin içinde yaşamış ve büyümüş gibi hareket etti. Ve bizler, onun farklı görünüşüne rağmen onu kendimiz gibi ve kendimizden biri olarak gördük... hatta annemin yanında yani hâlâ Sebzvar'm köylerinde örülmüş olan mavi renkli çarşafı örtünen o köy kadının yanında bile özel bir konuma sahipti. O, erkeğinin dağdağalı ve karmaşık yaşamına ayak uydurdu ve daha o ilk andan itibaren yaşamı baştan başa korku, fikirsel emniyetsizlik ve ruhsal bir uyumsuzluk içinde geçen inkılapçı bir düşünce adamıyla yaşamanın olağanüstü bir sabrı ve direnci gerektirdiğini bildi. Düşünce fezasında bu inanç dolaşımına sahip olan bir adam: hayatı bir timsah gibi kendi yuvasında geçirmek ve aile mutluluğuyla uğraşmak gibi kötüdür. Hakikati arama peşinde koşuşturmak, özgürlüğü kazanmak ve insanın kurtuluşu yaşamın ta kendisi ve mutluluğun aynısıdır... Puran 'm hayatının gemisinin kaptanı olması da bundandır. "72 Nikah töreninden sonra birkaç ay babamın evindeydik. Fakat 13 Azer 1337/1958 tarihinden itibaren Firdevsi Caddesinde kiralamış olduğumuz eve taşındık. Ayda 130 Tümene kiraladığımız bu ev küçük ve eski bir evdi fakat rahat bir ev değildi, zira evin bütün odalarının kapısı avluya



açılıyordu ve soğuk ve karlı kış günlerinde gidiş-gelişlerimiz çok zor oluyordu. Ben, 1337/1958 Mihr ayından itibaren Kültür dairesinde (Bugünkü Eğitim-öğretim Kurumu) Lisans diplomamla göreve başladım ve bir kız lisesinde öğretime başladım. Ali de ilkokuldan Mehesti Kız Lisesine atandı ve orada öğretmen olarak eğitime başladı. Yeni evimize yerleştikten bir-iki hafta sonra Ali'ye hayatımızın gidişini değiştiren iki mektup getirildi. Birinci mektup, Görev güvenlik dairesi tarafından gönderilen bir tebliğdi. Bu tebliğde, ondan kendisini tanıtması isteniyordu. Bu mektup bize, ikinci bir tebliğe kadar maaşının da kesildiğini bildiriyordu. İkinci mektup ise Fakülte tarafından gönderilmişti. Bu mektupta da onun birinci öğrenci olduğu haber veriliyordu ve bir an evvel öğrenim bitirme tezini fakülteye iletmesi gerekiyordu.73 72 Bütün Eserler, No: 1, Tanıdık Muhataplarla, s. 263, "Dr. Ali Şeriati". 73 O dönemde her öğretim bölümünde birinci gelen öğrencilerin öğrenimlerini devam ettirmek için yurtdışına gitme öncelikleri vardı. Birinci mektup bizler için ekonomik sıkıntıları ardından getiriyordu. Ben, 1337/1958 Mihr ayından itibaren lisans derecesiyle öğretmen olarak görevlendirilmiştim ve idari kanunlar gereği altı aylık bir staj dönemini geçirmedikçe ve idari bürokratik işlemler tamamlanıp maaş işlemlerim maaş bürosuna gitmedikçe ben herhangi bir maaş alamıyordum. Ali'nin de maaşı tamamıyla kesilmişti. Bizim durumumuzdan haberdar olan Ali'nin annesi, haftada yüz Tümenlik harçlığını bize vermekle ve ihtiyacımız olan diğer birkaç parça şeyi temin etmekle, 37 senesini zorluk içinde de olsa geçirmemize vesile oldu. İkinci mektupta ise, her ne kadar bize mutluluk verici bir haber verilmiş olsa da ne yazık ki daha yeni bir aile kurmuş olduğumuz bizleri ayıracaktı. Ali, gündüzleri ders vermekle ilgilendiği için ister istemez geceleri geç vakitlere dek bitirme tezini tamamlamak için uyanık kalıyor ve düzeltmeler yapıp daktiloya geçiriyordu. Zira yurtdışına çıkabilmesi için herhangi bir problem çıkmasın diye bir an evvel onu bitirip fakülteye teslim etmesi gerekiyordu. Ali, Fakültenin enstitü müdürüne müracaat ederek tezini bitirmesi için Azer ayı sonuna kadar süre aldı. Tezinin konusu, merhum Dr. Ali Ekber Feyyaz'ın önerisiyle seçmiş olduğu Mısırlı yazar Mundur'un eseri "Der Nakd ve Edeb" kitabının çevirişiydi. Özetle, Ali yazma işini tümüyle kendisinin yaptığı tezini fakülteye teslim etti ve verilen tarihte onu savundu ve savunma jürisinin onayını aldı. Bir süre sonra, birinci



mektubun ardından bir diğer mektup daha aldı ki burada kendisinin devlet bursu kazandığı ve isterse öğrenimini devam ettirmek için Avrupa ülkelerinden birine gidebileceği haber veriliyordu. Ali için öğrenim göreceği yer seçmek zor değildi. Zira hem hocalarının Fransa'ya gitmesi konusundaki tavsiyeleri hem de onun Fransızca'yı biraz biliyor olması ona, tercihini yapması noktasında fazla zorlanmayacağı imkanını veriyordu. Ve sanki onun Büyük Fransız Devriminin bir mirası olan insan özgürlüğünden almış olduğu romantik düşünceleri de bu arzusunu arttınyordu. Maddi imkanlarımızın el vermemesi ve bana özgü olan şartlarım, Ali'nin yalnız başına gitmesine neden oldu. Ancak oraya gidip durumu düzeltip işleri yoluna soktuktan sonra benim ve birkaç ay sonra dünyaya ayak basacak olan ilk çocuğumuzun ona kavuşması kararlaştırıldı.



66 67 Bu şekilde, 1338/1959 yılının Urdibehişt ayı, yani birlikte yaşadığımız birkaç aylık bir dönemden sonra, Ali benimle veda-laşarak bürokratik işlemleri tamamlamak üzere anne ve babasıyla birlikte Tahran'a hareket etti. Tahran'dan bana gönderdiği 31.02.1338 tarihli mektubunda kendi durumunu şu şekilde açıklıyordu: "Benim aziz Puran 'im... Ben burada, daha önceden tahmin edemediğim bir duruma düştüm. İlk önce Kültür Bakanlığı hizmeti bekleme işim noktasında problemler çıkarmaya çalıştı ki daha sonra giderildi..." Ali'nin burs alma formunu imzalamadaki baltalama konusunda Firuze Nihavendi Hanım, İran İnkılabının Kökenleri adlı kitapta şu şekilde yazar: "Şah Rejiminin zıtlıklarından birisi de şuydu ki 38 senesinde, Şeriati birinci öğrenci oldu ve kanuna göre öğrenim bursu almaya hak kazanıyordu._ Fakat 4 ay ertelendi. O dönemde muhalifler öğrenim yardımı ve hakkına sahip olabiliyorlardı. "74 Sonunda, bir süre sonra onun pasaportu öğrenim vizesi almış bir şekilde kendisine verildi ve o bu durumdan memnun olarak -fakat kesin çıkıştan emin olmayarak- telefonla bana Allah'a ısmarladık deyip vedalaştı ve bu



şekilde 1338/1959 yılının Hordad ayında Ali, eğitimini devam ettirmek üzere Fransa'ya gitti ve bizler birkaç aylık bir birlikte yaşamdan sonra bir süre için birbirimizden uzak düşmüş olduk. 74 Firouzeh Nahavandi, "Aıvc Sources de la revolutin Iranienne" Harmattan Pub., 1998-P. 164-171 Üçüncü Bölüm Avrupa Dönemi (1338-1343) Batıya Gidiş Şekli ve Batı Medeniyetiyle İlk Tanışması Ali'nin bilmeye ve onun insani bilimler alanındaki her bir dalın şüphe götürmez gerekliliğine olan susamışlığı, her zaman onun özel bir dalı seçmesi ve o alanda akademik çalışma noktasında temel tereddütlere düşmesine sebep oluyordu. Onun Fransa'ya girişi, sadece bu susamışlığı yatıştırama-makla ve günün Avrupa dünyası geleneğine uyumlu ve ondan müşahhas ve mantıklı alakalarla bir insan yapmamakla kalınmadı, aksine öylesine heyecana getirdi ki her şeyi öğrenmeye ve bilmeye karar verdi. Tüm bunlarla birlikte, eğitim göreceği bölümü seçmek için her türlü kararı almazdan önce değişik kültürel merkezlere serbestçe katılmak ve içinde yer almak gerekliydi. Ta ki ilk önce: kendi ruhsal yapısına uygun bir yeri seçip oraya yerleşsin, ikinci olarak da yabancı dil seviyesini istenen noktaya ulaştırsın. O, özellikle birinci konuya karşı özel bir ilgi ve duygu beslerdi: "1338/1959 yılının Hordad ayından 1339/1960 yılının Hordad ayma kadar Tam bir yıl boyunca ben özel bir dünyada yaşıyordum. Bu yılın başında Paris'e gittim. Bir hafta sonra hissettim ki dil bilmeyen ve gurbet ve yalnızlığa tahammül edemeyen bir yandan da yüreklerinde bu "Dünya gelini" ile birlikte olma vesvesesi taşıyan birçok yabancı öğrenci gibi birlikte yiyip içmek, giyinip kuşanmak, gezmek tozmak, birbirlerimizin evine gidip gelmek, mide bayramı düzenlemek, Avrupalı kız arkadaşlarımızla sebzeli et suyu yemeği hazırlamak ve kendilerine öğretmiş olduğumuz eski Farsça argo kelimeleri, o güzel ve tatlı lehçeleriyle Almanca ya da Fransızca tuzuyla telaffuz edişlerine kır kır gütmek ve bu yolla ve aynı normallikle Büyük Fransız devriminden sonraki tüm insan haklarından ve tüm kişisel ve top-



68 69 lumsal özgürlüklerden yararlanmak için kendi vatandaşlarımdan bir topluluk halkasına bağlanmalıyım. Arkadaşımdan bana, içinde "El değmemiş ve yabancıya bulaşmamış bir Parislinin" yaşadığı en asil Paris mahallesini göstermesini istedim. Bana şöyle cevap verdi: "Her şeyden önce orada bir yabancıya, özellikle bir doğuluya özellikle de bir müslüman'a oda vermezler. İkinci olarak da üniversiteden, üniversite lokantalarından ve "Laten" mahallesinden (üniversitenin bulunduğu mahalle) uzaktır ve öğrenci oraya gitmez." Ben ise, "Orayı istiyorum, ben hem Fransa'yı, Paris'i, Avrupa'nın yaşamının ve ruhunun gizli ve derin çehresini ve toplumunu tanımak hem de yalnızlığı olduğu gibi derinlemesine ve doğru olarak anlamak, hissetmek ve tatmak istiyorum " dedim. "75 Büyük bir aramadan sonra, sonunda geçici olarak bir oda kiralamaya ve yabancılar için olan "Alyanus" ismindeki Fransız Eğitim Okulu'na kayıt yaptırmayı başarır. Bundan sonra, o gündüzleri Alyanus'ta, geceleri de evde dil öğrenimi ile uğraşır ve Farsça konuşanlarla görüşmekten kaçınmaya çalışır: "Bana gelince, sabahları dil derslerine gidiyorum, akşamüstü doğu dilleri kütüphanesine gidiyor akşam olunca da dönüyorum. Bir saat kadar Siene (ırmağı) kenarında dolaşıyorum, gece de iki-üç saat ders ve kitap okumakla geçiriyorum ve sonra da uyuyorum. Bu ikisi her ne kadar yorucu ise de başka çaresi yoktur. "76 Bir diğer mektup 11 Tir 1338: "Benim canım Puran im, Bugün Tir ayının 10'u, sabah ve akşam üstü mektupların geldi, birisini Hordad ayında, diğerini de Tir ayı başlarında yazmıştın! Ama zarfın üzerindeki mühürden anladım, çünkü tarih yoktu... Ben de burada fiili olarak büyük bir ders yükü üzerime almış bulunmaktayım. Ve o kadar tutkunum ki henüz düzeltme fırsatı bulamadım ve tıpkı dervişler gibi olmuşum. Her halükarda yalnızlık son haddine ulaşmıştır. Akşamüstünden itibaren 75 Bütün Eserlerdi, Yalnızlık sözleri, Birinci bölüm, s. 55



76 Mecınua-i Naıneha s. 342, Kazım Muttahidin'e 1338 senesinde gönderdiği mektup. Merhum Kazım Muttahidin, Dr. Şeriatı ile büyük bir yaş farkı olmasına rağmen onun genç yaştaki arkadaşların en samimisiydi. gelirim, boş ve yalnız odalarda ya işle ya da hayal ile hayatı geçiririm. Sabahları derse gider, sonra öğle yemeğini yerim, öğleden iki-üç saat sonra da Arapça ve Farsça çok kitap bulunan Doğu Dilleri Kütüphanesine giderim. Saat üç-dörtten sonra da bir yumurta, bir sardunya balığı, bir domates, bir muz, peynir, tere yağı ve yoğurdu ekmekle alıp akşam yemeğimi kendim hazırlarım. Ne şaşırtıcı bir iş adamı olduğumu bilemezsin. Döndüğümde mutfakta bile sana yardım edeceğim, yemek yapmayı, düzenlemeyi, süslemeyi inşallah yavaş yavaş sana anlatacağım. Porendaht Hanımın yanında olduğunu yazmıştın. Dünyalar kadar sevindim... doğrusu Porendaht Hanımın yeri boş, burada yani, benim oturduğum bu mahalle ressamlar mahallesidir. Tüm elebaşlar buradadır. Ev sahibimle birlikte -deniz kenarından döndükten sonra- Picasso Beyefendinin huzuruna gidip sohbet etmeği kararlaştırdık. Çünkü o Picasso ile tanışıyor. Yani Picasso'nun talebe siy di ve onun kız kardeşi de Picasso 'nun üslubunu takip eden beceri sahibi bir ressamdır. Picasso, bizim binadan üç apartman ötededir. Ben kendisini Lour Müzesinde, bir resim salonunda İtalya'nın Rönesans ressamı Leonardo da Vin-ci'nin tablolarından birinin resmini alırken gördüm. Bu salonda Fransız ressamlar tezgahlarını kurmuşlar ve nefis tarihi tabloları taklit ediyorlar. Benim için hepsinden en çekicisi yaşlı bir ressamın Leonard'm Mona Usa -ki kesinlikle işitmişsindir-adlı tablosunu çizmesiydi. Doğrusu sanki aslının aynısıydı. Fakat buranın Sürrealizm üslubu ressamların çoğu şekil olarak cadde kenarlarında asfaltlar üzerinde alçıyla felsefi düşünceyi açıklayan manzaralar çizen gençlerdir. Yoldan geçenler de her biri birkaç Frankı dilenciler gibi onlara verirler, ve ben hâlâ neden böyle bir hal içine girdiklerini anlamış değilim." Miladi 1959 senesinin 17 Ağustosunda (27 Mordad 1338 hicri-şemsi) dersleri hakkında şöyle der: ...Sabahları yaklaşık beş bin yabancı öğrencisi olan Alyanus okuluna gidiyorum ve iki saat ders okuyorum. Dünden itibaren Pantiyon Enstitüsüne de ismimi yazdırıp kaydoldum. Günde iki saatte de oraya gidiyorum. Fiilen dilim çok güzel olmuş..."77 77 Yalnızlık Sözleri, birinci bölüm, s. 55, Bütün Eserler,33 "Dr. Ali Şeriati"



70 71 Bununla birlikte Ali'nin Alyanus'taki öğrenimi fazla sürmedi. Zira o, kendisini özel bir çerçeve içine hapsedemezdi. Dersleri terk edip en kısa zamanda en iyi sonucu almak için bir köşeye çekildi. Kendisi bu konuda şöyle yazar: "Fransa'nın Alyanus'unun da dil öğrenme yeri olmadığını gördüm, orayı terk ettim, İran 'da da tanıdığım Alexis Carel'in7" Dua79 kitabını aldım, odamın kapısını üstüme kapattım, yar dımla değil, aksine Fransız dicksiyonerlerin zoruyla Farsça'ya tercüme etmeye başladım. Carel'in düşüncelerine olan hayran lığım ve onunla tanışıp ilgi duymam, dilini fazla bilmediğim ve onun edebi kavramlarının karmaşıklığını ve felsefi düşünceleri- jl nin zorluklarını anlayamadığım kitabının tercümesinden doğan \ I yorgunluğu gideriyordu. "8" î O, Alexis Carel'in "Dua"kitabını tercüme etmesinin yanında ' | daha ciddi başka tutkulara da sahipti. Benim son mektuplarınI daki kuru ifadelerine ve belki de romantik olmayan yapılarına yaptığım itiraza cevap olarak bu uğraşları şöyle açıklar: "Mektubumun şimdi çok kuru bir hale geldiğini yazmışsın. Ben de bunu düşündüğüm anda senin haklı olduğunu hissediyorum. Bunun sebebi de şu ki; bu birkaç gündür ruhsal durumum pek iyi değildi. Çünkü sana da yazdığım gibi İsviçre'ye gitme kar ar mdaydım. Fransa'daki Ahlâki Yapılanma Konseyi başkanı bir başka İngiliz ve bir Belçikalıyla birlikte bir gün beni görmeye geldiler. Bir gün de beni kendi evlerine davet ettiler. Ve ısrarla beni İsviçre'ye gitmem ve orada uluslararası bir konferansta konuşma yapmam için davet ettiler. Ben de bir süre detaylı bir konuşma metnini hazırlamak için vakit harcadım. Fakat ansızın İngilizler davetlerinden pişman oldular ve benim oraya gitmemi ve konuşma yapmamı uygun görmediler. Davetten sonra neden caydıklarının sebebi bir türlü anlaşılamadı. 78 Alexis Carel'in hayatı hakkında elde yeteri bilgi mevcut değildir. Doktor da Merhum Kazını Muttehidin'e gönderdiği bir mektubunda bu



noktaya işaret etmektedir: "Fransızların onu faşist Almanlarla işbirliği yapmakla itham ettiklerinden onun bir biyografisini hazırlamamışlar. Adı kayıplar a-rasında yer alan bir şahsiyet ile ilgili olarak bunlar vardır." 79 Bu kitap, tercüme edildikten bir yıl sonra Ali henüz Paris'te iken "Dua" adıyla Meşhed Kitabevi tarafından yayınlandı. Daha sonraları yayınevi şirketi yeniden yayınladı. 80 Yalnızlık Sözleri, Birinci Bölüm s. 56, Bütün EserJer,33, "Dr.Ali Şeriatı" Bundan da öte, birkaç gündür Farsça bir derginin yayınlanması çabası içindeyiz, Mordad ayı içinde çıkması bekleniyor. Çıktığı takdirde bir nüshasını sana göndereceğim. Bunun dışında da dil öğrenme ve bugün bitirmiş olduğum Dua kitabının tercümesi uğraşısı içindeyim..." Fransa 1959 yılında yani, Ali'nin oraya vardığı yıl, çok karmaşık bir ülkeydi. Cezayir bunalımı yıllar önce başlamıştı. Faşist gruplar, Cezayir Bağımsızlık Hareketi taraftarlarını (gerek Cezayirli gerekse Fransız) takip altına alıyorlardı ya da öldürüyorlardı. Paris'in merkezine, üniversitelerde, bazı aydınların ve Cezayir Bağımsızlık hareketi taraftarı hocaların bulunduğu yerlere bombaların bırakılması hızla yayılıyordu. Fransa'nın Sartre ve Gurtvitch gibi sol aydınları, Cezayir'in Fransızlar tarafından işgali ve sömürülmesine karşı yerlerini alıyorlardı. Fakat ülkeye hakim olan düzen, tamamıyla sömürü taraftarıydı. Görünürde demokratik bir yolla Fransız milleti üzerinde hakim olan bir düzen. Cezayir Bağımsızlık Hareketi, gitgide bazı Latin Amerika ve Afrika ülkeleri üzerinde etkiler oluşturuyordu ve Fransa'dan başlamış olan bunalımın çerçevesinin Belçika ve İngiltere gibi metropol ülkeleri de kapsamaya ve onların çözümü zor konularla karşı karşıya kalmasına sebep oldu. Aynı yıl içinde ve bu tür şartlar içinde Ali'nin Cezayir Bağımsızlık Hareketiyle ilk tanışması gerçekleşiyordu. İhsan babasından naklen bu olayı şöyle açıklar: "Bu dönemde Paris 16'da, elit sınıfın yaşamış olduğu mahallede kalan babam, bir gün saçını düzeltmek için bir Fransız kuaförüne gider, fakat tıraş ücretinin fazla olmasından dolayı Cezayirli Arapların yaşadığı mahalleye gitmeye karar verir. Curada Arap kuaför saç tıraşı esnasında babamla sohbet edip konuşmaya başlar, Cezayir ve Fransa'nın durumundan söz eder. Babam Ali, bu kişinin ideolojik boyutundan ve İran 'm şartlarını bilmesi ve hatta Ayetullah Talekani'yi tanımasından şiddetle etkilenir ve yavaş yavaş bu kişinin Cezayir Bağımsızlık Hareketinin üyesi olduğunu ve kuaför salonunu bölgesel



üyeliğini gizlemek için açtığını anlar. Bir süre sonra bu Cezayir mücadele organı ile birlikte hareket etmeye başlar, Paris'te daha çok Arapların oturduğu bir mahalleye taşınır ve evini bu inkılapçı teşki-



72 73 latm hizmetine koyar. Nihayet ondan yasak yayınların bulunduğu yer adıyla yararlanılır. Bu günlerin birinde, güya kuaför ve onun askeri kolu, Fransa'nın İnkılâp zıddı bir konferansının düzenlendiği yere bomba koymaya karar verirler. Bir gün babamın odasına çok ağır bir çanta getirip giderler ve uzun bir süre kendilerinden haber gelmez. Bombalama planının ortaya çıkmasından sonra babam çantayı bir başka yere götürmeye karar verir ve Cezayirliler mahallesinin bir sokağından eve doğru gelirken aniden Fransız polisi üzerine saldırır, başı bir duvar kenarına çarpar ve yere yığılır ve üç hafta hasta yatar." Bu sorunlar inkar edilmez diğer gerçeklerle birlikte Ali'nin Fransa hakkında, onun buraya gelmezden önce medeniyet ve kültürün beşiği olarak gördüğü bu yer hakkında iki görüş sahibi olmasına yol açar. Bir yandan biliyordu ki Fransa'nın kültürel geçmişinin ve bağımsızlık yanlısı geçmişinin ona çok az ülkenin sahip olduğu bir büyüklük bağışlamıştır. Diğer yandan da görüyordu ki hem ahlâki bir çöküntüye duçar olmuş hem de tüm insani değerlerin yok olmasına duçar olmuş bugünkü Fransa, artık geçmişteki iftihar dolu hayatını devam ettiremeye kadir değildir. Bu dönemlerde bana ve arkadaşlarına gönderdiği mektuplarda bu görüntünün işaretleri açıkça görülüyor: "...Burası güzel şehir, fakat vahşi, soğuk ve tatsızdır. Daha çok kadınlar burada bir kaz şekline-bürünürler. Berijit Bardo'dan daha güzel, fakat bir sigara paketinden daha ucuz, tümü şehvet, tümü renk ve hepsinde vefasızlık ve ... hakikatsiz ve çaresizlik!... ve sen belki inanmazsın, Paris caddelerinin güzellikleri, sarı, kırmızı, mavi renkleri, şaşalı görüntüleri beni sadece heyecanlandı-ramamakla kalmıyor aksine burada yaşamı çekilmez hale getiriyor. "81



Vatan için bu sıkıntı duyguları ve diğer yandan da batılıların düşünce ve fikir açıklama özgürlüğünün müşahede edilmesi ve onun derin içsel sıkıntılarına yol açarı batı ile doğu arasındaki kültürel düzey ihtilafının karşılaştırılması özellikle onun ikametinin ilk yıllarında ve arkadaşlarına gönderdiği mektuplarda açıkça görülmektedir. "Alı, keşke iran'da olsaydım ve geceleri Mesnevi ile geçirmiş olsaydık... Alı keşke buraya gelmeseydim ve özgürlüğün anlamını tatmasaydım ve sadece kitaplar arasında olsaydım. Meşhed'de, o geçmiş asırların sofra kırıntıları bize yeterdi ta ki tümünü ilim adıyla doyasıya yeseydik ve... "82 Bir başka mektupta da Merhum Kazım Müttehidin'e şöyle yazar: "Burada göze çarpan ilk nokta, tüm varlığımızı yağmalayan Avrupa'nın kesin ve zorunlu yıkılışının başlangıcıdır. Özellikle de çok çekici ve güzel yüzlü bir genç olan çökmüş bir kadına benzeyen Fransa'nın yıkılışının başlangıcıdır." Bu derin ve esaslı sıkıntılar, ıstıraplar ve istekler onu aile işleriyle uğraşmaktan da alıkoymuştu. İlk çocuğumuzun ismini koyması için çocuk doğmazdan iki üç ay önce defalarca Ali'nin görüşünü istemiştim. O benim için bir çok mektup göndermesine rağmen bu konuda hiçbir şey yazmamıştı. Ta ki nihayet çocuğumuz doğdu! Elbette hastanedeyken ve doğumun ilk gününde, Ali'den bana bir mektup ve hediye ulaştı. Arkasına mektubun yazılı olduğu Paris'ten çok güzel bir manzaranın yer aldığı kartondan bir kartpostal üzerine gramofonla "Dünya ve Aşkımız" adında bir sayfayı içeren bir zarf içinde şunlar yazılıydı: "... Büyük bir aşk ve şevki taşımamıza rağmen birbirimize uzak düştüğümüz şu anda "Dünya ve aşkımız" adını taşıyan bu kartpostalı, onu işittiğinde benim arzuladığım şekilde düşünesin diye sana gönderiyorum." Aynı şekilde bir miktar çocuk elbisesi ve üzerinde + ve -şeklinde işaretler taşıyan ve aşağıdaki metnin kazındığı aşk kolyesi adında bir altın kolye de göndermişti: + ..Car, Vois-tu, je t'aimechaguejour davantage. Aujourd'hui plus qu 'heir et moins que demain.



si



Bana gönderdiği 1338 Şehriver ayı sonlan mektubundan



.82



Kazım Müttehidin'e gönderdiği 1338 yılı mektubundan



74 75 Tercümesi: İşte görüyorsun, seni her gün daha fazla seviyorum. Bugün, dünden fazla yarından ise az. Bu hediyeleri aldım, fakat yine de çocuğun ismi hakkında o mektupta herhangi bir şey yazılmamıştı! Her halükarda, İran geleneğine göre, altıncı gece ağabeyim "Dr. Rıza" İhsan ismini onun için seçti. Fakat görünürde bu isim, Ali'nin arzusuna göre değildi. Zira bir yıl sonra Fransa'ya gittiğimde yazdıkları arasında yarım kalmış üç mektupla karşılaştım ki onda bana hitaben çocuğumuz için isimler seçmişti: "...Çocuğumuzun ismini Ahund "Molla Kurbanali" olarak koymak isterim. Şayet Allah göstermesin bu ismi beğenmediyseniz Şahab, Settar ve Muhammed isimlerinden birini seçiniz... Şimdilik aklıma daha güzel bir isim gelmiyor. Vidad ismi de şu ana dek hissettiğim en güzel isimdir. Şayet bundan sonra aklıma gelirse sana gönderirim..." Elbette çocuğun doğum haberini telgraf aracılığıyla aldıktan sonra duyduğu sevinç ve mutluluğu şu şekilde tavsif ediyor ki bu önemsemezliklerden bir kısmını gideriyor: "Canım Puran 'im, Bugün sabah, 10 Eylül, telgrafın ulaştı ki bir deste gülü suya verdin ve beni baba yapmışsın ve bu, şu ana dek duymuş olduğum en büyük haberdir... Geçmişimin dünyasının kapısını üzerime kapattım ve yeni bir dünyaya açıldım. (İçinde) artık önemli bir haber duymayacağım, yeni bir şemaya sahip olmayacağım bir dünya. Burada artık serkeşliklere ve özgürlüklere birlikte veda etmem gerekir... Ve sonunda hissettim ki bir kağıt alayım ve bir mektup yazayım ki kendi ömrümün geri kalanının tümünü şu anda Şah Rıza Hastanesi odasının bir köşesinde yatakta dinlenen iki yüce ümidin mutluluğu için vakfedeyim. Benim bu iki ümidim ise iki azizdir ve her ikisi de benim kcndimdirler. Fakat birbirlerinden çok farklıdırlar. Birisi, benim geleceğimin yarısını



işgal edecek olan oğlumdur. Geleli henüz üç dört gün olmadı. O şu anda dünyanın doğusundadır ve ben dünyanın batısında. Alı, yoldan henüz yeni gelmiş olan bu yolcuya hoş geldin demeyi ne kadar arzu ediyorum, benim çok iyi bildiğim bu dünyanın duvarına, kapısına ilk bakışını attığında benim kucağımda olsaydı, dudağını ilk açtığında benim iki dudağım arasında açsaydı, üzerinde hissedeceği ilk şefkat eli babasının eli olsaydı. Ah ki tüm bu lezzet bağışlayan ilkleri kaybetmişim. " Oğlunun ilk fotoğrafını gördüğü zaman duygularını şöyle ifade eder: "Aziz Puran im, İhsan 'm doğum haberini duyduktan birkaç dakika sonra bir cafede çektirdiğim bu resmi bir hatıra fotoğrafı olarak sana takdim ediyorum. Yaşlılık ve baba olma etkileri çok hızlı bir şekilde yüzümde görülmektedir. Onu bir hatıra olarak sakla ta ki yirmi yıl sonra Firdevsi'nin dilinden sana yazdığım bu şiir hattını okusun ve kitap, fakirlik ve özgürlükten başka bir şey olmayan kendi ecdadının mirasını nasıl koruması gerektiğini bilsin ve o da kendi yaşamında sıkıntı, ilim ve şereften başka bir şey biriktirmesin. Şöyle dedi erkek aslan eşine Zira eğer evladımız kahraman olmazsa Ona duyduğumuz şefkat ve temiz asaleti keseriz Babası deniz suyu, annesi toprak. Şehri ver 1959 Paris Ali Şeriati*3 Öğrenimi ve Hocaları Ali, öğreniminin başlangıcında, yani şemsi 1338/1959 yılında Sorbon Üniversitesinin Edebiyat ve İnsani Bilimler (Orta çağlar ve İslâm Tarihi) bölümüne kayıt yaptırır. O, arkadaşlarının önerisi ve kendi özel ilgisi nedeniyle sosyoloji bölümünde öğrenim görmek üzere Paris'e gider. Fakat Paris'e vardıktan sonra doktorasının öğrenim gördüğü-Fars Edebiyatıbölümün devamı olması gerektiğinden haberdar olur. Bundan dolayı Do83 Fotoğrafın arkasında yazmış olduğu mektubun tarihi 1338/1959'dur.



76 77



ğubilim ve Fars Dili ve Edebiyatı hocası olan Prof. Dr. Gilbert Lazard84 Bey ile konuşur ve onun yol göstermesi ve önerisiyle Ali'nin risalesi, "Tarih-i Fazail-i Belh" adlı dini kitabın konusunun "Safiyeddin" tarafından yazılmış olan miladi 13. asır ile ilgili olması kararlaştırılır. Bu tarihten itibaren Ali, Dr. Gilbert Lazard'm denetimi altında risalesini hazırlamaya başlar. Dr Gilbert Lazard'm derslerine katılır. Bu arada tezi hakkında da ciddiyetle araştırmalar ile uğraşmaktadır. Bazen Gilbert Lazard Bey, ona özel bir vakit ayırır, onun risalesi üzerinde saatlerce konuşur ve ona danışmanlık ederdi. Sonuçta Ali'nin diğer öğrenciler ile arasında var olan fark inceleme işinin zarafetine pek bakmamasıydı. Dr. Ali Rahnuma Bey'in Prof. Lazard ile Dr. Şeriatı hakkında yaptığı röportajda onun sözleriyle şöyle nakleder: "Şeriati, kendisi için seçmiş olduğum tez konusunu sevmiyordu fakat benim ısrarımın etkisiyle onu kabul etti. Fakat bu yolda hiçbir özel çaba göstermedi, zira onun amacı diploma almaktı ve konunun onun için fazla bir önemi yoktu." Ve belki de aynı nedenden dolayı daha sonraları almayı başardığı Ali'nin doktora derecesi Passable yani kabul edilirdi Çünkü o, bu tez için gerekenden fazla vakit harcamak istemiyordu. 84 Prof. Gilbert Lazard, Fars dili ve Edebiyatı uzmanı ve Sorbon Fakültesi hocasıydı. Ki 1946 yılından Fransa Milli Bilimsel Araştırmalar Merkezi (CNRS) üyeliğine atandı. Kısa bir süre sonra İran'da üç yıllık bir göreve geldi (1948-1951) bu dönem içerisinde özellikle İran Dilleri ve lehçeleri üzerine bir araştırma yaptı. 1958 yılından 1966 yılma kadar o, Doğu Dilleri Milli Medresesinde Fars Dilini öğrenmeyle uğraştı ve Fars dili eğitimini kamil anlamıyla tamamladı. 1966 yılında Sorbon Üniversitesinde İran dilleri ve Medeniyeti Kürsüsünü kurdu. Fars Dili ve Edebiyatı alanında birçok inceleme ve tercümeler yapmıştır. Bunların en önemlileri şunlardır: a. Sadık Hidayet'ten "Se Katre Hun=Üç Damla Kan" b. Ömer Hayyam'm Rubaileri (J. Gojrom ile birlikte) c. Fransızca-Farsça Sözlük (Mehdi Kıvamnejad ile birlikte, Şirket-i Kitap, sonbahar 13 70) Dictionaire francais-Persan d. D'apres des textes de dbrieme et onzienıe siecle e. Dokuzuncu asırdan onuncu asra kadar ilk İran Şairleri[Dağınık Şiirler,



Tahran'daki Fransa Kitapbilim Konseyi yayınları baskısı 1964] Les Premiers po^etes iranies de neuvieme a dbcieme siecle Hakikatte o hem lise ve öğretmen okulu döneminde hem lisans döneminde ve hem de Sorbon Üniversitesinde sırf diploma alma düşüncesinde değildi ve değerlendirme alanı onun doktora tez alanından ve derecesinden çok daha genişti. Ali'nin Fransa'dan öğrenim dönemi arkadaşı ve dostu Dr. Gulamabbas Tevessüli bu konuda şöyle der: "Beş yıl Paris Üniversitesinde onun bilim öğrenimiyle özgürce uğraşması sadece uygun bir fırsat değildi, aksine ülke içinde ulaşılması zor olan eser ve kitapları okuyup değerlendirme imkanını, ayrıca toplumsal ve felsefi bağımsız kitapları tanımayı ve Birgos, Albert Camu, Sartre ve Shavartez benzeri Filozof, bilim adamı ve yazarların ve Gurtvitch, Berçue gibi sosyologların ve Louis Massignon gibi İslâm-bilimcilerin toplumsal tarz ve gidişlerini, eserlerini ve yazılarını doğrudan inceleyip tanıma imkanını buldu. Ve kendini doğrudan onların fikir ve eserleriyle temas içinde buldu. Burada İslâm-bilim alanındaki eserler genel anlamda, toplumbilim içerikli idi. Bu da O'nun ilgisini çekiyordu. Hatta klasik şekliyle onu öğrenmekle uğraştı. Her şeyden önce Fransız toplumbilim değerlendirme ve eleştiri ekolü O'nu etkiledi. Bir süre kendisini şiddetle cezb etmiş olan klasik eserlerini okuyor tahlil ediyor ve eleştiriyordu. Toplumsal görüşü bir fikir ve amel terkibi olarak kabul eden onun için ne toplumbilimi mutlak ilim olarak kabul eden toplumun Pozitivist çıkarımları doyurucuydu ne de sırf Marksist çıkarımlar doyurucuydu. Zira varolan gerçeklerin hiçbirisi "Sanayileşmemiş dünya "yi ya da üçüncü dünyayı idrak, tecziye ve tahlil edemezdi. O sürekli top-lumsal-bilimin peşindeydi ki kapitalist toplumun ve Komünist düzenin durumundan ve değişiminden sarfınazar edip hatta Avrupa komünistlerinin bile onları sömürme üzerine konuşlandıkları lakin onlar savaştan el çekmemiş ve kendi şeref ve bağımsızlıkları için savaşıyorlar, toplumsal yaşam gerçeklerinden sarfınazar edip tahlil ve tefsir etsin.,e5 Risalesinin araştırmaya yönelik işleri de onun için taraflı bir iş sayılıyordu. Ali'nin esas dersleri ve araştırmaları, daha çok iki bilimsel merkezde yoğunluk kazanmıştı. Birisi College de 85 Dr. Gulamabbas Tevessüli, Dr.Ali Şeriati'nin hayatı ve Eserleri üzerine bir İnceleme, 1358, s. 14-15



78 79 France'da Georges Gurtvitch86 gibi simaların aracılığıyla toplumbilim alanında idi, diğeri de Milli Yüksek Tetebular Merkezinde (CNRSSolciologie Religieuse) Jaques Berque gibi hocaların aracılığıyla dinsel toplumbilim alanında idi. Ali'nin kendisi de hocası hakkında şöyle yazmıştır: "Benim gözlerime toplumu tanıyacak bir bakışaçısı bağışlayan ve karşımda yeni bir yön belirleyen ve geniş bir ufuk açan Gurtvitch 'tir. Bana dini gösteren ve toplumbilim gözlüğü arkasından nasıl görülebileceğini anlatan ise Prof. Berque'dir. bu büyük ders, burada öğrenmiş olduğum ve işe yaramayan yüz binlerce boş dersin yararlı ve değerli bir hale gelmesine yol açtı/"7 Bir yıl sonra, Ali 1339/1960 yılı Tir ayında önceden haber vermeksizin bizi de beraberinde Paris'e götürmek üzere İran'a geldi. Şu an gibi hatırlıyorum, annem ile havuzun kenarında oturmuş konuşuyorduk. Ansızın arkamızdan birisinin konuşmamızın ortasına uçtuğunu gördüm. Döndüm, Ali'yi gördüm, hesap bizi gafil avlamıştı, sözde bahçenin kapısı açıktı ve o kapıyı çalarak girmişti. Bu beklenmedik görüşme bizi oldukça mutlu etmişti. O, ben stajyerlik belgemi alıncaya dek iki ay kadar Meşhed'de yanımızda kaldı. Sonunda 1339/1960 Şehriver ayında karayoluyla Fransa'ya döndük. Bizim bu dönemdeki gelirimiz aylık 850 tümenden (Ali'nin devlet bursu) ibaretti. Buna ilave olarak Ali'nin öğretmenlik maaşı ve onun üçte biri de benim maaşım da 440 tümen idi. Fransa'ya vardıktan sonra bir 86 Georges Gurtvitch (1894-1964) Rusya'da doğmuş 1915 yılında "Progrinc Siyasal Doktoru", 1918 yılında "Rousso ve Hukuk Zfe/z/"kitabını yazdı. O 1920 yılında Rusya'y1 terk etti. 1921-22 yıllarında Prag (Çekoslovakya) Fakültesinde ders verdi ve 1925 yılından itibaren de Paris'e geldi. 1949 yılından itibaren Sorbon Üniversitesinde, 1950 yılından itibaren de Yüksek Araştırmalar Enstitüsünde ders verdi ve bunun yanında Latin Amerika ülkelerinde, Japon, Amerika, Kanada, Kuzey Afrika vb... ülkelerde de ders verdi.



Cezayir Bağımsızlığının taraftarlarından biriydi. Sağ grupların evine bomba atacakları bir hale geldi. Miladi 1946 yılında Toplumbilim Okumalar Merkezinin temelini attı. 1960 yılında Bilme'nin (Toplumbilim Topluluğunu) Sorbon'da temelini attı. 1964 yılında fikirlerinin olgunlaşma doruğu olan Toplumbilim Diyalektiği adlı kitabını yazdı. 87 Bütün EserJer,13, Çöle İniş,s. 327 80 süre Daguerre sokağındaki eski küçük bir otel odasında kaldık. Daha sonra Alesia caddesinde küçük bir oda tuttuk ve yerleştik. İhsan'ı çocuk kreşine bıraktık ve ben, önümüzdeki yıl üniversiteye devam edebilmek ve kaydımı yaptırabilmek için Alyanus'ta (Dil Okulu) dil öğrenmekle uğraştım. Ali'nin Kevir adh kitabında kendi değimiyle, 1960'tan 1962 yılına kadar Fransız asıllı İslâmbilimci ve Doğubilimci Prof. Louis Massignon88 ile birlikte Farsça eserleri toplama, inceleme, okuma, tercüme ve değerlendirme konusunda ve yukarıdaki konular alanında çaba sarf etti. Onun öğrenmeğe olan aşkı, kendisini Paris'in bilim ve kültür merkezlerine gitmeye zorluyordu ve onu toplumbilim, tarih, ressamlık, müzik gibi beşeri bilimlerin hiçbirinden uzak tutmuyordu. Aynı zamanda esas işinden (araştırma risalesi) edebi bir nüsha olan Tarih-i Fezail-i Belh adlı kitabın tashih, tercüme ve notlarını da yazmaya devam ediyordu. Bu dönemde, Cezayir Bağımsızlık Hareketine ilave olarak, diğer Afrika ve Asya Milli Flareketleri ile de tanıştı. Patrice Lumumba'nın 1961 yılında şelıadetinin kimler tarafından gerçekleştirildiğinin ortaya çıkması için Paris'teki Belçika elçiliği karşısında siyah derililer tarafından çok geniş bir gösteri düzenlenmişti ki Polisin müdahale etmesine ve aralarında Ali'nin de bulunduğu birçok kişinin göz altına alınmasına yol açtı. Kendisi, İranlı öğrenciler adına bu gösteriye katılmıştı. Göz altına alınmış kişileri Paris'in Çite cezaevine götürdüler ve onun bodrumunda hapsettiler. Bu bir grup topluluğun tutuklaması, tutukluların üç-dört kişilik gruplar halinde oturup sohbet etme ve değişik Afrika topluluklarının durumu ve değişimleri konusunda ve üçüncü dünya ülkelerindeki sömürü düzeninin yapısı ve etkisi konusunda sohbet etmelerine sebep oldu. Ali de Afrika siyah derililerin lideri Guiz ile ve zindandakilerden bir başka grup insanla oturup sohbet ediyor ve bu sohbetler ilerleme kaydediyor, hapiste bulunan başka kimseler de bu sohbet halkasına katılıyor. Zindandakiler tarafından yapılmış olan ve kasete alınmış olan bu sohbet konuşmaları daha sonraları bir Afrika yayın organı olan Togo'da yayınlandı. Ali'nin siyasi durumunu



araştırarak onun ihraç edilmesine karar veren Fransız devleti, mahkemenin sosya88 Louis Massignon, bir süre önce Paris'te öldü. 81 üst hakiminin yardımıyla hükmün icrasını askıya almaya mecbur oldu. Ondan uzak kaldıktan sonra, annesi asla Ali'nin uzak kalmasına tahammül edemedi ve onun yokluğu kendisi için son derece ağır ve sıkıntılı oldu. O gittiğinde annesinin durumu daha da kötüleşti. 1341/1962 yılında, yaşı fazla olmamasına rağmen elden ayaktan düştü ve sürekli ilaçla tedavi gören vücudu kırk küsur yaşındayken vefat etti. Ali'nin o zamanlar henüz on yaşında bir kız çocuğu olan kız kardeşi Betül (Efsane) şöyle anlatır: "O son saatleri asla aklımdan çıkmıyor. Annem, gözlerini kapıya dikmiş ve vücudu hasretle dopdoluydu." Annesinin telgrafla gelen vefat haberi, arkadaşı aracılığıyla kendisine bildirildi. Bu haber, onun için büyük bir darbe oldu. Aynı gün öğle vaktinde, arkadaşlarıyla birlikte eve geldi ve bana bu hüzün dolu acı haberi bildirdi. Annesinin ölüm haberini almasıyla birlikte kırkıncı gün törenlerine katılabilmemiz için hiç durmadan karayoluyla İran'a dönmemize karar verdi. Bir takım giriş-çıkış işlemlerinin yapılmasından sonra siyasi, toplumsal bir çok uğraşının olmasına ve aynı şekilde onun Savak tarafından tutuklanma endişesi olmasına rağmen ülkeye geri döndük.89 Betül (Efsane), şöyle anlatır: "1341/1962 yılı yazında, ağabeyim Ali, ailesiyle birlikte kırkıncı gün yas törenlerine katılmak üzere geldiler. Evimiz kalabalıktan dalga dalga oluyordu ve ben, hüzün verici bu manzarayı görme korkusundan bu manzarayı görmemek için bir odaya çekilmiştim. Fakat ağlama sesi yükselince dayanamadım ve odanın penceresinden dışarı baktım. Ali, kadınların olduğu bölmeye eşiyle birlikte -ki ilk kız çocuklarına hamile idi-odadan içeri girdiler. Babamla kısa bir süre sohbet ettikten sonra annemin mezarı başına gidip hazır bulunmak istedi. Oraya vardığ-mızda kendisini annemin mezarı üzerine attı ve sesli bir şekilde ağladı." Anlatıldığına göre, Ali'nin annesinin cenaze merasimi çok detaylı bir şekilde düzenlenmişti. Bu, Üstad Muhammed Taki'nin-eşi-ona karşı beslediği sevginin ve bu yüce temiz hanımın akrabaları ve tanıdıkları arasında sahip olduğu temizliğin ve 89 Bkz. Ekler, 3 nolu belge



iyi namının bir işaretiydi. Tüccar ve esnaf arasında da birçok saygı töreni düzenlendi. Onu, eski mezarlıkta Saka-hane yakınında bir yere defnettiler. Birkaç gün geçtikten ve yas töreninin, görüşme ve konuşmaların üzerinden birkaç gün geçtikten sonra Ali, çevresindekilerden bizim için Fransa'ya dönüş için bilet alınmasını istedi. Çünkü yaz tatili nedeniyle bilet bulmak bayağı zordu. Bundan dolayı bizim için yolculuğun daha ilk günlerinde T.B.T. şirketinden üç bilet aldılar. Bazergan sınır kapısından gitmeyi düşünüyorduk. Bir yandan da Ali'nin İran'a girişinden haberdar olan Savak görevlileri, az çok telefon görüşmelerini ve Ali'nin kendisini takip altına almışlardı. Daha sonraları, daha biletleri aldığımız zamandan beri onun tutuklanma emrinin Bazergan kapısındaki emniyet güçlerine ulaştırıldığını anladık. Ali'nin gönlü, babasının ve kız kardeşinin yanında kalmak olmasına rağmen yolculuk edeceğimiz gün yavaş yavaş yaklaşıyordu. Fakat bir çaresi de yoktu ve dönmemiz gerekiyordu. Bu esnada benim hamilelik dönemimin son bir ayı içinde bulunduğumdan durumum çok ağırlaşmıştı ve akrabalar, annem ve babam bizim karayolu ile gitmemize karşı- çıktılar ve bir hediye olarak bizim gidiş yolumuzu değiştirmemize mecbur ettiler. Otobüs biletlerini aldığımız şirkete geri verdik ve uçakla Mehr-abad Hava alanından Paris'e döndük. Bu sınırdan gidiş yolumuzu değiştirmemiz, emniyet görevlilerinin Ali'yi tutuklayamamalarma sebep oldu. Bu yolla Allah, onun tekrar Fransa'ya dönmesini ve öğrenimine devam etmesini diledi. Fransa'da Siyasi Mücadelesi (Milli Hareket, Öğrenci Hareketi) Ali, Avrupa'da İran Milli Hareketi mensubu gençlerin arasına katıldı ve Avrupa'daki İranlı öğrenci kuruluşlarının faaliyetlerine bu cümleden olarak Fransa'da oturan İranlı Öğrenci Birliği ve Yurtdışındaki İranlı Öğrenciler Konfederasyonu'na katılıyordu. Bildiri ve kararların yazılmasında onlara gerekli yardımı ve yakınlığı gösteriyordu. Sırasıyla 1340/1961 ve 1341/1962 yıllarında Paris ve Lozan'da düzenlenen İranlı Öğrenciler Konfederasyonu kongrele-



82 83



rinde faal bir şekilde yer aldı. Konfederasyonun bildiri ve mesajlarının hazırlanmasında, değişik komisyonların afişlerinin hazırlanmasında ve öğrenci kuruluşları için program hazırlama noktasında doğrudan görev aldı. Aylık "İran-ı Azad" dergisinin ilk sayısı 15 Kasım 1962'de yayınlandı. Darbeden sonraki boşlukta, "İran-ı Azad" sahip olduğu zengin içeriğiyle, güzel bir şekilde ülke içindeki ve dışındaki Milliyetçi ve inkılapçılar üzerinde etkili olabilmişti. Ali, "İran-ı Azad" dergisinin yazı heyeti üyeliği, bazen de müdürlüğünü yapıyordu. Bu dergide Ali ile doğrudan bir ilişki ve beraberlik içinde olanlardan birisi Dr. Gulamabbas Tevessüli idi. Kendi deyimiyle, Ali'nin bu dergi için yazdığı yazılar üç türlüydü: 1. Makaleler, yani güncel olaylar ile ilgili makaleler. 2. Okuyucu sorularına "Niş u Nuş" adı altında verilen cevaplar, 3. Siyasi konular, "İran'da Beyaz Devrim" konusunda yazdığı ve ona "Sarı Devrim" adını verdiği ve "Yay yapan ok" adıyla yayınladığı makale gibi. "İran-ı Azad" gazetesi toplam 17 sayı yayınlandı. Öğrenci faaliyetlerinin öncüsü olan Ali, siyasi mücadelesine devam noktasında, Fransa'ya girdikten sonra Cephe-i Milli-yi İran (İran Milli Cephesi)'a bağlı öğrenci kuruluşları ile yakından samimi bir ilişki içine girdi ve faal bir üye olarak değişik otu rumlarda, topluluklarda ve konferanslarda yer alıyordu. Bu cümleden olarak, aynı zamanda Fransa'daki Milli Cepheye bağlı öğrencilerin yayınladığı derginin yayınlanmasında yardımlarda bulunuyordu. Birkaç sayı boyunca Şem' müstear (Şeriatı, Mezinani, Ali) ismiyle yazılar yazdı. Buna ilave olarak, Fran sa'da bulunduğu sürece, yani İran'a döndüğü 1343/1964 yılı nın yazma kadar Avrupa'daki İran Milli Cephesinin bir kolu olan "İran-ı Azad" dergisinin yazı işleri müdürlüğü ve yayın kurulu sorumluluğunu yürütüyordu. \ "İranlı Öğrenci Federasyonu" tarafından çıkarılan " Gah-name-i Fars/de" "Olayların, Görüşlerin ve... Köşesi" genellikle onun adınaydı. Aynı şekilde bazen de (A. Şeriati) ya da (A Mezinani) adlarıyla makaleler yazıyordu. Diğer önemli olaylardan biri de, İsveç'in Lozan şehrinde düzenlenen ve sonradan "Vahdet Konferansı" olarak tanınan iranlı Öğrenciler Konfederasyonunun ikinci kongresinin düzenlenmesiydi. Bu kongre, İran, Amerika,



İngiltere, İsveç, İtalya, Almanya vb... ülkelerden katılan 69 temsilcinin katılımıyla düzenlendi ki Ali ve ben de bu kongrede yer alıyorduk. Kongrenin düzenleneceği yer bir bodrum (Birkaç katlı apartmanın alt katı) olarak kararlaştırıldı. Ali, kongrenin başından birkaç gün devam ettiği sonuna dek toplantı salonundan dışarı çıkmadı. Kongrenin başladığı ilk günden itibaren benden ayrıldı ve kongrenin üyeleriyle birlikteydi. Hatta konuşmacılardan da değildi. Ben de diğer bayanlarla birlikte bizim için ayrılan eve gittik. Sadece oturumların düzenlendiği saatlerde konferans merkezine gidiyorduk. Hatta topluluk arasında Ali'yi çok az görüyordum. O sürekli kongrenin programı ve esasları konusundaki yazıları yazmak ve konuşmaların içeriğini ve yapısını düzenlemekle uğraşıyordu. Kendisi, açıklama düşüncesinde değildi. Kongrenin tamamlanmasından birkaç gün sonra yorgunluğunu biraz gidermek için Lozan'daki Leman ırmağının kenarına gittik. Ali bize: "İsveç'e geldiğimizden beri ilk kez gözüm su ve yeşillik görüyor" dedi. Bu kongrenin önemi, önceki yıl Paris'te düzenlenmiş olan ilk kongrede var olan ihtilaflara son verebilmesiydi. Bu kongrenin yeniliklerinden birisi de İran Üniversitelerindeki Öğrenci temsilcileri heyeti Mühendis Muhammed Tevessüli ve Cezayiri'nin de katılmış olmasıydı. Devrimden sonra "İran-ı Azad" dergisi, Milliyetçiler üzerinde geniş bir etki bırakabilmişti. Öyle ki Dr. Musaddık el yazısı ile yazdığı bir yazısında Paris'teki Milliyetçi Öğrenciler'e hitaben gazeteyi övdü. Fakat ne yazık ki Cephe'nin Pan-İranist üyelerinden birisi Dr. Musaddık'm yanma gitmiş ve kendisini yalan yere yayının sorumlusu olarak tanıtmıştı. Ali bu macerayı şu şekilde açıklar: "Dr. Musaddık'm da el yazısıyla yazdığı yazısı gazeteye u-laştı. Elbette bizler başlatmamıştık, çünkü dostlarımız tutumludurlar, o ... ilginçliklerden biri olan ... Bey, kendisini İran-ı Azad gazetesinin sorumlusu olarak tanıtmış ve Dr. Musaddık'a bir mektup göndermiş, (o birkaç aydır İran'a gitmiş). Doktor, onun adına bir övgüyü gazetede yazmış ve son derece gazeteyi ve onu övmüştür. Her ne ise siz artık bir şey yapmayın. Çünkü en azından Dr. Musaddık cephenin içindeki bu kötü işlerden haberdar 85 84 olmasın ve bundan dolayı bu millete ve bu millilere kötü bakmasın. "*ü



Ali bu dönemde "İran-ı Azad"a ilave olarak Amerika'da yayınlanan "Endişe-i Cephe" ile ve "Name-i Parsi" ile de samimi ilişkiler içindeydi. Fakat yavaş yavaş cephe liderleri tarafından sabır ve bekleyiş siyasetinin güdülmesi, ayrıca batılılaşma reformizmi ve uzlaşmacı liberalizmi nedeniyle Ali'nin onlara yönelik eleştirisi arttı ve onlardan ümidini kesti, sonra da gazeteden istifa etti. "Ben bu kapısız ve sipersiz ve genellikle benim tüm hemfikrim olan dostlarımda görmüş olduğum ve görmekte olduğum sadakat ve doğruluktan çok azma sahip olan değişik tipteki ve renkteki insanlarla dolu olan bu teşkilattan bıktım. Gazeteden istifa ettim (birçok ısrar ve ricaya rağmen). Çünkü bir grup, birbiriyle işbirliği ederek teknik işlere sızmış ve benim haberim olmaksızın başmakaleye ve bazı konulara el atmışlardı, eklemelerde ya da çıkarmalarda bulunuyorlardı. Birlikte olmayı artık uygun görmedim ve fiili olarak yine de gazete merkezini ben ve dostlarım birlikte hareket ettiğimiz ümidiyle aynı yerde tutuyorlardı. Benim birlikte hareket etmem artık anlamsızdır. Zira şayet bir uygunsuzluk karşısında sağlam durmazsam hiçbir zaman ne bir kişiliğim kalır ne söylediklerimiz bir değer bulur ve ne de o uygunsuzluğun önü alınmış olacaktır./ffl "İran-ı Azad", "Name-i Parsi", "Endişe-i Cebhe" ve "MücalıidüfCezayir" ile birlikte çalışma ve karanlık bodrumda yapılan Lozan kongresinin kimi mesajlarının kongrenin son gününe dek düzeltilmesi ve Şem' adıyla makalelerin yayınlanması- ki siyasi mücadelenin eski şekilleri sayılıyordu-onun nazarında bir sonuç getirmiyordu. 1340/1961 yılının 27 Urdibehişt ayında İran özgürlük Hareketi Ayetullah Talekani, Mühendis Bazergan ve Dr. Yedullah Sahabi rehberliğinde kuruldu ki gerçekte inkılapçı Cebhe-i Milli'nin bir cevabı niteliği taşımakta ve radikal öğrenci gruplarını kendine çekmekteydi. Ali, onları cephe güçlerinin en sadıklarından kabul ediyor ve onlarla birlikte ülke dışında kendi görüşlerini doğru kurulmuş bir kültür hareketinin kurulması ve sağlam bir teşkilattan faydalanması amacıyla açıklıyordu. 1962 Eylülünde, başlangıçta bir yer altı teşkilatının teşkili yoluyla işe başlayan teşkilatlanmış fikirsel bir mücadeleye inancını şöyle açıklar: "... Bir hareketin güçlü ve sağlam esasları seri, temiz duygularla ve birkaç yıllık mücadele süresince pişmiş olan ve uyumlu olan düşünce ve i-nançlarla kuruluyor ve devletlerin gidiş gelişinin, dış çevrenin soğuk



ve sıcağının ve güçlü siyasetlerin ikbal ve talihsizliğin onda etki yapamayacağı bir hareket."*2 15 Şubat 1962'de bir hatırasında şöyle der: "Yalnızca inkılapçı bir teşkilatın aracılığıyla ya da en azından yardımıyla hakim olan tezgahı ortadan kaldırmanın mümkün olduğunda bir şüphe yoktur. Önemli olan bu inkılapçı işin ne zaman ve nasıl başlayacağıdır. Hiçbir inkılapçı hareket mutlak kamil olduğu bir noktadan başlamamıştır. İnkılapçı çevre oluşunca her ne kadar eksik de olsa bir çaba ve bir kıvılcım, işe başlamak için yeterlidir. İşin içinde eksiklikler giderilir, kemal merhalesi ve başarı muhakkak gelecektir. "*3 Bundan sonra Ali'nin faaliyeti, pratikte Üniversitedeki derslere katılma, Yüksek Araştırmalar Okulundaki oturumlara bağımsız bir şekilde katılma ve İranlı öğrencilerle yapılan oturumlardan ve sohbetlerden ibaretti. 1341/1962 yılında, Ali Cezayirli İnkılapçı yazar ve bilgin Frantz Fanon'un Jean Paul Sartre'nin bir mukaddimesiyle çıkan "Yeryüzünün Lanetlileri" kitabını okumasıyla birlikte, bu genç yazar ve düşünce adamının yazılarının ve düşüncelerinin büyük bir etkisinde kalır. Sartre'nin mukaddimesinden de İranlı öğrenciler tarafından düzenlenen bir konferansta yapacağı konuşmanın kaynaklarını ve aynı şekilde "İran-ı Azad" için yazdığı iki makalenin hazırlanması için kaynaklar bulur. Bu vesileyle öğrencileri, Frantz Fanon'un inkılapçı düşünceleriyle tanıştırır. Dr. Gulamabbas Tevessüli Bey bu konuda şunları yazmıştır:



90 Doktor'un makaleleri Şem' imzasıyla Paris'teki Öğrenci dergisinde yayınlanıyordu. 91 AliŞeriati 92 Ali Şeriati 93 Ali Şeriati 92 92 86 87



Dr. Şeriatı, çoğunluk için ittifaka yakın olarak tanınmayan Fanon'un bazı düşüncelerini açıklamakla ve kitabının sonuç kısmındaki bazı bölümlerini tercüme etmekle onun fikir ve düşüncelerinin yankısını kendisinin de üyesi olduğu İran Milli Hareketinin içine ulaştırdı. Onun sözlerinde bu düşünceler sürekli tekrarlanırdı: "Arkadaşlar, gelin bu Avrupa'yı terk edelim. Arkadaşlar, gelin bu tiksindirici ve maymunvari taklitlerden elimizi çekelim. Geliniz, sürekli insandan, insanlıktan söz eden fakat her nerede bir insanı gördüyse ... onu ortadan kaldıran Avrupa'yı terk edelim. .." Aynı şekilde Dr. Şeriatı' Afrikalı İnkılapçı ve toplumsal diğer düşünürlerin düşüncelerini tanıtma noktasında bu cümleden Ömer Ozgan'ı (Afdalü'l-Cihad adlı eserin sahibi) ve bazı gayri müslim Afrikalı şairlerden büyük ölçüde faydalanmıştı94 Ali'nin İran'da olduğu 1345/1966 yılında Cephe-i Milli'nin mücadeleci ve aydın öğrencileri grup halinde bu kitabı dışarıda tercüme edip ve Musaddık Yayınları adıyla Paris'te yayınladılar. Gerçi belki de Ali'nin Fanon'un kitabı üzerine yaptığı birçok tenkidinden dolayı, Savak onu bu kitabın mütercimi olarak tanıttı1" ve İran'ın inkılapçı edebiyatında da bu tercümenin mukaddimesi onun adıyla yayınlandı. O, bu yıl içinde (1963) kendi tezini de savundu ve resmen üniversiteden Üniversite Doktorası96 derecesiyle mezun oldu.97 94 Dr. Ali Şeriati'nin hayatı ve Eserleri üzerine bir inceleme, Gulam Abbas Tevessüli, 1358, s. 17 95 24.05.1349 yılında bir mektup Tahran Savak'ından Meşhed Emniyet teşkilatına Dr. Şeriati'nin böyle bir işle uğraşıp uğraşmadığını araştırmak üzere gönderildi (Bkz. Ekler, 3 nolu belge) 96 Üniversite doktorası 97 Bazıları, Ali'nin İran'a gelmezden önce Prof. Lazard'ın gözetiminde geçirdiği edebi doktora tezinin puan ve Mention'una işaretle, yani "Fazail-i Belh"m tarihi edebi metninin tashih, tercüme ve dipnotlandırmalarına işaretle o-nun akademik unvanına halel getirmek istemişler. Güya gurur verici bu derecenin kazanılması, Ali Şeriati gibi bir kimse için bu kadar bilimsel bir etkiyle olmayacak bir şeydi!! Oysa ben de onca hamilelik sıkıntısına ve iki çocuğun bakımım yürütmeme rağmen kendi doktoramı gurur verici (Tres Honorable) en iyi derece ile almamı Ali'nin kendi yardımı ve direktifleri doğrultusunda çalışmama borçlu idim. O halde bu,



benim ona bilimselliğimin onun üstünde olduğunun işareti midir? Ve acaba Meşhed ve Tahran 88 Bu dönemde tatil zamanının çoğu, Sen Jirmen Caddesindeki ve genellikle İranlı öğrencilerin değişik pansiyonlarında ikamet ettikleri İnternational Sitesindeki98 basımevlerindeki dostane ve samimi görüşmelerdi. Bu arada Cite'de öğrencilere özel "Birleşmiş Milletler Evi" güzel adıyla bir restorant vardı. Buraya öğrenciler, aileleriyle birlikte de girebiliyorlardı. Bundan dolayı Pazar günleri bizler de çocuklarımızla birlikte diğer öğrenci arkadaş ve dostlarımızın yanında yemek yemek için oraya gidebiliyorduk. Ali ve arkadaşlarının sohbet edip konuştukları yer burasıydı. Ali boş vakitlerinin büyük bir kısmını da arkadaşlarıyla birlikte bu Cite'de geçiriyordu ve siyasi öğrenci oturumları da genellikle bu yerde düzenleniyordu. Bir başka oturumlardan birisi de genellikle birkaç arkadaşıyla birlikte Cumartesi akşamından başlayan ve bazen Pazar akşamına kadar devam eden Mesnevi Okumalarıydı. Bazen de saatlerce satranç oyunu başında otururdu. Bu günlerde Ali, Horasan Edebiyat Konseyi'ndeki arkadaşlarından M. Azerem'den bir mektup alır. Bu vesileyle, ondan yeni bir şiir söylemesini ve onu "Şiir-i Horasan" kitabında yayınlamak için göndermesini ister. Ali, bu mektuba verdiği cevapta şöyle yazar: 7 962 yılı Mayıs başlarf "...üzgünüm ki mektup, şiir ve yazıyı görmekten dolayı bende var olan durumu tarif edemem, çünkü onu anlatmak için yerli yersiz ve yalan yere kullanılan o eski kelimeleri bulamıyorum ve kaçınılmaz olarak şu kadarını söyleyeyim ki uzun bir habersizlik ve gurbetten sonra bu mektup, benim için sevimli olan bir dünyadan, dost ve arkadaşlardan bana can veren bir esintiydi. liselerindeki öğretmenlikten daha üstün bir makam (onun manevi değeri göz önünde bulundurulması dışında) mı elde ettim? 98 Çite universitaire de paris öğrenci kasabası, dünyanın değişik yerlerindeki her ülkenin Paris'te öğrenim gören öğrencileri için kendi ülkesinin adını taşıyan yurtlar yaptırdığı çok büyük bir genişliğe sahip olan bir mahalledir. Bu pansiyonlar o ülkenin ismiyle anılırdı. Örneğin Alman Evi, İngiltere Evi, Kamboçya Evi, Çin Evi, İran Evi vb. gibi. Bu mahallede, dünyanın farklı yerlerinden Paris'e öğrenim görmek için gelen öğrencileri görmek ve değişik kültürlerle tanışmak mümkündür. 99 1342 yüı civarı



89 ...ben maalesef şiir ve şairlik konusunda, artık bir etki göster emiyorum. Çünkü kaç yıldır artık güzelliklerden zevk alamıyorum, edebi ve şairane sıkıntıları hissedemiyorum. Bir his hali ehlinden katı düşünen (elbette mütefekkir lügat ve sınırlı anlamıyla) bir adam haline gelmek için antrenman yapıyorum. Zira ben artık kendimde olan adam değilim. Kaç yıldır burada insanların ekmeğini yiyiyorum, kendi derdimi çekemem. Bundan dolayı da şiiri düşünemiyorum. İran 'a döndüğümde "Nereden başlayayım?"! düşünüyorum. ...siz eğer konuşabiliyorsanız, kendinizden, kendi aşklannız-dan, sıkıntılarınızdan ve hayallerinizden söz etmeniz çok insafsız ve namertçe bir şey olur... İran "da her tarafın, dağ taşın uyutmak için ninni söylediği şu anda sizler neden mırıldanıp iniltiler okuyasınız ki. Uyana-bilmeleri için Feryat edin..." Nimet Mirza-zade Bey, o günlerin anısı olarak şöyle söyler: "39-40 yılları civarında "Peykar Edebiyat Konseyi" adında bir edebiyat konseyi vardı ve bizler de Horasan'da bir edebiyat konseyi kurmuştuk. Horasan gazetesi Tahraniyan Bey'in müdürlüğünde ve Hicazı' Bey'in yazı işleri sorumluğunda çıkan ve hâlâ da çıkmaya devam eden bir günlük gazeteydi. Ali Şeriati'nin kendisi de bu gazetede makaleler yazıyordu ve görevlerde bulunuyordu. Bu görevler, kültürel ve yazı alanındaydı elbette -Şeriati ya Fransa 'ya gittiğinin ilk yılıydı ya da oradan döndüğü yıldı- sözünü ettiğim "Peykar Edebiyat Konseyi" toplantı düzenliyordu, (tesadüfen o gün Fahreddin Hicazi'nin evindeydi). Bugünkü İran edebiyatı ve kültürü alanında söz sahibi olan kimselerden Kasım Sanevi, bugünkü Tahran Üniversitesinin büyük ve değerli şair ve hocalarından Muhammed Rıza Şefıi-yi Kedkeni, Feridun Salahı' ve daha birçok kişi orada idik. Ali Şeriati içeri girdi. Asla unutamıyorum, kulak verdi ve ne okuyorsunuz? diye sordu. Orada bulunan arkadaşlar, geneli klasik şiir okuyordu. Elinde Ehevanin "Ahir-i Şahname" kitabı olduğu bir halde, "Hayır, bu şiirlerden okuyun" dedi ve daha sonra "Garib-i Rah/Yol Garibi" dediği bir şiiri-ki Ehevan'm Çavuşi şiirlerinin etkisi altında söylenmişokudu.,0"



...hâlâ çehresi ve sesi Meşhed'in o sonbaharın batmaya yakın soluk ışıltılı güneşin hatırası aklımdadır ve sahip olduğu tesir ve yeni şiir ve yeni bakış hakkında söylediği dörtlük ve Şefıi-yi Kedkeni Bey bir gazel okudu. Şefii, o zamanlar daha çok gazel okurdu. Şeriati'nin söyleyiş ve karşılık verme tarzı da kelimenin tam anlamıyla cezb edici bir şekilde idi ve birkaç oturum sonra benim de orada okuduğum bir şiire de dayanarak aramızda görüş alışverişi ve sohbet ortamı oluştu. Yani bu tarihten 37-38 yeni Farsça şiir örneklerinin cep kitapları şeklinde Franklin yayınevi tarafından 42 ya da 43 yılı Nevruz'unda ben onu aldım ve bayram gecesi Ali'nin eline Paris'te ulaşması için onunla birlikte Şi'r-i el-Cezayir kitabını da gönderdim ve Şefıi-yi Kedkeni Bey ile birlikte yayınlamayı düşündüğümüz Bugünkü Horasan Şiirini telif edeceğimiz ve sen de şiirlerini gönder şeklindeki mektubu gönderdim. Ali Şeriati'nin o şiirin ulaşması hakkındaki bilinen mektubu ve şiir kitabı için şiir gönderme amacı-ki Ayrılık Gecesi Arkadaşı ile başlıyordu-bu olaya cevaptır. Yani Şeriati, hem şiir eleştirmeni olarak hem de bizim için bir şair olarak o kadar açıktı ki Günümüz Horasan Şiiri kitabını telif etmekte olduğumuz zaman onun için resmi bir mektup gönderdim ve ondan şiir göndermesini istedim. O da o söz konusu cevabı verdi ki ara vermeksizin Horasan-ı Edebi'de yayınlandı... Ben ve o Dr. Şefii-yi Kedkeni birlikte oturmuştuk. AH o kendine özgü paltosuyla geldi ve tekrar Ehevan'm o şiirini okudu ve kendi şiirini de okudu. "Ahir-i Şehname" kitabı elindeydi. Bize verdi ve, "Bunları okuyun" dedi. Gazel okuyan kişiye yönelerek, "Beyefendi, Rudeki'nin bin yaşını aşkın bu dul kadmı-yaşlı kadı-nı-bu maşukasını artık bırakın!" dedi.107 100 Garib-i Rah (Yol Garibi) • "Yoldan giden birinin ayak izleri görülüyor kim bu yolunu kaybetmiş ve bu yolunu bulamamış neyi arar? Meğer o, bu yolculuktan, bu yoldan neyi arar? Bu sahradan yoksa bir arzu şehrine bir yol var mı?.." 101 "Ali ile Miad" kitabı, Ali Şeriati'nin altmışıncı Doğum Yıldönümü Sempoz yumu, nemad, numud ve kültür makalesi, M. Azerem ile söyleşi, İsveç yıl 1373, s. 94-101



90



91 Ben, zamanımın çoğunu çocuklarıma bakmak, fakültedeki derslere katılmak ve bazen de geçici öğrenci işleriyle (maddi durumun iyi olması için) geçiriyordum. Gündüzleri çocukları anaokuluna ve kreşe götürüyordum, kimi zaman da onlar basta olduklarından dolayı evde olurlardı. Derslere katılmak ya da alışveriş yapmak için günün saatlerini Ali ile bölüşürdük. Bazen de komşu kadından çocuklara bakmak için yardım alırdım. 1964 yılının Temmuz ayında (1342 yılı Dey ayı), üçüncü çocuğumuz Sara'ya hamile olduğum ve öğrenciliğin gücü aşan ve çok ağır sıkıntılarını geçirdiğimiz bir durumda Sorbon Fakültesinden üniversiteden edebiyat doktorası derecesini almaya muvaffak oldum jüri ve tez savunması heyeti üyelerinden biri Prof. Henry Mase102 idi ve ben tezimi çok gurur verici(Tres Honorable) derece ile Ali'nin de danışmanı olan Dr. Gilbert Lazard'ın danışmanlığında geçtim. Ben, Sara'nın doğumu için İran'a dönmeyi arzu ediyordum. Fakat gözetiminde bulunduğum doktorum uçak biletini almak için bana rapor vermedi. Kızım Sara, aynı yılın 24 Behmen'inde dünyaya geldi. Sara'nın doğumuyla yaşam şartlarımız biraz daha zorlaştı. Her ikimizin de öğrenim süresinin sona ermesi ve öğrenim bursumuzun da sona ermesi ile birlikte bizim mali kaynağımız da kesilmiş oldu. Ali'nin üniversitenin farklı derslerinden yararlanmaya olan aşırı ilgisine rağmen İran'a dönüşümüz konusu daha çok belirgin bir hal aldı. Elbette ben yurda dönüş için büyük bir arzu duyuyordum. Önceki mücadele tarzının tıkanması, yani yok edici ve silahlı siyasi faaliyetlerde sınırlı olmak; o da ileri gelenlerinin dünya görüşünden yoksun aydınlar ve ideolojik 102 Hanry Mase, 1886 yılında doğmuş Fransa'nın en büyük doğubilimcilerinden saydır. O, Yaşayan Doğu Dilleri (Arapça, Farsça ve Türkçe) Milli okulu mezunu ve Mısır'daki Fransız Doğu Arkeoloji Bilimi Enstitüsü üyesi idi. Yıllarca Cezayir Üniversitesinde Farsça ve Arapça Kürsüsü başkanlığı yap mıştır. Mase, aynı şekilde defalarca araştırma yapma göreviyle İran'a geldi (bu cümleden 1922, 1931, 1934, 1937). Onun önemli eserlerinden birisi "İran inanç ve töreleri", 1938 yılında iki cilt halinde yayınlandı. Farsça'dan



yapmış olduğu tercümelerden de Esedi'nin "Gürşasbname"s\m, Gürgani'nin "Viz u Ramin'iriı, Hayyam'm "Nevruz-name"smi, İbn-i Sina'nın "Danış-name"s\m ve Cami'nin "Baharistan"mı saymak mümkündür. O, aynı şekilde İran tarihi, edebiyatı ve dilleri ve islam medeniyeti alanında birçok eserler bıraktı. O şu anda hayatta değil. kaynaklar olan ve halk yığınlarının sorunlarına dokunmaksızın ve İran toplumunu yeteri miktarda tanımaksızın hareket eden liderlerinin olduğu bir mücadelenin yanında Ali, yavaş yavaş Avrupa'dan kopup İran'a dönmenin gereğini fark ediyordu. Ali'nin Hüseyniye-yi İrşad'daki öğrencilerinden olan Mahmud İmrani Bey bu konudaki bir anısını şöyle anlatır: "Doktor, Avrupa öğrenimini tamamladıktan sonra önünde üç yolun olduğunu söylerdi. Birincisi, Avrupa da kalmamız ve rejim aleyhindeki siyasi mücadeleye var olan imkanlardan yararlanarak devam etmemiz. İkinci yol, İran'ın komşu ülkelerinden örneğin İrak gibi bir ülkeye gidip bir radyo istasyonu ya da bir kampta teşkilat içinde silahlı eğitim dersleri vermem. Üçüncü yol da, İran'a dönmek ve ülke içinde kültürei-siyasal mücadele yapmak idi. Bir yıllık bir aradan ve düşünmeden sonra sonunda üçüncü yolu seçtik." Bu dönüş onu, İran toplumunun ve halk yığınlarının derinlemesine ve gözle görülür bir şekilde tanımasına sebep oldu. Aynı şekilde kültür kaynaklarının çıkarılması ve tasfiyesi, mezhep/din yapısının yenilenmesi yönü fakat aynı zamanda sürekli düşünce içindeydi ve gelecek endişesi içinde. Bazen endişeleriyle ilgili olarak sorduğum sorulara verdiği cevapta şöyle derdi: "İ-ran'da bizim daha iyi bir hayat sürdürmemiz mümkündür. Fakat siyasi açıdan faaliyet imkanı bulamayacağımızı biliyorum. Bırak da bir müddet daha burada kalalım ve buranın özgür havasını teneffüs edelim." O İran'daki siyasi zorluklara ilave olarak o kültür ortamından gönlünü ayırmak da istemiyordu ve hâlâ oranın kültürel imkanlarından yararlanarak araştırma ve incelemelerine devam etmeği çok arzuluyordu. Ekonomik nedenden dolayı İran'a karayoluyla dönmeye karar verdik. Bundan dolayı bir dostumuzun Dr. Firuz Pertevi adındaki bir tanıdığının Amerika'da on iki yıllık bir ikametten sonra İran'a karayolu ile gideceğini duyduk. İlk tanışmadan sonra onunla gidiş günü ve zamanını belirledik.



Hareket gününün sabahı saat 10.00, öğrenci ilçesi Cite'nin ana kapısının önünde tüm dost ve arkadaşlar toplanmışlardı. Ali, o kendine özgü üzüntü, samimiyet ve sevgisiyle onlarla ve-dalaşıyordu ve bu arada da, "Belki de artık beni hiç göremeye-



92 93 çeksiniz belki de Savak beni karşılamaya gelir." diyordu. Sonunda saat 11.30'da otomobil hareket etti ve bizler İran'a doğru yola çıktık. 13 günlük bir yolculuktan sonra gecenin 10.30'unda Bazergan sınır kapısına vardık. Sınırda Savak görevlileri tarafından göz altına alınacağına kesinlikle inanan Ali, beraberimizde bulunan Dr. Pertev Bey'e, "Gönlüm, özgürlüğümün bu son saatlerinde Türkiye'de kalmayı arzuluyor. Gel de dönelim ve geceyi bu ülkenin otellerinin birinde geçirelim. Hiç olmazsa en azından birkaç saat rahat uyuyalım" dedi. Dr. Pertev de onun önerisini kabul etti ve tekrar Türkiye'nin o sınır ilçesine döndük. Fakat o küçük şehirde her ne kadar dolaştıysak da rahat edebileceğimiz bir otel bulamadık. Çaresiz olarak daha fazla bir yorgunluk içinde sınıra döndük. Böylece Ali, İran'ın kültür şartları ve ortamının kırk senesinden bu yana onun gibi birisine üniversitelerde ders verme imkanı vermeyeceğini bilmesine ve onunla aynı fikirde olan arkadaşlarının ülke dışında mücadelesine devam etmesi için Fransa'da ya da Amerika'da kalmasının uzatılması yönündeki ısrarına rağmen İran'a dönmemize karar verdi. Dördüncü Bölüm Dönüşten Üniversiteye Kadar (13441348) İran'a Dönüş- Ali'nin Tutuklanması Gecenin saat on ikisi civarında yorgun ve uykulu bir halde sınıra vardık. Kendimizi sınır polisine tanıttıktan sonra bize bir oda ayırdılar. Bir oda bize, bir oda da Dr. Pertev'e ayrıldı. Ve sessizce Ali'ye, bizi odaya yerleştirdikten sonra soruşturma için bir üst kattaki odaya gelmesini söylediler. Ali, bir yandan çocukları yerleştirmemiz için bize yardım etmeyi sürdürürken bir yandan da o kısa süre içinde kendi anılarını yazdığı bir ajandayı aramakla meşgul oldu ve onun bazı yapraklarını yırtıp tuvalet deliğine attı ve Dr. Pertev'in odasına gidip geldi. Ondan sonra da sorgu



odasına gitti. Ben, son derece yorgun ve bitkin olduğum için kendimde olmayarak uykuya daldım ve onun ne zaman döndüğünü bilmiyorum. Ertesi gün sabah uyandığımda görünürde Ali, gümrük işlemlerini yapmak üzere gitti. Ben de sabah boyunca çocuklarla ilgileniyordum. Onları temiz hava almak için binanın yanındaki bahçeye götürdüm ve Ali'nin başına ne geldiğini bilmiyordum. Aniden Ali'yi otobüse bindirdiklerini gördüm ve o renksiz bir gülümsemeyle bize el sallıyor ve bakışlarıyla bana endişe etmememiz ve rahat olmamız gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Onu tutukladıklarını anladım. Dr. Pertev, bana doğru geldi ve, "Ali'yi tutukladılar ve Maku Savak Merkezine götürdüler, siz gelin de çantalarınızı gümrük memurlarına gösterin ta ki bizler de Maku'ya gidelim" dedi. Ben söylenenleri yaptım ve birkaç saat sonra hareket ettik. Yol sırasında birbirimize danışarak mümkün olduğu kadar nispeten birçok sayısı yanımızda olan İran-ı Azad gibi, yurtdışındaki mücadeleci öğrenci bildirileri gibi ve buna benzer bazı yayınları yok etmeye karar verdik. Çünkü bunların görevlilerin eline düşmesi mümkündü. Bu yayınları bir su kanalı kenarında



94 95 çiçek ve çalıların arasına gizledik ve arabayı biraz da olsa bu tür siyasi bildiri ve yayınlardan arındırdıktan sonra Maku'ya gittik. Elbette arabanın bagajı, Dr. Pertevin kendisi için Amerika'dan satın aldığı siyasi içerikli kitaplarla doluydu ve onun kitaplarına bir şey yapamazdık. Öğleden sonra Maku'ya vardık ve şehrin emniyet müdürlüğünü bulduk. Oranın müdürü, Ali ile konuşmamıza izin verdi. Maku Savak müdürü, Ali'nin iki yıl önce (41 senesinin Şehriver ayı) çıkan tutuklanma emri belgesini"" bize gösterdi ve, "Siz Bazergan Kapısından ülkeden ayrılmadığınız için bu hüküm bugüne kadar geçerliliğini korumakta ve iptal edilmemiştir. İki yıl önce Mehrabad hava limanı sınırından ülke dışına çıktığınız için şanslıydınız" dedi. O, bu sözleriyle iyi niyetliliğini göstermek istiyor ve bu tutukluktan dolayı başımıza gelenlerden üzüntü duyduğunu belli etmeye çalışıyordu.



Bize endişe edilecek bir şey olmadığını söyleyerek ümit veriyordu. Ali'nin Dr. Pertev'e, bu durumda yapabileceği tek şeyin ailesini beraberinde Tahran'a götürmesi ve bundan başka yapılacak bir şeyin olmadığında ısrar etmesine rağmen Doktor, "Biz seni burada yalnız ve tek başına bırakmayacağız ve dışarıda sana ne yapacaklarını takip edeceğiz" dedi. Aynı günün akşamı Ali'yi Hoy cezaevine götürdüler, bizler de onların peşinden gittik. Hoy'da görevliler, bizim kendilerinin göstereceği bir otelde kalmamızı istediler. Ali ile görüşebildiğimiz birkaç saniyelik süre içinde Fransızca ile bana arabayı temizlememizi ve eğer mümkünse gitmemizi fısıldıyordu. Fakat bizler, görevlilerin gözetimi altındaydık ve arabayı temizlememizin imkanı yoktu. Bir yandan da şayet temizleme imkanı olsa bile kitapları nereye götürebilirdik ki? Her neyse gece Hoy'da uyuduk. Ertesi sabah Dr. Pertev bana, "Ben, Doktorun dosyasını belirleyip belirlemediklerini öğrenmek üzere emniyet müdürlüğüne gidiyorum" dedi. O gitti ve artık dönmedi. Saat sabahın 10'u olmuştu. Süt emen küçük çocuğum Sara acıkmıştı ve ağlıyordu. Onun süt şişesi ve yiyeceği Dr. Pertev'in arabasındaydı. Çocuklar bağırıp çağırmaya başladı. Ben, çaresiz olarak Savak'ın adresini otel müdürüne sordum ve oraya gittim. Her ne kadar kapıyı 103 Bkz. Ekler 2 nolu belge çaldıysam da kimse kapıyı açmıyordu. Sonunda bağırıp çağırmam ve büyük itirazlarım sonucu kapıyı açtılar. Ben, "Çocuklarımın yiyeceği ve malzemeleri arkadaşımızın arabasındadır. Onları almak istiyorum" dedim. Susen ve Sara, her ikisi de ağlıyordu. İhsan da şaşkın bir şekilde görevlilere hayretle bakıyordu. Sonunda memur döndü ve bizi beraberinde idarenin içine götürdü. Orada bana, "Hanım efendi, görevli memurumuz sizi arabanın yanma kadar götürecek. Gerekli malzemelerinizi alınız ve bir daha da buraya gelmeyiniz. Zira eşiniz ve arkadaşı tutuklanmışlar ve Tahran'dan onlarla ilgili emir gelinceye kadar kimseyle görüşme hakları yoktur." dedi. Ali'nin ceplerinden çıkardıkları ve masanın üzerine koydukları eşyalarının yanında bulunan parasının çok az bir miktarını bana verdiler. İki gün sonra Ali'yi ve Dr. Pertev'i hiçbir sorgu olmaksızın Rızaiye cezaevine götürdüler. Bizi tekrar bir otelde tutup otel sahibine teslim ettiler. Biz orada kendilerinin gözetimi altındaydık.



Ben, Tahran ve Meşhed'deki akrabalarımızı düşünüyordum. Çünkü başımıza nelerin geldiğini bilmiyorlardı. Telgrafımın Tahran'a ulaşmayacağına emin olduğum halde akrabalarıma birkaç gün geç geleceğimizi haber verdim. Fakat daha sonra bu telgrafın gitmesine izin vermedikleri anlaşıldı. Kısacası benim Tahran'a telefonla yaptığım sık sık itirazlarım sonucu onlara bizlerin birkaç görevli nezaretinde Tahran'a gönderilmemize izin verildi. Ve böyle bir durumda bizim elbise çantalarımızı yer darlığı nedeniyle kargoyla gönderdikleri bir halde Tahran'a gittik. Tahran'da beni ve çocuklarımı kardeşimin evine ulaştırdılar. Fakat Ali ve Dr. Pertev'i cezaevine götürdüler. Onların hangi cezaevine götürüldüğünü bilmiyorduk. Daha sonra onları Kızılkale104 zindanına naklettikleri anlaşıldı. Ali, arananlardan birisinin o gün kendisine, "Gördünüz mü, sonunda sizler de feodaller ile birlikte aynı yere düştünüz." dediğini, kendisinin de ona cevap olarak, "Evet, ama biz, devlet ba104 Bu zindan, inkılaptan önce tahrip edildi ve meyve-sebze pazarına dönüştürüldü, aynı şekilde bir bölümü de park yapıldı. Celal Al-i Ahmed Caddesi ortasından geçmektedir. 97 96 ğımlı kapitalizmin hizmetindedir diyoruz. Onlar ise komünizmin etkisi altındadır derler." diye cevap verdiğini anlatırdı. Bu olayda bizim üzüntümüz iki kattı. Bir yandan Ali'nin başına neler geliyor diye huzursuzluk içindeydik, bir diğer yandan da Dr. Pertevi'in Tahran'a neden yalnız başına gelmediği ve bu şekilde tutuklandığı yönündeydi. Elbette daha sonraları onu tanıdılar ve onun da siyasi faaliyetlerden sabıkalı olduğunu anladılar. Fakat onun ismi Savak listesinde yer almıyordu ve Ali ile birlikte olduğundan dolayı tutuklanmıştı. Onbeş gün boyunca sürekli gidip geldikten sonra sonunda bize onlarla konuşma izni verildi. Birkaç görüşmeden sonra Ali, bize Meşhed'e gitmeyi önerdi: "Babam, sizi ve çocukları görmekle biraz rahatlar. Ayrıca sen de bizim yaşantımıza bir çeki düzen verirsin" diyordu. Tabi ben, Meşhed'e gitmezden önce Tahran Üniversitesine gittim ve Meşhed Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde görevlendirilmem için



müracaat ettim ve diplomamı onlara verdim. Meşhed'de önce Üstad Şeriati'nin evinde kaldık. Aynı günlerde kendimi kültür bürosuna tanıttım ve öğretimimin devamı nedeniyle hizmeti beklediğimden dolayı yeniden çalışmaya başlamak için hazır olduğumu bildirdim. Bu arada Tahran ve Meşhed Üniversitelerinden görevlendirilme müracaatımın cevabını bekliyordum. Zannedersem 1343/1964 yılı Şehriver ayında Ali zindandan kurtuldu ve hiç durmaksızın ve kimseye haber vermeden Meşhed'e geldi. Fakat dostları ve akrabaları onun geldiği haberini alınca ziyaretine geldiler. Ali de benim gibi idareye gitti, geldiğini ve göreve hazır olduğunu haber verdi. Bir süre sonra önün öğretmenliğe dördüncü dereceden yeniden görevlendirilme emri geldi.105 43 senesinin Mihr ayında ikimiz de yeniden Meşhed Kültür bürosunda göreve başladık. Tabi ki Ali, dördüncü dereceden öğretmenlik görevine başladı. Çünkü henüz onun derecesi eğitimcilik derecesine ulaşmamıştı. Fakat ben, eğitimci derecesiyle görevlendirildim. Zindandan kurtulduktan sonra Ali de Tahran Üniversitesine müracaatta bulunmuştu. Ali'nin haftada 24 saatlik ders saati programı şu şekilde idi: Tarak Ziraat Sanat Okulunda 10 105 Bkz. Ekler, 2 notu belge saat dersi vardı. Diğer ders saatlerini de Meşhed'deki Dervaze-i Koçan Erkekler Lisesinde ve İran-duht adlı Kız Lisesinde idi. Her üç okulda da Farsça Okuma-Yazma hocasıydı. Fakat benim ders programım yalnızca Meşhed'in güney kısmındaki bir kız Iise-sindeydi. Biz eğitim-öğretimde hizmetle uğraşıyorduk, aynı zamanda da Üniversiteden gelecek cevabı bekliyorduk. Bir süre sonra üniversitede görevlendirilme müracaatımıza olumsuz cevap verildi. Ali'nin müracaatının reddine dair bahane, doktorasının lisansın devamı niteliğinde olmadığıydı! Yani Edebiyat lisansı Tarih doktorasını alamazdı! Fakat daha sonraları kendileri bunun bir bahaneden başka bir şey olmadığını gösterdiler. Doktoramın önceki öğrenimimin devamı olan bana da, "Benden önce bir kişi araştırma görevliliğine müracaat etmiş ve artık ihtiyaçlarının olmadığını" söylediler. Benim için kanuni olarak sorun çıkaramazlardı. Zira benim edebiyat doktoramı Yüksek Eğitim Bakanlığı çok yüksek bir derece ile teyit etmişti. Ali, böyle bir tepkiyi bekliyordu. O günlerde siyasi faaliyetlerinden ve toplumsal konumundan dolayı ona üniversite çalışma izni vermiyordu. Ve biz bu şartları kabul etmiştik.



' Başlangıçta, iki yıldır eşini kaybetmiş olan ve en küçük kızları Betül (12 yaşında) ve kendi kız kardeşi Masume Hâlâ ile birlikte yaşayan Üstad'm evinde bizim çocuklarla birlikte yaşantımız iyi geçiyordu. Eski bir ev, kuzey ve güney olmak üzere iki bölümden oluşuyordu, Üstad kuzey bölümünde, bizler de iki odalı güney bölümünde kalıyorduk. Bahçenin kuzey ve güney bölümlerini ortadan ikiye bölen iki bahçe ve ortasında da bir havuz yer alıyordu. Kısa bir süre sonra, Üstad, bir konferans vermek üzere Tahran'a davet edildi. Başlangıçta Üstad birkaç ay sonra tekrar Meşhed'e dönme düşüncesindeydi. Fakat her Cuma akşamı kendilerinin Hüseyniye-yi İrşad'da bir konuşma yapması kararlaştırıldığından dolayı Tahran'da kendisi için bir ev kiralanması kararlaştırıldı ve takriben Tahran'a yerleşir göründüler. Kızı Betül ve kız kardeşiyle birlikte yaşıyorlardı. Çocuklarının ve dostlarının ısrar ve teşvikiyle Üstad yeniden evlenmeye karar verdi. Dostlarının da yardımıyla, Üstad, Hadice Masumi adındaki bir bayanla tanışıp bir süre sonra da her ikisinin de onayı ile



98 99 evlendiler. Ben de çocuklarını temsilen hanım efendiyle tanışmak ve düğün merasimi için Tahran'a geldim. Bir süre sonra Üstad Şeriati, Ayetullah Telakani'nin tutuklanmasından dolayı Mescid-i Hidayet'teki sohbetlerin sorumluluğunu üzerine aldı ve birkaç yıl Tahran'da kaldılar. İran'a vardığımızın ilk yılı Ali için çok zor geçti. Avrupa'nın serbest ve açık siyasi ve kültürel alanındaki beş yıllık bir eğitim-öğretim ve siyasi faaliyetten sonra İran'ın kapalı ve dar faaliyet alanına ve kapalı toplumuna dönmesi ve lisede öğretmenlik yapması nedeniyle çok sıkıntılı idi. Ertesi yıl, Ali kültürdeki birkaç meslektaşı aracılığıyla Tahran eğitim-öğretim işleri şurasının sınav yoluyla şartları uygun olan kişileri istihdam edeceğini ve eğitim-öğretim memurlarının öncelikli olduğunu ilan ettiği haberini alır. Fakat onun bu sınava katılması için onun bağlı olduğu kurumdan görev belgesi alması gerekiyordu. Ali, 08.03.1344 tarihinde bir mektupla yetkililerden bu bakanlıktan bir muvafakatname verilmesini ister. Nihayet onun müracaatına 10.03.1344 tarih ve 17975 sayılı bir



belgeyle olumlu cevap verilir. Bundan dolayı o, idari Yüksek Şurası sınavlarına katılma iznini alır. Bu sınavda başarı gösterdikten sonra ders kitapları uzmanı olarak Tahran'a gider ve dini kitapları inceleme sorumluları olan Barkai, Bahoner ve Dr. Behişti Beylerle birlikte çalışır. Böylece tekrar günün şartları gereği- bizler Ali'den ayrı düşmüş olduk. O Tahran'da, ben ise Meşhed'de çalışmaya başladık. O dönemlerde zamanın kültür dairesinin bir bölümü olan Celb-i Seyyahan teşkilatı Ali'den Horasan hakkında tarihi ve kültürel bir kitap yazmasını ister. O, Horasan Klavuzu kitabını yazdı. Ali'nin bu dönemde yaptığı işlerden biri de kendi hocası olan Prof. Louis Massignon'un eseri Selman-ı Pak adlı kitabı tercüme etmesiydi. Bu kitabın tercümesi 1344/1965 yılında tamamlandı ve aynı yıl içinde yayınlandı. 1345/1966 yılına kadar Ali, boş zamanlarını kitap tercüme etmekle geçirdi. Okuma ve bilimsel araştırmalar yaptığı zaman dışında kendisine kalan zamanda da eski arkadaşlarıyla sohbet edip konuşmalar yapardı. Burada zikredilmesinin yeridir, Üstad Şeriati'nin iradeli öğrencilerinden olan Dr. Sercem'i Bey, kimi geceler üstadı görmek için onun evine giderdi. Kendileri Ali konusunda bir noktayı şöyle açıklarlar: "Ali'nin soru sorma noktasında kendine özgü bir zarafeti vardı. Bir gece, Üstadın evindeydim ve onunla sohbet ediyordum. Ali odaya girdi ve oturdu. Aniden ben, onun babasına bir şey sormak istediğini farkettim. Biraz sohbetten sonra Üstad'a, "Siz Gatafan meselesi konusunda ne söylemişsiniz?" diye sordu. Ben, onun sayfa ve kesin tarihini istediğini sandım-aynı dönemde Ali İslâm-Bilim kitabını yazmakla meşguldü, Üstad da takriben tüm İslâm tarihini ezberden biliyordu-Üstad ara vermeden ayağa kalktı, kitabı aldı ve "Gatafan meselesi şu sayfadadır" dedi. Ali teşekkür etti ve bir not aldı. Daha sonra bana gülümsedi ve bana "Eğer sen benim sadece soru sormak için bu odaya geldiğimi anladıysan üzerine alınma" diye belli ettirdi. Zira eğer kendisi bu tarihi bulmak isteseydi en az 2-3 saat vakit ayırmalıydı. Oysa birkaç dakikasını harcayarak kendine özgü zekasıyla peşinde olduğu o konunun kesin tarihini not almış oldu." 1344/1965 yılında Meşhed Üniversitesi, Tahran gazetelerinde Tarih Bölümü için bir görevlendirme ilanı yayınlamıştı. Ali de bu fırsattan yararlandı ve bir daha gerekli belgeleri göndererek müracaatını yaptı. Edebiyat Fakültesi dekanı Dr. Muham-med Ali Recai, belgeleri inceledikten sonra onları Tarih Bölümü başkanı Dr. Hasan-kuli Müeyyedi'ye gönderdi. Dr. Müeyyedi, belgeleri yeterli gördü ve olumlu



görüşünü Edebiyat Fakültesi dekanına bildirdi. Ali'nin belgeleri, üç yönlü (yazılı, sözlü ve uygulamalı) sınava tabi tutulması için Tahran Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'ne gönderildi. Sonunda, Ali Meşhed Edebiyat Fakültesi yöneticilerinin önceki muhalefetine rağmen üçlü sınavlara katılabildi. Sınav oturumlarında sınavı yapanların ilgisini çekti. Sonunda kabul edildi ve Tahran Üniversitesi de onun uzmanlığını onaylayan bildirisini yayınladı. Bu defa Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü için kesin ihtiyacı olduğundan artık sorun çıkarıcı tavırlar sergilenmedi. Çünkü o tarihte, üniversitedeki eğitim için Meşhed'deki lise hocalarından yararlanıyorlardı. Bu tavır değişikliğinin bir diğer sebebi de belki de Ali'nin dindar bir kişi olduğunu ve Komünizme ve materyalizme yönelen gençleri dine çekebileceğine inanmalarıydı. O tarihlerde devlet en çok Komünistlerden endişe duyuyordu ve onlardan daha çok zarar geleceğini hissediyordu. Bundan dolayı, Ali'nin yeni şartları ve özellikle de onun üç sı-



i 00 101 navdan da başarıyla geçmesi onların muhalefet etmesi için bir bahane bırakmamıştı. Benim Meşhed'deki Fakültede uzmanlık müracaatım konusunda ise: Meşhed Edebiyat Fakültesi yetkilileri, bana sınavlara katılma izni vermeksizin "Sizin diplomanız Meşhed Edebiyat Fakültesi Şurası şartları açısından yeterli değildir106" dediler. Yani doktoramı İran'da almadığınızdan dolayı öğretim görevlisi olarak görev alamayacağımı söylediler ve bana olumsuz cevap verdiler Oysa ki aynı yetkililer, ertesi yılın öğretim döneminde Paris'te benim şartlarımın benzeri bir şekilde doktoralarını almış olan dönem arkadaşlarımı Meşhed Edebiyat Fakültesi Öğretim görevliliği için görevlendirdiler! Bir çatı ve iki heva. 106 Aşağıdaki konular, Amerika'da basılan İran-şinasi dergisinden (yıl 5, s. 853-854) Dr. Celal Metini tarafından Dr. Ali Şeriati'nin hatıraları adıyla yayınlanan yazılarından nakledilmiştir. Dr. Şeriati ve hanımı öğretim görevliliği dilekçelerini Meşhed Edebiyat Fakültesine teslim ettiler... fakülte her ikisine de haber vermelidir ki



Meşhed Edebiyat Fakültesi Şurasının belirlediği şartlara haiz olmadıklarından müracaatlarınız incelemeye tabi tutulmayacaktır. Zira Dr. Şeriati ve eşi, her ikisi de Meşhed Edebiyat Fakültesi Fars Dili ve Edebiyatı bölümü lisans mezunudurlar ki birincisi Paris Sorbon Üniversitesi'nden "Tarih" doktorası almış diğeri de ikisinden hiçbirisinin istihdamı bizim üniversitenin Şurasının şartlarına uymadığından alınmayan bu üniversiteden Fars dili ve Edebiyatı Bölümünden doktora derecesi almıştır. Uysal bir kişi olarak gördüğümüz Dr. Recai, bu usuli öneriyi kabul etmedi ve "her birinin diplomalarım bağlı öğretim grubuna gönderelim. Ta ki orada kendileri cevap versinler. Nedendir hala anlamış değilim. Ben, müdürlüğünü Dr. Gulam Hüseyin Yusufi'nin yaptığı Fars Dili ve Edebiyatı Bölümüne Fakülte Şurası şartlarının tersi bir hareket yapmayacaklarına kesinlikle inanıyordum. Fakat Tarih öğretimi bölümünden korkuyordum. Daha sonra bu iki kişinin görevlendirilme belgeleri kendi fakültemize bağlı Öğretim Bölümüne gönderildi. Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü Dr. Yusufi ve Dr. Recai ve bu satırların yazan ve muhtemelen Dr. Müctehidzad'in katılımıyla teşkil edildi ve Dr. Puran Şeriat Razavi'nin belgelerini inceledi ve üniversite şurası kararları esasına göre oybirliği ile onu Fars Dili ve Edebiyatı öğretim görevliliği sınavına katılmak için yeterli görmedi fakat Tarih Bölümü Hasankuli Müeyyedi-belki de fakülte dekanının önceden onunla müzakere etmesiyle- Dr. Şeriati'nin belgelerini üniversitenin aynı şura kararlarıyla öğretim görevliliği için yeterli gördü ve Tarih bölümünün onayını fakülteye bildirdi ta ki belgeler önceden olduğu gibi Meşhed Üniversitesi ve Yüksek Öğrenim Dairesi yoluyla Tahran Üniversitesi Tarih Bölümüne gönderilsin. Bir diğer nokta da şuydu ki devletin nasıl da devlet tahsil bursunu bilimsel değeri olmayan bölümlerde okuyan öğrencilere vermeye hazır olduğu ve Yüksek Öğrenim Bakanlığının niçin bu belgeleri onayladığı belli değildi!? Halbuki o dönemde İran'ın tüm üniversiteleri (Tahran Üniversitesi dışında) Yüksek Öğrenim Eğitim Bakanlığının (bugünkü Bilimler Bakanlığı) perdesi altındaydı. Ve Meşhed Edebiyat Fakültesi ve Üniversite Şurası bakanlığın kurallarını takip etmek zorundaydılar. Fakat işin gerçeği şuydu: Benim Fakültede görevlendirilmeme muhalefet etmek Fakültenin kararları nedeniyle değildi, aksine Şeriat Razavi adı, 16 Azer 1332 Tahran Üniversitesi olayı ile bağlantılıydı. Tahran Fen Fakültesinden üç öğrencinin - ki kardeşim Mehdi (Azer) Şeriat



Razavi onlardan birisiydi -şehadetiyle Emniyet Teşkilatı bu konu karşısında hassas idi ve bir şehidin kız kardeşinin Fakültede o şehitlerin isminin hatırlatı-cısı olmasını istemiyordu. Elbette ben, hiçbir zaman görünürde benim Fakülteye girmeme muhalif olanlarda kusur aramıyorum. Zira onlar üst makamlardan kendilerine gelen emirleri uygulamak zorunda idiler. Ali ve Aile 45-48/66-69 yılları bizim ailemiz için nispeten rahat yıllardı. Ali, dersleri ve ailesi vardı. Yaklaşık olarak onun zamanını bizimle geçirdiği tek yıllardı bu yıllar. Baba ve eş görevini ve fikirsel çalışmalarını ve işini birlikte yapıyordu: Meşhed Edebiyat Fakültesinde ders, yazarlık, diğer zamanlarım da ailesiyle birlikte geçirmek. Elbette yine de sorunlarımız bitmemişti. Fakat çevresindekilerin koşuşturmasıyla yavaş yavaş işler yoluna giriyordu. Bu cümleden Ali'nin, o zamanlar İrşad konuşmalarını vermek amacıyla Tahran'da bulunan Üstad Şeriati için yazmış olduğu mektuptaki konulardı: "Aziz babam ve şefkatli Hanım can, Sizlere selamlarımı arz ediyorum. Bugün mektubunuzu aldım. Puran 'm doktorası ulaştıktan sonra ziyaret ettik ve sevincimiz iki katma çıktı. Allah'a hamd olsun ki bizim üzüntülerimizin en büyüklerinden bir tanesi Allah'ın lütfü, sizin niyetiniz,



102 103 Kazım Bey'in çabaları, Dr. Felatori'nin tavsiyesi ve... ile bertaraf oldu. bundan dolayı Allah 'a dünyalar kadar şükrediyoruz. Olağanüstü bir keramet de oldu; Ali Muhammed Ağa Bey'in yazmış oldukları mektuptan sonra yine tasvipten sonra tasvip belgesinin aslı kaybolmuş ve dosyadan çalınmış. Puran bir koyun adamış ve kesti. Etini fakir ailelere dağıtmak için hazırlamakta olduğumuz bir anda Puran 'm doktorası elimize ulaştı. Bir ümitsizlikten sonra aniden ümide boğulduk. Zira bundan dolayı da Allah 'a sonsuz şükürler ediyoruz. Burada her şey güzel ve yolunda. Size bir de mektup yazan Betül de sınavlarda büyük bir başarı gösterdi... Allah'a hamd olsun bu hafta, güzel



bir haftaydı. Çünkü birkaç mutluluk verici haber aldık. Sizin ve Hanım Canin gelişinin kesinleşmesi, Puran 'in doktora işinin düzelmesi, Puran 'm memurluk derecesinin sanat ve mühendislik derecesine yükselmesi, bir yıldır yük-selmeyen benim derecemin düzelmesi..., olağanüstü bir şekilde özel 360 tümen maaşın kararlaştırılması, yeni dekanın belirlenmesi (Dr. Recai'nin yerinde kalması), zira benim hocalık maaşımın (2500 Tümen) düzenlenmeme bahanesi resmi dekanın olmamasıydı. Çünkü kendilerinin dekanlık süresi bitmiş ve yeni dekan seçilmemişti. Vekilin olduğu bir durumda hocaların maaşı düzenlenemezdi... Aziz dostlar Mutahhari, Hümayun ve Minaçi Beylere saygılarımı arz ediyorum. Tüm dostları öpüyorum... Ali Ali'nin Fakültede görevlendirilmesinden bir süre sonra, biz Meşhed'in Leşker caddesindeki bir kiralık eve yerleştik. Şeviz Köyü (Mezinan'm etrafındaki köylerden) ahalisinden bir yaşlı kadın, bizim yokluğumuzda sırasıyla yedi, dört ve üç yaşlarındaki çocuklarımızın bakımını üstlenmek üzere ailemize katıldı. Kerbelayi Zehra, Seviz'de Ali'nin fırıncı halası, sade, iyi kalpli ve iyi mizaçlı yaşlı bir kadın idi ve Ali'ye karşı büyük bir sevgi duyardı. Ali, kimi zaman onunla heyecan dolu bir sohbete dalardı. Evimizin düzeni genellikle onun elindeydi. Kızım Susen, çocukluk anılarını dile getirirken şöyle der: "Bir yiyeceği kaldırmak ya da bir şeyi yemek için ondan izin almamız gerekiyordu. Bunun aksi bir durumda, peşimizden gelir ve zorla da olsa onu bizden alırdı. Ali Baba, kavun ve narı çok severdi. Kerbelayi Zehra, bazen lezzetli ve tatlı meyveleri babamız Ali'nin işten döndüğü akşam vaktinde getirmek üzere saklardı. Hatta bazen annemin; "meyve var mı?" diye sorması halinde "yoktur" cevabını verdiği de olurdu. Sonra onları babam için sakladığı anlaşılırdı. Kendisi için çay yapıp ya da sıcak bir yemek getirmek için babam işten dönünceye kadar uyumazdı." Ali, çocuklarına karşı davranışlarında klasik ve geleneksel . eğitim ve öğretim tarzından sakınmaya çalışırdı. Kendinde olduğu zamanlarda çocuklarla oynar ve onları büyük bir muhabbet ve aşkla öyle kucaklardı ki çocukları ağlama tutardı. Sara bu konuda şöyle der: "Babamız Ali bu dönemlerde, kimi geceler bize bir şeyler öğretmeye çalışırdı. Kendisince bilmemiz gereken bazı noktaları yazalım diye bizim



için özel defter ve kalemler alırdı. Defterin başlangıcında, "Ali Babanın Dersleri" diye yazmıştık. Yemek nasıl yenir? Nasıl konuşulur? Ve buna benzer konular. Bazen sakal tıraşı olurken ya da elbiselerini değiştirirken bir beyti okur devamını da bizim getirmemizi isterdi. Örneğin, "Zımnen dedim" derdi. Biz üçümüz birlikte, "Ne var" derdik. "Dedim mi?" derdi, bizler sonunda tek ses halinde, "Keşke" derdik. Veya Sa'di'nin şu mısrası gibi: "Yoksa bu gece zamanında ötmedi mi bu horoz?" ve bir diğeri: Puta tapan olma dedim. Put nine bana dava açar ve..." "Ben uzak diyarlardaki aşklara kırlangıç oluyorum. ..." Bazen gece konferansları oturumlarından geç gelirdi ve uykuda olan ve ertesi sabah okula gitmesi gereken bizleri ısrarla uykudan uyandırır, arabaya bindirir ve gezmek amacıyla Kuhseng tarafına ya da şehrin etrafına giderdik. Yarı uykulu yarı uyanık hatta birazda melül ve bıkkın. Bazen anneme şöyle derdi: "Yıldızlara bak, ne kadar güzel olduklarını bir gör, gökyüzüne bak! Tıpkı çöldeki gökyüzü kadar mavi ve temizdir." Bazen de annem "eve dönmeliyiz, çocukların uykusu var" diye itiraz ederdi. Fakat Ali Baba onun itirazlarına kulak aşmazdı." İhsan şöyle der: "İlkokul beşinci sınıfta okuyordum. Gündüzleri Ali Babayı çok az görürdüm. Hatırlıyorum bir gece uyuyordum, gece yarısı Baba Ali başucuma geldi, naz, okşama, öpme ve konuşmayla ağır bir uykuda olan beni uyandırıp benimle konuştu ve sürekli



104 105 bana, "Sen şu ana kadar hiçbir şey yazdın mı? Bir konuyu yazabilir misin? Sen hangi meslek sahibi olmak istersin? Yazar mı? Sen sahiden ne kadar yazabilirsin?" diye sorardı. Ben de yarı uykulu ve sersem bir şekilde ona cevaplar verirdim. Sonra bana, Ben çocuklar için hikaye tarzı bir kitap yazıyorum, daha sonra sen de onun tarzına uygun şekilde bir başka hikaye yaz. Bir bakayım yazabiliyor musun yazamıyor musun?"derdi. Birkaç gün sonra ben okuldan dönünce, annem, "Bu akşam büyük babanız, Hanım Can ve halanız Betül evimize geliyorlar." Dedi. Akşam geldiler. İki saat sonra Baba Ali geldi ve "Ben bugünlerde İhsan 'm benzerini yazmak için örnek alacağı bir kitap yazmakla uğraşıyordum.



Akşam yemeğinden sonra o kitabı hepimize okudu. Ondan sonra bana "Sen ondan bir şey anladın mı anlamadın mı?" diye sordu. Kitabın ismi, "Bir, önünde sonsuz Sıfırlar" idi. Hatırlıyorum, büyükbabam o kitabı çok çok övdü. Daha sonraları Baba Ali'nin arkadaşları, "Bu Kitap, çocuklar için çok güzel ve eğiticidir." derlerdi. Nihayetinde seksen yaşındaki çocuklar için!" Bana karşı da kendine özgü bir davranışı vardı. Hiçbir zaman şer'i haklar açısından ve koca oluşundan su istimalde bulunmadı ya da özgürlüğümü ve haklarımı sınırlamaya çalışmadı. Giyiniş tarzıma, başkalarıyla ilişkilerime, dışarıdaki işlerime asla müdahalede bulunmadı. Gerçi sorumsuz da değildi ve bazen ters bir durum gördüğünde, kinaye ile ya da genellikle esprili bir şekilde muhalefetini gösterirdi o kadar. Birçok zamanlar, yemekteki tecrübesizliklerim üzerine şakalaşırdı. Şöyle sözler söylerdi: "Puran'm yemekleri çok güzeldir, özellikle de Ekber'in kebabı107 ve köşe başındaki yoğurdu." Ev işlerinde mutlak anlamda bana yardım etmezdi fakat fikirsel ve çalışma işlerinde bana yardım ederdi. Hatta Fransa'dan döndüğümüzün ilk yıllarında, Meşhed'de felsefe ve mantık hocalarının azlığından dolayı benim için "Arz-ı Kuds" Lisesinde birkaç saatlik felsefe dersleri koymuşlardı ve ben derse gitmezden önce saatlerce o-kumam gerekiyordu. Bundan dolayı Ali bana: "Eğer lise müdürü kabul ederse ben senin yerine derslere gidebilirim ve felsefe 107 Ekber Kebabı, o zamanlar Meşhed'in Kuhseng caddesinde bulunuyordu ve şu anda da aynı yerdedir. Çok güzel bir kebaptı. dersini verebilirim." dedi. Nitekim bu işi bir süre de yaptı. Ders verme tarzı konusunda da bana fikirsel yardımlarda bulunurdu. 49/60 yılının sonuna kadar bizim kendi evimiz yoktu ve kirada oturmak zorundaydık. Ben sürekli Ali'ye, "sonunda bizim de başımızı sokacağımız bir yer bulmayı düşünmeliyiz, her zaman derbeder olamayız ve kirada oturamayız" diye dilekte bulunurdum. O ise, adeti olduğu üzere hep kulak ardı ederdi. Bugün yarın der geçerdi. Nihayet ben bir gün ısrarla ondan kesinlikle ani ve acil bir kararla bir şeyler yapmak gerekir ve bu durum bu şekilde devam edemez diye istekte bulundum. Onu, birlikte dolaşıp maddi imkanlarımıza uygun bir ev bulmaya razı ettim. Bizim o günkü imkanlarımız, eğitim ve öğretim Bakanlığının kendi memurlarına çok düşük fiyatlarla devirle Ali'ye verdiği bir arsaydı. İlk gördüğümüz evi beğendik fakat fiyatı 75 bin tümen idi. Oysa Ali'nin arsasını ancak 45 bin Tümene alıyorlardı. Büyük bir ısrarla Ali'ye "Bu ev güzeldir, onu al, evin



parası eşitlenir." diye kabul ettirdim. O ise, hiçbir şekilde kendini borç altına sokmak istemiyor, erteliyor ve bir başka zaman ve vakte havale ediyordu. Evi satan kişi hatta birkaç aylık vadeli çek almayı da kabul etti. Fakat Ali çek vermeye de yanaşmıyor ve, "Benim çek defterim yanımda değil" diyordu. Sonunda ben müdahale ettim ve, "Ben kendim çek veririm" dedim. O, "Her nasıl istiyorsan öyle yap fakat benden gücümün yetmediği bir evi satın almak için onun bunun önünde boyun büküp dilenmeyi bekleme" dedi. Bu şekilde, Ali'nin arsasına 45 bin Tümen değer biçtiler ve geriye kalanı da nakit ödemek üzere ev satın alındı ve ben dört çek yazdım. Bibi Fatıma Şeriat Razavi, kendi imzamla o günün 40 bin Tümen değerinde dört çek verdim. Bir ay sonra, bu maceradan sonra, arsayı satın alan kişi yanımıza geldi ve: "Bu arsa bu değeri etmez. Ancak kırk bin tümen eder" dedi. Bu, alış-veriş sözleşmesini fesh etmek için Ali'ye bahane veren yeni bir sorun oldu. O, kendisini emlak uzmanı olarak gösteriyor ve hiçbir şart altında arsayı bir Riyal bile daha az bir fiyata satmaya yanaşmıyordu. Ali inat noktasında da eşsizdi. Ortada sadece benim durmayan ısrarlarım kaldı, kötü ahlâk özrü de onu kararından döndüremezdi. Ben de ev sözleşmesinin fesh edilmesine yanaşmıyordum. Bundan dolayı 45 bin tümenlik bir çek daha verdim ve kendimi bir evin satın alınmasına tutsak ettim. Bu çeklerin nasıl ödendiği ve sonunun nerelere vardığı bir başka



106 107 . ' ?? ??? ^ hikayedir. Amaç Ali'nin inadıydı ve benim hepimizin güvenini sağlaması söz konusu olan bir ev satm almak için tutsaklığımdı. Babam, olayın tatlılık ve hayırla bitmesinden sonra karmaşık Meşhed lehçesiyle şöyle derdi: "Bir ömrü pazarda geçiren ben, 85 bin tümenlik bir çeki bir kez dahi olsun boş yere vermedim. Fakat kızım 85 bin Tümenlik çeki hiç yere verdi." Kimi zaman tüm gece uyanık kalırdı. Çoğu zaman sabaha yakın uyurdu. Dolayısıyla gündüzleri geç uyanması tabiiydi. Uyandırılması gerçekten problemdi. Hatta kimi zaman, geceleyin yazmaya başladığı bir konuyu



tamamlamak için ertesi gün fakülteye gitmediği bile olurdu. Kimi zamanlar da kimsenin ondan rahatsız olmaması için kız kardeşlerinin evine giderdi. Şayet onların misafiri olsa ya da evleri kalabalık olsa Çınaran'a108, halasının kızının evine giderdi, zira artık burada rahatsız edeceği kimse olmazdı ve izini kaybettirirdi. Moskoviç marka ucuz bir arabası vardı. Meşhed şehrinde o türden çok az araba vardı. Bu arabanın renk ve şeklinden Ali'nin izini bulmak kolaydı. Sürme renkli araba daha sonraları kendisi için bir şöhret buldu! Hatta Ali'nin fikirlerine muhalif olan kimi kişiler, "Dr. Şeriati'nin Marksist olduğu belli oluyor, hatta Rus malı bir de araba satın almış." derlerdi. Ali ise şakayla, "Bu Moskoviç de benim gibidir. Canı istediği zaman çalışır, korna çalar, gider, bazen de inadı tutar asla hareket etmez." derdi. Kız kardeşleri Tahire, Tayyibe ve Betül'ü çok severdi. En büyükleri Tahire, annesine çok benzerdi: Rahat, sabırlı ve kendinde. Küçük yaşlarda, amcasının oğlu Abdulkerim Şeriati ile evlenmiş ve beş çocuğu vardı. Hepsinden daha çok babasına çeken diğer kız kardeşi Tayyibe ise zayıf, nazik mizaçlı, isyankar ve zeki idi. O da küçük yaşlarda Hasani Bey ile evlenmiş ve beş çocuk sahibi idi. Annelerinin vefatı sırasında on bir yaşında olan küçük kız kardeşi Betül (Efsane), sonraki yıllar, Meşhed Edebiyat Fakültesinde öğrenim gördüğünde Ali'nin öğrencisi idi. O, diğer iki kız kardeşinin aksine, Ali'nin himayesi altında ve onun büyük ısrarıyla öğrenimine devam edebildi. Betül'ün olağanüstü zeka ve kabiliyeti ve konuyu anlamadaki çabukluğu Ali'yi çok umutlan-dırmıştı. Betül, öğrenimini tamamlamadan önce, Üstad Mürtaza 108 Meşhed'e yirmi kilometre uzaklıkta şeker fabrikasıyla! meşhur olan bir üçedir. Mutahhari'nin önerisiyle kendi kayınbiraderi olan Dr. Ruhani Bey ile evlendi. Elbette Betül evlendikten sonra öğrenimine devam etti. Erken yaşlardaki evlilik ve geleneksel aile ortamı, Tahire ve Tayyibe'nin eğitimlerine engel olmuştu. Ve bu nokta sürekli onları rahatsız ediyordu. Bu gerçek Ali'yi de çok sıkıyordu ve sürekli itiraz tarzında şöyle derdi: "Kadının el ve ayaklarını bağlıyorlar ve ondan yol yürümesini istiyorlar... daha sonra da kadın zayıftır diyorlar." Üç kız kardeş, ağabeylerine "dadaş" diye hitap ederlerdi. Onların çocukları da dayılarını "dadaş" diye adlandırırlardı. Tahire ve Tayyibe'nin evleri Ali'nin daimi mekanıydı. Hatta benim ve çocuklarımın elinden bile kaçmak ve benim basit emirlerimden rahat olmak istediği her zaman kız



kardeşlerinin evine gider, onların evinin bir köşesini seçer, kağıt ve kitaplarını etrafına sıralar, kitap yazmaya başlar ve kendi yanma gelinmemesini isterdi. Eniştesi Abdulkerim Şeriati Bey şöyle der: "hayatta hiçbir şey onu yazmak için tenha bir yer bulmak kadar mutlu edemez ve sevindiremezdi. Kimi zaman iki gün iki gece uyumaz, yazardı. Göz önünde bulundurduğu konu zihninde şekillendiğinde ve istediği şeyi bulduğunda yüzü açılırdı. Dudaklarında yumuşak bir gülümseme olduğu halde oturur ve diz dize olurdu." Yazı noktasında da kendine özgü bir düzensizliği vardı. Kendisi defalarca nasıl olur da dikkatsizlik sonucu yazdıklarının bir çoğunu kaybettiğinden şikayet ederdi. O, yazmak için belirli bir yer ve mekan istemezdi. Örneğin bir çalışma odası ya da bir kişisel masası vb... o evde bir çalışma masası olmasına rağmen çok az üzerinde oturur ve ondan yararlanırdı. Çalışma odasına üzerine oturduğu bir minder ve bir-yastık koymuştuk. Sigara ve çay tepsisi onun zaruri çalışma araçlanydı ve bazen radyo da açardı. İnce yazan bir tükenmez kaleme ilgi duymasına rağmen ona bağlı da değildi. Bazen yazmaya başlamak için her türden bir tükenmez kalemin peşine takıldığı da olurdu. Değişik renklerdeki (kül rengi, yeşil vb...) birkaç klasörü özel yazılan için ayırmıştı. Gidişinden yıllar sonra "Yalnızlık Sözleri" adıyla yayınlanan konulann büyük bir kısmı bu klasörlerde yazılıydı. Kağıtlarını özel bir itinayla Meşhed'in Erek Caddesindeki kırtasiyecilerden sağlar ve onlan genellikle yanında taşırdı.



108 109 Gösterdiği tek itina ve tek isteği, çalışma odasına kimsenin gitmemesi ve orada kurulup toplanmamasıydı. Fakat ben, ister istemez her gün yazıp çizdiklerine bir dereceye kadar çeki düzen vermeliydim. Yoksa çocukların onlara dokunup yırtmaları mümkündü. Nitekim Ali'nin kağıtlarını toplama gibi bir adeti yoktu. Çoğu zaman akşam yazdıklarım okurdum ve büyük bir şaşkınlık içinde onun beyninin nasıl da bu kadar yaratıcı olduğunu ve nasıl olur da bu kadar derin ve dikkatle yazdığına hayret ederdim. Yazdıklarından bir sayfa okuduğumda cezb olurdum ve oracıkta oturup



onları okumakla meşgul olurdum. Çoğu zaman saatlerce orada oturup onları okurdum. Yazdığı zamanlar, kendisi için gerekli olan her şeyi yanına alır ve ailesine çok bağlı olmasına rağmen bir ailesinin olup olmadığını asla hatırlamazdı ve her zaman bir şeyler yazmak için vakit bulma peşindeydi. Karın çok yağdığı ve şehirden bir misafirimizin de olduğu soğuk kış günlerinden birinde akşamüzeri Ali, kalabalığın olmadığı bir yere gitmeye karar verdi ve bunun için de kiz kardeşinin evini seçti. Tesadüfen bizim arabanın silecekleri de yoktu ve ben endişe içinde Ali'ye gitmemesini söyledim. Ama o beni dinlemedi ve, "Gidiyorum, ama akşam döneceğim" dedi. Ali gitti ve akşam dönmedi. Kız kardeşinin telefonu yoktu, diğer yandan ben de o karlı gecede dışarı çıkamazdım. Çaresiz bir şekilde yeni bir olayı bekler halde evde oturduk!! Ertesi gün sabah, endişe içinde saat sabahın altısında Üstad'm evine telefon açtım. Hanım'dan, Üstad'm evinin yakınında oturan kız kardeşinin evine birisini göndermesini ve bizim için Ali'den bir haber getirmesini istedim. Benim endişem bir kazanın olmuş olmasıydı. Bir saat sonra, babasının gönderdiği kişi Ali'nin kız kardeşi Tayyibe'nin evine gider ve Ali Bey'in uykuda olduğunu görür. Kısacası bana endişelenmemi ve Ali'nin sağ salim olduğunu haber verdiler. O günün öğleden sonrası Ali eve geldi. Ben büyük bir sinir içinde onu, neden bana akşam dönmeyeceğini ve orada kalacağını haber vermedi diye eleştirdim. Bana, "Çok kar yağıyordu ve ben de yazı yazmakla meşguldüm ve kar sileceği olmayan bir arabayla da gelemezdim, (Oysa kar sileceği olmayan bir arabayla yazı yazmak amacıyla evden çıkıp gidebiliyordu) telefon etmek için telefon da yoktu yaramda" cevabını verdi. Sonra kendisi caddelerden hangi güçKiklerle gittiğini anlatmağa başladı. Ve bana, "Sen neden endişeleniyorsun ki? Yoksa bir şey mi oldu?" diye sordu. Ben sinirlenip herhangi bir konuda bu neden böyle oluyor diye sinirlenip kabalaştığımda bana cevap olarak büyük bir soğukkanlılık içinde, "Şimdi ne yapayım? Bir kereydi oldu, eğer istiyorsan kendimi havuza atayım!!!?" deyip konuyu bu şekilde geçiştirmesi adetiydi. Kevir kitabını yazmağa başladığı zaman büyük bir yalnızlık ve sessizliğe ihtiyacı vardı ve görüp görüşmekten, bazı arkadaşlarının eleştirisinden kaçmak için her türlü hileye başvururdu.



Susen, benim işe gittiğim, onun ve ninenin evde olduğu bir gün ile ilgili olarak şöyle anlatır: "Kapı çalındı, Kim o? dedim. Ali Babayı görmek için gelmiş olan arkadaşlarından biriydi. Ben babamın evde olmadığını söyledim. Fakat o, sabahları babamın genelde evde olduğunu bildiğinden ısrarla eve girdi. Babam ise o gidinceye kadar yaklaşık iki saat evde tuvalette saklandı, güya onu pencerenin arkasından görmüştü" Yine bir keresinde aynı kişi bizim eve yine geldi ve babam ile çok önemli bir işi vardı. Doğruca babam Ali'nin yatak odasına doğru gitti ve her ne ettiyse onu uyandıramadı. Arkadaşı onun uyanmaya niyeti olmadığını anlayınca gitti su getirdi ve ayaklarına döktü ve onu uyanmaya mecbur etti." Geceleri geç vakitlere kadar yazardı. Kimi zaman ben, itiraz amacıyla onun yanına gider ve ellerimi tehdit amacıyla elektrik anahtarının üzerine koyar ve ondan uyuması gerekir diye ricada bulunduğumda bazen iki saat öylece bekler halde kalırdım. Israrla benden yazdıklarını tamamlaması için kendisine fırsat vermemi isterdi. "Sadece birkaç dakika daha... şimdi biter. Zihnimde şekillenen konulan yarıda bırakamam. Yarın uygun vakit bulup bulamayacağımı bilemiyorum. Şayet düşündüklerim dağılırsa bu konuyu yeniden toparlamak mümkün olmayacak. Belki de yarına kadar bu düşünceler aklımdan çıkabilir." derdi. Ali, ailesine ve çocuklarına karşı büyük bir ilgi duymasına rağmen asla kendisini geleneksel baba, eş vb... bir çerçevenin içine sokamazdı. Bir hafta boyunca bizimle kalıp çocukların tüm



110 III derslerinden, ödevlerinden tutun da aile toplantılarına katılmaya kadar büyük bir hassasiyet göstermesi bazen de aylar geçirip de etrafında neler olup bittiğinden bihaber olması mümkündü. Çok görüşmekten kaçınırdı, her zaman olduğu gibi, "Kapı çalınıyor, şayet seni istiyorlarsa sen evde misin değil misin?" sorusuna cevap olarak itiraz edercesine, "Yoksa siz benim olmadığımı bilmez misiniz?" derdi. Bu



cümleyi öyle ciddi bir şekilde söylerdi ki bizler uzun bir müddet, onun şaka mı yoksa ciddi mi söylediği konusunda tereddüt ederdik. Kendisini bir karar ya da bir konunun şerrinden rahatlatmak için bazen hikaye uydururdu. Bir hikaye uydururdu. Şayet yerindeyse şakaya vururdu, bunun aksi bir durum olduğunda ise çok dik kafalı cevaplar verir hatta bazen de umursamaz bir tavır takınırdı. Onu bu yıllarda eğitim-öğretim ve yazma dışında meşgul eden konulardan biri de Kahek köylülerinin işleriyle ilgilenmekti. Facia yüklü Tabes ve Kahek depremlerinden çok derin bir şekilde sarsılmıştı. Ben defalarca görmüşümdür ve başkaları da görmüştür ki görmüş olduğu o sahneleri hatırladığı zaman şiddetle ağlardı. Abdülkerim Şeriati Beyin kendisi de buna şahitti ve bu konuda şöyle der: "Tabes depreminde depremzedeler için ihtiyaç malzemesi toplama noktasında büyük bir çaba sarf etmişti. Onun heyecan verici konuşmaları dinleyicilerin gözyaşlarını akıtırdı. Toprak yığıntıları arasından çıkarmış olduğu bir ayakkabı tekini topluluğa gösterdi, halkın feryatları yükseldi ve daha sonra da halkı yardıma tahrik etti...". Bu yıllarda onun fakültedeki öğrencilerinden olan kız kardeşi Betül de şöyle anlatır: "Kahek depremi peşinden oradan döndükten sonra yorgun, çamurlu ve de üzgündü. Kendisini karşılamaya gittim. Depremzedeler için toplanmış olan bazı elbiseleri kendimce onu biraz sevindirmek için göstereyim dedim. Fakat o ellerini kapının eşiğine koydu ve gücü yettiği kadar yüksek sesle ağladı. Şöyle dedi: "Tüm bu musibetlere şahit olmak ne kadar kötü, çocuklarının cesedini dışarı çıkarmak için toprağı parmaklarıyla deşen bir kadının halini ve durumunu görmek. Berbat olmuş küçük evine bakan bir kadın. Eski bir elbise ve battaniyeyi kendilerine hediye l!2 etmen gereken asil bir aile..." diyordu. O günün ertesinde Kahek'e gittik. Ağabeyimle o yolculukta bize beraberlik etmiş olan öğrenciler şöyle derlerdi: Doktorun rahatsızlık ve sıkıntısının şiddeti, bizi içinde bulunduğumuz üzüntünün daha da artmasına yol açacak bir derecedeydi." Buna ilave olarak, köylülük durumu da onu çok meşgul etmişti. Özellikle Avrupa'dan döndükten sonra, düzenli olarak Mezinan'a gider, köylüler ile çok samimi ve yakın bir davranış içine girerdi. Onların dili ve lehçesiyle onlarla sohbet ederdi. Ve bu durum, Ali Bey'in her şeyden önce kendileri için Ağa Şeyh Muhammed Taki Şeriati'nin oğlu olduğu köylüler



için çok mutluluk verici idi. Aynı yıllarda Kahe köyü ahalisine yardım etmiş olmak için uzun yıllar köyün üst tarafında terkedilmiş olan (ve sahiplerinin susuzluktan dolayı ekip biçemedikleri) arazileri kendilerinden satın aldı. Amacı, gelecekte orada bir kuyu kazdırmak ve köyün gençlerini orada çalıştırmaktı. Elbette derin bir kuyu kazdırmak Meşhedli arkadaşlarının yardımını da gerektiriyordu. Çünkü Ali'nin tek başına sermayesi yetmiyordu ve bu iş için büyük bir sermaye gerekiyordu. Fakat uzman kişiler, o yeri gördükten sonra bu bölgeye derin kuyu kazmak civar köylerdeki suyun azalmasına ve o köylülere zarar vereceğine yol açacağı sonucuna vardılar. Bundan dolayı kuyuyu kazdırmaktan vazgeçti ve "Benim amacım hayırlı bir iş yapmaktır, bu da başkalarına zarar verecek türden olmamalı"109 dedi. (Elbette daha sonraları, bu bölgede Kahe köylülerinin çabalarıyla "Bikromat" adında bir fabrika açıldı ve köy halkı burada işe girdiler.) Bu köyün bir bölümünde içinde terkedilmiş bir mezarlığın bulunduğu bir toprak arazi vardı. Ali'nin çabası ve köy halkının yardımlarıyla mezarlığı kazdılar ve bir park binasının temelini attılar.110 Rahmetli büyükbabasının mezarı da bu parktaydı ki onu da bozdular. Doktor birkaç kez traktör ve ziraat araçları almak için köylülere yardımda bulundu ve ağır ziraat makinelerini alabilmek için onlara kefil oldu. Hastalık durumunda onların ilaçları için yardımda bulunurdu. Mezinan ruhanisi olan Ali'nin amcasının 109 Ali'nin büyük amcası Şeyh Kurbanali Bcy'e yazdığı mektup 110 Şu anda da bu park halkın gezinti yeri olarak kullanılmaktadır. 113 oğlu Merhum Şeyh Mahmut'un eşi olan halasının kızı, İffet Hanım şöyle anlatırdı: "Doktor, Avrupa seferinden döndüğü zaman, birkaç günlüğüne Mezinan 'a da geldi. Ali'nin yurt dışına gittiğini ve orada doktor olduğunu duyan Mezinan halkından hastalık sonucu ayaklarından felç olmuş Gulam Rıza adında birisi yakınlarının omuzlarında doktor kendisini tedavi etsin diye Şeyh Mahmud'un evine gitmek için Mezinan'a geldi. Hane halkı gülerek ona, onun tabip doktor olmadığını söylerler. Ali bu olayı duyunca çok rahatsız oldu ve onun nerede olduğunu sordu. Ona geri dönmek üzere yolda olduğunu söylediler. Okumakta olduğu kitabı yere bıraktı ve adamın peşinden gitti ve adam evine rahatlıkla gitsin diye bir at temin etti. Ve aynı şekilde kız kardeşinin ev adresini ona verdi, kendisi Mezinan 'da bir süre



kalmak istemesine rağmen bu hastayı Mezinan 'da bir hastanede yatırıp tanıdık bir doktora muayene ettirmek için çabucak Meşhed'e döndü." Meşhed Üniversitesinde Göreve Başlaması Bundan önce de söylendiği gibi, Ali üniversitede ders vermek için 43 senesinde, Eğitim-Öğretim Bakanlığından Bilimler Bakanlığına atanmasını istemiş ve menfi cevap almıştı. 44 senesinde, gazetedeki tarih bölümü öğretim görevliliği ilanının çıkmasından sonra, tekrar öğretim görevliliği sınavına katılmak için müracaat eder. Eğitim-Öğretim Dairesi tarafından aşağıdaki mektubu alır: MEŞHED ÜNİVERSİTESİ Sayı: 5022, Tarih: 27.08.1344 Dr. Ali Şeriati Mezinani Bey, 10.08.1344 tarihli Meşhed Edebiyat Fakültesindeki öğretim görevliliği konusundaki mektubunuzla ilgili olarak, söz konusu mektubunuz olduğu gibi görüş bildirmek üzere Edebiyat FakülIİ4 tesine gönderilmiş olup bu Fakültenin Tarih Bölümünün buna ilişkin kararlara istisnasız öğretim görevliliğine seçilmeniz konusunun uygun görüldüğü bildirmiştir. Meşhed Üniversitesi Dekanı Dr. İsmail Beygi EĞİTİM - ÖĞRETİM BAKANLIĞI Sayı: 13422/TJL Tarih: 25.09.1344 Dr. Ali Şeriati Mezinani Bey, Meşhed Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim görevliliği sınav tarihini öğrenmek üzere en kısa zamanda Tahran Edebiyat Fakültesi Bürosuna müracaat etmenizi rica ederim. Yüksek Öğrenim Genel Müdürü Dr. Bedii 1345/1966 yılından itibaren, Ali Meşhed Edebiyat Fakültesi Tarih bölümü öğretim görevlisi unvanıyla görevlendirilir.111 Derslerin temel konularını birkaç bölüme ayırmak mümkündür: İran Tarihi, İslâm Medeniyeti Tarihi ve İslâmi Olmayan Medeniyetler Tarihi. Daha işin başında, ders tarzı, fakültenin resmi kararlarıyla karşılaşması ve öğrencilere karşı davranışları, onu diğer hocalardan ayırıyordu ve diğer hocaların genel tarzının aksine Ali, belli kalıplar içindeki ders esaslarından



ve önceden belirlenmiş derslerden kaçınıyor ve belirlenmiş bir programı ilan etmiyordu. 1348 yılı Tarih Bölümü öğrencilerinden Ekber Merznak Bey, Edebiyat Fakültesinin ve Tarih Bölümünün o günkü dersleri konusunda şunları anlatır: 111 Bkz. Ekler, 5 nolu belge. 115 "Fakülteye girmeden önce, Arapça ve Fıkıh lisesinde ders veren bir hocaydım. Okuyan birisiydim. Fakülteye girişimin ilk yılında, bazı hocaların çok yüklü dersleri vardı. Fakat bazı hocaların da esef verici bir durumu vardı. Örneğin bir gün değerli bir hocanın Fars Edebiyatı Metinleri dersi vardı. Nasır-ı Husrev'in Sefer-name adlı nesir eserinin okunması esnasında bir konu açıklayarak, "Ebu Cehil, Peygamberin amcasıydı! ve..." dedi. Köy ortamında yetişmiş olan ve sadece doğruluğu aileden almış bir kimse için doğru olmayan böyle bir söz duymak ve bunun karşısında susmak hayret verici idi. Bundan dolayı; "Hocam, Ebu Cehil ve Ebu Lelıeb tek kişi değil, başkadırlar..." dedim. Her ne kadar kendilerine çok dokunduysa da üzerine alınmadı ve "Sen yanılıyorsun, bununla birlikte ben bunu Doktor'a soracağım" dedi ki onun amacı Dr. Ahmed Ali Recai Buharai idi. Bu derslerin birinde, başlangıçta ne yapmam gerektiğini bilmediğim bir çok olayla karşılaştım. Dr. Şeriati'nin dersleri arasında duyduğum yeni konular, bende acaba onlara muhalefet mi etmeliyim yoksa kabul mu etmeliyim diye bir ikilem oluşturuyordu. Zira o, eşsiz ve geniş bilgisiyle değişik kitaplarda okumuş olduğum ve hiç dikkat etmeden geçtiğim tüm şeyleri bana hatırlatıyordu. Dr. Şeriati, hayret verici bir şekilde, o bilgilerden çok değerli eserler ortaya çıkardı. Geleneksel ve normal dini inançların aksi olan eserler. Böylece, Doktorun bu bilgilerine nispetle içimizde sonsuz bir saygı oluşmasının yanında bağlısı olduğumuz bir çok yanlış adet ve geleneğin de sarsıldığını görüyorduk. Onu gerçekten haklı olarak görmekle beraber, tüm bu geleneksel adetleri ve genel geçer inançları ayaklar altına alma gücünü de gösteremiyorduk. Bundan dolayı da inatla karşı çıkardık. Fakat elimize bir fırsat geçtiğinde de dersine gitmememiz mümkün değildi. Ve çok hayret vericiydi ki çoğu zamanlar, birkaç saatlik derslerde onun sınıfında otururduk ve kendimizden geçerdik ve her an daha yeni bir bilgi almaya susamıştık. O, kendine özgü anlatım tarzıyla derdi ki örneğin falan güç başarılı oluyor, neden? Ve her söylediği şeye de kendisi kulak verir ve



daha sonra da kendisi konuyu öyle cevaplandırırdı ki sanki mutluluk verici bir şerbeti susuz dudaklarımıza götürüyor ve içimizdeki susuzluk ateşini söndürüyordu. Bir iddia sahibi olan öğrenciler de vardı. Bir tarafta yan yana otururlar, genellikle kendilerince 116 tespit edilen Dr. Şeriati'nin sözlerini değerlendirir, tartıp biçerler ve kendilerince bazı eleştirileri de not alıp sınıfta büyük bir şevkle ayağa kalkar ve itirazlarını seslendirirlerdi. Belki de bugün, kendisine itiraz ettiğimizde bunu kabul etmeyecek birçok kişi vardır. O konuyu sonuna kadar dinler daha sonra da öyle cevap verir ve konuyu öyle bir tarzda açıklığa kavuştururdu ki biz kendimiz yaptığımız eleştirilere gülerdik. Daha şaşırtıcı olanı da kendisinin bize bundan dolayı teşekkür etmesiydi. O, kendisine itiraz edilmesini isterdi ve söylediklerinin delili olarak kabul edilmesini severdi. Bundan dolayı bir görüşe sahip olan ve her şeye itiraz eden öğrenciler, kendileri için imkan dahilinde olan derslere koşarak gelirlerdi. Hiç abartmadan söylüyorum, başlangıçta dine hiçbir inançları olmayan bir çok kimse onun derslerine hayran oldular ve bir başka hal aldılar ve en son öğretim gününe kadar da onun çok dolu olan derslerinden faydalanmaya çalıştılar. Şunu da çekinmeden söylüyorum ki onun dersine sadece sınıf öğrencileri değil, aksine diğer sınıfların öğrencileri, hatta fen bilimleri ve tıp fakültelerinden de öğrenciler koşuyor, öyle ki onun sınıfı varolması gerekenin üç katı dolardı. Bu durumda fakülte dekanlığı tarafından kendi derslerine gelenlerin yoklama listesini yapması istendiğinde çok basit bir şekilde güler ve şöyle derdi: "Dekan ve program sahibi yoklama almakta serbesttirler. Benim dersimde yok olan bir öğrenciyi gördüklerinde ona ceza vermeği şiddetle isteyebilecekler. Aksi durumda ben tümünün derse katıldığını biliyorum. Her gün ve her saat kanun'ı uygulamak için benim isimleri tek tek okuyup "Burada" cevabını almamın ne faydası olacak." Bu konu, farklı dönemlerdeki Eğitim Bölümü yetkililerinin itirazlarına ve şikayetlerine konu oldu. Ali'nin o dönemdeki meslektaşlarından biri de 1348/1969 yılından itibaren Edebiyat ve İnsani Bilimler Fakültesinde İngiliz Dili ve Edebiyatı hocası olan Dr. Kanadan idi. Kendileri "İran Haber" dergisinde yayınlamış olduğu o döneme ait anılarında bu konuda daha detaylı ve yeni bilgileri vermektedir:



"Bilinmesinde bir sakınca yoktur ki bu bölümün müdürlerinden birisi, kendi derslerinin her biri için sadece bir metinden yararlanıyordu ki Meşhed'de öğretimin başladığı tarihten beri 117 hiçbir değişiklik yapmamıştı. Öğrencilerden birinin dediğine gö re, onun ders verme tarzı şuydu: Bu metni kelime kelime öğ rencilere yazdırıyor, yazdırdığının aynısını da yarıyıl sonu sına vında soruyordu. Öğrencilerin çoğunun anlayışı, şuydu ki eğer bir gün sözkonusu hoca bu metni kaybedecek olursa onun sahip olduğu bilgiler de bu metinle birlikte kaybolup gidecektir... Şeriati'den şikayetçi olan bir diğer müdür de Amerika'dan dok tora derecesi almış birisiydi. Bazı hocalar onun "Savak Görevlisi" olduğu inanandaydı. Burada şunu da ekleyeyim ki bu söyledik lerim, daha önce benim Firdevsi Üniversitesindeki öğretim gö revlisi iken gördüğüm müşahedelerim ve Mühendis Mehdi Bazerganin başbakanlığı döneminde bu üniversitenin "Tezkiye Konseyi Üyesi" olduğum döneme dayanır. Üç öğrenci, üç me mur ve üç öğretim üyesinden oluşan bu "Seçilmiş" konseyin görevi, Şah rejiminin son günlerinde ordu komuta merkezine intikal eden Savak dosyalarını incelemek ve Savak ile gizlice çalı şan kimselerin ismini görevlendirilme gereği Üniversite şurasının onlar hakkında gerekli yaptırımlarda bulunmak üzere üniversite rektörüne bildirmek idi. Söz konusu bu bayan bu kişiler listesindeydi. Dosyasından görüldüğü kadarıyla, o "Şenbe" müstea ismiyle ve aylık beş yüz Tümen maaşla, Fakültede meydana gelen günlük olayları gizlice Savak'a bildiriyordu. Dr. Ali Şeriati aleyhine verdiği bu bilgilerin birinde yaklaşık iki bucuk sayfayı I aşan bir bilgi verilmişti ki onun altına bir Savak görevlisi; "Ö- \ neme haiz değil, duygusallıktan doğmuş haberlerdir", \ "Yekşenbe" diye yazmıştı. Bir başka görevlide şöyle yazmıştı: Yekşenbe'nin görüşü t ey id olunur, boş verilir. "Duşenbe". ' Şeriati'nin bu türden kararlara uymaması, hassasiyet vericiydi ki onun üniversite kararları karşısındaki itaatsizliği tüm re/imin emniyet dayanaklarını ihlal sayılırdı."} u 1 Ali, önceden zihninde şekillendirmiş olduğu ders konularını ı anlatır öğrencileri de onun söylediklerini kasete kaydederlerdi. | Bu kasetler, öğrencileri tarafından hazırlanıyor, Ali bunları tas



hih ettikten sonra da yazılı hale getiriliyordu. Buna örnek olarak | Meşhed İslâm bilim kitabı ve Medeniyetler Tarihi kitabı ve bu şe- ! kilde hazırlanan benzeri kitaplar bunlardandır. Ali, derslerinin sohbet, konuşma, soru ve cevap tarzında olmasını çok severdi. Öğrencilerin detaylı, yerinde ve hesaplı bir cevap aldıktan sonra aniden büyük bir alkışta bulundukları çok olmuştur.113 Ağabeyinin öğrencisi olan Betül (Efsane) de şöyle anlatır: "Dadaş bize; 'Kendinizi tefekkür, düşünme ve kaynaklandırma ile donatın, kendinizi taklitçiliğe, konuları fotokopi şeklinde edinmeye çalışmayın, kitapları hafızanıza yerleştirin hatta onları delillendirin ve delillendirme yeteneğini edinin' diye tavsiyede bulunurdu." Yine aynı şekilde Şehin Mücahidi Hanımefendi bu konuda şöyle der: "Doktor, bazı öğrencilerinin sorularına özel bir amaçla cevaplar verirdi. O hedef de öğrencinin kendisini değişik konularda düşünmeğe ve detaylı araştırmaya sürüklemek istemesiydi. Doktor, sınav sorularını sorar ve kendisi sınıfı terk ederdi. Bir saat sonra döner, bazı öğrenciler, birkaç sayfa yazmış, bazıları da bir cümle bile yazmamıştı. Kimi zaman da olurdu ki sınav kağıtlarını aldıktan sonra, "Eve gittiğinizde düşünün ve uygun bir cevap bulunuz!" derdi. Tarih Felsefesi dersinde, saatlerce "İntizar=Bekleyiş" konusunda konuşmuştu. Sınav sorularından birisi şuydu. "Günümüz insanı metro dışında hiçbir şeyi beklemez! Bu sorudan ne anlıyorsunuz?" Aşağıda Ali'nin sınavlarda öğrencilere sorduğu birkaç soruya örnek olarak işaret edelim: 49-50 yılı Tarih dördüncü sınıf birinci dönem Medeniyet Tarihi sına v soruları: 7. Yenilenme mi Medeniyet mi? 2. Kültürel "Asimilasyon" ve "Alinasiyon" arasındaki ilişki nedir? 3. İnsanlık tarihinde medeniyetin olgunlaşması noktasında hangi etken ya da etkenleri daha güçlü buluyorsunuz? (söylen miş olan tüm etkenleri açıklayınız ve daha sonra doğru olup olmadığı konusundaki görüşünüzü akli ve tarihi ve nakli delil lerle ispat ediniz).



112 İran Haber dergisi, Amerika Baskısı sayı: 13, 16 Urdibehişt 1373/üçünciı Bölüm. 113 Şehin Mücahidi Hanım, Tarih bölümü öğrencisi.



I 18 119 4. Felsefe, Bilim, sanat ve günümüz insan topluluklarmdaki en seçkin fikirsel hareketleri anlatınız. \ 5. Jan İzole bir şehzadeden söz eder: "Ki baştan ayağa silah \ ve altına boğulmuş; fakat tedavisi olmayan bir dertten dolayı ''| ıstırap çekmektedir." O bu asrın insanı değil midir? 6. Bir haber muhabiri, bir astronotun evinde onun çocuğuna sorar: - Papa nerededir? - Merih gezegenine gitmiş. - Ne zaman dönecek? - 3 Ekim Pazartesi akşamı, saat onyedi yirmibir dakika kırkbeş saniye. - Annen nerede? - Fırıncıya ekmek almaya gitmiş - Ne zaman dönecek? - Belli değil. 7. Çin: Kan, şiir, gelenek, inkılap, köşesine çekilmiş ve dünyayı kapsayan, irfan ve siyaset, takva ve iktisat ve sonuçta enternasyonalizm içinde nasyonalizm ülkesidir. Bu ne demektir? 8. Acaba siz Laotse'den sonra Konfiçyus'u bekliyor muydunuz? 9. Mülkiyet ve makine: Farili yolu üzerinde iki hızlı vida. Not: altı soruyu kendi seçiminize göre cevaplandmnız.'14 114 Soruların içeriğinin karmaşıklığının teyidi için Ali'nin Fakülte dekanı Dr. Celal Metini Bey'e bu konuya ilişkin yazdığı aşağıdaki mektubu zikrediyoruz: "...çünkü eminim ki şayet bir öğrenci beni görmezse ve dersimi işitmezse hiçbir metni ezberleyerek (ki hiçbir metin yoktur) ve hiçbir konunun



mütalaası (ki sınıfta açıkladığım şey basılmış metinlerin çevirisi değildir) ile sınavda başarılı olamayacaktır (örneği sınav kağıtları ve sınav sorularıdır). Her kim her ne şekilde ve her ne şartta olursa kendisini fakültenin ve sınıfların istediği bilimsel dereceye ulaştırırsa diğer öğrencilerin buna ulaştıklarından dolayı bu dereceye sahip oldukları dereceye ulaştırabilecektir dedim. Zira puanı dersi duyma zahmetini çektiğinden ve derse katılabilme hakkından değil, aksine öğretilen şeyi anlamayı ve bilmeyi öğrencilere veriyoruz ve bana göre, eğer öğrenci derse katılmadan kendi kişisel okumaÖğrenciler ile Ali arasındaki konuşma ve sohbetler her zaman saatler sürerdi. Ders ortamları daima belirlenen saat ve zamandan daha geç biterdi. Konular kimi zaman evimizde de devam ederdi. Öğrencilerin sınav kağıtlarını düzenleme noktasında büyük bir dikkat sarf eder, gerçekten her bir kağıt için çeyrek saat vakit ayırırdı. Soruların cevaplarını sabırla okur, kimi cevapların kenarlarına notlar ekler, hatta bu ekler bazen birkaç satırı bile geçerdi. Daha sonra düzeltilmiş sınav kağıtlarını öğrencilere iade eder, tekrar toplardı. Kimi zaman odasına giderdim, başının üzerine dikilir ve yazdıklarını okurdum. Bu dipnotlarda bazen çok ilginç olanlarına da rastlanırdı ki Ali bu vesileyle kağıt sahibinin delillendirme, zevk ve fikri gücünü açıklamış oluyordu. Bu dipnotların okunması bir eğitimci olarak benim için de çok faydalı olurdu ve bunlardan yazı konuları için ilham alabiliyordum. Ben bu notların değerine vakıf olduğumdan, Ali'nin şehadetinden sonra Fakülteye müracaat ettim ve dostlarımızdan olan dönemin fakülte dekanından o sınav kağıtlarını bize vermesini istedim. Fakat ne yazık ki sınav kağıtlarının üzerinden üç ya da beş yıl geçtikten sonra ortadan kaldırdıkları ve arşivde korumaya almadıkları cevabını verdiler. Tabii olarak 45 ile 50 yılları arasındaki sınav kağıtları ortadan kalkmıştı. Öğrencileriyle çok samimi, yakın ve arkadaştı. Eğer vakit bulabilseydi hiç şüphesiz fakültenin kantinine oturur çay içerdi ve çok samimi bir şekilde onlarla sohbet ederdi. Bu tarz, o yıllarda -görülmemiş bir şeydi. O zaman öğrenci ve hoca arasında derin bir mesafe vardı ve öğrenci hocanın hesabını kesmeliydi ve bu mesafeyi birçok kurala riayet ederek korumalıydı- birçok hoca için çok acayip ve tahammül edilemez bir şeydi. Ali'nin kız kardeşi Betül şöyle anlatır:



"Hocaların bir kısmı Dadaş ve öğrencilerin bü tür davranışlarına itiraz ediyorlardı, onlar, "Şeriatı iyi bir şey yapmıyor, onun öğrencilerine karşı bu dostane davranışı onların şımarmasıyla derse katılanlarla aynı seviyeye kendisini ulaştırırsa ve dersi öğretmenin anlatımı olmaksızın ve derslere katılmaksızın anlayabilirse onu anlamaya ve bilmeye bağlı olan puandan mahrum etmemek gerekir."



120 121 sına yol açıyor ve hocaların onurunun zedelenmesine yol açıyor" diyorlardı. Ağabeyim bu itirazları duyunca şöyle derdi: ? "Ben, hocalık onurunun bir dikkatsizlik sonucu yok olan abdest gibi olduğunu düşünmüyordum!"115 Bu konuşma ve sohbetler, özellikle Ali ile kendisine muhalif olan öğrenciler arasında geçerdi. Öğrencilerin genel inancı, özellikle de Edebiyat Fakültesinde, Marksist bir ideolojiydi. Edebiyat Fakültesi İngiliz, Fars Edebiyatı ve Coğrafya Bölümleri öğrencilerinden olan Said Aryan, Hamid Tevekküli ve Gelevi adındaki üç mücadeleci öğrenci bu dönemde tutuklandılar ve bir süre sonra da şehadete ulaştılar. Ali'nin bu tür davranışı, onun öğrenciler arasında sevilmesine yol açmıştı. Onlar bu genç hocanın davranışlarında yeni bir şey görüyorlardı. Sınıflar öğrencilerle dolup taşardı. Diğer bölümlerin öğrencileri kendi derslerini bırakıp onun derslerine gelirlerdi. Sınıfların mevcudu o kadar çoğalırdı ki oturulacak sandalye kalmaz öğrenciler, yerlere ve sıra aralarına otururlardı. Ali, aslında yoklama yapılmasına karşıydı. Ve onun bu davranışı fakülte yetkilileriyle tartışmasının temel sebebini oluşturuyordu. Özellikle de üniversite çevresinde yoklama alma o günlerde sadece öğretimin olmadığı yönünden değil aksine Savak'm direkt isteğiyle yapılıyordu. Kurallar gereği, öğrencinin sınavlara katılmasına engel olan devamsızlığı, öğrenci boykotlarının kırılması için de iyi bir nedendi. Ali'nin derslerine katılan öğrencilerin kontrol edilebilmesi için başlangıçta fakültenin çöpçüsünü, Edebiyat Fakültesi öğrencileri dışında kimsenin fakülteye girmesine izin



vermemek üzere görevlendirdiler. Fakat Ali'nin dostlarından olan o, kendisini tehlikeye atıyor ve tanıdığı tüm kişileri gizlice Üniversitenin içine gönderiyordu. Dr. Kanadan Bey, İran Haber*16 dergisinde yayınladığı anılarının devamında şöyle anlatır: "Öğrencilerin siyasi faaliyetlerinin ve silahlı çatışmalarının yükseliş gösterdiği 1349/1960 yılından sonra, üniversitelerde öğrencilerin yoklama listelerinin önemi daha da arttı. Çünkü, 115 Bütün Eserler, Sayı: 34 116 İran Haber, sayı 13, Urdibehişt 1373, Üçüncü Bölüm. şimdi yoklama listeleri öğrencilerin suçlu ya da suçsuz olduğunun ispatlanması noktasında etkili olabilecek belgelerden sayılırdı. Bu esnada Meşhed'de bir olay oldu ki özellikle de Edebiyat Fakültesinde bu yoklama listelerinin önemini ikiye katladı. Macera şu şekildeydi: Güya Tarih Bölümü öğrencilerinden birisi cadde saldırılarının birine katılmakla ilgili olarak tutuklanır. Fakat öğrencinin yoklama listesi onun söz konusu olayın gerçekleştiği esnada sınıfta olduğunu gösteriyordu. Bu da Savak'm Edebiyat Fakültesinde yoklama listelerinin daha ciddi olması gerektiği noktasındaki baskılarını arttırması için bir sebep oldu... Sonraları, durum bunu da aştı; Teşkilat, tüm sınıfların düzenli ve program çerçevesinde düzenlenip düzenlenmediğine tam emin olmak için Edebiyat Fakültesindeki elemanlarından birini bu işle görevlendirdi ve her gün teşkil olunan sınıfların sayısını haber vermekle görevlendirildi. Bu amaç için de fakültedeki ders salonlarının her birinin önüne küçük bir kulübe kondu ve söz konusu görevli derslerin başlamasından birkaç dakika sonra tüm sınıflara uğrar ve kulübenin içinde yoklama listesini alırdı. İşte böyle bir ortamda Dr. Şeriati, yoklama listesini anfiye doğru fırlatıp "Biz yoklama yapmıyoruz" demişti. Güya öğrenciler de sevinçlerini göstermişlerdi. Bu durumda sınıf sorumlusu, fakülte yetkililerinin isteği doğrultusunda re'sen öğrencilerin deyimiyle yok olanların listesini hazırlardı." Fakat yoklama listesi konusu bununla da bitmedi. İş öyle bir noktaya vardı ki fakülte dekanı Dr. Celal Metini Bey tarafından, aşağıdaki yazıda resmen kendisinden öğrencilerin yoklama listesi noktasında hocanın bizzat kendisinin etkin rol oynaması isteniyor: MEŞHED ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT VE İNSANİ BİLİMLER FAKÜLTESİ



Sayı: 6691/ 11.11.1349 Sayın meslektaşım Ali Mezinani Şeriati Bey, İkinci yarıyıl derslerinizin yoklama listeleri ilişikte sunulmuştur. Öğrencilerin yoklama listesinin sahip olduğu önem



122 123 açısından bu işin uygulanması noktasında aşağıdaki konulara tam bir dikkatle fakülteye yardımcı olmanızı rica ederim. 1. Öğretim dairesi, derslerin ilk başlangıç saatinden itibaren yoklama listelerinin saygıdeğer hocaların elinde olması için her bir sınıfın öğrencilerinin tam listesini ilgili yoklama listesine işlemiştir. Fakat her sınıfın öğrencilerinden bazılarının bir dersi ya da dersleri seçmemiş olmaları ya da bazı yeni öğrencilerin sınıfa eklenmiş olması mümkündür. Yoklamanın sonunda sınıfta hazır olan ve isimleri yoklama listesinde yazılmamış olan öğrencilerin ismini şahsınız olarak o sınıfın ismini de belirterek eklemeniz rica olunur. 2. Bu konuya riayet etmenin gerekliliğinin nedeni şudur ki bazı öğrencilerin yarıyıl sonunda sürekli derslere katıldıklarını fakat isimlerinin yoklama listesinde yer almadığını ve kendilerinin yoklama listesinin yapılmadığını iddia etmeleri mümkündür. 3. Öğrenciler birkaç hafta ilgili sınıftaki derslere katıldıktan sonra şayet hazır iseler onları geldiği ilk dersten itibaren yoklama listesine işleyiniz. 4. Değerli hocaların her biri şahsen öğrencilerin yoklamalarının sıhhatli olarak alınması noktasında sorumludur. Bundan dolayı yoklama listelerinde şahsi olarak öncülük etmeleri rica olunur. 5. Mevcut program fakültenin sınavlarına uyularak ders sınıflarının sayısı açısından düzenlenmiştir. Bundan dolayı bu programda yapılacak her hangi bir değişiklik fakülte için büyük bir sorun çıkaracaktır. Edebiyat ve İnsani Bilimler Fakültesi Dekanı Celal Metini Ali, fakülte dekanının bu yazısına şöyle cevap yazar ve kendi kararının dayanağını şu şekilde açıklar: "Eminim ki şayet bir öğrenci benim sınıfımı görmezse ve dersimi işitmezse hiçbir metni ezberleyerek (ki hiçbir metin yok-



tur) ve hiçbir konunun mütalaası (ki sınıfta açıkladığım şey basılmış metinlerin çevirisi değildir) ile sınavda başarılı olamayacaktır"117 Öğrencilerle ilişkisi de kurallar çerçevesinde değildi, öğrencileri tek tek tanımaya ve ruhsal ve psikolojik yapılarını incelemeye çalışırdı. Şehin Mücahidi şöyle anlatır: "Psikolog biriydi. Sahip olduğumuz özelliklerimizden hiçbir şey söylemeden bizim ruhsal ve psikolojik yapımızdan haberdardı. Sınıfta bizleri konuşmaya mecbur olmaya ve biiim görüşümüzü öğrenmeğe çalışırdı. Bizim görüşümüzü açıklamamızdan, özellikle de yeni bir görüş ileri sürdüğümüzde ya da doğru bir sonuca vardığımızda büyük bir mutluluk duyardı. Kendisi için öğrencilerin isimlerini yazdığı bir defter tutardı. Her bir isim için birkaç satır yazmıştı. Öğrencilerden birisinin isminin karş-sma, "Ses kaydı nedeniyle 20" diye yazmıştı. Ya da Bir başka kız öğrencinin isminin karşısına, "Geleceği çok aydınlık, eğer kadın olduğunun kurbanı olmaz ve elbiseyi kitaba tercih etmezse." diye yazmıştı." Bu tür davranışlarının tümü öğrencilerin psikolojik yapısını etki altında bırakıyordu. Görünüş itibarıyla üstüne başına zor yetişen kız öğrencilerden birisi arkadaşları için şöyle anlatır: "Dok tor'un öğrencisi olduğum tarihten itibaren, aynanın önüne geçip de kendime çeki düzen vermek istediğimde kendimi beğenmez ve hemen kenara çekilirim. Sanki kendimden utanıyorum. Çünkü Doktor şöyle demiş: "Sakın kadın olduğunuza kurban olmaya izin vermeyin. Evin odalarını hatta kömürlüğünü derleyip topladığınız ve evin her bir tablosunu ve araç gereçlerini itinayla derleyip düzenlediğiniz kadar kendi ruhunuzun odalarıyla hiç ilgilendiniz mi?" Tarih Bölümü öğrencisi Hasan Ekberi Merznak, o günleri şöyle anlatıyor: "Doktor Şeriati,' kimi öğrencilerin sınav kağıtlarının kenarına öğrencinin kendisinin yazdığının belki de daha fazlası bir şekilde notlar ve açıklamalar yazar ve onları inceleyip eleştirirdi. 117 Bütün Eserler, sayı:34, Mektuplar?,. 136



124



I 25 Hiçbir zaman çok çalışmaktan yorgunluk hissetmezdi ve girdiği her konuya bu konuyla ilgili birkaç kitabın tanıtımını yapardı. Şayet tanıttığı tüm kitapları kendisinin okumuş olduğunu söyleyecek olursak hiç şüphe yok ki bu konuda abartma yapmış olmayız. Sınıfları çok doluydu ve hızla geçerdi. Şayet bir öğrencide düşünce ve zeka belirtisi görürse onu diriltmeye ve eğitmeye çaba gösterir. Her ne kadar bir taraf, kendisine ve kendi amaçlarına muhalif, karşı taraf kendi düşünce ve ideolojisi yönünde ise de fark gözetmez hatta bunu bir güzellik olarak görürdü. Hatırlıyorum, derslerin tatil olduğu karlı bir günde, kütüphaneye gittiğimiz bir esnada, "Doktora, "Hicr b. Adiy" in kişiliği konusunda acaba kaç kitap tanıtabilirsiniz?" diye sordum. Bu sözü duymakla çok mutlu oldu, bu ismi doğru bir şekilde telaffuz ettiğimden dolayı da çok sevinmişti. Bana, "Hangi dilleri biliyorsun?" diye sordu. Ben, "Ben sadece Arap dilini iyi biliyorum ve tercüme yapabiliyorum. Fakat konuşmayı becere-miyorum " dedim. Bana, "Bu da iyidir" dedi ve hemen birkaç Arapça kitap tanıttı. Ben, zamanın az oluşunu ve öğrencilik sorunlarını da göz önünde bulundurarak işe başladım ve beni her gördüğünde büyük bir ilgiyle Hicr'in kitabını sorardı. Özet olarak, özet bir konu yazdım ve onu, okuması ve bir mukaddime yazması için kendisine verdim. Otuz iki sayfa mukaddime yazdı ve kendisi kitabı yayınlatmak üzere bir yayıncıya verdi. Beni teşvik etmek için her zaman şöyle derdi: "Şayet ben böyle bir tercüme yapmak isteseydim iş bu kadar erken bitmezdi". Oysa bunu, beni teşvik etmek için söylediğini biliyordum. Daha sonra, bir başka kitabı tercüme ettiğim zaman bitirdikten sonra onu okuması için Dr. Şeriati'ye verdim. Tercümeyi sonuna kadar okudu ve, "Ben şu anda sınav kağıtlarını okumak ve düzeltmekle uğraştığımdan kitabınızın basılması uzun zaman alabilir. Şayet Tahran'a gidiyorsan yayıncıya kitabının daha erken basılması için bir mektup yazayım" cevabım verdi. Bu işi de yaptı ve yayıncı benim işimi bir süre geciktirince ikinci defa ona bir mektup yazdı ve onu göndermek üzere bana verdi. Oysa o zamanlar, az ya da çok bize yolda, ya da sınıf dışındaki yerlerde ve çalışma odalarında izin olmasına ve mantıki olmasına rağmen soru sorma iznini vermeyen pek çok hoca vardı. Zira öğrenci, yolda giderken ya da



fakültenin bahçesinde kendilerine soru sorulması halinde gururlarına dokunacağını düşünüyorlardı. Fakat herkes bilir, Dr. Şeriati, her zaman ve mekan şartlarında vaktini, fikir ve düşüncelerini öğrencinin seçimine sunardı, asla bir soruyu hiçbir şartta cevapsız bırakmaz, muhatabını tatmin etmedikçe cevabını kavraymcaya dek onunla konuşup sohbet ederdi. Oysa kimseye ihtiyacı yoktu, ne oy ne post ne de makam istiyordu. Sadece inandığı ve iman ettiği şekilde hareket ederdi. (Yani tek amacı halka özellikle de gençlere esaslı bir bilgi bağışlamaktı). Burada hatırlatılmasında yarar var ki, bir Fransız bayan-İranlı bir doktorla evlenmiş olan Gotorye Hanım- Meşhed Edebiyat Fakültesinde Fransızca hocasıydı. O şöyle derdi: Dr. Şeriati, her gün yeni bir fikir ve yeni bir düşünceyle ve yapıcı bir tarzla sınıfa gelir fakat fakülte dekanı her gün yeni bir papyon, yeni bir elbise ile fakülteye gelir. Hakikaten Dr. Şeriati, her an yeni bir düşünce, yapıcı ve yeni bir söze sahipti..." Meşhed Fakültesi öğrencilerinden birisi olan "İrec Sağiri", "Ebu Zerr'in Perde Arkası"adh kitapta şöyle der: "O dönemde, bir kimse kendisini aydın ve inkılapçı olarak i-leri sürmek ister de Marksizm 'e taraftar ya da en azından eğilimli olmazsa mümkün değil bir şey yapamazdı. Yani şu bütünsel bir esastı ki: Aydın, Marksist olan kişidir. İnkılapçı ve halkçı, Marksist olan kimsedir. Aydın bir kişi aynı zamanda radikal bir Marksist de olmalıydı. Şayet böyle değilse irticacıdır. Halk karşıtıdır. İnkılapçı değildir. Molladır! Tam da böyle bir ortamda bana, "Şeriati" isminde bir kişinin Marksizm ile mücadele için geldiği haberi ulaştı. Ne yazık ki bu haberi üniversitenin iyi çocuklarından birisi de bana verdi. Ben daha işin başında Dr. Şeriati aleyhine konumumu aldım. Gördük, evet bir kişi geldi güzel ve uzun boylu, şık giyimli bir beyefendiydi. Çok esprili ve sevecendi de. Çok sempatik bir görüntüye sahipti ve inşam çekiyordu. Ben ve diğer çocuklar, hep onun faaliyetlerini görüntüden ibaret ve cahil öğrencilerin kandırılmasından ibaret biliyorduk. Onu savunan kimseleri de



[26 127



azarlıyor ve sıkıntı veriyorduk. Ben Doktor'a hakaret etmek istedim! Ondan övgüyle söz eden birisi olduğunda ona eziyet veriyordum. Onun dersini boykot ediyordum. Gitmiyordum... Ertesi gün sabah Dr. Şcriati'nin sınıfına onu küçük düşürmek niyetiyle gittim. Benim nazarımda Dr. Şeriatı', hurafe dşmda içi boş bir kişiydi. Yani sadece iyi hurafe uyduran bir kişiydi. Bir avuç kelimeyi peş peşe uyduran bir kişiydi. Kendi kendime, "Güzel, ben bilimsel mantıkla çok rahat bir şekilde bileğinden tutar ve onu rüsva ederim" diyordum. Sınıfa gittim ve sınıfın son sırasına oturdum ve sandalyeyi bahçeye doğru koydum. Yani benim aslında dersle bir ilgim yoktu. Ben ona boykot eder gibi görünmek istiyordum. Hatta onu daha fazla tahrik etmek için çiklet çiğnedim. Abuk sabuk hareketler yaptım. Doktorun yanıma gelip itiraz etmesi ve benim de ona cevabını vermeyi ve onu utandırmayı bekliyordum. Ders başladı. Bir saat geçti. Fakat Dr. Şeriati'nin mutlak anlamda bana bir bakış bile atmadığını, sadece itiraz etmemek değil, aksine teveccüh bile etmediğini fark ettim. "Yüzünü sınıfa doğru çevir" bile demedi. Anlattığı ders konusunun derinliklerine O derece dalmıştı ki hatta beni uyaracak bir fırsatı da bulamadı. Doktor bu tavrıyla bana, benim varlığımın itiraz edilecek bir değere bile sahip olmadığını gösterdi. Bu da benim için iyi bir ders oldu. Kendi kendine bende her şeyi değiştirdi. İçimde hakikaten bir tesadüf meydana geldi. Bu kadar hızlı bir şekilde yanlış bir sonuca vardım diye kendimden ve hareketlerimden utanır oldum. Ondan sonra da Doktor'a yakın olmak ve bu hatamı gidermek için çaba gösterdim. Birkaç oturumdan sonra, benim bu şahsa karşı ilgim çok daha fazla arttı. Fakat hâlâ onun hakkında bir yargıya tam varmış değildim. Henüz onu tam olarak kavramış değildim. Yolunun yanlış olduğunu bilgili bir kişi olarak biliyordum. Çünkü din hiçbir şey yapamazdı. Donuklaşmanın ve yerinde saymanın sebebiydi. Halkların afyonuydu. Benim ve bizlerin dindar bir insandan çıkardığımız sonuç buydu... Aynı dönemlerde Meşhed'de "Bertolt Berechf'in bir tiyatrosu satıneye konuldu. "Kazavet" adında Berecht'in ilk tiyatrolarmdandı. Bu tiyatro Farsça'ya tercüme edilmişti. Berecht, bu tiyatroyu Almanya'da Amerika'ya kaçmazdan önce İrlanda'da yazmıştı. Bu gösteride bana bir Hitler askeri madalyası vermişti. Dr. Şeriat i de geldi ve gösteriyi seyretti. Hepimiz için hayret kaynağıydı. Bir dindar ve tiyatro seyretmek? O yıllarda dindarların tiyatro ve sinema ile bir işi olmazdı. Fakat İslâm 'dan, Şia 'dan söz eden ve hem de tiyatroya



gelen doktor Şeriati bizim hayret kaynağı-mızdı... Çok iyi hatırlıyorum bir gün Doktor'a muhalif öğrencilerden biri, onu bozmak için bir plan yaptı. Yeni bir kitap yayınlanmıştı. Yaklaşık bir hafta önce o öğrenci kitabı okumuştu ve tartışmak için kitabın konularını bin bir güçlükle doktorun dersinde anlattı. Doktor sessizce duruyor ve dinliyordu. Hepimiz bu kez Doktor'un "mat" olacağını ve kitabın içerik ve konularından bilgisi olmadığını açıklayacağını düşündük. Öğrencinin sözleri bitince, Doktor o kitapla ilgili olarak konuşmaya başladı ve büyük bir hayret içinde gördük ki Doktor sadece o kitabın konularını anlatıp eleştirme ve incelemekle kalmadı aksine o yazarın henüz Farsça'ya tercüme edilmemiş ve o öğrencinin belki onların varlığından bile haberdar olmadığı birkaç kitabından daha söz etti ve onların içeriğini o kitapla karşılaştırdı. Doktor'un en a-zmdan sayfalarını çevirmediği çok az aydının kitabı o yıllarda yayınlanıyordu... Fakat Dr. Şeriati'nin yazmış olduğu "Ebu Zer-i Gaffari" kitabını okuduğumda hayret, kesinlikle Ebu Zer'in bir başka şey olduğunu gördüm. İnsanlık ruhu, adalet ve inkılap bu yaşlı adamda gizliydi. Bu zihinsel karşılaştırma ve değişiklik benim için çekici ve bir o kadar da sarsıcıydı. Hakikatte bizler bir daha Dr. Şeriati'nin kitabıyla Ebu Zer'i "keşf" ettik. Daha doğru ve uygun bir şekilde gerçekten onu tanıdık. Bundan dolayı da Ebu Zer kitabındaki esaslara dayanan bir tiyatro yazmaya karar verdik. Yazar Rıza Danişver idi. "Daryuş Ercümendzade" de yönetmendi ve ben de baş oyuncuydum. Ebu Zer tiyatro oyunu ve onun sahnelenmesi Meşhed Üniversitesinde bomba gibi bir yankı uyandırdı. Sonraki akşamlar büyük bir mahşeri kalabalık vardı. Kalabalık mı kalabalıktı. İğne atsanız yere değmezdi. Birçok kişi geldi. Dr. Şeriati, bizim her akşamki baş müşterimizdi. Oyun sahnelenmezden yarım saat önce gelirdi... o yıl, Ebu Zer, Üniversiteye yeni bir ruh üfledi ve her yerde Ebu Zer-i Gaffari konuşuluyordu. Bu oyunun sahnelenmesi bizim Dr. Şeriati'ye daha fazla yakın olmamıza ve özel yaşamının içine girmeye izin almamıza sebep oldu. Bu adamın çok üstün bir insan olduğunu o zaman anladım. Doktor bana her şeyi verdi. Beni başı-



128 129



boşluktan kurtardı ve lezzet alma yolunu, görme, konuşma vr hatta yaşama yolunu bana öğretti". us 49-50 yıllarında Tarih Bölümü öğrencilerinden biri, Ali'nin, dersleri ile ilgili bir anısında şunları anlatır: "Hocamız Dr. Şeriatı', asla öğrencilerine özel bir kitap okw ?maları konusunda tavsiyede bulunmazdı. Fakat bazen kendis için büyük bir bilimsel değere sahip olan ve kendisinin okuduğ bir kitabı, onun okunmasını doğrudan tavsiye etmeksizin öze, bir zarafetle ona işaret ediyor ve bizleri okumaya teşvik ediyordu. Örneğin bir gün sınıfa geldi, Well Dorant'm Tarih kitab. onun elindeydi. Esas dersinin konusunu anlattıktan sonra bt münasebetle, "Şayet param olsaydı her biriniz için bir Weh Dorant'm Tarih kitabını almak ve onu sizlere hediye etmek is-< terdim". Bu konuyu açıkladıktan sonra toplam 40 kişi olan sini arkadaşlarım hep birlikte para toplayıp bir kişiye vererek toplanmış olan bu parayla bizim için kırk kitap alınıp Meşhed' göndermesi için Tahran 'a yayıncıya göndermeğe karar verdik Bir ay sonra kitap elimize ulaştıktan sonra Dr. Şeriatı'yle I dersimizin olduğu bir günde her birimiz Well Dorant'm Tarih \ kitabını masamızın üzerine koyduk. Üstad bu kitapları gör- i mekten çok mutluluk duydu ve bizim bu davranışımızın haberi { fakültede herkesin kulağına ulaştı". Öğrencilerin düzenledikleri bilimsel ve dinlenme gezilerine her zaman katılırdı. Bazen beni ve çocukları da beraberinde götürürdü. O, onların şakalarına, ruhsal sorunlarına, öğrenciler ı arasındaki gizli aşklara vb... gibi şeylere aşinaydı. 1347/1968 yılında Tarih Bölümü son sınıf öğrencilerini bilimsel bir gezi için Irak'a götürüyorlar. Başlangıçta Ali'nin öğrencilere eşlik etmesi kararlaştırılır. Fakat Savak onun yolculuk etmesini engeller. Şehin Mücahidi Hanım şöyle anlatır: "Hatırlıyorum, bizi yolcu ettiğinde sinirli ve rahatsız olmuş bir halde sigarasını içerken bize, "Dikkat edin ki İmam Hüseyin (a. s.) Hareminin bayrağı kırmızı renktir." dedi ve aynı münasebetle yolculukta bulunan öğrencilerin o konuyu Irak'ta yeni yıla 118 Seyyid Kasım Ya Hüseyni'nin "Ebu Zer'in Perde Arkası" adlı kitabının 27-41. sayfalarından alıntı. girdikleri saatte okusunlar diye Kevir'in "Nevruz" makalesini yazdı. Diğer yandan Şeriati'nin dersleri değişik konulardadır. Üniversitede ders vermekle meşgul olduğu 1345/1966 yılındaki konuları şunlardan ibarettir: "İslâm Öncesi Araplar, 1346-47", "1350/1971 yılma kadar devam eden



Medeniyetler Tarihi", "İslâmi Öğretiler 1347/1968", "İslâm İnsanı ve Batı Ekolleri 1347/1968", "Din bir kapıdır Sanat ise Bir pencere 1346-47", "Eski, Orta ve Yeni Çağların Özelliklerine Bir Bakış". Fotokopi şeklinde o yıllarda basılan ve daha sonra onun tashihiyle basılan diğerleri gibi... Dersleri bazen açık bir şekilde siyasi bir şekil alr-dı." Öğrencilerinden birisi şöyle anlatır: "Bir gün sınıfta, ders konuları arasında öğrencilerden biri Doktor'a şöyle bir soru sorar: "Size göre, Zemistan şiirinde bir meyhane sakinini metheden Ehevan Salis "M. Ummid" mi daha erkektir yoksa bilimi metheden İbrahim Sahba mı?" Doktor, "Elbette ki İbrahim Sahba Bey!!" cevabını verir." Ertesi gün, "Neden kinayeli konuştun?" diye çağırılır.. Doktor da sınıfa gelir ve olayı anlatır: "Bizi, neden kinayeli konuştuk diye çağırmışlar, oradan bizim evimiz Savak'a birkaç adımdır. Canları sıkıldığında bize hemen damın arkasından sesleniyorlar." Üniversite makamlarının itirazını celbeden üçüncü konu da dersleri esnasında ortaya çıkan düzensizlik idi. Bu itirazlar bir noktaya kadar yerindeydi. Ali'nin peş peşe geceleri uyanık kalmasını göz önünde bulundurunca gündüzleri geç uykudan u-yandığı ve bunun sonucunda da derslerine de geç gittiği olurdu. Gece yarıları, onun bir şeyler yazabildiği tek saatlerdi. Bu dönemde "Kevir", "İslâm bilim", "Selman-ı Pak" ve "Totem-perestlik"kitaplarım yazdı. (Selman-ı Pak kitabı tercüme idi). Ali, Tarih Bölümü eğitim programcılarından mümkün mertebe onun derslerini erken saatlere koymamalarını ve ellerinden geldiğince ders saatlerini öğleden sonraya koymalarını istemişti. Elbette onlar da ellerinden geldiğince ona yardımcı olurlardı. Bunun yanında Ali'nin kendisi de belirlenmiş olan öğretim programını (bugünkü deyimle ders birimlerini) zamanında sona erdirmek ve bu yönde öğrencilere bir zarar gelmemesi için geç geldiği derslerini uzatarak geç kaldığı süreyi gidermeye çalışırdı.



[30 131



Üniversite kurallarına göre, bir öğretim üyesi zaman açısından, ister ders isterse çalışma odasında olsun 40 saat üniversitede bulunmak zorundaydı. Ali'nin bu dönem meslektaşlarından biri olan Dr. Rıza Kannadan Bey şöyle anlatır: "Hiç şüphe olmaksızın ve araştırarak söylenebilir ki Şeriati'nin ister ders şeklinde ister sohbet etme ve serbest konuşma şeklinde olsun öğrencilerle geçirdiği ders saatleri zaman içerisinde belirlenen süreden daha fazlaydı. Kurallara göre, her gün sabah on ikiden on dakika önce, fakültenin zili çaldığında sınıflar iki saat boyunca tatil oluyor ve hocalar ve öğrenciler öğle yemeğini yemek üzere fakülteyi terk ediyorlardı. Fakat Dr. Şeriatı' bu kayda bağlı değildi. Ders saati bittikten sonra bir grup öğrencinin Fakülte kantininde onun etrafına halka oluşturduğu ve bizler öğleden sonra saat ikide fakülteye döndüğümüzde o-nun hâlâ öğrencilerle görüş ahş-verişi içinde olduğunu gördüğümüz çok olmuştur. Akşamları da aynı durum tekrarlanırdı. Onun da diğer hocalar gibi iş saati bitiminde fakülteyi terk ettiği çok az görülmüştür. Nitekim kimi zaman gecenin bir miktarı geçinceye kadar ders vermeye devam ederdi. "nç Bu düzensizlikler, Ali'nin maaşından başka baken diğer öğretim üyelerinin durumunu kapsayan artışların da bir şekilde alamaması için bir bahaneydi. Çünkü üniversite kurallarına göre, ilgili hoca için olağanüstü maaşla ya da merkez haricindeki olağanüstü maaşla (esas maaşa ilave olarak) uygun görmeyi karar alan öğretim bölümü müdürüydü. ' O bir başka alemdeydi ve bundan dolayı da emekli oluncaya dek asla bölümde yükselemedi. O, öğrencileri düşünmeye sürüklemeye çalıştı ve öğrenci ile hoca arasında sırf ders çerçevesindeki ilişkiyi yeterli görmedi. Savak'm baskılarına rağmen sohbet, konuşma, şiir okuma vb... oturumlarını teşvik ederdi. Buna örnek olarak Ebu Zer tiyatro oyunu bu dönemde ilk kez sahneye kondu. Rıza Danişver Bey'in yazdığı, Daryuş Ercümend'in yö-netmenliğindeki Ebu Zer tiyatro oyunu Meşhed Tıp Fakültesinde icra edildi. Dr. Kannadan Bey'in bu gecelere dair çok değerli anıları var: 119 İran HaberDergisi, Amerika baskısı, Sayı: 13, 16 Urdibehişt 1373, "Şeriati, bir başka Bakış" adlı makale. • "Her gece tiyatronun bitiminden sonra, çoğunlukla "Ebu Zer"i seyretmekle özel bir zihinsel ortamda yer almış olan seyirciler, Tıp Fakültesi içinde ve Üniversite caddesi üzerindeki kaldırımlarda toplanıyor ve değişik gruplar halinde gecenin bir bölümü geçinceye kadar sohbet



ediyorlardı. Tiyatronun çok hassas bir bölümünde Ebu Zer şöyle diyordu: "Hiçbir şey Allah 'm değildir. Her, şey O'nun kullarıyla ilgilidir." Oyunun oynandığı gecelerden birinde, bu cümlenin sarf edilmesinin ardından, aniden tiyatro salonunun içinden bir gürültü duyuldu. Sonradan Meşhed'deki Öğretmen Okulunun Fıkıh hocası olduğu anlaşılan bir kişi bu söze itiraz etti. Salonun bir diğer tarafında Ebu Zer, isyan işaretiyle sahnenin üst kısmında asılı olan ince bir ipi parçalıyordu. Bu da seyircilerden birkaçının itiraz sebebi oldu. çünkü ipin parçalanmasını, seyirci Ebu Zer'in Allah ile olan bağını koparması olarak anlıyordu ve bu küfür benzeri hareketi onun kişiliğine yakıştırmıyorlardı. "20 1347/1968 yılında, Ali Kevir kitabını basar. Bu kitabın basımı noktasında gösterdiği hassasiyet, dikkat ve aşk (diğer işlerinde dikkatsiz ve düzensiz olan biri olarak) bu kitabın onun için önemini gösteriyordu. "Kevir, onun yalnızlık yazılarıdır ve onun kalem gücünün eşsizliği, hayalin doruğu, hayret verici ruhunun hassasiyeti, keskin eleştirel düşüncesi, felsefi görüşünün derinliği, dünya görüşü, zengin evrensel kültürünün bir yansımasıdır."121 "Ben Kevifûe. Laotezu ve Buda'dan Haidger ve Sartre'ye kadar bir köprü atmışım. Daha iyi bir şekilde söyleyecek olursam; bir köprü keşf etmişim ki onu İbrahimi kültürümdeki "Adem Kıssası"na borçludur ve sembolik ayni tecessümü "Hacc" yönetmeninin Allah, oyuncunun insan olduğu bir tiyatrodur. Varlığın felsefesi, yaratılış kıssası ve insanın yaratılış hikayesi ve yaratılışı tarihte ve hareketi zatta tevhidi dünya görüşü üzerine dayalı..."122 Benai Müfred Bey'in sorumluluğundaki Tus yayınları Kevir kitabının basılmasını üstlendi. Ali, Kevir1 in basımı için çok şaşırtıcı bir çaba gösterirdi. Saatler boyunca dizgisi yapılmış 120 Dr. Kannadan, iran Haber Dergisi, Amerika baskısı, Sayı: 13, 16 Urdibehişt 1373, "Şeriati, bir başka Bakış" adlı makale. 121 Bütün Eserler, Sayı 33, Yalnızlık Sözleri, s. 3-4 122 Bütün Eserler, Sayı 33, Yalnızlık Sözleri, s. 1283 120 120 132 i 33



bölümlerin tashihi için zaman harcardı,... Gönlünde yer etmeyen bir kelimeyi defalarca değiştirir ve matbaa çalışanlarını gecenin geç saatlerine kadar alıkoyduğundan dolayı özrünü beyan etmek için de kendilerine çulu kebap ısmarlardı ya da onları davet eder ve onlara karşı çok dostça davranırdı. Kevif in basımı, farklı farklı aksiliklerle karşı karşıya geldi. Ülke dışında Ali'nin eski arkadaşları romantizmde boğulmak ve Şeriati'nin siyasal ve toplumsal taahhütlerinden uzaklaşmak olarak değerlendirdiler. Sadık Kutbizade Bey yıllar sonra, "Kevif in basılmasından dolayı ben ve birkaç arkadaş, "Şeriati de ayrıldı" dedik." diye anlatıyordu. Bazı dini çevreler, Kevif i ilhadi utanmazlıklar adıyla eleştiriyorlardı, onun Kevif de peygamberlik iddiasında bulunduğu vb... gibi isimler altında birçok kimse Şeriati'yi sadece Kevif de tanır ve özetlerler. Her şekilde Ali yazdıklarını sınıflandırdığında Keviriyat'ı, kendisini razı eden günahlar sınıfında görür ve şöyle derdi: "Hissediyorum ki onun ile, ne iş yapıyorum ne söylüyorum, ne de yazarlık yapıyorum, aksine yaşıyorum., Keviriyat".12-' Onun 1347/1968 yılındaki diğer eserlerinden biri, kalem ve saygısının en doruk noktasındaki "Totem-perestlik" kitabıdır. Aynı yıl içinde 11.10.1347 tarihinde İslâm-Bilim kitabı da Meşhed'deki Tus matbaasında baskıya girdi. İslâm-bilim kitabı, Ali'nin birkaç öğrenci tarafından kaydedilen ve çoğaltılan 1345-46 yıllarındaki Meşhed Edebiyat Fakültesindeki dersleridir. Daha sonra Ali tarafından tashih edilip basıldı. Kendisi şöyle der: "Benim asıl hedefim İslâm'ın gerçek ruhunu ve yüzünü göstermek olmuştur... Fars Dilinin İslâm'ın bilimsel ve araştırmalı şekilde tanınması yolunda attığı ilk adımdır.124" Bu kitap aleyhine, Şeyh Muhammed Ali Ensari {İslâm ve ruhaniyeti savunma ve Dr. Şeriati'ye cevap), Fazıl el-Hüseyin el-Milani {Dr. Ne söylüyor?) ve Şeyh Kasım Milani gibi kimseler bir şeyler yazdılar. Ali, onların hepsine şu cevabı söylemiştir: "...Halkın kaderine olan inancım, yaşamımı halka vakfettiğim ve bu kelimeye taptığım halde beni nasıl tanıdıkları ve benden nasıl söz ettikleri konusunda hiçbir düşünceye asla kapılmadım. Zira beni doğru tanısınlar diye ne kendime bir önem veririm ne de beni nasıl görürler, nasıl bulurlar diye halkın genel inanç ve görüşüne bir inancım var. Ben her zaman halkın kaderiyle ilgilendim, görüş ve bakış açılarıyla değil..."



İslâm-bilim'in basılması ve Ali'nin Meşhed Edebiyat fakültesindeki derslerine başarıyla devam etmesi, Hüseyniye-yi İrşad'da konferanslar vermesi, Tahran'da İran'ın diğer üniversitelerinin de ondan konferans verme isteğinde bulunmasına sebep oldu. Bu konferanslar, 1347/1968 yılının ikinci yarısından sonra başladı. Abadan Petrol. Fakültesinde "İnsan ve İslâm", Milli Üniversitede "Egzistansiyalizm" ve Hüseyniye-yi İrşad'da "İslâm'ı Tanıma Yolu" ve "Ali, Efsanelerin Gölgesinde bir Gerçek" vb. konferanslar. Abadan Üniversitesinde yaptığı konferanstan çok güzel bir anısı var: "Fakat, bu yıl genç bocaların ve öğrencilerin gücüne üstün geldi ve ben bu yıl gençlerin yılıdır diye gittim ve gençlerin kucağına karpuz oturtmaktadırlar... Kısacası ben de gittim. Her ne kadar bu tür çok kalabalık ve gösterişten ibaret işlerle sadece ilgi duymamak değil kaçıyor olmama rağmen gittim. Fakat benim gidişimin özellikle de Abadan 'a Petrol Fakültesine gidişimin çok anlamlı bir sebebi vardı ve bu anlamdan dolayı gittim. Benim gidişimin çok anlam bulduğu üç yer vardır. Abadan, Şiraz Üniversitesi ve Tahran Milli Üniversitesi125, ve bu sebepten dolayı bu üç yeri kabul ettim. "'2o Şiraz yolculuğu karıştı, fakat Abadan'da öğrencilerin üstün araştırmacılığı, hassasiyet ve tanışıklığı Ali'yi büyük bir etki altında bırakmıştı. Meşhed'e döndü ve 1347/1968 yılının Urdibehişt ayından aynı yılın İsfend ayına kadar Hüseyniye-yi İraşd'da (Ümmet ve İmamet, Medeniyet ve Modernizm, Yarının Tarihine bir Bakış, Ali yalnızdır, İbrahim ile Miadı Ticaret Yüksek Okulunda {Bilim Metodolojisi), Tahran Fen Fakültesi Tiyatro



123 Kevir, s.208 124 İslam-bilinı, s. 15 125 Şehid Behişti Üniversitesi, İran'ın tek milli üniversitesidir. 126 Bütün Eserler, Sayı 33, Yalnızlık Sözleri, s. 1163 125 125



134 135 anfisinde {İnsan ve Tarih) konferanslarına devam etti. "Çöleİniş" ve Hüseyniye-yi İrşad tarafından bastırılan Son Peygamber adlı kitapta yer alan "Hicretten Vefata"127' adlı makaleyi yazdı. Bu arada fakültedeki derslerine de devam ediyordu. Bu konferansların ardından Savak görevlileri Fakülte yöneticilerini baskı altına alıyor ve bir mektupla Fakülte yöneticilerinden Şeriati'den bundan sonraki konferansları kabul etmekten sakınmasını istiyorlardı.129 Üniversite makamları da Şeriati'nin peş peşe yapmış olduğu seyahatlerin onun derslerinin düzenini bozduğundan ve üniversite için idari problemler çıkardığından hareketle onu, yeni davetleri kabul etmekten alıkoyarlar. Örneğin, 49/70 yılının Mihr ayında, Ali'yi Japonya'nın Tokyo şehrinde düzenlenecek olan uluslararası "Din ve Barış" kongresinde konferans vermek üzere davet ettiklerinde Tarih Bolümü başkanı Dr. Müeyyedi Bey, bu davet konusunda Dr. Şeriati ile konuşur ve kongrede vereceği konferans için bir konu hazırlamasını ondan ister. Meşhed Üniversitesi, Edebiyat ve İnsani Bilimler Fakültesiyle yazışır ve Edebiyat ve İnsani Bilimler Fakültesi Dekanı olan Celal Metini Bey, bir mektupla130 zamanın yetmezliği nedeniyle uygun görmediğini bildirir. Bu, mektup beş gün Edebiyat Fakültesinde kalmış ve beş gün geçtikten sonra mektubun cevabı verilmiş ve bu cevap da üç gün sonra üniversiteye gönderilmişti. Burada zamanın yetmezliğinin bir bahaneden başka bir şey olmadığı açıkça görülmektedir. Çünkü o zamanlar, Japonya gibi bir ülkeye birkaç günlük bir seyahat için rahatlıkla görüşme ya da en azından bir randevu fırsatı verebilirlerdi. Aynı şekilde bazen Fakülte dekanlığı ve Tarih bölümü başkanlığı tarafından onun değişik şehirlerde yaptığı konuşmalardan dolayı ya da Meşhed Üniversitesinde ders programlarını uygulaması noktasında itiraz konusu oluyor ve kendisi için soruşturmalar açılıyor ve onu bu soruşturmalara cevap verme zorunda bırakıyorlardı. 127 Sözkonusu Makale, İhtar Yayınlan arasında Her Hicret Bir İnkılaptır adıyla yayınlandı. (Çevirenin notu) 128 Bkz. Ekler, 6 nolu belge 129 Bkz. Ekler, 8 nolu belge



Ali bir mektubunda Metini Bey'e şöyle yazar: "Açıklamak istediğim bir diğer konu bazı art niyetlere konu olan Tahran'da yaptığım konferanstır... Önceden açıklamam gerekir ki bendeniz resmen bir üyesi olduğum kendi üniversitemde eksik, boş ve kötü hatta zararlı bir unsur olarak telakki ediliyorum. Bütün faziletlerden yoksun ve bütün ayıp ve kusurlara sahip. İran 'm diğer üniversitelerinde, sadece öğrencinin gözünde değil belki hocaların ve üniversitenin yetkili makamlan-nm nazarında da bilim, fikir ve fazilet adamı olarak tanıtılmışım, sebebi de bellidir. Bu sebep onların da ya benden aldıkları nottan ya da onların cehaletlerinden dolayıdır. Benim boş ve faydasız sözlerimi kabul etmeleri noktasındaki bilimsel derecelerinin düşüklüğüdür. Ya da benim başkalarının dalkavukluğundan hoşlanmış olmamdandır! Ve her halükarda ve her ne sebeple olursa olsun Huzistan dışında İran in tüm üniversiteleri tarafından şimdiye kadar (bu yılın içinde bile) bilimsel konferanslar vermek üzere davet edilmişim. Bu davetler resmen üniversitenin rektörü tarafından yapılmıştır ve Meşhed Edebiyat Fakültesi hocası adıyla davet edilmişim. Şimdiye kadar bu davetler arasından iki konferans Abadan Petrol Fakültesinde, bir konferans Aryamihr Üniversitesinde vermişim. Zira bunlar da şiddetli bir övgü ve yüceltmeyle gerçekleşmiştir. Fakat eminim ki işbaşm-daki kişinin görüşü bu sözlerden dolayı değildir ve tabii olarak var olan ve var olacak olan bu tür sonuçlardan dolayı da değildir. Aksine onun yapılış tarzı değil idari yapısı ortadadır. Bir konuyu açıklayayım dedim. Ta ki idari açıdan değil aksine ahlâki açıdan ona dikkat çekeyim ve göstereyim ki işbaşmdaki ki-- sinin benim doğru veya yanlış olarak düşündüğümle açıkça zıt olduğu telakkisidir." 1348/1969 yılının sonunda, İrşad'ın hacılar kafilesiyle Mekke'ye gitti ve dönüşünde 48 yılının İsfend ayında "İbrahim ile Buluşma" konferansını önce Meşhed Üniversitesinde, daha sonra da Hüseyniye'de verdi. Ali, Üniversitede kişisel olarak hiçbir şekilde çalışmaz ve sınıfsal konularla boğuşmazdı ve bundan dolayı da daha az kimseyle çatışırdı. O, yaşlı bir adam olan Tarih Bölümü başkanı Dr. Bey'e saygı gösterirdi. Oysa söz konusu kişinin fikirsel ve kişisel açıdan saygıya değer bir kişi olmadığını da biliyordu. Ya



136



137 da ideolojik açıdan Ali'nin şiddetli muhaliflerinden olan ve bölüm toplantılarında ve toplu kararlarda sürekli Ali'ye eziyet ve sıkıntı veren Tarih bölümü hocası Dr Hanımefendi ile hiçbir zaman ciddi bir tartışmaya girmezdi.m Ali, sahip olduğu kendine özgü üstün ahlâk ve görüş yüceliğinden dolayı kendine düşman olarak çok az kimseyi görürdü. O, Coğrafya Bölümünün çok değerli hocalarından olan ve A-li'nin kendisiyle oturup sohbet ettiği ve ailevi bir yakınlık kurduğu Dr. Sirus Sehami Bey ve Ali'nin haklı olarak kendilerini dost olarak gördüğü sınırlı birkaç kişi dışında üniversitedeki meslektaşlarının tümüne aynı gözle bakar ve hepsine karşı aynı şekilde davranırdı. Bir dereceye kadar birbirleriyle fikirsel bir yakınlık içinde olan hocalar, aylık ailevi misafirlikler düzenlerlerdi ve bizler de bu misafirliklere katılırdık. Bir defasında, Cuma akşamı öğleden sonra saat yedide Ali çok aceleyle eve geldi ve, "Misafirliğe gitmek için neden hazırlanmamışsınız?" diye sordu. Ben, "Misafirlik bu akşam değil yarın akşamdır" cevabını verdim. Fakat o, benim yanıldığımı söylüyordu. Onun ısrarıyla hazırlandım ve söz konusu eve gittik. Fakat işin görünen tarafı benim haklı olduğumu gösteriyordu. Ev sahibi güler yüzle bizleri karşıladı ve misafirliğin yarın akşam olduğunu belirtti. Ali'nin duygu dağınıklığı noktasında da eşsiz olduğunu da ayrıca ilave etti. Birkaç gün önce de^-farklı farklı ayakkabılarla üniversiteye gelmiş ve eğer benim ikazım olmasaydı belki ertesi gün de aynı macera tekrarlanabilirdi! Ni'met Mirza-zade Bey şöyle der: "Dr. Şeriati ile bir yere gitmemiz gerekiyordu. Büyük bir kar yağmıştı ve onun dersleri her zaman olduğu gibi yine olduğundan daha fazla uzamıştı ve hikaye de aynen devam ediyordu. Öğrenciler, büyük bir zevkle dinliyorlardı. Çok geç olduğu . için geldim ve biraz durdum. Baktım olacak gibi değil, salonun arkasındaki kapıdan içeri girdim. Sonuçta onunla karşı karşıya olan kapıdan değil, sırtının dönük olduğu kapıdan şöyle bir işaret de yaptım. Kendileri sıcacık bir sohbet havasındaydı, kapıya yarım aralık yaptım. Ve öylece durdum ya da oturdum. Saat gecenin sekizi olmuştu. Tesadüfen



işlediği konu genç neslin sorumluluğu ve İran'ın toplumsal ve tarihsel yapısıyla ilgili konu/ardı. Büyük bir sessizlik içinde üstadın konuşmalarına kulak kabartıyordum. Bir ara ansızın uykusu tutan ve horlaması çok yüksek bir kişinin horlaması sınıfı kapladı. Öğrenciler ses kesildiler. Bir ara Üstad da sustu. Sınıfın sessizliği ile bu horlama kendini daha fazla gösterdi. Ne oldu biliyor musunuz? Ali Şeriati, karanlık bir pencereden Edebiyat Fakültesinin bahçesine bir bakış attı, durdu, biraz durdu ve vaktin çok geç olduğunu anladı. Daha sonra konuşmasına Ehevan'm söylerhiş olduğu şekilde devam etti. "Neresi? Burası olmayan her yer"! Paltosunu sandalyenin üzerinden aldı ve içeriden çıktı. .Ansızın benimle karşılaştı. "1J2 48-50 yılları arasında Ali aynı şekilde Meşhed'deki faaliyetlerine devam ediyordu ve bunun yanında Aryamihr Üniversitesinde (Nereden Başlayalım?), Bilim Ordusu Yüksek Enstitüsü, Tahran Teknik ve Abadan Petrol Fakültesi gibi başka üniversitelerde konferanslar da veriyordu. Tüm bu faaliyetler, üniversite yetkililerinin onun öğrencilerle olan ilişkisini kesmek ve gerçekte daha çok siyasal-kültürel toplantılar şeklinde görülen derslerine son vermek için harekete geçmelerine sebep oldu. Bu yüzden onun derslere düzensiz olarak gelişini bir bahane yapıp ona soruşturma mektupları gönderiyorlardı: "Değerli meslektaşım Ali Şeriati Mezinani Bey, 13-21.08.1349 tarihleri arasında bu fakültede bulunduğunuz saatler aşağıdaki gibidir:



131 Daha sonraları, söz konusu bu iki kişinin Savak'm teyit konusu olan kişiler olduğu anlaşıldı. Dr Hanım, Savak'm doğrudan memuru ve Ali Şeriati'nin faaliyetleri konusunda haber toplama sorunılusuydu. (Bkz. Ruşenger gazetesi, Meşhed Baskısı, sayı 8, yıl 2, 29.02.1358'den 04.03.1358'e kadar, Birinci ve altıncı sayfalar, "Meşhed Üniversitesinin İnkılabi tasfiyesi" başlığı altında) 138 U2 Şeriatı ile Miad, Ali Feyyaz Bey'in çabasıyla, M. Azerem Beyle söyleşi, s. 96 139



13 Aban Çarşamba Sabah 08.15 'ten 12.10 'a kadar 14 Aban Perşembe 16 Aban Cumartesi 08.30'dan lO.OO'a kadar 11.15'ten 13.00'e kadar 17 Aban Pazar Akşam 06.00'dan 9.30'a kadar Sabah 08.00'den 12.00'ye kadar Yani bu süre içinde 59 saat yerine yalnızca 21 saat fakültede bulunmuşsunuzdur... Bu şekilde devam ettiği takdirde fakültenin ister istemez sizin yokluğunuz konusunda bundan böyle görev kanununun 18. Maddesinin ek fıkrasına göre Meşhed Üniversitesi bilim senatosunun sizinle ilgili işlemi yapacağını siz değerliye arz ederiz. Edebiyat ye İnsani Bilimler Fakültesi Dekanı Celal Metini Ali'nin cevabı: "Değerli Edebiyat Fakültesi Dekanı Dr. Metini Bey, Benim hazır bulunduğum, yok olduğum, giriş ve çıkış saatlerimin hatta lahza ve anların tespit edildiği konusundaki fakültenin yazısını büyük bir saygıyla aldım. Burada ben resmi bir yazıya cevap vermiş olmak istemem. Zira bu tür mefhumlara ve maslahatlara aşina değilim, ve aslında bir başka havada teneffüs edip yaşıyorum. Belki amacım şuduı ki - kendimi bundan beri etmeyi isteme ya da benim hakkımda tespit edilen şeye karşılık bir itirazla uğraşma anlamında değil- bir irade sahibi olarak "Sessizce" arz ediyorum ki o "dönemler"in ihbarcısı, kendi işinde o kadar hızlı ve daha doğru bir ifadeyle pişmemiş idi, ki hatta derslerimin olduğu gün ve saatleri ve yok olduğum hiçbir ders oturumumun geçmemiş olduğu ve bu süre içinde sürekli okulda bulunduğum halde yok olarak göstermiş ve bu da onun ihbar ve bilgilendirmelerinin sıhhat ve doğruluğunu zedelemektedir. Ve sorumlu kişinin bir sorumluluğu yeıine getirmekten başka bir kastı olmadığını, ve mümkün olan her şekilde benim işimde bir problemin çıkmasını hiç şüphesiz istemediğinizi ve herkesten daha çok tüm bu konuların doğruluk ve dikkati noktasında delil isteyeceğinizin açık olduğunu düşündüğümden dolayı inancınız tam olsun diye bu noktaya dikkat çekmeği gerekli gördüm. Ve beni tanıdığınızı bildiğimden, en azından benim iş bulma uğruna ve işim maslahatı gereği herhangi bir harekete



girişecek ve her türlü yolu mubah görecek bir zayıflık, alçaklık ve maddi menfaat peşinde olmadığımı bildiğinize inandığımdan ve bildiğimden dolayı benim söylediğim sözleri de en azından o memur kadar muteber göreceğinize inanıyorum. Özellikle de benim kastım, bu yolla 'mukadder olan bir kötülüğün defini idari açıdan yapmış olmam değildir. Sizin kendinizin bilmenizi ve daha sonra da bu mektubu bir kenara atmanızı istiyorum. Şunu da ekleyeyim ki fakültenin genellikle başkalarının bende görmüş oldukları güçlü noktaları inkar ettiği oranda ben, kendimde gördüğüm zayıf noktalar konusunu itiraf ediyorum ve fakültenin benim ile ilgili olarak alacağı her türlü karar karşısında teslim olacağım ve hatta herkesin hakkı olan açık ve kesin olan haklar noktasında da herhangi bir beklentim olmayacaktır..." Ali Şeriatı' Ya da Bölüm Başkanlığı tarafından neden var olan metin üzerinde ve fakülte tarafından belirlenmiş olan çerçeve dahilinde ders vermiyor? Neden sınıfa Kur'an götürüyor? Neden farklı kimseler onun derslerine giriyor? Niçin ders sırasında sigara içiyor? vb. gibi nedenlerden dolayı kendisine itiraz amacıyla gönderilen mektup. 49 yılında, bu bahane arayışlarının ardından onun fakültedeki ders saatlerini azalttılar. Bu keşmekeşler içinde ve Savak'ın Meşhed Üniversitesine şifahi emirleri, Ali'nin ders saatlerinin 1350/1971 yılı Mihr ayından itibaren resmen tatil edilmesine yol açtı. Dönemin fakülte dekanı, İran-Şinasi Dergisinde Hatıraları başlığı altında memurluk kanunlarına aykırı olan Ali'nin ders



140 141 vermesinin engellenmesi sebebini üst makamların emri olarak zikretmiştir!! O dönemin Meşhed Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Dr. Metini Bey şöyle yazmıştır: "...Kendisinden kısaca söz etmiş olduğum Dr. Şeriati, Şchinşahhğm iki bin beş yüz yılma kutlama şenlikleri yakınlarına kadar Meşhed Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve İnsani Bilimler Fakültesinde



ders vermekle meşguldü. O dönemde Dr. Abdullah Feryar, üniversite rektörlüğünü yürütüyordu, ben de Edebiyat Fakültesi dekanı idim. Bir gün üniversite rektörü bana telefon etti (kesin tarihini tam olarak hatırlamıyorum) ve bana şu kişilerin ismini yaz dedi: Dr. Sirus Sehami, Dr. Perviz Beyat Muhtari, Dr. Zat Aliyan, Dr. Ali Şeriati ve şu anda ismini hatıra 1 layamadığım bir kişi daha. Daha sonra "Bu kişilerin bundan & böyle Fakültede ders vermemeleri gerekir" diye ekledi. "Bu ko- I nuda herhangi bir yazı yazacak mısınız?" diye sordum. Bana, İ "Hayır, çünkü bu konuyu bana da telefonla söylediler" cevabını jj verdi. Tahran emniyet teşkilatından doğrudan veya Bilimler j Bakanlığı tarafından bu konu üniversiteye bildirilmiştir" diye 1 hatırlattı. Cevap olarak, "Bu beş kişi, hem fakültenin kendilerine \ ihtiyaç duyduğu hem de görevden alınmaları kolay olmayan " fakültenin resmi hocalarıdırlar ve telefonla da iş bitmeyecek" I dedim, ayrıca şunu da ekledim: "Benim tahminim şudur ki ön- ' yargı açısından İki Bin Beş yüz yılı şenlikleri için -ki 1350 yılı Mihr ayının ikinci yarısında Taht-ı Cemşid'de kutlanacak - bu kişilerin Fakültede olmamalarını istemişlerdir. Zira bu kişilerin dördü önceki yıllarda tahminen sol faaliyetlere katılma sabıkasına sahiptiler, Dr. Şeriati'nin durumu da zaten açıktır." Yine, "Her halükarda şayet bu işi benim yapmam isteniyorsa iki durumda yapabilirim, o da geçici olarak. Birisi, ay sonunda onların maaşları ödensin, diğeri de bunların varlık konusu tümden ortadan kalkmasın diye onların yerine derslere herhangi birilerini yollamayalım." diye de ekledim. Üniversite rektörü, "Bu iki konu hakkında müzakere etmemiz gerekir ve sonucu sana bildireceğim" dedi. Bunun üzerinden bir-iki saat geçmişti ki üniversite rektörü bana telefon açıp bu iki konuyu onayladıklarını bildirdi. Aynı anda bu beş kişiyi odama davet ettim ve macerayı başından sonuna kadar ortaya koydum ve "Kutlama şenliklerinin kutlanacağı bugünlerde tabiri caizse fakültede ortalıkta gÖrünmemeniz daha uygundur. Çünkü meydana gelecek her olayı size yüklerler. Özellikle ben de kutlamaların yapılacağı zamanda İran Bilim Konferansına katılmak üzere Şiraz'a gitmem gerektiğinden Meşhed'de olamayacağım." dedim. Onların görüşünü de alarak ben bizzat bir yazı yazarak bu derslerin ikinci bir duyuruya kadar yapılmayacağını, bir sonraki duyuruda da derslerin yeniden yapılacağı ve yapılmamış derslerin yerine gerekli saatlerin yapılacağı tarihin ilan edileceğini ilan ettim. Beyler, iki-üç hafta fakülteye gelmemeyi kabul ettiler. Ben de Şiraz'a



gittim ve döndüm. Şiraz'dan döndükten birkaç gün sonra üniversite rektörü bana telefon ederek bu söz konusu beş hocadan -Dr. Şeriati dışında- dördünün yeniden görevlerine dönebileceklerini bildirdi. Tekrar bu beş kişiyi çalışma odama çağırıp konuyu bilgilerine sundum. Bu dört kişinin dersleri için program ilanı yazıldı ve derslerine başladılar. Fakat Dr. Şeriati'nin işi öylece sürüncemede kaldı. Ben konuyu takip ediyordum fakat herhangi bir cevap gelmiyordu. Sonunda bir gün üniversite rektörü telefonda bana, "Dr. Şeriati'nin "Bilim Bakanlığındaki Meşhed Üniversitesi Bürosu" nda görevlendirilmesine onay verin" diye Üniversiteden fakülteye bir mektup yazacaklarını bildirdi.13J Meşhed Üniversitesi Bilim heyeti ve başkanları, Ahi'nin Tah-ran'a atanmasına karşı değildiler ve belki de kendileri için Ali'yi Tahran'da Bilim Bakanlığı Araştırmalar Bölümüne atamaları daha iyiydi. Fakat kanunlar gereğince, onu eğitim kademesinden Araştırmalar Bölümüne göndermek mümkün değildi. Bundan dolayı Meşhed Üniversitesi Bilim Bakanlığı arasında tartışmalar oldu ve onun Tahran'a atanma emri kolay bir şekilde çıkmadı. Fiili olarak Ali, Meşhed Üniversitesi görevlisiydi (Nitekim biz hâlâ Meşhed Üniversitesi'nden maaş alıyoruz). Sonunda mütalaat memuru unvanıyla onun için birkaç aylık bir emir çıkardılar ve Bilim Bakanlığı Araştırmalar Bölümünde ona bir oda verdiler ve üzerinde çalışmak, araştırmak amacıyla bir konu belirlediler. Yeni meslektaşlarına yavaş yavaş alışan Bakanlıktaki araştırmacılar, gündüzleri onun odasında toplanıyor ve onunla birlikte değişik konular üzerine konuşuyorlardı. Bu toplantılar en kısa bir zaman içinde Ali'nin kendi faaliyetlerini sürdürmesi 133 İran-şinasiDergisi (Beşinci yıl, sayı 4, s.863-864), Celal Metini'nin Anıları, "Dr. Ali Şeriati Meşhed Üniversitesinde". Amerika baskısı.



142 143 için bir merkez haline dönüştü. Bakanlık yetkilileri, bu kez çok hızlı tehlikenin farkına vardılar ve kendisinden artık Bakanlığa gelmemesini ve araştırmalarına evde devam etmesini istediler. Ali'nin üzerinde çalışması ve araştırması gereken konu İslâm'da eğitim ve öğretim idi. Nitekim bunu gerekli araştırmaları yaptıktan sonra Bilim



Bakanlığın verdi. Bu kitap Devrimin ilk yıllarında "Kültür veEğitimÖğretim"adıyla yayınlandı. Ali, bir mektubunda kendi psikolojik durumunu ve yaşantısını şu şekilde açıklıyor:134 Aziz Puran, Selam, canım kurban olsun sana, durumun nasıl? İyi ve mutlu olmanı dilerim. Yüce Allah, sana daha çok muhtaç olduğumuz bugünde daha fazla tahammül gücü ve daha fazla muhabbet bağışlasın. Dün sana bir mektup gönderdim, bugün telefonun geldi ve güzel haberler..., vekaleti ekledim. Güzel habere gelince, benim memurluğumun uzatılmış olmasıdır. Çünkü doğrusu ben Bakanı görmüş değilim ve işi Allah'a havale etmişim, her neyi diliyorsa bana bildirsin. Burada işimin bittiğini zannediyorum. Oraya gelmemi de istemiyorlar. Yani beni Tahran'dan çıkarıyorlar, Meşhed'e gelmeme de izin vermiyorlar. Sonunda kendi Mezinan 'ımıza dönmek zorunda kalacağız. İkinci nesilde, herkesin kendi aslına dönüşü! Şimdilik Mihr'e kadar Allah büyüktür. Gerçi ömrün sonuna kadar hatta kendi ömrünün sonuna kadar Allah büyüktür! Ben O'na sahibim ve O'nun Bölüm Başkanından, üniversite rektöründen, fakülte dekanından hatta Bilim Bakanından ve Teşkilat Müdüründen de daha büyük, daha güçlü ve daha şefkatli olduğu kesindir. O halde neden ümitsiz olalım ve gözümüzü mucizeye dikelim? Sahiden Puran can, senden ricam şudur ki Meşhed Süleymaniye Sahafmdaki kahverengi bir ciltle ciltlenmiş olan İslâm-bilim kitabını yani, tashih edip de eksik bıraktığım nüshayı bana gönder. Zira bastırmayı düşünüyorum. Acaba ben kendim bastırırsam daha fazla yararlı olur dü şüncesinde misin? Çünkü şu anda yine karaborsada pazar bul muş ve hızla almıyor. Nitekim İr şad'm broşürlerini nasıl aldıkla rını bilemezsin. x Şayet bana on Tümen verebilirsen tüm müsveddelerimi kendim basmak için iyi bir sermaye olacaktır. Bu da bizim için iyi bir gelir olacak ve daha ilk ay içinde satışa girecektir. Elbette bunu senin yüreğinin ısınması için söyledim ki benim Üniversiteden sürülmemden ve ondan sonraki iflasımdan dolayı ümitsizliğe kapılmayasm yoksa Allah beni bir tüccar olmak için yaratmamıştır.



Her halükarda sen her nasıl istiyorsan ben öyle yaparım. Harcamamak dahil etmekten daha iyidir sanırım. Bugünlerde birkaç kez "Merkez Dairesi" tarafından açıklamalar, nasihat ve ahlâki yol göstericilik ve üstadane öğütler için çağrıldım. Hamd olsun ki bunların tümü üst üste koyulduğunda fena da değil. Görelim ne olacak, şimdilik tekrar yüzüncü kez yazdığım özgeçmişimi istiyorlar! Özgeçmişimi yazmaktan özüm bir hal oldu...." Kısacası, Ali'nin kısa üniversite öğretim ömrü bu şekilde sona eriyor. 134 Bu mektubun tarihi Mordad 1350'dir. 144 145 / Beşinci Bölüm İrşad'dan Zindana (1348-1354) Hüseyniye-yi İrşad (Tarihçe, Birliktelik Nedenleri ve Faaliyetler) Ali'nin bu dönemdeki yaşamı, hiç tereddütsüz onun yaşam devirlerinin en verimli ve aynı zamanda en dağdağalı dönemidir. O, bu beş yıl içinde, Üniversitede ders vermekle (50/71 senesinin başlarına kadar), değişik üniversitelerde konferanslar vermekle, Hüseyniye-yi İrşad'da esas düşüncelerini açıklamakla, toplumda o güne kadar eşi görülmemiş bir hareketlenme meydana getirdi. Bu dönemi, "Hüseyniye-yi İr şad" dönemi olarak adlandırmak mümkündür. Hüseyniye-yi İrşad'm, bilimsel ve dinsel konular alanında inceleme ve araştırmalar yapmak ve tslâmi düşüncenin anlatılması amacıyla 1346/1967 yılında, bir kısım milli ve dini vasıflı kişiler tarafından temeli atıldı. (Merhum) Muhammed Hümayun, Dr. Nasır Meyançi Bey ve Abdü'l-Hüseyin Ali Abadi Bey, bu kurumun kurucularındandı. İrşad'm amacı, yönetmenliğinin esaslarına göre, İslâmi temellerin araştırılması, tebliğ edilmesi ve öğretimiydi. Bununla birlikte başlangıçta, Hüseyniye genel anlamıyla dini bir kurum değildi. Kur'an Okuma oturumlarını bayanlar için düzenleyen, ve dini münasebetlerle ilintili olarak konferans merasimlerini yerine getiren bir kurumdu.



Hüseyniye-yi İrşad'm Tahran'da kurulmasının başından itibaren, Ayetullah Mutahhari gibi şahsiyetler, Hüseyniye-yi İrşad'm üst heyetine üye olmayı kabul edip kendileriyle işbirliğine katılmaları için davet edildi. Murteza Mutahhari Bey, başlangıçta Üstad Şeriati'den - ki hem kendileriyle eskiden bir dostluğu vardı hem de onun toplantılar dizisi içinde konferanslarının olduğunu biliyordu- bir mektup aracılığıyla Hüseyniye-yi İr şad ile birlikte çalışmayı ister. Üstad, kendilerinin davetinin cevabında şöyle der: "Mutahhari Bey'in mektubu elimize ulaştı ve bu mektupta siz Tahran'a gelin ve 7-8-10gün konferans verin diye yazılıydı. 147 Hüseyniye-yi ir şad Müdürlüğü için yazmış olduğu bir mektup da bana gönderildi... Başlangıçta 5 ile 10 gün arası konferans düzenlememiz kararlaştırılmıştı. Daha sonra 5 gece 10 gece oldu. dört küsur yıl böyle devam etti. Bunun 2 yılı, Talekani Bey zindandaydılar ve Hidayet Mescidi'ni da Ramazan ayında ben idare ediyordum. "135 Bu şekilde Üstad Tahran'da kalmış olur ve kendisinin de işbirliği ile Hüseyniye devam eder. Bir süre sonra, Hüseyniye-yi İrşad ile birlikte çalışması için Ali de davet edilir. O da bu daveti kabul eder. Bazen Tasua, Aşura ve Bayram geceleri münasebetiyle konferans vermek üzere Tahran'a giderdi. İlk yıllarda, Ali'nin İrşad ile birlikte çalışması, Meşhed Üniversitesinde görevli olmasından dolayı onun konferanslarının düzenlenmesi Meşhed Üniversitesinin iznine bağlıydı. Bundan dolayı Hüseyniye-yi İrşad tarafından Meşhed Üniversitesine yazılı bir dilekçe ile müracaat ediliyor ve izni almıyordu.li6 A-li'nin Fakültedeki derslerinin programı, Perşembe günleri ders olmayacak şekilde düzenleniyordu. Hüseyniye de daha çok onun konferanslarını Cuma geceleri ya da resmi tatillerde düzenliyordu. Bu şekilde Ali'nin ister Hüseyniye-yi İrşad'da ister İran'ın diğer üniversitelerinde konferansı olduğu zaman Perşembe günü uçakla Tahran'a geliyor ve Cuma günü öğleden sonra da Meşhed'e geri dönüyordu. Bundan dolayı da Meşhed dışındaki konferansları onun fakültedeki derslerine herhangi bir zarar getirmemekteydi. Onun konferansları genç üniversite kuşağının ve aynı şekilde Hüseyniye'nin diğer dinleyicileri tarafından çok sıcak karşılanıyordu. Diğer yandan, onun fikirsel yenilikleri, geleneksel dindar kesimde bir gürültü çıkarmıştı.



Toplantılarda fikirsel birliğin olmaması ve Ali'nin diğer katılımcılarla aynı tip olmaması bir süre sonra Hüseyniye-yi İrşad yetkilileri ve konuşmacıları arasında kayıt ve program düzenleme açısından ihtilafın meydana gelmesine yol açtı. Elbette Ali, bu tür kargaşaların içinde yoktu ve sadece haberleri duyuyordu ve bir tür katılımcıların sorularına muhatap oluyordu. Bir ara Ali, bir takım sorunlar karşısında duyguları incinmiş ve Hüseyniye'nin davetlerinden birini kabul etmemişti. Mühendis Abdulalla Bazer-gani'ye hitaben bir mektubunda İrşad ile olan işbirliği nedenlerini şu şekilde açıklıyor: "Bu esnada benim gelişimin ve babamın getirilişinin belki de Hüseyniye'nin bizim beğendiğimiz ve istediğimiz bir şekil almasına yardımı olabilir dedim. Hariciler ya da Ben-i Ümeyye arasında birisini ister istemez seçmek ve tahammül etmek gerektiğini - ki başka da bir yol yoktur- düşünen bir grup, istemeleri ya da çaba göstermeleri halinde bu büyük müesseseyi tüccarların elinden kurtarabilir ve toplantı düzenleyip ortamı ısıtmaları yerine konuşmak isteyen, dertli olan ve yeni bir gıdaya ihtiyacı olan yeni neslin ihtiyacını unutmamalarının belki farkına varırlar..." Ben Ramazan ayında İrşad'a katılacağımı sanmıyorum. Zira bir vaiz görünümünde olmak istemiyorum. Özellikle de Hüseyniye'nin ulu ve modern bir vaaz evi görünümüne girmekte olduğu ve benim asla mikrofonun arkasına geçip göğüslerine vuran modern arzular tarzında kendimi yenilikçi bir dindar tip olarak göstermeği uygun görmediğim bu günde yer almak istemem. "U7 Hatta program düzenleme sorumlularının önceki program ların aksine Keyhan gazetesinde ilan ettikleri duyuruda onun ismini diğer isimlerin en sonuna yerleştirdiklerinde çok sinirlenir ve aynı mektupta Mühendis Abdulalla Bazergan'a şunları yazar: "Şayet ben bu işlerin ehli isem, bunu kendi fakültemde ya parım ki cezası da daha azdır, ayrıca getirişi de daha fazladır. Hem şöhrettir, hem servettir hem de makamdır. İçinde sadece bir kefesinde ben olan bir şöhret değil. kesinlikle benim sözle rimi de öğrenciler anlamalı ve duymalılar. Benim müşterim ol mayan o tekkelerle benim aramda var olan fasılanın anlayışlı dinsizlerinkinden daha fazla olduğunu düşünüyorum. ",38



Bu mektuptan sonra, Mühendis Mehdi Bazergan Bey, Ali'ye 30.11.47 tarihli bir mektup yazar ve Meşhed'e gönderir ve A-



13 s Muhammed Taki Şeriati ile Söyleşi, Keyhan-ı Ferhengi, s. 113 136 Bkz. Ekler, 9 nolu belge 137 Mektuplar, Dr. Şeriati, Paris baskısı, s.161 138 Bütün Eserler,, Sayı 34, s.38 137 137 148 149 li'nin Hüseyniye-yi Irşad'ın yetkililerinden rencide olduğundan şikayet eder. Ali kendilerine cevap olarak şöyle yazar: "Bu mektupta bana nispetle buyurmuş olduğunuz merhametler konusunda teşekküre gerek yoktur. Zira bu, sizin ahlâki üstünlüğünüz ve belki de dini sorumluluğunuzdur ki yola yeni başlamış yeni öğrenen küçük öğrenci kardeşinizi okşamışsımz. Hiç şüphesiz benim gibi genç ruhlular ve az güçlüler bu tür gönül okşamalarına ve ellerinden tutulmaya ihtiyaçları vardır. Özellikle de soğuk kış rüzgarlarının Esmekte olduğu ve bu vahşet ve karanlık sahrada kurdun gözlerinin ışığından başka bir aydınlığın görülmediği ve bu yolun yolcusunun gözünü kapatıp gönlünü Allah'a dayanması ve öyle yürümesi gerektiği günlerde. Ve benim gerçi bu makama ulaşmam için daha çok uzun bir yolum var ve sürekli kendi zaaflarımdan korkarım... bu u-zun yıllar süren süreç içinde Hafız'in değimiyle: Çalgıcının perdelerine vurduğu saz ne sazdı Zira ömür geçti ve hâlâ damağım heva ile doludur. Siz işin başında olan kendiniz, uzaktan-yakmdan şahit idiniz ki kendi başına hareket edenlerden değildim ve gerekmediği sürece kendimi göstermezdim ve sizin gözünüzde bu tür bir rezillikle itham edilmiş olmam ve Mühendis'e yazmış olduğum o yüreğimin derdi olan mektubu



ve İrşad programlarındaki yokluğumu bu şekilde yorumlamanız çok ağırıma gitti. Zira ben o mektupta, genel olarak mü'min ve mü'minler topluluğunun ruhsal ve ahlâki durumundan inlemiştim, özellikle de gazetede beni ve Ketirayi'yi Hüseyniye'nin minber bekçisi olarak niteleyen İrşad'ı ve kabile şeyhi Felsefi'yi dayanaklarının avamın uydurduğu dayanaklarla aynı olmasından dolayı tenkit etmiştim. Dayanakları basit, kıt görüşlü ve az idrakli bir yapı içindeydi. Benim ve benimle aynı fikirde olan arkadaşlarımın düşündüğü ve ifade ettiği buna benzer konular. Burada Hüseyniye beni, Mühendis Ketirayi'yi ve bizim tipi-mizdeki kişileri bir kenara itip plan ve programı tamamıyla baştan sona minber ehlinin ve minberin altındaki mollaların (bekçilerin), Felsefe ve ekibine bırakmayı istemiştir, bu durumda da benim gitmemem için bir sebep olmadı ve gerçekten hasta oldum. Hatta hareket etmeme üç gün kala Meşhedli arkadaşlarıma 150 üç gecelik sohbet sözü vermiştim, ki ancak birinci gece dışında katılamadım. Her neyse geçti, ve ümit ediyorum ki kendisine çok önem verdiğim işbaşında olan sizlerin aracılığıyla böyle bir ithamdan kurtulmayı umarım."1™ 48/69 senesinin başlarında konuşmacılar ile yönetim heyeti arasındaki ihtilaf yapısı aleni bir hal alıyor, resmen İrşad'ın danışma heyetinden artık Dr. Ali Şeriati'nin orada konuşma yapmaması isteniyor. Ali'nin kendisi bu konuda şöyle yazmıştır: "Köşeden kenardan ve bazen de haberin "metin "inden haber almış ve her gün alıyorum ki İrşad'da köklü değişimler meydana gelmiş ve kesin kararlar alınmış. Ki onun niteliği haberi nakledenlerin ifade ve telkinlerinde birbirinden çok farklı ve bazen de birbirine zıttır. Herkes onu bir başka şekilde anlıyor ve ifade etmeye çalışıyor. Zira hem amaçlar farklıdır hem de sıkıntılar garazların ve marazların (amaçların ve sıkıntıların) da olmadığı bir yerde anlayışlar ve zevkler de farklı olacaktır... Her halükârda bu kararların ve tasviplerin ayrıntısı her ne ise tabiidir ki büyük bir müessesenin içinde belirgin ölçü ve kurallar, belirli program, yol ve hedefler olmalı ve bir merciin onu düzeltip koruması gerekir... ...İrşad'da fikirsel ve tebliğ programını yürüten, yazan veya söyleyen kimseler, aynı ahenk, aynı fikir, aynı saf ay w tipte ve aynı sözde olmalılar. Aksi takdirde bir tebliğ müessesesinin birbirine zıt ya da en



azından birbirinden farklı iki şeyi tebliğ etmiş olmasından dolayı komik duruma düşerler. Fakat belirlenmiş olan kuralların nasıl olduğu ve bu kurallarla değerlendirilen ya da değerlendirilmiş olan ve sonuçta haklı haksız belirlenmiş olan kişiler kimlerdir? Benim bilmeye karşı özel bir hassasiyete sahip olmam problem değil, zira toplumda fikirsel ve sosyal konularda çalışmakta olduğum gerçek yaşantım süresince konuşma yapmıyor ve aslında bu işle en azından kendim noktasında karşıydım sessiz ve yüksek sesli olmayan bir yapılanmayı ona tercih ediyordum ve hâlâ da bu inançtayım. Ve şayet İrşad'da geleneği yıktıysam birisi şundan dolayı idi ki birincisi, emsalini kendi üzerimde farz olarak kabul ettiğim bir taraftan emredilmişti, ikincisi de yeni bir çehre, yeni ümitler, arzular ve zamansal ve 139 İran-ı Ferda, 16. Sayı eki 151 toplumsal yeni imkan ve bilgilerle bir müessese çalışıyordu, daima böyle bir kurumu arzulayan ben, kendi kendime sorumluluk, bağlılık ve aşinalık hissi duydum ve sanki bu müessese doğrudan bana da bağlıdır ve bizim kendimizindir. Üçüncüsü de Avrupa'dan dönüşümden sonraydı fikirsel ve toplumsal şartlar, kuşaklar ve imkanlar da değişmişti ve kendisine inanmış olduğum gizli, sessiz ve derin bir çalışmanın artık benim için başarılı olmayacağını gördüm. Önümde sadece iki yol vardı: Ya rahat bir nefes almak ve kendi işi peşinde gitmek, üniversitede cennet mekanlı, araştırmacı ve çağdaş bir hoca olmak, dertsiz, kedersiz, tasasız bir yaşam sürdürmek ve herkesin saygı ve övgüsüne konu olmak, hatta 67 Temmuz savaşı sonrası şu sessiz Ayetullah ve velayet sahibi mollalar gibi olmak; ya da hayır, en azından elden bir şey gelmiyorsa bir ses çıkarmak ta ki en azından kendimi unutmayayım ki bu da dert getirir. Her ne kadar ardında dostlardan ve bundan daha azı da düşmandan gelecek töhmet, namertlikler ve kin beslemeler olsa da ben ikincisini seçtim ve olan oldu ki benim İrşad'daki konuşmalarım da benim bundan başka bir şey yapamamış olmamdandı. Yine kendisinden uzak kaldığım halkımızın ve özellikle de yeni genç kuşağımızın ne tür bir durum ve hal içinde olduğunu görmem için bir tecrübe olmasını istedim. Bunu da elde ettim ve benim için yeterlidir. Her halükarda şayet birileri dikkat eder de doğru bir yargıda bulunacak olursa beni dini bir hatip ya da iyi konuşan bir konuşmacı olarak görmemeli. Ve şimdi kendi konuşmaları için yeni dayanaklar belirlemiş



olan İr şad'm konuşmacılarından birisi yeni belgeleri okuyamamış ve mecburen metinden kaldırılmıştır! İşte o zaman sizlerden ahlâki olarak sadece şunu beklemekteyim ki beni o konumda ve o tür dindarlar ve mollalar zümresinden saymayınız ki her şeyi ve herkesi değerlendirme ölçüsünü kendim göreyim İrşad'da olduğum ve yetkim olduğu sürece İrşad'ı savunayım ve onu bu hayati, zaruri ve hızlı zaman için gerekli olarak niteleyeyim. "14°... 140 Mektuplar, Dr. Şeriati, Paris, s.147 1. İrşad'da konuşma yapmamak, benim kendi şahsım için benim şahsıma bağlı olan her türlü değişik açıdan konuşma yapmaktan daha rahat ve daha huzur vericidir. 2. Şayet bir müslüman olarak tebliğ noktasında bir görevim varsa tek yol irşad'da konuşma yapmam değildir. Aksine benim görevim öğretmenlik ve yazarlıktır ki bu ikisini de yapıyorum. Benim her zamanki işim de bunlar olmuştur. Hayatımın, zamanımın ve gücümün çok üstünde bir şekilde onunla meşgulüm ve sonucu da yüz binlerce konuşmaya bedeldir, (kendi öğretmenlik ve yazarlığımı başkalarının değil de kendi konuşmalarımla kıyaslıyorum). 3. İrşad'da yapmış olduğum konuşmalar, benim İrşad'ın esas konuşmacılarından birisi olduğum düşüncesini zihinlere getirmesin. Benim İrşad'daki programım her ne kadar normal genel oturumlar şeklinde ise de İrşad'ın normal ve genel bir programı değildi. Özel ve ayrıntı bir yapıya sahipti. Örneğin Hicazı' Beyin ya da Felsefi Beyin programlarından çok örneğin Halilü 'r-Rahman 'm programına benziyordu... 4. Benim İr şad konusundaki değer yargım, İrşad'da olmak veya olmamak değildir. Ve eğer İrşad kalacaksa ve onun kalması için benim orada olmamam gerekiyorsa hiç kimse benim kendimden daha saygılı ve daha samimi değildir ve İrşad'da konuşma yapmamakla ve onda herhangi bir sorumluluk almamakla İrşad'a bir hizmet yapmaktan ve bir sorumluluğu yerine getirmekten benden daha çok hiç kimse lezzet alamaz. 5. Benim İrşad konusundaki değer yargısı ölçülerim İrşad'ın kendisi için ve kendi hareketini yürütme tarzı için belirlemiş olduğu ölçülerdir. Ve şu anda ben ölçülerin değiştiğini bildiğimden fakat nasıl olduğunu bilmediğimden dolayı da o-nunla ilgili nasıl bir değer yargısında bulunacağımı bilmiyorum. Özetle yalnızca şu kadarını biliyorum ki ölçüler, bana uygun olmayan bir şekilde seçilmiştir. Bunu büyük bir saygı,



rıza ve samimiyetle kabul ediyorum, gelecekte de bu konuda en ufak bir sıkıntı çekmediğimi de göstermeyi umuyorum. 6. Ancak şunu da bilmem gerekir ki acaba benim İrşad programında olmamamın gerekçeleri benim şahsıma yönelik midir yoksa benim fikirlerime yönelik mi? Acaba benim şahsımda var olan noksan ya da noksanlıklar nedeniyle ayıpsız,



152 153 kusursuz ve hatasız vaiz beyler ile dindar hatiplerle aynı konumda olmamın bir problemi var mı ya da benim inanç ve düşüncelerime yapılan eleştiri ve itiraz İrşad'ın düşünsel tarzına, dini tebliğine, İslâmi görüşüne ya da toplumsal yapısına yapılmayan bir şekilde midir? Bu, bilmek istediğim ne düşünmem gerektiğini ve ne yapmam gerektiğini anlayabilmem için bana süratle söylenmesi gerekli tek meçhuldür. Şayet problem sadece benim şahsım ise iş kolaydır ve Allah 'tan böyle olmasını dilerim. Yani İrşad, bende ve bizde toplumumuzun geleceğine ve dinimize olan inanç ve ümidi icat ettiği o ilk yoldaki ruh haliyle kalmıştır ve kalacaktır, onda sadece bir kişi kaldırılacaktır! Anlayışla karşılıyorum! Yüzlerce kişi toplumsal bir yol, bir sorumluluk ve risalete feda olur ve inanca feda olur! Ben bu derece samimiyetle inanıyorum ki burada olmayayım ve doğrudan bir rolüm olmasın ve İrşad'ın resmi bir konuşmacısından başka kendimi onun savunma, gelişme ve olgunlaşmasında sorumlu göreyim. Ama eğer ihtilaf düşünce yapısı, İslâmi anlayış, toplumsal bakışaçısı ve itikadı' inançlar noktası üzerinde ise ve belirlenmiş olan fikri, içtimai, İslâmi ve dini gerekçeler benim inançlarımla ya da içtimai ve dini bakışaçım ve inancıma uymuyorsa ve İrşad'ın tebliğ ve dini yapısı için bu temel çizgileri çizmiş olan ruhani beyler benim fikirsel yapıma muhalif iseler benim yaptığım ve yapmam gereken şey açıktır. Ben, şu anda özellikle dini çevreler ve dini şahsiyetler arasında revaçta olan türdeki komplo, itham, iftira, dedikodu ve buna benzer konuların ehli bir insan değilim. Ne bu tür çalışmalara fırsatım var, ne takatim ve ne de ruhsal bir yapım var. Fakat anladığım tek şey İrşad ve onun dini faaliyet ve çalışmalarının tarzı bana ve bize uyan bir tarz



değildir. Bu kadar! İşimin başına dönüyorum ve biliyorum ki hiçbir fırsatta, hiçbir şekilde ve hiçbir vesileyle benim ve benim gibiler için yardım ve hizmet imkanı yoktur ve elbette görev açıktır ve de iş kolay. Fakat aynı zamanda benim ve benim gibilerin bu zaman ve bu ortamdaki teessüfü açıklanabilenin çok çok üstünde olduğunu da söylemeden edemem141... Hatırlatmak gerekir ki Hüseyrıiye'nin yetkilileri ile konuşmacılar arasındaki söz konusu problemler değişik boyutlardadır. Fakat Ali'nin işbirliğinin devamı konusunda, bir takım toplantı 141 Mektuplar, Dr. Şeriati, Paris, s.150-151 ve oturumların teşkilinden sonra Ali yine de Hüseyniye'de konuşma yapmaya devam etmektedir.142 Fakat Üstad Mutahhari (rh.a.) kendisinin Hüseyniye-yi İrşad'a göndermiş olduğu mektuplarında değişik nedenler ileri sürerek bir süre sonra İrşad ile birlikte çalışmaktan kaçınır ve istifasını verir:143 "Bu öneriyi sayın Şeriati Bey aracılığıyla beylere gönderdim. Büyük bir teessüfle bir yandan ve büyük bir mutlulukla da diğer yandan bilgi sahibi oldum ki ilk önce bu kurumun en temel problemi, kurucu heyet üyelerinin yerine geçeceklerinin seçimi problemiydi. Önceden ısrarcı ve meşveretsiz bir şekilde canlarını, mallarını, vakitlerini ve onurlarını müesseseye vakfeden kişilerle başlamış ve...." Elbette kendileri, başında Ali Şeriati'nin yer aldığı konuşmacıların seçim şekline eleştiriler de yapıyorlardı. Ali hakkında bir başka mektubunda şöyle yazmışlar: "5. Benim görüşümün sonucu: Kendisini iyilikle anmak ve hatalarını haber vermek. ",44 Ali'nin İrşad ile birlikte çalışmasındaki amacı, İslâmi hedeflerin ilerlemesi olmuştur. Onun konuşmaları, bunun en açık örneğidir: "Toplumbilimde Ümmet ve İmamet", burada ülkenin siyasi, yönetimini sembolik bir üslupla eleştiri konusu etmekteydi; "Medeniyet ve Modernizm"de de hakimiyetin kültürel taraftarlığını gerçekçi ve dokunaklı bir şekilde alay konusu etmekteydi; "Ali Yalnızdır", "Yenilgideki Zafer", "Ali'nin Ölümden sonraki Bereketli Hayatı"ve "Ali, Mükemmel bir İnsan" gibi konferanslarında sömürgeci hakimiyetin değişik şekilleriyle ve onun değişik yönleriyle karşılıklı mücadelede bir sembol sunulmaktaydı. Söz konusu konferansların tümü, Ali Şeriati'nin Hüseyniye'deki ilk dokuz ayında yapmış olduğu konuşmalardır.145



142 Üstad Mutahhari'nin istifasından sonra Dr. Şeriati'nin ilk konuşması, 11.01.48 tarihinde "Toplumbilimde İmamet ve Ümmet"aAıyla. düzenlendi. 143 Üstad Mutahhari'nin Hayatma Bir Bakış, s.112, kendilerinin yapmış olduğu itirazlar konusunda daha geniş bilgi için bkz. s.100-130 144 Üstad Mutahhari'nin Hayatına Bir Bakış, s.127 145 11 Ferverdin 1348 yılından aynı yılın 22 Azer ayma kadar. 142 142 154 155 1348/1969 yılı sonlarında, Hüseyniye-yi Irşad, Mekke'ye' gidiş adı altında, Avrupa'da ve Amerika'da oturan İranlı mücadeleci öğrencilerle bağlantı kurup ülkenin siyasal konuları etrafında görüş alışverişinde bulunabilmek amacıyla bir hac organizasyonu düzenler. Ali de bunlardan biriydi, fakat onun yurt dışına çıkış yasağının olmasından dolayı normal bir şekilde ülke dışına çıkamazdı. Dolaysıyla Mekke'ye yolculuğu asla gerçekleşemeyecekti. Bunun için bazı önlemler almak gerekiyordu. Hatırlatmak gerekir ki Milliyetçi Cephe'nin mücadeleci şahsiyetlerinden ve Hüseyniye-yi İrşad'm Güven heyeti üyelerinden biri olan Rahmetli Hac Mahmud Maniyan, sosyal ve kamusal kimlikli birçok kimse ile irtibatının olmasından ve ayrıca çok becerikli birisi olmasından dolayı Ali'nin diploma alması ve askerlik hizmetiyle ilişkisi olmadığına dair bir belge alması için girişimde bulunulması kabul edildi. Ali'nin üzerindeki yasakların kalkması, onun çaba ve girişimleriyle mümkün oldu (Allah'ın rahmet ve bereketi onun üzerine olsun). Organizasyonun sorumlularından olan Nasır Meyançi Bey'in Ali'nin Mekke'ye gidişiyle ilgili anıları vardı: ''Avrupa ve Amerika Öğrenci Birliğinin Ali'nin Hacc'a gidişi noktasında çok arzuları vardı.'46 Zira onların Dr. Şeriati'ye açıklamak istedikleri temel soruları vardı. Özellikle de bizim Filistinlilerle ve Bağımsızlık Hareketiyle olan bağlantımız olması dolayısıyla Şeriati'nin yurt dışına çıkışı için bizim bir yol bulmamızda ısrar ediyorlardı. Bir yandan da Horasan'ın Savak'ı, Şeriati'nin yurt dışına çıkışının engellenmesi için mahkemeden yetki almış-l" ti. Bu, Horasan in dışına çıkmaması



anlammdaydı. Bu yolculuğun kesinlikle gerçekleşmesi için bir şeylerin yapılması gerektiği de bundandı. Bu organizasyonda yer alan kişiler, Ayetullah Mutahhari, Seyyid Gulam Rıza Saidi vb... gibi kişilerdi. Bu Hac organizasyonu gerçekte siyasal bir hedefi takip ediyordu. Biz, Şeriati'nin yurt dışına geldiğinde yurt dışındaki üniversitelerdeki öğrencileri, yurt içindeki öğrenciler ve gençler ve havzalardaki talebeleri birbirine bağlama dışında bir hedefinin olduğunu ve şu anda İslâm Cumhuriyetinin her yönüyle dayandığı "İmamet" ve 146 Öğrencilerin Doktor'un Hacc seferindeki ısrarı şundan dolayı idi: birincisi, Hacc farizasını yerine getirmek tüm Müslümanlar üzerine farz olduğu için hiç kimse bu yolculuğa engel olamaz. İkincisi de toplu pasaport alma, A-li'nin yurt dışına çıkışı için iyi bir fırsattı. 156 "Rehberlik'ln anlamlarını açıklamaktan bir şey mi olduğunu görmek istiyoruz. Ve şayet bu yolculuk, komutan Behrami Bey'in katkılarıyla gerçekleştiyse elleri dert görmesin demek gerekir! Olayın içyüzü ise bu değildir. Ve tesadüfen Dr. Şeriati'nin, zahiren Behrami Bey'in kendisine telkinleri sayıldığı 46 ve 47 yıllarındaki faaliyetleri çok güzel ve tamamıyla Behrami Bey'in ve diğerlerinin "sahne başf'nda oldukları tezgahın hedeflerinin zıddına İdi... Filistinlilerle ve Dr. Humusi Bey'in temsilcileri olduğu Alman öğrencileriyle yapılan heyecanlı ve sıcak oturumlar yaptık. Orada Avrupa ve Amerika Öğrenci Birliklerinin ve teşkilatlarının arkadaşlarından bir başka grubun ittifakıyla bazı konular konuşulup tartışıldı. Filistinliler için para ve yardım toplamaya karar verildi. Şehid Ayetullah Mutahhari adına hesap açtılar ve burada kendisi ve Merhum Ayetullah Seyyid Ebu'1-Fazl Zencani'nin imzalarıyla para toplandı ve bizler düzenli bir şekilde bu paraları Filistinlilere gönderiyorduk. Tüm bunlar Hac yolculuğunun neticesiydi. O Hac makalesi, o Hac broşürü ve o kitap bir delildir ki hakikatten şu anda da bu kitabı okuyan herkes için bir eğitim rehberidir. Haccm ve Hicaz'ın tarihi topraklarının tümü ve karış karış tüm tarihi eserler, tüm ümmetleri tümünü tahlil etmiş. Orası aslında bir dershaneydi, ziyaretçilerimizden sorun, isimleri ve kimlikleri vardır, aslında Hac, Japon malı hediyeler, buhur, misk vb. şeylerin yeri değildi, bir dershaneydi, ders verilen bir sınıftı."



Her neyse Ali, yurt dışına çıkış engelleri ortadan kalktıktan sonra Hac amacıyla kendini hazırladı ve bir müslüman olarak kendi vasiyetini yazdı 1348/1969 yılı kış mevsimi. "Bugün Pazartesi 13 Belımen, bir haftalık beyhude bir sıkıntı ve makam sahibi kimselerin daha beyhude çehrelerini gördükten sonra pasaportumu aldım ve Çarşamba günü için yer ayırttım. Öğleden sonra saat dörtte hava limanında hazır olmamı istediler ki muhtemelen saat sekizde uçuş olacak! (Yirminci asır Modernizminin klakson asrına bağlı olan bir gruba yüklediklerinin bir işaretidir). Her ne kadar hâlâ da buradan sınıra kadar muhtemelen yer ve gök çok ise de görüldüğü Içada157 rıyla ben yolculuğa çıkmak üzereyim ve şeriatın hükmüne göre bu yolculukta vasiyet etmeliyim. "147 1350/1971 yılma dek Ali, Hüseyniye Organizasyonuyla üç kez Mekke'ye gitti ki bunun sonucunda "İbrahim ile Buluşma" (1348/1969 yılında) konferansları dizisi, daha sonra bir kitap halinde basılan Mekke'de Hac başlığı altındaki konferanslar dizisi idi. Aynı dönemde, son Hac yolculuğundan döndükten sonra Hüseyniye-yi İrşad'daki dostlarının meşveretiyle ve bilgi sahibi bir kılavuz eşliğinde Mısır'a gitti. Bu yolculuktan amacı, tarihi araştırmalardı. Bu yolculuk onun için birçok armağanlar taşıyordu. Ali bu konuda şöyle der: "...Fakat ne yapayım ki ben bilimsel bir araştırmacı değilim, asırlarca işkence ve tarih şehadeti yükü ruhuma ağır basıyor ve tıpkı iki acımasız harici istimar (sömürü) ve dahili istihmar (e-şekleştirme) değirmen taşlarının arasında ezilmiş ve zayıf bir tane gibi sıkışıyorum ve feryat ediyorum kardeşim'. Benden saygın bir fazilet ehli, nezaketli ve zarif bir araştırmacı olmamı mı istiyorsun? Neler söylüyorsun? Ben Mısır'da Ehram i görmeye gittiğimde Firavunların mezarlarının başına gitme yerine -ki bütün saygın araştırmacılar giderler -doğrudan binlerce Afrikalının mezarları başına gittim ki beş bin yıl önce, burada, Usvan 'dan Kahire'ye kadar -dokuzyüz seksen km'lik yol -taş taşıma altında her gün onlarca, yüzlerce kişi ölüyordu ve bu dehlizlere gömülüyorlardı. Oturdum ve bir anda bu kardeşlerimle konuştuğumu hissettim. Ben beş bin yıllık bir perişanlık, açlık ve zulmü onların mezarları başında okuyorum. Ve onlar kendi siyah ömürlerinin işkencesini bana inliyorlar.



Ve onlara haber veriyorum ki kardeşler! Beş bin yıldır sizler rahat olarak uyuyorsunuz ve ben bu siyah tarihi baştan sona Firavunlar, Karunlar ve Bel'am Baura 'lar ile geçirdim, yaşadım, işkence çektim ve şimdi, bu üç korkunç tağuttan kurtulmak için bu sarayların, mabetlerin ve hazinelerin üzerinden Fatma'nın terk edilmiş çamurdan kulübesine sığınmış ve başımı bu evin duvarlarına dayamış ve bin dört yüz yıldır hiçbir kafirin ve 147 Vasiyetnamenin tam metni altına bölümün sonunda yer almaktadır. müslüman'm tuzağına düşmemişim ki bu evde Fa ti ma var, Ali var, Hasan var, Hüseyin var ve Zeynep var... "148 İrşad'ın Kapatılması ve Gizli Hayat 1349/1970 ve 1350/1971 yıllarında, Ali çok meşguldü, Onun Hüseyniye-yi İrşad'ın himmeti ve daha sonraları "Bütün Eserlerini Düzenleme ve Yayınlama Kurul u"nun yayınlamış olduğu konferanslarına bakmak bu iddianın bir göstergesidir: Yakarış (1349), Son Asrın Islahatçısı İkbal (1349), Dine Karşı Din (1349), Aydın ve Toplum Karşısında Sorumluluğu (1349), A-dem'in Varisi Hüseyin (1349), Şia Olmanın Sorumluluğu (1350) ve AliŞiası SafeviŞiası (1350). Son konferansı, 1349/1970 yılında bir konferans şeklinde vermiş olduğu "Anne, Baba, Biz Suçluyuz"'isimli konferansı eski düşünceli kimselerden büyük bir itiraz görmesine yol açmıştı. Bunlar yetkilileri baskı altına alarak Ali'nin Hüseyniye'deki faaliyetlerine engel olmayı amaçladılar. Ruhani kesim de baskılar sonucunda kendi sınıflarım Ali'den yazılarında ıslah ya da görüş yenilemesi yapmasını istediler. Ali kendi derslerinin birinin içinde bu itirazlara şöyle cevap vermiştir: "Ben, "vız vız"lara kulağım kapalı olduğu halde görüş sahibi bir kişinin benim ayıbımı doğru bir eleştiriyle bana göstermesini beklerim. Eğer birinin geçerli bir sözü varsa onu hakaret ve ihanetle de söylese büyük bir teşekkürle kabul ederim. Benim kulak asmadığım şey ise, tek elden çıkmış olan kötülük, yalan ve ithamdır. "14Ç Ali, bu dönemde İrşad'ı dinsel bir kurumdan bir üniversiteye dönüştürmeye çalışıyordu. 1350/1971 yılında, gecesini-gündü-zünü bu işe vakfeder, oysa bu dönemde Bilim Bakanlığı Araştırma Bölümünde de çalışıyordu. Bu dönemde Ali, Fakültedeki görevli olduğu bilimsel çalışmalarını ve Hüseyniye-yi İrşad'daki konferanslarını birlikte yürütmekteydi ve Meşhed-



Tahran yolunda sürekli bir yolculuk içindeydi. Hüseyniye-yi İrşad'da "Fatıma Fatıma'dır" konferan148 Bütün Eserler,, sayı 22, s.312 149 Bütün Eserler,, sayı 17 148 148 158 159 sim verdiği gece dördüncü çocuğumuz Mona Meşhed'te dünyaya geldi. O dönemde Meşhed'te ders vermekten dolayı yalnız kalmak zorunda olan ben, ona haber vermedim ve konferansı peş peşe iki gece sürdü (1350 yılı 11 ve 12 Tir ayı). Üç gün sonra Ali haberdar oldu ve Meşhed'e geldi. Biz daha yeni doğan çocuğa isim verme düşüncesine düştük. Ali Mehvare ismini çok seviyordu. Mehvare, kadınların kendi dinine inanmasını kabul etmediği Buda kanunlarına rağmen grev ve itirazla bu hakkı elde eden ilk Budist kadının adıdır. Bu şekilde bir süre çocuğumuza bu ismi verdik. Fakat dostlar, Ali'nin az da olmayan muhaliflerinin bunu anlamaları halinde ellerine yeni bir kozun geçeceğini ve "Gördünüz mü Budisttir! Ve kızı için de bir Budist ismini seçmiş" diyeceklerini söylediler. Başka isimler aramamız da bundan dolayı idi. Pupek vb... isimleri aramaya koyuldu. Nihayet sözlükten güzel bir isim seçmeye karar verdi. ElMüncid'i açtı ve aşk, arzu ve iman anlamına gelen ve çoğulu Mona olan "Munye" ismiyle karşılaştı. O esnada birkaç kez Mekke'ye giden Ali, bu isimden çok hoşlanıyordu. Sonunda bir ay sonra çocuğun kimliğini çıkarıp aldık! Ben o esnada, Meşhed'de lisede ders vermekle meşguldüm ve tek başıma ailenin ağır işlerini de üstlenmiştim.150 Ali tüm za150 Bu konuda 1350 Behmen ayında bir mektupta (bkz. Mektuplarv? El yazıları örnekleri eki) şöyle yazıyordu: "Aziz Puran'ım, Kurbanın olayım, durumun nasıl? Nasılsın? Ne durum ve hal içindesin? Meleklik mi köpeklik mi? Buranın durumunu soracak olursan, Allah'a hamd olsun ki olduğum durumdayım. Ne melek ne de köpek. Belki de rahat, hazır, masum ve mazlum bir kuzu.



Ben ise, senin işlerinin yoğunluğundan dolayı özellikle akşamları rahatsız oluyorum. Biliyorsun ki kendim için değildir. Birincisi, fiili olarak içinde bulunduğumuz duruma ek olarak yapman gerekenlerden dolayı görüntü hiç de iyi değil. İkincisi, sinirlerin yorgundur ve tahrik olmuştur. Özellikle de fiili şartlar içinde daha hassas olmuş ve senin için daha fazla darbe indiricidir ve senin ruhsal yapma ve sinirlerine daha çok dokunuyor. Üçün-cüsü, sen hem dışarı adamısın hem de evin kadını. Bu ikisi, kendi başına tek elde taşınamayacak kadar iki büyük karpuzdur. Bu esnada ona bir tane de kavun ekle, bak o zaman ne kadar büyük bir sorundur? Dördüncüsü, iş geceye sarkıyor ve bu da hiç iyi bir görüntü değildir. Beşincisi, dindarların değil hatta çocuk eğitim bilimcilerinin de ona dayandıkları bir ayıp da kadının dışarıda çalışması konusudur. Bu da mecburi olarak onun evden uzak olması ve çocuklarının annelerinden mahrum olması dönektir. Bu annelik duygusunun azlığı kadınların dışarıda çalıştıkları ilerlemiş batı sanayi toplumlarındaki yeni kuşak üzerinde hissedilmektedir. Bu da çok ağır fikirsel, ahlaki özellikle de ruhsal problemler taşımaktadır. Çaresiz olduğumuz şu anda buna tahammül ediyoruz. Mecburi olmadığımız bir zamanda ise gerekliliği ve mecburiyeti dışında kendimiz bunu ister durumda olmamalıyız. Yani çocuklarımızın yanında olmalıyız. Eskiden yüzde doksan sekizi dışan-da çalışan Avrupalı kadınlar, evlendikten sonra bunların yüzde yirmisekizi ailesinin hizmetinde bulunmak, kendilerini eşine ve hayatına adamak için işten el çekerlerdi. İlk çocuklarının doğumundan sonra bunların yüzde 44'ü dışarıda çalışmayı reddederlerdi. İkincisinden ve üçüncüsünden sonra sadece kendileri için çalışmak zorunda olan kadınlar dışarıda çalışmayı kabul ederler. Ve istisnai olarak özel bir sosyal konuma ve çalışma türüne sahip olan kadınlar sadece çalışmayı kabul eder. Ve sen, ondört yıllık bir evlilikten ve dört çocuktan sonra yine de çalışıyorsun. Programa ek bir işin olması ve geçmişe eklenmesinin kabulü tabii değildir. Altıncısı, İhsan, Susen ve Sara'nm senin az bulunduğuna tahammül etmeleri mümkündür. Fakat Mona, geceleri uykudadır ve sen de gündüzleri akşama kadar yoksun. Nasıl olur da ruhsal açıdan doymuş olabilir? Ve nasıl olur da seksen yaşındaki İsveçli yaşlı ve sert bir kadm ruhsal ve şefkat eğtimi açısından senin yerini tutabilir? Dokuzuncusu, bizim çocuklarımız, eğlence, oyun, dinlenme ve dışarıda program düzenleme ehli sıcak ve heyecan verici bir yapı içinde olan bir aile de değildirler, yaşamı sadece senin yanmda ve seninle birlikte



hissederler. Senin bir saatlik yokluğun, birçok ailelerdeki annenin bir haftalık yokluğundan daha fazladır. Onuncusu, konuyu istisnai kılan şey bizim aile yapımızın kendine özgü bir aile yapısı olmasıdır. O da benim yokluğum ve gurbette oluşumdur. Benim varlığımın her hangi bir etkinin kaynağı olmadığı ve olmayacağı elbette doğrudur. Fakat şefkat ve duygusallık açısından çocuklar bu şekilde düşünmü-yorlar ve her çocuk gibi babalarından uzak kalmayı çok derinden hissediyorlar. Ve böyle bir durum ve hal içinde, çocuklar için iki sığmaktan birisi olan bir anne ile tek başına sadece annenin sığmak olduğu bir anne arasında fark vardır. Hiç şüphe yok ki baba ile birlikte evi idare eden bir anne, yetim olan çocuklarına eğitmenlik yapan bir anneden çok farklıdır. Görüyor musun aziz Puran'ım, ben bu akli ve de bilimsel nedenlerden dolayı bu birkaç saatlik gece mesailerini bırakmam istiyorum. Yoksa sen ne zaman benim seni sınırladığımı gördün? Halbuki en küçük işleri, hareketleri ve eğitim öğrenimleri kocalarının iznine bağlı olan bir çok kadm vardır. Benden kaynaklanmış çok az problem vardır. Ve benim durumumun başkalarmkinden farklı olduğuna bakmaksızm çok cüzi küçük bir konu hakkında bile görüş belirttiğim az görülmüştür. Ben böyle bir konumda özellikle de sizden uzak olduğumdan dolayı senin gece mesailerine kalmandan dolayı çok sıkılıyorum ve geceleri çocukların eve dönüşlerini, ne sem ne de beni evde görmediklerini hep düşünüyorum ve benim bir duvar fotoğrafıma sahip olan Mona'yi. Sabahtan akşama kadar bu birkaç saat ve ikiyüz Tümen parayı ayda harcamaktan sarfı nazar et. Çünkü bu meblağm ayda getirdiği lezzet, senin evde yokluğunun benim ve çocuklar için meydana getirdiği sıkıntı dert ve elemden daha çok değildir. Şayet fazla olduğunu düşünsek bile bunun değerine o derece sahibim ki bir şeye benim hatırını için göz yumasın.



160 161 manini Tahran'da Hüseyniye'deki derslere ve özel yazılarına ayırmıştı. Aynı zamanda kendi üniversite arkadaşı ve dostu Dr. Gulam Abbas Tevessüli'den de İrşad'da ders sınıfları oluşturmasını istemişti. Onlar da Cuma günleri teşkil olunan bu derslerde siyasal ve sosyal konuları



işliyorlardı. Bundan dolayı, Hüseyniye'nin karşısında bulunan bir apartmana yerleşmiş ve yaşamı ev ile İrşad'a gitmekle sınırlı oluyordu. Geceyi yazmayla geçiriyordu ve gündüzleri de Hüseyniye'de düzenlenen İslâm-bilim derslerini ya da konferanslarını vermekle geçiriyordu. Bu dönemde Sadr-ı Belaği, Üstad Şeriati, Dr. Kazım Sami'i, Dr. Gulam Abbas Tevessüli, Meyançi ve Dr. Şeriati Beylerin katılımıyla "İslâm'da Kadın " adıyla bir oturum düzenlenir. Bu toplantıda İslâm'da kadın haklarına yönelik konular tartışılır. Bu oturumda hazır bulunan Mahmud Umrani Bey bir . anısını şöyle anlatır: "Konuşmacılardan birisi, kadının erkeğin tamamlayıcısı olduğu üzerinde duruyordu ve kadınların görevinin daha çok evde çalışmak olarak görüyordu ve erkeğin dışarıda çalıştığı gibi kadının da evde çalışmasını delil olarak gösteriyordu. Oturumun sonunda Dr. Şeriati, ben ve birkaç kişinin Hü-seyniye'den çıkmakta olduğu bir esnada bir bayan geldi ve Şeriati Bey'e, "Neden o konuşmayı yapan beyefendiye karşı çıkmadınız?" diye itirazda bulundu. Şeriati, o bayana cevap olarak, "Eğer o beyefendi sizi aşağıladıysa siz kalkıp kendi hakkınızı savunmalıydınız" dedi. Elbette bu toplantının teşkil edilmesi bile Ali'ye olan itiraz konulardan biriydi." Zamanın geçmesiyle birlikte, Ali'nin Hüseyniye-yi İrşad-daki varlığı, kendisinin orada varlığından memnun olmayan ve tahammül edemeyecek durumda olan bazı kimselerin buradan ayrılışına sebep oldu. İrşad üyelerinin ve muhataplarının ilişkisi, programları daha belirgin daha düzenli bir hal aldı. İşbaşmdaki bazı kişilerin gidişi ona, oturumların, konuşmaların, sanat, resim, araştırma gruplarının düzenlenmesi açısından yeni kurallar önermesine imkan verdi. Katılımcıların oluşturulması da zamanla değişiklik arzetti. Her kesimden, özellikle ister kız ister erkek ve hatta dindar olmayan öğrenciler, her biri bir nedenle Ali'nin derslerine ve konferanslarına katılıyorlardı. Bazı dini makamların Ali'nin kitaplarına itirazı sonunda Ayetullah Mutahhari, Ustad Şeriati'ye bir mektup gönderir ve Ali'yi eserlerinde gerekli olan bazı düzeltmeleri yapmaya razı etmesini tavsiye eder. Hazreti İmam Sadık (a.s.)ın vefatıyla eşzamanlı olan 23 Azer 1350'de Emir-pur Bey'in başkanlığında, Sadr-i Belaği, Üstad Şeriati, Hac Seyyid Mürteza Şebüsteri, merhum Dr. Kazım Sami'i, Dr. Gulam Abbas Tevessüli, Meyançi ve Ali Şeriati Beylerin katılımıyla Hüseyniye-yi İrşad salonunda bir seminer düzenlenir. Bu seminerin düzenlenmesi İrşad'ın



faaliyetlerinin ve müşahhas olarak da Ali Şeriati'nin etrafında açıklanan itirazlara ve konulara cevap amacı taşıyordu. Okuyucuların daha fazla bilgi sahibi olması için o günkü soru ve cevaplarından birini aşağıya alıyoruz: 'SORU: Deniliyor ki sizin bazı konularda iyi niyet göstermiş olmanıza rağmen ve bütün görüş sahibi kimseleri kendi görüşlerinizi eleştirmeye davet ettiğiniz halde fiili olarak bir kez dahi kendi önceki konuştuklarınızdan döndüğünüz ve bunu kendi konuşmalarınızda ya da eserlerinizde açıkladığınız görülmemiştir. Acaba bu, tüm görüşlerinizin sağlam ve sorunsuz olduğu anlamına mı geliyor? Hiç yerinde bir eleştiri gelmemiş midir? Yukarıdaki açıklamalar noktasında neler söylersiniz? CEVAP: Benim etrafımda açıklanmış olan bir propagandadır. Bilinçli, hesap edilmiş ve temelli bir propaganda, ortada bilimsel ve inançsal bir eleştiri yok. İslâm-bilim'i okuyan ve Gadir hikayesini, peygamberin vefatını, sahabenin kişilik ve ilişki değerlendirilmesi ve sorgusu, Ebu Bekir'in Ali karşısındaki elli yıllık örgütsel yapısı ve sonuçta Ali konusunda söylenmiş o sözleri -ki benim Ali'nin ruhunun yüce ve güzelliği karşısındaki aşk ve hayretimdir: "Olması gerektiği gibi olması gereken ve fakat olmayan " -ve tüm bunları okuduktan sonra kargaşa, küfür, hakaret, düşmanca tavırlar ve ithamlarla mutaassıp ve saf gönüllü olan halkı tahrik ediyorlar ve benim sadece Şii olmadığımı değil Ali'nin derecesini tüm sahabenin altında tuttuğumu ve Ebu Bekir'in derecesini herkesten üstün tuttuğumu ileri sürüyorlar! Her tarafta bulunan eserlerimi okuyanlar, görmüşlerdir ki ilk kitabımdan (Ebu Zerr-i Gaffar!) son eserime kadar (Kızıl Şia ve Kara Şia) tüm düşünsel ve inançsal ömrümü Ali Mektebine büyük bir inanç içinde ve Peygamberin aziz ailesine aşk ile ve adalet



162 163 ve özgürlük bağışlayıcı inkılabı' Teşeyyu' hareketi karşısındaki sözleşme içinde geçirmiş biriyim. Ve esasında insanlık tarihinin değişim süreci olan Peygamberin vefatı sonrası olayları değil her şeye Şii görüşle baktığımı görecekler. Tüm bunlara rağmen, görüyorsunuz ki her hizmete ve her



harekete karşı dikkatsiz olan bu kesim, tıpkı bir itham makinesi gibi hakaret ve propagandalarını bana ve İrşad'a karşı kullanıyorlar. Söylemiş ve yazmış oldukları şeylere bakın, kimler ne yazmışlar? Hangisinin bilimsel eleştiri olduğuna bakınız. Her söylediğimin eleştirilemeyecek şey olmadığını söylemiyorum. Duyup işittiklerimin eleştiri olmadığını söylüyorum. "151 Bir başka yerde Ali ithamlara cevap olarak şöyle der: "...Şu halde şimdi şu soruyu sormanın yeridir: Benim mutlak anlamda âlimlere ve ilim havzalarına karşı olduğum propagandası nereden çıkmıştır? Birincisi, Kasıtin (zalim ve zorbalar), planları şudur aydın ile din, yenilikçi ile öncü, havza ile üniversite, öğrenci ile talebe, öğrenim görmüş ile yığınlar arasına nifak sokmak ve kötü göstermek ve nefret tohumlarını ekmektir. Bu büyük yarığın üzerine bir köprü kurabilecek bir grup "Dindar Aydın"m yapacağı iş, bu planı suya düşürecek tek iştir. Şu anda İrşad'da talebe v öğrenci yanyana oturuyor, dersleri talebenin zevkle okuduğu gibi öğrenci de aynı' zevkle okuyor. Ve aydınlar seli ilk kez dine yöneliyor ve sonuçta dini âlimlerin huzuruna gidiyor ve halk yığınlarının yanında yer alıyor bazıları için bu, "salah değildir!" Bunların amacı şudur: Hızla birbirlerine yaklaşan bu iki kutub kavga, küfür, itham, şayia, saldırı, hatta namus fuhşu gibi saldırılarla kargaşalık ortaya çıkarıp, bu iki grubu birbirinden u-zaklaştırmak, birbirinin karşısına getirmek hatta önceden belirlenmiş yerlerine geri döndürmek. "152 Dr. Şeriati'nin makalelerinin çarpık eleştirilmesi, ve onun İslâm tarihinin derlenmesi noktasında Ehl-i sünnet kaynaklarından yararlanması ve aynı şekilde kadınların toplantılara katılışı, kız öğrenciler için ders sınıflarının koyulması, İrşad salonunun mobilyaları ve dekorasyonu (sandalyeden yararlanma), İrşad'daki asılı fotoğrafın saçları vb... konular çerçevesindeki eleştirilerdi. Bu sorumsuzca eleştiriler, ailesinden uzak oluşu, benim mesailerimin çok zor geçmesine rağmen ailesinin yaşam durumuna karşı hissettiği endişe gibi kişisel sorunlarıyla birlikte ve Savak'm tehditleri, bazı tanıdıkların ve dostların ikiyüzlülüğü ve duymakta olduğu değişik sözlerin nakli ona büyük bir sıkıntı veriyordu. Aynı yıl, bana gönderdiği bir mektupta şöyle diyordu: "Geleceğim belirsizdir ve her şey kötülük, çirkinlik, adilik, yalan, kin, nefret, hile, alçaklık, aşağılık, şuursuzluk, şerefsizlik tehlike, dirençsizlik, temelsizlik



ve sorunlar etrafında dönüp duruyor ve hep yenilgi ve ümitsizlik ve ben, evet ben yalnız, yalnız ve tek basma. Evde yalnız, sokakta yalnız, aydınlar arasında yalnız, Mü'minler arasında yalnız, başıma üşüşmüş olan kargaşa ve çok kalabalık toplumun izdihamı arasında ise daha da yalnız. "153 Artık kimseyle oturup konuşma takati kalmamıştı ve yalnızlık içinde daha rahat idi. Meşhed'den Tahran'a geldiği zamanlar Hüseyniye'den başka "Semerkand" mühendislik bürosuna giderdi. Bu iş bürosu, Mühendis Abdulali Bazergan'a aitti ki onun arkadaşlarının çoğu Hüseyniye-yi İrşad'ın Araştırma Grubu sorumlularıydı. Bu esnada, onun fikirsel ve ideolojik problemlere ilave olarak iş problemi de vardı. Fiili olarak, onun Meşhed Edebiyat Fakültesindeki ders verme hükmünü iptal etmişlerdi ve görünürde Bilim Bakanlığının hizmetindeydi. Bilim Bakanlığı da ona evde yapmak üzere özel bir araştırma konusu vermişti. Artık bu sorumsuzluktan ve evde oturmaktan sıkılmıştı. Ve yine: "Puran... Allah in sana daima omuzlarında olan taşıdığın iki "ağır yüke tahammül için güç vermesini umuyorum. Biri ben diğeri de benimle yaşamak... Aziz ve yaşam ümidim İhsanî öpüyorum, iki gözüm olan Susen can ve Sara Cani öpüyorum. Her



151 Bütün Eserler, , sayı 22, s. 341-343 152 a.g.e., s.321-322 164 153 Mektuplar, Paris baskısı. 165 gün kendim yalnızlık içinde haykırıyorum: Bu gece...154 fakat bana cevap olarak bir ses yükselmiyor. Canım Mehvare'mi tüm dudağım ve gözümle öpüyorum. Sürekli kucağımda olmasından ne kadar da hoşlanırdım. Aziz neneyi öpüyorum, söyle de pak kalbiyle dua etsin, bozguncuların ve kafirlerin şerri kendilerine dönsün! Tüm bu problemler içinde, sorumluluğun büyük yükü senin omuzlarındadır ve ben Allah 'a şükrediyorum ki sen, böyle bir sorumluluğa benim ve başkalarının düşündüğünden daha çok layıksın. ",55 12.06.1350 günü sabahı, ülkenin mücadeleci ve inkılapçı gençlerinden on kişinin, özellikle de Mesud ve Mecid Ahmed-zade156, Emir Perviz



Puyan, Cemşid Tevekküli ve Said Aryan'ın idamı peşinden 9 Muharem'e eşzamanlı olarak Hüseyniye-yi İrşad'da "Şehadet"konferansını, akşam da (aynı tarihte) Narmek Mescidinde "Şehadetten Sonra"konuşmasını yapar. O, şiddetle bu idamların etkisi altında kalmıştı. Bu etkilenmenin ölçüsünü onun konuşma esnasındaki durumundan çıkarmak mümkündür. Aynı konuşmanın ardından, Narmek Caddelerinde geniş çaplı gösteriler meydana gelir. Orada bulunan bazı kişilerin aktarımına göre, şehid ailelerinden birkaç kişi yüksek sesle, "Sen mesajı ulaştırdın, şimdi cihad zamanı ulaşmıştır" diye feryat ederler. Sonunda Savak bir grup insanı tutuklar. Ali arkadaşlarının yardımıyla sahneden uzaklaşıp saklanır. O, bu dönemde çok ağır şartlar altında yaşamım sürdürür. Bir yandan, diktatörlük rejimiyle mücadele etmek için kıyam eden fedakar ve kendinden geçmiş bir nesil ile yakınlık ve yakın ilişki hissediyordu, diğer yandan da bilinç olmadan, sağlam bir inanç sistemi hareketi olmadan halkın kendi bilincine varması noktasında bir çaba başlamadan silahlı mücadele, inkılaba götüren yolun oh un başı üzerinde olacağı inanandaydı.157 154 Sa'di'nin bir mısraıych ki o okuyordu ve evvelini söylüyordu: Bu gece... ve onu o kadar çekiyordu ta ki çocuklar her üçü birden, "Yoksa bu horoz vaktinde ötmüyor muydu?" diyorlardı. Elbette özel bir sesle. 155 Mektubun yazılış tarihi Mordad 1350 156 Tahir Ahmed-zade Bey'in çocukları 157 Ali, hareketin başının aydınlar ve inkılapçılar, hareketin ayaklarının da halk yığınları olduğuna inanıyordu. Halkın bilinçli olarak mevcut durumu istenen durumun yararına değiştirebilmeleri için aydınların bilinci toplum vicdanına ve halk topluluklarına aşılamaları gerektiği inanandaydı. Bu "Nereden Başlayalım?" konferansında kendisi bu konuya a-çıkça işaret etmektedir: "Bana, "Baş derdinden söz etmek yeterlidir, cevap nedir?" diyorlar. Fakat biz şu ana dek dertten söz etmedik, dertten inledik, derdi tanımadıkça ilacını bulmak mümkün değildir." Ali'nin bu sözü, hakikatte, bu aşırı ideolojik ve araştırma i-şiyle hareketin patlamasının önüne geçiyor ve genç neslin radi-kalleşmesine engel oluyor diye eleştiren kimselere açık bir cevaptı.158 Ali'nin kimi geleneksel dini makamların eleştiri ve kovuşturmalarına maruz kaldığı ve genç nesil ile kıyam etmiş olan yeni güçler arasında da ihtilafların olduğunu hissettiği böyle bir ortamda onlara, kendi hareketinin ve elde



ettiği fırsatın, temelli bir inkılabın gereklerinden olan. bir inkılabın önüne geçmek olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Gerçi öğrencilerin onun konferans ve derslerine gösterdikleri ilgi onun mesajını inkılapçı genç nesle ulaştırdığını gösteriyordu. İrşad konferanslarının devamı, eğitim öğrenim görmüş geniş yığınların, özellikle de öğrencilerin büyük ilgisiyle karşı karşıya kalıyordu. Nitekim, üç binden fazla kişi, İrşad'daki derslerine katılmak için kayıt yaptırdılar. Oysa İrşad'm tiyatro amfisi, 1800 kişiden fazla almıyordu. Bundan dolayı, Ali, Hüseyniye-yi İrşad'm yetkililerinden, Hüseyniye'nin bodrum katını bu faaliyetler için ve Araştırma gruplarının oluşturulması yanında, Dr. Kazım Sami'i, Dr. Gulam Abbas Tevesüli Beyler gibi başka konuşmacıları ders ve konferans vermek üzere davet etmesi için kendisine bırakmalarını istemişti. Doktorun temelini atmış olduğu Araştırma Grupları şunlardı: 1. Tiyatro Grubu 2. Çocuklar ve Gençler Grubu 3. Edebiyat Grubu temel üzere, inkılabın aydınların ve özel bir grubun aracılığıyla ve duyguları heyecana getirme tohumlarının ekilmesiyle meydana getirilmesi, inkılaba gitme yolunun onun başının üzerinde olduğu inanandaydı. 1.58 Elbette bu bakışaçısıyla Ali'yi eleştiren kimseler, daha sonraları zindana düştüklerinde görüşlerini değiştirip Ali'nin tarzının doğru olduğunu kabul ettiler.



166 167 4. Kur'an ve Nehcü'l-Belağe Grubu Ali, kendisi İrşad'daki arkadaşlarına yazdığı bir mektubunda şöyle der: "... Dindar halkın ve aydınların ve dinden uzaklaşmış olan öğrenim görmüş gençlerin günden güne artan ve tasavvur edilmesi mümkün olmayan ilgileri, kız-erkek üç binden fazla öğrencinin ve yüksek öğrenimli kimselerin İslâm-bilim derslerine girmek için isim yazdırması ve Kur'anbilim, Arap Dili ve Edebiyatı, hitap etme tekniği ve tebliğ tarzının öğretimi, sosyal ekoller, tefsir, İslâm tarihi, İnanç-bilim, İslâm kültürü ve



modern dünyada felsefe ve sanat gibi birkaç grupta yer almaları, ayrıca Hüseyniye'nin, İslâmi kültürü ve İslâmi düşüncenin yayılmasında yeni bir dönemin başlaması olarak sayılan Şia tarihi ve mezhebinin yüce değerleri canlandırma ve tebliğ etmek için çağdaş sanatı istihdam etmesi noktasındaki başarılı çabaları,ve İran tarihinde diğer tüm bölümlere oranla en yüksek tirajı elde eden dini eserler konusundaki en büyük yayıncılık hareketi, bizim zamanımızdaki şu en büyük toplumsal gerçeklikten haber vermektedir ki Hüseyniye-yi İrşad, temel hedefleri olan genç neslin ve aydınların batı hayrancılığından İslâm'a döndürülmesi, dini yığınların hurafelerden ve geleneksel, basit ve irticai dini görüşten kurtarma ve mantıklı bir değişim ve gerçek İslâm'ın insani ve toplumsal kültürünün anlaşılması noktasında ilerleme ve ilk İslâm'ın yürekleri aydınlatan öğretilerine Ali Şiası'nın hakkı arayan ve adaleti isteyen esasları doğrultusunda tüm engellere, problemlere ve hatta toplumuzda bu iki hedefin gerçekleşmesi için yer etmiş olan korkuya rağmen ulaşmak için cehalet, donukluk ve akli tutsaklık perdelerini yırtıp parçalama yolunda çok kesin ve hızlı bir başarı elde etmiştir."159 50 yılının sonlarından 51 yılının Aban ayma kadar, Ali'nin Hüseyniye'deki işleri garib bir hız buldu. Hatta öyle ki konferanslarını vermek için ön araştırmaya fırsat bulamıyordu ve daha çok hafızasından yardım alıyordu. Kimi zaman konferans yerine gitmezden önce her nerede olursa olsun, hazırlanmak amacıyla hatta şayet elinde bir kağıt parçası olmazsa sigara paketinden yararlanıyor ve konularının başlıklarını yazıyordu. 159 Mektuplar, Paris baskısı Konuya son derece hakim olduğundan dolayı, seri konuşma noktasında olağanüstü becerisi vardı. Örneğin Kadir gecesi akşamlarında Hüseyniyeyi İrşad'da bir programı vardı. O gecede, konuşma içinde ve özellikle de zamanın sonunda Merhum Hac Mahmud Maniyan, sahnenin gerisinden konuşmacı (Ali) için, "Böyle bir gecede konuşmanın sonunda bir dua etmek fena değil" diye sürekli notlar gönderiyordu. Ali'nin kendisi, bu konuyu bana şöyle açıklıyordu: "Hac Ağa Maniyann'm mükerrer notlarıyla bu konuda önceden hazırlıklı olmadığım halde ve benim çok özel bir durumum olduğu halde dua etmeye mecbur kaldım: Allah'ım, akidemi sorunlarımın elinden kurtar. Ya Rabb! Karşıt inançlara karşı bana dayanma gücü bağışla! Allah'ım! Akli ve ilmi



olgunluğum, beni taasub, duyarlılık ve parlaklık üstünlüğünden mahrum etmesin! Ya Rabb! bir fikri doğru ve tam olarak tanımadan önce Olumlu ya da olumsuz bir yargıya varmayayım diye beni sürekli bilinçli ve uyanık kıl!'460 Ali'nin Hüseyniye-yi İrşad'da yaptığı her konuşmadan sonra, o konuşmanın kasetini iki gün sonra üzerinde imkan ölçüsünde düzeltmelerde bulunmak üzere Meşhed'e gönderirlerdi.161 Dua konuşması kasetini Ali'ye verdikleri gece, geç saatte eve geldi ve beni uykuda olduğum halde uyandırdı ve büyük bir sevinçle bana, "Kalk, dinle, bak da neler yapmışım" dedi. Bu konuşmasından o derece zevkle söz ediyordu ki uykudan uyandım. Kaseti koydu ve bana gerçekten de çok güzel olan ve Ali'nin o ruh ve insicam içinde söylemiş olduğu şeylerin öneminin bilincinde olan bu sözlerin zihninde nasıl yer ettiğini anlatmaya koyuldu. Ali, haftalık konferanslarının düzenlenmesine, İslâm-bilim ve Dinler Tarihi derslerine ilave olarak, tiyatro sahnelerinin düzenlenmesine, değişik araştırma ve sanat bölümlerinin faaliyete 160 Bütün Eserler, no:8, s.98 161 Ali, kasetin üzerinde düzeltmeler yaptıktan sonra onu tekrar Hüseyniye'ye gönderiyordu. Burada Kazım Mutahhidin, Perviz Horsend, Dr. Ceriri bey gibi değerli arkadaşları ve daha önce öğrencisi olan ve güçlü bir kaleme sahip olan diğer arkadaşları kaseti yazıya döküyorlardı ve konuşma metnini, Ali'nin yeniden üzerinde son düzeltmeleri yapmak üzere Meşhed'e gönde-riyorlardı.



168 169 geçmesine de özel bir önem verirdi ve onu, fikirsel büyük bir merkez ve İslâmi düşüncenin doruğa çıkmasının aracı olarak görürdü. Bu bağlamda kendi sanat sever öğrencilerini, daha önce Meşhed Üniversitesinde sahnelenmiş olan Ebu Zerr gösterisini ilk kez olarak Tahran'da ve bir dini kurumda sahnelemeleri için teşvik etti.



Bu yenilik birçok kişi için ağır geldi ve hatta gösteri sahnesini ateşe vermekle tehditte bulundular. Bu, dini bir merkezde tiyatronun oynandığı bir ilkti. Bundan dolayı dini ve mutaassıp akımlar tarafından çok ağır eleştiriler aldı. O dönemde düzenli olarak İrşad'daki konuşma programlarında yer alan Ali'nin dostlarından biri şöyle nakleder: "Ruhani konuşmacılardan sadece Sadr Belaği Bey Hüsey-niye'de kalmıştı, hatta Sadr Belaği Bey de Dr. Şeriati'nin Ebu Zerr tiyatro oyununu sahnelemek istediklerini duyunca Şeriati'ye, "Ben şu ana kadar Hüseyniye'de kalmışım. Ama eğer Ebu Zerr oyunu sahnelenecek olursa artık benim Hüseyniye ile birlikte çalışmam mümkün olmayacaktır" diye bir mesaj gönderdi. Doktor, Sadr Belaği'ye verdiği cevapta şöyle der: "Bu tiyatro oyununun sahnelenmesini sizden rica ediyorum. Ondan sonra da ben Hüseyniye'ye gelmeyeceğim." Sonunda iç kargaşalıkların giderilmesinden sonra oyunun sahnelenmesi kararlaştırıldı. Birinci gece, büyük bir kalabalığın seyretmek için gelmesine rağmen Ebu Zerr oyunu sahnelenmedi. İkinci gecede, büyük bir topluluk oyunu izlemek üzere İrşad'a geldi. Bizim evimiz Hüseyniye-yi İrşad'a yakındı fakat oturacak bir yer bulabilmek için daha erken gitmemiz gerekiyordu. İr şad'm salonuna girdiğimizde kalabalıktan dopdolu olduğunu gördük ve sandalye boşluklarına da insanların oturduğunu gördük. Herkes oyunun başlamasını bekliyordu. Programın başlaması için Şeriati sahneye geldi ve konuşmasına şu şiirle başladı: Allah 'a şükür ki her neyi istediysem Allah 'tan, Sonsuz himmet/eriyle doyuma ulaştım. Konuşmanın sadece 15 dakika olması kararlaştırılmıştı. Fakat bir saat sürdü. İnsanlar yorgun düşmüştü fakat Doktor konuşmasını bilerek uzatmıştı. Ondan sonra oyuncular oyunu sahnelemek üzere sahneye geldiler. Aynı gece oyunun bitmesinden sonra Şeriati'den oyunun sahnelenmesinden yarım saat önce oyun sahnesinin altına bomba koyma konusundaki şüpheli telefon görüşmelerinin yapıldığını duydum. "162 "Ebu Zerr Oyunu, 1351/1972 yılında Hüseyniye'nin kapanmasından bir iki ay öncesine kadar sahnelendi. Emniyet güçleri, çatışma güçlerinin dağılmasından sonra Hüseyniye-yi İrşad'a ve Dr. Şeriati'nin yanma gelmeye karar vermişlerdi. Seyircilerin üzerinde büyük bir etki meydana getiren ve toplumda çok büyük bir yankı uyandıran bu inkılapçı ve



kahramanlık örneği olan oyunun -zaman ve mekan üstünlüğü ve yüceliği açısından -güçlü ve yetenekli oyuncular tarafından sahnelenmesinden sonra Savak, gerçekten bir yere kadar korktu ki kendi görevlilerine ilave olarak Kalehek karakolundan da güçler getirmişlerdi ve, "Beyefendi ne yapıyorsunuz? Bize gelen haberler çok korkunçtur" diyorlardı. Sonraki oyun iki aydan daha az bir süre içinde Hüseyniye'de sahneye kondu. Bu oyunun adı "Kıyam Edenler" idi. Bu oyun sadece bir akşam sahnelendi, zira ikinci akşam Savak görevlileri oyunun sahnelenmesine engel oldular. Bu tarihten, yani 19.08.1351 tarihinde, Ramazan bayramından sonraki gün, Hüseyniye-yi İrşad kapatıldı. Elbette hatırlatmakta yarar vardır ki Ali, uzak bölgelerde yaşayan ve İrşad kurumuna ulaşamayan kimselerin yararlanabilmesi için gezici bir kütüphanenin kurulması için bir projeyi Hüseyniye-yi İrşad'ın yetkililerine sunmuştu ki onun kendi yazısıyla olan önyazı metnini burada aktarıyoruz:163 "Sayın Yayın Kurulu Müdürü, Saygı dileklerimle, tebliğ, araştırma ve eğitim İrşad kurumu, düşünce, kültür, manevi değerlerin ve ahlâki değerlerin öğretiminin yaygınlaşması için imanın olgunlaşması, dini bilinç, doğru ve detaylı İslâmi bilinç amacıyla "Gezici kütüphane" adıyla bir kurumu kurmaya başlamıştır ta ki inanç bilim, felsefe, sanat ve edebiyat gibi farklı alanlarda yayınlanan faydalı kitaplar mutahassıs bilim heyetinin gözetimi altında seçilsin ve onları doğrudan okuyabilmeleri için ailelere ulaştırsın ve bunun yanında kamunun haberdar edilmesi için mevsim içinde basılmış olan güzel ve yararlı kitapların fihristini içeren bir mevsimlik dergi 162 Mahmud İmrani'den naklen 163 bkz. Mektuplarvt El Yazıları örnekleri eki 162 162 170 171 yayınlasın. Ne yazık ki gezici kütüphanenin kurulması, Hüsey-niye-yi İrşad'ın kapanmasıyla gerçekleşemedi." Son Zindan (Aramalar, Savak'ın İstekleri, Özgürlük Şartları) 1351/1972 yılı Aban ayında, Hüseyniye-yi İrşad kapatıldı Savak, bu kurumu kapatmaya karar vermişti. İrşad'ın çalışanları ve öğrencileri, tamir



durumunda olan Hüseyniye'nin merkez salonunda namaza durmuşlar, aniden polis güçleri Hüsey-niye'yi abluka altına alırlar ve büyük bir arbededen sonra bir grubu göz altına alırlar. (O gün Ali Hüseyniye'de yoktu). Dok-tor'un Hüseyniye'deki son konuşması 51 senesinin 19 Aban ayındaki İslâm'da Tarih Felsefesi adlı konuşmaydı. 1351/1972 Aban ayından 1352/1973 Tir ayma kadar Doktor'un gizlilik hayatı başlar. Bu dönemde bir mektubunda bana şöyle yazar: "Sevgili Puran'ım... Sonunda olması gereken, olması gerektiği gibi oldu. Bu kadar geç, bu kadar güzel olacağını düşünmüyordum. Allah'ı görüyorum, hissediyorum, o kadar açık ve o kadar net ki kendi varlığımı, güneşin sıcaklığı ve aydınlığını, kapkaranlık ve zifiri bir zulmetin içindeki gecede ansızın parlayan şimşeğin aydınlığını, ateşin titreyişini, gülün kokusunu, aşkı, ve... Allah'ı... Himaye ve lütuf belirtisiyle üzerime koyduğu ellerini alnımın üzerine değdiriyorum... Gel de gör ki tıpkı... lar... Şimdi başı kucaklarından kaldırmıyorlar, zira insanlar ne de çabuk ve ne de alçakça ellerini çektiler, zira bunların tümü hep kadı efendinin yorumcularıdır; ve Firavun'un sihirbazları! Sevindiricidir ki her şey tüm açıklığıyla aydınlandı ve herkes de aydınlandı. Hem aydın, hem pazar ehli, hem dost hem de ruhaniyet, herhangi bir nokta, herhangi bir soru, bir nokta şüphe kalmadı... benim işim bitti... Artık vicdanım beni endişeye sokmuyor ki oturayım, yazayım ve yaşayıp eşime ve çocuklarıma kavuşayım! İrşad'ın kapanmasından bir ay önce dini çevrelerden bir grup, bazı Ayeti Kerimelerden çıkardıkları bir fetvaya dayanarak Ramazan ayı münasebetiyle Tahran'ın birçok camisinde geniş bir tebliğ dalgası başlattılar. Zira bu da Savak'ın İrşad, müslümanlık dışı ihlalci bir merkez olmuş ve ruhanilerin rızasizliğini üzerine çekmiş adı altında kapısına kilit vurması için bir bahane oldu. Özellikle de Ayetullah Milani'nin fetvası, şehrin her yanma dağılmıştı. Ali, bir süre oraya buraya gittikten sonra kendi bağlılarından birinin evinde Tahran'ın değirmen çarkı suyunda saklandı ve onun kitapları yasak yayınlar arasına girdi. Bulundurulması suç oldu. Yavaş yavaş onun kitapları kitabevlerinden toplanıyor, emniyet görevlileri Ali Şeriati'hin bir kitabını herhangi bir evde bulacak olurlarsa onları suç aleti bulundurduğu iddiasıyla götürüyorlardı. Fakat Savak'ın halk üzerindeki baskıları arttıkça öğrencilerin eserleri okuma zevki de o oranda artıyordu. Hatta öyle oldu ki öğrenciler, Şeriati'nin konuşma



kasetlerini okutuyor ve onları elle yazma şeklinde onları gizlice başkalarının okuması için öğrenci kitabevlerine ulaştırıyordu. Böylece onun kitapları herkesin eline geçmiş olacak. 53 senesinin başlarında ve İnkılab'm başlarına kadar bu kitaplar, Ali Serbedari, Ali Sebzvarzade gibi müstear isimlerle basılıp yayınlanıyordu. Sevgili Puran 'im, Selam, nasılsın? iyi ve daha iyi olmanı umarım. Gönlüm çok daralmış ve başıboşluktan havsalam tükenmiş, özellikle de şu anda ki ne bir işim var ne bir uğraşım ne meşgul olacak bir şey ne bir program ne bir yaşam ve hatta ne de evde oturacak bir durum! Nasıl yaşadığımı ve nasıl olduğumu görüyorsun. Evi satma konusunda neler yaptığını bilemiyorum: Benim görüşüm evi kesinlikle satmandır. Ta ki hem borcumuz kapansın hem bankaya fazladan bir vade farkı vermeyelim hem de bu Tahran 'da bir arsa alalım ki. ..'64 Aslında İrşad, hayır ve dinsel tören ve işlerle (hanımların e-ğitimi, Hac ve Kur'an okumaları vb...) uğraştığı süre içinde teşkilat için tahammül edilebilirdi. Aban ayı sonlarında Ali, o esnada 13 yaşında olan İhsan'a (gönderdiği bir mektupta bu dönemdeki yaşamı konusunda şöyle yazıyordu: "İhsan'ım, benim büyük sıkıntım, hiçbir zaman iyi eşim için iyi bir koca ve iyi çocuklarım için iyi bir baba olama-mamdı. Fakat senin şu anda bunun neden olduğunu anlıyor olman noktasındaki mektubun bana ümit verdi. Bu gece, özel164 13 31 Kış mevsimi tarihli mektup



172 173 likle gecenin yarısından sonra saatin dört olduğu şu anda heye^ j can dolu fikirsel ve sosyal faaliyet döneminden ve bir ay boyun- .: ca geçen kargaşadan, komplodan ve toplum zihninin ve din- ,; darların yapılandırılması ve ortam oluşturulması için tahrik ve ilanlardan sonra Hüseyniye'nin kapandığı şu anda... Bu mektup özel bir yaşam biçimini ortaya çıkarmaktadır. İhsan şöyle hatırlatır:



"O esnada ben 13 yaşındaydım, Baba Ali'ye yazmış olduğum mektuba cevap olarak ondan bir mektup aldım. Genç bir öğrenci, Baba Ali'nin eserlerini tanımıştı ve benim ona olan yakınlığımı biliyordu. Benimle bir irtibata geçmeği çok arzuluyordu. Babama çok ilgi duyduğu görülüyordu. Ve onun faaliyetleri esnasında Tahran'da idi. Mektubu ona gösterdim, o da mektubu okumak istediği amacıyla onu beraberinde götürdü ve birkaç gün sonra geri getirdi. Daha sonraları, mektubun bir fotokopisini çekmiş ve onu büyüterek basmış olduğunu anladık. " Mektup, yüksek bir tirajla basılmış ve Tahran'ın her tarafında "Evladıma Mektup" adıyla adedi 1 Riyal olmak üzere çok az bir fiyatla satılmak üzere yayınlanıyor. Bu mektubun basılıp yayınlanması, daha sonraları, Ali'nin tutuklanmasından sonra onun için bir problem çıkarır olmuştu ve soruşturma konularından biri olmuştu. Hüseyniye'nin kapatılmasından sonra Tah-ran'a gidip oraya yerleşmeye karar verdik. Ali'nin saklanmasından çok az bir süre sonra İlstad ve ondan sonra da kardeşim Dr. Rıza Şeriat Razavi'yi tutukladılar. Tahran'a evi ve yaşamı taşımak tüm zorluklarıyla benim omuzlarımdaydı. Özellikle de tek başıma olduğum, Ali, babası ve kardeşimin tutuklanması, birçok dostu hayrete düşürmüş ve onları çok az bulunur hale getirmişti. Susen, o günlere dair anısını şöyle anlatır: "52 yılı yaz mevsimi, Tahran 'a evi ve eşyalarımızı taşımaktaydık. Tüm kitaplar ve eşyalar paketlenip bağlanmış evin içinde duruyordu. Öğleden sonraydı ki Savak bizim evimize döküldü. Kuhseng Caddesinde, yaklaşık 6 kişi vardı. Annem kabalık yaparak kapatılmış kartonların açtırılmasma izin vermiyordu ve beyefendiler izin belgesini gösterdikten sonra kabul etti. Bütün kartonları açtılar. Babamın kitaplarının bir çoğunu ve Rus baskışı olan tüm kitap ve nüshaları bu cümleden Antevan Çehov'un Kiraz Bahçesi adlı eserini aldılar. (Daha sonradan onu komünistlikle itham etmek istedikleri anlaşıldı).16S Onlar, geriye kalan kitapları birbirine karıştırıp ortaya dökerek çekip gittiler. Savak memurlarının paketlenmiş kitapları açıp incelemekle meşgul oldukları bir esnada komşu çocuğu su almak için bizim eve geldi ve ben ona gizlice ve dikkatlice, Üstad'ın evine gitmesini ve olanları aktarmasını söyledim. O çocuk Üstad'ın evine gitti ve döndükten sonra, "Memurlar sizin evinizde olduğu saatte bir başka grup da Üstad'ın evine gitmişler ve evde arama inceleme yaptıktan sonra Üstad'ı beraberlerinde götürmüşler ve Hanım Can (Üstad'ın eşi) ve kızları Betül Hanım evde



yalnızdılar, Hanım da kontrol altındaydı" dedi. Daha sonradan Üstad'ın devlet aleyhine faaliyet göstermek suçuyla tutuklandığı ve Yıkıcılık Karşıtı ortak Topluluksi hapishaneleri olan Kızılkale ve Tahran'daki Kasr zindanına götürdüler. İki gün sonra, akrabalardan biri bizim eve geldi ve bana, bizim eve geldikleri gün eşzamanlı olarak Kardeşim Dr. Rıza'nın Tahran'daki evine de gittiklerini ve Dr. Rıza'yı beraberlerinde götürdüklerini haber verdi. Cezaevinden çıktıktan sonra Dr. Rıza ile İlstad Muhammed Taki Şeriati'nin aynı hücrede oldukları ve kendilerinden Ali'nin gizlendiği yeri söylemelerini istedikleri anlaşıldı. Ali ile olan ilişkisinden dolayı tutuklanmış olan kardeşim Dr. Rıza Şeriat Razavi, o gecenin olayını şöyle açıklar: "Afganistan padişahlık hükümetinin yıkılıp Muhammed Zahir Şah'm tutuklandığı 1352 Hordad ayında Savak görevlileri aynı gün Tahran 'da Dr. Ali Şeriati'nin peşine düşerler Meşhed'de ilstad Muhammed Taki Şeriati'nin evine, Tahran 'da da benim' evime gelip Dr. Ali'nin izini sürdüler ve onun adresini istediler. Ben, Doktor'u daha yeni görmüş olmama ve Tahran'da bir akrabasının evinde olduğunu bilmeme rağmen haberimin olmadığını söyledim. Gece saat 10.00'da gelmiş olan görevliler, eve girmeden telsizli iki otomobil ile beni alıp gece vakti karakola götürdüler. Kesinlikle ben, iki otomobille ve 8 kişilik silahlı görevli ile peşine düşülecek kadar tehlikeli değildim. Yolda telsizle kendi merkezlerine söz konusu kişinin göz alhna alındığını ve birkaç 165 bkz. Ekler, 10 numaralı belge



174 175 dakikaya kadar merkeze getirileceğini haber veriyorlardı. Yol esnasında, "Dr. Şeriatı', senin enişten değil mi? Nasıl olur da ondan haberin olmaz? Yoksa sizin evinize gelmiyor mu? Yoksa birbirinizle ihtilafınız mı var?" diye soru yağmuruna tuttular. Ben ise, "Hiçbir ihtilafımız yoktur, ancak ben bir süredir onu göremiyorum ve nerede olduğundan haberim yoktur" dedim. Tesadüfen ayni saatlerde Doktor, kız kardeşim Zehra'nın evine gitmişti ve eşim, tüm akrabalara telefonla, Rıza'nm Savak tarafından



tutuklandığını, Doktorun peşinde olduklarını haber vermişti. O da hiç durmadan kız kardeşimin evini hızla terkediyor ve kendisinin sonradan söylediği gibi, gidiş yönünü kaybettirmek için iki taksi değiştirerek kendisini Yeni Tahran'a, halasının oğlu Asğar Bey Mansuri'nin evine ulaştırıp saklanıyor. İşin ilginç tarafı, Savak'ta aramalar esnasında aynı gece, "Biz, Dok-tor'un Semengan Mahallesinde bir akrabasının evinde saklanmış olduğunu biliyoruz" dediler ve benden oranın adresini istiyorlardı. Ben bilmediğimi ifade ettim. Sonuçta beni alıkoydular. Beni sorgulayan, Savak celladı Menuçehri Bey idi. Fakat telefonla "Saygın bir misafirimiz var, bana güzel bir oda ayırın" diye siparişte bulundu, telden yapılmış bir ranzanın olduğu bir odaya götürdüler beni. Sonradan buranın özel işkence odası olduğu anlaşıldı. Tel ranza da tutukluların ranzaya bağlanması ve elektrik teliyle ya da falaka (onların değimiyle yola getirme) ile sanıklara işkence etmek içindi. Birkaç saat sonra odanın kapısı açıldı ve beni, içinde birkaç uykulu gencin kaldığı bir başka odaya götürdüler. Ve zavallı bir sanığı yola getiriyorlardı ki feryadı insanın yüreğini hoplatıp kebaba çeviriyordu . işleri bitince beni tekrar odama götürdüler. Hâlâ ranza üzerindeki ve etrafındaki duvarlarda yeni kan lekeleri yerinde duruyordu! Artık ertesi akşama kadar kimse benim yanıma uğramadı. Kapı seslerinin birbirine karışması sonrasında benim odamın kapısı açıldı ve Üstad Muhammed Taki Şeriati'yi de benim odama koydular. Zira elbette onu görmüş olmam o şartlar içinde vasfedilemeyecek kadar sevindiriciydi benim için. Önceki gün Meşhed'de ve kendi evlerinde beni de tutukladıkları sebepten dolayı onu da tutukladıkları ve ertesi gün de Tahran'a nakledip teşkilata getirdikleri anlaşıldı. Kendilerini babam gibi sevdiğim Üstad Şeriati, hasta olmasının yanında Ali'nin durumundan büyük bir endişe duyarak şöyle dedi: Bilemiyorum, şayet Ali'yi tutuklayıp buraya getirirlerse ve gözlerimin önünde işkence ederlerse acaba benden istenen tüm şeyleri söylemeyip yapmayabilecek miyim? Bilemiyorum. Gece yarısından sonra Üstad kalbinden büyük bir acı duyup kıvranmaya başladı. Ben, hücredeki delikten bekçiye bir doktor getirmelerini rica istedim. Bana, "Çek git uyu, doktor, yaralı olan ve ani yardımlara muhtaç olan kimseler içindir" dedi. Yaşlı adamın inlemeleri bir yanda, bekçinin umursamazlığı ise diğer yandan, beni bağırıp çağırmaya mecbur etti. Nihayet bir pratisyen gelip Üstadi bir odaya aldı.



Ertesi gün, Üstadin yanma gelip onu soruşturma için götürdüler. Üstad döndükten sonra onu sorgulayan kişinin de cellad Menuçehri olduğunu söyledi. Üstad, onun masasının karşısındaki sandalyeye oturur oturmaz onun çayını içmiş ve, "Benim canımdan ne istiyorsunuz?" demiş. Menuçehri, Ali'nin nerede olduğunu sormuş Üstad da haberi olmadığını söylemiş. Menuçehri ise, "Allah, şayet kendi Kur'an'mı senin oğlun "Dr. Şeriati"nin tebliğ ettiğini ve senin de tefsir ettiğini bilseydi onu asla nazil etmezdi!" der. Üstad ise, "Şu halde Allah bunu bildiğine ve Kur'ani da nazil ettiğine göre!" diye cevap verir. Bunun üzerine Menuçehri sinirlenip Üstad'ı tekrar hücreye geri gönderir. Birkaç gün sonra, Tir ayının sıcak bir öğleden sonrası, benim ve Üstadın adının da aralarında bulunduğu bir grup isim okudular. Gözlerimizi kapadılar ve hücreden bizi zindanın bahçesine götürdüler. Bir saat işkence edip kötü ve çirkin laflar söyledikten sonra bizi bir otobüse bindirdiler. Otobüs kızıl güneşin altında o derece kızarmıştı ki onun içi ve dışı insanın el ve ayaklarını pişiriyordu. Ayrıca yolcular o kadar fazlaydı ki bir kısmını sandalyelere oturttular diğer bir kısmını da oturanların dizleri üzerine oturttular, bir kısmını da sandalyelerin aralıklarına o-turttular bir kısmını da ayakta tuttular. Geleceğimiz yere (Evin) vardığımızda birkaç kişinin kalçası yanmıştı. Otobüsün içindeki hava o kadar sıcaktı ki benim için nefes alıp vermek çok zor ve Üstad Şeriati'nin diri olarak Evin zindanına ulaşması mucize gibi bir şeydi. Ölüm otobüsünden inmek ve o gün akşamının özgür havasını teneffüs etmek benim için unutulmaz bir anıdır. Zin-



176 \77 danın doktor ya da pratisyeni tarafından tek tek muayeneden sonra ellerimizi kelepçeleyip genel hücrelere gönderdiler. Benim ve Üstad'm hücreleri aynı değildi, Üstad'm isteği üzerine beni de kendi hücresine götürdüler ve nisbeten büyük 32 kişilik mescidîi bir odada bir daire şeklinde oturduk ve birbirimize bakarken ağzımızdan başımıza dert açacak bir söz çıkmış olmasın diye korkuyorduk. Evin zindanı teşkilatın zindanından çok daha rahattı. Fakat Üstad'm durumu gün geçtikçe



kötüleşiyordu. Kendimi doktor olarak tanıtmam üzerine zindanın revirinden Üstad'm iyileşmesi için bana verdiler ve nihayet bir ay sonra beni zindandan serbest bıraktılar fakat Üstadi rehin olarak alıkoydular. " Diğer taraftan, küçük kardeşim, Ahmed de "Tahran'dan bildirerek "Meşhed'de kalınız, Zira seni tutuklayarak bu yolla A-li'nin gizlendiği yeri öğrenmek istiyorlar haberleri gelmektedir" diye haber verdi. Böylece biz Meşhed'de kaldık. Galiba Meşhed'de de emniyet görevlileri bizi sürekli gözetim altında tutuyorlardı, motosikletli bir kişi sürekli sokak başında duruyor ve biz evden çıkarken bizi takip ediyordu. Ben de sırf o yorulsun diye o sımsıcak yazda sürekli çocukları kebapçıya, dondurmacıya, parka vb... yerlere götürüyordum ve gittiğimiz her yerde boş boş iki üç saat geçirirdik. O motosikletli de bir köşede motorunun üzerinde oturup bizleri beklemek zorunda kalırdı. Bir keresinde de bizim evin yakınında olan Savak'm önünden geçerken arabanın içine baktım ve orada görevli olan adama, "Yetkililerinize söyleyin de en azından takip etmesini bilen birisini bizim peşimize taksınlar" dedim. Bu siyasi durum, birçok kişinin bizim tarafımızdan dağılmasına sebep oldu. dostlarımızın bir çoğu artık bizim evimize geliniyorlardı. Bir iki hafta geçtikten sonra hiçbir teklif olmaksızın Tahran'a gitmeye karar verdik. Kardeşimin ve Üstad'm tutuklandığı haberini duyduğumdan çok üzgündüm ve bu esnada saklanmakta olan Ali'den de hiçbir haber alamıyordum. Bizim taşınacağımızdan haberdar olan emniyet güçleri de bizim eşyalarımızı ve evimizi Tahran'a götürecek olan kamyonu takip ettiler ve bu yolla Tahran'daki evimizi bulmuşlardı. Biz de dostlarımızdan birisinin şoförlüğünde Tahran'a gittik. Diğer yandan, bir süredir Ali, Tahran'm güney bölgesinde akrabalarının evinde saklanıyordu. Tahran'a varır varmaz sıkı bir soruşturmadan ve aramadan sonra sonunda Ali'nin saklandığı yeri buldum ve onu görmeye gittim. Çok üzgün ve sıkılgan bir haldeydi. İlk karşılaşmamızda defalarca babasını ve Dr. Rı-za'yı soruyordu ve onları düşünüyordu. Onları kendisinden dolayı rehin tuttuklarını biliyordu. Gizli hayattan da bir hayli sıkılmış ve kendini göstermeyi düşünüyordu. Fakat, "Şayet teslim olursam benim önümde babama işkence etmelerinden korkuyorum. Arkadaşlar da bu duruma karşıdırlar" diyordu.



Birkaç kez yer değişikliği yaptı. Sevindiricidir ki 40 gün sonra kardeşim Dr. Rıza'yı serbest bıraktılar da birazcık rahatlamış olduk. Üstad'ı ise rehine olarak tutuklamışlardı. Hatırlatayım ki 1351/1972 yılının Mihr ayının başlarında gecenin saat birinden sonra evimizin bahçe kapısı çalındı. Korku içinde uykudan uyandım ve, "Kim o?" diye sordum. Başta cevabı duymuyordum. Uykulu ve sessiz bir şekilde, "Kimsiniz?" diye sordum. "Benim" dedi. Daha sonra Kapının arkasından Ali'nin, "Şaşırtıcı bir talihsizlik, eşim bile artık sesimi tanımıyor" diyen sesini duydum. Kapıyı açtım. Ali'yi halasının oğlu Asğar Bey ile birlikte gördüm. Ali'nin yeni aldığımız eve ilk gelişiydi. Kıyafeti çok eskiydi. Düşüncesi bir şeyle meşgul gibi görünüyordu. Ben, onun eve gelmesinden dolayı büyük bir memnunluk duydum: Eve dönüş sebebini söylemedi. Ertesi günün akşamı çantasını, elbisesini ve kitaplarını Hüseyniye-yi İrşad'm karşısındaki binadan getirdiler, elbiselerini yerleştirmekle uğraştığım bir esnada beni yeni bir kararma hazırlıyordu. Savak'a gidip teslim olmak için eve gelmişti. Kendi ayaklarıyla ve bir tek elbiseyle vilayet karakolundaki Savak merkezine gittiği ertesi gün sabahı ona, "Git, yarın gel" demişlerdi. Eve döndü. Fakat oraya gittiği ertesi gün onu tutukladılar ve tam 18 ay hapiste kaldı. Hapiste olduğu 18 ay boyunca tek hücrede yaşıyordu. Bir iki kez de güya bazı kimseleri onun hücresine götürmüşler ve kendisinin bize anlattığına göre, üç ay kadarismindeki kişiyi onun aracılığıyla Ali'den bir bilgi almak amacıyla kendi hücresine getiriyorlar. Ali, gündüzleri uyumayı geceleri de genellikle uyanık kalmayı adet edinmişti. Geceleri bazen askerlerle konuşuyor ve aslında daha rahat olduğunu söylüyordu. Ali, daha



178 179 sonraları, "Benim zindan günlerimin en kötüsü, şüpheli hücre arkadaşımla geçirdiğim o üç aydı. Çünkü korkum, uyku halindeyken benim zararımla sonuçlanacak bir şey söylüyor olmaktı" diye söylerdi. Bu şekilde uykuyu da Ali'nin gözlerine haram hale getiriyorlar. Bu kişi tutuklanıp ihanet ettikten ve televizyon konuşması yaptıktan sonra ilk kez



olarak "İslâmi Marksizm" kavramı kullanılır oldu. hayret verici bir hafızası vardı ve bundan kişileri şartlandırma yolunda yararlanıyordu. Hatta kendi babasını bile şartlandırmıştı. Birçok kişi zindana attırdıktan sonra, ekip arabalarına biniyor ve caddelerde tanıdığı mücadeleci gençleri teşhis ediyordu. Daha sonraları Savak, "Şeriati-bilim" adıyla bir teşkilat kurdu ve bu kişiyi onun sorumlusu olarak atadı. Bu teşkilatın işi, Doktor'un eserlerini eğitim için okumak ve ondan sonra da Şeriati aleyhine belge ve komplo düzenlemekti. Ali, "Sesimi öyle taklit ediyordu ki ben bile teşhis edemiyordum" demekteydi. İhsan, babasından naklen şöyle anlatırdı. "O, Doktor'un eserlerindeki rejim aleyhine olan tüm sembolik kavramları derlemişti. Örneğin, Kevir'deki "Başımıza üşüşmüş olan bu iki bin küsur yıl" vb... gibi. Hatta beni kesinlikle hiç görmediği halde duymuş olduğu genel tavsiflere göre, bir mülakatta tanımıştı." İlk başlarda, görüşmeler, görüşme odasında teşkilatın eski binasındaki bölümde yapılıyordu ve genellikle özeldi. Elbette bekçi ve sorgucu hazır bulunurlardı. Bazen görüşmenin ortasında Hüseyin-zade ya da Attarpur'un bir bahaneyle odaya girdikleri ve hiç yeri olmaksızın sandalyeyi çekip selam vererek hal hatır sordukları olurdu ve daha sonra Ali'nin gözlerini kapatırlar ve o memur eşliğinde teşkilat binasının upuzun koridorunu arşınlardı. Görüşmelerin süresi 10 dakikadan fazla değildi ve sürekli memur biz kalkalım diye beklerdi. Daha sonraları görüşme, teşkilatın diğer tarafına nakledildi ve genel idi. Yani, zindanda bulunan diğerleri de aileleriyle birlikte olurlardı. Görüşmeler haftada bir gündü. Saatlerce bekledikten sonra isimler okunuyordu. Demir parmaklıklı kapı açılıyor ve karanlık bir koridoru geçiyorduk ve bahçenin sağ tarafındaki yeni yapılmış odalara doğru gidiyorduk ve Doktor gelinceye kadar bekliyorduk. Tutuklular, 180 haki renk elbise ve pijamayla gelirlerdi. Doktor da benim kendisi için diktiğim haki renk bir pantolon ile geldi. Diğer tutuklularla fazla bir fark olmamak koşuluyla ona dışarıdan elbise götürmeme izin vermişlerdi. Sigara ve elbiseyi ona evden götürürdük, kendisi şakayla şöyle decdi: "Teşkilata ilk gittiğimde ve kendimi tanıttığımda "Şayet beraberimde sigara bulundurmama izin verirseniz kalıyorum!!" dedim." Hiçbir tür kitap bulundurulmasına izin verilmiyordu. Bu konuda şöyle anlatıyordu: bir süre sonra köylü olan bir nöbetçi askerle sohbet kapısını



açabilmişti. Köylerinden bir kıza aşık olan o asker, Doktor'dan kendisi için istihareye yatmasını ister ve ona bir Kur'an da verir. Doktor da Kur'an'ı bir iki gün yanında tutabilmek için ona, "Şayet seher vakti istihareye yatarsam daha iyi olur, Kur'an yanımda kalsın ki seher vakti istihareye yatayım" der. Asker, sabahleyin Kur'an'ı geri almayı unutur ve nöbeti değiştiği için de Kur'an birkaç gün onun yanında kalır. Ali, köylü gençlerin ruhsal yapısını bildiği için istiharenin sonucunu o. askere gönlünü hoş ve ümitvar edecek şeyler söyler ve istiharenin konusunu diğer arkadaşlarına da anlatır. Onlar da Ali'den bazen kendileri için de istihareye yatmasını isterler. Sonuçta kimi zaman yanında küçük bir Kur'an bulunurdu. Onun zindandaki güzel anılarından birisi de şuydu: O da diğer tutuklular gibi ekmek hamurundan elişi yapıyordu. Satranç taşı, sırtında çanta olan dağcı veya tespih gibi. İki renk olması gereken satranç taşları için sigara külünden ya da tutukluların mide asidini gidermek için verilen kömür renkli haplardan yararlanıyordu. Bu görüşmelerin birinde, gizlice bu yaptığı şeylerin bir kısmım bana verdi ki bunları hâlâ hatıra olarak saklıyorum. Ali'nin tutuklanmasından birkaç ay sonra onun emeklilik kararını bize gönderdiler.166 Ve ben sonraki görüşmemizde bu haberi ona verdim. Kendisi şakayla derdi ki bu, 18 ay boyunca tek hücre hapsinde kalan ve sağlıklı kalan benim. Oysa tutukluların daha o ilk haftalarda o tek hücreli, karanlık, zor, sıkıntılı ve rahatsız odalara dayanamamaları ve ruhsal problemlerle karşılaşmaları müm166 bkz. Ekler, 11 ve 12 numaralı belgeler 181 kündü. Halbuki ben, o hücremin karanlık köşesinde oturmuş kendi düşüncelerime dalıyordum. Hatta öyle ki sanki hapis ortamında değildim. Bir keresinde Zendi-Pur Paşa, hücremin kapısını açmış ve karanlık ve sigara dumanı arasında kaybolan beni görmedi ve büyük bir kızgınlıkla "O halde bu Şeriati nerededir?" dedi ve benim sesimi duyduktan sonra odaya girdi ve büyük bir kızgınlıkla sorgulamaya başladı. Tutukluluk dönemi süresince, Savak onu televizyon röportajı yapmaya çekmek için çalışıyordu. Fakat bu işi başaramıyor ve Ali değişik oyunlarla, genel söylemlerle ve kendine özgü zekasıyla ve aynı şekilde kişileri oyuna getirmekle sorgulamaları rahat geçebiliyordu. Öyle ki onun sorgulayıcılarından birisi olan Areş adında birisi (asıl adı Feridun Kemanger idi, İnkılaptan sonra idam edildi) Ali'yi yaptığı sorgulamalarında Ali'nin söz ve kişiliğinin etkisi altında o derece kalmıştı



ki Ali'yi yaptığı sorgulamaların açıklama kısmında, "Şeriati'nin kötü bir niyeti yoktur, sadece isminin duyurulmasını ister, fakat içi temizdir ve çok bilgili birisidir. Onun bilgisinden yararlanmak gerekir!" diye yazmıştı. Ve sahip olduğu şakacı yapısıyla, sorgucuların sevinç duymasına ve gülmesine yol açıyordu, onlar onun diğer sanıklardan temel farklılıklarının olduğunu rahatlıkla teşhis ediyorlardı. Ali şöyle anlatır: "Bir gün benim hücremin nöbetçilerinden olan bir asker, "Seni neden tutuklamışlar? Silahın var mıydı?" diye sordu. Ben de "Evet, vardı" diye cevap verdim. "Kaç silahın vardı" dedi, ben, "İki-üç tane" dedim. "Markası nedir?" diye sordu ben, "Bic Tükenmez kalem" dedim. Bir defasında da yine okuma yazması da olmayan bu Areş (Feridun Kemanger) bana: "Sen, Fazlullah el-Mücahidin ve Ali Kaidin'in kimler olduğunu biliyor musun?" diye sordu. O daha önce Mücahidin Teşkilatının armasının bir bölümünü oluşturan "Fazlullahi'l-Mücahidin ala'l-Kaidin ecren azimen" ayetini defalarca görmüş ve bazı kimselerden duymuştu. Bundan dolayı Fazlullah el-Mücahidin ve Ali Kaaidi'nin siyasi bir partinin liderleri olduğunu düşünüyordu. Ben de ona el atmak için "Fazlullah Mücahidin ile hiçbir ilişkim olmadı fakat Ali Kaidin benim" dedim. Bir başka gün teşkilatın müdürü general Zendi-Pur, "Siz bugüne dek yapılmış olan saldırılara ve eylemlere katıldınız mı katılmadınız mı?" diye sordu. Ben, "Evet, Habil'in Kabil tarafından öldürülmesinde etkim vardı" dedim. Daha sonra Zendi-Pur, Hüseyinzade'den Habil ile Kabil olayının hangisi olduğunu soruyor?!" Bir başka sorgulamada, general Zendi-pur Ali'ye soruyor: "Şah, tüm İran'ın övünç kaynağı, milli birlik / beraberlik ve bağımsızlığının övünç kaynağıdır. Bir semboldür, ve Şaha karşı olan her kimse haindir, vatansız ve millet karşıtıdır" der. Ali de buna karşılık şöyle der: "O halde, buna göre, bugüne kadar varolan tüm şahlar hain, namussuz ve vatansız idiler. Zira hepsi kendileri iktidara gelebilsinler diye kendinden önceki şahlarla çatışma halindeydiler." Ali'nin zindana dair anıları bir hayli fazlaydı. Bir defasında Sara'ya şöyle demişti: "Bir gece, yanlışlıkla, Tomac'ı benim hücreme getirdiler. Ona çok kötü işkence etmişlerdi ve sabaha kadar gözüne uyku girmedi. Ben, başucuna oturmuş çektiği acıları unutsun diye onunla konuşmaya ve bir yolla onu rahatlatmaya çalışıyordum. Sabah erkenden hücrenin kapısı açıldı ve



birkaç görevli hızla hücremize girip Tomac'ı götürdüler ve yanlışlık yapan askeri birkaç ay hapsettiler." Ali, çok sabırlıydı, bedensel açıdan çok sağlıklı ve sıhhatliydi. Birçok arkadaşının da şahitliğiyle, o soğuk algınlığı hapı bile içmezdi. Bundan dolayı da diğer tutuklular, ona aslan yapılı lakabını takmışlardı. O, sahip olduğu iman gücü ve kayda değer sağlığıyla o daracık ve karanlık hücredeki zor ve sıkıntılı günlere dayanabilmişti. Ali konusunda uygulanan işkenceler bedensel olmaktan çok ruhsaldı. Kendisi söylüyordu, bir ara, benim talebelerimden birini benimle yüzleştirdiler ve ona, "Seni bugünlere düşüren ve senin talihinin kötü olmasına sebep olan kişi bu adamdır, onun yüzüne tükür" dediler de o asla böyle bir şey yapmadı. Ona çok kötü işkence ettikleri anlaşılıyordu. Öyle ki ilk önce onu tanıyamadım, daha sonra onu sesinden tanıdım. Gam, keder ve üzüntünün şiddetinden patlamak istiyordum ama kendimi tuttum. Görüşmelerin birinde, konuşmaları kontrol etmekle görevli olan bir Savak memuru, "Biz kendimiz de siz tutukluların tutuklusu olmuşuz" diye şikayette bulunuyordu. Doktor, alaycı



182 183 bir şekilde, "Yoksa sen, kendi esirini "Seni, dağ ve çölün etrafında kilometrelerce koşmaya mecbur edeceğim" diye tehdit eden ve esirin ona, "Problem değil, yalnız sen de ister istemez peşimde koşmak zorundasın!" diye cevap verdiği tutukluların hikayesini duymadın mi?" cevabını vermişti. Bu tür olgular, onun ruhsal yapısının üstünlüğü, düşman üzerindeki hakimiyeti, zevk ve espri derecesinin üstün olduğunun işaretiydi.167 Babam, "Sorgudan Geçme Sanatı" adlı bir broşür yazmayı amaçlamıştı ki yayınlanması onun yurtdışına kaçmasından sonraya ertelendi. Bu broşürde, tecrübelerini, Savak'ın yöntemlerini ve onları boşa çıkarma tarzlarını, onların iç tezatlarından faydalanma yolunu ve sonuçta ayrıntı ve kişisel konularla uğraşma yoluyla onlara bilgi vermeme ve onların isteklerine teslim olmama, çok konuşma, yalan ya da işe yaramaz bilgi verme vb... konuları yazmayı düşünüyordu.



Bahtiyar ve Şah ile smananlarm darbeden sonra dallanıp budaklanma tezatları, İlçe karakollarındaki Savak görevlilerinin merkez ile Şeriati'ye karşı nasıl davramlacağı yönündeki değerlendirme tezatları, siyasi ve askeri makamlara bağlı aydınların tezatları, savak ve emniyetin birbiriyle tezatları, örnek olarak, emniyet ve Savak ortak teşkilatı iki cenahtan oluşuyordu: Emniyetçiler, klasik güvenlik unsurlarıydı ve siyasal şuurdan yoksundular. Savaklılar ise, genellikle eski aydın ve sabıkalı gruplardan istihdam edilmişlerdi. Bundan dolayı babam, her birinin zayıf noktalarını göz önünde bulundurarak, komplolarını boşa çıkarma karşısında iki tarz kullanıyor ve onların tezatlarını şiddetle kullanıyordu: Emniyetçilerle cedelleşme ve Savakçılarm komplolarına karşı koyma. "Ağır ağır konuşmak" denilen şey hakikatte "Korku, dalkavukluk ve renk değiştirme"yi ortadan kaldırma ve "Zalim sultan karşısında hakkı söylemek"ten başka bir şey değildi. Yoksa Doktor'un bir tek kişi karşısında özellikle de Mustazaflar karşısındaki alçak gönüllülüğü ve tevazu derecesi bilinmiyor değildir.168 167 İhsan Şeriati 168- İhsan Şeriati (bkz. Onun tanıdıklarının anma dergilerindeki hatıralarına) O dönemlerde cezaevinde tutuklu olan Dr. Nasır Meyançi Bey'in Ali'nin dayanıklılığı ve onun sorgulanması konusunda güzel hatıraları vardır. Kendisi şu şekilde anlatır: "Ben, şu noktaya işaret etmek isterdim ki Şeriati'nin son altı aylık tutukluluğunda ben de cezaevindeydim. Elbette kendileri, 54 senesi Ferverdin ayının ilk akşamı cezaevinden serbest kaldılar ben ise 54 senesinin Urdibehişt ayında serbest kaldım. Bundan dolayı o son dönem ve son günlerde ben vardım ve aynı bölümdeydik. 6. Bölümdeki tahripkarlık karşıtı Topluluk bölümünde ben, sanırım 7 Numaralı hücredeydim, o ise tek kişilik olan 6 numaralı hücredeydi. Bu iki hücre karşı karşıyaydı ve genellikle gündüzleri, dışarı çıkma esnasında iki ya da üç kez kendisini görüyordum. Dr. Şeriati, 52 senesinin Mihr ayında tutuklandı bendeniz ise 53 senesinin Mihr ayında. Kendileri 54 senesinin Ferverdin ayında serbest kaldı ve ben 6 ay kadar bu sahneleri seyrediyordum. O dönemde, Savak'ın pençelerinde bir tutuklu ve bir sanık olarak, Savak'ın mahkumlara yaptıkları,ve uyguladıkları yöntemleri, savunmaları ve sözleriyle ilgili bir tahlilim vardı. Zira ben, normal bir kişi değildim, işim avukatlıktı ve



hukuk okumuştum. Hapishanede bulunan değişik tutuklularla ve orada tutuklu olan çocuklarla konuşuyordum. Vermekte oldukları sorgu şekli gibi bilgi verdikleri ve söyledikleri konuları elde ediyordum. Sorgulayıcıların ve sorgu amirlerinin yöntemlerini inceliyordum ve şu sonuca ulaştım ki eğer gerçekten Ali Şeriati'nin dosyalarını -elbette yarısını kesmek ve altını üstünü kırpmak şeklinde değil de tüm belge ve dokümanlarını -hukukçu kimselere ve bu bölümlerde bilimsel anlamda çalışmış bilim uzmanlarına ya da birikime sahip hakimlere ve savcılara verilir de bunları okurlarsa bana göre, cezaevinde bir sanığın yaşamında görmüş olduğu sorguların en bilimseli, en iyisi ve en tekniksel sorgusu olurdu." Ali, kendisi o keder dolu günler konusunda şöyle der: "Ben yenilgi kabul etmiyorum, iman ve sevgi bedenimi çinko gibi sağlamlaştırmıştır. Beni yapayalnız bıraktıklarında, dünyamı kararttıklarında, bin bir türlü şekillere soktuklarında, karanlık, dar tıpkı bir mezar gibi yerlere soktuklarında, dünya ve dünyadakilerden beni uzaklaştırdıklarında, canlılar aleminden



184 185 beni kopardıklarında, hatıralar ve isimler dahi zihnimden kaçtıklarında, hiçbir şeyin olmadığı ve kalmadığı en boş durumda ve en mutlak yoklukta, evet böyle bir durumda ve özel boşlukta dahi bir şeye sahiptim, bu özel yokluk içinde bir huzur vardı. O özel kimsesizlik içinde gözlerime baktığını, beni koruduğunu, görüldüğümü, hissedildiğimi hissediyorum, benim yalnızlığımda bir "Var Olmak" vardır, bir kimse kimsesizliğimi dolduruyor, o yokluk, ölüm, karanlık ve vahşet unutulmuşlar • evinde damarlarıma hatırlanmayı, varlığı, hayatı ve aydınlığı zerk eden bir yardımcı gözetleyicinin olduğunu hissediyorum. Hatta bazen ona selam bile veriyorum, bazen ondan utanıyorum, bazen ona göz kırpıyorum, amellerimi, hareketlerimi, düşünce ve tavırlarımı kontrol ediyorum. Bazen o yalnız mezarda, benden razı olduğunu, yaptıklarımdan hoşlandığını gördüğümden dolayı kendimi ona karşı şımartıyorum, kendimle övünüyorum, zevk alıyorum, kendini beğenmişliğim doluyor, başım dik, gururlu, güçlü ve aydın ve güzel!"169



Ali'nin zindanda dayandığı sıkıntılar iki kat fazlaydı. Bir yandan kendisine sürekli yapılan psikolojik işkenceler, diğer yandan da babasından dolayı tahammül ettiği rahatsızlıklar. Üstad Şeriatı, zindanda çok ağır ruhsal işkencelere maruz kaldı. Kendilerini bir süre uyarı amacıyla daha iyi bir durumda olan önceki bölümden içinde siyasi olmayan, hırsız, katil, dolandırıcı ve uyuşturucu bağımlısının da bulunduğu bir bölüme getirmişlerdi. Bedensel ve ruhsal açıdan zayıflatılmasmın neticesinde öyle bir hasta duruma düşer ki görevliler, onu omuzlarda hastaneye getiriyorlar. Bundan dolayı da onun hastaneye getirilişi esnasında Üstad'ın vefat ettiği haberi etrafa yayıldı. Ölüm haberi zindanın içinde de yayılmış ve Ali'nin kulağına da ulaşmıştı. Susen şöyle anlatır: "Babam anlatırdı ki bir gün, benim hücremin tuvaletinin önünü temizlemekle görevli olan cezaevindekilerden birisi temizlikle meşgul olduğu bir halde lavabodan döndüğüm bir sırada bana "Sen kendin bize şehadet dersi verdin" dedi. Babam Ali, "Bu sözle Ağa Can'm vefat ettiğine inandım" diyordu." 169 Bütün Eserler, Birinci Eser, Tamdık Muhatablarla, s.269 Bu bağlamda kardeşim Rıza şöyle anlatır: Üstad'ın cezaevinde durumu çok kötüydü ve cezaevindeki yetkililer, "Eğer Dr. Ali Şeriati teslim olursa Üstad serbest bırakılacaktır" diye belirtmişlerdi. Hatta cezaevi dışında da Üstad'ın vefat ettiği haberi yayılmıştı. Her neyse, Üstad'ın cezaevindeki tutukluluk süresi bir yıl kadar sürdü ve bir yıl sonra serbest bırakıldı. Onun serbest kaldığı hükmünü kendisine duyuracakları gün kendisini Erk Caddesinde bulunan merkez karakoluna (eski Emniyet Müdürlüğü) götürüyorlar ve Tahran'da olan bizlere gelin Üstad'ı götürün diye haber veriyorlar. Ben kardeşim Dr. Şeriat Bey ile birlikte, Üstadı eve getirmek üzere karakola gittik. O gün Üstad'ın serbest kaldığı hükmünü almayı beklediği bir esnada bir sorgulayıcının odaya girdiğini ve selam verdikten sonra Ali'yi babasıyla yüzleştirdiğini görüyor. Bu görüşme tamamen beklenmedik bir şeydi ve Doktor bir küsur yıldır görmediği babasını görünce çok üzülüyor ve etkileniyor. Üstad bu görüşmeyi şöyle anlatıyor: "Bizim odada işimiz bitince bizim dosyamızı takip eden yüzbaşı sonunda, "Müdür Bey de sizleri görmek istiyor" dedi. Müdür bey gelsinler diye bizler bir başka odaya gittik. Müdür Bey ortalıkta görünmüyordu. Bir genç vardı orada, bana, "Öğle yemeği yediniz mi



yemediniz mi? Şu an saat öğleden sonranın üçüne yaklaşıyor" dedi. Ben güldüm ve şöyle dedim: Bizim yemeğimiz düşüncesine nereden girdiniz? Şöyle dedi: Kasr zindanından çıkan kimseleri bazen o kadar çok yoruyorlar ki buraya gelişleri uzun sürdüğü için. Sizin yemeğinizi yiyip mi yoksa yemeden mi geldiğinizi anlamak istemiştim." Ben, yemek yemediğimizi, iştahımın da olmadığını ve nezakette de bulunmadığımı söyledim. Bir tepsi üzerinde bir tabak ve bir miktar yemek getirdi ve "Buyrun yemeğinizi yiyiniz, siz artık özgürsünüz ve rahat olmalısınız" dedi. Ben, "Yemeğe iştahım yoktur" dedim. Tüm bunlara rağmen 2-3 lokma yedim. Yemek tepsisini götürdü ve, "Hâlâ Müdür Beyin gelişinden bir haber yok, siz burada dinlenebilirsiniz" dedi. Ben de el çantamı başımın altına koydum ve o odada uzandım. Bir süre geçti ve nihayet geldi ve, "Müdür Bey geldiler, buyurun" dedi. Müdür Bey, odasından dışarı çıkmıştı. Elini bana uzattı ve birinin elini öper gibi eğilir oldu. ben elimi çektim ve bizim ile tanışıp tanışmadığını anlamak için şekline



186 187 baktım. Ben onu tanımadığımı gördüm ancak hemen arkasından ceketli pantolonlu bir kişinin elimi tutup ve zorla başına doğru götürüp öptüğünü gördüm. Doktor olduğunu gördüm, ve biz orada birbirimizi görmüş olduk. Ben cezaevinden çıktığımda Doktor hâlâ tutukluydu. O onsekiz ay Teşkilatın tek kişilik hüc-resindeydi ben ise Kasr cezaevinde ve çocukların arasmday-dım!"170 Ali, kız kardeşi Betül'e bu sahneyi şöyle anlatır: "Ağayı getirdikleri an, kendi durumumu anlamadım. Babamın ellerine kapandım. Fakat babam beni tanımadı ve "Genç, kalkınız" dedi. Ben, "Ağa can, Benim Ali,..." dedim. Daha sonra cezaevi görevlilerinin yanında biraz sohbet ettik. Fakat çok kötü zayıflamıştı. Görüşme süresi kısaydı ve Ağayı gördüklerinde arkasından onun sıkıntı, mihnet ve din için tebliğ yıllarından kalan zayıf bedenini ve kemiklerini hayretle gördüm. Hasret ve üzüntüyle bakıyordum. Babam çok zayıfladığından ve güçsüz düştüğünden dolayı çok zor ve ağır yürüyordu ve bedeni açıkça titriyordu. Elbise çantasını koltuklarının altında tutmuş ve çok zor zaptediyordu. Ben büyük bir



üzüntüyle, kendi kendime, "Bu, bu milletin kurtuluşu için yıllarca çalıştığının karşılığıydı" dedim. Savak sorgucusu, sırıtır bir halde esprili bir sekide, "Şeriati, neye bakıyorsun?" dedi. Ben, "Şia'nin mazlum olduğu 14. asra"dedim." 54/75 senesi bayramına bir iki hafta kala Şah, kış tatilini geçirmek üzere İsveç'e, oradan da OPEC liderleri toplantısına katılmak üzere Cezayir'e gider. İsveç'te kaldığı süre içinde İranlı mücadeleci gençler ve öğrenciler, ünlü toplumbilimci, Sorbon Üniversitesi öğretim üyesi Jaques Berque'ten, İsveç'e gitmesini ve Şah'tan Dr. Şeriati'nin serbest bırakılmasını istemesini rica ederler. Daha sonra Cezayir'de de Ali'nin sınıf ve dönem arkadaşlarından olan Cezayir Dışişleri Bakanı Abdullatif Hamişti Bey171 OPEC konferansında Şah ile yaptığı görüşmede Dr. Şeriati'yi serbest bırakmasını ister. Şah orada, İran'a dönünce onu serbest bırakacağına dair söz 170 Üstad Muhammed Taki Şeriati Mezinani özel sayısı, Cafer Pejum'un katkılarıyla, s.122 171 Abdullatif Hamişti, Cezayir Bağımsızlık Hareketinin Paris'teki üyderindendi. verir. 1353 senesi sonu Isfend ayının son günlerinde, Emniyet Müdürlüğü cezaevinin müdürü General Zendi-pur, savaşçılardan birinin eliyle suikasta uğrar. Zendi-pur Bey, sürekli Ali'ye, "Şeriati, eğer konuşmazsan ve bize yardım etmezsen seni idam edeceğiz" diye ihtarda bulunan ve idam sözcüğünü heceleyerek söyleyen kimselerdendi. Ali, "Beni her gördüğünde bana, "Dr. Şeriati, sen sonunda idamlıksın diyordu" derdi." Fakat Ali, bayram gecesi için serbest bırakıldı ve gerçekten kendi durumuna ve Zendi-pur'un durumuna şaşıyordu. "Kadere bak, sürekli beni idamla tehdit eden kişi kendisi idam oldu ben ise serbest kaldım" diyordu. Ayrıntısıyla hatırlıyorum ki biz her şeyden habersiz, 53/74 yılının Kırmızı Çarşamba gecesi (Bayram gecesi de sayılıyordu), Ali'nin görüşmesine gitmiştik. Saatlerce bekledik fakat görüşmeden bir haber yoktu. Bizim itirazlarımızdan sonra bize, "Sabredin, Doktor'u serbest bırakmak istiyorlar" denildi. Gecenin saat dokuzuna kadar ben ve çocuklar Emniyet Müdürlüğünün kapısında bekledik. Nihayet bize eve dönmemizi Doktorun kendisinin geleceğini söylediler. Ümitsizlik içinde eve döndük, gece yarısı Ali eve döndü. Sanki onu evin önüne kadar getirmişlerdi. O günün ertesi günü yeni yıldı, yani 1354 yılı başlıyordu.



O yıl bizler, Ali olmadığı için kendimiz için hüzünlü bir nevruz kutlaması planlamıştık. Fakat Ali'nin aramıza beklenmedik katılışı evde yeni bir heyecan oluşturdu. İnanamamakla karışık bir şaşkınlık hissi taşıyorduk. Ali, çok yorgun, yıpranmış bir haldeydi, her şey onun için farksızdı. Ertesi gün sabah erkenden onun serbest kaldığı haberini babasına ve akrabalarına telefonla bildirdim. Ali henüz uykudayken kapı sesi duyulmaya başladı. Tüm akrabalarının geldiğini gördüm. Ali'yi uyandırdım, aceleyle avluya geldi, evde tarifi zor, anlatılamaz bir heyecan ve sevinç meydana gelmişti. Çocukların sesleri, sevinç çığlıkları, gülüşleri, misafirlerin sohbetleri, aynı şekilde avlunun henüz açık olan kapısı, Hacı Firuz'un ve el arabasının (ki o günlerde bayram nedeniyle Tahran'ın sokak ve caddelerinde görülüyordu) o esnada kapımızın önünden geçtiklerinde içeri yığılmalarına yol açtı ve onların gelişiyle ortalık daha da kalabalıklaştı ve onlar bu kez şenlik yapmaya başladılar. Çocuklar heyecana gelmişlerdi, kom-



188 189 sular başlarını pencereden dışarı çıkarmış ve seyrediyorlardı. Ali görünüş olarak sevinçliydi, onun ruhsal yapısını bilen ben, onun kendine daldığını görüyordum. Daha sonraları bana şöyle söylüyordu: "Aslında özellikle o ilk günlerde tutuklu arkadaşlarını düşünmekten kurtulamıyor, diğer yandan da 18 ay boyunca tek kişilik ve karanlık bir hücrede yaşadıktan sonra gözleri güneş ışığına dayanamıyordu. Arkadaşlarımızdan birine şöyle demişti: "Cezaevinden çıktığım o ilk günlerde evin kapı ve duvarsız olduğunu hissediyordum. Çünkü aylarca daracık bir hücrede kalmıştım." Özgürlükten sonra da Ali sürekli Savak'm gözetim ve kontrolü altındaydı ve sürekli ya Emniyet Müdürlüğüne gidiyor ya da onlar eve geliyordu. O zamanlarda sahip oldukları ve sürekli olarak Hüseyinzade'nin tehdit şeklinde ve bazen de yıldırma tarzında Ali'ye söylediği esrarlı şeylerden birisi de, "Gel de şu ... Beyle işbirliği yap istediğin ya da beğendiğin yere, bilimsel kuruma bilimsel bir şeyler yap bizim seninle bir



işimiz olmaz" yönündeki hareketlerinden biriydi. Fakat o buna hiçbir değer vermeden kabul etmedi ve sorumluluk altına girmedi.] n Ali'nin 53 yılı sonunda gerçekleşen cezaevinden serbest kalışı, hakikatte onun en önemli sosyal-siyasal yaşam döneminin sonu ve onun yaşamında yeni bir dönemin başlangıcıydı. Altıncı Bölüm Zorunlu Ev Hapsinden Hicret Ve Şehadete Kadar (1354-1356) Gözetim Altındaki Özgürlük Ali'nin en son ve en uzun hapsi daha önce de zikredildiği gibi 54/75 yılı başında (53 İsfend ayı) sona erdi ve rejim çaresiz olarak onu serbest bıraktı. Tek kişilik bir hücrede ve zulüm ve baskı dolu gündüz ve gecelerle onsekiz aylık bir esaret Ali'yi güneş ışığına karşı çok hassas bir hale getirmişti. Öyle ki serbest kalıp özgürlüğüne kavuştuktan sonra göz kapaklan sürekli güneş ışığı karşısında kapanıyordu, bundan başka da ruhsal açıdan da çok sıkıntılı bir halde görünüyordu. Rejim, tüm toplumsal mücadele yollarını onun üzerine kapatmıştı, Hüseyniye-yi İrşad'ı kapatmış ve onu üniversitede ders vermekten de mahrum etmişti. Geriye sadece gizli mücadele kalıyordu. Ki takip ve onu gözetleyenden173 dolayı buna da imkan kalmıyordu. Ali sürekli şöyle derdi: "Özgürlüğüme kavuştuktan sonra tüm sıkıntılarımı unutmaya terk edeceğimi ve kendi toplumsal-siyasal faaliyetlerime çok az da olsa gizli bir şekilde devam edeceğimi umuyordum." Savak sürekli onu gözetim altında bulunduruyordu ve günden güne de bu sınırlamaların halkası daha çok damlıyordu. Bir yandan ben de Ali'nin yeniden tutuklanacağı korkusu taşıyordum. Çünkü bu kez artık serbest kalacağına dair hiçbir belirti olmayacağını biliyordum. Kendisi şakayla karışık şöyle derdi: "Görünürde serbestim ve esaret zincirinden kavram olarak kurtulmuş bulunmaktayım. Fakat kesin olan şey benim hapis hayatımın değişmiş olması ve devlet hapsinden ev hapsine nakledilmiş olmamdır, sadece gardiyanım değişmiş, şu anda Puran 'dır."



172 Üstad Muhammed Taki Şeriatı Mezinani özel sayısı, Cafer Pejum, Kum, Hurrem Yayınları, s. 123, yıl 1370



173 Hüseyin-zade (Atta-pur), Ali'nin takipçisi ve gözetleyicisiydi. Ali'nin tüm gidiş-geliş ve hareket haberleri ona veriliyordu. Bkz. Ekler, 11 nolu belge.



190 191 Ali ev işlerine bakacak bir tipte değildi. Hatırlıyorum bir gün pazardan büyük bir miktarda bir şeyler almıştık o günlerde o evde oturuyordu ve sadece düşünsel bir çalışma içindeydi ve yazıyordu. Ben işten henüz dönmüştüm ve evde de değişik işler benim omuzlarımda idi. Birbirleriyle konuşmakla meşgul olan Ali ve İhsan'a yorgun ve öfkeli bir şekilde; "Siz de bugün bir şeyler yapmalısınız!" dedim. Fazla miktarda yeşil fasulyeyi o ve İhsan'ın önüne koydum. Her ikisi de büyük bir ciddiyetle onları temizlemeye koyuldular. Henüz daha yarım kilo fasulyeyi temizlememişlerdi ki Ali'nin yüksek gülme sesini duydum, şöyle diyordu: "Sahiden Puran! Neden bu fasulyeleri ayıklayıp parçalamamız gerekiyor? Bunları olduğu gibi pişir sek olmaz mı, piştiğinde onu yemek isteyen kişi kendisi parçalar," Bu cümleyi söyleyerek yerinden kalktı. Bu, Ali'nin ev işlerinde bana yardım ettiğine bir örnekti. Böylece o fiili olarak evde yaşayan biri oldu. Çevrenin daha sakin olduğu geceleri düşünce işiyle uğraşıyordu. Sanki bu tür bir yaşama uymak da onun için kolay değildi. Bu yüzden kimi zaman kendileri ile görüşüp konuşma halinde sıkıntılarını biraz azaltacağını düşündüğü dost ve yakınlarını görmek için evden çıkıyordu. Gerçi bunu da elbise değiştirerek külah ve gözlük takarak yapmak zorundaydı. Bu gecelerin birinde caddeden geçerken öğrencilerinden birkaç kişi Ali'yi tanır ve onun etrafını sararlar. Onları görmekten memnunluk duyan Ali de tıpkı eski adeti olduğu gibi onlarla sıcak bir sohbete koyulur. Bir süre birbirleriyle sohbet ederler ve ondan sonra ayrılırlar. Birkaç gün sonra Ali o öğrencilerinin tümünün tutuklandığını duyar. Babası şöyle anlatırdı: "Hatta hatırlıyorum, Doktor, Meşhed'e geldiğinde Tahran Emniyet Müdürlüğü'nden bana telefon açıp: Doktor orada mı? diye sordular. Ben



ilk önce telefonun nerden geldiğini anlamadığımdan: Oradan kastınız nedir? Meşhed mi yoksa benim evim mi? dedim. Bana, Meşhed dedi. Ben, Evet Meşhed'dedir fakat şu anda evde değil dedim. Sonra geldiğinde şu telefonu aramasını söyleyin, deyip bana bir telefon numarası verdiler ve sonra: Ben Hüseyni-zade'yim dedi. Doktor gelince ona söyledim. Rahatsız oldu ve bunlar Meşhed'de de beni takip ediyorlar dedi. "174 Tahran'da da dediğim gibi defalarca Ali'yi Emniyet Müdür-lüğü'ne çağırıyorlardı ya da evin kapısına gelip huzurumuzu bozuyorlardı. Onların esas amacı göründüğü kadarıyla Ali'nin kendileri ile çalışmasını sağlamaktı, konuşma tarzları da tehdit edici ve çekiciydi. Bir gün evin kapısı çalındı. Ali, tüm geceyi uyanık geçirdiği için daha yeni uykuya dalmıştı, kapıyı açtım, bir adam kapının eşiğinde kızgın bir şekilde; "doktor Şeriati ile işim var" dedi, "u-yuyor" dedim. "O halde uyanıncaya kadar biz burada bekliyoruz" dedi ve içinde bir başka kişinin de oturduğu bir arabanın içine oturdu. Bir saat geçtikten sonra yeniden kapıyı çaldı ve bu kez; "eve girmek istiyorum" dedi. Onlara yol gösterdim, olayı sezdim ve gidip Doktor'u uyandırdım. Bir süre onlarla konuştu. Bir saat sonra her zaman olduğu gibi sorgulamak üzere onu kendileri ile birlikte götürdüler. Orada Hüseyin-zade çok açık bir şekilde şöyle söylemişti: j|; "Biz senin salih ve iyi niyetli bir adam olduğunu düşünüyorduk. Fakat görüyoruz ki ne aileni düşünüyorsun ne de geleceğini düşünüyorsun. Dört tane çocuk seni övdüğü için mutlu ?lOİuyorsun. Biz senin yüz suyunu dökmek ve toplumsal onuru-pu ortadan kaldırmak için çalışıyoruz ve şöyle yapacağız böyle Sapacağız. Ben seninle iyi geçindiğimden üst makamların eleştiri iye tenkidine maruz kalmış biriyim." '??t Daha sonra memurlara hitaben; "onu zindana atınız, zira .?füzgürlüğe layık değildir" dedi. Kollarından tutup onu götürmek :|çin geliyorlar fakat daha sonra; "şimdilik vazgeçelim, fakat düşüncelerini yok et" dedi. Ve Hüseyin-zade'nin kendisi Doktora " leve kadar beraberlik eder. Yol esnasında kendi tehditlerine devam ieder ve kırıcı ve müstehcen kelimelerle Ali'yi korkutmaya çalışır. Bu maceralar ve öldürülmekten korkma (iz bırakacak bir 'ölüm değil) Ali'yi sosyal ilişkilerini de en aza indirmeye ve tahammül edilemeyecek şekilde evde oturmaya mecbur bırakır.



O, bu dönemlerle ilgili olarak İhsan'a yazdığı bir mektuptan bu durumdan şiddetle rahatsız olduğunu dile getirir:



192 174 Ümmet Dergisi, Çarşamba 26 Urdibehişt 1358, sayı 50. 193 "Ben, şu anda her zamankinden daha çok Tufanı' Ve Derbend'in şöyle dediği ruhunun sıkıntısını çekiyorum. '...Sabrettim gözleri dikenli olan boğazında kemik düğümlenmiş olan kimsenin sabrı...,175 Hissediyorum, onun azamet ve kudretine sahip olmadığım halde onun sıkıntısını taşıyorum... Çok şaşırtıcı bir hayat hikayesidir o ruh ki zamanın karmaşa ve çılgınlığı içinde olgunlaşmış ve tüm evcil kuşlardan nefret eden huzursuz kuş, kendi aslının ve kendi neslinin dalgalanışı içinde büyümüş, her zaman halkı için yaşamış, halkın içinde nefes alıp vermiş, hiçbir zaman evde oturup evcil olmamış, evcil hayvanlarla yabancı olmuş ahır ve ağıldan kaçmış olan yerinde durmayan ruh; şu anda sadece yaşamaya ve yaşamayı ne bilen ne de isteyen evde oturmak zorunda kalan, evden sıkılan ve sürekli hayalinden yavaş yavaş eve alışmayı geçiren mahkumdur. Tıpkı deprem korkusunu duyan bir at gibi yuları sıkar ve çadırdan kaçar, fakat önünde çöl yoktur, kaçışı sokağın sonuna kadardır ve acımasız hırsız ve avcılar sokakta tuzak kurmuşlardır"176 Tüm bunlara rağmen o fiili olarak fikirsel işlerden elini çekemezdi. Bu yüzden onun hayatının bir gerçeği olmuş olan içsel düşüncelerine ilave olarak yurtdışındaki öğrenci gazetelerinde yayınlanması için bir takım dağınık konuları da yazıyordu. Aynı dönemlerde çocuklarla ilgilenen dostumuz Husrev Mansuriyan'ın teşvikiyle Bizim İçin, Sizin İçin ve Başkaları İçin ve bir de insanla ilgili mesajlar içeren, güzel ve seçkin bir üslûba sahip olan Tembel Kabak adlı kitapları müstear isimle basılıp yayınlanmak üzere yazdı. Ali, genellikle gecenin saat iki-üçüne kadar İhsan'ı uyanık tutar ve onunla sohbet ederdi. İhsan, her zaman yarı uykulu ve yorgun bir halde derse giderdi. Okul yöneticisi birkaç kez İhsan'ı düzensizliği konusunda uyarmış ve onun bitkinlik, yorgunluk ve uyuşukluk halinin sebebini



sormuştu. İhsan da büyükannesinin hasta olduğunu ve aile problemlerinin olduğu cevabını vermişti. Yönetici beyefendi birkaç kez beni de çağırtmış ve bu duruma itiraz etmişti. 175 Hz Emir(a.s), Şıkşıkıye hutbesi, Nehcü'I-Belağe. 176 Bütün Eserler, No 1, Tanıdık muhataplarla sayfa 108. 194 Evde oturma döneminde (hayatının son iki yılı) çocuklarıyla daha fazla ilgilenme fırsatı buldu. Kimi zaman Susen ve Sara'nın dersleriyle ilgileniyor, kimi zaman da kompozisyon türü bir konuyu onlara veriyor ve onlardan kendi görüşlerini yazmalarını istiyordu. Önerdiği konular şu türdendi: ? Yaşam mı ölüm mü? (2 satır) ? Ümit ve arzu (1 satır) ? Eğer bir hayvan olsaydım? ? Kaldırımda yürürken neyi düşünürsünüz? ? Fakirlere mi yardım edelim yoksa fakirlikle mücadele mi edelim? •:• Saadet mi kemâl mi? ? Kar yağıyor ve sen odanın penceresinden dışarı bakıyorsun, neyi düşünürsün? ? Baba Ali? O zaman on bir yaşında olan Sara şöyle anlatıyor: "Bir gece, misafirimiz vardı, misafirler gelmezden önce babam Ali benden yazmam gereken konuyu getirmemi ve onu okumamı istedi. Ben de Baba Ali konusunda yazmış olduğum şiiri kendisi için okudum: Ve Senin adınla başlayan bir kitap, Ve senin adınla başlayan bir azap, Ve senin adını duymakla batan ay Ve sırtını kıran bir balta Ve mutluluğu senin gözlerinin beşiğinde uyutmağa çalıştığım bir zaman. Babam, bu çocukça şiirleri duymaktan öyle etkilendi ki aniden beni kucağına aldı. Misafirler geldiğinde babam benden o şiiri onların huzurunda yüksek sesle okumamı istedi." Misafirlerimizden olan Kazım Müttahidin Bey ailesi, "Biz de bu yola, Mesut, Mahbube, Mansure ve Said'i teşvik ediyorduk." dediler. Özellikle Susen ve Sara'ya verdiği diğer alıştırmalar, bir manzara ya da bir sahnenin canlandırümasıydı. 195



Mona ile de saatlerce konuşurdu, öyle şefkatli, öyle sevecendi ki o kısa dönemin hatıraları asla zihninden çıkmıyor. Ondan çocukça şarkılar okumasını istiyor ve kendisi de ona eşlik ediyordu. 55/76 yılıydı, o esnada 5 yaşında olan Mona şöyle hatırlıyor: "Baba Ali, evin babası değildi, benim küçük gözlerimde bir muamma idi, bazen ortaya çıkan ve ortaya çıkışı bir kargaşayı yükselten bir garibe. Ve bu ortaya çıkışı o kadar az idi ki anneme, bu beycik de kimdir?! diye sorardım. Babam, bazen gelen ve vermemiş olduğu tüm aşkını bir anda toplayan ve bir tufan misali evin içine boşaltan bir babaydı! Ve ben, beni neden bu kadar sıkı kucakladığını ve ağlamalarımın semaya ulaştığı derecede beni acımasızca öptüğünü anlamıyor-dum. Nitekim çocukça zihnim, böyle bir kişi için hatta çocuğunun ağlama sesini duymanın bile bir olay, kendi ifadesiyle 'asla olamayabilecek bir olay' olduğunu kavramıyordu. Omuzlarına biner ve onu döverek ona, Annemi neden yalnız bırakıyorsun? diye sorardım. Dört yaşındaki çocuğa ne diyeceğini bilemeyen o ise, yıldızları bana gösteriyor ve zihnimde hayal gücünü ekiyordu bu soruyla beraber. Bu soru yıllarca sonra onsuz cevaplamam gereken bir soru. Babamın gülme sesi yüksek ve güçlüydü. Şaşırtıcı ve garip sorular sorardı ve evde bulunduğu o sınırlı günlerinde, sabahtan itibaren kitap dolu şaşırtıcı çalışma odasında beni hapseder ve bana hikayeler anlatırdı. Hikayeleri öyle heyecan vericiydi ki zihnimde Aziz'in işkencelerine benziyordu. Hikayelerinde, tehlikeden, yolculuktan ve olaylardan söz ederdi! Şöyle derdi: 'Güzel, siz buyrun hikayesi, nasıl olsun? Tehlikeli, korkunç, dehşet verici ve tehlike dolu olmasını mı, yoksa uysal, latif, hafif sulu ve yumuşak mı olmasını istersin?!' Ve ben, o-nun ne söyleyeceğini bildiğimden, onun sözleri bitmeden, 'uysal, uysal...' derdim. Onun büyükçe sözlerinden korkuyla, "Siz deme, sen de!" derdim. Güler: 'Sen! Sen!' der ve hikayeye başlardı. Bizim kuzeye yaptığımız yolculuğumuzdan söz eder, ve doğrusu sevimli ve tatlı yerlere varacağını düşündüğün noktada ansızın çok tehlikeli geçitler, yüksek dağlar ve bozulan arabadan söz ederdi. Ben onun bilinçli kötü yapısını anladığımdan, 'Bozuldu deme! Tehlike yok! Tehlike yok!' derdim. Böylece hikayesinin esas dersini, 'içinde olay ve tehlike olmayan hikaye, hikaye değil haberdir' diye söylerdi. O günlerde haber olmayan hikayenin bu yaşamın, birçok dar boğazın olduğu bir yaşam olduğunu bilmiyordum.



Kreşte meydana gelen en küçük ve basit olayı ve benim hazırlığımı sorardı. Aferin aldığımda, neden aldığımı sorardı. Espriyle, Hiçbir şey yapmadığın ve sessizce oturduğun için mi aldın?!!' derdi. Ve bu şaka arzusuyla dopdolu olan baba, yavaş yavaş benim zihnimi soru sorma ve düşünmeyle tanıştırıyordu ve ders, öğretmen, bilgin, güzellik, kötülük gibi normal günlük kavramları basit örneklerle ve zekice şakalarıyla hiçbir cevap vermeksizin sorgulardı ve beni kendi soru ve cevaplarımla baş başa bırakırdı. Çünkü bundan böyle sorularına tek başıma cevap vermem gerektiğini biliyordu. Otururdu, benimle satranç oynardı ve yenerdi. Düşündüğümü ve yendiğimi hissedinceye kadar. İsmi 'Çocuk Yuvası' olan kreşime 'Kartal Yuvası'derdi... Bizim evde benim bakımımı yapan şefkat dolu bir nine vardı ve bir yıldır vefat etmişti. Babamın yurt dışına çıkış yasağının olduğu, meşhur tabirle Üniversite ve kültür ortamlarına giriş yasağının olduğu 55 yılında evde kalırdı ve annem çalıştığından o bana bakardı. Bir defasında bir misafirlikte, görünürde babamın durumundan haberi olmayan misafirlerden birisi, 'Şu anki işiniz nedir?' diye sordu. Babam, Şimdilik yeni bir iş bulmuşum, nenemiz vefat etmiş, Mona 'ya bakıyorum!' cevabını vermişti. Annem, 'Ben işten döndüğümde senin pencerenin önünde oturmuş benim gelmemi beklediğini görüyordum. Çünkü Ali, o derece yazıya ve kendi alemine dalmıştı ki bazen sana bakması gerektiğini unutuyordu!' derdi. Beni hamama götürüp orada şarkı söylemeyi çok severdi. Bir defasında beni hamama götürdüğünde düşünceye o derece dalmıştı ki beni unutmuştu, ben bir şekilde hamamdan çıkmış ve çok kötü bir soğuk almıştım. O da çok rahatsız olmuştu ve doktorun muayenehanesinin kapısında gidip gelip sigara içiyordu ve 'Çok kötü oldu!!' diyordu. Benim için aşktan, sevgiden, garipliklerden ve emniyetten meydana gelmiş bir karışımdı! Bir dosttu ve başka da bir şey değil! Onunla ve annemle otururduk ve Amerika'da olan karde-



196 197



şim için kaset doldururduk, birlikte şarkı söylerdik. Ben, şarkının ortasında durur ve bu aziz ve acayip varlığın nasıl da aşkla ya da belki de çocukça yüreğinin derinliğinden şarkı söylediğini görürdüm: "Öp beni, son bir kez için öp beni, Sana Allah'a ısmarladık, zira kendi kaderime doğru gidiyorum. Güzel kız, bu gece sana misafirim, Senin yanında kalacağım... Ve ben, ertesi yıl bu şarkıyı neden o zaman yüreğinin derinliklerinden içtenlikle okuduğunu anladım..." Çocukların tavırları noktasında çok dikkatliydi ve yapmış oldukları seçimler konusunda çok hassastı. Örneğin, herhangi bir şeyi sırf başkalarının seçtiği için seçtiklerini ve günün modası olduğu için bir elbiseyi seçtiklerini fark ettiğinde üzülürdü fakat hiçbir zaman doğrudan söylemezdi. Şaka yoluyla rahatsızlığını anlatmaya çaba gösterirdi. Örneğin, "Bu beleş yiyecek de görünüş olarak size güzel yakışır" derdi ve mantıklı delillerle konuyu onlara kavratmak ve gerçek değerleri onlara göstermek için bir bahane peşine düşerdi. Susen şöyle anlatır: "Sürekli yapması gereken işlerden söz ederdi. 'Şu işi şöyle yapmalısınız' diye bir söz söylediğini hiç hatırlamıyorum. Bazen bir şiir kitabı getirir (genellikle Ehevan'dan) ve bizden onu oku mamızı isterdi. Orta olmaktan nefret ederdi. Bir sene, bir dersten tekrara kalmıştım, babam son derece sinirlendi ve tenkitle bana, 'İyi, şayet bu şekilde gidersen dokuzuncu sınıfa kadar okuya bilirsin ve daha sonra örneğin Kahek 'li bir çocuğun eşi olabilir sin, sen kesinlikle ders okumanın ne işe yaradığını biliyorsun. Hayatın ekonomik zorlukları içinde okuyan çocuklar, bir prob lemi olmayan senin gibi kimselerden daha iyi notlar alıyorlar' demişti." I Bu son dönemlerde, kendi konferanslarına çocukların katıl- [ ması üzerinde çok duruyordu. Genellikle eve döndüğünde vakit J gecenin yarısını geçtiği halde, onlardan konferansında söylediği j konuya yönelik görüşlerini kendi için tekrarlamalarını isterdi. Bazen konuşma kasetlerinin yazıya geçirilmesi sorumluluğunu 198 onlara veriyor ve onlarla fikirsel bir ilişki gerçekleştirmeye çaba gösterirdi. En son hapsinden döndükten sonra, vaktinin büyük bir kısmını hepsinden büyük olan İhsan'a ayırırdı. Onunla değişik konular üzerinde



sohbet eder, ona Nehcü'l-Belağe'den dersler okur ve satranç öğretirdi. İhsan'm Arapça'yı çok iyi bilmesi için çok ısrar ederdi ve ortaokuldan itibaren onun ismini Arap Dili derslerine yazdırdı. Sara şöyle anlatır: "Bir defasında öğretim yılı ara tatilinde, annem Mona ile birlikte yorgunluğunu gidermek için birkaç günlüğüne Meşhed'e gitmişlerdi. Babam, annemin yokluğunda bize bakma ve yemek yapma işini üstlendi. Sabah kahvaltı masasını hazırlar ve bizlere yemek yeme adabını öğretirdi. Bir gün, 'size soyulmuş yumurta hazırlamak istiyorum' dedi de yumurta kaynar suda kırıldı ve onu sudan çıkarıp bize verdi. Soyulmuş yumurta buydu! Bir defasında da, 'Çocuklar, elbiselerinizi giyin, sizi dağa gö-türeyim' dedi ve kendisi de her zamanki elbiseleriyle yani resmi takım elbise ve kundurasıyla yola düştü. Yolun başında bize nasıl adım atılması ve nasıl yürünmesi gerektiği konusunda bilgi vermek isterken buzlanmadan dolayı kayıp düştü ve kalktıktan sonra, 'Anladınız mı? Yere düşmemek için bu şekilde adım atmamak gerekir!' dedi. Daha sonra bir dağ evine gidip biraz oturup eve döndük." 55 senesinde, Susen ve Sara tüm özel oturumlara katılmaya başladılar ve bu yolla yavaş yavaş babalarının düşüncelerinin etkisi altına girdiler. Sara şöyle anlatır: "Ben Harezmi Lisesi öğrencisiydim, bir defasında ben kendi başıma okulun lavabolarında slogan yazmaya başladım. Bu dönemde babam hapisteydi. Okul müdürü olaydan haberdar oldu ve annemi okula çağırdı olayı ona anlattı ve çok ciddi olarak onu bu hareketin devam etmesi halinde Savak in kulağına ulaşacağı noktasında tehdit etti. Babamın özgürlüğünden sonra annem bu olayı ona aktardı. Babam kahkahayla, 'Ben, Nereden Başlayalım adında bir kitap yazdım. Şu anda ise kızım lavabodan başlamış!' dedi." 55 senesinde, dostların da onayıyla güvenlik açısından Dok-tor'un İrşad'daki öğrencileriyle olan ilişkisinden ve daha sonra mücadeleci gençlerle kurduğu bağlantı nedeniyle tehlikeye düş199 müş olan ve Doktor'un dosyasını da etkileyebilecek olan oğlum İhsan'ı yurtdışına göndermeğe karar verdik. Bu kararda, hem siyasi mülahazalar hem de onun daha iyi bir yarına sahip olabilmesi ümidi -ki henüz yolun başındaydı -rol oynuyordu. Sanki bu, Ali için hicret programını da denemesi için bir fırsattı. İhsan şöyle anlatır:



"Gidiş esnasında, babamla vedalaştığımda bana, 'Ben, her ne şart altında olursa olsun İran 'dan dışarı çıkacağım, yanına geleceğim ve orada kendi faaliyetlerime devam edeceğim' dedi." Bu şekilde denebilir ki Ali, o dönemin yapısından ve durumundan kavradığı şey, yani hicretini gerçekleştirmezden iki yıl önce, açıkça kavramıştı ki ülkenin siyasi rejimi, zindan, işkence, takip ve peş peşe gelen karşı koymalar gibi genel geçer karşı koyma tarzlarından ümidini kestikten sonra onun toplumsal onurunu yıpratma gibi diğer yollardan da yararlanmaya çalışacaktır. Bundan dolayı o, hicret için bir pencere açılır açılmaz ondan faydalanma peşindeydi. Sanki rejim de Nikuhah ve Perviz Sabiti gibi kendi düşünürlerinin beyinlerinin kavramlarından yararlanarak Şeriati'ye karşı mücadele noktasında başka yollar aramayı kararlaştırmıştı. Bundan dolayı 25.11.1354 tarihli Keyhan gazetesinin birinci sayfasında aşağıdaki bildiriyi yayınladı: "Bu günden itibaren Dr. Ali Şeriati'nin İnsan, İslâm ve Batı Ekolleri' konusundaki siyasi ve felsefi makaleleri 'Marksizm, İslâm'ın Zıddı'adı altında bu gazetede yayınlanmaktadır. Savak, bu makaleleri yayınlatmakla iki hedef gütmekteydi. Birincisi Ali'nin Marksizm karşıtı olduğunu göstermek ve bu yolla opozisyon güçleri arasında -ki o dönemde birlik halinde tek bir hedefleri vardı -bir ikilik çıkarmak. Böylece de onu rejimle işbirliği yapmakla itham etmek. Ali bu esnada, amcasının vefatı nedeniyle Mezinan'da kalıyordu ve söz konusu makalelerin yayınlanmasından kesinlikle habersizdi. Fakat Ali'nin dostları, Savak'ın bu alçakça hilesine karşı koymak için usuli bir hâl yolu bulmak amacıyla bir koşuşturma ve çaba içine girdiler. Bu dostların en büyük takipçisi şehid Dr. Kazım Sami idi.177 Ali Meşhed'de iken Dr. Sami bana telefon etti ve, "Hanımefendi olay neyin nesidir?" diye sordu. Ben, "Ali burada değil ve benim bir şeyden haberim yok" dedim. O, Ali Meşhed'den döndükten sonra tekrar evimizi telefonla aradı ve Ali'yi görmek istediğini söyledi. Bu görüşmede, Dr. Sami Ali'ye, "İnsan, İslâm ve Batı Ekolleri" kitabından beş yüz cildin tutuklanmadan önce matbaadan çıkartıldığını ve Ali'nin öğrencileri tarafından kendisine ulaştırıldığını haber vermişti. Dr.Kazım Sami Bey, bu kitapların teksirinin fotokopi şekliyle dostlar ve öğrenciler arasında yayılmasıyla Keyhan gazetesinde yayınlanmış olan makalelerin çok önceden yayınlandığını ve Savak'ın Ali'ye olan saygıyı



yok etmek için kendisinin yasak koyduğu bir kitabı ek şeklinde Keyhan gazetesinde yayınladığını gösterme inanandaydı.178 Eş zamanlı olarak ülke dışında Amerika ve Kanada İslâmi Öğrenci Derneği aşağıdaki bildiriyi yayınladılar: "Allah'ı ve O'na inananları kandıracaklarını zannediyorlar. Fakat kendilerinden başkasının kandırıldıklarının farkında değildirler. (Bakara 9) Kardeşler, bacılar, Önceki ilanda zikrettiğimiz gibi, son olarak Dr. Ali Şeriatı' ile bağlantılı olarak, 'Marksizm, İslâm'ın zıddı'adı altında uyduruk makaleler dizisi Keyhan gazetesinde yayınlanmıştır. Bu hareket, kendilerinden izin alınmaksızın ve büyük bir kavga ve propagandayla ve sıkı bir planla 26 Behmen ayı pazar gününden itibaren başlamıştır. Dr. Şeriatı', bu hareketten haber alır almaz Keyhan gazetesine itiraz ve tekzip isteğinde bulunuyor. Fakat, 'Bu makaleleri Emniyet teşkilatı veriyor ve bunların yayınlanması da onun emriyledir' cevabını alıyor. Şeriati, Keyhan aleyhinde suç duyurusunda bulunmak üzere şikayet için mahkemeye gidiyor, fakat mahkeme de suç duyurusunu kabul etmekten kaçmıyor. Elbette rejimin Şeriati'nin itirazını dikkate almaması şaşırtıcı değildir, bir milletin halkın en 177 Şehid Dr. Kazım Sami (Allah'ın rahmeti üzerine olsun), Ali'nin öğrencilik yıllarında mücadeleci dostlarından biriydi ki bu dostluk ve birliktelik A-li'nin ömrünün sonuna dek sürdü. 178 Bkz. Ekler, Belge no: 14 177 177 200 201 pak evlatlarının öldürülmesi karşısındaki itirazlarına hiçbir değer verdi mi ki buna da versin? Rejimin bu hareketinin uluslararası tüm kanunlara, insan haklarına, insani ve İslimi ölçülere aykırı olduğunu ispatlamak istememiz noktası bir problemi çözmez, zira hakim olan rejim, aslında kendisi İslâm karşıtı ve insan karşıtı bir sistemdir. Ve düşmandan, tecavüzden ve ihanetten başka bir şey beklenemez. Bundan dolayı da bizim buradaki çabamız sistemin bu



haince hareketi başlatmasında güttüğü amaçların ve sebeplerin açıklanmaşıdır..." Hakikatte "İnsan, İslâm ve Batı Ekolleri" kitabı, esasında onun öğrencileri aracılığıyla kasetlerden yazıya geçirilen ve Meşhed Bilimler Fakültesi'nde basılmış olan İslâm-bilim''in son dersleridir. Bu kitabın yayınlanmasının problemlerle karşılaşabileceğinin mümkün olduğunu bilen sözkonusu bu öğrenciler, ilk etapta ondan beş nüshayı gayri resmi şekilde fakülteden çıkarıp daha sonra iki bin tirajla baskıya verdiler. Savak, bu kitapların tümünü yasaklayıp toplattı. Kitabın tanıtım kısmında iki bin tiraj olarak yazılı olduğu üzere, iki bin nüshayı Bilimler Fakültesinden aldılar ve bu, Ali'nin tutuklanıp 18 ay hapsedilmesinden önceydi. Ali'nin kendisi şöyle derdi: "Cezaevinde, beni gözü kapalı olarak sorguya götürdüklerinde ayağım bir engele takıldı, zira bunların kitap kolileri olduğu görülüyordu. Bana eşlik eden görevli, 'bu kolilerin içinde ne olduğunu biliyor musun? Bunların tümü senin kitaplarındır' dedi." Her halükârda, Savak'ın söz konusu kitaptan 500 nüshanın gizlice matbaadan dışarı çıkarıldığından hiçbir şekilde haberi olmadı. Bundan dolayı küstahça bu makalelerin sırf Keyhan gazetesinde yayınlanmak üzere yazılmış olduğunu ilan etti. Fakat Ali'nin dostları ve ona bağlı öğrencilerin zamanında göstermiş oldukları tepki bu komployu suya düşürdü ve rejimi rüsvay etti. Bir süre sonra, yeniden Ali'nin mahbubiyeti ve onun özgürlük bağışlayıcı fikirlerinin tehlikesinin derinliğine tahammül edemeyen deva verici rejim, bir başka hileye baş vurdu. Bu kez onun Cend-i Şabur Üniversitesi'nde vermiş olduğu konferanslarından oluşan "Öze Dönüş" kitabından bölümleri ek şeklinde Keyhan gazetesinde yayınlattı. Fakat bu defa da sonuç onlar lehine olmadı. Başlangıçta hayret ve endişe içinde olan Ali'nin taraftarları, kitabın bölümlerinin gazetede yayınlandığı ilk günden itibaren konuyu araştıran Dr. Kazım Sami gibi olaylardan haberdar olan bazı dostlar aracılığıyla bana, başka siyasi dostlara ve öğrencilerle bağlantı kuruldu ve konunun hakikatini kavradılar. Onlar Savak'ın değişik tarzlarından ve hilelerinden haberdar olmuşlar ve Savak'ın rezaletine açık bir şekilde el değindiler. Ali'nin bu konulara karşı gösterdiği tepki çok dikkate değerdi, o sinirlerinden kıvrandığı halde her türlü usulsüz ve duygusal tepkiden sakınıyordu. Defalarca şöyle derdi:



"Onlar benin yok olma planımı çizmişlerdir ve ben onların eline bir koz vermemeli ve onu hızlandırmamalıyım. Ve altını çizerek derdi ki kendilerini bize sürtmekle bizi çamura batırmak istiyorlar. Benim korkum tamamlanmayan ölüm değildir. Fakat korkum telef olmaktır. Düşmanın eliyle yok edilmek ve dostun boynuna atmak, dün "Kafielerin kil u kalleri, bunun içindi ki olmadı. Şimdi de Reyhan'ın şerefsizliği. "U9 54 senesinin o sarsıcı ortamında Ali'nin ne tür bir ortamda Şu kararı aldığına bir bakın: Ali'nin avukatı Ahmed Sadr Hac Seyyid Cevadi'nin -ki onun Keyhan gazetesi aleyhine açtığı davanın avukatıydı -itirazı karşısında şöyle cevap verirler: "Savak bu makale ve kitabı gönderiyor biz de yayınlıyoruz , ve suçsuzuz!" Dr. Muhammed Meleki o günler hakkında şöyle yazmaktadır: "O gece acımasız ateşten ısınmış çorak arazide, -ki nefes almayı zorlaştırmıştı- tekrar Bilmek 'e susamış bir grup Allah 'm evinden açılmış olan ev sahibini görmek bahanesiyle Ali'nin gelmesi için toplanmış heyecan ve ıstırap içinde bir araya gelmişler, yerli yersiz ev sahibi, Allah 'm izniyle gelecek diye söyleniyordu. Gecenin saatleri epeyce geçmişti ve herkes endişeli bir halde sakın gelememiş olmasın diye beklemedeydi. Sonunda geldi ve bir duvarın dibinde oturdu. Kıyafeti, her zamankinden daha fazla endişeli olduğunun, sıkıntı çektiğinin ve zor dönemler [geçirdiğinin bir göstergesiydi. Zindanda Ali'yi kendi fikirlerini 179 Mektuplar, s. 174-175



202 203 yaymak için bile rejimin propaganda teşkilatına çekmeyi başaramamışlardı. Ki bu bile kendi başına hakim sistemin tezgahına bir nevi hayır demekti. Zindandan şu amaç için serbest bıraktılar: 'Put olmuşsun, fakat seni ezeceğiz ve rezil edeceğiz.' Teşkilat için konu, Şeriat! konusu değildi, ki o bir düşüncenin sembolü ve bir yol ve bir ideoloji idi. Onlar görüyorlardı, Ali'nin halk yığınlarının inancına özellikle de genç neslin inancına ektiği onları dalga dalga o tarafa çektiği şey, 'İstibdat', 'İstismar' ve İstihmar' (baskı, sömürü, eşekleştirme) üçlüsüne



'Hayır' demekti. Ve şayet bu slogan yer ederse ve bu neslin şuurunda yer alırsa iş bitecek ve O'nun her ne şekilde olursa olsun ayak önünden kaldırılması gerektiği yer de burasıydı. Emniyet teşkilatı, Doktor'un Meşhed Fakültesi'nde, farklı ekollerin insan ve dünya hakkındaki telakki tarzları konusunda söylemiş olduğu ve öğrencilerin bunları not aldıkları ve Meşhed'de bastırdıkları ve bundan dolayı da bir örgüt adıyla zindana tıkandıkları ders verdiği ilk yıllarındaki bazı konuları elde etmişti. Teşkilat bu yazıları, başlangıçta, İnsan, İslâm ve Batı Ekolleri' adıyla, birkaç gün sonra ise 'Marksizm, İslâm'ın Zıddı' adıyla Keyhan gazetesinde yayınlanmak üzere verir. Bundan da şunu umuyordu ki hem zorba şahlık rejimine karşı çatışma halinde olan grupları karşı karşıya getirsin hem de Ali'yi gerçek İslâm 'm mazharı ve mukavemet ve fedakarlık timsali olarak gören genç nesillere, 'Gördünüz mü O'nu da yendik ve teslim olmaya sürükledik' diyebilsin. Sessizlik hakimdi, sessizlik ve kalpler öyle çarpıyordu ki sesleri rahatlıkla duy ula biliyordu. Aniden sessizlik bozuldu ve bu tür toplantılarda çok az görülen oturumun katılımcılarından büyük âlimlerden biri, böyle bir toplantıda bir araya gelebildiğimiz dolayısıyla Allah 'a hamd ve senadan sonra şöyle buyurdu: 'Bu makaleleri Doktor'un kendisinin gazeteye verdiği yönündeki propagandaların yaygın olduğundan dolayı onlara inanmak bir kesim için biraz zor olduğu doğrudur. Fakat bizler, bu propagandaların doğru mu yalan.mı olduğunu sizin kendi ağzınızdan duymak istiyoruz.' Herkes bekleme halindeydi ve bu soru A-li'nin halini daha da değiştirdiğine şahitti. Kendisinden çok az duyulan bir şekilde şöyle dedi: 'Ben böyle bir sorunun sorulmasından özellikle de sizin gibi birisi tarafından sorulmasından hayretler içinde kaldım. Sanki dünyada nelerin döndüğünü ve islâm düşmanlarının ilk önce gerçek İslâm'ı insanlık toplumuna açıklamak için çaba sarfeden tüm kişileri sahneden çektirip ondan sonra da bunların yerine din bezirganlarının ve cennet simsarlarının eliyle öyle bir din sunsunlar ki sadece bugünün susamış ve gerçeği arayan nesli cezbetmemekle kalınmasın diğer batıl ekollerin yolunu açabilsin diye herkesi ondan kaçırtacak tarzda olsun diye nasıl çalıştıklarını bilmiyorsunuz."""' Tüm bunlarla birlikte şu gerçek de görmezlikten gelinemez ki Ali'nin gücü günden güne azalıyordu ve sinirleri daha fazla zedeleniyordu. Hüseyniye-yi İrşad'daki dostlarına yazdığı bir mektubunda bu gerçeğe şöyle değinmektedir:



"...Ben ki yaşamım bilinmektedir, can çekişme! Sürekli çekişen bir can ve adı yaşam olan, her sabah kendimi aynada gördüğümde üzerimden en az bir yıl geçmiş olduğunu görüyorum, dün gece, önceki gece, sürekli benim için gecen sene ve önceki senedir. Gündüzleri ömrümden bir şeyler çalmak için uyuyorum Ve geceler! Yalnızlık, sükut ve sürekli yağan sıkıntı yağmurları altındaki siyahlık, dizler kucakta, sessizce oturuyorum ve karşımda ölmüş hatıralardan ve yaralı arzulardan bir yığın. Nihayet güneş başını çıkarıp gün aydınlanınca, gündüzün ayak sesleri, öksürükler, kuşlar, otomobiller ve hareket ve işin başlangıcına dek böyle devam eder! Korkudan gidiyorum ve uykuya dalıyorum. Elbette işsiz değildim. Yaptığım en büyük iş hâlâ yaşıyor olmamdır ve bu, yapmış olduğum en zor görev olmuştur. Ve eğer insaf verirlerse yapmadığım birçok iş, yoksa bunlar kendi başına bir iş değil mi? Yoksa bir kişinin işlememiş olduğu günahların sevabı yapılmış olan birçok iyiliğin sevabından daha çok değil midir?..."181 "Kötülükten alıkoymak kimi zaman iyiliği emretmekten daha ağır ve daha değerlidir ve insanın yaşamının ve varlığının kendisi de tıpkı bir toplum misali iyiliği emir ve kötülükten alıkoyma alanıdır. Bundan dolayı benim adım, halktan bir çoğunun duygularında, özellikle de aydınların ayrıca Marksistlerin ve mürtecilerin ve zalimlerin duygularında din ile ve özellikle de Alice, Ebu Zer Tevhidince ve Hüseyniye-yi İrşad ile bağlantılı olmuştur. Gücümün yettiği noktaya kadar, mensup olduğum 180 Dr. Muhammed Meleki, "İnkılap Öğretmeninin O Gecesi" adlı makaleden özetle alınmıştır. İnkılab-i İslami gazetesi, s.8, 26 Pazar Urdibehişt 1360. 181 Mektuplar, s. 17'4 180 180 204 205 bu imanın onurunu korumak için haddi vesvas noktasına dek kutsama ve taassupta bulunuyorum ve hatta esas ve serbest bir iş olan siyasetle, hayır, şerjnançsal ve toplumsal hak ve batıl ile bir bağlantısı olmayan ve davet eden kişinin de kötü adlı, kötü sanlı ve kötü işli olmadığı tercüme, araştırma, düzeltme, tashih, bilimsel danışmanlık, grupsal araştırma ve



incelemelere öncülük gibi bilimsel işlere daveti kabul etmekten de sakınmaktayım ki tümünü imana vakfettiğim, Allah'a ve halka sattığım kalemimi meşru olan geçim işleri için bile kullanmayı istememişimdir. Amma yaşamımın tek göstergesi olan ve beni boğmakta o-lan yaşamdan ve dar nefes almaktan utanıyorum. Ve şu soruların şiddetli darbeleri karşısında: Bu iki yıl içinde ne yapmışsın? Ne yapabilirsin? Yok etme tehdidinde bulunan bu açlık medinesine neden hapsolmuş ve bir yiyecek ve silah bulundurmuyorsun?"782 Gerçek de şuydu ki Ali hiçbir zaman sorumluluk yükü altından omuzunu boş bırakmadı. Hayatının son iki yılında, yani 54/75 ve 56/77 yılları arasında o sürekli mümkün olan her şekilde kendi ideallerini başkalarına nakletme çabası içindeydi. Fakat görüldüğü üzere dost meclisleri dışında bütün yollar kapalı görülüyordu. Nitekim Ali, daimi görüşmelerden kaçınmayı adet edinmişti ve ailenin tüm fertlerine, gelen her kişiye evde olmadığını söylemeleri ikazında bulunmuştu. Bir defasında çok yakın dostlardan biri kapıyı çaldı ve ben onu sesinden tanıdım. Ali'nin onu kabul edeceğini düşündüm. Kapıyı açmadan önce kendisine, "Ali .... Bey geldiler, ne söyleyeyim?" dedim. Sinirli bir halde, "Yokum!" dedi. Kendisine, "Hayret bir şey, ben senin burada olduğunu biliyorum, en azından benimle böyle konuşma" dedim. O dönemde her ne kadar benim için zor idiyse de bugün Ali'nin haklı olduğunu görüyorum. Çünkü şayet böyle yapmamış olsaydı zamanının çoğu görüşme ve konuşmayla geçecekti ve tabiî olarak da okumak, araştırmak ve yazmak için fazla bir zamanı kalmamış olacaktı ve bu kadar eseri meydana getiremeyecekti. Bir süre geçtikten sonra, Ali yalnızlıktan sıkılmaya başladı ve arkadaşlardan birisinin önerisiyle haftada bir gece ve tamamen sınırlı bir şekilde ve bir dereceye kadar da mahremce dostlar topluluğunda konuşma yapması kararlaştırıldı. Bu oturumlar, genellikle gece yarılarına kadar devam ederdi. Kimi zaman başkalarının konuşma toplantılarına davet edildiği de olurdu. Bu oturumlar, gerçekte Ali'nin kendi düşüncelerini tebliğ etmek için sahip olduğu tek sahnelerdi. Sanki genellikle katılımcıların terkibi ve bazen de ev sahipleri onun beğendiği türden değildi. Fakat bu toplantılarda kendi muhataplarını bulabileceğini düşünüyordu. Bazen kendi ifadesiyle, o genellikle konuların kaydı için sohbet ederdi.



1355/1976 yılının Tasu'a gününde, refah içindeki tanıdıklardan birinin evinde Ali için bir konuşma meclisi düzenlendi. Bu ev, dinleyicilerin ağırlanması için daha fazla imkanın ve daha fazla kapasitenin olmasından dolayı seçilmişti. O yıl bir genç olan Susen şöyle anlatır: "Hatırlıyorum, ... Bey'in evindeki toplantıda kristal camlı bir tabak kendi kendine misafir odasının dekorundan düştü ve kırıldı. Herkes korku içinde dönüp baktı ve düşüş sebebini sorgulamaya başladı (ve gerçekten ne sebepten düştüğü anlaşılamadı). "Öç" (İntikam Kuşu) konusundaki konuşmasıyla meşgul olan babam şakayla karışık, "Bu tabağın kırılması, bu evdeki bunca dekor ve süslemelere itirazının bir işaretidir" dedi. Herkes uzun bir süre gülüştü." Bir başka defa, Pazar ehlinden zengin birisi Ali'den onun e-vinde ve dostlar arasında İmam Ali konusunda bir konuşma yapmasını istemişti. Fakat konuşmadan önce ev sahibi rengâ renk ve ihtişamlı bir sofrayla misafirleri ağarlamayı amaçlamıştı. Ali o toplantıda şöyle demişti: "Sizler beni, Ali'den söz etmem üzere davet ettiniz. Abdurrahman sofrasına oturup da Ali'den söz etmek mümkün müdür yoksa?" bu haber başkaları arasında yayılmıştı ve bu tür toplantıları sade bir şekilde düzenleyebilecekleri bir yer bulmayı kararlaştırmışlardı. Bundan dolayı da sonraki toplantıda misafirleri et suyuyla ağarladılar. Ali bu toplantıda da iğneleyici esprilerini harekete geçirdi ve, "Bu kristal avizeler altında et suyu yemek de o programlardandır!" demişti.183



182 Mektuplar, s. 17'4 183 Abdülkerim Şeriati



206 207 55 senesi, vatandaki tüm insanlar ve özellikle de Ali için kederli ve hüzünlü bir yıldı. Mücadeleci ve fedakar gençlerin yok edilip ezilme haberleri dostlar ve radyo haberleri aracılığıyla her gece kulaklara geliyordu ve Ali'yi şiddetle kendi içine gömüyordu. Sanki aydın güçlerin



ve vatansever gençlerin Savak elleriyle öldürülmeleri son bulmayacak gibiydi. Tüm bunlara rağmen, yer altı silahlı çatışmalar ve mücadeleler, gizli mücadeleci güçler tarafından aynı şekilde devam ediyordu. Aynı yıl içinde uzun bir süre gizli yaşayan Şehid "Hasan Alad-puş" (Şehid Mahbube Muttahidin"in eşi), Savak güçleri tarafından tanınmış ve silahlı bir çatışma sonucu şehit olmuştu. Hasan, şedadetinden bir hafta önce askeri, güvenlik ve ekonomik projeleri uygulamak için İran'a gelmiş olan üç Amerikalı müsteşara bir yerde saldın düzenleyip kaçmayı başarmıştı. Bir hafta sonra Hasan Aynu'd-Devle Caddesindeki Sakabaşi Mescidinde arkadaşlarından biri aracılığıyla tanındığını haber alıyor. Hasan, mescidden çıkmanın onun tutuklanması ya da öldürülmesinin söz konusu olacağını bildiği halde mescide olan saygıdan dolayı oradan çıkıyor ve silahlı çatışma sonucu şehit oluyor. O günlerde bizler, yaz tatilini geçirmek üzere Meşhed'e gitmiştik ve Ali öğleden sonra saat ikide radyodan Hasan'ın öldürüldüğü haberim duydu. Çok etkilendi ve üzüldü ve sürekli- kendi kendine, "yazık, yazık, doğru bir iş yapmadı. Zira o üç Amerikalının yerine çabucak başka üç Amerikalıyı atarlar. Fakat bizim memleketimiz için bir başka Hasan ne zamana kadar tekrar meydana gelecek." diye söyleniyordu. Ali, silahlı mücadeleye asla inanmıyordu ve bilinçlendirme fikri hareketine inanıyordu. O gece, daha fazla bir bilgi almak için bir dostun evine gittik. Orada kalan Mahbube'nin annesini görmek' istedik. Çok hüzün dolu bir geceydi. Ali bu keder ve hüzün dolu olaydan çok etkilenmişti. Birkaç ay sonra Mahbube'nin öldürüldüğü haberini duyduk. Bu kez de Ali çok etkilenmiş kederli ve çile doluydu. Bir süre sonra bize Muttahidin Bey'in evinde küçük bir anma toplantısı yapılacağı haberi geldi. Ben bir arkadaşımla birlikte o toplantıya gittim fakat Ali evde kalmaya mecburdu. Çünkü genel toplantılara katılma izni yoktu. Bundan dolayı Mahbube'nin anne ve babasına hitaben bir mektup yazdı böylece onların gönlünü alıyordu: Ve siz ikiniz de Ey bacı ve ey kardeş Sizi görmek benim için ne derece lezzet vericiydi, bu gece hüzün verici ve zordur. Siz ikiniz, bu alçak, çirkin ve aşağılık dünyada ne kadar da yüce, güzel ve üstün olmuşsunuz, sizin karşınızda kendimi çok küçülmüş hissediyorum. Ben ki kendimi hep iman, işar, sabır ve Hak kulesinde



oturan biri olarak görüyordum şimdi sizi izlemek için başımı o kadar kaldırmalıyım ki şapkam başımdan düşüyor ve... Sizin evlatlarınız "Kızıl ölüm"ü bu nesil için tefsir ettiler, siz ise "Kızıl Sabr"ı! Asrımızdaki İslâm 'a ve ümmetimizin yeni neslini eğitmede yapmış olduğunuz yeni iş budur... "184 Mahbube'nin şehadetinin kırkıncı gününe yakın bir zamanda arkadaşlarla Mutahhidin Bey'in evine gitmeye karar verdik. Çünkü onların bununla ilgili olarak resmi toplantı yapmalarına izin verilmiyordu. Arkadaşlar, normal bir şekilde bir araya toplanacaklarını söylemişlerdi. Bu kez de Ali evde kalmak zorunda kalmıştı. Bu yüzden, Aladpaş ve Muttahidin ailesiyle dertleşmek için önceki geceden kendisiyle başbaşa kaldı. Bu toprakların halkının en iyi evlatlarından iki kişiyi kaybetme kederinde ağıt içine düştü ve bu gece kendi içine gömülmenin neticesi, bir ağıttı ki kendisi onu kederli ve hüzünlü bir ruh hali içinde onun o andaki ruh halini gösterir bir tarzda bir kasete okumuştu. Ali bu kaseti bana verdi ve, "Bunu Muttahidin Bey'e ver ve ona şayet meclis uygun olursa diğer dostların da duyması için bunu çalmasını söyle" dedi. Fakat ne yazık ki o gece, meclisin dostça olması ve kimsenin anlamaması kararlaştırılmasına rağmen meclisin güven ortamı şüpheli görülüyordu. Hatırlıyorum ki meşhur siyasi birçok kişi de o mecliste bulunuyordu. Fakat şüpheli ve tanınmayan bazı kişiler de orada bulunmaktaydı. Muttahidin Bey, yas töreninin sahibi olarak, sürekli misafirlere dostça konuştukları sözlere dikkat etmeleri noktasında ikazlarda bulunuyordu ve hemen hemen herkes sessizlik içindeydi. Ben, gizlice kaseti Muttahidin Bey'e verip Ali'nin mesajını ona ulaştırdığımda kendileri, "Bu gece bunu dinletmemiz uygun 184 Bütün Eserler, No:1, Tanıdık Muhataplarla, s.233 208 209 değildir" dedi. Fakat daha sonraları güven ortamı biraz daha iyileştiğinde yani Ali İran'dan yurt dışına çıktığı zaman bir arkadaş, Muttahidin ailesinin yanında böyle bir kasetin varlığından haberdar oldu. Ve bir gece herkes bir araya toplanıp bunu dinlemek için bir oturum düzenledi. Daha sonraları bu kaset yazıya döküldü ve "Hasan ve Mahbube" adıyla bağımsız



bir kitap halinde yüksek bir tirajda bastırılıp yayınlandı. Bu tarihten itibaren, yani 55 yılı ortalarından itibaren Ali, ciddi ve takipçi bir şekilde hicret düşüncesine düştü. Teorik açıdan kendisinin de defalarca söylediği ve yazdığı gibi kendisi için muhaceret gereği kesin bir hal almıştı: "Hicret, insani toplumsal sorumluluğu ya da kişisel sorumluluğu kendi içinde hisseden ve gerçek itikadi bir ekolün esası üzerine onu yürütmesi gereken insanlar için itikadi bir hüküm ya da toplumsal bir risalettir. "W5 Yada: "İman merhalesine ulaşan insanlar vardır. İman merhalesine ulaştıktan sonra hicret ile ilgilenirler, neden? Zira biliyorlar ki şayet kalırlarsa ıslah ve çalışma alanı kendileri için mümkün olmaz ve şartlar onların ellerinin bağlı olduğu bir şekildedir ve her türlü bir ıslah hareketine el atmak kendileri için mümkün değildir. Bunlar muhaceret ile uğraşırlar ve yeryüzünde kendileri için uygun gördükleri bir yere hicret ederler ve orada kendi cihatlarına terk etmiş oldukları toplum ile başlarlar. Zira bir iş yapamazlar. Toplumla, gelenekle ve toplumda var olan hastalıklarla toplum dışında savaşmak için toplumdan çıkarlar. Bu hicret, cihad ve cihadın sonuca ulaşması için yapılır. "W6 56 senesinin Ferverdin ayının son günlerinde kendisiyle bağlantı halinde olan Hüseyniye-yi İrşad'daki dostlarına onbeş sayfalık bir mektup yazdı. Bu mektup, onun son yazdıklarındandı. Bir gün onu bana verdi ve, "bunun bir fotokopisini al ve aslını Hüseyniye-yi İrşad adresine postala" dedi. Mektup şikayet içerikliydi ve onda Hüseyniye-yi İrşad'ın yetkililerinin iyi niyetine rağmen onun imkanlarından beklendiği şekilde halkın düşünce185 Bütün Eserler, No:23, s.344 186 Bütün Eserler, No:23, s.360 sinin bilinçlendirilmesi açısından yararlanılmadığı hatırlatılmaktaydı. Hicretin Şartları Ben, o andan itibaren Ali'nin dostlarıyla İran'dan çıkacağına ilişkin gizlice görüşmeler yaptığını hissediyordum. Fakat onun ayrıntılarından habersizdim. Sanki İran'da kalmanın onun için artık mümkün olmadığını açıkça kavramıştım. 1356 yılı Urdibehişt ayının ilk günlerinin birinde Ali'ye, "Ben çok yorgun bir haldeyim ve yılsonu sınavlarından ve çocukların tatile girmesinden sonra İhsan'ı görmek için Amerika'ya gitmek istiyorum" dedim. Ali'nin bu öneriye çok iyi baktığını gördüm ve, "Çok iyi olur, sen git ben de geleceğim" dedi. İnanamıyordum. Ona, "Ciddi



söylemiyorsun" dedim. O, "Neden? Ben kaç zamandır bu yolculuğu düşünüyorum, fakat kendimin yurtdışına çıkış yasağımın olmasından dolayı ne yapacağımı bilemiyorum" dedi. Bütün olarak, Ali'nin İran'dan çıkışı için üç yolun araştırılmaya değer olduğu görülüyordu: 1. Cezayir üniversitelerinde ders vermek üzere Ali için resmi bir davetin alınması ve daha sonra da onun çıkışı ve programın başlaması için yurtdışındaki dostlar aracılığıyla Cezayir'deki Üniversite yetkilileriyle bağlantı kurup görüşmek. 2. Ülkenin doğu ya da batı sınırından gizlice çıkmak ve daha sonra uygun bir yerde kalması için vize işlemleri yapmak. 3. Normal ve serbest bir şekilde ülke dışına çıkabilsin diye Müstear isimle bir pasaport çıkarmaya çalışmak. Her üç yol da Ali'nin dostları tarafından ciddi bir araştırmaya tabi tutuldu, bunun yanında Ali'nin Savak'taki tüm dosyalarının "Ali Şeriati" ya da "Ali Şeriati Mezinani" adıyla sınıf-landırıldığı anlaşıldı. Hatta Ali'nin İran'daki ve Fransa'daki öğrenim diplomaları, Horasan Bölgesi Kültür Dairesindeki ve Meşhed Firdevsi Üniversitesindeki idari hükümleri tamamen "Ali Şeriati" ya da "Ali Şeriati Mezinani" adıyla çıkmıştır. Oysa ki Ali'nin soyadı kimliğinde de olduğu gibi "Mezinani" idi, "Şeriati" ya da "Şeriati Mezinani" değildi. Tıpkı Ali'nin önceki pasaportu da "Mezinani" yani Ali'nin gerçek soyadıyla çıkarılmıştı. Bundan dolayı dostlar, ilk önce diğer iki yolu hiç incelemeksizin üçüncü



210 211 yolu denemeye ve işlemlere başlamaya karar verdiler. Tamamen sessizlik içinde yürütülecekti. Bu takdirde Ali'nin benim İhsan'ı görmek amacıyla ülke dışına çıkma noktasındaki önerime muvafakat vermesi gerekiyordu. Ali'nin kendi pasaportumu çıka-rabilmem için bana yetki vermesi çocuklar için de vekalet vermesi gerektiği, fakat bundan önce alıp alamayacağı belli olması için kendi pasaportu için bir girişimde bulunması üzerinde anlaşıldı. Bunun yanında yurtdışına çıkış planı ortaya çıkmasın diye Ali tüm emniyet işlemlerini yoluna sokmalıydı. Bu nedenle de Ali'nin pasaport müracaatı yönündeki tüm idari işlemlerinin yürütülmesini benim



üstlenmemi ve onun hiçbir şekilde sözkonusu merkeze müracaat etmemesini kararlaştırdık. Çünkü birilerinin onu tanıması mümkündü. O dönemde emekli bir kimse için pasaport alma şartlarından birisi güvenilir bir kefilin varlığıydı. Yani tarafın ülkesine geri dönme zorunda olması için çalışan bir memurun emekli bir kişiye kefil olması gerekiyordu. Bunun üzerine ben eğitim ve öğretim ile uğraşan bir memur olduğumdan kanuna göre, eşimin kefilliğini üstlenebiliyordum. İlk önce Tahran 13. bölge Eğitim-öğretiminden memur olduğuma dair bir belge aldım. Daha sonra Ali ile birlikte işyerimin bulunduğu bölge karakoluna gittik. Memnunluk vericidir ki kefilliğimi kabul ettiler. Daha sonra gerekli belgeleri hazırladım ve pasaport şubesine gittim. Orada "M" harfi bölümüne müracaat ettim. İstemeyerek de olsa belgeleri benden aldılar. Zira müracaat sahibinin kendisinin belgeleri vermesi gerekiyordu. Fakat o dönemlerde genel olarak belgeleri teslim etme esnasında fazla bir zorluk çıkarılmamaktaydı. Tüm bunlarla birlikte ilgili memur, "pasaportu almak için müracaat edenin kendisinin gelip alması gerekir" diye tekitte bulundu. Eve döndüm ve olanları Ali'ye aktardım. O, sevindi ve şöyle dedi: "Ne iyi oldu, bu arada, yani olumla ya da olumsuz cevabı alıncaya kadar benim babamı, kız kardeşlerimi ve diğer akrabalarımı görmek üzere Meşhed'e ve Mezinan'a gitmem daha iyi olur. Elbette onlara yolculuğum konusunda bir şey söylemeyeceğim. Çünkü şayet pasaportumu verirlerse fırsatı kaçırmamalıyım ve bir an evvel ülke dışına çıkmalıyım. Zira emniyet görevlilerinin benim yolculuğumdan haberdar olmaları mümkündür. Bir sonraki hafta sen kendin pasaport şubesine git, benim kendimi göstermemem daha iyi olur. Şayet benim pasaportumu alabildiysen telefonla bana haber ver ve, "Mona hastalandı, durumu iyi değil, gel" de. Ben vakit kaybetmeden hareket ederim." Bir sonraki Çarşamba günü pasaport şubesine, gittim, kendi kimliğimi ve İhsan'm kimliğini beraberimde götürdüm ve ilgili memura, "Eşim hasta olduğu için lütfen onun pasaportunu bana verin" dedim. Başta karşı koydu ve, "Kendisi olmalı, eşinizin pasaportunu size veremem" dedi. Ben büyük bir ısrar ve ricayla, "Eşim hasta ve güçsüz, hareket edemiyor ve yatakta yatıyor" dedim. Kimlikleri göstererek ve binbir tür delil sebep vb. getirerek Ali'nin pasaportunu alabildim. Sevinçle eve döndüm. Hiç vakit kaybetmeden Ali'ye telefon ettim ve pasaportunu aldığımı ona kapalı bir şekilde ilettim. Tesadüfen Ali de o gün amcasının oğlu Şeyh Mahmud ile Meşhed'e



dönmüş ve evde benim telefonumu bekliyordu. "Yarın sabah uçakla geliyorum" dedi. Kız kardeşi Tahire şöyle anlatır: "Meşhed'de bulunduğu o günlerin birinde hep beraber İmam Rıza 'nm Haremine gittik. Yeni yolda Ağabeyim bana, "Çocukları yanıma bırak ve sen git ziyaret et, ben daha sonra ziyarete giderim " dedi. Ben Haremin içine girdim, ziyarette bulundum ve döndüm.- Ağabeyim ziyarete gitti ve döndüğünde, "Ben tüm hayatım boyunca-İmam Rıza'nm HaremindeAllah'tan üç şey istedim ki bunların ikisi yerine geldi. Bugün bu kutsal haremde dedim ki Allah 'im, sen de biliyorsun ki ben senden fazla bir şey istemiyorum. Sadece beni şu an içinde bulunduğum bu hayattan kurtar!!!" Amcasının oğlu merhum şeyh Mahmud Şeriati şöyle anlatıyordu: "Ali Bey'in Meşhed'e gelişinin son günlerinde bir gün onunla birlikte evden çıktık ve yürüyerek Hazreti Rıza'nm haremine kadar gittik. Hazreti Rıza'nm Hareminde, Doktor, Hazretin ba-şucunda edeple durmuş ve kendi içine dalmıştı. Ve hiçbir şey konuşmaksızm onun gözyaşlarının gayri ihtiyari olarak aktığını gördüm... Normal dışı bir durumdaydı, cezbe ve ihlas hali... Oradan sonra, "Kal annemin mezarına gidelim" dedi (annesiAllah rahmet eylesin- Yeni Yolda defnedilmişti). Orada da Fatiha ve bir başka sure okudu ve mezara o derece dalmıştı ki sanki annesiyle konuşur bir haldeydi... Herkesle vedalaştı, nihayet eşi Tahran'dan telefon açtı ve, "Mona'yi hastaneye götürmek



212 213 istiyorlar" dedi. Doktor hiç vakit kaybetmeden Tahran 'a gitmeye karar verdi. Biz kapıya kadar gittik, "Artık gelmeyin" dedi ve Allah'a ısmarladık deyip gitti. Gitme konusunda bize hiçbir şey söylemedi. Sadece bazen, "Gel otur, bu saatlerin değerini bil, Hazreti Süleymanm kiliminin üzerine oturup uçmak istiyorum" diyordu." Perşembe, sabah saat 7.30'da Ali Tahran'da idi. Eve ulaşır ulaşmaz hal hatır sorduktan ve kendi ifadesiyle, bir mucize olan pasaportunu almaktan duyduğu memnuniyeti ifade ettikten sonra, "Gel, gidip hemen bugün biletleri alalım" dedi. Birlikte uçak bileti almak için Sabana bürosuna (İran'daki Belçika havayolları şirketi) gittik ve 26 Urdibehiş için yani dört



gün sonrası Belçika'ya gitmek üzere bilet aldık (o dört gün bizim için çok heyecan ve ıstırap doluydu). Bilet aldığımız gün Ali, hakikaten kendindeydi, kendi kendine şiir söyleyip gülümsüyordu. Ona, "Artık senin bugün hayallerin rahat ve bileti de aldığımıza göre, gel de gidip çocuklara bir tatlı alalım" dedim. Tatlıcıya doğru gittik. Fakat ikimizde iki tümenden fazla paramızın olmadığını gördük. Oysa o dönemde bir kilo tatlı üç bucuk tümendi. Her neyse elimiz boş eve döndük. Cuma günü de müslüman Mühendisler Birliği'ndeki dostlar Kurban Bayramı vesilesiyle Kerec Mordabad'mda bir ağarlama düzenlemişlerdi. Arkadaşlarımızdan birisi, bize yarın o ağarlamaya katılmamız için telefonla davette bulundu ve ertesi gün de evimize geldi ve biz o-nunla birlikte Kerec'e gittik. Orada Ali, tüm arkadaşlarıyla ve düşünce birliği içinde olduğu kimselerle tek taraflı olarak veda-laştı ve Allah'a ısmarladık dedi. Zira onlar bu görüşmenin Ali Şeriati ile İran'daki son görüşme olduğunu ve belki de ebedi bir vedalaşma olduğunu bilmiyorlardı. O gün, Ali "Sade Yaşam" konusunda bir konuşma yaptı ve vedalaşma esnasında Şah Hüseyni Bey Ali'ye, "Doktor bey, bugün yemeğimiz güzel değildi, yediğiniz etsuyu pek de iyi pişmemişti. Pazartesi günü yine misafirlerimiz var. Siz de buyrun gelin, o gün misafirlere bakla pilav vermek istiyoruz" dedi. Ali de şakayla, "Beyefendi, neden bizi davet ederken etsuyu ikram ediyorsunuz da başkası için ise bakla pilav!!" cevabını verdi. Herkes güldü ve bu şekilde dostlardan ayrıldı. Hareketten önceki gün de ben kendi akrabalarımı bir bahaneyle davet ettim. Misafirlik boyunca Ali, bizim ilk tanışma ve beni istemeye geldiği gün üzerine annemle sohbet ediyordu. Güzel bir geceydi, ailenin diğer fertleri de geçmiş anılara kulak veriyor, gülüyor ve bu samimi ve güzel sohbetten lezzet alıyorlardı. O gece vedalaşma esnasında Ali, sessizce kardeşlerime, "Yarın yolcuyuz" dedi ve yolculuğun sebeplerini de onlara söyledi. Bu durumdan kesinlikle haberi olan büyük ağabeyim hayretler içinde, "Acaba size pasaport verilmesinin ve yurtdışına çıkışınıza izin verilmesinin bir tür komplo olmasını ve sizi yurtdışında sessiz sedasız bir şekilde ortadan kaldırmalarının mümkün olduğunu düşünmüyor musunuz?" dedi. Tesadüfen o gece televizyonda bir dizi oynuyordu ki Ali'nin son günlerindeki yaşamıyla çok benzeşen bir kadere sahipti. Bu esnada Ali sigarasını yaktı ve derin bir düşünceye daldığı bir halde, oda boyunca tur atıyor ve televizyonu izliyordu. Birkaç dakika sonra başını kaldırdı ve gülümser bir halde, "Sanki bizim kaderimiz



de belli olmuş gibi"187 dedi ve gülümsemesine devam etti. 1356 Urdibehiş ayının 26. gecesi kız kardeşim, beni ailemi ve diğer kızkardeşlerim ve ağabeylerimin ailelerini kendi evine davet etti. Bana, bu toplantının Ali'yle vedalaşma ve uyma toplantısı olduğunu söylemişti. Misafirlik süresi içinde Ali'nin kendisi de sessiz bir şekilde herkese yolculuğa çıkmak istediğini söylemişti. Ruhsal yapısı çok yerindeydi. O gece geçmişteki hatıralarından söz ediyordu ve rahmetli babamdan (Allah rahmet etsin) bir anısını anlatıyordu. Vedalaşma esnasında bir şekilde herkesten helallik diledi ve kimsenin bu yolculuktan haberinin olmamasını istedi, şayet Savak makamları bu yolculuktan haberdar olurlarsa onun gidişine engel olacaklardı. Bunun için de hiç kimsenin onunla birlikte havaalanına gelememesi daha iyi olurdu.188 Ailenin gidişinden sonra Ali'nin biraz dinlenmesi ve onun çantalarını hazırlamam için ısrar ettim. Fakat o: "Odama gidip rahat bir düşünceyle babama bir mektup yazmak ve yolculuk planımı yazmayı ve ona Meşhed'de iken neden bu olaydan söz etmediğimi açıklamak istiyorum." ûfedi ve gidişinden sonra bu mektubu bir yolcu ile babasına göndermemi istedi. Ben, onun büyük ruhsal bir sıkıntı ve bedensel bir yorgunluğa dayanmış olduğu durumundan endişe içinde olmama rağ187 Filimdeki bir yazarın öldürülmesine işaret ederek 188 Dr.Rıza Şeriat Razavi'nin hatıralarından 187 187 214 215 men teslim olmaktan başka da bir çarem yoktu. Her neyse saat gecenin on ikisinden sonra mektubu yazmaya başladı. Sabah ezanında uyandığımda o hâlâ yazıyordu. Benim uyandığımı gördüğünde çağırdı ve, "Gel, bak Kur'an'la meşverette bulundum ve hangi ayetin geldiğini bir gör" dedi ve bir vecd hali içinde olduğu bir halde, "Hicretten önce Allah ile meşveret etmek istedim " dedi." Namazı kıldıktan sonra, bu yolculuğu hakkında bana bir şeyler söylesin diye istek ve ricada bulundum. Söyleyeceğini söyledi ve şu ayet geldi: "İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad



edenler için Allah indinde büyük bir makam vardır ve onlar sevinç içindedirler." Ali, "Ben bu istihareyi iyiye yorumluyorum" dedi. Benim için anlattıkları ve bu ayetten çıkardıkları konusundaki düşüncelerini babasına da yazmıştı. Nihayet mektubun yazımı sabah saat 6.30'a kadar devam etti. Dr. Rıza o güne dair hatırasını şu şekilde açıklar: "Saat 6.30 civarında ben tek başıma Doktor'un evine gittim ve onunla birlikte havaalanına gitmek istediğimi söyledim. O büyük bir memnuniyetle bana aile fertlerinden kimsenin onun yanında olmasının uygun olmayacağı konusunda beni tatmin etti. Ve biz ister istemez, bir aile olmamızın dışında çok candan iki dost ve iki eski arkadaş kendi ifadesiyle, aynı yürek ve aynı renkten olan birkaç arkadaştan, biri olduğumuz halde birbirimizle vedalaştık. Ona, kız kardeşim ve çocukları konusunda her ne yapılması gerekiyorsa bana bırakmasını ve onlara, babalan-nm yokluğunda her ne işleri olursa bana gelmelerini söylemesini istedim. Dr. Ali büyük bir tevazu içinde beni kucakladı ve, "Bu konuda benim senden başka kimsem yoktur ve ailem konusunda senin yapabileceğin her şeyi yapacağından emin olduğum için rahatım" dedi ve böylece birbirimizden ayrıldık. Ben Ali'nin bu yolculuğundan çok endişeli ve korku içindeydim!" Sabah saat yedide, daha önceden Ali'nin yolculuk olayı içinde yer alan ve onu birlikte havaalanına götürmek için kararlaştırdıkları dostumuz Abdullah Radniya Bey geldi. Ali aceleyle mektubu bitirdi ve gitmek için hazırlandı. Susen, Sara ve Mona babalarına bakıyorlardı. Babalarıyla birlikte havaalanına gitmek istediklerini belirttiler. Fakat Ali, "Senden başka kimse gelmemeli, yalnız gitmemiz daha iyi olur." dedi. Bu esnada Ali bana, "Mansuriyan Bey'e de kendisiyle vedalaşmak üzere buraya gelmesi için telefon aç" dedi. Ben, hemen telefon ettim. Evleri bize yakın olduğundan çok seri bir şekilde geldi. Mansuriyan Bey şöyle anlatır: "Saat sabahın sekiziydi ki telefon çaldı. Şeriati'nin hanımı Puran, kapalı fakat sıkıntılı ve şüpheli bir sesle, "Hemen şimdi bizim eve gelin" dedi. Önemli bir şey mi? Diye sordum. "Ali'nin sizinle işi var, sizi görmek istiyor" dedi. Biraz geciktim ve daha sonra hızla Doktor'un evine kendimi ulaştırdım. Doktorun evinin önünde, Radniya Beyi otomobilinin içinde oturur bir halde gördüm. İkimiz de birbirimizi görmekten şaşırdık. Binanın giriş kapısında koridorun yanında Doktorun ortanca kızı Sara, hal hatırımı sordu. Yolculuğa özgü birkaç büyük çanta yere koyulmuştu. Gayri ihtiyari



olarak Meşhed'i ve Doktorun babasının durumunu düşünür oldum. Endişeyle Sara'ya, "Büyük babana bir şey mi olmuş? Meşhed'e mi gitmek istiyorsunuz?" diye sordum. Sara tutuşmuş bir sessizlik içindeydi ve cevap vermekten kaçınır bir hal içinde başını önüne eğdi, yüreğim ağzıma gelmiş endişe içinde "Baba Ali gitmek mi istiyor? Diye sordum. Elleriyle ve yüz ve göz işaretleriyle ve dudağını kıpırdatmaksızm olumsuz ve şüpheli bir cevap verdi... Kapıyı açtım ve koridordan salona girmek istedim. Doktoru gördüm, memnunlukla karışık bir gülümseme fakat solmuş bir renk ve derin bir sigara çekişiyle ikinci kat merdiven basamaklarından iniyordu. Beni görünce aşağıya inişini hızlandırdı, iki kolunu açtı ve beni kucakladı, sıkı bir şekilde kucaklayıp öptü. Hiçbir zaman unutamayacağım bir hal içinde, "Gidiyorum" dedi ve soru sormaya yer bırakmadı. "Seni görmeye imkanım olmadı, Puran 'a sana telefon açmasını söyledim ki buraya gelesin ki..." dedi ve hareket etti. Gitmek üzere bana sırtını dönmüştü. Yüksek ve öfkeyle karışık bir sesle muhatabımın arkasından, "Ben ne yapayım?!" dedim. Doktor, koridorun sonunda çıkış kapısında, rahat bir şekilde döndü ve, "Vardığımda sana mektup yazarım" dedi ve otomobile bindi ve Puran Hanımın yanına oturdu ve el ve baş hareketleriyle bizimle vedalaştı. Çok iyi hatırlıyorum, Susen, Sara, Mona ve benden ayrıldığı o son



216 217 anlarda Allah 'a ısmarladık işaretiyle ve sevgi ve samimiyet göstergesi olan bir el salladı ve bizler saygı, hürmet ve öfkeyle onlara bakıyorduk. Nihayet uzaklaştılar ve ben hemen çocuklarla vedalaştım ve iş yerime gittim. Yol boyunca gözyaşlarım durmak bilmedi. Dudaklarımın altında mırıldanıyordum: Ey kervan yavaş sür, zira sessizce ruhum gidiyor Kendimle taşıdığım bu gönül, gönül dergahıma gidiyor İşyerime vardım, çocuk kreşindeki yazıcı benim kıpkırmızı olmuş gözlerimi görünce hiçbir şey söylemeden içinde bulunduğum durumu anladı. Üç buçuk saat sonra, Puran Hanım kreşinin bürosunun kapısını açtı ve çocuk yuvası kreşinin öğrencisi olan Mona'yi bana havale ederken, "Doktor uçtu" dedi.



Doktor gitti... Puran Hanım gittikten sonra telefon ahizesini kaldırdım ve gururla ve kapalı bir şekilde bu haberi dostlarıma verdim. "wç Havaalanına vardığımızda kardeşim Dr. Hamid'in de Ali'yi yolcu etmek için geldiğini gördük. Ali ve Radniya Bey bir köşeye oturdular ve ben ve kardeşim Hamid de kimse bizi Ali'yle birlikte görmesin diye biraz uzakta oturduk. Ali, başında bir külah, gözüne büyük bir gözlük takmasına rağmen yine de endişe içindeydi. Kimse onu tanımasın ya da tabii olarak havaalanında sürekli bulunan Savak görevlilerinin onu tanımamaları için başını önüne eğmişti. Çok hassas anlardı. Hiçbirimiz konuşmuyorduk. Ben Ali'nin sıkıntısını anlıyordum. Onun yanma gittim ve bir şey konuşmuş olmak için ona, "Ali can, senin gitmenle birlikte bizler burada ne yapalım? Acaba sürekli Avrupa'da mı kalmak istiyorsun yoksa Amerika'ya mı gideceksin? Esas olarak programın nedir?" dedim. Yurtdışına çıkacağına inanamayan Ali endişeli bir şekilde, "Şimdilik sabret, gör de benim yurtdışına çıkmamı bırakırlar mı?" Şayet gittiysem daha sonra sana ne yapacağınızı yazarım. Ben şu anda hiçbir şey söyleyemem" cevabını verdi. Sabırsız olduğunu gördüm, ben de sustum. Nihayet, Belçika'ya gidecek yolcuların transit salonuna geçmeleri anons edildi. Ali kalktı ve bizimle vedalaştı. Çok şey yüklü anlardı. Gözlerimizle onu izler189 Husrev Mansuriyan Bey 218 ken transit salonuna doğru gitti. Pasaportunu ona verdiklerini gördüm ve artık dönmedi.190 Biz bir saat kadar havaalanı salonunda oturduk, Ali'nin gittiğinden emin olduktan sonra eve döndük. Böylece Ali "Sabana" uçağıyla Brüksel'e gitmek üzere Tahran'dan ayrıldı. Bu uçağın Atina'da kısa bir süre için durması esnasında Ali iner ve 24 saat Yunanistan'ın başkenti Atina'da kalır. Bu yol güzergahını değiş-tirmesindeki amacı büyük bir ihtimalle bir güvenlik tedbiriydi. Onun kendisi İran'dan çıkışı konusunda şöyle yazar: "Sonunda Pazartesi sabahı Süleyman'ın kilimi Sabana'nm üzerinde İskender'in zindanından uçtum! Yürek hoplatan, korku ve ümit, esaret ve kurtuluş ve o korku dolu anlar ve dehşet verici dakikalarda Sırat köprüsünden geçmek. Fakat takdirden başkasının bilmediği bir meçhul... "191 Söylendiği gibi, Ali büyük bir ihtimalle bir günden fazla A-tina'da kalmaz ve ertesi gün bir başka uçakla Belçika'nın başkenti Brüksel'e gider.



Brüksel'de iki gün kalır, orada, tipini, tarzını değiştirerek ve asla tutkun olmadığı konularla uğraşmak ile birlikte babasına bir mektup yazar ve bunu Hasan imzasıyla ona gönderir. Mektubun metni şudur: "Çok aziz babacığım, sana selamlarımı arz ediyorum. İyi olmanı diliyorum. Ben birkaç günlüğüne Noel tatili için Brüksel'e geldim ve yeriniz boştur. Ne güzel, hoş, rahat ve sakin bir su ve hava vardır. İnşallah bir an evvel ortadan kalkacak olan uzaklığınızdan başka bir endişem yoktur. Benim bitkinliğimden hiçbir belirti yok ve tıpkı doktorların dediği gibi sadece istirahat etmeliyim ve tedavi olmama gerek yoktur. Bundan dolayı geldiğimden beri sadece yiyip içip yatıyorum. Bu tür bir yaşam da sınavlarda zorlanmış olan benim için 190 Ali şehadete erdikten sonra, büyük bir dost ve tamdık kişi beni görmeğe geldi. Dostlardan biri, Ali'nin uzun süre yurtdışında kalmış ve onun devletle olan çatışma derecesinden haberi olmayan eski tanıdıklarından birinden aktardığına göre, şöyle diyordu: "Tahra Mihrabad havaalanındaki transit salonundan geçerken Dr. Şeriati'yi gördüm, onunla selamlaştun, fakat çok endişeli görünüyordu ve benimle fazla konuşmadı." Aynı Bey, "Tesadüfen o uçuş yaklaşık iki saat kadar ertelendi ve bu saatlerin Ali için ne kadar sıkıntılı geçtiğini hissetmek mümkündü" demişti. 191 Bu not, muhtemelen 26 Urdibehiş 1356 gününde alınmış olmalıdır. Bütün Eserler, No: 1, s.261 219 müthiş bir zevk veriyor. Tüm yorgunluğumun ortadan kalktığını hissediyorum. Ve bundan önce ki hasta olduğumu, gayri tabii ve sinirlerimin bozulduğunu düşünüyordum, bunlar tamamen ruhsal yorgunluk ve sınavların zor oluşundanmış. Bu tür bir sınavı icat etmek ne kadar da zor ve ağırmış. Ve başarılı olanlar ne kadar da azdır. Elbette benim başarılı olmam, daha çok akrabalarımın duası ve özellikle de kendisine çok inandığım Bibi Fatma'nın'92 adağıydı. Çünkü nesebi sahih bir seyyiddir ve dilinin aksine kalbi güneş misalidir. Bu yılın öğretim dönemi başından itibaren Fakülteye gireceğimden ve iş programım ağır olduğundan dolayı bu iki-üç ayı sadece dinlenmekle geçirmeyi düşünüyorum ta ki Allah'ın lütfuyla derse hazır olayım. Elbette çok sevdiğim ailemden ve akrabalarımdan uzak olmak da benim için çok zordur. Fakat anne kuzusu olmamaya çalışıyorum ve derslerimde ilerlemeyi daha önemli sayıyorum. Allah 'm bu yolda bana kalp ve gayret



gücü bağışlayacağını biliyorum. Sizlere Allah 'a ısmarladık diyor ve sizleri Allah 'a emanet ediyorum." Msktubun geri dönüş adresini de yanlış yazıyor ve öylece postalıyordu. Ali, Belçika'dan İhsan için Amerika'ya bir mektup gönderir ve memleketinden hicret ettiğini bildirmesinin yanında ondan kendisi için Amerika'ya gidiş konusunda araştırma yapmasını ister. Bu mektup İhsan'm eline ulaşır ve o da hemen babasına cevap yazar. Ali şehadetinden bir gün önce İhsan'm mektubunu alır ve ondan çok memnunluk duyar. Ali'nin mektubu şöyledir: "Aziz İhsan!19.3 Benim Belçika'dan sana mektup yazıyor olmama kesinlikle çok şaşırıyor sundur! Allah in yaptıklarından ne gördün ki? Benim hayatım baştan sona yüce Rabbimizin bir lütuf mucizesidir. 192 Bkz. Ekler, Mektuplar, Ali kendinde olduğu zamanlar bana kimlikteki isme göre, "M" diye hitap ederdi. Burada bunun yanında güvenlik konusuna uyması da söz konusuydu. 193 Mektubun yazılış tarihi yaklaşık olarak, 1356/1977 yılı Urdibehişt ayınm son günleridir (27'den sonrası). Bütün Eserler, No: 1, s.262-263 Düşünüyorum da şayet bu olağanüstülükleri bir gün yazacak olsam çok okunur. Allah 'm büyük programı içinde benim yerimin ne kadar olduğunu ve kaderimin ne olduğunu bilemiyorum, fakat şu kadarına eminim ki hiçsiz değildir yoksa defalarca gitmiş olmalıydım ve şu ana dek yedi kefen çürütmüş olmalıydım. O malum mektupta sana yazmış olduğum mektup gibi, benim yaşamım, toplu olarak birkaç beş yıllık programdan ibarettir. Daima bir işe 1 başlamışımdır ve doruğa taşımışımdır ve beş yılın sonunda altüst olmuştur. Her defasında tekrar baştan! Gençliğimin başından 28 Mordad 1332 yılma, Doktor Musaddık 'm düşürülüşü ve diktatörlük rejiminin kuruluşuna kadar beş yıl. Bu dönemden 1337 yılından itibaren birbirine giren ve benim tutuklanmamla son bulan gizli milli mukavemet hareketinin kuruluşuna kadar ı beş yıl. 38'den 43'e kadar Avrupa'da beş yıl, 43'ten 48'e kadar, : başıboşluk, hapis, mukaddime toplamak veFakültede ortam oluşturma dönemi beş yıl. Üniversiteler ve İrşad'daki konferanslar dönemi 51'e kadar beş yıl, ondan sonra hapis ve evde [ oturma ve gizlenme dönemi beş yıl. Ve şu anda Allah in izniyle ; bir beş yıl daha başlatıyorum. Görelim bakalım neyi diler ne • yapar? Allah'a şükür olsun ki bu düzenli ve dönüşümlü yenil-I gilerin tümünü tattım ve



pastam da ısırılmadı. Ne acayip kart-laşmış bir deri! Psikologlar, her nesil birden fazla yenilgiye ta-hammül edemez derler. Ben ise kendimi altıncı, yedinci yenilgi [ için de hazırlamaktayım. Yenilgi ya da zafer, ne fark eder ki. Siyasetçiler, sporcular ve esnaf için bu iki kelime birbirine zıttır. Bizim içinse önemli olan insani görevi yerine getirmek ve Allah'ın yolunu takip etmektir. Şayet zafer elde ettiysek duamız, zulümden, hakkı yok etmekten ve gururdan emanda olmaktır. Şayet yenildiysek kötülükten ve zilletten uzak kalmak ve şehadetin nasibimiz olmasıdır! Hayatı timsah gibi kendi yuvasında kemirmek ve ailesinin saadetiyle uğraşmak gibi kötüdür. Hakikati aramak, özgürlüğü elde etmek ve insanı kurtarmak yolunda çaba göstermek hayatın kendisi ve mutluluğun ta kendisidir. Allah 'a şükür ki ben her ne kadar iyi bir eş ve iyi bir baba olamadıysam da ömrümün bir saati dahi başımı kendi ahırımda tutmadım; imanın ve halkın faydası dışında bir yaşamım olmadı.



220 221 Tek endişem, bu olanların çocuklar ya da hasta yaşlı baba için bir rahatsızlık ve sıkıntı meydana getirmesidir. Allah yolunda her halükarda, her ne olursa olsun kabul ederim ve vazgeçmeyeceğim. Sormaktan korkuyorum, sakın kötü bir haber duyup da zayıflamayayım. Burası öyle bir yerdir ki anlamamak daha iyidir. İnsan ilerlediği yolda tıpkı bir gergedan misali tek başına gitmeli, başını önüne eğmeli ve hislerinin altıda biri yürümekte ve ilerlemekte olmalı, seslerden ürkmemeli, gözü her türlü görüntüyü görmekten kör, kulağı her tür sesi duymaktan sağır olmalı. "... ve yüzünü hanif (Allah 'ı birleyici) olarak dine çevir" (Yunus 105) Baştan ayağa sevgiden oluşmuş olan ve yoğrulmuş olan bizler için bu iş büyük bir rıza ister ve iman ve büyük bir taassub. Allah lütfetsin. Ben fiilen Belçika 'ya iki sebepten dolayı gelmiş bulunmaktayım. Birisi vize istememesiydi. İkincisi de genel geçiş yolundan biraz çaprazdı ve gözden uzak. Bundan dolayı Amerika için de vize alamadım. Sen bir düşün, Mansur ve İbrahim Beylerle bir görüş, buradan benim Amerika vizesi alıp alamayacağım yolları araştır. Acaba evladını görmek ve örneğin bakımını üstlenmek yeterli olmaz mı? Bir sonraki mektubuma



kadar Allah 'a ısmarladık. Bu Mektubu, bir şekilde dolaylı olarak annene bildir." Sana kurban Ali "İhsan"m "Baba Ali"ye son mektubu: Olgun ve yetişmemiş Babam Ali, "Senin sıçrayışının şevkinden dopdoluyum ve bir o kadar da şaşkın ve hayret içinde! Bir kez daha, sizin büyük hayat kitabınız bir yaprak daha yuttu ve Allah 'a şükür ki şu ana kadarkilerin en zoru, en karmaşığı, en bel bükücüsü ve en belirleyicisi olan bu son sayfadan da başınız dik olarak geçtiniz ve Ebu Zer mesleğinden vareste olarak gergedan tek başına yola devam etti. Her tür büklümden azad olan nilüfer "Camu"yu amelde zafere çıkardı. Yoksa kapılarını Brehmen 'e açmak üzere varlık Huması için söz vermiş değil miydi? Ne de güzel söylenmiş olduğunu şimdi görüyoruz. Derya Musa'nın yolu üzerinde açılıyor, İbrahim güler bir halde ateşten kurtuluyor, takva gemisine binmiş olan Nuh, sellerin, fırtınaların saldırısından korkar mı hiç? Muhammed'in hicrethde girdiği mağarayı örümcekler ağlarıyla örmüş ve şirk düzeni askerlerinin gözlerini kör ediyor. Henüz Allah'ın ölmediğini görmek için Nietzsche nerededir! Üzerimden geçtiği yıl "kendi" beni kurtardı. Birazcık "kendisizliği" ve "yabancılığı" bükmem için gittiğinde kızgınlık alevi Ebu Zer idi ki beni Brehmen yapıyordu ve Sırat-ı Müstakim 'e hidayet ediyordu. Mezuniyet şenliğiydi, ve özel elbiseyi bana giydireceklerdi. Sizin, "Bu aba, bizim kendi imamemizdir" sözlerinin bilincinde olarak okul bürosuna gittim ve, "Eğer izin verirseniz kendi milli elbisemle şenliklere gelmek istiyorum, aksi takdirde gelemem" dedim. Cevap olumsuz olduğu için gitmedim. Bunu şunun için söyledim ki bilesiniz ki bana öğrettiğiniz bu "kendilik" siyah kalpten beni kurtardı. "Temiz olmayan temizin etraûndan bir fayda bulmaz ve temiz olan, temiz olmayanın tarafından bir zarar görmez." Evet, o "Ruhu'l-Kuddus" kötülükleri yakıyor. Ve "Felah"ı amacım yapıyor. "Che Guevara"nm da dediği gibi: "Materyalist arkadaşlarım için belki biraz gülünç olabilir fakat bu inkılap, aşk dolu bir duyguyla hidayet bulmuştur." Azim dolu bir beden, şevk dolu bir yürek, susuz bir dudak, yaşlı bir göz ile selamımı kabul edin ta ki "yol"u eskisinden daha kesin olarak "devam"ettirelim. Allah adımlarını daha sağlam kılsın, muzaffer olun.



İhsan 8 Temmuz 1957 -W Hordad 1356 Ali'nin gidişiyle, şiddetli bir burukluk ve ıstıraba duçar oldum. Daha çok da sakın dışarıda iken güvenlik birimlerinin eline düşüp de tutuklanmasın diye endişe ediyordum. Bununla birlikte, Ali'nin yerine rahat bir şekilde ulaştığı haberini alınca birazcık rahatladım ve tehlikenin bir süre için de olsa ortadan kalktığını düşündüm. Bundan dolayı ilk yaptığım şey, Ali'nin mektubunu bir yolcu aracılığıyla babası için Meşhed'e göndermek oldu.194 194 Bu mektuptan bazı bölümler: "Bana karşı bağışlamış olduğu mucizevi tüm sevgisinden dolayı utanç içinde olduğum ve bunları hissetmekle kalbimin sıkıntıda olduğu ve ruhu-



222 223 Bundan sonra insanlarla daha az temas kurmaya çalıştım. Zira dostlar bana, başkalarıyla olan telefon görüşmelerimi bir süre kesmem, mümkün olduğu kadar telefonlara cevap vermeyi mun heyecandan patlayacak olduğu Yüce Allah'ın yardımıyla bu kadarına layık olmadığım halde, bir yola çıkmış bulunmaktayım ki yaşamak ve mutlu olmak için ömrün bir dakikasını bile boşa harcamıyorum ve onun başarıları benim zaaflarımı gidermektedir. Her şekilde geçen bu değersiz ömrün bu şekilde geçiyor olmasından daha lezzetli bir şey var mı? Ve sizler, bu neslin susamış ve muhtaç olduğu, bir iman hakikatine, Kür'an gerçeğine ve Nehcü'l-Eelağe'den bir söze ulaşıp elde etmek için uğraş ve heyecan içinde olduğu şu anda sizin ve sizin gibi birkaç kişinin yolunu gözlemektedir. Gece ve gündüzlerinizin bir saatinin dahi bu aç, susuz ve aşık genç neslin manevi gıdasmı verme dışında geçmesi mümkün değildir. Bir kısım mağaza sahiplerinin, altın, para ve kâr toplama peşinde koşuşturan bir. kısım tüccar kafalıların gelip de sizin meclislerinizde öküzlerinin ve e-şeklerinin sohbetine dalmalarına izin vermezsiniz, ve Zerkeş gibi adamların (Allah için bu ismi saklı tutun! Zerkeş! Altın taşıyıcı! Yani işi, yaşamı boyunca sadece altın toplamak olan, nerede altın ve para olsa oraya çekilen ya da nerede altın kokusunu alsa oraya ulaşmanın, onu çekmenin çaba ve heyecanı içinde olan bir adam, ya da



hak ve batıl ölçüsü değer tartısı altın olan veya. sadece altın taşıyan bir hamal olan bir adam...) pazarda konuşulan, polis ve zabıta karakollarında konuşulan o sözleri yanınıza gelip de sizin o çok değerli zamanınızı almasını ve Kur'an ve Nehcü'l-Belağe'den çıkmış olan o insani sözlerinizi ve zamanınız boşa harcamasına izin vermezsiniz. Her halükarda ben, sizin ilmi tedrisinizden, iman ve takva havuzunuzdan eğitimini almış biri olarak yaşamımı nasıl sürdüreceğimi biliyorum ve sizin ömrünüzle, kıyaslanması mümkün olmayan; ömrümü de boşa harcamayacağım. Sizler Allah'ın, Muhammed'in ve Ali'nin en ilahi ve kutsal sözlerini gece gündüz sex, para, madde kullanımı, çürümüşlük veya materyalizm ile beslenen bu genç nesle ulaştırabilir; Allah; Muhammed; Ali ve bu neslin derdini taşıyan herkes sizi beklemektedir. Şu anda ben, yolculuğa çıkmak üzereyim, Yüce Allah'ın mucizesiyle planladığı bir yolculuk. Bir iki aylığına okuma ve araştırma yapmak ve tedavi için gidiyorum ve inşeallah döneceğim. Sizden izin almamış olmam sizin ruhsal yapınıza, sağlığınıza ve içinde bulunduğunuz duruma olan bağlılığımdan dolayıdır. Evimde ve yurdumda olduğum şu son saatlerde ellerinizden büyük bir hürmetle öpüyor ve sizi bekliyorum, Allah'ın bu yolculuğum konusundaki görüşünü öğrenmeniz için de bana cevap olarak gelen şeyi size naklediyorum: Ağacan! önceki gece Kur'an ile danıştım ve baktım, cevap olarak şu geldi: "Ruhu'l-Kuds'u indirdi...." (Nahl 102). Pazartesi sabahı güneşinin doğmak üzere olduğu ve hareket saati vaktine ne iki saat kadar bir zamanın kaldığı şu anda ise sabah namazından sonra ısrarlı ve muhtaç bir halde O'ndan, bu yolculuğum konusunda bir şey söylemesini diledim ve sözünü söyledi. Sayfanın üst tarafında "Bedd"! yazılıydı. Sarsıldım, ayeti okudum... sevinçten ağladım!" Mektubun tam metni Bütün Eserler, no: 1, 42-47 sayfalarında yayınlanmıştır. çocuklarıma bırakmamı tavsiye etmişlerdi. Gerçekte de çocukların babaları konusunda sorulan sorulara kısa cevaplarla bilmiyorum, Sebzvar'a gitmiş demeleri ve Ali'nin durumundan haberdar olmadıklarını söylemeleri çok da gayri tabii değildi. Fakat ben, Doktorun eşi olarak, onun sorunlarından habersiz olamazdım. Bundan dolayı dostlar, şüphe duyulmasın diye telefonun açık olmasını fakat mümkün olduğu kadar benin yerime çocukların telefona çıkmasını tavsiye ettiler.



Ali'nin mektubu babasına ulaştıktan birkaç gün sonra hicret haberi, onun dostları ve tanıdıkları tarafından yayıldı ve Savak memurlarının kulağına da ulaştı. Bir hafta sonra, Savak tarafından evimize telefon edildi. Daha önceden kararlaştırıldığı üzere Susen telefonu aldı ve görevlinin, "Baban nerede?" sorusuna karşılık olarak, "Sebzvar'a gitmiş" cevabını verdi. Birkaç gün sonra Savak görevlisi tekrar evimize telefon etti. Bu kez Sara telefonu kaldırdı. Sara, şöyle der; "Arayan Hüseyin-zade idi ve babamın izini sürüyordu. Öfkeli bir şekilde, "Doktor Şeriati nereye gitmiş?" dedi. Ben, "Sebzvar'a gitmiş" dedim. "Biz araştırdık, Sebzvar'da olmadığını söylediler395. Babanın nerede olduğunu söyle, Paris'e mi yoksa Hindistan 'a mı gitti?" karşılığını verdi. Ben, "Bilemiyorum, bize Sebzvar'a gideceklerini söylediler" dedim. "Sen ne biçim çocuksun ki babandan haberin yok? Çağır da annen telefona gelsin, onunla görüşeyim" dedi. Annemin evde olmadığını söyledim. Çünkü annemin Hüseyin-zade ile görüşmek istemediğini biliyordum. "196 Bu şekilde Hüseyin-zade üçüncü hafta da telefon etti. Fakat bizim cevaplarımız onlar için tatmin edici değildi. İki hafta sonra Ali'nin İran'ı terk ettiğini anladılar. Fakat hangi ülkeye gittiğini bilmiyorlardı.197 Ali'yi takip etmek ve gözetlemekle görevli olan Hüseyin-zade, Ali'den bir kez daha tokat yediğini anladığında kendini yenilmiş olarak gördü. Bundan dolayı, Savak memurlarından bir grubu, geniş çaplı bir arama için ve Ali'nin yurtdışına çıkışı ile ilgili detaylı bilgileri toplamaları için görevlendirdi. O, 195 Bkz. Ekler, 16 nolu belge 196 Bkz. Ekler, 17 nolu belge 197 Bkz. Ekler, 18 nolu belge 225 224 kendi teşkilatının sözde düşünürlerinin beyinlerinin yardımıyla Ali'yi İran'a geri getirtmenin planlarını çiziyordu. Ta ki işlemiş olduğu kusuru gidermenin yanında daha fazla zararın da önüne geçmiş olsun. Zira Ali'nin yurtdışında bulunuyor olması ve yurtdışındaki öğrencilerin yapacağı açıklamalar, uluslararası alanda çok geniş yankılar uyandırabilirdi. İlk önce, "Dr. Şeraiti bizim iznimizle tedavi amacıyla Avrupa'ya gitmiş, kesinlikle onu biz gönderdik." Ya da "Gitmeden önce birbirimizle sözleşip bazı kararlar aldık"! gibi sözleri her tarafa yaydılar. Fakat bu yalanlarının



hemencecik ortaya çıkacağı belliydi. (Çünkü halk Ali'yi tanıdıkları için bu yalanlara asla inanmazdı). Bu şartlar için de ben de çocuklarla birlikte Amerika'ya gitme hazırlıkları yapıyordum. Ali ile birlikte gitmememizin sebebi, daha önce de söylendiği gibi, benim eğitim görevlisi olmam, Susen ve Sara'nm öğrenci olmasıydı. Bundan dolayı sınav sonuna kadar İran'da kalmak zorundaydık. Benim yolculuktan amacım da yurtdışında sürekli kalmak değildi. Zira ne ekonomik olarak gücümüz yetiyordu ne de böyle bir planımız vardı. Hordad ayının dokuzunda pasaport şubesine gittim ve kendim ve Mona için ortak, Susen ve Sara için de birer pasaport almak için müracaatta bulundum. Daha önceden gerekli belgeleri, Ali'nin pasaportunu alırken kefil olmamdan dolayı hazırlamıştım. Pasaportların hazırlanmasından sonra 28 Hordad günü için Amerika'ya gidiş-dönüş ve İngiltere'de kalma bileti aldık. Endişe, telaş ve ıstırap içinde söz konusu tarihte Amerika'ya gitmek ve oradan İngiltere'ye gitmek ve bir an evvel Ali'den bir haber almak üzere bekledik. İran'da Ali'nin hicreti henüz tam olarak yayılmamıştı. Hatta İngiltere'de de Ali özgür bir şekilde dolaşmıyor ve geniş bir irtibatı yoktu. Zira hakim sistemin normal ve kolay bir şekilde Ali'yi ortadan kaldırma peşinde olduğu yönünde işaretler vardı. Ben de elimden geldiği kadar olayı gizlemeğe ve kapatmaya hatta kendi gidişimden bile birkaç tanıdık dışında söz etmemeye çalışıyordum. Nihayet gidiş günümüz geldi. Annem (Allah rahmet eylesin), kız kardeşim ve ağabeylerim hepsi bizi yolcu etmeye gelmişlerdi, endişe ve ıstırap içinde dakikaları sayıyorlardı. Onlar, gümrük bölümünün camları arkasından bekleyen gözlerle bizi uğurluyorlardı. Gümrükten geçtikten ve çantalarımız tamamen arandıktan sonra transit salonuna geçtik. İlk önce Susen ve Sara'nm pasaportlarını verdiler. Fakat görevli memur, benim ve Mona'nm müşterek pasaportunu her ne kadar aradıy-sa da bir türlü bulamadı ve, "Hanımefendi, sizin pasaportunuz gelmemiş" dedi. Ben ona, "Niçin gelmemiş?" diye sordum. Bana, "benimle bir ilişkisi yok, gidin bürodan sorun" dedi.198 Ben, kesinlikle bana pasaport vermeyeceklerini bildiğim halde, olayı normal bir şekildeymiş gibi göstermek için havaalanındaki emniyet bürosundaki memurların yanına gittim ve kendilerinden durumu incelemelerini istedim. Onlardan biri, Bibi Fatma Şeriat Razavi'nin (kimlikteki ismim) adının da bulunduğu yurtdışına çıkış yasağı olanların listesini bana gösterdi. Bu konu çok da beklenmedik bir şey değildi benim için. Zira ben Ali'nin kefili idim ve tabiiydi. O'nun yurtdışına çıkışı onların



işini zora sokuyordu ve sonuç olarak da bana zorluk çıkarıyorlardı- Ali'yi dönme zorunda bırakmaları ya da ondan bir imtiyaz almak onların bir başka amacı da olabilirdi.199 Her halükarda bu olay karşısında çok zor bir durumla karşı karşıya kaldım. Araştırma ve düşünme için yeterli fırsatımın olmadığı halde Susen ve Sara'yı gönderip göndermeme noktasında çok hızlı bir şekilde karar almalıydım. Hiç fırsat kaybetmeden onları Ali'nin yanma göndermeye karar verdim. Ta ki hem birazcık da olsa yalnızlık üzüntüsünden çıkmış olsun hem de benim onlardan yana düşüncelerim rahat olsun. Onları çağırdım ve gitmeye razı ettim. Yolculuk için hazırlamış olduğum parayı da onlara verdim ve baba Ali'ye vermelerini söyledim. Onlar çok şiddetli bir şekilde ağlıyorlardı ve beni merak ediyorlardı. Ben de kendi hıçkırıklarımı tutamamamla birlikte, "sizin burada kalmanız halinde benim ve Baba Ali'nin endişesi daha da artacaktır, bir takım problemlerimiz sizin gidişinizle çözülmüş olur" diye onları teselli ediyordum. Yolcuları bekleyen uçağın yolcu kabul görevlisi de yanımızda durmuş ve, "Şayet acele etmezseniz uçak kalkacak, çabuk karar verin" diye uyarıda bulunuyordu. Sonunda Susen ve Sara üzüntü ve gözyaşı döken gözlerle bana Allah'a ısmarladık dediler ve İngiltere'ye doğru yola çıktılar. Bizi uğurlamaya gelenler de bizim uçağa bindiğimizi düşünerek eve 198 İnkılaptan sonra, pasaport arşiv bölümü memurlarından biri, bana bir belge verdi. Ona göre, Bibi Fatıma Şeriat Razavi'nin, 16 Hordad 1356 günü yurtdışına çıkışı yasaklanmıştı. 199 Bkz. Ekler, 19,20 ve 21 nolu belgeler 198 198 226 227 dönmüşlerdi. Ben ve Mona tek başımıza ve yardımcısız olarak eve döndük. Evin zilini çaldığımda annem (Allah rahmet etsin) şaşkın şaşkın ve dehşet içinde tam anlamıyla şok olmuş bir halde bize bakıyordu. Dönüş sebebimizi anlattım ve vakit kaybetmeden Fukuhi Bey'e (Ali'nin İngiltere'deki ev sahibi) telefon edip Ali'ye çocukların ben ve Mona olmaksızın İngiltere'ye geldiklerini haber vermek üzere merkez postaneye gittim.200 Ali, bu haberi duyunca çok rahatsız oldu ve çocukları endişe



etmememi söylüyordu. O tutuk bir sesle, defalarca üzüntülü olduğunu ifade ediyor ve bu problemin bir şekilde ortadan kalkacağı noktasında ümitli olduğunu söylüyordu. Benim de sabretmekten ve kendimi tehlikeli bir durum için hazırlamaktan başka çarem yoktu. Ben kendi kendimle sözleşerek, bir tutukluluk ya da esir olma gibi bir durum karşısında dirençli ve sağlam kalmalıyım ve hiçbir şart altında zaaf göstermemeliyim dedim. Gerçi ben Ali kadar siyasi bir hassasiyete sahip değildim ama o özel şartlar içinde onun ile yürek birliği ve yol birliğine inanılmaz bir eğilim hissediyordum. Kendi içimdeki endişe, sıkıntı ve ıstırabı gizleyemememe rağmen görünüş olarak rahat ve soğuk kanlı bir halde olacakları beklemeye çalışıyordum. Her an içimde bir facia bekliyordum. Fakat ertesi gün meydana gelen büyük musibet olacak kaldırılacak türden değil... Şehadet ve Şehadet Sonrası Daha önce de söylendiği gibi, Ali 26 Urdibehiş 1356/1977 günü Belçika'ya gitmek üzere İran'dan hicret etti. İki ya da üç gün Brüksel Uluslarası (İnternational) otelinde kalır ve daha sonra İngiltere'ye gitmeye karar verir. Ali Londra'ya vardığında, bağlılarından biriyle, yani Dayımın oğluyla201 bir telefon görüşmesi yapar ve birlikte, Ali Fukuhi'nin Londra'ya gelmesini daha sonra da birlikte, kaldıkları şehre dönmelerini kararlaştırırlar. 200 Bizim telefonumuzun dinlendiği kesin gibiydi. Bundan dolayı da yurtdışındaki telefon görüşmelerimi evden kesinlikle yapmıyordum. 201 Ali Fukuhi, o tarihte, Londra'ya iki saat uzaklıkta olan Sevt Hampton şehrinde öğrenim göreı ve öğrenim gören kızkardeşleriyle birlikte bir evde kalan dayımın oğluydu. Akrabalarımızdan ve güvenilir kişilerden olduğu ve siyasi bir kimliği de olmadığı için Ali onun evini kısa süreli bir ikamet i-çin seçmişti. 228 Ali, Dr. Ali Fukuhi'yi bu sebepten kendi hicretinden haberdar eder ve onun evini geçici ikametgah olarak seçer ki kendileri yakın akrabalardan ve siyaset ile ilgilenmeyen bir kişiydi. Onu yıllar öncesinden çok iyi tanıyordu ve onun öğrenim için İngiltere'ye gittiğini ve kendilerinin öğrenci evinin yaşamak için rahat bir yer olduğunu biliyordu. Ali, kısa bir süre için siyasi duyarlılıklardan uzak kalmak için bir yerde durmak ve bir süreye kadar hicret ettiği haberlerinin yurtdışındaki siyasi yerler, mücadeleciler ve öğrenciler tarafından açıklanmamasını istiyordu. Bu şekilde, Ali iki hafta kadar bu ailenin misafiri olur ve onun İngiltere'de



olduğundan kimselerin de haberi olmaz. Hatta ben bile bir süre Ali'nin nerede olduğunu bilmiyordum. Kardeşinin evinde kalan Nesrin Fukuhi şöyle anlatır: "Dr. Şeriati bizim evimize gelmesi zaman bizim için beklenmedik ve memnunluk verici bir olay sayılırdı. Bundan dolayı evin en güzel odasını ona hazırladık. Fakat Doktor, "Evinizin kileri nerede?" diye sordu. Onun ne demek istediğini anlamayan bizler, yapı olarak kireçli olan ve yaşamak için elverişli olmayan kileri ona gösterdik. Doktor, "Odam olmasını istediğim yer burasıdır" dedi. Ben, "Neden burayı seçiyorsunuz?" diye sordum. Şöyle cevap verdi: "Ben bu şehre, güzel bir yaşama ve odaya sahip olayım diye istirahat etmek için gelmedim. Benim buradaki yaşamım da Tahran 'daki gibi olmalı ta ki benim yaşam şeklim vatanımdaki insanlarla ve zindanlarda yaşayan gençlerle tezat teşkil etmesin." Birkaç gün bu odada kaldıktan sonra, "Güneş ışıklannm perde aralarından odanın içine yansıdığı ve güneş ışığını gördüğüm zaman Emniyet zindanmdaki hücremi hatırlıyorum. Çünkü hücrede olduğum zaman onun küçük penceresinin camı kırılmıştı ve onun aralarından kimi zaman güneş ışığı hücrenin içine yansıyordu. Bu ışık bana o günleri hatırlatıyor" diyordu. Doktor, bize yaşamındaki anılarından söz ediyor ve bizim vatandaşlarımızın mutluluğuna ve daha rahat bir yaşamına yol açacak olan hareketinin geleceğine tam olarak inanıyordu. " "Bizler için çok ilginç olan bir başka şey de Doktorun, o küçük odada kaldığı süre içinde odasının perdelerini hiç çekmeme-siydi. Ona, "Neden perdeleri kenara çekmiyorsunuz?" diye sorduğumuzda bize, "Perdeleri kenara çektiğimde ve buranın güzel 229 manzarasını gördüğümde bir anda kendi topraklarımın hoşa gitmeyen manzaraları, halkın fakirlik ve kötü talihliliği zihnimde canlanıyor ve bana sıkıntı veriyor. Bir diğer yandan da zindandaki kardeşlerim daracık ve karanlık hücrelerde kaldıkları bir durumda ben güzellikleri görmek istemiyorum" cevabını veriyordu. "202 Bir gün Doktorla hep birlikte, görülmeğe değer çok ilgi çekici yerleri olan Savt Hampton şehrinin çevresinde dolaşmaya karar verdik. Bir köye gittik, doktorun kendi içine gömüldüğünü ve üzüntülü olduğunu gördük. "Burası hoşuna gitmedi mi?" diye sordum. "Neden, fakat buradaki tüm evlerin sıvasının kırmızı olduğunu görüyorsunuz ve bu sıvanın kan



rengindeki kırmızılığı, bana sömürgeci güçler tarafından akıtılan üçüncü dünya ülkelerindeki zulüm görmüş gençleri hatırlatıyor. 'am "Bir gün akşamüzeri Doktor ile birlikte gezmek için evden çıktık. Yemyeşil ve güzel bir yere vardık. Otomobilden indik ve yürüyerek konuşmaya dalmıştık. Doktorun cevap vermediğini gördüm. Durmuş ve bir noktaya dalmıştı. "Doktor, yine düşüncelere daldınız, ne oldu?" diye sordum. Doktor cevap verdi: "Bu toprakların güzel havası, tabiatın neşesi ve insanlarının mutluluğu acaba ilahi bir bağış mıdır yoksa bunların bir kısmının oluşturulmasında zulüm ve baskının da bir payı var mıdır? diye düşünüyorum. Bu düşünce de bana daha fazla sıkıntı veriyor ki benim de bağlısı olduğum çöl insanları küçücük tarlalarını sulayabilmek için daima bir damla yağmurun yağmasını gözetlemektedirler ta ki onun içinden çocukları için hayatta kalabilme gücünü çekebilsinler. Bundan dolayı ben bu toprakları ve insanlarını kıskanmazhk edemem. Gözlerim bu güzellikleri görmekten zevk almıyor.,a