Makaleler [2] [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

 



   



www.atsizcilar.com   



 



Sayfa 1 



 



BÖLÜM 1: BÜYÜK ADAMLAR   



BÜYÜK ADAM     Millete ve vatana bağlılık bakımından birkaç türlü vatandaş vardır. Bunların başında kahramanlar  gelir. Hiçbir karşılık beklemeden kendisini her zaman millet ve vatan uğrunda harcayabilenler,  kahraman vatandaşlardır. Bu birinci sınıfın sayısı oldukça azdır.    İkinci sınıfı iyi vatandaşlar teşkil eder. Bunlar tek başlarına ve her zaman kendilerini kendi istekleriyle  feda edemeseler bile, iyi bir ad bırakmak pahasına kendilerini feda edebilen kimselerdir. Mukaddes  vazifeler için, ülküler için kendilerini harcayan bu iyi vatandaşlar, yanlarında kendilerine benzeyenleri  gördükçe cesaretlenir ve birinci sınıfa yaklaşırlar.    Üçüncü sınıf, kendilerini feda edebilecek yaratılışta olmamakla beraber, başka her hususta  fedakârlığa katlanabilen, hatta kendisini feda etmek gerektiği zaman, bu fedakârlığa hiçbir arzu  duymadığı halde katlanan yani kaçmayı düşünmeyen vatandaşlardır.    Dördüncü sınıf, vatan ve millet için ancak başka bir kazanç karşılığında fedakârlık yapabilen, fakat  hiçbir zaman kan fedakârlığına girişemeyen ve kan fedâkârlığından kaçınmak için her çareye  başvuran, her hileyi yapan kötü bir sınıftır.    Bir de hainler vardır ki onlardan bahs etmeği lüzumsuz buluyorum. Okuyucular biraz hafızalarını  yormakla bunun birçok canlı örneğini bulabilirler.    Bir milletin yükselip alçalması, kendî içîndeki bu dört sınıfın çoğalıp azalmasıyla mebsuten  mütenasiptir. Milletin yükselmesinde baş rolü oynayan büyük adamlar ancak ilk iki sınıftan çıkmıştır.    Gerçekten büyük adam olanı ayırmak pek de kolay bir iş değildir. Çünkü şahsiyetleri tarafsız olarak  incelemeğe engel olan çok şeyler vardır. Bu engellerin başında propaganda gelir. Propaganda, kötüye  kullanıldığı zaman o kadar fena bir şeydir ki bazen büyük adamları değersiz kimseler olarak gösterdiği  gibi, bazen de alelade insanları büyük adam diye tanıtabilir. Hele tek taraflı propaganda nice  hakikatleri ortadan silmektedir. Bereket versin ki bir propaganda, asıl hakikatleri hiçbir zaman sonuna  kadar gizleyemiyor. Doğru olan şey ergeç ortaya çıkıyor.     Meselâ Osmanlı vezîr‐i âzamlarından Gedik Ahmet Paşa büyük fütuhat yapmış büyük bir vezîr gibi  gösterilir. Bu yanlış telâkki iyice yerleşmiş, hattâ şair Yahya Kemal, "Gedik Ahmet Paşaya Gazel" diye  güzel bir şiir bîle yazmıştır. Fakat hakikat hiç de böyle değildir. Gedik Ahmed'in fütuhatı diye  gösterilen şeyler, muhteşem ve yenilmez Osmanlı ordusuyla bazen savaşsız, bazen kısa bir savaşla  elde edilmiş ve küçücük devletlere karşı kazanılmış ucuz başarılardır.     Değersiz Gedik Ahmed haksız yere böyle şişirildiği gibi, İkinci Abdülhamid de haksız yere küçültülmüş;  müstebit, zalim, hatta hain gibi gösterilmiştir. Bu da îttihatçıların propagandası neticesidir. Halbuki  son zamanlarda yapılan bayı ciddi ve ilmi neşriyat Sultan Abdülhamid'in lehinedir. Henüz şahsiyetinin  değerini tam mânâsı ile bize bildirecek bir kitap yazılmamış olmakla beraber şimdiden şu hakikati  www.atsizcilar.com   



Sayfa 2 



  kabul edebiliriz ki İttihatçıların idare edemeyerek 9‐10 yılda mahvettikleri İmparatorluğu 33 yıl  dağıtmadan tutabilmiş olmakla, Abdülhamid büyük bir iktidar sahibi olduğunu göstermiş ve  aleyhindeki neşriyatın haksız olduğunu ispat etmiştir. Hele kanlı oyunlara asla girmemesi de zalim  olduğu hakkındaki iddiaları çürütecek bir delildir. Bundan başka mevkiinin sorumluluğunu iyi kavramış  bir şahsiyetti, İstanbul'a yürüyen ve içinde muntazam kuvvetlerden çok Rumeli'nin türlü ırklara  mensup başıbozuk döküntüleri bulunan Hareket Ordusunu dağıtmak, Abdülhamit'in elinde idi. Fakat  saltanatını korumak için bile olsa bunu yapmadı. Paşaları, çok kuvvetli muhafız kıtalarırı Hareket  Ordusu üzerine sevk etmek için müsaade istemişler, fakat o, halife bulunmak dolayısıyla Müslümanı  Müslümana kırdıramayacağını söyleyerek bunu reddetmişti.    Gedik Ahmed'le ikinci Abdülhamid misalleri, tarihin birçok meşhurları üzerinde tatbîk olunursa  malûm telâkkilerden başka türlü sonuçlar alınacağı muhakkaktır. Bundan başka tarihteki şahıslardan  hangisinin büyük olduğunu araştırırken, zaman, muhit ve imkân şartlarını asla gözden kaçırmamak  icap eder. Yavuz Sultan Selim acaba Balkan savaşında padişah olsaydı ne yapabilirdi? Belki hiçbir şey  yapamaz, belki pek az şey yapardı. Fakat davranışları ve uğraşmaları ile büyük adam olduğunu her  halde ispat ederdi. Bundan dolayıdır ki büyüklüğü başarı derecesi ile ölçemeyiz. Başarı; zamanın,  yerin, muhitin, daha Önce o şartları hazırlayanların, biraz da tesadüf ve talihin işidir.    Osmanlı padişahlarından Genç Osman hemen hemen hiçbir şey yapmamıştır. Bununla beraber pek  büyük bir şahsiyettir. Çok mühim planları vardı. Şehid edilmeseydi bugünkü Türkiye'nin manzarası  bambaşka olacaktı.    O halde hangi şahsiyetlere büyük adam demelî? Bunun şartları şunlardır.    1‐ Büyük adam her şeyden önce iyi niyet sahibi adamdır. İcraatındaki âmiller cemiyetin yükselmesidir.  Kendisinin hiçbir menfaat kaygısı yoktur.    2‐ Büyük adam her devirde fazilet ve meziyet diye tanınan vasıfların birçoğuna birden malik olan  adamdır.    3‐ Büyük adam hususî hayatında da yüksek ve temiz olan adamdır. Bir takım meziyetleri bulunan bir  rezil hiçbir zaman büyük değildir.    4‐ Mevkii için milleti feda eden değil, bilâkis gerektiği zaman millet uğrunda mevkiini, hatta hayatını  verebilen adam büyük adamdır.    5‐ Hakikatleri görebilen, acı hakikatlere cesaretle bakabilen, haksızlık bilmeyen adam büyük adamdır.    6‐ Sözü ile işi arasında tezat bulunmayan, riya ve hileden payı bulunmayan adam büyük adamdır.    7‐ Büyüklüğün şartlarından biri de zekâdır. Ahmaklardan büyük adam çıktığını tarih kaydetmemiştir.    8‐ Adam seçmesini,her işin ehlini bulmasını bilen adam büyük adamdır.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 3 



  9‐ Büyük adam olmak için ailevî şartlar da vardır. Her aileden büyük adam yetişmez. Soysuzlaşmış,  çürümüş, morfinman veya alkolik ailelerden büyük adam çıkmaz.    10‐ Büyük adam şeref hususunda çok titizdir. Verdiği sözden asla dönmez. Bu hususta Hindenburg'un  misali pek belâgatlidir: Mareşal Von Hindenburg, Almanya Cumhurbaşkanlığına seçileceği zaman, o  aralık Hollanda'da sürgün hayatı yaşayan Kayzer Wilhelm'den müsaade almış, subay çıkarken  imparatora sadık kalacağına dair ettiği yeminle Cumburbaşkanı olmak arasındaki ahlâkî bir tezat  görerek onun fikrini sormuştur. Hinderburg, Kayzer Wilhelm'in kendisini yemin şartlarından terbiye  etmesi üzerine Cumhurbaşkanlığını kabul etmîşti. Sözüne bu kadar sadık olan adam elbette büyük  adamdır.    11‐ Büyük adam sorumluluktan kaçmaz. Balkan savaşında Edirne'yi müdafaa eden merhum Şükrü  Paşa, kahramanca bir müdafaadan sonra esir düşünce, adı bütün dünyayı tuttuğu halde kendisini yine  sorumlu saymış, esaretten döndüğü zaman bizzat, müracaat ederek divanı harbe verilmesini  istemiştir. Şükrü Paşa da bunun için büyüktür.    Velhasıl büyük adam pek seyrek yetişir. Bir millet için büyük adam yetiştirmek ne kadar büyük bir  bahtiyarlıksa, yetiştirmemek de o kadar büyük bir felakettir. Bundan daha büyük ve korkunç olan  felâket ise alelâde adamları büyük sanacak kadar gafilleşmektir.    ÖZLEYİŞ, Mart 1947, Sayı:6     



CİHAN TARİHİNİN EN BÜYÜK KAHRAMANI KÜR ŞAD     Yedinci asrın ilk yarısından Gök Türk Kağan sülâlesi arasındaki şahsî ihtiras ve entrikalar yüzünden  devlet parçalanmak tehlikesine maruz kalmış ve nihayet işe Çinin fesadı da karışarak Gök Türk  ülkesinin şark kısımları 630'da Çinin eline geçmişti. Bu arada Kieli Han da Çinliler için bulunmaz bir  nimet olduğundan Kieli Han ile ona tâbi olan bütün Türkleri Çine getirdiler. Parça parça Çine dağıtarak  milliyetlerini unutturmak, Çinlileştirmek siyasetini takip eltiler. Kieli Han esareti izzetinefsine  yediremeyerek kederinden 634 de öldü. Bunun üzerine esir Türklerden birkaçı da teessürlerinin  şiddetinden intihar ettiler. Çinlilerin Türk ırkını kökünden kurutmak üzere aldıkları tedbirleri gören Gök  Türk hükümdar sülâlesinden KÜR ŞAD Türk devletini yeniden diriltmek için 639 da gizli bir ihtilâl  cemiyeti kurdu. 40 Türk bu cemiyete girdi. Türk devletini yeniden kurmak iç Çin împaratorunu  öldürmeyi ve Çin sarayında esir bulunan Türk prenslerinden Holuku'yu Türkeli'ne Kağan ilân etmeyi  kararlaştırdılar. Geceleri şehri gezmek âdeti olan Çin İmparatorunu sokakta öldüreceklerdi. Fakat  ihtilâlin yapılacağı gece hava bozulduğundan İmparator Tay‐tsung sarayından dışarı çıkmadı. Kür Şad,  ihtilâl gecikirse farkına varılacağından çekinerek geceleyin împaratorun muhafızlarına saldırdı. Gayet  kahramanca ve çok sert bir çarpışma oldu. Türkler azlık olduklarından çekilmeye mecbur kaldılar.  İmparatorun ahırına hücum ederek en iyi atlara binip kaçtılar. Kür Şad bir ırmağı geçerken yakalandı  ve Öldürüldü. Bu işte dahli olmayan Holuku cenup vilâyetlerine sürüldü. Fakat imparatorluğun  merkezindeki bu hareket Çinlileri o kadar korkuttuk ki Türkler'i Çinlileştirmekten filân vazgeçerek  onları San ırmağın şimaline nakledip yalnız ismen kendilerine tâbi olmalarıyla iktifaya mecbur kaldılar,  Bu surette 681'deki Türk istiklâlinin tohumu atılmış oldu.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 4 



  Tarih, Kür Şad hakkında işte bu kadar söylüyor    Cihan tarihinde, bilhassa Türk tarihinde birçok kahramanlar görülmüştür. Bunlardan bazılarının ünü  dünyayı tutmuş, kimi büyük fütühat yapmış, kimi şanlı bir müdafaanın kahramanı olmuştur. Fakat  bununla beraber tarih en büyük kahramanlarını bile çok defa ufak tefek kusurlarını kaydetmiştir.  Meselâ son asırlarımızın kahramanlarından Fatih, Yavuz ve Kanuni o kadar büyük oldukları halde ne  kadar da küçüklükler yapmışlardır. Şanlı Fatihin sırf şehvet için yaptığı ahlâksızlar, kahraman Yavuzun  şahsi ikbal için işlediği cinayetler ve büyük Kanuni'nin kadınlara âlet olarak düştüğü büyük yanlışlıklar  olmasaydı hiç şüphesiz bunlar bizim gözümüzde daha büyük insanlar olacaklardı. Yine bazı  kahramanlar da gelmiştir ki önceleri büyük yararlık gösterip milleti yükselttikleri halde sonraları  fenalığa sefahate dalmışlar ve iyi namlarıyla birlikte hayatlarını da vererek bunu ödemişlerdir.  Kapağan Kağan buna iyi bir örnektir. Kür Şad'a gelince o bunların hiç birine benzemez. Kür Şad ne  büyük ülkeler almış, ne yüksek kanunlar koymuş, ne de yoksul milleti zengin etmiştir. Fakat bununl a  beraber o cihan tarihinin, hiç şüphesiz, birinci kahramanıdır. Tarihin herhangi bir yaprağına sıkışmış  bir kaç satarlık malumattan Kür Şad'ın büyük rolünü çıkarabilmek güçtür. Bunun için, büyük  şöhretlilerin yanında bazen ünsüzlerin de pek büyük fedakârlıklar yapabileceğini düşünmek lâzımdır.  Tarih, adını bile bilmediğimiz birçok kahramanlar yetiştirmiş olabilir. Irak cephesinde tek başına bir  İngiliz süvari alayıyla çarpışmak cesaretini gönlünde bulan topal bir Türk piyade neferi gibi bir millete  şan verecek erler bulunur. Fakat zaman ve mekân şartlarını da nazara dikkate alınca bunlardan hiç  birisinin Kür Şad'a yetişeceği teslim olunur. Arkasını kendi ordusuna veya ülkesine dayayınca, birkaç  misli düşmanla çarpışmak, herkes için olmasa bile yapılabilecek bir kahramanlıktır. Kendi menfaatini  milli menfaatle birleştirerek mevki ve şeref için kabadayılık edecek insanlar da çoktur. Fakat ne mevki  ne de şerefi düşünmeden, sırf millet için ve kendi kanı pahasına başkasını tahta çıkarmak üzere  çekilen kılıcın sahibine saygı ile baş eğmek lâzımdır.    Kür Şad, Kağan sülâlesindendi. Bu büyük kahramanlığı yaptıktan sonra kendisini Kağan oturtmak  isteyebilir, kahramanlığa meftun olan Türk milleti de bunu ondan esirgemezdi. Fakat kahramanlık gibi  feragatin de timsali olan Kür Şad bunu düşünmedi bile....    40 kişiyle, esir bulundukları kuvvetli bir memleketin hükümdarına saldırmak her kırk kahramanın  yapacağı işlerden değildir. Düşmanlarla çevrili olan esirlerin kuvvei mâneviyesi hürlerinki gibi sağlam  değildir. Böyle olduğu halde bu büyük işe teşebbüs edebilmekle Kûr Şad ve onun temsil ettiği 40 Türk  cihan tarihinin en büyük kahramanları olmak hakkını kazanmışlardır. Onların bu hareketine çılgınlık  diyecek zavallılar bulunabilir. Çünkü kahramanlıktan nasibi bulunmayanlar ve hiç olmazsa  kahramanlığı takdir edecek kadar asil seciyeli olmayanlar için kahramanlık budalalıktır. Fakat mensup  bulunduğu milleti kurtarmak için hayatını harcayıp toprağa düşmek, kartal gibi göğe yükselmek  demektîr ki zahife gibi yerde sürünenler bunun mânâsını anlayamazlar.    Millet yolunda ölen Namık Kemal bir kahramandır. Şahsiyetini milli varlık içinde eriten Gök Alp da  öyledir. Türkistan'da miili şuuru uyandırmak için ölmek kararını veren ve Rus makinalısına yürüyen  Enver Paşa da belki onlardan daha büyük bir kahramandır. Fakat bunların hiçbiri Kür Şad gibi büyük  bir maksatla ve onunki kadar güç şartlar içinde olarak çarpışmamışlardır. Hükümdarlara sokakta  suikast yapan anarşistler görülmüştür. Fakat esir oldukları memleketin sarayına saldıracak fedailer hiç  bir yerde çıkmamıştır, Kür Şad'ın bu hareketi hiçbir netice vermeden sönseydi bile yine o en büyük  kahraman sıfatına lâyık olacak ve bu hareketiyle torunları olan biz, bugünkü Türklere edebi bir şan ve  www.atsizcilar.com   



Sayfa 5 



  şeref kazandırmış bulunacaktı. Halbuki bu misli görülmeyen kahramanlık Çinlileri o kadar korkuttu ki  onlar Çin'de esir bulunan bütün Türkleri bir an önce Türkeli'ne göndermekten başka bir şey  düşünmediler. Bu suretle, denilebilir ki, Türkleri esaretten kurtaran, Kür Şad'ın kahramanca saldırışı  olmasaydı Çinliler, tabii, Türkleri Çin'de alıkoyarak Çinlileştirmek siyasetinde muvaffak olacaklardı. Ve  belki de bugün yeryüzünde büyük Türk milleti bulunmayacaktı. Bir millete ileri atılış gücünü  verebilmek için Kür Şad gibi serden geçti yiğitler gerektir, Bu türlü gözünü daldan budaktan  sakınmayan erler boşu boşuna ölseler bile milletlerinin ruhuna soktukları duygu ile en müspet  neticeyi almış sayılabilir. Çünkü bunlar millet için birer örnek ve birer remiz olurlar.    Kür Şad ve 40 arkadaşının ölümünden beri 13 asır geçti. Bu 13 asırda Türk milleti ne savaşlar, ne  felâketler, nasıl korkunç hengâmeler, neler geçirdi; yalnız bir iki tanesi büyük ve sağlam milletleri  devirecek ne acı bozgunlar tattı. Fakat işte o millet dipdiri ve ayakta duruyor. Yine kim olursa olsun  dövüşe hazırdır. Denilebilir ki Türk milletine bu güç kaynağını veren şey ondaki Kür Şadlık ruhudur.  Kür Şad'ı kutlularsak Kür Şadlık ruhunu yüceltmiş oluruz.    Büyük geçmişinden ilham alan yüksek tahsil gençliğinin, büyüklerimiz için günler yapmasını bütün  samimiyetimle alkışlarken, büyük Namık Kemal'le büyük Gök Alp'ın ruhlarına, kendindeki büyüklükten  yalnız bir parçasını tevarüs ettirmiş olan en büyük Kür Şad için de ayrı bir gün yapmalarını, biraz daha  yaşlı bir arkadaş sıfatıyla, diler ve beklerim. Yüksek tahsil gençliği gibi Namık Kemal ve Gök Alp'ın  ruhunu pek çok ve Kür Şad'ın ruhunu biraz sevindiren yüksek duygulu bir kütleden bunu beklemek  hakkımızdır.    Kür Şad 639'da öldü. Beş yıl sonra yani 1939 da, onun ölümünün tam 1300. yılında büyük bir Kür Şad  günü için şimdiden hazırlık yapılsa, onun hayatı için bir piyes yazılsa ve büyük adına Üniversite  meydanında tek parçalı sade bir taşla kırık bir kılıçtan ibaret bir âbide dikilse nasıl olur? Üniversite bir  ilim ocağıdır. Fakat şunu unutmamalıdır ki bir millette önce kahramanlar yetişir, ondan sonra şâirler  gelir, âlimlerse daha sonra meydana çıkar. Üniversite bir ilim yeri, Kür Şad da ömründe ok ve kılıçtan  başka bir şey kullanmamış bir asker olabilir. Lâkin şunu da kabul etmek lâzımdır ki arkadaşım Orhan  Şâik'in dediği gibi:    En yüksek eserler kılıçla ve düşman kanıyla yazılmış olanlardır.    KOPUZ, 1939, Sayı: 3     



EN BÜYÜK TÜRK KAHRAMANI KÜRŞAD     Türk tarihi, dünyanın en hamasi şiiri, Türk kahramanları da o şiirin berceste mısralarıdır. Bir zafer  şebrâhını dolduran heykeller gibi 26 asrı süsleyen bu ölmezler tümeni arasında bir teki bir millete  şeref verecek ne büyük fâniler gelip geçti. Tanrının Türk Tanrısı olduğuna, mavi gökle kara toprak  arasındaki insan oğullarının yalnız Türklerden ibaret bulunduğuna, kendi ırklarının başkalarına hâkim  olarak yaratıldığına inanan atalarımız için kahramanlık bir tabiat, fazilet bir huydu...    Şimdi büyük adını saygı ile andığımız Kür Şad o kahramanlıkla faziletin şahıslanmış örneği olan büyük  Türk kahramanıdır.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 6 



  Milli ıstırapların şahlandığı ve şahsi ıstıraba karıştığı son yıllarda,ölmezler tümeninin zafer ve Şeref  şehrâhında hayalen çok dolaştım. Yarı masallaşmış çehresiyle Alp Er Tunga'dan, kahraman kadın  Tomıris'ten bağlıyarak Pilevne kahramanı Gazi Osman Paşa'ya, Edirne kahramanı Şükrü Paşa'ya ve  kurtuluş savaşının meçhul fakat meşhur şehidine kadar bütün ölmezlerin önünden ihtiramla geçtim.    Eskiden olduğu gibi yine Kûr Şad'ı hepsinden büyük buldum. Çünkü o birçok büyüklerde görülen bazı  küçüklüklerden uzak, birçok büyüklerde rastlanan menfaat duygusundan sıyrılmış, bazı büyüklerde  bulunan yanlış hareketlerden beride kalmış kaya gibi aşılmaz bir devdi.    Kür Şad, tarihimizde alevlerin, ışıkların, mehtapların ve yanardağların yanında gerçi parlamasıyla  sönmesi bir olmuş geçici bir şahap gibidir. Fakat o geçici ışık tarihin gidişini değiştirmiş, kısa  aydınlığında bize en büyük hakikati görebilecek fırsatı vermiştir. Bu hakikat ezeli ve ebedî  kahramanlıktır.    Tarih acayip bir ihtiyardır. Bazılarına tam hakkını verir. Bazı değersizlerden çok bahseder. Bazı  büyükleri hiç anmaz. Bazılarından da yalnız bir kaç kelime söyler. Kür Şad bu sonuncularındandır.  Onun hakkında bütün bildiğimiz; Türk milletini kurtarmak ve esir olan yeğenini Türk kağanı yapmak  için kendisi gibi esir 40 arkadaşıyla birlikte Çin imparatorunun sarayına saldırdığı, fakat pek nispetsiz  bir savaştan sonra can ve baş verdiğidir.    Bu muhteşem saldırışın muhteşem kahramanlarını bilip tanısaydık ne hoş olurdu! Adlarını bile  bilmediğimiz bu örneksiz fedailer acaba nasıl insanlardı? Kaç yaşlarında idiler? Hangileri hangi  savaşlardan arta kalmışlardı? Anaları, babaları yaşıyor mu idi? Çocukları var mıydı? Seviyorlar mıydı?  Karıları, sevgilileriyle son defa neler konuşmuşlar, neler düşünmüşlerdi? Yazık, hiçbirini bilmiyoruz.  Bildiğimiz yalnız şu:    Yanardağ ruhlu, çelik iradeli kahraman Kür Şad... Bozkurt hanedânından yani kağanlar soyundan  olduğu halde yeğenini tahta çıkararak Türk milletini diriltmek için kılıca sarılan Kür Şad.. Bu nispetsiz  çarpışmada zaferi sağlayacak tek yola giderek, yani düşmanın kalbine saldırarak ruh ve irade kuvveti  kadar muhakeme gücüne de sahip olduğunu belirten Kür Şad... Başarılamayan bir ihtilâle rağmen  düşmanın yüreğine korku ve dehşet salarak ırkı mahvolmadan kurtaran Kür Şad... Sonra onun 40 şanlı  arkadaşı..    Bir hareketin değeri, verdiği sonuca göre ele alınırsa Kür Şad'ın hareketi Türklüğü yok olmaktan  kurtardığı için Kür Şad büyüktür. Yapanın fedakârlığı ve kahramanlığı ile ölçülürse Kür Şad yine  büyüktür. Velhasıl o çok büyüktür. Hiçbir kıskançlığın erişemeyeceği kadar büyük...    Biz, bugünün Türkçüleri bu "kaybolmuş güneş"imizi 13 asrın karanlıklarından çekip çıkararak başımıza  taç ettik. Şimdi o, büyük yarınımızı aydınlatıyor. Onun boşa gitmemiş okları 13 asrın ötesinden bize 41  kahramanın selâmlarını getiriyor. Ve onların ruhları kendilerine doğru çelik ve kan tufanlarıyla  yapılacak büyük bir yürüyüşü bekliyor.    1300 yıl önce dökülen Kür Şad'ın kanı ırkımızı yabancılar arasında erimekten kurtarmıştı. Bugün de  onun hâtırası Türklük ruhunu eriyip sönmekten kurtaracaktır. Vaktiyle onun at koşturduğu yerlerdeki 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 7 



  meçhul mezarlardan bize gelen sesler "dâha ne kadar bekleyeceğiz?" diye sorarken bizim yayladan  "yakında geleceğiz" diye yükselen haykırışlar onlara karşılık veriyor...    Sefil ihtirasların ve baykuş seslerinin söndüğü yarın ki Türkeli'nde Kür Şad için ulu bir anıt  düşünüyorum. Gösterişsiz, sade fakat metin, kayadan bir anıt... O anıtın önünde Kür Şad'a ve  arkadaşlarına saygı olarak börk ve çizme giymiş, kılıç ve sadak takmış Türk gençlerinin, birbirine  perçinlenmiş sarp bir yığın gibi dik adımlarla geçit resmi yaptığını düşünüyor ve 1300 yıllık gençler  olan Kür Şadla arkadaşlarının da, yaralarından hâlâ dinmeyen kanlar sızdığı halde, kendilerine çevrilen  başlara gülümseyerek selâm aldıklarını görür gibi oluyorum...    KÜRŞAD,1947,Sayı: 1     



ÇAĞRI BEĞ     Türkiye devletinin kuruluşunda çok büyük payı olan bu kahraman Oğuz beği, Mikâil Yabgu'nun büyük  oğlu, Selçuk Subaşı'nın da torunudur. Mikail Yabgu büyük bir ihtimalle babası Selçuk Beğ'den önce  ölmüş, fakat tarihe Çağrı Beğ ve Tuğrul Beğ adında iki ateş parçası oğul bırakmıştır.    Hazar Kağanlığına bağlı olan Oğuzlar, On Birinci Yüzyıl başlarken bu kağanlığın dağılmaya yüz tutmuş  olması dolayısıyla dağınık bir halde bulunuyorlardı. Doğularında kuvvetli Karahanlı Hakanlığı,  güneylerinde daha kuvvetli Gazneliler İmparatorluğu vardı.    Oğuzların mühim bir kısmı Gazneliler'e tâbi olduğu halde Çağrı Beğ'le Tuğrul Beğ, Karahanlılar'ın Talas  valisi olan Yağan Tegin Mehmet Buğra Han'a bağlıydılar. Yağan Tegin, Talas ırmağı boyundaki Şelci  şehrini dirlik olarak Çağrı ve Tuğrul Beğlere vermişti. Yağan Tegin'den sonra Karahanlılar'ın  Semerkand ve Buhara valisi olan Ali Tegin'e tâbi oldular.    Fakat huzur içinde değillerdi. Bir yandan Karahanlı‐Gazneli rekabeti ve savaşları, Öte yandan kendi  aralarındaki düzensizlik ve birlik olmayışı, geleceklerine güvenle bakmalarına engel oluyordu. İktisadî  darlık içinde de bulunuyorlardı. Çağrı Beğ bu düzensizliği ve huzursuzluğu giderecek bir yol aradı.  Kendi buyruğundaki savaşçılarla Anadolu'ya geçerek Rumlarla çarpışmaya karar verdi. Bu savaş milli‐ dini bir ülkü ile, aynı zamanda iktisadi darlığa düşmekte bulunan Oğuzları doyurmak için yapılacaktı.    Bu savaş, gözü pek bir davranış olacaktı. Çünkü Maveraünnehir'den kalkarak Bizans'a gelmek için  Gazneliler İmparatorluğu'nun toprakları olan Horasan ve lrak‐ı Acem ülkelerinden geçmek  gerekiyordu.    Çağrı Beğ bu atılgan ve korkusuz yürüyüşü 1015'te yaptı. Kardeşi Tuğrul Beğ'i girilmesi güç çöllerde  bırakarak Harzem ile Buhara arasından Horasan'a girdi. Van gölünün güney bölgesinden Anadolu'ya  saldırdı. O zaman bu bölgede Vaspuragan adında, Bizans'a bağlı küçük bir Ermeni krallığı vardı.    Çağrı Beğ, 1015‐1016 yıllarında bu krallığa korkunç saldırışlar yaptı. Kral Seneharim'in ordularını  yendi. Ermeni kralı bu akınlardan o kadar yıldı ki krallığını Bizans'a bırakarak Anadolu'da kendisine  başka bir yer verilmesini istedi. Vaspurargan karşılığında kendisi Sivas bölgesi bağışlandı.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 8 



  Gazneliler, Çağrı Beğin bu pervasız hareketini görünce onun dönüş yolunu kapamak için 1017'de  Harzem'i işgal ettiler. Bundan haberi olmayan korkusuz Oğuz beğ'i 1018 de kuzeye yönelerek Gence  ve Nahçıvan şehirlerine hâkim olan Şeddadoğulları Beğliğinin ülkesine girdi. Bu Kürt Beğliğinin  topraklarını çiğnedikten sonra Bizans'ın tabiiyetinde olan Gürcü Krallığına sokuldu ve bütün o bölgeyi  yağma etti.    1021'de Ani Ermeni Krallığına çarptı. Sonra yolunu kesmek için Gazneliler'in aldığı bütün tedbirlere  rağmen yurduna döndü.    Altı yıl süren bu akın bütün tarihte eşsizdir. Çünkü gerisi kesilmiş olduğu halde bir kumandanın,  tanımadığı düşman ülkelerinde bu kadar çok dolaşması ve büyük doyumluklarla yurduna dönmesi  âdeta bir askerlik mucizesidir.    Gazneli Sultan Mahmud, Çağrı Beğ Oğuzlarının bu hareketinden ürktü ve Buhara civarına yürüyerek  Oğuzların en büyük başkanı olan Arslan Yabgu'yu tutsak etti.    Bu olaylardan sonra Çağrı Beğ'i Karahanlılar''ın yanaşmış görüyoruz. Karahanlılar'ın batı kolunun  hükümdarı olan Ali Tegin'in maiyetinde idi. Fakat Ali Tegin bilmediğimiz bir sebeple Çağrı Beğ'in  amcası oğlu İnanç Yabgu'yu öldürünce araları açıldı. Savaş hazırlığı yapıldığı bir sırada Çağrı Begin bir  oğlu doğarak adı Alp Arslan kondu. 1029'da yapılan savaşı kazanan Çağrı ve Tuğrul Beğler biraz sonra  Ali Tegin'in oğlu Şahmelik'in darbeleriyle darmadağınık oldular. Mallarının çoğunu kaybettiler ve  kalanını çöllerde saklayarak bir daha bir bozguna uğramamak için askeri hazırlıklara başladılar.  Gazneliler bu hazırlığı kendilerine karşı sandıklarından onlar da Oğuzları tepelemek üzere hazırlığa  giriştiler ve l035'te tecrübeli kumandan Beğdoğdu kumandasındaki orduyu     Çağrı Beğ ve diğer Oğuzlara karşı yürüttüler. Bu ordu 2 Temmuz 1035'te Oğuzların merkez koluna  kumanda eden Çağrı Beğ'in pususuna düştü. Çağrı Beğ kolu, yağmur gibi ok yağdırarak Gazneliler'in  atlarını öldürdü ve Gazneliler'i bozdu. Fakat Selçuklular bu zaferlerini tesadüfe vererek Gazneliler'e  elçi gönderip barış istediler. Elçiler gidip geldikten sonra bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmada Dehistan  vilâyeti Çağrı Beğ'e veriliyordu. Fakat gönderilen menşurda Oğuz beğlerine "emîr" denecek yerde  "dihkan" denilmesi Oğuzları güvensizliğe sevketti. Çünkü bu söz "köy ağası" demekti.    Yeniden savaş ve vuruş başladı. 1036'da Çağrı Beğ, Merv yakınlarına kadar bir akın yaptı.1037'de  Gazneliler, Çağrı Beğ'i bastırmak üzere Merv'e büyük bir kuvvet yürüttülerse de Çağrı Beğ çöle çekildi.  Gazneliler kendisini kovaladılar. Fakat Çağrı Beğ bu kuvveti susuz bir vadide ani olarak karşılayıp yok  etti.    1037 Mayısının başlarında Çağrı Beğ Merv'de, Tuğrul Beğ Serhas'ta kendi adlarına hutbe okuttular.  Fakat tam bağımsız değildiler. Çünkü ikisi de hutbede kendi adlarından önce Sultan Mesud'un adını  okutmuşlardı.    Bu arada iki taraf anlaşır gibi oldu ve Oğuz beğlerine Gazneliler devletinin büyüklerinden bazılarının  kızları namzet gösterildi. Bu arada Çağrı Beğ'e de Ebülhasan Abdülcelil'in kızı düştü. Selçuklular Merv  ve Semerhas'ı boşaltarak düğün hazırlıklarına başlarken Karahanlılar'dan Uzkend valisi Börü Tegin 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 9 



  yeniden Selçukluları kışkırtarak para ve silâh gönderince iş değişti. Çağrı Beğ, kardeşi Tuğrul Beğle  birlikte birkaç Gazneli kuvvetini yendi.    1038 Nisanında Gazneliler 30.000 kişilik seçme bir orduyla Selçuklular üzerine yürüyünce Oğuzlar  kendi aralarında ne yapacaklarını konuştular. Çağrı Beğ, Nişabur'a baskın yapmak gibi gayet cüretli bir  plan teklif ettiyse de Tuğrul beğ bunu tehlikeli bularak normal savaşı tercih etti.    1038 Haziranında Serhas civarındaki Telhab'da savaş başladı. Pek şiddetli ve hileli bir savaştan sonra  Gazne ordusu yok edildi. Serhas ve Merv yeniden alındı. Merv'de Ulu Camide yapılan bir toplantıda  Çağrı Beğ artık Gazneli sultanın himayesinde beğlik kurmaya razı olmayarak bağımsız devlet  kurulmasını ve içlerinden birinin hepsine başkan seçilerek "sultan" tanınmasını teklif etti. Bu teklif  kabul edildi ve Tuğrul Beğ başkan seçildi. Çağrı Beğ küçük kardeşine hiçbir zaman rakip olmak  istemedi. Tuğrul Beğ kısır olduğu için padişahlık nasıl olsa Çağn Beğ koluna geçecekti.    1038 Temmuzunda Çağrı Beğ, Herat'ı işgal etti.    Ekimde 50.000 kişilik Gazneli ordusu Selçuklulara karşı yürüyüşe geçti. Kasımda Belh'e girdi. Fakat  Gazneli Sultan Mesud, Selçuklular tarafından Horasan padişahı ilân edileceği hakkında bir söylenti  duymuştu. Kara, soğuğa, insan ve hayvan kaybına bakmadan ilerliyordu. Çağrı Beğ de bu durumdan  faydalanmak istiyerek Gazneliler ordusunun gerisine düşecek şekilde harekete başladı. Sultan Mesud  bunu duyunca Börü Tegin'i bırakarak geri döndü (12 Ocak 1039). Belh'e çekildi.    Çağrı Beğ Şubatta Nişabur'a gelerek Tuğrul Beğ tarafından karşılandı. Burada 40 gün kaldı. Şehrin  büyükleri birer birer ziyaret ederek hoş geldin dediler. Tuğrul Beğ'in oturduğu tahtan yanına konulan  süslü bir sedirin üzerinde oturuyordu. Fakat Nişaburlulara Tuğrul Beğ kadar iyi davranmak niyetinde  değildi. Çünkü Sultan Mesud taraftarlarının propagandasıyla Nişabur emirlerinin ve şeyhlerinin  ahaliye Selçuklular aleyhinde söz söylediğini ve camilerde açıkça beddua ettiklerini işitmişti.  Gazneliler'le Selçuklular arasında yapılan savaşlar İran‐Türkistan‐Çin pazarı olan Nişabur'un ticaretini  felce uğrattığından bundan şikayetçi olan tüccarlar da Oğuzlar aleyhine yürütülen Gazne ordularına  maddi yardımlarda bulunmuşlardı. Bundan dolayı Çağrı Beğ ve buyruğundaki beğler Tuğrul Beğ'e  başvurarak Selçuklu‐Gazneli savaşlarının kesin bir sonuca bağlanmamış olması dolayısıyla, hâlâ zengin  ticaret eşyasına malik bulunan şehrin yağmasına izin rica ettiler. Tuğrul Beğ razı olmayınca  hoşnutsuzluklarını gizlemediler. Uzun tartışmalardan bir sonuç çıkmayınca Tuğrul Beğ bıçağını  çekerek Çağrı Beğ'e: "Yağmada direnirsen kendimi öldürürüm" dedi ve bıçağı yüreğine götürdü. Çağrı,  bıçağı yakalayarak yağmadan vazgeçeceğine söz verip intiharı önledi. Tuğrul Beğ de ona 500.000  dirhem ve birçok hediye verilmesini emretti. Martta Çağrı Beğ, Nişabur'dan ayrılarak Serhas'a  yöneldi.    Çağrı Beğ, Gazneli Sultan Mesud'un kesin sonuçlu bir saldırı yapacağını bildiği için o da tedbirli  davranıyor, onun hareketlerini güçleştirmek için geçeceği yerleri yakıp yıkıyordu.    6 Nisan 1039'da Aliabad ovasında Sultan Mesut ve Çağrı Beğ kuvvetleri çarpıştılar. Çağrı Beğ, üstün  kuvvetler karşısında çekilmeye mecbur oldu.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 10 



  15 Mayıs 1039'da Sultan Mesud 100.000 kişilik görülmemiş bir orduyla Belh'ten hareket etti. Bu ordu  çok kuvvetli idi. Fakat beslenmesi güç ve hareketi de ağırdı.    Çağrı beğ bu yürüyüşü öğrendiği zaman Serhas'ta idi. Kardeşine ve bütün akrabalarına durumu  bildirdi. Hepsi kuvvetlerini birleştirdiler. Ordular ancak 20.000 kadar atlıdan mürekkepti. Bir bölümü  zırhlı ve son derece mükemmel silâhlı, büyük çoğunluğu da çevik, hızlı, şiddetle ok atan hafif  süvarilerdi.    Gazneliler ordusunu aç bırakmak için Horasan'daki açık şehirleri yıktılar, ekinleri yaktılar, ağaçları  kestiler.    Oğuz beğleri Serhas'ta bir savaş meclisi kurarak Gazneli Mesud'un büyük ordusuyla çarpışıp  çarpışmamak meselesi üzerinde konuştular. Türlü düşünceler ileri sürüldü. En son konuşan Çağrı  Beğ'in ağırlıkları uzakta bulundurarak son derece şiddetle çarpışmak fikri kabul olundu.    1039 Haziranında, ilerleyen ağır Gazneli ordusuyla Selçuklular arasında bir sıra savaşlar başladı. Bu  savaşlarda Oğuz‐Türkmen ordusunun ruhunu Çağrı Beğ teşkil ediyordu. Selçuklular kesin sonuçlu  savaşa giremeyerek yıpratma taktiğini kullanıyordu.    Haziran sonunda iki taraf da iyice yorulmuştu. Gazneliler'in yolladığı bir elçi, bu sebeple barışa yol açtı  ve iki taraf da, savaşa daha iyi hazırlanmak gizli düşüncesiyle barışa yanaştı.    Bununla beraber barış yapılır yapılmaz iki tarafın hazırlığı da başlamıştı. 1039 Kasımında Gazneli     Sultan Mesud 100.000'i aşan mükemmel ordusuyla hızla harekete geçti.Oğuzlar Baverd'de toplanıp  birleştiler Selçuklular stratejik bir baskına uğrayıp yok olmaktan güç kurtuldular. Sultan Mesud onları  yakalayamayınca yiyecek güçlüğü yüzünden yürüyüşü durdurup Nişabur'a döndü. (Ocak 1040)    Gazneliler'in Selçuklular üzerine kesin yürüyüşü 3 Mayıs 1040'ta başladı. Gazneliler ordusu büyük su  sıkıntısı içinde yürüyordu. 21 Mayıs 1040'ta ilk çarpışma oldu. Selçuklular, Çağrı Beğ'in  başkomutanlığında 16.000 seçme askerdi. 23 Mayıs 1040 cuma günü Dendânekan ovasında yapılan  büyük meydan savaşı Selçukluların tam zaferiyle bitti.    Çağrı Beğ, Sultan Mesud'un karargâhına gelerek onun tahtına oturdu. Mal ve doyumlukları  askerlerine dağıttı. Ancak kazanılan zaferin büyüklüğünü o da gereği gibi kavramamıştı. Sultan  Mesud'dan hâlâ çekiniyordu. Netekim ordusuna Sultan Mesud'un, askerlerini toplayarak geri  dönmesi ihtimaline karşı Selçuk ordusunu saf halinde topladı. Düzüne koyarak bekledi. Yiyip içmek  zaruri ihtiyaç zamanları müstesna olmak üzere bütün ordusunu üç gün üç gece at üzerinde, elde silâh  bekletti. Bu tedbir pek de boşuna değildi. Çünkü büyük Gazne ordusunun ölü tutsakları çıkarılınca  çölde dağılmış olan yine 40‐50 bin kişisi kalıyordu ki Selçuklu ordusundan kat kat üstündü. Bunların  bir iki konak ilerde toparlanıvermeleri yine büyük bir tehlike yaratabilirdi. Fakat bu tehlike doğmadı.    Çağrı Beğ, Sultan Mesud'un bitkin bir halde Mervrûd'a düştüğünü ve yanında hiç kuvvet kalmadığını  öğrendikten sonradır ki üç gündür at üstünde beklettiği ordusuna dinlenme buyruğunu verdi.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 11 



  Cağrı Beğ bundan sonra imparatorluğun doğu bölgesi olan Horasan'ın hâkimi olarak kalmış ve  ölünceye kadar bu mevkiini muhafaza etmiştir. 1060'ta 70 yaşında olduğu halde öldü. Merv'e  gömüldü. Alp Arslan, Yakutu, Kavurt, Süleyman adındaki oğullarından Alp Arslan, onun yerine  Horasan valisi oldu.    ORKUN,1962,Sayı:9     



NAMIK KEMÂL     Yakın tarihimizin en büyük şahsiyeti olan Namık Kemal hakkında şimdiye kadar yazılan eserlerde  birbirine pek aykırı düşenler ileri sürülmüştür. Büyük bir adam hakkında, birbirine benzemeyen  mütalâalar yürütülmesi tabii ise de vatana hizmet etmiş, milliyet uğruna çalışmış, millet ve hürriyet  için her cefaya katlanmış yüksek ahlâklı bir insanı bu meziyetlerinin zıddı ile görmek tamamıyla hususi  maksatlarla hareket etmekten başka bir şey değildir.    Namık Kemal için yazılmış eserlerin en büyükleri tarih sırasıyla Sadettin Nüzhet, Doktor Rıza Nur ve  Necip Fazıl tarafından kaleme alınmıştır, Maarif Vekâletinin para ile ve ısmarlama olarak yazdırdığı  sonuncusunun hiçbir ilmi değeri yoktur. Kaynakları arasında Rıza Nur'un kitabı alınmadığı halde onun  bir kopyası olduğu anlaşılan, fakat içinde ilmi ve ciddi bir fikir ve mütalaaya rastlanmayan bu eserin  müellifi de esasen Namık Kemal hakkında ilmi bir monografi yazacak salâhiyette değildir.    Sadettin Nüzhet ve Doktor Rıza Nur'un eserleri ise iki ayrı bakımla kaleme alınmıştır. Rıza Nur'un  eserinde Namık Kemal hakkında ileri sürülen düşünceler ekseriyetin fikirlerine uygundur. Yani Namık  Kemalin yurtseverliği, yüksek şairliği, milliyetçiliği, ahlâki büyüklüğü kabul edilmektedir. Sadettin  Nüzhet ise Namık Kemal'de bazı meziyetler kabul etmekle birlikte onun milliyetseverliğini ve  ülkücülüğünü tanımakta, üstelik Namık Kemal'in Arnavutluğunu ileri sürmektedir.    Çok iyi tanıdığım Sadettin Nüzhet'in bu fikirlerinde samimi olmadığını biliyorum. Onun hangi hayat  endişesiyle, ne gibi düşünce ve kaygılarla böyle yazdığına da vâkıfım. Sadettin Nüzhet, Namık Kemal  hakkındaki bu yanlış fikirlerini bugün de müdafaa ediyorsa bunun sebebi bir defa okun yaydan çıkmış  olması, yiğitliğe leke sürmemek kaygısıdır. Şahsiyata dökülmemek için onun Namık Kemal'e zoraki  düşmanlık göstermesindeki sebepleri saymayacağım. Fakat onun bu yanlış hareketi birçok zihinleri  bulandırdığı için bunlara cevap vereceğim. Türk olmayan veya yabancı ülkülere bulaşmış bazı kimseler  Sadettin Nüzhet'in fikirlerini senet ettikleri için Sadettin Nüzhet, bilmeyerek ve istemeyerek de  kötülük yapmış demektir.    1‐ Namık Kemal'e yapılan hücumların başında, onun Arnavutluğu hakkındaki iddia gelir. Bunun başlıca  iki sebebi var: Namık Kemal'in annesinin babası olan Abdüllâtif Paşa'nın Koniçeli olması ve Namık  Kemal'in "Tâkib" adlı eserinde "Bendeniz Arnavud'um ama o kadar ciğerden hoşlanmam. Harâbâtın  her sayfasında ise bir ciğer mazmuna tesadüf ettikçe kendimi Bahçe Kapısında Süslünün lokantasında  zannediyorum da gönlüme istikrah geliyor" demesi...    2‐ Bu iki zayıf delille Namık Kemal'i Arnavut yapmak için insanın muhakkak kötü bir niyeti olması  lâzımdır. Çünkü annesinin babası Arnavut olmakla bir kimsenin Arnavut olması icap etmez.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 12 



  Ambriyoloği ilmine göre o adamda ancak % 25 Arnavut kanı var demektir. Eğer Namık Kemal'in anne  babası hakikaten Arnavut ise Namık Kemal'de dörtte bir nispetinde ve kültürünün tamamıyla Türk  olmasını bir yana bırakarak Namık Kemal'e Arnavutluk kondurmak ne gülünçtür! Kaldı ki anne  babasının Arnavutluğu da kat'i değildir, bir ihtimaldir. Çünkü Koniçeliler Arnavut değildir. Bu,  İstanbul'daki Koniçelilerden sorulup öğrenilebilir. Doktor Rıza Nur," Namık Kemal" adlı eserini  yazarken Koniçelilerin ırkı hakkında araştırmalar yapmış ve İstanbul'da da benim araştırmamı  istemişti. Yaptığımız araştırmalara göre "Koniçe" kelimesinin Sırpça, Rumca ve Arnavutça olmadığını,  Koniçelerin kendilerini Türk saydıkları, aralarında bozuk bir Rumca, Selânik şivesine benzeyen bozuk  bir Türkçe ve çarşıda kısmen Arnavutça konuştuklarını öğrenmiştik.    Bu muhtemel % 25 gayr‐i Türklüğe karşı Namık Kemal'in babası tarafından sağlam bir Türk şeceresi  vardır ki inkâr olunamayacak kadar kuvvetlidir. Namık Kemal'in bilinen ilk dedesi Konyalı Bekir Ağa,  onun oğlu Sadrâzam ve şehit Topal Osman Paşâ, onun oğlu Derya Kaptanı ve Üçüncü Sultan Ahmed'in  damadı şair ve hattat Râtib Ahmed Paşa, onun oğlu beğlerbeğilik rütbesi almış olan ve Üçüncü  Mustafa'ya mabeyinci olan Şemseddin beğ, onun oğlu ve Namık Kemal'in babası da İkinci  Abdülhamid'in başmüneccimi Mustafa Âsım Beğdir. Görülüyor ki Namık Kemal 250 yıllık aristokrat ve  vatana hizmet etmiş bir aileye mensuptur. Üçüncü Sultan Ahmed'in kızı Ayşe Sultanla evlenen Râtib  Ahmed Paşanın 10 tane oğlu vardır. Bunlar herhalde bir zevceden değildir. Eğer Namık Kemal`in  dedesi Şemseddin Beğ, Ayşe Sultan'dan doğmuşsa Namık Kemal kısmen de Osmanlı hanedanına  mensup demektir. Okuyuculara kolaylık olsun diye Namık Kemal'in şeceresini liste halinde  gösteriyorum. Yanlarındaki tarihler ölüm tarihleridir:    



    Bazıları Topal Osman Paşa'nın babası olan Konyalı Bekir Ağa'yı mevsuk saymıyorlar. Tarihi hiç bir  kayıtta bu isme rastlanmıyor diyorlar. Olabilir. Fakat ailenin hususi sicillerinde bu ismin pekâlâ mahfuz  kalmış olması mûmkündür. Böyle olmasaydı Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem, "Namık Kemal adlı  kitabında Konyalı Bekir Ağa'yı zikretmezdi. Konyalı Bekir Ağa uydurma bir isim olsa bile Topal Osman  Paşa'nın Türklüğü aleyhinde hiç bir delil yoktur. Eski tercümeihal kitaplarında Türk'ten başka ırklara  mensup olanların asıl milliyetleri daima zikrolunduğu halde Topal Osman Paşa hakkında böyle biç bir  www.atsizcilar.com   



Sayfa 13 



  kayıt yoktur. Türklüğü aleyhinde hiç bir kayıt olmayan bir Osmanlı Paşasını Türk saymamak kötü  niyetten başka bir şey göstermez.    Namık Kemal'in "Bendeniz Arnavud'um ama o kadar ciğerden hoşlanmam" demesi ise apaçık bir  alaydır. Bu söz, o zaman Namık Kemal'le arası açık olan Ziya Paşayı tezyif için söylenmiştir. Ziya  Paşanın annesi Arnavut'tur. Namık Kemal burada Ziya Paşanın "Harâbât"ını tenkit ederek Ziya Paşa  için bir telmih. ve kinayede bulunmuştur, Namık Kemal'in oğlu Ali Ekrem, Edebiyat Fakültesinde  benim hocamdı. Tam bir Osmanlı olan Ali Ekrem'de Türklük asabiyeti yoktu. Ailelerinde hakikaten bir  Arnavutluk olsaydı bunu, biz talebe ile, çok hususi ve samimi konuşan Ali Ekrem'in ağzından elbette  işitirdik. Halbuki, biz onun ağzından aksini duyduk.    Görülüyor ki Namık Kemal'in Arnavutluğu, son zamanlarda Türk düşmanları tarafından Ömer  Seyfettin'in Çerkezliği, Abdülhak Hâmid'in Araplığı, Ziya Gök Alp'ın Kürtlüğü ve Osman Gazinin  Rumluğu kabilinden bir yalandır.    3‐ Namık Kemal'in padişahtan para aldığı hakkındaki sözler de iftiradır. Namık Kemal Avrupa'da iken  Mustafa Fazıl Paşa'nın verdiği para ile geçinip mücadelesini yapıyordu. O para kesilince Türkiye'ye  döndü. Padişahtan para alan adam Türkiye'de otururdu.    Namık Kemal düşmanları onun Osmanlı hanedanına düşman olduğu halde onlardan memuriyet  almasını aleyhine bir delil diye kullanmak istiyorlar. Şunu açıkça bilmeliyiz ki Namık Kemal Osmanlı  hanedanına düşman değildi. Bilâkis o hanedanı seven ve sayan bir adamdı. Bu, tarihi eserlerinde pek  açık olarak görülür. O yalnız mutlakıyeti yıkıp yerine meşrutiyeti getirmek için padişahla çarpışmıştı.  Memuriyet almasına gelince bundan da tabii bir şey olamazdı. Çünkü nihayet kendi vatanına hizmet  ediyor ve hizmetine mukabil de yaşamak için milletinin parası demek olan maaş alıyordu. Namık  Kemal Rus çarına hizmet etmiyordu. Kendisine memuriyet veren adam nihayet bir Türk padişahıydı.  Nasıl, Osmanlı hanedanını yıkan Atatürk'ün Osmanlı devletinde bir general ve padişahın yaveri olması  onun aleyhine kaydolunacak bir nokta değilse mutlakıyetin düşmanı olan Namık Kemal'in de  padişahın bir mutasarrıftı olması onu asla küçültmez.    4‐ Namık Kemal milliyetçi değildir, Osmanlıcı ve İslâmcıdır diyorlar. Acaba 19. asır Türkiye'sinde  bugünkü gibi bir Türkçülük yapılabilir miydi? Her şeyi zaman ve muhitle ölçmek hak ve insaf icabı iken  neden Namık Kemal'in zamanı dikkate alınmadan tenkit olunuyor? Namık Kemal Osmanlıcı ve İslâm'a  idi. Fakat onun zamanının milliyetçiliği de ancak o şekilde yapılabilirdi. O kadar uluğladığımız, yakında  heykelini dikeceğimiz Fatih Sultan Mehmed de bugünkü mânâsı ile Türkçü değildi diye tenkit mi  edeceğiz? Bu gülünç iddialar demagojiden başka bir şey değildir. Unutmamalı ki Namık Kemal,  yurdumuza herkesin "Memâlik‐i Osmâniyye" dediği bir sırada "Türkistan" diyordu. Milletimiz için  birçok yerlerde "Türkler" tâbirini kullanmıştı. Bunlar onun şuurlu bir milliyetçi olduğunu göstermez  mi? Namık Kemal'in hakiki bir Türk milliyetperveri olduğuna bir delil daha vardır ki küçümsenemez:  Türkiye'deki komünistler neden daima Namık "Kemal'e saldırmışlardır? Herhalde kendilerinin tam  zıddı olduğu için... Namık Kemal en büyük milliyetçi olmasaydı Türklük ve vatan düşmanları ilk önce  ona saldırmazlardı.    Namık Kemal'in şairliği, bilginliği hakkındaki tenkitlere cevap vermeyeceğim. Bunlar asıl mevzua  temas etmez. Fakat şu kadar söylemeliyim ki Namık Kemal Osmanlı Türk edebiyatına bütün  www.atsizcilar.com   



Sayfa 14 



  incelikleriyle vâkıftı. Öyle sanıyorum ki Osmanlı şairlerinin en ehemmiyetsizlerini bile dikkatle  okumuştu. 15. asır sonu tarihçilerinden meşhur Neşri'nin bir gazeline yaptığı nazire bunu gösterir.  Çünkü Neşri değersiz bir şairdi.    Büyük Namık Kemal'e yapılan hücumlar ya milliyetçiliği yıkmak yahut yaranmak için yapılıyor. Namık  Kemal'in belki tenkit olunacak tarafları vardır. Fakat bunlar ne komünistlerin, ne de dalkavukların  sürdükleri şeyler değildir.    Çınaraltı, 1942, Sayı: 22     



ZİYA GÖKÂLP     Fikir tarihimizde birinci plânda yer alan şahsiyetler arasında Ziya Gökalp'in özel bir yeri vardır.  Diyarbakır'ın bu sakin yaratılışlı evlâdı, fikir tarihimizdeki bu mühim yerini, Türklüğe yaptığı büyük  hizmetlerle elde etmiştir.    Ziya Gökalp'in Türklüğe yaptığı büyük hizmet, Türk milliyetçiliği, yani Türkçülük alanındadır. Tarihin  uzak yüzyıllarından beri varolan, fakat Tanzimat'tan sonraki devirde hem devamlı, hem de daha  şuurlu bir mahiyet alan Türkçülüğü, ilk defa bir programa bağlayan Ziya Gökalp'tir.    Gökalp'in eserlerinin hemen hepsinde, bu büyük ülkünün izlerini bulmak mümkündür. Fakat  muhakkak ki, bu alandaki en mühim eseri, Türkçülüğün bir programa bağlandığı 'Türkçülüğün  Esasları" dır.    Ziya Gökalp'ten önceki Türkçüler, Türk milletinin bağlanacağı ülkünün Türkçülük olduğunu anlamışlar  ve bunu eserlerinde anlatmaya çalışmışlardı. Fakat bu büyük gerçeği millete mal edebilmiş oldukları  asla söylenemez. Gökalp ise, Türkiye tarihinin en buhranlı bir devrinde, birkaç arkadaşıyla birlikte  giriştikleri mücadele ile, Türk soyunun ülküsü olan Türkçülüğü geniş çevrelere yaymak imkânını  bulmuştur.    Gökalp, bu fikir mücadelesi sırasında, o vakitler bir vilâyetimiz olan Selanik'te çıkan Genç Kalemler  dergisinde yayınladığı meşhur Turan manzumesinin son beytinde, vatan kavramını şöyle  formülleştirmişti:    Vatan; ne Türkiye'dir Türkler'e, ne Türkistan, Vatan; büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan!.    Türk'ün büyük fikir adamı, hayatı boyunca, hem bu ülkünün yayılması yolunda uğraşmış, hem de  Türklük meselelerini hep bu ana fikir etrafında ele almış ve incelemiştir.    Ona göre Türk, bir milletin adıdır. Bir milletin bir dili ve bir tek ülküsü olur. Bazı Türk şubelerinin  Türkiye Türlüğünden ayrı bir dil ve kültüre sahip olmaya çalışmaları doğru değildir. Türklerin  birleşmeleri lâzımdır. Ancak, bu birleşme, bugün için sadece bir kültür birleşmesi olabilir.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 15 



  Gökalp, Türklük meselesini bu şekilde ortaya koyduktan sonra, milletimizin bu tek ülküsünün ne  olacağım tespite çalışmıştır. Değerli fikir adamımıza göre, Türk ülküsünü yakın ve uzak ülkü olmak  üzere ikiye ayırmak lâzımdır. Yakın ülkümüz, Oğuz veya Türkmen birliğidir. Çünkü, kültürce  birleşmeleri en kolay olan Türkler Oğuz Türkleridir. Türkiye Türkleri’nden başka Azerbaycan, İran ve  Harzem ülkelerinin Türkleri de Oğuz boyundandır.    Bu bakımdan, Türkçülüğün yakın ülküsü bu boydan olan Türklerin birleşmesi, yani Oğuz birliği veya  Türkmen birliğidir.    Uzak ülkümüz ise Turan'dır. Turan ülküsü, Turanlı kavimlerin birleşmesiyle meydana gelecek bir  kavimler karışımı değil, sadece Türkler’in birliğidir.    Ziya Gökalp'e göre "böyle bir birleşme mümkün müdür?" sorusunu sormak dahi lüzumsuzdur. Çünkü  bu bir ülküdür. Hem de Türkler’in ruhlarındaki heyecanı sonsuz bir dereceye ulaştıracak çok cazip bir  ülküdür. Türk milletini böyle büyüleyici ve coşturucu bir duygudan yoksun bırakmak asla doğru  değildir. Türkçülük fikrinin bu derece çabuk gelişmesinde en büyük sebep, Turan ülküsünün ruhlarda  ve gönüllerde yaktığı ateş ve büyük hamle gücüdür.    Turan ülküsü, bugün için bir hayal gibi görünmekle beraber, tarihte bir gerçektir. Çünkü Türkler  tarihte birkaç kere birleşmişlerdir.    Gökalp, bugünkü heyecan ve hamle kaynağı olan hayal ile tarihin gerçeğini birleştirerek şu sonuca  varmaktadır: Tarihte gerçek olan şeyler, gelecekte de gerçek olabilir!    Gökalp, Türk’ün bu büyük ülküsünü sadece bilim ve fikir eserlerinde ele almakla yetinmiş değildir.  Türklük ülküsünün Türk milletinin her seviyedeki fertleri ve toplulukları arasında yayılması için,  konuyu ilmî olmayan eserlerinde de çeşitli şekillerde işlemeye çalışmıştır.    Gökalp'in Türkçülük alanındaki en verimli ve sistemli eseri Türkçülüğün Esasları adlı kitabıdır. Bu  kitabın ikinci kısmında Türkçülük sekiz bölümde programlaştırılmış ve her bölümde o alanda yapılması  gerekli hususlar ana çizgileriyle tespit edilmiştir. Bu program yalnız kendi neslinin değil, sonraki  nesillerin aydınları üzerinde de büyük etkiler yapmıştır. Programdaki fikirlerden bazılarını uygulamak  isteyenler arasında Atatürk de vardır.    Türkçülüğün Esasları, Türklüğe ait meseleleri sadece ana çizgileriyle ortaya koyabilmiştir. Programda,  aradan geçen uzun zaman dolayısıyla eskiyen yerler de vardır. Fakat bu hususlar, Türkçülüğün  Esasları'nın bugün de Türk milliyetçiliğinin belli başlı kaynaklarından birisi bulunmak vasfını yok etmiş  değildir. Bu eserde bulunan eksikler, daha sonraki Türkçüler tarafından ele alınmış bulunduğu için,  Türklüğün bütün meseleleri bugün tespit edilmiş durumdadır. Eksiklik, bütün bu fikirlerin ve  meselelerin bir ana kitapta toplanmamış bulunmasıdır.    Ziya Gökalp, Türklüğü seven her Türk'ün her zaman saygı ile andığı fikir adamlarımızdan birisidir. Bu  saygı, onun Türklüğe fikir alanında yaptığı hizmetlerin eseri ve sonucudur. Her fikir adamında olduğu  gibi, elbette ki Ziya Gökalp'ta da tenkit edilecek tarafları vardır. Bu tenkidi, fikrin ciddî sınırlan içinde 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 16 



  yapmak da elbette ki lâzımdır. Ancak, bu gibi tenkitlerin tek gayesinin Türkçülüğe ve ilme hizmet  olması gerekir.    Gökalp'i, bu şekilde tenkit etmiş fikir adamlarımız vardır. Bu suretle onlar da hem Türklüğe, hem de  ilme hizmet etmişlerdir. Ancak bu hizmetin yanında bir de büyük fikir adamımızı küçük düşürmek için  yapılan tenkitler bulunmaktadır.    Bu gibiler, Gökalp düşmanlığının eserleridir.    Gökalp düşmanlığı, fikir adamımızın şahsından çok milliyetçiliğine karşıdır. Türkçülük ülküsüne  düşman olanlar, bu ülküyü zayıflatmak için Türk milliyetçiliğinin en büyük şahsiyetlerinden birisi  bulunan Ziya Gökalp'i hırpalama taktiğinden hiç ayrılmamışlardır.    Gökalp’e düşmanlık edenlerin büyük çoğunluğu yerli kızıllardır. Bu düşmanlığın iki sebebi vardır.  Birincisi, Gökalp'in eserleriyle, Türkün manevî gücünü ayakta tutmasıdır. Türkiye'de Türkçülük  varoldukça, kızılların memleketimizi Moskof pençesine atmak gayretleri elbette ki gerçekleşemez,  ikincisi ise, büyük fikir adamımızın, Turancılık ülküsünün de en büyük siması bulunmasıdır. Türkiye  dışındaki Türklerin hürriyetlerine ve bağımsızlıklarına kavuşması dâvası olan Turancılık gerçekleşirse,  bu yerli kızılların manevî vatanları olan Rusya'nın, pençesindeki en verimli toprakları elinden kaçırmak  suretiyle yarı yarıya çökmesi olacaktır. İşte, kızılların Gökalp düşmanlığının sebepleri bunlardır. Ancak,  bu düşmanlığın bu açık sebepleriyle değil, birtakım süslü tüllere büründürülmek suretiyle yapıldığını  unutmamak lâzımdır. Fakat Gökalp o kadar kuvvetlidir ki, yıllardan beri devam ettirilen yıkıcı  kampanyaya rağmen dimdik ayakta durmaktadır.    Ziya Gökalp'in, Türkçülüğün Esasları'ndan başka 'Türk Türesi", "Türk Medeniyeti Tarihî", "Türkleşmek,  İslâmlaşmak, Muasırlaşmak" adlı fikrî ve ilmî eserleri vardır. Manzumeleri ise "Kızılelma", "Altın Işık"  ve 'Yeni Hayat" isimli kitaplarında toplanmıştır.    Bir çok mühim makaleleri dergi sayfalarında kalmıştır. Bu yazılarının en ehemmiyetlileri Küçük  Mecmua ile Yeni Mecmua'dadır.    Damadı Ali Nüzhet Göksel taraflından yayımlanan Ziya Gökalp ve Malta Mektupları adlı eserde, büyük  Türkçü’nün Malta'dan kızlarına gönderdiği mektuplar yayımlanmıştır. Fevziye Abdullah Tansel  tarafından hazırlanan Ziya Gökalp Külliyatı: I. Şiirler ve Halk Masalları'nda da değerli fikir adamımızın  bütün manzum eserleri toplanmıştır.    Gökalp'in Yarınki Türkiye'nin Hedefleri adlı eserinin tenkitli bir basımı da, genç fikir adamlarımızdan  Dr. Hikmet Tanyu tarafından, bir önsöz ilâvesiyle yayımlanmıştır. Yine Dr. Hikmet Tanyu tarafından  hazırlanan, fakat henüz basılmamış bulunan Ziya Gökalp ve Türkçülük adlı mühim eserde büyük  Türkçünün Türkçülüğe ait bütün yazıları toplanmıştır.    ORKUN, 1962, Sayı: 1        www.atsizcilar.com   



Sayfa 17 



 



M. ÂKİF     Âkif, şair, vatanperver ve karakter adamı olmak bakımından mühimdir. Şairliğine kimse itiraz edemez.  Onun oldukça bol manzum eserleri arasında öyle parçalar vardır ki Türk edebiyatı tarihinde ölmez  mısralar arasına girmiştir.    Vatanperverliği, tam ve tezatsız bir vatanperverliktir. Akif, sözle vatanperver olduğu halde fiille bunu  tekzip edenlerden değildi, Vatanperverane şiirler yazdığı halde en sefil bir namert ve en rezil asker  kaçağı hayatı yaşılanlar henüz aramızda bulunduğu için Akif'in vatanperverliği yüksek bir değer  kazanır.    Karakter adamı olmak bakımından ise Âkif eşsizdir. O, daima bulunduğu kabın şeklini alan bir mayi  veya cıvık bir halita değil; şeklini sıcakta, soğukta, borada, kasırgada muhafaza eden katı bir cisimdir.    İslamcı olmasını kusur diye öne sürüyorlar. İslamcılık dünün en kuvvetli seciyesi ve en yüksek ülküsü  idi. Bugünkü Türkçülük ne ise dünkü İslamcılıkda o idi. Esasen İslâmcılık Osmanlı Türklerinin  mefkuresiydi, On dördüncü asırdan beri, Türklerden başka hiçbir Müslüman millet, ne Âraplar, ne  Acemler, ne de Hintliler İslâmcılık mefkuresi görmüş değillerdi. Bir Osmanlı şairi olan Âkif'te milli  mefkure kemaline ermiş, fakat yeni bir milli mefkurenin doğuş zamanına rastladığı için geri ve aykırı  görünmüştür.    Mazide yaşayanların fikir ve mefkureleri bize aykırı gelse bile onların zaman ve mekân şartları içinde  mütalaa ettiğimiz zaman haklarını teslim etmemek küçüklüğüne düşmemeliyiz.    Çanakkale şehitleri için yazdığı şiir kâfidir. Başka söz istemez...    Akif inandı, dönmedi ve öyle öldü.    Kızıllelma, 1947, Sayı: 9     



RIZA NUR     Türkçülük ülküsünün bugünkü en büyük şahsiyeti Rıza Nur artık "Dünkü şahsiyet" oldu. 63 yıllık çetin  ve metin bir hayattan sonra vatan toprağına karışırken onu son defa selamlayanlar dinmiş bir kasırga  için duyulan neyse onu duydular.    Rıza Nur 1879'da Sinop’ta doğdu. 1902'de askerî tıbbiyeden yüzbaşı olarak çıktı ve Gülhane’ye asistan  alındı. 1903'te kolağalığına terfi etti. 1905'te Gülhane’ye muallim muavini (doçent), 1907de askerî  tıbbiyeye cerrahî profesörü oldu. 1908'de binbaşılığa terfi etti. Aynı yıl meşrutiyetin ilânı üzerine  Sinop mebusu oldu. Biraz sonra, İttihatçılara muhalefet ettiği için dersi lağvedilerek muallimlikten  çıkarıldı. 1909'da yine aynı sebepten dolayı rütbesi tasfiye edilip kolağalığına indirildi. 1910'da  askerlikten istifa etti. Balkan savaşında silâh altına alınıp yaralılara baktı, aynı zamanda tıp  fakültesinde morg müdürlüğüne tayin edildi. Daha sonra İttihatçılara karşı pek şiddetli  muhalefetinden dolayı memleket dışına sürüldü. Rıza Nur sekiz yıl dışarıda, gurbette yaşadı.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 18 



  Mütareke olunca vatan savaşına koştu. İlk Millet Meclisine Sinop mebusu seçildiği gibi, Ankara'da ilk  hükümeti kuranlar arasında da bulundu. 1920'de Ankara hükümetinin ilk Maarif Vekili olarak  hizmetler etti. Aynı yıl Hariciye Vekâletinin de Vekilliğini yaptı. Yine aynı yılın sonunda Rusya’ya  gönderilen fevkalâde murahhas heyeti âzalığı dolayısıyla Maarif Vekâletinden istifa etti, 1921'de  Sıhhiye Vekili oldu. Sakarya meydan savaşının buhranlı günlerinde cephe gerisinde bulunarak pek  iptidai vasıtalarla kurduğu seyyar hastanelerde bizzat yaralıları tedavi etti. Operatörlükte usta bir  doktor olduğu için pek çok Türk yaralısının hayatını kurtardı. 1922'de Ukrayna’ya gönderilen  fevkalâde murahhas heyeti reisliğine tayin olundu. Döndükten sonra tekrar Sıhhiye vekâletine seçildi  ve bu yıl içinde üç defa Hariciye Vekâleti vekilliğini de yaptı, 1923'te Sıhhiye Vekilliği uhdesinde  kalmak üzere Lozan konferansına ikinci murahhas olarak gitti. Lozan müzakerelerinde bilgisi, zekâsı ve  metaneti ile pek büyük hizmetlerde bulundu. Hattâ Venizelos’la olan meşhur bir münakaşasında  Venizelos’un bayılmasına sebep oldu. Lozan barışı imzalandıktan sonra Türkiye’ye dönüp ikinci Millet  meclisine yine Sinop’tan mebus seçildi ve Tıp Fakültesi kendisine fahrî profesörlük unvanını verdi.    1926'da, ilkkânunda mebusluğu bırakıp Paris’e gitti, 1926'dan 1938'e kadar on iki yıl gurbette yaşadı.  İlk yıllarını Paris’te, son yıllarını daha ucuz bir memleket olan İskenderiye’de geçirdi. Bu müddet  zarfında Türkbilik Revüsü adlı yıllık bir Türkiyat dergisi neşrederek ilmî araştırmalarının sonuçlarını  yaydı. 1938'de Türkiye’ye dönüp Taksimde bir kira apartmanında oturmağa başladı. Bu üç odalı  mütevazı dairede dört yıl kadar yaşadı.    Merhum Refik Saydam’ın yardımıyla tedahülde kalmış olan üç yıllık tekaüt maaşını aldıktan sonra  Tanrıdağ dergisini çıkararak memlekete son bir hizmet daha yapmak istedi. Bu iş onu fazla yordu ve  çok üzdü. Diğer bir takım hâdiseler de buna eklenince ölüm kendisine daha çabuk geldi. 7 Eylülü 8  Eylüle bağlayan gece, gece yarısından beş dakika sonra kendisinde bir fenalık duyarak uyandı. Aynı  apartmanda oturan ahbabı doktor Semih Sümerman hemen gelerek bir iğne yaptıysa da iş işten  geçmişti. Ağzından kan geliyordu. Gece yarısını yirmi dakika geçerken artık Rıza Nur yaşamıyordu.    Onun hakikî dostları ölümünü pek geç haber aldılar. Biz, 8 Eylülde kendisine Beyoğlu hastanesinin bir  kıyısında tabuta konmuş olarak bulduğumuz zaman şaşırdık. Yanında kimse yoktu. Onu bir kalabalığın  ortasında mı bulacağımızı umuyorduk, bilmem. Çok hazin ve çok manalı bir yalnızlığın içinde Rıza Nur,  ertesi günü ikindiye kadar orada yattı. Belki bu, onun toprak üzerindeki ilk rahat yatışıydı. Ömrünün  yirmi yılı, yani üçte biri gurbette geçen Rıza Nur, hapislere atılan Rıza Nur belki artık dinlenecekti.    9 Eylül günü öğleden sonra Beyoğlu hastanesine tek tük vefalı kalp sahipleri gelmeğe başladı. Rıza  Nur’un yaşıt akranları arasında birkaç üniversite ve lise talebesi de bulunuyordu. Çoğu birbirini  tanımayan bu insanlar burada hangi duygu ile birleşmişlerdi? Şu iki Azerbaycanlı ve şu tek Türkistanlı  burada ne arıyordu? Burada resmiyet ve gösteriş bağları yoktu. Burada bir tek bağ vardı. Oda Türk  ırkının ve kanının bağı idi. Manzaranın en hazin tarafı bir takım yaşlı insanların gelip hissiz ve  mütevekkil beklemeleri idi. Türk milletinin tevazuuna pek yakışan asker kumaşından elbise giymiş  olan yarbay rütbesindeki şu ak saçlı askerî doktor kimdi? Niçin bu kadar sessiz ve durgundu? Rıza  Nur’un eski bir dostu olduğunu bildiğim şu yaşlı eczacı ne zaman gelmişti ve neden onun sükûtu en  belâgatlı bir hitabet kadar tesirliydi? Burada her şey hazindi. Doktor Mazhar Osman’ın büyük bir  değerbilirlikle gönderdiği çelenk, dışarı Türkleri’nin çelengi, Ülkü ve Arkadaş Basımevleri sahiplerinin  sessizce gelişleri, liseli, üniversiteli, Güzel Sanatlı, eski elçi, eski başkonsolos, eski paşa, profesör bana 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 19 



  hep hazin ve manalı geliyordu. Daha tanımadığım birçok dostları bu hazin manzaraya daha çok hüzün  katıyordu. Gençler Rıza Nur’un tabutunu Türk bayrağına sardılar.    Teşvikiye camisinden Harbiye’ye kadar eller üstünde gelen Rıza Nur’un bütün hayatında olduğu gibi  ölümünden sonra da yüreği mi kanıyordu? Değilse tabuttan aşağı sızan o kan damlaları neydi? Tulgalı  on polis tabutun iki yanında yürüyor, Riyaseti Cumhur yaveri ve İstanbul Valisi de arkasından  geliyordu. Bu hazin alay Harbiye’ye kadar yavaş yavaş geldi. Sonra mezara doğru hızlı bir gidiş başladı.  Cenaze arabasının arkasından giden iki otobüs ve birkaç otomobil, Peyami Safa’nın bahsettiği iki üç  mangayı götürürken yanlış bir tesadüfle Beyazıt’ta toplanmış olan diğer bir iki manga da orada  boşuna beklediler. O "makberin yolunu gösteren tabut, yürüyen bir heykel olan tabut, o dilsiz ve sağır  hatip" arkasında bir avuç insanla mezara doğru koşuyordu.    Hiç bir gömme töreni bu kadar sade ve samimî olmamıştır. O gün hafızaların seslerinde yanık bir eda  mı vardı, göğün bulutlu ve serin havası mı elemliydi? Her halde bir başkalık gönüllere kadar işliyordu.  Mezar kapanırken oradakilerin hepsinin gözleri yaşlıydı. Etrafta çevre çevre kardeşi, Ebüzziyade Velid,  Avukat Mehmet Ali, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Hilmi Ziya, Peyami Safa, eski Sivas mebusu Rasim, Avukat  İffet, İsmet Rasin, Azerbaycanlı Sadık ve Ali Ekber, Türkistanlı İlhan, Ülkü Basımevi sahibi Muharrem,  Arkadaş Basımevi sahibi Şemseddin, Doktor Mustafa Hakkı Akansel, Doktor İzzettin Şadan, eski elçi  Tevfik Kâmil, Şeyhislâm zade Muhtar, eczacı Vedat, eski başkonsolos Fahrettin Hayri Beyler; edebiyat,  tıp, mimarî ve lise talebeleri, tanımadığım vefakâr arkadaşlar ve gençler, nihayet oradaki tek kadın  Tolunay Atsız, sessiz duruyorlardı. Mezar kapandıktan sonra o yaşlı dost, o candan insan irticalen  "Büyük Türk Rıza Nur, bütün hayatında dimdik kalan, kanaatlerini her yerde açıkça söyleyerek  nikbetlere katlanan büyük Türk Rıza Nur, Türk milletinin nuru Rıza Nur" için ne güzel sözler söyledi.  Bugünkü tenhalıktan yarın bu kabri bir ziyaretgâh haline getirecek kalabalıklar doğacağını anlattı.  Sonra gökten birkaç damla yağmur düştü ve biz, ölen değil, vatan topraklarına karışan Rıza Nuru  orada yalnız bıraktık.    Çınaraltı, 19 Eylül 1942, Sayı: 52     



BÜYÜK TÜRKÇÜ RIZA NUR (*)     Doktor, siyaset ve devlet adamı, tarihçi ve Türkçü olarak Türk tarihinde ileri bir yeri olan Rıza Nur'un  en kuvvetli cephesi Türkçülüğüdür. Doktor olarak, bilhassa Kurtuluş Savaşında, milletine değerli  hizmetler yapan, sünnetçiliği ilmî bir şekle koyarak bu alanda orijinal eserler veren; geniş halk yığını  ve gençler için yazdığı büyük Türk Tarihi'yle Türkiye'de milliyetçilik, Türkçülük ve ırkçılık duygu ve  düşüncelerini alevlendiren; Lozan'da ikinci murahhas olarak Baş murahhas İsmet Paşa'nın dediği gibi  en büyük hizmeti yapan ve ondan sonraki bütün çalışmasını Türklüğe, Türkçülüğe veren ve ömründe  en büyük övüncünün Türk yaratılmak olduğunu söyleyen Doktor Rıza Nur, meziyetleri ve eksikleri ile  birlikte büyük çapta bir adamdı. Eski Türkler gibi hususî meclislerinde ince ve güler yüzlü, devlet ve  millet işlerinde sert ve müsamahasızdı. Maddî ve manevî birçok hizmetleri arasında, yaptığı tesirin  büyüklüğü ve genişliği bakımından, en üstünü, bazıları tarafından ilmî olmadığı ileri sürülen Türk  tarihidir. Rıza Nur o büyük ve dağınık Türk tarihini bilginlik taslamak için değil, Türklüğe faydalı olmak,  milleti uyandırmak, maziyi sevdirmek için yazmıştı. Kitap bu bakımdan vazifesini fazlasıyla yapmıştır.  Bu satırların sahibi de o büyük "Türk Tarihi"nden feyz alanların biridir. O büyük tarihi okuyanların  www.atsizcilar.com   



Sayfa 20 



  aklında, belki hiçbir tarihî hâdise kalmıyor, fakat Türklük sevgisi ve şuuru, Türk ırkının üstünlüğü  duygusu silinmez bir şekilde yer ediyordu.    Bu küçük kitap büyük bir adamı Türk gençliğine iyice tanıtmak, onlara bir örnek ve millî bir borcu  ödemek için yazılmıştır. Millete hizmet edenleri tanıtmak, onları manen yaşatmak demektir. Bir  millet, kendine hizmet edenleri manen ne kadar çok yaşatırsa, o kadar çok yaşamağa hak kazanmış  olur.    Beni tanıyanların iyi bildiği "Zamansızlık" gibi güç şartlar altında yazdığım bu eseri, artık Tanrı'nın  esirgenliğine bırakmış olduğumuz Doktor Rıza Nur'un büyük hâtırasına sunuyorum.    11 Temmuz 1943, Maltepe    (*) Bu yazı,  Atsız'ın hazırlamakta olduğu "Rıza Nur" hakkındaki eserden alınmıştır.     



RIZA NUR'UN HAYATI     AİLESİ    Rıza Nur'un baba tarafı en aşağı 200 yıldan beri Sinop'ta oturan ve "İmamoğlu" adını taşıyan bir aileye  mensuptur. Rıza Nur'un bilinen ilk atası Sinoplu Hacı İbrahim'dir. Bunun oğlu Sinop Kalesi dizdarı  Mustafa aynı zamanda Sinop'taki Hisar camisinin imamı olduğu için bu aile adı onlara yâdigâr  kalmıştır. Bu İmam Mustafa tarafından yazılıp nesilden nesile Rıza Nur'a kadar gelen bir yazmada,  1189, 1200, 1212, 1213 Hicri tarihleri vardır, Bu tarihlerde Mustafa'nın imam olduğu anlaşılmaktadır.    Bu imam aynı zamanda Sinop'ta yazıcılık ve hekimlik de yaparmış.    Rıza Nur'un baytar binbaşısı olan amcası Bağdat'ta ölmüş, babası Mahmud ise, 20 yaşında askere  çağırılıp Tersaneye alınmış, İstanbul'da kundura fabrikasına verilmiş, o zamanın usulünce 10 yıl  askerlikten sonra subay yapmışlarsa da istifa edip Sinop'a gelmiş kunduracılık etmişti. O zamana  kadar ayakkabı olarak yalnız yemeni kullanan Sinoplular kundura giymeğe böylelikle alışmışlardı.    Mahmud, kemikli, sarı saçlı, mavi gözlü, güzel yüzlü bir adamdı. Okur yazardı. Pek dindardı.Namazı hiç  bırakmaz, her cuma akşamı Kur'an okur du.    Rıza Nur'un ana tarafi da yine Sinoplu ve Zarflıoğlu denen bir alieye mensuptu. Rıza Nurun annesi  olan Hâcere Hanımın babası"25 kadar yelkenliye sahip, zengin bir adamdı. Rusya ile Sinop ve İstanbul  arasında nakliyat yapardı. Fakat bir firtınada bütün gemileriyle birlikte battı. Kara saçlı bir kadın olan  Hâcere Hanım da hiç bir namazını bırakmayan akıllı ve işgüzar bir kadındı.    ÇOCUKLUĞU    Rıza Nur, İmamoğullarından Mahmud ile Zarflıoğullarında Hâcere'nin dört çocuğunun ilki olarak 30  Ağustos 1879'da Sinop'ta doğdu. Adı, yalnız "Rıza" idi. "Nur" adını sonra Tıbbiye'de kendisine o  www.atsizcilar.com   



Sayfa 21 



  zamanın modasınca mahlas olarak koymuştur. Rıza Nur, baba ve ana cihetinden Sinoplu ve Türk olup  soyunda hiçbir yabancılık yoktur. Dindar ve namuslu insanlar olan babasından ve anasından dini  fazilet telkinleri alarak büyüdü. Anasının Rıza Nur üzerindeki tesiri pek büyüktü.. Anasını çok severdi.  Onun sözlerini, ögütlerini ölünceye kadar unutmamıştır.    Dört yaşında iken Sinop'taki Kapan ilkokuluna (ibtidai mektebine) başladı. Sarıklı Hoca Ahmed Efendi,  Rıza Nur'u çok sever, oğlunu İstanbul'a gotürüp okutması için babası Mahmud Efendiyi teşvik ederdi.  İlkokulu bitirdikten sonra Alâaddin Camisi avlusundaki mülkiye rüşdiyesine girdi. (O zaman rüşdiyeler  ilkokulla ortaokul arasındaki ikinci derecede okullardı). Bu iki okulda Rıza Nur, sınıfın ilerisinde  bulunmakla beraber çalışkan değildi. Kuşa meraklıydı. Kafesler, kapancalar ökseler yapar, saka, iskete,  filürye tutardı. Evde on, on beş tane kafesi vardı. Fakat babası, Rıza Nur'a çok dikkat eder,  yaramazlığını haylazlığa vardırmasına engel olurdu. Her gün okul dönüşünde 10 satır güzel yazı meşk  ettirirdi. Bu Rıza Nur'a çok sıkıntı vermekle beraber, yazısının güzel olmasını sağlamıştır. Sonraları  Tıbbiye'de acele not tutmak ve daha sonra da birçok yazı ve makaleyi çabuk çabuk yazmak dolayısıyla  Rıza Nur'un yazısı biraz bozulmuşsa da yine işlek bir yazısı vardı.    Bir gün Rüşdiye öğretmeni olan sarıklı hoca, sınıfa kızdı. "Yirmi kişilik sınıfın bütün öğrencilerini  falakaya yatırıp birer birer dövdü. Fakat sıra Rıza Nur'a gelince, isyan etti. "İnsan dayak yemez, hayvan  dayak yer" diyerek kitaplarını alıp okuldan kaçtı. Fakat bir yandan da babasından korkuyordu. Babası  üç gün sonra işi tatlıya bağladı. Rıza Nur'un ısrarına rağmen: "Seni hocan istiyor; okumazsa yazık olur  diyor" sözleriyle onu tekrar okula götürüp meseleyi kapattı. 12 yaşında rüşdiyeden çıkarken Rıza Nur  on dersin her birinden birer kitap mükâfat almıştı.    Rüşdiyede okurken kürek çekmesini, yüzmesini, ata binmesini pek güzel öğrenmişti. Avcılığı ve atıcılığı  da severdi. Ama anası, babası "kazâ çıkarırsın" diye ona tüfek vermezlerdi. Cuma günleri "Meydan  Eteği" denilen kale dışındaki düzlükte top oynanır,at yarışları yapılırdı. Bunu yaşlı adamlar yapardı.  Rıza Nur bunları seyreder ve heveslenirdi.    Bu sırada bir eğlencesi de "Battal Gazi", "Kan Kelesi" ve buna benzer kitapları okumaktı.Bunları çok  sever, "bir na'rada bin kâfiri yere serdi", "kılıcını çekip tek başına.düşman ordusuna girdi" cümleleri ni  okuduğu zaman büyük bir heyecana kapılır, kahramanlık duyguları uyanır, kendisi de öyle isterdi    RIZA NUR İSTANBUL'DA    Sinop'taki rüşdiyeyi bitirdikten sonra, babası Rıza Nur'u getirerek halasının yanına bıraktı. Rıza Nur'un  halasının kocası, yani Rıza Nur'un eniştesi Şehremaneti mühendislerinden Hüsnü Beğdi. Bu  mühendisin dayısı olan bir albay (miralay) askeri rüşdiyelerin nâzırı idi. Bu albay, Rıza Nur'u  Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesine yazdırdı. Şimdi Adli Tıp müessesesi olan bu okulda 500 kadar öğrenci  vardı.Rıza Nur, ilk hususi imtihanda sınıfın birincisi oldu. Okuduğu Battal Gazilerin ve o gibi kitapların  tesiriyle süvari subayı olmak istiyordu. Babası ise atalarının tesiriyle doktor yapmak istiyordu. Çünkü,  Rıza Nur'un ataları ocak halinde bir nevi halk hekimliği yaparlardı. Rıza Nur bir oldu bitti yapmak  isteyerek, iki yıl okuduktan sonra çıktığı Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesinden sonra Çengelköy'ündeki  Kuleli Harbiye idadisine (Lisesine) yazıldı. Fakat babasının ısrarlarına dayanamayarak oradan çıkıp  onun yanındaki Tıbbiye İdadisine girdi. Bu okul üç sınıflı idi. Bütün öğrencileri 600 kadar olan Tıbbiye  İdadisinde sınıflar 200 kişilikti. Rıza Nur sınıfın ilerisinde idi.Fakat burada haylaz ve haşarı oldu. Yalnız  www.atsizcilar.com   



Sayfa 22 



  imtihan zamanlarında birkaç gün çalışırdı. Bütün günü kavga, dövüşle geçiriyordu.Güreşe de heves  etmişti.Güreşler yapıyordu.    Tıbbiye idadisinin talebesi doktor ve baytar olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Yani idadiyi bitirdikten sonra  Baytar Mektebine girecek talebe de burada okurdu.Bu iki takım talebe birbirine düşmandı. İkide bir  toplu olarak çetin dövüşler yaparlardı. Bazen usturpa ve muştalarla yapılan ve temeli kahramanlık  dâvası olan bu dövüşlerde Rıza Nur'un fikri hayatında bir değişiklik oldu: Bir gün bir öğrencide Namık  Kemal'in bir şiirini görmüş okumuş ve derhal büyük bir tesir altında kalmıştı. Rıza Nur bu şiire âdeta  bayılmıştı. Derhal Namık Kemal'in öteki şiirlerini de aramağa başlamıştı. Yazma birtakım şiirlerini ve  Celâleddin Harzemşah, Cezmi, Rüya, Gelibolu gibi nesirlerini buldu. Bunları okudukça Namık Kemal'e  hayranlığı arttı. Hürriyet aşkı ve istipdat düşmanlığı gönlünde yer etti. Bu eserleri gizli okuyup  birbirine verirlerdi.    O sırada Tıbbiye İdadisinde Muhtar adında ve teğmen (mülâzim) rütbesinde bir Fransızca öğretmen  muavini vardı. Derslerinde kapalı olarak hürriyet sevgisi vermeğe çalışırdı. Rıza Nur'un çok hoşuna  gittiğinden onu Türkçe olarak yazdı. Filibe'de, Selânikli Hilmi tarafından çıkarılan "Emniyet" adındaki  gazeteye yolladı. Bu yazı o gâzetede Sinoplu Rıza" imzasıyla çıktı. Bu yazı Rıza Nur'un ilk yazısıdır.  Onun basılması ve arkadaşları tarafından beğenilmesi Rıza Nur'un pek boşuna gitti.    Yine Mülâzım Muhtar Efendi, bir gün Chateaubriant'ın "Atala" adlı eserinden bahsetti. Rıza  Nur,Beyoğlu kitapçılarından bu eseri bulduysa da    anlayama dı.O zaman kendisine bu kitabın Recaizade Ekrem Bey tarafından yapılmış bir tercümesi  olduğunu söylediler. Onu da buldu. Bu tercüme ile ve kamusla aylarca uğraşarak eseri söktü.Çok  hoşuna gitmişti. Atala'nın tesiriyle olacak, idadiyi bitirip tatil zamanında Sinob'a gittiği zaman  "Zeytinlik" denilen yerde "Şüküfe‐i Muhabbet" adında edebi bir nesir yazdı.O zaman 18 yaşlarında idi.    1895'te Tıbbiye Mektebine girdi. Sınıfları 180 kişiydi. Askeri Tıbbiye'nin eskiden beri talebe arasında  yaşılan kuvvetli gelenekleri vardı. Yeni gelen sınıfın her talebesine yukarı sınıflardan bir talebenin  gelip fazilet, hürriyet severlik, istibdat düşmanlığı, talebe arasında kardeşlik, yukarı sınıflara itaat  dersleri vermesi de bu gelenekler arasıda idi. Rıza Nur'a yukarı sınıflardan Nâzım adında bir öğrenci  gelmiş, bunları söylemişti. Bu sözler Rıza Nur'da büyük bir tesir yaptı ve talebe arasındaki siyasi  teşkilâta girmesine sebep oldu.    Askeri Tıbbiye ilk önce külhanbeylik, yani şövalyelik, sonra edebiyat ve felsefe, nihayet  hürriyetseverlik çağının ateşli zamanıydı. Askeri Tıbbiyeliler para toplayarak Paris'e, Mısır'a,  Cenevre'ye hürriyet için çalışanlara gönderirlerdi. O vakit o memleketlerde yaşılan hürriyetperverlerin  bastıkları yazıları Galata'daki Fransız Postahanesi vasıtasıyla getirterek her yere dağıtırlardı.    Tıbbiyeye girince Rıza Nur'un haşarılığı, haylazlığı kalmadı. Çok uslu, sessiz ve çalışkan oldu. Teneffüs  zamanlarında ve geceleyin subay gelip yasak edinceye kadar yatakta bile hep okuyordu. Şahsi  kusurlarını düzeltmek için nefsiyle mücadeleye başladı. İrade kuvvetiyle birkaç ayda bunlardan  kurtuldu. Artık bütün kusurları ve fazlalıkları atmıştı. Hatta gülmeği bile unutmuştu. Tıbbiyeden  çıkıncaya kadar belki bir defa bile gülmediği gibi fazla gülenlerden de tiksinir olmuştu.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 23 



  Askeri Tıbbiyede daima siyasetle meşguldü. Siirle de uğraşmaya başlayıp arzuyla bir iki şiir yazdı. Bir  tanesini "Malûmat" gazetesine verdi. Bastılar. Fakat şiir için kültürün çok lâzım olduğunu anlayarak  bir yandan derslerine, bir yandan da edebiyat ve felsefe kitaplarına düştü. İlk önce Abdülhak Hâmid,  Naci gibi son devir Türk şairlerini; sonra da Fransız klâsikleri ve Goethe, Sehiller, Shakespeare ve  Byron'un fransızcaya tercümelerini okudu. Bilhassa tatil zamanlarında Sinop'ta iken kırlara, kıyılara  çekilir, bu eserleri okurdu. İlk önce lügatla okuyordu. Sonra Fransızcayı adamakıllı öğrendi. Lamark,  Darwin, Buchner, Hekel, Schopenhaur gibi filozofları da okudu. Rıza Nur siyasi ve edebi çalışmaların  tıp tahsiline engel olduğunu görünce artık yalnız dersleriyle uğraşmağa karar vermişti. Bu sıralarda  Askeri Tıbbiyenin dahiliye zabitlerinden Arap Sabri adında ve Mülâzım (teğmen) rütbesinde bir Zenci,  Rıza Nur'u çağırtarak: "Siyasetle uğraştığını mektep idaresi biliyor, seni sürgün edecekler. Halbuki  millete hizmet edebilecek bir talebesin. Sonra sana yazık olur" dedi. Rıza Nur, dahiliye zabıtına  teşekkür ederek ayrıldı, tedbir aldı. Birkaç gün sonra idare heyeti dersaneyi ve yatakhaneyi basıp Rıza  Nur un dolaplarını aradıkları zaman bir şey bulamadılar. Yalnız Fransızca bir gramer kitabının içinde  Santo Briyan'ın İstanbul'a geldiği zaman yazmış olduğu,padişahların zulmünden bahseden bir parçayı  buldular. Müdür bu Fransızcayı dahiliye subaylarından Binbaşı Hüsnü Beğe vererek ne olduğunu  sordu. Hüsnü Beğ, derse ait olduğunu söyleyerek. Rıza Nur'u kurtardı.    Rıza Nur siyasi faaliyetten çekilince derslerine sarıldı. Sınıfının çavuşlarındandı. Çalışkanlığı, fazileti,  dünyaya aldırış etmemesi yüzünden arkadaşları ona "Diyojen" diyorlardı. Derslerini Paris Tıp  Fakültesinde okutulan Fransızca kitaplardan takip ediyordu. Fakat son sınıflarda bu aralıksız ve çetin  çalışmadan hasta düştü. Çok zayıftı. Babası da eskisi kadar para gönderemediğinden her istediği kitabı  alamıyordu.O zaman: "İlerde param olursa kitap bulamayanlar için bir kütüphane yapayım" diye  ahdetmişti. Sinop'taki kütüphaneyi bu yüzden yapmıştır. Son sınıfta tez olarak o zaman kadar  yazılmamış bir şey hazırlamak istiyordu. "Hitan" aklına geldi. Bunu yazdı. Doktor olunca. büyültüp  eser halinde neşretmiştir.    RIZA NUR'UN GÜLHANE'DE ASİSTANLIĞI    27 Kasım 1901'de Askeri Tıbbiye'den yüzbaşılıkla mezun olarak doktor çıktı. Tıbbiyedeki dersler çok  nazari idi.Gülhane hastahanesinde staj yaparak ameli tıp öğreneceklerdi. O zaman Gülhane'ye Alman  profesörler getirmişlerdi.    Rıza Nur'un, Tıbbiye idadisinde 200 kişi, Askeri Tıbbiyenin ilk sınıfında 180 kişi olan sınıfı döküle  döküle azalmış, 67 kişi doktor çıkmıştı.    27 Şubat 1902 de Gülhane'ye başladı. Orada Alman profesörlerinin yanında doktorluğa fevkalâde  çalıştığı gibi Fransızca konuşan bir ailenin yanında pansiyon kalarak Fransızca pratiğini de ilerletti.    Çünkü o zamana kadar Fransızcayı iyice öğrenmiş olduğu halde konuşma pratiği yoktu. Bu müddet  için de hem Fransızca konuşmasını ilerletti, hem de yılın sonunda Alman profesörlerden "pekiyi"  derecede diploma aldı.Alman profesörler, bu yüksek başarısından dolayı Rıza Nur'u dört beş  arkadaşıyla birlikte yanlarına asistan aldılar. Halbuki Serasker Kapısı (yeni Genelkurmay Başkanlığı ve  Millî Savunma Bakanlığı yerinde olan makam) kurra ile Rıza Nur'u Basra'ya, Altıncı Orduya bağlı 46.  alayın 3. taburuna tayin etti. Ortaya tuhaf bir durum çıktı. Profesörler Rıza Nur'u vermediler; Serasker  Kapısı da Basra'ya tayin etmekte direndi. Altı aylık çekişmeden sonra profesörlerin dediği oldu.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 24 



    Fakat bir yıl sonra Serasker Kapısı,Rıza Nur'u Yemen'e tayin etti. Yine çekişme oldu. Nihayet Alman  elçisi Von Bieberstein bir cuma selâmlığında huzura çıkarak "Rıza Nur hastahaneye lâzımdır" diyerek  onu orada bıraktırdı. Bu vak'a birçoklarınca tuhaf görüldü. "Rıza Nur kim oluyor ki Alman elçisi onun  için huzura çıkıyor" dediler.    Rıza Nur artık gece gündüz hastanede idi. Cuma günleri bile çıkmıyordu. Tıbbın bütün şubelerinde,  bilhassa profesör Deike'nin yanında lâboratuvar ve teşrihi marazide çalışıyordu. Doktorluğa ait umimi  bilgisini kuvvetlendirdikten sonra ihtisas yapmak üzere cerrahi kısmına girdi ve operatörlükte ilerdi.    Rıza Nur,Alman profesörlerinin yanında iki yıl asistanlık ettikten sonra doçent oldu. Artık kendi  kendine ameliyatlar yapmaya ve ders vermeye başladı. Daha Tıbbiye de talebe iken başladığı '' Fenni  Hitan'' adlı eserini bitirmişti.Bu eser henüz basıldığı halde duyulmuş, orijinal olduğundan tıp âleminin  dikkatini çekmişti. Padişahın başhekimi Said Paşa da işitmişti. Gülhane'ye bir telgraf çekerek Rıza  Nur'u Yıldızda, Yenimahalle'deki evine çağırttı. Kitabı ve Rıza Nur'un hazırlamış olduğu sünnet âletleri  koleksiyonunu görerek beğendi.    Bir müddet sonra yine telgrafla Rıza Nur'u istetti. Bu eserden ve âletlerden padişaha bahsettiğini,  padişahın bunları görmek istediğini, iyi bir yazı ile eseri yazdırıp âletleri de kadife bir kutuya koyarak  getirmesini söyledi. Rıza Nur 15 altın vererek eseri iyi bir hattata yazdırdı. Bir de kadife kutu yaptırıp  âletleri koydu; Said Paşaya götürdü.    Başhekim, bir gün sonra Rıza Nur'u telgrafla Yıldız sarayına çağırdı. Rıza Nur, Said Paşanın odasına  girdi. Yanında Sultan Abdülhamid'in başmusabihi Zenci Nadir Ağa ile başka birisi, bir de Said Paşanın  muavini bir doktor binbaşı vardı.Orada Said Paşa, Rıza Nur'a, eserinin Sultan Abdülhamid tarafından  beğenildiğini, bu yüzden kendisinin sol kolağalığa ( kıdemsiz önyüzbaşılığa) terfi edildiğini ve kitabının  basılmasına irade çıktığını bildirdi (6 Haziran 1903). Fakat Rıza Nur, eseri yine kolay kolay bastıramadı.  Çünkü Serasker Kapısı matbaası kitabı basmadı. Kitabı Maarif Nezaretine (=Milli Eğitim Bakanlığına)  verip oradaki sansürden izin almaya mecbur oldu. Birkaç ay da böylece uğraştıktan sonra adından  "Nur"u kaldırıp yalnız "Rıza" adıyla kitabını bastırabildi (1905). Bu eser, Gülbane Hastahanesi Dış  Hastalıklar Muallimi olan Alman Profesör Miralay (= Albay) Witing tarafından Almancaya da çevrildi.    RIZA NUR ZİBEFCEDE 1903 Kasımında Rıza Nur'u o zamanki Türk‐Sırp sınırı üzerindeki Zibefce  gümrüğüne bakteriyolog olarak tayin ettiler. Bu köy Belgrad‐Selânik demiryolu üzerinde idi.  Makedonya'daki Türk askerleri için Bulgaristan'dan gelen ve Niş yolu ile sınırımıza giren unlara  Bulgarların veba mikrobu ve zehir kattıkları hakkında Padişaha bir haber geldiğinden Mabeyin,  Serasker Kapısından oraya çabucak gönderilmek üzere bir bakteriyolog istemiş, Serasker Kapısı da  Profesör Deike'nin muavini olarak lâboratuvarda vermişti. Rıza Nur, Rüsumat Emini Nazif Paşaya  başvurarak bakteriyoloji ile toksikolojinin iki ayrı iş olduğunu, bundan dolayı kendisinin ancak veba  mikrobu arayabileceğini, zehir arıyamayacağını söyledi. Cahil bir adam olan Rüsumat Emini Nazif  Paşa, Rıza Nur'u dikkatle dinledikten sonra: "Git, ikisini de yaparsın" dedi. Bunun üzerine Rıza Nur bu  işler için gereken âletleri istedi. Paşa buna da: "Git, arkandan göndeririz" diye cevap verdi. Belli idi ki  Rıza Nur'u başında savıyordu. Çünkü istediği âletlerin ne olduğunu sormamıştı.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 25 



  Birkaç gün sonra Rıza Nur yine Sirkecideki Rüsumat dairesine giderek âletleri istedi. Paşa, yine  başından savacak şekilde cevaplar verdi. En sonunda Rıza Nur kendisinin büyük bir sorumluluk altına  gireceğini, mikroskop olmadan mikropları, eğer varsa, göremeyeceğini söyledi. Pek bilgisiz olan  Rüsumat Emini buna karşı: "Gözünü dört aç, mikrobu görürsün,diye cevap verince Rıza Nur az kalsın  ağlayacaktı.Çare olmadığını görünce nihayet mikroskopsuz, âletsiz olarak Zibefce'ye hareket  etti.Burası bir istasyon yapısı ile bir büfeden, üç beş de barakamsı evden yapma bir dağ köyü idi. O  barakalarda gümrük memurları oturuyordu.Açıkta kalan Rıza Nur İsviçreli olan istasyon şefinden  müsaade alarak istasyonun kömür deposunda yattı. Kürekle kömürleri bir yana iterek bir yataklık yer  açtı ve İstanbul'dan getirmiş olduğu şiltesini oraya serip uyudu.Birkaç gün sonra gümrük memurları  için yapılmış apartman tarzında kâgir bir yapı olduğunu öğrendi. Daha bitmemiş olan bu yapıda  kömürlükle ölçülemeyecek kadar iyi ve güzel odalar vardı. Rıza Nur boş bir odada yatmak için gümrük  memurundan izin istedi. Fakat Gümrük memuru bu izni vermedi. Bunun üzerine Rıza Nur subaylığı ele  aldı. Bir adama yüklettiği bavul ve yatağı ile birlikte kılıcını eline alarak kapıyı kırdı. Odayı işgâl ederek  üzerine kilit vurdu, yerleşti. Bunun üzerine Rıza Nur'u oradan çıkarmaya çalıştılar. Çıkaramayınca  Selânik Rüsumat Müdürlüğüne yazdılar. Orası da Rıza Nurun muhakkak çıkmasını istedi Bunun  üzerine Rıza Nur 12 Kasım 1903'te Rüsumat Emanetine, 17 Aralık 1903'te Selânik Rüsumat Nezaretine  ( Umum Müdürlüğüne) mektuplar yazarak hem âlet, hem de yatacak yer gösterilmesini istedi. Rıza  Nur'u girdiği yerden çıkaramadılar. Fakat unları muayene için de hiçbir âlet filân gelmedi. Unlar  birikmişti. Geçirmek için gümrük Rıza Nur'dan rapor istiyordu. Rıza Nur: "Mikroskop olmadan  muayene edemem" diyordu. Sonunda, un tüccarları şikayet ettiler. Unlar raporsuz geçti. Ne veba  çıktı, ne de zehirlenme oldu.    Zibefce'ye tren geldikçe gümrük salonunda Rıza Nur da bulunurdu. Bir takım Sırp ve Bulgar  köylülerinin çarıklarındaki bağ yerine elektrik tellerinin, bellerinde de kemer yerine yine elektrik  tellerinin bulunması bir gün Rıza Nur'un dikkatini çekti. Onları iyice muayene ettirince birkaçının  eşyası arasında paket paket güherçile, birkaç tane elektrik kömürü, bir tanesinin üzerinde de dinamit  çıktı.Rıza Nur bunları toplayarak raporunu yazıp Üsküp'e gönderdi. Üsküp'teki incelemeler ve sorgular  bu heriflerin Üsküp'te bir camiyi ve demiryolunu atacaklarını ortaya çıkardı.    Yine bir gün gümrük kolcusu ile gayet güzel bir Türkçe ile konuşan, kendisinin Komanova'lı olduğunu  ve Üsküp'teki Türk okulunda okuduğunu söyleyen, Türkleri sevdiğinden bahseden genç bir Sırp'ın  boyunbağında, üstünde Sırp Kıralı Petro'nun resmi olan bir iğne bulunduğunu gördü. Sırp'a "Türkleri  seviyorsun da Sırp Kralı göğsünde ne arıyor" diye sorunca, genç Sırp, hemen iğneyi yere atıp çiğnedi,  kırdı ve: "Ben farkına varmadan otel hizmetçisi koymuş" dedi. Fakat iki gün sonra Selânik'teki Hüseyin  Hilmi Paşadan telgraflar yağmaya başladı. O vakit Makedonya'da Avrupalı subaylar idaresinde  jandarma yapılmış, orada tuhaf bir idare kurulmuştu. Bu idarenin başında Hüseyin Hilmi Paşa  bulunuyordu. Rıza Nur'un sorgusu üzerine, Sırp Kralının resmi bulunan boyunbağı iğnesini yere atıp  çiğneyerek kıran genç Sırp bu idareye: Bir Türk polisi Sırp Kralının resmini çiğnedi" diye şikâyet  etmişti. Askeri üniformasının üstünde sivil kaput taşıyan Rıza Nur'u polis memuru sanmıştı. Bereket  versin, Zibefce'deki polis memuru, Sırp ile o hâdisenin geçtiği gün vazife ile köylere gitmişti.Cevapta  bu yazıldı da mesele durdu.    Rıza Nur 6 ay kadar Zibefce'de kaldı. Hemen hemen hiçbir iş görmüyordu. Buradan bir kazancı  olmuştu.Bulgar ve Sırp komitalarının içyüzünü görüp gözü açılmıştı. Fakat kendi haline kalsa yıllarca  burada kalacağını anladığından, 20 Nisan 1904tarihi trene atlayınca Selânik'e indi. Gerçi bu işi kendi  www.atsizcilar.com   



Sayfa 26 



  kendine yapıyor idiyse de Zibefce Rüsumat merkez memurluğundan resmi bir vesika almıştı. Bu  vesikada aynen şöyle yazılıydı:    "Beş mah mukaddem bâ irade‐i seniyye‐î hazret‐i padişahi Zibefce rüsumat idaresi kimyagerliğine  tayin ve izam buyurulan tabib kolağası izzetlü Rıza Beğ bu defa şerefsüdûr buyurulan irade‐i seniyye‐i  cenâb‐ı hilâfetpenahi mantuk‐ı münifince Dersaadete avdet etmek üzere Zilbefce'den hareket ettiğini  mübeyyin işbu ilm‐ü haber efendi‐i mumaileyhin yed'ine ita kılmdı. 7 Nisan 1320."    Mühür : Üskübe tâbi    Zübefce Rüsumat Merkez Memurluğu.    Altınışık, Ağustos 1947, Sayı: 8    Orkun, 7 Eylül 1951, Sayı: 49      



RIZA NUR'UN TÜRKÇÜLÜĞE EN BÜYÜK HİZMETİ     Büyük Türkçülerden merhum Dr. Rıza Nur'un Türkçülüğe en büyük hizmeti, büyük Tarihi'ni yazmış  olmasıdır. Siyasi hayatın haksız darbelerine uğrayıp gurbetlere düştükçe, boş durmayan, duramayan,  milletine mutlaka bir hizmet yapmak isteyen Rıza Nur, Türklüğe faydalı saydığı bir yığın eseri  hazırlarken 1917'de Mısır'da başlayıp 1921'de Türkiye'de bitirdiği 14 ciltlik koca bir eser meydana  getirmiş, bunun 12 cildini Cumhuriyetin ilk yıllarında bastırmaya muvaffak olmuştur.    Yine meşhur bir Türkçü olan Müşir Süleyman Paşa'nın vaktiyle yazdığı 'Tarih‐i Âlem" adlı mektep  kitabından sonra Rıza Nur'un tarihi, milli tarihimizi Osmanlı çerçevesinden çıkararak bütün Türkleri  kaplamış bir kadro haline getiren ikinci eserdir.    Süleyman Paşa'nın askeri mektepler için yazdığı, bilhassa son çağ tarihimizde iş olan asker sınıfının  orduya Türkçülüğü, Turancılığı nasıl sokmuşsa ondan kırk yıl sonra yazılan Rıza Nur'un tarihi de ilk  tohumları orduda atılan Türkçülük ve Turancılık fikrini daha büyük bir aydınlar alayına yaymış, milleti  yaşatacak ana düşünceyi memlekette kökleştirmiştir.    Bu tarih ilmi bir eser değildir. Zaten böyle bir gayesi de yoktur. Hattâ birçok yerlerinde indi tasarruflar  ve yanlışlarda vardır. Kronolojik bir sıra takip etmeyip türlü sülâleleri gelişi güzel sıralaması da başlıca  bir kusurdur. Fakat bunlar o büyük eserin değerini asla azaltmamaktadır.    "Dünyada en büyük iftiharım Türk yaratıldığımdır" diye başlayan bu koca eserin can alacak noktası,  Türkçülük bakımından yazılması okuyanlarda Türklük sevgisi yaratmasıdır. Türk tarihini tamamıyla  sistemlendirememiş olmakla beraber, meselâ Selçuklularla Osmanlıları aynı devletin iki hanedanı  sayması gibi hem tarihi gerçeğe, hem de milli menfaat ve ülküye uygun keşifleri bir haylidir.    Bu büyük eserin basılmayan 13‐14. ciltleri, Türklerin tarih huzurunda almaları gereken siyasi, içtimai  durumu gözden geçirmesi bakımından mühimdir. Türklerle komşuları olan millet ve devletlerin  www.atsizcilar.com   



Sayfa 27 



  münasebetleri, bunlardan Türklüğe gelecek fenalıkların önlenmesi meseleleri bu ciltlerde tartışılmış,  çareleri ve tedbirleri gösterilmiştir. Eğer Cumhuriyetin ilânından sonra başbakanlığa İsmet İnönü değil  de Rıza Nur gelseydi milleşmek, Türkleşmek ve kuvvetlenmek bakımından Türkiye bugün başka bir  manzara gösterir, bugün başımıza belâ olan birçok dâvalar tamamıyla ve kökünden tasfiye edilmiş  bulunurdu.    Eski harflerle yazılmış olduğu için bugün 40 yaşından küçük olanların istifade edemediği bu büyük  Türk Tarihi, milliyetçilik tarihimizin mühim eserlerinden biri olarak kalacaktır. Onun yerine bugün bir  yenisini koymak mühim bir milli vazifedir. Ve Tanrı dilerse Türkçüler bunu da yapacaklardır.    Orkun, Eylül 1962, Sayı: 8     



Dr. HASAN FERİT CANSEVER     Doktor Hasan Ferit Cansever, 1944‐1945 Irkçılık Turancılık dâvasının mahkemeye sürüklediği 23  sanığın arasında en yaşlısı idi.    Daha önceden de tanışmış olmamıza rağmen tutuklu olarak geçen bir buçuk yıllık hayatımızın, Askerî  Cezaevindeki son yedi sekiz aylık süresinde birbirimizi daha yakından anlamış ve tanımıştık.  Doktor, Türk Ocağı'nın ilk mensuplarından ve Türkçülük dâvasının, karşılık beklemeden çalışan  ülkücülerindendir. Türkçülük anlayışımızda belki nesil ve yetişme tarzımız bakımından az çok ayrılık  olmasına rağmen kendisiyle hiçbir zaman ihtilafa düşmedik. Ve aşağıda anlatacağım et ve ot  meselesinden başka hiçbir konuda aramızda tartışma olmadı.    Hasan Ferit Cansever, Türkçülüğü yaymak için misyonerler gibi çalışmak taraflısı idi. Yıllarca çalışarak  bir tek kişiyi dâvaya kazanmanın bile başarı olacağına inanırdı. Ömrü boyunca da iğne ile kuyu kazan  adam olmak vasfını taşımıştı. İlk doktor olduğu zaman bu prensiple kasabalar ve köylerde, kendi  mesleğinin gereklerine göre çalışarak Türklüğe faydalı olmuştu.    Yine doktorluğu dolayısıyla ırk sağlığı meselesine eğilmiş, başta et olmak üzere, hayvani besinlerin  insan sağlığına zararlı olduğuna inanarak bu konu üzerinde ciddî etütler yapmış, esaslı fikirler  edinmişti. Ona göre her yaratığın tabiî gıdaları vardı. O tabiî gıda ile beslenirse uzun ömürlü ve sıhhatli  olurdu. İnsanın tabiî yiyeceği otlar ve yemişlerdi. Eskimoların ancak 30‐40 yıl yaşamalarını yalnız etle  beslenmelerine bağlıyordu. Pirinçle beslenen Çinli ve Hintliler'in bu çoğalmasına karşılık savaşçı ve  üstün Türk ırkının Orta Asya'daki çöküşünü yalnız hayvani gıda ile beslenmekte buluyordu. Buna  karşılık Ön Asya'daki Türklüğün devamı büyük ölçüde tahılla beslenmesinde idi. Çok et yiyen  İngilizler'in inkırazı yakındı. Esasen daha şimdiden aptallaşmış bir ırktı.    Ben eski bir tıbbiyeli olduğum, Fethi Tevetoğlu doktor olduğu, İsmet Tümtürk de eti çok sevdiği için  bazı itirazlar yapardık. Fakat bu konuda hazırlıklı ve tabiî bizden çok bilgili olduğu için onunla başa  çıkamazdık. Bu tartışmalar Tevetoğlu ile benim susmamızla bitmiş, İsmet Tümtürk'e de "Tanrım!  Pirzola lezzetinde bir bitki yarat" diye yakarmak kalmıştı.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 28 



  Hasan Ferit bu et ve ot tartışmasını bıkmadan, usanmadan yapar, bir kişiyi kazanabilmek için günlerce  anlatmaktan, açıklama yapmaktan, deliller göstermekten bezmezdi. Karşısındakinin fikrini çelmek için  psikolojik tesirler yapmasını da iyi bilirdi. Bir delili şu idi: "Balık yedikten sonra kalan kılçık ve balık  artığı iğrenç bir şeydir. Halbuki portakalın kabuğunu bir saat sonra iğrenmeden ısırabilirsin. Balığın  kılçığına beş dakika sonra bakamazsın bile.."    Bu açıklama doğru idi. Fakat Hasan Ferit bununla kanmaz, daha da ileri giderdi. Bir gün şöyle demişti:  "Pilavın üstüne bir bıldırcın kızartıp koysam iştahla yersin. Bıldırcın yerine fare koysam yemezsin.  Halbuki birinin kanadına karşı ötekinin kuyruğu olmasından başka farkları yoktur. İkisi de hayvan  leşidir."    Bu benzetme ve Hasan Ferit'in ısrarla telkinleri, merhum Hüseyin Namık Orkun müstesna, hepimiz  üzerinde tesirli olmuştu. O zamandan beri Hikmet Tanyu et yemez. Nejdet Sançar pek az yer. Birkaç  ay ben de yiyemedim. Hâlâ da zaman zaman yiyemem.    İyi bir doktordu ve diploma alırken ettiği yemine ömür boyunca sadık kalan nadir hekimlerden biriydi.  Tünel başında muayenehanesi bulunduğu sırada Türkçü gençler dertleri oldukça kendisine  başvururlar, karşılıksız şefkat, ilgi ve tedavi görürlerdi.    Makale, kitap ve konferanslarla ülküsünün yayılmasına çalışmış, bir aralık "Türk Yurdu" dergisini  çıkarmış olan Hasan Ferit, Irkçılık‐Turancılık dâvasında beraat etmiş olmakla beraber, başlangıçta  Askerî Cezaevinde çok sıkıntı çekmiş, bunlara arkadaşlarıyla birlikte metanetle katlanmıştı.  Kusurlarından birisi fazla şüpheci olması, birçok kimsenin masonluğundan şüphe etmesiydi. Fakat  kimseye düşman değildi. Hattâ beraatından sonra, kendisine müracaat eden duruşma hâkimi Cevdet  Erkut'u bile tedavi etmiş, ücret almamıştı. Halbuki o duruşma hâkimi o sırada Millî Şeften ikbâl  umduğu için bize karşı çok kez haksız davranmış, ifadelerimizi zapta geçirmemiş, bol keseden 10 yıl,  6,5 yıl, 5 yıl beş ay, 4 yıl gibi cezalar vermiş, fakat bunların hepsi haksız olduğu için Askerî Yargıtay’ca  kökünden bozularak sonunda beraatımıza gidilmişti.    Hasan Ferit masonlardan şüphelenmekle beraber onlardan pek çok arkadaşı, dostu, tanıdığı vardı.  Masonların üst kademesinin bütün mason teşkilâtını kendi maksatlarına âlet ettiğine inanır,  bildiklerini çekici bir anlatışla anlatırdı.    Bu dünya uğrağına her gelen günün birinde gidecektir. Irkçılık‐Turancılık dâvasında mahkemeye sevk  edilen 23 kişiden Hibetullah İdil ve Hüseyin Namık Orkun 'dan sonra Hasan Ferit Cansever’de ebediyet  âlemine göçmüştür.    Onun değerli hâtırasına lâyık olmayan şu değersiz satırlar Hasan Ferit Cansever'e son bir selâm, ilk ve  son bir saygı duruşudur.      ÖTÜKEN, 1970, Sayı: 6        www.atsizcilar.com   



Sayfa 29 



 



ZEKİ VELİDİ TOGAN'IN TARİHÇİLİĞİ     Zeki Velidi Togan, biç şüphesiz, tarihe "büyük bir tarihçi" olarak geçecektir. Hatta genç tarihçi Yılmaz  Öztuna onun için "şimdiye kadar gelmiş en büyük Türk müverribi" tabirini kullanmıştır.    Zeki Velidi Togan daha pek genç yaşında tarihe milli bir düşünce ile atılmış ve maceralı geçen  hayatında tarihçiliğe hiç ara vermemiştir. Bu konudaki hususi kabiliyetinin ve çok dil bilmenin verdiği  imkânlarla büyük bir müverrih olmuş, tarihçi olmak için gereken yardımcı ilimlerde de aynı hizaya  gelmeyi başarmıştır.    Büyük tarihçi olmanın şartlarından biri tarihi olaylara iyice nüfuz edebilmek, kaynaklardaki gerçek ve  yanlış payını iyi hesaplamak, hâdiselerin daha önceki vakalarla bağlantı iyi tahmin etmektir. Büyük  tarihçi, destan ve menkıbelerden de tarihi hakikatler çıkarmasını bilen adamdır. Zeki Velidi Togan 60  yılı aşan tarihçiliği sırasında bu vasıfları kazanmıştı.    Bilgisine göre az eser vermiştir. İmkânlar elverişli olsaydı da hazırlanmış eserlerini yayınlayabilseydi  Türk kütüpbanesi tarih bakımından çok zenginleşecekti.    Karahanlılar, Aksak Temür Türk Ellerinin Tarihi Coğrafyası, Nevâi, Biruni Reşideddin üzerindeki büyük  eserlerini neşredemeyişine ne kadar yansak yeridir.    Onun için ilmi değeri bütün dünyaca kabul olunan Türk profesörüdür diyebiliriz. Kendisine Amerika,  İngiltere, Almanya, Hindistan, Pakistan ve galiba Japonya'dan kürsü teklif edilmişti ki bu mazhariyete  eren başka hiçbir Türk profesörü yoktur.    Türkistan ve Altın Ordu tarihlerini çok iyi biliyordu. Türkiye tarihiyle uğraşmamıştır. Fakat büyük  tarihçi olmanın verdiği sezgi ve kabiliyetle Türkiye tarihine ait bir meseleyi ilk çözen bilgin kendisi  olmuştur.    Bilindiği üzere Osmanlı Tarihi bir destanla başlar. Tuğrul Beğ'in başkanlığındaki Kayılar, Anadolu'da  batıya doğru ilerlerken bir ovada çarpışan iki orduya rastlarlar, Selçuklularla Tatarlar (yani Çengizliler)  savaşmakta ve Selçuklular yenilmek üzere bulunmaktadır. Ertuğrul Beğ kendi küçük kuvvetiyle  yenilenlere yardım edince Tatarlar savaşı kaybeder.    Bizim ilkokul öğrencisi olduğumuz çağlarda bu konu tarih kitaplarında anlatılır ve gönlümüze "mağlüp  tarafa yardım Türkler'in şanındandır prensibini işlerdi.    Bu olay, Zeki Velidi Togana kadar Çengizler'le Selçuklular'ın bir savaşı diye kabul olunmuştur. Bunun  bir Selçuklu‐Çengizli savaşı değil. Selçuklu Harzemli savaşı olduğunu, Selçuklu Sultanı Alâaddin  Keykubad'la Harzemşah Celâleddin Mengüberti arasında Yassıçimen'de yapılan bir savaş     olduğuna dikkati ilk çeken Zeki Velidi Togan olmuştur.Savaş 1230'da Erzincan civarındaki  Yassıçimen'de yapılmış ve Zeki Velidi Togan bunu müverrih Nesevi'nin bir kaydından çıkararak ortaya  koymuştur. Nesevi, savaşı kaybetmek üzere olan Alâaddin Keykubad'a doğudan hiç beklenmedik bir  yardımın gelmesiyle savaşın kazanıldığını yazmıştır.(Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1970, ikinci  www.atsizcilar.com   



Sayfa 30 



  basım, s. 322), Bu tarihlerde Kayılar, Horasan'dan Anadolu'nun batısına doğru yürümekte idiler.  Çengizliler'in ve İlhanlılar'ın tarihini iyi bilen Zeki Velidi Togan, Çengiz hareketlerinin Batı ve Önasya'da  meydana getirdiği sonuçları iyi muhakeme ediyordu.    Zeki Velidi Togan'ın bu buluşunu hatırlatmaktan maksadım büyük tarihçinin hâdiselere nüfuzundaki  isabeti göstermektir. Onun bu şekildeki buluşları Yassıçimen savaşına münhasır olmayıp Osmanlılar'ın  başlangıcında, Uçlardaki beğliklerin bütün tarihine şamildir.    Osmanlı Tarihi'nin başlangıcına ait karanlık, karışık ve yanlış haberlerin bir kısmını aydınlığa  kavuşturan da yine aynı görüş ve metodla Zeki Velidi Togan olmuştur. Burada bunları tekrarlayacak  değilim. Öğrenmek isteyenler yukarda adı gecen eserin 324‐327. sayfalarına baksınlar.    Eserleri dikkatle okurdu. Bu dikkati sayesinde Kaşgarlı Mahmud'un Divanü Lugati't‐Türk'ünün telif  yılını da tespit etmiştir. Bu eserin telif yılı olarak hicri 466 (miladi 1073/1074) tarihi kabul olunuyordu.  Eserin içindeki kayıtları dikkatle inceleyen Togan bunun doğrusunun hicri 470 (m.1077) olduğunu  tesbit etmiştir (Bak: Atsız Mecmua, 15 Ağustos 1932).    Zeki Velidi Togan, tarih bakımından destanlardan faydalanmasını da iyi biliyordu.Oğuznâme'deki bazı  hakan isimleriyle bazı Batı Gök Türk kağanlarının adlarını birleştirmesi bu kabildendir. Boy, uruk ve  ulus adlarının destanlarda çok defa şahıs (=hükümdar) adı olarak geçtiğini dikkate alarak bundan bazı  neticeler çıkardığı olmuştur. Kaşgarlı'nın eserinde İskender'le çağdaş Türk Hakanı olarak gösterilen  "Şu" nun gerçekte Türkistan'daki en eski Türk kavmi olduğunu ileri sürmüş ve onun bu düşüncesini  Sinolog Eberbard da teyit etmiştir. Yine bunun gibi türlü Türk topluluklarından kullanılan şahıs adlarını  da iyi bildiği için bundan da bazı tarihi sonuçlar çıkarmış. Batı Anadolu'daki Uç beğlerinden bir  kısmının Oğuz‐Türkmen değil, Kıpçak grubundan olduğunu şahıs isimleriyle tespit etmiştir.    Onun tarihçiliğini bu kadar kuvvetlendiren bir sebep de Türk tarihinin geçtiği geniş bölgelerden büyük  bir bölümünü gezip görmüş olmasıdır. Bu, şöyle böyle bir gezip görme değil, beyne ve gönüle işleyen  bir etüd şeklinde olmuştur.    Tarihin içinde yaşayan bir kişi olarak özel konuşma ve toplantılarda da söz mutlaka tarihe kadar  uzanırdı. Batı bilginleri tarafından kendi nazariyelerini berkiten ciddi kitaplar yayınlandığı zaman çok  memnun olurdu.    Zeki Velidi Togan, Türkiye'ye geldiği zaman gülmesini bilmiyordu. Sonra bunu öğrendi ve hoş fıkralar  da anlatmaya başladı. Bu yazımı bitirirken o fıkralardan birini buraya geçirmeden edemeyeceğim:    Doğum yeri olan Başkurdistan'da bir gece çok kımız içip sarhoş olmuş. Kımızla sarhoş olmanın güzel  bir şey olduğunu ben de tecrübeyle biliyorum. Togan evlerinin karşısında bulunan çeşmeden yüzüne  su serperek ayılmak için çeşmeye doğru yürümüş. Gökte ay varmış.    Bundan sonrasını şöyle anlattı: "Tam çeşmeye yaklaştım. Bir de ne göreyim? Ay karşımda duruyor.  Meğer sarhoşlukla sırtüstü düşmüşüm ama düştüğümün bile farkında olmadığım için ayı karşımda  görmüşüm."    www.atsizcilar.com   



Sayfa 31 



  Tabii hem kendisi, hem de dinleyenler kahkalarla gülmüşlerdir.    Tarihçi Zeki Velidi Togan de artık tarih ve hâtıra oldu. Zaten hayat bir iki hâtıradan başka nedir ki?    ÖTÜKEN,1971,Sayı:11     



PROF. FINDIKOĞLU ZİYAEDDİN FAHRİ     Profesör Fındıkoğlu Ziyaeddin Fahri 16 Kasım 1974'te hayata veda etti. Doğru bir insan ve sağlam bir  Türk milliyetçisi olduğu için burada birkaç satırla hâtırasını anmak ve unutulmuş bir cephesini  hatırlatmak istiyorum.     Onu 1939‐1944 yıllarında, Özel Boğaziçi Lisesi'nde edebiyat öğretmeni olduğum sırada tanıdım.  Okulda öğretmenlik yapan beş altı doçentten biriydi, "İş" dergisini çıkarıyordu. Türkiye çapında bir  mücadele açmıştı: Soyadlarının küçük isimden önce yazılmasını ve uydurma yeni soyadları yerine  "oğlu" ile biten gerçek soyadlarının kullanılmasını istiyordu. Soyadları Gök Türkler'den beri başta  kullanıldığı için bu davasında yüzde yüz haklıydı. On Birinci Yüzyıldan beri de soyadının sonuna "oğlu"  kelimesini getirmek âdet olmuştu.    Bıkıp usanmadan yaptığı bu mücadele, yemişini vermeye başladı. Pek çok kimse mahkemeye  başvurarak "oğlu" ile biten eski soyadlarını tescil ettirdi. Soyadı kanununa göre bunun asıl addan  sonra yazılması mecburiyetine rağmen resmî makamlara yazılan yazılarda da soyadı başa getirilir  olmuştu. Hatta bizim 1944‐1945 Irkçılık Turancılık davasında Sıkıyönetim Mahkemesi de buna uymuş  ve arkadaşımız Sofuoğlu'nu "Sofuoğlu Zeki Özgür" diye çağırmaya başlamıştı.    O sırada Millî Eğitim Bakanı olup da aşırı devrimci geçinerek göze girmeye çalışan Hasan Ali,  Fındıkoğlu'nun memlekette tesirli olmaya başladığım görünce ona resmî bir ihtarname göndererek  kampanyaya son vermesini istedi. Üniversite muhtariyeti de olmadığı için Fındıkoğlu bu konudaki  yazılarına son verdi ama bir kere çığır açılmıştı. Durdurmak mümkün olmadı.    Tek parti çağının zihniyetine göre Fındıkoğlu büyük bir suç işlemişti. Nitekim 1944'te açılan Irkçılık‐ Turancılık davasının dosyasının başına eklenen ve Hilmi Uran imzasını taşıyan yazıda Türkçülere  yükletilen suçlardan biri de "soyadlarını eski Türkler ve bugünkü Macarlar gibi başa getirmeleri" idi.    Türkiye'de Ziya Gökalp'i en iyi bilen insan Fındıkoğlu idi. Bu konuda Türkçe ve Fransızca bir hayli  inceleme yayınlamış ve onu ilim gözüyle etüt etmişti. Bu yüzden, Gökalp hakkında bir konferans  vermek gerektiği zaman derhal Fındıkoğlu'na başvurmak âdet haline gelmiş ve bu başvurmalar  merhum profesörü bıktırıncaya kadar sürüp gitmişti.    Fındıkoğlu, vaktiyle Anadolu Mecmuası'nı çıkaran ekiple birlikte çalışmıştı. Fakat diğerleri gibi dar  Anadoluculuk zihniyetine saplanmış değildi. Onun Anadoluculuğu bir nevî Anadolu Türkleri ırkçılığı idi.  Dergi çıkarken Türkiye'de Dış Türkler meselesi diye bir konu akla gelmediği için Fındıkoğlu da Dış  Türkler'le ilgili bir yazı yazmamış, fakat sonraları Dış Türkler konusu ortaya dökülünce tıpkı Turancılar  gibi davranarak onlara ait yazılar yazmak suretiyle Türkler'i bir bütün olarak kabul ettiğini göstermişti.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 32 



    Bugün üniversitelere göz atıldığı zaman Fındıkoğlu’nun millî değeri daha çok anlaşılmaktadır.    Her yazılarında, bin dereden su getirerek milliyetçiliğin aleyhinde bulunan, bunu sinsi sinsi, fırsat  bulunca da açıkça yapan sözüm ona profesörleri gördükçe Fındıkoğlu'nun değer kazanması gayet  normaldir.    İlim beynelmileldir demek, ilim her millette vardır anlamına gelir. Ama her millette olan ilim ve ilimler  yine de millî maksatla kullanılır. İlmi, millî maksatla kullanan üniversite ve profesör, görevini yapmış  demektir.    Fındıkoğlu görevini yaparak öldü    ÖTÜKEN, Kasım 1974, Sayı: 12     



MEHMET SADIK ARAN VE TAHSİN DEMİRAY     Şu geçen aylarda, bizi ilgilendirmesi gereken iki kişi, aramızdan göçüp gitti.Azerbaycanlı Mehmet  Sadık Aran ve Türkiyeli Tahsin Demiray, "Bizi ilgilendirmesi" demekten maksadım ikisinin de Türk  milliyetçisi olması, bu yolda çalışıp uğraşmaları, yazılar yazmaları ve hizmet etmeleri bakımındandır.  Ayrıca beni ilgilendiren bir yönleri de var: Mehmet Sadık Aran, Edebiyat Fakültesi'nden; Tahsin  Demiray, Sultâniden sınıf arkadaşımdır ve bu arkadaşlıklar ömür boyu sürüp gitmiştir.    1926 ders yılı başında Edebiyat Fakültesi'ne devama başlamışken bir hafta sonra beni askere aldıkları  için askerliğimi yaptıktan sonra ertesi yıl, 1927'de tekrar derslere başladığım zaman yeni simâlarla  karşılaştım.O zaman Edebiyat Fakültesi şubeleri üç yıldı ve ilk iki yılı hazırlanma, son yılı. ihtisas sayılır,  ihtisastaki öğrenciler kendi seçtikleri dört derse girmekle mükellef olurdu.    Bizim ilk dört sömestir hazırlanma dönemi epey kalabalıklaşmış, 10‐12 kişi olmuştu. Günümüzün  öğrencileri 12 kişilik kalabalığa hayret edeceklerdir ama öyleydi. Yeni simâlar arasında iki de  Azerbaycanlı vardı: Kemal ve Mehmet Sadık.    Kemal tam Azeri ağzıyla konuşur, güleç, soğuk kanlı; Mehmet Sadık ise Azeri ve Türkiye lehçeleri  karması bir Türkçeyle konuşan şakacı, fakat hırçın her ikisi de bilgili ve bütün Azeriler gibi güzel ve  kolaylıkla söz söyleyen arkadaşlardı. Farsçayı ve Rusçayı iyi biliyorlardı. Mehmet Sadık, din adamı  ailesinden geldiği için Arapçayı da anlıyordu.    İkisi de Fakülteyi bitirmedi. Zaten onlar öğrenci değil, siyaset adamıydılar, mücahiddiler. Kısa ömürlü  Azerbaycan Cumhuriyeti'nde hizmet etmişler, bu devlet Moskoflar tarafından istila edilince  Türkiye'ye sığınmışlardı. Sonra Kemal, İran Azerbaycanı'na giderek mücadeleye orada devam etti ve  İkinci Cihan Savaşında İran İngilizler'le Moskoflar tarafından işgal edildiği zaman komünistler  tarafından öldürüldü.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 33 



  Mehmet Sadık Aran'ın bizim Edebiyat Fakültesi'nde öğreneceği pek bir şey yoktu. Fuzulî'yi zaten  ezbere biliyordu. Farsçayı da iyi bildiği için bütün Divan Edebiyatımız ve İran Edebiyatı ona açıktı ve  nihayet o da bir ülkü ve mücadele adamı olduğundan Azerbaycan'ın kurtuluş davası için çalışmaya  mecburdu. Bu sebeple fakülteyi bıraktı. İstanbul'daki Azeriler'den bir kısmının başına geçerek dergi  çıkarmak, konferans vermek, propaganda yapmak suretiyle Azerbaycan davası yolunda çalıştı.  Ülküsünü savunmak için nerde imkân bulursa oraya koşuyordu. Bu yüzden, bir aralık Finlandiya'ya  giderek orada Türkçe bir gazete bile çıkardı.    Mehmet Sadık Aran'ın savaşı, sarfettiği enerjiye göre az yemiş veriyordu ama o, bundan asla tedirgin  olmuyordu. Bezmek, ümitsizliğe kapılmak onun sözlüğünde yoktu.    Yukarıda onun için "hırçın" demiştim. Öyleydi. Bu yüzden Azeriler'in bile hepsiyle anlaşamıyordu.  Müsamaha nedir bilmiyordu. Fakat belki de kuvvetli tarafı burada idi. Ben onun, Azerbaycanlı  öğrencilerin işlerini halletmek için sağlığını tehlikeye koyarak nasıl uğraştığını, nasıl koştuğunu görmüş  kimse olarak bunu söylüyorum. Benden 8‐10 yaş büyüktü ve günümüzden aşağı yukarı on yıl önce de  büyük bir akciğer ameliyatı geçirmişti. Kendisine yorulmak, çok konuşmak, sıcak ve soğuk şeyler  içmek yasaktı ama Mehmet Sadık bu yasakların yalnız sonuncularına dikkat ediyor, yorulmak ve  konuşmak hususunda kontenjan tanımıyordu. Çünkü çayı sıcak içmese de olurdu ama dava için  yorulması da, konuşması da lâzımdı.    Cihangir'de oturuyordu. İstanbul'un berbat ve rutubetli sıcaklarında kaç defa Cihangir'den  Süleymaniye'deki çalışma yerime, yahut Kartal Maltepesi'ndeki evime gelmişti. Bunu Azerbaycanlı  öğrencileri okullara yerleştirebilmek için yapıyordu. Tabii, sadece bana gelmekle mesele bitmediği için  uzunboylu danışma ve tartışmadan sonra, verdiğimiz kararları uygulamak için başka yerlere de, hatta  Ankara'ya da gidiyordu. O yorgunluğun ciğerlerindeki olumsuz tesirleri sesinin kısılmasından derhal  anlaşılıyordu ama kendisini Azerbaycan'a adamış olan Mehmet Sadık Aran, bir tek Azeri gencini okula  yerleştirebilmek için hayatını vermekte en ufak tereddüt gösterecek kişi değildi. Ona:''Türkler için  uğraşan bir Atatürk Mustafa Kemal, Gagavuzlar için uğraşan bir Atagagavuz Hamdullah Suphi olduğu  gibi Azeriler için çalışan bir Ataazeri var. O da sensin" diye takılmıştım.    Konuşmalarımız hep şakalı olurdu. Hükümetin, milliyetçilik bakımından yanlış bir davranışı olmuşsa  "Siz Osmanlılar, Türklüğü batırdınız" diye söze başlar, yanlış yapılan işi anlatır, araya bir fıkra veya bir  darbımesel katarak bitirirdi. Bazen de yalnız bana "Osmanlı" demekle kalmaz, " Acemler" diyerek  Azerileri de eski Osmanlı‐İran savaşlarındaki hava ile anarak konuşmaya neşe katardı.    Azerbaycanlılar'ın halk söylentileri arasında Şah İsmail'in Yavuz'u yenerek İstanbul'u zaptettiği  hakkında bir masal varmış. Bunu kahkahalarla gülerek anlatmıştı. Bir gün telefonla beni aramış ve  "Burası Şah İsmail‐i Safevi'nin karargâhı" diye kendisini tanıtıp benden: "Burası da Yavuz Sultan  Selim'in karargâhı" cevabını alınca: "Canım, şimdi ben övünürken Yavuz'u hatırlatmanın sırası mıydı"  diyerek gülmüş ve güldürmüştü. Şah İsmail'le beni korkutamayınca daha sonraki bir telefonunda:  "Burası Aksak Temür'ün karargâhı. Osmanlı, ülkesini yıkmaya geliyoruz" demiş, ben: Aksak Temür  bizden önce sizin ülkenizi yıktı" cevabını alınca da yine gülerek "O kadarını: karıştırma" demişti.  Mehmet Sadık Aran, Azerbaycanlılar'ın davası uğrunda ömür harcamakla beraber Azerbaycancı değil,  Türkçü idi. Azerbaycan'ın ayrı devlet olmasını değil, Türkiye'nin doğu bölümü olmasını istiyor ve: " Ne  yapalım? Siz Osmanlılar yardıma gelmediğiniz için biz de kendi başımızın çaresine bakıyoruz" diyordu.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 34 



  "San'an" imzasıyla yazdığı şiirlerin bazıları başarılıdır. Bunlarda milli ülkü ve hüzün vardır. O şiirler  toplanıp yayınlansa ne güzel olur.    Mehmet Sadık Aran, Kuzey Azerbaycanlılar (yani Rusya elindeki Azeri Türkleri'nin çoğu gibi) Şii idi.  İslamiyet'i iyi biliyordu. Fakat Kuzey Azerbaycanlılar daha çarlık zamanında din meselesini kesin  şekilde halledip lâyıkleştikleri için onda dini taassup diye bir şey yoktu. Türkiye'de şu son yirmi yılda  çoğalan yobazların asla hazmedemeyecekleri şekilde konuşuyordu. Bir telefonda hatır sorarlarken  "Nasılsın? Ben bir Sünni namazı kılacağım. Sen de orada Şii namazı kıl" diye takılmıştı. İstanbullu kibar  bir öğretmen hanımla evliydi. Bir gün Cihangir'deki evinde kendi demlediği nefis çayı içerken yine  böyle konuşunca hanımı bana: "Kuzum bu nedir Allah aşkınıza? Sünni mi, Şii mi, dinsiz mi, nedir, ben  hâlâ anlayamadım" demiş, ben de: "Hiç biri değil Şamani' diye cevap vermiştim. Mehmet Sadık Aran,  şaka tavrı ile "Hah! İşte, tamam" üye tasdik etmişti. Şaka ve mizah onda esaslı bir karakterdi. Yıllardır  oturduğu Cihangir'deki ilk evleri Sormagir sokağında 111 numarada idi. Sokaklarında eksik olan bir  belediye hizmeti için dilekçeyle başvurduğu zaman, sokağı unutmasınlar diye adresini manzum  olarak:    Cihangir,   Sormagir,  Yüz on bir     diye yazmıştı.    Aziz kardeş,m Mehmet Sadık Aran.Sen son fişeğe kadar çarpışan bir cephe askeri gibi ülkü vazifeni  yaptıktan sonra aramızdan ayrıldın.Her ne kadar ölmek,yaşamamak anlamına geliyorsa da bir bakıma  göre insanlar anıldıkça yaşayorlar demektir. Herhalde daha uzun zaman dillerde anılacak, sonra da  Türkçülük tarihindeki yerini dolduracaksın. Sözlerimi bitirirken, çok defa söylediğim şeyi  tekrarlayacağım: Sen karşı koysan da günün birinde kuzeyi ve güneyi ile bütün Azerbaycanlı olacağız.    Mehmet Sadık Aran'dan daha önce göçen Tahsin Demiray ise Kadıköy Sultanisi'nden arkadaşımdı.  Yani onunla arkadaşlığımız daha eskiye 1920 yıllarına kadar uzanır. Benden bir iki yaş büyüktü ama bir  yıl kaybettiği için Sultanı'nın 7. sınıfında, sınıf arkadaşı olmuştuk. Okulumuz şimdiki Fenerbahçe  stadyumunun yanındaki karşılıklı iki binaya yerleşmişti. Evvelce her sınıfının birçok şubeleri olan  Sultani, mütareke ve kurtuluş savaşı yıllarının yoksul, az öğrencili bir okulu haline gelmişti. Tahsin ile 7  ve 8. sınıfları birlikte okuduk. Biz 9. sınıfa geçerken o Bolu'ya gitti. Zaten okumak da kolay değildi. Az  kalsın ben de okuyamayacaktım. Sekizinci sınıfta 30 kişi kadarken dokuzuncu sınıfta ancak 9 kişi idik.    Tahsin'i uzun zaman göremedim. Ancak Edebiyat Fakültesi'nin son zamanlarında ara sıra rastlaşır  olmuştuk. İlkokul öğretmeni idi. Fen Fakültesi'nin Tabiiye şubesine devam ediyordu. Ben Edebiyat  Fakültesi'ni bitirdim. O, Fen Fakültesini bıraktı ama ne ben edebiyatçı oldum, ne de o fenci oldu.  İkimizde; gayr‐ı kaabil‐i ıslah olan dünyayı ıslaha kalktık ve tabii başarısızlığa uğradık.    Tahsin Demiray, Bâbıâli'de Türkiye Yayımevi'nin sahibiydi. Buna, tasarlayarak değil, buriyetle sahip  olmuştu. Birkaç ortakla birlikte ilkokullar için alfabe bastığı yıl harf inkılâbı olmuş, binlerce kitap elde  kalmıştı. Kitabın sahibi olarak Tahsin Demiray gözüküyordu, sözleşmelerde imza onundu. Uğranan  zararın yüklediği borcu kapatmak için kiraladığı bir matbaada uzun süre çalışarak ister istemez bir  www.atsizcilar.com   



Sayfa 35 



  basımevi sahibi olmuş, onu yayınevi halinde genişleterek ve öğretmenliği bırakarak birçok dergiler  çıkarmış, kitaplar basmıştı.    Sosyal bilim ekolüne mensuptu. Militarist fikirlerim yüzünden beni şiddetle tenkid ederdi, tartışırdık  ve bütün tartışmalarda olduğu gibi herkes kendi fikrinde sâbit kalırdı.    Memlekete hizmet etmek, fikirlerini uygulayacak alan bulmak için siyari hayata da atıldı. Bir iki  partiye girdi. Hattâ başkan oldu. Fakat particiliğin çıkar yol olmadığını deneyince vazgeçerek  konferanslarla fikirlerini yaymaya başladı. Küçük broşürler halinde basılmış olan bu konferanslar  irticâlen söylenmiş değil, uzun hazırlıktan sonra verilmiştir. Yıllardır edindiği kütüphanesinde son  yüzyıl için tarihi malzeme toplamış, toplatmış ve nihayet "Son Yüzyılın Meşhur Kişileri" adıyla birkaç  ciltlik bir eser yazmaya karar vermiş. Eser kısmen de basıma hazır hale gelmişti; işte, pek çok hayırlı iş  gibi bu da yarıda kaldı.    Tahsin Demiray memleketin kültür hayatına hizmet etmek istediği için külliyat halinde eserler  neşretmek istiyordu. Birinci teşebbüsü olan "Canlı Tarihler" 6 cilt halinde basılmıştır. Memleketin fikir,  kültür ve siyaset hayatında rolü olup da o sırada hayatta bulunan mühim kişilerin hâtıralarından  ibarettir ve Türk tarihinin bir dönemi için ana kaynak haline gelmiştir.İkinci ve daha mühim teşebbüsü  Osmanlı Tarihi'nin ana kaynaklarının yayınlanması idi. Bunlardan güzel ve sade Türkçe ile yazılmış  olanlar aynen, Divan edebiyatı diliyle yazılmış olanlar sadeleştirilerek, Arapça ve Farsça yazılmış  olanlar da tercüme edilerek basılacak, ayrıca Osmanlı tarihine ait Batı dillerindeki mühim eserler  Türkçeye çevrilecekti.    Tahsin Demiray burada şatafata aldandı: Bu işlerin idaresini, kendisini satmasını çok iyi bilen birisine  verdi. Ücretlerin şekli ve miktan kararlaştırıldı ve Tahsin'in "telif vesaire hakkı olarak yılda 10.000  liranın aşılmaması"nı kesinlikle bildirmesine rağmen her önüne gelene eser ısmarlayan bu  "A.Magnus" sekiz dokuz ayda 17.000 liralık eser sipariş edince işler durduruldu. Bu mühim  teşebbüsten yalnız "Osmanlı Tarihleri" adı altında bir tek eser yayınlanmış ve en eski Osmanlı  tarihinden beş tanesi bu kitapta toplanmıştır.    Tahsin Demiray İngilizce bilen evdeşi Rezan Hanım'la birlikte Amerika ve İngiltere'yi dolaştı. Bu bir  eğlence gezisi değil, onun merak sardığı konu olan "sosyal bilim" açısından İngiliz ve Amerikan  toplumlarını incelemek için yapılmış bir seyahatti. Dönüşünde intibalarının özetini bana şu şekil  söyledi: "İngiliz toplumu daha sağlam. Zenginliğine ve kuvvetli görünüşüne rağmen Amerika komünist  olabilir; İngiltere olmaz."    Onun, pek çoklarınca bilinmeyen bir özelliği mizaha olan istidatı idi. Bu konuda Mehmet Sadık  Aran'dan farklıydı. Mehmet Sadık Aran hem güler hem güldürür; Tahsin ise hiç gülmeden, sanki ciddi  bir şey söylüyormuş gibi mizah yaparak karşısındakini daha çok güldürürdü. Pahalılığın  alıp yürüdüğü bir çağda: "Yiyecek mi pahalı? Türk milleti yememekle mukavemet eder; giyecek mi  pahalı? Giymemekle mukavemet eder" demişti. Bu, acıklı bir mizahtı.    Halk Partisi'nden nefret ediyordu. Bu parti iktidarının son zamanlarındaki bir konuşma sırasında bir  olayın tarihi kendisine sorulduğu vakit: "O zaman ıhlamur inkılâbı olmuştu" diye cevap vermişti.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 36 



  Tahsin Demiray'ın unutamadığım bir fıkrasını ve sözünü pek çok kimseye anlatmış ve Türk  hükümetlerinin tutumunu ona benzetmiştim. Şu idi:    Bana, ehemmiyet verdiği bir konu üzerinde yazı yazmak için gece çalışmasını anlatıyordu. Sözlerini  şöyle bitirdi: "Saat 12'ye (yani 24'e) kadar doğru dürüst yazdım. 12'den sonra sapıttım ve yazıyı  yırttım".    Bu sözleriyle gece yarısından sonra, belki de yorgunluğun tesiriyle yazının zülfüyara dokunacak bir  şekilde aldığını, basılamaz hale geldiğini söylemek istiyordu.    ''12'den sonra sapıtmak'' son çağ tarihimizde daima gördüğümüz manzaradır. İşe iyi ve dürüst  başlanır.12'den sonra sapıtılır ve işler karmakarışık edilir. Halk Partisi, Demokrat Parti, Milli Birlik  İdaresi, Adalet Partisi hep 12'den sonra sapıtmışlardır.    Son görüşmemiz, ölümünden iki ay önce, tesadüfen karşılaştığımız Yeni Postahane önünde oldu.  Ondan önce uzun süre görüşemediğimiz için benim artık emekli olduğumu öğrenince maziye telehhüf  eder bir sesle "biz emekli olduk mu" diye sordu. O gün benden en aşağı on yaş genç gözüküyordu.    Şişli Camisinden cenazesi kaldırılıp yanımdaki tamdıklâr uzaklaşırken iki kişi gelip bulunduğum sıraya  oturdular. Bunlar Kadıköy Sultânîsi'nden Tahsin'in ve benim sınıf arkadaşlarımız İlhami ile Namık'tı.  Tahsin'le yıllardan beri temasları kesilmiş olduğu halde sırf vefakârlık dolayısıyla, gazetede gördükleri  ölüm haberi üzerine gelmişlerdi, Emekli elçi olan İlhami "İçimizde en dinç o idi" dedi.    İnsan öldükten sonra dinçlikle ile tazeliğin hükmü kalmıyor.    Çok ilerde de bir gün gelecek; dünya, dünya sanki bu insanlar hiç yaşamamış bu savaşlar yapılmamış,  bu acılar çekilmemiş, bu sevinçler tadılmamış, bu medeniyetler kurulmamış gibi bir sessizliğe  bürünecek.    27 Temmuz 1971     



PROFESÖR CAFEROĞLU AHMET     Birkaç gün önce ölen Prof. Caferoğlu Ahmet, Türk kültür hayatına büyük hizmet eden Dış Türkler'den  biriydi. Son kırk elli yılda, Türkiye'de yaşayıp da millî kültür ve sanat alanında seçkin yer tutanlar  arasında Dış Türkler'in çokluğu dikkati çeken ve üzerinde durulması gereken bir konudur. Akçuraoğlu  Yusuf, Ağaoğlu Ahmed, Ayaz İshaki, Zâkir Kadiri, Abdullah Battal Taymas, Sadri Maksudi, Reşit  Rahmeti Arat, Akdes Nimet Kurat, Ahmet Temir, Zeki Velidî Togan, Abdülkadir İnan, Mehmet Sadık  Aran ve diğerleri gibi Caferoğlu Ahmet de Kara ve Kızıl Moskoflar’dan canlarını kurtararak Türkiye'ye  yerleşen ve siyasî mücadeleye de katılmakla beraber özellikle kültüre hizmet eden değerli Dış  Türkler'den biriydi.    Almanya'da doktorasını verdikten sonra İstanbul Darülfünununun Edebiyat Fakültesinde Türk Dili  Tarihi Doçenti olarak göreve başlamış, bana ve sınıf arkadaşlarıma iki sömestir hocalık etmişti. Bu iki  www.atsizcilar.com   



Sayfa 37 



  sömestirde, bilgisi henüz kemalini bulmamış olmakla beraber hocalığı metodik idi. Öteki yaşlı  hocaların, bu arada Köprülü'nün, gelip yalnızca ders takrir etmelerine karşılık Caferoğlu'nun her dersi  bir seminer şeklinde geçer, o zamanki sınıflar 8‐10 kişilik olduğu için istifade büyük olurdu.    Uzun süren hocalık hayatında en verimli olan profesörlerden biri Cafer oğlu'dur. Çalışkandı. Rusça,  Almanca, Farsça, Fransızca bildiği için kendi sahasının kaynaklarından kolaylıkla istifade ediyordu.    Doçent iken, 1931'de yayınladığı ilk eser, meşhur Ebû Hayyân'ın 1312’de bitirdiği Kitâbü'l‐îdrâk li‐ lisani'l‐E'trâk adlı sözlüğünün ilmî şekilde basımı olmuştur. Kitap Arapça olduğu için Arapça’da üstat  olan Kilisli Rıfat Hoca’nın yardımıyla meydana gelen sözlük bir ana kaynak olup Caferoğlu buradaki  Türkçe kelimeleri başka kaynaklarla da mukayese ederek alfabetik şekilde dizinlemiş, araştırıcılar için  büyük bir hazine meydana getirmişti.    Daha sonra Anadolu'ya yaptığı ilmî gezilerle tespit ettiği Anadolu Türk Ağızları külliyatım birkaç cilt  halinde yayınlamış ve Türkiye'nin sosyal hızı dolayısıyla bir süne sonra kaybolacak olan bu. ağızları  tespit etmekle ileriki dil çalışmalarına mühim malzeme bırakmıştır.    Mühim eserlerinden birisi de ilk defa basılan. Uygur Sözlüğü'dür. Almanya'da basılmış olan Uygurca  metinleri tarayarak elde edilen bu eser sade dil değil, tarih bakımından da kaynak olan pek değerli bir  eserdir.    Caferoğlu, ders kitabı olarak Türk Dili Tarihini de yazmış, mühim bir boşluğu doldurmuştur.    Türlü dergilerde, son yıllarda Türk Kültürü'nde çıkan Türkçe ve yabancı dildeki makaleleri pek çoktur  ve hiç şüphesiz Edebiyat Fakültesi onun hâtırasını anmak için Caferoğlu'nun tam bir bibliyografyasını  yayınlayacaktır.    Caferoğlu bizzat dergi çıkararak da Türk kültürüne hizmet etmiştir: Azerbaycan Yurt Bilgisi adıyla  çıkardığı aylık kültür dergisi 1932‐1934'te 36 sayı çıkıp kapanmış, 1954'te dergiyi diriltmek için yapılan  teşebbüs yalnız 37. sayının neşrine münhasır kalmıştır. Bu dergide tanınmış veya genç tarihçi,  edebiyatçı ve dilcilerin yazılarıyla birlikte Caferoğlu'nun da bir hayli makalesi çıkmıştır.    1942‐1943 ise Türk Amacı adıyla çıkardığı aylık kültür dergisi ancak sekiz sayı devam edebilmiştir.    Son hizmeti eski Türk Yazıtları'nın bir arada yayınlanması olacaktı. Eseri eksiksiz çıksın diye  Kazakistan'da Almatı yakınlarında bulunan Altın Elbiseli Adamın mezarında bulunan ve Hasan Oraltay  tarafından bana gönderilen kısa yazıtın fotoğrafını kendisine vermiştim. Bu işe Önce Reşit Rahmeti  Arat teşebbüs etmiş fakat ölümü engel olmuştu. Reşit Rahmeti'den sonra bu işi en iyi yapacak kimse  şüphesiz Caferoğlu idi. Çünkü eski Türk yazıtları üzerinde birçok neşriyat yapılmış iki dili, Almanca ve  Rusça’yı biliyordu. Nitekim Türk Dil Kurumu'nun teklifiyle bu işe girişmiş, eseri hazırlayarak Kuruma  göndermişti. Uzun zaman geçtiği halde Kurum bunu yayınlamadı.    Fakat herhalde yayınlanacaktır. Bu kadar mühim bir eserin tashihlerini de, bu konuda Bin Temel Eser  yayınları arasında bir kitap neşreden Prof. Muharrem Ergin yapmalıdır. Hem Caferoğlu'nun talebesi,  hem de halefi olarak herhalde başkalarından daha iyi tashih yapar ve konunun genç uzmanlarından  www.atsizcilar.com   



Sayfa 38 



  Asistan Osman Sertkaya’da kendisine yardım edebilir. Dil Kurumu ve Fakülte bunun arkasını  bırakmamalıdır.    TRT'nin Caferoğlu''dan bahsetmeyişi de hesabının sorulması gerekli bir davranıştır. Ivır zıvırlara pek  çok yer ayıran TRT'nin bir Dış Türk hakkındaki susuşu manâlıdır.    Caferoğlu şimdi çok sevdiği güzellerden uzak bir âlemde tek başınadır. Fakat dünya güzellerini  gölgede bırakacak güzellikteki yakut gözlü; nurdan, miskten ve amberden yaratılmış Huriler herhalde  ona dünyayı unutturacaktır.    ÖTÜKEN, Ocak 1975, Sayı: 2     



NEJDET SANÇAR (1910‐1975)     Nejdet Sançar öldü demek, Türkçülük cephesi en iyi savaşan tümenini kaybetti demektir. Bu boşluğu  ve ön saftakilerin yıpranmışlığından doğan açığı ikinci, üçüncü sırada hedefe doğru yürüyenler  dolduracak, yürüyüşe bir an bile ara verilmeyecektir    Gerçek insan için hayat, savaştır. Biz bu dünyaya hayvanlar gibi zevketmeye değil, bir görev yapmaya  geldik. Bu görev, dirliğimiz boyunca, son günümüze ye gücümüze kadar sürecek Türkçülük savaşıdır.  Ölenleri toprak ananın kucağına, tarihin şeref yaprağına, Tanrı'nın esirgenliğine bırakarak Kızılalma'ya  doğru ilerlemek olan Türkçülük savaşı...    Nejdet Sançar böyle öldü. Öldüğü gün, yazı makinesinde, ikinci ve geniş basımını hazırlamakta olduğu  "Tarihte Türk‐İtalyan Savaşları"nın bir sayfası takılıydı.    Belki kimsenin bilmediği acılar içinde yaşayan, yoksulluk devirleri geçiren Nejdet Sançar'ın kaybı  benim için bir kardeş kaybından daha ileri, bir ülküdaş kaybetmenin ıstırabıdır.    Afşın, Nejdet Sançar'a karşı sırayı bozduğu gibi,Sançar da bana karşı sırayı bozdu. En büyük kanun  olan ölüm sıra diye bir şey dinlemiyor.    İkinci, üçüncü saftakiler ilerdeki yerlerini çabuk alsınlar. Zaman çok azaldı.Artık yalnız kaldığımız  zamanlardaki bazen ciddi ve kederli, bazen şaka ile karışık konuşmalar bitti. Şimdi ben ona ara sıra  içimden hitap ediyor, fakat cevabını alamıyorum.    Şu satırları, 1944 davasında Sançar'ın yaptığı savunmanın son cümlesiyle bitireyim:    Türk Irkı Sağ Olsun...    ÖTÜKEN, 11 Mart 1975, Sayı: 3        www.atsizcilar.com   



Sayfa 39 



 



TÜRK BÜYÜKLERİNE SAYGI     Bir milletin kendi büyüklerine saygı göstermesi de millet olmanın büyük vasıflarından biridir.  Büyükler, tarih dersi kitaplarında dile getirilmekle başlayan, anıt ve heykelleri dikilmek, anma günleri  yapılmak suretiyle devam eden vefakârlıklarla saygı görür. Daha ilkokul çağındaki çocuk, tarih  kitabında okuduğu büyüğü görerek yüreğinde ona karşı yakınlık duyar; bu yakınlıktan doğan sevgi, o  büyüğün milletine kadar uzanarak çocukta önce millet sevgisini, sonra o büyüğe benzemek  duygusunu, daha sonra da millete hizmet etmek ihtirasını uyandırır. Bu bir sosyal taklit kanunudur.    Bir çocukta millî duygu böylece alevlendi mi, ülke iyi bir vatandaş kazandı demektir. O çocuk bir  büyüğün anıtını gördükçe, onun anma günlerini yaşadıkça büyüklere saygı onda perçinleşir. Büyüklere  saygı duymak da bir insanlık vasfıdır. Hayvan veya hayvanlaşmış insanda bu vasıf bulunmaz.     Türkiye'de Cumhuriyet'ten beri, rast gele de olsa, bu saygıya başlandığını gösteren anmalar yapılmış,  hele son yıllarda anma törenleri çoğalmıştır. Fakat biz bu çoğalmada övünecek ve sevinecek bir yön  göremiyoruz. Çünkü bu anmalar bilgisizliğin, şuursuzluğun delili, gösterişin alâmeti olmaktan ileri  gidememektedir.    Bizim bildiğimize göre iki yıldır, Anadolu'yu Türkleştirmeye başlayan bir Seyid Battal Gazi töreni  yapılmaktadır. Halbuki tarihteki Abdullah Battal bir Arap kumandanıdır.    Yine iki yıldır "Ahi Evren" töreni yapılmaktadır. Geçen yılki törende bu adamın adı "Ahi Evren" iken bu  yıl "Ahî Evran" olmuştur. Belki her yıl bir hecesi düzeltilerek "Ahi Evren" haline gelecektir ama zavallıyı  Türkiye'de sendikacılığın ve kooperatifçiliğin kurucusu diye anmak bilgisizlikten de ileri bir  lâubalîliktir. Böyle önüne gelen hevesli, aklına esen bir Türk'ü veya Türk sandığı şunu bunu ele alarak  ona istediği vasfı yakıştıracaksa mesele büyükleri veya ünlüleri anmaktan çıkıp maskaralık haline gelir.    Türkiye'de yapılan ciddî törenlerin biri eski geleneği olan Ertuğrul Gazi'yi anma töreniydi. Geçen yılın  törenine katılan bir gençten Ertuğrul türbesi yanma 16 Türk büyüğünün büstlerinin dikildiğini  dinlemiş ve tabii sevinmiştim.    Fakat bu yıl yapılan törene ait haberlerde, büstü dikilen büyüklerin resimlerini görünce büyük hayal  kırıklığına uğradım. 11 Eylül 1972 tarihli Hürriyet gazetesinden öğrendiğimize göre bu işe Söğüt  Kaymakamı Burhan Ten ile Belediye Başkanı Yaşar Ersoy önayak olmuşlar, büstleri ünlü mimar ve  heykeltıraşlara yaptırmışlar.    Eski çağlarda yaşamış insanların resim veya heykelleri nasıl yapılır? Eğer zamanında yapılmış bir  minyatürü varsa esas olarak o alınır, yoksa o büyükle çağdaş ve tercihen onu bizzat görmüş  tarihçilerin verdiği bilgiye göre hareket edilîr.    Bunlar yoksa o büyüğün heykeli temsilî mahiyette olacak demektir. Fakat temsilî olacak demek  heykeltıraşın keyfine göre olacak demek değildir. O büyüğün yaşadığı zamanın giyim kuşamı hakkında  elde mevcut bilgiler esas alınacak ve ondan sonrasını heykeltıraşın kendisi yaratacak demektir. Fakat  bunu yaratacak heykeltıraşın millî ruh ve kültürle yetişmiş olması birinci şarttır.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 40 



  Hürriyet gazetesinde bu büyüklerden 5 tanesinin büstünün resmi var.    En eskileri olan 'Mete" bıyıksız ve sakalsız, saçları bugünkü Hippilere çalar şekilde enseye doğru uzun  ve tarakla soldan sağa ayrılmış, eski Yunan heykelleri tipinde bir adamdır. Bunu, Holivut'un  artistlerinden birinin heykelidir diye kime gösterseniz inanır ama Türk tarihi hakkında ufak bir bilgisi  olanlar, onun Mete'yi temsil ettiğini öğrenince ya güler, ya da kızarlar.    Zaman bakımından ikinci olan Atilla ise gür bıyıklı ve gür sakallı bir Aryânî tipidir. Hele başlığı 15. Asra  ait Osmanlı tipinde sarıklı bir başlıktır. Atilla’yı görmüş olanlar kısaca boylu, buğday renkli, iri başlı ve  gülmez yüzlü olduğunu yazar. Bu büstte tek başarılı taraf onun gülmez yüzlülüğünün belirtilmesi  olmuştur ama zaten şimdiye kadar gelip geçen Türk devlet başkanları arasında, İsmet İnönü  müstesna, vara yoğa gülen kimseye rastlanmamıştır.    Zaman bakımından "üçüncü" olan Cengiz Han, mahzun bakışlı, iri gözlü, başında acayip bir tulga  bulunan bir şahıs olarak tasvir olunmuştur. Cengiz'iri uzun boylu, ak tenli, çakır gözlü ve kumral sakallı  olduğu bilinmektedir. Gerek onun, gerekse Atilla ile Mete'nin çekik gözlü olarak yapılması gerekirken  eski Türk'lerin "sığır gözü" tabir ettiği iri gözlü kimseler olarak yapılması büyük bir hatâdır.    Dördüncü büst Ertuğrul Gazi'ye aittir. Tarihlerde onun tipine ait hiçbir bilgi, yoktur. Bildiğimiz tek şey  ömrü boyunca börk giydiğidir. Büstte ise onun başına kocaman bir kavuk giydirilmiştir. Bu kavuk 16‐ 17. yüzyıllara ait gösterişli Osmanlı kavuklarına çok benzemektedir.    Fatih'e ait beşinci büst bile başarısızdır. Fatih'in İtalyan ressama yaptırdığı resmi bugün herkes  tarafından bilinmektedir. Yalnız ona bakarak büyük hakana çok benzeyen bir büstü yapılabilirdi.  Bunun dahi yapılmayışı ünlü mimar ve heykeltıraşların başarısızlığını ortaya koymuştur.    Hürriyet gazetesinin verdiği bilgiden öğreniyoruz ki 16 büst, devlet kurmuş olan 16 Türk Büyüğüne  aitmiş. Son zamanlarda ortaya atılan ve birkaç yıl önce bunun için bir de takvim çıkarılan uydurma 16  Büyük Türk Devleti Masalı.. Öyle anlaşılıyor ki kaymakamla belediye başkanı bu takvimin tesirinde  kalarak işe girişmişler, fakat yanlış takvime körü körüne inandıkları için bu millî iyi niyetleri  başarısızlıkla değil de bozgunla sona ermiştir. Bu kadar mühim ve güzel bir teşebbüse girerken bu işi  bilenlere danışsalardı cidden şahane bir eser meydana getirmiş ve milletin ebedî şükranına hak  kazanmış olacaklardı. Fakat ne kadar yazık, eserler baştanbaşa yanlıştır. Top yekûn yıkılıp yeniden  yapılması lâzımdır.    Bir büyük yanlış da burada büstü olan 16 kişinin, 16 devlet kurucusu olarak gösterilmesidir. Meselâ  Selçuk Bey, Selçuklu İmparatorluğunu, Ertuğrul Bey, Osmanlı İmparatorluğunu, Bilge Kağan, Uygur  Kağanlığını kurmuşlar.    Selçuk Bey (doğrusu "Selçuk Subaşı"), o zamanki asıl Türk Devletinin yani Karahanlı Devleti’nin veya  asıl devletten kopmuş olan Batı'daki Hazar Devleti'nin bir kumandanı idi. Selçuklu Devletini torunları  Çağrı ve Tuğrul beyler kurdu.    Ertuğrul Bey, hattâ onun oğlu olup devlete adını veren Osman Bey de devlet kurucusu değildir. Bu  ikisi Batı Türk Hakanlığı'nın yani İlhanlılar'ın Uç Beyleri idiler.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 41 



    Bilge Kağan ise Uygur değil, Gök Türk'tü.    Bir de bütün büyüklere "Han" veya "Kaan" unvanı verilmesi de yanlıştır.    "Mete’nin unvanı "yabgu", "Bumun"un (Bumin değil) "kağan", 'Temir" ve 'Ertuğrul’un "bey" ancak  "Cengiz"inki "Kaan" dır.    Bu isim yanlışlarını gazetecinin yapmış olması mümkündür ama büstlerin fotoğrafları yanılmaz  belgelerdir. Hazin belgeler...    16 büst arasında Atatürk'ün büstü de var ve galiba sahibine en çok benzeyen de bu. Atatürk'ün büstü  bize, İstanbul Üniversitesi Merkez Binası'nın bahçesindeki Atatürk heykelini hatırlattı. Görenlerin  bildiği gibi heykel erkek ve kız iki üniversiteli Öğrencinin ortasında Atatürk'ü göstermektedir. İşin  garibi öğrencilerin atlet kılığında, Atatürk'ün ise entarili olarak tasvir edilmiş olmasıdır. Her şeyden  önce bir asker olan Atatürk'ü gecelik denecek çirkin bir kılıkla, eski Asurî ve İran hükümdar  rölyeflerindeki şekillere benzeyen biçimde canlandırmak hem Türk milletine, hem de onun hâtırasına  saygısızlıktır. Bunu bir zamanın Talebe Derneği İdare Heyeti'nin yaptırdığı söyleniyor. Üniversite  öğrencisi deyince akla atlet veya atlet kılıklı gençler gelmez. Atatürk diyince de ya kumandan, ya da  sivil elbiseli devlet adamı gelir. Hakikat bu iken atletli, entarili heykelleri oraya dikmekteki sebep  nedir? En hafifi:  Düşüncesizlik. Rektörlüğün dikkatini çekerim: O çirkin heykeli indirsin.    Türkiye'nin türlü yerlerindeki anıt ve heykeller arasında yozlaşmış sanat zevkinin mahsulü olanlar da  var. Bir tanesi Afyon'daki Zafer Anıtı'dır. Türklüğün tarihinde dönüm noktası olan bir zafer, iki çıplak  King‐kong'la mı temsil edilecekti. Bu zaferin büyüklüğünü, hattâ Yunan'ı rezil etmeden, daha başarılı  şekilde ele alacak bir üslûp, bunu Türk soyuna armağan edecek bir sanatkâr bulunmaz mıydı?    Bunlarla ilgilenecek makamın Millî Eğitim Bakanlığı olması gerekir sanıyorum. Orada Anıtlar  Komisyonu, Güzel Sanatlar genel Müdürlüğü falan gibi bir takım kuruluşlar var. Bunlar ne yapar? Bu  kayıtsızlıklar yüzünden İstanbul Fethi'nin 500. Malazgirt Zaferi'nin 900. yıllarını çok sönük bir şekilde  kutladık. Halbuki bunlar milleti ruhlandıracak törenlerdir. Bunlar millî savunmanın da birer unsuru idi.  Hattâ bunlar anayasaya kadar girecek hayatî maddelerdi. Evet! Anayasa... Çünkü anayasa, bazı art  niyetli hainlerin bangır bangır bağırdıkları gibi grev, genel grev vesairenin cirit atacağı bir eser  olmadan önce millî ruhun dile geldiği bir anıt olmak mecburiyetindedir. Bu bakımdan oraya işçi ve  patrondan önce bu milleti yaratan büyüklerin ve o büyüklere yapılacak saygının girmesi  gerekmektedir,    ÖTÜKEN, Eylül 1972, Sayı: 105                www.atsizcilar.com   



Sayfa 42 



 



BÖLÜM 2: VE DİĞERLERİ...   



ÇOKAYOĞLU MUSTAFA BEYE SON CEVAP     Efendim,    "Yaş Türkistan" mecmuasında çıkan yazılarınızı dikkatle okudum. "Atsız Mecmua" da K.A. imzasıyla  çıkan yazı dolayısıyla ve kullandığımız "Sart" kelimesi münasebetiyle yazdıklarınıza Atsız’ın bu  sonuncu sayısında cevap vermeği kendime millî borç bildiğim için bu satırları yazıyorum: K.A. imzası  sizin sandığınız gibi Başkurdistanlı Abdülkadir Bey’e değil, bana, yani pek yakında "Sabık" sıfatını  takınacak olan Türkiyat Enstitüsü Asistanlarından Türkiyeli H. Nihâl'e aittir. Asıl adım yerine niçin K.A.  imzasını attığımı geçen sayıda başka birisine verdiğim cevapta anlattığım için bu sefer yeniden izaha  girişmiyorum. Sizin verdiğiniz cevaplar büyük bir telâş ve asabiyetle yazıldığı için oradaki  mugalâtalarınıza da cevap vermeyeceğim. Çünkü Abdülkadir beyin bana gösterdiği, sizin el yazınızla  yazılı cümleleri inkâr edecek kadar küçüldükten sonra sizinle uzun boylu münakaşayı faydasız  buluyorum.      Eğer Abdülkadir Bey sizin hakkınızda "Ne de olsa Türkistan için bağırıp çağıran bir adamdır. Ona ölüm  darbesi vurmamalı" diyerek sizin hakkınızdaki büyük bir hüsnü niyet göstermeseydi, Atsız’ın bu  sayısında sizin aleyhinizde mühim bir vesika olacak Rusça bazı mektuplarınızın klişesini basacaktık.  Fakat sizin bir çok hücumlarda bulunduğunuz ve küfür ettiğiniz Abdülkadir bey yine bir yiğitlik  göstererek bu mektupların klişelerinin alınmasına müsaade etmedi. Her ne ise bunu geçelim ve  gelelim     "Sart" meselesine:     Ben Atsız Mecmuanın 12. sayısında "Sart" kelimesini kullandım. Fakat sizin yaygara ile etrafa yaymak  istediğiniz gibi Türkistan halkları arasında ayrılık sokmak kaygısıyla değil... O yazımda ben "Türk ırkının  istikbalini kuracak ve koruyacak olanlar Türkistan’ın Sart’ı ile Türkiye’nin şehirlileri değil, Türkistan’ın  göçebeleriyle Türkiye’nin köylüleridir" demiştim. Bu fikrim bugün eskisinden daha ziyade  kuvvetlenmiştir. Siz benim bu fikrimi siyasî bir körlük sayabilirsiniz. Nitekim ben de sizin hakkınızda  aynı şeyleri düşünüyorum. Kimin doğru düşündüğünü zaman gösterecektir.     Mustafa bey! Ben size her şeyden evvel şunu söylemek isterim ki Türkistan’ın istiklâli Paris’te rahat  rahat oturarak Yaş Türkistan’a yazı yazmakla alınmaz, istiklâl için Türkistan dağlarında yıllarca  çarpışmak, ölmek lâzımdır. Ölümü göze alamayanların istiklâlden bahsetmesi denizdeki balığı pazarlık  etmeğe benzer. Türkistan’da istiklâl için çarpışanlar ve hâlâ da çarpışmakta olanlar Sartlar değil hakikî  Türkler’dir. Zeki Velidî Bey’in kitabından her türlü Türklerin ahlâkı hakkında az çok bir fikir edinmek  kabil olmakla beraber ben burada Sart’ı da, Türkmen’i de, Özbek’i de, Başkurt’u da, Kazak’ı da,  Tarançı ve Kaşgarlı’yı da gördüm ve hepsi hakkında fikir edindim. Sart, tarihî bakımından Hintli ve  Acemle karışık etnik bir Türk zümresidir. Fakat bana göre Sart Türkistan’ın millî menfaatlerine engel  olan mütereddi bir zümredir. Her yerde olduğu gibi Şartlar arasında da kahraman ve iyi insanlar  olabilir. Fakat bu, Şart denilen, zümrenin Türkistan’ın bünyesinde bir çıban olmasına mani olamaz.  Onun için bu çıban deşilmedikçe yaranın iyi olmasına ihtimal yoktur diyorum.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 43 



     İstanbul’a vaktiyle Türkistanlı diye gelen Sart talebelerin de pek çoğunu tanırım. Bunlar zeki değildir,  çalışkan değildir. Üstelik korkak ve seciyesizdir de. Bu Sartlar’dan Yüksek Muallim mektebinde okuyan  birisi "Türk milleti yoktur. Türk milletleri vardır. Ben Türk değil Özbek’im" derdi. Edebiyat zümresinde  talebe olan bir diğeri de Azerbaycanlı, Başkurdistanlı ve şair Türkler’in de bulunduğu bir mecliste  "Türkiye gibi müstakil olmaktansa Rus esaretinde kalmağı tercih ederim" demek alçaklığında bulundu.  Bu sözler üzerine de kendisine yaptığım en şiddetli hakaretlere karşı sustu... Sart budur. Onda ne millî  haysiyetine şahsî gurur vardır.     İşte sizin Türkistan gençliği dediğiniz ve bel bağladığınız gençlik! Halbuki Türkistan’ın dağlarında,  Bozkırlarında Basmacı Özbeklerle eşkıya Türkmenler hâlâ çarpışıyor.      Çokayoğlu Mustafa Bey! Türkiye’nin şehirlisi ve Türkistan’ın Sart’ı birer mütereddi unsurdur.  Türklüğün istikbalini bunlara yükletemeyiz. Türkiye’nin su katılmamış çobanları,      yarı göçebe köylüleri, Türkistan’ın Özbekleri, Kazakları, Türkmenleri, Kırgızları, Başkurtları dururken  ve Türk tarihini bunlar yapmışken ileriki Türkistan’ın başına harp etmesini bilmeyen korkak Sartlar  geçemez. Sartlar ancak Yahudiler üzerinde hâkim olabilir.     Ben sizin anladığınız gibi, Türkistan istiklâline düşman değilim. Böyle olmama imkân da yoktur. Fakat  ben ayrı bir Türkistan’a, ayrı bir Azerbaycan’a, ayrı bir Kırım’a muarızım. Kanaatimce Türk milleti 30‐ 40 yıla kadar ya Garbı Trakya’dan Yakutistan’a kadar birleşecek, yahut da yeryüzünden kalkacaktır.  Yer yüzünde yüz milyonluk milletler meydana gelirken arasında bir çok da yabancı unsurlar olan 14  milyonluk Türkiye, 13 milyonluk Türkistan hele üç milyonluk Azerbaycan ve 300 binlik Kırım tek başına  yaşayamaz. Ayrı istiklâl, ayrı idare, muhtariyet, federasyon., bunlar hep lâftır. Bir büyük Türk ili vardır.  Bu il daima bir tek merkezden idare olunacaktır. Münakaşa olunacak mesele federasyon mu, ittihat  mı meselesi değil ancak "merkez Anadolu’da mı, Yedisuda mı" meselesi olabilir.     Mustafa bey! Şimdilik ne söylesek aramızdaki meseleleri halledemeyeceğiz. Müşterek  düşmanlarımızı yok ettikten sonra sizinle kendi aramızdaki kozu elbette paylaşırız. Fakat size şu kadar  söylemekten de kendimi alamayacağım ki benim kimseden milliyetperverlik ve Türklük dersi almağa  ihtiyacım yoktur.     ATSIZ MECMUA, 1932, Sayı: 17     



VÂL NURETTİN BEĞ'E BİR SUAL       Vâlâ Nurettin Bey,      Siz vaktiyle dilimizde bugünkünden daha fazla Türkçülük yapılmasına muhaliftiniz. Hattâ daha geçen  ay, dilimize birkaç yeni Türkçe söz sokulmak tecrübesine karşı "Dilimizi tatarcıklar buruyor" diye  tezyifkâr bir feryatla mukabele etmiştiniz. Şimdi ise Dil Kurultayı dolayısıyla yazdığınız yazılarda,  Türkçülükte bizi geçtiniz. İnsan bu yazılarınıza bakarak sizi anadan doğma Turancı sanacak.     www.atsizcilar.com   



Sayfa 44 



   Fikirler hürmete lâyıktır derler. Fakat bu kadar çabuk fikir değiştirmeye de "döneklik" derler. Vâlâ  Nurettin bey! Artık eskisi gibi Türkçülükle alay etmeye yeltenmiyorsunuz. Belli ki havanın değiştiğini  sezdiniz. Sizi bu dönekliğe sürükleyen sebebi bize soğukkanlılıkla anlatır mısınız?      H.NİHÂL      Atsız Mecmua, (1932), Sayı: 17     



HADDİNİ BİL     Hâkimiyeti Milliyenin 21.XL1933 tarihli 4434. sayısında A. Muhip imzasıyla Orhun'dan bahseden bir  yazı çıktı. Tarihten de, felsefeden de salâhiyetle dem vuran ve benim "Türk Tarihi Üzerinde  Toplamalar" adlı eserimin başlangıcını tenkit eden bu yazı aynen şudur:    Orhon [1]    Edirne’de bu namda bir mecmua intişar etmeye başladı. Matbaamıza gelen birinci sayıdan  anlaşıldığına göre, geçen sene İstanbul’da Adsız [ 2 ] diye çıkan bir mecmuanın devamıdır. Mecmua  kendisini okurlara takdim ediyor, maksadını anlatıyor ve ezcümle diyor ki: Orhun’dan gelen yol  Turfandan geçerek Ankara’ya uğrayan yoldur. Ankara, Adalar Denizinden Altay’ın daha ötesine kadar  uzanan ulu bir varlığın kısaltılmış ifadesidir... Bu yolun arkasında büyük bir ezeliyet önünde yüce bir  ebediyet vardır, ilh...    Edirne’deki gençlerin pragmatizm felsefesi etrafında toplanmak istedikleri anlaşılıyor. Bu felsefenin iyi  taraflarıyla beraber kötü tarafları da vardır. Amerika’da doğan ve tatbik edilen bu sistemden kuru,  gözsüz ve az beşerî bir Amerika medeniyeti doğmuştur. Nitekim, bu hususta en salâhiyetli  kalemlerden olan Suut Kemalettin "Millî Pragmatizm" adını taşıyan makalesinde, pragmatizmi yabana  milletlerin anladığı mânâda almak lâzım geldiğini söylüyor: Biz pragmatizmi başka türlü anlıyoruz.  Bizim için hakikat alelûmum hayat değil, bir milletin Türk milletinin hayatıdır. Bizim için bir fikrin, biri  itikadın, bir sistemin doğruluğu onun hayattaki, dünyadaki faydasıyla değil, Türk milletinin enerjisini  beslemek kabiliyetiyle ölçülür.    Mecmuanın sahip ve müdürü H. Nihâl Bey, Adsız namı müstearıyla "Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar  "ını neşrediyor. Yazı gelecek nüshada devam edecek. Bizden ziyade tarihçileri alâkadar edecek olan  bu yazının mukaddimesi üzerinde ehemmiyetle nazarı dikkati celbederiz. İsmini koymaktan içtinap  eden Nihâl Bey, bir sayfaya sığdırdığı bu mukaddimede kocaman ve cüretkâr bir iddiada  bulunmaktadır:    Ne kadar yazık ki, diyor, tarih cemiyeti tarafından yazılan ve mekteplerde okutulan dört ciltlik tarih  kitabı da aynı yanlış görüşle yazılmıştır. Ve devam ediyor: Bu tarih, beş yüz âlimin kaleminden çıkmışa  benzemiyor ve asıl gayesi olan Türk gençliğine tarihi öğretmek maksadını hiç de temin etmiyor. Bir  edebiyat hocası olduğu halde memleketimizin ve hattâ Avrupa’nın en değerli âlimlerinin görüş tarzını  tenkit eden bu fazla taşkın iddia şudur: Tarihçilerimiz muhtelif Türk sülâlelerinin zamanlarını  birbirinden ayrı devletlermiş gibi mütalaa etmek yanlışlığına düşüyorlarmış. Halbuki, bu tarihçilere  www.atsizcilar.com   



Sayfa 45 



  göre, ayrı ayrı devletler olarak mütalaa edilen, meselâ Gök Türk Devleti, Dokuz Oğuz Devleti, Çağatay  Devleti, Aksak Timur [ 3 ] Devleti ayrı devlet değil, aynı devleti idare eden ayrı sülâlelermiş. Aynı  milletten olan bir takım zümreleri idare eden ayrı devletleri sülâle sanan ve devletle sülâleyi birbirine  karıştıran bu adsıza verilecek cevap bize ait değildir. Türk gençliği bilmediği mevzular üzerinde bu  kadar uluorta iddialara girişmemelidirler.    Bu yazıyı okuyunca bunu yazanın kim olduğunu sordum. Bir iki yıl önce Ankara Lisesini bitirip şimdi  gazetecilik eden ve Varlık mecmuasına şiirler yazan biri olduğunu söylediler. Vaktiyle kendi hocası  olan Suut Kemal Beyin Millî Pragmatizm adlı yazısına ait olan kısımlarına cevap verecek ve bu gence,  burada, bilmediği bazı şeyler öğreteceğim.    İlk önce herkes gibi Muhip Bey de şunu bilmelidir ki ben Atsız imzasını atmakla onun sandığı gibi  adımı koymaktan içtinap ediyor değilim. İçtinap etmek için ortada içtinap edilecek bir sebep  bulunmak veya korkak olmak lâzımdır. Halbuki ortada ne içtinap edilecek bir sebep var, ne de ben  korkağım. Onun için Muhip Beyin genç yaşından umulmayacak bir karakterle, bizden önceki nesillere  yaraşan bir jurnalci ruhuyla bizden ziyade tarihçileri alâkadar edecek olan bu yazının mukaddimesi  üzerinde ehemmiyetle nazarı dikkati celbederiz demesine, yani beni jurnal etmesine gülüp geçtim.  Fakat burada bence anlaşılamayan bir nokta var: Muhip Bey bizden ziyade tarihçileri alâkadar eden  bu yazı... derken, biz kelimesiyle kimi ve hangi mesleki kastediyor? Eğer gazetecilik mesleğini  kastediyorsa kendisine vereceğim cevap şudur: Bu kadar ilmî ve şümullü bir mesele bir gazetecinin  ilmi, zekâsı ve ihatasıyla ve gazete sütunlarında münakaşa olunamaz. Henüz gazetecilik mektebi  açılmadığı ve Muhip Bey de oradan mezun olmadığı için onun ilmî seviyesi benimle bu meseleyi  münakaşa edecek bir raddede değildir. Ankara Lisesinden mezun olmak ise Muhip Bey'e bu meseleyi  benimle münakaşa edecek kadar bir salâhiyet vermemiştir. Çünkü kendisi henüz sınıf geçmek için Ali  Reşat Bey’in kitabından tarih ezberlemeye çalışır ve Kül Tigin'i ve Göl Tekin diye yalan yanlış  öğrenirken ben Kül Tigin’i asıl metninden okuyor, Türk tarihini kafamda sistemlendirmek için onun  boyunca kitap karıştırıyor, hakikî âlimlere çıraklık ederek bir tarih amatörü olmak yoluna giriyordum.  Benim yüzlerce kitap okuyarak ve yıllarca çalışarak meydana getirdiğim bir eseri, o eser ne kadar  taslak olursa olsun, Muhip B. gibi henüz özenti şiirler yazmak çağında bulunan çocuklar tenkit  edemez.    Muhip B. bu yazım hakkında ehemmiyetle nazarı dikkati celbediyor. Kimin nazarı dikkatini celbediyor  ve ne için celbediyor acaba? Kendisi tarihin nazariyeleri, usulü ve tespiti hakkında ne kadar fikir ve  bilgi sahibidir ki çizmeden yukarı çıkabiliyor da söze girişiyor? Ahmet Muhip Beye ve Ahmet Muhip  Beylere top yekûn söylüyorum: Ben Türküm! Türk kanunlarının bana verdiği müsaade ve salâhiyetler  dahilinde herkesi ve her şeyi tenkit edebilirim. Bu tenkit kanununun çerçevesi dahilinde olmak  şartıyla dünyadaki hiç bir kuvvet bana yan bakamaz.    Türk tarihini görüş tarzımız yanlıştır derken ben hiç de, Muhip B. in sandığı gibi cüretkâr bir iddiada  bulunmadım. Bilâkis Türk tarihi âlimlerinin öteden beri haykırdıkları, fakat kimseye anlatamadıkları  bir hakikati yeni bir tarzda ifade ettim. Evet, yine tekrarlıyorum ki Türk tarihini görüş tarzımız yanlıştır.  Çünkü biz medenî ve büyük bir millet olduğumuzu ispat etmek istiyorsak tarihî hayatımızda bir istikrar  olduğunu ispata mecburuz. Medenî ve büyük olmayan milletlerin hayatında istikrar olmaz. Halbuki  dört ciltlik tarih, hakikatin tamamen hilâfına olarak, bizi istikrarsız bir millet gibi gösteriyor. Bizi  dünyanın yetmiş iki yerinde yetmiş iki devlet kurmuş bir millet olarak gösteriyor. Peki, eğer hakikat bu  www.atsizcilar.com   



Sayfa 46 



  ise ve biz kurduğumuz hiç bir devleti, hakikaten bir iki asırdan fazla yaşatamamış bir milletsek nasıl  olur da dünyanın ikinci milleti olduğumuzu iddia edebiliriz?     Halbuki benim ortaya sürdüğüm tez şudur: Türk tarihini bir bütün olarak mütalaa etmek lâzımdır.  Sülâleleri devlet olarak mütalaa etmek yanlıştır. Çünkü sülâleleri ayrı devlet saymak zihniyeti,  sülâlelerin hâkim oldukları devirlerde revaçta bulunan ve bugünün ileri ve milliyetçi zihniyetine  yaraşmayan geri bir düşünüştür. Halbuki dört ciltlik tarih Türk tarihini bir bütün olarak değil,  parçalayarak mütalaa ediyor ve birbirleriyle olan irtibatını bulamıyor. Bunun için Muhip B.'e bir daha  edeyim ki o tarih 500 değil bir tek âlimin kaleminden çıkmışa bile benzemiyor. Bunu anlamak için de  yalnız Orhun'un birinci sayısında gösterdiğim ismihas yanlışlarına bakmak kâfidir. Yalnız Kül Tigin'i  Gültekin yazmak bile o tarihi yazanlar arasında bir tek âlim olmadığını ispata yetişir. Çünkü: bir kere  onların Orhun âbidelerini okumadığını gösterir. Sonra Türk dilinin kaidelerini bilmediğini anlatır  (çünkü eski Türkçe’de ve bugünkü şark Türkçe’sinde g ile başlayan hiç bir söz yoktur.) Ve en sonra  "prens" mânâsına olan tigin ile "boş" mânasına gelen tekin'i karıştırmakla insan nihayet kendi  boşluğunu meydana koymuş olur. [ 4 ]     Benim, popüler mahiyette olsa da yılların emeğiyle vücuda gelmiş bir yazımı bir iki kalem darbesiyle  berbat (!) eden Muhip B. Türkçe’yi de bilmiyor. Bakınız şu ifadeye: Bir edebiyat hocası olduğu halde  memleketimizin ve hattâ Avrupa’nın en değerli âlimlerinin görüş tarzını tenkit eden bu fazla taşkın  iddia şudur. Gördünüz mü Türkçe’yi? O halde edebiyat hocası olduğumu ileri süren Muhip B.in şu  cümlesini edebiyat hocası sıfatıyla önce bir düzelteyim. Bu cümleye göre edebiyat hocası ben  olmuyorum. Taşkın iddia edebiyat hocası oluyor. Görülüyor ki fiili, faili yerinde bir cümle yazmaktan  âciz olan bu lise mezunu Türkçe’yi ancak Salamon, Nobar veya Çaldaris kadar biliyor. Bu kabil Don  Kişotça yazılar "Fon Lökok"la "Pol dökok"u birbirine karıştıracak kadar cahil olan gazeteciler için pek  ayıp sayılmazsa da lise mezunu olan Muhip B.in, bir lise hocasının yazışını tenkide yeltenirken biraz  daha bilgili ve şuurlu olması icap etmez miydi?    Hem anlayamıyorum: Muhip B.in memleketimizin ve hattâ Avrupa’nın en değerli âlimleri dediği zevat  kimlerdir? Bir kere Muhip B. in Avrupa âlimlerinin isimlerini bile bilmediği muhakkaktır. Çünkü bir lise  mezunu bunları bilmez. Fakat şu bizim memleketimiz âlimleri acaba kimlerdir? Eğer Muhip B. bu  sözüyle 4 ciltlik tarihi yazanları kastediyorsa aldanıyor. Her ne kadar bu zevattan hiç birisi kendisinin  âlim olduğunu iddia edecek kadar ciddiyetsiz ve hafif değilse de galiba Muhip B. onların hepsini âlim  sandığı için ben burada o zevatın âlim olmadıklarını Muhip B. e göstermek mecburiyetindeyim.  Anadolu kitabeleri sahasında değerli bir mütehassıs olan (fakat eski Türk tarihi sahasını hiç bilmediği  oradaki yanlışları düzeltmediğinden anlaşılan) Balıkesir mebusu İsmail Hakkı Bey’i şöyle bir tarafa  ayırırsak, evet bu heyet arasında bir tek âlim yoktur. Âlim demek ilmî eserler yaratmış ve şöhreti  dünyaca tanınmış insan demektir. Halbuki onların arasında eskiden beri tarihle uğraşan Yusuf Akçura  Bey bile hiç bir ilmî eser vücuda getirerek şöhretini dünyaya tanıtmış değildir. Eğer Muhip B. âlim  diyerek tarih heyeti arasında bulunan Hâmit ve Ali Muzaffer B.’ ler gibi sabık darülfünun hocalarını  kastediyorsa yine aldanıyor. Çünkü hiç bir eserleri bulunmayan bu zevat, hayal bu ya, âlim olsalardı  cehaletleri yüzünden darülfünundan çıkarılmazlardı. Bu heyetin azasından olan ve ileri gelenlerinden  bulunan Reşit Galip B. bile henüz amatör bir müptedi sayılabilir[ 5 ] . Ülkü mecmuasında (sayı 9) çıkan  tarihî bir makalesinde Yavuz Sultan Selim’in Türkçe şiir yazmadığını söyleyecek kadar vukufsuzluk  gösteren, hele bu iddiada bulunurken Lâtifi tezkiresine dayanarak okuduğunu dahi anlamadığını ispat  eden ve Lâtifî'nin adını bile doğru dürüst bilmeyip Lûtfı yazmak suretiyle bu malûmatın kendisine  www.atsizcilar.com   



Sayfa 47 



  başkaları tarafından verildiği şüphesini uyandıran ve Sehî ve Lâtifi tezkirelerinin verdiği malûmatı  kendi kafasındaki fikri sabite göre izaha kalkışan Reşit Galip B.'e de âlim denilemeyeceği gayet  tabiîdir[ 6 ] . Sadri Maksudî B.'e gelince onun da âlim olmayıp müptedi olduğu ve Sorbon müderrisi  diye imza atmakla da kendisini reklâm ettiği, Köprülüzade Fuat Bey’le yaptıkları münakaşa dolayısıyla  ilim efkârı umumiyesine malûm olduğundan (merak edenler Türk Yurdu ve Türkiyat mecmualarında  bu münakaşayı okuyarak hüküm verebilirler) şu sual kendiliğinden doğuyor [ 7 ] . Bu değerli âlimler  acaba kimlerdir?    İmdi: Ben böyle müptediler tarafından yazılan ve içinde tabiatıyla bir çok yanlışlıklan bulunan bir eseri  tenkit edersem bunda memleket hesabına ne zarar vardır? Tarih cemiyeti hüsnüniyetle bir eser  vücuda getirir. Fakat hüsnüniyet kâfi olmadığı için bunda kaş yaparken göz çıkarır. Ben de o kitabı  hüsnüniyetle tenkit ederim. Eğer iddialarım haklı ise tarih cemiyeti onu derhal kabul eder. Haksızsam,  haksız olduğumu bana ispat eder. Eğer haksızlığım meydana çıktığı halde inat edersem kötü bir  maksadım var demektir: Eğer tarih cemiyeti de benim haklı iddialarım karşısında inadında devam  ederse onun kötü bir niyeti var demektir. Fakat her ne de olsa bu münakaşa benimle onlar arasında  cereyan eder. Muhip B. gibi lise mezunu çocuklar bu münakaşaya karışamazlar.    Muhip B. aynı milletten olan bir takım zümreleri idare eden ayrı devletleri sülâle sanan ve devletle  sülâleyi birbirine karıştıran bu atsıza verilecek cevap bize ait değildir diyor". Peki Muhip B.! Size ait  değilse ne diye bu kadar çene çaldınız? Gösteriş olsun diye mi? Yoksa gazetecilik dolayısıyla sütun  doldurmak için mi?    Evet, tarihî görüşümüz yanlıştır. Gök Türk, Dokuz Oğuz, Uygur, Karahanlı, Selçuk, Karahıtay, Nayman,  Çingiz devletleri değil, sülâleleri vardır. Beni devletle sülâleyi birbirine karıştırmakla itham eden  Muhip B. acaba devletle sülâlenin doğru bir tarifini yapabilir mi? Eğer yapsaydı muhakkak bu iddiada  bulunmayacaktı. Belki istifade eder diye burada kendisine yeniden izah edeyim ki: Meselâ Gök  Türklerle Dokuz Oğuzlar iki ayrı devlet değildir. Fark: Birinde Gök Türk boylarının, birinde de Dokuz  Oğuz boylarının diğer bütün boylara hâkim olmasıdır ki, buna da sülâle farkı derler. Muhip B. belki  bilmez ama sülâle diye yalnız aileye değil, kabileye de derler. Çünkü, zaten hükümdar olan da o  kabilenin başında olan ailedir.    Yazısını "Türk gençliği bilmediği mevzular üzerinde bu kadar ulu orta iddialara girişmemelidirler" diye  bitiren Muhip B.'in yine yanlış olan bu cümlesini "Türk gençleri..." diye düzelttikten sonra bu hitabı  aynen kendisine tekrarlayarak soruyorum! Yıllardır uğraştığım bu mevzu üzerinde bir amatör kadar,  ben salâhiyet sahibi değilim de gazeteci Muhip B. mi salâhiyet sahibidir?    Delikanlı, haddini bil!    ORHUN, (1934), Sayı: 3    [1] Orhon değildir. Orhun'dur. Burada uzun süreceği için izaha lüzum görmüyorum.    [2] Adsız değildir. Atsız'dır. Türkçe’de "d" ile biten söz olmadığını Muhip Bey bilmiyor mu?    [3] Türkçe’de 'Timur" diye bir söz yoktur. Muhip Bey hiç olmazsa benim mukaddimemden, bunun "Temür" olduğunu  öğrenmeliydi. 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 48 



    [4] Bu kitabın yanlışları bir iki tane değildir. Burada maksat kitabı tenkit değil, Muhip B'e cevap olduğu için bu yanlışları birer  birer sayacak değilim. Yalnız burada şu kadarını söyleyeyim ki meselâ "Mete’nin Siyenpileri Kingan Dağları şarkına çekilmeye  mecbur etmesi (cilt 1, s.65)" hakkındaki malûmat cehaletin şaheseri sayılabilir. Çünkü Mete’yi Siyenpilerle çarpıştırmak  Selçüklüleri Aksak Temür’le savaştırmak gibidir ki bu yanlışı da ancak bir ilk mektep çocuğu yapar. Aralarında, Siyenpi adının  Mete’nin ölümünden bir iki asır sonra tarihe çıktığını bilen bir tek kişi bulunmayan bir heyetin azasına nasıl âlim denilir?    [5] Müptedi kelimesini, Reşit Galip B. tarihle henüz iki üç yıldır uğraşmaya başladığı için kullanıyorum.    [6] Türk tarihinin membalarını iyi bilmediği anlaşılan Reşit Galip B. eğer arzu ederse Sehi ve Lâtifi (Lûtfî değil) tezkirelerinin  verdiği malûmatı kendisine izah eder ve Yavuz’un Türkçe şiirleri olduğuna dair başka memba da gösteririm.    [7] Hususî ve resmî şahsiyetleri ne olursa olsun, âlim olmadıklarını ispat mecburiyetinde olduğum kimselerin ilmî  şahsiyetlerini teşrih etmek şahsiyata dökülmek değildir. Bu adamın ilmî şahsiyetini açığa dökmekten başka yol olamaz. 



   



EDİRNE MEBUSU ŞEREF BEY'E CEVAP     Şeref Bey,    Şimdiye kadar Millet Meclisinde sesinizin çıktığını hiç işitmemiştik. Halbuki 21‐kânunusani‐1934 tarihli  Hâkimiyeti Milliye de, bana dair yazdığınız yazıda eski bir müverrih gibi konuşuyorsunuz. Tarihten  salâhiyetle dem vurmanın moda olduğu şu zamanda, sizin de hiç bir ilmî salâhiyetiniz olmadan bu  mevzua karışmanızı modaya uymak şeklinde telâkki etmekle beraber mesele hem benim şahsıma,  hem de Türk tarihinde takip edilmesi icap eden usule ait olduğu için size bu cevabı veriyorum. Benim  ileri sürdüğüm ve sizin bir türlü anlayamadığınız dava (isterseniz tez deyin) şudur:    Muhtelif Türk sülâlelerinin zamanlarını ayrı devletlermiş gibi mütalaa etmek yanlıştır. Bilâkis muhtelif  devlet telâkki olunan şeyleri sülâle olarak almalıdır. Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da nasıl sülaleler  birbirini takip etmişse ve bir Kapet, bir Burbon, bir Orlean, bir Habsburg devleti yoksa Türkeli’nde de  sülâleler birbirini takip etmiştir;  ve bir Kun, bir Gök Türk, bir Osmanlı devleti yoktur, yalnızca Kun,  Gök Türk, Osmanlı sülâleleri vardır.    Bazen iki veya daha çok sülâle idaresinde iki veya daha çok Türk siyasî zümrelerinin birbiriyle  çarpışması bu kaideyi bozmaz. Nasıl ki Almanya’da düne kadar birçok sülâleler aynı zamanda hâkim  oldukları sırada birbirleriyle çarpıştıkları halde Alman Devleti bir devlet sayılıyor idiyse, bizde de aynı  şekilde bir devlet olmak iktiza eder. Eğer bütün milletler tarihlerini bizim gibi mütalaa etselerdi o  zaman, meselâ İngiltere’de iki gül muharebesinde iki devlet bulunması icap ederdi. Keza Fransa’da  kontlukların kuvvetlenip kral nüfuzunun zayıfladığı zamanlarda birkaç devlet birden bulunması lâzım  gelirdi. Hele 18‐19. asır Almanya’sı içinden çıkılmaz bir tarih manzarası gösterir ve belki de "Almanya"  dediğimiz varlığın inkâr edilmesi lüzumu baş gösterirdi.    İşte, benim ileri sürdüğüm bu nokta nazar daha anlaşılmadan, münakaşa olunmadan gürültü ile  karşılandı. Bir tezin çürük olduğu ancak ilmî delillerle ispat olunabilir, kuru gürültü ile değil. Kuru  gürültü ile susturulmak istense bile o yine günün birinde güneş gibi meydana çıkar. Vaktiyle dünyanın  yuvarlak olduğunu ileri süren adamın küfürle itham olunması gibi şimdi siz de, sizin kafanızdaki tarih 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 49 



  telâkkisinden ayrı bir tez ileri sürenleri âdeta küfürle itham ediyorsunuz. Fakat Şeref Bey, burada size  sorulacak bir sual var:    Siz tarihten ne kadar anlarsınız? Benimkinin üç misli olan hayatınızda acaba kaç buçuk tarih okudunuz  da tarih tezleri üzerinde fikir yürütebiliyorsunuz?    Hiç şüphesiz bütün dünküler gibi sizin de, bir iki yıl önceye kadar kafanızdaki tarih telâkkisi 699’daki  "İstiklâl‐i‐Osmânî" ile başlıyordu. Şimdi ortaya yeni bir Türkçü tarih cereyanı çıkınca anlayan  anlamayan herkesle beraber siz de bu cereyana kapıldınız. Hattâ bu mesele üzerinde kalem bile  oynatıyorsunuz. Mademki kalem oynatıyorsunuz, o halde sizi bu işten benim kadar anlar farz ederek  size cevap vereceğim. Fakat Şeref Bey, ben iddialarıma cevap isterim. Sizin tarafınızda bulunan bazı  mahlûkat gibi küfür edecekseniz bunun da münakaşada yenilmek demek olduğunu size hatırlatırım.    Türklerin tarihini bence şöyle üçe ayırmak gerektir:    I‐ En eski zamanlardan milâttan önceki 7. asra kadar olan çağ; buna Türklerin kablettarih çağı diyelim.    II‐ Milâttan önce 7. asırdan milâttan sonra 6. asra kadar olan çağ. Bu çağda Türk tarihi hakkında  epeyce malûmatımız vardır. Fakat hepsi yabancı kaynaklardan gelme olduğu için buna da nispi tarih  çağı diyelim.    III‐ 545'ten sonraki çağ ki, bu çağda Türkler de kendileri için tarihî kaynaklar bıraktığından buna da  Türkler’in tarihi çağı diyelim. Türkler’in tarihî çağını da şöylece üçe ayırabiliriz:    1) Uzak şark medeniyeti çevresinde Türk tarihi (545‐940);    2) Yakın şark (= İslâm) medeniyeti çevresinde Türk tarihi (940‐1840)    3) Batı medeniyeti çevresinde Türk tarihi(1840‐?).    Tabiî, bu üç devri de ikinci derecede taksimata ayırmak kabildir. Fakat Türkler dört bucağa yayılmış ve  dağılmış bir millet oldukları için bunların tarihî nasıl mütalaa olunmalıdır? Bunun için en kestirme ve  en makul yol şudur: Türkler’in anayurttaki tarihleriyle yabancı ellerdeki tarihlerini birbirinden ayırarak  mütalaa etmek. Çünkü anayurttaki Türk tarihi birbirini takip eden bir bütün olduğu ve buradaki  sülâleler daima Türk ırkına dayandığı halde yabancı ellerdeki Türk devletleri yabancı ırklara dayanmış  ve sürekli bir bütün şeklinde olmamıştır. Meselâ Çinin bazen tamamında, bazen bir kısmında Türk  devletleri kurulmuştur. Fakat bunlarda yalnız sülâle ve kısmen ordu Türk olduğundan hem devletin  ömrü uzun sürmemiş, hem de asıl Türk tarihiyle münasebeti olmamıştır. Hindistan’da, İran’da,  Mısırda ve Avrupa’da böyle Türk hükümetleri kurulmuştur. Bunlar daima gelip geçici olmuş ve  sonunda o Türkler yendikleri başka milletlere karışarak adlarını kaybetmişlerdir. Bunun için, Türk  tarihi diyince aklımıza ilk önce anayurttaki Türk tarihi gelmelidir.    Anayurttaki Türk tarihinin kablettarih çağını, hem tarih ilminin sahasından dışarıda kaldığı hem de  aramızdaki anlaşmazlık burada olmadığı için, bir tarafa bırakıyorum ve doğrudan doğruya nispi tarih 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 50 



  çağına geliyorum. Bu çağda, bana göre, Türkeli’nde sırasıyla Saka, Kun, Siyenpi, Apar sülâleleri hâkim  olmuştur. Sizin ayrı devletler devri dediğiniz bu devirlere ben ayrı sülâleler devri diyorum. Çünkü:    Milâttan önceki yedinci asırdan, milâttan önceki üçüncü asra kadar Türkistan’da yüksek hâkimiyet  Sakalardaydı. Daha batıdaki Masaget (= Peçenekler) Sakalar’ın bir kolu sayıldığı gibi Çin tarihlerinin  Şimalî Çin’de olarak gösterdiği ve "Xu" umumî adını taşıyan zümre de henüz bir devlet halinde  teşekkül etmemişti. Sonra milâttan önceki 6‐4. asırlarda Aryanî milletler cenuptan mütemadiyen  Türkistan’a saldırdılar. Önce İranlılar, sonra İskender’in Yunanlılar’ı Cenubî Türkistan’ı zaptettiler.  Azlık olan Türkler de Çin sınırına doğru çekilerek orada kısa bir dahilî çarpışmalar devrinden sonra Kun  (= Oğuz) sülâlesinin idaresinde birleştiler. Bu suretle kablelmilât üçüncü asrın ikinci asırla birleştiği  yıllarda bütün Orta Asya’da Kunlar’ın idaresinde bütün Türkler birleşmiş oluyordu. Aynı devirde  Maveraünnehir, Afgan ve Hindistan’da hükümet kuran Kuşanlar ise ana Türk yurdundan kaçan  muhalifler olup bunların kurdukları devlet yabancı ırklardan olan ekseriyetlere dayandığından anayurt  Türk tarihi kadrosuna sokulamaz.      Kun sülâlesi milâttan sonra 216'ya kadar hâkim olmuştur. Bir aralık bu sülâlenin Şimalî ve Cenubî  olarak ikiye ayrılması iki Kun devleti kurulması demek değildir. Bu, saltanat kavgalarının doğurduğu  gayrı tabiî bir neticedir. Hattâ bazen Kuneli’nde beş yabgunun birden bulunduğu olmuştur. Ankara  harbinden sonra Yıldırım ölünce Osmanlı ülkesinde peyda olan üç şehzade Osmanlı toprağını üçe  böldükleri zaman bunlar üç ayrı devlet sayılmıyordu. Bunun gibi Kuneli de ikiye bölünmüş farz  olunamaz.    216‐394 yılları arasında ise Türkeli’nde Siyenpi sülâlesi hâkim olmuştur. Kunlar’ın yerine Siyenpilerin  gelmesi Türkeli’nde yeni ve ayrı bir devlet kurulması değildir. Çünkü aynı toprakta kurulan ve aynı  boylardan mürekkep olan devlette yalnız hâkim olan boy değişmişti. Kunlar da tamamıyla Siyenpiler’e  tâbi olup Siyenpi adını almışlardı. Bu hâkimiyeti tanımayan bir kısım Kunlar ise batıya çekilerek beşinci  asırda Atilla kumandasında Avrupa’yı titreten bir güç olmuşlardı ki o da tamamen yabancı sahalarda  ve yabancı ekseriyetler üzerine kurulmuş bir devlet olduğundan Türk tarihinin anayurt dışındaki kısmı  mütalaa olunurken nazara alınmalıdır ve zaten bunun da ne kadar kısa sürdüğü malûmdur.    394‐545'te anayurtta Apar sülâlesi hâkim olmuştur. Bu sülâleden Tolun Kağan, Mete'den sonra  Türkistan’ın ikinci büyük ıslahatçısı ve müceddididir. Kağan ‐ Han unvanı da Tolun tarafından  konulmuştur. Ondan önce hükümdarların unvanları Yabgu idi. Onun için dört ciltlik tarihte Kuşanlar’ın  Kuşhanlar şeklinde yazılması yanlıştır. Çünkü Han (aslı Kaan) unvanı Kuşanlardan epeyce sonra  çıkmıştı.    Apar sülâlesi ayrı bir devlet sayılamaz. Çünkü evvelce Siyenpiler’e tâbi olan boylardan Apar boyu  Siyenpiler’i devirerek ötekilerine hâkim olmuş, ülke ve millet aynı kalmıştır. Bunda değişen sülâleden  başka nedir? Bunlara ayrı devlet nasıl denir?    Şimdi gelelim Türk tarihinin üçüncü çağına, yani tarihî çağ dediğimiz çağına:    Altaylarda ve Tanrı Dağları’nda Apar Kağanları’na silâh yapmakla uğraşan ve Türük (= Türk) adını  taşıyan boylar bir kadın meselesi yüzünden Aparlar’a isyan ettiler. Aparlar’ı devirerek kendileri hâkim  www.atsizcilar.com   



Sayfa 51 



  oldular. Bu suretle 545‐745 arasında hâkim olan Gök Türük sülâlesi kurulmuş oldu. Önceden Aparlar’a  tâbi olan bütün ülkeler ve boylar Gök Türkler’in idaresine geçti.     Dört ciltlik tarihte yazıldığı gibi Şark’ta ve Garp’ta iki Türk devleti yoktur. Memleketin siyaseten iki,  bazen dörde taksimi vardır. Yoksa, bazı ihtilâl zamanları müstesna olmak üzere Gök Türk devletinde  daima bir tek büyük Kağan olmuştur. Bir kere Gök Türk sülâlesinin ilk hükümdarı dört ciltlik tarihte  yazıldığı gibi İlhan Bumin değildir. O devirde ilhan diye unvan olmadığı gibi Bumin de olsa olsa  Türkçe’ye dili dönmeyen bir yabancının telâffuzu olabilir. Bu hükümdarın adı Bumın veya Bumun  Kağandır; ve kendisinden sonra da Türk tahtına oğlu Kolo değil, kardeşi İstemi geçmiştir. Kolo Türk  Kağanı değil, Şark hanıdır. Çinliler Gök Türkler’in daha çok kendileriyle sınırdaş olan şark kısımlarından  bahsettikleri ve bazen kendilerine tâbi olan şark hanlarını bir öğünme duygusuyla veya siyasî  sebeplerle umumî Gök Türk Kağanı gibi gösterdikleri için Türkler’in Şarkî ve Garbî diye iki devlet  olarak kurulup devam ettikleri zehabı hasıl olmuştur. Bir kere Gök Türkler’in iki kısım olduklarını yalnız  Çin kaynakları söylüyor. İran ve Bizans kaynakları böyle bir şey kaydetmiyor. Saniyen bu devrin son  zamanlarına ait olan Türk kaynaklarında, yani Gök Türk kitabelerinde Garp Türkleri’nden ancak bir  tâbi olarak bahsolunuyor. Bundan başka Çinliler tarafından Garp Türk hükümdarı olarak gösterilen  bazı kağanların (meselâ Tardu'nun) umumî Türk Kağanı oldukları da tasdik olunuyor. Eski Türkler’in  devlet teşkilâtı da göz önünde bulundurulmak şartıyla bundan şu netice çıkar: Türkeli’nin büyük  kağanları daha ziyade garpta oturuyorlardı. Ancak Kutluğ Kağandan sonra Garp Türkleri hep Şark  Türklerine tâbi oldular.    Eğer, meselâ, Mohan Han büyük han olmuş olsaydı Orhun âbidelerinde İstemi’nin yerine onun adı  geçerdi. Halbuki kitabelerde Mohan’ın adı geçmiyor. Fakat Bumın'dan sonra İstemi'den  bahsolunuyor. Çin tarihlerinin Mohan'ı Kağan olarak göstermeleri ise Mohan'ın Çin’i alt üst etmiş  olmasındandır. Zavallı Çinliler kendilerini kuşa çevirip vergi vermeye icbar eden Mohan’ın da ayrıca  daha büyük bir kağana tâbi olacağını tasavvur edemedikleri için İstemi'yi Mohan'a tâbi gibi  göstermişlerdir. Gök Türklerde 545'ten 609'a kadar daima tek kağan bulunmuş ve sırasıyla Bumun  (545‐553), İstemi Bağatur (553‐576), Topo (576‐581). Şapolı (581‐587), Çuluk (587‐588), Tulan [Turan]  (588‐600), Bilge Tardu (600‐603), Kimin (603‐609) Kağanlar hükümdar olmuşlardır. 609‐630 arasında  asıl hâkim olan garp kağanlarına şark hanları muhalif vaziyet aldıklarından devlet iki hanla idare  olunuyor gibi bir vaziyet doğmuş, bununla beraber Tung Yabgu (619‐630) gibi büyük Kağanlar yine  Gök Türk devletinin şevketini muhafaza etmişlerdir. 630'da Kiyeli Han'ın Çine esir olmasını bizim  tarihlerimiz Şarkî Gök Türk devletinin inkırazı gibi gösterirler. Bu, sülâlecilik zihniyetinin gayet açık bir  yanlışıdır. Kiyeli Han'ın ve kumandasındaki Türklerden birkaç tümeninin Çin’e esir olması hakikatte  mevcut olmayan Şarkî Gök Türk devletinin inkırazı değil, büyük Türk Kağanlığının Çine sınırdaş olan  vilâyetlerinin Çinliler tarafından zapt olunmasıdır. Zaten Şarkî Gök Türklerin en büyük boyları olan  Tarduş'lar Çin’e tâbi olmamışlardı ve ismen garptaki Türk kağanlarına tâbi bulunuyorlardı. Orhun  kitabelerinde Çinliler’e elli yıl hizmet edilmiş olduğunun söylenmesi Kiyeli Han sülâlesinden prenslerin  Çine hizmet etmiş olması şeklinde anlaşılmalıdır. Türklerin Çin’e tâbi olmaları hakikatte 653'te, İpi  Tulu Han'dan sonradır; ve 681'de Şark Türkleri neslinden Kutluğ Kağan'ın isyanıyla da devlet yeniden  istiklâlini kazanmıştır. 681‐745 arasında kağanlığa Şark Türkleri hâkim olmuş ve memleketin batı  kısımlarını da Türgişler idare etmiştir. Dört ciltlik tarihte Kül Tigin'e Gültekin denildiği gibi Türgiş'lere  Türkeş denilmesi de o kitabı yazanlar arasında Orhun Âbidelerini okuyabilen bir tek kişi bulunmadığını  gösterir.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 52 



  745'te Türk Kağanlığına tâbi olan Türk zümrelerinden Dokuz Oğuz'lar, Karluk'lar ve Basmıl'lar isyan  ederek Gök Türk sülâlesini devirdiler: ve Basmıllar’ın başbuğunu Türk Kağanı ilân ettiler. Bu suretle  başlayan Basmıl hanedanı pek kısa devam etti. Aynı yılda Dokuz Oğuzlarla Karluklar birleşerek  Basmıllar’ı devirdiler. Bunun üzerine kağanlık Dokuz Oğuzlar’a geçti. Dokuz Oğuz sülâlesi 745‐840  arasında bir asır devam etti. Bu müddet zarfında Türgişler ve Karluklar Kağan idaresinde, fakat Dokuz  Oğuzları matbû tanıyarak idare olundular. 840'ta Türkistan’da kıtlık ve kargaşalık oldu. Dokuz  Oğuzlar’a tâbi olarak Kırgız'lar isyan ve Türkeli’ni karma karışık ettiler. Dokuz Oğuzlar Moğolistan’dan  çekilerek yalnız Şarkî Türkistan ve Çungarya’daki hâkimiyetle iktifa ettiler. 840‐940 arasındaki bu  devre Uygur devri diyoruz. Çünkü Dokuz Oğuz müttehidesinin başında zaten Uygurlar bulunuyordu.  Şarkî Türkistan sahasında ise bir kısım medenî ve şehirli Uygurlar yaşıyordu. 840 vekayiinde Dokuz  Oğuzlar bu sahaya çekildikten sonra tamamı ile Uygur adını aldılar ve burada parlak medenî  hayatlarına devam ettiler. Bu müddet zarfında Kırgızlar Uygurlar’a tâbi değiller gibi görünüyor. Fakat  hukuken iki ayrı devlet bulunması demek değildir. Çünkü Kırgız Kağanı Türkler tarafından müstakil  hükümdar diye tanınmadığı gibi hukuken de Uygur Kağanına karşı âsi vaziyettedir ve zaten kendisinin  siyasî hükmü de fazla yürümemiştir. 840‐940 arasında Uygur Eline tâbi olmadan yaşayan bir kısım  Garbî Türkler de dağınık boylar halinde yaşıyorlar ve ekseriya Abbasî imparatorluğuna tâbi  bulunuyorlardı. Yani Türkler’in medeniyetçe en parlak, fakat siyasetçe ve askerlik bakımından en  sönük zamanları olan bu devirde bile resmen Türk devleti olarak yalnız Türkistan’ın bir kısmına hâkim  olan Uygur sülâlesi, bunun şimalinde âsi Kırgız hanı, garpta da dağınık Türk boyları (meselâ Türgişler)  vardır.    Onuncu asrın ilk yarısında Türkler arasında yeni bir hareket başladı: İslâmlaşma. Bu hareket önce,  Uygurlar’a tâbi olmadan yaşayan Batı Türkleri’nde başladı. Bunlar yeni ülkünün hızıyla bir anda  kuvvetlendiler. Eski Türgiş hanları neslinden gelen Satuk Buğra Han'ın kumandasında Uygurlar’a  yüklendiler. Onları devirerek Karahanlı sülâlesini kurdular. Uygurlar şarkta pek küçük iki üç beylik  şeklinde 14. asra dek devam ettilerse de topraklarının büyük bir kısmını Karahanlılar’a kaptırdılar; ve  Karahanlılar İslâmî bir renk altında eski Gök Türk Kağanlığını diriltmiş oldular. Karahanlı sülâlesi 940‐ 1123 arasında hüküm sürdü. Bu sülâlenin hükümdarlarından Yığan Tegin Mahmut Han (1047‐1049)  daha hükümdar olmadan evvelki "zamanlarında Selçuk hanedanı idaresindeki Oğuzları,  Karahanlılar’ın siyasî rakipleri olan Gazneliler’e karşı kışkırttı. Selçüklüler’in ilk hükümdarı Tuğrul Bey  önceleri Yığan Tegin'in emrinde idi. Tuğrul beyin 1040'ta Horasanda ayrıca istiklâli ve halefleri  zamanında garpta yapılan fütuhatla Türkistan’daki Türk devletinden başka bir de Türkiye devleti  vücuda gelmiş oldu (ki bu iki devlet bile tarihte bir iki defa birleştiler). 1123'te Karahıtaylar şarktan  gelerek Karahanlı sülâlesini yerlerinde bırakmak şartıyla onları Vasal mevkiine indirip kendileri büyük  Kağan (Gür Han) oldular. Karahıtay sülâlesi 1123‐1207 arasında hüküm sürdü. Bunlardan sonra kısa  bir zaman için Nayman (Sekiz) sülâlesi hâkim olmuşsa da onun yerine de Çingiz sülâlesi gelerek 1370'e  kadar devam etmiştir. Daha sonra Aksak Temür sülâlesi hâkim olmuş, fakat bunlar ilk zamanlarında  hükümdar olmaya cesaret edemedikleri için, Çingiz soyundan bir şehzadeyi han olarak daima  bulundurmuşlardır. Aksak Temür sülâlesi (1370‐1500)'nden sonra Türkistan’a Özbekler hâkim olmuş  ve gitgide parçalanmak ve ufalanmak suretiyle günümüze kadar devam etmiştir.    Türkiye’ye gelince: Tuğrul Bey ve Alp Arslan'ın kurduğu bu ikinci Türk devleti üzerinde önce  Selçüklüler hâkim olmuş, sonra İlhanlılar’a tâbi olmak suretiyle bir müddet için Türkistan ve Türkiye  devletleri birleşmiştir. İlhanlılar’dan sonra memleket parçalanmış, 10 kadarı büyücek olmak üzere 40‐ 50 parçaya ayrılmıştır. Bu 40‐50 parçadan her birinin başında birer sülâle bulunmuştur. Fakat bunlar  www.atsizcilar.com   



Sayfa 53 



  birer ayrı devlet değildir. Selçuklu ve İlhanlı sülâlelerinin hâkim olduğu devirlerde irsî valiliklerde  bulunan ailelerin Selçuk ve İlhanlı hanedanları kalktıktan sonra mahallî hâkimiyetlerini muhafaza  etmeleri tabiidir. Fakat bu ayrı devlet demek değildir ki...    Almanya’da da bazen 360 ailenin birden bulunduğu görülmüştür. Fakat hiçbir zaman bu aileler ayrı  devletler sayılmamıştır. 1914'te Almanya 25 hükümetten mürekkep bulunuyordu. Fakat kimse  Bavyera’nın veya Meklenburg'un müstakil devlet olduğunu düşünmüyordu. Hattâ Napolyon devrinde  bu hükümetlerden bazıları Fransızlarla birleşerek meşru Almanya hanedanı olan Habsburglar’a karşı  savaştıkları halde hiç kimse onların ayrı devletler olduğunu söylemiyordu. Almanya tarihine tatbik  olunan bu kaide neden daha muntazam olan Türk tarihine tatbik olunmasın?    Osmanlılar Yıldırım zamanında Türkiye’nin siyasî birliğini kurduktan sonra Aksak Temür’le çarpışıp  yenildiler. Yeniden sülâleler idaresine bölünen Türkiye (Rumeli müstesna) Aksak Temür devletine tâbi  oldu. Hattâ İkinci Murat bile Aksak Temür devletine tabiiydi. Türkistan’dan ona ferman gelmişti.  Sonra Osmanlı hanedanı tekrar Türkiye’nin birliğini kurdu; ve 1515'ten 1922'ye kadar Türkiye’ye  hâkim kaldı. Daha sonra da Cumhuriyet kuruldu.    Şimdi: zannedersem yukarıdaki izahatımla Türk tarihinin plânını çizmiş oldum; ve siz de gördünüz ki  anayurtta muhtelif devletler değil, bilâkis birbirini muntazam takip eden Saka, Kun, Siyenpi, Apar, Gök  Türk, Basmıl, Dokuz Oğuz, Uygur, Karahanlı, Karahıtay, Nayman, Çingiz, Temür, Özbek sülâleleri,  Türkiye’de de Selçuk, İlhanlı sülâleleri, sona ilk fetret devri, sonra Osmanlı sülâlesi, sonra Temür  sülâlesi, sonra yine fetret, sonra ikinci defa Osmanlı sülâlesi ve nihayet Cumhuriyet vardır.    Bütün milletler de tarihlerini bu şekilde mütalaa ederler. Çin’de 20‐30 imparator sülâlesi geçmistir.  Bazen Çin’de 5‐6 küçük sülâle birden hâkim olmuştur. Fakat Çinliler onlara sülâle derler, devlet  demezler. İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da da bu kadar sülâle geçmiştir. Fransa’da bazen kralların  hiç nüfuzu kalmamış, irsi valiler mesabesinde olan kontlar, derebeyleri hâkim olmuşlardır. Fakat hiç  kimse Fransa’nın birkaç devlete ayrıldığını söylememiştir. O halde neden biz de tarihimizi  sistemlendirmek için aynı yolu tutmayalım? Cumhuriyet devrinde olduğumuzu sık sık söyler, dururuz.  Halbuki tarihteki zihniyetimiz imparatorluk zamanından kalma sülâlecilik zihniyetidir. Yani geri bir  zihniyettir. Siz bile cumhuriyetin bir mebusu olduğunuz halde hâlâ bu geri zihniyeti taşıyor ve  yazınızda şöyle diyorsunuz:    "Şu kadarını çok iyi biliyorum ki yok olan Osmanlı imparatorluğundaki Osmanlı yapmacık milleti ile  Türk Cumhuriyeti’ni kuran ve omuzlarında taşıyan Türk soyunun hiç bir bağlantısı yoktur. Gidişte,  düşünüşte, duyuşta, yaşayışta ve en son iki işte., ülküde ve kültürde yok olan Osmanlı ile orada da var  olan, burada da var olan ve şayet batarsa dünya baştan başa batıncaya kadar var olacak olan Türk  milletinin kurduğu bu devletin onunla bir yerde ne benzeyişi, ne bağlantısı vardır". Öyle mi Şeref Bey?  Demek ki Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı imparatorluğu ile hiç bir bağlantısı yok? Peki, öyleyse siz  nereden çıktınız? Yaşınıza bakılırsa Sultan Reşat’a da, Abdülhamit’e de hizmet ettiğiniz pek açık olarak  meydana çıkıyor. Doğru söyleyin Şeref Bey. Abdülhamit devrinde, velev ki korku saikasıyla olsun, hiç  "padişahım çok yaşa!" diye bağırmadınız mı?    Şeref Bey! Bu kadar hafif cümleleri sizin ağır başlılığınıza yaraştıramıyorum. Osmanlılık ile Türkiye  Cumhuriyeti’nin hiç bir bağlantısı yoktur diye en büyük bir hakikati inkâr ederken hangi maksada  www.atsizcilar.com   



Sayfa 54 



  saplanıyorsunuz? Korkmayın: Türkiye Cumhuriyeti’nin anası Osmanlı İmparatorluğu’dur demek vatan  hainliği veya inkılâp düşmanlığı değildir. Sizden, böyle yaşınıza yaraşmayacak şekilde çocukça  inkılâpçılık beklenmez. Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye Cumhuriyeti ile hiç bir bağı yoksa  cumhuriyeti gökten inenler mi kurdu? Yoksa Osmanlı İmparatorluğu’nu yaratanlar Hotanto'lar mı idi?    Türkiye Cumhuriyetinin başı ve kurucusu olan Gazi bile imparatorluğun bir generali değil miydi?    Şeref Bey! Bugün Türkiye’de herkes anadan doğma cumhuriyetçidir amma 1923'e kadar başta siz  olmak üzere herhalde kimsenin aklından cumhuriyet kurmak fikri geçmiyordu. Fakat bugün  cumhuriyetçilik aşkıyla herkes bütün maziyi baltalıyor. Ve işin garibi de bir yandan millî tarihçilik  dolayısıyla mazi mühimseniyor. Peki, bu tezat nedir? Siz ve sizin gibiler bir yandan "yaşasın şanlı  ecdadımız Hititler!" diye bağırıyorlar, bir yandan da "Osmanlılarla alâkamız yoktur" diye haykırıyorlar.    Dikkat etin Şeref Bey: Cumhuriyete olan aşkınız Mecnunun Leylâ’ya olan aşkına benzemesin! Şimdi  gelelim dört ciltlik tarihe:    Bu kitabın Türkler’e ait kısmı baştan başa yanlışlarla doludur. Bir kere deminden beri söylediğim gibi  usule ait kısmı, yani sülâle‐devlet meselesi fahiş bir hatâdır. Haydi diyelim ki tarih cemiyeti azaları ne  de olsa tarihte yenilik yapacak âlimler olmadıkları için bu hatâyı yaptılar. Ya herkesin bildiği şeyler  hakkındaki yanlışlara ne dersiniz? Orhun’un birinci ve üçüncü sayısında birkaç yanlışa işaret etmiştim.  Burada da birkaç yanlış daha gösterebilirim. Meselâ:    I‐İsmi haslarda birçok yanlışlar var: Orhon, Selenga, Kara Hata, Basmil, Bumin, Moço, Tekin, Cengiz,  Timur, Hun, Kuşhan, Türkeş, Selçuk kelimeleri yanlıştır. Bunların doğrusu: Orhun, Selenge, Kara Hıtay,  Basmıl, Bumın, Meç'uo, Tigin, Çingiz, Temür, Kun, Kuşan, Türgiş, Selçuk'tur. Bu yanlışları yapmak o  tarihi yazanlar arasında ne Orhun âbidelerini okuyan, ne de Türk dilinin kaidelerini bilen bir tek kişi  bulunmadığını gösterir. Bu yanlışları düzelttim diye beni Türkeli’nin muhterem bilginlerine saygısızlık  etmekle itham ediyorsunuz. Hangi "bilgin" 1er Şeref Bey? O kitabı yazanlar bilgin olsalardı bu fahiş  hatâları yaparlar mıydı? ve nihayet ben bir kitabı tenkit ederken bu yanlışları yapan insanlara "aynı  keramet buyurdunuz efendim!" diyemezdim ya!     II‐ Mete’nin Siyenpiler’le çarpışması (I, 65) hakkındaki satırlar da cehaletin şaheseridir. Çünkü  Siyenpiler Mete’nin ölümünden 1‐2 asır sonra tarihte gözükmüşlerdir. Mete’yi Siyenpiler’le  çarpıştırmak Selçüklüler’i Aksak Temür’le veya Muhammet peygamberi Karahanlılar’la çarpıştırmak  kadar gülünçtür. Şeref Bey! Bana verdiğiniz cevapta kırk yıldır Türk tarihiyle uğraştığınızı  söylüyorsunuz. Şüphesiz ki kırk yıldır uğraştığınız bu mevzuda ilminiz, ihtisasınız pek yüksek bir  dereceye varmıştır. O halde lütfen bana izah eder misiniz ki bu fahiş hatâyı kimler yapar?    Her halde buna mürettip yanlışı diyip işi zavallı mürettibin omzuna yükletemezsiniz. O halde acaba,  bunu nasıl tevil edebilirsiniz? Bana öyle geliyor ki şu tarih bilginleri kırk yıl düşünseler ve kırk tarih  kongresi daha yapsalar bu okkalı yanlışı düzeltemezler. Bunu düzeltmek için bir tek çıkar yol vardır. O  da benim haklı olduğumu ve kendi cehaletlerini itiraf etmektir.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 55 



  III‐ Orhun harfleri listesinde "ny" mürekkep harfi "i" olarak ve "e" harfi de "b" olarak gösterilmiştir.  Halbuki Prof. Thomsen daha 1918'de çıkan bir makalesinde bu harfin "b" değil "e" olduğunu ispat  etmişti. 1918'de ortaya atılan bir hakikatten hâlâ haberi olmayan bir heyet âlimdir, öyle mi Şeref Bey?    IV‐ Birinci cildin 45. sayfasındaki Orhun harfleriyle yazılan "Tanrı Türkü yaşatsın" cümlesinde dört tane  imlâ yanlışı vardır.    V‐ Bu kitapta uydurma tahrifat da var. Meselâ ilk cildin 46. sayfasında "Orhun kitabelerine göre Kutluk  Hanın ölümünden sonra oğullarının velisi anaları Bilge Hatun olmuştur" deniliyor. Bir kere Kutluğ  Kağanın karısı Bilge Hatun değil İlbilge Katun'dur. Sonra da Orhun âbidelerinde kafiyen böyle bir  malûmat yoktur. Hem tarih cemiyeti azalarının Orhun âbidelerinden haberleri var mı ki böyle olup  olmadığını bilsinler. Orhun âbidelerinden haberi olanlar o arada geçen ismi haslardan hiç olmazsa bir  tanesini doğru yazarlardı. Her halde bu  malûmatı içlerinden birisi kulaktan kapma duymuş olacak.    VI‐ Bu kitapta, Hun devletinin birinci asırda inkıraz bulduğu yazılıyor (I, 64). Halbuki Kun devleti  üçüncü asırda inkıraz bulmuştur. Görülüyor ki tarih cemiyeti azaları için bir iki asırlık fark  ehemmiyetsiz bir şey sayılıyor.    VII‐ Kitapta garip tezatlar da var: bir yerde (I, 48) Türklerin devlet teşkilâtında kuvvetli bir merkeziyet  olduğu söylendiği halde, başka bir yerde (II, 50) Türk teşkilâtının merkeziyetçi olmayıp feodal olduğu  zikrolunuyor. Demek ki şimdi biri çıkıp da tarih cemiyeti azalarına hangisi doğrudur dese  bocalayacaklar. Kendilerine yardım olmak üzere şu kadarını söyleyeyim ki Cumhuriyetten önceki  bütün Türk sülâleleri (Osmanlılar da dahil olduğu halde)  ademi merkeziyetçidir.    VIII‐ Kitapta bol keseden avam iştikakçılığı da var. Bunlar her halde Türk dili bilgini sabık komünist ve  şimdiki şoven nasyonalist Giritli Ahmet Cevat Beyin nazarı dikkatini celbetmemiş olacak. İlk cildin 179.  sayfasındaki listeye göre meselâ acemler kendi dillerinde ağaç mânâsına gelen "Draht" sözünü bizim  "direk" ten almışlar. Keza bizim "Akkor" kelimelerimizi alarak kor mânâsında "Ahker" yapmışlar. Bu  gülünç iştikaklara insan gülmek mi, ağlamak mı lâzım geleceğini kestiremiyor. Çünkü iki dili mukayese  etmek için ikisini de mükemmelen bilmek icap ettiği halde farisîdeki ahger kelimesini ahker okuyacak  kadar Acemce’den ve Türkçe ses mânâsına gelen "kü" yü gû okuyacak kadar da Türkçe’den behresiz  olan bu tarihçilerin nasıl olup da bu kadar yüksekten atıp tuttuklarına insan şaşıyor. Bu kitaba göre  Acemce’de "söyle" demek olan "gû", Türkçe "ses" demek olan "gû" dan geliyormuş. Eski harflerle  yazıldıkları zaman ahker ve gû gibi de okunabilen acemce ahger ve Türkçe kü kelimelerini doğru  dürüst okuyamayan bu heyet azaları bilgin oluyor da, bunları tenkit etmek de inkılâba muhalefet  oluyor, öyle mi Şeref Bey? Bu iş böyle avam iştikakçılığı ile yürüyecek olduktan sonra "Amazon"un  "amma uzun" dan, "Niyagara"nın "ne yaygara" dan, "Petepones"in, "bir pul etmez" den, "Korsika"nın  "kuru sıkı"dan geldiğin: söyleyip bu avam iştikakçılığı ile alay edenlerin de günün birinde dil bilgini  olmaları uzak bir ihtimal değildir.    IX‐ Türkçe’de millet mânâsına gelen "budun" sözü iki yerde (I, 47) büdün yazılmıştır. Bundan da  anlaşılıyor ki cemiyet azaları eski harflere göre budun de okunabileceği için öyle sanıvermişlerdir.  (mürettip yanlışı olduğu ileri sürülemez. Çünkü bilginlerin yazdığı bir kitapta hem mürettip yanlışı  www.atsizcilar.com   



Sayfa 56 



  olması da ayıp, hem de aynı sayfada iki yerde üst üste büdün diye geçtiği için bu ihtimal varit  değildir.)    X‐ Kitap millî bir fikirle yazılmış olduğu halde Gök Türkler’den daima Tukyu diye bahsolunuyor.  Halbuki bu Çinlilerin Türklere verdiği bir addır; ve Tukyu şekli de doğru değildir. Bunun  transkripsiyonu Tu‐kiüe'dir.    XI‐ Kutluğ’dan sonra tahta geçen Türk Kağanı Moço diye zikrolunuyor. Bu Kağanın Çince adı Meç'uo,  Türkçe adı da Kapağan Kağandır. Moço adının nereden çıktığını öğrenmek benim için pek meraklı bir  şey olurdu. Tarih cemiyeti azaları Bilge Tonyukuk âbidesi denilen bir nesneden haberli olsalardı millî  bir duyguyla yazılan bir kitaba Moço gibi Çince’de bile olmayan uydurma bir ad değil, Kapağan adını  koyarlardı.     XII‐ Bu kitapta (II, 53) Orhun harflerinin yukardan aşağı ve sağdan sola yazıldığı hakkındaki  ifade de yanlıştır. Gök Türk harfleri yukardan aşağıya olmak üzere sağdan sola da, soldan sağa da  yazılır. Hattâ bazen ufkî olarak da yazılmıştır.    XIII‐ Türklerde rütbe ve unvan olan şad, bu kitapta sal yazılmıştır. Bugünkü Türkçe’de sözlerin sonu d  ile bitmese de Orhun Türkçe’sinde böyle bir şey yoktur. Şad, bod kelimeleri d ile biter.    XIV‐ Yuğ, kitapta yazıldığı gibi (II, 50) gömme merasimi değil, matem merasimidir. Bu ikisi arasında  büyük fark vardır.    XV‐ Hiç bir zaman müstakil devlet kurmamış olan Türgiş ve Karluklar’dan müstakil devlet gibi  bahsolunduğu halde 745‐840 arasında Orta Asya’yı idare eden ve Çini altüst edip 52.000.000  nüfusunu 16.000.000'a indiren, Moyunçur gibi cidden büyük kağanlar yetiştiren Dokuz Oğuz  devrinden hemen hiç bahsolunmamıştır. Anlaşılıyor ki tarih cemiyeti azaları Hüseyin Cahit Bey  tarafından tercüme olunan Deguignes tarihini de bilmiyorlar. Bu kitabın  üçüncü cildinde Dokuz Oğuzlara dair malûmat olduğunu bilselerdi Dokuz Oğuz devri gibi cidden  mühim bir devri bu kadar ihmal etmezlerdi.    Velhasıl bu kitabın yanlışları saymakla tükenir gibi olmadığı için birer birer saymaktan vazgeçiyorum.  Şeref Bey! Bu gösterdiğim yanlışlar haklı ise bunda memleket hesabına kâr mı vardır, zarar mı?  Cumhuriyet, yurttaş yetiştirmeyi herkesin eline bırakamaz diyorsunuz. Evet doğru, bırakmamalıdır.  Fakat cumhuriyet, tarih yazmayı herkesin eline bırakmalı mıdır? Vekâletin kitabını tenkit ettim diye  vekâlet emrine alındım. Peki, bu fahiş hatalı kitabı yazanlar ne emrine alınsınlar?    Eğer benim tenkidim olmasaydı kimse bu yanlışların farkına varmayacaktı, yahut da herkes bile bile  eyvallah diyecekti. Çünkü en küçük tenkit karşısında göreceği karşılığın vekâlet emrine alınmak  olduğunu bilen herkes bunu gözüne kestiremez. Eğer benim bu tenkitlerimden sonra da kitabın bu  yanlışları düzeltilmezse tarih cemiyetinin, ilminden sarfınazar, çünkü onun olmadığı artık gün gibi  aydın oldu, fakat herkes hüsnüniyetinden de şüpheye düşecektir.    Millet yolunda sakal ağartmış insanlara ulu orta söz söylemeyi suç sayıyorsunuz. Eğer ben de ulu orta  söz söyleseydim hakikaten suç olurdu. Fakat ben bir millî kültür meselesini mevzubahis ettiğim için  www.atsizcilar.com   



Sayfa 57 



  tabiatıyla o zevatı tenkit ettim. Hem de millet yolunda sakal ağartmak tenkitten münezzeh olmak  değildir. Evvelce de söylediğim gibi ben kanunun bana verdiği salâhiyetler dahilinde büyük küçük  herkesi ve her şeyi tenkit edebilirim. Edirne mebusu Şeref Bey! Bizim vekillerimiz olan sizlerin  yaptığınız teşkilâtı esasiye kanunu mucibince her Türk hür doğar, hür yaşar; vicdan, tefekkür, kelâm,  neşir hakları Türkler’in tabiî haklarındandır. Ben de Türk olduğum için bu haklarımdan bazılarını  kullandım. Bunun inkılâpla, inkılâba muhalefetle alâkası yoktur. İnkılâba ve Türk kanunlarına  muhalefet edersem memleketin polisi, müddeiumumisi, mahkemesi vazifesini görür; başkaca  gürültüye lüzum yoktur. Sizin bahsettiğiniz inkılâba hürmeti ben de sadece yaşasın inkılâp diye  bağırmaktan ve hükümetin her icraatını alkışlamaktan ibaret sanmıyorum. Benim bir millî mesele  hakkında fikir yürütmemi ulu orta söylenmek farz eden siz, artık ununuzu elediniz, eleğinizi astınız.  Yarın savaş olunca sınıra ben koşacağım, siz değil! Onun için yurt işlerinde kanunen olmasa bile,  vicdanen ve mantıken benim sizden artık rey sahibi olmam iktiza eder.    Size bir de tavsiyem var! her şeyde, her münakaşada, her meselede kendi şahsiyetinize Gazi'nin  heybetini siper etmeyiniz! İkimizin arasındaki bir münakaşaya derhal Gazi'yi karıştırmak hem doğru  değildir, hem de yakışık almaz. Fazla olarak da sizin kendi hak ve kuvvetinize güvenemediğinizi  gösterir.    ORHUN, 20 Şubat 1934, Sayı:4     



KANUN, AHMET MUHİP EFENDİYİ ÇARPTI     İnkılâbın fahrî avukatlığını yapmak ve bazılarına yaranmak için memleketin namuslu çocuklarına dil  uzatan Ahmet Muhip Efendi inkılâbın mahkemesi tarafından altı ay hapis cezasına çarpıldı. Bu, onun  hakkıydı. Kendisi de bunu bildiği, daha doğrusu sezdiği için sekiz celse süren muhakemenin yalnız ilk  iki celsesinde bulundu, ötekilerinde avukatıyla birlikte kaçtı.    20 Mart 1934'te başlayan muhakemede reis, benim iddialarıma karşı ne diyeceğini sorduğu zaman,  Ahmet Muhip Efendi ayağa kalkarak: 'İnkılâp davası..." diye söze başlamak istedi. Fakat edebiyata  metelik vermeyen reis derhal onun sözümü keserek: "Biz nutuk istemeyiz. Esasa gel" diye zaten hazan  yaprağı gibi titremekte olan Ahmet Muhip Efendiyi büsbütün şaşırttı. Ahmet Muhip Efendi o kadar  şaşırmış ve beyni o kadar darmadağınık olmuştu ki mahkeme reisinin: "Mütereddi diyerek tahkir  etmişsin; ne dersin?" sualine "tahkir maksadıyla söylemedim. Bu kelimeyi Nihâl Beyin şahsı hakkında  değil, fikirleri hakkında kullandım" diye cevap verdi.    Hâkim sordu: "Bak, makalende ahmak da demişsin; buna ne dersin?". Muhip Ef. şu şaheser cevabı  verdi: "Bunda bir hakaret yoktur. Burada ahmak, görgüsüz demektir". Bu cevaba herhalde çok şaşıran  reis, zabıt kâtibine: "Yaz, dedi, tahkir değilmiş; görgüsüz demekmiş".    Velhasıl Ahmet Muhip Efendi, Hakimiyeti Milliyedeki kabadayıca edasının tamamen zıddı bir tavır  içinde bütün yazdığı saçmalan tevile uğraştı. O kadar ki, o âna kadar kendisine karşı büyük bir hiddet  ve nefret duyduğum halde, ahmak kelimesine görgüsüz mânasını verecek kadar bocalayan Ahmet  Muhip Efendinin bu aczine ve görgüsüzlüğüne acıdım.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 58 



  Avukat ise tam bir avukatlık ederek muhakemenin Ankara yahut Edirne’de yapılmasını temine  uğraştı. Bu da boşuna çıktı. Sanki kanun Ankara’da başka türlü ve Ahmet Muhip Efendinin lehine  tecelli edecekmiş gibi...    İkinci celsede Ahmet Muhip Efendinin avukatı mukabil bir hakaret davası açtı. Bu da vakit kazanmak  için yapılmış bir bocalamadan başka bir şey değildi. Nitekim ikinci celseden sonra Ahmet Muhip  Efendi, ne de avukatı meydanda görünmediler.    Daha sonraki celselerde mukabil davaya başlandı. Orhun'un üçüncü sayısındaki "Haddini Bil" başlıklı  yazımda Muhip Efendi aleyhindeki tahkir satırları mevzubahis oldu. Bunda hakaret tazammum eden  satırların altını Muhip Efendi veya avukatı çizmişlerdi. İşte o satırlardan bazıları:    Muhip Beyin genç yaşından umulmayacak bir karakterle, bizden önceki nesillere yaraşan bir jurnalci  ruhuyla beni jurnal etmesine gülüp geçtim.     Henüz gazetecilik mektebi açılmadığı ve Muhip Bey de oradan mezun olmadığı için onun ilmî seviyesi  benimle bu meseleyi münakaşa edecek bir raddede değildir...    Yalnız Kül Tigin'i Gültekin yazmak bile o tarihi yazanlar arasında bir tek âlim olmadığını ispata yetişir.    Haddini bil...    Ve bunlardan başka Orhun'un dış kapağında, milliyetçi mecmuaların yani Birlik, İnkılâp, Çığır, Doğu,  Geçit, Kastamonu Lise Mecmuası ve Ege Işıldağı'nm reklâmı altındaki şu satırlar:    Yukarıdaki mecmualardan taşan ruh gösteriyor ki içerdeki ve dışarıdaki bütün itlerin ulumasına  rağmen Bozkurt yavruları Kızıl Elma'ya doğru yaman bir gidişle gidiyor.    Bu satırları hakaret diye ileri sürmesi Ahmet Muhip Efendinin nasıl bir mânevi kargaşalık içinde  bulunduğunu gösteriyordu. Reisin bu iddiaya karşı ne diyeceğimi sorması üzerine şu cevabı verdim:  Tahsili benden aşağı olan bir adama ilmî seviyesinin herhangi bir ilmî meseleyi benimle münakaşa  edecek kadar olmadığını hatırlatmak ve ona haddini bil demek hakaret değildir. Çünkü hiç bir kötü söz  kullanılmamıştır. Jurnal etmek tâbirinde de tahkir yoktur. Çünkü bu resmî bir ıstılah olarak da  kullanılan bir sözdür. Bir zabit, kendisine selâm vermeyen bir Harbiyeli veya Tıbbiyeliyi cezalandırmak  için mensup olduğu mektebe şikâyet ederse, zabit için o talebeyi 'Jurnal etti" derler. Eğer bu sözde bir  hakaret mânâsı mündemiç olsaydı orduda kullanılmazdı. Tarih cemiyeti azaları arasında âlim olmadığı  hakkındaki yazım ise Muhip Beye değil, tarih cemiyeti azalarına taallûk eder. Eğer bunda hakaret  varsa tarih cemiyeti azaları haklarını arayabilirler. "İçerdeki ve dışarıdaki itlere" gelince: bundan  maksadım Türkiye’nin dahilî ve haricî düşmanları, yani Yahudiler, Ermeniler, komünistler, İngilizler,  Ruslardır. Ahmet Muhip Bey Yahudi, komünist yahut Rus ise bu sözlerimde kendisi için de bir pay  vardır. Aksi halde gocunmakta mânâ yoktur.    Mahkeme, Ahmet Muhip Efendiye tebligat yapılmak üzere celseyi bir ay geriye attı. Fakat boşuna...  Çünkü Hakimiyeti Milliye gazetesinden gelen cevap Ahmet Muhip Efendiye     www.atsizcilar.com   



Sayfa 59 



  Hakimiyeti Milliyeden el çektirildiğini bildiriyordu. Bununla beraber ben onun Ankara’da dolaştığını  biliyordum. Kanun ağır aksak da olsa nihayet suçluyu yakalar. Ahmet Muhip Efendi de bütün  kaçmalarına rağmen hapse girecektir. Fakat mesele bununla bitmemiştir. Benim hakkımdaki hakaretli  makaleyi neşreden gazetenin sahibiyle müdürü olan, fakat teşriî masuniyetleri dolayısıyla bugünlük  yakayı kurtaran Falih Rıfkı ve Naşit Hakkı Beylerle olan hesabımız kapanmış değildir. Kanun,  mebuslukları bittiği gün onları da dava etmek hakkını bana verdiği için ilerde bu haktan istifade  edeceğim. Tâ ki bu muhterem mebuslar, bilhassa Falih Rıfkı Bey, teşriî masuniyet siperine saklanarak  aşırı ve aylan işler görmenin her zaman mukabelesiz kalmayacağını öğrensinler.    Mebusluk ebedî bir muska olmadığı için günün birinde Falih Rıfkı Bey de altı ay hapis ve 200 lira para  cezasına çarpılacak demektir. Her ne kadar mebusların dolgun bir tekaüt maaşları olduğu için bu 200  lira onun bütçesini sarsmazsa da, ihtiyarlıkta altı ay hapis sıhhatini epeyce sarsacaktır.    ORHUN, Sayı: 8     



ALAYLI ÂLİMLER     Son yıllarda, bilhassa hükümetin millî kültür meselelerine fazla ehemmiyet vermesinden sonra,  memleketimizde bir sürü alaylı âlim türedi. Edebiyat, dil ve tarih sahasında ilmî olmak iddiasıyla  birçok şeyler yazıldı. Buda’nın Türk olduğu, Arapçının Türkçe’den çıktığı, Türklerin aryanî ve divan  edebiyatının gayrı ahlâkî olduğu ispat olundu (!). Dil ve tarih o kadar müptezel oldu ki iştikakçılıkta,  palavra atmakta kabiliyetli ne kadar insan varsa hepsi âlim kesildi. Ya felsefe sahasında kemale  ermelerinden, ya edebiyat ve tarihçiliğin kendilerine pek kolay gözükmesinden, yahut da felsefe  tahsilinin kendilerine bir nevi felsefi görüş kabiliyeti vermesinden dolayı olacak, felsefeciler de bu işe  burunlarım soktular. Fakat dil ve tarih sahası felsefe gibi her şeyin bir pundunu bulmak olmadığından  yalnızca gülünç olup kaldılar.    İlmî eserlerin haşiyelerinde kullanılan ve aynı yer mânâsına gelen Lâtince ibidem kelimesini müellif  veya kitap ismi sanacak kadar cahil olduğu halde Türk Tefekkürü Tarihi diye bir akademinin bile  başaramayacağı bir işe kalkışan felsefeci Hilmi Ziya Bey'in kitabı alaylı âlim eserlerine iyi bir örnektir.  Manzum destandan tutun da ruhiyat, felsefe, içtimaiyat ve tarihe kadar her telden çalan bu yerli  peygamberin kitabındaki belli başlı yanlışları Hüseyin Namık Bey Çığırın 10. sayısında tenkit etti. Ben  burada başka bir alaylı âlimden, yine felsefeci olduğu halde bu yalanlarda dil ve tarih âlimliğine terfi  edenlerden Hasan Ali Bey'in bir kitabından bahsedeceğim. Kitabın adı Türk Edebiyatına Toplu Bir  Bakış' tır. Divan edebiyatını kötüleyip halk edebiyatını göklere çıkarmak kablî fikriyle yazılan bu 160  sayfalık karalamada, çok yanlış var. Güya Türk edebiyatını yeni bir görüşle mütalaa eden bu kitap  baştan başa bir ilim hezeyanı, bir cehalet senedidir. Başkalarının ilmini, mesaisini intihal ve istismar  ederek yazılan bir kitaptan da daha fazla bir şey beklenemez. Ben, Hasan Ali Beyin bu kitabı kimlerin  mesaisinden istifade ederek meydana getirdiğini biliyorum. Hasan Âli Bey Türkiyat enstitüsüne  gelerek bazen bana, bazen Caferoğlu Ahmet Beye, çok defa da Abdülkadir Bey’e dil ve tarihe dair bazı  şeyler sorar, bazen de metinler üzerinde Abdülkadir Bey’le birlikte uğraşırdı. Anlaşılan Abdülkadir Bey  bildiklerini Hasan Âli Beye iyi öğretmemiş, yahut Hasan Âli Beyin hiç kabiliyeti yokmuş da iyi  anlayamamış. Türk edebiyatına toplu bir bakış gibi büyük bir iddia ile çıkan bu kitap, öyle gözüküyor  ki, yalnızca Hasan Âli Beyin karihasından çıkmıştır. Bakınız 32‐33. sayfalarından aldığım şu satırlara:   www.atsizcilar.com   



Sayfa 60 



    Halk şiirlerini okuduğumuz zaman onları söyleyenleri şöyle tasavvur ederiz: Şahin bakışlı, kor gibi  yanan iki göz; yanık, acılar ve kaygularla tunçlaşmış bir yüz; ruhlarındaki irade kudretini çizen  dudaklar, rintliklerini gösteren laubali bir giyiniş. Nihayet her ezen kudrete, din baskısına, anane  tahakkümüne, siyaset istiptadına yan bakan bir kalenderlik... İşte size ilmî bir eserden şaheser bir  parça! Hasan Âli Bey biraz daha sıkılmasa bu halk şairlerinin brakisefal ve anadan doğma cumhuriyetçi  olduklarını da iddia edecek. Bizatihi bir ananenin mahsulü olan halk şairlerini anane tahakkümüne  yan baktırmak için insanın Hasan Âli Bey kadar ilme yandan bakması lâzımdır. Şimdi gelelim belli başlı  yanlışlara:    I‐ Kitabın 10. sayfasında Kaşgarlı Mahmut’tan alınmış şu şekilde bir manzume ve tercümesi var:    Alp Er‐Tonga öldü mü     Isız ajun kaldı mu     Özlek öcün aldu mu     İmdi yürek yırtılur.    Alp Er‐Tonga öldü mü‐ Yaman dünya kaldı mı‐Zamane öcünü aldı mı‐ Şimdi yürek yırtılıyor.    Bir de bunun doğrusuna bakınız:    Alp Er Tunga öldi‐mü    Issız ajun kaldı‐mu    Ödlek öcin aldı‐mu    Emdi yürek yırtılur.     Alp Er Tunga öldü mü? Dünya sahipsiz kaldı mı? Zaman öcünü aldı mı? Şimdi yürek parçalanır.    Görülüyor ki Hasan Âli Bey bol keseden Divân‐ü Lügât’i mehaz göstermesine rağmen en basit bir şiiri  okuyup mânâ vermekten âcizdir. Yırtılmak kelimesine bugünkü mânâyı vererek "yürek yırtılıyor" gibi  gülünç bir tercüme yapan Hasan Âli Bey nedense ıssız'a asıl mânâsını vermiyor:    II‐ Fakat Hasan Âli Bey’in bol keseden görmediği kitapları mehaz göstermesi bu kadar değildir.  Kitabının 44. sayfasındaki kitabiyat listesinde Atsız Mecmua da zikrolunduğu halde kitabın 105.  sayfasında Divan‐ü Lügât’in 1074'te yazıldığını söylüyor, Hasan Âli Bey, Atsız Mecmuaları okusaydı  onun 16. sayısında Zeki Velidi Bey tarafından yazılan bir makalede bu eserin 1077'de yazıldığının ispat  olunduğunu bilirdi.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 61 



  III‐ Fakat Hasan Âli Beyin ezbere yalan atması bu kadar da değildir: Kitabın 18‐19. sayfalarında, Dîvân‐ ü Lügât’ten alınmış dört tane dörtlük var. Bunlardan ikincisinin Dîvân‐ü Lügât’in ilk cildinin 140.  sayfasında böyle bir şiir yoktur. Görülüyor ki Hasan Âli Bey eserini başkalarından topladığı ağızdan  kapma malûmatla yazmıştır.    VI‐ 19. sayfada, güya Dîvân‐ü Lügât’ten alman şiirlerin transkripsiyonu ve tercümesi de baştan başa  yanlıştır. Burada boşuna sayfa doldurmamak için bu yanlışları birer birer tasrih etmiyorum. Hasan Âli  Bey öğrenmek isterse kendisine bildiririm.    V‐ Türk tarihi bilginlerinin yazdığı dört ciltlik tarih gibi edebiyat tarihi bilgini H. Âli Beyin kitabı da  birçok isim yanlışlıklarıyla doludur: diyiş, Tongay, Cengiz, Timur, Orhun, Harezim, Tohsi, İlâ, duş  kelimelerinin doğrusu deyiş, Tunga, Çingiz, Temür, Orhun, Hârzem (yahut TürklerdeHarzem), Tuhsı,  ile düş'tür. Görülüyor ki H. Âli Bey daha şu ilk mektep çocuklarının bile ezberinde olan ahenk kaidesini  bilmiyor.    Hele eski metinlerde "elif harfinin bazen kelime sonunda da "e" sedası verdiğinin farkında değil. Eski  Türkçe’nin elif‐besini bilmeyen bir adam nasıl olur da edebiyat tarihi yazmağa kalkar?    VI‐ Gök Türkler’e bazen Tukyu, bazen Tokyo, bazen de Tu‐Kiyu deniliyor ve sonra H. Âh Bey edebiyat  tarihi yazmış oluyor.    VII‐ Hele 20‐21. sayfalardaki, Orhun Abideleri’nden bir parçanın transkripsiyonu ile tercümesi bir  hezeyan şaheseridir. Her kelimesi yanlış olan bu hezeyannameyi aynen buraya geçirerek sayfa  doldurmak istemiyorum. Hasan Âli Bey bu tenkide itiraz etmeye yeltenirse bunu o zaman aynen  neşrederek yeni bilginlerin ne kadar acınacak derecede cahil olduğunu memleket gençliğine  göstermek kararındayım. Kenarına bak, bezini al diye bir atalar sözü vardır. Onun gibi, H. Âli Beyin bu  ilmî hezeyanına hak vermek için de gösterdiği mehazlara bakmak kâfidir. Bu mehazlar Necip Asım  Beyin "Orhun Abideleri", Sadri Maksudî Bey’in "Türk dili için" adlı kitabı, bir de H. Âli Bey bu listeye dil  kurultayındaki Artin Cebeliyan efendinin nutuklarını da ilâve etseydi işte o zaman kimsenin itiraza  mecali kalmazdı.    VIII‐ 22. sayfadaki Deli Dumrul hikâyesinin metni de baştan başa yanlıştır.    IX‐ H. Âli Bey dörtlükle kıtayı birbirine karıştırıyor (s. 27). Malûm olduğu üzere kıta divan  edebiyatında bir nazım şeklidir ve bazen dört satırdan da fazla olabilir. Dörtlük ise halk şiirine mahsus  bir şekildir.    X‐ Aynı sayfada İran edebiyatında şiirin ana ölçüsünün mısra olduğunu söylüyor. Halbuki İran  edebiyatında şiirin ana ölçüsü mısra değil beyit'tir    XI‐ Varsağılarda şairin adının zikrolunmadığını söylüyor (s. 28)..Halbuki varsağılarda şairin adı  zikrolunuyor. Görülüyor ki halk edebiyatına olan aşkı cezbe derecesine varan H. Ali Bey daha halk  edebiyatındaki şiir şekillerinin tarifini bilmiyor.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 62 



  XII‐ H. Âli Bey türkü'yü de şekil itibarıyla koşma gibi sanıyor. Halbuki türkünün ana ölçüsü San Zeybek  türküsünde olduğu gibi şöyledir:    a    a    a    b    b    XIII‐H. Ali Bey, kitabının 31. sayfasında şöyle bir şeyler söylüyor: Divan edebiyatında rengi kaybolmuş  görünen Türk duygusunun ziynetsiz, fakat baştan başa şiir olan numunelerini halk şiirlerinin coşkun  dilinden işitiyoruz. Belli ki sözler de H. Âli Beyin tabiriyle zamâne'ye uymak için söylenmiş boş  lâflardır. Divan edebiyatında Türk duygusunun kaybolduğunu kimse çıkıp da iddia edemez. Divan  edebiyatı zümresine mensup bir iki serserinin Türk kelimesini kötü mânâda kullanmış olması bütün  divan edebiyatını körü körüne kötülemek için bir sebep değildir. Halk edebiyatı zümresinden yetişen  bazı şairler de Türk kelimesini tahkir yerinde kullanmışlardır. Bu yüzden H. Âli Bey bütün halk  edebiyatını inkâra yelteniyor mu? Şüphesiz yeltenmiyor. O halde neden divan edebiyatı basma kalıp  hücuma maruz kalıyor? Divan edebiyatı bugün ölmüştür, tarihe karışmıştır diye arkasından sövmek  dürüstlük değildir. Çünkü o edebiyat asırlarca bu milletin münevver zümresi tarafından sevilmiş ve bu  milletin hissi olduğu kadar hamasî ve vatanî duygularına da makes olmuştur. Kaldı ki biz H. Âli Beyin  şahsen divan edebiyatı meclûplarından olduğunu bilenlerdeniz. Kendisi şunu elbette bilir ki halk  edebiyatı zümresinden, meselâ Fuzulî ile en uzaktan kıyas olunabilecek bir halk şairi çıkmış değildir.  Vatanî şiir bahsine gelince bunda da divan edebiyatı halk edebiyatından yüksektir:    Râyete meyi ederiz qâmet‐i dilcû yerine     Tuğa dil bağlamışız zülf‐i yahut semenbû yerine yahut     Bizimle azm ü cezm‐i feth‐i Bağdâd eyleyen gelsün     Gaza ecrin, şehâdet şerbetin yâd eyleyen gelsün     beyitleriyle başlayan kahramanca gazeller gibi hamasî şiir örneklerini H. Âli Bey halk edebiyatında  bulabilir mi? Halk edebiyatı da bizim edebiyatımızdır, severiz. Hele bugünün temayüllerine daha  yakındır ve işlenirse ötekini de geçer. Fakat divan edebiyatı asırlarca bu milletin yalnız garâmî değil,  vatanî hislerine de tercüman olan pek yüksek bir edebiyattır ki Hasan Âli Bey gibi alaylı âlimler onu  öyle kolay kolay tenkit edemezler. Modası geçen her şeyi tenkit edeceksek artık bugün Namık  Kemal’e, Ziya Gök Alp’e, yarın da daha başka büyüklere dil uzatmağa başlayabiliriz.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 63 



  XIV‐ Bütün alaylı âlimlerin eserlerinde olduğu gibi H. Âli Beyin eserinde de aslı faslı olmayan  uydurmalar pek çoktur: Oğuz Han’ın kardeşiyle bağdaşması (s.14) hakkındaki satırlarda olduğu gibi.  Mevcut olmayan bir kardeşle bağdaşmak olsa olsa felsefede bir Hasan Âli sistemiyle izah olunabilir.    XV‐ Tarih bilginlerinin yazdığı dört ciltlik kitapta nasıl avam iştikakçılığı yapıldığını Orhun’un dördüncü  sayısında göstermiştim. H. Âli Bey de bu avam iştikakçılığında onlardan aşağı kalmamış olmak için  böyle uydurma isimler icat ederek Yenisey'in adını Yeni Çay yapıyor. Tonguzca ile izah olunan  Yenisey'in Türkçe Yeni Çay yapılması bile H. Âli Beyin bilgisizliğini meydana koyuyor. Koca bir ırmağa  çay denilmeyeceğini düşünmediği gibi çay kelimesinin Türkistan’da kullanılmadığını da bilmiyor.    XVI‐ H. Âli Bey, Kaşgar dilinin Uygurca’nın devamı olduğunu söyleyerek (s. 103) Türk tarihini,  lisaniyatını, edebiyat tarihini en ana çizgileriyle dahi bilmediğini ispat ediyor. Bu kadar cehaletle bu  kadar büyük iddialı bir eser yazmaktaki cüreti insan anlayamıyor.    XVII‐ 47. sayfada Oğuz Türkmenleri arasında Hıristiyanlık’tan bahsolunuyor. Ne gülünç şey. Belli ki H.  Âli Bey bu Oğuz Türkmenleri tâbirini Köprülüzade’nin eserlerinde görerek mânâsını anlamadan  malûmatfuruşluk yapmak için almış. Belli ki, müellif Türkiyat neşriyatını hiç takip etmiyor. Türkmen  demek Müslüman garp Türk’ü demek olduğuna göre Oğuz Türkmen’ini Hıristiyan yapmak Alman  Protestanlarının Müslümanlığından bahsetmeye benziyor.    XVIII‐ Kitabın sonundaki listede, altıncı asırda Kunlar’daki edebiyattan bahsolunuyor. Altıncı  asırda artık Kunlar kalmamıştı. Görülüyor ki Hasan Âli Bey'in tarihî malûmatı sıfırın altındadır.    Velhasıl bu eserin tenkidi için kendisinden daha büyük bir kitap yazılabilir. Hiç bir kıymeti olmayan ve  baştan başa martaval olan bu eseri tenkit edecek değildim. Ancak Hasan Ali Beyin Dil Cemiyetinde  etimoloji kolu reisi olduğunu öğrendiğim içindir ki bu tenkidi yazdım. Kolbaşı H. Âli Beyin kitabını  Maarif Vekâleti yanlışlıkla mekteplere kabul eder diye korktuğum için bunu yazmakta acele ettim.     Hasan Âli Beyin Türk Dili Tetkik Cemiyetinde kolbaşı olduğunu öğrendikten sonra zavallı Türkçe’nin  istikbalini düşündüm. Ortaya atacağımız yeni ve büyük Türk dilini, demek böyle diplomasız  mühendisler yapıyor. Garp medeniyetine girerken her şeyden önce onun ihtisas sistemini almak icap  ettiği halde buna hiç riayet olunmaması, ve hele mühim yerlere H. Âli Bey gibi ehliyetsizlerin  getirilmesi ne hazin şeydir. Edebiyatla bir parçacık, o da en dışından alâkadar olan H. Âli Bey gibi  amatör müptedileri dil cemiyetinde kolbaşı yapmakla, meselâ Abidin Daver Bey’i Yavuz'a süvari  yapmak arasında hiç bir fark yoktur. Alaylı âlimlerin eline kalan Türk dilinden katiyen bir hayır  gelmeyecektir. Nitekim hâlâ ortaya müspet bir iş koyamadılar; ve katiyetle iddia ediyorum ki  koyamayacaklardır da.. Bunların meydana koyacağı esere kimin itimadı olur ki? Muallimler köylerden  on binlerce kelime toplar, dil cemiyetine yüzlerce rapor gönderir, fakat H. Âli Bey gibi alaylıların  elinde bulunan bir cemiyet ondan istifade yolunu nasıl bulur?    Hasan Ali Bey çizmeden yukarı çıkmayın. Ben içtimaiyat kitabı yazmaya kalkıyor muyum?     ORHUN, 1935, Sayı: 5      www.atsizcilar.com   



Sayfa 64 



 



HASAN ÂLİ HESAP VERMELİDİR     Bugün Türkiye’de bir Hasan Âli meselesi, daha doğrusu millete hesap vermeğe mecbur bir Hasan Âli  vardır. Maarif Vekâletindeki sekiz yıllık icraatıyla umumun nefretini üzerine çeken bu adam gazete  tenkitleriyle, mizahî hücumlarla ve kuşa çevrilmekle yaptıklarının hesabını vermiş sayılamaz. Gizli veya  açık ikazlara aldırış etmeden yaptığı keyfî icraat için, sicilli komünistleri maarifin yüksek mevkilerine  getirirken milliyetçileri vazifelerinden uzaklaştırdığı için, hattâ İçişleri Bakanı’nın son konan mahut  "Yurt ve Dünya" dergisini bu milletin parasıyla satın alıp himaye ettiği ve en haince maksatlarla çıkan  bu dergiyi lise kütüphanelerine soktuğu için Hasan Âli Divan‐ı Âli’de hesap vermelidir. Sabık Millî  Eğitim Bakanı kendisini masum sayıyor ve "Komünistleri himaye eden vekilden bahsolunduğu zaman  hayretle "o vekil ben miyim?" diye soruyor. Biz de onun bu hayretine hayret ediyor ve "acaba vekâlet  sandalyesiyle birlikte zekâsını da mı kaybetti" diye düşünüyoruz. Hasan Âli’nin, her şeyin pundunu  bulan filozof zekâsı herhalde biraz körlenmiş, hiç olmazsa biraz sarsıntı geçirmiş olacak ki, Kenan Öner  gibi tek başına Halk Partisini allak bullak eden bir hukuk devi ile mahkeme salonunda boy ölçüşmeğe  kalkıyor. Türkiye’nin en çok sevilen adamı olan Çakmakoğlu Müşür Fevzi Paşa Hazretleriyle tartışmaya  yelteniyor ve kendisini Ruzveltle bir tutarak bazı muhalifleri bulunmasının tabiî olduğunu iddia ediyor.  Bunlar sekiz yıllık ikbal devrinin alışkanlıkları ve tatlı rüyadan henüz tamamıyla uyanmamış olmanın  mahmurluğu olsa gerek. Kendisinin mahmurluk içinde daha fazla kalmasına müsaade etmeyeceğiz ve  onun çok kullandığı tabiri kullanarak "Namuslu bir vatandaş sıfatıyla" aşağıdaki 10 madde hakkında  cevap isteyeceğiz:    Birinci madde: İşte size uzun bir manzumenin bir dörtlüğü:    Beli f[1] mi diyorlar enelhak [2] dese,  Hâlâ taparlar mı koca terese?  İsmet girmedi mi daha kodese?  Kel Ali'nin boynu vurulmuş mudur?    Buradaki "koca teres" manzume yazıldığı zaman cumhurbaşkanı olan "Atatürk", kodese girmesi  arzulanan İsmet de o zamanki başbakan İsmet İnönü’dür. Kel Ali de malûm Ali Çetinkaya’dır. Bu  manzumeyi yazan da, beş yıllık Muallim Mektebi mezunu olduğu halde, Hasan Ali tarafından Devlet  Konservatuarı gibi yüksek bir mektebe profesör yapılan Marko Paşacı Sabahattin Âlidir. Sabahattin  Âlinin komünistlikten başka hangi meziyeti vardı ki Halk Partisince iki mukaddes şahsiyet sayılan  birinci ve ikinci cumhurbaşkanlarına sövdüğü ve bu yüzden 14 ay hapis cezası aldığı halde de Halk  Partisinin bir Maarif Bakanı tarafından bu kadar büyük bir himayeye mazhar oldu?    İkinci madde: İşte size bir makaleden bir parça:     "Karanlık gecelerde gökte binlerce yıldızlar görünür! Bu dünya da nihayet bir yıldız! O kadar ufak, o  kadar ufak bir yıldız ki! O halde bu dünyada hudut" bu dünyada "milliyet", "vatan", "harp", "düşman"  ne demek? Genç kardeşler, dünyanın bütün tecellileri vâhimenin esiri değildir. Ve bilelim ki,  vâhimeler dünyası yıkılıp gidiyor. Ufkunda, doğacak güneşin ilk ışıklarını gördüğümüz hakikî dünyaya,  büyük ruhların uçtuğu, sıcak kalblerin hep beraber aynı iyilik emeli ile çarptığı ve hakiki hayatın  yaşandığı hakiki dünyaya yani dünya sosyalizminin kurduğu insaniyet âlemine koşunuz!..."    www.atsizcilar.com   



Sayfa 65 



    Türk gençliğini komünizme çağıran bu fikir bediasını da Hasan Âli’nin, Dil Fakültesine dekan yaptığı  Şevket Aziz yazmıştır. Hani bugün, bir yandan dünyadaki bütün brakisefalleri Türk yapacak kadar  Türkçü olduğu halde bir yandan da yabancı bir ırka ait bir soyadı taşıyan Şevket Aziz...     Üçüncü Madde:     Komünist "Aydınlık" dergisini çıkaran ve komünist tahrikçiliğinden dolayı 2 yıl hapiste yatan komünist  Sadreddin Celâli İstanbul Üniversitesinde, doçentlik imtihanı bile vermeden doğrudan doğruya  profesör yapan Hasan Âlidir. Cevap versin : Sadreddin Celâlin menşei buna müsait mi idi? Hangi  üniversitenin pedagoji enstitüsünden mezun olmuş ve bu sahada hangi ilmî eserleri yazmıştır?    Dördüncü madde:     Almanya’da tahsilde iken komünistlik yaptığı için Türkiye’ye iade olunan Pertev Naili Boratav'ın Dil  Fakültesindeki profesörlüğünden sorumlu olan Hasan Âli değil de acaba Mareşal veya Kenan Öner  midir? Hasan Âli bütün bunları bilmeyecek kadar gafil miydi? Gafil idiyse, Saracoğlu’na yazdığım açık  mektuplardan sonra neye ayılmadı?    Beşinci madde:     Dünyada himaye edecek adam kalmamış gibi, Türkiye’nin ilk ve en meşhur komünistlerinden Hasan  Âli Ediz'i, Maarif Vekâletiyle ilgili mütedavil sermayeler teşkilâtında ve millî eğitim basımevinde bir  vazifeye koyan Hasan Âli bu işi yalnız adaşlık gayretiyle mi yapmıştır?    Altıncı madde:     Profesör Zeki Velidi ve diğer Türkçüler, ırkçılık‐Turancılık cinayetinden (!) dolayı vekâlet emrine  alındıkları zaman kanunî hakları olan açık maaşlarını bile alamazken komünistlikten dolayı tevkif  olunan Abdülbaki Gölpınarlı sade maaşını almakla kalmıyor, Hasan Âli kendisini himaye için ayrıca  klâsikler neşriyatından bazı tercümeler de yaptırıyordu. Hesap versin: Niçin ?    Abdülbaki Gölpınarlı’yı çok iyi tanıyan ve sola sapıtıncaya kadar kendisiyle arkadaşlık eden birisi  sıfatıyla soruyorum: Fransızca bilmeyen Abdülbaki, Hasan Ali devrinde doçentlik imtihanını verirken  Fransızca’yı nasıl başardı?    Yedinci madde:     Bir kısmı komünistlikten dolayı takibata uğramış ve hepsi makale, kitap ve konferanslarıyla  komünistlik propagandası yapmış olan Muzaffer Şerif Odabaşıoğlu [3] Niyazi Berkes, Mediha Berkes,  Behice Boran, Adnan Cemgil gibi muhtelif kademedeki öğretmenleri Dil Fakültesinde ısrarla niçin  tuttu? Eskiden bir tane bile solcu talebe yokken bugün 108 tanesi bir araya gelebilecek kadar  çoğalsınlar diye mi?       www.atsizcilar.com   



Sayfa 66 



  Sekizinci madde:     Pek mühim bir nokta daha: Türkçüler "görülen lüzum üzerine" Bakanlık emrine alınırken komünistler  niçin "sebep tasrih edilerek" bakanlık emrine alındılar? Cevabını biz verelim: Bir bakan sebep  zikretmeden birisini bakanlık emrine alırsa, bakanlık emrine alınan memur Danıştay’a şikâyet hakkına  haiz değildir. Sebep tasrih edilerek alınırsa şikâyet hakkına haizdir. Komünist öğretmenler "siyasî  makale yazmak" gibi sudan bir sebep gösterilerek bakanlık emrine alındıkları için hepsi Danıştay’a  başvurup iki üç ayda haklarını geri aldılar. Acaba Hasan Âli, Türk efkârı umumiyesini aldatarak solcular  hakkında takibat yapıyormuş gibi görünmek için mi böyle yaptı? Böyle değilse cevap versin: Türkçüleri  bakanlık emrine alırken niçin sebep tasrih etmedi?    Dokuzuncu madde:     Her nedense bir takım çoluk çocuğa kapılarak kırkından sonra komünist olan ak saçlı Abdülbaki  Gölpınarlı’yı üniversite muhtariyetinden önce ve Abdülbaki mevkuf iken acele ile niçin tekrar  doçentliğe tayin etti?    Onuncu madde:     Şimdi mevkuf bulunan ve evvelce de takibata uğramış olan Doktor Şefik Hüsnü'nün Moskova ajanı  olduğunda kimsenin şüphesi olmadığı gibi, "Yurt ve Dünya" dergisinin de Şefik Hüsnünün perde  arkasındaki önderliğiyle çıktığı Şefik Hüsnünün mektuplarını işhad eden İçişleri Bakanlığının son  beyanatıyla gün gibi aşikâr olmuştur. İşte Hasan Âli bu komünist dergisine 300 tane abone olarak  bunları liselerin ve öğretmen okullarının kütüphanelerine dağıtmıştır. Niçin? Yalnız bu bile Hasan  Ali’nin mahkemeye gönderilmesi için kâfi bir sebeptir.    Türkçü dergiler, Moskova’ya cemile yapmak isteyen o zamanki hükümet tarafından, tarihin hiçbir  zaman affetmeyeceği bir gafletle birer birer kapatılırken, Türk milletinin ve bilhassa gençliğin sessiz,  fakat derin gayzından ürken Hasan Ali’nin, "Yurt ve Dünya" sahiplerini çağırarak dergilerini hükümet  kapatmadan kendilerinin kapatmaları doğru olacağını söylediği ve basılmış son nüshayı piyasaya  çıkarmamaktan doğacak maddî zararı bizzat ödemeği taahhüt ettiği doğru mudur? Cevap istiyoruz.    En büyük meziyetlerden biri kusurlarını itiraf etmektir. Hasan Âli için kusurlarını itiraf etmek onun  meziyeti değil, hayata dönüşü olacaktır. Türk milleti için, rahmetle anılmayacak siyasî bir ölü olan  Hasan Âli için artık bugün üzerine yapışılacak bir sandalye de kalmamıştır. O, uzunca sürmüş tatlı bir  rüya idi. Geldi, geçti. Tatlı olmasına rağmen de birçok kâbusları vardı. Buhranlar içinde uykusuz geçen  gecelerin nikotinle zehirlenmeleri ve sokaklarda motosikletli polislerin himayesinde gezmek gibi  insana hicap ve azap veren sahneler herhalde hoş şeyler değildi. Bunlardan kurtulmanın tek yolu  millet karşısında, hatâlarım itiraf etmesidir. Hasan Ali komünistleri himaye etmiş, hattâ klâsik eserler  külliyatında bir tek Türk klâsiğini neşrettirmediği halde birçok Rusça eserleri tercüme ettirmek ve bu  klâsikler (?) tercümesinde baş rolü solculara ve komünistlere vermek gibi sol hâmiliği yapmaktan da  geri kalmamıştır. Bütün bu deliller karşısında artık "Ben komünistleri himaye etmedim" diyemez.  İnkâr ve mugalata ile kusurlarını örtbas etmek yoluna gidecek yerde, açık kalple hatâlarını itiraf  etmezse, bu sefer de bizzat kendisi için bir mevlit okutmaktan başka çaresi kalmayacak demektir.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 67 



  Altın‐Işık, 1947, Sayı: 5    [1]Evet.    [2]Ben Tanrıyım    [3] Muzaffer Şerif, sosyalistlik tasladığı halde asıl soyadını kullanmaz. Soyadını "Başoğlu" diye  değiştirerek kullanır.     



SIFIRA CEVAP     Benim, sıfırlarla uğraşacak zamanım yoktu. Fakat o "Sıfır", "Dâvam" adıyla çıkardığı kitabın bir  kısmında bana taarruz ve hattâ hakaret etmeğe yeltendiği için, zamanımı israfa mecbur oldum.  Yazması kalemime ağır gelen "Hasan Âli"yi kullanmaktansa, sevimli ve hoş "Sıfır'ı ele almağı tercih  ettim. Kendisi her ne kadar, ancak Atatürk'e nispetle sıfır olduğunu iftiharla ileri sürüyorsa da ben  bunu kabul etmiyorum. Çünkü sıfırın en büyük rakamdan en küçük sayıya kadar nispeti yine sıfırdır.  Halbuki ben, bana göre namütenahi derecede büyük olan şahsiyetlere, meselâ Fatihe göre de "Bir"  olduğum için, bir Sıfırla, yani bir hiçle muhasamaya girişmek benim için cidden bir tenezzül olurdu.  Buna mecbur kaldığım için, sıfırı birin karşısına çıkaran cahil riyaziye öğretmenleri utansın!    Sıfırla Nasıl Tanıştım:    Onunla 1928 veya 1929'da Pertev Naili vasıtasıyla tanıştım. O zaman Darülfünun talebesiydim.  Pertevin liseden hocası olduğu için arasıra evine giderdi. Pertev, o zamanki samimiyetimiz dolayısıyla  beni ve Orhan Şaik’i de Sıfır’a götürmüş, tanıştırmıştı. O sırada yegâne ihtilâfımız Fuat Köprülünün  Türk edebiyatındaki bilgisi üzerindeydi. Hususî ve hissi bir meseleden dolayı Köprülü’ye düşman olan  Sıfır onu çekiştirir, zımnen cehlini ileri sürer, biz de aksi tezi müdafaa ettiğimiz için arada tartışmalar  olurdu.    1930'da Türkiyat Enstitüsü’ne asistan olduğum zaman ahbaplığımız yine devam etti. Enstitüye gelir,  bana ve öteki asistan Abdülkadir İnan’a Türk edebiyatı hakkında bazı şeyler sorup öğrenir ve aramızda  her hangi bir sızıltı ve münaferet olmazdı. Bilâkis herkesin nabzına göre şerbet vermesini daha o  zamandan beri bildiği ve meclisindekileri eğlendirmekte üstat olduğu için kendisinden hoşlanırdık.    Sıfırın Bana Düşmanlığı:    "Orhun"un 21 Mart 1934 tarihli beşinci sayısında yayınladığım bir yazı üzerine Sıfır bana düşman oldu.  "Alaylı Alimler" başlığını taşıyan bu tenkit yazısı onun "Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış" adlı pek  cahilane ve vahim hatâlarla dolu eserinin mahiyetini ortaya koyan sert bir makaleydi. Sertliğinin  sebebi de bu kitabın liselere kabul olunacağı hakkındaki söylentinin günden güne büyümesiydi "Sıfır"  o zaman Dil Kurumunda Türkçe’yi tahriple uğraşan heyet arasında bulunduğu ve huzurda gazeller  okuyarak göze girmiş olduğu için bu kitap hakikaten liselerin resmî ders kitabı olabilirdi. Böyle bir  faciayı önlemek için vicdanî bir vazife yaptım ve sert bir yazıyla işi açığa vurarak belki de hakikaten bir  kültür trajedisini önlemiş oldum, işte Sıfır bana bu yüzden düşman olmuş, hattâ o zaman beni  www.atsizcilar.com   



Sayfa 68 



  mahkemeye vermek istemiş, fakat başvurduğu bir avukat yazıda suç unsuru bulunmadığını söylediği  için, bu dâvadan vazgeçmek mecburiyetinde kalmıştı.     Sıfır, hakikaten bir sıfır olduğu için bu kininde ileri gitmiş, kinini benden taşırarak benimle ilgili  olanlara kadar teşmil etmiştir. İşte örnekleri:    1‐1938 yılının son ayında, Maarif Vekili Saffet Arıkan’ın zamanında, benim tekrar resmî bir liseye  tâyinim için Besim Atalay Bey, bana hiç haber vermeden uğraşmış ve işi halletmişti. Hattâ Abdülkadir  İnan’dan tâyinime dair telgraf ve mektup almıştım. Tam bu sırada "Sıfır" Maarif Vekâletine geçti ve  benim resmî liseye tâyinimi durdurmak gibi şahane bir icraatla işe başladı. Ben özel lisede zaten  öğretmendim. Ayrıca resmî liselerin gülünç hâyuhûyuna karışmakta bir menfaatim yoktu. Maksat  sadece bir haksızlığı tamir etmekti. Terhis olunmuş çavuşlardan ilkokul öğretmeni, lise mezunlarından  ortaokul öğretmeni yapıldığı bir sırada darülfünunu ve Yüksek Muallim Mektebini bitirmiş birisine bir  lise hocalığı vermek pek basit bir hak ve adalet meselesiydi. Sıfır, kinine kapılarak bu tâyini durdurdu.    2‐ Sivas’ta Edebiyat öğretmeni olan kardeşim Nejdet Sançarı, öteki öğretmenlerle birlikte kendisini  okul kapısında karşılamadığı için öğretmenlikten çıkarmağa kalktı. Hattâ Nejdet Sançar’ı okula  sokmaması için müdüre emir verdi. Fakat daha ileri gitmeğe kıyışamadığı için bundan caydı. Yalnız,  Nejdet Sançar’ la aralarında sert bir konuşma geçmiş olduğu için artık onun Sivas’ta bulunmasını  Bakanlık otoritesi(!) ile bağdaştıramadığından Balıkesir’e naklederek işi kapattı.    3‐ Tekrar resmî bir liseye tâyinim için, bilgim dahilinde veya dışında, kendisine başvuran eski Adliye  Vekili Fethi Okyar, merhum Diyanet İşleri Başkanı Şerafeddin Yaltkaya, Tarih Kurumu ve Millet Meclisi  âzasından Uzunçarşılıoğlu İsmail Hakkı, Profesör Mükrimin Halil Yinanç, Orhan Saik Gökyay ve Kâmil  Su'yu uydurma bahanelerle atlattı. Baş bahanesi şu idi: "Vaktiyle Orhun’un birinci sayısında Tarih  Kurumu aleyhine neşrettiği yazıdaki fikrinden caydığım ya şifahen, ya yazıyla bildirsin, tâyin edeyim."  Sıfır, Tarih Kurumunun fuzulî avukatlığını yaparken Tarih Kurumu’nun benim fikrimi kabul ederek ilmî  hezeyanlardan vazgeçtiğini, Orhun’un birinci sayısındaki yazımda Yusuf Akçura’ya hiçbir hakaret ve  isnatta bulunmadığımı bilmez görünüyor ve hattâ Yusuf Akçura’nın davetiyle müteaddit defalar evine  giderek kendisiyle dost olduğumu, Yusuf Akçura’nın bana hak verdiğini ve neler, neler anlattığını  bilmiyordu. Bundan başka benim "Bir" olduğumu hesaba katmıyor, kendisine başvuracağımı sanarak  tatlı bir hülya içinde avunuyordu.    4‐ Ankaradaki 3 Mayıs 1944 nümayişi dolayısıyla zevcem Bedriye Atsız da İstanbul’da 16 Mayısta  tevkif edildi. Halbuki "Sıfır" onu, tevkifinden üç gün önce, 13 Mayıs günü bakanlık emrine alarak  kindarlığını bir kere daha gösterdi.    5‐ Zevcem ve zevcemle birlikte Zonguldak Lisesi tarih öğretmeni Ziya Özkaynak, kendilerine hiçbir suç  uydurulup yakıştırılmadığı için men‐i muhakeme kararı aldılar ve 26 Temmuz 1944'te tahliye edildiler.  Ziya Özkaynak derhal eski vazifesine tâyin edildi. Fakat Bedriye Atsız tâyin edilmedi. Dilekçelerine  "Sıfır" 24 puntoluk bir imza ile "tâyininize imkân yoktur" diye cevap verdi. Çünkü kini sönmemişti.    Sıfırın Fırsattan Faydalanması:   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 69 



  Millî Eğitimi solcularla dolduran, klâsikler neşriyatında bir tek Türk klâsiği neşretmemek suretiyle millî  edebiyata olan bakışını belli eden ve şimdiki Bakan Reşat Şemseddin tarafından liselerden kaldırılan  ve okutulması yasak edilen Türkçe Metinler kitabı gibi bir hâileyi liselere kabul etmekle tarihte ebedî  bir ad bırakacak olan "Sıfır", Türkçülüğü baltalamak için fırsat gözlüyordu.    Daha 1943 yılında, tesiri büyümeğe başlayan Türkçü yayına karşı alınacak tedbirleri görüşmek üzere  kurulan komiteye Sıfır başkan seçildi. Hükümet, Türkçü yayını aşırı ve tehlikeli buluyorsa, Türkçüler’in  bir ihtilâl çıkaracaklarını sanıyorsa buna karşı tedbir almakta haklıydı. Fakat bir idare ve emniyet işi  olan böyle bir meseleye Millî Eğitim Bakanının hangi hak ve salâhiyetle karıştığı izah olunamazdı.  Kendisini oraya daha yüksek makamlar tâyin etmiş olsa bile "Sıfır" bu vazifeyi kabul etmekle  salâhiyetini aşmış, vazifesini kötüye kullanmıştır. Belli ki Türkçülerle uğraşmak için fırsat kollayan Sıfır  bu vazifeye bizzat tâlip olmuş, gazelhanlık ve mevlithanlık dolayısıyla gözde olduğu için de bu isteği  kabul olunmuştur.    Böyle bir komite seçilip başkanlığına Sıfır’ın getirildiği hakkındaki rapor, eski İçişleri Bakanı Hilmi Uran  imzasıyla Sıkı Yönetim Komutanlığına gönderilip Irkçılar‐Turancılar dosyasının başına konmuştur. Bu  raporda menfî faaliyet (!) gösteren 47 şahıs olarak kalem sahibi bütün Türkçüler sıralanmış, aralarına  birkaç da, Türkçülükle hiçbir ilgisi olmayan şahıs sokulmuştur. [1]    Sıfır, o zamanki Başbakan Saraçoğlu Şükrü’ye yazdığım ikinci açık mektupla fena halde sarsıldı. Parti  grubunda da sert hücumlara uğradı. Hattâ o gece sabaha kadar düşünüp sigara içmekten zehirlendi.  Çünkü bir yandan "ah ebedî şef, millî şef diye dalkavukluk etmek, bir yandan da bu iki şefi nazmen  hicvettiği için mahkûm edilen Sabahattin Ali’yi himaye etmek hiçbir suretle tevil olunur şey değildi. Bu  darbeyle sersemleyen Sıfır ilk iş olarak Sabahattin Ali’yi benim aleyhimde dâva açmağa kışkırttı.  Arkasından da Boğaziçi Lisesi’ndeki öğretmenliğime son verilmesi için bu lisenin müdürüne bir kâğıt  yazdı. Sabahattin Ali, dâvayı Sıfır’ın ve Falih Rıfkı’nın kışkırtmasıyla açtığı gerek savcılığa, gerekse  Orhan Şaik’e söylemiştir.    Sabahattin’le olan duruşma sırasında, 3 Mayıs 1944 günü yapılan Ankara nümayişi, ona beklediği  fırsatı verdi. Hem Türkçülüğün, hem de şahsımın düşmanıydı. Bir taşla iki kuş vuracaktı. Üstelik,  nümayiş, hâdisesini istedikleri kalıba sokup anlatmak için iki de müttefik bulmuştu: Falih Rıfkı ve  Ankara Valisi Nevzat. Birincisi şahsen bana, ikincisi de Orhan Şaik’e düşman olduğu için birleştiler ve  Türkçülere karşı bir Haçlı seferi tertip ettiler. Öteki müttefikleri Sabit Noyon, Kâzım Alöç, Ahmet  Demir, Cevdet Erkut, Yusuf Ziya Yazgan, Şinasi Turga (veya Tolga), Sait Köçek (veya Koçak) vesaire idi.    3 Mayıs 1944 nümayişini Devlet Reisine bir Nazi ihtilâli şeklinde anlatanların başında "Sıfır" vardır.  Çünkü Çankaya köşkünün davetsiz misafiri olduğu gibi polis tahkikatı yapıldığı sırada Ankara Valiliğine  ve Emniyet Müdürlüğüne gelerek tahkikatla ilgilenen, hattâ bazı sanıklara sorgu bile soran yine odur.  Usul ve kanuna göre polis tahkikatı gizli yapılır. Ona kimse karışamaz. Böyle olduğu halde Sıfır bu  işlere karıştı. Ve merhum reisicumhur başyaveri Celâlin bizzat Orhan Şaik’e söylediği gibi cumhur  reisini iğfal etti. Falih Rıfkı ve Ankara Valisi Nevzat da tabiî, kendisini desteklediler. İşte bu şartlar  dahilinde 1944 nutkunu verdi ve 3 Mayıs nümayişini âdeta devlet rejimini değiştirmeğe matuf bir  hareket olarak vasıflandırdı. Daha sonra neler olduğu malûmdur.       www.atsizcilar.com   



Sayfa 70 



    Sıfırın İtirafları:    Sıfır, "Dâvam" adlı kitapta masum rolü oynarken suçlarından bir kısmını itiraf ettiğinin farkına  varmamıştır. Irkçılık‐Turancılık dâvasının dosyasında bulunup ancak sanıkların ve avukatlarının  görebileceği bazı vesikaları aynen neşretmek, zevcemin 9 Mayıs 1944 günü İstanbul’dan bana yazdığı  bir mektuptan (ki bu mektup bana varmamıştır) parçalar almak suretiyle bu dosyayı didiklemiş  olduğunu itiraf etmiş bulunuyor. Görmek hakkı olmayan bir dosyayı kim bilir ne gibi nüfuzlar  kullanarak görmek, Sıfır’ın hakkımızdaki kötü niyetlerinden başka bir sebeple izah olunamaz. Bilhassa  şuna dikkati çekmek isterim: Zevcemin bana yazdığı birçok mektuplar bir Numaralı Sıkı Yönetim  Mahkemesinin duruşmalarında suç delili (!) diye okunduğu halde, Sıfır’ın kitabının 20. sayfasında  yayınlanan 9 Mayıs 1944 tarihlisi okunmamıştı. Dernek ki Bir Numaralı Mahkemenin dosyasına  girmemişti. Nasıl oluyor da mahkeme dosyasına bile girmeyen bir hususî mektup Sıfır’ın eline  geçiyor? Belli ki Irkçılar‐Turancılar dâvasının ilk tahkikatını ve savcılığını yapan Kâzım Alöç bunu dostu  Sıfır’a vermiştir. Her ikisi de bir gün bunun hesabını vereceklerdir. Ayrıca bu mektubun tamamıyla  hususî mahiyette olan bölümünü neşrettiği için de Sıfır bana ayrı ve hususî bir hesap verecektir.  Beklesin!    Diğer mühim bir itiraf da "Dâvam" adlı kitabın 15. sayfasındaki şu satırlardır: "Nihâl Atsız ve diğerleri  hakkında zabıtaca yapılan takibat ve tahkikattan, teşkilâtımız mensubu bulunması sebebiyle,  haberdar oluyordum. Bu maksatla da Ankara Vilâyeti binasında Vali Nevzat Tandoğan’a, vaki daveti  üzerine iki defa gittim. Bunun birinde yolda rastladığım Falih Rıfkı Atay’la beraberdim. Valiler, aynı  zamanda bakanların da mümessilleri olduğu için teşkilâtımızdaki memurları ilgilendiren böyle bir  meselede onunla temas etmek pek tabiî idi. Söylenildiği gibi kendisini sık sık ziyaret etmiş değilim."     İşte kurulan kumpasın zavallıca bir itirafı: Türkçülüğe karşı harekete geçen Haçlıların üç ele başı bir  arada, Ankara Valiliğinde toplanmışlar. Sıfır bunun bir iki defa olduğunu söylüyor. Biz de fazla bir  iddiada bulunmadık. Ankara nümayişinin devlet reisine fecî bir şekilde anlatılmasını kararlaştırmak  için bir toplantı her halde kâfidir. Sıfır’ın itiraf etmediği cihet bundan sonradır. Devlet Reisine neler  söylediğini anlatmıyor. Kâzım Alöç’le birlikte yemek yediğini de hatırlamıyor. Halbuki bunu da oldukça  geveze olan Kâzım Alöç bizlerden birisine söylemiş, daha doğrusu ağzından kaçırıvermiştir.    Sıfır, Devlet Başkanına neler söylediğini gizli kalacak sanıyorsa, bunda da aldanıyor. Unuttuysa ben  kendisine hatırlatayım: O, bilhassa, biz Türkçülerin doğu vilâyetleri halkını Kürt saydığımızı ısrarla  söyleyerek devlet reisini aleyhimize kışkırtmağa çalışmıştır. Aile ocağı bakımından Siirtli olan devlet  başkanı, Sıfır’ın aklımızdan bile geçmeyen yalanlarına inandığı için bu sözlerden haklı olarak  yüksünmüş, Sıfır’ın iddiasına göre kendisini de Kürt saymaları icap eden Türkçüler aleyhinde, beşerî  hislerine kapılarak 19 Mayıs nutkunu vermiştir.    Sıfırın yukarıya aldığım ibaresi başka bir bakımdan da meraklıdır: Kendisi bakan olduğu halde nasıl  oluyor da kendi mümessili ve astı bulunan bir vali onu vilâyete çağırabiliyor    Sıfırın Yalanları:   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 71 



  Masum bir kuzu tavrıyla hâkimin karşısına çıkan ve sözlerini ağlayarak bitiren, göz yaşlarının hakkını  isteyen Sıfır, derhal yüzüne vurulabilecek yalanları söylemekten çekinmemiştir. Bunların en dikkate  değer olanı, benim öğretmenlikten çıkarılmamın tarihi hakkındaki sözleridir. Kitabının 15. sayfasında  bakınız, ne diyor: 'İşsiz ve yaşama medarından mahrum kalması düşüncesiyle ve ıslah‐ı hal etmiş  bulunması ihtimalini derpiş ederek 106 lira aylık ücretle Boğaziçi Özel Lisesi’ne tâyinine müsaade  ettim. Bu vazifesi kesiksiz devam etmiş, ancak 3 Mayıs 1944 günü Ankara’da yapılan nümayiş  neticesinde vaki takibattan sonra ödevine bakanlıkça nihayet verilmiştir."    Bu ibarede içice üç yalan var:    1‐ Ben ne yaşama medarından mahrumdum, ne ıslah‐ı hal etmiştim. Islah‐ı hal etmiş olmak için bir  suç işlemiş olmak lâzımdır. Vaktiyle resmî lise öğretmenliğinden "millî tarih tezi" denilen "millî yüz  karası"nı kabul etmediğim için çıkarılmıştım. Bugün benim fikirlerimin doğruluğu kabul olunmuş, lise  tarih kitaplarından eski hezeyanlar tamamıyla silinmiştir. Ortada ıslah‐ı hal eden birisi varsa, o da  vaktiyle o teze taraftar olduğu halde kendi bakanlığı zamanında benim fikirlerime uygun tarih  kitapları yazdırarak okullara tamim eden Sıfır’ın kendisidir.    2‐ Ben özel lise öğretmenliğine Sıfır’ın bakanlığı zamanında başlamış değilim, 1936'da Yuca Ülkü  Lisesi’ne öğretmen olduğum zaman Maarif Vekâletinde Saffet Arıkan bulunuyordu. Sıfır’ın tasdik  ettiği şey, benim Yuca Ülkü Lisesi’nden, Boğaziçi Lisesi’ne geçişimdi. Bunu yapmağa da mecburdu.  Çünkü Maarif Vekâleti kendisine Boşnak Âli Efendi’den irsen intikal etmiş bir çiftlik değildi.    3‐ Boğaziçi Lisesinden çıkarılışım Sıfır’ın yazdığı gibi 3 Mayıs 1944'te, o zamanki Başbakan Saraçoğlu  Şükrü' ye ikinci açık mektubu yazıp Maarif Vekâletini komünistlerin bürüdüğünü gösterdikten ve Sıfır’ı  istifaya davet ettikten biraz sonradır. Boğaziçi Lisesi’nin o zamanki müdürü Hıfzı Gönensay, vazifeme  son verilmesi hakkında Sıfır’ın yazdığı tebliği bana 7 Nisan 1944'te bildirdiğine göre bu kâğıt her halde  5 Nisanda yazılmış olmalıdır. Demek ki Sıfır, ikinci açık mektubu okur okumaz (Orhun, Ankara’ya ayın  ikisinde veya üçünde varabilirdi) vazifeme nihayet vermiş, sonrada Ankara’da, hâkim huzurunda "3  Mayıstan sonra işten çıkardım" diye bir yalan söylemekten çekinmemiştir. Boğaziçi Lisesi’ne tâyinimin  106 lira ücret gibi muazzam bir servetle olduğu hakkında benim çoktan unuttuğum tafsilâtı bile  hatırlayan veya millî eğitim dosyalarından inceleyen Sıfır’ın, öğretmenlikten çıkarılışımın tarihini de  kesin olarak öğrenmesi mümkündü. Bunu yapmamakla ve yalan söylemekle güya bana karşı kin  gütmediğini ispat etmek sevdasındadır. Zavallı Türk öğretmenleri ve öğrencileri! Sekiz yıl nasıl bir sıfır  tarafından idare olunduklarını görsünler!..     Sıfır’ın fecî bir yalanı da, kitabının 21. sayfasında, "Orhun dergisinin arka kapağındaki bir yazıya göre  Ankara’daki tevzi yerinin Konservatuar olduğu"nun anlaşılmış bulunması hakkındaki sözleridir.  Halbuki Orhun’un arka kapağının iç sayfasındaki ilân şudur:    Orhun’da yayınlanmak için dışardan gönderilecek her türlü yazıların aşağıdaki adrese gönderilmesi  rica olunur:    Orhan Saik Gökyay,    Konservatuar Müdürü  www.atsizcilar.com   



Sayfa 72 



    ANKARA    Bu ilândan, Orhun’un tevzi yerinin konservatuar olduğu mânâsını çıkaran adamın millî eğitim bakanı  olduğu düşünmek, zavallı Türkiye’nin talihi üzerinde hepimizi derin derin kederlere sevk etmelidir.     Sıfırın Tezvirleri:    Sıfır, bu kitabında beni asker ve sivil Türk gençlerinin ve münevverlerinin gözünden düşürmek için pek  sinsice bir tabiye kullanmıştır. Irkçılık‐Turancılık dâvasının dosyasında bulunan ve bana ait olan eski,  yeni yazılardan parçalar alarak bugünkü durumu tenkit eden ve bazı şahıslara hücum eden fikirlerimi  göstermiş hattâ bu arada zevcemin bir mektubundan da, pek zavallıca bir maksatla, bir parça almıştır.  Çünkü 3 Mayıstan sonra polis birbirimize yazdığımız mektupları iç etmek dirayetini göstermiş, zevcem  de bu mektubu yazdıktan sonra Sıfırların ve tahtessıfırların sayesinde bir vukuat seli içinde  kaldığından bu mektubu unutmuş ve bana bahsetmemişti. Sıfır’ın bu mektuptaki son parçayı  yayınlamasına hiç de lüzum yoktu. Eski bir Türkçe ve edebiyat öğretmeni olarak bu mektubun  ifadesini 8‐9 numara alacak bir olgunlukta buldum. Sayın Bayan Yücel’in de kültür seviyesini anlamak  ve Türkçe’deki iktidarını ölçüp kendisine bir numara vermek için onun da böyle bir hususî mektubunu  görmeme lüzum varsa da şimdilik bu imkândan mahrumum.      Sıfır, benim rejim meselesi, milliyet ve ırk meselesi, dış siyaset meselesi ve ordu hakkındaki fikirlerimi  gösteren bazı parçalar neşrederek beni gözden düşürmeğe çalışırken lehimde propaganda yaptığı için  de kendisine teşekkür ederim.     Türkiye’de hiçbir şeyi beğenmediğimi göstermek istiyor, değil mi? Nesini beğeneyim? Sıfır’ın maarif  bakanı olduğu bir memlekette beğenilecek ne kalır ki? "A" dan "Z" ye kadar devletin her işinin bozuk  olduğunu söyleyen Refik Saydam onun parti arkadaşı değil mi? Refik Saydam’a yazdığım mektuptaki  fikirlerimin doğruluğu bugün tahakkuk etmedi mi?[2]     Oğluma yazmış olduğum vasiyetnamede bütün milletleri bize düşman göstermemi Sıfır  hazmedemiyor. Zaten aramızdaki fark da buradadır. Moskofları gücendirmemek uğruna Türkçülere  karşı takınılan yüz kızartıcı durumun hiçbir işe yaramadığını, Moskofların edepsizlikte ileri  gitmelerinden başka bir sonuç vermediğini hep birlikte gördük. Onun için ben yabancılarla dostluktan  bahsedenlere, hele bunda samimî olanlara sadece acır, geçerim.     Kitabının 18. sayfasında "ordumuz hakkındaki fikirleri" diye bana izafe edilen fikirlerde benim ordu  hakkındaki düşüncelerimi gösteren bir şey yoktur. Burada yalnız Turancılığın orduya sokulması  lüzumundan bahsetmişim. Moskoflarla çarpışmak üzere yetiştirilen bir orduda Turancılık fikri olmazsa  o ordu zaten beş para etmez. Asker demek, meselelerin, dâvaların kuvvetle ve kanla hallolunacağına  inanmış insan demektir. Böyle bir inancı olmayan asker, üniformalı bir başı bozuktan başka bir şey  değildir. Kuvvetle çözülecek mesele ne kadar büyük, millî ve âdilâne olursa onu çözeceklerin kuvveti  de o kadar büyük olur. Türk ordusuna Turancılık fikri verilmeyecek de altı ok uğruna ölmeleri mi telkin  edilecek? Yoksa Moskof kardeşliği duygusu mu aşılanacak? Ben babası ve dedesi asker olan ve  askerlik hakkında fikri bulunan birisi sıfatıyla askerlik üzerindeki düşüncelerimi herkesle tartışmağa  hazırım. Ben Turancılık ülküsüyle tutuşmuş, çelik gibi disiplinli ve imanlı bir ordu istiyorum. Soyu sopu  www.atsizcilar.com   



Sayfa 73 



  belli, su katılmamış subaylar istiyorum. Emirberliğin kaldırılmasını, başkalarından kopya edilen  üniforma yerine millî üniforma giyilmesini istiyorum. Gelen veya giden askerlerin kırk kişilik  vagonlarda sevk olunmamasını, inzibat erlerinin erbaşlara kafa tutmamasını, terfilerin yıl doldurmakla  değil, ehliyetle olmasını istiyorum. Generallerden hoşlanmıyorum; paşalar istiyorum. Subaylardan ve  erlerden çok ağır hizmetler beklenmesini, fakat eğlence hakkının da tanınmasını istiyorum. Alaylara  tarihteki ünlü Türk askerlerinin adı verilmesini, başlarına çok genç ve enerjik kumandanlar geçmesini,  bütün askerî bilgilerin 3 yılda değil, 3 ayda verilmesini (çünkü kabildir) istiyorum. Kışlaya gelen erin  oradan ayrılırken ağlayacak kadar kışlayı sevmesini ve bağlanmasını istiyorum. Profesyonel tümenler  ve profesyonel donanma istiyorum. Kabiliyet gösteren erbaşların subay olmasını, bütün erkek  liselerinde her gün bir saat askerî talim (ders değil) yapılmasını, tatil devresinin askerî (ve ciddî)  kamplarda geçmesini istiyorum. Böyle bir orduya inandığım için de (inşallah hayal kırıklığına  uğramam) oğullarımı daha şimdiden asker olarak yetiştiriyorum.     Ben "Sıfır" değilim. "Bir"im. Bundan dolayı bütün yazılarımın, fikirlerimin ve yaptıklarımın  sorumluluğunu üzerime almaktan bir an bile çekinmem. Fikir ve kanaatlerimde samimiyim. Olayların  pundunu bularak yaşamadım. Esen rüzgâra göre dönmedim. Nâmert köprüsünden geçmemek için  selde boğulmayı tercih ettim. Onun için, bana ait vesikaları (!) neşretmekle Sıfır yanlış kapı çalmıştır.    Sıfırın diğer tezviri de 1944 Mayısında, Ankara’daki dâva görülürken, fahrî olarak avukatlığımı alan  Hâmit Şevket incenin sonra bundan dönmesini aleyhime bir delil olarak kullanmasıdır [3] . O, Rasih  Yeğengil ve Ferruh Ağan ile birlikte müdafiliğimi deruhte etmiş, sonra diğer iki genç avukat daha, yine  fahrî olarak bu müdafiliği üzerlerine almak istedikleri zaman "ben varken başka avukatlara ne lüzum  var" diyerek o iki genç avukatın da vekilim olmasına engel olmuştu. Hâmit Şevket’in vekilliğimi  bırakması sırf korkusu yüzündendir. O zamanki dostu Falih Rıfkı ona, beni müdafaa etmekteki  tehlikeleri anlatmış, o da benim Atatürk düşmanı olduğumu ileri sürerek avukatlığımı bırakmış, fakat  bunu gazetelerle ilân etmek gibi avukatlık ahlâkına ve teamülüne zıt bir harekette bulunduğundan  dolayı Ankara Barosu tarafından cezalandırılmıştır.     Fakat zaman öcünü aldı: Demokrat Parti çıktığı sıralarda Falih Rıfkı’yla Hâmit Şevket kapıştılar.  Neticede Hâmit Şevket, Falih Rıfkı yüzünden Halk Partisinden istifa etti. Her ne olursa olsun, Hâmit  Şevket’in benim vekâletimi bırakması neyi ifade eder? O, Atatürk'e hayransa, ben de değilsem, bu,  beni yan yolda bırakmayı mazur gösterir mi?    Fikir ve vicdan hürriyetinin mümessili olması gereken bir avukat, fikir hürriyetine bu kadar düşmansa  beni müdafaa etmemiş olması benim için büyük bir nimettir. Hakikatte, onun hareketindeki tek âmil  "korku" dur.    Sıfır’ın başka bir tezviri de "Halk Partisini temizlemeğe kalktığım" hakkındaki sözüdür (s. 20). Dünyada  bir sabun buhranı yaratmadan Halk Partisini temizlemenin mümkün olmadığını biliyorum. Bununla  beraber mukadderatın bu partiyi temizleyeceğine imanım var. Halk Partisi ya içindeki sıfırları atarak  muayyen değerde bir rakam olacak, yahut hakikaten temizlenecektir. Bunu yakında göreceğiz.    Parti aleyhinde söz söylemenin günah sayıldığı devirlerde olsaydık, Sıfır, bu yazıyla aleyhime mitingler  yaptırabilirdi. Şimdi millet böyle şeyleri kanıksadı.     www.atsizcilar.com   



Sayfa 74 



  Ben, Halk Partisini temizlemeğe kalktığım zaman Türkiye’de müthiş bir diktatörlük vardı. Vicdanlar  âdeta boğulmuş gibiydi. Şakşakçılık ve dalkavukluk alıp yürümüştü. Türkiye, Mısır Kölemenleri  devletine benzemişti. Bugün manzara değişti. Zulme, istibdada, komünist istilâsına karşı ilk savaş  bayrağını açanlardan biri isem bununla ancak övünürüm. Fikir uğrunda, hakikati söylediğim için bir  buçuk yıl hapiste kaldımsa, güneş görmeyen hücrelerde ve toprak altındaki mezarlık gibi  bölmeciklerde yıprandımsa oğullarıma bir şeref mirası bırakmışım demektir. Bu şeref sıfır olmaktan  duyulan şerefe benzemez.     * * *    3 Mayıs nümayişi Türkçülüğün komünizme karşı ilk filî hareketiydi. Bunu Ankara’da zorla susturmak  isteyen Halk Partisi Hükümeti iki yıl sonra emir vererek İstanbul’da aynı hareketi tekrar ettirmek  suretiyle fikren mağlûbiyetini kabul etmiş bulunuyordu. Bu mağlûbiyetten sonradır ki biz İki Numaralı  Sıkı Yönetim Mahkemesinde beraat ettik. Sıkı Yönetim Komutanlığı bunu temyiz etmekle hiçbir şey  çıkmaz. Çünkü bizi tahliye eden ve hakkımızda verilen bütün cezaları kökünden bozan, Askerî  Yargıtay’ın umumî heyetidir. Bu dâva artık olup bitmiştir. Fakat Sıfır’ın dâvası daha görülmemiştir. O,  kendisini müdafaa etmek isterken hâlâ bize "tahrikçi grup" (s. 13), "Nazi dostu ve mihverci" (s. 18),  "iğvâcı" (s. 19) ve "faşist" (s. 21) demekle hakikatleri tahrifte devam etmiştir. Bana faşist, Nazi dostu  ve mihverci diyen "Sıfır" kendi kitabının 17. sayfasında Almanlar’ı da millî düşman saydığımı gösteren  bir vesikayı yayınlıyor. Onun vesika dediği şey Almanlar’ın Yunanistan’ı zaptettiği sırada büyük oğluma  yazdığım vasiyetnamenin bir parçasıdır. O zaman Almanların Türkiye’ye saldırmasına gün meselesi  diye bakılıyordu; ordu, köprüleri atarak Çatalca’ya çekilmiş, okullar Nisan ayında tatil yapmıştı. Sıfır’ın  iftirası gibi Nazi dostu ve mihverci olsaydım öyle bir vasiyetname yazmazdım. Bundan başka 1939'da  yazılan bazı manzumelerimle de ben naziliğe ve faşistliğe karşı olan bakışımı belli etmişimdir.  Moskoflarla çarpışıp onların belkemiğini kırdıkları için Almanlar’a karşı ‐her Türk gibi‐ duyduğum  sempatiye nazilik diyen Sıfır’a, benim de Moskofçu dememeliğim için kendisinin Ruslar aleyhinde bir  yazısını görmem icap eder.. Yoksa kendi itirafı veçhile 15 milletten 496 klâsik yayınlayarak bunun 63  tanesini Rus klâsiklerinden (!) yaptırmak ve bir tek, evet bir tek, Türk klâsiği neşretmemek kendisi için  iyi bir not değildir. Meğer şu Ruslar ne de kültürlü milletmiş. Avrupa kültürünün babası olan Yunan  klâsiklerinden 62 tane neşrolunuyor da yan barbar ve aşağılık Moskof’un klâsiklerinden (!) 63 tanesi  Türk milletine sunuluyor. Her milletten kaç tane klâsik neşrolunduğunu gösteren şu listeye bir bakın:    171 Fransız 63 Rus 62 Yunan 56 İngiliz 53 Alman 19 Şark‐İslâm 18 Lâtin 13 Macar    12 İtalyan     10 Amerikan     6 İskandinav     4 Çin     1 Hind     1 Babil   www.atsizcilar.com   



Sayfa 75 



  Babil’den Amerikanına kadar hepsi var. Fakat Türk klâsiği yok. Yalnız bir Türkçe klâsik var:  Kabusnâme. O da aslı Farsça olup vaktiyle Türkçe’ye çevrilmiş olduğu için Türk klâsiği değil, Türkçe  klâsiktir. Yalnız bu liste bile Sıfırın Moskof hayranlığını göstermeğe kâfidir.    Sıfır, Kenan Öner’le olan dâvasında hasmı tarafından gösterilen tanıkların hakikatte bir kişiden ibaret  bulunduğunu, onun da Atsız olduğunu söylüyor. Bu saçma iddia Türkçüler’in muhakkak tahrikle iş  yaptıklarını iddiadan ve Türkçüler’e hakaretten başka bir şey değildir. 18 kişinin kanaati birse ve  Sıfır’ın aleyhinde ise bundan çıkan mâna Sıfır’ın büyük bir nefret kazanmış olduğudur; Moskof  dostluğu yapmasıdır. Sıfır, sıfırlığına bakmadan Maarif Vekâletinde asıp kesecek, solcuları dolduracak,  Türkçe diye milliyet fikrini yıkıcı bir kitabı liselere sokacak, Türkçü öğretmenleri ve yakınlarını sebepsiz  yere vekâlet emrine alacak, sonra milliyetçiler kendi aleyhinde tanıklık ettikleri zaman bu iş bir kişinin  eseri olacak. Böyle gülünç iddialarla ne hâkim, ne de Türk milleti aldatılamaz. O, kendisine karşı olan  umumî nefretin sebepleri üzerinde biraz düşünmeli, akşam karanlığında evine dönerken  üniversitelilerin kendisine niçin sövdüğünü araştırmalıdır. Ona düşen şey küfür işitince kadın gibi  ağlamak değil, erkek gibi dövüşmek olmalıydı. Acaba o akşam kendisine söven üniversitelileri de ben  mi tahrik etmiştim. Yedek Subay Okulunu ziyaret ettiği zaman kendisine savrulan küfürleri işitmemiş  miydi?    Sıfır, hâkimden göz yaşlarının hakkını istiyormuş. Daha kendisine esaslı bir hesap sorulmadan bu ne  telâş böyle? Ben ve zevcem Sıfırların ve tahtessıfırların tahrikatı, garezleri, kinleri yüzünden tevkif  edildiğimiz sırada, o zaman dört buçuk yaşında olan ve arasıra eve gelip çamaşır yıkayan bir kadının  elinde kalmış bulunan oğlum, her gece yatarken: "Benim annemle babam vardı, nerdeler?" diye  ağlıyor ve anasız, babasız kalan bu küçük çocuğun ne olduğunu anlamak için gelen iyi yürekli dostlar  da evin etrafındaki köpekler tarafından ürkütülüp uzaklaştırılıyordu. Bu masum yavrunun samimî göz  yaşlarıyla Sıfır’ın acizliğinden ve korkudan doğmuş göz yaşları arasında ne büyük fark var!... Ben  henüz küçücük oğlumun haksız yere akıtılmış göz yaşlarının hesabını sormadım. Bunu sorduğum  zaman yaman soracağım ve daima iddia ettiğim gibi yine söyleyeceğim ki tekke mezarlıklarında  büyüyen Sıfırlar, Türk milletinin mukadderatında söz sahibi oldukları müddetçe bu millete kalkınma  ümidi yoktur.    Kür Şad, Temmuz 1947, Sayı: 4‐5    [1] Rapordaki 47 Irkçı ve Turancı şunlardır. Cafer Seyidahmet Kınmer, Muharrem Feyzi Togay, Ali  Genceli, Zeki Velidi Togan, Kadircan Kaflı, Azerî M. Altunbay, Abdülkadir İnan, San'an Azer, Akdes  Nimet Kurat, Nebil Buharalı, Samet Ağaoğlu, Caferoğlu Ahmet, Reha Oğuz Türkkan, Hüseyin Namık  Orkun, Remzi Oğuz Arık, Mehmed Halid Bayrı, Bedriye Atsız, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Hüseyin  Hüsnü Emir Erkilet, Müftüoğlu Mustafa Tatlısu, Sofuoğlu Zeki Özgür, Tevetoğlu Gülcan, Uluğ  Türanlıoğlu, Ali Haydar Yeşilyurt, İzzettin Şadan, Nihâl Atsız, Tahir Akın Karauğuz, Mustafa Hakkı  Akansel, Hakkı Yılanhoğlu, Tesbihçioğlu, Tevetoğlu Ali Dursun Tibet, M. Şakir Ülkütaşır, Yusuf Kadıgil,  Mükrimin Halil Yinanç, Sepicoğlu, Nurullah Barıman, Hamza Sadi Özbek, Orhan Saik Gökyay, Hüseyin  Avni Göktürk, Nejdet Sançar, Cemal Oğuz Öcal, Nihat Sami Banarlı, Peyami Safa, Tevetoğlu Dr. Fethi,  Elmas Yıldırım, Osman Turan, İsmet Rasin.         www.atsizcilar.com   



Sayfa 76 



  [2] Refik Saydam’a yazdığım uzun bir mektupta bir nevi anayasa teklif etmiş ve reisicumhurluk  ihtirasının önüne geçmek için bu makamın ancak beş namzedi bulunması gerektiğini ileri sürmüştüm.  Bu fikrin tahrife uğrayarak, güya Refik Saydama "Memleketi biz beş kişi idare edelim" dediğim şekline  inkılâp etmiş. Ahmaklara söz anlatmanın ne güç olduğuna bu tahrif iyi bir örnektir.    [3] Bu meseleye ait, yazarın dokunmadığı bir noktaya da biz işaret edeceğiz:    Sıfır, Hâmit Şevket İnce’nin bu tornistanını "yüksek bir duygu" olarak vasıflandırmış (s. 19). Dönmenin  onun indinde yüksek bir duygu eseri olduğuna şüphemiz yok. Yalnız, Sıfır, o mahkemede Atsız’ın  karşısında bulunan Sabahattin Ali'yi sevindiren bir hareketin şakşakçısı olduğunu ve böylece bir  kaşarlanmış komünistle olan duygu birliğini itiraf ettiğinin farkında değil. Doğrusu bunu onun  kurnazlığına yakıştıramadık!    KÜR ŞAD     



MAZİYİ İNKÂR EDENLER, DARÜLFÜNUN VE MİLLΠTARİH KONGRESİ     Fertler için olsun, milletler için olsun "mazi" dayanılacak en büyük kuvvettir ve maziyi ancak mazisi  lekeli ve karanlık olanlar inkâr ederken son inkılâbın zayıf iradeler ve zayıf seciyeler üzerinde yaptığı  sarsıntı ile "maziye sövmek" moda haline gelmiş. Ve maziye sövmek daha müfrit bir şekle girerek  milliyet düşmanlığı halini de almıştı. Aramızda öyle piçlere rast geliyorduk ki yalnız maziye sövmekle,  milliyeti inkâr etmekle kalmıyorlar, bu fikirlerini matbuatla yayarak sarsılmaya meyyal olanları da  sarsıyorlardı.     Bu cereyan bazen o kadar genişliyor, o kadar korkunç bir şekil alıyordu ki insanın Türk Milliyetinin  istikbalinden bile meyus olacağı geliyordu. İnsanın, "Türk olduğuma pişmanım" diyen bir muallim  namzedini gördüğü veya işittiği zaman meyus olmaması için pek geniş yürekli daha doğrusu pek  kayıtsız olması lâzımdır.    Maziyi inkâr edenler "istikbal, istikbal" diye haykırıyorlardı. Maziye dayanmayan bir istikbal  olamayacağını düşünmüyorlardı. Onlara göre maziyi sevmek irtica idi. Asrî olmak için maziyi atmak ve  yalnız ilerisini düşünmek lâzımdı. Halbuki bu fikri ileri sürenler hep imanları ve iradeleri zayıf biçare  insanlardı.    Biz şimdiye kadar mekteplerimizde çocuklara mazimizi ve dolayısıyla milliyetimizi sevdirecek hiçbir  şey yapmadık. Daha düne kadar liselerimizde okutulan tarih kitaplarında Roma, Yunan, Mısır, vesaire  tarihlerine hasredilen sayfa adediyle Türk tarihine hasredilen sayfa adedini mukayese edince insanın  hiddetten çıldıracağı gelirdi. Tarihî hayatları ve doldurdukları coğrafî saha Türkler’e göre pek kısa ve  küçük olan Alman milletinin tarihi için Viyana Darülfünununda on bir kürsü varken koca Türk tarihi  için bizim darülfünunumuzda yalnız iki kürsü vardır. Garba gitmek, garba tapmak diye bağıran, garbın  her şeyini taklit eden efendiler, garbın giyinme usullerini, şampanyasını almadan önce bu gibi  milliyetçiliği kuvvetlendirecek âdetleri memleketimize soksaydılar daha insanca bir iş görmüş  olurlardı. Fakat biz, bize zararı olan cihetlerde Avrupa’yı bir maymun mukallitliği ile taklit ederken,  bize faydalı olacak taraflarında onun zıddına gittik. Memleketin en yüksek ilim şahsiyetlerini  www.atsizcilar.com   



Sayfa 77 



  toplaması icap eden ve yalnız millî irfanın değil, millî mefkurenin de kaynağı olması lâzım gelen  darülfünuna gelince: bu millî vazifesini ne dereceye kadar yaptı? Bir iki yıl önce "darülfünun vazifesini  yapıyor mu?" diye açılan bir ankete hukuk müderrisleri: "mükemmelen yapıyor" diye cevap  vermişlerdi. Onlara göre arada sırada inkılâp nutukları vermek, bu nutukları verirken maziyi inkâr  ederek Türk tarihini cumhuriyetten başlatmak, zaman zaman yaşasın cumhuriyet diye kadeh  kaldırmak ve yabancı bir millete mensup profesörlerle talebeler geldiği zaman onlarla Türk milleti  arasında mevcut tarihî dostluktan bahsederek öpüşmekle darülfünunun ilmî‐millî‐içtimaî vazifesi  tamam oluyordu.     Bu müderrisler ne düne, ne de bu güne karşı olan vazifelerinden hiçbirisini yapmadılar. Memleket  gençliğine öğretilmesi icap eden bir inkılâp ideolojisi, bir eski Türk hukuku vardır. Roma hukukunu,  Yunan teşkilâtını su gibi bilen, bülbül gibi okuyan müderrisler bunu tedvin etmeyi akıllarına getirdiler  mi? Şu veya bu dersin tarihini okutan profesörler Fransız hukukuna göre yazılmış olan ve Türkiye’yi  solda sıfır bırakan eserleri papağan gibi tekrardan başka ne yaptılar? İçtimaiyat derslerinde  Avustralya’nın vahşî kabilelerinin isimleri yanında "Türk" adı kaç kere geçti? Halbuki bu müderrisler  inkılâba olan sadakatlerini şekil itibariyle göstermekten bir an bile geri kalmadılar. Edebiyat fakültesi  talebesine şehadetname verirken cumhuriyete sadık kalacaklarına yemin ettiren, hatta bu yemini  yabancı tebaalardan olan talebeye de teşmil etmek gibi gülünç bir harekette bulunan müderris  beylerin hepsi dünün adamlarıydılar. Onlar dün de "padişahım çok yaşa" diye bağırmışlardı. Ve bu  gün istibdat zihniyetini, istibdat karakterini aynen cumhuriyete tatbik ediyorlardı.    Bu işlere karşı bir aksülâmelin olması tabiiydi. Olacaktı da. Ankara’da kurulan tarih cemiyeti bu  aksülâmelin ifadesi, tarih kongresi darülfünunun foyasını meydana çıkaran bir meydan harbi oldu.    Biz garp medeniyetini kabul ettikten sonra baş döndürücü bir süratle ve kendimizi unutacak kadar  garplılaştık. Fakat bir de Türkleşmek lâzımdı. Biz öyle bir millet olmalıydık ki mazideki ananelerimizle  bu günün icaplarını telif edebilelim. Bunun için maziye hürmet etmek, hürmet etmek için de maziyi  bilmek lâzımdı. Halbuki münevverlerimiz maziye bol bol sövmekten başka ne yapıyorlardı?  İmparatorluk devrimiz olan Osmanlı ve Selçuk hanedanları devri bir çirkef sahnesi gibi tasvir ediliyor,  atılıyor ve her şeyin başlangıcı olmak üzere cumhuriyet devri alınıyordu. Bunun bütün kabahati  kraldan çok krallık taraftan olan yaygaracılarda, yani inkılâbı yapanlardan çok inkılâpçı olmaya  kalkışan çığırtkanlarda idi.    Vahdettin vatanına ihanet etti, Abdülhamit zulüm yaptı, Sultan İbrahim deli idi diye bütün  imparatorluk devri büyüklerine ve o devrin tarihine küfür etmek çok yanlış bir yoldur. İnkılâpçıların  arasında birisi millî müdafaa bütçesinden çaldı diye bütün inkılâbı ve inkılâpçıları inkâr etmek nasıl  yanlış bir hareketse, bir kaç kişi için de Kılıç Arslanları, Sultan Mesutları, Osman Gazileri, Orhanları,  Muratları, Fatihleri, Yavuzları vesaire, inkâra kalkışmak da öyle bir hareket olurdu. Halbuki bizim  imparatorluk tarihimiz yalnız büyük reis ve büyük kumandanlardan; yalnız Kosova, Varna, Çaldıran,  Mohaç, Silistire ve Plevnelerden ibaret değildi. Onun Füzulîleri, Nedimleri, Mimar Sinanları, Kâtip  Çelebileri, kanunları, teşkilâtları, birer sanat şaheseri olan heybetli camileri, birer darülfünun olan  medreseleri de vardı. Hem de bu Osmanlı ve Selçuk devri maziye daha başka ve daha şanlı devirlerle  bağlanıyordu.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 78 



  Mazisi ve mefahiri olmayan milletler bile kendilerine bir mazi, bir millî destan uydururken, biz  binlerce yıllık şanlı bir fütuhat, teşkilât ve medeniyet tarihimizi inkâr ederek bir prensip halinde  çingeneleşiyorduk.    Bu uçuruma gidişin önüne geçecek kuvvet darülfünundu. Darülfünun buna karşı ne yaptı?    Dünyada muhtelif isimler altında milliyetperverlik cereyanları hızlanır ve Türk gençliği berbat bir  kozmopolitliğe doğru sürüklenirken millî şuuru, millî irfanla uyandıracak olan darülfünun hararetli bir  alış veriş pazarı halini almıştı. Darülfünunda baremin tatbiki dolayısıyla biraz fazlaca arpalık koparmak  isteyen müderrisler birbirlerine girmişlerdi. "Müderrisler kendilerini yalnız ilme hasretmelidir.."  diyenlere karşı yaygara kopuyor, birer bahane bulunarak onlara leke sürülmeye çalışılıyordu.  Ömründe bir tek eser neşretmemiş olanlara, ilimle hiç bir alâkası olmayan tüccarlara, avukatlara, iş  adamlarına kıdemlidir diye yüzlerce lira maaş veriliyor. Bir kütüphane dolduracak kadar eser  neşretmiş olanlar birer sudan sebeple birkaç derece aşağı atılıyordu. Darülfünuna dışardan bakanlar  bu hale "kemik kavgası" diyorlardı. Tasarruf dolayısıyla hükümet millî müdafaadan bile para kestiği  halde darülfünuna bir yıl önceki bütçesini aynen vererek teveccühünü göstermişken, bu efendiler bu  parayı öyle bir paylaştılar ki neşriyat yapmak, vesait almak için hemen hemen hiç para kalmadı. Fakat  iş bu kadarla da bitmedi. Müderris beyler millet meclisinden çıkmış bir kanuna muhalif bir kararla  ikinci bir gaf daha yaptılar: barem kanunu mucibince asistanların (yüksek tahsil gördükleri için) on  ikinci dereceden maaşa girmeleri lâzımken bu asistanlara iki derece daha aşağı maaş tahsis etmekte  beis görmediler. Sanki bir müderrisin midesiyle bir asistanın midesi arasında fark varmış gibi  kendilerine bol keseden 200‐250‐300 lira maaş tahsis eden efendiler asistanlara da lütfen 50 lira  bahşettiler. Bu suretle darülfünunun 800 bin lirası kışlık odunlarla müderrisler arasında taksim  olunmuş bulunuyordu. Bu müderrislerin çoğu dışarıda doktorluk, tüccarlık, muallimlik, vesaire gibi  işlerden de arpalıklarını genişletir ve müderrisliği yalnız bir reklâm olarak kullanırken asistanların  dışarıda herhangi bir vazife almamasını men edecek bir de karar çıkardılar. Halbuki bu müderrislerin  ilmî kıymeti ne idi? Memlekete, Türk inkılâbına karşı borçlarını yapmış mı idiler? Bunu anlamak için  çok söze ne hacet, darülfünunu biraz gözden geçirmek kâfidir.    Hukuk mezunlarından bir genç, kendi hocalarından birinin takriben on yıl önce taş basması olarak  basılmış notlarını tesadüfen ele geçirdiğini; kelimeleri, noktaları ve virgülleri ile bugün de talebesine  verdiği notların aynı olduğunu söylüyordu. Aşağı yukarı bütün fakültelerimizde de buna mümasil  haller pek çoktur. İlim böyle bir papağanlıksa müderrislere bu kadar para vermeye lüzum yoktur. Bir  gramofon plâğı darülfünunun talebelerini fisebilillah da okutabilirdi.    Ankara’da toplanan millî tarih kongresi bu uyuşukluktan kurtulmak için yapılan bir silkiniştir. Bir  buçuk yılda büyük mesai sarf eden ve liseler için bir kitap yazan bu heyet hiç şüphesiz zamanla,  yanlışını düzeltip eksiğini tamamlayarak kitabı daha güzel bir şekle sokacak ve orta mekteplerle ilk  mektepler için de birer kitap yazdıktan sonra ilk mektepten darülfünuna kadar Türk çocuğu millî bir  kültür ile yetişecektir. Halbuki şimdiye kadar nasıldı? İskender’i, Napolyon’u büyük insan olarak  öğrenen Türk çocuğuna Temür bir vahşi, Çingiz bir medeniyet düşmanı olarak öğretilir, Temür’ün,  Çingiz’in orduları ve devleti "Tatar" tesmiye olunurdu.    Darülfünunun hocaları Ankara’daki tarih kongresine gidip de tarih encümeninin fikirlerini  münhezimane bir şekilde kabul ederek cehalet hüccetlerini kendi elleriyle imzalayacak yerde, Garbı  www.atsizcilar.com   



Sayfa 79 



  körü körüne taklitten vazgeçerek tarihi Türk görüşüne göre okutsalardı şüphesiz daha iyi olurdu. Bu  hocalardan birinin tarih kongresinde kalkıp "sizin vesaitiniz vardı, çalıştınız; bizim yoktu, onun için  kısmen mazuruz" demesi de kuru bir lâftır. Vesait nedir? Kitap mı? işte sonsuz bir hazine halinde  İstanbul kütüphaneleri... O halde mazeret nerde kaldı?    Ankara’daki tarih encümeni bazı nazariyeler koymuş olabilir. Avrupalıların kendi lehlerine ve bizim  aleyhimize koydukları nazariyeleri kabul etmektense kendi lehimize nazariyeler koymak şüphesiz  daha makul bir harekettir. Komünist propagandası, frenkperestlik, kozmopolitlik, memleketimizde bir  sistem halinde dört nala ilerlerken ve artık "din" bir mefkure olmak kuvvetini kaybetmişken bizim için  sarılacak yegâne istinatgah milliyetimiz, genç Türkçülüğümüzdür. Yeryüzünün geniş bir sahasına  yayılmış olan, şerefli ve müşterek bir mazi sahibi 30‐40 milyonluk büyük bir milletin mefkuresi başka  bir şey olamaz. Bir gün muhakkak birleşmesi tarihî bir zaruret olan bu büyük milletin programını  çizmek için, hatta geç bile kalınmıştır.     Ankara tarih kongresi müderrislerin ehliyetsizliğini ispat ederek darülfünunda ıslahat yapılması  lüzumunu tekrar ortaya koydu. Hakikatte bu günkü darülfünun orta mekteplerin üçüncü devresidir.  Çünkü buradaki dersler biraz mufassalca okutulan lise dersleri ve hocalar da ‐iki üçü müstesna‐  esersiz, kitapsız lise hocalarıdır. Kaldı ki lise hocaları arasında, çok nadir olsa bile, darülfünun  müderrislerine parmak ısırtacak ilmî mahsul verenler vardır. Kendi kendine bir eser çıkaramayan  talebe darülfünunun talebesi olamayacağı gibi, ilme bir şey katamayan hocalar da darülfünun hocası  olamaz. Bu hocalar değişmedikten sonra darülfünunun ıslahı için yapılacak her hareket akim kalacak  ve darülfünuna sarf olunan emek ve para heba olacaktır.    Bugün darülfünun her haliyle liseden biraz yüksek bir mektep şeklini almıştır. İmtihanlar gayet  gevşektir. Bu imtihanlarda kayıtsızlığın, ahbaplığın her türlü neticeleri görülür. Kendisi mahcup  olmamak için talebelerine anlaşma teklif eden hocalar vardır. Gidip bu derslere bakınız: Önünde ne  bir not, ne bir kitap olmadan hafıza kuvvetiyle talebesine ders veren müderrisler (?) göreceksiniz.  İlmin yalnız hafızaya dayandığı orta çağ devirleri geçmekle beraber bizim müderrisler hâlâ o  kafadadır. Çünkü onların ilimleri de o kadardır.    Açık söyleyelim: imtihanda mühim bir meseleymiş gibi İskender’in atını soran hocalarla, eserlerinin  Mısırdaki Cami ül‐Ezher’de okunmasıyla öğünen müderrislerle bu iş yürümez. Lâik bir devletin  darülfünununda ders okutan bir adam eserlerinin mutaassıp ve kurunuvustaî Cami ül‐Ezher’de revaç  bulmasıyla öğünürse o adam softalıkla iftihar demektir.    İlmî vazifesini yapamayan ve bir çok müderrisleri Türk olmayan darülfünundan ise mefkurecî bir  vazife beklenemeyeceği gayet tabiîdir.     Daha iyisi kurulmak şartıyla, bu darülfünun kökünden yıkılmalıdır.    ATSIZ MECMUA, 15 Ağustos 1932, Sayı: 16          www.atsizcilar.com   



Sayfa 80 



 



DARÜLFÜNUNUN KARA, DAHA DOĞRU BİR TABİRLE YÜZ KIZARTACAK LİSTESİ     Darülfünunun ıslahatının zamanı yaklaştıkça darülfünunun müderrisleri ve muallimleri arasında  gittikçe artan telaş ve dedikoduları yakından seyretmek, ibretle bakılacak bir levhadır. Memleketin  ilim ve irfan ordusunun bu başı bozuk erkânı harpları yeni yapılacak darülfünunun kadrosunda bir yer  alabilmek, yahut da arkadaşının ayağını kaydırarak onun yerine geçebilmek için sürekli bir kompas  halinde bulunuyorlardı. Biz bu heyetin büyük kısmının ilminin, daha doğrusu cehaletinin derecesini  pek yakından bildiğimiz için bunların eserlerinin listesini yapmayı düşündük. Fakat maalesef bu listeyi  bütün darülfünunun fakültelerine teşmil edemedik. Tıbbiye hocalarının eserleri hakkında malûmat  almak için bu müesseseye mensup bir doktor arkadaşa müracaat ettiğimiz zaman kendi mensup  bulunduğu fakültenin cehalet hüccetini kendi eliyle veremeyeceğini, bununla beraber kendi  fakültesinin diğer fakültelerden üstün olduğuna emin bulunduğunu söyledi.    Hukukçuların eserleri için hukuku bitirmiş üç arkadaşa müracaat ettik. Birincisi, kendisinden hukuk  müderrislerinin eserlerinin listesini istediğimiz zaman, hayretle bakarak "eserleri yok ki listesi olsun"  dedi. "Hiç bir şeyleri de mi yoktur?" diye sorduk. "Bazı öteberileri vardır ama insan onlara eser  diyemez" cevabını verdi. Şu halde kendilerinin nasıl hukuktan mezun oldukları ve imtihana hangi  kitapları okuyarak girdikleri hakkındaki sualimize de sadece güldü. Hukuktan mezun olan diğer iki  arkadaştan hukuk müderrislerinin eserlerini öğrendik. Bu arkadaşlar dersi sıkıcı, takriri fena olmakla  beraber profesör denmeye lâyık yegâne hocalarının "hukuk usulü muhakemeleri" müderrisi Mustafa  Reşit Bey olduğunu söylediler. Bu müderrisin eserleri istisna edilirse diğerlerinin eseri olarak, talebe  tarafından taş basması olarak bastırılan, notlardan başka hemen hemen bir şeyleri olmadığım ilâve  ettiler.    Hukuk hocalarının eserleri    Muammer Raşit B. (Hukuku hususiyeti düvel): Bugün darülfünunun emini olan bu kıdemli müderrisin  yegâne eseri 16 sayfalık bir hülâsadır. Bir de kendi mesuliyeti altında olmaksızın talebesi tarafından  basılmış taş basması notlar.    Mithat B. (Hukuku âmme): Taş basması notlar.     Etem Akif B. (Tıbbı adli): Bir ders kitabı.    Etem AkifB. (Tıbbi adlî): Bir ders kitabı.    Ebülülâ B. (Hukuku medeniye): Takrirlerini talebe bastırmaktadır.    Samiın B. (Hukuku medeniye): Takrirlerini talebe bastırmaktadır.    Hasan Tahsin B. (İlmi mali): Eski yazı ile eski bir kitabı vardır. Bu listeyi veren hukukçu arkadaşlar bu  kitabı "feci bir kitaptır" diye tavsif ettiler.     Fazıl B. (İktisat): Matbu bir kitabı vardır.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 81 



  Zühtü B. (Ihsa): Taşbasması notlar.    Mustafa Reşit B. (Hukuk usulü muhakemeleri: Hukuk usulü muhakemeleri (3 basım), dört cilt Kanunu  Medenî şerhi, İcra Kanunu şerhi (3 basım), eski Ceza kanunu şerhi, hukuk ansiklopedisi, Vatandaşlık  kanunu şerhi. Bu müderrisin Fransızca makaleleri de Fransız hukuk mecmualarında neşrolunmaktadır.     Bu listede hukuk müderrisleri tamam olmuyordu. Meselâ Muslihiddin Adil Bey’in hangi eserleri  olduğunu sorduk. Hukukçu arkadaşlarımız "Alman hayatı irfanı" adındaki eserinden bahsettiler.  Bunun mevzua temas etmediğini, Köprülüzade Fuat Beyin şiirlerini nasıl eserleri arasında saymıyorsak  bunu da saymayacağımızı söyledik. Hukukçu arkadaşlar bir sözümüze karşı, merhum maarif vekili  Necati Bey zamanında, ders ayları esnasında, bir davanın avukatlığını yapmak üzere Eskişehir’e giden  Muslihiddin Adil Bey’in Necati Bey tarafından: "Bir müderrise yakışmaz" diye İstanbul’a gönderilmesi  hakkındaki hikâyeyi anlatmakla mukabele ettiler.    Edebiyat hocalarının eserleri    Zeki Velidî, Köprülüzade, Ahmet Refik Beyler: Bu üçünün eserleri saymakla tükenir gibi olmadığı için  burada en mühimlerinin bile zikrine girişemeyeceğiz. Bunların eserleri muhtelif dillerde çıktığı gibi  muhtelif dillere de tercüme olunmuştur. Eserleri hakkında bir fikir vermek için yalnızca şu kadarını  söyleyelim ki, meselâ Köprülüzade’nin eserleri tartılsa, yüksek tahsil görmediği için baremdeki  derecesinin indirilmesi hakkındaki ilk teklifi yapan İzmirli İsmail Hakkı Bey’den ağır gelir. Ahmet Refik  Bey’in eserleri ise, bu eserlere kıymet biçmek için darülfünunda içtima yapan tarih hocalarının  boyundan aşkındır.    Zeki Velidî Beye gelince eski ve yeni bütün Türk lehçelerinden başka Arapça, Acemce, Rusça ve  Almanca bilen İngilizce ve Fransızca’dan da eser takip edebilen bu hoca Avrupa ve Amerika’nın her  yerinde (ilim muhitlerinde) birinci sınıf âlim olarak tanınmıştır. Çıkanlardan başka tamamen  hazırlanmış olup, çıkmak için maddî imkân bekleyen en mühim eserleri şunlardır: dört ciltlik  Türkistan’ın tarihî coğrafyası, Temür ve Temürlüler devri, Yedinci asırda garbî Asya vekayii ve Türkler,  Türk destanlarının tetkiki, Elbîrûnî... Temür oğullarının siyasî tarihine dair vaktiyle Özbekçe yazılan  hülâsa, benimle beraber Türkiyat Enstitüsünün diğer asistanları Kıvameddin, Abdülkadir ve Pertev  Naili Beyler tarafından Türkiye Türkçe’sine çevrildikten sonra Türk tarih cemiyetine verilmiştir. Yine  asistanlar ve talebeler tarafından tebyiz edilen Çağatay oğulları tarihi de Zeki Bey Avrupa’ya gitmeden  biraz önce kendisi tarafından vaki olan talep üzeri Riyaseticumhur Başkâtibi Hikmet Bey’e verilmiştir.    Hamit Sadi B. : İktisadî coğrafya; İktisadî Türkiye; Beş kıta coğrafyası; muhtelif makaleler ve duvar  haritaları.    Şerif Bey: 16 yıllık hocadır. Eserleri tercümelerdir: Edebiyat tarihinde usul; Avrupa edebiyatı muhtasar  tarihi [1], Fransız edebiyatı tarihi.    Ali Ekrem bey: Nazariyatı edebiye; Edebî meslekler; ve muhtelif makaleler.    Ferit bey: İran edebiyatı tarihi (bu kitap altı Farisî membadan toplanmış malûmatın birbirine  eklenmesinden hasıl olmuştur).  www.atsizcilar.com   



Sayfa 82 



    Hamit bey: Yegâne eseri lise muallimlerinden Muhsin Beyle müşterek liseler için yazılan "Türkiye  tarihi"dir. Fakat bu tarihin de asıl Türkiye kısmını Muhsin bey, onun arasına serpiştirilen Avrupa  vakayii kısmını da Hamit Bey yazmıştır.    Avram Galanti Efendi: 16 yıllık hocadır. Zeki Velidî ve Ahmet Refik Beyler çıkarıldıktan sonra hiç  şüphesiz tarih zümresinin en kıymetli hocası budur. Yahudi olduğu için çok lisan bilir. Fakat diğer  lisanları da Türkçe kadar biliyorsa zayıf demektir. Makalelerden mürekkep bir eserinin adı "Küçük  Türk tetebbüler"dir. Görülüyor ki Galanti efendi Türkçe’yi bilmek hususunda "kol düğmeler, kahve  fincanlar" diye bağıran Yahudi esnafından farksızdır. Eserlerinin en mühimleri "Üç Sâmî Vâzı Kanun",  "Hitit Kanunu", "Hamurabi Kanunu"dur. Bir de Türkiye Yahudilerine dair mühim bir eseri vardır.  Galanti efendi fırsat düştükçe "Türk" olduğunu öne sürüyorsa da hakikatte kendisi gayri meş'ur bir  Yahudi ve Sâmî milliyetperverdir. Türklüğe dair en mühim ve eski meseleleri Tevrat’la halletmek  istemesi de bunun delilidir.    Fazıl Nazmi Bey: Roma ve Yunan tarihi müderrisi olan Fazıl Nazmi Bey’in kendisi de hakikî bir  yunanlıdır. Türkçe’yi az bilir ve Atina’dan yeni gelmiş bir Rumun şivesiyle konuşur. Aynı zamanda  Yunanlılığa karşı duyduğu hürmet ve rabıtayı ifadeden de çekinmez. Yunanlı talebe İstanbul’a geldiği  gün sevincinden fazla heyecana kapılmış ve talebesine "duyduğu sevinç ders yapmasına mani olduğu  için ders yapamayacağını" söyleyerek o günü derssiz geçirmiştir. Yunanlı talebeye Rumca konferans  vererek Rumluğa merbutiyetini gösterdiği gibi Venizelos İstanbul’a geldiği zaman da vatandaşlık  hislerini ifadeye giden heyetin reisliğinde bulunmuştur. Herşeyi Yunanlılık gözüyle gördüğünden, kız  talebesinden birine de bir Yunan ilahesinin adını takmıştı.    Fazıl Nazmi Bey kendi ifadesine göre çok çalışkandır. Bir gün, derse girmeyip de koridorda dolaştığını  gördüğü bir kız talebesine: "Kızım! insan daima çalışmalı. Ben uyurken bile çalışırım" dediğini ben  kendim işittim. Fakat bu günde 24 saatlik mesainin verdiği mahsul nedir bilir misiniz? Edebiyat  Fakültesi mecmuasında çıkmış iki küçük makale...    Macit bey: 14 yıllık hocadır. Eserleri Avrupa coğrafyası (lise için); Umumî coğrafya (İbrahim Hakkı  Beyle müşterek) Fakülte mecmuasında muhtelif makaleler.    İbrahim Hakkı bey: 10 yıllık hocadır. Eserleri: Tabiî coğrafya; orta mekteplere mahsus coğrafya serisi,  muhtelif makaleler ve Mösyö Chaput ile birlikte hazırlanmış kıymetli risalecikler.     Sekip Bey: 16 yıllık hocadır. Eserlerinin başlıcaları "terbiye musahabeleri", "terakki fikri",  "froydizm"dir. Muhtelif mecmualarda bir hayli makaleleri çıkmıştır. Ribo’nun "hissiyat ruhiyat "mı da,  Şerif Bey’in yardımıyla, tercüme etmiştir. Eserleri diğer bazı hocalardan çoktur. Fakat bu Sekip Bey’in  cahilliğine bir mani teşkil etmez. Çünkü Sekip Bey ruhiyat hocası olmakla beraber ömründe bir defa  dimağın teşrihini yapmamıştır. Dimağı nazarî olarak bilir. Hatta Sekip Bey derslerinin birinde erkek ve  dişi "amip»lerin "ehdâbı mühtezze"leri vasıtası ile birbirlerini cezbettiklerini söyleyerek bir orta  mektep talebesinden daha cahil olduğunu ispat etmiştir. Amiplerde erkeklik dişilik olmadığını felsefe  tarihi hocası bilmezse ayıp değildir. Fakat ruhiyat müderrisi bilmezse bu, ilmî gafların şaheserini teşkil  eder. Bununla beraber Sekip Bey’in kırdığı potlar bu kadar değildir. "Türkçe yerine başka bir dil kabul  etmek", "Hıristiyanlık dinine girmek" gibi fikirler de Sekip Bey’in efkârı felsefiyesi arasında vardır. Her  www.atsizcilar.com   



Sayfa 83 



  ne kadar Sekip Beyin fikirleri arasında eskiden beri "Lâtin harflerini kabul etmek" gibi memlekete  faydalı olanlar da varsa da bu Sekip Bey’in memleketten ziyade kendisini düşünmesinin neticesidir.  Çünkü Sekip Bey’den not alan talebeleri de pek iyi bilirler ki Sekip Bey’in eski harflerle olan imlâsı bir  ilk mektep çocuğundan farksızdır.    Orhan Sadettin Bey: 3‐4 yıllık müderris muavinidir. Almanya’da okumuştur. Karl Furlanderin felsefe  tarihinin bir cildini lisanımıza çevirmiştir. Bu tercüme pek muvaffakiyetli bir Türkçe ile çevrilmemiştir.  Fakat eserin aslının da ağır olduğunu söylüyorlar.    Caferoğlu Ahmet Bey: Türk Lisanı tarihi müderris muavininin en az bildiği şey Türk lisanıdır. Kendisi  çalışkan ise de telâşı ve Türkçe’yi bilmemesi yüzünden her yaptığı iş yanlış oluyor. Belli başlı eserleri  "Ebü Hayyân lügati", "Tukyu ve Uygurlarda han unvanları" ve "Türk lisanı tarihi notları”dır. Takriben  2500 kelimeden ibaret olan Ebû Hayyan lügatinde, A. Battal Bey 145 kelimeye yanlış mana verildiğini  tespit etmiş ve bu tenkit "Azerbaycan Yurt Bilgisi"nde çıkmıştır. 2500 kelimeden ibaret bir lügatin 145  kelimesi yanlış olursa o eser pek feci bir eserdir. "Tukyu ve Uygurlarda han unvanları" adlı  makalesinin başında da fahiş bir tarihî hata var. Caferoğlu Ahmet Bey Gök Türk hükümdarlarının ilki  olan "Tumen'i Şimal Türk kabileleri müttehidesinin başında olarak "Cücen"lere karşı isyan etmiş  olarak gösteriyor. Hakikatte ise Şimal Türk kabilelerinin Cücenler’e karşı olan isyanını bastıran  "Tumen" dir. Tumen'in Cücenler’e isyanı bu vakadan sonradır. "Türk lisanı tarihi notları" ise biri ilim  faciasıdır. Bu notlardaki ilmî palavralar saymakla tükenir gibi değildir. Meselâ bu notlarda "İlhanlılar  devleti" "Karahanlılar Devleti'nin devamı olarak gösterilmiştir. 13. asırda kurulan İlhanlılar Devletini  11. asırda siyasî hâkimiyeti biten ve 12. asırda sülâlesi ortadan kalkan Karahanlılar'la birleştirmek için  insanın kara cahil olması lâzımdır. Kendisinden ders alan bütün talebe şahittir ki Ahmet Bey her hangi  bir eski metni okuyup anlamaktan acizdir. Hele aruzu katiyen bilmez. Türkçe "suna" ile Rusça "sonia"  (kadın adı)yı birleştirmek gibi yaptığı gülünç iştikakları bir tarafa bırakırsak bile "bilemeyince atmak"  düsturu ile bu iş yürümez. Denilebilir ki Köprülüzade’nin en berbat eseri Caferoğlu Ahmet Beydir.    Reşer Efendi: Arap edebiyatı tarihi müderrisi olan bu zat bir Alman Yahudisidir. Fakat Ramazanlarda  bazen oruç tuttuğuna bakarak kendisinin Müslüman olduğunu söyleyenler varsa da, bunun Arapça’da  kendisine çok büyük yardımları dokunan Beyazıt kütüphanesi müdürü İsmail Saip Efendinin  teveccühünü kazanmak için yapılmış bir tabiye olduğunu temin edenler de vardır. Bu müderrisin  Türkçe eseri yoktur. Çünkü Türkçe’yi Fazıl Nazmi Bey kadar da konuşamıyor. Fakat Almanca neşriyatı  çoktur ve iyidir. Fakat eserlerini yalnız yetmiş nüsha bastırdığından ve satılığa çıkarmayıp yalnız  muayyen kütüphane ve bayilerle mübadele yaptığından bu eserleri görmek her kula müyesser olmaz.  Talebesine verdiği dersler bir Arap edebiyatı tarihi olmaktan ziyade bir "Arap şairleri biyografisi"  mahiyetindedir. Reşer Efendinin buradaki bir vazifesi de nadide yazma kitapları toplayıp Almanya’ya  göndermektir. Almanca’da "sch" şeklinde üç harfle yazılan "şe" harfi için Türklerin bir tek "ş" harfini  kabul etmelerini de Türkler’in en büyük muvaffakiyeti saymaktadır.    Ali Muzaffer Bey: 17 yıllık hocadır. Kitap, makale veya makalecik şeklindeki eserlerinin adedi: 000. [2]    Görülüyor ki darülfünunun hocaları arasında Ali Muzaffer Bey Amerikanvarî bir rekor kırmıştır.  Halbuki biz öyle zannediyoruz ki bu kürsüye "Zaro Ağa" bile getirilseydi 17 yılda bir iki eser, hiç  olmazsa öteki hocalar gibi bir lise kitabı yazardı.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 84 



  Bu neticeye göre şu tasnif kendiliğinden doğuyor.    Atsız Mecmua, 1932, Sayı: 17    [1] Şerif Bey, Giritli olmak dolayısıyla vâkıf olduğu Rumca’dan başka Fransızca’yı bir Fransız kadar bilir. Fakat buna mukabil  Türkçe’yi pek iyi bilmediği, bu kitabın tercümesine koyduğu isimden anlaşılıyor.    [2] "Balkanlarda içtimaî ilimler" diye İngilizce çıkan bir kitapta kendisine birkaç eser isnat olunuyorsa da aslı yoktur. 



   



ESERİ OLMAYAN EŞSİZ (!) PROFESÖRLER     Üniversiteler, milletlerin beyni olmalıdır. Çünkü orası en seçkin bilginlerin, araştırıcıların toplandığı  yerdir. Türkiye'de böyle düşünüldüğü için üniversitelere muhtariyet verilmiş, öğretmeni ve  öğrencisiyle üniversite seçkin bir çevre olarak tanınmıştır.    Fakat gerçek hiç de böyle değildir. Üniversitelerde gerçek bilginler ve araştırıcılar pek azdır.  Profesörlük bir ilim unvanı değil, bir kazanç sertifikasıdır.    Üniversite tüzüklerine göre profesörlerin birkaç dil bilmesi, orijinal eser sahibi olması, inceleme için  Avrupa'ya gittikten sonra bilgi kazancını belirtecek bir rapor veya etüt hazırlaması lazımdır. Ama  nerede? Üniversite profesörleri hoca değil, tüccardır. Kendini bilim alanına vermiş sekiz on kişinin  dışında, Avrupa’dan bilim ve bilgi değil, başta araba olmak üzere, geçer akça mal getirmektedir.  Orijinal esere gelince Edebiyat Fakültelerindeki birkaç kişinin eserleri dışında ortaya konan kitaplar,  yine kazanç vasıtası olan ders kitaplarıdır. Öğrencisi gayet kalabalık olan Hukuk ve Tıp Fakültelerinde  astronomik fiyatlarla satışa çıkarılan bu kitaplar bayağı birer derlemeden ibaret olduğu halde tükenip  sahibine kazanç sağlar ve zavallı Hukuklu ve Tıbbiyeli de güç bela edinebildiği veya iğreti olarak  okuduğu bu kitaplarla sınıfını geçmeye çabalar, durur.    Üniversiteler muhtardır. Oraya polis bile izin almadan giremez. Oraya yalnız profesörlerin maddî  menfaati girer. Profesör, klinik şefi ise klinikteki yatak sayın profesörü özel muayenehanesinden  geçer. Özel muayenehane ebedî çalışma halindedir. Sayın profesör inceleme için Avrupa'ya gittiği  zaman asistanlar tarafından işletilir ve asistanların muayene ettiği hastalardan alınan ücreti kendisine  mal etmekte profesör hiçbir ahlâkî sakınca görmez.    Sayın Hukuk Profesörleri 2000 kişiye birden ders verecek kadar bilim ve hatta dehâ sahibidirler.  Haftada dört saat dersi olan bu dâhiler, şu 2000 garibi dörde bölerek 500'er kişilik guruplara ayrı ayrı  ders vermeyi ve o hengâmeyi birer sınıf haline getirmeyi bir türlü düşünemezler. Hayır, düşünmesine  düşünürler ama bunun için ayrı ücret beklerler. Çünkü haftada 8 veya 12 saat ders verirlerse,  dışarıdaki hukuksal danışmadan gelecek kazanç baltalanacaktır.    Mühendis profesörlere gelince, onlar memleketi imar ve inşa ile o kadar meşguldürler ki, resmî  makamları olan odaları bile dışarıya yapılan projelerle doludur.    Ya Üniversiteler talimatnamesine göre yazılması gereken orijinal eserler? Onlar istim gibi arkadan  gelecektir.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 85 



  Yalnız maddî kazanç peşinde olup şahsî çıkarlarıyla bu derece uğraşan kimselerin ne bilim gelişmeleri  hakkındaki yeni eserleri okumaya, ne de bizzat araştırma yapıp eser vermeye elbette vakitleri  olmayacaktır.     Birkaç yıl önce, Hamburg Üniversitesi Türk Tarihi ve Türkoloji Kürsüsü profesörü olan Spuler adında  genç bir Alman bilgini İstanbul'a gelip konferanslar vermişti. Spuler, İngilizce ve Fransızca'dan başka  Türkçe, Arapça, Farsça, Rusça, Moğolca da biliyor ve bu dillerdeki yayınları asıllardan takip ediyordu.     Bilim adamı, işte böyle olur. Bizim göstermelikler arasında böyle 7 dilden vazgeçtik, 3 büyük Batı dilini  bilip de o dillerdeki yayınları takip eden kaç kişi var? Onlar ya ticaret ardındadırlar, yahut, meslekleri  ticarete elverişli olmayanlar klik yapmakla uğraşırlar.    Evet, onlar birbirleriyle gizli gizli konuşacaklar, sen benim dekanlığıma oy verirsen ben de senin  asistanının doçentliği için oy kullanırım diyecekler, sohbete benzeyen profesörler toplantısında nutuk  çekme gösterisi yaparak günlerini gün edeceklerdir. Tüccarlara muhtariyet verilir de her türlü  kontrolden uzak bırakılırsa elbette sonu budur: Kazanç için çürük mal sürerler ve halkı asla  düşünmezler.    Göstermelik profesörlerin kötü bir huyu da kıskançlıklarıdır. Değerli asistanları ve doçentleri  baltalamak için her şeyi yaparlar. Kendileri yükselemedikleri için onları alçaltmaya çalışırlar. Doğru  konuşan, yanlışları yüze vuranlardan ödleri patlar. Ömürleri boyunca ciddî bir eser veremeyen, erdem  örneği gösteremeyenlerin yapacağı iş budur.    Kıskançlığın en berbat örneğini birkaç yıl önce İstanbul Edebiyat Fakültesinde gördük: Profesörlüğe  aday üç Fransız Edebiyatı doçentinden en değerlisi, en ehliyetli ve zekisi olan, eserleriyle Fransa'da da  tanınıp en değerlisi, en ehliyetli ve zekisi olan, eserleriyle Fransa'da tanınıp takdir edilen Adile Ayda,  sırf şahsiyetinin kuvveti yüzünden profesörlüğe seçilmedi ve yanlışları açığa vurması "geçimsizlik" diye  adlandırıldı. Geçimsizlik iddiası sudan bahaneydi. Birbirlerine çelme takmak için klikler halinde sinsi  bir mücadele yapan profesörlerin, mücadelesini medenî cesaretle herkesin içinde yapan Adile  Ayda'ya geçimsiz demeleri gerçekten gülünçtü. İşin daha gülünç bir yönü de vardı: Kulis  didişmelerinde bazı Anadolucu profesörler onun Tatar olmasını âdeta tehlike diye gösteriyorlardı.  Zavallılar!... O Tatar kadar Türk olsalar, olabilseler daha ne isterlerdi? Tatar'ın, Yörük veya Türkmen  gibi, Türkler’den bir bölümünün adı olduğunu kavramayan bu profesörler Tatar'ın yerine bir Yahudi  dönmesini getirmekle nasıl bir ahlâkî gaf yaptıklarının farkına varamadılar. Bu davranış o kadar  çirkindi ki, Anadoluculuğun kurucusu olan ve Kazanlılarla Kırımlıları pek de sevmeyen merhum  Mükrimin Halil bile bu Anadoluculardan biriyle tartışmış ve: "Ne yaptığınızın farkında mısın?"  sorusuna, "Adile Ayda Tatardır. Türk olmaz!" cevabını alınca: "Kendisi olmazsa çocuğu Türk olur.  Fakat Selanik dönmesinin bin yıl sonraki torunu da Yahudidir" diye karşılık vermişti.[1]    Böyle uzun boylu tablolar çizip eskiye doğru gitmemin sebebi İstanbul’daki Edebiyat Fakültesinde  geçen ay oynanmak istenen bir oyundur. Bu oyun, Edebiyat Fakültesindeki bir kısım profesörlerini  iyice hazırlandıktan sonra, ortamı elverişli sanarak, vaktiyle aşırı solcu olduğu için Üniversiteden  çıkarılan birisini, oldu bitti ile tekrar getirme teşebbüsleridir.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 86 



  Ankara'daki Dil ve Tarih‐Coğrafya Fakültesinde doçent iken aşırı solcu davranışlarıyla huzursuzluk  yaratan dört kişi: Muzaffer Şerif, Niyazi Berkes, Behice Boran ve Pertev Naili Boratav, nihayet Maarif  Vekâleti tarafından Üniversiteden atılmışlardı. Bunlardan Pertev Naili Boratav'ın hikâyesi  diğerlerinden daha ilgi çekiciydi. Almanya'ya Sümeroloji öğrenimi için giden Pertev, orada solcu  faaliyete başladığı, solcularla düşüp kalktığı için arkadaşları tarafından önce ihtara maruz kalmış,  dinlemeyince Maarif Vekâletine şikâyet edilmişti. Müfettiş olarak giden Reşat Şemsettin Sirer  şikâyetleri doğru bulduğu için Pertev'i Türkiye'ye geri göndermiş ve önce bir lisede ambar  memurluğuna tayin edilen Pertev Naili, sonra Ahmet Kutsi Tecer gibi bazı ahbaplarının ve bazı mebus  dayılarının aracılığı ile folklor doçenti olarak Dil ve Tarih‐Coğrafya Fakültesine alınmıştı. Aşırı solculuğu  sabit olmuş bir kimsenin öğretmen yapılmasındaki yakışıksızlık ortada iken bunu düşünen çıkmamıştı.  Fakat gördüğü himayeden şımarıp işi azıtınca nihayet diğer üç kişiyle birlikte atılmış, böylelikle  mazarratına set çekilmişti. İşte Edebiyat Fakültesine getirilmek istenen Pertev Naili Boratav budur.    Edebiyat Fakültesi kurulunda teklifi ortaya atan, sosyoloji kürsüsü profesörü Nurettin Şazi Kösemihal  olmuştur. Kösemihal, sosyoloji alanının gittikçe genişlediğini ileri sürerek bu kürsünün Üniversite  dışından değerli elemanlarla takviyesini teklif etmiş ve hemen herkes bu fikri benimsemişken  Pertev'in adı söylenince profesörlerin çoğu şaşırmıştır. Çünkü o, vaktiyle folklor doçenti idi. Şimdi ise  sosyoloji profesörü olarak getirilmek isteniyordu.    Bu teklife yapılan itirazlar iki noktada oldu: 1‐Folklorla uğraşmış bir adam yıllardan sonra sosyolojiye  getirilemezdi. 2‐ Aşırı solculuğundan dolayı atıldığı için getirilemezdi.    Karşı taraf, yani Pertev Naili'yi getirmek isteyenler (ki buz gibi aşırı solcuyu getirmek istedikleri için  artık bunlara solcu cephe diyebiliriz) onun büyük bir bilgin olduğunu, Üniversitede müsamaha  göstermek gerektiğini ileri sürüp sosyal kanaatlerin dikkate alınamayacağını savundular.    Aleyhte olan (ki solcuların karşısında oldukları için bunlara da milliyetçi cephe diyebiliriz) Pertev  Naili'nin ancak folklora ait basit bir iki eser sahibi olduğunu, folklor doçenti olmanın sosyoloji  profesörü olmak için çok yetersiz bulunduğunu, solcu fikriyata sahip bir adamın getirilmesinin asla  mümkün olamayacağını, meselâ Rusya'dan bir Rus profesörünün de getirilmesinin kesin olarak  düşünülemeyeceğini ileri sürdüler ve bir Nurcu nasıl profesör olarak getirilemezse bir aşırı solcu da  öylece getirilemez dediler.    Milliyetçilerle solcular arasındaki tartışma sert ve uzun oldu. Türk Edebiyatı profesörlerinden Fahir İz  ile İngiliz Edebiyatı profesörü Vahit Turhan, solcu Pertev Naili'nin getirilmesi fikrini şiddetle ve  heyecanla desteklediler. Teklifi getiren Kösemihal ile Psikoloji Profesörü Sabri Esat ve sosyoloji  profesörlerinden Cahit Tanyol da aynı düşünceyi ısrarla savundular. Buna karşı milliyetçi cepheden  Pertevin hem ilmî yetersizliği, hem de ideoloji sapıklığı üzerinde konuşarak gelmesi aleyhinde  bulunanlar çok oldu. Sanat Tarihinden Oktay Aslanapâ, psikolojiden, Mümtaz Turhan, coğrafyadan  İsmail Yalçınlar, tarihten Zeki Velidi Togan, İbrahim Kafesoğlu, şarkiyattan Ahmet Ateş, Türkoloji’den  Ömer Faruk Akün, Mehmet Kaplan, Sadettin Buluç, Muharrem Ergin ve Ahmet Caferoğlu türlü  bakımlardan gelemeyeceğini söylediler.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 87 



  Tartışmadan sonra, düşüncesini sözle belli etmeyen, fakat tutumu ile Pertev'in gelmesi aleyhinde  bulunduğu anlaşılan dekan Vehbi Eralp nihayet oya başvurdu. Pertev Naili'nin gelmesi lehinde oy  verenler şunlardı:    1‐Nurettin Şazi Kösemihal (Sosyoloji)    2‐Fahir İz (Türkoloji)    3‐Vahit Turhan (İngiliz dili)    4‐Sabri Esat Siyavuşgil (Psikoloji)    5‐Cahit Tanyol (Sosyoloji)    6‐Macit Gökberk (Felsefe)    7‐Halet Çambel (Arkeoloji)    8‐Mina Urgan (İngiliz dili)    9‐Cemal Tukin (Tarih)    10‐Besim Darkot (Coğrafya)    11‐Adnan Benk (Fransız dili)    12‐Refia Semin (Pedagoji)    13‐Süheylâ Bayrav (Fransız dili)    14‐Bedia Akarsu (Felsefe)    15‐İsmail Tunalı (Felsefe)    16‐Tatyana Moran (İngiliz dili)    17‐Arif Müfit Mansel (Tarih)    18‐Jale İnan (Arkeoloji)    19‐Takiyettin Mengüşoğlu (Felsefe)    20‐Şâra Sayın (Alman dili)    21‐Nermi Uygur (Felsefe)  www.atsizcilar.com   



Sayfa 88 



    Bu 21 kişilik listenin tahlili, doğrusu, çok ilgi çekici sonuçlar verecek değerdedir. Tatyana, Türk’le evli  bir Rus kadını olduğu gibi aralarında üç kişi aşırı solcudur. Hele 21'lerin etnik bölünümü pek hoştur.  İçlerinde üç Selanik Dönmesi (yâni Yahudi) 1 Arap, 1 Arnavut, 1 Boşnak, 1 Kürt, 1 Rus bulunması, 1  kişinin de soyadı kanunundaki hükümlere rağmen Rumca soyadı taşıması ibret verici manzaradır. Hele  yetmiş iki buçuk milletin tamamlanması şartmış gibi Üniversite öğreticileri arasında bir Moskof  kadınının bulunması tarihî bir olaydır. İşin ibret verici bir yönü de bugün Pertevin gelmesi lehinde oy  veren Macit Gökberk'in vaktiyle onu komünist faaliyetinden dolayı şikâyet eden öğrenciler arasında  bulunmasıdır. Edebiyat Fakültesindeki 9 kadın öğretim üyesinden 8'inin solcularla işbirliği yapması da  ayrıca üzerinde durulacak bir noktadır.    Bu oylamanın en büyük sürprizi Fahir İz'in solcularla yaptığı işbirliği olmuştur. Fahir İz'i kimse böyle  bilmiyor, tanımıyordu. Herkes kendi kendisinden sorumlu olmakla beraber, onun, Mahir İz gibi  sağlam karakterli, milliyetçi ve mukaddesatçı bir öğretmenin kardeşi olması derin üzüntü yaratmıştır.  Fahir İz'in bu davranışı hangi kulis taktiğinin ve hangi klik menfaatinin sonucu olursa olsun bu  oylamadan sonra herhalde iki kardeşin arası açılacaktır.    Solcuların sağladığı 21 oydan sonra dekan, Pertev Naili'nin getirilmesi aleyhinde olanların oylarını  saymaya başladı. Aleyhte olanlar şunlardı:    1‐Oktay Aslanapa (Sanat Tarihi)     2‐Mümtaz Turhan (Psikoloji)    3‐Ömer Faruk Akün (Türkoloji)    4‐Zeki Velidi Togan (Tarih)    5‐Mehmet Kaplan (Türkoloji)    6‐Sadettin Buluç (Türkoloji)    7‐Muharrem Ergin (Türkoloji)    8‐Ahmet Ateş (Şarkiyat)    9‐Ahmet Caferoğlu (Türkoloji)    10‐İsmail Yalçınlar (Coğrafya)    11‐İbrahim Kafesoğlu (Tarih)    12‐Cavit Baysun (Tarih)    13‐Şahabeddin Tekindağ (Tarih)  www.atsizcilar.com   



Sayfa 89 



    14‐Münir Aktepe (Tarih)    15‐Faruk Timurtaş (Türkoloji)    16‐Ahmet Ardel (Coğrafya)    17‐Necdet Tunçdilek (Coğrafya)    18‐Sırrı Erinç (Coğrafya)    19‐Hamit İnandık (Coğrafya)    20‐Afif Erzen (Tarih)    21‐Sabahat Atlan (Tarih)    22‐Tahsin Yazıcı (Şarkiyat)    23‐Semavi Eyice (Sanat Tarihi)    24‐Bahadır Alkım (Klâsik filoloji)    25‐Zafer Taşlıklıoğlu (Yunan dili)    26‐Faruk Perek (Lâtin Dili)    27‐Fikret Işıltan (Tarih)    28‐Nihat Keklik (İslâm Tetkikleri)    29‐Beylan Toğrol (Psikoloji)    30‐Adnan Pekman (Arkeoloji)    31‐Sençer Tonguç (İngiliz dili)    Solcuların 21 oyu, oylama sırasında toplantıda bulunmayan ve Pertev Naili lehinde rey veremediği için  eseflenen tarih profesörü Tayyip Gökbilgin'in de katılmasıyla yarın 22'ye çıkabilecektir. Bu muhteşem  soyadının sahibi İslâm Ansiklopedisinde yazdığı çok sathî maddelere rağmen Moskoflar tarafından  övülen biricik Türk tarih bilgini (!)dir. Zaten solcu listede orijinal eser vermiş adam bulmak hemen  hemen imkânsızdır. Bunlar ders kitapları müellifleridir. Aralarında Zeki Velidi Togan, Cavid Baysun,  Kafesoğlu, Ahmet Ateş, Ceferoğlu, Aslanapa, Semavi Eyice, Faruk Timurtaş, Muharrem Ergin vesaire  gibi orijinal eser veren, yani bilime yeni değerler katan ve Türk kültürüne yararlı olan tek kişi yoktur.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 90 



  Son zamanlarda basında çok görülen, İmam‐Hatip okulları, Yabancı okulları ve liselerin yetersizliğine  dair haklı tenkitleri daha büyük ölçüde Üniversite için söylemek yerinde olur.    Devlet tarafından kurulmuş olan, bütçesi devletçe sağlanan Üniversiteler, kafası işlemeyen ve millî  şuuru bulunmayan yetersiz hocalar, akıllarına esince oraya her zararlı adamı soksun diye yaşatılmıyor.  Bu göstermeliklere fırsat verilirse bugün Pertev Naili yarın Niyazi Berkes, öbür gün Behice Boran  derken sıra Pavlof ve Konriloflara gelecektir. Üniversite muhtariyeti ve fikir hürriyeti, milleti yok  etmek muhtariyeti ve vatanı yıkmak hürriyeti değildir. Bir millet, bir vatan, kazma kürekle değil, onun  düşmanlarını su başına yerleştirmekle yıkılır. En sağlam gövdenin yıkılması, ciğere yerleşen küçük bir  koli basili ile başlar.    Bilim, özgürlük, anayasa, demokrasi teraneleri arasında korkunç baltalamalar var. Uyanalım... Artık  uyanalım...    ÖTÜKEN, 16 Temmuz 1964, Sayı: 7    [1] Adile Ayda somatik olarak Türk ırkının tam örneklerinden biri olduğu gibi şuur ve ülkü bakımından da tam bir Türk  olduğunu, Anadolucu profesörlerin miskin bir tevekkül içinde sustukları, vicdanî kanaatlerini yakınlarına ancak fısıldayarak  söyledikleri kritik zamanlarda Türk milliyetçileri lehindeki yazılarıyla ispat etmişti. 



   



MANTIK ŞAHESERLERİ     Halk Partili üç mebus, Bülent Ecevit, Ali İhsan Göğüs ve Coşkun Kırca, Millet Meclisi Başkanlığına bir  kanun teklifi sunarak "Bakanlar Kurulunun yabancı memleketlerde basılmış eserlerden sakıncalı  bulduklarını yurda sokmama yetkisi"nin kaldırılmasını istemişler. Bu yetki anayasada kabul edilen  hürriyetlerle bağdaşmıyormuş.    Adalet Partili mebus Gökhan Evliyaoğlu da kendi partisinin Meclis Grubu Başkanlığına verdiği  önergede Halk Partililerin bu teklifini "olumlu" diye vasıflandırdı.    Bu dört mebustaki mantık mekanizması ibretle tahlile değer niteliktedir. Demek ki Türkiye aleyhinde  de olsa Bakanlar Kurulu hiçbir eserin memlekete girmemesi için karar veremeyecektir. Meselâ Kıbrıs  davasında Yunanlıların haklı bulunduğunu, Hatay'ın Suriye'ye verilmesi gerektiğini, Atatürk ün  ahlâksız bir sarhoş ve Türk milleti'nin soysuzlaşmış bir sürü olduğunu da savunsa o eser Türkiye'ye  girecektir. Bakanlar Kurulu "giremez" dedi mi, anayasaya aykırı davranmış olacaktır.    İşte, hürriyet yobazlığının insanları nereye kadar düşürdüğüne ait şaheser örnekler...    Acaba dünyanın herhangi bir yerinde bu kadar sınırsız bir hürriyet var mı? Din uğruna bazen bilim  gerçeklerini bile yasaklayan medenî ülkeler yok mu? Bu türlü eserlerin Türkiye'ye sokulmasıyla  kaybımız ve sokulmasıyla kazancımız ne olur?    Türkiye'de bir Atatürk Kanunu, bir Tedbirler Kanunu varken ve kimse bunlara ses çıkarmazken sen tut,  dışarıda basılan eserler yurda girsin diye teklif yap. İşte lâf kıtlığında asma budamak diye buna derler.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 91 



  27 Mayıs 1960'dan beri bir "anayasaya aykırı" tekerlemesi çıktı. O zaman bir ortaokulun haylazları  kendilerini döndüren öğretmenin bu hareketini anayasaya aykırı bulmuşlardı ya, bu her iki anlamı ile  bay mebusların önergeleri de zihniyet bakımından bundan pek farklı değil.    Bakanlar Kurulu bir bekçiler kurulu mudur?Bu kurul, Türkiye'ye zararlı yayınların girmesini  önleyemeyecek olduktan sonra neye yarar? Özgürlük, mözgürlük, hepsini anladık... Fakat bunun sınırı  yok mu? Elbette var. Var ama o sınırı kanunlar değil, insanların beyni, düşüncesi, vicdanı ve ahlâkı  çizer. Özgürlük diye Türkiye'de ne komünist propagandası yapılabilir, ne poliandri derneği kurulabilir,  ne de sokaklarda çıplak olarak gezilebilir.    Türkiye'de Atatürk'ün aleyhinde yazılamadığı gibi İsrail'de Filistin'in Araplar'a geri verilmesinden,  hürriyetçi Amerika’da da İsa'nın gayrı meşru bir çocuk ve Meryem'in zâniye olduğundan bahsedilmez.  Çünkü hürriyetlerin şartı, zemini, zamanı ve toplumun çıkarına uygunluğu ilkesi vardır. Onu aştın mı  hürriyet yobazı olursun.    Hürriyet, güneş ışınları gibidir. Çoğu insanı çarpar, hattâ öldürür.    Şu mebuslar ne şahane sosyal demokratlar!... Vitamin eksikliğinden zayıf düşmüş bulunan Türkiye'ye  bütün vitaminleri birden yutturarak onu bir anda diriltmek istiyorlar. Bunu yaparken zavallı zayıf  Türkiye'yi ölümün kucağına atacaklarını hesaplayamıyorlar.    Herhalde beyinleri anayasaya aykırı da ondan.    6 Mayıs 1965, Ötüken     



YALAN     Hâmit Şevket, ömrünün kışını yaşayan, belki kırk yıllık bir hukukçudur. Bilhassa milletvekili olduktan  sonra bir hukukçunun tartılı ve ölçülü konuşması, delilsiz iddialarda bulunmaması, vatandaş şeref ve  haysiyetini düşünerek söz söylemesi lâzımdır.    1944 Mayıs’ında, komünist Sabahattin Ali’nin aleyhime açtığı dâva Ankara mahkemesinde görülürken  Savcı Hadi Tan, çok genç olmasına rağmen, Hamit Şevket gibi ihtiyarlara ebedî ders olabilecek bir  iddia serdetmiş; "Biz hukuk ve kanun adamları idama mahkûm insanların bile haklarını korumağa  mecburuz." demişti.    1951 Mayısında ihtiyar Hâmit Şevket millet meclisinde herhangi bir tartışmayı mutlaka kazanmak hırsı  ile konuşurken benim için "Hitlerimize tâbi adam" tâbirini kullanıyor ve benim "Sarhoşlar Gecesi" adlı  eserimden bahsediyor.    "Sarhoşlar Gecesi" adında bir eserim yoktur. Fakat Hâmit Şevket bana bu isimde, yahut "Bunaklar  Gecesi" isminde bir eserin ilhamını verebilir.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 92 



  Hâmit Şevket, meclisteki beyanatında şöyle diyor: "Nihal Atsız’la Bulgaristan hududunda öldürülen  Sabahattin Ali arasında bir hakaret dâvası vardı. Bana dediler ki: Milliyetçi ateşîn bir genç olan bu  adamın dâvasını senin gibi milliyetçilik yolunda anılmış bir avukata vermek istiyoruz, bunu al. Ben de  (Memnuniyetle !) dedim ve vekâletini deruhte ettim."    Bu sözler yalandır. Benim dâvamı ikimiz de milliyetçi olduğumuz için almış değildir. Hâmit Şevket’le  aynı yolun yolcusu olamam. O milliyetçi ise, mutlaka ben değilimdir. Onun milliyetçi olduğu  hakkındaki rivayeti de yalnız kendisinden menkûldür. Bu memlekette onu milliyetçi diye tanıyan  kimse yoktur.    Vekâletimi bırakmış olması da benim ırkçı olduğumu öğrendiği için değildir. Vekâletimi terk ederken  bana bir mektup yazarak, "bazı itimat ettiği dostları"nın kendilerine benim Irkçı ve Turancı olduğumu  bildirdiklerini yazmıştır. Millet Meclisindeki beyanatında ise bunu kendisine bir komşusunun  bildirdiğini söylüyor. Hangisi doğru? Hiçbiri değil... Bu itimat ettiği dostlar ve komşu hakikatte Falih  Rıfkı idi, ve Hâmit Şevkete Çankaya’nın emrini bildirmişti, işte hakikat budur. Hâmit Şevket bu emri  yerine getirdi ve benim vekâletimi bıraktığını Falih Rıfkı'nın gazetesinde tantanalı bir şekilde ilân  etmek gibi avukatlık ahlâkının asla kabul etmeyeceği bir küçüklükte bulundu.    İşte şimdi bu küçük ihtiyar, aradan yedi yıl geçtiği, ben askerî mahkemeden beraat kararı almış  olduğum halde, yine bana "Hitlerizme tâbi bir insan" diye saldırıyor, yine ölçüsüz konuşarak, aklınca,  başımı belâya sokmak istiyor. Belâdan çekinmiyorum, ve belânın "erbabı istihkak" aradığını, Hâmit  Şevket gibilere gelmek tenezzülünde bulunmayacağını biliyorum.    Buna rağmen, "Hitlerizme tabî bir adam" tâbiri beni iğzap ediyor. Onun Hitlerizme tâbi dediği adam  vaktiyle:    Tanıyoruz Atilla’dan beri Cermeni,     Farklı mıdır Prusyalı yahut Ermeni?     Senin dostun Cermanya'ya biz Nemse deriz;     Bir gün yine Beç önünde düğün ederiz.    ve:    Yine Batılıların Üçüncü Kosova'da     Topraklara sereriz, bir değil, birkaçını,     Çekilince kılıçlar yeniden Haçova'da     Paramparça ederiz Cermenliğin haçını.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 93 



  mısralarını yazmış, 1941'de yazıp mahkeme tahkikatına kadar herkese meçhul kalmış olan  vasiyetnamesinde Almanlarla İtalyanları da millî düşmanlar arasında oğluna saymış olan adamdır.    Hâmit Şevket bunları biliyor mu? Bilmiyorsa benim Hitlerizme tâbi bir adam olduğuma nereden  hükmeder? Saçlarım benzermiş... Bu ahmakça iddia yıllardan beri birçok budalalar tarafından  aleyhimde delil gibi kullanıldı. Hattâ evimde Hitlerin resminin asılı olduğu bile söylendi.    Ben, dışardan gelmiş hiç bir fikri kabul etmeğe tenezzül etmeyecek kadar millî gurur ve şuura sahip  olduğumu, içtimaî mezhebimin Türkçülük olduğunu vaktiyle yazarak ilân ettim. Daha ne yapabilirim.  Saçım Hitlerinkine benziyormuş diye beni Hitlerci sanacak kadar budalalık gösteren binlerce, belki on  binlerce zavallıya ayrı ayrı mektup yazamam ya...    Hâmit Şevket asla unutmasın ki bu vatana bağlılıkta kendisini benimle bir tutamaz. Çünkü ondan fazla  olarak ben bu toprağa ecdadımın kanı ve hâtırasıyla bağlıyım.    ORKUN, 25 Mayıs 1951, Sayı: 34     



MİLLİ ŞEFİN BERGÜZARI     İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olduğu zaman bunu müspet karşılayanlardan biri de bendim. O sıralarda  yabancı basından bizim gazetelere aktarılan bazı haberlerde Türk Devlet Başkanlığı adayları arasında  Şükrü Kaya gibi isimlerin de bulunması cidden ürkütücü ve düşündürücü idi.    1938'de benim istiklâl Savaşı ve Cumhuriyet çağı hakkındaki bilgim, şüphesiz çok az olduğu için, İsmet  Paşa'nın Filistin bozgununda 2000 kişilik kolordusunu[1] düşmana bırakıp tek başına kurtulduğunu,  İstiklâl Savaşına nasıl katıldığını, İnönü savaşlarının tafsilatını, Eskişehir‐Kütahya bozgununu bilmiyor,  bu sebeple mutedil bir devlet adamı diye bildiğim İsmet Paşa'yı o mevkie lâyık görüyordum.    Devlet Başkanı olduğu zaman Meclis'te söylediği ilk nutku, o zaman öğretmeni bulunduğum bir özel  lisenin salonunda radyodan dinlemiştim. Celâdetli ve millî ruhu okşayıcı bir nutuktu. Fakat Atatürk'ün  adı dahi geçmiyordu.    Tabiî, bunun saklanamamış bir hıncın sonucu olduğunu o zaman bilmiyordum. Fakat birkaç gün  sonraki nutuk, havayı değiştirdi. Atatürk göklere çıkarılıyor, İsmet İnönü ona: "Eşsiz Kahraman  Atatürk! Vatan sana minnettardır" diye hitap ediyordu.    Hemen o günlerde yayılan bir söylentiye göre bu sözler Meclis ve Ordudaki Atatürkçülerin öfkesini  gidermek için söylenmişti.    İnönü, mevkiini berkittikten sonra yeni seçime gitti. 3 Nisan 1939'da yapılan yeni seçimle kendi  adamlarından birçoğunu Meclise soktuğu gibi Şükrü Kaya,Tevfik Rüştü gibi Atatürk bendelerini ve  onun muhafızlığını yapan Cevat Abbas, Kılıç Ali, Recep Zühtü vesaireyi Meclis dışında bıraktı[2]. Yani  bir ileri, bir geri adım atarak kendi taktiğini uygulamaya başladı.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 94 



  Bu arada ben resmî okullardan uzaklaştırılmış olarak özel liselerde öğretmenlik ediyordum.  Haksızlıktı. Profesör Mükrimin Halil, bizzat İsmet Paşa’ya yazarak bu haksızlığın giderilmesini istememi  tavsiye etti. Aşın bir Anadolucu olan Mükrimin Halil, Anadolulu olan İsmet Paşa’ya çok taraftar  gözüküyor, bu haksızlığı mutlaka tamir edeceğini söylüyordu. İsmet İnönü hakkında henüz benim de  duygularım lehte olduğu için taahhütlü bir mektupla durumu kısaca bildirip haksızlığın tamirini  istedim. Bir şey çıkmadı[3].    Zaman İnönü'nün iç yüzünü yavaş yavaş ortaya koyuyor, ona ümit bağlayanlar hayal kırıklığına  uğruyordu[4].    Millî Şefin bundan sonraki durumu, tutumu, yaptıkları bilindiği için tekrarına lüzum görmüyorum.  Zaten bugün Millî Şef artık çekilmiş, silinmiş ve milletin büyük çoğunluğunda çok olumsuz intibalar  bırakarak kaybolmuştur.    Kaybolmuştur ama kendisini hatırlatacak bir taş dikmeyi de ihmal etmemiştir. Millî Şef’in millete  bergüzarı olan bu taş, şimdi Cumhuriyet Halk Partisi'nin başında bulunan Bülent Ecevit'tir.    Bülent Ecevit'i yetiştiren İsmet İnönü'dür.    Başbakanlık ettiği üç koalisyon kabinesinde, 20 Kasım 1961 ile 20 Şubat 1965 arasında 3 yıl, 3 ay  Bülent Ecevit'i Çalışma Bakanlığı'nda tutarak yurtta solculuğun gelişmesine hayli yardımda  bulunmuştur.    Acaba Millî Şef; hani çok zekî olduğu söylenen, hafızasının kuvveti göklere çıkarılan İnönü, Bülent  Ecevit'in kafa içi şemasını bilmiyor muydu? "Partimiz sosyalist değildir. Çünkü sosyalizm milliyetçi  değildir. Biz ise milliyetçiyiz." diyen İsmet Paşa, partisinin genel sekreterliğine getirdiği adamın  milliyetçilik aleyhtarı olduğunun farkında değil miydi? Cumhurbaşkanlığı sırasında Hasan Ali'yi Millî  Eğitim Bakanlığı'nda tutarak (8 yıl) bugünkü komünizmin tohumlarının atılmasına sebep olduğu gibi,  Bülent Ecevit'i de Çalışma Bakanlığı'nda tutmasının sebebi mi vardı? Yoksa bunlar tesadüf mü idi? Biri  öğretmenlerle öğrencileri, biri de işçileri milliyetçilikten koparmaya çalışan bu iki kişiyi bu kadar  koruyan İnönü'nün anladığı milliyetçilik, herhalde nev'icad, belki de Çankaya'daki kimya  laboratuarında keşfedilmiş, kimsenin bilmediği bir milliyetçiliktir.    Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk tarafından, biri de milliyetçilik olan 6 umde ile kurulmuştu. İsmet  İnönü parti başkanlığı sırasında milliyetçilik umdesinin kaldırılması cihetine gidemedi ama  milliyetçiliğe en büyük darbeyi vurdu. Köy Enstitülerinin komünist yuvası haline gelmesine göz  yumduğu gibi 1944'te Türkçüler'e karşı açılan Haçlı Seferinin başkomutanlığını da bilfiil yaptı.    Yetiştirip Türkiye'ye armağan ettiği Ecevit ise milliyetçiliğe cephe almıştır. Nitekim son kongrelerinde,  Halk Partisi'nin milliyetçi olduğunun tüzüğe geçirilmesi hakkındaki takriri hasır altı etmiştir. Fakat asıl  mühimi, Anayasa değişikliği hakkında partilerin fikrini soran hükümete verilmek üzere hazırlanan  cevaptır.    Halk Partisi şu teklifleri kabul etmiyor:    www.atsizcilar.com   



Sayfa 95 



  1) Anayasa'nın ikinci maddesine "milliyetçilik" deyiminin konulmasını;    2) Anayasa'ya, sınıf kavgasını kesin olarak önleyecek madde konulmasını;    3) Anayasa'ya Türk Bayrağı'nın ve İstiklâl Marşı'nın konulmasını;    4) Tabiî senatörlüğün kaldırılmasını[5] .    Demek ki, Türk Devleti'nin milliyetçi olmasını kabul etmiyor. Bunun mefhûm‐ı muhalifi  beynelmilelciliktir. Dünyada komünist ülkelerden başka beynelmilelci olduğunu ileri süren devlet  yoktur.    Sınıf kavgalarını önleyecek maddeyi de istemiyor. Demek ki, sınıf kavgasını istiyor. Sınıf kavgası  kimlerin şiarıdır?    Türk Bayrağı ile İstiklâl Marşı'nın Anayasaya girmesini istememek bunları günün birinde kolaylıkla  değiştirebilmek arzusundan doğar. Acaba sayın Bergüzar Türk Bayrağı yerine hangi bayrağı ve İstiklâl  Marşı yerine hangi marşı düşünüyor?    Bütün bunlardan sonra tabiî senatörlüğün kalmasını istemekteki sebep kendiliğinden ortaya çıkıyor:  Tabiilerin büyük kısmı aşırı solcudur.    Fakat Bergüzar'ın marifetleri bu kadar değil. Meğer o büyük bir şairmiş de haberimiz yokmuş.    İşte belgesi:    Türk ‐ Yunan Şiiri    Sıla derdine düşünce anlarsın     Yunanlıyla kardeş olduğunu.     Bir Rum şarkısı duyunca gör,     Gurbet elde İstanbul çocuğunu.    Türkçe’nin ferah gönlünce küfretmişiz,     Olmuşuz kanlı bıçaklı.     Gene de bir sevdadır içimizde     Böyle barış günlerinde saklı.    Bir soyun kanı olmasın, varsın   www.atsizcilar.com   



Sayfa 96 



    Damarlarımızda akan.     İçimizde şu deli rüzgâr,     Bir havadan.    Aramızda bir mavi sihir,     Bir sıcak deniz     Kıyısında birbirinden güzel,    İki milletiz.    Bizimle dirilecek bir gün,     Ege'nin altın çağı.     Yanıp yarının ateşinden,     Eskinin ocağı.    Önce bir kahkaha çalınır kulağına,     Sonra Rum şiveli Türkçeler.     O Boğazdan bahseder,    Sen rakıyı hatırlarsın.     Yunanla kardeş olduğunu,     Sıla derdine düşünce anlarsın.    Ne dersiniz? Ecevit, Makaryos ve Grivas'la kardeşlik dâvasında. Bu şahane şiirin altında 1953 tarihinin  bulunması da bir acayip. O yıl, İstanbul'un 500'üncü fetih yılı kutlanıyordu. Yani biz Yunan  kardeşimizin varlığına son verdiğimiz savaşın bayramını yapıyorduk.Halbuki Bergüzar, istikbali birlikte  kuracağımızı iddia ediyor. Rum şiveli Türkçelerden bahsediyor. Rum şiveli Türkçeler ne de güzeldir ya!    Bergüzar'ın Anadolu ve Rumeli'de aralıksız dört beş asır süren bir Türk‐Rum vuruşmasından galiba hiç  haberi yok. Son 150 yıldan beri de bu savaşın tekrar başladığını ve çok kanlı, korkunç, onlardan gelen  vahşiyane bir sertlikle devam ettiğini de herhalde bilmiyor. Bilse, asırlarca süren savaşın kana, beyine,  gönüle işlediği düşmanlığın silinemeyeceğini anlar. Kıbrıs'ta, banyo içinde öldürülen ve bir Türk  doktorunun çocukları olan üç güzel masum yavrunun hâtırasını bir an düşünse bu tekerlemeyi  www.atsizcilar.com   



Sayfa 97 



  yazmaz. Tarihi biraz kavramış bulunsa, dostluğun ve ittifakların milletler değil, hükümetler arasında  kurulduğunu kabul eder.Millî duygusu olsa milletleri ayakta tutan sebepler arasında millî kinin ne  kadar ehemmiyetli olduğunu idrak eder.    Evet, milletlere millî kin de lâzım.Çünkü öteki millet sana düşmandır.Seni yok etmek için açık veya gizli  programını uygulamaktadır.O böyle yaparken senin dost olacağım diye göstereceğin gaflet millî  hayatına mal olur.    Türk'le Moskof,Türk'le Yunanlı,Arap'la Yahudi Alman'la Polonyalı ve daha niceleri dost olabilir mi?  Hani "birleşmiş milletler ideali çevresinde toplanan, antlaşan milletler?".Her millî menfaat mutlaka  başka bir millî menfaati törpüler.Kendi menfaatinin zedelenmesine de hiç kimse müsaade  etmez.Böyle olunca da çatışmalar sonuna kadar devam eder.    Barış ve dostluklar, kıran kırana maçların dinlenme saniyeleridir. Tabiat kanunu da, sosyal kanun da  budur. Bu kanunlar bütün açıklığı ile ortada iken Türk Yunan kardeşliğinden bahsetmek Türkler’i millî  uykuya davetten başka nedir?    Bergüzar buna şüphesiz "hümanizmdir" diye cevap verecek.    Ne büyük hümanizm, ne heybetli kardeşlik mefkuresi!..    Buda bile bu hayale kuruntu diyemez,tokat yiyince öteki yanağını uzatmayı tavsiye eden İsa bile bu  kadar insaniyetçi olamazdı.Yunus Emre ve Mevlânâ bile bu derece hümanist değillerdi.Beşeriyetin  büyük evlâtları (!) Karl Marks ve Lenin bile bu kadar ileri gitmemişlerdi.    İşte Millî Şefin bergüzarı... Aklı evvellerin "yarınki başbakan" diye alkışladıkları genel başkan.    Millî Şef böylece,Türklüğe koca bir aşırı sosyalist parti bırakarak gidiyor .Ne de "Millî" Şef imiş.    Milliyetçiliğin,bayrağın,millî marşın anayasaya girmesine muhalif olan bir parti yaşayacak olduktan  sonra zavallı Behice Boran’ın günahı neydi? Hiç olmazsa, o,gençliğinde güzel,şimdi de çirkin olmayan  bir Tatar kadını idi ve her halde Türk Bayrağı'nın Anayasaya girmesine muhalefet etmeyecekti.    ÖTÜKEN 1972‐106 Sayı    [1] Filistin Cephesinde üç ordudan kurulu Yıldırım Ordularının savaşçı asker mevcudu 40.000 kişiydi. Bu arada kolordular da  2.000 kişiye kadar düşmüştü. Yani İnönü gerçekte kolorduya değil, zayıf mevcutlu bir alaya komuta ediyordu.    [2] Bunlardan Cevat Abbas'a gizli ödenekten aylık bağlandığım, Cevat Abbas öldüğü zaman miras işlerine bakan, benim de  avukatım olan Afif Şakir söylemişti.    [3] İnönü'ye bundan sonra uzun bir mektubum daha vardır. Tamamıyla devlet işlerine ait olan bu mektup bir takım  tekliflerden ibaretti ve en mühim noktası Devlet Başkanı öldüğü veya çekildiği zaman onun yerini alacakların yüksek  kademelerdeki belirli beş kişi arasından seçilmesi teklifiydi. Başkanlık ihtiraslarının önlenmesi için ileri sürülmüştü.    [4] Hele büyük memleket gezisinde halkla yaptığı temaslarda köylülerle, işçilerle ipe sapa gelmez konuşmaları çok basitti. O  zamanki gazetelerde bunlar tafsilatıyla vardır. 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 98 



    [5] Bunlar ve diğer acayip teklifler Milliyet'in 20 Eylül 1972 tarihli sayısında sıralanmıştır. 



   



MUSTAFA İSMET VE KIZILLAR     Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nın Radyo'da birkaç kere okunan, gazetelere de geçen bildirisi, iki yıl  önce intihar ettiği ileri sürülen "Dursun Önkuzu" adlı milliyetçi öğrencinin ölümündeki korkunç  gerçeği aydınlığa çıkardı.    Sıkıyönetimin aralıksız olarak yakalamayı başardığı komünistlerden birisinin itirafına göre Dursun  önce kaçırılarak feci şekilde dövülmüş, sonra bilek damarları kesilmiş ve daha ölmeden ağzına sokulan  lâstik boruya pompa ile hava verilmek suretiyle, şüphesiz akciğerleri patlayarak, korkunç şekilde  öldürülmüştür. Sonra da, ölüme intihar süsü vermek için okulun üçüncü katından aşağı atılmıştır.    Bu kadar alçakça bir cinayet, zannederim, artık Rusya'da bile işlenmemektedir. Bunu yapanlar vicdanı,  beyni, gönlü satılmış, belki de Türk soyundan olmayan soysuz vatan hainleridir.    Bir fikir savaşını bu hâle getirmelerine bakarak bunlardaki fikrin ne olduğu artık pek kolayca  anlaşılabilir. Bunların yanında, hapishaneleri dolduran âdi caniler birer evliya kadar masum veya  kahraman gibi asil kalmaktadır.    "Dursun" milliyetçi olduğu için öldürülmüştür. Kinin son haddine vardığı bir anda birisi, ötekine bir  kurşun sıkarak veya bir hançer vurarak öldürebilir. Bu da bir cinayet ve her cinayet gibi vahşet  olmakla beraber insana kendisini ve şuurunu kaybettiren bir öfkenin sonucu diye bakmak belki  mümkün olur. Fakat ancak Mao'nun Çin'indeki iki bin yıllık profesyonel işkence metotlarına yaraşacak  şekilde ciğerleri pompa ile parçalayarak soğukkanlılıkla adam öldürmek, insanlığı değil, hayvanlığı ve  hayvanları bile utandıracak bir alçaklıktır.    Bu alçaklığı yapanlar, 12 Mart Muhtırası'ndan önceki "eylem'lere katılan Lâtin Amerika Don  Kişotlarını taklide yeltenerek Türk Devleti'ni devirmeye kalkan, sonra da yurdumuzda bir Sovyet  Cumhuriyeti kurarak Rusya'ya eklemeye çalışan güruhun bir bölümüdür.     Bizim burada dokunmak istediğimiz nokta, bu cinayetin hesabını şüphesiz kendi hayatlarıyla ödeyecek  olan canilerden çok o canilerden ölüme mahkûm edilmiş üç kişiyi kurtarmaya çabalayan ihtiyar adam,  yani bir zamanların Millî Şefi İsmet İnönü'dür. İnönü bütün hayatında siyasî idamların aleyhinde  bulunduğu hakkında, bu trajediler arasında insanı güldürecek iddialar ileri sürerek, idamların hiçbir  meseleyi halletmeyeceğini telkine çalışmaktadır. Hoparlörü olan damadı da Türkiye'nin en dinamik  unsuru olan bu gençlerin affa lâyık olduğunu, çünkü adam öldürmediklerini öne sürmektedir. Peki,  İsrail Konsolosu ne idi? Bir apartmanda ölü bulunup katili hâlâ yakalanmayan şoför ne idi? İki İngiliz’le  bir Kanadalı mühendis ne idi? Dursun ne idi? İmamaoğlu ve Özmen ne idi?    Dinamizm bu ise bir anakonda yahut bir köpek balığı daha dinamiktir. Fakat bu dinamizm onları yılan  ve canavar olmaktan kurtarmaz. Sabık ve sakıt Millî Şef’in dediği gibi idamlar hiçbir şeyi  halletmeyecekse Talât Aydemir ile Fethi Gürcan niçin asıldı?  www.atsizcilar.com   



Sayfa 99 



    İdam bir şeyi halletmezmiş. Caniyi bağışlamak neyi halleder? Aklı ermiyorsa öğretelim: En azından,  adaleti yerine getirir ve devleti ortadan kaldırmaya kalkışanların cür’etlenmesini önler.    Bir de, siyasî suçla vatan aleyhindeki suçu birbirine karıştırmamak lâzımdır. İzmir suikastında idam  olunanların suçu siyasî idi. Bunlar iktidara geldikleri takdirde Türkiye'yi başka bir devlete peşkeş  çekecek değillerdi.    Bugün bir muarız partilinin çıkıp İsmet Paşa'yı öldürmesi de siyasî suç olur. Çünkü İsmet Paşa  öldürülmekle Türkiye, yabancı bir devletin hâkimiyetine girmez.    Fakat gazetelerin "anarşist" diye bahsettikleri komünistlerin hareketi siyasî değil, ihanet suçudur.  Çünkü sosyal düzeni bozup yüz binlerce insanı öldürdükten sonra Türkiye'yi Sovyetlere katmak  hedefini gütmektedir.    İşte, Bay İsmet İnönü'nün bağışlatmak için uğraştığı adamlar bu yaratıklardır ve Damat Efendi'nin  "adam öldürmediler" diye savunduğu kişiler de "Dursun"u cinayetler tarihine geçecek şekilde öldüren  ve Niksar'da imha edilen yahut hapishanelerde bekleyenlerin fikir ve aksiyon arkadaşlarıdır.    Azizim Bay Mustafa İsmet!    İdamdan kurtarabilirsen, ilerde, kalırsa, partiden mebus adayı çıkarmak üzere o dinamikleri al da  Pembe Köşk'te, yahut Taşlık'ta, yahut Ada'da yahut Maltepe'de bir kokteyl ver. Onlara ortanın  solundaki erdemleri anlat ve ırkçı, Turancı, kafatasçı, faşist Türkçüler'e karşı yeni bir düzen kurarak,  vaktiyle Türk‐Moskof dostluğunu kurduğun gibi (ki bunu Podgorni 14 Nisan'da sana söyledi), şimdi de  Mao ile yarınki Türk‐Çin dostluğunun temellerini at.    Kafandaki plânlarla idamdan kurtarmaya çalıştığın vatan evlâtları uğurlu, kademli olsun ve elli yıl  sonraki tarihler senin için ne yazarsa yazsın. Zaten senden sonra tufan... Sen tarih değil, kös  dinlemeye alışkınsın...    ÖTÜKEN, 1972, Sayı: 5     



ZAMAN HÜKMÜNÜ VERİYOR     Dünyanın neresine bakılırsa eski yanlışlıkların cezalandırıldığını gösteren örnekler görülüyor. "Zaman  en büyük hâkimdir" sözü çok doğru. Bu büyük hâkimin ibretle bakılacak hükümleri, özellikle şahıslara  değil de toplumlara, milletlere ait olanlarda göze çarpıyor. 6 Ekim 1973'te başlayan Dördüncü Arap‐ Yahudi Savaşı bu bakımdan çok düşündürücüdür. 80‐90 milyonluk Arap milletinin 2‐3 milyon Yahudi  karşısındaki zelîlâne durumu, biz Türkler'e hemen Birinci Cihan Savaşı'nda, tebaamız olan Arapların  ihanetini hatırlatıyor, aynı zamanda İslâm Halifesi olan Türk Padişahına karşı İngilizlerle birleşerek  ordumuzu arkadan vurmalarındaki dinî‐ahlâkî rezaleti düşündürüyor. Binlerce Türk askeri  öldürülerek, hatta "Şerif Hüseyin" geliyor diye koyun gibi boğazlanıp kurban edilerek büyük bir Arap  devleti kuracağını sananların bugünkü durumu, ihanetin zaman tarafından nasıl cezalandırıldığının en  www.atsizcilar.com   



Sayfa 100 



  parlak örneğidir. Türkler'e karşı yapılan ihanet ve vahşet yönünden Hıristiyan Ermenilerle Müslüman  Araplar arasında hiçbir fark yoktur. Türk devletine başkaldırıp Türk Milletine karşı suç işleyen Balkan  milletleriyle Araplar'ın çektikleri, daha da çekecekleri, ileriyi görmemenin, kendi gücünü  tartamamanın, iyiliğe kemlikle karşılık vermenin sonucudur. Zaman, hükmünü veriyor ve öcünü  alıyor. Türkiye'yi haritadan silmek için uğraşmış bulunan İngiltere'nin koca imparatorluğunu kaybedip  ikinci kümeye düşmesi de aynı tarihî kanunun icabıdır.    Başka milletlerin başına gelenleri bir yana bırakıp kendimize bakarsak yine ibret verici örneklerle  karşılaşırız:    1944'te Türkçüler tutuklanıp mahut 19 Mayıs nutku ile vatana ihanetle suçlandıkları zaman o devrin  tek partisi olan Halk Partisi'nin Türkçüler hakkındaki tahkikatının neticesi olan rapor, dava dosyasının  başına eklenmişti. Bu raporda Türkçüler’e isnat olunan suçlardan biri, "soyadlarını eski Türkler ve  bugünkü Macarlar gibi küçük addan önce kullanmaları", biri de "Halk Partisi ileri gelenlerinden hiçbir  yerde övücü dille bahsetmemeleriydi". Parti, kendi kendisine gelin güvey olarak başkanını Millî Şef ve  değişmez genel başkan ilân etmişti. Halk Partisi, ileri görüşten tamamen mahrum olarak kendisinin  daima iktidarda kalacağını sanıyor, Millî Şeflerinin günün birinde ne hale düşeceğini aklına bile  getirmiyordu. Millî Şefleri de, herhalde geleceği hiç sezemediği için olacak, her nutkunda partisinin  büyüklüğünden, tesirinden bahsetmeyi ihmal etmiyordu. Sonra ne oldu? Millî Şef’in sırf oy toplamak  için dehşetli bir tarihî gafletle ortanın soluna kaydırmak istediği parti aşırı sola kayarak ve en seçkin  unsurlarını kaybederek bugünkü şekline girdi. Başına da tarla ve su yağmasını meşru gösteren biri  geçerek Millî Şef’i partiden uzaklaştırdı. Gerçi o, partiden kendi çekildi ama tecrit olunmuş bir halde  kalmakla çekilmek arasında fark olmadığı için Millî Şef’in istifası siyasî hayatındaki bozgunların en  büyüğüdür. Yeni Halk Partisi, Millî Şefi okadar kendisinden saymıyordu ki Bakırköy Parti Merkezi, bina  değiştirirken İnönü'nün büstünü almaya bile lüzum görmeyerek onu çöpler ve molozlar arasında  orada bıraktılar. Bu büstün resmi ve hikâyesi 20 Eylül 1973 tarihli Tercüman gazetesindedir. İbretle  seyre değer.    Devlet başkanlığı etmiş bir insanın büsbütün yere atılması şüphesiz ona hakarettir. İnönü yanlış  hareket etmeseydi böyle bir muameleye uğramayacaktı. Onu büyük yanlışa sürükleyen sebeplerin  başında, şahsî yetersizliği bir yana, Atatürk'e karşı duyduğu büyük kıskançlık ve hıncın tesiri vardır.  Başbakanlıktan atılmasını hazmedemediği için pullardan ve paralardan Atatürk'ün resmini kaldırmak,  başkanlığı süresince Anıtkabir’i yaptırmamak, bu kabrin niçin yapılmadığını soran "Yücel" dergisini  kapatmak ve en sonra da röportaj mahiyetindeki hatıratında imâli ifadelerle Atatürk'e vurmak başka  hiçbir sebeple tevil olunamaz. Vaktiyle komünistlikten mahkûm olmuş bir yazarın öne sürdüğü gibi  İnönü hiçbir zaman "İkinci Adam" olamamıştır. İkinci Adam, Anadolu'ya Atatürk'ten daha önce geçip  kolordusunun kumandasını ele alan ve Atatürk'ün İstanbul hükümetince tutuklanmasını önleyip  Ermenistan'ı zaptederek ele geçirdiği çok sayıda silâhla büyük taarruzun başarısını sağlayan Kâzım  Karabekir Paşa'dır. "Şeyh uçmaz, onu müritleri uçurur" meselinde olduğu gibi İnönü'yü bu kadar  şişirip tecrübeli kaptanlığa çıkaranlar onun yakınları, dostları, bu arada da damadıdır.    Damadı Metin Toker, İnönü için yazdığı birkaç eserde onun siyasî ustalığını ispata çalışmıştır. Fakat bu  arada bilerek mi, bilmeyerek mi kestirilemez, İnönü aleyhinde hüküm verdirecek öyle şeyler  anlatmıştır ki insan hayretler içinde kalır. Bundan başka Türkçe’yi iyi bilmediği anlaşılan Toker'in  cümlelerindeki kastını anlamak için bazen çok dikkatli olmak gerektiği de hakikattir. Türkçe’yi iyi  www.atsizcilar.com   



Sayfa 101 



  bilmiyor derken, tabiî, yazılarına bakıyoruz. Metin Toker'in "benimle, seninle, onunla" diyecek yerde  "benle, senle, onla" diye konuşan zümreye mensup olduğu anlaşılıyor. Milliyet gazetesinin 30 Eylül  1973 tarihli sayısında "Seçim Sonrasının Havasını Seçim Öncesi Yapar" başlıklı yazısı "Eğer 1960 en çok  nenin sonucudur denilecek olursa..." diye başlıyor. Buradaki "nenin" kelimesi fahiş bir yanlıştır ve  azınlık Türkçe’sidir. Doğrusu "neyin" olacaktır. Bilindiği üzere "ne" ve "su" kelimelerinin genetif şekli  umumî kaide hilâfına olarak "nenin", "sunun" değil, "neyin" ve "suyun" şeklindedir.    Aynı yazının birkaç satır aşağıdaki şu ifadeye bakın: "Buna rağmen, lider kadrosundaki bile düşmanlık  teşvikçiliğinin derecesini şuradan anlıyoruz ki.." Bunun doğrusu da şöyle olacaktır: "Buna rağmen lider  kadrosundaki düşmanlık teşvikçiliğinin bile derecesini şuradan alıyoruz ki.." Bunlar baskı ve mürettip  yanlışı olmayan bir yazar için ayıp sayılan hatalardır. Metin Toker bu vahim hataları yalnız dilde değil,  teşbihlerde de yapmıştır. Bu yazısında Türkiye'yi Hotantolar'a benzetmesi herhalde zarif bir nükte  değil, çirkin bir benzetmedir. Temsilde hata olmaz denilmesine rağmen hiç kimse, nükte yapıyorum  diye anasını fahişeye, babasını yankesiciye benzetemez. Metin Toker'den, Türk milletini, hiç     olmazsa, yeni bir sevgili bulduğu söylenen Acem şahını savunduğu kadar savunması, hele Halk  Partisi'ne rey vermeyin diyen çok yaşlı kaynatasını kırmamak için Halk Partisine oy vereceğini  gazetede ilân etmemesi beklenirdi.    Bütün bunlar için yazımızın başlığını tekrarlıyor; zaman, hükmünü veriyor diyoruz. Cumhuriyetin  ellinci yılında daha dayanışmalı bir millet değilsek, Üçüncü Cumhurbaşkanı vatandaş haklarından  mahrumsa, Türklük düşmanlığı haline gelen solculuk alabildiğine ilerlediyse, şöyle bir düşünün, bunun  illet‐i ûlâsı nedir? Bunun ilk sebebi, Türkçülüğü maceracılık sanan, Hasan Ali ve Tonguç Babaları  maarifin başına getiren, fikirlerini Falih Rıfkı vasıtasıyla savunduran, milletin Yunan ve Batı  klâsikleriyle kalkınacağını düşünebilen (Tarım! Ne düşünce) Millî Şef, büstü, kendi partisi tarafından  çöpe atılan Millî Şef değil midir? Zaman yalnız hükmünü veriyor değil, zaman öcünü de alıyor.    ÖTÜKEN, 11 Ekim 1973, Sayı: 118     



NE EKERSEN ONU BİÇERSİN     TRT kanunu meselesi Millet Meclisini işgal eden mühim konulardan biri oldu. Milletçe ne kadar  geçimsiz olduğumuz bu konu üzerinde şimdiden başlayan tartışmalarla bir daha ortaya çıktı. Bir  taraftan gelen düşünce ne olursa olsun, karşı tarafın buna şiddetle karşı çıkması sanki tabiat kanunu  imiş gibi davranmak, öyle sanıyorum ki yalnız bize has bir özelliktir. Bundan dolayı AP tarafından  getirilen bir kanuna karşı çıkmak, tabiî, onun baş rakibi olan CHP'nin boynuna düşen görev olacaktır.    Ana Muhalefet Partisi’nin başkanı bu konu üzerinde çok titiz ve telâşlı görünüyor. O kadar ki, hastalığı  dolayısıyla deprem bölgesi gezisini sonraya bırakarak Ankara'ya dönen Cumhurbaşkanı Sunay'ın daha  tamamen iyileşip iyileşmediği belli olmadan onu ziyaret ederek TRT kanunu işini onunla görüşmekten  geri kalmadı.    İsmet İnönü bugünkü TRT'den memnundur. TRT kanununda yapılacak değişikliğin anayasaya aykırı  düşeceğinden ve bu özerk kuruluşun bir hükümet organı haline geleceğinden vatanperverâne  www.atsizcilar.com   



Sayfa 102 



  duyguları sebebiyle endişe etmektedir. Demek ki kendisi TRT'nin hiçbir eksiği, kusuru olmadığı  kanaatindedir.    Bize öyle geliyor ki İsmet Paşa’nın bu memnuniyeti ve TRT kanununun değişmesi ihtimalinden  duyduğu korku bu müessesenin tamamıyla CHP'ye mensup unsurların elinde bulunmasından  doğmaktadır.    Diyelim ki TRT cidden tarafsızdır ve kanunun kendisine verdiği yetkilerden dışarı hiçbir taşma  yapmamaktadır. Fakat acaba İnönü bu müessesenin ve hele onun bazı spikerlerinin dilinden ve  edasından da memnun mudur?    İnönü bazı konuşmalarında uydurma dilin tatsız kelimelerini kullanmakla beraber cümle yapısı  bakımından Türk gramerine sadık kalmış ve devrik cümle denilen maskaralığa şimdiye kadar iltifat  etmemiştir. Böyle olunca TRT'nin dil bakımından düzeltilmesi hakkında neden şimdiye kadar bir şey  söyleyip yazmamıştır?    Şimdiye kadar yazılanlar, hele dil bilginleri tarafından kaleme alınanlar açıkça ortaya koymuştur ki  devrik cümle Türk dilini bozmak, geçmişle bağı koparıp Türkçe’yi köksüz bir hale getirmek ve Türk  milletinde mazi şuurunu öldürmek için komünistler tarafından düşünülüp yayılmış ve başarıyla tatbik  edilmiş bir usuldür. Yeni TRT kanunu tasarısına şiddetle karşı koyan İsmet İnönü'den, eski bir  Cumhurbaşkanı sıfatı ile beklenirdi ki "TRT'nin di üzerindeki tutumunu beğenmiyorum ama  özerkliğinin kısılmasına veya kaldırılmasına taraftar değilim" diyebilsin. Demedi. Çünkü tasarı  kanunlaşırsa bunun kendisi ve partisi aleyhinde bir propaganda silâhı olacağından büyük bir korku  duymaktadır.    İsmet Paşa'nın bu büyük korkusunu belki birçokları anlamamakta, Paşa'yı lüzumsuz bir telâş veya  kuruntu içinde görmektedirler. Onun telâş ve kuruntusunu biz Türkçüler, daha doğrusu 1944'te  sıkıyönetim mahkemesine verilen eski Türkçüler çok iyi anlamaktayız.    Çünkü 1944'te Türkiye'de Halk Partisi diktatörlüğü varken, yerli komünistlere karşı yapılan 3 Mayıs  nümayişini "hükümeti devirme hareketi" şeklinde ilân ederek yüzlerce Türkçüyü tutuklayan İsmet  İnönü idaresi, daha sorgular yapılmadan, 3 Mayıs nümayişinin gerçek niteliği anlaşılmadan gazeteler  ve radyo aracılığı ile açtığı kampanyayı aylarca sürdürmüş, bir yurtseverlik gösterisini vatan hainliği  şekline sokarak millete kabul ettirmeye çalışmış, radyoyu günde üç defa Türkçüler aleyhine zehir  kusan bir âlet haline getirmişti.    İsmet İnönü'nün bilgisi olmadan bir kuşun bile uçmadığı o karanlık ve çirkin devrin hâtırası henüz  silinmediği içindir ki sabık diktatör endişelenmekte, soğukkanlılığını kaybetmektedir. Haydi, onun  kendi tabiriyle söyleyelim: "Suçluların telâşı içindir".    Bir Türk atalar sözüne göre bu dünya bir "etme, bulma dünyası"dır. Bir başka atalar sözü de "çalma  kapıyı, çalırlar kapını" der. Diğer birine göre de "rüzgâr eserken fırtına biçer".    Adalet Partisi hükümetini yeni tasarı kanunlaştığı takdirde TRT'yi nasıl kullanacağını, İsmet Paşa'nın  vehmettiği gibi onu bir AP propaganda organı haline getirip getiremeyeceğini bilmiyoruz. Fakat Halk  www.atsizcilar.com   



Sayfa 103 



  Partisi Başkanı, dün kendisinin Türkçüler’e yaptığının bugün başkaları tarafından kendisine yapılacağı  korkusundan asla kurtulamayacaktır. Demokrat Parti ve Adalet Partisi hükümetlerinin kanun  sınırlarını zorlayarak Halk Partisine karşı uyguladıkları ne varsa hepsi de Halk Partisi Mektebinin  prensipleridir.    Vaktiyle çok rüzgâr estirdiler. O halde şimdi fırtına biçmeye katlanacaklardır.    Hürriyete, demokrasiye, anayasaya bu kadar âşık olan İsmet İnönü'nün 1944'te Türkçüler’e reva  görülen kıyıcılıklara nasıl müsaade ettiği ilk bakışta şaşılacak bir tezat gibi görünür. Fakat onun basit  ve harcı âlem bir taktiği vardır: İşine gelmeyen bir soru sorulduğu zaman, tıpkı Atatürk'ün kaybolan  evrakı konusunda olduğu gibi "Haberim yok" diye işin içinden çıkar; çıktım zanneder.    Türkçülere yapılan işkence de böyledir. Onun haberi yoktur.    Mümkündür. İhtimal Paşa o sırada viyolonsel dersi alıyordu.    GÖZLEM, 1 Mayıs 1969     



ATSIZ'IN SAĞLIK BAKANLIĞINA DİLEKÇESİ     29 Haziran 1965    Sayın Bakan;    Kaburga kemiği kırıklığı dolayısıyla 21 Haziran günü Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki görevime  gidemeyerek doktor gönderilmesi için Kütüphane Müdürüne telefon ettim.    Süleymaniye Kütüphanesi’nin Kartal Hükümet Tabipliği’ne derhal yazdığı kâğıt 22 Haziran sabahı eline  vardığı halde 22, 23, 24, 25 Haziran günlerinde Hükümet Doktoru Ahmet Rahmi Özsezgin gelmedi.  Bunun üzerine 25 Haziran günü öğleden sonra Kartal Kaymakamlığı’na bir dilekçe yazarak Belediye  Hekimini göndermesini talep ettim ve dilekçeyi oğlum vasıtası ile elden gönderdim.    Belediye Hekimi Yavuz Aktoğu resmî vasıta ile yarım saat zarfından gelerek muayeneyi yaptı ve  gerekli raporu verdi.    İkisi de aynı dairenin hekimi olduğu halde birinin vazifeye karşı gösterdiği ihmalkârlığın, sağlığa  taallûku bakımından vahameti aşikârdır. İşler ne kadar çok olursa olsun bir hekimin dört gün hastaya  gitmemesinin hiçbir mazereti yoktur. Doktor Yavuz'un bulduğu vakti Doktor Rahmi'nin de bulabilmesi  vicdanî, ahlâkî ve meslekî bir vecibedir.    Vazifeye ve insanların sağlığına karşı bu kadar kayıtsız davranan Doktor Ahmet Rahmi Özsezgin'in  şiddetle cezalandırılarak vazife duygusunun ayakta tutulmasına himmet buyurmanızı saygılarımla rica  ederim.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 104 



  Nihâl Atsız    Süleymaniye Kütüphanesinde    Görevli Öğretmen    ÖTÜKEN, Temmuz 1965     



SADRİ MAKSUDİ BEĞ’E BİR DERS     Dört ciltlik tarihin pek çocukça olan yanlışları hakkında yaptığım tenkitlere Alaylı âlimlerden hiç biri,  tabiî, cevap veremedi. Yalnız bu büyük suçun (yani dört ciltlik tarihin) cürüm şeriklerinden Sadri  Maksudi Bey, üniversitede verdiği Türk tarihi derslerinin birinde "Orhun değildir, Orhon'dur" diyerek  güya bana cevap vermiş oldu ve ilmî otoritesini ispat (!) etti. Saati 25 liraya ders veren ve bir saatte  vasatî 2600 kelime söylediği için kelime başına bir kuruş alan Sadri Maksudi Bey demek ki "Orhun  değildir, Orhon'dur" diye kırdığı bir ilmî pot için üç kuruş almış oldu. Üç kuruşa ilmî bir yalan... Ne  güzel kazanç! Türk Milleti yoksul olmasına rağmen Sadri Maksudi Bey’e daha birkaç 25 lira  bağışlayabilir. Fakat buna karşılık da Sadri Maksudi Bey’in, o milletin çocuklarına biraz daha ilmî ve  doğru lâf söylemesi icap eder. Ben, aşağıdaki delillerle bu ırmağın adının Orhon değil, Orhun  olduğunu gösteriyorum. O da ya aksini ispata yahut da cahilliğini bir defa daha itirafa mecburdur.  Sadri Maksudi Bey’in, cehlini itiraf edecek kadar civanmert olmadığını bilmiyorum. Ancak, bütün alaylı  âlimler gibi onun itirafı da susmakla olacaktır.    I‐ Orhun sözü Türkçe metinlerde en eski olarak Moyunçur Kağan âbidesinde geçer. Bu âbidenin şimal  cephesinin 3'cü satırında Orkun şeklinde ve cenup cephesinin onuncu satırında yalnız Orkun şeklinde  Orhun kelimesi zikrolunmuştur. Bu âbideyi bulup neşreden Fin âlimi Ramstedt bu kelimeyi pek doğru  olarak Oruqun diye okuyor. [1]. Çünkü Orkun harfi eski Türk alfabesinde ko, ku, ok, uk, şekillerinde  okunan mürekkep bir harftir.    II‐ Ramstedt'in bunu Orokun diye okumamasına sebep Türkçe’deki bir ahenk hususiyetidir.  Çünkü Türkçe’de bir heceden fazla olan sözlerde ilk heceden başka hiç birinde O ve Ö seslileri  bulunamaz (İstanbul şivesindeki hal sigası müstesna).    III‐ Ramstedt'in okuyuşu doğru olmakla beraber bu söz Orqun diye de okunabilir. Çünkü eski Türk  âbidelerinde imlâ kaidelerine pek o kadar dikkat olunmadığından Orkun harfinden sonra bir Orkun  yazılmakla beraber Orkun imlâsı yerine Orkun imlâsı kullanılmış olabilir.    VI‐ Fakat her ne de olsa bu kelime ancak Oruqun veya Orqun yahut da Uruqun veya Urqun şeklinde  olabilir. Orqon (= Orhon) şeklinde okunmasına imkân yoktur. Çünkü ne Gök Türkçe ve Uygurca’da, ne  de Çağatayca’da ve Osmanlıca’da (yani eski yeni bütün edebî lehçelerde ) birinci hecedeki "0"dan  sonra, ikinci hecede "O" seslisi gelmez. İşte misal: dol‐du, yor‐gun, sol‐gun, O‐dun, o‐lur, yo‐lu‐muz,  dol‐dur‐mu‐şuz. Hattâ Türk halkı yabancı kelimeleri bile bu telâffuz kaidesine uydurur, doktor yerine  doktur der.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 105 



  V‐ Bugünkü Saka, Altay ve Kırgız Türkleri’nde ahenk kaidesi daha ileri giderek edebî lehçelerdeki bu  hususiyete zıt bir şekil almıştır. Yani bu lehçelerde "O" ile başlayan bir kelimenin ikinci hecesinde de  "O" sesli harfi olabilir. Fakat bu lehçeler edebî lehçe değil mahallî ve umumî Türk kaidelerinden  uzaklaşmış küçük lehçelerdir. Aynı zamanda Gök Türkçe’nin de doğrudan doğruya devamı değildirler.  Ve bu Türklerden hiç biri bugün Orhun havalisinde oturmadıkları için bu ismin Türkler arasından  ORHON telâffuzu mevzubahis değildir.    VI‐ Bugün Orhun ırmağı çevresinde Moğollar oturuyor. Onların bu nehre Orhon diyip demediklerini  bilmiyorum. Fakat onlar Orhon deseler bile hiç bir ehemmiyeti yoktur. Çünkü tarihen oranın Türk  ülkesi olduğu zamanlarda Türkler Orhun (h olmadığından Orkun) diyorlardı. Şiveleri bozuk ufak Türk  boyları müstesna bugün de bütün Türkler bu kelimeyi Orhun diye söylerler. Büyük âlim Ramstedt de  böyle okumuştur. Binaenaleyh Türk üniversitelilerine Orhon diye yanlış belletmekte mânâ ve sebep  yoktur.    Maarif Vekâleti, Üniversite Türk tarihi dersi verdireceği adamları beynelmilel âlimlerden seçemiyorsa,  hiç olmazsa beynelmilel cahillerden olmamasına dikkat etmelidir.    ORHUN, 19 Nisan 1934, Sayı: 6     



İŞİN BAŞI     Başbakan Nihat Erim, yurttaki anarşinin gövdesinin ezildiğini fakat başının belli olmadığını birkaç kere  söyledi. Bu diplomatça sözlerle neyi kastettiği, tabiî, kesinlikle belli olmadı. Yani "başı" diyerek bir iç  kuvveti mi, yoksa yabancı bir devleti mi anlatmak istiyordu, anlaşılmadı.    Türkiye'de komünist ihtilâli yapmak isteyen kuvvet dışarıda ise haritayı açarak 120 devlete bakıp  keşfiyat yapmaya elbette lüzum yoktur. Bu devlet tektir ve Rusya'dır. Artık bir Moskof emperyalizmi  olduğu, ahmaklar hariç, herkesçe bilinen komünizmin, Rusya'da kurulduğu yıldan beri Türkiye'ye de el  attığı, hatta Atatürk'ü bir komünist parti kurmaya bile zorladığı, yapılan yayınlarla aydınlığa çıkmıştır.  O halde Nihat Erim'in bahsettiği başı içerde aramak lâzım.    Bunların memlekete nasıl dal budak saldığı, kaçakları koruyan, saklayan pek çok kimsenin  yakalanmasıyla, pek çok kaçağın da hâlâ elegeçmemesiyle ortaya çıkmıştır. Bulunan eşyaları  arasındaki silâhlar ve özellikle alıcı‐verici telsizler, susturuculu ve dürbünlü tüfeklerden daha  düşündürücü olan mesele, Sıkı Yönetim bildirilerinden öğrendiğimize göre bir hayli askerî şahsın da  bunlar arasında bulunmasıdır.    Artık, duruma bakarak suçun kimde olduğunu tartışmanın mânâsı yoktur. Suçlu bellidir. Halk Partisi  ve onun Genel Başkanının yıllardır süren tutumu...    Memleket için tehlike olarak yalnız sağı (yani dincileri) gösteren, başbakanlığı zamanında  komünizmden hüküm giymiş sicillilere "Kadro" dergisini çıkartıp ilk başmakaleyi de bizzat yazan,  Cumhurbaşkanlığı sırasında sık sık ziyaret ettiği Konservatuarda, ne mal olduğu daha o zamandan  bilinen Sabahattin Ali'yi okşayan, Hasan Âli'yi yıllarca millî eğitimin başında tutup Tonguç Baba'ya  www.atsizcilar.com   



Sayfa 106 



  komünist yatağı Köy Enstitülerini kurduran İsmet İnönü, komünizmin ve onun maskesi olan  sosyalizmin Türkiye için ne büyük tehlike olduğunu anlayamamıştır.    İsmet İnönü için hayatta gaye bir ülkü değil, sadece "İktidar" olmuş, iktidar için, Atatürk tarafından  millî gayelerle kurulan Halk Partisini kalıptan kalıba sokarak bugünkü duruma getirmiştir. Bu  sözlerimizin sırf kendi düşüncemiz olmadığının delili en sadık Halk Partililerden birçoğunun, Partinin  sola kaydırıldığını görerek "izzet ü ikbâl" ile Partiden çekilmeleridir:    Edebiyat Profesörü ve 10 Haziran 1948‐22 Mayıs 1950 arasında İsmet Paşa'nın son Millî Eğitim Bakanı  olan Tahsin Banguoğlu, Partinin Atatürkçülüğe aykırı bir yola yöneldiğini gazetelerde yazarak istifa  etmiş, Hukuk Profesörü Turhan Feyzioğlu, hem de birçok arkadaşıyla birlikte Partiyi bırakmıştır.  Feyzioğlu, Parti içinde sıradan bir kişi değildi. İnönü'nün koalisyon kabinelerinde 20 Haziran 1961‐25  Haziran 1962 arasında Devlet bakanlığı, 25 Haziran 1962‐25 Aralık 1963'te ise Başbakan Yardımcılığı  yapmıştı. Feyzioğlu ve arkadaşları görünüşte Bülent Ecevit uğruna feda edilmişse de gerçekte,  İnönü'nün şuuraltındaki bir korkunun, milliyetçi ve bilgili şahsiyetiyle Feyzioğlu'nun günün birinde  kendisini gölgede bırakacağı korkusunun rol oynadığına tereddütsüz hükmedebiliriz.    Feyzioğlu, eski başkentlerimizden Kayseri’nin köklü bir ailesine mensuptur. Ecevit ise Daday'da  yerleşmiş bir kürdün torunu olup bu kasabada "Kürt Hocalar" diye anılırlar.    İnönü, solcu olduğu bilinen Ecevit'i 20 Kasım 1961‐20 Şubat 1965 arasında, aralıksız Çalışma  Bakanlığı’nda tutarak, işçi haklarını koruyoruz diye sonraki kargaşalıkların zeminini hazırlamıştır.    İnönü ile Ecevit'in ortaklığı oldukça garip, âdeta danışıklı dövüş gibi bir şey olmuştur. Sırf oy toplamak  için "ortanın solu" incisini siyaset pazarına süren İnönü bir yandan da "partimiz sosyalist değildir" diye  birkaç kere söylediği halde onun genel sekreteri Almanya'daki işçilere "bana sosyalist derseniz  memnun olurum" demiş. İnönü gazetelere geçen bu sözlerden elbette haberdar olduğu halde ses  çıkarmamıştır. [1]    İnönü için zeki adamdır derler. Bu düşünce katiyen doğru değildir. Zeki adam ilerisini gören, görebilen  adamdır. Zeki olsaydı, bunca tecrübeden sonra bu kadar köklü ve zengin bir partiyi bugünkü acıklı  hatta gülünç duruma düşürmezdi.    Ecevit "toprak işleyenin, su kullananın" diyerek âdeta "haydi, ne duruyorsunuz" demeğe getiriyor, bir  yandan da genel grev hakkı istiyordu. Genel grev... Yani Türkiye'nin mahvı...    Manzarayı düşünün: Fabrikalar, trenler, vapurlar duracak. Posta işlemeyecek. Elektrikler yanmayacak.  Sokaklar aç işsizlerle dolacak. Tabii birkaç gün sonra da İspanya İç Savaşına rahmet okutacak sertlikte  kıran kırana bir iç savaş. Daha sonra da Türkler bir birini yerken barış ve insanlık adına ülkemizin dört  yandan istilâsı..    İnönü, vatan haini olmadığına göre bu korkunç manzarayı görememiştir. Görecek kadar zeki olsaydı  daha o zaman Ecevit’i bertaraf ederdi. Yine biraz ilerisini görecek kıratta bulunsaydı boykotla işgal  aynı şeydir demek gibi bir devlet adamını küçük düşürecek sözler söylemezdi.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 107 



  Onun şimdi Ecevit'le tartışmasını hakikatleri kavramasından sanmayınız. Ona hakikatleri kabul  ettirmenin imkânı yoktur. Bugünkü kavga post kavgasıdır. Partinin birçok şubelerinde Ecevit'in  kazanması ihtiyar ve muhteris politikacıyı endişelendirmiş, yeni tertiplere sürüklemiştir.    İsmet İnönü’ye yaşlıdır diye, Atatürk'ün arkadaşıdır diye itibar gösteriliyordu. Tarihî şahsiyettir  deniyordu. Bu bakımdan ordu tarafından da saygı görüyordu. Fakat bugün partisinde itibarı kalmadığı  gibi ordudaki saygıyı da kaybetmiştir.    Bir kere 12 Mart muhtırasına şiddetle karşı çıkmış, ancak ordunun çatık kaşlarını görünce geri  dönmüştür. Daha önce de boykotla işgalin aynı şey olduğunu söyleyerek komünistlerin cesaretini  artırmış, sonra bunu da tevile kalkmıştır. Daha sonra, idamlara sıra gelince gerekli müdahaleyi  yapacağını, ömrü boyunca idamlara karşı olduğunu söyleyerek Türk milletini şaşkına çevirmiş, kendi  zamanında idam edilen Talât Aydemir’le Fethi Gürcan için "şerefsizler" tabirini kullandığını pek çabuk  unutmuştur.    Artık kıyıya çekilip hâtıralarını yazsın da millet o yönden huzura kavuşsun. Bu yaştan sonra politika ve  torunu yaşındakilerle itişip kakışmak ayıp oluyor.    Duruma bir de insan psikolojisi yönünden bakmalıdır. Kendi partisi dahil, bütün millet artık İsmet  Paşa'dan bıkmıştır. Bu millet, değil İsmet İnönü gibi üçüncü, dördüncü sınıf bir devlet başkanından,  Kanunî Sultan Süleyman gibi kendisini zaferden zafere götürmüş birinci sınıf bir hakandan bile  usanmış, yerine Şehzade Mustafa'nın geçmesini istemiştir.    İnsanlar kimseye 50 yıl tahammül etmez. "Tarihî şahsiyet", "şahsiyetinin ağırlığı" falan gibi masallar  artık tesirini kaybetmiştir.    Yine kendisinin seçtirdiği yeni Genel Sekreter Kırıkoğlu bile İsmet Paşa’nın "sen Ecevit'ten emir  alıyorsun" demesine karşılık, "bir daha böyle konuşursan çok sert karşılık veririm" mânâsındaki cevabı  ile tarihî şahsiyet mavalının bir masal olduğunu ortaya koymuştur.    Nihat Erim'in siyasî bir ihtiyatkârlıkla açıklamadığı "anarşizmin başı"nın CHP'nin iktidar için yanıp  tutuşan tutumundan doğduğu iyice anlaşılıyor. Bu partiye mensup Millî Eğitim Bakanı, hapishaneden  kaçan bir komünistin eşinin Paris'te devlet parasıyla okuduğunu itiraf etmiş, mazeret olarak da  "şimdiye kadar hakkında şikâyet olmadı" demiştir.    Gördünüz mü "Millî" Eğitim Bakanını? İşte bu, CHP zihniyetinin tipik bir örneğidir. Aynı kadın,  tutuklanmış bir Türkçü’nün eşi olsaydı çoktan bursu kesilir, adlî kovuşturmaya geçilirdi. Nitekim CHP  bu gibi işleri 1944'teki Türkçüler dâvasında hak, hukuk, vicdan, kanun dinlemeden fazlası ile  yapmıştır.    Bugün idam hükümlerinin infazını bekleyenler yahut idam isteğiyle duruşması yapılanlar da yıllarca,  yıllarca kanunun gözünden kaçarak yahut kaçırılarak yıkıcı çalışmalarına devam ettiler. Vaktiyle  yakalanıp mahkûm edilen Dr. Sevim Tarı da Fransa’da yıllarca aynı şekilde çalışmıştı. Bir devlet "beni  sokmayan yılan yüz yıl yaşasın" kafasıyla yönetilirse bile bile uçuruma gidiyor demektir. Aynı Eğitim 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 108 



  Bakanı Konya'daki Selçuk Enstitüsü Müdürünün Bozkurtlu rozetleri menetmesine, uyarmamıza  rağmen ses çıkarmadı.    Şimdi Nihat Erim'e soralım: İşin başı bu zihniyet değil de nedir? Türkiye'de komünizmi yok etmek için  önce komünist yetiştiren bataklığı kurutmak, yani komünist öğretmenlerle profesörlerin tasfiyesi  lâzım değil midir?    Korkma! Memleket Öğretmensiz kalmaz. Sen sert tedbirlerini almaya başladın mı sosyalist ve  komünist geçinen, gençleri zehirleyen ne kadar öğretmen ve esersiz profesör varsa hepsi anadan  doğma milliyetçi olur. Yeter ki tedbirlerinde ciddî ve sert ol. İsmail Arar gibi idâre‐i maslahatçılar  yerine tuttuğunu koparan milliyetçi bir bakan getir. "Özgürlük" denen yıkıcı herzevekilleri önleyecek  çareler bul. Basının kazanç gayesiyle yaptığı ahlâk dışı yayını kanunlarla kes. Düzen bozucu her türlü  hareketi şeref ve namusa taarruzu, başkasının hakkını yemeyi, hırsızlığı sert bir ceza kanunu ile  durdur. Devlet dairelerine çay tiryakiliği yerine vazife ahlâkını koy. Sert cezalarla meseleler  hallolunmaz diyen budalalara inanma.     İslâmiyet’ten önceki Türkler'de evli kadına sataşmanın ve büyük çapta hırsızlığın cezası idamdı. Bu gibi  ahlâksızları yok etmek asrın insanlığına yakışmayacak da yaşatmak mı yakışacak? Trafik kazasıyla  adam öldürmenin cezası idam olduğu için Suudi Arabistan'da hiç trafik kazası olmuyor. Demek ki bu  konuda S. Arabistan bütün dünyadan ileridir. Geri Araplar'dan mı örnek alacağız deme! İnsanlar  uçmayı "Kuş beyinli" diye hor gördükleri kuşlardan öğrendiler.    Sıkı tedbirleri almadan çekinirsen olacak olan şudur: Sıkı Yönetim kalkar kalkmaz rezaletler yeniden  başlayacak ve bu sefer ordu idareye tamamen el koyacak, "faşizm" diye ödleri patlayan rejimi  kuracaktır. O zaman sorguya çekilecek olanlar bugünkü gibi birkaç yüz kişi değil on binleri bulacaktır.    Müzmin apandistin arada bir uygulanan buz tedavisiyle giderilmesine imkân yoktur.    ÖTÜKEN, 26 Şubat 1972, Sayı: 99    [1] 26 Şubat 1972 tarihli Milliyet gazetesinde (9. sayfa) Metin Toker'in bir yazısının ihbar sayılarak Ecevit'in 12 Mart'tan önce  bir sendika toplantısında işçileri sokağa dökülmeye çağırması sebebiyle savcılıkça inceleme yapıldığı haberi vardır. 



 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 109