Hariciye Çarkı [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

TÜRK SANATÇILARI DİZİSİ



MAHMUT DiKERDEM



HARİCİYE CARKI Anılar



Kurucusu:



OĞUZAKKAN



cem yayınevi



Dizgi, Baskı: Bşarn Matbaası İstanbul, 1989



ÖNSÖZ



Bu kitapta anltılanlar uzun bir meslek yaşamının özet.len­ miş ösüdür. ttatürk'ün toprağa verildiği günlerde üniversi­ teyi bitirip iş armak için gittiğim Ankara'dn tam otuzyedi yıl sonra emekli olark yrıldım ve bu süre içerisinde yalnız Dışiş­ leri Baknlığında ça.ıştım. Uzun meslek yaşamım boyunca, baş­ ta Türkiye'nin iç ·ve dış politiksına yön veren devlet admları olmk üzere, zamanın ileri gelen politikacılrını, yazar. bilim adamı ve sanatçılarını yakından tanımak fırsatını buldum. Ta­ nık olduğum siysal olylara dı karışanlardan sırası geldikçe söz edeceğim; ncak, öykümün belli başlı kahramnlarını «Ha­ riciyeciler» oluşturacaktır. Aslında bu nıları yayınlamak konusunda epey duraksadım. Gördüklerimi, bildiklerimi anlatırken aynı çatı altında çalış­ tığım kişilerden söz etmek, onların bana olumlu ya da olumsuz görünen yanlarını kmuoyu önünde sergilemek durumunda ka­ lacktım. Oysa bu, ne kişiliğime ne de dünya görüşüme uygun­ du: Zorunlu kladıkça insanlarla uğraşmayı, Ollarm güçlü ya da zayıf yanlarını arştırmayı sevmem. Ayrıca, bireylerin tu)­ lum yaşmına etkisinin sınırlı olduğunu da bilirim. Bence insan­ ların düşünce, duygu ve dvrnışlarını, herşeyden önce, bat:fı olduklrı soyal sınıf belirler. İnsanlık tarihinin, sınıf çatışmaları tarihinden ibaret olduğuna inananlardanım.



5



Yine de nılarımı yyılmya karar vermemde kimi ne­ denler ağır stı. Önce, Dışişleri Bkanlığına yeni girmiş ya da girmek hevesini tşıyn,gençlere kendi deneyimlerimi' kuuma­ nın mesleğime yapabileceğim son bir hizmet olacağını düşün­ düm. Bşımdn geçenlerden kendilerine göre çıkaracaklrı ders­ lerle yeni kuşklr meslek basmaklrını tırmanırken karşılşa­ cakları güçlükleri belki daha kolay göğüsleme olnağını ula­ caklar, hiç olmazsa boş hayllere kapılmamı öğreneceklerdi. Bir bşka ve dha önemli neden ise tüm günah ve sevaplarıyla Türk Hariciyesinin bir tomisini yapmak zmnının geldiği­ ne inanmamdır. Gerçekten de, üzerinde çok konuşulduğu, çok yazıldığı halde kamuoyunca en az tanınn devlet dairesi >ışiş­ leri Bkanlığı'dır, denilebilir. Kimi zamn yoğun övgü, kimi za­ man da aşırı yergi konusu yapılan bu Bakanlığın işleyişini, ora­ da egemen oln zihniyeti bilenler azdır. Hariciye'nin Türk dış politiksının yönlendirilmesindeki işlevi nedir, etkinliği ne öl­ çüdedir, bu konulara pek eğilinmez. Eleştiriler, kuruma değil kişilere yöneltilir. Aslında diğer ülkelerde de durum biraz böyledir. Diploma­ sinin bir uzmanlık işi olduğu, halkın dış politikyla ilgilenmedi­ �i ileri sürülür. Nitekim, her konuun kamuoyu önünde tartı­ �ıldığı, hiçbir önemli sorunun hlktn gizli kalmadığı sanıln Birleşik Amerika'da bir Dışişleri Bakanı; Henry Kissinger, tam )ekiz yıl Amerika'nın dış politiksını g;zlilik içinde yürütmüş, :> bir kişi olarak söz eder­ ler ( 1 ). Numan Menemencioğlu mesleğinin dışında kalan alan­ larla pek ilgilenmediği gibi, kimi büyük diplomatlarda rastlanan geniş bir kültüre de sahip değildi. Halkla ve top­ lum sorunlarıyla ise hiç ilişiği yoktu. Kendisinden on yıl sonra Dışişlerinin başına geçecek Fatin Rüştü Zorlu ile ortak yanı, her ikisinin de iç politikadan pek anlamamala­ rıdır. Bu yüzdendir ki, politik mevkilere geldikleri za­ man ikisi de tökezlemişler, · politikacılara yenik düşmüş­ lerdir. Ancak hükümet sorumluluğuna tek parti dönemin­ de katılan Menemencioğlu için iç politikadan anlamamak önemli bir handikap sayılmazdı, çünkü önce Atatürk'ün sonra da İnönü'nün desteğine, güvenine sahip olmak B. M.M.'nin ve politikacıların saygısını kazanmak için yeter­ li oluyordu. Nitekim Numan Bey'in bakanlıktan düşmesi Meclis ya da kamuoyundan gelen baskılarla değil, Cum­ hurbaşkanı İnönü'nün Başbakan Saraçoğlu'nu kurtarmak için Dışişleri Bakanı'nı feda etmek gereğini duymasından doğmuştur. Numan Menemencioğlu'nun iki büyük tutkusu, mes­ leği ile ailesi idi. Mesleğine ne denli bağlı ise ailesine de o derece düşkündü. Hiç evlenmemişti, dul ablası ve _onun iki kızı ile hayatının sonuna kada; bir arada yaşadı. Bü­ yük yeğeni Nevin Menemencioğlu'yu manevi evlat edin­ mişti. · Nevin hanım iki kez evlenmiş fakat dayısının ya­ nından hiç ayrılmamıştır. Genel s·ekreterin verdiği davet­ lerde ev sahibeliği görevini Nevin _ Menemencioğlu büyük



cıı



Bk. Rene Massigli: «Savaş Karşısında Türkiye» , Plan, 1964.



56



bir beceri ile yerine getirirdi. Hariciye mesleğinde kadın­ ların etki ve nüfuzu önemli rol oynar. Başka mesleklerde de kadınların · . etkisi görülmüştür ama Hariciyeci eşleri yurt dışında ülkeyi temsil görevini kocalarıyla paylaştık­ larından, mesleğin ayrılmaz bir parçası sayılırlar. O ka­ dar i, · kimi diplomat eşleri Dışişlerinde kocalarından da­ ha önemli yer tutarlar ve daha çok tanınırlar. Menemencioğlu'nun ailesine düşkünlüğü resmi yaşa­ mına da bir �lçüde yansımış ye bu yüzden eleştirilere uğramıştır. Özel yaşamında «Osmanlı paşası» yanı ağır basan Menemencioğlu duygusal yaradılışının ve iyilikse­ verliğinin de ,etkisiyle yakınlarını kayırmaktan kaçınma­ mıştır. Gerçi ' bu konuda Menemencioğlu'dan sonra gelen­ ler de ondan geri kalmamışlardır ama yine de bu zayıf yanı onun haklı şöhretine gölge düşürmüştür. 1955'te Pa­ ris Büyükelçisi iken başından geçen bir olay, ne demek istediğimi daha iyi açıklayacaktır: Zamanın Başbakanı Ad­ nan Ienderes, Fransa'yı resmen ziyarete gitmişti. Adeti olduğu üzere yanına birkaç gazetenin -başyazarını da al­ mıştı. Ziyaretinin son günü Menderes, Fransa Başbakanı onuruna Türkiye Büyükelçiliği'nde bir akşam yemeği ve­ recekti. Elçiliğin yemek salonu küçük olduğundan sofraya az sayıda konuk oturtulabilecek, geri kalanlar yemekten sonrıki kabul resminde ağırlanacaktı. Bu nedenle yeme­ ğe çağırılan Türklerin arasında Menderes'e eşlik eden gazetecilere yer verilmemişti. Buna karşılık Büyükelçi­ miz onur konukları listesine kendi yakınlarından birinin adını koymuştur. Menderes durumu öğrenince fena hal­ de öfkelenmiş ve telefonda Büyükelçiye şöyle bağırmıştı: «Gereirse yalnız o yakınınız değil, siz bile sofraya otur­ mazsınız fakat benim heyetimdeıı olanlara yer bulunm­ nuz!» Böyle bir muameleye uğramak Numan Bey çapın57



da biri için acı idi ama bu duruma kendi zaafı yüzünden düşmüştü. Genel Sekreterin iki yardımcısı vardı. Siyasi işler yardımcısı M. Cevat Açıkalın, İdari İşler yardımcısı Nu­ man Tahir Seymen idi. Onların . hemen arkasından, kendi büyüklüğüne olan derin inancını ve çabuk yükselme tut­ kusunu gizleyemeyen I. Daire Genel Müdürü Feridun Ce­ mal Erkin geliyordu. Cevat Açıkalın Numan Bey'den daha genç olduğu halde Genel Sekreterin en yakın arkadaşı, en güvendiği dostu idi. Arkadaşlıkları, İsviçre'nin Lozan kentinde bir­ likte hukuk öğrenimi yaptıkları yıllara uzanırdı. Aile çev­ releri, ortak görüş ve beğenileri de onları birbirine yak­ laştırmıştı. Açıkalın Atatürk'ün eski eşi Latife Hanımın küçük kardeşi Rukiye Hanımla evliydi fakat _meslekte yükselmesinde Atatürk'e sıhri yakınlığı kadar, diplomat­ lığa yatkınlığı ve Menemencioğlu'nun sürekli desteği rol oynamıştır. Hatay davasının çözümü sırasında gösterdiği başarılı çabalar da Açıkalın'ın yıldızının parlamasına yar­ dımcı olmuştur. Cevat Açıkalın ile Feridun Cemal Erkin arasında her zaman gizli bir rekabet sürüp gitmiştir. 1943 yılı başla­ rında Dışişleri Bakanlığına getirilen Menemencioğlu, o sırada Moskova Büyükelçisi bulunan Cevat Açıkalın'ı ge­ ri çağırarak Genel Sekreterliğe atayınca bu rekabet büs­ bütün açığa çıktı. Siyasi Dairede çalıştığım sırada Genel Müdürüm Erkin ile Genel Sekreter Yardımcısı Açıkalın arasındaki sürtüşmeler kimi zaman bizlere de sıçrardı. Ör­ neğin I. Daireden çıkan bir yazı Genel Müdürün çekme­ cesinde bekletilip Genel Sekreterliğe geç sunulmuşsa, Açıkalın yazının müsevvidi olan memuru çağırtıp azar­ lamayı ihmal etmezdi. Açıkalın'ın öfkesinin aslında Ge­ nel Müdürümüze yönelik olduğunu bildiğimizden, bu gibi 58



çıkışlara katlanırdık. Zaten Açıkalın bir İngiliz aristokra­ tına benzeyen halleri, ağır işiten kulağı, gümüş saplı bas­ tonu ile pek korkutucu değildi. Üstelik Menemencioğlu' nun desteğine sahip olmanın verdiği rahatlık içinde bu­ lunduğundan, maiyetindekilere karşı kırıcı davranmazdı. Oysa Feridun Cemal Erkin hırslı, hırçın ve alıngandı. Bu yüzden kimseye bilerek haksızlık yapmadığı halde, Ba­ kanlıkta seveni azdı. Numan Bey de kendisini takdir eder fakat pek sevmezdi. Nitekim Bakan olduğu zaman Genel Sekreterliğe Merkezde tek aday Feridun Cemal Bey ol­ duğu halde onu atlayarak Moskovadan Cevat Açıkalın'ı çağırıp bu göreve getirdi. Menemencioğlu'na karşı Erkin' _in büyük k�zu, Şükrü Saraçoğlu'nun sevgi ve kayırması idi. Önce Dışişleri Bakanı sonra da Başbakan olarak Sa­ raçoğlu Feridun Cemal Erkin'i kuvvetle desteklemiş, onun yükselmesine yardımcı olmuştur. Saraçoğlu ve Erkin aile­ leri sıkı dostluk ilişkileri içinde idiler. Bu dostluk Saraçoğ­ lu iktidardan ayrıldıktan sonra da sürdü ve Erkin eski ko­ ruyucusundan gördüğü iyilikleri unutmadı. Ama aynı min­ net borcunu İnönü'ye karşı duyduğu söylenemez, çünkü kendisini hiç ummadığı zamanda yüksek mevkilere geti­ ren, milletvekili, Dışişleri Bakanı yapan İnönü iktidardan düşürüldükten sonra Erkin, Adalet Partisi'ne geçti. Hem de Demirel'in huzurunda yapılan gösterişli bir törende İnö­ nü ve CHP'yi dolaylı biçimde «faziletsizlik»le suçlayarak . . İşinin ehli bir diplomat olduğunu birçok görevde kanıtla­ mış bulunan Erkin'in bu tutumu mevki hırsının, büyük­ lük hastalığının insanları bazen nelere sürüklediğini gös­ terir. Aslında kendini beğenme, büyük görme eğilimi siya­ sal ve sosyal yaşantımızda az rastlanan hastalıklardan de­ ğildir. Nice politikacı, bilim adamı, sanatçı ömürleri bo­ yunca bu hastalıktan kurtulamamışlardır. Benim burada genç hariciyecilere seslenerek yapmak istediğim uyarı, 59



diplomasi mesleğinde en yaygın ve aynı zamanda en za­ rarlı kusurun «kibirlilik-vanity» olduğuna dikkat çek­ mektir. Kibirlilik, kendini beğenmişlik bir diplomatı yal­ nız sevimsiz, itici kılmakla kalmaz , görevini yaparken de onu yanılgılara düşürür. Bu duygudan kurtulamayan dip­ lomat sorumlu mevkilere yükseldikçe, kendi ülkesi ve hü­ kümeti için tehlikeli olmaya bile başlar. Çünkü, örneğin istihbaratının yanlış olduğunu, teşhislerinde isabetsizlik bulunduğunu kabul ve hükümetine itiraf edemez. Kendi­ ne aşırı güven, diplomatın gelişmesini durdurur, yeni dü­ şüncelere açılmasını, yeni koşullara uymasını engeller. Kimi diplomatlar da, Merkez'de iken alçakgönüllü görünürler de dış göreve çıkınca, hele Elçiliğe ya d� Baş­ konsolosluğa yükselince ceberut kesilirl � r. Hoşgörüsüz, kı­ rıcı, bencil olurlar. Sanırım ki bu gibilerin başını döndü­ ren, alışık olmadıkları yaşam biçimidir. Saray gibi elçilik binalarında oturmak, sıra sıra hizmetlileri emrinde tut­ mak, kokteyl partilerinde, yemeklerde boy göstermek, bayraklı resmi araba ile dolaşmak anları kendi gözlerinde büyütür, önemsetir. Devleti temsil ettikleri düşüncesi bunların çevreleriyle ilişkilerinde ölçüyü kaçırmalarına neden olur. Maiyetindekilerden dalkavukluğa varan dav­ ı;amşlar bekleme, onların hatalarını bağışlamama, karşı­ lıklı saygı kuralları demek olan Protokolü katı biçimde anlama eğilimine girerler. Bir örnek vermem gerekirse, kendisine gösterilen davetiyede resmi ünvanının sonuna «büyükelçi»· sözcüğü eklenmediği için çağrı kartını yaban­ cı Sefarete geri gönderen bir Genel Sekreter görmüşüm­ dür. Bu denli şekilcilik, protokol ve ünvan düşkünlüğü sa­ hibini gülünç kılmaktan başka işe yaramaz. Dışişlerine yeni giren gençlere bu çeşit tuzaklara düşmen.elerini, mesleğin yüzeysel yönüne kendilerini kaptırmamalarını iç­ tenlik ve alçakgönüllüğin diplomatlığın başt agelen er-­ demlerinden olduğunu unutmamalarını salık veririm. 60



Yukarıda birkaç cümle ile portrelerini çizmeye çalış­ tığım üç ünlü diplomatımızın kişilikleri birbirinden farklı olmakla beraber, dünya görüşleri ve dış politika anlayış­ larnda , derin ayrılıklar yoktu. II. Dünya Savaşı karşısın­ daki tutumları da hemen hemen aynı olmuştur. Numan Menemencioğlu'nun Dışişlerinde egemen olduğu savaş öncesi ve savaş yıllarında Türk dış politikasına yön ver­ medeki etkisi yadsınamazsa da, bu etki İnönü'nün izin verdiği sınırlar içinde kalmıştır. Yine de, Menemencioğlu savaş yıllarında yerli ve yabancı gözlemcilere koyu bir Alman yanlısı gibi görünmüştür. Oysa onun Alman yanlı­ lığı, tıpkı İnönü ve öteki devlet adamlarimız gibi, Sovyet­ ler Birliği'ne karşı içgüdüsüyle beslediği bir güvensizlik duygusundan kaynaklanıyordu. Savaşın başıpdan sonuna kadar Menemencioğlu, İngiliz ve Amerikan diplomatları­ na Türk politikasının. temel ilkesinin Avrupa'nın merke­ zinde güçlü bir Al.anya'nın bulunmasına dayandığını yi­ nelemiştir. Ruslaın Almanlar karşısında kazandıkları za­ ferlerin sayısı arttıkça da bu görüşünü değiştirmemesi Menemencioğlu'nu İngiliz politikası ile anlaşmazlığa dü­ şürmüş ve onun müttefikler nezdindeki saygınlığını zayıf­ latmıştır_. Bundan en çok yararlanan da Ankara'daki Al­ man Büyükelçisi Van Papen olmuştur. Kurnaz diplomat, Menemencioğlu'na lüks bir Mercedes araba armağaıi ede­ rek onun hakkında kamuoyunda zaten varolan kuşkuları güçlendirmekten geri durmamıştır. 1943 yılında Genel Sekreterliğe getirilen Cevat Açık­ alın'ın benim Merkezde bulunduğum dönemde Dışişlerin­ deki etkisi oldukça kısıtlı idi. Açıkalın, İnönü ve Mene­ hencioğlu'ndan bağımsız olarak dış politikaya yön çize­ cek güçte olmadığı gibi, böyle bir eğilimi de yoktu. Batı­ lılara, özellikle İngiliz'lere hayranlık beslerdi. Almanların _Rus topraklarında hızla ilerledikleri sırada Moskova'da büükelçi olarak bulunuyordu. Sıvyet hükümeti Maska61



va'mn bin kilometre gerisindeki Kuibişev kentine çekilin­ ce Açıkalın Rusların savaşı yitireceğine iyiden iyiye inan­ nıış, Ankara'ya dönmek istemişti. Oysa, o sırada kendi isteğiyle Kuibişev Büyükelçiliği Müsteşarlığı'na atanan Fatin Rüştü Zorlu, Açıkalın ayrıldıktan sonra Maslahat­ güzar sıfatıyla merkeze gönderdiği raporlarda Kızılordu' nun geri hatlara çekilmesinin Stalin'in bir taktiği oldu­ ğum. ve Sovyet halklarının direnme gücünün yuksek bu­ lunduğunu bildirmişti. Zorlu'ya göre Almanya ergeç ye­ nilgiye uğrayacaktı. İtalya Dışişleri Bakam Kont Sforza anılarında Zorlu'nun bu telgrafının ellerine geçtiğini açıklamıştır. Feridun Cemal E�kin ise Şükrü Saraçoğlu ile birlik­ te 1939 Eylülünde yaptığı Moskova . gezisinden beri şid­ detli bir Sovyet aleyhtarı kesilmişti. O da, şefi Saraçoğlu gibi, Almanya yenilirse bütün Avrupa'nın Bolşevik ola­ cağına hatta Slavlaşacağına inanıyordu. Am'a Erkin daha da ileri gidiyor ve İnönü-Çörçil buluşmasına katılmak üzere Adana'ya hareketinden önce, 'Ankara'daki Alman Sefirine: «İngiltere ve Amerika bir gün, Avrupa'yı Bol­ şevik tehdidinden korumak için en seçme . gençlerii feda ettiğinden dolayı Almanya'ya minnet duyacaktır» iye­ biliyordu C). Tüm insanlığa bin yıllık bir kölelik düzenini dayat­ mak amacıyla ordularım harekete geçirmiş Nazi Alman­ yasının Türk diplomatlarınca bu biçimde değerlendiril­ mesi, faşizm tehlikesinin umursanmaması gerçekten şa­ şırtıcıdır. Ama unutmamalı ki , yukarıda adlarını andı­ ğım ünlü diplomatlar ülkemizin halktan kopuk bümkrat­ aydın kesimini simgeliyorlardı. Onlar znaatlerini iyi bi­ lirler, yukarıdan gelen · buyrukları en iyi biçimde uygu(1) Bu sözlerin savaştn sonra Müttefklerin Almanya'da ele geçirdikleri gizld arşivlerde kayıtlı olduğu görülmüştür.



62



lamaya çalışırlardı. Başka bir deyişle onların kişilikleri meslekleriyle özdeşleşmişti. Önce «Ebedi Şef» sonra «Mil­ li Şef» hangi dış politikayı seçmiş, ülkenin yararım han­ gi dostluklar ve düşmanlıklarda görmüşse, Hariciyenin işlevi o politikayı körü körüne uygulamaktı. Diplomatın görevi bundan ibaretti. Kamuoyunun nabzını yoklamak, özlemlerini değerlendirmek, dış politika seçeneklerini araştırmak yalnız Şef'in takdir ve yetkisi içinde idi. Dip­ lomat bu gibi işlere kafa yormaz, siyasal ve ideoloj ik akım­ larla ilgilenmez, asker gibi veril�n görevi yerine getirir­ di. Bu açıdan bakılınca, II. Dünya Savaşı sırasında Türk Hariciyesini yöneten ekibin Naizm ve Faşizm tehlikesi­ nin bilincine varmamış olmasını fazla yadırgamamak ge­ rekir. . Asıl 'yadırganacak olan, bu tutumun Dışişlerimizde bir gelenek, değişmez bir zihniyet halinde yerleşmesi ve bunun · sonucunda savaş sırasında uygulanan tek yönlü, kalıplaşmış _ dış· politika stratej isinin savaştan sonra aynen korunarak dünyadaki büyük gelişmelere ayak uydurula­ mamasıdır. Savaş sırasındaki hesaplar, korkular umutlar savaştan sonra da sanki dünya hiç değişmemiş gibi sür­ dürülmüş, dış politikamız yine Batılı devletlerin kanadı altına sığınma içgüdüsü üstüne kurulmuş, Batı emperyaliz­ minin yeni lideri Amerika Birleşik Devletleri'ne bütün kapılar açılmış, dış politikamızın ana hedefleri Truman Doktrini ile Marschall Planı'ia göre ayarlanmış, Hariciye' nin işlevi ABD'nin güvenini kazanmaya, sürekli yardımı­ nı sağlamağa yönelmiştir. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu teslimiyet politikasını Menemencioğlu kuşağından son­ ra Dışişleriniİı başına geçenler eskileri aratmayacak bi­ çimde uygulamayı başarmışlardır. Bir Menemencioğlu' nun vitüözlüğüne erişememekle beraber, Hariciyenin ye­ ni sorumluları ustalarından öğrendikleri havayı çalmaya devam ederek, Türk dış politikasının Batı dünyası yörün­ gesinin dışına çıkmamasına özen göstermişlerdir. Dışiş63



lerimizde son zamanlarda görülen kıpırdanışları, eleştiri­ sel eğilimleri fazla ciddiye almamak gerekir. ABD ve NATO'ya bağımlılık ulusal politikamızın temel taşı ola­ rak kaldıkça, yeni yetişenler de bu çarkın içinde dolanıp durmaya mahkum olacaklardır. Ta ki, bu köhne çark kı­ rılıp çağımıza yaraşır yeni bir düzen kuruluncaya dek.



***



1942 yılının Mart ayı başlarında «diplomatik kuriye»­ lik sırası bana gelmişti. O tarihlerde, küçük dereceli mes­ lek meınur\arıyla sürekli dış gör�ve atanmayan idari me­ murlar yani mesl�k sınavından geçmemiş olanlar sıra ile kuriye olarak dışarıya gönderilirlerdi. Bilindiği gibi, dip­ lomatik kuriyelet mühürlü çantalar içinde dış temsilcilik­ lere evrak götürürler. İvedi olmayan talimat, rapor ve belgeler kuriye aracılığıyla yollanır, dönerken de kuri­ yeler Elçiliklerin aynı nitelikteki evrakını merkeze geti­ rirler. Devletlerarası · yazılı olmayan kurallar gereğince kuriyeler diplomatik dokunulmazhk haklarından yarar­ lanırlar. Çantaları açılmaz, üstleri aranmaz. Pek nadir hallerde kuriyelerin dddi ihbar üzerine arandıkları görül­ müştür. Kaçak ya da yasak eşya taşıdıkları meydana çı­ karsa tutuklanabilirler. Bir diplomatik kuriyenin çantası­ nı aramak çok ağır bir muamele olduğundan kaçakçılık yaptığından emin olmadıkça kuriyenii eşyasına sınır güm­ rüklerinde dokunulmaz. Kuriyelik meslek memurları için hiç de heveslenile­ cek bir görev değildir, hele benim gibi biaz dalgın tabiat­ ta olanlar için. Ama sözünü ettiğim yıllarda Avrupa'ya kuriye çıkmak için hepimiz can atardık. (Savaş sırasında Amerika ve Uzak Doğu'ya kuriye çıkarılamıyordu). Çün­ kü aldığımız 111 lira maaşla, Ankara'da geçinmek çok zordu. Kişisel geliri olmayan ya da ailesi Ankara'da otur­ mayanlar epey sıkıntı çekerdi. İşte kuriyelik bu bakım64



dan bir can simidi yerine geçerdi. Üç hafta kadar süren Avrupa kuriyeliğinden döviz olarak aldığımız yolluk öde­ neğini elden geldiği kadar tasarruf ederek, dönüşte maa­ şımıza eklerdik. · Dışarıdaki Elçilerimiz de durumu bildik­ lerinden, elçilik binası müsaitse kuriyeleri konuk eder­ ler, otele göndermezlerdi. Kuriyelik sırasının bna geldiğini öğrenince sevin­ miştim. Gerçi Ankara'da ağabeyimin yanında kaldığım­ dan, mali durumum kimi arkadaşlarımınkinden daha iyiy­ di ama, İsviçre ve Frjnsa'yı ilk kez görecektim. Kimbilir belki de sürekli göreve atanacağım yer Avrupa dışında olacaktı. Savaş ıiçinde bile olsa Avrupa'da üç haftalık bir gezi bana çekici görünüyordu. Üç hafta sürmesi gereken bu geziden tam dört yıl sonra döneceğimi nasıl bilebilir­ dim? Savaş halinden ötürü, uçakla Viyana'ya kadar gide­ biliyor, oradan trenle İsviçre üzerinden Fransa'ya geçili­ yordu. Alman'lar Paris'i işgal ettikten sonra Fransız, hü­ kümeti Vichy'ye (Vişi okunur) taşımıştı. Büyükelçiliği­ miz de Vichy'de bir otel odasında kurulmuştu. Avrupa :uriyelerinin son durağı burası idi. Sofya Elçiliğimize . ait evrakı havaalanına gelen elçi­ lik memuruna teslim edip Viyana'ya geçmiştim. Savaşın korkunç yüzüyle ilk kez orada karşılaştım. Yedi yıl önce bir · öğrenci grubuyla geldiğim Viyana'yı tanımak müm­ lin değildi. O görkemli oteller, sokaklar Doğu cephesin­ den izinli dönen ya da sakat kalmış Alman subay ve as­ kerleriyle doluydu. Avusturya'nın başkentini Almanlar :ephe gerisi bir sanatoryum ve sağlık merkezi gibi kul­ lanmaya başlamışlardı. Savaşta yaralanan ya da hastala­ ıan yüksek rütbeli subaylarla Nazi ileri gelenleri ise, daha conforlu olan İsviçre'ye gönderiliyorlardı. O günleri anım­ iarken, Stalingrad bozgunundan sonra Avusturya ve iş65



gal altındaki öteki Avrupa ülkelerinin kim.bilir ne hale geldiklerini düşünürüm. Avusturya'dan İsviçre'ye geçince manzara . tümüyle değişiyordu. İsviçre'de sayaşın etkisi, başlıca besin ve tü­ ketim maddelerinin dağıtımına konulan karne usulünde görülüyordu. Bir de İsviçre'nin gelir kaynağı olan turizm felce uğramıştı. Yabancı turist olarak ancak Almanların İsviçre sanatoryumuna gönderdikleri ve tedavi ücretleri­ ni değersiz işgal markı ile ödedikleri Almanlarla, Fran­ sa'nın güney sınırındaki askeri kontrolü gizlice aşabilip . Cenevre'ye sığınanlara rastlanıyordu. İsviçre'den Fraisa'ya geçince, savaşın çirkin yuzuy­ le yine karşılaşılıyordu. 1940 yazında uğranılan bozgun­ dan sonra, Nazilere teslim olan Mareşal Petain ve onun hükümet kurmaya memur ettiği faşist eğilimli Pierre La­ val, Alnanlarla işbirliği yaparak Fransa'yı sözümona yı­ kıntıdan kurtarmışlardı. Ama yenilginin ilk şaşkınlığı ge­ çince yurtsever Fransızlar, içeride ve dışarda Almanlara karşı direnişe geçmişlerdi. Dışardakiler Londra'da Gene­ ral De Gaulle'ün çevresinde toplanırken, içerdekiler de anlarla temas kurup direnişi örgütlemeye koyulmuşlardı. İşgalci Almanlarla yenilgiyi kabul etmeyen yurtsever Fransız halkı arasında amansız bir savaş başlamıştı. Nazi­ lerle işbirliğini yeğleyen Fransızlar ise, başta Paris ol­ mak üzere işgal altındaki bölgenin büyük kentlerinde ka­ raborsacılık ve Almanlar hesabına muhbirlik ' yaparak zengin olmanın yolunu tutmuşlardı. Savaşın yarattığı en derin yıkıntılardan olan ahlak düşüklüğü Fransa'da kol geziyordu. Çıkar ve mevki düşkünü _ _politikacılar Vichy' ye koşup, Mareşal Petain'le Laval'in çevresine üşüşmüş­ lerdi. · Savaştan önce karaciğer hastalarının kür yapmaya geldikleri dünyaca ünlü bir su şehri olan Vichy, Fransa' nın her köşesinden gelen insanlarla dolup taşmıştı. Yiye-



66



cek sıkıntısı son haddine varmıştı. Lokantalarda havuç ve patatesten başka yemek bulmak güçtü. Görevimin son durağı olan Vichy'de birkaç gün kn­ lıp, Büyükelçiliğimizin kuriyesini aldıktan sonra, yine İs­ viçre üzerinden Viyana'ya gidecek, oradan uçakla Anka­ ra'ya dönecektim. Fakat bir gece Büyükelçilikte görevli arkadaşlarım Kenan Gökart, Melih Esenbel ve Beşir Bal­ cıoğlu ile birlikte yediğimiz akşam yemeğinden sonra otel­ deki odama döndüğüm zaman birdenbire bir öksürük nö­ betine tutuldum ve ağzımdan bol miktarda kan geldi. Er­ tesi sabah başıma gelenleri arkadaşlara anla�tım, onlar da hemen büyükelçiye haber verdiler. Atatürk döneminde Ulaştırma Bakanlığı yapmış yaşlı ve saygıdeğer bir zat olan Büyükelçimiz B ehiç Erkin, durumumla yakından il­ gilenerek beni bir doktora gönderdi. Doktorun çektirdiği röntgen filmi kuşkuya yer bırakmıyordu: verem hasta­ lığına tutulmuştum! Okuyucuyu ilgilendirmeyeceğini bildiğim bu . olayı anlatmamın nedeni, küçük bir memurun hastalığıyla ge­ rek Büyükelçinin, gerekse daha sonra Genel Sekreter Me­ nemencioğlu'nun ne denli candan ilgilendik1erini minnet duygularımla birlikte vurgulamaktır. Büyükelçi Behiç Bey, durumu telgrafla Ankara'ya yansıttı, o günkü ko­ şullar altında Vichy'de tedavi edilmeme olanak bulunma­ dığından, Büyükelçilikten bir arkadaşın eşliğinde beni Ce­ nevre'ye gönderdi. Oraya vardığımda Başkonsolosumuz Fethi Denli Bakanlıktan Menemencioğlu imzasıyla bir tel­ graf aldığını, benim Ankara'ya dönmeden Cenevre Baş­ konsolosluğu Kançılarlığına atanmamın kararlaştığını, hastalığım tamamen· iyileşinceye kadar da izinli sayıla­ cağımı tebliğ etti. Kuriye çantalarını Cenevre Başkonso­ losluğu Kançıları Nedim Erinçer Ankara'ya götürecekti. Bakanlık ayrıca, İsviçre'de bir uzman tarafından muaye­ nemin yaptırılmasını ve onun vereceği raporla röntgen fi67



!imlerinin Ankara'ya gönderilmesini istiyordu. Sonradan öğrendiğime göre, kuriyeyi götüren arkadaşı bizzat Nu­ man Bey kabul ederek sağlık du�mumu uzuı uzadıya sommş, röntgen filimlerini ışığa tutup bakmış. Kendisi de eski bir akciğer hastası olan Genel Sekreterimizin ve isviçre'de en elverişli koşullar altında tedavi görerek sağ­ lığa kavuşmama olanak veren Bakanlığın bu iyiliğini öm­ rümün sonuna dek minnetle :nacağım. Umarım ki, bugün de Dışişleri Bakanlığı memurlarına aynı ilgi ve yardımı göstermektedir. Doğrusu bundan biraz kuşkuluyum, çün­ kü görev başında iken değil hastalanmak, haince öldürül­ müş olan diplomatlarımızın aileleriyle bile gereği gibi ilgilenilmediği söyleniyor. Dilerim i bu söylentiler doğrtl olmasın. Cenevre Başkonsolosluğu · Kançılarlığına atanmamı izleyen ondört ayı sanatoryumda geçirdikten sonra sağlı ­ ğıma kavuşup 1943 yazında görevime başladım. Sanator­ yumda bulunduğum sırada, Cenevre Üniversitesi Hukuk Fakültesinin doktora sınıfına kaydolmuştum. Doktora sı­ nıfında devam zorunluluğu olmadığından Profesörlerle yazışarak gerekli kitapları okumuştum. Konsoloslukta gö­ reve başladıktan bir süre sonra sözlü sınavlara girip ka­ zandım. Konsolosluk işlerinin azlığı sınavlara hazırlama olanağını bana vermişti. Bilindiği gibi, konsoloslukların başlıca işlevi vatandaşların pasaport, vize, askedik işlem- . leriyle, ticari alışverişlere ilişkin noterlik muamelelerini yürütmektir. Savaş hali dolayısıyla bu tür işlerimiz yok denecek kadar azdı. Ve bizler her yanı yanıp yıkılan Av­ rupa kıtasının göbeğindeki İsviçre denilen adacıkta, san­ ki savaş cehenneminin ortasındaki bir cennette yaşıyor­ duk. Gittikçe artan dehşetini gazetelerden izlediğimiz dün­ ya savaşı ile tek somut temasımız, kimi geceler İsviçre semalarından geçerek, Almanya kentlerini bombardımana giden uçak filolarının sağır uğultusu idi.



68



1944 ilkyazında çıkan bir kararname ile Bern Büyük­ elçiliği İkinci Katipliği'ne nakledildim. Genç meslek me­ murları için Konsolosluk hizmetinden Elçiliğe geçmek bir çeşit terfi sayılır, çinkü noter katipliği yerine siyasi ko­ nularla uğraşacak demektir. Gerçi Hariciyemizin iç kuru­ luşunu düzenleyen yasa ve yönetmelikler elçilik ve kon­ solosluk memurları - arasında bir ayırım . gözetmemiştir. (Kimi Avrupa ülkelerinde ise diplomatik hizmet ile kon­ solosluk hizmeti tamamen ayrılmıştır.) Yine de, özellikle bizim yetiştiğimiz dönemde, üçüncü katip, ikinci katip ve başkatip derecesinde bulunan meslek memurları dış gö­ revlere atanırken elçilik yerine konsolosluk emrine gön­ derilmeyi ilerisi için hayırlı bir işaret saymazlardı. Hakla­ 1 rı da vardı çünkü her genç diplomatın gönlünde yatan ideal büyükelçi payesine yükselmek olduğuna göre, o de­ receye ancak siyasi işlerde uzun süre çalışıp mesleğin in­ celiklerini öğrendikten sonra erişebileceklerini bilirlerdi. Nitekim yakın zamanlara değin bir Başkonsolosun ne ka­ dar kıdemli olursa olsun Büyükelçiliğe yükseltildiği gö­ rülmemiştir. 1970'lerin başında çıkarılan Personel Kanu­ nu uygulamasında yapılan intibaklar, Dışişleri Bakanlı­ ğının barem ve ünvan cetvelinde de bir sürü karışıklığ;a meydan vererek bir büyükelçi, enflasyonu yaratmıştır. Duyduğum doğru ise, şimdi hizmet yıllarının sayısına gö­ re otomatik olarak I. dereceye yükselen her meslek me­ nıuru kendisini Büyükelçi saymakta, kartvizitine bu ün­ vanı eklemekte imiş ! Oysa Büyükelçi ünvanına hak lrn­ zanma!{ için maaş bareminin en üst derecesine yüksehniş olmak yetnıez, ayrıca ve mutlaka Bakanlar Kurulu ka­ rarnamesi ile bir dış göreve büyükelçi olarak atanmış ve fiilen hizmet görmüş olmak gerekir. Hatta henüz tışarda misyon şefliği yapmadan Merkez'de yükselip Genel Sı:; :-­ reterliğe getirilenlerin bile, görev bakım.ından e1çi1=Tin üstünde olmalarına karşın, resmen Büyükelçi sıfatım kul69



!anmaya hakları yoktur. Bunun içindir ki, Avrupa ülke-­ lerinde Dışişleri Genel Sekreterliği'ne önceden büyükelçi-­ lik yapmış olan diplomatlar seçilir. Be-rn Elçiliğinde çalıştığım iki yıldan belleğimde ka-­ lan en çarpıcı anılar, Elçimiz Yakup Kadri Karaosmanoğ-­ lu'nun seçkin kişiliği üzerinde odaklanır. Türk edebiyatı-­ nm unutulmaz adlarından olan Yakup Kadri Bey'in ya-­ nrnda çalışmış olan herkes, sanırım ki onu en güzel duy-­ gularla anarlar. Şahsen ben kendisinden gördüğüm şef-­ kati, manevi desteği ve gerçek bir aydın kişi olan eşi Le­ man Karaosmanoğlu'nun insanlık vasıflarını, üstün tem-­ sil yeteneğini unutamadiğın gibi, Yakup Kadri Karaos­ ma_noğlu'nun bir katedral kadar sağlam türkçesiyle engin kültürüne, siyasi raporlarındaki renkli ve kıvrak üslubu-­ na, doymak bilinmez sol1betlerine hayran kalmışımdır. Yakup Kadri Bey «Zoraki Diplomat» başlığı altında ya­ yınladığı anılarında diplomatlığı küçümser görünür ama aslında bu mesleği çok sevmiş ve klasik diplomat tipine yaraşır biçimde başarılı da olmuştur. Bern Elçiliği'ndeki yaşantımız epey hareketli geçti . II. Dünya Savaşı'nın sonuna yaklaşıyorduk. Müttefikle­ rin ağır hava bombardımanları sonucunda birçok Alman kenti ve bu arada başkent Berlin yerle bir olunca; orada-­ ki diplomatlarımızdan bazıları Bern Elçiliği'ne nakledil-­ mişlerdir. Elçilikte kalabalık ve ahenkli bir kadro oluş­ turmuştuk. Elçimiz Yakup Kadri Bey'in şevkatli başkan-­ lığı altında bir ailenin birbirini seven, sayan bireyleri gib i dayanışma içinde çalışıyorduk. Şimdi rahn.etli olmuş ar-­ kadaşlarım Necdet Bebez, Daniş Tunagil, Talat Benler, basın ateşesi Ali Naci Karacan ile askeri ateşemiz Hayri Saner-'e ilişkin anıları hala gönlümde taşıyorum. İsviçre' nin başkenti· hem savaşın gelişimini izlemek hem de Müt-­ tefiklerle Mihver devletleri arasındaki siyasal çatışmalaq gözlemek bakımnidan Avrupa'nın en önemli merkezi idf



70



Haberalma servisleri, casusluk ve karşı casusluk örgütleri en yoğun faaliyetlerini orada gösteriyorlardı. Ben hü­ kümeti de savaşan taraflar arasında tam bir denge politi­ kası uygulayarak İsviçre'nin hukuksal tarafsızlığını koru­ makta çok titiz davranıyordu. Ancak, İsviçre'nin tarafsız ­ lığı daha çok Almanların işine yarıyordu. Nazi orduları­ nın birkaç saat içinde bu küçük ülkeyi işgal edebileceği­ nin bilincinde olan İsviçreliler, Hitler'in tüm isteklerine boyun eğiyor, Almanya'ya elektrik enerj isi veriyqr, ban­ kalarını Nazilerin emrine tahsis ediyor, kısacası tarafsız­ lık görüntüsü altında Almanya'ya her türlü kolaylığı sağ­ lıyordu. Müttefikler de bu duruma razı görünüyorlardı. Savaşın talihi ,değişince Müttefik devletler İsviçre hü­ künetini sıkışhrmaya başladılarsa da Avrupa'da ateş ke­ silinceye değin büyük sorun çıkarmayara. İsviçre'nin ta­ rafsızlığına saygı gösterdile-. Karaosmanoğlu Almanları sevmez, faşizmden de nef­ ret, ederdi. O da İngilizlerin yenilmezliğine inananlardan­ dı. İsviçre'ye atandığı 1944 yılında savaşın yazgısı belli olmaya başlamıştı. Ankara'nın tutumuna da uygun ola­ rak, Elçiliğimizin dostltİk ilişkileri İngiliz ve Amerika Se­ faretlerine doğru dönmüştü. Özellikle İngiliz Ateşemiliteri Albay West ile eşi elçiliğimizin devamlı konuklarındandı. B ayan West içkiyi ve dansı çok severdi, bir b acağı sakat olan Albay ise bir köşede viskisini yudumlayarak karısı­ nın sabahlara kadar dans etmesini seyrederdi. Bizler da­ ha çok Mrs. W est ile ilgilenir, adama da biraz acırdık. Bü­ yü.elçimiz', «İngiliz erkekleri geniş yüreklidir» derdi. Sa­ vaştan sonra, Albay West'in İngiliz «İntelligence Servi­ ce»inin Avrupa'daki en yüksek görevlisi olduğunu gaze­ telerden öğrenince herhalde rahmetli Karaosmanoğlu da bizler kadar şaşırmıştır!



71



V Türkiye'nin II. Dünya Savaşı dışında kalmayı başar­ dığı halde ekonomik yönden bundan hiç yararlanamadığı çok söylenmiştir ve doğrudur da. İnönü-Saraçoğlu ekibi­ nin ekonomi alanındaki bilgi ve görüşlerinin kısırlıı bir­ çok fırsatların kaçmasına , neden olduğu gibi, hükümetin rasyonel bir ticaret ve ekonomi politikasından yoksun oluşu halkımızın savaş içinde yaşayan ülkele. halkları ka­ dar sıkıntıya düşmesine yol açmıştır. Savaştan yararla­ nanlar Almanya'ya pamuk satarak zengin olan birkaç tüc­ carla büyük kentlerdeki karaborsacılar olmuştur. Ama Avrupa'yı beş yıl süreyle kasıp kavuran savaşın bazı Türk diplomatlarını da zengin ettiğini herkes bilmez. Gerçek­ ten, Türkiye'nin statüsü savaş süresince Avrupa'da gö­ revli bulunan Hariciyecilerimize beklenmedik olanaklar sağlamış, durumdan yararlanmasını bilenler maaşlarının kat kat üstünde para biriktirmeyi becermişlerdir. Bakınız nasıl: Avrupa temsilciliklerimizde çalışanların maaşları Merkez Banlrnsı'nca İsviçre Bankalarına gönderilirdi. Al­ man işgali altında bulunan ülkelerdeki elçilik ve konso­ losluk memurlarından biri, her üç ayda bir İsviçre'ye ge­ lerek bankada birikmiş maaşları toplar, sonra bu parayla İsviçre piyasasından altın satın alırdı. İsviçre'de altın sa­ tışı serbestti. Sonra bu altınları çantasına koyan arkadaş hiçbir kontrolden geçmeden geldiği ülkeye geri dönerdi. 72



Almanların sınırlardan kuş uçurtmadıkları bir dönemde. yüzlerce bazen birkaç bin parça altım İsviçre'den işgal al ­ tındaki ülkelere kaçırmak olanaksız gibi görünür ama Al­ man askeri makamları tüm gümrük kapılarına Türk pa­ saportu taşıyan diplomatların hiçbir muayeneye tabi tu­ tulmamaları ve kendilerine her türlü kolaylığın gösteril­ mesi emrini vermişlerdi. Bu sayede diplomatlarımızın al,­ tın trafiği tehlikesizce yürütülebiliyordu. Almanların Türk diplomatlarına karşı bu tutumu Türkiye'nin tarafsızlığı­ nın bir çeşit ödüllendirilmesi de sayılabilir. Bazı arkadaş­ lar altınları yolda çaldırmak korkusuyla çantalarına koy­ mazlar, üstlerinde taşırlardı. Bunun için de, bir-iki bin al­ tını yerleştirebilecek özel kemerier yaptırmışlardı. Maaşlarııj niçin altına çevrildiğini soracak olanların merakını da gidereyim: Alman işgali altındaki ülkelerde ulusal paraların değeri çok düşüktü çünkü karşılığında mal bulunmuyordu. Bu ülk_elerde altının değeri ise çok yüksekti. Örneğin Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Ma­ caristan, Avusturya hatta Fransa'da birkaç İsviçre ya da İngiliz altını karşılığında bir diplomatın lüks bir daire ki­ ralaması ve bir aylık mutfak nıasraflarını karşılaması niümkündü. Orta derecede bir meslek memurunun aylığı yaklaşık olarak 35-40 altın tuttuğundan , işgal altındaki ülkelerde diplomatlar prensler gibi geçinip üstelik böl bol para biriktiriyorlardı. Aynı trafiği Güney Amerikalı dip­ lomatlar da daha büyük ölçülerde yapıyorlardı. Alman­ ların kendileri ise işgal ettikleri ülkelerde zorla geçerli kıldıkları «işgal nıarkı»na bu işi gördürüyorlardı. Savaş sırasında başka yollardan da servet yapan dip­ fomatlar görülmüştür. Bir kısmı yasal olmayan yollard an Yahudiler.in . paralarını kaçırarak komisyon almışlar, bir kısmı da Fransa, Hollanda ve Belçika'dan altın bozdura­ rak yok pahasına tablo ve kıymetli eşya satın almışlar, savaştan sonra bunları gerçek değerine satabilmişlerdir. 73



Fakat bu tür ticareti ancak pek becerikli, gözüpek olan­ larla tablo ve değerli eşyadan anlayanlar yürütebilmiştir. 1939-1945 yıllan arasında Hariciyemizde resim sanatı ve antikacılıkta uzmanlığa erişenlerin sayısı epey artn1ıştır! II. Dünya Savaşı'nın Hariciye mesleğine dolaylı bir etkisi daha oldu : Dört yıl süre ile yurt dışına çıkmayan, çıkabi,lse bile gittiği ülkelerde savaş halinin yarattığı bin­ bir zorlukla karşılaşan Türk burjuvazisi, Hariciyecilerin ellerindeki diplomatik pasaportun İ1er kapıyı açan bir al­ tın anahtar değerinde olduğuna inanarak, çocuklarını Dış­ işleri Bakanlığı'na girmeye özendirdi. O . zamana kadar İstanbul'lu aile çocuklarının, özellikle Galatasaray Lisesi ve Amerikan Koleji mezunlarının girmeye cesaret ede­ bildikleri Dışişleri sınavına Ana�olu'dan akın oaşladı. Taş­ ra Liselerinden Ankara'daki Mülkiye (şimdiki Siyasal Bil­ giler Fakültesi) okuluna gelen eşraf çocukları arasında hariciye mesleğine heveslenenler çoğaldı. Bunların en ça­ lışkanları Mülkiye'deki dört yıllık öğrenim süreleri içeri­ sinde Fransızca ya da İngilizce bilgilerni ilerleterek sı­ navı kazanacak düzeye ulaştılar. Bu durum Hariciye mes­ leğinin demokratikleşme sürecini hızlandırdı ve bir ba­ kıma yararlı oldu. Bir bakıma diyorum, çünkü başka bir bakımdan da birtakım sakıncalı durumlar ortaya çıktı. Sözgelimi, Anadolu'dan gelmiş ve Ankara'dan başka . bü­ yük kentte yaşamamış gençlerden Hariciye'ye girenler­ den kimileri yabancı ülkelerde gördüklerinden ve oralar­ daki diplomat yaşantısından ters yönde etkilendiler. İç­ lerinden yeni yaşamlarından başı dönenler, mesleğin yal­ dızına kapılanlar, yurda dönünce bu ülkenin insanlarını beğenmeyenler, hatta ailelerini fazla ilkel bulup ilişkileri­ ni gevşetenler çıktı. Birkaç istisnasıyla çoğunun dünya görüşlerini hariciye mesleği olumsuz yönde etkiledi. Bi­ zim meslekte çok görülen «kariyerizm» hastalığına tu­ tulup , biran önce yükselmek, yeni ünvanlar kazanmak



74



ıçın kişiliklerinden özveride bulunanlar çıktı. Kendi ül­ kelerinin sorunlarına yabancı gözüyle bakmak, i.sanla­ rını yabancı açısından eleştirmek eğilimine kapıldılar. Kı­ sacası, halk çocuğu olarak girdikleri meslekte beş on yıl sonra halktan kopuk birer bürokrat kesildiler. Kendi ken­ dime hep soı.nm, · acaba bu, Hariciye mesleğine özgü bir çarpıklık mıdır, yoksa . bütün mesleklerde gençleri aynı tehlikeler bekler mi? * �' *



1946 yılı yazına girerken dış görevde dört yıllık sü­ remi doldurduğumdan Ierkez'e nakledildim. Ankara'ya dönmeden yıllık iznimi kullanmak üzere Paris'e gittim. Dünya savaşı biteli bir yıl olmuştu fakat yakılıp yıkılmış Avupa'da ulaşım güçlüğü sürüp gidiyordu. Avrupa ülke­ leri yaralarını sarmak, iflas halindeki ekonomilerine çeki düzen vermek için yoğun çaba harcıyorlardı. . Fransa'dan Türkiye'ye dönmek benim için bir sorun olmuştu. O tarihte henüz sivil havacılık yoktu, tren ya da gemi ile hareket etmek zorundaydım. Doğu Ekspresi iş­ letmeye açı1mamıştı, tek çarem vapurla İstanbul'a git­ mekti. Nihayet Ege adındaki yolcu gemimizin harpten sonra ilk seferini yapmak üzere Fransa'nın güneyindeki Marsilya limanına geleceğini öğrenip, geminin dönüş seferinde zorlukla bir yer bulabildim. O sırada Paris'te yurt dışına ilk turistik gezilerini yapmak ya da savaş bo­ yunca kesilen ticari ilişkilerini yenilemek için Avrupa'ya çıkmış Türk'ler vardı. Bazılarıyla Parıs'in en lüks otelle­ rinden sayılan «Beşinci Jorj » otelinde karşılaşıyordum. Yukarıda anlattığım nedenle ben de o görkemli otelde beş, on altın bozdurmak karşılığında kalabiliyordum. Fransız Frangının değeri hala çok düşüktü. İkinci katip iken bir ay kaldığım o otelin Büyükelçi olduğum zaman kapısın-



75



dan içeri giremedim. Fiyatlar o denli artmış, Fransa' da hayat standardı o derece yükselmişti! Sivas Milletvekili ve AKŞAM gazetesi başyazarı Nec­ meddin Sadak'la Beşinci Jorj otelinde tanıştım. İkinci ev­ liliğini yapmış, Paris'e balayını geçirmeye gelmişti. Ken­ disi uzun süre. Cenevre'deki Milletler Cemiyeti nezdinde Türkiye'yi texnsil etmişti. Uluslararası sorunları iyi bilir, dış politikaya ilişkin yazıları ağırlık taşırdı. Sadak be­ nimle ilgilendi. Yakın dostları olan Yakup Kadri Karaos­ manoğlu'ndan ve Paris Büyükelçimiz Numan Menemen­ cioğlu'ndan benim sol fikirli olduğumu öğrenmiş, gahba yazı yazmaya meraklı olduğum da kendisine söylenmiş, beni tanımak istemişti. AKŞAM gazetesindeki başyazıları­ nı beğenerek okuduğum bu · dış politika uzmanıyla tamş­ naya ben ele can atıyordum. Büyükelçimizin yemeklerin­ de ve otelde sık sık görüşmeye başladık. Konuşmalarırrıız yurda dönerken bindiğimiz Ege vapurunda da sürdü. Nec­ meddin Sadak kendisinin de sol görüşlü, sosyalist eğilimli olduğunu CI- I P'de bir sol kanat · geliştinneyi düşüı,dütü­ nü söyledi. Sadak'a göre ·yeni girdiğimiz çok partili siyasi hayata uyabilmek için CHP'nin kendisini yenilemesi, Tiir­ kiye'nin de sol c1kunhıra açılması gerekiyordu. Bu sözl2ri coşku içinde dinlediğimi anımsıyorum. Sadak bana ilerisi için proj elerim olup olmadığını sordu, Uygun ortam ve fırsat buluı�sam p1itikaya girmeyi arzuladığımı, fakat da­ ha önce kamuoyuna kendimı tanıtmak için bir gazetede yazı yazmayı deneyeceğimi söyledim. Böylece karşımôa­ kinin niyetini yoklamak istiyordum. Bunun üzerine Sa­ dak bana açıkça kendi gazetesine her hafta bir dış poli ti­ ka yazısı yazmamı önerdi. Hemen. kabul ettim. Aramı z­ daki anlaşrn.a gereğince yazılarıma şimdilik adım ve so­ yadımın ilk harflerini imza olarak koyacaktık. O günkü «Basın Kanunu» devlet memurlarının gazete . ve dergik r­ de yazı yayınlamalarına hiçbir şekilde izin vermiyoriü . 76



Takma adla yazı yayınlayan memurların kimliklerini de gazete sahibinden . soruşturmak hakkı savcılara tanınmıştı. Merkez'de göreve başlamak üzere Ankara'ya gitti­ ğimde, Bakanlığın hangi dairesnde çalışacağımın önce­ den kararlaşmış bulunduğunu öğrendim. Dıştşleri Bakn­ lığında Büyükelçiler dışındaki meslek memurlarının ata­ ma · ve nakil kararnamesi, ilke olarak her yılın Haziran ayında çıkar. Bakanlıktaki genel müdürler, kararname ile Merkez hizmetine alınan katip ve müsteşarlar arasında en işe yarar bulduklarını kendi dairelerine almak üzere önceden harekete geçerler ve Genel Sekreter'in de onayı . 1 • ile aralarında - paylaşırlar. Sözünü en çok geçiren genel müdür istediği memurları dairesine . almayı başarır. Mer, kez'e döndüğüm sırada da, Ticaret ve İktisat Dairesi Ge­ nel Müdürlüğüne getirilmiş bulunan Fatin Rüştü Zorlu beni ve Turgut Menemencioğlu'nu kendi dairesine iste­ miş ve almıştı. İsviçre'den Merkez'e çağırılırken Başkatip derecesine yükseltildiğiİıden, Ticaret ve İktisat Daire­ si'ndeki görevime Orta ve Kuzey Avrupa ile ekonomik, ticari ilişkileri düzenleyen Şubenin Müdürü olarak baş­ ladım. Aslında, Dışişleri Bakanlığı'nın ekonomik işler dai­ resi Fatin Rüştü Zorlu genel müdür oluncaya kadar önem­ li bir daire sayılmazdı. Yabancı ülkelerle ekonomik ve ti­ cari ilişkileri düzenleyen, yöneten· makam, Ticaret Bakan­ lığı'ndaki Dış Ticaret Dairesi idi. İkili ve çok taraflı tica­ ret anlaşmaları, müzakereleri de Ticaret Bakanlığı ile Ma­ liye Bakanlığı ve Merkez Bankası temsilcilerinden olu­ şan bir heyet tarafından ürütülürdü. Ticari Müzakereler Heyeti denilen bu heyetin başında Prof. Burhan Zihni Sanus bulunuyordu. Dışişleri Bakanlığının işlevi daha çok protokoler nitelikte idi. Müzakerelerde bir temsilci bulun­ duur ve imzalanan anlaşmaların B.M.M.'nde tasdikini sağ­ lardı. Fatin Zorlu genel müdür olduktan sonra durum ya-



77



vaş yavaş değişti, Dışişlerinin rolü ön plana çıktı. Ticari nıüzakereler için kurulan heyetlere artık Dışişleri Bakan­ lığı temsilcileri başkanlık etmeye başladı. Zorlu, dış dün­ ya ile ekonomik ilişkilerin düzenlenmesi yetkisini Dışiş. lerine kaydırmak için ısrarlı çaba gösterdi. Ticaret ve Ma­ liye Bakanlıklarının direnişlerine karşın bu işi 1950'de Demokrat Parti iktidara geçtikten sonra tam anlamıyla başardı. Zaten Ticaret ve İktisat Dairesinin başına geç­ meyi bunun için istemişti. Savaş sonrası Türkiye'sinde her şeyin başında ekonomik sorunların geleceğini, siyasi iktidarın yeni ekonomik verilere göre şekilleneceğini kes­ kin önsezisiyle anlamıştı. İktisadi alanda uzmanlaşarak si­ yasi iktidara kendini kabul ettirmek ihtirası daha o za­ mandn başlamıştı Zorlu'da. Kayınbabası Tevfik Rüştü Aras'ın nüfuzu ve Menderes'lerle olan sıhriyet bağı, 1950' lerde onun çok işine yarayac�k, kısa zamanda Zorlu'yu DP hükümetinin en gözde elemanları arasına sokacaktı. Zorlu'nun 1 950'den sonraki hızlı yükselişini ileride izle­ yeceğiz. 1946 yılının Ankarası, bir yandan çok partili siyasi hayata geçişin yarattığı çalkantıları, öte yandan da Sov­ yetlerle ilişkilerimizin bunalıma girdiği bir dönemi yaşı­ yordu. O yıl ilk kez birden çok partinin katılımı ile ya­ p:lan genel seçimleri gerçi Halk Partisi büyük çoğunluk sağlayarak Jrnzanmıştı ama seçimlere önemli ölçüde hile ve fesat karışmış olması siyasi havayı gerginleştirmiş, ül­ kede o zamana değin görmeye alışılmış suskunluk bozul­ muştu. CHP organı ULUS gazetesinin dışında hemen he­ men bütün basın iktidara karşı cephe almıştı. VATAN'da Ahmet Emin Yalman ve M. Ali Aybar CHP ile İnönü'ye 'sert saldırılarda bulunuyorlardı. Tek parti döneminde ya­ zı yazmanın rahatlığına alışmış olan Falih Rıfkı Atay Halk Partisine yapılan hücumlardan bunalmış, demokrasinin 78



'I\lrkiye'ye erken getirildiğinden yakınıyor, muhalefeti ihtilalc'ilikle suçluyordu. Bu arada CHP'nin içinde de ay­ rılıklar başgöstermiş, saçlarını Hitlerinki gibi tarayan Si­ vas mebusu Reşat Şemsettin Sirer'in başını çektiği bir grup, Köy Enstitülerinin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç'u desteklediği için Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'e saldırmaya başlamıştı. O sıralarda kendisiyle tanışmak fır­ satını bulduğum Hasan Ali Yücel'e Fransız basınının Tür­ kiye'deki Köy Enstitüleri deneyini nasıl övüp göklere çı­ kardığını anlatmıştım. İçten bir halkçı olan Yücel'in göz­ leri parlamış, kalın etkili sesiyle bana, «Gel de bunu bi­ zimilere anlat, bu yüzden başımı yemek istiyorlar» de­ mişti. Nitekiı, kısa bir süre sonra, Yücel'in başını yedi­ ler, daha doğrusu, İnönü onun başını koparıp düşmanları­ nın önüne attı. . Çünkü İnönü'nün değişmeyen karakteri buydu. «Partide hangi akım, hangi kanat güçlenirse onun lideri olurdu.» Siyasal yaşamının sonuna doğru bir tek kez .bu kuralın dışına çıktı, o zaman · da Ecevit'e yenildi. Sovyetlerle ilişkilerimizin en alt düzeye inmesi de Ankara'da gergin bir hava yaratmıştı. Dünya savaşı İnö-. nü ekibinin korktuğu biçimde yani Nazi Almanyası'nın y1kılıp Sovyetler'in Avrupa'da en büyük siyasi güç olarak ortaya çıkmasıyla sonuçlanınca, kuzey komşumuzla iliş­ kiler sorunu Ankara'da gündeme girmişti. Ortada 1925 yılında imzalanmış 20 yıl süreli bir Türk-Sovyet dostluk ve saldırmazlık antlaşması .vardı. Ancak Sovyetler günün koşullarına artık cevap veremediği gerekçesiyle bu anlaş­ mayı yenilemiyeceklerini, ıı: Dünya Savaşı biterken An­ kara'ya resmen bildirmişlerdi. İki ülke arasındaki ilişkiler savaş sırasında iyice soğumaya yüz tutmuş, Atatürk ile Lenin'in kurdukları dostluk, yerini karşılıklı kuşku ve güvensizlik havasına bırakmıştı. Bu sağlıksız durum an­ cak sabırlı bir çalışma ve iyi niyet gösterisiyle giderilebi­ lir, ikili ilişkilere egemen olan ağır hava dikkatli, tem79



kinli adımlar atılmak yoluyla temizlenebilirdi. Oysa İnö­ nü, tıpkı 1939 Ağustosunda yaptığı gibi, acele davran­ mak ve Sovyetlerle yeni bir pakt imzalamak istedi. Bu işi kotarmak için de, kısa bir süre önce Moskova'ya Bü­ .yükelçi olarak gönderdiği mutemed adamı Selim Sarper'i seçti. Sarper İnönü'nün Hariciyedeki gözdelerinden biriy­ di. Cumhurbaşkanlığına seçildikten hemen sonra, Dışişle­ ri'nin �iyasi dairelerinden birinde şube müdürlüğünde bu­ lunan Selim Rauf Bey'i görülmemiş şekilde terfi ettirip Matbuat (Basın-Yayın) Genel Müdürlüğüne getirtmişti. Böylece baremin birinci derecesine sıçrayan Sarper, 1944 Ekiminde Moskova Büyükelçiliği'ne atanmıştı. Aradan al­ tı ay geçmeden İnönü Sarper'i Ankara'ya çağırarak, Sov­ yetlere önermeyi düşündüğü anlaşma üzerinde· uzn uza­ dıya görüştü. O sırada Dışişleri Bakam Hasan Saka· ile Feridwı Cemal Erkin, San Fransisko'da Birleşmiş Millet­ ler'in kuruluş toplantısında idiler, Genel Sekreter Cevat Açıkalın da resmi bir temas için Londra'da bulunuyÔrdu. Dışişleri Bakanlığı'na Devlet Bakam Nurullah Esat �ü­ mer vekalet ediyordu. 1945 Mayısının sonlarında, Selim Sarper Cumhur­ başkanındai aldığı talimatla Moskova'ya döndü ve derhal Sovyet Dışişleri Bakam Molotof'tan randevu isteyerek Türk hükümetinin önerisini Sovyet hükümetine iletti: Türkiye Sovyetler Birliği ile «askeri bir ittifak» akdet­ mek istiyordu! Sovyet Dışişleri Bakam Türkiye Büyükel­ çisinin askeri ittifak önerisine karşılık olarak, «Türkiye' nin askeri değerini tkdir ederz ama 200 milyon nüfuslu Sovyetler Birliği'nin üvenliğini 20 milyonluk Türldye' ye teslim edemeyiz, askeri bir ittifak sözkonusu olduuna göre bazı önlemler almamız gereldr» demekle yetindi. Da­ ha ötesini söylemeye dili varmamıştı. Bunun üzer�ne Sar­ per, «Yani Boğazlarda üs mü istiyorsunuz?» diye sordu. Molotof yine açıkça «evet» demedi ve sözü I. Dünya Sa80



vaşında Osmanlı Devleti'nin Rusya'nın zayıf bulunmasın­ dan yararlanarak doğu illerinin sınırlarında bazı değişik­ likler yaptığına getirdi. Eğer askeri ittifak öngörülüyorsa ortak savunma için Türkiye'nin doğu sınırı.da bazı dü­ zeltmeler yapılması gerekeceğini söyledi. Molotof ile gö­ rüşmesini Ankara'ya telgrafla aktarırken büyükelçi Se­ lim Sarper Sovyet hükümetinin Boğazlarda üs kurmak ve Kars ile Ardahan illerini topraklarına ilhak etmek istedi­ ğni bildirmişse de, Sovyetler taleplerini hiçbir zman res-. miyete dökmemişler�ir. Dışişleri arşivlerinde de Sovyet­ lerin ne üs ie de toprak talebine dair resmi bir belge yok­ tur. Yukarıda anlattığım gibi, Molotof Büyükelçimizin üs­ telemesine rağ�en Boğazlarda üs istediklerini söyleme­ miş, .Kars ve Ardahn üzerindeki Rus iddialan ise Gür­ cistan'lı iki Sovyet tarihçisinin yayınladıkları bir maka­ lenin dışında Sovyetlerin resi bir talebine konu olma­ mıştır. Moskova Büyükelçisiiin telgrafını 9 Haziran 1945 günü okuyan Cumhurbaşkanı İnönü, Dışişleri Bakan Ve­ kili Nurullah Esat Sümer'den İngiltere ve Amerika Bü­ yükelçileriyle görüşerek Sovyet talepleri karşısındaki tep­ kilerini öğrenmesini istedi. İngiliz Sefiri, Bakanı dinledik­ ten sonra «heyecnlanman (don't get excited)» demekle yetindi ve durumu hükümetine bildireceğini söyledi. Er­ tesi gün Nurullah Esat Sümer tarafından kabul edilen ABD Büyükelçisi Edwin G. Wilson, daha anlayışlı davra­ narak Anerika'nın Türkiye'yi yalnız bırakmayacağını biİ­ dirdi fakat hemen arkasından şu sözleri ekledi, «Size der­ hal askeri yardım vaad edemeyiz, yardımın başlaması için eıı az dokuz ay beklemeniz gerekir çünkü halen Sta­ lin'in Amerika'daki prestiji o denli büyüktür ki, bunu de­ ğiıtirmek zamana bağlıdır.» ). (1) 1945 Mayısında İnönü'nün Hariciyeye danışmadan Sovyetle81



Bu tarihsel olayı aradan kırkbeş yıla yakın bir zaman geçtikten sonra burada deşmek istememin nedeni vardır; Dünya savaşı boyunca niyetlerinden kuşku duyulan, Tür­ kiye üzerinde kötü emeller beslediğine inanılan, kısacası dost değil hasım gözüyle· bakılan bir devlete, tarihin en yıkıcı savaşından yeni çıktığı bir sırada askeri ittifak önermenin isabetli bir karar olup olmadığı tartışmasını bir kenara bırakıyorum. Bu tartışma çok yapılmıştır ve bana kalırsa İnönü kararını verirken sonucunun ne ola­ cağını pekiyi tahmin etmiştir. Çünkü İnönü çapında bir devlet adamının, savaş biterken Avrupa'da ortaya çıkan yeni dengeyi müttefikleriyle görüşmek üzere masaya otur­ maya hazırlanan büyük bir devlete askeri ittifak teklif etmenin yaratacağı tepkileri hesaba katmamış olduğu dü­ şünülemez. Kanımca İnönü, barış masasında Türkiye'nin sırtından pazarlık yapılmasından korkarak, savaş boyun­ ca İngiliz ve Amerikalıları inandırmaya çalıştığı Sovyet tehlikesinin Türkiye üzerinde nasıl somutlaştığını müt­ tefiklerine kanıtlamak istemiştir. Fakat bu kez de yanıl­ dığı nokta, bir Sovyet tehdidi olasılığına karşı Batılı dev­ letlerin Türkiye'nin yardımına koşmak için Rusya· ile sa­ vaşı göze alacaklarını umut etmiş olmasıdır. Oysa Pots­ dam Konferansı'nda Stalin'in Türkiye'ye saldırmak niye­ tini taşımadığını gören İngiliz ve Ameikalılar, İnönü' nün çaldığı alarm ziUnden telaşa kapılmamışlardır. Bunu gören İnönü, Sovyet tehdidini kendi kamuoyunda cnlı re askei ittifak önermeye karar vemesi üzerine cereyn eden olaylara karışanlardan bugün hayatta kalan tek yet­ kili, o tarihte Dışişlerimizin önemli bir mevkiinde bulunan Büükelçi Nurettin Vergin'dir. Şimdi emekli olan Verin'in bu konudaki bilgileri yalnız belleğine 'değil, arşivlerde bu­ lunmsı gereken resmi belgelere de dayanmakta · dır. Ne var ki, bu dosyanın bugün kimin elinde bulunduu bilinmemek­ teir.



82



tutmaya çalışarak, hem Rusya'ya tek başına kafa tutan lider şöhretini kazanmayı hem de savaş sonrası dünyada Türkiye'nin dış ilişkilerine yeni bir yön vermeyi tasar­ lamıştır. Sovyetler'in Türkiye'den resmen üs ve toprak tale­ binde bulundukları iddiası üzerinde biraz daha durmak gereğini duyumsuyorum, çünkü bu konu Türkiye'nin son 45 yıllık dış politikasının belirleyici bir öğesi olarak kar­ şımıza çıkmaktadır. Ger-çekten de, kamuoyumuz Stalin' in 1945 yazında Türkiye Hükümetinden resmen Karade­ niz Boğazı'nda askeri üs ve Doğu Anadolu'da Kars ve Ar­ dahan bölgesin� içine alan toprak talebinde bulunduuna o denli inandırilmıştır ki, bu inanca ters düşen her görüş tepkiyle karşılanmakta ve sahibi hakkında k1şkular ya­ ratmaktadır. Nitekim anılarımın bu bölümü 1979 yılında MİLLİYET gazetesinde yayınlandığı zaman da siyasi ta­ rih profesörü Rıfkı Salim Burçak ile aramızda gazete sü­ tunlarında bir tartışmaya yol açmıştı. Bu tartışmanın ardından Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde yapılan araş­ tırmalarda -Büyükelçi Selim Sarper'in Molotof ile yaptığı g>rüşmeyi aktaran telgrafı dışında Sovyet hü­ kümetinin Türkiye'den üs ve toprak istemlerini içeren­ herhangi bir resmi belgeye rastlanmadı. Yine de, yıllar sonra Prof. Orhan Aldıkaçtı askeri mahkemede Barış Der­ neği davası görülürken bir avukat arkadaşıma: «Sovyet taleplerini inkar etmiş bir büyükelçi olarak Dikerdem suçludur» dediğini öğrendim. Gerçi Cumhuriyet tarihimi­ zin en karanlık sayfası 12 Eylül rejiminin sadık hizmet­ ktrı ve 1982 Anayasasının baş mimarı Prof. Aldıkaçtı'nın beni kolayca mahkum edecek yerde Tarih'in kendisi hak­ kında vereceği hükmü düşünmesi daha isabetli olurdu ama onun ağzından ifadesini bulan görüşün kamuoyun­ daki şartlanmayı yansıttığını gözönünde tutarak konuyu 83



ilk fırsatta yeniden aydınlığa kavuşturmayı tasarlamış­ tım. Önce, iki hususu birbirinden ayırmak gerekiyor: II . Dünya Savaşı'nın bitimine doğru Staln'in Türk hüküme­ tine karşı tutumunun sertleştiği bir gerçektir. Ancak, Av­ rupa'da savaş sona erer ermez İnönü'nün Sovyet hükü­ metine bir «Askeri İttifak» bağıtlanmasını önerdiği ve al­ dığı yanıt üzerine Sovyetlerin Türkiye'den üs ve toprak talebinde bulunduklarını açıklayarak Batılı müttefiklerini alarma geçirdiği de başka bir gerçektir. Biraz yukarıda belirttiğim gibi, Ulusal Kurtuluş Savaşı'mız sırasında Sov­ yetlerle aramızda kurulan dostluk -ilişkileri 1939 Eylülün­ de patlak veren dünya savaşında bozulmuş, karşılıklı kuşku ve güvensizlik havasına bürünmüştü. Türkiye'nin savaş boyunca her fırsatta Batılı müttefiklerine Sovyet tehlikesini anımsatarak Almanya'nın yıkılmasının Avru­ pa için felaket olacağını telkine çalışması Moskova'yı te­ dirgin etmiş, savaşın sonlarına doğru iki Alman savaş ge­ misinin Boğazlardan geçişine izin verilmesi sert Sovyet tepkisine neden olmuştu. İkili İlişkiler bu düzeyde iken 1945 Haziranında yani Avrupa'da savaş biter bitmez Tür­ kiye'nin Sovyetler'e bir askeri ittifak bağıtlamayı öner­ mesini olağan bir girişim gibi görmek olanaksızdır. Eöy­ lesine zamansız bir girişimi Stalin'in Türk hükümetini sı­ namak için fırsat sayacağı kuşkusuzdu. Nitekim Başkan Roosevelt'in ölümü üzerine ABD başkanlığını üstlenen yardımcısı Truman'ın tanıklığı bu varsayıma güç kazan­ dırınaktadır: Tr1man, 1955 yılında «Karar Yılları» başlığı altında yayınladığı anılarında (1 ) 1945 Ağustosunda 3 bü­ yük bağlaşık devletin (ABD, SSCB, İngiltere) liderlerinin katılımıyla toplanan Potsdam Konferansı'ndaki ·görüşme­ leri ayrıntılarıyla anlatırken Türk- Sovyet ilişkileri konu(ll Hay S. Truman, «Years of Decision,» New York 1955



84



suncla şöyle demektedir: « Stalin'e Türk hükümetinin ül­ kenin toprak bütünlüğü ve Boğazlar statüsü, sorunların­ daki endişelerini aktardığında şu karşılığı verdi: 'Türk­ leri herhalde Rus.ya'mn Çarlık z:1mm1mdaki doğu suı1rla­ nn diizelillmesi gereinden söz · etmemiz kodmtmuş olack. Oysa Türk hükümeti bizi.le bir İttfak Antlaş­ ması ' imzafamasım önermemiş olsaydı mır değişikliği sorunu hiçbir aman gündeme, gelmezdi. Bir ittifak ant­ f.şm:ası her iki ülknin sımdamı birlikte savunmıalannı gerekli kılar. Eğer Tüı·kler bunu l�abule ya:aşmıyorlarsa aramızda ittifak ntlaşsı. imzalanması gündemceu dü­ �e". Bu görüşümüzün korkulacak yamnm ne olduunu doğrusu bilmek 1 işterdim.'» Karadeniz Boğazları sorununda ise Stalin'in Potsdam Konferansında dile getirdiği görüşü Başkan Trunan şöy­ le anlatmaktadır: «Bizce önemli olan, Sovyet gemilerinin Boğ·azlard. serbest geçişinin sağlanmasıdır. Uluslararası bir hmmlım patlak verdiğinde Türkiye bu serbestliği gü­ vence altına alamayacak denli zaıf olduğundan, Sovyet­ ler Birliği Boğazlaın ortak savunmasmdan yanadır.» Bu­ rada İngiltere Başbakanı Churchill araya girer ve Boğaz­ lar konusunu SSCB'nin salt kendisiyle Türkiye arasmda­ ki bir sorun gibi ele aldığım ileri sürerek itirazda bulu­ nur. Buna karşılık Molotof, Türkiye ile Rusya ar1.smda daha önce de bu tür antiaşmaların yapıldığını söyleye­ Tek 1 805 ve 1833 antlaşmalarını örnek gösterir. Truman ise Amerikan hükümetinin tutumunun Montreux Sözleş­ mesi'nin yeniden gözden geçirilmesi yönünde olduğunu bildirir. Sonuçta 3 Büyükler Boğazlar konusunda Ankara hükünetine ayrı ayrı nota vererek görüşlerini bildirme­ leri kararlaştırılır. Aslında, Stalin'in Türkiye üzerindeki niyetleri L (: olursa olsun, Sovyetler Birliği'nin II. Dünya Savaşı son-



85



rasındaki durumu yeni bir askeri harekata kalkışmaya ke­ sinlikle elverişli değildi. Niteki: 1945 ve 1946 yıllarında Türk hükümeti yakın bir Sovyet tehdidini ileri sürerek Batılıları yardıma çağırırken, Moskova hükümeti Sovyet birliklerinin savaş sırasında işgal ettiği Kuzey Azerbay­ can'dan derhal çekilmesini talep eden Batılı müttefikle­ rinin ültimatomuna boyun eğmişti. Bu bakımdan da An­ kara'nın çaldığı alarm zilleri Londra ve Washington'dan beklediği tepkiyi bulamamıştı. Ne ki, İsmet İnönü Batı' nın o yıllardaki duyarsızlığını da kendi lehine kullanmı­ yı ve Sovyetler'e tek başına kafa tutan devlet adamı ünü­ nü kazanmayı başaracaktı. Görülüyor ki, gerek tarihsel verilerden gerek diplo­ matik arşivlerin incelenmesinden çıkan sonuç şudur: Başta İnönü olmak üzere, II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ülkemizi yönetenler kurulmakta olan yeni dün­ ya dengelerinde Batı ile bütünleşmekte, dış politikamızı Batı'nın ayakta kalan en güçlü devletinin rotasına oturt­ makta ulusal yarar ummuşlardır. Kurtuluş Savaşı'ndan beri yürütülen bağımsızlık politikasıyla bağdaşmayn bu tutumu haklı , zorunlu göstermek için de Sovyet tehdidini sürgit gerekçe olarak kullanmışlardır. Böylece 1 947'de Truman Doktrini'ne, 1948'de Marshall Planı'na kapılar açılarak ABD'ye kesin bağımlılığın adımları atılmış, ıs­ rarlı çabalarımız sonucunda NATO'ya kabul edilmek ba­ şarısına (!) erişilince de ülkenin yazgısı tümüyle bu askeri pakta, dolayısıyla da ABD 'ye bağlanmıştır. Türkiye'nin 1945'den sonraki 30 yıllık birinci soğuk savaş döneminde -özellikle Ortadoğu'da- Amerikan çıkarları doğrultu­ sunda ne gibi roller üstlendiği, başta Arap dünyası olmak üzere, Üçüncü Dünya ülkelerinin husumetini üzerine çek­ mek pahasına ne talihsiz bir dış politika izlediği ve sonuç­ ta bölgesinde «yalnız ülke» konumuna sürüklendiği düşü.'­ nülecek olursa, bir askeri bloka ya da bir süper devlete 86



bağımlılığın faturasını ne denli ağır ödediği kolayca anla­ şılır. Ancak bu kitabın mnacı Türk dış politikasının de­ rinliğine irdelenmesi olmadığından, 1945 yıllarında cere­ yan eden olayların öyküsünü burada noktalıyorum. Yukarıda siyasal yönüne değindiğim olaydan bir de salt diplomasi mesleği bakımından alınacak dersler var­ dır: İlk önce, Büyükelçi Sarper'in Sovyet Dışişleri Baka­ nı ile yaptığı görüşmeyi ele alalım. Ünİü bir İngiliz dip­ lomatının genç meslek memurlarına öğütlediği gibi, ·«bir konuyu müza�re ederken karşısındakinin ard düşünce­ lerini öğrenmeye çalışmk ıatadır». Türkiye'nin askeri ittifak teklifine karşi Molotof «güvenliimizi sağlamak için bazı ölemler alm.amız gerekir» deyince Büyükelçi­ mizin «yani B,ğazlarda üs mü istiyorsunuz?» sorusunu yönelterek muhatabını gerçek niyetini açıklamaya zorla­ ması, diplomatik açıdan becerikli bir hareket değildir. Selim Sarper'in ilk kez büyükelçilik görevini yüklendiği ve sadece yedi aydır Moskova'da bulunduğu gözönünde tutularak , bu hatayı belki de acemilik yüzünden işlediği düşünülebilir. Ama Molotof adını anmadığı ve resmi bir talep konusu yapmadığı halde, Kars ve Ardahan'ı Rusla­ rın geri istediğini Ankara'ya bildirmesine ne demeli? Sa­ nırım bu da, misyonunun başarıya ulaşmadığını gören bir büyükelçinin kendini haklı çıkarmak için başurduğu bir yöntemdir. Gerçekten de kimi diplomatlar yaptıkları gi­ rişimlerde umdukları sonucu elde edemeyince, kendileri­ ni mazur göstermek için tüm kabahati karşı tarafa yük­ leyerek işin içinden . sıyrılmak isterler. Oysa bir diplo­ matın sahip olması gereken niteliklerin başında «mesle­ ki dürüstlük» gelir. Hem kendi hükümetine hem de nez­ dinde bulutduğu devletin hükümetine karşı dürüstlük. Öyle diplomatlar vardır ki, hükümetlerine gerçeği oldu-' ğu gibi değil, olmasını istedikleri gibi bildirirler. Biz bu­ na «merkezin nabzına göre şerbet vermek» deriz. Bilme87



liyiz ki bunu yapmakla . hükümetimize karşı en büyük ku­ suru işlemiş oluyoruz! Sırası gelmişken şunu da söylem.eliyim: Bir devletin nezdine temsilci · gönderirken onun salt meslekteki başa­ rısını, becerisini değil, aynı zamanda kişiliğini, eğilimle­ rini ve dünya · görüşünü de dikkate almalıdır. Örneğin, Atatürk'ün ölümünden sonra Moskova'ya sürekli olarak en tutucu ve anti-Sovyet eğilimli kişilerin büyükelçi atan­ ması Türkiye için talihsizlik olmuştur. Bunu söylerken Moskova'ya solcu, Washington'a Amerikan hayranı, Lond­ ra'ya Anglofil temsilcisi gönderilmesi gereğini öne sür­ müyorum. Tersine, Amerikan · etkisne girmiş, dünya olay­ larını Pentagon gözüyle izlemeye alışmış bir büyükelçi­ nin ülkesine- yararlı olamayacağını biliyorum. Hele, Cum­ hurbaşkanı Fahri Korütürk'ün zamanında Washington Büyükelçimizin görevinden istifa ettirilmeden Dışişleri Bakanı olarak atanmasını ve Bakanlığı sona erince yine Washington'a gönderilmesini bir skandal olarak nitelen­ diriyorum. Ne var ki, bunun tam tersi yapılarak, Mos­ kova'ya Sovyet liderleriyle diyalog kurmaları mümkün olmayan, onlara duvar gibi sağır davranacakları önceden bilinen büyükelçilerin gönderilmesindeki hikmeti de an­ layamıyorum. Bence Moskova'da Türkiye'yi öneğin Ha­ san Işık gibi açık fikirli bir demokratın temsil etmesiyle, sosyalist sistemin her an yıkılabileceğine inanmış bir İl­ ter Türkmen ya da Türkçü-Turancı olduğunu gizlemeyen bir Namık Yolga'nm aynı işi yapması, arasında büyük fark vardır. Bunun gibi, gençliğini Alman okullarında Prusya eğitimi görerek geçirmiş, yüzünde Alman usulü düello­ dan aldığı kılıç yarasının · izini taşıyan Selim Sarı�er'in de 1945'te Moskova'da bulunması, iki ülke arasındaki ger­ gin havanın yumuşamasına yardımcı olmamıştır kanısın­ dayım. Yukarıda anlattığım olaylardan alınacak dersler var88



dır: İlkö1ce, Türkiye gibi yakın zamana değin dış politi­ ka konularının tabu sayılarak tartışma dışında tuuldu­ ğ1.ı, ulusal politikaların belirlenmesinde kamuoyımn ağır­ lığının duyulmadığı ülkelerde siyasal iktidarlar olayların gerçek yüzünü halktan gizleyebilmekte, lrnmuoyunu di­ lediği gibi yönlendirebilmektedir. Dolaısile de, bu ülke­ lerde «resmi tarih»in gerçekleri tam olarak yansıttığını kabul etmek mümkün değildir. II. Dünya Savaşı sonunda Türk-Sovyet ilişkilerinin durumu hakkındaki resmi bil­ giler bunun çarpıcı bir örneğidir. Ben Sovyetlerin Tür­ kiye'den resmen üs ve toprak talebinde bulunduklarını gösteren · bir belgenin mevcut olmadığını yazdım. Bu, ön­ c e saşkınlık I ardından sert tepki yarattı. Çünkü «resmi tarih,;in doğruluğuna o denli inanılmış, toplum Sovyet tehdidine öylesine koşullandırılmıştı ki, aykırı bir görüşü savunmak adeta suç sayılıyordu. Hemen Dışişleri arşivleri araştırıldı fakat orada -Selip Sarper'in Molotof ile yap­ tığı görüşmeye ilişkin telgrafın dışında- Sovyet taleple­ rini içeren herhangi bir belgeye rastlanamadı. Bu kez res­ mi tarihi doğrulayacak yorumlamalara başvumldu. Denil­ di . ki: « Stalin'in ölümünden sonra Sovyet hükümeti top­ rak istemini geri aldığını bildirerek özür diledi. Talep yapılmamış olsa nasıl geri alınırdı?». Oysa sözü edilen olay Nikita Kruşçev'in SBKP'nin ünlü XX. Kongresinden sonra Stalin dönemini suçlamak, kötülemek için başlat­ tığı kampanyanın bir ürününden başka şey değildi. Evet, Kruşçev ABD B aşkanı Eisenhower ile buluşmak üzere gittiği Pariste bir demeç vererek, Stalin'in dış politikasını eleştirmiş ve bu arada Türkiye'ye karşı güdülen katı po­ litikanın artık değişeceğini söylemişti. Ama aynı Kruşçev Küba krizi sırasında Türkiye'deki Jüpiter füzelerini ABD ile pazarlık -konusu yapmaktan geri kaln.ayacaktı. Bütün bunlardan · çıkardığım sonuç şudur: Ülkeler arasındaki iliskiler o ülkelerdeki ic, düzenden büvük ölcü., ., .ı 89



de etkilenir. Türk-Sovyet ilişkileri de Atatürk döneminin sonlarında başlayan ve İnönü döneminde güçlenen anti­ komünist akıını etkisinde kalmış, anti-komünizm gide­ rek bir devlet politikasına dönüşmüştür. Ben bu durumu anılarımda «Anti-komünist histeri» diye niteledim. Bu ta­ nımlama bazı iyi niyetli kişilerce aşırı bulunmuş olabilir. Ancak, 12 Eylül 1980'den sonra tanık olduğum olaylar Türkiye'deki asker-sivil yöneticiler katında anti-komüniz­ min ne boyutlara ulaştığını _ bana gösterdi ve haklılığımı kanıtladı.



90



Vi Merkezde göreve başladığım 1946 yazında, Ankara' siyasi havası karmakarışıktı. Bir yıl önce San Fransis­ nın ko'da kurulan Birleşmiş Milletler Teşkilatına kabul edil­ memiz için galip devletlerin öne sürdükleri koşula uya­ rak İnönü, tek parti rejimine son vermişti ama bundan yararlananlar gerici güçler olmuştu. Bir yandan dinsel irtica, öte yandan da Sovyetlerle ilişkilerimizin gergin­ leşmesinden güç alan koyu bir şovenizm dalgası ülkeyi baştan başa sarmıştı. Irkçılıkla mücadelenin yerini solcu­ lukla mücadele almıştı. 1947'ye gelindiğinde İnönü Truman Doktrini'ne ve onu izleyen Marshall Planı'na bir can simidi gibi sarıldı. Bu gelişme iç politikada da etldsini gösterm�kten geri kalmadı . ABD ile ilişkilerin sağlıksız biçimde sıkılaşma­ sına ve Amerikan yardımına karşı çıkmak vatan hainliği sayıldı. Köy Enstitüleri kapatılırken, Ankara Üniversite­ sindeki üç doçent derslerinde komünizm propagandası yaptıkları gerekçesiyle işten atıldı ve mahkemeye verildi. Amerikan yardımım Türkiye'de ilk kez eleşti.en M. Ali Aybar'm HÜR ve ZİNCİRLİ HÜRRİYET gazeteleri ka­ patıld_ı . Bir yıl önce ırkçılığından ötürü Alparslan Tür­ keş'e işkence yaptığı söylenen Milli Emniyet Servisleri bu kez solcu tanınanların peşine takıldı. Böyle bir ortamda Ankara'da bulunmanın, üstelik Dışişleri gibi netameli bir Bakanlıkta çalışmamın başıma 91



ne işler açacağını henüz bilmiyordum ama kısa zamanda öğrenecektim. Gizleyecek hiçbir yanı bulunmayan, ancak düşündüğünü, doğru bildiğini çekinmeden söylemeyi vaz­ geçilmez bir hak hatta ödev sayan kimselerin . uğradığı aldbet beni de bekliyordu. Mesleğimde önemli görevler yüklendikçe, daha ağır baskılar, tertiplerle karşılaşacağı­ mı, iftiralara uğrayacağımı o zamandan hesaba katmalıy­ dnn. Oysa ben, gençliğin verdiği cesaret ve kendine gü­ venle yoluma devam ediyordum. Ben yoluma devam eder­ ken «kader» de etrafımda ağlarını örmeye başlamıştı. Kader'in adı «Milli Emniyet Heyeti» denilen resmi örgüttü. Arap alfabesiyle yazılınca ilk harfleri bileştirilip IAH diye okunurdu. Sonradan «Milli İstihbarat Teşkila­ tı ı> (MİT) adını alacak bu örgütün görevi içeride ve dışa­ rıda Devlete yönelik casusluk, sabotaj gibi yıkıcı faali­ yetleri izleyip değerlendirmek ve Devletin yetkili organ­ larına (Başbakanlık, Genelkurmay, İçişleri, Dışişleri Ba­ kanlıkları) bildirmekti. İngiltere'de « Intelligence Service>> Frmısa'da «Deuxieme Bureau» aynı görevi yapardı. An­ cak, Batı ülkelerinin demokratik rejimlerinde her çeşit düşünce akımı ve onları temsil eden siyasal partiler ya­ sal olduğundan, gizli haberalma örgütlerinin işlevi casus. lukla mücadele (contre-espionnage) 'den ibaretti. Bizde ise MAH'ın başlıca görevi «aşırı akıınlan> ve du, imza yerinde «Mahmut Şerif»· alı görünüyordu. «Şerif» baba­ mın adıydı, soyadı yasasına kadar bu adı taşımıştım. Şim­ di bunu sözümona takma ad olarak kullanacnktın. Tabii , olacak şey değildi ama büsbütün başka bir . adla da imz. 94



}asam kimliğimin yetkili makamlarca öğrenilmesi önle­ nemezdi, çünkü nasıl olsa basın kanunu savcılara yazının kimin tarafından yazıldığını gazetelerin yazıişleri mü­ düründen sorup öğrenmek hakkını tanıyordu. Başyazarlığımın ömrü nncak üç hafta· kadar sürdü ve bu süre içerisinde dört makalem yayınlandı. «Büyü� dev­ letler arasında yakınlaşma» başlığını taşıyan son yazımın yayınlandığının ertesi günü, dairede çalışırken Genel Sek­ reter Feridun Cemal Erkin beni makamına çağırttı. Yüzü benimle her görüştüğünde olduğu gibi ciddi, hatta sertti. Bana hiçbir soru sormadan, bir gazeteye siyasi yazılar yazdığımın qğrenildiğini Memurin Kanununa aykırı olan bu hareketi bir kez daha tekrarladığım takdirde hakkım­ da koğuşturma açılarak Bakanlıktan ilişkimin kesileceği­ ni bildirdi. Hiçbir karşılık vermeden teşekkür edip yanın ­ dan ayrıldım ve vakit geçirmeden Necmeddin Sadak'ı te­ lefonla İstanbul'dan aradım; çünkü o gün yeni bir yazıyı postaya vermiştim. Sadak; «Bir, iki güne kadar Ankara'ya geiyoum, görüşürüz» dedi. Hafta sonunda Ankara'nın ünlü Süreyya Pavyonunda akşam yemeğinde buluştuk. Önce bna iltifatta bulundu: «Yazılannız dik kati çekmeye başlaı, yerinize yazanı kimdir diye bana soruyorlar» dedi. Hararetle teşekkür edip, Genel Sekreter Erkin'den aldı­ ğım ültimatomu anlattım. «Bunı bekliyordum, çünkü sav­ cılıktan imliğinizi soışturmuşfardı» dedikten sonra de­ vam etti; «Şu anda size mesleğinizden ayılıp gazeteye gel­ menizi tavsiye edemeyeceğim zira gazetedei ortalanm h2.sistir, sizi tatmin edecek bir ücret vermeye yanaşmaz­ lar. En iyis., kısa bir süre daha bekleyelim, bu arada Ge­ nel Sekreter Feridun Cemal Bey bu görevinden .aılıp dışarıya büyükelçi olarak atanacak. Ondan sonra ine gö­ riişür, bir hal çaresi buluruz» dedi. Bu sözleri bir «gönül alma » piçiminde yorumJ a95



ınıştım. Çünkü Feridw1 Cemal Bey'Jn Genel Sekreterlik­ ten ayrılması o sırada söz konusu değildi. Meğer Necmed­ din Sadak'ın bir bildiği varmış: Bu görüşmenin üzerinden bir ay geçmemişti ki İnönü kabinede değişiklik yaparak Hasan Saka'yı başbakanlığa getirdi, onun yerine Dışişleri Bkanlığına N ecmeddin Sadak atandı! Bu atama Sadak' ın dışında herkes için bir sürpriz oldu. Bakanlıktaki arka­ daşlardan Sadak'la ilişkilerimi bilenler ve bizi birkaç kez başbaşa yemek yerken görenler gelip beni kutladılar. Ge­ nel kam yeni Bakanmızın beni Özel Kalem Müdürü ola­ rak seçeceği idi. Ben ise, başka hayaller peşinde idim. Bskan olduktan sonra başyazarlığı sürdüremeyeceğine gö­ re, Sadak'tan boşalan yere kendimi en güçlü aday olarak görüyordum. Oysa, tahminlerin ne biri ne de öteki gerçekleşti. Dışişleri Baknı olarak göreve başladığı gün ken­ disini makamında kutlamaya gittikten sonra Sadak'la n­ cak iki yıl sonra bir kez daha başbaşa konuşabildim, o ko­ nuşmayı biraz ileide nlatacağım. İçtenlikle söylüyorum, Ticaret Dairesi'ndeki işimden ve Fatin Bey'in bana verdiği görevlerden o denli menun­ dum ki, yeni Bakanın benimle ilgilenmeyişini biraz yadır- . g.sam bile bundan hiç yüksünmüyordum. Orta Avrupa ve Skanclinav ülkeleriyle birbiri peşinden ticaret anlaş­ maları yapmaya başlamıştık. Heyetlerin biri geliyor öteki gidiyordu. Romanya, İsveç ve Macaristan'la müzakereler yapmış, anlaşmaya varmıştık. Savaşa girmemiş Türkiye' nin savaştn yeni çıkmış· Avrupa ülkelerine kıyasla ne kötü bir ekonomik durumda olduğu hergün gözlerimin önüne seriliyordu. Tarım ülkesi diye bilinen Macaristan bile 1948 yılında bize lokomotif ve vagon satmayı önerir­ ken, bizim ihraç malları listemizde tütün, küspe, palamut gibi üç-beş ilkel maddeden başka bir şey bulunmuyor­ du. Geri kalmışlığın ve el�onomik siyaset yoksulluunun bütün acısını tadıyorduk. 96



Milli Emniyet Örgütü (MAH)'nün benimle ciddi su­ rette uğraşmaya başlaması 1948 yılı sonlarına rastlar. Şim­ di anlatacağım olay gizli polisin beni Hariciyeden tasfiye etmek için yaptığı ilk önemli girişimdir. Bu ilk girişim­ de başarı sağlayamamıştır, ama her fırsatta daha doğru­ su, her hükümet değişikliğinde Milli Emniyet'teki «Di­ kerdem» dosyası yeni Bakanın önüne getirilmiştir. Her defasında da ya, İnönü, ya da Menderes ve Zorlu'nun mü­ dahalesiyle kesin darbeyi yemekten kurtulmuşumdur. Sı­ rası geldikçe hepsini anlatacağım ki yeni kuşaklar gerekli ibret dersini çıkartsınlar. Milli Eniyet benim için ne zamn bir dosya açmıştı ve bu dosyanıq içinde neler vardı? Bunu kesin olarak bil­ meme tabii olanak yok, ama bir rastlantı eseri olarak gizli dosyamın içeriği hakkında bazı bilgiler edindim. Sözünü ettiğim 1940'lı yıllarda, Milli Emniyet Reisliği yapmış olan Naci Perkel 1957'de Bağdat Büyükelçiliğine atanmış­ tı. O sırada ben de Amman Büyükelçisi idim. Naci Bey eşiyle birlikte Ürdün'ü ziyarete geldi, tarihi yerleri gez­ mek istemişlerdi. Kendilerini Büyükelçiliğimizde konuk ettim, birkaç günü beraber geçirdik. Perkel ve eşi olgun ve saygıdeğer kişilerdi. Herhalde onlar da bana yakınlık duymuş olacaklar ki, bir akş1m kendiliğinden Milli Em­ niyetteki dosyam konusunu açtı. Anlattığına göre, İsviç­ re'den Merkeze döndükten sonra Ankara ve İstanbul'da solcu olarak tanınmış kişilerle kurduğum dostluk ilişki­ leri ve arkadaş meclislerindeki konuşmalarım Milli Em­ niyetin dikkatini benim üzerime çekmiş. Bir «Hariciyeci­ nin» Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Pertev Naili Bo­ ratav, Sabahattin Ali, Abidin Dino, Orhan Veli gibi «teh­ likeli» kimselerle sık sık görüşmesi, dost meclislerinde Na­ zım Hikmet'in şiirlerini okuması pek görülmüş bir şey olmadığından, önce peşime sivil polis takılarak izlettiril­ mişim. Bir yandan_ da, Dışişleri Bakanlığında bulumın



97



aj anlarından kimlerle ne konuştuğum hakkında raporlar alırlarmış. Doğrusu ben de bu aj anlara bol malzeme sağ­ larriışım çünkü hangi konu üzerinde fikir ürütsem · sol eğiliml.i olduğum anlaşılırmış. Hele· bir defasında Dil Ta­ rih ve · Coğrafya Fakültesi Dekanı'nın bir kısım öğrenci­ ler tarafından hırpalanması üzerine · sağcılara öyle· bir ve­ riştirmişin ki, odada bulunan MAH ajanı raporunda be­ nim komünist olduğumdan kuşkusu kalmadığım belirt­ miş! ( 1 ) Naci Perkel sözlerini şöyle bağlamıştı: «Yasa dışı bir eylei görülmese hile, sol eğilimli olduğu anlaşılan bir memuru devlet daireleinde barındırmamaya MAH ka­ rarlıydı, hele Hariciyede asi�! Önce onu kaza�mayı dener, fikirlerinden caydığım yazılı olarak aç1klamasını isterdik. Bunu yapam.azsd: tasfiyesine giderik. . Sizi de · 1947'de çılrn:lnı özel bir knunla Hariciyede bir defaya · mahsus olmak üzere geniş bir tasfiye yapılacağı sırada meslekten uzaklaştırmak istediler ama gerek Necneddin Sadak g!­ rekse Müdüder kurulu bunu engelledi. O tarihten soa da Mili Emiyet sizin bir dış. göreve atanmnanız böyle( ıı Bu olayı çok iyi anımsıyorum. Bir sabah Bakanlığa yüüye­ rek gelirken Dil-Tih ve Coğrafya Fakültesi ö.ünde büyük bir kalabalığın biiktiğini görerek ne olduunu merak et­ miştim. Biraz sora yaşlı bir adamın yüzü gözü tükrük içinde üniversite kapısından çıkanlıp bir . polis arabasına konuldu­ ğunu gördüm. Arkasından bir gün1h onu yuhalıyordu. Me­ ğer o ak saçlı adam Üniversite Rektörü Şevket Aziz Kansu imiş. Yirmi yıl · önce bir dergide yazdıı yazılardan ötüi solcu tanınıyormuş. Fakültedeki Necai kder ve Hamdi Ra­ gıp Atademir gibi koyu sağcı hocalann tahrikiyle bir kısım öğrenciler Rektöri üniversiteden kovmaya kalkışmışlar ve yüzüne tükümüşler. Bu _ shneye tanık olduktan sonra Ba­ kanlığa geldiğimde, son derece üzgün ve öfkeliydim. O öf­ keyl_e konuşurken, çalıştığım odada bir MAH ajanı olduğunu bilmiyordum ama bilseydim de aynı biçimde konuşurdum. 98



ce istifaya zorlanıamz içn Bknığa baskı yaptı. Sonun­ da k�nu İsmet Paşa'ya kadr götürüldü. 1950'de Bakanlı­ rı size sahip çıkmaı sonucund. Kahire'ye atanmanız mümkün oldu.» Milli Emniyet Örgütü eski Başkanının 1957 yılında beni karşısında büyükelçi olarak bulunca açıklamakta sa­ kınca görmediği sözlerini bundan sonra anlatacağım olay­ lar doğrulayacaktır. Şu ,farkla ki, ben meslek basamakla­ rında yükseldikçe Milli Emniyetin baskısı artacak, özel­ likle siyasi iktidar yerli «Mc Carthy»lerin eline geçince durumum büsbütün ağırlaşacaktır. Bu kitabı sıkılmadan sonuna kadar okuyanlar gizli kuvvetlerle savaşımın 1976 yılı sonlarına dek sürdüğünü göreceklerdir. Biz şimdi 1948 sonlarına dönelim.



Çekoslovakya ile ticaret ve ödeme anlaşmasını müza­ kere edip imzalamak üzere Prag'a bir heyet gönderil�cek­ ti. Genel Müdürüm Fatin Zorlu görüşmelerin Dışişleri Bakanlığı yönetiminde yürütülmesine hükümeti razı et­ miş, heyet başkanlığına da beni seçmişti. Heyetin oluş­ ması için gerekli Bakanlar Kurulu kararı Başbakanlıktan istenmişti. Hareketimizden bir gün önce Fatin Bey beni çağırarak Prag'a gidecek heyetin üyelerinin Başbakanlık­ ta değiştirildiğini ve benim gitmeyeceğimi söyledi. Halin­ den sinirli ve üzgün olduğu anlaşılıyordu, ama başka bir şey söylemeyince ben de üstelemedim. O akşam bir kok­ teyl davetinde Fatin Bey'in eşi Emel Zorlu · beni bir ke­ nara çekerek durumu açıkladı. 'Hemen ekleyeyim ki, rah­ metle andığım Emel Hanımla aynı paralelde düşünce ve görüşleri paylaşmaktan ileri gelen sağlam bir dostluğu­ muz vardı. Belki de, babası Tevfik Rüştü Aras'ın etkisiy­ le, Emel Zorlu ilerici bir aydın kimliğini taşırdı. · Bu kim­ liği erken ölümüne kadar değişmedi. B�1ka koşullarda ye­ tişseydi, militan bir solcu olurdu kanısındayım.) Emel Ha-



99



nımın aramızda kalması kaydıyla bana anlattıklarına göre Milli Emniyet Örgütü benim komünist bir ülkeye hem de heyet başkanı olarak gönderilceğimi öğrenince harekete geçmiş, İçişleri Bakanına bunn sakıncalı olduğunu bil­ dirmiştL Dışişleri Bakanlığı'nın hazırladığı karan1ame Ba­ kanlar Kurulu'na gelince, İçişleri Bakanı Mehmet Emin Erişirgil konuyu ortaya atmış, Çekoslovakya'ya gönderi­ lecek heyetten benim adımın çıkarılmasını önermişti. Ku­ rulda hazır bulunan Bakanlar _Galatasaray okulundan arkadaşım olan Nihat ·Erim ve Vedat Dicleli dahil- İçiş­ leri Bakanını desteklemişlerdi. Dışişleri Bakanı Necıed­ din- Sadak o toplantıda bulunmamıştı. «Molla» lakabıyla tanınan Başbakan Şemseddih Günaltay ise büsbütün te­ laşlanmış, beni Heyetten çıkarmakla kalmayıp, Dışişleri Genel Sekreteri Fuat Carım'ı makamına çağırarak: «Sz­ de bir komünist vaış, hemen icabına balı» diye emir vermişti. Burada bir parantez açarak, Şemseddin Günaltay ka­ binesinde biri Bayındırlık öteki Ticaret Bakanı olan iki okul arkadaşımın, Nihat Erim ile Vedat Dicleli'nin Bakan­ lar Kurulunda beni neden saunmadıklarına değineyim. Bürokrat çevrelerinde yan1iş bir kanı vardır: Galatasaray­ lılar ya da Mülkiyeliler birbirlerini tutarlar denir. Oysa Galatasaraylı ya da Mülkiyeli dayanışmasının kökeninde aynı sosyal sınıf bireyleri arasındaki dayanışma vardır. Örneğin Cumhuriyetin ilk döneminde Galatasaray Lisesi İstanbul burjuvazisiyle başkent Ankara'daki yönetici-yük­ sek bürokrat zümresinin kısacası egemen sınıfın çocuk­ larının bir arada bulundukları eğitim ocağı olmuştur. Bun­ lar_ okulda başka sosyal sınıflardan gelme çocuklarla ya­ kın arkadaşlıklar kursalar da, okulu bitirip hayata atıldık­ tan sonra doğal olarak kendi sınıflarının çıkarına hizmet eder, ötekilere yabancılaşırlardı. İçlerinden birkaçının ay­ kıı dünya görüşlerini özümseyip egemen sınıflara cephe 100



aldıkları görülmüştür. Ama genelde Galatasaray'dan ye­ tişenler bilimsel anlamıyla tutucu ve kurulu düzen savu­ nucularıdır. Bu nitelikleriyle Galatasaraylılar halktan ko­ puk ve her zman Devlet'in yanında yer alan seçkinci (elit) bir topluluk oiuştururlar. Galatasaraylılarn kendi­ leini «aılcı», «özgür düşünceli» ya da «doğu-batı sen­ tezcisi» olarak tanımfamaları yukarıda belirttiğim nitelik­ lerini değiştirmez. Nitekim, 12 Eylül rejiminin karanlık günlernde çoğu lise ve üniversite öğrencisi olan onbin­ lerce aydın kişi siyasal düşünce ve eylemlerinden ötürü hapse atılır, işkence görürken, Galatasaraylılığı temsil sa­ vında bulunan «Galatasaray Eğitim Vakfı» Org. Kenan Evren'i •iki kez kulu ziyarete davet edip askeri cunta li­ derini onore etmek ve karşılığında okula parasal yardım sağlamak becerisii göstermiştir. Eski bir Galatasaraylı olarak olaydan duyduğum ezikliği hala içimde taşıyorum. Anılarımın akışına dönersek, yine de, Nihat Erim'le Vedat Dicleli'nin Bakanlar Kurulu'nda beni savunmayış­ larüıı o zaman yadırgamıştım çükü İnönü'nün onları de­ mokrat-liberal kimliklerinden ötürü ellerinden tutup çok genç yaşta bakanlığa yükselttiğine inanıyordum. «Türlü­ ye'nin Batıya açılan penceresi» diye tanımlanan bir okul­ dan yetişmiş ve biri Anayasa Profesörlüğüne yükselmiş iki aydın kişinin, bir devlet• meµmrunun siyasal düşünce­ lerinden ötürü işinden atılamayacağı tezini savunmalarını bekliyordum. Yanıl.ışını. Meğer İnönü onları çoğulcu de­ mokrasi deneyiminde kendilerinden yararlanmak için de­ ğil, fosilleşmiş parti kadrolarına taze kan aşılamak için seçmiş. İsmet Paşa Halk Partisi içinde 'bir reform gerek­ tiğini düşünerek Recep Peker'in ceberrut idaresine karşı «35'len> denen bir hareketi başlatmıştı. Partinin genç, ay­ dın kişilerinden oluşan 35'ler grubu hükümetin liberal kanadını temsil edecekti. Cumhuriyetin ilk döneminde par. ti kodamanlarının, çocuklarına «Cumhuriyet Şehzadele-



101



ri» denirdi. Bunlar babalarının nüfuzundan yararlanıp zengin olan ya da mevki kapan işe yaramaz, şımaık genç­ lerdi. İnönü onların yerine yine kurulu düzene bağlı fa­ kat iyi okumuş, hırsh gen9leri ellerinden tutup yönetimin kilit mevkilerine geçirmek istemişti. Eğer rejim iyi işle­ seydi, belki Fransa'da örneğii rJrdüğümüz ·«gnç kurt­ lar» gibi yüksek yetenekli, etkin bir bürokrat tabaka yö­ netime damgasını vurabilirdi. Ne var ki, Türkiye'nin çar­ pık kapitali'z mi güçlü bir ulusal burjuva sınıfı yaratama­ dığı gibi, siyasal rejim de kişilik sahibi politikacı ve bü­ rokratların yetişmesine olanak vermedi. Parantezi bura­ da kapıyorum. B akanlar Kurulundaki olayın ertesi günü, Genel S ek­ reterimiz Fuad Carım erkenden beni arattırdı. İçeri girdi­ ğimde, odasında bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, yüzüme bakmıyordu. Ben ayakta bekliyordum. Nihayet önümde durdu, başını kaldırdı ve; «Sen komünist misin?» diye sor­ du. Bir_ akşam önce durumu Emel Zorlu'dan öğrendiğim için fazla şaşırmadım ama yine de Fuad Carım'dan böyle bir soru beklemiyordum. Yavaş sesle «Beyefeni, bu biir eniyet sorgusu ınu?» karşılığını verdim. Genel Sekre­ terin yjizünün biraz kızardığını farkettim. Aslında Fuad Carım içine kapanık, aksi mizaçlı fakat duygulu bir adam­ dı. Karakterindeki terslik, nob_ranlık onu çok kimseyle, bu arada Numan Menemencioğlu ile çatıştırmış, bu yüz, den «Kavanin Dairesi» denilen pasif bir görevde unutul­ maya bırakılmıştı. Geniş kültürü, kendine özgü renkli ko­ nuşmasıyla çevresinde sevgi ve saygı uyandırırdı. Feri­ dun Cemal Erkin Genel Sekreter olunca onu gölgeden çıkarıp kendisine yardımcı yapmıştı. Erkin'in Roma'ya büyükelçi atanması üzerine de Nacmeddin Sadak onu Ge­ nel Sekreterliğe yükseltmişti. Gerçi Sadak'ın Avrupai ha­ vasıyla Carım'ın alaturkalığı pek uuşmamıştı ama bu iki zıt karakter Hariciyeye yeni bir çeşni katmıştı. Biri 102



donuk denecek kadar resmi, öteki patavatsız denecek lrn­ dar sade idi. Hatta bir gün Fuad Carım kendisini öğle vakti ziyarete gelen İspanya sefirini yemeğe alıkoyarak çalışma odasında konuğuna sefer tasları içinde yemek ik­ ram etmişti! Sert görünüşü altında Fuad Carım'ın yum�şak kalpli olduğunu, ayrıca bana sempati beslediğini biliyordum. Fakat anlaşılan Başbakan Günaltay'dan benim yüzümden işittiği azar onu ürkütmüştü. Uzun uzun bana insanların kötülüğünden söz etti, sonra baklayı ağzından çıkardı; «Sen nerede olsa kendini gösterir, yükselirsin ama bu ba­ kanlıkta sana gelecek yok, istifa etmeni sıhk veririm» dedi. Onun qlkıntılı haline ben de üzülmüştüm ama istifa etmeyi de kendime yediremiyordum. «Beyefendi ,» dedim,­ «ben müadeleyi severiı, memurluk haklarımı onua ka­ dar savunacaım, istifaya bir neden göremiyorum». Pek memnun kalmadı ama söyleyecek başka sözü yoktu. Su­ sup pencereye doğru gidince odadan çıktım, doğuca Fa­ tin Bey'in yanına gidip Genel Sekreterle görüşmemizi . an­ lattım. Fena halde kızdı; «Senin gibi bir memuru istifaya nasıl zorlarmış, böyle kunı-sıkı te:ditlere lıiç aldınş · et­ meyeceksin, snden sorumlu genel müdür benim» dedi. Birkaç dakika ara ile iki ayrı insanı yakından tanımış, bi­ rinin yürekliliği ile ötekinin ezikliğine tanık olmuştu}. Bu olayın üstünden birkaç ay geçti, 1949 yılının ya­ zına girmiştik. Haziran ayı Dışişleri memurları için en hareketli aydır, Merkezden dış görevlere ve dışardan Merkeze atama ve nakiller bu ayda yapılır. Benim iki yıl­ lık Merkez hizmetim çoküın dolmuştu fakat hiçbir ka­ rarnameye adım konulmuyorqu. Ne var ki, yaşantıma ye­ ni bir renk katan ve beni Ankara'ya bağlayan bir uğraşın içine girdiğimden dış göreve gidemediğime üzülmüyor­ dum. Bu zevkli uğraş, şair Orhan Veli ve dnha birkaç ar103



kadaşla birlikte 1949 yılının ilk günü çıkarmaya başladı­ ğımız YAPRAK adlı düşün ve S-nat dergisiydi. İsviçre, dönüşüıde Ankara'nın bilim_ ve sanat çevre­ l�riyle kurduğum ilişkiler bana çok değerli dostluklar ka­ zandırmıştı. Bugüne dek süren ve bana onur veren bu dostluklar arasında, ne yazık ki pek kısa sürmüş olması­ na rağmen, Orhan Ve.nin ayrı bir yeri vardir. Edebiyat dünyamızdan bir kuyruklu yıldız gibi geçip giden Orhan Veli'nin sanatı üzerine çok şey yazıldı. Türk şiirinde yap­ tığı devrim bütün yönleriyle incelendi, ma onun «ilerici insan» yam, «toplumcu yazar» kimliğinin yeteri kadar bilinmediği kanısındayım. Ben onu bu kimliğiyle tamdım. Bu kitabın konusu elvermediği için, Orhan Veli'den şim­ dilik bu kadarcık söz ederek, hayatımın en zevkli ve an­ lamlı yılları olan YAPRAK döneminde başımdan geçen­ leri anlatmaya devam edeceğim. Onbeş günde bir ve tek yaprak halinde çıkmasına karşın, YAPRAK dergisi o ılların fikir ve sanat dünya, sında olay yaratmıştır. Aradan otuz yıl geçtiği ve bu sü­ re içinde yüzlerce .sanat dergisi çıkıp battığı halde YAP­ RAK'ta çıkmış şiir ve yazılar bugün bile birçok aydının belleğindedir. Bunun nedeni, günün ağır koşulları altın­ da bu derginin ilerici düşünceyi, toplumcu sanatı simge­ lemiş 01111-asıdır. YAPRAK dergisinin her sayısı bir düşün ve sanat olayı yaratırdı. Orhan Veli'nin, Oktay Rıfat'ın, Necati Cumalı'nın şiirleri, Abidin Dino'nun desenleri, Sa­ bahattin Eyuboğlu'nun yazıları, Erol Güney'in çevirileri tüm sanatseverler, aydınlar tarafından okunurdu. Bu der­ ginin ilk sayısından Orhan Veli'nin ölümünden sonra ya­ yınhınan son sayısına - kadar her nüshnsmda benim «M. Fırtınalı» ya da « Yaprak» imzasıyla çıkmış yazılarım var­ dır. Bu yazıların kime ait olduğunu çevremizin dışındaki­ ler bilmezlerdi, savcılık sorarsa, Orhan Veli · soruml_uluğu yüklenecekti. Ne var ki, 1 Şubat 1950 tarihli YAPRAK' 104



t a «Demokraside Kahramanlık» başlığı altında yayınlanan yazım, Milli Eniyet Örgütünün dikkatini çekmişti. O yazıda Galile'nin engizisyon mahkemesindeki sözünü ele alarak, düşünce özgürlüğünün ancak uğrunda ölümü gö­ ze aln kahramanlarca savunulabildiği rejimlere demok­ rasi denilemiyeceğini anlatıyordum. Çok sevdiğim ve ha­ la güncelliğini koruduğuna inandığım bu yazımı aşağıya aynen aktarıyorum. «Dünya güneş etrafında döner dediği çin Galile'nin engizisyon mahkemesine verildiğini biliriz. Hikôye eder­ ler ki, büyük İtalyn bilgini hkimlerinin huzurunda diz çökerek tövbe etmek sayesinde ölümden kurtulmuş ama mahkem�den çıkarken yağını yere vurarak: 'Ne yapa­ yım ki dünya dönüyor' demiş. Ve engizisyon mahkeme­ sinin kararına rağmen dünya dönmekte devam e�miş. Bugün dünynın döndğünü söyleyebilmek için Ga­ lile kadar kahraman olmaya lüzum kalmadığını düşüne­ rek seviniyoruz, fakat unutuyoruz ki, engizisyon mahke­ melerinin üzerinden dört yüz yıl geçtiği halde dünyanın güneş etrafında dönmesi kadar basit, aydınlık gerçekle­ re inanmak, hala bir kahramanlık, bir . cesaret meselesi­ dir. Bu sözlerde müblağa arayanlara hatırlatalım: Bun­ dan on yıl önce, bir A lman'ın yahut bir İtalyan'ın, Ya­ hudilerin de bizim gibi insnlar olduğuna inanması ne büyük bir cesaret işi idi? Halbuki bundan oıı yıl önce de, insanların damarlarındaki kana göre sııuflandınla,;na­ yacağı, ırkçılık nazariyesinin hiçbir bilim temeline dayan­ mayan bir şarlatanlıktan ibaret olduğu pekala biliniyor­ du. Galile'yi yargılayanların, hiç olmazsa, dünyanın dön­ düğünü bilmemek gibi bir mazeretleri vardı; yirminci yüzyılda yaşayan A lmnlar ise ırkçılığın yalan olduğunu bile bile Hitler'e ses çıkarmadılr. Çünkü doğruyu savun­ mak için kelleyi koltuğa almak gerekiyordu. 105



Dha yakın zamana, yaşadığımız günlere gelelim: Bugün Amerika'da 1950 modeli bir engizisyon mhke­ mesi vardır ki, Amerika Birleşik Devletleri vatndşlrı­ nın vicdani kanaatlerini araştırmaya, evlerinde · hngi ki­ tapları okuduklarını, hangi düşünceye ship olduklarını soruşturmaya yetkilidir. Mahkemenin dına «Amerika Aleyhtarı Faaliyetlerle Mücfdele Komitesi» denmiştir. Amerika'nın en değerli sanatkarları, artistleri, bilim adam­ ları bu meşhur Komite'nin önünde hesap vermeye mec­ bur tutulmuşlardır. Mahkemenin sorduğu ahiret sualleri­ ne iyi cevap vermiyenler «Amerika düşmanı» ilan edilip işlerinden atılmışlardır. Şimdi bunları görüp de, A meri­ kalı bir ydının Galile'den daha az kahraman ouluğunu i�diaya imkan var mıdır? Memleketimize gelince, medeni cesaret bahsinde Amerikalı/an_ fersah fersah . aşmış olmakla öğünebiliriz. Bizim ileri fikirli aydınlarımız bilim yolunda y.rüyebil­ mek, en basit hakikatleri açığa vurabilmek için, eski za­ man şövalyelerinden daha büyük kahramanlık sınavın­ dan geçmek zorundadırlar. Vatan hainliği damgsını ye­ meyi, türlü isnatlara, iftiralara göğüs germeyi ve sonunda işten atılmayı göze almadan Tü_kiye'de bilim düşüncesi­ ni savunmak kolay iş midir? Sinsi tehditlerle başlayıp gü­ rültülü nümayişlerle sona eren bir baskıyı hiçe sayarak ga.ete, dergi çıkarmak, yaşatmak kimin harcıdır? Bunları söylemekten maksadımız, dünyada hüküm süren parlak bir demokrasi edebiyatına rağmen insanların henüz en tabii haklarını bile, hayatlarını tehlikeye koymaksızın koruyamadıklarını anlatmaktır. Olylatın ne garip bir cilvesidir - ki, demokrasi denilen hürriyet rejimi bugün birçok yerlerde bir cesaret ve kahramanlık rejimi haUne gelmiştir. Halbuki hakiki halk idaresinde ha,k düş­ manlarından bşka hiç kimsenin, doğru olduğunu bil­ diği yolda yürümesi için açlığı, hqpsi göze almasına lü-



106



zum yoktur. ,alk idresinde h.ka hizmet etmek isteyen­ lerin yolun, hiçbir engel konmaz, yüreğine korku salın­ maz. Çünkü bu idarenin ha.ktan gizli kapaklı tarafı yok­ tur. Başbakan Bay Şemseddin Günaftay geçenlerde ver­ diği bir demeçte: 'Bu memleketin namuslu insanları en az namussuzları kadar cesur olmak zorundadırlar' de­ mişti. Bugünkü durum gerçekten Başbakna hak verdi­ recek mahiyettedir. Ama bir memlekette ncmus, kelle pahasına elde ediliyorsa orada demokrasi var denemez. »



Yazının içeriği siyasi polisin dikkatini çekmiş ve ne­ dense bunu Nazım Hikmet'in Bursa hapishanesinden ya­ zıp gönderdiği kanısına varılmıştı. Bunun üzerine Milli Emniyet YAPRAK dergisiyle · ilgisi olanlar arasında gö­ züne Erol Güney adındaki yahudi arkadaşımızı kestire­ rek kendisini o zamanlar «Evkaf Apartımanı» diye tanı­ nan binadaki bürolarında sıkı bir sorguya çekmişti. Erol Güney, aramızda kararlaştırdığımız üzere, benim adımı vermemiş ama ağır tehdide uğramıştı: Yazının kime ait olduğunu söylemezse başına geleceklerden kendisi sorum­ lu olacaktı. O tarihlerde bu tehdidin anlamı korkunçtu. Zavallı Erol sapsarı bir -yüzle bunu bizlere anlattığı za­ man hemen araya girdim ve adımı siyasi polise açıklama­ sını istedim. Arkadaşlar bunu kabule yanaşmadılarsa da, Rus asıllı olan Erol Güney'in başına gizli polisin ne ço­ raplar öreceğini kestirdiğimden ısrar 1ttim. Birkaç gün sonra Erol bana geldi: «imliğini öğrendikleri zamn çok şaşırdılar ve kızdılar. Verem hastalığı geçirdiği için ona bir şey yapmak istemiyordnk, ama şimdi görür gününü, telıdidini savurdular» dedi. Ben de hastalığimdan ötürü bana 'acımalarını hazmedememiştim. M. Fırtınalı yerine