Makaleler [3] [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

 



   



www.atsizcilar.com   



 



Sayfa 1 



 



BÖLÜM 1: TÜRKÇÜLÜK‐TURANCILIK   



TÜRKÇÜLÜK     Türkçülük, Türk milliyetçiliğinin adıdır. Kelimenin sonundaki ek, yerine göre mensupluk, sevgi,  taraftarlık gösteren bir ektir. Türkçülük de Türk sevgisi ve taraftarlığı demek olduğuna göre kelime,  yerinde kullanılmıştır. Başka milletlerin Türk taraftarlığı ve Türk sevgisi bu kelimeyle ifade olunmaz.  Zaten başka milletlerin Türk'ü sevmesi de gerçekten bir sevgiye değil, geçici bir nezakete, menfaat  icaplarına, siyası zaruretlere işarettir. Hakiki olarak Türk'ü Türk'ten başkası sevemez.     Türkçülük bir ülküdür. Ülküler, milletlerin manevi gıdasıdır. Ülküsüz milletlerin en talihlisi nihayet silik  ve sönük kalmaya mahkûmdur. Eğer bu millet talihli de değilse onun sonucu yenilmek, ezilmek,  haritadan silinmek hatta yok olmaktır. Ülküler, hakikatle hayalin karışmasından doğmuş olan, düne  bakarak yarını arayan, milletlere hız veren ve uğrunda ölünen büyük dileklerdir. Milletler ölebildikleri  kadar yaşamak hakkına maliktirler.     Türkçülük büyük Türk ilinde Türk uruğunun kayıtsız – şartsız hâkimiyeti ve istiklali ile Türklüğün her  yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür.     Bu ülkü, geçmişte bir kaç kere gerçekleşti.     Büyük Türkçülük ülküsü ve inancı ile yetişen gençlik sayesinde yarın yeniden gerçek olacaktır.  Türkçülük, dün bir kaynaktı, bugün çaydır. Yarın coşkun bir ırmak olacak ve önünde yabancı duygu ve  düşüncelerden gelen bütün engeller yakılacaktır.     Türkçülük dört kaynaktan geliyor:     1‐ Kökü çok eski olan Türk uruğunun şuuraltında yüzyıllardan beri yaşayan milliyetçilik;     2‐ Tanzimat’tan sonra Avrupa da ki milliyetçiliklere benzeyen halkçı bir hareketin bizde de tatbik.  Olunmasını isteyen milliyetçilerin hareketi;     3‐ Devletimizin içindeki yabancı unsurların ihaneti dolayısıyla doğan tepki;     4‐ Türklerin 200 yıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar ve geçirdikleri felaketlerin verdiği uyanıklık.     Bu dört kaynaktan gelen düşünceler birbiriyle karışıp yoğrularak bugünkü Türkçülüğü ortaya  çıkarmıştır. Türkler, Türkçülükle güçlenecek, kurtulacak, ilerleyecektir.     Bir millet yükselmek iradesini taşımazsa, kendi güveni olmazsa, başkalarını taklitten başka bir şey  yapmazsa, geçmişiyle övünmezse, başkalarından üstün olmak istemezse, ülkü için ölümü göze  almazsa, savaştan korkarsa o millet içinden çürümüş demektir.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 2 



  Bugün ülküler ve kahramanlar çağında yaşıyoruz. Geçmiş haklara dayanılarak davaların öne atıldığı,  hesapların görüldüğü günlerdeyiz. Kan çağlayanları, kılıç şakırtıları ve gülle sesleri içinde yarının neler  hazırladığını bilemiyoruz. Bu kasırga arasında, milletlerin yalnız geçmişlerini hatırlayarak milli  ülkülerine yapıştıklarını görebiliyoruz. Mazisi olmayan, yahut olup da unutan, milli ülküsü  bulunmayanlar devriliyor.     Türkçülük ülküsü bizden amansız bir vazife ahlakı istiyor. Subay hiç yorulmadan altı saatlik talimini  yaptırırsa, öğretmen bıkmadan öğreticilik işini yaparsa, memur sinirlenmeden halka kolaylık  göstermekte devam ederse, doktor her şeyden önce yurttaşlarının sağlığı ile ilgili olursa, öğrenci her  şeyden önce dersini bellemeğe çalışırsa ve bütün vazifelerle rütbeler arasında ne caka, ne gösteriş, ne  dalkavukluk, ne de ilgisizlik olmadan bir ahenk kurulursa; aşağıdakiler yukarının buyruğunu ukalalık  saymaz, yukarıdakiler de aşağının doğru ihtarlarına kızmazlarsa; bütün karşılıklı işlerde, görüşme ve  konuşmalarda ne ikiyüzlülüğe kaçan nezaket, ne de kabalığa kaçan sertlik bulunmazsa vazifenin  bizden istediği şey yapılmış olur.     Gerçekten Türkçü olmak kolay değildir. Her önüne gelen; Türkçü olamayacağı gibi, her Türkçüyüm  diyen de Türkçü sayılmaz.     Her Türkçü, bulunduğu yerin vazifesini inançla yaparsa Türkçülük ülküsü sağlamlaşır. Türklük güçlenir.     Türkçülerin ilk işi, vazifelerini arınmış gönül ve inanmış yürekle yapmaktır.    Orkun, 15 Haziran 1963, 2. Yıl, 17.Sayı.     Ötüken, Sayı 1, 1964        



TÜRKÇÜLÜK DEĞİŞMEZ BİR FİKİRDİR     ORKUN'u beğenmeyenler onda eski teranelerden başka bir şey olmadığını söylüyorlar. Haklıdırlar.  Türkçülük değişmez bir fikir olduğu için burada hep ayın sözler söylenecek. Türkçülük bir moda  olmadığı için değişmeyecek, bir ilim olmadığı için sabit kalacak, bir eğlence olmadığı için kendini  beğendirmeğe uğraşmayacaktır.     Türkçülük bir ülküdür. Milli ülküler yüzyıllar boyunca değişmeden yaşar. Değişen tarafları ana çizgileri  değil, teferruat veya taktiğidir.     Bazı arkadaşlar, Türkçülük anlamında yazı yazanların yıllardır ayın kimseler olduğu söylüyorlar. Bu da  doğrudur. Fakat ORKUN’daki imzaların çoğaldığını zamanla herkes görecektir.     Ancak, Türkçülerin hepsi yazı yazmadığı gibi yazıcıların aynı kimseler olması da Türkçülüğün yerinde  saydığını göstermez. Türkçülüğün nasıl geliştiğini görmek için Türkçü dergileri okuyanların sayısına  bakmak kâfidir. ORKUN'un (ORHUN) adıyla çıktığı birinci ve ikinci devirleriyle şimdiki satışı arasındaki 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 3 



  fark Türkçü okuyucuların ne kadar hızla çoğaldığını ve Türkçülük ülküsünün gördüğü rağbeti ispat  eden şaşmaz bir ayardır.     Türkçülüğün bugünkü kuvvetine göre ORKUN'un zayıf olduğu muhakkaktır. Türlü sebepler,  başlangıçta daha kuvvetli ve iyi çıkmamıza engel oldu, fakat bu durum geçicidir. Toplanma ve  toparlanma yoluna girmiş bulunan Türkçülük ağır, fakat emin adımlarla ilerlemektedir. Şimdiye kadar  Türkçülük hareketleri yalnız fedakârlığa dayanan ve küçük gurupların, bazen de fertlerin elinde idare  olunan dağınık hamlelerden ibarettir, Bir Türkçüler topluluğu tarafından çıkarılan ilk dergi  ORKUN’dur. Manevi bağlarla birbirine bağlı olan arkadaşlar topluluğu uzun bir zamandan beri  biriktirilen para ile ORKUN'un sermayesini hazırlamış, gayet sessiz ve mütevazı olan bu hazırlanma  birçok Türkçüler tarafından duyularak desteklenmiş, böylelikle ORKUN'un daha erken çıkması  sağlanmıştır.     Türkçülük için önümüzde gittikçe genişleyecek bir çalışma ve başarma devri açılmaktadır.  Türkçülüğün şiarı soğukkanlı, ağırbaşlı ve mütevazı olmak bulunduğundan en küçük başlangıçlarda  hareket ederek ağır ve emin adımlarla büyük başarılara doğru ilerleyeceğiz. Yürüyüşümüz azimli,  hesaplı ve disiplinli olacaktır. Her işte hep beraber olacağız ve ülküye doğru hep beraber gideceğiz.     Ülkü yolunda yürüyüşümüzün ağırlaştığı günler ve hızlandığı günler olacak, fakat Türkçülüğün aslında  ve son hedeflerinde hiçbir zaman değişme olmayacaktır.     Orkun, 27 Ekim 1950, 4. Sayı.     



BİZİM GÜNÜMÜZ     Türkçülük büyük bir ülküdür. Bütün ülküler gibi büyük bir inanç gücüne dayanmakta ve bir toplum  davranışı olduğu için de bütün toplum davranışları gibi sosyal kanunların etkisi altında bulunmaktadır.     Bu ülkü, büyük Türk milletinin şuurunda ve şuuraltında yüzyıllardır yaşamakta olan büyüklük  düşüncesinin bir görünüşü, Türk soyundaki özelliklerin bir belirtisidir.     Türkçülük, geçmişten geleceğe, doğru uzanan bir duygu ‐düşünce vetiresi olduğu için onu şu veya bu  kasıtla tefsir etmek, yermek veya ona saldırmak boşunadır. Bir ağacın çiçek açıp yemiş vermesinin  nasıl önüne geçilemezse, Türk milletinin içinde bir gün Türkçülük ülküsünün tam zaferi sağlamasına  da öylece engel olunamaz. Ağacı yemiş vermekten alıkoymanın yolu onu kökünden kesip devirmek  olduğu gibi Türk milletinde Türkçülük ülküsünün önüne geçmenin tek çaresi de Türklüğü yer  yeryüzünden kaldırmaktır.     Türkiye'nin içinde ve dışında bütün Türk dünyasında Türkçülük ülküsü her zaman bir kor halinde  yanmaktadır. Bunun bütün. Türklüğü saracağı zaman elbette bir gün gelecektir. Bugün Türkçülük o  kadar güçlü değilse bunun sebepleri memleketin durumunda, aydınların yozlaşmasında, siyasilerin  değersizliğindedir. Partizanlığın din haline geldiği; Nurculuk ve Moskofçuluk gibi geri ve hain akımların  alabildiğine ortaya döküldüğü bir ortamda zaten başka bir şey beklenemez. Türkçülüğün korkunç bir  şey olduğunu propaganda ile dört bucağa yayanlar, bunu radyo ve basınla tekrarlatanlar Nurculuğa  www.atsizcilar.com   



Sayfa 4 



  ve Moskofçuluğa zemin hazırladıklarını idrak edememişlerdir. Daima bir fikre sarılmaya mecbur olan  "kişi oğlu", normal ülküsünün kapısı kendisine kapatılınca işte böyle anormale gider; bundan da  şüphesiz Türkiye zarar görür.     "3 Mayıs" günü Türkçülerin tarihte ilk defa görülen bir davranışlarıdır. Türkçülüğün düşünceden  harekete geçmesidir.     "Bir gösteriden ne çıkar? Bu da anılmaya değer mi?" diye düşünenler bulunabilir. Bugünün kanunları  himayesinde, anayasaya ve her türlü hürriyetlere dayanarak nümayiş yapmak kolaydır. Nitekim  dünya şimdi ucuz kahramanlarla dolup taşıyor. Fakat Türkiye'de koyu bir istibdadın hüküm sürdüğü,  "Kanun"un "beş telli bir saz" olduğu çağlarda, polisin insanları tevkif ederek keyfi istediği kadar  alıkoymak yetkisine sahip olduğu yıllarda bunu yapmak, yapabilmek gerçekten bir yürek ve inanç  meselesidir.    3 Mayıs 1944 günü Ankara'daki Yüksek Öğrenim gençleriyle bunlara katılan liseler ve halktan  toplanan birkaç bin kişilik bir grup, komünistlerle onların koruyucusu olan o zamanki Milli Eğitim  Bakanı Hasan Ali Yücel aleyhinde bağırarak bir yürüyüş yaptılar ve üzerlerine yürütülen atlı ve  motosikletli polislerle çarpışarak zorla dağıtıldıktan sonra yüzlercesi tevkif edildiler.    3 Mayıs büyük ızdırapların başlangıcı ve kaynağı olan bir gün olduğu halde bir dönüm noktası, bir  benimsenmiş gündür. O günkü yürüyüş "daimi başarı ve zafer" ninnileriyle uyumuş, uyuşturulmuş  olan milleti ve Meclisi dehşetle uyandırmış, bu uyanıklık daha sonra gördüğümüz şuurlu antikomünist  hareketlere yol açmıştır.     3 Mayıs bir kâbustan silkiniştir. Daha sonraki yayınların da belgeleriyle ortaya koyduğu gibi  Komünistler bazı bakan ve mebuslardan himaye görerek, pazı satılmış kalemlerin teşviki ile harekette  idiler. Köy Enstitüleriyle, liselere sokulan öğretmenlerle, üniversitedeki sabıkalı profesörlerle  Türkiye'yi bir Marksist ihtilale hazırlıyorlardı. Bütün bunları önleyen şey, 3 Mayıs 1944 günü birkaç bin  meçhul gencin yaptığı sert yürüyüş olmuştur.     Bundan dolayıdır ki 3 Mayıs bizim günümüzdür. 3 Mayıs bir ruhtur. Bu günkü parti dincilikleri,  Nurculuk ve Moskofçuluk safsataları geçerek ve ortada yalnız 3 Mayıs yürüyüşünü yapan Türkçüler  kalacaktır.     Bu yürüyüş devam ediyor. Türk orduları ata ruhlarının dolaştığı Altay ve Tanrı Dağları eteklerinde  geçit resmi yapıncaya kadar devam edecektir.     Ötüken, 15 Mayıs 1965, 17. Sayı.        



        www.atsizcilar.com   



Sayfa 5 



 



TÜRKÇÜ KİMDİR?     Türkçü, Türk ırkının üstünlüğüne inanmış olan kimsedir. Bilir ki bugün görülen geri ve kötü ne varsa,  hepsi, geçici bir hastalığın arazlarıdır ve geçmiş zamanlarda bizi ileri götüren, zaferden zafere yürüten  faziletlerin hepsi kanımızda, ruhumuzda, içimizde gizli bir halde yaşamakta, belirecek imkân ve fırsat  aramaktadır.     Türkçü, milli menfaatleri şahısların üstünde tutan, milli mukaddesata ve maziye saygı gösteren, vazife  ahlakı yüksek olan, haksızlığa savaşta pervasız bir insandır.     Türkçü, eyyamperest ve dalkavuk olamaz. Sert yaşamaktan hoşlanır ve en büyük sertliği de nefsine  karşı gösterir. Tarihimizde kahramanlık ve büyüklük bol bol mevcut olduğu için bazı küçük milletlerin  yaptığı gibi kahraman ve kahramanlık icadına lüzum görmeden esasen var olanların hakkını vermekle  iktifa eder. Böylelikle, milli kahramanlarına saygı gösterir, fakat milli kahramanların kusurları da varsa  söylemekten çekinmez ve hiçbir sebeple, kahraman olmayana kahramanlık payesi vermez. Hele  Türklüğün mukaddesatını tahrip edenleri asla bağışlamaz ve bunları bağışlayanları milli düşman sayar.     Türkçü mütevazı olmaya mecburdur. Çünkü kendini ileri sürmek, yaptığının karşılığını beklemek veya  takdir olunmak içindir. Hâlbuki takdir beklemek bir hodbinliktir. Türkçü milletine bir hizmet yaparken  bunu beğenilmek için değil, vazife bildiği için yapar ve yapacağı en büyük hizmetin bile, adı sanı  bilinmeden ölüp mezarsız yatan şehitlerin hizmeti yanında pek küçük kalacağını bilir.     Türkçülük yükselmek için değil, yükseltmek içindir. Topluluklar fedakâr fertlerin çokluğu nispetinde  yükselir.     Türkçülük bir fikir olduğu kadar da bir inançtır. İnanç olduğu için de münakaşasız, tenkitsiz kabul  olunur. Onun münakaşa ve tenkit edilecek taraftan temeli, esası değil, teferruatıdır.     Türkçüler dayanışmalı yaşamaya mecburdur.     Dayanışma az kuvvetle çok iş görmenin tek ve değişmez çaresidir. Dayanışma olmayan yerde için için  bir kemirme var demektir. Türkçü, ülküdaşlarıyla olacak bir geçimsizliğin ülküye darbe olduğu bilir.     Türkçü, hiç şüphesiz, Türk’ten olur. Fakat her "Türkçüyüm" diyen Türk, Türkçü değildir.     Samimi olması ve Türkçülüğün şartlarına uyması lazımdır. Türkçünün en büyük vazifesi Türklüğe  hizmettir. Bunun da baş şartlarından biri çevresinde bulunanlara Türklük sevgisini aşılamaktır. O  yorulmadan ve bıkmadan Türk ırkının üstünlüğünü anlatacak, yabancıların tehlikesini söyleyecek,  Türk ahlakının gereklerini bildirecek, barışmaz düşmanımızın Moskof olduğunu telkin edecektir.    Moskofçu komünistin vatan haini olduğunu en iyi ve herkesten önce anlayan Türkçülerdir. Onun için  komünistlerle her yerde, her vasıta ile her şekilde savaşacaklardır.     Kısacası: Türkçüler yirminci yüzyılda Türk milletinin fedakârlarıdır.   Orkun, 20 Ekim 1950, 3. Sayı.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 6 



  TÜRKÇÜLÜK VE SİYASET     Türkçülük bir ülkü, siyaset ise iktidara geçme taktiğidir; Bu sebeple, bir ana inanç ve ana düşünce olan  ülkü asla değişmediği halde siyaset yani taktik her zaman değişir.     İnsanlar iktidara geçmek için partiler kurarak çalışırlar. İktidara geçmek oy kazanmakla mümkün  olduğu için oy sahiplerinin fikrini ve gönlünü almaya uğraşırlar. Bunu sağlamak için taviz verirler;  propaganda yaparlar; kendilerini beğendirmeğe çabalayıp bol bol da yalan söylerler. Hatta rakiplerine  iftira attıkları da olur.     Bu, bütün dünyada böyledir. Bizde "İttihat ve Terakki", "Hürriyet ve İtilaf' partileri arasındaki iğrenç ve  ahlaksızca mücadeleyi bir tarafa alıp Cumhuriyet çağına, onun da Halk Partisi ile Demokrat Parti  arasındaki savaş zamanına göz attığımız zaman karşılaştığımız manzara şudur:     İktidar, iktidarda kalmak için haksızlıklar yapmış, muhalefet bundan şikâyet etmiştir. Sonra, Muhalefet  iktidara geçinde aynı haksızlıkları kendi yapmaya başlamış, bu sefer evvelce haksızlık edenler aynı  haksızlığa uğrayınca feryadı göğe yükseltmişlerdir.    Partilerde ülkü yoktur. İktidara geçmek veya orada kalmak için en aşırı tavizlerden çekinmezler.  Demokrat Parti'nin iktidara geçince Türkçe ezanı yine Arapçalaştırması samimi kanaatinden değil, oy  toplamak kaygısındandır. Aşırı Kemalist olan ve dinle ilgisi bulunmayan Celal Bayar'ın bunu isteyerek  yaptığı veya yaptırdığı söylenemez. Bununla ileriki seçimleri teminata almak istemiş ve almıştır.   Sade dinsiz değil, aynı zamanda Tanrısız bir rejim olan komünizm ise İkinci Cihan Savaşında Almanlar  karşısında tutunabilmek için dinden yardım beklemiş, Sovyetler Birliğinin Hıristiyan ve Müslüman  vatandaşları için kiliseler ve camiler açılıp dini liderler seçilmiştir.     Türkçülük, Türk milliyetçiliğidir ama her milliyetçi Türk, Türkçü değildir. Milliyetçilik pek umumi bir  deyimdir. Her normal insan az çok milliyetçidir. Türkiye’nin bütünlüğü ve emniyeti üzerinde duygulu  olup Türk milletine bağlı kalmak şüphesiz milliyetçiliktir. Fakat böyle milliyetçiler arasında Dış  Türklerle hiç ilgilenmeyen, hatta onların varlığından habersiz olan, siyasi sınırlar dışında Türk ülkeleri  olduğunu bilmeyen, tutsak bir Türk ülkesinin kurtarılması için göze alınacak savaşı istilacılık sayan nice  insanlar vardır.     Aslında beynelmilelci olan sosyalizmin Türkiye'deki mümessilleri de milliyetçi olduklarını söylerler.  Hatta Orta Asya'daki atalarımızla ilgimizi inkâr edip bu topraklar üzerinde Hititlerden başlayarak üst  üste yığılmış olan etnik döküntülerinin karması olduğumuzu ileri sürenler de milliyetçilik  davasındadırlar.     Komünistlikten hüküm giymiş olanlar, Türk milliyetçiliğinin kökünü kazımak için kampanya açmış olan  partiler, İslam beynelmilelciliği davası güdenler de hep milliyetçi olduklarını söylerler.     Türkçülük bu türlü eksik ve yanlış milliyetçiliklerin hepsini reddeder. Türkçüler için İzmir'i kurtarmak  üzere yapılan savaşla Kıbrıs'ı, Kerkük veya Azerbaycan'ı, Türkistan'ı kurtarmak için yapılacak savaşlar  arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü Türk milleti bir bütün olduğu için Türkçülük ancak ve yalnız, bütün  Türkleri içine alan bir milliyetçilik davasını ülkü edinir. Türkler ise Türk soyundan gelenlerle Türk  www.atsizcilar.com   



Sayfa 7 



  soyundan gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde hiçbir yabancı ırk düşüncesi  bulunmayan fertlerin topluluğudur.     Türkçülük bugün siyasi değildir. Fakat bir gün siyasi bir kuruluş durumuna gelirse bütün Türkleri  kurtarıp birleştirecek bir program ile ortaya çıkacaktır. O zaman, şüphesiz çağı, durumu ve ortamı  kollamakla beraber bunlara bağlanıp kalmayacak, bu kaygıların üstüne çıkacaktır. Dünün gerçeklerini  yeniden gerçekleştirecektir.     "Türkçü" kelimesi bugün birçoklarını ürkütüp tedirgin etmektedir. Bunun altında bir nazizm,  diktatörlük, kafatasçılık heyulaları görmektedirler.     Türkçülük kelimesinin bu korkunç hale getirilmesinde‐yerli Moskofçuların rolü büyük olmuştur. Onlar  Moskova uşağı oldukları için Rusya'yı yere vuracak her düşünceye düşmandırlar. İkinci olarak  Türklüğe gizli bir hınç besleyen Devşirme artıkları, üçüncü olarak da Türkiye'de solculuğun anası olan  Halk Partisi gelmektedir.     Halk Partililer arasında bir tane Türkçü gördünüz mü? TİP dışındaki bütün partilerde Türkçü bulunur  ama Halk Partisi'nde bulunmaz. Gerçek çehrelerini de son kurultaylarıyla ortaya koydular.     Türkçüler bugünlük ancak Türkçü karakteri oları partileri tutarlar. Türkçülükten sapan veya taviz  veren hiçbir parti Türkçülerce tutulmaz, tutulamaz. Türkçülüğün ne olduğu açık, seçik ortada  bulunduğu için bugünkü tutumları ile hiçbir parti Türkçü değildir.     Partiler bakımından Türkiye henüz oturmamıştır. Bu kaynaşmalar durulduktan sonra kaç parti  kalacak, belli değildir. Belli olan tek şey Halk Partisi'nin ölmüş olduğudur. Milli vicdan sosyalizmden  iğrendiği için sol partilere de hayat hakkı tanımayacaktır. "Demokrasilere sol partiler de lazımdır" sözü  bazı safların da inandığı bir komünist uydurmasıdır. Tam bir demokrasi olan Amerika'da sol parti  yoktur.     İleride şartlar hazır olunca, mevcut partilerden biri Türkçü parti haline gelir veya bir Türkçü parti  kurulursa Türkçülük o zaman siyasete girmiş olacaktır. Şu da unutulmamalıdır ki, Türkçülüğün iktidara  gelmek için mutlaka parti kurmasına lüzum yoktur. Türkçülük beyinlere ve gönüllere şuurla  yerleştikten sonra bu, partisiz de olabilir.     Ötüken, 26 Temmuz 1972      



TÜRK MİLLETİNİN ASIL MESELELERİ     Dünya gitgide daha çok modaların tesirinde kalıyor. Moda artık yalnız iradesiz kadınları değil, fikir ve  sanat alanını da dalgalandıran bir faktör oluyor. Bakıyorsunuz günün birinde bir kitap yahut bir yazar  moda olmuş, herkes ondan bahsediyor; başka bir günde siyasi ve iktisadi bir rejimin dilden  düşmediğini görüyorsunuz. Bizdeki bu, türlü son modalardan biri sosyal adalet, bir ikincisi de  sosyalizmdir.     www.atsizcilar.com   



Sayfa 8 



  Bu türlü modaların gelip geçmesinden, tartışılmasından milletçe bazı faydalar sağlanır mı, belli değil.  Zararı ise asıl davaları unutturmasındadır. Asıl dava deyince bugün pek çok konuşulan kalkınma ve  toprak reformunu değil, onlardan daha önce düşünülmesi gereken, onlar olmadıkça bütün  reformların neticesiz kalacağı muhakkak bulunan konuları kastediyoruz.    Türklüğün "olma veya ölme" davası iktisadi kalkınmadan önce sağlık, ahlak, milli şuur davalarıdır.  Sağlık fizik olarak, ötekiler manevi olarak milleti yaşatacak, yaşamaya kabiliyetli kılacak, kalkınma  ondan sonra gelecektir.    Bu sözlerin anlamı, hiç şüphesiz, bugün başlayan kalkınma durdurulsun da, ötekilere el atılsın demek  değildir. Fakat maddi ve ruhi sağlığı tamamlanmamış, görev ahlakı son dereceye yükselmemiş ve milli  şuuru parlamamış bir toplumun refahından ne çıkar? Refahtan kalkınmadan maksat bir millet olarak  yani başka milletlerden ayrı olarak kendi özelliklerimiz ve geleneklerimizle yaşamak, üstün olmak  değil midir? Milli şuur olmadıktan sonra, ahlak olmadıktan sonra milli, varlık nasıl korunabilir?  Sağlamlık derken de yalnız gövde sağlamlığını değil, onunla birlikte ve ondan daha çok ruh  sağlamlığını kastediyor ve İkinci Cihan Savaşından önce iki Avrupa milletinin davranışını da örnek diye  veriyoruz:     1) Almanya, Çekoslovakya’yı birkaç saatte işgal edip Almanya'ya kattığı zaman Çekler bunu kabul  ettiler. Bu koca tarihi olayda yalnız bir karakolda bir tek Çek neferi öldü. Yani koca bir devlet ve ordu  içinde milli haysiyeti olan bir tek insan çıkabildi. Almanya'nın nüfusu 70, Çekoslovakya’nın 12  milyondu ve Çekoslovakya kültür ve teknik bakımından Almanlarla eşitti.     2) Ruslar, Finlandiya'ya saldırdığı zaman Finler silahla karış koydular. Ruslar, bir süre önce yuttukları  Estonya, Letonya ve Litvanya gibi Finlandiya'yı da işgal etmek istiyorlardı. Üç ay kıyasıya çarpışıldı.  Sonunda, Rusya bu ülkeyi almaktan vazgeçerek bir kısım topraklarını eklemekle yetinmeye mecbur  kaldı. O zamanki Rusya'nın nüfusu 180, Finlandiya'nın 4 milyondu.     Bu iki örneğin ortaya koyduğu hakikat şudur:     Küçük Finlandiya maddi ve manevi sağlamlık, görev ahlakı ve milli şuur bakımından çok kuvvetli  olduğu için tarihteki savaşların en elverişsiz şartlarla yapılanında varlığını korudu. Çekoslovakya ise  manevi sağlamlık ve görev ahlakı bakımından zayıf olduğu için tüfek patlatmadan teslim oldu. Teslim  olduğu zaman Almanların eline 1582 uçak, 501 uçaksavar, 2175 top, 469 tank, 43.837 ağır makineli  tüfek ve sayısız cephane geçmişti. Yani silah bakımından mükemmeldi. Memleket iktisadi refah  içindeydi. En aşağı ilköğrenim görmemiş tek fert yoktu. Ağır endüstrisi vardı. Finler 180, milyona karşı  4 milyonla yani 45 misli kuvvetle başa baş çarpışırken Çekoslovaklar 70 milyona karış 12 milyonla yani  6 misli kuvvetle karşı vuruşmaya kıyışamadan teslim oldular.     Demek ki yüksek bir maneviyat ile milli şuur olmadan yalnız ağır endüstri, teknik, bilim ve refah milli  hayatı emniyete almak için kâfi gelmiyor. Üstün silahları düşmana karşı kullanan da nihayet  maneviyat ve şuur olduğuna göre milli yapıda ilkönce milli şuur ve ahlak harçlarını kullanılması icab  ediyor.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 9 



  Türkiye'nin bugün en çok muhtaç olduğu şeyler bu manevi değerlerdir. Şimdi bunların neden düşmüş  olduğunu, sorumlularının kimler olduğunu, bir yana bırakalım da tekrar nasıl elde edebileceğimizi  düşünelim. Basın, sinema, sokak ve plajlar manevi yapıyı her gün baltalar ve kanunlar buna seyirci  kalırken yarına güvenle bakmaya imkân yoktur. Bu yıkılmayı önlemenin başlıca iki yolu kanun ve  eğitimdir. Manevi yapıyı bozanlara karşı kanunla sert tedbirler alınırken okul programlarıyla da  manevi yapının yükseltilmesi cihetine gidilir. Kıbrıs'ta Türkler öldürülürken futbol maçı tartışması  yapan hayvanları insanlığa döndürmenin başka yolu yoktur ve yarın varlığımıza saldırırlarsa Fin ve Çek  örneklerinden birini tercih etmek de bugün tutacağımız yola bağlıdır.     Ötüken, 5 Şubat 1964, 2. Sayı.      



TURANCILIK     Turancılık, Türkiye'de 60 yıldan beri tartışılan bir konudur. Zaman zaman, Türklerle akraba milletleri  de içine alan bir sistem halinde düşünülmekle beraber bugün "Turancılık" deyince Türkiye'de  anlaşılan şey, tarihi mirasları da dâhil olduğu halde bütün Türkler’i tek devlet halinde birleştirmek  ülküsüdür ve her ülkü gibi nesillere bakan, kan ve can vergisi isteyen, gönüllere heyecan katan bir  inançtır.     Tarihi, savaşları ve fütuhatı dolayısıyla hemen bütün dünyaya antipatik gelen Türk milletinin yeniden  birleşerek şahlanması birçok milleti korkuttuğu için, bu şahlanış sonunda bazı devletler ortadan  kalkacağı veya küçüleceği için, hatta dünya çapındaki büyük ticaret ortaklıklarının çıkarları  baltalanacağı için Turancılık ülküsü büyük bir direnişle karşılanmakta, bu direnişin propagandası ve  fikriyatı yapılmakta, bu propaganda Türkiye için de tesirli olmaktadır.     Turancılık ülküsüne karşı Türkiye'deki muhalefet ya bunun Türkiye'yi büyük tehlikelere atacak bir  macera sayılmasından yahut Türkiye dışındaki Türkler'in de en az bizim kadar (bir bakıma bizden çok)  Türk olduklarının bilinmeyişinden yahut da bugünkü sınırlarımız içinde 4000 yıldan beri üst üste  yığılan etnik zümreleri ve kültürleri karıştırıp bunlardan şimdiki dili Türkçe olan bir "halk"ın  peydahlandığını kabul etmekten doğmaktadır.    Moskof uşağı oldukları için Turancılığın Rusya'yı devirmesinden korkanların muhalefetini kaale  almıyorum.    Önce, Turancılık bir macera mıdır, onu ele alalım:     Turancılığın macera olduğu hakkındaki düşünce, Birinci Cihan Savaşında Enver Paşa'nın Kafkas  cephesindeki hareketlerinin başarısızlık ve büyük kayıplarla sona ermesinden çıkmıştır. Bir çiçekle  bahar gelmediği gibi bir başarısızlıkla bir düşüncenin yanlışlığına hükmetmek de sağlam bir mantığın  eseri sayılamaz. Enver Paşa'nın cesur bir asker, fakat ehliyetsiz bir kumandan olduğu artık herkesçe  bilinmektedir. Bundan başka Enver Paşa'yı saf bir Turancı saymak da yanlıştır. İttihatçılar hem  Turancı, hem de İslam birlikçisi idiler. Hem Kafkasya'yı, hem de Mısır'ı almak istiyorlardı. Bundan  başka zamansız Kafkas taarruzu Turancılık düşüncesiyle değil, müttefikimiz Almanlar üzerindeki yükü  hafifletmek amacıyla yapılmıştı.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 10 



    Maceracılığa gelince, bu kelime üzerinde iyi ve ciddi düşünmek lazımdır. Her maceracılık bir hata  olmadığı gibi her ihtiyat da tedbirli bir davranış değildir. İnsanlığın tarihi siyaset, askerlik ve ilim  alanındaki maceralarla doludur. Kristof Kolomb'un batıya giderek Hindistan'a varmak istemesi bir  macera idi. Bir sal ile Atlantiği geçmek de öyledir. 'Kendi yakın tarihimize bakarsak Mustafa Kemal  Paşa'nın Samsun'a çıkması da bir maceradır. Birçoklarının buna katılmayışı yurtsever olmayışlarından  değil, başarı ihtimali görmemelerindendi. Fakat o, iyi hesap yapmasını bildiği için, başkalarının  Türkiye'yi batıracak bir macera diye muhalefet ettikleri teşebbüsünü parlak bir şekilde bitirdi.     Daha eski tarihimizde Babur'un 10.000 kişiyle Hindistan'a dalması, Yavuz'un 30.000 kişiyle çölü  geçerek Mısır'a girmesi birer macera değil miydi? Evet, Napoleon ve Hitler'in Moskova seferleri de  macera idi ama onlar başarısızlıkla bitti diye berikilerin değeri azalır mı?     Yahudilerin artık Arap vatanı olmuş topraklarda İsrail devletini kurması şaşırtıcı bir macera değil  midir?     Tehlikesiz yaşamak isteyenler intihar etsin. Hayat ve kâinat tehlikelerle doludur. Tehlike fertler için  de, milletler için de, topraklar için de vardır. Korkunç bir deprem birkaç saatte Anadolu'yu suların  altına gömebilir. Dünyaya yakın geçen bir kuyruklu yıldızın boğucu gazlan birkaç milleti birden yok  edebilir. Dünyayı yörüngesinden çıkaracak büyüklükte bir göktaşı küremize çarparak dünyanın  kıyametini koparabilir. Birkaç millet birleşerek bir gece Türkiye 'nin üzerine 500 hidrojen bombası  fırlattıktan sonra özel giyimli askerlerini yurdumuza sokabilir.     Bütün bu ihtimaller var diye uyuşuk uyuşuk oturup yalnız fabrika kurmak, futbol maçlarım seyrederek  bağırmak, defile ve güzellik müsabakaları yapmak, üniversitelerde bir takım bayağıların eserlerini  tahlil etmekle mi vakit geçireceğiz? Bunlarla millet yaşamaz. Millet bir hayvan sürüsü değildir. Millet,  milli bir hedef ister. Ancak o hedefi gördüğü zaman sürü olmaktan çıkıp insanlaşır, bencil olmaktan  kurtulup fedakârlaşır.     Bizim için en kutlu hedef Turancılıktır. Eskiden nasıl bir idiysek yine birleşeceğiz diye kendisini bir  ülküye adamaktan daha kutlu ne olabilir? Bütün Türkler'i birleştirmek hakkımız ve görevimizdir.  Bizden zorla koparılanı geri almak adaleti yerine getirmektir. Turancılık bir büyüklük düşüncesidir.  Büyüklük düşüncesi asil bir düşüncedir.     Turancılığı, bütün Türkler'i yalnız kültür alanında birleştirmek diye anlamak boş ve yanlıştır. Sosyal bir  kanundur ki kültür birliği ancak siyasi birlik sonunda doğar. Türk'e düşman milletlerin hâkimiyetindeki  Türkler'i kültürde birleştirmeye imkân var mı? Yabancı millet buna izin verir mi? Sovyetler Birliği'nde  alfabesi ayrılmış yerli lehçesi edebi dil haline getirilmiş Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Tatar ve  Başkurt'u hangi kuvvetle, hangi metotla tek kültür içinde bizimle birleştirebilirsin? O kadar gücün  varsa zaten ordularını yürütüp o ülkeleri kurtarmak elinde demektir. Ondan sonra kültür birliği için  kurultayını toplar, aksi halde kültür birliğini hiçbir zaman kuramazsın.     Bugün Türkler arasındaki kültür birliği ancak gönül birliği, tek millet olmak şuuru, biraz da dil birliği  halinde yaşamaktadır. Fakat bu gidişle 50 yıl sonra diller ayrılacaktır. O zaman ne olacak? Onlar artık  başka millet oldu diyerek miskin bir tevekkülle bu oldu bittiyi kabul mü edeceğiz, yoksa eski yurtları  www.atsizcilar.com   



Sayfa 11 



  ve soyumuzun koparılmış parçalarını kurtarmak için, savaş da dâhil, her şeyi göze mi alacağız? Elbette  göze alacağız. Şüphesiz zamanı kollamak, hesapları iyi yapmak şartı ile...     Siyasi sınırlar dışındaki Türkler'le uğraşmak macera ise Türk uçakları Kıbrıs'a neden saldırdı? Hatta  Amerikan donanması engel olmasaydı Kıbrıs'a neden çıkılacaktı? Batı Trakya Türkleriyle, Kerkük  Türkleriyle, neden bu kadar ilgileniliyor? Dün "Hatay"dı. Bugün "Kıbrıs", yarın "Batı Trakya" ve  "Kerkük", Öbür gün "Azerbaycan" ve daha ötesi… Bu, budur. Kimse başını kuma sokmasın.     Turancılığa muhalefetin bir türlüsü de Türkiye dışındaki Türklerden habersiz olmanın sonucudur.  Daha pek yakında bir bilgin kişinin, bir toplantıda gençlerden birine "Hunlar da mı Türk" diye  sorduğunu anlattılar. Hunlar'ın Türk, hatta kısmen Oğuzlar'ın ataları olduğunu bilmeden yaşayan  bilgine ne denir? Meğer o, milli tarihi Malazgirt zaferiyle başlıyor sanırmış. Hayırlı uykular deyip  geçelim...     Bir de Türk soyundan gelmemenin verdiği gayrı milli şuurla Anadolu'yu bir bardak, içindeki milleti bir  kokteyl, Türkler'i de bu kokteyle en son katılan içki saymak gibi hezeyan var ki taraftarları bir takım  ruh hastalarından ibarettir.    Tarihimizi Malazgirt’le veya İznik şehrinin alınmasıyla başlatanlara sormalı: İznik'i başkent yapanlar  veya Malazgirt savaşını kazananlar daha önce ne idiler? Nerede idiler? On Birinci Yüzyıl tarihin  ışıldakları altındaki bir asırdır. O adamların nerede ve ne olduklarını gözler önüne derhal serer.  Böylece de Türk Devletleri denen nesnenin birbirini kovalayan Türk hanedanları olduğu, aslında bir  tek devlet olup fetret zamanlarında ikiye üçe bölündüğü ve bunun Tanrıkut'a kadar gerilere doğru  uzandığı ortaya çıkar.     Turancılık ülküsü gibi milleti hızlandırıcı, ahlaka ve erdeme dayalı kutlu bir ülküyü yermek için ya  damarlarındaki kanı yabancı hissetmek, ya komünist yani vatan haini yahut da milli tarihi  Malazgirt'ten başlatacak kadar cahil ve budala olmak lazımdır.     Ötüken, 30 Nisan 1973, 6. Sayı.      



TURANCILIK ROMANTİK BİR HAYAL DEĞİLDİR     Türk milletinin ülküsü olan Turancılığı, herkesin dilediği şekilde anlattığı, bunu bir türlü romantizm  diye gösterdiği göze çarpmaktadır. Milli ülkülerde onun şiir yönü olan bir romantizm bulunmakla  beraber ülkü, aslında gerçeklere dayanan, açık ve kesin amaçlan olan bir duygular ve düşünceler  sistemidir. Türkçü diye bilinen bazı yazarların Turancılıktan bahsederken, adeta ürke ürke konuya  değinmeleri Turancılığın ne olduğunu bilmeyenler üzerinde hiç de olumlu bir tesir bırakmıyor. Türk  Edebiyatı Tarihinde mühim bir yeri olan "Fırtına ve Kar" gibi. "Peri Kızı ile Çoban Hikâyesi" gibi aruz ve  heceyle yazdığı ölümsüz şiirlerle Türk edebiyatının ölümsüzleri arasına giren Orhan Seyfi Orhon'un 2  Şubat 1968 tarihli Son Havadis gazetesindeki "Turan Nedir" başlıklı yazısı Turancıların asla kabul  edemeyecekleri yanlış düşünceler bakımından bu yazıma konu olacaktır.       www.atsizcilar.com   



Sayfa 12 



  Yazı şöyle başlıyor:     Çok değerli arkadaşım Tekin Erer'in en güzel misalini vererek anlattığı gibi milliyetçilikte bir Türk  emperyalizmi halinde "Turancılık" yoktur. Turan, Türk tarihinde büyük Türk ırkının kendisine vatan  olarak seçtiği yerdir.     Bir kere Turancılıkla emperyalizmi karıştırmak büyük bir yanlıştır. Emperyalizm bir milletin başka  milletleri hükmü altına alması demektir. O halde, Türklerin birleşmesi demek olan Turancılık neden  Türk emperyalizmi oluyor? Bugün Türk topluluklarından birinin silah kuvvetiyle öteki Türkleri  yabancılardan kurtararak tek devlet halinde birleştirmesi emperyalizm midir? Dünyadaki bütün  milletler, yabancı devlet hâkimiyetinde kalan soydaşlarını kendileriyle birleştirmek için silahlı ve  silahsız savaşlar yaparlar. Bunun adı emperyalizm değildir, irredantizmdir ki makbul bir davranıştır.     Sevr Barışını kabule mecbur kalsaydık da Trakya ve İzmir'i Yunanlılara bıraksaydık, elli yıl sonra oraları  kurtarmak için yapacağımız mücadele bir emperyalist. Savaş mı olacaktı? 100.000 Türk'ün yaşadığı  Kıbrıs için savaşı göze alan Türk milleti elbette kırk milyon Türk'ün yaşadığı yerleri kurtarmak için de  silaha sarılacaktır. "Milliyetçilikte bir Türk emperyalizmi halinde Turancılık yoktur" demek, Turancılığı  istememek, Türk birliğini şiir ve hayal olarak düşünmek demektir.     Orhan Seyfi'nin yukarıya aldığım parçasında "Turan, Türk tarihinde büyük Türk ırkının kendisine vatan  olarak seçtiği yerdir" cümlesi var. Peki, bu vatan şimdi nerede, ne durumda? Anadolu On Birinci  Yüzyılda, kurtarmak için daha dün silaha sarıldığımız Kıbrıs On Altıncı Yüzyılda fetholundu, ya üzerinde  doğup tarihe girdiğimiz topraklar ne oldu?     Turancılık ülküsünün, Ziya Gökalp'ın bir manzumesiyle Türk şuuruna girdiğini söylemek de yanlıştır  Turancılık, yani bütün Türkleri birleştirmek ülküsü, milattan önceki üçüncü yüzyıldan beri vardır. Türk  büyüklerinin, iç huzuru sağladıktan sonra ardından koştukları tek düşünce her zaman Türk birliği  olmuştur. Ancak İslamiyet bu düşünceyi bir miktar değiştirmiş, İslamlığı korumak kaygısı Türk birliği  ülküsünü zaman zaman az veya çok ihmal ettirmiştir.     Orhan Seyfi Orhon, yazısının bir yerinde de şöyle diyor:     Apaçık anlaşılır ki gençlere Türkçülüğün bayrağını getiren şair (yani Ziya Gökalp) eski tarih boyunca  Türk ırkının yaşadığı ülkeleri zaptedelim demiyor. Türklerin Turanı, Yunanlıların Megalo İdeası  değildir. Türk milletini eski Türk tarihi içinde hatırlamaktır.     Bu satırlar da baştanbaşa yanlıştır. Ziya Gökalp, eski Türk ülkelerini zaptedelim demedi diye bizim de  aynı yerde saymamız icab etmez. Ziya Gökalp'ın Türkçülüğü bugün için artık eksik bir Türkçülüktür.  Zaman ilerledikçe o eksikleri tamamlayıp gedikleri kapatmaya mecburuz. Kaldı ki Ziya Gökalp eski  Türk ülkelerinin zaptı taraftarıdır:     Moskofun ülkesi viran olacak;     Türkiye büyüyüp Turan olacak     www.atsizcilar.com   



Sayfa 13 



  diyen odur. Türklerin Turanı, Yunanlıların Megalo İdeası değildir demek, Yunanlılar büyümek  istedikleri halde biz istemiyoruz demektir ki bir millet için büyümekten korkmak kadar ölümcül  düşünce olamaz.       Bugün yoksul Asya ve çok geri Afrika milletleri bile büyüklük isteğinde, büyüklük ülküsünde iken bizim  "Turancılığımız emperyalist düşünce değildir" dememiz tarihimizi kapatmaya karar vermekle birdir.     Emperyalist değiliz ne demek? Eski topraklarımızı kurtarmak isteğimiz emperyalizm ise emperyalistiz.  Türkistan'ı, İdil‐Ural'ı, Azerbaycan'ı, Kafkasya'yı, Kırım'ı ve Türklerin yaşadığı başka yerleri istemek  emperyalizmse kutlu bir düşüncedir.     Vietnam'ın, hangi fikirle olduğu henüz kesin olarak bilinmeyen savaşına alkış tutup Altaylardan  bahsetmeyi yeren soysuz hainler yanında, Orhan Seyfi Orhon gibi Türkçü bir şairin Turan'ı romantizm  olarak tavsifini hiç yakıştıramadım.     ***    Bu konuyu ele almışken öteden her söylenen bir tekerlemeye de cevap vermek isterim: Turancılık bir  maceradır. Bizi mahvediyordu. Bundan sonra böyle maceralara atılmak çılgınlık olur.     Bunu iddia eden zavallılar hangi maceradan bahsediyorlar? Birinci Cihan Savaşından mı? Birinci Cihan  Savaşının Turancılık düşüncesiyle açıldığını iddia etmek hiçbir şey bilmemek, dünyadan habersiz  olmak demektir. Yayınlanan tarih belgeleriyle artık iyice öğrenilmiştir ki, Türkiye savaşa girse de,  girmese de Rusya, İngiltere ve Fransa, Türkiye’yi yok edip paylaşmaya karar vermişlerdi. Türkiye için  Almanya ile birleşmekten başka çıkar yol kalmamıştı. O zamanki hükümetin İngiliz ve Fransızlarla  aradığı ittifak teşebbüslerine cevap bile verilmemişti. Şimdi, bu şartlar içinde girişilen savaş bir  Turancılık savaşı mıdır, yoksa bir ölüm‐dirim kavgası mıdır? Hiç şüphesiz, savaşı kazanmak için  Turancılıktan da, İslam birliği düşüncesinden de istifade edilmek istenmiş, biri İngilizler'e karşı silah  olarak kullanılmış, az çok da faydası görülmüştür. Fakat Turancılık fikri olmasaydı, Ziya Gökalp  doğmamış bulunsaydı, bu kelime bilinmeseydi savaşın sonucu değişecek miydi?     Birinci Cihan Savaşı sırf Turancılık ülküsü uğruna açılmış olsaydı bile onun korkunç sonu Turancılığın  yıkılışını değil, uygulamadaki beceriksizliği ortaya koyardı. Yerinde kullanıldığı zaman bir hastayı  diriltecek olan ilaç, yanlış kullanılırsa insanı öldürebilir. O zaman suç ilaçta değil, yanlış kullanandadır.  Tarihimiz boyunca, Müslüman olduğumuz için başımıza bin türlü bela geldiği gibi bugünkü demokratik  rejim yüzünden de 1960'ta geçirdiğimiz tehlike malumdur. Bu kafa ile düşününce suçu İslamiyet’e ve  demokrasiye yüklemek icap eder ki ne dereceye kadar doğru olduğu ortadadır.     Bütün bunlar ortada iken, Birinci Cihan Savaşında Turancılık ülküsünden faydalanmak için yapılan bazı  davranışların aksi sonuçla bitmesiyle Turancılığı ebediyen mahkûm etmek ne akıl, ne iz'an, ne iyi  niyet, ne de insafla bağdaşamaz.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 14 



  Turancılık bütün Türklerin birleşmesi ülküsüdür. İnsanları insan yapan, büyük bir düşüncenin ardında  koşmalarıdır. Türk milleti için en insanca, en yüksek düşünce tutsak yaşayan soydaşlarını kurtarmak  için yapacağı savaştır.     Yalnız kazancımızı, midemizi, maddemizi düşünmeyelim. Bunu hayvanlar da yapar. Daha çok manaya,  düşünceye, ülküye dönelim. İnsanlık budur. Bunu söylerken de kimseden çekinmeyelim: Hakkımızı,  atalar mirasını istiyoruz. Alacağız da...    (22 Şubat 1968) Ötüken, Mart 1968, 3. Sayı.      



TURANCILIK VE FARUK GÜVENTÜRK     "Laiklik ve İslamiyet" adında 14 sayfalık bir broşürün yazarı Turancılığın şuursuzluk ve hainlik  olduğunu ileri sürerek kendisinden asla umulmayan, doldurduğu makama hiçbir suretle yakışmayan  bir davranışta bulundu. Üstünde fiyat yazılı olmadığı için piyasaya çıkarılmadığı, yalnız elden  dağıtıldığı anlaşılan broşür, Genelkurmay Harp Tarihi Başkanı Korgeneral Faruk Güventürk tarafından  yazılmıştır.     Eser aslında yobazlara karşı yazılmış, yobazlığın Müslümanlıkla ilgisi olmadığı belirtilmiş ve  Kemalizm’in feyizleri, yobazlığın kötülükleri sıralanırken memleketi batırıcı hain düşünceler arasında  komünizmle birlikte Turancılığın da adı sayılmıştır.     Benim için işin en berbat yanı, en güç yönü bu ipe sapa gelmez düşünceyi ortaya atan Faruk  Güventürk'ün ahbabım ve dostum olmasıdır.     Kore'deki Türk Tugayının Topçu Tabur Komutanı bir binbaşı olarak döndüğü sıralarda tanıştık. Kartal  Maltepesi yakınındaki Atış Okuluna tayin olunduğu için sık sık Maltepe’deki evimize gelmesi  dostluğumuzu berkitti. Benimle konuşurken daima ülkü birliğinden bahsettiği için kendisini de Turancı  olarak gördüm ve bunca konuşmamızda Turancılık aleyhinde en küçük imasına dahi rastlamadım.     Harp Akademisine nasıl girdiğini, Dokuz Subay Alayında nasıl tutuklandığını biliyorum. Duruşmalarına  beni de çağırdı; bir oturumda bulundum.     27 Mayıs 1960 hareketinden sonra Albay rütbesiyle İstanbul Merkez Komutanı olduğu zaman başka  bir dostumun işi için kendisini ziyaretimde beni yine çok dostça karşıladı. Ondan sonra görüşme  imkânı kayboldu ve kendisi tümen, menzil, kolordu komutanı olarak aynı yerlerde görevdeyken,  Mevlana dâhil, türlü konularda konferanslar vermek, eserler yayınlamak gibi faaliyetlerde bulundu.  Denilebilir ki komutanlığı bir yana bırakmış, mürşitlik yapmaya başlamıştı.     Faruk Güventürk kitap yazmak arzusuyla yanan bir insandır. Bunu "Kore'de Kutup Yıldızı" adlı eserinin  önsözünde kendisi söyler. Kitap yazmak için yanmak bir meziyettir. Ancak, yazmış olmak için  yazmamak, ne yazdığını bilmek de şarttır.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 15 



  Şimdi yobazlara ve komünistlere hücum ederken Turancıları da araya karıştırmak, bu ülkünün hainlik  olduğunu söylemenin yeri, sırası mıydı? Turancılık şüphesiz Moskoflara ve Çinlilere göre bir hainliktir.  Çünkü onların imparatorluklarını yıkacak bir kasırgadır.    Gölgesinden korkanlar, vurgunculuklarını düşünenler için de şuursuzluk sayılabilir. Çünkü rahatları ve  gayri meşru kazançları elden gidecektir. Fakat Turancılık 50 yıldan beri Turancı olan Türk ordusunun  bir korgenerali için şuursuzluk ve hainlik olamaz.     Bugünkü başkomutan Cemal Tural Turancı değil mi? Türk ordusuna yayınladığı mesajda "Ey Mete'nin  Ordusu" hitabının manası nedir? Faruk Güventürk'ün herkesten çok sevdiği, birçok köye büstünü  diktiği Atatürk, Turancı değil miydi? Japon elçisine "Bir gün Çin seddinde buluşacağız'" dememiş  miydi? Onun başkanlığı zamanında liselerde okutulan tarih kitapları Turancılık görüşünden başka  hangi düşünceyle yazılmış olabilir?     Azizim Faruk Güventürk!     Turancılık hainlik idiyse neden benimle yıllarca dostluk ve arkadaşlık edip ülkü birliğinden bahsettin?  Neden Turancılığın aleyhinde en ufak imada veya tenkitte bulunmadın? Benim Turancılıktan başka  ülküm olmadığına göre ülküdaşım olan herkesin de Turancı olması gerekmez miydi?     Sen Turancılığı kötüleyen generallerin üçüncüsüsün: Birincisi orgeneral İsmet İnönü idi,  Cumhurbaşkanlığından düştü. İkincisi orgeneral Sabit Noyan dı; inme inip öldü. Üçüncüsü sensin...     "O broşürde adın geçmiyor; neden alınıyorsun" diye soramazsın. Birisi hiçbir isim açıklamadan  generaller aleyhine veryansın eden bir yazı yazsa, Fransız Başbakanı Klemanso'nun "savaş o kadar  ciddi bir iş ki generallere bırakılamaz" sözünden başlayıp Türk Başbakanı Ali Paşa'nın generaller  aleyhindeki sözüne kadar bütün hicivleri sıralasa, acaba "adım geçmiyor, bana değildir" diye huzur  içinde kalabilir misin? Kalmazsın. Ben de kalamıyorum.    Bu teessürle eski bir dost olarak sana bazı tavsiyelerde bulunayım: Bilir bilmez her konuya  karışmaktan, her marifet dalında kalem oynatmaktan vazgeç. Sen ne Mevlana'yı bilirsin, ne de  Kur'an'ı. Nitekim Laiklik ve İslamiyet broşüründe bahsettiğin Caciye suresi diye bir sure Kur'an'da  yoktur. Casiye suresi vardır. Mürettip yanlışı diye işin içinden sıyrılamazsın. İslamiyet’i bu kadar iyi  biliyorsan Kur'an'ı yanlış yazmanın günah olduğunu da bilmen lazım. Hele Kur'an'ın laikliği kabul  ettiğini iddia etmen bu konuda hiçbir şey bilmediğini ortaya koyuyor. Kur'an hem ahirete, hem de  dünyaya karışıp dinle devleti bir tutar. Geçelim...     İradeni kullanarak çabuk fikir değiştirmek huyunu bırak. Benimle Turancı olarak dostluk kurup sonra  onu hainlik saymak, "Kore'de Kutup Yıldızı" adlı romanın dışında Demokrat Parti büyüklerini göklere  çıkarıp sonra aleyhlerine dönmek sana yakışmaz.     Bir şeyler yapmak, Türkiye'ye cidden hizmet etmek istiyorsan, şimdiki mevkiinden faydalanarak şu  sıraladığım maddeleri tatbik et, yeter de artar bile. Adın da saygı ile anılır:   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 16 



  Türk ordusuna ve tarihine ün ve şan kazandıran iki büyük Türk mareşalinin güzel heykellerini  yaptırarak memleketlerine diktir. Atatürk'ün pek çok büstünü yaptırdığın için bu işin tekniğini iyice  kavramışsındır. Yağcıoğlu Gazi Osman Paşa'nın, Tokat'a, Katırcıoğlu Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın  Bursa'ya birer heykelini diktirirsen rahmetle anılırsın.     İstiklal ve Birinci Cihan Savaşlarının askeri tarihlerini, Üniversite profesörlerinin de yardımıyla, bilgili  bir ekibe hazırlatarak büyük külliyat halinde bastır.     Süleymaniye'deki Askeri Basımevi ile Kasımpaşa'daki Deniz Basımevi'nin makineleri ve harfleri hayli  eskimiş olduğundan bu basımevlerinde basılan eserler basım tekniği bakımından zevksiz ve çirkin  olmaktadır. Bu iki mühim ve emektar müesseseyi matbaacılık ilminin en yeni buluşlarıyla donat.  Matbaacılık Batıda artık üniversitelerin birer kolu halinde öğretilmektedir. Almanya'ya bir kaç düzine  seçme genç gönderterek bunlar eliyle bu yeni bilimin son gelişmelerini yurdumuza aktar.     Bir de şunu ekleyelim: Turancılık aleyhindeki çirkin isnadını geri alarak kendi kendini inkâr etmiş  duruma düşmekten kurtul. Bunu yapmazsan seni artık bir dost olarak kabul etmekte mazurum. O  zaman belki daha başka söyleyeceklerim de bulunacaktır.     (31 Mayıs 1968), Ötüken, Haziran 1968, 6. Sayı.       TURANCIYIZ NE OLACAK?     Ulus gazetesinin 18 Haziran 1966 tarihli sayısında "ırkçı ve Turancı Dergiler Okullara Niçin  Gönderiliyor? Bakana Tekrar Soruyor ve Cevap İstiyoruz" başlığı altında gayet cahilane bir yazı  yayınlandı. Bu imzasız yazıya göre Irkçı‐Turancı diğer dergilerle birlikte biz de fikir özgürlüğüne  düşman, Adalet Partisinin temsil ettiği düşünce biçimine sıkı sıkıya sarılmış, körpe kafalar için  gerçekten zararlı bir dergi imişiz. Okullara tomarla gönderiyormuşuz. Biz de okullara sokulan öteki  gerici, ırkçı, Turancı dergiler gibi komünizmle mücadele paravanası ardında AP iktidarına karşı olan  fikirlere düşmanlık gösteren, fikir özgürlüğünü hazmedemeyen bir yayın tarzı içinde imişiz. Tıpkı İkinci  Cihan Savaşı sırasında Türkiye’yi Nazi Almanya’sı yanında savaş felaketine sürüklemeye çalışan aşın  ırkçı ve Turancılar gibi bugün de bu dergide Kür Şadın özlemi dile getiriliyormuş. Kür Şad eski  Türklerde baştaki beğ, komutan demekmiş. Harb Okulundan tardedilen üç öğrencinin de bu dergiyi  okuduğu düşünülürse Türkiye'nin hangi felaketli uçurumlara sürüklenmek istediği açıkça ortaya  çıkarmış.     Ötüken siyasi bir dergi olmadığı ve parti siyasetçiliği mizacımıza uygun düşmediği için siyasetle  uğraşmıyoruz. Bu sebeple Adalet Partisinin temsil ettiği düşünce biçimine ne sıkı sıkıya, ne de gevşek  olarak bağlı değiliz. Seçimlerde oyumuzu Türkeş Partisine verdiğimiz de kimsenin meçhulü değildir.  Fakat AP'nin komünist düşmanlığını şiddetle destekliyoruz. Sonuna kadar da destekleyeceğiz.     Cahil yazarın dediği gibi fikir özgürlüğüne düşman değiliz. Sadece Türklük düşmanlığına düşmanız. Bu  sebeple komünizmin yahut sosyalist maskeli vatan ihanetinin susturulmasını istiyoruz. Çünkü  milletimizi yok etmek isteyen fikri fikir saymıyoruz. Ya fikir özgürlüğüne o kadar faydalı olan cahil  yazar bizim Turancılığımızı neden fikir diye kabul etmiyor. Bir milletin mazide olduğu gibi tekrar  www.atsizcilar.com   



Sayfa 17 



  birleşmesi düşüncesinden daha muhteşem hangi fikir vardır? Birleşmiş Milletler ideali denen  maskaralık mı? Yoksa Kuruşef’in "Barış İçinde Birlikte Yaşamak" düzenbazlığı mı?     İkinci Cihan Savaşında Türkiye'yi Hitler'in yanında savaşa sokmak masalından çok bahsolunmuş, fakat  ortaya hiçbir delil konamamıştır. Bu Turancılar kimlerdi? Adları söylenmemiştir. İkinci Cihan Savaşı  sırasında, 1944‐1945'te lrkçılık‐Turancılık davası görüldü. Sanıkları arasında benim de bulunduğum bu  tarihi davada Alparslan Türkeş, Nejdet Sançar, İsmet Tümtürk, Said Bilgiç, Sofuoğlu Zeki, Hikmet  Tanyu, Muzaffer Eriş, Nurullah Banman, Prof. Zeki Velidi Togan, Dr. Fethi Tevetoğlu, Dr. Hasan Ferit  Cansever gibi tanınmış kimseler de vardı. Fakat sonunda herkes beraat etmişti. Zaten işgal ettikleri  mevkiler dolayısıyla (profesör, doktor, lise öğretmeni, subay, memur, öğrenci) bunların Türkiye'yi bir  savaşa sürüklemesine de imkân yoktu.    Fakat Millet Meclisinde, Türkiye'yi Almanya safında savaşa sokmak isteyen birkaç mebus vardı.  Bunlardan bir tanesi Cumhuriyet gazetesinin sahip ve başyazarı Yunus Nadi idi ki kışkırtıcı yazılarından  dolayı o zamanki cumhurbaşkanı İsmet İnönü'den, istasyonda, herkesin gözü önünde iyi bir zılgıt  yemişti.     "Ötüken'de Kür Şad'ın özlemi dile getiriliyor" diyerek cahil yazarın neyi kastettiği pek anlaşılmıyor. Kür  Şad bir kahramanlık sembolüdür. Milleti kurtarmak için kendisini feda etmiş bir yiğittir. Böyle yiğitlere  sevgi duymak suçsa cahil yazar suçumuzu bağışlasın ve kimin özlemi çekilecekse lütfen bildirsin.  Burada şunu da düzeltelim:     Kür Şad onun sandığı gibi "Baştaki beğ, komutan" demek değildir. Kür Şad bir rütbe ve ünvandır.     Cahil yazar, Harb Okulundan çıkanları üç öğrencinin Ötüken okuduğunu ileri sürerek " ... Üç  öğrencinin de bu dergiyi okuduğu düşünülürse, Türkiye'nin hangi felaketli uçurumlara sürüklenmek  istendiği açıkça ortaya çıkacaktır" buyuruyor.     Gördünüz mü işleyen kafayı?    Harbiyeliler Ötüken okuduğu için Türkiye felaketli uçuruma sürüklenecek...     Zavallı Sen zaten bu idrak ve izanınla felaketsiz uçurumun dibine düşmüşsün. Bu seviyenle Türkiye'nin  geleceğini nasıl tahmin edersin? Gazete ve dergi okumakla Türkiye batsaydı senin Ulus'unu okuduğu  için şimdiye kadar on defa batardı. Ötüken Türkçü ve orducu dergidir. Keşke yalnız üç öğrenci değil,  bütün Harbiyeliler, bütün subay ve generaller onu okusaydı. Orada milli‐askeri ruhtan, kahramanlık  telkininden, şeref ve fazilet havasından başka ne var? Ötüken'den ürkmek için, ışıktan korkan  yarasalar gibi milliyetçilikten, ahlaktan ve faziletten korkmak lazım.     Üç öğrencinin Harbiye’den çıkarılmasını Ötüken okumalarına bağlamak da aynı bir şantajdır. Sırf  Ötüken okudu diye Harb Okulundan talebe çıkarılmaz. Bunun elbette bir takım başka sebepleri vardır.  Bunları bilmeden işi Ötüken'e yükleyivermek, yer sarsıntısını ibadetsizliğe veren yobaz kafasıyla aynı  seviyede olmaktır.    Bu arada bize yakıştırılan gericilik sıfatı üzerinde de tekrar duralım.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 18 



    Beş altı yıldan beri ötekine berikine gerici demek moda oldu. İttihatçılar, kendilerinden olmayan  herkese "hain‐i vatan" derlerdi. Onlardan günümüze kadar bulaşan Balkan komitacılığı ahlakı ile aykırı  düşüncede olanları lekelemek rezaleti hala devam ediyor. Fakat şurası dikkate değer ki başkalarını  faşist ve gerici diye küçük düşürmeye çalışmak düpedüz bir kızıl usulüdür. Ne idüğü belirsiz bu cahil  yazar da modaya uyarak gerici narasını savurmakla kime alet olduğunun farkına bile varmıyor.     İkide bir yüzümüze çarpılan büyük günahlarımızdan biri de Turancılıktır. Turancıyız ne olacak? Tarihi  vatanımız olan bütün tutsak ülkeleri elbette kurtaracağız. Görevimiz bu değil mi? Böyle büyük bir  ülküye bağlanmayıp da hayvanı bir rahavet1e zevk içinde mi yaşayacağız? Cahil yazar istiyorsa öyle  yapsın. Biz iki Türkistan'ı da, Azerbaycanlar'ı da, Kafkasya'yı da, İdil‐Ural boylarını da, Kırım'ı da  kurtarmak için şuurumuz işledikçe, ayakta durabilecek gücümüz kaldıkça çalışacağız. O kadar da  değil... Batı Trakya'yı, Kıbrıs'ı ve Adaları da alacağız... Kerkük ve Bayır‐Bucak da bizim olacak.    Yaşarken bunları göremeyeceğimizi biliyor, bunun için yüksünmüyoruz. Ektiğimiz tohumlar yeşerecek  ve bizden sonrakiler önüne geçilmez bir sel halinde kutlu topraklara ay‐yıldızlı bayrağı dikecektir.     Bunu istememek, bunu çelmelemek için Türk'ten başka bir şey olmak lazım.     (21 Haziran 1966), Ötüken, 25 Haziran, 1966, 30. Sayı.      



BİR ANSİKLOPEDİNİN BÜYÜK YANLIŞLARI     Türkiye'de manası bir türlü anlaşılamayan iki kelime "Türkçülük" ile "Turancılık"tır. İnsanlara bir  düşünceyi, bir kavramı anlatmak çok güçtür. Beyinlere yanlış olarak kazılan bir şeyi düzeltmek için  başlıca çare ciddi yayınlar olabilir.     Türkçü olarak Türkçülük ile Turancılık kelimelerinin ne manaya geldiğini birkaç defa açıkladığımız  halde görülüyor ki maksadımızı anlatamamışız. "Türkçülük", Türk ülküsü, yani Türkler'in her alanda  her milletten üstün olması düşüncesi; "Turancılık" ise Türkçülüğün siyasi amacı, yani yeryüzündeki  bütün Türkler'in, geçmişte olduğu gibi, tek devlet halinde birleşmesidir.    Tarih, ülkü ve milli irade gücü hakkında hiçbir bilgisi olmayanlar buna "hayal" diye itiraz ediyorlar,  fakat bir milleti birleştirmek ülküsüne hayal dedikleri halde bütün milletleri Moskova çevresinde  birleştirmeyi gerçekleşebilir diye görüyorlardı.     Büyük bir enerji kaynağı olan yüz milyonluk Türk milletinin birleşmesinde imkânsızlık görenler, iki bin  yıllık tutsaklıktan sonra Yahudilerin kurduğu İsrail devletini görmemezlikten geliyorlardı. Daha kötüsü  Turancılığı, Türkiye için macera, tehlike gibi görerek Turancıları Türkiye'nin mahvına sebep olacak  insanlar diye tarif ediyorlardı.     Turancılık, bağımsız Türkler'in devleti olan Türkiye sınırları dışındaki Türkler'i kurtarmak demek  olduğuna göre önce Hatay'ın kurtarılması, sonra Kıbrıs'ın yarısına el atılması Turancılık değil de nedir? 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 19 



  Kıbrıs'taki 100.000 Türk için savaşan Türkiye, şartlar hazır olduğu zaman neden milyonlarca öteki  Türkler için çarpışmasın?     İnsanları insan yapan, öteki canlılardan ayıran tek şey ülküdür. İnsan ülkü için ölebilen yaratıktır.  Hiçbir hayvan ülkü için ölmez. Çünkü ülküsü yoktur. Hayvan ancak kendisini ve yiyeceğini korumak  için dövüşebilir.     Türkçülük ve Turancılık için gazete ve dergilerde yanlış ve kasıtlı yazılar çıkabilir. Nitekim çıkmıştır,  çıkmaktadır. Siyası parti mensupları tarafından da aleyhte, tahriflerle dolu sözler söylenebilir. ,Bunun  en tipik örneği o zamanki Türkiye devlet başbakanı İsmet İnönü tarafından 19 Mayıs 1944'te Ankara  Stadyumunda söylenen mahut nutuktur.     Fakat ilmi eserlerde ve ilmi çerçeve içinde kalması gereken ansiklopedilerde yalana, yanlışa, tahrife  yer olamaz. Ansiklopedi asırlara hitap etmek gayesiyle çıkar. Çıkaranların fikriyatı ne olursa olsun,  anlattığı konularda tarafsız kalmaya mecburdur. Bu onlar için ahlaki bir görevdir.     Bizi bu satırları yazmaya sevk eden sebep "1923–1973 Türkiye Ansiklopedisi" adıyla fasiküller halinde  çıkan bir ansiklopedinin "Turancılık ve Türkçülük" maddesindeki büyük yanlışlardır. Türkçülük çok eski  bir fikir akımı olup incelenmesi uzun çalışmalara bağlı olduğu halde bu ansiklopedi de aceleyle ve  dikkatsizce yazılan satırlarla anlaşılmaz bir hale getirilmiş, bu arada şahıslarımızı töhmet altında  bırakacak sözler edilmiştir. Aceleyle yazılmış olması, şüphesiz bu ansiklopedinin ticari maksatla  hazırlandığını gösterir. Fakat naşirlerin kazanç arzusu başkaları hakkında yanlış, hele düşürücü bilgi  sıralamak hakkını onlara asla vermez.     Şimdi Türkiye'de pek çok ansiklopedi çıktığı ve bir ikisi dışında sathi ve değersiz olduğu için ben  bunları alıp okumuyorum. Bahsettiğim ansiklopedinin Turancılık ve Türkçülük maddesini ihtiva eden  fasikülünü genç bir ülküdaş getirdiği için görebildim. 1360‐1364'üncü sayfalardaki Turancılık ve  Türkçülük maddesi çok yanlış yazılmıştır. Ansiklopediye bir madde yazan kimse veya kimseler her  şeyden önce bahsettikleri kişinin veya kişilerin adlarını doğru yazmaya mecburdur. Hâlbuki bu  maddede dört kişinin adı yanlış yazılmıştır. Benim adım "Nihal Atsız" olmayıp "Nihâl Atsız" olduğu gibi  "Necdet Sançar’ın doğrusu "Nejdet Sançar", "Heybetullah"ın doğrusu "Hibetullah", "Faiz Hisarcıklı"nın  doğrusu da "Fazıl Hisarcıklılar"dır. Benim vaktiyle çıkardığım derginin adı "Atsız dergi" değil, "Atsız  Mecmua"dır. Bu ufak gözüken yanlışlar ciddiyetsizliğin örneği ve acelenin neticesidir. Hiçbir suretle  mazur görülemez.     Maddeyi yazan veya yazanların "Turan"ı bir şehir sandıkları da görülüyor: 1361'inci sayfanın orta  sütunundaki şu cümleye bakın:    Her şeyden önce Milli Mücadelenin daha başlarında Misak‐ı Millinin kabul edilmesiyle kutsal belde  Turan'a bağlanan umutlar bir yana bırakılmış oluyordu.     Arapça olan "belde" kelimesi Türkçede yalnız "şehir" anlamına geldiği için Turan'ı böyle tavsif etmek  de hem acelenin, hem de bilgisizliğin eseridir. Fakat acele mazeret değildir. Turan, Türkler'in yaşadığı  bütün topraklardır. Hatta bugün bir tek Türk'ün barınmadığı Kırım gibi tarihi Türk yurtlan da Turan'ın  içindedir. Bu sebeple maddeyi yazan veya yazanların "Osmanlı ülkesinin Turan olmadığı" hakkındaki  www.atsizcilar.com   



Sayfa 20 



  sözleri de (1361'inci sayfa, sol sütun) doğru değildir. Osmanlı İmparatorluğu'nda Türkler'in yaşadığı  bütün bölgeler Turan'ın parçaları olduğu gibi bugünkü Türkiye de bütünüyle Turan'ın bir bölümüdür.     Ansiklopedinin bu yanlışları, ciddi bir eser için ayıp olmakla beraber bizim için mühim olan,  Türkçülerin tahrikçi olarak anlatılması ve mahkeme huzurunda Turancılığı milliyetçilik diye diye izaha  kalkışarak "milliyetçi" kelimesini kendilerine siper etmekle suçlandırılmasıdır. Türkçülük şüphesiz  milliyetçiliktir ama özel manası olan, her şeyin üstünde bütün Türk milletini düşünen, bunun dışındaki  kavramlara ehemmiyet vermeyen bir milliyetçiliktir. Bugün Türk milletini Anadolu'da yaşayan Sünni  Müslümanlardan ibaret sayıp kendilerine "Anadolucu" diyen bir grup dahi milliyetçilik iddiasında  bulunuyor. Gerçekte Türklükle Anadoluculuk bağdaşmayan, hatta birbirine düşman iki fikirdir. Bu  sebeple Türkçülerin milliyetçilik kelimesi arkasına saklanmaları söz konusu olamaz. Gerçi 1944–1945  olaylarında ilkönce Türkçüleri mahkûm eden Bir Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinde bazı Türkçüler,  Türkçülüğün milliyetçilikten başka bir şey olmadığını savunmuşlarsa da bu, Turancılığın ne olduğunu  bir türlü anlamayan mahkeme heyetine ve bile bile Türkçülük düşmanlığı yapan savcı müteveffa  Kazım Alöç'e Türkçülük gerçeğini anlatmak içindi. Yoksa birçok Türkçü, bu arada bu satırların yazarı,  mahkeme karşısında Türkçülüğü de, Turancılığı da, ırkçılığı da benimsediğini söylemekten çekinmiş  değildir.    Türkçüleri tahrikçilikle suçlamak gibi büyük bir ithamı yapanlar bunu ispat edecek yazı veya başka  belgeleri de göstermeye, müfteri olmaktan kurtulmak için mecburdurlar.     Tahrikâtın manası insanları kanundışı davranışlara kışkırtmaktır. Tahrikât denilen şey Türkçülerin  çıkardığı dergilerdeki yazılarsa bunlar fikri yaymak için yapılan propagandalardır. Namuslu fikirlerin  propagandası kanun ve ahlak bakımından suç değildir. O halde bu tahrikât sözü yıllardır komünistlerin  ve bir iki kere de İsmet İnönü'nün Türkçülere yönelttiği, aksi ispat edilmiş bir gevelemeden başka  nedir?     Bir diğer konu da Turancılık ve Türkçülük maddesini yazan veya yazanların "Türkler" hakkındaki  şaşılacak bilgisizlikleridir. Şu satırlara bakınız:     Asıl amaç Türkiye'yi Almanya safında savaşa sokmak olmakla birlikte bu amaca ulaştıracak  yöntemlerden biri olarak Almanya'daki esir Türkler'i de bünyesinde toplamak üzere Türkiye  vePakistan'daki Türkler'i bir araya getirecek bir federasyon fikri el altından yayılıyor. Almanya ise  böyle bir fikrin gerçekleşmesine inanmasa bile savaşa girmemekte direnen Türk hükümetinin  karşısında böyle bir baskı grubunun çıkmasından yarar umuyordu. Bu defa olayın liderliğini Nihal  Atsız, Zeki Velidi Togan gibi kimseler yapıyor, bunların yakın çevresinde yer alıyordu.    Türkiye ve Pakistan'daki Türkler'i bir araya getirmek… Böyle bir hezeyanı çocuklar bile yapmaz. Ancak  ansiklopediyi çıkaranlar galiba Pakistanlıları da Türk sayıyorlar. Türkiye'yi Almanya safında savaşa  sokacak baskı grubu tek parti diktatörlüğü çağındaki üç beş öğretmen ve öğrenci mi idi? Türkçüler,  mesela yanı başlarındaki eski Türk vilayetleri Irak'ta yaşayan birkaç yüz bin Türk dururken uzaktaki  Pakistan'a mı gideceklerdi? Daha mühimi o zaman "Pakistan" diye bir devlet var mıydı? Varsa bile  orada belki birkaç mülteciden başka Türk yaşıyor muydu? Bu saçmalar ancak Yahudi Dönmesi  Komünist Sabiha Zekeriya Sertel'in hatıratına yakışan şeylerdir. Kazanç hırsıyla acele olarak çıkarılan  ansiklopedilerde bu türlü yanlışlar kaçınılmazdır. İslam ve Türk Ansiklopedileri yıllardır  www.atsizcilar.com   



Sayfa 21 



  bitirilememişken kısa bir sürede bir ansiklopediyi tamamlamak yanlışları önceden göze almakla  mümkün olur. Burada naşirlere sorulacak bir soru var: Turancılık ve Turancılar hakkında kaynak  bulamadılarsa yaşayan Turancılara başvurarak sağlam bilgiler elde edemezler miydi?     Naşirlerin bu türlü ansiklopediler ve ansiklopedik eserler yayınlamakla uğraştıklarını Hayat Tarih  Mecmuası'nın Ocak 1914 tarihli sayısında "Yılmaz Öztuna'nın "Dünya Tarihi Faciası" adlı yazısından  öğrendim. Yılmaz Öztuna 12 ciltlik Türkiye Tarihi'nin müellifidir ve bu eser bugün mevcut Türkiye  Tarihlerinin en iyisidir. Öztuna naşirlerin Dünya Tarihi adlı ansiklopedik eserlerinde, kendi kitabından  isim zikretmeden pek çok aktarmalar yapıldığından haklı olarak şikâyet etmektedir. Hiç kimse kendi  eserinin yağmalanmasından hoşlanmaz. Bilhassa bir müellifin tarihi buluşlarını alırken kaynak  zikretmek yazarlık sanatının görgü kaidelerindendir. Demek ki naşirler bir yandan Turancılara  olmayan fiiller ve fikirler yakıştırırken bir yandan da Öztuna’da olanı aktarmış ve ad vermemiş  durumuna düşüyorlar. Kaynak zikretseler ne olurdu? Eserlerinin veya kendilerinin değeri mi azalırdı?  Bilakis kamu vicdanında sevimli hale gelirler, doğru iş yapmış olurlardı.     Sırası gelmişken burada bir noktayı da aydınlatmak istiyorum: Türkler'in kırk ülkede kırk devlet değil,  Orta Asya ve onun devamı olan doğu Avrupa’daki geniş bölgede bir, Önasya'da da diğer bir devlet  olarak başlıca iki devlet kurmuş olduğunu, şimdiye kadar devlet diye bilinen isimlerin hanedan adı  olduğunu ilk defa ben yazmışımdır. Bu;    Edebiyat Fakültesi öğrencisi iken Türk tarihini kavramaktaki güçlükleri görmekten doğan bir istekle  yaptığım sıkıcı çalışmaların sonucudur. 1935'te yayınladığım "Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar" adlı  eserimin önsözünde bu fikri savunduğum gibi, 1941 Ağustosunda çıkan "Çınaraltı" dergisinin ilk  sayısındaki "Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır" başlıkla yazıda da ayın fikri daha sistemli ve  düzgün bir şekilde kaleme almışımdır. Bu son yazı Afşın Yayınlarının 8'incisi olarak 1966'da çıkan  ''Türk Tarihinde Meseleler" adlı kitabımda da vardır.    Türkiye Ansiklopedisinde Turancılık maddesinin yanlışları bu kadar da değildir. Edebiyat Fakültesi  asistanlığından Malatya ortaokuluna sürülüşüm Atsız Mecmua'daki yazılarım yüzünden değil, Birinci  Tarih Kurultayında kendisine birkaç arkadaşla birlikte telgraf çektiğim Reşit Galib'in o sırada Milli  Eğitim Bakanlığına getirilmesi dolayısıyla olmuş, yani Reşit Galip benden öc almıştır.     Bir diğer yanlış da Halide Edib'in Turancı sayılmasıdır. ''Yeni Turan" adlı bir roman yazmakla insan  Turancı olmaz. Halide Edib daha sonraki yıllarda Türkçülük aleyhine dönmüş, İstanbul  Üniversitesindeki profesörlüğü sırasında bunu bazı hareketleriyle göstermiştir. Gençliğinde modaya  uyarak yazdığı "Yeni Turan" onu Turancı yapıyorsa, o halde gençliğinde Milli Savaş heyecanına  kapılarak "Yaralı Hayalet" manzumesini yazan Nazım Hikmet'i de vatan şairi saymak gerekir. Oysa  Nazım Hikmet bir numaralı vatan hainidir.     (11 Şubat 1975), Ötüken, 1975, 4. Sayı.            www.atsizcilar.com   



Sayfa 22 



 



FARUK NAFİZ’E BİR İHTAR     Bir zamanlar Türkçülüğe saldırmak, onu kötülemek isteyenler "faşist" veya "gardist" diyorlardı.  1944'ten sonra "ırkçı", "Turancı" demek moda oldu.     Türkçülüğün faşistlik ve gardistlikle ilgisi o1madığı aşikârdır. Kaldı ki aslında ne faşist veya gardist, ne  de ırkçı veya Turancı olmak bir suç değildir. Hele fikir ve vicdan hürriyetinin kabul olunduğu bir  zamanda memleket kanunlarına aykırı olmamak, devlet düzenini bozmamak şartıyla her fikir ve  kanaat muhteremdir.     Muhterem olmayan, kanun himayesinde bulunmayan tek fikir veya prensip komünizmdir. Çünkü  gayesi milli istiklali kaldırıp Moskovaya bağlanmak, milli varlığı yıkmaktır. Bu fikri gütmek tam bir  vatan hainliği olduğu için komünistler her yerde vatan hainidir ve komünistler, gözleri açılan batı  dünyasında gitgide artan bir şiddetle takibata uğramaktadır.     Irkçı veya Turancılığa gelince: Bunlar "Türkçülük" dediğimiz Türk milliyetçiliğinin iki esaslı unsurudur.  Yani Türkçülerin gayesi içinde, ırkçılık, vatandaşlar arasından yalnız Türklerin başa geçmesi,  memleketi idare etmesi; Turancılık da bugünkü siyasi sınırlar dışında kalan Türklerin bizimle  birleşmesi arzusudur.     Acaba bu fikirde Türkiye aleyhine bir şey var mı? Bir insanı kendi memleketini daha büyümüş görmek  istemesi, dün kendisinin olan yerlerin yarın yine kendisine dönmesini arzulaması kötü bir fikir midir?  Yakın ve uzak tarihte birçok ihanetlerine uğradığımız gayrı Türk vatandaşların bu memleketin can alıcı  noktalarına gelmemesini istemek en basit bir şuur ve mantık işi değil midir?     Bilakis asıl hainlik, elimizden çıkan yerleri unutmak ve millete de unutturmak istemektir. Bugün  "Rumeliyi unutalım" diyenler, eğer dün İzmir elimizden çıkmış olsaydı, "İzmir’i unutalım" diyeceklerdi.  Şuur ve izzetinefis bunu asla kabul edemez.     Elden çıkmış olan yerlerin kaç yıl sonra unutulacağı hakkında ise hiçbir ölçü yoktur. Bu iş, milletlerin  şuuruna veya şuursuzluğuna bağlıdır. Yahudiler ellerinden çıkmış olan vatanlarını 2000 yıl sonra  tekrar elde ettiler. Fakat Turancılığa delilik diyenler Yahudileri alkışladı. Bu da üzerinde durulacak bir  noktadır.     Bu son günlerde, hükümetin komünizm ve irtica aleyhinde hazırladığı tasarı dolayısıyla yeni bir yaylım  ateşe şahit oluyoruz. Fakat yaylım ateş komünizmden çok din ve milliyete yöneltilmiştir.     Komünistlerin, Masonların, Yahudilerin, Gayrı Türklerin elinde olan basın, Müslümanlıkla birlikte  Türkçülüğe de şiddetle taarruz ediyor. Bu taarruzların bazılarını tabii karşılamak gerektiğini biliyoruz.  Mesela Yahudi Dönmesi Ahmet Emin'in, hani mütarekede Amerikan mandasını millete tavsiye eden  şu Selanikli Ahmet Emin'in, Nazım Hikmetof Yoldaşın halis bir yurtsever olduğunu günlerce yazan  Halisüddem Yahudi Ahmet Emin'in Türkçülüğe sinsi veya açık hücum etmesi gayet normaldir. Biz  bilakis, Tanrı göstermesin onun Türkçülüğe taraftar gözükmesinden korkarız.     Fakat bu güruh arasına meşhur şair Faruk Nafiz de karışırsa ne der, ne düşünürsünüz?   www.atsizcilar.com   



Sayfa 23 



    Evet, Faruk Nafiz, yani Hürriyet gazetesinin "iğne ile kuyu kazan" muharriri 16 ve 24 Ocak 1951 tarihli  fıkralarında Ahmet Eminler ve Falih Rıfkıların safında olarak ırkçılığa ve Turancılığa saldırıyor. Bakın,  16 Ocak tarihli fıkrasında ne diyor:     Solcu, sağcı, muhafazakâr… Zararsız oldukları müddetçe hoş görülüp geçilebilir; Fakat garabet şunda  ki, aşırı olunca hepsi bir kapıya çıkıyor: Solcu, zaten elde bir; muhafazakâr, Müslümanlığı taassuba ve  irticaa çıkarınca, bakıyorsunuz ki işin içinde bir fesat var; sağcı milliyet davasını Turancılığa ve ırkçılığa  çevirir çevirmez, anlaşılıyor ki fikri fitneden salim değil!     Milliyet gibi, din gibi mukaddes mefhumları fitne ve fesada alet edenlerin hangi maksatla harekete  geçtikleri malum.     Aşırılık geçitlerini, mahkemenin ve zabıtanın, kanunun ve cezanın şiddetli kontrolüne almaktan başka  çıkar yol gösterebilir misiniz?    Acaba sağcı, milliyet davasını Turancılığa ve ırkçılığa çevirir çevirmez anlaşılan fitneli fikir nedir? Biz  söyleyelim: Faruk Nafiz'in Hürriyet gazetesinden aldığı ücret… Üstad, aynı ücreti Kudret gazetesinden  veya Büyük Doğu gazetesinden alsaydı o zaman ırkçılık veya Turancılık değil bambaşka bazı şeyler suç  olurdu.     Yine Faruk Nafiz, 24 Ocak tarihli fıkrasına şöyle başlıyor:     Bizdeki solcu teşkilatın bir numaralı azasına öteden beri verilen lakabı duydunuz mu? Turancı!    Biz böyle bir şey duymadık. Böyle şey olamaz da. Bu şahane safsatayı Hürriyet gazetesi yazdıysa onun  da zerrece değeri yok. Çünkü 1950 yılında uydurma yamyamlık hadisesini yazan da yine aynı Hürriyet  gazetesiydi.     Çok garip bir tesadüfle dinin ve milliyetçiliğin aleyhinde bulunanlar hep sarıklı ailelerden çıkıyor; Falih  Rıfkı Cibali imamının ferzendi olduğu gibi Faruk Nafiz de baba cihetinden Molla Muradzade, ana  cihetinden de Halidi tarikatı şeyhlerinden Feyzullah Efendizadedir.     ***    Bugün ırkçılığa ve Turancılığa yapılan bütün saldırışlar, vur abalıya kabilinden namerdane bir  zihniyetin mevlududur. 1944'teki bütün aramalar ve rezilane zorlamalara rağmen ırkçı ve Turancıların  hiçbir suçunu bulmak kabil olmamıştır. Onlar "Türk devletinin başında Türkler bulunmalı" fikrini ileri  sürdükleri için Moskofçuların iftira yağmuruna tutulmuştur. İşte hepsi bu kadar… Irkçı Turancılarda  pek çok kusur bulunabilir.     Ardından gittikleri ülkü de Faruk Nafize göre bir hayal, olabilir. Fakat hayal ardındaki insanlara fitneci,  fesatçı denmez.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 24 



  Askerliğini yapmamış olan ve bugün alay ettiği Turancılık ve ırkçılığı müdafaa eder mahiyetteki "Akın"  piyesini, kendi ilmi (!) kanaatleri dışında, emirle ve ısmarlama olarak yazan Faruk Nafiz'in ülkü  vadisinde kalem oynatması gülünç oluyor.     Azizim Faruk Nafiz!     Sen ırkın ve ırkçılığın ne olduğunu, Turandan ne kastedildiğini bilmediğin halde sırf parasını aldığın  gazeteye yaranmak için bana ve arkadaşlarıma (çünkü ırkçı ve Turancı yalnız biziz) fitne ve fesat isnat  etmeğe utanmıyor musun? Senin gibi bir alaylı edebiyat öğretmeni bu konularda kalem oynatabilir  mi? Vaktiyle moda olduğu veçhile sola meylettiğin, solcularla münasebette bulunduğun ve hatta:     Bir nesli uykusundan uyandırır bu haller,   Doğar aç midelerden nur topu ihtilaller     beyti gibi komünist edalı bir manzumeyi o zaman yazdığın söyleniyor. Bu söylentiye inanalım mı?     Irkçılığın aleyhinde bulunanlar yüzde doksan dokuz ırkı bozuk olanlardan çıktığı gibi Turancılığın  aleyhindekiler de Moskofçulardan, eski komünistlerden, Gayr‐i Türklerden, Halk Partisi  mensuplarından çıkıyor. Sen bunların hangisisin?     Aşın fikirlerin şiddetle cezalandırılmasını tavsiye ettiğine göre acaba senin ne şekilde yere vurulman  lazım? Bilmeden kalem oynattığına, fisebililfüls ırkçılık‐Turancılık düşmanlığı yaptığına göre sen de  aşın bir "demokrasi" yobazından başka nesin?     Sen ve senin gibiler yalnız ve ancak "Ebna‐yı Zaman" ve "eyyamgüder" siniz. Şimdi her yerde  demokrasi teranesi var ya... Tut o tarafı gitsin...     Memlekette şef denilen müstebit gasıpların zulmü yürürken senin hiçbir itiraz sesinin çıktığım  duymadık. Sen o zaman, bugünkü bütün kahramanlar gibi her şeyi kabul etmiş, boynu bükük ve  alkışçı bir şef taraftan idin.     Komünistlerle el birliği eden o hain idareye karşı yalnız biz itiraz ettik. Biz, yani senin bugün hayâ  etmeden "fitne" ve "fesat"la vasıflandırdığın ırkçı‐ Turancılar...     Milletvekili oldum diye bir şey oldum sanma.     Millet senin şahsına değil, Demokrat Parti listesine oy verdi. Halk Partisinden tiksinen millet, Salamon  Adato'ya hangi düşünceyle oy verdiyse senin adını da o düşünceyle sandığa attı. Şiirde kazandığın iyi  adı fikir ve siyaset alanında kaybetmek istemiyorsan sus. Bütün ömrünce kadın ve havaiyattan başka  bir şey konuşmamış olan Faruk Nafiz'in ağzında ciddi şeyler gülünç oluyor. Siyaset, ülkü, ciddi işler  senin neyine gerek? Emin ol ki:     Duymadım kimsede asla etinin lezzetini  Dişlerim geçti de kaç yüz kadının kalçasına     www.atsizcilar.com   



Sayfa 25 



  gibi müstehcen mısraların bile ırkçı‐Turancılara, yani bir fikir uğrunda çok şeylerini kaybetmiş olan  Türkçülere yaptığın iftira kadar çirkin değildir.     Sen ırkı ve Turanı erbabına bırak da yine kendi ihtisasına dön ve eğer takma dişlerinin ağzına  dökülmeyeceğinden eminsen yine kadın kalçalarını dişlemeye devam et...     Orkun,9 Şubat 1951, 19. Sayı.      



FAŞİST     "Faşist" demek bir devrin İtalyan milliyetçisi demektir. İtalyanca "facio" kelimesinden doğan bu sıfat,  Mussolini'nin İtalyan milliyetçi partisi mensuplarına âlem olmuş, İtalyan milliyetçiliğine de "faşizm"  denmişti. Millliyetçiliğin milletleri sardığı sırada hepsi ayrı ayrı adlar almış; Almanlar "nazi" (Nasyonal  Sosyalist'ten kısaltma), İspanyollar "falanjist". Belçikalılar "reksist", Romenler "gardist" kelimesini  kullanmıştı. Bu disiplinli ve komünist düşmanı milliyetçilik ilkönce İtalya'da çıktığı için hepsine birden  "faşizm" demek âdet olmuştu.    Faşizm ve komünizm aşağı yukarı aynı yıllarda İtalya ve Rusya'da iktidara geldiğinden komünistler,  kendi düşmanlarına, bütün milliyetçilere ve giderek komünist olmayan herkese faşist demeye  başlamışlardı.    Basit ve iptidâi komünist zihniyeti beş on kelimenin tutsağı haline geldiği ve çapraşık meseleleri  kavrayamayıp onları yavanlaştırdığı için dünyayı komünist ve faşistlerden mürekkep iki grup halinde  görüyordu.    Bizde de 1970 lerdeki olaylar, komünistlerin kendilerinden olmayan herkese faşist dediğini bir kere  daha ortaya koymuştur. Yani Türkiye'de komünistlerin faşist dediği, komünizm karşısında olan  kimseler, özellikle Türk milliyetçileridir.    Türkiye'de komünistler vardır. Gizli bir komünist partisi de 1920'den beri daima mevcut olmuştur.  Fakat Türkiye'de faşist olmadığı gibi açık veya gizli bir faşist partisi de yoktur. Komünistler milliyeti  inkâr ettikleri için dünyadaki bütün komünist partileri dost ve müttefiktir. Halbuki her milliyetçilik  başka milliyetçiliklerin aleyhinde olduğundan komünistlerin topyekün faşist diye adlandırdığı ayrı  milletlerin milliyetçileri birbirinin düşmanı veya zıddıdır.    Türkiye'de faşist, şu veya bu değil, Türkçü gençler vardır. Bunlar göğüslerine milli alâmet olan  Bozkurtlu rozet takarlar ve kendilerine Bozkurt derler. Komünistlerin gemi azıya aldığı yıllarda Adalet  Partisi, kasdi mi olduğu hâlâ anlaşılmayan bir acz içinde olaylara seyirci kalırken millî duyguyu ve hattâ  devleti bilek gücü ile savunanlar, düşmanları tarafından komando diye adlandırılan bu Bozkurtlardı.    İsmet İnönü, mahut zihniyetiyle bunları zamanın cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a şikâyet ederken  Sunay Paşa sâbık millî şefe tarihi cevabını vererek onu susturmuştu.      www.atsizcilar.com   



Sayfa 26 



  Şimdi gazete havadislerinden öğreniyoruz ki küçük Bozkurtlardan biri, 16 yaşındaki Necati Kaya,  göğsünde Bozkurtlu rozet olduğu için okul müdürü tarafından yüzüne sert bir cisimle vurularak  komaya girmiş ve kurtarılamayarak ölmüştür.    Bu kahraman (!) okul müdürü için ne söylense, ne kadar övülse azdır. Kine bakınız ki daha 16 yaşında  bulunan körpe bir çocuğa elle değil de sert bir şeyle vuruyor, bunu da o çocuk göğsünde millî sembol  olan Bozkurdu taşıdığı için yapıyor.    Bu cinayetten birkaç gün önce bir bakanın okullardaki faşistleri yumuşaklıkla yola getireceklerini  söylemesi şaşırtıcı olmaktan da daha ileri bir şeydi. Bu faşistler kimlerdi? Varsa, adlarını söylemek  devlet sırlarını açığa vurmak olmayacağı için hiç olmazsa bir tek isim vermesi gerekmez miydi?    Millî sembol düşmanlığı, milliyet düşmanlığı, milliyetçi düşmanlığı, millet düşmanlığı acaba nerelere  kadar yürüyecek? Onlara şairin şu beytini hatırlatacağız:    Bu kavmin titre makrûn‐ı adâlet intikamından;  Kılıçlar çıkmasın bir kerre pür‐satvet niyâmından.    Bozkurt'tan çakallar, köpekler ve tilkiler korkar. Kendi mefâhirine düşman olanın bu âdi hayvanlardan  ne farkı olabilir ki?...    (5 Nisan 1974), Ötüken, 1974, 4. Sayı.    (1) Bu kavmin, adaletin yanında olan intikamından titre. Kılıçlar kahredici olarak bir kere kınından çıkmaya  görsün! 



   



TELKİN VE PROPAGANDA...     Dinamik ve enerjik olacaksın. Darbeyle karşılık verecek, hücumu hücumla durduracaksın. Bütün  devletlerle dostluk kurmak, ziyaretler yapıp ziyafetler ve hediyeler vermek, milli çıkarları korumak  bakımından pek az faydalıdır.    Bir İngiliz, Barbaros Hayreddin Paşa hakkındaki eserinde ünlü Türk amiralini küçültücü şeyler  yazdıktan sonra onun soy bakımından Türk değil, Rum olduğunu da ileri sürmüş.    Türk büyüklerini başkalarına mal etmek hikâyesi epey eskidir. Hattâ bunlar arasında, yabancı bir kanın  dörtte bir oranında karışmasıyla bir Türk'ü o yabancı kana bağlamak isteyen gayretkeşler bile vardır.    Barbaros'a gelinde, o, hiçbir tartışmayı gerektirmeyecek kadar Türk'tür, Yirminci Yüzyılda dünyanın  yuvarlak olduğunu ispat için konferans verecek, yazı yazacak değiliz.    Osmanlı imparatorluğu birçok milletleri idare ettiği ve Müslümanlık esasına dayandığı için Müslüman  olan herkes devletin en yüksek kademelerine kadar çıkabiliyordu. Yüksek kademelere çıkanlardan  çoğunun hangi soya mensup bulunduğu tarihlerde, belgelerde kayıtlıdır. Bu arada hangi ırktan olduğu  www.atsizcilar.com   



Sayfa 27 



  bilinmeyen birkaç kişi de bulunabilir. Barbaros ise, biraz önce de söylediğimiz gibi Türklüğü kesin olan  yüksek askerlerden biridir.    İngiliz yazarının bu tarihi açıklık karşısında onu neden Rumluğa mal etmek istediği belli değildir. Olsa  olsa şuur altında yaşayan milli bir kıskançlığın açığa vuruluşu olabilir. Çünkü daha sonraki yüzyıllarda  kuvvetli' bir denizcilikleri olduğu halde İngilizlerin bir Barbaros'u yoktur ve şüphesiz Barbaros şimdiye  kadar gelen amirallerin en büyüğüdür.    İngiltere bugün çöküş halindedir. On Dokuzuncu Asırla Yirminci asrın başlarında İngiliz donanması,  daima, kendisinden sonraki en güçlü iki donanmanın toplamından üstün kuvvette bulunuyordu. Bu,  onların âdeta hayat prensipleri idi. Fakat İngiltere artık ihtiyarlamıştır. Birinci Cihan Savaşını  Amerika'nın yardımıyla kazanmış, buna rağmen nefesi kesilmiş, eski gücünün kalmadığını anlamıştır  îkinci Cihan Savaşı ise Almanya tarafından İngiltere'nin belkemiğinin kırılmasıyla sonuçlanmıştır.  Bugün donanma bakımından dünyada ancak üçüncü, büyük devlet olarak dördüncü, belki beşincidir.    Gelenekleri de çökmekte, İmparatorluğunu kendi eliyle tasfiye ettikten sonra Britanya adasına,  kendisini şiddetle rahatsız eden Zenciler dolmaya başlamış bulunmaktadır. Geçen asırlardan gelen  itici kuvvet henüz kendisini ilerlerde tutmakta ise de biraz sonra nefesi iyice kesilince büyük  devletlikten vazgeçip orta devlet olmaya razı olacaktır.    İşte bu durumdaki İngiltere'nin içinden herhangi bir ferdin çıkarak şanlı Barbaros'a hakarette  bulunması onun ruh sarsıntısını, içine düştüğü aşağılık duygusunu yansıtmakta ve akla ister istemez  çöp ve mertek meselini getirmektedir: Kendi gözündeki merteği görmeden başkasının gözündeki  çöpü görmek.    Şu zavallı İngiliz'e soralım: Sen başkalarının yüzyıllar ötesinde kalmış amirali ile uğraşacağına şu anda  kendi devletinin başında bulunan kral hanedanına bir baksana... Senin bugünkü kraliçen yani devlet  başkanın Alman'dır. Kraliçenin kocası Danimarkalıdır. İngiltere veliahdı Dan ve İngiliz kırmasıdır.    Acaba bunları hiç düşündün mü? Sırça köşkte oturup da başkasına ne diye taş atarsın?    Senin Başbakanların arasında da ne milletler olduğunu istersen bir nebze hatırlatalım: Macdonald,  İskoç'tu. Daha öncekilerden Lloyd George, Galli idi. Daha eskilerden Disraeli, Yahudi idi.    Bunlar dururken ne diye dört yüz yıl önceki Barbaros'la uğraşıyorsun da Türk olduğu halde Rumluk  izafe ediyorsun? Bazı İngilizler'de Türkler'e karşı bir hınç ve kin olduğu malûmdur. Kurtuluş savaşımız  sırasındaki başbakanları Lloyd George de bunlardan biriydi. Sevginin ve nefretin niçini, nedeni olmaz.  Belki Barbaros kitabının müellifi de aynı şekilde bir kinle hastadır. Belki babası, Birinci Cihan savaşında  Türkler'le yapılan çarpışmalarda ölmüş veya sakat kalmıştır. Sebebi ne olursa olsun bu İngiliz bir Türk  düşmanıdır. Barbaros'un, eğer varsa, denizcilikteki taktik yanlışlarını inceleyeceğine, onun insan  taraflarını ve ırkını yererek yazılan bir eser başka türlü değerlendirilemez.    Tarihi değerlerimizi başkalarına değil, kendi milletimize bile tanıtamadığımız için biz de sorumluyuz.  Orta öğretimde başkalarının tarihi Türk tarihinden daha çok gösterilip öğretilmektedir. Tarih şuuru  olmayan bir millete başkaları tarih yönüyle istedikleri kadar yüklenebilir.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 28 



    İsrail'de epey kalan bir tanıdıktan, Yahudiler'in, çocuklarını Arap ülkeleri sınırlarına götürerek ilerisini  gösterdiklerini, buraları bizimdi, yine bizim olacak diye telkinler yaptığını dinlemiştim. Yahudiler,  kendi bakımlardan doğru ve haklı bir telkin yapıyorlardı. Nitekim Araplar da kendi bakımlarından  doğru ve haklı bir telkin yaparak İsrail'i ortadan kaldırmak ülküsünü çocuklarına aşılıyorlar.    Bize gelince: Rusya, İran ve Çin'deki Türkler'den bahsedince hemen "emperyalist', "faşist", "militarist"  diye hücuma uğruyoruz. Gerçi bu saldırılar büyük ölçüde satılmışlardan geliyorsa da aralarında  normal vatandaşların da bulunması tarih şuursuzluğunun ve millî gafletin en ibret verici örneğini  teşkil ediyor. İngiliz'in Barbaros hakkındaki eseri, Londra'daki Kıbrıslı Türkler tarafından tepkiyle  karşılanmış. Kıbrıslı Türkler son yıllarda milli şuurun mümessilleri haline geldiği için bu tepkileri  normal.'fakat Türkçülük çapında yetersizdir. Tepkinin Türk devletinden, Dışişleri ve Millî Eğitim  Bakanlıklarından gelmesi, meselâ Londra'da bir tarihçimiz tarafından Barbaros hakkında' ilmi bir  konferans verilerek hakikatin İngiliz Profesörlerine ve aydınlarına anlatılması mutlaka yapılması  gerekli bir vazifedir.    Dinamik ve enerjik olacaksın. Darbeyle karşılık verecek, hücumu hücumla durduracaksın. Bütün  devletlerle dostluk kurmak, ziyaretler yapıp ziyafetler ve hediyeler vermek milli çıkarları korumak  bakımından pek az faydalıdır. Asıl fayda propagandadır.    Propaganda için büyük masrafa ihtiyaç yoktur. Onu yapmak kabiliyetinde olanları bulup gerekli  yerlere oturtmak şimdilik kâfidir.    Gözlem, 3 Nisan 1969     



ÜLKÜLER TAARRUZİDİR     Biyoloji bakımından canlıların, yani hayvanlarla bitkilerin gayesi kendi soyunun bütün dünyayı  bürümesidir. Hiçbir hayvan veya bitki cinsi dünyayı kaplayamıyorsa bunun sebebi aynı gayeyi güden  başka cinslerin mukavetine maruz kalmasıdır. Cinslerin aynı gaye için yaptıkları bu tesir ve maruz  kaldıkları tepkiden "hayat kavgası" doğuyor. Bu arada zayıflar eziliyor, azalıyor; güçlüler yayılıp  çoğalıyor; bazı soylar ise yeryüzünden büsbütün kalkıyor.    Milletler arasında da aynı yasa hüküm sürer. Millet, âdeta gayri şuurî olarak dünyaya yayılıp hâkim  olmak ister. Fakat yayılırken başka milletlerin mukavemetine çarpar. Böylelikle aralarında savaş  başlar. Sonunda güçlüler kazanır.    İnsan toplulukları yani milletler, yüksek bir şuur mertebesine eriştikleri için bunlar arasındaki hayat  kavgası yalnız tabiatın kanunları içinde sürüp gitmekle kalmaz. Buna insan şuurunun sistemi ve  metodu da eklenir. Bundan da millî ülküler doğar. Demek ki milli ülkü, milletin tahteşşuurunda  bulunan "yayılıp hâkim olma" sevki tabiisinin başkanlar ve kılavuzlar tarafından şuurlandırılıp  sistemlendirilmiş şeklidir. Ülküye kılavuzluk veya başkanlık eden şahsiyetlerin irade ve kuvvet  derecesi ülkülerin başarısında birinci derecede âmildir.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 29 



    Milli ülkülerde azdan çoğa doğru üç dönem vardır: İstiklâl, birlik, fütuhat.    Milli ülkünün ilk dönemi istiklâl kazanmaktır. Müstakil olmayanlar istiklâllerini kazanmak, kazanmış  olanlar da bunu muhafaza edip sağlamlaştırmak düşüncesi ardında koşarlar.    İrlandalılar sekiz yüzyıldan beri istiklâl için uğraşıyorlardı. Küçük bir millet oldukları halde  fedakârlıkları sayesinde koca İngiltere’nin elinden istiklâllerini zorla söküp aldılar.    Estonlar, Letonlar, Litvanlar asırlardan beri istiklâl rüyası görüyorlardı. İlk cihan savaşından sonra  ülkelerine kavuşmuşlardı. 1940'ta kaybettikleri istiklâli yeniden elde etmek için şimdi içerde ve  dışarıda azimle çalışıyorlar.    Eskiden müstakil olup 150 önce istiklâllerini kaybetmiş olan Lehliler büyük fedakârlıklardan, kanlı  ihtilâllerden sonra ilk cihan savaşı sonunda istiklâllerini kazanmışlardı. 1939'da istiklâli yeniden  kaybettiler. Fakat sanki hiç bir şey olmamış, o kadar felâketi onlar yaşamamış gibi yeniden istikâl  davası arkasındadırlar. Bir yandan çete savaşlarıyla milli ruhu ayakta tutmaya çalışırken bir yandan da  dışarıdaki teşkilâtları vasıtasıyla her fırsattan faydalanarak istiklâllerini kurtarmaya çabalıyorlar.    Hindistan, Pakistan, Birmanya, İndonezya da aynı yolun yolcusu olarak, aynı gayeler için kan dökerek  nihayet emellerine kavuştular,    İstiklâl uğrundaki savaşın en tipik örneğini Yahudiler vermiştir: Esâretleri yirmi asrı geçen, dünyanın  her tarafına dağılarak bir anayurtları kalmayan ve dillerini de kaybeden Yahudiler, istiklâl  sevkitabiisinin tesirinde olarak yaptıkları uzun ve yıpratıcı mücadeleden sonra millî ülkünün ilk  merhalesine erdiler.    Bugün, milletlerin çoğu müstakil olduğu için milli ülkünün bu ilk merhalesi ardında koşan milletler  azdır.    Millî ülkünün ikinci merhalesi birliktir. Yani bir milletin bütün fertlerinin tek bayrak altında, tek devlet  haline gelmesidir. İstiklâlini kazanmış olan her milletin ilk işi yabancı hâkimiyeti altında kalmış olan  uruktaşlarını kurtarma yollarını aramaktır. Yahut bir millet birkaç ayrı devlet halinde siyaseten  müstakilse bunların birleşmesi için siyasi ve askeri faaliyette bulunmaktır.    Ondördüncü asırda Türkiye Türkleri yirmi, otuz ayrı hükümetle idare olunuyordu. Birleşme kanunu  dolayısıyla bunlar bir buçuk asır birbirleriyle çarpıştılar. 1515'te birliği tamamladılar.    İtalya da aynı şekilde hareket ettikten sonra gözünü yabancı hâkimiyeti altında kalmış olan İtalyanlara  çevirdi. İlk cihan savaşında İtalya’nın müttefiklerine ihaneti, Avusturya idaresinde yaşayan birkaç yüz  bin İtalyanı kurtarmak içindi. İkinci cihan savaşında Fransa ve Yugoslavya İle yaptığı savaşlarda o iki  ülkedeki birkaç yüz bin İtalyan için yapıldı.    Ayrı müstakil devletler halinde yaşayan Almanlar 1870'te yaptıkları büyük bir atışla siyasî birliklerini  ana çizgileriyle kurduktan sonra bunu tamamlamak için 1938'de başlayan bir seri hamleler daha  www.atsizcilar.com   



Sayfa 30 



  yaptılar. Gerçi bu büyük işi başaramadılar. Fakat başarmalarına ramak kalmıştı. Bugün Avusturya  ayrılmış ve Almanya da iki ayrı parçaya bölünmüş olduğu halde Alman önderlerinin bir birlik ardında  koştukları açıkça görülmektedir. Hatta, Batı Almanya Meclisinde Doğu Almanya ile birleşmek konusu  üzerinde sözler söylenirken bazı milletvekilleri Avusturya ile de birleşmek istediklerini haykırarak  açığa vurmuşlardır.    Romen Birliği Eflak ve Boğdan Beyliklerinin birleşmesiyle başlamış ve Romanya bundan sonra  uruktaşlarını kurtarmak için 1913, 1914‐1918 ve 1941 savaşlarına girmiştir.    Finler, Rusya idaresinde bulunan Karalya Finlerini kurtarmak için Almanya’nın yanında savaşa  girmişlerse de kaybetmişlerdir. Fakat ilerde mutlaka kazanacaklar ve büyük Finlandiya’yı  kuracaklardır.    Macarların, Bulgarların, Sırpların, Yunanlıların da son asırdaki tarihlerinde aynı kanunla hareket  ettiklerini vukuat pek açık olarak göstermiştir.    Bazı çok yeni ve zayıf, askerî kudreti sıfır derecesinde veya kültür seviyesi çok aşağı olan milletlerde  de aynı kanunla hareket edildiğini görüyoruz. Meselâ Afganistan aşağı yukarı 10–12 milyonluk geri bir  memleket olduğu halde 100 milyonluk Pakistan'la davalıdır. Pakistan sınırları içinde yaşayan ve Peşto  yani Afgan dili konuşan uruktaşlarını istiyor.    Yanında müttefikleri olduğu halde Yahudilere yenilen Mısır ise İngiltere’den Sudanı ve Trablus'la  Bingazi'yi istiyor. Bütün nüfusu 400 bin kişi bile olmayan Ürdün beyliği Suriye ve Filistin’in hepsini  istiyordu. Bu kadarını elde edemedi ama Yahudilerden arta kalan Filistin parçasını eklemesini  becerebildi. Habeşistan, Eritre'yi istemektedir. Yahudiler ise milli birlik için Irak ve Yemendeki yüz  bine yakın Yahudi'yi uçaklarla İsrail’e taşıdılar.    Millî ülkünün üçüncü merhalesi ise fütuhattır. Çünkü milli birliğini tamamlamış olan milletler kendi  soylarını yeryüzüne yayıp hâkim kılmak için istila ve fütuhat yapmak mecburiyetindedirler. Hatta bir  millet bazen kendi milli birliğini tamamlamadan önce de fütuhata başlayabilir. Meselâ Osmanlılar  "Türkiye'deki Türk birliğini tamamlamadan önce Avrupa’da geniş fütuhat yapmışlardı. İtalyanlar ve  Almanlar da milli birlik işi bitmeden önce sömürge fetihlerine kalkışmışlardır. Fakat böyle tek  istisnalar umumî kaideyi bozmaz.    Üçüncü cihan savaşı, milli birliklerini tamamlamış olan Alman, İtalyan, Japon ve Rusların üçüncü  merhaleye varmak gayretlerinden başka birşey değildir. Şimdi yalnız Rusya bu yolda yürümek istiyor  ve tabii bir sonuç olarak başkalarının mukavemeti ile karşılaşıyor. Başka milli ülkülerin muzaffer oluşu  da yakında Rusya'yı çökertecektir...    Görülüyor ki ülküler taarruzidir. Müstakil olmayan millet istiklâlini kazanmak için kendisine hâkim  olan milleti yenmeye mecburdur. Yani taarruzi bir maksatla hareket edecektir. Birliğini  tamamlamamış olan millet bu birliği elde etmek için uruktaşlarını esaret altında tutan millet veya  milletlerle çarpışacak, onlardan toprak alacaktır. Milli birliğini kurmuş olanlar ise fütuhat yapmak için  başkalarını yeneceklerdir. Demek ki millî ülkülerin her üç dönemi de taarruzidir.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 31 



  Acaba tedafüi ülkü olamaz mı? Bir millet malik olduğu sınırlar içinde yaşayıp refaha kavuşmak  ülküsünü güdemez mi? Hayır! Çünkü mevcut sınırları muhafaza etmek ve zengin olmak düşüncesi  hiçbir zaman bir ülkü olamaz. Bunlar bir millet için en küçük ve alelade isteklerdir. Ülkü ise küçük ve  alelade bir istek değildir. Ülkü biraz hayal ile karışık, uzak, güç bir hedeftir. Ülkü, o ülkü ile tutuşmuş  millet fertlerini heyecan içinde yaşatan kutlu ve tatlı düşüncedir. Ülküler kanla, fedakârlıkla,  kahramanlıkla beslenir. Bir millet, ülküsüne varmak için ırmaklar gibi kan akıtır, yığınlarla can harcar.  Ülkülere kanla, kılıçla, dövüşle, milli kinle varılır. Ülkü çelik yürekler, demir bilekler, sarsılmaz iradeler,  yüksek ahlâklar ister. Ülkü bir dindir. Kahramanlar ve şehitler ister.    Geçmişte birlik kurmuş, fütuhat yapmış olan milletler eski ululuğu yeniden diriltmek için uğraşırlar.  Çünkü (mazide tarihî hakikat olan şeyler, âtide de tarihî hakikat olabilirler). Ülküler hiçbir kayıtla,  hiçbir siyasi ve insani düşünce ile sınırlandırılamaz. Bir ülküye bel bağlamış, gönül vermiş milletlerin  tarihî düşmanları vardır. O düşmanlar mutlaka tepelenecektir. O düşman milletle dostluk antlaşmaları  yapılmış olabilir. Bu geçici dostlukların hiçbir değeri yoktur, Tarihî düşmanlar ancak dışişleri  bakanlıklarının dostudur. Milletin asla!..    Bir millet için en büyük tehlikelerden biri barış ve dostluk afyonu yutarak uyumaktır. Büyümek  istemeyen millet küçülmeye mahkûmdur. Saldırmayan millete saldırırlar.    (Yurtta barış, cihanda barış,) yahut (kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok) gibi sefilâne bir siyasi  umde ile bu milletin manevî enerjisini bilerek veya bilmeyerek söndürenler, zaten mahvolmuş  Almanya’ya savaş açarak Türk tarihinde asla görülmemiş bir kancıklığın zilletini tarihimize sokanlar,  fakat Bulgari starı ve adalardaki Türkleri topraklarıyla birlikte kurtarmak fırsatını tarih yaratmışken en  denî ve cebîn bir hareketle bundan kaçanlar hiç şüphesiz Türk birliğini tamamlamak yolunda bir adım  atamazlardı. Çünkü onlar bu memlekette Moskofçuluğu için için yaşatmak, Türkçülüğü açıkça yok  etmek isteyen devşirmelerdi.    Hayat bir savaşken ve onu kazanmak için mutlaka taarruz etmek gerekirken milli ülkü yolunda  yapılacak taarruzun çirkinliğini haykırmak ya gaflet, ya ihanettir. Devletlerin sorumlu yerlerinde  bulunanlar siyasi nezaket veya menfaat dolayısıyla böyle sözler söyleyebilirler. Fakat milletin  gençliğine hitab edenler yani öğretmenler, şairler, gazeteciler, yazıcılar bize barış afyonu yutturmak  isterlerse onların şecerelerini ve evlerindeki gizli evrakı araştırmak tarihin bilhassa Türk tarihinin  değişmez hakikatini bir defa daha teyid edecektir.    ORKUN, 17 Kasım 1950, Sayı: 7     



UNUTMAYACAĞIZ     Bizim gibi düşünmeyenlerin fikirlerine, kanaatlerine saygı gösteririz. Fakat samimi olmaları şartıyla...  Büyük ülküleri, millî davaları gündelik ve aşağılık siyaset oyunlarına karıştıranların kanaati hürmete  lâyık değildir. Çünkü bu kanaat esasen kanaat değildir. Duygunun, düşüncenin, vicdanın mahsulü  değildir. Bu, menfaatin emrinde olanların emirle veya telkinle ortaya attığı bir iddiadır. Efendisinin  buyruğu ile bugün bunu söyleyen adam, yarın onun tam zıddını söylemekten de çekinmez. Çünkü  onun için mühim olan şey, fikir veya ülkü değildir. Millî menfaat veya yurt sevgisi hiç değildir. Onun  www.atsizcilar.com   



Sayfa 32 



  için ehemmiyeti olan yalnız kendi şahsî menfaati, rahatı, zevkidir. Lüks apartman, bol para, otomobil,  konfor ve daha diğer şeyler ancak efendinin emrini yapmakla sağlanmaktadır. O halde yapılacak şey  malûmdur: Yukarının arzusunu sezerek ona göre konuşmak, ona göre yazmak...    Biz Türkçüler (gerçek ve samimî Türkçülerden bahsediyorum) kanaatlerimizi apaçık söylediğimiz için  bazılarına sevimsiz görünüyoruz. Biz siyaset yapmıyoruz. Siyaseti bilmiyoruz. Çünkü bizim davamız  bugünün sandalye davası değildir.    Onun için herkese sevimli gözükmeğe mecburiyet duymuyoruz. Bizim davamız asırlara bakan bir  davadır. Bir ülküdür. İnancığımız Türklüğün davasıdır. Bütün Türklerin davasıdır. O kadar inanmış  kimseleriz ki daha bir yere toplanıp da davamızın prensiplerini kâğıt üstünde tespit edecek, anlayış  ayrılıklarımızı ortadan kaldıracak bir teşebbüste bile bulunmadık.    Biz, ülkünün ardında yürürken kendimizi güçlü duyuyoruz. Ancak inanmış insanların büyük işler  yapacağını biliyoruz. Millî kuvvetimizi küçümsemiyoruz. Çarpışacağımız engellerîn sarplığını müdrikiz.  Sarp engelle, katı düşmanla çarpışmak hoşumuza gidiyor. Büyük ecdadın neslinden geldiğimiz için  büyük işler yapabileceğimizi biliyor, şanlı maziyi yeniden diriltmek istiyoruz.    Biz boş hayaller ardında değiliz. Mazide hakikat olan şeylerin yeniden hakikat olmasını özlüyoruz.  Hastalıklardan korunmuş, nüfusu çoğalmış, ahlâkı yükselmiş, sanayisi ilerlemiş bir Türkiye istiyoruz.  Sınır dışındaki ırkdaşlarımızı kurtarmak yollarını arıyoruz. Onları kurtarırken Türkiye’yi batırmak  gayretlisi değiliz. Bu budalaca isnadı yapanlar kendilerinden üstün akıl bulunmadığını sanan  zavallılardır.    Fransızlar elli yıl Alsas‐Loreni sayıkladılar. Hem de halkının çoğu Alman olduğu halde... Bir niçin kendi  Alsas‐Lorenlerimizi istemeyelim? Yirmi asırdır esir yaşayan Yahudiler Filistin davası ardında iken,  Bulgarlar bir defa işgal ettikleri Trakya'yı isterken, Yugoslavlar vaktiyle bir defa sefer ettikleri Selânik'e  hasret çekerken, Araplar Antakya ve Adana'yı benimserken, Lehliler Alman topraklarına yerleşirken,  Mısırlılar Sudana sahip çıkarken, Moskoflar Kars ve Ardahan'dan dem vururken biz niçin eski  yerlerimizi istemeyelim?    Daha dün bizim olan yerleri, yabana bir seyyah gibi dolaşan Falih Rıfkı Atay'ın "Rumeli'yi Unutalım"  dîye yazdığı yazıyı niçin okuma kitaplarına geçirerek yıllarca orta okul çocuklarına okuttuk? Kurtuluş  Savaşını kaybedip İzmir ve Trakya'yı elden çıkarsaydık o zaman da İzmir’i unutalım mı diyecektik?    Hakikatleri olduğu gibi görelim; Millî ülküler taarruzidir! Başka milletlerle dostluk yapacağız diye  millet uyuşturulamaz. Dostluklar milletlerden ziyade dışişleri bakanları arasındadır. Bulgar hariciye  nazırı bizim dostumuzdur. Fakat Bulgar maarif nazırı en büyük düşmanımızdır. 0nun için Bulgar  okullarında çocuklara Türk düşmanlığı aşılanır.    Biz, askerlerimize bile barış türküleri söyletirken Bulgarlar Çarigrad marşını okuyor, Moskova radyosu  cumhurbaşkanına ve Türk hükümetine hakaret savuruyor, hatta dostumuz Yunanlılar aleyhimizde  propaganda kartpostalları neşrediyorlardı.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 33 



  Milli ülküyü dış politikaya uydurmak gafleti bu milleti yıllarca ülküsüz bıraktı. Millet nereye gideceğini  bilemedi. Ülküsüz bırakıldığı için de birçokları komünizmi ülkü diye benimsediler.    Fabrika kurmak, bataklık kurutmak, okul açmak.. Bunlar bir millet için ülkü olamaz. Bunlar bir Şahsın  hava alması, su içmesi, yemek yemesi gibidir. Ülkü ise bir milletin muharrik düşüncesi, uğrunda kan  dökeceği fikirdir. Milletler için en büyük ülkü "büyüklük düşüncesi"dir. Bunun da baş prensibi tarihî  miraslara hak iddia etmektir. Rumeliyi unutalım demek, küçülelim, küçüklüğü kabul edelim,  uyuşuklaşalım, miskinleşelim demektir.    Hayır! Rumeli'yi unutmayacağız... Hiçbir yeri unutmayacağız... Turgut Reisin mezarı olan Trablus’u,  kahraman Türk kadınlarına ve kızlarına mezar olan Rodos’u da unutmayacağız. Azerbaycan, Kırımı,  Türkistan’ı, Kafkasya’yı, Altayları, Urallar'ı, Ediller'i de unutmayacağız... Milli miras, Cibali imamının  terekesi değildir. Onu Falih Rıfkı veremez. Onu kimse veremez.    Milâttan önce 209'da Motun Yabgu'nun dediği gibi millete ait olan, ataların mezarlarını saklayan  toprak, yani vatan, verilemez. Vermeyeceğiz... Unutmayacağız. Ölürken, gözlerimizde parlayan son  ışık millî mirasın hayali olacaktır.    Altın‐Işık, 25 Mayıs 1947, Sayı: 5     



VEDA     Birçok Türkçünün maddî, manevî yardımıyla çıkmakta olan Orkun, onu idare edenlerin yorgunluğu  yüzünden kapanıyor. Bu kararı verenlerin ıstırabı büyüktür. Uzun konuşma, tartışma ve  danışmalardan sonra, yapılacak başka bir şey olmadığı için bu neticeye varılmıştır.    Yurdun her tarafındaki genç Türkçülerin, bu sonuç karşısında duyacakları acıyı düşünmek bizi elem  içinde bırakmakta ve bahta lânet etmeğe sevk etmektedir.    Türkçülüğün bayrağını, ilerde yeniden açmak üzere şimdilik kapatıyoruz. Bu bayrağın yeniden  açılması, şahıs olarak mutlaka yine bizim idare edeceğimiz bir derginin çıkması mânasında  anlaşılmamalıdır. Türkçülük bayrağını yükseltenler yoruldukça, yıprandıkça, düştükçe o bayrak, bir  adım geriden gelenler tarafından kavranacak ve Türkçülük ordusu, bir çığ gibi büyüyerek hep ileriye,  büyük ülküye, Kızıl Elma'ya doğru yürüyecektir.    Ülküler, milletlerin şuurudur. Ülküsüz millet, şuursuz insan gibidir. Bu memleket yıllarca, hain bir  maksatla şuursuz yaşamaya mahkûm edildi ve Türk ırkının şuurlu çocukları olan Türkçüler zindanlara  tıkıldı. Hattâ onların vatan ve millet haini olduğu ilân edildi.    Türkçüler dünyadaki bütün Türklerin mazide olduğu gibi bir devlet halinde birleşmelerini ve Devşirme  döküntülerinin yukarı mevkilere geçmemesini istedikleri için bu damgayı yemişlerdi. Bütün insanları  Moskova buyruğu ve amele dîktatörlüğü altına almak gibi hayvanî ve ahmakça bir maksat ardında  koşanlar ve onların yardakçıları mazide birkaç kere gerçekleşmiş olan Türk birliğinin yeniden  kurulmasına "hayal" demek ihanetini de gösteriyorlardı. Gazete ve radyolarla bizim vatan haini  www.atsizcilar.com   



Sayfa 34 



  olduğumuzu ilân eden soysuz soytarıların iç yüzü, Tanrı adaletinin dünyada tecellisiyle pek çabuk  anlaşıldı. Hemen hepsi Devşirme döküntüsü olan bu hakikî vatan hainlerinin "vatan" dedikleri şey  kendi köşkleriyle rahat ve huzurlarından ibaretti.    Vatan hainlerinin darbelerine maruz kalan Türkçülük geriledi veya zayıfladı mı? Asla!... Tırpan yiyen  otlar gibi daha gür, daha sık gelişti ve yurdun dört bucağına yayılarak bir tarlaya atılan tohumlar gibi  filizlenmeğe başladı.    On iki asır önce yaşamış olan büyük Türk siyasî ve kumandanı Bilge Tonyukuk, ilk Türk tarihi demek  olan yazıtında bir milletin başında serserilerin bulunmasını en büyük felâket diye anlatmakta ne kadar  haklıdır! 1950'den Önce uzun yıllar bu memleketin başında serseriler, hem de yabancı ve hain  serseriler hüküm sürdü. Milletin sağlığını, servetini ve ahlâkını o serseriler mahvetti. Bir gece içinde  bizi Moskof sömürgesi haline getirecek plânları o serseriler hazırladı. Fakat onlar bugün, tarihin hiçbir  devrinde görülmemiş bir hayâsızlıkla milletten, vatandan, hürriyet ve demokrasiden bahsediyorlar.    Türkçülük, bütün Türklerin tek devlet halinde birleşerek her bakımdan bütün milletlerden ileri ve  üstün olması ülküsüdür.    Bunun değişmez iki ana unsuru vardır: Irkçılık, Turancılık.    Irkçılık ilk önce bir milli savunma vasıtasıdır: Türkeli'ndeki azınlıkların kendi aralarında gizlice  yürüttükleri ırk şuuruna karşı bir korunma tedbiridir. Türkiye’deki Selânik Dönmeleri Türkleşmemek  için asırlardır gizli tedbirler alırken, hiçbir kültürü ve mazisi olmayan bir takım küçük millet ve  cemaatler soyadı kanununun sarahatine rağmen, kendi soyadlarına kadar saklayıp ırkçılık yaparken,  Yahudiler İsrail'in hakiki vatanları olduğunu türlü şekillerde ispat ederken Türkler de hiç şüphesiz  devletin hakiki sahibi olarak bazı tedbirler almakta haklıdır.    Irkçılık aynı zamanda bir hıfzıssıhha meselesidir. Karışmak daima üstün tarafın aleyhine olduğundan  üstün bir ırk olan Türk ırkı aşağı ırklarla karıştığı zaman ortaya çıkan melezlerde Türk'ün bazı üstün  vasıfları kaybolmakta, aşağı ırkın iptidai vasıflarından bazıları onun yerini tutmaktadır. Birer müspet  ilim olan antropoloji ve rasyolojinin ortaya koyduğu bu hakikatlerden siyasi düşüncelerle  vazgeçemeyiz. İlim ve hakikat, siyasetin oyuncağı olamaz.    Irkçılık en nihayet bir tarihi şuur meselesidir. En eski Türk devletlerinden başlayarak kısa ömürlü  cumhuriyet devrinin sonuna kadar gördüğümüz binlerce örnek, devlette mühim mevkilere geçirilen  yabancı kanlıların ihanetlerini göstermektedir.    Bütün bunlara bakarak Türkçüler, ırkçılığı değişmez bir prensip olarak kabul etmişlerdir. Fakat bu  ırkçılık, ırkçılığın ne olduğunu bilmeyen veya bilmemezlikten gelenlerin ileriye sürdüğü gibi insanları  ölçüden ve lâboratuvar muayenelerinden geçirerek hangi milliyete mensup olduklarını tâyin  mânasına gelmez. Hemen hemen her ırk başka ırklarla karışmıştır. Bundan bir şey çıkmaz. Çünkü  tabiat bir müddet sonra melezliği tasfîye eder. Fakat bir ırk mütemadiyen başka ırklarla karışmakta  devam ederse bir zaman sonra, bir daha düzelmemek üzere bozulur.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 35 



  Irkçılık tehlikelidir diye bağıranlar dünyadan haberi olmayan bir takım zavallılardır. Dünyanın her  yerinde, hattâ ırkçılık düşmanlığını kısmen bizim gafillere aşılayan İngiltere ve Amerika’da bile  mükemmel bir ırkçılık vardır. Amerikalılarla İngilizlerin ırkçılık düşmanı gözükmeleri ikinci Cihan  Harbinde Almanların yaptığı ırkçılık dolayısıyladır. Almanlar kendi ırklarının üstün olduğunu iddia edip  bazı haklı neşriyatla Amerikan ve İngilizlerin karışma yüzünden düştükleri zaafı gösterince  Anglosaksonlar siyasi rekabet ve kıskançlık sebebinden ırkçılığa düşman kesilmişlerdir. Fakat onların  düşman olduğu ırkçılık resmi ve aleni Alman ırkçılığı olup gizli ve örfi Anglosakson ırkçılığı değildir.    Kunlar ve Gök Türkler çağında saraylarımıza giren Çin prenseslerinin ihanetleri artık bugün popüler  bilgi haline gelmiştir. Osmanlılar devrinde Kanunî Sultan Süleyman gibi büyük bir padişahı küçük  düşüren hareketler İslâv asıllı Hürrem Sultan yüzündendir.    Osmanlı tarihinde büyük gözüken bir takım sadrazamların hainliği artık gün gibi aşikâr olmuştur.  Gedik Ahmet Paşa, Maktul İbrahim Paşa, Sokullu gibi büyük sayılan Devşirmelerin iç yüzü ve  Devşirmelerden mürekkep Yeniçeri ordusunun haince rolleri gizli kapaklı bir şey değildir. Bütün bu  hususları tafsilatıyla öğrenmeleri için Türkçülere, İsmail Hami Danişmend'in "İzahlı Osmanlı Tarihi  Kronolojisi" adlı büyük eserini mutlaka okumayı tavsiye ederim. Bâlkan, Cihan ve İstiklâl Harblerinin  büyük ihanetleri ise herkesin bildiği şeylerdir. Bütün bunlardan sonra İsmet İnönü ve yardakçıları gibi  münafık ahmakların ağzına yakışır.    Irkçılığın aleyhinde bulunanlara şunu sormalı:    — Kendinizi Çingene ile bir tutar mısınız? Bir Çingene ile evlenir misiniz? Çingene bir gelin veya damat  kabul eder misiniz?    Evet derlerse mesele yok. Hayır derlerse ırk tefriki yapıyorlar demektir. Onların yalnız Çingenelere  karşı yaptığı bu ayırmayı biz başkalarına karşı da yapıyoruz.    Irkçılık, Anadolu Türklerinin içinde örf olarak yaşamaktır. Köy ve kasabalarda kaç yıl hattâ asır önce  oraya gelmiş olan bir yabancının bugünkü ailesi hâlâ yabancı sayılmaktadır. Tamamiyle Türkleşen,  Türkçeden başka dil bilmeyen ve kendisini başka bir millete mensup saymayan bu türlü insanlara  yabancı gözüyle bakmak Anadolu Türklerindeki kuvvetli ırk şuurunu gösterir. Demokrasinin bir  "çoğunluk arzularını tahakkuk sistemi" olduğu unutulmamalıdır.    Türkçülüğün ikincî unsuru olan Turancılık bütün Türklerin birleşmesi düşüncesidir. Bugün dünyada  belki 40, belki 50, belki 60 milyon Türk var. Geniş bir vatana yayılmış olan bu Türkler mazide  muhteşem rol oynamış, hareketli, kabiliyetli bir millettir. Sebebi her ne olursa olsun başka milletlerin  hâkimiyeti altına düşmüş olan bu Türkleri bir tek devlet halinde toparlamak düşüncesi kadar haklı ve  makul ne olabilir? Dünyadaki bütün milletler, yabancı hâkimiyet altında kalmış olan millettaşlarını  kurtarmak gayesini güderken Türkler neden aynı dileğin arkasında koşmasın? Yaratılıştan devlet  kurucu olan Türkler için bu kadar büyük bir devleti kurup yaşatmak hayal değildir. Tren, otomobil,  uçak, telgraf, telefon ve radyonun olmadığı zamanlarda bile Türkler büyük devletler kurmuş asırlarca  yaşatmışlardır.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 36 



  Dünyanın bütün Türkleri Türkiye'ye Kâbe gibi bakıyor. Türkiye'nin kendilerini bir gün kurtaracağı  efsanesi, aralarında yaşıyor. Yalnız anayurtta ve zulüm altında yaşayan Türkler değil, medenî  ülkelerde yaşayan Türkler de buraya hasret çekiyor.    Geçen yıl Finlandiya Türklerinden bir genç kızla tanışmıştım. Bermutat gümrük vesaire de gördüğü  güçlüklere rağmen Türkiye'yi çok sevmişti. Finlandiya'da 1000 kadar Türk yaşadığını, hepsi zengin ve  müreffeh olan bu Türklerin kendilerine çok iyi muamele eden dürüst ve asîl Fin milletini sevmelerine  rağmen buraya gelmek istediklerini, Finlerle katiyen evlenmediklerini, en büyük korkularının Türkçeyi  unutmak olduğunu, Fin‐Rus savaşında şehit olan altı yedi Türk'ün Finlandiya Türklerinin en seçme ve  kültürlü gençleri olduğunu söylemişti.    Bütün Türkleri kurtarmak millî hakkımızdır. Milli hakkımız olması bile bize karşı duyulan bu büyük  sevgiden sonra insanî vazifemiz haline gelmiştir. Milletleri büyülten şeyler millî ve insanî asil  hareketleridir. Zulüm altında inleyen tutsak Türkleri kurtarmak için yapılacak fedakârlıktaki ihtişam o  kadar parlaktır ki bu parlaklık, Türklüğün ölmezliğinin senetlerinden biri olacaktır.    Hiçbir ülkünün ardında olmayarak, yalnız yiyip içmeyi düşünmek ve yalnız bir gün için yaşamak  insanlara hiçbir şeref vermez. Bu kadarını hayvanlar da yapar. İnsanlık, ülkü için ve yarın için yaşamak,  bu uğurda fedâkarlık etmek ve ölmektir. Ölümden hayvanlar kaçar. İnsan, şeref için ve muhteşem  saydığı bir gaye için ölmesini bilen yaratıktır.    Turancılık, bizimle akraba olan milletleri yani Moğol, Mançu ve Koralıları, hattâ Finlerle Macarları da  birleştirmek ülküsü değildir. Turan kelimesi ilim dilinde bazen Ural‐Altay mânasında da kullanıldığı için  Turancılığın Ural‐Altaycılık olduğu zannı da bazen hâsıl olmuştur. Fakat hiçbir Türkçü böyle bir gaye  gütmemiştir. Bizim Turancılığımız Türk'ün tarihî vatanı olan ve çoğu hâlâ Türklerle meskûn bulunan  ülkeleri istiklâle ve Türkiye ile birliğe kavuşturmaktır.    Bu birliğin nasıl olacağı meselesi bizi ilgilendirmez. Çünkü o siyasî bir iştir. Bizim Turancılığımız ve  ırkçılığımız yani Türkçülüğümüz ise siyasetin üstünde bir ülkü meselesidir.    Demek ki Türkçülük bütün Türklerin birleşmesini ve Türklüğün yabancı ırk tesirlerinden korunmasını  istiyor. Burada Türkçülüğün millet ve vatan tariflerinin ne olduğu meselesiyle karşılaşırız. Diğer bir  tâbirle Türk kimdir ve Türklerin vatanı neresidir?    Türk, Türk soyundan gelen insandır. Türk soyundan gelince de, pek nadir ve ârızî bazı istisnalardan  sarfı nazar, o insanın Türkçe konuşması ve Türk kültürünü taşıması lazımdır. Türk olduğu halde  anadilini kaybetmiş olan Polonya‐Litvanya Türklerini, Türkçe bilmiyorlar diye Türklük kadrosundan  çıkaramayız. Bunlar kan bakımından da, duygu bakımından da Türk oldukları için günün birinde kendi  istekleriyle Türk dili kadrosuna gireceklerdir. Bazen, yabancı ülkede doğup anasını babasını kaybettiği  için Türkçeyi unutanlar da vardır. Türk olduğunu bildikçe bu gibileri Türk'tür. Bir felâket yüzünden  Türkçeyi kaybedenleri Türklükten çıkarmak, başka bir felâket yüzünden istiklâllerini kaybedenleri  Türklükten çıkarmakla eşittir ki buna kimsenin hakkı yoktur.    Türklerin bir millet olmak için mazide mukadderat birliğine, tarih birliğine ihtiyaçları yoktur. Türkiye  Türkleriyle Türkistan Türkleri uzun zaman ayrı mukadderata malik olmuşlardır. Bundan onların ayrı  www.atsizcilar.com   



Sayfa 37 



  milletler olduğu mânası çıkmaz. Onlar günün birinde yine aynı mukadderata malik tek millet  olacaklardır. Anadolu ve Azerbaycan Türkleri de uzun zaman ayrı yaşamışlardır. Fazla olarak Anadolu  ile Azerbaycan, Azerbaycan'la Türkistan, Türkistan'la Anadolu, Türkistan'la "İdil‐Ural, îdil‐Ural'la  Türkiye (yani İlhanlılarla Altun Ordu) bazen şiddetle çarpışmışlardır. Hele mezhep kavgaları yüzünden  Anadolu ve Azerbaycan Türklerînin vuruşmaları pek feci olmuştur. Fakat bütün bunlar Türklerin tek  millet olmasına mâni değildir. Bugün tek millet olduğunda kimsenin şüphesi olmayan Anadolu  Türklerinin vaktiyle Osmanlı‐Karaman, Osmanlı‐Akkoyunlu halinde asırlarca boğuşmaları, nasıl onların  nihayet tek millet halinde birleşmelerine engel olmamışsa, yarın da öteki Türklerle Türkiye’nin  birleşmesi ve kaynaşması, Önüne kimsenin geçemeyeceği tarihî bir zarurettir.    Türkler aynı tarihî mukadderata malik değiller gibi görünüyorsa da bir bakımdan aynı tarihî  mukadderata sahip oldukları da söylenebilir. Çünkü ayrı siyasi parçalar halindeki Türklerden herhangi  birinin başına gelen faciadan biraz sonra ötekiler de müteessir olmuştur. Meselâ Kazan Hanlığının  yıkılışı Türkistan’ın yıkılışına yol açmış, Kırım'ın çöküşü Türkiye'ye ağır kayıplara mal olmuştur.    Bununla beraber Türklerde tarihî mukadderat meselesinin şuurlu bir şekilde mütalâa olunduğunu  gösteren hâdiseler de vardır. Meselâ Türkiye, Kırımın kurtarılması için 1786–1791 savaşını yapmış,  Sultan Aziz de aynı denemeyi tekrarlamak üzere kuvvetli bir donanma hazırlamıştı. Doğu  Türkistandan Çinlileri kovan Atalık Gazi Yakub Beğ, Türkiye'yi metbu tanımıştı. Velhasıl bugün  Türklerin mukadderatı birdir ve geçen her yıl bu mukadderat birliğini biraz daha  kuvvetlendirmektedir. Bundan başka bizim de imza koyduğumuz Birleşmiş Milletler İnsan Hakları  Beyannamesindeki "milletlerin hür ve müstakil yaşamak hakkı"na Türkler; mazileri, kabiliyetleri,  coğrafî ehemmiyetleri ve nüfusları bakımından, başka milletlerden daha çok lâyıktır. Başka milletler  koydukları imzanın şerefi için bizim bu hakkımızı kabule mecburdur.    Milleti yapan unsurlardan birisi de din olduğuna göre Türklerin dini üzerinde de durmaya mecburuz.  Hiç şüphe yok ki Türklerin dini Müslümanlıktır. Eski dinimiz olan Şamanlıktan da bazı unsurlar alarak  bir Türk Müslümanlığı haline gelen bu din on asırdan beri bizim milli dinimiz olmuştur. Bununla  beraber Türk olmak için mutlaka Müslüman olmaya lûzum yoktur. Çünkü bugünkü Türkler arasında  birkaç yüz bin Şamanî, birkaç yüz bin Hristiyan ve hattâ birkaç bin Musevî Türk(Karayimler) de vardır.  Din ayrılığı yüzünden bunları Türklükten çıkarmaya hakkımız yoktur. Zaten, Hristiyan Türkler olan  Gagavuzların Türkiye'de yerleşenleri ekseriyetle Müslüman olmuşlardır. Onlar bunu Türklüğün bir  lâzımesi saydıkları için yapmışlardır.    Öyle gözüküyor ki bir Türk birliği gerçekleştiği takdirde bütün bu Şamanî ve Hıristiyan Türkler  Müslüman olacaklardır. Onun için şimdiden onları zorlamaya bir mecburiyet yoktur.    Vaktiyle Türkler arasında bir ayrılık unsuru olan Sünnilik‐Şiilik meselesi de artık bahis konusu  sayılamaz. Bunların hepsi Müslüman Türktür ve Müslümanlığı anlayıştaki içtihat farkları artık Türkler  arasında ikilik doğuramaz.    Bu Türklerin oturduğu yerler Türk vatanıdır. Türklerin devamlı devlet ve medeniyet kurduğu, Türk  hatıraları ile dolu ülkeler yurdumuzdur ve bize aittir. Bu ülkelerin herhangi birinde Türklerin zorla  sökülüp atılması bu hakkımızı götürmez. Meselâ Kırım Türklerinin yok edilmesi veya Doğu Rumeli  vilayeti Türklerinin sürülmesi hiçbir mânâ ifade etmez.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 38 



      Yahudiler tam bir Arap ülkesi haline gelen Filistin’den nasıl Arapları sürerek orada bir Yahudi  çoğunluğu yaptılarsa biz de aynı şeyi yaparak bize ait olan toprakları mutlaka Türkleştireceğiz.    Türkçülüğün değişmeyen tarafı ırkçılığı ile Turancılığı ve bunun neticesinde Türk milleti ve vatanı  hususundaki düşünceleridir. Bu iki temelde bütün Türkçüler birleşmiştir. Bunun dışında kalan  meseleler; meselâ iktisadî, sosyal ve hukukî görüşler Türkçülerin ileride halledecekleri meselelerdir.  Bu meseleler üzerindeki Türkçü düşünceler değişebilir. Çünkü zamanla herhangi bir iktisadi veya  içtimaî düşünce çürütülebilir. Fakat ırkçılık ve Turancılık asla değişmeyecektir. Çünkü bunlar  Türklüğün Türklük olması için elzem şartlardır. Tıpkı bir insanın havaya ve yiyeceği olan mutlak ihtiyacı  gibi... Bir insanın elbise ihtiyacı yaza, kışa, geceye, gündüze göre değişebilir. Eğlencesi de sinemaya,  ava gitmek veya içki içmek şeklinde olabilir. Fakat havaya ve yiyeceğe ihtiyacı hiç bir zaman değişmez.  Irkçılıkla Turancılık, Türkçülüğün hava ve gıdasıdır.    Türkçülüğün kendisine has bir dünya görüşü vardır. Realist olan Türkçülük "Yaşamak için kavga  kanununun, sonuna kadar devam edeceğine inandığından askerliğe karşı saygı duymakta ve ırkımızın  askerî millet olmak geleneğini geliştirme amacını gütmektedir. "Artık savaş olmayacak" gibi  uyuşturucu telkinlerin, millî savunmamızı gevşetmesi bakımından aleyhindeyiz. Dünyada savaşı  kaldırmak düşüncesi asırlardan beri denenmiş, fakat tutmamıştır. "Roma Barışı" denen sözde barış  sisteminin büyük kırgınlarla, askerî hazırlıklarla, zorbalıkla sağlanmış, fakat hiçbir zaman Ömürlü  olmamış bir sistem olduğu unutulmamalıdır.    Hakiki askeri faziletlerin diriltilmesi ve ruhlarda kökleşmesi taraftarıyız. Askerlik kalıp işi değil, ruh  işidir. Fakat kalıbın da ruha uygun olması şarttır. Bize fenalığı dokunmayan milletlerin, fikirlerin ve  fertlerin dostuyuz. Fakat hayatın yalnız sevgiyle yürüyeceğini sanmanın büyük bir gaflet olduğuna  inanıyoruz. Dünyada her şey zıddı ile birlikte vardır. Bundan dolayı sevgiyle birlikte kin de  bulunacaktır. Türkçülük bir bakıma göre de "Türklük düşmanları düşmanlığıdır.    Irkımıza, devletimize, yurdumuza, mukaddesatımıza, şerefimize fenalık etmiş olan her millete, her  dine, her rejime, fikre, cemiyet, ferde düşmanız, "Kinimiz dinimizdir".    Varlığımızı korumak, haklarımızı almak için her zaman çarpışmaya mecburuz. Çarpışmaya mecburuz  demek asker olmaya mecburuz demektir. Askerlik çarpışmak bilimidir. Yaşamaya hak kazanmak  bilimidir. Bu bakımdan tek gerçek bilim odur. Başka her ilim ve fen onun yardımcısıdır.    Türkçülük "disiplinli millet" taraftarıdır. Disiplinli millet demek fertlerin devlete, devletin de fertlere  zarar vermeyeceği karşılıklı hak ve vazifeler sistemini kabul etmiş millet demektir.    Disiplinli millet tipinde istibdat ve zorbalık olmadığı gibi hürriyet sarhoşluğa da yoktur. Disiplinli  milletle milletin ahlâk, gelenek, şeref ve arzularına aykırı hiçbir şey yapılamaz. Disiplinli millet hayat  telâkkisi, mukaddesatı, zevki, bayramı, kederi ve hattâ kılığı ve takvimi belli millet demektir.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 39 



  Türkçülük, Türkelinin her bakımdan Türkleşmesi taraftarıdır. Bu sınırlar içinde yabancı bir şey  kalmayacaktır. Kayıtsız şartsız Türk kültürü hâkim olacaktır. Bu bakımdan Türkçülüğün kendisine  mahsus bir dil, tarih ve alfabe telâkkisi vardır.    Arınmış ve geliştirilmiş ve Türkçe istiyoruz. Dil kurultayı maskaralıklarının yadigârları temizlenecek,  fakat bu arada elde edilmiş bazı müspet sonuçlar saklanacaktır.    Bu alfabe Türkçeyi yazmaya ve geliştirmeye elverişli değildir. Buna, Türkçeyi yazmak için gerekli dört  beş harf eklenecek, böylelikle Türkçe, bir zenci dili durumuna düşmek talihsizliğinden kurtulacaktır.    Türkçülüğün tarih tezi eski milletleri ve hele Anadolu’da yaşayanları Türk saymak komedisinden  tamamen uzak, bilim çerçevesi içinde millî bir görüştür: Türk tarihi Orta Asya'da Milâttan önce 12'nci  asırda "Şu" veya "Çu" larla başlayan bir tarihtir. Bu tarih Mançuryadan Kırıma kadar uzanan bir  anayurtta 11'inci Asra kadar sürmüş, 11'inci Asırda Türkiye dediğimiz Anadolu, Suriye, Irak,  Azerbaycan ve Horasandan mürekkep ikinci bir anavatan teşekkül etmiştir. Türkçülük bakımından  Aksak Temir‐Yıldırım Bayazıd kavgası bir kardeş kavgasıdır. Türkçülük bakımından Türkiye tarihi  Selçuklu, İlhanlı ve Osmanlı hakimiyetlerinin şimdi de cumhuriyetin devam ettirdiği tarihtir.    Tarihimizin Osmanlı çağı diğer iç ve dış gelişmelerle birlikte Türk ırkının Devşirmelerle iç savaşı  şeklinde de mütalâa olunacaktır. Türkçülük Tanzimattan sonraki tarihimizin yeniden tedvin olunarak  hakikatlerin ortaya çıkmasını ve yalancı kahramanların hakiki mevkilerini almasını ister.    Türkçülük bütün fantezilerden uzak bir ciddiyet taraftarıdır. Devlet ve millet hayatında, fantezilerin  millet aleyhinde olduğuna inanmıştır.    Türkçülük, Türk ırkının tarihi ananesine dayanarak kadın hususunda hür düşüncelidir ve kadına saygı  beslemektedir. Ancak kadının koket derecesine düşmesine de şiddetle aleyhtardır. Kadına saygı  beslemek onu erkekle kayıtsız şartsız eşit tutmak mânasına gelmez. Tanrının ayrı yarattığı iki cinsi bir  tutmak tabiat kanunlarına aykırı bir eksantrikliktir. Kadınların her türlü öğrenimi yapmalarına ve bazı  durumlar müstesna, her mesleğe girmesine taraftarıyız. Fakat aile yapısının korunması bakımından  kadının her şeyden önce ahlak ve zevcelik vazifesini yapmasını isteriz.    Türkçülük, memlekette sosyal bir adalet olmasına taraftardır ve hakiki adaletin sosyal olduğu  kanaatindedir. Millet fertlerini sağlık, geçim ve istikbal bakımından tatmin etmenin milliyetçilik  şartlarından olduğu âşikârdır.    Türkçülüğe göre Moskof bizim barışmaz düşmanımızdır. Bu düşmanlığı tarih, mukadderat ve  jeopolitik yaratmıştır. Siyasetle ve yalanla bu düşmanlık kaldırılamaz. Onun için Türk ırkının hayatında  yürütücü âmillerinden biri olarak, zaten saklı bir halde yaşayan Moskof düşmanlığının milletle  beslenmesine taraftarız. Sevgiler gibi düşmanlıklar da milletleri diri ve ayakta tutar. Türk dışişleri  bakanları arasıra Moskoflarla dostluk edebilirler. Türk milleti için böyle düşünmek millî menfaatler  aleyhinde düşünmektir.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 40 



  Moskof bizim ırk düşmanımız olduğuna göre Moskof emperyalizmi olan komünizm de en tehlikeli  düşmanımızdır. Komünizm, Moskofluğa mal olmuş bulunduğundan ona taraftarlık vatan ihanetidir.  Türkçülük bakımından en alçak vatan olan komünistlerin yok edilmesi şarttır.    Masonluğu da düşman sayıyoruz. Kökü dışarıda olan gizli bir cemiyettir ve milliyetçilikle tatmin  olunmayanların başvurduğu Türkçülük düşmanı bir teşekküldür. Başlangıçta Yahudilerin millî  menfaatlerini gizli olarak korumak için kurulmuş, zamanla beynelmilel bir hale gelmiştir. Savaş  halinde bulunan iki millete mensup Masonların, kendi devletleri aleyhine olsa bile' birbirlerine yardım  etmek mecburiyetinde olmaları bu zümrenin bütün milliyetçiliklere ve bu Türk milliyetçiliğine de  düşman olduğunu göstermektedir. Onlar gizlice her yere el atıp orayı ele geçirmeğe çalışmakta ve  muvaffak olmaktadır. Bugünkü "Türk Ocağı"nın umumi idaresi ihtiyar Masonların elindedir ve bu  yüzden, vaktiyle milliyetçiliğe o kadar hizmet etmiş bulunan bu müessese artık hizmet  edememektedir.    Siyonizm, Yahudi ırkının huzurunu dünya milletlerinin huzursuzluğunda arayan teşkilâtlı bir insanlık  düşmanı fikirdir. Kendisini bir devletin milli ülküsü göstermek yolundaki gayreti emperyalist arzularını  gizlemek içindir. Birinci Cihan Savaşında, her türlü kılığa girerek Filistin Cephesindeki ordumuzu  arkadan vuran ve düşmana casusluk eden Siyonistlerin ortaya koyduğu korkunç hakikat, Türkçüleri bu  cereyana karşı da her zaman uyanık ve tedbirli bulunmaya sevk etmektedir.    Komünizm, Siyonizm ve Masonluk Türkiye'de bir sacayak halinde Türk düşmanlığı yapmaktadır.    Türkçülük ağır, fakat sağlam bir şekilde ilerliyor. O, meselâ Almanya'daki Nasyonal Sosyalizm gibi kısa  bir zamanda birdenbire büyüyerek iktidara geçen cereyanlarla ölçülemez. Tedrici şekilde büyümesi  sağlam ve gürbüz olacağının teminatıdır.    Türkiye'de Ali Suavi, Süleyman Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Ziya Gökalp, Dr. Rıza Nur, Dr. Mustafa Hakkı  Akansel gibi kalem sahibi Türkçüleri yetiştiren Türkçülük 3 Mayıs 1944 hareketiyle belki de memleketi  komünizm tehlikesinden kurtarmıştır. 1944–1945 Irkçılık‐Turancılık Dâvası, Türkçülüğün geçirdiği ilk  ve oldukça çetin bir imtihandır.    Bütün bu çekilen sıkıntılar verimsiz kalmış değildir. Bugün memlekette yer yer görülen Türkçü  kıpırdanışlar ve davranışlar o çetin imhitanın sonuçlandır. Türkçüler birleşmek lüzumunu duyarak ayrı  ayrı kurdukları dernekleri kaldırmışlar ve "Türk Milliyetçiler Derneği adı altında tek teşkilât haline  gelmişlerdir.    Bugün memlekette 40 kadar şubesi bulunan bu dernek daha çok gençleri toplamakta ve Türkiye’ye  şâmil yeni bir Türkçü kaynaşmaya sebep olmaktadır. Bu teşkilâtın yayılması ve kuvvetlenmesinde  Orkun'un epey hizmeti vardır.    Türkçülük şimdi gayri siyasidir ve daha bir müddet öyle kalması hayırlıdır.    Şimdi bütün genç Türkçülere düşen vazife her şehir, kasaba ve kabilse köyde derneğin şubesini  kurarak faaliyete geçmek ve Ankara'daki Genel Merkeze sıkı bir şekilde bağlanmaktır. El ve gönül  çalışılırsa çok şeyler yapılabilir.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 41 



  Orkun 68 sayılık neşriyatı ile şimdiye kadar çıkmış olan Türkçü dergiler arasında rekor kırmış ve birkaç  genç Türkçü imzanın tanınmasına hizmet etmiştir. İstediğimiz kadar kuvvetli değildi. Fakat yine de bir  şeydi. Orkun'da yarım kalan 1944–1945 Irkçılık‐Turancılık Dâvası tefrikası ilerde kitap halinde  basılacaktır.    Türkçülük fikir halinden teşkilât haline girerken, teşkilâtı idare edenler sıkı durmaya ve uyanık  bulunmaya mecburdur. Türkçülüğün soysuzlaşmaması için teşkilâta girecek olanlar üzerinde titiz  davranmak, aksayanları merhametsizce atmak vazifeleridir. Türkçülüğü gösteriş vasıtası diye  kullanan, fakat er meydanında kahpeleşenleri biz 1944–1945 Dâvasında bizzat gördük. Bir iman ve  irade işi olan Türkçülüğün içinde imanı zayıf, karakteri çürük olanların işi yoktur. Türkçülük kemiyet  değil, keyfiyet işidir. Az fakat öz kimselerden mürekkep bir Türkçü teşkilât sıkı bir disiplin altında  çalışmak şartıyla ırkımızı terakkinin doruğuna ulaştırabilir.    Bir veda yazısı olan bu makaleyi bitirirken genç Türkçülere bazı tavsiyelerde bulunmak isterim:    Bugünkü şartlar içinde Türkçülerin yapacağı hareketlerin başında hepsinin, kendi meslek alanında  çalışarak yükselmesi gelir. Her Türkçü kendi mesleğinin en yüksek derecesine veya rütbesine  erişebilmek için ciddi ve sistemli şekilde çalışmalıdır. Başarı gösteremeyenler bezginliğe kapılmamalı,  gerekirse meslek değiştirmeli, kendilerinden ümit kesenler arkadaşlarının yükselmesine yardım  etmelidir. Yükselmeğe çalışmakta takip olunacak yol, Masonların başvurduğu gibi birbirlerini haklı  haksız destekleyerek lâyık olmadığı yere yükselmek gibi şerefsizce bir yol değildir. Ehliyet göstererek  yükselmenin şerefli yoludur.    Her mesleğin faydası ve ehemmiyeti olmakla beraber Türkçüler bilhassa Harb Okuluna, Mülkiyeye ve  Öğretmen Okullarına girmelidir. Öğretmenlerin öğrencilere yapacakları milliyetçilik telkini ile  memleketin geleceğine nasıl hâkim olduklarını söylemeğe lüzum yoktur. Subaylar da kısmen  öğretmendir. Bundan başka bizim yurdumuzda milli mukadderata hâkim olan en mühim zümre subay  sınıfıdır. Mülkiyeden çıkarak kazaların, vilâyetlerin başına geçmek Türkçüler için mühim bir hizmet  fırsatıdır.    Türkçülerin düşüneceği ikinci mesele bir aile kurarak memlekete gürbüz ve Türkçü çocuklar  yetiştirmek olmalıdır. Bunu anlayarak genç yaşında evlenen ve çok çocuk yetiştiren Türkçülerin epey  fazla oluşu ümit verecek, iç açacak bir vâkıadır. Daima çok çocuk ve gürbüz çocuk yetiştirmek  prensibinin ehemmiyeti üzerinde uzun uzun konuşmaya lüzum yoktur. Türkçüler evlenecekleri kızın  sağlık ve ırk durumuna ve bu hususta aşka esir olmamaya dikkat etmelidir. Bu türlü ihmallerin kısa  ömürlü evlenmelere yol açtığı örnekleriyle sabittir.    Türkçüler teşkilâtlanmalı, bunun için de daima Milliyetçiler Derneğini takviye etmelidir. Bu teşkilatta  geçimsizlik göstermemeli, benlik dâvası gütmemelidir.    Hür Türkçü kendi çevresini ikaz ve irşad etmeğe çalışmalıdır. Bulunduğu şartlar içinde nasıl bir  Türkçülük yapacağını kestirmek o Türkçünün zekâsına ve kabiliyetine aittir. Lüzum olursa Türk  Milliyetçiler Derneğinin merkezlerinden sormalı, soramazsa vicdanına danışarak hareket etmelidir.    Yanlışlar samimiyetle itiraf olunmalı, bir daha yapmamaya çalışılmalıdır.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 42 



  Genç Türkçülerin çoğunda bir milli kültür eksikliği bulunduğu gözden kaçacak gibi değildir. İmlâ  yanlışları ve ifade bozuklukları bunu açıkça gösteriyordu. Bu eksiklerin giderilmesine uğraşmak  lâzımdır. Millî kültürü zenginleştirecek eserleri okumak, hattâ kabilse eski harfleri öğrenmek zaruridir.  Eski harflerle yazılmış eserler hâlâ büyük bir hazine halinde kapalı olarak durmaktadır.    En mühim bir cihet de Türkçülerin kendi aralarında bir veya birkaç sandık kurmalarıdır. Gayet az  paraların birikmesiyle başlayacak olan bu sandıkların ilerde akla, hayale gelmez faydalar sağlaması  muhtemeldir. Damlaya damlaya göl olduğu unutulmamalıdır. Bu sandıklar Türkçüleri mali  güçlüklerden koruyacağı gibi Türkçü yayınlara da yol açar.    Bu tavsiyelerimin hepsi ehemmiyetsiz şeylerdir. Fakat zamanla bunlardan mühim sonuçlar doğması  beklenebilir.    Orkun kapanırken onun çıkmasını ve yaşamasını sağlayan ülküdaşlarımıza teşekkür ederiz. Genç  subaylardan liseli ve ortaokullu ülküdaşlara kadar bütün Türkçülerin gönülleri ve fikirleri aşağı yukarı  bir buçuk yıl Orkun üzerinde birleşti. Orkun kuvvetli veya zayıf, her ne olursa olsun, biz, yani Türkçüler  demek ki bu kadarmışız.    Fakat ümitlerimiz kırık değildir. Uğrunda çalışanlar, ıstırap çekenler, Ölenler bulundukça Türkçülük  mutlaka muzaffer olacaktır. Yabancı hâkimiyetler altında kırılan, sürülen milyonlarca ırkdaşımızın  bulunması bize vazifemizin büyüklüğünü ve şerefini hatırlatsın.    Zevk ve sefa içinde yaşamak, içkiyle dünyayı hoş görerek zevk kadınlarıyla mest olmak, şehvet içinde  kendinden geçmek de vardır. İsteyen onu, İsteyen berikini tercih eder.    Hayat ve ölüm... Bunların ikisi de güzeldir. Fakat esas ve ebedi olan ölümdür. Öteki bir rüya kadar  geçici ve aldatıcıdır. Büyük ve esrarlı kâinatın sinesinde yatmak... İşte bizim nasibimiz budur. Bu  nasibimizi almadan önceki kısa rüya âleminde kendimizi ölüm kadar ebedi bir fikre vermek ve o fikir  uğrunda harcamak gibi yüksek bir ülküye kaptırmaktan şerefli ne olabilir? Bu ölüm bizi gayemize Tanrı  Dağında bekleyen ecdat ruhlarına ve bizzat Tanrıya kavuşturacak şanlı ve güzel bir ölümdür. Bu  ölümün güzelliği ile içki ve şehvet içindeki hayatın çirkinliğini düşünmek hâkikati anlamaya da yardım  edecektir.    Ülkü yolunda ölenlerin, ebedî karanlık içinde kaybolurken hafızalarda bir ışık gibi parlamaları güzel,  fakat hafızalardan ve gönüllerden de uzakta bulunarak karanlıkla bir olmaları ondan daha güzeldir.    Yaşamak sadece, kısa bir an yaşamaktır. Ölüm ise kâinatın ebediliğinde, hatıralarda ve gönüllerde  asırlarca yaşamak yahut hâtıralardan ve gönüllerden de silinmekten sonra sonsuzlukta sonuna kadar  yaşamakta devam etmektir.    Yaşamak hakkından vazgeçmek ne kadar güzel, hatırlanmadan, gönüllerden silinerek, unutularak  yaşamak ondan da ne kadar güzeldir. Her fedakârlık muhteşemdir. Fakat eserine imza koymamak,  ülkü uğrunda ad bırakmadan silinmek her şeyden daha muhteşemdir.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 43 



  Birleşmiş Milletler ideali uğrunda Kore’de şehitler vermek güzel bir şey, fakat Türkleri birleşmiş  görmek için Kafkasya’da, Azerbaycan’da, Türkistan’da, Altay’da can harcamak şaheser bir şeydir.  Türkçülük din gibi derin, tasavvuf gibi mistik bir sistemdir. Ondaki ihtişamı ve bu uğurda ölmekteki  ululuğu ancak ruhunda istidat olanlar duyabilir.    Türkçüler! Sıkı saflar halinde birleşerek ve başka her düşünceyi geride bırakarak, ateş yağmuru altında  döküle döküle, fakat bir an durmadan Moskof’a karşı Köprüköy taarruzunu yapan Türk alayı gibi  ülküye doğru ilerleyiniz. Bu ilerleme arasında düşenlere bakmak için bile bir an kaybetmeyiniz. Onları  mukadderata, tarihin şeref yaprağına ve Tanrıya bırakarak yürümekte devam ediniz ve en büyük  kahramanlığı yapsanız bile en küçük karşılığını beklemeyiniz.    Tanrı Türk'ü Korusun!   Orkun, 18 Ocak 1952,68. Sayı     



SAĞCI KİMDİR?     Sosyalistler ve komünistler "solcu" diye tanındıkları için, onların karşısında olanlara da "sağcı" demek  âdet olmuştur. İktisadi bakışla devletçi olmayan, liberal olan, muhafazakâr olanlar sağcı sayılmıştır.  Sol taraf, çoğunlukla dini inkâr ettiğinden dindarlar da sağcı diye gösterilmiştir.    Fakat bu tarifler eksik ve kısırdır. Son zamanlarda her şey gibi bu tâbirler de müptezel olmuş, sağ ve  sol birbirine karışmıştır. Kendilerine "mukaddesatçı" diyen dindarlar milliyetçi ve sağa sayıldığı gibi,  sosyalist, aşırı sosyalist ve komünistlerin de kendilerini "milliyetçi" diye öne sürdükleri görülmüştür.    Sağ ve sol deyimleri kabataslak ele alındığı takdirde Turancılarla İslâm birliği taraftarları sağda  birleştikleri gibi, yalnız sosyal adalet kavramı düşünüldüğü anda da Türkçülerin sosyalistlerle aynı  hizada olmaları gerekmektedir.    Demek ki sağ ve solu iyi anlatmak, eksiklik ve kısırlıktan kurtararak öne sürmek lâzım. Çünkü sağ ve  sol yalnız iktisadi ve sosyal bakımdan değil, milli şuur bakımından da ele alınıp değerlendirilmelidir.    Türkiye'de koyu dindarların bir takımı milliyeti inkâr ederek yalnız dinle yetinmek taraftârıdırlar.  Bunlardan biri camideki vaazında "vatan için ölenler cehenneme gider. Cennete gidecekler ancak din  uğrunda ölenlerdir" demiş. Şimdi, bu seviyesiz yobazla Türkçüleri aynı cephede saymak hem bir  anlayış kıtlığı, hem de gerçeklere sırt çevirmek demektir. İktisadi görüşe göre sosyal adalet düşüncesi  bugün hemen herkes tarafından benimsenmiş olduğundan artık millet meclislerinde partileri bu  görüşe göre sıralamak asla doğru değildir.    Bizdeki dincileri ve hilâfetçileri sağa koymak, Batı ülkelerindeki teamüle de aykırıdır. Hitler'in iktidara  gelmesinden önce Alman meclisindeki kuvvetli Hıristiyan partisinin adı "Merkez Katolik Partisi" idi ve  İmparatorcu Çelik Tulgalılar Partisi ile Hitler'in Milliyetçi Sosyalist Partisi, Katoliklerin sağında yer  almıştı. Hitler'in partisi "sosyalist" bir parti olduğu halde sırf milliyetçi olduğu için sağa sayılmış ve  iktidara geçtikten sonraki tutumu ile de milliyetçilik, milletin toplum ve fert olarak yükselmesini  güttüğünü ispat etmişti.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 44 



  Sağ ve solun Türkiye için en doğru tarifi, milliyetçilik açısından ele alınarak yapılabilir. Bir parti,  milliyetçi olduğu nispette sağcıdır. Milliyetçilikte milli gelenekler mühim olduğundan bu türlü partiler  millî ahlâk bakımından muhafazakârdır. Fakat milliyetçilik, milletin toplum ve fert olarak yükselmesi  demek olduğundan milliyetçi bir parti adaletin ve servetin dağıtımı bakımından sosyalistlerin  fikirlerine yakın olabilir.    Dincilik ve siyasi ümmetçilik, Türklüğü ikinci plâna itmek veya var saymamak olduğundan milliyetçiliğe  aykırı veya düşmandır. Bu bakımdan dinciler, siyasi ümmetçiler, hilâfetçiler "sağcı" olamazlar. Siyasi  ümmetçiler, İslâm beynelmilel düşüncesinde olup Türklüğü İslâm topluluğu içinde eritmek mali  hülyasına kapılmış olduklarından beynelmilelcidirler ve her beynelmilelci gibi soldurlar.    Moskovacı veya Pekinci sosyalistlerin kendilerine "milliyetçi" demesi de hem yanlış, hem gülünç, hem  de taktik icabı olduğundan yalandır. Milliyetçilik, bir milleti "millet" olmaktan çıkarıp "halk yığını"  getirdikten sonra onun yalnız iktisadi refahını düşünmekle olmaz. Çünkü insanlarda yalnız mide değil,  zihniyet ve inanç da vardır. Milliyetçilik yüzyıllardan kopup gelen manevi bir mirastır. Büyüklük  duygusudur. Tarih şuurudur. Mukaddes hodkamlıktır, yaratılış hâsılasıdır.    Türk milleti üç bin yıldan beri vardır. Onun var oluşu, büyüklüğü, gücü, tarihe damgasını vuruşu yalnız  milli karakteriyle mümkün olabilmiştir. Türklüğün büyüklüğünü veya var oluşunu Türklüğün dışındaki  şu veya bu faktöre bağlamak asla doğru değildir.    Gazetelerde çok görülen, siyasilerin dillerinde dolaşan "aşırı sağ" deyimi yanlış olarak  kullanılmaktadır. Çünkü aşırı sağ diye çok defa İslâm beynelmilelcileri kasdolunmaktadır. Geçen yılın  sonlarında yakalanan "Hizbüttahrir" adlı derneğin hilâfetçi olduğu, Türkiye'yi şeriate göre idare etmek  istediği, resmi dilin Arapça olmasını istedikleri açıklanmış ve başlarında bir Arap bulunan bu güruh  "aşırı sağa" diye vasıflandırılmıştır.    Şimdi soğukkanlılıkla düşünülsün: Türk milletinin üstünlüğüne inanmış ve bütün Türklerin birleşip tek  devlet halinde toplanmasını ülkü edinmiş Türkçülerle bu yobazlar aynı gurupta nasıl toplanabilir?  Yalnız Türklerden mürekkep bir devlet kurmak isteyen Türkçülerle, Müslümanları bir devlet yapıp  resmi dilin Arapça olmasını isteyenler bir tutulur mu? Türk devletinin büyük makamlarında yarım kan  Türklere bile tahammülü olmayan Türkçülerle başkanlarını Araptan seçen budalalar aynı kazanda  kaynar mı?    Demek ki aşırı sağ ve sağ tâbirleri yanlış kullanılmaktadır. İdeoloji bakımından "sağ" milliyetçiliği, "sol"  beynelmilelciliği temsil ettiği için sağda Türkçüler, solda da beynelmilelciler vardır. İster dünya  beynelmilelcisi, isterse İslâm beynelmilelcisi olsun, Türklüğü başa geçirmeyen, ihmal eden veya yok  sayan bütün düşünceler soldur. İktisadi bakımdan devletçi, sosyalist, komünist olmanın sağ ve solla  ilgisi yoktur. Nitekim ikinci Cihan Savaşından önce Japonya'daki "Milliyetçi Komünist Partisi" adından  da anlaşılacağı üzere milliyetçi, yani sağcı olduğu gibi, bugünkü İngiltere'nin "İşçi Partisi" de adına ve  iktisadi ilkelerine rağmen milliyetçidir.    İktisadi doktrinler çabuk değişir. Değişmeyen prensipler milliyetçilik ve beynelmilelciliktir.  (Milliyetçilik) derken bu kelimenin asıl anlamını kastediyorum. Yoksa son zamanlarda İslâm  beynelmilelcileri, siyasi ümmetçiler ve kozmopolit beynelmilelcilerle dünya vatandaşı sosyalistlerin,  www.atsizcilar.com   



Sayfa 45 



  Moskofçuların kastettiği milliyetçiliği elbette düşünmüyorum. Aslında bunların hiçbiri milliyetçi  olmayıp aksine milliyetçilik düşmanı iseler de herhangi bir iltibasa meydan vermemek için,  karıştırılmasına asla imkân olmayan "TÜRKÇÜLÜK" kelimesini Türk milliyetçiliği olarak kullanıyorum.    Sağcı biziz: Türkçüler. Sosyal adaletçi olmamız, vatanın nimetlerini turistlere değil de soydaşlarımıza  üleştirmek istememiz, gerçek ahlâkın gerektirdiği adaleti sağlamak istememiz "solcu" olmamızı  gerektirmez. Türkiye'nin solcuları daha ortada yokken, Türkçü şair Mehmet Emin Yurdakul o basit  şiirleriyle Türk milleti için sosyal adalet istiyordu. Bu fikir onun Türkçülüğünden doğmuştur.  Kendisinden yıllarca sonra "sömürü" nakaratına başlayan plaklar gibi bu fikri Yahudi Marks'tan almış  değildi.    Milliyetçilik, yalnızca vatandaşlık şuurundan ibaret değildir. Milliyetçilik siyasi sınırların dışında kalan  soydaşları da kavrayan bir şuurdur. Bunun Türkiye'deki en açık delili Kıbrıs Türklerine karşı duyulan  ilgidir. Bu ilgi yarın Sovyetlerdeki Türklere de yönelecektir.    Milliyetçilik, "ben bu milletin sömürülen fertlerini düşünüyorum" demekle de olmaz. Bir milletin  sömürülen fertlerini başka milletlerin merhametle insanları da düşünebilir.    Milliyetçilik Zenci Lumumba'ya, Viyet‐Kong'a destan yazıp da Özbekleri Tatarlar'ı, Kazaklar'ı, Kırgızlar'ı,  Azeriler'i, Başkurtlar'ı, Türkmenler'i, Tarançılar'ı, Uygurlar'ı, Karakalpaklar'ı, Çuvaşlar'ı, Yakutlar'ı,  Karaçaylar'ı, Balkarlar'ı, Kumuklar'ı, Kırımlılar'ı, Kerküklüler'i geçmek değildir.    Milliyetçilik, Bolivya dağlarında öldürülen Arjantinli maceracı serseri Guevera için zırlayıp da sıra  Kazak kahramanı Osman Batur'a gelince susmak hiç değildir.    Milliyetçi insan, eğer insansa, kendi millet kahramanlarına, hürriyet savaşçılarına bakar yanar, ağlar. O  zaman "sağcı" olur. Bunu yapmayıp mazisi meçhul, gayesi belirsiz, şahsiyeti kara insanlara sempati  gösterdi mi o insan, insan değildir. En aşağısından sinir ve ruh sistemi bozuk hastadır.    Sözün kısası: Türkçüler sağcı olduğuna göre uçta komünistler vardır. Bu ikisinin arasındaki yerleri milli  fikre veya beynelmilelciliğe olan yakınlık veya uzaklıklarına göre ötekiler doldurur.    ÖTÜKEN, Şubat 1968,50. Sayı     



MİLLİYETÇİ GENÇLİK     Yeni Başbakan Suat Hayri Ürgüplü, kabine programının Milli Eğitim bölümünde "Milliyetçi bir gençlik"  yetiştirmeyi amaç edineceğini söyledi. Çok güzel bir düşünce. Hele biz Türkçüler için böyle bir  kabineye bütün gücümüz ve samimiyetimizle destek olmak kadar normal bir iş düşünülemez. Fakat  bu milliyetçi gençliğin nasıl yetiştirileceği hakkında en ufak işaretin bulunmayışı, uzun tecrübelerin  imtihanından geçenler için ayrı bir faktör, insanı sevinmekten alıkoyan ciddi bir sebeptir. Bundan 21  yıl önce yine bir başbakanın Millet Meclisinde "Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız"  demesinden sonra Türkçülerin başına gelenleri bilenler ve hatırlayanlar elbette yeni başbakanın  sözlerini de ihtiyatla karşılayacaklardır.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 46 



  Zamanımızda kelimelerin anlamı şahsa millete, ülkeye ve rejime göre çok değiştiği için ilkönce  Başbakanın "milliyetçilik" demekle neyi kastettiğini öğrenmek gerekiyor. "Millet" ve "Milliyetçilik"  derken hem nalına, hem mıhına davranmayı; kimseyi gücendirmemek ilkesine sarılmayı; düşünce  aydınlığından uzak sözler sarf etmeyi asla yeterli saymıyor, Türk milletini teşkil edenlerin kimler  olduğunun, milliyetçilik kelimesiyle ne denmek istendiğinin hiçbir tereddütte yer bırakmayacak bir  kesinlikle tarif edilmesini istiyoruz.     Günümüzde Türkiye'de kozmopolit bir hava estiğini herkes görüp biliyor. Ağızlarda sakız edilen  "Milliyetçilik", "Atatürk İlkeleri" gibi sözlere rağmen kafalarda hâkim olan düşünce "iktisadi refah" ve  "beynelmilelcilik"tir. Sanki Türkçü olursak iktisadi refah elimizden ebediyen kaçacakmış gibi ters bir  düşünceyle ve milliyetçiliğin "modası geçmiş geri bir düşünce" olduğu hakkındaki budalaca telakki ile  Türk gençliği kendisinden uzaklaştırılıyor. Ortada milli düşünce kalmayışının sonuçlan da malum:  Manevi bir insanca sarılmak mecburiyetinde olan çocuklar, esen rüzgâra göre ya Nurcu, Arapçı,  Ümmetçi yahut da kozmopolit, komünist ve anti nasyonalist olarak karşımıza dikiliyorlar. Çünkü bu  gençlerin beynine ve gönlüne ne ailede, ne okulda, ne çevrede, ne de basında "milli" olarak hitap  edilmiyor ve "fedakâr Türk öğretmeni...", "asil Türk, gençleri", "şerefli basın" gibi tekerlemelerle  davaların çözüldüğü, milliyetçi telkinin yapıldığı sanılıyor.     Bugün bir fikri telkin etmek için onun doğruluğunun ispatı gerekmektedir. Kaba materyalizm kendisini  reklâm ederken bolluktan, zenginlikten, insanların bolluğa kavuşmasındaki güzellikten ve bu bolluğa  engel olan sömürücülerden bahsederek propagandasını yapıyor: Bir dünya cenneti vaat ediyor.    Milliyetçilik ise vaat etmiyor. Yalnız istiyor. Gelecek nesiller için, yarın için istiyor ve sadece gözleri  kamaştıran bir tablo çiziyor.    Milliyetçilik kendisini reklâm ederken daha olgun kafalara hitap etmek mecburiyetindedir. Komünizmi  en iptidai insana anlatmak ve kabul ettirmek kolaydır. Zaten onlar yalan söylemekten de asla  çekinmedikleri için her fert veya zümreye göre söyleyecekleri yalanlar hazırdır. Milliyetçilikte ise ne  yalana tenezzül, ne dünya cenneti, ne de ahiret cenneti vaadi vardır. Milliyetçilikte yalnız tek yasa  vardır: Görev yapılacaktır.     Yeni hükümet milliyetçi bir gençlik yetiştirmek isterken bu "karşılık beklemeden, yalnız görev yapmak  için davranmak" prensibini ihmal ederse hiçbir şey yapamaz. Bunun sonunda da yurttaki maddeci ve  çıkarcı rüzgâr esmekte devam ederek günün birinde memleketi yıkacak bir fırtına haline gelebilir.     Milliyetçilik büyük ve asil bir inançtır. Bir fedakârlık duygusudur. Hiçbir karşılık beklemeden kendini  yok etmek düşüncesidir. Bu bakımdan dinden de üstündür. Dindar, yarınki bir âlemin cennetine ve  nimetlerine kavuşmak için kendisini feda eder. Bu fedakârlık, hiçbir şey ummadan kendisini yokluğun  karanlıklarına atan bir milliyetçinin fedakârlığı ile asla ölçülmez. Böyle bir ölüm, çirkin bir hayattan  daha çok insana yakışır.    Hayatı, bu şekilde insanı anlamı ile telkin etmek milliyetçilik felsefesinin baş ilkesidir:     Biyolojiye göre' hayat, fizikoşimik bir titreşimden başka bir şey değildir. Hayatta olanların gayesi de  kendisini ve neslini sürdürmektir.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 47 



    Bitkiler ve hayvanlar için doğru olan bu açıklama insanlar için yetersizdir. İnsanın da kendini ve neslini  yaşatıp sürdürebilmek gayesi ve bu gayeye ulaşmak için bir takım fonksiyonları olmakla beraber bir  de manevi gayeleri vardır ki onu hayvandan ayıran en esaslı belirtiler de bu manevi hedeflerdir.     Hayvan yalnız yer, içer, cinsi faaliyette bulunur ve hoşlandığı yerde yatar yani zevkine bakar. İnsan ise  gerektiğinde bir düşünce uğrunda ölebilir.    Hayvanda da‐geçici veya daimi aile hayatı, bazılarında toplum hayatı vardır.    Hayvanlarda da pek iptidai bir dil bulunduğu bilinmektedir.     Hayvanlar arasında da teke tek veya toplu halde kavga olmaktadır.     İnsanlarda olduğu halde hayvanlarda olmayan tek şey karşılık beklemeksizin, çıkan olmaksızın, yüksek  bir gaye uğruna hayatını feda edebilme kabiliyetidir.     Bunun içindir ki fedakârlık ruhunun öldüğü yerlerde insanların hayvan sürüsünden farkı yoktur.     İnsan, yüz binlerce, belki milyonlarca yıllık bir süzülme ve olgunlaşmadan sonra hayvandan tamamıyla  ayrılarak ülküsü olan bir yaratık durumuna geçmiş; fedakârlığın, kahramanlığın en güzel örneklerini  vermiştir.    Fakat onun beyninin derinliklerinde, kromozomlarında, kromozomlarındaki genlerde milyonlarca yıl  öncesine ait hayvani istidatlar hala yaşamaktadır. İnsanlık tarihinde zaman zaman görülen  materyalizm buhranları bu istidadın çalkantısından başka bir şey değildir. İnsanı yalnız bolluğa, zevke,  rahata ve aşırı hürriyete çağıran materyalizm aslında disipline, görevin sertliğine ve fedakârlığına  katlanamayan zayıf insanların felsefesidir.    Elbette disiplin olacaktır. Disiplin, hayvani başıboşluğun insanca bir düzen haline gelmesidir.     Görev serttir. Sertlik insanın ruh yapısını geliştirir. İnsan olduğumuz için, biz bu dünyaya hayvanlar  gibi yalnız eğlenmeye değil, bir görev yapmaya gelmişizdir. Bu bakımdan fedakârlık insanlık vasfının  son noktası, doruğudur.    Bugün bize yalnız iktisadi kalkınmadan, refahtan bahsederek bunun dışında kalan manevi cepheyi  inkâra yeltenenler, insanı mücerret hayvani yönleriyle mütalaa edenlerdir.     İnsanlar hayvanlaşırsa, tabii, artık milliyete, dine ve aileye lüzum kalmayacaktır. Bunların  lüzumsuzluğunu savunmak çok kolaydır. Her olumsuz nesneyi savunmak kolaydır. Rezaletin ve  ahlaksızlığın müdafaasını yapmak erdem ve ahlaki savunmaktan çok kolaydır.     Ahlak bir burjuva uydurmasıdır, derler. Sanki burjuvalar oturup işçiyi sömürmek için kurultay kurarak  bunu icad etmişler gibi...     www.atsizcilar.com   



Sayfa 48 



  Millet yapma bir topluluktur diye iddia ederler.     Onun on bin yıllık bir hâsıla olduğundan haberleri yoktur.     Tabii, bu iddialar ve propagandalar ne kadar sathi ve çürük olursa olsun, kültürü ve karakteri  o1gunlaşmamış gençler üzerinde az çok etkili olmakta; salgın kızamık veya Asya griplerinden daha çok  tahribat yapmaktadır.     Bir nesli milliyetçi olarak yetiştirmenin birinci şartı okullarda ona millet sevgisi, millet uğruna  fedakârlık düşüncesi aşılamak, geçmiş yüzyılların milli miraslarını öğretmektir. Bunu yapabilmek için  milliyetçi öğretmen, milliyetçi ders programı lazımdır. Solcu‐kozmopolit yazarların eserlerini okutan  edebiyat öğretmenleri, kozmopolit tarih kitaplarıyla milliyetçi gençlik yetişmez. Hele küçük çocuklara  hitap eden dergilerin zararlı telkinleri ancak kanunun sert tedbirleriyle önlenebilir.     Yeni hükümet 7 aylık iktidar süresinde belki iktisadi yönden üstün bir çalışma yapamaz. Siyasi alanda  da statükoyu saklamakla yetinebilir. Fakat milliyetçi gençliğin yetişmesini sağlamak üzere" Milli Eğitim  programlarında, hele tarih ve edebiyat kitaplarında bir takım olumlu değişiklikler yapmak, milliyetçilik  aleyhtarı öğretmenleri tasfiye etmek gibi esaslı tedbirleri ve bir kanun konusu olan çocuk dergileri  işini ele alabilir. Her olumlu faaliyetin karşısına "anayasaya aykırıdır" diye çıkan asri yobazlara  aldırmamalıdır. Vaktiyle her yeniliğe "şeriata aykırıdır" diye karşı koyanlarla milleti millet yapan her  davranışın önüne anayasa kalkanıyla dikilenler, arasında mahiyet farkı yoktur. J     Milli menfaatler söz konusu olunca anayasanın bazı maddelerini değiştirmek bile mümkündür. Kaldı  ki "Tedbirler Kanunu"nu bile önlemeyen bir anayasa, Türk gençliğini yurdun ve milli menfaatlerin  istediği şekilde yetiştirmeyi sağlayacak özel kanunları elbette engellemez.     Yeni Başbakan bunu yapabilirse tarihte iyi bir ad bırakır. Yapamazsa kendisine ancak "idare‐i  maslahatçı" denir.     (11 Mart 1965), Ötüken, 22 Mart 1965, 15. Sayı.      



TÜRK BİRLİĞİ    Dünya Türkleri yalnız Türkiye'dekilerden ibaret değildir. Rusya, İran, Çin, Romanya, Bulgaristan,  Yugoslavya, Yunanistan, Rodos, Kıbrıs, Suriye ve Iraktaki Türklerin sayısı, en aşağı bir hesapla,  Türkiye'dekilerin iki mislidir. Mısırda, Avrupa’da, şimali ve cenubi Amerika’da yaşayan ve her halde  birkaç on bin miktarında olan Türkleri de, kadroyu tamamlamak için, bu listeye sokabiliriz.     Umumi istatistikler olmadığı için dünyadaki Türklerin sayısını doğru olarak bilmiyoruz. Düşmanlar,  kasti olarak bu sayıyı azaltmağa çalıştıkları gibi dostlar da körü körüne çoğaltmaktadırlar. Türklerin  eskiden beri kalabalık bir millet olduğu hakkındaki düşünceler tarihi tetkiklerin ilerlemesinden sonra,  çürümüştür. Türkleri pek kalabalık gösteren şey onların büyük siyasi rol oynamaları ve  cevvaliyetleridir. Hakikatte ise Türkler, bütün kırgınlara rağmen, hiç bir zaman yirminci asırda  oldukları kadar çok olmamışlardı.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 49 



  Bugün Türklerin sayısı hakkında en müspet malumata yalnız Türkiye ve Rusya Türkleri hakkında  malikiz. 1926'da Rusya'da ve 1927'de Türkiye'de yapılan umumi nüfus sayılarından sonra neşrolonun  istatistiklere göre, toparlak hesapla Türkiye’de 11.770.000 [1] Rusya'da da 16.460∙.000 Türk vardır.  Başka ülkelerde yaşayan Türkler hakkında ise birbirinden pek uzak rakkamlar zikrolunuyor. Mesela  Çin Türkistan’ın da yaşayan Türkleri bazıları üç milyon olarak gösterdiği halde bu rakkamı on üç, on  beş, hatta on sekiz milyona çıkaranlar bile vardır. Türklerin sayısını çok göstermek temayülünde  olanlar, mesela Rusya'da da otuz kırk milyon Türk yaşadığını, Rusların siyasi endişelerle Türkleri az  gösterdiğini ileri sürüyorlar. Rusların siyası endişelerle Türkleri az göstermek istemeleri hakkındaki  iddia haklı ve doğrudur. Ancak bunda da mübalağaya kaçmak çok yersiz bir düşünce olur. Ruslar ne  kadar çalışsalar 40 milyonluk bir halkı 16 milyon gösteremezler. 20 milyonluk bir halkı belki 16 milyon  göstermek kabil olur. Fakat bir milleti, olduğunun yarısı ve hatta üçte biri kadar göstermek olmayacak  bir şeydir ve böyle düşünenler fazla vehme kapılıyor demektir. Rusya Türkleri 40 milyon olduğu halde  Rusların bunu 16 milyon gösterdiğini kabul ettikten sonra Türkiye hükümetinin de kasten Türkleri çok  gösterdiğini kabul etmemek için ortada hiç bir sebep kalmaz. Hâlbuki büyük milli meselelerde  kuvvetleri layıkıyla tartmak, bilhassa kendi gücünü olduğundan fazla görmemek icap eder. Hem de,  biz hakikaten, bazılarının dediği gibi 90 milyonluk bir milletsek ve buna rağmen büyük bir kısmımız  esirse, bu bizim istikbalimiz için ümit verici değil, ümit kıncı bir şeydir. Çünkü bu kadar kalabalık  olduktan sonra yabancıların esaretine düşmek bizim de Çinli ve Hintli gibi aşağılık bir millet  olduğumuzu gösterir ki, göğüs kabartacak değil, yüz kızartacak bir keyfiyettir. Onun için hakikati  olduğu gibi söylemekten çekinmemeliyiz. Hele, çocukça düşünceler uğruna, bizim lehimizde olan  hakikatleri tahrif etmemeliyiz. Bu hakikat şudur: Biz, azlık bir millet olduğumuz için kalabalık  milletlerin esaretine düştük. Fakat bu azlığımıza rağmen kendi aramızda toplanabilirsek dünyada  yenemeyeceğimiz kuvvet yoktur.     Acaba dünyadaki Türklerin sayısı hakkında aşağı yukarı bir rakkam söyleyemez miyiz? Bunun için her  ülkedeki Türklerin sayısı hakkında en az ve en çok olarak söylenen rakkamları toplamak ve bunun  üzerinde biraz durup düşünmekten başka çıkar yol yoktur.    Rusya’da 40, Çin'de 18 milyon Türk olduğu hakkındaki hayali sayıları bir tarafa bırakırsak bu rakkamlar  şunlardır:      



En az En çok Türkiye’de



11.770.000



14.000.000



Rusya’da



16.460.000



20.000.000



İran’da



3.000.000



6.000.000



Balkanlar’da



1.000.000



1.500.000



Irak ve Suriye’de



400.000



600.000



3.000.000 .



www.atsizcilar.com   



Sayfa 50 



  Adalar’da



40.000



60.000



Hepsi



35.600.000



47.160.000



  Demek ki Türkler en aşağı hesapla 35 milyon tutuyorlar. Şu halde yabancı milletlerin Türkleri az  göstermeye çalışacaklarını, Türkiye'de nüfusa yazılmamış epeyce Türk bulunduğunu ve nüfus  çoğalmasını da göz önünde bulundurarak Türklerin 40 milyonluk bir millet olduğunu söylersek elbette  yanılmamış oluruz.     ***    Dünya bir devler memleketi olmaya doğru gidiyor. Yüz milyonluk milletlerin kurulduğunu görüyoruz.  İkinci, üçüncü derecedeki milletlerden bazıları da yaman bir hızla çoğalıyorlar. Böyle bir asırda 40  milyonluk bir millet pek kalabalık sayılmazsa da bu millet Türk milleti olunca 40 milyonun ehemmiyeti  bir kat daha fazlalaşır.     'Türk milletinin etrafındaki komşular ekseriyetle kalabalık ve kuvvetli milletlerdir. Zaten bir milletin  kalabalık olması da başlı başına bir kuvvettir [2]. Türklüğün komşularından Japonlar 90, Çinliler 400,  Ruslar 100, İtalyanlar 43 milyondur. Bundan başka dünyanın en büyük iki müstemleke imparatorluğu  olan 450 milyonluk İngiltere ve 80 milyonluk Fransa da sınırdaşımızdır. Bu arada Efgan, Acem, Bulgar,  Yunan gibi küçük, geri ve zayıf milletlerin adı geçmezse de cihan tarihinin gidişinde Türklerin daima  yalnız kaldıkları ve Türklerin karşısında çok defa bir değil, birkaç düşman bulunduğu düşünülünce  ırkımızın etrafında nasıl bir düşman (yahut en hafif tabirle muhalif) kuvvetin temerküz ettiği anlaşılır.     O halde dünya bir devler memleketi olmağa doğru gider ve dünyada yüz milyonluk milletler  kurulurken siyaseten dağınık olan kırk milyonluk Türk milletinin istikbali ne olacaktır. Bize göre milli  programın hareket noktası bu sual olmalıdır.    Bu sualin cevabı milli ülkümüzün adı demektir. Bu ad Türk Birliği sözleriyle hülasa olunabilir.     ***    Her milletin yaşamak için bir ülküye ihtiyacı vardır. Bu ülkü, milletlere göre teferruatında değişse bile  ana çizgilerinde hemen hemen bir gibidir. Çünkü şu tarihi hakikati kimse inkâr edemez ki her esir  milletin ilk ülküsü istiklalini kazanmak, her müstakil milletin ilk ülküsü de henüz esir yaşayan  kardeşlerini kurtarmaktır. Fütuhat ve emperyalizm milli ülkülerde üçüncü bir merhaledir.     Bu tasnif kabataslak bir tasniftir. Hayata, şeniyete, milletlerin hususi vaziyetlerine göre bu merhaleler  biraz değişebilir. Mesela bir milletin fütuhata başlaması için muhakkak bütün fertlerini kendi sınırları  içine alması icap etmez. İtalya cihan harbinden önce milli birliğini aşağı yukarı elde etmişti ama henüz  Avusturya da, Fransa da, Malta da, Tunus ta epey İtalyan başka milletlerin esareti altında  bulunuyordu. Buna rağmen İtalya milli ülkünün üçüncü merhalesi olan fütuhata başlamıştı.  Habeşistan'la ve Türkiye ile yaptığı savaşlar bunu gösterir. O zamandan beri İtalya yalnız Avusturya’da  ki İtalyanları kurtarabilmiştir. Fransa da, Malta da ve Tunus’ta ki İtalyanlar henüz kurtulmamıştır.  Bununla beraber İtalya yeniden Türk topraklarına göz dikmek için bu esir vatandaşların kurtulmasını  www.atsizcilar.com   



Sayfa 51 



  beklemiyor. Bunun için biz de diyebiliriz ki milli ülkülerdeki üç merhale istiklal, milli birlik ve fütuhat  olmakla beraber bunlar birbirine tedahül etmiştir. Yani sınırları muayyen değildir.     Biri bitmeden öteki başlayabilir.     Milli ülkülerde daima bu üç merhalenin varlığına tarihten istediğimiz kadar örnek bulabiliriz. Mesela  cihan savaşından sonra istiklallerini kazanarak milli ülkülerinin ilk merhalesinde muvaffak olan  Lehistan’ın ve Baltık milletlerinin bugünkü en büyük dertleri başka ülkelerde kalan ırktaşlarını kendi  sınırlan içine almaktır. Finlandiya gibi nüfusu ancak üç milyon olan barışçı bir millette bile Rusya'da  yaşayan birkaç binlik ırktaş akalliyeti kurtarmak için çalışan bir cemiyet vardır ve bu cemiyetin başında  Ramstedt gibi dünyada ün salmış değerli bir âlim bulunmaktadır. '     Macarların Turan cemiyetinin gayesi ülkücü (= mefkurevi) bir Macaristan yaratmaktır. Lehler hala  Yagellon'lar zamanındaki Polonyayı diriltmek için çalışırlar.     Almanların anşlus dedikleri ülkü nedir? Şunu kimse inkâr edebilir mi ki Almanlarla Avusturyalıları  birleşmekten men eden kuvvet dünkü galiplerin tahakkümü değildir? Tabiidir ki galiplerin kuvveti  azaldığı gün yalnız Almanya ile Avusturya birleşmekle kalmayacak bu birliğe, isteseler de istemeseler  de, Lüksemburg ve İsviçre Almanlarını da, sonra Çekoslovakya'daki ırktaşlarını da sokacaklardır.     Sonra, "İtalya irredante" ne demektir? İtalyanlar Cihan Savaşında müttefiklerine niçin ihanet ettiler?  Avusturya idaresinde yaşayan birkaç yüz bin İtalyan'ı kurtarmak için değil mi?     Cenup İslavların birleşmesi bu hususta az mı beliğtir?     Yunanların "Megalo İdea"sı az daha, tahakkuk etmiyor muydu?     Romanyalılar her türlü tehlikesine rağmen Besarabya ve Transilvanyayı neden ilhak ettiler?     Şimali Afrika’da, Suriye, Asya, Hindistan’da, Şarkı Asay adalarında gördüğümüz kalkınma  hareketlerinin manası nedir?     Çünkü millet ülkülerinin birinci merhalesi müstakil vatan, ikinci merhalesi esir kalan ırktaşları  kurtarmaktır. İkinci merhaleyi daha geniş manasıyla söylemek istersek milli birlik terkibini  kullanabiliriz.     ***    Acaba Türkler bu safhaların hangisinde bulunuyor? Bunun cevabını vermek için haritaya bir bakmak  kâfidir. Türkler Anadolu’da ki Kurtuluş Savaşıyla ülkülerinin ilk merhalesinde pek parlak bir şekilde  muvaffak olduktan sonra şimdi tabii ve tarihi bir kayıtla ülkülerinin ikinci basamağında bulunuyorlar.     Belki, milli ülkünün bundan sonraki merhalesini "bugünkü sınırlar içinde inkişaf etmek, terakki etmek  düsturu ile izah etmek isteyenler bulunabilir. Eğer bunu söyleyenler, bu fikri zemin ve zamanı  hesaplayarak söylüyorlarsa zaten bir değeri yoktur. Çünkü milli ülküler zemin ve zamanla  www.atsizcilar.com   



Sayfa 52 



  kayıtlandırılamaz. Yok, böyle değil de samimi düşüncelerini öne sürüyorlarsa büyük hamlelerden  korkan insanlar demektir. Çünkü bir milletin terakki ve inkişaf etmek istemesi o kadar tabii ve  ehemmiyetsiz bir hadisedir ki ona ülkü adını vermek, hatta biraz gülünç olur.     Ülküler daima asırlara bakan, mensup bulunduğu milletin gönlünü heyecanla çarptıran; kan, demir,  ateş ve savaş isteyen; pek büyük fedakârlık ve kahramanlıklarla elde edilen, biraz da hayal karışık  düşüncelerdir. Hayal kelimesine bakarak yapılması imkânsız diye düşünülmesin. Çünkü her hakikat  önce bir hayal olmuştur. Milli ülkülere bakarsak orada nasıl coşturucu hayaller olduğunu görürüz:     İngilizlerin ülküsü En Büyük Britanyadır, yani bütün cihana hâkim olmak.    Almanlarınki bütün Almanları ve Flamanları birleştirerek Ak Denize kadar inip Avrupa’ya hâkim  olmaktır.    İtalyanlar eski Roma imparatorluğunu kurmak sevdasına düşmüşlerdir.     Yunanlılar Büyük Bizans'ın hülyasıyla sarhoşturlar.     Görülüyor ki en hakir ve biçare Yunanın bile ülküsünde bir büyüklük, bir ihtişam vardır.     Artık, bu böyle olduktan sonra bütün Türklerin birleşmesi ülküsünü hayal sayanlar, güç bulanlar yahut  onunla eğlenen bulunursa onların ya kanından veya niyetinden şüphe etmek yahut iyi  düşünemediklerini kabul etmekten başka yol yoktur. Bu kadar zıt menfaatleri olan bütün insanları  birleştirmek gayesinde olanların samimiyetine inanıldığı bir zamanda menfaatleri bir olan ve evvelce  birkaç defa birleşmiş olan Türklerin yeniden birleşeceğine inanmamak ancak kötü niyetle tevil  olunabilir.     Milli ülküler bir yudumda içilecek su değildir.     Şüphesiz ki ülküleri duygular ve düşünceler hazırlar. Fakat onlara daima ölümle, kanla, imanla,  bilgiyle; ateşle, barutla ve demirle erişilir.    Sırplar, ülkülerine ermek için bütün vatanlarının düşman istilasına uğraması bedbahtlığına katlandılar.  Sırbistan savaşa girerken nüfusu 4.000.000'du. Savaştan çıkarken aynı toprakların nüfusu 3.000.000  kalmıştı. Cihan tarihinde pek az görülen bir fedakârlıkla Sırplar nüfuslarının dörtte birini milli ülkü için  feda etmişlerdi. Fakat bugün ortada 13.000.000'luk Yugoslavya var.     Romenler de aynı akıbete uğramışlardı. Memleketlerinde taş taş üstünde kalmamıştı. Fakat dünkü  küçük Romanya’dan bugünkü büyük Romanya doğdu.     Almanya ise vaktiyle 400 parçaya ayrılmış bir kargaşalık ve kuvvetsizlik dünyası idi.     Bugünkü yenilmiş, fakat bir Almanya’nın karşısında ise Almanya'yı yenenler titriyorlar.    ***  www.atsizcilar.com   



Sayfa 53 



    Türkler de birleşeceklerdir. Milli ülkümüzün bu ilk maddesini Bütün Türkler Birleşecektir diye ifade  edebiliriz.     [1] 1927 sayımında Türkiye'nin nüfusu 14 milyona yakın çıkmıştı. Fakat bunun hepsi Türk değildi.  Mesela 1.184.000 Kürt, 134.000 Arap, 95.000 Çerkez ve saire vardı.     [2] Buna en iyi örnek Çin'dir. En kof bir millet olduğu ve kendi içinden birçok ihanetlere uğradığı halde  varlığını koruyabilmesinin biricik sebebi kalabalık olmasıdır    Orhun, 23 Haziran 1934, 8. Sayı.     



TÜRK IRKI = TÜRK MİLLETİ    Şimdiye kadar milletin umumi bir tarifi yapılmamıştır. İçtimaiyat âlimleri bu hususta bir şeyler  gevelemişlerse de "içtimaiyat"ın ilim olduğunu iddia etmelerine rağmen ilmi bir millet tarifi  yapamamışlardır. Bunun sebebi her milletin başka türlü olması ve bundan dolayı başka bir tarife  muhtaç bulunmasıdır.     Almanlar milliyette ırkı temel sayıyorlarsa bunun sebebi bir Cermen ırkının var olması ve Alman  milletinin kuruluşunda esas rolün Cermen ırkında bulunmasıdır. Fransızlar milliyette ırkı inkâr  ediyorlarsa bu, onların başlangıcı bir tek ırka dayanmadığı içindir.     Bugün ya millet kelimesinin her millet için ayrı bir mana ifade ettiğini kabule yahut da millet dediğimiz  birçok cemiyetlerin millet olmadığını söylemeğe mecburuz.     Millet için ırkı esas kabul edersek Fransızlarla Amerikalılar, dil ve kültürü kabul edersek Belçikalılarla  İsviçreliler ve hatta Çinliler, vatanı kabul edersek Yahudiler bir millet değildir. O halde millet nedir?  Burada önce şunu kabul etmeliyiz: Bizce yalnız Türk milleti vardır. Bunun için de yalnız onun tarifini  yapmak lazımdır. Başkaları bu tarifin çerçevesine sığsa da sığmasa da ehemmiyeti yoktur. Türkler için  milliyet her şeyden önce bir kan meselesidir. Yani Türküm diyecek olan adam Türk neslinden  olmalıdır. Türk nesli de tarihen malum ve meşhur olan Türklerdir. Sibirya’nın buzlu bir bucağında  yaşayan bir Saka veya Litvanya da yaşayan bir Kıpçak Türk'tür. Sakanın dili bize pek aykırı gelebilir,  Litvanyalı Kıpçak çoktandır öz dilini unutup Litvan diliyle konuşmuş olabilir. Fakat onlar kanca Türk  oldukları için Türk'türler. Bunun için biz onlara bir yakınlık duyarız. Fakat yabancı kan taşıyan bir insan  Türkçeden başka dil bilmese bile, o Türk değildir. Bunu şöyle bir misalle izah edebiliriz:  Memleketimizde epeyce zenci vardır. Bunların hepsi Türkçe konuşur. Bazılarının dili tam bir İstanbul  şivesidir. Başka dil. bilmezler. Kanun bakımından da Türk sayılırlar. Fakat onlar Türk müdür? Bir Türk  köylüsü onun Türk olduğuna kat'iyen inandırılamaz. Hakikatte de onun Türk olduğunu iddia etmek  gülünçtür. Zaten memlekette herkes bunlara Arap der, geçer. Türk kanına yabancılığı bakımından bir  İngiliz, bir Yahudi, bir Çerkez, bir Arnavut, bir Kürt veya bir Laz'dan farkı olmayan zencinin, sırf tabiat  ona kara damga vurdu diye Türk olmadığı ittifakla kabul olunuyor da, dış şekilleri Türk’e biraz  benzeyen başka yabancılar neden Türküm deyince Türk sayılıyor? Mademki zencinin Türklüğünü  kimse kabul etmiyor, o halde şekli Türk’e benzeyen yabancı da Türk değildir. Mesele yalnız dış şekil  www.atsizcilar.com   



Sayfa 54 



  meselesi olsaydı zenciyi Türk saymayıp ötekini saymak belki doğru olurdu. Fakat mesele bir iç  meselesidir. Zenci, Türk’e olan sadakatinde ötekilerden, muhakkak ki, daha samimidir. Fakat mesele  bir iç meselesi olduğu için Türk’e şeklen benzeyenlerden daha çok sakınmak lazımdır. Malum ya:  yılanın bile en tehlikelisi bulunduğu yerle aynı renkte olanıdır.     Türk’e düşman olanlar ve bunu açıkça söyleyenler Türklük için o kadar tehlikeli değildir. Asıl büyük  tehlike Türkümsü olan yabancılardadır. Bunlar iyi Türkçe konuştukları ve çok defa Türkçeden başka dil  bilmedikleri için Türk’ten ayırt edilemezler. Fakat kanlarının başka olduğunu ya bilir, ya sezerler. Onun  için bunlara Türkümsü diyorum. Bunlar dalkavuktur, yalancıdır. Yüze gülerler. Türklüğe zararlı fikirler  bunlar arasında revaçtadır. Türk olmadıkları için ufak bir şahsi menfaat uğrunda Türk’e içten içe  kötülük eden fikirlere ve teşkilatlara bağlanmaktan çekinmezler. Türkümsülerin, icabında Türk’e nasıl  fenalık ettikleri hakkında yüzlerce misal söyleyebiliriz. Bunu tarihi delillerle de ispat etmek kolaydır:  Balkan savaşında Sırplara yenilmemizin sebebi Arnavutların ihaneti değil miydi? Selanik’te ki 40 bin  kişilik ordumuz neden mukavemet etmeden Yunanlılara teslim oldu? Çünkü o ordunun kumandanı  olan Tahsin Paşa Arnavut'tu. Hâlbuki Edirne'deki 12.000 kişilik ordumuz aylarca ve yüzümüzü ağartan  bir kahramanlıkla dayandı. Çünkü Edirne Kumandanı Şükrü Paşa Türk'tü..      Abdullah Cevdet bu milletin iki sağlam dayanağı olan milliyet ve din mefhumlarını yıkmağa yıllarca  neden çalıştı? Çünkü o bir Kürt milliyetperveriydi. Türklüğü Kürtlükle yıkmanın imkânsız olduğunu  anladığı için hars ve ilim yoluyla yıkmaya çalışıyordu. Rıza Tevfik memlekete niçin ihanet etti? Çünkü  babası Arnavut anası Çerkez olan bir melezdi. Ali Kemal neden düşman için çalıştı? Çünkü: dedesi  ermeni dönmesiydi. Kurtuluş savaşında ufak bir menfaat meselesi yüzünden çeteci Ethem niçin  Yunanlılarla birleşti? Çünkü Çerkez'di. Ahmet Cevat neden mütareke yıllarında Türkçülüğün aleyhinde  olduğunu gazetelerde yazdı? Çünkü Giritli idi…    Buna dair misalleri biz daha yakın tarihten de alabiliriz. Kazım Kara Bekir Paşa'nın yetiştirdiği çocuklar  arasında aslı ermeni olan birinin yüksek tahsilini bitirdikten sonra ihanet ettiğini hepimiz işittik.  Üniversitedeki Yahudi dönmesi profesör ve doçentlerin Almanya'dan gelen Yahudi profesörlere "biz  de Türk değiliz sizin gibi Yahudi'yiz" dedikleri de bir emrivakidir. Gaziye suikast hazırlayan Ziya Hurşit  lazdı. Gaziye bilfiil ateş etmek için de koca İzmir de bula bula bir Laz'la bir gürcü bulmuşlardı.     Bütün bunları gördükten ve daha ufak nice misallerine bizzat şahit olduktan sonra insanın  Türkümsülere inanması için ancak aptal olması lazımdır. Filvaki bu Türkümsüler her yerde mübalağa  ile Türklük için bağırırlar. Fakat bu, bugün Türklüğün kuvvetli oluşundandır. Yarın ilk kara günümüzde  onlar yine bize ihanet edeceklerdir. Onlara bunu yaptıran damarlarındaki kanın bozukluğudur.  Binaenaleyh ihanetlerini tabii görmek lazımdır.    Birinci dil kurultayında Türklük lehinde palavra atanlar hemen hemen ekseriyetle Türkümsülerdi.  Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti diye bağırırken şivelerinden Arap veya Arnavut olduğu anlaşılan bu  gösteriş kahramanları yanında hakiki Türkler daima sessiz kaldılar. Onun için artık bizce anlaşılmıştır ki  Türk olmak için kanı Türk olmaktan başka çıkar yol yoktur ve olamaz da...     Yukarda birçok Türklüğe ihanet misalleri saydık. "Sanki hakiki Türklerden ihanet eden yok mudur?"  diye bir itiraz suali sorulabilir. Fakat bu pek zayıf bir itiraz olur. Çünkü her milletin içinde sütü bozuklar 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 55 



  bulunmakla beraber Türkiye de Türk ve Türkümsülerin sayı nispetiyle ihanet edenlerin nispeti  mukayese olunursa bu nispetin daima Türkler lehinde pek büyük bir fark göstereceği meydana çıkar.     Türkümsüler birkaç göbek ileriki babalarının Türk'ten başka bir şey olduğunu bilmeyip kendilerini öz  Türk sansalar da yine Türk değildirler. Çünkü Türklük yalnız manevi‐ahlaki değil, aynı zamanda maddi  (yani fizik, fizyolojik, fizyonomik ve antropolojik) bir şeydir.     Türk olmak için Türk ırkının maddi ve manevi hasletlerini tevarüs etmek icap eder. Binlerce yıllık tarihi  hayatların milletlere verdiği bir terbiye vardır ki o öyle bir kaç yılda ve hatta asırda elde edilemez.  Asırlardan beri kılıç sallamış ve ömrünü er meydanında geçirmiş Türk milletinin bir çocuğu ile  asırlardan beri sahtekârlık ve dolandırıcılıkla, yaşamış Yahudi milletinin bir çocuğu nasıl müsavi  olabilir? Aynı günde doğan bir Türk çocuğu ile bir Yahudi çocuğunu aynı terbiye müessesesine alıp  ikisine de yalnız Esperanto dili öğretseler ve aynı şartlar altında aynı terbiyeyi verseler bile muhakkak  ki Türk çocuğu yine yiğit, Yahudi yine korkak olacaktır. Türk çocuğu yine doğru, Yahudi Yine sahtekâr  yetişecektir.     Türk ordusunda en seçme ve kahraman unsur daima Kastamonu, Çankırı, Taşköprü, Tosya ve  havalisinden yetişen neferlerdir. Niçin? Çünkü buradaki Türkler Orta Asya'dan nasıl geldilerse öyle  kalmışlar, hiç karışmamışlardır. Savaş meydanlarında yüzde hesabıyla en çok şehit düşenler de  bunlardır. Hâlbuki Kastamonu ve civarı köylüsü ne gösterişsiz mahlûktur.     Demek ki Türk vatanı için kendisini harcayan hep Türkler olduğu gibi en sakınmadan harcayanlar da  en karışmamış Türkler oluyor.    Türklükte dil meselesi kandan sonra gelir.     Şüphesiz ki her Türkün dili Türkçe olmalıdır ve olacaktır. Fakat yabancı çokluklar arasında kalarak dilini  kaybeden: lakin Türk olduğunu unutmayan bazı su katılmamış Türkler vardır ki yabancı dillerine  bakarak bunları Türklükten çıkarmak doğru olmaz. Türkiye'nin doğu ve cenup sınırlarında Kürtçe veya  Arapça ve Lehistan da Lehçe konuştuğu halde Türk olduğunu söyleyen ve tarihi menşelerince Türk  soyundan gelen, antropoloji bakımından da mükemmel Türk olan insanlar hiç şüphesiz Türk'türler.     Bazılarının söylediği gibi milliyet yalnız anlaşma vasıtası olan dil'in birliği ile izah edilseydi bir İstanbul  Yahudi'sinin bize bir Kırgız'dan daha yakın olması lazım gelirdi. Hâlbuki bütün kanunlara, siyasi ve  içtimai hadiselere, propagandalara rağmen biz Kırgız'ı kardeş, Yahudi'yi de köpek çıfıt olarak  tanıyoruz. Çünkü Kırgız'ın damarındaki kanın kendi damarımızdaki kan olduğunu, Yahudi'nin ise bize  düşmanlıkla yoğurulduğunu biliyor, seziyoruz.     Türk milliyetinde dilek birliği üçüncü derecede değerli bir meseledir. Bazı zamanlarda bazı Türk  zümrelerinde dilek aykırılığı olması onların bir tek millet olmalarına engel değildir. Bu dilek ayrılığı,  çok defa, türlü Türk zümrelerinin başında bulunan başbuğların zorla yarattıkları yapmacık ve geçici bir  nesnedir. Bugün türlü Türk zümreleri arasında dilek ayrılığı olsa bile, Türkler ya bunun güçsüzlük  doğurduğunu görerek dileklerini birleştirecekler yahut da içlerinden en kuvvetli zümre ötekilerini de  zorla kendine bağlıyarak Türkleri tek dileğe doğru yürütecektir. Türk tarihinde bu daima böyle 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 56 



  olagelmiştir. Nitekim Gazinin kudretli şahsiyeti Türk milletine bir dilek birliği kurmamış olsaydı  muhakkak ki Türkiye de türlü türlü zümreler bulunacaktı.     Türk milliyetinde menfaat birliği meselesi ise ağza bile alınamaz. "Ayın çanaktan yalayanların bir  millet olduğu" hakkındaki düşünceleri reddettikten sonra menfaat birliği solda sıfır kalır. Bir Kazakla  bir Konyalının menfaatlerinde ne birlik vardır? Hâlbuki bunlar bir milletin çocuklarıdır. Bir Erzurumlu  ile bir İzmirlinin menfaatleri arasında da bir iştirak yoktur. Her ne kadar bazı Marksistler Kurtuluş  Savaşını iktisadi bir hareket olarak izah etmek gibi Yahudice düşünüyorlarsa da Erzurumlu askerin  İzmir için ölmesi kendi istihsal maddelerinin ihraç iskelesi olan İzmir’i kaybetmek, kaygısı dolayısıyla  değildir. Bu tamamı ile duyguya ait bir meseledir; bir kan meselesidir.     Bundan başka, mademki bütün Türkler birleşecektir, şu halde onların arasında uzak veya yakın bir  menfaat birliği de kurulacak demektir. Zaten Türkler arasında bir de menfaat birliği vardı ki o da  hepsinin aynı düşmanlar tarafından aynı tehlikelere maruz kalmış olmasıdır. Türk milletinin  münevverleri sezmese bile hakikat şudur ki Türklere birleşerek birbirlerine dayanmazlarsa mutlaka  yok olacaklardır. Çünkü kırk milyonluk Türk milleti küçük küçük parçalara bölünmüş ve her parça  büyük, iştahlı, ileri teknikli ve yüksek harslı düşmanlar tarafından çevrilmiştir.     Şimdi, şu neticeye varıyoruz demektir:     1‐ Türk olmak için önce kanı Türk olmak lazımdır.     2‐ Ondan sonra dili Türk olmak lazımdır.     3‐ Ondan sona dileği Türk olmak lazımdır. Kanı Türk olan fertlerden bir Türk milleti bugünkü melez  topluluktan, şüphe yok ki, kat kat kuvvetlidir. Bu, kanı Türk olan fertlerin dilleri de Türk olursa (başka  bir ihtimale göre hepsi aynı ağızla konuşan Türkler olursa) o millet daha güçlü bir millet olur. Üstelik  birde bu milletin fertleri dilek birliğiyle birbirine bağlıysa, bu ülkücü (= mefkurevi) bir millet demektir.  Sayıca azlık bile olsa dünyanın en güçlü bir milletidir.    Orhun, 16 Temmuz 1934, 9. Sayı     



TÜRKLER HANGİ IRKTANDIR?     Son zamanlarda bazı gazete ve mecmualarda, Türklerin mensup olduğu ırk hakkında bazı yazılar çıktı.  Bunların hülasası şudur:     "Türkler Sarı Moğol ırkından değil, beyaz aryani ırkındandır."    İlim yolu ile söylenmek istenen ve fakat objektif esaslara istinat etmeyen bu hükümler hakkında  düşündüklerimizi ve bugün bilinen şeyleri söylemek istiyoruz:     1‐ Bugün insan zümreleri artık renklere göre değil, dillere göre tasnif olunuyor. Eskiden beyaz ırk namı  altında toplanan Aryanilerle Samilerin birbirinden çok uzak olduğu, keza eskiden sarı ırktan sayılan  www.atsizcilar.com   



Sayfa 57 



  Türk ve Moğollarla Çinlilerin hiç bir ırkı yakınlığı olmadığı artık bugün herkes tarafından kabul  edilmiştir.     2‐ Eskiden Türkler, sarı ırkın Ural ‐ Altay zümresinden sayılır ve bu zümreye, Türkler, Moğollar,  Tonguzlar, Finler ve Macarlar sokulurdu. Bugün Fin ve Macarların yakın akrabalığı isbat olunmuş ve  hatta Fin, Eston ve Macarlardan mürekkep bir Fin ‐ Ogur zümresi teşekkül etmişse de Türk, Moğol ve  Tonguzlar'ın bunlarla akrabalığı ispat olunamamıştır.     3‐ Diğer taraftan Türklerle Moğolların bir asıldan geldiği kat'i suretle ispat olunmuş ve Tonguzların bu  zümreye iltihakı için, muvaffakıyetli mesaiye başlanmıştır. Hatta şimdiye kadar sadece Türk sayılan  Çuvaşların da Türklükle Moğolluk arasında olduğu anlaşılmıştır.     4‐ Türkler ve Moğollarla Aryaniler arasında ise şimdiye kadar hiç bir yakınlık gösterilmemiş ve ispata  kalkışılmamıştır.    Türklerin Aryani ırkından olduğu hakkındaki yanlış düşüncelerin niçin kabul edilmek istendiğini  bilmiyoruz. Sanırız ki, Moğolların vahşi ve barbar, Aryanilerin ise medeni olduğu hakkındaki eskimiş  telakkiler buna sebep oldu. Bu telakki bazen o kadar garip şekiller aldı ki, Kürtler hakkında bir seri  makale neşreden bir zat, kendisine göre saydığı bir takım delillerden sonra "Kürtlerin de Türkler gibi  Aryani ve Türk cinsinden olduğunu" ilan etti.     Bu meseleyi yalnız hissi düşüncelerin mahsulü de telakki edemeyiz. Vahşi Moğollarla akraba olmamak  için, Turanlılık inkâr ediliyorsa, Çingenelerin de mensup olduğu Aryani ırkına girmek hislerimizi daha  çok incitmez mi?    Moğol, ne kadar medeniyetsiz ve barbar olursa olsun, hiç olmazsa hakiki bir askerin meziyetlerine  maliktir. Hâlbuki Türk ‐ Moğol akrabalığı bugün ilmi bir hakikattir. Bunları tarihleri ve kanları o kadar  birbirine karışmıştır ki, ayrı ayrı tetkik edilmelerine imkân yoktur. Ayın adı taşıyan bir kabilenin yansı  Türkçe, yansı Moğolca konuşuyor. Hatta bazen tarihin bir devresinde Türkçe konuştuğu halde bir  zaman sonra Moğolca konuşan ve yahut her iki dili birden kullanan kabileler görüyoruz. Nitekim  Çingiz Han Moğollaşmış bir Türk'tü. Aksak Temür ise, Türkleşmiş bir Moğol'du.     ***    Tarih tetkikatı ilerledikçe, Türklerin ve Moğolların barbarlığı hakkındaki telakkilerin çok mübalağalı  olduğu meydana çıkıyor. Bunların yaptıkları fütuhatın da büyük medeni neticeleri olduğu anlaşılıyor.     Türklerin Aryani sayılması neticesinde meydana çıkan telakkilerden biri de Hititlerin Türk olmasıdır.  Bunu ileri süren nazariyeciler Türklerin Anadolu da ki eskiliklerini isbat etmek ve bir veraset hakkı  bulmak istiyorlar. Şüphesiz hissi cihetten bunu hepimiz isteriz. Fakat ortadaki hakikat şudur: Hititlerin  abideleri okunmuş ve bunların Türk değil, Aryani oldukları anlaşılmıştır. Hititlere intisap için Aryaniliği  kabul ise, bizim için çok tehlikeli bir yoldur. Bir defa ırkımızın antropolojik hususiyetleri hiç de  Aryanilere uymaz. Hatta bizim antropolojik hususiyetlerimizi inkâr ederek Anadolu Türk'ünü eski  Yunanlıların bakayası diye göstermek isteyenlere faydalı bir zemin‐hazırlamış oluruz. Bugünün ilmi  hakikatlerine dayanarak, düşüncelerimizi şöyle hulasa edebiliriz:   www.atsizcilar.com   



Sayfa 58 



      Türkler için yabancı kavimlerin medeniyetine sahip çıkmaya lüzum yoktur. Biz, bizzat kendi  yarattığımız medeniyeti tamamen meydana çıkarabilirsek vazifemizi yapmış oluruz.     Bugün medeni bir millet olarak yaşamak için, İsa dan önceki asırlarda bir medeniyet yaratmış olmaya  lüzum yoktur. Nitekim bugünkü Avrupa milletlerinin hiç biri böyle eski bir medeniyete sahip  değillerdir. Garbın medeniyette şarka üstün gelmesi 16'ıncı asırda başlamıştır. Eğer bilmediğimiz  vesika ve deliller mevcut da bunlara müstenit yeni ve orijinal bir tez müdafaa edilmek isteniyorsa,  şüphesiz bunun da yeri gazete sütunları değildir.     Böyle yazılar gençlerimizin ve henüz Türk tarihi ile yakından ve derinden alakadar olmayan  kardeşlerimizin fikirlerini bulandırır. Mazimize karşı, itimat hislerini azaltır. Mevcut hakikatlere de  şüphe ile bakmasına sebep olur. Bunun için Türk yavrularına gayet açık olarak söylemeliyiz ki: "Senin  ataların, çorak topraklarda, sert iklimlerde ve kalabalık milletlerin arasında yaşadığı için, mükemmel  asker olmuş ve ömrü tabiatla ve milletlerle savaşarak geçmiştir. Buna rağmen fırsat bulduğu zaman,  yüksek medeniyetler kurabilmiştir. Fakat askerlikte kazandığı yüksekliği, henüz medeniyet sahasında  göstermeğe vakti olmamıştır."     Bu halde, bizim anamız olan ırkın adı nedir? Buna Altay veya Turan ırkı diyorlar. Biz bu ana ırktan  türeyen ve sonra onun ayrıldığı şubelerden birini teşkil eden bir koluz. Aryani olmadığımız ise, şarkı  Türkistan da bulunan resimler ve elde edilen Türk heykelleri ile de meydana çıkmıştır. Bu resimlerden  mühim bir kısmı Alman âlimleri tarafından neşredilmiştir. Onlarda, Türk, Çinli, İran ve Hintli simaları  gayet karakteristik bir surette birbirinden ayrıdır. Bu mukayese de Aryani olmadığımıza son ve  müspet bir delil teşkil eder.    Atsız Mecmua, 1931, 6. Sayı.     



www.atsizcilar.com   



Sayfa 59 



 



BÖLÜM 2: AHLAK VE MİLLİ AHLAK   



MİLLİ AHLAK     Fert fani, cemiyet bakidir    Nazari veya teknik görgü ve bilgilerimiz ne kadar yüksek, zengin ve kuvvetli olursa olsun dürüst, temiz  ve kuvvetli bir ahlaka istinat etmedikçe faydası yoktur. Hatta bu bilgi ve görgüler milletimizin  menfaatlerine cevap yerecek yerde, yalnız şahsi ihtiraslarımız ve hodbin emellerimiz uğrunda  harekete gelirse halkımız için zararlı da olabilir.     Biz milli ahlaktan ne anlıyoruz? Biz milli ahlaktan şunu anlıyoruz:     Bizim için cephelerde kan döken, tarlalarda alın teri akıtan ve nihayet bütçemizi doldurmak için  kesesini boşaltan halkımızın malına ve canına göz dikmemek. Onun için çalışmayı kendimiz için  çalışmaktan üstün tutmak.     Halkımız için zararlı olan her şeyi karşılamak, çarpışmak ve yenmek. Bunları bir cümle ile hülasa  edersek: Millet yolunda çalışmak, onun için yaşamak ve onun için ölmek.     Şu halde, gençlerimizin yüreğinde önce milli karakterimizin temelleri yerleşmelidir. Ancak bu  temellerin kuvvetine dayanarak görgümüzü ve bilgimizi yükseltir, milletimize ve memleketimize  faydalı insanlar olabiliriz.     Birçok insanlar biliriz ki bu memlekete kendi uydurmaları olan bir frenk telakkisiyle bakar, gördükleri  ve hatta yaptıkları bütün şarlatanlık, riyakârlık ve fenalıkları şarklıyız diye izaha kalkarlar.     Milletimize ve ahlakımıza bundan daha büyük bir bühtan olamaz. Halkımız milli faziletlerimizin  kaynağıdır; ona göre millet ve memleket yolunda hak yok, vazife vardır. Bugün, kızgın güneş altında  orak biçen köylü, yarın hudutlarda kan döken kahraman, ondan sonra da yine köyünde vergi vermeye  çalışan fakir bir vatandaş veya eğer şehit olmamışsa, malul bir insandır.     Milleti yolunda ölçüsüz fedakârlık yapan, ona mukabil övünmek ihtiyacını bile duymayan atsız  kahramanlar, bizim köylülerimizin ekseriyetini teşkil eder.     Münevverlerimizi bu fazilet heykelleriyle mukayese imkânı yoktur. En küçük fedakârlıkların, en  yaygaralı davalarla dile geldiğini, en tabii vazifelerin buhranlı mesai şeklinde gösterildiğini, en küçük  çalışmaların en muhteşem riyalada methedildiğini, ancak münevverlerimizin arasında görürüz.     Halkımız kanuni mükellefiyetler haricinde birçok işleri parasız görür; fakat biz, millet yolunda bir adım  atarken şahsi menfaatlerimizi düşünmekten vazgeçemeyiz.     Osmanlı devletini ve o nam altında en son Türk imparatorluğunu batıran sebeplerin birincisi,  münevverlerimizin ahlaksızlığı ve hırsızlığı olmuştur. En yakın tarihimize bakınız; halkımız bütün  www.atsizcilar.com   



Sayfa 60 



  mükellefiyetini namuskarane öderken münevverlerimiz, koyu ve kara bir ahlaksızlık içinde milli  tarihimizi lekelemişler ve bugün bizi iğrendiren hadiseler içinde yuvarlanıp gitmişlerdir.     Tanzimat devrine bakınız: Reşit Paşa Gülhane hattı hümayununu okuduktan ve bu memlekette  Avrupai inkılâp başladıktan sonra zamanın sadrazamının rüşvet alırken yakalandığını görürsünüz.     Sultan Hamit devri paşalarının henüz hepimizin işiteceği kadar yakın zamanlarda dillere destan olan  hırsızlıkları ve sefahatleri hatırımızdadır.     Meşrutiyetteki ve bilhassa büyük harpteki hırsızlıkların ve hepimizin ekmeğinden çalınan servetlerin  iğrenç hikâye ve mevzuları unutulmamıştır.     Daha dün, Cumhuriyet inkılâbını yapanlardan bir vekilin divana çekilmesi içimizi burkan acı bir  hatıradır.     Bu yolda kanun pençesine düşenleri görmekle ne kadar sevinirsek, niçin böyle oluyor diye o kadar  acımamız ve düşünmemiz lazımdır.     Hiç bir milletin münevver zümresi, halkının fazilet ve fedakârlığı karşısında bu kadar dejenere  olmamıştır.     Gençler, en yakın tarihimizin en göze batan iğrenç hadiseleri üzerinde düşününüz... Türk milletinin  halkı içinde kendinize en büyük ve en yüksek fazilet ve fedakârlık örnekleri bulacaksınız.     Her şeyden önce ahlakımızın ve seciyenizin kuvvetine istinat ediniz. Her şeyden önce memleketiniz ve  milletiniz için çalışınız. Bu yolda yürürken budala, safdil, aptal diyecek veya o gözle bakacak  kurnazlara ve züppelere rast geleceksiniz.     Gençler... Aptallığı ve safdilliği, hırsızlık ve ahlaksızlığa tercih ediniz.     Osmanlı devletini ve meşrutiyet Türkiye'sini lekeleyen çirkefleri Cumhuriyet tarihine bulaştırmamak  en büyük mefkûreniz olsun. En küçük memuriyetlerden en büyük makamlara kadar geçeceğiniz  yollarda dürüst olunuz. Arkanızda karanlık, çamurlu ve çirkefli dedikodular yerine; berrak, temiz,  nurlu ve sitayişli izler bırakmaya çalışınız.     Atsız Mecmua, 1931, 6. Sayı, 121/122      



GENÇLİK VE AHLAK     Milletin temeli ahlaktır. Ordu, bilgi, teşkilat, gibi şeyler ahlaktan sonra gelir. Gerek Türk milleti olsun,  gerek başka milletler olsun ahlakça yüksek oldukları zaman gelişip büyümüşler, ahlak sağlamlıkları  bozulduğu zaman da çürüyüp dağılmışlardır. Roma, İran, Bizans, İspanya'daki Gotlar, Araplar hep  ahlaklarının bozukluğu yüzünden battılar. Dünkü Fransa ahlak bozukluğu yüzünden devrildi. Türk  tarihinde geçirilen sarsıntıların baş sebebi de ahlakın gevşemesidir. Her ne kadar bu gevşeme  www.atsizcilar.com   



Sayfa 61 



  Türkümsüler, Dönmeler ve Devşirmeler yüzünden olmuşsa da yine aynı sebepler ve aynı neticeler  apaçık görünmektedir.    Bir millette, bilhassa gençliğin ahlakı mühimdir. Çünkü milletin mukadderatı bahis mevzuu olan  yerlerde, onlar iş görecekler, kan dökeceklerdir. Gençlik, kendini saran maddi ve manevi çevrede  ahlak disiplini, ahlak örnekleri görürse, ahlaksızlığın daima ezileceğinden emin olursa o zaman kendisi  de sağlam ahlaklı olarak yetişir. Fakat gençlik, kendisine sözle ahlaki telkin yapıldığı halde rüşvet,  iltimas, dalkavukluk ve hokkabazlığın hâkim olduğunu görürse, işte, o zaman onda ahlaki buhran  başlar, Gençler, bilhassa öğretmenlerini örnek diye almalıdırlar. Öğretmen gevşek veya ahlaksız oldu  mu, gençte ilk aksülameller başlar ve bu aksülameller her şeyi inkâra kadar gider.     Öğretmen, ahlak bakımından mükemmel bir insan olmalıdır. Yani seçkin bir zümreden olmalıdır.  Hâlbuki bizde herkes öğretmen olmuştur. Ne ilkokul öğretmenleri için ne de ortaokul ve lise  öğretmenleri için bir karakter seçimi yapılmıyor. Yalnız icap ettiği zaman bir imtihan yapılıyor, bunda  da çok defa haksızlık oluyor. Çünkü kim daha fazla tavsiye mektubu getirmişse imtihanı o kazanıyor,  böylelikle öğretmen ordusu yetişiyor. Hâlbuki bu kâfi midir? Bu imtihanlar hakkı ile yapılsa bile bu  kadarı yeter mi? Öğretmen olacak gençleri ırk, karakter, aile bakımlarından da gözden geçirmek  gerekmez mi? Hatta öğretmen olacak bir gencin ırkı, bilgisinden daha önce gelmez mi? İşte, bu  mühim iş tamamiyle ihmal olunmaktadır. Askeri okullara girecek talebelerin nasıl Türk ırkından olması  şartsa öğretmenlerin de Türk ırkından olması öylece şart olmalıdır. Bundan başka ahlaki hususiyetleri  nedir, bazı zayıf tarafları var mıdır, talebe nazarında gülünç bir tip midir, bütün bunlara da dikkat  edilmelidir. Hâlbuki bunlara hiç dikkat olunmuyor ki, neticesinin de ne olduğu meydandadır.     Gençlik ahlaki bir muhit içinde yaşamalıdır dedim. Gençlik okulda, hayatta, sinemada, kitapta, plajda,  sokakta, vapurda, tramvayda daima ahlakın hâkim olduğunu görmelidir. Gevşek bir öğretmen, kötü  bir film, zararlı bir kitap, bir plaj kepazeliği, sinsi bir yazı bazen her hangi bir gencin bu cemiyet için  kaybolmasına sebebiyet verebilir. Türk gençleri millete kötülük edenlerin tepelendiğini, büyüklere  heykel dikildiğini görmelidir. Türk gençliği ata yadigârı olan sebillerde rakı satıldığını, sinemalarda  şehvet uyandıran filmler gösterildiğini, sağlık koruma yeri olan plajlarda türlü kepazelikler yapıldığını  görmemelidir. Mefahiri inkâr eden, yabancı ülkülerin propagandasını yapan, aileyi baltalayan yazı,  roman, makale okumamalıdır. Yoksa yalnız telkin vermekle, öğüt vermekle iş bitmez.     Milli ahlakın mezbahası olan bar, meyhane, balo gibi şeyler Türkiye'de yasak edilmelidir. Medeniyet  bunlar değildir. Bunlar medeniyetin kanalizasyonlarıdır. İstanbul'un seyyah şehri olmasını isteyenler  bunun ahlakımızda açacağı yaraları düşünemiyorlar. Seyyah şehri demek, bir alay yabancı ve ahlaksız  zenginin keyfini yapmak için açılmış sefahat yuvalan ile dolu şehir demektir. İstanbul'a para yemek,  sefahat ve ahlaksızlık yapmak için bir sürü budala milyoner değil, eski tarih eserlerini görmek için  ciddi ilim adamları gelmelidir. İstanbul seyyah şehri değil, tarih şehridir. Yabancı milyoner sefahat  yaparken kaç tane Türk genci onları kıskanarak kendisini girdaba atacaktır, hiç düşünülüyor mu?    Sözün kısası: Kendimize dönelim. Ahlak, edebiyat, musiki, giyim, zevk, yemek, eğlence, hukuk, aile,  adet, anane ve her şeyde milli olalım.     Milliyetçi dergiler çıktıktan sonra o paçavra gibi komünist şiirleri (!) ortalıktan kalktı. Bir de şu caz  denilen zenci musikisi, balo denilen Avrupa rezaleti, bar denilen Amerika kepazeliği kalksa, hele şu  www.atsizcilar.com   



Sayfa 62 



  tercüme kanunlar yerine milli örf ve ahlakımızdan alınmış kanunlar yapılsa, yani tam manasıyla milli  olsak ne olur, biliyor musunuz?    Yine dünyanın birinci milleti oluruz.     Kızıl Elma, Nisan 1948      



TÜRK AHLAKI     Merhum Ziya Gökalp Türklerin ahlakta birinci olduğunu söylerken, milli bir övünme duygusuna  kapılmış değildi. Çok tarih okumuş, milli maziyi öğrenmiş ve düşmanlarımızın bizim hakkımızda  söylediklerini belledikten sonra bu hükmü vermişti.     Burada ahlakın hangi sebepler ve müessirler altında teşekkül ettiğini inceleyecek değiliz. Yalnız şu  kadar söyleyeceğiz ki ahlakın teşekkülünde coğrafyanın tesiri yoktur. Bu sözümüzün en büyük delili de  aynı coğrafya sahasında yaşamış olan eski Romalılarla yeni İtalyanların ahlakça birbirinin hemen her  sahada zıddı olmalarıdır.     Ahlakın meydana gelmesinde en büyük sebep ırktır. Bir cemiyetin ahlakı ancak ırkının karışmasıyla  değişebilir. Türk ahlakı en eski çağlardan beri cemiyetçidir. Yani Türklerde cemiyetin menfaati  fertlerinkinden üstün tutulur. Bununla beraber kuvvetli şahsiyetler daima saygı görmüşler ve  cemiyete faydalı olmuşlardır. Ferdiyete değer vermeyen Türk ahlakı, şahsiyete hürmet etmiştir.     Milattan önceki asırlarda Kunlar, çocuklarını cemiyete faydalı olabilecek bir terbiye ile yetiştirirlerdi.  Cemiyete faydası dokunmayacak kadar ihtiyarlamış olanlar ise intihar ederlerdi.    Askeri ruh, hayatın ve cemiyetin her yerinde hâkimdi. Savaşta ölmekten gurur duyarlar, yatakta  ölmekten korkarlardı. Bu ihtimalle benizleri sararırdı. İslamiyet’ten önceki Türklerde İslamlığın  cenneti gibi güzel bir vaat yoktu. Böyle olduğu halde, şeref saydıkları için savaşta ölmek isterlerdi.     Bir milleti yükseltmek için birinci şart olan disiplinde eşleri yoktu. Meşhur Mete (= Motun),  sadakatlerini denemek istediği askerlerine, sevgililerine ok atmayı emrettiği zaman hemen hepsi bu  buyruğu yerine getirmişlerdi.     Doğru sözlü idiler. Kunların baş düşmanı olan Çinliler bile onların çok doğru sözlü olduklarını, o kadar  ki verdikleri sözün kâfi olduğunu yazarlar.     Açık sözlü idiler. Dalkavukluğun ne olduğunu bilmezlerdi. Vicdani kanaatlerini hiç çekinmeden  söylerlerdi. Hükümdarlar da bu sözleri kızmadan dinlerler ve doğru bulurlarsa tatbik ederlerdi.  Milattan önce ikinci asırda bir Kun yabgusu Türkleri Çin medeniyetine sokmak istediği zaman baş vezir  buna şiddetle itiraz etmiş ve sözlerini hükümdara kabul ettirmişti. Miladi sekizinci asırda Bilge Kağan,  Buda dinini kabul etmek istediği zaman meşhur Bilge Tonyukuk kabul etmemiş, deliller sayarak  hükümdarı caydırmıştı. Yine sekizinci asırda Bögü Kağan Manihaizm’i devlet dini olarak kabul etmek  istediği zaman tarkanlar yani nazırlar avam dini olarak gördükleri Manihaizm’in kabulüne şiddetle  www.atsizcilar.com   



Sayfa 63 



  itiraz etmişlerdi. Her ne kadar Böğü Kağan, tarkanları dinlemeyerek millete Manihaizm’i kabul  ettirmiş idiyse de tarkanlar vicdani kanaatlerinden dönmemişler, prensip sahibi olduklarını ispat  etmişlerdi.     Mohaç meydan savaşından sonra, savaş alanını gezen Kanuni Sultan Süleyman’ın bir sorgusuna, bir  sancak beyinin verdiği cevap da doğru ve açık sözlülüğün güzel bir örneğidir.     Türk beğleri dalkavukluğun ne olduğunu bilmedikleri için, İkinci Murad çağından sonra memleketin  yüksek mevkilerine devşirmeler gelmeğe başlamışlar ve milli ahlakın bozulmasına sebep olmuşlardır.     Türkler en eski çağlardan beri kımız, şarap veya rakı içerek sarhoş olurlar, fakat ciddiyetlerini,  vakarlarını kat'iyen bozmazlardı. Ziya Paşanın on dokuzuncu asırda yazmış olduğu:    Bed‐maye olan anlaşılır meclis‐i meyde,     İşret güher‐i âdemi temyize mihenktir.     beytini sanki hepsi biliyordu. Değil sarhoş olup sululuk etmek sendelemek bile ayıptı.     Çingiz Hanın oğlu olan Çağatay bir gün küçük kardeşi olup büyük kağanlık mevkiinde bulunan  Ögeday'la birlikte çok içerek ciddiyete aykırı sayılabilecek bir harekette bulunmuş, ertesi gün  Ögeday'a gidilerek dünkü hareketinden dolayı kendisinin cezalandırılmasını istemiştir.    Temür'ün günlerce süren toylarda boyuna şarap içtiği olur, fakat ne neşeye kapılır, ne kimsenin  gönlünü kırar, ne de devlet işlerinde aksaklık yapacak bir buyruk verirdi.     Türklerin cinsi ahlakları da yüksekti. Yuva, aile ve zevce muhterem tutulurdu. Evli bir kadına taarruzun  cezası idamdı. Kadın hürdü. Kocası uzak yolculuğa gitmiş bile olsa eve gelen yabancı erkeği  konuklardı. Kendisine saygı gözü ile bakıldığı için bundan bir kötülük de doğmazdı. Hala Anadolu  Yörüklerinde ve Türkmenlerinde, Türkistan göçebelerinde bu adet vardır.     Eski Türk ahlak ve adetlerinin büyük bir kısmını, aynen saklamış olan Türkistan Kazaklarının  bazılarında şöyle bir adet vardır: Bir genç erkek evlenmek istediği kızın çadırına üç gece gizlice girer.  Kızla birlikte yatarlar. Kızın babası ve anası sezseler bile ses çıkarmazlar. Üç gecede erkek, kendisiyle  evlenmesi için kızı kandırabilirse dördüncü günü ana‐babasına giderek kızı ister. Kandıramazsa çekilir,  gider. Fakat bu üç gecede en ufak bir uygunsuzluk olmaz. Erkek ve kız birbirine karşı hiçbir kötü  düşünce beslemez.     Bu da gösteriyor ki Türkler hem ahlaklı, hem de iradeli bir millettir. Zaten bu ikisi de çok defa birlikte  bulunur. Yaşayıp yükselmek ahlak ve iradesi sağlam olan milletlerin hakkıdır.     Biz bu Türk ahlakına tam olarak malik bulunduğumuz zamanlarda yükseldik. Yabancıların ahlakını  alarak bozulduğumuz zaman düşüp geriledik. Yükseldiğimiz zamanlar bu toprak, büyük milli davalar  için kendilerini feda eden, yalan, riya, iki yüzlülük bilmeyen; vicdanını satmayan insanlar dolu idi. 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 64 



  Niğbolu'da 60.000 Türk müttefik Avrupalıları yenerken, Yavuz korkunç çölleri aşarken, Kanuni boy  ölçüşmek için Şarlken'in ordusunu ararken böyle yıkılmaz ruhlu bir cemiyete dayanıyorlardı.     Ahlak, millet yapısının temelidir. O olmadan hiçbir şey olmaz.     Çınaraltı, 20 Eylül 1941, Sayı 7   



GENÇLİK VE MEFKÛRE     Bundan beş yıl önce idi. Bütün yaşlı insanlar ve bütün dünkü nesiller adeta hep bir ağızdan dile  gelmişler, gençlikten şikâyete başlamışlardı. Bir heykel sükûneti ve sessizliği ile karşıladığımız bir sürü  hücumlarda bulunuyorlar ve nasihat dolu konferanslar veriyorlardı. Bilmeyiz ne oldu? Bu büyük davalı  ve büyük tavırlı insanlar artık sustular. Her biri bir derde veya keyfe daldı. Daha mühim işlerle  uğraşmaya başladılar; anlaşılan ateşli hitaplarla haykırdıkları gençliğe nasihat etmekten vazgeçtiler.     Hiç unutmuyoruz ve unutmayacağız...     Merhum "Hayat" mecmuası yeni çıkmaya başlamıştı. Daha ilk musahabelerini yazan muhterem bir  sabık müderris bize İtalyan gençliğinin idealizmini örnek olarak gösteriyordu. Bu, dünkü nesilden olan  zat, şüphesiz duygusunda samimi idi. Fakat nedense bizim, harikalar yaratan bir milletin çocuğu  olduğumuzu unutuyor, bizim büyük birer fedakârlık örneği olan şehit ağalarımızı unutuyor, sessiz ve  adsız halk kahramanlarımızın delik deşik olmuş göğüslerini ve vatan için bol bol dökülen kanlarını  unutuyordu. Bize asil ve yüce örnek olacak kahramanlar onlardı. Bize destanlar dolduracak büyük  örnekleri göstermesini unutarak, İzonzodan kaçan ve o sıralarda Anadolumuz için hülyalar kuran  İtalyan gençliğini örnek yapmak istiyordu. İtalyan devletinin başındaki adam kendi milletinin ve  gençliğinin ruhunda ve imanındaki zaafları yakından görerek onlara karşı tedbirler alır ve maneviyat  aşıları yaparken, bizim büyüklerimizin bu yufka yürekli gençliği örnek göstermesi ne kadar acı idi. Her  hayat gibi Hayat mecmuası da öldü. Bize mefkûre telkin eden bu mecmuada mefkûreden başka her  şey vardı. Fakat bugün yine biz onu hayırla ve hürmetle yad ediyor ve Allah rahmet eylesin diyoruz.     Yine o sıralarda ve yine o mecmuada idi. Merhum Gök Alpın boş ve ıssız bıraktığı kürsüye tırmanan bir  Fransız lise hocası, Türk gençliğine mefkûreden ve mefkûrecilikten bahsediyordu. Sessiz ve yaygarasız  sükûnetin kuvvetini göremeyen, bizi bizden çok sever görünen bu yabancının yaveli nasihatlerine de  gülümsemiştik. Türk yavrusu bu kadar duygusuz, bu kadar görgüsüz ve bu kadar kimsesiz mi idi?    Bize yüksek duyguları ve yalnız bizim milletimize mahsus olan mefkûre uğrunda ölmek aşkını  öğretecek insanlar Fransızlar mı idi. O Fransızlar ki, beşeri hukukta müsavatı ilan ettikleri günden  itibaren istilaya başlamışlar ve daha dün demokrat ve sosyalist Fransa namına Suriye'deki mirasımıza  konmuşlardı. Yakın tarih ve geçen kanlı sahneler bize en büyük birer derstir. Herkese gönül verir,  herkesle sevişir ve herkesin sözünü dinleyebiliriz. Fakat bu herkes hudutlarımızda bekleyen ve kara  gözlerimize âşık olmuş görünen milletlerin adamlarından biri olmamak şartıyla. Bu genç müderris de  telkinlerini kâfi gördü veya körlüğümüze kani oldu ki, nedense artık sustu. Şu Türkçe atalar sözünü  şimdi bile ona hatırlatabiliriz: Yaranı yabana sardırma. Ve mutlak nasihat vermek ve telkin yapmak  isterse Suriye'deki zavallı Arap yavruları bunlara bizden çok muhtaçtır. Bunları onlara duyurmak ve  onları yükseltmek ne kadar büyük bir insanlıktır.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 65 



    Yine o sıralarda idi İzmir'de yeni bir mecmua çıkmaya başlamıştı. Bu mevkutenin baş sayfasını  dolduran bir lise müdürü, bizi yani bugünün: gençliğini mefkûresizlikle itham ediyordu. Hayret  ediyorduk, bu samimi ve ateşli insanlar neden bu kadar geç kalmışlar? Yangından sonra gelen itfaiye  gibi gösterişe dalmışlardı. Bu kadar mefkûreci ve bu kadar ateşli bir nesil nasıl olmuş da Abdülhamit’in  istibdadı ile zehirlenmiş bir vatan havasını teneffüse razı olmuş ve nasıl olmuş da on yıl içinde büyük  bir Türk imparatorluğunun yıkılmasına göz yummuştu? Genç yaşlarında kendilerinde mevcut olmayan  şeyi bizde de yok zannediyorlardı.    Yine o yıllar içinde idi. Senelerden beri insaniyet aşkı ile tutuşan ihtiyar bir doktorumuz, "Harp ve  sözde iyilikleri" adlı bir kitap neşretmişti. Bilmeyerek bize en büyük fenalığı yapıyor, samimiyetine  kurban oluyor, bizi yeryüzünde tutan en büyük mesnedimizden yani harptan soğutmaya ve savaş  kabiliyetimizi düşürmeğe uğraşıyordu. Evet, bize böyle kitaplar da lazımdı. Biz böyle kitapları da  okumalıyız. Fakat ancak İngiliz imparatorluğu yıkılmalı, üzerinden iki yüzyıl geçmeli; yeni bir  emperyalist doğmazsa o vakit okumalı ve bu çeşit kitaplardaki tatlı seraplara ve pembe renkli  hülyalara dalmalıyız. Bakınız ne zavallı gençlerdik. Kafamızda bir şey mevcut olmadığına inananlar  bulunduğu gibi, böyle abur cubur doldurmak isteyenler de çıkıyordu.    Nihayet, bizi çok düşünen bir edibimiz vardır. Rahmeti yazdığı için, biz ona rahmet okuruz. Fakat o bizi  hiç sevmez. Büyük harp senelerinde tam bir fizyolojik sefalet içinde süpürge tohumu yiyen ve kuru  bakla ile beslenen bizim neslimize düşmandır. Kısa boyuna rağmen, başı yüksek dağlar gibi dumanlı ve  rüzgârlıdır. Aklına estikçe bize çatar, Onunla da kalmaz Türk tarihinin "ziyneti" olan İstanbul'a  küfreder. Hatta o kadar büyük ve şehadetnamesiz bir ruh hastalıkları mütehassısıdır ki, dejenere bir  nesil olduğumuza bile çoktan hükmetmiştir. Bereket versin ki biz onun bunları ciddi olarak  söyleyeceğine inanmaz ve gülümseriz ve biliriz ki herkes ihtisası haricine çıkınca sudan çıkmış balıklara  benzer. Çırpınır, çırpınır ölür, yalnız hatırlatmak isteriz ki gazete sütunlarındaki makalelerle halka  telkin yapılsa da gençliğe mürşitlik olmaz.     Beş yıldan beri, bu belli başlıları ve bunlardan sonra birçokları, gençlikten ümidi kesilmiş görünen  insanlar acaba haklı mıdırlar? Bunu zaman ispat edecek ve bilhassa sağ kalmalarını dileriz,  ihtiyarlıklarında çok şey göreceklerdir. Her şeyi bir tarafa bırakarak onlara yalnız şu kadar söylemek  isteriz ki: gençliği kafasızlık ve mefkûresizlikle itham etmelerinin bir zararı olmuş ve bazı gençler daha  çocukken bazı şeyler duymak, öğrenmek ve gaye edinmek hevesine kapılmışlar, ayaklarına ve  kulaklarının dibine kadar gelen propagandaları bir şey sanmışlardır. Bir fikre kulluğun ve  mefkûreciliğin herkes tarafından tavsiye edilen bir yeni moda olduğunu gören bazı gençler, daha  mektep sıralarında iken kızıl seraplı rüyalara dalmışlardı; zamanı ve sırası gelince bu yeni modanın  tarihçesine de bir kuş bakışı ile göz gezdireceğiz. Bugün yalnız şu kadar söyleyelim ki, Türkün hakiki  ihtiyaçlarını görmüş ve bu ihtiyaçların tedavisi için tam bir iman, tam bir kültür ve tam bir teknik ile  çalışmaya and içmiş ve umumi harpte yetişmiş bir nesil vardır. Bu nesil icap ettiği zaman, bu uğurda  kanını dökmekten de çekinmeyecektir. Kafamızda ve kalbimizde bir şey olmadığını ve olamayacağını  zannedenler müsterih olsunlar. Henüz Namık Kemal unutulmamış ve Gök Alpın kemikleri  çürümemiştir.     Atsız Mecmua, 15 Haziran 1931, Sayı: 2    www.atsizcilar.com   



Sayfa 66 



 



MİLLİ MEFKÛRE     Milletleri yükselten şey milli mefkûrelerdir. Milli mefkûresi olmayan millet gerilemeye, hiç değilse  yerinde saymaya mahkûmdur. Milli mefkûresi olmayan milletler medeniyet sahasında yükselmiş  olsalar da başka milletlerin gölgesi olmaktan kurtulamazlar. Milli mefkûre her zaman milletin  büyükleri tarafından prensip haline getirilmiş olmaz. Mefkûrenin mefkûre olarak millete hız vermesi  için o millet fertlerinin beyninde ve gönlünde yaşaması kâfidir. Eski Roma cihana hükmetmek  sevdasında idi. Çünkü her Romalının kalbinde kendi milletinin üstünlüğü ve başka milletlere  hükmetmek arzusu bir aşk halinde idi. Araplar İslamiyet mefkûresiyle heyecanlanmasaydılar İran'ı bir  hamlede yıkıp Bizans’ı sarsan büyük imparatorluğu rüyalarında bile kuramazlardı. Çingiz ve Temür  istilalarını sade zamanın uygunluğuna ve bu iki büyük adamın dehasına hamletmek biraz güçtür.  Osmanlı İmparatorluğu da kısmen aynı sebeplerle yükselmişti.     Tarihin bize gösterdiği misallerden alacağımız bir ders vardır: milli mefkûreler taarruzidir.    Yakın tarihe ve bugüne bakarsak taarruzi mefkûrelerin birçok örneklerini görürüz. Eğer karşısındaki  millet Türk Milleti olmasaydı şu küçük Yunanistan bile büyük Yunanistan olacaktı.     "Hayat için savaş" kaidesince yeryüzünde her soyun arzusu kendi cinsini dünyaya yaymaktır. Buna hiç  bir soyun muvaffak olamaması aynı arzuda olan başka soyların mukavemetine maruz kalmasıdır.  Yeryüzünün insan soyları olan milletler de aynı arzu ile asırlardır çarpışıyorlar. Ve dünyada  durmaksızın meddücezirler oluyor.     Medeniyet ilerledikçe insani fikirlerin de galebe edeceği, milletlerin kardeş olacağı bir gün geleceği  hakkındaki fikirlerin hepsi birer rüyadır. Bunlar ya saf insanların fikirleridir yahut da karşılarındakileri  aldatmak isteyen hilekârların sözleridir. Bütün insanların kardeş olması, ihtirasın, kavganın kalkması  tabiata muhaliftir, insanlık ve kardeşlik propagandası medeniyette ilerlemiş milletlerin, er  meydanında silahla yenemedikleri geri milletlere karşı tatbik ettikleri yeni bir tabiye usulüdür. Bize  İsa’nın insanlık düsturlarını propaganda eden İngiliz, Alman, Fransız, Amerikan papazlarının milletleri  bir yandan silahları bırakma konferansları açarken bir yandan topu, tüfeği, gazı, mikrobuyla  silahlanıyorlar. Mütareke yıllarında, insaniyet namına, Türkiye'nin bazı kültürsüz ve vahşi  ekalliyetlerine istiklal vermek isteyen İngiltere, kendi menfaati namına; istiklal isteyen medeni  İrlandalıları imha etmekten çekinmiyordu. Suriye'yi Türk zulmünden (? ;) kurtaran Fransızlar daha pek  yakın bir zamanda Şam'ı tayyarelerle tahrip ettiler.     Mefkûreler taarruzidir. Tedafüi mefkûreye mefkûre değil, miskinlik derler. Bir milletin terakki etmek  istemesi gayet tabii ve çok basit bir şeydir. Bu mefkûre olamaz Mefkûre; asırlara bakan, içinde  doğduğu milleti ruhlandıran ve onları tek kalp haline getiren, biraz da müphem ve esrarlı bir şeydir.     Yirminci asırda her millet çoğalmağa mecburdur. Üç beş hatta sekiz on milyonluk milletlere millet  denemez. Tarihin her devresinde birinci derecede rol oynamış olan Türk milleti bir İsveç veya bir  Hollanda olmayı milli mefkûre olarak düşünemez. Yirminci asırda her milletin buharlı veya elektrikli  demir yolları, büyük sanayi fabrikaları, tayyareleri, geniş maarifi, kuvvetli ordu ve donanmaları olmak  mecburidir. Bu asırda her ferdini okutamayan, âlimler yetiştiremeyen milletler millet değildir; bunlar 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 67 



  olsa olsa birer insan topluluğu olur. Kuvvetli bir ordusu olmayan millete hiç bir şey denemez. Ordusu  olmayan bir milletin hiç bir şeyi yok demektir.     Fakat geniş maarif, büyük sanayi ve kuvvetli ordu. Bunlar bir mefkûre midir? Bunlar milli mefkûrenin  aletleridir. Milli mefkûreye bunlar sayesinde varılır.     Biz şimdiye kadar daima mefkûreden bahsettik. Lakin Türk gençliğine: senin mefkûren budur; diye bir  şey söylemedik. Hâlbuki gençlik çağı, insanların mefkûreye en susamış olduğu zamandır. Bazı  gençlerimizi tanassura, komünizme ve şuna buna sevkeden saik bir mefkûreye sarılmak ihtiyacıdır.  Eski Türkler: kanun kötü de olsa kanunsuzluktan iyidir derlerdi. Bugünkü gençlerimiz de mefkûre kötü  de olsa mefkûresizlikten iyidir deyip benliğimize zarar veren prensiplere mefkûre diye yapışıyorlar.     Biz Türk gençliğine geniş ve büyük mefkûresini gösterdiğimiz zaman artık yabancı propagandaların  tesiri kalmayacaktır. Mefkûreci bir gençliğe ahlaksızlık sahneleri, mütereddi edebiyat pek de o kadar  tesir etmez. O zaman bunlar da ister istemez Türk gençliğinin istediği gibi olmaya mecbur kalacaktır.     Hayat bir ileriye doğru atılıştır. Atılamayan, yerinde sayan geriliyor demektir. Ve gerileyenler ise  ölüme mahkûmdur. Tabiatın kanunlarına uymayan yalancı prensipler nasıl olsa sukut edecektir.  Bunları mefkûre diye gençliğe yutturmak çıkmaz bir yoldur.    Gençlik kanlı canlı, çok yüksek bir mefkûre ister. Gençlik kahramanlık göstermeye çok isteklidir. Onun  bu isteğini Türk Irkının istikbali için en doğru olabilecek yola sevketmek lazımdır. Bu sağlam ırkın  istikbali açıktır. Ona yalnız hedefini göstermek ve marş marş kumandasını vermek kâfidir.     Atsız Mecmua, 15 Haziran (1932)      



BİZE BİR ‘‘GENÇLİK’’ LAZIMDIR     "Bir milletin ikbali gençliğinin terbiyesine mevdudur". Layibniç bu sözünde çok haklıdır. Bugünün  çocukları, bugünün gençleri, yarının kumandanları, idarecileri, kanun yapıcılarıdır. Bugün mazbut bir  ahlak; ilmi bir şuurla yetişen genç, yarın cemiyeti için fena bir uzuv olamaz. Genci, gençliği yetiştirmek  bir memleket meselesidir.    Yeni Türk cemiyetinde gencin, gençliğin vazifesi nedir? Ona verilen cephe, gösterilen yollar  hangileridir?    Cumhuriyet memleketinde her şey değişmiştir. Hadiseler, daha birçok şeylerin değişmesini  emretmektedir. Bu hummalı istihale devrinde Türk gencinin vazifesi nedir? Onun kuvvet ve zekâsı bu  değişiklikler karşısında kayıtsız mı kalacaktır?    Mazinin karanlık günlerini hatırlatmak istiyoruz. Çok uzağa gitmeyeceğiz, hepimiz hatırlarız:    Büyük harpten çok yorgun ve bitik bir halde çıkan Türkiye Mondros mütarekesiyle kanlı ve şerefli bir  maziyi karanlık ve zelil bir devre bağladı, Türkün bükülmez kollarına kahpece zincirler vuruldu.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 68 



  İstanbul'un mahut ve menfur bir zümresi, başta Sultan olmak üzere bu masum ve yorgun millet için  en hatıra gelmez hainlikler hazırladılar. İstanbul, Adana, Edirne ve İzmir gibi Türkün en can alıcı  mafsalları tüyler ürpertecek birer vahşetle alındı.    Evvela Erzurum da, sonra Sivas ta Mustafa Kemal Paşa etrafında toplanan "Türk" savaş tarihlerinin  göstermediği bir yararlıkla vurulan zincirleri kırdı; kendi varlığını dünyaya tanıttı. Sultanı ve adamlarını  kovarak memlekette cumhuriyet ilan etti. Çok az bir zamanda içtimai ve siyasi yenilikler yaparak  mazinin köhne ve sakat müesseselerini yıktı. Fakat:     İnkılâp tamam değildir.     İnkılâbın en mühim eksikliği yeni binaya yaraşan; müşterek düşünür, müşterek amel ve aksülamellere  malik bir gençlik yokluğudur.    Yeni binanın adı "Cumhuriyettir". Temelinde kan ve iman vardır. Biz bu binanın yıkılmayacağına  inanmışız. Bizim gözümüzün önünde yapılan bu binanın bazı ustalarında beceriksizlik, kayıtsızlık,  yorgunluk vardır. Genç kuvvetlerin yardımına muhtaçtırlar. Ustalar, dülgerler çalışmaktadırlar, fakat  bunların mesaisinde ihtisas ve iş bölümü yoktur.     Milletimizin yeni doğuşuyla muasırız. Bütün müesseselerimize bakınız bir yenilik, bir acemilik  göreceksiniz. Bazıları bu beceriksizliği, bu acemiliği kötü niyetimize, bazıları şarklılığımıza  atfetmektedirler. Siyasetimizde, idaremizde, iktisadımızda acemilik vardır.     Bu pek tabiidir. Ahdi atika göre Allah dünyayı yedi günde yaratmıştır. İşte biz Yeni Türkiye'nin daha ilk  günündeyiz. Fakat dikkat edelim. Nuh’un tufanları, Firavunun zulüm ve istibdadı bizim içindir. Her  attığımız adım metin olmalı ve bir daha geri dönmemeliyiz. Garbın teşekkül ve tekemmül etmiş  cemiyetlerine benzer hiç bir yerimiz yoktur. Garp cemiyetlerindeki ahenk ve inzibattan mahrumuz.  İhtisas, işbölümü, kıymet ve ehliyet mefhumları daha bize ulaşmamıştır. Yeni Türkiye'nin inkişaf ve  neşvüneması güçtür. Garp milletlerinde olduğu gibi bizde müşterek hisler kuvvetli değildir. Buna  mukabil müfrit bir "Bencillik" vardır. Halkın idraki sathan genişlemiş fakat derinlik itibarıyla azalmıştır.  Dünün karanlık hükümlerinden kurtulan milli duygularda şuur yoktur. Sevki tabiiye müstenittir.     Bugünün adamlarına düşen vazife, temeli kan ve iman örülü yeni binada oturacak insanları buraya  layık bir şekilde yetiştirmektir. Burada oturacak insanların bu binanın en ücra köşesine varıncaya  kadar hürmetkâr olmaları lazımdır.     Büyük devlet adamları, şöhretli âlimler gençlikle meşgul olmuşlar, onu yetiştirmeye çalışmışlardır.  Atina'da Solon, İsparta'da Likörg Yunan sitelerine genç yetiştiriyorlardı, Fransa'da Ansiklopedistler,  Almanya'da Fihte Fransız ve Alman medeniyetlerinin sağlam temellerini gençlerle beraber  örmüşlerdir.     Bize lazım olan gençlik bir fırka ve bir zümre gençliği değildir. Biz fırka ve şahsiyetlerin ebediyetine  kani değiliz. Her şeyden üstün, her şeyden önce bir Türkiye vardır. Biz Türk gençliği istiyoruz!...    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 69 



  Teşkilatı esasiye kanunumuz mükemmeldir. İdare şeklimiz en asri esaslar üzerine kurulmuştur. Fakat  biz bütün bunlara müstahak olabilmek için Ansiklopedistler devrini hiç olmazsa bugün yaşamaklığımız  lazımdır.     Dünyanın her tarafında gençlik bir şahsiyet sahibidir. Bu, nişan, rütbe değildir. Bir kül halinde  gençliğin müteradifidir. Kanunlarla, emirle bahşolunmaz. Demokrasi en müşkül idare sistemidir.  Demokrat idarelerde vatandaşlardan ruhi istikrar, ahlaki ciddiyet istenir. Ruhi istikrar, ahlaki ciddiyet  olmayan demokrasiler monarşilerden daha vahim neticeler tevlit edebilirler.     Türk genci inkılâbı benimsememiştir.     Mugalâtaya lüzum yoktur. Biz hadise ve vakıalara eserleriyle kıymet ve mana veririz. Mersinde  mütevazı ve bin türlü mahrumiyetler içinde görünmeye çalışan bir ışık, münevver Türk gencinin  Anadolu'ya karşı lakaydisinden bahsediyordu. Çok yazık ki bu ışık feryatlarına bir cevap gelmeden  söndü.     İtiraf etmeliyiz… Vazifemizi yapamıyoruz. El çırpmakla, yaşa demekle inkılâba karşı borcumuzu  ödemiş sayılamayız.     Hangi adsız Türk genci şehirden köye bir damla nur ulaştırmıştır?    Efendimiz olduğunu kanunlarımızla ilan ettiğimiz köylüye her başımız sıkıldıkça koşarız. O, ananevi bir  tevekkülle bize her şeyini verir. Biz ona ne veriyoruz…     Demokratik müesseselerde muallim, avukat, doktor, sanatkâr ve gazeteci gibi münevverler milli  gayelerin tahakkuku için hükümet kadar faaldirler.    Her şeyi hükümetten beklemek doğru değildir. Biz, bu memleketin sırtında münevveriz diye  geçinenler fazileti, şuuru anlayabildiğimiz kadar etrafımızdakilere anlatmak ve onları tenvir etmek  mecburiyetindeyiz.     Umumi harpten sonra bütün dünya cemiyetleri şümullü ve afakî bir surette gençliği  hazırlamaktadırlar. Bu hareketlerde hükümetin müzaheret ve alakasına ihtiyaç yoktur denemez.  Fakat birçok memleketlerde bu heyecan, bu teşekkül halkın içinden doğmuştur. Almanya'da 1923  senesinde bir yüzbaşı etrafında toplanan yedi genç 1931 senesi nihayetinde 600.000 faal sivil asker,  on iki milyon taraftar kazanmıştır. Finlandiya da, Polonya da ve bilhassa Çekoslovakya da böyledir.  İtalya da ise devlet bizzat eski Yunan sitelerinde olduğu gibi gençliği kendi sevk ve idaresine almıştır.     Biz her işe şarkılara ait bir heyecanla başlarız. Halk evleri güzel ve heyecanlı bir harekettir. Temenni  ederiz ki bu güzel ve heyecanlı hareket şuurlu neticeler vererek, merhum Türk ocaklarının son  zamanlarında olduğu gibi faaliyeti yalnız Cumhuriyet bayramlarında verilen balolara inhisar etmesin.     Memleketin en mütekâmil gençlik muhiti olan Darülfünun da talebe cemiyetleri, birlikleri vardır. Bu  efendilerin gayesi müderrislerine danslı çay, arkadaşlarına gezintiler tertip etmektir. Evet, bunlar da  gencin hakkıdır. Fakat yapılacak vazifeler?  www.atsizcilar.com   



Sayfa 70 



    Bize Turkuvaz salonlarında hocalarına kasidekar nutuklar söyleyen genç lazım değildir. Köye inen, fışkı  ve toprak kokularına alışkın nasırlı köylü eli sıkacak, onu bıkmadan dinleyecek genç lazımdır.     Bize yalnız dans etmesini, iyi giyinmesini, kur yapmasını ve âşık olmasını bilen gencin lüzumu yoktur.  Bize bugün mesleğinde usanmadan çalışacak, yarın hudutta göz kırpmadan ölebilecek genç lazımdır.     Bize bir gençlik lazımdır. Temelinde cehalet, duvarlarında riya, tavanlarında dalkavukluk bulunmasın.     ATSIZ Mecmua, 15 Nisan 1932, Sayı 12      



TÜRK GENÇLİĞİ NASIL YETİŞMELİ     Dünya bir devler ve kahramanlar ülkesi olmağa doğru gidiyor. Bir yandan çok nüfuslu, akraba  milletleri de kendi topluluğu içine alan devletler kurulurken bir yandan da kendi milletlerinin şan ve  şerefi uğrunda hayatlarını hiçe sayan, bile bile yüzde yüz ölüme atılan kahramanların çoğaldığını  görüyoruz. Artık ferdi hürriyet içinde biraz gayri ahlaki ve oldukça gevşek bir hayat yaşayan fertlerden  mürekkep millet örneğine dünyada yer kalmıyor. Yüksek ahlaklı, dövüşçü, disiplinli ve fedakâr  milletlerin devri başlıyor. Milletler de insanlar gibi bazen tembel, bazen verimli zamanlar  geçirebilirler. Fakat fertlerin hayatında olduğu gibi milletlerin hayatında da en doğru hareket tarzı,  çalışarak, dövüşerek, fedakârlık yaparak bir ülkü ardında koşarak geçirilen hayattır.     Biyoloji bakımından hayat, bir savaştır. Tarih de, hayatın milletler arasındaki çarpışmadan ibaret  olduğunu ve medeniyetin ilerlemesine de savaşların sebep olduğunu kati olarak ispat ediyor. O halde  yaşamak isteyen millet dövüşmeyi göze alacak demektir. Bizim milletimiz dövüşçülük bakımından  talihin iyiliğine uğramış bir millettir. 25 asırlık tarihi hayatımızın başlangıcından bugüne kadar  tarihimiz iki büyük savaşla geçmektedir: Biri milletlere karşı savaş, biri de tabiata karşı savaş. En eski  zamanlardan beri nüfusunun azlığına rağmen Türk milleti hem kalabalık milletleri yenmiş; hem de  çorak, kurak yerlerde, tabii afetlere karşı da çarpışarak bugüne kadar varlığını korumuştur.    Fakat bugün, artık durum değişiyor. Bugün. "teknik" denilen yeni bir amil de milletler arasındaki  savaşta rol almağa başlamıştır. O halde tekniği geri ve nüfusu az olan milletler ne yapacaklardır?  Kalabalık ve ileri teknikli milletlere karşı hangi kuvvetle dövüşeceklerdir? Cevap basittir; ahlaki ve  manevi kuvvetlerle...     Manevi ve ahlaki değerleri üstün olan milletler sayı ve teknik bakımından olan geriliklerini örtebilirler.  İnanmış kahramanlardan mürekkep bir milleti yenmeye imkân olmadığını eski ve yeni örnekler ile  hepimiz biliyoruz.    Biz Türkler bugün 60 milyonluk bir millet olduğumuz halde henüz birleşmiş değiliz. Türk birliği  meydana gelinceye kadar da ancak müstakil Türkleri ile iş görmeye, hesaplarımızı bu kadroya göre  yapmaya mecburuz. 18 milyon nüfuslu Türkiye, bütün nüfusu Türk olsa bile, az nüfuslu  milletlerdendir.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 71 



  Teknik bakımından da geride olduğumuz malumdur. Demek ki milletler arasındaki savaşta ancak  üçüncü silahımızın, yani manevi ve ahlaki tarafımızın olgunluğuna güvenebiliriz. Böyle yüksek bir genç  nesil yetiştirmek için acaba ne yapıyoruz?     Türk gençliği acaba yeni harikalar yaratabilecek bir kabiliyetle mi yetişiyor? Bunlara düşünmeden  cevap verebilecek durumda değiliz. Türk gençliği bugün yeniden bir Sakarya ve hatta yeniden bir  Çanakkale yaratabilir. Fakat bu son yılların icapları öyle kahramanlıklar ve kabiliyetler istiyor ki  Sakarya ve Çanakkale mucizelerini yapan nesilden daha üstün bir nesle malik olmadıkça bu işleri  başarmağa imkân yoktur.     Kahramanlık terbiyesi beşikten başlayıp yüksek tahsilin sonuna kadar devam etmelidir. Evlerimizde,  savaşlarda şehit düşmüş babaların ve dedelerin hikâyeleri belki bir dereceye kadar bu terbiyeyi  verebilir. Bu kâfi olmamakla beraber şimdilik buna yetişir diyelim. Fakat ilkokulda, ortaokulda, lisede  ne yapılıyor. Kahraman yetiştirmek için bir kımıldama var mıdır? Buna hayır diye cevap vereceğiz.  Kahramanlar, ancak kahramanlığa inanmış öğretmenlerin telkini ile yetişir. İlkokul öğretmenlerinin  yüzde kaçı kahramanlığa inanmıştır? Ben, "çocuklara. harb aleyhtarlığı aşılıyorum" diye öğünen  ilkokul öğretmenleri biliyorum. Bundan başka biz öyle sistemler kuruyoruz ki çocuk ister istemez  orada kahramandan başka her şey olmaya mahkûmdur.     İlkokullarda çocuklara dans öğretiliyor. Ben kendim balet oynanan ilkokul temsillerinde bizzat  bulundum. Çocuklarımız aktörlük de öğreniyor. Fakat hiç bir ilkokulda çocuklara güreş öğretildiğini  görmedim. İnsaflı düşünelim: Bir Türk çocuğuna güreş mi yakışır, yoksa aktörlük mü? Bize askerlik  terbiyesi mi gerek, yoksa Güzel Sanatların Tiyatroculuk şubesi mi? Birinciyi bırakıp ikinciye ehemmiyet  vermek aç insana süslü elbise giydirmekten farksızdır.     İlkokullar da çocuklara hiçbir şey öğretilmiyor. Bizim zamanımızda tarih dersi ikinci sınıf ta başlardı.  Biz ilk Osmanlı kahramanlarını, Sırpsındığı'nı, Kosova’yı, Niğebolu'yu, Varna'yı, Mohaç'ı ikinci sınıf ta  öğrenirdik. Bize bu savaşları anlatan fedakâr öğretmenlerimiz bizde milli şuuru kamçılardı. Şimdi  ilkokulların ilk üç yılında havaiyattan, şarkı söylemekten başka bir şey öğretilmiyor. Talebe gevşek  alıştırılıyor. İstikbali temin edilmemiş ilkokul öğretmeni de cemiyete karşı kırgın olduğu için fazla  gayret göstermiyor. İlk mektepte çocuğu doğru yola getirecek bir müeyyide yoktur. Dayak gayri insani  (!) olduğu için kaldırılmıştır. Okuldan kovmak da yok. Bu yüzden ilkokulların bazıları haşarat yuvası  haline geliyor ve bizim asri pedagojimiz (!) bunu normal buluyor.     Biz ilkokulda çocuklarımız yorulmasınlar, hiç bir güçlüğe uğramasınlar prensibi ile yürüdükçe, ilk tahsil  bitirilecektir diye ahlaksızları okuldan kovmadıkça, icabettiği zaman dayak da dâhil olmak üzere ceza  müeyyidesini koymadıkça ilkokullarımızda kahramanlık tohumları atılamaz. Çünkü kolay şartlar  altında, kendini zora sokmadan büyüyen çocuklarda en güç iş olan kahramanlığa karşı istidat kalmaz.     Ortaokullarla liselere gelince; burada yüklü programlardan başka hiç bir şey yoktur. Talebeye milliyet  aşkı ve kahramanlık duygusu verecek olan Türkçe, edebiyat, tarih, yurt bilgisi, coğrafya derslerinin  kitaplarına bakmak kâfidir. Bu kültür derslerinden asıl maksat talebeye milliyetini sevdirmek iken  bizim okullarımızda bunlar birer angaryadan başka birşey değildir. Mesela dokuzuncu sınıflarda  okutulan 400 sahifelik tarih kitabında Türklere ait kısmın ancak 30 sahife tutması da dersin ne kadar  manasız olduğunu göstermeğe kâfidir.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 72 



  Ortaokulların okuma kitaplarında ise insanı çileden çıkaracak bir kayıtsızlık ve milli kültüre yabancılık  göze çarpar. İçindeki parçaların çoğu manasız şeylerdir. Başka dillerden tercüme olunmuş çoğu saçma  hikâyeler, insanı, şiirden tiksindirecek kadar bayağı manzumeler yanında Türk çocuğuna milli kin; milli  ruh aşılayacak hiç bir parça yoktur. Mehmet Emin'in, Ziya Gökalp'ın o pek terbiyevi ve milli ruhlu  manzumelerine yer verilmemiştir. Yahya Kemal'in "Akıncılar"ı dururken sanki kasten yapılmış gibi  "Açık Deniz" manzumesi alınmıştır. Sekizinci sınıf talebesinin bu manzumeyi anlayamayacağı hiç  düşünülmemiştir. Hececilerin vatani şiirlerinden hiç biri alınmamıştır. Buna mukabil neler alınmıştır  bilir misiniz? Ben söylemekten utanıyorum. İsterseniz siz o kitapları alıp bir bakın da hükmünüzü  verin...     Genç nesli kahraman yetiştirmek için ona iyi öğretmen ve iyi kitap vermek lazımdır. İyi öğretmen  kolay bulunamaz ama iyi kitap yazmak daima kabildir. Bunun için de kitap müsabakası açarak  birinciden beşinciye kadar binlerce lira mükâfat vermeye lüzum yoktur. Bu iş menfaat beklemeyen bir  öğretmene havale olunursa bir yılda en mükemmel kitap elde edilmiş olur ve talebeler ister istemez  kitabın tesirinde kalacakları için de kahramanlık tohumu kısmen atılmış olur.     Eğer Türkiye'de para menfaati beklemeden kitap yazacak öğretmenler yoksa okulları kapatıp  öğretmenliği kaldırmalıyız. Çünkü bu kadar maddileşmiş bir öğretmen ordusu ile cehalet ve  ülküsüzlük gibi sarp düşmanları yenmeye imkân yoktur. Önce maddi düşünceyi kaldırarak işe  başlamalı ve kitap yazmayı bezirgânlık halinden çıkarmalıyız. Yıllarca gençliğe sunduğumuz  kitaplardan nasıl bir nesil hâsıl olduğu gün gibi meydandadır. Siz "Deli Petro sultan Mustafa’nın  oğludur" diyen bir onuncu sınıf talebesi gördünüz mü? "Avusturya da yapılan Mohaç muharebesi ne  İngiliz donanmasının iştirak ettiğini" söyleyen bir son sınıf talebesine ne dersiniz? Biz dokuzuncu sınıf  talebesi "Avrupa da üç millet vardır. Biri Amerikalılardır." derse inanır mısınız? Bütün bunlar gevşeklik,  fena kitapların, cezasız mektep hayatının sonuçlandır.     Bence Türk gençliğini kahraman yetiştirmek için maarifte. Bazı değişiklikler yapmak lazımdır. Fikrimce  bunların ana çizgileri şunlardır:     1 ‐ İlkokullardan başlayarak yüksek tahsil müstesna olmak üzere bütün okullardan muhtelif tedrisatı  kaldırmalıyız. Küçük sınıflarda kız ekseriyeti arasında kalan bazı erkek çocukların erkeklik ruhlarını  kaybettikleri ve kısmen avareleştikleri muhakkaktır.     2‐ İlkokulların programları bizim talebelik zamanımızda olduğu gibi olgunlaştırılmalı, ikinci sınıf ta  başlayarak her yıl biraz daha mufassal olmak üzere Türk tarihi ve grameri gösterilmelidir.    3‐ İlkokul talebesine verilen sınırsız hürriyet derhal kaldırılarak çocuk sıkı bir disiplin muhiti içine  alınmalı ve hayatta disiplin denilen bir şeyin var olduğunu daha pek küçükken idrak etmelidir.    4‐ Ceza bütün şiddetiyle okullara girmeli ve kötü aile muhitlerinde yetişen veya şahsen fenalığa  istidatı olan çocuklar yaptıkları hareketlerin mukabelesiz kalmadığını görmeli ve iyi çocukların da  bozulmasının önüne geçilmelidir.    5‐ İyilerin ahlakını bozacak kabiliyette olanlar derhal okullardan çıkartılmalı ve bir kişi kazanmak için  40 kişinin önünden fena örnek bulunmasının önüne geçilmelidir.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 73 



  6‐ Bütün oyunlar, ders kitapları, vazifeler, kahramanlar, Türkçülük, fedakârlık aşılayacak şekilde  olmalıdır.    7 _ Kadın öğretmenler erkek talebeye ders vermemelidir. Bütün öğretmenler sade kılıkları ile  talebeye örnek olmalıdır. Boyalı veya bob‐stil hocalar derhal meslekten uzaklaştırılmalıdır.     8‐ Ortaokullarda askerlik dersi nazari ve ameli olarak çoğaltılmalı ve ciddi tutulmalıdır. Talebe askeri  kan unlara ve cezalara tabi olmalı ve mektep üniformasını giymeğe mecbur edilmelidir. Ortaokula  girerken kendisinden ortaokul usullerine tabi olacağına dair imza alınarak söz ve mesuliyetin ne  demek olduğu kendisine anlatılmalı ve nizamata aykırı gidenler tahsilden men edilmelidir.    9‐ Gramer, Türk tarihi, Türk coğrafyası, yurt bilgisi dersleri ortaokulun her üç sınıfına biraz daha  genişletilmek üzere gösterilmelidir. Tekrar edilen derslerin ne kadar iyi öğrenildiği malumdur.    10‐ Ortaokulda milli sporlar başlamalı, kılıç, güreş, cirit gibi ananevi sporlarla, yüzücülük, kürekçilik  vesaire gibi savaşa yardımcı sporlar birinci mevkii tutmalıdır.    11‐ Askerlik dersleri ile sporlar en mühim dersler haline gelip her birinden ayrı not verme usulü  konulmalı, gösteriş izciliği, caka resmi geçitleri kaldırılarak yerine hakiki ve sert askerlik konulmalıdır.    12‐ Ortaokullarda hiç bir faydası görülmeyen, boşuna zaman, emek ve para harcamaktan başka bir  şeye yaramayan ecnebi dili dersleri tamamen kaldırılarak bunun yerine askerlik ve spor dersleri  konulmalıdır.     13‐ Lisenin ilk sınıfından itibaren edebiyat ve fen kolları ayrılarak yalnız bir tarafta istidatı olan pek çok  değerli talebemizin parlak istidatlarının körleşmesinin önüne geçilmelidir.    14‐ Gramer ve yurt bilgisi dersleri bilhassa liselerde devam ederek talebenin kendi dilini ve  memleketin kanunlarını kavraması temin edilmelidir. Geçen yıl liselerde okutulan gramer  derslerinden benim aldığım iyi netice gramerin muhakkak liselerde de okutulması lüzumunu bana  ispat etti. Böylelikle ilkokuldan itibaren gramer okumuş talebe liseyi bitirirken kendi diline tamamen  hâkim olacak ve artık memlekette "Kuyu sokak, Nur apartman" diyecek edebiyat öğretmenleri ve dil  mütehassısları kalmayacaktır.    15‐ Askerlik ve spor liselerde daha sıkı olarak devam etmeli ve talebeler silahla toplu bir halde talime,  hakiki süngü ve kılıçlarla hakiki mübarezeler yapmağa alışmalıdır. Zarar yok, aralarında tehlikeli yara  olanlar bulunsun... Bu yaralar sinemaların, baloların yaptığı tahribat kadar zararlı değil; talebeyi  tehlikeleri azımsamaya alıştırmak bakımından faydalıdır.    16‐ Ortaokul ve liselerden en ufak ahlaki ve zaaflar da ceza görmeli ve bu talebeler başka hiç bir okula  alınmamalıdır.    17‐ Talebenin başına daima otoriter, seciyeli ve Türk öğretmenler getirilmelidir. Bizim talebemiz,  hatta kız talebemiz, gayri Türk öğretmenlere tahammül edememektedir.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 74 



  18‐ Okullar birer kışla haline gelmeli, hatta liselerin müdürleri yüksek rütbeli subaylardan olmalıdır.    19‐ Okullar birbiri ile futbol gibi manasız ve voleybol gibi kadınca müsabakalar değil, askeri ve milli  müsabakalar yapmalıdır. Türk kılıcı; okçuluk gibi milli sporlarımız ihya olunarak liselere sokulmalıdır.  Bir stadyumda iki okulu temsil eden 22 gencin lastik top ardında koşması ile; iki okulu temsil eden 200  gencin başlarında tulgalar, göğüslerinde zırhlar olduğu halde, hakiki kılıçlar veya süngülerle  çarpışmaları arasındaki farkı düşünün.    20‐ Bütün okul kitapları mütehassıs ve fedakâr öğretmenlere, milli ve askeri ruh göz önüne alınmak  şartı ile yeniden yazdırılmalı ve öğretmenler bu işin şerefi ile kanarak maddi kazanç beklememelidir.    21‐ Liselerin fen kollarında laboratuvar çalışmaları arttırılmalı ve talebe yurt için yaratıcılık kabiliyeti  daha bu sıralarda inkişaf ettirilmelidir.    22‐ Askerlik ve spor derslerinde liyakat gösterenler için eski ananelerimizde olduğu gibi alplık ve  batırlık unvanları, bilgide başarı gösterenler için bilgelik ve danışmalık unvanları ihdas olunarak  hakkaniyet dairesinde talebelere verilmeli, sıkı mücazat olduğu gibi büyük mükâfatlar da bulun  malıdır.    Böyle sıkı şartlarla okullarımızda yeni bir ruh yaratmazsak yüksek kabiliyetli gençlerden ve  kahramanlardan ümidimizi kesmeliyiz.     (21 Mart 1942), Çınaraltı, (1942), Sayı: 35     



www.atsizcilar.com   



Sayfa 75 



 



BÖLÜM 3: MİLLİ DEĞERLER   



MİLLİ BENLİK     Yirminci asır medeniyeti ve Avrupa milletleri ile temasa gelen insanların birçoğunda milli benlik  hissinin sarsıldığını görüyoruz. Şüphesiz yüksek, duygulu olan her medeni insan Avrupa ve  Amerika’nın yüksek ilmini ve ince tekniğini görünce onlara karşı takdir ve hürmetle karışık bir  hayranlık duyar. Fakat birçokları bu kadarlarla da kalmayarak onların dini, siyasi, içtimai ve iktisadi  ahlaklarına ve bütün insanlık asaletlerine de hayran kalarak kendi milletimizi ve kendi milli benliğimizi  hiçe saymaya başlıyorlar. Bunların içinde derin bir göğüs geçirerek "onlar nerde, biz nerde?" diyenler  bulunduğu gibi, kendinden geçerek ve her şeyi unutarak Avrupa ve Amerikalılara tapınanlar ve birkaç  yıl yabancı memleketlerde kaldıktan sonra, bir vazife almak üzere vatana döndükleri zaman derin bir  inkisara düşenler ve hatta ağlayanlar da vardır.     Bu ileri medeniyetlerin ihtişamı ile gözleri kamaşan ve milli benliklerini kaybeden insanlara acımamak  elimizde değildir. Fakat onlara yalnız acımak da kâfi değildir.     Eğer, Türk milleti Garptaki milletlerden sefil, perişan, yoksul ve geri ise bu kabahat ne onda ve ne de  bizdedir. Ancak geçmiş zamanlarda bu milleti zincirleyen ve süründüren harici ve dâhili siyasetlerde,  fenalıklarda ve nihayet muahedelerde ve münevverlerdedir.     Eğer bugün Avrupa ve Amerikalılara şuursuz bir budala aşkı ile bağlanmıyor da onların insanlığına  hayran yaşıyorsak, bu zavallılığına ve geriliğine hükmettiğimiz Türk milletini de o seviyeye çıkarmak  en büyük insanlıktır.    İyiliklere ve güzelliklere hayran kalarak, zavallıları ve mustaripleri unutan ve hiçe sayanlar, ancak cılız  enerjili ve kısır ruhlu insanlardır. İnsanlığımızda kuvvetli, soy ve cins isek, milli benliğimizi  kaybetmeden; acizlere ve miskinlere yakışan hüsranlara ve inkisarlara düşmeden, bu yüksek  gördüğümüz milletlere ve memleketlere doğru hamle yapmak mecburiyetindeyiz.     Hâlbuki milli gayretlerimiz bu kadar sade ve basit bir acıma hissine ve bir misyoner sevgisine muhtaç  kalacak kadar da düşkün değildir. Davamızda hakikat, kuvvet ve asalet vardır.     Türk milleti, Avrupa ve Amerika da bulunmayan birçok cevherlerin, faziletlerin ve asaletlerin  kaynağıdır. Nitekim bugünkü hayati kudret ve kabiliyetimiz de Avrupa ve Amerikan kafalarının ve  zihniyetlerinin ümidi hilafınadır. Onlar bize yıllardan beri öldü ölecek, gömüldü ve gömülecek  diyorlardı. Fakat bugün her zamandan daha hür ve gür bir sesle biz varız, biz yaşıyoruz ve biz  yükseleceğiz diye haykırabiliriz.    Türk milleti de Türk vatanı gibi, iyi tetkik edilmemiş olduğu için onun maddi ve manevi hazinelerinden  habersiz yaşıyor, millet ve memleketimize yabancıların gözleri ve zihniyetleriyle baktıkça aldanıyoruz.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 76 



  Irki asaletimiz, enerjimiz ve insanlık meziyetlerimize dünya milletleri ve büyükleri hayran kalırken,  bizim kendi milletimizi hiçe saymamız ve kendi kabiliyetlerimizden ümit kesmemiz eğer fena bir kasda  makrunsa alçaklık, böyle bir niyete matuf olmadan inanılmış ise kör gözlü bir budalalıktır.    Dikkat ediniz... Avrupa ve Amerikanın tabiiyet ve muhaceret hareketlerini gösteren istatistiklerine  bakınız. Orada Suriyeli Araplara Arap yerine sadece Suriyeli dendiği göreceksiniz. Çünkü gördükleri  insanlarda tarihi bir ırkın meziyet ve hassaları bulamamışlar ve o insanlara Arap diyememişlerdir.     Yine birçok yerlerde Rumlar, Ermeniler ve hatta Mısırlılara Levanten dendiğini okuyacaksınız. Bunlara  da bir millet namını vermeyi çok görmüşlerdir.    Hâlbuki bu topraklardan oralara giden, oralardan geçen veya kalan herkese Türk derler. Geçmiş  zamanlarda biz kendi kendimizi Osmanlı diye avutur ve milliyetimizi hiçe sayarken de onlar bize Türk  derlerdi. Nitekim Japon çocuklarına da her yerde Japon derler.     Biz Türk’üz. Tarihimize ve en yakın mazimize dayanarak Türk’üz der ve bundan haklı bir iftihar  duyarız.    En uzak köşelerde, cenubi Amerika sahillerinden uzak şehirlerde yaşayan Türkler vardır. Onlar her  yerde milli benliklerine uygun işler bularak asil, temiz ve dürüst olarak yaşarlar. Fakat başka  milletlerden birçoğu, aynı memleketlerde ekseriya zabıta vukuat listelerini dolduran unsurlardır. En  dürüstleri de umumi evler ve müesseseler işletmekle meşguldürler. İşte bu vaziyetleri gören ve bilen  ecnebiler onlara kendi milletlerinin isimlerini vermemişler ve daha doğrusu tarihi bir ırk olarak kabul  edememişlerdir.    Şu halde bu milleti, en uzaktakilerden en yakın milletler kadar herkes tanır. Temas fırsatına nail  olanlar ise, daima milli benliğinin ve asaletlerinin hayranı kalmışlardır. O kadar asil bir milletiz ki,  insanların en çok vahşileştiği bir sahne olan muharebe meydanlarında bile insanlığımızı kaybetmez ve  kendimizi karşımızda cephe tutan düşmanlara da sevdiririz.     Bir millet, tarihi, iktisadi ve siyasi birçok düşmanlıklar, fenalık ve idaresizlikler yüzünden yoksul  düşmüş ve geri kalmış bulunabilir. O milletin bunu gören, duyan ve acıyan evlatlarına düşen birinci  vazife, bu asaleti çamurlardan ve sefaletlerden kurtarıp çıkarmaya ve yükseltmeye çalışmaktır. Bu da  ancak milli benliğimize ve milli enerjimize inanmakla olur.    Milli benliğe inanmak, Türk milletinin mukaddes haklarına, faziletlerine, kabiliyetlerine, cevherlerine  ve asaletlerine inanmak demektir.     Buna iman edenler, memleketimizin ilmini ve tekniğini yükseltecek büyük muvaffakiyetler için çalışır  ve insanlıklarını gösterebilirler. Fakat milletini tanımadan, ona kabiliyetsizlik ve iptidailik izafe ederek  çıktığı kabuğu beğenmeyen ve yabancıların reklâmını yapmakla geçinen soysuz dejenereler, hiç bir  millete intisabı olmayan vatansızlardır. Bunlara biz de Levanten der geçeriz.    Milletimiz, ne fedakârlıkta, ne milletseverlikte, ne yaratıcılıkta ve ne de müminlikte hiç bir milletten  geri değil ve hatta ileridir.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 77 



  Türk milleti hiç bir şeyi kendi felsefesi ve kendi düşüncesiyle tartmadan körü körüne kabul etmez.  Ancak yaygaralı yavelerle cemiyeti karıştıran ve bulandıran bezirgân ruhlu milletlerden değildir. Onda  büyük ve çelik Türk sükûnu ve kuvveti vardır.     İtaati kör bir tapınma değildir. Kendinden büyüklere karşı duyduğu tevazuun sakin bir ifadesidir.     Türk milleti en yüksek izzetinefse maliktir. Muvaffak olmak için didinmekten ve yaşamak için  ölmekten çekinmez. Asri ilimler ve vasıtalarla onu teçhiz ettiğimiz gün, en büyük istikbale namzettir.     Bundan gafil olanlar, siyasi dedikodulara karışmadığı için onu duygusuz, reaksiyonsuz, geri ve iptidai  bir millet sanan ve yabancı milletlerin yaygarası ile gözleri kamaşan insanlar, tarih okumuyorlarsa en  yakın maziye baksınlar. Dün Sultanlara taptığı zannolunan bu millet, milli mevcudiyetini tehlikede  görünce bir kumandanın emri altına girmiş, hayatını ortaya atarak istiklalini ve istikbalini kazanmıştır.     Dün tembelliğinden bahsolunan bu millet, kendine göre en ağır vergileri ödeyen millettir.     Bu hakikatlerin sebebini anlamak, bu anlaşılmaz hadiseleri izah etmek için Türk köylerine sokulmak;  köy kahvelerinde ve onların karşısında imtihan olmak, onların ihtiyaçlarına cevap vermek için  çalışmak lazımdır. Kısa söyleyelim: Türk benliği ile karşılaşmak ve kaynaşmak lazımdır.    Milli benliğimize inanalım. Milletimize tapalım.     Atsız Mecmua, 1931     



MİLLİ BENLİK 2     Kuvvetli toplulukların bir özelliği milli benliktir. Milli benlik kendine güvenden doğar. Kendine  güvenen topluluk başkalarının ne düşüneceğini, ne yapacağını umursamadan kendi davasını yürüten  topluluktur.    Günümüzdeki iki örnek milli benliği olan toplulukların nasıl davrandıklarını göstermesi bakımından  çok ilgi çekicidir:     İngiltere İmparatorluğundan ayrılan Güney Afrika Birliği ile kendi kendine bağımsızlık ilan eden  Rodezya'nın durumu.    Birincisinde Flaman ve İngiliz asıllı iki buçuk milyon insanın 12 milyon Zenciyi ikinci sınıf vatandaş  sayarak milli hâkimiyete karıştırmamaları yüzünden bütün cihanın protesto ve tehditlerine maruz  kaldıkları halde aldırmamaları olayı vardır.    İkincisinde, İngiltere'nin baskısına ve tehdidine rağmen, iki milyon Zenci bulunan ülkede 200.000  beyazın hâkimiyet ilan etmeleri bahis konusudur.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 78 



  Bu davranışların doğru veya insanca olup olmadığını tartışmıyorum. Milli benliği olan toplulukların  nasıl mücadele ettiklerini, neleri göze aldıklarını anlatmak istiyorum.    Kıbrıs davasında koca Türk milletinin yasını açarak 18 milyon lira toplamak, çıkarma gemileri yapmak  güzel bir davranıştır. Fakat davanın büyüklüğü, gerektirdiği fedakârlığın sonsuzluğu karşısında hiç bir  şey değildir.    Kıbrıs davasında koca Türk milletinin yapabileceği fedakârlık 18 milyon lira mıdır? Bunun yüz katı her  yıl eğlence ve sefahat için harcanıyor. Hani Kıbrıs'a indirme yapacak uçaklar? Hani çıkartma gemilerini  koruyup icabında engel olmak isteyen gemileri batıracak hücum botları? Hani Kıbrıs'a denizden ve  havadan gidecek paraşütçü komandolar? Hani icabında devletten hiç bir yardım istemeden Batı  Trakya'ya saldıracak gönüllü akıncı tümenleri?     Bunları devlet değil, millet yapacak. Dernekler kurulup derhal faaliyete geçilecek. Sevap kazanmak  için serseri kumarbazlara her gece kırk kişilik iftar sofrası hazırlayan Müslüman zenginlerden para  istenecek. Vermeyenler teşhir olunacak. Orta hallilerle yoksullar zaten verir; onlardan da toplanacak.     Komando öncülüğünü üniversiteliler yapacak. On beş yaşından yukarı herkes her ay bir gün bir övün  eksik yemek yiyerek o yemeğin parasını teşkilata vermeye çağrılacak. Sinemalar, tiyatrolar, kazanç  yerleri ayda bir günün seansının kazancını aynı yere bağışlayacak. Bunlar yılda 100 milyon eder. Ayrıca  her memur aylığının yüzde birini verecek. Bununla da Üniversiteliler tümeni hazırlanacak.     Bu tümeni eğitecek emekli kurmaylar elbette vardır. Hazırlık tamamlandıktan sonra da millet,  Yunanistan'dan hesap soracak… .     Hayal, değil mi? Evet, hayal... Hayal insanlara has bir yaratıcı kuvvettir. Yalnız yiyip içmeyi ve zevki  düşünen hayvanlar elbette hayalden yoksundur.     ÖTÜKEN, 1965, Sayı: 24      



MİLLİ DEĞERLER VE MİLLİ RUH     Yahya Kemal, Ziya Gökalp'la olan manzum bir şakalaşmasında: ''Kökü mazide olan atiyim" demişti. Bu  dört kelimelik mısra, yaşamak kabiliyeti olan bütün milletler için değişmez bir düsturdur. Maziyi  unutsak, atsak, inkâr etsek bile kökümüz, aslımız oradadır. Manevi kanımızda, yani ruhumuzda olan  istidatların, iyi veya kötü her şeyin genleri oradan gelmektedir. Onları bilmek, kusurlu olanları  düzeltmek milletteki yaşama inancının şartı, kanunudur.     Maziyi küçük görmekten hiçbir şey çıkmaz. Onu aşağılamak yanlış bir düşüncedir. Yeni doğmuş bebeği  çirkin, akılsız, aciz diye sevmemek, onun sonra ne güzel bir şey olacağını düşünmeden yapılan nasıl bir  haksızlıksa, kusurları olan maziyi sevmemek de öylece yanlış bir davranıştır.    Gerçi mazinin sisli ufuklarındaki şanlı ve büyük perdesinin arkasında sönük ve korkunç başka perdeler  de vardır. İnsanın henüz insanla hayvan ortası bir yaratık olduğu zaman hiç de övünülecek bir çağ  www.atsizcilar.com   



Sayfa 79 



  değildir. Fakat ne yapalım ki bu böyledir. Yaratıcı kudretin bize çizdiği kaderdir. Onu değiştirmek  kimsenin elinde değildir.     Övüncümüz, millet veya kavim olduğumuz zamanlardan başlar. Çünkü artık yasa içinde, düzenle,  erdemle, yardımlaşma ile teşkilatla, fedakârlıkla, savaşta ölümü göze almakla yaşanan bir hayat  başlamış, yaşamak güzelleşmiştir. Bu güzel hayatın da çirkin tarafları yok mudur? Elbette vardır. Fakat  bir aksak mısra için güzel bir şiir nasıl atılamazsa, sesi çok çirkin olan bir kemancı kızın sanatı nasıl  inkâr olunamazsa, bir ameliyatta hastayı öldüren birinci sınıf bir doktor nasıl büyük hekim olmaktan  çıkmazsa bir millet de mazisindeki çirkin taraflar yüzünden sıfıra indirilemez.     Bir insanın tek bir sözüne, bir eskrimcinin bir hamlesine, bir kumandanın bir muharebesine bakarak  da hüküm verilemez. Hüküm vermek için o insana, o sporcuya, o kumandana topyekûn bakmak  gerekir.     Atatürk'ün büyük kumandan olduğunda kimsenin şüphesi yoktur. Ama Birinci Cihan Savaşı'nın  sonunda Suriye'de yenildi.     Gazi Osman Paşa da büyük kumandandır. O da yenildi. Hem de tutsak düştü. Bunlarla Atatürk'ün ve  Gazi Osman Paşa'nın büyük kumandan olmak vasfı gider mi? Gitmediğine en büyük senet, Moskof  Çarı'nın Gazi Osman Paşa'ya kılıçla gezmek müsaadesini vermesi, İngilizlerin de Çanakkale Savaşı  hakkındaki resmi tarihlerinin başında Atatürk'e yaptıkları ithaftır.    Mehmet Emin Yurdakul'un dediği gibi:     Milliyetler mazilerden akıp gelen sellerdir.    Mazide eşsiz bir güzellik vardır. Çünkü artık bir daha geriye gelmeyecektir. Çünkü orada hep ölüler  yaşamakta ve suçlarından sıyrılmış olarak yalnız büyüklükleriyle bize bakmaktadır. Mazi güç kaynağı,  fazilet ırmağıdır.     Milletlerin, mazilerine sımsıkı sarılmaları elbette boşuna değildir. Toprak altından çıkan şekilsiz taş  parçalarını değerlendirmek, tek duvarı kalmış bir yapıyı ayakta tutmak için didinmek bir yaşama  savaşı, köklü olmak ülküsünün görünüşüdür.     İskoçlar o acayip eteklikleri herhalde elalemi kendilerine güldürmek için giymedikleri gibi İspanyollar  da boğa güreşlerini vahşet olsun diye yapmıyorlar.     Millet hayatındaki vazgeçilmez unsurlardan biri de müziktir. Bazılarının dediği gibi müzik iptidai  insanın isterisinden doğmuş olsa bile artık güzel sanatların bir bölümü olarak hayata girmiştir. Çıkmaz;  çıkarılamaz.     Bizde ta Hunlar çağından; yani milattan önceki yüzyıllardan beri bir saray ve ordu mızıkası olduğu  tarihi kayıtlarla bilinmektedir. Bir milli marş, bir askeri beste, melali anlatan bir parça yahut neşeli bir  ezgi fertleri, toplulukları, milletleri ruhlandırır, bazen kendinden geçirir. İnsanlar müzikle  duygulanırlar, sevinirler, bazen de ağlarlar.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 80 



  Türk müziği, cihan devleti kurmuş bir milletin ruh olgunluğunu gösteren ağırbaşlı bir müziktir. Tabii,  onun her parçasına güzel denemez. Batı müziğinin her parçasına da denilemeyeceği gibi. Güzelin tarifi  pek yoktur. Çünkü güzelin tartısı ve ölçüsü yoktur. Görende, duyanda büyük estetik tesir yapan şey  güzeldir. Bu sebeple bir Türk'ün güzel bulduğu şeyle bir Batılı'nınki, bazen bir olsa da, çok defa aynı  değildir.     Bizim müziğimizin büyük üstadlarından biri ''Itri’'dir. Milli ruhu terennüm etmiş, Türk'ün duygusunu  dile getirmiştir. Itri bir mazidir, semboldür. Türk müziğinin devidir.    Türk Milleti günün birinde Müslümanlığı bıraksa bile nasıl Süleymaniye'yi sevecekse, müziği de hangi  yolu ve yönü alırsa alsın Itri'yi de öyle kutlayacaktır. Itri bir mukallit yani bir çalgıcı değil, bir yaratıcı  yani bir bestekârdır.     Durum bu iken 27 Kasım 1971 tarihli Milliyet'te "Devlet Sanatçısı" Bayan Suna Kan'ın Itri'yi de, tek  sesli müzik dediğimiz Türk musikisini de yerin dibine batıran yazısını okuyunca hayretler içinde kaldık.  Usta bir kemancı olan Suna Kan vaktiyle bir harika çocuktu. Demek artık harikalığı gideren sadece  çocukluğu kalmış. Tek sesi hakir görmek nedir? Sindirilmemiş bir yükselmenin eseri... Müziğin ileri  veya geri oluşunu yalnız tek ses veya çok sesle açıklamak pek çocuksu bir izah değil mi? Caz müziği de  çok seslidir ama bu, onu bayağı bir takırtı olmaktan kurtarmıyor.     Ney de tek sesli bir müzik aletidir. Ancak ney, tarihimizde sadece bir müzik aleti olarak değil, aynı  zamanda şanlı bir silah olarak da yer almıştır. Çünkü tahtından indirildikten sonra bir odada tutuklu  bulunan III. Selim, çoğu gayrı Türk kölelerden meydana gelen bir kalabalığın, kendisini öldürmek  üzere, odasına saldırdıkları sırada ney çalmakta idi ve kendisini o tek sesli müzik aleti ile savunmuştu.    Suna Kan'ın küçümsediği kavuklu adamların çaldığı tek sesli mehterle ülkeler açıldı, teşkilat kuruldu  ve İngiliz Toynbee'nin yeryüzünde kurulmuş iki buçuk imparatorluktan biri diye vasıflandığı Osmanlı  İmparatorluğu'nun kültürü ve medeniyeti yüzyıllarca yaşadı (öteki imparatorluk Roma, yarım olanı da  İngiliz İmparatorluğu'dur).    Muhteşem bir tarihin müziğini küçük görmek o muhteşem maziyi de küçük görmek, kendisini bu  milletten saymamaktır. Suna Kan, 22–23 Aralıkta Devlet Konser salonunu "müzelik eserler" işgal  ederse Devlet Sanatçılığı unvanını iade edecekmiş.     Etsin!... Bu dünyaya bir Suna Kan gelmeseydi Türk milleti hiçbir şey kaybetmezdi. Gitmesiyle de  kaybedecek değildir. Çünkü o nihayet usta bir çalgıcıdır ki kendisinden daha usta olanlar da vardır.     Fakat dünyaya bir Itri gelmeseydi Türk ırkının müzik yönü bugünkünden biraz daha aşağıda kalacaktı.  Çünkü O, gerçek sanatkâr, yani bestekârdı.     Bir de her şeye Atatürk'ü karıştırmakla davalar çözümlenmez. Suna Kan'ın yaşı Atatürk'ün müzik  hakkındaki konuşmalarını veya sözlerini bilecek kadar fazla değildir. Herhalde kendisine öğretenler  var.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 81 



  Şunu asla unutmasın ki Atatürk tek sesli müziği sevmeseydi, sofrasında bu müzikle şarkılar söyletmez,  kendisi de söylemez, Hatta Zeybek havası çaldırıp bizzat oynamaz ve tek sesli besteler söylesin diye  Safiye Ayla'yı çağırtıp getirmezdi.     Milli değerlerin modası geçebilir, müzelik olabilirler. Fakat Yine saygı görürler. Beethoven de  müzeliktir ama hakaret görmüyor, baş tacı ediliyor. Bugünkü Avrupa'nın insanlıktan çıkmış gençleri  Beethoven'i dinleyip anlıyor mu? Onlar ancak Pop müziği denen vahşi seslerle zıplıyorlar. Fakat  Beethoven'in tarihte aldığı yeri sarsamıyorlar, sarsamazlar.     Suna Kan'ın hücumlarına rağmen de Itri tarihteki yerini almıştır, yıkılmaz. Hafif keman yayı ile vurarak  üç yüzyıllık taş anıtı devirmeye imkân yoktur. O, milli ruhtan bir parçadır ve Türk ırkı yaşadıkça dimdik  ayakta duracaktır.     (20 Aralık 1971), Ötüken, 1972, Sayı: 92     



MİLLETLERİ RUHLANDIRMAK     Çalıştırılan bir makinenin durmaması için nasıl arada bir yağlanması gerekiyorsa, yaşayan milletlerin  de manevi bakımdan çürümemesi için ruhlandırılmaya öylece ihtiyacı vardır. Ruhlandırılmayan,  ruhlandırılması için sebep ve çare bulunamayan milletler kırılıp dökülme ye mahkûmdur. Örnek mi  istiyorsunuz? Ufuklarında güneş batmayan İngiliz İmparatorluğunun İkinci Dünya Savaşından sonraki  zavallılığına, çatırdamasına, yıkılmasına bakınız.    Ruhlandırmak bir millete geçmişteki büyüklüklerini, büyüklerini hatırlatmak; hatta bozgunlarını,  uğradığı ihanetleri andırarak ibret almasını sağlamak ve hepsinden mühimi de yarın için büyük milli  hedefler göstermekle sağlanır.     Bir milleti ruhlandırmak tamamıyla milliyetçi bir davranıştır. Yabancıların büyüklerini ve başarılarını  anmakla, uluslararası törenlerle ruhlanmak olmaz.    Malazgirt ve Alp Arslan'ı anmak bir milli ruhlanış davranışıdır. Bunun bir minnettarlık ve vefa borcu  olması bir yana, verdiği örnekle Türk gençlerini öyle olmaya dürtmek gibi büyük bir faydası da vardır.  İnsanlar, hele gençler ve çocuklar ne görürlerse onu kaparlar. Bugün sokakları dolduran ve insandan  çok maymuna benzeyen saçlı, sakallı, bıyıklı yaratıklar analarından öyle doğmadılar; o örnekleri göre  göre bu hale düştüler.     Alp Arslan ve Malazgirt için 26 Ağustos 1971'de Türkiye'nin her yerinde büyük törenler yapılmalıydı.  Yapılmadı. Siyasi buhran, parti kavgaları, ihtiraslar ve kinler buna imkân vermedi. Fakat hiç olmazsa  beş yıl önceden başlanıp ehliyetli kimseler görevlendirilseydi her şeye rağmen bu gösterişli törenler  yapılır, gençliğin milli ruhla beslenmesi bakımından büyük bir başarı ve kazanç sağlanırdı.     Yurdumuzda bir takım törenleri, anma günlerinin yapıldığını görüyorsak da gülmek mi, ağlamak mı  gerektiğini kestiremiyoruz.     www.atsizcilar.com   



Sayfa 82 



  4 Eylül 1971 Cumartesi akşamı İstanbul Radyosu "Ahı Evren" den bahsetti. Ahı Evren, Anadolu'da  esnaf teşkilatını kurmuşmuş. Bu teşkilat Orta Asya'dan gelen bir Oğuz türesi imiş. Göçebe Oğuzlardaki  esnaf teşkilatı... Aklımız Tanrı'ya emanet!... Hele koca Çalışma Bakanı'nın, bu masallara inandığı  yetmiyormuş gibi bu adamın adını "Ahi Evran" diye okuması da ayrı bir festivaldi. "Ahı" ve eski şekliyle  "akı" Türkçe bir kelime olup "cömert, yiğit, dost" anlamındadır. "Evren" ise hem "ejder", hem de  "kâinat" manasına gelip erkek adı olarak kullanılır. "Ahi" ise Farsça bir kelime olup "ahlı", "ah çeken"  demektir ve şairlerin mahlas diye kullandığı uydurma bir kelimedir. Hatta Yavuz Sultan Selim çağında  Ahi mahlaslı bir şair yaşamıştır    5 Eylül 1971 akşamı ise yine İstanbul Radyosu'ndan başka bir masal dinledik. Ciddi mi, şaka mı olduğu  pek anlaşılamayan bu masala göre Seyid Battal Gazi bundan 1200 yıl önce Anadolu'yu Türkleştirmeye  başlamış.    Bu büyük tarihi gerçeği hangi tarih bilgininin keşfedip ortaya attığını bilmiyoruz. Bir "millet okulu"  demek olan radyonun millete hitap ederken daha bilgili, ağırbaşlı ve ciddi olması gerekmez miydi?     Türk tarihinde "Battal Gazi" diye bir adam yoktur. Halk arasında okunan bir Battal Gazi Destanı vardır.  Dili ve edası Türkçe olmakla beraber içindeki kahramanlar hep Arapça adlar taşır. Şimdilik, üzerinde  son karara varılacak çalışmalar yapılmış değildir.    1200 yıl önce, yani 770 yıllarında daha Türkler ne Müslüman olmuş, ne de Anadolu'ya gelmişti. Aşağı  yukarı 740 tarihlerinde Bizanslılarla yapılan savaşlarda ölen bir Arap kumandanının adı "Abdullah  Battal"dır. Abbasiler'in paralı askerleri arasında Türkler'in bulunması ve bunların da Bizans'la  çarpışması dolayısıyla Battal Gazi Destanı'nın bu Türkler arasında ortaya çıktığı bir faraziye olarak ileri  sürülüyorsa da mesele henüz çözümlenmiş değildir. Bundan ötürü de Battal Gazi adında bir Türk'ün  1200 yıl önce Anadolu'yu Türkleştirmeye başladığı hakkındaki radyo yayını uydurmadan başka bir şey  olamaz.     Anma törenlerinin en büyüğü Yunus Emre'nin 650. ölüm yılı dolayısıyla yapıldı ve buna başka  milletlerin Türkologları da çağrıldı. Bu da ciddi bir iş değildi. Bir kere Yunus Emre'nin 650. ölüm yılını  anmak onun 1971–650 = 1321'de ölmüş olduğunun ispatı gerekirdi. Oysaki Yunus Emre'nin doğum ve  ölüm yılları şöyle dursun; bir kişi mi, yoksa ad benzerliği sebebiyle birbirine karışmış iki, hatta üç kişi  mi olduğu bile belli değildir. Yunus Emre törenine katılanlardan işittiğimize göre baştan sona hep  onun hümanizmasından bahsedilmiş. Bir millet her şeyden önce bütün veçheleriyle kendisinden  olanları anıp kutlar. Hümanist demek Türk'ü başkalarıyla eşit tutan demektir. Türkiye'nin bugünkü  ortamı da gösteriyor ki bize hümanistler değil, Türkçüler lazımdır.    Garip bir yönümüz var: Birisini andık mı, onu göklere çıkarıyoruz. Kör ölüyor, badem gözlü; kel ölüyor,  sırma saçlı oluyor. Hâlbuki anma törenleri, tevilin ve yalanın değil, gerçeğin dile getirilmesi olmalı,  genç nesiller eskileri hem erdemleri, hem de eksikleriyle öğrenmeye alışmalıdır.     Şimdi bu açıdan bakıp Yunus Emre'yi tarihin anatomi masasına koyarsak varacağımız sonuç şudur:     Yunus Emre, Türkçenin büyük bir sanatkârıdır. Türkçenin büyük bir şiir ve fikir dili olduğunu ortaya  koyanlardan birisidir.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 83 



  Fakat Yunus Emre'nin fikirleri Türk milletini zehirlemiş, onu uyuşturmuştur. Çünkü o da yaşadığı  zamanın fikir ve duygu hastalıklarına kapılarak birbirini tutmaz sözleri "tasavvur' diye ortaya atmış,  savaşçı bir millet olan çevresinin düşmanlarla kaplı olmasından ötürü savaşçı olmaya mecbur bulunan  Türk milletine bir dilencilik felsefesini telkin etmeye çalışmıştır. Onun:    Dövene elsiz gerek,   Sövene dilsiz gerek,   Derviş gönülsüz gerek.   Sen derviş olamazsın     demesi Türk ahlakına, yaratılışına uyan bir düşünce midir? Hatta Türk dervişleri böyle midir? Orhan  Gazi ile birlikte savaşlara katılan dervişler derviş değil midir? Türkiye’nin ilk imparatoru olan Selçuklu  Tuğrul Beğ'in kâtibi olan Arap İznü Hassul, Türkçeye de çevrilen eserinde Türkler'i böyle mi tarif  etmiştir?     Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan Halka müderris olsa hakikatte asidir.     demekle Yunus Emre milliyet bakımından da, din bakımından da sapıklık içinde değil midir? "Millet"  kelimesini Türkçedeki bugünkü anlamı ile "ulus" yerinde kullanıyorsa milliyetsiz, vatansız bir adamdır.  Böyle değil de bunu Arapçadaki manası ile "din" yerinde kullanıyorsa o zaman da kâfirdir. Çünkü  Müslümanlık öteki dinleri kendisiyle eşit saymaz. Zaten onun:     Oruç, namaz, zekât hac cürm ü cinayettürür;   Fakir bundan azaddır has‐ı heves içinde     demesi de hiçbir tevil ve tefsire mahal bırakmayacak şekilde küfürden başka bir şey değildir. Bunları  tasavvufla falan izaha çalışmak boşuna ve gülünç gayretlerdir. Halka evliya diye kabul ettirilen Yunus  Emre'yi, tasavvufi herzelerinden dolayı büyük devlet adamı ve şeyhülislam Ebu suud tekfir etmiştir.     Şimdi soralım: Atatürk Türkiye'si, Atatürk milliyetçiliği diye her gün leylek gibi laklak eden çeneler  jübilesini yapmak için koskoca Türk tarihinde bula bula sapık düşünceli, hasta ruhlu Yunus Emre’yi mi  buldular? Ya hele o ölüm yılını nasıl uydurdular? Yunus Emre için tören yapılacaksa onun milli hizmet  tarafı olan "Türkçesi" dururken ne diye milli ihanet olan hümanizmasını aldılar? Yunus Emre  gerçekten büyük bir hümaniste o ilmi bir etütle uzmanların incelemesine sunulur. Bütün millete  değil…    Milli bir gaflet içinde biz, kendi kendimizi yıkmaya çalışırken İran, kuruluşunun 2500 yıl dönümünü  kutlamaya hazırlanıyor ve biz Malazgirt için üç beş milyon lira bulamazken onlar bir yıllık petrol  gelirlerini, yani birkaç milyar lirayı bu işe ayırıyor.     Tarihi gerçeğe bakarsanız ortada 2500 yıllık bir devlet falan yok. Makedonyalı İskender tarafından  yıkılmış Persler, yüzyıllar sonra Araplar tarafından yıkılmış Sasanlılar, yüzyıllar sonra da Selçuklular  tarafından yıkılmış Büveyhliler var. Ondan sonraki İran ise 1925’lere kadar hep Türk hâkimiyetinde bir  Türk devleti yahut Türk devletinin bir parçasıdır. Türk hâkimiyeti Farsçaya bile tesir etmiş, dil Türk  dilinin yapısına uymuştur. Yani fiiller cümle sonuna gelmektedir.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 84 



  İşte bu devletteki Farslar'a milli bir ruh vermek için bir 2500 yıl efsanesi uyduruluyor, on yıldan beri  milyarlar harcanarak hazırlıklar yapılıyor, eserler yazılıyor, şehirler kuruluyor ve bütün dünya davet  olunarak onlara 2500 yıllık bir devletin varlığı kabul ettirilmek isteniyor.     Buna bakarak diyoruz ki: Yeni kurulan Kültür Bakanlığı, milleti ruhlandırmak için bir yandan gerekli  eserler yayınlarken bir yandan da jübilesi yapılacak Türk büyüklerini, anılacak günleri yahut milli  kültüre hizmet etmiş Türkler'i arayıp bulmalıdır. Gazete haberleri doğru ise Bakanlık bu mühim adamı  bulmuş: Ertuğrul Muhsin...     Ertuğrul Muhsin'in kimliği hakkında epey yazılar yazılıp iyi bir rejisör olduğu ileri sürüldü. Aslına  bakarsanız iyi rejisörle iyi antrenör arasında fark yoktur. İkisi de insanların heyecanını tatmin edecek  ekipler hazırlar:     Fakat öte yandan Türk kültürüne cidden hizmet eden insanlar var ki kimsenin aklına bile gelmiyor. Bir  tanesini tanıtalım: Ankara'da yaşayan ve şimdi 82 yaşında bulunan Abdülkadir İnan bir Başkurt  Türk'üdür. Bütün Türk lehçelerini ve Türk Folklorunu, milli Türk dini olan Şamanizm’i ondan daha iyi  bilen değil, ondan başka bilen yoktur. Atatürk onun değerini bilerek profesörlük vermiştir. Meşhur  Atatürkçülerden Hasan Ali Yücel, bakanlığı zamanında bu profesörlüğü geri aldı. Arapça ve Farsça,  Almanca ve Rusçayı da bilen Abdülkadir İnan'la milli kültürün anıtlarından olan Manas destanı metin  ve tercümesiyle yaptırılabilir. Radlof'un topladığı Altay Türk destanları tercüme ettirilebilir, kendi  eseri olup Tarih Kurumu tarafından bastırılıp tükenen "Şamanizm" adlı kitap yeniden bastırılabilir.    Hepsinin üstünde de tarihin şeref günleri için büyük törenler yapılır ama ciddi olarak ele alınır da öyle  yapılır.     Şu, İran'ın 2500 yılı masalından alınacak dersler var. Üstünden kaç silindir geçmiş olan İran, Farslık  ruhunu ayakta tutmak için milli efsaneler uydurmaya çalışırken biz tek dayanağımız olan Türklük  ruhunu unutarak yerine Tanrı'nın belası hümanizmayı koymak suretiyle bizi ayakta tutan tek gücü,  milli şuurla milli ruhu silmeye çalışıyoruz.     Ey Türk milleti! Sen ne güçlü ve dayanıklı şeysin!     Bir türlü yıkılmıyorsun!     (11 Ekim 1971), ÖTÜKEN, 1971, Sayı: 10     



MİLLİ SEMBOLLER     Millet halinde yaşamanın şartlarından biri de milli sembollere saygı göstermektir. İnsan, medenileştiği  oranda hürriyetlerinden bir bölümünü fedaya ve bazı kaidelere saygı göstermeye mecburdur. Medeni  insan, hayvan gibi rasgele yerde uzanıp uyuyamaz. Her istediği zaman bağıramaz veya türkü  söyleyemez. Her istediği şeyi her zaman ve her yerde yapamaz.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 85 



  Medeni insan milletçe kutlu sayılan canlı veya cansız varlıklara da saygılı davranır. Kutlu sayılan  nesneler bayrak gibi, arma gibi, milli marş gibi, şeref ve namus gibi şeylerdir. Hayvan için bütün  bezler, bu arada bayrak da değersiz bir şeydir. Çünkü yenmez. Şeref ve namus diye bir duygu veya  içgüdünün hayvanda bulunmasına imkân yoktur. Hayvan milli sembolü de bilmez. Çünkü hem millet  değildir, hem de milli sembol için taş ve ağaç gibisinden herhangi bir nesnedir.    Milleti millet yapan kaidelerin içinde milli semboller de bulunduğu için bir milleti yıkmak isteyenler  onun milli sembollerine de hücum ederler.     Bir toplumun milli sembolleri olmadı mı artık sürüleşmiş demektir. Bilginlerine, profesörlerine ve her  şeyine rağmen onun koyun sürüsünden veya karınca yuvasından farkı yoktur.     Milli sembollere saldıranlara dikkat edilmelidir: Bunu cehalet veya hamakatlerinden mi, yoksa gizli  maksatlarından mı yapıyorlar?     Milli sembol olan Oğuz Han'a dil uzatıldı mı, biliniz ki, o, bilerek veya bilmeyerek düşman için çalışıyor  demektir.     Milli sembol olan Bozkurt'a köpek diyenler için de durum aynıdır. Üstelik onlar aynadan kendilerini  görmektedir.     (13 Nisan 1974), ÖTÜKEN, 1974, Sayı: 5    



MİLLİ UYANIKLIK     Fertlerin hayatında olduğu gibi milletlerin hayatında da bir dönüm, bir intibah noktası vardır. Bir  felaket, bir esaret, bir hezimet milletler için bir intibah sebebi olabilir.     On dokuzuncu asırda yabancı bir donanma Japon adalarından birini harap etmeseydi bugün bütün  dünya için tehlike olan bir Japon intibahı olmayacaktı. Napolyon Almanya’yı istila etmeseydi Alman  intihahı vücuda gelmeyecek ve Fihtenin tarif ettiği milli alaka doğmayacaktı.     Türkiye bir milleti tembih edecek milli felaketlerin hepsine uğramıştır. Fakat bizde milli intibah, milli  alaka henüz doğmamıştır.     Milli intibahın unsuru gençliktir. Hükümet adamlarının, milli intibahın varlığına ve kuvvetine ait  edebiyatı kâfi değildir. Milli intibah, milli alaka denilen şeyler gözle görülecek kadar maddi  nesnelerdir.    Bir milletin yaşayabilmesi için kanunların mevcudiyeti kâfi değildir. Vaktiyle hür ve şerefli bir tarih  yaşayıp da bugün esir olan milletlerin iyi kötü kanunları, hükümet şekilleri vardı. Fakat bu, o milletleri  esaretten kurtaramadı.     Millet, fertleri kan ve ahlak bağlarıyla birbirine bağlanmış bir cemiyettir. Bu fertlerin ahlaki kuvveti  milletin sağlamlığı demektir.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 86 



    Bizden başka bütün milletlerde gençlik milli uyanıklığın, milli düşüncelerin öncüsüdür. Bizde merkezi  emirlerle programları, hazırlanan milli bayramları oralarda gençlik idare eder. Gençlik milli gayelerin  ve milli mefkûrenin uşağıdır. Şahısların veya zümrelerin değil...     İmparatorluk devrimizin son tarihi bize dalkavukluğun, köleliğin bu zavallı yurt için ne elemli, acı  akıbetler hazırladığını gösteriyor. Çektiğimiz ızdıraplar, milli felaketler bizi milli mefkûrenin esiri  yapmalıdır. Mefkûre için bütün varlığımızı, kanımızı, canımızı fedaya hazırlanmalıyız. Bu devlet  yasalarına, türelerine yazılmalıdır. Bu yazılış önünde her Türk bir olmalıdır. Büyüklerimiz feragatin,  adsızlığın örneği olmalıdır.     Biz çok sıkı bir askeri disipline muhtacız. Çünkü bugün inzibatsız yaşıyoruz. Fakat bazılarının sandığı ve  anladığı gibi bu sert disiplin, istibdat demek değildir. İstibdat altında yaşayan yahut disiplinsiz olan  cemiyetlerden hiç bir şey beklenemez.     İnkılâbımız sessizliğe ve emniyete muhtaçtır. Memlekette yapılacak olan birçok işleri başarabilmek  için çalışkan, disiplinli, yüksek ahlaklı bir gençliğe muhtacız. Dün halife önünde el bağlıyan, hünkâr  huzurunda diz çöken adamların böyle bir nesli yetiştireceğine kani değiliz. Eski harflerle tutulmuş  nottan ders çalışan bir darülfünun talebesi ne vatansız diyen, Ankara’nın havası zemmolundu diye  inkılâbı müdafaaya kalkışan dünkü nesil mensupları sadece gösterişin zebunudurlar. Bu adamlar dün  Abdülhamit’in sadık köleleri idiler. Bugün hepsi anadan doğma cumhuriyetçidir. Farzımuhal yarın  Türkiye’de irtica veya komünizm olursa o zaman da hepsi kara softa veya kızıl Bolşevik  oluvereceklerdir çünkü onlar için mesele yalnız ‘‘efendi değiştirmek" tir.     Bugünkü Türk gençliği beş yıl önceki gençliğe göre soğumuştur. Vaktiyle ölen bir arkadaşları için  bütün İstanbul’u ayağa kaldıran tıbbiye gençliği, Ağrıda genç bir hekimin Kürtler tarafından gözleri  oyularak öldürülmesine kayıtsız kaldı. Bu hadise şarlatanlıklara bol bol yer ayıran İstanbul  matbuatında adi polis vak'ası gibi yazıldı.     Kubilay, Türkiye için kafasını kestirdikten biraz sonra Hukuk talebesi çay ziyafeti vermişti. Bu  tereddidir. Fakat dalkavukluğun, şarlatanlığın, iltimasın daha çok işe, yaradığını gören gençlik  büsbütün haksız değildir. Bu gençlik dünkü nesilden fazilet namına bir şey almamış, fakat riyakârlığın  her türlüsünü öğrenmiştir.     Bütün dünyadaki içtimai hadiselere bakınız: gençlik her hususta amildir. Uyuşuk Çinin Japonya ya  dayanışında kızları ve erkekleriyle darülfünun talebesi başrolü oynamıştır. Macar darülfünunları  Triyanon muahedesinin değişmesi için hariciye nazırından daha çok çalışmaktadır. Romanya ve  Lehistan da darülfünun talebesi komünizmin ve Yahudiliğin amansız düşmanıdır. Çek, İslovakya da  sokal, İtalya’da faşist, Almanya da Hitlerist milli mefkûrenin timsalidir. Bizde? Cumhuriyet  bayramlarında, devlet reislerimizin gelişlerin de Türk gençliğinin vazifesi bir opera figüranından  farksızdır. Hâlbuki biz bütün milletlerden daha çok milli mefkûreye muhtacız. Bunu bir vicdan haline  getirmek hükümetin vazifesidir. İlk iş ilk mektep gençliğini, bilhassa köy gençliğini yoğurarak  bunlardan bir Türk gençliği yaratmak ol    Atsız Mecmua, 1932, Sayı: 13   www.atsizcilar.com   



Sayfa 87 



 



MİLLİ ŞUUR UYANIKLIĞI     Milli şuurun uyanık olduğu yerlerde doktor sahte rapor vermez. Mektebe gelmeyen talebe hastaydım  diye yalan söylemez. Kadınlar ve erkekler; aşkı, millet ve vatan duygularından üstün tutmaz. Sancak  kutlanır ve saygı görür. Bayrak, katlanmak için bile yere konmaz. Ecdat mezarlarında hayvanlar  otlamaz ve hele fahişeler ve yabancı kan taşıyanlar orada zina yapacak kadar müsamaha göremez.     Milli şuur bir milletin, kendini duyması ve bilmesidir. Hem duyguya, hem de düşünceye dayanan milli  şuur bir milletin manevi kuvvetlerinden en mühimidir. Milletlerin hayatını koruyan dört müdafaa  hattından en geride olanı, yani sonuncusu ve en mühimi milli şuurdur. İnsan uzviyetinin akciğerler,  karaciğerler, kalp ve beyin nasıl dört mühim istihkâmı ise bir milletin de ordu, istiklal, dil ve milli şuur  dört büyük kalesidir. Bir millet ordusunu kaybedebilir. Fakat dilini sakladıkça o millet yaşıyor  demektir. Dilini kaybeden bir millet ölmüş sayılır. Buna rağmen bir millet, dilini cebri sebeplerle  kaybettiği halde milli şuuruna sahipse o millet ölmeyecek demektir. Milli şuuruna malik olan bir millet  kendisine zorla kabul ettirilen yabancı dile rağmen hakiki hüviyetini bilir ve günün birinde bu milli  şuur sayesinde öz dilini yabancı bir dil tahsil eder gibi öğrenerek hakiki benliğine döner. Bunun en  güzel örneği Lehistan Türkleridir. Türkçeyi asırlardan beri unutup Lehçe konuştukları halde  Türklüklerini unutmamışlardır ve günün birinde Türkçe konuşacaklardır.    Milli şuurun uyuşuk veya uyanık olması milletlerin yaşama kabiliyetleriyle mepsuten mütenasiptir.     Milli şuurun uyanık olduğu yerlerde yabancı unsurların borusu ötmez. İdare işlerinin başına mühim  yerlere yabancı kan taşıyanlar gelemez. Orada ilim "milli menfaatin emrindedir. İlim, ilim için değil,  milletin büyüklüğü ve şanı için yapılır."     Milli şuurun uyanık olduğu yerlerde millet yabancıyı kendisinden saymaz. Yabancı kan taşıyanlar  vatandaş ve tebaa olsa bile yine yabancı sayılır, ona güvenilmez. Yabancılarla evlenilmez. Hele yüksek  tabakada bu evlenme hiç görülmez. Kanunlar yalnız milli menfaati korumak ve milleti yükseltmek için  yapılır. Tarih yalnız milli şan ve şeref bakımından mütalaa olunur. Maziye sövülmez. Yabancı milletler  ve şahıslar milli kadroya sokulmaz. Maziyi, milli mefahiri, ahlakı, aileyi, seciyeyi, fazileti, kahramanlığı,  milliyetperverliği, vatanperverliği açıktan açığa veya sinsice baltalayan yazılara, eserlere, filmlere,  piyeslere, konferanslara müsaade olunmaz. Millete hitab eden ve halkı terbiye de rol oynayan  müesseselerin başına ancak o milletin kanını taşıyan iktidarlı, ahlaklı ve zeki insanlar getirilir.     Milli şuur uyanık olunca iltimas, rüşvet ve haksızlık kalkar. Hizmeti olanların hizmeti inkâr olunmaz.  Tarihi şahsiyetlere hakiki değerleri verilir. Ne, ufacık kusurları yüzünden dev gibi adamlar küçültülür,  ne de mevhum büyüklükleri dolayısıyla ahlaksız insanlar devleştirilir. Avukatlar millete hakaret etmiş  yabancıların müdafaasını üzerine almaz. Soysuzlaşmış tipler, yarı çılgınlar, milli, dili doğru dürüst  bilmediği halde kendini gençliğin lideri sanan manyaklar ve budalalar gazete ve dergilerde  kendilerinden daha kuvvetli ve meziyetli olanlara saldırarak fikir ve ülkü müdafaası perdesi altında  kendi cüce şahsiyetlerinin reklâmını yapamaz.     Milli şuurun uyanık olduğu yerlerde doktorlar sahte rapor vermez. Mektebe gelmeyen talebe  hastaydım diye yalan söylemez. Milli şuurun olduğu yerde hiç bir zaman yalan söylenmez. Kadınlar ve  erkekler, aşkı, millet ve vatan duygularından üstün tutmaz. Sancak kutlulaşır ve saygı görür. Milli  www.atsizcilar.com   



Sayfa 88 



  renkler her yerde ululanır. Bayrak, katlanmak için bile yere konmaz. Ecdat mezarlarında hayvanlar  otlamaz ve hele fahişeler ve yabancı kan taşıyanlar orada zina yapacak kadar müsamaha göremez.  Küçük büyüğün, talebe öğretmenin, memur amirinin aleyhinde söz söylemez. Kadınlara saygı  gösterilir. Kadınlar kokotlaşmaz. Talebe milli heyecanla coşan yürek taşır, fakat ciddi ve disiplinlidir.  Öğretmenler iltimas yapmaz. Talebeler kopya etmez. Herkes hakkına razıdır. Dün mektebe  başlayanlar bugün üstatlık davasına kalkmaz. Vazife mukaddes tutulur.     Milli şuurun uyanık olduğu yerlerde dil kıskançlıkla korunur. Dilin sarf ve nahvini bozmaya kalkıp  bunun hakkında yazı yazan çılgınlar alkışlanmaz, bilakis tımarhaneye sokulur. Herkes kendi keyfince  bir imla kabul etmez. Milli şuur uyanık olunca başıbozuktan kurmay, vatan haininden profesör,  hekimden lisaniyatçı, cahilden müverrih, yabancıdan nazır, Yahudi den başvekil, serseriden idealist  çıkmaz.     Milli şuur bir ışıktır. Yurdu aydınlatır ve gizli köşelere sinmiş olan bütün akrepleri açığa çıkararak  karanlıkta iş görmelerine engel olur. İnsanda beyin ne ise millette de milli şuur odur. Ciğeri, akciğeri  ve hatta bazen kalbi kurşunla delinen bir adamın yaşadığı vakidir. Fakat beynine kurşun yiyen bir  insanın yaşamasına imkân yoktur. Bunun gibi bir millet ordusuz ve istiklalsiz yaşayabilir. Hatta dilini  kaybetse de ölmeyebilir. Yeter ki milli şuuru olsun...     Milli şuur bir milletin yaşama iradesi, hayat kaynağı ve en kuvvetli silahıdır. Yirminci asırda milli şuuru  olmayan milletler yıkılmağa mahkûmdur.    10 Mart 1952, Maltepe, Çınaraltı, 1942, Sayı: 33 Kızılelma, 1948, Sayı: 1     



MİLLİ ŞUUR HAREKETE GEÇİYOR     Milli şuurun şahlanmış olduğu eski çağları andıkça son yılların uyuşukluğundan karamsarlığa  düşmemek mümkün değildi.    Her ne pahasına olursa olsun barış, barış olacağı için askerlik ve savaş aleyhtarlığı, manevi değerlerin  topyekun inkarıyla ‘‘ekonomik yaşantı’’dan başka her düşüncenin reddi... Manzara buydu. Basın  yoluyla bunun öyle bir propagandası yapılıyordu ki yüz binlerce yurttaşın beyninde iz bırakmaması  imkânsızdı.     Tabii, böyle toplumların sonu çöküntü olacağı için millete, yurda bağlı kimseler yarına kuşku ile bakar  hale gelmişlerdi. Tek güvenç Türk ırkının mayasındaki cevherde idi.    Kıbrıs olayı bu cevherin yaşamakta olduğunu ortaya koydu ve yalnız Türkiye Türkleri'ni değil, dış  Türkleri de ruhlandırarak onların da yarınlarına ümitle bakmasını sağladı.     Ebedi barış ve artık savaş yok teranesi dolayısıyla ihmal edilmiş olan ordunun güçlendirilmesi konusu  ele alınarak önce hava ve deniz kuvvetleri için, sonra da kara ordusu için vakıflar kuruldu. Demek ki  ordulara sade hükümet değil, millet de bir şeyler verecekti. Milletin vermeye ne kadar istekli olduğu,  Trakya'ya yürütülen askeri birliklere verdikleriyle ortaya çıktı.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 89 



    Kıbrıs'ta ordumuzun varmak istediği sınıra "Attila Hattı" denerek geçmişin parlak bir hakanı anılmış  oldu.    Ve…    Hepsinden mühim olarak da Silâhlı Kuvvetler Günü olarak kabul edilen 26 Ağustosta Kara Ordumuzun  kuruluşunun 2183. yılı kutlandı. Yani milattan önce 209 yılında büyük Kun Yabgusu Tanrıkut Mete'nin  o yenilmez, o çelik disiplinli, o keskin nişancılardan mürekkep ordusunu kurması bugün ki Cumhuriyet  Ordusunun başlangıcı olarak kabul edilmekle milletimizi yaratan dehanın hatırası ve eseri kutlanmış  oldu.     En sonunda da, Kıbrıs'taki şehitlerimizin doğdukları yerlere getirilmesi hakkındaki teklife bugünkü  Başkomutan Sancar Paşa'nın "Hayır! Onlar Kıbrıs'ta kalacaklardır" cevabıyla Kıbrıs'ın da yurdumuz  olduğu tescil edilmiş bulundu.     Bütün bunlar milli şuurun harekete geçmiş olduğunun tanıklarıdır. Milli şuur uyanınca da "Büyük  Türkeli"nin kurulmasının belirtileri gözükmüş demektir:     Selam şanlı mazimize! Selam yarına!     Selam zafer ordusunun silâhlarına!    ( 27 Ağustos 1974 ) ÖTÜKEN, 1974, Sayı: 9      



MİLLİ ŞEREFİ KORUYANLAR UNUTULMAMALI     31 Mayıs tarihli Milliyet gazetesinde "Bir Deniz Eri, İzinli Geldiği Gün Öldürüldü" başlıklı bir haber  vardı. Fatsa'nın "Dağgüvezi" köyünden Recep Ali Budak adında 22 yaşında ve dört çocuk babası bir er,  köyüne otobüsle izinli geldiği gün, iki yıl öncesine ait bir toprak meselesi daha doğrusu toprak  sınırındaki bir ağacın kesilmesi meselesi yüzünden, kendi akrabası olan iki genç tarafından  öldürülmüştü.    Türkiye'de sık görülen bu türlü öldürmelerden bunun farkı, Recep Ali Budak'taki askeri şeref  duygusunda idi.Genç asker, arkadan açılan ateşle dört isabet alarak düştükten sonra kalkarak yerdeki  kasketini almak istemiş, yetişenlerin: "Kasketin sırası değil; otobüse atla, hastaneye yetişelim"  demelerine karşı, şerefi demek olan kasketini yerde bırakmayacağı cevabını vermiş, hastahaneye  götürülebilmişse de kurtarılamayarak ölmüştü.     Bu Deniz Eri savaşa girmemiş, kahpece arkadan atılan kurşunlarla ölmüştü ama bir kahramandı;  kahraman ruhu taşıyordu.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 90 



  Maddeci bir çağdayız. Eskiden pek yaygın olan kahramanlık ruhu yavaş yavaş zayıflıyor, azalıyor,  siliniyor. Onun için Recep Ali Budak gözümüzde sembolleşiyor ve dört yetim bırakarak hayata veda  etmesinde özlediğimiz bir şeyi, ufuklarda gözlediğimiz bir havayı buluyoruz.     Bugünün maddeci hayvanları ölümcül yaralar almış bir insanın yere düşmüş kaskette şeref aramasına  elbette akıl erdiremez. Fakat asıl insanlık budur: Ülkü, düşünce, inanç, prensip, sembol ve şeref için  hayattan geçebilme, kalanlara bir şeref mirası bırakabilme...     Recep Ali Budak'ın varlıklı olduğunu sanmıyorum. Karadeniz bölgesinin o kesimlerinde toprak ufak  parçalara bölünmüş olduğu için kalabalık bir evin geçimi, herhalde, oldukça sıkıntılı bir şekilde  sağlanmaktadır. Şimdi genç bir kadınla dört küçük yavru ne olacak?     Budak bir şehit değildir. Fakat hayatının söz konusu olduğu sırada üniformanın şerefi, yani milli şerefi  düşünmüş bir ölüdür. Bu şerefli ölünün yetimlerine acaba Genelkurmay Başkanlığı yahut Deniz  Kuvvetleri Komutanlığı bir aylık bağlayıp öğrenimlerini üzerine alamaz mı?    Alırlarsa, yalnız dört çocuğu kurtarmış olmakla kalmayacaklar, milli şerefi yüksekte tutmak isteyen ve  sayıları gittikçe azalan insanlara ümit ve cesaret vermiş olacaklardır.     ( 5 Haziran 1972 ), Ötüken, (1972), Sayı: 103     



MİLLİ BİRLİK     Halk Partisi istibdadı zamanında "milli birlik" diye Halk Partisi diktatöryasına ad takılmıştı. Onun  tayinle gelmiş kukla mebuslarının hep birden el kaldırma maskaralığı milli birliğin tezahürü idi. Milli  Birlik Milli Şefte şahıslanıyordu; bundan dolayı Milli Şef’in sözleri ve arzuları milli birliği sağlayan  kanundu.     Bugün yalnız Meclis içinde üç parti bulunduğuna göre milli birlik hakkındaki düşünceler değişmiş ve  hakikate daha yakın bir şekil almıştır. Bununla beraber diktatörlük zamanından kalma telakkiler  büsbütün ortadan kalkmış değildir. Bu eski telakkileri yaşatmaya çalışanlar daha ziyade dönme ve  mason gazetecilerle Kemalist olduklarını iddia eden tek tük üniversiteli gençlerdir. Bunlara göre  ırkçılık milli birliği bozan bir fikirmiş.     Milli birlik, ancak savaş olduğu zaman kendini gösteren bir duygu ve düşüncedir. Bunun dışında, iç ve  dış siyasette, dünya görüşünde, iktisadi ve içtimai meselelerde, ilmi telakkilerde milli birlik diye bir şey  yoktur. Münevver insanların günden güne çoğaldığı bir çağda, teferruata kadar bütün meselelerde  herkesin aynı şekilde düşünmesi imkânsızdır. Bu imkânsızlığı mümkün kılmayı düşünmek, milleti,  düşünceden mahrum bir sürü haline getirmek istemektir.     Acaba ırkçılık milli birliği bozan bir düşüncedir de Kemalizm milli birliği sağlayan bir fikir midir? Bugün  ırkçılar da, Kemalistler de Türk milleti için de birer küçük zümredir. Irkçılık Kemalistlerin hoşuna  gitmiyorsa, Kemalizm de ırkçıların hoşuna gitmiyor. Mevcut zümreler içinde, diğerleri gibi  düşünmeyenleri milli birliği bozanlar diye ayırınca bütün partileri ve dernekleri topyekûn sigaya  www.atsizcilar.com   



Sayfa 91 



  çekmek ve bunların başına da otuz yıl bu milletin başına zorla bela olan Kemalistleri getirmek icap  eder.    Halk Partililer bugünkü hükümet gibi düşünmüyorlar. Onlar hatta Koraya asker göndermenin bile  aleyhinde bulunuyorlar. Bu aleyhtarlık milli birliği bozmak olmuyor mu? Devlet yarın Koraya bir tugay  yerine bir kolordu göndermeye karar verirse bu kolordunun içinde bulunan Halk Partililer gönül  isteğiyle gitmeyecekler mi? Millet Partisi daha ileri bir halkçılık ve dindarlık istiyor diye bozguncu mu  sayılacak? Mademki Türkiye’de demokrasi vardır, her fikir kendini ortaya atar ve çoğunluğu kazanınca  da iktidara gelebilir.    Esasen parti kelimesinin manasında bile bir bölme, parçalama, ayırma vardı. Her parti vatandaşlardan  bir kısmını diğerlerinden ayıran bir teşekküldür. Fakat bu, ana davada milli birliği bozmaz. Irkçılar da,  hakikat telakki ettikleri bir davada başkaları gibi düşünmeyebilirler. İsnat ve iftira olunduğu gibi bu  ırkçılık Almanlardan alınmış bir fikir olsa bile (ki asla değildir) yine suç sayılmaz.    Çünkü demokrasi de burada icat olunmuş değil, Anglo‐Saksonlardan alınmıştır. Hatta Kemalizm  denilen muazzam safsata kısmen Fransa kısmen de İtalya ve Rusya’dan alınmak suretiyle dış alemin  bir değil, birkaç merkezine birden bağlı olan, bu suretle diğerlerden daha çok ve karmakarışık bir  şekilde dışarıya bağlı bulunan bir ucubedir.    Bugün dönme, mason ve Kemalist güruhunun ağzında sakız gibi dolaşan yobazlık kelimesi en çok  kendilerine yakışmaktadır: İnkılâp yobazları... Kendilerinden başka türlü düşünenlere tahammül  edemeyen Kemalist ve mason yobazlar...     Irkçılıkla Kemalizm arasında bir ölçüştürme yapmak gerekirse şöyle denebilir: Irkçılık, bizden  olmayanların bize hep ihanet ettiklerini bilmekten doğan tarihi bir gerçeğe, Kemalizm ise otuz yılın  yalan‐dolan propagandasına dayanmaktadır. Onlar şunu bir lahza unutmasınlar ki dayandıkları sahte  mabut yıkılmakta, onun yerine hakikat ve fazilet gelmektedir. Hani, nerede kaldı o eski çığırtkanlıklar?  Artık gözleri açılan çoğunluk şirretçe tahriklerin ardından gitmiyor, değil mi? Artık Kemalizm bayrağını  açan dergiler yaşamıyor değil mi? Muzdarip Türk milleti ağır başlı hakikatlerle karşılaşmak ve biraz  refaha kavuşmak istiyor. İşte, Moskof hayranı milli şefleri çürük bir tahta gibi yıkılıp bir paçavra gibi  kenara atıldı. Bugün herhangi bir adamdan farkı var mı? Olamaz, çünkü kıymeti hakikaten değerli  olduğundan değil, sahte reklâmlardan doğuyordu.     Nerde o mukaddesata saldıran Kemalist inkılâpları? Milletin dinine tahakküm artık sökmüyor, değil  mi? Ecdat türbeleri artık kilitlenemiyor, Koraya giden tugayın kumandanı Kur’anı öpmekten  menedilemiyor, değil mi?     Biz ve başkaları, hepimiz, bizden başka türlü düşünenlere tahammül ediyor, onları ancak fikir  tartışmasıyla kazanmayı düşünüyoruz. Çünkü biz insanız ve bizim de her insan gibi fikrimiz var. Fakat  Kemalist yobazlarının donmuş beyinlerinde herhangi bir "fikir" olmadığı için kendi dar prensiplerinin  dışındaki her şeye diş gıcırdatmaktan başka bir şey yapamıyorlar. Biz onların Kemalist rejimlerinin her  marifetini, tehdidini, iftirasını, hapsini, işkencesini, tabutluğunu ve mezarlığını 1944'te gördük ve  şatafatlı Kemalizm’in ne olduğunu anladık. Fakat henüz Üniversitede okuyan ve Kemalizm maarifi  neticesinde yanlışsız bir dilekçe yazmak kabiliyetinden mahrum bulunan bazı tek tük gençlerin de bu  www.atsizcilar.com   



Sayfa 92 



  yobazlığa katılması hazindir. Demek ki bu gençlerde daha ilmi bir kafa teşekkül etmemiştir.  Kendilerinin değer verdiği şeylere değer vermeyen insanların atılmasını, kovulmasını, kim bilir, belki  de öldürülmesini istemenin cahil köy yobazlarıyla aynı derekeye düşmek olduğunu bile idrak tan  acizdirler.     Bu millet, vaktiyle olduğu gibi bugün de sırf Tanrının adını yükseltmek için bir savaşa girip er,  meydanlarında kan ve can harcayabilir. Bu millet, tutsak Türkleri kurtararak en büyük Türkiye'yi (yani  Turanı) kurmak için de sınırlara koşabilir. Fakat onların Kemalist prensipleri için kılını bile kıpırdatmaz.  Hatta Kemalizm'in çığırtkanları bile Kemalizm uğruna ölmez.     Irkçılık, milleti parçalamak değil, mütecanis bir millet kurmak ülküsüdür. Irkçılığın milleti parçalamak  olduğunu söyleyenler, bu milleti Halk Partili ve Halk Partili olmayan diye birbirine düşman iki bölüme  ayıran İsmet İnönü gibi zavallı ihtiyarlarla ibn‐i zaman olan Hasan Ali ve Fatih Rıfkı gibi biçarelerdir.    Boyu kısa olanlar askeri okula alınmıyor, yaşı otuzu bulmayanlar milletvekili olamıyor. Muayyen bir  para veremeyenler kaybettikleri davayı temyiz edemiyor, muayyen yaşı aşanlar emekliye ayrılıyor...  Bütün bunlar tabii oluyor da Türkçülerin, mühim mevkilere Türk ırkından gelenler geçmelidir demesi  neden anormal sayılıyor? Kimse çıkıp da bazı 29 yaşındakiler bazı 30 ve daha yukarı yaştakilerden  daha akıllıdır, bundan dolayı milletvekilliğinde 30 yaş kaydı milleti ikiye bölüyor demiyor.     Görülüyor ki ırkçılığın milli birliği bozduğu hakkındaki iddia boştur. Bu memlekette, zaten bir vatan  hainliği olan komünizmden başka milli birlik bozan fikir yoktur. Irkçılığın aleyhinde bulunanlar  Türkçülüğün düşmanı olan dönmelerle, masonlar ve Halk Partililer yani Kemalistlerden ibarettir.     ORKUN, 1951, Sayı:21     



MİLLİ SİYASET     "Has Hacıb Balasagunlu Yusuf' tarafından On Birinci Yüzyılda yazılan "Kutadgu Bilig", "siyaset bilgisi"  demektir. "Uğur, bahtiyarlık" demek olan "kut" kelimesinden türemiş olduğu için, bu kelime yi  şimdiye kadar "saadet veren ilim" diye boşuna tercüme etmişlerdir. Bu ismin anlamı, koca eserin  muhtevasından da anlaşılacağı üzere siyasetname dir. Toplumun bahtiyar olması için gerekli şartla  saydığı malum olduğuna göre Türkler'in, siyaseti "toplum bahtiyarlığı bilimi" diye anladıkları ortaya  çıkıyor. Nitekim Kutadgu Bilig'den üç asır önce de Bilge Kağan, kardeşi kahraman Kül Tegin için İçen  Kağan da babası Bilge Kağan için diktirdiği ünlü Orkun yazıtlarında, devlet siyaseti olarak zaferlerle  milleti doyurmak, giydirmek ve çoğaltmayı yani bahtiyar etmeyi başardıklarını anlatmışlardır.     Günümüzde milleti bahtiyar edecek bir siyaset tutumundan çok, tehlikelerden kaçınıp yalnız için de  bulunulan günü düşünmek prensibi almış yürümüştür. Atatürk'ün çok hesaplı ve gerektiğinde çok  atılgan siyasetine karşılık İsmet İnönü sadece hesaplı, hesabında da kendisini yanlışlara götürecek  kadar ihtiyatlı siyaseti ile devleti yürütmeye çalışmıştır.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 93 



  Aşın ihtiyatlı siyasetle bir millet belki uzun bir süre için, tehlikelerin içine dalmaktan kurtulabilir. Fakat  aşın ihtiyat pasif bir idare tarzı olduğu için iştahlı komşuları bu iştahlarından vazgeçiremez ve günü  gelince saldırmalarını asla önleyemez.     Vaktiyle Habeşistan'ın ihtiyatkârlığı, İtalya'yı kışkırtmaktan çekindiği için o zaman İtalyan sömürgeleri  olan Eritre ve Somali sınırlarından askerlerini çekmesi İtalya'nın saldırmasına engel olmadığı gibi  günümüzde de Çekler'in ihtiyatkârlığı Ruslar'ın kaba hareketine mani teşkil edemedi.     Bu sebeple milli siyaset yerine, herkesle hoş geçinme siyasetinin güdülmesinde hiçbir milli menfaat  yoktur. Milletler, milli istekleri nispetinde itibarlı ve kuvvetlidirler. Bundan başka "milli istekler" yani  "ülküler" milletlerin dinamik gücü, birliğinin sebebi, cesaretinin kaynağıdır.    Yüzyıllar boyunca tutsaklık hayatı yaşadıkları için cesaretten nasibi kalmamış, geri ve bu bakımdan  iptidai Araplar'ı bugün hatırı sayılır ve kuvvet haline getiren şey Filistin davasındaki tutumları ve  Yahudi düşmanlığıdır. Araplar İsrail'le üç defa çarpışıp yenildiler. Hele son yenilişleri pek yüz kızartıcı  oldu. Buna rağmen inançları sarsılmadığı için yarın büyük hamleler yapabilecek kudreti kendilerinde  buluyorlar ve hazırlanıyorlar.    İsrail de aynı durumdadır. İki bin yıllık tarihi haklara dayanarak yüzde yüz Araplar'ın oturduğu  topraklan işgal edip geri vermemekte direniyor. Oraları da devletine ekleyip yarın için on milyonluk  bir İsrail devleti kurmak gayreti ve ülküsü içindeler. Bir Batı Avrupa devleti niteliğinde olan İsrail'in on  milyon nüfusa sahip olması Arap dünyasına karşı kendisini savunacak esaslı bir gücü elde etmesi ve  geleceğini teminat altına alması demektir.    Türkiye, Atatürk'ün ölümünden beri pasif bir devlet siyaseti gütmektedir. Atatürk'ün zemin ve zaman  icabı olarak, sırf o devir için söylediği "yurtta sulh, cihanda sulh" sözlerini, ebedi düsturmuş gibi  benimsemiş görünerek siyasetini bu veçhe üzerinde yoğunlaştırmıştır.    Barış uğruna kimseyi gücendirmemek zihniyeti hâkim olmuş ve bu zihniyet, siyasi sınırlar dışındaki  Türkler'in ihmaline sebep olmuştur. Herhangi bir devlette yaşayan Türkler'le ilgilenmek o devleti  gücendirir, tedirgin eder, kızdırır diye adeta cihan Türklüğü inkâr olunmuştur.     Hâlbuki cihanın manzarası bu konuda ne kadar ibret vericidir. Afrika zencilerine kadar her millet  ırkdaşlarıyla ilgilenmekten bir an vazgeçmemektedir. Hele şu küçük Yunanistan bir yandan Kıbrıs'ı  isterken, bir yandan Arnavutluk'tan Epir'i koparmaya çalışmakta, daha ilerisi için de Bizans'ı diriltecek  hesaplar yapmaktadır.     İstiklal Savaşı bittiği zaman Türkiye 13 milyon nüfuslu, çok yoksul, yorgun, ahalisinin ancak % lO'u  okuyan, endüstrisiz, ülkesi yakılıp yıkılmış, hastalıkların tahribat yaptığı bir devletti. O zaman  kendimize gelebilmek için dışarıda gözümüz olmadığını ilana mecburduk. Bugün öyle değiliz. 32  milyon nüfuslu, ağır endüstriye doğru ilk adımların atmış, yüzde ellisi okur‐yazar, sıtma ve frengi gibi  hastalıkları yenmiş, orta refah seviyesine yaklaşmış, ülkesi oldukça imar olunmuş bir devlet  halindeyiz. Bir milleti yalnız para kazanmak ve okumak için didinen bir sürü olmaktan kurtarmak için  ona milli gayeler gösterilmesi lazımdır. İktisadi kalkınma, yol ve liman, atom, roket, uzay milli ülkü  olamaz. Bunlar nasıl olsa elde edilecektir. Fakat çok mühim olduğu halde mutlaka verilemeyecek olan  www.atsizcilar.com   



Sayfa 94 



  hayati nesne "ülkü"dür. O ülküyü, düşünüp taşınarak zorla yaratmaya da ihtiyacımız yoktur. O hazır  olarak yanı başımızda duruyor: Dış Türkler...     Hükümetin dış siyaseti yalnız NATO, Merkezi Antlaşma ve Kalkınma İçin Bölgesel İş Birliği sınırlan  içinde kaldıkça Türk milleti teknikte ne kadar ilerlerse yaratıcı bir millet olamaz. Onu yaratıcı yapacak  şey dış Türkleri düşünmek gibi yüksek milli ve insani bir meseledir.    Batı ve komünist dünyaları nasıl, alabildiğine silahlanıp birbirlerine diş biledikleri halde bir arada  savaşsız yaşıyor ve iktisadi ilişkilerde bulunuyorsa, biz de sınırlan içinde Türk bulunan devletlerle dost  kalmak şartıyla o Türkleri düşünür, kültürce ilerlemeleri için çalışır, her türlü yardımı yapabiliriz.    Dış Türklerle ilgilenmek emperyalizm değildir. Emperyalizm ise mukaddes bir emperyalizmdir. Kendi  eliyle imparatorluğunu tasfiye eden Fransa, Kanada'daki 7 milyon Fransız'la birleşmek istediğini açığa  vurmaktan çekinmedi ve zamanımızın büyük ve ileri görüşlü devlet adamı olan Başkan De Gaulle,  Kanadalı Fransızlar hakkındaki emellerini bizzat, Kanada'da söyledi.     Örnekler bu kadarla bitmiyor: Hollandalılar, müttefikleri olan Belçika'daki 4 milyon Flaman hakkındaki  niyetlerini çoktan belli etmişlerdir:     İrlanda, "Kuzey İrlanda" denen ve sırf Protestan oldukları bahanesiyle İngilizler tarafından bırakılmak  istenmeyen Ulster'i açıkça istiyor.     Zayıf ve geri Afganistan, kuvvetli komşusu Pakistan'da bulunan Patan'lara gözlerini dikmiştir.     Daha birçok örnek bulunabilir. Çünkü bu sosyal bir kanundur: Milletler ırkdaşlarını da kendi siyasi  sınırları içine almak isterler ve bunun için her türlü fedakârlığa katlanırlar.     Dünya âlem böyle de biz neden değiliz? Acaba dünyada barışçı, insaniyetçi ve akıllı olarak yalnız biz mi  kaldık?     Dış Türklerle ilgilenince tabii yine serbest nazımla şahane şiirler başlayacak: Turancılar, ırkçılar,  emperyalistler, faşistler vesaire. Herkesin her dediğine aldıracak olduktan sonra 400.000 Rum'a karşı  100.000 Türk'ün yaşadığı Kıbrıs'ta işimiz ne?     İş denize girinceye kadardır. Girdikten sonra üşümen geçer. Sen de iyi yüzücülere has kuvvetli  kulaçları büyük bir ustalıkla atmaya başlarsın.     ÖTÜKEN, 1970, Sayı: 2/(74), Gözlem, 1968, Sayı: 5                 www.atsizcilar.com   



Sayfa 95 



 



MİLLİ İKTİSAT     İstihsali bedevi olan bir milletin istihlaki medeni olamaz.     Asırlardan beri kapitülasyonlar gibi zalim zincirlerle eli ayağı bağlanıp açık göz ve bezirgân ruhlu  milletler ve sermayeler tarafından sağlam bir inek gibi istismar olunmuş bir milletiz. Herkes  müstemlekeler edinir ve onların kanını emerdi. Biz Ana yurdumuzu da müstemlekelerimiz uğrunda  istismar ettik.     Bunlarla beraber, Tanzimat'tan beri Avrupa medeniyeti ve onun icapları ile daha sıkı temasa gelerek  bilhassa münevver geçinen sınıflarımızın gözü kapalı israfları ve züppelikleri yüzünden bütün  servetimizi bir mirasyedi gibi düşüncesizce israf ettik.     Zararlarımız bu kadar da değildir. 1310 senesinden beri hemen her yıl baş gösteren dâhili harplerle  uğraşıyor ve bir sürü masraflar yapıyoruz. Bunlardan başka meşrutiyet inkılâbını yaptık. Onun tabii ve  serdengeçti birer neticesi olan bir sürü masraflarla karşılaştık.     İtalyan taarruzu ve Trablus harbi önümüze çıktı. Onunla pençeleştik. Bitmeden Balkan başladı. Henüz  tedarik ettiğimiz bir sürü müdafaa vesaitimizi ve henüz denkleri açılmamış kız gibi malzemeyi büyük  ve mümbit arazi parçaları ile beraber düşmanlarımıza kaptırdık. Bu arada istikrazlar yaptık.     Büyük harp geldi. Yeniden bir sürü masraflara daldık. Çocuklarımız yiyecek ekmek bulamazken,  mahsulâtımız sıfıra inmiş ve ihracatımız durmuşken çöllerdeki baldırı çıplaklara altın dağıtmakla  uğraştık. Nihayet mütareke geldi.     Yeniden birkaç emperyaliste miras olacak kadar büyük arazi ile beraber büyük servetler kaybettik.     İstiklal harbini, gırtlağımızı aşan borç ve milletimizin dibi çıkmış kesesinden kırıntı halinde dökülen  paralarla başardık.     Ondan sonra da herkese parmak ısırttıran büyük inkılâplarımız başladı.     Bunların hepsi masrafla olan ve kıymetleri para ile ölçülemeyecek büyük işlerdi. Milli müdafaamızı  temin için zaruri fedakârlıklarla mühim müesseseler meydana getirdik.     Sonra yeni bir medeniyeti bütün etrafı ve levahiki ile kabul ettik. Bu son zaferi hayatımız pahasına  kazanmıştık. Zafer ve muvaffakiyet içimizdeki dolgun ruh iktibaslarını ve ıstıraplar içinde geçen  hayatımızın sert zembereğini boşalttı, bir müddet israfa daldık. Bu arada yine dâhili isyanlar oldu.  Büyük masraflarla bastırdık.     Vatanımızın en mamur yerlerini kuduz bir düşman çiğnemişti. Onların kerpiç harabeleri yerine beton  kâşaneler yükselttik. Türkiye şehir ve hatta kasabalarının birçoğu rüyasında bile görmediği binalara ve  medeni teşkilata ve tesisata malik oldu. Nihayet Orta Anadolu yaylası üzerinde yeni ve büyük bir  merkezin ilk nüvesi olan Ankara şehrini meydana getirdik.     www.atsizcilar.com   



Sayfa 96 



  Bu sırada dünyayı kavuran iktisadi buhran bize de çattı. Aklımız başımıza geldi. Tedbirler almaya  başladık.    Yukardan beri bütün birer cümle ile geçtiğimiz hadiseler, iktisadi bakışla her biri tek başına birer  büyük hailedir. Bunlar bizim maddi ve manevi birçok hazinelerimizi tükettiler. Fakat bütün bunlara  mukabil hürriyet ve istiklalimizi kazandık. Milli hudutlarımız, içinde milli mevcudiyetimize sahip olduk.     Bütün bu harikaların meydana gelmesinde olduğu gibi bütün bu iflas ettirici hadiselerin karşısında da  biricik istinadımız Türk köylüsü oldu.    İşte bu fedakârlıkların büyük zararlarını da Türk köylüsü malı ve canı ile ödedi. İktisadi nazariyeler  hilafına olarak açlığı ahlaksızlığa, sefaleti esirliğe, ıstırabı serseriliğe tercih etti. Biz bu halkın tükenmez  bir hazine olduğuna ve onun enerjisine inanıyoruz.     Çünkü o bunları tarihimizin her safhasında isbat etti ve gösterdi.     Kocası cephelerde çarpışırken yaban otlan yiyerek yavrusunu emziren Türk kadını, cins bir Türk anası  olduğunu lazım oldukça ispat etti.     Obası açlık ve karanlıkla çarpışırken cephelere damarlarım boşaltan köylümüz aslanlığını her zaman  dünyaya gösterdi. Ona bir şey vermeden birçok şey istedik. Verdi. Başımız sıkıldıkça tehlike var gel  dedik. Geldi. Böyle bir hazineye ve böyle bir mukaddes kütleye malik olan bir millet hangi buhrandan  ve hangi tehlikeden yılar? İstiklal için ölümle çarpışan ve pençeleşen Arslan, yaşamak için sefaletle ve  açlıkla didişmekten korkar ve yılar mı?    Her şeye katlandık ve kazandık. Her şeye katlanacak ve kazanacağız.    Boş midelerimize yumruk basarak çarpışmasını yedi iklimde deneyerek kaşarlanmış bir milletiz. Ot  yiyecek, yağ yakacak, çuval giyecek fakat yine ölmeyecek, yine hürriyetimizi ve istiklalimizi  kaptırmayacak ve kurtarıp yaşatacağız. Bütün bunlar hür ve müstakil Türkiye uğruna ve onun için...     Onun için iktisadi seferberlik var. İsraflara sefahatlere elveda...     Yaban mallarına harp var. Şehir canavarları olan tenezzüh otomobillerine, yılan derisi gibi parlayan  ipekli kumaşlara, boş kafalan süsleyen lüks şapkalara, gösteriş budalalarım tapındıran kürklü ve  kadifeli parçalara, züppe midelerin hoşlandığı Frenk pirinçlerine harp var.     Asrın hülya aşılayan afyonlu filmlerine, kulaklara rakı içiren kahpe sesli plaklara harp var. Cilalı  tırnaklara, pomatlı suratlara, renkli kravatlara her yerde yurdumuza dikilmiş düşman topu gibi  patlayan şampanyalara harp var; iktisadi seferberlik var.     Bütün Türkler bir kalp gibi çarpacak, bir kafa gibi düşünecek ve bir ordu gibi çarpışacak. Onun için  diyoruz: Bütün Türkler bir ordu, katılmayan kaçaktır.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 97 



  Ata söylüyor. Biz de onunla beraber haykırıyoruz. Yeni bir Samsuna ayak bastık. Yeni bir Sakarya’dan  geçerek yeni bir Dumlupınar’a ve oradan da yeni bir Lozan’a gidiyoruz.     Gazinin kumandasında olarak çarpışacak olan bu ordunun muvaffakiyeti, Türk tarihinin son asırlarda  cihana örnek yaptığı ikinci şaheser olacaktır. Sakarya, Dumlupınar yolu ile iktisadi kurtuluşa gidiyoruz.  Sakarya, Dumlupınar ve Lozan'a gidiyoruz.     Yolumuz geçen seferki yoldur. Yolumuz Moskova veya Roma'ya değil, Dumlupınar’a gidiyor.     Kabuklu maksatlarla içimize katılanlar varsa, onlara şimdiden haber edelim. Birinci milli mücadelede  karşılaştıkları hüsranı tekrar denemesinler. Yine mahkemeler, yine sehpalar kurulmasın. Yine sorguya  çekilerek ağlayanlar bulunamasın.     Moskova ve Romanya değil. Dumlupınar ve Lozan'a gidiyoruz.     Türk milleti fedakârlık ve kahramanlıkta örnekler peşinde koşan bir moda kuklası değildir. Tek başına  tarih, tek başına istila ve tek başına inkılâp yapmış, kendi göbeğini kendi kesmiş bir milletiz.     Bazılarının sandığı ve hülyalandığı gibi, Kızıl veya Kara rejimlere değil, Türk milletinin yarattığı Al kanlı  Sakarya, Al kanlı Dumlupınar ve Al kanla kazanılmış Lozan'a gidiyoruz.    Atsız Mecmua, 1931, Sayı:8     



İKTİSAT VE MİLLİ MÜDAFAA     Adsız kahramanları, adsız müstahsilleri kurtarmak lazımdır.     On yedinci asır sonuna kadar muayyen bir araziye, kâfi miktar halka mâlik olan bir memleket kimseye  muhtaç olmadan, kendi milli vasıtalarıyla temin ettiği istihsalatı ile iktisadi istiklalini temin ve idame  ettirebilirdi.     Böyle bir memleketin komşularıyla olan iktisadi mahiyetteki münasebeti onlardan kendisine mevcut  bulunmayan lüks eşyayı ithal etmekten ibaretti.     Bu devirde memleketler, vatandaşlarının ihtiyaçlarını bizzat kendileri temin ederek her hangi bir  tehlike karşısında harici yardımdan müstağni bulunmaya çalışmakta idiler. Hükümet adamlarının  vazifesi önce memleket içinde malların serbest bir surette seyrinin temini, sonra da istihsalin teşvik ve  himayesinden ibaretti. Fakat sınaî hayatların inkişafı milletlerin iktisadiyatında muhtariyetin önüne  demirden bir set çekti. Milletler siyasi istiklâllerin nispetinde iktisadi hayatlarında birbirlerine  bağlandılar. Bir memlekete ait iktisadi hadiselere başlangıçta yalnız o memleketin malı iken sonraları  bunların iyi ve fena neticeleri bütün memleketlere tesir eder oldu. Bugün bir memleketin iktisadi  hayatındaki buhranlar o memleketin siyasi hayatları üzerinde de müessir olarak münasebette  bulunduğu diğer memleketlerin iktisadi ve siyasi hayatlarının da müteessir etmektedir. Parası  olmayan bir memleket münasebette bulunduğu diğer memleketten satın almakta olduğu maddelerin  www.atsizcilar.com   



Sayfa 98 



  tamamını veya bir kısmını satın alamaz, bu netice satıcı memleketi müteessir eder. Milletler arasında  tıpkı insanlar arasında olduğu gibi sıkı bir tesanüt ve iş bölümü vardır. Bir memleketin istihsal fazlası  diğerleri tarafından istihlak edilir, bu suretle cihan iktisadında bir tevazün temin olunur. Milletleri  birbirine bağlıyan bu tesanütler arkasında milletlerin bir de mahrem cepheleri vardır. Bu cephelerin  adı "MİLLİ DUYGULAR" dır. Milletler iktisadi münasebetlerini temin edebilmek için birbirleriyle temas  ve mübadele de bulunmak ıstırarındadırlar; buna şüphe edilemez. Bununla beraber mübadele ve  münasebet mecburiyeti milli duyguların, milli iktisadın ihmal edilmesini tazammun etmez.     Milletler on dokuzuncu asırda milliyetperverlikle beynelmilelcilik arasında çalkanıp durdular. Nihayet  bu iki vaziyeti telif etmeğe çalışarak aralarında ticaret muameleleri, hususi gümrük tarif eleri yaptılar;  bunlara milli. mahsulleri koruyan hükümler koydular. Umumi harp esnasında bu teamül ve  muahedatın kâfi gelmediği görüldü; milletler muhtaç oldukları maddeleri dâhilde temin  edememekten mütevellit çok elim ve çok acı hüsranlar, ıstıraplar geçirdiler. Bilhassa Türkiyemiz bu  hüsranlarla bu ıstırapların en şiddetlisini çekti. Umumi harpten sonra anlaşıldı ki milli müdafaanın  temini ancak ve ancak istihsalatın millileştirilmesi tekessürü ve tenevvü ile kabildir.     Fakat istihsalat; istihlak ve ihracata bağlıdır. Bir memlekette istihlak ve ihracattan aşın istihsal,  neticesi vahim akıbetler doğurabilir.     Türkiye’mizin istiklalini koruyacak evvela ordu, sonra milli iktisattır.     Orduyu yaşatacak, ona kuvvet ve hareket verecek, iktisadi kudret verecek iktisadi kudret ve  amillerdir. İktisadi kudret ve amillerin esası istihsalin tenevvüü, çokluğu ve bunların istihlak ve  ihraçlarından ibarettir. İstihsalde müessir olan dört vasıta vardır:     1‐El işleri (iptidai sanatlar);   2‐Toprak;   3‐ Kudret (elektrik ve mihaniki kuvvetler);  4‐ Sermaye...     Bugün teessürle kaydedebiliriz ki biz istihsalde henüz el ve kol kuvvetinin amil olduğu iptidai iktisat  devresinden tamamiyle kurtulamamışızdır. Nüfusumuzun beş altı mislini ferah ferah besleyecek kadar  geniş topraklara malikiz. Bu toprak tamamen iptidai bir şekilde ve istifadeye gayri müsaittir. Ziraatı  güneşin rahmetine, suların lütfüne bağlı bir memleket için ziraat memleketidir denemez.  İhracatımızda en esaslı vazifeler gören öyle mıntıkalar var ki yağmurun yağmaması oralarda kıtlığı  muciptir.     Zirai istihsalde iptidailiğimize rağmen Türkiye ciddi ve fenni esaslar dâhilinde çalışacak olursa Balkan  pazar ve panayırlarına zirai mezat da ihraç edebilecek bir memleket haline gelebilir.     Memleketimiz zirai kabiliyetinden başka kudret ve mihaniki kuvvet itibarıyla da zengindir. Filhakika  memleketteki madenlerden pek az istifade edilmektedir. Buna mukabil çok zengin maden,  kömürlerimiz, ufak himmetler sayesinde sınaî tesisatta istifade edilecek nehirlerimiz vardır. Bir milli  müdafaa; milli iktisadiyatımızı nutuklar; cemiyetlerle değil şeni esaslarla hal ve ikmal etmek 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 99 



  mecburiyetindeyiz. Bunun için istihsalimizi medeni bir hale sokmak, nehirlerimizi kabili istifade bir  vaziyete getirmek; madenciliğimizi kazma ve kürek madenciliğinden kurtarmaklığımız lazımdır.     Bu günkü harpler, medeniyetlerin, cemiyet iktisadiyatının yekdiğeriyle çarpışmasıdır. Bir ordunun  askeri kabiliyeti ne kadar çok olursa olsun eğer o süngüsünü bileyecek taşı, mavzerini patlatacak  barutu, askerinin sırtına ve karnına lazım olan mevaddı kendi milli unsurları vasıtasıyla temin  edemezse muvaffakiyeti tesadüf e bağlıdır.     Silahları terk etme meclislerinin enternasyonal kongrelerinin temenni ve kararlan ne olursa olsun belli  bir hakikat varsa o da bütün milletlerin kayıtsız ve şartsız askerliğe doğru gidişleridir.     Memleketlerin bugünkü tamamiyeti mülkiyeleri ancak ordularının kuvveti ve askeri sena iyelerinin  mükemmeliyeti ile kurtulabilir. Bu hakikati anlayan bütün milletler silahlanmakta,  askerleşmektedirler;     İşte: Polonya, Finlandiya, İtalya, Romanya, Fransa, Rusya.    Harp muahedelerinin amansız kayıtları altında bağlanan Almanya, Bulgaristan; Macaristan da ise bu  askerleşmek ve silahlanmak arzusu bir hırs halini almıştır. Bizim orduya ve askere ihtiyacımız diğer  memleketlere nazaran büsbütün başkadır. İsviçre bitaraflığını devletlere tanıtıp ordusunu tamamen  lağvedebilir. Fakat bizim için buna imkân yoktur. Ordusuz Türkiye istiklalsiz bir toprak; bir  hinterlanttır.     Dünün bitaraf bir devleti olan Belçika bugün İngiliz fabrikalarına on binlerce İngiliz lirası kıymetinde  harp levazımı, tayyare sipariş etmektedir.     ***    Toprağımız çok ve iyi mahsul vermemektedir. Biz bunun sebeplerini bularak izale etmeliyiz.  Toprağımızın az mahsul vermesi onunla meşgul olan ellerin ehil olmamasından ileri gelmektedir.  Yapılan kimyevi tahliller bilhassa nehir kenarındaki topraklarımızın dünyanın en mümbit kara  topraklarından olduğunu göstermektedir.     Memleketin her tarafı bol sulu nehirlerle sulanmıştır. Mesut cemiyetler; medeni memleketler için  birer refah vasıtası olan nehirler bizde yazın hastalık; kışın ölüm getirmektedir.     Topraklarımızın iyi mahsul vermemesine gelince bu teşkilat noksanlığından; küçük ziraat eshabının  himaye edilmemesinden ileri gelmektedir.     İş bölümü muasırı bulunduğumuz iktisadi ve sınaî müesseselerin inkişaf ve tekâmülünde çok mühim  bir rol oynamıştır. Bizim mektep ve idare müesseselerimize bile henüz girmeyen bu tılsımlı düsturun  ziraat erbabı arasında mevcudiyetini iddia etmek bilmem ne derece doğrudur? İş bölümü sisteminin  muhtelif müesseselere tatbiki XIX ve XX. asırların muvaffakiyetini temin eden hadiselerin en mühimi  olmuştur.     www.atsizcilar.com   



Sayfa 100 



    Köylümüz çok acıklı bir vaziyettedir. Köy kanunlarının parlaklığı, kelimelerin güzelliği ve nihayet hüsnü  niyetin mevcudiyeti kâfi değildir.     Köylünün ziraatında, mesainde iş bölümü nedir bilinmez.    Köylü otlakta öküzlerini yayar; sapanını biler, yemeğini, evini yapar, duvarını örer, tarlasını sürer,  buğdayını biçer, öğütür, kasabaya iner, odun satar, gaz alır, bunlara mümasil binlerce iş yapar.  Köylümüzün böyle muhtelif işleri yapmaya mecbur, oluşu, mesaisinde müspet bir iş bölümünün  olmaması elde etmiş olduğu neticelerin parlak olmamasına sebep olmaktadır. Eğer bir köy halkının bir  kısmı yalnız tütün ziraatı ile meşgul olursa bittabi bu köyün tütünü sırasında karpuz, kavun ekip tütün  ziraatı ile meşgul olan köyün tütününden çok farklı ve çok nefis olur. Milli istihsalatımızın, milli  iktisadiyatımızın belkemiğini teşkil eden mahsulâtımızın tekemmülü için ziraatımıza iş bölümü esasını  sokup köylünün yapacağı işlerde ona ihtisası öğreterek çalıştırmalıyız.    Bugünkü demokrat müesseselerde (köylü) milli refahın, milli müdafaanın en canlı bir unsurudur.     Muhteşem zaferler temin eden muzaffer orduların adsız kahramanları köylüdür. Milli servetleri temin  eden fert cüzilerin yine köylüdür. Milli müdafaa kadar milli servetimizi korumaya mecburuz. Bu da  ancak köylünün terfihi ile mümkündür. Ziraata müteallik mahsulâtımızı fenni ve medeni esaslar  dâhilinde temin ve ihraç etmeliyiz. Bize para veren müşteri: yumurtanın iyisini, incirin kurtsuzunu  ister. Binaenaleyh ihracatımızda mühim bir yekûn teşkil eden zirai istihsalatımızı medeni bir hale ifrağ  etmeliyiz.     Bunun için Anadolu’nun muhtelif mıntıkalarında resmi devlet panayırları vücuda getirmeliyiz. Bu  panayırlara iştirak edecek köylü mahsulünü nakilde devlet vasıtalarından istifade etmelidir.     Köylü mahsulünün tekemmülünde: köylüyü tenvire bilhassa ehemmiyet vermeliyiz.     Binaenaleyh köy tedrisatına: genç köylüyü tenvire bilhassa ehemmiyet vermeliyiz.    Memleketleri kurtaran ordular: Ordulara kuvvet ve hareket veren milli iktisatlarıdır. Memleketimizi  korumak için milli iktisadı: milli ziraatı; milli hayatı kurtarmak mecburiyetindeyiz.    Bunun için; Atsız kahramanları! Adsız müstahsilleri kurtarmaklığımız lazımdır.     Atsız Mecmua, 1932, Sayı: 11                   www.atsizcilar.com   



Sayfa 101 



 



KİM MİLLİ KAHRAMANDIR?     Kahramanlar tarihin her çağında saygı görmüş; her zaman, her yerde kahramanlar yetişmiştir.  Kahramanlık insan erdemlerinin en yücesidir. Milletlerin de kahramanları sayısınca itibar kazandığı ve  dayanıklı olduğu bilinen gerçeklerdendir.     Fakat sadece "kahraman" olmakla "milli kahraman" olmak arasında fark vardır. "Milli kahraman",  tesirini daha büyük çapta gösteren, gelecek yüzyıllara da kumanda eden, unutulmaz izler bırakan  kimsedir. Milli kahramanlar, milletlerin hayatına yön verir.     Milli kahraman olmak için mutlaka yüksek makamda bulunmaya lüzum yoktur. Mesela 30 yıldan beri  Amerikalılara ve Filipinlilere teslim olmadan tek başına Lübang adasında yaşayan ve bugün 51 yaşında  bulunan Japon Teğmeni Onoda da bir milli kahramandır. Onun, vaktiyle almış olduğu buyruğa uyarak  direnmesinin gerçi Japon savunmasına hiçbir yararı dokunmamışsa da, temsil ettiği kahramanlık ruhu  ile Japon milletine şeref ve gurur vermiş, tarihe ebedi bir kahraman olarak geçmiştir. Milli  kahramanlar bir millete hız veren enerji kaynaklandır. Onlar olmadan büyük bilgin, dahi şair veya  filozof yetiştirmenin değeri ve manası kalmaz. Hindistan, filozoflar ve şairler yetiştiren, fakat milli  kahraman çıkaramayan ülkelerin nasıl yaşadıklarına iyi bir örnektir.     Fakat şunu da unutmamalı ki milli kahraman yetiştirdiği halde onları unutan bir millet, hayvan  sürüsünden biraz farklı bir yığındır. Er‐geç başkaları tarafından güdülmeye mahkûmdur.     Milli kahramanları unutmak nasıl bir felaketse sahte milli. kahramanlar uydurmak da o kadar vahim  bir rezalettir. Bu; hırsızlığı zeka, dolandırıcılığı deha saymakla eşit bir faziletsizliktir.     Kendi eski tarihimizden örnek vermek gerekirse milattan önceki üçüncü yüzyılda, atını ve evdeşini  verdiği halde vatan parçasını düşmana vermeyen ve Türk milletini yaratan Tanrıkut Mete'yi milli  kahraman tipi olarak gösterebiliriz. O, yenmiş bir milli kahramandı.     Yenilmiş milli kahraman, tipi ise Kürşad’dır. O delice kahramanlık olmasaydı Türkler Çin'de erimiş ve  Türk devletine hâkim olan zayıf Sırtarduşlar Çin'le başa çıkamayacağı için Türk milleti bugün  yeryüzünden silinmiş olacaktı. Hepsi ölen 41 kişinin koca bir imparatorluğa dehşet salması onların  nasıl milli kahramanlar olduklarının senedidir. O yenilmiş ve öldürülmüş milli kahramanlar daha  sonraki zaferlerin ve bütün milli hayatın yaratıcıları olmuştur. Çünkü milli kahraman olmak için  inanmak ve ölümü göze almak şarttır.     Yeni tarihimize gelince, bunun yalnız Kurtuluş Savaşı devresini alarak hangi milli kahramanları  yetiştirdiğini düşünürsek vereceğimiz hüküm hiç tereddütsüz şu olacaktır: Kurtuluş Savaşı'nın iki milli  kahramanı, en karanlık günlerde bile bu işin başarılacağına inanan Kazım Karabekir ve Mustafa Kemal  Paşalardır. Biri iyi silahlı Ermeni ordusunu onun yarısı kadar bir, kuvvetle bozguna uğratarak, öteki bir  destan savaşı olan Sakarya'yı ve imha savaşının güzel örneği Dumlupınar'ı kazanarak bu payeyi  almışlardır. Bu savaşların Türk ve cihan hayatındaki tesirleri hala devam etmektedir.    Kurtuluş Savaşı'nın birçok kahramanı daha, vardır. Fakat başta ünlü asker Mareşal Fevzi Çakmak  olduğu halde bunların hiçbir milli kahraman olacak ayarda değildir.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 102 



    Gerçekler balçıkla sıvanamaz. Hiçbir değeri olmayanları bugün milli kahraman ilan etseler bile yarın  onlar o mevkiden indirilir.     Stalin'in cesedi de aynı sebeplerle Lenin'in yanından alınarak yok edildi.     (11 Mart 1974), ÖTÜKEN, 1974, Sayı: 3      



MİLLİ EĞİTİM     Türkiye'de milli eğitim mekanizması iyi işlemiyor. Hala birçok ortaokul ve liselerde yarı öğretmenle,  hatta bazen üç dört öğretmenle ders yapılması, pek çok ilkokulun tek öğretmenle idare edilmesi bunu  gösteriyor. Orta öğretimdeki öğretmen eksikliğini oralardaki subay, doktor, eczacı, mühendis gibi  meslek adamlarıyla kapatmaya çalışmak, tabii, hiç de verimli olmuyor. Sonuç şu:    İlkokuldan çıkanlar üçüncü sınıf seviyesinde, liseden çıkanlar ise Türkçeyi doğru yazmaktan aciz, milli  tarih bilgi ve şuurundan mahrum, toplum görgüsünden uzak olarak yetişmiş oluyor. Çok zeki ve  çalışkan olanlar, evlerinden ders yardımı görenler dışındaki gençler böylece yarım yamalak yetişiyor.  Her yıl yüksek öğretim imtihanına giren 100.000, 150.000 genç bu seviye ile teste katılıyor ve her yıl  20–30 bin tanesinin dışındakiler başarı kazanamadığı için Bayazıd Meydanı'na çadır kurmak, bildiri  yayınlamak, Ankara'ya yayan yürümek, Köprü'de yere oturarak vasıtalara engel olmak gibi gülünç  davranışlar sanki bir çare imiş gibi tekrarlanıyor.     Üniversite ve yüksek okullara yığılmanın sebebi ortaokul veya liseden sonra çocuklara meslek  öğretecek okulların yeterince bulunmayışıdır. Dünyanın her yerinde yüksek öğretim yapmak  isteyenler, meslek sahibi olmak isteyenlere göre azınlıktadır. Bu hakikat bizde de yıllardır anlaşılmış  olduğu halde, ilkokul, ortaokul ve liseden çıkacaklara türlü seviyelerde hayati meslekler öğretecek  okullar açılamamıştır. Açılamayınca, liseyi bitirenler üniversiteye hücum eder olmuş, ondan da  bugünkü acıklı sonuç doğmuştur.     Bundan başka Milli Eğitim'in politikası da çok sakat ve seviye düşürücüdür. İlkokulların ilk iki sınıfında,  sınıfta kalmak usulünün ka1dınlması gayet yanlıştır. Bazı çocukların zekâları geç gelişir, başlangıçta  başarı gösteremedikleri halde sonradan açılırlar. Zekâsı geç gelişen çocuklan, daha birinci sınıfın  bilgisini kavramadan ikinci sınıfa geçirmek hem sınıfın genel seviyesini düşürür, hem de daha birinci  sınıfın müfredatım kavrayamamış olan çocuğu büsbütün şaşırtarak gelişmesine engel olur. Hele tek  öğretmenle idare olunan ilkokullardaki seviye tabii olarak pek düşük kalır, üstelik öğretmeni de  yıpratarak hayattan bezgin duruma düşürür.     Orta öğretimdeki seviye düşüklüğü eski Eğitim Bakanlarından Saffet Arıkan'ın bir genelgesiyle  başlamıştı. O zamanın öğretmenleri işi sıkı tutuyor, bilgisizliğe göz yummuyor, bu sebeple bazen bir  sınıfın yarısı bir dersten bütünlemeye kalıyordu. Saffet Arıkan, bir sınıfın bir dersten dörtte birinden  fazlası bütünlemeye kalırsa öğretmeni başarısız sayar ve sorumlu tutarım deyince iş değişti.  Sorumluluktan ödü patlayan öğretmenler bu sefer öğrencileri topyekûn sınıf geçirmeye başladılar.  Seviye düşüklüğünün en mühim sebeplerinden biri bu oldu.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 103 



    Şimdi de görülüyor ki 150.000 gencin hepsine yüksek tahsil vermek için akil almaz usullerin  uygulanmasına geçilmiştir. Bunlardan en tuhafı mektupla öğretimdir. Mektupla yüksek tahsil vermek  kaabilse bu iş radyo ve televizyonla daha da iyi yapılabilir. Hatta yeni metotlar bulunarak öğretmen,  aradan büsbütün çıkarılıp devlet yüz milyonlarca lira maaş vermekten kurtulur. Ama ne yapalım ki  bunlar hayal‐i muhaldir...     Mektupla öğretim bazı çok zeki ve ön bilgileri kuvvetli gençler için yapılabilir. Fakat bunlar beş on  kişiden ibarettir. Üç gün içinde mektupla öğretim için başvurduğunu 17 Ekim 1974 tarihli Milliyet'ten  öğrendiğimiz 80.000 kişi arasında bu ayarda 80 kişi çıkar mı? Çıkamaz... Bu 80.000 kişi yüksek öğretim  oyunu oynayacak, birer yüksek tahsil diploması alarak avunacak, Milli Eğitim idaresi de başarısıyla kim  bilir ne kadar övünecektir.     Fakat olmaz... Olmaz... Kendimizi aldatmayalım. Bu iş peri değneği ile çözümlenemez. İşi temelinden  tutup yıllar sürecek bir plan hazırlamalıdır. Mesela:     1) Her ilkokulda en aşağı beş öğretmen bulunmalı, hatta bunlar arasında da ihtisas bölümü  yapılmalıdır.    2) Bütün öğretmenleri sağlanmadan ortaokul ve lise açılmamalıdır.     3) Ortaokullara ihtisas öğretmeni sağlamak için iki sınıflı eğitim enstitüleri açılmalıdır.     4) Okulsuz köylere tek öğretmenli okul açarak istatistik kabartmak yönüne gidilmemelidir. Tek  öğretmenli okul çat pat kitap heceleyen çocuk yetiştirmekten başka işe yaramadığı gibi başka  okulların öğretmenlerinden birini çalmış olarak o öğrencilerin normal yetişmesine engel olmaktadır.     5) Ortaokullardan yabancı dil dersi kaldırılarak boşuna zaman harcanmamalı, yabancı dil öğretimini  lisede yoğunlaştırarak bu üç yılda her gencin, az da olsa, yabancı bir dil öğrenmesi cihetine  gidilmelidir.    6) ilk ve ortaokullarda tarih ve coğrafya olarak, yalnız Türk tarihi ve Türk elleri coğrafyası okutmalı,  çocuğun zekâsını boşuna yormamalıdır.     7) Liselerin birinci sınıfından itibaren edebiyat, matematik, fizik‐kimya ve biyoloji bölümleri ayrılarak  çocukların sevdikleri branşlarda iyi yetişmeleri sağlanmalıdır.    8) İlkokuldan lisenin sonuna kadar Türk grameri ve tarihi ciddi şekilde okutularak anadilini ve tarihini  bilmez cahiller yerine milli kültürle parlatılmış gençler yetiştirilmelidir.     9) Yurttaşlık bilgisi bütün ortaokul ve liselerde programa konmalı, bu dersin içine bugün sözü çok  edilen ahlak dersi ve fazla olarak umumi görgü de eklenmelidir.     10) Yüksek öğretim görenleri öğrenimlerinin ehli olarak yetiştirmek için önce hoca hazırlamak  lazımdır. Ankara veya İstanbul’daki profesörlerin haftada iki defa uçakla başka şehirlerde kurulan  www.atsizcilar.com   



Sayfa 104 



  sözüm ona üniversitelere giderek ders vermesiyle üniversite mezunu yetişmez, yetişemez. Şu kadar  üniversitemiz var diye kendimizi aldatmayalım.     Önce kabiliyetli asistanları gerekli ülkelere, en az iki yıl için yollayıp yabancı dil bilgilerini sağladıktan  sonra şu veya bu şehirde bir fakültenin ilk sının açılır. Kabiliyetli asistanları bazı kıskanç profesörlerin  kaprisine kurban etmemek için tedbir alınmalı.    11) Üniversitelerin verimli olması, profesörlerin eser vermeyerek dış ülke seyahatleri ile gönül  eğlendirmemesi için üniversitelerin muhtariyeti kaldırılmalı.     12) Rektörlük ve dekanlık sadece idari bir iş olduğu için rektör ve dekanlar hükümet tarafından,  profesör olmayan idareciler arasından seçilmeli. Profesörler sadece kendi aralarından bölüm başkanı  seçerek sırf öğretim ve ilmi eser yaratmak işiyle uğraşmalı.    13) Çalışkan ve bilgin profesör ve doçentlerin eserini sıra bekletmeden en mükemmel şekilde  basmanın yolları bulunmalı ve onları dış ülkelere kaçırmamak için maddi bakımdan tatmin olunmaları  sağlanmalı.     ***    Böyle yapılmaz da her nahiyede lise, her şehirde fakülte açmak yoluna gidilir, bütün lise mezunlarını  üniversiteye alacağız diye bula bula mektupla öğretim yapmaya kalkışılır, bir köyün iki üç yüz  çocuğunu tek öğretmenle idare etmeye bakılırsa sonuç berbat olur.     Bugün Türkiye nüfusunun % 70'i okuyor ama buna okuma denemez. Yazı işaretleri şöyle dursun,  yanlışsız satır yazamayan insanlar, büyük harfin nerde kullanılacağını bilmeyen üniversiteliler varken  Milli Eğitim başarı sağlayamamış demektir. Başarı için, bugün bol bol ziyan edilen başarılı adamları  subaşlarına getirip sert tedbirler almak daima ‘‘ Türkçü’’ kafa ile düşünmek lazımdır.    Ötüken, 1974, Sayı:11     



MİLLİ KÜLTÜRÜ KORUMA KANUNU     Belki dünyadaki bütün devletlerden daha çok, altı bine yakın kanunumuz var. Bu kanunlardan  bazılarının anayasaya aykırı olduğu, birbirini nakzettiği ve antidemokratik olduğu söyleniyor. Partiler  arasındaki siyasi mücadelelerden bazılarının antidemokratik kanunlardan çıktığı görülüyor ve  gazetelerde demokrasiyi veya inkılâbı koruma kanunu adıyla yeni bir kanunun hazırlanacağı haber  veriliyor, Bunların hepsi iyi, fakat kâfi değil. Bize bunlardan daha önce milli kültürümüzü koruyacak bir  kanun lazım. Çünkü bir memlekette rejim mülahazaları, milli varlık kaygılarından sonra gelmek icap  eder. Başka birçok şeyi olmadan bir devlet yaşayabilir; fakat milli kültürü olmadan yaşayamaz. Rejim  elbise, kültür gıdadır. Dünyada her türlü rejimle yaşayan devletler var, fakat milli kültürü olmadan  yaşayanı gösterilemez. Milli Kültür tehlikeye düştüğü anda içtimai yapının vitamini azalmıştır.  Arkasından zafiyet, çöküntü ve hastalıklar başlayacaktır.     www.atsizcilar.com   



Sayfa 105 



  Türkiye bugün müthiş bir kültür buhranı içindedir. Devlet işe karışmazsa bu işin sonu manevi bir  kargaşalık olacak, Türkiye topraklarının üzerinde bir "millet" mevcut olmayacaktır.     Türkiye gibi dokuz asırlık bir devletin topraklarında bugün, medeni mazisi olan medeni bir millet  yaşıyor. Halkının % 40'ı okuyup yazan bu millet dünyanın birçok milletlerinden ve bilhassa  komşularından ileridedir. Bu milletin yüksek bir askeri ve siyasi geleneği ve gelişmekte olan tarım,  endüstri ve maarifi var. Fakat bütün bunlara rağmen bu milletin milli kültürü korkunç bir karışıklık  içindedir ve karışıklığın düzeltilmesi için hiçbir hareket görülmemektedir.     13 asırdan beri yazı yazmasını bilen bu milletin bugün mazbut bir imlası yoktur. Yeryüzündeki bütün  medeni ve yan medeni milletler arasında imlası olmayan tek millet Türklerdir.     Dili, elem verici bir ikilik içindedir. İlmi terimler orta öğrenimde başka, yüksek öğrenimde başkadır.  Terimler üzerinde münevverler iki ayrı düşman gurup halindedir.     Türkiye okullarında hala mazbut ve müşterek bir gramer okutulmamakta, profesörler dahi dile hâkim  bulunmamaktadır. Bu memlekette çıkan her kitabın sonunda kocaman bir yanlış‐doğru cetveli  bulunmakta ve her kitabın her sayfasında birkaç imla yanlışı göze çarpmaktadır.     Milli kültürümüze ve dilimizin yapısına tamamen aykırı, uydurma soyadları alınmaktadır.     Türkçe addır diyerek yeni nesillere acayip, saçma, gülünç, hatta bazen yabancı köklü adlar, alınmakta,  bu adlar takılmakta, bu adlar arasında müstehcen sayılabilecekler dahi bulunmaktadır.     Yine dilimizin yapısına aykırı olarak "bay" ve "bayan"'gibi uydurma unvanlar adların başına gelmekte  ve kaç yüzyıllık geçmişi olan "beğ", "hanım", "ağa", "paşa" gibi kelimeler atılmış bulunmaktadır.     İsim tamlamalarının (= izafet terkiplerinin) sonundaki takılan atarak, "Kiraz Sokağı", "Kefeli Hanı"  diyecek yerde Yahudi ağzıyla "Kiraz Sokak", "Kefeli Han" demek gibi fahiş yanlışlar resmi ilanlarda  dahi görülmektedir,     Bu fahiş yanlış, maalesef, en milliyetçi müessesemiz olan orduya kadar girmektedir. Türk dilinin yapısı  ve zevki gereğince "piyade yüzbaşısı", "süvari teğmeni" "istihkâm binbaşısı" denecek yerde "piyade  yüzbaşı", "süvari teğmen", "istihkâm binbaşı" gibi bidatler dili tahrip etmektedir.     Milli kültür alanındaki acı hakikatlerden biri de bugünkü alfabemizin eksik oluşudur. Dilimizi tamamen  ifade etmesi için bu alfabeye üç veya dört harfin daha eklenmesi lazımdır. Türkçe okuyup yazanları  hiç şaşırtmadan bu üç dört harfi alfabeye sokmak mümkündür.     Netice şu: Milli kültürümüzü korumak için müeyyideli bir kanuna ihtiyacımız var. Bu kanunun  yayınlanmasından önce her bakımdan güvenilir ehliyeti şahıslardan mürekkep bir dernek kurularak  alfabeye eklenecek harfler kararlaştırılır ve imla kesin olarak tayin olunur. Ondan sonra neşrolunacak  kanunda başlıca şu noktalar gözetilir.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 106 



  1‐ Gazetelerden başlayarak tabelalara kadar her türlü yazılı yayın vasıtalarından, imla yanlışları için  tekerrüründe şiddetlenmek üzere para cezası alınır.     2‐ Okullarda imlaya ehemmiyet verilir ve bir tatil devresinde bütün öğretmenler kursa çekilerek imlası  doğru olmayanlar meslekten çıkarılır.    3‐ Resmi evrakın doğru yazılması için daktilolar kursa ve imtihana tabi tutulur ve başaramayanlar  işlerinden çıkarılır.    4‐ Tarihçilerle dilcilerden mürekkep bir heyet Türkiye de Türkçe olmayan adların değiştirilmesi işini  üzerine alır. Türkçe olmayan müessese ve coğrafya adlarını en uygun şekilde Türkçeleştirir. Bilhassa  Türkçe değil zannıyla cahil gayretkeşler tarafından değiştirilen ve Oğuz boylarına, oymaklarına ait olan  yer adları tekrar eski yerlerine verir (Tarihi bir ananesi olan Konya, Kastamonu vesaire gibi meşhur ve  büyük şehir ve kasabalar tabii bundan istisna edilir).     5‐ Bundan sonra doğacak çocukların adlarının mutlaka Türkçe olması mecburiyeti konur. Fakat  uydurma adlara mani olmak için bu heyet tarafından bir ad cetveli yayınlanır. İsteyenler çocuklarına  ayrıca bir de İslami göbek adı takabilirler.     6‐ Soyadı kanunu değiştirilerek soyadlarının başa alınması ve mutlaka "oğlu" veya "gil" ile bitmesi  sağlanır. Herkese tarihi soyadını kullanma müsaadesi verilir. Yeniden alınacak soyadlarının Türk dili ve  zevkine uygun olması mecburiyeti konur. Azınlıklar soyadlarını ve adlarını almakta serbest bırakılır.    7‐ "Bay" ve "Bayan" hakkındaki kanun ilga olunarak eski elkap ve unvanlar asri bir şekilde canlandırılır  ve kime ne deneceği kesin olarak belli olur. Bu hususun hazırlanmasında Anadolu örfü dikkate alınır.     8‐ Türk dilbilgisi ile Türk tarihi dersleri ilkokuldan lisenin sonuna kadar, her yıl biraz daha  mufassallaşmak üzere tekrar edile edile Türk gençliğine sindirilir ve böylelikle olgunluk imtihanına  girerken Malazgirt savaşını bilmeyen gençlere rastlamak hicabı önlenir. Türk tarihi, umumi tarihten  ayrı bir ders olarak okutulup asıl ehemmiyet buna verilir.    9‐ Resmi ve hususi inşaatta milli mimarlık tarzımızın devamı için bu işler kontrol altına alınır.     10‐ Bilhassa ordu ve maarifte milli ananeden mülhem sıhhi, pratik ve ucuz kıyafetler kabul olunur ve  bunların kabulünde Batıya karşı hiçbir aşağılık duygusuna kapılmadan hareket olunur. Avrupa’nın eski  dini üniversitelerinden gelen ve bizim profesörlerimiz tarafından, şahsiyetleri pahasına körü körüne  kabul olunan o gülünç papaz kılığı kaldırılır.     11‐ Asrın hızla geliştirdiği medeni ihtiyaçlar ve vasıtalar dolayısıyla her gün yeni yeni terimler  çıkmakta ve bunlar dilimize aynen girmekte olduğundan Türkçenin yabancı kelimeler tarafından  istilasını önlemek için gerçekten ilmi bir Dil Kurumu kurulur ve bunun vazifesi her türlü ilim ve ihtisas  şubelerine giren yabancı sözlerin derhal en iyi, Türkçe karşılığını bulmak olur.    12‐ Anadolu Türkleri örtünün dikkatle incelenmesi neticesinde, bu incelemeden alınacak ilham ve  bilgi ile yeni bir Medeni Kanun ve Ceza Kanunu tedvin edilir.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 107 



    13‐ Maziden kalan bütün milli kültür ve medeniyet eserlerimizin hızla onarılmasına başlanır ve bunları  tahrip edenler hakkında ağır cezalar konur.     14‐ Sönmekte olan milli sanat ve sporlarımızı, diriltmek için tedbirler alınır, gerekirse bunları  öğrenmek için mektepler açılır.     15‐ Ve nihayet devletimizin adı tam Türkçe olarak değiştirilir ve "TÜRKİYE" yerine "TÜRKELİ" kabul  olunur.     Hiç şüphesiz pek çok eksikleri bulunan bu tasarıyı yayınlamaktan maksat, milli kültürü koruma  kanununun nelere ihtiva edeceği hakkında bir fikir vermektir. Kanunu hazırlayacak olan komisyon  ciddi fikir adamlarından mürekkep olacağı ve acele etmeyeceği için şüphesiz ortaya mükemmel bir  eser çıkaracaktır.     Yıllardır süren gevşeklik ve laubalilikten silkinmek lazım. Biz bu işi yalnız kendi kuvvetlerimizle en iyi  şekilde başaracak durumdayız. İyi niyet ve doğruluk kâfidir.     ORKUN, 1951, Sayı: 55     



MİLLİ MEFAHİREYE SAYGI     Millete büyük hizmetler görmüş insanlar milli mefahirdendir ve bunlara saygı millet fertlerinin vicdan  vazifesidir. Milli mefahirin ne olduğunu bilmek nihayet bir kültür meselesidir. Bu kültür aile ocağında,  okulda, çevrede ve hayatta öğrenilir.     Söz veya yazı ile millete hitap edenler ise milli mefahirin ne olduğunu bilmeye başkalarından daha çok  mecburdur. Çünkü söylemek veya yazarak okutmak bir nevi fahri öğretmenliktir. Öğretmen  yanlışlardan, hele fahiş yanlışlardan korunmak zorundadır.    Bize bu satırları yazdıran sebep son zamanlar da gazetelerde gördüğümüz iki yazı oldu:     10 Ağustos 1974 tarihli bir gazetede "Atatürk'e Benzemek ve Benzetilmek" başlıklı yazı bir milli  kahramana hakaretle ve tarihi gerçeklere aykırılıkla dolu idi. Başbakan Ecevit'in Atatürk'e  benzetilmesine karşı yazılmış olan bu makaledeki şu satırlara bakın:     Tarihte birçok şımartılmış büyük adamlar gördük. Bismark'ları Napoleon'lar, Mussolini ve Hitler'ler,  Cengiz'ler, Kromvel'ler hep bir başkasının kalıbına girmiş olduklarını düşünerek hezimete  uğramışlardır.     Yukarda sayılan altı kişiden Napoleon, Mussolini ve Hitler'i geçelim. Bunlar yenilerek ölmüş  insanlardır. Fakat Kromvel, Bismark ve Çingiz, hele Çingiz için "şımartılmış'; kelimesi nasıl kullanılır?  Kromvel'in İngiliz, Bismark'ın Alman tarihindeki olumlu rollerini de bir tarafa bırakarak Çingiz'e  gelelim:   www.atsizcilar.com   



Sayfa 108 



    Onu kim şımartmış ve Çingiz kimin kalıbına girmiş olduğunu düşünmüştür? Dünyanın en büyük  imparatorluğunu kuran ve Türk birliğini tarihteki en geniş ölçüsüyle gerçekleştiren bir adama  şımartılmış demek için Çingiz'den de, tarihten de habersiz olmak lazımdır.     Eski büyük Türk fatihleri milli destanlarla beslenerek büyüyorlardı. Gönüllerinde yatan arslan,  destandaki kahramanlardı. Bu uğurda savaşıyorlardı. Bu yolda can verenler olduğu gibi zafere  ulaşanlar da bulunuyordu. Fakat şımartılmış değillerdi. Karakterleri şımarmaya elverişli değildi. Bu  sebeple onlar üzerinde kalem oynatırken saygılı dil kullanmak vicdan görevidir. Hele şan ve şeref  içinde ölen Çingiz'i hezimete uğramış göstererek millete hitap etmek milli kültürden ne kadar uzak  olmaktır...    11 Eylül 1974 tarihli başka bir gazetede de Attila ve Hunlar hakkında yazılan makale Hunlar'ın  Türklüğünü müspet saymıyor ve Kıbrıs'taki Attila Hattı'na verilen adın Batı âlemindeki kötü tesirinden  bahsediyor.     Hunlar'ın asıl adlarıyla Kunlar'ın Türk olduğunu yeniden ispata kalkmak artık dünyanın yuvarlak  olduğunu ispatlamak gibi bir şeydir ki bunun üzerinde durmak tamamiyle abestir. Kunlar'ın Türk  olduğu daha 18. yüzyılda Deguignes tarafından ileri sürüldüğü gibi son defa, bundan birkaç yıl önce  İstanbul Üniversitesi Türk Tarihi Kürsüsü tarafından davet edilen Prof. Spuler'in konferanslarında da  kabul edilmiş ve mesele kapanmıştır. O zaman Hamburg Üniversitesinde profesör olan Spuler sıradan  bir profesör değildi. Latince ve Yunancadan başka Fransızca, İngilizce, Rusça, Arapça, Farsça, Çince,  Moğolca ve Türkçe de biliyordu.    Şimdi tarih ilminin büyük otoritelerinin vardığı sonuçlar dururken arada bir çıkan ehemmiyetsiz  şahısların şu veya bu tarzdaki görüşlerini ele alarak Kunlar hakkında tartışma kapısı açmak abesle  iştigalden başka nedir ki?     Attilaya gelince: Batılılar'ın onu barbar bilmesiyle ne Attila barbar olur, ne de biz Batılılar'a hoş  görünmek veya korkunç görünmemek için bir askeri tabirimizi değiştiririz. Attila, Batı'yı hallaç  pamuğu gibi atıp boyun eğdirdiği için kötü kişi olmuştur. Kendi milletine karşı ise çok iyi, hakkaniyetli  ve büyük siyasi adamdı. Birkaç yüz bin kişiyle hepsi de savaşçı olan birkaç milyon kişiye hâkim olmak  ve Avrupa'nın yarısını ele geçirmek hiç şüphesiz insan zekâsının bir eseridir. Aynı işi başka milletler  yapamamışlardır. Topyekûn kırgın suçsa bunu ilk yapan Makedonyalı İskender'dir. Fakat o medeni,  Attila barbardır. Çünkü İskender Yunanlaşmış bir Makedonyalı idi, Yunanlı sayılıyordu; Attila ise daha  sonra Avrupa'yı istila eden Osmanlıların atasıydı.     Bilgin olmak mutaassıp olmaya, duygularının tutsağı olmaya engel değildir. Batılı bilginlerin birçoğu  dini taassupla Türkler'in barbarlığını dillerine pelesenk etmişler, hâlbuki Türkler bütün tarihlerinde, en  kırıcı oldukları zamanlarda bile Batılılar'ın vahşetini göstermemişlerdir. Avrupalıların yalnız mezhep  savaşları sırasında birbirlerine yaptığı vahşet onların başlarını ebediyen eğmeye kâfidir.    Romalılar'ın torunları olan Romenler 17. yüzyılda Türk tutsaklarını kızartarak yemişlerdi. Attila adını  kullandık diye bize yan bakacak olan Avrupalılar bunlar mı?     www.atsizcilar.com   



Sayfa 109 



  31 Ağustosta açılan Selanik Fuarı'ndaki konuşmasında Yunan Başbakanı Karamanlis de Attila'yı ele  almış ve şu sözleri söylemiştir:     Bazı uygar ülkelerin, Attila'yı yaşatanların planlarını uygulamalarına tahammül göstermeleri utanç  vericidir.     Bununla Karamanlis "Avrupalılar bize neden yardım etmiyorlar da Attila gibi bir barbarın adını  yaşatanlara tahammül gösteriyor" demek isteyerek yardım dilenciliği yapıyor ve şunları ilave  ediyordu:    Yunanlılığın ahlak ve fazilet üstünlüğünün, acı kuvvetten etkili bir meziyet olduğu, tarih boyunca ispat  edilmiştir. Aynı tarihi gerçek Kıbrıs'a da tarihi bir miras olarak kalmaktadır.    Karamanlis'in bahsettiği "Yunanlılık ahlak ve fazileti" acaba Bizans'ın sefahat, rezalet, cinayet ve fuhuş  hayatı mı idi? Yoksa eski Yunan'ın homoseksüellik rezaletini Avrupa'ya miras bırakan felsefesi mi idi?     Onun acı kuvvet dediği askeri kuvvet tarihin her çağında meziyet olmuş ve büyük neticeleri o almıştır.  Çünkü gerçek fazilet ve ahlak fedakârlık ve ölümü göze almak felsefesi olan o acı kuvvette belirmiştir.     Attila hakkında makale yazan yazarın Karamanlis'le aynı fikir hizasında olması herhalde kendisine  itibar ve şeref verecek bir durum değildir.     Attila'nın türlü imla ile yazılması ve doğrusunun bilinmediği hakkındaki satırları ise doğrudur. Çünkü o  kelime bir Türk'ün adının Cermenler ağzında aldığı değişik şekildir.     Türkçesinin "Etil" olması kuvvetle muhtemeldir. Topkapı Sarayı’ndaki Oğuz name nüshasında bir "Etil  Alp"tan bahsedilmesi Türkçede böyle bir ad olduğunu gösterdiğine göre Attila'nın: Kunlar arasında  "Etil" diye anılmış olması ihtimali vardır.     Fakat adı ne olursa olsun, yalnız bir hakan değil, büyük bir kumandan olan Attila'nın adını Kıbrıs'a  çekmek elbette Türk ordusunun parlak bir buluşudur.     Attila Hattı yarın daha ileriki bölgelere de çizilecektir.     ÖTÜKEN, 1974, Sayı: 10      



MİLLİ MUKADDESAT DÜŞMANLARI     En iptidaisinden en medenisine kadar her topluluğun mukaddes tanıdığı bazı değerler vardır. Bazı  dağlar, ırmaklar veya göller; bazı timsaller, renkler veya hayvanlar yahut bazı şahıslar topluluğun  hayatınca sevilir ve kutlu tanınır. Bu "kutlu tanıma", milletin maşeri duygu ve düşüncesinin  mahsulüdür. O, hiçbir baskı görmeden bu duyguya ermiştir.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 110 



  Tabii, son zamanlarda dünyanın birçok yerlerinde görülen ve zorla milli mukaddesat haline getirilmek  istenen sahte değerlerden bahsetmediğimi okuyucular anlamıştır. Zekâ ve seciyeden mahrum bir  güruhun, kendisini bütün millete zorla sevdirmeye çalıştığı ve mukaddesatın bir kısmını feci  akıbetlerle yok ettiği son zamanların müstebitleri benim bahsimin dışındadır. Çünkü zorla sevgi  olamayacağı gibi alelade insanlar da "tarih"e büyük şahsiyet diye kabul ettirilemez. Kendileriyle ve  rejimleriyle birlikte bu uydurma büyükler de günün birinde hafızalardan silinir ve topluluk kendi mudil  hayatını yaşamakta, "tarih" hakikatleri tespit etmekte devam eder, durur.     En eski insan topluluklarından biri olan Türkler, şerefli insanlar olmak dolayısıyla, manevi değerlere  büyük ölçüde yer vermişler, bir milli mukaddesat sistemi yaratmışlardır. Anayurdumuzun bel kemiği  olan Tanrı Dağlarının en yüksek tepesi, yani "Han Tengri" mukaddes bir tepe, asli şekli "Izık Köl=Iduk  Köl" (Yani mukaddes göl) demek olan "Işık Göl" mukaddes bir göldü. Ötüken mukaddes bir ülke, 7 ve  9 mukaddes sayılar, doğu mukaddes taraf, demir mukaddes maden, kılıç mukaddes silah, Bozkurt  mukaddes hayvandı. Alp Er Tunga ve Oğuz Han; milli kahramanların destanlaşmış mukaddes  şahsiyetleriydi. Herhalde yabandan gelen zehirli fikirlerle şerefsizliğin müdafaa olunmaya başladığı  20–30 yıl öncesine kadar hiçbir Müslüman Türkün çıkıp da Şamanî Oğuz Hana sövdüğü görülmüş  değildir. Türkler milli mukaddesata o kadar saygı gösteriyorlardı ki, Safevilerin tarihini yazan Türkmen  İskender, İran Türklerinden olduğu ve Osmanlılarla Safeviler birbirinin can düşmanı bulunduğu halde  Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünü rahmetle anmış, bu suretle Türk seciyesinin büyüklüğünü  göstermiştir.    Biz Türkiye Türkleri dokuz asırlık hayatımızda Avrupa’nın bütün milletleriyle çarpışıp çok hareketli ve  o nispette şanlı ve parlak bir hayat yaşadıktan sonra elbette yeniden bir milli mukaddesata sahip  olacaktık. Bugün ay yıldızla al renk bizim milli mukaddesatımızdandır. Dokuz asrın ve ondan önceki  yirmi asrın bir olgunlaşma mahsulü olan ay‐yıldızlı kızıl bayrağımız için Türk ırkının en maddeci  çocukları bile seve seve canını verir. Malazgirt’in hatırası ve o hatıranın başkahramanı olan Alp Arslan  da milli mukaddesatımızdandır. Her halde, üniversite mezunu olmadığı için onu tenkit etmek  kimsenin aklından geçmez. Haçlı savaşlarının kahramanları olan Danişmentli Melik Gazi ve Selçuklu  Birinci Kılıç Arslan, Birinci Mesud, İkinci Kılıç Arslan da milli mukaddesatımız arasındadır. Hatta kalp ve  kötürüm bir gövde içinde ateşten bir ruh taşıyan sonuncusu, madde ile ruhun büsbütün ayrı şeyler  olduğunu ispat etmesi bakımından da ayrıca büyük bir ibret ve derstir.     Daha sonraki çağların bütün milli mukaddesatını birer birer sayacak değilim. Her halde Kosova şehidi  Murad Beğ, Niğbolu gazisi Yıldırım Han, İstanbul fatihi İkinci Mehmed, dünyayı bir padişaha dar gören  Yavuz, cihan hükümdarı Kanuni, Selimiye ve Süleymaniye camileri, Süleyman Çelebinin Türk  gönüllerini asırlardan beri vecde getiren Mevlit’i ve daha nice şeyler bizim milli  mukaddesatımızdandır.     Biz milli mukaddesatı hurafe sananlardan değiliz. İnsan olduğumuz için müşterek saygı göstermeye  mecburuz. Çünkü insan topluluğunu hayvan topluluğundan ayıran en büyük farika müşterek manevi  değerler, yani ahlak ve mukaddesattır.     İstanbul’da çıkmaya başlayan aylık Kemalist dergisinin ikinci sayısında Yıldırım Bayazıd'a ve Fatih'e  karşı yapılan hakaret yirmi yıldan beri görüp işittiklerimize yeni bir şey katmıyorsa da hareketi yapan  A. Buharalı'nın milliyetçi görünmesi yazımın menfi tesirini çoğaltıyor. "Mustafa Kemal Ruhu" adlı  www.atsizcilar.com   



Sayfa 111 



  makalesinde Kemalist yazıcı milli kahramanlarımızdan Yıldırım Bayazıd'ı "İstibdat köpeğini  kuduzlaştırmak" la, Fatih'i de "enikonu deli olmak" la aşağılıyor.     Biz hiçbir zaman, milli kahraman da olsalar, Osmanlı padişahlarının kusurları söylenmesin demiyoruz.  Kusursuz insan bulunacağına da inanmıyoruz. Büyük diye iddia olunan nice küçüklere de tarih  boyunca rastlamışızdır. Fakat milli mefahir olmuş büyüklere ilmi ve hakiki bir sebep gösterilmeden  hakaret edilmesini kabul edemeyiz. Dünyada hiçbir cemiyette, Çingene cemiyetinde bile, milli  mukaddesat ve milli mefahir diye tanınan şeylere dil uzattırmazlar. Yazık ki, Kemalist bunu yapıyor ve  birleşmiş Avrupa'yı tepeleyen Yıldırım'la tarihte yeni bir devir açan Fatih'e hakaret ediyor. Bunu  yaparken, bu millet ve bu vatanın can düşmanı olan komünistlerin bile kendisi kadar ileri  gidemediklerini unutuyor. Hatırlardadır ki, bir zamanlar da komünistler "putları kırıyoruz" diye  Mehmed Emin'e Abdülhak Hamit’e saldırmışlar, fakat Yıldırımla Fatih'e dil uzatamamışlardı. Yazık ki,  milliyetçi gözüken Kemalist onları da geçiyor, putları kırmaya uğraşan komünistlerden on yıl sonra  mabetleri yıkmaya kalkıyor.     "Mustafa Kemal Ruhu" adlı makalesinde dönmelerle devşirmelere hücum ettiği için A. Buharalı'yı da  bizim gibi ırkçı saymak kabildir. Bu bakımdan Kemalist, adeta Antikemalisttir. Çünkü Kemalizm de  dönme ve devşirme olmak kabahat değildir. Fakat Kemalizm yapmak isterken milli mefahiri yıkmaya  kalkışması herhalde Moskova radyosunu memnun etmiştir. Zira 15'inci asırda yaşayan Fatih'i,  huzuruna her gelen köylüyü kabul etmediği için "Halkçılığı boğan hükümdar" olmakla suçlandırmak  ancak Bolşeviklerin başvurdukları bir avamferipliktir...     Burada Yıldırım'la Fatih'e yöneltilen hakaretleri reddederken itidal ve insaf yolundan ayrılmayarak  münakaşa edeceğiz. Buharalı Kemalist, Yıldırım için aynen şöyle diyor:     "Cumhuriyet aşıkı milletin ilk küskünlüğü burada başladı. Babasının ölüsü soğumadan ağabeğini  öldüren Yıldırım, sultanlık payesini alarak istibdat köpeğini kuduzlaştırdı." .     İstibdat köpeğini kuduzlaştırmak için sultanlık payesini almaya hiç de lüzum olmadığım her halde  Kemalist bilir. Tarihten pek pervasız bahsedişine bakarak kendisinin hiç olmazsa belli başlı Osmanlı  tarihlerini okumuş olduğunu zannediyoruz. Bu bakımdan da "sultanlık" payesinin Yıldırım için hiçbir  değeri olamayacağını bilmek lazım gelirdi. Şimdikinin iki misli büyüklüğünde bir Türkiye'ye hükmeden  ve müttefik Avrupa'nın çıkarabileceği en seçme ve kuvvetli orduyu Niğbolu da darmadağınık eden  "Bayazıd Beğ" için tarihin ve milletin pek yerinde olarak kendisine verdiği 'Yıldırım" adı her halde  kâfiydi. Yıldırım bütün hayatında kendisini sultan diye ilan etmediği gibi bastırdığı paralarda da bu  unvanı kullanmamıştır.    Kardeşi Yakub Çelebi'nin suçsuz olarak idamı ise, beğlerin isteğiyle devlette birliği sağlamak için  alınmış kanlı ve kaçınılması imkânsız bir tedbirden başka bir şey değildi. O zaman, başka bir imkân  olmadığı için böyle yapılıyordu. Acaba Buharalı, sümme hâşâ, Yıldırımın yerinde olsa ne yapardı?  Elbette o da Yakub Çelebi'yi idam eder, fakat Niğbolu zaferini kazanamazdı.     Buharalı'nın en garip iddiası Yıldırım zamanındaki Türk milletinin cumhuriyet aşıkı olmasıdır. Bu kadar  ciddi bir yazıcıya böyle hafif bir iddiayı yakıştıramadığımız için bunu Buharalı'nın biraz yersiz bir şakası  diye kabul etmek istiyoruz. Yoksa cumhuriyet aşıkı milleti imparatorlukla idare ettiği için Yıldırım  www.atsizcilar.com   



Sayfa 112 



  Bayazıd, milleti kendisine küstürmüş olunca ayın mantığı kullanmak şartıyla Fuzuli’nin serbest nazım  yerine aruz kullandığı için edebiyatımızı gerilettiği, Kanuni'nin memlekete demir yolları döşetmediği  için bugünkü iktisadi hayatımızı felce uğrattığı, Mimar Sinan'ın da şehir gazinoları veya uçak  fabrikaları yapmak dururken camiler yapmakla medeni olgunlaşmamıza engel olduğu pek ala iddia  olunabilir.      Türk cemiyeti bütün tarih boyunca aristokratikti. Fakat müstebit değildi. Kemalist, Yıldırım Bayazıd'ı  azgın bir müstebit saymakla en büyük tarihi yanlışlığa düşmektedir. Molla Şemseddin‐i Fenari Bursa  kadısı iken bir mesele için şahitliğe gelen Yıldırım Bayazıd'ın şahadetini, cemaatle namaz kılmadığı ve  içki kullandığı için reddetmiş, Bursa kadısını idam edivermek, kendisi için işten bile olmayan Kosova ve  Niğbolu arslanı da bu hüküm karşısında hiçbir söz söylemeyerek ve boynunu bükerek mahkemeden  çıkmıştı. Sayın Buharalı Kemalist böyle bir örneği bana herhangi bir kuduz müstebitin değil, adil bir  büyüğün hayatında gösterebilir mi? Üçüncü defa Cumhurbaşkanlığını kabul etmediği için demokratlığı  göklere çıkarılan Vaşington'un yanında bile bizim Yıldırım Bayazıd'ımız ne kadar büyüktür.     Buharalı Kemalist, yazısının biraz aşağısında Fatih'i, halkçılığı boğan bir hükümdar olmakla, kendisine  Allahın gölgesi dediği için de enikonu deli olmakla itham edip tahkir savuruyor. Sayın Kemalist’e göre,  Fatih, sellemet‐üsselam huzuruna girmek isteyen bir köylüyü kabul etmediği için halkçılığı boğan bir  hükümdarmış! Ne hoş bir halkçılık anlayışı! Dünyanın hiçbir tarafında, Fatih gibi ülkeler açan, çağ  değiştiren bir imparatorun değil, alelade bir devlet reisinin huzuruna bile her isteyen giremez. Hatta  bugünkü demokrasinin vatanı olan memleketlerde bile bu böyledir. Kemalist Buharalı, galiba  ömründe hiçbir resmi makama girmemiş. Bir denesin bakalım: Bir Valinin, bir Hükümet doktorunun,  bir, Mal müdürünün huzuruna nasıl giriliyor, öğrensin. Ondan sonra, Fatih'in huzuruna nasıl girilebilir,  kıyaslasın.     Kemalist Fatih'in kendisine Allahın gölgesi dediğini iddia ederken de yanılıyor. 22 yaşında İstanbul'u  alan, o zamana kadar görülmemiş büyük toplar döktürerek bunların balistik hesaplarını bizzat yapan,  karadan gemiler yürüten, (altı dil bilen, Trovada ilk hafriyatı yaptıran, irili ufaklı 17 devleti Türkiye'ye  ekleyen) Karadeniz'i bir Türk gölü haline sokan kahraman, kumandan, hükümdar, bilgin ve şair Fatih  kendisine Allahın gölgesi demeye muhtaç değildi. O kendisine iki kara ve iki denizin hakanı diyordu.  Bunda da yerden göğe kadar haklıydı. Dalkavukluk olsun diye sonradan kendisine Allahın gölgesi  diyenler çıkmışsa, bunun da suçu Fatih'e ait değildir. Çünkü her çağda çıkan dalkavuk güruhu Fatih  gibi her bakımdan büyük olanları değil, hayatlarında redaat ve denaetten başka bir şey olmayan  aşağılık insanları da göklere çıkarmışlardır.     Kemalist’in tarihteki bir zühul eseri olarak deli dediği Fatih, beşi Müslüman, on ikisi Hıristiyan olmak  üzere tam 17 devleti ortadan kaldırmıştır. O fütuhatı, o teşkilat ve kanunları, o keşfiyatı yapan birisi  hakikaten delirerek kendisine Allahın gölgesi deseydi bile tarih onu gene büyük saymakta devam  ederdi. Bütün düşman yabancıların bile zekâ ve dehasını kabul ettikleri Fatih'e Türk milliyetçisi  Kemalist Buharalı'nın hakaret etmesi milli talihimizin kötü bir cilvesidir.     5 Türk, 4 İtalyan, 3 Rum, 3 İslav,1 Romen, 1 Arnavut devletini Türkiye'ye ekleyen Fatih'in şu  fütuhatına bakınca göğsü kabarmayanlar elbette Türk değildir:    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 113 



  1453'te Bizans Rum İmparatorluğunu aldı. 1456'da Enez Ceneviz Dukalığını aldı. 1458'de Atina İtalyan  Dukalığını 3ıdı. 1459'da Sırp Krallığını aldı.     1460'ta Mora Rum Respotluğunu aldı. 146'1'de Trabzon Rum İmparatorluğunu aldı. 1461/2'de  Candarlı Türk beyliğini aldı. 1462'de Eflak Romen Prensliğini aldı. 1462'00 Midilli Ceneviz Dukalığını  aldı. 1466'da Karaman Türk Beyliğini aldı. 1471'de Alaiye Türk Beyliğini aldı.     1475'de Kırım Türk Hanlığını aldı.   178/9'da Arnavutluğu aldı.   1479'da Yunan adalarındaki Zanta İtalyan Dukalığını aldı.   1480'de Herset Dukalığını aldı.    Bunlardan başka Dul kadir Türk beğliği ile Buğdan Romen Prensliği hâkimiyet altına alınmış,  Akkoyunlu Türk İmparatorluğu ile Macaristan ve Napoli Krallıkları ve Venedik Ceneviz cumhuriyetleri  yenilmiş, Cenevizlerin Karadeniz'deki bütün kolonileri ile Eğriboz, Limni, Taşoz, Semadirek, İmroz  adaları ve bir hayli adalar alınmış,     Güney İtalya'da Otranto fethedilmiş, Balkanlar tamamen Türk hâkimiyetine girmiş, Karadeniz Türk  gölü olmuş ve 'Boğazlar hâkimiyeti tamamlanmıştır.    Kemalist bunları yapan milli kahramana hakaret etmekle ne kader utanılacak bir harekette  bulunduğunun, umarız ki, bu izahattan sonra farkına varır. Milli mukaddesata saygı göstermeği,  kanunlarla sağlamak kabildir. Fakat bunun o kadar değeri yoktur. Mühim olan bu saygının gönülden  gelmesidir. Bir topluluk kendini inkârla çöker. Kendini inkârın başlangıcı da maziye sövmek ve milli  kahramanları tahkir etmektir. Sonra başkalarına gönül vermek, onları kutlulamak, arkasından da  inkıraz gelir.     Bereket versin ki, Fatih'e sövmekte Kemalist yalnızdır. Türk çocuklarının gönülleri her gece onun kilitli  türbesinde ihtiram nöbeti tutmaktadır.     Altın‐Işık, 21 Ocak 1947, Sayı: 2      



MİLLİ GAYE     ''Neslimizin Amentüsü"    Her şey, Büyük Türkiye uğruna ve onun için.    Her gönülde bir Arslan yatar. Bizim milli gönlümüzde yatan Arslan nedir? Çok nüfuslu, ahlakı, ilmi ve  tekniği yüksek, büyük Türkiye'dir Buna nasıl varacağız?    ***    İstikbal, İstiklal diyoruz. Şu halde Türk Cumhuriyetini biz ölmeden öldürmeyeceğiz.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 114 



    Yeni doğan Türk Demokrasisini kuvvetlendirmeye ve her şeye hâkim bir esas olarak yaşatmaya  çalışacağız.     Ahlakımızı, milli ilimlerimizi ve tekniğimizi yükselteceğiz. Az kazansak da çok çalışacağız. En fena  şeraitin yoksuzluklarını bedeni ve ruhi kabiliyetimizdeki acarlıkla kapatacağız. Nihayet nüfusumuzu,  Türkiye’deki içtimai kesafeti arttıracağız. Bütün Türkler Türkiye de toplanacaktır.     İstikbalimizin temeli köylerimiz ve köylülerimizdir diyor ve buna kendimizden çok inanıyoruz. Şu halde  köylerimizin içine girecek, yağ kandilleri ve tezek kokuları içinde sessiz ve iniltisiz, nutuksuz ve  yaygarasız mesai sarfedeceğiz.    İçimizde yaşayanlar bizden olanlardır. Dili bir, dileği bir, kanı bir kardeşlerdir. Hiç kimseyi birbirinden  ayırt etmeyecek ve aykırı adam bırakmayacağız. Halkımızla el ele verecek, beraber gülecek, beraber  ağlayacak, beraber çalışacak ve beraber yükseleceğiz. Halka tepeden bakan ve şehirlerde kahraman  olanlara münevver demeyeceğiz.     Şahsi bir derdimiz, şahsi bir ihtirasımız ve şahsi bir dileğimiz olmayacak. Bu küçük dertleri ve  hodbinlikleri büyük ıstırabın içinde kaynatacak ve unutacağız.     Geçmiş asırlardan beri münevverlerimizin halkımıza ve köylümüze karşı olan sonsuz borcunu  ödemeye çalışacak ve hiç değilse bu borç üstüne borç katmamaya and içeceğiz.     Yaygaralarla şöhret arayanlara Atsızlıktaki feragatle mukabele edeceğiz. Riyakârlığı nezaket sananlara  kabalığın asaletini göstereceğiz.     Kuvvetini ve şahsiyetini halk içinde ve onun için tüketerek ölenlere milli kahraman diye tapacağız.  Yalnız köylerde ve köylülerin gönlünde yaşayan uluslara milli kahraman diyeceğiz.     Salonlarda dile gelen, şehirlerde hak dava eden, iş görmek için mevki bekleyenlere ve yaptıklarıyla  öğünenlere inanmayacağız.     En büyük kıymetlere, kıymet oldukları gün sırnaşmayacağız. Milletimizin iyiliği ve yüksekliği için  müspet çalışanları gönlümüzde yaşatacak ve Türkiye topraklarına gömüldükleri gün, mezarlarını milli  mefkûremizin mabedi yapacağız.     Yüze karşı söylenen sevgilere güleceğiz. Sevgiler gönülde, hatıralar tarihte, kahramanlar milli  mabetlerde kutlu olacak.     Riya ve Şarlatanlık karışık olan her şeye tüküreceğiz.     Millet ve Vatan yolunda can verenlere ve onların yadigârlarına bu milletin tarihte olduğu gibi en kutlu  insanları olarak bakacak ve onları fedakârlıkta kendimize, örnek edeceğiz.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 115 



  Millet ve Vatan işlerinde hırsızlık, ahlaksızlık ve fenalık yapanlara tafsilatlı kanun maddeleri yazarak  cürme göre pazarlığa girişmeye aklımız ermediğinden böylelerin yok olmasını ve yok edilmesini  isteyeceğiz.     Rüşvet ve İrtikâp kelimelerin sehpalara asılı yaftalarda seyredeceğiz.     Halkın haklan ve dertleri için acı, sert, açık ve fakat doğru söyleyenleri dinleyecek, tatlı, yumuşak,  kapalı ve nezaketli konuşanlardan şüphe edeceğiz.     Sefaletler içindeki sefahatlere, ıstıraplar karşısındaki zevkler, iniltilerle alay eden kahkahalara  haykıracağız.     Halkın sıhhati, hayatı, refahı ve istikbali için faydalı olan her şeyi benimseyecek, bunlara karşı koyan  ve ne şekilde olursa olsun halkı esir yapmaya ve istismar etmeye uğraşan her şeyi düşman bileceğiz.     Neslimiz bunları yaparsa, nesillerimiz ve istikbalimiz kurtulmuş olacaktır.    Atsız Mecmua, 1932, Sayı: 9     



www.atsizcilar.com   



Sayfa 116 



 



BÖLÜM 4: KOMÜNİZM, SOSYALİZM, SOLCULUK VE  KÜRTÇÜLÜK   



"MİLLET"İN İFŞAATI     Haftalık "Millet" dergisi epey zamandan beri Türkiye'deki Moskofçuluk faaliyeti ve bu faaliyetin mazisi  hakkında yazılar neşrediyor. Seri halinde çıkan bu yazılara ifşaat demek daha doğrudur. Çünkü bu  yazılar bilinmeyen, pek az bilinen, pek az kimseler tarafından bilinen korkunç hakikatleri  anlatmaktadır. Yazılarda imza yoktur. Fakat derginin sahibi tarafından yazıldığı anlaşılıyor. Her halde  bu yazılar iyi çalışılarak, çok kimselerden yardım görülerek hazırlanmıştır.     "Millet'in iddiası şudur: "Moskoflar çok eski zamandan, Türk Rus dostluğunun (!) başladığı yıllardan  itibaren Türkiye'yi mahvetmek, Moskoflaştırmak için planlı ve sürekli faaliyete girişmişler, bu  faaliyetleri sırasında da pek kuvvetli bir beşinci koldan faydalanmışlardır. Bu beşinci kol, Rus elçiliğinin  ve ajanlarının yardımıyla memlekette mühim mevkilere geçmiş, subaşlarını tutmuştur. Ankara'da yeni  kurulan sosyetenin pek şık sayın bayanları da bu faaliyette rol oynamış, Moskofçuluğa karşı duranlar  türlü iftira, dedikodu, propaganda ve komplo ile manen ifna edilmişlerdir. Moskoflar, Türklüğü ruh  bakımından da perişan etmek için Dil Kurumuna da adamlarını sokmuşlar, Türkçeyi rezil etmeye  çalışmışlar ve kısmen bunu başarmışlardır. Moskoflar tarafından Rusya da, Almanya da yetiştirilen,  kısmen de burada satın alınan beşinci kolun birçok azalan halen iş başında bulunmaktadır."    "Millet" dergisi bunları ceffelkalem söylemiyor. Yer, zaman ve şahıs adlarıyla belgelendiriyor. İşin  garibi itham ettiği insanlardan hiçbiri bu yazılan yalanlayamıyor. Demek ki, yazılanlar doğrudur.  Şimdiye kadar yalnız bir tek kişi, kendisi hakkında yazılanları yalanlayacak oldu. Fakat "Millet" onun  bu yalanlamasını da ağzına tıkamasını bildi.    Bu ifşaat karşısında ürpermemek, tiksinti duymamak kabil olmuyor. Biz de bazı şeyler biliyor, bazı  insanlardan şüpheleniyorduk. "Millet", şüphelerimizde haklı olduğumuzu ispat etti ve nasıl büyük  tehlikeler içinde yaşamış olduğumuzu ve hala yaşadığımızı bize gösterdi.     Moskoftan ve Moskofçulardan Türklük için rahmet bekleyecek değildik. Moskof kumandanlarının  Türkiye'ye gelerek bizim devlet ricali ile sarmaş dolaş oldukları günlerde bile onlar bizim için nihayet  "Moskof'tu Satılık beşinci kol da hiç şüphesiz vazifesini yapıyor ve mükâfatını görüyordu. Fakat ya şu,  her şerefi kendisine mal eden, vatan yaratmakla övünen Halk Partisi acaba ne yapıyordu? Kendi  saflarında yer alarak Türk milletini yıkmaya uğraşan Moskofçulara karşı niçin harekete geçmiyordu?  Haydi diyelim ki, o zaman gaflet içindeydi, bir şeyden haberi yoktu. Ya bugün, bu kadar acı hakikatler  ortaya çıktıktan sonra neden bu işle ilgilenmiyor? Neden adlan anılan ve bugün kendi mensubu olan  kimseler için bir inceleme yapmıyor? Adı geç.enler masum ve suçsuzsa neden açıklamıyor? Son 25  yılın bütün iyiliklerini benimsediği halde kötülüklerini neden üzerine almak yiğitliğini gösteremiyor?  Mademki, ortada Halk Partisinden başka bir kuvvet yoktu, o halde bu işleri kim yaptı? Bunların  sorumlusu kim? ırkçılarla Turancılar mı?    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 117 



  Biz şimdi hadiseleri daha büyük bir açıklıkla, daha aydın olarak gözden geçirebiliyor ve Halk Partisinin  Türkçülere karşı gösterdiği düşmanlığın manasını anlıyoruz. İçine bir hayli Moskofçu dolan ve mühim  mevkileri bu Moskofçulara kaptıran bir parti, aslında milletçi olsa bile başka türlü hareket edemezdi.  Başka bir memlekette olsaydı, "Millet" dergisinin ifşaatı gibi ifşaat yapıldıktan sonra kıyametler kopar,  milli şuur şahlanır, hükümet harekete geçer, en uzaktan sorumlu görülenler bile istifa ederdi. Burada  ise derin bir sükût! Acaba hükümet, kendi içinde var olduğu iddia olunan bu çeteden çekiniyor mu?  Çekinmiyorsa neden bunları yakalamıyor? Yoksa hala Moskof dostluğu mu güdüyor? Öyle ise yüz  milyon doları neden kabulleniyor? Acaba bunların hepsi bizim idrakimizin çok üstünde birer hikmet‐i  hükümet mi? Herhalde öyle... Yoksa Halk Partisi hiç hata eder mi?     Altın‐Işık, 25 Haziran 1947, Sayı: 6      



TARİHİN BARIŞMAZ DÜŞMANLARI     Komünizm, artık bütün dünya için ve bilhassa bizim için iktisadi bir fikir veya içtimai bir düzen  olmaktan çıkmıştır. Komünizm bugün yalnız Moskofçuluk demektir. Fransız ve İtalyan komünist  partileri şeflerinden Pilipin komünist liderlerine kadar hepsinin, kendi vatanları aleyhinde en hayâsız  ve en iğrenç bir dille söyledikleri "Kızıl Ordu memleketimize girerse onunla birleşiriz" hezeyanı,  komünistin bir fikir veya parti adamı değil, Moskova ajanı, Rus casusu ve Moskofçu olduğunu ispata  yeter. Tarihin hiçbir devrinde insan ruhunun bu kadar sefilleştiği ve bu kadar çok vatan haininin çıktığı  görülmemiştir.     Komünizm, ruh ve seciye bakımından soysuzlaşmış binlerce casusu bulunan bir Moskof  emperyalizmidir. Hırslarına sınır bulunmayan; Akdenize, Atlasa, Hint Okyanusuna çıkmak isteyen;  bütün dünyayı elde etmek hülyası ardında koşan kaba ve Moskof’a yakışan bir emperyalizm... Bütün  bu doymak bilmez hırsın dayanağı da dünyaya içtimai adalet götürmek, efsanesi...     Geri ve kaba İslav’ın en aşağılık kolu olan Moskof dünyaya medeniyet ve adalet götürecek. Yıllardan  beri açlar ve mahpuslar diyarı olan Moskofistan, dünyaya önderlik edecek ve insanlığı ebedi saadete  kavuşturacak...     Bu muhteşem fanteziye gafletle inananlar olduğu gibi gizli maksatlarla herkesi inandırmak isteyenler  de çıkıyor. Moskof’un dostluğuna inananlardan, Kurtuluş Savaşı başında bize karşı, kendi menfaati  icabı olarak gösterdiği dostluğu başımıza kakanlardan daima şüphe edeceğiz. Yüzyıllarca devam eden  bir tarihin en belagatli gerçeklerine göz yumarak milli savaş başındaki kısa, geçici bir anı "büyük  hakikat" diye göstermek isteyenlerden şüphe etmezsek tarih bizden şüphe eder. Türk ırkıyla Moskof  sürüsünün damarlarına kadar işlemiş bulunan barışmaz düşmanlığı yirmi beş yıllık hain ve sinsi  propaganda ile sildik sananlar, millet önünde konuşmak şerefini ebediyen kaybederler. Milletin,  Moskof dostluğu teranesine karşı gösterdiği soğuk, fakat manalı sükûtu "kabul" telakki edenler ancak  idrak zavallılarıdır.     Bazı dışişleri bakanları siyasi nezaket icabı "iki millet arasındaki ananevi dostluk" tan bahsedebilir veya  Moskof’a karşı cidden dostluk besleyebilirler. Fakat ocakları 'Moskof düşmanlığı hatıralarıyla canlı  insanlar buna inanmaz, aldırmaz, dinleyemezler...   www.atsizcilar.com   



Sayfa 118 



  Tarihin, jeopolitiğin ve mukadderatın düşman yaptığı Türklükle Moskofluk hiçbir zaman barışmayacak  ve bu "kıran kırana dövüş" kesin sonuç elde edilinceye kadar sürüp gidecektir. Nasıl barışabiliriz ki  hilkat bizi zıt yaratmış, tarih bizi düşman olarak yetiştirmiş, coğrafya bizi toprağa çarpışsınlar diye  yerleştirmiştir.     Biz, başkalarının bile benimsediği şanlı milli adımızı taşırken onlar, kendilerini idare etmek üzere  Norman "Rus" boyunun adını almıştır. Irkımızın ve milletimizin adı olan "Türk”ün manası "kuvvet"  veya "medeni‐türeli" demekken onların milli adı "İslav"ın kendi dillerindeki anlamı "köle"dir. Biz Tanrı  Dağlarından doğduk. Onlar Pripet bataklıklarından fırladılar.     Biz, insanlığın tarihine beşer tefekkürüne Aristo’dan sonra "İkinci Öğretmen" olarak kabul edilen  "Farabi"yi verdik. Onlar ancak "Korkunç İvan"ları, "Deli Petro"ları yetiştirdiler.     Moskofla dostluk yapılacağını sananlar maziye dikkatli bir göz atmalıdırlar. Bizim onlarla 1798 ve  1833'te yapılmış iki ittifakımız daha vardır. Bu ittifaklar ve ittifak antlaşmalarındaki "ebedi ve  sarsılmaz dostluk" vaatleri daha sonraki kanlı boğuşmaları önleyebilir mi? Altın Ordu ve Türkistan  Türklerinin Ruslarla olan uzun düşmanlık tarihini bir yana bırakıp yalnız Osmanlı Türklerini alalım, 14  harbin yıktığı düşmanlık hamulesini atmaya imkân var mı?    Osmanlı Türklerinin Moskoflarla münasebeti 1495'te onların gönderdiği elçiyle başladı ve 1667  tarihine kadar bizim ancak 9 defa elçi yollamamıza karşılık onların 38 defa göndermeleriyle daimileşti.  İlk harbimiz 1639'da yapıldı ve 1917'de biten son harple beraber 1639, 1641–1642, 1646–1677,  1686–1699, 1710–1713, 1736–1739, 1768–1774, 17871792, 1806–1812, 1827–1829, 1853–1856,  18771878, 1914–1917 tarihlerinde olmak üzere 14 defa tekerrür etti. 1639–1917 arasındaki 278 yılda  yapılan bu 14 harbin hepsi 49 yıl sürmüştür. Yani 19 yılda bir harb. Dünya tarihinin son üç asrında  başka iki millet gösteremezsiniz ki 19 yılda bir çarpışmış olsunlar.     Bu çarpışmalar, bu şehit vermeler Anadolu'nun taşını, toprağını Moskof düşmanlığı ile yoğurup  taşırdı. Türk milletiyle Moskof sürüsü tarihin barışmaz iki düşmanı haline geldi. Biz Anadolu'nun kuzey  kıyılarına gelen tahripçi poyraza Moskof rüzgârı dedik. Onlar Ukrayna’nın güneşine saldıran tahripçi  lodosa Türk dalgası dediler. Türk kelimesinin Moskof halk dilindeki mecazi manasım bilmiyorum;  fakat Türkçede Moskof "hain, kötü" manasını aldı.     Hayat var oldukça her şey zıddıyla anlaşılmakta devam edecektir. Ölümsüz hayat olmayacağı gibi kin  olmadan da sevgi olamayacaktır. Büyük beşeri hamleler yapmak, milli ülkünün ardından mı koşmak  istiyorsunuz, sevginin yanına mutlaka nefreti de koyacaksınız. Türklerin milli mefkûresinden mi  bahsediyorsunuz? "Türk'e sevgi"nin yanına "Moskof’a' kin"i de yerleştirmeye mecbursunuz. Türkü  sevmek demenin Moskof’a düşmanlık demek olduğunu, Türklüğe tapmanın içinde Moskof’a kinin  mündemiç bulunduğunu bilmek için derin bilgiye ve tefekküre lüzum yoktur. Tarihe ve haritaya  bakmak kâfidir.     Moskofçuluk bütün dünyada gidebileceği en ileri sınırlara kadar gittikten sonra artık gerilemeye  başlamıştır. Medeni bir dünyada bir çılgınlık ve ahlaksızlık dini zaten daha fazla revaç bulamazdı. Tam  demokratça seçim yapan memleketlerin meclislerindeki komünist sayısına bakmak dünyadaki fikri ve  ahlaki sefaletin azalmakta olduğunu gösterir. Sosyal yapısı çok sağlam olan İrlanda, İngiltere ve  www.atsizcilar.com   



Sayfa 119 



  Amerika da bir tek komünist milletvekili yoktur. Sosyal yapıları çürük olan Fransa ve İtalya da ise  meclisin aşağı yukarı üçte birini komünistler teşkil etmektedir. İkinci cihan savaşında her iki taraftan  da ilk nakavt olan büyüklerin "Latin Hemşireler" olması bir tesadüf değildir.    "Aramızda harb olursa Ruslara silah çekmem", "babama söv, fakat Stalin’e bir şey söyleme"  diyenlerini bizzat işittiğimiz müteredditlerinin günün birinde doğru yola geleceklerini sanmak ve  başkalarına telkin etmek ihanettir. Moskofçulara müsamaha mı? Asla!... Müsamaha, şuurlu bir  gaflettir ve şuurlu olduğu için de gafletten çok ihanete yakındır; Moskofçuların niçin resmi vazifelere  alındığını sorduğumuz zaman "artık tövbekâr oldular" diye cevap veriyorlar, inanmak olmaz dediğimiz  zaman "vatan çocuklarını kaybedemeyiz" vecizesiyle mukabele ediyorlardı. Ah, bu tövbekâr fahişeleri  ailelerin harim‐i ismetine sokan büyük tesamüh... Ah, bu safiyane inanış yahut umursamayış...  Tövbekâr olmuş vatan çocuğu Sabahaddin Âlinin akıbetini gördüler. Üç ay hapse girmemek için (!)  Bulgaristan’a kaçıyordu.     Bu memlekette Moskofçuluğu alabildiğine koruyanlardan yıllarca "batı medeniyetine girdik, onları  geçtik, onlara örnek olacağız" şarkılarını dinledik. Bize "Avrupa’nın sınırlan Karsta biter" diye teraneler  söylediler. Ama Avrupa, yani Batı, yani onların tabiriyle "akıl ve ilim" Moskofçuluğu tepelerken onlar  Moskofçuluğu Meclise ve Kabineye soktular ve Türkçülüğün kökünü kazımak için en deni ve şeni  iftiralarla görülmemiş bir Haçlı seferi açtılar. Batıyı taklit ederken yalnız yol, okul ve fabrikayı değil,  daha çok balo ve kokteyl partileri yurdumuza şoktular. Moskofçulukla savaşa gelince onun arkadan  gelmesini beklediler. Tehlike olmadığını millete zorla kabul ettirmek istedikleri komünizm,  Amerika'dan atomun sırrını çaldığı gibi Türkiye'de de, Adana'daki köy enstitüsünde Türk bayrağını  lağıma atacak kadar faaliyet gösterebildi. 1948'de Milli Eğitim Bakanlığı binasıyla Güzel Sanatlar  Akademisini kül ettiği gibi 1949'un 11 Şubatında Amasya'daki askeri un fabrikasını, 2 Martında Nuri  Paşanın İstanbul'daki silah fabrikasını, 10 Martında Tuzladaki Radar Okulunun telsiz dairesini, 11  Martında Adana Askeri Hastanesini, 12 Martında Çatalca'nın Dağ Yenicesindeki cephaneliği, 13  Martında İslâhiye Askerlik Şubesiyle Subay Mahfelini, 26 Martında Harb Akademisinin birinci kat  döşemesini, 2 Nisanında Milli Eğitim Basım Evinin bir kısmıyla Tekirdağ Hükümet Dairesini  kundaklayabildi. Ve bunların çoğunu yakıp bitirebildi.     Eski Moskofçuların tövbekâr olduklarına inananlar yahut inanmış gözükenler bu yangınlara da kontak  diyip işin içinden sıyrılmasını bildiler. İşleri o kadar kolaylıkla izah ediyorlardı ki günün birinde vatan  yanıp kül olsa yine kontak diyerek suçu elektriğe yüklemekten geri kalmayacaklardı.     Hakikatte ise bu kontaklar barışmaz Türk Moskof düşmanlığının ufak görünüşlerinden başka bir şey  değildir. Onlar bütün Türkeli'ni yakamadıkları için binaları yakıyor, bütün Türk ırkını yok edemedikleri  için yangınlarda ve patlamalarda üç beş kişinin kanına giriyorlar. Onlar bu topraklan elde  edemedikleri için kendilerini tutamayarak Karsı, Ardahan'ı ve Boğazları istiyorlar ve hazırlanıyorlar.  Kafalarının içinde, karısını Baltacı Mehmet Paşaya gönderen Deli Petro'dan kalma bir aşağılık duygusu  ve o duygunun doğurduğu kin; gönüllerin de İslav olmanın, yani aşağı olmanın verdiği kaba, ihtiras...  Bir yandan çokluğun ve imkânların verdiği ümit... Bir yandan Türk'le şaka olamayacağını bilmekten  doğan kırgınlık. Karşı tarafta İslav sürüleri, tanklar, uçaklar, toplar ve milyonlar... Bu tarafta berikilere  göre çok hafif silahlarla demirden ellerin tuttuğu çelik süngüler ve yüz binler... Bir de o yüz binlerin  yardımcısı: Tarih, inanç ve elli milyon şehidin ruhu...   (ORKUN, 3 Kasım 1950, Sayı: 5 )  www.atsizcilar.com   



Sayfa 120 



 



ANTİKA KOMÜNİSTLER     Dünyanın her yerindeki insanlar, hangi siyası veya iktisadi düşüncede olurlarsa olsunlar, kendi  milletlerini her şeyin üstünde tutuyorlar. Her yerde ve her zaman görülmesi mümkün psikopatlar  dışında bu kaide istisnasız yürürlüktedir. Hatta beynelmilelci olduklarını iddia eden komünistler bile  farkında olarak veya olmayarak milliyetçidir.     İkinci Cihan Savaşından önce Japonya'da küçük bir "milliyetçi komünist" partisi vardı. Bugün  Finlandiya'nın 200 kişilik Millet Meclisine 50 mebus sokan komünistler de milliyetçidir. Hem de o  kadar milliyetçidir ki Ruslar bunların komünistliğinden şikâyet etmektedir. Çünkü bu Fin komünistleri  Marksizm'i sadece iktisadi bir sistem olarak benimsemişlerdir. Fin komünistleri Ruslarla yapılan son iki  harb de öteki Finlerden farklı olmayan bir şiddet ve kahramanlıkla çarpışmışlardır.     Müttefikimiz İzlanda devletinde de komünistler çoğunluktaydı. Fakat Rusları çağırmak kimsenin aklına  gelmemektedir.     İndonezya'daki iki komünist partisinden biri Çin ve Rus düşmanı olan milliyetçi bir komünist partisidir.    Memleketimizde komünizme, hatta sosyalizme karşı gösterilen sert tepki bizimkilerin en haysiyetsiz  şekilde beynelmilelci, Moskofçu olmalarından, en azından Türklüğe ve Türkçülüğe cephe alışlarından  doğuyor. Zekâdan mahrum, basit insanların bir tek prensip, bir tek unsurla en çapraşık meseleleri  çözdüm sanmaları gibi bu kafadaki sözde aydınlar da Marksizm prensipleriyle Türkiye'nin bütün  davalarının bir çözüm yolu bulacağına inanıyorlar.     Dünya dönüyor ve zaman yürüyor. Hızlı bir akış var. Tarihi mukadderat milletleri önüne katmış  yürütüyor ve bu yürüyüşün önünde hiçbir felsefe, hiçbir doktrin direnemiyor. Tarihi Yürüyüşe karşı  durmak isteyen her fikri, her sistemi "zaman" silindir gibi eziyor.     Ezilenlerin başında anormal bir sistem olan komünizm var. Komünizm yüzyıllar boyunca ezilen  insanları, vaad ettiği cennetle bir müddet avutabildi. Bir süre de tedhiş ve kırgınlarla ayakta durabildi.  Fakat yığınlar uyandıkça, şuurlar parladıkça yalanlar, vaatler, tehditler sökmez oldu. Tarihi an gelince  Ruslar, tutunabilmek için dün göklere çıkardıkları, adına şehirler kurup heykeller diktikleri Stalin'i  yerin dibine batırmaktan çekinmediler ve Rusya'nın içinde buna karşı kimse itirazda bulunmadı.  Çünkü artık Ruslar da onun yalancı bir canavar olduğunu anlamışlardı.     Fakat bu kararla da kalmadılar, kalamazlardı. Mülkiyeti genişlettiler. Dinlere göz yumdular ve  kapitalizmin kar ve kazanç şeklini kendi ülkelerinde uygulamaya kalktılar. Tarihi yürüyüş onları oraya  götürüyordu.     Kimsenin şüphesi olmasın: Daha çok şeyler olacaktır. Rusya biraz daha medeni ve demokrat olacak,  Sovyetler Birliğini kuran cumhuriyetlerden bazılarının ayrılmasına ister istemez göz yumacaktır.    Yalnız, bu hızlı gidiş arasında; dünyayı, milletleri, binlerce yılın hâsılası olan milliyetleri anlayamayan  bizimkiler hala kırk yıl önceki enternasyonal teranesiyle ortalığı velveleye vermektedir. Başka isimlerle  partiler kurup sosyalizm prensiplerini savunuyor görünmelerine rağmen hala Moskova uşaklığına  www.atsizcilar.com   



Sayfa 121 



  devam ediyorlar. Rusya aleyhinde bir tek sözlerini işittiniz mi? İşitemezsiniz. Çünkü oraya bağlıdırlar.  Oranın vatandaşı, tutsağı, kölesidirler.    İkinci Cihan Savaşında İsmet Paşa'nın Churchill'le görüşmesine ait bir latife vardır:    Bütün meseleler konuşulduktan sonra İsmet Paşa, İngiliz Başbakanına bizim için Rus tehlikesinden ve  Rusların saldırması ihtimalinden bahseder. Churchill meşhur purosunu tüttürerek cevap verir: "Merak  etmeyin ekselans! Türkiye'deki komünizmin Rusya'ya bulaşması tehlikesi dolayısıyla Rusya'nın  Türkiye'ye saldırmasına imkân yoktur."     Çok yerinde uydurulmuş olan bu fıkradaki nükte bugün de değerini kaybetmemiştir. Rusya,  komünizmden sıyrılıp milliyetçi bir sosyal demokrasiye doğru kayarken bizimkiler hala beynelmilelci,  vatansız ve millet düşmanı bir sosyal düzen peşindedirler. Kafaları iktisadi meselelerden başka bir  şeye yatmadığı için fikri: ve ruhi yani manevi medeniyetin ölçülerine tamamiyle yabancı kalıyorlar.  İnsanı hayvandan ayıran vasfın bu manevi yön olduğunu idrak edemiyorlar.     Manevi değerlere göçebelik çağlarından beri sıkı sıkıya bağlanmış olan Türk milletinin tepkisini  anlayamıyorlar. İşçi Partisi toplantısını basan gençlerin arasında tahrikçiler aramak boşunadır.  Tahrikçiler geçmiş yüzyılların arkasındadır. Geçmişin mefahiri, terbiyesi ve fikriyatıdır.     Yüzyılların ötesinden gelen milli dürtüşle bu gençler İşçi Partisini Moskof ajanları gibi görmekte ve  onların varlığına bile tahammül edememektedir. Gençlik heyecanı ile onların suç işledikleri anda  hükümet tarafından enseleneceğini düşünememektedirler.     Bu münasebetle solcu bir yazarın bu gençler hakkındaki tehdidine de şöyle bir değinelim. Solcu yazar,  "karşı taraf da harekete geçerse bu saldırıcıların hali perişan olur" demek istiyor. Bu sözlerin altındaki  manayı anlamamak için pek gafil olmak lazım.    Fakat solcu yazar şunu da unutmasın: İş yumruk kuvvetine kalırsa kimin darmadağınık olacağını, kimin  külünün havaya savrulacağını bilmek için kâhin olmaya lüzum yok. Türkiye'de milliyetçilik ayaktadır.  "Sosyal" modasından asla ümitlenmesinden O tvist modası kabilinden geçici bir hevestir. Kalacak olan  Türk milliyetçiliği, Türkçülüktür. Halep ordaysa arşın burada. İsterlerse bir denesinler!     ÖTÜKEN, 18 Ocak 1965, Sayı. 13      



KOMÜNİSTLER     Bunca yazılara, açıklamalara, anlatmalara rağmen Türk milleti hala komünistle sosyalistin farkını  öğrenemedi. Sosyalistlere komünist damgası vurulduğu gibi kıpkızıl Moskof ajanlarının da sosyalist  sayıldığı veya sanıldığı oluyor.     Sosyalizm, milletin iktisadi hayatını düzenlerken onun bütün fertlerinin mümkün olduğu kadar  refahtan faydalanmasını sağlamaya çalışan bir sistemdir. Fakat bunu demokratik yolla  gerçekleştirmek yolunda olduğu gibi millet, din, aile, hürriyet ve mülkiyeti de kabul etmektedir.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 122 



    Komünizm ise, bugünkü tatbikatı ne olursa olsun milliyet, din, hürriyet ve mülkiyetin aleyhinde  olduğu gibi iktidara geçmeyi de zorbalıkla başarmak isteyen düşünce tarzıdır. Gerçi bunu  söktürememiş ve mülkiyeti de, dini de, hatta milliyeti de kabul etmiş ise de son gaye olarak, cihan  hâkimiyetini sağladıktan sonra yine bunları kaldırmayı deneyecek, yani insanlığın kaç bin yılda vardığı  olgunluğu kökünden yıkarak manevi sarsıntılara yol açacak, teknik seviye ne olursa olsun, insanları  ruh yapısı bakımından hayvanlaştıracaktır...    Komünizm, sosyalizmin türlerinden biridir. Aşın sosyalizmdir. Hemen bütün aşırılarda olduğu gibi  anormaldir.     Batı dünyası dediğimiz milletlerde (ki başlıca Finlandiya, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika,  Almanya, İngiltere, Fransa, İsviçre, İtalya, Amerika ve Kanada'dan ibarettir) sosyalizmle komünizm  birbirinden ayrılmıştır, karıştırılmaz. Fransa ve İtalya gibi, Batı dünyasının, ötekilerine göre biraz geri  kalmış olan ülkelerinde bazen sosyalistlerin komünistlere yaklaştığı görülürse de İngiltere veya  Norveç'te buna imkân yoktur. Uzun süredir sosyalistlerin iktidarda bulunduğu İskandinav  memleketlerinde komünistlerin Millet Meclislerinde üçer beşer temsilcisi vardır. Bu komünistlerin de,  Türkiye'dekilerin aksine olarak, Moskova taraflısı olduğu pek iddia olunamaz. Çünkü onlar sosyalizm  gibi komünizmi de yalnız kendi ülkelerinin çıkan için iktisadi bir yol diye düşünürler.     Demokratik hayatın pek yeni olduğu, sık arızalara uğradığı için oturmadığı ve hilesiz olarak ancak  1950, 1954, 1961 ve 1965 seçimlerinin yapıldığı Türkiye'de sosyalizm ile komünizmin karışması veya  karıştırılması bir dereceye kadar haklıdır. Fakat aydın tabakanın bu ikisini ayırt edememesinde başka  sebepler vardır.     Yıllardır milli terbiye görmeden ve daima kolaylığa alıştırılarak yetiştirilen genç kuşaklar çetin hayat  savaşındaki güçlükleri yenemedikleri, zorluğa gelemedikleri için kolay bir çıkarın ardına düşmekte;  kimisi manevi ve yarınki bir bahtiyarlığı vaad eden nurculuk gibi din kisvesindeki safsataya yönelirken,  bir takımı da maddi ve bugünkü bahtiyarlığı vaad eden komünizm herzesine kapılmaktadır. Bir tek  ilaçtan mucizeli, kesin ve çabuk şifa bekleyen ağır hastalar gibi, ruh ve düşünce sefaleti hastalığına  batmış iradesiz gençler de "sosyalizm" dedikleri komünizmden bir Zati Sungur harikası beklemektedir.  Kendisinde olmayıp da başkasında olanı kıskanmak gibi şuur kaybettirici buhranlar bu gençleri inkâra  yöneltmeye bir defa başlayınca da artık inkârın sınırı kalmamaktadır.     Sınırsızlık, kendisini sosyalist sananların farkına varmadan komünist inançlarını benimsemesinde de  göze çarpıyor. Kolektif çiftlik istiyor. Sebep: Toprak ağasının halkı sömürmesi... Ticareti  devletleştirmek istiyor. Sebep: Tüccarın vurgunluluğu... Bütün bunlar pire için yorgan yakmak değil de  nedir? Dünya, sosyalist rejimlerin kötülüğünü ortaya koyan örneklerle doluyken hala direnmenin  manası Moskova uşaklığından başka ne olabilir? Bugün sosyalist Doğu Almanya ile kapitalist Batı  Almanya'nın ölçüştürülmesi sosyalizmin aczini, rezaletini, ahmaklığını belirtmek için kâfi değil mi?     Polonya ile Fransa'yı yahut Çekoslovakya ile İngiltere’yi karşılaştırırsanız notunuzu hangisine  verirsiniz?    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 123 



  Şimdiye kadar kapitalist ülkelerden sosyalist ülkelere yalnız birkaç ajan ve casus kaçtı. Sosyalist  ülkelerden kapitalist ülkelere kaçanlar ise yüz binlerle sayılıyor. Sosyalist budalaların iddia ettiği gibi  bu yüz binler, ticari vurgun yapmak için mi Batıya kaçıyor? Kafatasının içinde biraz beyni olan bir insan  bunun ne demek olduğunu anlamaz mı?     Türkiye'de şimdi bir sosyalizm modası çıktı. Sosyalizm Türkiye’yi kurtaracak tek yolmuş. Sosyalizm  solculukmuş. Solculuk ileri düşünceyi temsil ediyormuş. Atatürk de solcu imiş. Hatta Muhammed  Peygamber de solcu imiş. Bütün bu gülünç iddialar fikrin sefaletini gösteren sayıklamalardır. Büyük  harfin nerelerde kullanılacağını bilmeyen liselilerin çikleti, liseli kültür ve seviyesini aşamayan  üniversitelilerin sakızıdır. Sosyalizm şarkısı söyleyen sabıkalıların geçmişini bilmeyen sözde aydınların  rüyasıdır. Komünizmin Rusya'da ne yaptığını, Çekoslovakya yar ve Macaristan'a nasıl girdiğini,  girdikten sonra ilk önce, kendilerine zemin hazırlayan sosyalistleri yok ettiğini bilmeyen zavallıların  hülyasıdır.     Komünizm kanser gibidir. Yıllarca acı vermeden, belirti göstermeden bir gövdeyi kemirir. Ağrı  başladığı zaman artık geç kalınmıştır. Bunu, daha önlenebilecek durumda iken ancak uzman hekimler  seçebilir. Ortada ağrı sızı yok diye uzman hekime inanmayanların işi dumandır.     Türkiye'de kaç komünist vardır, biliyor muyuz? Bunu Milli Emniyet Servisi bile bilemez. Onun bildikleri  göstermelik zavallılardır. Gazetelerde sütun sahibi olan maskaralardır. Aşağılık duygusu içinde  kıvranan yozlardan, Hücreler kuran emirberlerdir.     Fakat kendini belli etmeden devlet kademelerinde çalışan, zamanla terfi ederek yükselen, devletin  can alacak noktalarına yerleşen kızılları bilen var mı? Bunlar Kızıl ordunun gelişinde kilit yerlerini  tutacak elemanlardır. Bazıları ömürleri boyunca bir iş yapamadan yaşar. Fırsatı yakalayan onu  kullanmaya çabalar. Gizli gizli yaptığı ajanlıkları da kimse bilmez.    Tarihin en muhteşem budalası olan Roosevelt'in yardımcısı Wallace'ın ve Irak devlet başkanlığına  kadar yükselip 1963'te karşı ihtilalle öldürülen Kasım'ın da komünist oldukları neden sonra anlaşıldı.  Kasım, Harb Okulu öğrencisi iken gizli komünist teşkilatına girmiş, hiç açık vermeden generalliğe ve  devlet başkanlığına kadar yükselmiştir.     Demek ki vatan hainleri devlet başkanının yardımcılığına ve hatta devlet başkanlığına kadar  yükselebiliyor. Bütün bu adamlar kendilerine sosyalist diyorlardı. Tıpkı bizdeki sabıkalılar gibi. Uzun  söze ne hacet? Komünist Rusya bile kendisine "Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği" demiyor mu?     Sosyalist maskesiyle devlet başkanlığına kadar yükselen ve kendi vatanını yıkmaya çalışan komünistler  bizi, bizi değil aydın geçinen, sosyalizmi matah sanan, gözleri bulananları düşündürmelidir. Bu  sosyalistlerin kaçı gerçekten sosyalisttir? Kaçı ajandır?     Bugün özellikle üniversiteliler arasında görülen sosyalizm merakı; bilgiye, incelemeye, okumaya, yurt  sevgisine değil, modaya dayanan bir nev heveslikten başka bir şey değildir. Tıpkı sakal bırakmak,  Amerikan sığır çobanlarının pantolonunu giymek gibi bir moda... Üniversiteli oldukları halde  üniversiteli kafası olmayan, karşı fikirden habersiz, müsamahaya kabiliyetsiz olan bu gençlerin  sosyalist veya komünist olmasının hiçbir değeri yoktur. Bu sosyalistler yarın aynı kolaylıkla nasyonal  www.atsizcilar.com   



Sayfa 124 



  sosyalist de olabilecekleri gibi yarın hayata atılıp onun şamarını yedikten sonra da iyice ayılacaklar,  hele aralarında iyi kazanç sağlamayı başaranlar için sosyalizm eşkıyalıkla aynı anlama gelecektir.     Fransız üniversitelerinde pek çok kralcı vardır. Fakat krallık üniversitenin duvarları içinde esen tatlı bir  havadır ki pek seyrek olarak üniversite bahçesinden sokağa taşar.     Bizde sosyalizmin çirkin olan bir tarafı milliyetçiliğe arka çevirip kozmopolitliğe kayması ve  komünizme kapı görevini görmesidir. Karşımızdaki her üç sosyalistten birinin kıpkızıl komünist yani  vatan haini olduğu muhakkaktır. Bunu ayırmak mümkün olmadığı içindir ki sosyalistlere daima şüphe  ile bakılmaktadır. Gerçi en azılı komünistlerin, üzerlerine sosyalist şüphesini dahi çekmeyen sinsi  kimseler olduğu bilinmektedir. Fakat en azılı komünisti bilememek, komünist olması ihtimali  bulunanlara karşı uyanık davranmaktan bizi alıkoyamaz.     Yukarda Irak Başkanı Kasım'ı anlattık. Kasım hem komünist hem de Kürt'tü. Böyle olduğu içindir ki  yalnız Iraktaki Türklere karşı değil, Araplara karşı da büyük bir kinle davranmış, elinden gelen fenalığı  ardına koymamıştır. Bu da yabancı ırktan birini kendi başına geçirmek gafletini gösteren ve  gösterecek olan milletlere tarihin kanlı bir dersidir.    Komünistler her zaman bir devletin başına geçemezlerse de profesör, öğretmen, savcı, hâkim,  kurmay, mebus veya bakan olabilirler. O zaman milli yapıda bunların yapacağı yıkıma sınır çizmek  güçtür.     Farazi örneklerle anlatalım ve konu olarak Türkiye'yi alalım:    Bir komünist edebiyat öğretmeni şunları yapar: Türk edebiyatının bütün değerlerini sinsi sinsi kötüler.  "Bunlar, arı Türkçe dururken karışık bir dil kullanmışlardır; kendi milletlerini sevmedikleri için böyle  davranmışlardır; milletin derdiyle hiç ilgilenmemişlerdir." der. Kasten en kötü şiir örneklerini seçer ve  öğrenciyi tesir altında bırakır. Sonra Yunus Emre'yi ve basit halk şairlerini alır. Yunus'un tasavvufi  beynelmilelciliğini, ideal örnek diye gösterir. Halk şairlerinin yoksulluktan bahseden, beğlerden  yakınan parçalarını alarak bunlardan kendi kötü maksadına göre hüküm çıkarır. Öğrencinin kafasında  sınıf kavgası düşüncesini uyandırır. Yabancı edebiyatları överek Türk milletinin aşağı olduğu sonucuna  doğru sinsice gider. Özellikle Rus edebiyatının ön plana alır. Öğretmenine büyük değer veren öğrenci  onun her dediğini büyük bir gerçek diye kabullendiğinden artık mesele hallolunmuş ve bir çocuk  kaybedilmiştir.     Bir aralık, Hasan Ali'nin Maarif Vekilliği zamanında solculara hazırlatılmış lise edebiyat kitapları vardı.  Burada seçilen parçalar hep idam, öldürme, cinayet gibi çocukların içini karartacak parçalardı.  Osmanlı vezirlerinin gayrı Türk olanları seçilerek çocuklara "Türklük yetmiş iki milletten karmadır"  düşüncesi aşılanıyordu. Cinayet sahneleriyle kendi tarihinden ve milletinden soğutulmak isteniyordu.  Bunu hazırlayan vatan hainleri Türk çocuklarındaki milli bağları kopararak onları Moskova için yemlik  haline getirmek gayesini güdüyorlardı. Bunu yaparken uşaklığını ettikleri Moskova'nın insanlık  tarihinin en iğrenç cinayet ve ahlaksızlık trajedisine konu olduğundan habersiz görünüyorlardı.      Bir komünist tarih öğretmeni de şöyle davranır:     www.atsizcilar.com   



Sayfa 125 



  Tarihimizin kahramanlarını kan dökücü olarak alır. Savaşın gerektirdiği ölümleri cinayetler diye telkin  eder. İnsanlığın bir gün ebedi barışa kavuşacağını, savaşların iptidai birer barbarlık olduğunu  söyleyerek çocukların kendi geçmişlerine olan güvenini sarsar. Büyük şahsiyetlerin erdemlerini  unutmuş gözükerek yalnız kusurlu taraflarını sayıp döker. Büyük insanlar olarak yalnız yabancı  milletler tarihinden örnekler verir, sinsi sinsi dinle de alay ederek manevi bağlardan birini daha  baltalamaya çalışır. Milletlerin kardeşliği türküsünü söyler.     Bir komünist yazarın davranışı da şöyle olur:     Memlekette sınıf kavgasını kışkırtır. Bir yanda milyonerler varken bir yandan da açların bulunduğunu  söyler ve bir iki tablo çizer. Bu tablo doğru olduğu için okuyanlar yazara hak verir ve her zaman böyle  doğru yazacağım sanır. Ondan sonra yavaş yavaş mübalağalı yazılar yazmaya, yalan söylemeye başlar.  İstatistikler uydurur. Milli servetin yüzde şu kadar büyük bölümü şu kadarcık kişinin elindedir der.  Evvelce bir iki defa herkesin bildiği gerçekleri yazıp güven kazandığı için bu yalanlarına da inanılır.  Derken milliyetçilere saldırmaya, onları milletin gözünden düşürmeye çabalar. Tarihi şahsiyetleri  kötüler. Kötüleyemeyeceğini benimsemiş gibi görünerek onun da tam bir sosyalist olduğunu iddia  eder. Yalanları yüzüne vurulunca hiçbir cevap vermez. Aldandığını itiraf etmek mertliğini göstermez.  Yüzü kızarmaz. Bir insanın komünist olmasının şaşmaz kriterlerinden biri de utanmazlığıdır.     Komünist savcı veya hâkimin işi ise daha korkunçtur:     Komünistlerin suçunu örtmek, kanunların inceliklerini kızıl ajanlar lehine kullanmak.     Bunu anlamaya imkân var mıdır? Hâkimin vicdani kanaati diyince akan sular durur. Bir memleketin  Hukuk Fakültesi komünist yuvası durumuna düşmüşse ve demokratik zaruretler yüzünden bunlara  göz yumuluyorsa o ülkenin geleceğini kestirmek için kâhin olmaya lüzum yoktur.     Hele Iraklı Kürt Kasım gibi, Türkiyeli bir Türk Memo yahut İbo da Harb okulunda iken komünist olarak  ve Harb Akademisini bitirerek bir kolordunun kurmay başkanı veya bir tümenin komutanı ve hele  Genelkurmayda Harekât Dairesi Başkanı olursa bir savaş sırasında Türk ordusunun ihanet yüzünden  uğrayacağı bozgunun tahayyülü bile akıllara durgunluk verecek kadar korkunç olur.    Bu kadar sözden maksat komünistlere karşı uyanık olmayı ve onların daima sosyalist maskesiyle  gezdiğini hatırlatmaktır.     Biz bu kadarını yapabiliriz. Daha çoğunu subaşında oturanlar düşünsün, Demokrasi, anayasa, hukuk  devleti, kanun, insan hakları gibi teranelere kapılarak tedbirde kusur edenleri tarih bağışlamaz.  Tarihin cezası tüyler ürperticidir.     ÖTÜKEN, 12 Ekim 1965, Sayı: 22             www.atsizcilar.com   



Sayfa 126 



 



KOMÜNİZM YIKILMAYA MAHKÛMDUR     Komünizm 1918'de ancak Rusya gibi ahalisi her bakımdan ezilmiş, geri bir memlekette tutunabildi. Bu  tutunuş hükümet darbeleriyle yapılmış ve komünizm ancak yığın yığın insanları öldürerek iş başında  kalabilmişti.    Komünistler bütün dünyayı birleştirip yeni bir düzen kurmak iddiası ile ortaya atıldılar. Bu yeni  düzende herkes çalışacak, herkes her bakımdan sigortalı olacak, kimse kimseyi sömürmeyecek, savaş  ortadan kalkacak, sözün kısası çok bahtiyar ve ileri bir dünya kurulacaktı. Hatta giderek hükümet  denen nesne de kaldırılarak insanlar kooperatifler eliyle idare olunacaktı.    Fakat başlangıçta başarı kazanacak gibi gözükmesine rağmen bu düşünce bir ütopyadan, eskilerin  tabiriyle "hayal‐i ham"dan başka bir şey değildi. Çünkü insan yaratılışına ve psikolojisine şiddetle  aykırıydı. Tanrı'yı kabul etmiyor, aileyi inkâr ediyor, hatta parayı da kaldırmak istiyordu. İnsanın ruhi  ve manevi taraflarını inkâr etmekle kendi kendisini başarısızlığa zaten mahkûm etmişti. Fakat Birinci  Cihan Savaşının getirdiği felaketlerden ve kırgından usanan insanlar arasında "ne olursa olsun, bir de  şunu deneyelim" kabilinden düşünceler epeyce yaygındı.     Komünizm 1918'de ancak Rusya gibi ahalisi her bakımdan ezilmiş, geri bir memlekette tutunabildi. Bu  tutunuş hükmet darbeleriyle yapılmış ve komünizm ancak yığın yığın insanları öldürerek iş başında  kalabilmişti.     Rusya'dan sonra dünyanın hiçbir yerinde komünizm iş başına gelemedi. Macaristan ve Şili darbeleri  pek geçici oldu ve komünizm Rusya'nın milli rejimi durumuna düştü.     Demokrat ülkelerdeki komünist partileri en kuvvetli oldukları yerlerde bile oyların en çok üçte birini  toplayabildi. Buna karşılık İkinci Cihan savaşı sonunda, Roosevelt ve Churchill'in ahmaklıkları  yüzünden tarihi fırsatları değerlendirerek birçok memleketleri istila edip oralarda zorla ve hile ile  komünist rejimlerini iş başına getirdi ve bu başarı dünyada tesirsiz kalmadı. Geri kalmış ülkelerin  bazılarında komünizm lehine kıpırdanmalar oldu ve sonunda kocaman Çin de Çankay‐şek'in  hatalarından istifade eden yerli komünistlerin eline geçti.     Komünizm uluslararası bir rejim olmak iddiasında bulunduğu için ayrılık kabul etmez, bütün komünist  memleketlerin Moskova'ya bağlı olmasını isterdi. Mesela Polonya'nın bağımsızlığı Sovyetler Birliği  içindeki Kırgızistan'ın bağımsızlığından nihayet biraz daha fazlaca idi. Durum Moskova'nın çok lehine  gözüküyordu.     Fakat ütopyalar uzun ömürlü değildir. Hayalin mavi göklerinden gerçeğin kara toprağına düşmek er  geç mukadderdir. Komünizm de aynı akıbete uğramakta gecikmedi.     İlkönce Yugoslavya, Moskova'ya kafa tutarak Rus tahakkümünden sıyrıldı ve komünist birliğinden  atıldı. Bunun başlıca üç sebebi vardı:     1‐ Yugoslavya'nın kuzeyi uzun süre Almanya İmparatorluğu'nun güneyi Osmanlı İmparatorluğu'nun  hâkimiyetinde kalmış, bu iki imparatorluğun siyasi, idari, fikri ve medeni yönlerinden çok şeyler  www.atsizcilar.com   



Sayfa 127 



  almıştı. Bu iki devlet manevi yapı bakımından komünist Rusya'dan çok üstün oldukları için Yugoslavlar  Ruslar'a göre üstün siyasi ve medeni terbiye almış bir millet mertebesindeydiler ve aşağılık Rus  rejimine katlanamazlardı.    2‐ Tito, başlangıçta nasıl bir komünist olursa olsun, Stalin rejiminin iptidailiğini, vahşiliğini görmüş;  Rusya'nın bir insanlık politikası değil, bir sömürme siyaseti güttüğünü anlamıştı.     3‐ İnsanlarda yaratılıştan bir milliyetçilik düşüncesi olduğu için Tito kendi vatan ve milletini elbette  Rusya'dan üstün tutacak ve komünizmi ancak bir iktisadi sistem olarak kabullenecekti. Nitekim öyle  oldu. Hatta giderek komünizm de bırakılarak Yugoslavya demokrat bir sosyalizm ülkesi haline geldi.  Bugün Avrupa'ya trenle gidip gelenler Bulgaristan'la Yugoslavya arasındaki büyük insanlık farkına  işaret etmektedirler. Bulgaristan'da iktisadi darlık, terör ve korku; Yugoslavya'da bizimkinden hemen  hemen, farksız hür bir rejim...     Yugoslavya'dan sonra Arnavutluk komünist birliğinden koptu ve pek küçük olduğu için komünist  Çin'in himayesine sığınmak mecburiyetinde kaldı.     Üçüncü olarak Romanya, daha ihtiyatlı olarak bir sıyrılış yaptı. Ruslar'la yan yana olduğu ve işgal  tehlikesine maruz bulunduğu için fazla ileri gidemedi. Fakat çok ihtiyatlı ve tedbirli hareketlerle  komünizmi ve Moskova'nın yükünü, üzerinden attı.    Dördüncü olarak Çekoslovakya aynı şeyi yapmak isterken Moskof işgaline uğradı. Çünkü ayrılmaların  aralıksız devam edeceğini anlayıp dehşet içinde kalan Ruslar kopup sökülmeyi önlemek için zorbalığa  başvurmaktan başka çıkar yol bulamadılar ve bunu Ortaklaşa bir komünist hareketi imiş gibi  göstermek için de öteki uyduları kendileriyle birlikte işgale sürüklediler. Romanya buna da  katılmamak başarısını gösterdi.     Fakat kopmaların en büyüğü ve tehlikelisi Çin'den gelmiştir. Büyük bir medeniyet ve kültürün  mirasçısı olan Çinliler birkaç yıl Ruslar'la iş birliği yapıp onlardan her bakımdan faydalandıktan sonra  arayı açmakta mahzur görmediler. Zaten komünizmden önce de bilim ve teknikte oldukça ileri  bulunan Çinliler gayet kalabalık nüfuslarını çalışma seferberliğine sokunca beş on yılda atom gücüne  sahip devletlerden biri haline geldiler ve tek başlarına Rusya'ya, hatta Amerika'ya da kafa tutacak bir  güç kazandılar.     Birlikçi bir doktrin olan komünizm bugün parçalanmış tır.     Çin, Rusya'dan tamamen ayrılıp onun başlıca düşmanlarından birisi olmuştur ve Ruslar'ın, İkinci Cihan  Savaşı sonunda, Amerikan ve İngiliz liderlerin gafletinden faydalanarak kendisi için hazırladığı Kuzey  Kore ve Kuzey Vietnam komünist devletlerini kendi nüfuzuna almıştır. Çok uzaklardaki küçük  Arnavutluk da onun tam bir uydusudur.     Yugoslavya da Rusya'dan ayrıdır ve artık bilfiil komünizmle ilişiği kalmamıştır. Tito'dan sonra bu  ülkede komünizmin isim olarak dahi yaşayacağı şüphelidir.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 128 



  Rusya, doğuda Dış Moğolistan; batıda Polonya, Doğu Almanya, Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaristan  ve Romanya ile bir blok teşkil ediyorsa da bunların arasında Bulgaristan'dan başka Rusya'ya cidden  bağlı hiçbir devletin bulunmadığı muhakkaktır.     Romenler kısmen sıyrılmış durumdadırlar. Çekoslovakya, Moskof işgalinin kini içindedir. Macarlar ve  Polonyalılar Rusları eskiden beri milli düşman sayarlar. Doğu Almanları ne de olsa Alman'dır ve  duygularını saklamakta usta olan bu millet kendisine göre çok geri ve kaba olan Ruslar'ın  boyunduruğuna elbette sonuna kadar katlanacak değildir.     Milletlerin hayatında milliyetçilik en büyük faktör olduğu için komünist devletlerin de komünist  rejimleri altında nihayet milliyetçi bir yola girecekleri zaten beklenirdi. Fakat düşmanlıkların bu kadar  çabuk gelişeceği pek de akla gelmezdi.     Bugün Çin ile Rusya iki düşman olarak karşı karşıya bulunuyorlar. Çin açıkça Rusya'dan toprak istiyor.  Mart başında iki taraf karakolları arasındaki çatışma yerini belli eden bir işarettir. Gelen haberler ise  yarınki savaşın pek tatlı olacağını gösteriyor.     Ruslar tarafından açıklanan Çin vahşeti komünistlere has bir davranıştan başka bir şey değildir.  Ruslar'ın nasıl hareket ettikleri hakkında henüz Çinliler bir açıklama yapmadı. Ruslar'ın vahşetten  yanıp yakılmaları ister istemez insanı gülümsemeye sevk ediyor.     Bu peşrev, komünizmin çatırdamaya başladığını gösteren bir alamettir. İki kalabalık ve atomlu  komünist devlet kapışırsa sonunda ister biri kazansın, ister denk kalıp barış yapsınlar, komünizm  çökecektir. Komünist rejimi altında yaşayan insanların iyi savaşamayacağı İkinci Cihan Savaşı'nda belli  olmuştur. Bunca hazırlığa rağmen kalabalık Rus orduları Almanlar karşısında bozguna uğrayarak ancak  görülmemiş derecedeki kış tarafından kurtarılmışlardı. Tabi, savaşın Amerikalılar tarafından  kazanıldığını söylemeye lüzum yok.     Ruslar'la Çinlilerin bugünkü hırlaşması yarın bir savaşa kadar gider mi? Elbette gidecektir. Savaş ezeli  ve ebedi bir kanundur. Onu kaldırmak için ortaya atılanlar bile bu kanunun hükümlerinden dışarıda  kalamazlar. Onun için Çinlilerle Ruslar mutlaka vuruşacaklardır. Fakat bu vuruşma önce Avrupa  uydularının, sonra da Sovyetler Birliği ile Çin'deki milletlerin ayaklanmasıyla bitecek ve. Komünizm  yerini, en ihtiyatlı tahminle, Yugoslavya’da olduğu gibi mutedil ve medeni bir sosyalizme bırakarak  göçüp gidecektir.     Rusya ve Çin milyonlarca Türk'ü sömüren ve Türkler'in anayurdu olan Türkistan'ı işgal altında tutan iki  düşman millettir.     Acaba Türkiye Cumhuriyeti'nin bu dış Türkler hakkında bir planı var mı? Tıpkı bir savaş planı gibi çeşitli  ihtimalleri göz önünde tutan, tarihi fırsatlardan nasıl istifade edileceğini gösteren tasanlar hazır mı?  Yoksa yine her fırsat kaçırılacak veya Kıbrıs konusunda olduğu gibi yumurta kapıya geldikten sonra  aceleyle ve hazırlıksız olarak savsaklama taktiği mi kullanılacak?     Beş yıllık planlar Türk milletinin hayatına göre o kadar can alıcı şeyler değildir. Türkiye teknik ve iktisat  bakımından nasıl olsa kalkınacaktır. Asıl mühimi yüzyıllık planların hazırlanması ve pusuya  www.atsizcilar.com   



Sayfa 129 



  yatılmasıdır. İngiltere'yi, Rusya'yı falan şöyle bir tarafa bırakarak küçük, kuvvetsiz ve zavallı  Yunanistan'a bakalım: Rejimlerin ve hükümetlerin değişmesine, adi iç çekişmelere ve üst üste savaş  kaybetmelere rağmen yüzyıllık planını başarıyla takip etmiyor mu?     "Büyük Devlet" fikrinin mucidi olan Türkler acaba Yunanistan kadar da olamayacak mı?     GÖZLEM, 20 Mart 1969      



KOMÜNİZMİN AHMAK KARDEŞİ: SOSYALİZM     Sosyalizmin komünizme engel bir sistem olduğu her zaman ileri sürülmüştür. Tarihte bir iki defa  sosyalistlerle komünistlerin kapışmış olması, bu iddiacıların tek kozudur. Bunlar madalyanın yalnız bir  tarafına göre hüküm veren kişilerdir. Madalyanın öteki yüzünde ise sosyalistlerle komünistlerin  birlikte kurdukları "Halk Cephesi" marifetleri ve bunun kanlı dramları bulunmaktadır.     İspanya iç savaşında komünistle sosyalistler milliyetçilere karşı birlikte çarpıştılar. Fransa ve İtalya 'yı  birçok zaman buhranlar içinde yaşatan sebepler yine bu ikisinin kurduğu Halk Cepheleri idi.  Sosyalizmle komünizmin kardeş olduğunu gösteren son örnek ise Fransa'da 5 Aralık 1965'te yapılan  başkanlık seçiminde ortaya çıktı: Fransa'yı kalkındıran ve yine büyük bir devlet durumuna getiren  milliyetçi General De Gaulle'e karşı çıkarılan François Mitterand, sosyalistlerle komünistlerin ortak  adayı idi.     Bu sonuç, Türkiye'de kendilerinin sosyalist olduğunu ileri gafillerin gözlerini açacak nitelikte bir  derstir. Sosyalizm, başına bir "milli" sıfatını takmadıkça her zaman komünizmin müttefiki, kardeşi,  öncüsüdür. Türkiye'de sosyalistlerle komünistlerin daima aynı dergi, dernek veya partilerde kısaca  aynı çatı altında birleşmeleri bu değişmez kaidenin bir görünüşüdür.     Fransa'daki başkanlık seçiminin verdiği daha büyük ders de şudur: General De‐Gaulle'den önce  Fransız seçimlerinde komünistler tek başlarına oyların üçte birini alacak kadar kuvvet gösterirken  şimdi sosyalistler ve radikallerle birleştikleri halde de yine ancak o kadar oy sağlayabiliyorlar. Bunun  sebebi milliyetçi De Gaulle idaresinin Fransa'da milli şuuru parlatması ve Fransız milletini eskiye göre  daha şuurlu hale getirmesidir. Bir zamanlar 4.500.000 oyalan komünistler Hitler idaresinden sonra  tamamen silinmiş, bugünkü Batı Almanya'da da, hemen hemen yok denecek bir duruma düşmüştür.     Demek ki milliyetçi idareler, milleti komünizmden kurtarmak için birebir ilaç yerine geçmektedir. Bu  idareler komünizmi, komünistleri öldürerek değil, milli şuur ve heyecanı şahlandırarak komünistleri iş  başından uzaklaştırarak kazımışlardır.     Bizde ise milliyetçilik, hükümetlerin yalnız programlarında, sözlerinde kalmakta; bir türlü  uygulanamamaktadır. Komünizmin liselere kadar girdiği gazete haberleriyle açığa vurulduğu halde  Milli Eğitim Bakanlığı hala işi dikkatle izleyerek görevini yaptığına inanmaktadır.     Liselerdeki komünist öğrenciler okuldan atılmış, iyi... Fakat onların kafasına bu budalalığı sokan  öğretmenlere ne yapılmış? Hiç! Hâlbuki milli bir hükümet işi böyle savsaklamaz, bugünkü mevzuat  www.atsizcilar.com   



Sayfa 130 



  yeterli değilse gerekli kanunları derhal Meclisten geçirerek öğrencileri zehirleyen bu satılmış  öğretmenleri hem meslekten tardeder, hem de mahkemelere sevk ederek hapishaneye yollardı.  Yıllardır serbest bırakıla bırakıla şımaran ve şüphesiz yukardan himaye gören solaklar öğretmen  bırakılırken Türkçü öğretmenleri ırkçıdır diye öğretmenlikten çıkaran bir idareye milli ve milliyetçi  denemez.     Bir takım öğretmenler, komünizmden hüküm giymiş vatan hainlerinin eserlerini över, bunların  piyeslerine öğrencilerini götürürken yahut hiçbir değeri olmayan şişirme solcular için edebiyat günü  tertiplerken hiçbir şey olmuyormuş gibi susan bir Milli Eğitim Bakanlığı görevini yapmıyor demektir.  Bu bakanlığın adının başında bir "Milli" kelimesi vardır. "Milli" demek dünyaya milliyetçi gözle bakan,  olayları bu açıdan değerlendiren demektir, Milli demek, gayrı milliyi düşman sayıp onunla mücadele  eden, onu yok etmeye çalışan demektir. Bizim Milli Eğitim Bakanlığında bu ruhtan eser yoktur. Yeni  müsteşar, liselerdeki solculuk hakkındaki soruya göreve yeni başladığı gerekçesiyle cevap vermekten  kaçınmıştır. Maarifte, liselerde komünizm propagandası yapıldığını bilmek için müsteşarlık  makamında yıllanmaya lüzum yoktur. Müsteşar, makamına oturmadan önce bunu bilecek, bilerek  oraya gelecektir. Herkesin bildiği şeyi bu müsteşar gerçekten bilmeyerek oraya geldiyse Milli Eğitim  yandı demektir. Bilen, tuttuğunu koparan, solakları topyekûn tasfiye eden, köşe başlarına  milliyetçileri getiren bir idare, bir bakan, bir müsteşar lazımdır. Gününü gün eden, ben iş başında iken  sızıntı çıkmasın diyen uyuşuk idareciler memlekete kötülük ediyorlar demektir. Aynı zamanda bu  idareciler devlet parasıyla yetiştirildikleri halde solcu, hatta komünist olan öğrencileri de kaldırıp  atmakla görevlidirler. Böyle öğrenciler vardır ve yarın öğretmen olarak görev alacaklardır. En basit  insanların bile gördüğü bu tehlikeyi umursamamak. Türkiye de hainlerin üremesine meydan bırakmak  vatan ihaneti değil midir? Vatana ihanet mutlaka Genelkurmay Harekât Dairesinin kasasına anahtar  uydurmakla mı yapılır?     Türkiye'nin yarınını kurtarmak için gerekirse binlerce öğretmen, on binlerce öğrenci atılır, gerekirse  daha sert tedbirler de alınır. Çünkü tehlikede olan koca Türkiye'dir. Fakat tedbir, "her türlü tedbir  alınmıştır" demekle alınmış olmaz.     Memleketi soysuz münevverden kurtarmak için alınacak tedbir Türkçü öğretmenlerle uygulanacak bir  milli eğitim programıdır. Edebiyat, tarih, felsefe gibi milliyetçiliği aşılamak, milli ruhu yükseltmek için  kullanılacak dersleri milli şuur açısından bir düzene bağlamak; solcu, dalgacı ve değersiz öğretmenleri  merhametsizce tasfiye etmektir. Geçinsinler diye hiçbir işe yaramaz acezeyi maarife doldurmak millet  yapısının temelini baltalamaktır. Milli Eğitim Darülaceze değildir.     Gerçek anlamda öğretmen önemli bir şahsiyettir Bugünü ve yarını sağlandıktan sonra kendisinden  ciddiyetle iş istenmelidir. Okuldan dün çıkmış çocuk yaştaki ilkokul öğretmenlerini binasız, araçsız,  ilkel köylere gönderip beş sınıfın dersini birden okutmaya zorlamakla maarifçilik yapılmaz. Önce  sağlam ve sıhhi bir okul, okulun bütün araç ve gereçleri sağlandıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı "okul  açtım" demek yetkisini kazanacaktır.    Çabuk kalkınacağız, yüzde yüz okuryazar olacağız diye bu aşağılık seviyede okullar, liseler ve  üniversiteler kurmakla kimse kandırılmaz. Bu, güldürücü bir trajedidir. Bu trajediden sonra,  gördüğümüz gibi, lise mezunları hiçbir şey bilmedikleri için bin üzerinden 150–200 puan gibi sefilâne  bir numara ile sokaklara dökülüp Buda rahipleri gibi kendilerini yakmak numarasına başvururlar. Bu  www.atsizcilar.com   



Sayfa 131 



  sebeplerdir ki üniversitelerin Mevlevi dervişlerinden farkı yoktur. Uzun söze ne hacet? Senin  profesörlerin arasında kaç tane adam var? Kaç eser vermişler, ilme ne katmışlardır? Klik kurmak, fesat  dedikodusu yapmaktan başka ne işe yararlar? Nazım Hikmetof un affı için el kaldıran bu heriflere  muhtariyet verir de şımartırsan senin üniversiten işte böylece lise seviyesine düşer. Öğrenciler için en  küçük fedakârlığa katlanmayan, yalnız hayvanı bir kazanç hırsıyla yanıp tutuşan çıkarcıların  yetiştireceği talebe bu kadar olur.     Milli Eğitim Bakanlığı "sosyalizm" adı ve perdesi altındaki beynelmilel vatansızlığın kökünü kazımak  için milliyetçi bir ruhla hamle yapıp milliyetçi unsurları iş başına getirmezse Türkiye kanlı ihtilallere, iş  savaşlara gebedir. Eshab‐ı Kehf uykusu artık yeter.     ÖTÜKEN, 16 Aralık 1965, Sayı: 24      



İŞTE SOSYALİZM     Genç mütefekkir Ajlan Sayılgan'ın 1 Haziran 1974 tarihli Yeni İstanbul Gazetesinde yayınlanan  '''Kimmiş Şu İlk Osmanlı Sosyalistleri" başlıklı yazısı, Türkiye'deki sosyalizm hakkında doğru bilgisi  olmayanları uyarıcı mahiyettedir. Sosyalizm kelimesinin sözlük ve ansiklopedideki anlamı ile bugün  ona verilen mananın aykırılığı birçoklarınca, zamanında seçilemiyor. Kendilerine demokrasi diyen  İngiltere ve Amerika ile halk demokrasisi olduklarını iddia eden Rusya ve Bulgaristan arasında ne  kadar fark varsa o sosyalizmle bu sosyalizm arasında da o vardır.     Bundan dolayıdır ki Türk milliyetçileri, cemiyetçilik demek olan sosyalizmin soysuzlaşmış olmasına  bakarak bu kelimeden ve onun anlamından tiksinmelerine karşılık, cemiyeti düşünmek ve  kalkındırmak ilkelerine toplumculuk adını veriyorlar. İkisinin aynı olmadığını bir defa söylemiştim.  Hafızası zayıf insanların ülkesinde yaşadığımız için bir daha tekrarlayalım:     SOSYALİZM = BEYNELMİLEL HALKÇILIK   TOPLUMCULUK = MİLLİYETÇİ HALKÇILIK     Bu demektir ki sosyalist için milletin, mil1iyetin önemi yoktur. Tek gaye iktisadi refahtır, Toplumcu  için gaye kendi milletini, milliyetini yükseltmek için refahıdır. Sosyalizmde tarih şuuru, vatan sevgisi,  bayrak saygısı yoktur. Bayrak herhangi bir bez parçasıdır. Bu sebeple Birinci Cihan Savaşından önce  ünlü bir Fransız Sosyalisti, Fransız bayrağını gübreye dikmişti.     Toplumcu ise kendi milletinin bugünü için toplumculuğu biçilmiş kaftan sayan kimsedir. Sosyalist,  başka bir milletin sosyalisti ile kardeştir. Toplumcu, başka bir milletin toplumcusu ile ancak dost  olabilir; fakat tarihi düşmanları bir an gözünden kaçırmaz. Sosyalist için komünist kendisinden biraz  daha aşırı bir ülküdaştır. Toplumcu için komünist milli ve barışmaz düşmandır.     Aclan Sayılgan, yukarıda adı geçen yazısında, Türkiye'deki ilk sosyalistlerin bu memleketi yıkmak  isteyenler olduğunu birer birer sıralayarak bir ibret levhası veriyor ve bu ilk Osmanlı sosyalistlerinin  devletimizin düşmanlarıyla işbirliği yapan Ermeni komitacıları olduğunu gösteriyor.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 132 



  Ben burada Aclan Sayılgan'ı tamamlamak üzere bir not verecek ve Türkiye Gizli Komünist Partisi şefi  olan Şefik Hüsnü'nün gizli bir direktifinin bir pasajını alacağım:     Gizli Komünist Partisi şefi olan Şefik Hüsnü bir Selanik dönmesidir. 1925'te yapılan ilk büyük komünist  tevkif atında yakalanmış, bütün gizli vesikaları ele geçmiş, komünistlere verdiği direktifler, genelgeler  bulunmuştur. Sosyalizmin ne demek olduğunu anlatan, komünizme geçiş köprüsü olduğunu bildiren  şu parçayı bütün Türkçülerin (gerçek Türkçülerden bahsediyorum; selamünaleykümcülerden değil)  dikkatle okuması, okutması lazımdır:     Türkiye Komünist Partisi amelenin en şuurlu fertlerinden mürekkep inkılâpçı ve şuurlu bir uzviyettir.  Aydınlık grubu ve bu grubun etrafındaki inkılâpçı amele sendikalarının en şuurlu efradı ile Rumlardan  mürekkep T.İ.U amele gurubu ve Hınçak cemiyetinin sol grubu birleşerek Türkiye Komünist Partisini  teşkil etmişlerdir. Türkiye Komünist Partisinin gayesi proletarya diktatörlüğü vasıtasıyla sosyalizm  kuruluşuna girişmek ve kurulduktan sonra da sınıfsız, planlı, kardeş cemiyet olan komünizme  varmaktır.     İşte sosyalizm... Rumlarla ve Ermenilerle, hem de Hınçaklar'la birleşerek proletarya diktatörlüğü  kuracak, sosyalizm kuruluşuna girişecek, sonra da sınıfsız ve kardeş cemiyet olan komünizme  varacak...     Burada bahsedilen Aydınlık gurubu, Cumhuriyetin ilk yıllarında Komünist Sadrettin Celal vesaire  tarafından çıkarılan ve aralarında Türk Tarih Kurumu'nun şimdiki başkanı Şevket Aziz Kansu'nun da  bulunduğu komünist "Aydınlık" dergisinin çevresinde toplananlardır.    Yumuşak ve insancıl sosyalizmin nasıl bir maşa gibi kullanıldığına bundan daha iyi örnek olamaz. Şefik  Hüsnü'nün direktifini, sosyalizm hastalığına tutulmuş olanlara ithaf ediyorum. Böylece kimlere alet  olduklarını, nasıl bir gaflet içinde bulunduklarını anlayarak gözleri açılabilirse ne mutlu!..    Yoksa ilerde tarih kendilerden "vatan hainlerine yataklık edenler " diye bahsedecektir.    (3 Haziran 1964) ÖTÜKEN 15 Haziran 1964, Sayı:6     



SOSYALİZM MASKARALIĞI     Bizim memlekette birisine "komünisttir" denildiği zaman, çok kere: "Hayır, komünist değil,  sosyalisttir" diye cevap veriliyor. Fakat komünizm ve sosyalizmin artık bilim konusu olmaktan çıktığı,  tamamıyla siyasi anlamda kullanıldığı hesaba katılmıyor. Komünizmle sosyalizmin sınırını kesin olarak  belirten yok. Hele kırk yıllık komünist ülke olan Rusya'nın resmi adı ile "Sovyet Sosyalist  Cumhuriyetleri Birliği" diye anıldığı hiç düşünülmüyor.     Çok kullanılan bütün deyimler gibi komünist ve sosyalist deyimlerinin de asıl manalarından başka  yönlere kaydığı, başka başka yerlerde ayrı anlamlar aldığı muhakkaktır.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 133 



  Komünistlerin yalnız "sosyalizm" kelimesini değil, "demokrat" kelimesini bile benimseyerek  kullandıkları tarihen sabittir. Bugünkü komünizmi doğuran Rus partisinin adı "Rusya Sosyal‐Demokrat  İşçi Partisi" idi. Bu partinin 1903 kongresinde iki zümre çarpışıp Lenin'in başkanlık ettiği çoğunluk  kazanınca Rusça "çoğunluk" anlamı ile Lenin grubuna "Bolşevikler" denildi. Bu grup, yani "Sosyal‐ Demokrat İşçi Partisi"nin çoğunluk grubu 1917'de "Rusya Komünist Partisi" adını aldı.     Demek ki sosyalistlik de, demokratlık da maske idi. Fırsat anında gerçek yüzlerini ortaya çıkarıverdiler.    Bizdeki sosyalistlerin komünist olup olmadıklarını nasıl anlayalım? Komünizm yasak olduğu için  gerçekten komünist olsalar bile komünistiz demeyecekleri bellidir.     Bu sosyalistlerin komünist olup olmadıklarını anlamak için keramete lüzum yoktur. Bazı ipuçları ile  maskelerini düşürmek kabildir:     1) Bu sosyalistler, Rusya'nın aleyhinde hiçbir şey söylemez ve yazmazlar. Aksine Rusya'yı övmek için,  Yahudi muştası kabilinden gizli ve dolambaçlı yollar ararlar.    2) Rusya'nın ve komünizmin düşmanı olan herkese, her topluluğa, her düşünce ve ülküye  düşmandırlar. Bunlar aleyhinde en namerdane iftiralardan, yalanlardan çekinmezler. Bu yüzden  Türkçülere düşmanlık güderler. Türkçülerin iktidara geçince çadırlara çıkıp ata binerek Rusya'ya  saldıracağı gibi gülünç ve budalaca yazılan ciddiyetle yazarlar.     3) Taassupla çatışıyormuş gibi gözükerek din ve aile düşüncesini yıkmaya uğraşırlar.    4) Gayrı meşru servet kazananları yermek bahanesi ile mülkiyet düşmanlığı yapıp sınıflar arasına fit  sokmaya çabalarlar.    5) Bütün Türklerin birleşmesi gibi kutlu ve insani bir düşünceyi, Rusya'nın aleyhinde olacağı için faşizm  diye damgalamaya çalışırlar.     6) Yüksek makamlardaki milliyetçi şahsiyetleri gözden düşürmek için aleyhlerinde kampanya açarlar.  Son günlerde Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin aleyhindeki bayağı yazılar sırf bu yüzdendir.    7) "Komünizm" diyemezler de "İhtilalci sosyalizm" ve "ilmi sosyalizm" deyimleriyle, deve kuşu gibi  saklandıklarını sanırlar.     Sosyalizm, dünyanın her yerinde komünizmin müttefiki ve öncüsüdür. Sosyalizmin komünizme karşı  panzehir olduğu hakkındaki sözler de yine, bir sosyalizm maskaralığıdır. Bazı ileri Batı ülkelerinde  iktidarda olan sosyalizm bu türlü sosyalizm değildir. İktidarda olan bu partiler Sosyal Demokrat ve  Hıristiyan‐Sosyalist partileridir. Hitlerin partisi de Nasyonal‐Sosyalist partisi idi.     Yani sosyalizm gerçek demokrasi ile yahut milliyetçilik veya dincilikle birleşmedikçe toplumlar  tarafından sevilemiyor. İngiltere'de uzun zaman iktidarda kalan İşçi Partisi; adında bir açıklık  olmamakla beraber milliyetçidir. Milliyetçiliğe kayıtsız, ırkçılığa düşman gözüken İngiltere'de bütün  partiler milliyetçidir. Irkçılık geleneklerinde saklıdır. Düşman oldukları ırkçılık, İngiltere'nin aleyhinde  www.atsizcilar.com   



Sayfa 134 



  olan Alman ırkçılığıdır. İkinci Cihan Savaşında Başbakan Churchill, hatıralarında, casuslukla savaşırken  soyadları İngilizce olmayan, yani İngiliz ırkından olmayan İngiliz vatandaşlarını kontrol etmekle işe  başladıklarını açıklamıştı. Milliyetçi veya dinci olmayan sosyalizm Küba'daki sonucu verir.     Türkiye'nin birçok siyasi, iktisadi, içtimai dertleri olduğu ortadadır. Bunların yok edilmesi uzun ve  planlı çalışmalarla mümkündür. Sosyalistler bütün üretim araçlarını bir gecede devletleştirmekle bu  dev meseleyi çözüveriyorlar! Bu, bir viski masası başı hayalinden başka birşey değildir. Mucizeler çağı  geçmiştir. Toplum yapısındaki yaralan bir günde iyi eden sosyal sülfamit yoktur. Örneği de bizzat  Rusya'dır. 45 yıldır hamle üstüne hamle yaptığı, gayesi uğruna 30–40 milyon insan harcadığı halde  hala Amerika, Almanya, İngiltere, Finlandiya, İsveç, Norveç Danimarka, Hollanda, Belçika, İsviçre  seviyesine erişememiştir. Atom silahlarına malik olması, atom silahı olmayan bazı devletlere  üstünlüğünü göstermez. Çünkü atom bombalan iki yüz milyon insanın sefaleti, sıkıntısı ve açlığı  pahasına yapılmaktadır.     Sosyalizmin Türkler için en menfur tarafı bizim içtimai değerlerimizin aleyhinde olmasıdır. Türkler  milliyetçi, sosyalizm beynelmilelcidir... Milliyetçiliğin unsurları olan bütün teferruat sosyalizm  nazarında hiçtir. Bundan başka sosyalizm komünizme geçen köprüdür. Sosyalist, bir milliyetçi ile  bağdaşamaz. Fakat komünistle kolay anlaşır. Türkiye'de kurulan bütün sosyalist partilerde her zaman  en sicilli komünistler de bulunmuştur. Sosyalizm için milli ülkü yoktur. Tek hedefi iktisadidir.     Türk milliyetçiliğinde ise sosyalizmin sağlayacağı iktisadi menfaatler "toplumculuk" şian ile ifade edilir.  Toplumculukla sosyalizm aynı şey değildir. Toplumculuk milliyetçi bir halkçılıktır. Sosyalizm  beynelmilelci halkçılıktır.     Masa başı sosyalistlerinin gevelediği gibi bir gecede bütün üretim araçları devletleştirilse, büyük  topraklar alınıp dağıtılsa ne olur? Kurulu bir düzenin bir anda bozulmasından doğan bir çöküntüyle  Türkiye mutlak bir sefalet, kargaşalık ve karanlığa gömülür. Tarih gösteriyor ki toplumlar tekâmülle  yükselir. Tekâmülle yükselen Finlandiya, Almanya, İngiltere, Japonya ve Amerika'nın karşısında  ihtilalle yükselmeye çabalayan Rusya'nın durumu meydandadır.     Masa başı sosyalistleri yalnız iktisadi bilgileriyle Türk toplumunun bütün dertleri üzerinde tavsiyeler  yürütmekten çekinmiyorlar. Milli kültür ve tarih alanındaki cehaletleri onları basmakalıp sözlere  sürüklüyor; Irkçılık, Altay'dan atılan ve bilmem nereye varan oklarla övünmek demekmiş. Bu sözü  söylemiş bir Türkçü var mıdır, bilmiyorum. Yahut bir şiirde sembol olarak böyle bir şey yazılmış mıdır,  görmedim. Yazılmış olsa bile genç bir Türkçünün böyle bir şey söylemiş olmasından ne çıkar?     Adana'daki Köy Enstitüsünde Türk bayrağı çirkefe atıldığı için Köy Enstitüsü aleyhinde olanlara masa  başı sosyalistleri "bir kendini bilmez böyle yapmakla Köy Enstitüleri çürütülemez" diye cevap  vermesini biliyorlar. Ama bir Türkçü, Altay'dan atılan oku ile övündüyse (övünüp övünmediğini de  bilmiyoruz ya, belki bu da sosyalist uydurmasıdır) bunu dillerine dolamaktan çekinmiyor ve  Türkçülüğün bu olmadığını bilmezlikten geliyorlar?     Zavallı sosyalizm! Sen Altay'dan atılan oku bırak da Moskova'dan atılan sahte insaniyet, barış refah  roketlerinden bahset.     www.atsizcilar.com   



Sayfa 135 



  Sosyalizm cennetinden kaçan üç milyon Alman'ın ne akılsız kişiler olduğu hakkında kendi sütununda  biraz öt de insanları neşelendir! Hele son Rus savaşında ailen İstanbul'a göçtüğü zaman 7–8 yaşında  olduğunu bir daha tekrarla da okuyanları kır geçir. Sonra da tekerlemeni tekrarla: ırkçıların daha bir  iktisadi doktrini bile yok!     Irkçılar yani Türkçüler memleket meselelerini duygu ve taassup açısından değil, milli menfaat, bilim  ve akıl yönünden ele alıyor. Bu sebeple bilim bakımından kesin sonuca bağlanmış konularda  Türkçülerin kesin karar ve düşünceleri vardır. Mesela ailede erkek‐kadın eşitliğini ve memlekette ağır  endüstri kurulmasını istemekte birleşiktirler. Büyük işlerin devlet elinde, bulunmasına da taraftar  olmakla beraber daha ötesi için kesin bir şey söylememektedirler. Çünkü iktisadi düşüncelerden  hangisinin doğru olduğu belli değildir. İngiltere sosyalist, Amerika liberal, fakat ikisi de ileri zengin.  İsrail'de ise her sistem birden uygulanıyor. Demek ki o da daha birini ötekinden üstün bulamamış.     Sosyalist Doğu Almanya'daki sefaletle, demokrat ve kapitalist Batı Almanya'nın refahını bir düşünmek  masa başı sosyalistlerinin ne kadar zavallı olduklarını ispata yeter.     14 ve 15. yüzyıl Türkiyesi'nde birçok tarikatlar vardı. Bunlar da küçük birer hakikatin yanında bir yığın  safsatayı ileri sürerek millete hitap ve birbiriyle mücadele ediyorlardı. Onlar da bugünkü komünistler  gibi devlete sızmak, büyükleri ele geçirmek suretiyle iktidara gelmek istiyorlardı. Zaman zaman başarı  kazandıkları da oluyordu. Fakat milli yapıda bazı gedikler açmakla beraber onu asla kendi istedikleri  yöne çeviremediler ve kimisi devlet darbesiyle, kimisi kendi kendine silinip gittiler.     Bugünkü komünistlerin sonu da budur. Bu Moskova uşakları bütün yırtınmalarına rağmen gittikçe  artan milli ilgi karşısında silineceklerdir. Zaten birbirini jurnal eden bir yığın ahlaksızdan ibarettir. Şahsi  kabiliyetsizliği yüzünden ilerleyemeyen, cinsi iktibaslar içinde kıvranan, kendini Türk'ten başka bir  soya bağlı duyan ne kadar zayıf insan varsa hepsi komünisttir. Bunlarla polis ve mahkeme değil akıl  hasta haneleri meşgul olmalıdır.    Sosyalizm maskaralığı da tıpkı Nurculuk gibi hamakat modasıdır. Geçecektir.     ÖTÜKEN, 15 Mayıs 1964, Sayı. 5     



MODA YALNIZ KILIK KlYAFETE AİT DEĞİLDİR     Eskiden özellikle kadınların giyim kuşamına ait olan "moda", günümüzde fikirlere, davranışlara kadar  bulaştı.     Bugünün fikir modası sosyalizmdir. Kendisini modaya kaptıran insan, kabul ettiği modanın yakışıp  yakışmadığını düşünmeden nasıl körü körüne ona uyar, hatta bazen gülünç olduğunun bile farkına  varmazsa fikir modasının taklitçileri de bazen zararlı, bazen iğrenç, bazen gülünç olduklarından  habersizdirler.     Dünyada sosyalizmle yönetilen birçok devletten bazıları (mesela İsveç, Norveç, İngiltere) pek ileri  seviyede oldukları halde bazılarının (Çin, Arnavutluk, Suriye, Mısır) çok geride olmaları sosyal alanda  www.atsizcilar.com   



Sayfa 136 



  modayı kendisine yakıştırıp yakıştıramamak meselesinden başka bir şey değildir. Güzel endamlı bir  kadında göz alıcı bir manzara yapan mini etek, çarpık bacaklı kadında nasıl iğrenç bir giyiniş oluyorsa  milletleri hayvan sürüsü haline getiren ve ruh bakımından öldüren sosyalizm de çarpık bacaklı kadının  kısa eteğinden başka bir şey değildir.     Bir de, milletlerin insanlıktan çıkması pahasına teknik alanda ilerleme hamleleri yapan sosyalizmler  var. En tipik örneğini Rusya'da gördüğümüz bu sosyalizm, sefilâne bir evde yaşayıp da yarı aç yaşayan  bir kadının bütün parasını kıyafetine vererek dışarıda göz alıcı bir şekilde dolaşmasına benzer ve o  kadının iç yüzünü bilmeyenler "aman ne hoş kadın" demekten kendilerini alamazlar.     Sosyalizm ileri bir kültür seviyesine erişen toplumlarda sosyal adaletin sağlanması şeklinde  uygulandığı halde geri toplumlarda imtiyazlı ve sefil sınıflan yeni baştan yaratmakta, haksızlıkların yok  edilmesi iddiası ile ortaya çıktığı halde daha büyük haksızlık ve adaletsizliklere sebep olmaktadır.    Modaya kapılanların hemen hepsi o modada bir takım akli ve mantıki taraflar bulunduğu için değil,  modaya uymuş olmak için öyle yaparlar. Sosyalizm modasına kapılanların durumu da öyledir.  Sosyalizmin Türkiye'ye ne derecede lüzumlu ve yararlı olduğunu asla düşünmeden gözü kapalı  sosyalist olurlar. Modaya kapılan kadınlar daha ziyade kültürsüz ve seviyesiz tabakadan oldukları gibi  sosyalist modasına uyanlar da umumi kültürden ve hele ilimi kültürden tamamen mahrum  kimselerdir.     "Taklit" haddi zatında kötü bir şeydir ve "iktibas”la karıştırılmamalıdır. Taklit insandan çok maymuna  yaraşan bir harekettir. İnsanda ancak şahsiyet zayıflığını gösterir. Bu sebeple daha çok kadınlarda ve  çocuklarda bulunur.    Sosyal konulardaki taklitçilik milli şahsiyetsizlik olduğu için tehlikeli ve önlenmesi gerekli bir  hastalıktır. Yaratıcılıktan nasibi olmayan milletler ve fertler ancak taklit edebilirler.     Son devir tarihimizde taklitçiliğin çok çilesini çektik. Bir zamanlar, "parlamento kurulursa devletin bir,  anda bütün dertlerden kurtulacağı" sanılıyor, bu Mecliste, İmparatorluğu teşkil eden milletler  arasında Türkler'in azınlıkta kalacağı asla akla geliyor, bunu kavrayarak parlamentoyu açmayan İkinci  Abdülhamit istibdat ve keyfilikle suçlandırılıyordu.    Bugün de aynı gaf1etle, sosyalizm sihirli bir değnek gibi gösteriliyor. Sosyalizm olunca her şey  düzelecek, sömürü düzeni kalkacak, köy çocuklan hemen okutularak kabiliyetliler memlekette layık  oldukları mevkileri alacak vesaire...     Günümüzün sosyalist dervişleri o kadar cezbeye kapılmışlardır ki kendi aralarında ikiye bölünerek  Stalinci ve Maocu gruplarına ayrılmışlardır.     Sosyalistiz diyen ve Türkiye'nin yükselmesini istedikleri iddiasında bulunanlar gerçekten Türk iseler  Stalin gibi cahil, hırsız ve katil bir Gürcü ile Mao gibi gülünç ve iptidai bir Çinli'nin peşinden  gideceklerine Türk tarihini ve toplumunu inceleyerek bu millete yakışan rejim ve ilaç ne ise onu  bulmaya çalışırlar. En basit mantık bile birine yakışanın başkasına yakışmayacağını kestirir. Tıpta da  aynı, ilacın her hastada aynı tesiri yapmadığı bilinmektedir. O halde nasıl oluyor da aydın kişiler  www.atsizcilar.com   



Sayfa 137 



  taklitten başka bir yola gitmiyorlar? Çünkü aydın kişiler dediğimiz insanların çoğu az okuyan veya  okumayan, okuduğunu sindiremeyen veya her okuduğunu mutlak hakikat sanan, mukayese  kabiliyetinden mahrum, saplandığı fikirde aşırı taassuba kaçan, kısacası modaya uyan insanlardır.  Moda için bir mizahçı "Maymunların Allahı" demiştir.     Davranış modalarına gelince: Bunların en tanınmışı grev ve işgaldir. Aslında patronun işçiyi  sömürmesine karşı bir tepki olan grev, artık her aklına gelenin her türlü şekilde yaptığı ve kimsenin  aldırış etmediği bir adet halini almıştır. Açlık grevi, oturma grevi, sakal bırakma grevi gibi bir takım  gülünç hareketler dünyanın her tarafında görülmekte ve insanlar yavaş yavaş adi ve gülünç şeyleri  yadırgamaz hale gelmekte, böyle olduğu halde modacılar insanları rahatsız etmektedir.     Son defa, Üniversiteye girerken yapılan test imtihanlarında 300 puanın üstünde not alanlar başarı  göstermiş sayılıp boş kalan yerlere de 270–260 puana kadar kazananlar kabul olunurken topu topu  70–80 puan alan bir takım gençler çadır kurup günlerce gösteriş yaptıktan sonra nihayet kendilerine  kimse aldırmayınca bir yürüyüş yaptılar ve Galata Köprüsü’nün en civcivli zamanında yere oturarak  trafiği durdurdular. Kendilerine ihtarda bulunanlara da: "Biz de, ana baba evladıyız. Okumak  istiyoruz" diye bağırdılar. Arkadan da, yerde oturmuş olarak İstiklal Marşını söylediler.     Peki, ama 260 puan alanlar fakültelerin boş kalan yerlerine güç bela alınırken sen 70–80 puanla  Üniversiteye girmek hakkını kendinde nasıl buluyorsun? Sonra Köprü'de yere oturarak trafiği  durdurmak hangi hürriyet prensibi ile açıklanabilir? Hele İstiklal Marşını oturarak söylemek milli bir  saygısızlık değil de nedir?     Bu başarısız gençler bu çirkin davranışlarını dünyadaki modaya uyarak yaptılar ve her çirkin moda gibi  gözleri rahatsız ettikten sonra kaybolup gittiler.     Sosyalizm modası da böylece geçip gidecektir. Türkiye'yi daha çok rahatsız etmemesi için iki şart  vardır:     Birincisi Türk milliyetçiliğine yani Türkçülüğe revaç vermek ve milliyetçiliği anayasanın başlangıcına  değil, metnine sokarak bu devletin Türkçü bir devlet olduğunu açıklamak.     İkincisi, hürriyeti kötüye kullanarak vatandaşları rahatsız ve huzursuz edenler hakkındaki cezai  müeyyideleri uygulamak ve bugünkü mevzuat yetersizse bunları şiddetlendirerek sosyal haydutluk ve  yüzsüzlüğü önlemek.     Bunlar yapılmazsa ikinci bir "Vak'a‐i Hayriye”ye kadar daha pek çok gürültü ve kargaşalık olacaktır.    GÖZLEM, 6 Şubat 1969 ÖTÜKEN, 1960, Sayı: 6              www.atsizcilar.com   



Sayfa 138 



 



SOLCU FOYASI     Solcuların bir kısmı ve iyi niyetlileri büyük bir hayal içinde avunarak, hayal içinde kaybolan her insan  gibi acı gerçekleri göremez oluyor. Tarihin şu devresinde yahut Batının falan ülkesinde "şöyle  olmuştu" diyerek bizde de aynı şeyin tekrarlanacağına inanıyor. Aydın kişi olmak, hatta bilgin veya  profesör olmak aldanmaya ve gaflete asla mani değildir. Kendi çağının Türkiye'sindeki bozuk  düzenden bunalarak Fransa'ya giden ve Fransa'nın düzgün işleyen devlet sistemini gören Namık  Kemal, tamamı ile yurtseverlik duygusu içinde hareket etmesine rağmen, o zamanın Türkiye'sini  kurtarmak için parlamento sistemini istemekle aldanmıştı. Kendi istediği olursa parlamentoda  Türkler'in üçte bir oranında temsil edileceğini, neticede devletin kurucusu ve hâkimi olan Türkler'in  bu hâkimiyeti kaybedeceğini düşünememişti. Bunun gibi, bugün de solu savunan aydınlar ve  profesörler (tabii, iyi niyetlilerden bahsediyorum) bunun komünizme doğru bir akış olacağını  anlayamıyorlar.     Günümüzde kelimelerin manası oynaklaşmıştır. İnsanlar o kadar garip ve düzenbaz olmuştur ki bir  kelimeye tamamen ters mana vermekten utanç duymaz hale gelmiştir. Sade insanlarda değil,  devletlerde de aynı yüzsüzlük görülmektedir. Hiçbir insan hakkına saygı gösterilmeden yönetilen  komünist devletlerin, kendilerine "halk cumhuriyet" demeleri; halkın sığır sürüsünden farkı olmayan,  hükümetin gösterdiği listeden gayrı sına oy vermek hakkı bulunmayan sistemlerine de "halk  cumhuriyet" adını vermeleri bu kabildendir. Bunun gibi bizde de "devrim" ve "ileri" kelimelerini  durmaksızın tekerleyen, kendilerine "devrimci", "ilerici", "solcu", "sosyalist" gibi adlar takan şahısların  ve zümrelerin isimleriyle müsemmaları arasında hiçbir ilişki yoktur ..     4 Mayıs 1969 tarihli Cumhuriyet'te "Es Geçilen Olay" adında bir başyazı yazan Nadir Nadi şöyle diyor:     "Sol, derece derece daha adaletli bir toplum düzenine varmak uğruda, yapılan fikir savaşlarının tümü  anlamına gelir. Bu, dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de böyledir."     İşte görünüşte haklı intibasını uyandırdığı halde gerçekte çok yanlış olan bir hüküm. Çünkü bizdeki sol,  sosyal adaletin değil, Stalin'in veya Mao'nun peşindedir ve Türkiye'deki solun çatlaması da şu Moskof  Gürcüsü'nün mü, yoksa beri ki Çinli'nin mi yolundan gidelim davasından çıkmaktadır. Bu ikisinin kendi  ülkelerine getirdiği hukuki ve içtimai adaletin nasıl bir beşeri haile olduğu da meydandadır.     Stalin, insanlık tarihinin kaydettiği en rezil canidir. O kadar ki nihayet bizzat Moskoflar bile onu aforoz  ederek ölüsünü Lenin'in yanından kaldırıp attılar. Bu adamın ne mal olduğu, kızının hatıratından sonra  büsbütün ortaya çıktı. Batıya sığınan bu kız, Stalin'in soydaşı ve baş cellâdı olan Beria için, hatıratının  bir yerinde "Beria, babamdan daha haindi" diyor. Hain olduğu için herkesi de kendisi gibi bilip  herkesten şüphelenen Stalin'in cinayetleri arasında canileri bile iğrendirecek olanlar var. Mesela İkinci  Cihan Savaşında Almanlara tutsak düşen oğlunun karısını tevkif ettirmesi bu caninin ne kadar zekâdan  mahrum, ne kadar ürkek bir canavar olduğunu gösterir. Bu tutuklamanın sebebi o kadar gülünç ki kızı  yazmasaydı Stalin'in düşmanları bile buna inanmazdı: Oğlunun Almanlara esir düşmesi bu kadının  tesiri ve telkini ile oldu diye şüphelenip onu tevkif ettirmiş.     İşte, bir milletin bazen ne kadar aşağılık yaratıklar tarafından idare olunduğunu gösteren bir örnek.  Herhalde Stalin'in intiharla ölen karısı da ondan tiksindiği için hayatına son vermiş olmalıdır.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 139 



    Yine halis bir komünist kadın olan Evgania Ginzburg'un hatıratında kaydedilen, komünistlerin  birbirlerine yaptıkları inanılmaz kıyıcılıkların hikâyesi insanları insanlıktan utandıracak kadar iğrençtir.     Türkiye'deki solcu hareket, tek tük istisnalar dışında, milli olmak karakterinden mahrumdur. Ya  beynelmilelcidir yahut Moskofçudur. Bundan dolayıdır ki "Moskofçu" kelimesi "komünist"le aynı  manada kullanılmaktadır.     Son Üniversite olayları da solun ne kadar şuursuz ve hain olduğunu bir kere daha ortaya koymuştur.  Üniversitedeki davranışlar, sözde öğrenci haklarını savunmak için yapılıyordu. Boykotlar, forumlar,  işgaller bunun içindi. Böyle olsaydı öğrencilerin davranışlarında üniversiteliye yaraşır bir olgunluk ve  vakar bulunurdu. Bu hareketler milli ve sosyal bir istekle yapılsaydı devleti yüz binlerce lira zarara  sokan alet ve eşya tahripleri, cam kırmalar, duvarlara boya ile yazı yazmak gibi işler yapılmazdı. Asil  bir hareket olsaydı profesörlerin kitapları, kronoloji enstitüsünün tabancaları çalınmazdı. Bunu  yapanlar üniversitelilerin hepsi değildir denecek. Doğru… Ama çoğunluk iyi niyetli olsaydı bu  Vandallığın önüne geçemez miydi?     Fakat mesele bu kadarla kalmıyor. "Devrimci Gençlik" asıl maksadını nihayet açığa vurmuştur. Toplum  polisiyle çatışma sırasında dağıtılan beyannamenin fotokopisi 13 Haziran 1969 tarihli "Bizim Anadolu"  gazetesinde yayınlandı. Komünist tarzındaki vezinsiz, Sözüm ona manzume (!) şöyle bitiyor:     Bütün Türkiye'deki ağaçların   En yüksek dallarından en alt dallarına kadar Senin nasırlı ellerinle asılanlar   Harikulade bir meyve zenginliği manzarası versin. Bu işe meşhur Sultanahmet vak'ası   Vak'a‐i Vakvakiye bile imrensin!   Çekip alacağız ayağından   Donuna varıncaya kadar onların.   Gömüleceğiz koltuklarına o ılık salonların.   Bize göz kırpacak uzak yıldızlar.   Hulasa Türkiye Sovyet Cumhuriyeti   Çalışmak, yaşamak, gezmek hürriyeti için kurulacak    Bu hezeyanın altında "Devrimci Gençlik" imzası var. Zavallı gençlik! Sen nelere alet ediliyorsun.     Bu "harikulade şiir"in bir genç tarafından yazılmadığına eminim. Çünkü bugünün gençleri "Vak'a‐i  Vakvakiyye"nin ne olduğunu bilmezler. Bunu, elleri değil de, ruhu nasırlaşmış, Devşirme artığı  kodamanlarından biri yazmıştır. Vak'a‐i Vakvakiyye 1656'da saraya mensup yirmi otuz kişinin asiler  tarafından Sultanahmet Meydanında bir ağaca asılmasıdır. Devrimci gençlik ise Türkiye'deki bütün  ağaçların bütün dallarına insanları asmak sevdasında. Anlaşılan hesap da bilmiyorlar. Bu kadar  asmaya Türkiye'nin nüfusu yetişmeyeceğine göre asil hedeflerini sağlamak için dışardan adam mı  getirecekler?     Şimdi, solculuğun sosyal adalet demek olduğunu ileri süren şu senatör devrimci ilerici Nadir Nadi'ye  soralım: İlericilik ve devrimcilik bu mu? Daha adaletli toplum düzeni milyonlarca insan asarak mı  sağlanacak?   www.atsizcilar.com   



Sayfa 140 



  Asmak, mallarını yağma etmek, ılık salonların koltuklarına gömülmek... İşte sosyal adalet denilen  çapulculuk, hırsızlık ve katillik karması... İşte devrimcilik denen rezalet, rezilet ve alçaklık ihtirası...     Bu beyannameyi dağıtan gençlerden çoğunun beyni yıkanmış, kandırılmış zavallılar olduğu  muhakkaktır. Aralarında pek çok da haylaz ortaokul öğrencisi bulunması işin iç yüzünü gösteren başka  bir delildir.     Milli Eğitimde yıllardır süren milliyetsizlik dolayısıyla ruhu ve kafası boş olarak yetişen gençler,  hazırlıklı olmadıkları için zehirli propagandalara hemen kapılıveriyorlar. Hakikati bulduk sanıyorlar.  Hele yoksul bir ailenin çocuğu ise bu çevreye daha kolaylıkla giriyor ve insanları insan yapan bütün  değerleri inkâr etmekle işe başlıyor.     Onlara propaganda yapan ajan, tabii, başlangıçta haksızlıkların, yoksulların yarınki cennet dünyanın  destanını okuyor. Gencin heyecanı kamçılandıktan sonra hazım kabiliyetine göre yavaş yavaş açılarak  nihayet baklayı ağzından çıkarıyor. Yüksek öğrenim gençlerini fasit daireye sokmak hususunda sayın  profesörlerin yardımı da perdeyi tamamlıyor.     Profesörlerin büyük bir kısmı ilim adamı değil, kazanç adamı yani tüccardır. Bu esersiz profesörlerin  basit ders notlarını öğrencilere fahiş fiyatla sattıkları bir gerçektir. Kâğıdı Üniversite tarafından  sağlanan, teksir makinesiyle hazırlanmış 80 sayfalık bir ders ki tabının ders yılı başında peşin olarak  alınan 20 lira karşılığında, öğrencilere ders kesimine doğru verildiğini bu notları alan bir gençten  bizzat dinlemiştim. O dersin öğrencisi 2000 kişiydi. Profesör, kendi evlatları sayılması lazım gelen  çocuklardan 40.000 lirayı peşin almaya utanmamıştı.     Hukuk Fakültesi'nin birinci sınıfında yıllardır bir haksızlık yapılmış, Üniversite talimatına göre 5  numara alanın sınıf geçmesi gerekirken talebe elensin de profesörlerin başından bir dert kalksın diye  sınıf geçme notu bazen 6'ya, bazen 7'ye çıkarılmıştır.    Fen Fakültesi'nin Kimya Bölümünde mikroskop yetersizliğinden dolayı bazen öğrencilerin bir yıl  boşuna bekledikleri olmuştur.     Bu ayardaki profesörlerin ders verdiği üniversite özerkliği elbette kötüye kullanılmaktadır.     Öğrencilerin boykota haklan olabilir. Fakat işgale yoktur. Hele işgal diye tahribat, zarar ve hırsızlık  yapılırsa bu, açıkça anarşizm ve çapulculuk demektir: Hele imtihana girmek isteyenlere zorla engel  olunması insan hak ve hürriyetlerine tecavüzdür. Bu tecavüz ve zorbalığa karşı polis çağırılmasını  Üniversite özerkliğine ve anayasaya saldırı diye saymak ise mantıksızlığın, akılsızlığın tipik örneğidir.     Özerk demek her suçu işler, her kanunsuzluğu yapar mı demektir? Üniversitenin içinde cinayet işlense  polis çağıracak yetkili senato üyeleri bulunmasa polis yine mi giremeyecek? Polisin böyle görüldüğü  bir ülkede asayiş, disiplin kalır mı? Nitekim kalmamıştır.     Polis, devletin mühim bir kuvvetidir ve millet tarafından itibar görmelidir. Aralarında yetersiz,  liyakatsiz kimseler de bulunabilir. Profesörler arasında yok mu?    www.atsizcilar.com   



Sayfa 141 



  Bugün üniversitelilerle toplum polisini birbirine düşman iki ayrı millet haline getirenler üniversiteliler  arasındaki kışkırtıcı solcular olmuştur.    Hepsi ailelerinin veya devletin verdiği para ile okuyan ve devlete vergi verip askerliğini yapmış olarak  tam vatandaş durumuna geçmemiş bulunan bu gençler derslerini bırakarak Türkiye'yi düzeltmek  sevdasına kalkışmışlardır. Aralarındaki tembellerin ve okumaya kabiliyeti olmayan, sınavlardan ümit  kesmişlerin solculara katılmasıyla kütlesi büyüyen bu gençler kimlerin aleti olduklarının farkında  değiller.    Toplum polisi, yirmi otuz yıl öncesinin polisine göre çok daha iyi yetiştirilmiş, tahsil bakımından da  ortalama olarak eskiden yüksek, seçme Türk gençlerinden mürekkep bir kadrodur. Bunlar, her memur  gibi yetersiz bir maaş almakta ve güç vazifelerini gece gündüz demeden yapmaktadır. Aldıkları emri  yerine getirdikleri için kimse onları kınayamaz.     Geçen yılın temmuz ayındaki olaylar dolayısıyla 17 Temmuz 1968 tarihinde "Teknik Üniversiteliler"  imzalı bir bildiri yayınlanmıştı. Bir komünist beyannamesiydi. "Türkiye Halkı" diye başlıyordu. Bilindiği  gibi komünistler "Türk Milleti" demezler, "Türkiye Halkı" derler. Beyannamenin sonu da tam  komünist ağzıyla "yaşasın"larla bitiyordu.    Hükümeti, yine komünist ağzıyla, "faşist" diye suçlandıran bu beyannamede toplum polisi için "ekmek  parası karşılığı kiralanarak profesyonel katiller olarak yetiştirilen toplum polisi" tabiri kullanılmaktadır.    Bu bildiriyi ancak üç beş kişinin hazırladığı muhakkaktır. Fakat tozdan dumandan ferman okunmadığı  bir sırada, manasını bile İyice kavradıkları şüpheli olan diğer gençler de, gençliğin bazen şuursuzlaşan  heyecanı ile bunu benimsemişler, marifet yapıyoruz, Türkiye'yi kurtarıyoruz sanarak dağıtmışlardır.  Üniversiteli gençlerin çoğu komünistlere has tabirleri elbette bilmezler. Türk Milleti demeyip de  Türkiye Halkı demelerinin sebebini kavrayamazlar. "Faşist" tabirinin komünistler tarafından  milliyetçilere verilen bir ad olduğundan haberleri yoktur. Boyuna Amerikan emperyalizminden  bahsetmenin, bakışları Moskof emperyalizminden uzaklaştırmak için, Moskova'nın emriyle güdülen  bir taktik olduğunun farkında değildir.    Bu gençler, kışkırtıcı komünistler tarafından iyice kandırıldıktan, Amerika'yı Türkiye'nin bir numaralı  düşmanı bildikten, toplum polisinin de Amerikalılar hesabına iş gördüğüne inandıktan sonra elbette  kendilerini kaybedeceklerdi. Nitekim etmişlerdir. Hem öyle etmişlerdir ki toplum polisiyle çatıştıkları  sırada onları delirtecek şekilde bağıracak kadar ileri gitmişler, "karını, kızını Amerikalıya kaça sattın"  gibi sözlerle işi çığırından çıkarmışlardır.     Toplum polisi denen genç memurlar şerefli ve namuslu Türk evlatlarıdır. Üstelik birçok üniversiteliler  gibi ruh yapısı bakımından bozulmamışlardır. Onlardan daha cesur, daha dayanıklı ve kuvvetlidirler.  Böylece çileden çıkanlınca birkaç defa ceketlerini çıkarıp coplarını atmak suretiyle, polis olarak değil,  vatandaş olarak üniversitelilerle kıran kırana dövüşmüşler ve onları hem yere sermiş, hem de  kaçırmışlardır.     Gazetelerdeki resimlere bakınca insan ister istemez "devrimci gençlik bu Hipi kılıklı, ürkek ve anormal  insanlar mıdır" diye soruyor.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 142 



  Geçen yılın temmuzu ile bu yılın haziranındaki kargaşalıklar aynı karakterdedir. Aynı kışkırtıcılar  tarafından ortaya çıkarılmaktadır. Böylece imtihan sırasında yapılan bu baltalamalar huzuru bozmak,  gençleri ve milleti tedirgin etmek ve bıktırarak "ne olacaksa olsun" dedirtmek içindir.    Kışkırtıcılar, derslerini hazırlayıp imtihana girmek isteyen gerçek üniversitelilere engel olmakla da  haklara tecavüz etmekte, üniversitelerin senatoları bu işin kesin çıkar yolunu bulamamaktadır.    Ne garip memleket! Üniversitenin dış bahçesi kapısında duran ve kışkırtıcıları içeri sokmayan polisi  "Danıştay" fuzuli görerek "polis nezaretinde imtihan yapılamaz" diye kabul etmemiştir. Polisi bahçe  kapısına Üniversite Senatosu çağırmıştı. Peki, şimdi ne olacak? İmtihana girmek isteyenleri  engelleyenlere karşı ne yapılacak? Kapıda Danıştay üyeleri mi nöbet tutacak?    Geçen yılki ve bu yılki kargaşalıklarda, Amerikan emperyalizminden dem vuranların Moskof  emperyalizmini ağza almamaları dikkate değer.    Hep Vietnam destanları. Türkistan'dan, Azerbaycan'dan, Kırım'dan İdil‐Ural'dan bahis yok.     Artık sakız haline gelmiş "Amerikan sömürücülüğü". Macaristan ve Çekoslovakya'nın işgalleri normal.    Zenci Lumumba için bir yığın yazı, makale, Türk "Osman Batır" için susuş.     Şimdi 7 Haziran 1969 tarihli "Yeni Gazete"nin ilk sayfasında bir haberi okuyalım:    MUHTARİYET İSTEYEN TATARLAR, MOSKOVA'DA POLİSLE ÇATIŞTILAR    Moskova (AP) ‐ Kırımlı Tatarlar önceki gün Moskova'da önemli bir gösteriye girişmişler ve vatanlarının  kendilerine iadesini isteyen dövizlerle bir kaldırım üzerine sıralanarak polisin müdahalesine kadar  beklemişlerdir. Kırımlı Tatarlar'ın taşıdıkları kırmızı ve mavi renkli dövizlerin birinde "komünistler,  Kırım'ı Tatarlar'a iade edin" ibaresi okunuyordu. Göstericilere önce bu dövizleri bırakmaları ihtar  edilmiş, Tatarlar ise bu teklifi reddetmişlerdir. Bundan sonra Tatarlar'ın gösteri yaptıkları yerde  toplanan bazı Ruslar'ın "alçaklar, utanın" diye bağırdıkları işitilmiştir. Gözlemciler Tatarlar'ın bu  gösteriyi yapmak için komünist zirve toplantısını bekledikleri kanısındadırlar. Daha sonra olay yerine  sevk edilen Sovyet polisi Tatarlar'ın üzerine hücum etmiş ve bir taraftan ellerindeki dövizleri  parçalarken diğer taraftan da Tatarlar'ın ağızlarım kapamaya çalışmışlardır. Polis tarafından  parçalanan dövizlerin birinde ''Lenin'in Tatarlar'a muhtar cumhuriyet kurma hakkım tanıyan  kararnamesine saygı gösterin", diğerinde ise 'Tatarlar'la uğraşmaktan vazgeçin" ibaresi okunuyordu.  1967 yılında Tatarlar genel affa uğramış, buna karşılık Tatarlar'ın yurtlarına dönmelerine izin  verilmemiştir. Tatarlar'ın bugüne kadar yurtlarına dönmek için yaptıkları sayısız teşebbüs ise hiçbir  zaman sonuca ulaşamamıştır.    Bu yazıyı Türk gençleri dikkatle okusun. Kırım Tatarı denilen bu eski Kıpçaklar'ın torunları İkinci Cihan  Savaşından sonra topyekûn sürülerek Kuzey Türkistan'a ve Sibirya'ya atılmışlardı. Tabii bu arada pek  çoğu da ölmüş veya öldürülmüştü ve bu cinayet, kızı tarafından bile hain olduğu söylenen Stalin  tarafından yapılmıştı.     www.atsizcilar.com   



Sayfa 143 



  Kırım, Türk Devleti'nin son büyüklük çağı olan Osmanlılar çağında, imparatorluğun yan bağımsız bir  kuzey devletiydi. Yani özerkliği vardı. Fakat özerkliği bugünkü üniversitelerde olduğu gibi şımarıklığa  dönüşmüyor, eşsiz akıncı ordusuyla devletin kuzey sınırlarını Moskoflar’a ve Polonyalılar'a karşı  koruduğu gibi İran'la ve Cermanya İmparatorluğu ile yapılan savaşlara da yardımcı kuvvet olarak  katılıyordu. Kırım elden çıktıktan sonra bir bölümü Anadolu'ya, bir bölümü bugünkü Romanya  topraklarına yerleşti. Romanya'da bugün de büyücek bir toplulukları vardır.    Bu yazıyı Türk hükümet adamları da dikkatle okusun ve dış Türkler'in haklarını eldeki imkânlar  nispetinde nasıl korumak gerekirse öylece yapsınlar. Hiç olmazsa insan hakları beyannamesine imza  koymuş olan Rusya'yı uyarsınlar. Bu uyarma mutlaka tesirli olacak, Türkler'in sahipsiz olmadığı  anlaşılacaktır.     Yayınlanan bildirilerde, bermutat komünist ağzıyla, kavganın zafere ulaşacağı söylenmekle beraber  komünizmin Türkiye'de ne seçimle, ne de ihtilalle iş başına gelmesine imkân yoktur. Çünkü  komünizm, Marks'a "ben Marksist değilim" dedirtecek kadar soysuzlaşmış bir fikir sistemidir. Lenin'e  göre ise her 100 komünistten 95'i ahmak, 4'ü haindir. Demek ki her 100 komünistten ancak biri  sağlamdır. Türkiye'deki komünist hareketlerinde de birbirini nasıl ele verdikleri, polise ve Milli  Emniyete nasıl ajanlık ettikleri kaç defa açıklanmış, komünistlerin ne seviyede kişiler olduğu ortaya  çıkmıştır.    Komünist ülkelerin akrep yuvasından farksız olduğunu gösteren en büyük delil, Lenin'le birlikte ilk  komünist ihtilalini yapmış olanlardan onda dokuzunun yine komünistler tarafından idam edi1miş  olmasıdır. Hatta Lenin’in Stalin tarafından zehirlendiği bile iddia edilmiştir.     Rusya'dan sürülüp bir müddet İstanbul'da kalan Troçki, Türkiye'de ordu elde edilmeden komünizmin  zafer kazanmasına imkan olmadığını daha kırk yıl önce söylemişti.    Evet, yalnız Türkiye'de değil, dünyanın hiçbir yerinde komünizm seçimle iş başına gelemez. Komünist  partilerin çok kuvvetli olduğu Fransa ve İtalya da bu partiler bir iki defa oyların ancak üçte birini  toplayabildiler ve daha ileri gidemediler.     Fakat buna bakıp kendimizi bu yönden emniyette sayarak tedbirsiz davranmak çok yanlış ve  tehlikelidir. Vaktiyle Nazım Hikmet ve arkadaşları donanmaya sızmaya çalıştıkları gibi bugün de  orduya sızmaya uğraşılmaktadır. Tabii komünist hüviyetiyle değil, sosyal reform isteyen saf, iyi niyetli  vatandaşlar olarak.    İdam edilen Talat Aydemir, komünist olmadığı halde saflığı yüzünden bunlara kanmış ve bazı  komünistleri kendisine müşavir olarak almıştı. Talat Aydemir lehinde propaganda yaptığı için hapse  mahkûm edilen komünist kadını birçokları hatırlayacaklardır. Devlet Planlama Teşkilatı'nda bulunup  da sonradan istifa eden aşırı solcular, başarı kazandığı takdirde onun kabinesini teşkil edecekti.  Hapishanede, başka bir sebeple bulunan birisine yaptığı ifşaat da ilgi çekicidir. Bunlar komünist  metotlarıdır.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 144 



  Talat Aydemir'le birlikte idam edilen Fethi Gürcan'ın yine hapishane arkadaşlarından birine  söylediğine göre başarı kazandıkları takdirde Türkçüleri topyekûn öldüreceklerdi. Tabii bütün bunlar,  solcu müşavirlerin telkiniyle verilen kararlardır.     Yukarda profesör olmak gafil olmaya mani değildir demiştik. Kurmay olmak hiç mani değil. Solcuların  tehlikesini hala anlamayan kurmaylar arasında 38'lerden Cemal Madanoğlu ile Ahmet Yıldız'ı da  gösterebiliriz.    İleriyi görmek özel bir kabiliyettir. Hele Moskof’un tarihi fonksiyonunu bilmeyenler için komünizm  tehlikesini anlamak hayli güç iştir.    13 Haziran 1963 tarihli Cumhuriyet gazetesinde "Times "den naklen verilen bilgiye göre Türkiye'deki  gizli komünist partisinin 1250 üyesi vardır ve bu parti Moskova taraflısıdır. Türkiye de diğer  komünistler ise Stalinci ve Maocu olmak üzere iki rakip gruba ayrılmıştır. Gerek bunlara, gerekse  komünizmi insancı bir rejim sananlara şunu hatırlatalım: Sovyet ihtilalinin 50.yıl dönümü töreninin  başında Moskova'da, "Enternasyonal" değil, "Rus Milli Marşı" çalındı. Bu şartlar için de hala  komünizm teraneleri okuyarak insanlıktan bahsetmek ihanetten başka bir şey değildir. Bunu da  Türkiye'de ya soy bakımından Türk olmayanlar yahut satılmış ajanlar yapar. Samimi sosyalistler buna  dikkat etsin.     Bir de üniversite özerkliği bahanesiyle üniversiteler içinde her türlü anarşi ve ihanet hareketlerinin  yapılmasına göz yuman zihniyete artık paydos denmelidir. Özerklik denen nesne üniversitelerin ilmi  çalışmalarında, programlarında, asistanlıktan doçentliğe, doçentlikten profesörlüğe terfilerde  hükümetin işe karışmaması, yani bilim ve teknik alanındaki çalışmaların tamamen serbest olmasıdır.  Bazı tanınmış profesörler bile bu bedaheti kavramaktan aciz görülüyor. Polisin üniversiteye  girmesinden çılgına dönenler anarşinin girmesi karşısında bir şey yapamıyor, bir tedbir  düşünemiyorlar. Tahrip olunan eşya ve aletlerin ceremesini de yine millet çekiyor. Bunalım, reform  teraneleriyle Üniversiteyi ikinci Mahmut çağının Yeniçeri Ocağına döndürenler yarın ikinci bir Vak'a‐i  Hayriye’ye de hazır olmalıdır. Devlete karşı isyan bildirileri, devletin polisine "kiralık katil" diye  hakaretler, laboratuvarları tahrip, kitapları talan, devletin üniversitelere verdiği malzeme ile devlet  kuvvetlerine karşı kullanılmak üzere Molotof kokteylleri, sopalar, taşlar... Ne bu? Üniversitenin  devrimci gençliği...    Hükümet, bu serseriler karşısında aciz kalacaksa onları birkaç saatte yola getirecek milli güçler  hazırdır.     Solu savunan Nadir Nadi'nin "Devrimci Gençlik" imzalı bildiriye karşı hâsıl bir durum takınacağı onun  gerçek maksadını göstermesi bakımından çok ilgi çekici olacaktır.     Millet yerine halk diyen, daima Amerika'nın iktisadi emperyalizminden bahsedip Moskof’un siyasi ve  askeri emperyalizmini görmemezlikten gelen, yazılarıyla bildirilerini yaşasınlar ve kahrolsunlarla  bitiren, Türkçülere faşist ve kafatasçı diyenlere dikkat edin. Bunların hepsi Moskova'nın satılık  uşaklarıdır. Hepsi Türklük düşmanıdır.    Evet ilerici... Fakat geçmişi olmayıp ancak bir adım ilerisinde yiyeceği gören hayvanlar gibi ilerici...   www.atsizcilar.com   



Sayfa 145 



    İleri... Fakat hainlik ve alçaklıkta ileri...     On Beşinci Yüzyılda Anadolu'da "Hurufi" denen bir takım akıl fukaraları vardı. Çoğu iyi öğrenim  görmüş, kendi zamanının bilgini olmakla beraber sapıtmış bir takım adamlardı. Kuran'ın harflerinde  gizli manalar olduğunu ileri sürerek Kuran'daki gerçek mananın bu olduğunu iddia ederler, kendi  işlerine geldiği şekilde ahkâm çıkarırlardı. O kadar propaganda yaptılar ki aklı başında görünen bazı  din ve tasavvuf erbabına da tesir ettiler. Propagandalarının kuvvetiyle Fatih'in sarayına kadar  girmişlerdi. Sonunda yakılarak idam edildiler de millet büyük bir safsatadan kurtuldu.    Yirminci Yüzyılın komünistleri de budalalıkta onlarla at başı beraber gidiyorlar. İnsanlığın birkaç bin  yıllık gelişmeyle elde ettiği değerleri zorla değiştirmek istiyorlar. Hiçbir ileri ülkede tutunamayan,  ancak geri memleketlerdeki insanları, o da kısmen kandırabilen bu sahtekârlık elli yıl sonra kaybolup  gidecektir. Fakat hızlı medeniyetin ve tekniğin bozduğu sinirler ve çoğalttığı akıl‐ruh hastalıklarıyla  malul bir takım insanlar bu safsatalara devam edecektir. Ruh hastalığı yumuşaklıkla, fakat şirretlik  halini alınca sertlikle önlenir. Bu sahtekârların memleketin sosyal dertleriyle ilgisi yoktur. Onların  davası Türkiye'yi yıkmaktır.    Türkiye'nin Batıdan epey geri kaldığı, aradaki açıklığı kapamak için yaptığı hamlelerde düştüğü büyük  yanlışlar da malum. Fakat bunlar sokağa dökülmekle çözülecek değildir. Sovyet sistemiyle insanların  ne hale geldiği de bugünkü Rusya'nın durumu ile meydandadır. Rusya'yı görenlerden birinin söylediği  "Ruslar sefil, Rusya Türkleri büsbütün sefil" sözleri bu kalkınmanın arkasındaki gerçeği gözler önüne  seriyor.    230 milyonluk bir kütlenin maddi‐manevi sefaleti bahasına silahta ve uzay işlerinde Amerika ile  yarışmayı marifet sayanlar ve insanlarının insanlıktan çıktığı bir ülkeyi açık veya kapalı, örnek diye  gösterip Türkiye'yi de böyle bir yola sürüklemek isteyenler, Moskova'nın ajanı değillerse, gafletin  gayyasına düşmüş zavallılardır.    Türk olarak yaratıldık. Uzun ve çetin geçmişimizin tasaları, zaferleri ve bozgunlarıyla milliyetimizi  perçinledik. Başkalarından farklı olduk. Bu özelliğimizi sonuna kadar saklayarak Türk kalmak ve  mazideki üstünlüğümüze yeniden sahip olmak istiyoruz. Milletimizi kalkındırırken ipliği pazara, foyası  meydana çıkmış metotlara değil, aklın ve ilmin yoluna yönelmek kararındayız. Daha dün bizden üs ve  toprak isteyenlerin samimiyetine elbette inanamayız. Komünizmin ne çıkmaz sokak olduğunu  kendileri de anladıkları için artık kendi aralarında da hırlaşmaya başlamışlardır. "Burjuva uydurması"  dedikleri prensiplerden birçoğunu şimdiden benimsemeye başladılar.    Yarını emniyete almak için Milli Eğitimin yeni program ve ruhla harekete geçmesi, yarın Üniversiteye  gireceklere milli ruh ve ahlak aşılaması şarttır. Seçim ve parti kaygılarını bir yana bırakarak, solcu  basının yaygarasına kulak tıkayarak bunu gerçekleştirmekten başka çıkar yol yoktur.    Son pişmanlık fayda vermez.     ÖTÜKEN, Temmuz 1969, Sayı. 7 (67)     www.atsizcilar.com   



Sayfa 146 



 



SOL MİLLİYETÇİ OLAMAZ     "Sağ" ve "Sol" deyimlerinin iktisadi manasından başka bir de ideolojik anlamı olduğu malumdur.  Günümüzde iktisadi doktrinler 15. Asırdaki tarikatlar gibi birbirine karıştığı halde fikriyat bakımından  sağ ve sol hala kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış durumdadır.    Çünkü iktisadi şekiller ve şartlar zamanla değişmekte, fakat "ülkü" sabit kalmaktadır. Sosyal  demokrat, Hıristiyan sosyalist, cumhuriyetçi sosyalist, nasyonal sosyalist deyimleri bu tedahüllerin  örneğidir.     Fikriyat (ideoloji) bakımından sağ ile solu birbirinden ayıran en kesin fark, sağın milliyetçi olmasına  karşılık solun, beynelmilelci karakterde bulunmasıdır.    Milliyetçilik, tarihin binlerce yılda doğurduğu sosyal bir neticedir. Binlerce yıllık hayatın kaynaştırdığı,  her bakımdan birleştirdiği insan topluluklarının bu netice içinde yaşaması, onun nimetlerini gördüğü  için milliyeti muhafaza uğrunda her fedakârlığa hazır bulunması da gayet normaldir. Milliyet duygusu  bu kadar kuvvetli olmasaydı tarihin korkunç bozgunlarını gören milletlerin hemen dağılması gerekirdi.  Böyle olmadığını, bozgunlardan sonra o toplumların daha kuvvetli olmak için nasıl çalıştığını 20. Yüzyıl  tarihi göstermiştir. Bu konuda Polonya ve Almanya'yı örnek vermek kâfidir.    Sol ise, iktisadi görüş olarak bazı noktalarda haklı bile bulunsa, tabiattaki galat‐ı hilkatler gibi toplum  hayatının bir yanlış yaratılmasından, marazı düşüncesinden başka bir şey değildir.     Son zamanlarda görüldüğü gibi sola milliyetçilik demek milliyetçilik ile halkçılığı karıştırmaktan doğar.  Halkçılık, bugün yaşamakta olan yoksul tabakanın bolluğa kavuşmasını düşünmektir. Milliyetçilik,  dünü de içine alarak hem bugünü, hem yarını kapsayan bir büyüklük duygusudur.    Solun "milliyetçilik" dediği "halkçılık" siyası sınırların dışındaki soydaşlara karşı kör ve sağırdır.  Milliyetçilik ise, hangi devletin idaresinde olursa olsun bütün soydaşları düşünen, onları kurtarmak  için her fedakârlığı göze alan hayatın ve insanlığın manasını bu fedakârlıkta bulan ülküdür.     Solculuk için hayat "ekonomik yaşantı"dan başka bir şey değildir. Mazinin mirası, geleceğin büyüklüğü  onun umurunda değildir. 0, çok kazanmak, rahat edip eğlenmekten başka bir şey düşünmez. Bunları  ileri sürerken her toplumda bulunan vurguncuları öne sürerek bunları sağa mal etmeye çalışır.    Milliyetçi olduğunu ileri süren "sol", vaktiyle Fransa ve İspanya'da görüldüğü gibi komünistlerle iş  birliği yaparak "milli cephe" adı altında kendi toplumlarını kardeş kavgasına, kargaşalığa ve felakete  sürüklemekten çekinmeyen bir düşünce olduğuna göre, bunlara milliyetçi demek temelsiz ve gülünç  bir iddiadan başka bir şey değildir.    ÖTÜKEN, Şubat 1974, Sayı:2          www.atsizcilar.com   



Sayfa 147 



 



KÜRTLER VE KOMÜNİSTLER     Malatya'nın bir köyünde, Şaban adlı bir öğretmen hem Atatürk büstünü kırdı, hem de Türk bayrağını  yırttı. Bu öğretmen akıl hastası değilse, yaptığı işin üzerinde iyice durulmalıdır. Çünkü bir insan siyasi  ve dini inançları veya dar görüşlü taassubu yüzünden Atatürk'e düşman olsa bile Türk bayrağına  hakaret etmenin hiçbir tevili veya hafifletici sebebi olamaz. Bundan dolayıdır ki, Şaban adındaki bu  öğretmenin kanını ve soyunu araştırmakta, siyasi inançlarını incelemekte fayda vardır.    Bugün Türkiye'de Türklüğe ve dolayısıyla Türk bayrağına düşman üç zümre vardır: Moskofçular,  kürtçüler ve Siyasi Ümmetçiler.     Vaktiyle Çukurova'daki Köy Enstitüsünde Türk bayrağı kanalizasyona atılmış, bu alçaklığı Köy  Enstitülerine sızmış olan o bol sayıdaki Moskofçulardan birinin yaptığı yüzde yüz belli olmakla beraber  suçlu bulunamamıştı.     Şaban adlı öğretmenin Türk bayrağı düşmanı takımlardan hangisine bağlı olduğu şimdilik belli değil.  Bir kürtçü olması ihtimali üzerinde ısrarla durmak ve ciddi tedbirler almak lazımdır. Unutulmamalıdır  ki, kürtçülük almış yürümüş, idam isteğiyle mahkemeye verilen kürtçüler "Büyük Millet Meclisi"ne  girmiş, o ahım şahım kürtçe ile dergiler yayınlanmaya başlamıştır. kürtçüler, kürtlüklerini Türklük  aleyhinde bir eda ile söylemekten çekinmeyecek duruma gelmişlerdir. Bazı kürtçüler, Öğrenci  Derneklerinde önemli yerlere geçmişlerdir.     Buna karşı ne yapılıyor? Hiç! Yobazlığı yapılan, şeriatın yerin geçen "demokrasi" bu hiçlik midir?    Eski Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, daha Milli Birlik Komitesi Başkanı olduğu sıralarda, İstanbul  Üniversitesi profesörleriyle yaptığı özel ve az çok mahrem toplantıda bizim için iki tehlikenin varlığını  açık yürekle söylemiş, "Komünizm ve kürtçülük" demişti. Cihan çapında güçlü bir tehlike olan  Komünizmin yanında Cemal Gürsel'in bir iki milyonluk ilkel kürtleri anması boşuna değildi. Çünkü bu  cemaat hem doğu illerimizin petrol kaynağı bölgelerinde oturmakta, hem de yıllardan beri Ruslar,  İngilizler ve Amerikalılar tarafından desteklenip kışkırtılmaktadır.    Şeyh Said isyanı bir kürt ayaklanmasıydı ve açıkça İngilizler tarafından desteklenmişti. Said‐i Kürdi  hareketi ise uzak hedefli ve örtülü bir kürt hareketidir ve yine İngilizler tarafından "Müslüman  Kardeşler" derneği kanalı ile yönetilmektedir. kürtlüğü destekleyen devletlerin maksadı insani değil,  maddi çıkara, siyasi nüfuza, jeopolitiğe dayanan niteliktedir.    Şimdi hep beraber düşünelim: "Türk Devleti"nin kürtçülüğe karşı durumu ne olmalıdır? Bir devlet, hiç  şüphesiz yarınını tehdit eden bir tehlikeye karşı aklın ve şuurun gerektirdiği tedbirleri alır. Bu  tedbirlerin yüzde yüz "milliyetçi" tedbirler olması şarttır. Çünkü milletlerin "kendilerini başkalarından  ayrı ve üstün tutmak ve kendilerini korumak için" tuttukları yol ancak milliyetçiliktir. Türkiye  Cumhuriyeti ırkçı bir devlet değildir. Kültür milliyetçisi olduğunu öne sürmesine rağmen böyle bile  değildir de tabiiyet milliyetçiliği ile yetinmektedir. Bu bakımdan yüksek mekanizmada kürtlere  alabildiğine yer verir.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 148 



  Atatürk çağının Milli Eğitim Bakanlarından Vasıf Çınar ile İstiklal Mahkemeleri Kurulundan Ali Saip  Ursavaş, kürttü. Fakat bunların aklına Türklükten ayrı kürtlük diye bir şey gelmiyordu ve Atatürk  çağında böyle bir şey akla gelemezdi de. Atatürk ortalığa bir Türklük dehşeti saçmıştı. Bu sayededir ki  kürt olan Ali Saip, İstiklal Mahkemelerinde birçok asi kürdün idamında büyük rol oynamıştır.  Demokrat Parti'nin ileri gelen mebuslarından Kasım Küfrevi ve Ağrı mebusu Halis Öztürk de kürttüler.  O zamanın Milli Eğitim Bakanlarından Celal Yardımcı'nın da kürt olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü  Kayseri Cezaevinde kendisini lider tanıyan bir iki Türk mebus bulunduğu gibi mahpusluk hayatında  kürtçe öğrenmeye başlaması da mim konulacak noktalardandır.     Bugün de partilerin çoğunda kürtler bulunmaktadır. Yeni Türkiye Partisi'nin bir süre önce ölmüş  bulunan mebusu Mustafa Ekinci ile yaşamakta olan mebusu Yusuf Azizoğlu kürttür. İkisi de kürt  milliyetçisidir. Yine aynı partiden Muslih Görentaş da milliyetçi kürtlerdendir.    Halk Partisinden Cihat Baban ve Esat Mahmut Karakurt kürttür. Adalet Partisinden Devlet Bakanı  Cihat Bilgehan ile Gümrük ve Tekel Bakanı İbrahim Tekin de kürt asıllıdır.     kürtlere Büyük Millet Meclisi dışında da rastlamak mümkündür. Prof. Şükrü Baban ile Prof.  Abdülkadir Karahan ve Yassı ada Komutanı Tarık Güryay kürttürler.    Yani Türk Devleti şimdiye kadar bunları kendisinden ayrı tutmamış, onlara her makamı vermiştir.  Fakat ayrı kürt devleti kurmak gayesiyle bir takım davranışları olan Üniversiteli kürtlerin  çoğalmasından sonra "Devlet" şüphesiz kürt asıllılara karşı daha uyanık olacak, bunları kritik noktalara  getirmeyecektir. kürtler, mevcut nispetindeki akıllarını başlarına dermeyerek yabancı kışkırtılara  oyuncak olmakta devam ve kürt devleti hayali ardında koşarlarsa nasipleri yeryüzünden kazınmak  olacaktır. Türk ırkı oluk gibi kanı ve sayısız emeği pahasına yurt edindiği Türkiye'ye göz dikenleri ne  yapabileceğini göstermiş 1915'te Ermenileri, 1922'de Rumları bu ülkede yok etmiştir.    Bu sonuca varırken daha 1944 yılında yapılmış bir büyük muhakemeyi düşünüyor ve o zamanki  sanıkların ne kadar haklı olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.     ***    Bir senatör bayın gündem dışı konuşma yaparak 15 yaşındaki bir ortaokul öğrencisinin komünizm  sanığı olarak birkaç gün tutuklu kalmasının aleyhinde bulunmuş ve insani sözler söylemiş. Büyük  Millet Meclisi en önemli yerdir! Orda söyle Büyük Millet Meclisi en önemli yerdir! Orda söylenen  sözler nasıl tartılı ve ölçülü olmalıdır! İnsaniyet, milliyet, din, ahlak, sosyal adalet falan büyük  sözlerdir. Fakat en büyük gaflar kavramlar üzerine yapılmaktadır.    Bir senatör 15 yaşındaki bir çocuk tutuklanamaz derse onun dünyadan haberi yok demektir. Bu 15  yaşındaki çocuk, bayan senatörün parasını çalsaydı yahut canına veya ırzına kastetseydi acaba yine  tutukluluk aleyhinde mi bulunacaktı? "O başka, bununki fikir işidir" denecek, "fikir özgürlüğüne  ilişkindi" diye söylenecek! Fikir özgürlüğü, bir milletin özgürlüğüne kasdeden fikirler için de revaçta  mıdır?    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 149 



  Ey ahmaklar! Ey kafası işlemeyenler! Ey hainler! Fikir özgürlüğü anayasa, şeref, vatan, ahlak ve milli  çıkarlar düzeni içinde olacaktır. Türk devletini başka bir devlete bağlamak isteyen fikir, Türkiye'yi  bölmek isteyen fikir, aileyi kaldırmak isteyen fikir, insanların güneşe tapmalarını isteyen fikir, fikir  değildir. Kabul olunamaz, savunulamaz.     Hürriyet kötüye kullanılıyor. Fikirlerde ve davranışlarda gittikçe artan hafiflik ve hatta cıvıklık göze  çarpıyor. Mutlakıyet ve cumhuriyetten umduğumuzu bulamadık. Bir de "ciddiyet" ilan olunsa da onu  denesek, nasıl olur?     (18 Nisan 1966), ÖTÜKEN, 30 Nisan 1966, Sayı: 28      



KIZIL KÜRTLERİN YAYGARASI     1961 anayasasının getirdiği aşın hürriyetlerden faydalanarak, anayasanın yasakladığı konularda da  kıpırdanışlar ve davranışlar olduğu bilinmektedir. Bu türlü davranışlara kalkanlar, kanun bakımından  suçlu olduklarını bildikleri için savunma taktikleri de suçlulara has nitelikte, yani iftira, yalan ve  şirretlik alanındadır. Bunlar, gerçeklerin ışığına bakamayan baykuşlar gibidirler.     Bu baykuşlar hakiki maksatlarını açığa vuramadıkları için dolambaçlı yoldan gitmeye mecburdurlar.  Hakiki maksatları yüzlerine vurulunca da, yüzleri insan yüzü olmadığı için kızarmaz, bütün hayâsız ve  şerefsizlerin başvurduğu yola saparak çamur ve çirkef atarlar.     Ötüken'in Nisan 1967 tarihli 40. sayısında yayınladığım "Konuşmalar" başlıklı bir yazıda Türkiye'de  Kürtçülük akımından da bahsederek örnekler vermiş, kürtlerin ilkel bir Fars topluluğu olduğunu  belirtmiş ve Cumhurbaşkanı Sunay'ın "Türk olmayan varsa gidebilir" sözünü alarak şöyle demiştim:     Evet... Kürt kalmakta direnir, dört beş bin kelimelik o iptidai dilleriyle konuşmak, yayın yapmak, devlet  kurmak istiyorlarsa gidebilirler. Biz bu topraklan oluk gibi kan dökerek; Gürcüler'in, Ermeniler'in,  Rumlar'ın kökünü kazıyarak aldık; yine oluk gibi kan dökerek Haçlılar'ın savaşçı şövalyelerine karşı  savunduk. Kürtler 1839 yılına kadar askerlik bile yapmadılar. Viyana'dan Yemen'e kadar her yerde  Türk ırkının kanı sebil gibi akarken onlar yaşadıkları dağlarda ve köylerde keçilerini güttüler ve fırsat  buldukça hırsızlık ve yağmacılık ederek yaşadılar. İran'la yaptığımız savaşlara yardımcı diye geldikleri  zaman da daima fırsat kolladılar ve Türk ordusunun yenildiği çarpışmalarda bu sefer İran'la birleşip  onu vurmaktan geri kalmadılar. Birin Cihan Savaşında bize topyekûn ihanet eden Ermeniler, yerleşik  Türk halkını vahşi bir kırgınla bitirmeseydi ve dağlarda, sarp köylerde yaşayan Kürtler bu kırgından  kurtulmuş olmasaydı bugün çoğunluk oldukları illerde de azınlık olarak kalmakta devam edeceklerdi.  Fakat yüzde yüz çoğunlukta olsalar bile Türkiye'nin herhangi bir bölgesinde devlet kurma hayalleri,  hayal olarak kalacaktır. Yunanlılar'ın Bizans, Ermeniler'in büyük Ermenistan hayalleri gibi... Onun için  Türk milletinin başını belaya sokmadan, kendileri de yok olmadan çekip gitsinler. Nereye mi? Gözleri  nereyi görür, gönülleri nereyi çekerse oraya gitsinler. İran'a, Pakistan'a, Hindistan'a, Barzani'ye  gitsinler. Birleşmiş Milletler'e başvurup Afrika'da yurtluk istesinler. Türk ırkının aşırı sabırlı olduğunu,  fakat ayranı kabardığı zaman "Kağan Arslan" gibi önünde durulmadığını, Irkdaşları Ermeniler'e sorarak  öğrensinler de akıllan başlarına gelsin.     www.atsizcilar.com   



Sayfa 150 



  Açıkça anlaşılacağı üzere bu satırlar Türkiye'yi bölmek, doğu illerimize bağımsız Kürdistan kurmak  isteyen vatan hainlerine karşı yazılmıştır. Türklüğe sadık olanların ve kendisini Türk duyanların  bundan gocunmamaları gerekir. Gocunanlar ancak, o yazımda bahsettiğim, vatanı parçalamak isteyen  hainlerdir. Bu hainler, suçlu psikozu içinde, şirretlik ve mugalâta metotlarına başvurarak bozuk  Türkçeleriyle ve yukarıya aldığım parçanın baş tarafını hesaba katmayarak ve yalnız "Türk milletinin  başını belaya sokmadan, kendileri de yok olmadan çekilip gitsinler" cümlesini alarak yaygaraya  başladılar. Şunları söylediler:     Ötüken'i çıkaranlar "nifak tohumları eken, gözü dönmüş, örümcek kafalı faşistler"miş.     Ben "kardeşi kardeşe düşman etme uğraşında olan sapık zihniyetli birisi" imişim.     "Asıl kovulacaklar halkları birbirine düşürmek emelinde olan hayalperestler"miş.    "Doğu'nun geri kalmasının nedenleri arasında ekonomik sömürmenin devamı için vatandaşlar  arasında mevcut ırk, dil, din ve mezhep farklarını istismar ederek onları düşman kamplara bölmek  isteyen zihniyetin karşısında" imişler. "Manevi sömürünün politik alandaki yansıması olan faşizmi,  ırkçılığı ve ümmetçiliği nefretle reddediyorlar" mış.     "Islah edilecekler, Çingenelerden ziyade, öncelikle böyle sapık ideolojileri savunanlarmış. Islah  edilecekleri yer ise Bakırköy" müş.    Nerde basıldığı belli olmayan bu paçavranın altında 19 tane dernek imzası var. Bunlar sözde kültür  derneği, öğrenci derneği, yardımlaşma derneği falanmış. Aslında üç beş kızıl kürdün ahmak ve iptidai  kafasından çıktığı, fakat kendilerini mühim bir kuvvetmiş gibi göstermek için hayali kültür  derneklerinin adına başvurulduğu aşikârdır.     Kızıl kafalardan çıktığını gösteren deliller şunlardır:    1) Bize, yani Türkçülere faşist denmesi. Komünist düşmanlarına kızılların faşist dediği, artık herkesin  bildiği bir gerçektir.    2) "Millet" yerine "halk" kelimesinin kullanılması. "Asıl kovulacaklar, halkları birbirine düşürmek  emelinde olanlar hayalperestlerdir" cümlesindeki "halklar" kelimesi "milletler" anlamında  kullanılmıştır. Komünistler "millet" kelimesinden ürktükleri için kullanmaz, onun yerine "halk" derler.     3) Dini ve milli ülkülerin bir sömürme vasıtası olduğunu iddia edenler de yine komünistlerdir. Bildiri  de "manevi sömürünün politik alandaki yansıması olan faşizmi, ırkçılığı ve ümmetçiliği nefretle  reddederiz" diyerek kafalarının gerisindeki düşünceyi belli etmişlerdir.    4) Edebi dili bozmak ve halk dili diye bozuk düzen bir dil kullanmak da kızılların mühim marifetidir.  Bildirideki şu ibareye bakınız: "Kim kimin başını belaya sokuyor? Ve de kim kimi kovuyor?"     Edebi yazı dilinde "ve "den sonra "de" gelmez. Gelirse böyle gülünç olur.   ***  www.atsizcilar.com   



Sayfa 151 



  Her türlü fikir ve kültür haysiyetinden mahrum olmalarına rağmen, şimdi şu kızıl kürtlere kısaca  cevabımızı verelim:     1‐ Türkiye'nin doğu illeri, doğu illerinde yaşayan Türkler'in ve genel olarak bütün Türk ırkının  vatanıdır. Artuklular, Saltuklular, Karakoyunlular, Akkoyunlular'ın hüküm sürdüğü, anıtlar diktiği  bölgeler elbette Türk'tür. Türk kalacaktır. Bu bölgelerde daha eski olmak hiç bir şey ifade etmez.  Maymunlar daha da eskidir.    Hayali Kürdistan'a başkent yapmak istediğiniz Diyarbakır, Büyük Türkmen Beği Uzun Hasan'ın şehridir.  Don Kişotlar'ın başkenti olamaz.     2‐ Türkçü ve gerçekçiyiz. Türkler tarihte devir açmış, medeniyet yaratmış, büyük devlet kurmuş, geniş  bölgelerde düzen sağlamış bir ırktır. Türkler çekildikten sonra Yakın Doğu'nun ne duruma düştüğünü  görüp ibret alın. Araplar da tarih ve medeniyet yaratmış kalabalık bir milletti. İngilizlerle birleşerek  bizden ayrıldıktan sonra başlarına gelmeyen kalmadı. Beş günde çıfıtlara yenilerek dünyaya rezil  oldular. Siz ise ne devlet, ne de medeniyet kurmuş kültürsüz geri bir cemaatsiniz. Farzı muhal  yabancıların kanadı altında bir devlet kursanız bile Araplar kadar da dayanamaz, petrol varillerinde  çabuk erir, gidersiniz.     3‐ Ben "kardeşi kardeşe düşman etmek sevdasında süper sapık zihniyetli birisi" değilim ama siz Türk  devletini parçalamak isteyen ultra sapık hainlersiniz. Ya Türklük içinde erir, Türklüğü kabullenirsiniz  yahut yok edilirsiniz. Ağa babanız Şeyh Said 1924'te din perdesi altında, bağımsız Kürdistan hayaliyle  ayaklanmış ve İngilizler'den yardım görmüştü. Sonu malum. İsterseniz siz de Moskoflardan yardım  alarak bir deneme yapar, sonuçlarına katlanırsınız.     4‐ Manevi sömürünün politik alandaki yansıması olan faşizmi, ırkçılığı ve ümmetçiliği nefretle  reddediyorsunuz ha... Sevimli mütefekkir kürtleri... Ya komünizm? Ona söz yok değil mi? Çünkü o,  maddi olarak sömürüyor. Şu yukarıdaki tabir ve tefsirinizle tam komünist olduğunuzu açıkladığınızın  elbette farkında değilsiniz.     5‐ Şu bildiri ile cidden ıslaha muhtaç olduğunuzu da ispat ediyorsunuz. Türk devletinin birliği kaygısı  ile yazdıklarımı tımarhanede ıslaha muhtaç birisinin yazısı diye tefsir etmek ne kıratta hainler  olduğunuzu ortaya koyuyor. Siz Kürtçülük yapacaksınız; aynı dil, aynı okul, aynı radyo yayını, aynı  basın isteyeceksiniz. Devlet kurmak için gizli toplantılar düzenleyeceksiniz, Barzani'yi kahraman ilan  edip ona Türkiye'den silah kaçıracaksınız, özel toplantılarda çocuklarınıza Kürtçe şiirler (!)  okutacaksınız, içinizde nasılsa profesörlüğe kadar çıkabilmiş olanlar Avrupa'da Kürtçü derneklerle  temasa girecek, sonra bunun karşısına çıkana deli diyeceksiniz. Siz deliliğin hainliğe göre ne kadar  şerefli olduğunu anlamayacak kadar seviyesizsiniz.    6‐ "Türk olmayan gider" diye ilk söyleyen Cumhurbaşkanı Cevdet Sunayıdır. Ben onu tekide etmiş  oluyorum. Ona da meydan okusanıza. Ama kızıl Kürt'te o yürek nerede? Türkiye'yi parçalamaya  kalkıştığınız gün nereye gönderileceğinizi göreceksiniz. Yeter ki o gün gelsin...    Bu konuda söyleyeceklerim daha bitmedi. Bekleyin  (ÖTÜKEN, 16 Haziran 1967, Sayı: 42)  www.atsizcilar.com   



Sayfa 152 



 



"BAĞIMSIZ KÜRT DEVLETİ" PROPAGANDASI     Farslar'ın gayet geri ve iptidai bir kolu olup İran, Türkiye ve Irak'ta yayılmış bulunan kürtleri bir devlet  ve millet durumuna getirmek yolundaki istekler epey eskidir...     Bütün iptidai topluluklarda olduğu gibi kürtlerde de yabancı devletlerin kışkırtmasıyla başlayan bu  hareket kürt çoğunluğu arasında değil, onların zengin ağa sınıfı ile okumuşları arasında itibar  görmüştür. Çünkü bağımsız bir Kürdistan'dan faydalanacak unsur bunlardır. Kurulacak Kürdistan'da  idareci ve yüksek sınıf olacaklardır.     Birinci Cihan Savaşı sonunda ortaya çıkan "Kürt Teali Cemiyeti", Osmanlı Devletinin kendisinden  sayarak yüksek makamlara getirdiği kürtler tarafından kurulmuştu. Dergileri yayınlanıyordu.     Mütareke yıllarında Kadıköy Sultanisi'nde okurken Arapça ve Siyer‐i Nebi hocamız olan Mihri Efendi,  kürt milliyetçisi olduğu için bize Türklük ve Türkçülük aleyhinde propaganda yapar, kürt dergileri  dağıtırdı. Bir gün: "Sakın Türk'üm demeyin. Öteki unsurları gücendirirsiniz. Osmanlıyım diyin" diye  öğüt vermişti. Dağıttığı dergilerin birinde kürtlerin Asurlular neslinden geldiği yazılıydı. kürtleri öven  bir manzumede de "sularla dağların kibr‐ü gururundan doğan Kürtler" diye bir mısra vardı.     Tabii bütün bunlar köksüz, iptidai bir cemaat olmanın verdiği zavallılıktan doğuyordu. Zencilerin,  kendilerini eski Mısır medeniyetini yaratan insanların torunları diye görmek istemeleri gibi kürtler de  Asurlular'ın soyundan geldiklerini iddia ederek itibar kazanmaya çalışıyorlardı. Fertlerdeki aşağılık‐ kompleksinin bir takım atıp tutmalara sebep olması gibi bunlar da sularla dağların kibrinden ve  gururundan doğduklarını hayal ediyorlardı.     Milli zaferden sonra bütün vatan hainleriyle birlikte kürtçüler de sinmiş, Mihri Efendi de sakalını  kazıyarak avukatlığa başlamıştı. Atatürk'ü öven bir yazısını hatırlıyorum.     Bugün kürtçülük safsatası yine hortlamıştır.     Yalnız Milli Güvenlik Kurulu'nun değil, herkesin bildiği gibi Türkiye'de bağımsız Kürdistan kurmak  isteyen bir güruh vardır. Bunlardan bir takımı Milli Birlik Hükümeti zamanında tutuklanmış, sonra delil  yetersizliğinden ve aflardan faydalanarak salıverilmiştir. İçlerinden bir tanesi senatör seçilmiş, fakat  Amerika'ya kaçarak kürtçülük yapmaya başlamıştır.    kürtçüler, açıkça kürtçülük yapamayacakları için davalarını "Türkiye'nin doğusu davası" halinde öne  sürmekte ve Türkiye'nin doğusunun da "Türk" olduğunu unutmuş gözükmektedirler. Şimdilik  yaptıkları başlıca iş, bir Türk davasının mevcut olduğu hakkındaki yayınlandır. Bu yayınla doğunun kürt  ülkesi ve kürtlerin de mühim bir millet olduğu umumi efkâra kabul ettirilmek istenmektedir…    İstanbul'un mühim gazetelerinden olan Yeni Gazete'nin 1967 Martı sayılarında "Barzani'nin  Karargâhında" başlığı ile çıkan bir tefrika bu bakımdan dikkate değer.     Tefrikayı yazan, Doğan Kılıç Şıhhasa adında Alevi bir kürt'tür. Uzun yıllar Amerika'da kalarak  yetiştirildikten sonra Türkiye'ye dönmüş ve kürtçülük yapmaya başlamıştır. Özel konuşmalarında bu  www.atsizcilar.com   



Sayfa 153 



  propagandaya tanık olanlardan biri Ötüken Yazı işleri Müdürü Mustafa Kayabek, biri de Ankara'da  Kimyager İsmail Hakkı Gökhun'dur. Doğan Kılıç Şıhhasananlı, son defa Elbistan'daki bir saz şairleri  toplantısını kürtçülük ve Alevilik toplantısı haline getirdiği için tutuklanmış olan kişidir.     Yeni Gazete'de 8–29 Mart 1967 tarihleri arasında devam eden tefrika, Barzani'yi ve hareketini  anlatmaktan ziyade kürtlük ve kürtçülük yapmak gayesiyle kaleme alınmıştır. Çünkü bu tefrikada  "Mareşal (l) Mustafa Barzani" bir devlet başkanı olarak tanıtılmaktadır. Bu devletin valileri,  kumandanları, milli emniyet teşkilatı, mahkemeleri, okulları, kanunları ve her şeyi vardır. Hareket  tamamiyle milli bir harekettir ve Hıristiyan kürtler de bu hareketin içindedir. Barzani'nin yanındaki  kürtlerden bazıları Türkiye kürtleridir.     Tefrika bittikten sonra şu hükme varılabilir ki bunu okuyan Türkiyeli bir kürt, bu masallara biraz  inandığı takdirde kendi devletine hizmet için Barzani'nin yanına gitmek arzusu pekâlâ duyabilir.     Doğan Kılıç, kürtçülük düşüncesine kendini o kadar kaptırmıştır ki 8 Mart tarihli tefrikaya kendisinin,  iki kürt muhafızla birlikte çekilmiş bir resmini koymaktan nefsini alamamıştır. Bu resimde Doğan Kılıç  da kürt kılığında ve elinde tomson olduğu halde gözükmektedir. Zaten Barzani gibi komünist  ülkesinde yetiştirilerek komünist usulü çetecilik yapan bir adamın dağlardaki karargâhına kadar  giderek onunla konuşabilmesinin kerameti herhalde Doğan Kılıç'ın şahsiyetinin Barzani 'ye güven  vermesidir.     Bu tefrika her bakımdan bir kürtçülük propagandasıdır demiştik. Delilleri şunlardır:    Barzani, Mao‐çe‐tung kadar büyük bir gerillacıdır (8 Mart tefrikası).    İran, Irak ve Türkiye'nin bazı parçaları Kürdistan'dır. Mesela Barzani, İran Kürdistan’ında Mahabat kürt  Cumhuriyetini kurmuştur... (8 Mart tefrikası). Irak Kürdistan’ında soyadı yoktur (17 Mart tefrikası).  Türkiye'de Türkmen sülaleleri Kürdistan'ı işgal etmişlerdir (11 Mart tefrikası).     Barzani’nin eşkıyalarından İsa Suvar "Zaho kahramanı" (11 Mart tefrikası), İsa Bey, "kuzey kolordu  kumandam" (19 Mart tefrikası), Ahmet Salih, "Kerkük valisi" (25 Mart tefrikası), Sıddık Emin, "Gıleha  bölgesi ikinci merkez kumandanı"dır (25 Mart tefrikası).    Görülüyor ki, Barzani eşkıyalarının hiçbir zaman yaklaşamadığı bir Türk şehrine kürt vali (!) tayin  etmek gönüllerinde yatan arslanı göstermektedir. Kuzey Kolordusu kumandanı, Milli Emniyeti,  mahkemesi olduktan sonra neden Kerkük valisi olmasın? Barzani'nin belki Hakkâri, Van, Diyarbakır  valileri ve merkez komutanları da vardır ama Doğan, Kılıç nezaketinden dolayı onlardan  bahsetmemiştir.     Ayrıca, yalnız güneylerindeki Irak kuvvetleriyle çarpışan bu kürtlerin bir de kuzey kolorduları  bulunması, kuzeylerindeki Türkler'e karşı niyet ve maksatlarını açığa vurması bakımından ilgi çekicidir.  Bundan başka, sırf ırak ordusun beceriksizliği yüzünden dağlarda tutunmayı başaran bir eşkıya reisini  milli kahraman diye tanıtarak kürtçülük propagandası yapmak Türkiye'deki kürtçülüğü körüklemek  olacağı için hükümet bunun üzerine eğilmelidir. Çünkü gaye ve karakter bakımından 1967'İıin Molla  Mustafa Barzani'si ile 1925'in Silvanlı Şeyh Said'i arasında hiçbir fark yoktur. İkisi de bağımsız  www.atsizcilar.com   



Sayfa 154 



  Kürdistan davası peşindedirler. Şeyh Said'i İngilizler kışkırtmıştı. Molla Barzani'yi Ruslar kışkırtıyor.  kürt bağımsızlığı, perdenin göstermelik tarafıdır. Perdenin arkasında yabancı devletlerin çıkarı vardır  ve kürtler maşadan başka bir şey değildir. Farzı muhal bağımsız olsalar bile Türk'e ihanet edip de  ayrılan Araplar'ın başına gelenlerin daha korkuncu kürtlerin başına gelecektir. kürtlere göre çok  kalabalık, medeni ve mazisi olan Araplar'ın durum kürtlerin gözünü açmalıdır. Arapları, Yahudiler'e  yenilseler de ortadan kalkmazlar. İptidai, mazisiz ve azlık kürtler ise yarın medeni ve teşkilatlı  Ermeniler'in karşısında yok olup giderler.     Doğan Kılıç Şıhhasananlı, Amerika'da kaldığı süre içinde herhalde modern propaganda usullerini iyi  öğrenmiş olmalıdır. Çok fakir bir malzemeye dayanmasaydı daha çok başarı sağlayacağı muhakkaktı. 9  Mart 1967 tarihli tefrikada silahlı, güzel bir kız resmi var. Çekik gözleri, çıkık elmacıklarıyla bir Orta  Asya Türkü olduğu derhal anlaşılan bu kız resminin altındaki açıklamalardan Margaret adında  Hıristiyan bir kürt olduğunu ve savaşlarda büyük kahramanlık gösterdiğini, adının cihana yayıldığını  öğreniyoruz. Hepsi iyi ama bu kızın kürt olduğuna dair noter senedi veya Anayasa Mahkemesi karan  getirseler yine kimse bu kızın kürt olduğuna inanmaz. Çünkü o tipik bir Özbek veya Kırgız'dır. Böyle  kürt, hele böyle güzel kürt olmaz. İstanbul'daki on binlerce kürt vatandaşımızı göre göre kürtler  hakkında görgüye dayanan bir kanaatimiz olduğu için Margaret'in kürt olduğuna inanmakta mazuruz.  Olsa olsa Moskoflar tarafından Barzani’ye sekreter diye verilen bir ajan kontrolcü olabilir.     Bizim burada Doğan Kılıç’tan öğrendiğimiz en mühim bir husus Şafii, Şii ve Hıristiyan kürtlerin birlikte  çalışıp mücadele ettikleridir. Bunu bizim yobazlara ithaf ediyorum. Şamanı, Musevi ve Hıristiyan  Türkler şöyle dursun, Şii Türkleri bile reddeden bu kaba softaların nasıl bir gaflet, cehalet ve hamakat  içinde bulundukları bir kere daha ortaya çıkmış oluyor.    Şıhhasananlı'nın tefrikası savcılık tarafından ele alınmalıdır. Türkiyeli kürtlerden bazılarının Barzani'nin  yanına gitmesi herhalde şöylece geçiştirilecek bir olay değildir. Barzani’nin elindeki silahların nereden  sağlandığı meselesi de ayrı bir konudur. Irak ordusundan alınmıştır diye kestirip atmak büyük bir  kavrayışsızlık olur. Son yıllarda Almanya'dan kaçak olarak sokulan silahların Irak sınırına kadar gittiği  hakkında bir takım söylentiler duyuldu ve bazı kaçakçılar gazetelere geçti. Bunların üzerinde  duruluyor mu, bilmiyoruz. Duruluyorsa yalnız durulmakla mı kalınıyor, yoksa tedbirleri de alınıyor  mu?     27 Mayıs 1960'tan sonraki aşırı hürriyetlerin ve idari gevşekliklerin, Türkiye'yi her hareketin  yapılabileceği bir ülke haline soktuğu yolundaki kanaati değiştirmeli. Basın hürriyeti milletin  maneviyatım çökertmeye kadar varacak mıdır? Sırf sürüm' için yazılan yıkıcı yazılara dur demek  kanunlar bakımından imkânsız mıdır? Bunların üzerine dikkatle eğilmeli. İmkânsız ise Meclis ve  Senato harekete geçmelidir. Çünkü hürriyet için hürriyet olmaz. Hürriyet, milletin saadeti içindir.     Milleti batırmaya yarayacak bir hürriyet, korunma çaresi olmayan asumanı bir beladan başka bir şey  değildir.     (19 Ağustos 1967), ÖTÜKEN, Eylül 1967, Sayı: 45 )        www.atsizcilar.com   



Sayfa 155 



 



BÖLÜM 5: TÜRKÇÜLÜĞE VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNE  KARŞI OLANLARA CEVAPLAR   



Ordinaryüsün Fahiş Yanlışları     Türk dili ve tarihi üzerinde çalışan Batılı bilginlerden birçoğu Akdeniz'den Çin içlerine kadar yayılan ve  kendilerine "Türk" diyen insanları, ilmi görüşle, tek bir millet saydığı gibi, bazıları da İstanbul'dan Çin  içlerine kadar uzanan geniş bölgede, mesela İstanbul Türkçesi konuşarak herkesle anlaşmanın kabil  olduğunu belirtmişlerdir.     İstanbul Türkçesiyle veya herhangi bir Türkçe ile bu iki uç arasındaki herkesle anlaşmak kabil olmasa  bile, onlar yine tek milletin fertleridir. Çünkü aynı soyun ve aynı tarihin çocuklandır. Tek başına, dil,  bir milletin olması ve veya olmaması için kesin ölçü değildir. Tek lehçe ve tek dil nihayet bir eğitim ve  siyasi birlik mahsulüdür. Küçük İtalya yarımadasındaki İtalyanlar'ın bile tek millet oldukları halde,  bölge bölge birbirleriyle anlaşamadıkları herkesin malumudur. Münihli dostum Prof. Kissling,  Almanya'nın uzak bir bölgesinde yerleşmiş olan bir akrabası ile Almanca konuşarak pek güçlükle  anlaşabildiğini bana bizzat söylemişti.     Fakat Türk milleti uzun zamandan beri bölünmüş ve ayrı siyasi hâkimiyetlere düşmüş olduğu halde,  bugün bile, birbirlerinin anladığı lehçe ve ağızlarla konuşan bir topluluktur ki bu, milletimizin bir  mucizesi ve yaşama gücünün itiraz kabul etmez bir tanığıdır.     Dil, tek başına bir millet yapan unsur olmadığı halde bugün yeryüzündeki milletlerin hemen hepsinde  dil, milli faktör olarak mevcuttur. Bunun dışında İsviçre ve Belçika'yı örnek göstermek moda ise de  Belçika'da son zamanlarda uyanan Flaman milliyetçiliği bu modayı da demode etmiştir. İsviçre'ye ise  bir millet demenin ne kadar mümkün olduğunu idrak sahipleri bilir. Hitler'in ikbal günlerinde Alman  İsviçre'si de beliren Nazizm ve Büyük Almanya ile birleşmek cereyanları, İsviçre külünün altındaki koru  pek güzel ortaya dökmüştür.     Devletleri siyasi sınırları içindeki halka siyasi olarak "millet" demenin sosyal gerçeklerle hiçbir ilgisi  olmadığım yirminci yüzyılın pek çok olayları bize göstermiştir. Bazen bir siyasi birlik birkaç milletten  mürekkep olduğu gibi, bazen de bir millet ayrı ayrı birkaç siyasi sınır ve topluluk içinde bulunabilir.    İnsaf ile söylensin: Avusturyalılar, Alman değildir de ayrı bir millet midir? 1805 yılına kadar bütün  Alman devlet ve milletinin lideri olan Avusturya'yı, siyasi kader ayrı bir devlet haline soktu diye ayrı  millet mi sayacağız? Bunun gibi dün, evvelki gün, daha evvelki gün ve ondan daha evvelki gün bir  devlet halinde yaşadığımız şu, o, öteki ve daha öteki Türkleri ayrı milletler saymak gerçeğe, tarihe,  akla mantığa, vicdana ve hele Türklüğe ve Türkçülüğe sığar mı? Uzun zamanların ve mesafelerin  ayırması bile bir milletin parçalarını tek millet olmak tan çıkarır mı? Çıkarırsa bu İsrail Yahudileri  nerden peydahlandı? İki bin yıldan beri ne dil, ne vatan, ne ırk, ne gelenek... Hiçbir ortaklaşa tarafları  kalmamış, yalnız milli dinleri ile milli inançları elden gitmemişti. İrlanda, Fransa, Bulgaristan, Türkiye,  Suriye ve Yemen'den gelen bu tip tip ve dil dil Yahudiler tek millet oluyor da ben neden esas 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 156 



  bakımından aynı dili konuşan Tebrizli veya Genceli, neden Kırımlı veya Kazanlı, Taşkentli, Kaşgarlı veya  Kulcalı ile hatta neden Altaylı veya Sibiryalı ile aynı millet olmuyorum?     Sakarya boğuşması sırasında bizim için "Uzaktaki Kardeşime" diye şiir yazan Kazak Mağcan veya  Kunuri şehitlerinin hatırasına mevlit okutarak ağlayan Japonya'daki Tatarlar benim milletimden  değildir de Anadolu'daki Devşirme artıklan mı bendendir?    "Bu da nerden çıktı? Bunu iddia eden mi var" diyeceksiniz. Var, var... Hem de bu bir Komünist, bir  renksiz veya bir Selanik Dönmesi değil. Bu, milliyetçi diye bilinen, anayasa Ordinaryüs profesörü ve  hukuk bilgini Ali Fuat Başgil'in ta kendisi...     Ordinaryüs, "Seçim konuşmalarım" diye Son Havadis'te yayınladığı bir seri makalenin ilkinde (7 Ekim  1961) şu büyük tarihi ve milli yanlışlığı yapıyor:     Biz, Türkiye Türkleri, muhtelif din, dil, tarih ve ırktan birçok millet elemanlarının asırlar içinde ve İslam  kültürü kazanında kaynayıp hal ve hamur olmasından meydana gelmiş mürekkep bir milletiz... Gerçi  dil elemanlarımız bakımından Orta Asya ile yakın bir hısımlığımız var. Fakat biz ne beden ve ne ruh  yapımız itibarı ile Orta Asyalı değiliz. Biz bilakis İslam çemberiyle çevrilmiş bir ülkede, ırklar sentezi  halinde kendi başına yaşayan, nev'i şahsına münhasır bir milletiz.     Ordinaryüs, görülüyor ki tahsilini tamamladığı Fransa'nın büyük tesiri altında kalmış ve Fransızların  kendi milletlerini tarif için kullandıkları formülü aynen bize tatbik etmeye kalkışıvermiş.     Kendisine şunu hatırlatayım ki "ırk" demek mutlaka başlangıçtaki şekliyle ırk demek değildir. İki,  bazen üç, bazen daha çok ırkın karışmasıyla da ırklar teşekkül edebilir. Fransızlar Kelt, Latin ve  Franklar'ın karışmasından doğmuş olmakla beraber yine de bir Fransız ırkı vardır. Fransızlar, tarihin  gözü önünde doğmuş bir millet olduğu için hangi unsurlardan mürekkep olduğunu biliyoruz. Tarihe,  teşekkül etmiş bir ırk olarak çıkan Türkler de belki daha eski zamanlarda iki üç unsurdan mürekkepti.  Tarihin huzuruna çıktıktan sonra artık ırk olarak, onun terkibine yeni bir şey eklenmedi. Ufak tefek  toplukların büyük yığın içinde erimeleri, siyası evlenmeler, savaşlarda alınan tutsaklar falan artık yeni  bir tesalüp değil, daima görülen ufak çaptaki temsiller ve eritmelerdi. Hele On Birinci Yüzyılın  ortasından sonraya rastlayan Türkiye'nin kuruluşu ise daha bol tarihi belgelerle bilindiği için adeta  Anadolu Türklüğünün kan tertibini ortaya koymak bile mümkündür denebilir. Türkler gelirken köyleri  bırakıp kaçarak surlar içindeki şehirlere sığınan yerli halkın durumu ve miktarı, Anadolu'ya ilk gelen  Türklerin sayısı, bunların yerlileri toptan tasfiyeleri, daha sonra Orta Asya'dan gelen göç dalgaları,  türlü oymak, boy ve ulusların adları ve sayıları hakikate çok yakın bir sıhhatle malumumuzdur.    Bundan başka bu millet Anadolu'ya, Frankların Galya'ya gelişi gibi gelmiyordu. Franklar iptidai  Cermen boylarıydı ve Galya'da yüksek Roma kültürüne çarpıyorlardı. Türkler ise devlet teşkilatı ve  geleneği, kuvvetli örfü, edebi dili, destanı, kültürü ve sanatı ile geliyordu ve Anadolu'da rastladığı iki  yerli milleti, yani Ermenilerle Rumları o kadar aşağı görüyordu ki ondan hemen hiçbir şey almaya  tenezzül etmiyordu. Başgil'in dediği ırklar ve kültürler kaynaşması olsaydı dilimizde 11–12. yüzyıllar  kültürüne ait kelimeler baştanbaşa Türkçe olmazdı. Selçuk tarihinin değerli bilginlerinden Faruk  Sümer, türlü yazılarında bu hususiyetleri belirtmiş, Anadolu'ya gelişimizi tarih ve kültür bakımından  aydınlatmıştır. Başgil bunların hiçbirini bilmeden, Türkiye devletinin başı olan Selçukların da hangi  www.atsizcilar.com   



Sayfa 157 



  devletin devamı olduğunun farkında olmadan "biz muhtelif ırkların kaynaşmış halitasıyız" fikrini ileri  sürerse hiçbir tarihi gerçeği söylemiş olmayacağı, bilakis tarihi bir gaf yapmış olacağı gibi, üstelik  Bolşeviklerin de ekmeğine yağ sürmüş olur. Bolşeviklerin de kırk yıldır, Orta Asya Türklerinin bizimle  ilgilerini kesmek için yaptıkları propaganda bunun aynıdır.    Ordinaryüsün iddia ettiği gibi biz Anadolu'da kurulmuş bir millet değiliz. Anadolu'ya gelişimizden  yüzyıllarca önce Orta Asya'da kıvama gelip millet olmuştuk. Yerleştiğimiz ve açtığımız ülkelerdeki bir  kısım halkın Türkler içinde erimesi, bu terkibi, yukarıda da işaret ettiğim gibi, asla değiştirip bozmuş  değildir. Aksi halde bu gün yeryüzünde teşekkül etmiş hiçbir milletin bulunmadığını, hepsinin teşekkül  etmekte devam ettiklerini kabul etmek icap eder. Çünkü her milletin fertlerinden birçokları  yabancılarla evlenmekte devam halinde dir.     Ordinaryüsün iddiasını kabul eder de, Anadolu’daki milletin (ki artık buna Türk milleti denemeyeceği  şüphesizdir) bir karma millet olduğu sonucuna varırsak, bu milletin hangi yüzyılda kıvama geldiğine  cevap vermek pek güç bir mesele olacaktır. Bu karma millet, bu Anadolu milleti Hititler, Frigler,  Lidyalılar, Grekler, İranlılar, Romalılar, Araplar, Kürtler, Oğuzlar, Moğollar ve bu arada tahmini güç bir  takım eciş bücüş cemaatlerin İslam kültürü kazanında kaynamasından doğmuş bir millet olduğuna  göre ancak yeni yeni millet haline gelmiş olsa gerekir. Çünkü bu kazana 19. Yüzyılda Kafkasya'dan  birkaç yüz bin Çerkez, Abaza ve Çeçen de katılıp kaynamaya başladığına göre hallü hamur olma işi  ancak yeni bitmiş ve karma Anadolu fethine ve savunmasına katıldıkları halde İslam kazanında  kaynamayan ve sayıları 8–10 milyon tahmin edilen Kızılbaş (= Alevi, Tahtacı, Çepni v.b) Türkler bu  karma milletten değildir. Ordinaryüsün iddialarından çıkan sonuç budur.     Başgil'in Türkler ve Türklük hakkında birazcık bilgisi olsaydı " biz ne beden ve ne ruh yapımız itibarıyla  Orta Asyalı değiliz" sözlerini söylemeyecekti. Orta Asya Türkleriyle Anadolu Türklerinin bir kısmı,  özellikle İç Anadolu Türkleri arasında büyük bir beden yapısı benzerliği vardır. Başgil askerlik yaptığı  sırada Orta Anadolulu erlerin tiplerine hiç dikkat etmedi mi? Anadolu'da Orta Asya Türkünün, Hun'un  ve Gök Türkün tipi o kadar kuvvetle yaşıyordu ki daha geçenlerde Kırımlı sandığım güzel bir Türk  kızının Adanalı Yörük çıkması üzerine ben bile hayretler içinde kalmıştım. Ordinaryüs bütün  Anadolu'nun Orta Asya tipinde olmadığını söyleyebilir. Doğrudur. Nitekim bütün Orta Asya da Orta  Asya tipinde değildir. Bunun gibi bütün Anadolu'da da tek bir beden yapısı yoktur. Fakat onlar yan  yana konduğu zaman derece derece birbirine benzeyen, ayrılıkları türlü sebeplerden ileri gelen, buna  rağmen aynı‐milletin ve ırkın çocukları olduğu anlaşılan tiplerdir. Antropoloji ve veraset bilgisinin  gösterdiğine göre tabiat melezliği yok ettiği için de birkaç kuşak sonra, Türklerin hepsi, yabancılarla  karışma devam etmediği takdirde asli tiplerine döneceklerdir.     Ordinaryüs’ün Türk tarihini hiç bilmediği, biliyorsa kasıtla değiştirdiği de şurada anlaşılıyor. Diyor ki:  "Biz, bilakis, İslam çemberiyle çevrilmiş bir ülkede, ırklar sentezi halinde, kendi başına yaşayan, nev'i  şahsına münhasır bir milletiz".     Bu ifadenin neresini düzeltmeli? Bir kere biz İslam çemberiyle çevrilmiş bir ülkede değiliz. Doğu ve  güneyden Müslümanlarla, kuzey ve batı yönünden Müslüman olmayanlarla sınırdaşız. Ordinaryüs  acaba dünyada kimlerin Müslüman, kimlerin Hıristiyan olduğunu da mı bilmiyor? Sonra "kendi başına  yaşayan, nev'i şahsına münhasır millet" derken kastettiği manada da kendi başına yaşamış değiliz.  Daima diğer Türklerle siyasi ve kültürel bağlantılar halinde bir tarih geçirmişizdir. Anadolu Türkleri bir  www.atsizcilar.com   



Sayfa 158 



  zaman Merv, Rey veya İsfahan'daki Büyük Selçuklulara tabi idiler. Bir zaman da Karakurum'a bağlı  kaldılar. Daha sonra Tebriz veya Meraga'dan idare olundular. Osmanlı padişahı II. Murad da Aksak  Temir'in oğlu Şahruh'a tabiydi. Ordinaryüs bu tarihi mütearifelerden haberi olmadığı için bizi  Anadolu'da kapalı yaşayan bir topluluk diye tasavvur etmekte mazur olabilir.     Hatta o Anadolu ile Azerbaycan ve Türkistan arasındaki çok sıkı kültür bağlarından da habersiz  bulunabilir. Fakat bu özrü ve bu habersizliği ile tarihi gerçeği değiştirerek bizi parçalamaya kalkarsa o  zaman kendisine işte böyle "dur!" denilir.     ***    Ali Fuat Başgil seçim konuşmaları yaparken kendisinden yaşına, ilmine ve halk arasında kazanmış  olduğu değere uygun fikirler beklenirdi. Nihayet her seçim konuşması parçalayıcı değil, derleyici bir  çeşni taşımaya da mecburdur. Ordinaryüs ise, sanki Türkiye'nin hiçbir derdi, hiçbir davası yokmuş gibi,  bir seçim yazısında asla ele alınmayacak bir konuyu kurcalamakla kendisi ve partisi adına büyük pir  gaf yapmakla işe başladı. Yazdıklarında tarihi ve ilmi bir hakikat olsa, lüzumsuzluğuna rağmen buna  yine katlanırdık. Fakat tarih olmuş hakikatleri hiçe sayarak, tarih kültüründen tamamen mahrum bir  halde, Türk milletini bölmekle Başgil önce bütün Türkçüleri kendisinden soğutmuş, sonra sayıları bir  milyona varan Kırım menşeli Türklerle birkaç yüz bin Türkistan türkünün kalbini kırmıştır. Demek ki  bilgin olmak gafil olmaya mani değilmiş. Devletin yukarı kademelerine geçmeye aday olanlara tarih  kültürü ve milli şuur verilmezse işlerin nereye varacağı şimdiden belli olmaktadır. Ordinaryüs,  cumhurbaşkanı adaylarındandır. Bir cumhurbaşkanı düşününüz ki kendi milleti hakkındaki fikri  Kremlin'in parçalayıcı fikirlerine tıpatıp uymaktadır ve bunu hainliğinden değil; gafletinden,  bilgisizliğinden yapmaktadır. Bundan büyük felaket olur mu? Burada yine ölmez Bilge Tonyukuk'u ve  onun kendi anıtına yazdığı bazı satırları hatırlıyorum.     Deminden beri tartışma konusu yaptığım yazı, Ali Fuat Başgil'in milliyetçilik aleyhindeki ilk ve tek  yazısı değildir. Onun bu aleyhtarlığının çok öncelere kadar uzanan bir geçmişi vardır. 19–12–1950  tarihli "Zafer"den alınan, "İdeal Buhranı" başlıklı yazıdaki şu satırlara bakınız:     Zamanımızda din nasıl devlet prensibi olmaktan çıkarak fert ve cemaat vicdanına sığınmış ise, milliyet  fikri de devletlerarası hukuk prensibi olmaktan çıkmalı ve milli vicdanlarda yaşamalıdır. Ta ki bu  sayede milletler, kendilerini ayıran dağ ve denizler üzerinde birbirine el uzatıp barış içinde hayat için  iş birliği yapabilsin.     Milliyet fikri en sulhçu ve en terbiyeci şekliyle alınsa bile bu fikrin milletlerarası münasebetlerde  ayırıcı bir rol oynadığı ve kolektif bir egoizme götürdüğü inkâr edilemez.     Milliyet fikrinde bulamadığımız yüksek ideali ırk fikrinde hiç bulamayız. Çünkü ırk, biyolojik bir realite  olmaktan ziyade çok kere mefruş ve romantik, bazen de tarihi bir hâsıladır. Hususi ile milliyet gibi ırk  da mahalli ve menzildir. Bunlarda insan şümul bir mana ve ihata yoktur...     Yirminci asır dünyasının muhtaç olduğu ideali dinler verebilir mi? Vermesini bütün gönlümle arzu  ederdim. Fakat dinlerin yeniden milletleri barıştırıcı bir rol almaları maalesef çok güç ve uzak  görünüyor.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 159 



    Bunların manası nedir? Milliyetçi sanılan, dinci bilinen ve Türk köylüsü tarafından Ali Hoca diye  sevildiği ileri sürülen Ordinaryüs ne milliyetçiliğe, ne ırkçılığa, ne de dinciliğe yanaşmıyor. Bunları,  milletleri birbirine düşman eden fikirler diye görüyor ve açıkçası milliyet ve dini modası geçmiş  bularak müşterek bir insanlık istiyor. Ne yüksek fikir! Milliyetler ve dinler hakkında komünistlerle  masonlar da aynı görüşe sahiptir.     Fakat bitmedi... Ali Fuat Başgil, komünist Nazım Hikmetof’un haksız yere hapse atıldığını, aslında  onun yurtsever ve büyük bir şair olduğunu ileri sürerek kurtulması için kampanya açan Selanik  Dönmesi Ahmed Emin'in fikrine de ortak çıkmış ve Hikmetof’un kurtulması için diğer birçoklarıyla  birlikte ve birçok solcularla birlikte o da imza atmıştır.    Şimdi, Ali Fuat Başgil'i devlet başkanı yapmak isteyenlere soruyorum: Başka adam bulamadınız mı? İç  ve dış Türkleri ayrı milletler sayan, milliyetçiliği milletlerarası münasebetlerde ayırıcı rol oynayan  kolektif bir egoizm diye gören, dinin bugün için bir ideal veremeyeceğini iddia eden ve Nazım  Hikmetof’un hapisten çıkması için birçok solcularla birlikte bir kâğıda imza atan bu ordinaryüsten  başka kimseyi bulamadınız mı? İsmet İnönü de aynı meseleler yüzünden öldürücü tenkitlere  uğramamış mı idi?     Bir devlet başkanı seçimi siyasi bir iş olmadığı, siyasetin üstünde yer aldığı için fikrimi söylüyorum:  Bula bula Başgil'i mi buldunuz? Siz de kuru şöhretlerin ardında mı koşacaksınız? Yoksa milliyetçi değil  misiniz?     Yahut bunların hiçbiri değil de koyu bir gaflet bulutu içinde misiniz? Böyle ise, işte size Ordinaryüsün  fikri yönünü açıkladım. Kimin devlet başkanı olması gerektiğini de ben öğretecek değilim ya...    Şu biçimsiz olay da gösteriyor ki bu memlekette Türkçülerden başka sağlam ve gerçek milliyetçi  yoktur. Şartla şurtla milliyetçilik milliyetçilik olmaz. Bütün insanları Türklerle 'eşit tutan yahut bir kısım  Türkleri başka bir millet gibi gören milliyetçiliğe de gülünür. Milliyetçilik her şeyden önce maşeri bir  bencilliktir. Milliyetçiyim ama Arap veya Moskof kardeşlerimi de çok severim dedin mi, milliyetçi  değil, kozmopolitsin demektir.     Başgil'in yaptığı milli gaf o kadar büyük ve korkunçtur ki bunun yargılanmasını yapmak için Yüce  divanlardan daha büyük pir Yüce divan bile kâfi gelmez. Başgil bilginmiş, uluslararası çapta imiş...  Bana ne? İsterse yıldızlararası çapta olsun. Milli şuura malik olmadıktan sonra ben onun bilginliğini ne  yapayım? Türklük hakkında müspet bir fikri olmayacak olduktan sonra dünyada Ali Fuat Başgil'e bile  hocalık edecek nice anayasa profesörü bulunabilir. Yazık Türk milletine... Yüzyıllarca zahmet çeksin,  kan döksün, vergi versin, sonra onun münevver bilginleri, toplayıcı ve kurtarıcı formülleri bulacakları  yerde onu parçalasın... Yazık... Yazık...     Sözlerimi bitirirken Ordinaryüse özet olarak şunları hatırlatırım:     1‐ Türkiye ve Orta Asya Türkleri beden ve hele ruh yapısı bakımından aynı olan tek millettir.     2‐ Türkiye Türkleri Anadolu'da teşekkül etmiş değil, Anadolu'ya teşekkül etmiş olarak gelmiştir.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 160 



    3‐ İstila ve akınlar dolayısıyla, ister istemez Türk topluluğu içinde eriyen unsurlar onun ırki hüviyetini  bozmaz.     4‐ Türkiye ve Türkistan arasında bazı farklar olduğu şüphesizdir. Fakat Türkiye Türklerinin, mesela  doğu ve Ege bölgelerine mensup olan fertler arasında da bir takım zaruri ayrılıkları vardır ki bunlar  "gayri" olmayı istilzam etmez.     5‐ Türkiye ve Türkistan Türkleri, tarihlerinin birçok devirlerinde aynı siyası topluluğa mensup olmuş,  kültür mübadelesi ise daima devam etmiştir. Sultan Aziz çağında, Doğu Türkistan'dan Çinlileri atarak  bağımsız bir devlet kuran Atalık Gazi Yakub Han'ın ilk iş olarak Osmanlı padişahım metbu  tanımasındaki büyük manayı Ordinaryüs, şöyle salim kafa ile biraz düşünsün.     6‐ Türklüğü parçalamaya çalışan kuvvet komünizmdir. Bilimsel kanaat kuruntusu ile Türkleri ayrı  milletler gibi ileri sürenler, bilerek veya bilmeyerek komünizme hizmet ediyorlar demektir.    Bu böyledir. Gerisi laf ü güzaftır...     İstanbul, 15 Ekim 1961     



UYDURMA MİLLİYETÇİLİK     Sözlerle davranışlar arasındaki uygunluk, ahlakın esas kaidelerinden biridir. Dindarlık davasındaki  adam Tanrı'ya inanmıyor, sosyal adalet düşüncesini güden birisi halkı sömürüyor, demokrasi diye  haykıranlar diktatörlük kışkırtıcılığı ediyorsa, bu adamlar ahlaklı değildir.     Milliyetçilik konusunda da böyledir. Hem milliyetçi olacak hem milliyetçilik aleyhinde bulunacaksın;  hem de bir milletin davasını güdecek hem de bu milletin kökünü yetmiş iki millete birden  bağlayacaksın; milliyetçiyim dediğin halde, milliyetçilik düşmanlarının lehindeki kampanyaya  katılacaksın... Bu türlü gülünç ve uydurma bir milliyetçilik ancak, ne dediğini, ne yaptığını bilmeyen  ayyaşlarda bulunur.    Bunca hamlelere, 40 yıl öncesine göre çok ileri gidilmiş olmasına, 1927'de % 8,2 olan okuryazarların  1960'ta % 40'a çıkmasına rağmen, milliyetimizin dertten kurtulamayışının bir sebebi de, fikir önderi  olmak iddiasında bulunanların durumlarındaki bu çelişmelerdir. İnsanların daima saygı duyduğu  kahramanlığın terkibinde bol bol bulunan samimiyet, değerli olmanın şartlarından biridir.  Samimiyetin olmadığı yerde ikiyüzlülük başlar. İkiyüzlü insana kahramanlık payesi veya değer  verenlerse ahmaklarla menfaatçilerdir.     Türkiye'de bugün var olan, gelişen, iddiası bulunan iki fikir cereyanı, milliyetçilik ile dinciliktir. Halk  hatta aydınlar arasında birbirine karıştırılan bu iki cereyan bazen paralel, bazen karşıt olarak  yürümekte, tuhaf bir tecelli olarak dincilik önderliği yapanlar arasında, samimi olanların dışında,  Türkçülük düşmanları, Türklük düşmanları, kumarbaz sefihler ve alkolik sarhoşlara da  rastlanmaktadır.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 161 



  Meyhaneye veya kumarhaneye abone olan bir adamın, İslam davası gütmesiyle, bir fahişenin aile  faziletinden bahsetmesi arasında hiçbir fark yoktur.     Açık bir gerçektir ki milletler, siyaset ve fikir önderlerinin üstünlüğü nispetinde yükselirler. Fikir  uğrunda ölmek de, savaş meydanında ölmek kadar şereflidir. Bu önderler "dostlar şehit biz gazi"  ilkesiyle yürürse, tehlike olmadığı zaman kabadayılık taslayıp, ciddi anda korkaklık ederse, o  topluluktan hayır gelmez.     Ne milliyetçi ne, de dinci olmadığı halde, kendisini öyle sanan, bir çokları tarafından da öyle sanılan  Profesör Ali Fuat Başgil'e, Anadolu Türklerine yaptığı bu hakaret dolayısıyla 1961'de cevap vermiş,  kendi yazılarından örnekler alarak, o zaman Cumhurbaşkanlığına aday diye gösterilen Ordinaryüs’ün,  Türkler hakkındaki düşüncelerinin, Kremlin'in düşünceleriyle aynı olduğunu ortaya koymuştum.     Başgil, 30 Kasım 1963 tarihli Yeni İstanbul gazetesindeki "Milliyetçilik Bahsi" başlıklı yazısında aynı  teraneyi tekrarlıyor: İsviçre'deki kır gezintisinde arkadaşlarıyla milliyetçilik konusunda görüşürken,  kendisine "Tanınmış milliyetçilerdensin, seni dinleyelim" demişler, o da önce ırkçı olmadığını  belirttikten sonra, milliyetçiliğin gönül birliğine dayandığını, Türkiye Türklerinin ise Türk çekirdeği  etrafında toplanan çeşitli soy gruplarının yoğrulmasından meydana geldiğini ortaya atıvermiş.    Başgil'in ikide bir ırklar sentezinden, türlü soyların yoğrulmasından bahsetmesi, insanın ister istemez  dikkatini çekiyor ve "acaba gocunduğu bir şey mi var?" diye düşündürüyor. Evet, milliyetçilik bir gönül  birliğine dayanır ama bu, aynı soydan gelenlerin gönül birliğidir. Bir insan başka soydan geldiğini  bildikçe, içinde yaşadığı millete ısınmasına imkân yoktur. Bu korkunç gerçek hakkındaki yüzlerce  örneği saymaya lüzum görmüyor, Başgil'e soruyorum: Bir Zenci ile, bir Çingene ile, bir Rum ile gönül  birliği yapar ve kendisini onlarla aynı milletten sayar mı? Sayıyorum derse mesele yok. Uğurlu kademli  olsun der ve kendimi, tartışmayı kaybetmiş sayarım. Hayır derse, davayı, kendisi kaybetmiştir. Susmalı  ve hiç bilmediği tarihi konular üzerinde abes konuşmalara girmemelidir.     Milliyetçi, en basit tarifiyle milleti; milliyeti her şeyden üstün tutan kimse demektir. Milliyetçiliği  kendisinden menkul olan Başgil, 30 Kasım tarihli makalesinde, milliyetçiliği İslamiyet ile açıklamaya  kalkıyor, şu türlü milliyetçiliğe İslamiyet müsaade eder, bu türlüsüne etmez, diyor. Biz, her türlü  baskının üstünde olarak, milliyetçi ve Türkçüyüz. Başgil'in burada İslamiyet’i ileri sürmesi de  avamferiblikten ve aczin ifadesinden başka bir şey değildir. İslamiyet’in yürürlükte olmayan tarafı  yalnız bu mu? Kadınları örtsene, faizi kaldırsana, devleti şeriatla idare etsene!    Bunları yapmaya imkân yok. Ama İslamiyet yaşıyor ve yaşayacak. Hayata adım uydurabildiği nispette  kuvvetli olarak yaşayacak ve devlete karışmayarak yalnız fertlerin gönül ve vicdan işi olarak kalacak.  Böyle olduğu halde, milliyetçilik konusuna asla karıştırılmaması gereken bir şahsı inanç meselesini,  yani, "din"i ikide bir öne sürmekle Başgil neyi kastediyor, ne demek istiyor, ne umuyor, buraları pek  belli değil.     Onun bilmediği, anlamadığı ve akıl erdiremediği konu, bir kaç ırkın karışmasıyla, bir ırkın başka ırkları  eritmesi arasındaki farktır.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 162 



  Karışmada, karışanlardan hiçbirinin özelliği ötekilerden belirli bir şekilde üstün olmaz. Hepsinden bazı  şeyler alınır. Dillerden üstün geleni de asliyetini kaybedip yapı değişikliğine uğrar. Fransızlar böyledir.  Kelt (yani Goluva) yığını üzerine Latinler (yani Romalılar) gelip karışmış, Keltler ağzında iyice bozulup  değişen Latinceden çıkma kaba bir dille konuşan bir halk peydah olmuş, bundan 500 yıl sonra da  Cermenler (yani Almanca konuşan Franklar) gelerek yeni bir karışma daha olmuş, Goluvalar  zamanında kumralken, Liltinler'le karıştığı için iyice esmerleşen halkın terkibine sarışın bir unsur daha  katılmış, bunların kaynaşması da dört asır kadar sürerek dokuzuncu asır da yeni bir millet ortaya  çıkmıştır. Bu millet, adını Franklardan, dilini Latinlerden, mizacını da Goluvalar dan alan bir  topluluktur. Bu, bir karışmadır.     Eritmede ise, bir büyük yığın, küçük yığınları yutar, kendisine benzetir ve bir müddet sonra eriyenden  hiçbir şey kalmaz. Çin'i ve Hindistan'ı alan Türklerin başına gelen budur. Pakistanlılar, Türkler  tarafından, bilhassa Gazneliler çağında Müslüman edilenlerin çocuklarıdır. Aralarına birçok Türk de  karışmıştır. Fakat kimse, "Pakistanlılar, Türklerle Hintlilerin karışmasından hasıl olmuştur" diyemez.  Çünkü Pakistanlılarda hiç bir Türk özelliği yoktur.    Örnek vermek gerekirse, şöyle diyebiliriz: Bir bardak suya iki çorba kaşığı limon suyu ile yirmi gram  şeker karıştırılsa orta çıkan şey ne limon ne de şekerdir. Az çok hepsinin özelliklerini taşıyan  limonatadır. Fakat bir bardak suya beş damla limon suyu veya bir gram şeker karıştırılırsa, suyun  lezzeti ve mahiyeti değişmez. Terkibinde limon veya şeker olduğunu anlamak için kimya tahlili  lazımdır.     Türkistan'dan Anadolu'ya gelen Türklerin başkalarıyla karışması ikinci şekildedir; eritmedir. Bu da,  asla gözde büyütülecek kadar değildir. Türklerin Anadolu'yu açarken yaptıkları büyük kırgınlar, vergi  almak için devletin İslamlaştırma siyaseti gütmemiş olması, Türklerin genel olarak başka milletleri  temsildeki kabiliyetsizlikleri, yabancı ile karışmamak hususunda kısmen bugün bile süregelen titiz  adetleri dolayısıyla, içlerine karışan yabancı unsur pek önemsiz kalmış, asliyetimizi bozacak dereceye  gelememiştir.     Başgil'in Türklerle karıştığından bahsettiği Müslüman ve Hıristiyan soy gruplan diyerek neleri  kastettiği pek açık değildir. Eminim ki, ne kastettiğinin kesin olarak kendisi de farkında değildir.  İhtimal, Hıristiyan grupları derken devşirme Yeni çerileri kastetmiştir. Kaç defa söylediğimizi bir daha  tekrarlayalım ki Yeniçeriler, koca Osmanlı ordusunda sekiz‐on bin kişiydi ve emekliye ayrılmadan  evlenmeleri yasaktı.     Başgil'in içinde, nedense, bir düğüm olan "karma Anadolu milleti" konusu onun tarafından bir de  1961'de (7 Ekim tarihli Son Havadis'te) ele alınmış, "Seçim Konuşmalarım" başlığını taşıyan ve seçim  propagandası olan bu makalede, hiç lüzumu olmadığı halde, ileri sürülmüştü. Bir seçim yazısında,  azınlıkların gözüne girmek için, çoğunluğu kırmak gibi bir zekâ kıtlığı eseri olmasından başka, bu iddia,  tarih gerçeğine de aykırıydı. O zaman buna "Ordinaryüs’ün Fahiş Yanlışları" adında bir yazıyla cevap  vermiş, Başgil'in ne milliyetçi ne de İslamiyetçi olduğunu yazılarımdan cümleler alarak ortaya koymuş,  Türkistan ve Türkiye Türklerini ayrı milletler gibi göstermenin tam Kremlin düşüncesi olduğu, vatan  haini Nazım Hikmet'i affettirmek için açılan kampanyaya katılarak, bu komünistin bağışlanması için  imza verdiğini hatırlatmıştım.(1)    www.atsizcilar.com   



Sayfa 163 



  (1) Ali Fuat Başgil'in, Ahmet Emin Yalman tarafından açılan kampanyaya katılarak, Moskof uşağı bir  İslav olan Nazım Hikmet'in affı için imza attığı sıralarda, öğrencilerinden biriyle arasında bir tartışma  geçmişti. Genç öğrenci, Başgil'in dersinde şöyle sormuştu: "Hocam! Milliyetçi bir Türk genci ve  talebeniz olarak soruyorum. Bir komünistin affını isteyen listeye niçin imza koydunuz? " Profesör, bu  soruya şöyle cevap vermişti:     "Ben bu listeyi, çok kıymetli Halide Edip Adıvar'ın ricası üzerine imzaladım!" Bunun üzerine milliyetçi  genç: "Hocam, siz, rica ile komünist olur musunuz?" diye sormuştu. Tartışmayı pek acı şekilde  kaybeden Başgil, hocalık otoritesine sığınmış ve: "Ben hocayım, sen talebesin. Haddini bilip sus ve  yerine otur!" diye cevap verebilmişti.     O zaman Ordinaryus, cevap verememişti. Şimdi, aradan iki yıl geçtikten sonra, "Milliyetçilik Bahsi" adlı  makalesinin (Yeni İstanbul, 30 Kasım 1963) bir dipnotunda şöyle diyor:    Bu hakikati (yani Türkiye Türklerinin bir halita olmasını) bundan evvel, İstanbul gazetelerinden birinde  daha yazmış ve bir yazarın hücumuna uğramıştık. Bu nadan daha dünkü Osmanlı İmparatorluğunu  terkip eden Müslüman ve Hıristiyan soy gruplarını ve bunlarla Türk unsurunun kaynaşması vakıasını  unutur görünerek, çürük davasını ispat için bize İngiliz ve Fransız müelliflerden parçalar nakletmiş,  yani güneşi balçıkla sıvamaya çalışmıştı...     Zavallı ihtiyar sarhoş! Sanki bir imparatorluktaki unsurlardan hepsinin birbiriyle karışması kaçınılmaz  bir kadermiş gibi düşünerek; Selçukluların, İlhanlıların, Moskof savaşlarının Anadolu'ya yığdığı  Türklerden habersiz olarak ve hayalinde yarattığı ırklar karışmasını gerçek sanarak, şahsım için  "nadan" diyor. Ve bu yazıyı yazarken de ayık olmadığını ispat için bana, İngiliz ve Fransız  müelliflerinden parçalar naklettiriyor.     Başgil'in şu uygunsuz sözü yüzde yüz doğru olsa bile, nadan olmak ödlek olmaktan ve tükürdüğünü  yalamaktan şereflidir. Devlet başkanı olmak rüyasıyla kendinden geçerek kahramanlık gösterileri  yapan ve: "Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten" gibi büyük laflar ettikten sonra,  karşısında iki üniformalı görünce, ödü patlayarak, devlet başkanlığından da, senatörlükten de  vazgeçen kendisidir.     1961'deki yazımda ileri sürülen delil ve iddialardan hiçbirine cevap veremeden, uluorta "nadan" diye  söven ve güneş balçıkla sıvanmaz kabilinden avam lafları eden bu Ordinaryüs, Türkleri parçalamakla,  Nazım Hikmet'in affın için imza atmakla, milliyet ve dinin, bugünün gerçeklerine uymadığı hakkında  yazılar yazmakla (2) doğrusu Lenin ve Stalin'in ruhlarını şad etmiştir. Böyle bir adamın Çankaya  köşkünde oturmaya kalkmasına ne dersiniz? Kalamışta'ki Todori'nin meyhanesi neyine yetmiyor?    ÖTÜKEN, 1964, Sayı: 2               www.atsizcilar.com   



Sayfa 164 



 



MİLLİYETÇİLİK TASLAYAN İHTİYAR KOZMOPOLİT     Ali Fuat Başgil'in 30 Kasım 1963 tarihli Yeni İstanbul gazetesinde yayınladığı "Milliyetçilik Bahsi" adlı  yazıda, hakkımda "nadan" kelimesini kullanması ve Anadolu Türklerini yine ırklar karması millet diye  göstermesi üzerine ÖTÜKEN’in 14 Şubat 1964 tarihli 2. sayısında kendisine cevap vermiş, bilmediği  tarihi konulara karışmakla düştüğü yanlışları göstermiştim. Profesör, dört ay sonra, 14 Haziran 1964  Yeni İstanbul'da "Yine milliyetçilik bahsi" adındaki yazısı ile güya bana cevap 'verdi. Bu cevap aczin,  şaşkınlığın ve bilgisizliğin dile gelmesinden ibarettir. Bir tartışmada yere serilenlerin her zaman yaptığı  gibi burada da profesör ne sorulara cevap vermiş, ne kendisini ilzam eden delillerden bahsetmiş, ne  de karşı bir delil gösterebilmiştir. Üstelik hakarete uğradığını iddia ederek mütevazı bir ilim adamı  tavrı takınırken bizzat kendisi tahkir edici kelimeleri sıralamaktan çekinmemiştir. Onun iddiasına göre:     1‐ Ben onun fikirlerini bırakarak şahsına hücum etmişim.     2‐ İkide bir kendisine hakaret etmeyi bir övünme vesilesi yapmışım.     3‐ Benden daha yaşlı bir hoca olduğu için ona saygı gösterecek yerde küstahlık ve şirretlik etmişim.  (bunu ima ile söylüyor)    4‐ Kendisi Anadolu halkı Türk değildir dememiş.     5‐ Ben, kendisine cahil demişim. Bu Sözüm doğru imiş. Çünkü bilgisi arttıkça bilmediklerinin ne kadar  çok olduğunu anlıyormuş. Ben bunu anlamadığım için cehl‐i mürekkep sayılırmışım (bunu da ima ile  söylüyor)     Cevaplarım şunlardır:     1)1961 Ekimin de yayınladığım broşürle profesörün şahsına değil, fikrine; Türk milletini karma bir  millet, dilinden başka Türklüğü kalmamış bir halita olarak göstermesine itiraz ettim. Orta Asya  Türklüğü ile hiçbir ilgimiz olmadığım ileri süren bu düşüncenin Kremlin'in fikirleriyle aynı olduğunu ve  tarihi gerçeğe uymadığını söyledim. Çünkü o, 7 Ekim 1961 tarihli Son Havadis'te yayınladığı "Seçim  konuşmalarım" başlıklı yazıda aynen şöyle diyordu:     (Biz, Türkiye Türkleri, muhtelif din, dil, tarih ve ırktan birçok millet elemanlarının asırlar içinde ve  İslam kültürü kazanında kaynayıp hallü hamur olmasından meydana gelmiş mürekkep bir milletiz...  Gerçi dil elemanlarımız bakımından Orta Asya ile yakın bir hasımlığımız var. Fakat biz ne beden ve ne  ruh yapımız itibariyle Orta Asyalı değiliz. Biz bilakis İslam çemberiyle çevrilmiş bir ülkede, ırklar  sentezi halinde, kendi başına yaşayan, nev'i şahsına münhasır bir milletiz)    Yukarıdaki ibare ile "Anadolu Türkleri Türk değildir" demek arasındaki farkı iz'an sahipleri bulsun.  Türkçe konuşuyoruz ama birçok ırkın karışmasından doğduk; ruh ve beden yapımızca Orta Asyalı  değiliz diyeceksin. Yani bizim, Türk atalarımızın torunları olmadığımızı iddia edeceksin. Sonra da,  Anadolu Türkleri Türk değildir demedim diye insanın gözüne baka baka yalan söyleyeceksin.  "Ordinaryüs Profesör Doktor" diye şatafatlı unvan taşıyan bir insana bu kadar küçüklük yakışmıyor.  Türk milletini batıran, yerin dibine sokan bu, düşünce demek caizse, düşünceye cevap vermek onun  www.atsizcilar.com   



Sayfa 165 



  şahsına mı hakarettir? O, koca bir milleti piçleştirerek hakaret edecek, bu suç olmayacak. Biz ona "bu  fikir Kremlin'indir" dediğimiz zamlan hakaret etmiş sayılacağız. Güzel ve zekâ dolu bir anlayış!     2‐ İkide bir kendisine hakaret etmeyi övünme∙ vesilesi yaptığım hakkındaki iddia ise profesörün  kuruntulu bir övünmesinden başka bir şey değildir. Bir başkasına hakaretle övünmek ve hele bu  başkası olarak Ali Fuat Başgil'i seçmek hiçbir cevaba değmeyecek kadar sathi ve gülünç bir  yakıştırmadır. Bu, bir toplum içinde inanç ve karakter yoksunluğu dolayısı ile kuyruk bile olmaya layık  değilken ''Başgil" gibi büyük iddialı soyadı takınanların zavallı bir övünme ve avunmalarıdır.     3‐ Benden daha yaşlı bir hoca olduğu için hiç olmazsa meslektaşlık hakkım dikkate almam gerektiğini  söylemesi de değersizdir. Çünkü Başgil'le davamız şahsi değil, fikridir. Sözlerimde hakaret olsa bile, bu  nihayet bir kişiye karşıdır. Kendisi bir Millete hakaret etmektedir.    Şimdi, bu başlangıçtan sonra Doktor Başgil'in milliyetçilik ve din aleyhindeki yazı ve davranışlarını  sıralayarak kesin sonuca gideceğim.     A) Zafer gazetesinin 19.12.1950 tarihli sayısında profesörün "İdeal Buhranı" adında bir yazısı çıkmıştır.  Bu yazıda Başgil milliyetçiliği de ırkçılığı da, dinciliği de reddetmektedir. Milliyetçiliğin devletlerarası  hukuk prensibi olmaktan çıkmasını ve vicdanlarda yaşamasını tavsiye ettiği bu yazısında ordinaryüs  profesör, milliyetçiliği "kolektif bir egoizm" diye vasıflandırıyor. Milliyeti mahalli ve mevzii bir fikir  olduğu için beğenmiyor. Bu düşünüşe kozmopolitlik derler. Kozmopolitik bir bakıma komünizmle  kardeş fikirdir.     B) 7.10.1961 tarihli Son Havadis gazetesindeki "Seçim konuşmalarım" başlıklı yazısında Türkiye  Türklerinin, türlü ırkların özel karması olduğunu ve Orta Asya Türkleri ile dil akrabalığından başka bir  yakınlığımız bulunmadığını ileri sürmektedir. Bir seçim konuşmasında bunları söylemek, kendisinin  nedense bu konuya dört elle sarılmış olduğunu göstermesi bakımından dikkate değer.     C) Yeni İstanbul gazetesinin 22.6.1964 tarihli sayısındaki "Millet ve Devlet'' başlıklı yazısında, İstiklal  Savaşı başlarken 8–10 milyon olan nüfusumuzdan en az (evet: "en az") yarısının Arap, Kürt, Arnavut,  Boşnak, Çerkez ve Gürcü olduğunu iddia ediyor. Bu iddia hem ilmi, hem de milli bir hezeyandır. Bir  ihanettir. 1927, 1935, 1940, 1945, 1950, 1955 ve 1960 sayımlarının anadillere göre bölüntülerini  gösteren istatistikler elde iken ve bu istatistiklere göre Türkler, en aşağı yüzde seksen bir çoğunluk  teşkil ederken, Başgil'in Türkleri yüzde elli göstermesi Kremlin'i şad, Atina'yı abad etmiştir. Vaktiyle  Venizelos da Batı Anadolu için, Ali Fuat Başgil gibi konuşuyordu.     Ç) Bu imzalı yazıların dışında profesörün bir de yalnız imzası vardır ki ötekilere rahmet okutacak  mahiyettedir: sicilli vatan haini komünist Nazım Hikmet'in affı için açılan kampanyaya, katılmış, onun  adli bir yanlışlığa kurban gittiğini ileri süren Selanik Dönmesi Ahmet Emin Yalman'la işbirliği yaparak  affı için imza atmıştır.     Yukarıda özetlediğim dört maddeye göre, Başgil'in milliyetçi olduğunu iddia etmek insan düşüncesiyle  alay olur.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 166 



  Milliyetçilik kolektif bir egoizmdir, diyecek ve din gibi insanların vicdanına çekilmesini tavsiye edecek  yani hayatta fonksiyonu kalmamasını isteyeceksin. Mazimiz ve ecdadımızla ilişiğimizi inkâr ederek  birçok ırkların karışmasından doğmuş topluluk olduğumuz yalanını ortaya süreceksin. 1920 yıllarında  nüfusumuzun en az yansı Türk değildi diyerek Moskoflarla ve Yunanlılarla ağızbirliği edeceksin.  Mandacı Ahmet Emin Yalman'la fikir ve gönül birliği yaparak dernek kuracaksın. Türk silahlı kuvvetleri  arasında komünizm propagandası yaptığı için mahkûm olan bir Moskof uşağının affı için imza  atacaksın. Sonra hiç sıkılmadan "Milliyetçiyim" diyeceksin...     Zamanımızda, en büyük vahşetlerin yapıldığı demir perde gerisi ülkelerinin kendi rejimlerine "halk  demokrasisi" demeleri gibi, yabancı ülkelerde dans edip fuhuş yapan aşağılık kızların, kendilerini şu  veya bu hanedana mensup prensesler olarak satması gibi, kabiliyetsiz ve kültürsüz bir takım  zavallıların şiir, resim ve müzikteki hezeyanlarını asri akımlar diye göstermeleri gibi; ırkın da, milliyetin  de, dinin de artık bugüne hitap etmediğini iddia eden bu kozmopolit profesörün milliyetçiyim demesi,  milliyetçilikle eğlenmek değilse, anlayış yoksunluğudur.    Milliyetçisin öyle mi? Önce milleti ve milletin tarihini öğren. Karışma ile temsil arasındaki büyük farkı  kavra. Vatan hainlerini korumanın milliyetçilikle bağdaşamayacağı gerçeğini beynine çak. Ondan  sonra milliyetçiyim de. Altmış yıl önce idadide okuduğun tarihle, Selçuk bakayası, Kayıhanlılar gibi  meselelerin tartışılamayacağını bil de kendi ihtisas alanında kal ve mutlaka bir iş yapmak, bir şey  yazmak istiyorsan Afrika’ya git de yeni kurulan Zenci cumhuriyetlerine anayasalar hazırla...     Ötüken, 4 Ağustos 1964, Sayı: 8      



BİR FELSEFE ÖĞRETMENİNİN YANLIŞLARI     Bütün Türklerin dayanağı ve belkemiği olan Anadolu Türklerini her şeyden önce düşünmek, onları  kalkındırmak anlamında olan makul Anadoluculuğun yanında, bir de, Anadolu dışındaki Türkleri  defterden silmek, hatta onlara düşmanlık gütmek gibi yıkıcı bir Anadoluculuk vardır ki son zamanlarda  genişlemek istidadını gösteren bu "sözde ülkü"nün bayraktan felsefe öğretmeni Nurettin Topçu'dur.     Bu felsefe öğretmenine göre Sünni Müslümanlardan mürekkep bir "Anadolu milleti" vardır. Milli  tarihi 1071 Malazgirt zaferiyle başlayan bu milletin en büyük düşmanları, insan topluluğu olarak  Şiiliklerle Türkistanlılar; fikir olarak da Turancılıktır. Anadolu milletinin son devirdeki örnek  şahsiyetleri Namık Kemal, Mehmet Akif ve Hüseyin Avni'dir. Temir, kahpedir. Türkistanlılar Temir'in  torunlarıdır. Turancılar, bir mahmuz darbesiyle Turan'a gideceklerini sanan Dön Kişot'lardır.  Turancılık, milliyetçiliğin antitezidir, vesaire...     Son zamanlarda da felsefe öğretmeninin fikirlerinde bir gelişme olduğu anlaşılıyor. Çünkü onun son  vecizelerine göre, kılıç kahramanları gerçek kahramanlar değildir. Gerçek kahramanlar peygamberler,  evliyalar, mutasavvıflar, ermişler. Yani ruh kahramanları... Kılıç erleri ise büyük hodbinler ve savaş,  onların hodbinliklerinin bir vasıtasından başka bir şey değildir.     İstanbul ve Rumeli Türkleriyle Anadolu'nun Sünni olmayan Türklerini milletten çıkaran Topçu"  kafasındaki hayali illetin en büyük düşmanı saydığı Türkistanlılara öyle" bir kin beslemektedir ki  www.atsizcilar.com   



Sayfa 167 



  Türkistanlıların temsilcisi diye gördüğü Aksak Temir'den daima "kahpe Timur" diye bahsetmekte ve  yerli yersiz, mesela Mehmet Akife dair konuşma yaparken bile sözü döndürüp dolaştırıp "kahpe  Timur"a getirmekten kendisini alamamaktadır. Bu, onda öyle bir alışkanlık olmuştur ki: "Nurettin  Topçu konferans verdi'' denildiği zaman hemen: Kahpe Timur dedi mi?" diye sorulmakta ve her  nasılsa bu iltifatı unutmuşsa: "O halde Nurettin Topçu konferans verdi sayılmaz!" diye karakteristik bir  şaka yapılmaktadır.     Turancılar kaderin sevkiyle susarlar ve dinlerken, Topçu da bunu pekiyi bilirken, Turancıları, yani  içinde benim de bulunduğu ülkü takımını ikide bir "Don Kişotlar!" diye tahkir etmekle kendi  Anadoluculuğuna birşey kazandırmış olmaz. Aksine, Anadoluculuğu kardeş ülkü diye bilen Turancılar  gücendirilirse, bundan çok şey kaybeder. Çünkü Turancılar samimi insanlardır.     Nurettin Topçu koyu Müslüman geçindiği halde, ömrü, Müslümanlığın ana prensiplerinden birini  baltalamakla geçiyor: İslam dinine göre bütün Müslümanlar kardeş değil mi? O halde Türkistan'ın  Müslüman Türklerine olan hıncının manası ne? Bu hınç, onları Aksak Temir'in torunları saymaktan  doğuyorsa, yani 500 yıllık zaman aşımına aldırmayarak atanın suçunu toruna yüklemek istiyorsa,  bundan zararlı çıkacak olan kendisidir. Çünkü Nurettin Topçu Eğinli'dir. Eğinliler ve bütün Doğu  Anadolu Türkleri, Ankara Savaşında, Temir ordusu saf1arında Yıldırım Bayazıd'ın Osmanlılarına karşı  çarpışmışlardır. Herhalde, Nurettin Topçu'nun o zamanki ataları da bu Türkmen atlılarının arasında  Bayazıd'a karşı ok atıp kılıç savurmuşlardır. Temir'e kahpe demekle, Nurettin Topçu, bir kahpenin  ordusunda hizmet etmişlerin soyundan gelmeyi kabullenmiş olmuyor mu? Fakat üzülmesin. Temir  kahpe olmadığı gibi Topçu'nun Temir ordusundaki bilmem kaçıncı dedesi de kahpenin askeri değildir.  Timur ordusu gibi, Cihan tarihinin hiç yenilmemiş, en disiplinli ve yiğit ordusunda bir er olarak  bulunmak ne büyük tarihtir. Nurettin Topçu'yu, böyle bir dedeye malik olduğu için tebrik ederim.     Nurettin Topçu, yine emin olsun ki, her iki taraftan binlerce kahraman Türk'ün hayatına mal olan o  kanlı Ankara Savaşı, bizim aramızdaki şu mürekkepli kalem tartışması kadar tatsız ve acıklı değildir.  Çünkü o savaş, Türk ırkım iki düşman karargâh haline getirmemişti. Fakat Topçu'nun telkinleri, Türk  aydınlanın iki düşman alayı haline getirebilir.     Türklerin hepsi Temir'i veya herhangi bir Türk büyüğünü beğenmeye veya sevmeye mecbur değildir.  Fakat Türk tarihinin gerçekten büyük şahsiyetlerine hakaret etmemek vicdan ve tarih şuuru  vazifesidir. Çünkü milyonlarca Türk, onu kutlu bir kahraman olarak tanıyıp saymaktadır. Bütün Türk  büyüklerini tenkit etmek hakkımızdır. Tenkidi hakarete çevirmemek de vazifemiz... Şunu da  unutmamalı ki, tarihi vakıaların uzak sonuçlan hiçbir zaman kesin olarak anlaşılamayacaktır.  Kahramanların şu hareketleri şu kadar zaman sonra şu neticeye vardı derken daima indi kalmaya  mahkûmuz...     Topçu'ya, Türkistan Türklerinin de en aşağı bizim kadar Türk ve bizim kadar şerefli insanlar olduğunu,  yaşadıkları ülkenin adı üstünde Türkistan bulunduğunu, asıl vatanımız olan Türkistan'dan geldiğimizi  söylemenin boşuna olduğunu biliyorum. Çünkü o, milli ad olarak "Türk", "Türkiye" veya "Türkeli"ni  değil, Rumca bir kelime olan Anadolu'yu kabul ediyor. Ve Hitit döküntüleri üzerine Müslümanlaşmış  Bizanslıların ve doğudan gelen Türklerin karışmasıyla ortaya çıkan bir "Anadolu milleti" yaratmaktan  marazi bir zevk duyuyor. Mezhep ve siyasi sınırlarla kurulmuş acayip bir millet ki, tarihi, damdan 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 168 



  düşercesine 26 Ağustos 1071'den başlamakta ve bu milletin en büyük düşmanlarını Moskoflar ve o  makule olanlar değil, Türkistanlılar ve Şiiler teşkil etmektedir. (1)     Bu tip Anadolucuların ve onların genelkurmay başkam Nurettin Topçu'nun ışığa göz yummak  kabilinden düştüğü en büyük yanlış, milli tarihi 1071 zaferiyle başlatmalarıdır. Fakat o büyük zaferle  ne bir devlet kurulmuş, ne de yanlış olarak iddia edildiği gibi bütün Anadolu bir hamlede Türklerin  oluvermiştir. Devlet, 1040 da, Dandanakan Savaşı ile kurulmuş, Anadolu fethi ise çok çetin  vuruşmalar ve ileri‐geri gidişlerden sonra XIII. yüzyılda tamamlanmıştır. Bilhassa 17 Eylül 1176'daki  Düzbel zaferimize kadar, Bizans, Türkleri Anadolu'dan atmak ümit ve teşebbüslerini kaybetmemiştir.     Anadolucular, Anadolu Selçuklarını, büyük Selçuk imparatorluğundan ayrı bir devlet gibi görmekle,  nasıl bir gaf yaptıklarının, bizi hayatının uzun bir zamanı yabancı hâkimiyeti altında geçmiş aşağılık bir  millet haline getirdiklerinin farkında değildirler. Çünkü ortaya, bugünkü tarihi sınırlar içinde hapsolup  kalmış bir Anadolu milleti ucubesi çıkınca, bunun tarihi neticesi, şu oluyor:     1‐ Anadolu milleti 1071'den 115Tde Sancar'ın ölümüne kadar 86 yıl Büyük Selçukların, yani İran'ın  hâkimiyeti altında yaşadı.     2‐ Sonra, 1157'den Kösedağ Savaşı'na kadar yine 86 yıl bağımsız oldu.     3‐ 1243'ten 1336'da İlhanlıların yok olmasına kadar 93 yıl yine yabancıların, bu sefer de Çengizliler'in,  hâkimiyeti altında yaşadı.     4‐ 1336'dan 1402'ye kadar 66 yıl, Anadolu milleti, dağınık bir halde, fakat bağımsız olarak yaşadı.     5‐ Fakat 1402'den 1447’ye, yani Şahruh'un ölümüne kadar 45 yıl Çağataylıların, yani "kahpe Timur"  hanedanının hâkimiyetini kabul etti.     6‐ 1447'den sonra müstakil olan Anadolu milleti, zamanımıza kadar 400 küsur yıldır çok şükür  bağımsızdır.     Görülüyor ki, lO71'den beri 886 yıllık ömrü olan Anadolu milletinin siyasi hayatında 86+93+45= 224  yıllık mahkûmiyet çağı var. Yani bu millet ömrünün dörtte birini başkalarının hâkimiyeti altında  geçirmiştir.     İşte uydurma Anadolu milliyetçiliğinin ve onun uydurma tarih telakkisinin parlak neticesi...     Ben, böyle bir milletin ferdi olmak istemiyorum. Ben, bir kısmı yabancı hâkimiyeti altına düşmüş  olduğu zamanlarda bile, daima bağımsız bir milli devletimiz olduğunu kabul eden Turancı görüşe  mensubum. Türkleri coğrafyalarına bakmayarak Türk saydığım için, devletimin başında yabancı  hâkimiyetler değil, ayrı Türk hanedanları bulunduğunu kabul ediyorum. Topçu ve onun gibiler, şu  açıklamadan sonra da 224 yıllık mahkûmiyet çağını kabul etmekte direnirlerse uğurlu kademli olsun.     Topçu'ya göre Şiilik, Anadolu milletinden olmaya manidir. Bir felsefe öğretmeninin, geniş felsefi  düşünüş yerine böyle dar bir mezhep kaygısına kapılmasındaki garabet, dillere destan olsa gerektir.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 169 



  Artık Türkiye'de ölmüş bulunan ve aydınlar arasında izi dahi kalmamış olan Sünni‐Şii düşmanlığını  diriltmeye çalışmakla, Türk milletinin veya Anadolu Hitit devletinin kazanacağı hiçbir şey yoktur.  Aksine, milleti ikiye bölmek ve vicdan birliğine engel olmak gibi berbat bir tarafı vardır ki, en verimli  sonucu Celali isyanlarının Anadolu'yu tekrar kana bulamasından başka bir şey olamaz. Şiiler bizim  milletten olmayınca "Fuzuli" elden gitti demektir. Gerçi, Fuzuli Iraklı olduğu için Topçu onu zaten  milletten tardetmiş demektir. Fakat sanatına yagı göstererek tekrar içeri alması ihtimali de bu Şiililikle  büsbütün ortadan kalkmaktadır.     Bereket versin ki biz Turancılar, yani Türkçüler, mezhebimizle değil de kanımızla ve dilimizle Türk’üz.  Mezhebimizi seçmek elimizdedir. Fakat Türk olmamak elimizde değildir. Çünkü Tanrı'ya şükür ki, bizi  Türk yaratmıştır.     Nurettin Topçu'ya göre biz Turancılar, Anadolu gerçeğini görmeyen, bir mahmuz darbesiyle Turan'a  gidilebilir sanan Don Kişot'larmışız. Turancılık Don Kişotluk değildir. Olsa bile, milli hayal ardından  koşan Don Kişot olmak, kökü Yunan ve Hint olan tasavvuf arkasındaki Şanso Pansa'lıktan iyidir.     Topçu'nun, yani Türklüğü reddederek melez ve ucube bir Anadolu milleti kurmak isteği hayal olmuyor  da Turancılık, yani, Türklerin hepsini birleştirmek ülküsü acaba neden kuruntu sayılıyor? Türkiye'yi  kuranların ve Anadolu fatihlerinin soyundan gelen Şii Anadolu Türklerini bir hamlede milletten  çıkarmak Anadolu milliyetçiliği oluyor da siyasi sınırlarımız dışındaki Türkleri düşünmek neden  milliyetçiliğin antitezi oluyor? Demek ki, Topçu'ya göre biz vatan ve millet düşmanıyız. Kendisini tebrik  ederim. Bu alanda Falih Rıfkı, Hasan Ali ve Ahmet Emin gibilerle aynı fikirde ve aynı safta bulunuyor.     Biz, 1944'te hapislerde ve zindanlarda imtihan vererek Türk milliyetçisi olduğumuzu ispat ettik. O  zamanki hükümetin, dalkavuk ve maskara basının bizim için bulduğu suç Rusya düşmanı olmak,  Türkleri birleştirmek istemek, soyadlarını başa geçirmek vesaire idi. Yoksa İstiklal Marşı'na saygısızlık  ettiğimizi için takibata uğramış değiliz.     İslam birliği, Avrupa birliği, dünya birliği davalarının bol öne sürüldüğü ve tatlı tatlı konuşulduğu bir  dünyada "Türk birliği" denilince çokları deliye dönüyor,     Şüphe hakkımızdır. Bunların hepsinden şüphe ediyoruz.     Nurettin Topçu hangi yüksek (!) fikri ileri sürerse sürsün, büyük bir Türk milleti vardır. Türkistan'da,  Azerbaycan'da, İdil boylarında, Sibirya'da, Kafkasya'da yaşayan bu insanlar kendilerine Türk  demektedir. Türk demeseler de Türktürler. Turancılık fikri, kendilerine Türk diyen o insanları, Türk’üz  dedikleri için değil, Türk oldukları için kurtarmak, birleştirmek düşüncesidir. Güney Korelileri  kurtarmak için bir tugay ile yardıma koşan Türkiye, günün birinde, Doğu Türklerini kurtarmak için,  ordular halinde ileri atılacaktır.    Bu muhteşem fikrin etrafında birleşmek ve ölümü göze almak kanlı meydan savaşlarına atılmayı  tasarlamak, tasavvufun "enel hak" hezeyanı ile mukayese dahi olunamayacak kadar üstün olduğu  gibi, Çanakkale ve Sakarya'da, hatta Kora'da şehit olmak da Hallaç’ın yahut Nesimi'nin çılgınlık  buhranları içindeki ölümlerinden şüphesiz, çok güzeldir.     www.atsizcilar.com   



Sayfa 170 



  Turancılığı, milliyetçiliğin antitezi sayan Nurettin Topçu ne biçim milliyetçidir ki, atom ve televizyon  çağında, çevremizde bizi yok etmek isteyen düşmanların bulunduğu kan ve ölüm yüzyılında, askeri  şehanseti inkâr eden ve tasavvufun uyuşturucu prensiplerini aşılamak ister. Ne biçim müslümandır ki,  cihadı, yani savaşı farz kılan Hazreti Muhammed'in prensibine uymaz da, sağ yanağına tokat atanlara  sol yanağını uzatmayı telkin eden İsa'nın prensibini kabullenir? Nasıl bir yurt severdir ki, şimdiye  kadar askerlikle yaşamış bir topluluğun ancak askerlikle ayakta durabileceği en buhranlı yıllarda,  askerliğin ve kılıç kahramanlığının aleyhinde bulunur?     Savaş, bir bencillik ve çapul olunca, Peygamber'in gazalarını, Alp Arslan'ın Malazgirt zaferini, Fatih'in  İstanbul fethini nasıl izah edeceğiz? Görülüyor ki felsefe öğretmeni, felsefi bir gaflet içindedir.    Yanı başımızda Türklüğün can düşmanı bir komünist Rusya var. Türkiye'yi yıkmak için fırsat beklediğini  nihayet Fatih Rıfkı bile anladı! O kalabalık Rus sürüsünü ancak askeri faziletle yenebileceğimiz de gün  gibi meydanda. Şimdi, aklı başında olan herkese soralım: Bizi yıkmak isteyen Moskof’a karşı  düşmanlığı, milli ülkünün baş umdesi yapan ve askerliği mukaddes bilen Turancılık, milliyetçiliğin  antitezi olur da, komünist Rusya'nın müthiş bir gayretle askeri hazırlık yaptığı bir çağda, Türk  gençlerine savaş ve askerlik aleyhinde nutuklar çeken Nurettin Topçu'nun fikirleri mi milliyetçilik  olur?    Hız, hareket ve enerji yüzyılında, kuvvetli bir, düşmanla boğuşmak için hazırlık demek olan Turancılık  zararlıdır da, mutasavvıfların o Tanrılık iddiasına kalkacak kadar çılgın, güzellerde Allah'ın aksini  görecek kadar sersem, "cemal‐i ilahi" teranesiyle homoseksüellik çukuruna düşecek kadar hasta ve  ahlak dışı prensipleri mi faydalıdır?     Dünyanın neresinde ve hangi mezhepte olursa olsun bütün Türkleri Türk sayan Turancılık yanlıştır da,  milliyeti siyasi sınırlar sınırlanmış sanacak kadar dar görüşlü olan, insanların dini ve vicdani inançlarına  karışarak Sünni ‐ Şii ayırımı yapan, Rumeli Türklerini başka bir millet gibi gören ve hatta hoşuna  gitmediği için Anadolulu İsmet İnönü'ye bile yan yanıdır diye iddia ve reddeden Nurettin Topçu'nun  Anadoluculuğu mu doğrudur?     Moskofla kıran kırana yarınki savaşta, Türkiye'yi, Türkçü ve askerci olan Turancı düşünce koruyacaktır.  Topçu'nun mutasavvıf ve askerlik düşmanı Anadoluculuğu değil...     Moskof sürüleri saldırdığı zaman, ona yine en sonunda Türk süngüleri cevap verecektir.  Mutasavvıfların kerametleri değil...    Türkiye'yi Attila'nın ordusuna benzeyen gözü pek askerler savunacaktır. Hâlla‐ı Mansur'lar değil...     Türkiye Attila'nın Çengiz'in, IV. Murat’ın ahlakı ile korunacaktır. İsa'nın, Muhiddin‐i Arabî’nin veya  Niyazi‐i Mısri'ninki ile değil...     Bu Anadoluculuk, parlak geçmişi ve yüksek kabiliyeti ile bir bütün olan büyük Türk milletini  parçalamak ve birini ötekine düşman etmek isteyen hasta ve milliyetçilik düşmanı bir fikirdir.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 171 



  İnsanların milliyeti doğum yerleriyle değil, babalan ve anaları ile belli olur. Bu yüzdendir ki Anadolulu  olan Köprülü Mehmet Paşa Türk değil, fakat Edirneli olan Fatih Türktür. Fatih'in dedelerinin  Anadolulu olduğu söylenecek. O Anadolulu dedelerin dedeleri de Türkistanlıdır. Kısacası, Rumeli  Türklerini Anadolulu, Anadolu Türklerini de Türkistanlı saymak kabil ve kaç göbeğe kadar evvelki  vatana mensup olunacağını tayin imkânsız olduğundan, milliyetleri kana göre tespit etmekten başka  çare yoktur. Millet ise coğrafi veya siyasi bir bölgede yaşayan insanlar değil, geçmişte bir olup da  gelecekte yine birleşmesi kabil olan, Rum ve tarihi bağları kopmamış insan topluluklarıdır.     Kıbrıslılar, 80 yıl bizden ayrı kaldıkları için bizim milletten olmak hakkını kayıp mı ettiler? Görülüyor ki,  tarihi saat çaldığı zaman milli ülkü damarlarda şahlanıyor ve Turancı olmadığı muhakkak bir hükümet  bile: "Kıbrıs Türkleri sahipsiz değildir!" diye haykırmaktan iktidar partisinin Meclis Grubu, Kıbrıs'ı, ana  vatanın parçası ilan etmekten geri kalmıyor.     Turancılığın gerçekleşmesi için şartlar hazır değildir. Semerkand'a gitmek için atlarımızı  mahmuzlayacak durumda değiliz. Fakat bütün bunlar, fikri hazırlık yapmaktan, bizi, alıkoyamaz.  Zamanı gelince de, şüphesiz, Semerkand, son merhale olmayacaktır.     Yoksul veya yarı aç bir adam zengin olmak için birtakım planlar tasarlarsa, ona: "Sen karnını doyur da  ham hayallerden vazgeç!" mi demek yakışık alır, yoksa azminden ve iradesinden dolayı kendisini  tebrik etmek mi? Zengin olmak iradesi, bu adamı felakete mi sürükler, yoksa ona hız mı verir?     Kuvvetli bir genç, hastalanıp yatağa düştüğü zaman, yine şampiyonluk hülyaları kurarsa, günaha mı  girmiş olur? Bir lise öğrencisi, büyük bir bilgin olmak kararında ise, onun bu fikriyle alay mı edilir,  yoksa teşvik mi? Vaktiyle bir olan Türkler, yine birleşelim derse, Nurettin Topçu’ya düşen: "Bırakın şu  Don Kişotluğu" demek midir?    Bilgisini ve zekâsını daima beğendiğimiz Nurettin Topçu'da bir "büyüklükten korkma" hastalığı var ki,  onu birtakım haksızlıklara sürüklüyor ve kendi halinde ülkücüler olan Turancılara karşı yakışıksız sözler  söyletiyor. Türkiye'yi daha büyük görmek ülküsünü yani Turancı1ığı, millitçi1iğin antitezi diye  anlamak, başka türlü tefsir olunamaz. Anadolu'nun destan kahramanı Köroğlu bile, at koşturmak için:  "Anadolu’nun eni iyi ama boyu kısa!" dememiş mi? Bu, milletin yaratılışındaki büyüme isteğinin  ifadesi değil midir?     Daha söylenecek çok şey var. Fakat şimdilik bu kadar söylüyor ve Nurettin Topçu'yu yanlış  düşüncelerini düzeltmeye davet ediyorum. Tarihi vesikaları ortaya dökerek konuşmaya başlarsak,  herhalde mahcup olur?     (1) Nurettin Topçu, tarihi gerçekler ve Türkoloji ile taban tabana zıt olan bu fikrini, "Yarınki Türkiye"  adlı kitabında da tekrarlamıştır. Bu kitapta, o hayali tezi, şu şekilde savunmaktadır:     Doğudan gelen Türkmenler, Hitit'lerin torunları olan yerli ve göçebe olmadığı için de medeni halk ile  karışıp Anadolu milletini meydana getirdiler, Buna göre bugün Anadolu'da yaşayan millet, doğudan  gelen göçebe Türkmenlerle eskiden beri Anadolu'da yaşayan halkın karışmasıyla meydana gelen  "Anadolu milleti" dir, yani Türk milleti değildir.   (Orkun, 1964, Sayı: 23, )  www.atsizcilar.com   



Sayfa 172 



 



DİNDAR VE MUTAASSIP HACI BAYANIN TÜRKLÜĞE HAKARETLERİ     Günümüzün modalarından birisi de mini etekli, açık saçık dişilerin yanında hacı, hoca takımından  gayet mutaassıp, görünüşte dindar, mutasavvıf kadınların türemiş olmasıdır. İsteyen istediğini olur.  İsteyen istediğini sever. İsteyen istediğine tapar. Anayasa insanlara birçok haklar tanımıştır.  Başkalarına, düzene, ahlaka, kanunlara çarpmadıkça herkesin her türlü hürriyeti vardır.     Bir de kanunlar bakımından suç olmadığı halde milli gurur bakımından incitici, kırıcı, hatta küstah ve  edepsizce olan davranışlar vardır. Mesela birisi çıkıp Türkler'in milli sembolü olan Bozkurt'a it  demiştir. Bunu söyleyen seviyesiz, herhalde Bozkurt'un aynasında kendisini görmüştür. Milli bir  timsalin milli hayattaki değerlerini anlamayacak kadar sefil anlayışlı, milli değeri küçümseyecek kadar  hain bir serseridir. Tıpkı Bozkurt gibi milli bir sembol olan bayrağı da aynı gözle gördüğü muhakkak  olan seciyesiz biridir. Bundan her şey beklenebilir. Fakat görünüşte dindar olduğu için olgun ve  başkalarının değerlerine saygılı olması gereken bir hacı kadından böyle bir saldırganlığı beklemezdik.  Sabah gazetesinin yazarlarından Bayan Hacı Münevver Ayaşlı'dan bahsetmek istiyorum.     Sayın Bayanın 7 Mart 1969 tarihli Sabah gazetesinde "Bayram Gazetesi ve Yazarları" başlıklı makalesi  Türkçülüğe hakaretlerle doludur ve bu arada taassuptan doğan çocukça fikirlerin gülünç bir halitasını  arz etmektedir... Sayın Hacı Bayan, Bayram Gazetesi yazarlarının çok defa söylenmiş şeyleri  tekrarlamasından yakınarak aynen şöyle diyor:     Efendim Bayram Gazetesini mecburen alıyor ve mecburen bu yazıları okuyorum. Halk Partisi klasik  mührünü taşıyan bir yazar bir yazı kaleme almış. Tutturdukları ve hiç bırakmadıkları konu: 1)  Karamanoğlu Mehmed Beğ'in Türkçeciliği; bininci defa olmak üzere tekrar tekrar yazıyor. Ne oluyor  yani? Karamanoğlu Mehmed Beğ Türkçeci olacak da Selanikli Dönme ve Giritliler tarafından  maskarası mı çıkarılacak? 2) Malum, yine Cenabı Pir Hazreti Mevlana’nın Farsça yazması konusu.  Hazretin Farsça yazması kerametlerinin en büyüğü Allah vermesin ya Türkçe yazmış olsaydı Mesnevi  ve Divan Kebir ne hale gelirdi? Herhalde 13. Asırda yazıldığı gibi kalmaz, Dil Kurumu onu  sadeleştireceğim diye didik didik ederdi ve bu iş Sadi ırmak, Behçet Kemal ve Faruk Güventürk’le  kadar düşerdi. Hazreti Mevlana'nın Farsça yazması bütün şarka hitap ettiği gibi bütün müsteşrikler  vasıtasıyla Garba hitab ediyor demektir.    Karamanoğlu Mehmed Beğ'in Türkçeciliğini küçük görmek ve Mevlana'ya "Cenabı Pir Hazreti  Mevlana" gibi şatafatlı unvanlar yakıştırarak onun Farsça yazmasının en büyük keramet olduğunu ileri  sürmek Yirminci Asrın müspet kafası karşısında insanı güldürecek ve acındıracak bir zavallılıktan başka  bir şey değildir.     Bu sayın bayan, Selanik Dönmeleriyle Giritliler Türkçeyi maskara edecek diye Türkçe yazılmamasını mı  daha doğru buluyor? Bu düşüncenin, kaza oluyor diye otomobilleri yasaklamayı düşünmekten ne farkı  var? Ya Farsça metin bir kale midir ki onunla yazılan eser her türlü taarruzdan korunmuş oluyor? Artık  kitaplarda kalan Farsça ile bugünün kürtçeye benzeyen çirkin Farsçası ayın mıdır?     Mevlana keramet yerine mucize göstererek şu Mesneviyi İngilizce yazsaydı herhalde bugün daha çok  kimse tarafından anlaşılır, şöhreti daha büyük, itibarı daha fazla olurdu.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 173 



  Bizim burada dokunmak istediğimiz konu Sayın Hacı Bayanın Hazreti Piri olan Cenabı Mevlana'ya  beslediği aşk değildir. İsteyen istediğine aşk besleyebilir. Dokunmak istediğimiz şudur. Hacı Bayan  diyor ki:     İttihatçıların bir düşünürleri vardı. Yüzü kara, ruhu kara, kendi kara kürt, fakat Türkçü Ziya Gökalp!  İşte bu düşünür. Kaç kişi ziyaretine gidiyor? Kaç kişi mezarının nerede olduğunu biliyor? Kimse yattığı  yeri bilmiyor.    Hacı Bayanın da diğerleri gibi bir Türkçülük düşmanı olduğu anlaşılıyor. Ziya Gökalp'a bunca hakaretin  başka tevili yoktur. Bir kere Ziya Gökalp kürt değil, Türk'tür. Irkçılığın aleyhinde olduğunu bildiğimiz  Gökalp atalarının Çermikli ve Türk olduğunu, fakat ırken Türk olmasa bile kendisini Yine Türk  sayacağım, çünkü hars bakımından Türk olduğunu yazmıştır. Bundan başka Ziya Gökalp'in yüzü, ruhu  ve kendi neden kara oluyormuş? Yüzünün karalığından mabat esmerlikse biz Ziya Göka1p gibi bir  karayı Sayın Hacı Bayan gibi bin beyaza tercih ederiz. Gökalp Türkçülüğe hizmet etmiş, sistem  kurmaya çalışmış, ölmez eserler vermiş bir insandır. Mezarının ziyaret edilmemesi ise bir adamın  değersizliğini göstermez. Bir adamın büyüklüğü mezarını ziyaret edenlerin sayısıyla yahut mezarının  belli olmasıyla ölçülmez. Mevlana'nın mezarını yılda 500.000 kişi ziyaret ediyormuş. Bilet kestiniz  yahut da oturup saydınız mı Sayın Hacı Bayan? Bu kadar adam ziyaret etse bile ne çıkar? Sarhoş, reybî  ve eyyamperest Hayyam'ın mezarını da belki daha çok insan ziyaret ediyor. Fakat büyük ve şanlı  kahraman Kılıç Aslan'ın mezarı hiç ziyaret olunmuyor. Çünkü yeri belli değil. Yeri belli olan Fatih'in  mezarına da yılda ancak birkaç yüz kişi uğruyor. Bunlardan ne çıkar? Bunlar ya insanların vefasızlığını,  ya budalalığım gösterir yahut da hiç birini göstermez de bir alışkanlığın eseri diye kabul edilebilir.  Fakat herhalde Hazreti Pirinizin Kılıç Arslan'dan veya Fatih'ten büyük olduğunu ispat etmez.     Mevlana gelmeseydi Türklük hiçbir şey kaybetmezdi. Fakat Kılıç Arslan'la Fatih gelmeseydi çok  kaybeder, belki de bugün var olmazdı. "Evliya, Farsça yazdığı için keramet sahibidir" dediğiniz sözde  Müslüman Mevlana, Allah'ın celali ve kudreti onlarda tecelli etmiştir diye Şamanı Moğollar'a,  dalkavukluk etmiştir ve onun büyük Fars şairliğinin ötesinde hiçbir değeri yoktur. Mezarı bilinmeyen  Kılıç Arslan ise 20–30 bin atlısıyla Avrupa'nın zırhlı şövalye ordularına karşı can pazarında Anadolu'yu  savunmuştur. Onun şanlı savunmaları olmasaydı bugün hiçbirimiz olmayacaktık ve siz de Hacı Bayan  ya Marika, ya da Fotika olarak yaşayan bir insan olacaktınız.     Demek sizin Piriniz insanlığı irşad etmek istiyordu da onun için Farsça yazdı. On Üçüncü Asrın başında  Farslık ezilip siyası olarak yeryüzünden kalkmış ve cihanın büyük bölümünde Türk hâkimiyeti, Türk  kültürü ve Türk dili yürürlüğe girmişti. Cenabı pir bu büyük ve hâkim ırkın diliyle yazsaydı kerameti  daha büyük olmaz mıydı? Mademki keramet sahibiydi, kendisinden iki asır sonra gelecek olan  Nevayi'nin "Muhakemetü'l‐Lugateyn" (= İki Dilin Ölçüştürülmesi) adlı bir eser yazacağını, bu eserde  Türkçenin Farsçaya üstünlüğünü ispat edeceğini bilirdi. Cenabı Pir herhalde zühul buyurmuş  olacaklar. Şemsi Tebriz’i Hazretleriyle halvet âleminden mest olmak yüzünden bu gibi konularla  uğraşacak vakitleri yoktu.    İnsanlar garip yaratıklardır. Kafa olgunluğu biraz eksik oldu mu ölçüyü hemen kaçırır ve kendisine ait  olanın daima en iyi ve en üstün olduğunu sanır. Kendi benliğini şişirip büyütür. Habbeyi kubbe yapar.  Cenabı Pir de böyle şişirilmiştir. O sadece büyük bir şairdir. Evliyalığı, mürşitliği yalandır. Ney ve  dümbelekle raks eden evliya görülmemiştir. Evliya denen adamlar ağır başlı olurlar. Mevlana ise zevk  www.atsizcilar.com   



Sayfa 174 



  ve keyif ehli olarak musiki âlemleri yapmış, dans etmiş, kuvvetli olan her kimse ona boyun eğerek  gününü gün etmiş, yaşamıştır.     Tasavvuf fikirlerini kendisinden önce Anadolu'da yaşayan ve birçok din bilginleri tarafından tekfir  edilen Muhyiddin‐i Arabî’den almıştır. Tasavvuf, Doğunun, Batının bütün din ve felsefelerinin  karmasıdır. Biraz eşelerseniz tasavvufun İslam aleyhtarı noktalarını da yakalarsınız. Yunan  felsefesinden, Budizm’den vesaireden gelen unsurlarla Tanrılık iddiasına kadar kalkan mutasavvıflar  malumdur. "Mansur" bu çılgınların en tanınmışıdır.     Müslümanlık başka din erbabına zulmü terviç etmezse de "Hak din İslamiyet’tir" düsturu ile bu  meseleyi kesin şekilde çözüp atar. Hâlbuki tasavvufta bütün dinler birdir. Bunu Yunus Emre şu  beytiyle dile getirmiştir:     Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan  Halka müderris olsa hakikatte asidir.     Buradaki "millet" günümüzün manası ile 'Ulus" anlamındaki millet olmayıp Arapçadaki gerçek anlamı  ile "din" demektir. Yani Yunus Emre tasavvuf prensiplerine uyarak Müslüman, Hıristiyan, Musevi,  Mecusi, Budist ne varsa hepsinin eşit olduğunu ileri sürüyor ki bu fikrin, bütün tevil ve tefsir  çabalamalarına rağmen İslamiyet'le bağdaşamayacağı gün gibi aşikârdır. Hele Kazak Abdal'ın:    Kıldan köprü yaratmışsın, gelsin kullar geçsin deyü;   Biz hele şöyle duralım, yiğit isen geç a Tanrı! ...     demesi apaçık bir küfür değil midir? Fakat mutasavvıflar bunda o kadar derin ve ince manalar bulurlar  ki bizim gibi nasipsizlerin bu yüksek fikirleri anlamamıza imkân yoktur. O sebeple bunlar küfür değil,  İslamiyet’in ta kendisidir. En yüksek mertebesidir. Şeriattan tarikata, tarikattan marifete, marifetten  de hakikate yükselişin sırlardır. Biz hiç bu yüksek hakikatleri anlayabilir miyiz?     Tasavvufta din millet ayırımı olmadığına göre sayın dindar ve mutasavvıf Hacı Bayan, Ziya Gökalp'ın  kürtlüğünü ne diye ileri sürüyor? kürt olmadığı muhakkak ama kürt olsaydı bunu suç ve eksik diye  ancak biz görebilirdik... Hacı Bayan gibi din ve millet sınırlarını çoktan aşmış yüksek mütefekkirlerin bu  türlü kusurlara aldırmaması gerekirdi.     Biz hayal âleminde değil, ülkü sınırları içinde yaşıyor, ülkünün ne dereceye kadar ve hangi şartlarla  gerçekleşebileceğini akıl ve muhakeme yoluyla hesaplayabiliyoruz. Ülkücülük karşılıksız bir fedakârlık  ve hizmet duygusudur. Ne dindarın Cennetinden nimetler, ne mutasavvıfın hayalindeki Tanrıyla  buluşma gibi olağanüstü zevkler bizde yoktur. Mademki dünyaya geldik, bir görev yapmalıyız ve bu  görev insanlara yakışır bir görev olmalıdır diyoruz. Çünkü biz dünyaya hayvanlar gibi yalnız eğlenmeye  değil, bir vazife yapmak için geldiğimize inanıyoruz ve bu yolda olan en fedakâr insanların bile  kusurlarını görmemekten gelmiyoruz. Ülküdaşlarımızın meziyetlerini büyütmüyoruz. Herkesin hakkını  vermeye çalışıyoruz. Bu arada Türklüğe zarar verenlerden de şüphesiz nefret ediyoruz. En  tiksindiğimiz yaratıklar ruh ve beyin bakımından anormal olanlardır.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 175 



  Ziya Gökalp birçok kusurlarıyla birlikte Türklüğe ve Türkçülüğe hizmet etmiş bir kimsedir. Çıkar  peşinde koşmadığı da bilinen hayatıyla ortadadır. Buna kara ruhlu, kara yüzlü kürt demek için önce  milli olan her değerden tecerrüt edip başka bir âleme girmek icab eder. Hacı Bayan, Cenabı Pir Hazreti  Mevlana'nın aşkıyla bu âleme girmiş gözüküyor.     Karamanoğlu'nun Türkçeciliği, Ziya Gökalp'ın Türkçülüğü onu ilgilendirmiyormuş. Olabilir. Hakarete  kalkmamasını ihtar ediyoruz. Aklının ermediği bu konuları bırakarak bizi karanlıktaki bazı meseleler  üzerinde, bu meselelerdeki yüksek bilgisiyle aydınlatmasını rica ederiz. Mesela Cenabı Mevlana'nın,  Şemsi Tebrizi ile şu bir türlü izah olunmayan halvet âlemlerinin ilmi ve tasavvufi manasını, bununla  beşeriyetin nasıl irşad olunduğunu, Şemsi Tebrizi Hazretlerinin nasıl ve neden kaybolduğunu, şimdi  göğün kaçıncı katında ikamet buyurduğunu anlatıp bizi aydınlatsalar meslek‐i kavim‐i tasavvufa çok  büyük bir hizmette bulunmuş olurlar. Bundan başka Cenabı Mevlana'nın Şemsi Tebrizi Hazretlerine,  tıpkı sevilen bir kadına hitap eder tarzda şiirler yazmasının yüksek tasavvufi manasını ve hele Türkçe  bir şiirinde:     Kiçkinen oğlan hey bize gelgil  Dağdanan dağnan hey geze gelgil!  Ay bigi sensin, gün bigi sensin!  Bi‐meze gelme, ba meze gelgil.     demesinin hikmetini ve küçük oğlanı mezesiyle birlikte çağırmanın ne demek olduğunu anlatsalar,  Türkçe ve edebiyat öğretmeni olduğumuz halde, kemal‐i cehlimizden gerçek manasını bir türlü idrak  edemediğimiz bu beyitlerdeki tasavvuf incilerini öğrenerek kendilerine minnettar kalırdık.     ÖTÜKEN, 1969, Sayı: 64      



NURCULUK DENEN SAYIKLAMA     Dinin bir ruh ihtiyacı olduğunu bilim kabul etmiştir. Daha zekâsının pek iptidai olduğu zamandan beri,  insanların din sahibi oldukları da bilinen gerçeklerdendir. Zekânın ve bilimin yükselmesiyle dinler de  yükselmiş, tek Tanrılı dinlerle dinler çağı kapanmış, din uğruna yapılan korkunç savaşlar ve  kırgınlıklardan sonra medeni dünyada din, fertlerin vicdanına sığınmış, bir kanaat olarak saygıdeğer  bir yer kazanmıştır. Artık medeni insanlar arasında din tartışması yapılmıyor. Dinler hakkında avamı  yazılar değil, ancak bilginlerin etütleri yayınlanıyor. Medeni insan, başkalarının dini inancına saygı  gösteriyor. Kimseyi propaganda ile kendi dinine çağırmıyor.    Türkiye'de bir zamandır dine karşı takınılan yanlış tutum, yemişlerini vermeye başlamıştır. Mabedsiz  şehir kurmakla övünen budalalar, çirkin harabelerin mabed haline getirileceğini düşünememiştir.  Cumhuriyetin başlarında, artık görevi ve faydası kalmamış, Arapçı ve Arapçacı softa takımı tasfiye  olunurken, milletin manevi ihtiyacı düşünülerek asri din adamları yetiştirecek özlü bir din okulu  açılsaydı, bugün il ve ilçe merkezleri, doktor payesine erişmiş din adamlarıyla dolar, bunlar köyleri de  kontrol ederek yobazlığa engel olur ve İstanbul gibi şehirde çatalı ve radyoyu haram eden beyinsizler  halka vaaz edemezdi.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 176 



  Mabedsiz şehrin ilk yemişi Ticanilik, onun olup kurtlanmışı da Nurculuk oldu.     Nurculuk nedir? Gazetelerde ikide bir görülen Nurcular, nur risalesi talebeleri kimdir? Aralarında  avamdan aydına kadar; mühendis, avukat ve doktora kadar her türlü adamın bulunduğu Nurculuk,  "Said‐i Nursi" adında cahil bir Kürdün peşine takılmış gafil bir sürü, Nur risalesi talebeleri de Said‐i  Nursi'nin o çetrefil ve cahil kürt Türkçesiyle yazdığı risaleleri, atom fiziği ve Einstein nazariyesi okur  gibi toplanıp okuyan bir yığın zavallıdır.    Said‐i Nursi, denilen adam, eskiden Said‐i Kürdi diye bir takım risaleler yayınlayan, Türkçe bilmez,  daha nokta ile virgülün nerede kullanılacağını bilmekten aciz, Şafii mezhebinden bir kürttür.  Mütareke yıllarında İstanbul sokaklarında milli kürt kılığı ile dolaşarak caka yapmıştır. Bu cakacı kürt  kendisine "Bediüzzaman" demekte, müritleri de bu adı bir övünçmüş gibi kullanarak şeyhlerini bu  adla ululamaktadır. Bediüzzaman, "zamanın harikası" demektir. kürt Said, cidden zamanın harikasıdır.  Yirminci yüzyıl gibi bir zamanda bu bilgisizliği ve iptidailiği ile ortaya atılmakta gösterdiği pişkinlikle  zamanın harikası, bundan daha fazla olarak da on binlerce, belki yüz binlerce Türk'ü ardına takmakta  gösterdiği başarıyla gerçekten zamanın harikasıdır.    Zamanın bu harikası, bu kürt Said, aslında bir kürt milliyetçisidir. Nasıl Moskofçular, Türk milletini  yıkmak için ortaya sosyal adalet ilkesiyle atılıyor, yoksulların davasını benimsemiş görünüyorlarsa,  kürt Said de ortaya Müslümanlık ve kardeşlik çığırtkanlığı ile çıkıyor. Kürkçülük davasını açıkça  güdemeyeceği için, Türklüğü yıkacak ağuları Müslümanlık ve Nurculuk diye ileri sürüyor. Müritlerine  yahut kendi tabiriyle Risale‐i nur şakirtlerine evlenmeyi yasak ediyor. Çünkü evlenip çocuk sahibi  olurlarsa, o çocukların kötü ve dinsiz olması ihtimali varmış. Tabii, dağdaki kürdün bu büyük ve ilahi  (!) buyruktan haberi olamayacağı için, o evlenecek ve kürtler çoğalacak. Herkesin sözüne inanan saf  Türkler ise, büyük mürşidin buyruğu ile evlenmeyecek, böylelikle Türk soyu azalacak ve kürt Şeyh  Said'in 1924 de yapamadığını kürt Molla Said (yani Bediüzzaman) kırk yıl sonra yapmış olacak.     Kadını şeytanın askeri sayarak evlenmeyi yasak eden dinin, Zerdüşt dini olduğunu bilmeden koyu  Müslümanlık adı altında bir nevi Mazdeizm yaptıklarının farkında olmayan bu beyinsizler sürüsüne ne  demeli? Urfa'daki mezarının bir baş belası haline gelmemesi için, söylentilere göre, General Mucip  Ataklı tarafından ortadan kaldırılmasından sonra, bu kaldırmaya inanmayarak kürt Said'in oradan  uçtuğuna inanacak kadar şuursuz olanlara ne denebilir? Milli talihsizlik, akıl hastalıkları kliniklerinde  yatması gerekenlerin halk arasında dolaşmasındadır. Ciddi tedbirler alınmazsa, bu dini cinnet daha  yıllarca sürecektir.     Nur risalesi (kendi tabirleriyle risale‐i nur) denilen sayıklama kitapları pek çoktur. Beyni  örümceklenmiş zavallılar bu sayıklamaları elle yazarak yahut şapirografi veya taşbasmasıyla  çoğaltarak on binlerce satarlar. Bunu satmak için kasaba kasaba, köy köy dolaşan Nurcular vardır.  Bunları satarak sevaba girerler. Sözde Türkçe olan bu sayıklama kitapları kürt hamalların fikir  seviyesinde yazıldığı için, kimse bir şey anlamaz. Anlamadığı için de, onda gizli hikmetler yüksek  gerçekler olduğu kuruntusuna kapılır.     Bir zamanlar bu sayıklamalardan bana da birkaç tane yollamışlardı. Kendimi zorlayarak okuyabildiğim  bir tanesinde kürt Said radyodan bahsediyor, dünyanın bir ucundan söylenen sözün bir kutudan  duyulmasını kutudaki meleklerle açıklıyordu.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 177 



    İşte, aşağı tabaka ile birlikte doktor, mühendis ve avukatında şeyhi, piri olan, kendisinden "efendi  hazretleri" diye söz ettikleri kürt Said'in seviyesi budur.     Fizikten, titreşimden haberi olmayan, müspet bilimin kıyısından dahi geçmeyen bir yobaz, radyo  hakkında ancak bu kadar düşünür. Fakat bilgisizliğini de anlamaktan aciz olan o kara cahil, bu katmerli  bilgisizliğine bakmadan, Türkler aleyhinde hüküm çıkarmaktan da geri kalmıyor. Nur risalelerini n  birinde, Ye'cüc Me'cüc denen ve dünyayı yok edecek olan korkunç yaratıkların Özbek, Tatar ve Kırgız  gibi "akvam‐ı vahşiyye" (yani vahşi kavimler ) olduğunu yazmıştı. Sevsinler medeni kürdü! Özbek,  Kırgız ve Tatarlar arasında okuyup yazma nispeti % 90'dır ve aralarında atom bilginleri de olmak üzere  her bilim dalında yüzlerce uzman ve bilgin bulunmaktadır.     Kendisini Nurculuğa kaptırmış olan bir avukatla geçen yıl aramda küçük bir konuşma olmuş, kürt Said  de ne bulduğunu kendisinden sormuştum. "Kur'anın en güzel tefsirini yapmıştır" diye cevap vermişti.  Bu genç avukat eski yazıyı bilmiyor, Kur'anın şimdiye kadar en büyük İslam bilginleri tarafından üç  İslam dilinde yapılan tefsirlerinden habersiz bulunuyordu. Bunu kendisine boşuna anlatmaya çalıştım.  Bir kere çileden çıkmış, aklın ve mantığın dışına uğramıştı. Bir safsataya inananla uğraşmak neye  yarar? Bugün devlete düşen görev, bunun sebeplerini arayıp bularak tedavisine gitmektir.     Bana göre Ticanilik, Nurculuk, yobazlık, komünizm ve partizanlık gibi hastalıkların sebebi, milli  ülküden yoksunluktur. Tıpkı normal yemek bulamayan aç çocuğun duvarı yalaması, yerde bulduğu  faydasız veya zararlı şeyleri yemesi gibi, bağlanacak büyük bir ülkü bulamayan insanlar, abur‐cubur  düşüncelere kurtarıcı diye yapışıyorlar. Çünkü insanlar, bir fikre bağlanmaya mecburdur. Bu istidat  insanlığın mayasında vardır. Bunu hiçbir kuvvet önleyemez.    Türkiye'de gerçek ülkü olan Türkçülük türlü bahanelerle baltalanmasa, gerçek Türkçü olan eski  "Milliyetçiler Derneği" 1953'te kapatılmasaydı, bunlara gelişme imkânı verilseydi, bugün memlekette  partiler üstünde, gayet ateşli ve şuurlu bir milliyetçi topluluk bulunacak, hükümetler güç durumlarda  bunlardan yardım isteyebileceklerdi.     Türkçülük, insanlara hiçbir vaatte bulunmuyor, maddi veya manevi hiçbir şey vermiyor. Yalnız  istiyor... Fedakârlık ve feragat istiyor. Nurculuk ise cennet vaadinde bulunuyor. Ebedi saadet,  cennette köşkler, yemekler, huriler vaat ediyor... Kafası işlemeyen, hatta aslında materyalist olanlar,  tabii Nurculuğu seçecektir. Nitekim bunu kendileri de söylüyor: "Türkçülük mezara kadar... Ondan  sonra ne olacak?" diyor... Tabii ondan sonrasını kendilerine kürt Said hazırlayacak...     Şimdi, şu kürt Said'in nasıl bir kürt milliyetçisi olduğunu kendi yazısıyla ispat ettikten sonra, onun  arkasına takılan Türklere birkaç söz söyleyeceğim.     kürt Said'in 1327 (= 1909) yılında, İstanbul'da Vezir Hanındaki İkbal‐i Millet Matbaasında basılmış bir  eseri vardır. Adı: "İki Mekteb‐i Musibetin Şahadetnamesi Yahut Divan‐ı Harb‐i Örfi ve Said‐i Kürdi"dir.  Kendisinin. Said‐i Kürdi (yani kürt Said) olduğunu tasdik ettiği bu eserde, eserin muharriri diye de  kendisini "Bediüzzaman" diye takdim etmektedir. Eserin tabii, yani editörü de "Kürdizade Ahmed  Ramiz" dir. Yani dört başı mamur bir eser. Bu 48 sayfalık eserin "hatime" kısmı (44‐ 48. sayfalar) kürt  Said'in içyüzünü göstermesi bakımından çok ilgi çekicidir. Bunu aynen alıyor ve ağdalı bir dille yazılmış  www.atsizcilar.com   



Sayfa 178 



  için açık Türkçeye çeviriyorum: Ebna‐i cinsime burada birkaç söz söymezsem, bence bahs natamam  kalır (= Soydaşlarıma burada birkaç söz söylemezsem, bence bahis eksik kalır.)    Ey Asurîler ve Keyanilerin Cihangirlik zamanında pişdar, kahraman askerleri olan arslan kürtler! Beş  yüz senedir yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa sahra‐i vahşette vahşet ve gaflet sizi vahşet  sahrasında yağma edecektir. Hikmet‐i ilahi denilen makine‐i âlemin nizamı ve telgraf hattı gibi umum  âleme mümted ve müteşa'ib kanun‐i nurani‐i ilahinin müessisi olan hikmet‐i ilahi ufk‐i ezelden  engüşt‐i kaderi kaldırmış, size emrediyor ki, tefrika ile katre katre müteferrik su gibi zayi olan hamiyet  ve kuvvetinizi fikr‐i milliyetle tevhit ve mezcederek zerratın cazibe‐i cüz'iyyeleri gibi bir cazibe‐i  umumi‐i milli teşkili ile kürt gibi bir kütle‐i azimi küre gibi tedvir ederek şems‐i şevket‐i islamiyye ve  Osmaniyyenin mevkibinde bir kevkeb‐i münevver gibi cazibesini ittiba ile muvazene ve aheng‐i  umumiyyeyi muhafaza ediniz. (=Ey Asurlular ve Ahemenidlerin cihangirlik zamanında, onların öncüleri  ve kahraman askerleri olan arslan kürtler! Beş yüz yıldır yattınız. Yeter artık. Uyanınız. Sabahtır. Yoksa  vahşet ve gaflet sizi vahşet sahrasında yağma edecektir. İlahi hikmet denilen, âlem makinesinin  nizamı ve telgraf hattı gibi bütün âleme dal budak salan Tanrı'nın nurlu kanununun kurucusu olan  ilahi hikmet, ezel ufkundan kader parmağını kaldırmış; size emrediyor ki: Ayrılık gayrılıkla damla  damla dağınık sular gibi boşa giden hamiyet ve kuvvetinizi milliyet fikriyle birleştirip kaynaştırarak  zerrelerdeki küçük cazibelerden bir umumi ve milli cazibe teşkili ile kürtler gibi büyük bir kütleyi  dünya gibi döndürerek İslam ve Osmanlı şevket güneşinin mevkibinde parlak bir yıldız gibi cazibesine  uymakla muvazeneyi ve umumi ahengi muhafaza ediniz.    * * *    Görülüyor ki kürt Said, zavallı kürtlere eski Asur ve İran ordularının hayali öncülüğünü yaptıracak  kadar koyu bir kürt milliyetçisidir ve çapraşık acemi ifadesiyle kürtleri kürt milliyetçiliği fikri etrafında  birleşmeye çağırmaktadır. Bunun hiçbir tevili, tefsiri yoktur. Beyninde ve gönlünde kötü düşüncesi  olmayanlar, bu açıklıktan sonra onun bir İslamcı değil, bir kürtçü olduğunu kabule mecburdur.    Bundan sonrasını, zaten anlaşılmaz ve bozuk ifadeli olan metinden sıyırarak, yalnız tercümesini (evet,  bu kelime yerindedir) vermek suretiyle okuyucuları boşuna yormaktan alıkoyacağım. Bundan sonra  kürt Said şöyle diyor:     Süphan ve Ağrı dağları gibi geleceğin yüksek dağlarının doruğunda ayağa kalkmış, nefse esir olmayı  yasak etmiş ve başkasına tecavüzü caiz görmeyerek şeriata dayanmış olan hürriyet sultanı yüksek  sesle, sizin gibi mazinin en derin derelerinde gafil ve dağınık bir kavme, cehalet ve yoksulluğa hücum  için "fen, sanat ve silah başına, ileri arş" emrini veriyor.    Hakikat denilen tabakalar altında örtülü ve mahpus kalmış ve istibdadın yok edilmesiyle omuzu  üstünde olan cehalet ve gafletin hafiflemesi sayesinde harekete gelip kalkmaya teşebbüs etmiş  bulunan hakikatler habercisi, size her cihetle haber veriyor ki, mahiyetinizde kaderin ektiği istidatları  ve mukadderatınızı fiile çıkaran ve kavmi mahiyetinizde saklanmış olan seciyenizi maarifin hayat suyu  ile sulamanın vaktidir. Yoksa kuruyup çürüyecektir.     İhtiyaç denilen, medeniyetin babası ve ilerlemelerin kurucusu olan Üstad, sillesini kaldırmış, size  hükmediyor: Ya hayat ve hürriyetinizi bu vahşet sahrasında yağma ettireceksiniz yahut medeniyet  www.atsizcilar.com   



Sayfa 179 



  alanında fen ve sanat balon ve trenine binerek istikbali karşılayacak ve olgunluğun Kabesine  koşacaksınız.     Milliyet denilen mazi derelerinde, hal sahralarında ve istikbal dağlarında çadır kurmuş olan Rüstem‐i  Zal ve Selahaddin‐i Eyyubi gibi, herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve yüksek  duyguların timsali olan milliyet fikriniz size kesin emirle emrediyor ki, her biriniz umum bir milletin  hayatının makesi, saadetinin koruyucusu ve bütün milletin müşahhas misali olunuz. Şimdiki gibi bir  şahıs değil, bir millet kadar büyüyeceksiniz. Zira maksadın büyümesiyle himmet de büyür 've milli  hamiyetin galeyanıyla ahlak da yükselir.     Kavimlerin saadetinin sebebi olan ve milli hâkimiyeti temin ile hayat makinesinin buharı olan  hürriyetteki cüz'i iradeyi istibdadın söndürmesinden kurtaran ve şer’i meşveretin mayasıyla  mayalandıran meşru meşrutiyet, sizi imtihan meclisine davet ediyor. Erginlik çağına vardığınızı ve  vasiye ihtiyacınız olmadığını görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Varlığımızı birleşerek gösteriniz.  Milli hamiyet ile şahsi fikir ve vicdanınızı milletin müşterek kalbi ve aklı gibi gösteriniz. Yoksa sıfır  alacaksınız ve hürriyet şahadetnamesi elinize verilmeyecektir.     Mazide dağınıklılığınıza sebebiyet veren birinizdeki bencillik fikri şimdi istikbalin medeniyet  saadethanesinde icat fikrine, şahsi teşebbüse ve hürriyet fikrine inkılâp edecektir" Hatta diyebilirim  ki, başkalarının sükuti medreselerine nispetle sizin gürültülü olan medreseleriniz bir ilmi mebuslar  meclisini gösteriyor. İmam arkasında fatihalar okuduğunuz zamandaki semavi ve ruhani vızıltılarınız  da, mezhebi ve kavmi mahiyetinizdeki istidat, meşrutiyet sırrına kaderin bir ima ve nişanı vardır.     "İnsan için çalışmaktan başka yol yoktur." sözünün öteki ifadesi, şahsi teşebbüstür. Her kemalin  kurucu ve koruyucusu olan cesaret ve milli namus emrediyor ki, şimdiye kadar nasıl maddi şecaatte  terakki ettinizse, şimdi de akıl ve medeniyet meydanında milli namusu çiğnetmeyiniz. Milli duyguların  makesi olan, kıymetinizin ölçüsü olduğu halde ihmalinizle gayet çapraşık bulunan diliniz, tuba ağacı  gibi bir ağacın tecellisine müstaitken böyle kurumuş, perişan ve edebiyatsız kalmış olduğundan, diliniz  sizden milli hamiyete şikâyette bulunuyor. İnsanda kaderin sikkesi lisandır. Anadil tabii olduğundan,  kelimeler zihne kendiliğinden gelir. Zihin çatallaşmaz. O dile giren bilgiler taş üzerinde oyulmuş gibi  baki kalır. Milli dille görünen her şey hoş gelir. Milli hamiyetin bir misalini size takdim ediyorum. O da  Mutkili Halil Hayali Efendi'dir. Milli hamiyetin her şubesinde olduğu gibi, dil alanında da dilimizin esası  olan elif be, sarf (= gramer) ve nahvini (= sentaksını) vücuda getirmiştir. Hakikaten Kürdistan  madeninde böyle bir hamiyet cevherine rast geldiğinden, istikbalimizi onun gibi birçok cevherler  ışıklandıracaktır.     İşte bu zat, bir hamiyet örneği göstermiş ve tekemmüle muhtaç dilimize bir temel atmıştır. Onun  izinden gitmeyi ve temeli üzerine bina kurmayı hamiyet sahiplerine tavsiye ediyorum.     Bediüzzaman Said‐i Kürdi:    kürt Said'in tam bir kürt milliyetçisi olduğunun bu yazıdan daha kesin bir tanığı olamaz. Böyle olmayıp  da, yalnız geri kalmış kürtleri kalkındırmak amacı gütseydi, onlara, "Bilgi sahibi olun" demekle yetinir,  medeni ve edebi Türkçe dururken, milli dil diye kaba ve iptidai kürtçeyi tavsiye etmezdi. Meşrutiyetin  memlekette yaptığı sarsıntıdan ve otoritenin zaruri gevşemesinden faydalanarak, Türkiye'yi  www.atsizcilar.com   



Sayfa 180 



  parçalamak ve kendi cemaat gayelerini gerçekleştirmek isteyen Hıristiyan tebaalar gibi, bu Müslüman  kardeş de İmparatorluğun bütün yükünü ve çilesini çekmiş olan Türkleri vurmaya çalışıyor.  Kendilerine tarih ve şeref uydurmak ihtiyacında olan bütün iptidai cemaatler gibi, roman kahramanı  olan Zaloğlu Rüstem'i ve ancak anası kürt olan Selahaddin Eyyubi’yi kürt kahramanı diye ileri sürüyor.  kürtlerin mevhum meziyetlerinden bahsediyor. Kısacası, onlara devlet kurdurmaya çalışıyor. Tabii,  devletin buna müsaade etmeyeceğini anladıktan sonra, 180 derecelik bir çarkla Said‐i Kürdi adını  Said‐i Nursi yaparak ve Nur risaleleri diye cehlin ve taassubun örneği olan karalamalar düzerek bir din  mürşidi gibi ortaya çıkmayı başarıyor.     Bizim için şaşılacak nokta, onun şu veya bu davranışı değil; on binlerce, belki yüz binlerce gafil  Türk'ün, bu cahil kürdün arkasından gitmesi onun cahilane ve hainane öğütlerine körü‐körüne, boyun  eğmesidir.     Şimdi bu gafil Türklere hitap etmek istiyorum:    Siz, Türk ve Müslüman mısınız? Türk iseniz, hangi sebeple cahil bir kürdün ardından gidiyor, onun  telkinleriyle kendi ırkınızı, kendi dilinizi hor görüyorsunuz. Aranızda "Türkçe de dil mi?" diyen  ahmaklar, resmi dilin Arapça olmasını isteyen hainler var. Siz ne biçim bir Müslümansınız ki, cahil bir  kürdün telkini ile evlenmeyi lanetliyor, dinsiz çocuklar yetişir de günaha gireriz diye bekâr kalmaya  azmediyorsunuz? Putperest olduğunuzu farkında değil misiniz? Bir cahil kürdün sakalını tırnaklarını,  abdest aldığı suyu kutsal emanetler gibi saklamak hangi Müslümanlığın, hangi insanlığın, hangi  temizlik kaidesinin, hangi şuurun işidir? Uyanın! Radyoyu melekle açıklamaya kalkan bir budalanın  müridi olarak eşe dosta, dosta düşmana karşı gülünç olmayın. Müslümanlık, temeli atılmış, büyük  bilginlerini yetiştirmiş, tedvin olunmuş bir dindir. Onun yeni baştan açıklanması için kürt Said gibi  maskaralara ihtiyaç yoktur.     Bana bu yazıyı yazdıran, Trabzon'dan yollanan acayip bir nesne oldu. Çok küçük boyda 8 yapraklık bir  broşür olan bu nesne, hangi basımevinde basıldığı belli olmayan bir Said‐i Kürdi reklâmıdır. Gönderen,  O. Nuri Kurt adında tanımadığım birisidir. İçinde kürt Said'in sayıklamalarından parçalar var. İkinci  yaprağın ikinci yüzündeki şu hezeyana bakın:     "Aziz, Sıddık kardeşlerim:     "Siz kat'i biliniz ki, risale‐i nur şakirtlerinin meşgul oldukları vazife ruy‐i zemindeki bütün muazzam  mesailiden daha büyüktür."     ***    Evet! Sizin vazifeniz cidden büyüktür. Haçlıların, bozuk idarenin, azınlık ihanetlerinin yıkamadığı  Türkiye'yi cehaletiniz, gafletiniz ve hamakatınızla yıkacaksınız. Türklüğü inkâr ederek; şeriatı Anayasa  ve Medeni Kanun durumuna getirerek, evlenmeyerek, yalnız kalan kadınları evlere tıkarak, eski yazıyı  getirip Arapçayı resmi dil yaparak, İslamiyet'ten önceki tarihimizi küfürdür diye kitaplardan kazıyarak  Türklüğü yıkacaksınız. Bunu yaparken, ölü Stalin'le sağ Makaryos'un müttefiki olduğunuzun asla  farkında olmayacaksınız. Müslüman geçindiğiniz halde, Peygamber'in "Evlenip çoğalınız" anlamındaki 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 181 



  hadisini hiçe sayarak, kürt Said'in evlenmemek hususundaki hezeyanlarına baş eğmekle kimin  ekmeğine yağ sürdüğünüzün farkında olmayacak kadar acınacak yaratıklarsınız.     Neymiş o sizin meşgul olduğunuz büyük vazife? Bir odaya kapanıp kürt Said'in hezeyanlarını okuyarak  kendinden geçmek değil mi? Bu zavallı ve gülünç halinizle siz, aslında ruhi tababetin ve marazi  ruhiyatın konusu olabilirsiniz. Kendisi genç ve güzel bir kadın olduğu halde, ihtiyar, çirkin ve kör bir  zenci ile evlenen Amerikalı artist gibi anormal zevk sahipleri dünyada seyrek görülen nesne değildir.  Sizinki de kendi içinizde kalsa, Türklüğün aleyhine yönelmese, belki böyle sayılabilir. Fakat Cennet  vaadi ile gafilleri avlıyor, onların milli duygusunu yıkıyor ve Türklükten ayırıyorsunuz. Araplarla  aramızda bir dava oldu mu, mutlaka Arapları haklı bulunuyorsunuz. Türk‐Arap savaşı olursa, "din  kardeşime silah çekmem'" diyorsunuz.     İşte, sizin üstadınızın kimliğini kendi yazısıyla gösterdim. Onun bir kürt milliyetçisi olduğu apaçık  ortaya çıktı. Bu açıklamadan sonra, gerçeği kabul edip de Türklüğe dönerseniz, hoş... Yine eski  sapıklıkta inat ederseniz, sizin vicdanınızdan şüphe etmeli...     Ötüken, 7 Mart 1964, Sayı: 109      



İSLAM BİRLİĞİ KURUNTUSU     Yedinci yüzyılda ortaya çıkan Müslümanlık, sosyoloji bakımından Araplar'ın millet haline geçme  savaşıdır. Aynı dili konuştukları halde birbirine düşman boylar ve uruklar durumunda dağınık bir hayat  yaşayan kalabalık bir kavim, bir iç veya dış etki ile birlik kurma yoluna elbet gidecekti.     Peygamberin ortaya koyduğu esaslar her şeyden önce bunu sağlamış; bilgisizlik, ahlaksızlık ve pislik  içinde yuvarlanan Araplara yüksek bir din ve ahlak şuuru ile milli birlik düşüncesini aşılamaya  çalışmıştır.    Peygamber hayatta oldukça kudretli ve sempatik şahsiyeti, konuşmaktaki üstün kabiliyeti sayesinde  bunu sağlamış, bazı sağlam arkadaşları da kendisini destekleyerek güçlü bir birliğin temellerini atar  gibi olmuşlardır.     Fakat en yakın arkadaşları arasındaki birlik ve dayanışma bile ancak görünüşte idi. Araplar'ın yüzyıllar  boyunca devlet kuramamaktan doğan bölücülükleri, aile ve şahıs menfaatini her şeyden üstün tutan  ayrıcı tabiatları, dedikoduculukta son dereceyi bulan ahlaksızlıkları Peygamberin ölümünden sonra  hemen kendisini göstermiş, hatta onun sağlığında bile akrabası ve damadı Ali ile Peygamberin  evdeşlerinden Ayşe hakkındaki dedikodular büyük sarsıntılara yok açmıştı. Ayrılık ve bozgunculuk  Peygamberin ölümüyle ve ilk önce onun en yakın arkadaşları arasında başlamış devlet başkanlığı  ihtiraslarının doğurduğu kavgalar, Müslümanlığı parçalayarak mezhep savaşlarına yol açmış ve  yirminci yüzyıla kadar Müslümanlar, birbirini tekfir eden ayrı gruplar halinde bir ölüm dirim savaşı  yapmışlardır.     Araplar'ın devlet kurmaktaki kabiliyetsizliğinin ve siyası ahlaksızlığının en kesin tanığı, peygamberden  sonra Arap devletinin başına geçip "Hulefa‐i Raşidin" (Ergin ve üstün halifeler) adını alan (yıl: 632– www.atsizcilar.com   



Sayfa 182 



  661) ve hepsi de, daha hayatlarında Peygamber tarafından Cennetle müjdelenen dört kişiden üçünün  (Ömer, Osman, Ali) suikastlarla öldürülmesidir ki böyle bir rezalet, Bizans'tan başka hiçbir devletin  tarihinde gösterilemez.    Buna rağmen Araplar'ın, iki büyük düşman devletten İran'ı ortadan kaldırıp Bizans'ın güney ülkelerini  almalarında olağanüstü hiçbir şey yoktur. İran‐Bizans arasında yüzyıllardır süren savaş ikisini de  yıpratmış, ayrıcı İran'ın doğudan Türkler eliyle yediği darbeler bu devleti ölüm haline getirmişti. Yeni  bir inanç ve ülkü ile çölden fırlayan Araplar için kaybedilecek bir şey olmadığı gibi, ölürlerse Cennete  gitmek, kalırlarsa yağma ve çapul yapmak gibi çekici özellikler de iştahlarını arttırıyordu.     Araplar, görünüşte büyük bir devlet kurmuş olmalarına rağmen, doğuda İran ve İspanya'da Vizigot  devleti gibi iki yorgun ve bitkin devletten başka hiçbir devleti ortadan kaldıramamışlar ve rastladıkları  ilk ciddi kuvvet olan Franklar önünde durmaya mecbur kalmışlardır (732).    Abbasilerin hâkimiyeti tamamen nazari idi. Halife olmaları dolayısıyla bütün Müslüman devletler  sözde ona bağlı bulunuyor, gerçekte ise halifelerin görevi güçle iktidara gelen şu veya bu hanedanın  meşru olduğunu tasdikten ibaret kalıyordu.     Onuncu yüzyıl ortalarında millet halinde Müslüman olan Türkler, İranlılar tarafından İslamiyet'i  ortadan kaldırmak için hazırlanan büyük ihtilali suya düşürmekle, farkında olmadan bu dini  kurtardıkları gibi, on birinci yüzyılın ortasından Kurtuluş Savaşının sonuna kadar da tek başlarına İslam  dünyasının önderi ve savunucusu olmuşlardır.     11–12. Yüzyıllardaki o korkunç Haçlı saldırılarını göğüsleyen 15–16. Yüzyıllarda Avrupa içlerine ve  Okyanuslara kadar ilerleyen, 17. Yüzyılda Avrupa'nın ortasında, artık teknik üstünlüğü sağlamış olan  Hıristiyanlarla boğuşan, 18–19. Yüzyıllarda savunmaya çekilerek ve her kalede sonuna kadar  vuruşarak savaşa devam eden yalnız Türklerdir...     Günümüzde Pakistan gibi büyük bir İslam Devletinin doğması da büyük Türk imparatoru Gazneli  Mahmud'un Hindistan'a yaptığı akınların sonucu, yani Türklerin Müslümanlığa bir hizmetidir.     ***    Müslümanlığı tek başlarına birçok millete karşı savunmalarından mıdır, yoksa manasını anlamadıkları  Kur'ana kayıtsız şartsız inanmaktan mıdır nedir Türkler İslamiyet'i, taassupla kabul eden tek millet  olmuştur. Müslüman ve Hıristiyan Araplar arasında bir dayanışma olduğu gibi Türklerden çok sonra  Müslüman olan Arnavutlar'ın Hıristiyan soydaşlarıyla din savaşı yaptığı görülmemiştir. Boşnaklar yani  Müslüman Sırp veya Hırvatlar da Ortodoks Sırp ve Katolik Hırvatlarla din çatışması olmadan  yaşamışlardır.     Türklere gelince iş değişmiştir: Onuncu yüzyılda Müslüman olur olmaz ilk iş olarak Budist Uygurlar'la  vuruşmaya başlayan Karahanlılar'ın bu âdeti tarih boyunca süregelmiş, bu kadarla da kalmayarak  Sünnilik, Şiilik davası, Türkleri iki ordu halinde asırlarca çarpıştırarak hem milli enerjinin boşuna  harcanmasına, hem de siyasi Türk birliğinin gerçekleşmesine engel olmuştur.     www.atsizcilar.com   



Sayfa 183 



  Dini taassubun dünyanın her köşesinde yerini müsamahaya bıraktığı günümüzde bile Hıristiyan,  Şamanî ve Musevi. Türkleri, hatta Şii ‐ Alevi Türkleri bizden saymayacak kadar gözü dönmüş sözde  aydın mutaassıplar aramızda hiç de az değildir.     ***    Bugünün medeni insanı için din, fertlerin kanaat ve inancı meselesidir. Dini partilerin kurulduğu, din  üniversitelerinin bulunduğu ülkelerde bile fertlerin her türlü dini inancı saygı görür. İnancın mantığı  olmaz Herkes, her istediği şeye inanmakta hürdür.     İsa'nın dini hem kardeşlik, hem de barış dini olduğu halde Hıristiyan milletler yüzyıllardır birbirleri ile  boğuşmaktan vazgeçmemişlerdir. Nazari müslüman kardeşliği de kanlı savaşlara en ufak bir etki  yapamamıştır. Çünkü yüzyılların getirdiği gelenekler dinden daha kuvvetlidir ve tarihi mukadderat  korkunç bir şeydir.     Böyle olduğu halde bizdeki din mutaassıpları bugün hala İslam kardeşliği kurulabileceği kuruntusu  içinde esrimiş, kendi geçmişlerini, büyüklerini inkâr sapıklığına düşmüşlerdir.    Onlar için mühim dava Ali‐Muaviye davası, Hüseyin'in öldürülmesi olayıdır. Arapça resmi dil olmalıdır.  Türkçe zaten dil değildir. Mete, Attila, Çengiz, Hülagü kâfirdir. Kan içici zalimlerdir. Şeriattan başka  kanun olmamalıdır. Çocuklara Demir, Taş, Kaya gibi iptidai adlar, hele Arslan, Pars, Bozkurt, Doğan  gibi hayvan isimleri vermek dinsizliktir. İslami adlar verilmelidir. Türkleri İslamiyet adam etmiştir.  Ancak İslamiyet sayesinde büyük devletler kurabilmişizdir. V.b...     Artık bu hezeyanlardan kurtulmanın, kendimize dönmenin çağı gelmiştir. Ali‐Muaviye kavgası,  Hüseyin'in öldürülmesi bizim için mesele bile değildir. Bu, Araplar'ın, iç işi, bizim için de yabancı  tarihlerin bin bir konusundan herhangi birisidir. Bizim için Hüseyin'in Kerbela'daki ölümü değil, Çiçi  Yabgu'nun Türkistan'daki, Kür Şad'ın Çin'deki, Genç Osman'ın İstanbul'daki ve Osman Batur'un  Altaylardaki ölümü daha ilgi çekici, daha acıklı ve daha şanlıdır.     Bizim için Endülüs'ün düşmesi değil; Kazan'ın, Kırım'ın, Türkistan ve Azerbaycan'ın kaybı meseledir.    Mete, Attila, Çengiz ve Hülegü yasa yapıcı ve düzen kurucu birer kahramandır. Bunların topyekûn  yaptıkları tahribat Halife Ömer'in İran ve Mısır'da yaptıkları yanında hiç kalır. Çünkü bunlar karşı  koyan, ihanet eden ve savaşla alınan şehirleri yıkıyorlardı. Ömer ise kâfir eseridir diye İran'ın  medeniyet eserlerini yıktırmış ve Koca İskenderiye Kütüphanesini yaktırmıştır.     Şaman dininde olan Hülegü Han ölürken Hıristiyan evdeşi Dokuz Hatun'un, ruhunun dinlenmesi için  dua edilmesine izin istemesi üzerine, dua yerine yoksullara sadaka verilmesini, vergilerin indirilmesini  istemiştir.     Bu muhteşem cevabı hangi Arap halifesi verebilmiştir?     İslam birliği taraftarlarına göre Türkler, Müslüman bir millet oldukları için Müslümanca adlar  almalıdır. Türkler'in İslam olmazdan önce kullandıkları adları almak yanlıştır, Müslümanlığa aykırıdır.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 184 



  Dünyada bundan daha yanlış ve iptidai düşünce olamaz. İslam adları denen adlar Arap adlarıdır.  Bunların hemen hepsi de İslamlıktan önceki zamandan beri Araplar arasında kullanılmaktadır. Yani  küfür ve cahiliyet zamanından kalmadır. Anlamı bilinmeyen kelimeleri çocuklarımıza takmakta maddi  veya manevi hiçbir kazancımız yoktur. Aksine, milli ruh bakımından kaybımız vardır. Hele Müslüman  adları arasında Yahudi'lerden Araplar'a geçen Musa, İsa, Süleyman, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup,  Yusuf, Harun, Davud gibi adlar bizim Türkçe adlarımızla ölçüştürülebilir mi?    Hayvan adıdır diye Bozkurt'a, Alparslan'a, Ertuğrul'a itiraz edenler Muaviye'nin "Uluyan dişi köpek" ve  Osman'ın "yılan yavrusu" demek olmasına ne buyururlar?    Araplarda yalnız şahısların değil, boyların da hayvan adı aldığı vardır. Mesela bir kabilenin adı "Beni  Kelb" yani "İtoğullarıdır."     Kadın adlan da öyledir: Ayşe "Yaşar", Fatma "sütten kesilmiş", Hatice "Vaktinden önce doğmuş",  Zeynep "tombul" demektir.     Hele Türkler'in İslamiyet'ten sonra büyük devlet kurabildikleri iddiası ise sadece gülünçtür. Çin  seddinden Avrupa ortasına kadar uzanan büyük ve şanlı Kun Devleti yedi yüzyıl sürmüş; Çin'den,  Doğu ve Batı Roma'dan haraç almıştır. Basit bir barbar topluluğu ne bu kadar uzun yaşayabilir, ne de  bu büyük ve medeni devletleri vergiye bağlıyabilirdi.     Kore'den Kırım'a kadar iki asır süren ve adı sanı Çinliler’in, İranlılar'ın, Araplar'ın ve Batı Roma'nın  hatırasında büyük bir iz bırakan teşkilatlı ve demircilik üstadı Gök Türkler'le maddi medeniyet  alanında Uygurlar’dan ve içinde kalabalık Müslüman Türklerin bulunmasına rağmen İslami karakterde  bir devlet olmayan, tarihin en büyük imparatorluğu, Çingiz Han Devletinden uzun boylu konuşmaya  lüzum yok. Bu kadar sözden maksat, Türkler'in büyük devlet ve medeniyet kurmak için Müslüman  olmaya ihtiyaçları bulunmadığının tespitidir.    Tarihi gerçek şudur ki: Türkler Müslümanlık sayesinde değil, Müslümanlık Türkler sayesinde yükselmiş  ve yaşamıştır.     İslam birliği taraftarlarının mesele haline getirdikleri konulardan biri de selamlaşma işidir. Bunlar  "günaydın''ı kabul etmiyorlar. "Selamünaleyküm" diyorlar ve bunun Müslümanlar arasında manevi bir  bağ olduğunu ileri sürüyorlar.     Müslümanlar arasında manevi bağ selamlaşma ile olacaksa bütün Müslümanların Türkçe selamı  kabullenmeleri mantık ve ahlak icabıdır. Çünkü İslamiyet'i koruyan, yaşatan ve yüceltenler sadece  Türkler olmuştur. Selçukluların Haçlılara karşı o destanî savunması olmasaydı kalabalık, mutaassıp ve  gözü pek Haçlı orduları yeryüzünde bir tek Müslüman bırakmazdı. Osmanlılar ise Haçlıları yalnız  durdurmakla kalmamış taarruza geçerek yüzyıllarca Hıristiyanlığın ortasında tek başına Müslümanlığı  temsil etmiştir.     Bunları bir tarafa bırakalım: Balkan Savaşında topyekûn ihanet eden Arnavutlar, Birinci Cihan  Savaşında topyekûn ihanet eden Araplar Müslüman değil miydiler?     www.atsizcilar.com   



Sayfa 185 



  İngiliz casusu Lavrens'in altınlarını alınca, Medine'yi savunan Türk askerlerine karşı İngilizlerle birlikte  saldıranlar Müslüman Araplar değil miydi? Bu Araplar'ın başında Peygamber soyundan gelen Şerif  ailesi, yani sonradan Irak ve Ürdün tahtlarına geçen adamlar bulunmuyor muydu?     Bugünkü nesiller, tarih kitaplarında okumadıkları için bilmezler: Birinci Cihan Savaşının sonunda Türk  ordusu Suriye cephesinde bozulunca Türk esirlerini öldürenler, altın yuttuklarını sanarak öldürdükleri  ve bazen diri Türklerin karnını deşenler hep bu din kardeşimiz Araplardı. Daha acıklısı da, İslam  halifesi olan Türk padişahına ihanet eden Şerif ailesinin fertleri Şam'a girerken, bu Araplar, Türk  tutsaklarını, Anadolu evlatlarını, koyun keser gibi boğazlayarak Peygamber soyundan gelen şeflerine  kurban etmişlerdi.     Bütün bu vahşet Arap Milliyetçiliği adına yapılıyordu. Arapları kendilerinden asla farklı tutmayan,  Peygamber soyudur diye bilakis onlara üstün değer Türklere karşı bu cinayetler, sırf kral olmak  ihtirasıyla gözü dönen adamlar, İngiliz altınlarıyla satın alınmış dindaşımız Araplar tarafından  yapılıyordu...    Bugün ise Arap dünyasında Türk düşmanlığı umumileşmiştir. Arap milliyetçiliği, kendilerinden Filistin’i  koparan Yahudilere ve Araplar Yahudilerden dayak yerken kendilerine yardım etmeyen Türklere  düşmanlık düşüncesi üzerinde kurulmuştur. Okullarında Türk düşmanlığı aşılanmaktadır. Beş altı Arap  devleti birden bir avuç Yahudi'ye yenildiklerini unutarak bizden Hatay'ı almak hülyası peşindedirler.  Nasıl kuzeyden iktisadi yönlü Moskof emperyalizmi olan komünizm geliyorsa güneyden, Mısırdan da  dini yönlü Arap emperyalizmi olan Nurculuk gelmektedir.    Türklük bakımından komünizmle nurculuğun hiç bir farkı yoktur. İkisi de Türk Milletini ve kültürünü  yok etmek için uğraşmaktadır. Biri Arapçılık davasıdır. Bunun farkında olmayan binlerce şuursuz Türk  bu iki düşman ülkünün kucağına kurtarıcı diye atılmaktadır. Kıbrıs'ta Türkleri yok etmek için çalışan  Rumlara Müslüman Mısır'ın silah yardımı yaptığı radyo tarafından resmen açıklanmıştır. Buna rağmen  ve buna benzer türlü olaylara rağmen hala İslam kardeşliği ve İslam Birliği kuruntusu peşinde koşan  beyinsizler varsa, gerçek Türkler, o gibilerin kasıtlı veya kasıtsız millet haini olduğunu bilmelidir.     Millet ve vatan haini olmak için mutlaka askeri sırları çalarak para ile düşmana satmak icap etmez.  Kendi milletinin düşmanlarına hayranlık beslemek, onların davasını gütmek, kendi kültür ve mazisini  inkâr etmek de hainliktir.     İslam Birliği ve kardeşliği kuruntudur. Dinin baş unsur, olduğu çağlarda bile gerçekleşmemişti. Bundan  sonra, araya bu kadar ihanet ve düşmanlık girdikten sonra asla gerçekleşmeyecektir. Gerçekleşecek  olan birlik İslam birliği değil, Adalar Denizinden Altayların ötesine kadar Türk birliği olacaktır.     Ötüken, 17 Nisan 1964, Sayı: 4               www.atsizcilar.com   



Sayfa 186 



  İRTİCA ARTIK BİR KUVVET DEĞİLDİR     Yargıtay Başkanı merhum Öktem'in cenaze törenindeki olaylar hemen hemen bütün basın, partiler ve  dernekler tarafından irticanın hortlaması şeklinde görüldü ve büyük bir tehlike karşısında olmanın  telaşı bütün Türkiye'yi sardı.     Ana Muhalefet Partisi Başkanı bunu "tipik bir 31 Mart Olayı" diye tarif etti. Gerçekten çok çirkin olan  hadise, başta hukuk adamları olmak üzere yapılan protesto yürüyüşleriyle sona erdi.     Öyle sanıyoruz ki hukuk adamlarının ve hele, en üstün derecedekilerle birlikte hâkimlerin bir protesto  olayına karışarak yürüyüş yapmaları cihan tarihinde ilk defa görülmektedir.    Türkiye'deki en üstün dereceli hâkimin ölüsüne karşı yapılan saygısızlık ve hatta saygısızlığı çok aşan  aşağılama dolayısıyla hâkimlerin üzüntü ve öfkeye kapılmaları bu öfkeyle savcı ve avukatların da  katılmaları gayet normaldir. İrticanın Türkiye'ye nelere mal olmuş ne uğursuz nesne olduğunu bilen  aydınların da aynı duyguya kapılmalarında şaşılacak bir yön bulunmasa gerektir. Fakat yüz  mutaassıbın eseri olan saldırganlığa bakarak irticanın bu devleti ele geçirebilecek kadar güç kazanmış  olduğunu ileri sürmekte de elbette isabet yoktur.     İrtica iki yüz yıldan beri daima gücünden kaybederek yaşamış, gerek zamanın akışı, gerekse öğretimin  yayılması dolayısıyla sıfıra doğru yol almakta bulunmuştur. Siyasi gayelerle ve yeni anayasanın  getirdiği sonsuz hürriyetle irticanın yaşaması ve kuvvetlenmesi için gösterilen bütün çalışmalar, yüz  yaşındaki bir ölüm hastasını vitaminlerle canlandırmak için gösterilen gayretten farksızdır.     İmran Öktem olayını çıkaran yobazları kendi hallerine bıraksaydınız, askerle polisi kışla ve karakollara  çekerek "Ne olursa olsun karışmayacaksınız" buyruk verseydiniz onlar yine bir şey yapamazlardı. Tek  yapacakları şey çirkin davranışlarını daha da çirkinleştirerek Öktem'in tabutunu parçalamak,  çevredeki birkaç kişiyi yaralayıp öldürmek, bağırıp çağırmak olurdu. Fakat bu kafa yetersizlikleri, bu  zihniyet bozuklukları ile devleti asla ellerine geçiremezlerdi ve emin olun bir saat geçmeden kendi  aralarında anlaşmazlığa düşerek birbirlerini tekfire başlarlardı.     Yobazların bu davranışının düşünülerek tasarlanmış olduğu hakkındaki yazılar asla doğru değildir.  Hele bu işte hükümetin parmağını aramak partizanca bir laf ebeliğidir. Bu hadise, hiç şüphe yok, fevri  bir harekettir ve yıllardır yurdumuzda esen disiplinsizlik havasının olağan sonuçlarından biridir.    Buna benzer başka bir hadise Milli Birlik Komitesi zamanında ve Yassıada duruşmaları sırasında da  olmuştu. Yassıada da ölen eski İstanbul valilerinden merhum Lütfi Kırdar'ın cenazesinde de bazı  taşkınlıklar olmuş, hatta o zaman İstanbul Valiliği görevinde bulunan General Refik Tulga, olayın  elebaşlarından birine mezarın önünde bir de tokat atmıştı.     Milli Birlik Komitesi zamanı bir sıkıyönetim ve dikta zamanıydı. Bugünkü aşırı hürriyetten eser yoktu.  O şartlar altında bile dini taassupla fevri hareketler yapılabiliyordu. İmran Öktem olayında hükümeti  sorumlu bulunca Lütfi Kırdar olayında da Milli Birlik Komitesi'ni suçlu görmek gerekecektir ki buna  asla imkân yoktur. Çünkü Milli Birlik Komitesi iktidara geldiği gün yaptığı ilk işlerden biri Doğu'daki  şeyhleri tutuklayıp bir kampa tıkmak olmuştu.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 187 



  Türkiye'deki yobazlığın dışardan kışkırtıldığı, desteklendiği söyleniyor. Söylentilere inanmak gerekirse  bunu Suudi Arabistan destekliyormuş, Suudi Arabistan'ın arkasında da Amerikan petrol kumpanyaları  ve dolayısı ile Amerika varmış.     Suudi Arabistan zengin petrol kaynaklarından elde ettiği büyük gelire rağmen kendi güneyindeki  küçük Yemen'de sürüp giden cumhuriyetçi‐kralcı savaşını, kendi çıkarı bakımından desteklediği  kralcılar lehine çevirmekten bile aciz kalmış bir devlettir. Türkiye gibi, kendi çapının çok üstündeki bir  ülkede propaganda yapmaya girişmeyecek kadar da akıllıdır. Suudi Arabistan'ın Türkiye'de hiçbir  siyasi emeli olamaz. Kendi dini aynı zamanda milli davası olan İsrail meselesine bile karışmaktan  çekinen bir devletin Türkiye’de taassubu besleyeceğini düşünmek bile abestir.    Suudi Arabistan'ın arkasındaki Amerika'nın taassubu desteklemesi de bir hayaldir. Türkiye'ye hâkim  olmak isteyen yabancı devlet, aciz cahil taassubu kışkırtmakla bir şey kazanamayacağını bilir. Bir  yabancı ülkeye hâkim olmanın yolu o ülkedeki askeri, aydınları, zeki ve kabiliyetli adamları, bazı  partileri elde etmektir. Bu konuda solcu yazarların kopardığı yaygara, her hadiseyi istismar ederek  millette bezginlik yaratmak hususundaki Varşova toplantısı kararlarının uygulanmasından başka bir  şey değildir.     İmran Öktem olayının aksi yönden bir benzeri, öğrenci kargaşalıkları sırasında Beyazıt Kulesindeki  Türk Bayrağını indirerek yerine kızıl bayrak asmakla yapılmış, fakat bu olay ötekinden çok daha  mühim olduğu halde üzerinde hemen hiç durulmamıştı.     Türkiye için irticanın bir tehlike olmamasına karşılık, dışardan beslenen komünizmin ciddi bir tehlike  olduğu muhakkaktır, Fakat bugünkünü 31 Martla ölçüştürenler dünkü karşısında bir şey  söylememişlerdi.     Neden böyle olmuştur? Bunun sebebi parti mücadelesi ve son zamanların deyimiyle söyleyelim  "siyasi yatırım" gayretidir.     Adalet Partisi hükümetinin pek çok yanlışları, beceriksizlikleri, acizleri ve partizanca, davranışları  olduğu muhakkaktır. Böyle olduğu halde seçim şansı en kuvvetli olan parti yine de odur. Halk  Partisi'nin normal şartlarda bir seçim kazanarak tek başına iktidara gelmesine imkân yoktur. Bir  ülkücü değil, sadece bir partici olan İsmet İnönü, "ortanın solu" prensibini bir tertip olarak, belki de  Ecevit'in kışkırtmasıyla çıkarmış, fakat bunun bir başarı reçetesi olmadığını anlayınca seçim şansı  olarak fırsatlardan faydalanmak, iktidarın yanlış adımlarını mübalağa ile kullanmak yoluna sapmıştır.  Bundan dolayıdır ki hiç de büyütmeye değer bir hadise olmayan İmran Öktem olayım koz olarak  kullanmakta, bunu 31 Martla eşit tutmaya kalkmaktadır. Fakat bu eşit tutma çok isabetsizdir ve  İnönü'nü uzun siyasi tecrübesiyle bağdaştırılamayacak kadar acemicedir.     31 Mart silahlı bir asker ayaklanmasıydı. Kan dökülmüş, asiler bir süre duruma hâkim olmuştu. İmran  Öktem olayında bunların hiçbiri olmamıştır. Olamazdı da.    Çünkü irtica artık bir kuvvet değil, acınacak kadar zavallı bir zihniyettir.     GÖZLEM, 15 Mayıs 1969   www.atsizcilar.com   



Sayfa 188 



 



TÜRKÇÜLÜĞE KARŞI YOBAZLIK     Fatih çağından sonra "medrese"nin Türk fikir ve siyaset hayatına hâkim olması ile başlayan din  taassubu, türlü iç kavgalara ve kan dökülmesine sebep olarak günümüze kadar gelmiştir. Din bilginleri  arasında Ebusuud gibi müsamahalı ve akıllıları bulunduğu gibi, her türlü fikir değerlerinden mahrum  ve devleti batıracak fetvalar vermekten çekinmeyen Birgili Mehmet gibi yobazlar da gelip geçmiştir.  On Sekizinci asrın sonlarında devletin bütün kuruluşları ile birlikte "medrese" de soysuzlaşmış ve hele  "Tanzimat"tan sonra, din bilgisi öğrenmek isteyenlerin değil, asker kaçaklarının barınağı haline  gelmiştir. Kütüphanelerimizi dolduran eserlerin son 100–150 yılda yazılanlarına bakmak, fikir  alanındaki yozlaşmayı reddi imkânsız tanıklarla ortaya koyar.     Hâlbuki daha önceleri böyle bir taassup yoktu. Büyük bir İslam mücahidi olan Fatih, İslamiyet’te  haram sayılan resmini yaptırmak için İtalya'dan ressam getirttiği gibi Fatih'in babası olup Haçlılar'a  karşı büyük gazaları ile tarihe geçen İkinci Murad da bir aralık tahtı bırakıp Manisa'ya çekildiği zaman  kadınlardan mürekkep musiki heyetleri arasında dünyadan zevk almış, O çağın bilginlerinden  Şükrulla'a musiki risaleleri yazdırmış, şarap içmiş, fakat vatan tehlikeye girince de bütün bunları  bırakarak yine ordunun ve devletin başına geçmekten geri kalmamıştır.    Bu büyük gazinin, zamanında, hicri 843'te (miladi olarak 14 Haziran 1439–1 Haziran 1440 arasına  tekabül eder) yazılan bir tarihi takvimde Çengiz Ügedey, Mengü, Hülagü gibi Müslüman olmayan  büyük Türk hakanları rahmetle anılmıştır.     Üzerine çektiği müttefik Haçlı ordularım yenen Yıldırım Bayazıd'ın içkiye düşkünlüğü de meşhurdur.    Orhan Gazi ise, kendisiyle birlikte Rumlar'a karşı savaşan dervişlerden Geyikli Baba'ya, içki içtiğini  bildiği için şarap göndermiştir.     Bütün bunlara rağmen kimse bu hükümdarların Müslümanlığına toz kondurmamış, konduramamıştır.  Ana çizgilere bakılmış, teferruatla uğraşmak lüzumsuzluğuna kimse kapılmamıştır. Çünkü Murad  Beğ'in, Yıldırım'ın şarap içmesi veya Orhan Beğ'in bir dervişe içsin diye şarap göndermesiyle ne dünya  yıkılmış, ne dine zarar gelmiş, ne de Müslümanlık kuvvetinden bir şey kaybetmiştir.     Şarap içen, fakat canını ortaya koyarak Rumlarla savaşan Geyikli Baba, beş vakit namazı kaçırmadığı  halde tefecilikle milleti soyan, yalan söyleyen ve iftira atan bugünün soysuzlarından elbette çok  yüksek olduğu gibi, şarap gönderen Orhan Gazi de günümüzün şarapsız Arap hükümdarlarına göre  elbette bin kat yararlı, faydalıydı.     Bugünkü Türkiye, yüzyıl önceki Türkiye'den çok ilerdedir. O zaman ki gerilikle şimdiki ileriliği  karşılaştırmak için vereceğim tek örnek, nerden nereye geldiğimizi göstermesi bakımından çok ibret  vericidir:     Bugün Süleymaniye Umumi Kütüphanesi adı altında toplanmış bulunan 100 kadar ayrı kütüphaneden  biri de Hüsrev Paşa Kütüphanesidir. Hüsrev Paşa Kütüphanesi'ndeki 807 numaranın 13. mükerrerinde  60 yapraklı bir kitap vardır. Bu kitap ikinci Mahmud çağındaki Osmanlı ordusunun kuruluşuna, 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 189 



  nizamlarına, istihkaklarına dair bir eserdir. İşte bu eserde "her orduda bir müşirle üç ferik bulunması  ve ferikler arasında okuryazar ve kar‐aşina olanların erkân olması gerektiği" yazılmaktadır.     "Müşir" Osmanlı ordusunda bugünkü orgeneralin karşılığıdır. "Ferik"ler de korgeneral ve  tümgenerallere mukabildir. "Erkan reisi" demek "kurmay başkanı" demektir. "Kar‐aşina" iş bilir, aklı  eren anlamında kullanılmıştır.     Demek ki feriklerin, yani kolordu ve tümen komutanlarının bile okur‐yazar olmadığı bir devre  yaşanmıştır ki bugünkü ordumuz da as subayların bile lise ayarında öğrenimli olmaları karşısında  korkunç bir hadisedir.     Fakat bu kadar ileri gidiş, üniversiteler, ağır sanayi başlangıcı bizi bir yandan da tarihimizde  görülmedik fikir düşkünlüklerine uğramaktan koruyamamıştır, koruyamamaktadır.     İlkönce "Ticanilik" diye tarikat mı, mezhep mi, ne olduğu anlaşılmayan bir garabet türedi ve bunların,  memleketi kurtarmak için yaptıkları tek hareket Atatürk büstlerini kırmaktan ibaret kaldı. Arkadan  Nurculuk çıktı. Said‐i Kürdi adında cahil bir Kürd'ün Nur Risalesi diye yazdığı herzeler odalarda topluca  okunarak feyz alındı ve bu adamın medresede ancak üç ay kadar okuyarak bütün ilimleri ve fenleri  yuttuğu müritleri tarafından iddia edildi. Derken bir de Süleymancılık peyda olarak ötekileri bastırdı.  Bunlar, İmam‐Hatip Okulları öğrencilerini kâfir sayacak kadar sapıttılar. Bunlardan başka Biberiye,  Kameriye adlı bir takım güruhlar da işi cinayete kadar vardırdılar.    Türkiye'de vicdan hürriyeti olduğu için bu adamların da vicdanlarına kimse karışmadı. Elde Kur'an  varken başka hiç bir okula lüzum olmadığını iddia edecek kadar akıllara durgunluk veren iddialarla  ortaya çıkan bu nev zuhurlar demek ki mühendisin, doktorun, kimyacının falan lüzumsuzluğu  kanaatindeler ve yalnız ahiret için çalışma prensibinin hâkim olması yolunda didinmektedirler.     Dinle hiçbir ilgisi olmadığı halde dini inhisara alan bu zavallılara karşı çıkarılacak dini kuvvet İmam‐ Hatip Okulları ile İlahiyat Fakültesi veya enstitüleridir. Bizde de, batıda olduğu gibi birkaç dil bilen,  felsefeden veya matematikten yahut biyolojiden doktora vermiş din adamları çıktığı zaman Nurcu,  Süleymancı, Biberci, Kamerci tayfası kendiliğinden kaybolacak; dinin tamamen bir inanç ve vicdan işi  olduğu anlaşılacaktır.     Bugün Diyanet İşleri Dairesinin başında bulunanların, makamlarına layık adamlar olmayıp siyasi  düşünceler ardında koştukları, hatta memleketteki siyasi bölücülüğün elemanlığını yaptıkları Senatör  Mehmet Özgüneş tarafından açıklanmış, buna tatminkâr cevaplar verilememiştir.     Bizim burada ele almak istediğimiz konu bu değil de, dinin ciddi olması gereken çevrelerinde bile hala  Türkçülüğe ve akla karşı takınılan akıl almaz davranışlar olacaktır.    Konya'da "Türkiye İmam‐Hatip Okulları Mezunları Cemiyeti" tarafından "İslam’ın İlk Emri: "Oku"  adında aylık bir dergi çıkarılmaktadır. Tamamiyle din meselelerini ele alan ve kendi zaviyelerinden  bazı teklifler yapan ciddi biri yayın organıdır. Bunun 1969 Kasımında çıkan 93. sayısındaki bir yazı  şiddetle dikkatimizi çekti. Çünkü bu yazı hem yanlış ve uydurma, hem de Türkçülüğe hakaret eder  mahiyettedir. O sayının 21. sayfasında "Bunları biliyor musunuz" başlığı altında ve "Hasan Bağcı"  www.atsizcilar.com   



Sayfa 190 



  tarafından hazırlanan, çoğunun doğruluğu şüpheli bir takım vakaların başında Türkçülüğe hakaret  eder şu fıkra yer almaktadır:    Oldukça cins bir fikir adamı olarak yaratıldıktan sonra dünyalar arası büyük muhasebede ölüm  dönemecini kıvrılamayan ve inkâr uçurumuna yuvarlanan Ziya Gökalp'ın İslam’ın içinden değil, sadece  İslam’ın yerini almak üzere icat ettiği "Türkçülük" yolunda ne büyük bir Yahudi himayesi gördüğünden  veya Yahudilere ne zengin bir istismar sahası açtığından gafil bulunduğunu biliyor musunuz?     Bu sözler Hasan Bağcı'nın dünyadan habersiz, hadiseleri muhakeme etmeyen, ulu orta hüküm veren,  iftiralara çabucak inanan bir kişi olduğunu ortaya koymaktadır.    Bir kere, Türkçülüğü Gökalp icad etmiş değildir. O, bu fikrin adını koymuş ve kendi zamanına göre  sistemleştirmiştir. Sonra, Türkçülüğü İslamiyet’in yerine koymaya kalkmış da değildir. "Türk  milletindenim, İslam ümmetindenim, Garb medeniyetindenim" diyen Gökalp Türklükle İslamlığı  tamamen ayırmış ve buna Batı medeniyetini de ekleyerek yaptığı sentezle kendi çağının ileri  Türkiyesi'ni yaratmaya çalışmıştır. Görülüyor ki Hasan Bağcı, münkir saydığı Gökalp'ı hiç okumamıştır.  Onun hakkında yazılan çok sayıdaki eserlerden habersizdir. Günümüzde, Gökalp'ı en iyi incelemiş  şahıs olarak Prof. Fındıkoğlu'nun eserlerini okumasını tavsiye ederim.    Hasan Bağcı'nın yukarıya aldığımız satırlarındaki "büyük ölüm dönemecini kıvrılamayan" ibaresiyle  neyi kastettiğini pek anlayamadık. Ziya Gökalp ölüm dönemecini kıvrılırken Hasan Bağcı onun yanında  mı idi?    Ziya Gökalp, Türkçülük yolunda hangi Yahudi himayesimi görmüştür? Hasan Bağcı bugün memlekette  kuvvetli ve şuurlu bir kütle olan Türkçülüğe bunun hesabını vermeye mecburdur. Veremezse müfteri  durumuna düşer. Komünistler, Türkçülüğün Alman icadı olduğunu iddia ederlerdi. Demek ki siyasi  ümmetçiler de Yahudi patentini yakıştırmışlar. Teşekkür ederiz.     Ya Yahudiler'e istismar kapısı nedir? Türkiye'de 1930'dan hemen biraz sonra başlayıp günümüze  kadar süregelen bir Türkçülük savaşı vardır. Ben de bu savaşın içinde ve ateş hattında bulunanlardan  biriyim. Yahudiler bizi ve Ülkümüzü nasıl istismar etmişler? Açıklanmasını bekliyoruz.     Gökalp'ın Yahudi asıllı Durkheim'dan bazı sosyal fikirler almış olması onun Yahudi istismarcılığına alet  olduğunu göstermez. Her bilgin, her filozof, her fikir adamı, hatta her peygamber kendisinden önce  gelenlerden bazı unsurlar alır. Nitekim İslam Peygamberi de daha öncekilerden bazı şeyler almış ve  onların devamı olduğunu söylemiştir. Kendi dergilerinde "Kur'an‐ı Kerim'de Hazreti Musa'' başlıklı yazı  serisi de bunu gösteriyor.     Bir de Moiz Kohen, adında bir Yahudi'nin, Gökalp'ın tesirinde kalarak "Turan" adlı bir kitap yazması  vardır ki bu da Ziya Gökalp'ın tesir kuvvetini gösterir. Nitekim yine bir Yahudi olan Halide Edip de Ziya  Gökalp'ın tesirinde kalarak ''Yeni Turan" diye bir roman yazmıştır.    Büyük fikir adamları başka dinden ve milletten olanları da çevrelerine toplayabiliyorlar. Simavna  Kadısıoğlu Bedreddin'in müritleri ve taraftarları arasında pek çok Hıristiyan ve Musevi vardı.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 191 



  Görülüyor ki yazar, Türkçülüğe dost değildir. Türkçülüğe dost olmayanın Türklüğe dost olması riyazî  olarak imkânsızdır. Hasan Bağcı'nın kendisi soy bakımından Türk olmasa bile samimi bir Müslüman  olduğu için Türklüğe ve onun şuuru demek olan Türklüğe atılan iftiraları hakikat diye kabul  etmemeliydi. Çünkü Türklük, Müslümanlık olmadan da yaşar ve nitekim yaşamıştır ama Müslümanlık  Türksüz yaşayamaz. Onu ancak Türklüğün sel gibi akan kanları ayakta tutmuş, tutabilmiştir.  Türkiye'den ayrılan Arap devletleri'nin zavallı, aciz ve gülünç durumları ortadadır.     Dünyada her asil fikrin rezilane istismarları olmuştur. Birinci Cihan Savaşında dünyanın birinci devleti  olan ve tebaası arasında 200 milyon kadar Müslüman bulunan İngiltere, halifenin devleti olan Türkiye  ile savaşırken Müslümanlığı istismar etmiş, halifeyi dinsiz ittihatçılardan kurtarmak için ortaya atıldığı  propagandasını yapmıştır. Onun ünlü casusu Lavrens, Peygamber soyundan gelen Mekke Şerifi  Hüseyni İngiliz altınlarıyla kandırarak Türkler'e ve halifeye karşı ayaklandırmıştır. Hüseyn'in oğulları ve  torunları da aynı yolda yürümüşler, nihayet bunlardan Ürdün Kralı Abdullah suikastla, Irak Kıralı Gazi  sarhoşlukla, yine Irak Kıralı Faysal ile Kral Naibi Abdülillah da ihtilalle ölmüşlerdir. Bugün onlardan  kalan tek kişi Ürdün Kıralı Hüseyn'dir.     Şimdi şu sonuca bakarak "Peygamber kendi soyunun, İslami savunan Türklere silah çekeceğinden  gafildi" denebilir mi? Bunun gibi Ziya Gökalp'ın Türkçülüğünü de Yahudiler istismar ettiyse bunda  onun ne taksiri olabilir? Kaldı ki Türkçülük Yahudiler tarafından istismar olunmuş da değildir. Bu  sözler Hasan Bağcı'nın hayalhanesinde vücut bulmuş, aslı astarı olmayan tekerlemelerdir.     Bazı mutaassıp ümmetçiler, Türkçülüğe tahammül edemiyorlar. Bütün Müslümanları birleştirip tek  devlet haline getirmek hülyası ardındalar. Daha Araplar'ın kendi aralarında bile birleşemediği  gözlerine çarpmıyor da ayrı tarihi oluşmaların sonucu olan soy ve kültür bakımından birbirine hiç  benzemeyen koca koca milletleri birleştirmeye çabalıyorlar. Tıpkı komünistlerin dünyayı tek devlet  haline getirmek hayalleri gibi... Bu bakımdan bunlara Yeşil Komünistler diyen mebusa yerden göğe  kadar hak veriyoruz.     Konya'da basın alanında böyle yakışıksız ve çirkin bir yazı yazılırken son aylarda İstanbul’da pek  dikkate çarpmayan başka bir vaka oldu: Birinci Cihan ve İstiklal Savaşı gazilerinden Emekli Topçu  Albayı Cemal Aktoğu 4.8.1969'da hayata veda etti ve ertesi günü cenazesi Kartal Camisinden askeri  törenle kaldırılarak toprağa verildi. Ölen askerler için rütbelerine göre bir asker birliği ile bando  göndermek Türk Ordusunun kökleşmiş geleneklerinden biridir. Bu sebeple merhum albayın töreninde  de asker ve bando bulunduğu gibi dostları tarafından birçok çelenk de gönderildi.     Bu törenin yapılması yine şekliyattan başka bir şeyle uğraşmayan mutaassıpların gayretine  dokunduğundan ertesi günü camiye koca bir beyanname astılar. Beyannamenin üst kısmı İslam  cenaze usullerine hasredildikten sonra en altta "İslam’a Uymayan İşler" başlığı altında şunlar  yazılmıştı:     1)Cenaze için çelenk yaptırılması,     2) Cenazenin bando ile kaldırılması İslam adetlerinin dışına çıkmıştır,     Muhterem Müslümanlara arz olunur. Altındaki imza da şu: "Kartal Din Görevlileri"  www.atsizcilar.com   



Sayfa 192 



    İşte bunlar Birgili’nin halefleridir. Ölüye saygı ve sevgi nişanesi olan çiçekle müziği yasaklamasa kalkan  iptidai zihniyetli halefler... O halde mevlit okumayı ve ölünün ruhu için konu komşuya dağıtılan lokma  veya helvayı da yasaklayın. İslamiyet’te bu da yoktu ama sonra Türkler tarafından sokuldu.     Evet, bütün bunlar sonradan çıktı ve İslamiyet’in içine girdi. Ölünün ruhu için tatlı dağıtmak  Şamanizm'den Müslümanlığa girmiş, mevlüt törenini ise Büyük Batı Türk Devleti içindeki yarı bağımsız  beğlerden biri olan "Gök Börü" adında biri çıkarmıştır. Gök Börü, Irak'taki Harran ve Erbil şehirlerinin  Atabeği idi. 1168–1233 arasında 65 yıl bu şehirleri idare etmiştir. Peygamberin doğum gününü  kutlamak için ilahili (yani müzikli) törenleri ilk defa o yapmış, ondan sonra bu adet, bütün İslam  dünyasına yayılarak günümüze kadar gelmiştir. Din görevlilerinin bundan haberi var mı? Ne gezer?  Onlar hala hurafeler peşindedir. Hele ölen albayın oğlu olup Kartal Hükümet tabipliğinde bulunan Dr.  Yavuz Aktoğu'ya karşı takındıkları tavır ve tecavüze yeltenmek gibi halleri ve hele bunların arasında  M.H. P’nin ilçe kurulunda bulunan birisinin de mevcudiyeti taassubun nerelere kadar vardığını  göstermesi bakımından düşündürücüdür.    Milliyetçi Hareket Partisi, adından da anlaşılacağı gibi milliyetçi bir partidir ve başkanı Alparslan  Türkeş eski Türkçülerden biridir. Bu parti yobazların barınacağı bir parti değildir. İslamiyet'i yobazlık  sananların bu partide işi yoktur.     Bazı partiler dini taassubu seçim kaygısı ile istismar ettiler. Bu ayrı bir konudur. Fakat Diyanet İşleri  Başkanlığı'nın yobazlığı bastırıp İslamiyet'i bir ahlak sistemi halinde ruhlara sindirmek için çalışması  gerekirken hiç oralı, olmayışı dikkate değer.    "Hadis‐i Şeriflere Göre Evlenme Adabı" adında bir kitap gördük. Müellifi Nasırüddinül‐Elbani adlı bir  Arap, Türkçeye çeviren de Tekirdağ Müftüsü Ali Aslandır. 80 sayfalık küçük kitabı okudum. Yüzüm  kızardı ve İslamiyet’tir diye bu çirkin şeyleri öne sürenlere karşı susan Diyanet İşleri Başkanlığı  hakkında kesin bir hükme vardım. Okuyuculardan özür dileyerek bu kitabın 16. sayfasından şu parçayı  alıyorum:     İbni Abbas'tan (rivayet): Hattaboğlu Ömer (Halife Ömer) Resülüllah'a "ey Allah'ın Resulü! Ben helak  oldum" dedi. Resülüllah "seni helak eden nedir" diye sorunca Ömer: "bu gece hanımımı yüzü üstü  yatırarak cimada bulundum" (dedi).     Görüyor musunuz? Adaletiyle ün salmış, İslamiyet’in kuruluşunda başrollerden birini oynamış ve  bütün Müslümanların halifesi yani başkanı olmuş olan Ömer, bakın neler yapmış? Bu herzeler,  uydurma hadiselere dayanılarak ileri sürülüyor ve 20. yüzyılın gençlerine evlenme adabı diye veriliyor.  Bunun bir edepsizlik ve ahlaksızlık olduğunu Kongo'daki Zenciler bile bilir. Türk soyunun karakterinde  ise bu türlü şenaat yoktur. Bu kötü adet Türkler'e İranlılar'dan, Araplar'dan, Bizanslılar'dan geçmiştir.     Sonra, Ömer "Aşere‐i Mübeşşire" dendir. Yani Peygamberin hayatında cennetle müjdelediği on  kişiden biridir. Ömer bu ahlaksızlığı yapmış olsaydı o on kişinin arasına elbette giremezdi. Evlenme  adabı diye Müslüman Türk gençlerine bu safsataları anlatan adam Tekirdağ müftüsü olursa:     Var kıyas et gayrı sen derya‐yi rahmet neydiğin.   www.atsizcilar.com   



Sayfa 193 



    Evlenme adabı diye insanı deliye çeviren yazılarla dolu olan ve üçte biri cinsi münasebete tahsis  edilen o kitabı Diyanet İşleri Başkanlığı tasvip ediyor mu? Atom ve uzay çağında, evlilere telkin  edilecek medeni bir ahlak sistemi İslamiyet’te yok mu dur? Yoksa bunca din görevlisi, din büyüğü  oturup yeni bir içtihatla bunu icat edemezler mi?    Ben, Süleymaniye Kütüphanesindeki 16 yıllık görevim sırasında "milimetre"nin ne olduğunu bilmeyen  "müftüler", "Venezuela"nın bir devlet olduğunu ilk defa duyan "Şeyh"ler, Havva Anamız, Âdem  babamızın sol kaburgasından çıktı diye insanların sol taraftaki kaburga kemiklerinin 11 tane olduğu  iddia eden "İlahiyat Fakültesi mezun"ları gördüm. Fakat bunlar hep eski nesillere mensuptu. Şimdi  yeni bir çığır açılmışken, memleket imkânlarına göre oldukça iyi İmam‐Hatip Okulları ile İlahiyat  Fakülteleri kurulmuşken hala Türkçülükten böyle aşağılayıcı şekilde bahsetmek, cenazeye bando  gelmez demek çok iptidai bir zihniyettir.     Türkçülük Türk milliyetçiliğidir. Ona düşmanlık ancak Türk milletinin düşmanlarına yakışan bir  davranıştır. Yani kızıl veya yeşil beynelmilelcilere...     Doğu Türkistan'ın bazı şehirlerinde mezar başında müzik çalınarak ölünün ruhu şad edilir. Bütün bu  Müslüman Türkler cehennemlik de buradaki bir kaç beyinsiz mi cennetlik?    Ölen askerler için bando çalınır ve çalınacaktır. İsteyenler saygı ve sevgi nişanesi olarak ölülere çiçek  gönderecektir.     Bunu kavrayamayan beyinlerin ölü hücrelerden farkı yoktur.     Bütün yobazlara duyurulur.     ÖTÜKEN, Mart 1970, Sayı: 75      



Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir     "Türkçülüğe Karşı Yobazlık" adlı yazım (Ötüken, 1970 Martı), cevap değil, birbirini tutmaz avamı  tekerlemeler ve örtülmek istenen küfürlerle karşılık gördü.    Konya'daki "Oku" dergisi yazarı Hasan Bağcı, Ziya Gökalp'ın Türkçülüğü İslamiyet’e karşı çıkardığını,  Türkçülüğün büyük Yahudi himayesi gördüğünü, fakat bundan Gökalp'ın habersiz olduğunu yazarak  bir de kehanet savuruyordu: "Dünyalar arası büyük muhasebede ölüm, dönemecini kıvrılamayan ve  inkâr uçurumuna yuvarlanan Ziya Gökalp…"    Sanki Hasan Bağcı o dönemeçte bekçilik ediyormuşçasına söylenen bu sözlere karşı Gökalp'ın  Müslüman olduğunu, Yahudiliğin Türkçülüğü hiçbir zaman istismar edemediğini açıklamış, Türkçülüğü  Gökalp'ın icat etmediğini söylemiş, kendisine bazı sorular sormuştuk. Bu sorular şunlardı:     1)Ölüm dönemeci ile kasdolunan nedir?   www.atsizcilar.com   



Sayfa 194 



  2)Gökalp Türkçülük yolunda hangi himayeyi görmüştür?  3) Yahudilere açılan istismar kapısı nedir?    Hasan Bağcı bunların hiçbirisine cevap verememiştir. Veremez de... Çünkü ölümden ötesi meçhul bir  yokluk olduğu gibi Hasan Bağcı da ne Gökalp'ın eserlerini okumuş, ne de onun hakkında yazılanları  görmüştür. Onun "Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, garp medeniyetindenim" dediğinden de  haberi yoktur. Sadece dini bir taassupla, sırf Gökalp Türkçü olduğu için ona düşmandır.    Yobazlık milletlerarası hastalıktır. Kızılı olduğu gibi böyle yeşili de olur. Fikirlere ve içtihatlara saygı  duymak ve onlarla tartışmak seviyesinde olmadıkları için daima yırtınırlar, küfür ve iftira ederler, ilim  ve mantık alanı içinde konuşmaktan aciz oldukları için karşımıza daima ayet ve hadisle çıkarlar. Soy  soy insanların bir tek Âdem’le Havva dan türediklerine, Âdem’in 1050 yıl yaşadığına, Havva'nın her yıl  biri erkek biri kız olmak üzere ikiz evlat doğurduğuna ve bu kardeşleri birbiriyle evlendirdiklerine  inanırlar. Bir Sümer masalından çıkan tufan ve Nuh'un gemisi onlarca tarihi bir hakikattir. Hangi  Teknik Üniversitesinden mezun olduğu belli olmayan Nuh'un yaptığı o pazarcı kayığına her cins  hayvandan birer çiftin girip sığması ve 40 tufan gününde birbirine yemeden uslu uslu oturması da  gerçektir vesaire... Şimdi bu kafadaki adamla bir fikir tartışması yapmaktaki trajediyi düşünün. Böyle  bir seviyede bulunan Hasan Bağcı "İslam’a Karşı Yobazlık" başlıklı yazısında bakın neler söylüyor:    Türkiye'mizde son yıllarda cesaretini arttıran türlü akımlar arasında bir de hakiki Türk görünme, dini  ve Allah'ı bir tarafa atma hastalığı türemiştir. Hakiki Türk ruhunun şiddetle nefret ettiği bu tarz  hastalıklar da yine ve maalesef son yıllarda biraz bolca yetiştirdiğimiz "yarım münevverler"  arasındadır.    "Onlar ''ben akılsızım", ''ben vicdansızım", ''ben hırsızım" cinsinden acı bir yoksulluğun ifadesi olan bu  tuhaf övünmeleriyle sevine dursunlar, beri yanda dünyaya hatta fen sahasındaki buluşlarıyla ışık  vermiş hakiki mütefekkirlerin daima insanlığı Allah'a götürme yollarını aydınlatmak için çalıştıkları  görülür…    Sahasının dışında mefkûremize saldırmak suretiyle makalemizin başlığını hak eden Sayın Atsız'ın  yazısında o kadar çok hata var ki, bunları teker teker düzeltmek, bir ortaokul talebesinin  kompozisyonunu düzeltmeye benzeyeceğinden biz, mefkûremiz yönünden sadece bizi ilgilendiren ve  pek mühim hatalarını müsaadeleriyle düzelterek cevabımıza başlayacağız.    Fikir ve ülküleri birbirine tamamen aykırı insanlar arasında da konuşma ve tartışma olabilir. Fakat  edep ve terbiye dairesinde olur. Hasan Bağcı'nın yukarıya aldığımız satırlarındaki edep seviyesi onun  zavallılığının kesin tanığından başka nedir ki? Biz yarım münevvermişiz. Hakiki Türk görünme hastalığı  ile Allah'ı bir yana atmışız. Bu ise akılsızım, vicdansızım, hırsızım gibi acı bir yoksulluğun ifadesi imiş.    İşte Müslüman münevveri Hasan Bağcı'nın edep ve terbiye seviyesi...    Bir de bedbahtlığımız ortaya çıkıyor: Bunca yıllık edebiyat öğretmenliğimize rağmen yazımız  düzeltilmeye muhtaç tahrir vazifesi gibi yanlışlarla dolu imiş.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 195 



  Bütün bunlardan sonra da "Müslüman, etrafına saldırmaktan münezzehtir" demekten çekinmiyor. Bu  da saldırmak değilse Tanrı bütün insanları ve hayvanları Hasan Bağcı'nın saldırısından korusun.    Onun, "Oku" dergisinin üç sayısında devam eden yazı serisinde iddialarımıza ve sorularımıza cevap  bulamadık. Gökalp'a saldırmakla başlayan yazısında zaten fikir değeri yoktu. Gökalp'ı tenkit etmek,  hatta yere vurmak için ilk şart olarak onun eserlerini okumak gerekirken bu zavallının o eserlerden  haberi yoktu. Yalnız İslam taassubu ile Türkçü Gökalp'ın aleyhinde bir şeyler geveliyordu.     Şimdi bazı gerçekleri tekrarlayarak bugüne kadar kaç kere anlattığımız halde bazı beyinlere girmeyen  düşüncelerimizi bir daha söyleyelim:    İnsanlar eşit değildir. Tabiatta eşitlik diye bir şey yoktur. Tabiatı da Tanrı yarattığına göre demek ki  tabiat da Tanrı, canlılar arasında bir eşitlik düşünmemiştir. İnsanlar hak ve hukuk bakımından da  hiçbir zaman eşit olmamışlardır. Kanunlar devlet başkanı ile herhangi birisine yapılan hareketi aynı  şekilde cezalandırmaz. Ancak insanlar, ıstırapların azaltılması için aradaki farkı mümkün mertebe  azaltarak nispi bir adalet ve eşitlik kurmaya çalışmışlardır.    Hasan Bağcı’nın bize öğrettiğine göre İslamiyet ırk ve renk tanımazmış. Komünizm de tanımıyor.  Amerikan anayasası da tanımıyor ama gerçekte bu fark daima vardır. İslamiyet’in ırk ve renk  tanımadığı çağlar bir daha dönmemek üzere geride kalmıştır. Birinci Cihan Savaşında, İslam  kardeşlerimiz Araplar'ın İngiliz'lerle birleşerek Türk ordularını nasıl arkadan vurduklarını unutmadık.  Bu Arap ihanetinin başında Peygamber soyundan gelen şerifler bulunuyordu ki bunlardan birinin  hatıraları Hayat Tarih Mecmuasında tefrika edilmektedir. Hasan Bağcı okusun.    Biz Türkçüler ırkı tanıyoruz. Zaten mevcut olmayan eşitliği kabul etmiyoruz ve soyumuzun  üstünlüğüne geçmişteki örnek ve eserleriyle inanıyoruz.    İslamiyet Türkler sayesinde yaşadı ve yükseldi. İslamiyet Türkleri değil, Türkler İslamiyeti yüceltti. Biz  İslam olmadan önce de büyüktük. Keramet İslamiyet’te olsaydı her Müslüman millet yükselirdi. Hele  tarafımızdan birkaç kere tekrarlandığı gibi İslamiyetten önce büyük devlet olan İran İslam olduktan  sonra bugünkü durumuna düşmezdi.     Hasan Bağcı şöyle diyor: "Bütün insanlar yeryüzünü imar etmek, çalıştırmak ve hazinelerinden  faydalanmak bakımından Allah'ın birer halifesidir. Bütün insanlar kardeştir."    Şu ibareden "Allah'ın birer halifesidir" kelimelerini kaldırırsak geride kalan fikir tam bir Marksist  düşünce olmuyor mu? Allah'ın halifesi olan bütün insanlar arasında Stalin ile Moşe Dayan da var mı?  Bütün insanlar kardeşse Hasan Bağcı Çingene vatandaşlarla kardeşliği ve hilalin Çingeneler eliyle de  yükselebileceğini kabul ediyor mu?     Yine Hasan Bağcı şunu da söylüyor: "İslam düşüncesinde sömürgecilik yoktur. Çünkü İslam örfünde  bütün beşeriyet tek ümmettir."    Bu da günümüzdeki komünistlerin sözleriyle tıpatıp mutabakat gösteriyor. Fakat hakikat değildir.  İslam düşüncesinde sömürgecilik vardır. Ülkeler fethetmek, bu ülkeyi haraca bağlamak sömürmekten  www.atsizcilar.com   



Sayfa 196 



  başka bir şey olmadığı gibi bütün beşeriyet de tek ümmet değildir. Peygamber "ümmetim" diyerek  yalnız Müslümanları kastetmektedir ve İslam geleneğine göre mahşerde yalnız kendi ümmeti için  şefaat edecektir. Herhalde Lenin'in cennete girmesi için Tanrıya ricada bulunmayacaktır ama Pasteur  veya Koch'la Hasan Bağcı arasında tercih yapmak durumuna düşse ilk iki gâvuru seçeceği  muhakkaktır.    Hasan Bağcı, Türkçüleri "Allah'ı bir tarafa atmakla suçlayarak da fikri ve ilmi seviyesini gösteriyor.  Türkçüler "Tanrı"yı bir tarafa atmamıştır. Atmaz da. "Tanrı Türk'ü Korusun" sözü Türkçülerin  sloganıdır. Tanrı, insan zekâ ve idrakinin kavrayamayacağı yükseklikte olduğu için ikide bir onu ortaya  sürerek, üzerinde kırıcı tartışmalar yapmanın aleyhindeyiz. Eski Türkler büyük saygı duydukları  varlıkları öz adları ile anmazlardı. Tanrı, ne din kitaplarının anlattığı gibi insan şeklinde, ne de göklerin  bir yerindeki tahtının üzerindedir. Onun nasıl olduğunu, ne olduğunu bilmeye imkân yoktur. Olsaydı  din bilginleri asırlar boyunca birbirine girmezdi. Tevrat'ın Tanrı ile insanı ayın şekilde tarif etmesi ne  kadar iptidai ise, dünyadan 400 kilometre yukarıya fırlatılan Rus astronotunun, uzayın sonsuz  olduğunu unutarak "uzaya çıktım ama Tanrı'yı göremedim" demesi de o kadar budalacadır.    Bilimdeki türlü ilerlemeler geliştikçe kâinatın din kitaplarında yazıldığı gibi altı günde yaratılmadığı, bu  oluşumun milyarlarca yüzyılda meydana geldiği, hele insanların 6000 yıl önce yaratılan muhayyel bir  Âdem’le hayali bir Havva'dan türemedikleri ispat olunmakta ve ilim artık, kısa ömürlü de olsa canlı  hücre yaratacak seviyeye ulaşmış bulunmaktadır.     Bütün bunlardan sonra din bir ahlak ve vicdan sistemi diye kabul edilmedikçe ilmin karşısında iflasa  mahkûm olacağı gibi Tanrı’yı insanların günlük işlerine kadar karışan bir varlık diye düşünmenin  saçmalığı kendiliğinden ortaya çıkıyor.     Bugünün din bilgileri artık dini başka türlü açıklıyor ve Tanrı'nın bazı kimselerin yani peygamberlerin  gönlüne vahiy yoluyla ilhamlarda bulunduğunu kabul ediyorlar. Din kitaplarındaki tarihi ve ilmi  yanlışları da ilhamı alanın insan olmasıyla tevil ediyorlar. Zaten böyle olmasaydı din kitapları insanlığın  sonuna kadar değişmeyecek hakikatlerle dolu olur, insanlığın geleceğini ve geleceğindeki tehlikeleri  açıklar ve mesela zararı nispeten az olan alkol haram edilirken ondan on kat tehlikeli olan tütün ve  hele eroin hakkında sükût edilmezdi. Tanrı günün birinde insanların tütünü ve eroini bulup  kullanacaklarını, bunun büyük bir felaket olduğunu bilmiyor muydu? Milyarlarca yıl sonraki kıyamet  haber verildi de neden birkaç yüzyıl sonra ki zehirlerden söz edilmedi?     Çünkü din, ilahi ilhamla olsa bile sosyal bir müessesedir ve her peygamber de nihayet kendi bilgisi ve  görgüsü kadar düzen ve yasak koymuştur.     Kumar, içki ve her türlü fuhşiyatla yozlaşmış, karılarını değiştiren ve kız çocuklarını gömecek kadar  vahşet gösteren bir toplumda Muhammed'in başka türlü davranmasına imkân yoktu. Onlara korkunç  cehennem azapları gösterecek ve dünyada doğrulukla yaşayanlara da öte âlemde köşkler, Kevserler  yiyecekler, güzel huri kızları vaad edecekti.    Fakat aydınlık kafalardaki şüphe daha başlangıcından beri hükmünü yürütmüş, bu uğurda çok insan  ziyan edilmiştir. Bir kısmı iki uç arasında bocalayarak sapıtmış, kimisi tarafından evliya, kimisi  tarafından zındık ilan edilmiş (İbnü'l Arabî), kimisi delirerek Tanrılık iddiasına kalkmış (Hallac‐ı  www.atsizcilar.com   



Sayfa 197 



  Mansur), bir kısmı da tam yobazlaşarak dini katı ve tartışılmaz kaideler manzumesi diye kabul ederek  İslamiyet’i bugünkü perişan duruma sürüklemiş ve birbirlerini tekfir etmekle ömür tüketmiştir.    Büyük İslam bilgini ve mütefekkiri diye kabul olunup kendisine "Hücetü'l‐İslam" (yani Müslümanlığın  delili) denilen Gazali (yahut Gazzali) "el‐Munkız" adlı eserinde Farabi ile İbni Sina'yı tektir etmiştir.  Hâlbuki bu ikisi yalnız İslamiyet’in değil, bütün insanlığın iki büyük dehasıdır. Aristo'dan sonra  Farabi'ye insanlığın "ikinci öğretmeni", İbni Sina'ya da "üçüncü öğretmeni" diye bakılmıştır.     Hüccetü'l‐İslam bu herzeyi yedikten sonra Hasan Bağcının Gökalp'ı da, Türkçüleri de tekfirinde  şaşılacak nokta yoktur. Gazali her şeye rağmen bilgindir. Hasan Bağcının ne olduğunu bilmiyoruz.    Yobazlara göre Tanrı, insanların ne yolda hareket edeceklerini, daha kâinatı yaratmadan önce tespit  etmiştir. Bunların hepsi Levh‐i Mahfuz'da yazılıdır (bu yazıların dili de herhalde Arapça olacaktır),o  halde insanları cezalandırma neye? Mademki insanlar Tanrı'nın iradesiyle suç işliyorlar, akılları,  fikirleri, iradeleri Tanrı'nın ezeli kararı karşısında bir işe yaramıyor, ceza neden?     Bu soruyu ben sormuyorum. 14. yüzyılda yaşamış olan İbni Yemin soruyor. İbni Yemin, Türk ırkından  bir İran şairidir. Ona göre dünya bir takım, gayesiz olayların art arda gelmesinden ibarettir. İbni  Yemin, insanların daha önce Tanrı tarafından tespit edilen şekildeki davranışları dolayısıyla öteki  dünyada sorumlu tutulmalarının hikmetini anlayamıyor.    Tekfir edilip başları belaya girmesin diye ihtiyatlı bir dil kullanmak şartıyla pek çok şair ve bilgin bu  noktaya temas etmiş, Bağdatlı Ruhi meşhur terkibi bendinde yobazları yerin dibine batırdığı gibi  şarabın haram edilmesini kabul etmemiş, hatta büyük Türk şairi Abdülhak Hamit, şaheseri olan  "Makber" de genç yaşta ölen eşi Fatma Hanım için Tanrı'yı sorumlu tutup ona isyan ettikten sonra,  Yaratanı, insanlarla oyuncak gibi oynayan ulu bir çocuğa benzetip Fatma Hanım'a:    Çıktın mı huzur‐ı Kibriyaya    Bildin mi nedir o tıfl‐ı ekber demekten kendisini alamamıştır.     Hasan Bağcı'ya göre, tabii, bunların hepsi küfürdür. Bunları söyleyenler ve Allah'ı bir yana atan  Türkçüler hep "tamu"da yanarken kendisi cennetin köşklerinde Huriler arasında zevk edecektir  (sopayla Cennet kapısında bekleyip içeriye kimseyi sokmayan Birgili'den fırsat bulursa).    Hasan Bağcı'nın hoş bir tarafı da, sanki Peygamber'in özel kalem müdürü imiş de başından geçenleri  not etmiş gibi bir kesinlikle onun hakkında bize bazı olaylar anlatmasıdır. Peygamber'le amcası Ebu  Talip’in bir konuşmasından bahsetmektedir. Acaba bunu nereden öğrendi? Uydurma hadislerden mi?  Bizi yarım münevver görüp İslami bilgilerde pek cahil sandığına göre tam bir aydın ve aydınlık kişi  olarak tanık ve kaynak göstermesi lazımdır.    Peygamber'in hayatı hakkında ilk siyer kitabını yazan İbni İshak, hicri 151'de ölmüştür. Yani  Peygamberle arasında yüzyıldan çok zaman vardır. Olmasa bile İbni İshak'ın eseri bugün ortada tam  olarak yoktur. Mevcut parçalarını İngilizler neşre hazırlamışlardı. Basıp basmadıklarını bilmiyorum.  Peygamber hakkında elimizde tam olarak mevcut eser ise hicri 213'te ölen İbni Hişam'ın siyeridir ki  www.atsizcilar.com   



Sayfa 198 



  İbni İshak'tan da bazı parçaları kendi eserine almıştır. Fakat bununla da Peygamber arasında iki asır  zaman vardır. İki asır geçtikten sonra, daha çok ağızdan toplanan söylentilere dayanılarak yazılan  tarihi hadiselerin gerçeğe ne kadar uyacağı tarih metodolojisi hakkında bir nebze fikri olanlarca  malumdur. Bu sebeple İslam tarihinin başlangıcı hakkında ortaya sürülen vukuattan çoğunun  menkıbe mahiyetinden ileri geçmediği, hele birçok kimse tarafından birbirine naklolunan hadiseler  den hiçbirisine güvenilemeyeceği ortadadır.    Peygamberin, çevresindeki ahlak bozukluğunu görerek çareler aradığını, tedbir düşünmek için dağlara  çekilip insanlardan uzakta yaşadığını ve ta eski Mısır'dan gelerek Yahudiler'e geçen "tek Tanrı" fikrini  akıl ve duygusuyla kabul ederek Arap putçuluğuna karşı çıktığını görüp anlamak için yobaz olmaya, bir  takım masallara inanmaya, eski Sümer'den ve Mısır'dan gelip Yahudiler aracılığı ile öteki milletlere  geçen inançları ilahi hakikat diye kabul etmeye lüzum yoktur. Hele Yahudi krallarını peygamber diye  Türk milletine telkin ederek milli mefahiri unutturmak suretiyle İsrailiyyatı hayat ve ahlak sistemi diye  öne sürmek milli bir cinayettir.    Hasan Bağcı bana bir tavsiyede bulunuyor: ''Lütfen Müslüman'ın kim olduğunu ciddi olarak araştırıp  öğrensinler."    Ben de kendisine Türk tarihi ve kültürünü araştırmasını, Tanrıkut Mete'nin bu milleti nasıl yarattığını,  Çiçi Yabgu'nun milliyetçiliği (yani Türkçülüğü) tarihte ilk olarak nasıl milli siyaset olarak uyguladığını,  Orkun yazıtlarında neler yazıldığını, İslamiyet’in yasakladığı güzel sanatların Uygurlarda ne derece  geliştiğini, cennet mekân Çingiz Han Hazretlerinin yasasının nasıl bir nesne olduğunu iyice  incelemesini öğütledikten sonra sorayım: Araştırmam istenen Müslüman hangi Müslüman?     Türklüğün övüncü olan Farabi mi, yoksa onu tekfir eden Gazali mi? Şehristani'nin saydığı mezheplerin  kurucuları mı, yoksa mezarları tahribe kalkan Vehabiler mi? Para vakfını küfür sayarak para vakfı (yani  tımar sistemi) üzerine kurulmuş olan Osmanlı devletini yıkmaya kalkışan Birgili öküzü mü, yoksa para  vakfedilir diye fetva vererek devleti kurtaran Ebusuud mu? Kendisini son evliya olarak ilan ettiği halde  küçük bir kıza âşık olan Muhyiddin‐i Arabî mi, yoksa Tanrı'yı haksızlığa itham ettiğini ima eden İbni  Yemin mi? Şems‐i Tebrizi için garamiyatla dolu koca bir divan yazıp aksakallı ile raks eden Mevlana mı,  yoksa onun baş düşmanı kesilen Vanlı Mehmed Efendi mi?    Birbirinin zıddı olan bu insanlardan hangisinin örnek ve esas Müslüman diye alınarak ona göre hüküm  yürütülmesi içinden çıkılmaz bir meseledir. Onun içindir ki dini sosyal bir kuruluş olarak görmek hem  gerçeği kabullenmek, hem de dini iç mücadelelerin batağına saplanmaktan kurtarmak olur. Din en  iptidai toplumlarda da vardır. Ve bu iptidai dinlerin gülünç talimatı herhalde 124.000 tane olduğu  söylenen Peygamberlerden herhangi biri tarafından öğretilmemiştir. İnsanlar akıl ve bilimde  ilerledikçe dinler de daha akli olmuş, çok Tanrı'dan iki Tanrı'ya, ikiden de bire inerek son safhasını  bulmuştur. Dini artık aklın ve ilmin kabul edemeyeceği hurafelerden, saçma inançlardan kurtararak  tamamen vicdani bir hale getirmek, üzerinde tartışmamak, bu konulardaki yayınları da yalnız  bilginlere bırakmaktan başka çıkar yol yoktur.    Peygamberler de insandır. İnsan oldukları için hataları vardır. İsa aleyhinde Batıda hayli eserler  yayınlanmıştır. Muhammed'in de peygamber olmadan önce Kureyş putlarına kurban kestiği ve Halife  Ömer'in amcazadesi Zeyd'in kendisini bundan menettiği hakkında İbni‐ İshak'ın siyer parçalarında bir  www.atsizcilar.com   



Sayfa 199 



  kayıt bulunduğu gibi (bak: İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, cilt I. s. 126) Peygamber olduktan sonraki  "Garanik" meselesi de bütün İslam âleminde meşhurdur ve tevil olarak "Şeytan, peygamberin içine  girerek onun adına öyle konuştu" demek gibi çocukça bir tevile başvurulmuştur. Peki, şeytan bu  karganmışlığı yaparken "âlim" (= her şeyi bilen), basir (= her şeyi gören) ve habir (= her şeyden haberi  olan) Tanrı ne yapıyordu? Görülüyor ki saçma sapan tevillerle beşeri zaafları örtbas etmeye imkân  yoktur.    Bunları anlatmamım sebebi şudur: Tanrı insan idraki dışındadır. Kur'an, Muhammed'in talimatıdır.  Bunun birçok delilleri vardır. Bir tanesi birçok yerinde aya, güneşe, fecre, atların köpüren ağızlarına  yemin ve and verilmesidir. Yemini kim eder? İnsan eder ve kendisinden daha üstün bir varlığın adına  eder, Tanrı yemin eder mi? Tanrı'dan daha üstün bir varlık olmadığına göre kendi yarattığı aya,  güneşe neden yemin etsin? Görülüyor ki bu yeminler Muhammed'in gönlünden ve beyninden  doğmadır ve hatta Araplar arasında İslamiyetten önceki zamanların usul ve adabınca edilmektedir.    Kur'an "âlemlerin sahibi olan Tanrı'ya hamdederim" diye başlamaktadır. Belli ki bu söz de  Muhammed'indir. Çünkü Tanrı, kendi kendisine hamdetmez. Müfessirler her ne kadar Tanrı "böyle  diyin" demek istemiştir yolunda tevillere geçmişlerse de Kur'anın sonundaki küçük sürelerde olduğu  gibi, sürenin başına bir "söyle, de ki" hitabını eklemeyi Tanrı düşünmez miydi?    Muhammed'in yirmi küsur yıl süren peygamberliği sırasında bazı ayetlerin mensuh olduğu yani  hükümden düştüğü malumdur. Demek ki yirmi yılda bile hayattaki bazı değişiklikler Tanrı buyruklarını  değiştiriyor, Tanrı eski buyruklarını hükümsüz sayarak yenilerini gönderiyor. Peki, hayatın geç ve güç  değiştiğini 14asır önceki zamanların 20 yılında bile ihtiyaçlar ve hükümler değişirken gelişmenin çok  hızlandığı daha sonraki 14 asırda değişecek hiçbir şey olmadı mı?    Bu gibi soruların sonu gelmez. Çünkü sosyal bir müessese olan din, hayatla birlikte yürür. Onu  donduran, hayatın icaplarına uydurmayarak toplumu geri bırakan yobazlardır. Yobazlık bütün  dinlerde vardır. Hıristiyanlar nasıl İsa’yı babasız doğduğu için Tanrı'nın oğlu sayarak Hıristiyanlığı bir  türlü putperestlik haline getirmişlerse, bizimkiler de Tanrının dünyayı sırf Muhammed için yarattığını  ileri sürerek aynı şeyi yapmışlardır.    Tabii bu arada hakikati görenler çıkmamış değil fakat susturulmuştur. Şehristani'nin "Mülelü  Nihel"inde sayılan mezhep ve fırkaların en makul ve ilmi olanları tutunamamış, aklı hâkim kılmak  isteyen Mutezile ezilmiş, son olarak ortada kalan Sünnilik ile Şiilik ise birbirini kırmak ve tekfir etmekle  vakit geçirmiştir. Nerde kaldı İslam kardeşliği? Bunların acaba hangisi doğru?    Kimisi tarafından tekfir edilen, bazılarınca büyük bilgin ve mutasavvıf olduğu kabul edilen meşhur  Siavnakadısıoğlu Bedreddin, "Varidat"ında, cennet, huri ve köşk meselelerinin cahillerin sandığı gibi  olmadığını söyleyerek söze başlar ve adeta bugünün ilmi kafasıyla konuşarak kâinat, hayat ve ahiret  meselelerini izaha çalışır. Onun idamının bu dini içtihadından mı, yoksa siyasi sebeplerden mi olduğu  ayrı bir meseledir. Kâinatın kadim (yani başlangıçsız) olduğunu kabul etmekle de İslamiyet’e tamamen  aykırı bir fikir ileri sürmekte ve bunu İslamiyetle bağdaştırmak için kendi kendisini bizzat yarattığını;  çünkü varlığını Tanrı'ya borçlu olduğunu söylemektedir. Tanrı'nın mutlak kudretini, ancak eşyanın  istidadında olanı istemek ve yapmak şeklinde düşünmektedir. Yani ateş, Tanrının iradesiyle insanı  dondurmaz, ancak yakar. Bunun gibi Bedreddin ahireti de kabul etmemekte, âlem ezeli ve ebedidir  www.atsizcilar.com   



Sayfa 200 



  demek istemektedir. Kıyamete inanmadığı için cesetlerin tekrar birleşip insan olacaklarına kail  değildir. Bütün insanlar mahvolsa bile toprağın tabiatı icabı yine bir insan nesli türeyeceğine  inanmaktadır. Cennet ve cehennemi, şeytan ve meleği herkesin anladığı manada kabul etmeyip  melekleri tabiat kuvvetleri olarak görmekte, hatta peygamberler de bunu bu manada kullanmıştır  diye iddia etmektedir.    Demek ki din hakkında, din bilginleri tarafından birbirine zıt yüzlerce, belki binlerce fikir ileri sürülmüş  ve bunların hepsi senet olarak Kur'an ve hadisleri kullanmıştır. Arapçanın elastiki bir dil olması, bir  kelimenin bazen birbiriyle ilgisi olmayan birçok manaya gelmesi, hatta tam zıt anlamda kullanılması  (mesela "Mevla" kelimesi hem "efendi", hem de "köle" demektir) Kur'anı anlayışta ihtilaflar  doğurmuş, yazılan muteber pek çok tefsire rağmen meseleler çözülememiş, Müslümanlar fikir ve  kanaat birliğine varamamıştır.     O halde bunun tek çaresi, dini şahısların vicdana bırakarak teferruatla uğraşmamak, birbirinin inanç  ve tefsirine, anlayışına karışmamaktır.    Hasan Bağcı, makale serisinin sonuna Türkçüleri ilzam etmek için üstadları Necip Fazıl Kısakürek'in bir  parçasını almıştır. Biz o üstadı tanırız, 1945'te meşhur Irkçılar‐Turancılar davasından beraat ettiğimiz  zaman biz Türkçüleri evine davet ederek mükellef bir rakı ziyafeti çekmiş ve kurucusu olduğu Büyük  Doğu Derneğiyle birleşmemizi teklif etmişti.    Necip Fazıl iyi bir nesircidir. Fakat hiçbir yüksek okuldan mezun olmadığı için bir fikir tartışmasında  ondan parçalar alıp tanık diye kullanmak doğru olmasa gerektir. Dışardan delil göstermek hususunda  ben de kendisine bir profesörün, Prof. Dr. İlhan Arsel’in yazısıyla mukabele edersem herhalde daha  kuvvetli bir tanık göstermiş olurum. 18 Ağustos 1970 tarihli Cumhuriyette Prof. İlhan Arsel "Viyana  Kapıları" başlıklı yazısında şöyle diyor:    Türk'ün bütün yenilgilerini, bütün gerilemelerini, dertlerini bizim gericimiz imansızlığa veya şeriattan  uzaklaşmaya hamleder; zanneder ki, Türk, sorulaştıkça, yani İslam’ın dondurulmuş esaslarına gözü  kapalı uydukça, yani fanatikleştikçe gelişir, zaferlere erişir hidayete yetişir. Bunlar Türk'ü başarıya  kavuşturan tılsım. Şeriata yaklaştıkça, dinin kat'i kalıplarına saplandıkça, yani hür iradesini terk  ettikçe, yani çöl şartlarına büründükçe, yani ilkelleştikçe Türk, ona göre, şan ve şerefe kavuşmuştur,  büyümüştür, fetihler yapmıştır ve taa Viyana kapılarına gitmiştir. Ağzından eksik etmediği slogan  budur. ''Viyana kapılarına nasıl gittik? Neyle gittik? Çarşaflı anaların evlatlarıyla değil mi?" Kendi kara  cehaleti içerisinde bu milletin gerçek felaketlerinin nedenlerini anlayacak ve kavrayacak yeterlikten  yoksundur ve yoksun olduğu içindir ki başka soru sormaz kendi kendisine… Türk yavrusunun beynini  körletici medrese eğitimi kurmak, kişileri hür irade verilerine değil de hiç değişmez ilahi emirlere göre  robot misali yaşatmak, kadını çarşafa ve çuvala tıkmak ve toplumdan atmak ve buna benzer daha nice  ilkel usu1lerle şeriat düzenini ihya edip bu güzel ülkeyi Yemen örneği Arap ülkelerine benzetmek...  Budur gericinin istediği... Budur onun gayesi... Ve bunda başarı sağlamak için uydurduğu masallar da  hep imansızlık bahanesi ile oturtulmuştur.     Viyana kapılarına iman sayesinde, şeriat düzeni sayesinde gittik diyenlerin bir hatası var ki o da şu:  Osmanlı devletinin yükseliş ve çöküş nedenlerini araştırmamak. Eğer biraz zahmete katlanıp okusalar,  araştırma yapsalar ilmi esaslara göre derinlemesine inebilseler ve yükselişin ve bu alçalışın  www.atsizcilar.com   



Sayfa 201 



  temellerinde gericinin zannettiği ve zannettirmeye çalıştığı gibi şeriata bağlılık nedenlerinin  yatmadığını göreceklerdir. Şeriata bağlılık değil, aksine, şeriata bağlı olmamak, yani akılcı olmak  nedenlerinin yattığını anlayacaklardır. Kanuni Süleyman'a gelinceye kadar ilk on padişahın hayatını ve  icraatını tetkik etsinler kâfi. Eğer Birinci Muradlar, Fatihler ve Süleymanlar şeriatın bütün gereklerini  yerine getirmeye kalksalardı imparatorluk kurmak şöyle dursun, fakat Uç Beği olmaktan ve aşiret  halinde yaşamaktan kurtulamazlardı. İlk padişahlar her ne kadar insan varlığına fazla değer veren  kimseler olmamışlarsa da (ki bu onların affedilmez kusurudur), şeriatın akla ve hele çıkarlarına aykırı  yasaklarına aldırış etmekten kaçınmışlar ve kendi hür iradelerini ilahi emirlerin üzerine  çıkarabilmişlerdir. Şeriatın kaçamaklarından yararlanmakla kalmamışlar, fakat şeriatın kat'i ve  değişmez kabul edilen hükümlerine karşı açıkça cephe almışlardır. Daha açıkçası Kur'anın emirlerine  karşı gelmişler ve ancak bu suretle o muazzam başarılarına kavuşabilmişlerdir. Nitekim Yeniçeri  teşkilatı, yani devşirme sistemi (Hıristiyan çocukların zorla Müslüman yapılarak yetiştirilmesi)  Kur'anda yazılı hükümlere rağmen, yani bu emirlerin bertaraf edilmesi suretiyle kurulabilmiştir. Fatih  Sultan Mehmed, dindar bir padişah olmakla beraber ''her ilim Kur’anda mevcuttur, başka kitaba  hacet yoktur" diye müspet aklı, ilmi ve fenni bir kenara bırakmış değildi. Kur'an ve şeriatın diğer  kaynakları, onun indinde, gerçeklerin tek kaynağı değildi. Bilakis çoğu zaman şeriat hükümlerini  yetersiz görerek aklın ve mantığın icaplarına göre hareket etmesini bilmişti. Şeriat esaslarına göre zina  fiilinin cezası ya falaka veya ölüm olduğu halde, o kendi yayınladığı kadar kanunnamelerle, erkeğin  zina fiili için para cezası ihdas etmiştir. Gerçi din adamları ona Kur'anın ve şeriatın "Resim yasakları"  ile ilgili hükümlerini gösterirlerken ve bu hükümlerin softaca savunmasını yaparken o, İtalya'dan  ressam getirerek (Bellini'yi) kendi portresini ve resimlerini yaptırmıştır...    Bu tanımadığım profesörün sözlerine bir şey de ben katayım: Fatih'in kanunnamesindeki "kardeş  öldürme" maddesi de İslam esaslarına tamamen aykırıdır. Fakat devletin yaşayabilmesi için başka  çare göremediğinden bu merhametsiz hükmü kanunnamesine koymuş, din adamları da işi kitabına  uyduruvermişlerdir.    Hiç şüphesiz bir profesörün fikirleri Üstad Necip Fazıl'ın yazılarındaki hükümlerde daha ilmidir. Necip  Fazıl’ın şaheseri dine, diyanete vesaireye karışan yazılan değil, "Kadın Bacakları" hakkındaki nefis  manzumesidir.     Şimdi biz de Hasan Bağcıya bir tavsiyeyle sözümüzü bitirelim: İslam’ın ilk buyruğuna uyarak okusun.  Okusun ama artık allamesi olduğu din kitaplarını değil de, biraz da Türk tarihini incelesin ve eğer Türk  ırkındansa, kendi atalarının kimliğini biraz öğrenerek Türk olmanın gururuna ersin.     ÖTÜKEN, 1970, Sayı: 11     



HATIRATIMSI BİR YAZI SERİSİNDE KARANLIK NOKTALAR     Nadir Nadi, 21/Haziran/1964' ten beri Cumhuriyet'te "Perde Aralığından" başlıklı bir yazı serisi  yayınlıyor. Uzun zamandır Cumhuriyet'te yazılarının çıkmayışı bir takım söylentilere yol açan yazıcının  bu serisi bir nevi hatırattır. Yalnız, hatıratlarda bulunması gereken kesin kronolojiden ve aydınlıktan  yoksun olduğu, birçok bölümleri muharririn zayıf hafızasına dayanarak yazıldığı için buna hatırat  yerine hatıratımsı yazı demek daha uygun olur.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 202 



  Bu hatıratımsı seri bir bakıma yakın geçmişimiz hakkındaki bilgilerimizi altüst, edecek mahiyettedir.  Biz, muharririn babası olan Cumhuriyet gazetesi kurucusu Yunus Nadi'yi, bugün de birçoklarını  gördüğümüz alelade bir başyazar sanıyorduk. Nadir Nadi'ye inanmak caizse Yunus Nadi büyük çapta  bir adamdır ve Kurtuluş Savaşı'nın birinci sınıf tiplerindendir.    Türkiye Cumhuriyeti'nin diktatörlük çağı olan ilk iki başkan zamanında, Atatürk ve İnönü ile eşit şartlar  içinde tartışılamadığı, tartışılamayacağı tarihi bir bedahettir. O çağın şartları ve psikolojisi buna  elverişli değildir. Hatta Türkçülerin kafa tutması da otoriteye doğrudan doğruya değil de komünizmi  korur bir durum aldıkları için bilvasıta olmuştur.    Böyle olduğu halde Nadir Nadi babasını Atatürk'le aynı hizada bir adam gibi göstermekle bizi  hayretler içinde bırakıyor ve ister istemez "acaba hatırında yanlış olarak mı böyle kaldı" diye  düşündürüyor. Fazla olarak acayip üslubu, sentaks bakımından yanlış cümleleri ve uydurma kelimeleri  de telif zaafını büsbütün arttırıyor. Mesela 29 Ağustos 1964 tarihli tefrikada (orta sütunun ortasına  yakın) bulunan şu cümleye bakın:    Dışarıya hoş görünmek amacıyla içeride başvurulan biçimsel rejim değişiklikleri ne halkın yaşama  düzeyini yükseltmeye yaramış, ne de milli savunma gücümüzü arttırmıştı.    Yazarın kastı ne olursa olsun, bu cümle sadece komikseldir.     Muharririn garip tarafları yazısından fikrine de bulaşmıştır. Babasının Cenevre'de ameliyat olurken  ölmesini anlatırken bu ölümün ona yakıştığını söyleyerek kendi tabiriyle "bıçak altında" olan bu  ölümü adeta kahramanlık gibi göstermesini yadırgamamak elden gelmiyor. Hatta düşman Ankara'ya  yaklaşırken Yunus Nadi'nin ailesiyle birlikte Kayseri'ye kaçışını "hatt‐ı müdafaa yoktur, sath‐ı müdafaa  vardır" düsturu ile açıklamaya kalkışmak da, muharririn deyimi ile söyleyelim, biçimsel bir şey  olmuyor.    Serideki bütün yadırganacak noktaları sıralarsak yazımız uzar. Nadir Nadi'nin yazıları arasında en  yadırganacak nokta, Yunus Nadi'nin Atatürk ile iki ay dargın kaldığı hakkındaki sözleridir. Dargınlık eşit  kimseler arasında olacağına göre bu iddiaya inanmaya imkân yoktur. Aynı mecliste bulunmak, yani  sofrada oturmak eşitlik sağlasaydı Cevat Abbas'ın, Recep Zühtü'nün, Kılıç Ali'nin de Atatürk'le eşit  olması icap ederdi. Şunu asla unutmamak lazımdır ki; ikisi de ormanda yaşadığı halde kurt ve tavşanı  ölçüştürmeye kalkışmak ancak gülümsemeye yol açar.    Bu yazılarda aşırı, fakat gizlenmek istenen bir tarafgirlik olduğu muhakkaktır. Necmettin Sadak'la  Nurullah Ataç'tan başka herkesin yerilmesi bunu gösteriyor. İnönü'ye karşı şuuraltında yerleşmiş bir  hıncın izleri de, ne kadar saklansa, belli oluyor.    Tam manası ile objektif olmanın imkânsızlığını kabul ederiz. Fakat okşar gözüküp Yahudi muştası  atmak bu türlü yazıların değerini çok azaltır. Hâlbuki bu hatıratımsı yazılarda kimsenin bilmediği  tarihe ana kaynak olacak küçük bilgiler de var. Mesela Celal Bayar'ın altı oklu bayrağı milli bayrak  yapmak istemesi hakkındaki satırlar bu nevidendir. (31 Ağustos 1964 tarihli tefrika, orta sütun) Bayar  hayatta olduğu için bu yazının önemi çok büyüktür. Doğru değilse yalanlanabilir.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 203 



  İşte bütün bu sebepler dolayısıyla, hatıratımsı yazıların değerini arttırmak, tarafgirlik izlerini silmek  için Nadir Nadi'nin aşağıdaki soruların cevaplarını vermesi gerekmektedir:     1) Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'da kurulmuş olan Yeşil Ordu teşkilatının programı, Yunus  Nadi'nin çıkardığı Yeni Gün gazetesinde yayınlanmış, maksat ve gayenin propagandası yapılmış mıdır?     2) Bu Yeşil Ordu teşkilatı içinde Yunus Nadi'nin mevkii ne idi?    3) Yeşil Ordu teşkilatına: "Yeşil Ordu teşkilatı lağvedilmiştir. Bunun yerine Türkiye Komünist Partisi  kurulmuştur. Teşkilat mensupları bu yeni partiye geçecektir" diye Yunus Nadi imzalı ve şifreli telgraf  gönderilmiş midir?     4) Kafkasya'da, Enver Paşa'nın idaresinde Müslümanlardan mürekkep Yeşil Ordu adında bir kuvvet  kurulup Anadolu'ya gelmesi için çalışılmış mıdır?     5) Sakarya Savaşı sıralarında Mustafa Kemal'e büyük yetkiler verecek kanun tartışılırken Yunus  Nadi'nin "Mustafa Kemal kabul etmezse biz bu mesuliyeti yüklenecek başka bir kumandan buluruz"  anlamında sözler söylediği Nadir Nadi tarafından ileri sürülüyor. (26/Ağustos/1964 tarihli tefrikada)  ve Nadir Nadi bunun, olayları hızlandırmak, yani Mustafa Kemal'i kabule icbar etmek için söylendiğini  iddia ediyor. Bu iddia üzerinde şiddetle durmak gerekiyor. Kurtuluş Savaşına herkesten önce başlayan  ve elinde maddi kuvvet bulunan tek kumandan Kazım Karabekir Paşa olduğu halde o bile Mustafa  Kemal'in şefliğini kabul etmişti. Fevzi Çakmak Paşa da Mustafa Kemal'den çok kıdemli ve yüksek  rütbeli olduğu halde o da onun emrine girmişti. Böyle olduğu halde Yunus Nadi, Mustafa Kemal'in  yerine kimi bulup koyacaktı? Eski bir İttihatçı olan Yunus Nadi, Mustafa Kemal'in yerine kimi bulup  koyacaktı? Eski bir İttihatçı olan Yunus Nadi'nin "başka bir kumandan buluruz" diyerek Kafkaslarda  bekleyen Enver Paşa'yı kastettiğini söyleyenler var. Bu doğru mudur?    Bu soruların cevaplan doğru olarak verilir ve yazı serisi düzgün ve normal bir Türkçe ile yazılırsa,  karanlıklar ışıklandırılmış olacağı için tarihi bir değer kazanacaktır.     Ötüken, 12 Eylül 1964, Sayı: 9      



KONUŞMALAR 1     Bütün dünya ile birlikte Türkiye de büyük ve düşündürücü bir değişiklik içindedir. Çünkü bu değişiklik  daha çok olumsuz yönlere doğrudur.    Türkiye, çağdaş devlet olmaktan çıkmıştır. Devletin tarifi nedir? Bir vatandaş teşkilatlanmış bağımsız  bir millet, değil mi? Türkiye bu tarife uymuyor.    Bir kere bu vatandaki millet teşkilatlanmış değildir. Teşkilatlanmış demek bazı ana ilkeleri kabullenip  benimsemiş, o ilkeler içinde disiplinli, değer hükümleri belli topluluk demektir.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 204 



  Bu vatandaki millet hangi ana ilkeleri kabullenip benimsemiştir? Hiç! Cumhuriyetçilik, Kemalizm,  Laiklik, Müslümanlık, Nurculuk, Sosyalizm, Komünizm, Türkçülük, Anadoluculuk, Demokrasi, Faşizm  ve daha ne varsa bu millet bunlardan bir tekinin çevresinde bile toplanmış değildir.    Ya değer hükümleri? O da öyle... Ahlak nedir? Ahlaksızlık nedir? Hürriyet nedir? Zevk nedir? Belli  değil...    Bundan dolayıdır ki Türkiye bir karnaval manzarası göstermektedir. Herkes kendi ilkesine ve değer  yargısına göre davranınca da ortada disiplin diye bir şey kalmamaktadır. Disiplinsiz bir topluluk ilkel  bir topluluktur. Zenci oymağı veya Avustralya yerlileri gibi.    Bu görünüş büyük bir hastalığın belirtisidir. Bütün büyük hastalıklarda olduğu gibi türlü türlü araz  göze çarpmaktadır. Teşhis doğru konmazsa tedavi fayda değil, zarar verir. Galiba Türkiye bu  durumdadır.    Türkiye'nin illetlerinden birisi bir takım azınlıkların bulunması ve bunların bugünkü aşırı hürriyetten ve  dış desteklerden faydalanarak kendi milliyetçiliklerini kendi çaplarında yürütmesidir. 8 Ocak 1967  tarihli Cumhuriyet gazetesindeki bir haber bu bakımdan çok dikkat çekicidir. Haber aynen şöyledir:     Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve beraberindekiler dün Gaziantep'e gelmişlerdir. Yol boyunca halk  Cumhurbaşkanına büyük ilgi göstermiş ve tezahürat yapmıştır. Ankara‐Reyhanlı yolu üzerinde  İsmail Barak isimli bir işçi, Cumhurbaşkanına hitaben "gelişinizi dört gözle bekliyorduk. Buradaki  idareciler Araplar'a toprak dağıtıyor, Türkler'e vermiyor" demiştir. Bunun üzerine Sunay kendisine  "Türk topraklarında yaşayan herkes Türk'tür. Türk, Arap diye bir şey yoktur. Türk olmayan varsa  gidebilir" cevabını vermiştir. Cumhurbaşkanı daha sonra Kilis'e uğramış, oradan da Gaziantep'e  gelmiştir.    Devlet Başkanı bu cevabı ile Türkiye'deki halkın tek millet olduğunu belirtmek istemiş olsa gerektir.  Fakat bu cevap gerçeğe uymadığı gibi Türkleri yani vatanın asıl sahiplerini kıracak ve Araplar'ı  şımartacak niteliktedir. "Türk topraklarında yaşayan herkes Türk'tür" demekle iş bitseydi bunu tesbih  çeker gibi milletçe her gün tekrarlar, dururduk, fakat gerçek şudur ki Türk topraklarında yaşayan  herkes Türk değildir. Türk, Arap diye hatta kürt, Zaza diye, şu ve bu diye 20 millet vardır ve bunlar  Türk olmadıklarını bildikleri gibi Türklüğe mal olmamak için de kendi aralarında dayanışmalar  kurmuşlardır.    Cevdet Sunay'a dert yanan İsmail Barak, soyadına göre o bölgedeki Barak oymağından bir Türkmen  olacaktır. İhtimal, bölgedeki Arap ırkından idarecilerin veya oy avcısı partizanların haksızlığına kurban  giderek kendi devletinin başkanından derdine em istemiştir. Fakat em bulmak şöyle dursun, büyük bir  ümit kırıklığı içinde şaşkına dönmüştür.     Nedense ırkçılıktan hiç hoşlanmayan ve bunu tanınmış siyasilerden birine "ırkçılık başka ırktan  olanları gücendirir" diye açıklayan Cevdet Sunay’dan biz başka türlü bir davranış beklerdik. İsmail  Barak'ı sorguya çekerek Araplar'a toprak dağıtan idarecileri tespit etmesini ve haklarında kovuşturma  yapılması için hükümete direktif vermesini beklerdik.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 205 



  Bu yapılmamıştır. Yapılmadığı için de o bölgedeki idarecilerin Türkler aleyhindeki işlemleri sürüp  gidecektir.    Atatürk olsaydı o türlü idarecilerin külünü havaya savururdu. Fakat yıllardır memlekette zorla estirilen  ırkçılık düşmanlığı, kafalara o türlü işlemiştir ki Türk'le Türkî olmayan arasında bir anlaşmazlık çıktı mı,  en doğru çözüm yolu Türk olmaya tutmakta bulunuyor.    Cevdet Sunay'ın "Türk topraklarında yaşayan herkes Türktür" demesi Türk milletinin asla kabul  edemeyeceği bir düşüncedir ve birçok haklarından vazgeçmiş, birçok gerçekleri kavrayamamış  olmasına rağmen onun çok duygulu bir yönünü incitecek bir sözdür. Bilindiği gibi Türk topraklarında  birçok Çingene vardır. Ve bunların şehirlileşmiş olanları kendi dillerini unutup Türkçe konuşur  olmuşlardır. Böyle olduğu halde Türk milleti, Çingeneler'i daima aşağı görmüş, onlarla karışmaktan  korku derecesinde çekingenlik göstermiştir.    Anayasanın hükümleri ne olursa olsun, modern millet tarifi için ne uydurulursa uydurulsun, Türk  milletinin vicdanına Çingeneler'in Türk olduğu inancı kabul ettirilemez. Burada Yassıada  duruşmalarının bir safhasını hatırlatacağım:     Adalet Divanı Başkanı Salim Başol, Demokrat Parti'nin sanıklarını sorguya çekiyordu. Bunlar, İsmet  Paşa İstanbul'a gelirken onu zorbalıkla döndürmek, belki de öldürmek istemekten sanıktılar.  Demokratlardan biri kendi semtindeki Çingeneler'i de bu komploya sokmuştu. Salim Başol sordu:  "Hem de Çingeneleri işe karıştırmışsın. Onlar da vatandaş ama Çingene... Buna utanmadın mı?" Yani  bir kanun adamı bile kanunu yürürlüğe koymak işiyle uğraştığı bir sırada Çingene'yi gayet aşağı  bulmaktan kendini alamıyordu. Çünkü bu düşünce, bu inanç yüzyılların ürünüdür. Kanunla, nizamla,  demeçle beyinlerden ve gönüllerden silinmez.    Demokrasi sayesinde şimdi bu Çingeneler de birinci sınıf vatandaş olmuştur. Gerçi onların  memleketteki işi hırsızlık ve yankesicilikten ibarettir ama kanun karşısında vatandaşlar eşittir ve  devletimiz sosyal bir devlettir. Bir değişiklik yapılmadığı takdirde, önümüzdeki yüzyılda Çingenelerden  en yüksek kademelere kadar yükselecek kimselerin çıkması elbette mümkündür.    Bir süre önce İstanbul'da Milliyetçiler Kurultayı diye toplanan ve birçok yobazlarla Anadolucuların da  katıldığı bir curcunada yontma taş çağından kalma bir yobaz, sözde müslümancı1ık yaparak "ben hilali  bir Çingene ile de yükseltebilirim" demişti. Milli haysiyetsizliğin böylesi görülüp işitilmiş değildir.  Türkçüler, Çingene'yi Türk'le eşit tutan bir İslamiyet’i reddettikleri gibi böyle bir demokrasiyi de  tanımazlar.    Bu Çingeneler, toplum ahlakını bozacak hangi işler varsa onda ustadırlar. İstanbul polisinin başına  bela olan Hacı Hüsrev Mahallesi bunlarda doludur. Bunların kadın ve kızları profesyonel  yankesicilerden mürekkeptir. Yedi yaşındaki kızlarının resimleri defalarca gazetelere geçmiştir. Yedi  yaşındaki çocuğa ceza verilemediği için küstahlıklarına son yoktur. Ceza ehliyeti olan büyükleri ise bu  işi daima gebe iken yaparlar. Gebe kadın da tutuklanamaz. Böylelikle İstanbul'da bir Çingene  saltanatıdır gider.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 206 



  İşin daha kötüsü bunların gebe takımından çocuk hırsızlığı cinayetidir. Bu hırsızlıkların kaç tanesi  gazetelere geçmiştir. Son olay da 5 Mart 1967 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer almıştır. Ankara'da  Hacı Bayram Camisi civarında 4 yaşındaki Şükrü'yü kaçıran Çingeneler yakalanmıştır. Heriflerdeki  hukuk ve kanun bilgisi yamandır. Kaçırmadık, hoşumuza gittiği için sevmek istedik, korktu, bağırdı  diyeceklerdir. Dört yaşındaki çocuk, maksadını iyice anlatamayacağı, tam görgü tanığı bulunmadığı  için bu Çingeneler beraat edecek ve tabii bu kararı "yaşasın Türk adaleti" diye bağırarak  karşılayacaklardır. Şükrü böylelikle kurtulmuş olacaktır ama birkaç yıl önce kaybolan zavallı Ayla'dan  ses seda çıkmamıştır.    Bir görüşümü de ben anlatayım: Her yaz olduğu gibi geçen yaz da Anadolu yakası banliyösünün türlü  yerlerinde gözüken Çingeneler arasında, Küçükyalı istasyonunda gördüğüm 15–16 yaşlarındaki bir kız  şiddetle dikkatimi çekti. Çünkü bu kız sapsarı saçları, masmavi gözleri ve bembeyaz teni ile "ben  Çingene değilim, kaçırılmış bir kızım" diyordu. Ama ne yazık ki artık Çingene olmuştu.    Şimdi, Türkiye'nin düzenini ve ahlakını bozan bu Çingeneler için bir teklif yapsam da: "Bunların hepsi  anayurtları olan Hindistan'a sürülsünler, Hindistan kabul etmezse Hakkâri vilayetinde toplanıp  yapabilecekleri işlerle uğraşmaya mecbur tutulsalar, yolları sayılı olan o dağlık bölgeden kaçmaları  mümkün olmadığı için eğitim ve disiplinle adam edilseler" desem tabii derhal kıyametler kopar ve  "insan hakları", "anayasa hukuku", "özgürlük", "demokrasi", "cumhuriyet", "vatandaşlık" gibi  tekerlemelerle faşistliğimiz ve ırkçılığımız tekrar yüzümüze çarpılır, anayasa bilginleri olarak  İstanbul'da Ali Fuat Başgil ve Tank Zafer Tuna’ya, Ankara'da Bülent Esen bir hamaset heykeli gibi  karşımıza dikilir.     Oysaki ancak 50.000 geri Kürd'ün yaşadığı ve Barzani'ye silah kaçakçılığı yaptığı o geniş bölgeye  Çingeneleri de yerleştirip kaynaştırsak gelecek yüzyılda kim bilir ne insan güzeli vatandaşlar  kazanırdık. Irkçılık düşmanları bu insan güzelleriyle evlenerek Hilali yükseltirlerdi.     Tabii bu bir fantezidir. Fakat fantezi olarak kalacağı için Çingeneler, yurdu her bakımdan bozmakta  devam edecekler ve mesela Batı Anadolu'nun bir şehrindeki hapishanenin 49 mahpusundan 48  tanesinin Çingene olması gibi karakteristik olayılar eksik olmayacaktır.     Fakat Türkiye'deki azınlıklar yalnız Araplar'la Çingeneler değildir. Bir de kürt vatandaşlarımız vardır ki  sayı bakımından hepsinden üstün ve dışardan desteklenmesi bakımından hepsinden talihli olduğu için  üstünde durulmaya değer.    Şimdiye kadar gelip geçen hükümetler gibi avcı görmüş devekuşu rolüne girmemek ve  göremeyenlerle işitmeyenleri ve uyuyanları uyarmak niyetinde olduğum için gerçekleri açıklamakta  pervam olmayacak.    kürtler, Türk veya Turanlı değildir. Buz gibi İranlıdır. Konuştukları dil bozuk, ilkel bir Farsçadır. Tipleri  de öyle. Aralarına karışmış az sayıda Türkler'in bulunması veya dillerindeki kelimelerden çoğunun  Türkçe olması bu gerçeği değiştirmez. İngilizcedeki kelimelerden çoğunun Normal istilası hatırası  olarak Fransızca olması nasıl İngilizleri Fransız yapmıyorsa, dokuz yüzyıllık Türk hâkimiyetinin kürtçeye  doldurduğu Türkçe kelimeler de onları Türk yapmaz. Dilin hangi aileden olduğu kelimeleriyle değil,  yapısıyla ölçülür. Bu bakımdan kürtler batı dağlarında kalmış bir takım Farslardır. Zaten birbirince  www.atsizcilar.com   



Sayfa 207 



  anlaşılmayan dört beş ağızIa konuşan ve kendilerini Kırmanç ve Zaza diye iki gruba ayıran bu  toplulukları "kürt" diye birleştiren bizleriz.    İstatistiklerimiz kürtleri bir buçuk milyon olarak gösteriyor. Gerçekte biraz daha fazladırlar. Çünkü  istatistiklerimiz ırkları anadillerine göre ayırmakta olup İstanbul gibi bazı batı şehirlerimizde oturup  anadilini unutan veya kürt olmaktan utandığı için kendisini "Türk" diye yazdıranlar da hesaba katıldığı  takdirde iki milyon kürt olduğu kabul edilebilir.    Cevdet Sunay'ın "Türk topraklarında yaşayan herkes Türk'tür" demesine göre bu dağlı  vatandaşlarımızın da Türk olması gerekir. Değildir. Ama haydi kendimizi zorlayarak Türk'tür diye kabul  edelim. Bir tarih öğretmeninin bıkıp usanmadan söylediği ve yazdığı uydurmaları kabullenerek dağlı  vatandaşlarımız da Türk'tür diyelim. Diyelim ama neyleyelim ki onlar bunu kabul etmiyor.     Kabul etmediklerine tanık ararsanız: Biri kürtçülük dolayısıyla tutuklanıp mahkemeye verilenler ve  kanunun yetersizliği yüzünden beraat edenler; biri İstanbul'daki Site Talebe Yurdundaki olaylar; biri  de 1966'nın Ağustos, Eylül, Ekim, Kasım aylarında 4 sayı çıkıp kapatılan "Yeni Akış" dergisi. Daha da  var ama onlara lüzum yok.     Ben "Yeni Akış" dergisi üzerinde duracağım:     Yeni Akış dergisi, bugünkü kanunlarımızın yetersizliğinden ve 27 Mayıs ak devriminin getirdiği aşın  özgürlük havasından faydalanarak kürtçülük yapan bir dergiydi. kürt davasını kürt kurnazlığı ile  Türkiye'nin doğu illeri davası halinde sürüyor ve birçok akılsız Türk'ü de böylece avlamasını biliyordu.  Kendilerini haklı gösterecek kozları vardı: doğu ihmal olunmuştu. Fakat bunun kasıttan değil,  imkânsızlıktan doğduğunu bilmemezlikten geliyordu. Bütün Türkiye ihmal olunmuştu. Kalkınma;  tarihi, coğrafi ve iktisadi sebeplerle batı illerinden başlıyor, doğuya doğru yayılıyordu. Bunda devletin  hiçbir art niyeti yoktu. Ovadaki "Aydın" ili ile dağdaki 'Tunceli" iline kültür ve medeniyet eşit çabukluk  ve yoğunlukla götürülemezdi. Bundan, başka "Türk" en azından 23 yüzyıllık bir kültürün, teşkilatın,  bağımsız devletin mirasçısı idi. "kürt" neydi? Daha ortak bir dilleri bile olmayan bu devletsiz,  kültürsüz, mazisiz kalabalık, cihan devleti kurmuş Türk'le âşık mı atacaktı? Evet, Yeni Akış dergisini  çıkaran Türk tebaası kürt milliyetçileri bunu istiyorlardı. Dergilerinin ilk iki sayısında biraz ihtiyatlı  davrandıktan sonra Türk hükümetinin müsamahalı durumunu görerek üçüncü sayıda baklayı  ağızlarından çıkardılar: kürtçe yayın istediler. Hatta Kurtuluş Savaşının zaferle bitmesini ve  cumhuriyetin kurulunu belirtmek için anayasayı zorlamaya başladılar. Ekim 1966 tarihli olan bu  üçüncü sayısının son kapak sayfasında iki tane kürtçe manzume (!) yayınladılar. Bunlardan birini yazan  Kemal Badıllı bugün mebustur. Partisine uğurlu olsun.    1966 Kasımında çıkan 4. sayıda ise kürtçe şiirler artık derginin içine girdi ve radyonun da kürtçe yayın  yapması istendi. Son kapak sayfasında ise bu safer notalı bir kürtçe manzume bulunuyordu. Makaleler  solların ağzı ve taktiği ile yazılıyor, Türkiye'deki "Halklara" eşitlik isteniyordu. Yazamadıkları, fakat  şurada burada söyledikleri, bize kadar gelen düşünceleri şuydu: Türkiye'de 11 milyon kürt vardır.  kürt'ten her meslekte mühim adamlar yetişmiştir. Bu şartlar altında neden devletimiz olmasın?     kürt devleti olamazdı. Çünkü Kürtler millet değildi. Farslar'ın dağlı ve ilkel bir kolu idi. Türkler'e göre  Yörükler ne ise, Farslar'a göre de kürtler o idi. Şu farkla ki Yörükler sosyal seviye bakımından kürtlerle  www.atsizcilar.com   



Sayfa 208 



  ölçülemeyecek kadar üstündürler. Yörüklerden "Yörük Ali Efe", ''Demirci Efe" çıkmıştı. Daha önce de  "Çakırcalı Efe" çıktığı gibi. Bunlar birer kahramandı. İlk ikisi Yunan'a karşı, daha eski olan üçüncüsü  hükümet hizmetinde olan Arnavutlar'a karşı savaşmıştı. Ya kürt'ten kim çıkmıştı? Koçero, Hamido,  Hakimo veya Tilki Selim. Yani düpedüz adı eşkıyalar, katiller ve hırsızlar...     Nitekim Farslar'ın da kürtler hakkındaki düşüncesi pek olumsuzdur. Farsça‐Türkçe bir sözlük olan  Burhan‐ı Kaatı tercümesinde (481. sayfa) kürtler hakkında şu beyti vardır:    Kesafetta‐yi âlem gird kerdend     En anha misiriştend, Kürd kerdend.     Bunun Türkçesi şudur: ''Dünyanın kabalıklarını topladılar; karıştırarak onlardan kürt yaptılar."  Bunun altında da Türkçe olarak şu ibare: “Vakıa, bizim semtlerde mem'iyyetleri olmağla daire‐i  insaniden hariç kavimlerdir"    Bu ibarenin, müellif olan Ali bin Halefe mi, yoksa mütercim olan Ahmed Asım'a mı ait olduğu belli  değildir.     Arslan hükümetimiz Yemliha uykusundan uyanıp bu dergiyi kapatmasaydı arkadan Kürdistan  haritaları, bayrakları, milli marşları ve anayasalarının geleceği muhakkaktı.    Şimdi, bu manzara karşısında Türk Devleti Başkanının "Türk topraklarında yaşayan herkes Türktür"  demesi boşuna bir iyimserlik olarak kalmıyor mu idi? Orası öyle idi ama son cümlesi de çok güzel ve  yerinde idi: ''Türk olmayan varsa gidebilir.''    Evet... kürt kalmakta direnir, dört beş bin kelimelik o iptidai dilleriyle konuşmak, yayın yapmak, devlet  kurmak istiyorlarsa gidebilirler. Biz bu toprakları oluk gibi kan dökerek; Gürcüler’in, Ermeniler'in,  Rumlar'ın kökünü kazıyarak aldık; yine oluk gibi kan dökerek Haçlılar'ın savaşçı şövalyelerine karşı  savunduk. kürtler 1839 yılına kadar askerlik bile yapmadılar. Viyana'dan Yemen'e kadar her yerde  Türk ırkının kanı sebil gibi akarken onlar yaşadıkları dağlarda ve köylerde keçilerini güttüler ve fırsat  buldukça hırsızlık ve yağmacılık ederek yaşadılar. İran'la yaptığımız savaşlara yardımcı diye geldikleri  zaman da daima fırsat kolladılar ve Türk ordusunun yenildiği çarpışmalarda bu sefer İran'la birleşip  onu vurmaktan geri kalmadılar. Birinci Cihan Savaşında bize topyekûn ihanet eden Ermeniler, yerleşik  Türk halkını vahşi bir kırgınla bitirmeseydi ve dağlarda, sarp köylerde yaşayan kürtler bu kırgından  kurtulmuş olmasaydı bugün çoğunlukta oldukları illerde de azınlık olarak kalmakta devam  edeceklerdi. Fakat yüzde yüz çoğunlukta olsalar bile Türkiye'nin herhangi bir bölgesinde devlet  kurmak hayalleri, hayal olarak kalacaktır. Yunanlılar'ın Bizans, Ermeniler'in Büyük Ermenistan kurmak  hayalleri gibi... Onun için Türk milletinin başını belaya sokmadan, kendileri de yok olmadan çekip  gitsinler. Nereye mi? Gözleri nereyi görür, gönülleri nereyi çekerse oraya gitsinler. İran'a, Pakistan'a,  Hindistan'a, Barzani'ye gitsinler. Birleşmiş Milletler'e başvurup Afrika'da yurtluk istesinler. Türk ırkının  aşın sabırlı olduğunu, fakat ayranı kabardığı zaman Kağan Arslan gibi önüne durulamadığını, ırkdaşları  Ermeniler'e sorarak öğrensinler de akıllan başlarına gelsin.     Şimdilik bu kadar...  www.atsizcilar.com   



Sayfa 209 



    Bu vatanda yaşayan milletin hangi ana ilkeler çevresinde birleştiği belli değildir demiştim. Eskiden,  Osmanlı adı ile anıldığımız zamanda '''din ve devlet" ilkeleriyle kaynaşmıştık. Din manevi tarafımızı,  devlet ve onun sembolü olan padişah maddi tarafımızı teşkil ediyordu. Ülkemizde şahıs ve zümre  çıkarları yüzünden türlü kavgalar ve cinayetler olduğu halde iki ana prensip dolayısıyla sağlam bir  toplum durumunda idik. Nitekim Batının bizi iyice geçtiği 17. Yüzyılda bile Türkiye'yi tek başına  yenecek bir devlet henüz yoktu.     Bugün ise bizi birbirimize bağlayan tek bir düşünce bile yoktur.    Cumhuriyetçilik gönüllerde değil, sözlerdedir. Cumhuriyet nihayet bir rejim yani bir manevi elbise  olduğu için bunun çevresinde birleşmek yürütücü ve yaşatıcı bir ana düşünceye sarılmak sayılmaz.  1923–1967 arasındaki 44 yıldan ne kadarının cumhuriyetle geçtiği de ayrı bir sorudur.     Laiklik de böyledir. Şeriat üstüne devlet kurulmasını ve resmi dilin Arapça olmasını isteyenler arasında  bir Fen Doçentinin bulunması akıllara durgunluk verecek bir nesnedir. Bu curcunaya, milleti en  azından iki düşman yığın durumuna getiren partileri de eklerseniz manzara tamamlanır. O partiler  sayesindedir ki kahvehaneler ve camilerden sonra mezarlıklar da ayrılmıştır.     Türkiye'nin çöküşü yıllarında tabu bir kelime vardı: Şeriat. Cahil bir kalabalık şeriat isteriz diye  ayaklandı mı, artık onlara karşı konamazdı. Şeriat diye istedikleri şey çok defa şeriat ile ilgisi olmayan  ıvır zıvır şeylerdi. Mesela yeni usul askeri talimleri şeriata aykırı diye istemezlerdi. İkinci Mahmud,  Avrupai başlık diye "fes"i kabul edince onu da şeriata aykırı bulmuşlardı. Daha sonra aynı geri kafalılar  şapkaya karşı fesi tutmakla ne kadar gülünç olduklarının farkında değildiler.    Bugünün tabu kelimesi demokrasidir. Demokrasi, demokratik, demokratlık ve başkaları... O kadar ki  demokrasiyi tenkit etmek bile hoş karşılanmıyor. Dini inancın doruğunda bulunduğu çağlarda dine  sövmek nasıl karşılanmışsa demokrasi aleyhtarlığı da bugün öyle görülüyor.     Demokrasiyi son çağ Osmanlıları "Hükümet‐i avam" diye tercüme etmişlerdi. Avam hâkimiyeti, daha  Türkçesi "ayak takımı hâkimiyeti" demektir. Demokrasinin geliştiği ülkelerde bu ayak takımını yine  aydın bir zümre yönetir. Bundan başka gerçek demokrasilerdeki demokrasi uzun bir gelişme ve  olgunlaşma çağından geçerek bugünkü noktaya yükselmiştir.    Demokrasinin birçok nimetleri olduğu söz götürmez bir gerçektir. Fakat demokrasi için ebedi rejimdir  denilirse budalaca bir söz edilmiş olur. Çünkü demokrasi artık milletlere zarar vermeye başlamıştır.  Çünkü artık fikir hürriyeti olmaktan çıkmış, kötü fikirlerin de hürriyeti olmaya başlamıştır.     İsveç belki de dünyanın en ileri topluluğudur. Demokratlığına da diyecek yoktur. Doğru insanlardır.  Yalan ve küfür bilmezler. Hatta sakal bırakıp Nur risalesi okumaya başlasalar bizim Nurculara göre en  iyi Müslümanlar onlar olur. Fakat demokrasi yani davranış hürriyeti, cinsi ilişkilerde tam bir hürriyet  haline gelmiştir. Amerika'da öğrenim ve staj görmüş bir dostumdan şu olayı dinledim:    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 210 



  Bir Amerikalı, görevle İsveç'e gelince kızını bir İsveç lisesine kaydettirmek için başvurur. Fakat bir de  okulun bahçesinde ne görsün? Öğrenciler için asılmış şöyle bir ilan: "Bahçede gebe kız arkadaşlarınızla  oynarken dikkatli davranın"    Yani çarpıp falan çocuk düşmesine sebep olmayın. Amerikalı kaç yılın Amerikalısı olduğu halde gözleri  fal taşı gibi açılır ve bu hürriyetten korkarak kızını okula vermekten cayıp döner.     İsveç'in hürriyeti burada bitmiyor. Homoseksüel dernekler de kurulmuştur. Bu yüzdendir ki Fin‐Rus  savaşı sırasında 7000 gönüllü ile Finler’e yardım ederek onların büyük sevgisini kazanan İsveçliler  bugün Finler'in gözünde bayağı yaratıklar olmuşlardır. Dövülüp sövülen haysiyetsiz yaratıklar.    İsveç, hürriyetin kötüye kullanıldığı tek ülke değildir. Daha geçenlerde İngiltere'de iki tarafın rızası ile  homoseksüel münasebetleri kabul eden bir kanun (buna kanun değil, dümbelek bile denemez ya)  kabul olundu. Bu kadar muhafazakâr ve demokrasinin anayurdu olan Majeste Kraliçenin  memleketinde bu rezalet yapıldıktan sonra artık bu dünyada:     "Olmaz, olmaz deme, olmaz olmaz"     düsturu bütün sertliğiyle söz yürütecek demektir. Nitekim harikalar diyarı Amerika yine bir rekor  kırmıştır. 4 Nisan 1967 tarihli Cumhuriyet gazetesinin üçüncü sayfasından aynen aldığım şu habere  bakın:     Amerikalı Gençler Vietnam'a Gitmekten Nasıl Kurtuluyor?     Newyork (A.A) ‐ Vietnam Savaşı, Amerika'da 150 yıldan beri görülmemiş bir duruma, yani  Amerikalılar'ın Kanada'ya git gide artan bir şekilde göç etmelerine yol açmıştır.     CIA’nin yerli ve yabancı pek çok teşekküle para yardımı skandalını ortaya çıkaran "Ramparts"  dergisinin bildirdiğine göre, "1812 yılında beri hiç bir zaman bu kadar çok sayıda Amerikan vatandaşı  Kanada'ya hicret etmemiştir.     Dergiye nazaran, sadece 1966 yılında 17.514 Amerikalı Kanada'ya hicret etmiştir. Bu rakam 1965'te  hicret edenlerin sayısına nazaran yüzde 16 nispetinde bir artışı göstermektedir. Bu muhacirlerin  birçoğunu, Vietnam'daki savaşa gitmek istemeyenler teşkil etmektedir. Kanada, memleketinde askere  gitmek istemediği için hicret edenlere kapılarını açık tutmaktadır. "Ramparts" dergisine göre,  Amerika'da kalan ve askere gitmek istemeyen gençler için ise askere çağırılmadan önce ihtiyat olarak  kaydım yaptırmak yahut polis, FBİ, CIA’ye girmek gibi başka yollar da vardır. Geçen yıl 3.000.000 genç,  psikiyatrların "şimdiye kadar birini öldürmek veya birine tecavüz etmek arzusunu duydunuz mu"  sorularına "evet" cevabını vererek askerlikten kurtulmuştur. Vietnam'a gitmek istemeyen diğer  bazıları ise cinsi sapık olduklarıyla övünmekte ve muayene komisyonu önünde bunu ispat edecek  şekilde davranmayı tercih etmektedirler. Dergiye nazaran, dantel iç çamaşırları giymek ve muayene  heyetine dâhil olanları öpmek de iyi sonuç vermektedir.     İşte bütün bu rezaletler demokrasinin ürünleridir. Çünkü insanlarda itidal yoktur. Güzel şeyleri  aşırılıkla yozlaştırırlar. Sınırları kesin olarak çizilmeyince aşılır ve vicdan, düşünce hürriyeti olarak  www.atsizcilar.com   



Sayfa 211 



  başlayan demokrasi hayvani seks hürriyetinde karar kılar. Seks özgürlüğü başladı mı, utanma  damarları çatlar. Kamuoyunun temsilcisi olduğunu iddia eden gazeteler cihanın ünlü fahişelerini seks  ilahesi diye ortaya koymaya başlayınca ve savcılar kanuni işlem yapacakları yerde bu resimleri estetik  düşünceler ile seyretmeye koyulunca artık yol açılmıştır; o halktan hayır gelmeyecek demektir.  Riyakârlık ayyuka çıkmış demektir. Dışarıdan kamuoyunu temsil, özgürlük, demokrasi, anayasa, basın  hürriyeti... İçerden hangi fahişenin resmi daha çok satış yapar kaygısı...    Şu yukarıdaki Amerikan haberine göre Amerika'nın geleceği hakkında ne düşünürsünüz? Ben kendi  düşüncemi söyleyeyim: Zaten millet haline gelmemiş olan bu çok zengin, tekniği çok ileri topluluk,  önümüzdeki beş on yıl içinde bir silkiniş yaparak kendine gelmezse içerden Zenciler, dışardan  Japonlar veya Ruslar tarafından yok edilecektir. Ahlaksızlığın, tembelliğin, korkaklığın, hamakatın,  seks rezaletinin sonu budur. Roma, Abbasi İmparatorluğu ve Bizans da kendi zamanlarının Amerikası  idiler. Tarih yapraklarında kaldılar.     Şimdi kehaneti bırakıp bugünkü durumumuza gelelim: Türkiye, Tanrı'ya havale olunmuş bir devlettir.  Devletliliği de yalnız adındadır. Çünkü devlet vasıfları bulunmayan devletimsi bir topluluktur.  Hükümet milletle değil, büyük işlerle, hayallerle uğraşmaktadır. Halk Partisi, Demokrat Parti ve Adalet  Partisi komünizm aleyhinde gözüktükleri, Türk milletini yükseltmeyi sözde amaç edindikleri halde  bunun baş şartı olan eğitimde hiç bir milli hamle yapamamıştır. Halk Partisi Köy Enstitülerini kurup  milleti beş on yılda kalkındırmayı tasarlamış, fakat bu işin başına komünist Tonguç Baba'yı getirmiştir.  Neticede bu okullar komünist yuvası haline getirilmiş ve Türklüğü kalkındıracak olan bu okullardan  birinde Türk bayrağı lağıma atılmıştır. Bu olay ve Müfettiş İsfendiyaroğlu'nun komünizm faaliyetleri  hakkındaki raporlan kaç kere açıklandığı halde bu memlekette hala Köy Enstitülerinin yine  kurulmasından söz edilir.     Bunlar ya gafil, ya haindir. Üçüncü şık yoktur.     Türkiye'de bugün kanunlar yürürlükte değil. Nizamlar da öyle. Alabildiğine bir sokak hürriyeti vardır.  Bu memlekette halkın birinci vazifesi, Türk istiklalini veya Türk cumhuriyetini korumak değil, birbirini  rahatsız etmektir. Bir kaç örnek vereyim:    İstasyonlarda bisikletle gezmek, vapur ve trenlerin bazı yerlerinde sigara içmek, sinemalara küçük  çocuk getirmek yasaktır. Bu yasaklar her gün herkes tarafından bozulur. Sigara içmeyenlere mahsus  bir vagonda bir gün bu yasağı bozan birisini memura göstererek sigara içirmemesini istedim. "Ben  zabıtai Belediye Memuru değilim" diye cevap verdi. Kalabalık vagonlarda pilli radyosunu iyice açarak  İngilizce miyavlama dinleyen hödükler günden güne çoğalmakta, memurlar bunlara ses  çıkarmamakta, velhasıl demokrasi tam anlamı ile "ayak takımı hâkimiyeti" halini almaktadır.     Demokrasi taraftarları diyecekler ki: "Demokrasinin ne günahı var? Demokrasi bu değildir. Suç onu  anlamayanlardadır." Doğru. Vitamin de çok iyi faydalı, hatta hayati bir şeydir. Fakat insanlar aptallaşıp  da sağlık kazanalım diye avuç avuç vitamin yutmaya kalkarlarsa, doktorlar da ahlaksızlaşıp onlara bol  bol vitamin reçetesi yazmaya başlarlarsa yapılacak tek şey, insanların vitaminden ölmelerini  durdurmak için vitamini piyasadan kaldırmak olur. Demokrasi bu duruma gelmek üzeredir. Eskişehir  gibi Türkiye'de cinayetlerin en az işlendiği, halkının başka illerden daha iyi olduğu bir yerde lise kızları  bir gazeteye toplu mektup yazarak ne istediler biliyor musunuz? Mini etek giymek hürriyeti. Osmanlı  www.atsizcilar.com   



Sayfa 212 



  tarihinde bir "söz ayağa düşmek" deyimi vardır. Bugün tam o durumdayız. Sözün ayağa düşmesi, her  kafadan bir ses çıkması yalnız çıkarların düşünülmesi toplum için kötü belirtilerdir. Bunlar ölümcül bir  hastalığın görünüşleridir. Kesin bir müdahale olmazsa sonuç acıklı olacaktır.     Türkler acayip bir millet oldu. Kendisine yapılan fenalıkları unutuyor. Kendisinden başka kimseye  düşmanlık gütmüyor. Evet, Türkler kendilerine düşman bir millet oldular: Kendilerini yok edecek ne  varsa ona sarılıyor, kendisini yükseltecek ne varsa onu tepiyor. Nurcu oluyor, Arapçı oluyor, Moskofçu  oluyor, fakat Türkçü olmuyor. Bütün dünyanın birleşeceğini kabul ediyor da bütün Türklerin  birleşmesini imkânsız buluyor. Yeni bir şeye ihtiyacı oldu mu gözünü hemen dışarıya çeviriyor. Bu,  acaba bende de var mı diye bir an bile düşünmüyor.    1965 Nisanında Magna‐Charta'nın bilmem kaç yüzüncü yıl dönümü dolayısıyla bizim radyolarımızda  da konuşmalar yapıldı, profesörler demeç verdi. 1 Nisan 1965'te saat 19.40'ta bir İngiliz’in şu sözü  bütün törenin en anlamlı özetiydi. Şöyle demişti: "Bir milletin anayasası tarihi efsanelerle  süslenmedikçe kupkuru bir şeydir." Bu ne güzel, ne doğru sözdü. Anayasa bir milletin temel  düzeniydi. Yüzyıllardan beri gelen geleneklerin, göreneklerin bir özü olmak, milletin ruhunda yaşamak  zorunda idi.     Bizim anayasamızda böyle bir unsur var mıydı? Anayasayı hazırlayan Prof.lar bunu düşünmüş,  düşünebilmiş miydi? Türkler tarihini, milli efsanelerini biliyorlar mıydı? Şüphesiz, onlar bu şartlardan  hiçbirini haiz değillerdi. Onlar sadece okuyup öğrendikleri başka millet anayasalarından bir terkip  yapmışlar, hepsinin en iyisini seçmeye çalışarak en iyi örneği bulduklarına inanmışlardı. Yaptıkları bir  tercüme, bir iktibas, adaptasyon veya intihaldi. İstediği kadar mükemmel olsun, Türk değildi. Edebiyat  dehası Goethe'nin Faust'u Türkçeye çevrilmekle Türk eseri oluyor muydu? Şüphesiz olmuyordu. O  nasıl sadece Türkçeye çevrilmiş bir Alman eseri olmakla kalıyorsa başka anayasalardan aparılan ve  aktarılan bu anayasa da öylece milli olamıyordu. Prof.lardan hangisinin aklına bir de Türk anayasası  olduğu gelmişti? Ve nihayet bir anayasa sadece bir hukuk işi miydi? Aynı zamanda tarihi gelişmenin  sonucu değil miydi? Öyleyse bu anayasa hazırlanırken neden tarihçilerin düşüncesi sorulmamıştı?  Sorulmalıydı. Çünkü hukukçularımızın cihan piyasasındaki mevkii ancak sıra adamı olmaktan  ibaretken tarihçilerimizin uluslararası ünü ve yeri vardı. Bu yapılmadı. Yapılamadığı için Türk  devletinin "sosyal" devlet olduğu kaydolundu. "Türkçü" devlet olduğu kaydolunmadı. Onun için ben  bu anayasaya "hayır" dedim.     Demokrasiler gitgide avam hâkimiyeti haline geldikçe zekâdan da yoksun bir durum arz ediyor. Zekâ  kıtlığının en büyük tanıklarından biri Amerika'nın davranışıdır. Afrika’da kurulan Yamyam  cumhuriyetlerine yardım etmek için Amerika buralarda seçimle iş başına gelmiş hükümetlerin  kurulmasını şart koşuyor. Birkaç milyonluk nüfusları arasında okuyup yazan ancak bir iki bin kişinin  bulunduğu, yüksek öğrenim yapmışların beş altı kişiden ibaret bulunduğu bu devletlerde seçimle  gelen hükümet meşru hükümet mi olacaktır? Yamyamlar seçimden ne anlar?     Suudi Arabistan'da seçimle gelmiş bir hükümet yok. Fakat aklı başında bir tek adam, şimdiki Kral  Faysal bu iptidai ülkeyi gayet güzel yönetmekte ve kalkındırmaktadır. Kalkınmanın demokrasiyle,  cumhuriyetle ilgisi yoktur. Kalkınma aklı başında insanların disiplinle yöneteceği bir iştir. Almanya ve  Japonya bugünkü seviyelerine demokrasi ve cumhuriyetle değil, krallıkla ve mutlakıyetle gelmişlerdir. 



www.atsizcilar.com   



Sayfa 213 



  Almanya ve Japonya daki Millet Meclisleri bir demokratik organ değildi. Atatürk ve İnönü  zamanındaki bizim Meclisler gibi destekleme organlarıydı.    Türkiye'yi devlet olmaktan çıkaran sebeplerin birisi de bizdeki Moskofçulardır. İnsan kötü niyetli  olduktan sonra kanunların zayıf taraflarını bularak istediği gibi faydalanır. Millet haklarını savunur  gözüküp sınıf düşmanlığı yaratır. Laiklik diye manevi değerler baltalanır. Hürriyet diye anarşi öne  sürülür. Her türlü kargaşalık yapılır.     Üniversitelilerin bir takımı bunlara kapılıverir. Çünkü bu çocuklar liselerden sağlam bir milli terbiye  alarak gelmiş değillerdir. Liselerde milli olarak ne vardır? Edebiyat mı? Tarih mi? Müzik mi? Hiç biri…    Öğretmenler büyük çoğunlukla kupkuru insanlardır. Okumazlar. Düşünmezler. Yalnız alacakları maaşı,  tatil günlerini, intibak kanunlarını bilirler. Çekingendirler. Çoğu hastalıklıdır. Büyük bölümü geçim  sıkıntısı içindedir. Aralarında milliyetçi olanları da Bakanlık tutmaz. Bunlar solcularla çatıştıkları zaman  hep birlikte başka okullara sürülürler. Okullarda disiplin olmadığı için sinirleri bozuktur. Tedaviye  muhtaç insanların ders vermesi toplum yapısında gedikler açmaktadır. Bu gediklerin yarın farkına  varılacaktır.     Öğrenciler de aynı bir trajedidir. Çünkü bu çocuklara gazete, dergi, sinema, tiyatro, sokak, plaj, radyo  ve her şey kötü örnekler vermektedir. Üzüm üzüme baka baka kararır. Kişiye kırk gün deli deseler deli  olur. Ben her gün tiren, vapur ve otobüsle işime gidip geldiğim için öğrencileri görüyorum görünüşü  korkunçtur. Eğitim reformu yapılmazsa, çok sert disiplin uygulanmazsa Türkiye'nin geleceği  karanlıktır. Bir millet baraj ve fabrika ile değil, daha önce milli ruh ve ülkü ile kalkınır. Manen çökmüş  bir millete endüstri tesisleri yapmak, ölüye balo elbisesi giydirmeye benzer.     Türkiye'de öğrenci vasfına layık topluluk bir dereceye kadar İmam‐Hatip Okullarında var. Dini inançla  birlikte eski Türk terbiyesini sakladıkları için bu çocuklarda bir üstünlük derhal göze çarpıyor. Bunlar  dini bilgilerle birlikte çağdaş bilimleri de öğrenerek yetiştikten ve halka hitap etmeye başladıktan  sonra Türkiye'nin manzarası değişecektir. Eski hocalar "milimetre"nin ve "Venezuella"nın ne  olduğunu bilmeyecek kadar cahildiler. Arapçayı da bilmiyorlardı. İmam‐Hatip Okulları öğrencileri  seçkin ve milli şuurlu öğretmenler elinde yetişirse yurt için büyük kazanç olur. Atatürk medrese ve  tekkeleri kapattığı zaman bir Yüksek İslam Enstitüsü açsaydı şimdiye kadar yetişmiş olacak olan bir  kaç bin aydın din adamı Diyanet İşlerinin başında ve sıra görevlerinde bulunur, "radyonun içinde  melekler vardır; konuşan onlardır" diyen kürt Sait gibi kara cahil yobazların ardından binlerce gafil  Türk gitmezdi.     Ötüken, 1967, Sayı:40                  www.atsizcilar.com   



Sayfa 214 



 



KONUŞMALAR 2     Türkiye ahlak buhranı içindedir. Bunun ilk sebebi ne olursa olsun gelişmesi, artması demokrasi  yüzündendir. Çünkü demokrasideki basın hürriyeti daima kötüye kullanıldığı için, ahlaksızlıkların  yayılmasında başlıca faktör olmaktadır.     İnsanlar gördükleri şeyi kaparlar. Terbiyeli insanların çevresinde yetişenlerin terbiyeli, fena insanların  yanında yetişenlerin fena olması bu taklit kanunu dolayısıyladır. İnsanlara tesir eden amiller yalnız  çevresindeki insanlar değil, aynı zamanda okudukları, gördükleri ve işittikleridir.     Türk milletinin bir zamanlar gayet yiğit ve fedakâr olmasındaki bir sebep, halk elindeki kitapların  sadece kahramanlık kitapları olmasıydı. Bugün fuhuş ve zina romanları, külhanbeyi ağzıyla yazılmış  hezeyanlardan başka ne var ki? Gazetelerin hepsinde peygamber hikâyeleri yanında açık saçık  tefrikalar, filmlerdeki iğrenç sahneler, tiyatrolarda ahlak ve mukaddes at adına ne varsa hepsini  batıran eserler, radyoda sanatçıların aşkları adı altında bir takım beynelmilel fahişelerin zinaları  elbette erdem değil, rezalet aşılayacaktır.    Hele bir iki tane günlük gazete var ki baş sayfalarında yalnız cinayet, hırsızlık, dolandırıcılık, ihanet,  fuhuş, zina, külhanbeylik havadisleri büyük puntolarla yer alır ve bu rezaletleri, ortaokul çocuklarına  kadar herkes okur.     Kendilerine sorarsanız "halka haber vermek görevlerini yapmaktadırlar" Halka neyin haber verilmesi  gerektiğini bilmeyen bu insanlara basınla hitap hakkını vermekle eşkıyanın eline silah vermek  arasında hiçbir fark yoktur.     1959'da Türkiye'ye gelen bir Alman basın heyeti, memleketi dolaştıktan sonra "dünyanın hiç bir  yerinde Türkiye basını kadar sorumluluk duygusundan yoksun basın yoktur." neticesine varmıştı.     Basın hürriyeti; saklanması gereken haberleri açıklamak, manevi zarar yapacak olayları yazmak, garez  karlık ederek bir haberin yanlış tefsirine gitmek ve hele bir düşmanı gözden düşürmek için yalan  yazmak değildir. Basın çok güçlü bir silahtır. Bu silah ahlaksız, vicdansız, satılık yazarların elinde  milletin manevi yapısını çökertecek çekirdek silahı halini alır. Pek az istisna ile basın denilen seviyesiz  ve seciyesiz topluluğun, çıkarlarına göre yön değiştiren, gerçekleri tahrif eden, inanmadığını savunur  görünen satılık kalemlerini herkes tanımaktadır. Yıllar boyunca bunları okuyarak yaşayan insanların  en sonunda zehirleneceği, gerçekleri anlayamaz hale geleceği muhakkaktır.    Basının görevi, kendi inancına göre yanlış gördüklerini duyurmaktır. Bir damlalık gerçeği alarak onun  çevresinde büyük bir yalan dünyası yaratmak değildir: 27 Mayıs hareketi olduğu zaman, İstanbul  vilayeti önündeki gazetecilerin birkaçının "Adnan Menderes ecnebi dövizleriyle kaçarken yakalandı  diye yazalım mı" diye konuştuklarını, bu konuşmayı dinleyen birisi bana anlatmıştı.     Samet Ağaoğlu'nun çoban kılığında Bulgaristan'a kaçarken yakalandığını, Celal Bayar'ın bankalarda  103 milyon lirası bulunduğunu yazmışlardı. Kıyma makineleri icat etmişlerdi.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 215 



  Bu büyük iftiraları yapan ve yazanlar şüphesiz en büyük ahlaksızlardır. Bütün bunlar demokrasiden  doğmaktadır. Demokrasinin kötüye kullanılması denecek. Bunun cevabı şudur: Kötüye kullanılmayı  önlemeyen bir sistem er geç zararlı olacak demektir.     ***    Bir zamanlar, Doktor Fahrettin Kerim Gökay intihar haberlerinin gazetelerde yazılmasını yasak  ettirmeyi başarmıştı. Doktor, ruh hastalıkları uzmanı olarak intiharların taklit edildiğini, istidatı  olanları kötü davranışa gitmekten alıkoymak için onlara kötü şeylerden bahsedilmemesi gerektiğini  herkesten iyi biliyordu.     Bu, basın hürriyetine aykırı görülerek sonradan kaldırıldı. Doktorun ne kadar haklı olduğu şimdi daha  iyi anlaşılıyor. Buda rahipleri gibi kendini yakanlar, açlık grevi yapanlar, artist olmak için İstanbul'a  kaçıp kötü yola düşenler, banka soyanlar, paraları alıp kaçan mutemetler hep birbirini göre göre,  gazetelerde okuya okuya bu hale düşüyorlar.    Bunlar yazılmasın derseniz tabii yine basın özgürlüğü, anayasa diye bir kıyamettir kopar. Yalnız şu  düşünülmez: Bunlar yazılmazsa millet kayıp mı eder, kazanır mı? Herkese her şeyi açıklamakta fayda  nedir? Bazı şeylerin söylenmemesi zarureti yok mudur? Bunlar düşünülemez.     Bazı şeyler vardır ki yalnız ilim ve adalet önünde açıklanır, başka zaman bahsi edilmez. Bir çocuğun  doğumundan bahsedilir ama o çocuğun doğması için bir çiftin cinsi münasebette bulunduğunu  anlatmaya hiç lüzum yoktur; faydasızdır, çirkindir.     Bir toplum içindeki ahlaksızlıklar, özellikle cinsi ahlaksızlıklar ancak psikologların, sosyologların,  tarihçilerin devlet adamlarının konusu olmalıdır.     Bu sebepledir ki aklı başında milletler, okullardaki tarih derslerinde kendi milletlerinin büyük  kusurlarını çocuklarına öğretmezler. Çocuk bunları kısmen veya tamamen ya üniversitede veya  hayatta, o da kısmen öğrenir. Kendi milletinin kusurlarını ufak çocuklara tarih derslerinde öğretmen  çok olumsuz sonuçlar doğurur. Çocuk kendi milletini sevmez olur. Aşağılık duygusuna kapılır. Hele bu  çocuk başka milletlerin tarihini ballandıra balı andıra anlatan bir tarih kitabını okul müfredatı diye  okumak talihsizliğinde, ise ondan hayır gelmez. Bugün ortada gördüğümüz züppe alayları peyda olur.     Evet, bunları kısmalı, kaldırmalı. Bir devlet komşu bir devlete saldırma planlarını yahut bir saldırışa  karşı koyma planlarını gizli tutmakla nasıl basın hürriyeti veya demokraside gedik açmıyorsa, milletin  ahlaki ve manevi kuvvetleri üzerinde yıkıcı tesirler yapacak haberlerin yayınlanmasını önlemekle de  gedik açmaz.    Bu kadar yalan dolan içinde yüzen basına artık dördüncü kuvvet denebilir mi? Dünyanın birçok  yerlerinde basını kontrole alan hükümetler haklı sayılmaz mı? Sen, işine geldiği gibi yalan söyle,  insanların şerefiyle oyna, çıkar görünce yön değiştir, milleti boyuna aldat, para ile kendini hemen sat,  sonra da sana dokunulunca basın özgürlüğü gidiyor diye yaygarayı bas.    



www.atsizcilar.com   



Sayfa 216 



  Birçok mesleklere girebilmek için türlü şartlar olduğu halde basına girip başyazı veya fıkra yazmak için  hiçbir manevi şart mevcut değil. Önüne gelen yazıyor. Aralarında ahlaksızlar, vatansızlar, casuslar  bulunuyor. Bunlar millete hitap edip akıl ve öğüt veriyor. Hatta ahlak ve vatan dersi veriyor. Doğu  vilayetlerimizi Ermenilere vermek için makale yazmış olan vatansız bir Selanik dönmesi yıllarca Türk  basınında başyazar olarak geçindi. Moskova'da vatansızlık öğrenimi yapıp bütün dünyayı Moskova'ya  bağlamak düşüncesini kabullendikleri hiçbir tereddüde yer kalmayacak derecede belli olanlar gelip  gazetelerde, dergilerde yer tuttular. Vatan hainliği ve Polonyalılığı yüzde yüz bilinen Nazım Hikmet'i  büyük Türk ozanı diye ilan edecek derecede yüzsüzlüğü ileri götürdüler.     Dünya değişiyor. Milletler, maddi veya manevi varlıklarını korumak için türlü türlü tedbirler alıyorlar.  Bu arada klasik demokrasiye aykırı davranışlar da oluyor. İliğine kadar demokrat bir ülke olan  Fransa'da De Gaulle, milletinin ve yurdunun çıkarı uğruna demokrasiyi biraz öteye itmekten  çekinmedi. Otoriter bir idare kurdu. Böylelikle karmakarışık ve uluslararası piyasada haysiyeti kırılmış  Fransa'yı yine büyük devlet durumuna soktu. Siyası alanda büyük söz sahibi oldu. Atom bombası  yaptı. Ülkenin iktisadi durumunu düzeltti. Fransa'da dillere destan olan ahlaksızlık kaybolmaya  başladı. Bir zamanlar Fransa'nın başbakanı olan Yahudi Leon Blum, gençleri kız kardeşleriyle  evlenmeye kışkırtan yazılar yazarak bu milletin ahlakını sıfıra doğru indirirken şimdi halis Fransız De  Gaulle sayesinde Avrupa'nın birçok milletlerinden disiplinli ve hele dünün şampiyonu İngiltere'den  kuvvetli ve haysiyetli bir Fransa görüyoruz.    Bunun doğudaki örneği de Pakistan'dır. Eyüp Han'ın otoriter idaresi henüz pek genç bir devlet olan ve  demokrasi rüzgârlarının kaldırdığı toza bulanmış olan Pakistan'ı kolundan tutup kaldırdı. Bu ülke  bugün disiplinlidir. En iyisi de yarına güvenle bakarak çalışmasındadır.     Demokrasinin batırmak üzere olduğu bir ülke Yunanistan'dı. Rezilane bir solculuğa doğru gidiyordu.  Milliyetçi askerler ortaya atılmasaydı o muhteris ihtiyar, Yunanistan'ı Demir Perde'nin gerisine  atacaktı.     Bundan şu sonuç çıkıyor: Bir ülkede aydınlar ve siyası liderler hayvanlaşıp da ihtirasları uğruna milleti  mahva sürüklerken tek kurtuluş ilacı demokrasiyi kenara itmektir.     ÖTÜKEN, 1967, Sayı: 41      



KONUŞMALAR 3     Bugünün milletleri öğretim ve eğitim dolayısıyla, yayınlar sebebiyle eski çağlara göre çok aydın  topluluklardır. Bunun için bu milletleri uzun bir süre demokrasi dışında yönetmeye imkân yoktur.  İnsan, yaratılış bakımından birçok davranışlarında hürriyet ister. Marifet, bu hürriyeti kötüye  kullanmayacak insanlar yetiştirmek, kötüye kullanmak istidatında olanları sert tedbirlerle önlemektir.    Görünüşe göre milletler bunun çarelerini aramaktadırlar. De Gaulle idaresi Fransa'da otoriter bir  demokrasi yaratmış ve bu idare, İkinci Cihan Savaşı'ndan sonra iyice çökmüş olan Fransa'yı  kalkındırmıştır.    www.atsizcilar.com   



Sayfa 217 



  İspanya ve Portekiz'deki idareler bu ülkelerde demokrasiden doğan anarşileri önlemek için kurulmuş,  fakat Fransa'da görülen başarıyı kazanamamıştır. Çünkü Fransa'ya göre geri olan bu iki ülkedeki  rejimler birçok hürriyetleri kısmakta ve halkı memnun edememektedir.    Latin Amerika'daki iki devlet, Meksika ve Arjantin de uzun süredir böyle bir denemenin içindedir.    Asya'da Pakistan, kendi şartlan içinde başarılı bir deneme yapmaktadır.     27 Mayıs 1960'ta Türkiye'de kurulan idare ve başlangıçta böyle bir gidiş tutturur gibi olmuş, sonra  bundan vazgeçmiştir.    Milletler olgunluğa ve yüksekliğe doğru yönelmişlerdir. Rejimler birer vasıtadır. Bir rejim bir milleti  yükselttiği nispette tutulur. Zarar vermeye başlayınca bırakılır.    Türkiye demokrasiyi, demokraside hastalık belirtileri görüldüğü bir sırada kabullendi. Bu sebeple  gayet dikkatli ve uyanık olmaya, hastalık belirtilerinin tedbirlerini almaya mecburdur.    Demokrasinin icabı olarak verilen hürriyeti bazı azınlıklar ve akımlar Türkiye'yi parçalamak veya yok  etmek için kullanmaya kalkarsa ve bu tahribatı önlemeye eldeki mevzuat kâfi gelmezse yeni tedbirler  almak, çareler bulmak devletin görevidir.    O zaman demokrasiye aykırı bazı davranışlara bile başvurabilir. Mesela bugünkü Anayasaya rağmen,  düzeni korumak, iç kavgaları önlemek düşüncesiyle Atatürk Kanunu ve Tedbirler Kanunu gibi bazı  kanunlar yürürlüktedir. Anti demokratik diye bu kanunlar kaldırılırsa belki hukuk bakımından parlak  bir iş yapılmış olur ama memleketin düzeni de alt üst olur.    On Altıncı Yüzyılın ünlü şeyhülislamı Ebussuud ki, o zamanın Adalet Bakanı ve Yargıtay Başkanı  demekti, devletin temelini sarsmamak, milletin sağlığını korumak için şeriatın bazı hükümlerini tevil  yoluna giderek fetvalar vermek ten çekinmemişti. O kadar ileri görüşlü bir devlet adamıydı.    Bugün Türkiye düşmanı fikirlerin başında kürtçülük gelmektedir. kürtçüler doğu illerimizde ayrı bir  devlet kurmak davası ardındadırlar. Bitlis Senatörü Ziya Şerehanoğlu'nun Amerika'ya kaçarak orada  kürtlük davası için çalıştığını gazeteler (mesela Kayseri'de çıkan "Milli Ülkü" gazetesinin 7 Temmuz  1967 tarihli 224. sayısı) yazdı. Bu adamın, maksatlarını gizleyerek Senato'da kaldığını, Büyük Millet  Meclisi'nin hayati meseleleri konuştuğu gizli toplantılara katıldığını, hatta bu adamın bakan veya  Başbakan olduğunu düşünelim. Türkiye için bundan büyük tehlike olur mu?    Bunun çaresi esasen Türk olan doğu illerini büyük bir hızla yüzde yüz Türkleştirmektir. Balkanlardan  gelen Türk göçmenlerini İstanbul'a veya Batı Anadolu'ya yerleştirmek gibi şuursuz davranışlar yerine  bunları planlı bir şekilde doğuya yerleştirmek Kastamonu, Sivas, Konya, Trabzon gibi İstanbul'a çok  sayıda insan gönderen illerin bu fazla nüfusunu doğuya yöneltmek, büyük endüstri kuruluşlarıyla  batıdan yığın halinde aydın ve işçi göndermek ve Türkçeyi yaymak için gereken kültür ve propaganda  tedbirlerini almaktan başka çare yoktur.   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 218 



  Türk olan Doğu'da kürtçe konuşan insanlar bulundukça yabancıların kötü niyetleri eksik olmayacak,  bunlar kürtleri kışkırtarak Türkiye'nin başına gaile açacaktır. M.B. hükümeti kurulduğu, sırada dost (!)  Amerikalılar'ın bilimsel tecrübe (!) için hazırladıkları kürtçe alfabeyi yaymak müsaadesi istemeleri  nelerle uğraşmaya mecbur olduğumuzu göstermektedir.    İkinci düşman fikir komünizmdir. Dünyanın birçok yerlerinde artık özel bir milliyetçilik haline gelmeye  başlayan komünizm bizim memleketimizde hala aşırı bir Moskofçuluk şeklindedir.    Türkçülüğe düşmandırlar. Mazide olduğu gibi bugün de bütün Türkler'in tek devlet halinde birleşmesi  ülküsüne karşı derhal cephe alırlar. Moskoflar'ın oradaki Türkler'i kalkındırdığını iddia ederler.  Amerika emperyalisttir ama Rusya değildir. Nazım Hikmet büyük bir milli şairdir v.b.    Moskoflar'ın Türkistan Türkler’ini kalkındırdığına inanmak, kasabın kesmek için beslediği kuzuyu sırf  kuzuyu sevdiği için semirttiğine inanmakla birdir. 1926'da 4.000.000 olan Kazaklar'ın 1966'da yani 40  yıl sonra neden 3.500.000 kişi oldukları açıklanmamıştır. Türkiye Türkleri 1927'de 13.500.000 kişi  oldukları halde 1967'de 32.000.000 olmuşlar yani 40 yılda % 135 nispetinde artmışlardır. Aynı  nispette arttıkları takdirde Kazaklar'ın 9.500.000 olmaları gerekirken 3.500.000 kişiye düşmüşlerdir.  İşte yüksek komünist kültürünün ve komünizmin milletleri kalkındırma çabasının parlak bir örneği...    Nazım Hikmet'in milli şair olduğu hakkındaki inatçı yayınlar da ayrı bir hezeyandır. Onu Namık  Kemal'le ölçüştürmek, ikisinin de yurt dışına hürriyet aşkıyla kaçtığını ileri sürmek mizah edebiyatı için  bulunmaz malzemedir.    Namık Kemal'in Sultan Aziz'in otoritesinden kaçarak yurt dışına çıktı. Fakat Fransa'ya vardığı zaman:  "İşte şimdi gerçek vatanıma geldim. Beni Fransa yaratmıştır" demediği gibi, adının sonuna ne bir  Maurois, ne de bir Marchand eklemedi. Namık Kemal Türk'tü. Konya'lı Bekir Ağa'nın soyundan  geliyordu.    Nazım Hikmet ise: "Asıl vatanıma geldim. Beni Stalin yarattı" diye, hırsızlığını kahramanlık diye  anlatan Çingene misali övündü; Verzanski diye bir İslav soyadı alarak dedesinin vatanı olan  Polonya'nın tabiiyetine geçti ve Bizim Radyo adlı komünist radyosundan Türkiye aleyhine yayın yaptı.  Çünkü kanı Türk değildi. Şuuraltında Polonyalılık yaşıyordu. Cibilliyetinin iktizasını yaptı.    Nazım Hikmet ve yoldaşlarının Türkiye'yi Moskova'ya bağlamak isteyen uşaklar olduğu bugün gün  ışığına çıkmıştır. Bir vatan hainini yurtsever diye kabul ettirmeye çalışmak da vatan ihanetidir. Hainliği  başka mesele ama büyük ozandır diye direnmek de boşunadır. Eski Hurufi şairleri gibi basmakalıp  tekerlemeler sıralamak ancak zevk hastalarının hoşuna gider. Türkiye'ye hasret mısraları yazmasını  temcid pilavı gibi vatanseverliğine tanık diye gösterenler şunu unutmasınlar ki kırk yıllık bir  orospunun ömründe, bir kere iffetten bahsetmesi nasıl onun namuslu kadın olması demek değilse  vatanını satan bir hainin doğduğu yere hasretle bakması da onun yurtseverliğine delil olamaz.    1924 mübadelesinde Türkiye'den kovulan, Rumlar da doğdukları yerlerin hasretini görüştükleri  Türkler'e acıklı dillerle ifade ediyorlar.     Bunlar da mı Türk yurtseverleri?  www.atsizcilar.com   



Sayfa 219 



    Ahlaka değer veren milletler, kendi öz sanatkârlarını bile bazen reddetmekten çekinmemişler.    On Dokuzuncu Yüzyılın ahlakçı İngilizleri büyük edebiyatçı Oscar Wilde'nin İngiltere’ye gömülmesini  kabul etmemişlerdir. Çünkü Oscar Wilde ahlaksızdı. Buna karşılık Nazım Hikmet'i nerdeyse milli bir  kahraman haline getirmek isteyen düzenbazlar; yarın bir Türk panteonu yapılırsa onu ilk aday olarak  göstermekten çekinmeyeceklerdir.    Bir memlekette vatan hainleri övülürse, eserleri basılıp piyesleri oynanırsa, liselerde ve fakültelerde  onların eserleri ders konusu olarak öğrencilere verilirse, edebiyat öğretmenleri açıktan açığa bu  hainlerin propagandasını yaparsa artık tedbir almak zamanı gelmiştir.    Bir hastaya bazı güzel yemekleri yasak etmek nasıl o hastanın aleyhine değilse, bilakis lehine ise bir  millete de buhranlı zamanlarında bazı davranışları yasaklamak öyledir.    Geçici bir zaman için sevdiği bazı şeylerden nefsini mahrum edemeyen bir hasta nasıl ebediyen  mahrum kalmaya mahkûm olursa milletler de bazı haklarından kısa bir süre vazgeçmek fedakârlığını  göze alamazlarsa o hakları büsbütün kaybedebilirler.     Kötü niyetliler Anayasanın bazı maddelerini millet aleyhine kullanmak imkânını buluyorsa o maddeleri  berkitmek, kötüye kullanılacak açık yönlerini kapatmak Millet Meclisi'nin görevidir.    Anayasalar elbette bir ülkede yaşayanların hepsini bir millet sayar. Başka türlü olmasına zaten imkân  yoktur. Buna karşılık o ülkede yaşayanların da devlete karşı görevleri vardır. Baş görev devletin resmi  dilini anadil olarak konuşmaktır. Bu memlekette daha Türkçeyi bilmeyen ve Türklüğü kabul  etmeyerek kendisine kürt diyen insanlar varken, bunların okumuşları kürtçülük davası ve kürt devleti  hayali ardında iken, gerçekleri dile getirip dikkati çektiğimiz için bize cephe alanların bulunması  gafletin devamını göstermektedir.    Reşit Ülker adlı mebusla Selahattin Cizrelioğlu adlı senatörün "Konuşmalar"ı çok aleyhte tefsir  etmeleri memleketteki dramdan habersizliklerini gösteriyor. Yazdıklarım da yalan ve yanlış var mı ona  cevap versinler:    1‐ Türkiye'de Milli Güvenlik Kurulu'na kadar gelmiş bir kürkçülük akımı yok mu?     2‐ İhsan Nuri adında kürt asıllı bir yüzbaşının, Atatürk zamanında, bazı kürt neferleri de kandırarak  Ağrı dağına çekilip isyan bayrağını açtığı, kürt bayrağı yaptığı ve o zaman yarı yarıya Türkiye ile İran  idaresinde bulunan Ağrı dağlarının coğrafi durumundan faydalanarak büyücek bir askeri harekâta  sebep olduğu, bu yüzden Türkiye tarafından İran'a güneyde biraz toprak verilerek buna karşılık İran  sının içinde bulunan Ağrı dağı bölümlerinin Türkiye'yi katıldığı doğru değil midir?     3‐ Bitlis Senatörü Şerehanoğlu buradan kaçarak Amerika'daki kürtçülük faaliyetlerine katılmadı mı?   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 220 



  4‐ Doğan Kılıç adında, Amerika'da yetiştirilmiş ve Milli Birlik zamanında kürtçülükten dolayı tevkif  olunmuş Alevi bir kürt, Elbistan'da Alevilik perdesi arkasında kürtçülük yaparak büyük olaylara sebep  olmadı mı?    5‐ "Deng" ve "Yeni Akış" adlı aylık dergiler apaçık kürtçülük yapıp kürtçe yazılar, manzumeler  yayınlamadılar mı?    Bizim mebusla senatör bu olaylar sırasında Yemliha uykusu uyuyorlardı. "Yeni Akış" zehirli yayınlarını  yaparken susuyorlardı. Biz gerçekleri ortaya koyunca arslan kesildiler. Benim hakkımda kovuşturma  istediler. Kendilerine müjdeyi vereyim: Aleyhimde kovuşturma başlamıştır. 20 Eylül'de, ilk duruşma  yapılacaktır. Yalnız ben de onlardan bir soru sorayım:    Sayın Reşit Ülker ve Sayın Selahattin Cizrelioğlu! Siz solcu veya kürt müsünüz? Bu telaşınız neden?  Hele Cizrelioğlu, zatı âlinizin sol eğiliminiz var mı? Tahsiliniz nedir? Ben 1940'ta Mussolini'ye  "Davetiye" adlı manzumeyi yazarken siz yine bugünkü gibi kahraman mıydınız? Bana faşist diye iltifat  buyuruyorsunuz. Milliyetçilere faşist diyenlerin komünistler olduğu hakkında bilginiz var mı? Gazete  okuyor musunuz?    Mukadder bir sorunun cevabını da vereyim: Koskoca hükümet dururken bu tehlikeleri görmek sana  mı kaldı diyecekler. Devlet başında bulunanların, milletin aşağı yukarı en yüksek seviyeli insanları  olduğu zamanlar geride kaldı. Yüksek makamlar, ileri seviyeli demokrasilerde insanların özledikleri  yerler olmaktan çıktı. İsviçre'de bir yıllık cumhurbaşkanlığını bazı kimselere artık rica ile kabul  ettiriyorlar. Bizde de devlet ve hükümet başlarında bulunanların millet fertlerinden daha iyi  düşündüklerini gösterecek hiçbir belirti kalmamıştır. Daha fenası, yüksek makamdakilerin artık  uluorta tenkit edilmesidir. Devlet Başkanı Sunay; "Anayasa sosyalizme kapalıdır" dediği için bazı  hukuk profesörlerinin hücumuna, bir solcu yazarın da küstah bir hakaretine uğradı.     Böyle bir ortamda benim de hükümeti uyarmak hakkım ve görevimdir.    Şeyh Said isyanının çıkacağını hükümete ilkönce Dündar adında bir köy öğretmeni, haber vermiş,  fakat uyarmasına aldırılmamış, üstelik kendisine ait olmayan işlerle uğraşmaması ihtar edilmişti. Fakat  gelişen olaylar bir köy öğretmeninin durumu, hükümetten daha iyi değerlendirdiğini ortaya  koymuştur. Ben de hayatında lise öğretmenliğine kadar çıkarak Dündar'dan biraz daha yüksek bir  sosyal seviyeye erişmiş bir Türk olarak hükümeti uyarıyorum: Bayar‐Menderes ekibinin düştüğü  yanlışlığa düşmeyiniz. İktisadi kalkınma ile her şey bitmez. İktisadi kalkınma aldatıcı da olabilir Bayar‐ Menderes ekibi barajlar, fabrikalar, limanlar, yollar yaptı. Manevi kalkınmayı ihmal ettikleri için bir  gecede düştüler. Menderes geldi diye koyun, sığır, deve kesenler, oğlunu kurban etmeye kalkan  partizanlar, Demokratlar Yassıada 'ya sürülürken gık bile diyemediler. Manevi yönleri zayıftı. Onlara  yalnız maddi refah ve kazanç fikri aşılanmıştı. Bu sebeple Demokratların düşmesini önlemek  hususunda bir teşebbüsleri olmadı. Çünkü maddi kazançları olmayacaktı.    Şimdi de Adalet Partisi hükümeti aynı yoldadır. Fabrika, baraj, yol, okul, hepsi iyi... Fakat manevi  yükselme? Milli ülküyü tahribe çalışan öğretmenler, milli yapıyı yıkmaya çalışan kitaplar, piyesler,  filimler ne oluyor? Bunlar arada bir görülen nesneler de değil. Sistemli ve ısrarlı boyuna devam  ediyor.  www.atsizcilar.com   



Sayfa 221 



    Hükümet, seçim kanunundaki milli bakiye usulünü değiştirmek gibi kendine hemen hiçbir faydası  dokunmayacak konularla uğraşacağına Ana yasanın aksayan tarafları dâhil bütün kanunların  gediklerini tıkayacak hayırlı teşebbüslere girişse, diğer partilerin güvenilen unsurlarıyla da iş birliği  yaparak Türkiye'yi millileştirse olmaz mı?     Türkiye baştanbaşa millileşmezse ilerde yeni bir parçalanmanın daha şartları hazırlanıyor demektir.  Osmanlı diye kendimizden asla ayırmadığımız Arnavutlar ve Araplar Balkan ve Birinci Cihan  Savaşları'nda bize ihanet ederek, ordumuzu arkadan vurarak ayrıldılar. Petrol bölgelerimizde gözü  olan devletler şimdi de kürtler'e aynı rolü oynatmak istiyorlar.    Bu ciddi bir tehlikedir ve Türkiye'de kürtçülük yaparak devleti ve milleti bölmeye çalışmak düpedüz  vatan ihanetidir. Bunlar en sert şekilde ezilmelidir. Sosyalizm ve sosyal adalet maskeleri altında  Moskofçuluk yaparak Türkiye'yi kızıllara katmak isteyenlerle bunlar aynı yön ve aynı doğrultuda  yürüyen hainlerdir. Bunlara karşı devlet, hükümet, millet, üniversiteler, savcılar, adliye, basın,  partiler, gençlik, öğretmenler, dernekler, sendikalar hep birden uyanık ve çok titiz bulunmaya  mecburdur.    Memleketi parçalamak isteyen, kürt devleti kurmak için kürtçülük yapmak isteyenlere karşı milli  birliğimizi savunarak uyarma görevimi yaptığım için 1–3 yıllık hapis isteğiyle mahkemeye verilmemi  şahsıma yapılmış bir teşekkür sayıyorum. İnsanları 1944 ten beri layık oldukları şekilde değerlendirmiş  olduğum için başka bir şey de beklemiyorum.    Türkiye'ye çıkarlarımla değil, yalnızca atalarımın kanı, milli ülkü ve şerefimle bağlı olduğum için milli  bir tehlikeyi önlemenin yollarını özetleyerek gösterdim.    Bu benim görevimdi. Bu görev sonuna kadar devam edecektir.     ÖTÜKEN, 1967, Sayı: 43   



www.atsizcilar.com   



Sayfa 222