MEB İslam Ansiklopedisi 13 [13] [PDF]

  • Author / Uploaded
  • MEB
  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

ISLAM ANSİKLOPEDİSİ İSLÂM ÂLEMİ TARİ H, C O Ğ R A F Y A , E T N O G R A F Y A VE B İ Y O G R A F Y A LÜGATİ



MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞININ KARARI ÜZERİNE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİNDE (A. ADI VAR v. 1955, R. ARAT v. 1964, A. ATEŞ, v. 1966, C. BAYSUN v. 1968) T. YAZICI, B. KÜTÜKOĞLU, ORHAN F. KÖPRÜLÜ, İ. KAFESOĞLU [v. 1984], S. BULUÇ [v. 1984], N. M. ÇETİN, NAZİF HOCA, A. S. FURAT, N. GÖYÜNÇ T A R A F IN D A N L E YD E N T A B T E SA S TU TU LA R A K T E ’LİF, TÂ D İL, İK M Â L ve TER CÜ M E SU R E TİYLE



NEŞREDİLMİŞTİR



13. CİLT



°UBAYD ALLAH — ZÜŞŞERÂ



BİR İN Cİ BA SILIŞ



( 3 9 0



K Ü LTÜ R V E .TURİZM B A K A N LIĞ I



M İLLÎ EĞİTİM BASIM EVİ İSTA N B U L



u İ JB A Y D ALLÀH. [ Bk. u b e y d u lla h .] 'U B A Y D -Î ZÂKÂNl [Bk. u b e y d -î z â k â n îJ U B E D A . U BËDA, Ubbada, Cenûb-i şarkî Is­ panya’da küçük bir şehir olup, takriben 31.000 ( 1950 ) nüfûsu ile Jaen vilâyetinin idâri merkezidir. Araplar tarafından muhâfaza edilen Ubêda adı, her ne kadar Iberik menşe’li görünüyorsa da, müs­ lüman coğrafyacılar şehrin müessisi olarak, Emevî hükümdân cAbd al-Rahmân II. b. yakam (206— 238— 822— 852) ’i zikrederler; Ubéda’nm kuruluşunu oğlu ve halefi olan Muhammed tamamlamış ol­ malıdır. Ubéda bu devirden itibâren, Jaen idâri bölge (IÇüra) ’sinin bir parçası hâline geldi ve bâzan, Elvira vilâyetinin diğer bir mahalli olan Ubbadat Tarvâ ’dan ayırmak için ona, Ulbadai al-cArab ( Arapların Ubeda sı ) adı da verildi { krş. îbn “Îzsrî, al-Bayân al-Muğrib, II, 178— 284). Ubéda, komşusu Baéza (Arapça Bayyâsa) gibi, garp müsIüman dünyasında safran zirâati ile meşhur idi. Orta-çağdakİ tarihi karanlık olup, Jaen 'a tâbi bir idârî merkez olarak, dâima onun kaderini tâkib et­ miştir. Hıristiyan kuvvetleri, al-cîkâb 'da (Las navas de Tolosa) kazandıkları zaferden bir müddet sonra 609 ( 1212 /1213 ) 'da burayı ele geçirdi. B i b l i y o g r a f y a : Idrîsî, Nuzhat a lMutfak ( nşr. Dozy - de Goeje, Descr. de l’Afri­ que et de l Espagne), s. 203, trc, s. 249 ; Abu’l-Fidâ’ , Takvim al-buldSn ( nşr. Reinaud - de Slane ), s. 167, trc. s. 238; Yakut, Mu'cam al-buldân (nşr. Wüstenfeld), I, 78; îbn 'Abd al-Mun'im al-yim ySrî, al-Raoi al-mi'târ, s. V ; al-I^alkaşandî, Şubfy a/-acjâ% V , 229; al-Makkari, Nafh al-fib (Analecies. . . ), II, 146; E. Lévy Pro­ vençal, L'Espagne Musulmane au X ime siècle (Paris, 1932), s. 170, 177. ( E . L Ê vt P k OVEN ç a i .)



U B E Y D -Î Z Â K Â N t-î KA ZVÏN Ï. 'U B A Y D -I Z Â K À N Ï (1300— 13 71), Ni?âtn a l-D în veya Nacm a l-D în lekabiyla ( JÇtiülyât, önsöz, s.c) daha çok h i c i v v e f ı k r a l a r ı i l e t a n ı n ­ m ı ş b i r I r a n ş â i r v e e d i b i olup, Çazvîn 'de Zâkânİ’ler ( Zâkâuiyân ) adı verilen bir aileye Islâm Ansiklopedisi



mensuptur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemek­ tedir. Eserini 730 (1330 ) ’da yazan yam d Allah Mustavfi ( Târîlı-i Guzîda, s. 845 v.d.) ’nin, Ondan tanınmış bir şâir olarak bahsetmesine bakılarak, en geç 700 (13 0 0 ) tarihinde doğduğu söylenebilir. Yine aynı müellifin ifâdesine göre, 'Ubayd-i Zâkânî 'nin ailesi aslen Arap olup, Hafâca [ b. bk. ] kabilesine mensup idi. Tahsilini Şîrâz ’da tamamlayan eUbayd, Târîbrİ Guzîda ’nin ifâdesi doğru ise, bir ara vezir (şâfrib) olmuştur. Ancak onun hangi emîr veya hükümdârın emrinde ve hangi tarihte çalıştığı hak­ kında bilgi verilmediği gibi, diğer kaynakların hiç­ birinde de bu hususla ilgili bir bilgiye rastlanmamaktadır. Eserlerinde, bu husûsa dâir herhangi bir kayda rastlanmaması, hükümdarların himâyesine sığın­ maya çalışması ve bunda başan gösterememesi, onun bu vazifesini şüpheli bir duruma düşürmektedir. Abü îshâk ( ölm. 747 — 1346) zamanında Şî­ râ z ’da bulunan şâir, önceleri ciddî şiirler yazmış, ancak bunların zamanın hükümdarlarının hoşuna gitmediğini anlayınca, işi güldürücü ve hicvedici şiirler yazmaya çevirmişti. Bir ara Celâyirlilerden Sultan U vays’in himâyesine giren 'Ubayd, Bag­ dad ve Tebriz'de bulunmuştur; ancak bu şehir­ lerde ne kadar kaldığı ve daha sonra tekrar memleketine dönüp dönmediği hakkında herhan­ gi bir bilgi yoktur. Isfahan ’in 768 (1 3 6 7 ) ’de Muzafferîler tarafından alınması için bir tebriknâme yazmasi ( Külliyât, s. 3 ) , kendi el yazısı ile yazılmış bir kitabın 772 ’de oğlu îshak ’m eline geçmesine ve bâzı tezkirelerin ifâdesine (Şâhid-i Şâdiğ, Tağl al-Din-i K â şl) göre, 77 ı veya 772 tarih­ lerinde vefat etmiş olduğu söylenebilir. E s e r l e r i : İyi bir tahsil gördüğü anlaşılan ve oldukça uzun bir ömür süren, yaşadığı devirdeki huzursuzluğu, haksızlıkları ve ikiyüzlülükleri rin­ dine bir edâ ile hicveden ‘Ubayd-i Zâkânî, bu husu­ siyeti yanında aym zamanda iyi bir şâir ve âlim olarak gözükür, ölümünden takriben 40 yıl önce, iyi bir şâir ve benzersiz risâieler sahibi olarak tavsif edilmiştir (fjamd Allah Mustavfî, ayn. esr., göst. yer.). 'Ubayd’in eserleri, manzum ve mensur olmak üzere ikiye ayrılmaktadır: F. 1







2



U B EYD -1 ZÂ K Â N Î-Î K A 2 VÎNİ -



I. M a n z u m e s e r l e r i : I. Divân, kaside, ga­ zel, terci ve terkib-i bend, mesnevi, kıt’alar ve nihâî­ lerden ibâret bîr eserdir. 2. 'Uşşâk-nâma, Muzaffe­ rlerden Şâh Şayh Âbü îshâk (ölm . 747 = I 34, Tahran, 1336— 1339 hş.,s. 738; Davlat-Şâh, s. 50, 58; krş. Câmî, Bakâristân, nşr. Baron Utkar, Viyana, 1846, s. 86; Fahr al-Dîn ‘A lî Şafî, LafcTif a l-T ao itif, nşr. Ahmed Gülçîn, Tahran, 1336 hş., s. 265 v.d.; E. G. Browne, T ârllyi adabiyyât-t Iran, az Firdaosî tâ Sa°dl, trc. Fatlj Allâh Muctabâ’î, Tahran, 1341 hş., II, 182 v .d .). Bâzı kaynaklar, Sultan Mahmud ’un Şahnâm a yazma işini ‘ Unşurî ’ye verdiği; onun da bu hususta hazırlığı olmadığı için bunu Firdavsî’ye havale ettiğini kaydederlerse de (Davlat-Şâh, ayn. esr., s. 59), bu hususun doğruluğu hakkında kesin bîr bilgi yoktur. Gazneli Mahmud ’un çıktığı seferlerin ve yaptığı savaşların çoğunda ‘ Unşurî ’nin ona refâkat ettiği şiirlerinden anlaşılır. birçok O, kasidesinde bu hükümdarın hünerlerini, savaşlarında gösterdiği yi­ ğitlik ve kahramanlıklarını, düşmanlan karşısında tutum ve davranışım, ordusu ve halkı ile olan mü­ nâsebetlerini, şahsî meziyyet ve üstünlüklerini dile getirir; biihassa aslında 180 beyit kadar olup (D a v ­ lat-Şâh, ayn. esr., s. 50), elimizdeki divan nüshala­ rında 158— 163 beyitlik meşhur kasidesinde ( Divân, s. 107— 1 1 5 ) o, sâdece sultanın gaza ve savaşlarını, zaferlerini, bu savaşların vukû bulduğu meydan, şehir ve kaleleri kayıt ve tasvir eder. Bu itibarla onun pek çok şiiri edebî değerinin yanında, tarih bakımından da ehemmiyetlidir. „M alik al-şucarâ” Unvâmm, bu ihtişam ve aza­ metini, Sultan Mesûd ’un saltanat yıllarında ( 1030— 1041) da korumasını bilen ‘ Unşuri ’nin bu devirdeki hayatı daha az bilinmekte olup, Sultan Mahmud zamanındakine nazaran daha karanlıktır. Çağdaşı şâir Labıbî’nin ona karşı duyduğu nefreti ve Sîstanlı Farrubî ( ölm. 1038) 'nin zamansız ölümü karşısındaki üzüntüsünü dile getiren bir şiirinde „yaşlı ( ‘ Unşurî) ölmekte gecikti; genç ( Farrubî) ise, çabucak gitti’ ( Muhammed b. ‘ Omar ar-Râdüyânî, Kitâb T aram an al-balâğa, nşr. A . Ateş, İstanbul, 1949, s. 179 [ 248 ]; krş., s. 32) şeklindeki ifâdesinden onun bu sıralarda epey yaşlı olduğu anlaşılmaktadır. Oldukça uzun bir ömür süren ‘ Unşurî, 431 (1039/



43



1040) yılında Gazne ’de hayata veda edip (Davlat -Şâh, ayn. esr., s. 53; Macma* al-fuşaha’ , II, 897; Muhammed I£udrat Allâh, Natâyic al-afkâr, nşr. Ardaşîr-ı fdâzi‘ , Bombay, 1336 hş., s. 460; krş. K a ş f al-şunün, İstanbul, 194*— 1943,1, I03 ; İsmail Paşa, H adiyyat al-‘Arifin, Asmö’ al-M utallifîn va  şâr a l - Musannifin, İstanbul, I951. I, 275 i Yahya Karîb, ayn. esr., s. 13 ve not: I ) bu şehirde defnedildi ( Macmac al-fuşahâ*, II, 897 ). Ölüm tarihi olarak gösterilen diğer tarihler, mûteber kaynaklara dayanmadığı ve tarihî hadiselerle bağdaşmadığı için her halde yanlış olmalıdır. ‘ Unşurî, yukarda belirtildiği gibi, 31 senelik ikti­ darı sırasında büyük bir imparatorluk kurmuş olan Gazneli Sultan Mahmud’u övmekle kalmamış; bu sultanın kardeşleri Amîr Abü Ya'küb Yûsuf ile Amîr Abu l-Mu?affar Naşr, oğlu Sultan Mas'üd, her ikisine 20 sene kadar vezirlik yapan Ahmed b. Haşan al-Maymandi [b . bk.J, yine onun kuman­ danlarından Muhammed b. lbrâhim Tâ^î ile FFâca Abu’l-Hasan ve Abü Ca‘ far Muhammed b. Abu’lFazl hakkında da kasideler yazmıştır ( Yahya Karîb, s. 24 — 28; krş. Mub. Dabîr-i Siyâsî, Dlvân-ı 'Ustâd ‘ Unşurl-i Ballşî, Tahran, 1342 hş., mukad­ dime, s. 23 v.d .). Aslında şiirlerinin 3° bin beyit kadar olduğu düşünülürse, ‘ Unşurî ’nin öv­ düğü kişilerin 8’ e inhisar etmiyeceği anlaşılmaktadır. Gazne sarayında ‘ Unşurî ile çağdaş olan bütün şâir ve âlimlerin kimlerden ibâret bulunduğunu bil­ memize imkân yoktur. Rizâ-Kiuli-îdân Hidâyat’in tesbit ettiği listede {ay n . esr., II, 897) yer alan belli başlıları ise, Ğazâ’irî, ‘Ascadî, Farrubî, Muncîk-i Tirmizî, Şihâbî, ffurramî-i Tirmizi, Firdavsî, Asadî-i Tüsî, Bahrlmî-i Sarabsî, Zînatî-i Sagazî, Mas'üdî, Buzurcîmihr-i Kâyinî, Abü Hanîfa-i Îskâfî, Râşidî, Abu’l-Farac Sagazî ’dir. Ancak Davlat-Şâh ( ayn. esr. s. 45, 4$, 54, 58), bu sonuncusunu ‘ Unşurî ve Minüçihrî ’nin hocası, ‘Ascadî ile Farrubî ’yi de tal besi olarak zikreder ( H. Etini, Târth-i aiabiyât-ı cârsl, trc. R. Şafak, Tahran, 1337 hş., s. 33 ). Sagazî ( Saczî) ’nin, adı geçen zevatın hocası olduğu doğru olabilirse de, Farrubî yİ, ‘ Unşurî ’nin talebesi olarak göstermek kabil olmasa gerek, çünkü ‘ Unşurî hiçbir zaman Sîstan ’da ikamet etmediği gibi, Farruhî, Gazne ’ye geldiğinde o birinci sınıf şâirdi (Şafâs , 1, 532 ). Di­ ğer taraftan kendisini ‘ Unşurî ’nin talebesi sayan ve onu hocası olarak takdim eden Minüçihrî ’nin ( D lvân-t Minüçihrî, s. S9/10, 92/12) bu davranışım, bir nezaket eseri kabûl etsek bile ( Şiblî-i Nu'mânİ, s. 132; Kazimirski, Dluân-i Minüçihrî, önsöz, s. *4 5), ‘ Unşurî ’ nin bâzı noktalarda onu yetiştirip, ( Davlat-Şâh, ayn. esr., s. 4 6 ) sultanla tanıştırdığı gerçek olmalıdır ( Dlvân-ı Minüçihrî, s. 87— 93; krş. Şiblî, göst. yer. ). Ayrıca bu hoca -talebe münâsebeti, daha çok ‘ Unşurî ’nin geliştirdiği üslûbu benimseme ve devam ettirme mânasında anlaşılmalıdır.



UNSURÎ.



44



Gerek bize kadar gelen şiirlerinden, gerekse bâzı Abu’l-Farac RünPnin divanı bulunan hicri 1320, tezkirelerde yer alan kayıtlardan anlaşıldığına göre Bombay taş basması, yalmz 'Unşurî divanım ‘ Unşurî, adı geçen çağdaşlarından sâdece Reyli ihtivâ eden ve biri 1881 ’de, diğeri muhteme­ Gazârirî ile açık bir şekilde münâkaşaya girmiş; Lâmi- len daha sonra neşredilen Tahran taş basmaya adlı meşhur kasidesinde kendisini fazlaca övüp lan, hattâ Hilâli matbaası tarafından yapılan hicri başkalarını küçümser mâhiyette bir ifâde kullanan 1320 taş basması île 1922 Laknav taş basması (FiffrisH ( Macmac al-fuşaha', II, 924/ıs ) Gazâ’irî 'ye ce­ kitâbha-yi çâpî-yi Fârsi, Tahran, 1352 hş., I, 1553) vap olarak büyük bir ustalıkla kaleme alınıp bize hemen hemen aynı metnin tekrarı olup, 'Unşurî intikal eden en eski edebî tenkit nümûnelerinden ’ye isnat edilen divanın küçük bir kısmım teşkil birini teşkil eden kasidesini yazmıştır (D îvân , s. ederler. Zîrâ Davlat-Şâh ( ayn. e$r., s. 53; krş. 123— I 7 ); fakat bunun üzerine büyük bir ihtimâlle K a ş f al-zunün, I, 803; Şiblî, 38 v.d.) şâirin divanının devama Rey 'de kalan ( 'Unşurî, Dîvan, s. 107/12— mesnevileri dâhil 30 bin beyit kadar olduğunu zikre­ j 5, 127/12; krş, Y. Karıb, Mukaddime, s. 3 1 ) Ga- der. Rizâ-Kull-Hân Hidâyat (ayn. esr., II, 897) zâ’irî, ‘ Unşurî 'yi rahatlıkla hicvetmiştir ( Mac- de, aynı ifadeyi tekrarlamakla berâber zamanına ma‘ al-juşai)ö‘ , II, 926— 929). kadar gelen ve kendisi tarafından istinsah edilen E s e r l e r i : Kaside, gazel, rubaiden başka divanının ancak 3 bin beyti aştığını kaydeder. mesnevi vâdisinde de maharet sâhibi olan cUnşurî, Takî al-Dîn Muijammed al-Husayni, yaptığı araş­ büyük bir Divân ile Sultan Mahmud ’a ithaf ettiği tırmalar sonunda onun 5 bin beyte yakın bir di­ Vâmik u  zrâ’, Ming-but u Sur(f-but ve Ş â d bcd}t vanım gördüğünü söyler ( Dabîr Siyâkî, M ukaddima-i u ‘ayn al-hayât adlı üç mesnevi bırakmıştır ( “Avfi, Dîvân-t ustâd ‘ Unşurî, Tahran, 1342 Hş., s. 30). Üste­ Lubâb al-albâb, 11,32; krş, Davlat-Şâh, s. 53; M açma" lik K itâb Tarcumân al-baiâğa, H a iâ 'ik al-sihr, Uıgat-t al-fuşaljtf, II, 897), Bağdadiı İsmail Paşa (H adiyyat Furs, al-M u‘cam f i ma‘ayir aş°ar al-‘Acam v.b. al-‘ rifin, 1, 2 7 5 ), şâire Husrao-nâma, M antik kitaplarda bulunan 'Unşurî ’nin kaside ve mesnevi­ al-tayr ve D îvân ’mdan ibaret bir külliyat isnat lerden alınmış beyitleri, yukarıdaki neşirlerden hiç eder. Eğer bu isnatta bir eksiklik yoksa, söz konusu biri, hattâ Yahya Karıb tarafından önce 1321 bş. külliyatta yer alan ilk iki eserin isimlerinin yanlış ’de (bu neşir için bk. Yâdgâr, 1323 hş., yıl I, sayı tesbit edildiğini kabûl etmek gerekir. Çünkü bu ese­ 5, s. 79 v.d.; H. Ritter, Oriens, 1948, I, nr. 1 , s. rin 'Unşurî ’ye âİt olduğunu gösteren hiçbir kayıt 134 v.dd.), sonra 1341 h ş.’de „Dİvânrı Abul-Şlâşim yoktur. Kendisineâit olan bu 3 mesnevi ile D ivânın id asan b. Afrmed ' Unşurî” adı ile Tahran baskıları büyük bir kısmı günümüze kadar gelememiş olup, bile, tamamen içine almaz. Aynca bu iki baskı, mevcudiyetleri ancak kaynaklardaki kayıtlardan bi­ daha çok yeni ve eksik yazmalara dayanır. Bu­ linmektedir. 'Unşurî ’nin çağdaşı ve Gazne sarayı­ nunla berâber Yaljyâ Çarîb, 'Unşurî ’nin divanı­ na mensup bilginlerden Abü Rayhân al-Bîrünî ( ölm. nın beyit sayısını 2.725 ’e ¿yükseltmeyi başarmıştır 1051 ), Vâmik tı A z r ff kıssası ile fjîİng-but u Surh (ayn. esr., s. 1 7 ). Muijammed Dabîr Siyâlf! ’nin b a l ve Ş a d bal,ır u ‘ayn al-hayât hikâyelerini mensur son olarak neşrettiği ( yk. b k .) ‘ Unşurî dîvânı, olarak ve Arapça başlıklar altında tercüme ettiğini mevcutların en iyi ve en hacimlisi oln^lıdır. Divân ’in ( Risâla li’l-Şayh a l-fa k im A b î Rayhân al-Birnnî.... muhtevisi, işâret edildiği üzere 64 kaside, bâzdan fihrist Kutub Zakariyyâ a l-R â z î Asar al-bakiyya eksik de olsa 14 gazel, 77 rubai, aynca bir kaç kıt’a an al-fıurün al-ljâliya, nşr. C. Eduard Sachu, Leipzig, ve kaside kalıntılarıyla üç mesnevisine âit perakende 1923, Mukaddima, s. X L IV ) zikretmektedir. Fakat beyitlerden ibarettir. Kasidelerinin 40 ’mı Sultan bu tercümeler de asılları gibi çok erkenden kaybolduğu Mabmud, 2 tanesini Sultan Mes’ûd, 16 ’smı Emir için adları aynı olan bu mesnevilerle söz konusu Nasr ve birer tanesini de yukarıda isimleri geçen tercümeleri arasındaki münâsebetin ölçüsü tesbit diğer zevat hakkında kaleme almıştır ( Dabîr Siyâkî, edilememiş; aynı şey olup olmadıkları, hattâ al-Bî- Mukaddime, s. 23 v .d .). rünî ’nin „Vâmik u Azrâ*“ kıssasını tercüme ettim B) M e s n e v i l e r i : İ) Vâmik tı A zr a ': 'AvfS derken 'Unşurî ’nin, Vâmik L! A z r â * ’sim mı yoksa ’nin övmekle bitiremediği ( Lubâb, II, 32) 'Unşurî'nin onun faydalandığı kaynağı mı kasdettiği açıklık kazan­ üç mesnevisinden ffing-lutu Surh-but ile Şad bahr u mamıştır. Bununla berâber, son iki isim altındaki mes­ ‘ ayn al-hayât ’ın sâdece isimleri bilinmektedir. Buna nevilerin, yalnız ‘ Unşurî’ye atfedildiği, aşağıda görüle­ mukabil Vâmik a AzrS* ’sının en azından muhtevisi . ceği üzere her ikisinin de ilk defa 'Unşurî tarafın­ bilinmekte ve daha çok eserin baş tarafına âit 513 dan yazıldığı Iskandar-riâma ’de zikredilip, bunda ve beyitlik bir kısmı neşredilmiş bulunmaktadır (aş. Dârâb-nâma ’de hulâsalarına ve hiç değilse konula­ b k .). Bu mesnevinin konusu, 'Unşurî ’yi müte- ' rına temas edildiğinden dolayı şâirin 3 mesnevisi akıben, değişik şekillerde ve asırlar boyunca Iranlı, olduğu kesinlik kazanır. Türk v.s. milletlere mensup şâir ve edipler tarafından A) Dîvân. Son zamanlara kadar 'Unşurî di­ işlenmiş ve 22’den fazla Vâmik u Azrâ’ [b. bk.] meyda­ vanının muhtelif baskılan yapılmışsa da, biç bi­ na getirilmiştir. Ancakyazıkki, hicri V II. asrakadaryalişi tam



ye



mükemmel



değildir.



Kenarında



zılaplarm hemen hemçn hepsi, zamanla kaybolmuştur,



UNŞURÎ. İran tezkire yazarlarının birbirinden aktararak söy­ lediklerine göre, Vâmİk tı Azrâ* hikâyesinin menşei eski Iran 'dır. Orjinaline âit bir nüsha hicri III. asırda Horasan emîri cAbd Allah b. Tâbir 'e (828— 844) takdim edilmişse de, beğenilmeyerek imha edilmiştir ( Davlat-Şâh, ayn. esr., s. 35), ‘ Unşurî, ağızdan ağıza dolaşan bu hikâyeyi Şahnâma vez­ ninde (mutakârib) manzum olarak yeniden yaz­ mıştır. Sonra kaleme almanlar ise, ya aynı, ya da muhtevâ bakımından onun tercümesinden ibârettir. Bu kanâat, son zamanlara kadar benimsenmiştir { Hammer-Purgstall, Geschichte der Osmanichen D ich fkunst Us auf unsere Zeit, Pesth, 1837, II, 45 v.dd.; krş. E. J, W. Gibb, History o f Ottoman Poetry, London, IŞ02— IH, 26; H. Ethe, Târ'ih-i adabiyât-t Fârsî, trc. Rizâzâda Şafak, Tahran, 1337 hş., s. 69; E. G, Browne, T ârîîyi adabiyat-ı İran, trc. Fatlj Allah Muctabâ’ î, Tahran, 1341 hş., II, 415 v.d.; E I , IV, 1178; CA . Câmî, Salâm ân u Absâl, trc. ‘Abd al-Vahâb Tarzî, Istanbul, 1944, s. 105). Hammer *e göre bu romantik konunun nasıl geliştiğine ve muhtevisinin neden ibâret bu­ lunduğuna dâir mâlumatı, Osmanlt şâiri Lâmi’î Çelebi ( ölm. 1532 ) ’ye borçluyuz. Hammer ( göst, y e r.) eserin muhtevasını geniş bir şekilde vermiştir. Bu arada, Hammer 'in şâirane bir şekilde, ancak çok kısaltılmış olarak ele aldığı Vâmik u AzrcP, asıl muhtevisi hakkında doğru bir fikir vermemektedir (aş. bk.). Halbuki Lâmi’î ’nin Vâmik u A zrâ3 ’sı ile sayıları epey kabarık olan diğer tercümeleri ‘ Unşurî 'nin eserinden farklıdır. Çünkü ‘ Unşurî ’nin Vâmik u  z rff ’sının ilk bölümlerine âit Pakistanlı Muijam­ med Şafî‘ tarafından keşfedilen 372 beyitlik kısım ( Vâmik tı AzrS'-yi ‘ Unşurî, M atn-i Vâmik tı A zrff-y i ‘ Unşurî, Lahor, 1967), L lm i’î ’nin Vâmik tı A z rS ’smın ‘ Unşurî ’ninkinin tercümesi olmadığını açıkça ortaya koymuş olup, Lâmi’î ’nin eseri de ‘ Unşurî ’ninki kadar orijinaldir. Her ikisinde müşterek olan taraf, sâdece baş roldeki iki kahramanın yâni Işık ile mâşukun aynı adı taşımış olmaları, bayatta muh­ telif müşküller ve engellerle karşılaşmalarına rağmen, başarıya erişmiş bulunmalarıdır; bu kadar benzerlik, hiç şüphesiz ‘ Unşurî ’ninki ile faydalandığı asıl kay­ nak arasında da vardır ( bk. mad. VÂMİK U AZR ). Diğer teferruat ve Vâmik ile Azrâ 'nin şahsiyet ve hüviyetleri bile tamamen farklı ve değişiktir ( bk. mad. VÂMİKU AZRÂ; krş. Muhammed Şafi‘, ayn. esr., tnuk-, s. 125; M. C. Maljcüb, Suf)an, Tahran, 1347 hş., yıl 18, sayı 2, s. 137 ). Üstelik, Lâmi‘ î ’nin, bâzı lügat ve kaynak kitaplarındaki perakende be-: yitler hâriç, ‘ Unşurî tarafından kaleme alman Vâmik u A zrâ3 mesnevisinin tamamını görmüş olması bile çok şüphelidir, Zîrâ Muijammed Şafıc ’in de dediği gibi ( Mukaddime, s. 8 ), daha hicri V I 1. asırda ve en geç V III. asrın birinci yansından itibâren ‘ Un­ şurî 'nin eserinden bahsedilmez olmuş ve bu eser bir daha görülmemiştir.



45



‘ Unsurî ’nîn mutakârib bahrinde, yâni fa‘ ülun fa‘ülun fa‘ ülun fa‘ ül vezninde yazdığı „Vâmik u A z r â mesnevisinin kaynağı, ona âit muhtevinin baştan sona kadar nasıl tertiplendiği, bütün vakanın ne şekilde cereyan ettiği, onun hattâ Bîrünl ve Faşîhî-yi Curcânî ’nin kendisinden faydalandıkları Vâ­ mik tı A zrâ0 hikâyesinin neden ibâret bulunduğu, hele mesnevinin baş kahramanlan Vâmik ile Azrâ 'nin bu aslındaki karşılıklarının ne olduğu hakkında yeteri kadar bilgiye sâhip değiliz. ‘ Unşurî ’nin adı geçen mesnevisinden günümüze kadar gelebilen 513 beyte dayanarak bu hususta kesin bir hüküm vermenin doğru olmayacağı da açıktır. Ayrıca Luğat-t Furs ve diğerlerinde ‘ Unşurî ’nin Vâmik u Azrâ* ’sına âit olduklan iddia edilen beyitlerin bir kısmının şâirin aynı bahirde yazdığı „Hitıg-bui u Sarfa-but" adlı mesnevisine âit olması ihtimâli de vardır. Bu­ nunla berâber, mesnevinin başlıca iki kahramanının hâlis Arapça isimleri taşıması, eserde cereyan eden vak’alann farklı olması, fazla sayıda şahsın onda rol alması, daha mühimi hikâyenin umûmı'yetle hayatın akışım doğumdan ölüme kadar tâkip etmemesi, bütün müşküllere ve engellere rağmen belli bir isteğin ve özlenen bir birleşmenin gerçek­ leşmesiyle son bulması, onun şark kaynaklı olmaktan ziyâde, Yunan menşe’li olduğunu akla getirdiği gibi, bu eserin ilk olarak Peblevî dilinde yazıldığı nvâyetinin hakikati yansıtmadığını da ortaya koyar; aynca onu, Yusuf ü Züleyhâ, Husrev ü Şîrîn, Leylâ vü Mecnûn, Süleyman İle Belkis gibi birçok şark tipi mesnevilerden de ayırir ( P. Horn, Geschichte der Persİschen Litteratur, Leipzig, 1901, s. 178; Gibb, History o f Ottoman Poetry, III, 26). Zîrâ bu konu ve işleniş tarzı, belirtilen vasıflarıyla Hıris­ tiyanlığın ilk asırlarına âit helenistik romanların esas mevzuunu teşkil eder. Ayrıca aşağıda görüleceği gibi, şâirin mesnevisine âit 513 beyit ile Dârâb-nâma ’de yer alan aynı hikâyenin muhtevisi ve bu muhte­ vinin Yunan tarihî hâdiseleri ile ilgili bulunması, romanın bu ülke topraklan üzerinde cereyan etmesi ( M . Şafî”, muk„ s. 14— *7 ve metin, s. 1— 28 ) ve Vâmik ile Azrâ 'tun dışındaki kahraman adlan ile Samos, Kıyos, Difriya, Lukarya v.b. isimlerin çoğunun Yunanca olması onun Yunan menşe’li olduğunu gösterir. Büyük bir ihtimalle bu hikâye, tıpkı benzerleri gibi bâzı tasarruflarla Yunanca'dan bir veya birkaç aracı vâsıtasıyla Pehlevî’ye veya hem Pehlevî’ye, hem de Arapça’ya tercüme edilmiş: Y u ­ nanca aslı, tercüme için Bağdad ’a ve tercümelerinden bir nüshası da Gazne ’ye kadar ulaşmış ve ‘Unşurî de bundan mülhem olarak mesnevisini yazmıştır. ‘ Unşurî'nin „Vâmik tı A zrS ’ " adlı eserinde iş­ lediği hikâye, Adalar denizinin Anadolu sâhillerine bir mil kadar bir mesâfede bulunan ve eskiden îyonya ( İonia) ’ya bağlı Sisam ( Sa­ mos; ‘ Unşurî ’de Şam os) adım taşıyan kü­ çük bir adada başlar (M . Şafî‘, muk-> s. 14 ).



46



UNSURİ.



Azrâ bu adanın idaresini elinde bulunduran ve cUnMesneviye ait beyitler burada son bulur. Ancak şuri'nin mesnevisinde adıFilikrat olarak geçen, Akos A bü Tâhir Tarsüsî ’ye isnat edilen Dârâb-nâma ’un oğlu zâlİm Polycrates ( M. ö. 537— 522) ’in ( nşr. Zabîh AİIâh Şafâ, Tahran, 1344 hş., s. 206— kızıdır. Yine bir hükümdar kızı olan annesi de hem 210 ) ’de tekerrür eden hikâyenin devamında Azrâ ’nm kültürlü, hem güzeldir. Vâmık bu hükümdarın annesi ölür, babası onu Vâmık ’a vermekten vazge­ akrabasından biri, Krutis ( jf ) adasında çer. Bu esnada adaya saldıran düşmana mağlûb pâdişâh olan Mildites ( u - 4 -il ) 'in oğludur olup esir düşen Fiiikrat, büahıre öldürülünce, (M . Şafî', muk-, s. 2Ğ— 27; krş. metin, s. X— 3; tahtı ve ülkesi yabancıların eline geçer. Bu müstevli Divân, muk-, s. tŞ / 'ıs -ıs )■ Azrâ daha 7 aylık iken hükümdar Vâmık ve Azrâ yı yakalattırıp bağlatır. yürür, 2 yaşında okumaya başlar, kısa zamanda bi­ O veya maiyetinden biri A zrâ ’ya sâhib olmak ister; linmesi gereken her şeyi öğrenir, 10 yaşında bü­ boyun eğmeyince, onu esir olarak satarlar. Sakız tün savaş san’atını öğrenir, lümde ve kahramanlıkta ( K iyos) adasında ve daha birçok Yunan adası ve eşsiz olduğu için, babası ona „Azrâ“ adım verir şehirlerinde, muhtelif şahısların ve esir tüccarlarının ( Metin, s. 3— 4 ). Azrâ ordulara kumandanlık eder, elinde oradan oraya sürüklenir ( M . Şafi0, muk-, tek başına savaşa çıkar. Vâmık da akıllı, kültürlü ve s. 24— 25; krş. ayn. esr., s. ıx — 14 ) ve nihâyet Ef­ yakışıklıdır. Annesi ölmüştür, onunla iyi geçinmeyen latun ’un talebesi dindar ve filozof Hirankalis ’in üvey annesi, babası ile arasını açar. Nihâyet bu ka­ dine esir olarak geçip, iki sene sonra bir gece dının kendisini zehirliyeceğini haber alınca, samîmi başından geçenleri bu efendisine anlatmak zorunda dostu olan Tûfan ile durumu istişare eder ve her kalınca, bir hükümdar kızı olduğu anlaşılır ve Hi­ ikisi akrabası olan Filikrat’m yanma gitmek üzere rankalis onu âzat edip, Vâm ık’m yanma götürmeği bir gemiye binip, Samos adasının yolunu tutarlar vaadeder. Böylece Azrâ ’nın dört yıl süren esâreti ( Metin, s. 4— 7 )■Samos adasında deniz kenarındaki sevinçle sona erer ( Dârâb-nâma, s. 20Ğ— 210; krş. Hera heykelinin önünde Azrâ ile Vâmık karşılaşır ve M . Şafi0, muk; göst. yer.). orada birbirlerine âşık olurlar. Annesinin yanında Abü Tâbir Tarsüsî ’nin adı geçen eserinde ana olan Azrâ, Vâmık ’ın kim olduğunu sorar; akraba batlarıyla zikredilen bu hikâyenin, °Unşuri ‘nin olduklarını öğrenince, Vâmık uğradığı zulümden Vâmik a Azrâ* ’ sındaki muhtevâya bu kadar benze­ ötürü Fiiikrat ’a sığınmak istediğini söyler ve bir mesi bir tesadüf olamaz. Kuvvetli bir ¡htimalle»Tar~ istekte bulunur. Azrâ ’nm annesi onun istediğini he­ süsî, bu hikâyeyi yazarken ya şâirin Vâmik u A^râ% men yerine getirmez; fakat durumdan kocasını ha­ ’smı, yahut da onun kaynağı olan eseri bilmekte idi berdar edeceğini vaadeder { Metin, s. 7— 6, 28 ). ( M . Şafi0, muk; s. 13; Maljcüb, Safran, X V III, Nihâyet Fiiikrat ’ın muvafakati ile Vâmık saraya sayı I, s. 50 ). Görüldüğü üzere eser, yeri, kahraman­ çağırılır. Pâdişâh onu uzunca bir imtihandan geçirir. ları ve hattâ muhtevâsı itibariyle Eski Yunan ’dan Vâmık başarılı cevaplar verir (M etin, s. 10— 13 ); gelmektedir. Bu durumu, ‘ Unşurî ’nin muhayyile­ hükümdar, kraliçe ve Azrâ onu alkışlayıp ( Metin, sinin mahsûlü değildir. Elde mevcut bütün delil s. 14 v .d ,) arkadaşı Tûfan ’la kendisine sarayda ve belgelere rağmen, bütün muhtevisinin henüz bir yer gösterirler. Başka birgün Vâmık ’ın savaş açıklığa kavuşmadığı, hattâ baş rollerdeki Vâmık kabiliyetini anlamak ( M. Şafi0, muk; s. 1 9 ) için ile A zrâ’nm Yunanca adlarının ne olduğu bâlâ bi­ Azrâ ile karşılaşmasını isterlerse de, Vâmık buna linmemektedir. Bununla berâber, Vls u Râmln ve râzı olmaz ( Metin, s. 18 v.d .). Bir gece Vâmık bah­ NişSmî ’nin ifamsa ’sinden çok önce kaleme alman çede dolaşırken Azrâ ’nın köşkünün kapısına gelir bu mesnevi, Fars dilinde günümüze kadar gelen ( Metin, s. 22). Bundan böyle iki sevgili ara sıra en eski aşk romanı olması, hikâye tekniğine bağlı buluşup içki içerler. Aşkları ilerler. Azrâ ’nm hocası kalınması, düzenli ve âhenkli bir üslupla yazılması Filatos, iki gencin birbirine âşık olduğunu fark edince, ve alışılmamış Yunanca kelimeleri ve duyulmamış kızın annesini durumdan haberdar eder ( Metin, bâzı mazmunları ihtiva etmesine rağmen, İran s. 22 v .d .}. Bir gece Azrâ, Vâmık ’ın odasına gider, edebiyatında husûsî bir yer tutmaktadır. Fesahat onu tâkib eden hocası kendisini ayıplar ve durumu ve belâgat bakımından Şâhnâma ’den asla geri anne ve babasına bildirir. Fiiikrat durumdan hiç kalmaz ( Hanlarî, Safran, 135° hş., yıl 2 1, sayı 5, memnun kalmaz, Vâm ık’la buluşmaktan onu men s. 438— 439). 'Unşurî ’nin Vâmik u Azrâ3 ’sı ile eder ( Metin, - s. 23— 24 )• Bunun üzerine saray Şâhnâma ’nin aynı kaynak veya kaynaklardan alın­ Azrâ için bir zindan olur ( Metin, s. 24 v .d .). Filatos ma bîr iki benzer yönü ve müşterek bâzı mazmunları ayrıca Vâmık ’1 da kınar ve dna Azrâ ’ya kötü gözle taşıdıkları söylenebilirse de, daha sonra yazılmış bakmamasını söyler ( Metin, s. 25—-26). Azrâ ’ya olan Vâmik u Azrâ“ ’larda görülebilecek Şâhnâma Vâmık ’dan ayrı ve uzak kalmak ölümden beter gelir te’sirini, Mubammed Riyâz’ın yaptığı gibi {Ta“sir-i ( Metin, s. 26 v.d.) ve annesine Vâmık ’la evlenmesi­ Şâhnâma dar Vâmik u Azrtf-yi “Unşıır'i, Hilâl, 1348 ne müsaade etmelerini, etmedikleri takdirde kendisi­ hş., cild X V II, sayı 7, 14— 20), 'U nşurî’ninkinde ni öldüreceğini söyler. Baba önce rıza göstermezse de de aynen bulunduğunu kabûl etmek, bir zorlamanın eseri olabilir. sonunda Azrâ ’yı Vâmık ’a vermeğe râzı olur.



U N SÜ R İ. 2) yinğ-hut u Surfr-but (beyaz put ve kırmızı put): bu mesnevinin ismi ancak ar-Râdüyânî ‘nin K itâb Taratman al-balâğa adlı eserinin neşrinden sonra öğrenildi. Söz konusu mesneviye âit 2 beytin „ T arat­ man al-balâğa'' (s . 86; krş. asi. var. 2698/(5)’da görülmesiyle onun da Vârnİfr a A zrâ’ gibi Şâbnâma vezninde yazılmış olduğu anlaşıldı. Blrün! ( Âşâr al-B âkîy a, Mukaddime, s. X L IV ; krş. Â şâr al-bilâd, s. 154)» bu hikâyeyi de „Şanam ay'il-B am yan" { Bamyan ’in iki putu ) adı ile Arapça ’ya tercüme etmiştir. Hâkani 'nin Divân ’ında adı geçen bu hikâye (Firüzânfar, s. 117), büyük bir ihtimalle 'Unşurî ’den sonra Nizâmı ’den önce telif edilen Iskandar-nâma ( nşr. Irac Afşar, Tahran, s. 288 v. d.) 'de geçer ve bu son esere göre mesnevinin konusu, Mısır hükümdarının oğlu ile Çin hükümdânnın kızı arasındaki aşk ve bilahare ayrılık ıstırabından her ikisinin ölmesi hâdisesinden iblrettir. Bu vasfı ile mesnevi, „ Sam ak-i cA y y â r’ m konusunu teşkil eden Halep hükümdânnın oğlu ile Çin hükümdarının kızı arasındaki aşk hikâyesini andırır. Iskandar-nâma sâhibi bunun tatlı bir hikâye olmadığını, TJnşurf tarafından nazmedildiğini ve bu manzum mesne­ vinin bilindiğini kaydeder (göst. yer.; krş. Fİrüzânfar, s. 117); cAvfi ( Lubâb, II, 3 2 ) ¡se eser hak­ kında müsbet kanlat izhar eder. 3) Ş â d bafrr u ‘Ayn al-frayât ( neşe menbaı ve hayat pınarı): 'Unşurî ’nin bu eseri de eski bir mesnevi olup, al-Bîrünî tarafından ,J£asîm al-surâr va ‘ayn al-frayât" ismi altında Arapça’ya tercüme edilmiş (Risâla-i Birûni, A şâr al-bafriya, muk-, s. X L I V ) ve yukarıda işaret edildiği gibi çok erkenden her ikisi de kaybolmuştur. Nizami [ b. bk. ] ’nin H afi paykar'i gibi hafif bahrinin/ö'ıteüm mafâHlun fâHltm ( veya jaHım ) vezninde yazılan bu mesnevi (Yaîjyâ Karîb, ayrı, esr, s. 21— 23; krş. Firüzânfar, s. 116; Maljcüb, Sufran, sayı X V III, s. 4 4 ) de, Mufc. Şafic ( M ukpddime-i Vâmik u A zrâ*, s. 5, not)’e göre, Yunan menşe’li görünmektedir. Asadi nin Luğat-i Furs adlı eserinin muhtelif yer­ lerinde dağınık bir şekilde bulunan 59 beyti için bk. “TJnşurı, Dîvân, nşr. Yahya fyarîb; Kâmı/f u A z t f f, nşr. Muîjammed Şafî. Adı geçen Iskandarnâma ’nin kaydettiğine bakılırsa ( s. 430— 4 3 1), bu mesnevi çok tanınmış olup, ilk defa 'Unşurî tarafından nazmedilmiştir (ayn, esr., göst. yer. ve s. 436 ). 'Avfi ( Lubâb, II, 32 ), bu mesnevi hakkında müsbet bir kanâat izhâr eder. E d e b i ş a h s i y e t i : Dinî inanç bakımından sünnî olan 'Unşuıî, günümüze kadar gelen şiirlerinde Farruhj [ b. bk. ] gibi, din büyüklerini, ünlü Arap ileri gelenlerini sık sık örnek gösterir ve bilhassa bâzı âyet ve hadîs meallerini şiirlerinde iktibas eder {D îvân, s. I08/2, 141/,7, 156/3— it; Î63/ı s ; krş. Tafravvul-i şı'r-ı F ârsl, s. 134— 135 ). Şâir şiirlerin­ de yardımsever, vakar sahibi, metanetli, yüksek se­ ciyeli bir şahıs olarak gözükür. Davlat-Şâh ( ayn.



4?



esr., s. 50; krş. Amîn Alımed Râzl, Haft iklim, II, 6 0), onun örnek bir kişi ve asıl bir şahsiyete mâlik olduğunu, şâiriiğin ötesinde birçok üstünlüklere sâhip bulunduğunu söyler. Mevlâ için şahsiyetini kaybetmemiş, bilgiyi, hürriyeti, ahlâk ve dini paraya âlet etmemiş olan 'Unşur! (Firüzânfar, s. 1 1 5 ), övgüye lâyık olmayanları övmez (Dîvân, s. 83/33 — 1 , ) ; Sultan M ahm ud’u överken, hattâ askerlerini Şâhnâma ’nin pehlivanlarına ve İran millî kahra­ manlarına tercih ederken bile (Dîvân, ^ i ı u 156/1 , 158/3, 159/u - 1 5 v.s.), onu şecaate, bilgiye, adâletle iş görmeye, merhametli olmaya, düşenleri affet meye v.s. teşvik eder ( R . Şafak, s. 62 v.d.; Divân, s. 38/3—4, s ı ! 78/s—9, 83/8» 20, 91/9 v.d., 114/7-30; Firüzânfar, s. 1 1 4 — 115; Şafak, I, 56i ; ) . 'Unşurî, bir kaside şâiri olduğu kadâr, gazel ve ni­ hâide de büyük bir başarı gösterir. ' Marâ bahra da (îz âmad Zİ gîtî Dil-i pak u zabân-ı madff-gustar Yakî bar miht-i cânân vakf kardam Yak.1 bar madfr-i Şöhanşâhrt kişoar ( Dünyadan nasibim iki şey oldu: temiz bir gönül, medhe hazır bir dil. Birini cânânı [ sevgiliyi ] sevmeye, diğerini memleketin en büyük hükümdânnı övmeye vakfettim; Dîvân, s. 64/33—32 ). Fakat onun en çok başarı sağladığı nazım şekli, hiç şüp­ hesiz kaside olup, bu bakımdan İran edebiyatında büyük bir yeri vardır. Her kaside müellifi gibi, şiir­ lerinde, tantanalı ve mübalegalı ifâdelere maharetle yer vermiştir. Sonraki şâirlerden Nâşir-i îdusrav, Sa'di ve Vatvât ( Luğat-namari Dafrfruda, mad. ‘ Unsurt; Macma0 al-fuşafrâ‘ , II, 663— 664) gibi büyük şâirler onu övmüş, Farruhî ve Minüçihrî ’den başka ( H. Ethe, s. 33,3 5 v.d.), Süzanî, Kaîrân-ı Tabrlzî, M u'izzi ve hattâ müstakil bir üslûp icad etmek iddiasında bu­ lunan AnvarI [ b. bk. ], kaside ve gazelde onun izini tâldp etmişlerdir ( Firüzânfar, Safran, s. 316, 324 ve aynca bk. 231, 333 ). Hâkânî *nin kendisini 'Unşurî ’den üstün tutması ( Dîoân-t (jlâkânt, s. 72/h , 126/35, 132/37, 347/37, 361/3, 384/16. 757/s, 836/33, 861/1, v .d .), onun kaside ve gazel sâhası dışında başarı sağlıyamadığım, hattâ bu iki sâhada bile kendisi kadar muvaffak olmadığını iddia etmesi (ayn. esr., s. 860— 861; krş. Z. Şafâ’ , I I, 51 4) ise gerçeğe uymamaktadır. 'Unşurî, hayatta iken şiirleri örnek olarak alımış ve daha orta yaşından itibâren de klasik şâirler arasında sayılmıştır. Şiirinde ince ve zarif mânaları, nâzik ve nârın hayalleri büyük bir ustalıkla kullan­ mış; yeri gelince akıl ve muhakeme yolu ile çözüm­ lenebilecek en zor ve en ince mes’elelere girmeyi ve onları çözmeyi başarmıştır. Arap edebiyatım iyi bilen 'Unşurî, Abü Tarmnâm ’[ â l ( ölm. 846) ve A buT T ayyib al-Mutanabbî ( ölm. 965 ) gibi bü­ yük Arap şâirlerinden iktibaslarda bulunmuş ise de,







ÜNSURÎ.



onlara yeni bir hüviyet vermiştir. Birçok beyitle­ rinde yeni mazmunlar kullanmıştır ( Z.Şafâ, 1, 562 ). İstidlalin sarsılmaz temeline oturmuş ve bunu yaparken, şiir ve şâire âiî tâbirlerden herhangi birini ihmâl etmemiştir. Bu ise, güçlü bir yeteneğe, üstün bir karihaya sahip olduğunun ve her çeşit tâbiri yerli yerinde kullanmadaki' maharetinin en büyük delili­ dir. Nâşir-i Husrav ve Anvarî felsefi mânaları sırf felsefî deyim ve kalıplar İçinde ifâde ettikleri halde, ‘ Unşurî bunları tıpkı ‘Omar fjfayyâm ve Hakim Sanâ’ i gibi, şiir diliyle ifâde etmeye muvaffak ol­ muştur (Firüzânfar, s. 112— 1x3). Eski tezkireler, 'Unşurî 'nin şiirdeki ustalığını övmeğe çalışırken birbirleriyle âdeta yarış ederler (bk. Davlat-Şâh, ayrı, esr., s. 50; Rİzâ- IÇuli- fjân Hidayat, ayrı, esr,, II, 897; ‘A vfî, Lttbâb, II, 32; Ni?âmî-i ‘Arüzî, Çahâr makâla, nşr. M . Kazvîni, Tahran, 1348 bş., s. 20 ). Amin Ahmed Râzî (Haftiklim, nşr. Cavâd Fazîl,Tah­ ran, ts., II, 60) tanrının fasihler topluluğuna onun gibi bir peygamber göndermediğini söyler. Bununla berâber 'Unşurî ’nin şiiri yer yer bir­ takım güç ıstılahlar ihtivâ ettiği için (Dîvân, s, 78— 81, 107 v.dd.; Zayn al-'Âbidîn Mu°taman, Talıawul-i şl°r-i Fârsî, Tahran, 1339 hş.; s. 136), Farruhl ’ninki kadar sâde sayılmaz. Bundan dolayı şiirlerinin anlaşılması bîr bakıma güçleşmiş ve belki de sırf bu yüzden, bâzı hataların divanının yazma nüshalarına sızmasına sebep olmuştur ( Z . Şafii3, I, 564 ). Ancak Farrubî 'nin ve bilhassa Minüçihrî ’nin bir kısım şiirlerinde görülen kusurlar, ‘ Unşurî ’nİnkinde mevcut değildir (krş. Firüzânfar, s. 112 ). Bu bakımdan Minüçihrî ve diğerlerinin onu övmüş olmaları boşuna değildir. ‘ Unşurî, kasideye umûmiyetle tegazzül ve teşbîb, bâzan da tabiat tasviri ile başlar, sonra memdûhunu övmeye geçer (krş. mad. K A SÎD E ). Tabiat tasvirin­ de büyük bir başarı gösterir ( Şiblî, s. 43). Vasıfların canlı ve tabiî olmasına, görünen âlemin taklit edil­ mesine, mazmunların bediî ve hamasî, teşbihlerin ise, maddî, sâde ve âşıkane olmasına önem verir ( Z . Şafâ3, I, 365, 368; krş. Şiblî, s. 42), Minüçihrî ve Azraki ’nin eserlerinde geçen tabiat tasvir­ leri, ‘ Unşurî ’nin şiirlerinde de görülür. Meselâ, bir ilkbahar başlangıcının tasvirinde yer alan A fsar-i simin firü gîrad z i sar hûh-i buland ( Dîvân, s. 45/7, „Yüksek dağ başından gümüş tacı çıkarır” ) gibi deyişleri bu çeşit tasvirlerine örnek teşkil edecek gü­ zel mısralarmdan biridir. Tabiî ve ölçülü benzet­ meler yanında, bugün için soğuk ve zevksiz kabûl edilen ( Browne, I, 565 ) benzetmeleri de yapmaktan çekinmez ve her biri ayrı bir âlem olan rengârenk çiçeklerle dolu bir bahçeyi, Oklides ‘in hendesî şekil­ lerle dolu kitabına benzetir (D îvân , s. 9 7). ‘ Unşurî, kasidede en mühim husus olan giriz ve mahlas (hüsn-i tahalliis), yâni kasidede şâirin teşbihden birden bire ve güzel bir şekilde medih kısmına geçme işini mükemmel bir şekilde başardığı (Şiblî, s.



40— 42) gibi, bîr kasidesinde baştan sona kadar iki şeyi birbiriyle mukayeseyi deneyen ilk kişi de o olmuştur (D îv ân , s. 64— 67; krş. Şiblî, s. 40). Amir Naşr için yazdığı bu kaside, Browne tarafın­ dan İngilizce ’ye tercüme edilmiştir (Literary History o f Persia from Firdowsi to Sa°dt, Cambridge, X951, s. 121 v.d .). Yine aynı emîr hakkında söylediği ve her beytinde üç tane iç kafiye uyguladığı diğer bir kasidesi ile ‘ Unşurî, şiirlerine güzel bir biçim vermeyi başarmıştır; Jfita d râ tâc u pirâya, adab ra cavhar u mâya B a dil bâ faftr hamsâya, ba himmat bâ h fliâ kambar (Dîvân, s. 100— 103, özellikle, s. 101/• ), ‘ Unşurî, kendisine âidİyeti şüpheli bir k ıta veya şiir parçasında, gazel türünde RüdakI kadar başarılı olamadığım itiraf etmektedir (Dîvân, nşr. Dabir Siyâkî, s. 303; krş. Lubâb al-albâb, II, 6 ). ‘ Unşurî rubâ’î sâhasmda da çok başarılı idi ( bk. Zayn al'Âbidîn Mu'taman, ayn. esr., s. 96). Şiirlerinin bir kısmının irticalen söylenmiş olduğu kabûl edilir. * Bu sâhadaki başarısına Nizâmî-i ‘Arüzl (Çahâr makâla, s. 37, 55 v.dd,; krş. jÇndrat Allah, Naiâic al-afkâr, s. 459— 460; Macma* al-fuşaha“, II, 918— 919; Târîh'i guzîda, s. 739; rubai içİn bk. Dîvân, s. 188/5 „ ¡¡) de işâret etmektedir. Muahhar Gaznelilerle Selçuklular devrinde kaside yazan şâirlerin şiirlerinde olduğu gibi, ‘ U nşurî’nin manzumelerinde de devrinin bütün edebî sanatları bol bol bulunur. Nitekim Sultan Mabmud *un bir zaferini tebrik için terennüm ettiği bir kasidesindeki şu beyit: B ar âb dar hama garka şodand cün F ic a o n Ç â bar guzaşt bar ân âb Şâh Müsâ-Oâr „Şah Ceyhun nehrinden Musa ’ya yaraşır bir şekilde geçip gidince, hepsi Fir’avn gibi o nehirde boğulup yok oldular (Dîvan, s. 79/s)” . Şu imasında ise, hem güzellik hem de zarâfet açık bir şekilde görülmektedir: Ânk‘ d a rh â r cız dârad rasm hamçân nâm-i hviş (=> M ahmâd ) V’ünkf dar har kâr dârad kâm ham (Sn nâm-i pusar (== Mas°ûd ) „H er şeydeki düzen ve töresi kendi adı gibi övgüye lâyık; her işte tuttuğu kişi oğlunun adı gibi mutlu ( Divân', s. 94/3).” Kendisinden önce de var olan basit ve mahdud sayıdaki edebî san'atlardaıı, ‘ Unşuri daha çok la ff u naşr, ta r ş f, taksim, muüâzana, s tfâ l Va cavâb, siyâkat, ı'd a i ve benzerlerini büyük bir başarı ile kullanmış ve sonraları gelen şâirler de onun te’sİri altında kalmışlardır (Dîvân, s. 60— 63; 105/3 ; Şiblî, s. 44-45 ). ‘ Unşurî sonrakiler kadar başarılı olmasa bile mübalega ve iğrak san’atlannı da kullanmıştır ( Dîvân, s. ö2/g, 17 - ı s ; 38/.1-S, 60/10—11; krş. Şiblî, s. 45-—46). Muhammed b. ‘Omar ar-Râdüyânî (ayn. esr.), Raşîd al-Din VatvâÇ ve Şams-İ Kays-i Râzi ( a l -M ıfcam f i maeaytr-i af'âr ^al-'Acam , nşr. M u-



tJN SU RÎ darris Razavı, Tahran, 1338 hş., ofset 300 v.d., 476) ’tiin edebî san’atlar ve belagat ilimlerine âit eserlerinde, 'Unşurî ’den bol miktarda örnekler zik­ retmeleri* onun başarı ve maharetini ortaya koyar. 'U nşurî’nin üslûbunu kısaca özetlemek gerekirse* o* Sâmânî^devri üslûbunu ( Horasan üslûbu ) devam ettirmiş ve onu olgunlaştırarak son noktasına kadar götürmüştür. Yukanda zikredildiği gibi, kasidelerine çoğunlukla tegazzül ile ve bâzan da tabiat tasviriyle başlar; bir girizgâh ve tahallus beyti ile de birden bire asıl maksada geçer. Kasidelerinde av ve bahçe tasvirleri, çöl tasvirinin yerini almıştır. Tavsifler ve tasvirler umûmiyetle canlı ve tabiîdir, Şiirinin konusunu sultanın savaşları* meclis ve mahfilleri* ordusunun kahramanlıkları* savaş filleri* atı, kılıcı, mâşûkun zülfü, bayramlar* bunların tasvirleri v.b. tabiî manzaralar ( Z . Şafâ5, I* 365, 368; krş. Şibli, s. 42 ) teşkil eder. 'U nşurî’nin üslûbuna damgasını vuran en önemli nokta, kendisine has mazmunlara fazlaca yer vermesi, terkipler ile bâzı nâdir kelimeler kullanması, az da olsa, ilmi tâbirleri, mantıkî fikir ve istidlâlleri şiire sokmuş olmasıdır ( Muhammed Nürl 'Oşmân, Vâja-nâma-i bas-ömadt-i ‘ Unşurî, Moskova, 1970*5. 7— XI v.d., 2 1; krş. Farsça önsöz, s. 9— IX v.d., 21— 22). Yukarıda İşâret edildiği gibi çağdaşlan, bilhassa muahhar şâirlerden çoğu* hattâ FJâkâni bile “Unşurî *nin üslûbunu benimse­ miş, onun yolunda gittiğini itiraf etmiştir ( Z , Şa­ fâ', II, 336, 350). Ayrıca Azraki, Sanâ'i ve Mu'izzî de onun üslûbunu benimseyip devam ettirmeyi denemişlerdir ( ayn. esr., II, 338, 335-336}. B i b l i y o g r a f y a : M etin içinde zikre­ dilenlerden başka, Azâd ( Galam °Ali  zâd Bilgrâ m l )* IJizân a-i ‘âtmra, Kâmpûr* 1871, s. 3*7— 318; L u tf , 'A lî B eg A zar, A la c a d a , Bombay, 1277, s, 319— 321; Bahtnan M îrzâ Kacâr* T azkira-i Muhammedi Ş âh î, yaz., Kilabh&na-i Maclis, nr. 903, kısım I, varak löO; Firişta Astarâbâdi* T ârllyi Firişta, Hindistan tab’ı, ts.* kısım I, s.



67;



Hakim



İbn al-M ubârak, Muhammed-i



Tarcuma-i M acölis al-rtafa'is, Tahran, 1323 hş., s. 341— 342; îb n Y û su f Şlrâzl, Fifırisi-i ilitöbfröna-i M aârasa-i °Âlt-i Sipahsölâr, Tahran, 1316— 1318 hş., I I, 644— 645; Kaşim , TazlçiKazvînî,



ra-i Kö?im , yaz., Kitöbböna-i M aclis, nr. 901, s. 189— 196, 325'— 348; M udarris M uhammed 'A lî T abrîzî, Rayhânat al-adab, Tahran, 1323— 1326 hş., I I I , 138— 139; M a?âhir M uşaffâ, Pâsdârân-ı suhan, Tahran, 1335 hş., I, 92— 158; Şabâ ( M u ­ hammed



M uzaffar-i H u saynî), R ü z u raoşan,



Hüpal, 1297, s. 482— 486; Sâdijj (M uham m ed ŞâdikIdasanhân Bahâdır), Şam'-t ancuman, Hin­ distan, 1293, s. 290; Şîr 'A lî Hanlüd, M if â t al-



hayâl, Bombay, 1324, s. 25; E l , mad. 'UNŞURÎ. ( M . N a z İf Ş a h I n o ğ l u .)



'UNVÂN. [B k. u n v â n J UNVÂN, Arapça ’da ‘unüân, ‘invân veya 'um/ön, İslâm Ansiklopedisi



UNVÂN.



49



°inyân şekillerinde görülen bu kelime, k i t a p s e r ­ l e v h a s ı veya m a k a l e b a ş l ı ğ ı vebirkimse­ ye, adına ilâveten, bulunduğu mevkii göstermek üzere yazılı veya sözlü olarak verilen 1 e k a b. mânalarına gel­ mektedir. Kitapların serlevhaları bazı el-yazmalarında çiçekli ve yapraklı bir şekilde süslenmiş bir çerçeve içe­ risinde gösterilirdi. Bu unvân umûmiyetle iki sahife (i* 1— 2») içerisinde gösterildiği için bu sahifelere, unvân veya Farsça *da olduğu gibi sar-laoh sahifesi adı verilirdi. Kelime masdar olarak, dış ( zahir ) ’ı iç ( bâtın ) ’e delil göstermek mânasına da gelir. B i b l i y o g r a f y a : Kamus tercümesi ( İs­ tanbul, 1305), I V , 697; Ş. Şâmî, Kamus-i Türkî (İstanbul, 1318), II, 954 v.d.; Hüseyin Kâzım Kad­ ri, Büyük Türk, lügati (İstanbul, 1943), 111, 554. (T H ) UNVÂN. 'U N V Â N , M u h am m ed Rt 2 Â b H â c î Ş â l i h T a b r î z î (1053?— 1083?). Çalabî-i Tabrîzî de denilen I r a n l ı b i r ş â i r olup, X I. ( X V I I .) asrın ikinci yansında yaşamıştır. 30 yaşında öldüğü (1078— 1083 = 1667— 1672 arasında)’ne göre 1048— 1053 (1638— 1643) seneleri arasında Meşhed’de Tebrizli bir âileden dünyaya gelmiş ve aynı şehirde yetişmiştir. Tarbiyat {Dânişmandân-t Âzarbâycân), KUâş al-hfâkânî adlı tezkireden naklen onun İstanbul’da doğdu­ ğunu kaydederse de, bu zayıf bir ihtimâldir. Nasıl bir tahsil gördüğü bilinmemektedir. Meşhed ’de bu­ lunduğu sırada (1083— 1092 = 1672— 16 8 1) J â hir-i Naşrâbâdi ve Mîrzâ Şâ'ib-i Tabrîzî (ölm . 1088 = 16 77/16 78 ) ile görüşmüştür. Ömrünün sonlanna doğru Kandehâr hâkimi Zu’l-fikâr Hân ’a intisab etmiş olan 'Unvân, henüz 30 yaşlarında iken 1078— 1083 (1667— 1672) seneleri arasında vefat etmiş ve Dâr al-Sa'âda adı verilen İmâm Riza ’nın türbesi civarına defnedİlmiştir. 'Ârif-i Şîrâzî ’nın, 1078 (1667) senesinde Hindistan ’datamamiacbğı Lata'if al-hiyâl (1067— 1078 = 1656— 1667 seneleri arasında te’lif edilmiştir) adlı eserinde ondan sağ olarak bahsetmesi ve Naşrâbâdi ’nin 1083 (1672 ) senesinde yazmaya başladığı tezkiresinde Meşhed ’de ölmüş olduğunu kaydetmesi gözönünde tutularak onun, 1078 (1667 ) ile 1083 ( 1Ğ72 ) seneleri arasında öldüğü söylenebilir. Tezkireler °Utw3n divanı ’mn 5.000 beyitten fazla olduğunu kaydetmekle berâber Ahmed-i Gulçîn-i Ma'âni, elinde bulunan iki divan nüshasına istinaden bu eserin 2.000 beyit olduğunu kaydetmektedir. Unoân° divanı’mn diğer nüshaları için bk. Munzavî, Fihrist-i Nushaha-yi hfafti-i Fârisî, Tahran, IV, 2453; ayrıca bk. Ivanow, Descriptioe Catalogue, Asîatı’c Society of Bengal 'deki Curzon Koleksiyonu, Kalküte, 1926, s. 198. Bibliyografya: 'A lî K u^ Vâlih-i Dâğistâni, R iyâz al-şu‘ arâ?, mad. cUnüân', Muham­ med Tâbir Naşrâbâdi, T aşkira-i şu‘arâ‘ (Tahran, 1317 h ş.), s. 396 v.d.; Mir Husayn Sanbhali, Tazkira-i ffusaynl (Laknav, 1292), s. 210; Lutf 'A lî Bey Azar, Ataşkada (Bombay, 1277),



'ÜNVÂN -



URFA.



s. 36; Amîr al-Mulk Sayyîd Muljammed Şâdik Die Mähedonen, Göttingen, I 9 ° 6 , s. 257; J. Mar­ Husayn y â n Bahâdır, Ş a n f Ancuman (Hindistan, quart, ayn. esr., s. 664 v.d,; W. Tomaschek, S B A k . 1923 ), s. 297; Ş. Sâmi, fcamüs al-a'lâm ( İstanbul, Wien, 1893, C X X X , fasikül II, s. 5 ), Malalas (Bonn 13 14 ), V , 3225; Muljammed 'A li Tabrîzl, Ray- nüshası, s. 4*8 v.d d ,)’a göre şehre, AvTtôxeia i) hânat al-adab (1369), s, 139; M . A. Tarbiyat, pt^ojidpflapos ismi de verilmişti. Dânişınandân-ı Äzarbäycän (Tahran, 13 14 ), s. Hıristiyanlıktan önceki devirde Harran ’da d* 107— 108; Ahmed Gulçİn-i Ma'ânî, °UnOân~i olduğu gibi Edessa ’da bir yıldızlar akidesi hüküm Tabrîzî, Naşriya-i Dânişhftda-i Adabîyât-t Tabiriz sürüyordu; Edessahlar Venüs ’e Baş Nikkal (1338 hş.), s. 402— 408; Muljammed b. Muham- ( Doctrinİ Addaei, s. 24 ) yâni „Ningal ’ın kızı” med Dârâbî-i Şlrâzî mutahallaş ba 'A rif, Lala'ij ( G , Hoffmann, Z A , 1896, X I, 258— 260, § IX ; at-faiyât, el yazması, Kitâbhâna-i Malik, nr. 4325. Winckworth, Journal of Theol, Stud., X X V , 402 ) (A . N a c i T o k m a k .) adını veriyorlardı. 'U R B Ä N . [Bk. u r b â n .] Osrhoene kırallığının kuruluşundan önce, şehrin, U R B Ä N . [Bk. ARABİSTAN.] galiba Seiefkasar ( M.ö, 139 ’a kadar ) idâresinde U R D Ü . [Bk. ORDU.] mühim bir rolü yoktur. ■ ■ A L -U R D U N . [Bk. Ör d ü n .] Şehrin eski tarihi tamamıyie meçhuldür. Roma­ 'U R F . [Bk. ÖRF, ÂDED, USÛL.] lılar tarafından Arap olarak kabûl edilen Osrhoëne U R F A ( Grekçe Edessa, Süryanice Orbâi, Erme­ prensleri (T a cit., Ânn,, X II, 12, r4; Nat, Hist., nice Urhay, Arapça al-Ruhl' ) e s k i O s r h o e n e V , 85 ; Arabtam Orrhoeon ), Ma'nü, Bakrü, 'Abdû, ’ nin y â n i D i y a r M u d a r ’ ın m ü h i m Sahrü, Gebar'ü, Aryü gibi Vabatî, Abgar, Maz'ür, ş e h r i dir. Wâ’il gibi Arap veya Fradaşt, Pharnataspat veya Makedonyalılarm fethinden önce mevcut bulu­ Parşamas pates gibi Part isimleri taşıyorlardı. nan şehrin tarihinin başlangıç devresi tamamen M.s. I. asır sonundan beri Urfa ’da hüküm süren karanlıktır, isminin Asurlular devrinde tesbiti hu­ hânedan, o zamanlar Nizib ’e de hâkim olan Adİasusundaki ısrarlı denemeler şimdiye kadar bir ne­ beniler ( Josephus, Ant, lud., X X , 68 ) ile sıkı bir tice vermemiştir ( E. Honigmann, Urfa beÜinschrifl- sıhriyet kurmuşlardı ( Duval, Hist. d’Édesse, s. 27 v.d. ), lieh nachweisbar?, Z A , yeni seri, 1930, V , 301 v.d .). Edessa hükümdarlarının, tarihî kayıtlara ve M.ö. İsminin menşe’i 'Oppöıı olarak görülebilirse de, bu 87 senesine kadar Partların yüksek hâkimiyeti altın­ isim şehrin surları içerisinde bulunan Ka/.ıppöi] da bulunduklarım gösteren paralarına dayanarak V. adlı kaynakla birlikte Osrhoene mıntıkasına da Gutschmid tarafından yapılan listesi şöyledir: ' delâlet eder ( krş. Isid. Charak., I, nşr. Müller, Aryü (M .ö . 132-127); 'Abdü bar Maz'ür (127­ G G M , I, 246 'da ’ Oppa, ’OfipoT] Htj, Steph. Byz., 120); Fradaşt bar Gebar'ü (120 -115); Bakrü I. bar bk. B â rv a ı; Arabes Oroei, Plin., Nat. Hist., V , 85; Fradaşt (1 1 5 - 1 1 2 ); Bakrü 11. bar Bakrü (yalnız V I, 25, 129; kitabelerde Orrheni, C I L , 1797, V I, olarak 112-94, Ma'nü 1 ile 9 4 ’te, Abgar 1. Pêkâ bu mıntıkaya Süryânîce 'de Beş Orhâye adı verilir: ile 94-92, arasında); Abgar I. (yalnız 92-68; bunun Cureton, Spicil, syr,, s. 20), Süryânîce Orhâi ismi­ devrinde devlet kısa bir müddet için Ermeni T ignin Arapça vurhâi ( suyu bol mânasına gelen vari- ra n ’ın hâkimiyeti altına girer); Abgar 11. [Ariamha 'dan /u'/öi vezni) ’den iştikak ettiği hakkmdaki nes ?] bar Abgar, Maz'ür kabilesinden olup, bu Marquart (E . Herzfeld, ZD M G , 1914, L X V III, sonuncu isim Florus m , II, 7 ve Ruf. Fest., 665 v .d .) gibi bâzı müelliflerin teklifleri hiçbir şe­ Breo., 1 7 ’de: Mazorus, Mazzares [68-53], v.b. kilde kabûl edilemez; aynı şekilde şehrin adının ilk şeklinde geçmektedir. Mazorus, 65/64 senelerinde kıralı Orhâi ’den geldiği görüşü de kabûl olunamaz. Roma ile dostâne münâsebetler kurmuştur. ) ; KarrEdessa, Selevkos I. tarafından daha eski bir is­ hai muhârebesinden sonra bir yıllık hükümdarsız devir kân sâhasında yeniden kurulup ( Euseb-Hieron., (53 -52); Ma'nü II. Allaha (Theos, 52-34); Pakuri Chron., nşr. Helm, s. 12 7), Antiochos IV, (34-29); Abgar III, (29— 26); Abgar IV. Sumâkâ(26 tarafından ’A vm oxsia ¿'/-i K o M ı^ or} ismi — 23); Ma'nü III. Saphlül (23— 4); Abgar V. Ulckâmâ verildi ( Plin. Nat, Hist., V , 86= . . . . Edes- (M .ö . 4 - M.s. 7 ) ; Ma'nü IV. har Ma'nü (M .s. sam xuae guondan Antiochia dicebatur, Callirr- 7— 13 ); Cumont, Birecik kalesinde, Blrşâ ( Birecik ) hoen a Jonte nominatam; Babelon ’daki paralar, Prens Ma'nü bar Ma'nu’nun vâlisi, kumandanı Rois de Syrie, s. CIII; Head, Hisfor. mm.?, s. 814). Zarbian ’a âİt M.s. 6. yıla âıt Süryânîce bir mezar Şehrin helenistik devrindeki adı, Makedonya ’nın taşı kitabesi bulmuştur ( Kugener, R S O , 1908, merkezinin adından (Eski Aigai, şimdiki Vodena) I» 587; Cumont, Études syriennes, Paris, 1917, s. gelmektedir ve isim seçiminde mevsimin su zenginli­ 14 4 ); Abgar V . Ukkâmâ (ikinci defa 13— 50); ğinin de rolü olmuştur ( Steph. Byz.: E ö g a o a ; Ma'nü V. bar Abgar (50— 5 7 ); Ma'nü V I. bar Nöldeke, Hermes, V , 459 ’da O w w ’yi Op-por; tamam­ Abgar ( 57— 7 1 ); Abgar V I. bar Ma'nü ( 7 1 — 9 1 ) ; lamak istiyordu, krş. FeÖü ’den F söea Öö = üöwp: bu sonuncunun zamanında Senatör Ma'nü bar Vodena ’nın kendisinden çıktığı ooda, G . Hoffmann, Ma'nü Fırat kenarında Şerrin ’de kendisi için



U RFA . bîr tUrbe inşâ ettirmiştir (B . Moritz, Insehriften aus Syrien, Mesopoiamien und Kleinasien, nşr. Ûppenheim, Leipzig, 1913,3.163 v .d .); hükümdarsız geçen 18 yıllık devir (9 1 — 109); A bgar’m yeğeni Adiabene’li Satıatrük’un U rfa ’da hâkimiyeti; Ab­ gar V II. bar IzaÇ (109— 116 ); 1x6 yılında büyük bir isyandan sonra şehir, Lusius Quietus tarafından hücumla zapt edilip yakıldı. Bunu Roma hâkimi­ yeti altında kısa bir hükümdarsız devir tâkib etti (1 1 6 — X l8). Ilur (veya Yalud) ve FarnataspaŞ (1 18 — 122), sonra FarnataspaJ yalnız başına (12 2 — 12 3 ); Ma'nü V II. bar îzaÇ (123— 13 9 ); Ma'nü V III. bar Ma'nü ( 139— 163 ). Verus ’un Partlarla olan savaşında, ı63/x64\e, Urfa(Edessa) Romalılar tarafından muhâsara edildi ve Part kuvvetlerinin imhâsmdan sonra, Romalılara teslim edildi. Harp sırasında V s’il bar Sahrü ( 163— 165 ) hükümrandı. Sulh akdinden sonra (165 ) OsrhoSne Roma himâyesine girdi; Abgar V I 11. (165— 167 ); Ma'nü V I 11. 4 ıXoQ&:>jj.cuGS (2. defa 167— 179); Abgar IX. bar Ma'nü (sikkelerde; A . A ’ ıXto5 EejZİlhoS Meva5 'AflyopO*'; 179— 2 14 ), bu hükümdar zamanında (teşrin I. 2or ) Urfa ’da ilk büyük su baskım vuku buldu, bu arada Abgar IX. *m sarayı da yıkıldı, o zaman T ebârâ mahallesinde kışlık bir saray inşâ edildi. Bu felâket üzerine kiralın almış olduğu tedbirler hakkındaki resmî haberler kıraliyet arşivindeki Urfa vekayinâmesi ’ne nakledilmiştir. Muhtemelen 202’de Abgar, Rom a’da idi; Septimius Severus tarafından şerefli bir şekilde karşı­ landı. Hıristiyanlığın o sıralarda devlet dini seviyesine yükseldiği rivâyet edilir (tabiatıyla bu ispat edile­ memiştir; Gomperz, ArchSoî — epigraph. M itt, aus Ösierr. — Ungam, X IX , 154— 157 ), Efsâneye göre, Abgar V. Ukkâmâ’da 29 veya 32 senesinde Hı­ ristiyanlığı kabul etmiş olmalıdır (R . A . Lipsius, Die edessenische Abgarsage kritisck untersucht, Brun­ swick, 1880). Hıristiyan âlim Bardaişân (B a p 8rıeh in Koordistan (18 3 4 ), London, 1840, I, 89— 98; Bittner, Der Kurdengaa Uschnûje, S B A k - Wien, Vi­ yana, 1895, C X X X III; Lehmann-Haupt, Armé­ nien, I, 240, 260; De Morgan, Mission scienti­ fique en Perse, Recherches archéologiques, 1896, 1, 261— 283 (Kela-SJ)în); ayrıca krş. Eludes géographiques, 1895, II, bk. fihrist, Kela-ŞIn hakkında bk. Lehmann-Haupt, ayn, esr., bibliyografya ve tafsilât için bk, Minorsky,



77



b. Halef olarak tarikatin şeyhliğine Hüsâmeddin Haşan ’m oğlu Mustafa ( 970— 1037 = 1562— 1628 ) getirildi; ancak bu zatın çocukları ve İlk iki kuşakta erkek torunlan arasında erkek çocuk olmadığından şeyhliğe dâmatlar tevârüs etti. Birçok şeyh âilelerinde olduğu gibi, Uşşâkî-zâdelerdede daha ilk kuşakta İlmiyeye karşı kuv­ vetli bir temâyül göze çarpar. Böylece Mustafa Efendi yalnız Uşşâkîye tarikatinin şeyhi değil, aynı zamanda İstanbul kadılığı ile birlikte İlmiyede bir rütbe olan Anadolu kazaskerliği pâyesini de almış bir bilgin idi. Kardeşi Abdülazîz ( ölm. 1635) Halep kadısı olmuş, diğer kardeşi Abdürrahım (1001— 1087=1592— 1676) Edirne pâyesiyle Üsküdar kadı­ lığı vazifesini yapmıştır. Bunların hepsi rütbece yük­ sek ulemâ sınıfından sayılırdı. Bir kız kardeşi, Gazî Evrenos [ b. bk. ] âilesinden olup, Basra kadılığına yükselmiş bulunan ( bk. Majer, Vorstudien, I, 134 ) Vardarî-zâde Mehmed Efendi (1003— 1055 = 1594 — 1645 ’ten önce) ile evlenmiştir. Böylece Uşşâkî -zadelerin daha ilk kuşağı ilmiye rütbesi ve itibârını kazanmıştı. Ailenin geçim bakımından iyi olduğu, Abdürrahim Efendi ’nin durumundan anlaşılmakta­ dır. O vefat edince, askeri kassam, vârislerine Baldalı mahallesinde bir arsa ve Yeniköy 'de bir yalı ile bir­ likte 226.296 akçe dağıtmıştı ( Topkapı Sarayı Müzesi



Arşivi, İstanbul sicilleri, 240, var. I75a” k, 179* b )■ c. Müteâkıp kuşakta Kudüs vâlİsi olup, 1065 (1654) ’te ölen Fasîhî Mehmed ve Mekke kadılığına yük­ selen Abdülbâkî (1039— 1090 = 1629— 1679) île aynı zamanda edebiyat sâhasmda ad yapmış olan iki yüksek rütbeli âlim vardır. Fasîhî Mehmed ’in kardeşi Abdullah, Anadolu ’da bir kaza kadısı ola­ rak 1084 ( 1 6 7 3 ) ’te ölmüştür; bu kuşağa mensup diğer iki kişi hakkında birşey bilinmemektedir. Kela-Şîn, Zap. ( 1 9 1 7 ) , X X IV , 14 6 -19 3 . d. Abdülbâkî Efendi ’nin ahfâdı, tarihî bakımdan ( V . M i n o r s k y .) ailenin en ehemmiyetli koludur. Abdülbâkî Efendi “U Ş R . [Bk. ö ş ü r .E eskî nakîbüTeşraf Seyrek-zâde Abdurrahman Efen­ di 'nin kızı ile evlendi. Bu sûretle itibarlı, zengin U Ş Ş Â K İZ Â D E . [Bk. u ş ş â k î - z â d e .] U Ş Ş Â K Î-Z Â D E , O s m a n l ı T ü r k l e r i n ­ bir seyyid âilesi île yakınlık kuruldu. Böylece Uşşad e b i r â i l e a d ı olup, Uşak şebri İle il­ kî-zâdelerin bu kolu da seyyid oldu. Abdülbâkî gilidir. Buna göre, Uşakî-zâde, Uşaklıoğlu mâna­ ’nin kızlan olan Şerife Müslime, Şerife Hamide ve sına gelir. Bu isim sonradan Arapça 'öşife kelimesi­ Şerife Ümm-Gülsüm ulemâ ile evlendiler; yine şâir nin cem'i olan uşşak’la bağlantı kurularak Uşşâkî olan oğullan Seyyid Abdullah (1657— 1726) İl­ miyedeki yüksek bir mansıb ile, Seyyid İbrahim -zâde şeklinde kullanılmıştır. (1664— 1724) de iki tarihî eserin müellifi olarak Bu adla iki âile taranmıştır: I-a. Halvetiye tarikatinin bir kolu olan Uşşâkiye Osmanlı tarihinde Uşşâkî-zâde adını değerlendir­ 'nin kurucusu Ş e y h H ü s â m e d d i n ' i n a i l e s i . mişlerdir. Seyyid Abdullah 'tan yedi yıl sonra Seyyid İb­ Bu zat Buhârâh bir tâcirin oğlu olup, gördüğü bir rüya üzerine Anadolu 'ya göçmüş ve Uşak 'ta Şeyh rahim, 1664’te dünyaya geldi. Önce babasından, Emîr Efendi ’nin müridi olmuştur. Sultan Murad onun ölümünden sonra kayınbiraderi Muttalip-zâde III. ’m daveti ile İstanbul a gelip, Kasımpaşa sem­ Mehmed Salih’le sonraki kazaskerlerden Ak Mahmud tinde bir tekke kurmuş ve Konya 'da öldüğü ( IOOI Efendi ve Abdülbâkî Arif Efendi ’den ders gördü. = 1592 ) halde getirilip, bu tekkeye gömülmüştür. Şeyhülislâm Ankaravî Mehmed Efendi ’nin yanında Kurduğu tarikat Uşşâkîye tesmiye olunmuş ve imtihanını verdikten sonra II cemâziyelevvel 1098 kendisinden sonra gelen âile efrâdı Uşşâkî-zâde adı­ (25 nisan 1687 ) ’de 23 yaşında İstanbul 'da Mu­ harrem Ağa medresesine müderris oldu. Müteâkıp nı, âile adı olarak muhâfaza etmiştir.



?8



UŞŞÂKÎ-ZÂDE.



senelerde sırasıyla Ebu’I-Fazl medresesi ( ı o rebîülevvel ı ı o ı = 22 şubat 1689) ile Hammamiye medresesinde (16 safer 1 1 0 5 = 17 teşrin I. 1693) ders okuttu. Bundan sonra muhtemelen Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi 'nin memuriyete başlamasıy­ la ilgili olarak çabucak yüksek mansıblara ulaştı: Ûlâ-yı Husrev Kethüda medresesi (6 zilhicce 1 1 0 6 = 1 8 temmuz 1695), musîla-i sahn mansıbı ( 1 1 şev­ val 1 1 0 7 = 14 mayıs 1696), sahn medreselerinden biri ( 1 muharrem m ı = 19 haziran 1699), Şey­ hülislâm Zekeriya Efendi medresesi (22 safer 1112 = 8 ağustos 1700), Ayşe Sultan medresesinde mü­ derris iken, Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi tara­ fından Zayi-i Şa.ha’ ih'i yazmaya memur edildi. Şey­ hülislâm, onu safer 1114 (temmuz 1 7 0 2 )’te Sul­ tan Mustafa II. 'mn bulunduğu Edirne ’ye çağırdı. Uşşâkî-zâde bu şerefli vazifeyi alırken, ilk 8 ay içinde 700 krş. borçlandı. Ancak şevval 1114 (şubat 1703) ’ten itıbâren Evreşe kazası arpalık olarak kendisine verildi ve o buradan bir gelir sağladı. Böylece Seyyid İbrahim, Ze.yl üzerindeki çalışmalarının yanı sıra Şeyhülislâm 'la oğullan ve maiyeti ile birlikte bulun­ du. Parlak kabûl merasimleri, şenlikler, edebî ve İlmî müsâhabelerin yapıldığı bu devir, Şeyhülislâm'm memuriyet ve bayatı ile, pâdişâhın tahtından ferâgatine yol açan Edime vak’ası İle sona erdi. Seyyid İbrahim, Uzunca-Ova ’ya kaçtı; burada da kendisini tehlikede görünce Edirne’ye döndü. Arkadaşı Hâdî -zâde Feyzullah Efendi gibi, o da, meslekî yükseli­ şinde kendi aleyhine yapılan ithamlann neticesini görmeye başladı. O zamanki derecesine tekabül etmekle berâber, Beşiktaş’ta Hayreddin Paşa medre­ sesine getirilmesi bir rütbe tenzili sayıldı. 27 rebîülâhır 1115 (9 eylül 1703 ) ’te Uşşâkî-zâde, Edirne ’yİ terk edip, İstanbul ’da derslerine başladı. Bîr yıl sonra Şeyhülislâm Paşmakçı-zâde Seyyid Ali Efen­ di, onu sâniye-i saray-ı İbrahim Paşa ’ya tâyin etti. Bununla o musîla-i Süleymaniye mertebesine ulaşıp, kadılık mesleğine geçti. Seyyid İbrahim, ilk kadılığa Medine ’de başladı ( 1 muharrem 11 19 = 4 nisan 1707). O zaman bu, çok defa musîla-i Süleymaniye müderrisi için ilk kadılık olup, henüz yüksek bir memuriyet sayıl­ mıyordu. Seyyid İbrahim, hac kafilesi ile gidip, Medine’de aynca şeyhülharem oldu. Mûtâd olduğu gibi bir yıl sonra memuriyetten alındı. Bunu müteâkıp kendisinden 4 safer 1121 ( 1 5 nisan 17 0 9 )’de bahsedilir. Bu tarihte Mandaliyat ve Ayazmend kazaları ona arpalık olarak verilmiştir. Müteâkıp senelerini memuriyette bulunmadan İstanbul’da ge­ çirdi; bu aralık mesleğinde yükselmiş olan kardeşi de tekrar buraya geldi. Seyyid Abdullah müderris olarak Dârü’l - hadîs-i Süleymaniye mertebesine kadar yükselmiş, Şeyhül­ islâm Feyzullah Efendi nin baş müsevvidi olarak onun yakın çevresine girmiştir. O Edirne vak’asınm sahnelendiği yerden uzakta, Selânik kadısı



olarak yaşamak şansına sâhip olmuştu. 1707 'de Kahire kadısı idi; 12 zilhicce 1123 (21 şubat 17 12 ) ’te nakîbüleşraf olup, 7 yıl bu memuriyette kalmıştır. Arpalıkları ile geçinip, Mekke pâyesini almış, .27 rebîülâhır 1125 (23 mayıs I 7 i 3 ) ’te İstanbul kadısı ve daha sonra Anadolu kazaskeri olmuştur. Sad­ râzam Damad Ali Paşa [bk. mad. ALİ PA ŞA ) , ıslâhât teşebbüsleri arasında İlmiyedeki suistimâlleri ön­ lemek istiyordu. Seyyid Abdullah ile Seyyid İbrahim ’in arkadaşı Sun'ullah Efendi ona yakın bir ulemâ grubuna dâhil görünmektedirler, Seyyid İbrahim 'in İzmir kadılığına nasb edilmesi (zilhicce II25 = kâ­ nun 1 .1 713) bir terfi olup, her halde bu durumla il­ gilidir. Seyyid Abdullah mesleğinde yükselerek Rume­ li kazaskeri oldu ( 1 zilkade 11 3 1= 15 eyliil 1 71 9) ; Seyyid İbrahim ise, Edirne pâyesini alarak muhtelif arpalıkla geçimini sağlamış ve gerek yaşı, gerekse kardeşi İle diğer arkadaşlarının yardımı sâyesinde başka memuriyetler elde etmesi mümkünken, buna yanaşmayarak münzevî bir şekilde yaşamaya çalış­ mıştır. Seyyid İbrahim 24 haziran 1724’te öldü. İnatçı ve acayip tabiatlı bir kişi olan kardeşi, ondan iki yı! fazla yaşadı, ikinci defa Rumeli kazaskeri iken (şevval 1138 = haziran 1726), 27 muharrem 1139 (2 4 eylül 1 7 2 6 )’da vebadan öldü. Tabiat­ ları ayrı olan bu İki kardeş, Keskin-dede mezarlı­ ğında medfûndurlar. Eserleri: I. Zayl-i Şak^ik, Zayl-i ^Atâ'î veya Zayl-i zayi: Taşköpri-zâde [b. bk.] ’nin Ş a k tık al -Ntfmâniya adlı eserine, Nev’î-zâde Atâî [ b. bk. ] ’nin IfadS'ik al-hak&’ik f l tahmilat al-Şakâ*, Banî H a r d a ş , Bani H u n n ’dur. İbn al-Kalbî ( Camharat al-anşâb), bunlann yanında, kalabalık ve kuvvetli olmaları gereken Banî M u d 1i c ’i ( Wüstenfeld, Geneal - Tab. ’de zikredilmememiştir ) sayar. 'U zr a ’nin İslâm Öncesi, tarihi savaş menkıbeleri bakımından fakirdir: Bu da muhtemelen bu devrin 'Uzra ’li şâirlerinin azlığı ile izah edilir; gerçekten de kabilelerin savaş hâtıralan, hemen hemen münhasıran zikredildilderi şiirlere bağlıdır: Ancak, belirsiz bir devirde, 'Uzra ’1er ile Banî Aşça' ( Yâküt, Mıfcam, I, 170 ) ’nın bir boyu olan Banî Marra b. Naşr ara­ sında vuku bulması gereken bir savaştan bahsedilir. 'Abslar tarafından uğratılan bir mağlûbiyete diğer bir telmih, bu sonuncu kabileye mensup bir şâirin bir şiirinde bulunmaktadır ( Mufazzallyât, nşr. Lyall, s. 826, str. 2 ) . Ancak şüphesiz, 'Uzra ’1er, Hicâz ’la Suriye arasındaki yolu kontrol etmek süre­ liyle sağladıkları kuvvet ve kudret dolayısıyla ol­ dukça mühim bir yer tutmakta idiler. Bu, durum al-Nâbiğa hakkında Havza b. 'Am r ( İbn Durayd, Kitâb at-işlikâk, s. 320) daha doğrusu Havza b. Abî 'A m r ’m kasidesinde ( bk. Dérenbourg, Nâbiğa Dhobyâni inédit, s. 48, n. X L V II [=> } A , 1869] de ¿abba yerine 2 inna okunmalıdır ) kullandığı „Hicâz‘ın sâhibi ( rabb )“ unvâmnı açıklar. Bu Havza, yan efsanevî mu'ammar şâir 'U ss veya ‘ İşyar ( diğer fark­ larla ) b. Labîd ( krş. Goldziher, Abhandl. z, arab. Phil., I, 42 ve notlar, s. 30*; Nöldeke, ZD M G ,







ÜZRE -



U ZRÎ.



L V I, 168) ’in neslindendîr. al-Nâbığa, al-Hîra kıralı 1 0 2 ]) ile bizi yendi.” ‘ U z ra le r hatiplikleri ile de al-Nu'mân III. *111, kendilerine karşı harekete ge­ meşhurdurlar ( krş. Ağânl, V II, 54 )• çilmesini istediği ‘ U zra ’nin diğer bir boyu olan Kabileler arasında çokça yaygın olan yamyamlık Bani tlunn hakkında kaside söylemişti (n . X III. ithamı (krş. CaJ)i?, Kitâb at-bu^ala1, nşr. van Vloten, s. 260 v.d.; Kitâb al-hatjaoân, I, 129 v.d.) Ahlvvardt; krş. Yakut, Mıfcâm, I, 583). cUzra ’nin tarihî rolii, ancak islâmdan sonra iyice esir bir kadını yedikleri rivâyet edilen ( l bn albilinmektedir: Şüphesiz, Peygamber’in kendileriyle Kalbl, Camharat al-ansâb, Britısh Museum yazım­ dostane münâsebetler kurmasına sebep, onların lan, Add., 23 297, var. 184i») cUzra ’lere de atfe­ Vâdi’l-IÇurâ ’daki hâkim durumlarıdır; hicretin 2. dilir; bu gibİ ifâdelerin, sâdece umumiyetle şu veya yılından itibaren Peygamber onlara netice vermeyen bu kabilenin fakirliğini gösterme dışında bir değeri bir mektup ( lbn Sa'd, I / n , 3 3 ) gönderir ve 7. olmadığı bilinmektedir; gerçekte, hakîannda elde yılda, yukarıda ismi geçen Havza *nın soyundan bulunan oldukça zayıf mûtllara göre, 'U zra'ler, birine iktâ' ( fcaŞi‘a ) ’da bulunmuş olduğu söylenir, bilhassa islâmiyetten önce, vâhalardala Yahudilerin zîrâ, bu kabile, Peygamber *e şadafıa getirenlerin kendilerine vergi ödedikleri, göçebe bir kabile olarak ilki idi (al-Baîâzûrî, Fulûft, s. 3 5 ); ertesi yıl, Mu’- görünmektedirler; şüphesiz vâhalann islâmlar tara­ ta *da Bizanslılara karşı çarpıştılar ( l bn Hişâm, fından işgali Bedevilerin geçim kaynaklarını azalt­ S ıra, s. 793; T abarî, 1 , 16 12 ). Bu hâdiseler, cUzra- mıştır. Bibliyografya: Metin içinde zikre­ ’lerin, erkenden müslümanlığı kabûl ettikleri inti­ dilenlerden başka bk. Wüstenfeld, Register d. baını vermektedir; diğer taraftan onların Medine ’ye Geneal. Tabellen, s. 349; lbn l£utayba, K itâb gönderilen resmi elçilerinden birinin ilk zikri ancak al-M a‘â r if (nşr. Wüstenfeîd), s. 5 1 ; lbn aîhicretin 9- yılında geçmektedir { lb n Sa'd, I/u, 66 Kalbî, Camharat al-ansâb, yazma, Escorial, 1698, v.d.). Bu, daha önceki kayıtların mevsuk olmadığını var. 260®— 262«; al-Nuvayrl, N ikâyat al-arah ve hattâ ‘ Uzra’lerin, ancak Peygamber’in ölümünden (Kahire, 1342), II, 297; M . Grünebaum, Netıe sonra İslâmiyet! kabûl ettiklerini akla getirmektedir B eiir. z . semit. Sagenkunde ( Leyden, 1893 ), (krş. Caetani, Annali deli' Islâm, 11, 50,229,444,1126). 'Uzra’ler, cAmr b. e ş kumandasında Hicrî 12. 3. 2 not 1. ( G . L e v i D e l l a V id a . ) yılda, Suriye seferine katıldılar ve Emevîler devrinde CU Z R İ. [Bk. u z r îJ başka yerler arasında Kûfe’ye [Ağânl, X V I, 7 , 3 7 ) U Z R Î. eU Z R İ, Arap Bam cUzra kabilesine men­ olduğu gibi Suriye’ye de yerleşmiş bulunuyorlar (krş. Tabarî, II, 1792, 1818); ancak husûsî bir subiyeti gösteren U zrî, muhtemelen K aht*»I (krş. faaliyetle temayüz etmiş görünmüyorlar; Yukan Ağâtd, V II , 72 v. d.) menşe’K ve kalıntısı bugün Mısır’da bulunduklarına işaret edilmekte (al-Ham- Yenbu (H ic â z ’d a) civârmda ve Mısır Sûdan’mda dânl, Cazîrat a l - cAral>, s. 130, str. 4— d; al-Mak- bulunan Cuhayna ’lerîe kaynaşmış k ü ç ü k b i r rîzı, al-Baycn üa’l-icrâh ‘ arnmâ bi-arz Mişr mtn H i c â z k a b i l e s i d i r . Ifubb ‘ azrl „uzrî aşkı” İslâm düşünce tarihinde al-Acrâb, nşr. Wüstenfeld, s. 16, str. 2 ) ise de, bu­ rada hiç bir siyâsî rol oynamadıkları gibi, başka yer­ edebî ve felsefî bir konu olup, Grelderin platonik lerde de islim tarihinde kayda değer bir şahsiyet aşkından neş’ et etmiştir. Sismondt (1 8 1 3 ) , Fauriel (18 4 6 ), Von Schack (18 6 5 ), Burdach ve Sin­ vermediler. Fransız ve Alman (H ein e) romantizmine kadar ger (19 18 ), Adin (19 19 ), J. Hell (1926 ) ile Nykl “U zra’Iere, hattâ Arap dUnyası dışında, bir şöhret ( i 9 3 i ) ’e göre, hıristiyan Orta-çağ’mdald „saray sağlayan, onların şiir sevgileri ve bir kadına tut­ aşkı” na te’sir etmiştir. Küfe cundündeki Yemenli koloniler arasında zukunlukları neticesinde ölen birkaç şâirin (bilhassa „aşk kurbanı” (fenfll al-habb] şâiri eUrva b. Hizam hûr etmiş olan bu efsânevî mevzu, bissî zarafet ve bu tipin temsilcisidir; krş. lbn Kutayba, al-$i‘ r tamamen katıksız iffet duygusu ile şefkat içinde en va'l-ştfatâ, nşr. de Goeje, s. 394— 399: Ağânl, X X , son haddine ulaşmış inceliği temsil eden bir ideal 152— 158 v .b .) dokunaklı hikâyesidir. Aşk şiiri çağ­ Bedevi kabilesini canlandırır. Orada âşddar sevgiliye „el kaldırmak” ’tan ise daş diğer nevilerin gelişmesini bir tarafa atmadı; bu da, Camîl fhk. I, 1055 ] 'in Buşnâ ( Buşayna ) aşk yüzünden ölürler. îdeal uzrî aşkım bu şekilde ile meşhur aşklarının, onu övücü ve siyâsî hiciv canlandıran, Buşayna*nin aşkından ölen Cem il'dir. Bu görüşten mülhem olan çok meşhur bir ha­ şiirleri yazmadan alıkoymadığı örneğinden de açıkça anlaşılmaktadır. Aynca, aşkın romantik anlayışı di­ dîste Peygamber: „tdm âşık olur da iffetli kalır ve ğer kabilelerde de bulunmaktadır; bu husus bir aşkını gizlerse, şehid olarak ölür ( man "ajf&a va har ‘ LJzra 'linin, kendi kabilesinin bütün Arabistan 'da tama ‘ aikaha, mata şahîdâ )“ demiştir. en ince duygulu olup olmadığı sualine verdiği şu Bu mevzû sâdece Aşm aİ *de ( lbn Kutayba, Ta'vU, cevaptan bellidir ( Ağânl, I, 179): „ ö y le idi, an­ s, 410 v.dd.) görülür. Ayni konu Zâhiri fakihlerinden cak Banü “Âmir (b . Şa'şa'a), şâirleri olan Macnün lbn Dâvüd al-Işfabânî (ölm . 297=910 )*nin nefis (Çaya b. M u'âz veya b. al-Mulavval) [Ağânl, III, bir kitap olan, Kitâb al-Zahra adlı eserinde en par­



UZRÎ -



UZUN HASAN.



lak noktasına ulaşır. İbn Dâvüd al-Işfahânî 'yi ör­ nek alan diğer Zahirî fakihler, platonik aşkı, uğru­ na ölünceye kadar ıztırap çekilecek ideal güzellik olarak terennüm ettiler. Bunlar arasında Îaü&'ı ile Ibn Haznı, Zalıffir 'de şerh edilmiş olupj Asin Palacios tarafından Dante ’nin Vita Nuooa ve Conoitosa ile mukayese edilen TarcumSn al-aşsafc adlı eseri ile tbn cArabl başta gelir. al-Sarrâc 'm, Ma$âri° al-cuşşök 'ı ve ibn al-Çayim’in R aozat al-Mu!}(bbln, İbn Abı IJacala ’nin Dîvân al-şabâba ve Anjâkî nin Tazyîn al-asvâfc ’ı gibi klasik eserlerde şekillendirilmiş olan düşünce, bunu bir hüzünlü haz şeklinde alarak, çelişkili bir riyazet temrini hâline getiren Abü Hamza al-Bagdadî ( ölm. 269=882 ) ile, lânetlemeyi iblisin saf aşkı ile teren­ nüm eden A, Gazali ve ‘A yn al-l>uzât al-Hamazânl tarafından tasavvufa intikal ettirilmiş, aynı zamanda, aslında çok nefsanî aşk taraftarları olan Arapça’da Şafadî, Farsça’da Nafiz ( ğ az a l), Hilâli ( Ş a h a gadâ ), Türkçe’de Mesîhî ( Şekrengiz) (v e ayrıca Ordu ve Cava dillerinde) gibi şâirlercede şehevî düşkünlük­ leri örtmek maksadıyla tebcil edilmiştir. ‘ Abd al-Ganî al-Nâbulusî, Zayd b. Hârişa’ye bağ­ lılığı ( G ayat al-mallüb ) sebebiyle Peygamber ’i, uzrî âşığının ideal bir tipi hâline getirdi. B i b l i y o g r a f y a : İbn Dâvüd al-Işfahânî al-Zâhirî, Kitâb aî-Zahra, el yazm., Kahire, IV, 260, Massignon ( Hallaj, Paris, 1922, s. 170— 179) tarafından tahlil edilmiş, bâzı kısımlar için bk. Ibn Fazl Allâh, Masâlik ve Massignon, Textes inédits, 1929, s. 232—-240; Abu 1-Farac al-Işfahânî, Kitâb al-Ağânt, Index, bu kelimeye bk. (Stendhal, Del*Amour, nşr. C . Ldvy, s. 177— 18 2 ’de buna telmihte bulunmuştur); İbn Hazin, Taok al-jfamâma (nşr. D . Petrof), Leyden, i 9H i Ing. trc. A . R. Nyld, The Dooe’s Necffring, I9 3 L „Roma­ nia" Üe münâsebetler hakkında bol vesikalı bir ön­ sözle birlikte; al-Sarrâc, Ma$3ri° ai-eujşöfc, İstan­ bul, 1301 ( krş. Rudi Paret, Früharabische Uebesgeschichte, 1927); İbn aî-Cavzî, ffııbb Yüsuft, elyazm., Paris, 1296; Ibn ‘ Arabi, Tarcumân al-aşo&fc, trc. Nicholson, London, 1 9 u ( G M S , X X ) ; İbn Ab! Hacala. Diştin al-Şabâbâ, Kahire 1921; ‘Abd al-Karlm a l-G lî, insan kâmil, Kahi­ re, 1304, I, 53; ‘ Abd al-Ganî al-Nâbulusî, Ğayât al-ma}lüb ( veya Mafrrac al-mutiakl, Massignon’da bulunan el yazması ); Massignon, Hallaj, Paris, 1922, s. 167— 182, 691, 796 — 799; ayn. mil., Essai, 1922, s. 87 v.d.; ayn. mil.. Introspection et retrospection, Oostersch. Genootschap in Nederland, 1925, IV, 22 v.d.; Asin Palacios, La escatologia rmmlmana en la Diotna Comedia, Madrid, 1919, s. 339— 349 (krş. Massignon’un R M M , 19İ9, X X X V I, 37— 62 ’deki tanıtma yazısı ). ( L o u is M a s s i g n o n .) U ZU N HAŞAN, Ak-Koyunlu Türkmen hânedlnmm (hânedânm kurucusu Bayındır’d ır) hüküm-



dân olup, 858 ’den itibâren emir olarak Diyarbeldr’i ve sonradan (872— 882) da Ermenîye, Elcezîreve İran’ı içine alan güçlü bir devleti idare etmiştir. Haşan Bey b. °AH Bey b. Kara ‘ Osman ( = Kara Y ü lü k) ’a bu lekab uzun boyu sebebiyle verilmiş­ tir. Uzun Haşan ’m saltanat devri, çok mühim ol­ masına rağmen, pek iyi bilinmemektedir. Türkmen kabileleri arasındaki m ü c â d e l e l e r : Bayındır hânedânı ve Ak-Ko­ yunlu kabilesinin reislerinin asıl iktâ’ı ( T im u r ’dan önceki devreden itibâren) Diyarbekir ’de idi. Bura­ dan garba, şimale ve şarka yayılmışlardır. Önce­ leri Ak-Koyunlulann esas rakipleri Kara-Koyuniu ; Türfemenleri idi ve bu rekabetin Ak-Koyunlulann sünnî, Kara-Koyunlulann ise şîî ( ve hattâ aşı- 1 n şîı) olduklarından doğduğu husûsu sağlam bir temele dayanmamaktadır. Mâcerâperest ve kudretli bir şahsiyet olan Kara Osman, 838 (1434/1435 ) ’de ÖldU. Oğlu Ali Bey, saltanatım, kardeşi Hamza ’ya karşı savaşmakla geçirdi. Bunun için Osmanlı sultam Murad II. ve Mısır Memlûkla sultanı Çakmak *m desteğini elde etmeye çalıştı. İki kardeşinin ölümünden sonra Ali *nin oğlu Ghangir, Kara-Koyunlularla yeniden mü­ câdeleye girişti ise de, kardeşi Uzun Haşan ’1 ( von Hammer ’ın -Haşan adım verdiği, I, 506), amcası Kasım Bey’i ve Erzincan valisi Kılıç Arslan b. Pîr ‘A li’yi gücendirdi. G hangir’le olan anlaşmazbğına rağmen Uzun Haşan, ild rakibim mağlûb etti ve sonra „Şarkî Anadolu beylerinin çoğunu” kendine tâbi kıldı. Cihangir ’in Aladağ ’daki ( bu isim muhtemelen Diyarbekir ve Mardin arasındaki eski bir dağ olan M asius’a delâlet etmektedir) yaylaya hareket ettiğim öğrendikten sonra, Uzun Haşan, gizlice Diyarbekir (Â m id ) kalesine girdi. Bu ara­ da Ghangir, Mardin kalesine sığınmak zorunda kaldı. Bu hâdise 858 (1 4 5 4 ) ’de vuku buldu ve Haşan derhal Urfa ( R u h â ) ’yı işgal edip, Mar­ d in ’i kuşattı (krş. Âşık Paşa-zâde, s. 2 4 7— 249; Müneccîm-başı, III, 157). Sonraki hâdiselerde, siyâsî bakımdan büyük bir rol oynayan annesinin müdâhalesi ile Uzun Haşan, Diyarbekir’e dönmeye mecbur oldu. Uzun Haşan Kara-Koyunlu ülkesi (Erzurum, Avnik, Bayburt) üzerine bir baskın yapmak süreriyle bunu telâfi etmeyi denediyse de, Erzincan’ı alamaması üzerine Diyarbekir’e döndü. Uzun Haşan, Erzincan’ı yeniden kuşatması esnâsmda attan düşerek ağır surette yaralandı. Ci­ hangir, Âmid havâlisîni yağma etme fırsatını elde etti ise de, Uzun Haşan 'ın dönmesi Üzerine, Kara -Koyunlu G han-Şah’a sığınmaya çalıştı. Annesi, Haşan ’1 tekrar Diyarbekir ’e, Cihangir ’i ise, Mar­ din ’e yerleştirdi. Mücâdele çok geçmeden daha bü­ yük çapta yeniden başladı. Uzun Haşan, Erzincan üzerine yürüyüp kardeşinin temsilcisi Arab-Şah’ı T ercan’dan uzaklaştırdı, arkasından Horasan ve



92



UZUN HAŞAN.



Karaca dağ ( Dîyarbefeir ’in cenûb-i garbisinde) 'a 1 lûp ve Koyul-Hisar’ı zapt etti. F âtih ’in bu havâhücum etti. Kara-Koyunlu Cihan-Şah, emîrlerini lide bulunduğu sırada Uzun Haşan, Çemişkezek Cihangir’e yardıma gönderdi ise de. Uzun Haşan Beyi Şeyb Haşan ile annesi Sara Hatun’u elçi onSan 86ı ortalarında mağlûb etti (mayıs 1457 ; göndererek, Trabzon imparatorluğuna hiçbir yar­ krş, îbn Tağrîbirdl, nşr. Popper, V H , 485 ). Cihan­ dımda bulunmayacağına dâir söz verdi (b k . Chalgir, oğlunu Uzun Haşan ’a rehine olarak gönderdi. kokondyles, Hist. des Turcs, trc. B. de Vigenere Urfa ’daki diğer kardeşi Üveys de Uzun Hasan’a tâbi Bourbonnois, Paris, 16 2 0 ,1, 278; Dursun Bey, Taoldu. Uzun Haşan, Emir Hurşid B ey’i (belki amca- rih-i Ebu’l-feth, T O E M , ilâve, 1330, s. 100; krş. zâdesi; krş. Münecdm-başı, III, 376) Erzincan’a Fallmerayer, aytt. esr„ s. 266 ). Fâtih bir ihtiyat ted­ tâyin etti. Bu kale Şarkî Anadolu’nun anahtarıydı. biri olmak üzere, kendisine „vâlide“ diye hitab ettiği Bu sıralarda. Haşan, babası C ih a n -Ş a h ’a isyan Safa H atun'u, Trabzon’un fethine kadar rehine etmiş olan Haşan ‘A lî ’yi himayesine aldı ise de, olarak alıkoydu.] Trabzon, buranın gelinine âit ol­ kısa zamanda râfızî fikirleri yüzünden onu kovmak duğunu söyleyen Sara Hatun 'un müteaddit ricâlazorunda kaldı. Bu hâdiseler, 858— 861 yıllan ara­ nna rağmen, 865 ( 1 5 ağustos 14 6 1) ’te alındı ve sında vuku bulur. Bu yıllardan sonra Haşan, süratle ülkeleri zaptediien Komnenoslar, sürgün edildi. yükselmeye ve komşu topraklarda te'sırini kuvvetle Trabzon’da bulunan hâzinelerinden bir kısmı, [A k hissettirmeye başlamıştır. -Koyunlularla Trabzon imparatorları arasındaki akra­ Ş a r k î A n a d o l u ’d a k i h a r e k â t : Uzun balığı göz önünde tutularak,] Sara Hatun*a verildi Haşan, Fırat nehri üzerindeki Hısn Keyfâ'yı, Eyyûbî (A şık Paşa-zâde, s. 159 v.d.; Sa’deddin ve M ü(bk. Şamf-nâma, II, 1 4 9 -1 5 5 ) soyundan gelen neccim-başı, 111, 376). . meliklerden alıp, burayı oğlu H alil’e verdi; bunu Kısa bir duraklamadan sonra, Müneecim-başı müteâkıp Siird ve ( Bohtân'daki) Haysem işgal edil­ ( III , 160 v.d.) 'ya göre, Uzun Haşan Koyul-Hisar 'ı di (b k . Şaraf-niima, , II). geri alıp, Sivas civârına kadar ilerledi ise de, OsmanU z u n H a ş a n , K a r a m a n v e T r a b z o n hlar Anadolu'ya girmiş olan bu kuvvetleri mağlûb a r a s ı n d a : Uzun Haşan’m başarılan onu, garpta etti. Uzun Haşan, Türkmen esirleri Osmanlılar elin­ Fâtih’in idâresinde Anadolu'daki beylikleri henüz deki esirlerle değiştirmek ve pâdişâh Trabzon ‘a tayeni hâkimiyeti altına alan Osmanlılarla ihtilâfa sarrufdan vazgeçmesini ricâ etmek üzere, Hurşid sürükledi. Osmanlılar tarafından ciddî bir şekilde B ey’i İstanbul 'a gönderdi ise de, bundan bir ne­ tehdit edilen Karaman [ b. b k .) emirleri şark kom- tice çıkmadı. şulan Uzun Haşan 'la bir ittifaka teşebbüs ettiler. C i h a n - Ş a b ’ ın ve T i m u r l u l a r d a n Ebû Uzun Haşan ise, o sırada son günlerini yaşayan Trab­ S a ’ î d ’ i n ö l ü m ü : Uzun Haşan çok kısa za­ zon imparatorluğunun işleri ile meşguldü. 1458’de manda iki parlak zafer dile etti. Bu dönemde, Uzun Trabzon ’un son imparatora David, kardeşi ve selefi Haşan’m bütün İran’ı elinde tutan rakibi Kara Kalo- Ioannes'in Katerina adındaki kızım (Avrupa -Koyunlulardan Cihan-Şah, 871 (1466— 1467 ) ’de ’da daha ziyade Despina Hatun adıyla bilinir; krş. Diyarbekir üzerine yürüdü ( niyetleri için bk, FeVenedikli seyyahlar) Uzun Haşan *a verdi. Trab­ rîdûn Bey, I, 2 7 3 'teki F âtih’e mektubu). Uzun zon ’un Gürcistan 'la yakın irtibatı vardı ve bu arada Haşan kuvvetlerim topladı ve Mardin ’den takviye Roma ve Venedik, bu iki hıristiyan devletiyle yakın­ aldı. dan alâkalanmakta idi. Islâm kaynakları, bu millet­ x rebîülâhır 872 'de Ghan-Şah, Muş ve Çapakçur’a lerarası siyâsî menfaatler ortaklığını tamamen ihmâl vardı. Burada öncüleri Uzun Haşan 'in oğlu Halil ederler (krş, W. Miller, Trebtzond, the Last Greek tarafından mağlûb edildi. Çiban-Şah, aşırı soğuk Empire, London, 1926; Uspensky, Occrki po istorii yüzünden askerinin çoğunu serbest bıraktı ve kendisi Trapez, imperii, Leningrad, 1929). Kiğı *ya döndü. Buradan Erzincan ve Bâlâ-rüd 1457 ve 1460 ’ta Uzun Haşan tarafından İstan­ (K elkit î ) vâdisine varmak istedi ( 1 3 rebîülâhır bul 'a gönderilen elçiler, rakibinin ihtiraslarım pâdi- 872=2 teşrin II. 1467 ). Uzun Haşan beklenmedik şahdan gizliyemediler (krş. v. Hammer, I, 464— bir şekilde ona saldırdı ve Cihan-Şah kaçmağa ça­ 466). Hemen faâlîyete geçen Uzun Haşan ansızın lışırken hayatını kaybetti. Şarktaki sâha artık müdâKoyul-Hisar kalesini (veya Niksar’m yukarısın­ faasız kaldığından Uzun Haşan sâhipsiz bırakılmış daki Kelkit-suyu ’ndaki Koyul - Hisar ) zaptedip, olan bu topraklan zaptetmeye başladı. Musul üze­ Amasya ve Tokat civarlarını yağma etti ( krş. M ü- rinden, 40 gün kuşattığı Bağdad’a gitti ise de, Azer­ neccim-başı, III, 376). baycan'da Cihan-Şah'm oğlu Haşan Ali büyük bir Fâtih, Sinop hâkimi tsfendiyâr-oğlu 'mı bertaraf ordu topladı ( IJablb al-styar, 111, 234: 180.000 î ) ettikten sonra dikkatini Trabzon ve hepsinden önce ve yardımım istediği Timurlu Ebû Sa’îd ise, şâban Koyul-Hisar 'a yöneltti. Uzun Haşan kuvvetlerini 872 ( mart 1468 ) 'de Horasan ’dan yola çıkarak, bütün Kemah yakınında topladı; ancak [Fâtih, onunla Irak-ı Acem 'e vâliler tâyin etti. Haşan Ali ’nin bâzı savaşmak üzere Erzincan ’da Yassı - Çemen’e yürü­ emirlerinin hıyaneti yüzünden Marand ’de topla­ yüp Uzun Haşan ’m amçazâdçsi Hurşid B e y i mağ- nan ordusu dağıldı ve Uzun Haşan, Karabağ



UZUN HASAN. [ b. bk. ] a kadar ilerleme fırsatını buldu. Bu arada Ak-Koyunlularm Timurlulara sadâkatini bildiren Uzun Haşan’m muhâlefetine rağmen, Ebû Sa’îd, Miyâna ye ulaştı ise de burada kış bastırdı. O, Uzun Haşan *m çekilmeğe mecbur olduğu Karabağ'da kışı geçirmeyi düşündü; ancak Aras a ilerleyişi felâketli oldu ve Mabmudâbâd ’da Uzun Haşan ’ın muhâsarası altma düştü. Ebû S a 'îd ’in annesi tarafından yürü­ tülen müzâkereler bir netice vermedi. Ebû Sa’îd kaçtı ise de, 16 recep 873 ( 1 1 şubat 1 4 6 9 )'te yakalandı. İki gün sonra tahta oturmasını te’yîd için Uzun Haşan, esirini nazik bir şekilde karşıladı; fakat Ebû Sa'îd, 22 recepte rakibi Emir Yadigâr M ubammed b. Su! {ân Muljammed b. Baysungura teslim edildi, o da Ebû Sa'îd 'i öldürdü. Ebû Sa’îd'ın emirleri, Uzun Haşan 'ın yardımı ile Hüseyn-i Baykara’ ya karşı mücâdele eden Yâdigâr ’m ku­ mandası altına verildi. Hüseyn-i Baykara geçici olarak Herat’tan sürüldü (6 muharrem 875) ise de, Uzun Haşan ’m oğullan ( Öleng Radkân 'daki Halîl ve Kubistan 'da Zeynel ) 'nın tazyiki, Yâdigâr’a karşı bir isyan çıkmasını tahrik etti ve Yâdigâr, Sultan Hüseyn-i Baykara tarafından tahttan indirilip idâm edildi. Ebû Sa’îd 'in ölümünden sonra, Horasan Timurluları tamamıyle mahallî bir hânedan olarak kaldı. Diğer taraftan Uzun Hasan'm nâibleri, Kirman, Fars, Luristan, Hûzistan ve Kürdistan dâhil olmak üzere İran *m geri kalan kısmım işgal ettiler ( Uzun Haşan 'm Fâtih 'e gönderdiği mektuplarındaki iktâ tevzii ile ilgili mühim teferruat için bk. Ferîdûn Bey, I, 275 ve 276; tfabib al-siyar, III, 33°). Kara-Koyunîu Haşan Ali, Hemedan a çekildi ise de, burada baskına uğradı ve Uzun Haşan 'm kuvvetleri tarafından öldürüldü (8 7 3 = 1468, bk. IÇtıfb-Şâhlar tarihi, Bibi. Nat., Fars, yazmalar nr. 174, var. ıĞb ), Bu sırada Bagdad, Musul vâlisi büyük emir Halil Bey tarafından zaptedildi (krş. Ferîdûn Bey, II, 276). Bu büyük başarılardan sonra, Asya'da sâdece Uzun Haşan 'ın, Osmanlılann ilerleyişini durdura­ cak güçte olduğuna kimsenin şüphesi kalmamıştı. Osmanlılann düşmanlan olarak Karaman beyleri ile aralarında bilhassa Venedikliler olmak üzere hmstiyanlar, bu yeni kuvvetten faydalanma yolunu aradılar. V e n e d i k s i y â s e t i : Venedik senatosu, 2 kânun 1. 1463'te teklif olunan Uzun Haşanla ittifak planım kabûi etti. L . Quirini bu maksada İran'a gönderildi. 13 mart 1464'te Uzun Hasan’m gön­ derdiği ilk elçi Azimamet (H acı Mahmat) Venedik’e gelerek 6 ay kaldı. 1465 'te Kasım Haşan ( ? ), Uzun Haşan 'dan bir mektupla geldi. Müzâkereler bir müddet kesilmişken, 264 sene Venediklilerin elinde kalmış olan Eğriboz 'un Osmanlılar tarafından 1469-1470'te fethi, Venedik hükümetini telâşa dü­ şürdü. Şubat 1471 'de Quirini, Uzun Haşan 'm elçisi Mİrath ( Murad ), Nicolo ve Chefarsa adlı



93



kimselerle birlikte İran’dan döndü [(gelen elçiler Venedik'ten sonra Papalık ve Napoli kırallıldan nezdinde de teşebbüslerde bulunarak ittifak akd et­ mek istemişlerdir; bk. E. Comet, Le guerre det Kenef/..., Viyana, 1856, s. 23; Vertot, Hisioire des Ckeu. de Malthe, Paris, 1777, I II , 4 t v.d. Krş. G . Berchet, ayn, esr., s. 1 v.d., 116 v.d.)] Venedik 'in, Uzun Haşan ’m kansı Despina Katerina'nm anne tarafından yeğeni olan asil Caterino Zeno’yu İran 'a göndermesi de bu zamana rastlar. 20 nisan 1471 'de Zeno, Tebriz 'e vardı. Aynı yıl Hacı Mahmat ( Azimamet), silâh ve cephane istemek üzere Venedik 'e geldi. Bu defa Giosafa Barbaro, Uzun Haşan için 6 büyük havan topu ( bombarde), 600 arkebus ( spingarie), tüfekler ( schioppetti) ve cephane götürmek üzere İran’a gön­ derildi. Zabitleriyle birlikte 200 piyade, bu nakliyata refakat etti. Barbaro'ya verilen gizli tâlimâtta ( i l şubat 1473) İran'ın lehine, Venedik'in, Boğazlara kadar bütün Anadolu 'daki haklarından vazgeçmeye mecbur bırakılıncaya kadar, Osmanlılarla hiçbir sulh yapmayacağı ifâde edilmişti. Barbaro, K ıb n s ’a va­ rınca, burada Karaman beylerinin ricası üzerine Si­ lifke ve sâhildeki diğer iki noktayı işgal için P. Mocenigo 'nun kumandasındaki Venedik donanmasının hârekâtma katıldı. Zeno 'nun İran 'da büyük bir faaliyet göster­ diği bu sırada, Avrupa kaynaklarına (Jorga, GOR, II, 164) göre, daha 14 7 2 'de Uzun Hasan’m himâyesine sığınmış olan, son Komnenos imparato­ runun yeğeni, Trabzon bölgesini istilâ etmişti (bfe. Avalov ). A n a d o l u s e f e r i : Venediklilere muvazi ola­ rak Karamanlılarda Uzun Hasan’ı vaziyet almağa zorluyorlardı, Ishak'm halefi Pır A hm ed’in talebi üzerine [ Uzun Haşan, 1471 ’de Karaman-i!i 'ne Zeynel Bey kumandasında kuvvetler sevk etti. Er­ tesi sene Ak-Koyunlu beylerinden (’ tdris 'de: Ve­ zirlerinden) Bektaş-oğlu Ömer Bey M usullu’yu (Zeno ’da: Amarbei Coiusultan Nichenizza) gön­ dererek, Osmanlılann İpek gümrüğü ihdâs ettikleri Tokat *ı yağma ve tahrip ettiren, Uzun Haşan 'm yeğeni Yusufça Bey, yanında Karaman beyleri Pir Ahmed ve Kasım bey olduğu halde Orta Anadolu­ ’da ilerlemeye başladı (b k . Aşık Paşa-zâde, s. 177; Dursun Bey, s. 146; Sâdeddin, I, 523î Angiolello, Historia Turchesca, s. 4 7 ,5 ° ) I. Caterino Zeno (s. 18 v.d.), bu harekâtın bir kısmına bizzat şâhit olmuş­ tur ( Mısırlıların elinden Bira [Birecik] ’yi alma te­ şebbüsü belki bu sefere rastlar). Bir müddet sonra Yüsufça Mirza, Karaman ve Hamîd-elleri üzerine yürürken, Ömer Bey, Diyarbekir’e döndü. [Fakat Karaman vâlisi Şehzâde Mustafa ile lalası Gedik Ahmed Paşa ve Anadolu Beylerbeyi Davud Paşa, Ak-Koyunlu hücumlarını durdurup, Yusufça Mîrza’yı Konya civârmdaki Eflâtun Pınarı ’nda esîr et­ meğe muvaffak oldular.]



H



ttë U N H A S A R



Osm anlılarla savaşın yeniden b a ş l a m a s ı : Fâtih bu hâdiseleri ve şüphesiz haberdar olduğu siyâsî faaliyetleri dikkatle takip ediyordu ( bk. Ferîdûn Bey, s. 285 ve îbn îyâs, II, 14 5). Uzun Haşan 'ın mektupları gittikçe ağır bir ifâdeye büriindü (bk. Feridûn Bey, I, 278’de sultam küçük düşürücü İmârat ma’ âb ünvâm verilmiştir; Fâtih verdiği cevabında, ona ssmîmâne Sardâr-t eacam diye hitab etmektedir). Fâtih 877 (1 4 7 2 ) sonbaharında İstanbul 'dan Anadolu yakasına geçti, ancak soğuk kış onun burada ilerlemesini önledi. Fakat, 14 rebîülevvel (1 9 ağustos 1472) ‘e kadar, Şehzade Mustafa ve emrindeki 60.000 kişilik ordusu ile Anadolu Beylerbeyi Davud Paşa, Konya'nın gar­ bındaki Kır-eli mıntıkasında Türkmenleri imhâ et­ mişti. Pâdişâh, şevval 877 ( mart 1473 ) 'de yola çıktı. Ordusunun bütün mevcûdu 100,000 kişi idi ( bk. Hoca Sa'deddin, 1, 529; bu rakam Osmanlı ordusu­ nun içinde imiş gibi yazan Angiolello tarafından da te’yîd edilmiştir, s. 79-80). Öncülerle birlikte gön­ derilen meşhur akıncı [b. bk.] Mihal-oğlu AU-Bey [ b. bk.], Kemah’ı yağma etti ve bu bölgedeki Erme­ nden esir aldı. 1473 temmuzunun sonunda Erzincan bölgesine varan Uzun Haşan, Fırat’ın sol kıyısındaki tepeleri karargâh edindi ve Hâs Murad Paşa tedbirsizce nehri geçtiği zaman, Uzun Haşan onu kuşatıp mağlûb etti. Hâs Murad, Fırat'ta boğuldu ve Osmanlılann kaybı 12.000 kişiyi buldu (Angiolello). Uzun Haşan 'm maiyetindeki Caterino Zeno, bu ilk karşı­ laşmanın tarihini 1 ağustos 1473 olarak verir. Savaş meydanı Tercan bölgesinde idi. Hâs Murad *m yararlanmak istediği Fırat civânndaki ovalar Pekeriç düzlüğünde başlar. Hoca Sa’deddin ( I, 535 ) fazla tafsilât vermez, ancak Angiolello (v e Zeno)’ya göre seferden vazgeçme temayülünde olan Osmanhlar, Fırat vadisinden ayrılıp, Bayburt 'u sağda bırakarak açıkça garba dönmek niyetiyle şimalden Trabzon'a giden yolu tuttular. Ancak Osmanlı ordusu, Uçağızlı bölgesinde (muhtemelen Erzin­ can'ı Kelkİt-suyu havzasından ayıran dağların şâmi­ linde) bulunduğu sırada. Uzun Haşan kuvvetleri Osmanhlann sağ kanadındaki Otlukbeü ( Fırat vâdisini Çoruh kaynaklarından ayıran bir dağ ) tepele­ rinde göründü. Osmanlılar savaşı kabûl etti ve 16 rebîülevvel 878 (1 2 ağustos 1473» Zeno ya göre 10 ağustos 1473 ) 'de Ak-Koyuriİular bozguna uğradı. Uzun Haşan 'ın serdârı Kâfir Ishak ( hıristiyan ? ; Zeno’ya göre Ak-Koyunlu ordusunda Gürcüler var­ dı ) da Uzun Haşan 'm oğlu olan Zeynel gibi, muhârebe meydanında Öldü. Uzun Haşan kaçtı; ancak firar Sa'deddin’in iddia ettiği kadar süratli değildi; zîrâ Zeno 'nun 18 ağustos 1473 günkü raporu, Uzun Haşan 'm karargâhının bu tarihte Erzincan 'dan 4 günlük mesâfede bulunduğunu gösterir. Her ne olur­ sa olsun Osmanlılar, ateşli silâhlan sâyesinde parlak



bir zafer kazandılar. Esir alınan sanatkâr ve ustalar İstanbul 'a getirildi. Uzun Haşan'm savaşa sürükle­ diği Kara-Koyunlular hürriyetlerine kavuştular; arta kalan Türkmenler, pâdişâhın emri üzerine ölüme mah­ kûm oldular ( feaiZ-i *âmm ). Koyul-Hisar 'ın yukansmda Kelkit-suyu üzerindeki [ Şebin- ] Kara-Hisar kumandanı olan Dârâb Bey, Uzun Haşan'ın mağ­ lûbiyetini öğrenince, kaleyi Osmanlılara teslim etti. O sırada işgal edilecek bölgeleri elde tutmanın güç­ lüklerini İzah eden Veziriazam Mahmud Paşa'nın tavsiyesi üzerine, Pâdişâh, Uzun Haşan '1 tâkib et­ mekten vazgeçti; fakat sonradan bu kararından ötürü pişman oldu ve veziriâzam, mevkiini kaybetti (bk. Hoca Sa'deddin, I, 521-544 ). Uzun Haşan bu mağlûbiyetiyle kayda değer bir arâzi kaybetmedi, ancak hatırı sayılır manevî bir darbe yemişti. Uzun Haşan, savaştan sonra yeniden Osmanlılara hücûma geçeceğini ( „cavalcheremo adosso** ) Venedik 'e bir yazı ile bildirdi ( Berchet, s. 137 ) ve aynı zamanda Caterino Zeno’yu, ken­ disini iltizam etmelerini sağlama vazifesiyle Av­ rupa devletleri nezdine gönderdi. Zeno, Polonya ve Macar elçileri ile birlikte geri döndü. İttifaka büyük ehemmiyet veren Venedik hükü­ meti, sekreter P. Ognibene 'yi Iran 'a gönderdi. M üteâkıben. Papa ve Sicilya kiralının temsilcilerini Rodos­ ’ta bırakan Barbaro, yola çıktı ve 12 nisan 1474 ’te Tebriz 'e vardı. Son olarak da yeni bir elçi olan A . Contarini 13 şubat 1474 'te Venedik 'ten aynlıp, 4 ağustos 14 74 'te T eb riz’e, 4 teşrin II. î4 7 4 ’te Isfahan a ulaştı. Burgonya dükünü temsil ettiğini söyleyen Boîonya 'lı Papaz Lodovico 'nun da Iran 'da olduğu bilinmektedir. Ancak bu defa elçiler, Uzun Haşan 'dan kesin birşey elde edemediler. Bu arada Uzun Haşan, oğlu Uğurlu Mehraed'in isyanım bastırmak üzere Ş îrâz’a gitmişti. T eb riz’e dönüşünde kendi kuvvetlerine (25.000 ?) önünde geçit resmi yaptırdığı ve Osmanlılara karşı seferin ilerdeki bîr tarihe bıraktığını söylediği Contarini 'ye, dönmesi için İzin verdi (2 6 nisan 1475). 880 *de İran ’daki veba salgım büyük bir felâkete sebep oldu ve Uzun Haşan 'm kuvvetleri kardeşi Üveys'e karşı harekâta geçmek zorunda kaldılar. Üveys mağlûb edilip, U rfa’da öldürüldü ( tbn îyâs, II, 160 ). Kısa zamanda ümitlerinin sağlam bir temde dayanmadığını gören Venedikliler, Uzun Haşan'm ölümünden bir yıl geçmeden Osmanlılarla sulh imzâladılar (kânun I. 1478). G ü r c i s t a n ’l a i l g i l i h â d i s e l e r : M üneccim-haşı 'ya göre, Uzun Haşan 871 ( 1466 ), 877 (1472 yazı ? ) 'de ve Osmanlılar tarafından mağ­ lûbiyetinden sonra olmak üzere 3 defa Gürcistan'ı istilâ etti. Cihân-arâ 'ya göre, son sefer, 881 ( 1476/ 1477 ) ’de vuku buldu. Gürcülerle yapılan müzâke­ relerde, Barbaro ( s . 9 0 ), görgü şahidi olarak ha­ zır bulundu. X V . asır Gürcü kaynaklan çok karı­ şıktır (Brosset, Histoire de la Géorgie, II/ı, 12,



t@UN HASAN. 249). Kart'i kıralı Konstantİne HI. {1469-1505) ’in, rakipleri olan îmereti Bagrat’i İle Akıska Atabeyine ( Kware > Kiorkora) karşı Ak-Koyunlulann desteğinden faydalanmış olduğu görülür. M ı s ı r ’l a i l g i l i h â d i s e l e r : Uzun Haşanın esas İktâ’ı (Diyarbekir) üe Mısır sultanlarının toprak­ lan arasındaki sınırı, umûmiyetle F ırat’ın dirseğini takip eder. Yalnız (W eil tarafından faydalanılmış, Geschichte d. Chalifen, V ) Mısırh tarihçiler Ak-Koyunlular ve Burcî Memlûkler arasındaki sıkı münâ­ sebetlerden bahsederler. Osmanlılarla olan rekabet, Uzun Haşan *1 Kahire hükümdarı hakkında çok mültefitâne bir şekilde davranmaya zorladı {8 6 1= 1456’dan itibâren bunlara dâir kayıtlar var); diğer taraftan o, Venediklilerle irtibat sağlamak için Ak­ deniz’e bir çıkış aramak zorunda iken, Mısır ve Suriye hükümdarlarına âit olan F ırat’ın sağ kıyı­ sındaki topraklar ona bir engel teşkil ediyor, bu sebeble Uzun Haşan, Memlûklerin aleyhine, toprak­ larını genişletmeye gayret gösteriyordu. 868’de (F ıra t’ın sağ kıyısında, Malatya’nm cenûb-i şarkîsindeki) Gerger kalesini ele geçiren yer­ liler, anahtarlarım Uzun Haşan’a verdiler. O da, kaleyi, 869 (1465) ’da Haleb vâlisine iâde etti; an­ cak buna karşılık, o tarihte Dulkadırh Arslan m iş­ galinde bulunan Harput ’u aldı ve Elbistan ’i yağmaladı [bk. madd. ELBİSTAN ve DULKADIRJLILAR ]. 877 (14 7 1) ’de Uzun Haşan *ın kuvvetleri Kâh­ ta [b. bk.] ve Gerger ’i işgal etti; ancak Kayıtbay [b. bk.] tarafından gönderilen Emir Yeşbek al-Davâdâr, Ak-Koyunluları Birecik (Bira; bk. İbn Iyâs, 11,140-144 ve Behnsclı, Sub anno 1783 [14 7 1])’den uzaklaştırdı. Kahire *ye gönderilen Osmanlı elçisi, hıristİyanlann müttefiki olan Uzun Haşan ’a karşı duyulan hıncı tahrik etti ise de, Kayıtbay ihtiyatlı davrandı. 877 (1473) ’de Irak hac emirleri olan Emir Rustam ve Kadı Abmed b. Vacîn, Medine ’de hut­ benin al-Malik al-e dil tfasan al-Taoil Ilâdim al-haramayn adına okunmasını istedi, fakat Mekke emîri Muljamnıed b. Barakât (bk. mad. MEKKE, s. 639), Rustam ve arkadaşını tevkif ederek Kayıtbay’a gönderdi; Kayıtbay, Uzun Haşan’1 memnun etmek için ( î b n İyâs, II, 145-146) birkaç ay sonra onları serbest bıraktı. 880 *de, babasından kaçan Uğurlu Mehmed, Haleb kuvvetleri tarafından desteklendi ise de, bu kuvvetler ağır bir mağlûbiyete uğradı (ayn. esr., II, 152). 882 ’de Kayıtbay, Fırat sınırına gitti ve durumu eski haline getirdi (ayn, esr.,



11 m ı



U z u n H a ş a n ’ i n ö l ü m ü : Uzun Haşan, Tifüs ’den döndükten sonra hastalandı ve 54 yaşmda : olduğu halde 882 yılının ramazan bayramı arifesinde ■T eb riz’de öldü (5-6 teşrin II. 1478 gecesi; 6 kânun II. deki hıristiyan yortu gecesine rastlayan bu tarih, Barbara ’nun [ s. 93 ] ifâdesine tamamen uymaktadır ).



Tarihçiler (Ifabib al-Siyar, III, 330; CikSnrârâ} Müneccım-başı, III, 165) onun adâlet ve dindarlı­ ğından takdirle bahsederler. O birçok hayır müessese­ ler! (hayrat va-hasanât) vücuda getirdi (T e b riz ’deki câmii için bk. mad. T E B S lz ), Davvânî *nin Af}lâfc-i Caîâlî adlı eseri Uzun Haşan ’a ithaf edilmiştir (krş. Rieu, Catalogue, s. 443”). Hey’et âlimi A li Kuşçu, Uzun Haşan ’ın sarayında yaşamış ve elçi olarak İs­ tanbul sarayına gönderilmiştir (Rieu, ayn. esr., s. 456^; Müneccım-başı, III, 164). A i l e s i : Ak-Koyunlu hükümdar âilesinin kam oldukça karışıktır. Kara Osman *m annesi bile Trabzon prensesi Maria idi (bk, Micbael Panaretos, Vekaylnâme, nşr. Fallmerayer), Uzun Haşan ’ın 34 yaşmda iken evlendiği Despi­ na n n onun ilk kansı olmadığı muhakkaktır; Des­ pina ‘nm yeğeni Caterino Zeno, kendisini 1471 ’de ziyâret ettiği zaman, Despina, saraydan uzakta Har­ p u t’ta yaşamaktaydı. Despina hıristiyan olarak kal­ mış olup, Diyarbekir ’deki bir kilisede gömülmüş­ tür (Barbaro, s. 84). Angiolello (s. 73) ’ya göre, Uzun Haşan 'ın ondan bir oğlu ve 3 kızı olmuştur. Despina ’dan dünyaya gelen oğlu ( jacob ? ) baba­ sının ölümünden sonra (?) erkek kardeşleri tara­ fından boğulmuş olmalıdır. Despina ’mn kızı Martha (Silsilat al-nasab-i Şafamya, Berlin baskısı, Begi -Aka; Ufabil al-siyar'. Halima Begi Ak3 ve Münecdm-başı: 'Âlam-Şâh Begüm ), Erdebil şeyhi Hay­ d a r’la evlendirilmiş olup Safevîlerden Şah İsmail I . ’in annesidir (Ş e y h Haydar’m annesi, Hadîce Begüm ise, Uzun Haşan ’m kız kardeşidir), . U zun Haşan *ın en büyük oğlu jıla n Uğurlu ^ Mehmed bir câriyeden doğmuş (b k . ib n Iyâs, \ II, 160; Caterino Zeno, s. 36: Contarini, s. 173)» I 879 ( 14 7 4 ) 'da Şîraz ’daki bir ayaklanmadan sonra Sultan Bayezid 'e sığınmış ise de, babasının emri üzerine nibâyet Iran ’da öldürülmüştür ( ibn Iyâs, II, 59 ). Uzun Haşan ’m baş zevcesi (Mahd °ulya), hükü­ mette çok tesirli bir rol oynayan S elçuk-Ş âh Be­ gü m ’dür (bk. Tâ’ribri Amini, var. 198b). Bunun oğullan Sultan Haiîl, Yakub ve Yusuf (ve muhte­ melen Mesih )idi. Zeynel ’İn annesinin ismi bilin­ memektedir. U z u n H a s a n ’ m v e z i r l e r i : Şams alDln Muhammedi b. Sayyîd Abmed, Burhan alDîn ”Abd al-Hamîd Kirmânî ve Macd al-Dîn Şirâzi ( Hablb al-siyar, III, 330) idi. B i b l i y o g r a f y a ; [U zun Hasan’m Rodos şövalyelerine, Kıbrıs kiralına gönderdiği Arapça mektuplar için bk. Topkapı Sarayı Müzesi Ar­ şivi E. nr. 8344, 9662, 7076, 11485 (U zun Haşan, bu mektubunda, kendini Kisrâiarın halefi olarak görüyordu); Farsça mektuplan, ayn. arş. E. nr. 3127, 9522, bu mektuplarda Ak-Koyunlu damga­ sını / L|I| kullanmaktadır (b u damga paraların­ da da görülmektedir, bk. A . Tevhid, M K İ K , IV,







UZUN HASAN 475); Uzun Hasan’m gönderdiği mektuplardan bir kısmı da Münşeat mecmualarında yer al­ maktadır, msl. bk. Ayasofya kütüp., nr. 3986, 46b]. Abü Bakr Tihrânl, Kiiâh-i Diyatbahriyya [nşr. Necati Lugal-Faruk Sümer, 1962, I-1I ] ; Müneccim - başı "nda bu eser, Târîh-i Batjândurîya adıyla geçmektedir; cAbd al-Razzâfç, Matla" al-sa*dayn, nşr. M. Şafi°-i Lâbüri, Lahor, 1365 (1946); Fazl AHâh b. Rüzbihân, Târih-i câlâm-ârây-i Ami­ ni,* Hvândmır, ¡Jabtb al-siyar ( Tahran, 1271 ), III, 330 ( kısa bir bahis), 233— 237, 251 v.d,, 389 ( devrin meşhurlan); Ibn lyâs, Bada i“ al - zuhur j i vafcH3!0 al-duhür (Kahi­ re, 131 1 )» 11; Ahmed al-Gaffârî, Cihân - drâ [(Tahran, 1342 h ş.), s. 252 v.d.]; Âşık Paşa-zâde, Tarih (İstanbul, 1332); H ocaSa’deddin, Tâcaltaüâril) (İstanbul, 1279), I, 476— 484 ( Trabzon



UZZÂ.



II, 95— 104, 160— 168; Browne, A Literary History of Persia, III, 404— 414; Avalov, İz istorii vostoçnago voprosa V X V stol., Sbomik v cesi Strum (Prag, 1925), s. 241— 252; [W. Hinz, Uzun Haşan ve Şeyh Güneyd, trc. T . Bıyıklıoğlu; Şehabeddin Tekindağ, Son Osmanlı Karaman münasebetleri, T D , 17-18 (1963), s. 53 v.d.; Î A , mad. TRABZON.] ' ( V . M i n o r s k y .)



[Bu madde M . C. ŞEHABEDDİN TEKİNDAĞ tarafından ikmâl olunmuştur.] U Z Z Â . a l- 'U Z Z Â , E s k i A r a p i l a h e s i olup adı „kuvvetli, kudretli“ mânasmadır. Bu ilâ— henin bilhassa GaŞafân ( krş. Yâküt, I, 296) ’latla alâkası vardı. Ancak asıl mâbedi, Hassan b. Şâbit ( nşr. Hirschfeld, X C I, 3 ) ’in işâret ettiği gibi, Tâif’ten M ekke’ye giden yol üzerinde ( Yâküt, un zaptı ), 52 i— 544 ( Uzun Haşan 'la savaşlar ); IV, 765 v.d d .) Nahla vadisinde bulunuyordu. Cannâbî [al-°Aylam al-zâhtr, Arap, yazm., Nuru- Bu mâbet, birinde dişi tanrının tecelli ettiği üç osmaniye kütüp., nr. 3I00> H ; Muâlî, Hünkâr samura ( yayvan akasya) ağacının içindeydi. Ayrıca -nâme, Hazine kütüp. nr. 14*7, 12a v.d.; Neşri, mukaddes taşı ( Vâkidı, trc. Wellhausen, s. 35, 6 ) Cihân-nÜmâ, nşr. F. Taeschner, I, 207 v.d.; Ibn. ile kurban kanlarının akıtıldığı Gabğab denilen Kemal, Tevârîh-i âl-i Osman, nşr. Ş. Turan, V II, mağara da buraya dâhildi ( Ibn Hişâm, s. 55, 6 ). 320 v.d.; îdris-i Bitlisi, Haşt Bahişt, Nuruosma- Bunun yanında birkaç yerde (meselâ Ibn Hişâm, niye kütüp., nr. 3029, 457“ v.d .]; Müneccim- s. 839 ) zikredilen ve Wellhausen ’a göre, diğer bir başı, Şafrâ'tf aTahbâr,.lll, 154— 167, 377, 387; “Uzzâ mâbedi ile karıştırılan bir „ev" den bahse­ Ferıdûn bey, Mtmşa*ât al-salâltn, İstanbul, 1274, dilir. Mâbet muhafızları Sulaym ’li Banü Şayba I, 274— 288; Chalcocondylas, Bonn tab’ı, 1843, s. ’ferdi; “U zzâ’ya ibâdet âdeti, Bedevî kabileleri 1 66 v.dd. ( Ak-Koyunlulann komşuları ile olan tJuzâ'a, Ganm, Kinâna, Bali, Şakîf, bilhassa ifâheye münâsebetlerine dâir çok müphem bilgiler), 461 mümtaz bir yer veren Kureyşliler arasına bu —497 ve tür. yer. ( Despina ile Komnenostarm merkezlerden yayılmıştı. Bu ilâhe, Kureyşlilerde al­ aralarında cereyan edip, İstanbul 'a götürülen Lât [ b. bk. ] ve Manât [ b. bk. ] ile birlikte Komnenoslarm idamına bahâne teşkil eden mu- bir teslis teşkil edip, bu heyet içinde en genç hâbere); Ducas, s. 339 (1457 sefâreti hakkında mâbut iken sonradan hepsinin başına geçmiştir. tafsilât); Behnsch, Rerum seculo X V in Mesopo­ Mekkelilerin bu üç ilaheyi „Allah'ın kızlan” diye tamia Gestarum liber, Breslau, 1838 ( ilgi çekici zikretmesi Muhammed 'i, onlarla yaptığı bir tafsilât). anlaşmayı bozarak [ bk. mad. MUHAMMED ] şid­ münâkaşaya sürüklemişti. Kur 'ân, Fallmerayer, Geschichte des Kaiserthums Von detli bir Trapezant (M ünih, 1827), s. 258 v.dd.; Ham­ L III , 19 v.d. ’da bu üçünün zikr ediliş tarzı, mer, G O R , Î , 464— 468,499— 512; E. Cornet, Manât 'ın diğer ikisinden daha aşağı bir derece­ Lettere al Senato Veneto de Giosafatte Barbara, de olduğunu göstermektedir; al-°Uzzâ ile al-Lâtambasciadore ad Usanhasan di Persta (Viyana, 'm çok defa ayn ayrı zikr edilmeleri (fa b a r î, 1852); ayn. mll., Le guerre dei Veneti nell’ Asia I, 8 5i; Ibn Hişâm, s. 145, 7, 206, 2, 871, 6, bu­ 1470—1474 (Viyana, 1856); G . Berchet, La Re- rada ayrıca Vadd zikredilmektedir) buna uygun pubblica di Venezia e la Persia, Torino, 1865 düşer. Abü Sufyân, hicretin 3. yılında Muhammed ’e ( mükemmel bir araştırma olup, aynı ad altındaki saldırmak üzere sefere çıktığı zaman al-cUzzâ ile zeyli Raccolta Veneta, seri I (Venedik, 1866), I, a l-L â t’m timsallerini yanına almıştı (T abari, I, 5— 62); Weil, Geschichte d. Chaüfen (18 6 2 ), V , r395 )• Bunlardan al-'Uzzâ ’nm Mekke ’nİn koru­ 275,296 v,d„ 307 v.d., 31 r v.d., 337 v.dd., 340 v.d. yucu ilâhesi olarak esas rol oynadığı, Abü Sufyân ’m (M ıs ır ’la münâsebetler hakkında); Works issued şu hitabından anlaşılmaktadır: ,,al-cUzzâ sizinle de­ by the Hakluyt Society 'nin X L , cildi (18 7 3 ): ğil bizimledir" (Tabari, 1, 1418; krş. buna mukabil; Barbaro, Contarini ( Uzun Haşan 'm topraklan Ibn Hişâm, s. 582’de: Ayağa kalk Hubal); aynı şey hakkında bir zeyille birlikte), Zeno ’nun seyahat­ Ibn Hişâm s. 145 ’te Zayd b. *Amr ’m ,,cUzzâ ile lerinin ve aynı zamanda Angiolello ’ nun hâtıra­ iki kızı" ’ndan bahsettiği bir şiirinden de anlaşıl­ larının İngilizce tercümesini ihtivâ eder (B u maktadır, bununla al-Lât ile Manât’ın kasdedilmiş maddede Venedikli seyyahların bu tab 'indim olması mümkündür. Asıl Arabistan ’ın dışında, 'U zzâ ’ya, HIra ’daki faydalamlmıştır.); Jorga, G O R (Gotha, 1909),



ü M . Labml 'ler tapınıştır. Munzİr IV . onun adına yernin eder (K itâb al-Ağânt, II, 2 1, aşağıdan 5 ) ve ffamâsa, s. 1 1 6 ’ya göreLa{jmî 'lerin emîriNu'mân, bir kavgayı bastırmak üzere adamlarını onun yanı­ na gönderir. Burada ona tapma korkunç bir şekil arzeder. Munzir IV., ona 400 esir rahibeyi ve başka bir vesile ile esir aldığı Cafni ’li Haris ’İn bir oğlunu kurban etmiştir. Ayrıca 'U zzâ adı nâdir de olsa Süryânîlerde de ge­ çer. N ilu s’un bildirdiğine göre, umûmiyetle bun­ lar ‘ Uzzâ ’nın yerine Sinai manastırını basan Yahudiler gibi, Kavkabiâ „dişi yıldız“ tâbirini kulla­ nır ve bununla bilhassa sabah yıldızını kasdederler. Arapların genç Theodulos’u sabah yıldızına kur­ ban etmek istemeleri bu görüşe uygun düşmekte­ dir. Bununla ‘ U zzâ ’nın mâhiyeti ortaya konmuş sayılabilir. Ancak bu arada mühim olan, bu sûretle bu ilâhe hakkında saf Arap görüşünün mü, yoksa hem-hudut memleketlerde iki ayn görüşü uzlaş­ tırmak gibi bir tutumun mu bahis konusu olduğu husûsudur. Aynı sual 'U zzâ ’nm „Göğün kraliçe­ si” ile aynileştirilmesinde de ortaya çıkmaktadır. (Jer. [E rem ia ? ], V II, 18; X L IV , 17— 19 ; Antakyah Isbâk, Opera, nşr. Bickell, I, 210, 220, 244), Bu ad Süryânîlerde geçmektedir; aynı şekilde Ere­ mia 'da kadınların damlarda kurban edilmesine dâir verilen bilgilerle, tshâk 'da Araplar hakkında zikr edildiği gibi, bu ilâhe adma Arapiarda çörek yapıl­ dığı sâbit olmaktadır (aynca bk. Wellhausen, Res­



İslâm Ansiklopedisi



$



te, s. 4 1 ). Fakat bütün bunların yabancı bir yerden alınmış olması mümkündür ( nitekim Eremia *da ge­ çen Kavvântm tâbiri, Asurca Istar *a tapmakla ilgili Kamana ‘ya bağlanabilir ).



Bu sebeple, ‘ Uzzâ *n;n



Arapça *da ifâde ettiği kesin mânanın çözülmemiş olması tabiîdir. Mekke 'nin zaptından sonra Peygamber ‘ Uzzâ mabedini tahrib etmek üzere kjalid b. al-Valîd 'i gönderdi. Burada son râhip olarak, Vâkidı 'ye göre, Aflab b. Naşr al-Şaybânî; İbn al-Kalbî ye göre ise, Dubayya b. Harına bulunuyordu. Bundan son­ ra bu ilâheye tapmak ortadan kalktığı gibi ‘ Uzzâ ile teşkil edilen bas adlar da kullanılmaz oldu. Fakat ‘A ziz, A llah'ın isimlerinden biri olduğu için buna tekabül eden ‘A bd aI-‘Az!z erkek adı olarak devam etmiştir. Bibliyografya : İbn al-Kalbî, trc. Wellhausen, Reste arabischen Heideattam, s, 34— 45 î İbn Hişâm (nşr. Wüstenfeld). s. 55, 145, 7, 206, 2, 839, 871, 6 (krş. II, 4 6 ); Vâkidl (trc. Wellbausen), s. 350 v.d.; İbn Sa‘d (nşr. Sacbau), I, 5, 99; Tabarİ (nşr. de Goeje), I, 1648 v.d.; Yâküt, Mu°cam (nşr. Wüstenfeld), I, 296; III, 664, s; IV , 769 v.d.; Land, Anecdota Syriaca, III, 24, 247; Prokopius, Debello Pers., II, 28; Rothstein, ö te Dyrmtie der Lakhmiden in Bira, s. 81 v.d., 14 i v.d. ( F r . B u Hl .)



F .7



ÜCDE.



U C D A , Fas 'in şarkında, Cezayir sınırına



8 mil uzaklıkta, büyük Angad ovasımn cenûbunda bir şehir olup, M ağrâva [ b. bk. ] Berberi kabileleri topluluğunun



büyük



Zenâta kabilesi reisi Z îrl b.



istihkâmları da tâmir ve takviye edilmiştir ( IÇirfâs, s, 203; trc. s. 19 4 ). Bununla berâber, ancak „M erkezî M agrib’ i U zak M a g rib ’den



ayıran sınır kalesi"



( îb n



hjaldü n )



Şehrin kurulmasına yol açan hâdiseleri şöylece hu­



U cd a, husûsiyle cA b d al-Vâdid ( 1er ) ’in Tlem sen f b. bk. 1 ‘de yerleşmelerinden sonra, sevkülceyşî mü­



lâsa edebiliriz. Şanhâca ile Zenâta arasındaki savaş



him bir rol oynadı. Tlem sen hükümdarlığına bağh



sırasında, Zenâta, M ağrib al-Akşâ sınırına kadar



bir şehir olarak U cd a, Fas M erînîlerinin, ırsî düş­



'A tîy a tarafından 384(994) senesinde kurulmuştur.



püskürtüldü. Kurtuba Emevîîerinin taraftarları, hu­ sûsiyle Veziriâzam



îb n A b ı cÂmİr aî-M anşür dev­



rinde Berberistan ’da imparatorluğun siyâsetini hâlisâne müdâfaa ettiler. Bilhassa faydalı bir müttefik olduğunu iddia eden Zîri b. ’A tîy a al-M ağrâv! ’nin, kabilesiyle Fas şehri civârmı işgal etmesine göz yum uldu. O da, fırsatı değerlendirerek Zenâta *mn başka bir kolu olan Banü Ifran’ı, yerleşmiş bulun­ duğu F as şehrinden çıkarmaya muvaffak oldu. Z irl b . cA îîy a aî-M ağravî, siyâsetini beğenmediği, Endü­



manlarının



topraklarını



işgalleri sırasında onların



hücumlarına ilk mâruz kalan yer oldu. 670 ( 1 2 7 1 ) ’te M erîni A b ü Yu su f, U cda yakınlarında Tlem sen hükümdarı etti;



Yağm orâsan’ı yenerek şehri yerle bîr



M erîni A b ü



YaTjüb 695 ( 1 2 9 6 ) ’te



kendi



sınır şehri olan T a ü rîrt’i tahkim ederek U c d a ’yi ele



geçirip istihkâmlarım yıktırdı. Ertesi senede,



müstakbel seferlerinin bir üssü hâline getirmek iste­ diği anlaşılan U c d a ’y i yeniden inşâ edip, burada bir



saray, bir kale ve



olan )



büyük bir câmi



( ihtimâl ki



hâlâ mevcud



yaptırarak 8 sene süren



lü s Em evî vezirine tam bir güveni olmadığı, aynı



Tlem sen kuşatmasına başlamıştır. 7 1 4 ( 1 3 1 4 ) ‘te



zamanda Fas çevresinde ve şehrinde kendisini em­



M erîni A b ü Saeıd, mukavemet gösteren U cda *ye



niyette hissetmediği cihetle, kabilesinin gerçek sâhası



karşı şiddetli bir hücuma geçerek, şüphesiz garni­



olan M erkezî M ag rîb ’e yaldaşmak arzusuyla, 384



zonu hareketsiz hâle getirmek maksadıyla,



( 9 9 4 ) 'te



U c d a ’yi inşâ ederek orasını askeri bir



karşısında bir müfreze bırakıp kendisi Tlemsen* e



garnizon hâline getirdi; servetini oraya taşıyarak, ak­ rabalarından birini buraya vâlî olarak tâyin etti. 4 34



doğru ilerlemiştir. Abul-I^asan, U cda ’y i 735 (1 3 3 5 ) *te kuşatıp ele geçirerek istihkâmlarını yıkmıştır.



(10 33)'te Banü İfra n ’ın, Fas şehrini yeniden işgal



Tlem sen



etmesi sebebiyle Z îri ’nin haleflerinden biri olan



zaptedilip, U cda de onların eline geçince, mıntı­



772



( 1371 ) ’de



M erm iler



şehrin



tarafından



A m ir Hammâma ’nin U cda ye sığınmasıyla şehrin



kadaki Arap kabileleri, malına mülküne el kon­



kurucusunun uzak görüşlülükteki isâbeti ortaya çık­



muş olan BA b d aî-Vâdid Terin tarafını tutarak şeh­



tı. a l-B akri’ye göre, X I.



( 440 ~ 1048 ’den sonra ) Urtağnlm ( ? ) reislerin­



ri kuşatmışlardır. Büyük M a'kil kabilesinden olan bu ZavI cU bayd



den biri tarafından duvarla çevrili yeni bir mahalle



Allah Arapları, bu durumda Tlem senlilerin dâvaları­



esas şehre katılmıştır. Ulu-câm ii ise bu iki kasaba­



nı destekleseîerdi durum böyle olmayacaktı. Çünkü



nın dışında idi. M urâbıtlarııı genişleme devrinde, Yûsuf b. Tâşfîn



onlar uzun bir süre M erm ilerin tarafım tutmuşlar



472 (10 7 9 ) 'de Ucda ’yi zaptetmiş, X I I. asrın orta­



ciddî bir tehlike olmuşlardır.



asm» ortalarına doğru



larında ise burası bir Muvahhİd şehri hâline gelmiş­ tir. Muvahhidı al-Nâşir’ın hükümdarlığı sırasında Banü Gâniya, Murâbıtların nüfûzunu tekrar te’sis et­ mek gayesiyle Cenûbî T u n u s’tan gelip tahribâtım Tlemsen mıntıkasına kadar sürdürünce Ucda ’nin



ve bu devletin sınırlarında eA b d al-Vâdid Ter için Mıntıkadaki Arap v e Berberi kabileleri Cezayir­ ’deki T ürklerle Fas sultanları arasında X V I. asır­ dan başlayıp X I X . asrın sonlarına kadar süren sa­ vaşlara tamamen katıldılar. Şehrin içinde de her iki tarafı destekleyen kabileler vardı. Bu arada, hâkimi­



ÜCDÊ yet bir elden diğerine geçmiş, ancak bunlar sâdece istikrarsız ve fâsılalı nisbî iktidarlar olmuştur. „Magrib ’de âsâyiş hüküm sürerken ve sultanın fer­ manları tamamıyle icrâ edilirken, Ucda, imparator­ luğun bir parçasını teşkil etmiştir. Memleket, eğer aksine karışmış ve hükümdarların gücü zayıflamış ise Ucda, Tlemsen eyâletine bağlanır ve Türklere itâat ederdi.“ (V o in o t), Bu uzak eyâlette şerif sultasının ciddiyetle te’sis edildiği nldîr dev­ relerden birisi, Araplan Fas ’m cenûbundan Ucda*ye getiren, onları cîş [ bk. mad, CEYŞ ] hâlin­ de tanzim eden, şehrin müdâfaa unsurlarını kuvvet­ lendiren ve çevresinde birçok fcasba '1ar inşâ eden ve ova kabilelerini teşkilâtlandıran Mulây Ismâ'îl ’in hükümdârhğı zamanıdır (1082 — 1 1 3 9 = 1 6 7 2 — 1727). Onun ölümünden sonra ülkede emniyetsiz­ lik ve anarşi yeniden baş göstermiştir. Türkler tek­ rar zuhûr etmişlerdir. Nihâyet 1795 ’te Ucda ’yi Fas idâresi altında bırakacak olan şerifin bir m üf­ rezesi şehri hâkimiyeti altına almış ve orada bir câmil ( vâli ), sultanı temsil etmiştir. 1844 'te Isly savaşından sonra şehir, sultanın cAbd al-lfâdir ’e yaptığı yardım yüzünden cezâ olarak kısa bir süre içîn Fransızlar tarafından işgal edilmiş, 1859 ’da da Fransız askerleri tekrar ortaya çıkmış ve şeh­ ri 1907 'de zaptetmişlerdir. Eski Fas şehirlerinden biri olan Ucda, mabaliî idarenin yokluğundan dolayı gümrük kaçakçılarının ve Cezayir kanunlarından kaçanların sık sık uğradığı bir yer hâline gelmiş iken, şüpheli bütün unsurlar­ dan temizlenmiştir. Kendi surları içinde sıkışmış olan Ucda, ancak 1896 ’dan bu yana etrafına yeni mahalleler ve güzel bahçeler inşâ edilerek gelişti­ rilmiştir. Şehrin nüfûsu mülhakatıyla birlikte 1971 sayımına göre, 634.000 civânndadır. Bibliyografga : al-Bakrü, Description ■ de l'Afrique septentrionale ( nşr. de Slane ), C e­ zayir, 19 11, s. 77 v.d.; trc. J A , 1859, II, 160; îbn hjaldün, Histoire des Berbères (nşr. de Slane ), II, 44; trc., III, 243 ve tür. yer.; îbn Abî Zar", Ifirlâs ( nşr. T om berg), s. 65; trc. s. 89 ve tür. yer.; Aug. Bernard, Les confins algéro-marocahvs (Paris, 1 9 1 1 ); L . Voinot, Oudjda et l'amalat (O ran, X912); H. Saladin, Beaulaincourt’un Bulletin archéologique, 1910, s. 224 v.dd. ’dekî Les monuments d'Oudjda makalesine dayanmak­ tadır; G . Marçais, Manuel d'art musulman, II, 481, 558 v.d.; P. Ricard, Le Maroc ( Les guides bleus). ( G . M a r ç a is .) Ü M E Y Y E . U M A Y Y A , b. ‘A bd Ş am s, M e k k e ­ ’d e K u r e y ş ’ İn en m ü h i m k o l u o l a n E m ev î l e r i n c e d d İ . Şeceresi (U m ayya b. eAbd Şams b. Manâf b. Kuşay ) ve nesli Wiistenfeld ’in Geneal. Tabelîen, U , V ’inde gösterilmiştir. İsmi kendi ka­ bilesine alem olmuş diğer bütün Arap kabile ve aşiretlerinin mühim cedleri gîbi, onun da hakîki



Ü M EYYË. hüviyeti yahut hal tercümesine dâîr- nakledilen tefer­ ruat ihtiyatla karşılanmalıdır. Bununla beraber ri­ vayetlere karşı çok şüpheci bir tavır takınmak, bun­ lara olduğu gibi inanmak kadar yanlış olur. Emeviler, isfâmiyetin başlangıcında yaşadıklarına göre, ced­ leri Umayya ’den üç batın sonra gelmişlerdir ( msl. Abü Sufyân b. pîarb b. Umayya ). Bu itibarla Umay­ ya ’nin tarihî bîr şahsiyet olması ihtimâlini reddeden hiçbir delil olmadığı gîbi, rivayetlerde onun efsâ­ nevî bir kimse olduğuna yahut böyle bir ismin sonradan uydurulduğuna dâir inandırıcı herhangi bir husus da yoktur. Umayya ismi, Arap ad koyma ananesinde sık rastlanılan ve hem şimâl hem de cenup kabilelerinde kullanılan bir isimdir. Emevîlere muhalif çevreler bu kelimeyi ( câriye mânasına gelen „ama" kelimesinin ism-i tasgiri) bir lekab saymış­ lardır. Kelimenin aslî şekli olan „Banü Ama’ ‘ yi bir kabilenin adı olarak da görmekteyiz ( bk. îbn D urayd, KitSb al-iştikpk, s. 34). Umayya, Hâşim b. °Abd al-Mutfalib ’¡n amcazâdesi idi ve rivâyette nakledildiğine göre Hâşim ‘in nüfüzunu kıskandığından onu, hakemliğini Huzâca kabilesinden bir kâhinin yaptığı munâfara [(haseb, neseb ve şeref husûsunda atışma)] ’ye dâvet etti. Yenilen Umayya [ önceden kararlaştırılan munâfara şartlarına göre, elli deve vermek v e ] on sene müd­ detle Mekke ‘yi terketmek zorunda kaldı ( bk. alTabarî, 1, 1090; îbn Sa'd, I/ı, 43 v.d. ). Bu rivâyet sâdece Arap imparatorluğunda, hicretin birinci ve ikinci asrındaki siyâsî mücâdelenin merkezini teşkil etmiş olan Emeviler ve Hâşimîler ( Al i taraftarları ve Abbâsîler ) arasındaki rekabetin ( krş. al-Makrîzi, al-Tanâzu5 va'l-tabâşum fbm â bayna Bani Umayya i)a Bani Hâşim, nşr. Vos, Leyden, 1888 ) ilk tezâhürüdür. Bu tamamıyle âlimane bir menşe’e dayanan bîr efsane görünümündedir Nitekim Umayya ve yeğeni 'A bd al-MuJtalib b. Hâşim *in ve diğer K ureyş kabile reislerinden müteşekkil sefaret erkânının Himyerî hükümdarı Sayf b. ZI Yazan ’e onun Habeşlileri mağlûb edişinden sonra elçi olarak gidiş­ lerine dâir rivâyet de ( al-Azrakî, Kitâb ahlar Mekka, nşr. Wüstenfeld, I, 99; al-Ağânl, X V I, 75— 7 7 ; îbn cA bd Rabbihi, al^fhd al-farîd, Kahire, 1293, I, 131— 133 [ „emsal" e dâir te’iiflerde Marljaban ’in şerhi münâsebetiyle verilen tarihî bilgiler ] v .s .) yalmz Kureyş ’in itibârını yükseltmek ve islâmiyetin gelişini önceden haber vermek gayesine mâtufdur. Mekke sokaklarında oğlu Abü cAmr*a dayanarak dolaşan zayıf ve son derece geçkin bir ihtiyar olan Umayya ’yi güya görenler olduğuna dâir rivayetlerin doğruluğu da bizce oldukça şüphelidir ( tarihçi Hayşam b. 'A d î ’ye göre Abü cAmr hakikaten Umay­ y a ’nin sonradan evlâd edindiği kölesiydi; bk. alTabarî, I, 967; al-Ağânî, I, 7 v.d .). Tarihî kaynaklara (al-Azrald, s. 7 1 v.b.) göre Umayya, babası cAbd Şams gibi savaşlarda Mekke ordusunun, sonradan oğlu H arb’e ve torunu Abü



ïo â



Ü M ÈŸYÈ .



Sufyan ’a intikal eden kumandanlığım (o/-£tt/ada) yapıyordu. Yukarıdaki ifâdeden bunun devamlı bir askerî vazife olarak telâkki edilmemesi (b u daba ziyâde ihtiyaç anındaki bir vazifelendirmeye benze­ mektedir ) gerekir ise de, Umayya'nin oğullan yara sıra askerî liderlik yapmış birçok diğer kabile men­ suplan ve hattâ halîfeler ( bu hususta bk. Lammens, V Arabie occidentale avant l'Hégire, Beyrut, 1928, s. 273— 293 ’deki Les „Abıâbîs“ et l'organisation mili­ taire de la Mecque ) bulunmasına rağmen ve keli­ menin ( Riyada ) orduya harp sâhasında bizzat ku­ manda etmekten ziyâde Cumhuriyet İdâresinin askerî mes’elelerini idâre etmek mânası da dikkate alı­ nırsa, Umayya ve oğullarının deruhde ettikleri askerî liderliğin devamlı bir vazife olduğu husûsundaki ifâde doğru olarak kabûl edilebilir. Esâsen Umayya oğullarının hiçbiri, ne askerî ve ne de siyâsî teşki­ lâtçılık kabiliyetinden mahrum idiler. îslâmiyetin başlangıcında Banü Umayya Mekke ’de en kuvvetli kabile olarak görünür. A°yâş ve Anâbisa (b u âilede sık tesadüf edilen A n b a s a ’mn nisbe isimlerinden yapılan cemi şekli) adlı iki ana kol tarafından temsil edilirdi. Birinciler müşterek cedlerinin, adlarındaki kök harflerinin aynı veya benzeri olan ( adlandırma an’anesinde sık rastlanan telmüle göre) bir isim taşıyan (:A b u ’l-cîş, al-cUvayş, alA ş î, Abu ’1- şI) bir oğlundan geldiklerini iddia ediyorlardı. Diğerleri Harb' in, Abü fcîarb, Sufyân ( onun isminden meşhur Abü Sufyân b. Harb 'in amcası Anbasa ) cAmr ve Abü A m r ( isminin Zakvân olduğu söylenen bu sonuncu, yukarıda da zikredildiği gibi, muhtemelen Umayya ’nin bir evlâtlığı idi ) ’m âileleri tarafından temsil edilirdi. Abu’l ş î ’nin oğullarından biri olan aî-Hakam ’den, Marvân b. al-ffakam yoluyla, onun halefleri olan Emevî Halîfeleri aynı zamanda Endülüs emirleri (sonradan halîfeleri) gelir. Halîfe âilesinİn bâzı kollan Mısır ve îran ’da yerleştiler. Âilenîn biiyük bir kısmının h. 132 ’de Abbâsîler tarafından katle­ dilmesine rağmen bâzısı bayatta kaldı. Bunlar ara­ sında Marvân î. ’ın kardeşlerinden birinin oğlu olan, Kitâb al-Ağânî müellifi Abu’l Farac al-lşfahânî vardır. Kendisinin şîî görüşleri, mensûbu ol­ duğu âileninkine tuhaf bir şekilde zıd düşmekte idi. A b u ’1-A ş ’m bir başka oğlu olan A ffâ n , Halîfe 'O şm ln ’m babası idi; onun torunlan pek çoktur ( bun­ lar arasında şâir al-'Arcî vardır; bk. al-Ağânî, s. 153— 166 ) ve onların birçoğu Emevîler devrinde mühim vazifelerde bulunmuşlardır. A ş b. Umayya neslinin en meşhur sîmâsı, Halîfe cOşmân devrinde Küfe valiliğinde bulunan ve haince harekâtı, halîfeye karşı isyan sebeplerinden biri olan Sa'id b. a î-A ş b. Sa'İd b. a l-A ş ’dır. Abu’l-'îş kolu da, hepsi Asid b. A bi’I-'îş 'dan gelen Emevîierin hüküm­ ranlığı sırasında birçok mülıim şahsiyetler yetiş? tirmiştir. Anâbisa koluna gelince, onun en meşhur erilesi



şüphesiz Harb soyundan gelendir. Harb ’in oğlu islimin başlangıcında büyük bir rol oynayan Abü Sufyân ’dır. O , kısa zamanda oğlu Mu'âviya yoluy­ la Yazîd 1. ’in oğlu Mu'Sviya II, *de son bulan Süfyanî halîfeleri sülâlesinin kurucusudur. Yazîd’în bir başka oğlu Hâlid ’in Arap simyasımn kurucusu olduğu söylenir; yine Yazîd ’in bir torunu Abü Muhammed Ziyâd b. A b d Allah b. Yazîd al-SufySnî, Medine *de 132 senesinde Abbâsîler tarafından katle­ dilmişti ( al-Tabarî, III, 54 ). Halîfe cOmar ’in za­ manında Suriye ordusunun kumandanlığında M u“âviya ’ nin selefi olan Yazîd b, A bi Sufyân hiç oğul bırakmadı. Abü Sufyân’m diğer oğullan ‘ Utba, Anbasa, Yazîd, Muhammed ve A m r ’dan yalnız ilk ildsinin zurriyeti devam etti. Banü Umayya ’nin diğer bir kolu, yukanda işâret edildiği gibi, Umayya*nin öz babası olup olmadığı husûsunda şüphe bu­ lunan A bü A m r b. Umayya ’den gelen koldur. Bunlar arasında Halîfe “Osman zamanında Küfe vâlisi olup sonradan hilâfeti sırasında Mu'aviya ’nin yakınlığını kazanan ve bir şâir olarak da tanınan al-Valîd b. “Uijba b. A bî Mu'ay* b. A bî “Amr (alÂğâtd, IV, 175— 190) vardır. Babası ‘ Ukba, Bedr harbinde hapsedilmiş ve Peygamber’e, M ekke’de islânu tebligâtı sırasında yaptığı affedilemiyecek derecede ağır hareketler sebebi ile, ölüme mahkûm edilmişti. Babanın bu utanç verici hatâsı, evlâtlarına çok ağır gelmiş, zaman zaman ve bilhassa Emevîtere karşı A li taraftarlarının münâkaşalarında sık sık hatırlatılmıştı. al-Valîd ’in bir oğlu Abü Kapfa A m r de bir şâir idi ( al-Ağam, 1, 7— 18 ). A bü A m r kolundan gelenlerin hepsi de Irak ve Elcezîre ’de yerleşmişlerdir. Bibliyografya : İbn Durayd, Kitâb al-iştikök ( nşr. Wüstenfeld), s. 45— 50, 103 v.d.; İbn al-Kalbî, Camharat al-ansâb, Brit. Mus., nr. 23, 297, var. 11-— ı8 a, Şu eserde de geniş mâlûmat vardır: H, Lammens, Etuies sur le regne de Mocöoia /«r ; ayn. mil., Le califat de Yazîd Br ( M F O B , I - V I). (G . L e v i D ella



ÜM EYYE. Alla h



b. ab!



UM AYYA, R abP



b.



b



. A b î ’ l- Ş a l t



v id a



.)



A bd



A v f a l - § a k a f î , gakîf



kabilesine mensup bir şâir olup. Milâdî V I. asrm sonlarında ve V II. asrm ilk yansında T âif ’te yaşa­ mıştır. Mekke ’nin nüfûzlu Şilelerinden birine men­ sup olan annesi Ruljayya, Kureyşliterden A b d Şams b. A b d Manâf ’m kızı idi. Muâsırlan ve daha eski şâirler arasında Umayya, bir dereceye kadar şehirli hüviyeti taşıyan, kitabî kaynaklarla ilgisi ol­ duğu anlaşılan ve şiirlerinde dinî mevzulara yer veren, nâdir şâirlerden biridir. Umayya baklanda oldukça bol rivâyet nakledil­ miştir. Ancak bunlara birtakım menkabevî unsurlan n kanştınldığı anlaşılmaktadır. Bu menkabelerden ve şiirlerinden anlaşıldığına göre, islâmiyetten ön­ ceki semâvî dinler hakkında bilgisi bulunan, put­



ÜMEYYE. lara tapmayı reddeden şâir, îbrâhim 'in getirdiği dînin devamı kabul edilen flanifiya [bk. mad. HANÎF] ’nin mensuplanndandı. Bu bakımdan islâmiyete yakın bir inanış taşımasına ve Peygamber *in muâsm olmasına rağmen islâma girmeyişi, onun, Arapların arasından bir Peygamber geleceğini eski semâvî kitaplardan okuyup, kendisinin nebîlik he­ vesine düşmesi yüzünden, Peygamber'i kıskanması ( a!-Ağam, III, 1S7; IV3, 132), aynı zamanda islâma karşı cephe alan Mekkeli Kureyşlilerle olan yakın alâkasıyla izâh edilmiştir. Nitekim M ekke’nin nü­ fuzlu sirtolarından tâcir 'A b d Allah b. Cud'ân ’ı medheden Umayya, Bedr vak'asmda ölen ve ara­ larında bâzı yakınlarının da bulunduğu müşrikler için mersiye söylemiştir. îbn Hişâm ( al-Sira, II, 30— 3 2 ) vâsıtasıyla intikal eden bu mersiyenin rivâyetini Peygamber yasaklamıştı. Umayya, 10 (632 ) ve daha kuvvetli bir rivâyete göre 8 (6 3 0 ) yılında öldü. Babası Abi’I-Şalt 'A bd Allah ile, U m ayya’nin dört oğlundan al-Çâsim ve Rabl'a da şâirdiler. Umayya, san’atkâr olarak çok eskiden heri bü­ yük bir takdir görmüştür. Onu „insanların en büyük şâiri“ olarak vasıflandıran şâir Kumayt (ölm . 12 6 = 74 3 ), „0, bizim gibi söyledi, halbuki biz onun gibi söyliyemedik" demişti ( al-Ağânl, III, 18 7= IV3, 122). Kumayt bu değerlendirme­ sinde her halde bedevî şâirleri kasdetmîş olmalı­ dır. Nitekim Abü ‘ Ubayda ( ölm. 210 = 825 ), „Şehirlilerin en büyük şâirlerinin Yaşrib (M ed i­ ne ) ’liler olduğu, sonra 'A b d K*ys» sonra da Şakif kabilesi şâirlerinin geldiği, Şakif ’in en kudretli şâi­ rinin de Umayya b. Abi *1-Şalt olduğu kanâatinde Araplar birleşmişlerdir.“ demişti (göst. yer.). Eski şâirlerin birçoğunda olduğu gibi, Umayya’nin de şiirlerinden kalan ve ona nisbet edilen par­ çalara bakarak bu hükümlere katılmak güçtür. Onun şiirlerinin büyük kısmının çok erten devirde kay­ bolduğu anlaşılmaktadır. Nitekim al-placcâc (ölm . 95 “ 7 1 4 ), artık Umayya ’nin şiirlerini bilenlerin kalmadığından yalanmıştı, al-pkccâc ’m buna dâir sözünü ( al-Ağârıl, III, 188 = IV3 , 12 3 ) al-Madâ5inî ’den nakleden, ensâb ve (¿¡bâr âlimlerinden ve büyük râvîlerden olup Al/bâr Umayya adh bir ese­ rinden de bahsedilen ( İbn al-Nadim, K . al-Fihrist, nşr. G . Flügel, Leipzig, 1872, s. m ) Zubayr b. Bakkâr ( ölm. 256 = 870), her halde, şâirden o devre intikal eden şiirleri bilmiyor değildi, alAşma'î ( ölm. 216 = 831 ) ’den öğrendiğimize ( Fuhülât al-ştfara, s. 500) göre, muâsırlanndan Vahb b, Carîr, babasının, Umayya *nin 300 kasi­ desini derlediğini söylemişti. Umayya ’ye nisbet edüen parçalan verirken kullandığı ifâdelerinden, ibn Hişâm ( ölm. 218 = 833 ) ’m da böyle bir mec­ muaya sâhib olduğu anlaşılmaktadır. Daha sonra Mubammed b. Habîb ( ölm. 245 = 860), Umay­ ya ’nin dîvanını şerh etmişti. Fazla yayılmadığı an-



Kri



îaşılan bu eserden, 'A bd al-Kädir b. 'Omar alBağdâdî ( ölm. 1093 «= 1Ğ82 ) faydalanmıştır ( l}izSnat al-adab, I, 120, 122 *= I2, 228, 230 v .d .). Fakat bugün bu çalışmalar mevcut değildir. Fried­ rich Schulthess, Umayya ’ye isnâd olunan şiirleri büyük bir sabır ve titizlikle bir araya getirmeğe çalışırken adı geçen eserlerin hiçbirini bulamadı. Dile, edebiyata, tarihe, hâl tercümesine v.b. dâir çok çeşitli kaynaklarda dağınık olarak bulunabilen, bir kısmı şüpheli isnadlarla veya farklı rivâyetlerle yayılmış parçalan topladı ( Umajja ibn Abiş Sail, Orientalische Stttdien, Th. Nöldelie gewidmet, 1906, s. 71— 89 ve bilhassa Umajja ibn Abiş Salt, die... Geclichtfragmente, Leipzig, 19x1). Notlarda verdik­ leri hâriç, 569 beyit tutan 83 parçanın metnini ve Almanca tercümesini ihtivâ eden bu sonuncu eserdeki şiirlerin büyük kısmı, uzun kasidelerden kalmış bir veya iki beyittik parçalardır ve an­ cak 7 tanesi 20 beyitten fazla olup, bunlann da yalnız 3 ’ü 40— 50 beyittik kasidelerdir. E. Power, Schulthess ’in ilk tedkikine bâzı ilâveler yapmış ( The Poems o f Umayya b. Âbi 'l-$alt, Additi­ ons, Suggestions and Rectifications, M F O B , 1906, 1, 145 v. dd.), daha sonra Başîr Yamüt, yine Umay­ ya ’den kalan şiirlerden bir Dtoân ( Beyrut, 1352 =■ » X934) tertip etmiştir. 500 beyitten ibâret olan bu mecmuadaki parçalardan bir ktsnu Schulthess’in derledikleri arasında yoktur. Um ayya’ye isnad edilen şiirlerin tedkîkinde kar­ şılaşılan mes’eîe, sâdece bunlann büyük kısmının bugün etimizde bulunmayışından ibâret değildir. Kalabilen bu dağınık parçaların bir kısmının ne dereceye kadar aslî şekillerini koruyabildikleri, hat­ tâ bâzılannın ona âit olup olmadıkları hakkında da farklı görüşler ileri sürülmektedir. Bu şüpheler, oldukça eski vâkıalara dayanmaktadır. Meselâ al-Nâbigat al-Ca'dî (ölm . 50 = 670), bir kasidesinin Um ayya’ye isnâd edildiğini daha sağlığında gör­ müştü (al-Cum abî, s. 106 v.d.). Hicretin ikinci asımda, başkalarına âit birçok şiirin Umayya ’ye veya onunkilerin başkalarına isnâd edildiğini, bâzı şiirlerinin bozulmuş rivâyetlerinin bulunduğunu, îbn îshâk ’tan naklettiği parçalan verirken İbn Hişâm ’m yaptığı isnâd ve rivâyet düzeltmeleri açıkça gösterir. Um ayya’nin bugün mevcut şiirlerini, muhtevâlan bakımından iki grupta mütâlaa etmek müm­ kündür: a) Medih, risâ, fakr gibi mevzulara dâir olup bedevî şiirlerin geliştirdiği, eski Arap şiirinin an’anevî karakterini aksettirenler. Bunlar, diğer Câhiliye devri san’atkârlannm eserlerinden farklı değil­ dir. b) îki nci bir grupta toplanabilecek şiirleriyle Umayya, dinî duygulara karşı alâkasız görünen, sâ­ dece zamanın devamlı akışı ve dünyanın, geceler, günler ve mevsimlerle yenileniş! içerisinde, in­ san hayatının kısa ve çaresiz fâniliğinin ifâdesi et­ rafında gelişmiş, müşterek bir felsefesi olan esiri şâir­ ler arasında, çok farklı bir hüviyet gösterir. Ona



103



ÜMEYYE — ÜMMET.



îsnâd edilen bu gruptaki şiirlerde, âhiret ve âlemle­ 1378--1976, II, 5° 7— 5 r4, ayrıca bk. indeks; Abu rin yaratıcısı bir tek Allah İnancı telkin edilir; yerin Bakr Mufıammed b. Dâvüd al-îşbahânî, K . alve göğün yaratılışından, meleklerden, hesap günün­ Zahra ( nşr, J . al-Samarrâ’ I ve Nürl H . al-Kaysî), den, cennet ve cehennemden, semâvî kitaplarda ib­ Bağdad, 1294 = 1974, It, 22— 27, 29— 31, 83. ret olarak geçen 'Â d ve Şamüd kavimlerinin al-Aşmasî, Fukulât al-ju'arS1 (nşr. Charles âkıbetlerinden, tûfan hâdisesinden, enbiyâ kıssala­ C . T orrey), Z D M G , 1911, L X V , 500; lbn rından v. b. bahsedilir. Mev’ize ve nasihat tarzın­ Sallâm al-CumaJjî, Tabakat al ş if ara' ( nşr. Maljdaki parçalarda bâzı fabl'let yer alır. Ihtivâ müd Muhammed Şâkir), Kahire, 1952, s. 220— ettikleri Arâmî birtakım nâdir kelimeler eski 224; lbn Kutayba, K . al-şFr Da'l-şu^ara? ( nşr. lügat âlimlerinin de alâkasını çekmiş olan ve Afımed Muljammed Şâkir), Kahire, 1364— 1369, bilhassa mevzûlarıyla Umayya ’ye en bâriz husûs. 429— 433; Abu'I-Farac al-işfabânl, K . al-Ağâni siyetini veren bu şiirler, çeşitli iddiâ ve görüşlerin (Bulak, 1285), III, 186— 193; X V I, 71— 81 • ortaya atılmasına yol açmıştır. Meselâ Cl. Huart, Kahire, 1931 ( = A ğ3. ) , IV, 120— 133; Abü Umayya ’nin bu şiirlerini Kur ân ’in kaynaklarından ‘ Ubayd al-Bakrî, Sirnf al-hfâlî ( Kahire, 1354 = biri olarak görmek istemişti ( Una nouvelle scurea da X93'nin nezâret ettiği bir müessese vardır. Bununla berâber İslâm mahkemelerinde vazifeli kadılar, Har­ tum 'daki Gordon College mezunlarından seçilir, 1934 ’te Umm Durman 'da laik tedrisat için, misyon teşkilâtlan ve husûsî teşebbüs tarafından destekle­ nen birçok okullar yanında, bir devlet ortaokulu ve birkaç kuttâb (devlet ilkokulu) vardı. [Hâlen Sû­ dan hükümeti, misyoner teşekküllerinin çalıştırdığı maârif ve tıp müesseselerini devam ettirmektedir]. B i b l i y o g r a f y a : Baedeker, Egypt and the Südön, 8. baskı (L eipzig, 1929)? W . S. Churchill, The Ritter W ar ( London, 1899 ); H. A . MacMichael, History o f the Arabs in the Sudan '



107



ÖM MÜ KÜLSÜM.



( Cambridge, 1922 ), bk. indeksi Rudolf von Sla­ tin Pasha, Fire and Sword in the Sudan ( London, 1896 bunun müteaddit baskılan vardır); Report on the Administration, Finances and Condition of tke Sudan ( H. M. Stationery Office, London, 1925 ve sonraki seneler). ( S . HiLLELSON.)



Ü M M Ü K Ü L S Ü M . U M M K U L §U M , P e y ­ g a m b e r ’ in o r t a n c a k ı z l a r ı n d a n o l u p , Zaynab ve Ruftayya [b. bk.] * den sonra doğmuş­ tur. Fâtima ile Umm Kuîşum ’ ün hangisinin daha önce doğduğu husûsunda ihtilâf varsa da, Fâîima'n ın , Peygamber 41 yaşında iken doğduğu bilin­ diğine göre ve Umm Kulşum ’ ün de, peygamber­ liğe me’mur edilmesinden önce Abü Lahab ’in oğullanndan ‘ Utayba ile nikâhlı olduğuna bakılırsa, yaşça en küçüğünün Fâtima olması gerekir. Peygamber ’in, İbrahim hâriç Umm Kulşum ve diğer çocuklarının anneleri Hadîca bint Huvayl id ’dir. Muhtelif kaynakların naklettiği rivâyetlerde, Umm Kulşum hakkında açık ve tertipli bir bil­ gi yoktur; ancak aşağıda belirtilen hususlara, hemen hepsinde temas edildiği görülür: Peygamber, pey­ gamberliğe çağınlmadan önce Rukayya ile Umm Kulşum ’ü , amcası eAbd al-cUzzâ (A bü Lahab)*mn oğullarından ‘Utba ile ‘ Utayba’ye nikâhlamıştı. İslâmiyet ve dolayısıyla Peygamber aleyhin­ deki davranışları dolayısıyla, A bü Lahab ile karısı Umm Camii, Kureyşli müşriklerinde tazyikleriyle oğullarına yemin verdirerek Rulfayya ve Umm Kulşum ’ü boşamaya zorladılar. Nitekim kardeşi 'U tb a ’ nin müslümanlığı kabû! etmesine rağmen, ‘Utayba, Umm Kulşum 'ü daha gerdeğe girmeden boşadı ( bk. Ibn HişSm, al-Slra, nşr. M . aî-Sakkâ% J. al-Abyârî, A . Şalabi, Kahire, i955j I, 652, not I, ‘Abd al-Raljmân al-Suhaylî’ den naklen; aî-Nuvayrî, Nihâyat al~Arab, Kahire, 1923 -1955, X V III, 214 v.d.; Ibn Sa'd, al-Tabakfit, nşr. E, Mittwoch, E. Sachau, Leiden, 1917-1940, V III, 25 v.d.). Umm Kulşum ve Rukayya hakkında, bu boşanma iie ilgili olarak malûmat veren istisnasız bütün mevsuk kaynaklarda, yukardald hususlar dâima tek­ rar edildiği halde, bir künye hüviyetinde oluşuna bakarak Umm Kulşum terkibini lügat mânasıyla „Kulşum ’ün annesi” şeklinde anlamak isteyen ve onun ‘ Utayba ile gerdeğe girip, ondan Kul­ şum adh bir çocuk doğurmuş olması gerektiğini ve bu sûretle bu künyeyi aldığını, hakîki isminin ise hiçbir yerde kayıtlı olmadığım ileri sürenler olmuş­ tur. Ancak, mevcut ve mevsuk en eski kaynakların hepsinde şekilce künyeye benzeyen Umm Kulşum onun adı olarak kullanılmakta, bunun yanı sıra her­ hangi bir isminden bahsedilmemektedir. Ayrıca ‘ Utayba de, A bü Kulşum künyesiyle hiçbir yerde amlmamıştır. Bunun gibi islâmiyetten önce ve son­ ra yaşamış Umm Kulşum ismi altında hal-tercüme-



ïo 8



ÜM M Ü KÜ LSÜ M



leri verilen diğer kadınların hiçbirinin de, künye­ ye benzeyen bu isim dışında başka bir isimleri ol­ madığı gibi, Araplarda künye alabilme geleneğine uygun olarak bunların Kulşum adlı çocuklarının olduğundan da bahsedilmez. Lügat mânasıyla Kul* sum, yuvarlak ve dolgun yüzlü demek olduğuna göre, Umm Kulşum terkibinin, önce künye kurulu­ şunda bir Iekab olarak doğmuş ve sonra isim gibi kullanılmış olduğu anlaşılmaktadır. Bu arada meselâ yine künye şeklindeki Âbü B akr’in de hakîki bir isim olarak kullanıla gelmiş olduğunu hatırlatmak gerekir. Umm Kulşum, boşanmanın vâki olduğu tarih­ ten önce gerdeğe girecek yaşta değildi; zîrâ Pey­ gamber 3° yaşındayken Zaynah ’in, 33 yaşındayken Rukayya ’nin ve peygamberlik geldikten bir sene sonra 4 1 yaşında iken de, Fâtima ’nm doğduğunda ittifak olduğuna göre, Umm Kulşum 'ün, Peygamber 34-40 yaşlan arasında iken doğmuş olması lâzımdır. Buna göre 'Utayba tarafından boşandığı zaman onun 6-7 yaşları arasında olması gerekir. O halde bu ni­ kâh, Araplarda câri olduğu üzere, gerdeğe girme çağına gelinceye kadar (İbn Hacar, al-îşala, nşr. M . Vacîh, 'A . al-fjiakk, û . Kadir, A . Sprenger, Kalküte, 1854-1888, IV, 95°: ilâ lıltjna yahşulu al-tcfahhul) çocukların küçük yaşlarda evlendi­ rilmeleri âdetinin tatbikinden başka bir şey değil­ dir. Bu durumda Peygamberin bir torunu bulun­ duğuna dâir ileri sürülen düşünceler (krş. E l mad. 'UMM KULŞUM) bir esasa dayanmamaktadır. Siyer âlimleri, bu mes’elemn dışında Umm K ul­ şum ile İlgili olarak, 'Oşmân b. 'Affân ile evli olan ablası Rukayya ’nin Bedr gazisi sıralarında vefatı üzerine Peygamber'in vahy ile ( al-clk d al-farli, nşr, A . Amîn, A . al-Zayn, 1. al-Abyârî, Kahire, 1940-1949, IV , 285; îbn al-Aşir, Usd al-ğâba, Ka­ hire, 1286, V , 612 v.d.; îbn Hacar, ayn. esr., IV, 949-951) onu da 'Osman b. 'Affân ’a nikâhladtğım, böylece onun „iki nur sahibi" mânasına gelen ş u ' l-nürayn lekabmı kazandığını kaydederler. Hat­ tâ Umm Kulşum 'ün 'Oşmân ile nikâhlı iken vefatı üzerine Peygamber’in „bir üçüncü (diğer bir rivâyete göre on ) kızım olsa idi, yine de 'Oşmân ’a nikâhlardım" dediğini kaydederler. Umm Kulşum, çocuk doğurmadan Hicret'in 9. senesinin şaban ayında vefat etmiştir. B i b l i y o ğ t a f y a ; Metin içerisinde zik­ redilenlerden başka: bk. Muş'ab b. 'A bd Allah al-Zubayrî, K . nasab Kurayş (nşr. E. L . Pro­ vençal). Kahire, 1953, s. 21 v.d., 231; îbn K u* tayba, al-Ma°ârîf ( nşr, F. Wüstenfeld), .Göt­ tingen, 1850, s. 61, 7 °; al-Tabarf, al-Târifp (nşr. M .J. de G oeje), Leiden, 1879-1901, bk. in­ deksi îbn 'Abd al-Barr, al-!stî‘âb ( Haydarâbâd, 1318-1319), II, 793 v.d.; îbn al-Aşîr, al-Kâmil f i ' 1-târH) (nşr. C .J . T om berg), Leiden, Uppsa­ la, 1851-1876, II, 28, m , 222, 233; III, 148. ( T e v f İk R. TOPUZOĞLU.)



Ü M M Ü ’L -K ÎT Â B . Ü M M Ü ’L -K İT Â B . U M M a l -K ÎT Â B (A.), dinî bir tâbir olup, asıl, direk, kaynak, ana v. b. mâna­ lara gelen umm ile kitâb [ b. bk.] kelimelerinden teşekkül etmiş bir terkiptir. K ur ân ’m üç ayn ye­ rinde zikredilen bu tâbir, Mekke *de nâzil olan sû­ re 13 âyet 9, sûre 43 âyet 4 ’te semavî kitapların, bil­ hassa K ur’ân ’ın aslı, tamamı ve bütünü mânasmdadır ( al-Tabarî, T afslr, Kahire, 1954, IH , 16 9 ,17 i; X X V , 48; al-Zamaljşari, al-K aşşâf, Kahire, 1966, II, 363; 111,4 77; al-RI4 ,2 8 ; Sâ’î, Tezkiretü'l-bünyân (İstan­ ( A t îk ) Valide Sultan hamamı zikre değer. bul, 1315), s. 30— 35, 37, 39, 42— 4 4 ; Osman IX. Ç e ş m e l e r v e S e b i l l e r ; Üsküdar­ Nuri Ergin, Meceüe-i umûr-t belediye ( İstanbul, 1330— 1335), 1, 1208, 1638— 1649; izzet Kumba­ ’da yapılmış olan tarihî çeşmeler 9 0 ’dan ziyâde olup, bunların en eskisi, 952 (1545/1546) ’de inşâ racılar, İstanbul Sebilleri (İstanbul, 1938), s. 17, edilen Rüstem Paşa çeşmesi ¡dİ. Ahmed III. dev­ 19, 25; i. H. Konya!), İstanbul Âbideleri (X94o), rinde Üsküdar'da çeşme inşâsına ehemmiyet ve­ s. 52 v.d.; ayn. mil., İstanbul sarayları (İstan­ rilmiş olup, bu arada, 1x41 (172 8 /172 9 )’de binâ bul, 1942), s. 25, 34; Semih Mümtaz, Tari­ edilen iskele meydanındaki meşhur çeşme bilhassa himizde hayal olmuş hakikatler (İstanbul, 1948), zikr edilmelidir (Üsküdar çeşmeleri ve kâtibeleri s. 72 v.d., 75; Boğaziçi (İstanbul, 1330), s, 119, için bk. I. H. Konyak, ayn. esr., II, I — 24). Üskü­ 126, 131. dar ’ın tarihî değer taşıyan s e b i l l e r i arasında ( T a h s In Y a z i c i .) ise, Ahmediye, Çinili, Yeni-Vâlide, Halil Paşa, Ka­ ÜSTAD. Ö ğ r e t i c i , ö ğ r e t m e n , k ü l l i ve zasker Sadeddin Efendi sebilleri sayılabilir. c ü z ’ I b i l g i l e r e sâhip kişi ve b u g ü n k ü X . T ü r b e l e r : Üsküdar 'da belli başlı kim­ F a r s ç a ’d a ü n i v e r s i t e p r o f e s ö r ü ; ayrıca seler için yapılmış türbeler şunlardır: Mihrümâh mesleğinde mâhir, imâm, k ı l a v u z , d e l l â k , Sultan'ın kızı Ayşe Sultan türbesi; Celvetî tarikati mânalarına gelen bu kelime aslında Pehlevîce olup, kurucularından A ziz Mahmud Hüdâî türbesi; Mih­ û j i ( = ön) ile Yeni Farsça’da îştâden („durmak, rümâh Sultan Câmii haziresinde Kaptan-ı derya ayakta durmak“) mânasına stâ mastarından gelen Sinan Paşa ile Sadrâzam Edhem Paşa türbeleri; stâd ’dan ibarettir. Pehlevî dilinde „ilk duran, önde Doğancılar ’da, Hacı Ahmed Paşa türbesi; Yeni- duran" mânalarındaki bu mürekkep kelime, Yeni çeşme yokuşunda Açıktürbe sokağında Halil Paşa Farsça’da ilk devirlerde ustâz ve üstâz, sonraları



Î32



ÜSTAD -



uslâd ve üstâd, Gîlek şivesinde ise usta şekillerinde geçmektedir ( bk. Burhân-İ kâti°t nşr. M . Mu'In, I, 122, not 9). Yeni Farsça ve Gîlek şivesindeki şekil­ leriyle bu kelime, küçük ses farkı ile (üstad ve usta) hemen hemen' aynı mânalarda T ürkçe'ye de gir­ miştir (Kamûs-i Türkf, 1, 95). Yeni Farsça’nın ilk devirlerdeki telaffuz şekli ( uslöz ) ile Arapça’ya ge­ çen bu kelimenin Arapça cem’i asalız ve asâtiza olup, al-dâr ,,ev*‘ kelimesiyle yapılan ustöd al-dâr ise, tarihî bir ıstılah olarak, Ahbâsîler devrinde ha­ lîfenin maiyetinde yer alan kişi, Selçuklu ve Memlûk saraylarında, sultanın mallarını tahsil ve sarfa selâhiyetli, sarayda çalışanları murakabe eden âmir mâ­ nasında kullanılmıştır ( ustâd al-dâr; çeşitleri ve va­ zifeleri için bk. î . Hakkı Uzunçarşıh, Omanlt deti­ leli teşkilâtına medkyl, s. 80, 388 ve bk. fihrist ). Usta, Gs(â kelimelerinin Arapça cem'i şekilleri ise, ustavâl, usfavât, ûstavât 'tır. B i b l i y o g r a f y a : M . Husayn b . fjalaf-i Tabriz!, Burhan-1 kfl(i° (nşr. M . M u 'in ), Tah­ ran, 1342 hş, 1 , 122, not 9 ve burada geçen kay­ naklar; M . M u'ın, Farhang-i Fârisî (Tahran, 1342 hş,), I, 236; Ş. Sâmî, Kamûs-i Türkf ( îs~ tanbul, 13 17), I, 95; Ioannis August Vullers, Lexicon Persico latimrn ( 1855 ), 1, 94 ; Dozy, Supp­ lement aux dictionnaires arabes, I, 2 1; C , A. Nallino, L'arabo parlato in Egitto, 2. tab'i (M ai­ land, 1913). s. 185 v .d . ( T a h s I n’ Y a z i c i . )



Ü S R Ü Ş E N E . U SR Ü ŞA N A , O SR Ü ŞA N A , M â v e r â ü n n e h r ’ d e b i r b ö l g e n i n a d ı . Yâkût ( I, 245 ), Oşrüsana şeklinin tercihe değer oldu­ ğunu söylemekte ise de, Usrüşana imlâsı daha yay­ gındır. İbn Hurdazbih’de bâzan Şurüsana şekli olduğu halde al-Iş{ahri metninin Farsça tercümelerinde ve Ifudüd aMölam ( nşr. Barthold ) ’in Farsça metninde en çok Surüşana şekli bulunmaktadır. Bu bölge, Semerkand’ın şimâl-i şarkîsinde, bu şehir ile Hokand arasında, Sır-Derya ( Seyhûn ) ’mn cenubunda bulunmakta olup, Fergana vâdisinin girişini teşkil eder. Şimâl-i garbî tarafından bozkır boyunca uzanır. Cenup kısmında, Zar-Afşân'ın yukarı mecrâsı bo­ yunca uzanan ve Usrüşana 'nin bir kısmı sayılan Buttam dağlan bulunur. Bu bölge hakkmdaki bilgiler, hemen hemen münhasıran X . asır coğrafyacılarına istinad etmektedir. Kâtib Ç eleb i’ye kadar sonraki coğrafyacılar, sâdece seleflerinin verdiği bilgileri tekrar etmişlerdir: Usrüşana adının, Orta-çağ son­ larına doğru kullanılmaz olduğu görünmektedir. Sır -Derya ’ya dökülen çok sayıdaki akarsulardan dolayı vaktiyle zengin bir ülke olan burası, Fergana'ya giden yol üzerinde bulunduğundan birçok seyyah tarafından ziyâret edilmişti. Coğrafyacılar, Semerkand 'dan Hokand *a giden, isimleri bugün de mevcud SâbâJ ve Zâmln şehirlerinden geçen mütead­ dit yollan tasvir ederler, X . asırda vâlilerin ikamet ettikleri başşehir, bütün ihtimallere göre Naumanckaş



ÜSRÛŞENE. tesmiye ediliyordu; bu isim, bir kısım yazmalann pek güvenilmeyen bilgilerine dayanmış olmalıdır (b il­ hassa bk. Balâzuri, 8. 420 ); Yâküt tarafından verilen ve Barthold tarafından da kabûl edilen Buncıkat ( Yâküt, I, 744; fakat IV, 3°7 *de isim Kunb 'dür ) muahhar bir bozulmadır. Bu şehir, anayolun biraz cenubunda bulunmakta olup, 1894’te W . Barthold tarafından şimdiki Ura Tube şehrinin cenûbundaki Şalıristân denilen harâbelerle aynı sayılmıştır; az sonra bu harabeler P. S. Skvarsky tarafından ince­ lenmiştir. Coğrafyacılar bu şebri iyice tanıtmış­ lar, bir dereceye kadar ehemmiyetli, olan Zâmîn ve DIzak ’den başka bâzı şehirlerin adlarım zİkr etmişlerdir. Bununla berâber, ai-Ya'küb! ( B G A , V II, 2 9 4 ) ’nin 400 kale bulunduğunu söylediği bu ülkede, hiçbir şehir mevcut olmayıp kır idâri bölgeleri bulunuyordu. X . asırda burada Marsa» manda adında mühim bir pazar yeri vardı. Bölge hakkında bâzı coğrâfî bilgiler Balur-nöme ’de de bulunmaktadır. Ifutayba b. Muslim idâresindekı ilk Arab istilâ­ sının vuku bulduğu sırada (7 12 — 7 1 4 *e doğru), Usrüşana 'de, Afşin ünvânlı ( îbn Hurdâzbih.s. 40 ) emirler tarafından ıdâre edilen îranlı bîr halk otu­ ruyordu. İlk istilâ, fetihle neticelenmedi. Vâli Asad'in düşmanlan olan Türkler Usrüşana’ye çekildi ( Tabari, II, 1613 ). Naşr b. Sayyâr [ b. bk. 1 ülkeyi 7 3 9 'da kısmen itâat altına aldı ( Balâzuri, s. 4^9 ; Tabarî, II, 1694) ve Afşin, al-Mahdİ*ye lafzen tâbi olduğunu beyân etti (Y â'k ü b î, Tarik, II, 479)at-Ma'mün devrinde ülkenin yeniden zaptı gerekti ise de, 822 *de yeni bir askeri sefer zarûreti doğ­ du, Bu son seferde İslâm ordusuna, Afşin Kâvüs’un ( ? ), Iıânedan ihtilâfları sebebiyle Bağdad ’a sı­ ğınan oğlu Haydar, kılavuzluk etmekte idi. Bu defa tam hâkimiyet altına alman ülkede, Kâvüs ikti­ dardan ayrıldı ve Haydar ona halef oldu; kendisi, Mu'taşim devrinde Bağdad sarayında Afşin i b, bk.] sıfatıyla büyük asillerden biri olarak tanınıyordu. Azerbaycan ’daki SâcI ’1er Ailesi de, kezâ bu hüküm­ dar soyundan geliyordu. Bu hânedan, 893 ’e kadar hüküm sürdü ( son etnîr Sayr b. 'A b d Aliâh *m 279 [8 92] tarihli sikkesi Leningrad'da Ermitaj müzesındedir), Bu tarihten sonra, Îranlı unsurun yerini hemen hemen tamamıyie Türklerin aldığı ül­ kenin, Sâmânîlerin bir eyâleti hâline gelerek, muhtar varlığı sona erdi. B i b l i y o g r a f y a : Coğrâfî tasvirler ( ibn Hurdâzbih, al-Yâ'kübı, al-Işiabri, îbn f.lavkal, al-Makdisî), W . Barthold ( Turkestan down to the Mongol invasion, 2, tabı, G M S , yeni seri London, 1928, V , 165— 16 9 ) tarafından tahlil edilmiş ve bunlardan faydalanılmıştır. Bundan baş­ ka aynı kitabın ikinci kısmında bütün tarihî kayıtlar ( bk. fihrist) toplanmıştır; ayrıca bk. L e Strange, The Lands o f the Eastern Caliphate, s. 473 v.dd. (J. H . K ram er s .)



ÖŞMÛNEYN ÜŞMÛNEYN. a l -U Ş M O N A Y N , Y u k a n M ı s ı r ' d a b î r ş e h i r . al-Uşmünayn ( diğer bir adı ile al-AşmÜnayn ), N il ile Baljr Yusuf ara­ sında 27° 4 7' şimâl arzı üzerinde bulunup. Yukarı M ısır’daki tren istasyonu Roza ’ya yakındır. Asrın başında 3.855 (3 mülhakatıyla birlikte 7.729) nüfus­ lu bir nahiye olup, AsyüÇ eyâletinde MallavI merke­ zine bağb idi. Bugün pek ehemmiyetsiz olan bu yer, eskiden Mısır ’m başlıca şehirlerinden biri idi. Tesniye şek­ lindeki Arapça ack Eski Mısırca Hmünu, Kıpti di­ linde Şmün a tekabül eder; Greklerle Romalılar bu şehre Hermopolis Magna adını vermişlerdir. Bâzı harâbeler bugün de buranın eski büyüklüğünün şâhididir. Şehrin kurucusu olarak Kıptî-Mısır ef­ sânesinde M işr’in oğlu Eponymus Uşmün gösterilir. Ancak eski Arap devrinde tesbît edilebilen bugünkü adı, tesniye olarak çift Uşm ün’a delâlet etmekte olup, Araplar zamanında ortaya çıkmıştır. Gerçekten hicri I. ve II. asırlara âit papirüslerde Uşmün alSuflâ ve Uşmün al-'UIâ, yâni Aşağı ve Yukarı Uşmün olmak üzere iki yer adı geçer. Bu iki şehirden biri, eski Hermopolis’dir; diğeri ise, hiç şüphesiz yeni bir kuruluş olup, Baljr Yûsuf ’un kuruması veya muhtelif rivâyetlerde nakledildiği gibi, N il yatağının yerini değiştirmesiyle ortaya çıkmıştır. Geçiş devre­ sine âit tesniye şeklindeki adı sonradan yeni mevkide devam etmiştir. Eski-çağ’da Şmün, nasıl bir vouoç ‘in başkenti idi ise, İslâmî devrede de Aşmünayn bir Küra ’nın dış mahallesi iken, Fâtımiîerden al-Mustanşir zamanında yapılan idâri taksimatta bir eyâle­ tin merkezi olmuştur. Burası Memlûklerin son za­ manlarına kadar parlaklığım muhâfaza etti. Ancak, 172 0 'de, N il’in yatağını yeniden değiştirmesi so­ nunda, civarda bulunan Mallavî buranın dış mahal­ lesi hâline geldi. Daha sonra benzer hâdiseler, Minia ( Munyat al-fjaşîb ) *yı ön simya geçirmiştir. al-Uşmünayn Orta-çağ ’da verimliliği ile meşhur­ du. Orada aynı zamanda Ermeni Kirmiz hablan tarzında kırmızı halılar dokunurdu. Civârmda çadır kuran Arapların koyunculuğu sâyesinde burası umûmiyetle yün dokumacılığının merkezi olup, mâmulleri ihraç edilirdi. Makrîzı, efsânevî güzellikteki yapılarını anlatırken buranın bilhassa Nil ’in altından geçen bir tünelle A nşinS'ya.yâm eskiAntinoe’ye bağlantısından bahseder. Şehir, M ısır'ın aynı adda diğer iki mevkii olan Dimyat civârındaki Uşmün (veya Uşm üm ) alRummân ve Manüfîya eyâletindeki Uşmün al-CuraysSt İle karıştırılmamalıdır. Eal-Uşmünayn, cAm r b. al-eÂş tarafından 20 (6 4 1) yılında fethedilip İslâm hâkimiyetine girmiştir. Halîfe Ebû Bekr ’in oğlunun Mısır vâliliği zamanında bu mıntıka ile Mekke ve Cidde iskelesi arasında ticâri bir bağ kurulmuştur. Bu sâyede bu devirden itibâren al-Uşmünayn 'in sanâyi ve ticâretinde bir gelişme olmuştur. Memlûkler devrinde idâri taksi-



ÜVEYS.



Í33



mâtta beşinci vilâyet (e y â le t) olarak yer alan alUşmünayn, Napoléon Bonapart ve hidivlik zama­ nında Minya eyâletine bağlı bir sancak olarak kal­ mıştır (krş. mad. MISİR). 1082 (1671/16 72 ) senesinde buradan geçen Evliyâ Çelebi, şehrin kuruluş efsânesini Şammün R îf ve Şammün G âv adlı ila kardeşe izâfe ederek Şamünayn adının verildiğini ve bu iki kardeşin ay­ rı ayrı yaptırdıkları kasrlardan dolayı da, adının aynı zamanda Kasreyn olarak halk arasmda ya­ yıldığını bildirir. Aynca şehrin mâmûr bir belde olmaktan çıktığını söyleyerek, şehirdeki cim i, mek­ tep v.s. baklanda bil® verir ve havasının çok iyi olduğundan bahseder. Pek çok tarihî harâhenin, mâbed ve kasr sütûnlar nnm bâlâ görüldüğünü yazan Evliyâ Çelebi, Süleymaniye Câmii nin dört sütununun bu şehirden ge­ tirildiğini haber vermektedir (Evliyâ Çelebi, S e ­ yahatname, X , 822 v.d, ) ]. Bibliyografya', Yâküt, Mu"cam ( nşr. Wüstenfeld), I, 283; îbn Cf'ân, s. 173; Makrîzî, ÿi(a t, 1, 238; 'A lı Mubarak, al-ffifaf al-cadlda, V I I I , 74; ÇalkaşandI (trc . Wüstenfeld), a. 94. 105; Quatremère, Mémoires sur l'Egypte, I, 490; Amélineau, Géographie de l'Egypte à l ’époque copte, s. 167; Papyri Sckott Reinhardt, 1, 21; Boinet Bey, Dictionnaire Géographique de l'Egypte, s. 4 1 » Ba­ edeker, Egypt and the Sudân ( 6 . ta b ), s. 213, . ( C, H . B e c k e r . ) [ Bu madde T .H . tarafından ikmâl edilmiştir.] ÎİV E Y S . UVAYS, Celâyirlİ hânedânına mensup iki hükümdânn adıdır: Ü V E Y S I. (Su ltan Ü veys).7S6-776 ( I 355-I374) seneleri arasında saltanat sürmüş olan Celâyirlİ [b. bk,] veya İlkânî hâdenânınm ikinci hükümdândır. Üveys, 742 (134 1) senelerine doğru dünyaya gelmiş olup, likan Noyon un oğlu Akbuga Noyon ’un oğlu Hüseyin Gürkan ( "Kurakan" Han 'ın dâmâdı mana­ sınadır )*m oğlu Haşan BüzUrg [b. bk.] 'ün oğludur. Haşan Büzürg'ün annesi, Moğul Argun H an’ın k z ı idİ. Haşan Büzürg, aynı zamanda Çoban [bk. mad. st)LD U z)’m oğlu Dimişk H oca’nm k z ı olan meşhur DiEşâd Hatun 'la da evlenmişti. Önce Ebû Sa’id Han ile, onun ölümünden sonra, 762 {1361 ) 'dede Süleyman adlı bir emîr ile evlenen ( Ifabİb al-siyar) Dilşâd Hatun, güzelliği ve zekâsı ile tanınmış olup, vezirler, devlet işlerinde kendisine danışırlardı. Muahhar tarihçilerin çoğuna göre Üveys, baba­ sının 756 ( 1355 /1356 ) 'da ölümü üzerine onun yerine geçti. Ancak, Cennabî *ye göre, 757 'de ölen Haşan a, cana yakın ve şâir tabiatlı Sultan Hüse­ yin ( ölm. 760 ) halef olmuş idi. Hüseyin ile Üveys­ in tasarruf ettikleri i£/a 'lann, kardeşinin ölümü üzerine Üveys 'in uhdesinde birleştiği hakkndald Markov 'un görüşü kabûl edilebilir. Sultan Üveys 'in faaliyetlerinin hareket merkezi Bağdad olmuştur. [Em ir Çoban'ın torunu Melik



134



ÜVEYS.



E şref’in Arrân, Azerbaycan ve Iraic-ı A cem ’deki -Koyunlu Bayram Hoca ’dan şikâyette bulundu ve kötü idâresi halkın nefretine ve dolayısıyla Altın Celâyirli hükümdarım, Kara-Koyunlu beyi üzerine -ordu hanı Cam Beg ’in bu ülkeye dâvetine yol aç­ yürümeğe teşvik etti. Sultan Üveys, elçiye, ba­ mış; 758 (1 3 5 7 ) *de Azerbaycan’a gelen Cam harda harekete geçeceğini bildirdi. Beg, Melik E şref‘i öldürtmüş, oğlu Berdi B e g ’i Nitekim, baharda Bağdad ’dan çıkan Üveys, yerine vekil bırakarak Azerbaycan ’dan ayrılmıştı. önce T e k rit’i sulhen alıp, sonra fazla mukavemet Berdi Beg 'in, babasını takiben ülkeyi terki ve kay­ görmeden Musul 'u ele geçirerek Bayram Hoca *nın makam olarak bırakılan Ahicuk 'un idaresinde Azer­ kardeşini idâm etti. Müteâkıben, M ardin’e gelen baycan ’da karışıklıklar çıkması üzerine, 759 (1358 ) Üveys, ramazanı burada geçirdikten sonra, Melik ilkbaharında Sultan Oveys, Bağdad'dan Tebriz Mansûr *u da yanma alarak Beşiri 'ye gitti. Bay­ üzerine yürüdü.] Sisay ( ? ) , Minay ( ? ) (muhte­ ram H oca’mn dar ve geçilmesi zor olan Muş yo­ melen Sahand) dağı yakınlarında Sultan Ü veys’le lunun ağzını tutmuş olması dolayısıyla, Çapakçur karşılaşıp mağlûb olan Ahicuk, önce Tebriz ’e, daha ve Esbâb-ı K ebf mağarası yolu ile M uş ovasına sonra da Nahçıvan ’a doğru çekildi. Sultan Üveys indi ve burada yaptığı kanlı savaşta Bayram Ho­ ordugâhını T eb riz’de îmâret-i Reşidi 'de kurdu [ve c a ’yı bozguna uğrattı. Bayram Hoca firar ettiğin­ burada uzun seneler, devam eden kötü idareye son den ülkesi yağmalandı. Bundan sonra Bayram Hoca, verdi ]. 759 ramazanında ( ağustos 1358 ) Eşref ’in vergi vermek süreliyle Sultan Ü veys’e tâbi oldu 47 emîrini ( fjlabîb al-styar ’deki, umarâ~yt şarki ter­ ( Faruk Sümer, Karakpyımlalar, s. 37-41).] Böylece, kibi apaçık bir hatâdır), idâm ettirmesi, bunların boş yere Mısır Memlûklerinden yardım isteyen refiki olan ümerânın Üveys ’e karşı duydukları temâ- Mansûr ’un ülkesi Mardin, Üveys tarafından zabtyülün kaybolup, A hicuk’la birlikte Karabağ’a geç­ edildi ( Makrîzî, var. 53 ). melerine âmil oldu. Sultan Üveys ’in onlara karşı Karakilise (Erzurum ile Doğubayezid arasındaki gönderdiği Ali Piltân, davranışlarındaki zaaf yüzün­ Karakilise) üzerinden T ebriz’e dönen Üveys, Ahicukden felâkete dûçâr oldu. Üveys, Bağdad 'a çekilmek *un kaybolmasını müteâkıp, açık şekilde ilhak eylediği mecburiyetinde kaldı. 760 (1358 ) ilkbaharında Mu- Karabağ ahâlisini Şirvan hâkimi Kâ’ üs b. Kaykubâd’ın zafferîlerden Şîrâzlı Muhammed, Ahicuk üzerine iki def’a Kûr şimalindeki Şirvan ’a götürdüğünü öğ­ yürüyüp onu Tebriz ’den tard etti ve orada birkaç rendi. Sultan Ü veys’in kumandanı Bayram Bey, ay kaldı ( Târîfpİ Gazîda, G M S , s. 677-679, 715­ Kâ3üs ’u, Şirvan kalesinde muhâsara etti. Zincire vu­ 7 17 ). Fakat o, Sultan Üveys 'in Bağdad ’dan şi- rularak Üveys’in huzuruna getirilen Kâ’ üs Bağdad a mâle doğru yola çıktığını öğrenince, mukavemet sürgün edildi; Fakat üç ay sonra, Sultan Ü veys’in etmeden geri çekildi. Üveys, Tebriz ’i yeniden iş­ tâbii olarak itibâra kavuştu ( bk. Şirvan ’da basılan gal edip îdv5ca Şayfı Kaçac ( veya Kaçacânî) 'm Celâyîrî sikkeleri ). 772 (1370 ) ’de Esterâbâd hâkimi Tuğa Tim ur evinde ikamet etti. Bu sırada, Şadr al-Dîn Hâkânî lekabı ile tanınan babasının yanına sığınmış bulu­ [bk. mad. TUĞA TİMUR] ’un halefi Amîr Valî, Sul­ nan Ahicuk teslim olunca, Üveys, onu ihanetle tan Üveys 'e karşı harekete geçti, fakat Rey yakın­ larında mağlûb oldu. 773 ( 1 3 7 1 ) 'te Üveys, bizitham ile idâm ettirdi. 756 ( 1363 ) ’da Bağdad vâlisi olan kp’âca Marcân, zât Amîr Vali ’ye karşı harekete geçti ise de, Ucanisyân etti ise de mukavemeti kısa sürdü. Şehrin 'dan geri döndü. Amir Valî, S âve'yi işgal etti. 776 kapılarını Üveys ’e açan Marcân affedildi ise de, ye­ 'da, Amîr Valî ’yi cezalandırmaya hazırlanan Sultan rine Şâh Hâzin tâyin olundu ( I}ablb al-sîyar). Üveys, Imâret-i Reşidi ‘de 2 cemâziyelevvel 776 Ancak bütün Mısır kaynakları 767 (1 3 6 5 ) sene­ (1 0 teşrin I. I374)*da öldü. Davlat-Şâb ( s . 261-263) ’a göre Sultan Üveys sinde, Marcân ’m, adına hutbe okutma vaadiyle, Mısır Sultanı Aşraf Şa'bân ’ın yardımım te’min o kadar yakışıldı idi ki, Bağdad ahâlisi, onu görmek teşebbüsünde bulunduğunu kaydeder ( Makrîzî, için, geçeceği yere koşarlardı. Bütün tarihçiler, al-Sulük, Bibi. Nat. el-yazma. 673, var. 49, 52). edebiyatın büyük hâmisi olan Sultan Üveys 'in iyi­ Müteâkıben, Marcân ’ın basit bir âsî olduğunu açık­ lik, adâlet ve cesâretini övmekte ittifak ederler. lamak için Kahire 'ye gelen Üveys ’in elçisi soğuk Başta gelen medih şâiri, onun saltanatının hâdi­ karşılandı. Fakat, Üveys, bu arada isyânı önlemişti. seleri hakkında bir seri kaside nazm eden Saimân-i Makrîzî tarafından verilmiş olan 767 tarihi, her Sâvaci 'dir. [ H ^ ca Muhammed Aşâr ve cUbayd-i hâlükârda Marcân ’m isyânmın oldukça uzun sür­ Zâkânî'nin yakın dostu olan Üveys, değerli bir düğünü göstermektedir ( Aynı kaynağa göre, Mar­ şâir, bâzı besteleri bulunan bir mûsıkîşinastı. Aym zamanda, hattât ve nakkaş olan Üveys 'in, karaka­ cân, sonunda kör olmuştur.). Sultan Üveys, Bağdad ’da on bir ay ikamet etti lem resimleri, zamanın san'atkârlanmn hayran­ ( ffabib al-Siyar ). [ Bu sırada Bağdad ‘a gelen Mar­ lığım celb etmiş idi. Minyatür san’atmda İlhanlI­ din Artuldu hükümdarı Mansûr’un elçisi, 767 kı­ larla Timurlular devri arasında görülen tekâmül şında Mardin ’i kuşatan. ve çıkış hareketinde bu­ içinde, Celâyirli Sultan Ahmed ve Sultan Üveys lunan Artuklu kuvvetlerini bozguna uğratan Kara zamanı bir merhale olmuştur, Tim uriukr devrinin



Ü VEYS.



minyatür ustalarından olan Güng ve °Abd al-Hayy Musavvır, Sultan Ü veys'ın sarayında, yetişmiş­ lerdir. Kendi adına yazılmış olan Târî^-i Sultân Uvays, Leiden Akademi Kütüphânesi ’nde bulun­ maktadır ]. Sultan Üveys 'in, Tebriz 'de Davlat Hâna (Clavijo*da T dbatgana) adıyla büyük bir binâ inşâ ettirmiştir ki, bu, muhtemelen günümüz­ deki Ark olmalıdır [bk. mad. TEBRtz], İyice Iranlılaşmış bir âilenin neslinden gelen ve anne tarafından da romantik mâceralarıyla tanın­ mış Çoban âilesine bağlı bulunan Üveys ’in, has­ sas bir tabiata sâhib olduğu görülüyor. O , Bayram Şah ’a olan aşın sevgisi ile tanınmış olup, onun ölü­ münde umûmi mâtem tutulmasını emretmiştir. Kar­ deşi Zâhid ’in, sarhoş iken damdan düşerek ölümü, onun, 773 ’te Amir Vali ’ye karşı giriştiği seferi iptâl etmesine kâfi gelmişti. Sultan Üveys, verem hastalığından ( d i k k ) , takriben otuz yaşlarında iken vefât etti. O öleceğini önceden hissediyordu ve ke­ feni ile tabutunun hazırlanmasını emretmişti. Sultan Üveys ’ in, Haşan, Celâleddin Hüseyin, Şeyh A li, Gıyâseddin Ahmed, Bayezid adlı oğulları ile Tandu isminde birde kız olmak üzere beş ço­ cuğu vardı. Sultan Üveys, oğullarının en büyüğü olan Haşan ’a, Bağdad ’1 vermek ve tahtını da Hü­ seyin ’e bırakmak istiyordu. Haşan ’a itaatini bîat ettirdiği sırada, ricâiin şüphelerini ifâde etmeleri üzerine, Üveys, onlara, „ne yapmanız lâzım gele­ ceğini biliyorsunuz’’ dedi. Bunun üzerine Haşan, Sultan Üveys ’in öldüğü gün, öldürüldü. : Muntaljcib al-tavârîl} ’e göre Üveys ’in veziri Amir Zakarîyâ ve amir al-um arâ'sı °Âdil Ağa idi [bk. mad. SULTANÎYE], Sikkeler: Markov, Sultan Üveys adına Bağdad, Vâsıt, Tebriz, Erdebıl, Hoy, Nahçıvan, Şâbarân, Bakû, Gustaşfî, Berza’a, Sâve, Vastân ( ? ), Tûsân (U cân ?), Blrân ( ? ) , Bând ( ? ) ve başka yerlerde basılmış 66 sikkenin tavsifini vermektedir. 758 (Bağ­ dad) tarihli sikkede görülen unvâru al-Sulfân al‘ âlini ¡¿-‘ âdil, 762 ( Bağdad ) ’de basılan sikkede ise, al-Sulfân al-cfzam şayb Uüays Bahadûr, olup, 766 ( Bağdad ) tarihli sikkede adı, Moğutlarca kullanılan Uygur yazısıyla darbedilmiştir. Lane-Poole ’ün ka­ talogunda, Sultan Üveys adına Tebriz, Sultânîye, Bağdad, Erdebil, Şîrâz ve Isfahan ’da basılmış sik­ kelerden bahsedilir. Yine M . Mübârek, Bağdad, Basra, Hille, Tebriz ve Şîrâz ’da basılmış sikkelerin tavsifini vermektedir (766 tarihini taşıyan bu son sikkede. Sultan Ü veys’in lekabı al-Vâşik b i’t-mar lik al-Bayyân şeklinde verilmektedir. ). B ib liy o g ra f ya i M u'în al-Dîn Na{anzl, Muntaffâb d -tao â rfy , Bibi. Nat., Suppl. pers. 1651, var. 327^-328», Haşan Büzürg hane­ danı hakkında bir hulâsa ile hânedan mensup­ lan hakkında bir muhtasar mâlûmat listesi ihtivâ eder; Şacarat-abatrSk, (U lu ğ Bey’in, Ulûs-ı



135



Arla°a' sının muhtasarı), trc. Miles, London, 1838, s. 33S"33S : Hvandmîr, Ifablb al-Siyar ( Hâfiz-i Abrü ’dan naklen [ b. bk. ]), Tahran, I 27r , III/ı, 80 v.d.; tbn Tağrîbirdî, al~Matihal alŞafî, Bibi. Nat., A Y 2069, var, 25; Davlat -Şah, Taz\irat al-Şu‘am‘ ( nşr. Muhammed I£azvînî), s. 261-263 v.d.; Müneccim-başı, Şahaif al-afıbâr, III, 10 v.d.; D ’ohsson, Histoire de Mongols, IV, 742 v.d,; Dorn, Versuch einer Geschichte d. Schirûanshahe (St. Petersburg, 1841), s. 79 (Ü veys ile Kä’ üs 'un münâsebâtı; Wüs­ tenfeld, Die Chroniken d. Stadt Mekka ( I9ÜI ), IV , 258, 260; Üveys, K a b e ’ye altın ve gümüş şamdanlar gönderince, Mekke Şerifi ‘ Â dân b. K u~ mayşa, birkaç y ıl onun adına hutbe okuttu; Howorth, History o f Mongols, III, 654- 659; Heyd, Histoire da commerce du Leoant ( Leipzig, 1886), s. 129, 131 ( Üveys ’in Venedik ve Cenevizlilerle münâsebetleri); Markov, Katalog Calairskih Monct (S t. Petersburg, 1897) [Arapça yazan tarih­ çilerden aI-cAynî ( 1360-1451), Cannâb! ( Öİm. 1590 ) v.b. ’na istinâden ]; bu eser, 1858 senesin­ de Ordubâd yakınlannda bulunan 454 sikkelik bir Celâyir hazînesine hasr edilmiştir. Sultan Üveys v.b. ’na âid sikkeleri ihtiva eden diğer bir hazîne B akû’da bulunmuştur, bk. Pabomov, Monetniye khdt Azerbaycana (Baku, 1926) , s. 59; krş. Lane -Poole, Cat. of Oriental coins ( 1881) , V I, 207; ayn. mH., Addition to ihe Orientale Collection, II, 128 ve M . Mübârek, Catahuge des monnaies Cirr guisidesv.s. ( Istanbul, 1901), s. 194: E.G .Brow ne, A History of Persian Literatüre, III, İndeks. [ F . S ü ­ mer, Karakoyımtular I ,37"4 I5 ; A .Z . VelidîTogan, Umûmî Türk tarihine giriş ( Istanbul, 1971), I2, 272, 363, 385; H . Edhem, Düvel-i îslânûye ( îs” tanbul, 1927 ), s. 391 v.d.] Ü V E Y S II, Sultan Üveys I. *in oğlu olan Sultan A l i ’nin oğlu Sultan V e le d in oğludur. 7. Celâ­ yir hükümdârı olup, 818-824 (1 4 1 5 -14 2 1) sene­ leri arasında Hûzistan ’da ve Vâsıt ile Basra arasında hâkimiyetini sürdürmüştür ( krş. Müneccîmbaşı, III, 12 ). Sultan Üveys, Türkmen Şab Muhammed tarafından öldürüldü (W eil, Gesch. d. Chcdifen, V , r4 2 ). Üveys II. ’in annesi, Hüseyin bin Üveys I. ’in kızı, nüfuz sâhibi bir kadın olan Tandu ( ölm. 819 = 1416 ) idi. Muniakab al-iaüâril} ’in müellifi­ ne göre, Sultan Üveys II. on bir yaşında tahta geçtiği zaman asıl idâre, ’ ’vezir” i durumunda bu­ lunan annesinin elinde idi (D aha önce Memlûklerden Berkuk ile evlî bulunan bu kadmm CI. Huart (L a Fin de la dynastie Ilekanienne, J A , 1876, V II, 344-348) ’a rağmen. Sultan Üveys I. ’in kızı olup Muzafferîlerden, önce Mahmud, sonra Zeyneîâbidin ile evlenen Tandu ile aynı olması mümkün değildir. (V . MlNORSKY.) [ Bu madde V . Ç ab u k tarafından ikmâl edilm iştir,]



v V A B Â R . [B k. v e b â R.I V A C D A . [B k . Oc d e .] V A D Â ’ L I Bk. v e d â ’ î.] V Â D Î Â Ş . [Bk. g u a d 1x.3 V Â D Î a l- B A K R . [Bk. e lb îs ta n ,] V Â D ! H A L F A . [Bk. VÂDÎ HALFA.] V Â D Î H A L F A . V Â D Î H A L F A veya sâdece Hal­ fa , S u d a n ’d a N i l ’in sa ğ k ı y ı s ı n d a l i r ş e h i r olup, ikinci şelâleye 6 mî] mesâfede, Kahire ’ nİn takrîhen 770 mil cenubunda, 21“ 55' şimâl arzında ve 3 10 19' şark tülünde bulunmaktadır; Vadi Halfa, bu adla anılan eyâletin veya Mudhîya ’nin başşehri­ dir. O , güzel çarşılarla donatılmış yeni bir kenar mahalle olan Tavfikîya köyünü içine alır; nüfûsu, Dabarösa’Iı, köylü Nubyeîiler de dâhil, 11.006 (19 5 6 ) rakamını bulur. İslâmî ibadethaneleri dışında orada, Kiptiler, Grekler ve îngilizlerin kiliseleri vardır. Resmî dâireler, hastahane ve aynı şekilde idârecilerin oturduğu mahalle, şehrin cenûbunda yer alır. Rivâyet edildiğine göre, Habeşistan kıralı Jean’m başı, hastahane civarındaki bir ağacın altında bulun­ maktadır. Bu yerin, adım borçlu olduğu halfa ota bu bölgede bolca yetişir. Bu bölge Firavunlar za­ manında Buben tesmiye olunuyordu. Şehrin kar­ şısında, garp kıyısı üzerinde, Orta imparatorluk devrinde inşâ edilen ve bu adla anılan kadim Mısır kalesinin lıarâbeîeri bulunmaktadır. Batlamyus’da Efuovıp şeklinde geçen P a -N e b e s d e buranın cİvânnda idi ( Budge, The Egyptian Sudan, İL 83). Sûdan ’m bu fakır ticâret şehrinin, bugün M ı­ sır ve Sûdan hududu üzerinde mühim bir merkez hâline gelebilecek şekilde gelişmesi, sâdece X IX . asrın sonlarına doğru oldu. 1884-1885 seneleri arasın­ da, Britanya kuvvetlerinin askerî bir üssü hâline getirildi. Lord \Volseley * in seferi kuvvetleri, Har­ tum ’daki General Gordon ’a yardım etmek üzere giderken VâdI H alfa’dan geçti. Bu şehir, burayı siyâsî bir hudut hâline getirme karan ve bir Mısır garnizon kuvvetinin gelip burada yerleştirilmesi ile yeniden ehemmiyet kazandı ve 1896-1898 se­ neleri arasında Mahdî ’ye karşı yapılan savaşlar şı-



rasmda tekrar dikkati üzerine çekti. 1899 ’da Sû­ dan’m uzlaşması ile şartlar değişti. Şimdiki hudud, Vâdî Halfa ’ nın şimalinde 27 mil mesâfede 22 şjmâî arzında tesbıt edildi. Hartum’a gîden ve Vâdî Halfa ’dan hareket eden devlet demiryolu, bu şeh­ rin bugünkü ehemmiyetini kazanmasında büyük rol oynar. N il buharlı gemileri, onu, şimâlde Mısır devleti demiryollanmn son noktası olan Assuan sı­ nırlan üzerindeki Şallâl kasabasına bağlar. B i b l i y o g r a f y a : Baedeker, Egypt ani the Sudan (L eipzig, 1929); Wallis Budge, The Egyptian Sudan, I, 77; ayn. mlh. B y Nile and Tigris (b k . fihrist)i Reinaud, Giogr. d'Aboul* feda, II, 139; C . G . Gordon, Journals, s. 5 4 ,13 7 ; Alford ve Sword, The Egyptian Soudan, s. 75 v.dd.; H . G . Lyons, Physiography o f the Nile and its Basin( Survey Dept, of E gyp t), s. 28Í v.dd.; H . C. Jackson, Oman Digna (b k . fihrist); H. A . Mac Michael, //isi. of the Arabs in the Sudan (Cambridge, 1922), bk. fihrist. ( J . W a l k e r .)



V Â D ÎL -A Ş Î. [Bk. GUADix.] V Â D Î ’L -B tC Â R A . [B k . GUADALAJARA.] V Â D Î ’L -K A B İR . [Bk. G u a d a l q u iv ir .] V Â D Î’L - P J R Â . [B k. v â d î ’l - ku RÂ.] V Â D Î ’L -K U K Â , Cenubî Arabistan’ın Suriye’ye doğru giden eski ticâret yolu üzerindeki al-'Alâ3 ve Medine şehirleri arasındaki havza olup, daha çok Vâdî Daydibbân olarak tanınır. B u, orta yer­ lerde birleşen şimâîden gelen Vâdî al-Cizal ile ce­ nuptan gelip, Hanâkîya denilen mevkiin yukansmda Medine civânna inen ve Cabal H amz> veya Uhııd ( Efcad ) ile Peygamber şehri ( M edine) ara­ sında akan Vâdî al-Hamz nehirlerinin kurumuş su yatağıdır, al-'Alâ3 ve Medine arasındaki yarı yolda, sağda, Haybar’le irtibatı sağlayan Vâdî al-Tubc yahut Vâdî al-Silsila’ye açılır. V â d i’İ-Kurâ *nın en mühim iskân bölgesi, hurma zirâati ve varlığını vâdi tabanındaki sıcak su menbalarma borçlu oldu­ ğu hububat tarlaları ile al-cAIâs ’dır. Kurîj» vaktiyle Vâdi ’1-Kurâ 'nın en mühim ticâret merkezi idi. Bu şehir, muhtemelen pşk; Dcdân ( P a y d a n ) ’m



V Â D Î 'L -K U R Â yerini aldı. Daydân’ m bugün al-fclırayba diye bili­ nen harâbeleri, aI-cAlâ° bahçelerinin şimâl kesimin­ de bulunmaktadır. Cenuptan Mısır ve Suriye’ye kadar uzanan eski ticâret yolunun belli başlı bİr noktası olması bakımından ehemmiyet taşıyan Dedân vâlıası, bir müddet merkezlerini buraya taşıyan Mina emirlerinin tasarrufları altında kalmıştı, al*Alâ5 'da bulunan müteaddit Mina kitabeleri, eski Cenubî Arabistan kitabeleri ile Tevrat ( tekvin, X , 7 ; X X V , 3 ) ve Incil'de Dedân isiminin zikredilişi, eski Cenubi Arabistan devletlerinin bu yerle sıkı sıkıya irtibatlannm bulunduğunu göstermekte­ dir. Yaküt, bu iskân bölgesinin eski adım bilmekte ve Daydân ’ın bir zamanlar al-Balkâ’ ’dan H icâz'a giden yol Üzerinde büyük bir şehir olduğunu, ancak kendi zamanında harâbe hâline geldiğini mufassalan anlatmaktadır. Efsâne, “A d kavminin zevali ile Peygamber y a d 'u n hikâyesini de bu bölgeye bağlar. Belki, Daydân (H ırayba) civânndaki kayalıklar arasında açılmış olan mezarlar da bu yakıştırmaya sebep olmuştur. VâdiTJ£urâ, islâmiyetin başlangıcında, Medine 'deki dindaşları gibi müslümanlığa karşı düşman­ ca bir tavır takınan mühim bir Yahudi zümresini barındırıyordu. H. 2 ( M . 623/624) senesinde, Va­ di Tl>urâ İle Suriye arasındaki bölgeye nüfûz et­ miş olan Yahudi l^aynukâ' kabilesi, Medine ’den uzaklaştırıldığı zaman, Vâdİ T!£urâ ’daki Yahudiler tarafından bir ay süreyle barındırıldıktan sonra erzak ve atları verilerek Suriye’ye gönderildiler. H. 5 ( M. 626/627 ) senesinde Vâdi T K u râ Yahudileri, Peygamber ’e karşı Taymâ3, Fadak ve fcfaybar Yahudilerini bir araya getiren müdâfaa ittifakına ka­ tıldılar. Peygamber’in kuvvetleri İle savaş, ancak onun Haybar ’i fethinden sonra, Vâdİ Tl£urâ ’dan Medine *ye giderken, 7 (628) yılında vuku buldu, Vâdinin tabanında kulelerle korunan Yahudi kuvvetleri, Peygamber ’İn kuvvetlerine karşı boşuna direndiler. Onlar, büyük telefattan sonra teslim olmaya mec­ bur oldular İse de, topraklarında kalmaya icbar edil­ diler ve yalnız Medine beytülmaline külliyetli mik­ tarda gelir sağlayan toprağı, kin besledikleri düş­ manlan için işlemek zorunda kaldılar. Bu tarihten beri, Abü ‘ Ubayda ’nin kumandasında Suriye üzeri­ ne yürüyen İslâm fetih ordusunun da kat’ettiği bu mühim geçiş bölgesi, idâri yönden bir müddet Suri­ ye 'ye bağlı olmasına ve Hicâz hududunu teşkil et­ mesine rağmen, hemen hemen Medine emirlerinin elinde kalmıştır. Yahudiler, bir zaman daha Vâ­ di ’l-Çurâ ’da bulunmak zorunda kaldılar. Halîfe Ömer I. devrinden itibaren kovulup kovulmadık­ ları kesin olarak bilinmemektedir. Gerçek olan, al-BalSzurî zamanında hiçbir Yahudi ’nin Vâdi ’de kalmadığı, toprağın çoktan müslümanlara dağıtıldığı ve buranın Medine idâri bölgesine âit olduğudur. Bibliyografya: al-Muljaddasî, B G A , HI* 53» Yâküt, Mıfçam (nşr. Wüstenfeld), II,



V Â D Î NÜN .



137



639; III, 86, 709; IV , 53,678; A. Sprenger, Die P o s t-a n i Reiserouten i e s Orients ( Abb. K M , III/3, Leipzig, 1864), s. 119 v.d., 159; C . M . Doughty, Travels in Arabia Deserta (London, 1923), I, 145. I 5 1» 161; L . Caetani, Armalı dell'Islam (M ilan, 1905), 1,52 3 , § 97. s. 635 v.d., § 55; (M ilan, 1907), 11,49 v.d., § 48 ve not. I ,s . 1069, § 277; (Milan, 1 9 u ) , I V ,352, §220, s .366,§240; A. Musi!, T he Northern fle ğ â z ( American Geog­ raphical Society Arabian Explorations and Studies, nr. 1, nşr. J. K . Wright, New-York, 1926 ), s. 33, not io ; s. 217, not. 52, s. 218, n o t 53; s. 230, not. 54; s. 257,279, 326. ( A d o l f G ro h m an n .) V Â D İ NÜN. [B k . VÂDİ NÛN.] V Â D Î N Ü N . V Â D İ N Ü N , eski şekli Vâdi Nül. Bu, bir nehirin adı olmayıp, Cenûb-i garbi F as'ta Garbi Anti Atlas ile onun denizden yirmi mil uzaklıktaki kısmı arasında yer alan b ü y ü k b i r o v a ’dır. Ova, başlıcalan Vâdî Şayyâd ve Vâdî Umm al-cAşhar olan birçok derelerin sürüklediği kum ve çamurdan teşekkül etmiş olup, bu iki dere birleşerek Vâdî Âsâka ’yı meydana getirir; bu nehir kendi adım verdiği uzun bir geçitle, denize dökü­ lür. Vâdi N ün ’da bir miktar vâha bulunup, buralar» daki büyük köyler (Avgeim im yahut Gleimîm, Ifşâbî, Tilivîn, Fask, Dubiyân, Tiğmart, Asrîr, Va'rün, Abbüda v. b.), Büyük Sahrâ *dald göçebe­ lere birer ticâret merkezi olarak hizmet eden ve 3,000— 3.500 Şileyi ibtivâ eden yerlerdir. Buradakiler Arap - Berberîler olup, büyük bir kısmı Ma%il ve Lamta [b. b k j ’ya, küçük bir kısmı da Gazüla ve Sanhâca ‘ye mensupturlar. Bunlann hemen hepsi Tekna'ya mensup olup, ancak bir kısmı Ait Ba'amrân ve Ahsâs ’dandırlar, bir miktar da Şorfâ’ ( Şurefâ), Murâbıt, Harâthı ve Yahudi vardır. „M agrib al-Ahşâ" ile meşgul olup da bu bölgeden bahsetmeyen bir coğrafyacı veya tarihçi hemen he­ men yoktur. Burası ( Vâdi N ü n ) ehemmiyetini çeşitli hususlara borçludur: Fas'taki nâdir vâha gruplarından biri olan Vâdî Nün, asırlar boyun­ ca, cenupta Mavritanya 'ya âit Adrâr ve Senegal, cenûb-i şarkîde Nijer kıvrımı ile irtibatlı olmuştur; Çöl ile Atlas ’m şimâlî sath-ı mâili arasında Mogador 'a kadar uzanan tabiî yolun cenuba doğru en kolay çıkış yerindedîr. Nihayet Vâdî Nün *un Okya­ nus 'a olan yakınlığı, ahâlisinin, çeşitli devrelerde Avrupa ile ticâri münâsebetlere girişmesini ve Sûdan 'm zengin mahsûlünün ihracatını emniyet altına almıştır. K ı s a t a r i h i . Söylenildiğine göre, Vâdî Nün bir zamanlar büyük bir otlak sâbası idi; yerli ananeye göre, vaktiyle Vâdî Nük „dişi develerin ırmağı“ olarak adlandırılmıştı. Vâdi Nün adı lbrânice'den gelir ve söylenildiğine göre Nün bir balık ilâhtır. Yahudilere âît menkıbelerde, balina Yunus



138



VÂDÎ NÛN.



Peygamber’i Sös sahiline atar ve N ü h ’un oğlu istemediğim ve benzer sebeplerle Tâfllâlt yolunu joshua 'nm hâtırasının A it 'Isa kabilesinde yaşatd- tercih eden Fılâlls ’lerle her zaman aralarının çok açık olmasını da izah eder. X V II. ve X V III. dığı söylenilir. M . s. V II. asra doğru Lamta Berberîleri bu vâ- asırlarda Vâdî Nün, bir ara Sûdan’ı zaptetmek haların sâhibi idiler. 'UJtba b. Nâfi 'nin seferi ile hırsına kapılan ve Tâzervâit Murâbıt devletini kur­ Abd Allah b. îdris ’in Sûs *taki geçici hâkimiyeti­ muş olan Abü Hassün al-Samlâlî ’ye bağlanmtş gibi nin, onları ilk defa olarak İslâm ile temasa geçirdiği görünmektedir. Bu zât ve halefleri her hâl ü kârda kolayca düşünülebilir. Bunlar, muhtemelen kala­ Çölün cenûbu ile çok muntazam ticârî bağlar idâme balık göçebeler olmakla birlikte X . asırda, bugünkü ettirmişlerdir. Bunların hükümranlığı esnâsmda ker­ Asrîr kasabasının yerinde bulunan Nül Lamta şeh­ vanların getirdiği ticârî eşyayı alıp götürmek için rinin sâhibi idiler. Bu şehrin hangi tarihte kurul­ Avrupa gemileri muntazam bir şekilde Sûs sahili­ duğunu bilmiyorsak da şüphesiz ki oldukça eski ol­ ne gelmişti. Vâdî Nün için bu bir refah devresi malıdır. Buranın büyük pazarında ceylan derisinden olup, X IX . asır başlarına doğru Şeyh Bayrük he­ (la m t) kalkanlar yapılır ve kervanlar Büyük Sah- men hemen müstakil bir devlet kurmuş ve hükümet râ yi geçerek Sudan ve Mavritanya ’ya gitmek için merkezi Avgelmîm kısa bir zamanda Tagaost’un buradan yola çıkarlardı. Hiç şüphesiz bu ticârî yerini almıştı. Bununla birlikte sultanlar, imparatorluğun cenup faâiiyet erken bir tarihte bir Yahudi kolonisini bu eyâletleri ile Avrupa arasındaki bu doğrudan doğ­ şehre cezbetti. X I. asırda Nül Lamta 'yı zapteden Murâbıtlar ruya ticâretten dolayı rahatsız oldular, zîrâ bu ti­ burayı harekât üslerinden biri yaptılar ve şe­ câretin bütün kârını kaybediyorlardı. X V III. asrın hirde bir darphane kurdular. Lam ta’lar bu sü­ ikinci yansında Sîdî Muljammed b. 'A b d Allah lâleye sâdıkane bir şekilde hizmet ettiler; diğer cenuptaki limanları ticâret gemilerine kapatarak, taraftan L am ta’mn müteâkıp asırda Muvahhidlere onları bundan böyle henüz kurmuş olduğu Mokarşı ayaklanmaları kanlı bir mukabele ile netice­ gador a gelmeğe icbâr etti. Tâzervâit ve Vâdİ Nün, lendi. Kısa bir müddet sonra 1218 ‘de Ma'kil Arap­ kervanlarını buraya göndermek ve ihrâc ettikleri ları Vâdî Nün ’u istilâ ettiler ve bunların kabilele­ maddeler için ağır vergiler ödemek zorunda kaldı­ rinden Dhvi Hassan çok geçmeden Lam ta’laria lar. Bütün gayretleri ve bilhassa Bayrük ile oğulkaynaştığı için Lamta ’ların müstakil rol oynama­ larınmki Avrupa hükümetleriyle doğrudan doğ­ ları son buldu. ruya münâsebetler sağlayarak, memleketlerini müs­ Nül, bundan böyle ehemmiyetini kaybetti ve ye­ takil bir devlet hâline sokmak ve: gemileri Sul­ ri Büyük Sahrâ ’nm limanı olarak Tagaost ( mo­ tan ’m emirleri hilâfına cenup sahilinde güm­ dern K şâ b î) tarafından tutuldu ve Avrupa, Vâ- rük resimleri Mogador ’dan daha ucuz olan bir di Nün 'u uzun zaman bu İsım ile andı. X V. limana getirmeğe matuftu. Vâdî Nün Yabudileri asırda Kanarya adalarından Afrika sahillerine baş­ ile Avrupalı tüccarların eski münâsebetleri ve X V III. layan seferlerin gayesi köle elde ederek memleke­ asır sonlarında bu havâlide ( Mogador *da) vukua tin istismarı idi; bunlar meşhur entradas ’1ar olup, gelmiş olan birçok deniz kazaları bu siyâseti ko­ Tagaost 'un kapılarına kadar ulaşan büyük bir kısmı laylaştırarak, Bayrük’a planını hıristiyanlarla mü­ burada birçok İspanyol müstahkem mevkii kurdu­ zakere edebilmesi için fırsat verdi. O , ilk ola­ lar. Bu kalelerden bir tanesi de, Âsâka 'nın ağzında rak 1835— 1836 ’da İngiltere ’yi ve sonra 1837 ’den kumlan ve pek kısa bir zaman süren San Miguel 1853 ’e kadar Fransa *yı bu işle ilgilendirmeyi de­ de Saca, Vâdî Nün ’a çok yakındı. Bu seferler ya nedi. Nihâyet 1859’daki ölümünden sonra oğul­ hıristiyan misyonerlerden önce veya onların refâ- larının müzakerelere giriştikleri Ispanya’ya Tetuân katinde yapılan seferlerdi. 1525 ’te Tagaost, bu andlaşmasıyla bu sahillerde bir balıkçılık istasyonu mıntıkada yaşamış olan münzeviler tarikâtmdan kurmak imtiyazı verildi. Q zamana kadar bu teşeb­ bir Portekizlinin geride bıraktığı hâtıralarını tazim­ büsler, zikre değer bir netice vermemişti, Ülâd Bay­ le kabûl etti. rü k ’un nüfûzu oldukça ehemmiyetsiz görünüyor­ Sa'dianhânedâıunın kuruluşu, hıristiyanlann uzak­ du ve yine Vâdî Nün sahilleri gemiler için kâfi bir laştırılması ile neticelendi. Nün ahâlisi, müslüman sığınak sağlamıyordu. Ancak 1876 ’dadır ki İngiliz toprağını kurtarmış olan hükümdarların askerî ih­ Mackenzie, Cape Juby ’de bir ticâret müessesesi kur­ tiyaçlarını karşıladı. Fakat çok geçmeden vâhalar, du, çok geçmeden bu, Vâdî Areksîs ’deki Avgelmîm kervanların hareket üssü olmak durumunu kaybet­ yakınında yerleşen hemşehrisi Curtis tarafından ge­ miş gibi görünmektedir. Tâğmâdârt menşe’li olan liştirildi. Bunlar, bir seri keşiflerin, Sultan Mavlây Şûrefa (Şorfa’ ), N ijer’in zaptı ile elde ettik­ al-Hasan ’1 endişeye düşüren tecrübelerin başlangı­ leri ganimeti M arâkuş’a tabîatıyle bu yoldan ge­ cını teşkil etti. O , 1886 ’da cenuba bir sefer yap­ rilmişlerdir. mağa karar verdi. Bu sefer, Tâzervâit ve Vadi Nün Bu hâdise, şüphesiz Vâdî Nün ahâlisinin bu şe­ *un boyun eğmesi ve Ingilizlerin memleketi ter­ rifler ( Şorfâ’ ) hanedanını çok geçmeden niçin letmesiyle şon buldu. Büyük Sahrâ’da yaban«



VÂDÎ NON -



aleyhtarlığı nüfûzu artmakta olan Murâbıt Şeyhi Mâ-ül-Ayneyn [b .b k .], bu sahillerdeki hıristiyan teşebbüslerini durdurmayı, kendi üzerine aldı. An­ cak, onun ölümünden dört yıl sonra 1916 ’da İs­ panya Cape Juby 'de yerleşti ve bir Alman denizaltısı, bu sıralarda Anti Atlaslarda Fransızların iler­ leyişlerine karşı kabilelerin direnişlerini idare et­ mekte olan Mâ-Uİ-Ayneyn 'in oğlu Mavlây Alj.“ med al-Hayba ile ittifak aramak üzere bir hey’eti karaya çıkardıysa da bu gayret netice vermedi. Esasen Vâdî Nün artık Avrupalılann alâkalarını celbeden aynı sebeplere de mâlik değildi. Bayrûk'un kuvveti artık mevcut olmadığı gibi Fransızların Cenubî Cezayir ve aşağı medar mıntıkasındaki iler­ lemeleri Sahra ’dan geçen trafiğin tedricen azalma­ sına yol açtı ve Avgelmîm yavaş yavaş bütün ticârî ehemmiyetini kaybetti. S i y â s î t e ş k i l â t . Vâdî Nün*daki her ka­ saba kendine mahsus bir teşkilâta sâbîpti: Bir reis ile eşraftan meydana gelen bir meclis. Bu da hemen dâima monarşiye temayül gösteren bir kabile teş­ kilâtına bağlı idi. Ekseriyeti, bir ittifak sistemine dâhil bulunan kabileler arasında Teknalar, sahil ka­ bileleri ( Ai t Camili) İle dahildeki kabileleri (A it “Asman veya A it Belia) birbirinden ayırır. İ k t i s â d ı h a y a t . Vâdî Nün 'da biraz hu­ bubat, üzüm ve tütün yetişir. Burada çıkan tütünün Cenubî Sûdan ’da husûsî bir şöhreti vardır. Vâdi Nün'da hurma ağaçlan, incir, nar, portakal, Hind in­ ciri (M ısır inciri) de bulunur. A n kovanlarından nefis bal istihsal edilir. Memleketin esas zenginliği, yetişti­ rilen deve, at, sığır ve husûsiyle koyun ve keçidir. Sanâyi iptidai olup, bir kaç tane tüfek imalât­ çısı ve Yahudi kuyumcular vardır. Balıkçılık T ek n a ’nın muayyen kabileleri tarafından yapılır.



V Â F İR .



139



1844— 1847, V I I I ) ; Cochelet, Naufrage du brick français la Sophie ( Paris, 1821 ) ; Davidson, Notes taken during Travels in A frica (London, 1839); Panet, Relation d'un voyage du Sénégal à Soueira ( Reü. marit. et Colon., 1850 ); Bou el Moghdad, Voyage par terre entre le Sénégal et le M aroc (Red. marit. et Colon., mayıs 1861 ); E l V ad N u n y Tekna segun Gatell (Red. geograph. Commercial, 1865); Jannasch, D ie deutsche Handelsexpedition 1886 ( Berlin 1887 ) ; Douls, Voyage d'exploration à travers le S ah ara occidental et le S u d marocain ( B u l l Soc. de Céogr., Paris, 1888, I X ) ; A . L e Chatelier, Tribus du Sudouest marocain (Paris, 1891 ) ; P. Marty, Les Tribus de la H aute Mauri­ tanie (Paris, 19 15 ); R. Montagne, L es Berbères et le M akhzen dans le S u d du M aroc ( Paris, 1930 ). ( F . D e L a . C h a p e l l e .)



V Â D Ï YÄNA. [Bk. g u a d ia n a .] VA FÄ . [B k . v e f à J V Â F ÎR . [B k . VÂFİR.J V Â F ÎR . V Â F ÎR , a r û z u n d ö r d ü n c ü b a h ­ r i olup, al-IJalîI ( ölm. 175 = 791 ) ’ in arûz sis­ teminde ikinci dâirenin birinci bahri olarak yer al­ maktadır. Bu isimle adlandırılması tef’ilelerindeki hecelerin ( sabab ve, v a ta d ) çokluğu ile ilgilidir (b k . msl. Lisân al -0A r ab, V II, 152, d/r maddesi; al-IÇâmüs tercümesi, i , 144, d/r; T ac al-°arûs, IV , 373, d/r, Küveyt tab’ı) . Nitekim aUJalil, al-A[}faş (ölm . 207 = 822 ) 'in, vezinlerin isimîendirilmeleri ile il­ gili bir sorusunu cevaplandırırken, vâfir'in , tef’ilelerinin vatad bakımından zenginliği dolayısıyla bu isimle adlandırıldığını söylemiştir (b k . Ibn Raşllf, al-°Umda, nşr. Muljammed Muhyi *d-dln cAbd al-fiamîd, Beyrut, I972, s. 136; al-tfefi? al-Yağmürî, N âr cd-kabas, nşr. R . Sellheİm, Wiesbaden,



Avgelmîm ve Tiğm art pazarları sâdece mahalli 1348 [19 6 4 ], s. 7 î ) . Vâfir ’in, dâire sistemindeki aslî şatr ’t üç defa bir ehemmiyet taşırlar. En kayda değer panayırlar ( musem, amuggâr) Asrîr, Çşâbî ve Avgelm îm ’in- mtıfâialatun ’dür. Aynı cins tefilelerden meydana kiler olup, yerleşik halk ile göçebelerin yıllık mal gelmesi dolayısıyla al-Cavhari ( ölm. 400 — 1009 ) mübâdelelerine imkân verir. Büyük Ç öl transit ti­ onu, birinci grubu teşkil eden müfred bahirler ( alm ufradât) arasına yerleştirir. Tatbikatta ş a ir’ımn câreti hemen tamamıyle kaybolmuştur. B i b l i y o g r a f y a : Vâdi N ü n ’un Avrupa son tef’ilesi mufâea l ( : f a cülun) şeklinde ( ; alile münâsebetleri hasebiyle Fas ’ın bu eyâletinin carûı: al-m aklü f) görülür. V â fir’in iki arûzu ve üç bibliyografyası çok ehemmiyetli olup, M . Funck zarb ’1 vardır. Brentano ’nun Hespcris (1930, X I, fasikül I— 1. mufä’alatun mufâ’alatun f a ‘ülun I I ) ’indeki Garbi Büyük Çöl bibliyografyasın­ mufâ’alatun m afâ‘alatun fa°ülun da bulunur.— Şimâlî A frika’nın klasik müver­ 2, mufâ°alatun mufâ‘alatun rih ve coğrafyacılarına ( al-Bakrî, al-Idrisî, Abu’lmufâ‘a la tm m ufffalatun Fidâ% Ibn öaldün, Leo Africanus, Marmol) mufffalatun mafâ°alatun ilâveten burada yalnız en mühim eserleri zikre­ mufâcalatun mafâ'îlun diyoruz. Histoire da Naufrage et de la Captivite T e f’ilelerde görülebilen değişiklikler şunlardır: de M . de Brisson (Geneva, 1789); R . Adams, a. M ufâ'alatun yerine, lâm ’ın kısa seslisini kaybet­ The Narratiüe o f Roberl Adams ( London, 1816 ); mesiyle mufäcaltun ( :mafâ°llun ) kullanıldığı sıkça J. Riley, Loss o f the American İrig Commerce görülür, b. Lâm ’ın atılmasıyla seyrek olarak mu(London, 18 17 ); F. D .B ,, Naufrage d a brick fâ'atun ( ; mafâ°ilun) gelebilir, c. Lâm ve n û n ’un la Nossa Senhora-da-Conceiçao ( Lafond, Voya­ kısa seslilerini kaybetmesiyle mufâcallu ( :m a fâ cilu ) ges aufour du mende et m ufrages cefeires, Paris, şekli ise, pek seyrek görülür ( °Antz ve zarb dışın­



VÂFİR -



VAHÂN.



da bâzan rastlanılan diğer değişiklikler için bk. al-cîkd al-farîd, V , 452 ). Vâfir, Arap şiirinde oldukça rağbet görmüş bir bahirdir. Islâmiyetten önceki şâirlerin elimizde mev­ cut şiirlerinde en çok kullanılan bahirler arasında bu bahir de vardır ve tavîl [b.bk.] ’den sonra ikinci sırayı alır ( bk. msl. The Divan o f the six ancieni arar Inc poets, nşr. Ahlwardt, London, 1870’te tavîl, 71 şiir ile en çok kullanılan bahir olarak başta gel­ mekte, bunu 35 parça şiirle vâfir tâkib etmektedir ). Peygamber' in gözde şâiri Hassan b. Şâbit * in dî­ vânında (b k . Divân, nşr. H. Hirschfeld, Kahire, 1347 = I929 ) mevcut 35 şiir de bu bahirdendir. Emevîler devrinin meşhur şâiri Z u '1 - Rumma ’nin dîvânında yer alan 7 şiirin vezni de vâfirdir ( bk. Dîvân {İV Z i 'r-Rurryna, nşr. C . H . Macartney, Cambridge, 1919 ). Şiir mecmualarında da bu bahir­ den şiirlere sık sık rastlanır ( bk. msl. al-A§ma‘ lyat, nşr. Ahmed Muhammed Şâkir, cAbdu Salam Ha­



yüklenmişti. Daha sonra bu durum ihmal edildi ve nihâyet kesildi. Bu vâhalardaki su kaynaklan asit çeş­ nisinde olup, bunlardan çıkan su, sirke yerine kulla­ nılır, diğer bazıları ise ağız buruşturucu ve tuz lez­ zetlidedir. Yirmi tane kadar su kaynağı vardır. Bâzı hastalıklar mmtıkavî ve humma umûmîdir. Burada hurma, zeytin, incir ağaçlarından meydana gelen ormancıklar ve üzüm yetişir. Söylendiğine göre, fevkalâde bir limon ağacından yılda 4.000 limon alınmıştı. Buranın münbitliği, nebatatçıla-



run, Kahire, 1375 = *955; on şiir). Bu bahir, Iran nazmında, sâdece arûza dâıV eser­ lerde misâl olarak geçmekte olup ( bk. msl. Şams-i Kays, al-Mıfcam f i macöyir af âr al-cAcam, nşr. Mudarris Razavî, Tahran, 1327, s. 81 v .d .) Türk nazmında da görülmez.



V A H ÂN . [B k. v a h â n .] V A H A N . V A H A N (A ra p ça ’da Vahban), Pam ir’in cenûbunda bir İdâri bölge. Vabân, şark­ tan garba uzanan ve Amu-Derya (P an ca) ile onun en cenup kaynağı olan Vahân-Darya nehirlerinin suladığı dar ve uzun bir vâdidİr (b k . mad. AMU -DERYA). Amu-Derya boyunca Vahân *m uzunluğu 67 mil, Vahân-Darya ’nm ( Langar-kiş ’den Vabclr geçidine kadar) uzunluğu ise 113 mildir; Efgan kaynaklan, İşkâşim ’den Sarbadd’e kadar olan mesâfeyi 66 kyrök (2 2 fersah) olarak gösterir. Vahan ’ın cenûbuna doğru, Yukan Indus mem­ leketlerine çıkan müteaddit geçitlerin bulunduğu Hindu-Kuş silsilesi yükselir. Başlıca geçit .olan Baroğil geçidi (3.788 m .) Citrâl ’a çıkar. Vabân ’m şimâl yakasında doruklan 6.992 m. yüksekliğe kadar erişen Vabân (Nicolas II.) silsilesi bulunur. Garbî Vahân, Şugnân [b. bk] hudutlanndan gire­ rek şimâl istikametine dönen Amu-Derya dirseği­ ne kadar uzanır. Şarkta ise Vabân (Vabcîr yüksek vadisi üzerinden) Çin topraklan ve Çakmak-ting gölü ile birleşir. Vabân, geçen asrın sonlarında Ruslann elindeki şi­ mâl bölgesi ile ingilizlere âit cenup bölgesi arasında, bu iki mıntıka arasındaki teması kesen bir mânia gibi idi. Hududu tesbit eden 4 mart 1895 ’tekî Rus -Efgan andlaşmasında hudut: a) Vabân’m aşağı kıs­ mında, Amu-Derya ırmağının yukansmdaki Lan­ gar-kiş’e kadar uzanır. Burada Amu-Derya *mn iki kaynağı birleşmektedir: Biri cenûh-i şarkîden (K ü çük Pamir’den ) Vabân ırmağı, diğeri şimâl-i şarkîden (B ü yü k Pamir’ den ) Pamir ırmağıdır; b) Langar-kiş ’ den itibaren hudut Pamir ’in kay­ nağına ( Zor-kul veya Victoria gölü ) kadar bu neh­ rin mecrasını tâkib eder; c) Daha şark istikame­ tinde hudut, tekrar zikzaklar çizerek Cenûbî Ç in ’e ( Beyilc geçidi yakınında) varır. Bu itibarla Efgan arâzisi Amu-Derya ’nın sol yakası, bütünüyle Va-



Bibliyografya : Metinde zikredilen­ lerden başka bk. ibn-cAbd Rabbihî, al-‘ Ik.d alFarid ( Kahire, I365 ), V , 451 v.dd. ; alCavharî, K itâ l °arüz al-varafca, el. yaz.. A tıf Efendi kiitüp. nr. 1991, var. ı b -33b; al-Tahânavî, Kaşşüf itfilahat al-funön (K alküte, 1862), II, 14731 Mohammed Ben Cheneb, Tuhfat al-adab f l mizan af ur al-°Arab ( Paris, 1954 ), s. 3 8 - 4 1 ; E l , mad. VÂFİR; Nihad M . Çetin, Aruz, KüçSk Türk~İslam Ansiklopedisi ( İstanbul, 1978 ), fasikül II, 1898 v.dd. ( A h m e d S ü b h I F u r a t .)



V A F Ç . [B k .



v efk



.]



al-VAFRÂNİ. [B k. VEFRÂNÎJ A L -V  R [B k. v h.] V A H . AL-VÂH (cemi al-Vshât), G a r b î M ı ­ s ır 'd a b u l u n a n b ir g r u p v â h a n ın a d ı olup, bunlar üç tanedir: Birincisi Fayyüm 'un karşısında yer alıp, A svan ’ın yüksekliğine erişir, vâhalann en genişidir ve birçok kasabayı içine alır; buradaki hurma ağaçlan M ısır’daki en iyi hurmaları yetiş­ tirir. İkinci vâha biraz daha küçük ve daha az ka­ labalıktır. Üçüncüsü vâhalann en küçüğü olup, Santarya kasabası buradadır. Bu nıâlûmat Yâljüt tarafından verilmiştir. Makrîzî ise, iç ve dış olarak tesmiye ettiği bu vâhaları dörde iblâğ eder; onun zamanında Santarya Berber soyundan Sîva adını taşıyan ve Zenâta diline yakın bir lehçe ile konuşan 600 kişi kadar bir nüfûsa sâhipti. Vâhalardan şap ve göztaşı istihsal edilirdi; Kahire Eyyûbîleri tarafın­ dan timar ( mukta° ) sahiplerine yıllık olarak 1.000 kental i 100,000 libre ) şap ihraç etmeleri mecburiyeti



rm bir takım misâllerle verimliliğini belirttikleri Aurantiacea ile mukayese edilebilir. 339 ( 9 5 0 ) 'da Nûbe [b .b k .] ordusu tarafından yağma edilen bu vâhalardan birçok da esir götürülmüştür. Bibliyografya : Yâküt, M tfcam , IV, 873; Makrîzî, dUat (Bulak, 1270), I, 234; nşr. Wİet, IV , x i3 v.dd. (M .I.F .A .O ., X L I X ) ; Mas'üdî, M urw , III, 50,



( C l . Huart.)



VAHÂN -



V Â H Î D İ.



bân-Derya vâdisı ve Pamir nehrinin sol yakasın­ verkhomeoe P 'andia ( Moskova, 1908); Prens daki bölge ile A k*su’nun yukan mecrasının kü­ Masalsky, Turkestan ( i 9 r3 ), s. 99-102 ( P .P . Se­ çük bir kısmım (Çakmak-kul gölü dâhil ) içine alır, m enov'un Russie serisinden, X I X ) ; Tacikistan Vabân'm Efgan kısmı garptan şarka başlıca şu ( Taşkent, 1925 ), tür. yer. ( Korzenewsky, Bart­ 7 İdâri bölgeyi: Varg, Ürgand, Handüd, Kal'a-yi hold, Semenov v.b. Tacikistan Sovyet Cumhuri­ yeti hakkında hâtıralar kolleksiyonu); Burhan Panca, Bâbâ-Tangî, Nirs-va-Şalak ve Sarljadd (b u aî-Dîn Khan Hüşkakî, KattaŞhan Wa-Badahhşhan, son köy 3 -45° m. yükseldikteki Baroği! geçidinin eteğindedir ), bir de, Vabân-Derya tarafından sula­ Rusça tercüme (Taşkent, I92(>), s. 149-170; S ir A . Stein, Serindia, 1921, I/ııı, 60-71 (eski nan az nüfuslu K ü çü k Pamir arazisini ihtivâ eder. Çin vesikalarından nakiller); ayn. mil., Innermost Efgan tarafında Vabân'da 3.500 kişilik balkıyla Asia, 1928, II, 863-871 (eski kalıntılar: hîîşâr ke­ 64 köy ve Rusya tarafında 2.000 kişilik nüfusuy­ narındaki Zangibâr, Yamçîn kenarındaki Zamr-i la 27 köy bulunmakta idi. Ahâli ( V a b i’le r), bü­ âtaş-parast); ayn. mil., On ancient Tracks past yük çoğunlukla mavi gözlü olmalarıyla V I. asır­ the Pamir, The Himalayan Journal, IV , 1932 dan beri Ç in 'in dikkatini çekmiş olan İran dağlı­ ( ayn basım, s. î-26 ). Vabî 'lerin lisanı haklanda ları ırkı ( Ğalca ) 'na mensuptur. Vabî lisanı irabk, Geiger, Gnmdriss d, iron, P h il, I/it, 290 nî lehçe (G a lca ) nin garip bîr çeşididir. Vabî“ v.dd. ve Grierson, Linguistic Suroey of India '1er, Rus tarafında, Tacikistan Muhtar Cumhuri­ ( X921), X , 457-465; t A mad. ŞUGNÂN, yeti ahâlisinin bir kısmını teşkil ederler. ( V . M i n o r s k y .) Sır Aurel Stein, âbidevi eserlerinde, „en müs­ VA H B B . M U N A B BÎH . [ B k . v e h b b . m Otakim geçiş yolu” Vabân geçidinin, Şimâlî EfganisNEBBİH.] tan ( B e ll,) yerleşik bölgeleriyle Çin Türkistan! yerleşik bölgeleri arasında çok eski zamanlardan V A H B f. [B k VEHBÎ.] VA H H Â BÎYA . [ B k . v e k h â b Î l e r .] beri ulaşımı sağlamak İçin kullanıldığı yolundaki V A H İD İ. [ B k . v A H İd î.] görüşü desteklemektedir. V II. asırdan itibâren Vabân eski Çin kaynakla­ V Â H İD Î. V A H İD Î, B i r 'A H A m â k 'in , B a l rında Hu-mi, Poho gibi isimler altında devamlı H â f cî z z â n ve H a b b â n a d l ı ü ç s u l t a n ­ zikredilmiştir (bk. Marquart, Erânsahr, Berlin, 1901, l ı ğ a b ü k m e d e n b i r C e n û b î A r a b i s ­ s. 243 ve Ed. Chavannes, Documents sur les Tou t a n h â n e d â n ı « m adıdır. H. v. Maltzan ( s. -kjue occidentaux, indeks )• Hiuen Tsang, buranın 222 ), elde ettiği bilgilere göre, bütün ba hânedâna yeşilimsi gözlü Ta-mo-si-t°ie-ti halkından (henüz âît olan bölgeleri iki gruba ayırmaktadır : Sâhil tam olarak açıklanmamış şekli) ve büyük Budist civânndaki A ş a ğ ı V â b i d î , Greenwich 'e göre vihâra 'sıyla başkenti H un-t’ o-to (= H a n d ü d ) ’dan 48 '— 48“ 30* şark tülü ve 14" şimâl arzı arasında bahseder. 7 4 7 'de Vabân meşhur Çinli General Kao-sîen-ce 'nin Tibetlilere karşı askerî harekât sâhası olmuştur ( bk. Ed. Chavannes, ayn. esr., s. 152 v.d. ). Arap müellifleri arasmda Iştabrf (B elbî ) Vabân 'dan, kâfirler memleketi, misk gelen ve Amu-Derya nin çıktığı yer olarak bahseder (b k . Iştabrî, s. 279 v.d., 296; lbn Rusta, s, 9 1 ) . Mas’üdi, M utüc, I, 213; Tembih, 64, Yukan Amu-Derya ahâlisi: Avbân ( o ü-r, okunuşu ö ^ j ) , Tubbat (T ibetliler) ve Ayğân ( ? ) için „T ü rk” terimini kullanmaktadır. Marquait, lranlı V abî'1er bakımın­ dan „Tü rk” teriminin sâdece onlann lıânedâmm gösterdiği görüşündedir. Daha tafsilâtlı bilgi fjudüd ab'Âlam, G M S , 1937. s. 39, 63, 7 1 , 86, 120 v.d., 325, 350,360 v.dd. 'nda verilmektedir. Burada kira­ lın ikamet yeri ve memleketinin başkenti Sikâşim ( Işkâşim şeklinde düzeltilebilir ) 'e Vabân denil­ mektedir. Vabî'Ierİn mabet (but-bâna)’ieri (J-mdâz ( bJundâd ) ’dadır ve „onun solunda" Tibetliler tarafından işgal edilmiş bir kale vardı. SamarkandâV, ahâlisini Hindû, Tibetli ve V a b î’lerin teşkil ettiği Mâverâünnebr'dekî tâbilerin en eski sının olarak kabûl edilmektedir. B i b l i y o g r a f y a s Curzon, The Pamlrs 189s2, s. 32 ve harita; Comte Bobrinskoy, Gorisı



olup iç kesimine ancak 2 saatte ulaşılır. Y u k a r ı V â b i d î , Greenwich 'e göre 470— 47° 40’ şark tulü ile 14° 20 ’— 141' 58 ’ şimâl arzı arasmda olup, C .v. Landberg ( s . 180) sâhil bölgesi sınırlan olarak, garpta Râs al-ffusaym ve şarkta al-iduşâ al-bîamrâ 'y i göstermektedir. Böytece Vâljidİ hânedânı toprak­ lan, 'Avâîik ve Ku'aytl arazisi arasında bulunmak­ tadır. Râs al-Çusaym 'in bir saatlik şarkında deni­ ze dökülen ve Vâdi IJacr 'in aşağı mecrasını teşkil eden Vadi Mayfa'* Aşağı Vâbidî bölgesine âittir. Buranın en belli başlı mevkii Cül al-Şayb 'dir. K ıyı bölgesi. Bîr 'AU 'Amâkîn ve Bal Haf 'tzzân sultanlıklan arasında şu şekilde taksim edilmiştir: Birincisi Bİ-phışâ al-Hamrâ ile Râs al-Ratl kıyı uzantısı arasındaki bölge, İkincisi de bu nokta ile Râs al-Kıısaym arasındaki bölgedir. Vadi M ayfa', yazın 'lzzân ’da ikamet eden Bâl pîâf sultamna fiit olmakla beraber. Bîr 'A li sultanının da orada mülkleri vardır. En mühim iki liman, yazın fay­ dalanılan Bîr 'A lî île, kışm faydalanılan Macdaba *dır. al-IJavta ile bildikte Vâdî 'Amâkîn, Vâdî Sere, al-Şu'ayb, al-Hanaka, Salmün, Hadâ ve ayru adı taşıyan en önemli mevld ile birlikte hfabbân, Y u ­ karı Vâbidî bölgesine âittir. Nu'mân, Sa'd, Namara



VÂHİDÎ ve H im yar’a âît olan B â 'Avza, Âl Ahmed, Âl B â Serda, al-I^umüş ve al-Zıyâb Bedevi kabileleri Vahidî bölgesine dağılmışlardır. Bilhassa vâdiler ınünbit ve verimli olup, buralarda hububat, hur­ ma, bol miktarda tütün, çivit ve pamuk yetiştiri­ lir. Dokumacılık bilhassa al-plavta ’da, doğrama­ cılık ise Habbân 'da gelişmiştir. Huşn al-Gurâb ve Nakab al-öacar, Sabâ devrinden kalma mühim harâbelerdir. 1870 senesinde Sultan Hâdl ile Türkiye arasında, iki liman şehri olan B ir CAH ve Macdaha ’ nin, bu­ rada karantina kurmak isteyen Türkiye'ye devir ve temliki için müzâkereler yapıldı. 1882 'de T ü r­ kiye 'nin Cenûbî Arabistan ’da çok fail bir halde bulunduğu sırada, B ir 'AH ve B il Hâl sahiplerini Türkiye’ye kazandırmak için İzzet Paşa vâsıtasıyla yapılan ikinci teşebbtist.e olduğu gibi, bu proje de İngiltere 'nin karşı koyması neticesinde gerçekleş­ medi. B il Hâf sultanına, bu vesileyle Türk bayrağı verildi. Her hangi bir inkıyat bahis konusu olmak­ sızın, hutbede Osmanlı sultanının adı zikredildi. İngiltere, bütün ihtimâlleri önlemek için 30 nisan 1888 *de Bâl Hâf ve Bîr CA 1I sultanları ile hîmâye andlaşmaları yaptı. Bu andlaşmalar gereğince bu sultanlar, yıllık bir ödeme karşılığında İngiltere 'nin rızâsı olmaksızın yabancı iktidarlarla hiçbir sûretle müzâkereye girmemeyi taahhüd ediyorlardı. Bu and­ laşmalar, 15 mart 1895 ve X haziran 1896 tarih­ lerinde yenilendi. B i b l i y o g r a f y a : J . R . Wellsted, Reisen in Arabien, Almanca şekli, E . Rödiger (H alle, 1842), I, 283 v.dd., 322 v.dd.; C . Ritter, Die Erdhjınie von Asien (B erlin, 1846), V III/ i, 663; A. v. W rede, R eise in fjladkramaut (nşr. H . v. M altzan), Braunschweig, 1873, s. 160 v. dd.; H. v. Maltzan, Reise nach Südarabien (Braunschweig, 1873), s .2 2 1 v.dd.; C . Land­ berg, Arabica (L eid en , 1897), IV , 67; (L e i­ den, 1898) V , 179 v.dd.; F . Stuhlmann, Der K a m p f um Arabien zuıischen der Türkei u n i Eng­ land, Hamburgische Forschungen (Braunschweig, 19 1 6 ), I, r44, 37*-4 i * . (A . G ro h m a n n .) VA H İY. VAHY ( A . ) , [b ir fikir veya emrin Allah tarafından bir peygamber *e ilhâm olunması, (aynca bk. madd. KUR’ÂN, MUHAmmed)]. Kelime, iştikak bakımından, Arapçaya akraba sâmî diller­ den, Yahudi-Ârâmî 'de " V7W acele etmek”, Habeşçc’de, vafaaya "etrafını dolaşmak, gitmek, teşhis etmek” ile ilgilidir. Arapça’da, süratle işâret etmek, bir işte sür’at göstermek, yazı yazmak, elçi gön­ dermek, gizlice bir şey söylemde v.s. gibi lügat mânası taşıyan valjy 'in lâdinî mânası, Kaşşâf işfilâhâi al-funm 'a göre, ilhâm bi-surca "sür’atle il­ hâm" olarak belirtilmiştir. Fjitin, şâirler tarafından kullanılışı hakkında ise bk. Lisân, mad. ü h y . Dini bir ıstılah olarak p e y g a m b e r l e r e g ö n d e ­



VÂHİY. r i l e n İ l â h î k e l â m v e h a b e r mânasındaki vahiy, velîler, sanatkârlar ve başkalarının ilhâm [ b.bk. ] ’lan ile, aynı şekilde bilhassa vahyedilen şey demek olan tanzîl ’den ve onun gökteki semâvî as­ lından [bk. ÜMMÜ’L-KİTÂB ] vahiy indirmek mâ­ nasına gelen inzal 'den aynlır. K u r ' â n ’ d a k i k u l l a n ı l ı ş ı ; a. R u f ân’m ilk nâzil olan sûrelerinden X C 1X . sûrenin 4.-5. âyetlerinde, dünya, vahyin muhatabıdır: ”0 günde yeryüzü bütün haberlerini anlatacaktır, çünkü Rabbi ona [y e re ] o şekilde vahyetmiştir”. X X V III. sûre, 7. âyette vahiyde bulunulan M ûsâ’nın annesidir; al-Bayzâvî, bu ıstılâhı peygamberlik vahyinden ayırdetmek için onu ilhâm veya ’’rüyâda bildirmek" şeklinde izah eder. Aynı şekilde X IX . sûre, I I . âyette avfjâ fiilinin faili Zakarîya ve mef’ûlü ise, halkıdır. Burada vahiy, a o m f a ( ” îmâ etti, işâret e tti" ) ile izah edilmiştir. Istılâh, V I. sûre, 112. âyette husûsî bir tarzda kullanılmıştır: "Biz (peygam­ berlerin hepsine de ) insan ve cin şeytanlarım böylece düşman yaptık. Onlann bazıları, aldatmak kasdiyle, diğerlerine yaldızlı birtakım söz ( 1er ve ves­ veseler) telkin ederler ( Y ühl)." Şeytânî ilhamı ifâde için kullanılan ıstılâh visvâs ’tır. Allah ile insanoğlu arasında, vasıtasız veya melekler aracılığıyla vâsıtah konuşma yolu vahiy­ dir. Allah, bir vahiy ile veya bir perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de kendi izni İle dileyeceğini vahyetmesi hâricinde hiçbir vâsıta ile ' hitâb edip insanoğlu ile konuşmamıştır ( X L I I , 51 )• Allâh ’m melekler ile konuşmasına da vahiy de­ nir: "Rabbin meleklere, şüphesiz ben sizinle bera­ berim, îmân edenlere sebat telkin edin, diye vahyediyordu...” ( V I I I , 1 2 ). b. Birçok bölümlerde üaby ile aob â fiili önceki ne­ bilerden Nuh ( X X I I I , 2 7 ) , Mûsâ ( X X , 13 v.d.; X X I , 7 ; V II, 1 6 0 ) ve Yûsuf ( X I I , 15 ) ile ilgilidir. "B iz, senden evvel de, yalnız kendilerine vahyettiğimiz erkekleri ( peygamber olarak) gönderdik” (X X I, 7 ). c. K u r ân ’da vahyin esas muhatabı Muhamm ed’dir ( X I I I , 3 0 ) : ("öncekilergibi) senide, ken­ dilerinden evvel nice ümmetler gelip geçmiş olan bir ümmete, sana vahyettiklerimizi onlara okuman için gönderdik” . "Doğru yolu bulmuşsam bu da Rabbimin bana vahyetmekte olduğu K u r 'ân sâyesİndedİr” (X X X I V , 5 0 ). Peygamber 'in muâsırlan ona vahiy gelmesine çok şaşırdılar: „içlerinden bir kişiye indirdiğimiz vahiy, insanlar ( Mekkeliler ) için şaşılacak bir şey mi oldu ki o kâfirler...” ( X , 2 ) . "Onlara de ki: Size, benim yanımda Allah’ın hâzineleri var demiyorum. Ben, gaybı bilmem. Size, hakikaten ben bir meleğimde demiyorum. Ben, bana vahyedilmekte olandan baş­ kasına uyniam” ( V I , 5 0 ). Ona böylece vahyolunan A llah’ın sözleri değiştirilemez: ’’Rabbinin. kitabın­



VAHİY. dan sana vabyolunanlan oku. Onun sözlerini de­ ğiştirebilecek yoktur” { X V I II, 27). Peygamber ’e gelen vahiylerin mâhiyetlerinin İlâ­ hi oluşu, "o , kendisine inzal edilen vahiyden başka bir şey değildir ” ( L III, 4 ) âyetiyle te’kid olunur. Vahyin doğruluğu ise şöyle ifâde edilir: ’’Allah adı­ na yalan uyduran, yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, bana da vahiy indi, diyenden daha haksız ve tehlikeli kim olabilir?“ ( V I , 93). Peygamber, bu yüzden Rabbinin ona vahyettiğinden başka hiçbir şeye uymamakla emrolunur (X X X II I, 2 ; X L III, 43 ). ” 0 , hiçbir yiyeceği yasak etmez, zîrâ kendisine vahyolunanlar arasında böyle bir nehiy yoktur”



susunda şu mûtâlar çıkarhlabilir: Vahiy, başlangıç­ ta, gerçekteki hâdiselerin önceden idrâk edildiği rüyalardan ibârettir (Ib n Hişâm, s. 15 1: Tabarİ, Tafsîr, X X X , 138; îbn Sacd, I/[, 129). Daha sonra bu rüyalarda görülenler aynen husule gelir. °Â5işa tfk hâdisesi diye bilinen ve şahsına karşı yapılmış bir İftira dolayısıyla şüphe altında iken, mâsum oldu­ ğunu, Peygamber ’e rüyada vahyetmesi için Allah *a dua etmişti (Ahm ed b. Hanbal, V I, 197: Bubâri, Tafsîr, sûre 24, bâb 6 ). Peygamber ’e Cebrâil ’ in ” ben Cibril ’im" di­ yerek göründüğü ilk vahiy hâdisesi Hirâ5 dağında cereyan etmişti. Peygamber, bunun üzerine fcladic a ’ye koşup ’’Beni ört" diye seslenmişti (L X X U I ,



( V I , 145). d. Vahyin muhtevâsı ve gayesi, çeşitli şekillerde1 veya L X X I V , 7 ). Kur ân’ m ilk nâzil olan kısmı, Peygamber’in târif edilmiştir ( aynca bk. m u h a m m e d ).  l *lmrân kıssasının akışı bir ara şu âyet ile kesilir: "Bun­ inzivaya çekildiği ramazan ayında Cebrâil *in gelip, lar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerin- ’’okul” diyerek gösterdiği bir kumaş parçası üzerin­ dendir” ( I I I , 4 4 ). Yûsuf kıssası. Peygamber’e şu de yazılı olan X C V I. sûredir. Muhammed itiraz âyet ile bildirilir: ” Biz sana bu K ar ’ân ’i ( bu edip, okuma bilmediğini söyleyince, Cebrâil, onu sûreyi) vahyetmek süreriyle kıssaların en güzelini göğsünde öyle sıkmıştı ki Peygamber boğulacak gibi anlatacağız. Halbuki sen, daha evvel bundan elbet oldu. Üçüncü tekrarda, Cebrâİl'in tebliğ ettikleri haberdar olmayanlardandın” ( X I I , 3 ) . Peygam­ Muhammed ’in aklında kaldı. Bundan sonra vahiy inzâlinde bir duraklama ( faira) oldu. Bu devrede Muhammed canına kıymayı düşünecek derecede bunalmıştı ÜJabari, nşr. de Goeje, I, 11 5 °; îbn Hişâm, s. 156, 166; Ibn Sa'd, î/ı, 13 1). Bu duraklama L X X 1V veya X C IİI. sûrelerin inzâli ile sona erdi. Vahiy getiren melek Peygamber’e aslî şekliyle Kur ânın vahyedilmesinin sebebi, V I. sûrenin 19. âyetinde zikredilir: "Bana bu Kur ân, sizi ve (siz­ veya insan sûretinde ve başkalarına da sâdece insan den sonra ona) erişenleri inzâr (gelecekteki tehli­ sürerinde gözüküyordu (BuhârI, F a zffil aTKur'ön, bâb I; îbn Hişâm, s. 154, krş. 156; Abü Nukeleri anlatarak ikaz) etmem için vahyolundu". Kar ân *da vahyin muhtevisini ifâde için çeşitli 'aym, s. 69). Bir bakıma, göğe çıkış [ bk. Mt'RÂC ] tâbirler kullanılmıştır: "V e sana da hak ve kendin­ ve gece yolculuğu ( îsrâ) da birer vahiy telâkki edi­ den evvelki kitapları tasdik edici... olarak Kitâb *1 lebilir. Vahiyler, Kur ân ’da zikredilir: "O gönde­ gönderdik" ( V , 48; krş. X X X I X , 2, 4 1; X X X II, rilen, vahiyden başka bir şey değildir; onu, müthiş 3: X X I I I , 70i X V II, 105; V I, 92 v .s.). ’iş te kuvvetlere mâlik, akıl ve fikir bakımından olgun bunlar, o hikmet dolu kitabın âyetleridir ki ( her- olan Cebrâil öğretti. Hemen ( kendi sürerine girip ) b iri) iyilik edenler için bir hidâyet ve rahmettir" doğruldu. O , en yüksek ufukta idi. Sonra yakmina ( X X I , 2-3). f â , Sın. Bunlar Kur ân ’m (hak gelip iyice yaklaştı, öyleki iki yay kadar yahut daha ile bâtılı) apaçık gösteren bir kitabın âyetleridir ve yakın oldu ve A llah ’ın kuluna vahy ettiği neyse mü'minler için bir hidâyet ve müjdedir” ( X X V I I, onu vahyetti. Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. 1-2 ). "B iz onlara, îmân edecek herhangi bîr kavme Şimdi siz onun bu gördüğüne karşı onunla mücâ­ hidâyet ve rahmet olması için bir ilme dayanarak dele mi edeceksiniz? Onu bir defasında da Sidrat tafsil ettiğimiz bir kitap getirdik” ( V I I , 52 ). "Böy- al-möniahâ ’nın yanında gördü... ( Peygamber ’in ) lece sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Halbuki gözü (ondan) ayrılmadı; onun ötesine de kaymadı. { daha önce sen ) kitap nedir, îman nedir bilmezdin. Hakikaten o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir Fakat biz onu, kullarımızdan dilediklerimizi hidâ­ kısmım gördü" ( L III, 4-I4, *7-*8). "Şüphesiz o, çok şerefli bir elçinin getirdiği ke­ yete eriştirmek için bir nur yaptık” ( X L I I , 52). Bundan başka vahiy şu mânaları taşır: ilim ( III, lâmdır çerin bir kudrete mâlik olan o elçi, Arşın 61; II, 115, 140), hikmet (X V I I , 3 9 ), hidâyet slhibi ( Allah ) nezdinde çok itibarlıdır. Orada ken­ ( X L V , 2; V II, 52 v.s,), şifâ ( X L I , 4 4 ), nur disine itâat olunandır, bir emindir. Sizin bu bil­ diğiniz ve tanıdığınız kişi bir mecnun değildir. And( I V , 174: X L II, 52). ........................... P e y g a m b e r ’ i n s î r e s i i l e i l g i l i k a y ­ olsun o, Cebrâil 'i aslî şekliyle apaçık ufukta gör­ n a k l a r d a n v a h y i n İ n z â l ş e k i l l e r i hu­ müştür" ( L X X X I, 19-23).



b er’in İbrahim N ebî’nin dinine uymast, İlâhî vah­ yin neticesidir ( X V I , 12 3 ); aynı şekilde, K u r ’â n ’1 dinleyen cinler hakkındaki bilgisi ( L X X I I , I ) ve insanoğlunun yaradılışı sırasında meleklerin birbirleriyle münazara ve münâkaşa ettiklerini bilmesi (X X X V III, 69 v .d .) yine vahiy sebebiyledir.



*44



VAHİY.



Bununla berâber diğer sûrelerde vahiy, işitme yoluyla vâki olmuştur: "Onu acele (kavrayıp ez­ b e r) etmen için (Cebrâil vahyi iyice bitirmeden) dilini onunla hareket ettirme. Onu (i çi ne) yer­ leştirmek ve (san a) okutmak şüphesiz bize âittir. Ş u hâlde biz onu okuduğumuz vakit sen onun kırâatine uy. Sonra onu açıklamak da bize âittir”



2. Peygamber başını örter, benzi kızarır, uyuyan bir kimse gibi soluk alır, yahut genç bir deve gibi hırıltılı sesler çıkarırdı; bir müddet sonra kendine gelirdi (Bubârî, Hacc, bâb 17: aUmra, bâb. 10; Faza“il al-lfrıfân, bâb 2; Müslim, Hacc, nr. 6; Abmed b. Hanbal, IV , 222,224 ).



(L X X V , 16-19). Ayrıca K ut ân ’m bütününün ifâdesinde Allah tarafından sık sık tekrarlanan kul ( ” de ki” ) lafzı, onun işitme yoluyla gelen bir vahiy olduğunu dü­ şündürür.



3. Peygamber’in benzi atardı (tarabbada laha üachuhtt: Müslim, Hudüd, nr. 13, *4 ; Faza*il, nr. 88; Abmed b. Hanbal, V , 317 v.d,, 320 v.d,, 327i mularaboidan: Tabarî, 7b/sir, X V III, 4 i tarabbudn cildihİ: Abmed b. Hanbal, I, 238 v.d.; tarabbada U~zâlika caşaduha va vachuhu: fayâlisî, nr. 2667 ),



Peygamber ’ İn işiterek vahiy alması husûsunu İlgilendiren teferruat, sîrede ve bilhassa hadîsde bulunmaktadır.



4. Onun üzerine baygınlığa ( tuhâl) benzer bir bal ile kendinden geçerdi (A bm ed b. Hanbal, V I, 103).



a. V a h i y l e r i n g e l i ş i n i P e y g a m b e r n a s ı l f a r k e d i y o r d u ? ı . ’’Bâzan o bir çıngırağmkine benzer bir sesle gelir İd bu en zahmetli­ sidir. Vahyin inmesi bitince, ben, söylenenleri he­ men hatırlarım. Bâzan insan ( racul) sûretinde hİr melek gelir ve benimle konuşur. Ben de onun



5. “ Bunun üzerine Resuluilah ona ('Oşm ân b. Maz'ün a ) doğru dönerek oturdu. Konuşurlarken Resuluilah bir müddet semâya baktı; az sonra aşa­ ğıya sağ tarafına doğru gözlerini indirdi ve onun ba­ kışlarım tâkib eden arkadaşından başka yöne doğru



söylediklerini hatırımda tutarım” ( Bubârî, Badt al-üaİfy, bâb 2 ; B a d 3 al-halfc, bâb 6; Müslim, F ö z etil, 87; Tirmizî, M anâkib, bâb 7 ; Nasâ5!, ¡ftitöh, bâb 37; Mâlik, Muuatta3, al-Vuzû 5 lim an massa ’l-KuT 3â e , nr. 7 ; Abmed b. Hanbal, II, 222; V I, 158, 163, 256 v .d .). 2. Bu hadîsin bir başka rivâyetinde Peygamber şöyle der: "Bâzan bana onu (v a h y i) tevdî eden, genç bir adam ( al-fatâ ) sûretinde gelir” ( Nasâ3!, ¡¡lilâhı, bâb. 37 )• 3. Resuluilah, yüzünün yakınında an vızıltılanna benzer bir ses işitti; işte bunun üzerine ona X X I II . sûrenin ilk on âyeti nazil olmuştu ( Tirmizî, Tajsîr, sûre X X I I I , hadîs I ; Abmed b. Hanbal, I, 3 4 ). 4. Resuluilah, vahyin şiddetiyle, onu ezber etmek için dudaklanm kımıldatırdı. Fakat, L X X V . sûre­ nin 16. âyeti nâzil olduktan sonra, Cebrâil ayrılıp gidinceye kadar, onu dinlemiş ve sonrada işittiğini tilâvet etmişti (Bubârî, Tavfrld, bâb 43; Nasâ’ î, îftilâl}, bâb 37i Tayalisî, nr. 2628). 5. ” ... cAbd Allah b. 'Omar rivâyeti üzre: Pey­ gamber *e, vahiy geliyor mu? diye sordum; şöyle cevap verdi: Evet, mâdenî bir eşyaya vurulduğunda çıkan sese benzer sesler işitiyorum ( krş. yk. 1. bend). Sonra susup dinliyorum ve her defasında (d u y­ duğum ağrıdan dolayı ) öleceğimi sanıyorum” ( Abmed b. Hanbal, II, 222 ).



döndü ve 'Osman oturmuş bakıyorken o kendisine söylenen bîr şeyi anlamak istercesine başını salladı. Maksadına erişip kendine söyleneni anlayınca Pey­ gamber ’in bakışları yeniden semâya doğru döndü...” ( Abmed, b. Hanbal, 1, 318). 6. ’’Peygamber’ e bir vahiy geldiği zaman bu ken­ disine o kadar zahmet veriyordu ki bizler bunu fark edebiliyorduk. O vakit arkadaşlarından aynlır ve geride kalırdı. Büyük bâr zahmetle karşılaştığı için, başını gömleği ile örtmeğe çalış(ir)dt...” (A b * med b. Hanbal, 1, 464). : , 7. Zayd b. Sabit şöyle dedi: ’’Peygamber *in ya­ nında bulunduğum sırada onu sakîm [b . bk.) kapladı. Onun di» benimkine öyle bastırdı İd, baca­ ğım kırılacak sandım. Bu hâli düzeldiği zaman bana şöyle dedi: Y az, ve ben IV . sûre 97. âyeti kaydettim” (A bm ed b. Hanbal, V , 18 4 ,190 v.d.; A bü DSvûd, Cibâd, bâb 19 ). 8. ‘A bd Alfâh b. cAmr şöyle dedi:” al-M ifida sû­ resi Resuluilah’a, devesine binmiş gidiyorken nâzil oldu. Hayvan buna daha fazla dayanamadı. O de­ rece ki Peygamber devesinden inmek zorunda kal­ dı” (A bm ed b. Hanbal, I I , 176; Asma’ bint Yâzîd ’in rİvâyet ettiği benzeri diğer bir hadîs için bk. Abmed b. Hanbal, V I, 455. 458; aynı mâhiyette bir başka hadîs için bk. îbn Sa'd, 1/ 1 , 1 3 1 ) .



c. P e y g a m b e r ’e v j a h y i n h a n g i h a l ­ l e r d e g e l d i ğ i . 1. Peygamber ’e vahiy, aşağı­ daki hususlarda doğrudan doğruya veya dolayısıyla b. V a h i y l e r b a ş k a l a r ı t a r a f ı n d a n fikri veya kararı sorulduğunda gelmiştir: cUmra n a s ı l f a r k e d i l i r d i ? I. Vahiy sırasında so­ ( Bubârî, Hacc, bâb 17; yk. bk. bâb 2 ) sırasında koku ğuk günlerde bile Peygamber’İn alnında ter be­ ( cıfr) kullanmak; bir gazâ sırasında evde kalmak lirirdi ( Bubârî, B ad 3al-vahy, bâb 2; Tafsîr, sûre için özür beyan etmek ( Ab ü Dâvüd, Cikâd, bâb 19 i X X IV , bâb 6; Müslim, F a z a 3il, nr. 86; Abmed Abmed b. Hanbal, V , 184); iyiden ( [tayr) kö­ b. Hanbal, V I, 58 ,10 3 , 197, 202, 256 v.d.; krş. tünün ( ş a n ) zuhur edip etmeyeceği mes’elesi III, 2 i; ayrıca bk. yk. a. i ) (A bm ed b. Hanbal, III, 21; f a y âlisi, nr, 2180);



V A H İY -



V A H Ş Î B Â F K Î.



hanıtnlanran ihtiyaçlarım Medine kenarında te’min etmelerine müsâade edilip edilmediği ( Aljmed b. Hanbal, V I, 5d ); ‘Â ’ işa ’nin beraatı mes’elesi (B u îySrl, Tefsir, sûre X X IV ,b â b 6; A bm edb. Hanbal, V I, 103, 19 7 ); bir kişinin şâhit olduğu bir zinâ hâdisesi sonunda boşanma ( 'I'ayâlisî, nr. 2667) ve zihar ( Tabarî, Tafslr, X V III, 2 [; şihâr ıstılahı için bk. Ö. N. Bilmen, Huhukrt islâmiyye üe ıslılâhât-l fıhjıiyye kamusu, İstanbul, 1950, II, 188]).



Şu hâlde, [ feylesofların iddiâ ettiği gibi ] "ver­ diği emir ve nebiyleri, hiçbir temeli bulunmayan ha­ yâllere dayalı bir kimse nasıl peygamber olabilir?”



2, Peygamber binek hayvanı üzerinde iken bk. (yk. bk. 8; Tabarî, Tafslr, X X V I, 3 9 ), başı yıkanıyorken ( Tabarî, Tafslr, X V III, 2 ) , sofrada yemek yiyorken (Abm ed b. Hanbal, V I, 5 6 ) ve min­ berde hutbede iken (Aljmed b. Hanbal, III, 2 1 ) kendisine vahiy gelmişti.



nische Untersuchungen, s 67 v.d.. Hadîs ko­ leksiyonları için bk. Wensinck, Handbook, s. 162b, 163“ ; Sprenger, Das Leben und die Lehre des Muhammed (Berlin, 1861), I, 207 v.dd.; 1865, III, s. X V III v.dd.; W. Muir, The Life of Mohammad (Edinburgh, 1 9 1 z ); F. Buhl, Das



d. Bu vahiyler, her zaman tebliğ edilmezdi, edil­ se bile onlar Kur ’ân ’in birer bölümleri değildiler Iyâni, Kuran ’a idhâl edilmek üzere gönderilme­ mişlerdi] (krş. Nöldeke-Schwa!!y, Geschichte des Qor3ns, I, 256, 2 6 1), msl. iyiden ( tfayr) kötü­ nün ( ş a n ) zuhûr edip etmediği hususunda Peygam­ b e r ’in verdiği cevap ( Aljmed b. Hanbal, III, 21; Tayâlisî, nr. 2180); hanımlarının şehirden ayrılma­ ları husûsunda verilen müsâade ( Ahmed b. Hanbal, V I, 5 6 ), zinâya verilen cezâ ( Ahmed b, Hanbal, V , 3*7 v.d., 320 v.d., 327, âyat al-racm değil), Li‘Sn hakkındaki müsâade (Tayâlisî, nr. 2667 [• ıstı­ lah için bk. BİImen, ayn, esr„ II, 189]).



Leien Muhammeds (Leipzig, 193°)> s- I34 v.



Görebildiğim kadanyle vahiy mefhûmu mühim münâkaşalar ortaya çıkarmamıştır. al-Id ve onun eserinin şârihi al-Curcanî, "vahyin peygamberlere mahsus bir Allah vergisi olduğunu ve bu vâsıtayla peygamberlerin melekleri cismanî bir şekilde gör­ düklerini ve vahiy vâsıtasıyla onlann sözlerini işit­ tiklerini” ileri süren feylesoflara karşı çıkmışlardır. Herkesin uyku esnâsmda gördüklerini, peygamber­ lerin uyanık iken gördükleri husûsu inkâr kabûl etmez. Yâni onlar, ruhları cismanî meşguliyetler­



(K alküle, 1862), s. 1523.



( Maoâl(if, s. 172 v .d .). . B i b l i y o g r a f y a : îbn Hişâm, Sıra (nşr. Wüstenfeld), s. 150 v.d.; îbn Sa°d, Tabafât (nşr. Mittwoch), s. 126 v.dd.; Tabarî (nşr. de Goeje), I, 1146 v.d d .; Nöldeke-Schwally, Ge­ schichte des Qoräns, 1, 21 v.d.. J. Horovitz, Kora-



dd.; T . Andrae, Die Person Muhammeds (Upsa­ la, 19 17 ), s. 3 11; ayn. mll., Mohammed (G ö t­ tingen, 1932), s. 77 v.dd., G. Hölscher, Die Propheten (L eipzig, 19 14 ); 0 . Pautz, Muham­ meds Lehre von der Offenbarung ( Leipzig, 1898 ); Abü Nu°aym Abmed b. cAbd Allah al-lşbahâıu, Datffil td-nubuvva (Haydarâbâd, 1320), s. 68 v.dd.; al-Râğib al-Işbahânî, al-Mufradät f î ğar'ib al~KuPän ( Kahire, 1324), s. 536 v.d.; °Azud al- Dîn a l-Id, Kitib al-Mavökif ( nşr. Soerensen ), Leipzig, 1848, s. 172 v.dd.; Mubammed cAlä b. ‘A lî al-Taljânavî, Kilab kaşşâf işlilahât



al-funün



( A . J. W en sin ck .) V A H Ş I BÄ FK l. [B k . VAHŞÎ BÂFKÎ.J V A H Ş Î BÂFKİ. V A H Ş İ B Ä F K l ( M 5 8 3 ) , Iran edebiyatın ın lirik şâirlerin­ d e n v e S a f e v î d e v r i e d i p l e r i n i n en m e ş h u r l a r ı n d a n b i r i dır. Şah İsmail I. devrinin son yıllarında, Yezd e bağlı ve ona 100 km. kadar uzakta bulunan Bâflj kasabasında dünyaya geldi. Onun, Kirman’a bağlı Baft kasabasından



den âzâde olduğu ve kolayca kuds! âlem ile ( ‘Slam al-fuds) irtibat kurabildikleri için, söyledikleri söz­ ler, gerçekte vâki olan hâdiselere uygun fikirleri ifâde eden, şiire benzeyen sözlerle hitâb «den kim­ seler (m elekler) görürlerdi. Çoğu defa bu husûsî hâl, onlarda kolayca harekete geçebilen teşekkül et­ miş bir meleke hâline gelir, al-lcl ’ye göre, feylesof­ ların kendi görüşlerine uygun düşmeyen bu vahiy nazariyesi yanıltıcıdır. Nitekim feylesoflara göre me­ lekler, bilhassa cismanî varlıklara mahsus, işitilebile­ cek konuşmaları olmayan birer rûhî varlık oldukları için görülemezler. Bu sebeple feylesofların nazariyesi



geldiği tahmin edilebilir. Asıl adı Muljammed ’dir. Lekabı ise, Fafor al-Zamânî ( Maynana, s. 18 1) ’ye göre Şams al-Dîn; A vljadK Kâzarünî ( cUrafû t al-*âşikm, bk. D hân rt Vahşi, nşr. Husayn-i N ab al, Tahran, 1338, önsöz, s.3) *ye göre de K amâl al-Dîn ’dir. Ömrünün büyük bir kısmim Yezd ’de geçirdiği için Yazdî nisbesiyle şöhret bulmuş olup,



vabyi, hasta ve mecnun kimselerin dudaklarından dökülen sözler kadar bile gerçekte temeli olmayan hayaller şeklinde îzah eder. Bununla berâber içimiz­ den -biri, neyin doğru ve mâkul olduğuna kendi kendine hükmedip emir ve nehiyde bulunsa idi, o, bu sebeple bir peygamber sayılamazdı.



mahlası, bilindiği gibi „Vabşi” dir ( Tärlff-i *älam ärff-i *Abbasî, Tahran, 1350 hş., I, 181 ; Äzar, Âtaşkada, Tahran, 1337*1338 hş., II, 634 v.d.; Hidâyat, Mulhaltât-ı Ravzat al-şafâ”, Tahran, 1339 hş., V II, 572; krş. J. Rypka, History of Iranian Li­ teratüre, Dordrecht, 1968, s. 297). Bâzı tezkirelerde



İslâm Ansiklopedisi



gösterilmesi, büyük bir ihtimalle B â fk ’m, Bâft ile karıştırılmasının neticesidir. Doğum tarihi kesin ola­ rak belli değildir. Hakkında bilinenler, tarihî bâdı? selerle karşılaştırıldığı takdirde onun, Şah İsmail­ ’in Ölüm tarihi (930 = 1 5 2 4 ) ’nden önce dünyaya



F. 10



Va h ş î "Mavlâna” , „Molla” unvanı ile de anılan şâirin, „Vahşî” mahlasım ne maksatla kullandığı kesin olarak bilinmemektedir. Maynana ’deki malûmata ( s . l 3l v.d.) göre bu mahlası, şâir ağabeyisinin aynı mahlası taşımış olması ve bir beyti dolayısıyla Yezd emîrinin kendisine Valjşî diye bitap etmesi üzerine almıştır. Bunun, kaba ve çirkin yüzü, kel başı dolayısıyla veya bu sebeple insanlardan kaçması neticesinde kendirine verilmiş olması ihtimali de vardır. Nitekim gerek kendisi, gerekse onu hicve­ denler, şâirin bu vasıflarını sık sık dile getirmişlerdir (Divân, s. 283, 287, önsöz, s. 31 v.d.; krş. Mayna­ na, s. 183; Âtaşkada, III, 1278). Maynana ’de kaydedildiği gibi ( s . 184), onun 52 yaşında değil, aksine en azından 62 yaşında öl­ düğünü söylemek imlân dâhiline girer ( R acial al-safff, V III, 572; İarş. Divân, s. 273/1, 278/2, 282/13, 286/10, 289/18 ve önsöz s. 15-17). Şâirin hayatı, âilesi ve çevresi hakkında çok az şey bilin­ mektedir. V ahşî’nin „Murâdî” veya kendisi gibi „Vahşi” mahlasîı bir kardeşi olduğu ve onunla bir­ likte hem şâir, hem de âlim olan Şaraf al-Din ‘AH-i BâfH 'nin yanında tahsil yaptığı, bu zatın yetiş­ kin talebelerinden biri olduğu ( ‘ Urafât al-‘ âşikîn> Divân, önsöz s. 5 ), ilk gençlik senelerinde ağabeyi ile birlikte köyünü terkedıp Y e zd 'e, oradan da Kâşân 'a geldiği, burada okul idareciliğine getiri­ lip öğretmenlik yaptığı {Dîvân, s. 1x3/13; krş. Maynana, s. 18 1), bir ara Irak a geçip fazla kal­ madan Bandar-i Hurmuz (C a r ü n )’e döndüğüne işâret ettiği (Divân, s.279/3-4), sonra tekrar Y e zd ’e gelip, oradan T aft kasabasına geçtiği, burada Yezd Emîri Mîr-i Mîrân G iyiş al-DIn Muhammed’in hizmetine girdiği, adı geçen emîre daha yakın ola­ bilmek kasdı ile Y e zd 'e dönüp orada yerleştiği, 7 aylık kısa bir süre hâriç bütün ömrünü burada geçirdiği ( Divân, s. 279/10-12; Mayf/âna, göst, yer.; Alacada, II, 634 v.d.; Raoial al-şafâ*, V III, 572; Târiİyi ‘ âlatn âra’-i ‘Abbasî, I, l 8 l ; Browne, IV , 18 1), geçimini te' min etmek için şiir söylemeğe yönelip (N aşir u Manşâr, Divân, s. 427/16-19, 428/1, 7,18 ,4 2 9 /2 -3 ), büyükleri ve emirleri Övmek zorunda kaldığı (Dîvân, s. 203/3^7, 247/10, 285/ XO-16), fakirlikten sık sık şikâyet ettiği (Dîvân, s. 249/10,12, 277/12 v,d., 278/3-4, 279 v.d., 283/ 1-3, 284/4, 287/3-4; krş. s. 203 göst. yer.; Dîvân, s. 269/20, 271/20-21, 272/1) belirtilmektedir. Di­ vân ’ında yer alan bir manzûmeden { s. 301-302), kendisinin Şah Ni'mat Allah Vali'nin türbesini ziyaret için Mâhâıı a ve oradan da Kirman a gittiği çıkarılabilirse de, Safina-i ¿fojyü ’da ve ona dayanan eserlerde, Hindistan'a gittiğine dâir verilen bilgiler gerçekle bağdaşmamaktadır. Şâirin san’at hayatına ne zaman atıldığı da kerin olarak belli değildir. Fahr al-Zamâni-i Kazvînî onun, kar­ deşinin ölümünden sonra şiir söylemeğe başladığım nakletmektedir. Ağabeyinin ölümü üzerine söyle­



ö â f k Î. diği mersiye ( Dîvân, s. 327 v .d .), onun oldukça yetişmiş bir şâir olduğunu göstermektedir. Ayrıca o, şâirliğin geçer akçe olduğunu bilerek şiir söyle­ meğe yöneldiğini de ifâde etmiştir ( May(fâna, s. 182 ). Bütün bunlar Vahşî 'nin erken yaşta şiir yaz­ maya başladığım te’yid eder mahiyettedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Vahşî, fakirlik içinde boşuna ve iş tutmadan (Dîvân, s. 431/6-8, 459/ 17, 488/5-11; krş. ayn. esr., s. I 3x/i3-x5, 138/1-2 v.d., 361/7 v .d .) ömrünü sürdürdükten sonra 991 ( X583) senesinde öldü ( Mayfyând, s. 184; ‘ Ura­ fât al-‘ âşikin; Dîvân, önsöz, s. 4 ; Natâi'ic al-afkâr, s. 733; krş. Browne, Târi\yt adabi-i İran, IV , 18 1) ve Y ezd 'in bugün Pîrburc diye anılan mahalle me­ zarlığına gömüldü (ayn. esr., göst. yer.; krş. Dîvân, önsöz, s. 27 v.d .) ve can çekiştiği sırada söylediği kabûl edilen bir gazelinde ( Mayfyâna, s. 183 v.d.), „Naşir u Manşûr" adlı mesnevisini 966 hicride bitirdiği zikredildiğİne göre, Tazkira-i IJusaynî’de şâirin ölüm tarihi olarak gösterilen 961 rakkamı yanlıştır. Bâzı kaynak ve araştırmalarda Vahşî nin 2 tale­ besinin ve çok sayıda çağdaşının adı geçer: T ale ­ belerinden biri, kendisine çok bağlı olan sevgilisi tarafından öldürülen Kârim Beg Kasaml’dhr ( eUrar fât aNâşİfiin, Dîvân, önsöz, s. 4 ; krş. s. 65 v.d.). Bunun ölümü üzerine Vahşi, gayet hazin bir mer­ siye söyliyerek (Dîvân, s. 3 13 ) adım yaşatmıştır. Diğer talebesi Şîrâzlı şâirler arasında zikredilen Zuhûrl adındaki şâirdir (Dîvân, önsöz, s. 66). Vahşî M îr-i Mîrân Giyâş al-DIn Muhammed'e yaklaşmakla birçok kimsenin kıskançlığını üzerine çekmiş ve çağdaşı birçok şâirle mücâdele etmek zorunda kalmış ( Dîvân, s. 173, 3° 7» 359, 373~37®î Maynana, s. 614, not i ; A lacada, III, 1275, not I ; krş. Dîvân, önsöz, s. 77-86) ve sonunda kuvvetli hicivleriyle onlan susturmuştu ( ayn. esr., göst. y e r.). Ancak Gazanfar-i Gulcârî tarafından söyle­ nen ve Atamada { III, 1278) 'de nakledilen bir hicviyede, Vabş! ile ağabeyinin eski kitaplarda gördükleri her şiiri intihal yolu ile aldıkları ve kar­ deşçe paylaştıkları iddia edilir ise de, bu ancak bir yakıştırmadan ibâret olmalıdır (a ş. b k .). E s e r l e r i : Vahşî 'nin bize kadar gelen eser­ leri, Dîvân'ı ile mesnevilerinden ibârettir. TaH alDîfi Avhadî-i Balyânî (Kâzarün!) tarafından 9 bin beyit olarak tesbit edilen külliyâtı ( cUrafât al-‘â$$n, Dîvân, önsöz, s. 4 ) muhtelif nâşirler ta­ rafından Tahran 'da „Dîvân-1 kâmil-i V a k i” ve baş­ ka adlar altında müteaddit defalar basılmıştır ( Fihrist-i hitabhâ-yi çâpî-i Fârsî, Tahran» I352, I, 1592 v.d., 1566). Son baskısı, Husayn-i Nab»cî tarafın­ dan ilâvelerle ve Tahran'da ( i 355 hş.) ,Divân-i kâmil-i Vahşî-i Bafkî” adı altında ve oldukça iyi bir önsözle birlikte 9 .111 beyit olarak neşredilmiştir. Gazelleri kendisinin şairliğini belgeliyen aşk dolu orijinal şiirlerdir ( aş. b k .). Dîvân 'ındaki ga­



V A H Ş Î B Â F K Î.



zel sayısı 397 olup, 2.366 beyitten ibarettir. Diğer nazım şekillerine nazaran o kadar başarılı sayılma­ yan kasidelerinde. Peygamber’i, “A li’yi ve 8. imam “AH Rizâ ile i l , imam al-Hasan al-°Askarl yanında, daha çok mîr-i mîrân unvanı ile tanınan Yezd emîri ĞiySş al-D!n Mııljammed, Şâh-Tahmâsp, Yezd emirinin oğlu Halîl Allah, Kirman *da büküm süren BaktSş Beg (Bektaş B e y ) 'i, Mîrzâ Salman'm oğlu î°timâd al-Davla“ “A bd Allâh Hân gibi şahıslan övmüştür. Bize kadar gelen kasideleri 41 âdet olup beyit sayısı 1.836’dır. K ıt’alan övgü, hiciv, lügaz, ta'ziyet, tarih düşürme v.s. gîbİ çeşitli mevzûlara dâirdir. Dîvân'da aynca 590 beyitlîfc 11 adet terlîib-i bend vardır. Bunlann ilk ikisine, musammat terkîb demek daha doğru olur. Bu musammatlan, gerçekten birer şiheser sayılır (Rypka, History, s. 298; Zayn al-Âbidİn Mu°taman, Tahavvul-i şicr-i Fârsî, Tahran, 1339 hş„ s. 3 1, 40 v.dd.; krş. ayn. esr., s. 34). Murabba ve müseddes terkipleri örnek sayılacak değerdedir ( Calâl al-DIn-i Humâİ, Şinâ*âl-İ adabl, Tahran, 1380 hş., s. 259-261). Vahşî ’nin Divân ’ırtda 126 beyitten ibâret 16 bend­ lik bir terc-i bend de vardır. Rubaileri ise, Husayn-i N ahal neşrinde 66 adet olarak tesbit edilmiştir. Böylece tamamı 5-285 beyitten ibâret olan Divân 1, Mayfyâna { s. 183 ) ’de 4 bin beyit olarak gösteril­ miştir. M e s n e v i l e r i : 1. Huld-î barln (e n yüce cen­ net, cennet-i âlâ ), Nişâmî ’nin ” Maljzan al-asrâr’’ 1 gibi sert bahrinin nrnfta°ihm muflaydım fâHhm vez­ ninde yazılmıştır. 592 beyitten ibâret olan bu eser, öğüt, nasihat, yol gösterici temsil ve hikâyeleri hâvi 6 „ravza" ’dan teşekkül eder. Oldukça başânh sayılan mesnevi, Fabr al-Zamâni-i Kazvlni *ye göre (Mayf/âna, s. 18 3 ) eksik bırakılmış, fakat Taljî al-Dîn Avhadİ’ye göre ( cUrafât, Divân, önsöz, s. 4 ) ise, tamamlanmış küçük bir mesnevidir. Bu mesnevi, müellifin ,J)lvân~ı kâmil” külliyatı dışmda ayn olarak da neşredilmiştir (m uhtelif baskıları için bk. Hân Baba Muşâr, Fihrist-İ Uöbhâ-yi çâpl-i Fârsî, 1, 1284 v.d.; 11,2906). Ancak bu baskıların hiçbiri ilmi mânada bir neşir değildir. 2. Naşir a Manşâr ( gören ve görülen), aşk mevzuunda yazılmış bir mesnevi olup NişSml ’nin „Husrav a Şirin” i gibi hezec bahrinin mafâHlun mafâFîhm ftfültm vezninde söylenmiş ve 966 *da ikmâl edilmiştir {Divân, s, 49° )• Luff “AH Beg A zar'in başarısız ( Âtaşkfida, II, 635) saydığı bu mesnevi, başkalarınca başarılı bir eser olarak kabûl edilmektedir ( muhtelif baskıları için bk. Hân Baba Muşâr, ayn, esr., göst. yer.). 3. Farhâd u Şirin de Ni?âml nin „Husrav a Şirin” inin yazıldığı vezinde Hazmedilmiştir. Aslı 'Urafât al-^öşiHn sâHibine göre 1.150 beyit {Divân, önsöz, s.4 ). Maynana ( s . 183) sâhibine göre ise, iki bin beyte yalandı. Müellifi tarafından ikmâl edilemeyen bu mesnevi, 271 yıl sonra Vişâl-i Şlrâzî



( ölm. 1262 = 1845/1846) tarafından 1.251 beyit ilâve edilmek suretiyle muvaffakiyetli bir şekilde tamamlanmıştır ( Raûzat al-şafâ*. X , 132; krş. Di­ vân, önsöz, s. 89; Browne, IV, 1 8 1). Ancak Şâbir-i Şîıâzl *ye göre, Vişâl de bu mesneviyi eksik bırakmış, kendisi ona 304 beyit daha eldiyerek eseri ikmâl etmiştir ( Divân, önsöz, göst. yer.). Vahşî­ nin günümüze kadar gelen bu mesnevisi, 1.070 beyit olup, her yerde, bilhassa Iran ve Hindistan-ı ’da çok tutulmuş, beğenilmiştir ( Âtaşkada, II, 635; Hidâyat, MuIIjdkât-ı Ravzat al-şafS1, V III, 573; Macma° al-faşahff, IV , 107 ). Farhâd a Ş irin ’in gerek Iran ’da, gerekse Hindistan ’da muhtelif taş bas­ kılan yapılmıştır ( bk. Hân Baba Muşâr, ayn. esr., II, 2906 ). Bu baskılar da ilmi olmaktan uzaktır. 4. D a ğ ı n ı k m e s n e v i l e r i , şikâyet, me* dih, hiciv, mîr-i mîrân köşkünün medhi, bir hama­ mın inşâ tarihi ve seyahate çıkmış bir sevgiliye mektuptan ibarettir. E d e b î ş a h s i y e t i ve s a n ’a t ı : dinî akide bakımından şîî olan Bâfjd, daha çok içkiye düşkün­ lüğü ( Ataşkada, II, 635) ile tanınmıştı. Kendisi mizaç îtibârİyle, iki yüzlülükten ve müdâhaneden hoşlanmayan, alçakgönüllü, yalnızlığı seven bir in­ san olarak göze çarpar. ' Oldukça iyİ bir şâir olan Vahşî bilhassa lirik gazelleriyle tanınır {Maynana, s. 1 8 i; ‘ Urafât al-câşikln, Divân, önsöz, s. 3-4; Âtaşkada, II, 635; krş. NatS’ic al-afkâr, s. 733 ). Ancak kaside türünde, hattâ Farhâd a Şîrîn mesnevisi dışmda bâzı mesnevi denemelerinde başarılı sayılmaz (Maana‘ al-fuşahS1, IV , 107; Browne, IV, 18 1). Aynca terkib-i bend ve musammatlarında oldukça başanlı sayılabilir. Bilhassa gazelleri kendi devrindekiler ve sonradan gelenler tarafından çok beğenilmiştir ( Tafraovul-i şi“r-i Fârâ, s. 385 ve krş. s. 72; L utf “AK Beg Azar, ayn. esr., göst. yer. ile Rizâ KuH Hân Hidâyat, ayn. esr., göst. y e r .). Ü s l û b u : Hicrî IX. asrın sonlan ile X . asnn başlannda ortaya çıkıp, kısa bir zaman sonra Câmî (ölm . 898=1493), Baba Figâni (ölm . 92 5= 15x9 ), bilhassa Şaraf Cihân-i Kazvînî (ölm. 962 veya 964= 1555 veya 1557) ve diğerlerinin gayretiyle gelişip olgunlaşan üslûp, nihâyet Vahşî ’nin elinde en mü­ kemmel şeklini almış olup, daha sonra ortaya çıkan Hind üslûbu ile hemen hemen aynilik göstermektedir. Gerçekten de kelimelerin seçimi ve terkiplerin tan­ zimi ve bunlann gerektiği yere oturtulması ile temin ettiği husûsî bir âhenk, ağır ve uzun vezinleri kullanması bakımından Hind üslûbu ile hemen he­ men aynıdır. Vahşî’nin Hind üslûbundan biraz farklı tarafı, onun, devrinin şivesine tâbi olması, külfetli edebiyat dilinin kelimelerinden uzak ve fakat büyük ölçüde balkın ve yaşadığı çevrenin diline, konuşma tarzına ve ifâde âhengine yakın bir dil ve eda ile şiirlerini terennüm etmesidir. A y n ca Vahşî ’nin gazelleri, beyit sayısı bakımından



Va h ş î



bâfk!



-



vâkâr.



dâima dinî maksad için kullanılır. Vakaplara ka­ nunî hükümler uygulanır. Bunun mahallî hukuk ile ihtilafı hâlinde, Minangkabau ve Merkezî Sumat­ ra 'da olduğu gibi, münferid şahsın şahsî hukuku bu­ lunmadığı yerlerde vakap yapılamaz; şahsî esas hak, daha üstün bir kanun tarafından tahdîd edilmedikçe, meselâ Cava adasının Cavaldarla meskûn kısmında olduğu gibi, hiçbir arâzi parçası ferdler tarafından vakap yapılamaz. Umûmî kanâat, kanuna uygun ola­ rak, dinî maksatlara hizmet eden halk müesseselerini vakap olarak kabûl eder. Meselâ, şart tâyin edil­ mese bile üzerinde camiler bina edilen ve mezarlık zet iki üç şâirden birisidir. B i b l i y o g r a f y a : Metinde geçenlerden hâline getirilen arâzi dahi vakap telâkki edilir. Bilhassa başka, bk. Afşar Irac, Şâ'irl k* barmayhâna mord, Cava ve Madura ’ da olduğu gihi, vakıf arâzisinin Macalla-i Dâniş, yıl 2, s. 254-258; Âşâr-i idâresi, dinî mahkemelerin bulunduğu yerlerde, o Vabşi-i Kirraânî, Manhftl az safînari ŞâHb, mahkemeyi temsil eden bir hâkime âİttir. Diğer Macalla-i Armağan, yıl 19, s. 197-200, 314; yerlerde, eğer bir nazır yok ise, o camiin müstah­ E. G . Browne, History of Persian Literature in deminin vakapı idare etmesi usûldendir. B i b l i y o g r a f y a : C . van Vollenhoven, Modern Times (Cambridge, 1924), s. 238; ayn. Het adalrecht van Nederlandsch-Indie (Leyden, mil., Descriptive Catalogue (Kaîküte, I 942 )» s. 3° ° ; 1931 ), II, 166 v. dd.; Koesoemah Atmadja, De Farhsd-i Nizami ve Farhad-1 Vahşî. Macallari Mohammedaanscke vrome stichtingen in Indie, La sııfaan, yıl 3, s. 214-221; ffusaynl ( M ir Husayn Haye, 1922 (bilinen vakaplarm bîr listesini ihD ü st), Tazlyra-i Hüseynî (Laknav, 1292), s. tivâ eder.). 358 v.d. ; îsmâ'il Hamîd al-Mulk, „Şarbrt ( R .A . K e r n .) ahvâl-i Mavlânâ Vahşî", Dîvan-î Maolânö Vah­ V A Ç Â R . [B k . v a k â r J şî (Tahran, 1348 hş.), s. 3-16; Kâtib Çelebi, V A K  R . VAI£ÂR. Mahlası Vakâr (Brow ne'da Kaş} al-zuntm (İstanbul, 1943)» H, *921; Mîrzâ Mubammed Tâhir, Naşrâbâdî, Tazktra-i Vikâr şeklînde harekelenmiş) olan Mîrzâ Ahmed Naşrâbadî ( Tahran, 1317 h ş .), s. 472; Raşld ŞîıSzî I r a n l ı b î r ş â i r olup, şâir V işâl’in altı Yâsamî, „Vahşî-i Bafîd", Macalla-i Ayanda, oğlunun en büyüğüdür. Beş kardeşi de şâir olarak yıl 1 , s. 186-190, 257-265, 346-350, 424 v.d. tanınmıştır. Vişâl ’in şiirine âit örnekler Rizâ l£u440-443; Rieu, Catalogue o f the Persian Manusc­ lî Hân *ın Macma* al-FuşahcP, II, 528 v.dd. ve ripts in the British Museum (London, 1881), Browne ’ nın Persian literature in Modem Times, s. II, 663 v.d.; M . Şabâ, Rûz u ravşan (Hüpal, 318, adlı eserlerinde bulunmaktadır. Son zikredilen I29 7 ), s. 555 v. dd.; Şâdik Amir al-mulk Sayyid eserin 301,319 v.dd. ve 323 v.dd. ’de aynı zamanda Mubammed, §am°-i ancuman ( Hindistan, 1293), V akar’m diğer kardeşleri Farhang ve D âvarı’nin s. 522; Şadild Kitâbdâr, M açma'1 al-havâşş (T e b ­ eserlerinden örnekler de bulunmaktadır. Macmac riz, 1327 hş.), s. 141-144; Sipahsâlâr, Fihrisi-i ( H , 103 v.dd. ) ' da Vişâl ’ in ikinci oğlu Mahmüd küâbhâna-i MacUs-i Şürâ-yi millî (Tahran, Hakim’in iki tane daha şiiri, 384. sahifesinde ise, 1318-1321 hş.), s. 609 v. dd,; Tamkîn Zayn al- Farhang’in şiirleri yer almaktadır. Valjar ve beş 'Âbidin-i Şirvânî, Riyöz al-sayyâha (Isfahan, kardeşinin Nâşir al-Dîn Şâh hakkında yazdıkları altı 1329 h ş.), s. 218 v.d.; Tavljîdî Pür, Gulhâ-yi kaside Rieu ( Supplement, British Museum, yazma, Câvîdön dar büstün-1 adab-i İran (Tahran, nr. 370) 'de verilmiştir. Rizâ i£uH Hân ( ayrı, esr., 1326 h ş.), s. 253-264; Zunüzî Ibn cAbd al-Ra- II, 82 v.d d .), V işâl’in diğer bir oğlu olan Tavlûd sül al-ffusaynî, Riyöz al-canna, Üniv. Kütüp., (M îrzâ Ismâ'Il Ş îr â z î)’in birkaç şiirini verir. Vakar 1232 ( ı 8 i 7 ) ’de doğmuş olmalıdır (bk, F Y , nr. 578. Rieu, Supplement, s. 230; Browne, ayn. esr., s. ( M . NAZİF Ş a h İn o ğ l u .) 300). Vakâr, babasının ölümü (126 2 = 1846) ‘nden V A Ç Y . [B k. vAH iy,] birkaç yıl sonra, kardeşi Mafomüd ile birlikte Hin­ V  ’ÎL . [Bk. t a g l İb .] distan ’a gitti. Takriben 1266 ( 1S49 ) ’dan, naooüb V A K  L A . [B k. v e k â l e t .] V A £ ‘A N U V İS -V A Ç Â Y T N Ü V lS . ]Bk. v e k a - Nuşrat al-Davla’den kendisinin Şîrâz’a dönmesine YİNÖVİS.] sebeb olan mektubu aldığı 1268 (18 51 ) ’e kadar VAKAP ( Malaya ve C a va ' da bu şekilde, Bombay 'da kaldı. Rizâ Hull Hân, Vakâr ‘m Bom­ yahut Şarkî Hindistan adalar grubundaki müslüman b a y ’da çok itibar gördüğünü söyler. Ancak şâir halk arasında küçük değişiklikler ile vakf [ b. bk. ] burada vatan hasreti çekmiş görünmektedir. Macma° 'm aynı olarak geçer.) Vakf, bilinmektedir; ancak ( II, 552 ) 'daki mısralar, Hindistan ‘daki muvakkat valiap edilen emlâk, münferid olarak mevcut olup, kalışım gösterir.



da Hind üslûbu ile söylenmiş gazellerden daba kı­ sadır. Nitekim ikisi istisna edilirse ( Dîvân, s. 68-70), en uzun gazeli 9 ve en kısası 4 beyittir ( Divan, s. x8 v.d., I I , 38,40,49 v.d., 80, 139). Hind üslû­ bundaki gazellerde felsefe, ahlâk ve tasavvuf gibi muhtelif konulara dokunulduğu halde, Valjşî ’nin gazellerinde sâdece aşka yer verilmiştir. Netice olarak Vahşî, orta derecede bir şâir ol­ makla berâber bilhassa gazel neyinde gösterdiği mahâret ve aşk konusunu işlemekteki başarısı ile, Safevî devrini tenkid edilmekten kurtarmağa nam­



VAKÂR — VÂKI'A. Vakâr 1274 (1857/1858 ) *te kendisini hil'at ve aylıkla şereflendiren Şah Naşir al-Din 'in huzuruna çıkartıldı. Şâirin ölüm tarihi kesin olarak kaydedil­ miş görünmüyor. Rizâ Ç u l! H**» sâdece iyi bir Arap dili âlimi değil, aynı zamanda iyi bir hattat olan Vakâr tarafından Hindistan * da istinsah edil­ miş, Calâl a!-Dîn-i Rûmî *ye âit bir Mesnevi nüs­ hasından bahseder. Eserleri: Bahrâm a Bihrûz, bir mesnevi olup bu eser ve içindekiler için bk. Rieu, Supplement, s. 229 v.dd. ; Ancuman-i Dâniş, Sa‘ dî 'nin Gülistan 'ı tarzında, kısa hikâye ve fıkralardan meydana gelen bir eserdir. Rieu (ayn. esr., s, 2 3 o )'y e göre, taş basması olarak 1281 (1864/1865 ) *de tamamlanan bu eser, şiir tarafından 1289 'da Tahran ’da ba­ sılmıştır. Vakar'm lirik şiirlerinden seçmeler Macma* alFuşaffff ( I I , 548 v .d d .)’da bulunmaktadır. Bu şiirler, Kaçarlar devrinin ( bk. Browne, ayn. esr., s. 299) ilk yarısında yaşamış olan bir şâirden beklene­ ceği tarzda, Moğul öncesi devirdeki, eski an’anevî benzerlerine göre yazılmıştır. Vakâr ’m kaside, kıt'a v.b. ve musammatlan da vardır. Moğul devrinden önce bile itibardan düşmüş olmasına rağmen, bu tarz şiir Kaçar devrinde yeniden revaç bulmuştur ( Browne, ayn. esr., s. 163 ). Vakâr, Nâşir aî-Dîn Şah'dan başka, Tahmâsp Mirza Mu’ ayyid al-Davla ve Nuşrat al-Davla Fîrüz için de medhiyeîer yazmıştır. Bilhassa medhiyelerinde tamamıyla Orta-çağ saray şâirlerini hatırlatan kı­ sımlara sık sık rastlanır (m sl. Macma*, H, 550 )■ Klasik tarzdaki çok ince teşbihlerinden biri, onun bir kasidesinde mevcuttur. K ar bulutu, ağzı köpük­ lü ve başlığı kırılmış bir deveye benzetilir; deve A den ’den gelen incilerle yüklüdür; ancak yük çözülmüş ve inciler etrafa saçılmıştır (M a m a 0, II, 552). Iran medhiyelerine yabancı olmayan, fakat garbın yadırgadığı tasvirler Nuşrat al-Davla Fırüza yazılmış kasidede bulunur ( Macma", 11,5 5 3 ). Kezâ klasik devre edebî sanattan da bu şiirlerde yer alır; msl. Şayh-i sâ]jjvard ve Şayb-ı Hürdsâl ( Macmac, II, 5 5 ° ) kelimeleri arasındaki iecnîs zikredilebilir. Vakar bâzan iç kafiye kullanır (m sl. Macma", II, 551, 555). Teşbihler eski şekildeki tabiat tasvirlerini yahut âşıkane mevzuları ihtivâ eder. Aşıkâne olanlar arasında bir tanesi (Macma*, 11* 549), Vakâr'm kardeşi Davar!'nin hoş bir musammatı ( Browne, ayn. esr., s. 319 v.d d .) ile bâzı benzerlikler gösterir. Vakar *m lirik şiirlerinin muhtevisi, diğerlerine nazaran daha az alâka çekicidir. Esas itibarıyla Va­ kar, Orta-çağ şiirindeki fikirler dairesi içerisinde kalmıştır. Medhiyelerınden başka dinî ve ahlâkî muhtevâiı şiirleri de vardır (bunlar onun en iyi şiir­ lerinden değildir). Şîrâz depremi üzerine babasına manzum olarak yazdığı bir mektubu vardır. Hattâ o, humma üzerine de bir şiir yazmıştır.



149



B i b l i y o g r a f y a : Metinde geçenlerden baş­ ka bk. Grundriss der Iran. Pbilologie, II, 314.



( G F. B ü ch n eü .) V A Ç F . [B k . v a k i f . ] , ao-V Â K İ-A . [B k . v â k i ’a . J V Â K F A . AL-VÂÇİ’A , Kur'ân'm L V . sûresi­ nin adıdır. Sâdece 81. ve 82, âyetlerinin Medine ’de nâzil olduğu rivâyet edildiğinden, bütünüyle Meldcî, yâni Hicret 'ten önce Mekke devrine âit olduğu kabûl edilen bu sûre. Kuran ’in sonlarına doğru 27. cüzde yer almaktadır. Sûrenin adı olan al-VökPa kelimesi „vukua gelen, vukuu muhakkak olan hâ­ dise” mânasına gelmekte ve ilk âyette bulunmakta­ dır. Âyetlerinin sayısı üzerinde bâzı farklı rakamlar verilmiştir: Hicâz ve Şam kırâat mütehassısları 99, Basralılar 97, Kûfeliler ise, $6 âyet kabul etmekte olup, bugün yaygın olan Kur Sn nüshalarında bu son sayı görülmektedir. Sûrenin 1.278 kelime, 7.053 harf ihtivâ ettiği de tesbit edilmiş olup, fâsılalan ve l harfleridir ki müfessirler bunları ha­ tırlanması kolay olsun diye „la budde minbu“ ifâ­ desinde toplarlar. Kırâat ve dil âlimleri sûrenin bâzı kelimelerinin okunuş ve i’râbmda farklı görüşler ileri sürmüşler­ dir. 19. âyette bulunan „la yunzifune” ( akıllarını gidermezler) Kilinin zay harfinin okunuşu ile ilgili olarak, Medine ve Basra kırâatçileri mezkûr harfi fetbalı. Küfeli kırâatçiler ise, yukarıda kaydedil­ diği şekilde kesreîi okumuşlardır ( Tafsîr al-fçita­ ri, Bulak, X V II, 9 1; al-Dânî, K . al-T oysîr f i 'l kirâ’ at al-sab*, nşr. Otto Pretzl, İstanbul, I920» s, 207 ). al-Tabari her iki okunuşun da doğru olduğunu kaydeder ( Tafsîr, X V II, 9 1). 22. âyetin i'râbı da farklı şekillerde düşünülmüştür: Küfeli kırâatçiler ile bâzı Medinelı kırâatçiler âyeti, daha önceki âyet­ lerin başında yer alan „ al-fâkiha ” ve „aliabm ” kelimelerinin i’râbma uyarak kesre ile Jıürin cmin" ¿ y e okurlar İd bu şekilde okuyanlar arasında Abû Ca'far (ölm . 13 0 = 74 7), Hamıza (ölm . 156=773 ) ve al-Kisâ0! (ölm . 189=804) vardır (b k . Ibn alCazarî, al-Naşr f i ’1-kira‘at Itller” arasında ilgi kurarak, vakfın Kur ân 'daki s. 18, 22, 48 v.d .; Hüseyin Hüsnü, Ahkâm-t evkaf, f î sabü-AUah mefhûmundan doğduğunu ileri sürer İstanbul, 1 3 u , s. 3; H. Hâtemî, önceki Ve bugünkü (Étude sur la propriété foncière en pays musulman Türk hukukunda vakıf kurma muamelesi, İstanbul, et spécialement en Turquie, Paris, 1862, s. 75 1969, s. 83-96 ). v.d.). E . Mercier, vakfı bir şadaka olarak telâkki Vakfedilen şeyde ( mevkuf) de, birtakım şartlar eder (L e Code du habous ou ouakf sdon la législation aranmıştır. İslâm fıkhının ilk tedvini sırasında, musulman, Constantine, 1899, s. 10 ). C . Taşdemir vakfedilen şeyin, geliri devamlılık vasfı taşıyan, ( Comparaison des principes fondamentaux de la suc­ vâkıfın tam mülkiyeti ve kullanma salâhiyeti dâ­ cession en droit musulman et en droit romain, Paris, hilinde bulunan gayr-İ menkuller olması gereki­ 1939, s. 185 ), vakfın menşe 'inin, "... iyilik yapma­ yordu. Ancak, yeni iktisâdı ve içtimâi şartlar, hukuk­ da (bi r) ve takvâda birbirinizle yardımlaşın ...” çuları bu prensibi genişletmek mecburiyetinde ( V , 2 ) âyetine dayandığını; bu âyette vakfın, hem bırakmıştır. Meselâ, Hanefî mezhebinde Ebû Ha- dinî hem de içtimâi tarafına işâret edildiğini ileri nîfe, menlyıl eşyânın vakfını kat'î olarak yasakla­ sürer. dığı hâlde Ebû Yûsuf, gayr-i menkulün zarûrî ta­ Vakfın İslâmî menşe’den geldiğini müdâfaa eden­ mamlayıcıları veya sâdece onun için faydalı unsur­ ler, şüphesiz Peygamber 'in hadîslerinden de fay­ lar oldukları takdirde menkullerin de vakfına mü­ dalanmaktadırlar. Hemen hemen bütün vakfiye­ sâade etmiştir. Böylece, vakfedilen gayr-i menkule lerde de zikredilen bu hadîslerden, vakfın gelişmesin­ bağlı kölelerin, zirâat âletlerinin vakfı geçerli ol­ de te'sirii olduğu ileri sürülebilecek olan en meşhuru muştur. Aynı mezhebin başka bir hukukçusu Zu­ şudur; " B ir insan öldüğünde, ameli ( 'nin sevâbı ) far, daha uzağa giderek, gayr-i menkule bağlı ol­ kesilir, D efter-i a'rnâJi kapanır. Yalnız: I, sqdak,a-İ



VAKIF. câriyesi, 2. ilmi bir eseri, 3. kendisine duâ eden ha­ yırlı bir evlâdı olan kimsenin defter-i a’mâli ka­ panmaz ( Rhjâzü 's-sâlihîn, Ankara, 1972, IH , 14 12). Bu Hadisteki sadakfl~‘ câriye mefhûmu ile vakfın kastedildiği ileri sürülmektedir (Ö m er Hil­ mi, ayn. esr., s. 9 v.d.; M . Â rif, Binbir Hadis, İstan­ bul, 1959, s. 353; ö . N. Bilmen, Hukuki islâmiyye üe tslılâkai-t fthhiyye kamusu, İstanbul, 1951, IV, 173; krş. L. Massignon, Documents sur certains waqfs des lieux saints de l’Islam, R E I , 195*. s. 74 ). Bâzı eserlerde bizzat Peygamber ve sahibeleri tarafından yapılmış vakıflardan da bahsedilmekte­ dir. Bunların en meşhuru 'Omar b, ai-tjattâb *m vakfıdır; Buhârî *nin tesbîtine göre, Ömer, bir mülk toprağı hakkında Peygamber *in fikrim soruyor, o da şu cevâbı veriyor: ’’Aslım, satılmaz, bağışlanmaz ve miras yoluyla intikal etmez şekilde sadaka kîIT gelirlerini fakirlere tahsis et” (Peltier, Le livre des testaments du Çahik d'El-Bokfrari, Cezayir, 1909, s. 69 ; E. Mercier, ayn. esr., s. 12 ; E . Sautayra ve Eugène Cherbonneau, Droit musulman du statut personnel et des successions, Paris, 1873-1874, II, 374; Ö . N . Bilmen, ayn, esr., IV, 210. Islâmda ilk vakıflar hak­ kında bâzı düşünceler için bk. C . Cahen, Réflexions sur le waqf ancien, Studia Islamica, 1961, X IV , 37, 56 ). Bir de °AH b. Abî Tâlib ’in vakfı söz konusu ediliyor; Zayd b. 'A li *ye li t bir fıkıh mecmuasının ( bu mec­ mua, Recueil de la loi musulmane de Zaid 5. A li adı altında G . H. Bousquet ve J. Berque tarafından notlar ilâvesiyle Fransızca ’ya tercüme edilmiştir. Cezayir, 1941 ) bir bölümünün adı ¡adafca mavk.Br fa 'dır. Bu bölümde A li ’nin vakfiyesi verilmekte­ dir ki birçok yeri daha sonraki devirlerde tanzim edi­ len vakfiyelere benzemekte ve vakıf tarihi bakımın­ dan ehemmiyetli bulunmaktadır. Fakat biı vakfi­ yenin doğruluk derecesi tam olarak bilinmemek­ tedir. Her ne olursa olsun, Kur ân 'dan daha çok, sünnet, vakfin sürekliliği ( idbld ) ve bağlayıcılığı (luzûm ) gibi bâzı mefhumları ihtivâ etmektedir (Vakfın ana kaynaklarla olan ilgisinin hukukî ten­ kidi için bk. H . Hâtemî, ayn. esr., s. 19,38 )• Bütün bu izahlar, İslâm hukukçularının daha sonraki devirlere âit anlayışların te'siri altında şekillendir­ dikleri vakfın, gerçek statüsünü açıklamaya kâfi ■ gelmemektedir. Hakîkaten, aynı ıstılâhın tarihî seyir içinde değişik asırlarda ve farklı kültür vasatın­ da değişik fikirleri ihtivâ etmesi ( Meselâ sünnî mez­ hepler vakf ve kabs’i müterâdif kabûl ederlerken, imâmİyye mezhebinde habs belli bîr müddet için yapılan ve bağlayıcı olmayan bir akiddir, Hâtemî, ayn, esr., s. 33; yine bâzı hadislerdeki sadaka keli­ mesi Türkçe ve Farsça *ya vakıf kelimesiyle tercüme edilmiştir, Hâtemî, ayn. esr., s. 31 v.d.), büyük mezhep imamlarının vakfın mâhiyeti ve hukukî temelleri hak­ kında bâzı görüş ayrılıklarına sâhip olmalarının, Kur ân ve sünnet ’te bu konuda açık ve müşahhas delillerin



m



yokluğundan ileri gelmesi, islânun ilk saflığına dön­ mek isteyen Vehhâbîlik ve Selefiye gibi yeni İslâmî cereyanların, vakfı bir bidat olarak telâkki etmeleri ( H . Laoust, Les chismes dans Vİslam, Paris, 1965» s. 324 ), vakıf ile islâmm bâzı temel esasları arasında kurulmak istenen münâsebetlerin çok şüpheli ol­ duğunu göstermektedir. Vakfın menşe’ini isllmda görenlerin ileri sürdükleri delillerin en doğrusu, islâmın, diğer dinler gibi, mensuplarını yardımlaş­ maya, cemiyetin iyiliği için içtimâi ve hayrî eserler yapmaya teşvik etmiş olmasıdır. Fakat bu gaye ni­ çin vakıf müessesesiyle gerçekleştirilmektedir. İslâmda, bizzat zekât, sadaka, karz-t hasen v.s. yar­ dımlaşma müesseseler! değil midir? Tarih boyunca vakfın üstlenmiş olduğu içtimâi hizmetleri bizzat bunlann gerçekleştirmesi gerekmez miydi? Bu belirsizlikler karşısında, İslâm vakfının menşe’ini başka yerlerde arayanlar olmuştur. Bâzdan bu müessesenin ilk çekirdeğini İslâm öncesi Arap âdet­ lerinde ( M . G . Demombynes, Mahomet, Paris, 1969, s. 41-43; ayn. mil.. Les institutions musulmanes, Paris, 1921, s. 160 v.d. ) ve Bâbil hukukunda ( F. Köp­ rülü, Vakıf müessesesimn hukuki mâhiyeti ve tarihi tekâmülü, VD , II, I I , 4S8; Hâtemî, ayn. esr., s. 20; Mezopotamya’da Bâbil hukukuna göre yapılan bir vaktf için bk. E . Cuq, Études sur le droit Babylo­ nien, Paris, X929, s. 75 ), başkalan Roma hukukun­ da (Gatteschi, Étude sur la propriété foncière, les hypothèques et les waqfs, İskenderiye, 1896 ) veya Bizans hukukunda ( M . Morand, Étude de droit musulman algérien, Cezayir, 1910 ; G . H. Bousquet, Le droit musulman, Paris, 1963, s. 47 ; Köprülü, ayn. makale, V D , II, 12 v.d.; J. Luccioni, Les haham ou tûakf, rites malékite éf hanéfite, Kazablanka, I942, s. 22­ 25 ) bulmaktadırlar. Vakfm daha Önce Budizm 'de mevcut olduğunu (W . Ruben, Baddist vakıfları hakknda, V D , II, 173-181) ve bunun İslâm vakıf­ ları üzerinde te'siri olabileceğini ileri sürenler de vardır (H .B . Kunter, Türk vakfları ve vakfiyeleri üzerine mücmel bir etiii, V D , I, 104 )• Islâm vakfının, bütün bu kültürlerden bâzı un­ surlar almış olması muhtemeldir. Şurası bir ger­ çektir ki, menşe’ ı ve iktısâbı ne olursa olsun vakıf, yeni bir terkip hâlinde zuhûrundan itibâren, bir İslâm müessesesi hüviyetini almış ve İslâm ülkele­ rinde meydana gelen içtimâî değişmelerde müs­ bet olduğu kadar bâzı devrelerde de menfî izler bırakmıştır. Ehemmiyetli olan, vakfın menşe'ini tesbitten ziyâde, zuhûrunu kolaylaştıran ve asırlar boyunca varlığını korumasını sağlayan, kültüre, cemiyete ve yaşanan İslâm tarihine bağlı dâhili sebeplerin neler olduğunu araştırmaktır. Iran ve Bizans gibi yabancı sistemlerin te’siri altında kalan Emevîlerden itibâren, İslâm cemi­ yetinin bünyesinde meydana gelen siyâsî ve içti­ mâi değişmeler; böylece İslâm devletinin halka karşı



VAKIF. yapmak zorunda olduğu -tarih boyunca vakıf yo­ te’min eden, binâ, arâzi, nakit para v.s. gelir kay­ luyla gerçeldeştirilenler de dâhil- vazifelerin ihmâli naklarının teşkil ettiği vakıflardır. Bunlara Osman­ ve bunun neticesi olarak birtakım iktisâdı ve içti­ lılarda "asi-1 vaki” denmektedir. mâi ihtiyaçların ortaya çıkması; yeni fetihler sâyeBirbirini tamamlayan bu iki cins vakfın geliş­ sinde zenginleşen rnüslüırıanlann, birtakım rûhî mesinin, İslâm dünyasının buhranlı devrelerinde ak­ ve dinî arzularım muâsır ve daha önceki yabancı samış olmasına rağmen, Büyük Selçuklulardan itikültürlerin benzer müesseselerinin bâzı unsurlarım bâren bir hız kazandığı, daha sonraki İslâm dev­ İslâmî prensiplerle birleştirerek vUcûda getirdikleri letlerinde ve bilhassa Osmanlılarda büyük bir te­ vakıf müessesesi yoluyla tatmin etmeye çalışmaları kâmüle mazhar olduğu bilinmektedir ( F . Köprülü, gibi âmiller, İslâm vakfının ortaya çıkış ve şekil­ ayn. makale, V D , II, 13 v.d .). Ancak bu umûmî lenmesinde büyük rol oynamışlardır. Bu vasat için­ müşâhedelerin dışında, belli devre ve bölgelerde bu de zuhûr eden vakıf, kısa bir müddette Ebû Yûsuf vakıfların kemiyeti hakkında şu misaller zikr edi­ tarafından hukukî temellere oturtulmuştur. Ebû lebilir; Makrîzî ’ye göre, 143ü ’da Kahire ’de vakıf Y û su f’un vakıf mevzuunda müsbet ve çok esnek olarak kurulan medrese ve camilerin adedi 15 8 ’dir. davranmasının sebebini, onun sâdece bir hukukçu Memlûk devleti yıkıldığı sıralarda sâdece ilm i­ değil, aynı zamanda, ilk defa kâzi'l-fetızât unvanı lerin sayısı 130 iken, X IX . asır sonunda câmi ve ile resmî kadı oluşunda aramak gerekir. Ebû Y û ­ medreselerin yekûnu 2 6 4 ’e ulaşmıştır ( A . DarrSg, suf, günlük hayatın içinde olması sebebiyle, vazi­ L 'A cte de tı>aqf de Barsbay, Kahire, 1963, s. 13 ). fesi icâbı, daha çok içtimâi gerçekleri görme ve sez­ 1540 senelerine doğru, yalnız Anadolu Eyâletime imkânım bulmuş, diğer taraftan kanun yapar­ ’nde, vakıf yoluyla 45 imâret, 342 câmi, 1.055 mesken, hem hükümet politikası ile devrin İktisâdi ve cid, n o medrese, 626 zaviye ve hânkah, 154 muiçtimâi şartlarım, hem de dinî prensipleri gözönüne allimhâne, I kalenderhâne, I mevlevîbâne, 2 dârülbuffâz, 75 büyük han ve kervansaray işletilmek­ almak mecburiyetinde kalmıştı. Bir müessese, teşekkül ettiği muhitin dışma taş­ te idî I: H. Kalesi, Nejstaryi vakpfskl documenti u Jugoslaoiji na arabskam ]ezi\u, Priştine, I972 ). Yunanistan ’daki müslüman vakıfları, 1952 sene­ sinde, dört ayrı mütfüye bağh V akıf Meclisleri ta­ rafından idâre edilmekteydi. Vakıf araziler ve diğer gayr-ı menkuller, câmilerin ve dinî mekteplerin ba­ kımını te’min eden hey’etlerce işletilmekteydi. Mütevellileri tarafından idâre edilen vakıflar da mevcuttu. Meclisler ve heyetler, müslümanlar ta­ rafından seçilmekteydi. Vâkıflar veya müftüler ta­ rafından tâyin edilen mütevelliler, birinci derecede müftülerin, ikinci derecede vâlilerin murâkabesi altındaydı. Her vakıf meclisinin ayrı bütçesi bu­ lunmaktaydı. Rusya ’da, 1552 ’de. Korkunç İvan ’ ın Kazan daki katliâm hareketinden sonra, Ruslara teslim olan Tatarların vakıfları müsâdere edildi ve I735*I755 seneleri arasında hu mıntıkadaki 536 camiden 418’i kapatıldı. Çarlar, Kırım ’1 ele geçirince birtakım Rus m e ’murlar tâyin ederek, buradaki vakıfları kendi hesaplarına idâre ettirdikleri gibi, Türkistan’a hâ­ kim olunca da, vakıf emlâkini müsâdere ederek Rus göçmenlerine verdiler. Bununla bildikte Rus hükü­ meti, vakıf mallan ellerinde bulundurmakla kud­ retlerini koruyan muhafazakârları ( kfldimciler), yeni­ leşme (ced id ) taraftarlarına karşı destekledi. K ırım ’m istiklâli için mücâdele eden M illî F ırka, I 9 i 7 ’de, vakıf mallann ve büyük husûsî emlâkin millileş­ tirilmesini siyâsî programına almıştı, ihtilâlden son­ ra, Bolşevik Komünist Partisi, 1921 ’de toplanan kongresinde, vakıftan devletleştirme kararı «İdi ise de, büyük mukavemetle karşılaşınca, ertesi sene, Türkistan’da câmi vakıflanm ibâdet yerlerinden m es’fil dinî cemiyetlere bıraktı. ’ ’İskân” vakıflan adı verilen arâzi vakıftan, toprağın işletilmesi bak­ landaki kanun gereğince köylülere terkedilirken, tedrisle alâkalı vakıflar ise mollalar ve Halk Terbi­ ye Komiserliği temsilcilerinden müteşekkil bir M eciis’e bırakıldı. Bir müddet sonrada Komiserlik içinde vakıf gelirlerini dinî mekteplere tevzî etmeye me­ mur Vakıflar Umum Müdürlüğü kuruldu. Ancak, bu mekteplerin tedris sistemlerinin modernleşti­ rilmesi şart koşulmuştu. Bu arada yem vakıf kurulması da yasaklandı. 1924 *te Özbekistan Cumhuriyeti’nin kurularak, ertesi sene burada toprak reformu­ nun tatbiki, vakıfların, yeniden ele alınmasııu ger*



x68



VAKIF.



relctirdi: Câmi vakıfları cemiyetlere bırakıldığı gibi; Özbekistan Cumhuriyeti ’nin 19 kânun I. I925 ta* rihli bir karamâmesiyle, bağ ve bostanlar hâriç, şehîr dışında bulunan toprak vakıfları devletleştiri­ lecek Özbekistan Halk Zirâat Komiserliği ’ne, tedris vakıfları ise, Türkistan *da olduğu gibi Halk Terbiye Komiserliğine bırakıldı. Daha sonra şehir içinde bulunan vakıf emlâk ile câmiler de devletleştirîldi. Bu türlü tatbikat, diğer T ürk Cumhuri­ yetlerine de yayıldı. BöyleCe, 1925 'te Rusya ’dakİ müslüman vakıflarının umûmî görünüşü şu hâli aldı: Toprak vakıflarının çok büyük bîr kısmı, dev­ let çiftlikleri (şoohoz) hâline getirilirken, idâreleri her Federe Cumhuriyetin Halk Zirâat Komiser­ liğ i’ne tevdî edilmişti. Toprağın bağ ve bostan gi­ bi daha az bir kısım,tonce köylülere verildi ise de, 1928-1930’larda, KpBıoz'hra devredildi. Tedris vakıfları Halk Terbiye Komiserliklerinin elinde bulunuyordu. Toplantı veya sinema salonu hâline getirilmeyen câmiler, dinî cemiyetlere bırakılmış­ tı. "D inî cemiyet’*, 1929 ’da yapılan bir târife göre, "en az 18 yaşında, aynı mezhep, inanç, ter­ biye veya gruba mensup olup, dinî ihtiyaçlarının müşterek tatmini gayesiyle bir araya gelen 20 kişi­ den müteşekkil mahallî bir birlik” ti. Bunun hukukî şahsiyeti yoktu. Mahallî Sovyet'e tescil olunduk­ tan sonra, mülkiyeti devlete âıt olan binaların be­ dava tasarruf baklanı bir akid ile elde edebiliyor­ du. Masrafları ise, âzisınm ihtiyârî yardımlarıyla karşılanıyordu. 193° ’da ise, Sovyeder Birliği dâ­ hilindeki bütün vakıflar ortadan kaldırıldı. Böylece, bu eski İslâm müessesesinin, câmi ve mektep­ leriyle birlikte tasfiyesi, birkaç yılda tamamlandı ( A . Benmgsen ve C . L . Quelquejay, ayn. esr., s. ıs ı). t Endülüs’ten Endonezya’ya, Orta-Asya’dan Cenûbî A frika’ya kadar uzanan geniş coğrafî sahada yayılma imkânı bulan, hicrî III. asırdan itibâren muhtelif İslâm cemiyetlerinin İktisadî, içtimâi, hattâ siyâsî bünyeleri içine kök salıp, çeşitli darbelerine rağmen müşahhas ve canlı bakiyele­ riyle varlığım hâlâ hissettirebilen vakıf müessesesinin, tarihte pek mühim bir yeri vardır. Ancak, değişik devre ve mıntıkalardaki durumunu ayn ayn ele alarak, mensup olduğu cemiyet içindeki ha­ kikî yerini, birtakım sistemli araştırmalarla tesbit etmeden, vakıf müessesesinin oynadığı rol hakkında umûmî neticeler çıkarmak mümkün gözükmemek­ tedir. Meselâ, vakıf müessesesinin İslâm cemiyetleri­ nin umûmî çöküş hâlinde bulunduğu X IX . asrın ikinci yansında vaziyeti baklandaki kısmî müşâhedelere dayanarak, bu çöküşün sebebinin vakıf olduğu, vakfın iktisâdı inkişâfa mâni bulunduğu hakkmdaki görüşler, bu müessesenin, müstemlekeci garp ülkelerinin, İslâm memleketlerindeki işlerini zorlaştıran bir âmil olmasından neş’et et­ mektedir. Vakıf, muayyen_devrçlerde, bâzı ülkele­



rin iktisâdı bayatında az çok menfî bir rol oynamış olsa bile, bu hükmü umumileştirmek imkânsızdır. Zîrâ, en parlak devirlerinde bile bu ülkelerde sayı­ sız vakıfların mevcudiyeti malûmdur. Diğer taraf­ tan, vakfın cemiyet üzerinde te’sirleri olduğu gibi, cemiyetin de vakıf üzerinde birtakım t e ’sirleri bulunduğu, onu muhtelif istikametlere sevk etti­ ği, bütün içtimâi ve iktisâdı vâkı’alarda olduğu gibi burada da, te’sirin karşılıklı bir hal aldığı açık­ ça görülmektedir. O halde, burada yapılacak şey, şimdilik kat’î hükümlerden kaçınarak, neşredilen vakfiye ve tedkilderin ışığı altında, bilhassa Türk-islâm dünya­ sı dikkate alınarak, vakfın, din, kültür, san’at, be­ ledî ve içtimâi hizmetler ile siyâset sâhalanndalti rolünü ana batlarıyla çizmek olacaktır. tslâmda dinî olanla olmayanı birikirinden ayır­ mak güç ise de burada, vakfın din sahasındaki rolünden, sırf ibâdetle alâkalı tatbikatın gerçekleş­ tirilmesindeki payı kastedilecektir. Her şeyden ön­ ce, müslümanlann namaz ( şalât) kılmaları için, islâmın dinî, içtimâî, hattâ siyâsî merkezleri olan sayısız câmi ve mesctd [ b. bk. ] ’!er, vakıf olarak inşâ edilmiştir. Bunlardan bir kısmı tek bir binâ olduk­ ları halde, birçoklan da medrese, imâret, kütüphane, v.s. gibi sayısız âmme müesseseleriyle bir külliye teşkil ediyorlardı (b k . F. Akozan, Türk külîiyeleri, V D , V III, 303-308; E. Yücel, Amcazâde Hüse­ yin Paşa külliyesi, V D , V III, 250-266). Cami­ lerin bakımı için vâkıflar, ka Mflm> /ermş, bevvâb, kandilci, sirâcî, mahyacı gibi vazifeliler tâyin et­ mişlerdi. îlm -i nücûm ve kozmoğrafya bilen muvak­ kit ’in M uoakkit-hâne ’de bulunan saatlerle tesbit ettiği namaz vakitlerinde, müezzin ezan oku­ yor, imam da namaz kıldırıyordu. Sultan 'in cuma namazı kılınmasına izin verdiği câmüerde, bir hatîb, cuma ve bayram namazlarında hutbe okuyor­ du. Vakfiyelerde, ramazan ayında akşam namazına gelen müslümanlara, iftar etmeleri için şerbet da­ ğıtılması, ayrıca fakirlere ve talebelere iftar yemeği verilmesi busûsunda şartlara da rastlanmaktadır. Müslümanlann kıblesi ve hac yeri olan Mekke ile, İslâm Peygamber’inin türbesinin bulunduğu Medi­ ne şehirleri, vâkıflann en çok alâka duyduğu merkezlerdi. Harameyn adını alan bu iki şehir, buralardaki câmi hizmetlileri, Peygamber’in tür­ besinin hademeleri, Peygamber soyundan gelen ve sâdât diye bilinen kimseler, muhtelif memleket­ lerden hac niyetiyle veya yerleşmek üzere bu iki şehre gelenler ve oralarda yaşayan fakirler için İslâm dünyasının her tarafında binlerce vakıf te’sis edil­ diği bilinmektedir. Gönderdikleri vakıf paralar karşılığında, bâzı vâkıflar, Meldceli ve Medinelilerden ruhlarının kurtuluşu için d u a okumalarım, diğerleri ise zemzem suyu göndermelerini istemek­ tedirler. Umumiyetle hac mevsiminde yerine ulaş­ tırılan Harameyn vakıfları gelirleri, Oşrnanlı Jmpa-



VAKIF. ratorluğu *nda, once sarayın harameyn dolabı denilen husûsî bir kasasında toplanıyor ve halîfe sıfatım taşıyan pâdişâhın, her sene sarre adı altında, bu iki şehrin fakirlerine tahsis ettiği hediyelerle birlikte, receb ayının ilk günlerinde büyük bir merâsimle yola çıkarılıyordu. Diğer taraftan, bâzt vâkıflar, kurban bayramında, vakıflarının geliriyle koyun ve öküz satın alınarak kesilmesini ve etlerinin, ih­ tiyacı olanlara dağıtılmasını şart koşmuşlardır. 10 muharremdeki aşara merâsimi için de vakıflardan para aymlmıştır. Bilhassa Türk-İslâm cemiyetlerin­ de bir bayram havasına bürünen, Peygamber 'in mevlid-i şerif denen [bk, mad. MEVLİd] doğum günü merâsimlerinin muhtelif câmilerde gerçek­ leştirilmesi için, vâkıflar tarafından husûsî hizmet­ liler ( meolid-hân, hâftz, vâiz, aştr-hân, da'âgu, şeyh v .s.) tâyin edilmiştir. Nihâyet, vakıf gelir­ lerinin bir bölümü de, sultanlar, büyük devlet ricâli ve şeyhler için yapılan türbelerin hizmetinde bulunan vazifelilere ( iürbedâr, destârt, meremmslçt, lagmi-i türbe, ferrâş, bevvâb, buhûrî, sİrâcî, cüz-hân, noktacı, sandaki v .s.) tahsis edilmişti. Vakıf gelir­ lerinden en çok faydalanan gruplardan biri de da'âgu ( cem’i ducâgûyân) denilen kimselerdi. Bunlarm asıl vazifesi, vâkıfların öbür dünyayı olduğu kadar bu dünyayı da ilgilendiren birtakım arzularının gerçekleşmesi için A llah ’a da'â [bk. mad. Dü’A ] etmekten ibâretti. Netice olarak, din sâhasmda, islâmın dini prensipleri arasında yer almamasına rağmen, vakıf müessesesinin, din adanılan zümre­ sinin teşekkülüne yardıma olduğu söylenebilir. Vakıf gelirlerinin tahsis edildiği sâhalardan biri olan tedris tnüesseseleri iki grupta toplanabilir: X. Sıbyan mektepleri, medreseler, dârü ’l-ktırrâ ve dâriil-hadts 'Ierde yapılan mektep tedrisâtı, 2. Halkın tâlim ve terbiyesi İle alâkalı müesseseler, ilk tedrisat müessesesesi olan sıbyan mekteplerinde, bir hâce-i mekteb, çocuklara Kar ân okumayı öğ­ retmekte, dinî amellerle ilgili bilgileri vermekteydi. Birçok vakfiye, hâce-i mekteb ’ in, müsamahakâr, nâzik, aynı zamanda çocukları ta’lîm ve terbiye ( te'dib) ile salahiyetli olmasını şart kılıyordu. Umûmiyetle hâce-i mekteb’ in haîijc-i mekteb adıyla anı­ lan bir de yardımcısı vardı. Vakıf gelirlerinden, ücret ve burslar dışında, hoca ve talebelere elbise veriliyor veya bedeli ( kisve-behâ ) kendilerine öde­ niyor; ilkbaharda ’’eğlenmek ve kederlerini dağıt­ mak" için yapacakları gezinin masrafları ( seyr - behâ) da karşılanıyordu. İslâm dünyasında, d â rü ’l-hadis, dârü 'l-kurrâ ve medreselerin [b k . mad. MESCİD] büyük bir kısmı da vakıf olarak yapılmış ve bütün masrafları vakıf­



lar tarafından karşılanmıştır. Bu medreselerle il­ gili vakfiyelerde, medreselerin tedris



hey’etinden



{müderris, m u ’id-i ders, dânişmend, mahaddis, mu’allim-i fcrâ fiz ;'m u a llim -i hat, vâiz, şeyim ’l-kftrrâ, V .s.) , kütüphanesi olanlar için h â fız ü ’l~kütiib ve



diğer hademelerin tâyinleri, okutulacak dersler için ( ulum-i nakliye, ulâm-i şer iye, ulûm-i â liy e), öde­ necek ücretler ile ilgili medreseler hakkında kıy­ metli bilgiler bulunmaktadır. Vakıflar sayesinde medreseler, tam muhtariyete sahip birer ta’lîm müessesesi hâline gelmiştir (Selçuklu medresele­ rinin, vakıflar sâyesinde, İlmî, idâri ve mâlî muh­ tariyete sâhip, mütekâmil müesseseler olduğu hak­ kında bk. M . A . Köymen, A lp Arslan zamanı Sel­ çuklu Kültür müesseseleri, S A D , Ankara, 1975. IV, 97). Selçuklulardan itibaren, bütün İslâm dünsında, bilhassa Osmanh imparatorluğunda kurulan pek çok medresenin ( meselâ bk. C. Baltacı, X V .X V I. asırlarda Osmanh medreseleri, İstanbul, 1976). vakıf olarak kurulduğu söylenebilir. Ancak medrese­ lerindeki tedrisâtın, vâkıfının hayat görüşü ve temâyüfleri ile mahdud olduğu görülmektedir. Meselâ, Nizamîye medreselerinin, o devirlerde yaygın olan sapık görüşlerle mücâdele gayesiyle kurulduğu ve vâkıfın şartları mucibince müderrislerinin Şâfi ’î mezhebi mensuplan arasından seçilmesi gerektiği vâkıfın şartlan arasında belirtilmiştir ( A . Talaş, L a madrasa N izam iye, Paris, 1939). Daba sonra diğer mezheplerden birini veya hepsini birden oku­ tan ( bk. H. Atay, lslâmda öğretim, İlahiyat Fakül­ tesi Dergisi, Ankara, 1978, X X III, 25-27) veya as­ tronomi ve tıp gibi ilimlerle meşgul olan medrese­ ler de kurulmuştur. Ancak, zamanla, vakıf müessesesi, medreselerdeki müderrislik ve diğer hizmet­ lerin babadan oğula irsen geçen birer meslek hâline getirilmesine vâsıta olarak kullanılmıştır. Meselâ, X V III, asırda T ürkiye’de, medrese kuran ve on­ lara vakıflar tahsis edenlerden büyük bir kısmı mü­ derristir; bunlar, medresenin müderrisliğine önce kendilerini, sonra da nesilleri tükeninceye kadar çocuklarını ve çocuklarının çocuklarım tâyin et­ mişlerdir. Medrese vakfı yapanlardan kendileri müderris olmayanlar da, önce ismen başka bir mü­ derrisi tâyin etmekle berâber, müderrisliğin daha son­ ra hu müderrisin çocuklarına geçmesini şart koşmuş­ lardır. Medreselerdeki diğer vazifeler de evlâda meş­ rut bulunmaktadır. Büyük kısmı vakıf olarak kurulan ve vakıf gelir­ leriyle ayakta duran cârai ve tekkeleri, halk terbi­ yesi müesseseleri olarak kabûl etmek mümkündür. Gerçekten, birçok vakfiyede, bâzı camilere, "iste­ yen herkese" medreselerde verilen derslerin hemen hemen hepsini okutmak için müderrisler, muhaddisler ve ders-i âm ’1ar tâyin edildiği görülmektedir. Câmi tedrisâtında ve müslümanlann nazari ve amelî bilgiler edinmesinde, vâizlerin ehemmiyetli bir yeri olup, vaaz ettikleri günlere göre pazartesi va­ izi, salı vaizi, v.s. gibi sıfatlar aldıkları; bunlardan; cuma günleri vaaz edenlerin cuma namazı dolayı­ sıyla daha kalabalık bir cemâate hitâb etmeleri ba­ kımından büyük bir itibâr gördükleri ve İstanbul’da Eyüb C âpûi’nden Ayasofya’ya kadar selâtîn câmi-



i 7o



VAKIF.



leri kürsülerinde vaaz eden mûteber ulemânın, ikürsü şeyhi ve daha sonra selâtin şeyhi gibi unvan­ lar aldıkları bilinmektedir. Ücretlerim vakıflardan alan vaizlerin, Kur ân ve hadîs tefsirinde mütehas­ sıs olanlardan, hitabet san’atımn inceliklerini lâyıkıyle tatbik edenlerden seçilmeleri vakfiyelerde şart koşulmuştu. Vine vakfiyelerden anlaşıldığına güre vâızlik hizmeti babadan oğula intikal ediyordu. Değişik tasavvuf} tarikatlara [bk. mad. TARîkatJ âit olup vakıf olarak kurulmuş ve zengin vakıflarla teçhiz edilmiş olan tekkeler (veya hankâh ve za­ viyeler ), halkm dinî hayatı üzerinde büyük bir te ’sir icrâ etmişti. Bu tarîkatler, vücûda getirdik­ leri mûsikî eserleri, âyinleri raksla icrâlan, halk dilin­ de kaleme aldıkları edebî ve tasavvuf! eserler sâyesinde, kütlelerin dinî duygularım besleyen değişik bir kültür hayatı yaratmışlardır. Câmiler gibi tekkelerin kapısı da büyük-küçük herkese açıktı; buralarda bedava yemek ve yatmak da mümkündü, İslâm ve Türk-İslâm kültürünün yayılmasında, muhtelif İslâm ülkeleri arasındaki kültür mübâdelesinde, vakıflarla beslenen tekkelerin büyük rolü olmuştur. ( meselâ bk. ö . L . Barkan, İstilâ devirlerinin kolonizatör Türk dervişleri ve zaviyeler, V D , II, 279-353; H. B. Kunter, Tarsus ’taki Türkistan vakfiyeleri, V D , s. 31-50 ; ayn. mil., Türk vakıflartmn milliyet­ çilik cephesi, V D , III, ı - ı r ; zâviyeler hakkında umûmî bir değerlendirme için bk. A . Y . Ocak, Za­ viyeler, V D , X II, 247-269; bir zaviyenin idâresi için bk. S. Faroqhi, Vakıf administration in sixteenth Century Konya tke zaviye o f Sadreddinri Koneol, Journal o f tke Economie and Social History of the Orient, XII/2, 145-172 ). Ancak, tekke şeyhlikle­ rinin de zamanla babadan oğula geçer duruma gel­ diği, hususiyle, vâkıfı bir şeyh ise, umûmİyetle şeyh­ lik vazifesini oğullarına, hattâ bâzan kızlarına bırak­ tığı görülmektedir ( B. Yediyıldız, ayn. esr., s. 231 ). Vakfiyelerin tahlilinden, vâkıfların kurdukları câ~ mi, medrese ve zâviyeleri pek zengin kütüphanelerle teclıîz ettikleri anlaşılmakta; bunlardan [bk. mad. K ü tü p h a n e ] medrese kütüphânelerinde daha çok Kuran, tefsîr, hadîs, fıkıh ve ahlâkla ilgili eser­ lerin; zâvîye kütüphânelerinde ise tasavvufî kitap­ ların bol miktarda bulunduğu görülmektedir. Kur­ dukları umûmî kütüphâneler için vâkıfların tâyin ettikleri hizmetliler arasında, hâfız-ı kütüpler (k ü tüphâneciler), bâzan kâtipler, mücellidler, müzehhibler; kütüphaneye devam eden talebeye ders vermeleri, araştırdıkları mevzûlarda yardımcı ol­ maları içİn ders-i âm, ders halîfesi, muhaddis, şeyhü Tkurı'â, hattat v.s. ile hademeler sayılabilir. Bu kütüphâneler dışarı kitap vermemekle berâber, bazılarında, okuyucudan kuvvetli bir rehin alına­ rak, âzamî alb aya kadar eve kitap verilmesine mü­ sâade edildiği vakfiyelerinde belirtilmektedir. Böylece, vakıf müessesesinin, mekteb, medrese, câmi, tekke ve kütüphâneler yoluyla tâlim, terbiye ve



san ’atın inkişâfına hizmet ettiği âşikâr olmaktadır. Ancak, gerileme ve çökme devirlerinde, vâkıfların, müderrislik ve şeyhlik gibi hizmetleri, bâzı Hile­ lere maddî menfaatler veya içtimâi nüfuz t e ’min eden îrsî meslekler hâline getirmek; kurdukları tâlim ve terbiye müesseselerinin programlarını, kendi görüşlerine uygun olarak tesbit, muayyen ders ve kitaplara hasretmekle ilmin inkişâf yolunu tı­ kadıkları söylenebilir ( B . Yediyıldız, Vakıf müessesesinin X V III. astrda kültür üzerindeki etkileri, Türkiye'nin sosyal ve ekonomik tarihi ( ¡ 071-1920) -Birinci ulaslararast Türkiye’nin 3osyal ve ekono­ mik tarihi kongresine ( temmuz ¡ 1- 13, 1977) sunulan bildiriler-, Ankara, 1980, s. 157-161). , Evkaf-ı Hümâyûn Nezâreti, muhtelif tarihlerde, sıbyan mekteplerinin üstünde, Mekteb-i .Ulûm-i Edebiye, Medresetü ’1-vâ 'izin, Medresetü Tkudât, Medresetü Thattâtîn gibi tedris müesseseler} ile kütüphâneler! yeniden teşkilâtlandırmış, Evkaf-ı Islâmiye Müzesi, Evkâf-ı îslâmiye Matbaası ve M üessesât-ı Îlmîye-İ Vakfiye îdâresİ’m kurmuştur. Beledî ve İçtimaî hizmetleri bakımından vakıf, İslâm dünyasında çeşitli köy ve şehirlerin kurul­ ması veya yeniden teşkilâtlandırılmasında- büyük rol oynamıştır (Meselâ bk. D . Kuban, Anadolu Türk şehri, tarihî gelişmesi, sosyal ve fiziki özellikleri üze­ rinde bâzı gelişmeler, V D , V II, 53-73; H. Z . Ülken, Vakıf sistemi ve Türk şehirciliği, V D , V II, 13, 37 ). Gazan Han ’ın kurduğu Şenb-i Gazan sitesinin' Tebriz, Olcaytu ve Vezir Reşîdüddîn *m te’ sis ettiği vakıfların ise Sultâniye şehrinin inkişâfında oyna­ dığı rol misâl olarak zikredilebilir ( F. Köprülü, ayn. makale., V D , II, .20 v.d .). Ö . L . Barkan ( Osmanlı İmparatorluğu'nda bir iskân Ve k0l°nizasyon me­ todu olarak vakıflar Ve temlikler, V D , II, 279-386 ), zengin vesikalara dayanarak, zaviyelerin birçok köyün çekirdeğini teşkil ettiğini göstermiştir. Os­ manlı İmparatorluğu ’nun kuruluş devrinde, şehir­ lerin fethinden sonra, devlet adamlan ve diğer zen­ ginlerin, buralarda vakıf olarak sayısız yeni müesse­ seler ( câmi, mektep, medrese, zaviye, çeşme, sebil, imâret, hastahane v .s.) kurduktan gibi nüfûsunu artırma gayesiyle, bu şehirlere Türkmenlerin yer­ leştirildiği de bilinmektedir. Vakıf müessesesine da­ yanan ve bir taraftan bu yerlerin fizikî çehrelerini değiştiren, diğer taraftan oralara yeni bir kültür taşıyan bu faâliyetler, daha sonraki asırlarda da de­ vam etmiştir. Meselâ, Dâmâd İbrahim Paşa doğum yeri olan Muşkara köyüne, birçok vakıf te’sisler kurup, göçmenler yerleştirerek, bu köyü Nevşehir hâline getirmiştir ( M . Münir Aktepe, Nevşehirli Damad İbrahim Paşa 'ya âid iki vakfiye, T D, İs­ tanbul, 1960, X I, 152 v. dd.). Bugün belediyelerin yaptıldan hizmetler, eski İslâm şehirlerinde umûmİyetle vakıflar yoluyla gerçekleştirilmekte idi. Buıdann başında şehirlerin su ihtiyacının tem ini gelmektedir (H , Güneri, Va^f



VAKIF. sulan ve su vakıflart, V D , IX , 67-79 )• Bu gaye ıçİn, vakıf olarak, su bencileri, su kuyuları, çeşmeler ve yazın bedava soğuk su dağıtılması maksadıyla sebiller inşâ edilmiştir. Sebillerin suyunu soğutmak için bâzı vâkıflar, buzluk’let te’sis ederken, di­ ğerleri vakfiyelerinde bu iş için kar satın alınmasını hükme bağlamaktadır. Bâzı vâkıflar da, kışın müsiümanların abdest almalan için sıcak su hazırlanan abdesthâneler yaptırmıştır. Su ile ilgili bu kuru­ luşlar arasında, hamam [b . bk. ] ’lar da unutulma­ malıdır. Bunlar, umûmİyetle vakıfların gelir kay­ nakları arasında bulunmakla berâber, fakirlerin be­ dava yıkanabildikleri hamamların mevcudiyeti de bilinmektedir. Bu te'sislerin bakımı ve işletilmesi için, Osmanlı devri Türk vâkıfları, muhtelif adlar altında ( râh-âbî, râh ahi halîfesi, ser bölükri râh âbî, ser bölük-i evtıel-i râhrâhl, su nâzın, su yollan kethüdası, sebilci, tas-heş, tâs-dâr, taşra lağım bölük, -başnı, hafız-t tâs, âh~keş, bevoâb, ferrâş, cârâb-keş, korucu, lağtmct, meremmetci, miftah uşağı, v .s .) hiz­ metçiler tâyin etmişler ve bunlara maaş bağlamış­ lardır. ( B . Yediyıldız, ayn. esr., s. 251, 32 1). Sokakların aydınlatılması, temizlenmesi ve bâzı şehirlerin muhtelif yerlerinde bahçeler açılması veya ’ ’A llah ’ın bütün kullarının dinlenmesi gaye­ siyle” güzel köşeler ( kulluk mahalli) tanzîmî sureti ile şehirlerin güzelleştirilmesini gaye edinen vakıflar da vardır ( İstanbul bahçeleri için bk. M . Erdoğan, Osmanlt devrinde İstanbul bahçeleri, V D , IV, 149-182). Vakfiyelerde, bu bahçelerin bakımı ve şehrin emniyetini te’min gayesiyle gece bekçileri tâyin edilmesi şartı konulmuştur. Diğer taraftan, şehirler arası münâkalenin te’mîni için sayısız yol, köprü, fener ve kalelerin inşâsı, büyük ticâret yolları üzerindeki konak yerlerine kervansaraylar te'sîsi, vakıflar sâyesinde gerçek­ leşmiş ve bakım masrafları vakıf gelirlerinden sağ­ lanmıştır. Bütün bunların yapımı, tüccar ve hacı­ ların seyahatini kolaylaştırmak, yol emniyetini te’min etmek, yolcuları barındırmak ve doyurmak gaye­ sine matuftu. Meselâ bir Selçuklu han vakfiyesinde, hana gelen her sınıf ve dinden yolculara yiyecek, ayakkabı ve hayvan yeminin verilmesi şart kılın­ mıştır ( O, Turan, "Celâleddin Karatay, Vakıf­ ları ve Vakfiyeleri, Belleten, Ankara, 1948, X II, 4 5 ). X V II. asır ortalarında, üç arkadaşıyla birlik­ te, Mısır ’dan İstanbul ’a kadar, 67 günlük bir yol­ culuk yapan Samuel ben David Yemşel, yol güzer­ gâhında her gece bir han veya kervansaray bulduk­ larım, bunlardan mahrum iki küçük kasabada ise yolculara tahsis edilmiş misafir odalarında ağırlan­ dıklarını yazmaktadır ( B . Lewis, 1641-1642'de bir Karayit 'in Türkiye Seyahatnamesi, V D , III, 97-106; Belen ve Şam arasında bulunan bâzı ker­ vansaraylar için bk. J. Sauvaget, Les caravanserails syriens du Hadjdj de Constantinople, Art hlamİca, 1937, IV, 98-121; bu yol üzerinde X V III, asırda



171



Sadrâzam Enişte Haşan Paşa tarafından kurulan ve zengin vakıflarla teçhiz edilen bir kervansarayın teşkilâtı ve işleyişi için bk. Mustafa Nuri Paşa, ayn. esr., II, 122 v.d,; T ü rkiye’de kervansarayların ve hanların bir listesi ve haritası için bk. F . Berkol, Türk v a kıf kervansarayları ve bugün turizm hizmer tinde kullanılmadın, V D , X , 345-366, 22 resim, 2 plan, I harita; F. Işıközlü, İstanbul’un eski v a k f hanlart, V D , X , 421-424; C. Orhonlu, Bayram Paşa Kervansarayı, V D , X , 199-218). Yabancı­ ları ve yolcuları misafir etmek bakımından, tekke ve zaviyelerin de mühim hizmetler gördükleri unu­ tulmamalıdır. İçtimâi vasfı bakımından en dikkate değer vakıf müesseselerinden biri de irnâret derdir. Vakıfların ge­ lirlerinden, imaretlerde çalışan hizmetlilerin (tabbâh, şâgtrd-i tabbâh, şeyh-i imâret, habbâz şâgird-i kabbâz, vekfi-harc, mühürdâr-t İmâret, nakib, anbârl, k ’lâri, fodla kâtibi, kâtib-i k lo r , kâse~keşân, hammâl, m kkfll, kantârl-i imâret, htme-keş, kime-şiken, gtrbâli, vezzân, keyyâl, nakkâd, sirâcî, saka, gendüm-kûb, ferrâş, bevvâh, yasakçı, meremmâtl, m ezbele-keş) ücretleri ödendiği gibi, vâkıfların koyduğu şartlara göre, va­ kıf hizmetlilerine, mektep ve medrese talebesine, tekke ve zâviye dervişlerine, mahallin fakirlerine, yolculara, hapıshânede bulunan mahkûmlara v.s. sabah çorbası, yahud öğle veya akşam, yahud da hem öğle hem akşam yemekleri dağıtılabilmesi için gerekli erzakın masraftan karşılanıyordu. Bir garplı müşâhidin ifâdesine göre, X V III. asırda sâdece İstanbul’da "otuzbinden daha fazla insan" yemek­ lerini bu imâretlerde yiyorlardı ( D ’Ohsson, ayn. esr., II, 4 6 1). . içtimâi hizmetleri halamından kadın erkek, mtislim, gayr-ı müslim bütün insanlığa tahsis edilmiş ve bunlann bedenî ve ruhî hastalıklarını tedâvî etmek gayesiyle kurulmuş vakıf hastahaneJer, dârüşşifâlar ve tımârhâneler de ehemmiyetli bir yer işgal etmektedir ( Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde kurulmuş bâzı vakıf hastahaneler ve dârüşşifâlar için bk. A. S. Ünver, Büyük Selçuklu İmparator­ luğu zamanında Vakf hastahanelerin bir kanına dair, V D , I, 17-24; ayn. mil., İstanbul'un zaptın­ dan sonra Türklerde tıbbi tekâmüle bir bakış> V B , I, 71-81; ayn. mil., Süleymaniye külliyesinde Darüşşifa, Tıp medresesi ve Darülakhire dair, V D , II, 195-207; ayn. mil., Anadolu Selçuklu laik hastcr haneleri ve ruh sağhğt hizmetleri, S A D , Ankara, X975, IV, 209-221; M . Cevdet, Sivas darüşşifast vakfiyesi ve tercümesi, V D , I, 35-38; Y . önge, Çankırı darüşşifast, V D , V , 251-255; F . K . G ökay, Ruh hekimliği sakasında Türklerin ve Vakf. müessesesimn hizmetleri, V D , II, 263-265; A .Terzioğlu, Ortaçağ Islâm-Türk hastahaneleri ve A v­ rupa'ya tesirleri, Belleten, Ankara, 197°, X X X IV , 121-149). Bâzı vakfiyelerde birtakım ilâçların for­ mülleri verilmekte, bu formüllere göre ilâçlar ya-



172



VAKIF -



pılaralti hastaların tedavisinde kullanılması isten­ mektedir. Bu vesikalar farmakoloji tarihi için büyük ehemmiyet taşımaktadır (meselâ bk. B. Yediyddsz, aya. esr„ s. 357, 3°7, 3 *° ). Vakıf, akrabalığa, hısımhğa, mıntıkalara, mes­ leklere, dînî veya lisanı hususiyetlere bağlı olarak teşekkül eden içtimâi zümreler arasında âhenk be­ raberliği te’min eden bir kuvvet olarak da ehem­ miyet taşımaktadır. V akf-t ehli veya VakJ-ı zürriler, âile menfaatine hizmet ettiği gibi, sâdece âilede fakir olanlar için kurulan vakıflar da mevcuttur. Diğer taraftan vakfiyelerde, âzadlı kölelerin, âile fertleriyle birlikte ve aynı hayat seviyesinde yaşa­ malarını te’min edecek hükümlere rastlanmaktadır. Vâkıfların, bir taraftan, ailesi mensuplarım, va­ kıftaki vazifelere vakıf hizmetlerine tâyin ederken, diğer taraftan kendi mesleğinden olanları kolladığı görülmektedir. Ayrıca, bir mahalle, bir kasaba veya bir şehir sâkinlerinin istifâde etmeleri için vakıf­ lar te’sis olunduğu ve Osmanlılarda köy veya ma­ halleye âit avârız vergilerinin ödenmesi için kurul­ muş birçok vakfın mevcudiyeti de bilinmektedir. ( B . Yediyıldız, ayn. esr., 257 v.d. ). Bu dar çerçe­ veyi aşarak, hayat şartlan bakımından insanlar ara­ sında mevcut farklan mümkün mertebe azaltmayı, zenginle fakir arasında nisbî bir müsâvât kurmayı hedef alan vakıfların sayısı da oldukça kabarıktır. Bâzı vakfiyelerde, vakıf köylerde çalışan re’ayânın, husûsîyle vâkıfın evlâdı tarafından rahatsız edilmemesi ve gerektiğinde bunların cebren, adam­ larıyla birlikte sürülmesine dâir hükümler konul­ muş, böylece, köylünün huzûrunun te’ minine ça­ lışılmıştır ( M. A . Simsar, The waafîyah o f Ahmed Paşa, Philadelphia, 194°, s. 146 v.d.). Vakfm devlet politikasındaki ehemmiyetli yerine işâret etmek üzere, Selçukluların, Râfızî düşünce­ lere karşı Sünnîliği canlandırmak için vakıf medrese­ ler kurdukları gibi, İhtidâyı teşvik için de, hıristiyan, Yahudi ve putperestlerden İslâmî kabûl edeceklerin İhtiyaçlarının karşılanması, sünnet edilmeleri ve K u r ân öğrenmeleri için vakıf gelirlerinden para ayırdıklarını belirtelim (O . Turan, Şemseddin A ltun~Aba vakfiyyesi ve hayati, Belleten, Ankara, 1947, X I, 2 1 1 ). Yukarıda zaman zaman, vakıf sisteminin OsmanlI­ ların, iskân siyâsetini kolaylaştıran en ehemmiyetli unsurlardan biri old u ğu n a işâret edilmişti. "Askerî sınıf” a mensup kimseler tarafından kurulan vakıf­ lar arasında kaleler ve benzeri te’sİslerin bulunması ( M Aktepe, X V III. yüzyıl vezirlerinden Kaptan-ı derya X aym ak M ustafa P a şa y a ait oalrfiyekr, V D , V II I, 28 v .d .), Osmanlı siyâsî iktidarının devamı için vakıf müessesesinden faydaîamldığını göster­ mektedir. Halk üzerinde büyük nüfûzu olan ulemâyı ve tarikat şeyhlerini, kurdukları vakıflarla ken­ dilerine bağlayan idâreciler, vakfiyelerine koyduk­ ları hükümlerle, hizmetlileri devletin hekaşf ve vâki*



VAKVÂK. fm her türlü kötülükten masûniyeti için duâÿa sevk ettikleri gibi, medreselilerle tekkelüer arasında bir âlıenk ve muvâzene te’sîsinede çalışmışlardır. Meselâ, Sadrâzam Çorlulu Ali Paşa, İstanbul’da yanyana kurduğu medrese ve zâviyenin vakfiyesinde ( 1708 ), medresede hizmet edecek müderrisin hu­ sûsiyle riyâ ve taassubdan uzak olması, zâviyenin şeyh ve dervişlerine tâvizden kaçınması gerekti­ ğini belirtmekte, bu şartlara uymayanın yerine mutedil birinin tâyinini şart koşmaktadır (Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, Kasa nr. î88, s. 386 v.d.). Bibliyografya: Metinde zikr edilen­ lerden başka, Vakıflar Dergisi ‘nde neşr edilen bibliyografyalara bk. V D , II, 33-35; 111,285 -290; IV , 295-328; V III, 357-366; IX , 447-470; X I, 365-376). (B a h a e d d In Y e d Iy ild îz .)



VAKÎL. [ B k . VEKÎL.J VAKİT. [B k . z a m a n .] VAKVÂK. [B k . v Ak v â k .] VAKVÂK. V A K V  K veya V  K V À K , Arap imlâsında J 'j î j ♦ veya Aşağıda Arap müelliflerinin veya şark eserlerinin adlarım tâkib eden sayfaların,hangi neşre âit olduğunu tâyin için, ayrıca tasrih edilmemişse, benim Relations de voya­ ges et textes géographiques arabes, persans el turks adlı eserime (bk. bibi.) başvurulmalıdır. r. CENUP veya AFRİKA v  ç v Â ç ’i : Vâkvâk adalan, Garbî Hindistan sâhiîleriyle Z a n ç’lerin yaşadığı ülke arasındaki Lârvî denizinde yer al­ maktadır ( Ya'kübî, s. 49). Cenup Vâkvâk ’1, Çin Vâkvâk ’ından farklıdır ( İbn al-Fakîh, s. 55 )• Sofâla ve Vâkvâlf ülkeleri, Zanc denizi hududlarında bulunmaktadır (M as'üdı, s. IOS). Vâkvâk mem­ leketi, Sofâla’mnkine bitişiktir. Burada Darü ve Nabhana adında perişan durumda ve seyrek iskân edilmiş iki kasaba vardı ( İdrisî, s. 183). Korkunç ve çirkin zencilerle meskûn Dağdağa kasabası, Vâkvâk ülke ve adasına komşudur (tdrlsü, s. 184). Vâkvâk, Zanc ülkesinde ( İbn al-Vardi, s. 425 ), So­ fâla’nm şarkında [=cenûbunda] olup, I. iklimin 10. bölgesi sonuna kadar kesintisiz uzayan Hind Denizi *nin cenup [= g a rb ] sâhilinde, Hind Denizi’nin Büyük Okyanus ’tan ayrıldığı yerdedir ( ibn Haldun, s. 460). Vâkvâk adaları, Dlbacât al-Dum ( - Laccadives ve Maldives) adalarının sonuncusu civârındadır ( Merveilles de l 'inde, s. 856 ). Zanc ülkesindeki Vâkvâk geniş, verimli ve müreffehdir ( İbn al-Vardi, s. 425 )• Cenup Vâkvâk’mm altını, Çin Vâkvâk’1 altı­ nına nazaran daha düşük kalitededir ( İ bn al-Fa­ kîh, s. 55 ). Zanc ’lerin ülkesindeki Vâkvâk ’da çok altın vardır ( Mas'üdı, s. 108; İbn al-Vardi, s. 425). Zanc Vâkvâk ’1 yerlilerinin gemileri yoktu; ancak Umânlı tüccarlar onlarla ticâret yapmaya gelir ve orada hurma karşılığında esir satin alırlar idi ( İbn



VÂKVÂK. al-Vardî, s. 425; ayrıca fck. ldrisî, s. 183). Ora­ da, soğuk ve yağmur bilinmez ( îbn al-Vardî, s,



Vâkvâk adalarının hükümdün bir kadındır. O, başında altın bir tâcı ve etrafında çıplak dört bin genç esir olduğu hâlde, tahtına çıplak bir halde 42 5). II. ŞARK veya ÇİM V Â K V Â K ‘i : Vâkvâk, Ç in ’inoturur. Bu kraliçenin ismi Damhara olup, altından şarkında ( lbn Ffurdâzbih, s. 30 ), Çin ’in ötesinde örülü elbise ile altından ayakkabılar giyer ( îbn al( İ b n al-Fakîh, s. 55 )> Irak ’in ccnûbunda ( Abrégé Vardî, s. 415; krş. îdrîsî, s. 17 7). des Merveilles, s. 140) bulunmaktadır. Çin Vâk­ Vâkvâk ahâlisinin bir kısmı siyahtır (al-Bîrüni, vâk ’1, üstün kaliteli altınıyla Cenup Vâkvâk ’mdan s. 164). Bunlar kalabalık olup, Türldere benzerler, aynlır ( lbn al-Fakîh, s. 55 ). Şarkta en uzak şe­ çok hünerli, faâi ve zeki olmalanna rağmen hâin, hir olan Kankdiz, Çin ve Vâkvâk’in hududunda yalancı ve kurnazdırlar (M erveilles de l ’lnde, s. yer alır ( Mafâtîh al-'ulüm, nşr. G . van Vloten, s. 587). T ek parçadan ibâret kollu gömlekler dokur­ 217 ). VâlfVâk adası İse, Büyük Okyanus 'un şimâl-i lar; büyük gemiler ve yüzen evler yaparlar ( îbn şarkîsinde yer alır (al-BIrûnî, IÇânûn al-Mase8dî, al-Vardî, s. 4 * 5 ). s. 598), Vâkvâk adası, Ömer adalar grubunun bir 334 ( 9 4 5 )'te, 1.000 sandaldan ibâret bir Vâkvâk parçasını teşkil eder (al-Bîrünl, s. 163). Vâkvâk. filosu, Şarld Afrika *nm bâzı adaları ile Zanc 'lerin Zulmet Denizi ’nin cenup İnsmmdadır ( İdrîsî, s. Sofâla’daki birçok kasabalarım yağma etmeye gel­ 190). Müca ve Bulut adalarma, adacıklar ile eri­ mişti. Vâkvâk '1ar, buraya, kendi memleketleri ve şilmez dağlarla kesilen yerlere komşudur (ldrisî, Çinliler için gerekli olan fildişi, kaplumbağa kabuğu, s. 192 v.d .). Burası, Ç in ’in yukarısında [yâni ce- panter derisi, amber ve zencî köleler gibi ticâret nûbunda ] yer alır ( Yâljüt, s. 231 v.d. ). Çin Deni­ metâ’ı almaya gelirlerdi. Onların bu deniz yolcu­ zinde bulunan Vâkvâk adaları, Zâbag [ = Sumatra] luğu bir sene sürerdi ( Merüeilles de l 'inde, s. 587 adalarına komşudur ( IÇazvînî, s. 300, 303, 3 1 1 ) ; v.d .). Erkekler kadınlardan daha süslü idiler ( aîbunlar Uzak Şark'ta yer alırlar ( lbn S a ld , s. 334); Bîrünî). Bâzan Çinliler buraya gelirler ( idrîsî, s. 193 ) ve bu adalar Uştîkûn silsilesinin ötesinde hemen hemen kıyıya çok yakındır; oraya Zulmet Okyanusu’nun tüccarlarla birlikte altın aramaya giderlerdi. ( ayn, ( aıjn. esr., s. 391 ) berisindeki Çin Denizi ( Dimaşkf, esr., s. 194). Buraya kimse çıkamazdı ( îbn Sa'îd, s. 3 75) vâsıtasıyla ulaşılır. Bunlar Çin Denizi nin s. 335). Burada bol miktarda altın vardı { î bn yurdâzen meşhur adaları olup, sayılan yüzü aşkındır ( Nuzkat al~kulsb, trc. G . L e Strange, s. 222 ). Vâkvâk bih, s. 3* i lbn al-Fakîh, s. 55; idrîsî, s. 194; Kazadaları, Komor adasının cenûbunda, Silâ [ = K o r e ] vînî, s. 3°0; lbn Sa'îd, s. 334; îbn al-Vardî, s. 4*5; adalarının ise garbında yer alır ( l b n Uaklün, s. Bâkuvl, s. 463). Köpek, maymun ve diğer ehlî 4 6 1); Çin D enizi’nde ve Zâbag adalarının yakı­ hayvanların zincir ve tasmaları altındandı ( îbn nında olup sayılarının 1.600 olduğu söylenir (B â- îdurdâzbih, s. 3 1; Kazvînî, s. 300; Dimaşkî, s. 391; kuvl, s. 4 6 3); Timor, Banda ve Moluccas adala­ lbn al-Vardî, s. 4 *4 ; Bâkuvî, s. 463). Reislerin yap­ rının cenûbundadır (Sidî °AH, s. 5 *3 ); Ç in ’in tırdığı altından tuğlalarla kale ve evler inşâ edilirdi karşısından A frika’nın şark kıyısına bir senede gi­ ( l b n aî-Vardî, s. 14*; krş. Abü Zayd bîasan, s. dilir ( Merveilles de l 'İnde, s. 588 ), Vâkvâk, Süveyş­ 84), Orada altından dokunmuş gömlekler satı­ lırdı ( l bn Hurdâzbih, s. 31 ve 674; IÇazvînî, s. 300 ’ten 4-500 fersahtır ( lbn IJurdâzbih, s. 32 ). Zâbag'a komşu olan Sumatra ’nin garp kıyısın­ v.d .). Altın, külçe veya toz hâlinde ihrâç edilirdi daki Nias adası, Vâkvâk takım-adalanna dâhildir ( İdrîsî, s. 194). Vâkvâk adalarındaki altın cevheri ( lbn al-Vardî, s.414 v.d. ). Sribuza-Çin yolu üzerin­ öylesine boldu ki, resmî emirler altın levhalar üze­ de, Sribuza [ = Sumatra 'nin cenûb-i şarkîsindeki rine hakkedilirdt ( Nnzhat al-¡tulüb, trc. G. Le Palemban ) ’dan 50 zam (150 saatlik y o I)’Iık me- Strange, s. 192 }. sâfede, Çampa [»»bugünkü Annam J’dan 15 zâm Demir bulunmadığından, diğer memleketlerde (4 5 saatlik yo l) mesâfede bulunan bir adada, Vâk­ altının itibârı burada demir içîn gösterilirdi ( D i­ vâk takım-adalarındandır ( Merveilles de l 'İnde, maşkî, s. 391 )■ N e b a t l a r ı : Yüksek kaliteli abanoz ( lbn tJur8.589). Vâkvâk’a Coromandel kıyısından gidilir ( D imaşkî, s. 3 9 1); buraya yıldızlara bakılarak ulaşılır ( Çazvînî, s. 300 ve 31 i ; lbn al-Vardî, s. 415; Bâkuvl, s. 463). Vâkvâk, büyük bir adadır ( lbn al-Vardî, s. 415 ). Vâkvâk adalarının sayısı 1.700 (Kazvînî, a.300; Ibn-al-Vardî, s. 4 1 5 ) veya 1.600 (Kazvînî, s. 3 1 i; Bâkuvî, s. 4 6 3 )’dür. Bu adalar meskûn olup, top­ raklan işlenilmiştir ( l b n al-Vardî, s. 14 5 ); büyük kasabaları vardır ( Merveilles de l'lnde, s. 387).



dâzbih, s. 3 1; ldrisî, s. 19 4 ); abanoz (al-Bîrünî, s. 164; Kazvînî, s. 301). Hayvanları: Filler; birçok kuşlar ( İdrîsî, s. 193 ); iri cüsseli filler ( lbn al-Vardî, s. 4 16 ); evleri süpürmek, ormanlarda odun aramak ve diğer işleri yapmak üzere yetiştirilmiş birçok maymun ( Burhân-i &â/ıc, s. 593). E f s â n e v î h a y v a n l a r ı : 200 zîrâ' uzun­ luğunda balık, 20 zirâ° çapında kaplumbağalar ( Kazvînî, s. 303); uçan akrepler ( Meroeilles de finde,



*74



VÀKVÂK.



s, 580); ateşe girince yanmayan samandal kuşu; cinsiyet değiştiren bir tavşan nevî ( ayn. est., s. 587). III. WÂK veya V/AK : Vâk adası, Irak’m cenu­ bunda ( Abrégé des merveilles, s. 140), Komor ada­ sının civârmda, Uşpkün dağının ardında ve Cenup Denizi ’nde ( Abşlhl, s. 470 ) idi. Vak ülkesine Çampa Denizi'nden gidilirdi ( Abré­ gé des merveilles, s. 14 4 ). Çampa Denizi V âk’a bi­ tişik olan Çin Denizi’nden önce gelirdi ( ayn. esr., s. 145 ). Vâk ülkesi, adaları ile birlikte, Çin ’in şar­ kında idi ( ayn. esr., s. 153 ). Vâk arâzisİ Ekvator­ ’un cenubunda, Çin ile Z a n c’Ierin şehri Sofala arasında, Hind Okyanusu ’nun cenup sâhilİ üzerin­ dedir (Nuvayrî, s. 394). Vâk, Süveyş ’ten 4-500 fersah mesâfededir ( M il­ le et une nuits, s. 506). Adalar meliki MaHârâca, Vâk ülkesinde yaşar ( Abrégé des merveilles, s. 153 î Abşîhî, s. 14 4 ). Burada hârikulâde heykeller yapı­ lır (ayn . esr., s. 153). Bu ülkede bol altın bulunur ( Abrégé des mer­ veilles, s. 153; Abşîhî, s. 471 ). Atların gemleri, kö­ peklerin zincir ve tasmaları altındandır ( Abrégé des merveilles, s. 153; Abşîhî, s. 471 ). Ahâli altından dokunmuş gömlekler yaparlar ( Abrégé des merveil­ les, s. 153 ve 678 ), Başında altından taçla oturan kraliçenin etra­ fında 4°o genç bâkire bulunur ( Abşîhî, s. 47° )• ihraç malları: öd ağacı, misk, abanoz, kimyon ve her türlü ticâret meta'mdan ibârettir ( Abrégé des merveilles, s. 153)* IV. v â k v â ç ve v â k ’m HÂRİKA AĞACI: için­ de insan şeklinde meyvelerden bahseden çok es­ ki bir menkîbe, milâdî 766— 801 seneleri arasında yazılan T ou Yeou’nun T'ong Tien adlı Çince eseri vâsıtasıyla bize intikal etmiştir. Tou Yeou, akra­ bast olan Tou Houan ’1 sık sık zikreder. Tou Houan, büyük bir ihtimâlle 751 ’de Talaş savaşında esir düşmüş, 751 ’den 762 ye kadar Arap ülkelerinde bulunmuş ve buralarda öğrendiklerine dâir, şimdi kayıp olan King hing ki adlı eserini yazmıştır. Şu hâlde hiç şüphesiz, Araplar arasında ikamete mecbur olduğu sırada Tou Houan, T ou Yeo ’nun aşağıda verilen ifâdesiyle naklettiği efsâneyi derle­ miştir ( T ’ong Tien, § C X C III, 2 3 * ): " Ta-şe (A raplar) ’lerin kıralı, adamian gemi ile yola çıkar­ dı; onlarda, yiyecek ve giyeceklerini berâberlerinde alarak denize açıldılar. Garptaki son sahile ulaş­ madan seldz sene idenizde] seyrettiler. Denizin ortasında kare şeklinde bir kaya gördüler. Bu kayanın üzerinde kırmızı dallı ve yeşil yapraklı bir ağaç var­ dı. Ağacın üzerinde ise, bir sürü küçük çocuk ye­ tişmişti; bunlar altı veya yedi baş parmak uzunlu­ ğunda idiler, insanları gördükleri zaman konuşa­ mıyorlardı. ancak hepsi gülebiliyor, hareket edebi­ liyorlardı. Elleri, ayaklan ve başlan ağacın dalla­ rına yapışık idi. Adamlar, onları dallanndan ko-



panp ellerinde tutar tutmaz kuruyup siyahlaşıyor­ lardı. Elçiler, hâlen Ta-şe ( Ar a p) kiralının sarayın­ da bulunan [bu ağaçtan] bir dal ile geri döndüler” ( T *oung-Pao, teşrin 1.i 9 ° 4 , Frans. trc. Chavannes, s. 484-487). Bu metin, M a Touan-lin’in 13x9’da yazdığı ansiklopedisinde (C C C X X X IX . bab) de iktibâs edilmiştir. Aynı metni, D e Goeje 'den tercüme edip, Ma Touanlin’in onu nerden aldığım bulma zah­ metine katlanmayan Schlegel, sondan bir evvelki cümleye şunları da ilâve etm iştir: ” Bu ağacın adı ie-mîe idi”. Chavannes: ” Ne Tou Y eo u ’nun, ne de Ma Touan-lin ’in metninde bulunan bu notu, onun, nerden aldığını bilmiyorum” demektedir. Tou Yeou için, aynı zamanda bk. Paul Pelliot, Des aritsans cbinois â la capitale abbasstde en 751- 762, T ’oung-Pao, 1928, X X V I, 110-112. Meyveleri insana (Mutahhar, s. 1 1 7 ) veya ka­ dına ( Ibn Tufayl, s. 200) benzeyen Vâkvâk ağaç­ lan Hindistan *da da bulunur. Vâkvâk adasına bu ad, al-Bîrüni’ye (s . 163) göre Vak Vak diye ses çıkaran insan kafası biçiminde meyvesi olan ağaçtan dolayı verilmiş değildir. Buna mukabil bâzdan Vâkvâk adası veya ülkesinin adını, bu hârika ağaçtan aldığını söylerler (I£azvînl, s. 300 ; Ibn Sa'îd, s. 334 : Dimaşkî, s. 375 ; Ibn alVardî, s. 4*6; Bâkuvî, s. 463 ; Ibn îyâs, s. 483 ; Seydî A li, s. 5r3; Burhön-i kfltT', s. 5^3; Mille el une m iis, s. 568 v.d.; Merveiües de Finde, s. 580; Nazbat al-kulöb, trc. G . Le Strange, s. 222 ). Vâk da, meyvesi insana benzeyen, fındık ve Çin tarçını ağacı gibi bir ağaç vardır. Meyvesi olgunlaş­ tığı zaman, açıkça oâ& vâk sesleri çıkarır ve sonra düşer ( Dimaşkî, s. 375 ; Abşîhî, s. 470 v .d .). Almeryalı biri tarafından X II. asırda yazılan K ir tüb al-Coğrafîyö, şu alâka çekici tasviri ihtivâ eder : "Çin *e bağlı adalar arasında, meşhur ve tanınmışla­ rın sayısı 8 ’dir. En büyüğü ve en mühimmi Vâkvâk adasıdır. Böyle adlandırılması, burada sık yaprak­ lan incirinkine benzeyen, ancak onunkinden daha iri olan büyük ve yüksek ağaçlar bulunmasından dolayıdır. Bu ağacın meyvesi A dar, yâni mart ayında olur ve meyveleri hurma ağacmmkilere benzer. Ol­ gunlaşırken meyvelerden genç kızlann ayaklan çık­ maya başlar; ayın ikinci gününde bacakları, üçüncü gününde iki dizi ve kalçası görünür, vücut hergün biraz daha meydana çıkarak nisan aymın son günün­ de son şeklini alır; mayısta başı ve endamı tamam­ lanır. Bu kızlar saçlanndan asılıdırlar. Vücud şekli ve endâmlan son derece güzel ve hayranlık verici­ dir. Haziran gelince, ağaçlardan düşmeye başlarlar, ayın ortasına kadar, ağaçlarda hiçbiri kalmaz. Yere düşme anında, vâk vâk diye iki sayha çıkarırlar; ay­ nı şekilde üç sayha çıkardıkları da söylenir. Yere düştükleri zaman, kemiksiz et hâİindedirler. Ölü ve ruhsuz olmaları dışında sözle ifâde edilemeyecek kadar güzeldirler. Onlar toprağa gömülürler. Gö­



VAKVÂK. mülmeden bırakılırsa, pis kokulan yüzünden kimse onlara yakla.şamaz. Bu, Çın memleketinin bir hâ­ rikasıdır. Ada, denizdeki meskûn dünyanın sonun­ da, Büyük Okyanus ’a bitişik olan sâhilin şarkmdadır” (R ab at’ta Fas-Fransız himâyesi kütüphânesi yazmaları 770, var. 51'; bu yazma, René Basset ’nin kütüphânesindeki aynı eserin başka bir nüshası ile tamamlanmıştır ). V. n e b a t - h a y v a n VÂ K V Â K ’LAR: Câhiz (ölm. 235 = 8 6 9 ) ’in K itâb al-IJayavân ’ma göre Vak" vâk 1ar, nebat ve hayvanlardan hâsıl olmuşlardır ( al-Damîrü, Ija y â t al-frayavân al-kubrâ, Kahi­ re, 1330, H, 177 ve 38). Vâkvâk’lar, insan cinsine en çok benzeyen varlıklardır. Bunlar, saç­ larından asılı bulundukları büyük ağaçların mey­ veleridir. Bunların, kadınlannkine benzer meme ve tenasül uzuvları vardır. Tenleri renkli olup, dâima vâkvâk diye bağırırlar. Bu yamuklardan biri tutulunca, susup ölür ( Abrégé des merveilles, s. 138 ve 677 v.d. ). Vâkvâk ’1ar, hurma ve hindistan­ cevizi ağaçlan gibi olup, hayvan ve nebat âlemleri arasında yer alan varlıklardır ( Dimaşkb s. 367). V I.



V Â KV Â K



ADALAR.NİN



K IR A L I;



V âkvâk



adalarının kıralı Kaşmir (I£aşmîr şekli için bk. Nuzhat al-kulüb, Farsça metin, s. 320; İngilizce trc. G . le Strange, s. 322 ) adıyla bilinir. M. Jadunath Sarkar, faydalanma imkânına sâhip olduğu Nuzhat al-ltulüh yazmalarını benim için inceleme nezâketinde bulunmuştur. Patna’ daki ÎJudâ-Bahş Kütüphânesi nüshasında, kiralın adı boş bıra­ kılmıştır. Kalküte’deki İmparatorluk kütüphânesi (Bohar Kolleksiyonu ) ’nde metnin iki yazması mevcut olup nn 99 ve nr. 98 ’de vardır. Bu yazılış şekilleri, maalesef bilinen hiçbir ismi hatırlatmaz. L im e des merveilles de l ’In d e’m ekinde (s . 295 "3 °7 ), D e Goeje, Ârabİseke berichten över Japon adlı eserinin gözden geçirip düzelttiği Fransızca tercümesini L e Japon corum, des Arabes adıyla neşretmiştir. D e Goeje, yukarıda zikri geçen Arapça metinlerin çoğunu bilmekte ve burada zikretmekte­ dir. Araştırmaları esnâsmda Vâkvâk ’ur Ç in ce’nin Kanton lehçesinde karşılığı olan Vo-hpok ’un mü­ kemmel bir Arapça transkripsiyonu olduğunu tesbİt etmiştir ve bu teşhisin doğruluğuna kanidir. Japonya’nın eski Çince ismi Vo-kvo olup es­ kiden V a-kvak ( V a ’nm ülkesi veya kırallığı), Japonca ’da ise, sonunda güç anlaşılan bir ” u” ile Va-kpktt diye telaffuz edilirdi. Arapça ya yİs veya ¿ ' ÿ j imlâsıyla geçen Vâkvâk, Arap ve Iranlı coğrafyacıların verdikleri şekle tamamıyla tekabül eder. O halde bu muhâkeme değersiz olmamakla berâber, kat’î bir delil sayılamaz. Bu bağı aydın­ latacak başka delillere ihtiyaç vardır. D e G oeje’nin iddiası birçok müşâhedeyi hatır­ latır. Her şeyden önce, bâzı coğrafyacılara göre, iki Vâkvâk vardır : Çin Vâkvâk ’ı ve Cenup Vâk­



Î75



vâk h. Ibn al-Fakîb açık olarak böyle demiştir ( yk. bk. I ) . Mas'ûdî, Idrîsl, Ibn Haldun ve Ibn alVardi, Afrika Vâkvâk’ım A frika’nın şark sâbilinde Z a n c’lerin Sofâla’sı bitişiğinde: Ya'kûbî ise, Hin­ distan’ın garbındaki Lârvî Denizinde gösterir. Mac Theal ve R. N. Hail gibi tanınmış Afrika araş­ tırıcılarının bâzı yeni çalışmalarına göre, Vâkvâk, çevrelerinde yaşayan Bantularm, bir çeşit babouin (papio cinsi maymun) saydıkları Buşmenlere ver­ dikleri isimdir. Bu, Mas'üdî ve onu tâkib eden Arap coğrafyacıları tarafından verilen bilgileri izah eder. Diğer taraftan Madagaskar yerlileri dilinde, Vâk­ vâk, fonetik bakımdan eski vakvak’ı karşılayan -ke­ limeyi bir sesli tâkib etmek üzere- vâkvâk ile ifâde edilir ve „halk, tebaa, ülkenin ahâli, kabile veya aşi­ retlerinin bütünü” mânasına gelir. Şu halde Mada­ gaskar, Ya'kûbî ’deki Vâkvâk adası olabilir. Bu ay­ nileştirme şu hâdise ile teeyyüd eder : Bu büyük Afrika adasında, meyvesi büyük bir syncarp şek­ linde olan ve Vakpâ denilen bir pandanus bol miktarda yetişir. Fransızca’da bu meyveye vaquais denir. Şekli ve vasıfları, meyveleri insan yetiştiren ağaçların efsânesini doğurmuş olabilir ( yk. bk. IV ). Böylece Madagaskar, Cenup Vâkvâk’ınm tasvirine mümkün mertebe uyar. D e Goeje’nin, Livre des merveilles de l'Inde ’de geçen 'o ja r’ın bu hârika ağacın yerini aldığı zannı yanlıştır. Şark coğrafyacılarından elde edilen diğer bil­ giler, hayalî veya müphem oldukları için, pek fay­ dalı değildir. K itâb 0AcâHb al-H in i ’deki şu kayıt zikre şâyândır: Altın diyarlarının meşhur gemicisi olan Ibn Lâkîs, Vâkvâk ’ların 334 ( 9 4 5 ) ’te, ticârî mal ve zenci esirler tedarik etmek üzere 1.000 kadar gemi ile A frika’nın şark kıyısına bir sefer yaptırdıklarını bildirir. Yolculuk bir sene sürmüştü. Bu Vâkvâk’lan Japonlarla bir sayan D e Goeje de, Japon tarihinin bu dikkate değer hâdiseden hiç söz etmediğini kabûl eder ve bunun Japon tâcir ve Daimio ( ? ) lannm husûsî bir teşebbüsü olduğu kanâatine varır. E. Chavannes böyle bir seferin ya­ pılamamış olduğunu söyler ( T ’otmg-Pao, teşrin I., 1904, s. 485 ). Bu mcvzûda kendirine başvurduğum M . Maurice Courant da bu fikirde olup, Japon tedkiklerinin mümtaz üstadı Basil Hall Chamberlain de bana aynı mahiyette olmak üzere şunları yaz­ mıştı ; X. asırda yaşayan Japonların, Şarkî Afrika adalan ve sâhiline bir deniz seferine girişmeleri imkânsız idi. Şu halde Çin veya Şark Vâkvâk’ları Japon asıllı değillerdir. D e Goeje ’ye, İddiasının lebinde olmak üzere kat’î gibi görünen Arapça ve Farsça vesikalar, bu meşhur Leyden’li müsteşrikin zannettiği kadar ilmâ edici olmaktan uzaktır. Ayrıca bâzdan Vâk­ v â k ’m Japon menşe’li olduğuna dâir müdâfaası imkânsız bulunan iddianın açıkça karşısında yer alırlar. Bununla berâber, iki Vâkvâk ’m varlığı



VAKVÂK şüphesizdir. Cenup Vâ|jvâV *ınm Madagaskar ve Sofâla ’nm cenubundaki Şarkî Afrika Vâkvâk hyla ayniliği de isbât edilmiştir. Geriye Çin Vskvsjp *nısı yerini tesbit kalmaktadır. Bu hususta en mühim ışâret, adalar hükümdarı Muhâröca nm orada ika­ met etmesidir. Bunun başka kaynaklar vâsıtasıyla Zâbag, yâni altın ülkesi olan Sumatra hâkiminin unvâm olduğunu biliyoruz. Gerçekten Sumatralılar, Garbî Hind Okyanusu ada ve kıyılarım bili­ yorlardı. Onlar, Madagaskar’a erken bir tarihte yerleşmiş olup, dilleri Malgasy, gelişmiş bir Malaya lehçesinden ibârettir. Îdrlsî, bu hususta kıymetli mâlûmat verir : "Komor ( = Madagaskar ) ’lılar ve Mahârâca ülkesinin (Sum atra) tüccarları, onlar (G arbî Afrika kıyısındaki yerliler)’ı ziyâret eder, onlarca iyi karşılanır ve onlarla ahş-veriş yaparlar” (Bibliothèque Nationale, nr. 3221, var. 37a, str. 7-8 ). Bu ıbâreden birkaç sayfa önce de şöyle der ; ’’Eskiden beri birbirlerinin dillerini anladıkları içîn Zâbag adalarının sâkinleri, büyük ve küçük gemilerle Zanc ( burada : Madagaskar anlaşılma­ lıdır) ülkesine gider ve oradan ticârî emtia satın alırlar” ( ayn. esr., var. 29», str. 15 ). Arap coğrafyacıların Bâlüs, Çinlilerin P 'o-lou -şe dedikleri Sumatra ’nm garp kıyısındaki limanın ismİ Baros 'dan ilk defa Batlamyus bahsetmiştir (beş Baros adasının yamyamlarca iskân edildiği nakledilir, bk. L . Reııou, La Géographie de Ptolcmée, V II, 1-4, s. 59 ); müteakiben bu isîm, Leang şu veya Leang tarihi ( 502-556 ) ’ne göre, P 'orhı, V II. asrm sonunda ise, Y i-T sin g’e göre P 'eleu-ehe şek­ linde tesbit edilmiştir. Araplar ise, bâzan Bâlüs, bâzanda Fanşür (Malayca Pancur) derler. Bu şekil­ lerden her ikisi, en eski metinlerden beri tekrarlanır. Burası, bir zamanlar en kıymetli kâfurun geldiği Pakpakland ’ın veya Pakpak ülkesinin en meşhur limanıdır. Kabile ismİ olan Pakpakt Arapça *ya, fonetik bakımdan Vâkpök ’a pek yakın olup bu kelime ile ayniliği şüphesiz olan fakfak olarak geçmiştir. Madagaskar’da olduğu gibi Sumatra’da da yabanî bir şekilde yetişen pandatm (ananas nevî)*un Ba­ tak kabilesi dİünde adı bakkuvan, Malgaşca ’da vakpa ’dır. İki adadaki kabile ve nebat İsimleri ara­ sında dikkate şâyan bir mutâbakat vardır. Sumatra ’da Batak kabilesine, Pafypak (Arapça Fakfak), pan­ dama'& bakfiuvanı Madagaskar’da ise, kabileye Vahake (eski şekli Vâfavâk ) ; pandarme ‘a İse, vaivâ denir. Yalnız Sumaüahknn muhtelif sebeplerle Garbî Hind Okyanusu’na ulaştıkları, tarihî bîr ger­ çektir. Vâljvâk ’m Japonya ile ilgili olduğu nazariyesi bundan böyle terkedilmelidir. Bu makale, Le Vâkvâfc esi-il le Japon başlığı ile Journal Asiatique ( nisan-haziran 1932, s. 193" 243 ) 'de çıkan bir muhtıranın hulâsası olup, bu yeni aynileştirme hakkında burada kısaca verilen deliller, muhtırada etraflıca ele alınmıştır.



V A L E N SİY B . B i b l i y o g r a f y a t Gabriel Ferrand, Re­ lations de voyages et textes géographiques arabes, persans et turks relatifs à l'Extrême-Orient du V III éme au X V I I I ¿me siècles, Paris, I - II, 1913-1914 (sayfa numaraları birbirini tâkib eden iki cildde, aşağıdaki müelliflerin, te’lif tarihle­ rine işâret olunan eserlerinin tercümeleri ve­ rilmiştir ; tbn Hurdâzbih, m. 844-848; Arap ttcir Sulaymân, 851 ; Ya'kübi, 875 veya 880; Ibn aİ-FakIh, 902; îbn Rosteh, takriben 9° 3 > A bü Zayd Basan, takriben 916; Mas'üdî, Mııt ü c , 943 ; at-Tanbik va '1-işrSf, 955 ; Mukaddasî, X . asır ortalan : Mufahhar b. fâh İr al-Makdisî, 906; İbrahim b. Vaşif-Şah, takriben 1000 ; Mafatify al-calum, X . asır sonlan; Blrünî, Âşâr albâkJya, 1000; Tarih ol-Hind, takriben 103O; IÇanün al-Masüdl, 1030; idrîsl, 1154; îbn T ufa>'I» ölm. 11855 Yâküt, ölm. 1129; Kazvlnf, Öİm. 1283; îbn Sa‘!d, ölm. 1274 veya 12S6; Kufb al-Dln Şîrâzî, ölm. 13 11; Dimaşkî, takriben I335 > Nuvayri, ölm. 1332; Abu ’1-Fidâ, ölm. 133*; Bamd Allah aî-Muştavfl, The Geograficci Part 0} the Nuzhat al-qulüb composed by Hamd-Allah Mustawjl o j Qazwîn in 740 ( 1340), Farsça metin (London, 1915 ); İngilizce trc. G . L e Strange, London, 1919 ; Ibn al-Vardf, takriben 134°; Ibn Bat|ü{a, takriben 1355; Ibn îjaldün, takriben 1375; Bâkuvî, X V . asır başlan ; M akrizl, ölm. 1442; Abşlbî, ölm. 1446; Ibn îyâs, 1516; Şey­ di A li Reis, 1516 : Farsça lügat Burhânrİ £ö/ic ; Mille et ime unils, Livre des merveilles de V Inde, v.s.); ayn. mil., Madagascar et les îles Vâqoâq, J A , mayis-haziran 1904, s. 4S9-509; ayn. mil.. Les îles Râmny, Lâmery, IVâfcwalt ¡¡bomor des géographes arabes et Madagascar, J A , teşrin II. -kânun I. 1907, s. 450-506; M . J. de Goeje, Le Japon connu des Arabes'a b. Ferrand’m ilâveleri: Livre des merveilles de l'Inde, 1883-1886 s. 295-307. ( G a b r i e l F e r r a n d .)



VALBA. [B k . h u e l v a J VALENCE. [B k . v a l e n s î y ë .] VALENSİYE. İspanyolca Valencia, Arapça Balansïya olarak telaffuz edilen Valenşiye, I s p a n ­ y a ’n ı n b i r ş e h r i olup, aynı adlı vilâyetin mer­ kezidir. Iberik yarımadasının şarkında yer alan [Şeh­ rin i960 senesi sayımına göre nüfûsu 505.066 ’dır. Vilâyet ise, 10.763 km2 yüzölçiimünde olup, 1960 sayımına göre nüfûsu 1,429.708 'dır. Km s ’ye dü­ şen nüfus kesâfeti 132.8 olup, nüfûsun 765.195 ’i şehirlerde yaşamakta ve bu yekûn, mevcut nüfûsun % 53,4 ’ünü teşkil etmektedir.) Valenşiye, Turia nehrinin her iki yakasında kâin olup, Akdeniz’e 4 km. uzaklıktadır. Limanı, 490 km. lik demiryolu ile Madrid’e bağlanan el-Grao (Villanueva del G r a o )’dur. B u mesâfe kuş uçuşuna göre sâdece 302 km. dir. [Mûtedil bir iklime sâhip olan şehrin



V Â L E N S İm etrafında, portakal, limon ve dut bahçeleri ile dolu verimli bir sâha mevcuttur. Sâhil boyunca, küçük köyler ve güzel plajlar sıralanmıştır, Valensıye, denizden çam ağaçlı dar bir şerit ile ayrılmıştır. Pek mübim göllere sâhip olmayan Ispanya’nın en büyük gölü Albufera de Valencia, burada, yâni şehir merkezinin 7 mil cenûbunda bulunmaktadır.] Valensıye, aynı isimde bir başpiskoposluğun mer­ kezi olup stratejik mevkii bakımından da çok ehem­ miyetli ve Turia (Vadi T ab yâz= B eyaz N e h ir)’nın suladığı verimli Huerta de Valencia ovasının ortasmdadır. Valensiye bölgesinin aynı ismi taşıyan eski başkentinin ehemmiyeti, Kurtuba ( Cordova) ve Toledo 'ya benzemeyerek, aksine seneler geçtikçe artmıştır. Valensiye "Şark al-Andalus" adı verilen Şarkî İspanya piskoposluğunun ikamet yeri ve mer­ kezi olmuştur. İspanya müslümanlannm gözünde yenilmez bir muhârib ve şövalye olan Kastilyaiı meşhur kahraman Sid ( Rodrigo D ia z ) 'in tarihte oynadığı rolün hâtırasına izâfeten şehir, hâlâ resmî olarak ’ ’Valencia del Cid” adı ile tanınır. Valensiye [İlk olarak tarihçi L e v y *nin zikrettiğine göre], M . ö, 138 tarihinde Romalılar tarafından kuruldu. Asi Viriathe’nin ölümünden sonra Kon­ sül D. Junius Brutus, oraya Roma *nın sâdık eski askerlerinden müteşekkil bir koloniyi yerleştirdi. [75 *te Romalı General Decimus Quintus Sertorius ile Pompeius arasında yapılan harpte Valensiyeliler Sertorius ’un tarafını tuttular. ] ve M . ö. 75*te kısmen Pompeius *un tahrip ettiği şehir, Augus­ tus tarafından tekrar imâr edilip refaha kavuşturul­ du. Valensiye 4*3 ’te Vizigotlar tarafından ele ge­ çirildi. İslâm âleminde Endülüs 'ün hakîki fâtihi olarak kabûl edilen Berberi reisi T ârik b . Ziyâd b. Abdullah [b .b k.], Denia’ ya, Jativa (Safih a) ya ve Sagonte’ye hâkim olduğu zaman Valensiye*yi de nüfûzuna almış ve böylece şehir 714 'te müslümanlann eline geçmiş oldu. Valensiye, En­ dülüs tarihinde ehemmiyetsiz bir yer tutmuştur. Merkezi bulunduğu bölgeye Kaysiann yerleştiril­ mesi ile ülke çok çabuk Araplaştı. Müslüman hâ­ kimiyeti devamınca Şarkî Ispanya’nın merkezi böylece, Arap kültürünün faâl şehirlerinden biri oldu. Dİğer taraftan Valensiye ’nin sâhil dağlarında hâlâ Berber menşeli kavimlerin ufak gruplan bu­ lunuyordu. Endülüs müellifi al-Râzî ( Yakut, Muccam al-huldön) ve şarklı yazar al-Ma^dîsı ’nin nak­ lettiklerine göre, Valensiye o zaman bu eyâlet ( Kür ra) 'in merkezi ve Kurtuba halîfesi tarafından tâyin edilen vâlinin ikâmetgâhı idi. Daha X I. asırdan itibaren halifeliğin parçalanması ile birlikte, hür bir müslüman devletinin merkezi hâline gelen şe­ hir, çok geçmeden Hıristiyanların ele geçirmek ar­ zusunu besledikleri bir yer olmuştur. Valensiye, bize kadar gelen Orta-çağ Arap ve İspanyol kronik­ lerinde, gittikçe artan bir ehemmiyet kazanmaya başlamıştır. Müslüman Valensiye kırallığı, 401 İslâm Ansiklopedisi



( i o i o / i o i i ) 'de, daha önce vilâyet sulama siste­ minin idârecisiyken istiklâllerini îlân eden ve ilctidân aralarında paylaşan Muzaffar ve Mubarak isimli iki emîr tarafından kuruldu. Oldukça kısa bir sal­ tanattan sonra Mubârak öldü ve Muşaffar Valensi­ ye 'den kovuldu. O zaman bu şehrin halkı, kendile­ rini idâre etmek için başlarına hıristiyan Barselona kontunun tâbıyeti altındaki Labib isimli başka bir İslav 1 [ krş. mad. SAkAUBE ] getirdiler. Valensiye prensliğinin idâresi biraz sonra büyük babası gibi al-Manşür lekabını alan al-Manşür Ibn A bî “Amir [ b.bk.] 'A b d al-eA zîz b. cA bd al-Rahmân 'ın küçük oğlunun nüfûzuna geçti. O önce Saragosa’da T u cibî'lerden Munzir b. Yahya *nın himâyesine sığın­ mıştı. 452 ’deki ölümüne kadar uzanan cAbd al-cAzîz'in saltanat idâresi, Valensiye'ye sulh ve refah devri­ ni getirdi. *Abd al-cAzîz, kendisine al-Mu'tamin ve Zu’l-Sâbikatayn lekablannı kullanmasına izin ve­ ren Kurtuba halîfesi al-KSsim b. iJammüd ’un üstünlüğünü tanıdı ve İspanya 'daki hıristiyan kıraîlığı ile iyi münâsebetlerini devam ettirdi. Oğlu 'A b d al-Mallk ona halef oldu ve al-Muşaffar la­ kabım aldı. Tahta geçtiğinde henüz çok gençti. Saltanata, Vezir Ibn al-'A zîz nâiblik etti. Çok az bir zaman sonra Kastilyaiı Ferdinand I. ve Leon, Vaensıye’ye hücum ettî. Lâkin şehri alamadılar. Sonra, muhâsara edenleri püskürtmeyi denemek için çıkan Valensiyeliler hezimete uğradılar. cAbd a l-M a lik , Toledo kıralı olan a l- M a ’ mün b . Z i ’1-Nün ’un yardımım İstedi. Ibn Zünnun, Va­ lensiye’ye doğru geldi ve 457 ( 1 0 6 5 ) ’de genç kıralı tahtından indirdi. Valensiye prensliği biraz sonra Toledo krallığına dâhil edildi. V e al-M a'mün orada vezir A bü Bakr b. *Abd al-'A zîz ’i vâli ola­ rak bıraktı. al-Ma3mün 467 (10 75 ) *de öldüğü za­ man yerine, kabiliyetsizliği kısa zamanda ortaya çıkan oğlu Yaîjyâ al-fpidir geçti. O zaman Valen­ siye yavaş yavaş hürriyetini geri aldı. al-Kâdir bu şehri tekrar hâkimiyeti altına alabilmek için, Kastilya kıralı Alphonse V I. ’un yardımım istedi. Fa­ kat, netice olarak kendi hükümet merkezini bile 478 (10 8 5 ) ’de ona teslim etmeğe mecbûr oldu. Kastilyah asîl bir âilenin soyundan olan meşhûr kahraman Rodrigo Diaz de Vivar [ bk. mad. StD ], V . ( IX.) asrm ikinci yansında, İspanya *nııi müslümanlar ile meskûn bölgelerinde, mühim bir rol oynayarak, askerî kabiliyeti sâyesinde İspanya müslümanlanmn gözünde yenilmez bir muhârib ve şö­ valye olmuştur. İşte böylece Sid, zamanla Kastilya şövalyeliğinin halka mâlolmuş kahramanına delâ­ let etmiştir. Hâdiselerin tabiî bir neticesi olarak müslüman askerler arasında görülmemiş bir hür­ met ve nüfuz kazanan S id ’e bu andan itibâren Seyyidi (: efendim) diye hitâb edildi. 0 ,1 0 9 1 senesinde U ryula’dan Şâb b e’ye kadar bütün şark bölgesini ele geçirerek harâbeye çevirdi. Saragosa, Barselona ve Valensiye'yİ zaptetti. Ahâliye iyi davrandı.



F. »



V A L E N S ÎY Ê -



V Â L İD E S U L T Á N .



Halk, kendilerine gösterilen iyi muâmeleye karşı şükranlarını izhâr ederek, yeni efendilerine gerçek bir hürmet duydu. 1098 'de Almenara ve Murviedro ’yu zaptetti. Yatmz Valensiye Ulu-câmii 'ni ki­ liseye çevirtti. Şehirde tekrar bir piskoposluk te*sis ederek bunu Perigordlu Hîeronytnus'un uhdesine bıraktı. MurÉbitlar İspanya ’ya geldikleri zaman İslâm nâmına Valensiye kırallığını tekrar elde etmeğe çalıştılar. Fakat, S id 'e karşı gayretleri ne­ ticesiz kaldı. Sid 492 ( 1099 ) ’de öldüğü zaman dul karısı Chiméne (Jim ena), Lamtüna’ lı General al-M azdall’nin kumandasında Murâbıtlann taar­ ruzlarına karşı koymağa muktedir olabildi. [ Lâkin kendisini kurtarmak üzere oraya gelen Alphonso V I . ’un tavsiyesi ile Valensiye'yi tahliyeyi karar­ laştırdı ve şehri terk ederken ateşe verdi. J 5 mayıs 1 10 2 'de Murâbıtlar girdikleri şehirde [sâdece ha­ rabeler ile karşılaştılar, Jimena, Sid ’in cesedini berâberinde Kastİlya’ya götürdü ve cesed Burgos ya­ kınlarında Gardenada San Pedro manastırına def­ nedildi. Jimena da, 3 sene sonra 1 10 4 'te ölünce aynı yere gömüldü.] tâyin ettikleri vâliler X II. asır ortalarına kadar birbirini tâkip etti. Sonunda Valen­ siye Murâbıtlann İspanya ’ya gelmeleri ile başlayan karışıldık devrinde istiklâlini yavaş yavaş yeniden kazanmağa başladı. İstikbâlini Mürsiye’ye bağlayan Valensiye 'de, saltanatları çok kısa süren sayısız prens gelip geçti. 542 ( i 147) ’de Ibn Mardanlş, Valensiye kıralı ilân edildi. Fakat 4 sene sonra, teb’aları ona karşı isyân ettiler. Murâbıtlann sözde kalan hâkimi­ yeti devresinde, Valensiye, yerli prensler tarafından idâre olundu. Neticede şehir Kurtuba ’dan iki sene sonra Aragonlu Jacques tarafından 28 eylül 1238 ’de işgal edilerek Hıristiyanların eline geçti. [i479*da Valensiye, Aragon, Katalonya ve Mayorka ile bir­ likte Kastilya kralı Jean II. ’ın oğlu Ferdinand II. ’ın eline geçti. Bundan sonra Valensiye uzun seneler barış içinde yaşayarak gelişti. Söylendiğine göre, Ispanya ’da ilk matbaa 1474 senesinde bu şehirde kurulmuştur. Bundan sonra Valensiye, 200 sene ka­ dar resim san'atımn merkezî oldu. 18 12 ’de bir sene kadar Valensiye Fransızların elinde kaldı. Ispanya içsavaşı esriâsmda teşrin II, 1936’da Valensiye kıralcılar tarafından merkez yapıldı. Fakat, 1939‘da Franco’culann eline geçti. 1356 *da Pedro IV. tarafından yaptırılan surla çevrilmiş bulunan Valensiye, çeşitli kiliseler, irili ufaklı meydan ve çarşılarla süslü olup etrafı bahçe­ lerle bezenmiş bir şehirdir. A ynı zamanda Şarkî Is­ panya *nm kara ve demiryolu ulaşımının da merkezi­ dir. X X . asırda bu şehirde endüstri büyük ölçüde artmıştır. Başlıca mâmûlâtı ipektir. Burada değişik cins kumaşlar dokunur. Yelpaze, dantela ve kordela gibi tipik İspanyol ihrâcât eşyası daha ziyâde burada imâl edilir. Valensiye bilhassa renkli çinileri ile meş­ hurdur]. B i b l i y os t a f y a : Müslüman Ispanya



ile ilgilenen bütün Arap coğrafyacıları az veya çok Valensiye ile de meşgul olmuşlardır. Krş. alIdrîsî, Stfat al-Andalm ( nşr. D ozy ve de G oeje), metin s. 19 1, trc. s, 132; Yâküt, Mu'câm al-buldân (n şr. Wüstenfeld), 73°“733 ! A bu'l-Fidâ3, Tafc oîm al-buldân ( nşr. Reinaud ve D e Slane ), me­ tin s. 178, trc. s. 258; Ibn eAbd al-Muneim albbmyarf, al-RaVz al-Mi°lâr, - Valensiye 'nin İs­ lâmî tarihi hakkında bk. Ibn 'İzârî, al-Bayân almttğrib, II, i l i ; İbn ÎJaldün, Hisioire des Berl'eres ve clbar, IV ; Ibn A bl Zarc, Rav¿ al-fcirtâs, BibUotheca Arabico-Hispana 'nın biyografi müel­ lifleri. Ayrıca bk. F. Codera, Decadencia y desa­ parición de ¡os Almorávides en España (Saragosso, 1899); R. D ozy, Hisioire des Musulmans d’Espagne, indeks; González Patencia, Historia de la España Musulmana (Barselona, 1925); E. Levi-Provençal, Inscrİptionş arabes d’Espagne (Leyden-Paris, 193 U : ayn. mil., L ’Espagne Musulmane du X ime siécle (París, 1932); R, Menéndez Pidal, La España del Cid, Madrid, 1929 (çok m ühim ); A . Prieto V i­ ves, Los Reyes de taifas (Madrid, 1926); E. Tormo, Levante (G uias C alpe), Madrid, 1923. [Sami Öngör, Coğrafya Sözlüğü (İstanbul, 1961)*»8* **751 Emydopaeâia Britannica, 1962, Valencia, Spain madd.; Larousse du X X * siécle, Valence mad.; t A , madd, EMEVÎ, ENDÜLÜS.] ( E . L év I P ro v e n ç a l. )



[Bu madde SEVlM ÎLGÜREL tarafından ikmâl edilmiştir.] VAL! [B k . v e LÎ.] al-VALID [B k . v e l î d .] AL-VAI.Tr> [B . CABD AL-MALİK [Bk. VELİD.] A L - V A U ö B. AL-MuGHİRA [B k . v e l î d .] AL-VALİD B. Y a z id [B k . v e LÎ d b . y e z í d .J VÂLİDE SULTÂN [B k. v â l î d e s u l t a n .] VÂLİDE SU LİAN (A., Türkçe telâffuzu valide veya vâlde sultan olup, Türk gramerine göre, iki kelimeden ilki İkincisinin sıfatıdır ). O s m a n 11 1 m p aratorlu ğu ' nda hüküm süren pâdişâhın ann esin in , m ünhasıran oğlunun saltan atı m ü d d etin ce ta ­ şıdığı u n v a n d ır. Hiç olmazsa, meselâ Nûr-Bânû, Safîye, MâhPeyker Kösem [b. bk. J ve Turhan Hadîce Sultan gibi, açıkça devlet idâresine nüfuz eden Vâlide Sultan­ ların siyâsî tarihi, Türk tarihçileri sâyesinde oldukça iyi bilinmektedir. Ancak bunların, pâdişâh haremin­ deki hayat şartlarının ne olduğu mes'elesi hakkında durum farklıdır. Bu teşkilâtın üzerindeki esrar perdesi, ancak müessesenin silinmeğe yüz tuttuğu devrede kalkmağa başlamaktadır. Türk tarihçileri, hiç şüphesiz çekingenlik ve hayâ duygusuyla, bu mevzûa temas etmemişlerdir. Garbillar ise, pek canlı bir tecessüse rağmen, asla bu esrâra nüfuz edememiş ve bâzı def’a bilgilerini tamamlamak için muhayyilelerini serbest bırakmışlardır. En eski seyyahlar, bu mevzûu,



VÂLİDE SULTAN. sükût ile geçiştirmektedir. Bununla beraber Garb kaynaklarında, ihtiyatla kullanılmak şartıyle, işe yarar kayıtlar bulunmaktadır. Zâten, meselâ, pâdi­ şâhların gözdelerine mendil atmak (bk. J. v. Hammer, Histoire de l'Empire Ottoman, trc. J.-J. Hellert, Paris, 1839, X IV , 71 v. d .) gibi uzun zaman itibâr edilen bâzı masalların tenkidi yeni sayılmaz. Naîmâ ( Tarik, İstanbul, 1383, IV, 250), Osmanlı hükümdarlarının "de'b-i k.adtm" lerinin nikâh akdi değil, "teserrî (odalık edinme) ile zindegânî" olduğunu ifâde eder. Burada, "deh ” kelimesinden, yazılı kanûn değil, zamanla yerleşmiş teâmüi anlaşıl­ malıdır. Gümrük eminleri (gümrük nâzın), daha sonra zenci tüccan (yesirci-başı) ve pâdişâhın hulûskârları, Avrupa, Asya ve Afrika gibi çeşitli yer­ lerden Harem ’e câriye tedârik etmişlerdir. Kaçar Muhammed Ali Şah (1907-1909)’m salta­ natına kadar İran ’da rastlanan bu tam istifraş. âdeti ( Chardin, Voyages, V I, 235), T ürkiye'de tedricen yerleşmiş olmalıdır. İlk zamanlarda, Osmanlı hüküm­ darları, Anadolu’daki Türk hânedanlanndan kız almış veya Bizans prensesleriyle evlenmişlerdi. Bu zevcelerin içtimâi mevkilerinin ne olduğunu, odalıkların bu prenseslerden hangi kıstaslarla ayrıl­ dığını söylemek güçtür. Aşık Paşa-zâde, Târih ( nşr. Giese, 109 v.d.; nşr. Atsız, s. 138) ’ inden, Murad I. [ Bayezid I. olacak ] ’m, evlendiği Sırp prensesini basit bir câriye gibi gördüğü anlaşılmakta; fakat diğer bâzı evlenmelerin (meselâ, Germiyân -oğlu ’nun kızının düğününün ) ihtişamla içrâ edil­ diği tasvirinden de, bunlara büyük bir ehemmiyet atfedildiği iırtibâı hâsıl olmaktadır, İstanbul ’un fethinden sonra, pâdişâhların resmi nikâh kıymaları, tamâmıyle istisnaî bir şey hâline gel­ miştir. Kanunî Süleyman, Osman II. ve nihâyet 164 7’de Harem’in bir kadını Telli Haseki veya ( Hümâ- ) Şah Sultan ’1 nikâh eden Sultan Ibrâhim ( M . d ’Ohason, Tabieau general de l ’Empire Ottonian, V II, 62; Naîmâ, göst yer.) bu arada zikr edi­ lebilir. Nikâh merasiminde Sultan Ibrâhim *i vezi­ riazam temsil etmiştir. Osmanlı siyâset umdeleri de nikâhlı evlenmeye karşı idi. Galiba bir kölenin akrabalığı, daha az korku uyandırmış ve gerçekten bir kenarda kalmış görün­ mektedir. Bu men’etmenin, sakınılan fenalığın ancak bir kısmım hafiflettiğini ilâveye ihtiyaç var mıdır? Vâ~ İlde Safîye Sultan (Baffo [Murad I I I .’m hasekisi Safîye Sultan değil, fakat annesi Nur-BânÛ Sultan, Venedik’in asıl âilesi Baffo.’ya mensuptu, bk. E. Rossi, La Saltana Nûr-Bâm ( Cedlia Venier-Baffo ); Moğlie di Selim I I (1566-1574) e Madre dİ Murad II I ( I574-I59S ), Oriento Modemo, 1953, X X X III, 433 v.dd.]) 'm muasırı Yahudi Kera ( Kira ) Kadın *m kanlı serencâmınm da gösterdiği gibi, Harem entri­ kaları, bâzı pâdişâhlar devrinde mühim rol oynamıştır. Iran 'da olduğu ( Chardin, V I, 228 ) gibi, Türkiye ’de de, pâdişâh annesine ehemmiyet atfı gerekiyordu,



m



Bu sebebden, şu veya bu siyâset adamının, kendine bağlı bir kadını, hediye olarak saraya sokmaya ça­ lışması tabiîdir. Husûsiyle Çerkesler, bu münâsebet­ lerin sağladığı gizli te’sîrden faydalanmasını bili­ yorlardı. Zâten, meselâ Mustafa III. ve Abdülhamid I. gibi bâzı pâdişâhların, şekil bakımından veya daha doğrusu vicdânî düşünceler altında câriyelerle evlendiklerine işâret etmek gerekir. D ’Ohsson’un yazdığı gibi "şeriat, hür ve müslüman doğmuş bir kimsenin köleliğe düşmesine müsâade etmediği için, bir efendinin clriyesiyle münâsebeti, ancak câriyenin müslüman ve hür doğmamış olması hâlinde meşrûdur. Şâyet pâdişâhın, câriyenin müslüman doğup doğ­ madığını tespit edememiş ise ve her şeye rağmen onunla yaşamayı arzu ederse, vicdanını rahatlatmak için, onu fizâd etmesi veya onunla evlenmesi gerekir. Pâdişâh, o zaman külfetsizce, müftünün huzûrunda, âzâd edilmiş câriyesi ile evlenir." Bütün bunlardan anlaşıldığına göre Vâlide Sultan­ lar dâima eski câriyelerden gelmedir. Bu sebeple von Hammer (trç. Hellert, V III, 288; Türk. trc. V III, 2 10 ), pâdişâhı, "câriye oğlu” olarak târif etmekte haklıdır. Hattâ Ubicini ( La Turquie actuelle, Paris, 1855, s. 122 ), onu, halkın dâima bu tâbirle adlan­ dırdığını kaydeder, fakat bunun hangi Türkçe keli­ me karşılığı olduğunu belirtmez. [ Harem ’e alman câriyelere, mizaçlarına, göz ve saç renklerine göre, Farsça isimler verilir ( Çağatay Uluçay, Osmanlı saraylarında harem hayatının içyüzü, İstanbul, 1959, s. 130 ; ayn. mil., Harem II, Ankara 1971, s. 18 ); nadiren bunu Türkçe ve Arapça adlar tâldb ederdi. ] Bu isimleri, Vâlide Sultan olunca da muhâfaza ederlerdi ( aş. bk. Vâlide Sultanlar listesi ). Validesi, bir şehzâde dünyaya getirdiğinde, oğlunun tahta cülusunda kazanacağı itibârdan henüz mah­ rum olup sâdece kadın ( efendi ) veya X V I.-X V III. asırlarda haseki ( hâssagt ) unvanıyla anılırdı. Bu son hâlde de, diğer memleketlerin ana kraliçelerinden farklı olarak, hiç olmazsa resmen, kraliçelikten nasibi­ ni alamamakta idi. Bundan böyle, Vâlide Sultan nâmıyle sâdece ana olmasına hürmeten, Türk ka­ dınlan arasında birinci mevkii alıyordu. Türkler arasında kökleşmiş olan bu hürmeti, onlar üzerindeki İslâmî te’sir ( ’’Cennet anaların ayaklan altındadır" meâlindeki hadîse bk.) ile îzâh kâfî değildir. Pâdişâh­ lar zâten evlâd olarak ana ve babaya karşı sevgi gös­ termekte nümûne idiler. Vâlide Sultanda ekseriya "arştanım” veya "kaplanım” (Ali ’nin annesinin, oğ­ lunu, kendi babasının adı olan Asad [arslan] is­ miyle çağırdığı bilinir) diye hitâb etmekle, oğlu üzerinde dikkate şâyan bir te’sir icrâ ederdi. [Vâlide Sultan’m bir yere gidişinde merâsim yapılırdı. Husûsiyle Eskı-Saray’da "uzlet-nişm" ol­ duktan sonra, Vâlide Sultan sıfatım kazanınca YeniSaray ’a tantanalı merâsimle götürülürdü. ] Haseki veya Kadın Efendi ’nin, Eski-Saray (Fâtih tarafından yaptırılan Eski-Saray veya Sarây-ı Atîk yerine,



VÂÜ D Ë S Ü L ÏÀ R 1866 ’da Seraskerlik inşâ edilmiş olup, burası Kâlen İstanbul Üniversitesi merkez binasıdır ) *a uzaklaş­ tırılması, kocası olan pâdişâhın ölümü ve tahta kendisinden doğmamış bir şehzâdenin geçmesi üzerine, muntazaman yapılırdı. Oğlunun tanın geç­ mesi takdirinde ise, cülûstan kısa zaman sonra, yeni Vâlide Sultan 'm , pâdişâhın ikamet ettiği YeniSaray { Avrupahlann yanlışlıkla ’ ’Vieux Sérail” dedikleri ” Saray-ı Cedîd-i Amire” veya Topkapı Sarayı) a avdeti için vâlide alayı icrâ olunurdu t( bk. I. H . Uzunçarşıh, Osmanh Devletinin saray teş­ kilâtı, Ankara, 1945, s. 154 v.dd.; Şehsüvar Vâlide Sultan *m alayı için: Hâkim, Tarih, Bağdad Köşkü Kütüp. nr. 231, 94>>-95t> ve ondan naklen Vâsıi, Tarih, İstanbul 12 1 9 ,1, 42 v.d.; Mihrişâh Sultan *ın alayı için: Edîb, Tarih, nşr. A . Berker, Tarik Ver sikaları, 1944, III/13, 77 v.d.; Enveri, Tarik, Fatih Millet kütüp,, Emîrî, tarih nr. 67/1, 1 9 4 b -196»; Uzunçarşılı, ayn. esr., s. 155; Cevdet, Tarih, İs­ tanbul, 1303* IV , 218; Nakş-ı D il Sultan'ın alayı için ise bk. Tayyar-zâde Atâ, Tarik, 1293, III, 65 v.d,; Muştala Necîb, Tarih, İstanbul, 1280, s. 112). Teşrifat defterlerindeki kayıtlara da­ yanarak tanzim edilmiş bir vesikaya {b k . Topkapı Sarayı Arşivi, E. nr. 8267 ) göre, vâlide alayına dâhil kimseler sırasıyla şöyle idi: önde, Dîvân çavuşları, Mîr-alem, Kapıcıbaşılar, Şikâr ağalan, Haremeyn hizmetlileri, Sultanların kethüdâ ve evkaf müte­ vellileri, harem ağalan, Vâlide kethüdâsı ve Dârüssaâde ağası yürür, müteakiben Vâlide Sultan’ın perdeleri örtülü tahtırevâm veya arabası gelir. Arabanın etrafında peykler, solaklar ve musâhib ağalar bulunurdu. Vâlide ’nin arabasını, Yeni-Saray'a nakledilen câriye ve sultanların arabaları tâkib ederdi. Bâb-ı Hümâyûn ’a vanhnca, alaya memur kimseler ayrılır, sâdece Dârüssaâde ağası, baltacılar ve Enderun hizmetlileri kalırdı. Pâdişâh ise, kafile, Has-fırın’ın Önüne varınca, istikbâle çıkar ve el öperek, Enderûn ’a kadar annesine refakat ederdi. ] Vâlide Sultan, sarayda Vâlide Sultan yeri denilen dâireye yerle­ şirdi. 10 muharrem 1076 (23 temmuz 1665) yangınında harâb olan bu dâire için bk. Stlahdâr Tarihi, İstanbul, 1928, I, 384; Halil Edhem, Le Palais ¿e Topkapou, İstanbul, 1931, s. 58 ve s. 50 'deki resim. Bu dâirenin tasviri için ayrıca bk. Pouqueville, Voyage en Marée, à Constantinople..., Paris, 1803, II, 256 fÇırağan Sarayın ’daki Vâlide Sultan Dâire­ si için bk. Leylâ Saz, Harem'in içyüzü, nşr. Sadi Borak, İstanbul 1974, s* 76. Yeni-Saray ’a yerleşmesini müteâkıp Vâlide Sul­ tan, bir "bükm-i şerif” ile keyfiyeti veziriazama bildirir, kendisini samur kürk ve murassa hançerle taltif ederdi. Ayrıca şeyhülislâma da kürk gönderirdi (Şehsüvar Sultan’m veziriazam ve şeyhülislâma kürk göndermesinde yapılan merasim için bk. Hâ­ kim, ayn. esr., ıoı«-ıo2b; Mihrişâh Sultan *ın Sad­ râzama hüküm göndermesi için, Enveri, ayn, esr.,



20ia- b; Kaymakam Paşa’yı kürkle taltifi; Edîb, ayn. esr. 8b).] Harem ’deki kadın hizmetlilerinin en yüksek kademede başı olan Vâlide Sultan, Haznedar usta vâsıtasıyla oranın zabt u rabtını te’min ederdi. Bütün lütuflar ve isteklerin yerine getirilmesi onun tasvibine bağlı idİ, Ona gösterilen saygı husûsi bir merâsimle icrâ edilir; kendisine, kabÛl izni alınarak yaklaşılır; müsâade etmedikçe hitab edilemez, Önünde otu­ rulamaz idi. Huzûrunda hürmeten ayakta durmağa, iivön durmak veya el pençe durmak tâbir edilirdi. Pek gözde haramlar dahi onun yanma, ancak, saray tâbirince bir çeşit merasim elbisesi demde olan entari ile çıkarlardı. Vâlide Sultan, saraydan çıktığı zaman kendisine, heybetli bir maiyet refâkat eder, bütün saray muhâfızlan ona tâzim gösterirlerdi ( P . de Régla, La Turquie officielle, 1891, s. 264 v.d. ). Vâlide Sultan, bütün bu ihtirama o derece alış­ mıştı ki, Abdülhamid II. ’in analığının, Alman imparatoriçesine gücenerek elim öptürmediği söylenir ( G . Rizas, Les Mystères de Yıldız, İstanbul, 1909, 3. 64 v. d. ). Fransız elçisi Marquis de Nointel 'in gemilerle Vâlide Sultan *1 selâmlamasına gelince, hâdise büyütülmüş ve şâyet halefi Marquis de Bonnac 'a inanmak câizse, elçi, özür dilemiştir ( bk. Vandal, Les Voyages du marquis de Nointel, s. 53; L e Marquis de Bonnac, Mémoire historique sar l'Ambas­ sade de France à Constantinople, nşr. Schefer, Paris, 1894, s. 25). Pâdişâh, Vâlide Sultan ’m vefâtmda, saraya ge­ lişinde istikbâl ettiği kapıya kadar annesinin cenâze alayında hazır bulunurdu [M urad III., son nefe­ sinde vâlidesinin hizmetinde bulunmuş, nâşını Dışkapı ’ya kadar omuzunda taşımış, cenâzesini, matem elbisesiyle Fâtih Câmii’ne kadar tâkîb ederek namazını kılmıştı ( Seyyid Lokman, Ziibdetü 't-teoârih. Hazine Kütüb. nr. 1321, var. 112b; Selâniki Mustafa, Tarih, İstanbul, 1281, s. 173). III. Osman ise, annesinin cenâze alayını, âdet üzere Akağalar kapısına kadar tâkib edip dönmüş; müteakiben alayda bulunması gerekli ulemâ, meşâyih, kapıcıbaşılar, hâcegân ve Bâbıâli hizmetlileri ile şeyhülislâm ve kaymakam paşa, nâşı kabre kadar götürmüşlerdir (Hâkim, ayn. esr., X90a).] Vâlide Sultan'm vefatını tâkib eden kırk gün esnâsında, vüzerâ, kabri zİyâret eder ve Kuran okurdu ( Selâniki, s. ı ? 4 ). Şâyet pâdişâh, annesinden önce vefât ederse, vâlidesi, Harem ’in müteka’id ve itibârdan mahrum olan kadınlarına katılmak üzere, tekrar Eski-Saray ’a gönderilirdi (Ahm ed Refik, Vâlide camileri, yeni câmi, Yeni Mecmûa, nr. xo, s. 19 ° )• Vâlide Sultanlardan ikisi, Murad IV. ve Sultan İbrahim ’in anneleri Kösem Sultan [b. bk] ile Mustafa II. ve Ahmed III. 'in anneleri Cülnûş Emetullah Sultan, iki oğullarının saltanatında da unvânlarmı korumuşlardır. Bir def a da iki Vâlide Sultan, Kö­



VALİDE SULTAN. sem. "Büyük Vâlide" unvânıyle, Mehmed IV. ’in annesi Tarhan (T u rh an ) Hadîce Sultanda, Vâ­ lide Sultan sıfatıyie ayru zamanda bu unvânı ta­ şımışlardır. Bu ikilik, ilkinin fecî âkibetine müncer olmuştur. Şayet şehzade, annesinin ölümünden sonra hüküm­ dar olursa, Vâlide Sultanlık unvânı, Türkiye 'de bü­ yük İtibâra mazhar olan süt vâlide veya taya kadın ( pek eski şekliyle dâye kadın) a verilirdi. Her ikisi de mevcud olmadığı takdirde, unvân, pâdişâh ta­ rafından Haznedar-Usta "ya tevcih olunurdu. Küçük yaşta annesini kaybetmiş olan Abdülhamid II. *in saltanatında, Vâlide Sultanlık unvânı, Sultan Abdüimecîd 'in dördüncü kadını ve Abdülhamid *in analığı olan Perestû K adın’a verilmiştir (Razis, ayn, esr., s. 109; Dorys, Abd ul-Hamİd intime, 1907, s, 6 v.dd.; I M . Çağatay Uluçay, Padişahların kadın­ lan ve kfzlart, Ankara, 1980, s. 142 v .d .]). Pâdişâhların küçük yaşta bulunduğu zamanlar Vâlide Sultanlık ehemmiyet kazanır ve bu devrelerde Vâüde Sultanlar, gerçekten nâibelik vazifesini gö­ rürlerdi, (Turhan Vâlİde Sultan'in sadrâzama hitâben yazılmış beyaz üzerine hatlan için bk. Ç . Ulu­ çay, ayn. esr., s. 58 n. i . Devlet işlerine fazlasıyle karışan Vâlide sultanların Garb hükümdarlanyle mektub ve hediye teâtîsi için meselâ bk. S. A. SIdlleter, Three Letters from the Ottoman "Sultana“ Safiye to Queen Elizabeth /., Documents from Isla­ mic Chanceries, nşr. S. M , Stern, Oxford 1965, s. 119-157. Daha yakın devrede, Bezm-i âlem Vâlide Sultan *ın, Ingiliz elçisinin hatır soran mektubuna, kraliçe ve elçinin, oğlunun hayırhâhı olduğu kanâ­ atini belirten 22 receb 1269 tarihli cevâbı için bk. Public Record Office, F O , 78/932, s. 37.] V â l i d e S u l t â n ’ ı n u n v a n l a r ı . Vâlide ( "dünyaya getiren,,) kelimesi, tek başına şerefli bir mâna ifade etmez ise de, büyük bir hürmete mazhar olan ana kelimesiyle, az bir farkla, müterâdİfiir. Vâlide Sultan unvânına, ekseriyâ mâcİde ("şan Ve şeref sâhibi,,) veyâ muhtereme ( "hürmete şayan,,) gibi sıfatlar eklenir ( vâlide-i mâcide, vâUderİ muh­ tereme ); hükümrân olan pâdişâhın merhum babasına da vâlid-i mâcid denirdi ( Halk dilinde ikindi hecenin kısa seslilerinin düşüşü Türkçe ’de çok yaygındır ve bu, yabancı menşe *11 kelimelerin sonlarındaki uzun sese isabet eder: halife = kalfa; hazîne = hazne. Arapça ’da dahi "Vâlde Başa" telâffuzu için aş. bk.). Buna mukâbil "Sultan” unvânı, hüküm süren pâdişâh annesine mahsus bir imtiyazdır. Bu unvan, izdivaçla intikal etmezdi. Baron de Tott un dediği gibi, asalete dayanmadan bu unvânı taşıyan tek kadın Vâlide Sultan idi. Kelime, burada, zâten bir ismi tavsif eden diğer bir isim ( bk. mad, SULTAN J olarak, veya daha doğrusu: paşa, bey, efendi v.s. kabilinden şeref veren unvanlar gibi kullanılmış­ tır. Bu sebeble Vâlide Sultân ’1 Arapça telâkki edip, çok d e fa yapıldığı gibi "Sultan *m annesi”



olarak izah yanlıştır; zîrâ, Arapça’da bu terkîb, vâEdat (d-sulfân şeklinde teşkil edilir. Gerçekten bu tâbir, bir Selçuklu hükümdânnm annesi, H vandhâtun veya Mâh-peri’nin Tokat’a dört saat mesafede Pazar nahiyesindeki Arabça Idtâbesinde bulunmaktadır (Kutâbe metni için bk. İsmail Hakla [ Uzunçarşık ], Kitabeler, Istanbul, 1345. s. 77 v .d .). Tâbirin, Farsça Völidari Sulfân terkibinden çok defa olduğu' gibi, izâfet alâmeti olan " i ” seslisinin düşmesiyle meydana geldiği bahis mevzuu değildir. ’’Vâlide Sultan*m dışında, İran’da Begüm unvâmnda olduğu (Chardin, V I, 223) gibi, değişik mânada sultan unvânına sâdece bir hükümdânn kız­ lan ve şehzadeleri sahip idiler; pâdişâh kızlanma kızı ise, ancak hantm sultan unvânmı taşırdı. Şu halde Kantemİr ve ondan nalden Guer gibi pek çek müellif, pâdişâh kadınlanna, haksız olarak "sultan” unvanım bahş etmişlerdir. Vaktiyle, Baron de T ott ( 1, 42 ), Türkiye ’de doğmuş karısından ve T ürk prensesleriyle olan yakınlığından edindiği bil­ gilerle, bu hatâya ¡tiriz etmişti. Bununla beıâber o, nerdeyse ters mânâda mübâlağa etmiş gözükmektedir Ingiliz Thomton ( Etat actuel de la Turquie, Fr. trc., 1812, II, 411 ), "sultan" unvâmmn, nezâketle bütün hasekilere verildiğini yazdığında haklı görünüyor. E"sultan” unvâmru, husûsiyle Murad IV ., hasekisi Râbia’ya; Sultan İbrâhim ise bütün hasekilerine vermişti, bk. Ç . Uluçay, Harem II , s. 61 ]. D ’Ohsson ’a ( V II, 88 ) göre, bu unvân Mehmed IV. ’den itibâren yalnız pâdişâh kızlarına verilmiştir. Bununla berâber, aynı müellif, zikr edilen kaydından biraz önce ( V I I , 6 5 ), Ahmed I I I .’in saltanatına kadar, kadın efendinin, şehzâde dünyaya getirdiği gün haseki sultân unvânmı aldığını ifâde etmiştir ( Mar­ quis de Saınt-Maurice’e inanmak gerekirse, bu unvan, ancak ilk doğan şehzâdenin anasına âit idi; bk. La Cour othomane ou V Interprète de la Porte, Paris, 1673, s. 94 ve bâzı zarûrî tâdillerle s. 185 ). Bu kullanılış ta m garbda o kadar biliniyordu ki, kendisi bir şarkiyatçı olmamasına rağmen Racine, Bajazet ( 1672, peirde I, sahne 1 ) ’sinde, Murad IV. ’m, zevcesinin, bir erkek çocuğu olmadan ” sultane„ unvânı almaşım istediğine işaret eder. Bütün bunlardan, en geç X V III. asır başlarından itibâren, "sultan” unvinmın pâdişâhın bâzı câriyelerine verilmesinden vaz geçildiği neticesi çık­ maktadır. Fakat, Ahmed III. *in annesine bu unvânın hangi tarihte bahsedildiğini bilmiyoruz. Osmanhlann selefleri olan Selçuklularda, hü­ kümdânn annesi Hvand-Hatun ’un zikrettiğimiz mezar kitabesinde görüldüğü gibi, "imparatoriçe" mânâsında olarak hatun ( Arabçalaştınlmış cem’i: fravâtln) unvanım taşırdı. İlk Ostnanlı hükümdarlarının anneleri de, yine hatun unvânmı taşıdılar. Bu unvân kadtn [ efendi ] şekliyle, İmparatorluğun sonlam» kadar, pâdişâh gözdeleri için kullanılmıştır (Konuşma dilinde ise,



182



VÂLÎDE SULTAN.



hürmet ifâde eden mânâsım kaybedip, değerce daha aşağı ve basitçe icadın mânâsına gelen hamm’a inlılâb etmiştir). Nitekim, Çelebi Sultan Mehmed ( i . ) 'in annesinin adı, Bursa ’da bulunan 816 tarihli mezâr kitabesinde, Devlet-Hatun şeklinde zikr olunmuştur ( T O E M , 1329» cüz 8, s. 509 v.d.; tashihi: M T M , 1331, n /4 , 177). Bâyezid T L ’in T o kat’ta annesi için yaptırdığı câmi, Hâtunîye adım taşır ( ! . Hakkı, ayıt, esr., s. 29 v.d.). [ ’’Sultan” unvânmı taşıyan ilk pâdişâh annesi Ka­ nunî 'nin annesi Hafsa Sultan'dır. b k Uluçay, Harem II, 61, ] Vâlide Sultanlara idârecilik, edebiyat ve şiirde verilen unvânlan kayda, burası mUsâid değildir. Bunların en çok kullanılanı, 1¡hanlılarda mârûf olan M ehi-i ulyâ ( bk. Mirhvând ) tâbiri idi. V âlid e Sultân 'm tahsisat ve ikam etgâh ı, [Anadolu ve Rumeli’nin muhtelif kesimlerinde] Vâlide Sultanlara tahsis olunan haslara, hasekiler ve bâzan msvâli ’ninki (Evliyâ Çelebi, II, 6 ) gibi, umûmiyetle başmaklık [ b. b k ] veya paşmakhk de­ nirdi (Hammer, V I, 318; X , 75,188). Vâlide has­ lan gayri muayyen olup, bâzan nakden, bâzan da arâzi geliri olarak tâyin olunurdu : Sultan İbrahim, hasekilerine, başmaklık nâmıyle [bâzı sancak ve eyâletlerin arâzi gelirini ] tahsis etmişti ( Naîmâ, IV,



8.400.000 kuruş idi (D e la réforme en Turquie au point de m e financier et administratif, Paris, 1851, s. 12: 8° eb'âdmda 84 sahifelik bu risâle. Rem e des Deux - Monde, 1 eylül 1850, s. 938-948 ’de hülâsa edilmiştir). [ Abdülmecid devrine ait sultan, şehzade ve pâdişâh kadınlarının aylıklarım gösteren bir liste­ ye ( b k Başbakanlık Arşivi, Yıldız tas., 18-525/109 -128-124) göre, pâdişâhın hemşiresi Âdile Sultan*ın maaşı 200.000, kızlarının 125.000, kadınlarının maaşları 20.000 iken, Vâlide Sultan ’m maaşı 500.000 kuruştu. , Has veya tahsisatlarından başka, yiyecek içecek, ve yakacak tâyinleri ( meselâ, Saray kilerinden verilen erzâka dâir 1151 tarihli vesika için b k Cevdet tas., Saray, nr, 2308; Vâlide Sultan dâiresine 1264 *te verilen mum mikdân için b k ayn. tas., Saray, nr. 1807; 1 2 1 7 ’dekİ yaş ve kuru meyve tâyînatı için, yine nr. 1606; 1151 ’de, İstanbul cizyesine mahsûben süt, kaymak v.s. verilmesine dâir, nr. 1840; Şam ’dan gönderilmesi mûtâd şeker, zeytin, üzüm v.s. ye dair, yine, nr. 1762, 17 19 ) bulunan Vâlide Sultanlar, muhtelif vesilelerle pâdişâhın in’amlanna da mazhar olurlardı. Aynca bâzı tâyinlerde nasb edilen me’murlar tarafından muayyen meblağlar takdim olunurdu (meselâ, Mısır valiliği tevcihinde pâdişâha 50.000, Vâlide Sultan’a 30.000 kuruş verilmekte olduğuna dâir 1148 tarihli vesika için b k ayn. tas., Saray, nr.



243 ). Normal zamanlarda Vâlide Sultan, pâdişâhın ka­ dın, kız ve hemşirelerinden ziyâde gelir sahibi idi (d'O h sson , V II, 9 5 ). Kantemir'e göre, Vâlide haslan, 1.000 kese akçanın üzerinde idi. Aynı müellif, Türiderin zabt ettiği hiçbir şehir yoktur ki, bir sokağı Vâlide Sultan başmaklığına tahsis edilmiş olmasın, der ( Başmakbk kelimesi için aynca bk. Blanchi lü­ gati ). İzmir şehri, Vâlide başmaklığının bir kısmını teşkil eder ve Vâlide mütesellimi tarafından idâre olunurdu (Toncoigne, Voyage à Smyme, Paris, ı 8 r 7 , 1 ,2 9 v.d.. Girid hassı için b k Savary; Lettres sar la Grèce, 1788, s. 247). Vâlide Sultanlar, bâzan câmiler inşâ edecek veya Ahmed III. devrinde olduğu gibi asker tahrir ettirecek kadar servet sâhibi idiler. [Hâzinede harb masraflarım karşılayacak para bu­ lunmadığından 1799 martında, Vâlide Kethüdâsı’na, vakıflardan 2.000 kese akça te'min ederek Darbhâne’ye teslimi emrolunmuş idi (b k . 29 ra­ mazan 1213 tarihli buyrultu : Başbakanlık Arşivi, Cevdet tas., Saray, nr. 1712 )].



Pâdişâh kızlanna olduğu gibi, oıılann annelerine de, mâlî işlerini idâre için bir kethudâ (kâhya) tâyin olunurdu. (Selâtîn Icethüdâlan tâbiri için b k Stlahdar Tarihi, 1, 646 ). Ancak, Vâlide Kethüdâsı, büyük bir serveti kontrol ve sarfa me’zûn olması bakımından [Vâlide Sultan Kethüdâsmm, Vâlide hassı dâhilindeki tekâlife dâir emir yazmağa salâhi­ yetti bulunduğunu tesbit eden 1230 tarihli hüküm için b k Cevdet tas. Saray, nr. 4026. ] Vâlide Sultan nezdinde büyük itibâra sâhib olduğu gibi, bâzı def a, gizli olmakla berâber, devlet hayatında da en nüfuzlu kimse idi. Yabancı elçiler, onun bu KusÛsiyetini bilir ve ellerindeki imkânlarla bu m e­ murları kendilerine celbde kusur etmezlerdi ( Beauvoisins, s. 12; Cevdet, Tarih, 1288, V II , 252-256 ). Vâlide Kethüdâsı ’mn bu hizmetle birlikte Darbhâne-i Amire Nâzırlığı vazifesini de üzerine aldığı sık sık görülmektedir. Bu kabilden olarak, el-Hâc Mehmed Efendi (daha sonra "Paşa", ölm. 113 5 ) ile ona Ii2 7*d e halef olan Atinah Osman Efendi



Geçen asırda başmaklık tâbirinin yerini, tahstsât ( -1 hümâyûn ) almıştır ( Khloros ). [ 4 eylül .1839 *da, Vâlide Sultan’a, haslarına İcarştbk Darphâne’den verilen aylık maaş S ° ° keseye çıkarılmış ( b k Cevdet tas., Maârif, nr. 3624); müteakip sene eylülünde Mâliye hazînesinden her ay verilen has bedeli ise, 375.OOO kuruş, yâni 750 keseyi bulmuş idi (bk. Cev­ det, Maârif, nr. 1764 )-3 1850’ye doğru, "Vâlide Sultan ye pâdişâhın evli hemşirelerininin tahsisatı” ,



(Râşid, Tarih, IV2, 44» Mehmed Süreyya, Sidll-i Osmâni [=» S O ] , IV, 219; III, 4 2 5) zikr edilebilir. Fakat, bunun pek çok istisnaları vardır : Meselâ, Sa­ raya intisâbı dolayısıyla 1168 ’de Vâlide Kethüdası tâyin edilen Ağa-babası-zâde İbrahim Ağa ’ya, aynca Ayasofya mütevelliliği ve küçük mîıâhurluk da veril­ mişti (V âsıf, 1, 46; S O, I, 133 ); [ Ihtisâb NâzırIığı ( veya Şehreminliği ) ile birlikte Vâlide Kethüdâhğı’nda. bulunan, Vâlide Sultan Kethüdâsı Tâhir



3 °52 )].



VâLÎDE SULTAN. Paşa-zâde Hüseyin Hasib Bey için bk. S O ,11,2 2 8 v.«L ve ondan naklen bk. Abdülbâkî Gdlpınarlı, M e l â m i l i k 1931, *. 180, n. 1 .] . . 19 rebîülâhır 1253 (2 4 temmuz 1 8 3 7 )'de ihdâs edilen âlâ s»nıf-ı evveli rütbesi, Vâlide Kethüdası ve Darbhâne Nâzın *na verildi ( Sâlnâme-i Hâriciye, 1302, s. 199 ). 1262 {1846 ) ’de ihdâs olunan bâlâ rütbesini ilk def *a akın iki me ’mtırdan biri, Valide Kâhyası Hüseyin Bey oldu ( J. Deny, Sommaire des archives turques du Caire, s. 559 ). Sarayın bütün itibârlı kadınlan ile birinci (Baş A ğ a ) ve ikinci hadım ağalarda Vâlide Sultan’m emrinde idi ( L eyli Hanım, Le Harem Impérial, 1925, s. 1x3 ). Fazla ihtişâmıyle, diğer sultanlannkinden ayrılan Vâlide Sultan dâiresinin teşkilât» , hakkında Osman B e y ’in eserinde (L es Femmes en Turquie, s. 268 ) tafsilât vardır.



183



Bey ’in kızı olduğunu, Edebalı ’nm k z ı ve Alâeddin A li Bey f b. bk.]’ in annesi Bâlâ Hatun’la karıştırıl­ maması gerektiğim ortaya koymaktadır.] 2. Nilüfer Hatun [ b. bk. ], Yarhısar tekfûrunun km , Murad I. ve Süleyman Paşa ’nın annesi. H a y r â t ı : [B u rsa’da tekke ve mescîd ile ken­ di adını alan çay üzerinde köprü. Murad L , an­ nesi adına, İznik ’te, 790 (138 8) ’da tamamlanan bir imâret yaptırmıştır ( Ç . Uluçay, Padişahların kadınlan,,,, s. 4)]. 3. [ Devlet Hatun, Mehmed I. ’in annesi, ölm. 816 (1 4 1 4 ). Germiyan - oğlu Süleyman Şâh (136 1 -1 3 8 7 ) ’m kızı ( ölm. 816 (1 4 1 4 ) ve Yıldırım Bâyezid ’İn şehzâdelerinden İsa ve Mûsâ Çelebilerin anneleri Devlet Şah Hatun’un, Çelebi Mehmed’İn de an­ nesi olduğuna dâir - E l ’deki maddede de be­ nimsenen - rivâyetin yanlışlığı, vasiyeti üzerine oğlu Çelebi Mehmed tarafından M erzifon’da ku­ rulan zaviyesine âit vakfiyede, isminin ’’Devlet Hatun binti Abdullah” şeklinde geçmesi dolayısıyla ortaya konmuş ve onun bir mühtediye olduğu anlaşılmıştır; bk. I. H. Uzunçarşılı, Osmanlı tari­ hinin ilk devrelerine âit bazı yanlışlıkların tashihi : IV , Çelebi Sultan Mehmei'in valdesi Germiyanoğlu ’mm kurt değildir, Belleten, 1957, X X I/8ı, 186 v.d.] 4. [ Hümâ Hatun, Fâtih Sultan Mehmed ’in annesi,



V âlid e S u lta n la rın liste si. Aşağıda, M . Süreyyâ Bey ’in Sicill-i Osmânt ’sin­ den alınarak Vâlide Sultanlar listesi verilmiş; ancak 7, 8 , i r , 13, 15, i ğ , 2 1 ve 23. paragraflarda cüz’î değişiklikler [ literatür ve arşiv malzemesini lâyıkıyle kullanan M, Ç . Uluçay ’m Pâdişâhların kadın­ lan ve karlan adlı esere müsteniden tashih ve ilâve­ ler] yapılarak, Vâlide Sultanların hayrâtına dâir kısa mâlûmat eklenmiştir. Listenin başında yer alan prensesler, yukarıda da İşâret edildiği gibi, gerçek Vâlide Siıltan değil­ lerdir; zîrâ, onların devrinde bu unvân henüz yoktu. ölm. 853 (14 4 9 ). Bununla birlikte, bunlar için olduğu gibi, Vâlide Sul­ E I ’deki maddede de kabûl edildiği gibi, Candar tanlık unvânı, ekseriyâ yanlışlıkla ve sonraki şekline -oğlu tbrâhim II. B e y ’in kızı Hadîce - E l , ISFENkıyasla, Osmanlı tarihinin ilk devirlerine kadar geriye DİYÂROGHLU maddesinde ’ ’Halîme” - Hatun ’un götürülmüştür : Hattâ Ertuğnıl G a z î’nin annesi Fâtih'in annesi olduğuna dâir iddianın yanlışlığı, olup Hayme Ana adını taşıyan ve mezân, Abdül- Topkapı Sarayı Arşivi *nde bulunan tarihsiz bir hamid II. devrinde, İnegöl kazası Domaniç nâhi- vakfiyeye dayanılarak gösterilmiştir; bk. Uluçay, yesinin Çarşamba köyünde ortaya çıkarılan, efsânevî ayn. esr., s. 14 v.d. ]. kadına da Vâlide Sultan denmiştir ( S O , l , 86). 5. Gülbahar Hatun, Bâyezid II. ’in annesi, [ ölm. [Ertuğrul G â z î’nin vâlidesi "Hayma Ana Sultan” 898 (14 9 2 ). Oğlu Bâyezid I I .'e iki mektubu için Türbesinin nisan-eylâl 1891 *de yapılan tâmîri sıra­ bk. Ç . Uluçay, Harem’den Mektuplar, İstanbul sında, yekpâre taştan olan sandukasının üst kısmının 1956, I, 18 v.dd. J. tahrib edildiğine dâir yapılan ihbâr üzerine 1901 ‘de 6. Ayşe ( Hafsa) Sultan, Kanûnî Süleyman ’ın girişilen tahkikat ve soruşturma için bk. Başbakanlık annesi, ölm. 4 ramazan 940 ( X9 mart 1534). Arşivi, Yıldız tas., 35-1205-34-106 )]. Bu mezarın [M anisa'da Sultan Câmii (929=1522) ve hamabulunuşunun, hânedâna sadık bir hayalperestin, gay­ mıyle, imâret, zâviye ve mektebi için bk. Uzunçarşılı retkeşlik eseri mİ, yoksa tahkik edilemeyen mahallî oğlu İsmail Hakkı, Kitabeler, 1929, II, 89 v.d.; bir rivâyetin bakiyesi mi olduğu bilinmemektedir. Ç . Uluçay ve t. Gökçen, Aianîsa Tariki, 1939, s. 49, "Hayme Ana" ismi de şüpheyi çekmektedir. 99 v.dd., I. H. Konyalı, Kanuni Saltan Süley­ Süreyya B e y ’in listesinde, Vâlide Sultan unvânı, man ’ m annesi Hafsa Sultan ’m Vakfiyesi ve Ma­ Bâyezid I I .’in annesi Gülbahar’la başlıyorsa da, bu nisa'daki hayır eserleri, V D , 1969, V III, 47*57.] imkânsızdır; zîrâ, yukarıda anlatıldığı gibi, bu, hatun 7. Nûr-Bânû Sultan, Murâd III.'m annesi; ölm. unvânını taşımakta idi. 22 zilka’de 990 ( 7 kânun I. 1583, [ bk. Lokman 1. Mal Hatun ( veya Malhun Râbia Hatun ), ve Selânikî, göst. yer.]), H a y r â t ı : Üsküdar ’da Toptaşı ’nda medrese, Şeyh Edebalı ’nın kızı, Orhan ve Alleddin Beylerin annesi, ölm, 726 ( 1325-1326 ). sibyan mektebi, imâret, dârüşşİfâ ve mescidi, [Orhan B e y ’in 724 (13 2 4 ) tarihli vakfiyesi ( t . dârülhadîs, dârülkurrâ, misâfir için büyük hânı ile Hakkı Uzunçarşılı, Gazi Orhan Bey Vakfiyesi, Bel­ Vâlide-i Atik Camii için bk. Hâfız Hüseyin Ayvanitten, 1941, V /19 ,277 v,dd. ), Mal Hatun ’im Öm er sarayî, Hadikatü ’ l-cevâmî ( — H C ; İstanbul 1281),



184



VALİDE SULTAN.



II. 182-184, v.d. = Hammer, X V III, 89, nr. 749; a. 94, nr. 781; s. 114, nr. 54; V. Cuinei, La Turquie d'Asie, 1892, IV, 639 v.d. [M . Kütükoğlu, 1869’¿a faal İstanbul medreseleri, T E D , İstanbul, 1977, sayı 7— 8 s. 386 v.d.; ayn. mil., Dârü’ l-hilâfetiT-afiyye medresesi ve kuruluşu arefesinde İstanbul medreseleri, İslâm Teikfkferi Enstitüsü Dergisi, İstan­ bul, 1978, VII/1-2, 184.] 8. Safîye Sultan, Mehmed I II . ’in annesi; ölm. 28 cemâziyelâhır 1014 (1 0 teşrin II., .1605). H a y r â 1 1 : [ Eminönü ’nde 13 receb 1006 ( 19 şubat 1598 ) *da Safîye Sultan adına istimlâk edilen arsa üzerine inşâsına başlanılan medrese ve Yenicâmi ’nin dâhil olduğu külliye, uzun bir fâsıladan sonra], Turhan Sultan tarafından tamamlanmıştır. Kahire ’de bir çâmi bu sultanın ismini taşır : Melike Safîye ( R . L . Devonshire, L ’Egypte musulmane et les fondateurs de ses monuments, Paris 1926, s. 123 v.dd. ). [Safîye Sultan’m Üsküdar'ın Karamanlı köyünde de bir câmi ve çeşme yaptırdığı anlaşılmak­ tadır; bk. Uluçay, Padişahların kadınlan..., s. 44. M ısır’daki emlâkini Mekke, Medine ve Kudüs'te Kur ân okuyacak 120 hâfız ile, M ekke’deki sebil, mescid ve kuyularına bakacak hizmetlilere vakf ettiğine dâir vakffnâme : Lala Ismâil Ef. Kütüp. nr. 237/1 ( bk. İstanbul Kütüphaneleri tarih-coğrafya yazmaları kataloglan, I/ı, 894 v.d., nr. 618. ).] 9. Handan Sultan, Ahmed I. 'İn annesi; ölm, 15 receb Iûr4 (2 6 teşrin II. 1605 ). 10. Mâh-fîrûz ( e ) Sultan, Osman II. [ ile Şehzâde Mehmed, Süleyman, Bayezid ve Hüseyin’in anneleri, ölm. 1029 (1 6 2 0 ).] 11. Mâh-peyker Kösem Sultan [b . bk. ], Murad IV. ve Sultan İbrahim ile Şehzâde Kasım *m anneleri, ölm. 16 ramazan 10Ğ1 ( 2 eylül 1651 ) cumartesi. H a y r â 1 1 : Üsküdar Yenİ-mahallesinde mekteb, dârülhadîs, çeşme ve çifte hamamıyle Çinili câmî; İstanbul ’da Çakmakçılar yokuşu ’ndaki Vâlide Hanı ’m bu câmi ’e vakf ve içine bir mescid binâ etmiştir. Anadolu Kavağı ’ndaki mescidi de Kavak hisarlarıyla aynı tarihde (1031 = 1622) inşâ ve Özdemiroğlu’nun Çarşamba ’dakı medresesine mescid ilâve ettirmiş; Çanakkale’de yapılmasını başlatığı hisar Turhan Sultan tarafından İkmâl olunmuştur. [H ac yolunda su ihtiyacının karşılanması, Haremeyn’de Kur'ân okunması ve fukaraya yardım edilmesi İçîn yaptığı vakıflar hakkında bk. Mücteba llgürel, Kö­ sem Sultan 'in bir vakfiyesi, T D , 1906, XVI/21, 83-94.1 ( H C , 1,215 v.d d .; II, 144, 184 v.dd. = Hammer, X V III, 9i , nr. 752; s, 144, nr. 55; Cuinet, IV, 640 v.dd. [3.641, sat. 20-24'te, ” Koulsoum Mâhpéikèr” v.s. gibi yanlışlar yapılmıştır]; Ahmet Refik, Yeni Mecmua, nr. 3, s. 49* Resim ve klişeleri için aynca bk. Cornélius Gurlitt, Kostantinopel, Berlin t.s., s. 86 v.d. ; Antoine Gaîland, Journal, 1, 176 [trc. N . S. Örik, Ankara, 1949, s. 187]; Ham­ mer, X , 286; d ’Arvieux, Mémoires 1735, IV, 484 ).



12. ? , Mustafa I. 'ııın annesi. 13. Tarhan (T u rh an ) Hadîce Sultan, Rus asıllı, Mehmed IV. 'in annesi; ölm. 10 şaban 1094 ( 4 ağustos 1683, bk. Silâhdar Tarihi, II, 116 v.d.; Do­ nado *nun Relazione 'sİnîn t e ’yid ettiği bu tarihe mukabil, S O , 1,28 ve Ahmed Refik, Turhan Vâlide, s. 424 *te : 10 receb ), H a y r â t ı ; Eminönü Bahçekapısı*nda Safîye Sultan tarafından inşâsına başlanan ve Galata Köp­ rüsüne hâkim olan Yem Câmi veya Yeni Vâlide Câmii, kitâbesînde [“ Câmi' al-birr maclam al-takfla’ ( = 1 0 7 4 ) tarihi olup] [dârülhadîs, mekteb, çarşı, sebil, türbe ve kasır ile birlikte]/ ( Silâhdar TariU, I, 218 ve 390’a göre, Turban Sultan tarafından 25 zilka’de 10 71’de tekrar başlatılan inşâat, 20 rebîüiâhır 1076 (2 9 teşrin 1 . 16 6 5) cum 'a günü ya­ pılan açılış merâsimi ile son bulmuştur. Çanak­ kale *de Kösem Sultan tarafından başlatılan kal ’eyi ise, bir câmi ilâvesiyle 1070 ’te tamamlattı. Anadolu Kavağı 'ndaki Vâlide C am ii'ni de kardeşi Yusuf Ağa için bina etmişti ( H C , I I, 144= Hammer, X V III, 89, nr. 748; Pitton de Toumefort, Relation d ’un voyagé du Levant, Lyon 1717» IL 196; Charles Pertusier, Promenades pittoresques dans Constantinople et sur les rives du Bosphore, Paris, 1815, s. 185 -18 9 ; A . Gabriel, Les mosques de Constantinople, Syria, 1926; Ahmed Refik, Vâlide camileri : Yeni Câmi, Yeni Mecmua, nr. 10, s. 189-192; A . Galland, ayn. esr., I, 79 [T ürk. trc. I, 78 v .d d .] ; Grelot, Relation d ’un voyage à Constantinople, s. 281 v.d.; Ch. Diehl Constantinople, 1924, s. H 5 v.dd., 138 v.d.; Arménag Bey Sakisian, Syria, 19 3 i; Celal Esad, Constantinople, Paris, 1909, s. 211-214. [Turhan Sultan ’in hayrâtı için ayrıca bk. Uluçay, Padişahlar rtn kadınlan..., s. 58 v.d.; A . Sâim Ülgen, Yeni Cami, V D , 1942, I I, 387-399; İstanbul Yem Camii ve Hünkâr Kasn, Vakıflar U . M d. nşr., ts.] 14. Sâliha Dil-âşûb [ Bâzı vesikalarda : Aşûbe ] Sultan Süleyman İL ‘tün annesi, ölm. 22 muharrem ı ı o ı ( S O , 1, 47; Buna mukabil, Defterdar Mehmed Paşa, Zübde-i Vekfyi ’ât, Hamîdiye Kütüp. nr. 949, 2iıî> ve Silâhdar Tarihi, I I , 484’t e ; 22 safer ı ı o ı = 4 kânun I. 1689 pazar ). 15. [Râbia] Gülnûş Emetullâh (bâzan yanlış­ lıkla "ümmetullâh” denmiştir [meselâ bk. A . D . Alderson, The Structure of the Ottoman Dynasty, Oxford, 1956, cedvel X X X V III, X L , X L I ]). aslen Giridli (D on ad o ’ya göre, Resmo’nun Verzizzi âilesinden), Mustafa II. ve Ahmed 111, ’m anneleri; ölm. 9 zilka’de 1127 ([Râşid, IV 2, 165 ve S O , I, 64. Fakat Silâhdar, NusretnSme, 1. Parmaksızoğlu sadeleştirmesi, IL 336] ve H C II, ı88.’de: 8 zilka’de salı = 4 / 5 teşrin II. 1715 gecesi). H a y r â t ı : Hasekiliği zamanında Mekke 'de yaptırdığı Hasekiye imareti; hac yolunda v.s. de çeş­ me, kuyu ve köprüler; büyük oğlu, Mustafa II. ’nm saltanatında Galata Yem Câmii ve çeşmesini [ 1109



VÂLÎDE SULTAN. 'da tamamlanan câmtin evkafı için bk. Topkapı Sarayı Arşivi, D. nr. 4594/1-3 ]; küçük oğlu Ahmed III. devrinde 11 2 0 'de, Üsküdar'da, sebil, çeşme, İmaret, sıbyan mektebi ve medresesiyle, iki minaresi ve mabfü-i hümâyûnu olan Vâlide-i Cedid Camii 'ni yaptırmıştır ( H C , II, 34, 187 v.d. = Hammer, X V III, 7 1 , nr. 6375 s. 90, nr. 750; s. 126, nr. 242; Cuinet, IV, 636 v.d. [ İbrahim Hilmi Tamşdc, İs­ tanbul Çeşmeleri, İstanbul, 1945, II, 38, 298-3025 Tahsin ö z , İstanbul Camileri, Ankara ,1965, II, *5*] 16. Sâliha Sultan, Mahmud I . ’un annesi; Ölm. 17 cemâzîyelâhır 1 1 5 2 (2 1 eylül 1739). H a y r â 1 1 : [ Silivri kapısı, Tophane, Eyüp ve Azebkapısı’nda çeşmeler yaptırmış olup (bunlardan Azebkapısı’nda Sokollu MehmedPaşa Camii yanında yer atanı T ürk mermer işçiliğinin pek nefis bir nümûnesidir), Alaca-minâre mescidini de ihya et­ miştir; bk. Tanışık, ayn. esr. ( * 943), I, 13 ° v.d., 148; II, 63 v.dd., 73 v.dd.; H C II, 2 17 .] 17. Şehsüvâr Sultan, Osman III. ’in annesi; ölm. 27 receb 1169 (2 7 nisan 1756). ıS . Mihr-i Şâh Sultan, Gürcü asıllı. Selim III. ’in annesi; ölm. [Cevdet, 1303, V III, 27 ve S O , I, 83 ’de] 22 receb 1220 ( 1 6 teşrin 1 . 1805 ) çarşamba [ gösterilmişse de, Mütercim Âsim, Tarih, Üniv. Kütüp. T Y nr. 6014, 112»'da: 5 receb çarşamba günü verilmiştir.] H a y r â 1 1 ; [Pek çeşitli evkafı ( geniş bîr liste­ si için bk. Âsim, ayn. esr, 113“ - î i 5 » ) arasında,] Eyüp civarında imaret, sebil, mekteb ve çeşme (1207-1210»= 1793/1796)5 Südlüce-Hasköy arasında Humbaracı kışla odaları ortasında "Kumbaracılar kışlası Câmii’ (1 2 x 8 = 1 8 0 3 ); Eminönü-Balıkpazan arasında, Fındıklı ’da ve Beşiktaş 'ta çeşmeler inşâ et­ tirmiştir ( H C , I. 249 v.d., 3095 T . ö z , ayn. esr., 1962 I, 73; Tanışık, ayn. esr., I. 220, 222 v.d.; II, 157 v.dd.). Mihr-i Şâh Sultan evkafı için bk. Türk ve Islâm Eserleri Müzesi Kütüp. nr. 2343, 2345-2348.] 19. Ayşe Sîneperver [ Kadın ], Mustafa IV. nın annesi; ölm. 3 cemâziyelâhır 1244 ( 1 1 kânun 1 . 1828 ). [ H a y r S 1 1 : Biri, vefat eden şebzâdesi Ahmed için Üsküdar 'da Yeni Vâlide Câmii civânnda (1x 9 4 = 1780), diğeri de Hırka-ı Ş e rif’le Karagiimrük arasında (12 4 1 = 1825/1826 ) olmak Üzere yaptırdığı iki çeşmesi bilinmektedir (Tanışık, ayn, esr., I, 250; II, 380).] 20. Nakş-ı D il Sultan, Mahmud I I . ’un annesi; ölm. (Şânî-zâde, Tarih, 1290, II, 244; Cevdet, 1309, X , 2 r4 ve S O , I, 85 'ye göre) şevvâl ortalan 1232 (14-24 ağustos 18x7 sıralan); 14 teşrin I. 1817 tarihli Moniteur Universal ’e göre ise, tak­ riben 8 eylül. [ H a y r â 1 1 ; Ayasofya civânndaki Nakşi Kadın Çeşmesi (1203 = 1788); Alemdağı yakınında Sankadı köyünde (12 2 4 = 1809) ve Fâtih 'de, vefa­ tından bir sene şonra, oğlu Mahmud II. ’un annesinin



hatırasına yaptırdığı sebil ve imaretin cebhesitıdeki çeşmesi (1232 = 1816) bilinmektedir (Tanışık, ayn. esr., I, 210 v.d. 2405 I I, 404).] 21. Bezm-i Âlem Sultan, sultan Abdülmecid ’in annesi; ölm. 23 receb 1269 (1/2 mayıs 1853 gecesi, [bk. Uluçay, Harem 'den mektuplar, s. 149]). H a y r a t ı ; Cisr-i Cedid [Eminönü-Karaköy arasında 1845 *te inşâ olunan köprü ] ( Barth, Constantinople, 1906, s. 15 8 ); Dolmabahçe Camii, mektebi ve çeşmesi [1852/1853, bk. T . ö z , ayn. esr., I I, 2 0 ]; Yenibahçe’de Gureba Hastahanesi [camii ve çeşmesi ile 1261 'de tamamlanmıştır, bk. T . ö z , I, 36; Kâzım İsmail Gürkan, Bezm-i âlem Vâlide Sultan Vafaf Gureba Hastanesi tarihçesi, İstanbul, 19673, s. 11 v.d.]; kocası Sultan Mahmud II. türbesi bitişiğinde Dârü ’ l-maârif [ ilk açıldı­ ğında Dârü ’ 1-fünûn ve bir ara da Maârif Nezâreti olarak kullanılan bu binâ, hâlen İstanbul K ız Lise­ si ’dir; Çatalca nın Baban köyünde câmi; İstanbul­ ’un muhtelif semtlerinde çeşmeler; Mekke 'de oğlu tarafından tamamlanan hastahane (bk. Tanışık, ayn. esr., I , I I , tür. yer.; Uluçay, Padişahların kadınları..., s. 12 0 -1 2 1 )]. 22. Pertevniyâl Sultan, Sultan Abdülaziz ‘in annesi; ölm. 27 rebîulevvel 1300 ( 5 şubat 1883). H a y r a t ı : Mektebi, kütübhânesi, sebiliyle bir külliye teşkil eden Aksaray Vâlide Câmii (1288 = 18 71), muhtelif çeşmeler ( S O , I, 27; Barth, ayn. esr., s. 148 [ ; Tanışık, I, II, tür. yer.; T . ö z , I, 149 v.d.; Uluçay, ayn, esr., s. 125 v.d.]). [23, Şevk-efzâ Kadın, Murad V . *ın annesi; ölm. 21 muharrem 1307 ( 1 7 eylül 1889, bk. Uluçay, ayn. esr., s. 141 v.d.).] Diğer pâdişâh anneleri, oğullarının tahta geçme­ sinden önce vefat ettiklerinden Vâlide Sultan sa­ yılmamışlardır. Süreyya Bey ( S O , I, 3 1 ) , listemizde nr. 1 4 'den sonra gelmesi gereken-Ahmed II. 'in annesi Hadîce Sultan 'in, oğlunun saltana­ tında öldüğünü belirtmişse de, bu hanım, Silâhdar Tarihi ( I I , 273)*ne göre, oğlunun cülusundan (2 5 ramazan 1X02 = 2 2 haziran 1691) önce, S zilka’de 1098 (x a eylül 1687) perşembe günü vefât etmiştir. V âlid e Su ltan ların m en şe’ Ierini tâyin ekseriyi mümkün olamamaktadır. Bunlar, başlangıçta Türk ve Rum prensesler iken, zamanla, aşıtlarını ekseriyâ kendilerinin bile bilmediği câriyeler oldular. Esâsen, Türk asıllı köle olamayacağına göre, bir tarihten sonra hânedânm Türk kanı karışmış; diğer taraftan, -Almanya dâhil, İtalya hâriç-Garbm hânedâna dahli, ya hiç olmamış veya pek cüz’i ol­ muştur, Fransa için, bunun zıddını isbat sadedinde, beyhûde teşebbüslerde bulunulmuştur, önce, Mehmed I I . 'in, Türlderin eline düşen bir Fransız prensesinden doğduğu efsânesi yayıl­ mıştır (msl. bk. Ubİcini, ayn. esr., s. 122 ve daha mufassal olarak de La Jonquiâre, Histohe de l ’Empire Ottoman, 19 x 4 ,1, 175). D e La Jonquiüre ’in mânâsız



186



VÂLİDE SULTAN.



olarak vasıflandırdığı bu uydurma, Selânikî, Alî, Peçevî gibi mârûf Osmanh tarihçilerince de bilindiği gibi, onlardan naklen Târlliri Ceorî Çelebi (12 9 1, 11,2 ; [ Ceürt tarihi’nin müstakil bir eser olmadığına dair bk. Orhan F . Köprülü, Çevri tarihinin mahiyet ve kıymeti T D , 1, 1949, 53*66 ] ) 'de de bulunmakta­ dır. Pâdişâhlar da, Fransa kırallanyle olan "akraba" hktan, muhaberelerinde faydalanmışlardır (bk. Louis de Bonneville de Marsagny, Le Chevalier ¿e Vergennes, son ambassade à Conslantinople, Paris, 1894, II, 86 v.d.; bu rivâyette Sultan Selim ’m hareminden bahs olunur). Garb tarihçileri, bu hususta, Türk müverrihlerinin daha mâkul olan rivâyetine uyarak, Mekmed II. 'in annesinin lsfendiyâr-zâde olduğunu (yfe. b k .) belirtirler (b k . de Salaberry, Histoire de l 'Empire Ottoman, Paris, 1, 148; krş. Vâlide Sultan listesi nr. 4 ). Dikkate şâyan olmakla berâber, sâde-dil ve ekseriya kâzib olan Evliya Çelebi ( 1, 106 v.d. ), her şeye rağmen, Mehmed I I. *in Isfendiyâr-oğlu *nun kızı Alîme Hanım ( bu ismin düzme Fransız prensesine verilmiş olduğuna işâret e d ilir)’ın oğlu olduğunu teslim eder. Fakat rivayetleri tesviye için, Fransa kiralının kızını Mehmed 11. 'in odalığı ve Bayezid II. ’in annesi yapar. Hattâ, babasının yoldaşı ve Dergâh-ı âlî yeniçerileri baş-kâtibi Sukemerli Mus­ tafa Çelebi nin, bu prensesin akrabasından olduğunu ve kendisine Fransa kiralından hediyeler geldiğini nakleder. Diğer taraftan Kantemir ( 1743 neşri, II, 410 [ ; Ö. Çobanoğlu ’nun Türk. trc. : Osmanît İmparatorluğunun yükseliş ve çiöküş tarihi, Ankara, 1979, II, 297 v.d. ]), esâsen inanmadığı bu efsânenin bir başka şeklini nakl eder ; [ Fransa kiralının kız yeğenlerinden biri, Kudüs ziyâreti için Kıbrıs sularından geçerken T ürk korsanlan tarafından esir edilmiş, güzelliği ve Fransızlara has tavrıyla Kanunî nin gözde câriyeleri arasında yer almış, pâdişâh üzerinde büyük bir nüfuz te’sis ederek Fransa kiralının bütün isteklerinin yerine getirilmesi yanında, ona, "Frenk pâdişâhı” diye hitab edilmesini sağlamış.] Daha yalan devirde, Türk ve Fransız hükümetleri, zaman zaman, kadîm Osmanh hânedâmyla akrabalık iddiasında bulunan kimselerle uğraşmak zorunda kal­ mıştır. Söylendiğine göre, Mahmud II., Martinik 'te doğmuş ve imparatoriçe Joséphine 'in akrabası olan Aimée du Bue de Rivery ’den doğmuştur ( aş. bk. B ib i). Bu irtibâtm imkânsızlığı, arşiv vesikalanyle sabittir: Sultan Mahmud, 20 temmuz 1785 *te dün­ yaya geldiği hâlde, Mile de Rivery, 1788'de he­ nüz, Nantes 'da bulunuyordu. Bu tarihte, şâhid ola­ rak imzaladığı bir nikâh mukâvelenâmesi arşivde muhâfaza edilmektedir. İddiâ, bu delil ortaya konunca, terk oluıunayıp, sâdece tâdil edilmiştir: Abdülhamid I. ’in vefatından sonra İstanbul ’a geldiği ve Selim I II . ’in haremine girdiği ısrarla iddiâ olunan Aimée du Bue de Rivery’nin, Abdülhamid 'in, oğlu müstak­ bel Sultan Mahmud ( I I . ) ’un analığı hizmetine tâ­



yin edildiği ileri sürülmüştür. Bu, tahkikine en ufak bir ihtimâl bulunmayan bir faraziyedir. Halbuki Mahmud II. un cülusunu müteâkıp, annesi Nakş-ı D il, vâlide alayı ile Yeni Saray’a götürülmüştür ( Mustafa .Necîb, s. 122; Cevdet, 1288, V III, 424; Tayyar-zâde Atâ, Tarih, 1293, III, 65 v.d. ). Vâlide alayı 'nm sâdece vâlidelere İnhisar etmeyip, dâye ve analık gibi fahrî sultanlar için de icrâ olunduğu pek zayıf bir ihtimâldir [ Esâsen, Atâ ( göst yer ), Vâlide Sultan olarak Nakş-ı D il'in ismini tasrih etmektedir]. Bundan başka, ilâveten, Moniteur Umversai ’e göre, 1817 ’de Nakş-ı D il 50 yaşında iken, Aimée de Rivery, 4 I ’inde bulunuyordu. M ı s ı r ’ da V â li d e ( V â l d e ) P a şa . Mısır hidivlerinin barem âdeti, debdebe bakımın­ dan, cüz 'î farkla İstanbul ’unkinin taklidi idî. Osmanh Sarayı 'nda olduğu gibi, hidivin zevceleri de, Urind, ikinci kadın (A rap telâffuzuna göre; liringi, ikfngi) gibi sıralanırdı. Kahire ‘nin Fransızca konuşan kesiminde "Khédive Mère” , Türkçe konuşanlarca Vâlide-i Hidîvî” denilen K idîv *in annesinin unvanı, sultan kelimesi paşa ya tebdil edilmek süreriyle pâdişâh anasımnkİnin kopyası idi. Paşa unvânmın kadın tarafından kullanıldığına dâir yegâne misâl olan bu terkib, şeref ve itibâr ifâde etmekte, ’’paşa 'nin annesi” mânâsım taşımaktadır. (A rapça’da: vâlidat al hâşâ denir, fakat vâlda başa denmezdi. ). M ısır’m zengin hidiv âilesi içinde Vâlide Paşa’mn büyük bir serveti vardı ve gelirlerinin idârehânesi olan dâiresi pek mühimdi. K ahire'de iki sokak, ’’Vâlda” veya "Vâlda Başa” adım taşırdı. Bunlardan biri üzerinde Abbâs Hilmi II. 'nin annesi, llbâmî Paşa ’nin kızı, hidiv Abbâs I. *m torunu, son ’’Khédive Mère” Emîne Hanım ’ın sarayı bulunurdu. Bu hanım Bebek ’teki, sayfiyesinde, 18 haziran 1931 'de ölmüştür. Kıral Fuad ( 1922-1936 ), zevcesini Mısır 'ın biricik kıraliçesi tanıyarak T ürk âdetleriyle alâkasını kesmiştir. Bu, tek kadınla evlenme ve zevcenin tah­ ta işrirâki esâsının kahülü demekti. Sultan Hüseyin­ ’in vefatında dul kansı da buna benzer bir mevki almıştır. B i b l i y o g r a f y a : (P ek meşhur Vâlide Sultanlar için umûmî Osmanlı tarihlerine bakıl­ malıdır. Burada merinde zikr olunanları ikmâl ve bâzı münferid bibliyografya ile ilgili bilgilerle iktifa olunmuştur ): Michel Baudier, Histoire Générale du Serrait, et de la cour du grand Seigneur, Empereur des Turcs, Lyon, 1659, s. 84 ( I. kitab, X I. bölüm ), s. 95 (bölüm X I I ) , s. 101 (ayn ı bölümün so­ nunda); Rycaut, Histoire de l'E ta t présent de l'Empire Ottoman, trc. Briot, Paris, 167ü2 ( bölüm IV. *ün tamamı Mâh-peyker Kösem Sultan ’la ilgilidir); J . B. Tavemier, Nouvelle relation de l'intérieur du Serait du Grand Seigneur, Paris, 1691 (bölüm fX V III. ’de : Tarhan veya Turhan



VÂLÎDE SULTAN Hadîce Sultan’ın, 2 temmuz 1668’de, Vâlide sıfatıyle İstanbul’a girişi tasvir edilmiştir); Relazione del uobtl nomo Gianbattista Donado quondam Nicolâ (16 8 4 ) (Barozzi ve Berchet, Relaziani degli ambasciatori e haili veneti a Constantinopoli, Venedik, 1871, II, 303 v.dd. ’de; Turhan ve Gülnûş Vâlide Sultanlar taklanda); Demetrius Cantimir, Histoire de VEmpire Othoman (trc. de la Jonquière ), Paris, 1743, I I I , 228, 450 v.dd.; Beauvoisins, Notice sar la Cour da Grand-Seigneur (Paris 18094), s. I I v.dd. ( Mihrişâh Vâlide Sul­ tan'la ilg ili); Adam Neale, Voyage en Allemagne, en Pologne et en Turquie ( tng. trc. ), Paris, 1818, I I, 169-185 (yine Mihrişâh Sultan hakkında); Mouradja d 'Ohsson, Tableau de t 'Empire Othoman (1824), V II, 86 v.dd., 62,64, 69; M rae Kibrizli -Mehemet-Pacha, Traite ans dans les harems d'Orient, souvenirs de Mclek-Hantm, Femme de S . A . le Grand- Vizir, K . -M . -P ., 1840-1870 (Paris, 1875), s. 130,271 v.dd. (Bezmîâlem Vâlide Sultan hakkında); Osman Bey, diğer adıyla Major Vladimir Andrejevitch ( = Decourdemanche, Kibrıslı Mehmed Paşa 'mn hanımının oğlu ), Les Femmes en Turquie (Paris 18782), s. 267-275; Paul de Régla, La Turquie officielle, 18912, s. 264 vd.; 269, 282; Ahmed Refik [A ltm ay], Kadın­ lar saltanatı, I (sene 6 99-10 27)-I I (1027-1049), Istanbul, 1332; I II (1 0 4 9 -1 0 5 8 )-IV (1058­ 1094), Istanbul, 1924; ayn. mil., Turhan Vâlide, Istanbul, 1931; Mehmed Zihnî, Meşâhirü ’n-nisâ, Istanbul, 1295-1296, I - I I ; Lucy M . J. Gamett, The Women o f Turkey, I I, 393-397. [Osmanli hükümdarlarının haremi ile ilgili kaynak ve ince­ lemelerin tenkidi için bk. Uluçay, Harem 11, s. X V II v.dd.J Burada ’’Sultane française” (A im ée du Bue de Rivery) hakkmdaki geniş bibliyografya taf­ silâtı ile verilmeyerek, sâdece bu mevzû ile uğraşmış muharrirlerin isimlerinin zikri ile iktifa edilecektir. Xavier Eyma, Jouy, Sidney, Daney, Cabanès; The Veiled Empress (N ew York, 1923) ’in müellifi Benjamin Morton; Marc Hélys. Bu müelliflerin çoğu, aştn derecede safdil gözük­ mektedirler. René Puaux’nun, Temps ( 7 teşrin I. ve 10 teşrin II. 1923 ) ’da çıkan mühim makale­ lerinde tenkîdî bir düşünce hâkimdir. Mese’ ienin bir hulâsası, Albéric Cahuet tarafından, Illustration (2 1 teşrin I I. 1931, s. 382 v.d. ) ’da verilmiştir. Nakş-ı D il’inM ahm ud I I . 'un analığı olduğuna dâir nazariye, M me A . -M . Martin du Theil *in eserinde ( Silhouettes et documents da X V I P me siècle; Martinique, Périgord, Lyonnais, Ile-deFrance, Perigueux, 1932, resimlerle 138 sayfa; s. 7-46 ’da Aimée du Bue de Rivery ‘in esrarh hayatı ele alınmıştır) müdâfaa olunmuştur. 1 Vâlide Sultan mevzuunda Cistİakov’un Zumal dlia dietiey (1864, nr. 5 ve 6 ) ’de neşr olunan



VÂLÎHÎ.



187



romanı hakkında V . Sm im ov’un tedkiki İçin bk. Biegliy vzgliad na nastoyask&y praşhlty seray ( Vostocniya zamietkf, s. 56, n. 1). Nizâmeddİn N a zif’in, 11 teşrin II. I93r 'den îtibâren Vahit gazetesinde tefrika edilen Acuzenin definesi adlı romanına da bk. ( J. Deny.) [B u madde B. K ü t Ük o ğ LU tarafından tâdil ve ikmâl edilmiştir.] VÂLÎH J [B k. v â U h î .I V Â L tH İ. V A L lH İ, îranlı şâirlerden başka, Osmanlı-Türk edebiyatı sâhasma mensup ve hepsi de X V I. asırda yaşamış muhtelif şâirlerin taşıdıkları bir mahlâstır. • 1. T o k At LI V âU H Î, Bu mahlastaki Türk şâir­ lerinin en eskisi gözüken bu Vâlihî'den, tezkire müellifleri içinde sâdece Latîfî haberdar olabilmiş­ tir. Onun verdiği bilgiye göre îranlı bir babadan gelmekle beraber Türkmen görünüşlü bir irimse olan bu şâir, Tokat bölgesindendir. Mûsikîde mahâret sâhibi bulunan Vâlihî, güzel bir sesle nağmeler, ga­ zeller okuyarak çarşılarda dilenirmiş. Bütün şiir­ lerini ezberden bildiği ve Türk edebiyatında en üstün şâir olarak kabûl ettiği Necâtî yolunda man­ zumeler meydana getirmiş, münhasıran ona nazi­ reler söylemiştir. Necâtî ’ye yaptığı nazirelerden birine Latîfî tarafından bir nazire tertib edildiğini de gördüğümüz Vâlihî, yine Latîfî ’den öğrendiği­ mize göre Yavuz Sultan Selim I. devrinde ( 1512­ 1520), yânı X V I. asrm ilk çeyreğinde ölmüştür. X V I. asnn belli başlı şiir ve nazire mecmuâlannda ismine rastlayamadığımız V â lih î’nin, muhiti dışın­ da pek tanınmadığı anlaşılıyor. Bibliyografya ı Latîfî, Tezkire (İ s ­ tanbul, 1314), s. 354 v.d .; Sadeddin Nüzhet Ergun, Türk Mûsikisi Antolojisi (İstanbul, 1943), 1,1 2 1 ; Hâlis Turgut Cinoğlu, Tokat vilâyeti meş­ hurlan (Samsun, 1950), 1 , 125 (B u iki eserde yer alan, şâirle ilgili bilgilerin tek kaynağı Latîfî’dir). 2. E d İrn e LÎ V â UH î ( ? - 1586). Kanunî za­ manından başlayarak Selim II. ve Murad III. devrinde va’zlanyla şöhret yapmış bir Türk şeyh ve şâiridir. ” Kurd muarrif” diye tanınan bir câmı hizmetlisinin oğlu olduğundan Kurd-zâde diye ara­ lan Vâlihî, genç yaşta muntazam bir medrese tahsili gördükten sonra, İlmîye sâhasını terkederek tarikat yoluna girmiştir. Tezkireciler içinde kendisinden ilk bahseden A h d î’nİn belirttiğine göre, İlmîye mesleğinden ayrıldıktan sonra diyar diyar dolaşıp çeşitli hankâhlan ziyâret ile muhtelif şeyhlere mürid olmuştur. A tâ î’den daha açık sûrette öğreni­ yoruz ki, nihâyet Kahire'ye varıp, Gülşenîye ta­ rikatı kurucusu Şeyh tbrâhim Gülşenî’nin 94° ( I534) ’ta ölümü üzerine yerine geçen oğlu Seyyid Ahmed Hayâlî’ye intisab etmiş ve zamanla ondan irşâda mezun olmuştur. Vâlihî'nİn de, daha önce Yçııİçeli Usfilî 'nin îbrâhim Gülşenı ’ye intisab



188



VÂLlHÎ.



edişi gibi, Rumeli ’de gittikçe kuvvet kazanan, hattâ rivâyete göre 935 ( 1 5 2 8 ) ’te İstanbul’u ziyareti sırasında bizzat Şeyh îbrâhim Gülşenî tarafından Edime 'de bir zâviyesi açılıp bir de halîfe tâyin olu­ nan Güişenîliğin cazibesiyle Kahire ’ye gittiğini anlıyoruz. Edirneli Vâlihî’nin Sehi (945=11538) ve Latîfî (9 5 3 = 1 5 4 6 )'ye meçhul kalması, onun bu tezkirelerin te’lifi sırasında Mısır ’da bulunması ve daha önce ise şiirleriyle henüz şöhret sâhibi ol­ mayışı ile izah edilebilir. Seyyid- Hayalî ’nin yanın­ da tarikat mertebelerini kat ettikten sonra Edir­ ne ’ye dönen Vâlihî burada vâiz sıfatıyla büyük bir nam kazanır. Muhaddis, müfessır ve müzekkir olarak da geniş bir faâliyet gösteren Vâlihî 'nin ver­ mekte olduğu va’zlar, te’sirüliği ile büyük bir alâka ve rağbet uyandırmıştır. Âşık Çelebi'den bu yana çeşitli müelliflerce kendisi, irşad ve nasihat vâdisîndeki sürükleyici ve derin muhtevalı konuşmaları ile, vâ’izlik san’atımn büyük üstadlan bilinen Câhiz, Hüseyin Vâiz-i Kâşifi ve Esmaî gibi şahsiyet­ ler mertebesinde görülegelmiştir. Güzellere meftun ve heyecanlı bir mizâca sâhib olan Vâlihî ’nin, kay­ naklarda, bu yönü ile ilgili muhtelif mâcerâlan nak­ ledilir. 971 ( 1563/1564 )*de kötü tabiatlı bir vâ'izle geçen bir vak'ası yüzünden Edirne’den nefyine fer­ man sâdır olmuştu. Bu hâdiseyi, hemşehrisi şâir Emrî bir tarih manzûmesi ile tesbit etmiştir ( Emri, Divan, Univ. Kütüp., T Y nr. 5549, var. io4a; Emrî'nin bu lat’asına Vâlihî'nin hal tercümesine temas eden bâzı kaynaklarda da yer verilir). Edir­ ne ’de Selimiye câmii 982 (1 5 7 4 ) *de tamamlan­ dığında câmiin ilk vâ’izliğine, şöhret ve ehliyeti do­ layısıyla Vâlihî getirilmişti. Bir ara serdar Lala Mus­ tafa Paşa 'ran şark seferine de iştirak ettiğini gör­ düğümüz Vâlihî, Tiflis’in özdemiroğlu Osman Pa­ şa tarafından fethi akabinde, şehrin kiliseden tah­ vil edilen camiinde kılman ilk cuma namazında (2 5 cemâziyelâhır 986 = 29 ağustos 1578) Mu­ rad III. adma, askere büyük bir heyecan veren hutbede bulunur ( Rahimî, Zafemame-i Hazrei-t Sultan Muraâ Han, Univ. Kütüp.. T Y nr. 2372, var. ı6 “~ 6 ). Hayatının sonuna kadar Selimiye câmii ’nde kürsî şeyhliğine devam eden Vâlihî, 994 ( 1 5 8 6 ) 'te Edirne'de vefat etmiş ve Tunca kenarındaki Şeyh Şücâ zâviyesi haziresine defnolunmuştur. Kendisi ile ayıu mahlâsı taşıyan Üsküblü Vâlihî 'nin söylediği tarihe dayanılarak Atâî tarafından 994 olarak tesbit edilen ölüm tari­ hini, Edime müverrihi Abdurrahman Hıbr! 20 zilka’de 996 ( 1 1 teşrin 1 . 1588 ) süratinde göstermek­ tedir. Diğer Edime tarihçisi Ahmed Bâdî ise bu ta­ rihi 20 zilka’de 994 ( I teşrin II. 1586 ) şeklinde alır. V âlih î’nin ölüm tarihim bâzı müelliflerin 996 ola­ rak kaydetmelerine mukabil, vefatı dolayısıyla 994 hilâlinde, kendisinden açılan yere Dizdar-zâde Şeyh Mehmed Efendi’nin tâyin edildiğini de biliyoruz ( Atâî, Şa^üytk^zeyli, İstanbul, 1268, s, 467; Kâtib



Çelebi, Fezleke, İstanbul, 1 2 8 6 ,1 , 1 3 4 ). Atâî 'nin, bu tâyinin tarihini ”9 9 4 hilâli" diye göstermesi Vâühî’nin vefatım hicri senenin başına (kânun I. 1585 ) götüren bir başka tarih ortaya çıkarmaktadır. Müstakim-zâde, ise, Üsküblü Vâlihî 'nin ebced ta­ rihini farklı bir hesaplayışla 942 ( I 535/J536 ) şek­ linde kaydediyor. Vâlihî’nin Câmi'ün-nezâir (Eğridirli Hacı K e­ m al) ve Mecmu at&'nmezâir (Edirneli Nazmî) gibi X V I. asrın ilk yansına âid şiir mecmuâlannda muhtemelen yaşının şiirde henüz bir seviye ve şöh­ rete müsaİd olmaması dolayısıyla yer almayan manzûmelerine ancak, asrın sonuna doğru tertib edil­ miş mecmuâlarda rastlayabilmekteyiz. Rind-meşreb bir şahsiyet olarak tanınan Vâlİhî'nin, güzel­ lere düşkün tabiatı dolayısıyla, şiirlerinin âşıkane bir vâdide olduğu eski kaynaklarda belirtilmekte­ dir. Âşık Çelebi, onu Molla Câmi ve Hâfız yolunu tâkib eden bir şâir olarak vasfediyor. ö te yandan Vâlihî 'nin mutasavvıfâne şiirlerini de gözden kaçır­ mamak gerekir. Haşan Çelebi onun muhtelif güzel tarih manzûmeleri olduğundan bahseder. Bu yol­ da manzÛmeleri bulunan Üsküblü V âlihî’nin şiir­ leri ile Edirneli Vâlihî ’nin şiirleri zaman zaman birbiriyîe karıştırılmıştır. Tezkirelerle, diğer eski kaynaklarda hiç zikri geçmediği halde, Bursalı T a ­ hir ve onu tekrarlayan T h . Menzel 'in Vâlihî ’nin müretteb bir divanı olduğundan bahsetmesi, Üsküblü Vâlihî ninkİ ile karıştırmaktan ileri gelme bîr zubûl olmalıdır. B i b l i y o g r a f y a : Ahdî, Gülşen-i fuarâ, Süleymaniye kütüp, Hâlet Efendi mülhakı, nr. 107, var. 2 136-214“; Âşık Çelebi, Meşairüş-şuarâ (n şr. M . Owens), London, 1971, var. 76 *; K ınalı-zâde Haşan Çelebi, Tezkire, Univ. Kütüp., T Y 1737, var. 3206-321»; Beyânî, Tezkire, ' Üniv. Kütüp., T Y 2568, var. 9 8 6-99»; Riyâzi, Tezkire, Nûruosmanîye Kütüp., nr. 3724, var. i4 4 » -6 ; Kaf-zâde Fâizî, Zübdet'ül-eşar, Üniv. Kütüp., T Y 1646, var. 1246; Nev’î-zâde Atâî, Şakayık zeyli (İstanbul, 1 2 6 8 ), s. 364 v.d.; Ab­ durrahman H ibrî,Enisü'l-müsâmirin, Üniv. Kütüp., T Y . 451, var. 77a - b ; Müstakim-zâde Süleyman, Macaîlat al-nisâb, Süleymaniye Kütüp., Halet Efendi, nr. 628, var. 433““ 6 ; Hammer, Gesckichte der osmanisdıen Dichtkunst ( Pesbt, 1837 ), I I I , 4 8 ; Şemseddin Sâm î, Kamusu 'l-alâm ( I s ­ tanbul, 13 1 6 ), V I, 4671; Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmant (İstanbul, 1315), IV , 601 v.d.; Fâik Reşad, Eslâf ( İstanbul, 1 3 u ), 1, 139-142; Ahmed Bâdî, Riyâz-1 Belde-i Edirne, Bayezid Devlet Kütüp., nr. 10392, s. 292 v.d,, 569; Osman Rifat, Edime RehmimSst (E dim e, 1 9 2 0 = 1 3 3 6 ), s. m ; Bursalı M . Tahir, Osmanlı Müellifleri ( İstanbul, 1338), I I, 476; T h . Menzel, wÂUHÎ ( E l , Leiden, 1933, IV , 1 1 7 8 ); O. Nuri Peremeci, Edime tarihi (İstanbul, 1939), s. 2 2 7 -2 2 9



VÂLİHÎ. ettiği husûsî fasılda ve diğerinden ayrı bir şahıs olarak ele almıştır. Nitekim Haşan Çelebi de, 976­ 3. ERGENEKÖPRÜLÜ V â U H î, Hakkında tek979 (1569-1571:) Edirne ikameti sırasında Edirneli kaynak olan Haşan Çelebi *nin verdiği bilgiye şâirleri ve bu arada zamanın şöhretli vâizi Vâlihî’yi göre, Edime 'nin Ergeııeköprüsü ( Uzunköprü) yakından tanımak, hayatı hakkında sağlam bilgi nahiyesinden yetişip Muhaşşî Sinan Efendi ’nin edinmek ve 994 (1586 ) ’te tamamladığı tezkiresi için Sahn müderrisliği sırasında onun dânişmendi ol­ gerdeli tahkikler yapmak fırsatım bulmuş olması duktan sonra, diğer Vâlihî gibi o da ilmiye sâhasım bakımından Haşan Çelebi Ergeneli Vâühî hakkında terk ile Gülşenî şeyhi Haşan Zarifi ye intisab ede­ verdiği bilginin Kurt-zâde Vâlihî'nin vaizlik şöh­ rek ondan hilâfet alır. Haşan Çelebi ’nin bu husus­ retini henüz kazanmamış bulunduğu gençlik dev­ taki ifâdesine açıklık getirmek isteyen Ahmed Bâ­ resi ile ilgili olması gibi bir ihtimâl düşünülemez. B i b l i y o g r a f y a : Haşan Çelebi, Tezkfre, dı, Vâlihî 'nin, Muhaşşî Sinan Efendi ’nin 9®5 ( l 577İ 1578) 'te Sahn müderrisliği sırasında ona dânİşÜniv. Kütüp., T Y nr. 1737, var. 319b; Nev’î-zâde mend olduğunu kaydeder. Ancak bu tarihte Mu­ Atâî, Şakctytk ztyti ( İstanbul, 1 2 6 8 ), 3. 365; haşşî Sinan Efendi, yaşlılığına rağmen ( ölm. 986 ) Mehmed Süreyyâ, S id ll-i Osmâni ( İstanbul, Süleymaniye Dârülhadîsi müderrisi bulunuyordu. 1315)« IV, 602; Şemseddin Sâmî, Kamusu lOnun, Semâniye müderrisliği ise, aslında 942-945 a'lam (İstanbul, 1316), V I, 4 6 7 i; Ahmed Bâdî, (1535/1530-1538/1539) tarihleri arasındadır (A tâî, D avâyik-i M ü lh akatı Vilâyet-İ E dim e, Bayezid Devlet Kütüp., nr. 10393, s. 8 ; Bursalı M . Şakayık zeyli, s. 249). Kendisine intisab ettiği be­ lirtilen Gülşenî şeyhi Haşan Z arifi‘nin de vefatı­ Tâhir, Osnumlt müellifleri (İstanbul, 1338), II, 4 76; T h , Menzel, mad., W  U hî, E l , 1933, nın 977 (156 9 ; Atâî s. 201; Evliyâ Çelebi, Ser yahatnâme, İstanbul, I 3 r 4 , I, 456; Hüseyin A yIV , 1178. 4. Ü s k ü b lü V â lî h î (? -1599/1600). Bir kadı vansarayî, Hadîkatü 'l~ceoâmt, İstanbul, 1281, II, 12 6 ), başka bir kayda göre ise 976 (Müstakim oğlu olan şâirin asıl adı Ahm ed’dir. Medrese tah­ -zâde, Macallat al-nisâb, Süleymaniye Kütüp., Hâ- silinin son safhasını İstanbul’da tamamlamak is­ let Efendi ktb., nr. 628, var. 306ü; Hulvî 'nin Le- teyen Vâlihî, Sahn medresesinde, 960 (15 5 3 ) tan mezât ’1, Üniv. Kütüp., T Y nr, 1894, var. I90İ> ile beri müderris bulunan Ahaveyn lekabıyla meşhur Tercemeri hâl-i İbrahim Gülşeni, İstanbul, 1289, s. Karamanî-zâde Mehmed Efendi’den, aralarında Hoca 23 'te ise Rumelihisarı ’ndaki tekkesinin yanlış olarak Sâdeddin, Bâld, Nev’î, Çevri, M uhyî ve Edirneli Anadoluhisan ’nda gösterilmesi yamsıra, bu vefat M e cd în in d e bulunduğu 1 4 ’ü şâir seçkin bir dâtarihi de çok farklı olarak 984 sürelinde kaydedilir ) nişmend grubu ile birlikte ders görmüştür. Kara­ olduğu göz önünde bulundurulursa, Vâlihî ’nin dâ- manı Mehmed Efendi 962 ( i 5 5 4 ) ’de Edirne’de nişmendlik devresinin çok daha önceki senelerde Bayezid 11. medresesine terfi ettiğinde, kendisinin olduğu anlaşılır, Müstakim-zâde'nin Üsküblü Vâlİ- hizmetinden aynlmayıp arkadaşı N ev'î ile berlhî nlmma, Konyalı Şeyh Ezelî-zâde (Abdurrah- ber Edirne ’ye gitmiş orada onun muîdi iken hocası m a n )’den (ölm . 9 72 = 156 5) inâbet aldıktan son­ 971 safer (eylül/teşrin I. i5 6 3 ) ’inde Süleyma­ ra Haşan Zarifi’den de halifelik aldığına dâir kay­ niye medresesine tâyin olunduğu vakit ondan mü­ dettiği bilginin, esâsında bu Vâlihî ile İlgili olup, bir lâzım olmuştur ( krş. Atâî, Ş akayık zeyli, s. 419 zuhûl neticesinde ötekine atfedildiğini sanıyoruz. ve 58). Tezkiresini 97* (1 5 6 4 ) tarihinde tamam­ Şeyh Haşan Zarifi’nin, rivâyete göre İbrahim Gül- layan Ahdî onu mülâzım zümresi arasında zikr­ şenî 'nin İstanbul 'u ziyâret ettiği 935 ( *528 ) ta­ eder. Kendisini yakından tanımak fırsatını bulan rihinden beri İstanbul’da önce Lân ga’da, sonra Ahdî, bilgi ve şâirfiğini çok takdir ettiği Vâlihî’nin Rumelihisarı ndaki Ali Baba zâviyesinde Gülşenî Edirne ve İstanbul ’da uzun seneler hizmetinde halifesi bulunması cihetiyle Vâlihî'nin Edime 'den bulunduğunu belirtmektedir. 974 (1566 ) 'te bitir­ İstanbul 'a gelip ona intisab etmiş olduğu anlaşılır. diği tezkiresinde Âşık Çelebi, Vâlihî ’yi Edime Tde Haşan Çelebi’nin vâizlikle şöhret bulmuş Edir­ Bayezid II. Medresesi *nde muîd olarak gösterir. neli Vâlihî 'den ayrı bir şahsiyet olarak bahsettiği Âşık Çelebi, onun Emri ve diğer Edirneli şâirlerle Ergeneköprülü Vâlihî yi, Bursalı T â h ir’in ötekisi müşâareleri bulunduğunu da söyler. Daha sonra ile karıştırması yamsıra, T h . Menzel de her iki Vâ­ ise Haşan Çelebi, onun Karamanlı Mehmed Efen­ lihî ’nîn aynı şahıs olduğunu ileri sürer. Atâî gibi d i ’nin tnuîdiiğini yaptığı sırada tedris mesleğini Mehmed Süreyyâ, Şemscddin Sâmî de Haşan Çele­ terkedip halka hizmet maksadı ile kadılık tarîkini bi ’nin kaydına uygun olarak Ergeneköprülü Vâlihî- seçtiğim haber veriyor. Kadılık hayatı ve bu vazi­ *yt Kurd-zide Vâlihî’den başka bir kimse kabûl fe üe nerelerde bulunduğu hakkında kaynaklarda etmişlerdir. Edime tarihçisi Ahmed Bâdî, vaiz Vâ­ bilgiye rastlanamayan, buna mukabil Ü sküb’e tâ­ lihî'yi Edime merkezinden yetişenler arasında gös­ bi Kaçanik’te Yemen fâtihi Sinan Paşa'nin yap­ termesine mukabil, bu V âlihî’yi, Cisr-i Ergene tırdığı câmi için yazdığı 1003 (15 9 4 ) tarihli kitâbe (Ergeneköprüsü)’ye mensup şahsiyetlere tahsis manzÖmesinden (bk. Ekrem Hakkı Ayverdİ, Yu­ ( Ahmed B âdî’deki hulâsasıdır ).



hal-tercümesinin nakil ve



VÂLtHÎ -



VÂ M lK U AZRÂ.



goslavya 'da Türk, âbideleri ve vakıftan, V D, 1936, III, 169; krş. Evltyâ Çelebi, Seyahainâme V , 552 v.d.), hayatının hiç dirilse son safhasını doğduğu memlekette geçirdiğini anladığımız Vâlihî, 1008 (1599/1600) ’de Ü sküb’de vefat etmiştir. Ölümüne şâir H ilâli’nin düşürdüğü tarih manzûmesini nakleden Evîiyâ çelebi, Vâlihî’nin kabrinin Osküb kalesi yanında Şeyh Lûtfullah zaviyesinde, şeyhin hemen ayak ucunda bulunduğunu ve bir ziyâretgâh hâline geldiğini bildirir ( Seyahatnâme, V , 562; krş. s. 560). Onun Konyalı Şeyh Ezelî-zâde Abdurrahman (ölm . 9 72 = 156 5) 'dan inâbet alıp daha sonra Gülşenî şeyhi Haşan Zarifi’den hilâfet aldığına dâir Müstaldm-zâde’de yer bulan kaydın Ergeneli Vâlihî ile ilgili mâlûmatla karıştırılmasından ileri geldiği kanâatindeyiz. Atâî, 1044 (1634 ) 'te tamam­ ladığı eserinde, bahası Nev’î ’nin yakın arkadaşı olarak Vâühî’nin adını zaman zaman zikretmekle beraber, nedense hâltercümesini vermemiştir. Şiirleri, bilhassa gazel tarzındaki manzûmeleri, Ahdî ’nin şahâdetinden de anlaşılacağı üzere daha gençlik çağında iken kendisine şöhret kazandıran Vâlihî, Âşık Çelebi 'nin de te’yid ettiği gibi ince ol­ duğu kadar, orijinal bir ifâde ve hayâl kabiliyetine sâhip bir şâir olarak tanınmıştır, ilk bahis konusu edildiği Ahdî ve Âşık Çelebi tezkirelerinden 20 ve 23 sene sonra ortaya konulan ve şahsına çok daha geniş yer tahsis edilen Haşan Çelebi tezkiresinde onun şâiriiği ve san’atı haklandaki takdirlerin çok daha ileriye gittiği görülür. Devrinin şöhret sahibi ve büyük şâirlerinden sayılan Vâlihî'nin şiirleri, X V I. asrın ortalarım geçtikten sonraki zamanda ve X V II. asırda tertib edilmiş şiir mecmuâlannda devamlı sûrette yer almıştır. Vâlihî nin müretteb ve mükemmel bir divan vücûda getirdiği haber verilir. Bundan ilk defa Haşan Ç elebi’nin bahsetmesi, Ahdî ve Âşık Çele­ b i ’nin tezkirelerim yazdıktan sırada Vâlihî nin henüz divanım tertib etmemiş bulunduğunu göstermektedir. Haşan Çelebi ile, ondan sonra Riyâzî ve Kaf-zâde Fâizî ’nin çeşitli iktibaslarda bulunduktan, Kâtib Çelebi tarafından da aynca işaret edilen divanının zamanımızda husûsî eller dışında resmî Icütüphânelerde nüshasına rastlana­ mıyor. B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilenler­ den başka bk. Ahdî, Gülşen-i Şuarâ, Suleymaniye Kütüp., Hâlet Efendi mülhakı, nr. 107, var. 212b -213b; Âşık Çelebi, Meşâirü’ş-şuarâ (nşr. Meredith-Owens), London, 1971, var. 76»-b; Haşan Çelebi, Tezkite, Üniv. Kütüp., T Y nr. 1737 var. 319»-320b; Beyânî, Tezkire, Üniv. Kütüp., T Y nr. 2568, var. 98b; Rİyâsn, Tezkfre, Nûruosmaniye Kütüp, nr. 3724, var. 144“; Kaf-zâde Fâizî, Zübdetü l-eş’âr, Üniv. Kütüp., T Y nr. 1646, yar. 124 b-125*; Rızâ, Tezkjite (İstanbul, 13 16 ),



s. 102 v.d.; Kâtib Çelebi, K a şf al-gtsnün (İstan­ bul, 19 4 1 ), I, 818; Müstakı’m-zâde Süleyman, MaeaUat al-nişâb, Suleymaniye Kütüp., Hâlet Efendi, nr. 628, var. 433b; Hammer, Geschiehte der Osmamschen Dichtkunts ( Pesth, 1837 ) , III, 104-107; Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmant ( İs­ tanbul, 13 x3 ), IV , 602; Şemseddin Sâmî, jKömusüT-alâm (İstanbul, 1 3 1 6 ), V I, 4671; T h . Menzel, mad. WÂLiHl. E l , 1933, IV , 1178. Bunlardan başka, tezkirelerde biri Belgradlı diğeri Bağdadlı iki Vâlihî ’den daha bahsedilmek­ tedir. Belgradlı Vâlihî’yi Ahtned adlı kardeşi ile birlikte tanıtan ve hakkında tek kaynağı teşkil eden .Latîfî, onun asıl adının Mehmed olduğunu bildirir. Şahsına karşı hicivde bulunmuş olan bu iki şâir kardeşten, Latîfî çok menfî bir dille bahsetmekte, onların, şiir kabiliyetleri olmadığı halde kendilerini çok yüksek gördüklerini söylemektedir (L atîfî, Tezkire, s. 355 v.d.). 953 ( X54) *te tamamlanan bu tezkireye yaşı bakımından girebilmesinin ne derece mümkün olduğunu bilemediğimizden, bu­ rada Üsküblü Vâlihî *nin, Ahdî ve Âşık Çelebi’nin kaydettiklerinden daha önceki hayat safhası ile ilgili bir bilginin, yâni Latîfî ’nin eserini hazırla­ dığı sırada Belgrad ’da ikâmet etmesi, yahut doğ­ duğu veya yaşadığı şehrin karıştırılmış olması gibi bir husûsun mu, yoksa gerçekten başka bir Vâli­ h î’nin mı bahis konusu olduğunu tâyin edemi­ yoruz. Bağdadlı Vâlihî sâdece hemşehrisi A h d î’nin tezkiresinde yer alır. Onun verdiği bilgiye göre, Kanunî devri şâiri olan bu Vâlihî, hayatım güzel­ den güzele aşk maceraları peşinde geçirmiş, rindmeşreb ve sohbet ehli bir şâir idi. Türkçe ya­ nında Farsça şiirler de kaleme almıştır (A h d î, Gülşett-İ Şttarâ, Suleymaniye Kütüp., Hâlet Efen­ di mülhâkı, nr. 107, var. 2i4«"t>; Hammer, Geschichle ies Osmanischen Reicbes, Pesth, 1834, 11, 554). Eski yazma mecmuâlarda Vâlihî mahlası ile görülen şiirlerin eskeriyâ hangi Vâlihî ’ye âid ol­ duğunu ayırd etmek mümkün olamamaktadır. Bunlar içinde ehemmiyeti dolayısıyla ” Şikâyet-i rûzigâr” başlıklı uzun bir maıızûmeyi (Süleymâniye Kütüp., A 1İ Nihad Tarlan yazmaları, nr. 62, var. 42*1-45*), bilhassa kaydediyoruz. ( Ö m er F a r u k A k ü n . ) V M D y V A -° A Z R  [B k . v â m ik v e a z r â .] V A M K V E A Z R  . VÂMÎK U «AZR» ( A .), Türkçe dâhil, bâzı şark dillerinde laleme alman bir aşk hikâyesinin ve bu hikâyeyi işleyen mesnevilerdeki baş kahramanların adıdır. V-mrk kökünden müştak olan ’’Vâmik” ve *a-z-r kökünden gelen ” 'Azrâs" sıfatlan, birincisi âşık; İkincisi delinmemiş inci, bâkİre kız v.b. mânalara gelir ( Fîrüzâbâdî, ¡Çamüs al-mukif, Kahire, 1 3 1 9 ,11, 89; III, 300; îbn Manşür, L A , Beyrut, 1968, IV, 5 5 i, 553i X , 385). ¿ a n



VÂMİK Ü AZRÂ. tezldrecilenmn birbirinden naklederek beyan et­ tiklerine göre, ’’Vâmik u ‘Azrâ’ ’’hikâyesinin kay­ nağı eski İran ’dır. Hikâye, ilk defa Sâsânîler dev­ rinde Husrav I. Anüşirvân (5 3 1-5 79 ) adına kaleme alınmıştır ve bunun bir nüshası, Hicri üçüncü asır­ da Horasan emîri ‘Abd Allâh b. Tâbir ( 213-230= 828-844)’e Nîşâpûr’da bulunduğu bir sırada tak­ dim edilmiş; fakat o, ateş-perestîer tarafından ya­ zıldığını, Kur ân ve hadîs varken müslümanlarm böyle bir kitabı okumamaları gerektiğini söyliyerek onu suya attırmış ve idâresi altındaki topraklar üze­ rinde bulunan eski iranlılara, husûsiyle ateş-perestIere âit söz ve yazıları hâvi bütün kitapların yakılarak imhâ edilmesini emretmiş (Davlat-Şâh, Tazkirat al-şffarff, nşr. Muhammed ‘Abbasî, Tahran, 1337 hş., s. 35; Rizâ Kulîbân, Hidâyat Macma' al-fuşaffff, nşr. Maşâhir Muşaffâ, Tahran, 1336 hş.,1. haft.; krş. Kazimirski, Menaııtchekri Poète Person du I I ime siècle de notre ère, Paris, 1886, s. 6 ). Bu rivâyet aym zamanda bahis mevzuu tezkiredlerin Iran şiirinin kaynağı ve İslâm öncesi varlığı hakkında söyleyebildikleri ü ç veya dört rivâyetten birini de teşkil eder (Kazim irski, ayru esr., gösi. yer. v.d. ). Bâzı şüpheler ileri sürülmekle birlikte son zamanlara kadar hâkim olan bu kanâat, j.v . Hammer ve onun izinde giden birçok Avrupah müellif tarafından da benimsenmiş ve müdâfaa edilmiştir (Hammer-Purgstall, Geschichte der asmanischen Dichtkumt bis auf unsère Zeit, Pesth, 1837, II, 45 v.d.; E.J.W, Gibb, History of Ottoman Poetry, London, 1902-1904, III, 26; H. Ethê, Târî!f~i adabiyâH Iran, trc. Rıza-zâde Şafak, Tahran, 1337 hş., s. 69 v.d.; E. G , Browne, Tan}} adabiyâi-t Iran, az Firdovsi ta Sa'di, trc. Path Allah Muctabaî, Tahran, 1341 hş., II, 415 v.dd.; E l mad. WÂMIÇ U ‘AdHRÂ’ ).



Bu rivâyetin doğru olduğu kabûl edilse bile, bu, Sâsânîler devrinde yazılmış "Vâmik u ‘ A zrff” hİkâ yesini mevzû alan bir Idtabm Hicrî III. asnn baş lannda mevcut olduğunu ve bu nüshanın ‘Abd Allâh b. T s h ir’in emriyle imhâ edildiğim gösterir, yoksa onun tamamen eski Iran menşe’ii olduğunu, Pehlevî dilinde yazıldığını, takdim edilen nüshanın orjİnalinin kendisi veya bir kopyası olduğunu gös­ termez. Zâten Davlat-Şâh *ın "Vâmik a ‘Azrâ?" unvânı ile zikrettiği bu mesnevinin; Sâsânîler dev­ rinde aym unvanla yâni bu Arapça kelimeleri taşı­ yan bİr başlıkla yazılmış olarmyacağı cihetle, İslâm sonrası devrin bir mahsûlü olarak ortaya çıkmış bulunacağı bedihîdir. Nitekim, İbn al-Nadîm, Hic­ rî II. asrın sonu ile III. asrın başlarında yaşayan, birçok vazifelerine ilâveten M e’mûn un kütüphane müdürlüğünü de yapan, Iran asıllı ve aynı zamanda koyu bir Iran milliyetçisi olan şâir ve fikir adamı Sahi b. Harun al-Dastamaysânî (olm . 215*= 830 yahut 245= 8 59 ) ’nin eserleri arasında ''aî-Vâmik va 'l~-Azrff" adlı bir kitabım da zikreder («I-



Fif)rist, nşr. Rizâ Tacaddud, Tahran, 19 71, a. 133 v.d.; krş. Brockelraann, SuppL, 1, 213; Muljammad Şafi‘ (M avlavî), Vâmik a ‘ A zrff-yi ‘ Unşuri, Pencab, 1967» Mufcaddima barzakanrt Ford, s. 3 V.d.)« Eğer Sahi b. Hârün ’un f b .bk.] ölüm tarihi, Brockelmann *m tesbit ettiği gibi ( SuppL, 1, 213 ), Hicrî 215 senesi ise, °Abd Allâh b. T âbir 'e takdim edilen nüshanın onun tarafından yazılan Vâmik O Azrâ nüshası olabileceği ihtimâli de kuvvet kazanır. N e yazık ki, Sahi b. Hârün'un kaleme aldığı "alVânak va 7 ‘A zr ff ” nın ismine göre, Arapça olduğu tahmin edilebilirse de, Arapça mı Farsça mı, man­ zum mu mensûr mu, telif mi tercüme mi olduğu, muhtevasının neden ibaret bulunduğu elde mevcut kaynaklardan anlaşılamamaktadır. Hikâyenin esiri Iran mahsûlü olduğunu ve Pehlevî dilinde yazıldığım kabûl edenlere göre Vâmik ** ‘ A zrff mesnevisinin cA bd Allâh b. T “hir *in emriyle imhâ edilmesinden takriben iki asır sonra adından başka birşeyı kalmamış olduğu bir sırada şâir ‘ Unşuri [ b. bk. 3 Vâımk a Azrâ 'yı yeniden Şehname vezninde yeni Farsça ile nazmetmıştir. Buna göre, bu mesnevi tamamen orijinal olup, daha sonra ya­ zılanlar ya aynen veya mazmünen onun tercüme­ sinden ibârettir ( Hammer, göst. y er.). Gerçekte ‘ Unşuri *nin Vâmik a 'A z r ff mesnevi­ sine esas aldığı ve al-Bîrünl ’nin Arapça 'ya aktardığı (bk. t A , mad. ‘ UNŞURİ) ve muhtemelen Faşıhî-yi Cıırcânİ ’nin de yararlandığı ( aş. bk.) aşk romanının menşe’i ve baş kahramanları Vâmik ile A zrâ ’nm, bu yeni mesnevide hangi kelime veya isimlerle kar­ şılandığı hakkında kesin bir şey bilmiyoruz. ‘ Unşuri maddesinde belirtildiği gibi, mesnevideki baş kah­ ramanların Arapça adlar taşıması, çeşitli şahısların görülmesi, hâdiselerdeki farklılık ve çeşitlilik, hikâ­ yede kahramanların bütün hayat hikâyelerinin anla­ tılması, türlü engellere rağmen özlenen bir birleş­ menin gerçekleşmesiyle son bulması ve bu vasıf­ larıyla hıristiyanlığm ilk asırlarında kaleme alınan Helenistik romanların mevzuunu andırması; onun şark menşe Ti olmadığı intibaını vermekte, ilk olarak Pehlevî dilinde yazıldığı rivâyetinin gerçeği yansıtmadığını ortaya koymakta ve bir mânada Yusuf u Zulayhâ, Husrav u Şîrîn, Layla u Macnûn ve Salaymân a Balfcis gibi birçok şark tipi mesnevi­ lerden onu ayırmaktadır ( P. Horn, Geschichte der Persischen Lîtteratur, Leipzig, I 9 ° ı, s. 178; Gibb, History of Ottoman, III, 2ö; krş. î A , mad. ‘ UNŞURİ). Ayrıca Muhammed Şaf! 'in, ‘ Unşuri *nin Vâmik u ‘ A zrff ’sına dâtr bulduğu 372 beyitlik metin ile yîne bu mesneviden çeşitli lügat kitaplarında dağınık olarak alınmış 141 beytin muhtevâsında ve Ahi Tarsus! mn Darab-nâma adlı eserinde (nşr. Za­ b it Allâh Şafâ, Bungâh-t iaraıma va naşr-İ Kitâb, Tahran, 1344 hş,, s. 206-210 ), atıa batlarıyla zik­ redilen bu hikâyede mevzuun Yunan tarihine âit hâdise ve kişilerle irtibatlı bulunması, en azından



VÂMIK U AZRÂ.



bu irtibatı sağlayan bir kaynağı esas alması ve hâ­ disenin Yunan topraklarında geçmesi, Vâmık ile Azrâ adlarının dışındaki kahramanların çoğunun Yunanca isim taşıması [ bk. mad. 'UNŞURÎ ], Vâmifc a ‘ Azrâ 3 mesnevisinin Yunan menşe’ii olduğunu gösterir. Kuvvetli bir ihtimalle bu hikâye, tıpkı benzerleri gibi, bâzı tasarruflarla Yunanca'dan, belki de Süryânice 'den Pehlevîce ’ye veya hem Pehlevîce ’ye hem de Arapça ya tercüme edilmiş; Yunanca aslı tercüme kasdı ile Bagdad'a ve ter­ cümelerinden bir veya birkaç nüshası Gazne'ye kadar gelmiş; 'Unşurî de ondan ilham alarak eserini yazmış; kezâ al-Bîrünî ve muhtemelen Faşlhl on­ dan yararlanmıştır. Mevzuun şarka has bir biçim almasına çalışıl­ dığı, hattâ bâzı müslüman müellifler tarafından şahsî görüşlerin dé eklendiği doğru ise de, Hammer ve diğerlerince sanıldığı gibi eserin, aslının Pehlevîce olduğu, Zerdüşt dinine âit birtakım akideleri ihtivâ ettiği İddiası ( aş. bk. ), ispatı güç bir faraziye olma­ lıdır. Bu aşk mesnevisinin nasıl geliştiğini ve muhtevâsım, Lâmi’î Çelebi’nin Vömik u ‘Azrâ 3 ’sırıdan anlamak mümkündür. Kâtib Çelebi ( Kaşf al-pmûn, II, *999 ) ye aldanarak Lâmi’î ’nin Vâmik u ‘Azrâ ’sıra 'Unşurî ‘ninkimn aynen tercümesi olarak kabûl etmekle ( Hammer, Gesehichle der Osmanischm, göst. yer.; Blochet, Catalogue des manuscrits Persans de la Bibliothèque Nationale, Paris, 1934» IV, 75 ) yanılmışlardır. Zîrâ, Lâmi’î ’nin san’at husûsiyetlerini gözden kaçırmışlardır. Halbuki Lâmi’i, Ka­ nunî ’nin kendisine 'Unşurî ’nin eserini tercüme etmesini değil, aksine aynı mevzûda herkesin hayran kalacağı yeni bir eser yazmasını emrettiğini söyler (Varak nk/9-10). Nitekim Lâmi'î bu eserinde aslâ bir mütercim gibi davranmamış; tamamıyle bir müellif edası içinde hayallerini serbestçe kullanmıştır. Kahraman­ larını şarktan seçmesi, adlarının şark menşe’li ol­ masına itinâ göstermesi, hâdisenin şark memleket­ lerinde cereyan etmesi, efsânevi unsurlara daha fazla yer vermesi onu 'Unşurl’den tamamen ayı­ rır. Diğer bir deyişle eserinin muhtevâsı, kendine has ve oldukça mükemmel üslûbu, baştan sona ka­ dar hiricî şekün tamamı Lâmi’i ’ye âit olup en azın­ dan 'Unşurî ’ninki kadar orijinaldir. Kâtib Çelebi ve diğerleri Lâmi’î nin Vâmifc u 'AzrcP’sını 'Un­ şurî’nin tercümesi saymakla hatâ etmişlerdir, 'Un­ şurî 'nin Vamtk u ‘ Azrâ adlı eserinin Ngşir-i (Jusrav'den Câmiye kadar uzun zaman meçhul kal­ dığı bilinmektedir (tafsilât için bk. M. Şafi®, M uk; s. 6-9, 3**355 S. Nafîsî, Külliyâttı “Irafcî, Tahran, 1338 hş., tür. yer. Bunun meçhûl kalışının sebep­ leri baklanda bk. Hammer, ayn. esr., II, 45 )• Lâmi'î, bâzı kaynak ve lügat kitaplarında 'Unşurî’nin Vâmt'k u ‘A zıa ‘sına âit bir veya birkaç beyti görüp aynen veya mazmûnen tercüme etmiş veya



bir başkasına mahsûs herhangi bir mazmûnu 'U n­ şurî ile müştereken kullanmış olabilir. Nitekim Ah­ med Ateş, neşrettiği Muljammed b. 'A lî aş-Zahîrî as - Samarqândî ’nin Sindbâd-Nâma 'sinde ( İstan­ bul, 1948, metin s. 147 ve n o t) yer alan mütekarib bahrindeki şu beytin Ba farzand bakist kam-ı padar Ba farzand zindast nâm-î padar zâhıren 'Unşurî 'ye âit olduğunu ve sebep olarak da Lâmİ’î ’nin söz konusu eserinde Murde dildur zâyı olur sîm u zar Zindedur farzand ile nam-i peder şeklinde bir beytin bulunduğunu söylemektedir. (L âm i’î'n in beyti için bk. Viyana nüshası, nr, 4*4, varak 21»; Paris nüshası, varak 1 4 V 11 ). An­ cak Lâmi’î'n in bu beyti; hiçbir zaman onun, 'Unşurî 'nin eserini hattâ ona atfedilen yukarıdaki beytini dahi tercüme ettiğini isbat edemiyeceği gibi, söz konusu beytin 'U nşurî’ye âidiyetini de kesin olarak ortaya koymaz. Çünkü Faşîhî-yi Curcânl 'nîn mesnevisi de mütekarib bahrinde kaleme alındığından ( aş. b k .) bu beytin ona âit olma ih­ timâli de vardır. Fakat, her hâl ü kârda aynı kül­ türün mensubu olan şâir ve yazarlarda, az da olsa bâzı müşterek mazmunların bulunduğu ve buluna­ bileceği aşikârdır. Ayrıca bu iki Vernik u ‘A zrff 'da ve diğerlerinde müşterek olan taraf, sâdece baş kahramanlarının aynı adı taşımış olmaları; onların mükemmel bir eğitime tâbi tutulmuş bulunmaları; hayatta muhtelif müşküller ve engellerle karşılaşmalarına, birçok ızdıraplara, belâ ve musibetlere, zulme, feci ve korkunç akıbetlere dûçar olmalarına rağmen, sonunda umûmîyetle başanya ulaşmalarıdır. Bu husûs elde mevcud bütün Vâmifc u ‘ Azrâ 3 'Iarda hemen hemen aynıdır; diğer kısımlar hattâ Vâmık ile A zrâ'nın şahsiyet ve hüviyetleri, mensub oldukları milletler ve yaşadıktan çevre ve memleketler bile tamamen farklı ve değişiktir. Meselâ 'U n şu rî’nin mesnevi­ sinde Vâmık, Krütîs adası hükümdarı M ilzıtes’in t bk. mad. 'UNŞURl), Lâmi’î ‘ninldn.de Çin hükümdân Taym os’un, Coşkânî ’ninkmde Sâsânî hükümdân Flatos’un, S u lh î’nînkinde Arap hükümdarlanndan birinin, Zahîr ’inkinde Saba hükümdârı Şâh N aşir’ın, Katîlî (British museum, nr. 9037), Şarfî, N lm l ve Muframmed Husayn-i Şlrâzl'ninkilerde Yemen httkümdânnm oğludur ( Muljammed Şafîc, muk; s. 125 v.d.; krş. Maljcüb, Suf)an, *347 hş., yıl 18, sayı 2, s. 137 ). Azrâ ise, 'Unşurî ’nin mesnevisinde Şamos (Samos) adasının hükümdarı Flikrat ’m, Lâmi’î ’nînkinde Gazne ( Gazneyn) hükümdarının, Cöşkânî'nînkinde Hallulj (K artu k ) hükümdânmn, K adîr H ân'ın, Şullji'nînkinde Keş­ mir yöneticisi, Zahîr 'İnkinde Cabulsâ hükümdânŞahbâl b. Şalşâl ’ın, Katîlî 'ninkinde Hİcâz hükümdânnın, Şarfî 'nînkinde "R um " kumandanlarından Suhayl 'in kızı; Nâraî' ve Muhammed Husayn-i Şî-



VÂMİK Ü A2RÂ. râzl’ninkilerde de bir köylü kızıdır (M . Ş a fî',Mukve Saban, göst. yer.). Anneleri ve samimî arka­ daşları da en azından bu kadar farklı kişilerdir. Ayrı­ ca sanıldığı ve iddia edildiği gibi (Hammer, Gibb ve P. Hom, ayn. esr., göst. yer.; aynca krş. Hom, s. 177 ) Vâmık ve Azrâ ’nm, birbirlerini rüyâda veya nakışlarda (resim lerde) görüp âşık olmaları, türlü güçlüklerden sonra başarıya ulaşıp müşterek bayat sürdürmeleri çeşidi müelliflerde değişik şekillerde anlatılmıştır (M , Şafii', ayn. esr., Muk-, s. 54, 77, 92-94, 101-102 105-107). 'Unşurî, Şarfi, Nâmî, Şîrâzı v.b. 'lannda Vâmık ile Azrâ şahsen birbirle­ rini görerek âşık olurlar (M. Şafî*, ayn. esr., Muk-, s. 9 3 ,10 1-10 2 ,10 6 ). Lâmi’î ’ye göre Azrâ, Vâmık’ın ününü duyarak ona âşık olur ve resmini V âm ık’a ulaştırmak suretiyle de onu kendisine âşık etmeyi sağlar (Paris nüshası, varak 22b-2 3 *). Sulh!, Kaş­ miri, Katili, Nâm!, Şirâz! v.b. ’de Vâmık ile Azrâ ’ya nikâh merâsiminden önce, yahut evlendikten hemen sonra değişik sebeplerle ya muradlarına ermeden, veya mutluluğu tatmadan ardarda ölürler (M .Şafl*, Muk-, s. 54, 77, 92-94,101, 105, 107 ). Mutlulukla son bulan Vâmik u cAzr3 >’1ar dahî, başladığı ve bit­ tiği yer itibârıyle farklı olduğu gibi, bunlarda bir­ leşmeleri planlanan kahramanlarla birlikte mut­ luluğa eren ikinci smıf kahraman çiftlerin sayısı da farklılık arzeder. 'Unşurî ’ninkinde Vâmık ile Az­ râ'nm dışında başka kaç çiftin nikâhlandığı, mes­ nevinin tamamı elde mevcut olmadığı için, bilinemıyorsa da, Lâmİ'î 'ninkinde Vâmık ile Azrâ 'nm dışında 4 çift T ûs şehrinde ( L â m i’î, varak 121b -122®); Zahir 'inkinde Vâmık ile Azrâ 'dan gayrı 2 çift Câbalsâ 'da muradına erer ( krş. Mabcüb, Sur ban, devre, X V III, sayı 2, s.140 v.d .). 'Unşurî'den başka çeşitli ırka mensup kimseler, farklı dillerde ve muhtelif devirlerde hu mevzu üze­ rine eğilmiş; Sahi b. Hârürı ve al-Bîrünl 'ninki dâ­ hil tercüme ve telif olarak 2 5 'ten fazla ''Vâmık u M zrö’ ” meydana getirilmiştir. Bunlardan ‘Unşurî'ninkıne en yakın olanı, hiç şüphesiz al-Bîrünı ( ölm. 4 4 0 = 10 5 0 )'ninki ile Faşih-i Curcânî (ölm . 4 4 1 = 1051, Gulâm Uusayn-i Yüsüfi, TacUfr.ât-ı fÇâhüsnâma, Tahran, 1345 hş., s. 332; veya hayatta olduğu kesin sanılan tarih 441-462 = 1049-1069, bk. Tazkirat al-$u°arif, s. 78 ) ’nin Vâmîk u M zm ’ 'sidir. D avlat-Şâh, Faşîhi 'nin, Vâmîk tı *Azrâ* hikâyesini tam bir mahlretle nazmettiği bu mesnevinin eskî ve parça parça olmuş birkaç yaprağını elde ettiğini, diğ'"’ kısmım ele geçirmek için Ömür boyunca arayıp dur­ duğunu, fakat muvaffak olamadığım ve ezberinde kalan aşağıdaki beytini yazdığım kaydeder: Ç i farruh vucüdî ki himmataş Ba mırad ba Pâ-yl valî ni'mataş (Davlat-Şâh, s. 78 v.d.; M . Şafî*, muk-, s. 8,30). ‘ Unşurî ’nin mesnevisi gibi Şehnâme vezninde kaleme alman bu mesnevi hakkında da kâfi bilgimiz yoktur. Bu da çok erkenden kaybolmuş ve eğer muhtelif



Islâm Ansiklopedisi



m



kaynaklarda. 'Unşurî ’nin Vâmik a "Azrff ’smdan olduğu söylenen beyitler arasında gerçekten Faşîh î ’ninkine ait olanı yoksa, onun sâdece yukarıdaki beyti günümüze kadar gelmiştir. Türkistan *ın Farbâr şehrinden olan (Davlat-Şâh, Tazkirat Şr- Derenbourg), al-Fahrİ, 323 v.dd.; Weil, Geschichte der Chalifen, II, 337- 34« J A. Mill­ ier, Der İslam im Morgen und Abendland, 1,5 23 v.d., 543 v.d.; Muir, The Caliphate ils Rise, Décliné, and Fail, s. 5I9"522; Dominique Sourdel, Le Vizirat Abbaside, bk. indeks ; M. A . Shaban, Islamic History, s. 69-72, 107; Hakkı Dursun Yıldız, İs­ lâmiyet ve Tiirhjer (İstanbul, 198°), bk. indeks. ( H akki D ursun Y ild iz .) _ VÂSIL. V Â Ş lL , b . 'A t â ° A bu H u z a y f a a l G a zza l . A b ü ’L-CA'o (M . 699-749)da denir. Islâmda nazarî kelâm ilmini başlatan ve ortaya çıkan dinî mes’elelerin izahında akla geniş yer veren bü­ yük teoloji ekolü M û t e z i l e ’n i n k u r u c u s u dur. Kaynakların yetersizliği yüzünden hayatı hak­ kında pek fazla birşey bilinmiyor. 699 ’da Medine *de doğan Vâşil, Ban! 2 abba ( ve­ ya Bani Malızüm ) soyunun azadlı kölesidir, İlk mûtezilî bilgileri, sıkı münâsebette bulunduğu 'Ali b. Abî Tâlib ’in torunu Abü Hâşim 'A bd Allah b. Muljammed b. al-Hanafiya ’den öğrendi. Bâzı eserler onun 181 ( 7 9 7 ) ’de öldüğünü ya­ zarlar ( Ibn Hallikân, Vafayât, Kahire, Ï949, V , 64; Zahabî, Mtzàn al-* itidal, Kahire, 1325 III, 267 v.d. ) ise de, 750 ’den sonra, onun hayatta olduğuna dâir hiçbir kayda rastlanmıyor. Vâşil, bir müddet sonra M edine’den Basra’ya giderek Abü Sa'id Haşan b. A b î’l-Hasan Yasar alBaşri [ b. bk. ] ’den ders gördü. . O , burada Cahm b. Şı f ân ( [ b. bk. J, ölm. 746 ), âmâ şâir Başşâr b. Btırd al-'AIJli ( [ b. bk. ] ölm.



V Â S IL .



219



783) ve 'Anır b. 'Ubayd Abü 'Osman ( [ b. bk. j ölm. 762) gibi mühim kimselerle tanıştı. Bunlar­ dan' Amr b. 'Ubayd ’in kız kardeşi ile evlendi. Kendisinin iplikçilik işi ile hiç alâkası, olmadığı halde ’’al-ğazâl” yâni iplikçi lekabı ile anılmasının sebebi olarak onun, iplik pazarında çalışan fakir ka­ dınlara sadaka vermek için sık sık oraya gitmesi gös­ terilir. Câhİz ise, al-Bayân oa'l-Tabyh ( Kahire, 1948, I, 14-33) adlı eserinde, iplikçiler pazarına, al-Hilâli ’nin azadlısı olan arkadaşı Abü 'Abd A l­ lah ’in yanma sık sık gidip geldiği için bu lekabm verildiğini söyler. Peltek olan Vâşil ,,r“ harfini gibi telaffuz ettiği için konuşmalarında, içinde r harfi bulunmayan ke­ limeleri kullanmak hususunda büyük dikkat gös­ terirdi. O , Arapça ’ya o kadar hâkimdi ki, arası açı­ lınca kendisinin peltekliği ite alay eden eski arkadaşı Başşâr b. Burd 'a karşı gösterdiği sert tepkiyi ak­ settiren konuşmalarında ” r„ harfini hiç kullanmamış, içinde bu harf bu’unduğu için Başşâr’m adım bile anmamış, ona künyesi ile ” Abü M u'âz ’’diye hitap etmiştir ( işfahânî, al-Ağânî, 1323, Mısır baskısı, III, 24 v.d.). Çok kuvvetli bir hâfızası olduğundan, konuş­ malarında Kur ân âyetlerinden ve Arap şiirinden yerinde ve s ü r’atle misaller ve açıklamalar getire­ rek, ileri sürdüğü fikirleri desteklerdi. Devrindeki felsefî cereyanlar ve mezhep mes’elelerİni iyi bilen ve aynı zamanda şâir olan Vâşil’m. açık ve akıcı bir konuşma san’atma sahip meş­ hur bir hatip ve cedelci olduğu hakkında A b d a lHakîm Baiba, cÂdâb aTMu’ tazila Kahire, ( s. 198 v .d .) adlı eserinde geniş bilgi vermektedir. Mutezile [ b. bk. ] de şîa ve havâric gibi başlan­ gıçta siyâsî bir teşekkül olarak ortaya çıkmış, 723” 749 seneleri arasında Vâşil ve bunun kayınbiraderi 'Am r b. 'Ubayd taraflarından geliştirilmiştir. Ali ’nin halifeliği sırasında cereyan eden müca­ delelere ( Cemel ve Sıffîn ) katılmış olanlar hakkında, daha o zamandan başlayarak açık bir takım kanâat­ ler doğdu. Şîîler Muâviye taraftarlarının kâfir ol­ duklarını, haricîler, hem Alı taraftarlarının hem de Muâviye taraftarlarının kâfir olduklarını, Mürcie ise, iki tarafın da mü’min olduğunu söylemekte idi­ ler. Hâricîler, Ali ’nin, hakeme başvurmayı kabûl edişinden sonra kâfir olduğunu iddia ediyorlardı. Aslında kaderiyeci olan, yâni insanın, yaptıklarından tamamen mes’ul olduğunu söyleyen ve bundan dolayı Mûteziie ’nin bir ölçüde kendilerinden saydıkları Haşan Basrî ise iki tarafa da hak veriyordu. Vâşil ve kayınbiraderi 'Am r b. 'U b ay d ’e göre, Cemel ve Sıffîn çarpışmalarına katılanlar müslümandırlar; ancak, kendi aralarındaki anlaşmazlık­ lar yüzünden iki fırkaya ayrılmışlardır; bu fırkalar­ dan hangisinin günahkâr olduğu bilinemez; bu se­ beple hükmü herşeyi bilen Allah ’a havâ’e etmek îcab eder; ancak, karşılıklı münâsebetlerinde on­



220



VÂSIL.



lara kelimenin dar mânasında mu miri gözü ile ba­ kılamaz, birbirlerinin aleyhine şahadetleri kabûl edilemez, bu fırkalardan her biri, ötekine göre jasık 'tır. 'Am r b. 'Ubayd, daha da ileri giderek bu fırkaların, müslüman cemâatinden herhangi biri için yapacakları şahitlikleri de kabule taraftar olma­ mıştır. Böylece, küfür ile imânın sınırını tâyin mes’elesinde Vâşil’ın M utezile 'de açtığı çığır, hareket, nok­ tası olmuştur. Nitekim Mas'ü di ( bk. Murüc alzahab, II, 191), Vâşil ve taraftarlarına, küfründe, imânm da dışında kalmış olmalarından dolayı M ûtezile denildiğini kaydeder. ' Emevîlerin amansız düşmanı olan bütün Mûtezileler gibi Vâşil da, 'A li b. Abl Tâîih soyu ile, ha­ yatı boyunca devam eden münâsebetler kurmuştu. A li soyundan Zayn al-'Âbidln b, Husayn b. 'A lî b. A bî Tâlib ’in iki oğlu: Şîa mezhebinin beşinci ima­ mı olan Muljammed al-Bâkir { ölm. 73i ) ve Zeydiye mezhebinin kurucusu olan Zayd (ölm , 740) onun talebesi olmuşlardır. Bundan dolayı Zeydılerin kelâm anlayışları Vâşil ’m kelâm anlayışına da­ yanmakta, Vâşil gibi onlar da Ebû Bekİr ’in halife­ liğini meşru saymaktadırlar. ltizalî cereyanların daha sonra, şîanm bir kolu olan Zeydiye tarafından kısmen de olsa yürütüldüğü anlaşılmaktadır. Nitekim, Jabakâl al-M u’ tazila mü­ ellifi AJjmed b. Yahyâ b. al-Murtaza al-Mahdi Lİdînillah {1363-1437) gibi bİr Zeydî İmamının Mûtezile ’yi mtidâfaa etmesi ve yaymak istemesi bu husûsu te’yid etmektedir. Vâşil ’m, Abbâsîlerin iktidara geçme gayretlerini alâka ile karşıladığı mu­ hakkaktır. 'Am r b. 'Ubayd de, Abbâsî halîfesi Man­ sur ’un yakın dostu, hattâ mânevi babası olmuştur. Zâten Mûtezile’nin kelâm mevzûlanndaki görüş­ lerinin en az yüzyıl müddetle Abbâsıler sülâlesinin resmî akidesi olmuş olması da, bu alâkayı te’yid eder. Mûtezile ’ye bu adm, icma-ı ümmetten ayrıldık­ ları için verildiğini yazanlar da vardır ( Bağdadî, al-Fark> Kahire, 1367, s. 71 )• Mûtezile kendilerini "ahi al-'Adi va ’1-Tavhîd" diye adlandırırlar. Ibn al-Kayyim al-Cavzîya, alMulftaşar al-ŞaticPifı ’inde sâdece "ah! al-‘ Adl” veya ” al-'Adllya" tâbirini kullanır ( I, 1x6 v .d .). Ibn al-Murtaza ise onlara "al-'Adlîya v a ’i-Muvalılıida" der ( Tabafıât al Mu'tazila, s, 2 ). Vâşil tarafından Mûtezile’de açılan çığırın, üçü ana prensip olan beş temeli ( asi) vardır. Prensip­ ler: 1- Tavljid, 2- Irâda, 3- al-Manzila bayn almanzilatayn ’dirler. Beş asla gelince, bunlar: 1- al-Taol}id\ bu asi, A llah’la mahlûkat arasındaki her türlü benzerliğin inkârıdır. Allah ’in sıfatları kabûl edilir ama bu sı­ fatlar, onun cevherinden ayrı değil, zâtının aynı­ dır. Allah görülemez. Vahy kuvvetle tasdik edilir. Allah ’ın varlığı, hassalanmızla değil kalbimizle idrak edilir. A lla h ’ın, bizde yaratacağı altıncı bir



duygu ile öteki dünyada idrâk edilebilecek bir ma­ hiyeti vardır, insan, hayat, ilim ve kudretin birleşme­ sinden meydana gelen bir cevherdir. Beden bu cev­ herin, yâni nefsin bir âletidir. 2- al-'Adl; Allah âdildir. Yaptığı her şeyde, ya­ rattıklarının iyiliğini gözetir. Bütün beşerî fiiller insanın serbest iradesinin mahsulüdür, iyi işler ya­ parsa mükâfat, kötü işler yaparsa mücazat görecek­ tir. Bu a s l ’da, A llah ’ın fenalık ve haksızlık yapamıyacağı, hastalık, ağrı, sızı gibi şeylerin insan ira­ desi dışında olduğu mes’eleleri münakaşa edilir. Mûtezile, irade hürriyetini kabûl etmekle kötülük yapan siyaset adamlarının da Allah ’ın adaleti icâbı âbirette cezâ göreceklerini söylemek istiyor, onları vicdan muhâsebesine dâvet etmiş oluyordu. M ûtezile’nin, Allah’ın adaleti temelinden hare­ ket ederek kabûl ettiği hürriyet fikri, serbest dü~ şüncenin gelişmesini, İslâm âleminde tembelliğin ve miskinliğin önlenmesini sağlama yolunda atıl­ mış en büyük adımdır. Mûtezilîler insana hürriyet tanımakla İslâm dininin içtimâi yaşayışa verdiği ehemmiyeti de benimsemiş oluyordu. 3- al-Va°â va'l-Va'id ( al-asmü oa'l-ahkam) : Bu a s ! , adalet prensibinin bir neticesidir ve dünyada iyilik edeninde, kötülük edeninde âhirette karşı­ lığını görmesidir. Mûtezile’nin bu prensibi, cemiyet içindeki düzenin emniyet içinde yürümesini sağ­ lamaya mâtuftur. Mûtezile, imâm, ikrar, bilgi ve amelin bütünü olarak kabûl eder. Onlar, böylece akla verilen ehem­ miyet dolayısı ile ona bilgi de katmıştır. Buna göre insan, dil ile ikrar etmek, iyi amellerde bulunmak ve bilgisi yâni aklı ile Allah ve peygamber fikrine ulaşmak süreliyle gerçek imanı bulmuş olur. ^-al-Manzila bayna 'l-manzilatayn : Mûtezile ’nin bu ana prensibi kelâm tarihinde yalnız Mûtezile ’ye mahsus bir görüştür. Buna göre, tevbe etmeden ölen günahkâr bir müslüman, mü’min ile kâfir ara­ sında mânevi bir derecede yer alır. Hâricîler (bilhassa Azârika), büyük günah iş­ leyeni kâfir sayarlar. Mürcie, büyük veya küçük günahların, iman sahibine zarar vermiyeceğini söyler. Ehl-ı sünnet ise, büyük günah işleyeni müslim fakat fâsık kabûl eder ve bunların, âhirette cezâlarını çektikten sonra cennete gireceklerine inanır. Görüldüğü gibi Mûtezile, ne hâricîler gibi katı bir görüşe sabip olmuş, ne de Mürcie gibi işi hafife almıştır. Onlar orta bir yol tutmuşlardır. 5- al-amr b i’l-m'arüf üa'n-nahy ' ani’l-munkar: Kur’ân hükümlerine uyarak her müslümanın iyi­ liği emretmesi ve kötülüğü yasaklaması îcab eder. Mûtezile bu a s 1 ile cemiyet içinde sıkı bir kontrol taraftan olmuş, kendi prensiplerine karşı gelenlere ağır hücumlarda bulunmuştur, iyiliği emrediyoruz diye kendi te’vil ve görüşlerini başkalarına zorla kabûl ettirme yolunu tutmuştur. Meselâ, Halîfe Me’mûn (815-833) zamanında Kuran ’m mahlûk (yap



VÂSIL. ratılmış) olduğunu tabûl etmeyen, Hanbelî mezhe­ binin kurucusu Aljmed b. Hanbal (780-855), bu yüzden tâkibata uğratılmıştır. Bunlar dışında Mûtezile ‘nin, Ailah ’ın görülüp görülememesi, K u ra n *m mahlûk olup olmadığı, husn ve kubh, aJtıl ve iıalşil mes’delerinde de kendi­ lerine has görüşleri vardır. Vâşil, Basra’da kendisine bağlı birçok taraftar edindi ve bunlann bir kısmını İslâm memleketlerine yolladı. 'A bd Allah b. idâ­ ri? 'i, Mağrib ’e gönderdi. Onun buralardaki faali­ yetleri neticesinde sâdece Tlemsen bölgesindeki T âhert yakınlarında yerleşik ve göçebe halk arasında otuz bin taraftar kazandı. Horasan 'a ffafş b. Sa­ lim ’i yolladı. Hafş, Tirmiz şehrinde, Ceberiye mez­ hebinin kurucusu sayılan Cahm b. Şafvân (ölm. 74 5) ile şiddetli münâkaşalara tutuştu. Çâsim b. al-Sacdî adındaki bir talebesini Yemen *e, Ayüb b. Ca'far admdakini Elcezîre *ye, Haşan b. Zakvân ’1 Küfe şehrine, 'Oşmân b. fjlâlid al-Tavll Abü cAmir’i Ermeniya’ya yolladı. Vâşil ’m Basra ’da bunlardan başka bişr b, Sacid ve Abü cOşman al-Za'farâni adlarında iki meşhur talebesi daha vardi ki bunlar, Bağdad ’dan yanla­ rına gelen Küfeli Bişr b. al-Mu'tamir ( ölm. 825 ) ’e Mûtezile ’nİn prensiplerini benimsettiler. Bu, sonra­ dan Mûtezile ’nin Bağdad kolunu kurdu. Bişr b. al-Mu'tamir ’in muhaliflerine karşı yazdığı bir ri­ sale kırk bin beyti ıhtivâ ediyordu. Vâşil ’dan sonra onun tesbit ettiği prensipleri müdâfaa ve onun metodu ile mücadeleye devam eden öteki Mûtezile büyüklerinin başarıları da çok olmuş­ tur. Bunlar, mezheplerinin kurucusu Vâşil gibi muhalifleri İle yaptıkları meşbur münâzaralar ve elde ettikleri büyük muvaffakıyyetlerle birlikte, Mûtezile meseleleri ile alâkalı bir hayli eser de yazmışlardır. Bunlardan Abü ’1-Huzayl al-'Allâf ( 752-840 veya 849) altmıştan fazla, al-Cahiz ( ölm. 869) muhaliflerine reddiye olarak sekiz, Mûtezile prensiplerini müdâfaa eden altı eser yazmıştır (bk. îbn al-Murtaza, al-Munya, Beyrut, 1961, İndeks; YâVüt, Mtfcam al-Udabâ, Kahire, 1357, s. 107ııo). V â ş i l b . CA t â3 ’ n ı n e s e r l e r i : îbn alNadim ve îbn al-Murtaza, Vâşil ’m on bir eserinin adını vermektedirler. Ancak bunlardan bir tanesi, içinde ” r„ harfinin bulunmadığı konuşmalarım ibtivâ eden "Kitâb al-Hulba” bize kadar gelmiş, diğerleri ele geçmemiştir. Adlarını bildiğimiz eserleri şun­ lardır : 1-Aşnâf al-Murcc’a, 2-Kitâb f i 'l-Taoba, 3-jKitâb al-Manziîa layn al-Manzilntayn, 4-Kitâb al-Hulba, $-Maeâni'l-Kur'ân, 6-aTHutab fİ',-TaüIfii va ’t-*Ad!, 7-Kitâb f i ma başaja baynahu va bayn cAmr b. "Ubayd, S-Kitâb al-Sabîl ilâ Maarifat al-Haltk, Ç-Kitâb f i 'l~Dacüa, 10-Kitâb febakâl ahi al-Hlm Va 'l-cahl, Xl-Kitâb al-Alf. Bu sonuncu mani mezhebindekilere cevap vermeleri için sorul­ muş bin suali ihtivâ ediyormuş. •



221



B i b l i y o g r a f y a : al-Mas'ûdı Murüc al-Zakah; ayn. ra\\., al-Tanbth va'l-Aşrâf (Kahire, 1938); Abü ’l-Husayn, cAbd ai-Rafüm b. Mukammad b. 'Osman al-tJayyât, Kitâb al-intişâr (Kahire, 1925), al-Câ|ji?, Kitâb at-Bayân Va V-Tabyin ( Kahire, 1947); al-Buljalâ (Kahire, 1939-1940); al-Tâc f i ajtlâlı al-mulök (Kahire, 19*4); Mu"aHim alcA[(l va ’l-adab (Kahire, 1948); MacmtT rasötil al-Câhiz (Kahire, 1943); Ihn Kutayba, Adab alKâiib ( nşr. Grunnert, s. 15 ); al-Maârif ( Kahire, 1300); Abü ’1-Farac al-Isfahanl, Kitâb al-Fark bayn al-Firak ( Kahire, 1367 ); al-Şahristâni, Kitâb al-Mikd va ’l-Nihal ( nşr. Cureton, s. 31­ 34); Nihâyât al-lkdâm f i "ihn al-Kaläm (Oxford, 1934); al-Mubarrad, al-Kâmil (nşr. Wright); îcî, Maüakif (nşr. Soerensen); îbn blallikân, Vafayât al-°Ayân (Kahire, 1949), V , 60, nr. 739; Yaküt, İrşad (nşr. Margoliouth), G M S , V II, 223; A h­ med b. Yahya b. al-Murtaza al-Mahdi Lidînitlah, Kitâb al-Munya va'IeAmal, Haydarâbâd, 1316 ( nşr. Arnold), Leipzig, X902; Kitâb Tabakflt al-Mu°tazila (Beyrut, 19 6 1); al-Zahabl, Mizan al-fitidâl, nr. 2301 ; îbn al-Nadîm, al-Fifjrist ( Kahire, *344), s. 255; A b ü ’1-fcîasan al-AşcarI, Malalat al-îslâmiyyın (İstanbul, 1929); Risâla f i îsliltsân al-Havz fi cilm al-Kalâm (Haydarâbâd, 1344); Kitâb al-İbâna "an Üşül al-DiySna (Haydarâ­ bâd, 1321 ); Kitâb al-Lumca ( Kahire, 1955 )î Şams al-Dîn al-Makdisî, Ahsan al-Taköslm f i Ma'rifat al-AJtâlîm (Leiden, I9°6 ); Tabarî, Târll} al-Umam va’l-Mulûk, Leiden; Camal alDîn al-I£asimî, Târll} al-Cahmiya va'TMuHazila ( Kahire, 1331 ); Ajjmed b. Ca'far al-Yakübi, Tärlf} al-Ya‘k&bi (Leiden, 1884); Zuhdi Haşan Cârullah, al-Mıftazila { Kahire, 1947 ); Abu ’1Hasan Mul.ıammed b. Ahmed al-Malap, Kitâb al-Tanblh va ’l-rad ala ahi al-Âküa5 va '1-bİd‘a ( nşr. S. Dedringh ); al-ĞazalI, al-lkllşad f i 'l fitikßd ( nşr. İbrahim A . Çubukçu ve Hüseyin Atay) Ankara, 1962; Abü Muhammed al-Hasan b. Musa al-Navbaljtî, Kitâb Firak al-$î°a (İstanbul, 1931); Kemal İşık, Mutezile'nin Doğuşa ve Kelâmı görüşleri (Ankara, 1967); Neşet Ça­ ğatay ve İbrahim A . Çubukçu, Islâm mezhepleri tarihi (Ankara, 19762); Abd aî-Hafeîm Balba, Adab al-Mu"iazİla (Kahire, 1959); Weil, Gesc­ hichte der Chalifen, I, 193; IL v.d.; A .V . Kremer, Kulturgeschichte der Orientes unter den Chalifen, II, 410 v.d.; H. Steiner, Die Mûtaziliien ( Leipzig, 1865), s. 25, 49 v.d.; I. Goldziher, Vor­ lesungen über den Islam (Heidelberg, 1910 ), s. IOI; H. Galland, Essai sur les Mu’iazililes (G enève), s. 30 v.d.; Albert N. Nader, Le Systeme philosophique des Mutazila, Premiers penseurs de l 'islam (Beyrout, 1956 ); Abd al-Raijman Badavi, Histoire de la philosophie en Islam, I, les Philosop­ hes Théologiens (Paris, 1972); Henri Laoust,



VÂSIL — VÂSIT. Les Schismes dans l'isîam mad. MÛTEZİLE.



( Paris, 1965); I A



( N e ş e t Ç a ğ a t a y .)



V Â S IT , Eskiden Irak ’ın en ehemmiyetli şehir­ lerinden biri olan Vâsıt, Haccâc b. Yusuf [ b. bk. ] tarafından kurulmuştur. Kuruluş tarihi olarak Arap müellifleri 83. (702 ) ve 84 (703 ) senelerini verir­ ler (krş. Streck, Babylonien nacb den arahiscken Ceographen, s. 324 v.d.; Perier, Vie d 'al-Hadjdjâdj ¡bn Yousof, s. 208; Mascüdî, Tanblh, s. 360; yeni bir şehrin kurulması ve yerinin seçilmesini icâb et­ tiren sebeplerin haklılığı için krş. Tabarî, II, 1125 v.d.; trc., Streck, ayn. esr., s. 323 v.d.). Yâ!jüt 'un bir rivayetine göre, şehrin inşâ faâliyeti 83-86 (702-705 ) seneleri arasında devam etmiştir. Haccâc ’m daha 84 senesinde vâlilik merkezini bura­ ya naklettiği kesindir, placcâc, en iyi askerleri olan Suriyeli birliklerine manevî destek sağlamak ve on­ ların Irak halkı ite sürtüşmelerine mâni olmak dü­ şüncesiyle müstahkem bir karargâh kurmak isti­ yordu. Bu yeni ordugâh, aynı zamanda buraya he­ men hemen aynı uzaklıkta bulunan ve devamlı huzursuzlukların hâkim olduğu Küfe ve Basra or­ dugâh şehirlerini itaat altında tutmakla da vazifelendirilmişti ( krş. Müller, Der İslam im Morgen und Abendlande, Berlin, 1885-1887, I, 394; Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, Türk. trc. Anka­ ra, 1963 ; Perier, ayn. esr., s. 205 v.d.; Reİtemeyer, Die Staiiegründungen der Araber im İslam, s. 46 v .d .). Batîha [ b.bk. ] 'nın hemen yukarısında yer alan Vâsıt, büyük bir kısmına güçlükle girilebilen bu bölgelere tamamen hâkim olacak müstahkem bir mevkî olma durumunda idi. Kabul edilen umûmî kanâate göre bizzat al -Haccâc, yeni şehri için Vâsıt ( merkez, orta ) adını seçmiştir; çünkü burası Irak’m o zamanki iki mer­ kez şehri olan Küfe ve Basra ’nın hemen hemen tam ortasında ve hattâ Hûzistan ’ın merkezi Ehvâz ’a aynı mesâfede bulunuyordu. Diğer bir rivayete göre, al-Haccâc tarafından kurulacak şehir için seçilen yerde eskiden Vâsit al-Kasab (Kamışlık Vâsıt) adlı meskûn bir mahal bulunuyordu (krş. Streck, ayn. esr,, s. 322 v.d.; Perier, ayn, esr., s. 206 v .d ). Abbâsî hilâfeti devrinde İslâm şarkta, Arapça isim olarak 20 'den fazla Vâsıt adım taşıyan yer bulunu­ yordu. Bunların hepsinin en ehemmiyetlisi al-placcâc ’m kurmuş olduğu Vâsıt olup, aynı adı taşıyan diğerlerinden ayırmak için, umûmiyetle Vâsit al -I.Iaccâc deniyordu; yine aynı maksatla burası Vâsit al-'u?mâ ve Vâsit al-'Irâk diye de isimlendiriliyordu ( krş. Streck, ayn. esr., s. 323 ). Vâsit al-Kasab denilen bir yerin oldukça şüpheli olan mevcudiyetini bir tarafa bırakırsak, al-Haccâc tarafından kurulan şehrin hemen yakın çevresinin Sâsânîler tarafından iskân edildiğine muhakkak nazarıy­ la bakılabilir. Bu şehir Dicle ’nin garp kıyısı üzerin­



de yükseliyordu; Kesker ise, bunun hemen karşısında nehrin diğer kıyısında, yâni .şarkında yer alıyordu. Vâsıt ’ın kuruluşunun kısmen efsânelerle süs­ lenmiş tarihinde al-Haccâc ’m Küfe ’den getirtmiş olduğu müneccim ‘Abd Allah b. Hilâl mühim bir rol oynamıştır ( krş; Yâ]jüt, Mu‘cam, IV, 885 v.d.; ve I VZKM, VII, 225). Yeni şehrin kurulması büyük masraflara mal olmuştur ( bu hususta krş. Streck, ayn, esr., s. 325; Perier, ayn. esr., s. 208 ve Reİtemeyer, ayn. esr., s. 47 v.d.). al-Haccâc tarafından inşâ etti­ rilen saray oldukça yüksek yeşil bir kubbe ile Ör­ tülmüş ve bu sebeple al-kubba al-JjazrS’ adını al­ mıştır. Planı (temellerinin kare şeldi, yan duvar­ larının eni-boyu, kubbesi) daha sonra Halîfe al -Manşür tarafından Bağdad ’da inşâ ettirilen sa­ raya örnek olmuştur. Yine bu sebeple al-Manşür‘un sarayı da al-fiubba al-hazrff diye isimlendiril­ miştir. al-Haccâc, sarayının yanında şehrin cuma cim im i'inşâ ettirmiştir. Herzfeld’in işâret ettiği gibi { krş. Sarre - Herzfeld, Archâolog. Reise im Euphrat-mıd Tigrisgebiet, Berlin, *9*9, II, *35), al -Manşür, Bağdad ’daki sarayının hemen yanında yap­ tırdığı cuma cimimde de bunu taklit etmiştir.



al-l;Iaccâc ’m Vâsıt ’ta yaptırdığı başlıca binalar arasında Dlmâs (muhtemelen Grekçe 5 r)tı6arıov hapishane) diye isimlendirilen hapishaneyi zikret­ mek lâzımdır (krş. Streck, ayn. esr., s. 326). al-Haccâc yeni merkezine yerleşmek için başlan­ gıçta Araplara ( husûsiyle Suriyeli Araplar) mü­ sâade etti; daha sonra büyük bir kısmı esir olarak getirilen ve bir kısmı da kendi arzularıyla yerleşmeye gelmiş olan Mâverâünnehr Türklerini, bilhassa Buhârâ menşeli olanları, Basra ’dan buraya celbetti ( krş. Perier, ayn. esr., s. 209 ). Ancak 95 ( 7* 4) ’te ölen ve buraya gömülen al-Haccâc ’dan sonradır ki, bölgenin yerli Aramî halkı ve Iranlılar şehre girme hakkını elde ettiler ve böylece asırlar boyunca ol­ dukça karışık bir nüfus teşekkül etmiş oldu. Vâsıt ve Kesker, yavaş .yavaş müşterek siyâsî ve ticarî menfâatlerin sıkıca birbirine bağladığı bu ikiz şehir, büyük bir merkez hâline geldi. Vâsıt, Emevîler zamanında, bu lıânedâmn son seneleri müstesna, Irak ’ın en ehemmiyetli şehri, eyâletin idâri merkezi ve valinin ikâmet mahalli olarak varlığını devam ettirmiştir, tik defa A bblsîler, Vâsıt ’ın bu üstün durumuna son verdiler. Bununla berâber Vâsıt, ülkenin merkezi olmamasına rağmen stratejik ehemmiyetini korumuştur. Merke­ zî ve Cenûbî Irak ’ın, husûsiyle Batîha ve Mey­ sin [ b. bk. ] ’m siyâsî ve askerî tarihinde her zaman için mühim bir rol oynamıştır. X II. asırda Vâsıt ’ın siyâsî vaziyeti ve çevresi hakkında hükme varmak için tbn al-Mu'allim ’in şiirleri dikkate değer (krş, Margoliouth, J A , X X V I, 334 v.d. XV. asırda Vâ- . sıt, Muşa'şa* hanedanının hâkimiyetinde mühim rol oynamıştır; bk. Caskel, Islamica, IV, 48 v.d).



VÂSIT.



223



XV. asrın sonuna doğru şehrin yavaş yavaş çök­kıymetli kumaşlar da vardı ( krş. B G A , IV, 375 meğe başladığı zannedilmektedir. Bu çöküşü, Kut- ve Sahnen, L 'Introduction topograph. a l ’histoire de ül-Amâre ’de daha önceleri vuku bulan Dicle ’nin Baghdad d'al-Kha(ib al-Baghdödî, Paris, 1904, s. ikiye ayrılmasının ve iki kol hâline gelmesinin do­ 135). Nehir trafiğinin kesâfeti sebebiyle Vâsıt ’ta ğurduğu kötü neticeler hızlandırmıştır. X VII. as­ gemi yapımı da muhakkak ki gelişmiş olmalıdır; rın ilk yarısında yaşamış olan Türk coğrafyacısı İrak ’ta bugün bile gemi ismi olarak al-Vâstfya ’nin Kâtib Çelebi, Cihânnumâ ’sında { Latince trç. Nor- kullanıldığına rastlanmaktadır ( krş. Luğat ed-‘ Arab, berg, Lund, 18x8, s. 70 ), Vâsıt ’m çölün ortasında Bağdad, 1927, V , 463 ). bulunduğunu ve oradaki kanalın kamış kalemleriyle Böylece Vâsıt, Sâsânîlerin Irak ’1 vergi siyâseti meşhur olduğunu yazmaktadır. sebebiyle taksim ettikleri oniki kazânın birisinin Nüfus, şehrin en parlak devrinde çok kalabalıktı. merkezi olan Kesker ’in yerine geçmiş oldu ( krş. Vâsıt *ta birkaç defa bulunmuş olan Yâküt, XIII. Streck, ayn. esr., s. IS, 18, 332 ). asrın ilk senelerinde buranın hâlâ büyük bir şehir Vâsıt, yalnız büyük bir ordugâh şehri, mühim olduğunu söyler. Dihf^Sn ’1ar, îranlı arâzi sahipleri, bir ticâret ve zirâat merkezi değil, aynı zamanda daha YaTübl (bk. B G A , VII, 322) zamanında, İlmî araştırmalarda, bilhassa İslâmî ilâhiyat sâhayâni 891 ’de eski Kesker şehrinde oturuyorlardı. Hı­ sında meşhur idi. Mukaddasi ’nin eserini yazdığı ristiyan unsur, İslâmî devirde Vâsıt ’ta oldukça ehem­ sıralarda (985 ’e doğru) bu şehir halkı arasında miyetli idi; onların mahalleleri, Sâsânîler devrin­ meşhur fakihler ve hâfız-t Kuran 1ar bulunuyordu; de olduğu gibi Kesker 'de yer almış olmalıdır. herşeyden önce Kur ân tetkikleri burada canlı bir Burada Arap fethinden az önce bir de Yahudi ko­ şekilde yürütülüyordu ( Mukaddasi, s. 118 v.d. lonisinin bulunduğu muhakkaktır. 1 17 0 ’te Irak- not). XIV. asrın ilk yarısında V â sıt’ta bulunmuş ’tan geçen Tuleytılîli Benjamin, Vâsıt ’ta bir Yahudi olan İbn Batjüta ( I I , 2, 9, v.d.; krş. Streck, ayn. cemâati bulmuştur; bu şahıs Basra’da 10.000 Ya­ esr., s. 330 v.d .), büyük ekseriyeti Kur 'ân ’1 hıfzet­ hudi ’nin olduğunu tahmin { oldukça mübalağalı) tiği ve onu yanlışsızca okuduğu için, Vâsıt şehrinin etmektedir. Muhtemelen bu Yahudi kolonisinin dindar halkını takdir etmektedir. Tecvîdü'l-Kur'ân büyük bir kısmı eski şehrin şarkındaki belli bir ma­ [ b. bk. ] burada husûsiyle rağbet görüyordu. îsmâ'il b. "Alî ( ölm. 1291 ’e doğru ) Kur ân okuma hallede oturuyordu. Vâsıt ’m kurulduğu bölge al-Haccâc ’in burayı san’atınm Vâsit menşeli üstadları arasında zikre­ iskân etmesinden önce verimsiz olmalıdır. al-Idac- dilir ( bk. Brockelmann, G A L ; I, 4 11 )• Fars’ta doğmuş olan mutasavvıf al-Hallâc [b.bk.] câc etraftaki arâziyi ıslâh ederek, halk için çok müsâit hayat şartlan sağladı. Vâsıt ’m ikliminin Bas­ ’ın gençlik senelerini Vâsıt’ta geçirdiğini zikret­ ra 'nınkinden daha iyi olduğuna inanılacak kadar mek lâzımdır ( krş. L. Massignon, al-Hallaj, Pa­ sağlık hizmetlerini düzeltti. Arap coğrafyacılarının ris, 1922, I, 20 v.d.). Bu münâsebetle Karmatî hepsi, sayısız meyve bahçelerini, geniş hurmalıkları, Bakliye [ b. bk. ] tarîkatinin kurucusu Abü Hatim çok sayıda bakımlı bahçeler ve binaları, her tarafta (295=908) 'in Vâsıt’m sevâdmda ortaya çıktığını da akan, içinde bol balık bulunan ve Vâsıt bölgesinde belirtmek gerekir. Vâsıt'ta, şehrin ve çevresi olan Ba i î ı a ’mn ta­ zirâatin gelişmesine imkân veren suları metheder­ ler. Vâsıt ambarlarından büyük miktarda hububat rihi ile meşgul olunmuştur. Aslam b. Sahi Bahşal İhraç ediliyor ve kıtlık senelerinde Bağdad, erzakını ( ölm. 904), bilhassa hal tercümelerinden mey­ Vâsıt ’tan te'min etmek mecburiyetinde kalıyordu dana gelen mahallî bir tarih yazmıştır ( bk. Wüs­ ( bu hususta Iştahrî, İbn bfavkâl, Mukaddasi, Yâ- tenfeld, Die Geschichtsckreiler der Araber, A b i;Gt, Kazvînî ve ibn Batfüta 'nin verdiği bilgiler G G V , 1882, nr. 83; Brockelmann, G A L , I, 138). Tarihçi îbn al-Mağâzill al-Cullâbî (ölm. için bk. Streck, at/n. esr., s, 328-330). Vâsıt, Dicle üzerinde seyrüsefere müsâit bir H 3 9 ) ’nİn ona bir zeyl yazdığı bilinmektedir ( bk. yerde bulunması, Irak 'm ortasında merkezî bir \Vüstenfeld, ayn. esr., nr. 240), cAbd al-Rahmân mevkide yer alması ve üç istikâmete ( şimâl, cenup Muhammad b, SacId al-Zahabî al-Dubayşî ( ölm. ve şark) giden büyük ve başlıca yolların başlangı­ 1239) ’nin mahallî tarihi bu son eserin bir nevî cında bulunması dolayısıyla aynı zamanda ehemmi­ zeyli olmalıdır ( bk. Wüstenfeld, ayn. esr., nr. 323; yetli bir ulaşım kavşak noktası idİ; bu yollardan Brockelmann, G A L , s. 330; Z S , 11, 107). îbn Abi ’l-cAbbâs Al.ımacI b. Bahtiyar al-Vâsij! birisi Dicle boyunca Bağdad ’a, İkincisi Batîha üze­ rinden Basra ’ya ve üçüncüsü de Ehvâz ( Hûzis- (ölm. 1157), Batîha 'nin bir tarihini ( Tacr~ih al~ ta n )’a gidiyordu. Bu itibarla Vâsıt büyük bir ticâret B ofS ’ ik ) yazmıştır (krş. CAH Şarki, Luğat al-°Arab, merkezi olarak gelişmeğe müsâit idi; Mukaddasi, V I, 279 v .d .). . • V âsıt’ta kuruluşundan (8 5 = 7 0 4 ) İlhanlı hü­ burada hareketli kapalıçarşılarm bulunduğunu yaz­ maktadır. Vâsıt ’ta sınâî faâliyetlerin bulunduğuna kümdarlarının devrine kadar sikke basıldığı bilin­ dâir de işâretler mevcuttur; burada imâl edilen mektedir (krş. St. Lane-Poole, Çatal, of Oriental kumaşlar arasında Vâsıtî adı verilen ( perdelik) Coins in tlıe British Museum, X , s. C C X V II-V III,



224



VÂSIT.



seneler 85-326 = 704-937 ve 701-770=1301-1368; 0 . Codrington, A Manml o f Musulman Numismar tics, London, 1904, s. 194 )• Vâsıt ’in yerini kesin olarak tesbit etmek Orta-çağ Irak tarihî coğrafyasının en zor ve aym zamanda mü­ him mes’elelerinden birisidir. Vâsıt ile Kesker ’in Dic­ le ’nin üzerinde ve aynı nehrin iki kıyısında yer alan ikiz şehir olduğunu kesin olarak biliyoruz. IX.-XII. asırların bütün Arap coğrafyacıları bu hususta ittifak hâlindedirler (bu müelliflerin verdikleri bilgiler için bk. Streck, ayrı, esr., s. 3*9 v.d.); bunlara al-Mas'üdi’nin, Tanhlh, s. 53 ve bilhassa eskiden îbn Sera­ pion dîye bilinen ve X . asrm ortalarında nehir ve Irak 'tâki kanal sistemini teferruatlı bir şekilde yaz­ mış olan Suhrâb ilâve edilebilir ( krş. Kitâb Vlc s. 39 v.d. ve J R A S , 1895, s. 44 v.d.; J. Perier, Vie d ’alHadjdjâdj Ibn Yousaf (Paris, I9° 4 ), s- 205-213, indeks; E. Reitemeyer, Die Stâdtegründungen der Araber İm İslam (M ünih, 19 12 ), s. 44"4®: J. Obermeyer, Die Landschaft Babylonien im Zeital­ ter des Talmuds und des Gaonats ( Frankfurt, 1929), s. 91-93, 199-201,336 v.d.; krş. madd. tAT HA, KESKFR ve MEYSÂN. (M . S t r e c k .)



V Â S İ. [Bk. v â s i ,] V Â S Î. [B k . VA-İYLT.] V Â S İ 'A L ÎS İ. [Bk. V Â S İ ’ALİSİ.] V Â S İ’ A L ÎS İ. V Â S İ' 'A L ÎS İ, «AU* a l-D 'n 'A l î B. ŞÂLİH O -15 4 3 ). X V I. a s ı r T ü r k m ü d e r r i s v e e d e b i y a t ç ı s ı , eski tarz nesrin en önde gelen üstâdı. Hayatının sonunda İhtiyarlık zaâfma uğradığı yolunda, kendisini çok ileri bir yaşa varmış gösteren bir kayda göre, doğum tarihi muh­ temelen Fâtih Sultan Mehmed II. devrine çıkan Alâeddin Alî, Filibe'de dünyaya gelmiştir. Babasının ihtimâmıyla muntazam bir tahsil gören A lî Çelebi, Edirne’de Üç-şerefeli medresesinde iken, 925 (1519) 'te İstanbul ’da Sahn müderrisliğine getirilip, ardın­ dan Edirne’ de Bayezıd II. medresesine geçen ve 927 ( 1 5 2 1 ) ’de de Rumeli kazaskerliğine yükselen A b -



dülvâsi’ b. Hayreddm H ızır’ a dânişmend olup, muîdliği sırasında kendisinden mülâzım olmuştur. Hocasına intisâbı dolayısıyla Vâsi’ Alîsi diye şöhret bulmuştur. Hammer’den bu yana günümüzde M . O wens’e kadar bâzı yabancı müelliflerin bu lekabı yanlış olarak Vâsî'Ali şeklinde bir isim hâline çevir­ dikleri görülür. A dı eski kaynaklarda bâzan Sâüh-zâde er-Rûmî sürerinde de kaydolunmaktadır. Yetişme çağında hat san’atını öğrenmeğe çalışan Alâeddin Alî, bunu Şeyh Hamdullah’ın dâmâdı Şeş-kalem Şükrullah H alîfe’den elde etti. Hangi medresede iken Abdülvâsi ’nin muidi bulunduğu be­ lirtilmeyen A lî Çelebi, müderrislik hayatına Bur­ s a ’da başladı. Burada önce yirmi akçalık Bayezid Paşa medresesinde hizmet gördü. Onun bu medreseye şâir Gazâlî D eli-Birâder’in yerine verildiğine dâir Belîg ’ in kaydı kabûl edildiği takdirde, G azâlî’nin buradan ayrıldıktan sonra intisab edip birlikte M ı­ s ır ’a gittiği (9 0 9= 150 9 ) Şehzâde Korkud, 918 (1 5 13 ) ’de katledildiğine göre, oraya tâyininin daha önceki yıllarda olması gerekir. Ancak namzed olup müderris sınıfına geçebilmesi için bu çağda Abdül­ v â s i’nin kendisine mülâzemet verebilecek bir ted­ ris kademesinde bulunup bulunmadığı belli de­ ğildir. Bu medreseden sonra derecesi yine yirmi akça olan Ferhâdîye medresesine geçen Vâsi ’Alîsi, 933 (1526/1527 ) ’ten önceki bir taribte, Bursa ’da devrin gözde bir medresesi tanınan kırk akçalık Hüdâvendıgâr ( K aplıca} medresesine, şâir Usküblü îsKak Çelebi yerine müderris oldu. Bu tarihi, bura­ dan ayrılan İshak Çelebi ’ nin İznik ’teki müderrislik devresini takiben 933 ’te Edirne Dârülhadîs ’ine tâyin edildiğine dâir bilginin yardımı ile elde ede­ biliyoruz ( krş. Mecdî, Hadâyıkşı ’iSakâytk, s. 47° krş. ve 468 ). Uzunca bir müddet Bursa ’da kaldığı anlaşılan Alâeddin A lî, 944 (153 7 ) ’te Edirne ’de elli akçalık Halebî (Ç e le b i) medresesine, kısa bir müddet sonra ( Belîg ’e göre, 944 rebîülevveiinde) da Yeni Câmi ( = Selimiye'nin inşâsından sonraki is­ mi ile : Üç-şerefeli) 'deki Atîk medrese ( daha son­ raki şöhreti ile : Saatli Medrese) ’ye verildi ( Edime tarihçisi Ahmed Bâdı, Halebî’ den sonra getiril­ diği medresenin Hüsâmîye [ --Ekmekçi Köylü ] medresesi olduğunu defâatle söyler ise de, o tarihte buranın yirmi akçalık medrese olması dolayısıyla A lî Çelebi ’nin elli akçalık bir medreseden bu ka­ demede bir yere tâyin edilmesi mümkün değildir ). A lî Çelebi, 945 (1 5 3 8 / 1 5 3 9 )'te İstanbul’da Sahn'm cânib-i yesâr (Karadeniz ciheti = Çifte Başkurşunlu) medresesi müderrisliğine getirildi (Bu tâ­ yini 944 olarak gösteren bir kayıd için bk. Tarih-i silstle-t ulemâ, Süleymâniye, Es’ad Efendi Kütüp. nr. 2142, var. 217a). Burada iken Alâeddin Ali'nin İstan­ bul 'da Hahcılar-köşkü ’ndekı kiliseyi (== Lips manas­ tın ) câmie çevirdiğine dâir Ayvansaraylı Hüseyin 'in Vefeyâl 'mda yer alan bir kayıd, kendisi ile aynı adı taşıyan ve yine kendisi gibi Bursa kadılığı sıra-



VÂSİ’ ALÎSİ. smda ölen Fenârî-zâde Alâeddin A lî ile karıştırıl­ lerek, Sadrâzam Lutfi Paşa vâsıtasıyla Kanunî’ye maktan ileri gelme bir hatâdan başka şey değildir. takdim olunması üzerine, Alâeddİn A l î’ye mükâAym müellifin diğer eseri Hadîhalü 'l-cevâmi (1, 157) faaten Bursa kadılığının verildiğine dâir, o tarihte 'de doğrusu belirtildiği üzere Fenârî îsâ mes­ Defter emînİ olan Küçük Nişancı Mehmed Paşa 'dan cidi diye tanınan bu mâbedi kiliseden câmi hâline dinlediği bir rivayeti nakleder. Muhtelif müellifler getiren, gerçekte Fenârî-zâde A li 'dir. Sahn ’a ge­ tarafından tenkidsizce tekrarlanan bu rivâyetin, mevlişinden bir sene sonra (946=1539/1540), tekrar cud bilgiler bakımından ihtiyatla kabûlü gerekmek­ Edirne ’ye, büyük âlim Muhaşşî Sinan yerine, Ba- tedir. Alâeddin A lî Çelebi 'nin, uzun zamandan beri yezid II. medresesine altmışlı pâye ile müderris niyet ettiği halde zaman bulamamaktan dolayı bir tâyin olundu. Burada iken -rivayete göre, tamamla­ türlü başlayamadığı eserini ancak Atîk Medrese’ ye dığı Humâyûn-nâme adlı eserini Kanunî Süleyman’a tâyin olunduğunda, yâni 9 4 4 ’te, kaleme almak fır­ sunması üzerine- 949 ( 1 5 4 3 ) 'da kendisine, kazas­ satını elde ettiğine dâir açık ifâdesi karşısında, onun, kerliğe açılan bir mevkî olması bakımından İlmîye i eseri, yirmi y ıl gibi bir zaman zarfında meydana ge­ sımfınca devrin en gözde mansıblarından biri sayı­ i tirdiği rivlyeti mesnedsiz kalmaktadır. Öte yandan lan Bursa kadılığı tevcih olundu. Ancak, ne var ki Küçük Nişancı Mehmed Paşa ’nın,  lî’ye anlattıileri yaşı dolayısıyla çok geçmeden Bursa 'da hayatı ğma göre, yirmi sene uğraşarak tamamlayabildiği sona erdi. Mezarı Emîr Sultan Câmii haziresinin eserini A li Çelebi, bir nüshasını şahsına hediye ola­ türbeye yakm bir noktasında, camie çıkan merdiven rak, diğerini de Kanunî ’ye arzedilmek üzere bir kenarındadır. ikindi divanında Lutfi Paşa ’ya takdim ettiği zaman, Vâsi’ Alîsi 'ne asırlar boyunca devamlı bir şöhret vezir-i âzam hayal kırıcı bir anlayışsızlık göstererek, kazandıran şey, çok san'atkârâne bir üslûbla kaleme vaktini hayvan masalları anlatan bir eser uğrunda aldığı Humâyûn-nâme adlı eseri olmuştur. Nazım harcamış olduğu şeklinde kendisini azarlamakla bevâdİsinde belli başlı bir faâliyet göstermediği tez­ rlber, eseri pâdişâha arzetmiş, Humâyûn-nâme ’yi kire müelliflerince bilhassa belirtilen Alâeddin Alî, o gece okuyup san’at kıymetini çok takdir eden şiirleriyle meşhur olmadığı ve Humâyûn-nâme ’yi hükümdârm emri ile, Lutfi Paşa’ nm muhâlefetine henüz te’lif etmediği tarihlerde tertib edilen Sehi rağmen hemen ertesi günü Bursa kadılığına nasbTezkiresi ’ne girememesine mukabil, daha sonraki olunmuştur. Halbuki, bu tâyin için Tarih-i Siltezkireler ve haltercemesi kaynaklarında, bu eser ve sile-i Ulemâ, var. 23“, Sullamu ’l-ousûl ve Belîğ ’de içindeki şiirleri sebebiyle dâima bahis mevzuu edil­ verilen 949 tarihinden bir yıl önce, Lutfi Paşa sa­ miştir. Şiirleri, H. X . asrın sonuna doğru, Peroâne dâretten ayrılmış bulunuyordu. Bu rivayet, Bursa Bey mecmuası gibi şiir mecmualarında da görül­ kadılığına tâyini tarihinin ancak 948 muharreminden meğe başlar. Edirne tarihçisi Ahmed Bâdî, onun önceki bir zamana götürülebilmesi hâlinde mûteber Humâyûnrnâme ’yi Hüsâmîye ( «Ekmekçi Köylü ) olabilir. Çünkü, bizzat belirttiği üzere Lutfi Paşa, medresesinde kaleme aldığını ısrarla söylerse de, 948 muharremi başında ( nisan I 5 4 t ) vezâretten müellif, eserinin dibacesinde, Câmİ-i Cedîd ( = Ü ç alınmış (L u tfi Paşa, Tarih, İstanbul, I 3 4 L s. 3 ve -şerefeli) yanındaki Atik Medrese 'de yazmağa 386), yerine Hadım Süleyman Paşa getirilmişti. başladığım belirtir. Câmi ile birlikte Murad II. Kadılığa tâyin tarihini de daha geriye götürmek tarafından yaptırılan ve orada Fâtih ’in inşâ mümkün olmadığına göre, ya eserini Nişancı Meh­ ettirdiği Yeni Medrese’den ayırdedilmek için adı­ med Paşa'nın ölümünden (979 = 1571 ) yirmi üç na Atîk Medrese denilen medresenin, Hüsâmî­ sene sonra (10 0 2 ) yazan  li 'nin, aradan uzunca ye olmayıp, daha sonraki ismi ile Saatli Medrese bir zaman geçmiş olması dolayısıyla, onun vaktiyle olduğu bilinmektedir ( Edime Salnamesi, Edirne, kendisine anlattıklarım yanlış hatırlama neticesi, I3 J9, s. 914; Ekrem Hakkı Ayverdi, Osmanlt Mima­ aslında Lutfi Paşa’mn 946-948 (153 9 -154 1) ara­ risinde Fâlih Demi, İstanbul, 1973, III, 225, 229; krş. ayn. mil., Osmanlt Mimârîsinde Çelebi ve II., Sultan Murad Devri, İstanbul, I 9 7 3 > II, 461 v.d.; Klaus Kreiser, Edirne im 17. Jahrhundert nach Evli­ ya Çelebi, Freiburg, 1975, s. 74 v.dd.). Ahmed Bâdî, evvelce taşıdığı Atîk Medrese adına hiç temas etme­ yip burayı sâdece Saatli Medrese diye zikreder ( Riyâz-ı Belde-i Edime, Bayezid Devlet Kütüp., nr. I ° 39r, s. 9° ) . Diğer taraftan, Humâyûn-nâme ’yi, Aşık Çelebi, müellifin Sahn müderrisliği devre­ sinde, Beyânî İse, Bayezid II. Medresesi’nde iken yazdığım kayd ederler. Ancak, bu tarihler eserin bitirilmesi ile alâkalı olabilir. Müverrih  lî, kitabın yirmi senelik bir çalışma sonunda meydana getiri­



sındaki sadâret devresine rastlayan Bayezid II. medresesine tâyini keyfiyeti ile ilgili olacak iken bu­ nu Bursa diye göstermiş olması ihtimâlini, yahud da, Humâyûn-nâme ’nin takdimi mes’elesi Lutfi Paşa’nın sadâreti zamanında cereyan etmiş olsa bile Bursa kadılığına tâyininin hemen değil, aradan bir sene­ den fazla bir müddet geçtikten sonra vuku bul­ duğunu düşünmek icâb edecektir. Peçevî ve Belîg tarafından iktibas olunan, Hammer ve ondan is­ tifâde eden başka müelliflerin ise oldukça yanlış anlayarak naklettikleri bu fıkrayı, sırf Lutfi Paşa ’nın zihniyet ve san’at eserlerine karşı tutumunu belir­ tecek bir şahadet olmak sıfatıyla tekrarlayan R. T cchudi (D er Âsafnâme des Lutfi Pascha, Berlin, 19x1,



VÂSİ ’ALÎSİ. s. 1 4 ) ve Fuad Köprülü (Lutfi Paşa, T M , 1925, I, 143 v .d .) gibi müellifler, rivayetteki kronolojik tutarsızlığı farketmemişlerdir. Humâyûn-nâme, Hüseyin Vâiz (ölm. 9I O = I 5°5 ) ’in Farsça musamma Kalila va Dimna tercümesi [bk. madd. KÂ;İFİ, KELÎLE V£ 1 İV!M] olan AnVâr-l Suhaylî ’nin Türkçe tercümesi olup, ifâde ve hayât kuvveti ile aslını çok aşmış bir eserdir. Anvâr-t Suhaylî'nm metnine tamamıyle bağlı kalmayan Ali Çelebi, üslûbunu muğlak bularak onu ıslâha çalışmış, ifâde, hattâ yer yer muhtevâ bakımından yeni baş­ tan işlercesine zenginleştirmiş, daha kuvvetli tas­ virî tablolar, âyet ve hadîsler, Arapça-Farsça bir takım yeni şiirler, hikemiyat ve meseller ilâve­ siyle genişletmiştir. Silvestre de Sacy, Farsça me­ tin üzerindeki tasarruflarının derecesini lâyıkiyle tâyin edememiş olmakla berâher, yaptığı çıkarma ve değ'şikliklerin Ali Çelebi'nin edebî zevkine ve aynı zamanda çetîn bir metni tercüme etmekteki ehliyetine delâlet ettiğini söylemeyi de ihmâl etmez. Asıl metindeki Farsça manzumelerin bir kısmım kendi manzum tercümeleri ile karşılarken, adlarım zikretmeksizin Türk şâirlerinin seçme mısraları ile de eserini süsleyen A li Çelebi, üslûbunda Türk -Osmanh kültüründen gelme hayâl ve benzetmeler ile yerli hayat unsurlarına müıâcaat etmekten de geri kalmamıştır. Ondaki yerli rengi sezebilen Ham­ mer, yazıldığı şehir hususunda bir aldanma ile de olsa, müellifin çeşitli güzellikleriyle Bursa ’ran tabiat dekorunu eserine aksettirmiş olduğundan ehemmyetla bahseder. Hayatının büyük bir kısmını Bur­ sa *da geçirdiğine dikkat eden Krimsky de, Ali Ç e­ lebi 'nin üzerinde yirmi yıl çalıştığını ve Bursa 'da hazırladığım sandığı eserine, oranın tabiat güzellik­ lerinin aksettiği düşüncesindedir. Humâyûn-nâme, devirlerinin aynı zamanda güzide edebiyat münekkidleri olan muhtelif tezkire müel­ liflerince, İstisnasız bir surette, daha önce Türk nesir san'atmda benzeri görülmemiş bir şâheser olarak kabûl edilmiştir. Nesir san'atı bakımından Tâcî-zâde Câfer Çelebi, Lâ mi ’î, Kemâl Paşa-2âde gibi şöhretlerinkınden çok üstün tutulan eseri, Ner­ gisi, Veysî gibi büyük üstadların bu vâdide yeni ve parlak örnekler verdikleri sonraki devirlerde de şöhret ve itibârını muhâfaza etmiştir. Münşiyâne nesir tarzına tamamen m uhllif olduğu halde, Nâmık Kemâl bile bu tercümeyi T ü rk edebiyatı için bir kazanç kabûl eder ( Bahâr-ı Danış mukaddimesi, İstanbul, 1290=1874, s. 7 ) . Türk müelliflerin onun hakkmdaki takdirlerini Avrupalı müellifler de ay­ nen benimsemişlerdir. Bunlardan Arthur Lumley Davids, Humâyûn-nâme 'de Türk edebiyatında edebî nesrin en güzel örneğini verirken, Ali Çelebi'nin, aynı zamanda, düşünce ve üslûb güzelliği ile örülü masallar ve hikâyeler silsilesi içinde bir ahlâk sistemi te’sls ettiğini söylemekten kendini alamaz. Hammer, onu ölmez bir eser diye tavsif etmektedir. Garp



edebiyatındaki hayvan masalları ve bu arada La Fontaine ’inkiler ile Humâyûn-nâme arasında muka­ yese yapan Dora D 'Istria, fazla olarak ondaki bâzı hayvan tipleriyle, devrin devlet ricâlinîn temsil edil­ miş olduğu kanâatini ifâde eder. Türk edebiyatına, ahlâkî, içtimâi ve siyâsî ter­ biyeyi gaye edinen nasihat ve düşüncelerle örülmüş renkli ve canlı bir masal kitabı kazandırmakla büyük ve devamlı bir rağbet gören Humâyûn-nâme ’nin, vasat okuyucu zümresinin istifâdesi için, sonraları ayrıca hulâsaları ve sâdeleştirilmiş şekilleri de or­ taya konulmuştur. K âşifi ’nin eserindeki gibi anla­ şılması güç ifâde ve kelimelere yer vermeyeceğini söylemekle berâber, ancak münşiyâne nesrin lü­ gatine âşinâ olanların anlayabileceği bir dil kul­ lanan Ali Çelebi 'nin kitabı, Kâtib Çelebi ’nin bil­ dirdiğine göre, X V II. asırda Şeyhülislâm Yahya Efendi tarafından, üçte birine indirilerek hulâsa edilmiş; bunu, X V III. asırda Osman-zâde T âib 'in S imârü 'l-csmâr (yahut Zübdetü'l-ezhâr) adlı sâdelcştirilmiş bir hulâsası (İstanbul, 1256= 1840), X IX . asrın son çeyreğinde ise, mevcut basmaları çok batalı bulan Ahmed Midhat Efendi tarafından Yıldız sarayı kütüphâr,esindeki değerli ve doğru bir yazma nüshası üzerinden Abdülhamİd II. ’in emri ile dili daha da sâdeleştirilerek yapılan yeni bir hulâsası tâkib etmiştir ( Hulâsa-i Humâyûn-nâme,İstanbul, Ï304). Bu hulâsada Ahmed Midhat, hi­ kâyelere, ahlâkî ve hikemî izâh ve şerhler ilâve et­ miştir, Humâyûn-nâme, Osman-zâde hülâsası esas alınarak Abdünnâfî tarafından nazm edilmiştir {Nâr fiü'l-âsar nevbâve-i Simârü'l-csmâr, İstanbul, 1268= 1852 ). Pek çok yazması bulunan Humâyûn-name, 1835-1876 yılları arasında müteaddit defalar basıl­ mıştır (Bulak, 1251=1835, 1254=1838; İstanbul, 1293=1876, [2 defa] ve birde tarihsiz baskı). Garpta, büyük alâka gören Humâyûn-nâme ’nİn, XVI I . asır ortalarından başlıyarak, muhtelif Avrupa dillerine büyüklü veya küçüklü tercümeleri yapılmıştır. Anvâr-i Suhaylî'nin 16 4 4 ’ten itibâren mükerreren basılan Fransızca tercümesine rağmen değrudan doğ­ ruya Humâyûn-nâme ’nin nakline ihtiyaç duyulmuş, önce Brattuti tarafından iki cilt hâlinde İspanyolca ( 1654-1659 ), müteakiben devrinin büyük şarkiyatçısı A . Gaİland ( 1646-1715 ) tarafından meşhûr Fran­ sızca tercümesi ( Les contes et fables indiennes de Bidpai et de Lokman, traduites d 'A li Tckelebi -ben - Salek, auteur turc, Paris, 1724) vücûda getirilmiş­ tir. Cardonne tarafından devam ettirilip 1778 ’de üç cilt hâlinde tamamlanan, arada ( 1785 ve 1786 ) yeni baskıları çıktıktan başka, Panthéon Littéraire adlı külliyatta (Paris, 1838, s. 379-549) bir neşri daha yapılan Galland tercümesi vâsıtasıyla garp edebiyat âleminde geniş bir alâka toplayan Hümâyûn -nâme, Anoâr-i Suhaylî'nm Fransızca dışında başka garp dillerine tercümesinin ancak X IX . asırda müm­ kün olmasına mukabil, 1745 ’te Alman, 1762 'de



VÂSİ’ A LÎSİ. İsveç, 1781 ’de Felemenk, 1783 ’te Macar dillerine tercüme edilmiştir. Ayrıca Meninski 'nin "Grammatica Turcica” (Viyana, l68o,s. 196-203 ) ve Arthur Lumley D avids’in ” Grammaire Türke" (London, 1836, s. 212 v.dd.) kitabı, yamsıra, Türk dili ile il­ gili gramer ve müntehebat nevinden başka eserlerde de ( msl. Jones, Poeseos Asiaticae Commentariorum Libri V I cam appendice, nşr. Eichhorn, Läpsae, 1777, s. 378 v.d.; M. Wickerhauser, Wegweiser zu m Verfandnm der türkischen Sprache, Eine deutsch-tür­ kische Chrestomathie, Viyana, 1853, s. 250, 270), çeşitü edebiyat ve şarkiyat mecmualarında (msl. Adrien Royer, Fragments du Humatoun-nameh, J A , 1848, s. 3U -416; 1849, s. 415 - 45 3) Humâyûnnâme ’den seçme parçalar ve bunların tercümeleri neşrolunmuş; Hammer ve Servan de Sugny tarafın­ dan bâzı küçük parçalarının manzum tercümeleri de yapılmıştır. Eseri ve münderecâtım etraflı bir şe­ kilde tanıtmak gayesiyle, müsteşrik E. von Diez de müstakil bir kitap kalsme almıştır ( (jeher Inhalt und Vortrag, Entstehung und Schicksale des königlichen Buchs, eines Werks von der Regierungskunst, als An­ kündigung einer Ucberstzung nebst Probe aus dem Türkisch-Persisch-Arabischen des Waassi Aly Dschelebi, Berlin, 1811, 2 + 2 14 s.). Galland tercümesi Malay (1866 ) ve Java (1879 ) dillerine de naklolunan Humâyûn-nâme ’nin, X IX . asrın ilk yarısı dolmadan muhtelif garp dillerine yapılan irili ufaklı tercümelerinin sayısının elliyi bulduğu belirtilir ( Kraft, Die arabischen, persischen und türkischen Handschriften der Kaiserlich-König­ lichen Orientalischen Akademie zu Wien, Viyana, 1842, s. 50). Daha sonra bu tercüme faâliyeti, ayrı bîr koldan, Ed. v. Adelburg (Viyana, 1854 ve 1855), H. Jade (Leipzig, 1859) gibi müelliflerin seçmeler kitap­ ları ile devam etmiştir ( Humâyûn-nâme 'nin garp dillerine tercümelerinin mühim bir kısmının lis­ tesi için bk. V. Chauvin, Bibliographie des ouorages Arabes ou relatif aux Arabes, Liege, 1897, II, 49-55. Humâyûn-nâme ’nin 1876 ve 1904 ’te Rusça ’ya ya­ pılmış tercümeleri için bk- Krİmsky, Isioria Turçii i eya literaiun ( Moskova, 1910, s. 106, not 2 ), Osmanlı sahası eski Türk edebiyatının garp dil­ lerine en fazla tercüme edilen bir eseri olan Humâ­ yûn-nâme, âid olduğu mevzuu o derece temsil et­ miştir ki, tercümelerinin garpta yeni yeni ortaya çıkmağa başladığı sırada D 'Herbelot gibi orientalistler, Humâyûn-nâme ’yi, asıl kaynağı olan Kelîle ve Dimne 'nin Farsça ’daki umûmî ismi ve müterâdifi gibi telâkki etmişlerdir. Asırlarca Türk münevver zümrelerinin edebî zevkine cevap veren, diğer tercümelerinden daba muvaffak şeküde Kelile ve Dimne ’yi T ürk edebi­ yatına mal eden, yapılan tercümeleri vâsıtası ile de onun garp âleminde tanınıp yayılmasında ayrı bir hissesi bulunan Humâyûn-nâme ’nin, edebiyat ta­



229



rihi bakımından taşıdığı ehemmiyet ve mevki, ye­ ni zamanların münşiyâne nesri mahkûm eden edebiyat telâkkisinin te’siri ile unutulmuştur. Bu eski şâheser, Türk edebiyatı tarihine dâir kaleme alınan eserlerde, lâyık olduğu mevkii almak şöyle dursun, tamamıyla ihmâl edilmiştir. Meselâ, Gibb (A History of otioman poetry, Lonrlon, I 9 ° 4 , III, 90) *in sâdece küçük bir notta ismini zikretmekle iktifl, İbrahim Necmi ( Tarih-i edebiyat dersleri, İstanbul, 1328, I, 89) ve Franz Taeschner ( Die osmantsehe Literatür, Handback der Orientalistik, Leiden, 1963, V , 38) 'in kısaca temas ettikleri bu eser, günümüzün edebiyat tarihlerinde hiç anılmamıştır. Smirnov ve Krimsky, Türk edebiyatı tari­ hine dâir taslaklarında, eser üzerinde biraz durmak ihtiyacını hissetmişlerdir. Diğer taraftan Hammer’in Osmanlı şiiri tarihi (1837 ) ile Servan de Sugny ’nin La Muse oitoman (1 853 ) , Fâik Reşad’ın Eslâf ( 1 3 u ) ve Basmadjian ’m Essai sur 1‘histoire de la litterature ottomane ( İstanbul, İÇ10, s, 48 ) ’mda ele alınması ise, bu eserlerin mâhiyetçe birer şuarâ tezkiresi derlemesinden ibaret bulunmalarından olup, edebiyat tarihi ölçü ve çerçevesinde bir değerlendirişi ifâde etmezler. Fuad Köprülü de, Humâyûn-nâme'yi, sâdece ağır ve tasannûlu nes­ rin örneklerinden biri olması sıfatıyla zikreder (Anadolu’da Türk Dili ve edebiyâtımn tekâmülüne umûmi bir baktş, Yeni Türk Mecmuası, İstanbul, 1933, nr. 7, s. 547 ). Vasfi Mahir Kocatürk ( Türk edebiyatı tarihi, Ankara 1970, s. 419 v.d.), dili üze­ rinde durmadan, Humâyûn-nâme 'yi bütünü ile değerlendirebiimiştir. Ondan daha önce, eserin me­ ziyetlerini belirtmeğe çalışmış bir müellif olarak Faik Reşad 'ı da zikretmek gerektir. Humâyûn-nâme'nin geçmişte uyandırdığı alâka ve akis, yalnız edebiyat sâhasmda kalmamış, ayrıca Türk minyatür san’atmda da kendisini göstermiş­ tir. Farsça Kelile ve Dimne '1er üzerinde teşekkül etmiş minyatür an’anesine mukabil, Humâyûn-nâme metni etrafında da Osmanlı üslûbuna bağlı yeni bir minyatür zemini doğmuştur. Meselâ, yazılışından onbeş-onaltı sene sonra ( 9Ğ4 = 1557 ) tertib olun­ muş 88 minyatürlü Topkapı Sarayı-Revan Kütüp­ hanesi nr. 843 nüshası için bk. Fehmi Edhem Karatay, Topkapı Sarayı Müzesi Türkçe Yazmalar Katalogu, İstanbul, 1961, II, 304; Nurhan Atasoy -Filiz Çağman, Turkish Miniature Painiing, İstanbul, 1974, s. 61 v.d., Levb. 38i; yine, 974=1567 'de meydana getirilmiş 3° minyatürlü Topkapı Sarayı -Hazine Kütüphânesi, nr. 359 daki diğer nüshası için bk. F. E. Karatay, II, 306; Güner inal, Kahire'de j yapılmış bir Humâyun-nâme'nin minyatürleri, Belle­ ten, 1976, X î/ i59, s, 438-465; kezâ, 9 9 7= 158 9'da 165 minyatürle işlenmiş bir nüshası ( British Muse­ um, Add. 15. !53 ) için bk. Rieu, Catalogue, 1888, 228a G . M. Meredith-Ovvens, Turkish Miniatures, London, 1963, s. 27 v.d.; Leyli, V -V l, X III-X 1V{



230



X V I I I - X X ve yalnızca diğer nüshalar.



VASİ' Â LÎSİ—VASİYYET. bâzı parçaları ele geçen



B ibliyografya ; Latifi, Tezkire. ( İ s ­ tanbul, 1314 ), 9. 248 v.d.; Taşköprî-zâde, Şaka­ yık al-Nıfm anîya, İstanbul Arkeoloji Müzesi K ü tüp., nr,, 402, var. 157°; Âşık Çelebi, Meşâirti 'şşuarâ ( nşr. Meredith-Owens ), London, 1971, var. iSoa-iSi«; Hasan Çelebi, Tezkire, Üniv. Ktitİip,, nr. T Y 1737, var. 2208-221»; Mecdî, Şakayık tercümesi (İstanbul, 1269), s. 486 v.d.; Takî



al-dîn b. al-Tamîmî, al-Tabâkat ahsanitjya f i tarâcim al-Ştanafîya, Süleymaniye Kütüp., nr. 829, var. 297a; Beyânî, Tezkire, Üniv. Kütüp., nr. T Y 2568, var. 59b-6o»; Âlî, KünhüT-ahbâr, Nûruosmâniye Kütüp., nr, 3409, var, 1458-146 Kaf-zâde Fâizî, Ziibdetü ’ l-eş'âr, Üniv. Kütüp., nr. T Y 1646, var. 81»; Baldır-zâde, Raüzaiü '¡-ev­ liya, Üniv. Kütüp., nr. T Y 9656, var. Soi-Sı»; Kâtib Çelebi, Suüam al-vaşül ilâ ¡abakcit al-fükül, Süieymâ niye-Şehîd A li Paşa Kütüp., nr. 1887, var. 1548; ayn. mil., K a şf al-ztınün ( İstan­ bul, I943)> II, I5°9 ; nşr. Flügel, London, 1850, V , 239; Evliya Çelebi, Seyahatnâme ( İstanbul, 1314 )> İL 54i Peçevî, Tarih ( İstanbul, 1283), I, 59 v.dd. ; İsmail Beliğ, Güldeste-i riyâz-ı irfan ve vefeyât-ı dânişüerân-t nâdiredân (Bursa, 1302}, s. 297 v.dd.; Müstakim-zâde Süleyman, T uh fe-ikaltâtin (İstanbul, 1928), s. 316 v.d.; ayn. mil., M acallat aTnişâb, Süleymâniye-Hslet Efendi Kütüp., nr. 628, var. 4328; Hüseyin Ayvansarayî, Vefeyât, Süleymâniye-Es'ad Efendi Kütüp., nr. 1375, var. Io2a-b; Mehmed Râşid, Zubieiü'l-vekâyi' der belde-i eelile-i Bursa, Millet-Ali Emîrî Kütüp., Tarih kısmı, nr. 89, s. 233 v.d. (aynen Belîg 'den nakil); Şeyh Fahreddin, Gülzâr-ı irf&n, MilietAH Emîrî Kütüp., Şer'îye kısmı, nr. 1098, var. 2 l2 a bj lzzet-zâde Abdülaziz, Terâeim-l cdrvâTi ulemâ ve majâyih, Üniv. Kütüp., nr. T Y 2456, var. yrL D ’Herbelot, Bibliothèque orientale ( Paris, 1697 ), s. 145, 45O; Silvestre de Sacy, Calila el Dİmna ou Fables de Bidpai (Paris, 18 16 ), s. 51 v.d.; Arthur Lumîey Davids, Kitabü'T'tlmtnnâff f î tahsll-i sarf u nako-i Türkî-Grammaire Türke (London, 1836), s. L X II-L X III,2 I2 v.dd.; J. v. Hammer, Umblick auf einer Reise von Constantinopel nach Brassa und dem Olympos (Peşte, 18 18 ), s. 62; ayn. mH., G O R (Peşte, 1834), II, 197 v.d., Histoire de l ’empire ottoman (trc. J. J. Heilert), Paris, 1836, V , 387, 552; Deolet-i Osmaniye tarihi ( trc. M . Atâ ), Istanbul, 1330, V , 260, 364; ayn. mH., Geschichte der osmanischen Dichtkunst (Peşte, 1837), II, 229, 234; Ser­ van de Sugny, La Muse ottomane ( Paris, 1853 ), s. X X V III, 253 v.d., 343; G . Flügel, Die ara­ bischen1, persischen und türkischen Handschriften d,çr fCetserlich-Königlichen Hofbibliothek za Wien



(Viyana, 1867), III, 299 v.dd.; Dora D ’ Istria, La poesie des oltomans ( Paris, 1877), s. 72-76, 199 v.d.; Ch. Rieu, Catalogue of the Tutkish Manuscripts on the British Masam ( London, 1888), s. 227 v.d.; Pertsch, Verzeichnts der Tiirkiscken Handschriften (Berlin, 1889), s. 435; V. D . Smirnov, Oçerk istorii turerfkoy literaturi, ( Petersburg, 18 91), s. 85; H. Ethe, Grund­ riss der iranische Philologie ( Strassbourg, 1904 ), 11, 327 v.dd.; Şemseddin Sâmi, Kâmûsü'Ta'lam ( İstanbul, 1 3 u ), IV, 3x71, 3192; Mebmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî (İstanbul, 1315), III, 497; Fâik Reşad, Eslâf (İstanbul, 1 3 u ) , I, 55~58; Ahmed Bâdî, Riyâz-t Belde-i Edirne, Bayezid Devlet Kütüp., nr. 10391,5.93 ve Devâyik-i müT hahât-ı vîlâyet-İ Edime, Bayezid Devlet Kütüp., nr. 10393, s. 150 v.d.; A . E. Krimsky, Istoria Turciiieya Literaturi (Moskova, 19 10 ), s. 106 v.dd.; Bursalı M. Tâbir, Ahlâk kftablarımtz (İstanbul, 1325), s. 11 v.d.; ayn. mil., Os­ manlı müellifleri (İstanbul, 1338), II, 304 v.d.; Bağdadlı İsmail Paşa, Haiiyyat aT'Ârİfin, As­ ma3 al-mu’allifrn va üşür al-muşannifln ( İstan­ bul, 19 5 1), I, 774; E. Blochet, Catalogue des manuscrits turcs (Paris, 1933), 11,54 v.d.; T h. Menzel, E l ( l 933), mad. W Â S I= 'ALÎSİ; Sadeddin Nüzhet Ergun, Türk şâirleri (İstanbul, 1937)» I, 422 v.dd.; Kâmil Kepeci, Bursa Kütüğü,Bursa îi Kütüpbânesi-Eski eserler kısmı, nr. 4519, I» 120; Câhid Baltacı, X V . -X V I. asırlarda Osmanlt medreseleri ( İstanbul, 1976 ), s. 482. (Ö m er F a r u k



A k ü n .)



AL-VÂSfK B İ’LLÂ H . [Bk. v â s ik B İ'l.la h .1 V Â S İL B . 'A T Â .3 [Bk. v â s il.] V A ŞÎY A . [ B k . VASİYYET.J V A SİY Y E T . VAŞÎYA (A.), i hâl e; ı stıl âhî m â n a s ıy la , son a rz u y u b e lirten t a s a r ­ ruf, v a s i y e t n â m e , v a s i y e t l e b ı r a k ı l a n m i r a s ; vasi, vasiyetle vazifelendirilen şahıs, bil­ hassa son arzuyu icra ve tahakkuk ettiren kimsedir. 1. İslâm öncesi Araplardaki vasiyette, tere­ kenin taksiminden çok, mirasçılara verilen emir ve tâlimatlar bahis mevzuu olmuştur; vasiyet, ve­ cîbelerin tevarüsünü ve ananenin devamım te’min eden, ölenin dinen mukaddes, mânevi vasiyetna­ mesidir. Bu mânada şîî telâkkisine göre A li, Peygam­ ber ’in vasisidir ve ber imâm, kendi selefinin vasi­ si, yâni onun dinî vazifelerinin devam ettiricisi ve nazariyesinin idârecisidir. Bilhassa, dindar ve âlim kimselerin nazariye ve tavsiyeleri olarak vasiyetin edebî şekli, aynı kaynağa dayanır. 2. Peygamber'in muhitinde vasiyete, vasiyet ve vasiyetle bırakılan miras arasındaki münâsebeti tâ­ yin eden mülkiyet hukuku bakımından ehemmiyet verilmesi, mirasa ilk önce bak kazanan yakın ak­ raba ile uzak vârislerin nazar-ı itibâra almmasındarı ileri gelmektedir ( krş, M İR A S ),



VASÎYYET, tkinci Mekke devresinde nâzîl olan X X X V I. sûre, 50. âyetten anlaşıldığına göre, ölümden önce vasiyette bulunmak ticârî zihniyet sahibi Mekkelilerce tabiî bir muâmeledir. Ebeveyn ve ’’akra­ balar” lehine olan böyle bir vasiyet, II. sûre, 176 v.d. âyetlerle müminlere açıkça emredilmiştir ( IV. sûre, 36. âyette, vasiyet ıstılahın'- kullanmadan, ebeveyn ve akraba yanında insanın yakın alâka ile bağlı bulunduğu diğer kimselerde zikr edilir); aynı zamanda onların yanıltıcı tâdilâtı yasaklan­ makta, fakat hakkaniyet lehine dostâne bir müdâ­ haleye müsâade edilmektedir; II. sûre, 241. âyet, eski Arap örfünü aşarak, bir vasiyet yoluyla dul kadının haklarım nazar-ı itibâra almayı bîr vecibe hâline getirmektedir. Bu üç âyet, takriben 2. Hicret senesinde nâzil olmuştur. Daha sonra nâzîl olduğu âşikâr olan V . sûre, IOğ v.d. âyetler, vasiyet için iki şahidin celbini, yeminle tasdiklerini ve şehâdetlerinin hangi takdirde reddedilebileceğini tesbit eder. 3. Daha sonra, miras hukuku, vasiyet hakkındaki eski hükümlerin yerine geçmek üzere tanzim olunmuş idi [krş. mad. MİRAS ]; mirasın üçte bir hakkmdaki muayyen mal vasiyetinin tahdidi, ha­ dîslerde ön planda yer almaktadır. Gerçi her iki hüküm de bizzat Peygamber 'e isnad edilemese de, çok önceleri ve umûmî olarak kabûl edilmiş örf ve âdetlerde birbirinden farklı görüşlerin ancak izleri kalabilmiştir ( meselâ al-Dârîmî, Vaşâyâ, bâb 8, 14, 26; Kanz al~zummâl, V III, nr. 54CS>)IV. sûre, 14. âyetle ilgili olarak, muayyen mal va­ siyetinin icrâsınm, borçların ödenmesinden önce mi rüçhaniyete sâbip olacağı, yoksa aksine mi hare­ ket edileceği, münâkaşa edilmiştir; burada da ikinci şık aynı şekilde yine erkenden tatbik edilmiştir. D i­ ğer hadîsler, vasiyet hakkında iki ayn davranışı ta­ nımağa imkân verir gibi gözükmektedir: bir taraf­ tan vasiyet ısrarla tavsiye edilirken, diğer taraftan edilmez. Çünkü her bal ü kârda haksız bir vasiyet ağır bir günah iken, haklı bir vasiyet iyi bir amel olarak kabûl edilmiştir. Vasiyetnâmeye, dindarâne nasihatler ilâvesi ( bk. bölüm I ), tavsiyeye şâyan görülmüştür. Peygamber’in, bir vasiyet tan­ zim etmeden vefat etmiş olması rivâyetine, şîîlerin aksine olarak ehemmiyet verilmiştir (bk . Lammens, Fâlima, s. 110 v.d .). 4. Fıkıh nazariyesine göre, her müslüman son arzusu olarak şunlan vasiyet edebilir: a. miras iş­ lerini hail için bir veya birden çok şahsı vasî tâyin edebilir; bu vasî, mirası, aktif ve pasifi ile birlikte temsil eder, fakat bir ikrar ile mirasa külfet yükle­ yemez ve amin’in imtiyazlı durumundan istifâde eder; b.aynı veya bir başka vasiyi vali al-tml adıy­ la, reşit olmayan çocuklarının veya torunlarının mal varlığım idâre ile vazifelendirebilir; böyle bir vazîfe için önce anne akla gelir; ancak Şâfiî fıkhına göre annç bu hususta hiçbir sûrette hak iddiasında



231



bulunamaz; vasî, vesâyeti altında bulunan kimse için mal varlığının idarecisi olarak, her türlü hu­ kukî muameleleri yapmaya salahiyetlidir, fakat onun gayr-ı menkûlünü ancak açık bir kâr yahut mutlak zarûret hâlinde, rehine koyabilir yahut de­ vir edebilir ve vesâyeti altındaki şahıs, hukukî mu­ amele yapma ehliyetine eriştiği zaman, ona he­ sap vermeğe mecburdur; a ve b hallerinde adı ge­ çen şahıslara, vasiliğe tâyinlerini (fşâ5 ) kabûl etmeleri ve şâyet mümkünse işi meccânen yapma­ ları ısrarla tavsiye edilmektedir; ihtiyaç hâlinde, kadı tarafından temsil edilen hakim ekseriya ^ayyım denilen bir vasinin tâyini ile meşgul olur; Kadı, vasîyİ kontrole, zarûret hâlinde onu azle salâhiyetiîdir; c. borçlar [bk. mad. MîRAs] tediye edildikten sonra, yekûn itibârıyle miras (te re k e)’m üçte bi­ rinden fazla olmayan kısmım vasiyet edebilir. Va­ siyetle bırakılan miras terekenin üçte bir miktarını aşıyorsa, vasiyet edilen mirastan protaia ( mütenâsib hisselerle) tenkis edilir. Eğer, kendilerine üçte iki miktar düşenler, yâni kanûnî mirasçılar yoksa, ölümünden sonra, mûrisin tasarrufu olduğu gibi tasdik edilir; aynı tahditler, vârisin çok ağır hasta ( maraz al-mavt) bulunması yahut, Şâfiî ve Mâlik! mezheblerine göre, ölümle neticelenen hayatî tehli­ ke arzeden hallerin zuhurunda da, şâir meccânî muâmelat için de mevzubahistir. Mûrisin, mirasın­ dan istifâde edecek bir şahıs lehine yaptığı muayyen mal vasiyetinin mûteberliği, diğer mirasçıların umûmî sûrette rızâsına bağlıdır; ayrıca, muayyen mal vasiyetinde bulunan şahsın ( hacir altına alın­ mış müsrif müstesna), hukukî muamele ehli­ yetine sâhip olması ve serbest hareket edebilmesi; vasiyetin tanzimi esnâsmda mirasa ehil bulunması (vasiyetten 6 ay sonra dünyaya gelen çocuk bun­ dan müstesnâdır) ve diğer taraftan, mûristen sonra yaşaması; aym şekilde, miras bırakılan şeyin mül­ kiyetinin nakli mümkün olmalıdır ( ancak, vasi­ yet edilen şey, zirâî mahsuller gibi, mûrisin ölümünde henüz mevcut olmayabilir); vasiyet, tek tek şahıslar yahut şahıs gruplan dışında, âmmenin menfaati için de yapılabilir, yahut bir vakıf şekli olarak da kabûl edilebilir. Ancak bunun gayesi, kanunların müsâadesi çerçevesinde olmalıdır; bir mal vasiyeti için muayyen bir şekil derpiş edilmemiştir, fakat İslâm hukuku, vasiyetin yazılı olması hâlinde bile, iki şahidin mevcudiyetini şart koşmaktadır. Nihâyet, kendisine vasiyetle mal bırakılan kimsenin, va­ siyet edenin vefâtından sonra, onu kabûl etmesi de, muteberlik şartlarındandır; vasiyet sâbibi, bayatında vasiyetinden rücu’ hakkına sâhiptir. Fıkha göre vasiyet, bir vasiyetnâme değil, alelâde bir mirasdır. 5, ölüm lü hastalık hâlinde karşılıksız mülkiyet tasarrufunun mirasın üçte biri üzerinde tahdidi, fıkhın, gerçek bir vasiyetnâme yapma hürriyetine karşı dolambaçlı yoldan yaptığı cevap verme teşeb­ büsüdür. Ancak bugün de pratik tatbikat için bu*



İ$2



V A S ÎY Y E T -V A S S Â F .



lunan. diğer çıkış yolları, kolaylıkla kapatılmamış­ tır, Bu hususta vecibelerin her çeşidine râci olabilen zıddımn ısbâtı mümkün olmayan, hattâ ölümlü hastalık hâlinde hiç değilse Şâfiî fıkhına gere, bir vârisin lehinde muteber olan feshediiemeyen ik­ rar ’m yapılması gerekir. Ancak bu ikrar açık im­ kânsızlık hâlinde geçersizdir. Aşağıdaki iki çâre, sâ­ dece, Ölümlü hastahğm ortaya çıkmasından önce, müessir olur. Bunlar, kiba hi 'l- civaz denilen, ehem­ miyetsiz de olsa, kanuna göre satın alınamayan, bir şahsa şartlı olarak ödenen bir bağış ( bu, bağış yapanın ölümüne kadar, devir ve ferağ etmese bile, muteberdir ve iptali kabil değildir) vakfedene t:mamıyle serbest olarak âit olan (yalnız Kanefî fıbkma göre), bayatı boyunca kendi geçimi veya borçlarının tediyesi için tahsis edilen vakıftır. Hayat­ ta bulunanlara yapılan basit hibe de, üçte bir hudu­ dunu dolayısıyla aşmaya yarayabilir ve bâzan va­ siyet, imkân nisbetinde en yakın kan hısımlarının rızâsı ile hibe şekline sokulabilir ( her ikisi de îndonezya’da câridir). Hayalı muâmeleler yoluyla dîğer dolambaçlı imkânlar, Hilal edebiyatında mev­ cuttur, Bu temayüllerin yanında, Somali gibi bâzı İslâm ülkelerinde vasiyete karşı aşikâr bir nefret bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : I. paragraf için : Wellhausen, Reste aralisehen Heidentums2, s. 191; Lammens, L ’Arabie occidentale avant L 'Hégire, s. 200. 3. paragraf için: Wensinck, A Handbook of Early Muhammadan Tradition, blc. mad. Will; Peltier, Le Livre des Testaments du "Çahih” d ’ el Bokhâri (Cezayir, 1909). 4. paragraf için: Arapça eserlerden başka, bilhassa bk. Sachau, Mahammedanisehes Recht, s. 266 v.dd.; Juynboll, Handbuch des islâmisehen Geseizes, s. 198,255 v.dd.; ayn. mil., Handleiding, 3. tabı., s. 229,260 v.dd.; Vesey-Fitzgerald, Muhammadan Law, bab. XIII, X IX , X X , X X I, X X V , E, X XVI , E a; M. Abdel Gawad, L ’Exécution testamentaire en Droit M u­ sulman ( Paris, 1926, bu eser hakkında bk. Snouck Hurgronje, Deutsche Literaturzeitung, I932» s. 6 ) — Şiî nazariyesi hakkında bk. M . Mossadegh, L e Testament en Droit Musulman, Secte Ckyile



■(Paris, 19 14 ); Ibazîlerin nazariyesi için bk. Mil­ hot, R E . Isl. ( 1930 ), s. 188 v.dd. ( J o s e p h S c h a c h t .)



VAŞŞÂF. [Bk. vassâf. ] VASSÂF. VAŞŞÂF, Ş a r a f a i - D n ( Ş i h â b a l - D n ) cA b d A l l a h p. F a z l A l l a h Ş r â z i (1264/1265-1334), I r a n l ı t a r i h ç i v e ş â i r . Vaşşâf al-pfazrat "sarayın meddâhı" terkibinin kı­ saltılmışı olan Vaşşâf lekabı ile meşhur olup, 663 ( 1264/1265 ) 'te Salgurlular [b. bk.]’m merkezi Şîrâz’da doğdu. İfâdesinden anlaşıldığına göre, tahsi•lini Salgurlularm himâyesinde yaptı ( bk. Târllri Vaşşâf



al - İşiaz ret dar Âküâ'ı~i Salâi in-i Moğol,



nşr. Muhammad Mahdİ, Tahran, 1338 hş., s. 626 ).



Daha sonra Moğul emîri Tağâcâr’m tıâibi Hvâca Şadr al-DIn Aljmed Zancânî ’ye intisab ederek Mcğullarm hizmetinde bulunmuş ve dîvân ’da tah­ sildar olarak vazife görmüştü. Meşhur vezir ve ta­ rihçi Raşîd al-Din Fazl Allah, edebiyattaki kabili­ yetini takdir ederek onu himâyesine aldığı gibi, di­ ğer bir Moğul vezîrİ Hvâca Sacd al-Dîn Mufıammed Sâvacî de teşvik ve Hİmâye etmişti. Vaşşâf meşhur eseri Tacziyal al-amjâr oa tazciyat al~a*şâr ’1 otuzdört yaşında, iken yânı 697 (1297/1298) senesinde te’ life başladı. Eserinin ilk üç cildini, Fırat kenarındaki menzillerden biri olan, Âne ’de, 13 receb 702 (3 mart 1303 ) 'de, Şam ’a gitmekte olan îlhanlı hükümdân Câzân fdân’a sun­ du, Vaşşâf, eserinin ikinci kısmını ise 24 muharrem 712 ( 1 haziran I 3 l 2 ) ’de Suljâniya ’de Îlhanlı hü­ kümdân Olcaytu ’ya takdim etti. Bu takdim sıra­ sında Olcaytu tarafından kendisine ’ ’Vaşşâf alBazrat” lekabı tevcih edildi. Vaşşâf daha sonrada eserine bâzı ilâvelerde bulunmuş ve 735 ( 1334 ) ’te ölmüştür. Beş cilt olan Tacziyal al-cmşâr, Tarlfr-i Vaşşâf adıyla da meşhurdur. O , kendisini 'Ata” Malik Cuvaynl ’nİn halefi olarak kabul eder, bu sebeple eseri Târlh-i Cihân-guşâ ’nın bir zeylidir. Nitekim kitabına Moğul Büyük Hanı Mengü 'nün ölümü (6 5 6 = 12 8 5 ) ile başlar, Kubılay ve Temür Ol­ caytu ’nun cüluslarından bahseder. Daha sonra eserde Îlhanlı tarihi ile alâkalı bilgiler yer alır. Bu arada Vaşşâf, doğmuş olduğu Fârs mıntıkasını ve komşu ülkeleri de ihmâl etmez. Kirman, Şebânkâre ve Fârs denizindeki adalarda bulunan devletlerin tarihi hakkında bilgiler verir. Mısır, Şam ve Hind 'deki hâdiselerden de bahseder. Ni­ tekim eserinin ikinci cildinde Fârs ’daki Salgurlu Atabegleri ve bu Türk hânedânının Moğüllar ile olan münâsebetlerine vs Lıır Atabeglerine mü­ him bir yer ayırmıştır. Üçüncü ciltte ise Kirman sultanlarının yanı sıra Debli sultanları hakkında da bilgiler verir. Dördüncü ciltte yine Târih-i Cikân-gaşâ ’dan hulâsa ettiği, Moğuiların ortaya çıkışı ve Hârİzmşâhlar devleti hakkında mâlûmat bulunmaktadır. Beşinci ve son cilt îlhanlı hüküm­ darı Ebû Sa’îd ( 13x7-1335) devrinin ortasına yâni 728 ( 1327) senesine kadar olan vak’aları ihtivâ etmektedir. Vaşşâf ’m tarihî, kendinden sonraki tarihçilerin de dikkatini çekmiştir. Nitek:m eserlerini daha son­ ra yazmış olan tarihçiler onun kitabından fayda­ lanmışlar, hattâ onun îbâre ve ifâdelerini aynen kullanmışlardır. Ravzat al-şafâ ve Habîb al-siyar 'de onun eserinden yapılmış iktibasları görmek mümkündür. Vaşşâf’ın, dîvân ’da çalıştığı için, îlhanlı devlet ve ordu büyükleri ile dostluğu vardı. Hâdiseleri ya bizzat yaşıyor veya dostu olan devlet erkânının ağzından işitiyordu. Ayrıca sarayda vazife­ li bjr kimse olarak devlet arşivine de girebiliyordu*



VASSÂF.



233



Bu sebeple onun eseri güvenilir bir kaynaktır. İç­ rey, Persian Literatüre ’a Bio-Bibliographical Survey, timâi ve iktisâdı hususlarda verdiği bilgiler bakı­ Section lî/2, London, 1936, s. 270). mından da Vaşşâf bir otorite olarak kabûl edilme­ Târifyi Vaşşâf için lügat tertip eden ve şerh ya­ lidir. O , hakikati yazan ve insafa riâyet eden bir ta­ zanlar arasında tesbit edebildiklerimiz şunlardır : rihçi idi. Siyâsî görüşlerinde Raşld al-Dîn Fazl Abü Bakr b. Rüstam Şlrvânî, Sarfri Târiff-i Vaşşâf Allah yolunda yürüyerek Mcğullan methetmiş, fa­ (bk. Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlt müellifleri, İs­ kat onların merhametsiz ve acâletsiz davranışlarım tanbul, 1333, 1, 233); Molla Nâilî Ahmed Efendi ( Mırzâ-zâde, öim. 1161 = 1748), r . Şarfı-i Luğat-ı belirtmekten de geri kalmamıştır. Vaşşâf, eserini akıcı ve sâde bir üslûb ile yazmadığı Târiff-i Vaşşâf (Süleymaniye Kütüp., Lala İsmâil, nr. için, bu husûsta tenkide uğramıştır. Târüyi Vaşşâf, 542/2); ayn. mil., M âlâ badd li-l-arîb minal-maşhür uzun ve faydasız cümleler, cinaslar, seciler ye ha­ oa'Tgarib (bk. Storey, ayn. esr., s. 270); İbrahim berlerin düzenlenmesinde ifrata kaçmalar, Arapça ijlanlf, Muktaşar-t Sariyi Luğat-ı Vaşşâf (yazılışı şiir, âyet ve kelimelerin kullanılması ile tabiîlikten 1174=1760, bk. Storey, ayn. esr., s. 270); Ahmed uzaklaşmıştır. Bu sebeple ondan istifâde etmek is­ Vâsıf Efendi ( ölm, 1806 ), Müşkilât-ı Luğat-ı Vaş­ teyenler, anlaşılması güç tumturaklı bir üslûbla şâf (Karatay, ayn. esr., II, 2 3 ); Mehmed  rif karşılaşır-. Gerçekten de o, eserini yazmaktaki esas ( Tüfenkçi-başı ), Sariyi Târiff-i Vaşşâf ( istinsah gayesinin belâgat, seci ve kelime kullanmaktaki us­ tarihi 1251=1835/1836, bk. İstanbul Üniv. K ü­ talığım göstermek olduğunu, olayları san’atım icrâ tüp., nr. T Y 1595); Nuşhî-zâde, Şarfı-i Târıfyi edebilmek için bir temel olarak kullandığım açıkça Vaşşâf (Üsküdar, Selim Ağa Kütüp., nr. 814); itiraf etmektedir ( bk. Târiff-i Vaşşâf, s. 147). Anonim, Şarh üa Tarcuma-i Târıfyi Vaşşâf (yazılışı, Yavuz Selim, tarihe büyük ehemmiyet verir, bil­ Mahmud II. devri (1808-1839), bk. Karatay, ayn. hassa Târifyi Vaşşâf ’1 gözden geçirirdi [bk. mad. esr., I, 198 v.d.). SELİM I.] . Nitekim, Mısır seferi sırasında Arap­ Vaşşâf ’a âit olduğu sanılan ve ihtiyatla belirt­ ların bir yağma akmında kaybolan bir sandık kitab memiz gereken bir eser de Risâla-i Afflâk al-salarasında Târiff-i Vaşşâf ’in da bulunmasına çok fana adındaki küçük bir siyasetnâmedir. Bu eser üzülen pâdişâh, Mısır fethinden ( 1 5 1 7 ) sonra, bu İthanh hükümdarı Muhammed Hudâbende Olcaytarihin yent bir nüshasının te'mini için emir ver­ tu (1304-1317 ) için te’lif edilmiştir. Adı geçen ri­ mişti ( bk. Hoca Sadeddin, Tâcü ‘i-teoârih, İstan­ salenin tesbit edebildiğimiz üç Farsça yazmasında bul, 1280, II, 610, Selimnâme kısmında). da müellifin kim olduğu belli değildir ( bk. Ahmad Türlfjri Vaşşâf'da çok ağdalı bir üslûb kulla­ Munzavİ, Fiffrist-i Kitâb-hâne-yi Maclis-i $ürây-ı nıldığı cihetle eserin iyi anlaşılabilmesi için daha son­ Millî, Tahran, 1348 hş., X V I, 223 v .d .). Bu risâle, 1033 (1623/1624 ) ’te Murad IV. na­ ra şerhler ve hâşiyeler yazılmasına ihtiyaç duyul­ muştur. Bu bakımdan XVIII. asırdan itibâren esere mına, önce Nergisi Mehmed Efendi (ölm. 1635) ta­ Türkçe şerh ve zeyllerin yazıldığını ve lügatler ter- rafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Nergisî, ken­ tİblendiğini görüyoruz. Tâıîh-i Vaşşâf ’ı şerh eden­ disinin şâhid olduğu bâzı vak’alar ve ibret verici lerin başında muhakkak ki Bağdadlı Nazmî-zâde hikâyeler de katarak bu tercümeyi bir te’lif eser hâ­ Hüseyin Murtaza Efendi (ölm . 1 1 3 4 = 1 7 2 1 / line getirmiş ve lyânün al-raşâd adım vermiştir 1722) gelmektedir. Onun bu husustaki eserleri : [ bk. mad. NERGİSİ ]. Ahlâk al-salfana daha sonra 1. Luğat-ı müşkilâl-t Vaşşâf (veya Şariyi Lu- Kavalalı Hüseyin Kâzım tarafından da Türkçe ’ye ğal-i Târifyi Vaşşcf, bu eserin bâzı yazmaları için tercüme edilerek Sultan Abdülazîz ( 1861-1876) ’e bk. Süieymaııiye Kütüp., Esad Efendi, nr. 3227; sunulmuştur ( bk. Karatay, ayn. esr., I, 512 v.d.). Hamidiye, nr. 1396 ve 1162; Reisülküttâb, nr. Kavalalı Hüseyin Kâzım ’m, eserin aslına daha sa­ II I4 ; Lala İsmail, nr. 546; İstanbul Üniv. K u ­ dık kaldığı anlaşılıyor. O , Vaşşâf’in Farsça Ahlâk tup., nr. T Y 1530, 6047, 9588). Bu eser tam bir al-saltana adındaki risalesini tercüme ve buna bir lügat şeklinde tertib edilmiş olup, burada Arapça, mukaddime ve bâzı ibret verici nasihatler ilâve et­ Farsça v.b. kelimelerin açıklanması yapılmaktadır. tiğini belirterek, hepsine Risale-i Seciyye ismini ver­ 2. Şarfyİ Tâtlfjri Vaşşâf (bâzı yazmaları için diğini yazmaktadır ( bk. Topkapı Sarayı Müzesi bk. Fâtih, nr. 4409; Âtıf Efendi, nr. 1894/1895; Kütüp., Mehmed Reşad, nr. 925, var. 3“ ), Esas Nûruosmâniye Kütüp., nr. 337Ö; İstanbul Üniv. risâlcnin tercümesi var. 18b ’nin son satırından KütUp., nr. T Y 3268. Topkapı Sarayı ’ndaki yaz­ başlamaktadır. malar için bk. F. E. Karatay, Topkapı Sarayı Mü­ Târilyi Vaşşâf ilk olarak 1269 ( l 8 5 6 ) ’da Bom­ zesi Külüphânesi Türkçe yazmalar kataioğu, İs­ bay ’da basılmıştır ( diğer baskılar için bk. Storey, tanbul, I9br, I, 198; II, 92 v .d ,). Bu eserde ayn. esr., s. 269 v.d.; ayrıca 1338 hş. ’de Tahran ’da müşkül ibâre ve manzûmeler, kelime, yer ve yapılmış bir baskısı daha vardır). Hammer, sâdece şahıs isimleri açıklanmış ve tercüme edilmiştir, birinci cildi Almanca tercümesi ile neşretmiştir 3. Tarcumc-i Târifyi Vaşşâf (Veliyyüddin Efendi, ( bk. Geschichte Vassaf 's persisch Herausgegeben tuıd Bf; 24°8, I ). 4 - Zetfl-i Nazmi-zode ( bk. Ç. Stor deuisch Übersetzt., Viyana, 1856, I ). Târifyi Faş-



VASSÂF -



234



şâf son zamanlarda sadeleştirilmiş olarak da neşre­ dilmiştir (b k . 'A bd al-Muhammed Âyatî, Tahrîr-i Târifr-i Vaşşâf, Tahran, 1346 lış .). Bibliyografya: ‘Abbâs İkbâl, 7arîfr-i Mufaşşall-i Iran az islilSy-i Moğol tâ Flân-i Maşrâ(iyyat (Tahran, 1312 hş.), s. 276, 486 v.d.; E. G . Browne, A History of Persian Literature under Tartar Dominion ( A . D. 1265-1502), Cambridge, 1920, III, 67 v.d.; Storey, ayn. esr., s. 267-270; Malik al-Şu'arâ Muhammed Taki Bahâr, Sabk-i Şinâsî, IH, 100-107; A. S. Le­ vend, ’ ’Sitjasel-nameler” , T D A Y , Belleten (An­ kara, 1962), s, 183; M . Şemseddin [G ünaltay], İslâm'da tarih ve müverrihler (İstanbul, I339X342), s. 310 v.d.; B. Spuler, İran Moğollart; Siyaset, İdare ve Kültür; llhanltlar Devri, 1220­ - 1350 ( Türk. trc. Cerrial K öprülü), Ankara, 1957, s. 15 v.d; J. Rypka, ’’Poets and Prose Writers of the Late Saljaq and Mongol Periods” , Camb­ ridge History of Iran (London, 1968), V , 624; W. Barthold, Turkestan down to the Mongol Invasion ( London, 19683 ), s. 48 v.d.; Türk, trc., Türkistan (hazırlayan Hakkı Dursun Y ıld ız), Is­ tanbul, I98r, s. 53 v.d., E I mad. VAŞŞÂF. (E rd o ğ an



M e r ç îl.)



V A Ş M G ÎR B . Z İY Â R . [Bk. v e ş m g î r .] V A Ş K A . [Bk. h u esca.] a l-V A Ş Ş Â ğ [Bk. v eşş A ’ .] V A T A D V E V A T ID . [B k. v e t e d v e v e t İd ,] V A T T Â S İ. [Bk. VATTÂSÎLER.] V A T T Â S ÎL E R . V A T T Â S İ, X V . v e X V I . a s ır la r d a hüküm sürm üş F a s lı bir h â n e d a n . Banü Vatjâs, büyük Banü Marîn âilesînin tâli kollarından birini teşkil ediyordu; umûmî olarak Merim hânedâm adı altmda bilinen sülâlenin kurucuları olan Banü ‘Abd al-Hakk '1ar da aynı büyük âileye mensupturlar. Sahra hududunda ve Merkezî Magrib'in yüksek yaylalarında göçebe bir hayat yaşamış olan Banü Vattâs, XIII . asırda Fas ’ın şarkında yerleştiler ve akrabaları Merinîler Şimalî Fas ’ta Muvahhidlerin hükümranlığını üst­ lenirken, bunlar da Rff ’in müstakil hâkimleri oldu­ lar. Bu tarihten itibâren Vattâsî ’lerin tarihleri, önce Merinîler ile karıştırılmış, daha sonra da Hı­ ristiyanların Fas '1 istilâ teşebbüsleri ile az da olsa birleştirilmiş ve X V I, asır ortalarında iktidarda olan Saedî prenslerinin buraya girmelerine yol açan hâ­ diseler ile birlikte yürümüştür. Merinî hânedânımn hâkimiyeti devamınca Va[Çâsi'Icr, hüküm süren âile ile yakın akrabalıklarından dolayı itibâr görmüşler, gerek Fas sarayında, ge­ rek ülkenin başlıca şehirlerinde yüksek me'mûriyetlere getirilmişlerdir. 823 ( 1420 ) ’te Sultan Abü Sa'Id ‘ Oşmân öldürüldü; anarşiye sürüklenen Fas, dâhılî harp dolayısıyla oldukça zayıfladı. Bu sırada Ispanya ’nm hemen hemen tamamı hıristiyanlarzaptedilmiş bulunuyordu; Portekizliler ise Sep-



VATTÂSÎLER. t e ’yi kısa zaman önce ele geçirmişlerdi; Tlemsen ve Gırnata'ya dayanan pek çok iktidar heveslisi, kendi menfaatleri için Fas kıratlığının birliğinin tek­ rar kurulması husûsunda yeni teşebbüslere giriştiler. Bu esnada ülkenin kaderini, Banü Vattâs âilesinin en dikkate değer sîmâlarından birisi olan, Salé şeh­ rinin valisi, A bü Zakarîyâ Yabyâ b. Zayyân eline aldı. Sultan Abü Sa'Id'in henüz çocuk yaştaki oğlu Abü Muhammed cA bd al-Hakk ’1 hükümdar olarak îlân ettirmeğe muvaffak oldu ve vezir sıfatıyle onun adına memleketi idâre etti. Bu nâiblik süresi, ‘Abd al-plakk reşid oluncaya kadar devam etti. Abü Zakarlyâ 'nm ( memleket dâhilinde Abü Zakri olarak tesmiye edildi) 14 4 8’de ölümünden sonra yerini, sarayın başmabeyincisi olarak yeğeni ‘A li b. Yûsuf ve sonra da öz oğlu Yafıyâ aldı. Başlangıçta hâdiseler Banü Vattâs’m işine yara­ dı. Portekizlilerin Fas kıyılarındaki devamlı çıkart­ ma hareketleri, memleketin her tarafında c i h â d çağrılan ve Murâbıtlar ile Muhammed ’in soyundan gelenlerin tesirleri altındaki büyük halk kütleleri­ nin hissiyatında tezâhür eden yeni bir dinî heye­ canın uyanmasını sür’atlendirdi. Vattâsî nâibler, başlangıçta bu cihâdın bizzat şefleri tavrım takına­ rak ve Portekizlilere karşı mücâdeleyi teşkilâtlan­ dırarak halkın bu yeni dinî heyecanını kendi menfaatlerine kullanmasını bildiler. Abû Zakarîyâ, Portekizlileri 1437 'de kiralın ikinci oğlu Fer­ dinand ’1 esir alarak feci bir mağlûbiyete uğratma­ ğa muvaffak olurken, ‘Ali b. Yûsuf, daha az ba­ şarı elde etti ve Kaşr al-şağîr 'İn düşmesine mâni olamadı. Bizzat Fas ’ta İdrisî şerifler [ b. bk. ], şehrin kurucusu îdrls II. [b . bk. ] ’in mezhebi ile ilgili fikirlerim yeniden canlandırmağa çalışı­ yorlardı ve reisleri ‘ A li b. Muhammed al-Cutî, nüfûzunun hergün daha da kuvvetlendiğini görüyor­ du. Vattâs! ’lerin nâibliği de sonuna yaklaşıyordu: Vattâsî ’lerden üçüncü vezir olan Yaljyâ, iktidara geldikten ikî ay sonra 1458 senesinde âilesinin bü­ yük bir kısmı ile birlikte öldürüldü. Merinî sultanı ‘Abd al-Halfk, İktidarı bizzat eline almayı tecrübe etti, fakat beceriksizliği -meselâ Yahudi Hârün 'u vezir olarak seçmesi gibi- kısa zamanda başşehir halkını kendinden uzaklaştırdı. 869 ( 1 4 6 5 ) 'da öl­ dürüldü. Onunla birlikte Merinî sülâlesi de orta­ dan kalkıyordu. Vezir Yahya ’nm iki erkek kardeşi 1458 senesinde onların katliâmından kaçmışlardı. Bunlardan biri olan Muhammed al-Şayb, Arzila ( A sila) 'ya ilticâ etti ve Fas 'm şimâlindeki dağlık bölgede kendi lehine gitgide güçlenen bir parti kurmasını bil­ di. ‘Abd al-Hakk ’m ölümü ile İdrîsîlerin hâki­ miyetinde bulunan Fas *a göz dikti; altı sene mü­ câdele ettikten sonra Merİnîlerin eski başşehrine girdi ve orada sultanlığı îlân edildi (1 4 7 2 ). Ağır şartlara göğüs gererek 1504 ’e kadar iktidarda kaldı. 1492 seneşipde {Catolik Içıraîlar tarafından



VATTÂ SİLER Gırnata mn zaptı ve Portekizliler tarafından da Mazagan [b . bk. ] ve Safi [b . b k . ] ’ nin kurulmasij Fas ’taki dinî hareketi en üst seviyeye çıkardı ve her yerde cihâdı şahsî hırslarına âlet etmek isteyen saltanat müddeîlerinin ortaya çıkmasına yardım etti. Muharnmed al-Şayîj ’in ölümü üzerine yerine, kendisine al-Burtuhalî (Portekizli) unvânı verilen ve 1524 senesine kadar fazla bir te'siri görülmeden Fas tahtında oturacak olan cğlu Muharnmed geçti. Fa­ kat, hâdiseler sür’atle gelişiyordu : Sa'dî şerifleri iktidarlarım Fas ’ın cenup ucunda kuvvetlendirdik­ ten sonra şimâle doğru hızla ilerlediler ve 1523’te Merâkeş ’i ele geçirdiler. Vaftâsî '1er ile Sa'dî ’1er arasındaki mücâdele, Sa'dî ’lerin zaferine kadar de­ vam etti. Mufıarrmtd al-Burtu(ali ’nîn halefleri olan oğlu Abu’ l-'A btâs Ahmed ( 1526 ve 1547-1549 ) ve torunu Muharnmed al-Kasrî (1545-1547), Sa'dî prensi Muljammed aî-Şayh al-Mahdî ’nin canlı faaliyetlerine mâni olmak için boş yere uğraştılar. Neticede al-Mahdî 1550’de F as’ı ele geçirdi. Sal­ tanat üzerinde hak iddia eden ikinci Va1|âsîde, Muharnmed al-Burtukalî ’nin erkek kardeşi Abü 'A li Hassün ( Ba Hassun ) idi ve bu zât hânedânı kurtarmak ve yeniden kurmak için harekete geçti; Berberîlerden yardım istemeğe gittiği gibi, aynı mak­ satla Almanya’da Karl V . (Şarlkent) ’i ziyâret etti; en sonunda da Şimâlî Afrika ’ya yeni gelmiş, Tlemsen’e kadar hâkimiyet kurmuş ve aynı zamanda Fas ’a karşı bir sefer yapacak olan Türklere mürâcaat etmeğe karar verdi. Fas, 1554 *te Türklerin hâkimiyetine geçti; ancak birkaç ay sonra Muhammed al-Mahdî burasım geri aldı. Böylece son Vapîâsî ’1er de bir daha dönmemek üzere Fas ’1 terkettiler. Bunlardan bâzılarının din değiştirerek hıris­ tiyanlığı kabûl etmeleri dikkate şâyândır. Vattâsî ’lerin Fas ’taki hâkimiyeti, memleketin Orta-çağ ile yeni zamanlar tarihi ve Berberi hânedanları ile Şerifler hânedanları arasında bir geçiş devresini teşkîl etmektedir. Siyâsî hayattaki karı­ şıklıklara rağmen fasılalarla da olsa refah devreleri yaşadılar. Fas, Merinî sülâlesinin en parlak devir­ lerinde olduğu gibi Banü Vat(âs ’m zamanında da gelişmesine devam etti. Şehir hakkında teferruatlı ve dikkatli bilgi veren Léon Africanus ’un Fas ’ı ziyareti bu zamana rastlar. Banü Vattâs ’m geniş izâhâtla birlikte şeceresi H. de Castries ’nin şu eserip.de bulunmaktadır ; Les Sources inédites de î ’histeire du Maroc, seri I, Espagne, Paris, 1921, c. 1, levha IV (s. 162 v .d .). Bibliyografya-. Vattâsî ’1er hânedânı ile alâkalı esas bilgiler X V II. ve X V III. asırlara âit Fas’a dâir hal tercümeleri ve velîlere dâir araş­ tırmalarda bulunmaktadır. Bunların tarihi hakkın­ da yegâne bilgiyi X IX . asnn sonunda yaşamış olan tarihçi Ahmed b. fcjâlid al-Nâşir al-Salâvî, Kitâb al-îstifcşâ*, I, 169 v.dd. adlı eserinde ver­ mektedir. Avrupalı kaynaklar Marrnol ve Diego



VATVÂT.



235



de Torres ’dir. Neşredilmiş ve neşredilmekte olan arşiv vesikaları için bk. H. de Castries ’nin yuka­ rıda adı geçen eseri. VaJJasi ’lere tahsis edilmiş bir monografi: A . Cour, L a dynastie marocaine des Benİ W attas, Constantine, 1920 ( bu eser hakkında bk. Revue Africaİne, 1921, s. 185-189; Hesperis, 1921, I, 492-497). (E . L İ v î - F r o v e a ç a l . ) VA TV T. ] B k . v a t v â t . ] V A TV T. V A T V  T ( ? — I I 7 7 ), Selçuklular devrinin, bilhassa Hârizmşâhlar devletinin kuruluş ve yükseliş devresinin başta gelen münşilerinden ve Iran ’ın tanınmış şâirlerinden biri olup, tam adı Raşld al-Dîn Muharnmed b. Muharnmed b. 'Abd al-Calı’l b. 'A bd al-Malik b. Muharnmed b. 'Abd AHâh b. ‘Abd al-Rahmân b. Muharnmed b. Yahya b. Mardavayh b. Salim b. ‘Abd Allah b. 'Omar al-Huitâb al-Balhî ’dir ( Yâküt al-ffamavi, Mu‘ cam al-udabâ, Kahire birinci tab’ı 1907-1920, V II, 91 ; Calâl al-Dîn Suyüiî, Buğyat al-cıfât, Kahire, 1326 lı., s. 97; Hamd Allâh Mustavfî, TârUyi guzlda, nşr. ‘ Abd al-Husayn Navâ'î, Tahran, 1336-1339 hş., s. 756; krş. 'A lî b. Zayd al-Bayhakî, Tatimmal şiüân al-hikma, Lahor, 1935, I. 166). Daha çok "Vatvât” veya ” Raşİd-i Vatvât” diye şöhret kulan şâir ( göst. yerler ve 'A vfî, Lubâb al-alböb, nşr. Brow­ ne, Leyden, I9°ö, I, 8ü; Rizâ Kullhân Hidâyat, Macmac al-fuçahö, nşr. Mazâhir Muşaffâ, Tahran, 1336-1340 hş., II. 6 55), 481-487 (1088-1094) seneleri arasında Belh ’te dünyaya geldi ve 573 ( 1177) senesinde Hârizm ’de hayâta veda etti. Hemen he­ men tezkirelerin tamamında ikinci Halîfe Ömer soyundan geldiği kabûl edildiği için, bâzan "'Om a­ ri” , bâzan ’’Fârüki” nisbesiyle de anılmaktadır (Bayhaljî, ayn. esr., I, 166; T â r îlri gu ziia s. 756; Rizâ KulîljSn Hidâyat, ayn. esr., II, 655). 'A v­ fî ’nin Lubâb al-albâb ’1 ile ona bağlı kaynak ve araş­ tırmalarda kabasının adının, Zakariyya b. Muhammed, Kazvînî (ölm . 6 8 2 )’nin  sâr al-bilâd (nşr. Dâr Şâdir, Beyrut, 1969, s. 334 )’ı ile buna istinâd eden tezkirelerde de kendi adının ” 'A bd al-Caîîl” olarak yer alması bir zuhûl eseri olmalıdır. Çünkü, daha Vatvât hayatta iken kaleme alman ve bu mev­ zuda en eski kaynak olarak bilinen Bayhald ( ölm. 5 6 5 ) ’nin adı geçen "Talimma" sinde ve Yâküt (ölm. 6 2 6 ) ’un "M tıccm a l - udabet" smda şâirin adı ve babasmmki "Muharnmed” olarak tesbit edil­ miştir; ” ‘Abd al-Calîl” ise, dedesinin adıdır, Bun­ dan başka, Brcckelmann 'ın edibimizin tam adım ” Abü Bakr Ahmed veya (Muharnmed) b. İshâk b. ‘A bd al-Calîl ...” şeklinde vermesi de bir yanılma mahsûlüdür ( G A L , Leyden, 1943, I, 325 )• Başı­ nın kel ve hiç değilse dazlak olduğu rivayet edilen ( Lubâb al-albâb, I, 37;  şâr al-bilâd, s. 334) bu şâire, iri dağ kırlangıcı mânasına gelen ve aynı za­ manda yarasa, korkak, ahmak v.s. gibi mânaları da ifâde eden ( İbn Manzür, L A , Beyrut, 1968, V II,



236



VATVÂT.



432 v .d .) "Valvât” kelimesinin hangi maksatla lekab olarak verildiği husûsunda görüş birliği yok­ tur. Davlat-Şâh 'a göre bu lekab, keskin ( belîg) bir dile sâhip bulunduğu için; diğer bazılarına göre, ise, boyu kısa, çelimsiz clduğu için, çağdaşları ta­ rafından hakaret kasdı ile ona takılmıştır ( Tczkfrat al-ştfcrâ, nşr. Muh.rmmed 'ALbâsî, Tahran, 1337 hş-, s. 98; Mccmac cl-fiışafcâ, göst. yer.; Dabîr SiyâlI, Fcrhcng-i Ânar.drcc, mad. "Vaivât"). Şâirin doğum tarihi kesin olarak bilinmiyor. Ancak, tarihçi Cuvaynî, Tekiş b. !l Arslan ’ın 22 rebîülevvel 568 ( 10 teşrin H. 1183 ) pazartesi günü tahta çıkışı münâsebetiyle VaÇvâf ’tan bahsetmekte ve onun bu tarihte 80 yaşını aştığını; bünyesinin zayıf olması ve yaşının çok ilerlemesi yüzünden hevdeç ( mahaffe) üzerinde getirildiği kutlama merasiminde, sâdece teberrüken nazmettiği bir rubaisini okumakla iktifa ettiğini yazmaktadır ( Cihönguşâ*, nşr. Muj;ammed Kazvinî, Leyden, 1916, II, 17 v.d.; krş. M îıhvand, Ravzct al-safa3, Tahran, 1338-1339 hş., IV, 366; Amîn Ahmed Râzî, Hcft fflîm, nşr. Cavâd Fâzil, Tahran; CA !1 Akbar, ‘ İlim te Adabiyyâl, ts., 11, 6 9 ). Buna göre Valvât 'm hicri 568 senesinde 80 yaşından biraz fazla olduğu anlaşılır. Böylece doğum tarihînin 481 ( 1088) ile 487 ( I09 4 ) seneleri arasına rastladığı söylene­ bilir. Diğer taraftan muahhar kaynaklar arasında yer alan Tazkirat ahşıfarâ ( s. 10 3), Haft İhjîm (göst. yer.) ve M açma* al-fuşahâ ( I I , 6 5 6 ) ’da şiirin 97 sene yaşadığı ve hicri 578 ’de öldüğü zik­ redilmektedir. Eğer bu rivâyet doğru olsaydı, onun hicri 481 senesinde doğduğunu kesin olarak ortaya koymak mümkün görülürdü. Ancak, şâirin bu tarihte ( 578 ) öldüğü ve H. Ethe ’nin yaptığı gibi, bu rivâyete dayanarak onun 481 senesinde doğduğu ıddiâsınm doğru bir netice vermeyeceği açık olduğu gibi, J. Rypka tarafından doğum tarihinin 508-509 ( 1 1 1 5 - 1 1 1 6 ) seneleri arasında gösterilmesinin de ( History of Iranicn Literatüre, Dordrecht-Holland, 1968, s. 2co ) bir mesnedi yoktur. Vajvât 'm hayatı hakkında teferruatlı bilgiye sâbip değiliz. Ailesi ve yakın çevresi husûsunda fazla birşey bilmiyoruz ( Dîvân, nşr, Sa'îd Naflsî, Tahran, 1339 hş., s. 99, 369/5 v.d., 376/6 v.d., 388 v.d.; krş. M u‘ccm al-udcbâ”, V î î , 9 1 ). B e lh ’de bı­ raktığı yaşlı, kör bir annesi ile ( RasâHl-i cArabî-i Raşîd al-Dîn Vatvât, nşr. Muhammed Efendi Falı­ mı, Kahire, 13*5 h., H, 37; krş. Dîvân, göst. yer.) Nacîb al-Dîn ‘ Omar b. Muhammed adındaki bir kardeşinden ( ayn. esr., II, 30) başka âile fertle­ rinden bahsetmez. Yalnız Sa'id Nafîsî, Vafvât ’m Muhammed Raşîdi adında bir eğlu olduğunu mes­ net göstermeksizin zikreder ki ( Dîvân, muj=addtma, s. 27 v.d., 41). tuna hiç bir kaynakta işâret edilmez. Soyunu çok övdüğüne bakılırsa, onun hatırı saydır bir Şileden geldiği anlaşılır.



TaMlinin büyük bir kısmım Belh 'teki Nizamiye



Medresesi 'nde imâm Abü Sa'd al-Haravî ’nin yanında yapan şâir ( Rasâctl-i cArabî, II, 29 v.d .), yine orada 2 iyâ° al-Din Şadr al-A'irnma 'nin yar­ dım ve himâyesine mazhar olmuş, derslerinden istifâde etmiştir (ayn. esr., II, 37). Sonra Hârizm 'e giderek meşhur Câr Allah Zamahşarî (ölm. 538= 11 ¿14) de dâhil olmak üzere ileri gelen âlimlerden faydalanmak istemiştir. Nitekim Zamahşarî ’ye iti­ raz edebilecek ve onunla İlmî münâkaşaya girişe­ bilecek derecede, dilde ve edebiyatta bilgi sahibi olan Vajvâf ( Risâla-i Raşîd al-Dîn f î mâcarâ baynah va bayn al-imâm al-Zctnafşarî, Rasâ'il al-balağâ, nşr. Muhammed Kurd 'Alî, Kahire, 1954, s378-381), Fars ve Arap dillerinde, husûsiyle tahrirat usûlünde mahâret kazandıktan sonra, Hârizmşâh At­ sız ( 5 2 1 -5 5 1 = 1127-1156) ’m hizmetine girdi ve kısa (âsılalar dışında ömrünün büyük bir kısmını onun ve haleflerinin sarayında geçirdi. H eri 548 'de kaleme aldığı anlaşılan bâzı kasi­ delerinin (Dîvân, s. 265/,,, 4 17/2 ,4 -5) üç-dört yerinde Atsız ’a 3° sene hizmette bulunduğundan bahsetmesi, 518-521 seneleri arasında onun yanında çalışmağa başladığım tahmin etmeğe fırsat verir: Şâir, Atsız nezdinde büyük bir itibâr kazanmış, onun husûsî kâtipliğini yapmış, bir ara, hicrî 536 'dan sonra dâr al-inşö müdürlüğüne veya ( rasâ'il) ve­ zirliğine kadar yükselmişti (Lubâb al-albâb, I, 36; Âşâr al-bilâd, s. 334 ve Nâmahâ-yi Raşîd al- Dîn Vaivâf, nşr. Kâşim Toysargânî, Tahran, 1338 hş., s. 159, 257; makaddima, s. 59). Sultan Sencer 542 ( l l 4 7 ) ' d e Hârizmşâh Atsız ile yaptığı muhârebede Hezâr-esb (aynı zamanda l.o co at mânasına da gelir ) kalesini kuşattığı zaman yanındaki Enveri 'nİn, üzerinde tahkîr edici bir nıbâî ( bk. Divân, s. 6 1 4 ) bulunan bir oku Hâ­ rizmşâh Atsız ’a, Hârizmşâhla birlikte olan Vaşvâş'ın da ona cevap olarak at ile eşeği karşılaştıran bir rubaisini Sencer'e gönderdiği, sonrada savaşı ka­ zanan Sencer 'in Vatvâf ’1 ağır bir şekilde cezâlandırmak istediği ve onun ancak inşâ divanı reisi Mustacıb aî-Dîn Badî sayesinde kurtulduğu rivâyet edilir (Cihangtışâf II, 8-10). Ar.cak birkaç sene sonra Raşid al-Din 'i kıskananlar, onun Cend va­ lisi Kamâl al-Dîn Mahmüd b. Arslân ’la gizlice münâsebette bulunduğunu iddia ederek 547 ’de Atsız 'm gözünden düşürüp saraydan uzaklaştırılma­ sını sağladılar ise de o, kasîde, terkib-bend ve kıt’alar terennüm etmek süreriyle ( Dîvân, s. 355 v.d., 361 v.d., 417, 542-547. 577 v.d. 605 ) suçsuzluğu­ nu ispât etti ve saraydaki itibârını yeniden kazandı (548 — 1154; Cihânguşâs, II, 11 ve Ravzat al-şcfâ, IV, 366). Hattâ Hârizmşâh’m ölümü (551 = 1156) üzerine, en meşhur nihâilerinden birini söylemiş­ tir ( Cihânguşâ% II, 13 v.d.; Dîvân, s. 6 15 ). Valvât ’ın divan hizmetinden ne zaman ayrıl­ dığı veya uzaklaştırıldığı bilinmiyor. Ancak Atsız ’ m oğlu Hârizmşâh Îl-Arşlan (551-568 = 1156-1172)



VÂTVÂT.



zamanında da, 17 yıl müddetle aynı' vazifede kal­ dığı zikredilmektedir ( Haft İklim, II , 6 9 ). Diğer taraftan şâir de, Arapça mektuplarından birin­ de ( R A , I, 7 0 ) Hârizm ’deki ikâmet müddeti­ nin 4 1 seneyi bulduğunu, başka bir mektubunda ise ( R A , II, 2 8 ), ll-Arslan devrinin son senele­ rinde ileri yaşı ve bünyesinin zayıflığı sebebiyle tekâüde ayrıldığına işâret eder. ValvâÇ ’ m, Atsız *ın son senelerinde eski itibârını kaybettiği, sonra saray­ dan ayrıldığı için Atsız ’m ahfâdını övmediği iddiası ( bk. Sa'îd Nafîsi, Dloân, mukaddime, s. 5-9 ), şâ­ irin kendisinden ve Amîn Al; rned Râzi ’den nakl­ edilen rivâyetlere ters düşmektedir. ll-Arslan ’m oğlu T e k iş’in cülus merâsiminde (5 6 8 = 1 17 2 ) Kazır bulunması, yeni Hârizmşâh’a ve kardeşi Mahmüd ’a medbiyeler sunması ( Ahmed Ateş, RcşM al-Dln Vafvöt ’in ezerlerinin bâzı yazma nüshalcrt, İstanbul, 1959, s. 14 v.d., 2 3 ) yukarıdaki iddiâyı tekzib etmektedir. Filhakika Va{vât, devrin diğer büyük şahsiyet­ leri için de medhiyeler yazmıştır. Bâvand ’lerden Amir Nuşrat al-DIn Rustam b. 'A lî b. Şahriyar ( 533-558= H 3S - ii 6 3 ) onun, harâretle övdüğü kim­ seler arasındadır. Hakkında yazdığı kasidelere mu­ kabil, bu emirden yılda 500 altın ve diğer bâzı he­ diyeler aldığı zikredilmektedir { Târih-1 Jcbamtân, nşr. 'Abbâs ikbâl, Tahran, 1320 hş., s. 10 9-112). Vatv⪠’ın bundan sonraki, 5 senelik hayatı hak­ kında kaynaklarda bilgi yoktur. Bununla beraber, onun, ömrünün geri kalan kısmını tâat ve ibâdet­ le geçirmiş olabileceği tahmin edilir (bk. R A * II, 28). Şâir, H 7 7 senesinde hayata gözlerini kapadı (Yâküt, Mtfccm al-udabâ5, VI I , 51; SuyûŞÎ, Bıığyat al~üueSt, s. 97; Muljammcd al-Hansâri, Raviat al-carmat, 1347 h., 2, baskı, s. 77; Kâtib Çelebi, Kaf f al-zumin, İstanbul, 1943, I, 4, 634; II, 1200, 1243) ve Hârizm ’in merkezi G ürgenç’te toprağa verildi (Davlat-Şâh, Tazhjrat al-şu°arâ, s. 103; krş. Divân, mufcaddima, s. 15, 17 ). FaşibH Hafi, Mucmal ( Divân, mukaddima, s. 45) ’inde, VaŞv⪠’ın 574 Hicret senesinde vefat ettiğini; Davlat-Şâh ve muh­ temelen ondan faydalanan Amîn Afjmed Râzî ile Rızâ Kulîhân ve diğerleri ise, onun 97 yaşında iken, 578 ( 1 1 8 2 ) senesinde öldüğünü yazıyorlarsa da (yk. b k .), zaman bakımından şâire yakınlığı sebe­ biyle Y â k ü t’un ve ona istinad edenlerin rivâyeti tercih edilmiştir. VaŞvât ’ın devlet adamlarının dışında, devrinin tanınmış şâir ve âlimlerinden Abü Sa‘d ai-Haravî, Zamahşarî ( R A , II, 3°, 37, 82), YaT üb Candî, Haşan Kaftan ( R A , II, n , 19 v.dd., 26), NuVnâııi, Gazzî, Anvarî, Hâ(:âni, Murizzî, Camal al-Dîn-i Işfahanl, Haşan Oaznavî, Süzanî (Firüzânfar, Sultan va Suljanvaran, s. 329), Muhtarı, Sâbir-i Tirmizî, Hakim Sanâ’ î, Anbarî Harakî ( ayn. esr., II, 41, 50; 113 ), Hata mî ( Rasâ’il al-bulağâ, s. 378 ), BisŞâmî ( R A , II, 48; Lctbâb al-albâb, I, 2 3 1), Muham-



237



mad al-Bağdâdî ( R A , I, 6 7 ), Abü Ca'farNİşâbürî (bk. Divân, mukaddima, s. 24 v.d.; Ifada'ik absikr, mukaddtma, s. 21 v.d., 24 v.d., 36; I, 37, 4 1; II, 4 1, 5 0 ,113 } Divân, metin, s. 24 v.dd., 259, 323, 349 , 570 , 5 7 4 , 58o, 583 , 585 v.d., 600 v.d.; Rypka, Hislory of Persian literatüre, s. 200 ; Rasâ*il al-bulağâ, s. 378; Lubâb al-albâb, I, 231; R A , I, 67, II, I I , 19 V . d d „ 26, 30, 37, 48 , 82 V;d.) gibi şahsiyetlerle mektuplaştığı ve temas kurduğu bilinmektedir. Gerçekten VaŞvâJ ’m edep ve fazilet sahasında üstünlük göstermesi ve Hârizmşâhlar . sarayında büyük bir mevkie sâhip bulunması, bir kısım ze­ vatın onu kıskanmalarını mucip olmuş, çağdaşla­ rından bâzılarmın şiirlerine değer vermeyerek on­ ları haddinden' fazla tenkidi, kendisinin birçoklan tarafından hîcvedilmesine sebebiyet vermiştir. Nazım ve nesirde kendini haddinden fazla ’ beğenmesi { bk. DlvSn, s. 32/E, 77, 261 v.d. 309/n-ı», 3öı/ı, 6 v.d., 364, 516 v .d .) de hicvedilmesini körükle­ miştir. Eserleri : Va(vâ|, harp ve darptan hoşlanmayan bir karaktere sâkip ve daha çok okumaya, divan iş­ leriyle meşgul olmaya mütemâyildi ( R A , II, 44)Sarayda resmî vazifesi olmasına ve her türlü şart­ lar altında, hattâ avda bile Hârizmşâlılara, bilhassa A tsız ’a refakat etmek mecburiyetinde bulunmasına rağmen, 20 ’¿en fazla eser vermesini bilmiştir. Nesir­ de büyük bir başarı gösteren şâir, Farsça ’yı olduğu kadar Arapça’yı da iyi biliyor ve aynı kolaylıkla her ikisini de kullanabiliyordu. Bu sebepledir ki o, haklı olarak Arap edebiyatının da büyük nesir müel­ lifleri arasında yer almakta ve iki cild olarak ” Macmü'ai RazaJil Raşîd al-Dln al-Vatvöf' unvânı ile basılmış olan ( Kahire, 1315 h .) Arapça mektupla­ rının büyük bir kısmı ise, "inşâ” denen resmî mu­ hâberât yazılarının en güzel örnekleri sayılmak­ tadır. Fakat " ikvâniyât” denen dostlar arasında câri husûsî mektupları ise, şüphesiz Badi' al-Zamân Hamadânî ve Abü Bakr Hvf.rizmi ’ninkiler ayarında değildir. Yâküt aî-Hamavi, Va‘vvât ’1 târif ederken, onuri, zamanının nâdir ve eşsiz yetiştirdiği şahsiyet­ lerden, devrinin tuhaf ve anlaşılmaz kişilerinden birİ olduğunu, şiir ve nesirde çağındaki insanlardan üstün bulunduğunu, Arap dilinin inceliklerini çağ­ daşlarından daha iyi bildiğini kaydeder; edebî ka­ biliyetini ve her iki dili aynı kolaylıkla kullandığım göstermek için de, onun aynı anda bir vezinde Arap­ ça bir beyti, başka bir vezinde de Farsça bîr beyti söyleyip birlikte yazdırabildiğini sözlerine ilâve eder (Mu'cam al-udabâ*, VII, 9 1 )• Farsça mensûr eserlerinde son derece vecîz ve âherıkdâr bir dil kullanmış ve her konuyu işlemesini bilmiştir. Onun nesri, âbenkli ( musacca') ve az sayıda kelime ile maksadım hemen ifâde etmeyi he­ def tutan Arap nesrine benzer. D il itibariyle Sel­ çukluların ikinci devresine âit dil husûsiyetlerine



VATVÂT. 24 ) ve nihâyet Sa'îd Nafîsı de Va{vâ{ ’ın neşrettiği Farsça divanına yazdığı makaddima (s. 28)’de bu eser­ Fazl Muljammed al-Bayhakî (ölm. 470=1077/ lerin isimlerini tekrarlamış; fakat Hârizmşâh Tekiş’in 1078) ’nin nesirlerinin bir devamı gibidir ( Nâ- tahta çıkış tarihini 578 (1183) olarak vermek ve bu mahâryi Rafiti al-Din Vatvât, nşr. Kâşim Toysar- hükümdâra Vatvât tarafından ithaf edilen " ‘ Umdat gâni, Tahran, 1338 hş., mukaddime, s. 93 v.dd.; krş. aî'bulağâ oa *uddat al-fuşafta' adlı eserdeki "als. 130). Her çeşit mektubu gramer kaidelerine uygun Raşîdî al-Kâtib" ibaresine dayanarak gerçek müel­ olduğu gibi lafz bakımından da, üstün, metin ve lifin VaŞvâj ’m oğlu olduğunu ileri sürmek süreriy­ sağlamdır. Ancak Toysargâni’nin de dediği gibi le hataya düşmüştür. Çünkü Tekiş b. tl-A rsla n { ayn. esr., muhaddima, s. 127-133), resmî yazıla­ 568 ( 1 1 7 2 ) ‘de tahta çıktığı gibi, Va;v5{ ’m eseri rında yer vermek zorunda olduğu unvanları, lekab- olduğunda şüphe bulunmayan "Faşl al-hiföb min lar ve teşrifat cümlelerini kullanmaktan müteveilid kalam Amir al-mtfminln 'Omar b. al-Hatlâb" ile ve hemen her münşide görülmesi mümkün olan ku­ "Matlüb koli Tölib min kolam Amir al-mu’minln ‘ A li ruluk bir yana; bunlarda ve diğer yazılarında daha b. A bl Tölib” in önsözlerinde de ” al-Raşîdi” veya çok muvâzene ve tarsî tarzmı iltizam etmesi, Arapça ’’al-Raşîdî al-Kâtib” îbâreleri yer almaktadır (krş. kelimeleri fazla kullanması, üstelik tasannu’a ka­ A. Ateş, ayn. makale, s. 11-18; ayrıca bk. Ismâ'İl çarak halk dili üslûbundan ayrılması, kendi aklını, Pâşâ, îzâk al-maknün, II, 120). bilgisini, siyâsî ve idâri temâyüllerİni hâkim kılmak 'Abbâs İkbâl taralından 21 olarak tesbit edilen istemesi gibi hususlara rastlamak mümkündür. eser sayısını Sakhaullah, adı geçen makalesinde Vatvât ’ m eserleri, tarihî bakımdan da büyük 3 2 ’ye yükseltmişse de bunlardan bir kısmı çeşitli bir ehemmiyet taşır. Mensur eserlerinin en değerli isimler altında anılan aynı eserler veya Vatvât 'm aynı ve en büyük bİr kısmını münşaâtı, yâni resmî ve imzâlanm ihtivâ eden mecmualardan başka birşey gayr-i resmî mektupları teşkil etmektedir, 45 se­ değildir ( bk. " Macmü°at Rasâ‘ il R a f d al-Dîn Va/neden fazla Hârizmşâhlar sarayında hizmet gören nşr. Muljammed Efendi Fahmî, Kahire, 1315; şâirin bilhassa bu nevî yazıları, Atsız ve haleflerinin krş. A. Ateş, ayn. makale, s. 3 v .d .). Aslında günü­ çağdaşları olan Sultan Sencer ve onun yerine geçen­ müze kadar gelenlerle sâdece adları bilinen eserleri­ lerle münâsebetlerinin ortaya konmasında, araların­ nin sayısı, A. A teş’in İlâve ettiği " ‘ Umdat al-buda cereyan eden oldukça mühim tarihî hâdiseleri lağâ va ‘uddat al-fuşah.â ve "Badây’D al~iarşî°ât .." aydınlatmasında ve içtimâi bünyenin husûsiyet- ( A. Ateş, s. 9 v.d., 22 v.d.) dâhil olmak üzere 26 lerinin ortaya konmasında başlıca vesika mâhiye- kadardır. Biz, Vajvâ{ ’ın bu eserlerinden sâdece tindedir ( 1. Kafesoğlu, Harezmşahlar Devleti Tarihi, Farsça ve Arapça divanları hakkında kısa açık­ Ankara, 1956, s. 3, 54 v.d., 65 v .d .}. lamalarda bulunarak diğerlerinin yalnız isimlerini Böylece Raşîd al-Dîn Vapvât ’ın Türk tarihi bakı­ vereceğiz. mından da mühim olan eserleri, edebî san’atîara Farsça Dioân 'ı. Vatvât ’ m Farsça divanı Davlat âit olan "IJaia’ik al-sif/r f i dak ‘ Ukud al-la^ali oa su’ ud allayâli; cUmdat al-bulağâ* oa ‘uddat al-ftışaba” ; Uns al-lahfân min kalâm amir al-mu,minin cOşmân b. ‘A ffön . ■ Bunlardan başka Sakhaullah tarafından tesbit edilen ve yalnız onun listesinde yer alan Çihil kfllima (kırk hadis tercümesi); Mukâma mu'âriza; Macma° al-babrayn oa manbac al-şibrayn; K an z al-balâğa. Kiiâb al-rmfammâ da, Va{vâl ’a isnat edilmekte ve



ayrıca aslında müstakil birer eser olmadığı anlaşılan ve uzunca birer mektup telâkki edilmesi gereken "R im la f i mâcara baynak oa bayn al-imâm al-Zamab~ şari ile "Risâla îlm ly â ’ de bunlara eklenmektedir



( Sakhuallah, s. 213-216). Şahsiyetine gelince, Va|vât*ın mezhebi hakkında kaynaklarda açık ve kesin bir ifâde yok ise de, eser­ lerinden, sünnî olduğu anlaşılmakta ve Sultan Sencer ile Kara Hitayiı Gürhan arasında 536 ( ı i 4 2 ) ’da cereyan eden I£atavân savaşında şehit edilen Mâverâünnehr’in büyük Hanefî fakîhi Husâm al-Din "Omar b. "Abd al-eAzîz al-Buhârl için yazdığı bir ka­ sidenin ( Lubâb al-albâb, 1,1 7 9 , 332 ! Divân, s. 333" 33 6) muhtevâsmdan fıkıhça Hanefî olduğu izleri­ ne rastlanmaktadır. Hangi mezhepten olduğu bir yana bırakılırsa, o da birçok Iran şâiri gibi din­ dardı ve üstelik dine karşı olanlara, dinî esasla­ rı gereği gibi uygulamaktan kaçınanlara, vaktini sırf felsefe okumakla geçirenlere bir nevî düş­ manlık besler, Ibn Mukaffa" ’ 1 ateşe ve ateş tapı­ nağına saygı gösterdiği için kısa akıllılıkla itham eder { R A , 11,2 3 v.d.), Yunan felsefesine karşı çı­ kar ve filozofların görüş ve sözlerinden sâdece dinî esaslara uygun ve mutabık olanlarına kulak veri­ lebileceğini söylerdi { R A , II , 3! krş. Ffadfi’ik alsibr, muk-, s. 26 v .d .). Eserlerinin muhtevisi, bize onun bütün ilimlere ve ahlâkî üstünlüklere yeteri kadar ehemmiyet verdiğini gösterir. Ona göre, mutlu



olarak yaşamak ve kasımlarla hesaplaşmada başarı sağlamak, ancak seçkin kişileri arkadaş edinmek, ömrünü ilimleri tahsil ve onları mütâlaaya hasret­ mekle mümkündür {M u ccam al-udabö0, V II, 9 5 ). Hayatın devamlı neş’e içinde geçeceğini sanmanın çok yanlış olduğunu söyler ve kendisinin, dolayısıyla insanoğlunun Tanrı yardım etmedikçe, şerlerinden kurtulunması imkânsız olan 6 şeyle imtihan edil­ diğini ve onların sırasiyle, nefis, şeytan, öteden beri fitne koparan dünya, aşırı istek, hırs ve emel oldu­ ğunu ilâve eder (Mu"cam al-adaba1, göst. yer.). Kur­ duğu dinî vakıflarla şâir ve âlimleri maddî bakım­ dan korur, onların, şiir ve yazılarını tashih eder, devlet büyüklerine takdim edip câize almalarına önayak olurdu. Ayrıca bîn cilde yakın değerli kitap ve notlarını da herkesin faydalanması için İslâm ülkelerindeki kütüphanelere vakfetmiştir ( R A , II, 17 v.d., 49 v.d., 6 0 ,6 5 ,6 7 ,8 0 ; krş. Cihângaşâ% 1 1 ,6 v.d.). Bütün bu iyi taraflarına rağmen, yukarıda belir­ tildiği gibi, onun eksik tarafları ve hoşa gitmeyen huyları da vardı. Hükümlerinde hissiyatının büyük payı olduğu göze çarpmaktadır. Unsurî [ b. bk. ] ’nin yolunda giden ve kasidede onun üslûbunu uygulayan Va^vaÇ, mânalardaki güzellik ve lafızlardaki akıcılık bakımından ondan ayrılmış; lafzî san’atları tercih ederek himmet ve gayretinin çoğunu bu yöne sarf etmiş ve lj[adâ°ik al-sibr ’inde de görüleceği gibi, şiirlerinin dâima edebî san’atlardan bir iki tanesini ihtivâ etmesini istemiştir. Bu sâhada bâzı eksikleri ( Hadcc'ih alsibr, s. 29, 45, 6 1 ) , bir kısım yanlışları ve koyduğu kaidelere uygun düşmeyen misâlleri göze çarparsa da {ayn. esr„ s. 58-68; krş. Saban Va subanvarön, s. 323 v .d .) lafzî san’atlan en iyi şekilde kullanan ve her biri için ayrı ayn misâller veren iki şahsiyet­ ten biri sayılır ve bu mevzuda "Abd al-Vâsİ" alCabalî ile at başı gittiğini isbat eder ( Şiblı-ı Nu"mânl, Ş it r al-cAcam, trc. Muijammed Takı-i Gilânî, Tahran, 1316 hş., s.153). Üstelik, Iran edebi­ yatında ilk beytinden son beytine kadar musarra’ olan kasideleri İlk defa o yazmıştır ( Dioân, s. 214 v.dd.; krş. ffadâ’ ik al-sibr, s. 4 v.d .). Bu vasıflarla birlikte, san’atlarla haddinden fazla yüklü bulunan, diğer bîr ifâde ile kendilerine edebî san’atlar mecmûası demek câiz olan şiirlerinin çoğu, son derece geniş bir bilgi ve tecrübe hazînesinden İstifâde eden, ayrıca istediği kelimeleri derhal bulabilen kabiliyeti ve edebî san’atlara yatkın olgun fikri sayesinde in­ sanda sâde bir intiba uyandırır. Tekellüf ve tasannu sebebiyle bâzı beyitlerinde hoş görülmeyen haşivlere ve beğenilmeyen îstîârelere rastlamak mümkünse de ( Suhan oa subanoâran, s. 323 v.d., not, 5 ; Zayn al - "Âbidİn Mu'taman, Tabaooul-i şiV-ı Fârsî, Tahran, 1339 hş., s. 1 5 1 ) , ekseriyetle kelimeleri seçmede, terkipleri sağlam ve kuvvetli yapmada, muhtelif lafzî sanatları icrâ etmede gösterdiği



VAÎVÂT - VÂV. maharet ve ehliyet sayesinde, tabiî güzellik ve le­ tafetini koruyabilmiştir. Ancak Raşid al-DIn kendir sinin Farsça ve Arapça 'da üstad olduğunu, nazımda ve nesirde dengi bulunmadığını, şiirine ve şairliğine diyecek olmadığım ve Hâkânî [b. bk.] gibi, Vajvât da diğer şâirlerin kendi ilim ve fazilet sofrasının kırıntı yiyicileri durumunda olduklarını söylemekle birlikte ( D hön, s. 77 v.d., 212, 258; R A , 11, 5, 7 ), Yâküt al-Hamavî *nin de dediği gibi, Arapça, hattâ Farsça şiirlerinde dahî nesrinde olduğu kadar başarı sağhyarhamıştır ( Mu‘cam al-udabcY, V II, 9 4 ). Şiirinin her tarafında zekâ parıltılarına rastlamak mtimkün değildir. Dinî ve ahlâkî mazmunlara nazaran, İlmî mazmunlar azdır. Kasidelerinde mevzû ve gâye daha çok medihtir. Bundan başka onlar, gerçek şiirin sermayesi ve esası sayılan, hattâ şiiri şiir yapan, okuyucu ve dinleyicilerin gönlünde hakîki bir te'sir meydana getiren ince mânalardan, latif duygu ve hayallerden, can alıcı dakik mazmunlar­ dan da yeteri kadar nasip almamıştır ve bu mânada taptaze değildirler. Badi' al-Zamân Firüzânfar ’e gö­ re, felsefî bilgilere de vâkıf olan şâirimiz, bütün bu mânalar, duygular ve mazmunlarla birlikte felsefî fikir, ve düşünceleri dahi şiire sokabilecek sermaye ve kabiliyete sâhıp olduğu halde, sırf lafzı san’ailar uğruna onları ihmâl etmiştir (Sulj.cn Da stthanvarân, s. 324 ). Hulâsa, Valvât ’ı ” Şadr al-zaman" ve ” sayyid al-şu'arâs’ ’ unvanlariyle anan Hakânî (Hafi iklim, 11,7 0 v.d .), şairlikte onu Adib Şabir’e, M u 'izzi’yi de ona tercih ettiği halde; Ar.vari ise, aksini iddia ederek Adib Şâbir ’in ondan daha şâir olduğunu söyler. Şâdik Hidâyat ve onun görüşüne katılan birçok yazar Anvarî ’yi haldi bularak, adı geçen Adîb Ş â b ir’i Vapvât’a tercih ederler ( Mccma" al-fuşafrâ’ , II, 822; krş. Tazktrct al-şu'arâ, s. 66; Hadtfik alsifrr, mufraddima, s. 2 2 ). Durum ne olursa olsun Raşid al-Dîn, edebî san’atlardaki mahâretiyle Şams-i Ifays-i Râzi ’nin de takdirini kazanmış ve bu so­ nuncusu onun IjladâHk alsifrr ’indeki 16 kadar mi­ sâlini aynen alıp kendi al-Muccam f i ma'âyîr tfş'ör al-cAcam ( nşr. Mudarrîs Rizavi, Tahran, 1338 hş., s. 23 v.d. ve indeks ’inde göst. y e r.) ’inde tekrarla­ ma yoluna gitmiştir. B i b l i y o g r a f y a : Metinde geçenlerin dı­ şında, bk. 'Abbâs îitbll, "Abkâr al-afkâr-i Raşid al-Dln Vajvaf", Yadigâr, IV, 2, s. 82-95; a>’nmil,, "Raşid ol-Va!üâ(: Fatifrnâma-i şahr-i Hocand ba kalam-i Raşid al-Dln” , Yadigâr, IV, 3, 9-15; ayn. mil., "Raşid al-Din Va'vSl: Sa sa­ nat/ az asnâd-ı târiki-i Dloân-i H°ctizmşâhiyân ba fralam-i Raşid al-Din Vaivâf", Armağan, sayı 19, s. 73-81; ayn, mlh, " Yak. Risâla darca rüz ta’ ltf Raşid al-Dln Vafvâf", Yadigâr, I, 10 ,6 7 -7 !; Ba­ har ( Muh. cAli-i Işfahâni), Madcyih-i mıYtamcdi, el yazm. Âkâ ’yi Ca'far Sultân al-Ifrâ’ i ’nin husûsî kitaplığında ( II. 400 v.d .); E. G. Browne, Literary History of Persia (London, 1906), II, 124, 309



v.d., 330-333; Cami, Bahüristân (Viyana, 1846), s. 92 v.d.; Dâniş Pajüh, "Raşid al-D ln..." Naşriyyari dânişkada-t adabiyât, Tebriz, sayı 13, s. 2S9310; Hakim ( İbn al-Mubârak Mulj. al-J^azvînî), Tarcuma-İ Macâlis . al-nafâ^is. (Tahran, .1323 h ş.), s. 349; J, v. Hammer, Gesef.ichte der Şehrin. Redekfinite Persiens, s. 1 19; P. N. Hânlarî, ’’ Yâddâşli dar bâra-i risâla-i °aröz mansüb ba Adib Şâbir yâ Raşid al-Dln” Macalla-i dânişkada-İ adabiyât, sayı 10, s, 12 v.ddiî M ir Husayn Döst Idusaynl, Tazfrira-İ Husaynİ (Laknav, 1292), s. 129 v.d.; İbn Yûsuf Şırâzî, Fihrist-' kitâpfjâm-i maclis-i şârâ-yi milli "frutub-i fralti-i Fârst” (Tahran, 1318-1321 h ş.), s. 125; ‘ ımâd Kâtih, ” Şarfr-i kal-i Raşid al-Dln Vat vat az Farldat at-kaşr..." Oriental, X I/,, X ~ 6 ; ÎI, 7-12 ; III, 13-20 (ekte); X II/ ıv , 1 0 9 - 1 1 9 ; Kszim, Tazhira-i Kâzim (e l yazm. Nusha-ı haçti-i maclis), nr, 901, var. 486-493; M ut. Kudrat Allah Ifudrat, Nctcyic al~afkâr (Bombay, 1336 hş.), s. 261 v .d d .; K a t­ taki, Muccam al-mıYallifln (Dim aşk, 1960), X I, 229;M acşum 'A li Ni'rnat Allah, TarS'ik al-kakâ^ik (Tahran, 1317-1319 hş.), II, 265 v.dd.; Mirza 'Abbâs Hân Aştiyanî, "Şarfr-i frâl-i Rcşld alDln Va(oâf' , Armağan, yıl i ı , s. 398 v.dd., 453-462, 518-526, 600-608, 690-703, 725-742, 820-833,890-901; Muh. cA lî yiyâbanî Mudarris, Rayhönat al-adab, 1326-1333 hş.; II, 80 -87; Sayyid N ür al-J-fasan Nür, Nigâristân-i safran (Hindistan, 1293), s-. 32; M . Muşaffar, Rüz u tavşan (K û p a l, 1297), s. 42 ; R. Z . Şa­ fak, Târlh-i adabıyâi-t İran (Tahran, 1341 h ş.), s. 166 v.d d .; Şemseddin Sâmi, Kömüs al-a’ lâm, (İstanbul, 13 0 6 -1 3 1 6 ), III, 2282; Şîr 'A li,, MiPSt al-frayâl (Bombay, 13 2 4 ), s. 32 v.d.; alZirikiî, al-A‘ lâm, 2. tab’ı I954-I95 9, V II, 251 v.d.; M. Haşan Zunüzl, Bafrr al-eulüm, el yazm. Husayn Âkâ Nahcivâm ’nin husûsî kitap I.ğmda, I, şube 3; ayn. mlh, Riyâz al-Canna, el yazm. Nahcivânİ ’nin husûsî kitaplığında, 5. ravza, 2. . kısım s. 830 v.d. ( M . N . Ş a h İn c ĞL ü .) V A V .I B k .v A v J V Â V . VÂV, Arap alfabesinde, dudak sessizlerin­ den u ’yi temsîî eden harftir. Lin ( yumuşak) harf­ lerden olan vâv, yuvarlak seslileri göstermek üzere de kullanılmıştır ( aş. b k ). Noktasız, yâni benzeri veya benzerlerinden noktayla ayrılmayan harflerden olup, yazıda kendisinden sonraki harfle birleşmez. Kamerî harfler diye anılan sessizlerdendir ( : kelime başında V sesini temsil eden v â v ’dan önce gelen târif harfi al- ’in lâmı telâffuzda varlığını konır). Vâv, kelime olarak lügatte ” iki horgüçlü iri er­ kek deve, poğur” , ’’zayıf erkek” mânalarına gelir; ar.cak diğer harfler için olduğu gibi vâv ’m da adı­ nın lügat mânası ile isimlendirme sebebi arasında Lir bağ kurmak mümkün değildir ( harflerin ad-



VÂV. lannın mânaları için msl. bk, al-yalîl ’e nisbet edi­ len, fakat ona âidiyeti çok zayıf bulunan al-îfuröf, nşr. Ramazan eAbd al-Tavvâb, Kahire, 1969, s. 28-32 • nâşirin haklı mütâleası için bk. s. 5 ). Vâv, Arap alfabesinin en eski tertibi olan ebced [ b. bk. ] dizisinde 6. harf idi. I. ( V I .) asırda şekilce birbirine benzer harflerin yanyana getirilmesiyle yapılıp Magrib ve Endülüs ’de tutunmuş olan ilk yeni dizide ha* ve yâ* ile birlikte sona alınmış, daha sonra bunun ıslâhı sûretiyle yapılan ikinci yeni dizide de yine alfabenin 26. harfi olarak aynı sı­ rada kalmıştır. Bu İki dizi yapılırken, aynı zamanda seslilere de delâlet eden ha\ vâv ve yâ*, sonda biraraya getirilmiş, hattâ bu alfabede uzun sesliye de­ lâlet eden tek işaret mâhiyetindeki lâmelif de ikinci dizide alfabeyeilâve edilmişti. Sonra (en geç III, = IX. asırda) oâv, hâ* ile yer değiştirmiş, daha çok İslâm dünyasının şarkında yetişmiş müellif­ lerde ve bu alfabeyi kabûl eden Farslar ve Türklerde nün ’ u hemen tâkib etmiştir. Vâv, kelime başında dâima o okunur, ortada ve sonda evvelinde ötre (yâni kısa u ) bulunduğu ve sâkin olarak geldiği zaman ü sesini de karşılar ( :-u v ~ û ). Bu husûsiyetiyle medd ( uzatma, çekme ) harflerindendir. Kelime başında elif ( yâni hemze) ile birlikte ü yu temsil etmesi de bu sebepledir (*üv: *û; Farsça kelimelerin imlâsında, başta, elif ile birlikte vâv; îi). Bâzı kelimelerde (m sl. şalât, zakât) kaim telâffuz edilen ( taf Mm) a ’yı temsil eden bu harf, harekelerin icâdmdan önce, yazılışı aynı olan °Omar ( ) ’detı ayırmak için cAm r { sj** ) 'in sonuna ilâve edilmişti ( an’anevî im­ lâda başka kelimelerde de okunmadığı halde yazı­ lan vâvlar vardır, bk. al-Dânî, al-Mu^ni0, s. 53 )■ Telâffuzda herhangi bir vazifesi bulunmayan bu vâv’a mukabil, telâffuzda mevcut bir ü ’yu karşıla­ ması gerekirken yazılmayan vâvlar da vardır. Msl. yerine >jl»; Kur ân ’ın an’anevî imlâsında ya­ zılmayan böyle vâvlar için bk. al-Dânî, al-Mulşkam, s, 169; ayn. mil., al-M ukm *, s. 36; al-Zaccâcî, al-Cumal, s. 279. Hemzenin kürsüsü olarak, yâni belli şartlarda sâdece hemzeyi taşımak üzere de kullanılan vâv ’m, bâzı kelimelerin imlâsında raf° ( ötreleme) alâmeti olarak bulunduğu da görülmek­ tedir. Bünyesinde uzun sesliler bulunan Farsça 'da da vâv, u ile ü sesleri İçin kullanılmıştır. Fakat bu yazının Türkçe ’ye tatbikinde Arapça *nın ve Fars­ ça ’nınkinden farklı bir imlâ doğdu. Çünkü vâo, y , elif ve h ile birlikte, ortada ve sonda, tek başına, kalın ve ince bütün yuvarlak sesliler de ( o , e , u , ü ) vâvfa yazıldı. İmlâ harflerinin ve bu arada vâv *ın Türkçe kelimelerde yazıldığı veya yazılmadığı yer­ ler, öteden beri ihtİlâflı bir mes’ele olarak kalmış, kelime ortasında ekseriya harekeye terfcedilen bu harfin kullanılışı, zamana ve bölgelere göre değiş­ miştir. Arapça'nın imlâsına bağlı kalarak, kelime j İslâm Ansiklopedisi



¿41



sor.unda bile seslileri harekelerle gösteren metinler vardır. Esasen imlâ harfleri de Türkçe ’deki bütün seslileri gösteremiyordu. Bu husus dil mes’elelerine muvâzî olarak ele alındı; muhtelif görüşler, teklif­ ler, geçen asrın sonlarından itibâren devamlı olarak münâkaşa edildi; hattâ bu arada “ Türk" kelime­ sindeki ü ’nün vâv ’la yazılmayarak yerini harekeye bırakmasını hararetle müdâfaa edenler oldu ( A . Sırrı Levend, Türk dilinde gelişme ve sadeleşme saf~ halan, Ankara, 1949, s.257 v.d., 355 v.d., 313; ikinci baskı, Ankara, 1960, s.244 v.d., 306, 358 v.d., 387 v .d .). Vâv ’ın, 4 sesliye delâleti okumada birtakım karışıklıklara yol açabiliyordu (msl. on, m , ün; hol, bul, böl v .s ,). İmlâda birliği sağhyacak kaide­ leri tesbit için yapılan çalışmalar arasında, bu asrın başlarında, Maârif Nezâreti tarafından kurulan Tedkikat-ı Lisânîye Hey'eti ’nin "sarf ve imlâ encümeni" seslilerin mümkün olduğu kadar harfle gösterilmesini ve değişik seslilere delâlet eden aynı harfin bâzı işâretlerle tefrikini teklif etmişti. Hiç olmazsa lügatlerde ve alfabelerde, bu tarz tedbir­ lerin alınması fikri zaman zaman tekrarlandı. N i­ tekim kelime başında Ö ve ü 'nün, kaidesi noktasız bir y olan hemze ile yazılması oldukça tutunmuş, bâzı lügatlerde hattâ alfabelerde vâv dört sesliye göre üzerine konan aksan şeklindeki işâretlerle tef­ rik edilmiştir. Cumhuriyet ’in ilk senelerinde de, alfabenin ve imlânın ıslâhı yolundaki çalışmalarda vâv ’ın muhtelif işâretlerle farklı sesleri karşılaması liizûmu üzerinde durulmuştur (msl- bk. Veled Çe­ lebi, Türk diline medhal, İstanbul, . 1339 -Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Maârif Vekâleti jıeşriyâtı, ıö -, s. 9-15 ). Harflerin noktalanmasından önce vâv, kelime so­ nunda veya ayrı yazılan k ü f’tan küçük oluşu ile tefrik ediliyordu ( al-Muhkarn, s. 39). Sonra gerek kûfîde gerek diğer yazı çeşitlerinin esâsı olan ip­ tidâi nesihte, her iki harfin, bilhassa ¡(öf ’ın şekil­ leri birbirinden ayrılarak gelişti. Daha Kur ân ’ın harekelenmesinin noktalarla gösterildiği devreden itibâren, gerek harekelerin gerek hemzenin muh­ telif hâllerde vâv’m neresine konacağının belirtil­ mesi zarûreti, bu harfin de, şeklinin gelişmesini, hattâ muhtelif kısımlarının adlandırılmasını gerek­ tirdi (msl. bk. Mulfkam, s. 226, 238-241, 243). Ebced hesabında vâv ’m sayı değeri 6 'dır. Bu se­ beple eski takvimlerde haftanın altıncı günü olan cumanın remzi olarak da kullanılmıştır. V â v ’ın, taşıdığı şekil hususiyetleriyle, hat san’atmda, bilhassa, sülüste, ehemmiyetli bir yeri vardır. Hat sanatının bâzı şâheserlerinde bu husûsiyetleriyle nasıl işlendiğini şu birkaç misâl gösterebi­ lir: Hâfız Mustafa Râkım Efendi (ölm, 18 2 5 )'nin bir yazısı ( ibnülemin Mahmud Kemal înal, Son hattatlar, İstanbul, 197°, s- 277; Süheyl Ünver, Türk yazı çeşitlen..., İstanbul, 1953, s. 3 2 ), Abdülkadir Şükrü Efendi ( ölm. 1806) ’nin şâgirdlerinF. 16



VÂV — VEBÂR. den Hüseyin t . Mehmed ’in çift vâvlı musannâ bir levhası ( Kültür ve sanat, ocak 1977. V , 2 0 ), Şe­ fik Bey (ölm . 1880) ile Abdülfettah Efendi (ölm. 1896) 'nin meşhur zelzeleden sonra Ulu-cami ’in onarılması sırasında yazdıkları ( büyük ihtimâlle uğradıkları hasân gidererek yeniledikleri) bîr kısmı musannâ olan yazılarda yer alan, cesâmet bakımından olduğu kadar sanat bakımından da belki en büyük vâvlar ( msl. bk. Mahmud B. Yazır, Eski yazıları o\uma anahtarı, İstanbul, Î942, levha 15; ayn. mil., Medeniyet âleminde yazı ve İslâm medeniyetinde kalem güzeli, İstanbul, 1974, II, 239, 286; Nâcî Zayn al-Din, Badâ^i* al-(fatt al-'arabî, Bağdad, 1972, levha 354, 361; ayn. mil., Muşavvar al-hatt al-°arabî, Beyrut, 1974 [ Bağdad, 1968 baskısından fotoğraf sûretiyle], s. 143, levha 144; Y . H. Safadi, Islamic Calligraphy, London, 1978, levha 1 1 9 ), Topkapı Sarayı Kütüphanesi 'nin hâlen okuma sa­ lonu olarak kullanılan kısmındaki çinilerde de tez­ yini unsur olarak çok güzel bir şekilde resmedilmiş vâvlar, A . Kâmil Akdik ’in bir musannâ yazısı ( Me­ lek Celâl, Reİsülhatlâltn Kâmil Akdik, İstanbul, İ938, son levha; Nâcî Zayn al-Dîn, Bada^i*, levha 362). Ömer Fâik Efendi ( ölm. 1910 ) ’nin bir yazısında olduğu gibi ( Son hattatlar, s. 91; Nâcî Zayn al-Dln, Muşavvar al-hatt al-'arabî, s. 14 7 ) Amentü ’nün, içindeki atıf vâvları büyük yazılmak sûretiyle yapıl­ mış istifleri vardır. Hattâ Amentü ’nün, bu vâvları yedi kürekçisini ve küreklerini temsil eden bir ka­ yık şeklindeki istifi de çok rağbet görmüştür. Bunun en güze! örneklerinden biri Hüsnî imzasını ve 1324 tarihini taşır { bu istifin birkaç nümûnesi için bk. Nâcl Zayn al-Dîn, Muşavvar al-hatt al-'arabl, s. 162, levha 497; ayn. mil., Bada*i* al-hatt al-*arabı, s. 203, levha, nr. 324; ‘Aziz âl-Dın Vakîlî, Hunar-i hafi dar Afganistan dâr dü kam-i ahir, Kâbil, 13 42, s. 107; hattat olan müellifin bir Türk san’atkânnm eserini taklîden yazdığı levha). Bibliyografya : Sîbavayhl, al-Kitâb (Bulak, 13 16 ), III, 404, 406, 4 11 v.d.; al-Zaccâcî, al-Cumal ( nşr. Mohammed ben Cheneb ), Paris, 1957, s- 375; Abü cAm r al-Dânî, al-Mukni' fi ma*rifat marsûm maşâhif ahi al-amşâr, nşr. M . Abmed Dahhân (Dimaşk, 1359— 1940), s. 26-28, 36, 53-62; ayn. mil., al-Muhkam f i nakd al-maşöhif (nşr. 'Izzat Haşan), Dimaşk, 1379, s. 28, 36,39,43,73 v.d., 138-148, 168-173, 177,184, 188, 238-243; Mütercim Âsim Efendi, el-Okyânûs ( --al-Kâmüs tercümesi), İstanbul, 1272, III, 968 v.dd., son bâb, mad. oâü. Arap yazısının menşe’inden II. ( V I I I . ) asır sonlarına kadar vâv harfinin şekilce geçirdiği ilk merhaleler için b k . mad. A R A B İ S T A N , yazı, levha 1; Şalâh al-Dîn al-Munaccid, Dirâsât f î târih ol" ha{{ al-carabi munzu bidâyatiki ilâ nihâyat al-caşr al-Amavî (Beyrut, 1972), s. 118-119 arasındaki



ve s. 124 ’tekî cedveller; Suhaylâ Yasin, A şl alhatt al-':aralu va tafavvarahu hattâ nihâyat al-aşr al-Amavî ( Bağdad, 1977) sonundaki cedveller; harfin daha sonraki asırlarda ve bu arada Arap yazısının muhtelif çeşitlerindeki gelişmiş şekilleri hakkında fikir edinebilmek için, metinde, harfin hat sanatındaki mevkii münâsebetiyle anılan eserlerde kâfi malzeme mevcuttur. ■ ( N İ h a d M. Ç e t i n .) a l-V A ’ V Â 5. [Bk. VE'VA.j VAZÎR. [Bk. v ezîr .] ^ A L-VÂZÎR A L -M A Ğ R İB Î. [Bk. VİCAYANGAR.] V E B Â R , VA BÂR . A r a b i s t a n ’ ı n c e n u p y a r ı s ı n d a ç o k e ski b i r m e m l e k e t ve k a b i l e . al-Bakri ( Mu*cam, s. 835) ve Yâküt ( Muccam, IV, 896), bunu Vabâri şeklinde hareke­ leyerek onu Ha?ami ve K a{âmi ile mukâyese ederler. Müellifler, Vabârları, *Âd, Şamüd ve ortadan kay­ bolmuş diğer kabilelerle birlikte iptidâi en eski bir Arap kavmi olarak zikrederler. Bunların hepsi ( alcArap al-bS’ida olarak ) bâzı nesep âlimlerince hâlis aslî Arap ( al-*Ar ab al-*arb(A veya cAnba ) ’1ar olarak telâkki edilirler. Nitekim 'Arbâfiarm başlan­ gıcı konusunda, Camhara ’sinde İbn Durayd ve diğer müelliflerle birlikte (b k . F. Fresnel, Lettres lV,..smr Ihistoire des Arabes..., f A , 1838, III, seri V , 529 v.dd.; Ritter, Erkemde, Berlin, 1846, X II, 5 7 ) aI-Suyü{î, saf Arap olarak, "Ad, Şamüd Tasm, Cadî v.b. ve en son ( dokuzuncu) sırada Vabâr 'lan sa­ yar ve muta*arriba ( Araplaşmış )’yi bu gruptan âyırdeder; bu sonuncu gruba, hepsi Sam ’m oğlu İrem ’in soyundan gelen K abfân ’iarın ahfadı da girer, alSuyüfi, bu arada, ayrı ( üçüncü) halk topluluğu olarak muşta*riba ’yi zikreder. Bu sonuncular, Ismâ'il ’in soyundan gelmektedirler. Öte taraftan, Yemenlilere taraftar olan diğer nesep âlimleri, muta*arriba veya musta'riba 'yi ( bir grup olarak Ism â'ili) nesli tükenmiş kabileler ve onlarla birlikte Kabtân ’ları cArbc? olarak ayrı gösterirler. al-Hamdânî ( h. 223 ‘d e ) Vabâr ’1, al-A*rab alâriba ’İarın yaşadığı memleket olarak ifâde eder. Kezâ Tabarî ( nşr. de Goeje, 1, 750 ) de bâzı el yaz­ malarında yanlışlıkla Abâr olarak yazılmış olan bu kavmi, Bani Vabâr olarak zikreder ( 1, 22 1); tbnalAsîr tarihinde doğru şekli verilmiştir. al-Mascüdi de, Tanblh ( B G Â , V III, 18 4 ) ve Murüc (Paris, 1861 v.d., III, 288 v .d .) ’da V abâr’lan kaybolmuş di­ ğer Arap kabileleriyle ve atalarının adıyla sıralar, buna Tabarî ( 1, 2 2 1) de katılır ( Şecere için krş. I, 750). Arap coğrafyacı ve tarihçilerinin Vabâr hakkında verdikleri bilgiler, efsânelerle çok kanşmıştır. Arap­ larla alâkalı olarak dolaşan efsâneler hususundaki bilgiler, îbn al-Faklh ( B G A , V , 37 v . d .) ’in çe­ şitli kaynaklardan gelen kayıtlarında bulunmakta­ dır. Bu esfânelerden, al-Bakrî (göst. yer.) ve Yâ­ küt ( IV, 896 v .d .) ’da daha teferruatlı; Lisân ’da



VËBÂR. hüllsaten, ¡£ämus'ta daha kısa bir tarzda; T 5c ’da ise epeyce geniş olarak bahsedilmektedir. Yâküt, aralarında Hişâm b. al-Kalbî, Muhammed b. IsJjâlla(tS> al -Kam al-frôdi caşar. Fas ’ta taş basması olarak tab’edilmiş olan bu sonuncu eser, Orta-çağ ’m sonların­ dan itibâren F a s’taki Şerifi ve Murâbıtî cere­ yanının tarihi hakkında başvurulması zarûri bir te’liftir. Bibliyografya: al~Kâdirî, Naşr alMaşSnî (Fas, 13 1 ° ), I, 3 ; al-'Abbâs b. İbrahim al-Marrâkuşi, İzhâr al-kamâl (F a s, 1334), I, 181 v.dd.; İbn al-Muvakkit, al-Sa‘ âdat al-abadtya (F a s, 1336), 1 ,1 1 2 -1 1 5 ; Brockelmann, G A L , II, 457> Suppl, II, 681 v.d.; E. Lévi-Provençal, Les historiens des Chorfa, , Essai sur la littérature



VEĞA. historique et biographique au Maroc du X V l éme au X X ème siècle (Paris, 1922), s. 1 1 2 - 1 3 1 , 306, 309; [Yusuf Elyân Sarkis, M tfcam a l-M a p bû'àt al-'arabîya ( Kahire, 1928 ), s. 1668 v.d.]. (E .



L é v i- P r o v e n ç a l.)



V E G A (al-Nasr a!-Vâkic ). Gökyüzünde çıplak gözle görülen en p a r l a k dört, y ı l d ı z d a n b i r i ­ d i r . Arapça’da al-Nasr al-üâki° [ konan karakuş], Latincede dâimâ “ vultur cadcns" olarak gösterilmiş, Yunanca’da Chrysococces ’de.uninirfavsAgvoe Nasr kelimesinden "akbaba" değil, karakuş anlaşılmalıdır. Vega, Evvelâ lyra ( rebab ) takımyıldızının ( 1. Ka­ dirden ) en parlak yıldızım, ikinci olarak da Lyra takımyıldızının bütününü ifâde eder. Vök‘ ° ’den türeyen Vega adı, bu şekli ile Alfonsin cetvellerinde de bulunmaktadır; bu cetvellerde Vega için ” Lucida super Pupillam deferentem et est Alohöre et dicitur Vega" denilmektedir. Arapça ’dan Latince ’ye yapılan tercüme edebiyatında ilk defa rastlanan "P u pilla deferens" ibaresi, ideler ’in gösterdiği gibi ( Ster­ nnamen, s. 71 ), nasr ’m nâzir ( "göz, hadeka” ) ke­ limesi ile karıştırılması neticesinde vücut bulmuştur. Deferre, husûsiyle Orta-çağ Latince ’sinde, sıksık "cadere” ile aynı mânada kullanılmaktadır. Alfonsin cetvellerindeki Alohore ise, Arapça al-Lûrâ ’dan gel­ mektedir kİ, bu kelime, klasik Yunanca’daki Lupa ile aynı olup, hem Vega ’yı hem de bütün Vega ta­ kımyıldızını göstermek için kullanılmıştır. Yıldız ve takımyıldız için kullanılan ve ilk defa Kazvınî ’nin verdiği al-Salyâk veya al-Şalyâk [ b. bk. ] Arapça adı, muhtemelen Yunanca jte'Xvvh y-'d'X\'OV "kaplumbağa” kelimesinin Arapça bozul­ muş şeklidir; Aratus ’ta bu kelimeye Xoqh ile eş mânah olarak rastlanmaktadır ( X v q ut ile z e ’vö kelimelerinin ayniliği Merkür efsânesine dayanmak­ tadır. Buna göre ilâh, ilk rebâb ’1 kaplumbağa ka­ buğundan yapmıştır; krş. Hymnus Hom in M eraırium ). Sulahfât (al-Şüü, Uluğ Beğ ve diğerleri) kaplumbağanın (Farsça Sülâh>Sürâh Pay, P â 'd an terekküb eden ) Arapça adıdır. Buna göre de al-Şalyök'a muâdildir. Arapça edebiyatda bu takımyıldız için ve daha ■nâdir olarak yalnız Vega yıldızı için al-lvazz (turna, kaz), al-MPzaja ( cymbel) ve al-Şanj (h arp ) ad­ larına da rastlanmaktadır; son kelime takımyıldızın Farsça adı olan Çang-i römt ( Yunan harpı ) nin Araplaştırılmış şeklidir ve assarijîe-yanlış bir okuma yüzünden de (krş. ideler, göst. yer,), arnig ola­ rak CAİİ b. Rizvân ’m eserinin Latince tercümesine geçmiştir. Araplar, takımyıldızlarını tavsif ederken, al-nasr al-vâki"ı al-nasr al-¡a ir ( uçan karakuş ) ’in eşi olup, her iki kanadı e 1, 2 ve i Lyrae yıldızlarıyle temsil edilen ( al~$üfî, üçüne birden halk dilinde a l - ajö/î ’’sehpa” demektedir) kapanmış kanatlan ile şimâlden cenûba doğru süzülen karakuş olarak tas­ vir ederler. Daha sonraki devirlere âı’t tasviri mâhi­



VÊCÀ -



VEHS B. MÜNEBBİH.



yetteki temsillerde, aşağı doğru süzülen resmi, bâzan da rebab içinde uçan karakuş resmi sık sık görülür. Gundel ( Paul-Wissowa, Realencycl., Stuttgart, 1927, X III, mad. L y ra ), Abü M aş'ar'in muhtemelen bu terkibi düşünmüş olduğunu, Dyroff ’un Boll ( Sphaera, s. 5 2 7 ) ’de neşrettiği Arapça metne dayanarak ifâde etmektedir. Burada, Lyra (rebab) takımyıldızı, Sagittarius ’un ( Kavs burcunun ) 3onu ile beraber doğan ve batan takımyıldız olarak alınmakta ve şu açıklama eklenmektedir: kaplum­ bağa ve aynı zamanda ona doğru inen karakuş, adı da verilmektedir." Bu tahmin, iknâ edici görünme­ mektedir. Zîrâ metinde her iki tasvir sâdece yan yanadır ve bir terkîb olarak ifâde edilmemiştir. Gökyüzünün İslâmî devre âit en eski Arap tasviri olan Kuşayr A m ra kubbe fresklerinde (krş. Saxl-Beer, .The Zodiac of Qusayr ‘ Amra, Oxford, 1932 ile mad. MİNTAKA ), bu takımyıldız, Lyra şeklinde; Kral Alfons 'un çok süslü el yazması yıldızlar kitâbında ,ve Floransa’daki X I. asır Arap gökküresinde ve bir çok Latince el yazması astroloji kİtablarmda kap­ lumbağa şeklinde . gösterilmiştir (Boil, Sphaera, s- 432). Vega, eskiler , tarafından iyice bilinmekte idi: Babillilerde, bu yıldız ( belit balâii ), Gula ilâhesinin ayniyeti düşünülerek, "hayat hâkimesi(bk. Jeremias, . Geisteshultur, s. 223) olarak alınmıştır. Çinlilerde ise Sih-nü (dokuyucu kadın) adiyle sık sık zikredilir. Şimâl yarım küresinin en parlak yıldızlarından biri olan Vega, Astronomlar için fevkalâde elverişli. bir . rasat unsurudur. Araplarda usturlâb yıldızı olarak (krş. al-Şüfî, al-Kavökjb v a ’ l-şuvar) çok mühim bir rol oynar; buna mukâbil astrolojide ise, güneş medârmdan (ekliptik) çok uzak olması dolayısıyle .ikinci derecede ehemmiyetlidir ve zâyicelerde ( ho­ roskop) nadiren gözönüne alınmıştır. Bibliyografya : cAbd al-Rafımân al­ , Şüfî, Description des étoiles fixes ( nşr. H.C.F.C, • Schjeüerup), Petersburg, 1874: al-Kazvînî, Aşar . , al-biläd va ahbär aT cibäd ( “ Kozmografya“ ) nşr. Wüstenfeld, Göttingen, 1849; ayn. esr., trc. H. ;. Ethé ( Leipzig, 1868 ) ; L . ideler, Untersuchungen , über den Ursprung und die Bedutung der Stern­ namen (Berlin, 1809); Fr. Boll, Sphaera ( Leip­



zig, I9° 3 ). Sulahfät kelimesinin iştikakı için bk. A . Siddiqi, Studien über die persischen Fremd­ Wörter im klassischen Arabisch ( Göttingen, 1919 ). .



( W il l y



H ä r t n e r .)



VEHB B. MÜNEBBİH. VAHB B. M UNABBÎH, cA b d A llah . Cenûbî A rabistanlı h i k a y e c i ( : hfişş afabäri, al-Zahabî, Z D M G, X L IV , 483). İran asıllı olup, San’â ’ya iki günlük mesâfede bulunan Zam âr’da h.,3 4 ’te doğdu ( h. 10 senesinde islâmı kabul ettiğine dâir rivâyetler pek .itimâda şâyan görülmüyor ). Vahb, Ehlü '1-kitâbın .rivâyetlerini bilen kimse olarak şöhret kazanmış ve kardeşleri Harnmâm, Gaylân ve Mackil gibi ta-



A bu



Wun 'dan sayılmıştır. îhtidâ etmeden önce Ehlü 'Ikitâb ’tan olduğuna ( bk. al-Filfrist, s. 22 ), daha doğrusu Yahûdi aslından geldiğine ( bk. Ibn pjaldün, nşr. Quatremère, II, 179 ) dâir eski kaynak­ larda hiçbir bilgi yoktur. Herhalde o, müslüman olarak doğmuş olmalıdır. al-Şaİabi { s. 191 ), onun Muâviye ile konuştuğunu iddiâ; al-Mas'üdî ise, al-Valîd ’in ona, çözmesi İçin, Şam ’da bulunmuş bir kitabe gönderdiğini nakl etmektedir. Onun San’â 'da kadılık ettiği [ al-Yâfi'i 'nin rivâyetine ba­ kılırsa, bu vazifeyi cOmar b. cAbd al-'Azîz 'in Hi­ lâfetinde deruhte etmiş olmalıdır], 'Urva b. MuIjammad 'in emirliği sırasında, halkın şikâyet ettiği bir vergi me’mûrunu, kan çıkıncaya kadar sopayla dövdüğü de rivâyet edilir. Kendisine isnâd edilen kadılığı kabûi etmekle istibâre yoluyla istikbâlden haberdar olma mevhibesini kaybettiği rivâyeti, onu bu vazifeyi kabûlden imtinaa sevk için yapılmış benzer ikazlardan ( bk, Wensinck, Oriental S tu ­ dies, E. G. Browne .Armağan, s. 496 v.d. ) yalnızca biridir. Vahb ’in zâhidâne hayatı hakkında çeşitli şeyler söyleniyor: Kırk sene müddetle hiçbir canlıya, kö­ tü söz söylememiş, bu müddet zarfında herhangi bir yaygı üzerinde uyumamış ve yirmi sene, yatsı ile sabah namazı arasında abdest almamış (yâni cinsî temastan uzak yaşamış) idi. Hapsedilmesin­ den sonra söylediği: " Allah karşımıza hapsi çıkardı; biz de O ’na ibâdetimizi ziyâde ettik” ( al-Zahabî, s. 492 ) sözü bu zâhidâne hayat istikametinde söy­ lenmiş görülüyor ki, bu, Eyûb ’un İslâmî bir para­ lelidir ( bk. Hıob, I, 2 i ). Onun ayrıca, münâzaadan önce ihtarda bulunma, cemiyetten uzaklaşmama, fakat insanlarla ihtiyat içinde münâsebette kalma ( dinlerken sağır, görürken âma ve konuşurken dil­ siz olmak ) tavsiyesinde bulunduğu da rivâyet edilir EAbü Nu'aym, eserinde ( bk. ffilyat ed-aoliyS, IV, 21-73 ) onun hikmet, zühd ve tasavvufa dâir muhtelif sözlerine yer verir. Vahb ’in, Tevrat ( isim zikre­ derek yaptığı nakiller için, bk. IV, 38, 48, 58; diğer nakiller için bk. 27, 32,. 38, 50, 51, 59, 60, 6 7,70 , 71, 72 ), Zebur ( isim zikrederek nakilleri için bk. IV, 62, 67 ) ve İncil ’e ( bk. msl. 52, 56, 61, 67 ) vukûfunuda gösteren bu rivâyetleri, naklettiği ha­ dîsler ( IV, 73-81 ) tâkip etmektedir ]. ■ Vahb, esâsında kader görüşünü benimsemişti [ayrıca bk. Yâljüt, İr şad, V II, 232]; fakat daha ■sonra bu görüşü, vahiylerin bütünü ile uyuşmayınca reddetti (R . .G . Khoury, onu kader mevzuunda ilk eser yazan müellif olarak tanıtmasına rağmen [(bk. Un fragrr.ent astrologique inédit attribué à. Vahb b. Munabbih, Arabica, I9 7 2 , X IX , 1 4 ° ). ÿ ily a t al-aüliyâ ’da mevcut bir rivâyete ( IV, 24 ) bakılırsa, biz­ zat kendisi, kader mevzuunda herhangi bir görüş serdetmediğini. söylüyordu ]. Hayatının hangi devre­ sinde hapsedilmiş olduğuna dâir kayıt yoktur. Böyle bir hâdise, belki onun' son günlerinde vâki olmuş­



VEHB B, M Ü NEBBİH . tur; zîrâ Vahb, Yemen vâlisi Yûsuf b. cOmar alSakafî ’nin emrettiği dayak cezasından sonra, b. 110 veya 114 'te vefat etmişti. Vabb ’in, Ehlü 'l-K itâb 'm rivayetlerine vukûfu, onların 70, 72, 73 veya 92 mukaddes metnini oku­ masına dayandırılıyor. Bu metinlerin listelerinin de gösterdiği gibi, rivâyetler tamamıyle hayal mahsû­ lüdür. V ahb’in bilgileri, memleketinin yahudi ve hıristiyan âlimleri ile temâsmdan neş'et etmektedir. Onun kısmen yahudi, kısmen de hıristiyan kaynak­ larıyla uyuşan, blzan İslâmî an'aneye uymak için bunlardan aynlan bilgileri: ’’peygamberin ve âbidlerin hadîsleri ile israil-oğullarmın sözlerine" ( Ibn Sa'd, VII/1.1, 9 7) aittir ve daha sonraki nesillere, içlerinden âilesinin birçok mensûbunun bulunduğu talebeleri tarafından nakledilmiştir. Bilhassa h. 229 ’da vefat eden kızının oğlu 'Abd al-Mun'im b. İd­ ris, eserlerinin muhâfazasında hizmet etmiştir. [ Vahb, Arap edebiyatı tarihinde karşımıza, Emevîler devrinin pek velûd müelliflerinden biri olarak çıkmaktadır. Tarihçi olarak Vahb, Medine tarih mektebinden ayrılmaktadır (G A S , I, 3°5) ]. Vahb'in, al-Şaİabl ’nin, 'Abd al-Muncim vâsıtasıyla is­ tifâde ettiği K . al-MabiadhId'i burada yazdı. Hureymile halkının kendisine kötü­ inançta Selefiyed, amelde Hanbelî ve muvahhidî lük etmelerinden korkan taraftarları onu, doğduğu olduklarını söylerler. Zamanımızın araştırıcıları ise, yer olan 'U yayna’ya götürdüler. O , burada, böl­ onlan islâmda reformcular, modernistler veya ye­ genin emîri c0 smân 'b. Hamd b. Mu'ammar ’in nilikçiler diye vasıflandırırlar. Muhammed b. 'A bd himâyesi altında kendi mezhebine dâvet işine de­ al-Vahhâb ’m ortaya sürdüğü prensipler incelendi­ vam etti. Bir müddet sonra bu emîri, Halîfe'Ömer ğinde, Ibn Teymiye tarafından tâdil edilen Hanb . Hattâb’ın, 634 ’te Yemâme harbinde şehid dü­ belîliğin, Zâhirîliğin ve Hâricîliğin izleri görülür. şen kardeşi Zeyd’ in, D e r’iye ile 'Uyayna arasındaki Vehhâbîlere göre inançta bir mezhebe bağlılık al-Cabila adlı köyde bulunan türbesini yıkmaya ik- yasaktır. Ictihad kapısı kapanmamıştır. Icmâ’ı ve nâ etti. Bu emîr, orada bulunan diğer şehitlerin akla dayalı istihsan ve benzeri şeyleri reddeden türbelerini, halk tarafından tapıldığmı iddia ettiği Vehhâbîler, dinî meselelerin hallinde akla yer ver­ memek, islâmm kaynaklarını sâdece Kur ân ’m ve mağaraları ve bâzı ağaçlan tahrip ettirdi. 'U yayna ’da kadılık yapan, fetvalar vermeye baş­ sünnetin zâhirlerinde görmek, kendi inançlarında layan Muİjammed b .'A b 'd al-Vahhâb’m sert ve katı olmayan müslümanları kâfir saymak gibi anlayışları davranışları, çevrede korku ve kuşku uyandırdı. ile İslâm dinine husûsî bir mâna ve mâhiyet ver­ Bunun üzerine Necid ’in güçlü kabilelerinden Be­ mişlerdir. nî Halid kabilesi emîri, kendisine mâlî yardımlarda Vehhâbîliğin özünü, teohii yâni A llah ’ın, zât, bulunduğu Emîr Osman ’1 onu himâyeden vaz geç­ sıfat ve fiilleri bakımından birleşmesi teşkil eder. mesi için tehdit etti. Emîr Osman da Muhammed Muhammed b. ‘A bd al-Vahhâb " Kaşj al-şubahât" b. 'Abd al-Vahhâb ’dan, bölgesinden ayrılmasını adlı eserinde, Mu mimin sûresinin 84-89; Nisâ istedi. 'Uyayna ’dan çıkıp Der’iye ’ye gelen Mu­ sûresinin, 116; Yûnus sûresinin 105-108. âyetlerim hammed b . ' A b d al-Vahhâb, Emîr Muhammed delil göstererek tevhid hakkında şöyle der: "Tevb. Suûd üe anlaşıp onun himâyesine girdi. hii, namazdan, oruçtan ve zekâttan daha üstün bir 1744 senesinde Muhammed b. Suûd a kızını farzdır. Nasıl öteki farzları inkâr eden kâfir olursa verip dâmâd edinerek veya bir rivâyete göre de M u­ tevkii ’i inkâr eden de kâfir olur. Allah ’m birliğine hammed b. S u û d ’un kız kardeşi ile evlenerek ak­ inanma, kalble, dille ve amelle olmalıdır. Bunlar­ rabalık bağıda kurdu. Bu anlaşmanın yapıldığı dan biri eksik olursa insan müslüman sayılmaz, yıl, Vehhâbî devleti (Suûdî Emirliği) ’nin kuru­ iman söz ve ameldir, artar veya deşilir. Dil ile söy­ luşu, yâni başlangıcı sayılabilir. leyip, kalb ile tasdik yeterli değildir. O , dil ile söy-



264



VEHHÂBÎLtK.



îemek, kalb ile tasdik ve rükünleri ile amel ederek temelini esas alarak Ibn Teymiye ’nin tevkid’i, tamamlanır. ” lbn cA bd al-Vahhâb’a göre A llah ’ın ibâdetlerin Allah ’a yapılması olarak anlaması üze­ emirleri ve Peygamber* in sünneti dışındaki her şey rinde ısrarla durur ve buna "teokid-i ameli" adını bid'attir. imanla küfrü ayırd etmek demek olan verir. Bunlara bir de bid’atlan ve husûsiyle teves­ amelî teühid 'i yerine getirmeyen kâfirdir. Bu gi­ sül 'ü terk esâsını ekler. Bunlar kendisinin Selefiye bilerin malları ve canlan muvahhidlere (Vehhâ- ve Ibn Hanbel ’den nerelerde ayrıldığını gösterir. bîlere) helaldir. 500 ( 1x07 ) yılından sonra ölenler Ona göre, Peygamber devrinde olmayan her şey öteki dünyaya kâfir olarak gitmişlerdir. Vehhâbî- bid’attir ve sapıklıktır. îşte bu sebeplerden dolayı, liğe inananların ölülerinin bunlar yanma gömülmesi ayrı bir mezheb sayılması gereken Vehhâbîliğin câiz değildir. başlıca husûsiyetleri şunlardır; i ) Akıl delil olamaz. Burada, akıl, nakil ve amel konularında kendile­ 2) Müteşâbih âyetler delildir, zahirleri ile anlamak rinin örnek aldıklarım söyledikleri Selefiye ’nin, gerekir ve hükmolunur. Bunları te'vil yoluyla açık­ Âhmed b. Hanbel ’in ve îbn Teymiye 'nin görüşle­ lamak küfürdür. 3) Tevhid ’den maksat, amelî teü­ rini karşılaştırmak, Vehhâbîlerin asıl prensiplerinin hid ’dir. Yalnız kelime-i şahadet yeterli değildir, anlaşılması bakımından faydalı olacaktır. îmân ile ameli birleştirmek ve yalnız Allah ’a ibâ­ 1) A kıl tıe nakil: Selefiyeciler "yerine göre akıldet etmek lâzımdır. Herhangi bir şeyi veya kişiyi da nakil de delil olabilir” derler. Ahmed b. Hanbel velî, aracı ve mürşİd kabûl etmek küfürdür. 4) Amel "akıl zaiftir güvenilemez, asıl delil nakildir” der. imânda dahildir; buna teokid-i ameli veya teohid-i İbn-i Teymiye ’’A kıl ile nakil birbirine karşı kul­ mâhûdiyet denir. 5) K u t ân kesin delildir. Kütüb-i lanılamaz. Nakil akla uygundur ve ondan kuvvet­ sitte ’de olan hadîsler dirâyeten ve rivâyeten sâbit lidir” der. 2) Müteşâbih âyetler: Selefiyeciler ” mü- olurlarsa delil olurlar. Şîanm, kelâmcılarm, muta­ teşâbih âyetler mânalandınlamazlar, tevakkuf edilir” savvıfların, ahlâkçıların ve tarikatçilerin istinad et­ derler. Ibn Hanbel "müteşâbih âyetler lafzın tikleri hadîsler mutlak sûrette uydurmadır, delil zahirine göre mânalandırılır” der. Ibn Teymiye olamaz. K ut ân 'a ve hadîse dayanan icmâ’ ve ic’ ’müteşâbih âyetler mânalandırılır, fakat mânanın tihad muteberdir; bunların dışındakiler mûteber de­ delâlet ettiği şeyin tatbikinde tevakkuf edilir” der. ğildir. 6) Allah ’m sıfatları hakîki sıfatlardır. Zât 'a 3) Amtâ imanda dahii mıdır?: Selefiyecilerin bir ve sıfatlara dâir olan âyetler oldukları gibi kabûl kısmına göre, amel imânda dahil değildir, bazılarına edilirler. Bunlardan teşbih mânaları çıkarmak göre dahildir. îbn Hanbel ’e göre "amel imânda doğru değildir. Doğru olsaydı Peygamber bunu dahildir” , îbn Teymiye ’’amel imânda dahildir, bildirirdi. 7) Kur ân 'm ve Peygamber ’in bildir­ ancak tevhid ’in mânası mes’elesini gözönüne almak diklerinden başka, dine giren her şey bidattir. gerekir” der. îbn Teymiye’ye göre, teühid, yalnız Bu bidatlerden ibâdetlere ve itikada girmiş olan­ Allah ’m birliğine imân değildir; her türlü ibâdeti lar küfür, ahlâka ve âdetlere girmiş olanlar sapık­ yalnız Allah ’a yapmak ve her işi Allah için gör­ lıktır. Mezarlar üzerine kubbeler yapmak, onlara mektir ve gerçek tevhid budur; böyle yapmayanlar adak adamak küfürdür. Kabir ziyâreti sapıklıktır. müşriklikten kurtulamazlar. 8) Tevessül küfürdür, A lla h ’tan başkasından, me­ Mûtezile, tevhid ’i, Allah ’in zâtı ile sıfatının aynı leklerden Peygamber’den, ruhlardan, velîlerden olduğu şeklinde kabûi eder. Ahmed b. Hanbel yardım beklemek küfürdür. Peygamber’den şefaat ’ ’amel imânda dahildir" der ama, mes’eleyi tev­ umulamaz. 9 ) Ameldeki dört mezhep, ahkâm çı­ hid mes'elesi değil imân mes’elesi olarak ele alır. karmada Kur ân ’a ve hadîslere dayanırlar ve bun­ İmâm Âzam Ebû Hanîfe ’’Allah birdir, bu birlik lar kabûl edilir. Ancak itîkadda mezhepler yasaktır. sayı bakımından değil, ortağı olmamak bakımın­ Bilhassa tarîkatlere, girmek bir mürşide bağlanmak dandır" der. teühid 'İn gerçek mânasının kelime-i küfürdür. Vehhâbıler, bu temel prensiplerden başka aşa­ şahadet ve vahdaniyyet akidesi olduğunda ittifak vardır. Yânİ tevhid ’i, amelî tevhid diye açıklamaya ğıdaki fer’î meselelerde de ehl-i sünnet görü­ kalkmak umûmî inanca aykırı düşmektedir. Nite­ şünden ayrılmışlardır: 1) Namazın cemaatle kılın­ kim mutasavvıflardan bâzılarmm teühid ’i, vah­ ması farzdır ve her müslüman beş vakit namazda det-1 vücıtd mânasında almaları da aynı şekilde ay­ câmı'e gelmek zorundadır. 2) Müslümanlığı amelî kırı bir görüştür. tevhid inancına göre yerine getirmeyenlere harb Muhammed b. cAbd al-Vahhâb, akıl ve nakil ilân edilir ve bu gibilerin kestikleri kurbanlar yen­ mes'eleleri ile meşgul olmaz. O , aklı tamamen bir mez. 3) Zekât vergidir, Hükümetin vergi almadığı kenara atar ve her üç yoldan ayrılır. Ona göre, akıl kazançlardan da zekât alınmalıdır. 4 ) Sigara veya ile naklin birbirine uygunluğu bahis mevzuu olma­ nargile içenlere, içki içenlere olduğu gibi kırk değ­ dığından müteşâbih âyetler, taşıdığı mâna ile kabûl nek vurulur. edilir. O , burada Âhmed b. Hanbel ile birleşir, Bunlar aynı zamanda evlenme ve boşanma, va­ Selefiye ’den, ıbn Teymiye 'den ayrılır. siyet ve mîrâs hükümlerinde ve ukubatta (C ezâ Yine îbn 'A bd al-Vahhâb, amel imânda dahildir hukukunda) Ahmed b. Hanbel ’in mezhebinden



VEHHÂBÎLlK.



265



ve tb n Teym iye’nin içtihatlarından ayrılmak­ bid’attır. Tarikat halkı sömürme yoludur. Kur'ân'm bâtını mânası olduğunu söylemek, onu in­ tadırlar. 5) Vakıf müessesesi bâtıldır. Dinî mes’eîelerde akla hiç yer vermemek Veh- kâr etmek ve dinle oynamaktır. Bu itibarla İslâm di­ hâbîlerin bâriz husûsiyetleridir. Halbuki bu anlayış nine eski dinlerin âdet ve âyinlerini sokan tarîkatK ıırân 'ın ’’düşünün, nazar edin” gibi emirlerine lere, bâtınîlere, şîâya, tasavvufa şiddetle saldırır­ lar. Bu yüzden, bütün tarikat şeyhleri ve tasavvuf aykırıdır. Eğer din akla değer vermiyorsa fikir ve vicdan erbabını ülkelerinden çıkarmışlardır, Rufaîlik, ateşe girme, şiş saplama gibi şeyler, hürriyeti yok demektir. Vehhâbîlere göre Kur ân tasarruf gücü iddiasını ifâde ettiği için şirktir. T iâyetlerinde derinleşmek câiz değildir. III. Vehhâbllerİn btd'at anlayışları'. Mubammedcânîler, her akşam Peygamber 1e buluştuklarını ve b. 'A bd al-Vabhâb, süslü mezarlar ve türbeler ve Peygamber’ den .emir aldıklarını iddia ettikleri yapılmasına, bunların kubbelerle örtülmesine şid­ için küfre sapmışlardır. Kadiriler, Nakşibendîler de detle karşıdır. Bu tür yerleri, hattâ bitişiğin-' şirke sapmışlardır. Aşırı ehl-i bey t ve Ali sevgisi, de türbe bulunan mescidleri bile yıktıkların­ A li evlâdını mâsum saymak şirktir. Muhammed dan Vehhâbîlere "mâbed yıkıcılar" bile den­ b. ‘A bd al-Vahhâb, kendi şehri halkına ensâr, dışar­ miştir. Mekke’yi ele geçirdiklerinde, Peygamber’in dan gelenlere muhacirin derdi. Bu anlayış ve davra­ kabri üzerindeki süsleri, maddî ve tarihî değeri olan nışlarından dolayı kardeşi Sulayinân b. 'A bd al-Vah­ şeyleri kaldırdılar. Peygamber’in karısı Hadice- hâb bir reddiye yazarak onun akidelerini şiddetle ’nin türbesini, Peygamber’in ve Ebu B ekir’in tenkid etmiştir. Mufcammed b. 'Abd al-Vahhâb’ ın kendisine uy­ doğdukları evlerin kubbelerini, M edine’nin meş­ hur Bakî* mezarlığındaki ashabın, Peygamber’in mayanlarla yaptıâı mücâdelenin sebeplerinden biri, yakınlarının mezar kubbelerini yıkıp bunların taş­ iyiliği emir saymak, kötülükten sakınmaktır (amr ları ile kale yaptılar. Mekke ’de K â’be ’den ve Ma- b i ’I-m a'rüf nahy 'ani ’1-munkar). Bünu yerine kam-ı îbrâhim’den başka ne kadar kubbe ve ziyâret ■getirmek Vehhâbîlerce bir vazife olup, icrâsı için yeri varsa hepsini yıktılar. Kendilerine göre, mes­ imâm veya emîr, me’murlar tâyin eder. Bunlar, cide devam işi imâmlar vâsıtası ile murakabe edilir. halkı cemaatle namaz kılmaya zorlar, bilhassa sabah Özürsüz olarak mescide gelmeyen, birincide imâm namazlarından sonra, namaz kılmaları farz olan­ tarafından nasihat, İkincide şer’ı hâkim tarafından ların, üstelerdeki adları okunarak yoklama yapılır. ikaz, üçüncüde şahitler huzurunda takbih edilir. Devletten aylık alan bu me’murlar, içki içilmemesini, T ütün, nargile, kahve gibi vücûda zararlı olan ve ipekli elbise giyilmemesİni, çalgı çalınıp, dinlen­ haram sayılan şeyleri kullananlara ve içki içenlere memesini, tütün içilmemesini te’mîne çalışırlar, kırk değnek vurulur. Ancak daha sonra, kahve ve Bu vazifeler daha sonra, hükümete devredilmiş­ tütün gibi şeylere, hacıların, Balfl' mezarlığını zi- tir. Hâlen Suûdîier hükümeti, kahve, nargile, si­ yâretlerine ve Ca’ ferî mezhebinde olanların hac gara, alkolsüz bira içilmesine müsâade etmektedir. IV. Vehkâbîlerin ilk muvaffakiyetleri: Muljammed etmelerine izm verilmiştir. Ağaç ve taş gibi şeyleri mukaddes saymak, Allah’tan b .'A b d al-Vahhâb’m, Basra, Bağdad, Kum , İsfahan, başkası için kurban kesmek, adak adamak, muska Hemedan, Şam ve Kahire seyahatlerinden Huraymîtakmak, teşbih çekmek, teşbih duası okumak bid- le ’de babasının yanına dönüşünden kısa bir müddet ’attir. Zikir, sünnet ve nafile namazları yasaktır. sonra epey taraftar kazandığı anlaşılıyor. Çünkü o Yine bunlara göre el öpmek, boyun kırmak bid'at- daha 1733 senesinde, Mekke emîri Mes’ûd b . Sa­ tir. Evliya kabri ziyâreti, falcıya inanmak, nazar id (ölm . 1752)’den Vehhâbîlerin M ekke’ye hacca boncuğu takmak, Allah’tan başkasının insan üzerinde gelebilmeleri için izin almak üzere, otuz kişilik bir te’sîrini kabûl etmek küfürdür. Yağmur duasına hey’et yollamıştı. Bundan maksadı, Hicâz halkını çıkıp suya taş atmak günahtır. Peygamber’in hâtı­ kendi mezhebine davetti. Mekke emîri bunları ralarını taziz, hırkası ve sakalını ziyâret şirktir. Da­ Harameyn âlimleri ile dinî münâzaraya dâvet etti. la"il al-Hayrât adlı kitabı okumak yasaktır. Peygam­ Vehhâbîler müdâfaalarında âciz kaldılar, Mekke ber’e salavat getirilir, ama bunu bir ibâdet hâline kadısı bunların küfrüne hükmetti, bazısı hapse atıl­ sokmak, seyyidena, mevlâna dememek gerekir. Şiîierin d ı, bâzıları kaçtı, H icâz’da Vehhâbîlere karşı derin Kerbelâ toprağından yapılma "mühre” üzerine sec­ bir nefret uyanması sebebiyle bunların para ile dahi deye varmaları, K â’be yerine Meşhed ’ i ve Necef ’i bacc ziyâretleri reddedildi. 1790 senesinde Mekke şerifi Gâlih (şerifliği ziyâret etmeleri şirktir. Mehdî gelecek, Hızır sağdır, llyas sağdır denmesi, bir tarikate girilmesi, tarikat- 1788-1813) üe Vehhâbîler arasında silâhlı mücâ­ Ierin şeyhe râbıta yapmaları şirktir. Üçlere, yedi­ dele başladı. Mekke şerifi, T âif kalesini tâmir et­ lere, kırklara inanmak, ölülerin diriler üzerinde ta­ tirip, Mekke dağlarında burçlar yaptırdı. 174 4 ’ten sarrufunu kabûl etmek, havaya, dehre, rüzgâra beri Vehhâbîlerle işbirliği yapan Muhammed b. Suûd ( ölm. 1766) ’un oğlu Abdülaziz b. Muhammed sövmek küfürdür. Vehhâbîlere göre, tasavvuf, İslâmî olmayan bir b. Suûd, oğlu Suûd ’u büyük bir kuvvetle Irak ’a



266



VEHHÂBÎLlK.



yolladı. Bu birlikler, 10 muharrem 1217 (1 3 mayıs 18 0 2 )'de K erbelâ’da mâtem âyini yapmakta olan şîîleri basıp iki binden fazlasını telef ettiler; Hüse­ y in ’in türbesindeki altın ve gümüş eşyayı iki yüz deveye yükleyip Der'sye’ye getirdiler. Diğer taraftan Abdülaziz b. Suûd, uzun bir muhâsara, şiddetli çarpışmalar ve entrikalar neticesin­ de T Ü f şehrini ele geçirip (18 şubat 1803), halkını öldürterek, mallarını yağmalattı. Birçok dinî kitabı yaktırdığı gibi şehir ve etrafındaki mezarları, türbe­ leri yıktırdı. Peygamber‘İn amcasının oğlu Abdul­ lah b. Abbas ’m muhteşem türbesi de yerle bir edildi. Vehhâbî birlikleri 30 nisan 1803 günü Mekke’yi al­ dılar. Abdülaziz b. Suûd ihrâm giyerek şehre girdi. Ertesi gün halka yaptığı konuşmada: "Sizi islâmın doğru yoluna getirip şirkten kurtardığı İçin A llah’a şükrederim. Sizi içinde bulunduğunuz şirk ve sa­ pıklık yolundan çıkıp yalnız Allah ’a kulluk etmeye dâvet ederim. Sizden A llah’ı sevenlere dost ve Allah düşmanlarına düşman olmak üzere bana biat etme­ nizi isterim” dedi, Kendisine önce eA bd al-Mu’mîn b. Masaid, müfti ve ileri gelenler, daha sonra bütün halk biat etti. O., Peygamber, Ebû Bekr, Ömer, Ali ve Fatıma’mn doğdukları evleri yık­ tırıp, ¿ört gün kaldıktan sonra, burada adamların­ dan iki yüz kişiyi bırakarak Cidde ’ye gitti. Bundan sonra Mekke şerifi Gâlib, Vehhâbî ordusunu boz­ guna uğrattığından Abdülaziz'in N ecid’e kaçması üzerine, 25 günlük bir muhasaradan sonra Mekke’yi geri aldı. ■ Vehhâbîlerin Kerbelâ’da iki bin İle beş bin arasın­ daki bir şîî topluluğunu kılıçtan geçirmeleri üzerine, öç almak İsteyen ‘ Oşman adında bir şîî, D eriye ’de itimadını kazandığı Abdülaziz 'in hizmetine gire­ rek, onu, namaz kıldırmakta iken sırtından bıçak­ layıp öldürdü (4 teşrin II. 1803); kendisi de öl­ dürüldü. Bağdad’daki Osmanlı vâlisi A li Paşa’nın bu işi planlayıp ‘Oşmân’ı vazifelendirdiğİde söylenir. Eyüb Sabrı Paşa (bk. Tarik-i Vahhâbîyan, s, 48 ) ise, Abdülaziz ’in Vehhâbîlerce yolları kesilip soyulan bir bedevi tarafından öldürüldüğünü yazmaktadır. Abdülaziz’den sonra yerine, oğlu Suûd geçti. Babasının meziyetlerine sâbip olmayan ve evhamı dolayısıyla D er’iy e ’ye yabancıların girmesini ya­ saklayan Suûd, M edine'yi kuşatarak ele geçirdi ( haziran 1805 ), Halkını şu hususlara uymaya dâ­ vet etti: I-A llah ’a, Vehhâbîlerin inançları ve kaide­ leri üzere itâat ve ibâdet etmek. 2- Muhammed’e Vehhâbî imârmnm tâyin ve tavsiye ettiği şekilde riâyet etmek. 3- Medine içinde ve civarında mevcut türbe ve yapılı mezarları yıkıp, balık sırtı toprak yığılmış hâle getirmek. 4- Muhammed b. cAbd alVahhâb 'i, Allah ’tan ilhâm alarak mezhep kuran din müceddidi olarak tanımak. 5- Vehhâbî mezhe­ bini kabûl etmek istemeyenleri, öldürmek dâhil, şiddetli takibata uğratmak. 6- Vebhâbîlere kale mu-



hâfızhğının verilmesini kabûl etmek. 7- Dinî ve si­ yâsî her türlü emir ve yasaklara uymak. 1806 senesi kânun ı . ’u başlarında M ekke’nin de yeniden Vebbâbîlerin eline geçtiğini. Şerif Gâlib ’in Suû d’a biat etmesi üzerine yerinde bırakıldığım görüyoruz. Suûd kendi adamlarından Abdurrah­ man al-Yatamî’yi Mekke kadısı yaptı. Şam ahâ­ lisini kılıçtan geçirdi. Vehhâbî emirliği 1811 sene­ sinde Haleb ’den Hind Okyanusu ’na, Basra Kör­ fezi'nden K ıııldeniz’ e kadar genişledi. V. Vehkâbîlere karşı Osmanlı Dedeti'tûn tutumu: Vehhâbî hareketleri başlangıcında, durum ilk defa 1749 ’da Mekke Şerifi Mes'ûd b. Said tarafından İstanbul’a bildirildiği zaman Osmanlı tahtında bu­ lunan Mabmud I. (saltanatı 1730-1754) yeniçe­ rilerle ve Patrona isyânmın huzursuzlukları ile uğ­ raşıyordu. Iran şahı Nâdir Şah şark hudutlarını tehdid ederken garpta da Rusya ve Avusturya hü­ cumlarım devam ettiriyorlardı. Osmanlılaruı garpta Rus harpleri, Suriye 'de Cezzâr Ahmed Paşa, Mı­ sır'da Kölemenler isyanları ile uğraştıkları Sultan Abdülhamid I. devrinde ise Vehhâbîlerin zorbalık­ ları karşısında Mekke ulemasından "Muhammed b. cAbd al-Vahhâb 'm , zorla rafz ve ilhad dâiresinden çıkarılması ve eğer davasında direnirse öldürülmesi vâciptir" yolunda fetvalar alan Mekke şerifinin bu durumdan İstanbul ’u haberdar etmesi üzerine pâdişâh Vebbâbîlerin tenkili için Cidde vâlisi Osman Paşa’ya ferman gönderdi (E y ü b Sabri, Tarik-i Vahhâbîyan, s. 35 v.d.); diğer taraftan Necid hal­ kından bir kısmı da Bağdad vâlisi Süleyman Pa­ şa ya şikâyette bulunmuşlardı ( ayn. esr., göst. yer. ve 45-4 7 ). ( Selim III. devrinde ise, Fransızlar da M ısır’a girmişlerdi. Tepedelenli Ali Paşa, Pazvand-oğlu, Belgrad Dayısı isyanları, Sırp ayaklanması ve Nizâm-ı Cedîd hareketleri, Harameyn 'i işgal eden Vebbâbîlerle uğraşmaya imkân bırakmıyordu. Vehhâbîler tahriplerini Harameyn mıntıkasına ve T â if ’e kadar genişletince, Ösmanlılar işin va­ hametini anlamaya başladılar. 23 teşrin II. 1802’de İstanbul ’un ileri gelen müderrislerinden Adem Efendi ( Tarik-i Cevdet, V II, 2 0 1), Edirne pa­ yesiyle Kudüs kadısı olarak Necid 'e yollandı. Hal­ kı kendisine biat ettiren, M ekke'de bütün çu­ buk, nargile, saz vesaireyi kırdıran ve eshab evle­ rini, mezarlarını, türbelerini yıktıran Suûd, Âdem Efendi’yi de birkaç adamıyla M ekke’ye getirtti. Kendisiyle orada görüştü. Sadrâzamın Suûd ’a yazdığı mektuba ve aralarında geçen sert konuş­ malara rağmen ( 6 mayıs 1803 ), Suûd ’un Âdem Efendi yi birtakım hediyelerle İstanbul ’a geri gön­ dermesi, herhangi bir anlaşmaya varılamadığtnı göstermektedir (Cevdet, ayn, esr., VII, 210 v.dd.; V III, 123). Bunun üzerinedir ki Osmanlı hükümeti Vehhâ­ bîlerin ortadan kaldırılması işini Kavaklı Mehnrıed



VEHHÂBÎLİK. Ali Paşa (1769-1848 ) ’ya havale etti. Nitekim onun 1805 ’te tasdik edilen Mısır valiliği, Bâbıâlî ’ye ver­ gi vermek ve Hicâz ’1 VehhSbîlerden temizlemek şartına bağlanmıştı. Daha sonra Mahmud II., Harem ağalarından îsa A ğa 'yı Mehmed Ali Paşa’ya H icaz’a sefere çıkmasına dâir fermanla Mısır *a yolladı (18 10 ).



267



b. Terkî tarafından öldürülmesini tâkiben Vehhâbîlerin başına aşağıdaki listede gösterilen şahıs­ lar geçti. 1888 senesinden sonra Vehkâbî şeyhleri ve Mekke şerifleri, Osmanlı idaresinden ayrılmak için Ingi­ liz, Fransız ve İtalyanlarla anlaşmalar yapmaya başladıkları sıralarda Vehhâbîlerin başında bulu­ Mehmed Ali Paşa, oğlu Ahmed Tosun kumanda­ nan Abdülaziz b. Abdurrahman b. Faysal b. Terkî sındaki bir Mısır ordusunu 1 mart 1811 *de gemi­ 1902 'den itibâren eski yerlere hâkim olmaya baş­ lerle Yenbû limanına doğru yola çıkardı ve bu or­ layınca, Osmanlı Devleti onun tamamen müstakil du 2 kânun I. 1812’de Medine 'ye girdi. Orada ya­ hâle gelmesini önlemek için, kendisine "N ecid vâkalanan Vehhâbî Baddây b. Mazyân gönderildiği İs­ lisi ve kumandam” unvânmı vermek mecburiyetinde tanbul’da idam edildi. 23 kânun II. 1813 *te Mek­ kaldı. ' Mekke şerifi Hüseyin 'in İngiliz tahrikiyle Türkler ke 'nin, birkaç gün sonra da T âif *in alınmasını mü-‘ teâkıp Mehmed Ali Paşa, Ka’ be ’nin anahtarlarım aleyhine faaliyete geçtiği sıralarda İngilizlerle yaptığı diğer emânetlerle birlikte öteki oğlu Kâmil tsmail 26. kânun I. 191Ğ tarihli andlaşma ile Abdülaziz b. Paşa ile İstanbul 'a yolladı ( 2 mayıs 1813 ). Suûd, Necid, Ahsâ, Katîf, Cubeyl ve mülhakatının Sultan Mahmud, muvaffakiyetlerine mükâfaat ola­ hükümdarı olarak tanındı ( bk. Y . Hikmet Bayur, rak M . A li Paşa ’ya ve oğlu Ahmed Tosun Paşa ’ya, Türk, inkılâbı tarihi, III. kısım 3, s. 120 v.d.,236-250 ). kılıç, kaftan ve hil’atlar yolladı. Suud27 nisan 1814 Mondros mütârekesi (30 teşrin 1. 1918) gereğince ’te Der’iye ’de ölünce yerine oğlu Abdullah geçmiş, Osmanlı Devleti 'nin Hicâz mıntıkasından çekilmesi diğer taraftan Ahmed Tosun Paşa 'nin da bu sıra­ üzerine Vehhâbîler, bîr müddet sonra Mekke ve larda vefâtı üzerine Hicâz birlikleri kumandanlığına T â if’i aldılar (19 2 4 ). Hicaz kıralı ilân edilen Ab­ tâyin edilen kardeşi İbrahim Paşa beş ay kuşattığı dülaziz b. Abdurrahman b. Faysal b. Terkî, 1 kâ­ Der’iye 'yi almayı başarmıştı (eylül 1818). Yakalanan nun II; 1926 'da da vaktiyle 1912 'de ’’ihvan” adıyla Abdullah b. Suûd M edine’ye getirilerek dört gün kurmuş olduğu teşkilât vasıtasıyla Vehbâbîliğin can­ halka teşhir edildi ve sonra dört oğlu, hocası, ikinci landırılması ve siyâ3Î bakımdan kuvvetlendirilmesi kâtibi ve dıvancısı ile birlikte elleri bağlı olarak İs­ faâliyetini artırmış bulunuyordu. 20 mayıs 1927 günü Abdülaziz b. Abdurrahman kenderiye üzerinden İstanbul ’a yollandı ( Tarih-i Vahhâbiyan, s. 266 v.d.). Şeyhülislâm Mekkî-Zâde b. Suûd ’un İngilizlerle yaptığı Cidde andlaşması Mustafa Âsim Efendi 'nin verdiği fetva üzerine kendisine tam bağımsızlık sağladı ve daha önce ya­ Mahmud I I .’un emriyle Abdullah’ın boynu, Saray pılan andlaşmanın ağır şartlarından kurtulmuş oldu. Meydanı ’nda vuruldu ( 1 7 kânun I. 18 19 ), diğer­ Kendisini İslâm halîfesi ilân etmek istiyen Mekke leri de İstanbul 'un çeşitli yerlerinde idam edildiler Şerifi Hüseyin 'i 1930 'da uzaklaştıran Abdülaziz 18 { ayn, esr,, s. 282 v.d.d .). Osmanlılarca "Hâricîler” eylül 1932 ’de Hicâz ve Necid meliki unvânmı ala­ ( Başbakanlık A 'şiv Umum Müdürlüğü, Hatt-ı Hü­ rak bugünkü Suûdî Arabistan devletinin başına mayun Defterleri nr. 3789, 3800, 3801), bâ- geçti [bk. madd. ARABİSTAN, TARİH], zanda Hâricîlerin bir kolu olan ’’ Îbâzîler" adıyla da Bu arada Hicâz kırallığı ataşelerinden Hafız Vahtavsif olunan (H att-ı Hümayun Defterleri nr. ba *mn 5 temmuz 1929 günü Londra 'da ’’The 19569) Vehhâbîlere karşı İslâm âleminde büyük Central Asian Society” de verdiği konferansta Türk­ akisler uyandıran bu başarılardan sonra mes'ele sona ler hakkındaki sözleri, kendilerinin, Osmanlılara ermiş gibi göründüysede bu defa H icâz’da Meh­ karşı besledikleri duyguları çok iyi aksettirir. O , med Ali Paşa mes’elesi ortaya çıktı. Nitekim 1818 konuşmasında Birinci Cihan Harbi ’nden önce Ne­ ’den sonra eski Vehhâbî bölgesi fiilen Mehmed Ali cid 'in Osmanlı hâkimiyetinde görülmesine rağ­ Paşa idaresine girmişti. men Necid halkının Osmanlı hilâfetini hiçbir zaman İdam olunan Abdullah ’ın kardeşi Mcşşeri’ bir tanımadığını, Vehhâbîler için Türklerin gerçek İs­ ara 1818'de Der’iy e'y i ele geçirdi ise de, M.AH Paşa lâm müdâfileri olarak kabul ve tasavvur edilmedi­ 1819 *da burayı geri aldı. Ancak Mısır ordusunun ğini, zîrâ Türklerin İslâm hukukunu bir tarafa bı­ geri çekilmesi üzerine Abdullah’ın oğlu Terki, mer­ rakarak islâmiyetin esaslarını terk ettiklerini söy­ kez yaptığı (1822 ) Riyâd ’a yerleşerek 1820-1834 lemiştir. arasında 2. Vehhâbî devleti adı ile anılacak ve 1891 Bu sözler ve Vehhâbîlerin Osmanlılar hakkındaki senesine kadar sürecek olan bir devletin kurucu­ düşünceleri bir arada mütâlaa edilince bu mezhe­ su olmuştur. 1830’da A hsa’yı ele geçiren ve az bin, bîr nevi Arap milliyetçiliği hareketi vasfın­ sonra Bahreyn ’i de kontrolü altma alan Terki ’nin da geliştiği söylenebilir. 1834 ’te öldürülmesini müteâkıp başa geçen karde­ VI. Vehhâbtliğin diğer İslâm memleketlerinde ya­ şinin torunu Meşşeri’ b. Abdurrahman b. Meşşe- yılması: Akidelerinde Ibn Teymiye [b. bk. ] 'yi ri’ ’nİn kırk günlük hükümdarlıktan sonra Faysal örnek alan Vehbâbîliğin, Osmanlı Türklerinde ilk



268



VEHHÂBÎLÎK.



temsilcisi olarak Birgîvî [ b. bk. ] görünmektedir. Birgivî, İslâmî vakıf müessesesinitı birçok kısımlarını inkâr, hocaların, imamların aylık kabûl etmelerini, red, akılcılara hücum eder, her bid ati dalâlet sayar, İçtihadı uygun görmez. Bundan dolayı Birgivî 'nin fikirleri Kanunî medreselerindeki bâzı tıp ve fen derslerinin bile bid’at sayılmasına sebep olmuş, medreseliler - tekkeliler kavgaları, Kadızâdeliler ile Sivâsî taraftarları arasındaki münakaşalara da yol açmıştır. Hindistan *da da Ibn Teymiye görüşüne uygun bir cereyan ortaya çıkmıştı. Hindli Şah Veli Allah ( 1703-1762 ) ’m Selefiyun devrindeki İslâm esasla­ rını diriltmek maksadı, ile kurduğu mezhebe ’ ’yeni Vehhâbîlik” denir ( L . Gardet, Les Hommes de 1'İs­ lam, s. 333-3 4 0 Ayrıca Seyyid Ahmed Barelvî (1786-1831 ) tara­ fından başlatılan ’’mücahidîn” hareketiyle, bu mez­ hebin yayılmasına çalışılmıştır. Diğer taraftan M uhaınrned b. A li al-Sanusj ( 1791 -18 5 9 ) Şimalî Afrika ’da, Muîjammed al-Şavkân! ise Yemen 'de (1758-1835) aynı yolda gayret sarf etmişlerdir. Irak ’ta Alûsî âüeîinden Şahâb al-Dîn Mahmüd alAIüsî ile oğlu Nu'mân Hayr al-DSn al-ÂIüsî ( ölm. 1924) Vehhâbîliği medh eden eserler yazdılar. M ı­ sırlı Muhammed °Abduh (1849-1905 ) bilhassa aşa­ ğıdaki iki mevzuda Muhammed b. cAbd al-Vahhâb ile aynı fikirde idi: ı-T ü rb e, mezar ve evliyayı A l­ lah 'a ortak kılanlarla ve İslâm inancına girmiş bid’atlarla mücâdele etmek, 2- Zaif akıllıların kapadığı ictihad kapısını açmak. Tasavvufa cephe almakta da Vehhâbîlerle aym görüşte olan Muhammed 'A b duh’ün onlardan ayrıldığı başlıca nokta, kendisi­ nin ıslâhatçı hürriyetçi, Selefiyeci düşünce sistemi dışmdakilerini kâfir saymamasıdır. Cemâleddin Efgânî ( 1838-1897 ) ’nin bâzı dü­ şüncelerinde vc muhafazakâr bir ıslahatçı oluşunda Vehhâbîlik te’sirleri görülebilirse de o, dinî müsa­ maha bakımından daha ziyâde M . “Abdub ’e ya­ kındır. Vehhâbîliğin şeriatçı, mutaassıp ve mutaamz olma vasıfları, Hatan ai-Bannâ tarafından 1928 ’de gizlice kurulan ’’ihvan al-muslimîn" teşkilâtında görülür. Buna göre, İslâmiyet hem din hem devlettir, insan­ ların yaptığı kanunlar geçersizdir, halîfenin mut­ laka Kureyşli olması gerekmez, cihadın gayesi İslâmî sistemi hâkim feılmakdır. Daha önce öğ­ retmen okulunda hoca iken de "M en-i mahremat” cemiyetini kurmuş olan hu zat, K u r ân ’m anayasa olduğunu ilân ederek, bütün siyâsî parti ve cemi­ yetlere karşı harp ilân ediyor, İslâmî desteklemeyen herkesi düşman sayıyor, erkeklerin altm yüzük tak­ malarım ve ipekli elbise giymelerini haram adde­ diyordu. M ısır’da mevcut siyâsî nizamı şiddetle tenkit ettiği bir konuşma esnâsmda Kahire’de öl­ dürülen (2 şubat 1948) al-Bannâ ’nm fikirleri, içlerinde Camal cAbd al-Nâsir ’m da bulunduğu



genç subaylar arasında yayıldı ve Mısır kiralı Fa­ ruk, 19 52 ’de bunlar tarafından tahtından feragat ettirilerek memleket dışına sürüldü. Bu cemiyet daha sonra, prensiplerine sadık kal-’ madiği iddiasıyla 1964 teşrin I. ’de devlet reisi olan cA bd al - Nâsir ’a karşı bile başarısız bir suikast tertiplemiştir. Aynca M ısır’ın taranmış fikir adam­ larından Seyyid Kutb da Yoldaki işaretler adlı kitab dolayısıyla idam edilmiştir ( eylül 1966 ). V II. Vehhâhîliğe karşı (¡kânlar : Bu yeni mezhebe karşı fikrî ve İlmî itirazlar, kelâmcı, felsefeci ve mistiklerden geldi. Bu sâhada ilk tepki, mezhebin kurucusunun kardeşi Sulayman b. cAbd al-Vahhâb*da görülür. O , kardeşinin düşüncelerinin dine ve Hanbelî mezhebine aykırı olduğunu söyleyerek, "a l- ■ Şauûtk al-BaJjiyya f i 'l-Raddi *ala'l-Vahhâbiya" adı­ nı verdiği bir eser yazmıştır (bu eser 1928 ’de Mısır­ ’da basılmıştır). Kublnî Ahmed Efendi ’nin Faşl alyi(üb f i Rad ¿alalat îbn *Abd al-Vahhâb ” adlı kitabıda Vehhâbîliğe karşıdır ( Tarih-i Cevdet, V II, 284 v.d.). M ekke’de Şâfiî müftülüğü yapan Ahmed b. Zayni al-Daljlan ( ölm. 1886 ) da " F i durar alsaniyye f i 'l-R ad cala ’ l-oahhâbiya' adıyla bir red­ diye kaleme almıştır. Bağdadlı Cami! Şi^kî al-Zabavi ’nin yazdığı "al-Facr al-Şâdik f i 'l-rad mimkar al-taoassul va'l-karamat va’ l-bavörik" adlı, oldukça metodlu bir eser, 1323 (1907/1908) ’te M ısır’da basılmıştır. Aynca Vehhâbîlğe karşı yazılmış şu eserlerde zikredilebilir: Haşan b. Haşan Hazbek, al-Makâlât a l-v â fiy y a f i ’ l-rad ca la 'lvahkâbiyya (M ısır, 1928), Hasar> al-Şâ|ibî al-Hanbali *niıı "a l-m k â l al-$ar’ iya f i 'l-red °a!a 'l-V ahhâbiya” v.b. Vebhâbi hükümdarlarının listesi: 1744-1766 Muhammed b. Suüd 1766-1S03 Abdülaziz b. Muhammed b. Suûd ( 4 X I 1803 günü öldürüldü.) 1803-1814 Suûd b. Abdülaziz b. Muhammed (2 7 IV 1814 günü Öldü). 1814-1818 Abdullah b. Suûd b, Abdülaziz ( 1 7 kânun I. 1819 günü İstanbul ’da öldürüldü). 1818-1819 Meşşeri’ b. Suûd b. Abdülaziz ( Al i Paşa tarafından yakalanıp M ısır’a yollandı; yolda Öldü.) 1820-1834 Terki b. Abdullah b. Suûd b. Abdül­ aziz (18 9 1 ’e kadar süren 2. Vehhlbî devletini kurdu, Riyâd ’1 merkez yaptı). 1834-1834 Meşşeri’ b. Abdurrahman b. Meşşeri’ b. Suûd (4 0 günlük bir iktidardan sonra Faysal b. Terkî tarafından öldürüldü). 1834-1838 Faysal b. Terkî b. Abdullah b. Suûd. 1838-1841 Halid b. Suûd b. Abdülaziz. 1841-1843 Abdullah b. İbrahim ( veya Süneyyan ) Suûd b. Abdülaziz. 1843-1865 Faysal b. Terkî b. Abdullah b. Suûd (2 . defa).



VEHHÂBÎLİK — VEKÂLET.



269



1865-1871 Abdullah, b. Faysal b. Terk! b. Abdul­ lah b. Suûd, 1871-1874 Suûd b. Fayaal b. Terkî b. Abdullah. 1874-1884 Muhammed b. Suûd b. Faysal b. Terkî. 1884-1886. Muhammed Gazlan b. ■ Mes’ud (fetret devrinde idareyi ele almıştır, şeceresi belli değil). 1886-1887 Abdurrahman b. Faysal b. Terkî b. Ab­ dullah ( fetret devri). 1887-1888 Abdullah b. Faysal b. Terkî b. Abdullah (fetret devri). 1888-1889 Abdurrahman b. Faysal b. Terkî (2 . defa, fetret devri). 1891-1902 Muhammed b. Faysal. 1902-1953 Abdülaziz b. Abdurrahman b. Faysal b. Terkî ( Suûdî Arabistan krallığını kuran kimse. Osmanlılar ona Necid vâlisi ve kumandam unvânım verdiler),



1969, IV ; Yusuf Ziya Yürükan, Vahhâbilik, ilâhiyat Fakültesi Dergisi (Ankara, 1953), I, 51-67; R. Dozy, Tarihri İslâmiyet (trc. A. Cevdet [Karlıdağ ]), Kahire, 1908, II, 531-554; Henri Laoust, Les Schİsmes dans l ’ Islâm (Paris, 1965); Emin Saıd, Siret el-imam el-Şeyh Muhammed b. Abdülvahkab (Beyrut, 1384); Cevdet Paşa, Tarih-i



1953-1963 Suûd b. Abdülaziz b. Abdurrahman ( İda­ reyi zaman zaman kardeşi Faysal’a bıraktı. 1969 ’da Atına ’da öldü. 1963-1975 Faysal b. Abdülaziz b. Abdurrahman (25 mart 1975 günü, yeğeni Prens Faysal b, Mes’ud b. Abdülaziz b. Suûd tarafından Hançerlenerek öldürüldü.).



V E K Â L E T ( Vikâletie denir). Vekâlet, tam selâhiyet mânasında bir akid ( Akd ) ’dir. Buna göre, âkidlerden birisi müvekkil, diğeri vekil olup, bunlardan birincisi, kendi hukûkî işlerini yürütmek için İkincisini vazifelendirir. I. Kur ân 'da vekâletten türetilen şekillere, Allah'a teslim olmak, A lla h ’a itimat etmek ( tevekkül) mânasında yahut Allah ’m Vekil olduğu düşünce­ siyle birlikte rastîanmaktadır ( Allah 'm 99 vasfından biri, tefsirlere göre Hafîz mânasında bir isimdir; Kur ân, X II, 66; IX, 51; L X X III, 9; X X V III, 28). Bu kelime buna göre daha İlmî bir ıstılâh olarak kullanılmamakta idi. Yinede Kur ân, X X X II, 11 'de ölüm meleğinin Allah ’m yetkili kıldığı biri ol­ duğu şeklindeki hukûkî telâkkî, temelde bulunmak­ ladır. Ancak bu âyet Kur ân ’da vekâlet mânasında telâkkî edilmez. Fakihler vekâleti Kur ân ’m X V III, 18. âyetine dayandırmaktadırlar: Şimdi siz “ içiniz­ den birini, bu gümüş para ile şehre gönderin” . Bu bir yetkilendirme idi ve binâenaleyh onlara göre, Kur ân *daki temellere dayanmıştır. Onlara göre vekâlet tamamıyle Kur ân ’îdir. Aynı şekilde IV. sûre 35. âyette şöyle zikredilir: “ Sonra •onun (kadının) âilesinden bir hakem ve onun (e r­ keğin) üleşinden bir hakem gönderiniz.” . II. Tam yetki ve yetkilendirilen kişiler hakkında birçok hadîsler bulunmaktadır. Bunlardan ancak bir kaçı ele alınacaktır. Peygamber, Hakim b. Ha­ zâm *ı bir kurbanlık koyun satm almak için vazife­ lendirmiş ( al-Sarahsî, X IX , 2 ) ve cAmr b. Umay-



1975 Halid b. Abdülaziz b. Abdurrahman (D o ­ ğumu 1903). Bibliyografya: H. St. John Philby, Arabia (London, 19 3 ° ); Ameen Rihani, îbn Saoud o f Arabia and his Land (London, 1928); A . . Musil, Northern Nejd ( N e w York, 1928); . S.B.Mills, The Countries and Tribes o f the Persian Gulf (London, 1919); S.H. Longrigg, Four Cen­ turies of Modern Iraq ( Oxford, 1925 ); W.W. Hun­ ter; The Indian Musulmam (London, 18 71); Calcutta Review, L , L I ( Kalkiite, 18 71); Ziyau l- Hasan Faruqi, A note on the Wahhabiyan, Islâm and the Modern Age ( New Delhi, I 973), IV, 38-50; W .C . Smith, Islam in Modern History (Princeton, 1957); R. W . v. Diffelen, De leer der Wahhabieten (Leyden, 1927); H.A.R. Gibb, Modern trends in Islam ( Chicago, 1950); Masud Alam Nedvi, Muhammed Ibnri AbdulWahhab (Haydarabad, 194 7); Louis Gardet, . Les Homrnes d e l ’Islam ( Paris, 19 7 7); Corances, Historie des Wahabis (Paris, 18 10 ); G .F . Sadlier, Account of a Journey from K a iif on the Per­ sian Gulf to Jambo on the Red Sea (London, 1823), III, 471; Henri Masse, I'Islam (Paris, 19 3 °), s. 208 v.d.; A . Vehbi Ecer, Osmanlt Tari­ kinde Vahhabi hareketi, Ilâhiyat Fakültesi basıl­ mamış Doktora tezi (1 9 6 6 ); Neşet Çağatay ve İbrahim A. Çubukçu, Islâm mezhepleri tarihi (Ankara, 19762 ); Muhammed Ebu Zehra, İslâmda siyasi ve itikfldi mezhepler tarihi ( trc. E. Ruhi Fığlalı ve Osman Keskioğlu), Ankara, 1970; Muhammed Ebû Zehra, Islâmda Fthhî mezhepler tarihi (trc. Abdülkadir Şener), Ankara,



Cevdet (İstanbul, 1309), II, I V ,V II ,V I II, X II; Subhi, Tarih (İstanbul, 119 8 ), I, II; Vâsıf, Tarih, 2. cild; Eyüb Sabri, Tarihri Vahhâbiyan ( İstanbul 1296); Yusuf Hikmet Bayur, Türk InlylSt Tarihi, III/ııı, 120 v.d., 236-350; Baş­ bakanlık Arşivi, Hatt-ı Hümâyun Defterleri, nr. 3789, 3800, 380i, 19569; Mevlâna Muhammed Fadlurresul, Vahhâbiliğin iç yüzü (trc. A. Faruk M eyan), İstanbul, 1 9 7 6 ; I A , rııad., A R A B İs tA n . ( N E Ş E T Ç A Ğ A T A Y .)



ya al-Damrl’yide, kendisinin Umm Habıba ile olan nikâhı dolayısıyla vekil olarak tâyin etmişti. Buharı ( Vekâlet,., bâb 3 ) ’ye göre, çobanın ölmek üzere olan bir hayvanı kesmesi ve vekilinde bozulan işi düzeltmesi gerekir. Cezâ ile ilgili hususlardaki ve­ kâlet hakkında da hadîsler bulunmaktadır. Böylece, Peygamber başkasına bir kadım recm etmek ve bir sarhoşu sopayla dövmek yetkisini de vermiştir ( Bu­ har!, Vekâlet, Bâb 13 )• Diğer bâzı hadîsler, üçüncü şahıs namına borçları talep eden, yetkilendirilmiş



270



v ek â let.



şahıs (v e k il) ile ilgili bilgi vermektedir ( Buharı, Vekâlet, Bâb 4). Buradan, borçlunun, yetkilendirilen kimseye Ödemede bulunmak sûretiyle müminler karşısında vazifesini yerine getirmiş olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Burada, temsilcinin faâliyeti dolayısıyle, temsil edilen ile üçüncü şahıs arasında or­ taya çıkan hukukî faâliyetlerin seyri içinde dışa dö­ nük bir temsil bahis konusudur.



Umûmî olarak, denilebilir ki, bizzat yapılabilir bütün muâmeleier için bir vekil tâyin edilebilir. Bu durumda her türlü mukâvelelerde, evlenmede, boşanmada, dâvada, diyetin ödenmesi v.s. de selâhiyet verilebilir. Fakat Ebû Hanîfe ’nin görüşüne göre, dâva vekili, ancak hasmm rızâsı ile tâyin edilebilir; ancak Ebû Hanîfe *nin halefleri, bunu zarûrî kabûl etmemişlerdir. Bütün mezheplerin ittifakla kabûl ettiği görüşlere göre, yemin dâva vekiline devredi­ lemez. al-Sarahsî ( X I X , 190), en çok vuku bulan hâdiselerin bir listesini vermektedir.



III. Nihâyet i c m â ', vekâletin meşruiyetini (MaşruHyat al~Vakflla) müeyyideye bağlamıştır.. Müslümanlar, tasvib ve iyi kabûlle ilk zamanlardan bu güne kadar vekâlete itina göstermişler ve kendi Allah ’a karşı yapılması gereken vecîbeler ve ibâ­ aralarında işlerini ifâda dâima bundan yararlanmış­ detlere âit emirler hilâfına işler hakkında, tabıatıylardır. Zîrâ Vekâlet, insan için zarûrî bir ihtiyaçtır; le yetki verilemez. Zîrâ bunlar tamamıyle şahsî çünkü insan, bâzan seyahatte iken veya hacca gi­ nev'iden vecîbelerdir. Ancak hac ve zekât ( 7a/derken, şahsen idâre edemediğinden veya kendinin rikat [ yahut Ada“ ] al-Zakât) ’m dağıtılması müsyeter derecede imkânı olmadığından, yahut kuvvetli tesnâdır. Meşruiyetin unsurları sebebiyle cinâyet ve meşguliyeti, yahut da büyük serveti dolayısıyla kendi hırsızlık v.s. gibi suçlar için de vekâlet verilemez. malını kullanamaz. Bunun üzerine vekâlet yolu d. Şekil ( Şiğa ), icap ve kabûl ( İcab oa Kakül) ile yetkili bir şahıs tâyin edilir. Bu mevzuda karşı­ ile gerçekleşir. Her iki taraf, bu hukûkî muâmeleye lıklı yardımı Kur ân, ( V , 3 ) bilhassa teşvik edici müteveccih irâdeye sâhip olmalı ve bunun için razı olmuştur: ’ ’iyilik etmek hususunda biri birinize yar­ olduklarını beyan etmelidirler. Bu, îcâb ve kabûl dım ediniz... Allah ’dan korkunuz” . Bilhassa yük­ yoluyla olur. Kabûl, susmakla veya müvekkilinin sek mevkilerdeki ve asil kişiler, işlerini bizzat değil, muvâfakatinin anlaşıldığı bir davranışla da olabilir. yetkili kimseler eliyle gördürürler. Vekâlet tamamiyle rızâya bağlı bir akiddir. IV. Hukukçuların görüşlerine nazaran vekâlet, 2. Vekâlet, ya m u a y y e n veya umûmî olabilir. bir akid ve gerçekte rücuu kabil bir akiddi.r ( '“Ah d t! Vekâlette Vekil, ya sâdece husûsî bir muâmeleyi ya­ c i f i z ). hut müvekkilinin bütün işlerini kendi görüşüne göre 1- Vekâlet akdinin sağlamlığı ( Şıljha ) için, aşa­ yapar. Birinci vekil, Vakti mifayyan, İkincisi ise ğıdaki dört şart ( Arkan ) aranır. Vakit muflak olarak, adlandırılır. Şâfiîler umûmî ve­ a. Müvekkil. kâleti reddederler, zirâ onlar, işlerin nevine göre ve­ b. Vekil. Her iki şahıs da, mal varlığında tasarrufa kâletin muayyen olması îcâb ettiğini ileri sürerler. ( ¡¡lalt al-Taşarruf) ehil olmalıdırlar. Bunun için 3. Işîn yürütülmesi aslında ü c r e t s i z d i r : reşid olmayan küçükler ( Şa bl), akıl hastalan ( Mac- ancak tnukâveleye göre, bir tazminat verileceği nün), köleler ( ' Abd f b. bk. ] ) ile Mahcur fb . bk. ] ¡ tesbit edilebilir. Vekil, her halde, her türlü zararını olanlar, ne müvekkil, nede vekil olabilirler. Yâni 1 ve vekâlet sebebiyle yaptığı masrafları talep edebilir. akdin muteber olması için, diğer akidlerde aranan şart­ Bu durum vekâletin bozulmasına bir sebep teşkil lar, burada da câridir. Ancak diğer hallerde aran­ etmez. Hukukçular arasında, vekâletin nerede ve madığı halde, nikâkta ve boşanmada yalnız kanûnen ne zaman hizmet akdine { İcâra) intikal edeceği tarafsızlığı kabûl edilen bir şahsın ( 'Âdı'/) vekil husûsunda fikir ayrılıkları vardır. olabileceği teferruat kabilinden burada zikredile­ 4- T a z m i n a t ( ¿aman ) ’a gelince, vekilin iti­ bilir. O halde bir kadın, kendi nikâhı için dürüst­ mat edilen bir şahıs olduğu noktasından hareket lüğünden şüphe edilen bir erkeği vekil tâyin ederse, edilmelidir. Bu şahsın, sâdece kayıp, telef ve vekâ­ bu evlilik bâtıldır. Mâliki mezhebine göre bir müs­ lete esas olan şeyin iâde edilmesi husûsunda yemin­ lüman ile bir zımmî karşılıklı olarak vekil olamaz­ le kuvvetledİrilen beyânı, ispâta hâcet olmaksızın lar; Fakat Bubârî’deki hadîs ( Vekâlet, Bâb 2 ) , geçerlidir. Onun, malı vekil olarak, bir başkasına bu kadar katı değildir. iâde ettiği yolundaki iddiası sâdece delil ile kabûl c. Vekâlet konusu olan şey (Muvakkat fîh i ), edilebilir. müvekkilin, muayyen, kanunî ve vekâlete elverişli Bunun dışında vekil, kendisine verilen tâiimâta mülkü olmalıdır, istikbalde ortaya çıkacak şartlara uymaya mecburdur ve muamelenin seyri sırasında iş­ bağlı bİr vekâlet bâtıldır. Bu sebeple bir müvekkil, lenen her hatâdan mes’ûldür. Yâni o, a. Tafrl¡ hâlin­ daha sonraki bir tarihte evleneceği bir kadını bo­ de culpa in omitiendo ( dikkatli olmamaktan doğan şamak, yahut istikbâlde sâhip olacağı bir köleyi kusur ), yâni herhangi bir işi normalden daha az yap­ satmak için vekil tâyin edemez. Su, odun ve av gibi ması hâlinde mes’uldür; ve b. Ta'addı hâlinde, yâni mubah olan şeyleri elde etmede vekâletin mümkün mezun olduğundan fazla yaparsa, yâni yetkilerim olup olmadığı mes'elesİ ile ilgili görüşler biribirin- aşarsa, mes’ûl olur. • den farklıdır. 5. S o n a e r m e s i : Vekâlet bir °Akd «Tiz



VEKÂLET ~ VEKÂYİNÜVİS. ( dönülmesi kabil olan ) olduğu için, her iki taraf da himî, Murad IV. nâmına yazdığı Şehinşâh-nâme mukâveleyi istediği zaman feshedebilir. Bu akit di­ (Topkapı Sarayı-Revan Köşkü Kütüp., nr. 1418, ğer akitler gibi, ölüm, akıl hastalığı veya iki âkid ta­ 10», ıöob) ’sinde kendisi için "vekâyi'tıiivîs" sıfa­ raftan birinin hukûken ehliyetsiz olması hâlinde de tını kullandığı gibi, yine aynı devrin meşhur mün­ sona erebilir. Çünkü vekil, vedia [ b. bk. ] ’yı alan şisi Nergisi Mehmed Efendi [ bk. mad. NERGİS! ] gibi emin bir kimse olarak kabûl edilir. 'nin, 1635 Revan seferine, harekâtı tasvir etmek V. Vekâletin, daha sonraki gelişmeleri husûsun-üzere ’’vekâyi’nüvîs” sıfatıyle katıldığı, eserini da burada fazla bilgi verilemeyecektir. Code Civil 1702 ’de yazmağa başlayan Uşşâkî-zâde İbrahim Ottoman (*= Osmanh medenî hukuku), madde Hasib [ bk. mad. UŞŞÂKÎ-ZÂDE ] tarafından kayd 1449-1530, umûmiyetle Hanefîlerin görüşlerini ih- edilmiştir ( Zeyl-i Şakaik, faksimile nşr., Wies­ tivâ etmektedir. ¡Çâoânîn al-Mişr'iya ‘de vekâlet 517­ baden, 1965, s. 22 ve ondan naklen Şeyhî Mehmed, 531 maddelerde ve Şarh al-fcânün ( s. 292-300 ) ’da VakâyC al-fuzalâ\ Süleymaniye-Haınidiye Kütüp., da ele alınmıştır. nr. 939, 12a). B i b l i y o g r a f y a : Wensinck, Hand book Vekâyi 'nüvisliğin menşe 'i hakkında değişik gö­ of Early Mtdıammadan Tradiiion { Leiden, 1927), rüşler ortaya atılmıştır. Bunlardan en çok benimse­ s. 13; ibn al-Aşlr, Nihâya (K ahire, 1322), İV, neni, bu müessesenin, Kanunî devrinden îtibâren 242; al-Sarahsî, Kitâb al-Mabsûf, X IX , 1 v.dd.; devamlı bir devlet bizmeti hâlinde gelen ŞehnâmeAhmed Abu'l-Fath, Mtfömalât ( Kahire, 1330), ciliğin değişik şekildeki bir devâmı olduğudur ( KarsII, 567; v. Tornauw, Musl. Recht, s. 13 °.— Fıkh h-zâde Mebmed Cemâleddin, Âyîne-i zürefâ, nşr. eserleri dışında bk. Sachau, Mnh. Recbt ( Berlin, Ahmed Cevdet: Osmanh tarik ve müverrihleri, İs­ 1897), s. 421 v.dd.; van den Berg, Prineipes du tanbul, 1314, s. 40 ve ondan naklen Ahmed Lütfi, droıt Musalman (Cezayir, 1896), s. 103 v.dd.; Tarih, İstanbul, 1290, 1, 4 ; E I mad. WAK'-A NUHalîl, Mufataşar o sommarİo del diritto malechita w ls ). Ancak, resmî vasfıyle birbirine çok benzeyen (T rc . Dav. Santillana), Milano, 1919, s. 381 bu iki müessesenin gaye, vâsıta ve mahsûllerinin ana v.dd.; R. Grasshoff, Die allgemeinen Lehren, karakterleri bakımından bâriz farklarla ayrıldığına des obligationenrechts ( Gottingen, 1895), s. 82 da dikkat edilmelidir. Vekâyi’nüvisliğin, Bayezid I I .’in, Bitlisli ldris v.dd., 132 v.dd.; Querry, Droit Musulman ( Pa­ ris, 18 71), 1, 557 v.dd.; J. Köbler, Zeitsckr. f. ve Kemâl Paşa-zlde’yi Osmanh tarihi te’lifine me’vergi. Rechiswiss. ( 1886 ), VI, 254-258 ; Di- mur etmesi gibi, pâdişâhların tarih yazdırmak anmitroff, Asch-Schaibânî, M S O S , A s, 1908, s. ’anesinden doğduğu görüşü de hayli tarafdar bulmuş 114-121, 188-194; Young, Corps de droit Otto­ (P . Wittek, bu kanâati tevsik edecek delillere sâbip olmadığımızı belirtmiştir: M O G , 1/4, 243), hattâ man (O xford, 1906), VI, 375 v.dd. ( O tto S pies .) Vekâyi 'nâme ’sini, Has-oda hizmetinde iken Mehmed V EK Â YİN Ü V İS veya daha sonraki şekliyle IV. ’in şifahî emrine binâen yazmağa başladığım ifâ­ V A K ’A -N Ü V ÎS, O s m a n l ı m e r k e z t e ş k i ­ de eden Nişancı Abdurrahman Paşa ( Vekâyi ’-nâ­ l â t ı n d a v a z i f e l i d e v l e t t a r i h ç i s i n e me, Topkapı Sarayı-Koğaşlar Kütüp., nr. 915, var. v e r i l e n u n v a n . Vekâyi’nüvîsler, kendilerinden 2*; müellif hakkında bk. K T İ A , mad. ABDİ Önce yazılanları tedvine ve hizmette bulundukları PAŞA), ilk va k’anüvîs itibâr edilmiştir ( J. v. zamanın hâdiselerini tahrîre me'mur edilerek Os­ Hammer, G O R , V III, 591 ; Cemâleddin, m/n. esr., manlı târihinin telifine çalışmışlardır. Vekâyi ’nü- s. 51; Lütfi, ayn. esr., s. 5; M . Süreyya, S O , III, vîslik müessesesinin X V III. asrın başlarında te­ 398; T O E M , I, 53). Ancak, muayyen bir maksad veya hassa hizmeti için vekâyii zabt etmekle, şekkül ettiği anlaşılmaktadır. İştikak îtibâriyle, Arapça vak'a ile aynı kökten Dîvân-ı Hümâyûn ’a bağlı devamlı bir devlet hiz­ gelen ve aynı mânadaki vâkı°a veya vaki‘a ’nın cem’i meti olan vekâyinüvİsliğî biribirinden ayırmak olan vakS’V (T ü rk çe ’de: Vekâyi') ile Farsça nuoh lâzımdır ( Wittek, M O G, göst. yer. ). Bununla ( yazan, yazıcı) partisipinden terekküb eden bu bir­ berâber, birincileri ''oak'anüois", İkincileri "vekßr leşik sıfatın (Mehmed Hafîd Efendi, [ölm. 1226= yinüvls” diye adlandırmak sûretiyle tefrik etmek 1811 ], Arapça ve Farsça cüzlerden teşekkülü sebe­ (Hammer, Subhi Tariki [İstanbul, 1198, 9o!>] biyle terlrîbin Osmanh sâhasında vücud bulduğunun ’nde, 173 6 ’da sulh müzâkereleri için gelen Iran âşikâr ve "vak'a-nüvîs” ’in “ vekâyi'-nüvîs“ den galat elçisi mektubcusu veya sır-kâtibinin ’’vak’anüvîs” olduğunu belirtir; bk. al-Darar al-mmtaf}abât al olarak zikr edilmiş olmasından hareketle bu kanâ-mamura f i tşlâh al-galafât al-maşhüra, İstanbul, ata varmıştır: G O R , V II, 465 ve ondan naklen Fr. X22I, s. 508), hangi devrede zuhûr ettiği bilinmi­ Babinger, G O W, s. 243, n. 1. Ancak, yukarıda yorsa da, XVII. asrm ilk yarısında kullanıldığına zikr edilen Nergisî misâlinde görüldüğü gibi, bi­ dâir belirtiler vardır: Edebî vasfı ağır basan bir çe­ rinci gruba dâhil olup, 1747’de Nâdir Şâb ’a el­ şit resmî tarihçilik sayabileceğimiz Ş e h n â m e­ çilikle gönderilen bey’ete mektubeu olarak katılan c i 1 i k 1 in son mümessillerinden İbrahim Mül- Rahmî ’nin de sıfatı, vak’ anüvîs değil, ’’vekâyi-



V E K Â Y İN Ü V İS . nüvîs” şeklinde tesbit edilmiştir; bk. Rahmi, Senr. 369, var. 2b) de, beyhûde bir gayretkeşlik eseri olmak­ tadır ( L . V . Thomas, A Siudy o f Naima, nşr. N. Itzkowitz, Nev-York, 1972, s. 36 ). Başlangıçta, ge­ rek vesikalar gerek te’lif eserlerde devlet tarihçileri için kullanılan "vekâyi’nüc ıs” sıfatının, ancak ge­ çen asrın ilk yarısında yerini "vak’anüvîs’c bırak­ tığı ( Bu değişme devresine tekaddüm eden zamana âit olup 12x7=1802 tarihini taşıyan bir telhis müs­ veddesinde, Önce "vak’a ' yazılmışken, sonra üzeri çizilerek ” oekâyi’niiois” şeklinde düzeltilmiştir; bk. Başbakanlık Arşivi, Hatt-ı Humâyun tasnifi [ = H H ] , nr. 5° 9 4 ) ve hizmetin son mümessilleri için münhasıran ’’ oak’anüols ’" sıfatının kullanıl­ dığı görülmektedir. Naîmi Mustafa Efendi [ b. bk. ] 'nin ilk vekâyi’nüvis olduğuna dâir yaygın kanâat, tahrir ve tedvi­ nine me’mur edildiği Şârihü 'l-Menâr-zâde Ahmed Efendi müsveddesine ikmâlen birkaç cüz yazıp tak­ dim ettikde, kendisine, sadrâzam Amca-zâde Hüseyin Paşa tarafından, I kese akça atıyye ile İstanbul güm­ rüğü mukataasından gündelik 120 akça maaş tahsis olunup berâtının Edirne ’den İstanbul ’a gönderildi­ ğine dâir, vekâyi’ nüvislikte haleflerinden Râşid 'in kaydında ( 17 rebîulevvei 1 1 1 4 = 1 1 ağustos, 1702; Râşid Mehmed, Tarih, İstanbul, 1281, II, 533; V , 451; krş. Şehrî-zâde Saîd, Nev-peydâ, Üniv. Kütüp., nr. T Y 3291, 21».) Naîmâ'dan "Vekâyinüvis" sıfatıyla bahsedilmesi ile de teeyyüd etmektedir. Vekâyi' nüvislik müessesesi, Râşid ’den itibâren de­ vamlılık vasfı kazanmış; İbrahim Müteferrika mat­ baasının kuruluşundan sonrada, vekâyinüvislerin,



fâretnâme, İstanbul Üniv. Kütüp., T Y



kendilerinden önce yazılanlardan ¡itikat ve te’lif süreliyle vücûda getirdikleri ile, kendi hizmet za­ manlarına âit zabt ve tedvin ettikleri vekâyi’ nâme­ lerinin sırasıyle basılması düşüncesi doğmuştur. Vekâyi’nüvislik, ilim telâkkisi ve tekniği itibariy­ le, şüphesiz, daha önce teşekkül ve tekâmül edip, muayyen kalıplara bağlı nümûnelerini vermiş olan İslâmî tarih yazıcılığı an’anesine bağlıdır ve tabîatiyle de iki farklı ( ilmi ve edebî) tarihçiliğin [ bk. mad. TARİH. ] te’sirinde kalmıştır. Müessese, Dîvân-ı Hıfmâyun kalemleri arasında teşekkül et­ tiğine göre, daha çok inşâ ve şiir san’atında mâhir ve umûmiyetle " hâcegân" İlk rütbesine ulaşmış olan kâtibler arasından seçilen vekâyi’ nüvislerin, edebi vasıflarının ağır bastığı muhakkaktır. Bununla berâber, sayılan daha az, fakat eserleri ve şahsi­ yetleriyle daha çok itibâr görmüş İlmîye mensûbu vekâyi ’nüvislerin, edebî kudretleri yanında ilmi tarihçilik anlayışına da sâhib bulundukları ileri sü­ rülebilir. Vekâyinüvislerde h a n g i v a s ı f l a r ı n a r a n ­ d ı ğ ı , onların tâyini ile ilgili vesikalardan çıkartılabilmektedir: Anadolu Muhâsebecisİ bulunan Ah­ med Vâsıf, ’’hüner ü ma’rifet” , "reviyyet { etraflıca



düşünme) ü dirâyet (kavrayış)’’ sermâyesine sâ­ hib olduğu için ikinci defa vekayi’nüvisliğe getiril­ miştir ( 1 3 zilkada 1207 tarihli buyruldu: Ahmed Vâsıf, Mehâsinü 'l-âsâr oe hakâikü ’Tûhbâr, nâşir Mllgürel ’in girişi, s. X X X I, nr. 5 7 ). Âmedî odası halîfesi Mehmed Pertev de aynı sıfatlara sâhib olma yanında, ” erbâb-ı maârifden” gece ve gündüz ’’tahrîrât ve neşr-i ulûmla meşgul” bulunması sebe­ biyle vekâyinüvis tâyin olunmuştur ( 1 muharrem 1221 tarihli buyruldu: Başbakanlık Arşivi, Cevdet tas., Maârif [ = C M ] , nr. 975 ). Ömer Âmir ’in hizmete tâyininde de aynı klişe tekrarlanmıştır ( 1 9 şâban 1222 tarihli ruûs kaydı: Başbakanlık Arşivi, Kepeci tas., ruûs nr. 75/261, s. 244). Birbiri ardınca üç İlmîye mensûbunun (A sım , $ânî-zâde ve Esad Efendiler) deruhde ettiği vekâyinüvislik, sonun­ cusunun vefâtiyle boşalınca, sadrâzam, hizmetin ulemâya bağlı olmayıp çok defa ’’kalemîye" erba­ bına verile-geldiği mütâlâası ile ’’hüner ü bidâası ( İlmî sermâyesi)” cihetiyle liyâkati bilinen Amedî halîfesi Mehmed Recâî Efendi ’ye tevcihini arz etmiştir ( 5 safer 1264 tarihli Mâbeyn’e gönderilen sadâret tezkiresi ve 6 safer tarihli irâde: Başba­ kanlık Arşivi, trâde tas., Dâhiliye [ = î D J, nr. 8569 ). Şânî-zâde 'nin, bektâşîlik töhmetiyle azli ba­ his mevzuu olunca, sadrâzamın münâsib bir vak’anüvis tesbiti husûsundaki çalışmaları da dikkat çekicidir: önce, hâcegândan kimin bu hizmete lâyık olduğu Bâbıâli ’de müzâkere edilmiş; hüneri ve güzel yazmaya istîdâdı olan sâbık Tezkire-i sânî "vesveselice” olduğu, bilgisi ve haysiyetiyle teklife şâyan olan Şıkk-ı sâlis defterdârı ise, iyi yazmaktaki hüneri bilinmediği gibi ihtiyarlığı dolayısıyle de hiz­ mete münâsib görülmemiş; bu sebeble İlmîye mensublanndan münâsib birini bildirmesi şeyhülis­ lâmdan istenmiş; onun gönderdiği listedekilerden Haremeyn müftüsünün, akıl, ilim ve insafı îtibâriyle tercihe şâyan olduğu pâdişâha arz edilmiştir. Bu telhis üzerine Mahmud II., "esrâr-ı devletden bîr me'mûrîyet” olmakla ” vak'anüois" tâyin edi­ lenlerin, hüner ve mârifetten başka dindârlık ve iyilik ( ’ *salâhrt hâl" ) vasıflarını da hâiz olması gerektiğini belirtip, şeyhülislâmın listesindekiler hakkında tereddüdîerini açıkladıktan sonra, mes’elenin bir iyice tahkikini emr ve esas olanı şöyle ifâde etmiştir: "B u me’mûrîyet bir tarîka mahsûs olmayıp, kangı tarikdan olursa olsun, meıâm ehil ve erbâb olmasıdır” (= H H , nr. 31485). Bu araştırmalar so­ nunda hizmete lâyık olarak, gerçekten âlim bir ta­ rihçi, Sahhafİar Şeyhi-zâde Mehmed Esad Efendi [ bk. mad. ES'AD EFENDİ ] bulunmuştur. Vekâyinüvislerde aranan vasıflar hakkında tâyin mercilerinin yukarıda zikr edilen görüşlerine mu-, kabil, bir vekâyi ’nüvis, Nûri Halil Bey, 1210 ( Kâ­ nun I. 1795 sonlan ) ’da sadârete, müessesenin tan­ zimi için sunduğu, takrirde ( Nûri, Tarih, Topkapı Sarayı - Emânet Hâzinesi Kütüp., nr. 1394,



V e k a y î n ü v İs . 73b v.tLi Süleymaniyc.-Âşir Ef. Kütüp., nr. 239, 1x4i« v.d., ve H H , nr. 48063) daha önceki devrede bu hizmete: müstakim, tecrübeli, ketum ve haki­ katli ("sadâkatkâr” ) olanların seçildiğini kaydeder. Hizmette bulundukları zamanın vak alarmı tesbit ve tahrir aslî vazifesi yanında, vekâyinüvİslere, seleflerinin eksik bıraktıkları devrin tarihini yazmak vazifesi de yüklenmiştir ( aş. bk. ’ ’Başlıca vekâyinüvisler ve te’lifleri” ). Bu hususdaki ısrar ve îtini, vekâyiin kesintisiz bir şekilde kaleme alın­ masını te'min etmiştir. Gerçekten azil veya ölüm hâlinde, öncekilerin tuttuğu notlar ve kendilerine verilmiş olan vesikalar, yeni me’mura devr ve teslim edilerek, vekâyiin bırakıldığı yerden tahriri emir ve tenbih olunmuştur. Meselâ, 1221 başında (mart 1806) hizmete getirilen Pertev 'in, selefinin eksi­ ğini ikmâle hangi tarihten başlaması gerektiğini tâyin için, aynı sene şa’bânmda {teşrin f i. 1806) vefât eden Vâsıf’m evrâkı birçok defa gözden ge­ çirilmiş, en son yazdıklarının 1219 vekâyünin nere­ sinden kesildiğinin tesbitine çalışılmış ve bulunan evrak, Pertev ’e verilmek üzere, mühürlü olarak pâdişâha sunulmuştur ( îlgürel, ayn. esr., s. 401 v.d., ek II). Kezâ, Şânî-zâde, 1235 safarinde (kâ­ nun I. 1819) vekâyinüvisliğe getirilince, Mütercim Asım 'm 1224 e kadarki vekâyii yazdığım duydu­ ğunu, geriye kalan on senelik devrenin yazılıp ya­ zılmadığını bilmediğini, Bâbıâli 'den selefine veril­ mesi gereken havadis ve vesika suretleri hakkında da mâlûmâtı bulunmadığını belirtip, yazacağı ese­ rin eksik veya mükerrer olmaması için Asım 'm evrâkınm kendisine teslimini sadrâzamdan ricâ etmiştir ( H H , nr. 52514). Nitekim selefi dev­ rine âit vekâyîi yazmaktan veya temize çekmekten kendi hizmet devresinin vak’alarını tertib ve ted­ vine imkân bulamayan Şânî-zâde, 1237-1241 vekâyiine âit notlarını, halefi Es’ad Efendi ’ye devr et­ miştir (Cevdet Paşa, Tarih, 1309, 1, 12; X I, 29— 30; ayn. mil., Tezâlıir, I, 3 ). Es’ad Efendi ’ran temize çekmeğe muvaffak olamadığı 1242-1246 devresine âit müsveddeleri ise, Cevdet Paşa tarafından toplan­ mış, seleflerinden intikal eden diğer müsveddeler ve vesika sûretleriyle birlikte, vak’anüvislikte halefi olup, 1241 'den sonraki devrenin tarihini yazmağa me’mur Ahmed Lütfi Efendi ’ye gönderilmiştir. Vekâyinüvislerin hizmette bulundukları devre­ nin vekâyiini zabt ve tahrir ederken gereken mal­ zemeyi nereden aldıklarına dâir Nûrî *nin 1210 tarihli takriri ve ona binâen sâdır olup ilgili kalem­ lere gönderilen buyrulduda ( yk. bk. ) dikkate şâyan bilgiler bulunmaktadır: Tarihe kaydı uygun olan maddeler, muâmelesi tamamlandıktan sonra, Sadâret mektubçusu, Beylikçi ve Amedci taraf­ larından, Reîsülküttâb ’m izni alınarak vekâyinüvîse haber verilir; devlet me’murlarmm tâyin ve azillerine âit hususlar Tahvil ve Ruûs kalemlerinden, merâsimlerle ilgili olanlar ise, Teşrifât kaleminden



Islâm Ansiklopedisi,



’’ilmühaber sûretleri” ile bildirilirdi. • Vekâyinüvislik, devletin mutenâ bir hizmeti olduğundan, bu hizmete me’mur olanlar, hâdiseleri tahkik eder­ ler, vekâyii sıhhatle yazmaları için kendilerinden hiçbir şey esirgenmez, hattâ ’’vükelâ” bâzı gizli hususları dahi onlara haber verirlerdi. Ancak daha sonra (muhtemelen X V III. asrın ikinci yansında), emniyetsizlik gösterilip kendilerine devlet sırları açıklanmadığı hattâ, hâdiselerin sebep ve netice­ lerinin tahkiki, lâyıkıyle değerlendirilmesi isten­ mediği (meselâ hâdiselerin sebeb ve inceliklerinin zikrinden kaçmıidığı hattâ bu hususda kendisine tenbîhatda bulunulduğuna dâir vekâyinüvis Mehmed Hâkîm’in ifâdeleri için bk. Hâkim, Tarih, Topkapı Sarayı, Bağdad Köşkü Kütüp., nr. 231, var. 367« ve B. Kütükoğlu, Müverrih V â sıf’m bftynabfanndan Hâkim Tarihi, T D , 1954, Vf/9, 92, not 6 ) için vekâyinüvisler de, faydasız şeyler yazmağa mecbur olup ya ehemmiyetsiz şeyleri büyütmüş, yahud da ehemmiyetli şeyleri lâyıkıyle tebârüz ettirememişler idi. Nûrî, vekâyiin sıhhatle yazılma­ sının yukarıda ana hatlarıyle verilen eski duruma ( ” vaz’-ı kadîm ") dönülmesine bağlı olduğunu arz etmiş; sadâretten de arzına uygun emir çıkmıştır. Zikr edilen buyrulduda da görüldüğü gibi, vekâyinüvislik müessesesinin tanzimine girişilmesi, bü­ tün devlet teşkilâtının ıslâhı yoluna gidildiği Selim III. devri başlarına rastlamaktadır. Nitekim bu pâ­ dişâh, 1205 ( 1 7 9 1 ) 'de Rıkâb vekâyİnüvisliğinde ibkâ ettiği Edîb ’in, vekâyii sıhhatli, açık, riyâ ve dal­ kavukluk yapmadan yazmasını, "esrât-t deoletdir * diye vukuâtın kendisinden gizlenmemesini emir ve tenbih etmiştir ( H H , nr. 1 1 1 8 7 ’den naklen E. TL Kara], Selim I I I 'ün halt-ı hümayunları, Ankara, 1942, s. 167; Cevdet, Tarih, W, 116 ; krş. Edib, Tarihi Tarih Vesikaları, 1944, III, 71 ve Mehmed Gâlib, Vak’ anüüis Teşrifâit Edib Efendi - Sslim -i S â lis ’in



bâzı eûâmh-i mühimmesi, s. 500),



T OEM ,



1329, nr. 8,



Vekâyinüvislerin, devlet merkezine intikâl eden İmparatorluk vekâyiini, ¡şiire- edilen imkânlar dâ­ iresinde ve beğenilecek ta-.„da yazmast yanında, dış dünyaya ve husûsiyle devletin münâsebetlerde bulunduğu Avrupa devletlerine dâir haberlere de yer vermesinin faydalı olacağı düşüncesiyle, her ay A v­ rupa haberlerinin devletçe vekâyinüvislere veril­ mesi arz olunmuştur ( Vâsıf *m bu husûsdaki mürâcaatı üzerine yazılan I I 1 1 , nr. 5094 ’deki 24 rebîülâhır 12x7= 24 ağustos 1802 tarihli telhis müsveddesi, kısmen, îlgürel, ayn. esr., s. X L V lX L V II’de iktibâs edilmiştir). Vekâyinüvisler, umûmîyetle her sene başında, zapt ve tahrir ettikleri vekâyi cüzlerini, pâdişâha sunulmak üzere sad­ râzama verirler; beğenildiğine veya düzeltilmesi ge­ rektiğine dâir emri aldıktan sonra, bu cüzleri ikmâl ederek daha önce yazdıklarına eklerlerdi. Meselâ Vâsıf, Em eri ve Edib Tarihi'nî yeni baştan yazıp F . 18



m



VEKÁ y í n ü v Is .



sunduğunda. Selim III., "dahî aşağısını bu siyâfe üzre yazsun” {H H , nr. 13^35 )î aynı işi Nûrî Ta­ rihi için yaptığında da, "güzeldir... Mustafa Paşa ve Ebûhur vak’asını tayy eyleyüp hakikati üzre bir vak’a olarak yazsun ve hem şimdi tesvîd eyledi­ ğini üç-beş mSh sonra beyaza çekmelidir" ( H H , nr. 14883) şeklinde irâdesini izhâr etmiş; Mahmud II. ise, 1218-1221 vekâyini takdim eden Mütercim Âsim için; "C e zzlr Ahmed Paşa (hakkındaki) istitrtdmdan hazz eyledim, işte böyle mâ-hüve’lv lk ı 'i insâfâne yazmalıdır" { H H , nr. 3523 9 ); 1241 vekâyiini sunan Es’ad Efendi için: "Güzelce kayd u im li eylemiş " ( H H , nr. 3524 4 ) diye takdi­ rini belirtmiştir. Bu misâller, vekâyinüvislik hiz­ metinin oldukça dikkatle murâkebe olunduğunu göstermektedir. Menşe’lerine göre Dîvân-ı hümâyûn kalemlerinde veya İlmîye tarîkinde aslî bir hizmette bulunurken vekâyinüvisliğe getirilenler, bu munzam me’nauriyet dolayısıyla ek gelir kaynaklan tahsis olunarak taltif edilmişlerdir. Meselâ, Şehzâde medresesi müderrisi ve vekâyinüvis Küçük Çelebi-zâde Âsim Ismâil Efendi ye - vekâyinüvislikte bulunanların mükâfatlahdınlması "âdet-i mülûkâneden” olduğu tasrih edilerek-Taşköprü kadılığı arpalığı tekrar ilâveten tevcih olunmuştur (Evâsıt-ı şevvâl H 43 tarihli buyruldu: C M, nr. 393). Sefer vekâyinüvîsliği yapanlara ise, ayrıca tayın verilmiştir. Me­ selâ, Birgi *de zeâmeti olduğunu bildiğimiz Enverîye (H H , nr. 16792), 15 receb 1 183 ( 1 4 teşrin II. 1769) ’teki mürâcaatı üzerine: 2 kile arpa, 4 okka et ve 6 çift ekmekten ibâret günlük tayın tahsis olun­ duğu (C A Í, nr. 6693) gibi, Mütercim  sim ’a da, 26 receb 1225 (2 5 ağustos 1810) ’de çadır ve cebehâne mühimmâtı verilmiştir (Cevdet tas.. Dâhi­ liye [ = C D J , nr. 3138). Paraya karşı hırsı olduğu bilinen V âsıf’ın muhtelif atıyyeler alarak senelik vekâyinüvislik tahsîsâtım 20.000 kuruşun üstüne çıkardığı rivâyeti ( Ahmed Âsim, Tarih, I, 237) yanında, ulemâdan olan üç vekâyinüvis Âsim, Şânî-zâde ve Es’ ad Efendilerin ” medâr-ı maişet” için Bursa mukataasmdan ikiyüz ellişer kuruş aylık aldıklarını biliyoruz (C A Í, nr. 2368), Ancak, Es’ad Efendi’ nİn ” maaşı” ı, 1254 şabanında (teşrin II. 1838) I.000 kuruşa çıkarılmış ( CAÍ, göst. yer. ve nr. 578, 12 zilka’da 1255), müteâkıp sene, bu meb­ lağa, 1.500 kuruşluk zam yapıldığı ( C A Í , nr. 2174. 25 recep 1256) gibi, MecUs-i Ahkâm-ı A dliye’den ayrıldığında 1.500 kuruş "inâyet” olunarak aylığı 4.000 kuruşa iblâğ edilmiş ( CAÍ, nr. 4°94> 25 receb 1257 ), buna nakîbü ’1-eşrafhk tabsîsâtı olan I.50Ó kuruş da eklenmiştir (C A Í, nr. 1934. 27 rebîulevvel 1258). Ancak daha sonra, bu sonuncu tahsisatla birlikte kendisine, cem'an 4.000 kuruş maaş ödenmiş ( CAÍ, nr. 11365, teşrin II. 1260; CAÍ, nr. 8102, haziran 1260 ), aynı maaş haleflerine de verilmiştir: Amedci hulefâsından Recâî Efendi, 1,000kuruş aylık ve birkaç



bin kuruşluk tâyînat ile vekâyinüvis nasb edildiği { Î D, nr. 8569, 8 safer 1264) gibi, müderris pâyeli ve Meclis-i maârif âzâsı A . Cevdet Efendi (Paşa) de, I.000 kuruş maaş ve senelik 4.000 kuruş atıyye ile bu hizmete getirilmiştir ( B A , Siâll-i ahvâl defteri, 1, 2 ). Vekâyinüvîsler, muayyen olan tahsisatları, veya daha sonra maaştan yanında, umûmiyetle sene baş­ larında takdim ettikleri vekâyinâme cüzleri vesi­ lesiyle, pâdişâhın ihsân ettiği atıyyelerle tatmin ve teşvik olunmuşlardır (M eselâ Enverî, Tarik'inin, tahminimize göre 1187-1194 vekâyimi ihtiva eden cildini sunduğunda, eseri Abdülhamid I. tara­ fından beğenilmiş ve bu hizmeti karşılığında kendi­ sine 2,500 kuruş ihsân edilmiştir: Ahmed Cevdet Paşa, Tarih, İstanbul, 1309, II, 14 1). Bunlar ara­ sında Vâsıf, cüz takdimini, lütuf celbine "bahâne" telâkin ettiğini, ■"me’Iûfiyett” hasebiyle bunun karşılığında atıyye baldediğini açıkça belirtmiştir (V â s ıf’m müsveddeleri arasındaki takrir sûreti B A , Yıldız tas., nr. 33-554“ 73-9° ve H H , nr. 515°)"Zabt ve telfîk” ettikleri vekâyi cüzü karşılığında vekâyînüvisîere bir devrede "mûtâd" olarak 1.000 kuruş atıyye verildiği anlaşılmaktadır (V â sıf’a, 29 şa’bân 1200‘de 1.000 kuruş; N û r î’ye, 1 şa’bân 1211 ’de takdim ettiği 3 cild için 3x1.000 = 3.000 kuruş atıyye ihsân olunmuştur; CAİ, nr. 2478 ve939). Her sene muharreminde vekâyinâme takdim edip atıyye alarak geçim yükUnU kısmen hafifleten M ü­ tercim Âsim, bir defasında cüz sunamadığı gibi, muayyen aylığım da alamadığından büyük sıkıntıya düşmüş ve keyfiyet sadâret kaymakamlığından arz edilince, kendisine mûtâd atıyye verildiği gibi, şey­ hülislâmlıkça "nemâluca” bir ilmiye cihetinin tah­ sisi de emr olunmuştur (H H , nr. 49493). Fevka­ lâde hâllerde atıyye miktânnm arttırıldığı da gö­ rülmektedir: 15 zilka’de 1215 (3 0 mart ı 8 o ı ) ’te çıkan yangında harâb olan evini ( Vâsıf, Tarih, Üniv. Kütüp., nr. T Y 6013, var. 57k ) tâmir için 1215­ 1216 vekâyiini ihtîvâ eden cüzü takdim vesilesiyle atıyyesine zam yapılmasını ricâ eden Vâsıf ’a 7.500 kuruş ihsân olunduğu ( CAİ, nr. 3^93» 14*16 rebîülevvel 1216) gibi, Kanlıca *da sâhilhâne alabilmesi için Es’ad E fendi’ye de 20.000 kuruş atıyye veril­ miştir { İ D, nr. 128, 5 receb 1253). VekâyinÜvisliğîn son devresinde, vekâyinâme karşılığında muntazaman atıyye verilmediği, Tarih ’İnin V I. cildinin matbûunu takdim vesilesiyle Ahmed Lûtfi Efendi’nin sadârete gönderdiği bir takrirden an­ laşılmaktadır: O , bu takririnde, seleflerinin sun­ dukları cüzlere mukabil ev, sâhilhâne ve rütbelere mazhar olduklarını, kendisinin ise, bu lütûflardan mahrum olduğu gibi, bir yıl evvel IV. ve V. cildleri takdiminde, atıyye verilmesine dâir yazılmış tezkirenin Âmedci Odası *nda takılıp kalmasından şikâyet etmiş; bunun üzerine Lûtfi ’nin 200 liralık atıyye ile taltifi münâsib görülmüştür { ¡ D nr, 76614, 17-29 safer 1303).



VfiKÂYİNÜW & Başlıca ve k â y in ü v is le r ve te'lifle ri. Vekâyinüvıslik müessesesine âid kaynak ve tetkiklerin kifayetsizliği, hizmette bulunan vekâyinüvislerîn ve bunlar tarafından zabt ve tedvin edilen eserlerin tam olarak tesbîtine imkân vermemektedir. Ayine-i zür refâ ( s. 43*^9 ve nâşirin zeyli: s. 79-125 ) ve Lütfl Tariki ( I, 5 -7) ’ndeki malûmat, eksik ve yer yer tashihe muhtaç gözükmektedir. Burada, bclli-başh vekâyinüvislerin menşeleri, hizmet müddetleri ile bıraktıkları eser ve notlara kısaca işâret olunacaktır. İlk devlet tarihçisi ( yk, b k .) sayabileceğimiz N a î m â Mustafa Efendi (ölm . 112 8 = 17x6 ; bk. mad. NAİMÂ), vckâyinüvisliğe 1114 ( l 702) ’ten ön­ ce Amca-zâde Hüseyin Paşa tarafından getiril­ miş olmalıdır (Ahm cd Refik, Âlimler ve sanat­ kârlar, İstanbul, 1924, s. 259 ’da verilen m ı tari­ hinin hangi esâsa dayandığı anlaşılamıyor). Daha sonra, Divan-ı hümayun hâcegânı zümresine giren tarihçinin, hangi tarihe kadar bu hizmette bulunduğu mâlûm değildir. Tedvinine me’mur edildiği Şârihü '1-Menâr-zâde müsveddesini, diğer kaynak mal­ zemesiyle ikmâl ederek vücûda getirdiği ilk te’lîfi 982-1065 vekâyiini ihtivâ etmekte olup. Amca­ zade’nin yararlılıkları ve husûsiyle hazırlanmasına İmil olduğu Karlofça Muahedesi'ne v.s.’ye dâir bir mukaddime ilâvesiyle, x ıi4 * te , Raüzat al-ffmayn f l f/ulâşat aftbâr al-}}âfikayn adıyla Hüseyin Paşa’ya sunmuş ve tasrih ettiği bâzı kaynaklara dayanarak eserini 1 1 1 4 ’e kadar getirmek isteğinde bulunmuştur (Revan Köşkü Kütüp., nr. 116 9 ’ daki Naîmâ Tari­ hi 'nde bulunan arzuhâlİ İçin bk. M . M . Aktepe, Naîmâ Tarihi'nin yazma nüshaları hakkında, T D , 1949, I/|, 51 v.d.). Ancak bu cildin te’iifine âmil olan Amca-zâde’nin vefatı ve çok geçmeden Edirne Vak'ası 'nin zuhûru, bu tasavvurun tahakkuku­ nu geciktirmiş ve sükûnetin avdeti üzerine sadâ­ rete gelen Dâmâd Haşan Paşa (1703-1704), ese­ rin devâmmın yazılmasını emretmekle, Naîmâ ilk te'Iİfdeki 1000 tarihine kadar olan kısmı ayırıp, sonuna, yazmakta olduğu II. cildden 5 senelik vekâyi ilâvesiyle 1000-1070 hâdiselerini ihtivâ eden bir vekâyinâme tertib ve başına konmak üzere, Dâmâd Haşan Paşa’nm eşkiyâ te’dîbindeki başa­ rısını medh içîn Edirne Vak’a sı’nı tasvir eden bir rtsâie te’lif etmişse de, muhtemelen eser ta­ mamlanmadan Haşan Paşa sadâretden azledilmiştir (krş. L , V . Thomas, ayn, m ., s. 48; t A , mad, NAİMÂ). Bu ikinci tertib metin, tarihçinin vefâtı üzerinden uzun zaman geçmeden, 1147 ( * 7 3 4 ) ’de İbrahim Müteferrika tarafından iki cild hâlinde bastırılmıştır. 1280 ( 1863) ve 1281-1283 (186418 6 6 )’te yapılan tam baskıları ise altışar cild ola­ rak tertip edilmiştir. Şehrî-zâde (ölm . 117 8 ), 1070 - I l l 8 ( ? ) vak’alarmı ihtivâ eden II. cild müsved­ delerini Naîmâ nm temize çekmek imkânım bu­ lamadığını, vefâtmda da bunların dağıldığını (ölü­ münden bir sene sonra yazılan bir tezkirede Naîmâ-



’nın evindeki kitablann yanmış olduğu tesbit edil­ miştir: F . Ç , Derin, Müverrih Naîmâ hakkında bir arşiv



belgesi,



Güney-Doğa



Avrupa



Araştırmaları



Dergisi, 1974, II-IH , 1 1 7 ), günlük vekâyi notla­ rının ( ntzrmerre mecmuası) ise, kendisine intikâl



ettiğini, bunları temize çekip tamamlamağa niyetli olduğunu kayd eder ( Neo-paydâ var. 22b ), Bu ifâ­ deden, -Râşid’in de 8 rebîulevvel 1109 hâdisesi için kaynak olarak kullandığı-Naîmâ ’nm yevmiye ce­ ridesi (Râşid, ayn. esr., II, 4 *7 ) ’nin, II. cildden ayrı bir eser olduğu anlaşılabilirse de, bu sonuncu telifin Naîm â’nin vekâyînüvis sıfatıyle zabt et­ mesi gereken vekâyii ihtivâ edip etmediği hakkında bir hükme varmak güçtür. Masraf ( kâtibi-) zâde Ş e f i k Mehmed Efendi (ölm . 112 7 = 17 15 ; bk. mad. ŞEFİK MEHMED)’nin vekâyinüvisliği hakkında açık bilgi sâhibî değiliz: Divan-ı hümâyûn kâtibi sıfatıyle Karlofça sulh müzâkereleri surasmda yararlığı, reîsülküttâb ve murahhas Rami Mehmed Efendi ( P a ş a ) ‘nin dik­ katini çeken edibin vckâyinüvisliğe tâyini, M . Cemâleddin’e ( Âyînc-i zürefâ, s. 5 0 ) göre, Râmî Paşa [b.bk.]*ntn sadâretinde ( 1 1 1 4 / 1 1 1 5 = 1 7 0 3 ) vuku bulmuş ve tarihçi, 1115 Edime Vak’ası *nı muğ­ lak ve sanatlı bir dille tasvir eden Şeftkrnâme'sini bu sıfatla kaleme almağa başlamıştır (M uâsın olup, onu harâretle Öven Mirzâ-zâde Sâlim, kaynatası olan Râmî Paşa’nm şâir Mehmed Ş e fik ’e ıltifâtını kayd etmekle berâber, onun vekâyinüvisliğini belirtmiyor: Tezkire, İstanbul, 1315, s. 3&5 v.d.). Buna mukabil, muâsır ve muahhar müellifler ( Safâyî, Tezkire, ün iv. Kütüp., nr. T Y 9583, var. Iio b ; Belîğ, N uhletü 'l-âsâr, Üniv. Kütüp,, nr. T Y 1182 var. 40a; Şeyhî, VakâyT al-fuzaltf, Veliyüddin Efendi Kütüp., nr. 2362, var. 232b; Mahmud Celâleddin (P aşa), R a o za ta l-K â m ilin -Ş er h -i Şefikrnâme, İs­ tanbul, 1290 ; Tayyar-zâde AHmed Atâ, Tarih, II, 9 6 ), Şefik ’in bu hizmete, Şehİd A li Paşa ’nm ( sa­ dâreti: 1713-1716 ) takdir ve himâyesi neticesinde getirilmiş olduğunu kayd ederler. Filhakika, Şefikrnâme muvazzakt veya zeyU gibi isimler verilen Tarihçe'sinin mukaddimesinde, Şefik, AH Paşa’mn Ahmed I I I .’in cülûsundan kendi sadâretine kadar olan vekâyii yazmayı uhdesine havale ettiğini be­ lirtir (B u Tarihçe’nin yazmaları için bk. İstanbul Kütüphaneleri Tarih-Cografya Yazmaları Kataloglan,



s. 189 v.d.; F. E. Karatay, Topkapt Sarayı M üzesi Kütüphanesi Türkçe Yazmalar Katalogu, 1961, 1, 275, nr. 852; Üniv. Kütüp,, nr. T Y 3459, 9728 i l k ; British Museum, Or. 7288). Fındıklık İsmet Efendi'ye göre ( Tahrmlal al-Şak&'ik f l ahi aTlıakS'ik, Üniv. Kütüp,, nr. T Y 9290, var. 458) Şefİk *in yerine Hadım Haşan Paşa Med­ resesi 'nde müderris bulunan Râşid Mehmed Efen­ di (ölm . 1148= 1735; bk. mad. RÂŞİD), vekâyinüvis tâyin ve arpalık tevcih olunarak refâha kavuş­ turulmuştur. Kendisi, bu hizmete 1x26 başlarında



2?6



VEKÂYİNÜVİS.



getirildiğini belirtir ( Râşid, Tarih, V , 451) ise de, ve 1282 ) basılmıştır. Daha sonra İlmîye tankında Sadreddin-zâde, 13 safer 1217 (1 8 şubat 17 1 5 ) ilerleyerek 7,5 ay şeyhülislâmlık mevkiinde bulunan tarihinde Şehid A li Paşa tarafından vakânüvisliğe Âsim, vekâyinüvislikten azli tarihine kadar takriben me'mur olup, bu sıfatla onunla birlikte Mora seferine iki senelik vekâyii zapt etmemiş olmasına karşılık, katıldığını tasrih eder ( F. Işıközlü, Başbakanlık. halefi Sâmî, ancak Mahmud I. 'un cülus tarihi Arşivinde, yeni bulunmuş olan ve Sadreddin Zade tel­ olan 1143 rebîülevvelinden sonraki hâdiseleri kaleme hisi Mustafa Efendi tarafından tutulduğu anlaşılan aldığından, ele alınmamış olan 1142 senesi vak’alan, H. İ İ 23 ( 1 7 1 1 )-1 1 4 8 ( 1735) yıllatma Mt bir bâzı te'lif eserler ve Dîvân-ı Hümâyûn Mühimme Ceride ( Jurnal) Ve Eklentisi, VII. Türk Tarih Kong- defterlerine dayanılarak Mehmed Ârif Bey tarafın­ resi-Ankara: 2 5 -2 9 eylül 1970-Kongreye sunulan dan yazılmağa çalışılmtştır; Silsîle-i vuku'ât-ı Devbildiriler, Ankara, 1973, II, 5J4 )• H35 ramazanında let-i Âltyye'de zabt edilmemiş 1142 senesi hâdisâlt, ( haziran 1723 ) Haleb kadılığına tâyinine kadar bu T O E M , nr. 4 (13 2 8 ), s, 258-264; nr. 5 (13 2 8 ), hizmette kalan Râşid, önce, Şehid A li Paşa nın s. 309-316; nr. 16 (1 1 3 0 ), s. 1024-1034 (Ancak emriyle, Ahmed III. 'in cülûsundan ( 1 1 1 5 ) itibaren bu tefrika yanda kalmış ve dolayısıyla 1142 senesi vekâyii tahrire başlamış (Râşid, ayn. est., III, 7) iken, vekâyii tamamlanamamıştır). 1129 ( i 7 i 7 ) ’da ikinci vezir ve rikâb kaymakamı bu­ Küçük Çelebi-zâde yi tâkip eden birkaç vekâlunan Nevşehirli İbrahim Paşa tarafından Naîmâ *mn yinüvis'in tâyin tarihleri ile yazdıklan vekâyinâmebıraktığı yerden 1 1 1 5 ’e kadar olan devreyi de yaz­ lerin muhtevâsı açıklıkla tesbit edilemiyor: 1143 mağa memur edilmiştir (Râşid, I, 9 v.d.). Böylece sonlarında hizmete getirildiği anlaşılan hâcegândan Râşid, 1071 - rebîülihır 1115 vekâyiini, bilhassa 1082 S â m î Mustafa Efendi (ölm . Râmiz, Tezkire, Esad 'den îtibûren geniş ölçüde Zübde-i vekâyi’ât 'dan Efendi Kütüp., nr. 3873. var. 53*> ve Şehri-zide, faydalanarak ( mukayese için bk. A. özcan, Defterdar Nev-petjdâ, var. 14«: 114 5: Müstakîm-zâde, Tuhr San Mehmed Paşa, Zübde-i vdşayiâl', tahlil ve me­ fe-i hattâtin, İstanbul, 1928, s. 534; Cemâleddin, tin, 1979, basılmamış doktora tezi, Tarih Semineri Âyineri Zürefâ, s. 46; M . Süreyya, S O , III, 7 ; Kütüp., Tezler nr. 3276, s. 72-108) yazıp, eserinin Bursalı Mehmed Tâhir, O M , III, 232: 114 6 ) I. cildini meydana getirmiş, 1115- cemâziyelevvel 1143-1144 vekâyiini yazmış olmalıdır (Ü niv. Kü­ 1130 vekâyiini II. ciltte, Nevşehirli İbrahim Paşa nın tüp., nr. T Y 9768 'deki Sâmî Tarîki nüshası bu iki sadârete geçişinden (8 cemâziyelâhır 1x30) 1134 şev- senenin hâdiselerini tasvir eder).M üderrisiken, muh­ vâH sonlarına ( ağustos 1722) kadar olan hâdiseleri de temelen S âm î’nin vefâtı üzerine vekayinüvis tâyin III. ciltte toplamıştır. Eser bu tertibiyle, 1153 edilen Hüseyin Paşa-zâde Ş â k i r Hüseyin Bey-Efendi (1 7 4 1 )’te Müteferrika tarafından tab’olunmuştur (ölm. H55), Haleb kadılığına tâyinine (114 8 = 17 3 5 ) ( Müteferrika basmasının tâyin edilen fiyatı hak­ kadar bu hizmette bulunmuş ve vazife devresinin kında İstanbul kadısına yazılan rebîulevvel 1154 vekâyiini zabt etmiştir ( Şehri-zâde, Neo-peydâ, var. tarihli hüküm için bk. Ahmed Refik, Hicri onikinci 14« ’da, Şâkir’in, 1145 ortalarından 1148 {173 6 ] asırda İstanbul hayati, İstanbul, 193°, s. 152 v .d .). harbine kadar olan vak’alan, tahkik ve tedkîk ederek Râşid Tarihi, 1281-1282 'de, Müteferrika baskı­ yazdığını belirttiği gibi, Tarihçe ’sinin Kahire, Hisının ilk iki cildi ikişer cîlt, sonuncusu müstakü dîvîye Kütüp., nr. 66/8862’deki nüshası da 1X45” olmak üzere 5 d ld hâlinde 2. defa basılmıştır (B u H48 vekâyiini ihtİvâ eder. Bu yazmanın Lâtin harfli tertibin II. cildi hediyeliklerinin pâdişâha takdimi metni için bk. Edebiyat Fakültesi Tarih Semineri için bk, BA, İD , nr. 36710, 1 cemâziyelâhır 1281; Kütüp., Tezler, nr. 3382, 3383, 3384)- 1 rebîülIV. ve V . cildlerin takdimi için de kezâ, nr. 37596, evvel 1148 (2 2 temmuz 1735 ) ’de vekâyînüvisliğe 4 cemâziyelevvel 1282). getirilen hâcegândan Râmî Mehmed Paşa-zâde Abdul­ Müderris iken 28 ramazan 1135 (2 temmuz lah R e ’ f e t Bey (ölm. I l 5 7 ) ’in hangi tarihe kadar 1723) ’te Râşid 'İn yerine vekayinüvis tâyin edilen bu hizmette kaldığını bilmiyorsak da, kadılık tarîkıK ü ç ü k Ç e l e b i - z â d e  s i m Ismâil Efendi na metısub olan halefi H ı f z ı Mehmed Efendi’nin ( öim. 1 1 7 3 = 1 7 6 0 ; bk. İA. mad. ÇELEBİ-ZÂDE), (ölm . 1165; bk. S Ö , II, 234), 1 1 5 2 ’ye kadar I zılka’de 1143 'te tasarruf etmek üzere Taşköprü vekâyii zabt ettiği anlaşılmaktadır. Revan Köşkü kadılığı arpalığının tekrar kendisine tevcihi evâsıt-ı Kütüp., nr, 1255 ’teki mecmûanm, Sâmî 'den Hıf­ şevval 1 14 3 'te vuku bulduğuna (yk. bk. ) ve Ra­ zı ’ya kadar olan vekayinüvİslerm yazdıklarını top­ miz Tezkiresi 'nde halefi Sâmî 'nin vekâyinüvis- ladığını tahmin ediyoruz [ bk. I /!• mad. SUBHİ ]. Evkaf muhâsebecisi iken, 1152 ’de, Hıfzı Efendi liğe getirilmesi 1143 "hudûdunda” gösterildiğine göre, muhtemelen 1143 sonlarına kadar bu hizmette yerine vekayinüvis tâyin edilen S u b h î Mehmed kalmış ve selefinin bıraktığı yerden başlayarak 8 Efendi (öim. 8 zilhicce 1182* bk. Râmiz, Zübdezİlka'de 1134 (3 temmuz 172 2)-3 muharrem 1142 tü 'l-vâhjât, Üniv, Kütüp., nr. T Y 2395, var. 8a ), (2 9 temmuz 1729) arası vekâyiini kaleme almıştır. önce ihmâl edilmiş olan 1148-1152 vekâyiini tamam­ Küçük Çelebi-zâde'nin Tarih 'i, Râşid 'in zeyli lamağa m e m u r olmuş; 1X55 saferinde (nisan 1742) gibi itibâr edilerek, onunla berâber iki defa (1x53 ikinci d efa sadrâzam olan Hekim-oğlu Ali Paşa ran



VEKÂYÎNÜVİS. emri üzerine de, Sâna ’den itibaren seleflerinin yaz­ dıklarım ele alıp, Mahmud I. ‘un cülûsundan Hekim -oğlu’nun sadâretine kadar olan 1143-1155 vekâyiini tahrir ve yine kendisine takdim etmiştir. Daha sonra, 1155-1156 vakaları da ilâve edilen hu eser, başında,’ bâzı bahisleri hariç, geniş ölçüde Sâmî ve Şâkir in yazdıkları. aynen aktarıldığı için Târih-i Sâmt ve Ş â k ir Ve Subht adıyla 1198’de Râşid ve Vâsıf ‘m nezâretiyle^ basılmıştır [bk. t A . mad. SUBHÎJ. Subhî 'nin 115Ğ (1743 ) ’da getirildiği beylikçilik hizmetinin ağırlığı vekâyi zabtına mâni olduğundan, I receb 1158 (30 temmuz 1 7 4 5 ) 'de vekâyinüvislik, hâcegândan î z z î Süleyman Efendi ( ölm. 18 cemâzİyelâhır 1168 = 1 nisan 1755) ’ye veril­ miştir. Selefinin yazamadığı vekâyii, 1157 başından İtibaren tahrir eden Îzzî, 1157-11Ğ0 hâdiselerini !., 1161-1165 vak’alarım II. cild olarak zabt ve ted­ vin etmiş, III. cilde n 66 başlarından itibâren devâm etmek istemişse de, bu sonuncu tasavvuru gerçek­ leşememiştir. Îzzî Târihi [bk. î A . mad. İZZÎ], ikİ cild hâlinde, 1199 ( 1 7 8 4 ) ’da, yine beyiikçi Râşid ve müverrih Vâsıf'm nezâretiyle basılmıştır. İz z ı’nın 1 166 cemâziyelâhırı sonlarında î;.hacca gitmesi üzerine, yerine, aynı sene recebinin ilk'günü,, ( 4 mayıs 1 7 5 3 ) vekâyinüvis tâyin edilen hâce­ gândan Seyyid H â k i m Mehmed Efendi ( ölm. 1184=31770), vekâyii, selefinin bıraktığı 1166 başrmdan 1180 cemâziyelevveline kadar yazmıştır ( Hâ­ kim Tarihi ’nin tam takımı, Bağdad Köşkü Kütüp., nr. 231 ve 233/!’dedir). Şem 'dâni-zâde Fındıklık Süleyman Efendi (ölm. 119 3 ), Hâkim’in müs­ veddelerini ele geçirmiş ve eserini yazarken bun­ lardan faydalanmıştır (bk. M ü r ’ i ’ t-tevârih, nşr. M . M . Aktepe, İstanbul, 1976, I, 171 v.d.). Hâkim’in istifâsı üzerine, I receb 1180 (3 kânun I. 1 7 6 6 )’de vekâyinüvisliğe,müderrislerden Ç e ş m î - z â d e R e ş î d Mustafa Efendi (ölm . I şa'bân 1184=20 teş­ rin II. 1770) tâyin olunmuştur (b k . B . Kütükoğlu. Müverrih V âsıf ’m kaynaklarından Hâkim Tarihi, T D , 1953, V/8, 7 1 , not. 6 ). 1182 rebîülevveline İcadar bu hizmette kalan Çeşmî-zâde, nasbi tarihinden 1x82 muharremi sonlarına (haziran 1768) kadar vekâyii kaleme almış olup, Tarihçe’ si, Vâsıf Tarihi ’nin kaynağı olması bakımından ehemmiyeti­ ni belirten bir giriş ile birlikte, neşr olunmuştur: Bekir Kütükoğlu, Çeşmî-zâde Tariki, İstanbul, 1959. Bir müddet kadılık yapıp 1186 zilkadesinde 2. müneccim tâyin edilen ve 1194-1196 arasında da müneccim-başılıkta bulunan M û s â - z â d e Mehmed Ubeydullah Efendi (ölm. 18 zilka’da 1196; Ahmed Cevdet, Tarih, İstanbul, 1309, II, 175; B A , CevdetMaarif [ = C M ] nr. 3 5 6 7 )'nin, Çeşmî-zâde’den sonra, rikâb vekâyinüvis! olarak İstanbul vekâyiini yazmağa m em ur edildiği anlaşılmaktadır (Şem dânî-zâde, 1x83-1184 ’de İstanbul ’da cereyan eden hâdiseleri, Mûsâ-zâde müsveddelerinden alarak ese­ rine dere ettiğini belirtir: M ü f i ’ t-ievâıih, İstanbul,



*77



1980, II B , 2 7 ). Müverrih Ahmed. Vâsıf basılmış olan Tarih ’inin I. cildinin (116 6 -118 2 ) kaynaklan arasında, Hâkim, Çeşmî-zâde ve Mûsâ-zâde 'den başka vekâyinüvislikte bulunan Behcetî Haşan Efendi 'nin eserim dahi zikr eder. Lâkin bu kayıdla, Enverî'nin, 1188 sonlannda ilk vekâyinüvisliğinden az­ linden sonra Behcetî Haşan Efendi *nin birkaç ay hizmette bulunduğuna dâir ifâdesi te’lîf edileme­ mektedir. Belki de, Behçetî’nin müsveddeleri, Vâ­ s ıf’ın I. cildine değil, II. cildine (118 3 - 1188) kaynak olmuştur. Mûsâ-zâde ’nin rikâb vekâyinüvisliği sırasında, zu­ hur eden 1182 ( 1768) Rus harbi dolayısıyla asıl vekâyinüvisin orduda bulunup sefer vekâyiini yaz­ ması gerektiğinden, harbe sadrâzam Yağlıkçı-zâde Mehmed Emin Paşa ’mn selâm ağası olarak katılmış olan E n v e r î Sâdullah Efendi (ölm. 13 rebîülâhır 12 0 9 = 6 teşrin II. 179 4 ), R e s m î Ahmed Efendi’nin tavsiyesiyle, ordu Tuna ’yı aşıp Prut üzerindeki Han-tepesi’ne varınca, vekâyinüvis tâyin edilmiş ve İstanbul’dan hareketten (zilka’de 1 18 2 ), Kü­ çük Kaynarca Muahedesi akdedilip avdet olunma­ sına ( receb 1 1 8 8 ) kadar sefer vekâyiini zabt ve tedvin ederek Tarih'inin I. cildi itibâr etmiştir ( Bağdad Köşkü Kütüp,, nr. 234 ’teki yazma, muh­ temelen pâdişâha sunulan nüshadır). Ehverî bu harb devresinin İstanbul vekâyiini de ayrı bir cildde toplamayı düşünürken, devlet merkezine dönüşünü müteâkıp azl edilerek yerine, "çend mâh” kadılardan Antebli B e h c e t î Haşan Efendi, onu tâkîben de, ” bir seneden ziyâde" müderrislerden "Şişman Mol­ la" lekabıyla meşhur ömer-zâde S ü l e y m a n Efendi (ölm . 12 2 2 = 18 0 7 ) vekâyinüvis olmuştur. Süleyman Molla ’nm vekâyii zabtındaki kusûnı sadrâzam Derviş Mehmed Paşa ( IlS 9 'X l9 o ) ile şey­ hülislâm Vassaf-zâde Mehmed Esad Efendi (1 x 9 0 1 1 9 2 ) 'nin dikkatini çekip bunların sevldyle En­ verî 1190 şevvalinde ( kânun I. 1776 ) i k i n c i de­ fa vekâyinüvis tâyin edilmiştir. Onun, 119 7 zil­ hiccesine icadar devam eden bu ikinci vekâyinüvisliği sırasında zabt ve tedvin ettiği II. cild Tarih ’ini değişik tertiblere soktuğu görülmektedir: H93 şa’bânında sadârete gelen Kara Vezir Seyyid Mehmed Paşa’mn emriyle, selefleri Behcetî ve Süleyman Efendilerin "birkaç makaleden ıbâret” eserlerini tashih ve ikmâl ederde, Abdttlhamid I .’in cülû­ sundan itibâren vuku bulan hâdiseleri ayrı bir cil­ de topladığı gibi, Seyyid Mehmed Paşa’nm sadâ­ reti bahsine de ayrı bir mukaddime ile girmiştir. Muhtelif cüzlerin bir araya getirilmesiyle vücud bulduğu anlaşılan II. cilde âİt bâzı nüshalar ( msl. 1x97 tarihli temellük kaydı taşıyan Üniv. Kütüp., nr. T Y 5 9 9 5 ), 6 şevval 1x88-1 zilka’de 1195 arası vekâyiini ihtivâ ederse de, en geniş muhtevâlı olan­ ları (m sl. Fâtih Millet Kütüp., A li Emîrî, tarih, nr. 67 ;  tıf Efendi Kütüp., nr. 1829 v.s.) 119 7 zîlka’desi sonlarına kadar gelmektedir.



278



VEKÂYÎNÜVİS.



1x 9 7 şevvalinde uhdesine büyük tezkirecilik tev­ cih olunan Enverî nin iki işi bir arada yürütemiyeceği düşünülerek vekâyinüvislikten azli ve yerine 6 zilhicce 1x97 ( 2 teşrin îî. 1783) tarihinde, âmedî V fis ıf AhmedEfendi (ö îm .7 şu’bân 12 2 1= 2 1 teşrin II. x 8 o 6 )’nin tâyini takarrür etmiştir. Vâ­ s ı f ’m bu birinci vekâyinüvisliği fiilen İspanya el­ çiliğiyle İstanbul 'dan ayrılma tarihi olan 15 ra­ mazan 1201 ( 1 temmuz 1787 )*e kadar devam et­ miştir. Tarihçinin bu devrede zabt ettiği, 119 7-20 şa’bân 1201 vekâyiini ihtiva eden eserinin metni, mü­ ellifinin biyografisi ve tarihçilik husûsiyetlerine dâir bir inceleme ile neşr olunmuştur: Mücteba llgürel, Mehâsİnü'l-âsâr ve hakflikul-ahbâr, İstanbul, 1978. Vâsıf'm Ispanya 'ya hareketinde, vekâyinüvisliğin uhdesinde ibkâsı, vekâyi zabtmm da vekâleten, hâcegândan Teşrifatı H a ş a n Efendi (ölm. X safer 12 12= 2 6 temmuz 1797; bk. S O , II, x6x)*ye havalesi kararlaştırılmıştır. Haşan Efendi, Vâsıf'ın ayrılmasından ordunun İstanbul ’dan hareketine kadar olan vekâyii kaleme almıştır ( Teşrifatı Haşan Efendi, Tarihçe, Viyana, Nationalbibliothek, H .Ö . 230; bk. G . Flügel, Kat., II, 308, nr. 1130. Câvid Ahmed Bey, Târih-i müntehâb [Üniv. Kütüp., nr. T Y 93, var. 3385-342»; nr. 92, var. 3105-314», 327b; Türk Tarih Kurumu Kütüp., nr. 570, var. 698.73b ] da, şa’bân 1200 (!)-r e c e b 1201 vekâyiini Haşan Efendi ’den aldığını kayd ediyor). Ancak, Rusya 'ya karşı harb ilân edilince, sefer vekâyiini zabt etmek üzere asâleten bir devlet tarihçisinin orduda bulunması an'ane icâbı olduğundan, Enverî, ü ç ü n c ü defa vekâyinüvis tâyin edilerek (2 4 ramazan 12 0 1= 10 temmuz 1787) sadrâzam ve serdâr Koca Yusuf Paşa ile çıkmış; teşrffâtî vekili Esseyyid E d ı b Mehmed Emîn Efendi {ölm. 1216 = 18 0 2), rikâb vekâyinüvisi veya vak’ânüvis vekili olarak İstanbul vekâyiini yazmağa me’mur edilmiştir (E dîb, ayn. esr., göst. yer.; Cevdet, Tarih, IV, 39, 52: 1202 cemâziyelâhın v a k ’alan arasında; Mehmed Gâlib, ayn. mak., göst. yer.). Enverî 'nin bu hizmeti, Vâ­ sıf ’ın i k i n c i d e f a vekâyinüvis tâyin edilerek orduya gönderilmesine kadar devâm etmiştir ( şa’ bân 1204nisan 1 7 9 1 ): Selim III., cülûsundan itibaren yazıl­ mış olan vekâyiname cüzlerinin ayıklanıp düzeltil­ mesini ve yem vak’alarm da doğru olarak yazılması­ nı etnr edince, Kaymakam Paşa, bu hizmeti eski ve­ kâyinüvis olduğu için, ila senedir İstanbul 'da Anado­ lu muhasebecisi vekili bulunan V âsıf’a vermiş; o d a vazifeye başlamışken, orduya gidecekler listesine ilâ­ ve olunmuş; her ne kadar erbâb olan Vâsıf *m gön­ derilmesiyle vekâyi zabtının geri kalacağı arzedilmişse de, pâdişâh, asıl vekâyinüvisin orduda lâzım oldu­ ğunu ve Vâsıf ’m Enverî 'nin yazmaya muvaffak ola­ madıklarının zabtı için vazifelendirilmesini, vekâyinüvislik etmiş başka birinin de İstanbul vekâyiini tah­ rire me'mur edilmesi istenmiştir (H H , nr. 57475; krş. Cevdet, Tarih, V, 115 ). Vâsıf'm orduya gitmesinden



sonra Kaymakam Paşa, Edîb’ i çağırtmış ve onun Selim IH.’in cülusuna kadar İstanbul vekâyiini yaz­ mış olduğunu, daha sonra asker sürmek üzere K ü­ tahya’ya gönderilince bu hizmetin geri kaldığım öğ­ renmiş, pâdişâhın irâdesini alarak, cülusdan itibâra; vekâyi tahririni E d i b e havale etmiştir ( 8 zilhicce 1205; bk. Kesbî, îbret-riamây-ı devlet, ü n iv, KtitÜp., nr. T Y 5953; Cevdet, V , 116 ). 3 şevval 1206’da teşrifatçılık hizmetine de getirilen Edîb ( bk. Hazine Kütüp., nr. 1647, var. 44“; Cevdet, V , 2 7 1 ), rikâb vekâyinüvisı olarak Abdülhamid I. devrine âit 9 cemâziyelâhır 12 0 2 -10 receb 1203 arası vekâyiini zabt ettiği (m sl. bk. Edîb, Tarik, Üniv. Kütüp., nr. T Y 3220, var. 18-528) gibi bu son memuriyeti dolayısı ile de, 11 receb 1203-26 muharrem 1207 arası vakalarım kaleme almıştır ( ayn. esr., var. 54*>160»; kezâ, nr. T Y 217, 9679 ilh.; British Museum, or. 6689; Pertev Paşa Kütüp., nr. 4 6 4 ’teki Edib Ta­ rihi, başlığı içinde bulunan "Teşrifatî Naİm Efendi merhwmmdur" şeklindeki yanlış kayıd dolayısıyla, Naîm Efendi’ye izâfeten tavsif ve kısmen neşrolun­ muştur: İstanbul Kütüphaneleri TarihrCoğrafya Y a z­ maları Kataloglan, s. 200, nr. 193; Teşrifatı Naîm Efendi Tarihi, nşr, Aziz Berker, T V , 1944, IH, 7°"8°, 150-160,230-240; Tefrika, 6 zilhicce’ 1203 tarih­ li vak’a ile kasilmektedir). Edîb Tarihi, 1208‘de Vâsıf tarafından yeniden kaleme almdığı ( aş. b k .) ve Câvid Ahmed Bey tarafından iktibâs edildiği gibi, Cevdet Paşa tarafından da geniş ölçüde kaynak ola­ rak kullanılmıştır (Cevdet Paşa, E d ıb ’ib â z a n tenkid ederek onu insafsız, garazkâr ve dalkavuk bulur; Buzau bozgunu dolayısıyla da, ordu mevcudu ve askeri muâhazedeki ifrâtma işaret eder: Cevdet, Tarih, IV, 134, 271, 320 v.d. ilh). ' Vâsıf ’m İkinci vekâyinüvisliği, Ziştovi Muâhedesi’nin tatbikine me'mur edilmesiyle sona ermiş ve yeri­ ne, d ö r d ü n c ü defa Enverî getirilmiş (6 safer 1206=5 teşrin I. I79 Î; bk. Enverî, Tarih, Emîrî, tarih, nr. 67/1, var. 404b; Vâsıf, Tarih, Emîrî, tarih nr. 608, var. 9 1b ) ise de, 13 zitka'de 1207 {22 haziran X 7 9 3 ) 'de vekâyinüvislife ü ç ü n c ü defa V âsıf'a ve­ rilmiştir. Tarihçi bu hizmeti sırasında, Selim I l.’in cülûsundan itibâren yazılmış vekâyi' ceridelerini bir cildde toplamak ve kendi zabt ettiklerini de buna eklemekle vazifelendirilmiştir. Sadârete sunduğu bir takrirde Vâsıf (sûıeti için bk. Yıldız tas. nr. 33-554“73"9 °) kendisine tevdi edilen Enverî ve Edİb vekâyi'nâmelerine bâzı havâdis ve faydalı bilgiler ekleyerek, 1205 saferi vekâyiine kadar 7 d iz yazıp mukaddimesini nümûne olarak sunduğunu, 1206 muharreminden, memuriyete başladığı 1207 zilka ’desıne kadar kaleme alınmamış vekâyii yaz­ dıktan sonra kendi zabt ettiklerim de bu cüzlere ekleyeceğini belirtmiştir. Selim III., mukaddimesini pek beğenmiş, aynı tarzda yazmağa devam etmesini emr ile kendisine 5*000 kuruş atiyye ihsân etmiştir (muharrem 1208, bk. Cevdet, Tarik, V I, 90 ), Kezâ,



VEKÂYİNÜVİS. Enverî ve Edîb’i bir cild hâline getirip takdiminde de, "aşağısını bu siyâk üzre” yazması emr olunmuştur ( H H , nr. 13135 A ve 13135)» Vâsıf, Enverî ve Edîb vekâyinâmelerini yeniden yazıp buna Üçüncü vekâyinüvisiiğinde zabt ettiklerini de ilâve ederek vücûda getirdiği 1203-1209 vekâyiini ıbtivâ eden eserini. Selim III. devrine âİt V asıf Tarihi "nin I. cildi İti­ bâr etmiştir (B u cildin, muhtemelen pâdişâha su­ nulan nüshası, Ünİv, Kütttp., nr. T Y 59^05 ’tedir). Mahmud II. devri sonlarında 1203-1209 vekâyinâmesinin basılması istenmişse de, bu emrin ger­ çekleşmediği anlaşılmaktadır: Zikredilen cild, tab* olunmak üzere Takpitn-i Vekâyİ matbaasına gönde­ rilince, Matbaa nâzın, matbû Vâsıf Tarihi "nin ( aş. b k .) 1188 "e kadar geldiğini, gönderilen cild basılırsa, 1188-1203 vekâyinâmesi ’nin de tab "ıran tarih usû­ lüne uygun düşeceğini arz etmiş, bunun üzerine de, Hazine kethudâsınca Saray kütüphânesinde bulu­ nan bir cild matbaaya gönderilmiştir ( B A , H H , nr. 31287, sene 1251? ), Ancak, bu sonuncu cildin, 1188-1203 boşluğunu dolduramamış olması dola­ yısıyla basım işinin akamete uğradığını tahmin ediyoruz. Vâsıf *ın 1209 muharremi başlarında (179 4 ağus­ tosu ortalan ) Midilli "ye nefyi üzerine veîcâyinüvislik b e ş i n c i defa Enverî "ye verilmiş ve bu hiz­ met, vefâtına (13 rebîlühâhır 1209=6 teşrin II. 1794) kadar uhdesinde kalmıştır. Enverî, üçüncü vekâyinüvisliğinden îtibâren zabt ettiği vekâyi ce­ ridelerini cüz cüz takdim etmiş, sonra bunlar eseririnin III. cildi olarak bir araya getirilmiştir: İlk tak­ dim ettiği cüz, 22 receb 1201 - 9 cemâziyelâhır 1202 vekâyiini ihtivâ etmektedir (m sî. bk. Esad Efendi KütUp., nr. 2089). Müteâkıben, 1202 bakıyyesinden başlayarak Abdülhamid I, "in ölümüne kadar gelen cüz'ü (bk. Emîrî, tarih,nr. 67/1, var. 991“, ı8S*>; Atıf Efendi Kütüp,, nr. 1830, var. ı b, 61b) Selim III, devrine âit olmak üzere de, cülusdan 1206 şa'bânına kadar olan vekâyii kaleme almıştır ( msl. bk. Emîrl, Tarih, nr. 6 7 / 1 , var. 189b-421«;  tıf Efendi Kütüp., nr. 1830, var. 62^-235^). Enverî Tarihi'm Vâsıf yeniden yazdığı gibi, Cevdet Paşa da geniş öl­ çüde onu kaynak olarak kullanmış ve bâzı defa tenkîd etmiştir ( Enverî "yi, Buzau bozgunu hakkında ordu ricâlinin görüşünü aks ettirmekle vasıflandıran Cevdet Paşa, bir yerde de, onu, Edib gibi, her işit­ tiğini tahkik etmeden dere etmek, tenakuza düş­ mekle muâhaze eder, bk. Cevdet, IV , 144, 320 v.d.). Enverî 'nin vefatı üzerine, 13 rebîülâhır 1209



279



zanı sonuna kadar geldiğini belirttiği gibi, bâzı yaz­ maları 1 şevval tarihli hâdise ile bitmektedir, msl. bk. Üniv. Kütüp., nr. T Y 5996} Hazine Kütüp., I S 7 9 . Ancak, müellifin kayın pederi olan şeyhülislâm Mus­ tafa Aşır Efendi Kütüp., nr. 239"daki nüsha, 19 zilka’de 1213 tarihli bir vak’a ile sona ermektedir ) kadar zuhur eden hâdiseleri 6 cild hâlinde te'lif etmiştir: N u ri’nin, Tarih "inin birkaç cüz’ünü sa­ dâret vâsıtasiyle huzura takdimi için bk. BA , H H , nr. 12081. 1209 "un iki ayına âid Enverî 'den müdevver notlan eserinin ilk cildinin başına koyduğu­ nu; Fransa mes 'eiesİne dâir tafsilâtı pâdişâhın emri gereğince II. cilde aldığım, hu defa, III. cild olarak ise birkaç cüz takdim ettiğini belirten takriri üze­ rine Nûrî "ye 3.000 kuruş atıyye ihsân olunduğu baklandaki buyruldu için bk. B A , C M , nr. 939,1 * 6 şa’bân 12 11. Selim III. devrinde tanzim olunan îrâd-ı cedid, topçu, arabacı, Kumbaracı, lâğımcı, Levend çiftliği, şeraitini v.b. nizamlama bâvî IV. cildi pâdişâha takdim etmesi üzerine, Nûrî münâsib atıyye ile taltif edilmiştir (b u hususta bk. BA, H H , nr.8931). N ûrî Tarih i "nin muhtemelen pâdişâha su­ nulan IV. ve V . cildi, Üniv. Kütüp., nr. T Y 6000 ve 6001 "de; I 2 I I - I 2 I 2 vekâyiini ihtivâ eden V I. cildi ise, Hazîne Kütüp., nr, 15 79 ’dadır. Nûrİ Tarihi, Vâsıf tarafından yeniden yazıldığı gibi, Cevdet Paşa tarafından da geniş ölçüde kaynak olarak kullanılır­ ken, yer yer diğer kaynaklarla mukayese ve tenkîd edilmiştir (msl. bk. Cevdet, Tarih, V I, 243, 2:45,



309). Nûrî "nin vefatı üzerine, d ö r d ü n c ü ve sonuncu defa vekâyinüvisliğe getirilen Vâsıf (15 zilhicce 1213 -—20mayıs 1799; bk, Vâsıf, Tarih, Üniv. Kütüp., nr. T Y 5979, var. 227^ ), büyük ruznâmecilik ve nişancı­ lık gibi hizmetlerle berâber bu vazifeyi îfâya büyük gayret sarf etmiş, ancak 1220 cemâziyelevveîinde (ağustos 1805) getirildiği reîsülküttâblık hizme­ tinin dağdağası, vekâyii zabtına imkân vermedi­ ğinden, vekâyinüvislik, I muharrem 1221 (2 1 mart 1806; yk. bk.)"de hâcegândan Seyyid Mehmed P e r t e v Efendi (ölm. 27 receb 1222 = 29/30 eylül 1807 gecesi bk. Abmed Âsim, Tarik, Üniv. Kütüp,, nr. T Y 6014 var. I 4 b ) ye verilmiştir. Vâsıf, Bu sonuncu vekâyinüvisliğinde bir taraftan hizmet devresine âit vekâyii zapt ederken, diğer tarafdan önce selefi Nûrî nin, sonra da Il66 'd an îtibâren basılmamış olan vekâyînüvis tarihlerini yeniden yaz­ mağa me’ mur edilmiştir: 0 , 2. vekâyinüvisliğinde vü­ cûda getirdiği 1 203-1209 vekâyinlmesi tarzında ve ( 6 teşrin II. 1794) perşembe günü, vekâyinüvis- onun II. cildi olmak üzere, Nûrî Tarihi 'ni yeniden lik, Nâilî Abdullah Paşa-zâde Feyzuilah Şakır Bey’in kaleme alıp tamamlayarak, bunu ve selefinin bıraktığı . oğlu hâcegândan Halil N û r î Bey - Efendi ( ölm. yerden başlamak üzere zabt ettiği vekâyii de ayn bir I 2 i3 = i7 9 9 ) ’ye verilmiştir ( Nûrî, Tarik, Üniv. K ü - etiz hâlinde takdim edince, pâdişâh, hepsini bîr tüp., n r .T Y 5996, var. 7®; Cevdet, V I, 141 )• Vefâtma cildde toplamasını ve kendisine münâsib atıyye kadar bu hizmette kalan Nûrî, 1209 muharreminden verilmesini emr etmiştir (B A , H H , nr. 5243 ve başlayarak ölümüne yakın bir tarihe (halefi Vâsıf, 14883). Vâsıf, bu ferman üzerine, N ûrt Tarihi "ni kendisine intikal eden Nûrİ Tariki "nin 12*3 rama­ yeniden yazıp buna, 1214 sonlarına kadar zabt et-



VEKÂYÎNÜVÎS, tifî vefeâyü de ekleyerek vücûda getirdiği ve Selim III. devrine âît tarihinin II. cildini teşkil eden ese­ rini, nişancılık vazifesinde bulunduğu (3 şevval 1216-5 şevval 12 1 7 ) bir sırada, bir takrir (sûreti için bk. BA, Yıldız tas. nr. 33-545-73-9° ’daki Vâsıf ’m müsveddesinden naklen Cevdet, I, 345 ) ' ile sununca (takdim edilen nüsha, muhtemelen Üniv. Kütüp., nr. T Y 5979 ’dadır), sadâretten, kendisine atıyye ihsâm arz edilmiştir (BA, H H , nr. 13652). Muharrem 1215-safer I2 l6 vekâyiini ihtîvâ eden cüz ’ü sunarken her sene cüz takdimlerinde verilen mûtâd atıyyeye, yanan evini tâmir için zam yapılmasını istemiş ve bu scbeble kendisine 7-5°° kuruş ihsan edilmiştir (BA, C M , nr. 3963, I4~x6 rebiülevvel 1216. Aynı yıl saferinden 1217 saferine kadarkı vekâyii ihtiva eden cüz ile beraber sunduğu takrir sûreti için de bk. Cevdet, I, 346 ). Onun sene başlarında sunduğu bu cüzlerin birleştirilmiş şekli, Üniv. Kütiip., nr. T Y 6013 'te olup, 1215 'ten şev­ val 12 r 9 a kadar geçen vak’aları içine alır. Vâsıf, yine nişancı bulunduğu sırada, Izzî ’den sonraki vekâyînüvislerin yazdıklarını "teliîk ve te'H f’ e memur edilince, önce, 1166-1182 yılları arasındaki hâdiseleri zapt etmiş olan Hâkim, Çeşmîzâde, Musâ-zlde v.s. Tarifi'lerini "tenkîh ve ikmâl” ederek bir cild bilinde takdim etmiş ( Vâsıf 'in Hâ­ kim ve Çeşmî-zâde için kullandığı tezyif edici hükümlere karşılık kendi eserine atf ettiği mezi­ yetlerin pek yerinde olmadığı hakkında bk. Bekir Kütükoğlu, Miivertîh Vasıf'tn kaynaklarından Hâ­ kim Tarihi, TD , x954, sayı 9, s. 91-122; sayı 10, s. 79-102; ayn. mil., Çeşmi-zâde Tarihî, s. X -X X II), eseri beğenilip vekâyinüvislikte selefi olan Enveri 'yi de yeniden yazması emr edilince, tarihçi, ilk clldde tâkib ettiği usûl ile Enverî Tarihi'nin 1. cildini de teîfik edip sunmuştur (Mütercim Âsim, 1183-1188 vekâyiini ihtivâ edip basılan II. cild Vâsıf Tarihi ile Enveri'nin mukayesesinden, Vâsıf'm kaynağını aynen nakl ettiğini, aralarında V âsıf’ın dîbâcesinden başka fark bulunmadığı neticesini çıkardığını; böylece bunun. Vâsıf 'm kaynağı ve kendi eseri hakkındaki iddiasına zıd düştüğünü belirtir: Âsim Tarihi, ts., I, 257 v.d.). V âsıf'm , 1166-1188 vak’alarıra ibtivâ eden bu iki cildlik Tarih ( Mekâsinulâsâr ve hahfltjıka 'l-ahbâr) 'i, Matbaa-i Amİre ’de 1219 şa'bânmda; sonra da buna dayanılarak Bu­ lak 'da 1243 ve 1246 'da basılmıştır. Matbû metin alâka görünce, Vâsıf, Selim iII. ’in cülûsu (1203== 1789 ) ’na kadar yazılan vekâyinüvis ceridelerinin yeniden tahririne me’mur edilmiştir. Bu sonuncu tahrire âid olup Hazine Kütüp., nr. 1406 'da bu­ lunan nüsha, 1x88 bakıyyesinden 23 cemâziyelâhır 1193 'e kadar olan vekâyii ihtivâ etmekte ve birdenbire kesilmektedir. Vâsıf 'm eserini tahrîre bir müddet daha devam etmiş olmasına ihtimâl verilebilirse de, yazdıklarının meselâ ilk vekâyinü­ vis tâyini tarihine kadar gelmiş olması pek şüp­



heli gözükmektedir (yk. bk.: 1203-1209 vak’alanm içine alan cildin basılması teşebbüsü). Her ne kadar kendisi, 1166-1217 arası vekâyiini muayyen bir üslûba göre yazdığını ifâde eder ( Vâsıf, Tarih, II, 315) ise de, ne işâret edilen 1193-1197, nede ilk vekâyinüvisliğinden ayrılışından Selim III.'in cülû­ su 11a kadarki vekâyii ihtivâ eden Vâsıf Tarihi cüz'ü bulunmuştur (bk. M, ligürel, ayn. esr., s. X L I I ) , Mehâsinul-âsâr ve hakayılfa’ l-ahbâr adını taşıyan Vâsıf Tarihi, geniş ölçüde Cevdet Tarihi 'nin kay­ naklarından birini teşkil eder. Sâdece 1209-1217 vak'alarını V âsıf'm perâkende notlarından, diğer kısımları da temize çekilmiş yazmalarından tâkib eden Cevdet Paşa, Vâsıf'daki bâzı makaleleri aynen (m sl. bk. III, 2x5 v.d.; IV, 135 v.d., 271 v.dd.; V , 115, 123-126, 128 v.d., 263; V II, 265 v .d .), bâzı ifâdeleri hulâsaten (msl. bk. I, 30-33, '43-48, 247­ 257; IÎI, 10 v.d., 72 v.d., 86 v.dd., 158 v.d,, 252 v.d .) eserine dere etmiş; onun bâzı mülâhaza ve hükümlerini, mûasır kaynak malzemesiyle karşı­ laştırarak cîddî sûrette tenkid, muaheze, hattâ red ve cerh etmiştir: Meselâ, V âsıf’m Tarifi’inin bir yerinde kerâmet isnâd edecek kadar övdüğü Ceza­ yirli Gazi Haşan Paşa ’yı Halil Hamîd Paşa ya yal­ taklanmak için zeram etmesini anlaşılmaz, mütenâkız, insafsız ve ikiyüzlü bulur; Vak’anüvislerin bâzı hususları gizlemeye mecbur kalmalarının ger­ çek olduğunu, fakat bu kabil iftirâda bulunup böyle çürük sözler söylemenin .mâzür görülemeyeceğini belirtir (Cevdet, II, 278 v.d.; III, 258-261; IV, 275; V , 8, 18 ), Cevdet Paşa, Vâsıf ’ın bâzı tenkid ve târîzlerini de red ve cerh eder; msl. Cevdet, III, 47 v .d .’da hulâsa edilen V â sıf’m makalesinin tenkidi İçin bk. s. 49 v.d.; Vâsıf ’m III, 105 ’te meSli verilen ifâdesinin, Arapça kaynaklarla kontro­ lü neticesinde, tahkıksiz olduğunu tesbit eden bü­ küm için bk. III, xo6 v.d. Yine, III, 86-88’de kısaca verilen Vâsıf’m Avrupa askerine dâir mütâ­ lâası, Cevdet Paşa tarafından, s, 88-96 ’da muhtelif bakımlardan cerh ve ibtâl olunmuştur. K ezt Cev­ det Paşa, V , 7 ’de iktibâs ettiği Vâsıf ’ın ifâdesini tenkid ederken, "her maddeyi bulunduğu devrin siyâsetine tevfikan tahrîr ede-geldığinden" onun sö­ züne emniyet olunamayacağını beyan ( s . 8 ); başka bir yerde ise, "İk tizây ı vakt ü hâl gözederek ifrât u tefrit" ede-geldiğine işâret ( IV, 2 7 1 ) ve "müdâheneden ârî olmadığı’’nı ifâde ( IV, 69, 2 7 i ) eder. Vekâyinüvislikte Vâsıf’a halef olan âmedî hulefâsmdan P e r t e v (yk. bk.), safer-receb 1222 (n isan-eylûl 1807) arasında orduda bulunmuş, fakat Silistre ’de hastalanıp Edirne’ye dönüşte vefât et­ miş olduğundan, hizmet, orduda âmedei olarak bu­ lunan Esseyid Ömer A m i r Bey ( ölm, 1230= 1815) ’e verilmiş ( 1 9 şa’bân 1222=22 teşrin I. 1807; yk. b k .) ise de kendisi, gece gündüz işret yüzünden dünyayı görecek halde olmadığından üçbuçuk ay sonra istifâ etmiştir ( A Z , s. 64 v.d. ve



VEKAYİNÜVİS. ondan nalden Cevdet, V III, 215 )• Gerek Pertev, gerek  m ir'in orduda bulunduğu sırada İstanbul'a bir vekil tâyini an’anesi ihmâl edildiği gibi, bu istifâ ile rikâb vekâyinüvîsliği yanında ordu hizmeti de boşaldığından vekâyinüvislik asaleten, İstanbul’da müderrislerden Antebli Ahmed  s i m Efendi (Sim . 9 safer 1235=27 teşrin II. 18x9) ye teklif olunmuştur. Her ne kadar Âsim, Okyanus adını verdiği Kamus tercümesinin bütün zamanım al­ dığım ileri sürerek îtizâr etmişse de, tercümenin bitmek üzere olduğu, iki işi beraberce yürütebile­ ceği cevabiyle iknâ edilerek kendirine vak anüvislik hil'ati giydirilmiştir ( 9 zilka’de 1222 = 8 kânun II. 1808; bk. Âsim, ayn. esr., var. I5b )* Alim ta­ rihçi, vekâyii yazmaya nereden başlayacağım tâyin için seleflerinin muhallefâtını istemiş, kendisine veri­ len evrak arasında Pertev'in müsveddelerinin (Edir­ ne 'den gönderilen Pertev ve A m ire âit vekâyi ceri­ deleri arasında, şa’bân sonlarında sadâret kaymakam­ lığına getirilen Canikli Tayyar Paşa'yi muâheze eden fıkralar bulunmakla, beylikci, bu fıkraları yemden yazıp cerideleri düzelmiş şekliyle Âsım’a devr et­ miştir: A Z ve Cevdet, göst. yer.) ancak fihrist şek­ linde perişan defterler hâlinde olduğunu görmüş; aynca Vâsıf 'm vekSyînüvislife devresine âit 1218 se­ nesinden bir mİkdâr, 1219 'dan müverrihin vefatı ta­ rihine kadarki vâk’aların ise hiç yazılmamış olduğunu tesbit ederek, vekâyii kaleme almak için gerekli malzemeyi Dîvân-ı humâyun kalemlerinden çıkartıp, müsveddelerdeki maddeleri vukuf erbâbmdan Öğ­ rendikleriyle ikmâl ederek yazmaya başlamıştır. Âsim 'm İstanbul 'da vekâyinüvis tâyini sırasın­ da, orduda vekâyi zabtına me’mur kimse bulunma­ dığından, sadâret mektubçuluğu halîfelerinden olup, Pertev’in vefâtında yerine Bölükât-ı erbaa kâtibi tâyin edilen A li Râif Efendi, kendiliğinden ordu vekâyiini yazmaya devam etmiş ve notlan Köse Mustafa Necib Efendi *nin eserinde yer almıştır ( Mustafa Necib, Tarihçe, İstanbul, 1280, s, 5; Cev­ det, göst. y e r.). Mahmud II. 'un cülûsunda vekâyinüvîslikte ibkâ edilen Âsim, selefleri devrine âit te’lif edilmemiş olan 1218 bakıyyesinden 1221 saferi sonlarına kadar olan vekâyii takrir edip sadârete sunmuş iken, Alemdar Mustafa Paşa vak'asmda Bâbıâlî ile birlikte, takdim ettiği nüsbada yanmış: pâdişâh, kendisini. Selim III. 'in hakinden itibâren vekâyii tahrire me’mur etmekle beraber, zİkr olunan vekâyinâmenin yok olmaması için onu müsveddelerinden yeniden te­ mize çekerek takdim etmiştir (B u eserin muhte­ melen pâdişâha sunulan nüshası, Üniv. Kütüp., nr. T Y 6014'tedir, Mahmud II., bu nüshayı göz­ den geçirince, memnûniyetini ifâde ve müellifine atıyye vermiştir: H H , nr. 35239, yk. b k .). Daha sonra, sadâret kaymakamı tarafından sunulan bir telhisde { H H , n r.49493, sene 1226.,yk. b k .), dev( rinin biricik âlimi olarak vasıflandırılan Âsıtn'ın geçini



28i



sıkıntısından bunaldığı belirtilerek, kendisine atıyye ihsanı suretiyle yardım arz olunmuştur. Devri ule­ mâsının ve husûsiyle şeyhülislâm Şerif-zâde Atâullah ve Dürrî-zâde Abdullah Efendilerin gadr ve istiska­ line uğrayan Âsim, Mahmud IL devrinde, tarîkmda ilerleyerek Süleymâniye müderrisliği ve müteakiben Selânik kadılığına kadar yükseldiği gibi, vekâyinüvisliğide vefatına kadar devâm etmiştir. Kıymet ve san'atkârlık itibariyle Osmanlı tarihçiliğinin nâdir sîmâlarmdan biri olan Mütercim Âsim [ bk. mad. ASIM EFENDİ] ancak Mahmud II. un cülusundan dört ay sonrasına kadar olan vekâyii tedvîa ve takdim ede­ bilmiş, gerİ kalan oniki senelik zabıt müsveddeleri halefi Şânî-zâde'ye devr olunmuştur (Cevdet, I, 10 v.d .). Â sim 'in, 12x8-1221 vekâyinâmesinden sonra, yirmi beşer cüzden ibâret iki cild -daha sunduğu, bunlardan ilkinin X22X bakıyycsiyle 1222 vekâyiinden bir kısmını ihtiva ettiği, İkincisinin ise, 1222 bakıyyesinden Mahmud Il.'un cülûsuna kadar ve­ kâyii ele aldığı anlaşılmaktadır ( bk. Âsim, Tarik, Üniv. Kütüb.j nr. T Y 6018, var. I* ). Mısırlı Mus­ tafa Fâzıl Paşa’mn delâletiyle, iki cild hâlinde Cerîde-i Havâdİs matbaasında basılan Âsim Tarihi ( bk. Ibnülemin Mahmud Kemal İnal, Son asır Türk şâ­ irleri, İstanbul, 1930, I, 69, not 3 ), esere sonradan verilen tertibi aks ettirmektedir: Tarihçi, takdimden sonra eserinin kendi nüshasına, vefat eden bâzı kimseler hakkında ağır tenkidler eklediği gibi, bâzı kimseler de eserin bâzı fıkralarını çıkarıp bir takım ilâvelerde bulunmuşlar ve daha garibi, metinle ya­ kın alâkası olmamakla berâber eserin başına, Kethudâ Saîd Efendi Tarihçe ( msl. bk. Esad Efendi Kütüp., nr. 2143; Bayezid Devlet Kütüp., Veliyüddin Efendi ilâvesi, Cevdet Paşa kitabları, nr. 70) 'sinden naklen, 1787-1792 harbi, asker ocaklarına verilen nizamlar, Fransızların Mısır’ı istilâsı ve buna karşı devletin Rusya ve İngiltere ile ittifakı gibi bahisler ( bk, Âstm Tariki, İstanbul ts., I, 2-75 ) ilâve edilmiştir. Bu tertib Âsim Tarihi 'nin ilk cildi, zikr edilen ilâve istisnâ edilirse, Muhib Efendi 'nin Fransa’ya elçi tâyininden ( Bu bahis, Üniv, Kütüb., nr. T Y 6018 nüshasında, 1 rebîülevvel 1221 'de vuku bulan Anadolu kazaskeri nasbi paragrafından sonra gelmektedir), Selim III, devri sonlarına kadar olan vekâyii: II. cild ise, Kabakçı Mustafa isyanı, Selim III. 'in hal'i, Mustafa IV. 'ran saltanatı ve Mahmud I l . ’un cülûsu vak’alannı ihtiva etmektedir. Asım Tarihî de Cevdet Paşa tarafından geniş ölçüde kaynak olarak kullanılmış, yer yer iktibâslarda bulunulduğu ( msl. bk. Cevdet, IV, 36 v.d., 239 v.dd.; V III, 65 v.d., 117 v.d d .) gibi, bâzan da tenkîd olunmuştur: Msl. bk. Cevdet, IV , 276, 304: (lâyıkıyla tahkik edemediği): V I, 135 (şahısların ahvâline dâir bâzı fıkralarının itimâda şâyan ol­ madığı), 351 (fıkha dâir hükmünün isâbetsizliği): V III, 49 (devletler ahvâlinden mâlûmatsız olduğu hakkında), 120, 147 v.s.



VEKÂYİNÜVİS. Mütercim  sım ’ın taundan vefatı üzerine vekâyinüvislik, Cevdet Paşa tarafından asrının yegâne tabib ve feylesofu olarak tavsif edilen Ş â n î z â d e M e lı m e d A t â u l l a h Efendi ( 6İm. 1242 ‘ =1826; bal tercümesi için bit. îbnülemin Mahmud Kemal inal, Son hattatlar, İstanbul, 1955« s. 62 -6 7 ) ye şuyû bulan İlmî şöhreti dolayısıyla veril“ miştir ( IS safer 1235-3 kânun II. 1819: bk. Cev­ det, I, 12; X I, 29 v.d. ). Tarih usûlüne dâir bir mukaddime (bk. Hazine Kütüp., nr. 156S; Şânî-zâde Tarihî, İstanbul ts., I, 6-16; Cevdet, X I, 222-229) yazıp takdim eden tarihçi, sadârete sunduğu bir takrir { H H , nr. 52514« yk, b k .) ile de, selefinin yazdığı son cüz ile temize çekilmemiş müsveddelerinin kendisine teslimim istemiş; istidasına uygun olarak Mahmud I I ,’un cülûsundan İtibaren tahrîre me’mur edilmekle, bu tarihten başlayarak selefinin notlarını ikmâl ve tedvîn: kendi vekâyinüvislik devresine âit olmak üzere ancak 1236 sonuna kadar cereyân eden vukuâtı tahrir ve takdim etmiştir. Böylece, 1223-1236 vekâyiini ihtivl eden Şânî-zâde Tarihi (yazmaları için msl. bk. İstanbul Kütüphânelen Tarih Coğ­ rafya Yazmaları Katalogları, s. 269 v.d.;- Üniv, Kütüp., nr. T Y 1484, 2491« Babinger, G O W , s. 346 ) dört cild hâlinde basılmıştır ( II. cild 1290, III. cild 12 9 1). Şânî-zâde, temize çekip . takdime muvaffak olamadığı müsveddelerini ise, halefi Es’ad Efendi ’ye teslim etmiştir. Cevdet Paşa, Şânî-zâde Tarihi ’ni de geniş ölçüde kaynak olarak kullanmış (P a ş a ’mn Şânî-zâde’den iktibâsları için msl. bk. Cevdet, VIII, 313« 326 v.d.; IX , 106; X , 100 v.d.; X I, 6 v.d., 50, 67, 73, 87 ve 135-140, 141 v.d. ve 165 v.d., 166, 171 v.d., 199 v.d. 202 v.d., 230 v .d .), bâzan da Şânî -zâde ’nin ifâdesini tahkik ve tenkîd etmiştir: Msl. bk. Cevdet, V III, 3*4 v.dd., 3*7; X , 28 ( itirazı­ nın haksızlığı), 95 ( taassubu ), 146 ( hatâsının tas­ hihi), 183 (ilm -i nücûma merâkmın tenkidi); X I, 58 v.d. (rivâyetinin sıhhatsizliğine dâir), /lamam ulemâsının ve husûsuyle hekimbaşı Beh­ çet Efendi’nin hased ve istirkâbına mâruz kalan Şânî-zâde (b k , Cevdet, X , 213; X II, 183 v .d .) Bektaşîlik iftirâsıyle Önce vekâyinüvislikten azl ( 1 5 safer 12 4 1), müteâkıben ( safer 1242) arpalığı olan T ir e ’ye nefyedilmiş, iki ay sonrada affına dâir müj­ deyi îdâm haberi zannederek ansızın vefât etmiştir (L ü tfi, Tarih, I, 249: îbnülemin, ayrı, esr., s. 63).



Şânî-zâde 'nin vekâyinüvislikten azli kararlaş­ tırılınca yerine tâyin edilmek özere kalemîye ve İlmîye ricâlinden muhtelif kimselerin isimleri, Bâbıâlî ve Şeyhülislâmlıktan birkaç defa huzûra arz edilmiş (yk. bk.) ve neticede, İstanbul Kadılığı vekâyi kâtibi bulunan Sahhaflar Şeyhû-zâde Mehmed E s ’a d Efendi (1201=1786/1787 -3 safer 1264/11 kâmın II. 1848; [b . b k .J)’nin nasbi uygun gö­ rülmüştür ( 15 safer 1241 = 28 eylül 1825, bk.



Mehmed Es’ad, Tarik, I, Üniv. Kütüp., nr. T Y 2467, var. 3«-*>; II, nr. T Y . 6005, var. 26K Mil­ let Kütüp., Emîrî, müteferrika nr, 55, var. 52ü ’de bulunan ” 12 zilka’de” tarihi her halde yanlış olmalıdır). Es’ad Efendi, önce, selefinin zabt et­ mişken tedvin ve takdime muvaffak olamadığı 1237 -1240 vekâyiini ele almış; kendisine devr olunan notları, kalemlerden aldığı kayıdlar ve mutemed kimselerden duyduklanyle tamalayarak üç cüz ( kft'a) hâlinde te'lif ve takdim ile bunu eserinin ilk cildi itibâr etmiştir (1237 vekâyiini ihtiva eden cü z’ün müsveddesini nümûne olarak sunduğuna ve alacağı emre göre eserini temize çekeceği veya düzeltmeler yapacağına dâir takriri için bk. B A , H H , nr. 22762. Bu cü z’ü 9 zilk a 'd e 12 4 1’de zuhûr eden Vak’a-i Hayriye'den kısa zaman önce, takdiminde Es’ad Efendi 'ye 10.000 kuruş atıyye verildiği gibi, Sahn derecesinde olan İlmîye rütbesi de Hareket-i alt­ mışlı *ya yükseltilmiştir: 12 zilhicce 1241; bk. Es’ad, ayn. esr., nr. T Y 6005, var. 173*-*»; ayn. mil., Üss-i zafer, İstanbul, 1293, s. 257). 1236-1241 vekâyiine âit Es’ad Efendi ’nin perâkende notlan BA, Yıldız tas., nr. 33-555-73-90’da; 1237 vekâ­ yiini muhtevi müdevven müellif müsveddesi, Üniv. Kütüp., nr., T Y 2467 'de; bu I. kıt’anın muhteme­ len huzûra takdim edilen nüshası, Üniv. Kütüp., nr. T Y 6002; 1238 vekâyiini ihtivâ eden II. kıt’anın nr. T Y 6003; 1239-1240 vekâyiini muhtevi III. kıt­ anın sunulan nüshası ise, nr. T Y 6004’tedir. I. -II. kıt’alan içine alan müellif nüshası için, Süleymâniye-Esad E f. Kütüp., nr. 2083 ’e; müellifin yer yer ilâvelerini muhtevi 1. cild için, ayn. kütüp., nr. 20S4 ’e; I. cildin Dâhiliye kâtibi Bâhir Efendinin zeyil ve ilâvelerini ihtivâ eden nüshası için, Millet Kütüp., Emîrî, tarih nr, 51 ’e; Üsküdarlı Seyyid Ali Rızâ tarafından tamamlanan nüshaları için bk. Üniv. Kütüp., nr. T Y 1203 ve 58; Bayezid Devlet Kütüp., Veliyüddin Ef. Kütüp. ilâvesi, Cevdet Paşa kitablan, nr. 135«



Vekâyinüvis tâyin edildiği sene içinde yeniçerilik ilga ve imhâ edilmekle Es’ad Efendi, bu mühim hâ­ dise (Vak’a-i Hayriye) baklanda müstakil bir eser yazıp, bunu Üss-i zafer adı ile takdim etmiş; eserin bâzı yerleri tâdil olunarak basılması (Ali Rızâya göre Üss-i zafer'ı, tashih ve tenldh ederek nihâî şekline sokan -o sırada muhtemelen reîsülküttâb bulunan- Pertev Said Mehmed Paşa’dır: bk. Üniv. Kütüp., nr. T Y 1203, ekli yaprak) ve tashihlerine müellifinin bakması emr olunmuştur. Tab’ı 1243 şevvali sonlarında tamamlanan bu eser (129 3= 1876 ’da ikinci defa basılmıştır) dolayısıyla da, Es’ad Efendi’ye muvakkaten Üsküdar kadılığı verilmiştir ( Üss-i zafer, s. 258; Lütfî, Tarih, I, 207 ). Es’ad Efendi’nin kendi vekâyinüvislik devresine âit olarak zabt, tedvin ve takdim ettiği cüz, 1241 vekâyiini ihtivâ eder. Muhtemelen huzûra takdim edilen nüshası, Üniv. Kütüp., nr. T Y 6005 ’te;



VEKÂYİNÜVİS. Bahir Efendi’nin ilâvelerini içine alanı ise Emîrî, tarih, nr. 5° ’de bulunan bu cüz *ü, kendisi, Tarih’inin II. cildinin I. kıt'ası itibâr etmiştir. Nüsha sunuldukda, Kaymakam Paşa’ya, kitabın "güzelce kaydu imlâ edilmiş" olduğu, aynı tarzda tahrîre de» vâmınm müellifine tenbîh edilmesi fermân olunmuş­ tur ( B A , H H , nr. 35244). 1828 Rus harbine Ordu Kadısı olarak iştirâk eden Es’ad Efendi, kısa bir zaman vak'anüvislik hiz­ metini görmek üzere İstanbul’a çağrılmıştır (B A , Cevdet, Askerî, nr. 33335. 21 cemâziyelevvel 1244). Nakîbüleşraflık, Rumeli Kazaskerliği ve Maârif Nâzırlığı gibi mühim ilmi ve mülki mevki'lere de getirilen Es’ad Efendi, vekâyinüvislik hizmetini vefatına kadar uhdesinde bulundurmuş, ancak 1241 ’den sonraki devreye âit tuttuğu notlan te’lif ve tedvine muvaffak olamamıştır. Cevdet Paşa, Es'ad Efendi Tarikinin II. cildi "zeyil ve tekmilesi" ol­ mak üzere eline geçen zabıt ceridelerini tertib ve tanzim ederek, halefi Lütfî Efendi *ye gönderdiğini belirtir ( Tezâkir, I, 3 ). Es’ad Efendi ’nirı, Şânî-zâde ’ye yaptığı hâşiyeler (b k . Cevdet, X I, 105, 164) ile, 1237-1241 vekâyiini ihtivâ eden Tarih'i, Cevdet Paşa tarafından kay­ nak olarak kullanılmış, bâzı ifâdeleri iktibâs edil­ diği ( msl. bk. Cevdet, X II, 19 v.d. 2 2 ,4 3 ,7 1 , 145 v .d .) gibi, Es'ad Efendi’nin beyan ve hükümleri muâsır kaynaklar ve ezcümle Bâhir Efendi’nin sözleriyle mukayese (m sl. bk. Cevdet, X II, 177 v.d.) ve bâzanda tashih olunmuştur (Cevdet, X II. 179 v.d .), Cevdet Paşa 'mn yazmağa me'mur edil­ diği devrenin devâmmt tahrirle vazifelendirilen Ahmed Lütfî Efendi ise, Tarik ’inin ilk dört cil­ dinde, Es’ad Efendi ’nîn Üss-i zafer ‘inden başka, müteferrik ve perakende evrakım da kaynak olarak kullandığını belirtir (L ü tfî, Tarik, I, 266; II, 2; III. 2; IV, 2. Daha sonraki devreye âit Es’ad Efen­ di ’nin notlarının da Lütfî Efendi *ye intikâl etmiş olabileceği, Es’ad Efendiye âit 1258 tarihli kayıdlan da ihtivâ eden bir mecmuanın Lütfî tarafından 7 safer 1 3 1 4 ’te muhâfaza edilmek üzere Es’ad Efendi Kütüphânesi ’ne gönderilmiş olmasından an­ laşılmaktadır; bk. Es'ad Ef. Kütüp., Dr. Es’ad Bey kısmı, nr. 4268 'in başındaki kayıt). Es’ad Efendi ’nin vefâtı üzerine uhdesinde bulunan muhtelif vazifeler başka başka kimselere tevcîh edi­ lirken, devlet tarihçiliğinin de, biri diğerine halef olan üç ilim mensûbundan sonra, "ekseriyâ verile -geldiği üzre” kâtib zümresinden bir ehliyetli kimseye tevcihi uygun görülerek, Âmedî odası halîfelerinden ve Takvim-i Vekây'ı muharrirlerin­ den olup, edebî kudreti bilinen R e c â î Mehmed Şâkir Efendi (1218-13 şevvâl 1291=1804-22 teşrin II.1874; hâl tercümesi için bk. A Z zeyli, s. 90-105 ve ondan naklen Ibnülemin Mahmud Kemal inal. Son astr Türk şâirleri, İstanbul, 1939, s, 1388-1395 ) vak’anüvis tâyin olundu (B A , İ D , nr. 8569,



5-8 safer 1264=13-16 kânun II. 1848, yk. bk.). Re­ câî Efendi; Âmedci odasındaki vazifesine ilâveten uhdesine tevcîh edilen vak'anüvİsliği lâyıkıyle ya­ pabilmesinin hangi şart ve imkânlarla mümkün olduğunu sadârete sıinduğu bîr lâyihada ( metni için bk. A Z zeyli, s. 10 5 -111) belirtmiştir; Sele­ finin 1241 ’den îtibâren zabt etmemiş olduğu 22 senelik vekâyiin yazılması yânında, vatandaş tâlim ve terbiyesi için faydalı olan tarih metinlerinin, husûsiyle matbû Vâsıf T ariki' nden sonraki devreye âit vak’anüvis vekâyinâmelerinin gerekli ıslâh ve izahlarla neşri lüzûmuna işaret eden Recâî Efendi, Es’ad Efendi'nin ihmâl ettiği devrenin yazılmasının, ya kendisiyle irtibatlı tecrübe sâhibi birisine havale­ si veya maiyetine tâyin edilecek birkaç "münşi ve mübeyyiz” e A rşiv’de bir oda tahsis olunup, ka­ leme aldıkları cüzlerin kendisi tarafından gözden geçirilmesi ve ikmâli takdirinde mümkün olacağım; kendisinin herbâlde cülusdan (12 5 5 = 18 3 9 ) son­ raki vekâyii zabta me’mur edilmesini dilediğini; devletin dış münâsebetlerini lâyıkıyla tebârüz etti­ rebilmesi için de, yabancı dillerdeki malzemeyi ter­ cümeye kudretli bir mütercim ile, tecrübeli bir mübeyyizin maiyyetine tâyini gereğini ifâde etmiştir. Vekâyinüvislik müessesesi için gerçekten dikkate şâyan olan bu düşüncelerin anlayış görmediği, hattâ temennilerinin yerine getirilmemiş olmasın­ dan dolayı Recâî Efendi’nin "îtizâr ve isti’fâ” etmiş olduğu ileri sürülmüşse de ( A Z zeyli, s. 92 v.d, ve înal, ayn. esr., s. 1389), vekâyinüvisliğimn Takvîm-i Vekayi nazırlığından azline (12 6 9 = 18 5 3 ) kadar devâm ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim bu tarihte, nâzırlık ve vak’anüvislik, Âmedî halifeliği ve Takvimhâne nazırlığında bulunmuş olan, MecHs-i Vâlâ âzâsı Âkİf Paşa-zâde N 1 11 Mehmed Bey (ölm . 23 cemâziyelevvel 1 2 7 1 = 1 1 şubat 1855, bk. Â Z zeyli, s. m v .d .) 'e verilmiştir (B A , C D , nr. 14228,19 cemâziyelevvel 1269=28 şubat 1853 ). Recâî Efendi ve Nâil B e y ’den vekâyinüvis olarak herhangi bir eser kalmamıştır (b k . A Z zeyli, s. 98 -1 12 ). Nâil Bey’in vefâtı üzerine vak'anüvislığe, müder­ ris pâyelilerinden, Meclis-İ Maârif ve Encümen-i Dâniş âzâsı Ahmed C e v d e t Efendi (1238-1 zilhicce 1312=1823-25/26 mayıs 1895; bk. mad. CEVDET PASA ) getirilmiştir ( 1 cemâziyelâhır 1271­ 18 şubat 1855, bk. Cevdet Paşa, Tezakir, I, 5 ; A Z zeyli, s. m v.d,'de, vakti olmadığı beyânıyle Nâil B e y ’in vak’anüvİsliği, ”fenn-i inşa ve beyân" d a o vakit şöhret yapmış olan Cevdet Efendi'ye "terk" ettiği kayd ediliyorsa da, Paşa’nın ifâdesi açıktır. Nâil Bey’in vefât tarihiyle Cevdet’in nasb tarihle­ rinin birbirini tâkib etmesi de Cevdet Paşa *nm ifâdesini te’yid ediyor). Cevdet Efendi, bu tevcihden bir sene kadar önce, ilk T ürk Akademisi sayılabilecek olan Encümen-i Dâniş 'in karânyle, matbû Vâsıf Tarihi ile Üss-i



2§4 zafer arasındaki (118 8 -12 4 1) devrenin



VEKÂYİNÜVİS.



vekâyiini yeniden ve sâde bir dille yazmağa memur edİlmişmişti: Maârif-i Umûmîye Meclisi, vatandaşın tâ­ lim ve terbiyesinde tarihin ehemmiyeti ve dolayı­ sıyla tarih teliflerinin neşri lüzûmunu takdir ile 118 8 'den sonraki devre âit mevcud bâzı evrak ve müsveddelerin ayıklanma ve düzeltilmeğe muhtaç, bâzı seneler vekâyiinin ise, mükerreren yazıldığına dikkat ederek, bu te'lifleri birleştirip muhtasar bir eser Vücûda getirme işinin Cevdet Efendi’ye havâlesini kararlaştırmış, sadrazamlıkça da gerekli İrâde istihsâl olunmuştu ( BA, I D, nr. 17685, 9-20 muharrem 1270. Ayrıca bk. Cevdet Paşa, Tezâkir, IV, 58). Bu sipariş üzerine hummâlı bir çalışmaya giren Cevdet, tarihçi olarak kendisine büyük şöhret te’min edecek olan eserinin ilk cildlerini birbiri ardınca sunmuş ve Tarih ’inin devletçe basılması te’min edilmiştir, ö yle ki vak'anüvisliğe tâyini üze­ rinden bir ay geçmişken, eserinin ilk cildinin tab’ı tamamlanmış ( Maîbaa-i Amire 'de basılması sona eren I. cild Cevdet T arihinin bir nüshasının huzûra takdimi için bk. BA, I D , nr. 20476,3-6 receb 12 7 1), II. cildinin basılması içinde emir verilmişti (B A , Î D , nr, 20391, 26 cemâziyeIâhır-4 receb 1271, H. cildin tab’ı aynı sene sonlarında tamamlanmıştır: BA, / D , nr. 21277,19-24zilhicce 12 7 1). III. cildini takdim edince (B u cildin basılması hakkında sadâ­ retin telhisi ve sâdır olan irâde için bk. BA , 1 D , nr. 21953, 21-22 rebîlülâhır 1272 ) de ilmiye rütbesi Süleymâniye müderrisliğine yükseltilmek suretiyle mükâfatlandırılmıştır ( Tezâkir , IV, 7 2 ). IV. cildin tab’ı 1274/1275 'te ( Bu cildin basılması hakkında Maârif-i Umûmîye Nezâreti’nin istizânı, 12 rebîülâhır; sadâretin inhâ ve irâde istihsâli ise, 2-3 cemâziyelâhır I274*tedir, bk. BA, I D , nr. 26109, IV. cil­ din tab’ınm tamamlanması ve hediyeliklerinin hu­ zûra takdimi için bk. B A , I D , nr. 27484, 2 -rı rebîülevvel 1275 ); V. cildin basılması ise, 1277/1278 'de gerçekleşmiştir (Bu cildin tab’ı hakkında sadâ­ retin istizânı 28 cemâziyelâhır, irâde sudûru İse 2 receb 1277’dedir; BA, I D , nr. 31170. Baskısı ta­ mamlanıp hediyeliklerinin takdimi için bk. BA , î D , nr. 32267, 21-23 rebîülâhır 1278). Daha sonra tarik değiştirip ’ ’Efendi" unvâm *'Paşa” lığa inkılâb eden Cevdet Paşa, çeşitli idâri hizmetlerde bulunmakla, eserini ikmâle ancak mâ2Ûliyct dev­ relerinde - msl. 1287 başlarında Bursa valiliğinden, 1299 recebinde Adliye Nâzırhğı ’ndan ayrıldığı sırada - imkân bulabilmiştir. Nitekim, Tarih ’inin 1286 *da takdim ve tab’ olunan VI. cildini müteâkıp, V II. cildini 1287 zilhiccesi başlarında (Cevdet, Tarih, Emîrî, tarih, nr. 217, var. 213» ), V III. cil­ dini 1288 rebîlüevveli sonlarında (ayn, esr., Emirî, tarih, nr. 218 var. 231b); X .-X I. cildlerinin te’lifini ise 1300 başlarında tamamladığı anlaşıtmakdır ( İstanbul Arkeoloji Müzesi Kütüphânesi’nde bulunan müellif müsveddelerinden X . cilde âit nr.



1429, 1448, 1417, 1438, 1415, 1428, 14 4 2 'de 29 zilhicce 1 2 9 9 -3 safer 1300; X I. cilde âit 1439» 1426 ve 1445 n r ,’Iı defterlerde ise, bitirme tarihi olarak 16-21 cemâziyelevvel 1300 tarihîne rastlanmaktadır). Cevdet Tarihi nin son 3 cildi eserin tab’ı İmtiyazım alan ser-kurenâ Osman Bey’ in mat­ baasında basıldığı ( X . efld 1300, X I.-X II. cildler 1301 ’d e ) gibi, aynı yerde müellifin verdiği yeni şekle ( tertîb-i cedîd ) göre, eser iki defa daha tab* olunmuştur ( I-V III, 1302-1303; I-X II, 1309. Cevdet Tariki basmalarının oldukça tam bir listesi için bk. A lî ölmezoğlu, Ahmed Cevdet Paşa: ha­ yati ve eserleri, Türkiyat Ens. Kütüp., T ez nr. 101, s. 76 v .d .) ki bu son baskılar daha çok rağ­ bet görmüştür. Cevdet Paşa, 1188-1241 (1774-1826) vekâyiini tasvir eden Tarih 'inde selefi olan vekâyinüvislerin eserlerine geniş ölçüde dayanmak ve vekâyinüvislik an’anesini kısmen tâkib etmekle berâber, muasır diğer te'lifleri ve kaynak malzemesi ile yetişebil­ diği devrin ricalinden dinledikleri haberleri de kul­ lanarak, yalmz hâdiselerin cereyân şeklini tasvirle iktifâ etmeyip, va k a la r arasındaki sebeb ve netice bağlarını kurmağa çalışmış ve her hâlde, zikr edilen devreye âit vekâyinüvis teliflerinin pek kıymetli bir tahlil ve tenkidini ortaya koymuştur. Bu vas­ fıyla gösterdiği kudret, araştırıcıları, çok defa onun eseriyle iktifâ edip kaynaklarına müracaattan müs­ tağni kılmıştır. Cevdet Paşa, vak’anüvislik devresinde ( I cemâzıyelâhır 1271-25 şa'bân 1282) tuttuğu notları sonra­ dan gözden geçirip bir tertibe sokarak 1288 recebi İle 1299 ziikâ’desi arasında, cüzler hâlinde peyderpey, bu meslekteki halefi Ahmed Lütfî Efendi’ye gön­ dermiştir: Meşhur devlet adamlarının mahremi olma­ nın, teşkil edilen muhtelif komisyonların âzası veya reisi ve bilâhıre müfettişlik, vâlilik ve nâzırlık gibi mühim devlet hizmetlerinde bulunmanın verdiği imkânlarla bu gerçekten üstün vasıflı tarihçi, T an­ zimat Devri vekâyiini kudretle tasvir, husûsiyle bu devrenin içtimâi ve ahlâkî veçhesini sâde ve samîmi bir dille tebarüz ettirmiştir. Kaleme aldığı cüzlere, "hâtıra" mânasına "tezkire" (eserin bütününe onun cem'İ olan Tezâhir ) adını veren Cevdet Paşa, eserine Tanzimat ile başlamış ve 30. tezkire'de vak’a­ nüvislik devresi sona ermiş olduğu hâlde, vazife­ sini tamamlamak düşüncesiyle 1289’a kadarki vekâyiide tasvir etmiş (3*-39. tezkire ’1er); 40. tezkİre ’de ise, kendi hayat hikâyesini vermiştir. Ancak, biyografisinin 1298-1312 devresini ve husûsiyle muhtelif kitaplar hakkında düşünce va münâkaşa­ larım tesbit eden 4 °. tezkire teiimmesi'ni halefine göndermemiş olmalıdır. Ahmed Lütfî Efendi ta­ rafından yer yer kaynak olarak kullanılan Tezâkir , mâhiyeti ve kıymeti hakkında bir tedkilde biri ilete, M . Cavid Baysun tarafından neşr edilmiştir: Cevdet Paşa, Tezâkir [ I-IVJ, Ankara, 1953,1960,1963,1967.



V k k  Y İN Ü v is . Cevdet Paşa, Abdülhamld II, 'in şifahî emrine müsveddelerini de bulamamıştı. Ancak daha sonra, binâen, 1309 ( 1 8 9 2 ) ’da, bu pâdişâhın tahta geç­ Es’ad Efendi’ye âit 1242-1246 vekayiini muhtevi mesine yol açan hâdiseleri tafsilâtıyle îzâh için Tan­ müsveddelerle muhtelif devrelere âit evrak suret­ zimat Devri vekâyiini Tezak.tr ’den hulasaten nakl lerini ele geçirerek Lütfî Efendiye göndermiş ve ve yer yer onu ikmâl eden M a’ rûzât ’1 te’lif ve tak­ ona yazacağı hâdiselerin tafsilâtını Takoim-i Ve­ dim etmiştir. Tezakir’in vesika mecmuası olması vas­ kâyi ' ve Ceride-i Havadis ’de bulabileceğini hatır­ fına karşılık, M a ’ rûzât, pâdişâhı sıkmadan, bir öl­ latmıştır (1288-1295; Tezâkir, I, 3, 4, 5 ). Cevdet çüde onun hoşlanacağı bir üslûbla yazılmış; devrinin Paşa’nm pek çeşidi ve bâzan vekâyi itibariyle mu­ ricalini gayet ağır bir lisanla tenkid, mevzuu ile vazi kaynak eserleri kullanmış olmasına karşılık alâkalı dedi-kodu sayılabilecek rivâyetleri dahi Lütfî Efendi, -E s ’ad Efendi’nin Üss-ı za feri ve nakl eden bir hâtıra kİtâbı mahiyetindedir. Beş cüz­ Tarih ’ine âit parçalarla Tezâkir istisnâ ediiirsedan hâlinde sunulmuşken ilk cüzdanı zamanımıza yazdığı devre ile alâkalı te’lif eser bulamamış ve intikâl etmeyen M a’ rûzât’ m 1924-1926’da T T E M ancak gazete haberleri ve devlet arşivinden çıkara­ ’da 2-4. cüzdanları neşr edilmiş olup, daha tam ve bildiği vesikalarla iktifâ mecburiyetinde kalmıştır. yeni bir neşri Yusuf Halaçoğlu tarafından vücûda Gerçekten Lütfî, Tarih ’inin I. cildini yazarken, getirilmiştir; Ahmed Cevdet Paşa, M a'rûzât, İstanbul, Üss-i zafer 'den başka t e ’lîfât bulamadığını; ka­ 1980; bu neşir için ayrıca bk. B. Kütükoğlu, Güney lemlerdeki eski kayıdlardan ve sözüne güvenilir -Doğa Avrupa Araşttrmaları Dergisi, 1982, sayı 10. kimselerden bilgi edinmede güçlük çektiğini; hâ­ Ahmed Cevdet Efendi’nin kazaskerlik rütbesinde­ dise vc mes’elelere sathîce temâs edip iç yüzlerini ki ilmiye pâyesi "vezir” lige değiştirilip "paşa” un- açıklamayan vesikalarda da çok defa tarih bulunma­ vânını alarak Haleb vâlisi tâyini { 25 şa’bân 1282— 13 dığından onları değerlendirmede de müşkilât çektiği­ kânun II. 1866, bk. Tezâkir, III, 199: IV, 8 3 ) üze­ ni belirtir ( L ütfî, I, I ). Diğer ciltlerin kaynakları, rine boşalan vak’anüvisliğe, Meclis-i Maârif âzâsı baş taraflarında zikr edilmiş olup bunlar umûmiyetle, bulunan Ahmed L ü t f î Efendi (1231-3 safer -E s’ad Efendi evrakı istisnâ edilirse- arşîv vesikaları 1325-5 mart 1323=1816-18 mart 1907; tercüme-i ile gördükleri, duydukları, düşündükleri ve Takplm-i hâli için, bk M . Münir Aktepe, ■ Vak’a-mioıs Ahmed vekâyi 'deki bilgilerden ibârettir (bk. Lütfî, ayn. esr., 11, 2 ; 111, 2 ; IV , 2; V , 2; V I, 2; V III, 8; IX, L ütfî Efendi ve Târihi hakkında bâzı bilgiler, T E D , 1981, sayı 10-11, s. 121 v.d.; krş. B A , Sicill-i ahvâl T T K . Kütüp., nr. 531/2 ’den naklen M . Aktepe, d e f, III, 282 ) tâlib olmuş; İlmîye menşe ’li olmakla ayn. m a k , s. 137; X , A tıf Efendi Kütüp., M . Z. beraber Sadâret mektubculuğu kaleminde kâtiblik Pakalın yazm., nr. 3, s. 2; X I, ayn. kütüp., nr. 4). Cevdet Paşa’nm büyük kudret ve şöhreti göz ve otuz sene kadar Takoîm-i V ckâyi’ de musahhih ve muharrirlik yapmış olan bu zâtın ” fenn-i inşâ önünde bulundurularak Lütfî Efendi ile selefinin mu­ ve zabt-ı vekayi ’e âşinâ” ve Takt>îm-i Vekâyi' mu­ kayese edildiği, onu taklidde muvaffakıyetsizliğe uğ­ harriri sıfatıylede vak’anUvisliğe lâyık bulunduğu radığı ileri sürüldüğü (A . Şeref, Târîh-i L ü îfi, V III, sadâretten inhâ edilmişse de, pâdişâh, başka bir 2; Bursalı M. Tâhir, O M , III, 137) gibi, gazete­ münâsibinin seçilip arzını irâde buyurmuştur (B A , lerden istifâde etmiş olması da, onun ağır tenkidlere î D , nr. 37910, 21-27 şa’bân 1282). Buna rağmen, uğramasına yol açmıştır ( A . Şeref, ayn. esr., s. 3; çok geçmeden Lütfî Efendi’nin vak’anüvis nasbi Mükrimin Halil Yınanç, TanzimaUan Meşrutiyete ka­ gerçekleşmiştir (şevval 1282-şubat/mart 1866; bk. dar bizde tarihçilik, Tanzimat I , İstanbul, 194°, s. 575). Uzun süren vak’anüvislik devresinde Lütfî Efen­ Ahmed Lütfî, Tarih, 1, 4 ; S icill-i ahval d e f kaydında ve ondan naklen A Z zeyli, s, 122; Abdurrahman di, tahrir ve tedvin ettiği Tarih ’inin 1 5 cildim tak­ Şeref, Lütfî Efendi mcrhûmm tercüme-i hâli, Târîh-i dime, bunlardan yedisini de bastırmağa muvaffak Lütfî, V IİÎ, 5; İbnülemin, Son asır Türk şâirleri, olmuştur: I. cildi, "Ayine-i Zafer” adının ebccd s. 891 'de, Lütfî 'nin 1281 sonlarında vak’anüvis değerinin gösterdiği ” 1288” senesinde tamamlanmış tâyininden bahs ediliyorsa da, bu ifâdenin, Lütfî ( 1 2 8 8 recebi başlarında bitirilen müellif nüshası, KaTarihi, I, 7 ’deki ” 1282 eyâhırı” ibâresinden bozu­ hîre’de Hidivîye Kütüphânesi'ndedir.bk. al-Dagistânî, larak vücud bulduğu tahmin olunabilir). Pek çe­ Fihrist al-kfdub al-turkiya..., Kahire 1 3 0 6 , s. 1 7 4 ) şitli devlet hizmetleri ve nihâyet Rumeli kazasker­ ve Matbaa-i Am ire'de yapılan tab’ı, 2 3 cemâziyeliği ve Devlet Şûrâsı âzâlığım da deruhde eden Lütfî lâhır 1 2 9 0 ’da nihâyete ermiştir. Baskısı kezâ aynı Efendi, tâyininden vefâtına kadar 41 sene müd­ yerde 1 6 muharrem I 2 9 i * d e bîten II. cildin hedi­ detle vak’anüvislikte bulunmuş ve Cevdet Tarihi’nı yeliklerinin pâdişâha takdimi için bk. BA , İ D , nr. tâkîben 1241 başından 1296 ramazanına kadar ce- 47472, 1 0 - I I safer 1291. HI. (şevval 1 2 9 2 ) ve IV. cildler kezâ aynı yerde; V . ( 1 3 0 2 ), V I. ( 1 3 0 2 ) ve reyân eden vekâyii zabt ve tahrir etmiştir. Selefden halefe vekâyinüvislerin vekâyi cerîdesi V II. ( 1 3 0 6 ) cildler Mahmud Bey M atbaasında devri kaidesini Cevdet Paşa başlangıçta yerine ge­ basılmış ( IV. ve V. ctldlerin hediyeliklerinin huzura tirememiş idi; zîrâ, kendisine selefleri Recâî ve Nâil sunulması: B A , İ D , nr. 74459, I7 '23 rehîülâhır ’den bir şey intikal etmediği gibî, Es'ad Efendi ’nin 1 3 0 2 ; V I. cildi takdim ve alâka beklediğim arzeden



VfeKÂYİNÜVİâ. Lütfî *ye 200 lira atıyye verilmesi hakkında bk. Sidll-i ahvâl def., L X X II, 88 ). 27 teşrin II. 1909’da BA, İ D , nr. 76614, 1 7 - 2 9 safer 1303); VIII. kurulan Târîh-i Osmânî Encümeni reisliğine geticİld ise, vak'anüvis Abdurrahman Şeref Efendi 'nin tirilip vefatına kadar bu sıfatını da muhâfaza eden ilâveleriyle 1328 ’de Sabah Matbaası *nda basılmış­ Abdurrahman Şeref Efendi ’nİn vak’anüvisliği, Os­ tır. T T K . Kütüp., nr. 531/1-7 ile Üniv. Kütüp., manlı saltanatının ilgasına kadar devam etmiştir. nr. T Y 4812 ( X I I I . ) ’deki yazmalar, IX -X V . cild- Türkiye tarihine olan derin vukufu yanında MekIerin pâdişâha takdim edilen nüshalarının takımım teb-i Sultân! (Galatasaray Lisesi) ’de öğrendiği teşkil etmektedir ( Gerek bunların, gerek İstanbul Fransızcasıyle de Garb tarihçilerini tâkib etmek im­ Arkeoloji Müze» ile Atıf Efendi Kütüp. M . Z . Pa­ kânım bulan, mektebler için yazdığı kitaplarda, kalm yazmaları arasında bulunan Liiffî Tarihî müs­ modern tarih yazma usûllerini bildiğim gösteren veddeleri için bk. M . Aktepe, ayn. mak-, s. 131-145). bu son Osmanlı vak’anüvisinin, uzun süren idâri IX. cildin yazılması, 1 rebîulevvel 1310 ’da tamam­ hayatında şâhidi olduğu pek çok vekâyi ve esrârı lanmış; X . cild 9 ramazan 13 11 ’de pâdişâha su­ kayd ve zabt etmesi beklenmişse de, onun, selef­ nulmuş (Pakalın yazm. nr. 3, s. 1); X I. cild 1 şevval lerinin ihtİyâtkâr tavrına uyarak, yakın tarihe dâir 1312 ’de bitirilip ( bk. M. Aktepe, ağrı, mak-, s. 140 ) bilgi ve düşüncelerini açıkça ortaya koymaktan ka­ 21 şevvalde sunulmuş (Pakalın yazm. nr. 4 ) ; X II. çındığı görülmüştür. Vak ’anüvis sıfatıyle, cülu­ cild, 1314 'te yazılmış ( Pakalın yazm. nr. 5, s. 103); sundan vefatına kadar Sultan Mehmed Reşâd devri X IV . cild, 1318 şevvalinde (Pakahn yazm. nr. 7» vekâyiini zabt ve tahrir ettiği ileri sürülmüştür ( Ef­ s. 1 1 6 ); 1 2 9 1 - 6 cemâziyclevvel 1293 vekâyiini daleddin, ayn. esr., s. 2 i; M . H. Ymanç, ayn. mak., ihtivâ eden X V . cild ise, 1321 ’de tamamlanmış­ s. 211). T ürk Tarih Encümeni’nden Tarih Kurumu’na tır ( M . Aktepe, ayn. mak-, s. 145 ), X V I. cilde âit intikâl eden yazmalar arasında bulunan nüsha (n r. olup 12 şa’bân 1293-ıamazan 1296 vekâyiini ihtivâ 542), II. Meşrutiyet’in ilânım gerektiren sebebler, eden Lütfî Tarihi müsveddesi, Arkeoloji Müzesi 31 Mart V a k ’ası ve Abdülhamid I I . ’in hal'ine Kütüp., nr, 1346 ’dadır ( bk. M , Aktepe, göst. dâir bir mukaddime (s . 1-18 ) ile Sultan Reşâd dev­ y e r.). rinin ancak bir aylık vekâyiini tasvir ( s . 19 -119 ), Lütfî Tarihi ’nin son cildlerinde görülen îtinâ- zeylinde ( s. 1-90 ) ise, metinde zikr edilen hâdise­ sızlık ve tashih bolluğunun vak’anüvisliğe gösterilen lerle alâkalı vesikaları ihtivâ etmektedir (M sl., alâkasızlık nisbetince arttığı anlaşılmaktadır. Nitekim, 31 Mart Hâdtsesi’ne dâir, müşahedelerini tesbit XV. cildde yer alan bir şikâyet ifâdesi ( metni için eden ve vak'anın ertesi günü kaleme aldığı makaleyi bk. fbnülemin, Son astr Türk şairleri, s. 893; M. aynen dere etmekte [s . 1 - 5 ] , sonradan edindiği Aktepe, ayn. mak-, s. 143 v.d.), bu husûsu te’yid eder; bilgi ve intibâlarmı da ayrıca [ s. 5-18 J vermektedir ). Lütfî Efendi, vak’anüvisin lâyıkıyle vazife yapması Belki de bu nüsha, "zabıl-nâme” sinin bîr kısmıdır için, sâdece arşivlerin kullanılmasının yetmediğini, ( Encümen âzâsından olup, senelerce Şeref Efendi’nin devlet adamlarının da ona Stimâd edip esrârı ken­ yakınında bulunmuş olan Efdaleddin Bey, onun,. disinden gizlememeleri gerektiğini; o, vezirliğe mu­ Sultan Reşâd *m 19x1 haziranında Rumeli ve Ana­ âdil olan kazaskerlik rütbesine erişmiş bulunduğu dolu ‘ya yaptığı seyahatlerinde maiyetinde bulunup hâlde, ayda yılda bir defa, havâdis dilenmek için bu vesile ile küçük bir risâle hâlinde yazdığı Seyaresmî makamlara baş vurduğunda hüsn-i kabûl hat-nâme ’yi de zabtt-name sine dere ettiğini belirt­ görmeyip savuşturulduğunu belirtmekte, ” hiç ara­ mektedir, bk. ayn. esr., göst. y e r.). nıp sorulmayan vak’anüvîsin işte elinden bu kadar X V III. asır başlarında, - Beylikci, Teşrifâtcı, gelebilir” diye müessesenin düştüğü hazin hâli Âmedci, Ruûs ve Tahvil gibi - Dîvân-ı Hümâyûn açıklamaktadır. kalemleri arasında teşekkül eden, daha sonra Paşa Ahmed Lütfî Efendi’nin vefâtmı tâkib eden iki sene -kapısı ( Bâbıâlî) 'nda Sadâret mektubculuğu ve içinde vak’anüvisliğe kimse getirilmemiş ve ancak Âmedi kalemleriyle irtibatlı bulunan vekâyinüvislik, 1909 nisanında Mehmed ( V . ) Reşâd ’in cülâsunu şelden Osmanlı saltanatı sonlarına kadar devâm etmiş müteakip, 28 rebîlüâhır 1327 ( 5 mayıs 1325 - 1 8 gibi görünüyorsa d a ,' zaman zaman gerekli riâyet mayıs 1909) ’de Defter-i Hâkânî ve Maârif hazır­ ve alâkadan mahrum kaldığı için, vekâyinüvislerce lıklarında bulunmuş olup, Darülfünûn Osmanlı bâzı devrelerin vekâyii lâyıkıyle zabt ve tahrir edi­ ve devletler tarihi muallimi olan A b d u r r a h ­ lememiştir. Husûsiyle, merkezî devlet teşkilâtının m a n Ş e r e f Efendi (doğ. 15 zilka’de 1269=1853; yeni bir şekil iktisâb ettiği, kitâbet ve tefekkürde ölm. 24 receb 1343=18 şubat 13 4 1= 2 mart 1925; farklı temayüllerin ortaya çıktığı Tanzimat ve son­ tercüme-i hâli için bk. BA, Sicİll-i ahval d e f, LXX II, rasında, resmî devlet tarihçiliğinin ihmâle uğradığı 87 v.d.; Efdaleddin [T ekiner], Abdurrahman Ş e ­ görülmektedir. Buna, - Es’ad Recâî, Nâil, Lütfî ref Efendi - fercüme-i hâli, hayât-t resmiye ve husâ- gibİ-bâzı vakâyinüvislerin neşrine bizzat hizmet styyesî, İstanbul, 1927; Mükrİmin Halil [Y m an ç], ettikleri ve bazılarının haber kaynağı olarak kullan­ Abdurrahman ¿İare/ Efendi, T T E M , 1341 XV/9 dıkları resmî ( Tahvîm-i Vekâyi' ) ve husûsî gaze­ [86], 2 11-2 14 ) bu hizmete tâyin olunmuştur (bk. telerin çıkmasının te'sİri olabileceği düşünülebilir.



V E k  Y İN Ö V İS Zîrâ gazeteler, vekâyinüvis 'lerin hayli sonra tahrîr edip sarayın istifâdesine sunduğu, - saray merasim­ leri, tâyinler ve aziller, beklenmedik hâdiseler v.s. gibi - alâka çekici bâzı havadisi, günü gününe yetiş­ tirmekle, bir bakıma, devlet tarihçisinin mesâisini Iüzûmsuz hâle getirmekte idi. Hakikati olduğu gibi ve sâde bir dille yazma meylinin gittikçe rağbet’ kazandığı bir devirde, bâzı defa beğenilmek veya göze batmamak için gerçeği örtmeğe çalışan, belki de yazdıklarım okutabilmek için sözü ve söz san’atmı, çıplak hakikat tasvirine tercih eden an aneye bağlı tarihçiliğin itibâr kaybetme» mukadderdi. Bütün zaafları ve kusurlarına rağmen vekâyinüvislik, iki asra yakın bir zaman imparatorluk mer­ kezini alâkalandıran vekâyii tesbit ve tasvir etmiş olmakla, günümüz tarih araştırıcısı için pek kıy­ metli bir malzeme külliyâtı hazırlamıştır. Daha zi­ yâde devletin icrâ ekibinin görüş ve temâyüllerini aksettiren bu literatürün lâyıkıyle değerlendirilmesi ve metinlerinin daha fazla geçikmeden neşri, bu­ günkü tarihçi nesle düşen vecîbelerin başında gel­ mektedir. B i b l i y o g r a f y a ’. Başlıca kaynak ve tedkikler metinde gösterilmiştir. (BEKİR K ü tü k o ğ lu .) V E K İL , V A K ÎL . M a n d a t e r , d â v â v e ­ k i l i , m ü m e s s i l [ Bk, mad. VEKALET.]; kezâ A lla h ’ın isimlerinden birisi [B k. mad. ALLAH.]. (T.H .) V E L  Y E . [ B k . V İL  Y E T .] V E L Î. İslâm tasavvufunda A l l a h ’ı n i l g i , h im â y e , y a r d ı m v e s e v g i s i n e m a z h a r ol­ muş, e r m i ş k i m s e y e v e r i l e n i s i m d i r . Ta­ savvuf! muhitlerde ifâde ettiği mâna, vezni dikkate alınarak izâb edilmektedir. V e lî’nin alîm ve kadîr gibi f a 'î l vezninde mübaleğalı isim fâil olduğu kabûl edilirse, Allah'a karşı kulluğunda herhangi bir eksiklik ve halel düşüniilemiyen kimse demektir. F a 'tl vezirinin mef’ûl mânasında olduğu düşünülürse, m akûl mânasına gelen katîl, mecrûh mânasına ge­ len cerîb gibi, himâye ve muhâfazasım A lla h ’ ın deruhte ettiği kişi demek olduğu kabûl edilir (bk. at-Risâlat af-Ifuşayriyya, s. 519, 664 v.d.j NatS'ıc al-afhâr, İstanbul, 1290, IV, 154 v.d.i K a ş f al-malr cüb, s, 266; trc. Nichoison, s. 210 ). Esâsen her iki mâna da velînin, ayrılmaz vasıflandır: O , Allah­ ’ın emirlerine en ince teferruatına kadar uymalıdır. A llah’ın onu, iyi ve kötü her durumda himâyesi altında bulunduracağı da şüphesizdir. Velînin kelime olarak yardımcı, hâmi, dost, yakın ve aşağıda görülecek benzeri mânaları ile tasavvuf) muhitlerde yaygın olan mezkûr telâkkileri arasında irtibat kurmak mümkündür. Zîrâ esâsında kelime­ nin kökü olan oely , yakınlık mânasmadır. Bu bakım­ dan dost, yakın ve hâmi karşılığı olarak kullanılışı rahatlıkla îzâh edilebilir. K u r ’ân 'da da görülen ( bk. II, 282 ) bu son "hânıi” mânası, İslâm hukûkunda,



VELİ.



2§?



velayet altındakini« hukukunu müdâfaa' eden, onun kanun önündeki mümessili şeklinde gelişmiştir. Diğer taraftan velî, bir yağmur adı olarak da görül­ mektedir. Lügatçılar, mezkûr yağmurun, bu adla tes­ miyesini al-Oamd denilen ilkbahar yağmurundan sonra yağışıyla îzâh ederler ki, bu tesmiyede de birşeyin hemen arkasından gelme ve yakınında bu­ lunma fikrinin hâkim olduğu görülmektedir (bk. al-$ilfâl?, V I, 2528-2530; M uccam makâyts al-luğa, V I, 14 1; Asâs al-balâğa, s. 1042 ). al-Valf nin masdan olan al-Valâya'nin yardım etmek ve birinin işini deruhte etmek mânaları da, tasavvuf! muhitlerde kabûl edilen mezkûr mânala­ rıyla uyuşma halindedir. Ancak bu masdarm bâzan, ilk hecesinin kesre ile okunmasıyla (b u husustaki rivâyetler için bk. L A , X X , 287 v.d .) ortaya çıkan al-oilâya şeklindeki ismin, idâre ve sultan gibi mâ­ naları dikkate alınırsa, masdarm al-oalâya olduğuna dâir ağır basan rivâyetlerin haklılığı anlaşılır (A y ­ rıca bk. al-Mubarrad, al-Kâmil, nşr. W . Wright, Leipzig, 1864 s. 535). Masdar olduğu ekseriyetle kabûl edilen al-oalâya ’ye yardım etmek mânasında K u r ân (X V III, 44) ’da da rastlanır. Bu kelimeden türemiş olan fa 'îl veznindeki al-vaîî ’nin yardımcı mânası burada da görülür ( K u r ân, 111,6 8 ,12 2 : L , 1 2 ) , bu mânasıyla al-Valî, Allah 'ın güzel isimleri ( : al-Asmâ al-Husnâ) *nden biridir (bk. İbn al-Aşir, al-Nihâya, IV , 231), Aynı zamanda onun dost mânasına da K u r ’ân ’da birçok yerde (b k . msl. IV, 45: X L II, 8, 28; X L V , 1 9 ) tesadüf edilmektedir. Bütün bu hallerde, görüldüğü yerlere göre, Allah mü’minlerin yardımcısı, dostu ve mütevellisidir. Velî ’nin cem ‘i evliyâ olup, Kur’ân ’da görüldüğü birçok yer arasında (b k . msl. V III, 34 i X L , 9: L X , 6 ), bilhassa Yûnus sûresindeki mâ­ nası ( X , 2 ) mevzuumuzu yakından ilgilendirmek­ tedir. Burada A llah’ın velî kullarının korkuları bulunmıyacağı ve mahzun da olmıyacakları İfâde edilmektedir. İbn 'Abbâs (ölm . 69=688; bk. G A S , I, 25-28), A llah'ın velî kullarından (: evliyâullâh), mü’minlerin kasdediidiğİni düşünmekte ve onların karşılaşacakları azaptan korku duymıyacakkrım ve geride bıraktıklarından da mahzun olmıyacaklarını söylemektedir. Ayrıca bunların, Muhammed’e ve K ur ân *a îmân edip, küfür, şirk ve fevâhişten ka­ çınanlar olduğunu, daha sonraki âyetin açıkladığım da ilâve etmektedir (bk. Tanoîr al-mikyâs, s. 134). Bu görüş, daha sonraki mutasavvıf müelliflerde gö­ rülen umûmî velayetin temelini teşkil edecektir. Mubamıned b. Carir al-Tabarî (ölm . 3 10 = 9 2 2 )de mezkûr âyette, A llah’ın kendilerine yardım ettiği kimselerin âbiret hayatında azaptan korkmıyacaklannı; zîrâ Allah *ın onlardan memnun kaldığını ve onların dünya hayatında elde edemedikleri şeyler yüzünden mahzun da olraıyacaklannm ifâde edilmek isten­ diğini kaydeder. O , evliyâ adıyla kimlerin kasdedildiği husûsunda ihtilâfa düşüldüğünü söyleyerek,



bazılarının bu ad altında görüldüklerinde A lla h ’ın hatırlandığı kimselerin toplandtğmı iddia ettiklerini ileri sürer ve bu hususta Ibn ‘ Abbâs, Sa'ld b. Cubayr, Abü al-Duha v.b. diğer sahâbîlerden rivayet edilmiş hadîsler nakleder. Bunlar arasında Ehû Hureyre 'nin naklettiği bir hadîs, velî mefhûmunun gelişmesinde herhalde pek müessir olmuştur. Buna göre, Pey­ gamber "A lla h ’ın kulları arasında öyleleri vardır ki, nebî ve şehitler onlara gıpta ederler” buyurmuş; kendisine "Bunlar kim? belki biz de onları severiz" denildiğinde, "onlar birbirlerini mal ve nesep bağlan dışında Allah aşkına sevenlerdir” diyerek mezkûr âyeti okumuştur ( bk. Tafsb al~Taharı, X I, 131, v.d.; K a ş f al-mahcüb, 268; al-Kurtubî, al-Câmt ti ahkâm al-I£ıtr'ân, V III, 357i al-Baf/r al~muhh V , 175. Bu ve benzeri hadîsler için bk. Naüâdİr al-uşül, s. 14 0 ,157 ; Mtısnad îbn İfanbal, V , 229,239; Sanan aî~Tirmîzî).



Daha sonraki miifessirlerm büyük bir kısmı, al-Tabarî, ’nin bu rivâyetlerini, bâzı küçük farklar dışında kısmen veya bütünüyle tekrarlamaktan ileriye gitmemişlerdir. İstisnalar arasında yer alan Fal>ral-Dîn al-Râzî (ölm . 606=1209), mezkûr rivâyellerden başka, Velî 'yi iştikak bakımından da lugatlarda rastlarulandan farklı bir şekilde îzah eder. Ona göre, bir şeyin veiy ‘i kendisine yakın olanıdır. Allah ’a yakınlık mekân ve cihetle olamaz. O 'na ya­ kınlık, kalb ve mârifet nûru içinde istiğrakla tahak­ kuk eder. Bu durumda kul, gördüğünde, Allah ’ın kudretinin delillerini görür; işittiğinde, Allah 'ın âyetlerini duyar; konuştuğunda, Allah ‘1 medhcder; hareket ederse, Allah uğrunda hareket eder; çalışırsa Allah için çalışır. Böylece A lla h ’a yakın olur, O 'nun velîsi durumuna geçer. Mütd\ellim '1er de A llah’ı velîsini, sâlim bir itikada sâhip olup, şeriatın emirlerine uygun iyi ameller işleyen kimse olarak düşünmüşlerdir ( M afâlih al-ğayb, V , 14 ). V e lî’nin tasavvufî mânası ile doğrudan doğruya ilgili görüşlerin, zamanla, tefsirlerin dışında, mevzûa yakın veya müstakil eserlerde işlendiği de görülmek­ tedir. Hattâ denilebilirki bu mevzu, tefsirlerde temas edilen bir-iki busûsiyeti dışında daha ziyâde tasavvufî eserlerde apayn bir mes’ele olarak ele alınıp işlenme imkânı bulmuştur. Sûfîlere dâir tabakat kitaplarında velî ile ilgili tariflerde hâkim unsur, onun nefsin her nev’i arzusuna sırt çevirmiş, her yönüyle A llah'a teveccüh etmiş olmasıdır. İbrâhim b. Edhem ( ölm. 16 6 = 78 2 ) : Velî olmak ister misin? diye sorduğu birinin "evet” demesi üzerine şunları söylemişti: Dünya ve âhirete âit hiçbir şey isteme, nefsim Allah ’a nezr et, O 'na yönel ki sana dönsün ve ef’âiini deruhte etsin! ( al-Risâla al-lÇttşayriyya, s. 52* v .d .). Bağdadh büyük sûfî Ma’ ruf al-Karb! ( ölm. 2 01= 816; bk. G A S , 1,637), Velîlerin alâmeti nedir? şeklindeki bir suali: ’ ’üçtür: düşünceleri Allah için, meşguliyetleri O ’nun uğrunda, ilticaları O ’nadır” şeklinde cevaplandırmıştı { Tabakat al-Sulamı, s. 90;



ayrıca bk. fjilyat al-avtiyâ, V H Í, 367; Tazfáírat alavliyâ, 1, 243; JarS’ik al-haka’ik, 11,293). Horasan­ lı Aljmed b. Harzavayh ( ölm .240=854); A llah’ın velîsi, kendisine isim koymaz, derken ( al-Salamı, s. 103; Lavâfaik al-anvár, 1 ,82 ), onun ortadan kalk­ mış nefsüniyetine işâret eder. Horasan tasavvufunun bir diğer mümessili Yahya b. M u'âz (ölm . 258=871; bk. G A S , I, 644), velîlerin hasletlerini: "Herşeyde AUah *a güven, O ’nun sâyesinde herşeyden istiğna ve herşeyde O ’na rücû” diye sıralıyarak Ma’ ruf a l-K a r tl’yi hatırlatır ( al-Sulaml, s. 1x 0 ). Aynı mektebin meşhur sûfîsi A bü Yazîd al-Bistâml (ölm. 2 61= 875; bk. G / 1S , L 6 4 5 v.d.), velîyi, AUah’m emir ve nehyi altında sabreden diye tirif etmekte ( K a ş f al~mal}Cüb, s. 275 ) *dir. Abü 'A li al-Cuzcânf, velî ’yi, kendi hâli içinde fâni, Hakk ’ın müşâhedesinde baki kimse olarak görmekte ve onun, Allah’ın dostluk ve himâyesini kazanmış bir kimse olduğunu söylemektedir ( al-Risâla al-fiaşayriyya, s. 523).



Tabakat kitaplarında rastlanılan ve bâztlannı kaydettiğimiz bu münferit görüşlerin yanısıra bu­ gün elimizde bu mevzua tahsis edilmiş eserler de bulunmaktadır ki, en eski nümûneleri arasında lialm al-adiyâ ve cİbn al-aotiyâ yer ahr. Eser­ lerinde tasavvufî tecrübeye büyük bir yer veren ve İslâm tasavvuf tarihînde veliyete dâir görüşle­ riyle tanınan al-Haklm al-Tirmizl (ölm. 320—932 ), mezkûr iki eserinde de bu mefhûmu, tasavvufî; gö­ rüşlerinin temeli yapmıştır. Ona göre, İlâhi kaynakla temas ederi/ bilgisini buradan alan üç çeşit insan vardır: Resûl, Nebî ve Muhaddes. Bunlar arasında Resûl’ün mîslkı risâlet; Nebî’ninkı nübüvvet; Muhaddes’inki de velâyetle gerçekleşir. Risâletin tabiî neticesi şeriat, nübüv­ vetin gereği haber olup, bunları reddeden kâfirdir. Muhadde3 ’in, Nebî ’yi te’yid mâhiyetindeki sözünü reddedense onun bereket ve nûrundan mahrum ka­ lır, kayba uğrar, vebal yüklenir ve kalbi şaşırır. Görüldüğü gibi velayeti, bilgi nazariyesi içinde ele alan al-Haklm al-Tirmizi’nin ( [ b.bk.] G A S , I, 653-659 ) muhaddes adı altında gözden geçirdiği velî, bağlı bulunduğu resûlün getirdiği şeriat yo­ lunda Allah a dâvette bulunur. Sözleri hadîs adını alıp, büşra, te’yid ve mev’ize şeklinde de görülür. Bunların şerîatle herhangi bir tenâkuz hali düşü­ nülemez; zîrâ bunlar da İlâhîdirler. Nübüvvetin parçalarından en büyüğünü alan velîler, yânî muhaddesler mahallen nebilere yaklaşmışlardır. Nübüvvet nasıl vahiy ve ruhla korunmuşsa, muhaddes ( : ve­ lî ) ’in hadîsi de Hak ve sekînetîe korunur. Hadîs, berâberinde sekînet olduğu halde geldiği muhaddeste, kalbteki sekînetîe karşılaşır ve kabûl görür. Muhaddesin hadîsi, firâseti, ilhamı ve sıddîkıyesi vardır. Nebide bunlardan başka tenebbu, resulde ise risâlet de bulunur. Velî nin kaynağı İlâhi olan sözü ( : hadîs) Al­ lah’ın ¡Inúnden çıkmış bir sırdır. Bu sırrın zuhûru



ve velîye ulaştşı, Allah 'm ona sevgisinden neşet etmektedir. Velâyet, sevgiden doğmakta, fakat Al­ lah 'm inâyet ve rahmetiyle gerçekleşmektedir. Bu sevgiye kim mazhar olmaktadır? Velâyet, Allah’ın rahmetinin eseridir; fakat hu rahmet, daha umûmî bir ifâdeyle ilâbi ilgi, kulun emirlere sadâkatle bağ­ lanışının neticesidir. Farzları sabır ve ihtimamla yerine getiren ve vefâlı olmağa azmeden bu kul ( : velî Hakkillâh) bütün dikkatini yedi uzvunun ( dil, kulak, göz, el, ayak, karın ve cinsiyet uzvu) muhâfazasma dikmiştir. Bu uzuvlar bâzan yatışmış gibi görünür; fakat dikkatli bir içe dönüş nefsin, mezkûr uzuvların arzularıyla dolu olduğunu göste­ recektir. Sâdece dalları kesilen bir ağacı andıran nefis, köküyle çıkarılmadıkça tehlikeli olmağa de­ vam edecektir. Bu safhada ’’Bâzı arzular mahzur­ ludur ama, içlerinde mubah olanlar da vardır” şeklindeki bir düşünce bile, sonu felâket olan bir gaflettir. Bütün bu duygularla herşeyden kaçan, nefsinin şehevî duyguları dolayısıyla uzuvlarından korkan biri hâline gelen kul, bu duygulan yok et­ meden kurtuluşun tahakkuk etmiyeceğini anlar. Bu düşüncelerle nefsine karşı mücâdelesini sami­ miyetle sürdüren kullar arasında, Allah ’m tas­ dikine mazhar olanlar, kendilerine va’d edilenlere nâıl olurlar. Aralannda şehevî arzulanm, hâlis ubûdiyetle yok etmek isteyenler, âhirette Allah’ın likâsıyla sevineceklerdir. Kendilerine yol açılmış olan bunlar, artık şehvetleri söküp atmak gücüne sâhiptirler. Mücâdeleleri belli bir netice vermiş, ancak zarûrî şeylerle iktifâ eder hâle gelmişler, kalplerini ihsan nurlan kaplamağa başlamıştır. İlham eseri elde ettikleri bilgiler, halkın ikram ve tebciline maz­ har olmuştur. al-fclakîm 'e göre, bu hâle güvenilmemelidir. Zîrâ nefis, kulu bu durumda tuzağa düşürebilir. O anda Ölü gibi görünen arslan sıçrayabilir. Dav­ ranışı bu noktada bozulmuş nice sâlik vardır. Şu­ rada burada câhilleri aldatabilen bunlar, zühdü istismar etmektedirler. Halbuki kalb ve bedenle­ riyle Allah’a ibâdetle meşgul değillerdir; şehevî arzuları hâlâ yerindedir. Zîrâ dünya arzulannın bahçesınde gayeye varılmış, fakat tâat ( ibâdet) hazzı ve nefis, canlılığım muhâfaza etmiştir. Nefis ne zaman tâat hazzını duyarsa ona meftun olur; burada şey­ tanın bir tuzağı yatmaktadır. Kalb, nefsin şehveti olduğu müddetçe, Allah’a varamaz. Allah’a doğru yolculukta dünyevî şeylere takılıp zevk almaktan daha büyük bîr zarar var mı? Akıllı olan bu yol­ culukta sağa sola sapmaz. Kötü şehvetlerden uzak kaldığı gibi helâl arzulardan da uzak durur. O, dâima ’’Benimle Rabbim arasında mânia nefsimdir; o isteği olduğu müddetçe gözümün önündedir (mü­ câdele hedefimdir)“ demelidir. İşte bu kul, mücâdele dalgalarıyla yükselmiş ve muvaffak olmuştur. Amelin birinden baz almışsa onu bırakıp diğerine geçmiştir; o, Allah ’a seyrinde İslâm Ansiklopedisi



devam alışkanlığı da elde etmiştir. Nefsini esas ve­ lâyet için lüzumlu şu on amelîyeden geçirmiştir; onu önce doğru yola sokmuş ( : takvim), tehzib ederek pis sıfatlardan arındırmış ( : tankiya ), te’dip, tathır etmiş, iyi sıfatlarla bezeyerek ( : ta{y!b), ufkunu genişletmiş (tavsî0), tezkiye, teşcî ederek ona Allah katında bir melc’e ve selâmet aramıştır. ( : ta’vız ). Görüldüğü gibi al-Hakîm al-Tîrmizî, bu yolda sonuna kadar amansız bîr nefis mücâdelesini şart koşmaktadır. Ona göre, mürit, gayeye varmadan önce nefsin her türlü desiselerine karşı son derece uyanık olmalıdır. Kul, gayretlerinin son bulduğu bir anda bile nefsini yine ilk durumundaki gibi bulabilir. Bu seferki arzulan, halleriyle halkın gö­ zünde ferah duymak ve O ’ndan yüksek dereceler istemektir. Bu durumda o, Allah *a seyrinde gayre­ tini tükettiği halde, nefsinin hâlâ, arzulanyla canlı olduğunu görünce hayrette kalır. Bunların hazzını nefsinden nasıl atacağım düşünmeğe başlar. Gücü yetmiyeceğini anlayıp, çâresız kalır, İki eli boş, kal­ bi her türlü cehitten hâli, muztar bir halde, A llah’a samimiyetle yalvanr "Adımımı nereye atacağımı, bu denî şehvetleri kalbimden nasıl sileceğimi bilmiyo­ rum, bana yardım et.” İşte Allah o anda rahmet dini ona uzatır, kalbini alarak yakınında bir yere koyar. Burada Allah ’a yakınlığın rahatı içinde, tevhid sâhalarına girer. Böyle biri, rahmet ve yardıma lâyık ve muhtaçtır. Y er yüzünde muztar kalana yardım eden Allah, nasıl olur da kendine doğru yola çıkana ve çaresiz kalana el uzatmaz! Allah onları samimî mü­ câdeleleri dolayısıyla hidâyete sevketmiştir. Gözle­ rinden biri Allah a, diğeri amele dikilmiş olan kul, muztar olmadığı gibi yalvarışında da muhlis değil­ dir. Muztar kulun yalvarışı kabâl edilince, sâdıklar mahallinden ( : Bayt al-'izza) alınıp bir anda alaljrâr al-kirâm mahalline nakledilir; orada nefsin esâretinden kurtulması planlanmıştır. Ayrıca nef­ sinden atmaya muktedir olmadığı şeyleri, Allah *m izâle etmesi için kul, burada bir mertebeye yerleştirilmiştir. Nefsin esâretinden kurtulmuş halde yaşayan bu velîler, mertebelere yükseltilmişlerdir. Sâdece kendilerine müsâade edilen şeyleri yaparlar. Bulunduğu mertebeden alınıp bir işe tevcih edilen velî, A llah'ın muhâfaza ve emniyeti içinde olup, muhâfızlarla ismet nurlarından korunur. Bunlar nefsin, amelden haz duymadan, bulunduğu yere, işe başladığı andaki safvetiyle dönmesini sağlarlar, içlerinden herhangi biri, artık yardıma muhtaç olmadığına inanarak, boş kalmamak gerektiği, düşün­ cesiyle iyî bir amele koyulursa terkedilir; zîrâ o, bu davranışıyla yine nefsinin arzusuna uymuştur (ffatm al-avliyâ; ' bk. al-Maşrik, Beyrut, 1961, I, 25-32; II, 245-276; III, 460-499). Islâm tasavvuf tarihinde velâyete has görüşleriyle tanınan al-Haklm al-Tirmizî, velînin görünmez olduğunu söyleyenlere karşı olup, bu iddiada bu-



F. *9



¿90



VELİ



Umanları, bu yolun ruhundan bir şey Icoklamamışlardır, diyerek tenkit etmekte ve velînin halktan kaçmak, çöllere sığınmak, tanınmamak ve az ile iktifâ etmek sûretiyîe başardı olabileceği görüşüne katılmamaktadır. Zîrâ ona göre, aynı zamanda ve­ lîlerin reisi bulunan Peygamber ve Ebû Bekr ile Ömer de böyle hareket etmemişlerdir. Velîler, ’ akı­ betleri iyi olacaktır" diye müjdelenebilirler m i? al-yakîm al-Tirmizî 'ye göre, henüz Allah 'a vâsıl olmamış olan H akk’ın velîleri için bu doğru ol­ mayabilir. Ama vâsıl olmuş olanlar için düşünü­ lemez. Sırası gelmişken bu büyük mutasavvıfın, velîleri: Hakkullâh’ın velîsi ( : Valiyyu l;Iakk Allah ) ile Allah 'm velîsi { : Valiyyullâh) diye ikiye ayır­ dığı hatırlatılmalıdır. Ona göre, Hakkullâh’ın ve­ lîsi O ’nun emirlerini titizlikle ifâ edendir ki, ilerde de temas edileceği üzere bu, al-Kalâhâzl (ölm . 380=990) 'den itibâren görülen ve müminlerin bütününü ilgilendiren umûmî velâyet ( bk. al~ Tcfarruf, s. 7 4 ) içinde mütâlaa edilebilir. Velî mefhûmu asırlarca süren inkişâfında, beri­ berinde bâzı mes’eleleri de geliştirmiştir ki bunlan mutasavvıfların hayat ve görüşlerinden bahseden eserlerde bulmak mümkündür. Velînin mümtâz şahsiyeti ve kerâmetleri, cemiyetin İlâhî lideri olan nebînin şahsiyeti ve mûcİzeleriyle mukayesesine ve böylece her ikisinin de mevkilerinin tesbitine lüzum hissettirmiş görülmektedir. Bunların umûmî bilgi veren ansiklopedik eserlerde de yer alması, he­ men hemen her devir münevverinin alâkasını çeken câzip mevzular oluşuyla da îzâh edilebilir. Abbasî halîfesi al-Mutavakkil (243-247=857-861)’« sün­ nî İslâm dünyasını ihyâ tasavvuru için vazifelendir­ diği İbn IÇutayba ( ölm. 276=889 ) ’nİn, cUyun ala]}bâr 'ında ( I I , 266 v.d., 3 5 i ) görülen parçalar, bunun ilk nümûneleridir. Bunları, daha sonraları, ilgili mevzular içinde velîlere dâir rivâyetler de yer­ leştiren Ibn cAbd Rabbihi (ö lm .3 2 8= 939)’nin ese­ rinde ( ai-e7/;d al-Farld, s. I I I , 144) ve Kitâb al-zukd adı altında bölümler ihtivâ eden diğer umûmî eser­ lerde görmek mümkündür. Bu meyanda, aynı za­ manda velûd bir edib de olan îbn A bi al-Dunyâ 'mn (ölm . 281= 8 94), velîlerle ilgili rivayetleri topladığı K . al-aoîiyS adlı bir eser ( bk. Lâleli Ktp. 3664/8 195« -2103 ) yazdığı da ilâve edilmelidir. Filhakika, esâsen kelâmı da ilgilendiren bu bahis­ ler, tasavvufî nazariyeleri işleyen eserlerde ele alın­ madan önce, hicri III. IV. ve V I. asrın bâzı sûfîlerinde de ifâdelerini bulmuştur. Abü Bakr al-Şibl! (ölm . 334=945; bk. G A S , I, 660 ) ” Evliyaya, nebilere keşfolunanlarm bir zerresi verilseydi parça parça olurlardı” derken ( Tab- td-Suhmî, s. 346) velîyi nebî ile mukayese etmekteydi. Horasanlı A bü Hafş al-Naysâbür!” Velî kerâmetlerîe te’yid olunan ve fakat bunlardan haberdar edilmeyendir” târifini verirken ( Tab. al-Sutaml, s, 12 1; Tazkfrat abavliyâ, I, 292), velîlerin kerâmetlerini tasdik



etmekte ve nebînin velîler karşısındaki durumunu ifâde etmekteydi (fcrş. al-IJaklm al-TirmizPnİn gö­ rüşleri ). İslâm tasavvufunun bu nâzik mes’elelerinî, muh­ telif yönleriyle etraflı şekilde işleyen tasavvufî eser­ ler arasında, bugün için elimizde bulunan en eskisi K . al-Luma* ’dır. Eserin müellifi Abü Naşr al-Sarrâc (ölm . 378=988; G A S , I, 666), velînin kerâ­ metlerini, muhtelif misâlleriyle ele alarak (s . 315“ v.dd.), hu gibi fevkalâde hallere sâhip bulunanların sâdık ve dindar olarak tanındıklarını, dinî sâhada kendilerine uyulacak kimseler olduklarım söyle­ yerek, bu hallerinin ilim ve şahsiyetlerine itimat edilen müslümanlar ve Peygamber'den rivâyet edi­ len hadîslerle de doğrulandığım belirtmektedir. Kerametlerin varlığı mevzuunda, sûfî müelliflerin eserlerinde gerekli ihtimamı gösterdikleri görül­ mektedir. al-Sarrac’ın muâsın al-Kaîâbâz! (bk. G A S , I, 668 v.d.) K , a!-Taca n u f 'da (s. 71 v.d.) kerametlerin K u r 'â n , hadîs ve diğer rivâyetlerle sabit olduğunu belirterek mevzua gitmekte, 'A bd al-Karîm al-Çuşayrı (ö lm .465=1072 {bk.mad. K U ­ Ş A Y R Î ] ; al-Risâla al-Ktışayriyya, nşr. A bd al-l;Ialîm Maljmüd, Mafjmüd b. al-Şarif, Kahire, 1385=1966, II, 660 v.d .) ile cAbd al-Raljmân al-Câml (ölm. 898= 1492 [bk. mad, CÂMİ]; Nafadıât al-rns, nşr. Mahdi Tavljîdl Pür, Tahran, 1337 s. 22 v.d .), bu meseleyi daha geniş bir zeminde ele almakta­ dırlar. Velîlerden sâdır olan kerâmetlerin, âyet ve mûcizelerle aynı şeyler olduğunu kabûl ederek, bütün hu fevkalâde hallerin sâdece nebilere mahsus oldu­ ğunu ileri sürenlerin yanıldıklarını da söyleyen Abü Naşr al-Sarrâc, velîlerle nebiler arasındaki farkları şöyle sıralar : ’’nebiler mûcizeler göstermeğe memur oldukları halde, velîler kerametleri gizlemek zorun­ dadırlar. Nebiler mûcizeleri ile A lla h ’a inanmıyan müşriklere karşı tavır alırlar; halbuki velîler bun­ ları, mayasında şüphe bulunan ve terbiye edilmesi gereken nefislere karşı bir itminan için kullanmak­ tadır. Diğer bir fark da, mûcizelerinîn çoğalmasıyla nebilerin hallerinin daha çok istikrar ve itminan kazanmasına mukabil, velîlerin sayılan artan kera­ metler karşısında, bunların gizli bir mekr olması endişesiyle daha çok korkmalarıdır ( s. 3*9 v.d .). Kerâmetlere İslâm tarihinden misâller de veren A bü Naşr al-Sarrâc (s . 321, 328-333), âlimlerin bu mevzularda eserler telif ettiklerini kaydetmek­ tedir ( s . 322). îslâmiyetten önce de kerâmet­ lerin olabileceğini kabûl eden müellif, bunların, resûle bir ikrâm olarak zuhûr ettiği ve nebilerin en faziletlisi olan Peygamber devrinde daha çok görüldüğü fikrindedir. Kendilerinden kerâmet sâ­ dır olanlar, dinî emirler karşısındaki tutumlarına göre itimâda şâyandırlar. Sünnî mutasavvıflarca müdâfaa edilen bu keyfiyet, hicrî III. ve IV. asır­ larda ısrarla belirtilmiştir. Sözleri arasında fathi-



VBLt yâta da rastlanılan Abü Yazld al-Bistâml, "Biri seccâdesini suya yaysa veya havada dolaşsa aldanmayın” ( K . al-Ltana°, s. 324 v.d.) demektedir. Kendisine filan şehirde bir velî var, denilince, “ onu ziyâret etmek istediğini“ söyleyerek şöyle devam ediyor “ Bulunduğu yere varınca gördüm ki evinden çıkı­ yor; mescidine girerken tükürdü. Bunun üzerine ben de kendisine selâm vermeden geri döndüm. Onun velî olması için şeriatı gözetmesi gerekildi” ( al-Risâla, s. 520; K a ş ! al-malşcüb...'^ )■ Kerâmetin mâhiyet İtibâriyle mûcizeye yakın oluşu, aralarındaki farkın tesbitini de lüzumlu kıl­ mış ve yukarıda da görüldüğü gibi, daba bicrî III.-IV. asırdan itibâren, bâzı sûfîlerin bu mevzua eğilme­ lerine sebep olmuştur. Kerâmetin mûcize ile mu­ kayesesine eserlerinde yer veren al-Kalâbâzî ( alTacarruf, s, 73-77), al-Kuşayrî ( al-Risâla, s. 660 v.d .) ve al-Câmî ( Nafahât..., s. 2 1 ) bu vesile ile mezkûr fevkalâde hallere mazhar velîyi, nebî ile de karşılaştırırlar. al-Kuşayrî ’nin kanâatini paylaştı­ ğı kadı Abü Bakr aî-Aş'arî ’nin şu görüşü, bu mevzudaki muhtelif fikirleri de telif eder haldedir. “ Mûcizeler, nebilere mahsus olduğu ve velîlerin mûcizesi bulunmadığı halde, kerâmetler hem velî­ lere hem de nebilere mahsustur, Mûcizenin şartı, nübüvvet dâvasına bağlı olmasıdır; halbuki velî, nübüvvet iddiasında değildir. Keramet muhdestir; dünya hayatında tahakkuk eder ve bir velînin elinde, ona mahsus olmak üzere, onu daha üstün bîr hâle getirmek ( : tafdii) için gerçekleşir. Bâzan onun isteği, bâzan da ihtiyârı dışında tahakkuk eder ( al-R isâh, s. 661 v.d .). Kerâmetler, nehîlerin mûcizelerine mülhak telâkki edilmelidir; zîrâ islâmda, sâdık olmayanda keramet zuhûnı düşünülemez (b k . al-Risâla, s. 663 v.d .). Velîlerin, mertebece, nebilere erişmedikleri de ittifakla kabûl edilmiştir { : icmâ). Kendisine bu mes’ele sorulan A bü Yazîd al-Bistâmî "Nebilerin mûcîzeîeri bal peteğidir; velîlerin kerâmetleri ise, bundan süzülen bir damla mesâbesindedir” ( al-Risâla , s. 664) demiştir. Bu tarz mukayeselerin, birçok sûfî ve mütekellimin düşüncesinde canlılığını muhâfaza ederek, asırlar bo­ yunca devam ettiği görülmektedir. Netice olarak kay­ detmek gerekirse, nübüvvetin, velâyetın husûsî bir tezâhürü olduğu göz önünden asla uzak tutulmama­ lıdır. Her nebî velîdir, ama her velî nebî değildir. Velî, müttaki, Allah ve sıfatlan hakkında mârifet sahibi, iç ve dış dünyasıyla O ’na yönelmiş bir m ü ­ min olarak nebîyi tasdik eder. Nebînîn evsafı ara­ sında ismet de vardır. Her nebî mâsumdur, yâni büyük bir günah işlemediğinde ittifak edilmiş ( : ic­ m â) olup, bâzılart ise küçük günahlarda işleme­ yeceğini kabûl etmişlerdir; halbuki velî mâsum değildir. Burada velâyet hakkında da bâzı farklı görüşlerin ileri sürüldüğü hatırlatılmalıdır. al-Hakîm al-Tirnsizî’nin, velîleri, Hakîcullah’m ve A lla h ’ın velî­



leri şeklindeki tasnifinde esas aldığı velâyetlerle, al-Kalâbâzî nir» düşündüğü iki çeşit velâyeti te’Iif etmek mümkündür. Onun, Allah ’m emirlerini titizlik ve sabırla îfâ eden Hakkullah'ın velîlerini, al-Kalâbâzî, bütün gerçek ve sâdık mü’minler olarak düşünmektedir. Zîrâ eserin şerhlerinde de belirtil­ diği gibi (b k . msl. cAlâ al~Dîn al-Kunavî, Şarfıal-Tacarraf [Ş A P Kütüp., 1232], var. 7 1 ; Ismâ'ÎI b. Mufjatnmed aî-Buf)ârî al-Mustamlî, Şarfj al-Tacanuf [ŞA P , 1231] var, 338b) bu. Kur ân ’da " A l­ lah imân edenlerin velîsidir. Onları zulmetten nûra çıkarmıştır” ( II, 2 57) âyetinde ifâdesini bulan küfürden uzaklaşıp imân ederek gerekeni yapan­ ların velayetidir. al-Kalâbazı 'nin, Allah ’in bizzat seçtiğini ileri sürdüğü kullarının temsil ettiği vela­ yete, al-fcfaklm *in Allah 'a vâsıl olmuş kabûl ettiği velîlerin slhip olduğu anlaşılıyor. Hicrî IX. ( X V . ) asrın büyük mutasavvıfı al-Câmî ’nin, velâyeti umû­ mî ve husûsî şekiller ( : valâyat-î câmma, vaJâyat-i haşşa) altında mütâlaa ederken, yukardakitıden farklı bir şey düşünmediği de ortadadır. Sûfî müelliflerin burada üzerinde durdukları di­ ğer bâzı hususlar da şunlardır : Velînin kerâmeti, bağlı bulunduğu nebinin dâvetine icâbetle gerçek­ leşir ( al-Ta'arrtıj, s. 7 4 ). Gerçek ve sâdık velînin kerâmeti, bağlı bulunduğu nebinin nübüvvetini nakzetmez; kerâmetin zuhûru bu bakımdan nebî­ yi te’yîddir {al-TacarruŞ, 73 ). Velîler, kerâmetlerinden habersiz de olabilirler. Hattâ velînin, velî olduğunu bilip bilmediği de münâkaşa edilmiştir. Abü Islıâk al-Isfarâ3înî ve bâzı eski mütekellimler, velînin, velâyetinden haberdar olmadığı fikrinde­ dirler ( K aş! al-mal}cub, s, 269 v.d.; trc. Nichol­ son, s. 214 ). Onlara "Bunun mahzuru nedir? "diye sorulduğunda: "Velî olduklarım bilirlerse, kendi­ lerini beğenirler” denilmiş ve fakat bu görüşe kar­ şı da ’’Allah ’m onlan muhâfaza ettiği” ileri sürül­ müştür. A bü Bakr Fürak ve diğer bâzı eski mütekellîmîer ise, velînin, velî olduğundan haberdar bulunduğu kanâatindediricr, Şâh b. Şucâ al-Kirmânl: "Velâyet ehli, görmedikleri müddetçe velâyete sâhiptirler, görürlerse velayetleri olmaz” der­ ken, ilk görüşü benimsediğini ihsas etmektedir ( fo b . al-Sulamt, s. 193 ). Kerâmetin izhâr edilme­ mesi de umûmiyetle benimsenmiş bir tutumdur. Meşhur Şayh ‘A lî b. Maymün al-Mağribî, kerâmetini izhâr edem müridi cA lî al-Kâzarüni yi takbih etmişti ( bk. al-Şak&’tk; nşr. A . S. Furat, İstanbul, 1982, s. 543; ayrıca bk- s. 170). Sünnî tasavvufu müdâfaa eden eserlerde görülen bu titiz ve isîâmiyetle te’Iifi mümkün şart ve ka­ yıtlara rağmen, bilhassa bu dine sonradan giren cemi­ yetlerde, eski inanışların da te’siriyle, velîler hak­ kında aşın telâkkilerin benimsendiği de bîr vâkıadır. Dİğer taraftan velî mefhûmu, hu büyük taraf­ tarları yanında tenkide de uğramıştır. Mutezilî görü­ şe mensup mütekellimler, “ velâyet, kerâmeti gerek-



V E LÎ ~



tirşeydi bütün mu minlerin kerâmeti olması ıcab ederdi” diyerek bu fevkalâde halleri bütünüyle inkâr ederler. Onlara göre, imânın gereklerini yapan, Allah'ın sıfatlarım ve âhirette görülmesini inkâr eden, mü’minin de ebedî cezâ göreceğini kabûl ede­ rek, mes’ûliyetin resûl ve kitap olmasa bile akıl ile gerçekleşeceğine inanan herkes Allah ‘m velîsidir (bk. Kaş} al-mabıcüb, s. 270; trc. Nicholson, s. 231). Eserinde, al-plaklm al-Tirmizî 'nin görüşlerini an­ latırken velâyeî-kerâmet, mûcize-kerâmet, velî-nebî mevzûlarına geniş bir yer verdiği görülen (bk. Kaş} al-mafrcüb, s. 265-307 ) al-Hucviri (ölm. 465= 1072), velîlerin, sâyelerinde yağmur yağan (aynca bk. ¡Iilgat al-avliyâ, I, 8 ), nebatlar biten kimseler olduklarım da söyler { bk. Kaş} al-malıcüb, s. 269 ). Hindistanlı bu büyük mutasavvıf, velîlerin sa­ yılan hakkında da bilgiler verir. Ona göre, velîlerden 4.000 tanesi velî olduklarının farkında olmadıkları gibi birbirlerini de tanımazlar. Kendilerine A h yâr denilen ve sayılan 300 olanlar, Hak dergâhının başbuğlarıdır. Burulan, sırasıyla 4° tane ebiol, 7 tane ebrar, 4 tane eotad, 3 tane nakib tâkip etmek­ tedir. Nihayet başlarında }utb veya gam denilen bir velî bulunmaktadır. İçlerinden ilk grup dışın­ dakiler birbirlerini tanımaktadırlar (K a ş} al-mafr cüb, s. 269; trc. 213 ). Velîlerin sayılan hakkmdaki bilgilere, bu kadar tafsilâtlı olmamakla berâber diğer tasavvuf tarihlerinde de rastîanmaktadır. Abü cAbd al-Rahmân at-Sulamı eserinin girişinde, Peygamber'in "Ümmetim içinde İbrahim'in yara­ dılışında devamlı olarak 4 ° zât bulunmaktadır” hadî­ sini, nebilerin halefleri kabûl ettiği velîlerin âhiret gününe kadar mevcut olacaklarına delil olarak kay­ deder (Jab. al-Sulamt, s. 2 ). Abü Nu'aym al-tşfahânî (ölm . 430=1038; bk. G A L , I, 3Ğ2; Suppl., I 617), bu hususta daha farklı ve tafsilâtlı bilgi veren hadîsler nakleder. Bunlara göre, her asırda Ümmet’in en iyilerinden 5 ° ° zât, 4 ° tane de abdâl bulunmaktadır, insanlar arasında Allah 'in kalp­ leri Âdem 'in kalbi gibi 300 zâtı, Mûsâ 'mn kalbi gibi 40 zâtı ve İbrahim 'in kalbı gibi olan 7 kulu, Cibril gibi kalbi olan 5 kulu vardır” (Hilyat alavliyâ, I, 8 v .d .) . Bu değişik rivâyetler, velî sayısında İslâm ülkeleri arasında farklılıklar da tevlit etmiş görünmektedir. Cezayir 'de görülen bir tasnifte topluca 300 'e varan velî sayısı, Türkiye 'de 356 olarak kabûl edilmiştir. Buna göre velîler en üstten itibâren sırasıyla Gaos-î a'zam, veziri buta, dört tane tvlad 'dan sonra üçler, yediler, k,ırklar ve ¿içyüzler tertibinde yer al­ maktadır. Gavs 'm ölümü hâlinde yerini Kulb al­ makta, her grupta bulunan en üst mertebedeki zât, bir üst mertebeye geçerken diğerleri de iler­ lemektedir. Tarih boyunca velîler, İslâm cemiyetlerinde büyük bir itibar ve hürmet görmüşlerdir. Hicrî III. ( I X . ) asırda Bağdad'da al-Cunayd (ölm. 297=909) dev­



V ELÎD İ.



rinin en büyük sûfî ve velîsi ( : şayi} al-fa*i}a) kabûl ediliyordu. Esâsen bu şehir, sahip olduğu velî kabir­ leri dolayısıyla velîlerin kalesi diye de anılmaktaydı. al-Hasan al-Başrı (ölm . 110 = 7 2 8 ), Bişr al-Hâfî (ölm. 22 7= 8 4 1), M â'rüf al-Karljî (ölm. 20 1= 816 ), Sarı al-SakaJı ( ölm. 253 = 8 6 7 ), cAbd al-Kâdir alGîySâni (ölm. 5 6 1 = 1 16 6 ) ve Şihâb al-DIn aî-Suhravardî (ölm. 63 2= 12 3 4 ) burada kabirleri bulunan sûfî ve velîlerin ilk anda hatıra gelenleridir. Tanta'da medfun İbrahim aî-Da3ükî (ölm. 9 19 = 15 1 4 ) ve Şayh Alşmad al-Badavî (ölm. 675=1276; [b .b k .]) ile Sîdl Şâzalî, Marzulf al-Afjmad Mısır 'm en bü­ yük velîleri arasında yer almaktadır (B u hususta ayrıca bk. Mİchael Gilsenan, Saini and Su}i in modem Egypt, London, 1973). Velîler, Afrika ülke­ lerinde de büyük bir ilgi ve saygı görmüşlerdir. Libya 'da geçen sene 500. yıl dönümü dolayısıyla hakkında tertiplenen kongreye, Süleymaniye Kütüp­ hanesi nde mevcut yazma eserleri hakkında bir teb­ liğle katıldığım Trablusgarplı Abmad Zarrük (ölm . 899= 1493), Şayh Sanüs! (ölm . 1276= 18 59); T u­ nus'ta Sîdı b. ‘Arüs, Sîdl b. Kâsim; Cezayir’de Abü Madyan; F as’ta al-Davrâ^I, Şayh Ticânî bun­ ların en fazla tamnanlarmdandır. Bunlara Dimaşlf 'ta medfun büyük mutasavvıf ve velî İbn al-eArabî ( ölm. 638=1240 ), Peygamber'in İstanbul 'da yatan bayraktan ile Ebû Eyyûb el-Ensârî, Bursa 'da Bayezid I.'in dâmâdı Emîr Sultanda ilâve edilmelidir. B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilmiştir. ( A h m ed S u bh î F u r a t. ) VELÖ)



E raevî



I,



a l-V



A L ÎD ,



h alîfesi



b.



°A b d



a l - M a l îk ,



( Sâ-96 --- 705-715).



Halîfe



°Abd al-Malik b. Marvân ile K ays kabilesinden Vallada 'nin oğlu olup Medine 'de dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi, kaynaklarda, 47-52 (667-672) arasında farklı olarak gösterilmektedir (SeJalîfa b. Hayyât, 7 arl!}, I, 314; İbn al-Aşîr, V , 9 )• Gençlik yıllarına âit çok az bilgimiz olan Valld, 77 (696) yazında Malatya ve Misis taraflarına yaptığı bir seferle tarih sahne­ sinde görülür ( IJalîfa b. ffayyât, ayn. esr., I, 275; Tabari, II, 1032). Onun 78 ( ö97î T abarî, II, 1035) ve 79 (698; yalîfa b. Hayyât, 1 ,2 7 7 ) yıllarında da Bizans seferine çıkarak, esir ve ganimetle döndüğü bilinmektedir. V alld 'in birbiri arkasından Anado­ lu 'ya yaptığı gazalar hakkında kaynaklar fazla bilgi vermemektedirler. eAbd al-Malik, hilâfeti kendi ev­ lâtlarına bırakabilmek için, babasının veliahd tâyin ettiği °Abd?aI-cAz!z b. Marvân-’ı, bu hakkından vaz­ geçirmeğe uğraştı ise de, kardeşi bütün tehdit ve telkinlere mukavemet gösterdi. Ancak onun ölümü üzerine rahatlayan ‘ Abd al-Malik, oğullan Valld ve Sulaymân ’1 veliahd tâyîn etti ( tâyîn tarihi IJalifa b. Hayyât, 1, 290 'da 84 = 703; Jabarî, II, 1169 ve İbn al~Aşîr, IV, S14 'te ise 85 = 704 olarak veril­ mektedir). Bu sebeple, babası, 15 şevval (8 teşrin I. 70 5 ) perşembe günü vefat edince, Valld hiçbir muhalefetle karşılaşmaksam hilâfet makamına geçti,



VELÎD İ. 'A bd al-Malîk, dahilî barışıklıkları bastırmış, bir­ lik ve sükûneti te’min etmiş olduğundan, Valîd kudretli bir devlet devralmış; babası zamanında tâyin edilen vâlileri değiştirmeyip bunların tecrü­ belerinden istifâde yoluna giderek İslâm tarihinin üçüncü büyük fetih hareketini başlatmıştır, Valîd, ilk büyük fetih hareketini, daha önce zab­ tına teşebbüs edilip mevziî bâzı muvaffakiyetlerin ötesinde kalıcı bir netice alınamamış olan Mâverâ­ ünnehr'e tevcih etti. Bu ülkenin fethi, H accâc’m idârî sâhadakı başarısını kendi askerî mahireti ile birleştiren Çutayba b. Müslim tarafından gerçek­ leştirildi. Bu sırada Mâverâünnehr’de hüküm sü­ ren küçük Türk beyliklerinin aralarında siyâsî bir birlik olmaması ve müstakil hareket etmeleri, müs­ lüman fâtihlerin işini kolaylaştırıyordu. j£utayba, önce, kolaylıkla İtâat altına alabileceği Tohâristan üzerine yürüyünce, buranın Türk hükümdârı Nîzak Tarhan, mücâdeleye girmeden sulha tâlib oldu; Kutayba de bu teklifi kabul ederek, Merv e döndü (T abarî, II, 1184). Tohâristan cephesinden emin olan I£utsyba, .ertesi yıl, asıl hedefi olan Mâverâünnehr üzerine yürümek imkânım bularak, Amul ve Zamm ge­ çitlerini emniyete aldıktan sonra, mıntıkanın mü­ him ticâret merkezlerinden Baykand önlerine geldi. Buhârâ hâkiminin zayıf idâresi yüzünden, beyler ve dihkânlar arasında iktidar mücâdelesi başgöstermelde, bu şehre yardım gönderilememiş ve rnüslüman kuvvetleri fazla bir mukavemet görmeden şehrî ele geçirmişlerdir, Çutayba ‘nin, lasa zamanda ayrılması üzerine şehirde isyan çıktı ise de, o sür­ atle dönerek burayı zabt ve birçok kimseyi katletti. Bu şiddet hareketi, Mâverâünnehr beylerini topar­ lanmağa ve müşterek düşmana karşı birlikte hareket etmeğe sevk etmiştir. Nitekim, 88 ( 7 0 7 ) 'de Tumuşkas ve Ramisan 'in zabtı üzerine, müttefik kuvvetle­ rin harekete geçtikleri görülmektedir (T abarî, II, 1201 v.dd.; Gibb, Orfa Asya'da Arap fatâhatt, trc. M , Hakla, s. 30). Kutayba, bunlara karşı hemen ha­ rekete geçmeyip bir müddet Mâverâünnehr beyleri arasındaki birliğin çözülmesini bekledi; sonra, on­ ların tekrar bir araya gelmelerine fırsat vermemek için 9° ( 7 °9 ) ’da Buhârâ 'yı muhâsara etti. Muhâsara sırasında, Türkler ve Soğdlulardaıı meydana gelen bir ordu şehir önlerinde göründü ise de, ümit­ sizliğe kapılmayan Kutayba, önce yardıma gelen kuvvetleri mağlûp, sonra da Buhar-hudat ’ı ağır ha­ raç vermek şartıyle şehri teslime mecbûr etti. Buhâ­ râ evlerinin bir kısmı Arap askerlerine tahsis olunup şehre bir de askerî garnizon yerleştirildi (Balâzurî, s. 420; Narşâhî, s. 57; Tabarî, II, 1201, v.dd.; İbn A'şam al-Küfî, II, I39b ). Mâverâünnehr 'in fethinde mühim bir merhale olan bu gelişmeden sonra, Semerkand hükümdârı Tarhan ( Tarhun ), müslüman hâkimiyetini tanımak şartiyle Kutayba ile sulh yaptı. Diğer taraftan Nîzak



Tarhan, Tohâristan'a kaçıp çevredeki beyleri de tahrik ederek Araplara karşı isyan bayrağım açtı. Mevsimin kış olmasına rağmen, Kutayba, kardeşi cAbd alRahmân 'ı Belh 'e gönderdi. Nîzak Tarhan, 91 ( 710 ) ilkbaharında, sığındığı kalede yakalanarak Idaccâc 'a gönderildi ve Irak *ta idam edildi ( Tabarî, 11,1204 v.dd.; İbn A'şam, II, I37*-I38b). Tohâ­ ristan seferinden dönüşünde Kutayba, Kiş ve Nesef 'i kat'î sûrette itâat altına aldığı gibi, Buhârâ ya da uğrayarak islâmiyetin yayılması için gerekli ted­ birleri ittihâz etti. Haccac 'm emri ile, aynı yıl, Zabulistan'm Türk hükümdârı Rutbil (Z u n b il) üze­ rine yürüyerek bu ülkeyi de itâat altına aldı. Tarhan 'm Kutayba ye itâatma rağmen, Mâve­ râünnehr 'in en kuvvetli şehri olan Semerkand, müslümanlar için hâlâ bir tehlike teşkil ediyordu. Nitekim Tarhan 'm yerine getirilen Gûrak, müslümanlara cephe aldı. 93 ( 7 1 1 ) kışını, Semerkand’a yapacağı sefer lıazırlıklariyle geçiren Kutayba, daha ilkbahar olmadan, Hârizmşâh'tan, kendisini kar­ deşi Hurrâzâd'a karşı desteklediği takdirde haraç ödeme ve bâzı mühim şehirleri teslim teklifini aldı. Bunun üzerine sü r’atle Hârizm üzerine yürüyen Kutayba, Hezâresb’de Hârizmşâh ile müzâkerelere giriştiği sırada Hurrâzâd 'm Hârizm 'İn başşehrini zaptettiği haberini aldı Kardeşi cAbd al-Rahmân kumandasında gönderdiği ordu bjurrâzâd 'ı mağlûp ve esir etti. Böylece Hârkm de hâkimiyet altına alın­ mış oluyordu (Balâzurî, s.4 2 1; Tabari, 11,1236 v.d.; Gibb, 36 v .d .). Kutayba, Mâverâünnehr 'de ilk askerî harekâta başladığı zaman, hedefi bütün bu memleketi fet­ hetmek idi. Hârizm seferinden döndükten sonra o, fethi daha önce tahakkuk ettirilemeyen Semerkand ‘m zabtı için, kardeşi cAbd ai-Rahmân 'ı 20.000 kişi­ lik bir kuvvetle önden gönderdi; kendisi de Mâverâünehr’den aldığı takviye ile birlikte hareket etti. Semerkand surları gerisinde müdâfaa tertibi alan Gûrak, Şâş ve Fergana hâkimleri ile Türk hakanından ( Türgiş başbuğu) yardım istemişti. Şâş 'tan gelen imdâd kuvvetlerinin mağlûp edildiğini gören Gûrak, bir müddet mukavemcnt etti ise de, diğer müttefik­ lerden takviye alamayınca teslim olmak mecbu­ riyetinde kaldı. Buhârâ ’da olduğu gibi buraya da bir müslüman garnizonu yerleştirildi ( Ya'kübî, 11, 344; Balâzurî, s .4 2 1; Tabari, II, 1241 v.dd.). Semerkand 'm fethini müteakip Kutayba, 94 { 713 ) yılında Şâş, Hokand ve Fergana'ya karşı seferlere girişip fetihlere devam ederken, onu her bakımdan destekliyen Haccâc 'm ölüm ( şevvâl 95 = haziran/ temmuz 714 ) haberini alınca, birliklerini terhis ede­ rek askerî harekâtı durdurdu. Ancak, Valîd, Ku­ tayba ye Irak umûmî valiliğinden ayırdığı Horasan vâiiiiğini tevcih ile fetihlere devam etmesini emretti. Kutayba, 96 ( 715 ) ’da, Fergana ile Kâşgar arasın­ daki ticâret yolunu ele geçinmek maksadıyle, karargâhımf Fergana 'da kurup, Kâşgar 'a karşı kuvvetler



294



VELÎD I.



gönderdi (Tabarî, II, 1275 v.d. ) ise de, bu sırada Ibn al-Aşîr, IV, 537 v.d .). Mubammed b. al-Kâsim, halîfe Valîd ’in ölümü, Çutayba ’nin idbârına baş­ Sind bölgesinde fethettiği şehirlerin halkına geniş din serbestliği tanıdı, ffaccac *m ölümü, Kutayba langıç oldu. Halîfe Valîd devrinde yapılan fetihlerin İkincisi gibi, Mubammed ‘in vaziyetini de oldukça sarsmış­ Sind ’in fethidir. Irak umûmî vâlisi ffaccâc b. Y û ­ tır. Halîfe Valîd tarafından desteklenen bu kuman­ suf, yeğeni Mulıammed b. Kasim al-Şakafl’yi, 87 dan, V alîd’in ölümünden sonra Hacete ’a duyulan ( 7 0 6 ) 'de Sind valiliğine tâyîn ederek, bu bölgenin husûmet sebebiyle Sind valiliğinden azledilerek fethiyle vazifelendirdi. 6.000 Suriyeli asker ile bir­ öldürülmüştür. Valîd devrinde üçüncü cephe, Hazarlara karşı likte diğer yardımcı kuvvetlerden teşekkül eden or­ dunun bütün ihtiyaçları en küçük teferruatına kadar açılmıştı. Halîfe Ömer devrinden beri devam eden hazırlandı. Bu sırada Sind bölgesinde etnik ve dinî mücâdele V a lîd ’in halîfe olması ile yeniden alev­ bakımdan çeşitli gruplar yaşıyorlardı. Bunlar arasında lendi. Halîfenin amcası Mubammed b. Marvân Çingenelerin atası olan Zottlar [ b. bk. ] ile Maidler ile devrin en büyük kumandanlarından kardeşi ekseriyeti teşkil ediyorlardı. Maidler bir asırdan Maslama b. 'A b d al-Maîîk, münâvebe ile Hazar­ beri Brahman dinine bağlı bir kıratlığa sâhiptiler. lara karşı sefere çıkmışlardır. Maslama 88 ve 89 Haccâc daha önce bölgenin fethine cUbayd Allah ( 7 ° 7 ,708 ) yıllarında al-Bâb ’a kadar ilerliyerek bâzı b. Nabhân ve Budayl b. Tuljfa 'yı me’mur etmiş, şehir ve kaleleri fethettikten sonra geri dönmüştür ancak her iki kumandan da başarılı olamamıştır (Tabarî, II, 1200; Ibn al-Aşîr, IV , 5 4 ° ). Masla­ ( Balâzurî, s. 436 ). Bu arada Sind hükümdârı Dâhir, m a ’nin Anadolu gazâlanna katılmak için bu cep­ bir müslüman gemisini raptederek içinde bulunan­ heden ayrılması üzerine, Hazarların mukabil hü­ ları esir etmişti. Haccâc, ondan esirlerin lâdesini cuma geçerek müslümanlann zaptettikleri yerleri istedi. Red cevabını alınca, 89 (708) yılında Muîjam- geri aldıkları anlaşılmaktadır. Azerbaycan ve Elmed b. al-Kâsim *ı Sİn d ’in fethine me’mur etti. cezîre vâlisi Mubammed b. Marvân, 90 (7 0 9 ) yı­ Kara yoluyla Mukran 'a gelen Mubammed, bir müd­ lında al-Bâb’a kadar ilerliyerek bâzı başarılar ka­ det burada dinlendikten sonra yürüyüşüne devam zandı. Ertesi yıl Mubammed b. Marvân, Azerbay­ ederek, Kannazbur ve Armail şehirlerini fethetti. Bu can ve El-cezîre vâliliğinden azledilerek yerine Mas­ fetihleri müteakip îndus nehri deltasında deniz kena­ lama tâyîn edildi. Yeni vâli tekrar al-Bâb a kadar rında bulunan al-Daybul şehrini muhasara altına ilerledi ve buraya bir askerî garnizon yerleştirerek aldı. Dİğer taraftan deniz yoluyla gelen silâh ve yar­ muhtemel hücûmlara karşı müdâfaa tedbirleri dımcı kuvvetler de al-Dayhul ’a vardı. Kara tarafın­ aldı (T abarî, II, 1217; Ibn al-Aşır IV, 555)dan sağlam surlarla çevrili olan al-Daybul, uzun Dört senelik bir aradan sonra Maslama’nin tekrar bir muhâsaradan sonra zaptedildi (Balâzurî, 436 al-Bâb ’a kadar ilerliyerek burasını zaptettiğinin v.d.; Reinaud, c” Fragments arabes et persans iné­ hildirilmesi ( Ibn Tağrîbirdî, al-Nucüm, I, 229) dits à la conquête de l ’ Inde” , J A , 1845,4. seri, V). Hazar cephesindeki savaşların başarılı geçmediğini Mu^ammed, 4.000 kişilik bir birliği şehirde bırak­ göstermektedir. Hârün al-Raşîd zamanına kadar tığı gibi, bir de mescid yaptırdı. Delta bölgesindeki fasılalarla devam edecek olan Islâm - Hazar mücâdele­ diğer bâzı şehirlerin zaptından sonra nehir boyunca leri hep bu minval üzere seyredecektir. Valîd halîfe olduğu sıralarda Şimâlî Afrika'daki şimâle yönelen müslüman kuvvetleri, yol üzerinde bulunan şehir ve kaleleri zaptediyordu. Sind hüküm- gelişmeler müslümanlar lehine bir seyir tikip edi­ dârı Dâhir ile kat’î savaş, Indus ’un kollarından olan yordu. Şimâlî Afrika vâlisi Müsa b. Nuşayr, haris, Mihran 'in, gemilerden kurulan bir köprü vasıtasiyle sert, fakat mükemmel bir asker idi. Oradaki İslâm geçilmesinden sonra Râvar yakınında cereyan etti. kuvvetlerini yeni müslüman olan Berberi muharip­ Savaşta Dâhir mağlûp ve maktul düştü. Bundan sonra leri ile takviye eden Müsâ, sür’atli bir yürüyüşle Râvar ve D â h ir’in başşehri Brahmanâbâd zapte­ Atlas Okyanusu kıyılarına ulaştı. 706-709 yılları dildi. Brahmanâbâd *m harâbeleri yakınında daha arasında garpta Tanca ’ya, cenupta Sicilmâse 'ye sonra al-Manşüra kurulacaktır. Bölgenin diğer ehem­ kadar uzanan bu fetih hareketinde fazla kayıp veril­ miyetli şehirlerinden al-Rur (A ro r) zaptedildi ve mediği anlaşılmaktadır. Fas taraflarında oturan Ber­ bir mescid yapıldı. Mubammed b. al-Kâsim ilerle­ beri kabileleri, şarktaki kardeşlerinin müslüman mesine devam ederek, yine Indus 'un kollarından olduklarım görünce fazla direnmeden bu dini kaBayas ( eski Hyphasis olup Büyük İskender de aynı bûl ettiler. Yalnız Septe ( Ceuta ) müstahkem mev­ yerden bu nebri geçmiştir ) ’1 geçti ve Pencab böl­ kii mukavamet ediyordu. Bizans imparatoru Justinianus’un, Roma împaragesinin en ehemmiyetli ve mukaddes şehri Mul­ tan 'a ulaştı. Şehir dışında yapılan savaşı kazanan torluğu’nu ihyâ gayretleri sırasında, Bizanslılar ta­ müslümanlarca, uzun müddet muhâsara edilen ve rafından ele geçirilmiş olan bu mühim mevkî kont suyu kesilen Multan, teslim olmak mecburiyetinde (C om es) unvânmı taşıyan, Bizans'a bağlı vâliler kaldı ( 94 = 713 ). Müslümanlar Multan ’da bol tarafından idâre ediliyordu. V II. asrın sonlarından miktarda ganimet ele geçirdiler (Balâzurî, 439; itibâren burada Kont Julianus müstakil bir şekilde



VÈLÎD Î. hUİcüm sürüyordu. Julianus ’un, ‘ Uljha b. Nâfic 'in meşhur seferi sırasında ona tabiiyet arzederek mevkiini koruduğu bilinmektedir, Müsa b. Nuşayr burasım uzun müddet muhâsara etmesine rağmen zaptedemedi. Zîrâ küçük bir donanması olan Juli­ anus denizden yardım alabiliyordu. Bununla berâber Julianus *un vaziyeti de pek parlak değildi. Kartaca'nm müslümanlar tarafından fethinden sonra Bizans ’tan yardım alamadığı gibi, İspanya 'daki Vizigot kıratlığı ile de arası pek iyi değildi. Bu vazi­ yet karşısında çaresiz kalan Julianus, müslümanlar ile anlaşıp, Septe ’nin kapılarını açarak İspanya ’nm fetbı busûsunda onları tahrike başladı. Bu sırada Ispanya’da iç Huzursuzluklar had safhaya varmış­ tı. Bu durumu iyi bildiği muhakkak olan Juli­ anus ’un, nefret ve kin duyduğu Vizigotkrdan in­ tikam almak düşüncesiyle müslümanlan tahrik etti­ ği kuvvetle muhtemeldir. Islâm ana’nesine göre MüsS b. Nuşayr, Halîfe Valîd 'e müracaatla İspanya 'mu kolayca fethediiebileceğini bildiriyor, bu taraflarda İstanbul gibi bü­ yük şehirlerin olmadığını, hu sebeple garptan şarka doğru ilerliyerek İstanbul ’un alınabileceğini ilâve ediyordu. Valîd, önceleri tereddüt etti ise de, neticede MüsS ’nm istediği izni verdi. Müsâ b. Nuşayr, 709 yıîmı hazırlıklarla geçirdi. Tarif b. Malik al-Nahrî kumandasındaki 500 kişilik bir öncü kuvvetiyle, ramazan 91 (temmuz 710 ) tarihinde Julianus’un gemilerine binerek bugün bile kendi adını taşıyan Tarifa şehrine çıkartma yaptı ve biç zayiata uğ­ ramadan büyük bir ganimetle geri döndü. Bu keşif seferinden sonra Müsâ 'nm azatlısı Târik b. Ziyâd [b. bk. I kumandasında 7,000 kadar Ber­ beri ve 3° ° kadar Arap muhâribinden meydana gelen müslüman ordusu Julianus un gemileriyle Septe Boğazı 'm geçerek sonradan Cabal Târik (eski adı Calpö) diye şöhret bulan kıyılara çıktı. Târik, süratle Carteya ve Algeziras’ı zaptetti. Müslüman kuvvetlerinin İspanya ’ya geçtikleri sırada, Vizigotlarm başında Roderich adlı bîr kıral bulu­ nuyordu. Garplı tarihçiler, bu sırada İspanya 'da taht kavgaları olması sebebiyle, Vizigotlarm müslümanlara karşı kuvvetli bir orduyla çıkamadıklarını belirterek kazanılan zaferin ehemmiyetini azalt­ mağa çalışmaktadırlar. Müslümanlar ile Vizigotlar arasındaki büyük savaş 28 ramazan 92 ( 1 9 temmuz 7 1 1 ) tarihinde, bugün Salado adını taşıyan Vâdî Bakka (R io Barbate) suyu kenarında yapıldı. Ro­ derich 'in kumanda ettiği ve sayıca müslümanlardan epeyce fazla olan Vizigot ordusu, zırhlı ağır piya­ deden ibaretti. Târik 'm ordusu ise hafif techizatîı süvârilerden meydana gelmekte olup sayısı sonradan Müsâ b. Nuşayr'm gönderdiği 5.000 kişi ile bir­ likte 12.000'i bulmuştu. 8 veya 10 gün devam ettiği anlaşılan muhârebede müslümanlar parlak bir zafer kazandılar. Târik, bundan sonra şevk ve he­ vesle zaferinin meyvelerini toplamağa başladı. Ecija



295



( Istica) yakınında, zayıf bîr bıristiyan mukaveme­ tini kırdıktan sonra, pek az istisnası ile, karşı çıkan şehirler kapılarım açmağa başladılar. Julianus’un tavsiyesi ile Târik doğrudan doğruya düşmanın baş­ şehri Toledo (T u leytılî) üzerine yürürken, küçük müslüman müfrezeleri de yollan üzerindeki kaleleri birbiri arkasından fethettiler. 700 kişilik bir süvari birliği ile Muğîş, 93 yıh başında (teşrin I. 711 ) Kordova (K u rtu b a )’yı zaptederken, Târik da, T o ­ ledo ’yu aynı kolaylıkla ele geçirdi. Vizigot devlet erkânı şimâle doğru kaçmış, başpiskopos Sindered de Roma ’ya sığınmıştı. Roderich ’in düşmanları, kendi arzulariyle Târik ’a itâat arzediyorlardı. Müslümanlar T oledo’da hesapsız derecede ganimet ele geçir­ diler ( Lévi Provençal, Histoire de l'Espagne mu­ sulmane, i, 16 v.dd. ). Müsa b. Nuşayr, T â rik ’m, kendisine verilen Ispanya’ya akın müsâadesi sımnm aşmış olduğu kanâatinde idi. Târik bütün bu kıt'ayı fethedip, ko­ ca bir devletin hazînelerine ilâveten, emsâlsiz bîr şan ve şöhrete kavuşmuş bulunuyordu. 711 senesi son­ baharında T â rik ’m başarıları hakkında aldığı ha­ berler, Müsâ ’da korkunç bir kıskançlık uyandırdı. Bu sebeple 7 12 haziranında ( ramazan 93 ) 18.000 kişilik ordusuyla İspanya topraklarına çıktı ve garp­ tan ilerleyerek Medina-Sidonîa, Carmona ve Alcala de Guadaira şehirlerini fazla zorluk çekmeden zap­ tetti. Biraz mukavemet gösteren Sevilla da ele ge­ çirildi. Müsâ, buradan kıral Roderich *in taraftar­ larının toplandığı Merida üzerine yürüdü. Şe­ hir, aylarca süren bir muhâsaradan sonra I şevval 94 ( 3 ° haziran 713 ) tarihinde alınabildi. Bu sırada Sevilla'da bîr isyan çıktığından M üsâ’nm ordusu­ nun geri ile irtibâtının kesilmesi tehlikesi belirdi. M üsâ'nın oğlu cAbd al-'Azîz, süratle geri dönüp bu isyanı bastırdı. Müsâ b. Nuşayr, Toledo’ya doğ­ ru yoluna devam etti; yolda Talavera ’da, daha evvel ileri harekâtta bulunması yasaklanmış olan Târik ile buluştu. Ispanya ’nın gerçek fâtihi Târik, efendisi ile karşılaştığında ondan çok kötü muamele gördü ve hapsedildi. Müsâ b. Nuşayr bundan sonra Ispanya’nın fet­ hini tamamlamağa girişti, bıristiyan ahâli artık mukavemet cesâretini kaybettiği cihetle, 713 sonla­ rına doğru bütün Şimâl-i şarkî İspanya, Pirene dağ­ larına kadar İslâm hâkimiyetine girmiş bulunuyor­ du. Yarımadanın cenûbunda ise, Vizigot düklerinden Theudimer bir süre daha mukavemet etti. Pelagius adında, cesur bir şövalyenin kumandasındaki 300 kişilik bir kuvvet, Asturia 'nın şarkındaki sarp Siera Covadongo dağlarında mağaralarda tutundular. Sa­ yılarının az olmasına rağmen, müslüman taarruzlarına boyun eğmediler. Halîfe Valîd 'in mûtemed adam­ ımdan Muğîş, halîfeye M ü sâ’nm T ârik ’a yaptığı Kaksız muameleyi duyurmuştu. Bunun üzerine Müsâ, yerine oğlu 4Abd al-°Az!z ’i bırakarak 95 yılı sonlarında ( 714 yazı ) Suriye ’ye gitmek için ha­



V E L İD reket etti. Onun, Ispanya’dan ayrılmasından bir süre Önce de "Jank, Dimaşk 'a hareket etmişti. Halîfe Valîd ’in Bizans 'a karşı yapılan gazâlara da ehemmiyet verdiği görülmektedir. Nitekim oğlu aPAbbâs ile devrin en büyük kumandanlarından Maslaına b. cAbd al-M alik’i bu cephede vazifelen­ dirdi. 86 (705) yılından itibâren, hemen her yıl, muhtelif istikametlerden Anadolu'ya girilerek kale ve şehirler feth ve tahrip edilmiş, bol miktarda ganimet ele geçirilmiştir. Valîd zamanında Bizans a yapı­ lan askerî harekâtın zirvesini Tyana ( Tuvaııa) nm zapt ve tahribi teşkil eder. Bizans kaynaklarına göre ( J. Wellhausen, Die Kampfe der Araber mit den Romaaern in der Zeit der Umaijiden, s. 36), Araplar Tya­ na yi Maiuma (Maymün al-Curcumänl, Baläzur!, 160; Maymün al-Curcäni, Tabarî, II, 1185 ) ’nm kumandasındaki müslüman ordusunun, Marianus tarafından imhâ edilmesinin intikamını almak için muhâsara ve zapt etmişlerdir ( cemâziyelâhır 88=707 mayıs). Halle boşaltılarak istihkâmlar tahrib edildi. (Tabarî, II, 1191 v.d.; îbn al-Aşîr, IV, 513; Well­ hausen, Die Kämpfe, s. 436 ). Ertesi yıl ( 89=708 ) Maslama bir aralık Ereğli yi ele geçirerek Amorion ( ‘Ammüriya) ’a karşı bir akın yaptı. aPA bbâs ise, al-Badandün ( bugünkü Pozantı) taraflarında fe­ tihlerde bulundu ( Tabarî, II, 1197 v.d.; Ibn alAşîr, IV, 535). 90 ve 91 yıllarındaki gazâ kuman­ danları hakkında, İslâm ve Bizans kaynaklan farklı bilgi verirler. Tabarî ( II, I 2 i 7 ) ’nin eAbd a P A zîz b. al-Valîd 'i kaydetmesine mukabil, Theophanes ( Wellhausen, Die Kämpfe.,., s. 4 3 7) “Oşmân isimli bir kumandanın Isauria 'ya sefer yaptığından bah­ setmektedir. 92 ( 7 1 1 ) yılında Valîd'in 'Omar adındaki oğlu, Maslaına ’nm maiyetinde Anadolu 'ya gazâ yapmıştır ( Tabarî, II, 1235). İmparator Justinianus II. 'un 7IX yılı sonunda tahttan indirilerek öldürülmesi, müslümanlara karşı mukavemeti ol­ dukça zayıflatmıştı. Maslama bu durumdan fay­ dalanarak 93 ( 7 x 2 ) yılında müstahkem Amasya kalesini zaptetti. Aynı yıl içinde aPA bbâs ile kardeşi Marvân b. al-Valîd, Anadolu 'ya başarılı seferler yaptılar ( Tabarî, II, 1236 ). 94 ( 713 ) *te aPA bbâs *m Yalvaç (Pisidia Antakyası)’ı zaptettiği İslâm ve Bi­ zans kaynaklarında müttefiken belirtilir (Tabarî, II, 1255; Wellhausen, ctyn. esr., s. 437 )• Valîd dev­ rinin Bizans’a karşı son askerî harekâtı, yine oğlu aPA bbâs tarafından yapılmış ve Ereğli (H irajda) fethedilmiştir (9 5 a=a7 i4 î Tabarî, II, 1236 v.d,). Halîfe Valîd zamanında girişilen fetihler, askerlik tarihinin parlak sayfalarından birini teşkil etmek­ tedir. Bu fetihler Halîfe Ömer zamanında başlıyan, Muâviye zamanında devam eden büyük askeri ha­ rekâtın üçüncü safhasını meydana getirmektedir. Mâverâünnehr ve Ispanya 'nm müslümanlar tara­ fından fethi dünya siyâset ve medeniyet tarihinde mühim bir yer işgal etmektedir. Dünya tarihinin kudretli şahsiyetlerinden birisi



l



olan Halîfe Valîd, Türkistan'dan Fransa İçlerine, Anadolu 'dan Hindistan 'a kadar hüküm sürmüş­ tür. O , bütün kumandan ve vâlilerine hâkim ol­ masını bilen muktedir bir hükümdâr olarak etrafını sahavet ve cömertlikle kendisine bağlamış, halkı pek alışılmamış nâdir teşebbüslerle refah ve mede­ niyete kavuşturmağa çalışmıştır. Yeni açılan yollar, köprüler, hastahâneler, te’sis edilen büyük çiftlik­ ler ve câmiler, onun, halkın faydasına olan büyük faâiiyetlerinin şâhitleridir. İslâm ülkelerinde çocuk­ lar için mekteplerin kurulması, İlmî araştırmalara imkân verecek kütüphânelerin açılması, onun za­ manında olmuştur. Cüzzamh, âmâ ve kötürümleri dilenmeğe muhtaç olmayacak şekilde himâye eden Valid, zavallılara da yardım ediyordu (Tabarî, II, 12 7 1). Büyük bir cevvâliyet ve basiretle geniş im­ paratorluğunun iç ve dış politikasını idâre etmesini bilen Valîd, babası ve kendi zamanında Irak umûmî vâlisi sıfatıyle kayıtsız şartsız güvendiği IJaccâc 'm yolunu takip etti. cA bd al-Malik, placcâc, Valid, bu üç şahsiyet daha önce Muâviye ve Ziyâd b. A bîh'in tutmuş olduğu istikametten aynlmayarak, mütemâdiyen iktidardaki hânedâmn yıkılmasını gâye edinen muhtelif mezheplerdeki mutaassıplara karşı mutedil bir Sünnîliğin gelişmesini destekle­ diler. Dindarların Medine’de Vali Hişâm b. îsma'il tarafından gördüğü işkenceye bir nihâyet veren Va­ lîd, yeğeni *Omar b. cAbd a P A zîz 'İ onun yerine tâyin edip Medînelılerin kalbini kazanmıştır. Halîfe Valîd zamanındaki inşâ faâliyetleri daha ziyâde dinî mimârî sâhasmda olmuştur; Dimaşk "in fethinden heri müslümanlar ve hıristiyanlar tara­ fından yarı yarıya kullanılmakta olan Azîz Yuhanna (Saint Jean Baptiste) kilisesinin diğer yansım da satın alarak, bunun yerine meşhur Ümeyye câmiini inşâ ettirmiştir. Balâzurî (s. 12 6 ), inşâata 86 (7 0 5 ) yılında haşlandığını, Mas'üdî ise, kendi zamanına ula­ şan bir kitâbede inşâata haşlama tarihi olarak zilhicce 87 (teşrin II. /kânun I. 7 o 6 )’nin verildiğini belirt­ mektedir ( M urüc, V , 361 v .d .). Ustaların yamsıra, yapı malzemesi de, mozayik, mermer v.s. Bizans'tan getirilmiştir. Tabiatiyle camide mimârî üslûb ha­ lanımdan da Bizans 'm te'siri görülmektedir. Aynca Valîd, Medine 'deki Mescid-İ Nebi 'yi de büyük ölçüde tevsî ettirmiştir. Kaynaklar, bu tevsî inşâatı­ na başlama tarihi olarak 87/88 (7 0 6 /7 0 7 ) yıllarım vermektedirler. Burada da yabancı ustalar istihdam edilmiştir, inşâat 90 (709 ) yılında tamamlanmıştır { Valid ’in inşâ ettirdiği hu iki câmi hakkında geniş tarihî ve mimârî bilgiler K . A . C . Creswell tarafından verilmektedir: Early Muslim Architecture, Oxford, 1932, I, 97 v.dd.). Emevî halîfelerinin en büyüklerinden birisi olan Valîd 13 cemâziyelâhır 96 (2 5 şubat 715 ) tarihinde Dimaşk yakınında Dayr M urrân’da vefat etti ve Dimaşk ’ta defnolundu. Bibliyografya'. IJallfa b. tJayySf,



V Ë L ÎD I. Tariff (nşr. Akram Ziyâ5 al-'Omarl ), Nacaf, 19Ö7, I, 302-317; al-Yacköbı, Tariff (Beyrut, i960), H, 283-292; Tabarî (nşr. de G oeje), II, 1177-1269 ve indeks', Balâzurı, Fuiüfi al-buldân (nşr. de Goeje), 123-126; Ibn al-Aşlr, al-Kâmil (nşr. Tornberg), Beyrut, 1965, IV, 522-591 ; V , i - i i ; al-Maseûdï, Murüc cl-Zahab (Paris neş­ ri). V , 360-395; liinera hierosolymilana (nşr. G eyer), s. 276; J. Wellhausen, Arap Devleti ve Sükutu (Türk. trc. Fikret Işıltan), Ankara, 1963, s. 104-107, 118 v.d., 121-127, 141 v.d.; L. Caetani, Chronographia Islanüca (Paris, 1912), 1037-1177; E. Lévi Provençal, Histoire de l 'E s ­ pagne musulmane (Paris, 1950), I, 1-34; H. A . R. Gibb, Orta Asya 'da Arab fütuhatı ( Türk. trc. M . Hakkı), İstanbul, 1930, s, 25-46; F. Gabrieli, Mahomet et les Grandes Conquêtes Arabes (Paris, 1967) s. 189-195, 209-214; Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türbjer ( İstanbul, 1976 ), s. 13-20, 25; Jean Périer, Vie d ’al-Hadjdjadj ibn Yoasouf (41-95/661-714), Paris; J. Wellbausen, Die Kâmpfe



V E L ÎD IL oturmakta olduğu Ruşafa *yi terkederek Amman yakınında bulunan al-Âbrâk (veya al-Âzrâk) ’a çe­ kildi (Tabari, II, 1743; al-Ağânî, V I, 103), Burada eski yaşayışını daha serbest olarak devam ettirme imkânına kavuştu. Amcasının ölümünü bekliyor ve bunu da açıkça söylemekten çekinmiyordu. Halîfe Hişâm, 6 rebîülâhır 125 ( 6 şubat 74 3) tarihinde vefât ettiği sırada, çölde bulunan Valld *e amcasının ölüm haberi, halifelik alâmetleri ile birlikte gönderildi. Valld, bu haberi mûtadı üzre içki ile kut­ ladı. Biat merasiminin icrası için başşehir olan D imaşk ’a gitti. Onun halifeliği ülkenin her tarafında büyük bir sevince sebep olmuştu. Valld de amcasının biriktirmiş olduğu hâzineden herkese bol bol bağış­ larda bulunarak karşılığını verdi. Her tarafta maaş­



ları artırdı. İlk idâri icraat olarak Irak vâlisi Yusuf b. ‘Omar ve Horasan vâlisi Naşr b. Sayyâr hâriç, bütün vâlileri ve merkez teşkilâtındaki yüksek dereceli me­ murları da değiştirdi. Bu arada Hişâm 'm ileri gelen adamlarını hapsettirdi ( Tabari, II, I752 ). Düşman­ der Araber mit den Romaern in der Zeit der Utna- larından intikamı korkunç oldu. Veliahdlikten azli ijiden (Göttingen, 1901 ), s. 436 v.d.; A . Müller, husûsunda Hişâm ’1 destekliyen Mahzum oğulla­ Der İslam im Morgen m d Abendland (Berlin, 1885­ rından İbrahim ve Muljammed işkence ile ortadan 1887), I, 393-434; Philip K . Hitti, İslâm tarihi kaldırıldılar. Yine kendisinin veliahdlikten azlini iste­ (T ü rk. trc. Salih T u ğ ) , İstanbul, 1980, II, 323 miş olan Abs kabilesinden al-Ka‘ka oğullan da aynı 336; III, 775-785; Lammens, "Le calife IValid âkıbete uğradılar ( ibn al-Aşîr, V , 264 v .d .). Valld Dimaşk ’ta pek fazla kalmıyarak al-Âb­ et le prétendu partage de la masqué des Omayyar des à Damas", B I F A O , X X V I, 21-48; ayn. râk ’a döndü. Fakat önce olduğu gibi şimdi de için­ mil,, "U n gouverneur omaiyade d ’ Egypte. Qorra de kendisini mesud hissettiği muhitini, şâir, edip, ibn Sarik d ’après les papyrus arabes”, B I E , 5. muganni, muganniye ve tufeyli takımı teşkil ediyordu. seri, 11, 99-115; î A madd. KUTEYBE, MESLEME, İdâri işlerle ciddî ve devamlı bir şekilde meşgul olmuyordu. Insanlan küçük görme huyunu asla terTÂRİK. ( H a k k i D u r su n Y il d iz .) ketmediği gibi umûmî efkâra da hiç ehemmiyet V E L ÎD H . a l - V A L Î D b . Y A Z ÏD , E m e v î vermiyordu. Onun halifeliğinde A li evlâdına karşı sert tutum deh a l î f e s i . Babası halîfe Yazid IL b. cAbd al-Malik, annesi al-IJaccSc *ın kardeşi Muhammed 'in kızı vâm etmiştir. Hişâm zamanında B elh’te yaşamakta Umm al-lîaccâc’dır; 88 (707)’de doğmuştur ( T a ­ olan Yahya b. Zayd b. “A lî, Valld ’in halîfe olmasıyla bari, II, 1192). Babası Yazîd, 102 (720/721) ’de kar­ tâkibata uğradı. Beyhak, Nışâpûr, Marv al-Rüd deşi Hişâm’1 ve ondan sonrada oğlu Valid’i ve­ ve Cuzcân şehirlerine kaçtı ise de, neticede bir çar­ liahd tâyin etti ( îbn al-Aşîr, V , 91 ). Valid ’in pışma sırasında öldürüldü (Y a'kübl, Tarifi, II gençlik yıllan amcasının sarayında geçti. Hocası 331 v.d.; Tabari, II, 1770 v.dd.). Valld devrinin cAbd al-Şamad ’in, onun, devrinin ileri gelen şâir­ en mühim vak’ası, hiç şüphesiz kendi hayatına m al leri arasında yer almasında hissesi büyüktür. Hi­ olacak hâdiselere yol açan FJâlid b. ‘Abd Allah atlâfet sarayında, çeşitli baskılar altındaki gençlik Kasrî ’nin idam edilmesidir. Halîfe Hişâm ’m ilk yıllan, pek mesud geçmiş sayılmaz. Küçük yaşta yıllarında Irak umûmî vâliliğine tâyin olunup ( 724 ), veliahd tâyin edilmesinin verdiği güven, etrafındaki uzun müddet bu vazifede kalarak, 73S*de valilikten hafif-meşrep gurup tarafından takviye edilmiştir. azledilen Hâlid, Arap kabileleri arasındaki rekâbete Günlerini şarap ile mûsikî ve şiirle geçirirdi. Halîfe katılmış ve Kaysîleri tutan selefi 'Omar. b. HuIdişâm, onu ciddiyetten uzak bulduğu için, veliahd- bayra’mn aksine Yemenlileri desteklemiştir. Valld, likten azletmek istiyordu. Fakat yerine veliahd yap­ halîfe olduktan bir müddet sonra Irak umûmî vâlisi mak istediği oğlu Maslama'nin de, hemen hemen Yûsuf b. 'Omar al-Şakafî *nin ısrarları karşısında Valid ile aynı karakterde olması, Ümeyye âilesı men­ büyük bir meblağ karşılığında Ijiâlid ‘i ona sattı. suplan ve devlet erkânının muhâlefeti ile karşılaş­ Hâlid’in amansız düşmanı Yûsuf, onu K u fe ’ye masına yol açtı. Veliahdlikten çekilmesi için yapılan götürerek çeşitli işkencelerden sonra öldürttü (m u­ baskılar da bir netice vermedi. Kendi tarafını tutan harrem I26=teşrin L/II. 743; Tabari, II, 1812 Maslama b. cAbd al-Malik 'in ölümünden sonra. v.dd.; îbn al-Aşîr, V , 276 v.dd.).



agS



VELİD II. -



VELİD B. MUGtRE.



Hâlid 'in hunharca Öldürülmesi Yemenliler ara­ sında halîfeye karşı umûmî bir hoşnutsuzluğun doğmasına sebep oldu. Halîfenin yaşadığı sefih hayat yüzünden başlatılan muhalefet, kısa zamanda büyüdü. Emevî tarihinde ilk defa Suriye ve Irak eyâletleri kısmen de olsa bir meselede bîrleşiyordu. Ümeyye âilesi arasından birçok kişi Valld ’e karşı teşekkül eden muhalefet cephesinde yer alıyordu. Başlatılan hareket kısa zamanda umûmî bir isyan hâlini aldı, isyanın başına, halîfenin baba tarafından akrabaları olan Ümeyye âilesi mensuplan geçtiler, iki oğlu­ nun cariyeden doğmuş olması ve her ikisinin de reşîd bulunmaması, Arap düşüncesine göre, devlet idâresinde ehliyetsizlik alâmeti telâkki edilmesine rağmen, onları kendisine halef ve veliahd tâyin etmekle âiîesini kızdırmıştı. Mukabil halîfe olarak ileri süsülen kar­ deşlerinden en harisi- Yazîd b. Valîd b. 'A bd alMallk çok para dağıtarak adam kazanmağa çalıştı. Nutukları ve hareketleri ile dindarlan kendine çek­ meğe muvaffak oldu (Tabari, II, 1837-1867 ). T â­ yin edilen zamanda Dİmaşk’a giderek taraftarları ile temâsa geçti; bir cuma günü, içinde silah depo edilmiş olan câmi ’e girip, hiç bir ciddî direniş ile karşılaşmadan me'murlan tevkif ettirdi. Ertesi gün Öğleden sonra da, Yazîd, Dimaşk ’lılarm biatim kabûl etti. Ayrıca al-Âbrük’ta oturmakta olan ha­ lîfe Valld e karşı yeğeni °Abd al-'Azîz kumanda­ sında 2.000 kişilik bir kuvvet gönderdi. Valld, durumu öğrendiği zaman yapacak hemen hemen hiçbir şeyi kalmamıştı. Sâdık adamlarının Hınıs, Tedmür veya daha yakında bulunan kale­ lerden birine ilticâ teklifini önce reddetti ise de, son anda 'A bd al-'Azîz ’in yaklaşmakta olduğunu ha­ ber alınca, çok uzak olmayan Bahrâ sarayına kaçtı. Yanında 200 kişi vardı. Çevreden yardım için gelen birliklere 'A bd al-'Azîz mâni olmuştu. Bizzat mü­ câdeleye katılan ve cesâretle dövüşen Valîd bir müd­ det sonra herkes tarafından terk edildiğini görünce, kaleye çekilip, Osman gibi ölümü arzu ederek Kur'ân okumağa başladı ve bu vaziyette katledildi (2 7 cemâziyelâhır 12 6 = 17 nisan 744 perşembe). Valîd zamanında ehemmiyetli sayılabilecek bir askerî harekete rastlanmaz. 125 (7 4 3 ) yılında Bi­ zanslılar, Zibaçra ’ya bir sefer yaparak şehri tahrip ettiler. Bu akma karşılık olup olmadığı bilinmemekle berâber, Valîd de kardeşi al-Gamr b. Yazîd ’i gazâ yapmağa memur etti. Ancak bu seferin nereye ya­ pıldığı ve neticesinin ne olduğu hakkında kaynak­ larda herhangi bir bilgiye rastlanmaz. O , yİne aynı yıl içinde donanma kumandam al-Asvad b. Bilâl ’i Kıbrıs a karşı bir sefere memur etmiş ise de, bu seferden de zikre değer bir neticenin alınmadığı anlaşılmaktadır (Tabari, II, 1769; Ibn al-A şîr, V , 274). Şahsî cesâreti, elinin açıklığı ve şüre karşı duydu­ ğu yakın alâkası bilinen Valîd *in, şâir olarak Emevî halîfeleri arasinda ilk sırayı aldığı kabûl edilmek­



tedir ( Ağânî, V I, IO I). Devlet işlerini ciddiye al­ madığı için onlarla fazla meşgul olmuyordu. Gün­ lerini eğlence, içki âlemleri ve çölde avlanarak ge­ çirirdi. Acı bir kuvveti olduğu rivâyet olunur. Etnevîler devri sivil mimarîsinin iki mühim eseri Valîd ’in kısa süren halifeliği esnâsmda meydana getirilmiştir. Daha Hişâm sağlığında Kusayr 'Amra [ bk. mad. AMRE ] adını taşıyan köşkü, büyük öl­ çüde genişletmiş ve halîfe olduktan sonra Emevî saraylarının en mühimi olan Mşattâ [ b. bk. ] sara­ yım yaptırmıştır. Bibliyografya: Kitâb al-Ağâni ( Bu­ lak), V I, 101-141; al-Yac!î) 'yu Kaide astrolojisinin merkezi olarak bilirler (ayrıca krş. Badamyus, V , 20,7; V III, 2 0 ,10). Uruk hiç bir zaman, Bâbil gibi Hellenistik bir şehir olmamıştır. Fakat, surlan içinde kalabalık bir Yunan cemâatimde barındırmış olması mümkün­ dür. Partlarm son devirlerinde, şehrin eski geniş sahasının sâdece küçük bir kısmı meskûn idi; Sâsânîler devrinde, burası gittikçe küçülmeye yüz tutmuş olmalıdır. Islâm fethi sırasında ise tamamen ıssız ve terkedilmiş olduğu anlaşılıyor. Varkâ3 'dald harthelerin derli toplu ilk tasvir ve tedkikinî W. K . Loftus*a borçluyuz ( b k B ib i. ). Loftus, 1850 ve 1854 yıllarında üç defa Var­ kâ3 ’da bulundu, ikinci gidişinde 3 hafta ve üçüncü



Ve r k â gidişinde ise, 3 ay müddetle hafriyat yaptı. Araş­ tırma maksadıyla Varkâ3 'yi daha sonra ziyaret eden­ lerden şunlar zikredilebilir: W . H. Ward (1885 ); bk. J. P. Peters, Nippur or Explorations and Adven~ hires on the Euphrates ( New York, 1898), I, 349 v.d. { Peters 'in Varkâ’ ’yı zlyâreti için bk. ayn. esr., II, 98 v .d .); ayrıca E. Sachau (18 9 5), P. Anastase Carme ( 1 900) ; bk. bibi Alman Şarkiyat Ce­ miyeti 'nin İlmî keşif gezileri ile, Varkâ3 harâbelerinin tedkiki yeni bir safhaya girmiş oldu. Varkâ3 topografisinin mükemmel bir tasvirini vaktiyle Loftus yapmıştı (B u husus için onun şehir planına bk. ayn. esr., s. 160; ondan naklen Hommel, Gesch, Babyloniens u. Assyriens, s. 208 ’de ve Zehnpfund, s. 70 ) Daha sonraki krokiyi Andrae yapmıştır. Alman Şarkiyat Cemiyeti ’nin keşif heyeti tarafından 1912-1913 kışında çizilen yeni plan, hem daha mükemmel, hem de daha tafsilâtlıdır (bk. Jordan, Uruk, - Vatka, 1928, s. 7 v.d,; ayrıca krş. Mitted. d. Deutsch. Orient-Ges., 1928 nr. 66 s. 4 ). Parlak devrinde U ru k’ un zaman zaman, bugün hâlâ yeri belli olan surları dışına taşacak kadar ka­ labalık bir şehir olduğu anlaşılıyor. Surların dışın­ daki harâbe yığınları ve daha başka yerleşme yer­ lerine âit izler bunu ispat etmektedir ( krş, Loftus, s. 165; Sachau, s. 64 ). B âbil’in eski çağında ya doğrudan doğruya Fı­ rat veya onun bir kolu U ruk’tan geçmekte idi. Bugün mecrası tamâmen kumlarla örtülmüş olan Şaft al-Kâr ( Varkâ3 nm şimâl-i garbisinde) olduğu sanılan bu kolun suları, şehre bir kanal ile akıtıl­ makta idi. Jordan, bunun, şimâlden gelen ve şehir surunun şimâl-i garbi boyunca uzanan Şaft al-Nil’in izleri ile de teşhis edilebileceği kanâatindedir. Bugünkü Fırat, Varkâ3’nm cenûbunda -en yakın kıyı noktasından hesaplanarak- takriben 6 km. 'den fazla bir mesafeden akar. Harabelere, en kolay ola­ rak, ırmağın şimâl kıyısında bulunan Bağdad-Basra demir yolunun al-IJizr istasyonundan ulaşılır. Harâbeler, ancak bâzı mevsimlerde, sürüleriyle Bede­ vilerin uğradıkları, meskûn olmayan bir mıntıkada bulunmaktadır. Alman Şarkiyat Cem iyeti’nin 1912-1913 kışın­ da yaptığı keşif gezisi sâyesinde, Bâbil-Hellenistik karma kültürünün üslûbu hakkında faydalı bilgiler veren külliyetli miktarda toprak mühür mahfa­ zaları, mühürler ve aynca geç devre âit çini eşyalar ( husûsi toprak figürler, hayvan motifli çömlekler) ve bu arada bir de Part Kıralı Gotarzes ( M . s. 4 0-51) ’e âit 196 tane sikke bulunmuştur. Çoğu Selefkoslar devrinde olmak üzere, her devre âid bulunmuş çivi yazılı vesikalar, sayıca oldukça ka­ barıktır (krş. Jordan, UruhrVarka, s. 39, 57*7° ve M itteıl. der Deutsch. Orienl-Gesellsch; nr. 66, s. 12 -17 ). I929-I93t yıllarında pek çok hiyeroglifi! toprak levhalar bulunmuştur. Resmi kazılar ile elde edilmiş bu malzeme yanında,



v e r r ä R.



antika tacirlerinin satın almak süreliyle teşvik et­ tikleri Araplar tarafından çıkarılan ( ekseriyetini çivi yazılarının ve hatta heykellerin teşkil ettiği) eşya da büyük bir yekûn tutar. Bu kesif ticâret, Alman Şark Cemiyeti ’nin kazılarından ( I 91 2 ) çok daha önceleri başlamıştı. Arap define arayıcı­ larının buldukları eşyalar, ticâret için husûsî ko­ leksiyonlar ile Avrupa ve Amerika’nın muhtelif devlet müzelerine intikal etmiş ve meselâ Paris, Londra, Bürüksel, Berlin, Baltimor ( Goucher Koleji), Pierpont-Morgan Kütüphanesi, Nies, v .s .’deki ko­ leksiyonlar içinde yer almıştır. Dikkate değer bâzı kıymetli eşya için krş. Unger, s. 36. Yeni Bâbil devrinden Part devrine kadar olan muahhar devir vesikalarının ağır bastığı, Varkâ3 menşe’li pek çok çivi yazılı metin, son zamanlarda (bilhassa 1915-1935) husûsî ve kollektif eserlerde neşredilmiştir. Bibliyografya : (M etin içinde gös­ terilenlerden b a şk a ) : W . K . Loftus, Traoels and Researches in Chaldaea and Sustana (L o n ­ don, 1857), s. 123 v.dd., 148-239; Fr. Delitzsch, Wo lag das Paradies (Leipzig, 1881), s .221 v.dd.; Fr. Hommel, Geschichte Babyloniens and Assyri­ ens (Berlin, 1885-1889), s. 205-211; E. Sachau, Am Euphrat und Tigris (Leipzig, 1900), s .61-64; P. Anastase Carme, M ach., V II ( i 9° 3), 454*458; H. Hilprecht, Explorations in Bibi. Lands ( Philadelphiya, 1903), s. 55, X4*-*55; ayn. mlk, D ie Ausgrabungen in Assyrien und Babylonien ( Leip­ zig, 1904 ), I, 135-145; Zehnpfund, Babylonien İn seinen wichtigsten Ruinenstätten; Der A lte Ori­ ent (Leipzig, 19 2 ° ), XI/3-4, 48-52; M . Streck, Assurbanipal (Leipzig, 19 16 ), I l f , 815; Fr. Hom­



mel, Grundriss der Geographie und Geschichte des alten Orients (M ünih, 1904-1926), s. 359" 364,1021 ( indeks *te Erekh, Uruk, Warka madde­ lerine b k .); J. Jordan’m raporları; M itteil, der Deutsch. Orieni-Gcsellsch., nr. 5r» s. 47-76; nr. 53, s. 9-17; nr. 66, s. 1-18; Jordan, UrukrWarka nach den Ausgrabungen durch die Deutsche Orient-Gesellseh., Wisssenschqftl. Veröffentl. der Deu­ tsch. Orient-Ges. ( Leipzig, 1928 ), L I ; E. Unger, Uruk mad.; Reallexik, der Vorgeschichte (Berlin, 1928 ), s. 35 v.d. ( bibl. ’de verilmiştir.) Deutsch. Orient-Ges. ’İn 1928-1931 yıllarındaki hafriyatı hakkında raporlar için blt. Archiv fü r Orientforsehung (Berlin, 1929-1931), V , 252 v.d.; V I,



316-319; V II, 132-135 ( M . S t r e c k .)



VERRÄK. m ed



b.



al-VARRÄK, Abu 'Îsâ Muham-



H arun



al



-V



arrak,



II.



( VI I I . ) as­



rın sonları ile III. ( I X . ) asrın ilk yarısında yaşa­ mış M û t e z i l e ’ y e m e n s u p b i r k e l â m â l i m i . Kaynaklarda onunla ilgili olarak görü­ len bilgiler, ana hatlarla da olsa, hayatını çizme­ ğe pek müsâit değildir. Nerede doğduğu ve ilk



VËRRÂK.



âöâ



tahsilini nerede yaptığı kesin olarak bilinmiyorsa da, eder. al-kJayyâ); ’m, eserinin diğer bir yerinde alömrünün büyük bir kısmını herhalde Bağdad ’ta ge­ Varrâk *a isnat ettiği hususlar da dikkat çekicidir. O burada, îbn al-Râvandî ’nin İslâmî bırakıp, gö­ çirmiş olmalıdır, isminde rastlanılan ” al-Varrâk” kelimesi, kağıtçı demek olduğuna göre, kırtasiyeci­ rüşleri arasına muhâlif fikirler yerleştirdiği ve eser­ lerinde Dehrîleri müdâfaa ettiği için, Mûtezile ta­ liğe yakın bir meslekle ilgisi bulunmalıdır. Hâlen elimizde, ondan bahseden en eski kaynak rafından tardedildiğini kaydetmekte ve aynı akı­ olan al-Mascüdî (ölm. 345=956 [b . b k .], G A S , I, betin, hocası al-Varrâk’m da başına geldiğini söy­ 333-336) ’nîn Murüc al-Zahab (V,473 v.d.; V I I ,236) lemektedir. Nitekim Abü ctsâ al-Varrâk, başlangıçta ’inde, şîa 'nın görüşlerini işleyen eserler müellifi ola­ kabûl ettiği şü-mûtezilî görüşleri bırakıp, Maniherak geçmekte ve ölüm tarihi verilmektedir. Burada izmî ve Senevîyeyi müdâfaa eden eserler yazmağa ayrıca K . al-macâlis adlı bir eserin de müellifi olarak başladığı zaman, mezkûr mezheple alâkası kesilmiş­ görülen al-Varrâk, 247 ( 8 6 1 ) tarihinde Bağdad ’ın tir. al-Hayyât ’a göre, Abü 'îs â ai-Varrâk, âlemin garbında al-Ramla adını taşıyan bir yerde vefat et­ kıdemi mevzuunda da, Râfizîler gibi düşünmekte­ miş olup, birçok değerli eser yazmıştır ve imâmete dir ( s. 108 ). Aym eserde yer alan diğer bir ri­ dâir K . al-mafcâlât ’ı ile kelâma ( : al-Naşar ) dâir vayet, Kitüb al-intişâr müellifinin, al-Varrâk hak­ birçok eserin de slhibidir. Bu bilgilerin, ilk rivâyetin kında daha kötü düşündüğünü gösteriyor: al-Hayyât, bir nevi îzâhı olduğu ortadadır. Burada adı geçen al-Câlji? ’i, Peygamber ve A li’nin sülâleleri hakkında, al-Makâlât, daha sonraki eserlerde rastlanılan par­ kendisine söylemediği şeyleri isnat eden lbn alçaları dikkate alınırsa, geniş bir dinler tarihi olduğu Râvandî ile mukayese ettikten sonra, al-Varrâk’1 da hatırlatıyor ve lbn al-Râvandî ’ye hitaben ondan intibâmı veriyor, eAbd al-IJâhir al-Bağdsdî (ölm . 4 2 9= 10 3 7) Hi- ” Senİ ilbâda götüren, Mûtezile ’de bulunmak şere­ şâm b. al-Hakam *in, Allah ’ın zâtı hakkındaki gö­ finden mahrum edip, ilhâd ve küfrün zeliliiğine rüşlerini zikrederken, al-Varrâk ’ın, onun bâzı ta­ çeken kötü selefin,, diye bahsediyor. Rivâyetin raftarlarının bu husustaki nakillerine, ismini bil­ devamı, al-Varrâk’m Ali hakkında, çok kan dökül­ dirmediği eserinde yer verdiğini söylemekte ( K . al mesine sebep olduğu için pek kötü düşündüğünü, -Fark bayna'l-fİrak, nşr. M . Badr, Kahire s. 49), di­ zîrâ kendisinin hangi sebeple olursa olsun hiç kim­ ğer bir yerde de (s. 51), al-Varrâk’ın, tecsim ve teş­ senin kanının heder edilmesini istemeyen bir mâni ol­ bihte pek aşırı görüşlere sâhip olan Hişâm b. Salim duğunu tasrih ediyor ( K . al-İntişâr, m v.d. ). Bütün bu dağınık rivâyetler, önceleri Mûtezileal-Cavâlik! ’den yaptığı bir nakli kaydetmektedir. Bu iki rivâyetin de K . al-Makâlât ’tan olması ihti­ ’ye bağlı (b k . lbn al-Nadîm, a l-F % m t, s. 338; mâli kuvvetlidir. al-B!rünî [ b. bk. ] ’nîn K . ab lbn Hacar ah-'Askalânt, Lisân al-M tzân, V , 4 12 , Sşâr al-Bâkiya (s. 277-284)’sinde görülen kısımlar, Carsten Colpe, Anpassung des Manlchâismus an dm daha ziyâde bâzı Yahûdi dinî fırkaların müteferrik Idem ( Z D G M , 109/1959 s. 84 v.d., bir ke­ görüşleridir. al-Şahristânî ( ölm. 543=1148; (bk. mad. lâm a olduğu anlaşılan Abü cIsâ al-Varrâk ’m, ŞEHRİSTÂNÎ j ), al-Varrâk ’tan, eserlerini zikretme­ daha sonraları, ilgi duyduğu ve müdâfaa ettiği Maden bâzı nakiller yapmaktadır (bk. al-Milal va 7- niheist görüşleri dolayısıyla, sünnî mütekellimler tdhal, s. 14*, 443 ). Bunlar arasında bilhassa şu ikisi tarafından zındıklardan biri olarak kabûl edildiğini ayrı bir ehemmiyetarzeder. al-Şahristânl, M âni’nin gösteriyor (A yrıca bk. G . Vajda, Les Ztndiqs en şahsiyeti ve görüşleri hakkında bilgi verirken, as­ Pays d'Islam au Début de la Période Abbaside, R ilen bir mecûsî olarak kabûl ettiği al-Varrâk 'm, vista Degli Studi Orimtali, Roma, 1938, X V II, 18 1, bu dinin görüşlerini yakından bilen biri olduğunu 196, 221; H. Ritter, Philologikfl I I I , Muhammedasöylemekte ve onun, Mâni *nin âlem hakkındaki nische Hâresiographen, D er Islam, 18, s. 35 v.d. ). görüşlerine yer vermektedir ( s. 188, trc. 285). Abü 'Isa al-Varrâk’m, muhtelif mezheblere ait Diğerlerinde ise, yine al-Varrâk ’m, Abü Şirvan ’ın bu görüşlerine eserlerinde en fazla yer veren albabası Kubâd zamanında ortaya çıkan M ezdek’in Şahristânî’dir (A yrıca bk. Carsten Colpe, A n görüşleriyle Mânî'ninkiler arasındaki mukayesesini passang..., s. 87). Onun kâinattaki hâdiseleri tekkaydetmektedir ( s . 188; trc. 129). Bu rivâyetlerin, tann ile izah edemeyişi üzerine, iki tanrılı bir sis­ isim tasrih edilmemesine rağmen K , al-Makâlât- temi kabûl eden Maniheizme kaydığını düşünen ’ tan alınmış olması ihtimâli kuvvetlidir. C . Colpe, ancak bu mezhebe dâir görüşlerinin de Bugün elimizde sâdece bir eseri bulunan Abü ihtiyatla ele alınması lüzûmuna dikkkatİ çeker ( A n ­ 'Isâ al-Varrâk ’m görüşlerini, Mûtezile mezhebi­ passung., s. 85, 90 v.d. ). . ne mensup al-Hayyât (bk. G A S , I, 6 2 1 ) ’m al-Varrâlf ’ın ilgi duyduğu dinler arasında lurisK . al-İnlişâr ’mda görmek mümkündür. al-Hayyât, tiyanlığı da hatırlatmak gerekecektir. Devrinin üç lbn al-Râvandî ’nin, Peygamber ’in ve ümmetinin hıristİyan mezhebi olan YâkÛbî, Nestûrî ve Melkîgünah işleyip işleyemiyeceği baklandaki fikirleri­ ’Ierlede ilgilenen bu kelamcı, bunlar hakkında K i ni cerh ettiği bir bölümde ( s . 7 1, c/şmef ve icr tâb f i al-radd "alâ 'l-firak al-jalâf min abnaşâra liiö '), onun bocası Abü cîsâ al-Varrâk’1 da tenkit adh iki ciltlik bir eser de kaleme almış olup, günü­



§64



VÊRRÀK -



VEŞMGÎR.



müze kadar gelmeyen bu eserin muhtevâsı Yaljyâ lan gerijalmak sevdasına düşerek Mâkân b. Kâkı b. cAdî ( ölm. 364=974 ) ’nin bir reddiyesi { G A S , [ b. bk. ] ve Muljammed b. Muşaffar b. Muhtaç I , 620: Paris, Bibliothèque Nationale, Catalogue des kumandasında kuvvetler sevk ettiyse de, Vaşmgîr, manuscrits arabes, nr. 167; 1,248 var., [h. VIE Sâmânî ordusunu Taberistân’dan uzaklaştırdı ve asır]; nr, 168, 11, 285 var. [h. X . asır]) sayesin­ Cürcân ’ı zabt etti (323=935 ). Diğer taraftan Mer­ dâvic’in ölümU üzerine 'A lî b. Büya de kardeşi de bilinmektedir. Onun al-Mas'üdî 'nin eserinde kaydettiği ve ta­ Rukn al-Davla kfasan [ b. bk. ] ’ı bir ordu ile İs­ rihini 247 ( 861 ) olarak verdiği vefatı, Maniheizme olan taraftarlığı yüzünden, bir ölüm cezâsı sonrası vukua gelmiş olmalıdır. 'A bd al-Raljman al-'Abbâsî, K . macökid al-tanşîş ’inde (Bulak, 1247, X, 77) , al-Varrâlf’m vefatına kadar hapiste kaldığı­ nı da kaydetmektedir ( ayrıca krş. C . Copie, An­ passung.,,, s. 90 )< B i b l i y o g r a f y a : al-Mascüdî, Murüc al -zahab, V, 474; VII, 236 v.d.; al-Hayyât, K . alintişür ( nşr, H. S. Nyberg ), Paris, 1957» s. 73, xo8, 1x0, v.d.; îbn al-Nadîm, al-Fifarist, s. 338; al-Şahristânî, K . al-mİlal va 'l-riiJjal ( nşr. Wil­ liam Cureton), Leipzig, I923; ayn. mil., Reli­ gions partheien tmd Philosophenschulen (trc. T h. Haarbrücker ), Halle, 1850 ; tbn Hacar, Lisân al-mîzân, V, 4x2; Carsten Colpe, Anpassung des Mânichaismus an den Islam (Z D M G ), 1959» I09, 82-91; Fuat Sezgin, G A S , I, 620; E I , mad. VARRÂK



( A . SUBHt F u r a t.)



VEŞMGÎR. V A ŞM G ÎR B. Z İY Â R , A bu T Â ve sikkelerine göre £ A H Î R AL-DAVLA ( is­ min daha doğru şekli Vuşmgîr olup, son araştır­ malarda böyle geçmektedir), Z i y â r l h a n e d a ­ n ı n ı n i k i n c i h ü k ü m d â r ı d ı r ( 935-965). Kardeşi Merdâvic [ b. bk, ] ’in iktidâra gelmesin­ den sonra ve onun ısran ile vatam G llân 'ı, terk edinceye kadar, iptidâi bir dağlı hayatı yaşa­ mıştı. Vaşmgîr, kardeşinin yanına geldiği sırada, Büveyhîler tarih sahnesinde görülmeğe başlamış­ tı. Nitekim M erdâvic'in hizmetinde bulunan K arac vâlisi 'îm âd al-Davla cA lî b. Büya baş kal­ dırarak, İsfahan’ı ele geçirdi. Merdâvic, kardeşi Vaşmgîr ’i büyük bir ordu ile 'AH *ye karşı gönderdi. 'A lî ise, İsfahan’ın haracını aldıktan sonra Arracân a çekildi. Vaşmgîr, İsfahan "a hâkim oldu ( 3 2 1= 93 3) ise de» halîfe al*Kâhir, şehrin boşaltılmasını istedi. Merdâvic, halifenin bu isteğini kabûl ederek, kardeşi Vaşm gîr‘e İsfahan’ı halîfenin murahha­ sına teslim husûsunda talimat verdi. Fakat kısa bir müddet sonra aH Jâhir’in halifelikten uzaklaş­ tırılması, tekrar şehrin M erdâvic’in idâresine gir­ mesine yol açtı ( cemâziyelevvel 322=nisan/mayıs 934). Merdâvic, T ürk köleleri tarafından öldürü­ lünce ( 323=935 ), Vaşmgîr, kardeşinin defn edil­ diği R e y ’de ahâli ve ordu tarafından hükümdar ilân olundu. LİB



Merdâvic ’in ölümü, Ziyâriler ’în düşmanlarını harekete geçirdi. Sâmântlerden Naşr b. Ahmed, II. 4şha önce kendi hânedâruna tâbi bulunan toprak­



fahan *a göndererek burayı zabt ettirmiş idi. Vaşm­ gîr, Büveyhîler’e mukavemet edebilmek için Sâmânîlere tâbi olup, itâatım te’yid maksadıyle Cürcân’ı M âkân’a verdi (3 2 5 = 9 3 6 ) ve onunla dostâne bir bağ kurdu. Vaşmgîr, nüfûzunu garpta da yaymak üzere Azerbaycan’ı zabt etmek isteyen Daysam b. İbrahim ’i destekledi. 327 (938/939 ) ’de İsfahanı’1, Rukn al-Davla Hasan’dan geri aldı. Vaşmgîr’le dost­ luğu dolayısıyla Sâmânîlerden yüz çeviren Mâkân’m üzerine, Naşr II., Şağânİyân hükümdar sülâlesinden Aljmed [b . bk. ] Abu ‘ Al i b. Muljtâckumandasında bir orduyu N îşâbûr’dan Cürcân’a gönderdi (m u­ harrem 328=teşrin I/II. 939). Bu orduya karşı ko­ yamayacağını anlayan Mâkân, Vaşm gîr’den yar­ dım istedi. Gönderilen yardımcı kuvvete rağmen, A bü 'A lî, yedi aylık bir muhâsaradan sonra» Cür­ cân şehrini ele geçirdi (328 sonları= ağustos/eylul 940). Mâkân, önce Taberistân’a, sonra da Vaşm­ g îr ’in bulunduğu R ey’e gitti. Bu mücâdele sıra­ sında Rukn al-Davla Haşan, İsfahan’a hâkim olduğu gibi, Abu 'A lîd e, 329 muharreminde (teşrin I/II. 940) Rey üzerine yürüyüp, Vaşmgîr ve M âkân’m müttefik kuvvetlerini, Rey yakınındaki îsljâkâbâd’da bozguna uğrattı. Savaşta Mâkân öldü (2 1 Rebîûlevvel 329=24 kânun 1. 94°). Vaşmgîr ise, A m u l’e çekildi. Müteâkıp senelerde Vaşmgîr, M âkân’m yeğeni ve Sâri vâlisi olan Haşan b. Fîrüzân’m isyanı ile karşılaştı. Haşan, Mâkân'm ölümünden onu mes’ûl tutuyordu. Vaşmgîr ’in gönderdiği kuvvetler kar­ şısında mağlûb olan H asan» Irak’a kaçıp A b ü 'A lî b. Muhtâc’ı Taberistân ’a yeni bir sefer tertibine teş­ vik etti. Bu sefer neticesinde Vaşmgîr, yeniden Sâmânîler’e tâbi oldu. Berâberinde Hasan b. F îrüzân olduğu halde Horasan ’a dönmek üzere Tabe­ ristân’dan yola çıkan A bü 'A lî, Sâmânî emîri Naşr II. ’in ölüm haberini aldı ( 331=943 ). Hasan b. Firüzân, yanma sığınmış olduğu 'A b ü ‘ A lî ’ye ihânet edip, baskında bulundu ve sonrada Cürcân’1 işgal etti. Muhtemelen bu karışıklıktan istifâde eden Vaşmgîr, Rey şehrini ele geçirdi. Ancak bu­ radaki hâkimiyet! kısa sürdü: Rukn al-Davla H a* san tarafından buradan uzaklaştırıldı ( 331—943 )• Taberistân ’a döndüğü zaman Hasan b. Firüzân tarafından mağlûp edilen Vaşmgîr, önce Bayan­ dı ’lerden Ispehbed Şahriyâr ’m, daha sonra da Sâ­ mânî emîri Nüh b. Naşr ’m yanma kaçarak istiklâ­ lini kaybetti. Ancak emîr Nühı’un yardımını te­ min eden Vaşmgîr, Abü 'A lî ve Manşür b. Kara­ tegin kumandasındaki Sâmânî ordusunun desteği ile



VÎŞMGİR Cürcân *ı tekrar ete geçirdi ( safer 3 3 3= eylül/teş­ rin I. 944 ) ise de, Büveyhîlerin desteğini sağlayan Ulasan b. Fîrüzân karşısında burayı muhafaza ede­ medi. Bununla beraber Vaşmgîr 335 (9 4 7 ) yı­ lında büyük bir Samanı ordusunun yardımı ite Cürcân ve Taberistân’ 1 tekrar zabt ederek yasan b. FîrûzSn ’1 bu bölgeden uzaklaştırdı. Ertesi yıl Rukn al-Davla yasan, Cürcân ve Taberistân'a tekrar hâkim oldu. Bu defa Gllân ’ m “Alevi eraîri A bu ’IFazI al-’J r ’ir *e sığınan Vaşmgîr, Büveyhîler ile mücâdelesinde Sâınânîlerin desteğine güveniyor­ du. Sonraki yıllarda Cürcân ve Taberistân birçok kere el değiştirdi. Sâmânî emîri Nülj ’un 342 ( 953 )'de Abü “AK idaresinde bir ordu göndermesi üzerine Vaşmgîr, Cürcân ’da A bü “AK ’ye iltihak etti. Rukn al-Davla yasan, bu ordu karşısında mukavemet edemeyeceğini anlayınca fabarak kalesine sığındı. Neticede Abü “A li ile Rukn al-Davla arasında bir sulh yapıldı ise de, Vaşmgir’in A bü ‘ AH 'yi Büveyhîlerle işbirliği yapmakla itham etmesi üzerine, bu anlaşma emîr Nülj tarafından reddedilerek Abü ‘A li Horasan vâîiliğmden azlolundu. Bu sebeple A bü ‘ A lî isyan etti. Emîr Nülj tarafından A bü ‘AH ile savaşmak için gönderilenler arasında Vaşmgîr de bulunuyordu. Abü ‘ A lî de Büveyhîlere sığındı. Nihayet 344 ( 9 5 5 ) 'te Sâmânîler ve Rukn alDavla arasındaki anlaşmazlığa son veren sulha gö­ re, Rukn al-Davîa Taberistân ’daki ZiySrî’lere (yâni Vaşm gîr) tecavüz etmeyecekti. Fakat bu sulhun uzun sürmediği Vaşmgir’in, 347 { 95& ) "de kısa bir süre için de olsa, Rukn al-Davla ’nin merkezi Rey ’i zapt etmesinden anlaşılıyor, İki yıl sonra ise Rukn al-Davla yine kısa bir süre Cürcân’1 zabt etti. Bttveyhîler 351 (9 6 2 ) ve 355 (9 6 6 ) yıllarında geçici olarak Taberistân ve Cürcân 'ı işgal etmişlerdi. Nihayet Sâmânî emîri Manşür b. Nülj tarafından Rukn al-Davla y a sa n ’a karşı büyük askerî hazır­ lıklar yapıldı. Sâmânî kumandanı Mufjammed b. İbrahim b. Simcür, seferin başkumandanı olacak olan Vaşmgîr İle Cürcân ’da birleşti. Lâkin bu sefer sona ermeden Vaşmgîr muharrem 357 ( kânun I. 9 6 7 )’de (M iskavayh’e göre I muharrem™7 kânun I. 9Ğ7; GardizI’ye göre ise, 356 yılı zilhicce ortası = 2 1 teşrin II. 967) av sırasında bir yaban do­ muzu tarafından öldürüldü. Yerine oğlu Bîsütün



geçtiVaşmgîr muktedir ve iyi bir hükümdar olarak ün kazanmıştı. Bu sebeple Ziyârl hânedânı onun ölümünden sonra Vaşmgîr hânedânı oîarak da isim­ lendirilmiştir. Hayat hikâyesi ve aslen Merdâvİc tarafından zabt edilen bölgelere hâkim olamayışı gözönüne alınırsa, onun muktedir bir kumandan olmadığı anlaşılır. B i b l i y o g r a f y a : îbn Miskavayh, Tacârtb al-Umam (nşr. Margoliutb, I-II); Ibn Isfandiyâr, History of Jabarisiân ( îng. trc. E. G. Browne, s. 217-225 ); tbn al-Aşîr, al’ Kâmil ( nşr.



İslâm Ansiklopedisi



VEŞŞÂ.



m



Tomberg, VI I I . ) ; Zahîr al-Dîn, Tarifa fabaristân (nşr. D o rn ); Gardîzî, Zayn cd-Afabâr (nşr. ‘A bd aî-Hayy Habibî); Mîr|jvând, Ravzat al$a fa , IV ; S. Lane-Poole, Oriental Coins in the British Muséum, III, 10 v.dd,; C I. Huart, Les Ziyarides, dans Mémoires de L 'Académie des Insc­ riptions ( i 922), X L II, 377-384; E. Denison Ross, On tkree Muhammadan Dynasties in Northern Persia, Asta Major, II, 205-225; V, Minorsky, La domination des Dailamites ( Publ, de la Sec, Etudes Iraniennes, nr. 3 )> Paris, 1932; ‘AbbSs İk­ bâl Âştiyânî, Târ'ifa-i Mufa^al-i İran, Ï3472 hş.; W. Madelung, The Minör Dynasties of Northern Iran { Cambridge History of Iran, IV), Cambridge, 1975. s. 198-249; H. Busse, Iran Under the Büyids, s. 250-304; bk. E l mad. VAşmGîR, B. ZîyâR,



(E . M e r ç î L .) VEŞŞÂ. VAŞŞÂ“, A b u ’l- T a y y 1 b M u h a m m e d b. A h m e d b. I s h â k b. Y A y î a l - N a h v î , IH. { IX. ) asrın İkinci yansı ile IV. ( X . ) asrın başlannda Bağdad’da yaşamış b i r e d i p ve n a h i v â l i m i . Onun Ibn ai-Vaşşâ diye tanınmış oldu­ ğuna dâir K . al-Ansâb ’ta ( nşr. Margoliouth, var. 584 ) görülen ve daba sonraki eserlerde de ( bk. msl. Rayfaânat al-aiah, V I, 318) rastlanan rivâyet, oğ­ lu ile karıştırılmasından ileri gelmiş olmalıdır. Ni­ tekim Yâküt al-Hamavî, "Onun Ibn ai-Vaşşâ‘ diye tanınan bir oğlu vardır” kaydıyla bunu açıklığa ka­ vuşturmaktadır. Hayatı baklanda fazla birşey bilinmemekle berâber, al-Vaşşâ‘ 'm ömrünün büyük bir kısmım Bağ­ dad 'da geçirdiği anlaşılıyor. Kaynaklarda geçen ismi, kendisi ve âilesi hakkında fazla bir ipucu ver­ memekle birlikte rivâyete göre, ibrişimden yapdan elbiseleri satan kimse mânasına gelen al-Vaşşâ3 lekâbı, onun böyle bir sanatla ilgili olduğunu ha­ tıra getirmektedir. Aralarında aî-Sam'ânî ve al-Yâlfût da olmak üzere, kaynaklar, al-Vaşşâ° *ın hocaları arasında büyük Arap dil ve edebiyat âlimlerinden al-Mubarrad ile al-Şa'âlıbi *nin olduğunu kaydederler. Bu arada da diğer hocaları arasında ‘A bd Allah b. Abî Sa'd alVorrâk, Aljmed b. ‘ Ubayd b. Nâşib, Muljammed b. Ahmed b. aî-Nazr al-Çudaymi ( bk. Tarifa Bagdad, I, 253) ve al-yâriş b. Usâma de (b k . Mtfcam al­ Udala‘, V II, 132 ) zikredilmektedir. Bu listeye, bu­ gün elimizde bulunan K , aTMuVaşşa1 ’mda, ken­ dilerinden hadîs, adab ve şiir sahasında rivayetlerde bulunduğu kimseleri katmamak daha uygun ola­ caktır. Zîrâ ilerde eserlerinden bahsedilirken de gö­ rüleceği üzere, bunlar onun olgunluk devresinde kaleme aldığı bu te’lîfinde, dolayısıyla kendilerinden bahsettiği kimselerdir. Ancak onun bocalan arasında babasının da bulunduğu unutulmamalıdır; zîrâ adı geçen eserinde babasından naklettiği ( bk. msl. 184 ) hadîsler de bulunmaktadır.



F.20



VEŞŞÂ -



30Ğ



Zamanla devrinin en önda gelen edipleri arasına girdiği anlaşılan al-Vaşşa’ ’dan rivâyet edenler ara­ sında al-Mu’ tamîd “ala’ Allah’ ın annesi Uallâfe 'nin câriyesi Munya (al-Kâtıba, bk. Irtbâk, ¡11, 6 ı ) d e vardır (bk. Târih Bağdad, i, 253 v.d.; ayrıca krş. Inbâk, III, 61 v.d.;). Yâlfût ’un al-Vaşşâ’ ’dan bahsederken "Ahhâtî" tâbirini kullanması, onun kitaplarının muhtevâsı dikkate alınınca daha da İyi anlaşılır. Gerçekten de kaynakların hemen hepsinin ’’Güzel tasnifler sâhibi” diye bahsettikleri al-Vaşşâ’ ’m, İslâmî edebiyatın adab, nahiv, lügat ve tarih gibi birbirinden farklı sâhalarnyle meşgul olduğu görülmektedir. Onun Arap nahvine dâir K . Mulftaşar fi 'l-naho, K , al-cami* fi'l-mhv adlı eserleri bize kadar gelmemiştir. Bu meyanda mütâlaa edilebilecek K.fi'l-makşür va’l-mamdüd ’unun bir nüshası Lâleli Kütüphânesi (nr. 3740, bk. G A L , SuppL, I, 189; M O, VII , 107) nde bulunmaktadır. K . al-Muzakkar va ’l-mıfatınas ’i (b k . al-Fijjrist, 85; MıAtam a l-u d a bâ V l i , 133; Inbâh, III, 62; N . M . Çetin, Arapça'da Kelime­ lerin Müzekkerlik ve MüennesUk Keyfiyetine Dair Müstakil Eserler, Şarkiyat Mecmaast, I, 89-1x9, nr. 16 ) ile hâlen elimizde bulunmayan K . al-Firak ’1, K . Halk aTimön ’1, K , ffalk al-Faras ’i ve K . alMusallas 'i lügat sâhasındaki çalışmaları ile ilgili görülmektedir. O , "Abbârl” nisbesini, içinde, III. ( IX.) asırda ve bilhassa Basra ’da görülen Zenc [ b. bk. î hare­ ketinin Önderine dâir haberleri topladığı anlaşılan K . Afabâr Şâbib al-Zanc ’den ziyâde, K . Afabâr al-mutazarrifât ’1 ile kazanmış olmalıdır. İçinde zo­ raki zariflerin tarihçe ve durumundan bahsettiği tah­ min edilen bu eser de, maalesef elimizde değildir. al-Vaşşâ’ , adab içinde mütâlaa edilebilecek bu son eserinin yanısıra, aynı mevzuda mâhiyetinin tesbitine isimlerinin de pek fazla bir vuzuh getirmediği K . ed-Saloân, Kitab



al-Muzahhab, K . Şihİlet al-



zahab, K . httdüd al~luraf al-kabîr,



K . a l-Z a h ir



va ’ l-azhâr, K , Zahrat al-nyâz adlı eserlerde kaleme



almıştır. lbn al-î>iftî, bunlar arasında sonuncusunun bir nüshasını ele geçirdiğini söylemekte, ayrıca ese­ rin, müellifin kendi haltıyla, 10 cilt tutacak kadar hacimli olduğunu söylediğini ve bu eserin, aî-Vaşşâ’ *m edebiyata dâir geniş ve derin vukûfunu gös­ terecek şekilde muhtelif manzum ve mensur par­ çalar ihtİvâ ettiğini kaydetmektedir. al-Vaşşâ’ ’m şiirle ilgisi, K . al-muoaşşah, Affbâr A b l NuvSs ( bk. G A S , II, 545 ) ve büyük bir ih­ timalle al-Hanitı İla'l-aotân adlı eserlerinde görül­ mektedir. Tarihle ilgisini gösteren. mezkûr Afjbör Şâhtibi al-Zanc yanında siyâsî tarihe âit olduğu anla­ şılan Vaşâyâ* M tdûk cd-°Arap min aolâd al-M alik Kahtcm b. Hüd a l-N a b î' si de ( müellifi, hakkında ihtilaf olan bu eser için bk. G A L , SuppL, I, 189; G / 1S , II, 532), hatırlatılmalıdır; bu sonuncu eser, 1332 ’de Bağdad ’da basılmıştır.



VETED. al-Kiftî ’ nin beiâgata dâir kabul ettiği K , al-F ö-



z i l ’ m tam adı, Târih Bağdad 'm nâşiri Muljammed Amin al-lfancl ’ye göre, K . a l-F a zl nün al-adab alkâmil olup (bk . Târllj Bağdad, I, 254 ), birer nüs­



hası İskenderiye Belediye Meclisi Kütüphânesi ile Kudüs ’te Hâîidiye Kütüphanesi *nde bulunmak­ tadır (Ayrıca bk. G / 1S , II, 82). Onun kaynak­ larda Tafric al-muhac ta sabah al-vuşid ila'l-farac ( diğer adı Stırür al-muhac f i rasSi 'l ahbâb, bk. RayJjânat al-adab, VI, 318) şeklinde geçen eseri, bir mektuplar mecmuası olup (müellif bu eserini K . atMuvaşjâ ’sında sâdece ’ *Farac al-muhac" diye zik­ reder, s. 198 ), günümüze kadar gelmiş ve basılmış­ tır (Kahire, 1900; krş. G A L , 1, 124; bk. s. 189). Bugün için aI-Vaşş5’ ,daha ziyâde kendisinin adab ’e dâir görüşlerini öğrenmemize imkân veren eseri K , al-Mmıaşşâ* 'sı ile tanınmaktadır. al-Kiftî ’nin beiâgata dâir bİr eser diye târif ettiği bu kİtâb ( /nbâh, IH , 6 2 ) ’m, diğer adı da K . al-zarf ta 'l-zu rafff ’ dır. Eserinin mukaddimesinde, kitabını edebin mevzuları içinde, okuyucuda usanç uyandırmaya­ cak derecede muhtasar bir şekilde kaleme aldığını söyleyen ve bunu muhtelif vesilelerle tekrar eden (bk. msl, s. 159) müellif, edibin ihtiyaç duyduğu ve beğendiği şeylerden bahsettiğini ( s. 4 ) kaydet­ mektedir. Esâsen kitabın ilk bölümü de edebin t i ­ ritlerine ayrılmıştır. Sonraki bölümleri arasında dost seçimi, Allah uğrunda birbirlerini sevenlerin evsâfı, arkadaşlara karşı güler yüzlü davranış, mü­ rüvvet, vaatlere bağlılık, sır saklama, zarâfetin yollan, sevgide iffet, kontrolsüz arzu ve isteklerin frenlen­ mesi, zarif erkek ve hammlann giyim ve süslenmede­ ki davranışları, elmanın onların nazannda gördüğü kabûl, bu uğurda edip ve şâirlerin söyledikleri, Peygam berin de düşkün olduğu diş ve ağız te­ mizliği ( misvak) ile ilgili şiirler, edeb ve zarâfet sâhiplerinin mektuplannda kullandıklan İfâdeler, hitap şekilleri v.b. hatırlatılabilir. içinde muâsm birçok edîp ve şâirden rivayetlerde bulunan ve onun kuvvetini, hadîslere dayanan dinî bir ahlâk­ tan alan adab'e dâir görüşlerini de aksettiren K . al-MuoaşşS‘ ’sının dikkate değer bir tarafı ise, müel­ lifin edebiyat tarihlerinde görülmeyen bâzı eser­ lerini de zikretmesidir. Nitekim bu arada onun K . al-bass o a ’l-lfişş (s . 4 6 ) ve K . al-Tuffâha (s . 1 8 0 )’si ile içinde gülün husûsiyetlerini dile getir­ diğini söylediği K . al-cikd ( s . 180)’i görülmek­ tedir. B i b l i y o g r a f y a ' , . Metin içinde göste­ rilmiştir.



(A . S. F urat.) VE T E D . VATAD veya VATİD ( A ., c. aviâd) Ârûzda i k i s i h a r e k e l i b i r i s â k i n o l m a k üz er e üç sessiz ha rf t en i bâ re t ses ü n i ­ t e l e r i n e d e l â l e t e d e n b i r i s t i l â h olup, lügat mânası ’’k a z ı k ’’ tır. Kelimenin al-Haİİl ta­ rafından seçilişi, sabab ( ” ip "), “aruz ( ’’çadırın orta



Ve T e d - Ve *v JL direği )" , mişrac ( "kapı kanadı" ) ıstılahlarının da açıkça gösterdiği gibi, bayt al-şicr ( "şiirine, nazmın bej ti, evi” ) bayt al-şa'r ( "kıldan ev, çadır” ) tem­ sil i ile alâkalıdır. al-yalîl, nazmın vezin bakımından âhengini te’min eden yapısını tahlil ve tedkik ederken, bey­ tin yazılı şeklini esas almıştı. Onun usûlünde naz­ mın, bu balamdan ayrılabilen en küçük unsurları mula3}.atrik ( "harekeli, yâni bir kısa sesli alm ış") veya sakin ( kapalı bir hece sonunda bulunan) ses­ siz harflerdir. Esâsen Arap alfabesinde -biri hâriçyalnız sessizlere delâlet eden harfler vardır. Dilin yapısı göz önünde bulundurularak, harekeli ve sâkİn harflerle yazıda müşâhede edilen bir takım ses gruplaşmaları tesbit edilmiştir: ilki harekeli, sonuncusu sakin iki sessiz harfe "hafif sebeb” ( alsabab al-l/afi}), birbirini tâkîben iki sessiz harfe "ağır sebep” ( al-sabab al-saktl), bu arada üç sessiz harften meydana gelen ünitelere de "veted" { vatad) denmiştir. Vetedin iki çeşidi olup, ilk ikisi harekeli, sonuncusu sâkin üç sessiz "birleşik ve­ ted" ( al-vatad al-macmif veya ai-üatad al-mafcrün ), aralan bir sâkinle ayrılmış iki harekeli sessiz "ay­ rılmış veted” ( al-vatad al-mafrük) adını alır. So­ nuncusu sâkin olmak üzere dört ve beş sessiz har­ fin birleşmesinden hâsıl olan gruplaşmalara da kü­ çük ( suğrâ ) ve büyük ( kttbrâ ) fanila [ b. bk.] den­ mişse de, bunları, sebeplere ve vetedlere ayırmak da mümkündür. Sekiz ana tef’îlenin ( al-uşül) ve bunlardan tü­ reyen çok sayıda c ü z ’ün (al-furfic) bünyesi, bu gruplaşmalara dayanır ve bunlarla tahlil ve îzâh edilir. Meselâ fâ‘ibm bir hafif sebep ile bir birleşik vetedden { : fâ'ilun) meydana gelmiştir. Bu tef’îledeki sebep ve vetedin yer değiştirmiş şekli ise, fodulun ( fa'ü-Iun) *u verir. Mustafiihm, iki hafif sebeb ve bir birleşik vetedden (: mus-taf-Hhn ) hâsıl olmuştur. Mafiölâtu ise, yine iki hafif sebeb ve bir ayrılmış vetedden (maf-°ü~lâta) teşekkül eder. Bibliyografya: îbn 'A bd Rabbihi, al-eîk d al-farld (nşr. A . Amîn, A . Zayn, î. al-Abyâri), Kahire, 1365/1946, V , 425 v.d.; Şams al-Dİn Muljammed b. Kay* al-Râzı, alM tfcam f î ma°âylr af âr al-'Acam ( nşr. M . Razav l ), Tahran 1338/1960, s. 33 v.d, ; al-Rundl, alV â fî f i napn (d-kaoâfi, ( T T K kütüp. M , Tancî kitapları), var. 99^ v.d.; Babür Şâh, A rûz Risâksi (Moskova, 1972), var, 1», 3b; al-Tajfıânavî, Kaşşö/ kjilâfıâl al-funün ( Kalküte, 1854), s, 1452 v.d. ( Oalad ’İn hey’et ve remil ilimleriyle tasav­ vufta taşıdığı ıstılâhî mânalarımda verir); A .



Hamdı, Teskilü 'l-arûz ( İstanbul, 1289 ), s. 24 v.d.; Ali Cemâleddin, A rû z-i Türkt ( İstanbul, 1292), s. 8; Ayrıca bilgi ve tafsilâtlı bibliyografya



içîn bk. t A ve K T l A , mad. ARÛZ. ( N îh a d M. Ç e t i n .)



V E 'V Â . b.



a l -V A ’V Â 1,



A bu ’l -F a r a c M u h a m m e d



A h m a d AL-ĞASSÂN î AL-DİMA5KÎ. Hamdâniler-



den Sayf al-Davla zamanında (324-356=935-967) yaşamış ikinci derecede b i r A r a p ş â i r i olup, büyük bir ihtimâlle 37° (980) senesinden sonra (kay­ naklar arasında îbn Şâkir aî-Kutubî (ölm. 764=1363) ise, şâirin vefat yılı olarak 390 = 999 tarihini ver­ mektedir [bk. Faoât, II, 3 ° 6 j. Ancak Dîüân'inin nâşiri Sâmî al-Dahhân, hâmisi al-Şarif aI-A[dkî ’nın 378=988 ’de vefatı üzerine şâirin herhangi bir mersiye yazmayışmı dikkate almak suretiyle, onun ölüm yılı olarak 370=980 yılını tercih etmektedir, [bk. Dloân, mukaddime, s. 10 j ) Şam ’da vefat et­ miştir. Şâirin al-Dimaşkî nisbesini, o sıralarda D ımaşk denilen Şam şehrinde doğduğu İçin mi, yoksa bu şehirde yetişmiş olması ve kalması sebebiyle mi aldığı pek bilinmiyor. Ancak, al-Zahabl ’nin şâir hakkında: ” Şam ’m en iyilerindendir, devrinde Şamlılar arasında onun benzeri yoktur” şeklindeki ifâdesine dayanılarak onun bu şehirde yetişmiş olabileceği düşünülebilir ( Sâmî al-Dahhan, Dl­ oân, mukaddîma, s. 9 î al-Kaoâkib al-durrlya, var. 1128). Şâirin resmî şahıslara kasideler yazmcaya ka­ dar hayatını, devrinde yaşamış ve ilgilendiği mes­ leklerden dolayı al-Raffâ3, al-Babzâ ve aHJabbâz lekablan almış bâzı şâir ve edipler gibi, çalışarak kazandığı, ancak onun, küçüklüğünden beri şiire ilgi duyduğu ve boş vakitlerini clim ar b. RabPa, Îbn al-Muctazz, Abü Tammâm ve al-Mutanabbî (aş. b k .) gibi şâirlerin divanlarıyla meşgul olduğu anlaşılmaktadır.



Arap âlimleri, umûmiyetle onu Sayf al-Davla ’nin sarayında yaşamış bir şâir olarak gösterirler. Ken­ disi Şam’ı biç terketmediğine göre, onun; bu hlmisiyîe 333 ( 945 ) veya 335 ( 946 ) ’te bu şehirde ta­ nışması, kasidelerini ona, burada takdim etmiş olması muhtemeldir (Sayf al-Davla*ye yazdığı dört kasi­ desi ve bir gazeli için bk. Dloân, s. 16 , 2 4 ,2 8 ,12 5 , 220 ). Sayf al-Davla, başka şâirlere olduğu gibi alVa’ vâ* ’ya karşı da cömert davranmıştır. Bu arada sarayda bulunuşu divânında terennüm ettiği eğlence bayatına zemin hazırlamıştır. al-Va’ vâ3 'nın ikinci hâmisi, kendisine uzun şiir­ lerinin yansını ithaf ettiği Şamlı şerif Abu TKâsım Ahmed b. Haşan b. Ahmed b. cAIî al-Aldkl (368378=978-988) ’dır. Şâirin, nün revîli, 4 1 beyitlik ka­ sidesini (bk. Dîüân, nr. 245), ilk şiiri olarak gösteren al-Kiftî, bu kasidenin Şamlılar arasında yaygın ol­ duğunu söylüyor ( Sâmî al-Dahhân, Dloân, mufcaddima, s. IX. al-Muhammcd, var. 148). Dioân ’m nâşiri al-Dahhân, ’nin bu ifâdesini, şâirin, içlerinde Şam’m ileri gelenlerinin de bulunduğu bir toplantıda al-Şarîf al-AVIhî 'ye, Dar a!-A|Ikî de­ nilen meşhur evinde okuduğu ilk şiir diye anlamak gerektiğini, yoksa onun daha önce de bâzı şiirler söylediğini kabûl etmek gerektiğini kayıd ve mezkûr şiirin, daha önceki şâirlerden izler taşıdığım ve çâ-



VE’ VÂ -



v £ y s î.



ize almak gayesiyle söylendiğini ilâve eder ( Dî­ van, maftaddima, göst. yer.). al-Va’ vâ3'ran bu hâmİ-



bir tetki!de birlikte Petersburg ’ta [1914] basılmıştır. I. Kratschkowsky *nin bu tetkikinin Almanca ter­ sine, zamanlan tesbit edilemiyen dört kasidesi ( bk. cümesi İçin bk. W. Ebermann, hlamica, 1927, III, Divân, s. xx, 9 4 , 1 9 1 , 3 1 4 ) daha vardır. Bu şiirlerde 238-241. Dîvân ’mın neşirleri hk. bk. G A S , al-Şarîf al-AHkî, çok cömert ve Peygamber Aile­ II, 4 9 9 ). Bibliyografya: Dîvân al-Va*vtr‘ alsinden biri olarak tavsif edilir. Şâirin, medhettiği bu iki zâtın ihsanlarıyla, haya­ Dimaşkf ‘A bi 'l-Farac, Mufıammed b, Ahmed alGassânî al-Maşhür B i 'l-V a >vd‘ al-Dimafftl (nşr. tını değiştirdiği ve Şam ’m eğlence meclislerine de­ Sami al-Dahhân, 13 6 9 = 19 5 0 ); aî-Şa^âlibî, Ya­ vama başladığı, dîvânında yer alan şiirlerinden an­ laşılmaktadır (bk. Dîvân, s. 86). Nitekim dîvâ­ tîma aî-dahr, I, 205-214; al-Safadi, V â fî ( nşr. S. Dedering) İstanbul, 1949> îbn Şâkir al-Kutubî, nında, bu eğlence hayatının zararından şikâyet et­ mekte ve Allah'tan mağfiret dilemektedir (bk. s. Favât al-vafayât (nşr. Muljammed Muljyi al-DIn 306 ). ‘Abd al-IJamîd), Kahire, I95X, II, 301-306; alA ’ lâm, VI, 204; M tfcam al-mu’allifîn, VIII, 307; al-Va’ vâ’ 'nın, şiirlerinde mutedil bir şîîlik temâG A S , II, 498 v .d .; E l , mad. AL-WA0WÂ3 yülü sezilir. Onun kuvvetli olduğu taraf kasideleri değildir. O , dâhili bir plana sâhip klasik kasidelerden farklı olarak, iç yapısını, kendi mîzaç ve arzularıyla hayli değiştirmiş olduğu şiirlerinde, Abü Tam mâm 'm , yahut kendisinden doğrudan doğruya iktibaslarda bulunduğu açıkça görülen muisın alMutanabbî ’nın izinde yürümüştür. Şâirin aşk, şarap ve tabiat mevzularında kaleme aldığı kısa şiir­ ler daha başarılıdır. Bununla berâber bu şiirler de büyük bir orijinallik göstermez ve îbn al-Muctazz'in benzer şiirlerini andırırlar. Fakat buna rağmen yine de muayyen bir tazelik ve çeşnî arzederler. Bura­ da, dîvân ’ında mevcut bütün şiirlerin zevk ve eğlen­ ceyi terennüm ettikleri, içlerinde düşünce hayatıyla ilgili herhangi bir mısrâ bulunmadığı da unutul­ mamalıdır. Onun aşk şiirlerinin, çoğu, 3-6 beyit ara­ sında değişir (bk. msl. Dîvân, s. 4^-49)» bu arada uzun tnanzûmelere de (bk. msl. s. 157 v.d.) rast­ lanır. Bu şiirlerinde şiir, aşkta talihsiz, olduğunu kabul ve bayatı ancak sevgilinin yanında bulacağım ifâde etmektedir. Bütün talihsizliğine karşı tesel­ liyi içki ve mûsikî meclislerinde bulmağa çalışır.



(A h m e d S u p h i F u r a t . )



V EYSÎ ( 1 5 6 1 - 1 6 2 8 ) ; O s m a n h edip ve ş â i r i , asıl adı Üveys b. Mehmed olup, daha çok V e y s î mahlası ile tanınmıştır. Kadı Mehmed Efendi ’nin oğlu olan Veysî, 969 ( 156 r/ 1562 ) ’da Alaşehir ’de doğmuştur. Şâir Makâlî Mus­ tafa Bey ( ölm. 1584) ’in yeğeni de olan Veysî, med­ rese tahsilini tamamladıktan sonra İstanbul’a ge­ lerek devrin meşhur âlimlerinden Sâlih ve Ahmed Efendilerden ders aldı. Mehmed Şerif Paşa’ran Mısır vâliliği sırasında divan kâtibi ve Vezir Ali Paşa’nın Macar seferindeki serdarhğı sırasında da ordu-yı hümâyûn kadısı oldu. Daha sonra Osmanh imparatorluğu ’nun çeşitli bölgelerinde ( Mısır ’da Reşîd’de, Anadolu ve Rumeli’de Akhisar, Tire* A k ­ şehir, Serez, Tekfurdağı, Gümülcine ve Üsküb) kadılıklarda. Aydın ve Saruhan ’da da emval mü­ fettişliğinde bulundu. 1037 ( 1 6 2 8 ) ’de yedinci defa kadılık yaptığı Üsküb ’de 68 yaşında iken öldü (Ve­ fatına dâir N av’î-zâde Atâî’nin düşürdüğü tarih için bk. Zetjl-i Şaftaik> s. 7 x 5 î krş. O M , II, al-Va’ vâ3, bâzı bahisleri tercih edip, kullanmada, 477 ; S O , IV, 6 1 9 ). bir dereceye kadar kendisine has bir durum arzeder XVII. yüzyılın, Nergısî (ölm. 16 3 4 ) yanında ta­ ( Divân ’ında en çok görülen bahirler favîl, kâmil, nınmış diğer nâsirlerinden biri de Veysî olup, ifâ­ basil ’tir. Bu arada hafif, tnıamrUı, sarie ve ramal ’ i desi, muâsırı Nergisi’ye nazaran daha sâde ve daha az külfetli olmakla berâber, yine de yabancı kelime­ kullandığı da görülür ). al-Va’ vâ’ muasırları tarafından sevilmişti (M u ­ lerle oldukça doludur ve kolay anlaşılmaz. Mensur ahhar müellifler, umûmiyetle onu, tekellüften uzak, eserlerinde hile, teşbih, istiâre, çeşitli tenâsüb, seci’ ve yaradılıştan şâir olarak kabûl ederler, bk. msl. îbn cinas v.s. gibi bütün edebî san’atlan kullanmıştır, Şâldr al-Kutubl, Favât al-vafayât, II, 301; ayrıca inşâdaki başarısını, uzun süre devam ettirmiş ve bk. Şa'âlibî, Yatîma, I, 206-214). al-Şa'alibî, 385 devrinde nesrin en büyük ustası sayılmıştır. Atâî, (995 ) ’te Nîşâpûr ’da onun divân ’ınm bir nüshasın­ onun nesir üslûbunun, nazmına göre daha kusur­ dan faydalanmış, al-plarîrî, onun bu şiiri üzerinde suz olduğunu kaydeder ( Zeyl-i Şafyıik, I, 7X5 ). bir makâme yazmıştı. O , 1001 gece masallarında E s e r l e r i : Oldukça verimli bîr şâir ve edip da zikredilmiştir (krş. J. Horovitz, Edw. Sachau. olan Veysî ’nin en tanınmış eserleri şunlardır : SîFestschrift, Berlin, 1915. s. 378). yet-i Veyst; diğer adı D anat al-lâc f i ¡1rat şâfrib al Onun Divân \ daha sonraki bir devirde sâdece -M i’râe olan bu eseri, Veysî tamamlıyamanuştır. Eser, Mekke ve Kahire’de değil, Mağrib’tede istinsah Meldd ve Medenî olmak üzere iki kısma ayrılmıştır, edilmişti ( Bugün al-Va3vâ’ 'nın Dîvân ’ınm 12 yaz­ I. cild Peygamber ’in doğumundan Hicreti ’ne, II. ması elimizdedir, bk. SâmI al-Dahhân, Dîvân, mtı- cüd, Hicret’ten Bedir savaşma kadarki hâdiseleri 3ıkaddim a, s. 47-52; G A S , II, 498-98: D îv â n '1, I. tivâ eder. Bu esere, Nev-îzâde Atâî (ölm, 1 6 3 5 ) Kratschkovvsky tarafından, Rusça’ya tercüme ve ve Nâbî (ölm. 1 7 1 2 ) tarafından zeyiller yazılmıştır.



VEYSÎ Bunlardan sâdece Nâbî ’ninki tamam olup, diğerle­ ri yanda kalmıştır. Nâbî nin zeyli, Hicret ’in ikinci senesinde Ban! Çaymı^a vak'asından başlayıp, Mek­ ke 'nin fetbine kadar Peygamber ’in gazâlarmdan bahseder. Bu eser, Veysî ’nin Siyer ile birlikte 1245 { 1829) 'te ve daha sonrada ayn olarak 1284 (1867 ) ’te basılmıştır. Nâbî, Siyer-i Veysî ’nin ikinci zeyli olan Zayi zayi al-Nâbî ’sini yirmi yıl bir ara­ dan sonra kaleme almıştır. Bu iki zeyil, bâzı nüs­ halarda birlikte, bazılarında ise ayrı ayn görül­ mektedir ( Tarih-Coğrafya Yazmaları Katalogu, s. 4 I7)* N âbî’nin zeyline Nazmî-zâde (ölm . 1722) de bir zeyil yazmıştır. 2. Hâb-nâme, yazıldığı asrın tipik bir nesir ör­ neği olup, dili itibariyle Siyer ve Münşeât-ı Veysî 'den daha sâde ve açıktır. Ahmed I. ile Büyült İs­ kender ’in rüyada karşılıklı konuşmalarını ihtivâ eden bu eserde, Âdem zamanından beri dünyada yapılan kötülükler hikâyelerle anlatılmaktadır. Uzun zaman kadılık yapmış olan Veysî, bu eseriyle, dev­ let memurluklarına ehliyetli insanlar getirilmediği takdirde, dünyanın kötülüklerden kurtulamayaca­ ğını anlatmıştır. Eser, bu bakımdan bir nevî siyâ« setnâme sayılabilir. Ahmed I. ’e takdim edilen bu eserde basılmıştır (Bulak, 1252; İstanbul, 1263, 1293 ve ayrıca külliyat içinde). Bursalı Mehmed Tahir, Veysî'nin Vâld'a-nâma adlı ayn bir eseri ol­ duğunu kaydetmekte ise de, bu eser Habnâme ’nin diğer bir adıdır { Fehmi Edhem Karatay, Topkapı Sarayı Türkçe Yazmalar Kataloğu, 1, 192 v.d .). 3. Marac al-Bahreyn f î acviba calâ iHirâial alCavharı, $Tömüs müellifi Macd al-Din Fîrüzâbâdi ( ö l m. I 4 i 4 ) ’nin, aı-Sihâh f i ’l-luğa sahibi Abü Naşr îsmâ'fl b. Hâmmad al-Cavharî ( ölm. 1010) ’ye yaptığı itirazlara verilen cevaplar olup, Arapça olarak yazılmıştır; eserin müellif hattı ile olan bir nüshası Rağıp Paşa Kütüp., nr. 1239/1415 ’te ’dir. 4. Dustür al-°amal veya diğer adıyla Şekâdetnâme, dinî konulan ve menkıbeleri ihtivâ eder. Eserde, imanın beş rüknü mukayese ve sonunda kelime-i şehâdet hepsine tercih edilir. Bu eser, iki defa basıl­ mıştır ( İstanbul, 1283 ve 1286). 5. Risâla-i ‘ Âm r b, al~ç ş, V eysî’nin M ısır'da kadı iken 1000 (1591/1592) tarihinde Okçu-zâde Mehmed Paşa *ya gönderdiği bu eser, cAmr b. aleÂş ( ölm. 664) ’m Mısır ’ı fethini anlatır. 6. Futüiyi Mıjr, tamamlanmamış olup, Mısır ta­ rihi ile ilgili bir eserdir. 7. Dîvân (Topkapı Sarayı, Revan K tp., n r.776). 8. Tevlenâme, Zeyniye tarikatının piri Zayn alDîn-İ Hvâfi ’nin hikmet ve sözlerini ihtivâ eder. 9. Münşeât, müellifin hayatı ile ilgili bir takım bilgileri de içine alan bu eserde, V eysî’nin Şey­ hülislâm Sun’ullah Efendi ’nİn şeyhülislâmlığını ve Cemâlî-zâde’ye, mansıb tevcihi dolayısıyla yaz­ dığı tebrilder, istidânâmesî, şâir Nergisî-zâde ile



VEZÎR.



309



mektuplaşmaları, yakın dostlarına gönderdiği mek­ tuplar, Muaîlim-i Sultânî Şeyhülislâm Mehmed Efendi'ye bayram tebriki, Sadrü’1-ulemâ Sünbül A li Efendi ’ye yazdığı afv mektubları bulunmaktadır. 10. Ğurrat al-cAşr j î tafsîr Şürat al-Na;r, Vlşr sûresinin tefsirinden ibârettir ( O M , II, 478). 11. Haâiyat al-Muhlişîn Va tazhjrat al-mubsinln, ahlâka dâir bir eser olun, basdmamıştır. Yukanda adı geçen eserlerden Siyer, Hâb-nâme, Münşeât ve Şekadet-nâme, bir külliyat hâlinde bir



arada basılmıştır ( İstanbul, 1281),



.



Bibliyografya: 'Atâ’I, Zayl-i Şakö?ifa-i mfmânîya, s. 713; Kâtib Çelebi, Fezleke» 11,10 7; ayn. mil., Keşfü 'z-zunûn, I, 738, v.d., 754, 819; II, 1653; Rızâ, Tezkire, s, 101; Bursalı Mehmed Tahir, O M , II, 477 v.dd.; Mehmed Süreyyâ, S O , IV, 619 v.d.; Ş . Sâmî, Kamus aTa°lâm, IV, 47*3 ; Ahmed Rif’at, Lugât-ı Târihîye oe Coğrâfîye, V II , 132; H . F. V . Diez, Fundgruben ¿es Orients, Ermahmmg an /slamlol oder Strafgricht des türkischen Dtchiers Utveissi üter die Ausarîung der Osmarıen ( Berlin, 18 11), III, 249-274; Hammer-Purgstall, GescUchte der Osman. Dicbtkunst, III, 203; ayn. ml!., G O R , V , ıo o , 663; IX , 206; Gibb, Hist. Ott. Poelry, III, 208-218; Babinger, G O W , s. 153 v.d.; Zehra öztürk, Siyer-i Veysî Zeyli, M e­ zuniyet tezi, İstanbul, 1979, Türkiyat Enstitüsü, nr. 2074; Hayriye Deryan, ff°âbn5me-i Veyd, Mezuniyet tezi, i. Ü. Edebiyat Fakültesi ( İstan­ bul, 19 6 1 ), Türkiyat Enstitüsü, nr. 57*5 Fehmi Edhem Karatay, Topkapı Sarayı Türkçe Yazma­ lar Kataloğu ( İstanbul, 19 6 1), 1, 192 v.d., 358, 364; 11, 8 6 ,13 8 ; Agâh S im Levend, Edebiyat Tarihi Dersleri (Tanzimata K adar), İstanbul, 1935, 3. baskı, s. 283 v.d.; Sadettin Nüzhet, îa n zimata Kadar Muhtasar



Türk Edebiyatı Tarihi



ve Numuneleri ( İstanbul, 19 3 1), s. 369;



İstan­



bul Kütüphaneleri Tarih Coğrafya Yazmaları K a ­ taloglan (İstanbul, 1943), s- 3°8 v.d., 373, 383 -387, 410-417.



( M . K a n a r .)



V E Z Â R E T . [Bk. v e z îr .J V E ZÎR , aslında Farsça olup, Â vesta 'is vicîra ( karar vermek, hükmetmek), Pehlevî dilinde D ( i ) çır (hüküm, karar) kelimelerinden Arapça’ya, oradan da Araplaşmış şekli ile tekrar Farsça’ya geçmiş bir kelimedir. Arapça ’da v z r ( "yüklendi *') kökünden gelen bu kelime, p â d i ş â h ı n h e m e n h e m e n bütün iş le r in i y ü k le n e n ve h ü k ü m ­ d a r l ı k l a ilgili mes’ elelerde g ö r ü ş ve t e d b îr i ile ona y a r d ım c ı olan kim se (/fömus Tercümesi, II, 741 ) mânasına gelir. Dev­ let me’muru olarak vezir, icrâî, teşrîî ve kazaî selâhiyetleri kayıtsız şartsız elinde bulunduran ve hü~ kümdârın vekili sıfatı ile devletin bütün işlerini sevk ve idâre eden en yüksek kimsedir.



3*o



VEZİR.



Abbâsîîere gelinceye kadar, gerek, Peygamber ve dört halîfe, gerek bilhassa Şam ve Endülüs'teki Emevîler devirlerinde, aynen olmasa bile, ona ben­ zer bir vazifeyi gören kimseler vardı. Ancak bunlara vezîr adı verilmiyordu. Vezirlik müessesesi gerçek mânada, Abbâsîler devrinde ortaya çıktı. Tamamen İran menşe ’İt olan bu müessesede, vezirin vazifesi, Sâsânîlerdeki Vazurg Fram âahâr ( hükümdarın müh­ rünü taşıyan mutlak vekili) 'inki ile aynı idi ( A. Christensen, L ’Empire des sassanides, s. 33). Baş­ langıçta sınırlı olan işlerin zamanla artması ile bir­ likte, hükümdârın, mutlak vekili olan zât, mes’ûl bulunduğu vazifelerin bir kısmını, kendi vekilleri olan diğer vezirlere devretmek zorunda kalmış, kendisi de bunların başı olmuştur. Ancak bu arada, mâlı işlerle ilgili Dîvân-ı muhâsebât ile, halîfenin mahremiyet isteyen yazışma işleri de vezirin vazi­ felerine eklenmiştir ( bk. C . Zeydân, Medcniyet-i Islâmiye Tarihi, î, 132; M . F. Köprülü, Btzam müesseselerinin Osmanlt miiesseselerine tesiri, s. 4 5). Bunlar arasmda gizlilik isteyen yazışmalar başlan­ gıçta hâtih adı verilen bir me’mur tarafından yürü­ tülmüş, sonradan bu iş, vezire intikal etmiştir, işlerin artması ile birlikte, vezîr tarafından bir inşâ dâiresi kurulup bu yazışmalar oraya bırakılmıştır. Kaynaklarda bu vezirlerin başlangıçta ne şekilde tâyin edildiklerine dûîr açık bir bilgi yoktur. Ancak IV. ( X . ) asrın başlarına âit bâzı eserlerde vezîr tâyini için halîfenin önceden bu vazifeyi yapabi­ lecek kimselerle ilgili bir namzetler listesi hazır­ ladığı ve bunu güvendiği bir kimseye gösterdikten sonra tâyini yaptığı anlaşılmaktadır (bk. Mez, Die Renaissance des Islâms, s. 82 ). Vezîr tâyin edilen zâta halîfe huzurunda hil’at giydirilir; ayrıca kılıç da kuşatıhrdı ( Ibn al-Fuva|;î, al-Haoâiiş aî~câmica, Bağdad, 1351, s. 34). Bu devirde tâyin edilen vezirlere, 5.000-7.000, ayrıca diğer me’murlardan farklı olarak çocuklarına da 500 dinar verilirdi ( bk. atjn. esr., s. 80). Vezîr, sabahın erken saatlerinde makamına gelir, yardımcılarına gereken emirleri verir ve gece geç vakitlere kadar da hazırlanan işleri gözden geçirirdi. Mühim evraktan birer kopyayı da, halefine devretmek üzere kendi arşivinde sak­ lardı ( ayn. esr., s. 81). Vezirler, darrâca adı verilen siyah bir cübbe ve cübbe altına giyilen bir boy göm­ leği (fcamtş) ve onun altında da mubaffana denilen bir iç gömlek ile ayakkabı ( hujf) giyerlerdi. Sarayda yapılan törenlerde ise, saray elbisesi giyerler, ke­ merlerine bir kılıç takarlar, başlarına siyah bir sarık sararlardı. III. ( IX.) asrın sonlarındaki, vezirlerin günlük faaliyetlerini gösteren bâzı kayıtlar bulun­ maktadır. Nitekim bunlardan birine ( Şübuştî, Kitâb al-diyâmt, yazma, Berlin, 8321, var. 1186) göre, vezîr sabah namazından sonra, kendisine günay­ dın diyenleri kabul eder, sonra atla halîfenin sara­ yına gider, halîfenin huzurunda dört saat bir süre ile yapılan işleri arz eder, sonra evine döner, yemeğini



yiyip uyurdu, öğleden sonra mâlî işlerle meşgul olur ; kendisine günlük gelir ve giderlerin bir blançosu sunulur, arkasından sohbet edilir ve istirahate çe­ kilirdi. IV. (X .) asrm başlarında hâkimiyeti ellerine geçiren Büveyhîler devrindeki vezirlerin durumu hakkında da bâzı kayıtlara rastlanılmaktadır. Ni­ tekim bu asrın ortalarında vezirlerin güneş doğma­ dan önce mum ve meşalelerle işlerine gittikleri, V. (X I.) asrın ortalarında da ( Yâküt, Irşüd, V , 358 ), vezirin sabahleyin, güneş doğar doğmaz makamına gidip, saat 10 'da evine döndüğü, öğleye kadar yalnız kaldığı, öğleden sonra da, kendi isteğine göre hareket ettiği görülmektedir (al-Subkî, Tdbakât, III, *4* )• Yine IV. ( X.) asrm başlarında pazartesi ve perşembe günleri pâdişâh tarafından kabûl edilmek üzere, vezirin dört yakın iş arkadaşıyla birlikte saraya gittiği ve bu sırada kendisine yaya ve atlı olmak üze­ re 200 kadar askerin refâkat ettiği anlaşılmaktadır ( K . al-vuzarff, s. 1 2 1 ). Islâm tarihininde doğrudan doğruya vezirlik unvânı ile iş başına getirilen ilk kimse, Abbâsîler devrindeki Abü Salama piafş b. Sulaymân al-Hallâl ( ölm. 75° ) 'dir. Büveyhîlerin, 334 ( 946 ) te halîfelerde olduğu gibi bîr vezire karşılık vezîr edinmeleri, Bagdad 'dala vezîr tarafın­ dan iyi karşılanmamıştı ( Ibn Miskavayh, Tacâ-rib al-umam, VII, 125; krş. Mez, ayn. esr., s. 84 ). Bunlardan Azud al-Davla, vezirlik müessesesine bir yenilik getirerek, bir yerine iki vezîr tâyin etmişti. Bunlardan biri, hıristiyan olan Ibn Manşür Naşr b. Hârün, diğeri Muahhar b. cAhd AHâh’dı. cAzüd al-Davla *nİn oğlu olup, Şîrâz 'da büküm süren Bahâ5 al-Davîa de babasının izinde giderek iki vezîr tâyin etmişti. Abbâsîlerde vezirlik, Vazârat al-tafütz ve Vazârat abtanfiz olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlardan ilki, devlet işlerini, kendi görüş ve ictihâdı ile yürütmek için seçilen vezirin mansıbını ifâde ederdi. Bu vazi­ feyi üzerine alan vezîr, devletin bütün işlerini görür, sâdece I . veliahdlığa, 2. halîfenin tâyin ettiği me’murlan azle, 3- Dinî liderlik { imâmat) 'ten istifâya ka­ rışmazdı; İkincisinin vazifesi ise, halîfenin verdiği bütün emirleri yerine getirmek ( ianjiz ) 'ten ıbâretti. Ancak işlerin fazlalığı dolayısıyla, askeriye ve maliye ile ilgili konulara bakmak üzere ayn ayn iki vezîr tâyin edildiği halde, Vazârat cd-tafolz’a sâdece tek kişi tâyin edilirdi ( Corci Zeydân, Mcderûyet-i islâmiye tarihi, I, 134, 136). IV. ( X . ) asrm başlarında Abbâsı vezirlerinin büyük servetlere sâbip oldukları, âdeta küçük bi­ rer şehir mâhiyetinde olan saraylarda yaşadıkları anlaşılmaktadır ( tafsilât için bk. Mez ayn. esr., s. 87 v .d . ). Bu vezirlerin arasında 'A li b. 'îş â gibi dindar ve çok mütevâzi bir hayat süren kimseler de vardı. Ayrıca yine bunlar arasında, hu mevkie mes­ lek dışından gelenler de bulunurdu. Buna mukabil bu asrın sonlarına doğru, aynı zamanda Arap edebi­ yatında büyük edip olarak tanınmış al-Şâb& Ibn



3« ‘Abdâd (ölim. 385= 995), Ibn al-'Amîd { [b .b k .]. Sim. 360=974) gibi simalar da bulunuyordu. V . ( X I . ) asnn başlarında Bagdad ’da, varit al-Vuzarâ* iekabma rastlanmakta olup, kısa bir süre sonra bu lekabm Mısır ’da da kullanıldığı görül­ mektedir. Aynı sıralarda Bagdad ’da vezire verilen diğer lekaplar arasında °Alam al-Dln, Sa'd al-Davla, Amîn al-Mulk, Şaraf al-mulk gibi lekaplara da rast­ lanır. Hilâl al-Şâbî ( K . al-Vuzarâ”, s. 3 ) bu devir halîfelerinin vezirleri ile Büveybı vezirlerinden ay­ rı ayrı bahseder. M ısır’da Fâtimîler devrinde vezir unvânını ilk alan ve 365 (97®) ’te vezir olan yahudi asıllı Ibn Killis [b. bk.] ’tir. Bundan sonra bir süre, bu unvâm taşıyan bir zâta rastlanmaz. al-'Azîz devrinde ( 365386=975-996 ) ilk defa rastlanan bu unvan daha son­ ra halife al-Zslıir devrinde (4 11-4 3 7= 10 2 0 -10 3 5) tekrar görülür. Ancak bu devirde vezirlik makamının adı visâfa dır. Başlangıçta, Şam Emevîlerinde olduğu gibi, E n d ü l ü s E m e v i l e r i nde de vezâret, fikir ve görüşlerinden faydalanmak üzere halîfe tarafından seçilen kimselerin ortaklaşa yürüttükleri bir vazife idi. Ancak açıkça görülmeyen bu makamı hâdb ( ’ ’teş­ rifatçı, mâbeynci’’ ) adı verilen kimseler temsil edi­ yordu. Sonradan vazârat adını alan makamın, ta­ nınmış bİr takım ailelerin inhisarında kaldığı görül­ mektedir ( Corci Zeydân, ayn. esr., s. m ) . Daha önce bahsedildiği üzere başlangıçta vezir­ ler, halîfe tarafından hazırlanan namzet listesindeki kimseler arasından seçildikleri halde, bilhassa Büveyhiler devrinde bu mansıb babadan oğula veya aynı âileden kimselere intikal etmeye başladı. Abbâsîlerden al-Masmün*un veziri, devletin askerî ve mülkî İdâresinin başkanı mânasına gelen z u 'lriyâsatayn unvâmnı taşıdığı halde, sâdece idâri işlerle meşguldü. Hemen hemen diğer vezirlerin de durumu aynı olmakla berâber, bunlardan sâdece halîfe al-Mu'tamid ’in veziri olan al-fj[asan b. Mal>lid güçlü bir kumandan olarak askeri işleri de ted­ vir ediyordu. Ondan sonra gelen Ibn Bulbul, z u lriyâsatayn lekabım taşıyorsa da, ordu işleri ile de­ ğil, sâdece idâri işlerle meşgul olmuştur (Tabarî, III, 2 110 ). Vezirlik müessesesi, S â m â n î l e r d e v r i n d e aşağı yukarı Abbâsî ve Büveyhîlerde olduğu gibi idi. Onlara halef olan G a z n e l i l e r ve K a r a h a n l ı 1a rda da vezirlik, Abbisîler zamanındaki hüviyetini muhafaza ediyordu. Bunlarda hükümdardan sonra devletin en yüksek mevkiini işgal eden vezire, hbaca-i Buzurg unvânı verilirdi. Bu unvan sonradan Selçuk­ lular ve Hârizmşahlarda da devam etmiştir. Ancak burada mühim eyâletlerin başında olup, vezir unvânını taşıyan ile pâyitahtta bulunarak hükümdârı temsil eden asıl veziri birbirine karşıtırmamalıdır. Aşağı yukarı Gazneliler yoluyla Sâmânîlerin idâ­ ri sistemini benimsemiş olan S e 1ç u k 1u 1a rda,



vezirlik, hükümdarlıktan sonra en yüksek mansıb idi. Selçuklularda Vezir ’e Şâhib, H vâca, ici, lala da deni­ lirse de, vezir tâbiri daha çok kullanılmıştır. Bunlarda vezir, manşür-i vazârat denilen bir fermanla tâyin edilir ve vezâret alâmeti olarak da kendisine altın divit ile tac veya külâh verilir ve ayrıca hü’at gîydirilirdi. Yanında, onun gizli yazılarını kaleme alan ve Dîvân günlerinde vezirin D aoâi-i Vazârat denilen vezirlik alâmeti olan diviti, önüne koyan ve onu muhafaza eden daüStdâr adı verilen bir me’mur vardı ( t. H. Uzunçarşılı, Osmanlt Devleti Teşlyiâtına M edhal, s, 49 v .d .). Divit, Vezirin sivil idârenin en yüksek me’muru olduğunu gösteren alâmeti idi (Râvandi, Rahat al-$udür..., II, 365; al-cU râza ii'l-lşîkâyat al-Salcüklya, s. 66 ). Selçuklular zamanında önceleri Gazneli devletinde yer alan me’murlar arasından seaçilen vezirler, îran asıllı idiler (A buT Ifâsİm Buzğânî, Abü Naşr al-Kundurî ve Nizâm-ül-Mülk gibi). Sonralan bunlar, atabeylik ve beylerbeylik gibi devletin yüksek me’muriyetlerinde bulunan kimseler arasından seçilmiş ve merkezî idâre tamamiyle onların emrine bırakılmıştır. Bununla berâber, bu mevkie getirilenlerin bâzan nüfuzlu emirlerin te’siriyle azil veya tâyin edildikleri de olurdu. Askerî sâhada da nüfuz sâhibi olduğunu göstermek için, vezire, kı­ lıç da verilirdi. Vezirin çalıştığı dâireye, D âru'lvazarâ*, Dargâh-ı vazâra, Saray veya Sarâparda (çadır) adlarının verildiği görülmektedir. Vezir, bu dâirede başında sarığı ve üzerinde hükümdar tarafından verilmiş olan elbise ( IjiRat) ile önünde bir divit takımı olduğu halde bir minder ( d e s t) üzerinde otururdu. Resmî törenlerde hükümdardan sonra gelmekle berâber, Selçuklu İmparatorluğu *na bağlı devletlerde, bu gibi merasimlerde en ön safta bulunurdu. Büyük Selçuklularda devletin en yük­ sek me’muru ve hükümdarın mutlak vekili olan vezirden başka, ülkenin çeşitli bölgelerinde hüküm süren Selçuklu prenslerinin yanında da birer vezir vardı ( Nâşir-i hjusrav S afam âm a, s. 96; Türk, trc. Abdulvehâb T a r z î). Vezir, sivil ve askerî bütün devlet ricâlinin ve me’murlarırun başı idi ve kendisine bir vazife verilmesi dışında dâima başkentte kalır, sultanın seyahatlerine ve av partile­ rine katılır; ayrıca, onun askerî seferlerinde de bu­ lunurdu. Vezirin aynı zamanda bilgili, faziletli ve devlet ¡direşme hakkıyla vâkıf olması gerekir­ di, Vezir büyük Dîvân ( DıUân-i a°lâ ) ’a başkanlık eder, me’murlarm tâyin ve azilleri ile doğrudan doğruya meşgul olur, devlet dâirelerini murakabesi altında bulundururdu. Vezirle sultan arasındaki münâsebetleri, bir çeşit hükümdarın husûsî kalem müdürü olan Ijâcib düzenlerdi. Selçuklularda bâ­ zan vezirin, hükümdarların tahta çıkış törenlerinde, teşrifât işleri ile de uğraştıkları görülür. Nitekim Alp Arslan ’m tahta çıkışında, bu işi Abü Naşr-i Kundurî yapmış idi. Yeni kurulan Selçuklu devletinin hükümdarları,



VEZİR. bürokrasi işleri hakkında pek fazla bilgileri olmadığı için, bunları yürütecek ehliyetli kimseler bulmuşlar ve onlara eskiden olduğundan daha fazla yetkiler ver­ mişlerdir. Nitekim Nizâm-ül-mülk bunlardan biridir. Büyük bir nüfûza sâhib olan Nizâm-ül-mülk, bürok­ rasi işlerinin düzgün yürütülmesinin tepeden inme bir müdâhale ile aksamaması için, hükümdân müm­ kün olduğu ölçüde yazılı veya şifahî müdâhalelerde bulunmamaya iknâ etti. Fakat yine de bir irâde tebliğ edilirse, dîvân bu konuda bir rapor tanzim edecek ve hükümdar hu raporu dinledikten sonra irâde yerine getirilecekti. Ancak esâsında idâre müstebid olduğu için bu usul, gerçekleşmedi ( Barthold, Mo­ ğol istilâsına kadar Türkistan, hazırlayan, H. D. Yıl­ dız, İstanbul, 1981, s. 385). Büyük Selçukluların bir devamı olan A n a d o l u S e l ç u k l u l a r ı * n d a da, vezîr, vazife ve salâhiyet bakımından onlardaki gibi idi. Ancak başka eyâ­ letler olmadığı için başka vezîr de yoktu. Vezirlerin yazılı emirlerine misâl denilirdi. Buna sonradan Osmanhlarda buyruldu denilmiştir. Vezirlerin ka­ labalık bir maiyetleri olup, dîvâna veya başka yer­ lere bunlarla birlikte giderlerdi. Vezirlerin gelirle­ rini, maaş, tevcih edilen il(tâ [ b. bk. J, öşür ve gani­ met payı teşkil ediyordu. H â r i z m ş a h l a r da da, Selçuklularda oldu­ ğu gibi, merkezî idârenin başında vezîr bulunurdu. Bunun vazife ve salâhiyetleri de hemen hemen Sel­ çuklu vezirlerinin aynı idi. Vezîr, nizam al-mulk İekabmı taşıdığı takdirde, hükümdârın yanında otur­ mak ve kirlikte yemek yemek imtiyâzma sâhipti. Vezirin maiyetinde dîvan-ı tuğra, divân-ı inşâ, dîvan-t arz, dîvân-i istîfa, dîvân-ı işrâf v.b. gibi dîvânlar vardı. Şehzade vezirleri ile kâzı mühim vilâyetlerde bulunan ve merkezden tâyin edilen vezirler de, kendi bölgelerinde aynı vazifelerle mü­ kelleftiler. Aynca tâbi devletlerde de Hârizmşah’m birer vekili bulunurdu. Buna mukabil Alâeddin Muhammed, bir ara vezirin vazife ve salâhiyetlerini altı kişilik bir h ey’ete vermişse de, iyi netice ala­ madığından tekrar eski usûle dönülmüştür. Hârizmşâh hükümdarları umûmiyetle kültürlü insan­ lardı; bu sûretle devletî bizzat idâre etmek istedik­ lerinden, onlarda Selçuklular devrindeki Nizâm-ülmülk gibi, mevkiini uzun müddet muhâfaza etmiş vezirlere rastlanmaz. Yine Selçuklularda olduğu gibi, Hârİzmşâhlar vezirlerinin gelirlerini de maaş, tevcih edilen iktâ ve öşür teşkil ediyordu ( bk. mad. H Â R İ Z M Ş Â H L A R ) . I l h a n l ı l a r d a da vezirlik müesseşesi mevcud olup, vezîr, şâhib-dîüân ile birlikte devletin bütün işlerinden mes’uldü. Bâzan bu vazifelerin bir kişi tarafından yürütüldüğü de olurdu. Nitekim büyük bir devlet adamı olan Şatns al-DIn Cuvaynî [ b . bk. ] ölümüne kadar vezirlik ile şâhib-diuân 'lığı bir arada yürütmüştür. Ancak ilhanlılardan bahseden bâzı eserlerde Hvâca ve Şâ]jib-divân unvanları ile



kasdedilen kişilerin aslında vezîrle aynı kimse ol­ dukları görülür. Diğer taraftan bu devri idrâk et­ miş bulunan Aksarâyl, Muşâmarai al-aljbâr *mda, vezâreti, iki vezirin deruhte ettiğini kaydetmektedir. Vezirlere, altın damgalı menşûrdan başka, kemer de verilirdi. Ilhanlılar dîvânı ( dîvân-i Ilhânî) île buna bağlı diğer dîvânlar vezîr ile sâîjib-divân'm emli altında olup, bunlara başvurmadan hiç bir iş gö­ rülemezdi. Ülkenin bütün gelir ve giderleri bunların mes’ûüyeti altında idi. Îdârî işlerde, azil ve tâyinlerde mutlak bir tasarrufa sâhiptiler. Sultan ile sâdece çok mühim işlerde istişare ederlerdi; bu bakımdan vezîr, şahsî ve geniş imkânlara mâlik olduğu gibi, gerçekte sultan ve ülkenin sâhihi İdi (tafsilât için bk. al-üfalkaşandî, Şublı al-a°ş8, IV, 424, 426; krş. I. H. Uzunçarşdı, ayn. esr., s, 224 v .d .). Vezîrin birçok iktâ’ı yanında, yıllık bir buçuk milyon di­ nara yaklaşan maaşı ile diğer gelirleri vardı. Bu ka­ dar geniş imkân ve salâhiyetleri yanında aynı dere­ cede mes’ûliyet de taşıyan vezirlerin her an ölüm tehlikesi ile karşı karşıya bulundukları görülür. Nitekim Argun Han [ b. bk. ] tarafından katledilen Şams al-Dîn Cuvaynî ’den sonra vezîr olanlar ara­ sında sâdece Hvaca 'A lî Şah eceliyle ölmüştür. T i m u r l u l a r ı n hükümet teşkilâtı henüz ye­ terince aydmlanmamakla berâber, Hüseyn-i Baykara 'nın devlet teşkilâtı, bu konuya bir dereceye kadar aydınlık getirebilir. Nitekim Herat devlet İdâre­ sinin başında, Dtvön-t bazurg-i amârat veya Dloân-i amâral-i Tuoâdyân, Dîûânrt mâl adlan verilen iki dîvân vardı. Bunlardan birincim, ordunun ehemmi­ yeti göz önünde bulundurularak vazifeleri geniş­ letilmiş bir nevî genel kurmay mâhiyetinde İdi. Ancak bu dîvânda çalışanlara vezîr yerine baksiyân veya naohandagân-İ Türk adlan verilirdi. Vezîr unvanı İse, mâlî işlerle uğraşan ve birincisinden ayırdetraek için şart dîvânı da denilen Dîoârrt mâl da çalışanlara verilmişti. Birincisinde Türk, İkinci­ sinde ise Iranlı kâtipler bulunurdu. Birincisine Dhön-t aclâ denildiğine göre, bu, İkincisi ( Dîvün-i câlî) ‘nden üstündü [bk. mad. TİMURLULAR.] İlhanlılardan sonra İran’da kurulan K a r a - K o ­ y u n l u ve A k - K o y u n l u devletlerinde de vezirlik müessesesi, Ilhanlılar devrindekinin aynı olup, onlar­ da olduğu gibi, vezîre, Şüfıib-dlvân deniliyordu. Bu arada şehzâdeterİn de vezirleri vardı. Nitekim Uzun Haşan’m oğlu olup, Fars vâlisi bulunan Halil 'in iki vezîri, dört de şâljib-i a'şam ’ı vardı. Merkezde bulunan Dîvân teşkilâtında birden fazla vezîrin bulunduğu, yazılarda hükümdar ve vezirlerin mü­ hürlerine aynlan yerlerde meozic-İ m ukri vuzartf ("Vezirlerin mühür y e ri” ) ibâresinm bulunmasın­ dan anlaşılmaktadır. Bu vesikaların sonunda hükümdârm, arkasında ise, vezirlerin imzaları bulun­ makta idi ( I .H . Uzunçarşdı, atjn, esr., s. 294 v.dd.).



A n a d o l u b e y l i k l e r i n i n idârî teşkilâtı hakkında yeterli bİlg! bulunmamakla berâber, bun-



VEZİR. lann da devleti idâre için küçük de olsa bir divân 'a sâhib olduklarını ve dîvânın başında da bir vezirin bulunduğunu gösteren kayıtlara rastlanmaktadır. Ni­ tekim, Masatik al-abşâr ( nşr, Taeschner, s. 35 ) ’da Germiyan - oğulları, Aydın-oğulları ve aynca Karaman-oğul!arı devlet ricâli arasında dîvân işlerinden sorumlu olan vezirlerin de zikredildiği görülmek­ tedir ( ayrıca krş. özunçarşılı, ayn. esr., s. 151 v .d .). O s m a n h l a r d a v e z ir l ik ve vezir-i â z a m 11 k . Daba Önceki İslâm ve T ürk devlet­ lerinde olduğu gibi, Osmaniılarda da tek olduğu vakit v e z î r , çok oldukları vakit ise, v e z i r - i â z a m hükümdarın mutlak vekili olup, vezîr veya lâlâ unvanlarına sahipti. Bu müessesenin, Selçuklulardan Osmanlılara, intikal etmesi pek tabiidir. Bu müessese, ilk defa Orhan zamanında (1324-1362 ) kurulan dîvân teş­ kilâtının başına vezîr unvânıyla bir zâtın getirilme­ siyle teşekkül etmiştir. Yakın zamana kadar ilk vezirin Halil Hayreddin Paşa yâni Çandarlı Kara Halil olduğu ileri sürülmüşse de, bunun doğru olmadığı anlaşılmaktadır (b k . t. H . Uzunçarşılı,



kaleminin şefi sayılan n i ş a n c ı olup, vazifesi, bu makamdan çıkan bütün evrakı hazırlayıp, pâdi­ şâha ve vezîr-i âzama arzetmekri. Bunun dışında yine onun maiyetinde henüz vazifesi açıkça belli olmayan k e t h ü d â ile husûsî hizmetlerinde kul­ landığı köleler vardı. Vezîr, aynı zamanda beylerbeyi vazifesini de üze­ rine almıştı. Orhan Bey ’in son devirlerinde beyler­ beydik de, vezîrlik hâline getirilmiş, bu sûretle di­ vandaki vezîr, vezîr-i âzam olmuştur (A . Taneri, Osmanlt imparatorluğu ’rum kuruluş döneminde Ver zir-i âzamltk, s. 43 ).



Vezîr-i âzam pâdişâhın bir fermam ile vazifeye baş­ lardı. Bu usul, uzun süre devam etmiş görülmek­ tedir. Ancak Ahmed III. devrinde kubbe vezir­ lerinin lağvından sonra sadrâzam tâyininde belirli usûllere başvurulmadığı ve bunun sultanın isteğine göre yapıldığı anlaşılmaktadır. Vezîr-i âzam salâhiyet ve vazifeleri bakımından, islâmdaki vezâret-i tefviz *i temsil eder. Fatih ta­ rafından çıkarılan "KamamSmeri A l-i Osman” da Vezîr-i âzam’m pâdişâhtan sonra devletin en yüksek Osmanhlarda ilk vezirlere dâir mütalaa, Belleten me muru ve mutlak vekili olduğu kaydedilir. Buna IX, 99 v.d d .). îlk vezîr, ulemâ sınıfından gelmiş göre, pâdişâhın mührünü taşıyan vezîr-i âzam, dev­ olan Alâeddin Paşa olup, bunu, yine aynı sınıftan let işlerini diğer vezîr ve defterdarlara danışarak yü­ Âhmed Paşa b. Mahmud, Hacı Paşa ve Sinâneddin rütür. Mâlî ve kazâ’i işler dışındaki bütün işleri buyYusuf Paşa tâkip etmiştir. Bu sonuncusu, Orhan rutusuyla idâre eder. Ancak mâlî işlerde müstakil G azi'nin son ve Murad I.'ın ilk veziri olup, hareket eden baş defterdar da vezîr-i âzamia mü­ ölüm tarihi belli olmadığı için Çandarlı Kara Ha­ şavere etmeye mecburdur. Zîrâ vezîr-i âzamm bu lil 'in de hangi tarihte vezirliğe tâyin edildiği bilin­ salâhiyeti, onun pâdişâhın mutlak vekili olması ile memektedir. Osmanhlarda vezirlerin umumiyetle fı­ ilgilidir. Vezir-i âzam, bâzı tımarları pâdişâha arkıh bilginleri arasından seçildiği görülmektedir. zetmeden de istediğine verebilir. Vezîr kazâ’î yet­ Orhan zamanında tek vezîr olup, dîvân, vezîr, kadı kilerine dayanarak, Dîvâna başvuran bir kimsenin, ve hükümdâr olmak üzere üç kişiden teşekkül ediyor­ vergi, vakıf, kadılar ve diğer hususlarla ilgili konu­ du. Devlet işlerinin zamanla artması üzerine vezirleri lardaki şikayetlerini dinleyerek gerekeni yapardı. de artırmak gerekti. Böylece sayılan artan vezir­ Onun, bu sivil yetkileri yanında aynca askerî salâ­ lerden birinin baş vezir ( vezîr-i azam) olması tabii hiyetleri de vardı. Nitekim sefere çıkıldığında ken­ idi. Nitekim Çelebi Mehtned (805-824 = 1402-1421) disine beylerbeyi unvânı altında ordu kumandanlığı ve Murad II, (8 24 -8 55= 14 2 1-145 1) devirlerinde ( Serdâr ) vazifesi verilirdi. vezirlerin çoğaldığı ve içlerinden birinin vezîr-i Vezîr-i âzam, Devlet işlerini "Dîvân" da görürdü. âzam unvanım aldığı görülür. Murad II. zamanında, Dîvân, her sabah namazından sonra pâdişâh veya beş vezirden üçü, başka vazifelere tâyin edilmiş, vezîr-i âzamm başkanlığında toplanırdı. Bu toplan­ arta kalan ikisinden birisi vezîr-i âzam olmuştur tılar ilk devirlerde Edirne Sarayı *ndaki kubbe al­ ( M . Fuad Köprülü, ayn. esr., s. 4 1). İlk zamanlar tında yapılırdı, öğleye kadar süren toplantılardan vezîr-i âzama, hükümdâr tarafından ” Ulu vezîr" sonra, sultan dîvândakiierle birlikte yemek yerdi. denilir ve ona üç tuğ verilirdi. Daha önceki bâzı Fâtih ( 855-886= 1451-1481 ), bu usûlde bâzı deği­ İslâm devletlerinde de olduğu gibi, vezîr-i âzam'a şiklikler yaptı ve toplantıdan sonra yemek usûlü Kîl'at giydirilir ve kendisine üzerinde sultanın adı kaldırılıp, toplantılar haftanın sâdece dört gününe bulunan mühr ( mühr-i hümâyun) ile divit takımı inhisar ettirildi. Dîvân’ı, sultan, vezîr-i âzam ve di­ teslim edilir ve kılıç kuşatılırdı. Bu bakımdan da ğer vezirler ile kazasker, defterdar ve nişancı teşkil ona şâkib-mülır denilirdi. Seferlerde de vezîr için etmekte idi. Hükümdarın, muhtelif konularda, ayrı çadır kurulur, sancak verilir ve onu korumak Dîvân’da bulunanların düşüncelerine başvurduğu da için de bir sipâhi ve bir yeniçeri vazifelendirilirdi. olurdu. Gerektiği anda vezîr-i âzam, dîvânı bu Aynca daha önceki Türk devletlerinde olduğu gibi günler dışında da toplayabilirdi. Bu toplantılar vezîr-i âzamlarm husûsî mehter takımlannm da bu­ kubbe altında yapıldığı gibi vezîr-i âzam’m kendi lunduğu görülmektedir. konağında da olurdu. Nitekim sah ve perşembe gün­ Vezîr-i âzamlann en büyük yardımcısı, dîvân leri ikindiden sonra, vezîr-i âzamm konağında ya­



m



VEZÎR -



VEZİRKÖPRÜ.



pılan toplantılara ikindi İioam, çarşamba gündüzün yapılan ve İstanbul ile bilâd-ı selâse (ü ç şehir) denilen Galata, Eyüp ve Üsküdar kadılarının katıl­ malarıyla teşekkül eden dîvâna ise, çarşamba divanı adı verilirdi. 6 u son dîvânda daha çok haksızlığa uğrayanların (m ezâlim ) şikâyetleri görülürdü. A y­ rıca Cuma günleri sabah namazından sonra vezîr-i âzarn’m konağında toplanan ve halkın çeşitli mes­ elelerinin görüşüldüğü bir cuma iioam vardı. Buna h u z u r m ü r a f a a s ı adı verilirdi. Vezîr-i âzam dîvân başkanlığı yanında, yabancı hükümdâr ve el­ çilerle görüşmeler de yapar, aynca gerekirse dîvân üyelerini ve devlet me’murlarıra elçilikle de vazifelendirebilirdi. Hükümdâr pâyitahtdan ayrıldığı zaman vezîr-i âzami yerine ka.ymakftm olarak bırakırdı. Vezîr-i âzam, hükümdarla sık sık görüşür ve ona devlet işleriyle ilgili husûslarda telkinde bulunur, kendisince yerinde görülmeyen emirlerin isabetsiz olduğunu hükümdâra hatırlatabilirdi. Ancak hüküm­ dâr, düşüncesinde ısrar ettiği takdirde, emri kabule mecbur olurdu. ' Vezir-i âzam ’m pâdişâhın dîvâna tâyin edeceği kimseler hakkında düşüncelerini söylemek ve devlet teşkilâtı içinde (meselâ, İç oğlan sınıfı gibi) bir başka teşkilât kurmak, yeni bir askerî sınıf ihdas etmek, yeni kanun-nâmeler hazırlamak gibi vazife­ leri vardı. Umumiyetle İlmîye mesleğinden gelmiş olan vezîr-i âzamlar çok defa devrin ileri gelen fakîhlerinden idiler. Vezîr-i âzamlar, gelir bakımından büyük imkânlara sâhip olup, bunların başlıca gelir kaynaklarım, ken­ dilerine tahsis edilen kâss '1ar teşkil ederdi. Fâtih ’in kanun-nâme ‘sinde tesbit edildiğine göre, Vezîr-i âzamm hâsslarımn yıllık geliri bir milyon iki yüz bin akça idi. Bunlar diğer Türk ve İslâm devletlerinde olduğu gibi ganimetlerden de pay alırlardı. Bu ara­ da sultan tarafından kendilerine bağışlanan mülk­ lerle, başkaları tarafından sunulan hediyeler (esir, eşya, at ve para) de büyük bir yekûn tutardı. Lütfi Paşa ’nın ÂsaJ-nâme ( İstanbul, 13 2 6 )'sinde belirtti­ ğine göre, bu yekûn X V I. asır ortalarında 2.400.000 akçaya bâliğ oluyordu. Vezîr-i âzamlar, bu imkânla­ rın bir kısmı ile vakıf te'sis ederlerdi. Böylece kur­ dukları bu vakıflarla bir taraftan cemiyete faydalı olmaya, diğer taraftan da pâdişâh tarafından bu servetin müsâdere edilmesini önlemeye çalışırlardı, Vezîr-i âzamların me’muriyet süreleri, onların vazifelerindeki başarılan ile hükümdâr tarafından tutulmalarına bağlı idi. Bu bakımdan içlerinde dört hafta gibi çok kısa bir süre bu makamda kalanlar olduğu gibi, yirmi yıl bulunanlar da vardır. Vezîr-İ âzamlar, vazifelerinden ya eceli ile veya hükümdar tarafından azledilmek veyahut da Öldü­ rülmek suretiyle uzaklaştırılırlardı. Kanunî devrine kadar kullanılan vezîr-i âzam tâbirinin yerini. Kanunî 'den itibâren şadr-İ a‘?am, şadr-i ‘âlî ve şadârat-panâh tâbirleri almış ise de,



bunlar arasında sâdece sadrâzam [b .b k .] tutun­ muştur. Kanunî ‘den sonra sadrazamlık adı altında devam eden vezîr-i âzamhk, Osmanlı devletinin sonuna ( 1 teşrin II. 1922) kadar sürmüştür. Son sadrâzam olan Tevfik Paşa, aynı tarihte saltanatın kaldırıl­ ması ile birlikte vezifesinden ayrılmıştır. Bibliyografya: A bü Hayyân alTavhidî, Ablak al-oazîrayn (Şam , *975); alŞâbî, Kitüb al-Vuzarff (nşr. Amedroz), Leyden, 1904; al-Mâvardî, al-Ahkâm al-sullânlya ( Kabare, 1324), Râvandî, Rabat al-şadûr, G M N , II, 365; al-Makrlzî, al-Mavffiz oa’l-ictibâr f i zİlyr al-biM va'l-âsâr (Kahire, 1324-1326), I-II; al-KalkaSanch> Şubjf al-a°şff ( Kahire, 1914-1915 ), IV, V I; Âşık Paşa-zâde tarihi (İstanbul, 1332); Corci Zeydân, Medeniydi-i islâmiye tarihi (trc.Zeki Megamiz), İstanbul, 1328-1329, s. 132, v.d d ; Fâtih Karmn-nâmesi (nşr. M . A rif), T O E M , 1922, sayı 13-15; Kanuni Süleyman Kanunnâmesi (nşr. M. A rif), T O E M , 1914» sayı 16-19; F. Taeschner ve P. Wittek, Die ıvezîrfamüie der Candarlyzâde un i ihre Denkmaeler, Der İslam, 1929» X V III, 66-115; Dominique Sourdel, Le vizirat abbaside (Şam , i960); A . Mez, Die Renaissance des İslâm (Heidelberg, 1922); İ. Hakkı Uzunçarşılı, Os­ manlı devleti teşkilâtına meihal (Ankara, 194° ) ; ayn. mil., Osmanlı devletinin merkez Ve bahriye teş­ kilâtı ( Ankara, 1948 ); ayn. mil.; Osmanlı devletir nin saray teşkilâtı (Ankara, 1945); T . Gökbilgin, Osmanlı müesseseleri teşkilâtı ve medeniyet tarihine genel bir bakış ( İstanbul, 19 7 7): M . Fuad Köp­ rülü, Bizans müesseselerinin Osmanlt müesseselerİne tesiri2 (nşr. Orhan F. Köprülü), İstanbul, 1981 ; Aydın Taneri, Osmanlt imparatorluğa fnun kuruluş döneminde vezir-i âzamhk (Ankara, 1974); ayn. mİ!., Büyük Selçuhjulu İmparatorluğunda vezir­ lik, T A D (Ankara, 19 67); V , 75-'ıS6; M. Altay Köymen, Alpaslan zamanı hükümet teşkilâtı, S A D , 1 9 8 1 , V -V l. (T.H.) V E Z İR K Ö P R Ü . O r t a K a r a d e n i z b ö l ­ gesinde Samsun vilâyeti hudutla­ r ı i ç i n d e k a z a m e r k e z i olup, Samsun ‘un ( 1 1 6 km .) cenûb-i garbisindedir; Samsun’a, Hav­ za ’da birleşen bir yolla bağlanır ve Havza’dan gelen yol garba doğru devam ederek, Boyabat üzerinden Kastamonu ( 2 0 9 km. ) ve Sinop ( r86 km.) ’a uzanır. Şehir ve çevresinin bugünkü iske­ lesi Samsun olmakla berâber, kasaba eskiden Sinop *ta Karadeniz kıyısına bağlanırdı ve aynca beldenin 13 km. kadar şimâl-i garbisinden geçen Kızıl-İrmak üzerinden sallarla Bafra ’ya eşya ve ay­ rıca ırmak boyundaki ormanlardan da bol miktarda ağaç tomruğu taşınırdı. Kasaba, cenuptaki Merzifon ovası üzerinde yükselen Daşan (T aşan; halk ağzmj da Tavşan) dağından şimâle doğru inerek Kızıl-Ir-



VEZİRKÖPRÜ. m ak'a karışan .akarsuların geçtiği tepelik arâzi üze­ rinde. Akçay ve Ustalaz suyu (U lu ça y) arasındaki bir düzlük üzerinde kurulmuş olup, sonradan barap olmuş dürt köşeli bir kalesi de vardı. Bugünkü du­ rumda XX mahalleden meydana gelen kasabanın deniz seviyesinden yüksekliği 330 metredir. Kasabanın uzak geçmişi üzerinde kesin bilgile­ rimiz yoktur. Eski İslâm kaynaklarında, buraya şinder denildiği söylenir. Evliya Çelebi, şîn kelime­ sinin köprü mânasına geldiğini, buradaki köprü yıkıldıktan sonra yerine (Ustalaz çayı üzerinde) büyük bir ağaç köprü kurulduğunu söyler ve bu köprüyü çam direklerinden ” gâyet musanna’ ” ya­ pılmış cisr-i garîb” olarak târif eder. Garp kaynak­ larından bâzılan ise, kasabanın yerindeki beldenin Helenistik devirde Cenubî Paphlagonia *ya âit Andrapa olduğunu, M . s. 7 yılında Romalılar eline geçerek,. Galatia eyâleti hudutları içine alman bu beldeye bir aralık Neodaudiopolis denildiğim kayde­ derler. Antoninus ile Caracalla arasındaki devirde bu şehrin Neoclaudiopolis adı ile basılmış paraları bilinir ( Head, 433). Kaynakların bâzılarında ise Andrapa’nın yeri şimdiki İskilip olarak gösterilir; H. Kiepert bu fikirde olmakla beraber, R. Kiepert *in haritaların­ da Andrapa, Vezirköprü ’nün yerinde gösterilmek­ tedir (krş. W. Ramsey, /¿isi, Geogr. o f Asia Minör, London, 1890, s. 320). B u devreden sonra Bizans hâkimiyetinde kalmış olan yöre, X I. asrın ikinci yansında, Malazgirt muhârebesini müteâkıp Dânişmendliler tarafından işgal edilerek, daha sonra Sul­ tan Mes’ud tarafından Selçuklu devletine katıldı. Bu devirde kasabanın adı Gedegara olarak geçmek­ tedir. elde mevcut vakıfnâmelerde de bu böyledir. Gedegara ( • ¿ ¿ c i f ' : Cihanniimâ ’daki Anadolu ha­ ritasında da böyle; / A KÖPRÜLÜLER maddesinde K e d e g r a ) , X IV, asrın sonlarında Yıldırım Bayezid devrinde Osmanh topraklarına katılarak uzun süre Amasya’ya bağlı kaldı ve yukarıda adı geçen köprü sebebiyle kasaba için Köprü adı kullanılmaya başlandı. Bayezid II. nin oğlu Şehzâde Ahrned ’in Amasya valiliği sırasında Alâedin Şİrvânî’nin torun­ larından Tâceddin Paşa "Gedekara 'nm köprü kö­ yünde” bir câmi yaptırdı. Kasaba civârınm manza­ rası güzel olduğundan Şehzâde Ahrned ’in bir köşk yaptırıp yaz aylarını burada geçirdiği kaydedilmek­ tedir. Böylece, zamanla kasabanın eski adı hemen hemen terk edilerek resmî kayıtlarda burası Sivas eyâletinin Amasya livâsına bağlı Köprü kazasının merkezi olarak tanındı. 1057/1058 (1 6 4 7 ) yıh kışında bu kasabayı ziyâret eden Evliyâ Çelebi, 140 köyü alan Köprü'deki kalenin harab hâle geldiğini, halkın Celâli şerrinden taş kaleye bitişik bir toprak kale inşâ etmiş olduklarım, kalenin 4 kapısı olduğunu, çarşı ve pazarın kale dışında bulunduğunu ( 1.000 dükkân ile Hacı Yusuf Ağa binası olan kârgir ve sağlam bir bedesten), evleri­ nin altı taş, üstü tabta ve damların kiremitle örtü­



lü, içi-dışı beyaz kireç sıvalı it i katlı yapılar oldu­ ğunu kaydeder. Osmanh tarihinin hellİ bîr devresine adım veren Köprülüler âilesinin kurucusu olan zat (sonra­ dan : Köprülü Mehmed Paşa) Berat sancağının (Arnavutluk) Rudnik köyünde doğmuş olmakla berâber, İstanbul ’dan sipahilik ile • Anadolu ’ya çıkışında Köprü ’ye yerleşmiş, Havza ’nm Kayacık halkından Köprü voyvodası Yusuf A ğ a ’nm kızı Ayşe Hanım’la evlenmiş, konağım ve çeşitli emlâkini burada yaptırmış (Tafsilât için bk. Ali Saim Üîgen, Köprülü Konağı, 60. doğum yılı münâsebetiyle, Fuad Köprülü armağanı, İstanbul, 1953 s. 565-580) ve mâzuliyet zamanlarını da hep burada geçirmiştir [ bk. mad. KÖPRÜLÜLER ]. Köprülü Iekabıyle tanı­ nan Mehmed Paşa 'nm adı bâzı kereler, kasabanın eski adına göre Kedegralı diye geçmektedir. LTur­ hal’da 1069 tarihinde yaptırmış olduğunu Kan kitâbesinden [bk. mad. K Ö PR Ü LÜ LE R } anlaşıldığına göre, kasabayı aynı adı taşıyan başka yerleşme yer­ lerinden ayırmak için Vezirköprü denilmiştir. Burası için tek başına kullanılan Köprü adı (b k . Kâmüs al-adöm) ise bugün tamamıyle terk edilmiştir. Osmanh devletinin Sivas vilâyetinin Amasya san­ cağına bağlı bir kazantn merkezi olan Vezirköprü­ ’nün nüfûsu X IX . asrın sonlarmda 8.600 idi ( bk. V . Cuinet ve Kâmüs al-aclöm). Cumhuriyet devri başında Samsun vilâyetine bağlı bir kaza merkezi olan kasabanın 1927 sayımında nüfûsu 5.44° « düş­ müş bulunuyordu. Bu sayı 1975 *te 11.705 ( köyle­ riyle birlikte nüfûsu 67.468 ) ’e yükselmiştir. Vezirköprü'de bulunan başlıca yapılar, X VII. asrın ortalarında Köprülü Mehmed Paşa 'nın yap­ tırdığı ( çifte hamam, câmi, iç ve dış bedesten) ve oğlu Fâzıl Ahmed Paşa ’nm inşâ ettirdiği 1661 ta­ rihli Taş Medrese (burası son yıllarda tâmir etti­ rilerek kütüphâne hâline konulmuştur ) 'dir. Ayrıca 1796 'da müftü Mustafa Efendi tarafın­ dan yaptırılan bir kütüphâne de vardır. 1943 zel­ zelesinde büyük zarar gören kasabanın çoğu ah­ şap olan evleri de harap olmuştur. Vezirköprü ha­ vâlisinde geçim zirâata dayanır. Hububat ve bak­ lagillerden başka şeker pancarı, kenevir, tütün, ayçiçeği ve susam da yetiştirilir; küçük baş hayvan beslenir. İpek böcekçiliği şimdi ehemmiyetini kay­ betmiş görünüyor. B i b l i y o g r a f y a : Pauîy-Wissowa, Realencyclopâdte... 1,2134 (Andropa maddesi: Hirscbfeîd); W. Ramsay, Historical Geography o f Asia Minör, 1890, s. 360); Evliyâ Çelebi, Seyahainâme (nşr. Ahmed Cevdet), 1314, II. 400 v.dd,; Kâ­ tip Çelebi, Cibâımumâ ( nşr. tbrâhim Mütefer­ rika), s. 626; Şemseddin Sâmi, Kâmüs al-ac~ lam, 1896, V , 3905 v.d.; V . Cuniet, La Turguie d'A sie (18 9 2 ), 1 , 7 6 2 v.d.; Samsun il ytllığt (1 9 6 7 ), s. 382-395; E i , mad. KÖPRÜ. (B E S İM D



a r k o t .)



VÎCAYANGAR V E Z İR M A Ğ R İB İ. [ B k v íc a y a n g a r .] V ÎC A Y A N G A R . C e n û b î H i n d İ s t a r i ’d a b i r ş e h i r olup, Tungabhadra 'm a cenûb kyılarında 15° 20' şimâl, 76o 28’ şarkda kâindir. Bugün bir harâbe hâlinde bulunan bu şehir milâddan sonra 1336 ’larda da Dvâravatîpura 'h Vira Baílala III. tarafından veya birçok kereler onun krallığının şİmll hudutlarının muhafızları olup, Varangal 'ti Kâkatiya krallığının subayları olan Uç Hindu reis veya Dehlili Muhatnmed b . Tuğluk [ b. bk. ] tara­ fından te'sis edilmiştir. Bu reislerden ikisi, Harihara ve Bukka, Dekken müslümanlart Muhanuned b. T u ğ lu k 'a karşı isyan hâlinde iken Vicayan­ gar ’a yerleştiler. Daha sonra Alâeddin Behmen Şah, Dekken kıralhğını te’sis, tahkim ve takviye İşiyle meşgul iken bunlar yavaş yavaş yarım adaya yayılıp, burayı hâkimiyetleri altına alarak Büyfik Vicayangar Hindû kıralhğını kurdular. Tarihleri baştan başa, şimâl hudutlarında bulunan müsliSmanlarla yaptıkları fâsılalı harplerle doludur. İlk zamanlar BUyük Dekken krallığı ile yapılan hu harpler, son­ raları o krallığın harabeleri üstüne kurulmuş diğer müslüman devletlerle sürdürülmüştür. B u zengin Hindû krallığı, Behmenîlerin ordusunu sayt bakı­ mından çok geride bırakan bir ordu kurmaya muvaf­ fak oldu ise de, cesur müslümanlar daha çok başarılı idiler. Bununla berâber 225 sene süren mücâdelede Büyük Hindû Devleti ’ni tamamıyle mağlûb edeme­ mişlerdir. Anlaşmazlığın zahirî sebebi, ekseriya Krişna ve Tungabhadra nehirleri arasında uzanan top­ rak parçası, Raycur D ü âb ’a sahip olma mes'elesi ise de, aslında Behmenîler Hindû komşularına hücûm etmek İçîn bir bahaneye nâdiren ihtiyaç du­ yuyorlardı. X VI. asrın ortalarına doğru Behmenî krallığının çöküşünden sonra müstakil müslüman devletleri, Bîdjâpür, Abmadnagar, Gulkunda ve Bîdar Sultanları, aralarındaki y ık cı mücâdele için Vicayangar Raca 'smdan akılsızca yardım talebinde bulundular. Hepsinden kuvvetli olan Raca, bunların dinlerine karşı takındığı hakârctâmiz tavırlar ve üs­ tünlük gösterileriyle, onları Öylesine iğrendirdi ki, hepsi onun aleyhinde birleşerek bir konfederasyon kurdular. 1564 kânun I. tarihinde Sholâpür 'da bir araya gelen Bldjâpür, Afımadnagar, Gulkunda ve Bidar sultanları cenûba doğru yürüyüşe geçtiler. S kânun II. 1565 günü Vicayangar ordusuyla Krişhna’nın cenûp kıyısındaki küçük Tâllkota şehrinin 30 mil uzağında karşılaştılar. Vicayangar naibi Rama Raca yakalanarak öldürüldü. Onun mızrak ucunda yükselen kesik başım gören Hİnd ordusu bozguna uğradı. Ricat eden orduyu Vicayangar’a kadar büyük zayiat verdirerek tâkib eden müslü­ man orduları, şehri zaptederek altı ay burada kal­ dılar. Bu zaman zarfında civardaki bazı müstah­ kem mevkileri kısmen ortadan kaldırdıktan son­ ra şehri de tamamıyle tahrib ettiler. Büyük Vi­ cayangar krallığı yıkldı. Bâzı şimâl bölgeleri



VİLÂYET.



komşu müslüman devletler tarafından ilhak edildi. Cenûp bölgeleri ise, küçük Hind reislerinin hükmü altına girdi. B ibliyograf yat Mubammed ipîsim Firişta, Gulşan-i IbrShtml (Bombay, 1832), taşbasması; eA lî Samnânî, BurhSnrt M a’ öşîr, yazma, ve trc. Wolseley Haig, Indian Antiquary, X9201923; R. Sewell, A Forgotten Empire (London, . 1900); S. Krişnasvâmi Aiyangar, South India and her Muhammadan Invaders (O xford, 19 2 1); A Little known Chapter o f Vijayanagar History’, Krishnadeväräya of Vijayanagar 1 Sources c f Vijayanagar History (Madras, 19 *9 ) î Cambridge History of India, III. fasıl X V II. ve X V III. ( T . W . H aig .) V tL Ä Y A . [B k . VİLÂYET.]



VİLÂYET ( A . ) , " B i r ş e y ü z e r i n d e h â ­ k i m i y e t ” mânasına valiya 'nin mastarıdır. Ba­ zılarına göre ise, $inâ°a gibi bir isim ve her türlü iktidar için umum! bir tâbirdir, Curcânî ( Trfrlfât, s. 275 ), bu kelimeyi "B ir üçüncü şahıs karşısın­ da, hu şahıs bunu istesin veya istemesin, bir kararın icrâsı” şeklinde tarif etmektedir. IAmme Hukûku bakımından, hükümdâr iktid ln ( = Sultân; îbn al-Sikkıt [ölm . 2 4 3= 8 57], Lisânda mad, Sultân) veya hükümdâr tarafından teslim edilen iktidar, bir vâlmin vazifesi mânasına gelir. Vilâyet, IV. sûre, 59, âyete dayandırılır: ” Ey iman edenler, Allah ’a itaat edin. Peygamber V ve sizden olan emir sâbiplerine de itâat edin” . Vilâyetin Allah tarafından ihdas edildiği kabûl olunur. Bir F ari *ala 'l-Kifâya olan umûmî ve hu­ sûsî vilâyet arasında bir tefrik yapılır. Umûmî V i­ lâyet *e hepsinden önce İmâm yahut Halîfe [ b. bk. ] sâhiptir. Mâvardi ye göre, umumî vilâyete aynca vezir ile eyâletler için eyâlet reisleri sâhiptirler. Buna mukabil, husûsî vilâyeti ise, askerî kumandan, hâkimler, imamlar (nam az kldıran ), haccı idâre edenler, maliye me’murları ve diğerleri hâizdirler. Vilâyet sâhibi, erkek ve reşit ( bâliğ), aklî melekeleri yerinde olmalı, bedenî hiçbir sakat­ lığı bulunmamalı, id il ( ‘ adi) ve ilgili me’muriyeti kendi bilgisi ile idâreye ehil olmalıdır. Bundan başka bâzı me’muriyetler içîn diğer şartlar da mev­ cuttur ( Meselâ kadı hür bir kimse olmalıdır). Mecazî mânada vilâyet, b i r m e 'i r i u r u n t â y i n i v e t â y i n v e s i k a s ı mânasına da gelir. Farklı şekilleri ile Çalkaşandî, Şubb al-acşâ, 5, Makula (Muhtevasına âit bilgiler, bk. Björlcman, Beiträge zur Geschichte der Staaiskflnzlei, Hamburg, 1928, s. 144 v.d. ) ’de tafsilâtlı şekilde ele alın­ maktadır. Buna, evvelâ Halil Sulaymân eA bd al­ Malik tarafından tatbik ve Abbâsîler devrinde bir kaide hâline gelen, vilâyat al-°ahd adı verilen ik­ tidardaki halîfe tarafından halefinin tâyin edilmesi de dâhildir; bu sebeple bugünde bir sonra tahta ge­ çecek olan kimseye vali al-cahd denilir.



v îlâ v M t. Ayrıca son zamanlarda Vilâyet, bir vâlinin mc’-



m



yemiş olurlar. Onlar çılgın bîr ateşe gireceklerdir”



murîyet sahası içinde kullanılmaya başlanılmıştır; böylece Memlûklar devrinde M ısır’da ve Suriye’de, başında Amir al - {ablffâna rütbesinde bir vâlinin



(10). ^ Bu mevzu ile ilgili hadîsler, sâdece K ut ân ’dak'ı düşüncelerin şekillendirilmesin] ihtiva etmektedirler bulunduğu en küçük idâri bölge için kullanıldı ( krş. Wensinck, Handbook, mad. V ali ve Orphama ( İfa!kaşandı, ayn. esr., IV , 2 4 ,19 9 v.d d .). Bu tâbir b k .) b. Fıkhm ana nazariyeleri: İra n ’da eyâletlerin orta derecedeki idâri bölgeleri 1. Mahcûr ( Mahcur, yâni bacredilmiş, kısıtlanmış ), mânasına gelir. Bununla beraber Türkiye ’de X V I. asırdanberi beylerbeyinin idâresindeki en büyük ya reşit olmayan bir yetim çocuktur veya akıl has­ idâri bölgeler ( eyâletler de denilir ), daha sonra Vâ- tasıdır ( Macnün ), yahut da müsrif ( Safîh veya lilerin idâresindeki yerler için kullanılmıştır ( Türkçe Mubazsir) 'dir. Safîh ancak Hicret ’in I. asrından II. sine geçildiği sırada ilâve edilmiştir. Gerçekte telaffuzu Vilâyet şeklindedir). IIHusûsî hukuk’da vilâyete (valâya şeklindedaha sonraki teknik mânada olmamakla beraber söylenmesi âdet olmuştur, bk. Lisân, bu madde) Kur â n ' da (yk. bk. ) Safîh'den bahsedilmektedir; kendi üzerinde bizzat tasarruf iktidârına sâhip bu­ en eski Kur ân şârihleri ( Mucâhid [ ölm, 100=718 ], al-Hakam [ölm. 115 « 73 3 3» Katâda [ölm . 1 1 7 = 736 ], al-Suddî [ ölm. 127=744 ] ) bu tâbirden sâ­ hallerde, bu tasarruf iktidân, bir başkasına aktarı­ dece, kadınlan ve çocuklan veya bu ikisinden bi­ labilir ve aktarılmalıdır. Ancak İslâm hukukçuları rini anlamaktadırlar. Tabarî, uzun açıklamalarla bu sâdece bir vilâyetten de bahsediyorlar. Böyle bir tefsire karşı çıkıp, bu mefhûmu „mülkünü kayb­ vilâyet, bir vakıf mallarının idârecisinde, bir vasi- etme, israf etme ve mülküne kendisi tarafından verilecek zararları ve kötü idaresi sebebiyle tahdide yetnâmeyi tenfîze me’mur kimsede ( Vaşt), reşit ( Ifacİr) ihtiyaç olanlar” şeklinde târif etmektedir olmayan küçük çocuklar ile ilgili olarak babada, ( Tafsır, IV, 15 3). Ebû Hanife, Safih üzerinde bilhassa Valâyat al-Nikâh- Ebİt. mad. NİKÂH ] ’da vilâyeti reddetmiştir. ve burada başlı başma ele alınacak olan Valâyat al2. Baba ve büyük baba, baba olmaları itibârıyle Mâl *da bahis mevzuudur. vesâyete re’sen sâhip oldukları gibi, son arzularını a. Kendisi de vaktiyle yetim olan Peygamber bildiren bir vasiyetnâme ile, vaşi tâyin etmeye de daha Mekke devresinde nâzil olan sûre X V II, salâhiyetidirler (B u anne de olabilir). Diğer ta­ 34. î V I, 152. âyetlerde görüldüğü gibi dâima yetim­ raftan vaşi ((¡¡ayyira) kadı tarafından tâyin edilir, lerin korunması lehinde hareket etmiştir: ’ ’Yetimin, k o ş î’nin müslüman, reşit, ruh bakımından sağlıklı malına rüşdüne erişinceye kadar, sâdece onun iyiliği­ iyi şöhret sâhibi olması ve bu vazifeyi yapacak ne olmak üzere yaklaşınız.’’ Medine devresinde, Ye­ ehliyete sâhip bulunması lâzımdır. Vesâyet dinî timlere karşı adâletle ( IV, 127 ) hareket edilmesi, bir vecibedir ve ancak, kadı tarafından kabûl edilen hayırhâh (I V , 30, II, 83, 2 15 ) ve bir kardeş olarak mühim sebeplerle reddedilebilir, muamele yapılması ( I I , 219-220) ve onların Allah 3. Kaşl’nin salâhiyetleri; Vaşl, vilâyeti altındaki rızası için korunmaları ( II, 1 7 7 ) istenmektedir. kimsenin mal varlığını idâre etmeğe mecbur olup, Peygamber ganimetin beşte birini, diğerleri arasında bu arada vekil olarak iş görür. Buna göre onun yet­ yetimlere de ayırmıştır ( VI I I , 4 1; krş. L 1X , 7 ) . kilerine, evlenme akdi, boşanma, bir vasiyet tan­ Ancak bunun esas yeri IV., 2, v.dd. âyetlerdedir: zimi v.s. dâhil değildir. Onun vazifesi vasiyeti al­ “ Yetimlere (rüşdüne gelince) mallarını verin, te­ tındaki kimsenin menfaatlerini temsil etmektir. mizi murdara değişmeyin, onların mallarını kendi O , ticârette vcsâyeti altındaki şahsm mal varlığı­ mallarınıza (katarak) yemeyin. Çünkü bu, muhakkak nı kendi işinde olmak üzere kullanabilir. Gayr-t büyük bir günahtır... Allah *m sizin başınıza diktiği menkuller ancak mühim sebeplerden dolayı kadı mallarınızı beyinsizlere (sufahff, yâni para işlerinde) müsâadesi ile, devir ve ferağ edilebilir. O , kendisi vermeyin. Kendilerine bunlardan yedirin, giydirin, ile vesâyeti altındaki şahıs arasında bir muamele onlara güzel söyleyin (iyi nasihatlar edin) (5). Yetim­ yapamaz; o, şahsm mal varlığından bir bağışlamada leri nikâh çağına erdikleri zamana kadar ( gözetip ) da bulunamaz. deneyin. O vakit kendilerinde bir akıl ve salâh gör­ 4. Vesâyet, vaşl ’nin veya vesâyet altındaki şahsın dünüz mü mallarım onlara teslim edin. Büyüyecek­ ölümü, sûınİyetle iş idâresi sebebiyle vafî ’nin azlı, ler ( de ellerine alacaklar ) diye bunları isrâf ile ça­ yahut vesâyet altındaki şahsın bâliğ (b a liğ : kâide bucak yemeyin. Kim zengin ise (yetimin malını olarak 15 yaş ile başlar ) ve reşit olması yâni, kendi yemeye tenezzül etmesin), kaçınsın. Kim fakır ise, mal varlığım bizzat idâre edebilecek ehliyete kavuş­ o halde örfe göre (b ir ş e y ) yesin. Artık onların tuktan sonra ( v e şafiîlerin görüşüne göre, imânm mallarını teslim ettiğiniz vakit karşılarında şâhit bu­ mânâsım bilebilme, doğru yolu bulabilme ehliyeti­ lundurun ( 6 ). Gerçek, yetimlerin mallarını haksız ne de sâhip olmalıdır) sona erer. Vaşl, aynca ve­ ( ve haram ) olarak yiyenler karınlarında ancak ateş sâyeti altındaki şahsa, hesap vermeye mecburdur,



lunan her hür kişi sâhıp bulunmaktadır ( bk. meselâ Sara^sl, Mabsûf, X X IV , 157, 18, 19 v .d ,). Bâzı



VİLÂYET Bibliyografya: I. Kısım için bk. Mâvardî, al-Ahkâm al-sullânlya ( nşr. Enger), Bonn, 1853; Frans, trc. E. Fagnan, Les status gouvemementaux (Cezayir, I 9 J5 ); trc. Ostrorog, Paris, 1901 i.-II. (tamamlanmamış), bilhassa giriş s. 74 v.dd.; II. Kısım için bk. Fıkıh eser­ lerinde Kitâb al-lfacir bahsi dışmda; T h . W. JuynboII, Handbuch ¿es İslam. Geseizes (Leiden, 19 10 ), § 4 4 ; 3. tabı (Leiden, 1925), § 52; W. Santillana, Istituzioni di diritio musulmano malichila (Rom a, 1926), I, 232 v.dd. ( H effening .) VİR D . ( A. , C e m ’i avrâd), t a s a v v u f ! b i r ı s t ı l a h o l u p , isim ve sıfat olarak kullanılmış ve b a ş t a g e l m e k , h e r z a m a n g i d i l e n su veya y e r , g e t i r i l e n s u . s u p a y ı , s u s a ­ yanların suya’ gitme vakti, suya gi­ den t o p lu lu k ve develer, kuş s ü r ü ­ s ü, o r d u b i r l i ğ i , p a r ç a , sı tma, sıtma n ö b e t i v.s. mânalara gelen bu kelime ( Cavharî, Sihâh, Kahire, 1956, I, 546- 574; Fîrüzâbâdî, al -j(Cömös al-mul.uf, Kahire, 13 *9» I, 357» ibn Man?ür, L A , Beyrut, 19ÛS, III, 456 v.d d .), bilâhare ve husûsîyle islâmiyetten sonra K u r ' â n ’ d a n b i r c ü z , g e c e n i n i b â d e t İ ç İm a y r ı ­ lan kısmı ve her gün m uayyen z a ­ m a n la rd a okunan K u r 'â h ve y a p ı ­ l a n z i k i r s a y ı s ı mânalarım da içine almış­ tır ( L A , I I L458; al-Zabldî, T A , Kahire, 1306, II, 532), Kur ân 'da sâdece gelme, suya koşan su­ suz kişi ve su içmek için gidilen yer mânasına kul­ lanılan vird kelimesi (Kurart, II, 98 ve X IX , 86; krş. I£âzî Bayzâvî, AnvSr al-tanzll, Kahire, 1302, 1, 576 ve II, 48), hadîste de tıpkı Ji‘26 [b .b k .] keli­ mesi gibi yalnız birkaç defa cüz, kısım ve Kur Sn ’dan bir parça mânasına tekrarlanmıştır (İbn fjanbal, Musnad, Kahire, 1313, I, 32, 53; IV, 9, 353, 355, 38ı , 383, krş. Müslim, Şahtk, misafirin, hadis 142; Ibn Mâca, Sunan, İkama, bab 17 7 ,17 8 ; Tirm izl, Surum, Cum a, bab 56; Abu Dâvüd, Sunan, Ramazân, bab 8 ,9 ve lafavou*, bab 19; Ibn al-Aşîr, al-Nihâya f î ğarîb al-hadh, Kahire, 1965, V ,I7 3 ; L A , III, 458 ve I, 308 ). Istılah olarak " V ir d ' sâlih ve müttald bir mü’mİnin kılmakla mükellef olduğu beş va­ kit namazın dışında, her gün yapmayı taahhüt et­ tiği husûsî ibâdetleri için gecesinden ve gündüzün­ den Allah ’a ayırdığı vakti ve aynı zamanda bu va­ kitte yapılmak üzere tarikat büyükleri tarafından âyet ve hadîslerden de bâzı parçalar alınarak mey­ dana getirilen ve prensip olarak (1/26 diye adlandı­ rılan husûsî dua ve salavatlanda ifâde eder (krş. A bu T 5hh ai-Makkl, K ât al-kulüb, Kahire, 1961, 1 , 95-108, 9 v .d., 32, 42. Aşağıda görüleceği gibi, vird kelimesi lyzb ( Cem­ ’i Ahzâb) ve zikr ( jh. bk.], cem’i  zkâr) kelimeleri yerinede kullanılmış ( L A , I, 308; krş. IV , 310 ) ve zamanla birbirine muvâzî olarak her üçünün mâ­



VİRD.



nası genişlemiştir. Kur'dn, belli zaman aralıklarında hatmedilmek üzere, Eshâb tarafından 7 i İzi ( kıs­ m a )’e bölünmüş; daha sonra te’lif sırasına ve sûre­ lerin tertibine bakmadan onu, muhtelif hizblere, beşte birlere, onda birlere ve cüz 'Iere ayırma yo­ luna gidilmiş ve jÇTöf al-kulüb ( I, 9 6 ), sahibine gö­ re, bu son hareket, ilk defa placcâc b. Y û su f’un emriyle ‘Âsim al-Caljdarî ve diğerleri tarafından ya­ pılmıştır. lîasan Başrî ve Ibn Şîrîn, Kur â n ’ 1 baş­ tan sona doğru düzenli bîr şekilde okumayı âdet edinmiş, vird hâlinde parçalara bölerek okunmasını hoş görmemiş ( L A , III, 358; İbn al-Aşîr, al-Nikâya, göst. y e r.), üstelik Kur'ân ’ 1 beşte bir, onda bir ve cüzlere ayırmaya da karşı çıkmışlardı ( K st al-kulüb, I, 96 ). Zamanla vird ’in muhtevâsı ve sayısı değişik şekil­ lerde ele alındı. Abü TTâlib al-Makki ’ye göre, işçi ve memurlarla âlim ve âriflerin vird ’leri ve bunlar için ayırabilecekleri zaman farklıdır ( K â t al-kulüb, I, 168). Kim vaktini bir âyet, bir rekât namaz, bir düşünce veya bir şehâdet kelimesi ile keserse, yâni onlardan birini okur veya edâ ederse, bu onun vird ’idir ve Vird ’Ierin en kolayı, dört rekât namaz kıl­ mak, yahut Kur'ân ’dan bir sûre okumak, veya İyi­ lik etmeye ve fenalıktan sakınmaya yardım husûsunda bir gayrette bulunmaktır ( K st al-kulüb, göst. y e r.). Herhalde vird, en basit mânasıyla Kur'ân ’m yedide birinin ( E l , mad. VİTR) veya daha az bir miktarının okunması ile kılınan 4 rekâtlık namazdır. Fakat çok erken zamanlarda gerek sünnîler gerek şîî (krş. E l , mad. VİTR; K ulaynî’nin al-K âfî’sin­ den naklen) ve Hâricîlerde ( krş. Cayjâlî, al-Ka~ nâtîr al-hayrât, 111, 397-416), zâhidlik ve tasav­ vufa mahsus ilâve ibâdet ve âyin telakkisi ile vird ’e uzun ve bâzanda yorucu dua ve zikirler eklendi. Bir yandan besmele, hamdele, salvele, tesbîb, tek­ bîr, tehlîl, istiğfâr ve istilzeden; diğer yandan Al­ lah ’ ın isimlerinden, „Allah Hu” lafızları ile başka güzel isimlerinden ( asma al-Iıtusnff ) meydana gelen ve zaman zaman diğer ilâvelerle de zenginleşen bu zikir ve duaların, ilâhı yolculukta alınması gereken yol için müessiriyetlerinin denenmiş olduğu, her zâhid ve mutasavvıfça kabul edilmiştir. Peygamber; ’ ’ba­ na bir kere salavât getirene, Tanrı on kerre mer­ hamet eder” dediği ( I bn fclanbal, Musnad, III, 120, 2 6 i; II, 172, 18 7) ve bâzı dua ve istiğfarların okunmasını tavsiye ettiği ve bizzat kendisi de oku­ duğu için, evrâd ’a birçok salavât, dua ve istiğfâr girmiş; bunları yazanların sayısı çoğalmıştır. Daha bicrî III. ve IV. asırlarda gündüzleri 7 , geceleri 5 vird olmak üzere, günde 12 defa vird okumak ge­ rektiği ileri sürülmüş; bunların zaman, muhteva ve okunuş tarzları anlatılmıştır (1Küt al-kulüb, 1 , 32-42; krş. Taşköpri-zâde, Mavzucât al-culüm, İstanbul, 1313, II, 367 v.d., 413-430).



X II. asırda İslâm dünyasındaki tarikatlar res­ mileşip sayıları ve mensupları çoğalmaya başlayınca,



V İR Ö . kendilerini âhiret ulemâsından ( "ulama1 al-Âfjirâ veya \tlamS‘ al-bâ}in ) ve Peygamber ’in gerçek vârislerinden sayan her tarikat piri, ilk biatteki, şîî telâkkisine uygun bir şekilde, dervişlerini müridliğe kabûl ederken onlara kendi tarikatına mah­ sus zikir ve vtrd telkininde bulunur. Her tarikatın vird ’i diğerinden farklıdır ( L . Massignon, Recueil..., 1929, s. 107, 8; bilhassa bu görüşün ortaya çıkışı husûsunda). Böylece günlük vird, vird-i e6m ve vird-i (tü.jş olmak üzere ikiye aynldı: Vird-i câm, günün muhtelif anlarında, umûmiyetle sabah ve akşam namazlarını müteâkıp, sık sık tekrarlanan, oldukça uzun ve felsefî bir formülden ibaret olup ( istiğfar, salat ü selâm, kdime-i teohid v.s. ’den bir­ kaç yüz defa, bâzı tarikatlarda binlerce defa: bk. 2 ¡yâ aî-Dîn Ahmed b. MuşÇafa, Kitâb Cami'1 al-uşül, İstanbul, 1272, s. 71 ), her müridin yapmak zorunda olduğu vird ’dir. Vird-i Ijâşş ( z ik r sırrı) ise, şeyhin ilerleyen ve işin künhüne vâkıf olmaya namzet müridlerine, büyük bir gizlilik ve titizlik içinde (krş. pfasan al-i>âdiri, îrşâd al-Râğibln, N a h za -T u ­ n us’ta-, 1339, s. 27 v .d .), telkin ettiği A llah’ın güzel isimlerinden ( msl. Sanüsl ’lere göre "yâ La­ t i f Kadiri ’lerde "yâ flayy yâ Kayyüm" veya "yâ ¡farınan yâ Marmân" v.b. ’dan ) ibâret zikir "oird" dir. Buna, bu “ vird" in (zikrin) bâzı tarikatlarda cehri ( yüksek sesle ), bâzılannda hafi { gizli ve alçak sesle) okunması, diğer bir kısmında bunlardan biri yanında zikrin kalben yapılması esasları da eklendi ( al-Kalâbâzi, al-Ta°arraf H mazhab ahi al-tasavvuf, Kahire, 1960, bâb 47, bilhassa s. 106; krş. Abü İb­ rahim, İsmail al-Buhârl, Şark K . al-Ta°arruf, bâb 47» mad. Z ikr, bilhassa sonu). Tarikata girenler, girdikleri tarikatın evradım tâyin olunan zamanlarda tek başına veya bağlı bulunduğu tarikat mensupları ile birlikte okumak ve buna devam etmek zorunda­ dırlar. Tarikat mensuplarının bir araya gelerek top­ luca ve ezbere okudukları vird ( eski tarikatlarda se­ mâ?, bugün ise bâzılannda vazife) yerine Ijizb, ya da zikr kelimeleri tercih edilmiştir. Birçok tarikat piri veya mürşidi, kendi müridleri için husûsî vird veya kizb risâleleri yazmıştır; rivâyete göre, ilk (1izb ’i, 'A bd al-Kâdir Gilânî ka­ leme almış [ bk. mad. Hİ2B ] ve bilâhare bunlann sayıları çoğalmıştır. Diğer taraftan Gümüşhaneli Ahmed Ziyâdeddin ’in, Macmu'at a[ızâb ( İstanbul, 1298, 1, 4; II, 4; III, 7 ) adlı eserinde UsSma ve Ha­ şan BaşrI ’nin Mzb ’i ile Anas ve Uvays ’in vird’indende bahsedilmektedir. Tarikat büyüklerinin bu virdleri, muridlerinin mânevi derecelerine göre düzenleyip, buna uygun olarak onları tâlim ettir­ meleri kaide hâline gelmiştir. Bu vird ve (uziü’lerden çoğu, gün esâsına göre, yâni mürid tarafından herhangi bir gün yapılması gerekli vird veya vird’ler ’den ibarettir, bir kısmı ise, haftanın muhtelif günleri için ayrı ayrı virdlerdir ( Muhyi ’1-DIn 'Arabi, Avrâd al-asbüfya, III, 40-61; Avrad £u-



nüz al-ayyâm ; Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhaneli, aya. esr,, III, 340-386, 564; 'Abd al-Rafımin Şa-



rüljanî, Avrâd al-mukarrabîn, 1337, s. 9-86). Gerek hacim, gerek muhteva bakımından şahıstan şahsa değişen ve tarikattan tarikata farklılık arzeden bu virdlerin ve hîzblerin pek çoğu, âit olduğu tari­ katın veya yazarının adını taşımakta ( Aorâd-t Sar nüsıya, Avrâd-i Calcalütîya, ¡ f i z l - i Gîlârd, Ifizb -i Ş â ta lî, Aûrâd-i Nâbulusl v .d .) ve bâzan da muhte­



vasına veya icra ettiği te’sire göre adlandırılmak­ tadır ( Vird al-a"zam, Avrâd al-furkânlya, Ifizb al-farac, ¡fiz b âl-fatj} v .b .). Ayrıca bu vİrd ve Ijizb ’lerde yer alan ve yine şahıstan şahsa değişen salavatlar da, isimlerini metin içinde geçen ve bâzan sık sık tekrarlanan bir kelime veya tâbirden, yada ta­ şıdıkları muhtevadan veya onlara atfedilen ehemmi­ yetten alırlar (Ş a lâ t al-sirr, Şalavât 'aşima, Şalât fayziya, Şalât zâtlya v .s .). Dualar da, umûmiyetle isnat edildiği kişiye, icra edildikleri konu ve gayelere göre isimlendirilir (Ahm ed Ziyâeddîn, ayrı, esr., III, 543-621). Burada dikkat edilecek bir husus, aynı müellife âit tek bir eserin, muhtelif isimlerle ona atfedilmiş olmasıdır ('A b d al-Kâdir Gilânî, Aljmed Rufâ'î, 'Ali Şâzali v.b. ninki gibi). Diğer bir husus da evrâdm okunması ve okununca feyz alınabilmesi için, bizzat müellifin veya şeyhin iz­ ninin gerekli olduğu ve bu iznin alınabilmesi için de, muayyen şartların yerine getirilmesi keyfiyetidir. ( K . Avrâd al-mukarrabta, s. 7. v.d. ). X IV . asırdan itibâren, en mühim sünnî tarikat­ larının virdlerini, islâmm ilk asırlarındaki muhaddislerin, hadîs ve naklinde tatbik ettikleri metoda uygun bir şekilde derleyen husûsî mecmualar tan­ z im edildi. Bunların en eskisi, takriben 871 (1466 ) ’de ölen Abarkuh ’lu Abu T F u tü lj Hafi? Ahmed b. 'Abd Allah al-Tâvüsi’nin risâlesidir. 822 ( 1 4 1 9 ) yılından biraz sonra kaleme alman (krş. al-KuşâşI, al-Sîmt al-madd, Haydarâbâd, I327» s. 75, 109; 'A b d al-Hayy Kattânî, F i fıris al-fa(fâris, Fas, 1346, I, 337; II, 274 v.d., 306, 3 1 1 ) ve bilâhare sırasiyle a l-G a v ş al-H indi Muhammed b. Hafir al-DIn (ölm. 9701= 1 5 6 2 )’in, al-Caoâhir td-femsa (Broc­ kelmann, G A L , I I , 481 ; Suppl., I I , 6 16 ) ’si, Abu'1-Mavâhib Şinnâvi (ölm . 10 2 8 = 16 19 )’nin Şarfj "alâ'l-Caoâhir ’i, Ahmed al-KuşâşI (ölm . 10 7 1= ı 6 6 ı ) ’nin al-Sim{ al-tm cld ’ i ve Haşan 'Ucaymî (ölm . 11 13 = 17 0 2 ) ’nin Risale ’si (krş. 'Ayyâşî, al-Rifıla, Fas, 1316, taş basması, II, 214-227; Kattânî, ayn. esr., 1, 336 v.d.; II, 15 °, 193,19 5 v.d.) ile yeniden ele alınıp ikmâl edilen bu eser, Muhammed b. 'A li al-Sanüsî (ölm . 12 7 6 = 18 5 9 )’nin henüz el yaz­ ması hâlinde bulunup, Hindi Y o g i’Jerin vird'ine dahi yer veren ve ” Salsabtl al-m tfîn" diye adlan­ dırılan meşhur mecmuasına müncer oldu ( Massİgnon, ayn. esr., s. 169 v.dd.). Böylece muhtelif devir­ lerde yazılan avrâd ve a}}zâb mecmuaları, icâzetli hacılar vâsıtasıyla Mekke ’den her tarafa götürülüp



m



VİRD - VİTR.



bütün islâm âlemine yayıldı. Bu mecmualar, umûmiyetle farklı tarikatların şeyhleri ve tasavvufta şahsî eserleri ile tanınan kişilerin ahzab ve evrad metinlerini ihtivâ ederler. Bu vird ve hizbleri içine alan eserlerin tertip ve mâna bakımından mükemmel ve mucîz ( sözü az, mânası çok) olanları bulunduğu gibi, ibâdet unsuru ve mâna bakımından oldukça fakir olanları da vardır. B i b l i y o g r a f y a ' . Metin içinde geçenlerin dışında, al-Cazîra, ffişn al-haşin ndn kalâm Sayy ii al-mursailn; al-Navavî, al-Agkâr (Beyrut, t 9 I 7 ) , s. 57, 82 v.d.; °Abd al-Raljmân b. Haşan b. Muljammed, Macmîfat al-azkâr; 'A bd alHayy KattânI, Filjris al-Fafrâris ( Fas, 134 6), 2 cild; Kâtİb Çelebi, K a tf dn ü n ü n ( İstanbul, 1943). L200.



( M. N azif Ş ah Inoğiu .) V İT ft (veya Vatr, cem. avlar), t e k , ç i f t o l ­ mayan s ay ı , are fe g ü n ü , kin ve z ul ü m gibi mânalara gelir ( Firuzâbâdî, al-Kâmûs al-muhM, Kahire, 1319, I, 157 v.d.; trc. İstanbul, 1305, II, 734; İbn Manşür, L A , Beyrut, 1968, V , 273 v .d .) ve aynı zamanda Allah ‘in isimlerinden biri ( al-Muccam al-vaslt, mad., vitr), olan bu kelime, ıstılah olarak meşrûîyyeti hadîs ve icmâ ile sâbit olan ve İ s l â m â l e m i n d e g e c e l e y i n k ı l ı n a n ü ç r e k â t l ı h u s û s î b i r n a m a z ı i f â d e eder. Vitr kelimesi, Kur'ân ’da bu mânada geçmemekle birlikte pek çok hadiste, bilhassa her gün kılınma­ sı gerekli beş vakit namaz ile bunun tarihinin tes­ hiline yardım eden hadîslerde sık sık tekrar edilir ( aş. bk. ve krş. al-Şavkânl, Nayl al-aofâr f i şarj muntaka 'l-ahbâr, Kahire, 1961, III, 32-51; al-Zayla'î, Naşb al-râya li-ahadls al-Hiiâya, Hindistan, 1938, II, 108-137 )• Bu mevzû île alâkalı hususlar, şu şekilde hülâsa edilebilir. I- a ). V itr’e âit hadîslerin çoğu, sâdece günde beş vakit namazın farz olduğunu kabût ettiği halde bir kısmı da, v itr ’i beş vakit namaza ilâve ve kılınması mecburî ( vâcip) bir namaz olarak gös­ terir ( Ahmed b. Hanhal, Musnai, Kahire, 13x3, V , 242, 315; NasâT, Sunan, Şdât, bâb 6; krş. Naşb al-raya, II, 108-113). Bu hadîslerden anlaşıldığına ve ashabtan bâzılannm ifâdesine göre, bu namaz, Peygamber tarafından vâcip kılınmıştır. Nitekim M u'âz b. Caba], Suriye ’ye geldiği zaman, bu ülke halkından çoğunun v itr ’i kılmadığım görür ve bu hususta buranın vâlısi olan Muâviye ye halkın ne­ den vitr namazım kılmadığım sorar. Onun: ” bu namazı kılmak müstumanlara gerekli midir? ’ ’de­ mesi üzerine, M u'âz: ’ ’evet” cevabını verir ve de­ vamla Peygamber’den ’’Rabbim bana farz kıldığı namazlara bir namaz daha ekledi, o "vitr" dır. Onun kılınma vakti, yatsı namazı ile sabah namazı arasıdır” meâlindeki hadîsi okur ( Ahmed b. Hanbal, V , 242; Mâlik, Monatta1, Şalöt al-vitr, fradl} 7 ; krş. Na/b



al-râya, II, 113 }. Bu ve benzeri hadîslere uygun olarak v itr’in unutulduğu veya uyuya kalındığı za­ man, kaza edilmesi hususu bir kaide hâline gelmiştir ve Hanefî fakîhlerme göre, bu hususta icmâ vardır (tb n Hanbal, II, 206; İbn Mâca, Sunan, IfaHma, bâb 122; Mâlik, ayn. esr., şaiât al-vitr, hadîs, 20; Tirm izî, vitr, bâb 1 1 ; krş. Burhan al-Dîn al-MarğînSnî, al-Hidâya, İstanbul, 1326-1327, 1, 47; 'A bd al-Ğanî al-Nâbulus!, Kajf al-siir 'an farziyat d-viir, Kahire, 1951» s. 13 ). Diğer taraftan ‘ Ubâda b. Şâmit sâdece beş vakit namazın farz olduğunu anlatan farklı bir hadise dayanarak, v itr ’in vâcip (fa rz ) olduğunu söyleyen Ensâr’dan A bü Muijaınmed "i yalancılıkla ithâm ederek bu namazın farz olduğunu kabul etmemiştir (M âlik, ayn. esr., vitr, hadis 7 : al-Şan'ânî, al-Musannaf, Beyrut, I971« IH, 5 v.d.; İbn Hanbal, V , 315 v.d., 319; krş. Nasb al-râya,



11, 1x5). V it r ’in teşekkül ve tekâmülünde göze çarpan diğer bir husus, Peygamber’in, bu namazın 5 vakit namaza, Allah tarafından ilâve edildiğini ve kılınması gerektiğini söylediğine dâir rivâyetlerin bir kısmında: ” ey Kur'ân ehli! tek rekâtlı namazı kılınız; çünkü Allah te k ir, teki sever” meâlindeki cümlelerin açık bir şekilde ifâde edilmiş olmasıdır ( Ibn Har*bal, I, IIO, 148; Tirmizî, vitr, bâb 2 ; krş, Bu{jârî, Sahih> da'avât, bâb 69; Müslim, Şahlh, zikr, hadîs 5,6; al-Şan'ânî, ayn. esr., III, 6 v .d .). b ). Ebû Hanîfe hariç, A bü Yûsuf ve A bü Muhammed ile diğer bütün mezhep sâhiplerinin bu hu­ sustaki görüşlerini belirten hadîs’in üçüncü bir mer­ halesi ve hükmü, vitr ’in, sünnet bir namaz olduğuna dâir rivâyetlerde ortaya konmuştur. Bu çeşit hadîs­ lerin pek çoğu açık bir şekilde V itr’in mecburi ol­ duğunu kabûl etmeyerek sünnet olduğu üzerinde durur. Bunlarda dikkati çeken taraf ise, bu rivâ­ yetlerin çoğunun A l i ’ye atfedilmiş olmasıdır (A h " med b. Hanbal, 1, 8 6 ,9 8 ,10 0 ,115 , X20,145,148 v.b. ve Tirmizî, vitr, bâb 2). c ) . V itr namazının v a k i, hadîste gecenin muh­ telif zamanlan olarak gösterilmiştir (Bubârî, Sahih, d-oitr, bâb 2; Müslim, Şahlh, Musâfirîn, hadis 136; Tirm izî, vitr, bâb 4 ; A bü Dâvüd, Sunan, vitr, bâb 8; Ibn Hanbal, I, 85 v.d., 104, 137, 147; V I, 46, 100, 107, 129, 204 v.d.). Rekât sayısı da, her zaman tek olmak üzere, X ile 13 rakamı ara­ sında değişir ( Tirmizî, vitr, bâb 5-8; krş. Müslim, Musâfirîn, hadis# 295, 121, 123, 126; Abü Dâvüd, Ta(aovue, bâb, 26; Mâlik, Muvaffak, Layl, hadis 12 , 19 ). Hadis’te ’ ’Vitr tek rekâtlı bir namazdır (Euhârf, Şalat, bâb 84; tahaccud, 10; Müslim, Musâfirîn, hadis 146, 147, 159; İbn Hanbal, II, 5, 9ı v.d., 30, 40, 75; krş. Tirm izî, vitr, bâb 8; Nasâ’ î, Sunan, Kiyâm al-iayl, bâb 4 0 ). Diğer bir takım rivâyetlerde vitr ’in en az 3 rekât kılınması gerekiğine işaret edilir (İbn Hanbal, II, 7 1 ; Nasb al-râya, II, 119 ; vitr ’in en az Uç rekât h -



Imraası bütün mezheplerce uygun görülmüştür (aş, b k .), Nitekim al-Zayja'î, İbn A b ı Şayba’nin ” Mujanna/” . adlı eserinde Haşan al-Başri’den naklen vitr’in bir selâmla üç rekât olduğunda birleşildiğîni söylemektedir (Naşb al-râya, II, 122; krş. alNâbulusî, Kaşjf al-silr, s. 13). Umûmiyetle vitr na­ mazını bile bile vaktinde kılmayan bir kimse, sabah namazı vaktinde ve onun arkasından kılamaz (Mâlik, Mu o a i t a v i t r , hadis 20; Tirmizî, vitr, bâb 12; Tayâlisî, nr. 2192 ). Yatsı ile sabah namazı arasındaki geniş vakit Vitr e tahsis edilmiş olup ( Aljmed b. Hanbal, V , 242; Tirmizî, vitr, bâb I ), bu vaktin herhangi bir anında bu namazı kılmak mümkün ise de, sabah namazı vaktine yakın anlarda kılman vitr namazı daha makbuldür (Tirm izî, vitr, bâb 3; Nayl al-avtâr, IH, 44; krş. Abü Tâlib al-Makkî, jÇTöî al-fcılüb, Kahire, 1961, I, 67 v .d .). Ancak ken­ disinden emin olamıyan ve uyanamıyacağından korkan kimsenin, onu gecenin ilk kısmında, yâni yatsıyı müteâkıp kılması daha İyidir (aş. bk.). Ni­ tekim A bü Hurayra, Peygamber'in bir emrine uyarak onu her zaman yatmadan önce kılardı (T ir­ mizî, vitr, bâb 3 i al-Şancânî, al-Muşannaf, III, 18; krş. Buharı, vitr, bâb 2; Müslim, Musöfirln, bâb .162, 163; Nasâ’ î, şiyâm, bâb 8 1). Peygamber ise, Vitr ’i gecenin muhtelif zamanlarında kılmışlar­ dır (Mesela Tirmizî, vitr, bâb 4 ; A b ü D âvü d , vitr, bâb 8; a!-Şancani, al-Muşannaj, III, 17 ). • Ancak, bir gecede sâdece bir vitr kılınabilir, faz­ lası yasaktır (AJjmed b. Hanbal, vitr, IV, 23; T ir­ mizî, vitr, bâb .13). d). Eğer mükellef olan, yolcu ise, bu süre zarfında vitr namazım bindiği hayvan üzerinde bile kılabi­ lir ( Buharı, vitr, bâb 5 > Müslim, Mtısöfirin, hadis, 36, 38, 39; Nasâ5!, Kiyam al-layl, bâb 38; Tİrmizî, Vitr, bâb 14 ). Farklı dahî olsa, vitr ile ilgili hadîsler, birçok yerde namazın rekât sayısını belirttiği gibi, bu rekâtlarda, bilhassa üç rekât olarak kılındığı zaman her rekâtında okunacak sûreleri, K unQt £b. bk. ] duasını bu duanın ne zaman ve hangi na­ mazın, hangi rekâtında icrâ edileceğini, rükûdan önce mi, sonra mı okunacağını ye bunu okumak üzere alınacak tekbîrin mâhiyetini ve hulâsa olarak vitr ’in nasıl kılınması gerektiğini alışkanlık hâline getiren usûlü de zikretmiştir ( Nasâ’ I, !$.iycm al-layl, bâb 47, 48, 50, 51. 54i İbn Hanbal, I, 199, 35° ; ■Tirmizî, vitr, bâb 7 , 9, 10 ve ibn Mâca, Ifaima, bâb 12 5 ). ■ II-) Vitr namazının, Ebû Hanîfe tarafından vâcib, ■Câferîler dâhil diğer bütün mezheplerce, hattâ Abü Yûsuf, ve Abü Muhammed’e göre de, müekket sünnet kabûl edilmesi dışında, muhtelif mezheple­ rin tesbit ettiği başlıca kaideleri, hemen hemen birbi­ rinin aynıdır ( âl-Şa*rânî, Kitab al-mizan al-hpbra‘. Kahire, 1219, s, 198 v.d .), Ebû Hanîfe’nİn, bu na­ mazı önce .faiz, sonra.sünnet ve bilâhare, vacip ka­ bûl etmesi ( al-Marğîtıânî, Hidâya, I, 37; Hasaıı İslâm Ansiklopedisi



al-Şurunbulâlî, Mara^İ'l-falâh f i şarif Nitf a i-hslj, İstanbul, 1327 s. 107; krş. Nayl cl-aüfar, III, 33; al-Nâbulusî, K aşf al-sitr, s. 5-8, 13 v.d .), muah-» har hanefî fakîhleri tarafından şöyle te 'v il edilmiş­ tir: Vitr namazı meşrû bir mazeret olmaksızın terk edüemiyeceği için, amel bakımından farz, meşru­ iyetini inkâr eden İçin, inanç bakımından vâcip ve sünnetle sâbit olduğu için de sünnettir (al-Şuranbulâlî, ar/n. esr., s. ro8; al-Nâbulusî, ayn. esr., göst. y e r.). Ancak Hatıefîler, bu namazın meşrûiyetinİ ortaya koyan hadîslerin bir kısmında açık bir emir bulunduğunu (Naşb abraya, II, 108, 112 v.d.; krş. Marâhi 'l-falâb—, s. 108) ve en azından farz ile sünnet arasında bir namaz ( vâcip) olduğunu kabûl etmişlerdir (al-Şurunbulâlî, ayn. esr,, göst. yer.; al-Hidâya, i, 47:, al-Nâbulusî, ayn. esr,, s. 15). İmam Abü Yûsuf ve Abü Muîjammed ile diğer bü­ tün mezhep slhipîeri, bu namazı vâcip değil, müek­ ket sünnet olarak benimsemişlerdir (al-Nâbulusî, ayn, esr., göst. yer. ve krş. s. 7 , 1 8 v.d .). Bu namazın cemâatle kılınması bütün mezheplerce yalnız Ra­ mazan ayında meşrûdur (K itab al-fikh calâi-m azâhib al-arbaca, Kahire, i 95°> I» 247 v.dd., 2 51). I I I - ) Vitr e ait teferruatın mezheplerce tesbitine’gelince, . . a ). Mâliki mezhebinin vitr halikındaki başlıca kaideleri şöyledir: Vitr namazı, üç rekâtlık müekket bir sünnet olup, yatsı namazından sonra kılınmalıdır. Zarûret olmadıkça onu tek bir rekât olarak kılmak mekrûhtur. Diğer mezheplerden farklı olarak Mâlîkîîer, tan yerinin ağarması ile sabah namazının tamamlandığı âna kadarki vakti, vitr’in kılınması için zarûrî vakit sayarlar ve sabah namazım kılarken, vitr’i kılmadığını hatırlayan bir kimse sabah-nama­ zını kesip, vitr ’i duruma göre, bir veya üç rekât kıldıktan sonra sabah namazına devam etmenin uygun olduğunu söylerler. Ancak V itr’i bu vakte te’hir etmek mekrûhtur. Sabah namazında Kunût duasının okunmasını makbûl sayan Mâlikîler, V itr’de bu duanın okunmasını uygun bulmazlar. Hoş kar­ şılanmazsa bile, özrii olmayan bir kimsenin otura­ rak v itr’i kılması câiz olduğu gibi, gerektiğinde hayvan üzerinde rükû ve sucûd de kılması da câizdir. Meşrû mazeretle vaktinde kılınmıyan V it r ’in kaza edileceğine dâir imâm M âlik’in Mavaii IV, 254 v.d .), bu vakfenin, İbrahim Peygamberden kaldığına dâir rivâyetler nakletmektedir. Vakfe, zikredilen zaman içinde ve anılan yerlerde kıbleye dönerek bir müddet durup, dua etmek ( İbn Mâca, Peygamber 'in arafe akşamı yaptığı bir duayı kaydeder, II, 10 0 2 )’ten ibâret olduğundan, bu esnada oturmak yerine, ayakta durmak daha uygun­ dur. Hattâ bu ânı, mümkünse binek üzerinde ge­ çirmek (bk. al-Buhârl, cüz, II, 162 ) daha da makbût sayılır. Bu esnada vakfeye niyet etmiş olmak da şart değildir. Hattâ fakîhler o anda şuurun yerinde ol­ mayışım bile bir eksiklik kabûl etmezler. Bu bakım­ dan belirlenmiş müddetin bir kısmında baygın veya uyku hâlinde, vakfe yapılabilen yerler içinde bulunan kimse de, hacctn bu esaslı rüknünü edâ etmiş sayılır. Bibliyografya: Metin içinde göste­ rilmiştir. ( A h m ed S u bh I F u r a t. )



V U D Ü 3. [ Bk. ABDEST. 3 VÜ CÜ D . VUCÜD, o l m a k , v a r o l m a k . Olan, varolan, M evcûd : Aristo metafiziğinin en umûmî adları ( -cö eîv»t, t ö / ö v ) olan vücûd, Arapça " v e d ” kökünden türemiş olup, bulmak, elde etmek, zengin olmak, varlık sâhıbi olmak, yok iken varolmak, mânalarına gelir ( i b n Man?ür, L A , III, 445; al-Zabldî, T A , II, 523; JÇömüs Tercümesi, II, 44). Vücûd kelimesinin mânasından, önce Elea ’İz filozof Parmenides bahsetmiştir. "Tabiata D â ir’ başlığını taşıyan küçük bir manzumesinde, iki tür varlık kabûl edildiğini belirten filozof, ’ ’hakikatin ifâdesi olan inandırıcı yolun, varolanın varolduğu, varolmayanın varolmadığıdır" demekte ve varol­ mayanın var ve zarûrî sayılmasının yanlış olduğunu bildirmektedir (W . Kranz, Antik Felsefe, trc., S. Y. Baydur, ikinci baskı, İstanbul, 1976, s. 61). Parmenides'İn bu dualıst anlayışına üçüncü bir unsur ekleyen Eflâtun 'a göre, mutlak ve mücerred olarak, ne varlık, ne de yokluk mefhumları vaz'edilebilir; sâdece îzâfî varlık ve yokluk mümkündür (Platon, Sopktsle, 249 v.d.).



VÜCÛD.



323



A risto’ya göre, aralarında Eflâtun’un da bulun­ duğu bâzı kimseler, oluşun, mutlak varolmayandan başladığım belirtirlerse de, mutlak yokluk ( 3adam ) ile maddî yokluğu birbirinden ayırmak gerekir. Zîrâ gerçek yokolma, mutlak yokluktur; maddî yok oluş ise, ârızîdir (Aristoteles, Physique, s. 49). Üstadının fikirlerini birçok yönden tenkîd eden filozof "cevher nedir?" sorusunun, "varlık nedir?" sorusu ile aynı olduğunu belirtir. Herhangi bir nesne için "var” dediğimizde, o nesnenin mâhiye­ tini belirtmekteyiz; bu da cevherin kendisidir (M e taphysiqae, s. 347 v.d.), Aristo metafiziğinin temel mes’elesı en yüce ve tek ilim olarak metafiziğin müm­ kün olup olmaması ve gerek hislerle kavranan, ge­ rekse hisler üstü olan cevherlerin bilinip bilinememesidir. Metafiziğin mümkün bir ilim olduğunu belirten filozofa göre, kelimenin en geniş mânasıyla var, sâdece cevherdir. Varlık şekilleri yalnız başla­ rına değil, ancak cevherle bilikte bulunurlar ( Metapbysique, s. 642; W. D. Ross, Aristoteles, Paris, 1930, s. 2x7) Aristo metafiziği ıslâm dünyasına intikal etmezden önce, kelâm bilginleri umûmî bir mefhûm olarak vücûd yerine şap’ ve cism tâbirlerini kullanıyorlardı. Ancak ortaya bir mes’ele çıktı; Tanrı’ya şap3 veya cism denilebilir miydi? Bu suale cevap olarak Tan­ rı 'ya cism demlemeyeceği, cismin üç buuddan ibâ­ ret bulunduğu, Tanrı ’nın ise, buuddan münezzeh olduğu belirtildi (A ş'ârî, Makâlât, İstanbul, 1928, s. 56; Şahristânî, al-Milal v 'aTniffal, Beyrut, 1975, I, m ) .



Diğer taraftan kelâmcılar için Tanrı'm n sıfat­ ları arasında şap3 lafzının bulunup bulunmadığı ve Tanrı ’nın zâtına şap3 denilip denilmeyeceğinin tesbîti mühimdi. Zeydîler ile Mûtezile ’den Cahm b. Safvân ’a göre, Tanrı ’ya şep3 denilemezdi. Diğer kelâm âlimleri ise, Tanrı 'nın otelci şap3 1er gibi olmamakla birlikte, ona şap3 denilebileceğini belirt­ mekte idiler ( Aş°arî, ayn. esr., s. 164). imam Mâturîdi ise, Tanrı ’ya cism denilemez, ama şap3 deni­ lebilir ( Mâturidî, K i tâb al-Tavbid, nşr. Fatljallâh Hulayf, Beyrut, I97°> s. 38 v .d .) görüşündeydi. Aristo mantığı ile birlikte oucüd ve cavhar tâbiri İslâm felsefesine girince, kelâmcılar için mes'eîe cavhar lafzının içine Tanrı 'nın girip girmeyeceği oldu. Fakat Tanrı 'ran şap3 lafzı gibi, cavhar lafzı ile ifâdesi de müslümanlarm çoğunluğu tarafından benimsenmedi. Mavcüd (varolan) tâbiri ise, İslâm dünyasında daha az yerleşebildi, Zîrâ müşahhas bir gerçeklik ifâde ettiği için, Tanrı 'ya mavcüd de­ mekte, ihyitatlı davranmak gerekiyordu. İslâmm çok açık olan tavffid inancı da, bu hususta mühim bir engeldi. Fakat mavcüd lafzının yalnızca Tanrı nm ma’lûm ve kendi nefsi ile kâim ( Kffim bi-nafsihi) olduğu mânasına geldiği belirtilmek süreriyle bu ihtiyat ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Mûtezile ve birçok kelam âlimi meseleye, vücûd ile mcv~



vöcöb. côd ’un aynı ve mavcûdun vücûda eklenmiş ( zcPid) bîr sıfat olup olmadığı açısından bakmakta İdiler. Bu mes’ele kelâm tarihi boyunca tartışılmıştır. Klasik Arap dili çalışmalarıyla ve bilhassa Yu­ nanca ’dan Arapça'ya yapılan tercümeler sonucu, mevcüd kelimesinin mânası farklı yönlerde gelişti. Böylece varolan mânasında mavcüd, sâdece objek­ tif bir hakikati değil, bunun yanısıra o hakikati gös­ teren gerçekliği de ifâde ediyordu. Çünkü Aristo­ teles metafiziği saf bir ontoloji ( varlık ilmi ) değil, aynı zamanda bir epistemoloji (bilgi problemi) İdi [b k . E I , mad. W üd jD d J. Aristo metafiziğinin İslâm dünyasında nasıl an­ laşıldığını kavrayabilmek için, bu metafiziğin mâ­ hiyeti ile birlikte geçirdiği merhaleleri yakından tâkib etmek gerekir. Aristo, metafiziği; varolması bakımından varlığın ilmi veya varolanın değişik ifâdelerinin ilmi olarak belirtmeye çalışmıştır. Hu4 sûsî ilimlerden herbiri, kendi hesâbma gerçeğin bir tarafını kavrarken, metafizik, hislerle kavranabiîen ve kavranamayan mavcüd ’un durumunu bü­ tün olarak değerlendiren yegâne ilimdi. Bu sebeple bir yandan mavcüd kelimesi değişik mânalarda kul­ lanılırken, diğer yandan metafizik herşeyi bîr pren­ sibe göre değerlendiren, en üstün ve umûmî bir ilim sayılıyordu. Sistemin ana mefhûmu ise, varlık olarak mavcüd (varolan) idi. Böylece metafizik, yalnız varolan objelerle değil, aynı zamanda varolmayan (ma'düm) nesnelerle de ilgili idi. Aristo, Metafizik’in V . kitabında aşl, sabab ve unşür gibi kelimelerin başta yer aldığı bir seri târifîer verir. Artık olgun­ laşmış olan bu düşünür, metafiziğin husûsî mevzuunun mavcüd olmayıp, a"râz ’Iarla birlikte cavhar ( makûlât-kategoriler ) olması gerektiğini kabul eder. Kategoriler nazariyesî, mavcüd yerine cavhar *ı îcabûi ettiğinden, daha sonraki gelenek, filozofu cav­ har teorisi ile tanımıştır. Yeni-Eflâtûncu felsefeye göre, Aristo metafizi­ ğinin zirvesini Uâhiyât teşkil eder. Çünkii filozof, hislerle kavrayabilen mavcüd ’un tecrübî tasavvu­ rundan en yüksek varlık fikrîne ulaşmıştır. Fizik­ teki hareket etmeyen muharrik neticesi, metafizik­ te ezelî Tanrı, ilk cavhar ve en yüksek iyi (h aUr aTaflâ ) şekline yükseldi. Böylece varlık ve düşünce bir ( Vahid ) ile Tann birleşmiş oluyordu. Ancak Yeni-Eflâtûncu nazariyeye göre, avval va vâhid, doğrusunu söylemek gerekirse, vacüd 'un çokluğu ve bilginin üstünde idi ( Emeades, 111, 8, io ; V , 2, I ). Avval, kendini düşündüğü vakit, hem düşü­ nülmüş olur, hem de varolur. Bir başka deyişle avval’m kendini düşünmesi, bir bilgi olduğu gibi, mavcüd (varolan) da onun düşüncesinin mahsû­ lüdür. İslâm düşünürlerinin Aristo'da buldukları şudür ( émanation) nazariyesî, işte bu Yeni-Eflâ­ tûncu yorumdan kaynaklanmaktadır. İslâm dünyasında bu Yeni-Eflâtûncu nazariyeleri Ifyoön al-Şafâ tekrarlar. Onların anladıkları



Aristo, Yeni-Eflâtûncu, Yeni-Pythagorasçı ve gnostik bir Aristodur. ¡favan aT$afâ için ana mevzu şu­ dur nazariyesidir. Onîarm mücerred sistemi içeri­ sinde en üst mevkii vacüd alır. Mutlak mavcüd ( al-Vucüd aTmafiafa), bütün mevcudlarm icâd edi­ cisidir. Varlıkların yapısıyla sayıların yapısı arasında benzerlikler vardır. Sayıların ana kaynağı bir, var­ lıkların ana kaynağı da Tanrı ’dır. Tanrı, varlık­ ların illetini varetmiştir ( î favan al-Şafâ, RasâHl, Beyrut, ts., İî, ı8 i v.d.; III, z o ı v .d .). . Aristo metafiziğini sistemli olarak ele ahp¿ değer­ lendiren ilk İslâm düşünürü Fârâbî [b. blc. | Mir. Fakat Fârâbî de, daha önceki ve sonraki birçok İs­ lâm düşünürü gîbi, A risto'yu, gerçekten, ona âıt olan eserlerinin yanısıra, kendisine atfedilen uy­ durma ( manfaül) eserlerinden de tanıyordu. Zîrâ Eflâtun ’un Enmaie ’larınm, IV.-VÍ. bölümlerinin Arapça tercümesinden ibaret olan Theologie (E solociye veya Seolodye-Ktiab al-Rubüblya ) ve Procius ’un bir eserinin hulâsa ve şerhinden ibâret olan Líber de Causis ( veya Liber Bonitates Purae) İslâm dünyasında A risto’nun eseri olarak kabûl edilmiş­ ti. Dolayısıyla bu Yeni-Eflâtûncu fikirler Aristo ya mâl ediliyordu (bk. Sarton, Introduciion to the Htstory of Science, Baltimore, I927 î Ea Place d ’al Fârâbî dans Vécole Masuîmane, Paris, 1934). Ancak Theologie ’deki fikirler birbirini tutmuyordu. Fârâ­ bî, bu çelişik fikirler arasında birlik sağlamaya ça­ lıştı. Eflâtûn’un yazılarının birçoğunda, duyula­ bilir âlemdeki bütün varlıldann mücerred sûretlerinin T a n n ’da mevcud olduğu belirtilir. Diğer sûretler bozulduğu halde bu sûretler ( ma$ul) ne bozulur, ne de mahvolur. Theologie ’nin Aristoya mâl ettiği bu fildr, Melaphysiqtie ’de açıkça red­ dedilir. Fârâbî *ye göre bu konuda üç ihtimâl vardır; Y a her iki ifâde bîrbiriyîe çelişiktir, yahut birisi A risto’nun kendi fikridir, diğeri ona âit değildir veya zâhirî mânalan arasında ayrılık görülüyorsa da, gerçekte ayrılık yoktur. Ama Aristo ’nun metafizik gibi üzerinde çok durduğu bir konuda çelişkiye düşmesi uzak bir ihtimâldir. Bİr kısmının düşünüre âit olup, bir kısmının âit olmaması ise, kabûl edi­ lemez; zîrâ bu sözlerin nakledildiği eserler, çok meşhûrdur. Öyleyse bunlann zâhirî mânalan arasında bir farklılık görülüyor ise de, gerçekte maksadlan aynıdır ( al-Carri0 Batjna. Ra"yay aTJjfafaîmayn, s. 31 v .d .). D e Boer ’e göre, Fârâbî, Aristo ile E flltûn arasında birlik sağlamaya değil, bu iki filozofun felsefî sistemleriyle isîâm akaidi arastnda ahenk kuf* maya çalışıyordu [bk. E l , mad WUDJÜD], Fârâbî için asıl mes ’ele, varlığın varlığı veya im­ kânı değil, nasıl mümkün olduğudur. Böylece o, varolan varlığı (yâni mevcûdu) araştırmaya çalışır. Bütün varîıklann varlığının sebebi Allah ’tır. Eze­ lî ve ebedî olan yegâne varlık yalnız Allah m var­ lığıdır. O , varlığını devam ettirebilmek için başka varlıklara muhtaç değildir. T an n ran ne zâtı ile.



YÜCÛD. ne zâtı için, ne de zâtından olan sebebi vardır. Bu balomdan o, ne maddedir, ne de madde ile kaimdir. Vücûdu, her türlü mevzu ve maddeden uzaktır. Maddesi olmadığından sureti de yoktur. Çünkü sûret ancak madde ile birlikte bulunabilir. O'riun varlığının mertebesinde olup da, o na benzeyen hiçbir mevcûd yoktur (al-M adhat al-fâiila, s. 2 v.d.). • Fârâbî’ye göre, iki çeşit varlık vardır: Biri, zâtı düşünüldüğü vakit vücûdu gerekmeyen varlıktır. Buna mumkin al-ımcsd ( varlığı mümkün olan ) denir, İkincisi, zâtı düşünüldüğü zaman vücûdu icâbedendir ki, buna da v3db al~t)ucûd ( vücûdu vâcib, gerekli olan) denir. Mumkin aToucûi, var­ olmak için bir İllete muhtaçtır. Onu varolmayan ( gayr mevcüd ) olarak düşünmek muhâli gerek­ tirmez. Vâcib al-m cîd ’u yok farzetmek ise, muhâldir. Çünkü onun varlığının illeti yoktur. Bütün eşyânın vücûdunun sebebi, o 'd u r ( al-Madhal alFâzüa, s. 3-6; '‘UySn al-masâ’ il, s. 66 ). Yeni Eflâtûncu geleneğe uyarak (daha doğrusu Théologie ’nin etkisiyle ) Fârâbî de, Aristo ’ya sudur (emona/ton) fikri atfetmektedir. Tanrı, zâtını bil­ diği için ondan varlıklar sudûr etmiştir. Varlık­ ların Tanrı ’dan sudûru, onun kendisini hayır ni­ zâmının mebdei olarak bilmesindendir ( ’ Uyun al-masS'il, s. 66). Fârâbî ’ye göre, varlık dörde ayrılır: 1. Mutlak vücûd (al-vucüâ al-muflak veya Vâhid). Bunun kar­ şısında mutlak yokluk ( al-’ adam al-mu(lak’ ) veya çokluk ( kaşrat ) yer alır. 2. Mevcudun çeşitleri (kategoriler teorisi). 3. Varlığın sıfatları (kuvvet, akıl v.s. ) 4. Farklı husûsî ilimlerin esasları. Var­ lığın taksiminden metafiziğin bölümlerine geçen düşünür, bunu da üç kısma ayırır: I . Varolanların İlmî. 2. Sosyal ve nazarî ilimler. 3. Cisme âit olmayan ve bir cisme yerleşmemiş olan varlıkların ilmi, yâni Allah ve ondan sudûr eden şeylerin bilgisi. Her mahlûk için vücûd ve mevcûd şeklindeki taksîm doğru olmakla berâber, T ann yalnızca Vâcib alvucüd'dur. Varoluş, Fuşûş al-lfikam'da, vucöd ile ifade edilirken, ‘ Oyûn 'da huviya ile anlatılır ( bk. Ibrahim Madkour, VOrganon d ’Aristote dans le Monde Arabe; ayn. mil., la Place d ’al-Fârâbî dans l'école Philosophique Musulmane, Paris, 1934 )• Ibn Sînâ, vücûd konusunda hemen hemen Fârâbî ile aynı görüştedir. Aynı şekilde dualiat bir anlayışa sâhip olan bu filozofa göre de, vücûdu mümkün olanın ( mumkin al-vacüd), mevcüd olmadığı düşü­ nülünce, bundan muhâl olma durumu ortaya çıkmaz. Ancak ” Vâcib al-vucüd, öyle bir mevcûddurki, ne za­ -man mevcûd olmadığı düşünülürse, bundan kendisi­ ne muhâl ârız olur. Çünkü vücûdu zarûridir" ( alNacât, 225, al-Ijârât, 1, 194 ). Konuyu, al-Şifâ “da yeniden ele alan îbn Sîn â’ya göre, "vücûda dâhil olan şeyler akılda İH kısma bölünebilir. Birisi, kendi zâtı ile değerlendirildiği zaman vücûdu vâcib olma­



3*5



yandır. Diğeri de, kendi zâtı ile değerlendiril dıği zaman vücûdu vâcib olandır. Vücûdu vâcîb olanın illeti yoktur, mümkün olanın ise, illeti vardır” (al-Şifâ?, s. 194 v.d.; Muhammsd al-Bahîyş, alCünib al-llâkl mîn al-Tafkfr al-hlöm l, Kahire, 1967 s. 459 v.d.). îbn S în l’ya göre, mutlak „bir” olan T a n n ’dan zâtı bakımından bir, i ’tiblrî olarak çok olan bîr akıl sâdır olmuştur. Bu sebeple ilk mevcûd akıldır. Daha sonra Yeni-Eflâtûncu sudûr ve akıllar naza* riyestni tekrarlamaktadır ( al-Nacât, s. 265 v.d,; Goichon, Lexique de la Langue Philosophique d 'Îbn S în â, Paris, 1938). îbn Sînâ, Aristo metafiziğini al-Ş ifS' ’da geniş olarak ele alıp, değerlendirir. Umûmî olarak meta­ fiziği dörde böler: 1. Tam varolanın varlığı. 2. ilk sebepler. 3. Varlığın sıfatlan. 4 - Değişik husûsî ilimlerin esaslan. Sonra mevcûdu, mutfak şekilde maddî olmayan varlıktan başlayarak, hareket ve sü­ kûnet sâhibi varlığa yükselen bir seri içerisinde dörde taksîm eder. Gerek Fârâbî ’nin ve gerekse. îbn Sr* nâ'nın bu taksimleri, bir yandan Yeni-Eflâtûncu anlayışı ifâde ederken, diğer yandan Aristo’nun muh­ telif tariflerini düzenleme gâyesini anlatır. a l-Ş ifâ ’ ’mn IL -1V. bölümleri, cavhar, V . bölümü, bilgi, V I. bölümü varlığın esaslan yâni dört sebep, V II. bölümü, Eflâtûncu felsefe, V Ï 1I. bölümü, Yeni-Eflâ­ tûncu yorum ile Aristo ilâhiyâtı, IX. bölüm Yeni -Eflâtûncu sudûr nazariyelerinin ve X . bölümü ise, metafiziğe ilâve olarak pratik felsefenin incelenme­ sinden ibarettir. Kelâma bir bilgin olan al-Cuvaynı, kelâm gele­ neğine uyarak mes’eleye ¡atf ve asm noktasından bakar. Ona göre, şay’ ’in hakikati mevcûd olmaktır. Dolayısıyla her j ay’ mevcûd ¡ay’ ’dir (al-Ş âm il, nşr. Helmut Klofer, Kahire, i960 s. 3 4 ). O zaman mes’ele, T a n n ’ya ¡ay' denilip denilmeyeceği nok­ tasına döner. al-Cuvaynı bu konuda klasik tartış­ maları tekrarlar. . Şehristânî, vucüd konusundan önce ’ adam ( y o k ) ’İn bir ¡atf olup olmadığım araştırır. Ona göre, şay0 târif edilemeyecek kadar apaçık olduğundan, onu târif için kullanılan her kelime ondan daha kapalı olacaktır. Vücûd da böyledir. Bu iki kelimeyi başka .bir kelime İle ifâde etmek imkânsızdır (N ihSyat alIkdâm, nşr. Alfred Guillaume, 1934» s- 15* )• Îşrâkî filozof SuhravardI al-Maktül de, vucüd ve şay’ lafızlarıma târifinin yapılamayacağım, çünkü cins ve fasl diye bölümlenemedilderini belirtir ( T aloihât, nşr. Henri Corbİn, İstanbul, 1944» 8 .4 ). Her ne kadar bâzı kimseler j ay’ ile vucüd tâbirle­ rinin müterâdif, bâzı kimseler de mUtesâvî olduğunu söylemekte iseler de, her iki görüş de yanlıştır ( alMaşârî’ va’l-mutarahât, s. 200 v.d.). Aristocu felsefeye ve dolayısıyla onun izinden giden Fârâbî ve Îbn Sînâ gibi İslâm filozoflarına ağır tenkîdler yöneltmiş olan Gazzâlî, M aküjid al-Fa -



32«



VÜCÜD.



lâsifa ’de Aristocu metafiziği hulâsa eder. Eserin ilahiyat kısmı iki mukaddime ile beş makaleye ay* rılır. Birinci makâlede vucüd ’un kısımlarım, İkinci­ sinde Vucüd ’un sebeplerini, üçüncüsiinde Allah ’ın sıfatlarını, dördüncüsünde Allah ’m fiillerini, beşinci makâlede de varlığın Allah ’tan sudûrunu anlatır ( Makâşid al-Falâsifa, nşr. Sulaymân Dünyâ, Kahire, 1960, s. 133 v .d .). İlimleri nazarî ve amelî olarak ikiye ayıran mütefekkir, sonra bunların her birini de üçe bölerek metafiziği nazarî ilimlerin başına yer­ leştirir. Nasıl fiziğin konusu âlemdeki cisimler ise, metafizîğinki de en geniş şekliyle mutlak varlıktır. Metafiziğin gayesi, yalnız varlık olması bakımından varlığın zâtı ile ilgili olan şeylerdir ( ayn. esr., s, *34-139). Cevher ve araz, külli ve c ü z ’î v.s. gibi. Gazzâlî 'ye göre; akıl vucüd’u tasavvur olarak idrâk edebileceği için onun hadd ve resme ihtiyâcı yok­ tur. Çünkü vücûdun hadd ve resmi yoktur. Hadd, cins ile faslı birleştiren târiftir; resm ise, gizlinin açık ile tanıtılmasıdır. Vücûddan daha umûmî bir lafız bulunmadığı gibi, ondan daha açık ve daha fazla bilinen bir lafız da yoktur ( ayn. esr., s. 140 v .d .). Vücûd ve zât tâbirleriyle ilgili olarak İbn Sînâ ’yı tenkîd eden Gazzâlî ’ye göre, İbn Sînâ, vucüd un müşterek bir isim olmadığını, bu sebeple cins teşkil etmeyeceğini ve zâta sonradan katılmış ( zS’id, ) ancak zâttan ayrılmayan umûmî lâzım ol­ duğunu söylemekle yanılmıştır. Bu konuda İbn Rüşd de Gazzâlî ’ye katılır ( Tahâfut al-Falâsifa, nşr. Sulaymân Dünyâ, Kahire, 1972, s. 163, 182, 186, 197; Türk, trc., Bekir Karlığa, İstanbul, 1981, s. 84, 101, 106, 118 ), Gazzâlî 'ye göre Tanrı İçin vucüd ’u zarûrî olan denilmesi. Tanrı ’nın illetinin bulunmadığının dışında bir mâna ifâde etmez. Çün­ kü vücûd zâta eklenmiş değildir. Gazzâlî, Tasavvuf! eserlerinde ise, vahdet-i vücûd görüşü ile birleşir. Gazzâlî 'nin, filozofları tenkidini hoş karşılama­ yan İbn Rüşd, zât ile vücûd arasındaki metafizik ayırımı reddederek, bu konuda İbn Sînâ yı tenkîd eder ve Gazzâlî ile birleşir. Ona göre, vücûd zâta eklenmiş umûmî lâzım değil, nesnelerin zâtını gös­ teren bir nevİ cinstir. Vücûd bakımından nesneler arasında hiyerarşik bir düzen vardır { Tahâfat alTahâfut, nşr. Maurice Bouyges, Beyrut, 1930, s. 293, 302, 370). İbn Sînâ, mavcüd kelimesini lügat mânasına aldığından yanılmıştır. Yunanca 'dan Arap­ ça ’ya tercüme yapan mütercimler, Arapça ’da, Aristo metafiziğinin temel kavramları olan, cevher, araz, kuvve ve fiil kelimelerini birlikte ihtivâ eden bir kelime bulamadıklarından mavcüd tâbirini kullan­ mak zorunda kalmışlardı. Bu sebeple kelimenin lügat mânasını ifâde eden hüviyet karşılığı mavcüd tâbir ile, teknik mânasını ifâde eden şaıf ve zât karşılığı olan mavcüd tâbiri birbirine karışmıştır. Halbuki Mavcüd’u teknik mânasına alıiıak gerekir ( ayn. esr,, s. 371 v.d. ).



Tanrı ve felekler nazariyesinde Yeni-Eflâtûncu fesefenin te’sîrinde bulunan İbn Rüşd, Aristo me­ tafiziğine dâir görüşlerini "M a befd cd-fabî‘ a" isimli küçük ve eksik bir eserinde hulâsa eder. İlim­ leri Önce nazarî, amelî ilimler ve bu ikisine destek olan ilimler diye üçe böler. İlimler hakkında umûmî bilgi verdikten sonra, asıl gâyesi, mavcüd 'a mevcûd olarak bakmak olan metafiziğin bölümlerine geçer» Metafizik üç kısma ayrılır: I. Mavcüd olmaları bakımından hislerle kavranan şeyler ve bunların cinsleri. 2. Cevherin esasları. 3. Cüz’î ilimlerin kı­ sımları ( Talffts mâ ba‘d al-fabi‘a, Kahire, ts., ş. 3 v.d.). Bu taksim, Fârâbî 'nin taksimi ile uyuşur, ancak ikinci ve üçüncü bölümler yer değiştirmiştir. Bu değişiklik tesâdüfî değildir; zırâ ibn R üşd’e gö­ re, metafiziğin iki ana konusu nazarî ve amelî ilim­ ler, yâni hislerle kavranabilen ve kavranamayan ob­ jelerdir. Üçüncüsü bunlara yardımcı niteliğindedir. Talhh 'in birinci makâlesinde ibn Rüşd Aristocu ve Yeni-Eflâtûncu geleneğe uygun olarak, mavcüd, huvlyat, caohar, a‘ râz, zât ve şay“ gibi metafizik tâbirleri açıklar. İkinci makâlede, mevcûdun çe­ şitleri ( yâni kategoriler) ’ni anlatır. Üçüncü makâ­ lede varlıkla birleşen ( laoâhik ) şeylerden bahseder. Dördüncü makâlede ise, iiâhiyât mevzuunu ele alır. Beşinci makSle ya ele geçmemiş veya kaybolmuş veyahud da müellif bu konuyu hiç yazmamıştır. ibn R üşd’e göre, mavcüd tâbiri değişik mâna­ larda kullanılırsa da, asıl ifâde ettiği mâna kate­ gorilerdir. Mevcûdun ifâde ettiği her mâna için aynı zamanda şatf lafzı da kullanılabilir. Şay‘ mevcûddan daha geniş mâna ifâde eder, zîrâ şaü°, hem doğru, hem yanlış önermeler için kullanıldığı halde, mevcûd, sâdece doğru önermeler için kullanılır ( Taljftıs mâ ha‘d al-fabl‘a, s. 9 ). İbn al-'Arabî ’de, Yeni-Eflâtûncu sudûr nazariyesi, tecellî ve feyz şeklini alır. Ona göre, kâinât T a n rı’nın tecellîlerinden veya feyzinden ibârettir. Mutlak varlık, A llah’tır; vücûd nur, ‘ adam ise, ka­ ranlıktır ( aTFuiahâl al-Makk'iya. Kahire, 1274, I, 242). Allah'tan başkalarının vücûdu, vehmidir. ” A ’yân ma’dûmdur, vücud Allah ’a âittir, ‘ adam ise, sana âittir. Allah dâimâ vardır, sen ise, yokolmaktan zâil olmazsın” (ayn. esr., I, 13*; II, 251, 348; Nihat Keklik, al-Futühât al-M akklya, İstanbul, 1980, II, 404 v.d .). Allah ’tan sonra dört sıfat veya unsurun tecellîsi gelir. Bu unsurlar, birbirine bağ­ lı olarak ‘ ilm, ma‘ rifat, nür, vucüd ve şuhüd merte­ belerinden teşekkül eder. Vahdet-i vücûd fikrinin temsilcisi olan ibn a!-eArabî, Vahdeti, mahsûs nesnelerin üstüne yerleştirdiği için, vahdet bütün varolanların en yüce sentezi oluyor. Şark İslâm dün­ yasında Fârâbî ve ibn Sînâ, Garp islim dünyasında, ise, ibn Bâcca ve İbn Rüşd, fizikî çokluğu ( fasrai), metafizik vahdet ile birleştirmeye çalışırlarken, İbn al-cArabî, açıklanmış bir vahdet fikrini ortaya koyarak aklî tasavvufu kurmaya gayret ediyordu.



VÜCÜD. Filozoflar Tanrı nın varlığını çeşitli izahlarla açıklamaya çalışırlarken, mutasavvıflar için Tanrı*nın varlığı, güneşin şûalan gilıi bizzat kendileri tarafından tecrübe edilebilir mâhiyette olup, ayrıca bir araştırmayı .gerektirmiyordu. Bibliyografya: Metinde geçen kay­ nakların dışında Aristoteles metafiziği için bk.



327



\V. Jaeger, Aristoteles Grmdlegang eitıer Geschichfe *9 23 ); İslâm dünya­ sındaki Tann telakkisi için bk. A. J. Wensinck, Les preaües de I 'existence de Diea dam h theolrr gte musulmane ( M ed. Kon. A k . o. Wet., A fd . Letterkımdc, C . 81, seri A, nr. 2 ,19 3 6 ). seiner Entıeickbng (Berlin,



(B E K İR KARLIĞA.)



lerinden biri olarak başta, elifle birlikte, ortada yal­ Y A T tV A . [ B k SAt İe e ] Y Â 3. [Bk. Y A .] nız, ” t” ve “ i” seslilerini, hattâ sonda ve yü Y Â . Y Â 3, A r a p a l f a b e s i n d e s e s i z l e r - temsil etmiştir. Bu kısa seslileri, Arap imlâ siste­ d e n ı/’ y i t e m s i l e d e r . Arap alfabesinin en minde olduğu gibi, yalnız kesreye bırakan eski ta­ eski tertibi olan ebced [b .b k .l dizisinde 10. harf rihli Türkçe metinler vardır. Sonraları bilhassa, ke­ idi. I. ( V I . ) asırda, şekilce birbirine benzer harf­ lime sonunda ihmâl edilmeyen ” ı/” ( : ı , i ) ’nin or­ lerin yan yana getirilmesiyle yapılan ilk ve bunun tada yazılması veya yazılmaması, devirlere ve böl­ daha da ıslah edilmiş şekli olan dizide [ bk. 1 A gelere göre değişir. mad. V Â V ] son harf olarak yer alır. Lîrı (yumuşak) Y â harfi ince ve kaim dar yuvarlak sesliler ( a , m) harflerden olup, dar seslileri göstermek için de kulla­ için kelime sonunda, umûmiyede eklerde, nâdîren nılmıştır ( aş. b k .). Bir hecede kendisinden önceki yine eklerin bünyesinde olmak Üzere kelimelerin ve sonraki harflerle bitişebilir; bitişmediği ve kelime son hecelerinin içerisinde kullanılmıştır. Böylece sonunda bulunduğu zaman, şekilce başka harfle bu harfin t, i, a, fi, seslilerinden herhangi birine de­ karışmaz ve noktasızdır; bkişîk olarak başta ve or­ lâleti, daba önceki hecenin seslisine bağlıdır. Bu ses­ tada İken ’ ’i ” ve benzeri harflerden altındaki iki lilerden u ve fi içinde kullanıldığı yerlerin başhnoktayla ayrılır. Kelime başında dâima "y " sesini caları şunlardır: yükleme (accusatif) edatında (msl. temsil eden ¡/S3, kamerî harfler diye anılan sessizler­ kol-a, göz-ü), iyelik (mülkiyet, posseşsıf) ekinde dendir (yâni evvelinde bulunan ta’rif harfi al ’in ( msl. su-y-u, söz-fi), görülen geçmiş zamanın ( şulâm 't telâffuzda kendini korur). hûdî m âzî) üçüncü şahış tasrif ekinde ( msl. duY â 3, kelime başında dâima ” y ' okunur. Ortada ve rul-da, görül-dfi, çözül-dfiler), soru ekinde ( msl, sonda, evvelinde kesre ( yâni kısa i ) bulunan sâkin okudu mu, gördün mü ), bâzı partisip eklerinde ( msl. yâ* ise ” i " sesini karşılar ( : i y = i ) ve bu husu­ oku-y-uctı, gör-öefi), iyelik ekli partisiplerde ( msl, siyetiyle med ( î madd : uzatma, çekme) harfîerin- oku-dağa, gör-dağa), derece ve sıra sıfatlarının ek­ dendir. Kelime başında, evvelinde bir elif (yâni lerinde (on-unca, üç-ünca), isimlerden isim ve hem ze ) ile birlikte " i " 'yi temsil etmesi de bu sıfatlar yapan bâzı eklerde ( su-ca yol-ca, süt-çfi, yüzdendir ( ) . soy-Ia, köy-lfi) v.s. Bu asrm başlarında, imlâyı ıs­ Fetha ile harekeli bir harfi tâkip ederek kelime so­ lah ve bir birliğe kavuşturma teşebbüsleri* resmî nunda yer alan, kelimenin kök harflerine ilâve edilmiş bir hüviyet kazanarak devâm ederken [ bk, l A mad. veya kök harflerinin sonuncusu olup vao yahut y ’den V Â V ] üzerinde durulan hususlar arasında, bu har­ meydana gelmiş bîr takım S’1ar da yâ harfiyle yazı­ fin seslileri ifâde için kullanılışı ile ilgili yerlerde lır ( meselâ şu kelimelerin sonundaki â ’1ar : ilâ J l, vardı. al-mavlâ al-hudâ ts V , 9 )’te Muvahsonundaki cedveller; harfin daha sonraki asırlar­ hidlere bırakarak çekilen kayınpederine kızan İbn da ve hu yazının muhtelif çeşitlerindeki gelişmiş Mardanîş de, almaya muvaffak olamadı, al-'l^âb . şekilleri için insi. bk. Mahmud B. Yazır, Eski (L as Navas de Tolosa) seferine girişen ai-Nâşir, yazıları okuma anahtart (İstanbul, 1942); ayn. umûmî karargâhını Yaen ‘e kurdu. Yaen vâlîsi mîL, Medeniyet âleminde yazı ve İslâm medeni­ Sayyid 'Abd Allah al-Bayâsî, Halîfe al-'Âdil ’e karşı yetinde kalem güzeli ( İstanbul, 1974); Nâcî Zayn ayaklandı ve şehri büyük bir tazyikle kuşatan Casal-Dîn, Badcdi °al-f}al( al-'arabı (Bağdad, 1972); tille’li Ferdinand III. ile birleşti. Fakat Ferdi­ ayn. mil., Muşamar al-fat} al-‘ arabl (Beyrut, nand III. birçok ciddî kayıplar vererek, şehirden 1974) Bağdad, 1968 baskısından fotoğraf sûretiyle. çekilmek zorunda kaldı; öc olarak bütün bölgeyi ( N İ h a d M . Ç e t I n .) yakıp yıktı. Nihâyet şehrin Castille krallığına ek­ Y Â C Ü C V A M Â C Ü C {Bk. Y E ’C U C V E M E 'C Û C .] lenmesi ancak 644 ( 1246 ) ’te gerçekleşti. VII. Y A E N (lap. J A É N , A . C A Y Y Â N ) . A y n ı i s i m ­ ( XI I I . ) ve V III. ( X IV. ) asırlar boyunca, burası, deki Endülüs eyâletinin m e r k e z i 'Merînîler ve Gırnata Nasrî ’leri tarafından birçok olup, kayalık Santa Catalina tepesinin yamacında hücumların hedefi oldu ve dayanıklı şatosu slyesinde kurulmuştur. Bu tepenin üst kısmında müşlümanlar, Castille ’in müdâfaa burcu hâline geldi, al-ldrîsî ele geçirilmesi zor olan bir hisar yapmışlardır. Aynı ve ondan aynen nakleden tbn 'A bd al-Mun'im, şe­ : şekilde şehrin etrafını da sur ile çevirmişlerdir. hir içindeki kaynak ve kaplıcaların çeşitliliğini ve Günümüzde 70.000 kadar nüfûsu bulunan bu şe­ zenginliğini överler. Bu kaynakların bâzıları Arap hir, zengin bir ovanında mérkezidir. al-ldrîsî hu devrine kadar uzanırdı. Hattâ ffammâm al-SaVr, ovada kendisini zirâate, husûsiyle ipekböcekciliğine "Boğa Hamamı" denen birinde, bir boğanın mer­ vermiş olan 3-000 kadar köyün bulunduğunu kay­ merden heykeli bulunuyor ve çok eski bir tonozu deder. Bu zirâat şekli, merkezi Jaén olup, İspanya örten bir kaynak, sularını büyük bir havuza akı­ dağlık bölgesi ( Alpujarras ) ikliminin bir husûsiye- tıyordu. Bugün katedralin yeri, âbidevî bir çeşme tidir. Buna karşılık al-ldrîsî, bugün bölgenin esas ile süslenmiştir. Müşlümanlar devrinde Yaen ’den zenginlik menba'ım teşkil eden zeytin zirâatinden çıkan meşhur kişiler arasında: Şâir Yaljyâ al-Ğazâl bahsetmez, îbn Havkal onu İspanya 'nm eski şelıir- "Ceylân" bulunur. Bu şâir, 'Abd al-Raîjmân tarafın­ Ieri arasında ve Auringİs adıyla zikreder. Ona gö­ dan eîçi olarak İstanbul ’a İmparator Théophile ’in re, burası, Romalı kumandan Scipion tarafından yanma gönderilmiştir. Diğer bir kimse İse, 5°9 İkinci Kartaca savaşları esnasında Aníbal ’in o çev­ ( 11 15 / 11 16 )’da, doğduğu şehrin kadılığım yapan redeki mağlûbiyetinden sonra fethedilmiştir. Ya­ ve al-Ravz al-miciar ’m birkaç şiirde zikrettiği Filo­ rımadanın Araplarca ele geçirilmesi sırasında, log 'Abü Zarr Muş'ab ’dır; bir başka meşhur kişi de, Rinnasrln C un d ’u oraya yerleşmiş; bu C rnd Endü­ Abu Muhammed b. C i y S r al-CayySnî olup Murâbıtlü s ’e gelince, 'Abd ai-Rahmân I. onunla münâ­ lar devrinde Fas şehrinde vergi tahsildarlığı yapmış­ sebet kurmuştur. “Abd al-Rahmân IÍ. 210 ( 825) tır, Vâli, emîr Yûsuf b. Taşfin ’in torunu Yahya yılında, Jaén vâlîsi fatâ Maysara’ya mermer sü­ îbn aî-Şabraviya’ye ihanet ettiğinden, onu 540 tunlara istİnad eden, beş sahınlı ve şehrin bütün ( 1146 ) ’ta 'A bd al-Mu'min ’e teslim etmiş, daha son­ manzarasına^, hâkim büyük bir camiin inşâ edilme­ ra idâresi altında onun nüfûzundan faydalanmıştır. sini emretmiştir. Emir Mubammed'in hükümdar­ Bibliyografya : Îdrisî, Descrip., me­ lığından sonra 'Umar b. fjafsü n ’un isyâm patlak tin s. 202 ve trc, s, 248; îbn 'A bd al-Mun'im, Âsim Efendi, el-Okyanus ( İstanbul, 1272)," III, 971 (son bâb, mad. ya1 ); jean Deny, Türk diti grameri ( Osmanlt lehçesi, ire. Ali Ulvi E!öv e ), İstanbul, 1941, paragraf nr. 150, 226, 229, 498 v.dd., 519, 529-534, 542, 621, 853, 857 V.d., 869, 890; Muharrem Ergin, Osman­ ' Uca dersleri (İstanbul, 1962); Faruk K . T imurtaş, Osmanlt Tûtkçesi grameri ( İstanbul, 1979), s. 53 v.d,., 57, fil, Ğ4, 68, Arap yazı­ sının menşe’inden II. ( V I I . ) asır sonlarına kadar geçen devrede "yâ“ harfinin şekilce geçirdiği ilk merhaleler için hk. I A mad. ARABİSTAN (y a zı),



33û



YAEN -



al-Rawd a l M i'tar { nşr. Lévi Provençaî), metin s. 70 v.d, ve trc. s. 88 v.d.; İbn Izârî. al-Bayân al-Mughrib, II, metin s. 86 ve trc. s. 137; Code­ ra, Bibi. Arabico-Hispana, V ; Ind. Madoz, Dicci­ onario geográfico, IX , 563 v.d.; Rawd al-Kir}âs, s. 183. ( A. H ürci M iranda . )



Y Â F Â . [Bk. y afa .] YA FA. YÂFÂ, Ş a r k î A k d e n i z ' d e İ s r ai l d e v l e t i n i n b i r l i m a n ş e h r i olup, denizden 38 m, irtifada kurulmuş ve başkent Tel-Aviv ile hemen hemen birleşmiş durumdadır. Eski devirde Kudüs'ün limanı [olan Y afa}, Thutmosis III. 'in fethettiği Filistin şehirleri listesinde Y-Pv olarak geçmektedir (W . Max Müller, M itt. V A G , X II, 1907, 1, 2 i , nr. 62 ). Amama levhalarında ve. Asurlularda adı Yapü veya Yappü, Fenike kitabelerinde >£)>, Tevrat *ta Yo/f, Yunanlılarda ’jójtü veya ló jtn tt’dir. Tevrat'ta, Yafa, K udüs’ün liman şehri olarak görünür; mâbed inşâatı için hazırlanmış ağaç gövdelerini kıra! Hiram buraya sallarla getirtmiş. [ Kadeş ( Kodsu) ’in bir prenslik merkezî bulun­ duğu bölgede Ekron ile Yafa (Y o p p e) arasındaki deniz sahilinde ayrı bir kabile yaşamakta İdi. Thut­ mosis III., ilk seferine çıkmak üzere ordusunu Zalu 'da topladığı sırada ( M.ö. 19 nisan 1483 ), Şorohana garnizonunun muhasara edildiği Yafa 'nm cenûbundaki Iraza 'dan Fırat boylarına kadar uzanan sahada yaşayan bütün kabileler, karşı koymak için silâha sarıldılar. Bu yüzden Gazze 'den itibâren Y a fa'yı geçinceye kadar büyük direnişlerle karşı­ laşan Thutmosis III., G azze'ye ve Yafa'dan, Ka­ deş yalanlarındaki Karmel geçidine kadar güçlükle ilerledi ve çok kan döküldü ( M. Ş, Günaltay, Y a­ kın ¡ark U T Suriye ve Filistin, Ankara, 1947, s. 61, 79; Y . Ziya ö zer, Mıstr Tarihi, Ankara, 1939, s. 179, 197, 2 9 6 ).] Yafa, Senaherib tarafından zaptedilmesinden ( M.ö. 7 0 1) önce, Askalon kiralına tâbiydi. Eski Ken’an şehri ilkin Makkabeliler ile yahudi hâkimiyetine girmişti. Yafa'daki çok eski bir bakır tanrısı kültünün, burada geçen Yunus ef­ sânesi, Perseus ve Andrómeda masalı ile muhte­ melen ilgisi vardır. [Roma hâkimiyeti zamanında Hayfa ile Y a fa'yı birleştiren sâhîl bölgesi, merkezi bu iki liman arasında bulunan Kayseriye (Caesa­ rea ad M are) olan Palestİne Prima adı ile bir eyâlet hâline getirilmiş İdi ( krş. mad. FİLİSTİN). ] Halîfe Ebû Bekir 'in emri ile Filistin seferine çıkan 'A m r b. cA ş, 13 (6 3 4 )'te G azze'ye üç saatlik mesâfede yaptığı savaşta, bu şehri ele geçirdi ise de, eyâlet merkezi olup, Y afa'ya yakın bîr yerde bu­ lunan ve çok iyi tahkim edilmiş olan Kayseriye yi alamadı. Ancak Ecnadeyn savaşını müteakip, yeni­ den Yafa ve Kayseriye üzerine yürüyen ‘Amr b. 'A ş, [başkalarına göre M uâviyel 15 (6 3 6 ) yılında .Ya­ fa 'y ı zaptetti ( al-Balâzuri, nşr. de Goeje, s. 138). [ Müslümanlar tarafından eski idâre teşkilâtı aynen



YAFA. bırakıldı ve Paîestine Pritna eyâleti Filistin cünd'ü adını aldı. îdâre merkezi de Kayseriye'den Lydda ( Lud) ya taşındı. Kısa bir müddet sonra da ] Emevî halifesi Suiaymân b. cAbd al-Malik 'in, Yafa ’nm 20 km. kadar cenûb-i şarkîsinde Cund Filistin 'inin ye­ ni başkenti olan Remle 'yİ kurduğundan beri, Ku­ düs 'ün bu eski limanının Önemi daha da arttı. Yafa, 264 ( 878) 'de bütün Filistin ile birlikte Ahmed b. Tolun 'un idâresi altına girdi ve 292 (905 ) ’de ‘Abbâsîlerden al-Muktaf! 'nin eline geçinceye kadar, Mısır Tolunluların idâresînde kaldı. Ca'far b. Fallâh, 359 ( 969 ) 'da Suriye 'yi Fâtımîler 'den Muriz için fethettikten sonra, 36° (9 7 1 ) 'da Karmat 'lar Haşan al-A'şam*ın idâresînde Y a fa ’ya kadar iler­ leyip, buradaki Cavhar b. “A bd Allâh [ b. bk. ] ’m gönderdiği birlikleri (11.000 kişi) kuşattılar. Karm at’lar, 3^2 ’de M ısır'dan geri püskürtülünce, Yafa muhâsaradan kurtuldu ve kuşatılan birlikler M ısır'a çekildi. [Bekçi oğlu A fşin ’ in Şimalî Su­ riye *de girişmiş olduğu akmlardan sonra, 1070 yılında Kurlu al-Turkî adlı bir Türkmen beyinin idaresinde bulunan kalabalık Nâvekİye Türkmenleri ilk olarak Suriye 'ye geldiler ve Filistin 'de Yafa 'mn cenûb-i şarkî mıntıkasına yerleştiler. Harâbe hâ­ linde bulunan Rem le'yi kendilerine merkez edinen Kurlu al-Turkî, Yafa civârma tamamen hâkim oldu. 1076 'da Dimaşlf 'İ, Banyas ve Yafa 'yı, kendisine vereceği va’di ile, vâlİ İntişâr 'dan alan Atsız, başa­ rısızlıkla sonuçlanan Mısır seferinden dönüşünde Kudüs ve Remle 'yi aldıktan sonra. Yafa üzerine yürüdü. Şehir kumandanı Razin al-Davla ve askeri, Sur şehrine çekildiler. Kısa bir kuşatmadan sonra. Yafa 'yı d e geçiren Atsız, surlarını yıktırdı ( İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşâh devrinde Büyük Sel­ çuklu imparatorluğu, İstanbul, 1953, s. 31 v.d., 36; A li Sevim, Suriye Selçukluları, Ankara, 195ü, s. 30-33, 51 v.d., 5 8 ,12 5 ).] Haçlı seferleri zamanında Yafa, üzerinde çok çekişi­ len bir şehirdi. Yafa yı Kudüs kıratlığına tâbi bir kontluk yapan Franklar, şehri üçüncü Haçlı seferine kadar ellerinde tutabildiler (1099-1187). Vezir d -A fzal, 1101,1105,I i i 3 v e m 5 yıllarında şehri Franklar­ dan almaya boşuna uğraştı. Onun öldürülmesinden sonra Halîfe Manşür 11 2 2 'de şehri kuşattı, fakat püskürtüldü, 1123 'te de donanmasının, Venedik donanması tarafından imhâsı yüzünden yine başa­ rılı olamadı, Hattîn yakınındaki savaş (58 3 = 118 7) 'tan sonra, sâhıl şehirlerinin çoğu Salâhaddin'e tes­ lim oldu, hu arada Yafa da, Salâhaddin ‘ in kardeşi al-Malik al 'Â dil 'in eline geçti. Aslan Yürekli Ric­ hard, 587 ( ı i 9 i ) * d e Y a fa ’yı yine geri aldı. Salâ­ haddin, 1192'de şehri kuşatıp, zaptetti; ancak ka­ leyi alamadı. Kale muhâfızlanntn yardımına gelen kıral Richard, Salâhaddin 'in ordusunu şehirden çı­ karıp, burasını yeniden tahkim ettirdi. Bunun üze­ rine Remle mütârekesinde Yafa'm n hıristiyanlara âk olduğu Icabûl edildi.



YAFA. 593 ( 1197) te al-Malik al-'Âdil, Y a f a y ı yeniderı aldı; bu esnada şehrin talıkimâtı tahrip edil­ diği gibi, 20.000 hıristiyanın da ölmüş olduğu söylenir. Ertesi yıl Sakson ve Brabart birlikleri şehri geçici olarak ele geçirdiler ise de, 595 ’te yine terk ettiler. Bunun üzerine al-cÂdii, Yafa ’yi bir bas­ kınla geri aldı. Dördüncü Haçlı seferi (12 0 4 ) nde şehir yeniden Frankların eline geçti. 1228 *de İm­ parator Friedrik II., esaretten dönüşünde, 1250'de Ltıdvig IX. şehri yeniden tahkim etti. Yafa, Memlûklar devrinde Dim aşk’a tâbi, dört kıyı bölgesinden biri olan Remle idârî bölgesine âit idi. Bir aralık da ( Salâhaddin 'in halefleri idâresinde) G azze’y e tâ b i olmuştu (al-Dimaşjtî, nşr. Mehren, s. 230). Baybars, 20 cemâziyelâhır 666 ( 8 mart 1268) 'da şehre âni olarak hücum edip, burasını bir veya iki gün içinde kalesiyle birlikte fethetti (al-R em le'de Beyaz Cami ’deki kitâhe, nşr. van Berchem Inscrip­ tions Arahes de Syric, Kahire, 1897, s. 57-64 ). Bay­ bars, şehri bütün evleri, surları ve kalesiyle birlikte tahrip ettirdi. Yafa 'da günümüze kalan bir kitâbeye göre, Camâl al-DIn.... b. İsihâk adında bir emir, burada şimdi hâlâ mevcut I£ubbat Şayh Murâd’ı İnşâ ettirdi ( 7 3 6 = 1336; Clermont-Ganneau, Mar teriauz inedits pour servis â. l'histoire des Croisades, Paris, 1876; ayn. mil., Archeological Researcfıes in Palestİne during ihe years 187311874, London, 1896, II, 154). 1336 yılı sıralarında İngiltere ve Fransa kırallan yeni bir haçlı seferi planladıklarında, al-Nâşir, Yafa *nın liman te'sislerini, Frankların burada kara­ ya çıkmalarını İmkânsız kılmak için tahrip ettirdi. 13 4 5 ’te aynı sebeple limandan başka, şehir de tah­ rip edildi (Tolkowsky, Lourn. Pal. Örteni. Soc., 1925, V , 82 v.d d .). Arpa coğrafyacıları, Yafa 'yı, Remle ve Ku­ düs ‘ün limanı olarak, barış zamanlarında canlı ticâretinden çok, işlek pazarlarından yararlanan küçük, iyice tahkim edilmiş bir liman şehri olarak tasvir ederler. Savaş zamanlarında Yafa, düşman istilâlarına kolayca uğrayabiliyordu. Nitekim İslâm hâkimiyetinin ilk yüzyıllarında Bizans donanmasının, Marda’î [ b. bk.J 'lerin, Kibyrraiotların saldırısına uğ­ ramıştı, Bu gibi saldırılardan korunmak için Bizanslılann Lu’lu *a 'dan İstanbul 'a kadar yaptıkları gibi, sâhil boyunca birçok gözetleme noktaları (R ibat) kurulmuştu. Bunlardan ateş ve duman işâretiyle, Yunan gemilerinin yaklaşmakta olduğu, başkent Remle ye bildirilirdi. Yunan gemileri G azze’den A rsûf'a kadar olan limanlara erir satışları içinde uğrarlardı (al-Makdisî, nşr. de Goeje, s. 177). Mercidâbık muharebesinden (9 2 2 = 1 5 16 ) son­ ra bütün Suriye Türk hâkimiyetine girdi. [ Yavuz Sultan Selim, kışı Ş am ’da geçirmekte iken, Ka­ hire 'ye gönderdiği elçilerin dönmemesi üzerine, Sinan Paşanın, G azze’ye kadar olan toprakları zaptı ve Han Yunus’ta Memlûk ordusunu boz­



331



guna uğrattığı sırada Yafada tahribata uğradı. Osmanlı idâresinde Gazze sancağına bağlanan Yafa, Remle nâhiyesine tâbi olarak sâkin bir sâhİl kasabası hâlinde kaldı [bk. mad. ÜRDÜN]. 932 (1525 /1526) 'de yapılan bir tahrirde Yafa ’dan 27 evlik bîr köy olarak bahsedilmekte ve Beyrut gümrüğü kanûnuna göre, senede 8.000 akça, 94°* 945 ( ) ‘te 33 hane olup, 15.000 akça, 955 (15 4 8 ) tarihli tahrirde ise, hane sayısının 44 'e yükseldiği ve 20.000 akça vergi alındığı kay­ dedilmektedir. 963 (1555 ) 'te Pâdişâh hassı olarak defterlere kaydedilmiş olan Karye-i Yafa'da, hane sayısı 10 ’a düşmüş, iskeleden elde edilen vergi geliri ise, 30.000 akçeye çıkmıştır (Bemard Lewis, Jaffa in the 16 tk cenlurtj, according to the Ottoman Takrir registers, Necati Lugal Armağanı, Ankara, 1968, s. 435-44 6)] . Harâbe hâline gelmiş olan Yafa, ancak X V II. asnn ikinci yansında, husûsiyle limana bir rıhtım yapıldıktan sonra, yavaş yavaş yeniden kalkınmaya haşladı. [ 1720 senesinde Kudüs *te Mescid-i Aksâ ve K ubbat al-Şabrâ'nm tamirleri sırasında İstanbul ’dan gönderilen yapı malzemeleri Yafa iskelesinden Kudüs 'e taşındı. Bu münâsebetle Yafa 'da küçük bir araba montaj fabrikası kuruldu ( B A , Mâliyer den müdeooer defterler, nr. 7829, s. 12 v.d.). ] Şam Paşası, 1770’ten bu yana, 19 mayıs 1776'da Memlûkların korkunç bir katliâmına uğrayan Yafa için ( Bulutlcapan ) A li Bey ve taraftarlarıyla mücâ­ dele etti. [ Mısır 'da idareye hâkim olan Bulutkapan Ali Bey, durumunu kuvvetlendirdikten sonra, Osmanlı Devleti’ne baş kaldırarak Suriye seferine çıktı ve Kudüs ile diğer bâzı mukaddes yerleri ken­ dilerine vereceği va’di ile Akdeniz’de bulunan Rus donanmasından yardım istedi. Bunun üzerine Ruslar, Bulutkapan Ali B e y 'i denizden desteklediler ve Yafa ’yı bombardımana tâbi tuttular. Ayrıca bir Rum korsanı olan Panayotti tarafından da bomba­ lanan Yafa, büyük bir tahribata uğradı. Şiddetli bir mukavemet gösteren şebir, açlık ve kıtlık baş göstermesi üzerine, şubat 1773 ’te Ali Bey 'e teslim oldu (Şehabettın Tekindağ, X V I I I . y&zydda A k ­ deniz'de Rus donanması ve Cezzar Ahmed B ey in Türk Tariki Dergisi, İstanbul, 1968, sayı 5, s. 37-45 ). Diğer bir mütegallibe olan Ebuzzeheb Mehmed 'in Bulutkapan Ali Bey ‘i bertaraf etmesi üzerine. Zahir Ömer *in eline geçen Yafa, Osmanlı hükü­ metinin müsâdesi ile Mehmed Bey tarafından gön­ derilen bir kuvvetle işgalden kurtarıldı (Cevdet, Tarik, İstanbul, 1309, I, 304. 316; Vasıf, Tarik, II, 127; 1. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tariki, IV/ı, 43* Beyrut savunması, Belgelerle



v.dd., 440 )• ]. Şehri Napoleon zaptettiğinde Fransızlar daha da hırçın davrandılar. Nitekim 4.000 esir kumsalda kurşuna dizildi, işgal kuvvetleri şehre girdikten hemen sonra, Fransız ordusunda baş gösteren veba salgını, çok sayıda insan kaybına sebep



333 oMu. Mehmed A li 'nin oğlu İbrahim Paşa, 1831 ’de Yafa *yı işgal ettiyse de, şehir 1840 ’ta yine Türklerin eline geçti. 1838 ’deki zelzele, birçok evi ve tahkimlim bir bölümünü harap ettiği gibi, [13,000 kişi de enkaz altında kaldı ( Mehmed Rafet, Seya­ hatnamen A rz-t Filistin, s. 186 v.d. ). 1865 mart sonlarından itibaren teşebbüse geçilmek süreliyle 1868 ’de şehirde Alman Templer cemiyeti adı ile bir koloni kuruldu. Alman Wilhelma ve Sarona kolonilerinden teşekkül eden bu koloninin cenûbunda yahudi, çiftçi kolonileri bulunuyordu. Şehrin ortasındaki bir tepe üzerinde buharla iş­ leyen bir değirmen, bir kereste fabrikası ile bir zey­ tinyağı imâlâthânesi inşâ edildi ve bir de eczâne açıldı. Yafa-Nablus yolu üzerinde, şehre on dakika mesâdefe bir otel ile bir kaç evi de Amerikalılardan satın alan Alman kolonisi, 1870’te n o kişi iken, 191° ’da ise 350 kişiye kadar yükselmiştir (Alex Carmei, D ie Sedlungen der V/iirttembergischen Templer in Palösiine, 1868-1918; İbrânice’den trc. Perez Leshcm, Stuttgart, 1973, s. 37, 41, 52, 76 ). X IX . asrın sonlarına doğru hazırlanan İmpara­ torluğun imar programında, Yafa ’ya, 9-IO m. derinliğinde ve I km. uzunluğunda bir dalgakıran şeddi İle limanın cenûb tarafındaki kayalıklarda bir rıhtım yapılması planlanmış, şimalde de demiryolu istasyonunun başına ahşab bir rıhtım inşâsı karar­ laştırılmıştı ( Hayri Mutluçağ, Yakın tarikimizde ilk sosyal ekonomik ı>e teknik kalfanma planı, Belgelerle Türk Tarifti Dergisi, sayı, 2 2, s. 53). Bölgede ilk defa bir Fransız şirketi tarafından 1892 *de Yafa ile Kudüs arasında 87 km. uzunluğunda bir demir­ yolu inşâ edildi. 1918 ’de de îngilizler Lyd ’den Yafa ve H ünter’e bağlanan 35 km. ’lik ikinci bir demiryolu hattı kurdular. Yafa-Kudüs karayolu ise, 7 2 km. *dir ( bk. mad. KUDÜS ). Yine X IX . asnn sonunda Yafa kazası, bir nâhiyeye ve 126 köye sa­ hipti ( Ş . Sâmî, Kamusıi l-âlhm, V I, 47®4 )• 1909 Ma Y afa’da Filistin ofisi isminde bir teşki­ lât kuran yahudiler, bu ofisin teşebbüsleri sonucu, "Filistin Toprak Geliştirme Merkezi "ni meydana getirerek yerleşme faâliyetlerini sürdürmeyi ba­ şardılar. Bu teşkilât, Osmanlt hükümetinin Şam, Beyrut ve Kudüs mutasarrıflığındaki her türlü artziye yahudilerin yerleşmelerini yasaklamasına rağmen,



( Howard M . Sacber, The Emergence o f the Middle East, 1914- 1924, New York, 1969, s. 192). Birinci Cihan Harbi sırasında, Türk ordusu Kanal harekâtını hazırlarken Yafa ve Kudüs halkı' kıtlık içinde idi. Hattâ Cemâl Paşa tarafından Yafa halkının hay­ vanlarına da el konulmuştu. Kanal *da uğranılan yenilgiden sonra, îngilizler cepheye getirdikleri 350.000 askerle, Gazze ve Yafa yolu üzerinden şiddetli bir saldırıya geçtiler (Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, III/3, 196, 386, 39° ). ]. 16 Kasım 1917’de Yafa ’yı Îngilizler zaptetti. Bi­ rinci Dünya Harbi 'nden beri şehir az gelişti ( nü­ fûsu 44.000). Ancak şehrin şimalindeki dış mahalle, 1909 'da kurulan yahudi yerleşim yeri olan T el -Aviv, modern bir şehir olmaya doğru hızla gelişe­ rek daha sonra eski şehrin büyüklüğüne ulaştı. Şeh­ rin, gelişen Hayfa ile rekabet edebilmesi İçin ka­ yalıklarla çevrilmiş, işe yaramaz limanı yerine, mo­ dem gemilerin kullanabileceği bir liman inşâsı planı çok masraflı olduğundan, şimdiye kadar gerçekleş­ tirilememiştir. [ Bugünkü İsrail devletinin yedi idâri bölgesinden birini teşkil eden Yafa 'nın limanı hâlâ harab bir haldedir. 1948 savaşlarında ise, çok büyük bir tahribata uğradı. 1965 *te inşâ edilen Aşdad limanı, Y a fa ’nın yerini almıştır. Ancak ,şehir, bir sayfiye merkezi olarak, ehemmiyetini muhâfaza etmektedir. Dar sokakları ve eski yapıları île zengin bir tarihe sâhip olan şehirde, dört hastahane ve bâzı tarihî manastırlar bulunmaktadır. Civarında Akdeniz İkliminin bütün meyveleri bol miktarda yetiştirilmektedir. Yafa ve Gazze arasında FiKstiya adı ile anılan ova, çok verimli olup, su bakımından da zengindir. Şehrin şarkında 2x4 km. genişliğinde büyük bir bahçelik mevcuttur. Narenciye bakımın­ dan ise, daha çok Yafa portakalı ile ün salmıştır. Şehirde sabun imâlâthâneleri, mobilyacılık, çimento sanâyii gelişmiş durumdadır. 1939 ’da, 52.700'ü müslüman, 24.700'ü yahudî olmak üzere 77.4 °° nüfûsa sâhip olan. Y a fa ’nın nüfûsu, 1948 çarpışmalarından önce 100.000 civâ­ rmda idi. Tel-Aviv ile birleştikten sonra nüfûsu (1 9 5 6 ) 370,000’i aşmıştır (Encyclopaedia Britan­ nica, mad. JOPPE; Şemseddİn Sâmî, Kâmus, İstan­ bul, 1316, V I, 478; La Grand Encyclopédie, mad.



1905 ’te yeniden başlayan yahudi göçünün iskân mes’elesİnt Yafa civârmda gerçekleştirip. Yafa yalan­ larında, 139 ev ve I.500 nüfustan meydana gelen Tel-Aviv şehrinin temellerini attı ( M . Kemâl öke, Siyonizm ve Filistin Sorunu, 1880-1914, İstanbul, 1982, s. 134 v.d., 149). 1914 ’te Y afa’da 6.000 Rus yahudisi yaşamakta idi. Kapitülasyonların hima­ yesinde yabancı olarak yaşayan bu yahudiler, 7 aralife 1914 ’te Yafa mutasarrıfı Bahaeddin Paşa *nm şehri terketmelerini emretmesi üzerine, hepsi, Os­ manlı hâkimiyetine geçmek için mürâcaat ettiler



al-A rz (nşr. v. Mzik), Bibi. arab. Histor. u. Geogr.,



Jaf f a)] . Bibliyografya :



_ al-pFâmmî, Kitüb Sürat



Leipzig, 1926, 111, 19, nr. 25X; Suhrâb, Bibi. arab. Histor. u. Geogr. (Leipzig, 1930), V , 27, nr, 221;



al-lşjahri, B G A , I, 55, 66; Ibn Haw^al, B G A , II, I I I , 125, 127; al-Makdisî B G A , III, 54,155, 175, 177, 192; Ibn al-Fafcîb, B G A , V , 103; lbn Hurdâzbih, B G A , V I, 79, 98; Kudâma, B G Â , V I ," 255; al-Ya'kübï, B G A , V II, 329; Yâküt, M u 'cam (nşr. Wüstenfeld ), IV, 1003; Şafi al-DIn, Marcişid al-Iffilâ ‘ { nşr. Juynboll ), III, 332 î al-îdrisl (n jr. Gildemeister/ Z D P V ,



Vá FA -



YÂFİÎ.



V III, i l ; Abu'l-Fida’ (nşr. Reinaud), s. 239f dır ( X , 21-29). Tekvin 'de yer alan bu son bilgi­ Ibn al-Aşîr, Kâm il ( nşr. Tornberg, Indices), lere Tevrat 'in mevcut metnine karşı müslümanların II, 830; L e Strange, Palestine under the Moslems duyduktan haklı endişenin te'sîriyle, İslâmî eser­ s. 24, 28 v.d., 39, 4 1, 381, 5 S0 ; Gaudefroy-De- lerde farklı şekillerde rastlanılır. Elimizdeki ilk eser­ motnbynes, La Syrte á l'épopqae des Mamelouks lerden biri olan aKfabar! ( bk. Târih al-umam var (Paris, I923 ), s. C V , not 10; 1 ,2 9 , 56; L . 'l-mulük, Kahire, 1357/1939. I. 139) tarihinde, Tolkowsky, The Gateway o f Palestine, A History N û h ’un sarhoş olduğuna dâir herhangi bir kayda o f Jaffa (London, 1924); ayn. mil., Jaum. Pa­ rastlanmaz; sâdece bir uyku esnâsmda üstünün lest. Orient. Soc., V , 1925, s. 82 v.dd.; V I, 1926, açıldığından bahsedilerek Tekvin 'deki düğer bilgi­ s. 70*74; Delitzsch, Wo lag das Parodies ( Leip­ lere yer verilir. zig, 1881), s. 289; P. Thomsen, Loca Sancta Tekvin ( X , 2, 2 1 ) ’de yukarda, zikredilenlerin (H alle, 1907), I, 73; Beer, mad, Joppe; Pauly- dtşmda, Yâfes ’le ilgili görülen bilgiler arasında, Wissowa, RealenzykJ. d. kfass. Altertumswiss., Yâfes ’in, Gömer, Mecuc, Maday, Yavan, Tubal, IX , 1901 v.d.; [Al i Sevim, Suriye'de Nâvekiye Meşek ve Tirasu adlarıyla yedi oğlu ile Senna Türhpnenleri, Necati Lugal Armağanı (Ankara, admda büyük bir kardeşinin bulunduğu da görülür. 1968), s. 503-567; Ramazan Şeşen, Salahaddin Bu adlara Araplaşmış şekiller altında İslâmî eser­ deorinde EyyûbÜer devleti ( İstanbul, 1983), lerde ( bk. msl. Tabarî, ayn. esr., 1, 142; Abü Bakr s. 76, 86-89; Ömer Lütfı Barkan, X V . ve al-Kisâsî, Kişaş al-anhiyâ, Ayasofya Kütüp., nr. X V I 'met asırlarda Osmanlt imparatorluğunda zi- 3350, var. 92b) rastlanır. rât ekonominin hukukî Ve mâlî esasları, Kanun­ Tevrât 'ta mevcut rivâyetlerle Türk soyunun, lar ( Istanbul, 1943 )> s. 217, 224; A. Layisli, N û h ’un bu oğlundan geldiği ileri sürülür. Bu iddia­ The S ifü ll o f Jaffa and Nazareth sharin courts lar, Arapça eserlere de geçmiştir (b k . msl. Tabarî, as a Source for the Political and Social History ayn. esr., I, T42, 145; al-Şacâlibî, K . *arâ’ is al-mao f Ottoman Palestine, Studies on Palestine during câlis, Kılıç Ali Paşa Kütüp., nr. 757, var. 378). ike Ottoman Reniod (Jerusalem, 19 7 5 )]. B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilmiştir. (A



( E . H o n ig m a n n . )



[B u madde Vâhid Çabuk tarafından ikmâl edil­ miştir. ] YÂFES. Y Â F lŞ , P e y g a m b e r N û h ' u n , T e v r a t ' ta muhtelif yerlerde adı g e ç e n ü ç ü n c ü o ğ l u d u r . Ibıânî dilinde olan kelime, Kitâb-t mukaddes'in Richard Watts neşri (Londra, 1831, s. 6 ) ile Beyrut tab’mda (18 7 0 ) Yâfes şeklinde yer almakta, bâzı Türkçe tercümelerinde ( bk. msl. Paris, 1827, s. 6 ) aynı şekilde geçerken diğer bâzı tercümelerinde (b k m s l. İstanbul, 1874, s. 6: İstanbul, 1910, s. 7 ; İstanbul, 1958, s. 5 ) ise, Yafet olarak kaydedilmiştir. Tekfiín ( V , 3 2 ) ’de önce N û h ’un, Sâm, Hâm ve Yâfes'in babalan olduğu zikrediliyor (ayrıca bk. VI, 10). Daha sonraki bir bölümde (V II, 13), ge­ miye binen Nûh ve kansı ile oğullan Sâm ve Hâm’ın yanında Yâfes'in de bulunduğu kaydedilmektedir. Tufan’m bitmesini müteakip gemiden çıkışa temas edilen daha İleriki bir bölümde ( IX , 18, 1 9 ) ise, gemiden çıkan Nûh' un oğullan arasında S im ve Hâm ile birlikte Yâfes *in de bulunduğu ve bunların nesillerinin, yeryüzüne yayıldığı kaydediliyor. Bu­ rada ayrıca, yeniden başlıyan hayatta, Nûh, zirâatle uğraşır diktiği bağdan elde ettiği üzümün şarabından içerek sarhoş olur ve çadırında çıplak bir şekilde yatar. Babasının bu durumunu gören Hâm, dışarda bulunan iki kardeşine haber verir. Bunun üzerine Sâm ile Yâfes bir örtü alıp, çadıra arkalan dönük bir balde girerek babalanm örterler. Çıplak durumda olan babalarına, saygılanndan ötürü bakmadıklan için, Yâfes ve Sâm, Nûh 'un hayır duasını almışlar­



h m ed



A L-Y Â F P l. [B k. YÂFİÎ.] Y Â F İI. a l - Y Â F H , ‘ A f I f câ d a



S u ph i F u r a t .)



a l- D în



A b u ’l - S a -



A b u ’ l - B a r a k â t 'A b d A l l â h b . A s ' a d b .



'A l i B. SULAYMÂN B. F a l â h A L-ŞÂ Fİ cî , m u t a s a v ­



v ı f ve m ü e l l i f . 700 (1300/1301)’den bir iki yıl önce Yemen ’de doğdu. Doğduğu yer kesin olarak bilinmemektedir, önce Abü 'Abd Allâb Muhammedi b. Ahmed al-Başşâl ( ölm. 748=1347 ) ve Aden ka­ dısı Şaraf al-Dîn Ahmed b. 'A lî al-ijarâzî ’den ders gördü. Tahsili, şüphesiz sâdece K u r ân ve fıkıh tedkîklerine inhisar ediyordu; fakat sûfîliğe karşı temayülleri, erken çağlarında gelişmeye başlıyarak devam etti ve bayatı boyunca ona yön verdi. .Daha 712 ( i 3 i 3 ) ’de ilk defa hacc için M ekke’ye gitti ve orada, dâima başlıca şeyhi olarak kalan 'A lî aKJavâşî’ye intisab etti. 7 1 8 'de M ekke’ye yer­ leşip, orada evlendi. Sonraki yıllarını kısmen Mek­ k e ’de, kısmen M edine’de geçiren a l-Y ifi'î, 734 (i335)*te Kudüs ve Ş am ’a seyahat etti; bu arada M ısır’a da uğradı. H icâz’a dönüşünde bir müd­ det M edine'de kaldıktan sonra tekrar M ekke’ye gidip, orada ikinci d efa evlendi. Daha sonra, yaşlı Ustâdı al-favâşî *yi ziyâret için Yemen e kısa bir seyahat yaptı. 747 ’de hac münâsebetiyle gelen al-Subkî ile tanıştı. Nihayet 20 cemâziyelâhıl 768 (2 1 şubat 1 3 6 7 )'de Mekke ’de vefat etti. al-Subkî vefat tarihini, muhtemel bir hata eseri, cemâziyelevvel 767 olarak verir. al-Yâfi'î, bir çok şeyhten hırka giymişti. Haltercümesi müellifleri, onun sûfîlik bayatından ve müridlerine karşı iyi muâmelesinden sitayişle bahsedei-



334



YÂFİÎ.



ler. Zâhid ve âlim olarak şöhreti daha hayatta iken çok uzaklara yayılmıştı. Halikındaki en eski haîtercümesi kaynakları, onun barakpt ’mdan [bk. Î A mad. BEREKET ] bahsetmedikleri halde, sonraki eserler bu hususta tafsilâtlı bilgi verir. Mekke ‘de geçen müsâit günleri, ona eserlerinin büyük kısmını, bilhassa sûfîliğe ve îmânın esasla­ rına dâir olanlarını, yazmak imkânını sağladı. O, al-Aş'arî ‘nin fikirlerini müdâfaayı vazife edinmiş, eserleri arasında İbn Taymîya 'ye karşı yazdığı bir



mesi kaynağı olan bu tarihî eser, al-Yâriİ'mn bizzat İtİrâf ettiği üzere, İbn al-Aşîr’in tarihinden, İbn Hallikân’ın V a f ay ât ’ından ve al-Zahabi 'nin Tâ­ rih al-lstâm adlı eserinden hulâsa edilerek hazır­ lanmış olup, hemen hemen yeni bir bilgi ihtivâ etmemektedir Bununla berâber, al-Zalıabı 'nin hal tercümesine dâir hacimli eseri henüz neşredilmediği için, M if â l al-canân, bir dereceye kadar ehemmiyetim korumaktadır. Yalnız, eserin sonunda müellif, bâzı Yemenli şeyhlerin hal tercümelerini risâle bu sonuncunun taraftarlarının düşmanlığını verirse de, oldukça tasannulu olan ifâdelerinden üzerine çekmesine sebep olmuştu. Y â fii ’nin, Is- güçlükle bâzı tarihî bilgiler çıkarılabilir. Eserin, panyalı sûfî İbn al-'Arab! hakkında çok müsbet bâzı yeni ilâvelerle, birçok telhisleri ve ihtisarları bir kanâate sâhip olduğu rivayet edilir. vardır: Abü ‘Abd Allah ffusayn b. ‘Abd al-Rafımân al-YâficI ’nin, bugün elde bulunan e s e r l e r i , al-Ahdal (ölm. 8 5 5 = 1 4 5 1 )'in bilhassa Cenûbî bunların, esâsında diğer müelliflerin eserlerinden Arabistan velîlerinden bahseden Cirbâl al-zamân 'i derleme süreriyle meydana getirildiklerini ve pek ve X . ( X V I . ) asrın sonlan, ile X I. ( X V I I .) az orijinal unsurları ihtivâ ettiklerim göstermek­ asrın başlannda yaşamış bulunan 'A lî al-Kuraşi tedir. al-Şustari 'nin Berlin 'de ( nr. 9454) bir yazması i. Muhtemelen belli başlı eseri olan R aoz al-bulunan ihtisarı ile Yâkub b. Şeydi A 1İ er-Rumî rayâhin f i hikpyât al-şâlihln ( aynı zamanda [ müel­ (ölm . 9 3 1 = 1 5 2 5 )'ninki (m sl. Esad Efendi, nr. lifin eserine verdiği “ lakap” ile J Nuzhat al-‘ uyûn 2402; Üniv. Kütüp. nr. A Y 4423 ) bunlar arasın­ al-naoâşı'r t»a tuhfat aTJtulüb al-Jşavâzir f i hikâyât dadır. : al-şâlihîn oa 'Taoliya' al-akâlir ‘i velîlerin fazilet ve 4 . M if a t al-canân ’in sonunda zikredilen Naşr kerâmederi hakkında iki bölümü ihtivâ eden mukad­ al-mahâsin al-ğâliya f i f a i l al-maşa’i'h al-şüfiya dimesi ile dinî, tasavvufî beş kasidesini içine alan hâ- aşhâb al-mafcâmât a!-‘ âliya adlı eseri, al-Nabhân! timesi dışında, asıl kısmında, sûfîlere dâir 5 °° h‘kâya ( yk. b k .) 'nin Câmie karâmât al-aoliyc? 'sının keve menkıbe nakleder. Eserde menkıbevî rivâyetler nârmda basılmıştır (Kahire, 1329 ve nşr. İbrahim tarihî bilgileri gölgede bırakır Farsça’ya ve Kâtip cAtva 'Avaz, Kahire, 1961). R aoiat al-rayâhîn gibi Çelebi ’nİn kaydına göre, Sürûrî ( Mustafa b. Şâbân, zâhid sûfîlere dâir menkîbeleri ihtivâ eden bu çalış­ ölm. 969=1562) tarafından T ürkçe'ye tercüme ması, yukarda anılan en mühim eseri ( nr. I ) 'nin edilmiş olan Raoz al-rayâhin 'in Arapça metni birçok ilk taslağı gibi görünmektedir. Kendi ifâdesine gö­ defa basılmıştır (m sl. Bulak, 1286; Kahire, 1301, re, eserin gayesi, şeriat ile tarikatın birbirleriyle 1302, 1307 v .b .). Aynı tarzda daha sonraki çalışma­ âhenk hâlinde bulunabildiklerine delil hazırlamak­ lara kaynak olan bu eserin birçok ihtisarları vardır; tı. Bu sebeple kitaba ikinci bir isim, daha doğ­ bunların tarih itİbâriyle sonuncusu, muhtemelen rusu, kendi tâbiriyle bir lakap koymuştu: K ifâYûsuf b. İsm ail al-Nabhânl (ölm . 1 9 3 2 )'nin yat a l - m fla k ld f i nihâyat al-mımtakid ( M if â l, Cöml° karâmât al-avliyö“ (Kahire, 1329, 2 cild) IV, 335). Eser, îbn Hacar al-'Aşkalânî tarafından 'sidir. Bulûğ al-lâüb f i nayl al-matâlib adıyla kısaltılmıştır. 2. Â frâ f cacâHb al-âyât va'l-barâhln oa ardâf ( msl. Üniv. Kütüp, nr. A Y 3980 ). ğarS'ib hikpyât R aoz al-rayâf/ln, müellif, cAbd al5. Markam al~cilal al-m tfaziila f i ’l-radd calâ Kâdir al-GHânî'nm 200 keramet ve menkıbesi ile a?immat al-M tftazila bi'l-barâhln lâm, V I, 4793; O M , 11, 497). Mecelletü'n-nisâb ( var. 4438) 'da h. 1000 'den on yıl önce vefât et­ tiği yazılıdır. Bu iki rivâyetten kabul göreni 99° (1582) tarihidir. Mezan Izvomik’de, Osmanlt Müel­ lifleri've göre ise, Izvornik yakınında Lozniçe'dedir. Ş a h s i y e t i v e s a n ’ a t ı : Tarihçi Âli, ga­ zelde ve mesnevide Yahya B ey'in "hâl sâhibi” olduğunu yazar { Künhü 'l-ahbâr, 432»). Dtüân ve Hamse 'sinde kullandığı ifâdeler kendisinin kor­ kusuz ve atılgan bir karaktere sâhip olduğunu açıkça göstermektedir. Her vesile İle içkinin aleyhinde bu­ lunan şâirin dindar bir kimse olduğu anlaşılmaktadır. Divân 'ran birçok yerinde ve Hamse 'sinde devrinin siyâsî, içtimâi ve askerî husûsiyetlerini aksettiren kıymetli mâlûmat vardır. Yahya B ey'in sağlığında ve ölümünden sonra yazılan tezkirelerde, şiirleri ve Hamse *si haldi olarak övülmüştür. Tezkireciler arasında yalnız Beyânı, onun kasidelerinin hayâl ve sanat bakımından değerine dikkat etmiştir. Yahyâ Bey, ömründe belki eline hiç kılıç almamış olan Nef’î ’nin, hayâlinde çizdiği muhteşem ve muzaf­ fer savaşlarda bizzat bulunmuş, Kanunî Sultan Süleyman ile birlikte şark ve garp seferlerinin hemen hepsine katılmıştır. Kasideleri ve Dîvân mm musammatlar kısmındaki bâzı şiirleri bu büyük pâdişâhın ve muzaffer ordusunun fetih heyecânmı dinî-destânî bîr üslûbla terennüm etmektedir, tik gazellerinde âşıkâne edâ görülmekte ise de, Uryânî Mehmed De­ de 'ye intisâbmdan sonra tasavvuf! fikirler hâkim olmuştur. Yahyâ B ey'in dili sâde ve üslûbu akıcı olup, Türkçe kelimeleri aruz veznine uydurmak için imâlelere pek yer vermemiştir. Necati Bey 'de baş­ layıp, Zât! ‘de mümessilliği devâm eden Türkçe düşünmek ve Türkçe ’nin inceliklerini çeşitli edebî san atlerde şiirleştirmek gayreti, Zâti 'nin çevresinde bulunan şâirlerden biri olan Yahyâ Bey ’de müstesnâ bir tatbikatçı bulmuştur. Bu hususiyetinin te­ şekkülünde, askerlik mesleği icâbı olarak ordu­ gâhlarda ve seferler esnâsmda her sınıftan insanla temâsa gelmiş olmasının herhalde büyük payı vardır. E s e r l e r i : Yahyâ Bey 'in Dîvân '1 ile, Edirne ve İstanbul hakkında iki şehrengîzi ve beş mesne­ viden ibâret. bir Hamse 'si bulunmaktadır. Yahyâ'nm "hamsesi belki de seb’ası” olduğunu söyleyen Latifi ( Tezkire, s. 371 ) onun bilinen mesnevilerin­ den yalnız Şah u Gedâ, Yûsuf ve Zeliha ile Gencîneri râz 'm isimlerini verdikten sonra, bir de Nâz u Niyâz ’m varlığından bahseder. Ancak elimizde böyle bir eser yoktur. Fakat şâirin, Eyyüb vakfı mütevellisi olduğu sırada muhâsibi bulunan La­ tifi 'ye böyle bir eser yazmak tasavvurundan bah­ setmiş olması muhtemeldir. Onun 2,000 beyit ka­



345



dar Süleymânnâme yazdığı ( S O , IV, 643) ve Pey­ gamber 'in mûcizelerinden bahseden G ül-l sad -berğ adlı bir eseri olduğu ( O M , II, 497) kaynağı meçhul rivâyetlerdir. Yahyâ Bey, Gülşen-i Envâr dışında, diğer dört mesnevisinin hiçbirinde hamse yazdığından bahsetmez. Yalnız adı geçen eserinde sırasıyle Nizamî, Husrev, Câmî ve Nevâî *nîn ham­ se yazdıklarım, kendisinin de hamse yazanların be­ şincisi olduğunu söyleyerek "Hâtimetü 'Tkftâb" bö­ lümünde Hamse 'sini Gülşen-i envâr ile tamamla­ dığını bildirir (Hamse, Gülşen-i envâr, var. 79b ). Bir de Dîvân mm dîbâcesinde hamse sâhibi olduğunu söyler ( s. 9 ), Hamse 'sinin tamâmı Kanunî devrinde yazılıp, ona ithâf olunmuştur. Şâir, mesnevilerinin yazılış sırası, hattâ isimleri hakkında bilgi vermemek­ le berâber, hayatından ve eserlerinden bahseden en eski kaynaklardan bunu kesin olarak teshit müm­ kündür. İlk kaynak olan Sehî Bey tezkiresi 'nin bâzı yazmalarında Şak u Gedâ ve Gencîne-i râz adlı iki eserinden bahsedilmiştir. Gencîne-i râz 'm Sehî Bey 'in tezkiresinin te’lîf tarihinden iki yıl sonra tamamlandığını gözünönde tutarsak, hu bilgilerin tezkireye sonradan ilâve edildiği söylenebilir. İkinci kaynak olan Latifi ise, bunlara Yûsuf ve Zelîha 'yi ilâve ettiğine göre, şâirin üçüncü mesnevisi hu kitap olmalıdır, Kitâb-t Usûl 'ünde, 950 ( 1543 ) yılında vefât etmiş olan Şehzâde Mehmed 'den bahsedil­ diğine göre, mesnevi bu tarihten sonra yazılmıştır. Diğer taraftan Aşık Çelebi, şâirin, Hamse'sinde, önce Şah u Gedâ 'yi sonra Geneîne-i râz ’1 nazmettiğini, bir ara hac ziyâreti dolayısıyla Yûsuf 'un asıl vatanı olan K e n a n ’da bulunduğunu ve o münâ­ sebetle Yûsuf ve Zelîha yi telif ettiğini söyleyip Kitâb-t Usûl ile Gülşen-İ envâr 'in da adlarım ver­ mek süreliyle eserlerin yazılış sırasını belirtmiştir. (Tezkire, var. 96®). 1. D î v â n . Yahyâ Bey, dîvânını üç defa tertîb etmiş olup, her defasında şiirlerinde mühim deği­ şiklikler yapmıştır. Nitekim Bağdad 'm fethi es­ nasında İbrâhîm Paşa 'ya takdim ettiği "liva” redifii kasideyi de sonradan bâzı değişikliklerle Kanu­ nî 'ye sunması, bu husûsu açıkça göstermektedir, Âli, şâirin 983 ( 1575/1576) yıllarında hayatta ol­ duğunu söylerken, oğlu Âdem Çelebi 'nin babasının vasiyeti üzerine önsözü ( dîbâce) kendisine getir­ diğini ve şâirin, dîvânı, ölmeden önce tertîb etti­ ğini söyler. Bu ifâdeye göre, dîvânın son tertibi 983 'ten sonradır. Yahyâ Bey, Necati Bey gibi, önce zamanın pâdişâhım ( Murad I I I . ) övdükten sonra dîvânını Ahmed Paşa'ya ithâf eder. Dîvân ( s. 14 ) 'ındaki ifâdesinden bu zâtın, Şam, Anadolu ve Rumeli beylerbeyiliklerinde bulunmuş olan şâir Şemsî Ahmed Paşa olduğu muhakkaktır. 2. H a m s e . l . Ş â h u Gedâ: Âşık Çelebi (Tezkire, var. 96®, 2288), Yahyâ B ey'in hu mesneviyi sevdiği birisi için yazdığını söyler (krş. Âlî, Kunh al-al}bâr, var. 4238). Anlaşıldığına göre Şâh u Gedâ,



34«



yahyâ



943 ’ten sonraki 1-2 yıl içinde yazılmış olmalıdır. Rlyâzü-ş şuarâ (var. 39b ) ’da şâir Rakımı (ölm. 975= 1567/1568 ) ’nin de îran şiiri H ilâli’den ter­ cüme edilmiş ve aynı adı taşıyan bir mesnevisinin bulunduğu ( tek nüsbası Manisa Murâdiye Kütüp., nr. 2 7 1 1 ’de), ancak pek kazla bir rağbet görmediği, buna karşılık Yahyâ Bey ’inkinin meşhur olduğu kaydedilir. Herhalde dilinin Türkçe ve mevzuunun mahallî oluşu dolayısıyla Yahyâ Bey ’in bu eseri çok tanınmış ve övülmüştür. Eser, 1284 ( İstanbul ) 'te basılmıştır. Hikâyenin doğuşu hakkında Âşık Çelebi ’nin ve  lî ’nin söyledikleri, insana, ahlâka aykırı bir hikâye ile karşılaşılacağı intibâmı veri­ yorsa da, eserde bir insanın mecâzî aşka kapılması, bu aşkdan çekdiği sıkıntılar ve nihayet kalb gözü­ nün açılarak hakîki aşka yönelişi mâcerâsı nakle­ dilmektedir, Şâir, Sebeb-İ i e l î f bölümünde Şâh u Gedâ 'yi niçin kaleme aldığını uzun uzun nakleder. Kitabda, mevzuun geçtiği şehir olan İstanbul 'un, Gedâ ile Şâh ’m tanıştığı Âtmeydânı ’nm ( Sultan­ ahmed Meydanı ) tasviri ve Ayasofya nin târifİ en çok dikkatli çeken bölümlerdir. Yahyâ Bey de, Şeyhî ( Husrev ü Ş îr în ), Hamdullah Hamdî ( Yûsuf ve Zelibâ ), Fuzulî ( Leylâ üü Mecnûn ) geleneğini tâkib ederek yer yer gazeller serpiştir­ mek süratiyle hikâyeyi süslemiştir. Netice kısmın­ da eseri bir haftada bitirdiğini, haldi olarak, selef­ lerinden çoğunun ve muâstrı şâirlerden bir kısmının



bey. âşık olup ,terk-i diyâr ettiğini, Şâm ’a, Ken ’ân ’a ve Mısır ’a giderek, orada Yû su f ve Zelîhâ hikâye­ sini yazdığım söylerse de, bunu klasik şâirlerin ekseriyâ uydurduğu te’lif sebeplerinden biri saymak doğru olur. Mevzû muhtemelen Yavuz Selim ’in Mısır seferi sırasında (922/923=1516/1517) kafa­ sında teşekkül etmiş olsa bile, te’lîfi Gencine-i râz 'dan sonradır. Yahyâ Bey, bu eserinde kendisinden önceki Yûsuf ve Zelîhâ müelliflerinden bahsetmez. Nitekim o, eserinin tercüme olmadığını ve geçmiş şâirlerin eserlerinden yararlanmadığını iddia eder ( Eserin, Molla Câmî ’nin ve Hamdullah Hamdî ’ninki ile mukayesesi için bk. Yabyâ Bey 'in Yûsuf ve Zelîhâ Mesnevisi, Diriliş, ekim, 1975, s. 22-37 )•



Bu mesnevinin baskılan için (b k . B ib i.). 4. Kitâb-ı Usûl: Bu eserin adı, gerek bir kısım kaynaklarda, gerek son zamanlarda yazılan bâzı monografilerde ” Usûl-nâme„ şeklinde geçmekte ise de, Yahyâ Bey eserinin bir çok yerinde Kitâb-ı Usûl diye bahsettiğine göre, bu İsme itibâr edil­ melidir; Şâir, Kanunî 'ye sunduğu bu eserinde, kah­ ramanlara bile değer verilmediğinden ve bu arada kendi emeklerinin boşa gittiğinden yakınır. " M a­ kam ” ve "şu be” adı altında bölümlere ayırdığı eserinde, Gencine-i râz ’da yaptığı gibi, değişik konulan mevzû edinerek, bunları çoğu kendi hayâ­ tının ve müşâhedelerinin mahsûlü olan 100 'den fazla hikâye, temsîl ve latife ile açıklamıştır. Bu



yaptıklarının hilâfına İran ve Arab edebiyatından arada 7. şubenin ilk hikâyesinde Şehzâde Mehmedtercüme olmadığını iddıâ eder. Eser bu vasfından ’in Ölümü anlatılır. dolayı da övülmüştür. ı 5. Gülşen-i enüâr: Hamse 'nin sonuncu kitabı olan 2. Gencîm-i râz: Yabyâ Bey, Nizamî 'nin Mah­ bu eser de, Gencine-i râz ve Kitâb-ı Usûl tarzında zun al-asrâr- Câmî ’nin Tuhfat al-ahrâr mesnevileri tertîb edilmiş olup, fasıl, aksâm, mertebe gibi baş­ ve Sa'dî nin Gülistan ve Bostan ’1 gibi, ahlâkî ve lıklar altında dinî ve ahlâkî hikâyeler ile temsillerden dinî hikâyelerden teşekkül eden bu eserini, Peygam­ teşekkül etmiştir. Şâir, bu eserinde Şehzâde Mus­ b e r’i rüyasında görmesi üzerine yazdığım söyle­ tafa 'nm katline de yer verir. Süleymâniye Câmiimektedir. Eser Kanunî 'ye ithâf edilmiştir. Muh­ ’nin medhi, eserin dikkate değer parçalamadandır. telif mevzulara tahsis olunan makaleler adı altında Yazılış sebebi bölümünde, Yahyâ Bey, kısaca kendi ( fakr, şabr, ahbâb'la münâkaşa etmemek, râftzilik hayatını anlatır. B i b l i y o g r a f y a : Kaynaklar. Ahdî, GülVe tâfızîler v.s. ) kırk bölüme ayrılmıştır. Her ma­ kalenin sonunda mevzû ile alâkalı bir hikâye vardır. şenri Şuarâ, Üniv. Kütüp., nr. T Y 9598; Âlî, Künhü'l-ahbâr, Üniv. Kütüp., nr. T Y 5959, IV; Bir kısmı, şâirin zamânma âit hâdiselerden bahseden Aşık Çelebi, Mcşairii 'ş-şuarâ ( tıpfeı-basım, M ebu hikâyeler, çoğunlukla dinî mevzûları ihtiva eder. rediht-Owens), London, 19 7i; Beyânî, TezkireEser, Hamse içinde te’lif tarihi taşıyan tek mesne­ tü 'ş-şuarâ, Üniv. Kütüb., nr. T Y 2568; Kaf-zâvidir. (Hami iş) kelimesi, ebced heslbiyle 947 ( 1540/1541 ) tarihini vermektedir. Kmah-zâde de Faizî, Zübdetü 'ş-şuarâ, Üniv. Kütüp., nr. T Y 1646; Haşan Çelebi, Tezkfretâş-şuarâ, Üniv. K ü ­ Haşan Çelebî, Nuri ( Aksatayı ) maddesinde bu şâirin adı geçen esere Seb 'a-i seyyâre adında tüp. nr. T Y 1737; Müstakîm-zâde Süleyman Sa~ 2.000 beyitlik birnazîre yazdığını söylemekte ise de, deddîn, Mecelleiü 'n-nisâb, Süleymâniye, HâletEfendi, nr.' 628; Riyâzî, Riyâzu ş-şuarâ, Üniv. Kü­ bu madde Üniversite Kütüphânesi ndeki kendi elyazısı İle yazılmış nüshada yoktur. tüp, nr. T Y 6169; Sehî, Tezkire, Heşt Behişt (tıb3. Yusûf ve Zelîhâ'. Esas itibâriyle K u r ân 'daki kı-basım, Günay K u t), Duxburg, Mass. U SA ; Yûsuf Sûresi ne dayanan bu hikâye, îran ve Türk Yahyâ Bey, Hamse-i Yahyâ, Millet Kütüb., Ali Emîrî Ef., Manzum, nr. 986; H. Ayvansarâyî, edebiyatlarında en çok rağbet gören bir mevzû olmuştur. Yahyâ Bey, bu eserini, Hamse ’sinin di­ Hadîkatü'l-cevâmî (İstanbul, 12 8 1); Bursalı M. ğer mesnevileri gibi, Kanunî Sultan Süleyman ’a Tâbir, O M (İstanbul, 1338), II; Fâik Reşâd, Târih-i Edebiyâl-ı Oşmanî (İstanbul, 1329); ithâf etmiştir. Yazılış sebebi olacak da genç yaşında



YAHYÂ BEY Gibb, A History of Oltoman Poetry ( London, 19652 ), II» III; İstanbul Kütüphaneleri Türkçe Hamseler Katalogu ( İstanbul, 1961); Kâtib Çe­ lebi, Keşfü 'z-zum n ( İstanbul, 19 4 1), I ; Latîfî, Tezkire (İstanbul, 1314); Mecdî, Terceme-i Şakoyik-İ Nu mâniye ( İstanbul, 12Ğ9); M . Süreyyâ, S O ( İstanbul, 1308), IV ; Muallim Nâcî, Esâmi ( İstanbul, 1308); Nev’î-zâde Atâ’î, Şakayık Zeyli ( İstanbul, 1268 ); Ş, Slm î, Kamusa 'l-a'lâm ( İs­ tanbul, 1 3 u ), I V ; Yahyâ Bey, Divân (nşr. Mehnıed Çavuşoğlu), İstanbul, 1977; Yahyâ Bey, Yûsuf ve Zelihâ (nşr. Mehmed Çavuşoğlu), İstanbul 1979. T e d k i k 1 e r . Behıce, Taşhcah YaJtyâ Bey (Türkiyat Enst. tez, nr. 2 1 ) ; Subhiye Candaş, Şâh u Gedâ ( Türkiyat Enst. travay nr. 5 9 ); ayn. mil., Taşhcah Yahyâ Bey ve $âh u Gedâ mes­ nevisinin Dört Nüsha Üzerine TenktdU Neşri ( Tür­ kiyat Enst. tez, nr. 13 7 ); Mehmed Çavuşoğlu, Zâti 'nin Letâyifi, T D E D ( İstanbul, 1970), X V III, 25-51; ayn. mil., Taşhcah Dakakin-zâde Yahyâ Bey 'in İstanbul Şehr-engîzİ, T D E D (İstanbul, 1969), X V II, 73-ıoS; ayn, mil., Dukâkin-zâde ( Taşhcah) Yahyâ Bey, Diriliş (İstanbul, eylül, 1975); ayn. mil., Yahyâ Beyin Yûsuf ve Zelîha Mesnevisi, Diriliş ( İstanbul, ekim, 1975); ayn. mil., 16. yüzyılda yaşamış bir kadın şâir Nisâyî, T E D ( İstanbul, 1978), IX, 405-416; Halide Dolu, Menşe’inden Beri Yusuf Hikâyesi ve Türk edebiyatındaki versiyonları (Türkiyat Enst., Doktora tezi, nr. 402); A .T. Hayyampur, Türk ve Iran Edebiyatlarında Yusuf ve Züleyhâ Mesnevi ’si ( Türkiyat Enst. Doktora tezi, nr. 209 ). (M e h m e d Ç a v u ş o ğ lu .)



YAHY B.ÂDAM . [ B k . Y a h y â b . d e m .] YAHY B.ÂD EM . YAHY b . ADAM, b . S u LAYMÂN ABU ZaKARİYÂ', İ s l â m



kelâmcısı.



‘ Ukba b. Abü M u'aiÇin bir soyundan mevlâ olarak geldiği için al-Umavî ( Navavî 'deki al-Mabzümî tesbitî bir hatâdır) nisbesini taşır; diğer nisbe olan alKüfî, onun Küfe şehrinden olduğunu veya orada oturduğunu gösterir. Babası, daha önce Küfe muhaddisleri ( İbn Sa‘d, V I, 233; al-Navavl) arasında zikredilmiştir. Babasının talebesi olmaması dışında, Yahyâ nm hayatına dâir hiçbir bilgi yoktur. Eski şeyhlerinin ölüm tarihlerine bakılırsa, 140 civârında veya ondan çok kısa bir süre sonra doğmuş olmalıdır. Pek de uzun süre yaşamamış olması, bu tahmine uy­ gun düşmektedir. O , rebîülevvel ortalan 203 ( eylül ortası 8 18 )’de Vâsit civârında Fam al-Şillj’de öldü. Şeyhleri arasında Abü Bakr b. ‘Ayyaş, al-IJasan b. Şâlib, Sufyân al-Savrî, Sufyân b. ‘Uyayna, Şarlk b. ‘Abd Ailâh ve ‘Abd Allah b. al-Mubârak zikredil­ mektedir ( Şeyhlerin Kitâb al-Harâc ’m verileri ile te’yid olunmuş ayrıntılı listeleri Zahabî ve al-Navavi’de bulunmaktadır); diğer taraftan îbn Banbel, îbn Abl Şayba, Yahyâ b. Ma'In v.b. onun talebele­



YAHYÂ B. ALt.



347



ri olmalıdırlar. Münekkidlerce o, umûmiyetle güve­ nilir bir kişi olarak gösterilir. Yahyâ ’nın, faâliyetinin mühim bir kısmını açıkça teşkil eden Kur ân ’la meşgul olması hakkında, doğ­ rudan doğruya hiçbir şey bilinmemektedir. Fihrist ( s. 3°, str. 10 ), onu, Kisâ’î ’nin K ur ân kıraatinden küçük bir parça nakleden kişi diye tanıtır ve bir Kitâb al-K ira‘ât ( s. 35, str. 17 ) ile Kitâb mucarrad ahkâm al-Kur'ân ( s. 38, str. 7 ) ’m müellifi olarak zikreder. Kâtip Çelebi ( V , 136 ) de, birçok kira’ âl eserlerinin müellifleri arasında ondan bahseder. Fakat her şeyden önce Yahyâ, bir muhaddis ve ( Fihrist ve îbn Kutayba ’ye göre ) hadîse dayanan bir fıkıhcı olarak bilinir. Fihrist ona âit, büyük bir Kitâb alFara’ig, Kitâb al-harâc ve muhtevâsı bilinmeyen Kitâb al-ZavûV i zikreder. Bunlardan sâdece tek el yazması hâlinde Kitâb al-Harâc günümüze kadar gel­ miştir. Galiba bu kitab hiç yayılmamıştır ve Kâtip Çelebi de onu zikretmemektedir. Bununla berâber, başkaları arasında al-Baiâzurl, çeşitli yerlerde ondan faydalanmıştır, Y abyâ’nm Kitâb al-harâc’ ı Abü Y û ­ su f’un aynı adı taşıyan eserine bir cevap olup, tamamıyle hadîslere dayanmaktadır. Bizzat üstadlarınm görüşleri bunların karşısında geride kalır. Bu bakımdan Yahyâ ’nm eseri İslâmda arâzı vergisi tarihi için mühim bir kaynaktır. Sâdece, kelimenin sonraki haraç mânasına inhisar etmemekte, arâzi ile toprak hakkmdaki her türlü vergiden, netice itibâriyle de, taşınmaz mallar üzerinden tahsil edildiği ölçüde cUşr ’ü de içine almaktadır. Yahyâ ’nm fıkıh karşısında durumu için, bilhassa karakteristik ola­ rak onun hadîslere verdiği ehemmiyet yanında,. Ebû Hanîfe ’nin arkadaşlarından olan ( Fihrist, s. 204, str. 26 ) al-Hasan b. Zıyâd hakkmdaki güvenilir hük­ mü belirtilmeğe değer. B i b l i y o g r a f y a : Fihrist, s. 227, str. 4; İbn Sa'd, V I, 281 ; îbn Kutayba, Kitâb al-M acârif, s. 258; ai-Navavî, Tahzıb ; İbn Hacar, Tahzlb altahzlb; al-Zahabl, Tazkirat al-huffâ? ; Le Livre de VImpôt foncier de Yahyâ İbn Adam ( nşr. T h. W . Jüynboll), Leiden, 1896; notlar, Fihrist’le birlikte ikinci tabı Ahmed Muhammed Şâkir (Kahire, 1347); F. Pfaff, Historish-kritische Untersuchungen zu dem Grundstenerbuch des Jahjâ ibn Adam (tez), Erlangen, 1917. ( J o s e p h S c h a c h t .)



YAHYÂ B ,'A L İ , [B k. y a h y â b . a l L] YAHYÂ B ._ A L İ YA H Y Â B. 'A L İ , b, Y a h y â b.



Abİ



M an şur



al



- M un accİm ,



A bu A h m a d



(856-912), e s k i A r a p m û s i k î m e k t e ­ b i n i n en m e ş h u r m û s i k î n a z a r i y e c i l e r i n d e n b i r i olup, mûsikî hakkında bir kısım eserleri bulunan veya mûsikî ile ilgilenen âlim bir âileye mensuptur. Büyük babası (ölm . aş. yk. 831 ), al-Ma'mün ’un sarayında meşhur bir münec­ cimdi, İbn Hatlikân’a göre, babası (ölm . 888.)’ nın mûsikîde husûsî bir mahâretı vardır. O , meşhur Is-



348



Y A H Y Â B. A L Î -



hâk al-Mavşilî [ b. bk. ] 'den dersler almış ve Kiiâb Affbâr tsfrâk b. İbrahim ( al-Mavşilî) adlı bir kitap yazmıştır. cA li 'nin de mûsikî nazariyesinde tanınmış bir kimse olduğu, Şâbit b. Kurra [ b. bk. ] gibi bü­ yük bir mûsikî nazariyecisinin “Hm al-Müsiltl hak­ kında ona müracaat etmesinden anlaşılmaktadır. Aynı şekilde amcası, Muljammed de Mûsikî ( ginff ) bilgisinden dolayı övülmüştü. Yahya b. cAli, 856’da doğdu ve babası gibi, halîfelerden aI-Mu‘tamid 'in işret meclisinde neş’eli bir nedîmi oldu; 0 , bu mes­ leğine, aI-Muetamid ’in kardeşi al-Muvaffak ’m hiz­ metinde başlamıştı. Grek edebiyat ve ilimleri { awâ°il )’ne olan vukufundan dolayı, hayatım yazan birçok hal tercümesi müellifleri tarafından övülmüştür. Her­ halde, kendisinin bu arada Mûtezîle Mektebi'nin bir temsilcisi olarak felsefeye karşı büyük bir temâyül göstermesi de bundan gelmektedir. O , aynı zamanda kabiliyetli bir şâir ve mâhir bir mûsikî nazariyecisi olup, 912 ’de öldü. al-Fikrist ’e göre, Yahyâ b. ‘Alî ’nin en meşhur kitabı Kitâb al-Bâhir olup, melez şâirlerden bah­ sediyordu. Kendisinin bitiremediği bu eseri, oğlu tamamladı, al-Mu‘ taiid [ b. bk. ] ve al-Muktafi [ b. bk. ] ’den önce yazılan şiirlerinden nümûneler, al-Mascüdî tarafından muhâfaza edilmiştir. Abu ’1 -Farac al-Işfahânî [ b. bk. ], Yahyâ ’nin Kitâb alnağam { "melodiler -veya nota- kitabı” ) unvanlı bir risalesinden sitâyişle bahseder. Bu risâle, muh­ temelen, bize kadar gelen ve tek nüshası British Museum ’da bulunan Risâla fi'l-MüsıbJ adlı eser­ dir. Bu sonuncusu, al-Kİndi ’nin, Berlin Staatsbib­ liothek ’de bulunan Risâla f i iczâ3 İşabarîyat al-Müsîkl adlı eseriyle birlikte, eski Arap mektebi mûsikî nazariyesini, Abu ’1-Farac ’m Kitâb al-ağanı ’sinin sahifelerini dolduran ve teknik ıstılahları biraz ay­ dınlatan tek eserdir. Son derece ehemmiyetli olan bu risâlenin neşri, bu satırların müellifi tarafından ha­ zırlanmak üzere olup, mûsikî hakkında yazan şark müellifleri külliyâtının bir cildini teşkil edecektir. Bu risâlenin sahifelerinde icralar ( macârî) İçinde sese âit ( aşvât) muhtelif parçaların melodilerinin te’lif edildiği [ bk. mad. MÛSİKİ ] taksimler ( farâRh ) ’[e birlikte, ’’parmak usûlleri" ( aşabR ) 'nin tam bir açıklaması da bulunmaktadır. Onun, Abü Ca'far al-Tabarî Mektebi 'nin fasihi olan oğlu A b u ’l-Hasan Ahmed, bir müellif olarak meşhur oldu. ‘Alî b. Hârün ( ölm. 963) adlı bir yeğeni Risâla fi 'l-farfc bayn İbrahim b. al-Mahdl va Ufak al-Maoşilt fi 'l-Ğinâ ( İbrahim b. Mahdî ile Ishâk al-Mavşİlî ’nin mûsikîdeki farkları ) adlı bir eser yazdı: ‘ Alî b. Hârün ’un bir oğlu Kitâb muh­ tar fi 'l-ağâni adlı bir eser derledi. B i b l i y o g r a f y a : Kitâb al-ağânî, Bulak tabı, V III, 26 v.d.; IX, 26, X V , 159; XVIII, 175 v.d.; al-Fihrist (nşr. Fİügel), s. 143 v.d.; İbn alKiftî (nşr. Lippert), s. 122, 364; İbn Hallikin, Biogr. Dict,. II, 312; Vafayâi (Bulak tabı, 1882),



Y A H Y Â B. H Â L İD .



I, 506; al-Mas°üdl, MurSc, V III, 206, 222, 238; Collangettes, Étude sar la musique arabe ( J A , teş­ rin II-kânun I, 1904), s. 405; temmuz ağustos, 1906 ), s. 162-168; Farmer, History o f Arabian Music , bk. fihrist; ayn. mil., Historical Facts for the Arabian Musical Influence ( bk. fihrist ). ( H . G . F arm er.)



YAHY B.HÂLİD. [Bk. Y a h y â b .H A lId .] YAHY B. HÂLİD, A bu ‘A l î Y a h y â b. tf LtD AL-B a r m a k î . A b b â s î v e z i r i .



Doğum tarihi olarak 0 5 ( 733) veya 119 ( 7 3 7 ) yılları gösterilir. Genç yaşında babasının idâri ve askerî faâliyetlerine katılmış, bu sâyede tecrübe sâhıbi olmuştur. Yahyâ 'nin ilk resmî vazifesi, 158 ( 774/775 ) yılında Azerbaycan vâliliğme tâyin edilmesiyle başlar. Daha sonra Ermenîye vâliliği de ona verilmiştir. Halîfe al-Mahdî, IĞI ( 777/778 ) ’de Yahyâ ’yı bu sırada 13 yaşlarındaki oğlu Hârûn’a mürebbî tâyin etti. Müstakbel halîfe Hârûn ile Yahya arasındaki yakın münâsebetler böylece başlamış oluyordu. Hârûnürreşîd’in Yahyâ'ya ’’baba” diye hitap etmesi, bu yakın münâsebetlerden kaynaklanmaktadır. Diğer taraftan Yahyâ’nin oğlu Ca‘ far [b.bk. ] ile Hârûn arasındaki dostluk da dört beş yıl birlikte tahsil yapmış olmala­ rından ileri gelmektedir, Yahyâ, 162 ( 779 ) yılında Hârûn’un kumandası altında yapılan Anadolu gazâsma ordunun erzak ve zahiresinden mes’uî kişi olarak katıldı. Bu sefer sırasında Hârûn küçük yaş­ ta olduğundan gerçek kumandan Y ahya’nın babası bjalîd b. Barmak idi. 38 günlük bir muhâsaradan sonra Samâlü zaptedildi. Ertesi yıl Fırat’ın garbın­ daki eyâletlerin valiliğine tâyin edilen ve muhte­ melen hâlâ Yahya’nın idaresinde bulunan Azerbay­ can ve Ermenîye de idaresine verilen Hârûn ’un Divân al-RascPil 'inin başına Yahyâ getirildi. Bu vaziyet halîfe al-Mahdî’nin ölümü (2 2 muharrem 16 9 = 4 ağustos 785 ) ’ne kadar devam etmiştir. al-Mahdî'nin ölümü Bagdad'da karışıklıkların çık­ masına sebep oldu. Askeri birlikler maaşlarının ödenmesinin geciktiğini ileri sürerek, al-Rabl' b. Yûnus ’un evini muhâsara-edip, kapılarını ateşe ver­ diler. Bu sırada Hârûn ve Yahyâ, Bagdad ’da bulu­ nuyorlardı. Hârûn’un annesi Hayzurân Yahyâ’ya karışıklıkların bastırılması vazifesini verdi. Yahyâ, askerlere iki yıllık maaşlarını ödemek süreliyle karışıklığı önledi ve oğlu al-Faz! ’1, Curcân ’da bulunan yeni halîfe al-Hâdî’ye göndererek Bagdad’a gelmesini sağladı. Yeni halîfe al-Hâdî, babası tarafından ikinci sırada veliaht tâyin edilmiş olan kardeşi Hârûn’u azlederek yerine kendi oğlu Ca'far ’i veliaht yapmak istiyordu. Devlet erkânının çoğu Ca'far’in veliahtliğmi kabûl etti. Fakat Hayzurân ile birlikte haraket eden Yahyâ, Ca'far’in küçük olduğunu İleri sürerek halîfenin bu teklifine karşı çıktı, hattâ H lrûn'u da veliahtlik hakkından vazgeçmemesi için ikna etti. Bunun üzerine Hârûn ve Yahyâ hapsedil­



YAHYÂ B. HÂLİ D.



34$



diler, Yahyâ’nm öldürülmesine karar verildi. Bu­ kında kaynaklarda çeşitli hikâyeler anlatılan ve halî­ nunla beraber bu plan, Hârûn’a baskı yapılarak fenin yanından hemen hiç ayrılmayan Ca'far, mer­ Hilâfet haklarından vazgeçirildikten sonra, uygu­ kezde kalarak, kendisine verilen vâlilikleri, vekilleri lanacaktır, Hârûn bu son baskılara da boyun eğ­ vâsıtasiyîe idâre ediyordu. Hattâ bir ara F ırat’ın medi, Yahya 'mn öldürüleceği gece ( 14 rebîul- garbındaki bütün eyâletlerin idâresi ona verildi. 180 evvel, 170=25 eylül 786) al-Hâdî öldü (veya ( 796) ’de Suriye ’de çıkan bir' isyanı bastırmağa me’mur edilince, kısa bîr süre Bagdad ’dan ayrıldı. öldürüldü ) ve böylece Yahya da kurtuldu. Hârûnürreşîd halîfe olunca, hayatı pahasına ken- Berld I b. bk. ] teşkilâtı ile bütün eyâletlerdeki doku­ sidini destekliyen Yahya b. Hâlid ’i vezir tâyin etti. ma sanâyii ve darphânenin idâresi de ona verildi. Böylece Abbâsî tarihinde Bermekîler ’in iktidar 176 (792/793) ’dan itibâren sikkelerde halîfenin adı devri (.Sultân  l Barm ak ) başlıyordu. Yafiyâ ’ya yanında, onun adına da yer verilmesi, muhteme­ karşı hürmet hisleriyle dolu olan Hârûn, ona hemen len bundan ileri gelmektedir. Diğer taraftan 182 hemen her işte tam bir salâhiyet verdi (al-Cah- (798 ) ’den itibâren de halîfenin ikinci oğlu cAbd Allah al-Ma’ mün ’un mürebbîleğine tâyin edildi. şiyârî, Kitâh âl-vuzarâP, 211 ). Hârûnürreşîd, hilâfetinin ilk yıllarında devlet Yahyâ, Hârûnürreşîd üzerinde, babası ve kardeşin­ idâresini annesi al-ffayzurân ve Yahya’ya bırak­ den daha te’sirli idi. Yahyâ b. Hâlid’in 17 yıl vezirlik yaptığı Hirûnürmıştı. Yaljyâ, işleri al - ffayzurân ’m emirleri­ ne göre yürütüyordu, al-hfayzurân ’m ölümü ( 173 reşîd devri, Abbâsî hilâfetinin en parlak devresi olarak =789/790) nden sonra iktidar tamamıyle Yah­ kabûl edilmektedir. Bunda, Yahyâ ’nın da rolü ol­ y a ’nın eline geçti. Yahya, vezirliğinin ilk yıllarında muştur. Merkezî idârede mutlak iktidar sâhibi olan makamım oğullariyle paylaşıyordu. Bu, Abbâsî Yahyâ, devletin İktisâdi, sosyal ve kültürel bakımdan tarihinde ilk defa görülen bir uygulama idi. Yahya gelişmesinde de mühim hizmetlerde bulunmuştur. ve oğullan her gün öğleye kadar birlikte şikâyet­ Âlimleri ve sanatkârları himaye ederdi. Sarayı, leri dinliyorlar ve diğer işleri müzâkere ediyorlar­ çeşitli ilim ve edebiyat erbâbmın bir toplantı yeri dı. Kaynaklar al-Fazl ve Ca'far için de vezir un- idi, Yahyâ bu toplantılardaki konuşmalara bizzat vânını kullanmaktadırlar ( Dominique Sordel, Le katılıyordu. Bu meclislere katılanlar arasında, ‘Alî Vizirat Abbaside, Şam, 1959, I, 135 v.d. ). D î­ b. al-Hayşam, Muhammed b. al-Huzayl, Hişâm b. vân al-Haiam hâriç, bütün divanlar Yahya *ya bağlı al-Hakam al-Küfi, Mu’ tamir b. al-Sulaymân gibi idi. 171 ( 787/78S ) ’de Abu V A b b â s Fazl b. Su- ileri gelen kimseler vardı. Yahyâ, meşhur gramerci laymân al-Tusl nın ölümüyle boşalan Divân al- Sibavayh'i de himâye ettiği gibi, eski Yunan, Hind, fja ta m de, Yahya’ya bağlandı ve Tabarî (III, 605 İran eserlerinin Arapça ’ya tercümelerinin yapılması­ v.d.)’nin ifâdesiyle iki vezirlik (Vizâratân) onda bir­ nı da tevşik etmiş ve bu faâliyetleri desteklemiş, meş­ leşti. Fakat Dîvân al-îiatam zaman zaman e! değişti­ hur tabib Bahtîşü‘ [b .b k ,] ’nun Bagdad a getirilerek recek ve kendi oğullan al-Fazl ile Ca‘ far’a verilecektir. halîfenin husûsî doktoru olmasını sağlamıştır. Yah­ Yahya b. Hâlid, idâri kadrolar üzerinde mutlak ya ve oğullarının cömertliği, halk arasında darb-ı bir tasarrufa sâhipti. Merkezdeki yüksek me’murları mesel hâline gelmiştir. Yahyâ b. Hâlid, 18Ğ (802) yılında Hârûnürreşîd bizzat tâyin ve azl ettiği gibi, vâlilerin tâyininde de halîfeye telkin ve tavsiyelerde bulunuyordu. Yah­ ile birlikte bacca gitti. Halîfenin oğullan al-Amîn ve y a ’nın 17 yıl devam eden iktidannda en büyük al-Ma’ mün ile birlikte al-Fazl ve Ca'far de bu kafi­ yardımcıları oğullan olmuştu. Bunlardan Muhammed leye katılmıştı. Hac dönüşünde al-Anbâr yakınındaki ve Müsâ’nm ehemmiyetli mevkilere getirilmediği al-cUmr mevkiinde bîr kaç gün kalmak için durulduğu görülmektedir. Fakat diğer oğullan al-Fazl ve Ca°- sırada, önce Ca'far’in kâtibi Anas b. Abî Şayh, aynı far, idârede, büyük bir nüfuz sâhibi idiler. Ha­ günün gecesi ( 30 muharrem veya 1 safer 187=28/29 lîfenin süt kardeşi olan al-Fazl, 176 ( 792/793 ) ’da kânun II. 803) halîfenin emri ile Ca'far idam ve Cibâl, Taberistan, Dunbâvand, Kumis, Ermenîye Yahyâ ile diğer oğullan tevkif edildi. Bermekîler ’in ve Azerbaycan vâliliğine tâyin edilerek, A li evlâ­ diğer yakınları ve taraftarları yakalanarak idam veya dından Yahyâ b. ‘Abd ‘Allah’ın isyanım bastırmış hapsedildiler. Aileden yalnız Muhammed b. Hâlid’e ve onu esir alıp, Bagdad’a göndermiştir. Ertesi yıl dokunulmadı. Aynı zamanda Muhammed b. Hâ­ Horasan vâliliğine getirilen al-Fazl, bu eyâletteki lid 'inkiler dışında, Bermekîler 'in bütün mallarına huzursuzluklan gidermiş, Belht’te yeni bir kanal elkonuldu. Böylece Abbâsî halifeliğine 17 yıl hizmet açtırmış, câmiler ve kervansaraylar inşâ ettirmiştir. eden Bermekî âilesine son verilmiş oluyordu. Kaynaklar Yahyâ ’nın hapsedilmediğİni, yalnız Ayrıca bölge sakinlerinden teşkil ettiği kuvvetli bir ordunun bir kısmım da Bagdad’a göndermiştir. gözaltına alındığını ifâde etmektedirler. Hattâ ha­ 179 ( 795/796) yılında Bagdad’a dönen al-Fazl, lîfe ona istediği yerde kalabileceğini bildirdi. Yahyâ 181 ( 7 9 7 ) ’de babasının halîfe ile birlikte hacca önce al-Anbâr’da kalmak istedi ise de, oğullarının gitmesi üzerine ona vekâlet etti Bu arada halîfenin Rakka’ya gönderilmesi üzerine, o da onlarla bir­ oğlu Muhammed al-Amîn’e mürebbîlik yaptı. Hak­ likte gitmek istedi ve bu isteği yerine getirildi.



35ô



YÂHYA B. HÂLİD — YAHYÂ B. ZEYD HASEYNÎ. •a



Yahyâ ve oğullan, Rakka’da Dayr al-Kâ’im’de hap­ sedildiler. Onun hapishane hayatı üç yıl devam et­ miştir. Bu süre zarfında halîfenin zaman zaman onunla ilgilendiği ve hattâ ziyâretine gittiği anlaşıl­ maktadır. Yahyâ 3 muharrem 190 (29 teşrin II. 805 ) tarihinde vefat etti. Bibliyografya: Bermeki ailesiyle il­ gili bütün kaynaklar için bk. L . Bouvat, Les Barmécides d’après histoires arabes et persans, Paris, 19x2; Dominique Sourdel, Le Vizirat Abbaside de 749 à 936, Şam 1959/1960, 1 , 127-181. ( H a k k i D u r s u n Y il d i z , )



YAHYÂ PÎR ‘ALI. ( Bk. n ë v I .] YAHYÂ B.ZAYD al-HUSAYNÏ. [Bk. yâ



yah ­



B. ZEYD HÜSEYNÎ.]



YAHYÂ B. ZEYD HÜSEYNÎ. Y A H Y Â B. Z A Y D AL-HUSAYNÎ, Z a y d b. ‘A H [ b . b k j ’n i n o ğ ­ l u . Babası, K û fe ’li şîîler tarafından sürüklendiği ayaklanmada öldükten ( 122=740 ) sonra, genç Yahya Küfe ’de emniyette değildi. Yahyâ, şehri hemen mi terketti, yoksa kendisini aramadan vazgeçilinceye kadar burada mı saklandı, bu konuda değişik haberler vardır. Sonunda birkaç taraftan ile birlikte Horasan ’a kaçtı. Malşatil al-Tâlibîn ’e göre, Yahyâ, Medâin ’den R e y ’e, sonra da Serabs’a gitti; burada Yazîd b. ‘Amr al-Taymı ( ‘ Umdat al-Jâlib: b. ‘ Umar alTam îm î) adlı birinin yanında altı ay kaldı. Burada Hâricîler ( al-Mul}akkima ) kendisiyle işbirliği yap­ mayı denemişler, ama Yazîd ’in tavsiyesine uyan Yahyâ bunlarla ilişki kurmadı. Serabs ’tan Belh 'e gelen Yahyâ yi, burada al-Harîş b. *Amr b. Dâvüd ( Maİ?_Stil, s. 62; al-¡fada, var. 12b; al-Carîş b. 'A bd al-Raljmân al-Şaybân! ) misafir etti. Yahyâ ’nin davranışlarından haberdar olan Yû­ suf b. ‘ Umar [ b. bk. 3, Horasan vâlisi Naşr b. Sayyâr ’a, Yahyâ ’yı yakalamak emrini verdi. Bunun üzerine Belh kumandam Alevî ’yi saklandığı yerden alıp, N a şr’a gönderdi, bu da onu M e rv’de hap­ setti. İbn 'Umar, Yahyâ hakkında fikrini sorunca, Halîfe al-Valîd II., N aşr’a, Yahyâ ve taraftarlarına cezâ verilmemesini ve serbest bırakılmalarını yazdı. Naşr, isyancı davranışlarda bulunmaması ihtarı ve H a lîfe y e gitmesi emriyle Y ahya’yı serbest bıraktı, kendisine yol parası ve binek hayvanlan verdi. N a şr’ın emirlerine uyan Serahs, Tus ve Abraşahr (yân i Nîşâpûr) kumandanla« Yahyâ’mn buralarda kalmasına müsâade etmediler. Böylece Yahyâ hudut şehri Beyhak ’a vardı. İbn 'Umar ’dan korktuğundan olsa gerek, daha da garba gitmemeyi tercih etti, al-lfâda (var. I3‘ > aşağıda) ’ye göre bura­ da kendisine uyulmasını isteyen çağrıyı ( da°oa ) ya­ yınladı. 70 kişi kendisine biat etmiş olmalıdır. Yahyâ, bundan sonra küçük bir grupla, yolda bir kervandan binek hayvanlan alarak Abraşahr kumandam 'Am r b. Zurârâ ’ya karşı yürüdü. Düşmanlamun sayıca üstün­ lüğüne rağmen, başarıyla savaştı. Yâljüt ( nşr. Wüs-



tenfeld, I, 630 a) göre, Zurârâ, Nîşâpûr yakınındaki Bühtandan köyünde vurulup öldü ve karargâhında Yahyâ ’nin eline birçok binek hayvanı geçti. Bun­ dan sonra Yahyâ, Herat bölgesini geçerek Cûzcân’a girmeyi başardı. Burada birçok taraftar ka­ zandı. Fakat çok geçmeden, Naşr ’m gönderdiği Salm b. Ahvaz kumandasında kuvvetli bir süvâri birliği önüne çıktı. Arğuva (? ) köyünde üç gün süren şiddetli bir savaştan sonra Yahyâ, taraftarlanyla birlikte kılıçtan geçirildi (muhtemelen ra­ mazan 12 5 = temmuz 743 ’te ). ‘ Umdat al-fâlib ’e göre, bu sırada Yahyâ 18 ya­ şındaydı: başka kaynaklar ise, yaşını 28 olarak gös­ teriyorlar. Yahya’nın başı Şam’a gönderilerek bu­ rada teşhir edildi. Gövdesi Cûzcân ’m merkezi olan Anber’in (Anbâr; krş. Yâküt, I, 3Ğ7, 370) kapısı­ na asıldı ve Ebû Müslim [ b. bk.] ’in taraftarlarınca aşağıya indirilip gömülünceye kadar orada kaldı. Yahyâ ’nm türbesi, bir ziyâret yeri oldu. Yahya’nın ölümü ve cesedine edilen hakaret­ ler, Horasan şîîlerini pek çok üzdü. ’’Yahyâ için intikam” sözü, Yahya’nın öldürülmesinde ilgisi olanlan astıran Ebû Müslim’in taraftarlarının pa­ rolalarından biri oldu. Zeydîler, Yahyâ yı imamlarından biri sayarlar. B i b l i y o g r a f y a : al-Tabarî (nşr. de Goeje), bk. Fihrist; al-Ya'kübî ( nşr. Houtsma), II, 392, 397 v .d .; ayn. mil., Kitâb al-buldân, B G A , VII, 3°2; ibn J£utayba, K itâb al-ma°ârif (nşr. Wüstenfeld), s. i l i ; al-Mas'üdî (Paris, 18 71), VI, 2v.dd. 79; A b u ’l-Farac al-Işfahânî, Mo£öiî( al-fâlibin (Tahran, 1307), Taş. bsm. s. 61-64 ( Fabr al-Dîn Ahmed al-Nacafî, al-Muntaf}ab f i 'l-marâsi oa 'l-jpıfab, Bombay, I3 11« Taş. bsm. s. 182-191 kenarında); İbn Muhanna' aî-Hasanî, cUmdat al-fâlib f i ansâb âl A b l Jâlib ( Bombay, 1318 ), Taş. bsm. s. 230 v .d d .; aşağıda Hamd Allah Mustavfî, T a ’rîlp-i Guzlda, G M S (London, 19 10 ), XVI/n, 283 v.d.; A b u ’l-'Abbâs Ahmed b. İbrahim al-Hasanl, Kitâb al-Maşâbih, Cod. Ambr., yeni seri, A 55. var. 5 Xa - 52!>; Abü Tâlib al-Bajhânî, al-[föda f l tasrîh al-tr’immat al-sâda (Leıden, el. yaz. Or, 1974), var. I2a-I4i>; Hamid b. Ahmed al-Maljallî, al-ifadS’if, al-üardıya f l manâkfb d'immat al-Zaydîya (M ünih, el. yaz., A r, 86, var. 82 v.d.; G. Van Vloten, De Ophpmsl der Abbm den in Chorasan, tez ( Leıden, 1890), s. 60 v.d d .; J. Wellhausen, D ie reUgios -politischen Oppositionsparteien im alten idam ( Abh . G W. Gött,, yeni seri, Berlin, 19 0 1), V, 3 ,9 7 v.d.; ayn. mil., Das Arabische Reick und sein Sturz (Berlin, 1902), s. 211, 3x1; R. Strothmann, Das Staatsrecht der Zaiditen (Strassburg, 1912 ), s. 74, 107; C . van Arendonk, De Ophomst van het Zaidietische Imamaat in Yemen ( Leiden,



t 9 i 9 ). s- 30 v.d., 32, 37. ( C . V a n Ar e n d o n k . )



YAKÛB Y A 'K Ü B . [ B k YA-k Ob .]



YA’KÜB. Y A 'K Ü B , î s r â i l - o ğ u l l a r ı n a g ö n ­ d e r i l m i ş b i r p e y g a m b e r olup, K ur'ân'da muhtelif vesilelerle zikredilirken şeceresi de ortaya çıkmaktadır. Buna göre Ya ’kûb, tshak Peygamber ’in Refeka ’dan olan oğludur ( Tafsîr al-lÇurtubı, IX, 130), İsbak ise, büyük kardeşi İsmail ile birlikte İbrahim Peygamber ’in oğlu bulunmaktadır ( krş. Kur'ân, H, 133, 136, 140). Nitekim kendisi de, oğlu Yûsuf ’a, hânedânından Allah ’in lûtfuna mazhar olan Silesi mensuplarını hatırlatırken, “ataları Ibrâhim ve Ishak..,,’ı ( X I I , 6 ) da zikreder. K ut ' ân ’da Y a ’kûb, kendisine vahiyde bulunulan (krş. IV, 163; ayrıca bk. II, 136; III, 84) bir pey­ gamber olarak geçmektedir. al-Tabarî, Kur ân ’daki ilgili âyetin ( I I , 136) nüzûl sebebini açıklarken, hangi peygamberlere inanılması gerektiğini soran bir Yahudi topluluğuna. Peygamber ’in Ibrâhim, İs­ mail, tshak, al-Asbâf, Mûsâ ve tsâ arasında Y a ’kûb ’u da zikrettiğini kaydeder (b k . Tafsîr, III, 110 ). Bu görüşlerin yamsıra, dedesi ve oğullan ile bir­ likte zikredildiği diğer bir âyet (krş. II, 13 2 )*e göre, Ibrâhim ve torunu Ya’ kûb Peygamber, oğul­ larına, Allah ’m kendileri için din olarak islâmı ( Tafsîr al-Tabarî, III, 93 v.d.; aTBatjr al-muhît, I, 399 v.d .,) seçtiğini söylemişlerdir. Bütün bunlar onun muayyen bir topluluğa gönderilmekle kalmayıp, İslârmn tebliğiyle vazifelendirilmiş peygamberlerden biri olduğunu göstermektedir (ayrıca bk. K u r ’ân, X II, 38). Kur ân ’da “mufısin,, (krş. V I. 84), "şalı/ı,> (krş. X X I, 72 ; X X IX , 2 7 ), amel ve ilimde kuvvetli ( : uli 'Taydi val-abşar, X X X V III, 4 5 ) ve "muhlis,, (X X X V III,46) gibi sıfatlarla geçen Ya’kûb Peygam­ ber’in, a!-Asbâ{ diye anılan (krş. II, 136,140; III, 84; IV, 163 ) oğullan arasında sâdece Kur ân ’da kendi adına bir sûre bulunan Yûsuf zikredilir. Bu sûrede topluca “ Y û su f’un kardeşleri,, (krş. X II, 7 , 58) diye anılan, ayrıca Ya ’kûb ’un oğullan Yûsuf ’un ana baba bir kardeşi Bünyâmîn ’e ( krş. Kur ân, X II, 8; Tafsîr al-Tabarî, X V , 562 v.d.; X II, 59; Tafsîr al-Jabati, X V I, 155; X II, 76; Tafsîr alTabarî, X V I, 184), Rübîl veya Şam'ün (krş. III, 10; Tafsîr al-Tabarî, X V , 564 v .d .) ve Yahüdâ’ya (krş. X II, 9ö; Tafsîr al-Tabarî, X V I, 258) işâret edilir. Kaldıkları Filistin ’de başgösteren kıtlık üze­ rine, zahire yardımı almak üzere Yûsuf ’un mâliye nâzın (krş. Kar ân, X II, 5 5 ) bulunduğu bir sıra­ da, M ısır’a gelen (krş. Kur ân, X II, 6 5) Ya’kûb’un oğulları arasında (krş. Kur Sn, X II, 5 9 ) Bünyâmîn yoktu. Bundan dolayı bekledikleri yardımı alamıyan Y a ’kûb-oğulları ikinci sefer babalarının pek sevdiği küçük kardeşleri Bünyâmîn’i de birlikte ge­ tirdiler.



Fakat Bünyâmîn mürettep bir hırsızlık suçuyla Mısır ’da Yusuf ’un yanında alıkonur; bu hâdise üzerine büyük bir üzüntü içindeki Ya’kûb Pey­



YÂKÛBÎ. gamber’in ikİ gözüne ak (krş. K u r 'â n , X II, 8 4) düşer. Ancak Ya ’kûb, oğlu Yûsuf ’un gönderdiği gömleğini yüzüne sürmesi ile sağlığına kavuşacak ve âilesi ile birlikte Mısır ’a gelerek bir süre burada kalacaktır. Onun ıbütün bunlara rağmen Mısır ’m putperest hayatından memnun olmadığı (krş. Tafsîr al-Tabarî, III, 93; Mafâtllj al-ğaıjb, I, 743; al-Bafrr al-M uhît, I, 400) görülüyor. Y a ’kûb Peygamber ’ in Mısır ’a gelmeden önce, Filistin ’de deve ve koyun besleyerek geçimini te’min ettiği ( krş. Tafsîr al-Tabarî, X V I, 275), Mısır ’a İdesinden seksen altı kişiyle geldiği, nihâyet Firavun ’un tazyikleri sonunda, buradan ayrılırken îsrâil-oğullarmm 600.000’i bulduğu (diğer rivâyetler için bk. Tafsîr al-Tabarî, X V I, 276 v.d.) kay­ dedilmektedir. Yûsuf ’un Mısır ’da M. ö. 1700-1580 seneleri arasında hüküm süren Hiksös hânedânma mensup bir Firavun’un mâliye nâzırı olduğu (bk. M . Hamidullah, Le Prophete de l ’İslam, Paris, 1979, I, 5°3 v.d .) göz önünde tutulursa, burada onyedi sene kaldığı rivâyet edilen babası Y a ’kûb Peygamber’in ( Tafsîr aTTabarî, X V I, 275) mez­ kûr tarihler arasında 147 yaşında bulunduğu bir sı­ rada vefat ettiği kabûl edilebilir. Kendisinin babası İshak Peygamber ’in yanma gömülmesini vasiyet ettiği için, Filistin ’e götürülüp defnedildiği rivâyet ediliyor ( Tafsîr al-Kurtubî, II, 136). Kendisine İsrlil lekabı verilen Y a ’kûb Peygam­ ber ’in, yukarıda zikredilenlerin dışında Lâvî, Zayâlun, Yaşcür, Dan, Naftâli, Câd ve Aşür ile sayıları onikiyi bulan oğullan (bk . Tafsîr aTKurtubî, IX, 130) Benî İsrail ’in temelini teşkil ederler. B i b l i y o g r a f y a ; Metinde gösterilmiştir. (A



h m et



S uphi F u r a t .)



YA'KÜB. [Bk. SAFFÂRÎLER,] YA'KÜB B EY . [Bk. g e rm Iy â n -o ğ u lla ri.[ A L-YA'K Ü Bİ. [Bk. YÂKÛBÎ.] Y Â K Û B Î. a l - Y A 'K Ü B Î , A h m e d b . A b T Y a 'k ü b b . C a ' f a r b . V a h b B. VÂZİH A L -K â T İB a l 'A b b â s I,' A r a p t a r i h ç i v e c o ğ r a f y a c ı s ı olup, ve daha sonra âilenin al-'Abbâsî neslinin kendi­ sine borçlu olduğu Salih’in babası al-Manşür 'un azadlı kölesi olan Vâzilj ’in soyundan gelmektedir. Ya'kübî, Mısır Vâlisi iken, 169 (7 8 5 )’daki al-FaJjb savaşın da mağlûb olup, firar eden Idrîs b. 'A bd Allah ’a yardım için hayatını veren ceddi gibi şîî idi, fakat Imâml ’lerin mutedil bir kolu olan Müsavîya’ye mensuptu. Gençliğini Ermenîye’de ve başarılarını husûsî bir kitapta methederek anlattığı ( Târîl), II, 537/a ) Horasan ’daki Tâbiri ’lerin hizmetinde ge­ çirdi. 259 ( 872) yılma kadar cereyan eden hâdise­ leri içine alan umûmî tarihini henüz şarkta bulundu­ ğu bir sırada yazmış olmalıdır. Bu esere, husûsiyle, alâka duyduğu Benî İsrail tarihiyle başlar, 'Isa ve Havarilerin, Suriye, Asur, Bâbil hükümdârlarınm, Hindlilerin, Yunanlıların, Romalıların, Iranlılarm, Türkler de dâhil şimâl kavimlerinin, Çinlilerin,



YÂKÛBÎ -



YÂKUT M Ü SÏA ’SlM Î.



Mısırlıların, Berberîlerin, Habeşîlerin, Becâlann, Zencilerin ve nihayet Câhiliye Devri Araplannın tarihiyle devam eder. Birinci kısmin hemen he­ men iki misli genişliğinde olan ikinci kısmı, Pey­ gamber ’in doğumu ile başlar ve İslâm tarihi, 259 (8 7 2 ) yılına kadar gelir. Hâdiseleri izahında aslâ te’sirinde kalmadığı şîî temayülünden başka her hükümdârrn tahta geçişini kesin olarak burçların va­ ziyeti ile belirtmesi, onun astrolojiye olan alâkasını gösterir. Eseri kaynak olarak kıymetlidir; çünkü tamamen al-Tabar! ’ye bağlı rivâyetleri kontrol et­ meğe imkân verir; konuşmalara ve mektuplara karşı duyduğu alâka, onu sık sık mevzû dışına çık­ maya zorlaşa da, esen yinede önemlidir; ayrıca kaynaklarım belirtmediği gibi ve kendi devri ile il­ gili hâdiseler hakkında verdiği bilgiler de kısa ve za­ yıf notlardan ibârettir. T h. Houtsma, Cambridge yazmasına dayanarak eserin neşrini yapmıştır. { îbn Wädhik qui ¿idtur al-JacQühl kistoriae, 2 cilt, Leiden, 1883); bunun dışında İstanbul’da Topkapı Sara­ yı *nda (R S O , IV, 708 ) bir nüshası daha bu­ lunduğu bilinmektedir, krş. M . J. de Goeje, Über die Geschichte der Ähhasiien von al-Jcfltübi” , Tra­ vaux de la



3 ,:me session du congr. internat, des or.,



Petersburg ve Leiden, 1879, II, 153-166; M . Klamroth, "D er Auszug aus den Evangelien bet dem arah. Historiker faqubi", Festschr.



zur



Einweihung des



Wilhelmsgymnasium in Hamburg, 1885; ayn. mil., "Ü ber die Auszüge aus griecbuchen Schriftstellern bei al-]a*qühi", Z D M G , X L , 189-233, 612-838,



X L I, 415-442. Ya'kübı, Tâbiri ’lerin yıkılmasından sonra Mı­ sır ’a gitti ve burada 248 ( 897 ) yılında öldü. Uzun zamandan beri kaynak araştırmalarına ve bilhassa seyyahlarla yaptığı görüşmelere dayanarak malzeme topladığı coğrâfî eseri Kitâb al-Buldân ’ı,. 278{89l)’de burada kaleme aldı. Husûsiyle topografya ve ista­ tistiğe alâka duymuştur. Mesâfeleri günlük yolcu­ luklar şeklinde kısa olarak verir; buna karşılık toplanan vergilerin gösterilmesine bilhassa dikkat eder. Eserine Bağdad ve Sâraerrâ ’nm geniş bir tasviri ile başlar, daha sonrada İran, Turan ve Şi­ malî Afganistan 'm anlatılmasiyle devam eder. Bunu Garbi ve Cenubî Arabistan ile birlikte Küfe, Şarkî Arabistan ile birlikte Basra’nın tasviri tâkip eder. Şarkî Arabistan hakkında verilen bil­ giler, Hindistan, Çin ve Bizans İmparatorluğu hakkmdaki bilgiler gibi kaybolmuştur. Suriye askerî ordugâhları ile birlikte Suriye’nin tasvirini, Mısır, Nube ve Magrib ’inkiler tâkip eder. Kitab, istiklâlini kaybedip Horasan ile birleştiği ve halîfe al-Manş ü r’un ölümüne kadarki Sîcİstan vâlileri ile Tâhirî 'lerin sonuna kadar Horasan hakkındakİ bir bö­ lümle sona erer. Üslûbu açık ve sâde olup, aynı de­ virdeki diğer coğrafyacıların zevkle anlattıkları ma­ sallara yer verilmez, bk. M. J. de Goeje, Spedmen e literis orientalibus exhibens deseriptsonem al-Magh-



ribi sumtam e libro regionum al-jaqubii ( Leiden, 1860); Kitâb al-boldân auetore Ahmed îbn abi Ja°kûb îbn Wâdhih al-Kâlib al-Ja°k.übî ( nşr. M.J. de Goeje), B G A , VII, Leiden, 1892, Coğrafyasında zikredilen Bizans imparatorluğu ve A frika’nın fethi tarihi ile ilgili eserler kaybolmuştur.



■Bibliyografya:



Yafcüt, İrşâd al-arîb



(nşr. Margoliouth), II, 156; D. S. Margoliouth, Lectures on Arabic Historians ( Kalküte, 1930). s. 125 v.d. .



Y Â K Ü T A L-M U STA ‘ŞIM Î. TA’SIMÎ,]



YAKUT MUSTA’SIMÎ. T A 'Ş IM I, şiM t



Yâ k ü t



a l - T a v a s 1,



b.



‘A b d



(C .



B r o c k e l m a n n .)



[bk. YÂKUT MÛSYÂKÜ T Alla h



.A b u ’l -M a c d



al-M



U S-



a l - M u s t a '-



C amâl



a l - D în



(? -i2 9 8 ), I s l â m d ü n y â s ı n d a h a t t a r i ­ hinin mühim m erh alelerin den b i­ rini t e m s î l e d e n b ü y ü k s a n ’ a t k â r . Bâzan Abu ’1-Durr künyesi ( msi. îbn Kagir, al -Bidâya, X IV , 6 ) ile anılırsa da, bunun bâzı ka­ rıştırmalardan; doğmuş olması kuvvetle muhtemel­ dir. Bir rivâyete göre, Amasyahdır. Müstakim -zâde ( Tuhfe-i haltâttn, I, 575)» bunu şüphey­ le karşılar. Türk veya Rum asıllıdır (bununla berâber Habeş asıllı olduğu da söylenir: Kâzi Abmed, Gulzâr-t hunar, s. 57; Habîb Efendi, Hat ne hattâtân, s. 275 ’te nakledilen ve talebelerin­ den Sayyid Haydar 'm, oğluna, Yâkut 'u kasdederek, "Benim gibi yazamazsan bâri çalış, bu siyah gibi yazasın” dediğine dâir bir rivâyet, Habeş asıl­ lı oluşu ile birleştirilebilirse de, talebelerinden biri­ nin Yâküt hakkında böyle konuşabilmesi mümkün değildir). Son Abbâsî halîfesi aI-Mustaeşim (640656= 1242-1258 ) ’m kölelerinden olup, küçüklüğün­ den itibâren bu halîfe tarafından yetiştirilmiş ve nisbesinide ondan almıştır. Hadım ( f aoâ şı) idi. Za­ manının mütedâvil ilimleri yanında bilhassa sağlam bîr dil ve edebiyat tahsîl ettiği anlaşılmaktadır. Ha­ lîfeden, çok yakınlık gördüğü için hem refah, hem de itibâr içinde yaşamıştır. Rivâyete göre, Huîagu Bagdad’a girdiği zaman (656=1258) bir minâreye giz­ lenmiş, kan, ateş ve yağma ile geçen günleri burada, berâberlnde götürdüğü malzeme ile yazı yazarak geçirmişti ( bu hâdiseyi temsil eden bir minyatürün iki ayn nüshasından alınmış sûretleri için bk. Gul­ zâr-t hunar, levha, i , 2 ). Hattâ kâğıdı bittiği için yanında bulunan beyaz ince keten (m iskâll ba'lah a h fl ) bir mendil üzerine de yazmıştı KSzî Aljmed, ( Gulzâr-t hunar, s. 80 ), Şâh Ismâil ’in oğlu Abu’lFatlj Bahrâm Mirza ’nm kütüphânesi ’nde muhâfaza edilen bu vesikayı gördüğünü kaydeder: M ir Mün­ şi 'ye bu yazıyı verirler, o da çalışmalarında bundan örnek alarak faydalanırmış. Hayatının daha sonraki yılları hakkında da açık bilgi yoktur. Ancak, yazılarının ferağ kayıtlarından, Bagdad 'dan ayrılmadığı, onun şahsiyetiyle Bag-



YÄKUT MUSTA’Sİm !. dad Yn daha bir müddet hat san'atımn merkezi işlenmemiş olmakla berâber bu ikinci tarz, resmî olmakta devam ettiği anlaşılmaktadır. Moğol istilâ­ kayıtlara ve kitap istinsahına daha elverişliydi. K ûfî sının fırtınalı günlerini atlattıktan sonra, gerek Hu~ ve buna bağlı olarak İslâm dünyasının garb ve hattâ lagu ’nun, gerekse Abaka Hân ’m zamanında (663- şark bölgelerinde doğan bâzı tarzların gelişmesi bir 680=1265-1282), diğer bâzı âlim ve san’atkârlar yana, kavisli yazı hayli işlendi. Nitekim bu devrede gibi tekrar itibâra kavuşmuş olan Yâljüt ’un, bilhassa Halid b. Abi’ 1-Hayyâc gibi sımalar vardır. Enaevîle‘Ala3 al-Dîn al-Cuvayni (ölm. 681 = 1282) ve kar­ rin sonlarında ve Abbâsîlerin başlarında kullanılış deşi Şams al-Dîn al-Cuvayni (ölm. 685=1286) gibi sâhaları belirlenen ve ayrı isimlerle anılan bir takım devlet adamlarının takdir ve himâyelerini kazandı­ yazı çeşitleri doğmuş bulunuyordu. Bu gelişmede ğı muhakkaktır. Muhitinden büyük bir saygı gör­ büyük ölçüde hissesi bulunan san atkârlardan biri düğü, muhtelif yerlerden gelen talebelerinin oldu­ Kutbat a:-Muharrir ( ölm. 154=770 ) ’dir. Ancak, anılan merhalede doğduğu belirtilen yazı ğu, kendisinden hat dersi alanlar arasında mühim şahsiyetlerin çocuklarının bulunduğu bilinmektedir çeşitlerini bir birinden ayıran hususun, üslûp ve ( İbn Râfi°, MuntaJjab al-muhtär ’dan naklen: Bah- tarzdan çok büyüklük-küçüklük, incelik-kalınlık, cat aî-Aşarî, Tahhjfaât va s. 83 ). istinsah uzunluk-kısahk farkına dayanmış olması gerekir. ettiği mushaflardan günümüze kadar gelenlerin ta­ Meselâ, daha II. ( VI I I . ) asırda mevcut olan calîl, şıdıkları târihler bile, hayatının olgunluk ve yaşlılık İûmSr, şulşayn, niş/, şutş, v.s., ayrı üslûpta birer yazı devrelerini Bagdad ’da yalnız san’atma hasrederek çeşidi olmaktan ziyâde, ağızlarının eni değişik kalem­ lerin, dolayısıyle bu kalemlerle yazılan yazıların geçirmiş olduğunu açıkça göstermektedir, 698 (1298) yılında Bagdad ’da vefât ettiği zaman, adlarıydı. Bu fark bilhassa harflerin kalınlığı ile bâzı her hâlde yaşı bir asra yaklaşmış bulunuyordu. harflerin dik ve yatık hatlarının uzunluğu arasında Ölümü için 667, 690, 696 tarihleri de verilmekle be- değişen nisbetlere bağlı olarak anılan yazıların başka râber, doğrusu yukarda anılan yıl olmalıdır. Müs- hususiyetler kazanmasını ve kullanılma sâhaları takîm-zâde ( ayn.esr., göst. y er.), onun, 551 ve 584 aynlan muhtelif tarzların doğmasını neticelendirdi. tarihini taşıyan yazılarından bahsederek 180 yıl ya­ Nitekim II. ( VI I I . ) asrın son yarısında Abbasî şadığım söyler. Yine 584 tarihlî mushafının Sultan halîfelerinin ve vezirlerinin büyük alâkaları sâyeSelim Türbesi’nde bulunduğuna Habîb Efendi (aı/n. sinde Isljâlf b. I/ammâd ve talebeleri gibi san’at­ esr., s. 53 ) de temas eder; bununla berâber, 6 6 7 ’de kârlar, zevke ve sezişe dayanarak bulunan bir takım 80 yaşında vefât ettiğini yazar. Bütün bunlar bâzı nisbetlerin bir birinden ayırdığı bu aşli ile maozün tarih hatalarından veya başka Yâküt ’Iarla karıştır­ yazıları işledi ve bunlara yeni tarzlar eklediler. İbn Mu^la kardeşler, yâni vezir Abu °A1Î malardan doğmuş olmalıdır. Hat san'atı tarihînin belli başlı merhalelerinden Muhammed (ölm. 328=940) ve kardeşi Abü eAbd biri olan Yâküt, kendisinden öncekilerle sonrakiler Allah aî-Hasan ( ölm. 338=949 ) ile yeni bir devre arasında büyük bir halkadır. Aşağıda belirtileceği açıldı. Abü CA 1I İbn Mutla, üç asırlık arayış ve tec­ gibi, bir mektebi temsil eden bu sanatkârı, tek ba­ rübelerle elde edilen şekillerin nizâm ve âhengini şına ve yalnız eserleriyle değil, bu san’atm gelişme sistemli bir izâha bağlayan bir usûl ortaya koydu. seyrindeki yeriyle değerlendirmek gerekir. Bu se­ Bu sâyede yazı san 'atının belli ölçülere göre öğre­ beple h a t t ı n Y a k u t ' a k a d a r g e l e n s a f ­ tilmesine ve değerlendirilmesine başlandı. Aşli ve maozün yazının yerini, bu devreden itibâren alh a s ı n ı kısaca gözden geçirmek faydalı olacaktır. İslâmm doğuşu sırasında, şekilce fazla işlenmemiş falt al-mansüb, yâni harflerinin ayrı ve bitişik hal­ ve dilin tesbitini karşılayabilme bakımından son dere­ lerdeki şekilleri hendesî esaslara dayalı nisbetlere cede kifâyetsiz bulunan Arap yazısının, bir taraftan bağlanan yazı aldı. 347 ( 958) ’de istinsâh ettiği Arapça 'yı ifâde edebilecek bir alfabe, diğer taraftan bir eserle ( Köprülü Kütüp., nr. I5° 7 ) bu devre­ bir san 'at şûbesi olarak kısa zamanda gelişmesinin deki hattm karakteristik nümûnelerinden birini ilk büyük âmili, Kur ân 'in, her türlü bozulmayı müşâbede imkânını bulduğumuz Muhalhil b. Ah* önleyecek şekilde yazıyla tesbiti ve istinsâhmda gös­ med ( hakkında bulabildiğimiz tek kayıt İçin bk. terilen îtina olmuştur. Bunun yanısıra, genişleyen al-KiÎtb ül-lnbâh, Kahire, 1369, I, 14 3 ), tanınmış İslâm devleti teşkilâtında, kayıt ve haberleşme vâ­ dil âlimi al-Cavharî (ölm. 396= 1006'dan sonra), 368=(978) tarihli bir yazısıyla (Reisülküttab Kütüp., sıtası olarak yazı, ikinci bir teşvik kaynağı buldu. işaret edilen tarihte, kullanılma sâhasmm ve yazı nr. 904) üslûbuna dâir rivâyetleri açıklığa kavuştumalzemesinin tesiriyle, aynı yazının iki tarzı geliş­ rabildiğimiz Muhammed b. Asad (ölm. 4 10 = 10 19 ) meye başladı. Bunlardan biri, umûmiyetle mushaf- gibi şahsiyetlerden sonra, bat san 'atı, bu sonuncunun lara ve kitâbelere tahsis edilmiş, zamanla çeşitli tarz­ talebelerinden tbn al-Bawâb (ölm. 4 13 = 10 2 2 ) ile ları doğmuş olan, düz ve köşeli hatlarla yazılan kßfl, ana merhalelerden birini daha idrâk etti. İbn M ut­ diğeri nasbi diye anabileceğimiz, başlangıçta ehem­ la Yun usûlünü geliştiren ve mensûb hattı daha ince miyetli vesikalardan çok, günlük muamelâtta kulla­ hendesî nisbetlerle izah eden bu san’atkârm eserle­ nılan ve kavisli hatları daha çok olan şekildir. Henüz ri, uzun zaman ideal örnek olarak kabûl edildi. İslâm Ansiklopedisi.



F. 23



354



YÂKÜT MUâTA'SIMÎ.



Yukarda anıldığı gibi, üslûpça çoğu bir birinden hemen hemen farksız yazı çeşitlerinin bir kısmı ya­ vaş yavaş terkedilirken, ayrı karakter kazanmış ve husûsiyetleri belirmiş olan ana tarzlar artık süzülüp seçildi. Böylece ğubâr, musalsal, manşur v.s. gibi diğer tarzlar içinde mütâlaa edilmesi gerekenler bir tarafa bırakılırsa, altı kalem ( al-afalüm al-sitta) denen altı ana tarz doğdu. Bunlar içerisinde bugünkü değerlendirmelerimize esas olan husûsiyetierini ilk defa kazananlar tavfcie ve ri/fâc 'dır. Bunu, îbn Asad'in yazısında kolaylıkla müşâhede edebildiğimiz mufrafckak ve rayhânî tâkip eder. Hat ıstılâhı olarak çok eski bir mazisi bulunmakla berâber sülüs ( ¡alş ) ve nesih ( nast/), karakteristik vasıflarım daha son­ ra kazanmışlardır. Bütün bu gelişmelerin beş asırlık devresinin en mühim merkezi Bagdad ’dır ve bu süzülme-seçilme safhasının en büyük san ’atkârı da yine Bagdad ’da yetişmiş bulunan Yâküt ’tur. Yâküt, hat san atı tarihinde, muhtelif yönlerden gelen nehirlerin, tekrar çeşitli kollara ayrılmak üzere birleştiği du­ rulma noktasıdır. Yâküt, hat şeceresinde, umumiyetle doğrudan doğruya, Şuhda bint al-îbarl diye tanınan hadîs ve fıkıh bilgini, hattat Zaynab bint Ahmed b. al-Farac ( 5 7 4 = 1 1 7 8 ) ’» talebesi olarak gösterilirse de ( msl. bk. al-Aşarî, al-*înâyat al-$a‘ bânîya, Ankara, Dil ve Tarih-Coğ. Fak., Jsmâil Sâib Efendi Kitap­ ları, nr. 4133/1, var. 7“ v.d,; al-Kalkaşandî, Şublt al~a°şâ, III, 18 ), arada başka halka veya halkaların bulunması gerekir.



tından naklettiği bir yazısında ( Ayasofya Kütüp., nr. 3936, var. 42’1) onu, bu lekabla anmışlardır. Kalem ağzının o zamana kadar mûtad olan kesilme tarzım değiştirmesi, ona meyil vermesi, etli bıra­ kılması gibi tedbirleri almasının; altı çeşit yazının hepsine te'sir ettiği muhakkaktır. îbn Mukla, îbn alBavvâb yoluyla gelen kaidelere bağlı kalmakla berâ­ ber, îbn al-Bavvâb ’m tarzına zarafet kazandırdığı ve böylece husûsî bir üslûp getirdiği kabûi edilir. Ancak onun hizmeti, bilhassa muhakkak ve reyhanî’nin mükemmelleştirilmesinde kendini göstermiştir. Sülüs ve nesih aynı merhaleyi idrâk edebilmek için Osmanlı mektebinin kuruluşunu bekleyecektir. Yâküt ’un y a z ı s ı y l a g ü n ü m ü z e k a l a n e s e r l e r i n çoğu Kttrân-ı Kerîm ’dİr. Tam mushaflar, bir veya birkaç sûreyi ihtivâ eden en anıla­ rının çeşitli kütüphâneler ve müzelerdeki sayısı, Yâküt 'dan daha çok mushaf istinsah eden ikinci bir hattat olmadığı husûsundaki yaygın kanâati kabûl ettirecek kadar yüksektir ( msl. bk. Topkapı Sara­ yı, Katalog, 1, 29-36, nr. 89-110; tarihleri 640-696 ara­ sında değişen 22 eser; Türk İslâm Eserleri Müzesi, nr. 28, 328, 505, 507, 525). Kur’ân-t Kerim ‘den sonra hat için tercih ettiği metinler küçük hadîs mec­ muaları ( msl. Hekimoğlu Ali Paşa Kütüp., nr. 260 ), kısa küçük dîvânlar, şiir mecmuaları (msl. Ayasofya Kiitüp., nr. 3932, 3933, 3881), manzum ve mensur sözlerden derlenmiş risâleler mâhiyetindeki kendi eserleri ( aş. b k .) ve benzeri metinlerdir. Bugün kütüphânelerde mevcud ve onun imzasını taşıyan eserle­ rin bir kısmı, bizzat kaleminden çıkmış değil, yazısın­ Her halde o, muhtelif hattatlardan faydalanmıştı. dan yapılmış taklîdî nakillerdir ( aş. b k .). Bunların Bu arada yine al~Mutaeşim ’m nedimlerinden ve tesbîtî, uzun ve ciddî bîr tetkik ile mümkün ola­ saray müstensihlerinden olup, bu halîfe tarafından bilecektir. Y aku t’un bâzı âyet ve hadîslerden, men­ yenİ açılan bir kütüphânenin müdürlüğüne getiril­ sur ve manzum güzel sözlerden, umumiyetle yine miş bulunan meşhur mûsıkîşinas Şafî al-Dîn 'Abd hikmetli bir söz veya neticeyle düğümlenen kısa ta­ al-Mu°min al-Urmavî (ölm. 6 9 3 = 12 9 4 )’den de rihî fıkralardan derlenmiş risâleler şeklinde bir ta­ hat meşk ettiği söylenir ( Müstakîm-zâde, ayn. esr., kım eserleri vardır. Bu çalışmalarından şimdilik göst. yer.; Habîb Efendi, ayn. esr., s. 5 1). Fakat o, bilinenler şunlardır: Âsrâr al-hukamâ*; Köprülü Kütüphânesi ’nde (nr. asıl yetişmesini, tbn Mukla ( ölm. 328=940) 'nin ve daha çok da Ibn al-Bavvâb (ölm 4 13 = 10 2 2 ) 'm 1205 ), kendi hattıyla ve 689 (129 0 ) tarihli bîr yazılarını uzun uzun incelemiş olmasına borçludur. nüshası bulunan risâle, muhtemelen bu nüshadan Daha hayatında san’at kudretini kabûl ettirmiş, basılmıştır ( İstanbul, 1300). Başlıklarına bakılarak aynı eser sanılan aşağıdaki şöhretiyle birlikte te’sîri yayılmış bulunan Yâ­ küt ’a, Klblat al-kuttâb ( kâtiblerin, yâni hattatla­ risâlelerinin hacim ve muhtevaları farklı, sâdece rın kıblesi) lekabı verilmiştir. Onu bu lekabla anan mâhiyetleri aynıdır: Affiâr oa aş°âr oa naûâdir oa flkaT va hikflm oa Müstakîm-zâde (ölm. 1202=1788; Tııhfe, s. 575) ’ye ışâretle, bu sıfatı önce Osmanlı muhitinde üaşâyâ muntabala: Ayasofya Kütüp., nr. 3765, ken­ almış olması ihtimâli üzerinde durulmaşsa da di hattıyla ve h. 662 tarihli. Afjbâr va aş'ar Oa naüâdir va öşnr va hikam oa { M. Babcat Aşarî, Tahkikat oa ia‘ lıftâi..., s. 82; N. Zayn al-Dîn, Maşavoar al-hajl al-'arahi, s. 328 ), mulah va fifcar munlahaba : Ayasofya Kütüp., nr. bu daha eski tarihlerde ve başka muhitlerde de kul­ 4306, kendi hattıyla ve h. 667 tarihli, lanılmıştı. Meselâ, XI. (XVII.) asrın başlarında A\ıbâr va af âr va âdâb va hil/am va navâdir oa vefat eden Kâzî Ahmed ( Gulistân-t hrnar, s. 59) fikar va oaşâyü muntahaba : Ayasofya Kütüp., ve hattâ, Şâhruh ’un oğlu Mîrzâ Baysungur 'un nr. 3764, kendi hattıyla ve h. 669 tarihli. hattatlarından Şams al-Dîn Muljammed b. Husâm Adâb va (tifom va ahbâr va âşâr va jifo r va afâr al-Sultânî, 829 ( 1425 ) ’da Herat ’ta Yâküt ’un hat­ mımtafaba : Nuruosmaniye Kütüp., nr. 49°7, kendi



Y Â K U T M U STA ’S IM Î. hatlıyla ve h. 689 tarihli. Bu risale ayw nüshadan birlikte t a l e b e l e r i ve hattâ onların talebeleri basılmıştır ( Salaş ras&il, İstanbul, 1298, s. 53-57 ). tarafından devam ettirilmiştir. Abbâsîlerin suku­ Dar al-Kutub al-Misriya’deki ( I I P , 330; burada tundan sonra da Bagdad ’dan ayrılmayan Yâküt ’un müellif Yâküt al-Malikî ile karıştırılmıştır), British san'atımn en verimli yılları ve bilhassa hocalığı Museum ’daki ( I—III, 657, nr. 1428 ) ve Patna 'daki bu ikinci devrededir. İslâm dünyasında gittikçe ya­ ( bk. G A L , I, 353) nüshaların da böyle ayrı metin­ yılan şöhreti, etrafında, muhtelif yerlerden gelen ler olması kuvvetle muhtemeldir. Risalelerin adı sa­ çok sayıda kabiliyeti toplamış bulunuyordu. Yanında, nılan bu başlıklar, aslında muhtevâyı tanıtan bir ta­ talebelerinden bir kısmının ayrı bir ehemmiyeti ve kım ibSreîerdir. Nitekim bunlara çok yakıtı bir baş­ yeri vardı; hattâ bunlardan altısına kendi yazılarından lık taşıdığı için yine Yakut un yukarıda anılan matbu yaptıkları nakillere yine kendi imzasını da atmaları risalesinin bir nüshası gibi gösterilen ( G A L , Suppl., müsâadesini vermişti ( Gulzör-i bunar, s. 60). N i­ I) 598 ), aynı şekilde güzel sözler v.s. 'den derlenmiş tekim onun adım taşıyan yazıların bâzılarmda hem bir risâle ( Aftbör oa aş'ör m naoâdir oa fifcar; Aya- kendisinin, hem de yazıyı taklîden nakledenin ferağ sofya Kütiip.j nr. 3763; diğer bir nüshası: Afabâr oa (bitirm e) kaydı bulunmakla berâber, İkincisini taaş‘ ör oa Ijİkatn va âdöh oa naoâdir Oa /i&ar, aynı kü- şımıyanların sayısı az değildir. Hattâ bu yol, doğru­ tüp,. nr. 48x4 ), onun talebelerinden Muljammed b. dan doğruya talebesi olmayanlar tarafmdanda de­ eAlı-Şîr al-Kâtib ’in, h. 699 ve 700 tarihlerinde yaz­ vam ettirilmiş, bâzan taklid edilen yazının tarihi dığı ayrı bir metindir. Bu risalenin Yâküt a âit ol­ olduğu gibi nakledilmeyerek nakil sırasındaki tarih madığını ve onun eserlerine bir nevî nazire şeklinde ile değiştirilmiştir. Bu bakımdan onun ferağ kaydını bizzat Muljammed b. “AİI-Şir tarafından derlenmiş taşıyan her yazı kendi kaleminden çıkmış değildir. bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu eserler, birinci de­ Nitekim ölümünden sonraki tarihleri taşıyanlarda recede muhtevaları için değil, fakat hat malzemesi vardır. olarak kullanılmak üzere derlenmişlerdir. Her hal­ Büyük talebelerinden altısı, kendisiyle birlikte de Yâküt ’un elinde, bu maksatla, beğendiği mensur, ” Ustâdân-i sab“a” ( yedi üstâd ) diye anıldı. Onun manzum ibareleri, fıkraları topladığı bir defteri vardı mektebini muhtelif ülkelerde devam ettiren bu altı ve zaman zaman, bu biriken malzemeden, farklı ter­ sanatkârdan bahsedenlerin listelerinde, bâzı deği­ kiplerde mecmualar yazıyordu. Bu risalelerin baş­ şiklikler görülürse de, umûmiyetle şu sîmâlar yer lıklarında, mâhiyetlerinde görülen benzerliklerle me­ alır: Argün b. “Abd Allâh al-KâmiII ( ölm. 744=1343/ tinlerindeki farkların ve bunlardan doğan karışıklı­ ğın sebebi budur. I344). Adı, hal tercümesinden bahseden kaynaklarda Nabza min afcoâl al-fuzalâ1 başlıklı bir başka der­ farklı verilir, fakat kendi yazısında böyle geçer ( hal lemesi h. 681 tarihli bir nüshasından basılmıştır tercümesi için bk. Menâktb-i hüneroerân, s. 18, 23, ( Majrân Yûsuf Dâvüd, K . Tanzih al-alböb, Musul, 74; Gulzör-i kunar, s. 60 v.d.; Tuhfe-i hattâtin, s. 288 ; 1863 içerisinde). Hat oe hattatcm, s. 30, 54, 274 v .d .). Bâzı yazıları Risöla f i diye bir eserinden bahsedilirse için bk. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüp., Emânet (Miftâlf al-sa°öda, I, 86; K a şf al-şünün, I, 892) Hazine kısmı, nr. 222, 151 ( Katalog, I, 42, nr. 135, 136): h. 7°6 ve 730 tarihli. Revan Köşkü kısmı, nr. de, bugün herhangi bİr nüshası mevcud değildir. Yâküt al-Musta’sım l’nin şiirleri de vardır. Hal 69 ( Katalog, 1, 57, nr. 194); Ayasofya Kütüp., tercümesinden bahseden kaynaklar bunlardan bâzı nr. 4116: h. 741 tarihli. parçalar nakletmişlerdİr. al-Şayb Alımed b. al-Suhravardl ( hakkında bilgi Yâküt ne mühim bir müellif, ne de büyük bir şâir için bk. Menâktb-i hüneroerân, s. 18, 23, 76; Gul­ olmak iddiasmdaydı. Onun adını yaşatan eserleri, zör-i hunar, s. 60; Tuhfe-i hattâtîn, s. 93 v.d.; Hat daha çok kendi kaleminden çıkan yazılarla, yetiş­ oe hattâtân, s. 55, 275). İki yazısı için bk. Toptirdiği san’atkârlardır. kapı Sarayı Kütüp., Emânet Hazine kısmı, nr. 249 Öteden beri hat san’atında, daha ileri bir mer- ( Katalog, I, 50, nr. 166 ); h. 705 ’te veya biraz ön­ heleye sıçrayabilmek, yeni bir tarz ve şahsî üslûba ce istinsah edilmiştir; Ayasofya Kütüp., nr. 6, h. 71S geçebilmek için talebeler, ’’üstadlarımn yazılarının tarihli. sürerini çıkarma” diyebileceğimiz bir çalışma ile yıllarca süren bir taklit devresinde onun üslûbunun inceliklerim öğrenir, hazmederlerdi. Böylece büyük kabiliyetler devrin üstâdınm temsil ettiği merhale çı’zgisinde-bâzan hissedilmesi güç mesafe farkları ile toplanırlardı. Böylece bir Yâküt mektebi doğmuştur. Bu bakım­ dan Yâküt ve Şeyh Hamdullah gibi şahsiyetler tek başlarına düşünülemezler. Yâküt bu vasıftaki üstadlann en belli başlarından biridir. San’atı, imzasıyle



Mubârakşâh al-Suyüfî ( bk. Menâktb-i hüneroerân, s. 18, 75; Tuhferi hattâtin, s. 371; Hat oe hattâtân, s. 3° , 54, 56). Bâzı yazılan için bk. Topkapı Sarayı Müzesi Kütüp., Yeniler Kısmı, nr. 2468 ( Katalog, 1 ,44 v.d., nr. 144): h. 744 tarihli. Hazine kısmı, nr. 838 ( Katalog, IV, 321, nr. 8550); h. 747 tarihli. Emânet Hazine, nr. 1102 ( Katalog, IV, 321, nr. 8551), h. 748 tarihli. Mubârakşâh b. Ku{b (bk. Menâktb-i hüneroerân, s. 18, 25; Tuhfe-i hattâtin, s. 370 v.d.; Hat ve hattâ-



YÂKUT MÜSTAFİMİ. 5. Şihâb al-DIn Yaküt al-HamavI al-Rûm! ( ölm. lân, s. 3°, 55, 274 )• Bir yazısı için bk. Ayasofya Kütüp., nr, 41x6, var. 29b, 626 h. ) : Tanınmış âlim, edib ve müellif [ bk. Yâküt ’un ’’Mubârakşâh” adlı en az iki talebesi mad. YÂKUT RUMİ j. 6. Yâküt b, 'Abd 'Allâh al-Fâzil ai-Habaşî alvardır. Yine talebeleri arasında anılan' Mubârakşâh Zarrın-kalam ’in (msl. bk. Gulzâr-i /umar, s. 6x v.d.; Mu'izzî al-Mas‘üdî ( ölm. 654 h. ) . 7. İftihar al-Dîn Yâküt al-Şayhi al-Habaşî ( ölm. Hat ve hattâtân, s. 30, 275) yukardaki iki hattattan her hangi birisi olup olmadığı hakkında şimdilik bir 777 h. ), Mısır Memlûk sultanlarından al-Aşraf Nâ­ şey söylenemez. Ayasofya Kütüphanesi ’ndeki mü­ şir al-Din Şa'bân (764-778 = 1363-1377)'ın köle­ him bir mecmuada (n r. 4116, var. 29») yazısı bu­ lerinin reîsi idi. 8. Yâküt b. 'A bd Allah al-Arğün al-Habaşî ( ölm. lunan Mubârakşâh b. eAbd Allah ise, al-Suyüfî 833 h. ): Mısır Memlûk sultanlarından al-Aşraf veya Zarrin-kalam olmalıdır. 'A bd Allah b. Maiımüd al-Şayrafî (bk. Menâktb-i Sayf al-Dİn Barsbây ( 825-841=1422-1438 ) 'ın hihiitmverân, s. 19. 74; Gulzâr-i fumar, s. 62 v.d.; mâyesıne mazhar olmuştu. B i b l i y o g r a f y a : Hat san’atmın Yâkütu’lTuhfe-İ hatlâtîn, s. 287; Hat ve hattâtân, s. 30, 54, Musta'simi’ye kadar geçirdiği gelişme hakkında 275 ). Bâzı yazıları için bk. Topkapı Sarayı Müzesi verilen hulâsa için bk. 'A bd Allah b. 'A bd al-'Azîz Kütüp., Yeniler kısmı, nr. 5725: h. 707 tarihli; Emâ­ al-Bağdâdi, Kitâb al-Kuttâb ( nşr. Dominique net Hazine, nr. 49: h. 745 tarihli; aynı kütüp., nr. Sourdel), Bulletin d'études orientales (Dimaşk, 124 ( Katalog, 1 ,43 v.d .). X954), X IV , r28-i53 ; İbn al-Nadim, K . al-Fihrist Naşr Allah al-Tabib ( kendi yazısında adı bu şe­ ( nşr. G . Flügel ), Leipzig, 1871, s. 6-9; İbn Haldün, kilde geçen hattat, Nâşir al-Dİn al-Mutatabbib, Hakim Naşr-i K ar|dahârî v.s. diye de anılır; bk. al-Mukaddima (Beyrut, 1967), s. 744-754; al-Çalkaşandi, $ubh al-a'şâ (Kahire, 13 3 2 = 19 14 ), M enâktb-i hüneroerân, s. 23; Gulzâr-i hanar, s. 61; III, 11-18; Taşköprî-zâde, Miftâh al-sacâda (K a ­ Tuhfe-i hattâiin, s. 566; Hat ve hattâtân, s. 54 V.d.). hire, 1968), 1,84-88; Kâtib Çelebi, Kaşf al-?uAltı talebesi arasında, bâzan yukardakilerin yerini alan iki hattat da Yûsuf b. Yalıya al-Maşhadı (v e ­ nûn ( İstanbul, 1941 ), I, 7 10 v.d.; M . Bahcat alya: al-Horasânî, al-Harav!, al-Küfl, h. 710 tarihli Aşari, Tahfİkât oa tcflikât calâ Kitâb al-/)a({âf al-Bağdâdi “A lî b. Hilâl al-Maşhâr bi'bn al-Bavbir yazısı; Üniv. Kütüp., A Y nr. 4400) ile aloâb (Bağdad, 1377= 1958); Nâcî Zayn al-Din, Sayyid Haydar Gunda-nuvis ( iri, büyük, celi yazı Muşaovar aT/ıalt al-^arabl (Bağdad, 1974), 2. yazan ) 'tir ( bunlar için bk. Menâktb-i hüneroerân, s. 23; Gulzâr-i hanar, s. 61; Tuhferİ kattâtin, s. tabı; ayn. mil., BadffT al-ftaff al-‘ arabi (Bağdad -Beyrut, 1981, 2. tabı; Şaiâh al-Dîn al-Munaccid, 190,592; Hat ve hattâtân, s. 55,2 75). Dirâsât f i târih al-haft al-carabî min bidâyalihi Y â k ü t , hattâ Yâküt b. 'Abd Allah a d ı n ı t a ş i y a sı, aynı hat ananesinin devam ettiği bir ila'l-°aşr al-Âmavï (Beyrut, X972 ); Suhayla Yasin al-Cubürî, Aşl al-faft al-carabï va tafaodevrede gelmiş, çoğu al-Musta'şimî ’ye yakın bir zaman ve muhitte yaşamış b a ş k a h a t t a t l a r ouruhu hattâ nihâyal al-caşr al-Amaöî (Bağdad, da vardır. Aralarında Selçuklu sultam Melikşâh ’ın I9 7 2 ); Y. H, Safadi, Islamic calligraphy ( London, 1972); Ayrıca bk. I A , madd. ARABİSTAN (YA­ himâyesini kazanmış olan Amin al-Din al-Malikl ZI ), İBN MUKLE, İBNÜ ’L-BEWÂB. ( aş. b k .) gibi mühim simaların da bulunması, yu­ karda zaman zaman işâret edildiği gibi bâzı karış­ Yâküt al-Musta'simf için bk. İbn Kaşîr, altırmalara da yol açmıştır. Bu Yâküt ’larm belli baş­ Bidâya va 'l-nihâya ( Kahire, 1358 ), X IV , 6 ( yıl: lıları şunlardır: 698); İbn al-Şukâ'î, Tâli Kitâb vafayât al-a'yân (nşr, ve Frans, trc. J. Jublet), Dimaşk, 1974, x. Abu ’1-Durr Yâküt b, 'Abd Allah al-Rûm! metin s. 175 ( Frans. trc, s. 203), nr. 291 ; İbn ( ölm. 543 h,, Dimaşk), Abu’I-Ma'âlî Ahmed b. Tağrîbirdî, al-Nucüm al-zâhira ( Kahire, 1358 ), “Alî b. al-Naccâr al-Tâcir ’in âzâdlısı idi. ‘ 2. Abu ’I-fdasan Yâküt al-Şaklabî al-Camâlı ( ölm. V I 11,18 7 v.d. (yıl 698); Miftâfı al-sacâda, I, 86; 563 h.), Halîfe al-Mustarşid Bi 'İlâh 'ın âzâdlısı idi. Mustafa Alî, Menâkıb-i hünervetân ( nşr, [ İbnü! 3. Amin al-Dîn Yâküt al-Mavşiii al-Maîikf al-Kâ- -emin] M. Kemal [İnal], İstanbul, 1927), s. 17-23; tib (ölm. 618 h., M usul) : al-Malikl nisbesini Sul­ Kâzî Ahrrıed, Calligraphers and painters ( [: Gul­ tan Melikşâh ’tan almış olan bu san’atkâr, hattat zâr-i hunar], İng. trc. V. Minorsky), Washing­ olarak al-Musta'şimî 'den sonra, Yâküt ’iarın en ton, 1959, s. 57-60; İbn al-'imâd, Şazaröt l-zakab mühimi ve en meşhurudur. Bilhassa al-Cavharî ’nin (Kahire, 1351), V , 443 (yıl 698); Müstakîm-zâde K . al-^ihah ’ini istinsah ederdi ve bunların her nüs­ Sâdeddin Süleyman, Tuhfe-i hattâtin (nşr. İbnül hası 100 dinara satılırdı. -emin M. Kemal [ İnal ] ’m önsözü ve notlarıyle ), 4Muhazzab al-Din 'Abd al-Ral)mân Yâküt b. İstanbul, 1928, s. 575; Habîb Efendi, Hat Ve 'A bd Allâh al-Rüm! ( ölm. 622 h. ) : yine bir âzldh hattâtân ( İstanbul, 1305 ), s. 51-54; Y . E. Sarkis, olan bu Bagdad ’lı hattat, aynı zamanda dîvân sâhibi Muccam al-ma{bür'ât al-carablya Va 'Tmur~arraba bir şâirdi. (Kahire, I928), s. 1943: M. B. al-Aşarî, Tahkikat



Y Â K Ü T M U S T A ’S IM Î tia icflîfcât, s. 77-84; 'O. Rizâ Kaljîjâia, M tfcam al-n u fallifh (Dimaşk 1961), X III, 180; al-Ziriklî, al-AHüm ( Kahire, 1957 ), IX, 157 v.d.; F. Edhem



Karatay, Topkapt Sarayı M üzesi Kütüp., Arapça yazmalar falaloğu ( İstanbul, 1963,1969 ) I, IV; Muşaooar al-fya(t al-"arabl, s. 60 v.d. ( nr. 195 v.d.), s. 320 421, 423; B a d f f f al-hait al-‘ arabi,



s. 42 ( nr. 19 ), 159 (n r. 234); C. Brockelman, G A L , I, 353; Suppl, I, 598; [ E l , mad. . YAKU T AL-MUSTA'SİMÎ J. Diğer hattat Yakut '1ar için bk. Yâküt al-Hamavî, İr.şad al-‘ arîb ( nşr. Farîd R ifâ 'î), Kahire, I93Ö. X IX , 311 v.d.; lbn Haüikân, Vaf ayâl a/a"yan ( nşr. İhsan 'A bbâs), Beyrut, 1972, V I, 119-138; V II, 335 v.d.; al-Nucüm al-zâhira, V, 283 v.d.; V III, 187 v.d.; Tuhfe-i haitâtîn, s. 576 v.d.; İsmail Paşa, Hadlyat al-"arifin (İstanbul, 1955 )» II, 512 ; Hat üe haüâiân, s. 5° , 54 v.d.; Mtfcam al-mtfallifh, X III, 178 v.d.; al-Ziriklî, al-AHâm, IX, 156 v.d .). (NİHAD M . ÇETİN.) Y Â K Ü T a l-R Ü M İ. [Bk. YAKUT RÛMÎ.] Y A K Ü T RÛ M Î. Y Â K O T AL-RüMÎ, veya daha sonra kendi tarafından verilen şecereye göre, ŞîHÂB a l - D î n A b u cA b d A l l a h



Y a 'k u b b. 'A b d A l l a h



A L -U a m a v î, m e ş h û r A r a p d e r l e y i c i s i . 575



(117 9 ) ’te Bizans arâzisinde, Arap olmayan bir aile­ den doğdu ( al-Rümı nisbesi buradan gelmektedir). Çocukluğunun başlarında esir edilip, Bağdad *a geti­ rildi ve halîfelerin payitahtında tâcir olarak yerleşen 'Askar b. Îbrâhîm al-Bamavî tarafından satm alındı. 'Askar, kendi nisbesini alan Yâküt ’a iyi bir tahsil yap­ tırdı ve birkaç yıl sonra onu, ticâret için Basra körfe­ zindeki Kişim [ b. bk, 3 adasına, 'Uman ve Suriye ’ye gönderdi. 596 ( ıi9 9 )* d a âzad edilen ve geçici bir süre 'Askar ’le arası açılan Yâküt, geçimini te’min için müstensih olup, al-'Ukbarî (ölm. 616— 1219) ’nin derslerini izledi; sonra ticârî seyahatlerinin hesabını tutmak için eski efendisi 'Askar ile barıştı; onun ölü­ mü üzerine de Bağdad ’da kalıp, kitapçı oldu. Bununla berâber 610 ( 1 2 1 3 ) ’da yeniden gezgin hayatına döndü. Bu tarihte onu, Tebriz ’de, ertesi yıl Suriye ve Mısır ’da, 612 (12 15 ) ’de tekrar alevî aleyhtârı düşüncelerinden dolayı, linç edilmekten kurtulduğu Şam 'da görüyoruz. Yâküt, Ş a m ’dan sırasıyla Ha­ leb ’e, M usul'a, Horasan ve M erv'e kaçtı; takriben iki yıl kadar zamanını, kütüphanelerde kitap karış­ tırmakla geçirdi. Esas eserlerinin malzemesini bu şehirde toplamaya başlamıştır. Bununla berâber 615 ( 1 2 1 8 ) 'e doğru, okumakla geçen inzivadan ayrılıp, îjbârizm ( şimdiki Hîve) 'i ziyâret etti. Ancak Cen­ giz Han tarafından sevk edilen Moğul ordularının geldiklerini öğrenince, 616 (12 19 ) ’da bütün varım yoğunu bırakarak acele ile kaçıp, büyük sefalet için­ de M u su l’a ulaştı (receb 6 1 7 = eylül 1220), Bir mektubunda o sırada Halep’te bulunan vezir İbn al-Kifti [ b. bk. ] ’den yardım istedi. Bîi vezir; 619



Y A K Ü T R Û M Î.



35 7



(1222 ) ’da ona kendisine iltihak edebilecek kadar az ihsanda bulundu. Ancak, Yâküt, iki yıl sonra tekrar M usul’a dönüp, 20 safer 621 (1 3 rrîart 12 2 4 )’de coğrafya lügatini bitirdi; bu şehirde çok kalmayıp, aynı yılın sonunda Mısır ’a hareket etti. 625 ( 1228 ) başında tekrar Haleb ’e gelip, coğrâfî derlemelerim son defa elden geçirdi ve bu çalışma içinde 20 rama­ zan 626 ( 20 ağustos 1229 ) 'da öldü. Yâküt ’un eserlerinin bir kısmı bugün kayıptır. Kitâb al-mabdcf Va 'l-m d'âl, tarihe dâir Kitâb alduval, hal tercümelerine dâir Kitâb Afybâr al-M utanabbî, Kitâb af}bâr al-şu'arâ*, M tfcam al-udabcf ve M tfcam al-ştfarcf, muhtemelen Abu '1-Farac alIşfahânî 'nin Kitâb al-Agânı 'sinden parçalardan ibâret olan "Unvân al-Ağânî bunlardandır. Yâküt ’un bize kadar gelen eserleri şunlardır: 1. Arapların şe­ cerelerine dlir Kitâb al-multtazab f i 'l-ansâb ( yaz­ ması Kahire’d e); 2. Kitâb irşâd al-arlb ilâ rrufrifa t al-adîb ( îbn Halükân 'da; İrşâd al-alibbâ* ilâ mcfrifat al-adaba’, bu eser daha çok M tfcam al-udabif veya T abafat al-udabâ” adı île tanınır ( Margolioutb tarafından Leyden, 1907-1931 yıllan arasında G M S serisi içinde 6 cilt bilinde yayımlanmıştır. Bu mühim eser, alfabe sırasına göre tertib edilmiş olup, gramer­ ciler, filologlar, hattatlar, edipler, şâirler ve umûmî bir şekilde bütün adab ile uğraşanların hal tercüme­ lerini içine alır. Ne yazık ki bu eser tam olarak elimize geçmemiştir). 3. M tfcam al-buldân, Yâküt bu eser üzerinde 1 2 1 5 ’ten ölümüne kadar çalışmıştır (eser Wiistenfeld tarafından Ja cu t's georapkisches Wörierbtıch adıyla, 6 cilt hâlinde Leipzig 'de 1866-1873 yıllan arasında yayınlanmış olup, 1924 ’te ikinci bas­ kısı yapılmıştır; 1906/1907’de Avrupa ve Amerika v.b. için yeni bîr zeyille birlikte 10 cilt hâlinde Kahi­ re 'de basılmıştır). Bu lügat, sâdece coğrafyaya âit bilgiler değil, ayrıca her yer için mâlûmlt hey 'et ve tarihle ilgili mu’talar, şiirler ve bahis konusu yer­ lerden yetişen yüksek şahsiyetlerin sayısını da içine alır. Sâdece Yâküt *a has olmayan, bu tarih ve coğ­ rafya malzemesinin karışıklığı, ‘Abd al-Mu’ min^b. 'A bd al-Hakk (ölm. 735= 1339 ) adlı başka bir derleyiciyi, M tfcam al-buldân 'in sâdece coğrafyaya âit malzemesini ihtıvâ eden Marâşid ab-iRilâ" "ala asma’ td-amkina m 'l-biftâe ( nşr. Juynboll, Leyden, 1851-1864, 4 cilt) adıyla bir muhtasarım yazmaya sevk etti. 4. Kitâb al-muştarili vaz'aa üa 'l-m uftalif şak"“ ” ; bu eser, 623 ( 1 2 2 6 ) ’de te’lif edilmiş ve 626 ( 1 2 2 9 ) 'da yeniden İşlenmiştir (nşr. Gottin­ gen, 1846, 1 cilt). Bu, imlâsı bir, fakat farklı yerleri gösteren adların bir fihristidir. Yâküt, bu devirde, bütün olarak orijinal hiç bir eser vermeksizin, seleflerinin eserlerinden, esâsı hârikulâde bir şekilde buiâsa edebilen ve terfenıatta bu kitaba bağlı bilgileri düzeltip tamamlayan lbn alKiftL al-Kazvînî, lbn Hallikân gibi derleyicilerden­ dir. Yâküt umûmî bir şekilde, kaynağının adını unutmakşızm, kendisinden iktibaşlarda bulunduğu müçl-



YÂM -



358



YANYA.



liflerden olduğu gibi nakletmekle yetinir. Bugün kay­ bolmuş mühim eserlerden parçalar, bu sûrede günü­ müze kadar muhâfaza edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a t İbn fclaljikân, VafaySt, (Kahire, 1310), II, 210-215; G. Zaydân, T a’ rih adab al-Lağat al-'Arabîya ( Kahire, 1931}, III, 88 v.dd.; Sarkîs, M u ‘cam al-Ma}bücâ l (Kahire, 1930), stn. 1941; Wüstenfeld, Z D G M , 1894, s. 397 v.dd.; Reinaud, în iro i. à la Géographie des Orientaux, Géographie d 'Aboulféda (Paris, 1848 ) başında I, C X X IX v.dd.; ayn. mH., J A , 1860; Herr, Die bislor, und geogr, Quellen in Jaqut's geogr. Wortrebuch (Strasburg, 1898); Brockel­ mann, G A L , I, 479 v.dd.; Huart, Litt, arabe, s. 301 v.dd. ( R. BLACHÈRE. )



v.d.; ayn. mil., Die alte Geographie Arabiens (Ber­ lin, 1875 ), s. 292; C. Ritter, Die Erdkunde von Asien (Berlin, 1846), V III/i, 954, 1008-1014; M. Tamisier, Voyage en Arabie (Paris, 1840), II, 186 v.d.; J. Wellhausen, Skizzen und Vorar­ beiten (Berlin, 1889), IV, 179 v.d .); J. Sperber,



■ YÄM. [Bk. YÂM.J YÄM. Y Ä M , 1. Cenubî



biens ( M S O S A s., X IX , 1916, II), s: 80; E .G la­



mi l >-



3. Yemen Cevf [ b. bk. ] ’inde Hârid ve al-Farza vadileri arasında bulunan bir dağın ismi. Bibliyografya ; ol-tafcäsim



(EGA,



Sprenger, D ie Post-tmd Reiserouten des Orients (A b h . f.d . Kunde des Morgenlandes), Leipzig, 1864, II, 3, 155; ayn. mH., Das Leben und die Lehre des Mohammad (Berlin, 1869), III, 456



D ie Schreiben Muhammads an die Stämme Ara­



A r a b i s t a n ’ da H a m d â n ’a m e n s u p b i r k a b i l e n i n i s m i , İbn al-Mucâvir onları, al-Hânik ve al-Hukka vâdilerinde olduğu gibi al-Kadîm 'de ikâmet eden Banî Yâm b. Aşbac olarak kaydeder. al-Hamdânî, Banü Yâm ’1 fasih Arapça konuşan kabileler ara­ sında zikreder ise de, E. Glaser, bunların lehçe­ lerini Yemen ’in yüksek bölgelerinde konuşulan Arapça ’dan ayrıldığını tesbit etmiştir. Passama ’ya göre, Bani Yâm '1ar, Cenûbî Arabistan *m en güzel soyu olup, iri yapılı, mağrur ve savaşçı idiler. Nacrân 'da oturuyorlardı ve yalnız Nacrân ve Hamdan 'da değil, fakat aynı zamanda ’f’ayba, (farâz, Şa'fân ve Yarim yakınında bâzı yerlerde ortaya çıkan ve Bedr ’de oturan D ä l Kabâ^il Yâm İdaresindeki lsmâclliya mezhebine mensuptular. Bu makam, 1760'larda irsi olarak al-Makram! ailesine geçti; ailenin kurucusu, kabilenin nüfûzunu, 17Ğ3 ’te Nacrân ’da Şa'fân, Harâz, Manâhıa ve Tayba ’ya kadar uzattı, komşu ülke­ lere ve limanlara yağma akmları yaptırdı. Daha sonra­ ki yıllarda da kudret ve itibarlarını korumasını bildi­ ler. Mâlik b. Namat başkanlığında to (6 3 1) yılın­ da, İslâm’ı kabûl etmiş bulunan Yâm kabilesi, Pey­ gamber ’e gönderilen sefaret hey’etinde temsil edil­ mişti; Sultan Selim Yem en’i zaptettiği zaman Yâm’lar Türklere yardım ettiler ve buna karşılık Türkler tarafından itâate alman kabileler üzerindeki vergiyi kaldıran bir ferman aldılar. Ancak bu, 1640 yıllarına doğru imâm Kâsitn ’m, Turkleri Yemen ’den çıkar­ ma hareketini desteklemelerine mâni olmadı. Bu­ nunla berâber Dâ°I Yâm, 1834 yılında İstanbul ile iyi münâsebetler kurmağa muvaffak oldu ve onun halefleri, Türkierin Yem en’deki nüfûzları sağlam olduğu müddetçe onlarla dost kaldılar. 2. Y â m k a b i l e s i n i n t e s i r d e r e c e ­



s i n i i ç i n e a l a n Y e m e n ’ de b i r l â f ’ ın adı.



al-Masâlik v a ’ l-mamâlik ( B G A , V I, 13 7 ); al-Hamdânî, Ş ifa i cazîrat al-cArab (nşr. H. D. M üller) Leiden, 1884-1891, s. 115/'' 136,3’4; Yâljüt, M a'cam (nşr. Wüstenfeld), IV, 1004; aî-Bakıi (nşr. Wüstenfeld), II, 614, 849; A.



al-Muljaddasl, Ahsan III, 8 8 ); İbn Hurdâzbih,



ser, Reise nach Märib (Viyana, 19 13), s. 22, 29, îi8 , 128, 165; J. Halévy, Rapport sur une mission archéologique dans le Yémen, J A , VI. seri (Paris, 1872), X IX , 30; A. Grohmann, Südarabien als Wirtschaftsgebiet (Viyana, I92 2 )> I, 4, 49, 51, 97, nr. 1,10 4 . (A d o lf



G r o h m a n n .)



YAMAK. [Bk. YENİÇERİLER.] AL-YAMÄMA. [B k. YEMÂME.] al-YAMAN. [Bk. y e m e n ,] YAMÎN. [Bk. Y E M iH ] YANBUe. [Bk. YENBU-.] YANYA ( loannina, janina), Arnavutluk hudûdunun Miçikeli ( Nitzikeli ) dağının eteğinde Yanya gölünün garb sâhilinde bir plato üzerinde, deniz seviyesinden S20 m. yükseklikte bulunan Yanya, Osmanh idâresinde aynı adı taşıyan vilâyet ve sancağın merkezi olup (Ergeri, Preveze, Berat ve Tesalya ’mn Yunanistan ’a terkedilmesinden ön­ ce Tırhala sancaklarım içine alırdı. ), bugün de Yan­ ya vilâyetinin ve Epir umûmî vâliliğinin merkezi­ dir. Yanya şehri, eski bir piskoposluk merkezi olan ve şimdi ancak kalıntısına rastlanan Dodana şehrine 18 km. mesâfede kurulmuştur. Şehrin kuruluşu ve ismi hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Bunlardan birine göre, şehir, 527/528 ’de İmparator Justı’nian’ın hükümranlığı sırasında ku­ rulmuştur. İkinci bir rivâyete göre, şehir adını, Joanni adında bir Bizans prens veya prensesinden almıştır. Diğer bir rivâyete göre de, şehrin bu adı, hâlen Arslan Paşa Câmii ’nin bulunduğu yerde bulu­ nan eski Yoannis Prodromos manastırından gelmiştir. Patrikhâne kayıtlarında, şehrin adı, 673 ’te yapılan Navpaktos konsilinde geçtiğine göre, burası V II. asırda mevcut olmalıdır. Şehrin ismi, 879 ’da İs­ tanbul ’da toplanan konsilde ve 1020 yılında Butgar Çan Vasil 11. ’in çıkardığı emirnamede de zik­ redilir. 1081 ’de İtalya ’dan gelen Normandiyah Boimund, Yanya’yı işgal edip şehrin etrafına hen­ dek kazdırmış ve surlarını îâmir ettirmiştir, al-îd"



YANYA.



rlsî, ı ı 5 3 ’te, T udela’h Benjamín (Bunyamm) de 116 0 ’da Yanya ’yı ziyaret etmişlerdir. I204*te şehri Epir bölgesinin idâre merkezi yapan Mihail Angelos Komninos, Yanya ’nm etrafını kalelerle çevirtmiş, böylece şehir diğer despotluklar arasında ehemmiyet kazanmıştır. Bİr ara Yanya’yı ele geçi­ ren Franklar, Andronikos II. ’ un ( I3I5 ) yardımı ile buradan atılmışlar, Andronikos III. (i3 3 5 ) zama­ nında ise, şehir tamamen Yanyalıların idâresine geç­ miştir. 1349 yılında Sırp kumandanı Torna Preljuboviç ( Prelyuboviç) Yanya 'yı zaptederek kendine merkez yapmıştır. Bu tarihten itibâren Sırp kumandanları şehre hâ­ kim olabilmişlerse de, devamlı olarak, istiklâllerini kazanmağa çalışan Arnavut isyancıların saldırılarına mârûz kalmışlardır. Nihâyet Karlos Tokkos II. bu sıralarda Makedonya’da bulunan Türklerden yardım istemek zorunda kalır, 1430 martında Selânik [b. bk. ] ’i alan Murad II., bir hatt-ı hümâ­ yunla sâhip oldukları imtiyazları şehir halkına bı­ rakıp muhtemelen I safer 835 (9 teşrin I. I431 )'te şehri teslim alır. Ancak 15 yıl kadar sonra Karlos II., I 4 3 1 andlaşmasına aykırı hareket ederek, şehri Türklerden te­ mizlemeğe kalkışınca, Türklerde mezkûr andlaşmayı feshederek bütün bölgeyi ele geçirdiler. Bundan sonra rahat bir hayata kavuşan Yanyalılar, 1611 'de Trikka patriği tarafından Türklere karşı ayaklandırılmak istenmiş ise de, tahrikçiler yakala­ nıp cezalandırılmışlardır. Bu hâdiseden sonra 1788 yılma kadar Yanya, kültür ve edebiyat bakımından en parlak devrini yaşamıştır. 1788 'de Yanya 'nın idaresini eline alan Tepedelenli Ali Paşa [ b. bk. ], burayı kendine merkez yapınca, şehir siyâsî bakımdan da büyük bir ehem­ miyet kazanmıştır. Bu devrede Yanya’ya gelen sey­ yahlar ( Pouqeville, Leak, Lord Byron, Hobhouse, Holland gib i) burayı uzun uzun medh etmişlerdir. Merkezî idâreye başkaldırması üzerine 24 kânun II. 1822'de Ali Paşa'nın idâmmdan sonra Yanya, tekrar İstanbul a bağlanmıştır. Merkezden gön­ derilen Osmanh kuvvetleri, muhtemelen şehrin Osmanlılardan alınması için hazırlıklar yapmakta olan Yunan isyancılarına da muvakkaten engel ol­ muştur. Balkan Harbi esnasında Kale kumandam Kaymakam Vehib Bey ve Yanya Kolordu kumandanı Esad Paşa, Yanya 'yı Yunanlılara karşı kahramanca müdâfaa ettiler ise de, askerin aç, susuz ve cephânesiz kalması üzerine, kale, 6 mart 1913 'te kayıtsız şartsız teslim oldu. 14 teşrin II. 19*3 teki Atina andlaşması ile de Yunanistan a verildi. Yanya, tarihinin en parlak devresini Osmanlı idâresinde yaşamıştır. Evliya Çelebî, kale içinde 4 câmi, 7 mescid, kale dışında da 18 câmi ve mescid olduğunu, 1027 'de yapılan Arslan Paşa Câmii 'nin yanında 40 odalı bir medrese ile diğer 6 medrese, bir imarethane, 3 dârii ’l-kurrâ, 2 dârii Thadîs,



II



359



yan mektebi, 7 tekke, 3 tüccar hanı, 2 umûmî hamam, I.900 dükkân, 4.000 adet bir veya iki katlı kârgir, üstü kiremitle örtülü ev, saray ile güzel bağbostan ve bahçelerden bahseder. Ona göre, şehirde 18 müslüman, 14 Hıristiyan, 4 yahudi ve bir de çin­ gene mahallesi vardı. Yine Evliya Çelebî ’ye göre, Yanya gölündeki adada balıkçılıkla geçinen Beratlı Rumîar burada yılan, sazan ve turna balığı avlar“ lardı. Ş. Sâmî ise, 35.000 olarak verdiği Yanya nüfû­ sunun üçte ikisinin müslüman olduğunu, 30 câmi, 6 kilise, 2 havra, 3 tekke, müteaddit medrese, kütüphâne, bir idâdî, bir ibtidâî ile bir kaç sıbyan mek­ tebi, Rumlara ve Ulahlara mahsûs mektepler, yine Rumlara âit bir dârülâceze ve hastahane, bir belediye hastahanesi, güzel bir çarşı, bir çok han ve hamam ile gölün içindeki adada Tepedelenli A li Paşa'dan kalma mükemmel bir kale, bağlar vé bahçeler bulunduğunu kaydeder. Yanya 'da yapılan yün şa­ yak, aba ve battaniyeler (velençe), yün ve iplikten örme, sırma ve ipek işlemeli Arnavut elbiseleri çok meşhurdu. ( Kârnûsii 'l-a'lâm, V I, 4788 vdd.) İkinci Dünya Harbi sırasında Yunan ordusunun başlıca üslerinden biri olan Yanya, Alman ve İtalyan kuvvetleri tarafından işgal edilmiş, 1944 teşrin I. ’de ise, Almanların işgalinden kurtarılmıştır. Bir yarım ada şeklindeki göle uzanan eski kalesi, ile şehir, muhteşem bir manzara arz eder. Udimi biraz rutûbetli olmakla birlikte yumuşaktır. Eski bir mimârîye sâbip olan şehrin sokakları umumi­ yetle dardır. Yanya ’da 200 ’ün üstünde kilise, ma­ nastır ve dinî okul mevcuttur. Bu arada Tepede­ lenli Ali Paşa’nm öldürüldüğü meşhur Aios Pandeleiananos manastın da Yanya Gölü 'ndeki yarım adadadır. Bugünkü Yanya 'da Askerî hastahane, iki erkek ve bir kız lisesi ile çok sayıda ilkokul bulun­ maktadır. Birçok şehir ile karayolu irtibâtı olduğu gibi, Atina ile de hava bağlantısı kurulmuştur. Şeh­ rin İktisadî hayatı, daha çok el sanatları endüstri­ sine dayanmaktadır. Burada, orman mahsûlleri sanâyii de vardı. Osmanlılar idâresinden devam edegelen dericilik, kuyumculuk, dokumacılık v.s, san at­ lar da sürdürülmektedir. Kaynaklardaki bilgilere göre Yanya ’nm nüfûsu 1874 'te 16.230 ( î. Moreon, Bulletin de la Soc. de Géog., 6. ser. X II, 1876,); 1928'de 20,485 ( b u ­ nun 3. 000'i yahudi); 1950'de 21. 877; 1961 *de



ş)b- 1



34-997; Ï971 yıh sayımına göre ise, 39.814'tür. Ş. Sâmî ye göre, Yanya nüfûsunun üçte İkisi müslü­ man Arnavut, üçte biri, büyük bir kısmı Arnavut olmak üzere hıristiyandır. Bibliyografya: Evliya Çelebî, Seyar hatnâme, VIII, 646-659; Alî Cevâd, Memâlik-i Osmâniyenin tarik ve coğrafya lügati ( İstanbul, 1313-1317), III, 844; Décadence de l'empire Grec ( Fr. trc. De Vigénere ), V , 5, s. 137; PouqueviUe, /foi. de la régénération de la Grèce (Paris, 1824), II,



360



YANYA -



102 v.cl.; Sâlnâme, 1325, 8,938 v.d. ; J.v. Hammer, Gesck. des Osman. Rdchs, I, 442, 647; lorga, des Osman. Reichs, I, 408; Alexander Macdonald, Panhellemc, Annual for the year 1880, Edited By Socrates A . Parasyrakes in London, First year, Joannina Ancient Modem (London, 1880), s. 185­



195; Ş. Sâmî, Köam su'1-dlâm (Istanbul, 13 16 ), V I, 4788; M . Tâhir, O M (Istanbul, 1333), L 203, 234, 318; Ismail Hakkı Okday Yanya'dan A n ka ra’ ya ( Istanbul, 1975 ), s. 41-145; Neoteron Egiklopedtkon Leksikon " Î L İ U ” ( Yenilenmiş A n ­ siklopedik lügat ”Î L I O S ”



( Güneş Ansiklopedisi,



Atina, 1953, 19. baskı, IX, 1126-1129. Egikfopedikon Leksikon ( Ansiklopedik Lügat) Elefterudak,



Atina, 1929, 6. baskı, V I, 925 v.dd.; Büyük Ame­ rikan Ansiklopedisi, Atina, 1968, X II, 389 v.d.; Joannina ( Y an ya) maddesi; Encyc. Britannica, 1974, mad. Joannina ( Yanya). ( N a z îf H o c a .)



Y A R B Ü '. [Bk.



YAYLA. ğım ilân etti. 'Uman ’nın büyük bir kısmı ona ait­ ti ve Sayf b. Sultân, Sultân b. Murşid tarafından tercih edilen rakib liman Majralj dolayısıyla, büyük ölçüde ehemmiyetim kaybetmiş olan Maskat ’ta tutunabildi. Sayf'in rakibi Sultan b. Murşid, yar­ dıma çağırdığı Iranhlar ile giriştiği savaşta öldürül­ dü ve kısa bir süre sonra, Sayf 'in ölümü üzerine, Sayf b. Sultân 'in kızı ile evli bulunan ve Şubâr vâlisi olan Aljmad b. Sa'îd, 'Uman imamı oldu (1 1 5 4 = 1 7 4 1 ). Bibliyografya :



I- al-Mas'üdî, Tanr V III, 80; Yâküt, Mu°cam ( nşr. Wüstenfeld), I, 448; Ibn Durayd, K itSb aliştikak (nşr. Wüstenfeld), s. 217; A .v.K rem er, Über die südarabische Sage (Leipzig, 1866), s. bık, B G A ,



19 v.d., 2 4 ,2 6 ,5 5 . 2 : C. Niebuhr, Beschreibung non Arabien (Kopenhag, 1772 ), s* 298-30X; J. R. Wellsted, Reisen in Arabien (nşr. Rödiger), Halle, 1842, I, 9, 274-277 ; E. v. Zambaur, Manuel de généalo­ gie et de chronologie pour l'histoire de l'Islam (Han­ nover, 1927 ), s. 128.



] AL-YARMÜK. [Bk. YERMOK.] Y A 'R U B . [Bk- y a 'Rü b .] ( A . G rohm ann. ) Y A ’R U B . Y A 'R U B , Y a r ' u b b . K a h T â n b . H ü D ; Hûd peygamberin torunu ve Himyerî kurallarının ata­ Y A S R ÎB . [ Bk. YESRİB. ] sı olarak geçen Ya'rub, Y e m e n ’n i n m i t o l o j i k Y A T ÏM . ( Bk. yetîm . 1 hükümdarlarından birisidir. Ma'rib ‘de yerleşmiş Y Â Y L Â . [ Bk. YAYLA. 1 olan 'Â d kabilesi mensuplarını mağlûp edip, Saba Y A Y L A . Akarsularla derin bir şekilde yarılmış devletinin kurucusu oldu. Neseb bilginleri onun is­ ve parçalanmış, üzerinde belirgin düzlükleri bulu­ minin acraba ( fasih Arapça konuşan ) 'dan geldiğini nan ve y a z ı g e ç i r m e y e m a h s u s y ü k ­ ileri sürerler; nitekim Arapça'yı konuşan ilk şahıs o s e k y e r y ü z ü ş e k l i d i r . Kelime, bâzı Türk idi; zîrâ babası Kaptân, Sam b. N ü h ’un asıl dilini lehçeleri (Azerî, Çağatay) ile eski Türkçe’de kullanılan konuşurdu. yay ( -yaz ) ’dan gelmektedir ( Hüseyin Kâzım Kadri, 2. Ya'rub b. Mâlik: merkezleri al-Rustâk, Yab- Büyük Türk Lügati, İstanbul, 1945, IV, 792; Sami rîn ve al-Hazm'da olan ve 1034-1154 (1624-1741) Öngör, Coğrafya Sözlüğü, İstanbul, 1961, s. 921 ; yıllan arasında hüküm süren cUmân Ya'rub! hâne- Tarama Sözlüğü, Ankara, I972, V I, 4445, I 448 ). dânının atası olup, bu hanedana mensup hüküm- Yayla şekli ise, aynı kelimeden yapılmış, yaylamak dârların şeceresi şöyledir: ( "yazı geçirmek” ) mastarından türetilen yaylag veya yaylak isimlerindeki son sessizlerin bâzı Türk Mâlik lehçelerinde düşmesi ile ortaya çıkmıştır. İ 4 Bugün daha ziyâde plato olarak kullanılan bu Sayf x. Sultan kelimenin coğrâfî târifine en uygun nümûnesi Alp i I 2. Sultan dağlarında görülür. Nitekim Garp dillerinde A l­ Murşid (1059-1079) page tâbirine karşılık, Türkçe ’de Alpçm kelimesi_____ t_____ yer almışsa da pek kullanılmamaktadır. t t Ülkemizde esas geçimleri hayvancılığa dayanan 1. Naşir 3. Abu I-'Arab 4• Sayf konar-göçer halkın kışın alçak mahallerde kışladıktan (1034-1059) (1079-1123) (ölm. XI23) sonra, yaz mevsimini hayvanlan ile birlikte yayla­ t l larda geçirmeleri, yaylacılık bayatının doğmasına 8. Ya'rub 5. Sultân yol açmıştır. Bunun en bâriz örneği, Akdeniz böl­ (XX34) (H 2 3 -1 13 1) gesinde yaşanmakta olup, Şarkî Karadeniz Bölgesi 4 ile Şarkî ve Cenûb-ı Şarkî Anadolu bölgelerinde de t 1 6. Sayf Muhannâ bu hayat tarzına daha geniş bir şekilde rastlanmak(1 13 1,113 5 -113 7 ( 1 1 3 1 ) tadır. Yaylalar umûmiyetle orman İçinde veya kena­ ve 1140-1151) rında bulundukları ve tabiat zenginlikleri bakımından Bu hânedâmn son hükümdân Sultân b. Mur- hayvan beslemeye elverişli oldukları için buralarda şid, Ahmed b. Sa'îd 'in yardımıyle, Sayf b. Sul­ hayvancılık faâliyeti geniş bir şekilde sürdürülür. tân'a karşı tahta'lhak iddiası ile isyan ve ¡marnh- ( Tarama Sözlüğü, Ankara, 1953, II, 1022; Sami



I.



yerbü ’ .



YAYLA Öngör, ayn. esr., göst. yer.; Necdet Tunçdilek, Güneybatı Asya, İstanbul, 1971, s. 184, 193 v.d d .). Yaylaya zaman zaman hükümdarlarda yazı ge­ çirmek ve avlanmak için çıkarlardı. Tebriz yakının­ daki Ucan ve Karabağ, bu bölgede büküm süren pâdişâhların en çok rağbet ettikleri yerlerdi. Şehzade Süleyman da Saruhan sancağında bulunduğu sırada babasının ölümünü Bozdağı yaylağında iken haber al­ mış, Sultan Murad III. 'da burada dünyaya gelmiş­ tir. [ t A , mad. MURAD i i l : E l , mad. YAYLA]. Osmanh pâdişâhlarının yaylaya çıkışlarında ve yay­ lada bulundukları sırada, her türlü hizmetlerinde bu­ lunmak üzere harem ağaları arasından seçilen kişiye Yayla başgalâmt denilirdi. Onun da emrinde çeşitli vazifeliler vardı (Mehmed Zeki Pakalın, Tarih Deyim­ leri üe Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1955, III, 612). Türklerin günlük hayatlarının vazgeçilmez bir bölümünü meydana getiren "yayla” veya "yaylak” sözü, aslında "kışlak” deyiminin bir karşılığı olarak "yazın oturulan yer” mânasına gelmesine rağmen: (Bahaeddin Ögel, Türk kültür tarihine giriş, Ankara, 1978, 1, 23), Türkler bunu daha çok "hayvanların otlatıldığı yer” anlamında kullanmışlardır. Şüphesiz, eski Türk devletlerinde kesin töre ve gelenekler ile bir düzen altına alınmış olan-yaylak ve kışlak hayatı, bilhassa Osmanh Devleti 'nin ku­ ruluş ve inkişâfında mühim rol oynamış olan konar -göçer [ krş. / A , mad. YÖRÜKLER] aşiretlerde vaz­ geçilmeyen bîr hayat tarzı olarak kendini göstermek­ tedir. Osmanh Devleti devrinde iktisâdı hüviyetleri bakımından hayvancılıkla uğraşan ve koyun, deve, at, keçi, katır v.b. gibi geniş hayvan sürülerine sâhip olan konar-göçer aşiretler, hayvancılığa bağlı olan hayatlarını devam ettirebilmek için zamanlarının büyük bir kısmım, devlet tarafından tesbit edilmiş muayyen yaylak mahallerinde geçiriyorlardı. Yaylak ve kışlak mahalleri, bâzan birbirlerinden çok uzak bölgelerde de bulunmaktaydı. Meselâ, Sivas Türkmenleri 'nin koyunları, Sivas ’dan başka Çorum, Çankırı, Bolu, Bursa, Samsun, Sinop ve Borlu ya kadar olan yerlerde ( B A , Miihimme Defteri, nr. 71, s. 258, hük. 483 ); Adana Türkmenleri'nin koyunlan ise, Niğde, Ereğli, Aksaray, Konya, Lârende ( Karaman), Ilgın, Akşehir, Beyşehir, Bozkır, Belviran, Hâtun-Sarayı, Seydişehir ile Hamîd-ili sanca­ ğına bağlı Yalvaç, Karaağaç, Burdur, Eğridir ve İsparta kazâları ile Antalya, Alâiyye ( Alanya), Menteşe ve Rodos ’a kadar olan yerlerde yaylamak­ taydı ( B A , Ayn. Defter, s. 258, hük. 484). Aynı şekilde Sivas 'ın cenûbundaki geniş bir bölgeyi ken­ disine yurd edinen Yenî-ii Türkmenleri de, Ankara, Kastamonu, Beypazarı ve Eskişehir’e kadar olan yerlerde yaylamaktaydı ( İlhan Şahin, Yeni-il K a­ zası ve Yeni-il Türkmenleri, ¡5 4 8 -1 6 5 3 , İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, basılmamış dokto­ ra tezi, İstanbul, 1980, s. 155). Konar-göçer aşiretler, hayvanlarım otlattıkları yay­



YAZICI. laklar için yılda bir defa olmak üzere, bâzı yerlerde sürü başına, bâzı yerlerde de koyun başına yaylak resmi verdikleri gibi, kışlak mahalleri için de, aynı şekilde kışlak resmi vermekle mükelleftiler ( Cengiz Orhonlu, Osmanh İmparatorluğa 'nda aşiretleri iskân teşebbüsü, 1691-1696, İstanbul, 1963, s. 23). Bibliyografya :



Metinde gösterilmiştir.



(T .H .) YAZD. [Bk. y e z d .] YAZDAN. [B k. YEZDÂN,] a l-Y A Z IC Î. [Bk. YAZicı.] a l-Y A Z IC I, I. a l - Ş ayh N â ş Î f b , cAbd A l l a h , XIX . asır A r a p . ş â i r v e 1 i s â n i y a t ç 1 s 1 olup, 25 mart 1800 'de Kafr Şîmâ ( Lübnan, Beyrut yakınında; bk. Baedecker, Palastina und Syrien’ , s. 266 ve 263 ’te harita)'da doğ­ muş ve 8 ( Brockelman, G A L , II, 494 'te olduğu gibi 5 değil ) şubat 1871 ’de Beyrut ’ta ölmüştür. Kendi âilesine bağlı ve ekseriyâ Rum-Katolik mezhe­ bine mensup olan kimseler, daha X V II. asırda Suri­ y e ’nin şimâlinde bilhassa Humus, Trablus ve başka yerlerde Türk memurları yanında çalışkan kâtipler ve yüksek din adamları olarak tanınmışlardır; katip, Türkçe yazıcı ( bk, eI. I. al-Maİüf, Daıoâni 'l-hatüf f l t al rıh B a n i'l-M a clüf, Ba'abdâ-Lübnan, 1907-1908, s. 199 v.d. ) lekabı buradan gelmektedir. Ailesi sonradan Lübnan ’a nakletti ve burada babaları, İbn Sînâ gibi, eskİ tarz bir tabib olarak şöhret kazandı (bk. Mach., XX V I I , 1929, s. 363). Nâşîf, muntazam bir tahsil görmemiş ve sâdece çocukken Bayt-Şcbâb *da râhip Matthâus ’dan ders almıştır. Daha ilk zamanlarda onda kitap ve şiire karşı büyük bir merak başladı. Daha çocuk yaşta K u r ân ve al-Mutanabl! ’nin dîvânını ezberledi. Küçük kardeşi Râcî ( 1803­ 1857 ) 'den de basılmamış bir dîvân kalmıştır ( Chcikho, La littérature arabe au X IX émc siècle2, Bey­ rut, 1926, 11, 4 3 ). Nâşîf, 1816-1818 yıllarında Dayr Karkafa’da Rum-Katolik patrikinin kâtibi idi. Li­ rik manzûmeieri ile ( 1824 ’ten itibaren ) meşhur Emîr Başlr [ b. bk. ] 'in dikkatini çeken al-Yazıcı, 1828-1840 yıllarında Emîr 'in Bteddin 'deki dîvânında vazifelendirildi, Muhtemelen Lamartine (bk . Souvenirs, impressions, pensées et paysages pen­ dant un voyage en Orient, Leipzig ve Stuttgart, 1835, I, 242 ) ‘in şark seyahati sırasında Saray şâirlerinden biri olarak tanıttığı bu N âşîf’tir. Emîr B aşîr’in Malta 'ya sürülmesinden sonra al-Yazıcı, Beyrut ’a gelip burada hem bir terbiyeci, Kem de muharrir olarak sıkı bir çalışma içine girdi. O , ne dış, ne de iç te’sirlerde kalmıştı; Avrupa dili bilmezdi, bu­ nunla birlikte Amerikalı misyonerlerin İncil ter­ cümelerine yardımcı olmuş, Suriye bilginler cemi­ yetine katılmış ve hemen bütün yüksek ve seviyeli mekteplerde hocalık yapmıştır. Bilhassa dilbilgisi, belâgat, nazım ve mantık ile ilgili birçok mektep ki­ tabı ( 15 ’ten az olmamak üzere ) yazıp basmış ( bun­ ların sayısı ve mâhiyeti hakkında bk, F, A, al-Buş-



YAZICI.



3Ö2



Y A Z I C I.



tânî, al-Şayl) N âşîf al-Yâztct, Beyrut, 1929, nün-rff) ve bunların bâzısı muhâfazakâr mekteplerde son zamanlara kadar okutulmuştur. Şâir olarak al-Yazıcı, bilhassa X IX . asırda Su­ riye'de geniş bir şekilde tanınmasına çalıştığı alMutanabbî ’nin te’sîri ile eski ananeye bağlı kal­ mıştır. Bütün hayâtı boyunca al-Mutanabbî ’yi şerh için topladığı malzeme, ölümünden sonra oğlu İb­ rahim tarafından neşredilmiştir ( al-°Arf abtayyib f i dîoân Abi ’l-fayyib, Beyrut, 1882), al-Yazıcı 'ran lirik manzûmeleri muhteva ve şekil bakımın­ dan kalıplaşmış olarak mâlûm klasik vezinlerdedir; ancak maüaşşah. ’1 bilmemekte idi. Mersiyeleri umû­ mî hükümlerle doludur. O , tarih düşürmeye, keli­ me oyunu yapmaya ehemmiyet vermiş ve bu sahada dil ve şekle olan hâkimiyetini ortaya koyabilmiştir. Şiirleri 3 cüz hâlinde toplanmıştır ( birinci cüz için bk. Fleischer, Z D M G , V II, 18 5 3 ,5 .2 79 ); bun­ ların en iyi neşri, oğlu İbrahim tarafından yapıl­ mıştır { 1 , al-Nubzai al-âla, Nadas, 1904, torunu Amin al-tladdâd tarafından yazılmış hal tercümesiyle birlikte; 2, Najhat abrayffân, Beyrut, 1898; 3. Şa­ li? al-kamarayn, Beyrut, 1903; F. al-Bustânî, göst. yer,, s.- fin zikredilmemiştir). al-Yazıcı şarkta ve Avrupa 'da madama tarzındaki şiirleri ile meşhur olmuştur; 60 madama ’den oluşan Macmac al-bahrayn külliyâtı Suriye 'de çok tanın­ mıştır ( 1 . tabı Beyrut, 1856; oğlu İbrahim tara­ fından yapılan en iyi tabı 1872 ’de olup, sonradan müteaddit defa basılmıştır). Bu makâmât yavaş yavaş meydana gelmiştir; al-Yazıcı, Beyrut ’taki Fransız konsolosunun teşviki üzerine Silvestre de Sacy tarafından neşr edilen (18 2 1/18 22 ) mâruf ffiarîrî makamâtını inceleyip, buna dâir düzeltmeleri yaptı ( nşr. A. F. Mehren, Epistola critica N a sifi al-Yazigi Berytensis ed De Sacyum, Leipzig,



1848; ayrıca bk. Reinaund ve Derenbourg, Les scances de Hariri2, 1853, II, 72; krş. V. Chauvin, Bibi, des ouorages Arabes, Liege, 1905, IX, 105, 130). al-Yazıcı 1850’Ierin başında kendi makâmât ’ım yazmaya başladı; bu külliyât bütünü ile 1855 'te tamamlandı. Eser bütün Avrupa 'da ( Chauvin, ayn. esr., s. 123, 234) akis yarattı. Mafcâmât ‘tan biri, daha 1851 ’de Fleischer tarafından tercüme edildi ( Z D M G , V, 1851, s. 96-103; aynı zamanda Rusça olarak A. Krymsky, D ie arabische Poesie, Moskova, 1906, s. 233-328 ve Ign, Krackovvsky, Vostoft dergisi, I923, II, 31-34). Harîrî ’ninki gibi, onun makâmât '1 da sâdece dil ve lügat değil, aynı zamanda birçok etnoğrafik mal­ zeme de ibtivâ eder ( ayrıca bk. T h. Chenery, The Assemblise of al-Hariri, Londra, 1837, I, 98-101 ). Eserlerine ve bütün düşünce tarzına göre, çok muhafazakâr ve ananeye bağlı bir kimse olan alYazıcı ’nm, aynı zamanda yeni Arap edebiyatı üze­ rinde de te’sîri olmuştur. Haklı olarak, o, daha genç olan muâstrı BuÇrus aî-Bustânl [ b. bk. ] ile



birlikte Suriye 'deki yeni cereyanın kurucularından sayılır. O, al-Bustânî veya Rifâ'a al-Tahtâvî gibi Avrupa’nın bilgi ve usûlünü halka yayan bir kişi değildi. Onun sahası geniş mânasıyla sâdece dildi. O , dile hâkimiyeti, mısraları, makâmât' 1 ve mek­ tep kitapları ile al-'arabîya lâ tatanaşşar ( "Arap dili hıristiyanlaştırılamaz*') prensibinin artık geçerli olmadığını göstermiş ve öğretmiştir. Her Arapça konuşan hıristİyan, Arap kavmİnin bir uzvu olarak, kendi vatanının uyanış hareketine katılmalıdır. alYazıcı bu bakımdan sonraki Arap millî cereyanına önemli katkıda bulunmuştur. 2. Kalabalık Şayf) Nâşîf âilesinden bâzı kimse­ ler de edebiyat sâhasında şöhret kazanmıştır. Bil­ hassa onun esaslı bir dilci ve yeni Arapça ıstılâhlarm yaratılmasına hizmet etmiş bir kişi olarak, dili özleştirme hareketine katılan oğlu İ b r a h i m (doğm. 2 mart 1847, ölm. 28 kânun I. 1906) tanınmış bir kişidir. O , babasının birçok eserini işlemiş veya yeniden kaleme almış ve Suriye ile Mı­ sır ’da çıkardığı mecmualarda, çoğu dille ilgili ol­ mak üzere, epeyce makale neşr etmiştir (meselâ ai-Tablb, 1884-1885, Dozy ’nin zeyline yazdığı ma­ kale 1887 ’de Fleischer tarafından tercüme edilmiş­ tir; bk. Kleinere Schrifien, III, 605-641; bilhassa al-Bayân, 1897-1898; bk. M. Hartmann, The Ara bie Press of Egypt, London, 1899, s. 36 v.d., 60 v.d. ve O L Z , 1898,1, $tn, 225; a l-İ iy ff, 1898-1906; bk. M . Hartmann, O L Z , 1899, II, stn. 57 v.dd., 1900; III, stn, 311-316, 340-346); edebî mektupları, ebced hesabı ile tarihleri ( Rasa'il aL-Yazıc 1, Kahire, 1920) ve şiirleri ( al-H^d, ayn. yer., taş bas., ts. ) arkadaşları tarafından derlenmiştir. Büyük eserleri, tamamlanmadan kalmıştır. İbrahim, bilhassa Arap matbaacılığı ile uğraşmış ve yeni harf çeşitleri ve işâretler bulmuştur. 1924’te Beyrut'ta bir heykeli dikilmiştir ( bk. Mach., 1924, X X II, 637 v.d.; resmi ile birlikte tanıtma yazısı için b k al-M aPat al-cadlda dergisi, nr. 8, IV, 336). 3. al-Yazıcı 'nin küçük oğlu Halil ( doğm., 1858, ölm. 23 kânun II. 1889 ), bilhassa eski Arap çağma âit ve Arapça yazılmış ilk orijinal trajedi eseri olan al-Muruova üa 'l-oafci’ ’nin müellifi olarak tanınmış­ tır (1876 senesinde te’lif ve 1878 ’de ilk defa temsil edilmiştir; birinci tabı 1884, ikinci tabı Kahire 1902); yazdığı ikinci trajedi basılmamıştır (bk. Sarkis, göst. yer., stn. 1333 )- 0 , 1881 yılında Kahire ’de bir ara M iP a t al-Şarfa mecmuasını yayınlamış, daha sonra memleketine dönüp terbiyeci olarak çalışmış ve okullar için Katıla ua Dimna ’nin yeni bir tabını (1885) hazırlamış ve şâir olarak da Nasamât al-avrâfi külliyâtı ile tanınmıştır ( Kahire, 1888 -Brockelman, G A L , II, 495, n o t’ta geçtiği gibi 1880 değil- ve 1908): Arap halk ağzına dâir Büyük lügati tamam­ lamamıştır. 4. Şayh Nâşîf 'in Varda ( doğm. 1838, ölm. 18 kânun II. 1924) admda bir de kızı olup, X IX . asırda



Y A Z IC I -



ilk Arap kadın yazarlarından biri olarak tanınmıştır. O, 1866 yılında Fransîs Şimcün ile evlenip, daha çok Mısır 'da yaşamıştır. Şiir külliyâtı olan Ijadîkat alVard ( Beyrut, 1867, 1887, Kahire, ts. [ 1332= I9 13 /î9 14 ])’ın üslûbu tabii babasımnki kadar kuv­ vetli olmamakla berâber, onun tarzında büyük bir şekil güzelliği taşır; şiirler muhteva bakımından tesâdiife göre yazılmış olup, Yazıcı ailesinin tarihi İçin ehemmiyetsiz sayılmaz. S. Şayh 'in büyük oğlu Habib ( doğm. 15 şubat 1833, ölm. 31 kânun I. 1870) babasının bir eseri üzerine yazdığı şerh yanında, ayrıca mütercim ola­ rak da tanınmıştır. Ölümü üzerine felçli olan ba­ bası son mersiyesini yazmıştır. B i b l i y o g r a f y a : I. al-Şayh Nâşıf için J. T . Reinaud, De l 'état de la littérature chez hs populations chrétiennes arabes de la Syrie, J A ,



seri V, 1857, IX, 469, 476-483; A. v. Kremer, XXV, 244-247; M. Hartmann, The Arabie Press o f Egypt { London, 1899), s. 36; Brockelmann, G A L , II, 494 v.d. ( Kitabiarmm fihristi, Arapça eserlere ( aş. bk. ) göre, yeniden hazırlanmahdır. nr. 7: Histoire de l ’expédition v.s. tamamıyle atılmalıdır); C I. Huart, Littérature arabe2 (P an s, 191 2 ), s. 4 °7; It. Pizzi, Lettérature araba (M ilano, I9°3 ), s. 374; K . T . Khairallah, L a Syrie ( Paris, 1912 ), s. 51 v.d. ; H. A. R, Gibb, Studies in contemporary Arabic Literature, B S O S , 1928, IV, 749 v.d. ; G. Kampffmeyer, Index zur nmseten arabischen Litteratur, M S O S , 1928, X X X I, 203; Ign. Krackovsky,



N âşif a l jöziğî, Z D M G , 1871,



363



Y A Z I C I- O Ğ L U .



al~‘ i$rïn (Beyrut, 1926), s, 2 3 ;



l ’arrâzï, ayn.



esr., II, 88-98;- Sarkis, ayn. esr., stn. 1927-1930,• al-Ziriklî, ayn. esr., I, 25. 3. FJallI: Brockelmann, G A L , 11, 495; not; Kraçkovski, ayn. esr., s. 63 v.d.; C. Zaydân, Tarâcim, II3, 266-271; ayn. mil., Tefrik, IV, 240 v.d.; Cheikho, La littérature, II2, 36 v.dd.; ayn. mil., Catalogue, s. 212, nr. 826; al-Ziriklî, ayn. esr., I, 299; Sarkis, ayn. esr., stn. 1932 v.d. 4. V a r d a : Brockelmann, G A L , II, 495j not; Cheikho, Ta'rih, s. 115 v.d.; ayn. mil.. Ca­ talogue, s. 213, nr. 829; al-Ziriklï, ayn. esr., III, 1134; Sarkis, ayn. esr., stn. 1939 v.d.; mayıs 1924'te Mayy (Maryam Ziyâda) tarafından ona tahsis edilen, ıımûma açık konferansların metin­ leri aynı yıl Kahire'de al-Balâğ matbaasında ba­ sılmıştır (6 2 s., portresi ile birlikte, Sarkis, ayn. esr., stn. ıö07*de zikredilmemiştir ). 5. H a b i b : Cheikho, L a littérature, II-, 31 v.d.; ayn. mil., Catalogue, s. 212, nr. 825; Sarkis, ayn. esr., stn. 1931 v.d. ( I g n . K r a ç k o v sk i . )



YAZICI-OĞLU. [Bk. y a z ic i -o ğ l u .J YAZICI-OĞLU ( veya YA ZIC I-Z Â D E ). X V, asır Osmanlı mü el liflerinden Yazıcı S â l i h ' i n o ğ u l l a r ı M e h m e d (Muhammed) ve A h m e d B î c a n ’ ı n u n v â n ı d ı r . Babaları YAZICI S âLİH B. SÜLEYMAN devlet hiz­



metinde kâtip olarak çalıştığı için Yazıcı (K â tip ) ünvânıyle anılır. Sâlih 'in adı bâzı kaynaklarda doğru olarak "Sâlih" veya ” Sâlihü’d-dîn" şeklinde Der Historische Roman in der neueren arabischen geçtiği halde (bk. K eşfü’z-zünûn, II, 1746; M eLitteratur, W I, 1930, X II, 60 v.dd.; C . Zaydan, celletü’n-nisâb, 152°; Esmâ'üT-mii’ellifin, II, 198), Tarâcim maşâhlr al-şarlff (Kahire, 1922), II, bâzı eserlerde yanlış olarak "Salâhu’d-dîn” şek­ 13-21; ayn. mil., TtCrîh âdâb al-luğa al-‘ arabıya linde geçmektedir (bk. Evliya Çelebî, Seyâhal (Kahire, 1914), IV, 259 v.d.; L . Cheİkho, La -nâme, V , 320; Kunhu 'l-akbâr, V , 237; O M , literature arab au X I X siècle2 ( Beyrut, 1926 ), III, 307; Gibb, A Histary of Ottoman Poetry, s. II, 27-35; ayn. mil., Catalogue des manuscrits 389); Fuad Köprülü ” Anadolu'da Türk dili ve des auteurs arabes chrétiens depuis l ’ Islam ( Bey­ edebiyatı ’nın tekâmülü", Yeni Türk mecmuası, sa­ rut, 1924), nr. 828, s. 212 v.d. ; F. Tarrâzî, 7 a3- yı V , s. 378; Î, H. Uzunçarşılı, Osmanlt Tarihi, I, riff al - Şikâfat al-“arablya ( Beyrut, 1913 ), I, 538). X V II, yüzyıl şâir ve hattatlarından îbrâhim 82-89; F. A. al-Bustanî, al-Şayh Hâsïf al-Yâ- Cevrî de Şemsîye 'yi tâdil suretiyle yazdığı man­ zicî ( al-Rava'î°, nr. 21 ), Beyrut, I 9 29 ( eser­ zum Melhame'sinde Yazıcı Salih'in adını "Salâ­ lerinin tam sayısı ve şiirlerinden örneklerle en hu’d-dîn” şeklinde almıştır ( bk. Topkapı Sarayı iyi umûmî değerlendirme); al-Ziriklî, al-A'lâm Müzesi Kütüp., Hazine, nr. 478, ıb), Islâm Ansik­ (Kahire, 1928), III, 1093; J. E. Sarkis, Diction­ lopedisi [ bk. mad. AHMED BÎCAN ] 'nde ise "Sâlib naire encylopédique de bibliographie arabe ( Kahire, veya "Salâh al-Dîn al-Kâtib, Salâhaddin” şekille­ rinde tereddütlü olarak belirtilmiştir, F. Babinger 1928-1930 ), stn. I933-I939. 2. I b r a h i m : Brockelmann, G A L , II, 485, de "Yazıcı-oğlu "maddesinde müellifin adını "Salâh nr. 2; M. Hartmann, O L Z , 19°5, V II, stn. al-Dîn" şeklinde tesbit edip, Bolulu olduğunu, ömrü­ 136-143; ayn. mil., D ie arabische Frage (Leipzig, nün büyük bir kısmını Ankara’da geçirdikten son­ t909), s. 586, nr. 210; Gibb, ayn. esr., s. 75O; ra, buradan aynhp, Malkara'ya bağlı Kadıköyü’nde Kampffmeyer, ayn. esr., s. 203 ; Krackovski, ayn. yerleştiğini, hattâ büyük oğlu Mehmed'in burada esr., s. 62; C . Zaydân, Tarâcim, IF , s. 106-120; dünyaya geldiğini bildirmiş [bk. E l , mad. YAZIDJI Cheikho, La littérature, IP , 38-43: ayn- «H-» OGHLU], böylece Yazıcı Sâlih'i, Hâcı Bayram VeiîCatalogue, s. 106, 212, nr. 824; ayn. mil., Tasrîh 'nin müridlerinden Salâhu'd-dîn-i Bolevî (bu şahıs al-âdâb al-’arablya f i ’ l-rub4 ; D. Bediz, Süoeyş Kanahmn önemi, s. 342; A . Bardey, ayn. esr., s. 51 > A . Salaignac, Les Fortifications de Cheik -Said, s. 69S; J. Joubert, ayn. esr., s. 66; B A , Şûrâ-yt Devlet, nr. 4698 ). Yemen ’in üçüncü mühim mevkii ise Aden olup, stratejik kıymeti -yanında bü­ yük bir ticâret merkezidir. Bu yüzden Osmanlı-In­ giliz rekabetine sahne olmuştur ( îbn Battufa, Rıh­ la, s. 187 v.dd.; Mehmed Hilâl, Hıttay-ı Yemâniye hakkında malûmat, var. 128, 13a; Hüseyn b. Halid, Yemen Seyahatnâmesi, s. 5 ; Künhü ’l-akbâr, l, 234; W. Heyd, Histoire du Commerce du Levant, I, 378 ). Bu üç mevki hâricinde Kızıldeniz ’in şark yakasında olup eskiden beri bir ticâret merkezi olan Moba ve Hudeyde şehirleri ile Kamaran adası ve Süveyş ’i de kayd etmek gerekir ( Yemen Sal­ namesi, 1302-1304, s. 58; C. Orhoniu, ayn. mak., x,I/ıe> 3, 9, 16; E. Macro, ayn. esr., s. 6; ayn. mil., Bibliography on Yemen, s. 31 v.d. ). XVIII. yüzyıldan îtibâren, Avrupalılar İlmî te­ cessüsün yanında yararda sağlamak üzere şark ülke-



378



YEM EN.



lerine bir takım mütehassıslar gönderdiler. Bu arada Orta-şarka da 1761-1764 yıllan arasında Danimar­



s. 70; krş, V. Bérard, Le Sultan, l'Islam et les Puis­ sances, s. 16; Voyage, s. 3, 69; Ahmed Amln, zuhr



ka Kralı Frédéric V. ve Christian V l l . ’ın himaye­ sinde, coğrafyacı Niebuhr, tabiat âlimi P. Forskal, filolog F. C . Von Haven, doktor Cramer ve ressam Baurenfeind 'den teşekkül eden bir hey’et gönde­ rildi : Bu hey et Mısır yoluyla Yemen 'e geldi. Hey'etten sağ kalan Niebuhr, dönüşünde Arabistanla ilgili ve bu arada Yem en'e dâirde bilgiler ihtivâ eden seyahatnâmeleri ( Description de I ’Arabie, Kopenhag, 1772 ve Voyage en Arabie, Kopenhag, 1774.1778) 'ni neşretmiştİr (Râğib, ayn. esr., s. ro;



al-lslâm, I, 8 ).



P, E. Botta, Relation..., s, 18, 37 v.d.; Désiré Charnay, Excursion ou Yemen, s. 265; B. de Meynard, Notice sur l ’Arabie, s. 92 )- Bunları, 1811 'de A l­ man Seetzen ile yine 1825 'te iki Alman tabiat âlîmi



lar üzerindeki te’sirierini arttırmak için AvrupalI­ ların, onların kıyafetlerine girdikleri ve casuslarda gönderdikleri görülür (Hâriciye Arşivi, siyâsî, nr. 555, dosya nr. 2295; C. Désiré, ayn. esr., s. 273). Ayrıca onları tahrik için, hilâfeti Osmanlı Devleti'nden alıp Araplara verme va’dinde de bulunmuş­ lardır ( V. Bérard, ayn. esr., s. 5, 12 ). Fransa da jeo-politik balamdan büyük ehemmi­ yeti olan Yemen ile çok ilgilenerek seyyahlar gön­ dermiştir. 1836 'da bir tabiat âlîmi olarak Yemen’ e gönderilen Botta 'yi ve 1887 yılında yollanılan A. Deflers 'i bu arada sayabiliriz. Her ikisi de Ye­ men 'de garp kültürünü yaymağa çalışmışlardır. (Deflers, ayn. esr,, s. I l v.d.; C . Fayein, Une Fran­ çaise Yemen, s. 483 v.d., 488 ). Fransızlar, Napoléon Bonapart (17 6 9 -18 2 1)’! Yemenlilere, M ısır’ı iş­ gal eden bir müstemlekeci değil, Malta 'daki müs­ lüman esirleri serbest bıraktıran "Büyük hâkim (G rand Juge)” olarak tanıtmışlardır ( M . Alfred Beneyton, Mission d ’ étude au Yemen, s. 2x9). Fransa 'mn asıl göz diktiği yer, Yemen 'in cenûb-i garbî burnunda bulunup, Kızıldeniz seyr ve seferinin kontrolünü sağlamaya yarayan ve Bâb alMandab Boğazı na hâkim, Şayh Sa‘îd denen stra­ tejik bölgeydi. Burayı kömür deposu yapmak için bir süre işgal eden Fransa ( 1840 ), Osmanlı Dev­ leti 'nin itirazı ve oraya asker göndermesi üzerine 1871 'de buradan çekilmek zorunda kaldı ( J. Joubert,



olan, Ehrenberg ve Hemprich, 1830 'da Bove ile Cruttenden ve doktor Hulton idâresindeki bir hey'etin ilmî seyahatleri tâkibeder ( Râgip, ayn. esr., s. 10. v.d, ; Niebuhr, ayn, esr., s. 9 ). Aynı şekilde 1836 'da Wolf, 1843 'te Passama ve Arnaud ile 1869-1870 yılları arasında Halévy idâresin­ deki bir misyonun seyahatleri de kayda değer. Bu arada Halévy, Sabiîlere âİt 686 adet kitâbeyi Avrupa­ 'ya götürmüştür ( P. E. Botta, Relation, s. 27 ). Avru­ palı kâşiflerin bu faâliyetleri, Osmanlılann Yemen 'i ikinci defa alışından sonra da devam etmiştir ( A . Def­ iers, Voyage, s. 28,97 ). Yemen 'de Sabiîlere ait X.000 kadar kitâbe ve yüzlerce Arapça yazma eser, 1883, 1885 ve 1888 yıllarında, Yemen *e giden Glasser tarafından Avrupa 'ya götürülmüş ve bu zâtın hazır­ ladığı Yemen haritası da î886 'da basılmıştır. Bu seyyahların asıl maksatları Osmanlı Devleti 'nce bilindiği halde ( bk. Httta-t Yemâniyeye dâir Lâyiha, B A , Yıldız Tasnifi, kısım nr. 14, ev­ rak nr. 437, zarf nr. 126, karton nr. 9; bu hu­ susta ilgi çekici arka için bk. evrak nr. 88/26, zarf nr. 88, karton nr. 12 ), ciddi bir tedbir alın­ mamıştır. Avrupalı misyoner kâşifler, Arapça öğrenmek süreliyle Yemen halkı üzerinde te’sirierini arttırma İmkânını bulmuşlardır. Ayrıca doktor hüviyetine bürünerek, Osmanhlan sömürücü, kendilerini ise kurtarıcı olarak göstermek sûretiyle maksatlarına ulaşmaya çalışmış ve muvaffak da olmuşlardır ( P. E. Botta, ayn. esr., 53, 5 6 ,5 9 ,6 2 , 9 8 , 106; E. Macro, Yemen and the Western World, s. 32 ). Nitekim bunlar, çok geçmeden Yemenlileri Osmanlılar aley­ hine çevirdiler (M . Emin Paşa, ayn, esr., var. 2b, 4a, 7a; P. E. Botta, ayn. esr., s. 38; Mehmed Hilâl, ayn. esr., var. 31>-4a; G. Rouet, ayn. esr., s. 490; Y. M. Goblet, La Révolte au Yemen, s. 61 ; B. de Meynard, ayn. esr., s. 93 )■ Ancak başlangıçta bunların te’sîri altında kalan bâzı Araplar gibi, Yemenlilerden de, sonradan pişman olanlar görülmüştür (R. B. Serjeant, R. L. Bidwell, Arabian Studies, II, 22; Ibnü '1Emîn Cemâleddîn, Yemen 'e isticlâb-t nazar-1 dikkat,



Avrupahlar o tarihlerde Arapları daima Osman­ lılar aleyhine kışkırtmış ( Y. M. Goblet, ayn. esr,, s, 62 ) ve neticede Türklerle Arapları karşı karşıya getirmeyi başarmışlardır ( J. Risler, La Civilisa­ tion Arabe, s. 260). Nitekim Türklerle andlaşma yapmaya hazırlanan Yemenli Şayh Haşan 'ın bu niyeti, misafiri bulunan Fransız Botta tarafından Türklerin samimiyetsizlikleri ileri sürülerek ön­ lenmiştir (Relation..., s. 121, 15 1), Çok defa Arap­



ayn. esr., s. 70).



1896 'da Fransız hükümeti, Şayb SacId üzerinde hak iddiasında bulunduysa da, Osmanlı askeri ora­ ya iyice yerleştiğinden, bir netice alamadı (J . Jou­ bert, ayn. esr., göst. yer. ), Bu durum, Fransız hükü­ metinde çekişmelere yol açmış ve Şayh Sacîd 'in Osmanlılara bırakılmasiyle, Madagaskar ve Hind-i Çini 'nin yoluna bir set çekildiği, böylece Fransız çıkarlarına aykırı davranıldığı ileri sürülmüştür. Üstelik, 1912 'lerde İtalya Şayh S a ld 'i bombardı­ man ettiği sıralarda (A . Beneyton, Trois années en Arabie Heuruese, s. 496) bile, Fransa, buranın Türklere değil, kendilerine Sit olduğunu öne sürmüş­ tü ( J. Joubert, ayn, esr., s. 72 )'. Fransa, bu görüşü ileri sürerken 1868 'de, Şayh Sa”îd 'e gelip yerleşen M. Bazin ve M . Rabaud adlarındaki Marsİlyalılarm satm aldıkları topraklan zamanla daha geniş­



YEM EN .



letmiş olmalarına dayanıyordu ( Yemen Sâlnâmesi, 1302-1304, s. 52-55 )• Şeyi) Sa'îd 'in stratejik ehemmiyeti Fransız-tngiliz rekâbetine de sebep olmuştur. Fransa, Perim adasını elinde tutan İngilizlere karşı Şeyhi Sa'îd limanını tahkim ederek, İngiliz kuvvetini bu böl­ geye sokmamak istemiştir. Nitekim Fransızlar, Şeyh Sa'îd üzerindeki emellerini her fırsatta ortaya koymuş ve Kızıldeniz ’in kapısı durumunda olan bu stratejik noktayı ele geçirmeğe çalışmışlardır. (A . Salaignac, ayn. esr., s. 695-698; M . A . Bardey, ayn. esr., s. S1 )•



Yemen ’in Jeo-politik durumu, sâdece Fransız ve İngiiizleri değil, aynt zamanda Hollandahları ( E. Macro, Yemen and the Western World, s. 6 v .d . ), Almanları ( E. Macro, ayn. esr., s, 7 ; G. Rouet, ayn. esr., s. 487; Mehmed Emin Paşa, ayn. esr., var. 8a), Amerikalıları ( E. Macro, ayn. esr., s. 21 v.d.) ve İtalyanları da ilgilendirmiştir ( G. Antonius, The Arab Awakening, s, 154; G. Rouet, ayn. esr., s. 488; J, Joubert, ayn. esr., s. 65; A. Beneyton, ayn. esr., s. 205 ). îtalyanlar, Yemen üzerindeki emellerine kavu­ şabilmek için, Türklere baş kaldıran yerli halka yardım etmiş ( Haricîye Arşivi, nr. 555, dosya nr. 5869 ) ve isyan eden Zeydî imamlarına yardım için 1891 ’de Gian Battista Rossi adında birini San’â ’ya göndermişlerdir ( E. Macro, ayn. esr., s. 63 ). Y e­ men dışındaki hıristiyan Araplardan da yararla­ nan îtalyanlar, Hudeyde ’deki konsolosluklarında tercüman olan katolik Halil Yûsuf vâsıtasıyla Ye­ men ’deki faâliyetlerine destek sağlamışlardır ( Ce­ mal Paşa, Hâttralar, s. 220 v.d.). Daha sonra 1911/1912 Türk-İtalyan harbinde, Îtalyanlar Şeyh Sa'îd ile çevresini bombardıman (Beneyton, ayn. esr., s. 496; J. Joubert, ayn. esr., s. 52-55; E. Macro, ayn. esr., s. 38 ) ve boş bulduk­ ları yerleri işgal etmişlerdir ( B A , Yıldız tasnifi, kısım nr. 14, evrak nr. 330, zarf nr. 126, karton nr. 6 5 ). _ Yemen ’le yakından alâkalı devletlerden biri de İngiltere olup ilk temasları, 1609 ( H. ingrams, ayn. esr., s. 4 6) veya 1618 ( E. Macro, Yemen and the Western World, s. 5 ) tarihleri arasında vuku bulmuştur. Ancak, bu bölgeye askerî kuvvet gön­ dermeleri, X V III. asrın sonu ile X IX . asrın haş­ lanma rastlar. Ingilizler, ilk önce 1800 ’de mahallî reisleri kandırarak, Aden yakınlarındaki 'Abdâlî böl­ gesini ele geçirdiler (E . Macro, ayn. esr., s. 17 ). İngiltere bir yıl sonra da San’â imâmma hediye olarak 30.000 rupi değerinde şal, saten ve kumaş göndermek süreriyle Moha ’da bir bahriye hastahanesi açma imtiyazı ile birlikte diğer başka haklar da elde etti ( E. Macro, ayn. esr., s. 18 ), Ingilizler 'Abdâlî sultanı ile yaptığı bir andlaşma ile de, bu­ rada ticarethaneler te’sis ve bir Hıristiyan mezarlığı imtiyazını kopardılar. 1820 ’de ise, San’â imâmı nm



379



muhâlefetine rağmen, Moha ’yı bombardıman ede­ rek, idâresini ele geçirdiler (E . Macro, ayn. esr., ş. 21 ). İngiltere, daha sonraki yıllarda da, Hindistan -Süveyş deniz yolunu kontrol altına alabilmek ve Uzak-şark’tan gelip, Orta-şark ve Avrupa’ya giden ticâret yollarına el koymak gayesiyle askerî ve ticârî bakımdan birinci derecede ehemmiyeti olan A den ’e göz koydu ve 16 kânun II. 1839’da Hin­ distan ’dan topladığı askerle Aden ’i İşgâl etti ( G. Antonius, ayn. esr., s. 67; H. ingrams, ayn. esr., s. 56), îşgâlden sonra, oranm sultanı ile andlaşma ya­ pıldıysa da, sultanın çocukları bu andlaşmayı tanı­ madılar ( j. Kırkman ve Brian Doe, The first days of British Aden , II, 179; A. Bardey, ayn. esr., s. 55 ).



Aden ’in îngilizler tarafından işgalinde, şüphesiz Osmanlı Devleti ‘nin daha önce ingilizlere burada bir kömür deposu yapma izni vermesinin mühim rolü olmuştur. Daha sonra Îngilizler para ile kandırdık­ ları şeyhler vâsıtasıyle buraya tamamen yerleşmiş­ tir ( M. Emin Paşa, ayn. esr., var. 88 ), Bunu müteâkıp Bâb al-Mandab Boğazı ’ndaki Perim adasını da işgal eden îngilizler, zamanla şimâl-i şarkîye doğru topraklarım genişletmek için her çareye baş­ vurmuşlardır (Alfred Fabre-Luce, Deuil au L e­ vant, s. 252). İngiltere, daha sonra Yemenlileri Türkler aleyhine kışkırtmak için Scout adlı bir gemiyi Yemen kıyılarına göndermiştir ( Hariciye Arşivi, siyasi, nr. 555, dosya nr. 47286/78 ). Bu şekilde, Yemen’in iki stratejik bölgesini eline geçiren İngiltere, te’sir sâhasım Aden ’den şimâle doğru genişletmiş, Perim Adası vâsıtasıyle de Kızıldeniz-Hind Okyanusu de­ niz yolunu kontrol etme imkânım bulmuştur. Bu arada tngilizlerin çeşitli usûllerle Yemenli şeyhleri kendi gayeleri için kullandıkları görülmek­ tedir. Meselâ, Zali şeyhi Amir 'Alî Muljbil ile 'A b ­ dâlî şeyhi Aljmed Fodol, İngilizlerle anlaşarak Türk­ ler aleyhine çalışmışlardır ( British Foreign Office Archives [F . O .], 78, nr. 4529, s. 21, 240-250; A . Bardey, ayn. esr., s. 55 v.d. ). Ingilizlerin bu şekil­ deki tahrikleri daha sonraları da devam etmiştir ( tafsilât için bk. G. Rouet, ayn. esr., s. 488 ; C . D é­ siré, ayn. esr., s. 266; H. Marchand, ayn. esr., s. 403 v.dd.; B A , M M , nr. 4543; İ D , nr. 9974° , 99682; Hariciye Arşivi, Siyasî, nr. 479, dosya nr. 1900; nr. 555, 479, dosya nr. 3, 2 6 li, dosya 190°).



Çeşitli Avrupa devletlerinin Yemenli isyancı­ lara silâh yardımı yapmaları, bir nevî silâh kaçak­ çılığına sebep olmuş ve Türklere karşı girişilen is­ yanlarda kullanılan silâhların çoğu bu sûretle Ye­ men ’e sokulmuştur ( Hariciye Arşivi, siyasi, nr. 548, 479, dosya nr. 1898; Foreign Office, 78 nr. 5098, X/L, 5840). îngilizler, Araplara istiklâl verilmesi va’diyle de iktifâ etmeyip, İslâm halîfesi olarak Abdülhamid I I.’in yerine Mekke şerifliğini de teklif ediyorlardı ( Foreign Office, 78, nr. 4529, s. 27, 334, 337; V. Bérard, ayn, esr., s. 51 ; Mehmed Hilâl,



38o



YEM EN.



ayn. esr., var. 5“-13; R. Pinon, VEurope et VEmpire ottoman, s. 378). Ingilizler, ayrıca şeyhlerin Osmaniı Devleti 'ne vergi vermemelerini sağladığı gibi, Osmanlı Devleti ’nin tevkif ettiği bâzı şeyhlerin serbest bırakılmaları için Bâbıâli ’ye nota da ver­ miştir ( 23 nisan 1874; Hariciye Arşivi, siyasi, nr. 55 5 ); hattâ bu faâliyetierini Saray’da bile sür­ dürmüşlerdir ( B A , Yıldız tasnifi, kısım nr. 14, evrak nr. 1296, zarf nr. 126, karton nr. 10), İngiltere, m es’eleyi bu duruma getirdikten son­ ra, Cenûbî Arabistan *daki yayılma faâliyetlenni daha da artırdı ve gizli olarak topografik araştırmalar yapmak bahanesiyle gönderdiği kimseler vasıtasıyle, Aden civânnda bulunan ve Nevâhi-yi tis°a ( = do­ kuz bölge: “Abdalı, Fazlî, 'Akrabl, plavşabî, 'Ale­ vî, Şubayljî, YaffasI, 'Avlak!) denen Osmanlı top­ raklarına işâretler koymağa ve îşâret konan yerleri işgal etmeğe başladı ( Foreign Office, 78, nr. 4529, s. 7 , 1 7 : B A , İ D , nr. 99740,99682,99047,99680). Bunun üzerine Osmanlı Devleti, 18 haziran 1892 tarihli bir notayla, Salisbury nezdinde İngiliz Hü­ kümeti ’ni protesto etti ( Hariciye Arşivi, siyasi, nr. 479, dosya 1899). Bu protesto üzerine Türklerle İngilizler arasında Nevâhî-yi tis'a ve sınır anlaş­ mazlığı ortaya çıktı ( bu hususta bk. Hariciye Ar­ şivi, siyasi, nr. 479, dosya 1882; 1871, Divers, 8; 1873, 1899, 1900; nr. 555; Foreign Office, 78, nr. 4529, s. 200,268,279,28 3,291,293,313, 314: B A , İ D , 8 cemaziyelâhir J3I9, i muharrem 1320, nr. 99047, 99680, 99682; B A , M M , nr. 4543).



Devleti kurmak için faâliyette bulundukları da göz­ den kaçırılmamalıdır (E . Macro, ayn. esr., s. 84 v.d,),



555 )• Aynı maksatla, Scott adlı Ingiliz kruvazörü de Yemen ’e gönderilmiş, sahile çıkan bâzı kimseler, kabileleri Türkler aleyhine kışkırtmışlardır ( Ha­ riciye Arşivi, siyası, nr. 555, dosya 47286/78; Fo­ reign Office, 78, nr. 4529, s. 263 v.d.; G. Wyman, ayn. esr., s. 186). İngiltere, Osmanlı Devleti ’nin Yemen ve Ara­ bistan’daki hâkimiyetini önlemek için çeşitli ça­ relere başvurmuş, bu arada şehirlerde Osmanlı bayrağının asılmasına engel olmuş, böylece bura­ larda Ingiliz hâkimiyeti sağlanmıştır ( Foreign Of­ fice, 78, nr. 4529, s, 240). Hıristiyan ve yahudi misyonerlerin faaliyeti de unutulmamalıdır ( Rela­ tion..., s. 164; E. Macro, ayn. esr., s. 2 ). Bu arada Yemen yahudilermin daha o tarihlerde . bir Isrâil



mal al-Dîn ve andlşaehây-i &, Tahran, 1353» s- 227 )■



Yemen ’in Osmanlı idâresine karşı ayaklanmasında ehliyetsiz idârecilerin de mühim rolü olmuştur. Bunlardan bâzdan kendilerinin sürgünde bulunduk­ larına inanarak rüşvet ve irtikâba başvurmuşlar ( B A , İ D , zilhicce 315, nr. 61) ; bâzan emniyet kuvvetleri, bâzan şeyhler, bâzan da yabancılarla anlaşarak fakirlerin ■mallarına elkoymuşlardır ( A, Deflers, ayn. esr., s. 78; D. Charnay, ayn. esr. s. 285). Bu idârecilerin ağır vergilerle balkı yıldı malan ve İstanbul’a yanlış bilgi vermeleri (B a rk al-Yamânl, s. 128 v.d.; M. Emin Paşa, ayn. esr., var. 2»-t>; B A , Yıldız tasnifi, kısım nr. 14, evrak nr. 330, 2382, zarf nr. 126, kısım nr. 8, 1 1 ; B A , İ D , zilhicce 315, nr. 61, 72560; Hüseyin b, Hâlid, Yemen Seyahatnâmesi, s. 21; Mehmed Hilâl, ayn. esr., var. 4 M & ), Yem en’de halkın isyanına sebep olmuştur. Yemen vâlisi Osman Nuri Paşa bun­ lardan biridir ( B A , Yıldız tasnifi, kısım nr. 18, evrak nr. 553/217, zarf nr. 93, karton nr. 35 ). Ayrıca nakil ve tâyinlerin zamansız oluşu ( B A, İ D , nr. 45547, 45577) da idârecilerin şevkini kırmıştır. Bu arada mahkemelerin İyi bir şekilde çalışmaması ( B A, İ D , nr. 72560), mahkeme reislerinin şahsî tutum­ ları ( B A , göst. yer., zilhicce 315, nr. 6 r; 72560) ve haksız tevkifler ( B A , M M , nr. 2909) de yerli halkın Osmanlı Devleti ’ne karşı olan nefretim artır­ mıştır. Ayaklanmalara karşı gönderilen askerî kuvve­ Aslında bu kâşif, seyyah veya topografların ço­ tin geç gelmesini ( Haşan Kadri, Yemen ve Hayatı, ğu, Londra ’daki Protestan Misyoner Merkezi ’ne s. 134; A. Deflers, ayn. esr., s. 54) ve mevcut askerin bağlı idiler ( Ahmed Hamdi, Âlem-i İslâm ve İngi­ sayıca az olmasını da ( B A , 1 D , nr. 45546, 96648; liz misyoneri, İngiliz misyoneri nastl yetiştiriliyor, M M , nr. 1892 ) göz önünde tutmak gerekir. Ver­ s. 73 v.d.). Meselâ seyyah olarak Yemen e giden ve gilerin ağır oluşunun içtimâî ve iktisâdî te’sirleri Arabia Infelix or the Turks in Yemen adlı eserin ( 1. Süreyya Sırma, X I X . yüzyıl Yemen isyanla­ sahibi G. Wyman Bury, bunlardan biri idi (Ah­ rında dini anlayışların rolü, s. 72 v.dd.) ile Osmanlı med Hamdi, ayn. esr., s. 9 v.d.). Nitekim bu zât, hilâfetinin bilhassa Zeydîlerce meşru sayılmaması stratejik bölgeler hakkında Londra ya bilgi gönde-- ve bu arada Cemâleddin Efgânî (ölm . 1 8 9 7 )’nin, derdiği öğrenildiği için Yemen "den uzaklaştırıl­ hilâfetin Osmanhlardan alınıp, Yemen imâmı na mıştır ( Sadrâzam Kâmil Paşa ’nin Hariciye Ne­ verilmesine dâir düşüncelerini de diğer sebeplere zâretine yazdığı yazı, Hariciye Arşivi, siyasi, nr. eklemek gerekir (Murtaza Müderrisi, Sayyid Ca­ Nitekim bilhassa Zeydîlerden Yemen İmâmı Yalıya, hilâfet iddiasında bulunmuş ve bütün Arap kabi­ lelerinin kendisine bîat etmeleri gerektiğini ve hi­ lâfet merkezinin İstanbul ’dan alınıp Mekke ’ye götürülmesini istemiştir ( B A , Şurâ-yı Devlet, nr. 1680; İ D , nr. 2691, 62152; Yıldız tasnifi, kısım nr. 22, evrak nr, 34, Zarf nr. 153, karton nr. 65; Hariciye Arşivi, siyasi, nr. 555, dosya nr, 33559; A. Bardey, ayn. esr., s. 35 ), Hilâfet üzerindeki mü­ nakaşalar bizzat Yemen şeyhleri arasında da ihtilâ­ fa sebep olmuştur ( Hariciye Arşivi, siyasi, nr. 555, dosya nr. 33883 ). Bununla berâber Sünnîler Osmanlı hilâfetini kabûl, Zeydîler ise reddetmişlerdir ( B A , İ D , nr. 96875 ).



YEMEN. Yemen şeyhleri, imâm unvânıyla bir veya birkaç kabileyi dinî ve siyâsî olarak idâre ederlerdi. Bun­ lardan bazılarının halk üzerindeki nüfûzu daha fazla olup, kendilerine birkaç şeyh tâbi olduğu için şayh al-maşâyih unvanım taşırlardı. Bâzı şeyhler de San'â’daki İmama bağlıydılar. Şeyhler halktan fitre ve zekât gibi vergiler alır, onları istedikleri gibi çalış­ tırır, çalışmalarının karşılığı olarak herhangi bir ücret de vermezlerdi. Çoğu zengin olduklarından etrafındakiler üzerinde iktisâdî bir baskı kurarak, onları İstedikleri gibi kullanıyorlardı. Siyâsî mâna­ daki bu şeyhlik, babadan oğula geçerdi ( Ahmed Râşid, ayrı. esr., I, 319). Bu şeyhler, kendi hükümranlıklarını sürdürmek ve ileride tam bir bağımsızlık elde etmek için etrafa Fufcaha, S ayyid, cuf^âl ve vaizler (V u'Sz adı al­ tında) gönderirlerdi. Bunlara derebeylerin torunla­ rı olan nufcabâ ve °ummâl *i de katmak gerekir. Şeyh­ ler, Osmanlılara karşı girişilen ayaklanmaları bu adamları vâsıtasıyle cihâd olarak meşru göstermeğe çalışıyorlar (bk, B A , kısım nr. 22, evrak nr. 34, zarf nr. 153, karton nr. 65) ve bu hususta gön­ derdikleri mektuplarda âyet ve hadîslerden faydala­ nıyor, kendilerinin mehdî olduklarım ileri sürüp, Osmanii Devleti ’ni dinsizlikle ithâm ediyorlardı. Herşeye rağmen, Osmanlılara bağlı kalmak is­ teyenler, şeyhler tarafından işkencelere mâruz bı­ rakılmıştır ( B A , İ D , 99684, göst. y e r.). Şeyhler, yabancı ülkelerden, bilhassa Aden yoluyla ingilizlerden sağladıkları silâhlarla, halk üzerinde daha kolay baskı kurabiliyorlardı (Hariciye Arşivi, Si­ yasî, nr. 479, dosya 1900; nr. 555, dosya 3, 2 6 u ; B A , İ D , 99740, 99684; Yıldız tasnifi, kısım, nr. 14, evrak nr. 33°, zarf nr. 126, karton nr. 8 ). Bu arada isyancılar, gayelerini meşrûlaştırmak için mezheb taassubundan da yararlanmışlardır. N i­ tekim burada Zeydîlerin yanında Şâfi’î, Hanefî, İs­ mail! ve Vahhâb!’ler de bulunmakta idi. Zeydîler [bk. mad. ZEYDİYE], kendi imamlarına sıkı bir şekilde bağlı oldukları için, onun her dedi­ ğini yaparlardı ( Haşan Kadri, ayn. esr., s. 106; krş. B A , Şurâ-yı devlet, nr. 1680 ). Osmanlı Devleti, Yemen ’de olup biten hâdiselere karşı kayıtsız kalmamış, bilhassa isyanların çoğaldığı Abdülhamid II. devrinde tâkip edilen Panislâmizm siyâseti ile Yemen ’de bu ayaklanmaların hafifle­ tilmesi istenilmiş ise de, başarılı olunamamıştır. Zîrâ Zeydîler, kendi imâmları dışındakileri imâm kabûl etmez, bunların ancak Peygamber soyundan olabileceklerini ileri sürerlerdi. Padişahta bu husûsiyetler bulunmadığı için Panislâmist siyâseti bir netice vermedi. Abdülhamid II. ’in faâliyetleri arasında, çoğun­ luğu Zeydî olan Yemenlileri Süraıîleştirmek niyeti de vardı ( B A , İ D , nr. 96875). Bu arada halkı, Zeydîlerin nüfuzundan kurtarmak için, gönderilen Arapça yazılarda imâmların sâdece eşkiya oldukları



38i



I belirtilmişti ( B A , İ D , 63152 ). Ayrıca dinsizlikle ithâm edilen me’murlarm yerine dindar idâreciler gönderilmiş ise de, bu hususta geç kalındığından bir netice alınamamıştır ( B A , İ D , zilhicce 315, nr. 61; Şurâ-yı devlet, nr. 5289; M M , nr. 1937, 1934, 4543; Bâbıâlî evrak dâiresi, nr. 697/28-8, s. 93). Sırf bu gayeyle, bidâyet mahkemelerinin ■ yerine son zamanlarda şer’î mahkemeler de kurulmuştur. Ancak bu yola, sonradan tevessül edildiği için bu tedbirde Yemenli mUslümanları memnun et­ memiştir ( B A , İ D , nr. 94394, 8494i; rebîüIâhır 1317, nr. ıo ; zilhicce, 1315, nr. 61; Bâbıâlî evrak odası, nr, 697/28-8, s. 99). Şeyh, seyyid gibi dinî liderleri kazanmak maksadiyle, bunlara .maddî menfaatler ve bir takım pâyeîer sağlamak cihetine gidilmiş İse de, bir netîce vermemiştir ( bk. göst. yerler; C . Snouck Hungronje, Verspreide Geschriften ’den naklen, S. T . W. Arnold, The Caliphate, s. 176). Abdülhamid ’in bu gayretleri sâyesinde kısmen yatışan Yemenliler, en ufak bir fırsatta tekrar isyan ediyorlardı. Bu isyanlar, İmâm Hamid al-Din ’in oğlu İmâm Y ahya’nın, hareketi tamamen kendi eline aldığı 1904 senesine kadar sürdü. Türklere karşı cihâd ilân eden İmâm Yahyâ ’ya, bir andiaşma ile San’â ve civârı terk edildi (1905 ). Fakat bu andlaşmanın şartlarım kabûl etmeyen Bâbıâli, Ahmed Feyzi Paşa kumandasında yeni taarruzlara girişti. Bu taarruzların sonunda tekrar alman San’â, kanlı çarpışmalardan sonra yine İmâm Yahya ’mn eline geçti. Bu arada Ahmed Feyzi Paşa nm yerine Haşan Tahsin Paşa tâyin edildi. Abdülhamid II. *in arzusu üzerine İstanbul ’a davet edilen Yemen ’in ileri gelenleriyle yapılan görüşmelerden de bir netice alınamadı. Nihâyet, 1911 ’de İzzet Paşa ile İmâm Yahya arasında yapılan bir andiaşma, senelerdir süren mücâdeleyi sona erdirdi. Ancak çok geçmeden Türk-İtalyan Harbi (19 12 ), ardından da Birinci Cihan Harbi başladı. 1918 ’de Türkler Yemen ’i tamamen terk edip, idâreyi Zeydî imâm ’1 Yahya ’ya bıraktılar. Daha sonraki yıllarda, Aden bölgesinin tamamıda Ingilizlerden alındı. İmâm Yahya ’dan sonra da durumu bir müddet böyle devam etti. Nihâyet Yemen, Şimâl ve Cenup Yemen olmak üzere iki ayrı devlet hâline geldi. Şimâlî Yem en’in başkenti San’â, Cenûbî Yemen ’in ise, Aden ’dir. Bibliyografya : Metinde zikredilen­ lerden başka bk. Fârük ‘Osman Abaza, al-fiukm aT'Oşmâni fi'l-Y am an (Kahire, 1 9 7 5 ) ; ‘Abd al-playy blabîbı, Nasab va Zâdgâhri Sayyid C am öl al-Din at-A fğâni ( Kâbil, 1355 hş); ‘Abd Allâh b. Hâmid al-Huyayd, al-M am âlik al-carâkisat f i 'l-Yamatı, M acallat al-bahs al-Hlmi, CâmPat al-Malik', ‘Abd al-‘Azîz, Külliyat alşarica (Mekke, 139 S ), sayı, I; eAbd Ailâh b.



Şalâh, aTFulükât al-Mtırâdlya f i 'l-cihât a l-Y a -



382



YEMEN. mânlya,- el-yazm., Atıf Efendi Kütüp., nr. 1912; ‘Abd aI-Mu‘ mîn b. 'A lî, Mir*at al-Yaman, elyazm., Ütııv. Kütüp., nr. T Y 6129; Ahmed Cevdet Paşa, Tarik (İstanbul, 1309); Aljmed Amîn, Zukr al-Islâm (Kahire, 1964); Ahmed Husayn Şaraf



André Duboscq, l ’ Orient Méditerranéen ( Paris, 1917); Alfred Duggan, The story of the Crusades (London, 1969); Raymond Duguay, Trois an­



al-Dîn, al-Yaman ‘ abr al-lârifa (Kahire, 1964); Ahmed Râşid, Tarih-i Yemen ve Sana ( İstanbul, 1291 ); Ahmed Ziya, Mufassal Yemen Coğrafyast, Üniv. Kütüp., nr. T Y 4254; f£utb al-DIn al-Makkî, Bark al-Yamânl fifâifa al-Oşmötd adlı eserin Afabâr al-Yamönî adıyla ilâveli trc, 'Â li, Hamidiye Kütüp., el-yazm., nr. 886; A li, Künhü'l-ahbâr, Üniv. Kütüp., nr. T Y 5959; “Alî Cavâd, Tarifa al-“Arab faabl al-Islâm (Bagdad, 1951-1953); Ali Emîrî Efendi, Yemen hâtırası, Millet K ü­ tüp., A . Emîrî, el-yazm., Târih, nr. 653; mil. meçhul, Critique historique de la notion de Califat, Thèse des orientalisten Européens, R M M , L V I, 55 v.d. ; G . Antonius, The Arap Awakening ( London, 1955 ); Th. W. Arnold, The Caliphate (London, 1967); Aşğar Mahdâvî, MacmSa-i asnâd u madàrik dar bârà-yi Sayyid Carnal al-Dln maşhür ba Afğânî (Tahran, 1342); A . Sünnî, Yemen yolunda (İstanbul, 1325); Atıf Paşa, Ye­ men târihi (İstanbul, 1326); David Ayalon, Memlûklar ve Deniz Kuvvetleri, T D ( İstanbul, 1971 ), X X V , 39-5° ; François Balsan, Au Ye­ men interdit, Géograpkia (Paris, 1899), nr: 93; Michael Bates, Yemen and Us conquest by the Ayyubids of Egypt ( A .D ., I ¡ 37-1202) in Mediae­ val and Modem Middle East Studies, U .S . A , 1978; Bekir Sıtkı Baykal, Doksan üç Harbi Arifer



X X V II;



sinde Osmarih Devleti ile Büyük Devletler Arasın­ daki Münasebetler, D T C F D ( Ankara, 1944/ 1945 ), III, 183-192; Badr al-Dîn Muhammed b. İsmâ'îl, al-Lala’ if al-sanıya f l afabâr al-mamâlik al-Yamânîya, Üniv, Kütüp., el-yazm., nr. A Y 1345; Victor Bérard, Le Sultan, I ’ ¡slam et les Puissances (Paris, 1907); Şaraf b. 'A b d i’lMuhsin al-Barakâtî, ai-Rifalat al-Yamânîya (B ey ­ rut, 1384); G, Le Bon, Premières conséquences de la Guerre (Paris, 19 16 ); C . Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tariki (trc. Neşet Çağatay), Ankara, 1964; The Cambridge His­ tory of İslam (Cambridge, 1970); mil. meçhul, Câmı‘ al-mutün fi afabâr al-Yaman al-maymün, Üniv. Kütüp., nr. A Y 59° 9 ; Henri Corbin, Histoire de la philosophie islamique (Paris, 1964); Neşet Çağatay, Samiler-Araplar ve Güney Ara­ bistan Devletleri, İ F D (Ankara, 1957), IV; Albert Defiers, Voyage au Yemen, Journal d'une excursion Botanique (Paris, 1889); Hartwig Derenbourg, Nouveaux textes Yéménites inéedits, Revue d'Assyriologie et d ’Archéologie Orientale (Paris, 1902), V , nr: 4; Edouard Driault, La Question d'Orient (Paris, 1938); T . G . Djuvars, Cení projets de partage de la Turquie ( Paris, 1914 );



nées en Arabie



Heureuse, par



Alfred Beneyton,



( Paris, X913 ), Ibn al-'Imâd, Şazarât al-zahab f l afa­ bâr man zahab (Beyrut, ts. ); Zeki Ehiloğlu, Yemende Türfaler (İstanbul, I9 5 2 ); As°ad Câbir b. ‘Osman Râgib, Yemen, Üniv. Kütüp., nr. T Y 4250 ; ‘Abd al-Maiik b. Kurayb al-Aşma'î, Bulletin de la Société de Géographie



Tarifa al-*Arab kabl al-îslâm (Bagdad, 1959): Eyyûb Sabrî, Târih-i Vakhâbiyân ( İstanbul, 1296); ayn. mil., M irâtul-Harameyn (İstanbul, 1306); A . Fabre Luce, Deuil au Levant (Paris, 1950); Claudie Fayein, Jules Barthoux, Une Française au Yémen (Paris, 1955), X V , 479"49I > Claudie



Fayein, Yemen Petite Planète (Paris, 1975): Francesco Gabrieli, Les Arabes ( Frans. trc. Marie de Wasmer) Paris, 1963; G . Gaulis, L a Ruine d ’un Empire (Paris, 1913); A .R . Gibb Hamilton, Lutfi



Paşa on The



Ottoman



Caliphate,



oriens



( Cambridge, 1962 ), X V , 287-295; Y . M . Goblet, Tours du Monde ( Pa­ ris, 1 9 u ) , X V II; Muhammed Hamidullah, Le



L a Révolte au Yémen, Prophète de l ’Islam



(Paris, 1959): ayn. mil.,



Macmü'at al-vaşâ*ik al-siyöslya (Beyrut, 1969);



Hasan Kadri, Yemen ve hayatı ( İstanbul, 1328 ); Mehmed Said Hatiboğlu, Hilâfetin Kureyşliliği, İ F D (Ankara, 1978), X X III.; Hayrullah, Devlet-i Alîye-i Osmaniye Tarihi (İstanbul, 1292); al-Hazracî, al-Ufafid al-kfluiyya (Leyden, X913); Uriel Heyd, Foundations of Turkish Nationalism (London, 1950); K . Philip Hitti, History o f Arabs, 10. baskı ( NewYork, 1974); Halid b. Hüseyin, Yemen Seyahatnamesi, Üniv. Kütüp., nr. TY 4917; Şalâh b. Dâvüd b. ‘Ali, Risâla f i bayan ah­ vâl mulûk al-Yaman, Millet Kütüp., el-yazm., nr. Arabi-3334/3; İbn Haidün, Mufaadiima (B ey­ rut, t s .); İbn Hallikân, Vafayât al-a*yân (B ey­ rut, 1968 ); İbn Hişâm, al-Sirat al-Nabaviya ( Mı­ sır, 1955); İbn İshâk, Sırat (Rabat, 1976); ibn Kaşır, al-Bidâya v a ’l-Nihâyat (Beyrut, 1966); ibn Kutavna al-Dinavarî, at-Ma*ârif ( Beyrut, 1970); İbn al-Mucâyir, Tarifa al-Mastabşir (L e y ­ den, 1954); İbn İyâs, Bads’i* al-zuhür f i vafaSi‘ al-dukür ( Mısır, ts. ) ; İbrahim Abdusselâm, Ye­ men Seyahatnâmesi (İstanbul, 1324); Harold Ingrams, The Yemen, Imams Rulers and Revolu­ tions ( London, 19Ğ3 ); Josephe Joubert, La Ques­ tion de CheikrCaid, Revue Française de l 'Etranger et des Colonies (Paris, 19x2), XXXVI I ; al-Kazvinî, Âşâr al-bilâd afabâr al-‘ ibâd (Beyrut, ts. ); Gillian King, Imperial Outpost Aden, its place in British strategic Policy (London, 1964): James Kirkman and Brian Doe, The first days o f Bri­ tish Aden, The Diary of John Studdy Leigh, Arabian Studies ( R. B. Serjeant,



R. L. Bidweli ), London,



YEM EN. 1975. ï ï î Ku{b al-Dîn al-Makkî, al-Bark al-Yamânî f î fath al-cOsmâni (Riyad, 1967): Yaşar Kutluay, îslâm oe Yahudi mezkebleri (Ankara, 1965); A. Lamartine, Histoire de la Turquie (Pa­ ris, 1854); Henri Lammens, l'Islam, Croyance et institutions (Beyrut, 1943); Colonel Lamouche, Histoire de la Turquie (Paris, 1953); Henri Laoust, Le Califat dans la doctrine de Raşid Rida ( Beyrut, 1938 ); ayn. mil., Les Schismes dans l ’Islam ( Pa­ ris, 1965); Malcolm Maccoll, Le Sultan et les Grandes Puissances ( Frans. trc. Jean Longuet ), Paris, 1899 ; Eric Macro, Bibliography on Ye­ men and Notes on Mocha, Miami Unrversity Press (i9 6 0 ); ayn. mil., Yemen and Western World since 1571 ( London, 1968 ); al-MakdisI, al-Ravzatayn ft ahhâr al-daolatayn (Beyrut, t s .); alMakrizî, Kitcib al-sulük li macrifat duoal al-mulük (K ahire, 1970); H. Marchand, Les Ques­ tions arabes: le Yemen Question Diplomatique et Coloniale (Paris, 1 9 u ) , X X X I, nr. 339; al-Mâwardï, Les Status Gouvernementaux ( Frans. trc. E. Fagnan), Cezayir, X915 ; Benoist Mechin, Un Printemps Arabe (Paris, 1959); Mehmed Emin Paşa, Yemen fof’asmm ma’mûriyetine ve daima âsâyişde buhnmasma dâir tedâbir, Üniv. Kütüp., nr. T Y 4615; Memdûh, Yemen islâhâtt ve bâzı miitala’ât (İstanbul, I325 ); Mas'üdî, Murûc al-zahab (Beyrut, 1973); Mevlân-zâde Rıfat, Yemen hokkada dahiliye nâzm Talat Beyefendiye açık lâyiha (Kahire, 18 kânun II. 1326); Barbier de Meynard, Charles Adrien Casimir, Notice sur Arabie méridionale d ’après un document ' turc. Publication de l ’Ecole des langues Orientales Vivan­ tes (Paris, 1883), nr. 9; MIrzâ Husayn Hân “Ada­ let Pür, Sayyid Cemâlüddin, Yağma, sayı 8 ( Tah­ ran, ramazan 13 9 °); Muhammad Yakub Mughul, Kanuni Devrinde Osmanltlartn Hint Okyanusu Politikası ve Osmanh-Hint müslamanları münase­ betleri, 1517-1538 (İstanbul, 1974); Hugyânî Muljammed Amîn, Hayâi-ı Sayyid CamSİuddin-i Afgânt (Kabil, 1318); Muijarnrned Anis, al-Davlat al-*0.$mâniyya v a ’i-Şark al-cA rabi{ Kahire, ts,); Muhammed Hilâl, Hıttay-i Yemâniyye hokkada malûmat, Üniv. Kütüp., nr. T Y 6623; Muham­ med Muljit Tabâtabâî, Sayyid Camâl al-Dîn Asadâbadî dar bıdâriy-i maşrik~izamin (K u m ,.1392); Muljammed Memdûh, Miftâh-t Yemen ( İstanbul, 133° ); al-Mur“i, al-İhsan fi dulşüli 'l-mamlakati lYaman tatta çilli ladâlati âli 'Osman,'Millet. Kütüp., ei-yazm., Arabi, nr. 2379; Mustafa Selim, al-Fethu T-Osmâni el-evvel li 1- Yemen ( Kahire, 1974 ) ; Müneccimbaşı, ŞahâifuT-ahbâr (İstanbul, 1285); F. S. Naggiar, La Révolte du Yemen dans Corres­ pondance d'Orİent 15 Février, I 9 I I , s. 154; Nâsır-ı Husrev, Sefernâme (trc. Abdülvehhab Tar­ z ı), İstanbul 195°; Nureddin» Yemen lâyihası ( İstanbul, 1327 ) ; Cengiz Orhonlu, Osmanh İm-



383



paratorlağu ’nun Güney Siyaseti, Habeş Eyaleti ( İstanbul, 1974); Salih Özbaran, Osmanh İmpa­ ratorluğu ve Hindistan Yola, T D ( İstanbul, 1978), X X X I, 65-146; ayn. mil., X V I. yüzyılda Basra Körfezi Sahillerinde Osmanltlar, Basra Beylerbey­ liğinin kuruluşu, T D ( İstanbul, 1971 ), X X V , 51-72; ayn. mil., Osmanh tariki baktmtndan X V I. yüzyılda Portekizli tarihçiler, T D i İstanbul, 1969), X X III, 75-82; Tahsin ö z , Yemen Far tihi Sinan Paşa Arşivi, Belleten (Ankara, 1946), X , 171-193; René Pinon, l'Empire ottoman (P a­ ris, 1909); Xavier de Planhol, Les Fondements géographiques de Ihistoire de l'Islam (Paris, 1968); al-Ràz! (Ahmed b. “Abd Allah), Târîh Şan°3, Millet Kütüp., el-yazm., Arabî nr. 2394/1 ; C . Jacques Risler, La Civilisation Arabe (Paris, 1955); Gaston Rouet, La Question du Yémen, Question diplomati­ que et Coloniale ( Paris, 16 Avril i9 IO)> X X IX , 475-491; Jean-Paul Roux, La Turquie (Paris, 1953); Rumüzï, Tarik-ifetk-i Yemen,Üniv. Kütüp., nr. T Y 6045; Rüşdî, Yemen hâtirast (Istanbul, 1325); G . Ryckmans, Les Religions Arabes Prêislar miques (Louvain, 1951); Jacques Ryckmans, l ’Ins­ titution Monarchique en Arabie Méridionale avant, l'Islam (M a ’in et Saba), Louvain, I951 ; A . Salaignac, Les fortifications de CheikrSaid, Revue Française (Paris, 1897L X X II; Saltiâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye (1263-1330); D .A . Schmitt, Yemen, The unknown war (New York, 1968); Hugh Scoot, In the High Yemen (London, I942 ); R. B., Serjeant, R. L . Bidwell, Arabian Studies (London, 1975 ); Sayyid Carnal al-DIn AfgSnl, ‘ Uroat alvuskâ ( trc. Abdullah Semender ), Kâbil , 1355 hş. ; 1hsan Süreyya Sırma, Fransa ’nın Kuzey Afrika­ ’daki sömürgeciliğine karşı Sultan II. Âbdülhamid'in Panislamist faâliyetlerine âit bir kaç vesika, T E D , (İstanbul, 1977), V II-V I1I.j ayn. mil., Ondokuzunca Yüzyıl Osmanlt Siyâsetinde Büyük Rol Oynayan Tarikatlara Dâir Bir Vesika, T D ( İ s ­ tanbul, 1978), X X X I, 183-198; ayn. mil., Ye­ men Kıt'asında Osmanlt Devleti 'ne ve diğer dev­ letlere karşı isyan eden aşiretlere dâir bir vesika, I İ F D (Ankara, 1977), H; ayn. mil., Sultan II. Âbdülhamid 'in Uzak Doğu 'ya gönderdiği ajana dâir ( 6-9 şubat 1978 'de İstanbul 'da yapılan 1. Milli Türkoloji Kongresi’ne sunulan tebliğ ); ayn. mil., Saltan 11. Âbdülhamid ve Çin Müslüman­ ları, Islâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi ( İstanbul, 1979 ), VII/3-4; ayn, mil., Pekin Hamidiyye Üni­ versitesi, Prof. M. Tayyib Okiç Armağanı ( İslâmî, İlimler Fakültesi Yayım ), Ankara, 1978 ; ayn. mil., X IX . yüzyıl Yemen isyanlarında dini anlayış­ ların rolü ( doçentlik tezi ), Erzurum, 1979; Şifat Allah Camâlî, Isnâi Ve madârik dar böra-i Sayyid Camâl al-Din (Tahran, I39i ) ; Şubhı al-Şâlih, al-Nuzum al-Islâmıya (Beyrut, 1965); al-Şuyûçî, Târih al-ffiulafS‘ (Kahire, 1964); Suhaylî, al-



384



YEMEN — YENBÛ.



Raoz at-'unuf (Kahire, 1967); ŞahristânI, alMital oa 'l-nihât ( Kahire, 1968 ); Tabarî, Târih al-umam va'l-muîük (Beyrut, ts .); İbn Tağribirdî, al-Nucüm al-zâhire f i mulûk Mişr oa'lKâhira (Kahire ts. ); Asaf Tanrıkut, Yemen Notlan ( Ankara, 1965 ); M . C . Şehabeddin T ekindağ, Memlûk Sultanlığı Tarikine Toplu Bir Baku, T D (İstanbul, 19 7 1), X X V , 1-38; J. Arnold Toynbee, La Cioilisation a Tepreuoe ( Pa­ ris, 19 5 1); Salih T u ğ, Islâm ülkelerinde anaya­ sa hareketleri (İstanbul, 1969); Gaston Wiet, Grandeur de l 'İslam ( Paris, 19 61); Yaljyâ b. Husayn b. Kâsim, Gâyat al-amânl f i alfbâr alka{r al-Yamânl, Millet Kütüp., el-yazm., Ara­ bi nr. 2375; YaTübİ, Târih (Beyrut, 1960); Yâküt al-Hamavı, M u’cam al-buldân ( Beyrut, 1957); Yemen ’de On dördüncü kolordu ile Hicaz fırkamna oe Necid ve Fizan 'daki fataat-ı askeriyeye tâyin olunacak sunûf-i muhtelife ümerâ oe zabttammn sûrei-i tâyin oe müddet-İ istihdâmlanna dâir kanûn süreli (İstanbul, 1327); Yemen Salnâmesi, 1298, 1303-1305, 1306, 1307, 1313, 1314; Yemen vilâyeti haritası, IV. Ordu Erkân-ı Harbiyesi ta­ rafından bastırılmıştır; Yusuf Ziya Yörükan, Vahhâhilik, I F D (Ankara, *953), II; Hüseyin Yurd. aydın, İslâm Tarihi Dersleri ( Ankara, 19 7 1); Zabidî, K.urral al-cuyün f i ahbâr al-Yaman almaymün, Millet Kütüp., el-yazm. Arabi nr. 2372; Corci Zaydân, Târih al-tamaddun al-îslâml ( K a­ hire, 1968); ayn. mil., Kitâb al-eArab kabl alIslâm ( Mısır, 1908); Zuhdî, Miriât al-Yaman (İstanbul, 1328). ( İHSAN SÜ R E YYA S lR M Â ,)



YEMİN.



Y A M İN (A); sağ el, b e r e ­ k e t , k u v v e t ve k u d r e t , y ü c e v e g ü z e l m e v k i demek olup (Firüzâbâdi, îfjrnms al-muhit, Kahire, 1319 h, IV, 18 i; İbn Man?ür, L A , Beyrut, 1968, X III, 4 6 1) a n d i ç m e mânasında dinî ve fıkhı bir tâbirdir. Aralarında nüans bulunmakla beraber, {¡ilf ve koşam [ b. bk. ] kelimeleriyle müteradif olarak kullanılmış ( L A , X I I I , 4 6 2 ; I A , mad. K A S E M ) ve tatbikatta onlara tercih edilmiştir. Cavharî ’nin beyânına göre, bu and İçme olayına bu adın verilmesi, insanın yemin esnâsmda sağ elini arkadaşınınkine vurmasından veya onu tutmasından ileri gelmiştir ( Şibah mad. yamin; L A , X I I I , 463; Kâmüs al-muhU, göst. yer.). Allah ’ın zimmeti, mîsâkı ve ahdi demek olan, diğer bir ifâde ile Allaha karşı bir mükellefiyeti kabûl etmekten ibâret bulunan yemin, bunu ya­ pan kimsenin bütün güc ve samimiyetini ifâde eder ve o kimse, söylediği sözde bütün varlığını ortaya koymuş olur. Bu itibarla böyle bir ahde giren kişi, yalan söyler veya sözünü tutmazsa, hem kendi rûhunu mahvetmiş, hem de Allah ’1 gücendirmiş olur ( L A , göst. yer.; T A , mad. yamin; krş. I A , mad. KASEM), Nitekim bir hadîs ’t e ” Arkada­



şının seni tasdik edip doğrulayacağı konularda ye­ min etmelisin” denmekte ve böylece, arkadaşının kendisini doğrulamıyacağı her hangi bir konuda yemin etmemesi gerektiğine açıkça işâret edil­ mektedir (Müslim, Sahih, ayman, hadîs 20; L A ,



xın, 461). Yeminin mâhiyeti, çeşitleri, yemin için kullanılan tâbirler, ne adına yemin edilip, ne adına edileme­ yeceği hususları ve bilhassa konunun tafsilâtı için bk. 1 A , mad. KASEM. B i b l i y o g r a f y a : Metin içinde geçen­ lerden başka bk. Corpus Juris di Zaid îbn °All (nşr. G riffini), fihrist; Il-Muhtaşar o Sammario del Diritto Malechita di Halil İbn Ishâk, trc. (G uidi ve Santillana), I, s. X I. ve I A , mad. KASEM ’de gösterilen kaynaklar. ( NAZİF ŞAHİNOĞLU.)



YE N B Û , Y A N B U 0 ( Y am bo ° ) . K ü ç ü k b i r l i m a n ve kezâ Arabistan ’ın garb sahilinde, bu limandan altı yedi saatlik mesâfede bulunan b i r ş e h i r . Liman şehri olan Yanbu0’ya ayrıca Yanbuc al-Bahr veya Şerm Yanbu' da denilir. Dâhil­ deki şehrin adı ise, Yanbu0 al-Na(ıl ’dir. Yanbu0 al-Bahr limanı, Medine ’nin denizle olan irtibâtım sağlayan eski al-Câr limanının yerini almış olup, aslında sığ, fakat oldukça geniş, iyi bir demirleme yerine sâbib bir körfezde bulunmakta ve önündeki bir ada ile rüzgarlara karşı korunmaktadır. Şehir, denizin bir uzantısı ile ikiye ayrılmış olup, kara ta­ rafından şarkta Bâb al-Madlna, şimâlde Bâb alMaşr ve ayrıca deniz tarafından bir çok kapılan bulunan kuleli bir surla korunmuştur. Evleri çok kötü inşâ edilmiştir; câmileri ise, ehemmiyetsizdir. Liman, Medine ile olan transit ticâreti sâyesinde yaşar ve yerli yelkenlilerle Süveyş, IÇuşayr ve Y u ­ karı M ısır’daki K en® >1« sjkı münâsebetlerde bu­ lunur. Yanbu0, ayrıca köle ticâretinde oldukça rol oynar ve gemilerle G d d e ’ye giden hacılar buraya uğrar. Yanbu0 al-Nabl ise, İbn Cubayr’de Yanbu0 olarak zikredilmiş olup, eski bir iskân merkezidir ve muhtemelen Batlamyus ’daki ( VI, 7 , 3 ) l ' 5lap/K a zcoprı ’un aynıdır, al-lstaljrî, İbn fclavkal ve al - Mukaddasî gibi coğrafyacılar, Henneri (k ın a )’sı ile meşhur olan şehrin, nüfûsunun çok­ luğunu, hurmalıklarının zenginliğini ve kuvvetli bir bisârmın bulunduğunu anlatırlar. Burası, Banü Cuhayna ve Layş 'e mensup olan Ensâr tarafından iskân edilmiştir. Câmiinde Peygamber’in namaz kıldığı rivâyet edilir. Vâhası, bir dizi teşkil eden te­ pelerinin eteğinde olan şehir, refâhını bu tepelerden inen derelere borçludur. Bilhassa, sebze zirâati ya­ pılır .ve zura (m ısır) ile tütün yetiştirilir. Fakat, uzun zamandan beri, büyük bir titizlikle hurma dikimine ağırlık verilmiş ve bunların aralarına evler serpiştirilmiştir. Yanbu0 limanının, sonradan kurulmuş olup içinde



YENBÛ -



YENİÇERİLER.



3$5



asîl Yambav! ’lerin hurmalıkları ve koy evlerinin YE N İÇ E R İL E R . O s m a n l ı o r d u s u n u n bulunduğu Yanbu' al-Nahl olduğu hakkındaki d â i m i v e h â z i n e d e n u l û f e a l a n k a ­ rivayet, bugün de halk arasında canlılığını muhâr p ı k u l u a s k e r î z ü m r e s i n i n e n m ü h i m faza etmektedir. Yanbu' veya Yanbü' (kaynak) s ı n ı f ı d ı r . Yeniçeri Ocağı, pâdişâhın has3a kuv­ ismi, bulunduğu yerdeki kaynakların bolluğunu veti olup, seferde onun emir ve kumandası altında [ aş. yk. 170 kaynak ] gösterir. bulunurdu. Teşkil edildiği devirlerde uc beylerine [ Mısır *ın Osmanhlar tarafından fethi üzerine, karşı pâdişâhın merkezî otoritesini de temsil eden anahtarlarını Yavuz Selim ’e teslim eden şehirler yeniçeriler, sonradan eyâlet kuvvetlerine karşı da bu arasında Yanbu' da bulunuyordu. Liman, Osmanlı otoriteyi devam ettirdiler. Zaman zaman devlet oto­ idâresi zamanında da M edine’nin ticarî hayatında ritesine de karşı çıkan yeniçeriler, hal ’ ve cülûslarda mühim bir rol oynadı. Mekke ve M edine’nin za­ başlıca unsur olarak görülür. Osmanlı Devleti ’nde hire ihtiyâcı, Nil nehrinden Kene ’ye, oradan K ı- başlayan tereddi, bu askerî sınıfı da te’siri altına zıldeniz ’in Afrika sâlıilinde bulunan l£uşayr lima­ almış, harp etme kabiliyetini kaybeden Ocak, za­ nına ulaştırılıyor, daha sonra da Yanbuc ve Cidde rarlı bir topluluk hâline gelmiştir. Nitekim Yeniçeri limanlarına naklediliyordu. Kanunî Sultan Süleyman Ocağı, Vak’a-i Hayriye’ye kadar İstanbul'da vukua tarafından Mısır ’da satın alınarak, geliri Mekke ve gelen birçok isyân ve ihtilâllere katılmıştır. Medine ’ye tahsis edilen mahsûllerden 3.000 çrdeb Yeniçeri Ocağı 'nın esâsını teşkil eden Hıristiyan (İstanbul ölçüsü ile 1 erdeb 9 kiledir.) hubûbat, çocuklarının devşirilip, asker olarak yetiştirilmesi, Yanbuc fakirlerine ayrılmış ve gemilerle Süveyş ’den tarihte ilk defa Osmanhlar tarafından gerçekleş­ Yanbü' 'ya nakledilmiştir. tirilmiştir. Büyük Selçuklularda olduğu gibi Anadolu 1766 'da Mısır ’da isyan eden Bulutkapan Ali Selçuklularında da merkezde bir piyâde kuvveti Bey, 1768 ’de Hicâz ’da Yanbu' kasabasını ele ge­ bulundurulurdu. Bu ordularda Türklerden başka çirip, dört yıl kadar bu limana hâkim oldu. 1199 İran ve Arap unsurları, Rumlar, Ermeniler ve şâir ( 1 786) ’da ise, Hatb Urbanı (savaş bedevileri) Frenklerde vardı. Ancak bunlar askerlik çağındaki Yanbu' kalesini ele geçirip, hacıların mallarına el harp 1 esirleri idi. İslâm dünyasında askerî kölelik, koydu. Şehir bunlardan büyük zarar gördü. Kızıl- yâni ğulâm ( = memlûk) usûlü, sistemli toplama, deniz’in diğer limanları kadar olmamakla berâber, teşkilâtlı eğitim ve muvazzaf asker olarak vazife canlı bir ticârî hayata slhib olan Yanbu‘ ’ya, Evliya görme şeklinde diğer kölelerden ayrılmıştır (bk. Çelebi ’nin kayıtlarına göre, yılda beşyiiz kadar' bü­ Daniel Pipes, Shoe Soldiers and İslam, The Gene­ sis of a Military System, New Haven and London, yüklü küçüklü gemi uğramakta idi. X IX . asrm sonlarında 5-000 nüfûsu olan Yanbu's. 140-151). Osmanhlar devşirme usûlünü, es­ ’nun, bir limanı, sûru, üç câmii ve 300 dükkânı kiden heri devam edegelmekte olan ğulâm sistemi içinde inkişâf ettirmişlerdir. Bir uc devleti olan vardı]. Bibliyografya: Istahrî, B G A , I, Osmanh Beyliği’nde gulâm sistemi önem kazanmış 2 l; İbn Havkal, B G A , II, 28; al-MujjaddasI, ve bilâbire klâsik Osmanlı idâri sistemine yerleş­ B G A , III, 83, 98; al-Bakrî, Mu'cam, II, 415 miştir. Gulâmlar askerî terbiye verilerek saray v.d., 856; Yâküt, Mu'cam (nşr. Wiistenfeld), için yetiştiriliyordu. Merkezî bir devlet kurmada IV, 1038 v.d.; İbnCubayr, Rif/la ( nşr. W right), gayret gösteren Bayezid I. devrinde, gulâm sistemi Leyden, 1852, s. 145; M . Tamisier, Voyage en tam bir gelişmeye mazhar oldu [bk. E l 2 mad. Arabia (Paris, 1840), I, 53 v.d.; J. R. Wellsted, GHULÂM ]. Yeniçeri Ocağı 'nm teşkilinde bilhassa Reisen in Arabien ( nşr. E. Rödiger), Halle a/S, Anadolu Selçuklu Devleti’nin askerî teşkilâtı ömek 1842, II, 166 v.d.; C. Ritter, Die Erininde von alınmıştır. Nitekim, Anadolu Selçuklu askeri teş­ Asien (Berlin, 1846), VIII/ı, 149, v.d., 181; kilâtında ” müfred, galâm" ve "mülâztmânrt yatak II. (Berlin, 1847), 205 v.d.; A . Sprenger, Die veya yayak” ( İ* H. Uzunçarşılı, Osmanh Devlet cite Geographic Arabiens (Bern, 1875), s, 26; Teşkilâtına Medhal, Ankara, I97°> s. I OI ) gibi [ I. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanh Tarihi ( Ankara, sultanın şahsına bağlı ve dâima merkezde bulunan 1956), IV/r, 430 v.d.; Salahattin Tansel, Yaouz askeri birlik bunun en bâriz delilidir. Yeniçeri Ocağı Sultan SeUm ( Istanbul, 1969), *• 9 °; Ahmed bu teşkilâtın değişik bir şeklidir ( bk. M . Fuad Vâsıf Efendi, Mehâsinü 'Tasar oe Hakâ ikü T-Ah- Köprülü, Bizans müessesekrimn Osmanlı miiesbar ( nşr. Müctebâ İlgürel), İstanbul, 1978, s. seselerine tesiri, nşr.. Orhan F . Köprülü, İstanbul, 267 v.dd.; Cengiz Orhonlu, X V I. asrm ilk yan­ 198ı2, s. 131 v.dd.). Osmanlılarda yeniçeri teşkilâtından önce Çandarlı sında Ktzıldeniz'de Osmanhlar, T D (İstanbul, 1962), sayı t6, s. 4, 10, 133; Evliya Çelebi, Se­ Kara Halil ’in teşebbüsü ile yaya ve müsellem ordusu yahatname, IX, 803; Şemseddin Samı, Kâmu- kurulmuştu. Türk çiftçi çocuklarından teşekkül eden yaya ve müsellemler günde 2 akça alıyorlardı süi-âlâm (İstanbul, 13x6), V I, 4811 ]• (A dolf G rohmann.) ( Neşri, Cihanümâ, I, 154 )• Bu teşkilât, Orhan Bey [Bumadde V. Çabuk tarafından ikmâl edilmiştir.] [ b. bk, ] zamanında gelişip inkişâf etti ise de, dâimî İslâm Ansiklopedisi



F. 25



YENİÇERİLER. ordu ihtiyacına cevap veremedi (tafsilât için bk. Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İktisâdi Ve içtimâi Ta­ rihi, L 343'348; t. H. Uzunçarşıh, Osmanlt tarihi, l, 126 v.d d .). Devletin diğer askerî kuvveti olan timarlı sipahiler, merkeze uzak bulunuyordu. Gâzî, alp, alperen gibi serhad akıncıları ise, pek mahdut sayıda idi. Murad I. [ b. bk. ] zamanında, Edirne ’nin fethini müteâkıp, büyümeğe namzet olan beyliğin askerî ihtiyaçları arttı. Böylece daimî bir ordu fikri de doğdu (Halil İnalcık, T h e OttomanEmpire, The Clas­ sical Age ¡ 300- 1600, London, 1973, s. 11) . Dâimî ordunun zabt u rabt bakımından istenilen mükem­ meliyette olacağı tahmin ediliyordu. Yine Çandarlı Halil 'in teşebbüsü ile harplerde esir alınan hıris­ tiyan gençlerden Yenf-çeri ( "yeni asker” ) adı ile bir askerî ocak vücûda getirildi. Bu teşkilâtın kuruluş tarihi henüz kat’î olarak tesbit edilememiş olmakla beraber, ihtimâller daha zi­ yâde Edirne 'nin fethini tâkip eden yıllarda toplan­ maktadır. Fethi müteâkıp, garba doğru fütûhat fikri geliştiği sırada, devrin ulemâsından Kara Rüstem, kadıasker Çandarlı Kara Halîl ile bir sohbetinde, hıristiyan esirlerden istifâde edilmesi fikrini ortaya atmıştır. Bu düşünceyi pâdişâha arz eden kadıasker, ondan müsbet cevap almıştır. Bu sırada, seferde bulunan Gâzî Evrenos 'a haber salınıp, pencik ka­ nununa göre esirlerin beşte birini devlet hâzinesi adma alması emredildi. Pencik-oğlanı adı ile alman bu esirlerle kapıkulu ocaklarının temeli atılmış oldu { bk. î A , mad. D E V ŞİR M E ], Gâzî Evrenos seferden bîr hayli esirle döndü. Kara Halîl, bunların önce Türkçe öğrenmelerinin lüzumuna işâret ederek, Türk âilelerinin yanına verilmesinin uygun olacağını tavsiye etti. Bu usûlün kabûl olunması üzerine esir­ ler önce müslüman edilip, 3-4 yıl Türk âilelerinin yanında kaldılar (buna 1484 tarihli bir örnek için bk. H. İnalcık, Osmanlt idâre, sosyal oe ekonomik tarihiyle ilgili belgeler : Barsa kadt sicillerinden seç­ meler, Belgeler, Ankara, 1981, sayı 14, 4 numaralı



hüccet). ittihaz edilen bu usûle göre, müslü­ man olup, Türkçe öğrenmiş bulunan askerler, Ocağa intisap edip akbörk giydiler. Bu suretle, Yeniçeri Ocağı kurulmuş oldu. Kaynaklar ayrı ayrı incelen­ diğinde, Oruç Bey ( nşr. Babinger, s. 21 v.d., 93 v.d.; kezâ bk. Anonim, Tevârih-i âl-i Osman, nşr. Giese, s. 21 v .d .)'in verdiği mâlûmâtı tekrar ettik­ leri görülür. Nitekim, bunlar Karamanlı Kara Rüs­ tem ve Kadıasker Çandarh Kara Halîl 'in konuşma­ larını hemen hemen aynen vermektedir (A şık Paşazâde, nşr. Atsız, s. 128; Neşrî, nşr, Unat, Köymen, s. 196 v.dd.; Hadîdî, Tevârih-i âl-i Osman, Üniv. Kütüp., nr. T Y 1268, var. 42b; Beşı'r'ÇeLhî, Tevârİh-i âl-i Osman, nşr. I. H. Ertaylan, İstanbul, 1946, s. 34). Diğer taraftan, bu fikri te’yid edebilecek bir haberi de Ahmed I. zamanında istinsah edilmiş bu­ lunan Kavânîn-i Yeniçeriyân ( Süleymaniye, Esad Efendi Kütüp., nr. 2068, var. 3b) vermektedir.



Burada, "acemi oğlanın cem' ve îcâdi mukaddemâ Gelibolu 'da Gâzî Sultan Murad Hân,., zamân-ı aliyyeierinde vâki’ olmuştur” kaydı bulunmakta­ dır. Yeniçeriliğin kuruluşunu, R. Knolles ( The Ge­ nerali Historié of the Turkes, Oxford, 1638, s. 191 v.d. ) ve P. Rycaut ( The Present State o f the Otto­ man Empire... their military Discipline, London, 16Ğ8 s. 190} gibi müverrihler Edirne 'nin fethinden sonra gösterdikleri halde, D ’Ohsson ( Tableau Général de l ’empire Ottoman, Paris, 1788-1824, V II, 33°, 353 ), kaynak zikretmeyerek müessesenin Orhan devrinde faâliyete geçtiğini yazar. Yeniçerilerin, ilk olarak Çanakkale Boğazı 'nda asker nakleden gemilerde kullanılmağa başlandığı ve Gelibolu ağalığı mansıbının ihdâs edildiği bi­ linmektedir. Bununla beraber, Kâvânîn-i Yeniçeri­ yân 'daki "yeniçeri yoldaşların mukaddemâ kâfir evlâdtndan cem olunması tâtih-i Bolayır



Süleyman



zamanında vâki’ olmuştur’ ( 3 Ia) ifâdesi bu teş­



kilâtta harp esirlerinin mevcudiyetinin epeyce es­ kiye gittiğini göstermektedir. Fetihlerin Murad I. devrine doğru hız kazanmasıyla esir mikdarında da artış olmuştur. Bundan başka, Süleyman Paşa [b. bk. ] 'nin gayreti ile yeniçerilerin akbörk ve yeniçeri bölükbaşılanmn üsküf giymeğe başlamaları haberi de (H oca Sa'deddin, Tâcü 't-teoârih, I, 40 v.d.), esirlerden istifâde etme niyetlerinin yeni yeni geliştiğini göstermektedir. Bu yeni askerin "Y en i - çeri” olarak tesmiye edilmeğe başlandığı düşüncesi daha güvenilir bir fikir olmalıdır. Burada şunu da ifâde etmek gerekir ki, Rumeli 'de fetihler artıp Anadolu 'dan Türk âileler nakledilirken ( tafsilât için bk. M , Münir Aktepe, X I V . ve X V . asırlarda Rumeli ’nin Türkler tarafından iskânına dâir, T M , İstanbul, 1953, X , 299-320 ; ö . L. Barkan, Osmanlı İmparatorluğunda bir İskân ve kolonizasyon metodu ola­ rak sürgünler, İktisat Fakültesi Mecmuası, İstanbul,



1951-1952, X III, 56-79), bir kısım yerli halkında Anadolu 'ya sevkedildiği bilinmektedir. Nitekim, daha Çimbi ve Ayaşılonya kalelerinin fethini ( 1359 ) mü­ teakip, hisarlardaki sipahiler âileleriyle Karesi iline nakledilmiştir (bk. Âşık Paşa-zâde, s. 124; Neş­ ri, s. 176; Ö . L. Barkan, ayn. mak-, X III, 62), Bu muhârip gençlerden istifâde düşüncesi, tabiî karşılanmalıdır. Şu halde, Âşık Paşa-zâde 'nin "ye­ rine sonra getürelüm yeniçeri olsun” ( Âlî Bey neşrinde bu cümle yoktur ) ve adm "ezel çeri” iken yeniçeri kodular" ( s. 128 ) ifâdeleri, esirler­ den daha önce de istifâde edildiği intibâım uyan­ dırmaktadır. Nitekim "kullar” tâbirinin kullanılması ve bunlara akbörk giydirilmesi de bu düşünceyi te’yid etmektedir. Bu cümleden olarak, A li Paşa ’nin Orhan Bey ’e ” ... sen akbörk giy ve sana müteallik kulların akbörk giysünler..." ve "...evvel hendü giy­ di, andan sonraki ker!âüye müteallik kolları akbörk giydiler" ( Oruç Bey, s. 15 v.d. ) ifâdeleri sâdece



yeniçeri teşkilâtına doğru bir adım atma ihtimâlini ver-



YENİÇERİLER. mettedir. (Oruç Bey, göst. yer.), Esâsen ilk hüküm­ darların âhilik teşkilâtından yararlandıkları ve as­ kerî teşkilâtta da âhilerin serpuşlarını ( yayalar akhörk giymişlerdir ) kullandıkları bilinmektedir ( bk. M. Fuad Köprlilü, Osmanlı İmparatorluğunun Ku­ ruluşu, nşr, Orhan F. Köprülü, İstanbul, 198i3, s. 49 v.d. ; Orhan Bey ’in kendi askerlerine, Anadolu beylikleri askerlerinden ayrılması içirt akbörk giy­ dirdiği hk, bk. İbn-i Kemal, Tevârih-t âl-i Osman­ lI, defler, nşr. Şerafetîin Turan, Ankara, 1983, 54 v.d. ; I A , mad. ORHAN ). Esâsında, devşirme müessesesi hakkında bir araştırma yapmış bulunan Basilike D. Papoulİa ( Ursprung und IVesén der "Knabenlese” im Osmanischen Reich, München, 1963, s. 89 v.dd.; bu eser için bk. S. Vryonis, Review of Ursprung... Balkan Studies [1964], V, 145-153), ocağın te'sis tarihi için



Akkoyunhı sarayından gelen İdrîs Bitlisi [ b. bk.] ’nin verdiği mâlûmâta rağbet etmektedir. Halbuki Idris ’teki mâlûmâtm ciddî bir tenkid ve tahlilî yoluna gidilirse, onun oldukça muahhar bir müverrih ( ölm. 1520 ) olarak bu teşkilâtı etraflı bir şekilde tetkik edemediği ortaya çıkar. Îdrîs Bitlisi ( HaştBakişt, Süleymaniye, Esad Efendi Kütüp., nr. 2199, I, var. 85b v.d. ) 'nin 729 yıh hâdiseleri arasında yaya teşkilâtı akabinde yeniçerilerden bahsetmesi (anachronism), askerî teşkilât bahsinin bir devamı olmalıdır ( bk. J. A. B. Palmer. The origin of the Janissaries, Bulletin o f the John Rylands Library, [ 1953 ] XXXV/2, 44S-481 ). Ayrıca, Teoârik-i âl-i Osmân müverrihlerinin müşterek ve sağlam bir me’hazlarımn bulunabileceği ve Îdrîs ’in ise, Osmanlı gelenek ve teşkilâtına yabancı bir müverrih olarak ne derece itimâda lâyık olabileceği de göz Önünde bulun­ durulmalıdır (bk. V. L, Ménage, Some notes on the Devshirme, B S O A S , 19Ğ6, X X IX , 64-78, not 48, 50). Yaya teşkilâtının, Alâeddin Paşa [b. bk.] ile Mevlânâ Kara Halil ’in görüşmelerinden sonra kurulduğu, tarihlerde münâkaşasız kabûl edildiğine göre, bu sıralarda kurulan yeniçeri teşkilâtı olma­ malıdır Nitekim, "Anadolu’da yaya yazmak Or­ han Gazi zamanında oldu" (O ruç Bey, s. 16; krş. İbn-ı Kemal, ayn. esr.) ifâdesi ve bahis mevzuu tarihin de aşağı-yukarı tutması bu fikri kuvvetlen­ dirmektedir (bk. Âşık Paşa-zâde, s. 118). Bir müd­ det sonra, Orhan Bey, devlet erkânı ile müşâvere ederek, memâlik-i islimİyede hıristiyan çocukla­ rının devşirilip, tâlim ve terbiyeden sonra yaya teş­ kilâtına yazılmasına karar verilmiştir ( Haşt-Bahişt, var. 85b v.d. ; Hoca Sa 'deddin Efendi, ayn. esr., I. 40). Bununla berâber devşirme müessesesinin tatbik tarihi de münâkaşahdır [bk. E l 2, mad. DEVSHİRME; } A , mad, MURAD II.]. İdrîs Bitlisi‘nin, bunu Orhan devrine atfetmesi ( ayn. yer. ), yanlış olmalıdır. Ankara mubârebesinden sonra, istilâ hare­ ketlerinin bir müddet duraklamasıyla esir alınma­ ması ve ocağa nefer temini inkita’a uğramış İse de,



3§7



Murad II. zamanında devşirmenin daha sistemli bir şekilde devam ettiği fikri kuvvet kazanmaktadır ( bk. Paul Wittek, DevsUrme and Sharia, B S O A S , 1955, s. 274; Kezâ bk. Papoulia, ayn. esr., s. 91). Yeniçeri Ocağı *nın Hacı Bektaş V e li’ye mensubi­ yetinin ise, aslı olmayan bir iddia olduğu bilinmek­ tedir. Ancak, Osman ve Orhan devirlerindeki fe­ tihlerde ” Rum abdalları’’ nin mühim hizmetlerin­ den ve bunların Hacı Bektaş V e li’ye olan bağlılık­ larından dolayı bu mensubiyet, tarihî bir vlkıa şek­ linde kalmıştır (tafsilât için bk. M. Fuad Köprülü, Anadolu’da İslâmiyet, Darülfünun Edebiyat Fakül­ tesi Mecmuası, sene 2, sayı 5> s. 407 v.d.; Âşık Paşa -zade, s. 238; î. H. Uzunçarşıiı, Osmanlt Devleti Teşkilâtından Kapıkulu Ocakları, Ankara, 1943, I, 147 v.dd.). Pencik kanununa { bk. 1 A , mad. MURAD I. ] göre, her esir 125 akça değerinde idi. Buna göre her 5 esir­ den biri alınır veya her esirden 25 akça hâzineye intikal ederdi ( Pencik resmi = pencik akçesi). Geli­ bolu'da Acemi Ocağı kurulup Kara Rüstem buraya ağa. tâyin edildikten sonra (7 6 4 = 13 6 3 ), efrad pencik kanûnuna göre alınmaya başlandı ( Osmanlı Kanunnameleri, M T M , II, 325; Haşt-Bahişt, Sü­ leymaniye, Hamidiye Kütüp., nr. 928, var. 151b), ilk devirlerde ocak için ayrılan esirlerin yaşlarına dikkat edilmezken, sonraları 10-20 yaş arasındaki çocukların Acemi Ocağı ’na alınması kanun olmuş­ tur. 3, 5 veya 7 senede bir, gürbüz ve sıhhatli olan­ lar devşirilirdi. Yeniçeri Ağası ile Acemi Ocağı Ağa­ sı (sonraları İstanbul Ağası) ihtiyaç gösterdikleri takdirde vazifeli ocak zabiti harekete geçerdi. Ocak zabitinin elinde bir ferman ile, Yeniçeri Ağası tara­ fından devşirme mıntıkası kadılarına yazılmış bir mektup bulunurdu. Devşirme, X VI. asrın ortala­ rına kadar beylerbeyi, sancakbeyi ve kadılar tara­ fından yapılırken, sonradan ocaktan sekbanbaşı, solakbaşı, zağarcıbaşı, seksoncubaşı, turnacıbaşı v.b, vazifeliler tarafından deruhte edilmiştir. Devşirme, yine ihtiyaca göre mıntıka mmtıkâ yapılırdı. îslâmiyetİ kabûl etmiş âilelerm çocukları alınmazdı (Paul Wittek, ayn. mak, s. 273 v.d.). Devşirme kanûnuna göre, hıristiyan çocuklarından asıl olanlar ile papaz oğul­ ları alınırdı. Tek oğlu olan bir âİIemn çocuğu alın­ mazdı. Çok çocuklu âilelerin çocukları içinden sıh­ hatli ve yakışıklı olanı tercih edilirdi. Anası babası ölmüş çocuk alınmadığı gibi, köy kethüdasının oğlu da devşirilmezdİ, Kel, fodul, köse ve doğuştan sünnetli olanlar devşirilmez ve boy bakımından da orta boy­ lular tercih edilirdi ( Kaoânnin-i Yenİçerİyân, var, 7“~b), Devşirilen çocuklar, 100-200 kişilik kafileler hâlinde İstanbul 'a sevkediiirdi ( tafsilât için bk. İ. H. Uzunçarşıiı, ayn. esr., s. 13-30). İstanbul’a getirilen devşirmelerin bâzdan saray için de ayrı­ labilirdi. Ayrılan devşirmeler, Edirne Sarayı, Galata Sarayı veya İbrahim Paşa Sarayı gibi hâriç saraylara verilerek yetiştirilirlerdi. İçlerinden kabiliyetli ve



YENİÇERİLER istidatlı oianlar Topkapı Sarayı ’na alınırdı [ bk. İ A , mad. ACEMİ OĞLAN; E / 2, mad. cADjAMl OGHLÂN ],



Devşirmeler, yeniçeri ağası tarafından teftiş edil­ dikten sonra "eşkâl defteri" 'ne kayıtları yapılır ve sünnet edilirdi. Müteâkıben bu çocuklar, Anadolu ve Rumeli ağalarının mes’ûliyetinde asgarî 3, âzami 8 sene için Anadolu ve Rumeli ’deki çiftlik sâhîplerinin veya Türk köylüsünün hizmetine verilirlerdi. Bu suretle, çocuklar bedenen zindelik kazandıkları gibi, Türkçe ’yi ve müslüman âdetlerini de öğrenir­ lerdi. Yedi sekiz sene sonra Gelibolu ya ( sonra­ ları İstanbul 'a ) gelip Acemi Ocağı 'na giren devşir­ me, artık yeni bir hayata başlar ve Acemi Oğlanı sıfatını kazanırdı [ bk. / A , mad. DEVŞİRME J. G e­ libolu Acemi Ocağı rnn mevcudu, uzun müddet 400 kadar iken bilâhire 500 ’e çıkmıştır ( Hezârfen Hü­ seyin Efendi, Telhisti 7-beyân, Tarih Seminer Kütüp., Paris nüshası fotokopisi, var, 89^-90»). İstan­ bul 'un fethinden sonra tedricen ehemmiyetini kaybe­ den bu ocağın acemileri uzun müddet Gelibolu-Çardak arasında işleyen gemilerde hizmet etmişlerdir. Hattâ onların bu hizmeti, Murad I. zamanında baş­ lamıştı. İstanbul Acemi Ocağı 1453 'ten sonra kurul­ muş olup, Gelibolu Acemi Ocağı ’ndan bir mikdaracemi oğlanı buraya nakledilerek başına da İstanbul ağası tâyin edilmişti ( Kaoânin-i Yenİçeriyân, var, 3b, 4b )............................................................................... Acemi Ocağı efrâdına ’’torba oğlanı” veya "şâdi" denilirdi. Bunlar, lüzumu hâlinde saray, cim i, çeş­ me, köprü ve hastahâne gibi sosyal te’sislerin inşâa­ tında, saraya odun çekilmesinde veya gemilerde de vazife alabilirlerdi. Acemiler bu vazifelerini, ocak ağası olan İstanbul ağasının nezâret ve mes’ûliyeti altında yaparlardı ( Kiiâb-i Müstetâh, nşr. Yaşar Yücel, Ankara, 1974, s. 7; İ. H. Uzunçarşılı ayn. esr., s. 40 v.d., 57-60). Acemi Ocağı'nda her bölüğün çorbacı veya yayabaşı denilen bölük ku­ mandanları vardı. Ayrıca inzibatî işlerine meydan kethüdası denilen bir zabit bakardı. Saray hizmet­ lerinde istihdam edilmiş acemilerle, ağa ve paşa ko­ naklarına ayrılmış olanların yemekleri mahallinde verilirdi. Acemi Ocağı’nda bulunanların yemekle­ ri ise, Ocakta pişerdi. Ulûfeleri de her üç ayda bir Acemi Ocağı kışlasında tevzi edilirdi. Bunlara senede iki kat elbiselik çuha ile sivri uçlu sarı serpuş veril­ mesi kanundu ( tafsilât için, bk. A. H. Lybyer, The Government of the ottoman Empire, Cambridge, 19X3, s. 7 9 -8 2 ; 1. H. Uzunçarşılı, ayn. esr., s, 43“S3 ). Kapıkulu ocaklarında, bilhassa Yeniçeri O cağı’nda, efrada ihtiyaç hissedildiği zaman Acemi Ocağı ’ndan kıdemliler çıkarılırdı. Buna kapıya çıkma denirdi. Bu çıkmalar sefer esnâsında artardı, Yeniçeri Ocağı için bıristiyan teb’adaiı oğlan devşiriimesi 1056 (16 4 6 ) ’dan sonra seyrekleştiği gibi Köprülüler devrinde daha da azalarak sürmüştür. Buna mukabil, Türkler ve diğer müslümanlardan



Acemi Ocağı'na efrad alınmaya başlanmış, ocağın mevcûdunda zaman zaman değişmeler olmuştur ( bk. î. H. Uzunçarşılı, ayn. esr., s. 79 v.dd,). Yeniçeriler X V I. asır ortalarına kadar evlenemezler, İstanbul ve Edirne’de oda denilen müteaddit kışlalarda bekâr hayatı yaşarlardı. Ancak, Selim i. zamanında yeniçeri emekdarlarma • bahşedilen evlen­ me hakkı tedricen genişlemiştir. Bir müddet sonra, yetim kalan çocuklarına kul-oğlu denilmiş ve kanu­ nun himâyesine alınmıştır. Asrm sonlarında kul-oğlu mikdarı yediyüzü bulmakta idi. Muayyen bir yaşa ge­ len kul oğulları Acemi Ocağı’na kaydedilirdi (bk. t. H. Uzunçarşılı, ayn. esr., s. 306-310). Yeniçeri Ocağı teşkilât bakımından zaman zaman değişiklik göstermiştir. Her yüz yeniçeri bir cemâat ortası sayılıp, bunların her birine bir yayabaşı kumanda ediyordu. Zamanla orta adedi yüzbire kadar çıkmıştır. Cemâat ortalarının bâzdan tek tek, bâzıları toplu halde değişik isimler alırlardı. Meselâ, cemâat-İ şütürbân, tekke ortası, seksoncular, haseki ortası, turnacı, katrancı, zenberekci v.b. bunlar arasında sayılabilir. Bunlardan 60, 61, 62, 63. or­ talar solak ortaları olup, solak başının emrinde idiler. Sefer esnâsında pâdişâhın maiyetinde bulunur­ lardı. 92. orta tüfenkci ortası olup, tüfeğin okun yerini almasıyla kurulmuştu ( î. H. Uzunçarşılı, ayn. esr., s. I55> I®1 )• Yeniçeri Ocağı'nın başı yeniçeri ağası olup, Acemi Ocağı 'ran da âmiri sayılırdı. Yeniçeri ağalan 1451 senesine kadar silsile-i mierâtibe göre ocaktan se­ çilirlerken, sonralan sekban başılardan tâyin edil­ miştir. Ancak, 15x5 'ten başlayarak pâdişâhın şah­ sî itimadım kazanmış saray mensupları arasından da tâyinler yapılageîmiştir. Yeniçeri ağasının Dîvân-ı Hümâyûn 'un aslî üyeleri arasında olduğu Kânûnnâme 'lerde tesbit edilmiştir. Pâyitahtm inzibatî işlerinde de mes’ul bulunan yeniçeri ağası, kasab -başı ile birlikte et fiyatlarının tesbitinde de görev almıştır (b k . Mübabat S . Kütükoğlu, Osmanltlartn narh müessesest ve 1640 tarihli narh defteri, İstan­ bul, 1983, X3 v.d. Yeniçeri ağalarının sâdece pâdi­ şâhın yanında sefere gitme an'anesi, 1593 'ten sonra değişmiştir (b k . Nezihi Aykut, Haşan Bey-zâde tarihi, basılmamış doktora tezi, Tarih Seminer Kütüp., tez, nr. 3277, s. 147), Ocakta bulunmadıkları zaman sekbanbaşt kendisine vekâlet ederdi. Yeniçerilerin, seferler hâricinde, gerek İstanbul 'da gerek taşrada şehir ve kalelerde çeşitli vazifeleri vardı (1659 'da Konya 'daki yeniçeri mikdarı ve ulûfeleri hk. bk. Yusuf Oğuzoğlu, 17. yüz yılda Konya şehir ekonomisini etkileyen bazı faktörler, Tarih Araştırmaları Dergisi, Ankara, 1982, sayı 25, s. 34 x ). Dîvân-ı hümâyûn muhâfızlığı, yeniçerilerin başlıca vazifelerindendi (bk. I. H. Uzunçarşılı, Os­ manlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı, An­ kara, 1948, s. 14 ). Kullukcu veya yasakçı adı al­ tında,- semt inzibatı ve kale kapılarının muhâfızlığı



YENİÇERİLER.



389



yeniçerilere âitti. Sefarethanelerin emniyetinden de cülûs bahşişi ödendiğine göre. Kanunî ’nin son yeniçeriler mes’ul idi ( I. H. Uzunçarşılı, ayrı, esr., senelerinde bir artış olduğu anlaşılmaktadır ( Selâni278, 306). Yeniçeri ortalan, hudud boylarında kî, s. 68). Müteâkıp yıllarda yeniçeri sayısı, Iran ve sâhil kalelerinde üç sene müddetle kale muhâ- ve Avusturya harplerinden dolayı süratle artmış, fızlığı da yaparlardı (Naîmâ, Tarih, V I, 383; Silâh- mevcudun iki misli olmuştu. Hattâ, Kuyucu Murad dar, Tarih, 1, 160 v.d .). Yeniçeriler, Bağdad, Yemen, Paşa mn yaptırdığı yoklamada ( 1609 ) bu rakamın Van, Erzurum, Budin ve Kıbrıs gibi mühim mer­ 37.627 olduğu görülmektedir (Aynt A li Risâlesi, kezlerde daha teşkilâtlı olup, başlarında dizdardan s. 88; Norman Itzkowitz, Ottoman Empire and 1sbaşka bir de ağa bulunurdu. Kalenin askerî duru­ lamic Tradition s. 91. ). 1623 tarihinde masar memuna göre yeniçeri miktarı değişirdi ( bk. I. H. vacibinden Dergâh-ı âlî yeniçeri mevcudunun 35.155 Uzunçarşılı, Kapıkulu ocakları, s, 328 v.dd.). olduğu anlaşılmaktadır ( t. H. Uzunçarşılı, ayn. esr., Yeniçerilerin maişetleri de kanunla tesbit edil­ s. 615 ). Murad IV. devrinde yeniçeri mikdarı 40.000 mişti. Kapıya çıkan yeniçeriler üç ayda bir ulûfe 'e yükselmiş ve yeniçeri ağasına "kırkbİn kul ağası" (m evâcib) almağa başlarlardı. Kapıya yeni çıkan­ denilmeğe başlanmıştır ( Şem 'dânî-zâde Fındıklılı ların yevmiyeleri iki akçe olup en kıdemlileri beş Süleyman Efendi, M iir 'İ’t-ievârih, nrş. M. Münir akça alırlardı. Ancak, rayiç değiştikçe ulufede de Aktepe, İstanbul, 1980, II, B, 7 ) . Sultan İbrahim artışlar olurdu. Ulûfe ayları masar, recec, reşen ve devrinde veziriâzam Kemankeş Mustafa Paşa yeni­ lezez olarak tesmiye edilirdi. Kapıkulu askerine çeri mevcudunu 17.000 ’e indirmeğe muvaffak oldu Osmanlı pâdişâhlarının tahta cülûslarmda kanuna ise de [bk. Î A , mad. MUSTAFA PAŞA, KEMANKEŞ, göre, cülûs bahşişi ve terakki verilirdi ( I. H. KARA ], Girİt seferinden dolayı bu sayı tekrar artı­ Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Merkez ve Bah­ rılmıştır ( Naîmâ, IV, 55 ). Bundan sonra artışlar da­ riye Teşkilâtı, s. 36, 61, 130). Pâdişahlann bu ha da sür’atli olmuş (meselâ D ’Ohsson, "V II, 33°” , kanuna mutlak riâyetleri gerekirdi. Aksi halde Mehmed IV. ’in ilk yıllarında mikdarm 200.000 e pâdişâhın otoritesi sarsılabilirdi ( Meselâ, §|Selim ulaştığını, Tarhuncu tenkisâtı ile 55.000’e indiğini II. ’in tahta çıkışında, cülûs bahşişi verilmesin­ yazmaktadır), ocağın asker mevcudu 80.000'i aş­ de gecikilmesi üzerine askerin takındığı tavır için mıştır (bk. Naîmâ, V I, 104 H. 970 ilâ 1080 yıllan bk. Sellnikî, Tarih, s. 64, 67). Cülûs bahşişi, savaş arasında İstanbul ’da mevcut kapıkulu için bk. yıllarında veya sık sık. vukubulan saltanat tebed­ Tellıtsii’l-beyân, var. 484-498). Prut ve Mora sefer­ düllerinde hâzineye büyük bir yük olmuştur. Mus­ lerinde ise, mevcudun 100.000 'i aştığı anlaşılmakta­ tafa I., Osman II. ve Murad IV. ’m cülûslarmda, dır (Râşid, IV, 127). Belgrad muahedesiyle (i7 3 9 ), mâlî müzayaka sebebiyle bahşiş ödenmesi tehlikeye Osmanh-Rus seferi ( 1768 ) 'nin haşlamasına kadar girince asker, isyân emâreleri göstermiş; bunun geçen sulh devresinde Yeniçeri Ocağı mevcudunda üzerine saraydaki altın evanîden sikke kestirilmişti mühim bir değişiklik olmamıştır. Ancak, seferin (Naîmâ, II, 262). Bunlara ilâveten, yeniçeriler, başlamasiyle askere duyulan ihtiyaç yüzünden ar­ pâdişâhların ilk seferinde sefer bahşişi almakta idi­ tışlar olmuş, bu değişiklikler Ocağın ilgasına kadar ler. Kıdem ve hizmetlerine göre bunlar, tı’mar sa­ devam edegelmiştir ( tafsilât için bk. I. H. Uzurıhibi de olabiliyorlardı. çarşılı, ayn. esr., s. 619 v.d. ), Yeniçerilerin mevcudu devamlı değişiklik arzetmişYeniçeri Ocağı'nda, kuruluştan X VI. asır ortala­ tir. Kuruluş yıllarında bin kişi civârmda olan Ocak, rına kadar hâkim olan disiplin ve itâat, bu teşkilâtı müteâkıp yıllarda ihtiyaca göre artış göstermiştir. devrin en mükemmel ordusu hâline getirmişti. Meselâ, Ankara muhârebesinde Bâyezid I. ‘in 10.000 Bu disiplin ve itâat çeşitli sebeplerle tedricen ihmâle kadar yeniçeri askeri vardı ( Lûtfî Paşa, Tarih, s. 56 )• uğramağa başlayınca ocak, işe yaramaz ve hattâ Murad II. [b . bk. J devrinde ise, bu sayı S-000 ka­ zararlı bir teşkilât hâline geldi ve İstanbul 'da za­ dar idi (Ü ngürü s’e yapılan akında 2.000 yeniçeri: man zaman vukua gelen isyan hareketlerinde baş­ bk. Oruç Bey, s. 53 ). Fâtih, cülûsundan sonra Ocağı lıca kuvvet unsuru olarak yer aldı. Diğer taraftan, tensik ve takviye etmiş; hattâ hu mikdarı I 2 . 0 0 o ' e yeniçerilerin harplerde gösterdikleri korkaklık, gev­ kadar yükseltmişti ([bk. Î A , mad. MEHMED II. J; şeklik ve bilhassa itaatsizlik Ocağın ortadan kalk­ değişik rakamlar için bk. H. İnalcık, Fatih Devri, masına kadar devam etmiştir. Ankara, 1954, a. Il8 , not 227a). Kanunî zamanında Yeniçeri Ocağı Murad II. devrinde artık hatırı da bu mikdantı kısmen artış gösterdiği anlaşılmaktadır sayılır bir askerî kuvvet hâline gelmişti. Nitekim ( bk. Busbecq, The Turkish Letters, Oxford, 1968, pâdişâh, Ocağı, saltanatın direği, vatanın bekçisi, s. 8; Kitâh-i Müstetah s. 8; bu rakamın 14.000 'e hâzinenin sâhibi olarak kabul etmiş ve askeri bu kadar çıktığı hakkında bk. A . H. Lybyer, ayn, esr., yolda teşcî’ etmekten geri durmamıştı ( meselâ bk. a. 95; 15.0°° için. bk. Lutfî Paşa, Asajnâme, Gazavât-t Sultân Murâd b. Melıemmed Hân, nşr. kaynak göstermeyen D ’Ohsson, "V II, 33°” Yeni­ Halil Inalcık-Mevlûd Oğuz, Ankara, 1978, s. 22, çeri sayısının 40,000 'e kadar çıktığını bildirmek­ 5 7 ). Murad II. 'in Ocağa bu kadar ehemmiyet ver­ tedir). Selim I I .’in çülûsunda 12.300 yeniçeriye mesinin yegâne sebebi, bunu, uc kuvvetlerine karşı,



39°



Y E N İÇ E R İL E R ,



bir muvazene unsuru olarak düşünmesinden ileri gelmelidir (bk. H. İnalcık, Fatih Demi, s. 14 4 )Osmanlı tarihinde tesbit edilebilen ilk yeniçeri is­ yanı Mehmed î l . ’in birinci saltanatında vuku’ bul­ muştur [bk. İ A , madd. MURAD II„ MEHMED it.]. Murad II. *ı tahta çıkarmak üzere Çandarlı Halîl Paşa’nın tertiplediği bu isyan, ulûfenin artırılması ve âsilerden bir kısmının te’dib edilmesi ile bastırılabildi (1444). “ Buçuk Tepe isyânı” diye bilinen bu isyan sonunda, Murad II. ikinci def ’a tahta çık­ makla, kapıkulu, saltanat değişikliğine âlet edilmiş oluyordu. Yeniçerilerin devlet işlerine müdâhaleleri, bu tarihten itibaren bir âdet hâlini almıştır ( tafsilât için bk. H. İnalcık, ayrı, esr., 116 v.dd.; Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ne içtimai tarihi, I, 352 v.d .). Böylece saltanat değişikliklerinde yeni­ çerilerin desteğini te’min edebilen şehzâde tahta geçme imkânını bulacaktır { bk, Ahmed Mumcu, Osmanh devletinde siyaseten kail, Ankara, 1963, s, 194 v .d .). Mehmed II., 1451 ’de Karaman Seferin'den av­ dette, yeniçerilerin yolunu kesmesi ve sefer ihsanı istemeleri üzerine tebdir almakta gecikmedi. Firari yeniçerileri cezalandırıp, ağalarını azl ile asker üze­ rinde bir otorite kurdu. Bundan sonra, bu pâdişâh devrinde yeniçeriler böyle bir harekete tevessü! etmediler (Tursun Bey, Târîh-İ E bü ’ Tfeth, nşr. Mertol Tulum, İstanbul, 1977, s. 39 ). Fâtih, mer­ keziyetçi otoritesini tesis ederken, yeniçerilerin bazılarını tard ve sekbanlardan yeni yeniçeri bölükleri İhdâs ve ağaların sekbanlardan olması usûlünü kabûl etti [bk. İ A , mad. MEHMED li. H. İnalcık, ayn. esr., s. 118 ]. Buna rağmen, asker arasında seferlerin kesafetinden dolayı şikâ­ yetler de olmakta idi ( Tursun Bey, ayn. esr., s. IOI ), Nitekim, yeniçerilerin Cem yerine Bayezid II. ’i, tercih etmeleri ve Cem taraftarı vezirâzam Mehmed Paşafb. b k j ’yı katletmeleri, bunun bir tezâhürü ola­ bilir [bk. E l * , mad. BAYEZİD H.]. Ancak, sadâret makamına göz dikmiş bulunan Ishak Paşa ile Fâ­ tih ’in fütûhat siyâsetinden gözleri yılmış bulunan yeniçerilerin işbirliği ihtimâlimde göz önünde tut­ mak gerekir. Bununla beraber Bayezid II. [b .b k . ], Ocağın niifûzunu kırmağa . devam etti. Yeniçeri ağalarının ağa bölüklerinden tâyinine ihtimam gös­ terdi. Böylece Ocak, yüzbir yaya, otuzdört sekban ve altmış bir ağa bölükleri olmak üzere yüzdoksanaltı ortadan ibâret olarak lağvedilinceye kadar devam etmiştir ( I. H. Uzunçarşılı, Osmanlt Tarihi, II, 556). Selim I.'in tahta çıkışında yeniçeriler büyük fâali­ yet gösterdiler. Bayezid ’in, tahtını şehzâde Ahmed ’e devretme teşebbüsü, Selim 'in harekete geçmesine se­ bep oldu. Şehzâde Ahmed, Şahkulu isyânınm bastırıl­ masında önce vazife almışken sonra ihmâl gösterdi; bu sûretle yeniçeriler arasında itibarını kaybetti (Tâdi't-tevârih, II, 194)• Bu sırada, Manisa’dan gelmiş bulunan diğer Şehzâde Korkut [b.bk.] da



yeniçerilerden yüz bulamadı. Muhaliflerin evlerini yağmalayan yeniçeriler “ Allah Allah, Selim ’in dev­ letine” diyerek İstanbul sokaklarında bağırıştılar. Neticede, Selim tahta geçmeğe muvaffak oldu ( taf­ silât için bk. Çağatay Uluçay, Yaoaz Sultan Selim nasıl padişah oldu?, T D , İstanbul, I954> sayı 9, s. 53-90; sayı I O , s. 117-142; sayı 11- 12, s. 185-200; A. H. Lybyer, ayn. esr., s, 94 ). Bu sûretle, yeniçeriler bir pâdişâhı yaşlılığına binâen tahttan indirmeğe ve istediklerini de iclâsa muvaffak olmuş­ lardır. Kapıkulu sayesinde tahta çıkmayı başaran Selim I., bu sırada sayıları 35.000 ’i bulan efrada ikişer bin akça cülûs bahşişi vermekle minnettar­ lığını belirtmiştir [bk. X V I . asırda yazılmış Grekçe Anonim Osmanh Tarihi, hazırlayan Şerif Baştav, An­ kara, 1973, s. 190; bk. 1 A , mad. SELİM 1.]. Böylece, devletin gözde askeri birliği hâline gelen yeniçeriler, Çaldıran ’a gidişte pâdişâh tarafından biner akça ile taltif edildiler ( Şem ’dânî-zâde, Mür ’i ’ t-tenârik, s. 492), Bir müddet sonra seferin uzamasından ■ve iaşenin gecikmesinden dolayı isyân emâreleri gösteren yeniçeriler, pâdişâh tarafından yatıştı­ rıldılar. Ancak yeniçerilerin sefer akabinde de türlü bahanelerle dikbaşhhk ettikleri görüldü ( Lûtfî, ayn. esr., s. 328). Bunlardan en mühimi sadrâzam Dukagin-zâde Ahmed Paşa’mn tahrikleriyle Amas­ ya ’da çıkan yeniçeri isyanıdır. Bu isyan muhar­ riklerin idamı ile bastırılmıştır ( Tâcü' l-teoârih, II, 287, 298 ). Kanunî devrinin en mühim yeniçeri isyânı, kendi­ lerinin ve pâdişâhın hareketsiz bulunmaları gerek­ çesiyle meydana geldi ( bk. Hammer, Deolet-i Osmaniye Tarihi, Türk, trc., M. Ata, V , 4 7). Bâzı müfsîdlerin tahrikleriyle genişleyen isyanda, Ayas Paşa 'nın deftardar Abdüsseîâm ’ in ve vezİriâzam İbrahim Paşa 'nın evleri yağma edildi. îsyân, yeni­ çeri ağasının azlı ve bin duka bahşişin tevzii ile bastınlabildi ( bk, Celâl-zâde Mustafâ, Tabakßt almamâlik ve Daracät aTmasâlik, nşr. Petra Kappert, var. i29»-b). Yeniçeriler, sevdikleri şehzâdelerin haklarını müdâ­ faa veya kanlarını dava etmekten de geri kalmamışlar­ dır. Meselâ Kanunî’nin şehzâdesi Mustafa’nın Ereğli­ ’de katlinde, dahlinin bulunduğu bilinen Rüstem Paşa’mn azlini istemişler, isyankâr bir tavır takınarak bunu sağlamışlardır ( bk. Celâl-zâde, ayn. esr., var. 4 3 ^ ; Busbecq, s. 33). Bu hâdiseyi müteâkıp vukua gelen şehzâde Bayezid vak’ası sonunda, yeniçeriler muhâfız olarak taşraya gönderilmeğe başlanmıştır. Zîrâ, ma­ hallî âsâyişİn sağlanmasında vazifeli sancak beyleri, su­ başılar ve tirnar erbabı, âsî şehzâdenin yanında yer alarak merkezî idârenın nazarında itibârım kaybetmiş­ ti. Diğer taraftan, Selim, yevmlü adıyla etrafına top­ ladığı timar erbabına ocağa kayıt va’dînde de bulun­ makta idi (bk. Şerafettin Turan, Kanunî ’ nin oğlu Şeh­ zâde Bayezid Vak'ası, Ankara, i 961, s. 100). Isyânm son bulmasından sonrada Anadolu’da karışıklıklar de­



YENİÇERİLER, vam etmiş, ehl-i örf taifesi de fesad ehli olmuştu. Bu­ nu« üzerine Kanunî, halkı ” ehl-i fesaddan hıfz” için yasakçı veya korucu adıyla Anadolu ’da yer yer yeniçe­ ri postalan yerleştirdi. Esasen kısmen mevcut olan bu usûl ile yeniçeri zâbitlerinin timar sâhibi olabilmeleri ([bk, î A, mad. TİM AR]; aynca bk. ö . L. Barkan, "Feodal' düzen ve Osmanlt liman, Hacettepe Üniver­ sitesi Türkiye İktisat tarihi semineri, s. 20), bundan sonra artarak devam edegelmiş ve âsâyişîn t e ’mîni yasakçıların ellerine geçmişti. Devlet bir müddet son­ ra bu teşkilâtı kaldırmak İstemiş ise de, Celâlî isyan­ larının başlamasiyle bu teşebbüs başarılamamıştır. Anadolu 'da kasaba ve köylerde yerleşik bir hayat sürmeğe başlayan bu yeniçeriler, yeni bir fesad un­ suru hâline gelmiştir ( tafsilât için bk. Şerafettin Turan, ayn. esr,, s. 175 v.dd.; Mustafa Akdağ, Ye­ niçeri ocak nizâmının bozuluşu, D T C F D , Ankara, 1947, V , 291-309; Ankara 'nm iki numaralı Şer iye Sicili, nşr. Halit Ongan, tür. y e r.). Yeniçerilerin zulm ve taadîlerine mâni olmağa çalışan devlet, adaletnâmeler de neşretmiştir. 1018 (16 0 9 ) ta­ rihlî bir adaletnâme İle köylerini terkeden halkın himâye edilerek yerlerine avdetlerinin te’minine, bu­ raların tekrar mâmur ve âbâdan olmasını sağlamağa çalışmıştır ( bk. Halil İnalcık, Adaletnâmeler, Bel­ geler, Ankara, 1967, sayı 3-4, 128, 132 ). Saltanat otoritesinin zedelendiği ve askerin disip­ linsizliğe sevkedİldiğî yeni bir hâdise, Selim II. ’in cülûsunda meydana gelmiştir. Vezİriâzam Sokullu Mehmed Paşa’nm uyarılarına rağmen Belgrad’da yeniçerilere eksik bahşiş ve terakki verilmesi ve İs­ tanbul *a avdette bu eksikliğin telâfi edilmemesi, askerin direnmesine sebebiyet verince (bk. Tarih-İ Selânild, s. 64 v.dd.; Haşan Bey-zâde, ayn. esr., s. 75 v .d .), askerin talebi yerine getirilmiştir. Bunu duyan Anadolu ’daki ulûfeye yazılmış bulunan yevmlüler de, İstanbul a akın edip, çeşitli hâdiselere karış­ mışlardır [ bk. i A , mad. SELİM II. ]. Yeniçeri Ocağı’nda bir süreden beri görülen tered­ di, Murad III. devrinde dahadahız kazanmıştır (bk. Koçi Bey Risalesi, s. 57 )• Esasen bu tereddi devletin diğer müesseselerinde de görülmekte idi. Bu cüm­ leden olarak timar teşkilâtının eski ehemmiyetini kaybetmesi, sipâhileri başka imkânlar aramağa sevketmiştir. Diğer taraftan yevmlülerin, suhtelerin ve çift-bozan tâifesinin Anadolu halkı üzerindeki taz­ yikleri günden güne artmakta idi. Vaktiyle âsâyişi te 'min için yerleştirilen yeniçeri yasakçıları ise, taşrada hâkini duruma geliyorlardı ( Erzurum ’da çı­ kardıkları bir hâdise için bk. Haşan Bey-zâde, ayn. esr., s. 138 v.d.; ayrıca bk. Hrand D. Andreasyan, Polonyalı Simcon’ un Seyahatnamesi 1608-1619, İstan­ bul, 19Ö4, s. 89 v.dd.). Bİr müddet sonra da bu mües­ sese kisvesi altında bir takım eli tüfekli eşkiyâ züm­ releri türedi (bk. Ç. Uluçay, X V II. asırda Sa­ rakan 'da eşkw^hk ve halk hareketleri, İstanbul, 1944, s. 167; M . İlgürel, Osmanlt İmparatorluğunda



391



ateşli silâhların yayılışı, T D , İstanbul, 1979, XXXII, 307, «ot, 20). Mâlî müzâyaka ise, payitahtta hu­ zuru kaçıran en büyük âmil olmuş; yeniçerilerin ve sipâhilerin ulufelerini ödemek zaman zaman teh­ likeye düşmüştü. 1588’de vuku bulan isyandan sonra (Selânikî, s. 252 v .d .), sipahiler 1595 'te tek­ rar ısyân edince, çaresiz kalan hükümet yeniçerilerden yardım istemek zorunda kaldı (Selânikî, Tarih, Süleymaniye Esad Efendi Kütüp., nr. 2259, var. 169a171»; bk. Î A , mad. SİPÂHÎ). Sipahiler derece ve îtibâr bakımından yeniçerilerden üstün olmakla berâber, her iki smıfın pâdişâha yakınlıkları hasebiyle aralarında şiddetli rekâbet bulunmakta idi ( 1. H. Uzunçarşılı, ayn. esr., II, 169 v.d.). Bu durumda, kapıkulu sefere gitmekte ayak sürüdüğü gibi, harp meydanlarında da düşmana saldırmaktan imtina et­ miştir (bk. Cengiz Orbonlu, Osmardt tarihine âid belgeler, telhisler [ 1597- 1607], İstanbul, 197°, s. 27 v.d., 40 v.d., 94 v.d .). Ocak nizamının iyice bozulmağa yüz tuttuğu Mehmed III. [ b. b.k] devrinde yabancıların ve celâlî ayaklanmalarında hizmet edenlerin Ocağa kayıtları hızlanmış, Ana­ dolu ’da yeniçeri zulümleri artmıştır ( bk. M. Cezar, Osmanlt tarihinde leoendler, İstanbul, 1965, s. 12 7 ). Serhad kalelerinin muhâfazası ile vazifeli yeniçerilerin ise, yerlerini keyfî olarak terkettikleri de biliniyordu ( bu husûsta sadrazam Lalâ Mehmed Paşa ’nm Ahmed 1. 'e arzı için bk. C . Orhonlu. ayn. esr., s. 113 v .d .). Bu devrin kargaşalığından istifâde eden bâzı yeniçerilerinde kudât, müderrisin, mü­ teferrika, çavuş v.b. gibi mütegallibe taifesiyle bir olup, reâyâsı firar eylemiş köylere yerleştikleri ve müstakil çiftlikler kurdukları, Ahmed I.’in bir hatt-ı hümâyûnundan anlaşılmaktadır ( bk. M. Cezar, ayn. esr., s. 385-393). Yeniçerilerle kapıkulu sipa­ hileri arasındaki rekabet, bâzı hallerde mansıb peşinde koşanların elinde âlet olabiliyordu. Bun­ lardan Yemişçi Haşan Paşa ’nm sadâretinde bu makama göz dikmiş bulunan sadâret kaymakamı Güzelce Mahmud Paşa’nın, şeyhülislâmın fetva­ sını ve kazaskerlerin muvafakatlerini alarak sadrâza­ mı azl ve katlettirme gayretleri mühimdir. Mah­ mud Paşa, bu iş İçin sipahilere 30.000 flori dağıta­ rak onları tahrik etmişti. Haşan Paşa ’nm aldığı tedbirle Mehmed III. [b . bk. ] ise, bu azl tale­ bine karşı çıkmıştı ( Haşan Bey-zâde Tariki, s. 243 v.dd.). Bunun üzerine sadrâzamda, yeniçerileri tah­ rik ile sipahilerin bir kısmını tenkil ettirmişti. Bu başarılarından mağrur olarak yanlış kararlar alması ve yeniçerileri tahrike devam etmesi, Haşan Paşa ‘nm azline ve katline sebeb olmuştur (bk. Kâtib Çelebî, Fezleke, İstanbul, 1286, 200 v.d. ve t A , mad. HAŞAN PAŞA, YEMİŞÇİ).



Osman II. ’nın başarısız Hotin seferinden sonra, yeniçerilerin inzibattan ne kadar mahrum olduğu anlaşılmıştı, Yeniçeriler ve sipâhiler daha seferin başlangıcında isteksiz görünmüşlerdi; hattâ yolda



392



YENİÇERİLER.



kaçma teşebbüsler! üzerine yoklama yapılmasına ihtiyaç duyulmuştu (b k . II. Osman adına yazılmış Zafer-nâme, nşr. Yaşar Yücel, Ankara, 1983, tür. yer; [ İ A , mad. OSMAN I I .] ) . Pâdişâhın İs­ tanbul a avdetinde yeniçeri ve sipâhilerin or­ tadan kaldırılması, yerlerine Suriye ’den asker top­ lanması karan, şehirde büyük bir isyanın zuhuru­ na sebep olmuştu. Sonunda yeniçeriler, Musta­ fa ’yı iclâs, Osman '1 kati ettiler ( Haşan Bey-zâde, ayn. e$r., s. 342 v.dd.; Orhan Ş. Gökyay, II. Sultan Osman’ın şehâdeti, Atsız Armağanı, İstanbul, 1976, s. 201, 211, 213, 222 v.d., 225 v.d .). Osman II. ’m katlinden sonra yeniçerilerin tahakkümü son haddine vardı. Ancak, çok geçmeden bu hâdisenin akisleri, Anadolu’da yeniçeri düşmanlığı şeklinde tecelli etti. Erzurum ’da Abaza Mehmed Paşa ’ nın yeniçerileri ortadan kaldırma teşebbüsü ile yer yer isyân hareketleri vuku buldu. Bunun üzerine, Osman ’m katili damgasını yemiş bulunan yeniçeriler, kendilerini bu yola sevkedenlerden hesap sormağa başladılar. (Orhan Ş. Gökyay, ayn. esr., s. 233 v.dd.). Hâdiseler Mustafa I. [b. b k .]’mn ha!’i ve Murad’m cülûsu ile neticelendi. Yeniçerilere bir düzen vermeğe çalışan Sadrâzam Husrev Paşa [ b, bk. ] inzibatı temin için, ’’sahte esâmi” ’leri silince asker arasında düşman kazandı. Bu arada yeniçeri mikdarım azaltma teşebbüsleri semeresiz kaldı, X V II. asrın ilk yarısı Yeni­ çeri Ocağı 'mn tam mânasıyle tefessüh ettiği bir devir olmuştur. Artan cülus bahşişleri, devlet mâliyesinde müzayakaya yo! açtığı gibi; sadâ­ ret makamının sık sık el değiştirmesi de, büyük bir otorite boşluğu meydana getirmişti. Neticede Anadolu’da yer yer isyân hareketleri başlamış, hattâ bâzı Celâli reisleri devletin mevcudiyetini bile tehdit eder hâle gelmiştir. Bu devirde, taşra­ da kontrolsüz kalan yeniçerilerin veya börk giyerek yeniçeri kılığına giren fırsatçıların zulümlerine ve kanunsuz vergi tahsiline adaletnâmelerle mâni olun­ mağa çalışıldığı da vâkidir (bk. H. İnalcık, ayn. malı., s. 107,120,133 v.dd. ). Ocağın rakip bir kuvvet olarak ortaya çıktığı bu devirde, kaleme alınmış siyasetnâme nevinden eserler, bilhassa askeri vaziyet üzerinde durmuşlardır. Bunlar, umûmiyetle çareler de ileri sürdükleri gibi, Kanunî devrini örnek ver­ mekte birleşmişlerdir ( meselâ bk. Koçi Bey Risa­ lesi, s. 71). Bu müellifler, daha devşirmelerin Türk’e verilmesinde görülen saplama sû-i istimaline dikkat çekmişlerdir (meselâ bk. Kitâb-i Müstetâb, s. 7 v .d .). Diğer taraftan, rüşvetle ocağa girmenin müm­ kün olması, müelliflerin dikkatini çeken başka bir husustur (ayn. esr., s. 8). Siyâsetnâmelerin bir­ leştikleri diğer bir nokta da, yeniçeri mikdarınm Sür’atle çoğalarak masrafın da artmasına sebep oluşu ve böylece tekâlifin artarak reâyânm rencide oluşu­ dur (bk. Koçi Bey Risâlesi, s. 47 v.d.; \ î A , mad. TİMAR ] ). Müellifler, ciddiyetle durdukları bu ko­



nuda "evvelki zamanın askeri az idi, lâkin uz idi” veya ’’asker çokluğu fâide vermez, az ve öz, muti ve miinkad gerek” diyerek endişelerini belirtmişler­ dir. Ocağa tevcih edilen diğer bir tenkid de, disip­ linsiz askerin muattal oluşudur ( bk. Kitâbıı Mesâr libı l-miislimîn ve menâfi ’i ’l-mii’minîn, nşr. Yaşar Yücel, Ankara, 1980, s. 34 v .d .). Kemankeş Kara Mustafa Paşa, sadâretinde Ocağa bir çeki-düzen vermeğe çalışmış, bilhassa mevcudu indirmeğe gayret sarfetmiştir ( bk. Naîmâ, IV, 55! / A , mad. MUSTAFA PAŞA, KEMANKEŞ, KARA). Fakat bir müddet sonra, Gürcü Abdünnebi isyânı üzerine halk arasından Ocağa kayıtlar yapılmasına ihtiyaç duyulmuştur (Naîmâ, IV, 4 12 ). Bu sûrede, alman tedbirler hedefe ulaşamıyordu. Esami yolsuzluğu da had safhaya varmıştı. Anadolu ’da yerleşmiş yeni­ çeriler ise, çeşitli sû-i istimaller yaptıkları gibi, sefer dâvetlerine de icâbet etmiyorlardı ( bk. Ç . Uluçay, X V II. asırda Saruhan’da eşkıyalık ve halk hareket­ leri, s. 124-128; Kitâb-i Müstetâb, s. 16 ). Diğer taraftan hazînedeki müzayakanın önü bir türlü alınamadı; Mehmed IV . ’in cüiûsunda mü­ sadere yolu ile para tedârikine gidildi. Bu sırada yeniçerilerle sıpâhi ve iç oğlanları arasında çıkan mücâdelede yeniçeriler galip gelerek, saray ve dev­ let işlerine hâkim oldular [bk. l A , mad. MEHMED IV. ]. Yeniçeri ağaları bundan sonra, me’mûriyetlerı müzâyedeye çıkarırken, ticâri bayata da hâkim oldular. Güçlerim Ocak’tan alan ağalar, Ocağın mikdarını daha da arttırmağa koyuldular ( Kâtip Çelebi, Fezleke, II, 343 v.d., 348). Ağaların saray ve hü­ kümete hâkim olma gayreti, Anadolu 'da büyük akis uyandıran Abaza Haşan Paşa isyâmnı hazırlayan sebeplerden birini teşkil etmiştir. Mehmed IV. ’in hal ’inde mühim rol oynayan yeniçeri zorbaları, artık devlet idâresinde kat ’i bir üstünlük sağlamışlardı. Devlet Ocakta yoklama yap­ maktan dahi âciz hâle gelmişti. Ancak Ocak ahvâline lâyıkiyle vâkıf ve yeniçerileri zabt u rabta kadir ola­ bilecek Mehmed Ağa, zağarcıbaşı tâyin ve yoklamaya me’ mur edildi ( 1 1 0 1 ) . Yoidama neticesinde yirmtbinden ziyâde mahlûl esami zuhûr etti (Abdülkadir Özcan, Defterdar San Mehmed Paşa ve Zübde-i Vekayİat, Tarih Semineri Ktp. basılmamış doktora tezi, nr. 54, s. 487 v.d.). Bîr müddet sonra sadârete getirilen Amca-zâde Hüseyin Paşa, devlet teşkilâ­ tında yapmağa çalıştığı ıslâhâtı Yeniçeri Ocağı ‘na da teşmil etti (1 7 0 1 ). Ocak nizamını bozan yabancı­ larla, hudut kalelerinde hizmet etmeyenler ihraç edilerek, Ocak miktarı yarıya indirildi ( t. H. Uzunçarşılı, ayn. esr., s. 491 ). X V I. asrın sonlarına doğru devlet bütçesine musallat olan mâlî müzayaka büyük şehirlerdeki bâzı yeniçerileri esnaflığa itti. Esnaftan Ocağa gi­ rebilenler de yeniçerilerin esnaflaşmasını kolaylaş­ tırdı. Bunlar iktİsâdîleşememiş, çarşı hayatına zor­ balık, kabadayılık, haraç gibi mefhum ve tavır-



y e n iç e r il e r .



lan yerleştiren yarı yeniçeri yarı esnaf bir zümre olup bilhassa İstanbul ’da neşvü nema buldular. Zorba ve ayaktakımı denilen bu güruha burada Bektâşî tekkeleri, bekâr odaları ve kahvehâneler melce oldu, Feyzullah Efendi [ b. bk. j vak’asmda yeniçeri, sipahi ve esnaf işbirliği bârız bir şekilde görüldü. Saltanat tebeddülüne bile sebep olarak bir çok devlet adamının kanına girdiler. Payitahtın Edirne 'ye nakli rivâyeti üzerine yeniçeri-esnaf tesânüdü arttı ( Zübde-i Vek.ayiât, s. 993, 997, io o i v.d., 1020). Yeniçeri esnaf işbirliğinin zaman zaman bozulduğu da vâki idi. isyan ve ayaklanma hâdiselerinde işleri bozulan çarşı-pazar esnafının yeniçerilere cebhe aldığı da oluyordu ( Cemâl Ka­ fadar, ’’ Yeniçeri-Esnaf Relattons: Solidarity and Conflicl" tmpablished M . A . Thesis, M c Gill Uni­ versity, Montreal, 1981). X V III. asır başlarında, ocaktaki disiplinsizlik çok artmış, devlet işlerine müdâhalelerde son haddine varmış bulunuyordu. Defterdar Sarı Mehmed Paşa (ölm. 1 7 17 ), kaleme almış olduğu siyâsetnâmesinde bilhassa bu husûslar üzerinde durmuştur ( bk. Nesâikü 'Tvüzerâ üe '1-ümera, nşr. Hüseyin Ragıb Uğural, Ankara, 1969, s. 6 7). Ocakta disip­ linin te’mini ve su-i istimallerin önlenmesi hakkında alman tedbirler ve tavsiyeler kat’î netice vermiyordu. Bir müddet sonra, harplerin başlamasıyla yeniçeri miktarı arttığı gibi, mahlûl esâmiler de eskisi gibi kullanılmağa başlandı. Nevşehirli İbrahim Paşa’nm tedbirleri, bu meyanda Şam 'daki yeniçerilerin yok­ lamaya tâbi tutularak mahlûllerinin sildirilmesi ( M. Münir Aktepe, Patrona isyanı, 1730, s. 19 v.d.; ayrıca bk. İ A , mad. NEVSEHİRLİ İBRAHİM PAŞA) beklenen neticeyi vermedi ( t. H. Uzunçarşıh, ayn. esr., s. 492 v.d .). Mahmud I. [ b. bk. ] devrinde, mahlûl esâmilerin, bir takım zengin ve menfaatpe­ restler arasında alımp-satılması meşru hâle getirildi. Böylece Ocak, bir askerî müessese olmaktan çıkarak ticârî bir müessese hüvviyetine bürünüyordu ( Ner tayicü'Tüuhuât, III, 85 v.d.). Mahmud I„ ihtiyaç hissedilen Avrupa tarzında modern bir ordu te'sisi için Ahmed Paşa [bk. E l 2 mad. Atî MAD PAŞHA BONNEVAL. ] yi m em ur etti. Sadrâzam Topal Osman Paşa [b . bk. ] da, Avrupa taktik, disiplin ve silâhlarına taraftardı. Bir müddet sonra, topçu zâbitlerine modern riyaziyât gösteril­ meğe başlanmış; maaşlı Humbaracı Ocağı ’mn teşki­ line muvaffak olunmuştur. Ancak, asıl ıslâhı gereken Ocağa dokunulamadığı gibi, yeniçerilerin vâki itirazla­ rı üzerine (17 4 7 ) yukarıda bahsedilen faâliyetlere de gereken ehemmiyet verilemedi ( tafsilât için bk. Stanford J. Shaw, History of ihe Oiloman Empire and Modern Turkey, Cambridge, 1976, I, 240 v.dd.). Mustafa III. [b. bk.] da Osmanlı askerî teşkilâtının ıslâhına inanmakla berâbar karşılaşabileceği güçlük­ leri de müdrik bulunuyordu. Pâdişâh, sadrâzamı Râgıb Paşa [ b. bk. j ile birlikte, Baron de T ott ’tan



393



istifâde ile yeniçerilere rağmen bâzı yenilikler ge­ tirmeğe muvaffak oldu. 1768-1774 Osmanlı-Rus muhârebesinden sonra, Yeniçeri Ocağı 'nm ne derece tefessüh etmiş olduğu açıkça anlaşıldı. Ocağın ie’dib ve terbiyesi devletin kontrolünden tamamen çıkmış, Ocak ağalarının eline kalmıştı. Esâsen, Ocağın düzeni kanun üzre ağaların elinde olmakla berâber, bu müessese de uzun zamandır bozulmağa yüz tutmuştu ( bk. San Mehmed Paşa, ayn. esr., göst. y e r.). Mustafa III. [b. bk.] devrinde esâmî su-iistimâli yaygm hale gelmiş, hâzinenin kaldıramayacağı bir yük olmuştu. Pâdişâh, huzuruna çağırdığı yeniçeri ağasım azletti Howard A. Reed, Ottoman reform and Janissaries : The Eşkpnci lâyihası of 1826, Social and Economic History of Turkey ( 1071- 1920), Ankara, 1980, s. X95). Yeni sadrâzam ıslâhât taraftarı Halil Hamîd Paşa, bilhassa mahlûl esâmi su-i istîmâli ile rüşvet mes'elesine karşı bâzı tedbirler aldı (bk. Ahmed Vâsıf Efendi, Mehâsinü 'l-âsâr ve hakâikü 'l-ahbâr, nşr. Mücteba Ilgürel, İstanbul, 1978, s, 155-160; I. H. Uzunçarşıh, Sadrâzam Halil Hamid Paşa, T M , V , 231 v.d., 247). Meselâ, bir müddet önce ölmüş bulu­ nan ordu kadısı Nimet Efendi’nin, etbama verdiklerin­ den başka, terekesinden yevmiye i.200 akçelik esâmî kâğıdı çıkmıştı ( M ü r 'i’t-tevârih, II. B , 92). 1201 (1787) yılında başlayan ve sonra Avusturya ’mn da katılmasıyla devam eden Osmanb-Rus ve Avusturya harplerinde peşpeşe uğranılan mağlûbiyetler Ocağın ıslâhının mümkün olamıyacağım ortaya koymuştu. Ancak, devlet otoritesine ortak bu kuvvetin karşısı­ na yine bir ferman ile çıkmaktan başka çare yoktu ( bk. I. H. Uzunçarşıh, ayn. esr., s. 496 v.d .). Islâhata bir pâdişâh olan Selim III. (Yeniçeri Ocağı hakktndaki fikirleri için [bk. mad. SELİM III.]; E. Z. Karal, Selim ¡ 11. ’ün Hatt-ı HümayanlanNizâm-t Cedit 1789-1807 s. 23-26) devrinde, as­ kerî ve idâri sâhalarda köklü yenilikler getirecek nizâm-ı cedîd fikri doğdu. Bilhassa Avrupa usû­ lünde talimli askerî teşkilâtı benimseyen Nizâm-ı cedîd, yeniçeriler için de bâzı yenilikler getiri­ yordu ( Stanford J. Shaw, The established Ottoman Army Corps under Sultan Selim 111 ( 1789- 1807), Der Islam, 1965, X L , 151 v.d.). Bu düzenle­ melerin ana prensiplerini tesbit için, pâdişâha lâ­ yihalar takdim olundu. Lâyiha verenler arasında Kanunî devri kanunlarına dönülmesini isteyenler olduğu gibi, Avrupa usûlüne göre asker yetişti­ rilmesini isteyenler de bulunmakta idi. Neticede, hazırlanan 72 maddelik ıslâhât tasarısında ağırlık askerî teşkilâtta idi [ bk. I A , mad. NİZÂM-I CEDÎD ]. Buna göre, Yeniçeri O cağı’nı kaldırmak mümkün olmadığı için, Ocağa, yeni bir düzenlemeye gidi­ lerek haftada birkaç gün tâlim ve terbiye mecburi­ yeti konuldu (tâlimsiz askerin acıklı durumu için bk. Koca Sekbanbaşı, Hülâsatü 'l-kelâm fi reddi’lavâm, s, 22 v,dd.). Ayrıca, Avrupa usûlünde yeni



394



YENİÇERİLER.



bir ordu ihdâsı planlandı. Böylece, Nizâm-ı cedîd adı ile kurulan orduya yeniçeriler de dâvet edildiyse de, yeniçeriler, "usûl-i kadime mûcibince destiye kurşun



Rusçuktu Hüseyin Ağa ( bilâhire Hüdavendigâr Sancağı ve Boğaz muhâfızı Ağa Hüseyin Paşa) ’yı yeniçeri ağası tâyin etti ( I. H. Uzunçarşılı, ayn. esr.,



atmak ve keçeye kdıç çalmalj" ’tan vazgeçmiyeceklerini bildirdiler (bk. Yayla imâmi Risalesi, nşr. Fahri Çetin Derin, T E D , İstanbul, 1973, H İ, 2x7 v.d.).



s. 522 v.d.; ayn. mİ!., Asâkir-i Mamûre 'ye..., Bel­ leten, X VIIÎ/7o). Diğer taraftan, yeniçeri tâifesi harp etme kabiliyetinden mahrum muattal bir gürûh



Yeniçerilerin şehir ve kasabalara varıncaya kadar imparatorluğun her tarafına yayılmış olmaları ve Nizâm-ı cedîd’e muhalefet göstermeleri, pâdişâhı endişeye sevkedîyordu. Asker arasında "yeniçeriler



hâline gelmiş bulunuyordu. Nitekim, bu asker ile Mora isyânınm bastırılması mümkün değildi. Bu yüzden Mahmud II., Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa [ b.bk.] 'dan yardım istemek zorunda kaldı [bk. / A ,



kaldırılacak, yerine nizâm-ı cedîd geçecek" dedi­ kodusu yayılmıştı [ bk. 1 A , mad. NİZÂM-I CEDÎD ]. Bu durumda, yeniçerilerle Nizâm-ı cedîd muhalif­ leri pâdişâha karşı müşterek bîr cephe teşkil etmiş­ lerdi. Ortaya atılan asılsız rivâyetler ve uydurma haberler bu cephenin kuvvetlenmesini sür 'atlen-



mad. MAHMUD II. ]. Başta padişah olmak üzere bü­ tün devlet erkânı, durumun vehâmetini anlamış ve ciddî tedbirlerin alınmasında ittifak etmişlerdi. Şeyhülislâm konağında bütün devlet ricâli, ulema ve yeniçeri ağasının da iştirâki ile bir toplantı yapıldı ( mayıs 1826), Yeniçeri ağası Mehmed Celâleddin



dirdi (bk. E. Z. Karal, Osmanlt Tarihi, V , 77-80). İstanbul 'da Kabakçı Mustafa ’nın etrafında top­ lanan yeniçerilere ve O cak’tan menfaati olanlara,



Ağa nın, yeniçerilerin tâlime razı olduklarını bil­ dirmesi üzerine Ocaktan 7650 neferin "eşkinci” nâmiyle muallem asker yazılmasına karar verildi



Boğaz yamakları ile azgın kaba kuvvet de iltihak etmişti. Selim II. ’in aczi ve müsamahası hiç kimsede cezâ korkusu bırakmamıştı. Neticede, Nizâm-ı ce­



(Cevdet, Tarih, XII, 146 v.d.). Bir müddet sonra yapılan bu toplantıda başta sadrâzam olmak üzere bâzı ricâl fikirlerini beyan ettiler ( bk, Howard



dîd ilga ve Mustafa IV. iclâs edilerek, kaba kuvvetin ve Ocağın devlet otoritesine üstünlüğü tevsik edilmiş oldu ( bk. Stanford J. Shaw, Between old and New,



A. Reed, ayn. mah., s. 196 v.d .). Hazırlanmış bu­ lunan Eşkinci lâyihası ve Hüccet-i şer 'îyye okunup tasdik edildiği gibi, şeyhülislâm efendi de fetvâsını



The Ottoman Empire under Sultan Selim III. 1789­ 1897, Cambridge, I971 , s. 378-383). Selim III.'in katli yükünü omuzlarında taşımak istemeyen Ocak



okudu (bk. Mehmed Esad, Üss~i Zafer, İstanbul, 1243, 22 v.d.; ayrıca bk. Cevdet, Tarih, X II, 255­ 2.66). Bu sûretle eşkinci neferatımn talim yapacağı



ileri gelenleri, devlet erkânı ile bir ” hüccet-i şer’iye" imzaladılar (b k . Âsim, Tarih, II, 47 v.d .). Buna göre Ocak güyâ devlet işlerine müdâhale etmeyecekti ( Stanford J. Shaw, ayn. esr., 384 v.d .). Mustafa IV., Kabakçı Mustafa ’yı Boğaz muhafızı tâyin et­ tiği gibi, yeniçerileri ve yamaldan mükâfatlandır­



kat’îleşmişti. Ancak, bâzı yeniçeri ileri gelenleri ta­ lim aleyhinde ' sinsice faâliyete giriştiler. Yapılan tahrikler, pâdişâh ile Ocağı tekrar karşı karşıya ge­



maktan da- geri durmadı. Şımaran yeniçeriler Silistr e ’de ordugâhı yağma ettiler fbk. i A , madd. MUSTAFA IV.; MUSTAFA PASA. BAYRAKDAR. ] Yeni



büyük bir muvaffakiyetle mücâdele etti ( 9 zilkade 15 haziran 1241=1826). Osmanlt tarihinde ” Vak'a-i Hayriyye” denilen bu hâdise neticesinde ocak söndü­



sadrâzam Alemdar Mustafa Paşa, Nizâm-ı cedîd 'in yerine tâlimli asker Sekbân-ı cedîd'i ihdâs etti ( 1808 ). Mahlûl esâmî su-i istimaline mâni olunmuş; tufeylî tâifesi ulûfeden mahrum bırakılmıştı ( bk. I. H. Uzunçarşılı, Alemdar Mustafa Paşa, İstanbul, 1942,



rülmüş ve yeniçerilik tamamen kaldırılmıştı. Tanzim edilen emr-i âlî ile durum tebşir ve ilân edildi ( Oss-i Zafer, s. 102-105; Cevdet, Tarih, X II, 162-165; Stanford J. Shaw, History of the Ottoman Empire, II, 20 v.d .). Böylece, Istanbul ’da âsâyiş iâde edil­



s. 144 v.dd. ). Yeniçeriler ve menfaatleri elden giden­ ler, bu defa Alemdar ve Sekban-ı cedîd aleyhinde ça­ lışmaya başladılar. İstanbul 'da hâkimiyeti ellerine ge­ çiren yeniçeriler, sadrâzamı ortadan kaldırmağa mu­



diği gibi, taşrada da devam olunan tenkil hareketi ile bütün imparatorlukta büyük bir memnunluk ya­ ratıldı (bk. I. H. Uzunçarışlı, ayn. esr., 558-564; Lutfî, I, 180-186), Yeniçeriliğin yok edilmesiyle bu



vaffak oldular (bk. Uzunçarşılı, ayn. esr., s. 154 v.d.). Bundan sonra yeniçeriler, Mahmud II. 'un şahsını hedef alarak isyâna devam ettiler. Ancak, ulemanın Ocağa dokunulmayacağı hakkında pâdişâhtan aldığı teminat üzerine isyandan vazgeçtiler. Fakat, İstan­



Ocağm devlet hâzinesinde meydana getirdiği tah­ ribat da ortadan kalkmış (ancak, Mahmud II. Ocak dışındaki esâmî hâmillerinin mevcut Kaklarını kayd-ı hayat şartiyle mahfûz tutmuştur [bk. Lutfî, Tarih, I, 3 6 1 ] ) ve Mahmud II., ısdar ettiği



bul ’da yer yer yangınlar çıkararak büyük tahribata sebep oldular. 1818 ’de iki ayda 73 yangın hâdisesi oldu



bir ferman ile musâdere müessesesine son verdiğini ilân etmişti (bk. Ahmed Mumcu, ayn. esr., s. I?2, 236 v.d.; Î A , mad. MÜSADERE.). Yeniçeri Oca­ ğı ’nm ilgası hakkında İstanbul Başbakanlık Arşi­ vinde bol mikdarda vesika bulunmaktadır,



( bk. Howard A. Reed, ayn. inak., s. X95 )• Bununla berâber, pâdişâh planlı bir şekilde ocak için tedbirler almağa devam etti. Kendisine sadıkane hizmet edecek



tirmişti. Pâdişâhın arzusu üzerine sancak-ı şerif çıkarıldı. Devlet erkânı ve ulemâya Kalk da iltihâk etti. Topçu, lağımcı ve kalyoncu askeri, âsilere karşı



YENİÇERİLER Yeniçeri teşkilâtının büyük bir muvaffakiyetle or­ tadan kaldırılması hakkında Keçeci-zâde izzet Molla nın şu k ıt’ası çok meşhurdur. Tecemmü’ eyledi Meydân-ı Lahme Idüp küfrân-ı ni ’met nice bâgî Koyup kaldırmadan İkide birde Kazan devrildi söndürdü ocağı Sultan Mahmud 11. ’un emriyle, Avrupai tarzda tâlim yapacak olan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye adlı yeni bir askeri teşkilât kuruldu. Serasker­ liğine de yeniçeriliğin kaldırılmasında büyük hiz­ metleri geçen Ağa Hüseyin Paşa getirildi. Yeniçeri­ lerin Hacı Bektaş Velî ’ye bağlılıkları sebebiyle Bek­ taşî tarikat! de ilga edildi, [bk. I A , mad. BEKTAS ]. Yeniçeri O cağı’nm ihyası için gerek İstanbul gerek taşrada bâzı faâliyetler görüldüyse de, bunlar kısa zamanda bertaraf edilmiştir. Yeniçeriliğin ortadan kaldırılması Avrupa merkezlerinde de büyük akisler yaratmış, bu hususta gazetelerde neşriyat yapılmıştır. İstanbul 'da elçileri bulunan devletler de tebrikâtta bulunmuşlardır (L ûtfî, I, 158). Yeniçeriler, askeri kuvvet içinde adet îtibâriyle hiç bir zaman büyük bir yekûn tutmamıştır. Bu itibarla Osmanlı Devleti ’nin gelişip İnkişaf etmesinde, Ocağın harp kabiliyeti bahis mevzuu edilemez ise de, askeri gücün içinde itibarlı bir müessese olmasının çeşitli sebepleri vardır. Evvelâ yeniçeriler, hazarda ve se­ ferde pâdişâhın maiyetinde bulunarak hizmet et­ mişlerdir, Yeniçerilerin devşirme menşe 'Ii olmaları, devlet merkezinde bulunmaları, protokolde yer al­ maları, yabancı seyyah ve temsilcilerin dâimâ dik­ katlerini çekmekte idi. Devşirmelerin istidat ve ka­ biliyetlerine göre devlet idâresinde mevki sahibi ola­ bilmeleri, bu zümreyi daha da muteber hâle getir­ mişti. Yeniçeriler, pâyitahtta devlet teşkilâtı ve taş­ rada reâyâ üzerinde daimî bir tehdit unsuru ola­ gelmişlerdir. Hal’ ve cüluslarda mühim roller oy­ nayarak devlet ricaline çok defa heyecanlı anlar yaşatmışlardır. Yeniçerilerin İstanbul esnâfı ile olan münâsebetleri ise, umûmıyetle çekişmeli geçmiştir. Kezâ İstanbul halkının da yeniçerileri sevmediği Vak ’a-i Hayriye 'de açıkça ortaya çıkmıştır. B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilenler­ den başka bk. Ahmed Cevad Paşa, Tarih-i Askerî-i Osmanî ( İstanbul, 1882); I, H. Uzunçarşıh, Osmanlt Devletinin Saray teşkilât (Ankara, 1945); Mehmet Zeki Pakalın, Osmanh Tarih Deyimleri Ve Terimleri (İstanbul, 1955), III, 6x7-631; V, L. Ménage, 'Notes and Communications. Sidelights on the Demşkirme from Idris and Sa 'duddin, B S O A S (1956), X Vi f f , 181 v.dd. ; Cvetana Georgieva, Le rôle des Janissaires dans la politique Ottomans en les ferres Bulgares ( X V Ie - milieu du X V I L siècle), Études Balkaniques (Sofia, 1978) 8, s. 178-190; Howard A. Reed, The Destruction of the Janissaries by Mahmud II. in june 1826, un-



YENl PAZAR.



395



published Ph. D . dissertation, Princeton University, N. J ., 1951 ; Avigdor Levy, The Military PoUcy of Sultan Mahmud IL , 1808-1839, unpublished Ph. D. dissertation, Harvard University, 1 9 68; N. Weissmann, Les Janissaires, Etude de l 'O r ­ ganisation Militaire des Ottomans, Paris, 1964; H. İnalcık, The heyday and décliné of the Ottoman Empire, The Cambridge History of Islam, Camb­ ridge, 1970, I, 3 2 4-353; Y . Yücel, Osmanh im ­ paratorluğunda desantraîizasyona ( adem-i merkezi­ yet) dair genel gözlemler, Belleten (Ankara, 1974), XXXVIII/152, 6 5 7 -7 0 8 ; A. Pallis, In the Days of the Janissaries, London, 1951 ; irene, Beldiceanu Steinherr, "La conquête d'Âdrinople par les Turcs: La pénétration turque en Thrace et la valeur des chroniques ottomanes.” Travaux et Mémoires (Cen­ tre de Recherche d'histoire et civilisations byzanti­ nes) (1965) , Paris, 1966, L 4 3 9 -4 6 X , E l , mad. JANİSSARİES ). (M O CTEBA ÎLGÜREL.)



YEN İPAZAR (Bazar). O s m a n h l a r



idâ­ r e s i n d e (1912 yılına kadar), K o s o v a v i l â ­ y et in e bağl ı bir s a n c a ğ ı n en b ü y ük ş e h r i o l u p , bugün Yugoslavya Federe Dev­ le ti’nde Sırbistan Halk Cumhuriyeti’nin cenubun­ da yer ahr. Şehir, çeşitli yönlerde küçük-büyük vâdilerin meydana getirdiği Peşter Yaylası ile, ya­ maçları dik Rogozne dağı arasındaki Yeni Pazar ovasında, îbar nehrinin bir kolu olan Raşka’nm Yoşanitsa nehri ile birleştiği yerde kurulmuştur. Bu vâdİ, bölgenin en alçak ve dağlarla çevrili münbit bir yeridir. Yeni Pazar, deniz seviyesinden 496 m. yükseklikte olup, 43' 08' arz ve 20J 31' tul dâire­ leri arasında bulunur. Yıllık ortalama sıcaklığı 9 ,2 ' olan mûtedil bir iklime sahiptir. Şehrin etrafındaki engebeler, Yeni Pazar Vadisi ’nin tepecikleri, Peşter Yaylası ( Evliya Çelebi ’nin Mesir sahası dediği ) ile Rogozne dağından ibârettir. Arkeolojik kazılar (bölgenin arkeolojisi hakkında bk. Novi Pazar i okolina, s. 79-88 ) ’dan ve yer adlarından eski çağlarda buralarda îlltrlerin yaşadığı anlaşılmaktadır. V I.-VII. asırda daha sonra şimal­ den gelen Slavlar, Raşka nehri vâdisındeki yerli îllirleri uzaklaştırıp onların yerlerine yerleşerek, Sırp fe­ odal hükümranlığını kurmuşlardır. Illirlerden sâdece hayvancılıkla meşgul olup, dağlık bölgede bulunanlar kalabilmiştir. Bu bölge hakkında en güvenilir bil­ gi, Bizans imparatoru Konstantin Porphyrogennetos tarafından verilmiştir. IX. asırdan XV. asrm orta­ larına kadar Eski Pazar’ın 9 km. garbında bulunan Ras ( veya Eski Ras Sırplarca Tırgovişte; Türklerce Pazar yeri veya Eski Pazar ) bölgesinde kurulan Sırp devleti ile burayı ele geçirmek isteyen Bulgar ve Bi­ zans derebeyleri arasında sık sık savaşlar olmuş ve bunun neticesinde bölgede etnik, siyâsî ve İktisâdi değişiklikler meydana gelmiştir (bk. ayn. esr., s. 9 1 -1 0 7 ).



YENİ PAZAR. Fâtih devrinde meşhur Türk kumandanı İshak B ey’in oğlu İsa Bey (daha sonra Bosna Beyi oldu). Eski Ras ( Tırgovişte’yi, Pazarişte’yi, Eski Bazar’ı) ’ı I4S5 yılında aldı. Yeni Pazar ’ın ne zaman kuruldu­ ğu kesin olarak bilinmemekle berâber, burasının İsa Bey tarafından 1456 yılında te’sis edildiği tahmin edilebilir (1455 yılında İsa B ey’in bu bölgedeki has­ lan, köylerin mal vergilerinin dökümü ve sayımı için bk. Nooi Pazar i okplina, s. Î09 v.d-, 159 v .d .). Türkler, Eski R as’ın yaranda bulunan Tırgovişte’yi Türkçe ’ye Bazar (Pazar) şeklinde çevirip, sonradan Yeni Pazar’ı kurunca, ona Eski Pazar adım ver­ mişlerdir. 1459-1461 yılma kadar Ras, vilâyetin idâri merkezi olup, bir subaşısı ile bir kadısı vardı. İsa Bey, Yeni Pazar’ın temellerini atarken, önce yol­ ların kesiştiği Yeni Pazar ovasında, Yoşanitsa neh­ rinin Raşka nehrine döküldüğü ve hâlen şehrin bu­ lunduğu yere, bir askeri garnizon binası ve 56 dükkânlık bir çarşı ( bk. Evliya Çelebi, Seyahatname, Sırpça trc., s, 264, not 9: 1489 yılı tahrir def­ teri nr. 24 'ten naklen) ile müteâkıben de hâlen kalıntdarı şehrin merkezinde bulunan bir hamam ( bk. E. Muşovic, Isa Begoo hamam u Noüom Par zaru ’’îbarske novosii" od 2. I, 1967) ve bir câmi inşâ ettirmiştir. İsa Bey ’in yaptırdığı câmi ise, Be­ ograd otelinin bulunduğu yerde idi. Bu câmi Birinci Cihan Harbi 'nden sonra yapılan otel yüzünden yık­ tırılmıştır. Türkler zamanında Yeni Pazar şehri, ticâret, sanayi v.b. bakımlardan gelişince, Tırgovişte ( Eski Pazar) ehemmiyetini kaybetmiştir. Yeni Pazar 'm ehemmiyetini anlayan Raguza [ b. bk. J ’lılar hemen buraya yerleşerek, kolonilerini kurup ti­ câretle meşgul oldular. Ticârî faâliyete Venedikliler, Yunanlılar ve müslümanlar da katıldılar. Şehrin hızlı bir şekilde gelişmesi sebeplerine coğrâfî mevkii ile etrafındaki demir mâdenlerinin bulun­ masını da eklemek gerekir. Yeni Pazar, yerli tüccar ve bir kısım göçmen halkın islâmiyeti kabûlü ile tamamıyle bir müslüman şehri hüviyetini kazandı. Boylece bir müslüman Türk topluluğu teşekkül etti. Bu topluluk, X V I. asrın başlarında, çok çabuk iş­ lerini genişletmiş ve Dubrovnik limanı ile sür'atli bir işbirliği kurma yoluna gitmiştir. Ancak Yeni Pa­ zar, Bosna (1463), Hersek (14 8 1) ve Zeta (14 9 9 ) 'nın Türklerin idâresine girmesiyle askeri ehemmi­ yetini kaybetmiştir. Kurulduğundan X VI. asrın başlarına kadar Osmanhlarm şimâl-i garbiye doğru Balkan-yarımadasına yapılacak askerî harekâtın bir sıçrama noktası olması, Yeni Pazar 'da ticâret ve muhtelif zanaatların çok hızlı bir şekilde gelişmesini sağladı. Burası aynı zamanda Dubrovnik-Niş, Dubrovnik-Saray Bosna(-Sarajevo) Selânik, Sofya, İstanbul ve diğer ticârî şehirlere gi­ den yolların bir güzergâhı olmuştur. Bu sebepten de şehirde, bir çok kervansaray, han ve diğer içtimâi hizmetler görecek olan binaların yapılması hızlan­ dırıldı. Nitekim ticâret o kadar hızlı gelişmiş idi ki,



bir defasında bir günde Yeni Pazar’dan yün yüldü 3.000 atlık bir kervanın geçtiği kaydolunmuştur. Ayrıca şehirde, her yılın 26 teşrin I.’den itibâren bir ay devam eden ve Balkan yarımadasının en uzak böl­ gelerinin bile ticârî ilgisini çekebilen bir panayır da kurulurdu. Böylece, X VI. ve X V II. asırlarda (Y en i Pazar) mezkûr ticârî yolların güzergâhı olması sebe­ biyle 12.000 ev ve 1.000 ’den fazla dükkâna, birkaç han ve kervansaray ile 60.000 nüfûsa sâhipti. Burası, vaktiyle seyyahlar tarafından Niş ile Dubrovnik ara­ sındaki bölgede en büyük şehir, İstanbul ’a giden yol üzerinde en mühim bir yerleşme bölgesi, ticâret merkezi, çarşısı, evleri, hanları, hamamları, câmileri, şadırvanları, çeşmeleri ve diğer rnimârî eserleriyle, kendine has bir şark şehri olarak tavsif edilmiştir. Türkler, Bosna kırallığmı ortadan kaldırınca, Yeni Pazar’ı da içine alan Bosna sancağım ie’sis ettiler. X V . asnn sonunda, Bosna sancağına bağlı olan dört eski vilâyet (Zveçan, Yeleç, Ras ve Syenitsa), Yeleç adıyla tek vilâyet hâline getirilmiş ve çok geçmeden bu ad (Y e le ç ) 'ın yerini Yeni Pazar (Yenice Pazar) almıştır. Yeni Pazar şehri ise, 1477 ’de bu dört vilâ­ yetin idâre merkezi olmuştur. 1485 ’te vilâyetin adı ilk önce Yeni Pazar değil, Yenice Pazar olarak kaydolunmuştur. 1580 yılında bütün Bosna bölgesi fethedilince de Bosna Paşalığı te’sis olunmuş ve Yeni Pazar, mütesellimin ve X V III. asırda da bu bölge Sancak Beyi ’nin bulunduğu yer olmuştur. 1516 yılından kalma Bosna kanunnâmelerine göre, Yeni Pazar 'da, kadıdan başka Sancak Beyi ’nin temsilcisi de bulunduğu gibi, Mitrovitsa, Zveçan, Syenitsa ve Niksiç de onun emri altında idi. Yeni Pazar 'da 1485 'te 5 mahallede 167 müslüman, 4 mahallede de 71 hıristiyan ve ayrıca iki Raguzalı âilenin bulunduğu anlaşılmaktadır. Yeni Pazar X V II, asrın sonlarında gelişmesinin zirvesine ulaşmış ve 1689 yılına kadar rahat bir hayat geçirmiştir. 1683 Viyana yenilgisinden sonra Belgrad’a kadar gelen Avusturya, Venedik ve Po­ lonya orduları, Sırpları cesaretlendirmiş ve onların 1689'da Yeni Pazar’a hücum etmelerine sebep olmuştur. Böylece şehir, Osmanhlann idâresine girdikten bu yana, ilk defa savaş tehlikesine mâruz kalmış ise de, Sırplar bozguna uğratılıp dağlara sürülmüştür. Ancak Sırplar şehri terkettikleri sıra­ da tahrip etmişlerdir. Türkler ilerleyen Avusturya ordularını, Üsküb ’ün 35-40 km. şimâlinde bulu­ nan Kaçarak 'te mağlûp etmek süreriyle Yeni Pa­ zar 'm Avusturya 'ran eline geçmesini önlemişlerdir. Bosna’nın İstanbul ile bağlantısını kesmek için X V III. asrın ilk yansında Yeni Pazar etrafında tekrar başlayan savaşlar sonunda, 2 ağustos 1737 ’de Avusturya ordulan ve ardından da Sırp âsîle­ ri, Yeni Pazar’a girmeye muvaffak olmuşlarsa da, burada ancak iki gün kalabilmişlerdir. Nitekim Bosna Vâlisi Ali Paşa ’nın, Avusturya ordularını 4 ağus­ tos ’ta yenmesi üzerine, Yeni Pazar tekrar Avusturya



YENİ PAZAR.



397



ve Sırpların elinden kurtarılmıştır. Ancak bu harple­ Berlin Kongresi, Yeni Pazar ’ı Avusturya-Macaris­ rin ticârî hayat üzerine çok menfi te’sîri olmuş ve tan İmparatorluğu ‘nun Balkanlar 'daki genişleme is­ şehir İktisadî bakımdan gün geçtikçe kötüye gitmiştir. teklerini sağlamak gayesiyle siyâsî ve askeri bir böl­ Bilindiği gibi, Osmanlı Türk İdâresinin gerilemeye ge hâline getirmişti, Bâbıâli, Yeni Pazar’ı Prizren şehri ile birleşti­ başladığı X V III. asırda,, hemen hemen bütün impara­ torlukta mahallî idarecilerin, merkezin ( Sultanın) rerek Kosova Vilâyeti adıyla yeni bir vilâyet ihdas emirlerini dinlememeleri, çıkarları, keyiflerine gö­ etti. Nitekim 1879'da çıkardığı ilk salnâme 'de, Yeni re idâre etmeğe başlamaları ve kanunsuz cezalan­ Pazar Sancağı da yer almıştır. Yapılan andlaşmalar dırmaları halkı, isyana teşvik ediyordu. Bu durum, gereğince Avusturyalılar Yeni Pazar bölgesine gir­ Yeni Pazar vilâyetinde de mevcuttu. 1788-1791 Avus- miş ve âsâyİş korunabilmiştir. Bu arada 1880 son­ turya-Osmanlı savaşı yüzünden meydana gelen karı­ lan ile 1881 yılı başlarında Arnavutlar, Avustur­ şıklıklar, Sırp isyancılarının hareketlerini bir kat da­ yalI askerlerin gelmesi yüzünden Osmanlı idare­ ha arttırmıştı. Bütün bunlara rağmen YeniPazar, cilerine isyan etmiş ise de, Bâbıâli aynı yıl bu hamüslümanlar tarafından büyük bir fedakârlıkla mü­ reketf bastırmıştır. Bu sırada Osmanh İmparatorlu­ ğu'nun bir hudut şehri hâline gelmiş bulunan Yeni dâfaa edilmiştir. X V III. asrın sonu ve X IX . asrın başında, Os­Pazar ’m, artık eski ticârî ve İktisâdi canlılığı kalma­ manlı Avrupası ’nın büyük bir kısmında olduğu gibi, mıştır. 1881-1909 yıllan arasında vuku bulan harpler ve karışıklıklar neticesinde, Yeni Pazar Sancağı 'ndan Yeni Pazar Sancağı ’nda da çöküş başlamıştır. Belgrad Paşalığın ’da 1804 ve 1805 'teki Kara bir çok göçler de olmuştur. Ayrıca, İktisâdi hayatın Y orgi’nin ayaklanmasıyle, Türklere karşı kazanı­ zayıflaması ile birlikte kötü idâre de Bâbıâli ye kar­ lan ilk zaferlerden sonra, Sırplar askerî harekâtı şı ayaklanmalara sebep olmuştur. Şubat 1909 'da yapılan yeni bir andlaşma ile Avus­ mezkûr paşalığın dışında da sürdürmeğe çalışmış ve 1806 yılında Sırp isyancıları Yeni Pazar 'a doğ­ turya, Yenİ Pazar Sancağı’ndaki bütün haklarından ru yürüyüp, buranın etrafındaki Sırpları ayaklan­ vazgeçip, burasını terketti. Nihâyet Balkan Savaşı ’nda mağa teşvik etmeye ve akınlar düzenlemeye başla­ Sırplar'in Yeni Pazar’ı işgal etmeleri (23 ekim teş­ mışlardır. Ancak nüfûsunun ekseriyetinin müslü­ rin I. 1912) île buradaki Osmanlı hâkimiyetine sonman oluşu ve şehirde de bir Türk askerî garnizo­ verildi ve müslüman nüfûsun büyük bir kısmı Tür­ nunun bulunuşu, Sırpların bu faâliyetlerini neti­ kiye 'ye hicret etti. Onlann yerine de Raşka ve Bos­ na ’nın muhtelif yerlerinden (ekseriyeti Sırplar olmak cesiz bırakmıştır. 1809 'da Rusların isteği üzerine Sırp isyancıları, üzere) yeni göçmenler getirildi. Birinci Cihan Harbi sırasında (20 teşrin II. 1915) Türklere karşı savaşı devam ettirdiler. Syenitsa yi, daha sonra da kısa bir süre Yeni Pazar’ı ele geçiren Avusturya ordusu, Yeni Pazar’ı Sırplardan aldı ve isyancıların kumandanı Kara Yorgi, burasım terket- ekseriyeti müslüman olan bu şehri müslümanlarm idâresine vererek, onları kendi siyâsî ve askeri mak­ meye mecbur kalınca, Yeni Pazar 'ı yaktı. 1878 Ayastafanos andlaşmasıyla Sırplara bağım­ satlarına uygun bir şekilde kullandı. Avusturya idâsızlık tanındığı gibi, kendilerine Yeni Pazar San­ recileri, 19x7 yılında Syenitsa Sancağı'ndaki müslü­ cağı 'ndan da bir mikdar toprak verildi. Bu andlaş- man temsilcilerini bîr araya getirdikleri konferansda, mayı düzeltmek gayesiyle yapılan Berlin Kongresi Yeni Pazar Sancağı ’nın Sırbistan ’dan ayrılıp muhtar (1878 ) 'nde ise, bilhassa Avusturya-Macaristan im­ bir bölge olarak Bosna’ya bağlanması kararlaştırıl­ paratorluğunun isteği üzerine, Bosna ve Hersek *in dı. Fakat bu durum çok sürmedi. Avusturyalılar idiresi kendilerine bırakıldığı gibi, Berlin Kongresi bu bölgeden çekilince, 21 teşrin II. 19 18 ’de Sırp muahedesinin 25. maddesi ile de, Yeni Pazar Türk- Fransız orduları, Yeni Pazar ’1 işgal etti. Şehir yeni lerin idâresine terk edildi. Ancak, Avusturya, bir mik­ ve kurulan Sırp-Hırvat-Sloven kıratlığının idâresine dar askerle, buranın kontrolünü elinde tuttuğu için, bırakıldı. 1912-1925 yılları arasında, idâri değişik­ Yeni Pazar Sancağı, Türk ve Avusturyaldann müş­ likler yüzünden büyük bir müslüman nüfûsu Yeni terek mülkiyetine girdi. Nisan 1879 'da Avusturya Pazar 'dan çeşitli yerlere göç etti. Yeni Pazar, Sırpların idâresine girdikten sonra ve Osmanhlar arasında yapılan ayrı bir andlaşma ile de, Avusturya ve Osmanhlar Yeni Pazar San­ çeşitli yönlere giden kara ve demir yollarının gü­ cağı ’nın bâzı yerlerinde aynı .miktarda askerî gar­ zergâhı oldu ve 17 nisan I941 ’de de Alman istilâsına nizonlar bulunduracak idi. Ayrıca, bir ihtiyaç hâlinde uğradı. Ancak Almanlar 19 nisanda Mitrovitsa'da de Avusturya, Osmanlılarla anlaşarak, sancağın baş­ Amavut-Boşnaklarla yapılan bir andlaşmayla Yeni Pa­ ka yerlerine de asker sokabilecekti (b k . B A , Yıl­ zar *ı müslümanlarm idâresine bıraktılar ve kilit nok­ dız tasnifi, Yeni Pazar, 18553/404-93-37). Avus- talara müslüman idâreciler getirilip, Arnavut milliyet­ iuryahlarla yapılan bu andlaşma, Yeni Pazar Sanca­ çiliği tahrik edildi. 16 haziran 1941 'de Alman ku­ ğı ve bilhassa Yeni Pazar şehrinde büyük bİr hoş­ mandanlarının da hazır bulunduğu Yeni Pazar toplan­ nutsuzluk yarattı ve bu andlaşmaya halk tarafın­ tısında, Arnavut komitesi, Yeni Pazar ve etrafındaki dan silahla karşı çıkıldı ise de, bir netîce vermedi. hlzıyer leri Sırbistan ’dan ayırıp Arnavutluk ’a kat­



398



YENİ PAZAR.



ma kararını aldı ve bu karar da Tiran ’daki zama­ nın hükümetine bildirildi. Almanların mülkî idâreyi, Arnavutlara vermesi, bölgede bulunan Sırplarla müslümanlar arasındaki düşmanlığın artmasına sebep oldu. Bu düşmanlığı, Arnavutların Alınanlara karşı teşkilâtlanan yeraltı komünist partisine ve partizan­ lara karşı kullanılması daha da artırdı. Nihayet Yeni Pazar 1941-1944 yıllarında birçok siyâsî hâdiselere sahne oldu. Alman istilâsında kalan Yeni Pazar, 28 teşrin II. 19 4 4 ’te kurtarılıp, bugünkü sosyalist Y u ­ goslavya Devleti ’ne bağlanarak yeni bir idârî siste­ me girdi, 1875-1878 ve daha sonraki yıllarda vuku bulan harpler sebebiyle Yeni Pazar ’m nüfûsu azalmıştır. 1911 yılından öncesine âit sıhhatli nüfiıs sayımları yapılamamıştır. I9 i* ’de Yeni Pazar 'm nüfûsu 13-847 {Bunlardan 12.304 müslüman ve 1.543 gayrı müslim) idi. 31 mart 1961 ’de yapılan nüfus sayımına göre Yeni Pazar Belediyesi dâhilindeki nüfus 58.777'dir. Bunun 27.933 ’ü Sırp, 28.650'si müslüman olup, bunlardan 5.400 ’ü Türk olarak kayıtlıdır. Geri kalan çok cüzî bir kısmı ise, Karadağlı, Arnavut, Hırvat ve Makedonlardan teşekkül eder. 1971 sa­ yımında Belediye hudutları dâhilindeki 64.326 nü­ fûsun dağılışı şöyledİr; 37.140 müslüman, 25.076 Sırp, 755 Türk, 359 Karadağlı, 307 Arnavut, 210 çingene ve 479 milliyeti belirsiz kimse. 1970 'ten sonra 6 fabrika, 1 otel, 1 câmi ve 1 de kilise yapıl­ mıştır. İlk ve orta okul öğrenci sayısı 11.713, lise ve dengi okullarına devam eden öğrenci sayısı ise, 3.061 ‘di ( Şehrin Türklerin İdâresinde iken sâhip olduğu ibtidâî, rüşdiye ve diğer mektepler için bk. Hamzagii Emin, Mektebi i druge Turske Şhole a Novom Pazaru za öreme Turaka [neşredilmemiş]’dan nak­ len Nooi Pazar, 1958, s. 1-25; Nedovic Velizar, Şkohivo i vaspîtanje a Sancaku za öreme Turaka



[1459-1912], Nastaoa i vaspitanje, Beograd, 1958, s, 33-41 ve 11S-121). ■ Bugünkü idâre, Yeni Pazar ’da endüstri, turizm, zanaat, el işleri, ticâret, münâkaiât, zirâat, hayvancılık, ormancılık ve bunların ürünlerinin gelişmesi için bü­ yük gayret sarfetmektedir. Hâlen tekstil, ayakkabı, mermer, tuğla-kremit, mobilya ve kereste v.s. fab­ rikaları ile bir matbaa vardır, Civarda da bir hidro -elektrik santralı bulunur. Tatbik edilen yeni imar planlarıyla şehir modernleştirilmektedir. îsa Bey tarafından kurulan Yeni Pazar, Türk orduları bakımından uzun süre bir ikmâl merkezi sayıldığı için, çok hızlı bir şekilde gelişmiş, resmî ve sivil binalarla süslenmiştir. Nitekim ilk hamlede tsa B ey'in emriyle tek kubbeli câmi, imaret, hamam, bir kervansaray ve masrafları karşılamak üzere 50-60 kadar dükkân yaptırılmıştır. Bunlara diğer kâgir mağaza ve bedestenleri de eklemek gere­ kir. Yeni Pazar X VI. asrın sonu ile X V II. asrm başlarında iktisâdı gelişmesinin zirvesine ulaşmıştır. Yeni Pazar '1 zıyâret eden Evliya Çelebî de, buradaki



bilhassa câmi, kervansaray, han, hamam, bedesten v.s. binaların bir listesini vermekte ve bunların hususiyetlerinden bahsetmektedir. Bu binaların mi­ marları arasında sâdece Bosna bölgesinin birçok yerinde yol ve köprüler yaptırmış olan ve Yeni Pa­ zar’da sarayı bulunan, Hacı İbrahim’in ismi bilin­ mektedir. Yeni Pazar ’dakİ bu mimâri eserlerin çoğu yangın (168 9 ,173 7,18 0 9), sel felâketleri ve harplerin tah­ ribatı (1 7 3 1, 1896) ile ortadan kalkmıştır. Bugüne kadar kalabilmiş olanlar da devrinin mimârî husu­ siyetlerini muhâfaza etmektedir. Vaktiyle adetleri 25 'i bulan câmilerden, bugün 17 ’si kalabilmiştir. Mevlânâ Muslîhuddîn tarafından 1550 ’de yaptırılan Altun-aiem camii, eski çarşının kenarında, Mitrovitsa-Üsküb'e giden eski şâhrahda bulunmakta olup, tek kubbelidir (camiin, tavsifi, müştemilâtı ve va­ kıfları için bk, Nooi Pazar i okolirn , s. 197-200; A . Andrejevic, Altun-Alem camija a Novom Pazar u, Zbomik Soetozara Radojçica, Beograd, 1969, s. ı - n ). 1561 ’de Hacı Ömer ’in yaptırdığı ve Evliya Çele­ bî *nin de kaydettiği Bor Câmii, bir savaşta tahrib edilmiş, sonradan tâmir görmüş, fakat eski şeklinden sâdece duvarlarının alt kısmı ile minaresi kalabil­ miştir. Havala Ahmed Bey tarafından X V III. asırda bina edilmiş olduğu rivâyet edilen tek kubbeli Ley­ lak Câmii ile, 1836 ’da şehrin kenarında Mütesellim Eyyüb Paşa tarafından yaptırılmış olup, iç tezyinatı ile ilgi çeken câmii de zikre değer. Tezyinâtında Kalkandelen ( T e to v o ) ’deki Alacalı Câmii ’ nde ol­ duğu gibi, Barok üslûbu hâkimdir. Eskİ hamamlardan bir tanesi, bâlâ şehrin mer­ kezinde, Arap Câmii 'nin karşısındaki sokakta bulun­ maktadır. Ortadan kalın duvarlarla ayrılmış, biri erkek, diğeri kadınlara hizmet etmek gayesi ile çifte hamam şeklinde 26x23 m. ebâdmda 12 kubbeli olarak inşâ edilmiş olan bu hamam, bu bölgenin XV. asır­ dan kalma en eski ve en mühim mimârî eserlerinden biridir (bk. Nooi Pazar i okoloina, s. 203-207). Saray-Bosna ve Üsküb 'teki İsa Bey hamamları ile benzerliği vardır. Şehrin şimâl-i şarkîsinde, 4 km. uzaklıkta olup, X VI. asrın ikinci yansında Hâfız Ahmed Paşa tarafından yaptırılmış bulunan ve hâ­ len çalışan şifalı Yeni Pazar kaplıcası mevcuttur. 1450-1460 yıllarında îsa Bey ’in yaptırdığı tahmin edilen ve 16.000 m2 ’İlk sâhayı içine alan kale, bu­ gün park hâline getirilmiştir. Bu kale Abdülaziz (1861-1876 ) ’e kadar devamlı tâmir ve ıslah edil­ miştir ( bk. Nooi Pazar i okolina, s. 208-212). Şe­ hirde ayrıca î 6 n yılından beri gaziler adıyla tanı­ nan bir müslüman mezarlığı da vardır. Bibliyografya: G. Muir, Mackenzie ve A. P. Irby, Traoels in tbe Slaoonic Provinces of Turkey in Earope3 (London, 1877 ), I, 265-284; A. Steinhausr, Das Sandschak Novibazar { Viya­ na, 1879); Evliya Çelebi, Seyahatname ( İstanbul, 13 15), V , 544 v.d.: açıklamalarla Sırpça trç,



YENİ PAZAR Hazim Şabanoviç (Sarajevo, 1967), s. 263-266; K . J. Jirecek, D ie Handelsstrassen und Bergwerke von Serbien und Bosnien Wahrend des Mittelalters



(Prag, 1897), s. 77; Theoder Ippen, Nooilazar und Kosovo (Viyana, 1892), s. 124-127; J. Jire-



ceh, Staat unn dGesellschaft im mitelalterlichen Ser­ bien (Viyana, 19 19 ), IV ( Denkschriften der Akder Wiss. in Wien, ciid 64, 2. fasikül, s. I I v.d. ; J. Kosanci, Das Sandzak Novipazar und sein Völ­ kischen Problem, Belgrad, 1912 ( Mitethnografik bir barita: Sırpça); Fr. Babinger, Führer durch Südserbien (Belgrad, 19 3 1 ), s. 23 v.d.; Ş. Sâmî Kamusii 'l~alâm, IV, 4803; H. Kreşevijakovic, Prilozi pooijesti Bosanskih gradova pod turskom uprooom, Prilozi za orijentalnu filologiju I I ( Sa­ ' raybosna, IŞ52 ), s. 162; Enciklopedija Yugoslavic (Zagreb, 1967), V I, Novi Pazar (Yeni Pazar) maddesi; G . Elezovic, Turski Spomenuiist (T ü rk âbideleri), I (Beograd, 19 4 °), s> 908; Osman Nuri, Âbdülmecid-i Sânî ve devri saltanatı, hayatı husûsiye ve siyâsiyesi ( İstanbul, 1327), s. 612; N ovi Pazar i okolina ( Yeni Pazar ve etrafı ), bir heyet tarafından, Belgrad 1969 ve sonunda gös­ terilen bibi, Notodna Enciklopedija, V . Radovanovic, Zagreb, 1926, Yeni Pazar (N ovi Pazar) maddesi; Eyüp Muşovic, Etniçki proisesi i etniçka struktura Novag Pazara , Belgrad, 1979 ( Sırp bi­ lim ve güzel sanatlar Akademisi Etnografya Ens­ titüsü yayını ); Novopazarski Zbornik. (Yeni Pa­ zar dergisi), sayı 4, Novi Pazar, 1980 ve sayı 5, Novi Pazar, 1981. ( N a zİf H oca. )



YERBÜ, Y A R B Ü '. T a m i m [ b. bk . ] k a b i ­ l e s i n i n m ü h i m b i r k o l u . Şeceresi: Yar­ b ü ' b. Fianzala b. Mâlik b. Zayd Manât b. T a­ mim (Wüstenfeld Geneal. Tabellen, K 13 ). Aynı adı diğer kavmî gruplar, Tamîm '1er ( meselâ Yarbüc b. Mâlik b. Nanzala, Wüstenfeld, ayn. esr., K 14; krş. Mufaddallyât, nşr. Lyail, s. 122, 18 ve buna müvâzi yerler; aynı şekilde îbn al-Kalbi ’de Yarbü' b, Tamim: bk. Camharat al-Ansâb) ve ge­ rek cenup ( Kalb, Sa'd Huzaym, Cuhayna), ge­ rekse şimâl ( Gatafân, Şakif, Gani, Sulaym, Hanlfa, ‘Âmir b. Şa‘şa‘a ve hattâ Kureyşlilerde: Yarbü‘ b. ‘Ankaşa b. ‘Âmir b. Maljzüm) ’deki diğer kabile­ ler taşır. Bilindiği gibi Yarbü', Arabistan ’da yaygın bir kemiricinin adı olduğundan, onun bir kabile ismi olarak kullanılması totemizm için bir mİsSİ ka­ bul edilmiş ( W, Robertson Smith, Kinship and Marriage in early Arabia, 2. baskı, s. 233 ) ise de, bugün bu nazariyeden vazgeçilmiştir. T am îm ’liier hakkındaki ananelerde bol miktarda kırıntılarının yer aldığı bu mitolojik efsâne, Y a rb ü '’un Kinâna ’iere mensup annesi Candala bint Fihr ’e kadar gider; efsâneye göre, fırtınalı bir gecede Mâlik b. ‘Amr b. Tamîm, bu kadına tasallutta bulunduktan



YERBÛ.



399



sonra, onunla evlenmiştir ( Camhara,. Brit. Mus. Yazması, var. 62a; Nakffid, nşr. Bevan, s. 225, not. I : Bu, muhtemelen komşu klanlar arasındaki bâzı münâsebetleri izah etmek içİn, uydurulmuş bir ef­ sânedir ), ffanzala ’dan zuhur eden ve al-Barâcim adı altında toplanan kollarla mukâyese edildiğinde, Yarbü' ’lular tecrit edilmiş görünüyorlar; çünkü on­ lar muhtemelen federatif bir birliğe geçmeğe ihtiyaç duymayacak kadar kuvvetli idiler. Gerçekten Yarbü'’un kollarından blzılarınm belirli ölçüde muhta­ riyetten faydalandıklarını görüyoruz: Riyâh’1ar Kulayb ’1er, Sallt ’1ar, Şa'laba ’1er, Gudâna ’1er gibi. Onlar, ayrıca mahiyetini bilmediğimiz iki kısma bö­ lünmüşlerdi: al-Aljmâl (Şa'laba, ‘Amr, Şubayra, al-Hâriş) ve al-'Ukad ( Kulayb, Gudâna, al-'Anbâr). Onların bulundukları sâha çok geniştir; zîrâ Yemâme ’den Aşağı Fırat a kadar, hemen hemen Tamîm ’in bütün arâzisinde onlar görülmektedir; fakat merkezleri, dikkate değer derecede münbit olan al-Hazn vadisinde bulunmaktadır ( Yâküt, Mu°cam, II, 261; III, 870; onların vahalarından birinin adı, Firdavs a l-lyâ d ’d ır). Geleneğin, on­ lara âit şehirleri zikretmesine rağmen ( Wüstenfeld, Register, 254), ekseri Tamim kabileleri gibi onlar da göçebedirler. ■ Yarbü' ’luların Câhiiîye devrindeki tarihi, sıkı sı­ kıya Tamim ’Hierin tarihîne bağlıdır ve bâzı hal­ lerde Tamîm ’lilerin savaşlarında kumandayı Yarbü' kabilesi almıştır. Bununla berâber, bâzan onların komşu kabilelerin biri veya diğerleriyle ayrı ayrı harbettikleri görülür; onlar, en meşhurlan Z ü Tulüh ( Nak.a'id, 47 v.dd,, 73 ) ve al-îyâd ( NafaPid, 580­ 587, diğer isimler altında da anılır) savaşları olmak üzere, Bani Şaybân ’Iara karşı tek başına savaşmış ve bu rada Banı Şaybânî ’nin meşhur savaşçısı Bistâm b. Kay s ’1, ‘Ayn T am r’ın îranlı vâlisinin deste­ ğine rağmen ( krş. E. Bräunlich, Bislâm îbn Qais, ein Vorislamischer Beduinenfürst und Held , Leipzig, I923 ) esir etmişlerdir. ■ İslâm ’m ilk zamanlarında Yarbü' ’lular gizli bir mukavemet gösterdiler. Onlar Medine ’nin güçlü pey­ gamberine karşı asla doğrudan doğruya mukavemet göstermeğe cesaret edememişlerdir. Ancak Peygam­ ber ’in vefatından sonra ilk isyan edenlerin başında onlar gelmiştir. Kadm peygamber Sacâh onlara men­ suptu (S a câ lj’ ı T ağ lib ’e bağhyan rivâyet pek de sağlam görülmemektedir). Y a rb ü '’a mensup olan iki kardeş, Hfılicl ve Mutammim b. Nuvayra’nin, Hâlid b. al-Valid ile olan münâsebetleri büyük bir akis yaratmıtşır. Bununla berâber Ridde ’nin bas­ tırılmasından sonra, Tam îm ’liler gibi, Y arb ü '’lular da Islâm’a sadakatlerini gösterip, fetihlerde faal bir rol oynadılar; fakat onların huzursuz ve isyankâr ruhları, Haricîler’e sağladıkları birçok destekle or­ taya çıkmaktadır. K i tüh al-Ağânî ( VI , 4 ) ’de, 65 (684/685) yılında Azrakl’lerin ezildiği Davlâb sa­ vaşında iki ordunun kumandam 'Ubayd Allah b.



4û o



YERMÛK -



YEŞtL-IRMAK.



Başîr al-Salijî île Rabi' b. 'Attır al-Gudânî’nin, Yarbü' ’a mensup olduğu belirtilmektedir. Hakkında geniş bilgi sabibi olduğumuz Câhilîye devri savaşlarında ve hattâ İslâmî devirde kabile mücâdelelerinde Yarbü' ’luların falliyetlerinden, Kulayb b. Yarbü' boyuna mensup olan C arîr’in şiir­ lerinde bahsedilir ve onun şârihleri bunlardan uzun uzadıya söz ederler. Yarbü' 'lular, Câhilîye devrinde ve Hicret’in I. asrında Arap şiirine dikkate değer bir çok şâir kazandırmışlardır. Tamim maddesinin sonunda verilen isimlerden başka Banü Şa'laba b. Yarbü' ’a mensup olan Suhaym b. Vaşîl al-Riyâhî ( bk. Asmacitjât, nşr. Ahhvardt, nr. 7 6 ), Hârişa b. Badr al-Gudânî ve al-Şamardal b. Şarlk zikredi­ lebilir. Bibliyografya;



bk. m ad. TAM M.



( G . L e v I D e l l a V id a .)



Y E R M Ü K . A L -Y A R M Ü K , S u r i y e ’d e b i r n e h i r olup, bugünkü adı Şari'at al-Manâzira ( isim Arab bedevi kabilesi al-Manâizre ’den gel­ mekte) ’dır. Kaynağını Havrân ’dan alır, garba doğru akar ve aşınmış derince bir vâdiyi, yâni Vâdî alRamâd *1 geçerek, cenûba doğru açılan bir yay çizen G a v r’a ulaşır; burada Cisr a!-Mucâmi' yanında Genezareth gölünün altında Nahr al-Urdunn ( Ür­ dün nehri) ’e dökülür. Plinİus ( Naiuralis Hisloriae, V , 7 4 ), bu nehri Hieromix veya Hieromices olarak adlandırır ( Gadara Hieromice praefhente, farklı şekli Hieromiace, son zamanlarda kullanılan ” Hieromax” biçimine rastlanmaz). [ İslâm tarihinde ilk fetihlerin ' başlangıcındaki meydan muhârebeferinden en ehemmiyetlilerinden birisi, Yermûk nehri kenarında verildiği için, aynı isimle anılmaktadır. Ridde harekâtının bastırılma­ sından sonra, Ebû Bekr, Peygamber zamanında teşebbüs edildiği halde, bir netice ahnamıyan Su­ riye ’nin fethi için askeri harekâta geçti. Ebû Bekr 13 (6 3 4 ) yılı başlarında ‘ Amr b. al-°Âş, Yazid b. A bl Sufyân, Abü 'Ubayda b. al-Carrâh ve Şurahbil b. Haşana kumandasında, kaynakların ifâdelerine göre, her biri 6.000 kişi civarında olan dört orduyu Filistin ve Suriye ’nin fethine gönderdi. Bu kuman­ danlardan 'Am r, Filistin ’in, diğerleri, Ürdün ve Suriye ’nin fethine me ’mur edilmişlerdi. Bu ordular, 13 ( 634 ) veya 15 ( 636 ) yılında Vâküşa ( bugünkü Yâküşa) ’dan az bir uzaklıkta Nahr al-Rukkâd ile Yerm ûk’un birleştiği yerde Bizans ordusuyla karlaştı. Kaynaklar, iki ordunun sayıları hakkında muh­ telif rakamlar vermektedirler. Thâophanes ’e göre ( Chronographia, Boor neşri, s. 332) harp sâhası al-Câbiya idi. Bu rakamlardan Bizans ordusunun, İslâm ordusunun en az iki katı olduğu neticesi çıka­ rılmaktadır. Müslüman kuvvetlerinin 20.000-25.000 arasında olduğu kabûl edilmektedir. 12 receb 15 (2 0 ağustos 636) tarihinde cereyan eden savaşta, Bizanslılar ağır bir hezimete uğradılar. Böylece bütün Suriye müslümanlara açılmış oldu. Bu sa~



vaş bâzan 2 8 cemâziyelevvel 13 ( 20 temmuz 634) teki Acnâdayn savaşı ile karıştırılmıştır. B i b l i y o g r a f y a ; al-Balâzurî (nşr. de G oeje), s. 135 v.dd.; Tahari ( nşr. de Goeje ), I, 2 3 4 7 v .dd, ; Yâkübi, Târih (nşr. Houtsma), I I, iğo v.d. ; Abü İsmâ'U, al-Basrî, Futüh; al-Şa^m (Kalküle neşri), s. 130 v.dd.; Yâljüt, Mvfcam al-buldân (nşr. Wüstenfeld), IV, 893, 1015; Sahte-Vâkidî, Futüh al-Şâ'm (nşr. L ees), II, 32-35; Şafî al-Dîn, Marâşid al-lffilâ* (nşr. juynbol), III, 272, 339; al-Dimaşkî (nşr. Meh­ ren) s. n o ; Nöldeke, Z D M G (1 8 7 5 ) X X IX ,79 v.dd.; M. J. de Goeje, Mémoire sar la con­ quête de la Syrie (Leiden, i9 ° o ), s. 103-136; Wellhausen, îslâmtn en eski tarikine giriş (T ü rk, trc. Fikret Işıltan), İstanbul, 19Û0, s. 46-60; L. Caetani, Armait deli’Islam, III/l, 24-81; III/rr, 499-613; G. Le Strange, Palestine under the Mos­ lems, s. 3r, 43, 53 v.dd., 430; R. Hartmann, Pa­ lästina unter den Arabern, Leipzig, 1915 ( Land der Bibel, I, 4 ), s. II, 13. ( E . H o n Ig m a n n .)



[ Bu madde Hakkı Dursun Yıldız tarafından tâdil ve ikmâl edilmiştir.] Y E S R ÎB . [Bk. MEDİNE.] Y E Ş İL -IR M A K . K a r a d e n i z ’ e d ö k ü l e n , Kızıl-Irmak ve Sakarya’dan sonra, e n u z u n o l a n n e h i r . Bu nehre Anadolu ’da Türk hâkimiyetinden önce, fris deniliyordu. Bu isme Garp kaynaklarında günümüzde de rastlanmaktadır. Yeşil-Irmak, Tozanlı, Kelkit ve Çekerek Suyu ’nun birleşmesiyle meydana gelir: Bunlardan Tozanlı, ana kol sayılır ve asıl Yeşil-Irmak olarak bu kabûl edilir. Istatistiki kaynak­ larda, bu kolun, menbamdan Yeşil-Irmak ağzına ka­ dar olan uzunluğu 519 km. olarak gösterilir ve bu rakam, Yeşil-Irm ak’m uzunluğu olarak verilir (bk. Türkiye istatistik yıllığı, 1981, s. 11 ). Tozanlı Çayı, Suşehri ’nin cenûb-i garbisinde bulunan 2.812 m, yüksekliğindeki Köse Dağı ’nin garp yamaçlarından inen suların birleşmesiyle teşekkül ederde, ormanlık bir arâzide, dar ve derin bir vâdide garba doğru akar. Bu derin vâdi, Almus Barajı ’na kadar devam eder. 1966 ’da yapılan Almus Barajı ’’toprak dolgu" tipin­ de, olup temelden yüksekliği 78 m. ’dir. Barajın arka­ sında meydana gelen sunî gölün mesâhası 32,5 km2, dir. Sularının deniz seviyesinden yüksekliği ise, 730 m. ’dir. Baraj üç gayeye hizmet etmektedir: yıllık ka­ pasitesi 87 milyon kwh olan elektrik üretimi; 20.000 hektarlık bir sahanın taşkınlardan korunması ve 14.000 hektarlık bir zirâat sâhasımn sulanması ( bk. Erdoğan Akkan, ” Türkiye ’de akarsulardan yararlanma ’ Cum­ huriyetin 50. yıl dönümünü anma hftabı, Ankara, 1974, s- 501-519). Almus Barajı ’ndan sonra Yeşil-Irmak ( Tozanlı ) 12 km. ’lik bir boğazdan geçtikten sonra, Omala adındaki küçük bir ovaya girer. Buradan itibâren hafifçe cenûb-i garbiye kıvrılarak önce tarihî Gö-



YEŞİL-IRMAK menek harabeleri ( Comana Pontica ) yakınından ge­ çer. Tokat şehrinin 4 km. kadar şimâlinde, bu şehrin içinden geçen Behzat deresi Yeşil-İrmak a katılır. Nehir, daha sonra 540 m. irtifaındaki Kazova düz­ lüğüne ulaşır. Bu ova, aynı adı taşıyan üzümleriyle meşhur olmuştur ( çok ince kabuklu, kalitesi yüksek Kazova üzüm ü). Kazova ’dan sonra da, yakınında Zile Çayı’nı da aldığı Turhal 'dan geçer. Bilâhire aşağı-yukarı 30 km. kadar uzunlukta olan bir boğaza girer. Sivas ( Kahn) -Samsun demiryolu Turhal’dan itibaren Yeşil-Irmak { Tozanlı) vSdisini takibat­ ıneğe başlar. Irmak, bu kısımda ( Turhal-Amasya O vası) önce garb, sonra şimâl-i garbî, daha sonra da şimâl-i şarkî istikâmetinde akarak bir büklüm meydana getirir. Amasya ’nın 18 km. kadar cenûbunda, dolambaçlı bir mecrası olan Çekerek suyu kendisine burada karışır. Yeşil-Irmak adı, halk ara­ sında daha çok bu birleşme noktasından sonra kul­ lanılır. Daha ör.ceki kısmına Tozanlı Çayı veya T o ­ kat Suyu denilir. Nehir, Amasya içinden geçerken, garb-şark istikâmetini alır. Burada Irmak, cenupta ( sağ k ıyı) yer alan Ferhad Dağı ile şimalde ( sol sâhil ) hemen dik bir şekilde yükselip, zirvesinde Amasya 'nm eski kalesi, yamaçlarında kıral mezarları bulunan kalkerli dağ arasındaki dar vâdiden geçer. Bu vadide yer alan şehrin iki yakası, köprülerle bir­ birine bağlanır: garbtan şarka Meydan köprüsü, Maydanos köprüsü, Alçak köprü, Heikis (Selkis, bugün Hükümet) köprüsü, Kuş (K u n ç ) köprüsü gibi. Yeşil-Irmak, Amasya ’nın şimâlinde Lâdik ve Suluova 'dan gelen Tersakan Çayı’nı alır. Bu nok­ tada ırmağın yüksekliği ( kot u) 400 m .'n in d e al­ tına düşer. Demiryolu buradan itibâren Tersakan Çayı ’nı, Amasya-Taşova karayolu ise, Yeşil-Irmak vadisini tâkip eder: nehrin istikâmeti de cenûb-i garb, şimll-i şark olur. Taşova ’ya yaklaşırken ise, garb şark istikâmetini alır. Tütünüyle meşhur ve­ rimli Taşova şarkında, Erzincan yakınındaki Sipikör Dağı’ nın şimâl ve Gümüşhane dağlarının cenûp ya­ maçlarından inen ufak derelerin birleşmesiyle mey­ dana gelen 373 hm. uzunluğundaki Kelkit Suyu ile birleşir. Kelkit, şimâl Anadolu dağlarının birinci ve ikinci sıralarını birbirinden ayıran tektonik menşe’li şark-garb istikâmetli bir vâdiden gelir. Sırasıyla Kelkit kaza merkezinden, Suşehri ovasının ( Eski adı Endire s) şimâlinden, Koyulhisar ve Reşadiye ( eski adı îskefser) ilçe merkezlerinin cenûbundan geçer. Bu kısımlarda dar bîr vâdiden akan Kelkit, Niksar ön­ lerinde oldukça geniş bir ovaya çıkar. Burada ken­ disine Niksar’ın içinden geçen Niksar Suyu veya Çanakçı deresi adı verilen dere karışır, Yeşil-Irm ak’a kavuşmadan önce Erbaa’nın şimâlinden geçer. Kelkit ile birleştiği yerde Yeşil-Irmak *m rakımı 188 metreye kadar düşer ve Canik dağlannı derin vâdilerle yararak geçer. Buraları ormanlıktır. Canik dağları arasındaki kısım enerji üretimine müislâm Ansiklopedisi



Y E T İM



sâit bulunduğundan, Çarşamba’nın 35 hm. cenûbunda Ayvacık 'ta bir Japon firması tarafından "ha­ ya dolgu” tipinde ve temelden itibâren yüksekliği 175 m. olan Ayvacık ( Haşan U ğurlu) Barajı yapıl­ mıştır. Bunun aşağısında Balahor mevkiinde de ikin­ ci bir baraj yeri tesbit edilmiştir. Yeşil-Irmak Canik boğazlarından sonra Çarşamba önlerinde düzlüğe çıkar. Nehir, Çarşamba ’yı iki kısma ayıracak şekilde ortasından geçer. Burada üçgen şeklinde ve kenar­ ları oldukça muntazam çizgilerle tesbit edilmiş alüv­ yonlu bir ova (Çarşamba ovası) meydana getirir. Daha sonra şimâl-i garbî ucunda Cıva burnunda Karadeniz ’e ulaşır. Teşkil ettiği üçgen şekilli del­ tanın kenarlarının az-çok muntazam çizgiler hâlinde görülmesi, birikme hızının yavaşladığını, deltanın "bloke delta” denilen tipten olduğunu gösterir. Anadolu ’nun diğer akarsularındaki gibi Yeşil -Irm ak'tada rejimin düzensiz olduğu görülür. Su­ ların kabarmasında, yağmur ve sağnakla berâber, karların erimesinin de te’sîri vardır. Bundan dolayı Yeşil-Irmak’m su seviyesi nisanda en yüksek, ağus­ tosta en düşüktür. Seylâbî bir karakter arzeden Yeşiî-Irmak ve kollarında, ilkbahar taşkınlarının va­ kit vakit Amasya, Tokat, Çarşamba ve çevresin­ deki zirâat sâhalarma zararı dokunmaktadır ( mese­ lâ 1952 Amasya-Tokat seylâbı için bk. Hüsamettin Peker, "Tokat ve Amasya çevresinde su ve orman münâsebetleri ve bunlara göre almması lâzım gelen tedbirler, İstanbul Üniv. Orman Fak- Dergisi, İstan­ bul, 1956, seri B. V I., sayı I , 80-93). B i b l i y o g r a j y a : E. Akkan, "Türkiye'de aharsdardan yararlanma, Cumhuriyetin 50. yıldö­ nümünü anma kftabı, Ankara, 1974, s. 501-519; I. H. Akyol, Türkiye 'de akarsu sistemleri ve rejim­ leri, Türk Coğrafya Dergisi, 1947, sayı IX-X; ayn. mil., Türkiye'de akarsu rejimleri, Türk Coğrafya Dergisi, 1949, sayı X I-X II; S. Erinç, Türkiye'de akarsa rejimleri, Türk Coğrafya Der­ gisi, sayı X V II; H. inandık, Sinop-Terme arar stndaki kl'jdann morfolojik etüdü, Türk Coğrafya Dergisi, sayı X V II; A.Tanoğlu, Türkiye’de büyük su işlerinin bugünkü durumu ve Türkiye 'nin su davası Türk Coğrafya Dergisi, 1943, sayı, III, IV; ayn. mil., Emrjİ Kaynaklan 1971 (4 . baskı). ( M e tIn T u n c e l . )



YEŞİLKÖY. [Bk. a y a s t a f a n o s . ] YETİM. Y A T ÎM , b a b a s ı n ı k a y b e t m i ş ç o c u k ( Türkiye 'nin bâzı bölgelerinde .annesini kaybetmiş çocuğa da yetim denir). Yetimlere âit hükümler ihtivâ eden Kur'ân âyetlerinde, yetim, bahasını kaybetmiş ve henüz buluğ çağma gelmemiş çocuktur (al-Caşşâş, Ahkam al-Kufân, nşr. Kilisli Rıfat, İstanbul, I 335_I338, I, 33°). Esâsen, bülûğ çağım geçen için bu tâbir kullanılmaz. İslâm öncesi Arap topluluğunda bakımsızlık, boşama kolaylığı gibi sebeplerle dul ve yetimlerin sayısı oldukça fazla idi. Anne ve babanın ölmüş F . 26



462



YETİNİ.



olması hâlinde yetimleri gözetmek "sayyid" ’lersn vazifelerinden biri idi ( Lammens, Le Berceau de ¡'İslam, Roma, 1914, s. 246). Câhiliye devri Araplarında, yetimler kendilerini müdâfaadan mahrum oldukları için, büyük vârisler onların haklarına riâyet etmez, onlara bir şey vermezlerdi. Bu sebeple Kur ân ( IV, 10 ) ’da yetimlerin hakkı olan malları yiyenler için çok sert ifâdeler kullanılmış, bu Câ­ hiliye âdeti kötülenerek, yetimler himaye edilmiştir. Peygamber ’in kendisi de yetim olduğu için kavminin yetimlere karşı gösterdiği mulmeleyi görmüştür ( Cavâd ‘Alî, a\-Mufaşşal f i tarif} al-carab fcabl al-islâm, Beyrut, 1970, V , 567). Nitekim, yine Kuran (X C III, 6-9 ) ’da, Peygamber ’in, bundan dolayı, AUah tara­ fından himâye edildiği hatırlatılarak yetimlere zulmedİlmemesi istenir. Yetimlerin cemiyet içindeki hukukî durumlarını ıs­ lâh etmek, Peygamber ’in içtimâi faâliyetinin başlıca esaslarından bîri hâline gelmiştir. Kur ân'm yetim­ lere iyi davranmayı ve onları himâye etmeyi bir va­ zife sayan âyetleri, uzun bir süre içinde nizil olmuş­ tur. Bunlardan L X X X IX , 17; X C III, 9; C V 1I, 2; XC, 15; X V III, 82; II, 83, 177, 215; IV, 36.



rına dokunmak korkusuyla yetimin yediğini-içtiğini kendilerininkinden ayırmaya şevketmiş ve bu endi­ şe üzerine II, 2 2 0 âyeti nâzil olmuştur (al-Caşşâş, ayn. esr., I, 3 3 ; II, 4 7 v.d .). Yerim malım yeme yasağının, iki istisnası var­ dır: 1. Vasînin muhtaç olması, 2 . Yerimin malım işletmesi mukabili bundan yaptığı hizmet karşılığı kadar yararlanması (Buharı, Sahih, vaşâyâ, 2 2 ) . Araplar arasında ’’ğazâva” denilen çapulculuk âdeti neticesi olarak, bu yolda vesâyet altına giren öksüz kızların çok olduğu ve bir velînin velâyeti altında on-onbeş kadar öksüz kız bulunduğu gö­ rülürdü. Velîlerin, bunların hepsini veya arzu et­ tiği miktarım haklarına riâyet etmeksizin nikâh etme ve güzel olmadığı takdirde nikâhlamadtldarırının evlenmesine engel olma salâhiyeti vardı. İşte ‘Â ’ işa 'den rivâyet edilen bir hadîsden öğrenildi­ ğine göre, jKur ân, IV, 3 ve 127 âyetleri, adâlete aykırı olan bu âdetin yasaklanıp, öksüz kızların fark gözetilmeksizin Idil muâmeleye tâbi tutulması için vahyedilmiştir ( Teerîd-i sarih, trc. K . Miras, Ankara, 1 9 7 2 , X I, 7 8 v .d .). Yetime, mallarının teslimi konusu, K ur 'ân, âyetleri, yetime iyi muâmeie etmeyi emretmektedir. IV, 6. âyeti ile tanzim olunmuştur: ’’Evlenme (bü Yetimin mallan hakkmdaki ve yetimle ilgili hukukî lû ğ ) çağma kadar yetimleri ( zihnî kabiliyetini) hükümler ihtivâ eden âyetler ise, şöyle sıralanabilir: tecrübe ediniz ve eğer onlarda rüşd ( sıhhatli düşün­ X V II, 34: V I, 152; 11,220; IV, 2 -3 ,6 , 8 ,1 0 ,1 2 7 ; me kabiliyeti) bulursanız, kendilerine mallarım veriniz. Onlara mallarını vereceğiniz zaman şâhit V III, 41} L IX , 7. Câhiliye devri Arap Cemiyeti’nde yetimlerin vâris tutunuz” . Burada, yerimin içinde bulunduğu duru­ olamamalarının (Cavâd ‘Alî, ayn. esr., V , 562) mun ne zaman son bulacağı mes’elesi bahis mevzu tabiî bir neticesi olarak, bunlar umumiyetle mühim olmakta ve bu mes’ele "bülûğ" [ b. bk. ] ve ” rüşd" bir mal varlığına sâhip olamamışlardır. İslâm hu­ mefhumlarının tetkikini gerektirmektedir. Konu üze­ kukunda yetimler ile ilgili hükümler şöyle hülâsa rindeki ihtilâflar bîr yana, her hâl ü kârda, İslâm hukukunun ana kaynağı K u r ân ’m, ’’bülûğ” ’dan edilebilir: Yetimin, kimin himâyesi altında olacağı mes’ele- bilhassa ayırdederek zikrettiği ” rüşd” ü, umûmisi, velâyet konusu ile ilgilidir. Yetimin şahsiyetini yetle İslâm hukukçuları da, cinsî olgunluktan ayrı, alâkadar eden mevzular için "al-valâya calal-najs” fikrî olgunluğu ifâde eden bir mefhum olarak kabûl ve mal varlığı ile ilgili konularda "al-valâya *alal- etmektedirler (bk. Chehata, Etudes du Drait Masulmâl” bahis mevzuudur; bu arada her iki velâyetin man, Paris, 1971, s. 94 v.d.). Bu bakımdan ” mal birleşmesi de mümkündür. Vesâyet ise, ikinci mef­ teslimi” ile "ehliyet” 'in ayrı şeyler olduğunu ifâde humla ifâde edilen velâyetin, bilhassa yerime ya­ eden görüşe mukabil (b k . Mabmaşânî, al-N azabancı olan kişilerce yürütülmesi halidir [ krş. mad. rîya al-cömma li ’ l-mûeabâl oa ’l-'ufiüd, Beyrut, 1948, II, 1 1 4 ), rüşdünü isbat edememiş olması VASİYET]. Kuran 'm yetimi himâye eden âyetleri, ayrıca sebebiyle malı kendisine teslim edilmeyen "baliğ” bir yandan yetime iyi muamelenin Cennet’le müj- 'in tam ehliyetli sayılmayacağım müdâfaa eden gö­ delenmesi (bk. Ahmed b. Hanbal, Musnad, II, rüş ( bk. Zarkâ3, al-M adfal al-ftkhî al-câmm, 263, 387; V , 250 ), bir yandan da yetim malı yemenin Şam, 1 9 Ğ 3 , II, 7 8 4 v.d., 7 9 2 v.d ,), daha kuvvetli ’’büyük günahlar” arasında sayılması ( Bufrârî, görünmektedir. Zîrâ aksİ takdirde, sırf malının tes­ Sahih, oaşâyâ, 23; futdüd 4 4 ) şeklinde hadîs­ lim edilmemiş olması, bu süre içinde baliğin yapa­ lerle te’yit edilmiştir. Peygamber ’in, dünyadan cağı borçlanma ve hattâ bâzı tasarruf muâmeleleri elini eteğini çekmiş bulunan sahabe Abü Zarr’i, hakkında bir müeyyide teşkil etmeyecektir. Yetim malının teslimi esnasında, şâhit tutulması çok hassas bir mes’ele olan yetim malına vasî ol­ maktan sakındırması (Müslim, Şaf}ih> "imâra, 4 ), yolundaki K ur ân 'ın zikri geçen emri ise, Hanefî bu konudaki mes’ûliyetin ağırlığım açıkça göster­ hukukçular tarafından, vasînin "amîn” sıfatına mektedir, Nitekim, yetim malı yemeyi yasaklayan nazaran "vucüb” değil, hoş karşılanılan (matıdüb) âyetin ( IV, 10 ), çok şiddetli müeyyide ihtivâ et­ bir hareketi ifâde ettiği şeklinde yorumlanmıştır mesi, himâyesİnde yerim bulunanları onların malla­ (al-Caşşâş, ayn, esr., II, 68 v.d.).



YETİM - YEZÛ. Yetim malının zekâta tâbi olup olmadığı konusu ihtiiâflıdır. Bu mevzuda bâzı hadîslere dayanan Ha­ nefî mezhebinin menfî tavrına karşılık, diğer mez­ heplere göre, yetim malı zekâta tâbidir. Bu İkinciler, zekâtı niyabet kabûl etmeyen bir ibâdet olarak vasıf­ landırmakta ve onu bu noktada namazla kıyas et­ mektedirler. Nasıl zekât namazda nâiblik kabûl edilemeyip bizzat ifâsı gerekirse, yetim malı da aynı şekilde zekâta tabidir. Ancak Peygamber 'in bâzı hadîslerine ( bk. Tirmizi, Sunan, zakât, 13; Abu 'Ubayd Kasim b. Sallâm, Kitâb al-’ amvâl, Mısır, 1968, s. 610-620) dayanılarak, zekât vermekle tü­ kenmemesi İçin yetim malı ile ticâret yapılabile­ ceği de ileri sürülmüştür.



463



Yezd ’in havası mutedil olup, ancak Büyük Çöl kenarında bulunması sebebiyle sıcaklığa müsa­ ittir. Yağmur az yağmaktadır. Buna rağmen su boldur ve etrafdaki tepelerden su yollan ( bariz ve kanavât) ile getirmektedir. Ayrıca suyun ziyan olmaması için halk evlerine havuz ve depolar yap­ tırmıştır; Güzel, temiz ve mazbut bir şehirdir. K a­ şa 'nın iç şehri müstahkem olup, iki demir kapısı olan bir sûra slhibdi. Kapılardan biri ” Bâb İzad” , öteki ise Ulu câmi ( Mascid-i Câmi-i K abir) ’ye yakın olduğundan ” Bâb a!-Mascid" adım taşır, Bu câmi şehrin kenar mahallelerindedir. Şehrin yakınındaki bir köyde ise, kurşun mâdenleri bulunur. Zirâî mah­ sûlleri: pamuk, hubûbat ve meyvadır. Çeşitli meyvalar içinde en çok nar elde edilmektedir. Kazala­ rından Maybuz, narı, Fahrac ise, karpuzları ile meş­ hurdur. Bu mahsûlün bir kısmı öteki şehirlere ve İsfahan’a gönderilmektedir. Yezd, ipeği ile de meş­ hurdur. Bu sebeble dut ağacı da fazladır. Hamd Allâh Mustavfî ye göre, şehir büyük kısmı ile güneşte ku­



Kur ân, V III, 41 ve L IX , 7. âyetlerinde, "gani­ met [ b. bk. 1 ve ” fey’“ [ b. bk. ] 'deki hak sâhipleri arasında yetimler de bilhassa zikredilmektedir. Hanefî mezhebinde, gasbın tazmin borcu doğur­ maması umûmî kaidesi, içtimâî zarûretler netice­ sinde Şâfiî mezhebinde değişmiş ve yetim malının gasbınm tazmin borcu doğuracağı kabûl edilmiş, rutulmuş tuğlalardan inşâ edilmiştir, îbn al-Balljf, bu durum, Hanefî hukuku kodu olan Meceîîe-i A h - bütün cemâatin ebl-i sünnet, ayrıca Hamd Allâh Muskârrrı Adliye ( mad. 596) tarafından da benimsen­ tavfi de halkın çoğunun amelde şâfiî mezhebine miştir (ayrıca bk. Ali Haydar, Durar aThubJfâm mensub olduğunu zikrediyor ( bk. İbn al-Bal(jî, Fars şarh macalla al-ahkâm, İstanbul, 133O, I, 950), -nâma, s. 122; H antd Allâh Mustavfî, Nuzhat al-fruB i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilenler­ lûb, s. 83 v.d.; krş. Strange, ayn. esr., s. 285; P. den başka bk. A. J. V/eosinck, A Hanâbook of Schwarz, Iran im Mittalelter nach den Arabischen Ge­ Early Muhammaian Tradition, mad., Orphans; E l , ographen, Darmstadt, 1969, s. 19 v.d.). Kirman Sel­ mad, YATÎM. ( İBRAHİM KÂFİ DÖN M EZ. ), çukluları devrinde İran’ın büyük ticâret yollarından Y E Z D . Y A Z D , İ r a n ’ d a b i r ş e h i r olup, biri de, Yezd üzerinden geçmekteydi. Selçukluların Isfahan ’m 37-9 km. cenûb-i şarkisindedir. Nüfûsu tâfeip ettiği başarılı İktisadî ticâret neticesinde, bu yol 135.925 ( 1 9 7 6 ) 'tir. Yezd, 54 25’ şark tulünde Hürmüz limanından başlamakta, Cîruft ve Barve 3 1’ 4’ 3 °" şimâl arzı üzerinde bulunup, denizden dasîr’den geçerek Yezd ve Horasan ite çevredeki yüksekliği 1222 m, ’dir { bk. Farhang-i Coğrafyây-t öteki ülkelere gitmekteydi. Hamd Allâh Mustavfî İran, Ustân-ı Dektim Işfahân, A z Intişârât-ı Dâi'ra-i ( ayn. esr., s. 84), şehir ve vilâyetin hukuk-İ dîvânîCoğrafyâ-yi Sitâd Artiş, 1332 hş., X , 210-213. )• ’sinin 25 tümen ve 1.000 dinar olduğunu zikrediyor. Yâküt ( M uccam al-buldân, Beyrut, 1957, V , 435 ) 'a Muhtemelen bu vergi İ ¡hanlılar devrinde alınmış göre şehrin ismi daha önce Kaşa olup, Şîrâz'dan olmalıdır. Yezd 'de dokunan ipekli ve pamuklu ku­ uzaklığı yetmiş fersah idi. İbn al-Balhî ( Kitâb-t maşlar ile elbiseler her tarafa ihraç ediliyordu. T iFârs-nâma, nşr. G. Le Strange ve R. A. Nicholson, murlulardan Şahruh tarafından Kâ’be ’ye gönderilen London, Î921, s. 164), bu mesâfenin altmış fersah örtü de Yezd 'de dokunmuştu. Yezd’in şeker kamışı ( şimdi 450 km .) olduğunu zikrediyor. Büyük Sel­ da meşhurdu. Bu sebeble şehirde bol miktarda şe­ çuklu hükümdarları, Yezd şehrine Dâr aKİbâda ker üreten imâlâthâneler vardı (bk. Târîh-i Cadid-i ismini vermişlerdi ( bk. Ca'far b. Muhammed b. Ha­ Yazd, s. 99 113, 119, i 49; krş. I. Aka, "X V . yüzşan Ca'farî, Târîh-i Yazd, nşr. îrac Afşar, Tahran ythn ilk Yansında Timurlular 'da Zirai ve ticârt 1338 hş., s. 19; Alımad b, Husayn b. °Alf Kâtİb, fâaliyetler", Tarih Fnsfıfüsıi Dergisi, İstanbul, 1981, Târîh-i cadîd-i Y a z d ; nşr. îrac Afşar, Tahran, 1345 sayı X -X I, 115, 118 v.d.). Y e z d ’i tavsif edenler­ hş., s. 59). Yezd önce Fars eyâletinin Iş$ahr bölgesi den biri de John Macdonaîd Kinneir ( bk. A Geograp­ içinde idi (bk. Yâküt, ayn. esr., 122; Hamd Allah hical Memoir o f the Persian Empire, London, 1813, Mustavfî, Nuzhat al-Kulüb, nşr. Muhammed Da- s. 113 v.d .) 'dir. Bu yazara göre, Yezd büyük ve bîr-i Siyâkİ, Tahran, 1336 hş, s. 83), G. Le Strange kalabalık bir şehir olup, bir çölün kenarında bulun­ ( Th e land of The Easiern Caliphate, London, 19Ğ63, maktadır. Şehir Hindistan, Buhârâ ve İran arasında s. 6, 249), Moğul istilâsından sonra Yezd bölge­ büyük bir pazar ve mühim bir ticâret yeri idi. Pazarı sinin Cibâl eyâletine bağlandığını belirtmektedir. mal bakımından zengindi. Yezd ’de yirmi bin ev HamdAllâh Mustavfî ( bk. ayn, esr., s. 51, 60, 83 ), bulunuyordu. Bunlardan başka Gebrîler, yâni Zerİse, Y e zd 'i İrâk-ı Acem bölgesi içinde zikret­ düştlerin, evleri dört bin kadar tahmin edilmekte­ mektedir. dir. Gebrîler çalışkan olup, ancak büyük bir baskı



464



YEZD.



altındadırlar. Şahıs başına 20 piaslre (kunış, bir 9or ) da, Saffârîlerin Yezd üzerindeki hâkimiyeti de­ dolar kıymetinde İspanyol parası, bk. Yeni Red- vam etti. 'Am r ’in ölümünden sonra Yezd, Sâmâhouse Lügati Ingilizce-Türkçe, İstanbul, 1962, s. nîlerin idâresi altına girmiş olmalıdır. A bü Ca'far 774 ) vergi vermekteydiler. Buna ilâve olarak İran ( Târi(ı-i Yazd, s. 18 ) ’in ifâdesine göre, ‘Amr ’dan hükümetinin başka zarûri para isteklerini de öde­ sonra Yezd ’in Sâmânîlere vergi verdiğine bakılırsa, mekteydiler.... Şehir, hububatının büyük kısmını buranın onların idâresi altına girmiş olduğu anlaşı­ İsfahan’dan ithâl eder. Sığır az bulunurdu; bir mer­ lır. Bir süre sonra da Büveyhîlerin hâkimiyeti altma kebin bâzı zamanlar elli tiknen gibi yüksek bir fi­ girdi. Hamd Allâh Mustavfî ( Târl}yi Gtvzîda, nşr. yata satıldığı olmuştur. İpekli kumaşlar imâlinde de ‘Abd aî-Husayn Navâ’ î, Tahran, *336-1339 hş., s. Iran ’da Yezd 'in üstüne yoktur” . Yezd bugün de 4 12 ), Büveyhîlerden Rukn al-Davla Haşan ölünce İran 'da el dokuma tezgâhlarının bir merkezidir. (3 3 6 = 9 77 ), Yezd ’in onun oğlu Mu’ayyad al­ 1966 ’da İran ’da tahminen 62.000 el dokuma tez­ Mulk { 977-983 ) ’e verildiğini zikretmekte ve bu da gâhı vardı ve bunlardan % 36’sı Yezd’de idi. Aynı Büveyhîlerden önce Rukn al-Davla ’nin Yezd ’e zamanda Yezd mühim hah dokuma merkezlerinden Hâkim olduğunu göstermektedir. Ahmed b. Ffusayn biridir ( bk. Iran Almanac and hookş of facts 1967, ( Târlff-i Cadîd-i Yazd, s. 57 ) ’e göre, Yezd vergisini Mu’ ayyad al-Mulk ’den sonra, kardeşi Fahr alTahran, 1967®, s. 2 5 , 95 , 323. )• Müsiümanlar tarafından Sâsâmler idaresindeki D avla’ye verdiğine göre, onun idâresine girmiş Y e z d ’in zabtı hakkında kaynaklarda fazla bir bil­ olmalıdır. Yezd ’in daha sonra Sebükteginîler ’e, gi yoktur. Tabarî ( KitSb al-ajjbâr al-rusül oa 7- yâni Gaznelilere vergi verdiği rivâyet ediliyorsa da muluk, 1, 2886), Halîfe Osman tarafından Basra ( bk. Tâtîfy-i Yazd, s. 18 ), bu hususta diğer kay­ vâlisİ tâyin edilen ‘Abd Allah b. 'Âmir [ b. bk. J naklarda bilgi yoktur. Daha sonra Kâküyî haneda­ ’in 31 ( 6 5 1 / 6 5 2 ) ’de Y e z d ’i alıp IÇühistân 'a nının kurucusu ‘Ala’ al-Davla Abü Ca'far Mu­ gittiğini zikrediyor. İbn ai-Aşir ( al-Kâmil, Bey­ hammed b. Duşmanziyâr, muhtemelen 42* (1030 ) rut baskısı, 11!, 1 1 9 ) de, İbn 'Â m ir’in Basra’dan ’de Yezd ’i ele geçirerek adına para bastırdı. Yezd, çıkarak Fars ’1 zaptetiğini bildirmek süreliyle T a­ Kâküyî iktidarının şarktaki en uzak noktası idi. barî 'yi destekliyor. Yine Halîfe Osman devrinde Mubammed b. Duşmanziyâr, muharrem 433 (e y ­ (644—656), oğlu Sa'id ve Kasam b. 'Abbâs, lül 10 41) ’te öldü. Ü ç oğlundan en büyüğü olup Yezd ’e geldiler. Bu sırada şehir halkı İslâm dini­ yerine geçmiş bulunan Abü Manşür Faramarz, ni kabûl etti. Araplar ve Bani Talîm ’den bir grup bu sırada ortaya çıkmış bulunan Tuğrul Bey ’in da Yezd’e yerleştiler. Yezd vilâyetindeki bütün 2 er- 438 ( 1046/1047 ) ’de Kakâyi ’lerin pâyitabtı Isfahan düştler ise, cizye kabûl etmişlerdi. Sa'id b. 'Osman önünde görünmesi üzerine, Selçuklulara tâbi ol­ ve Kasam b. 'Abbas, Y e zd ’den ayrılırken şehrin mayı ve onlara vergi ödemeyi kabûl etti. Tuğrul idâresini 'Omar b. Muğîra ’ye bırakmışlardı. Ali, Bey bİr yıllık bir kuşatmadan sonrada muharrem halîfe olduğu zaman Osman ’m bütün "âmil [ b. bk. ] 443 ( mayıs/baziran 10 51) ’te Isfahan *1 ele geçirdi. ’lerini azlederek Salm b. Ziyâd ’« Fars’a gönderdi. Abü Mansür’a iktâ olarak Yezd ve Abarküh şehirleri Yezd ’in mâl ( vergisi) ’1 ona gönderiliyordu. Emevı- verildi ise de, halefleri Yezd ’de yaşadılar. Abü Manlerden Marvân al-Himâr devrinde Yezd vâlisi ola­ s ü r’dan sonra oğlu 'Alâ3 al-Davla ‘Alî, hânedânm rak Abu T 'A lâ 5 Javkî zikredilmektedir. Abbâsî başına geçtİ. ‘Alî de babası gibi Selçuklu sultan­ ihtilâli sırasında Abü Müslim tarafından başkuman­ ları tarafından himâye edilmiş, Çağn Bey ’in kızı dan tâyin edilen K abtaba b. Şabîb, Emevî ordularını Arslan Hâtûn ile evlenmiş (469=1076/1077) ve mağlub edip, Nihâvend ve İsfahan’ı aldıktan (749), zamanının çoğunu İsfahan ’da Sultan Melikşâh sonra adamlarından Aljmed b. Muhammed Zam- ( 1072-1092) ’m sarayında geçirmişti. O dâima Ho­ çi ’yi Yezd tarafına göndermişti. Ahmed Zamçi ’nin rasanlı ve Iraklı tanınmış kişileri kendi tarafına geldiğini haber alan Abu T 'A lâ 3, Yezd ’den kaça­ çekmeğe çalışmış, çeşitli va’dlerle onları Yezd’e ge­ rak Abrand-âbâd ’a sığındı, Ahmed onu yakalayıp tirmiştir. Meşhur şâir Mu'izzî ’nin de ilk hâmisi Yezd ’e getirdi. Burada Abu ’l-'Alâ’ yakılmak sûre- olan ‘Alî, Sultan Berkyaruk (1094-1x05 )’a karşı tiyle öldürüldü. Bu sûretle Yezd, Abbâsîlerin idâre- isyan eden Tutuş ’u desteklediğinden, Rey civâOğlu si altına girmiş oldu (Bk. Târtfyi Yazd, s. 15 v.dd.; rında yapılan savaşta öldü (488=1095). Târîlyi Cadîd-i Yazd, s. 52-56; Mubammed Mufîd ‘Alâ3 al-Davla Abü Kâlicâr Garşâsp, Yezd ’de ba­ Mustavfî, Câmi"-i Müfidi, Tahran, 134° hş., III, basının yerine geçtİ. O da Selçukluların hizmetin­ 650-704). Ahmed, Abbâsîler adına Y e zd ’den mâl de idi ve Sultan Muhammed Tapar ( 1105-1118 ) ’m ( vergi) almağa başladı. Daha sonra Saffârî Devle­ kızkardeşi Sitâre Hâtûn ile evlendi (bk. Muham­ ti ’nin kurucusu Ya'küb b. Layş, Abbâsîlerin Fars med b. Muhammed al-fcfusaynî-i Yazdî, al-'Uraza vâlisi 'Alî b. al-fcîusayn ’m kumandam Tavk b. a[- fi 'l-liikâyat al-Salçakfya, nşr. K. Süssheım, Mısır, Muğallis ‘i mağlûb edip, Kirman ’1 (8 69), arkasın­ 1909, s. 69). Sonraları Irak Selçuklu sultam Mah­ dan da Yezd şehrini aldı, ölümünden ( 879 ) sonra mud ( 1 1 x 8 - 1 x 3 1 ) , onu kardeşi kabûl ettiği hal­ yerine geçen kardeşi °Amr b. Layş zamanında ( 879- de, Garşâsp, Y e z d ’den ayrılarak onun yanma git­



YEZD, mediği için gözden düşmüş ve yakalanarak Farrazîn kalesinde hapsedilmiştir. Yezd ise, iktâ olarak Sel­ çuklu kumandanlarından Atabeg Karaca Sâkî ’ye verilmiştir. Bir süre sonra Garşâsp hapisten kaç­ mağa ve tekrar Yezd ’e dönmeğe muvaffak oldu. Ancak çok geçmeden burası Kirmân Selçuklularının eline geçti. Muhtemelen Kâküyî âilesi arasında çıkmış olan bir anlaşmazlık sonunda Garşâsp, Kirmân Selçukluları sarayına sığındı. Selçuklu hükümdârı Arslan-Şah i. (110 1-1x4 2 ), Yezd şeh­ rine şahne olarak Mubammed b. Key-Arslan'ı gön­ dermişti. Garşâsp ’m bir erkek vâris bırakmadan Sultan Sencer 'in saflarında Kara-Hıtaylar ’a karşı savaşırken liatvân sahrasında öldüğü (5 3 6 = 1 1 4 1 ) rivâyet edilir. Bu sebeple Irak Selçuklu sultanı Ars­ lan b. Tuğrul zamanı ( x x 6 ı- ll7 6 ) ’na kadar Y e zd ’i Garşâsp’m iki kızı idâre etmekteydi. Sultan Arslan, Yezd askerleri kumandanlarından birinin bu kız­ lara atabeg olmasını emretti ( bk. Târîh-i Yazd, s. 23 ). Başka bir rivâyete göre ise, bu hâdise sultan Sencer zamanında olmuştur ( bk. Târlljri Cadld-i Yazd, s. 66; Kâzî Aljmed Gaffârî-i Kazvînl, Törih-i Cthân-ârâ, Tahran, 1342, s. 82). Bu sûretle Yezd Atabeyleri hânedânı teşekkül etti, ilk atabey Garşâsp'in kızlarından biri ile evlenmiş olan, Rukn al-Dîn Sam idi. Daha sonra başa, kardeşi cîzz alDı'n Langar geçti. Rukn al-Dîn, çevredeki devlet­ lerin taht mücâdelelerine karışarak ülkesini geniş­ letmeyi düşünmüş olmalıdır. Kirman Selçukluları ile münâsebetleri bilhassa dikkati çekmektedir. Di­ ğer taraftan Fars *da hüküm süren Salgurlu Devle­ ti ’nde Atabey Zengî ’nin ölümünden sonra ( 574— 1178/1179), Tekle bahasının yerine geçti ise de, am­ casının oğlu Tuğrul onunla taht mücâdelesine gi­ rişti. Neticede Atabey Telde, Tuğrul ve ona yar­ dımcı olan Rukn al-Dîn Sâm’ı, Şîrâz ’da yapılan harpte mağlûp edip esir aldı ise de, Rukn al -D în ’i serbest bırakarak Yezd 'e gönderdi. Bir müddet sonra yaşı doksana gelmiş olan Rukn al-Dîn ’in, atabeyliğin işleri ile fazla meşgul olamadığı anla­ şılmaktadır. Bu sebeple ülke büyükleri birleşerek clzz al-Dîn Langar 'i atabeg yaptılar. Rukn alDîn Sam, 590 ( ı i 9 4 ) ’da öldü, 'tzz al-Dîn Lan­ gar de, Kirman Selçukluları arasındaki taht mücâ­ delelerine karıştı. Yezd zaman zaman bu mücâde­ lelerden bıkanlar ve yardım isteyenlerin sığmağı olmuştu. ‘ îzz aî-Din Langar, şehre altı fersah mesâdefe cizz-âhad köyünü ve bir su yolu ( Içönât) yaptırdı. Ayrıca etrafdan insanlar getirterek bu köye yerleştirdi. O, 604 (120 7/120 8)’te öldü. Onun Vardânrüz, Kaylcâvus, Mubyı al-Din Sâm ve tsfahsâlâr Abu Manşûr adlarım taşıyan dört oğlu vardı. Bunlardan Vardânrüz babasının yerine geçti ve 615 (12 18 / 12 19 )’te öldü (bk. Törllj-i Yazd, s. 24). Başka bir rivâyete göre, oniki yıl hüküm sür­ müş ve 616 ( 12x9/1220)’da ölmüştür (bk. Târlfy-i Çadld-i Yazd, s, 69; Kâzî Gaffarı’, ayn. e$r., s, 83 ),



405 Ondan sonra kardeşi [sfahsâlâr Abu Manşûr, Yezd atabeyi oldu. O , Sultan Ku(b al-Dîn lekabı ile meşhurdu ve saltanat âdetlerine uygun olarak her gün beş neclet [ b. bk. 3 çaldırmaktaydı. Sultan KuÇb al-Dîn, şehrin dışındaki bir yerleşme merkezini hisârm içine aldırdı. Barak Hâcib [ b. bk. ] 619 (1222) ’dan itibaren Kirmân ’a hâkim Kutlug Hânlar adı ile bir hânedan kurmuştu. Onun kızı Yâkût Terken ile Sultân l£uîb al-D în ’in oğlu Mabmüd -şâh evlendiler. Sultân K llîb al-Dîn, 626 (1228/ 1229) yılında öldü. Yerine oğlu Mabmüd-şâh ata­ beg oldu. Onun 637 {1239/1240) ’de ( bk. Tânfı-i Y azd, s. 26) veya 13 yıl hüküm sürdükten sonra 639 (1241/1242) ’da öldüğü söylenir ( bk, Târlff-i Cadld-i Yazd, s. 72; j£âdî Gaffârî, ayn. esr., s. 83 ). Yerine geçen oğlu ‘Ala3 al-Davla Rukn alDîn Salgur-şâh, Moğul büyük hânına, muhteme­ len Ögedey’e d e, elçi ve hediyeler göndererek itâatini bildirdi. Moğul hânı da padişahlık menşuru ve hil’at gönderdi. Salgur-şâh, Yezd şehri kapısı yakınındaki Yakûbî mahallesinde bir köy ve su yolu inşâ ettirerek adını Salgur-âbâd koydu. Bu köy halkı zirâat ile uğraşmakta idiler ( bk. Târilj-i Cadld-i Yazd, göst. yer.; IÇsdt Gaffârî, ayn. esr., göst. yer.). Salgur-şâh, Moğut ordusuyla birleşe­ rek Salgurlular ’dan Selçuk-şâh ’a karşı savaşırken, bir zehirli ok isâbeti ile, yaralanarak 662 (12 6 4 ) ’de ölünce, yerine geçen oğlu Toğan-şâhda sekiz yıl hüküm sürdükten sonra 670 (1271/12 72 ) 'te vefat etti. (bk. Târıl)-i Cadld-i Yazd, s. 73 ; Kâdi Gaffârî, ayn. esr., göst. yer. ). Onun 'Ala5 al-Davla ve Yü-



suf-şâh adlarındaki iki oğlundan 'Alâ* al-Davla atabeg oldu. Zamanında 673 (1275 ) yılı Urbubibişt ( nisan) ayının beşinci günü başlayarak, beş gün beş gece süren yağmur, Yezd şehrinde büyük bir sel felâketine yol açtı. Muri-âbâd, Sar-ı tang, Y â’kûbî ve Saihur-âbâd mahalleleri ve şehir surlarının bir kısmı harab oldu. Bu duruma çok üzülen ‘ Alâ* al-Davla, hasta­ landı ve bir ay sonra da öldü ( Muhtemelen mayıs 1275; bk. Târlfy-İ Cadld-i Yazd, s. 73 v.d.; Kâdi Gaffârî, ayn. esr., göst. yer.). Yerine geçen kardeşi Yüsuf-şâh, şehrin yıkılan hisarım tâmir ettirdi. Argun Han (1284-1291) *a elçi ve hediyeler gön­ dermesine rağmen, tlhanlı emirlerini ihmâl etti­ ğinden, onların Argun Han ’ı kendisine karşı kış­ kırtmaları neticesinde, Argun Handa Yesüder is­ mindeki kumandanını ikiyüz süvâri ile Yezd şehrine gönderdi. Yüsuf-şâh, bir gece baskım ile Yesüder’i öldürünce, Argun Han, Amîr Mubammed Âbdâcî (A ydacı) idaresinde otuz bin kişilik bir orduyu Yezd e yolladı. Yüsuf-şâh, bu Moğul ordu­ suna karşı koyamayacağını anlayarak, yakınları ile berâber Yezd ’i terk edip, Sîstân tarafına gitti. Yezd sâlihleri, kadılar ve halk Muhammad Âbdâcî ’yi karşılayarak, özür dilediler. Amîr Muhammed on­ ları aman ile affederek şehirde bir Moğul vâlisi bırakıp, İsfahan ’a döndü, Yezd, bu sûretle Moğul



406



YEZD.



Dîvânı 'nın idaresine girdi ( bk. Târih-i Yazd, s. 26 v.d.; Târîff-i Cadid-i Yazd, s. 74 v.dd.; Kâdi Gaffârî, ayn. esr., s. 83 v.d.). Nitekim Yezd’de 1291/ 1292 ’de bir Moğul vâlisi bulunuyordu. Ilhanlı sultanı Baydu 694 (12 9 5 ) 'te Yezd şehrini yıllık 10.000 dinar karşılığında Amir Navrüz’un oğlu Sul{ân-şâh ’a iktâ olarak verdi. Ancak görünüşte şe­ hirde Yezd Atabeylerinin adına hüküm sürülüyor­ du. Daha sonra şehir, Yezd Atabeyleri hânedânından Hâcî Şah b. Yüsuf-şah ’m idaresine girdi. Yüsuf-şâh ile berâber Yezd ’den kaçan Şaraf al-Dîn Muşaffar, sonra ondan ayrılarak 685 (1286/ 12 8 7 )'te Kürmân’a gitmişti (bk. Mahmüd î£utbi, Târitı-i  l-i Maşaffar, nşr. eAbd al-IJusayn Navâ’ l, Tahran, 1335 hş., s. 4 . v.d.; bk. î A , mad. MUZAFFERÎLER; hiııseyn Küulî Sutüda, Tarlfı-i  l-i Muşaffar, Tahran, 1346, i, 59, nr. 3). Şaraf al-Dîn Mu?affar, daha sonra Kirmân’dan ayrılarak İlhanhlar’ın hiz­ metine girdi ve 13 zilkade 713 ( 1 mart I3J4 ) ’te öldü. Bu sırada onüç yaşında olan oğlu Mubâriz al-Dîn Muhammed bir müddet llhanlı sultanı Olcaytu ( 1304-1317 ) 'nun sarayında yaşadı. Olcaytu, babasının vazifesi olan Maybuz vâliliği ve Yezd etrafındaki yolların muhâfazasını Mubâriz al-Dîn Mutammed e verdi. Olcaytu’nun ölümünden sonra yerine geçen oğlu Ebû Sa'îd Bahadır (1317-1335 ) da onu vazifesinde bıraktı, Mubâriz al-Dîn Muhammed 717 (1317/1318 ) ’de Maybuz’e dönerek yol­ ların muhafazası ile meşgul oldu. Bu sırada Yazd'de Atabeg hiâci Şâh hüküm sürüyordu. Mubâriz alDîn ve Şîrâz hâkimi Kayhusrav b. Maljmüd Şâh fncü birleşerek. Sultan Ebû S a îd ’in de müsâade­ siyle y acî Şâh üzerine yürüdüler, hlâcl Şâh kaçınca (7 1 8 = 1 3 1 8 ) Yezd Atabegleri hânedânı sona erdi. Sultan Ebû Saîd, Yezd ’in idâresini aynı yılda Mu­ bâriz al-Dîn Muhammed 'e verdi. O da, bu tarihten itibâren Y e z d ’de müstakil olarak hüküm sürmeğe başladı. Bundan kısa bîr süre sonra Niküdar ’1ar, başlarında Navrüz isimli reisleri olduğu halde, Yezd etrafına gelerek yol kesmeğe başlamışlardı. Mubâ­ riz al-Din Muhammed onlara hücum ederek Nav­ rü z ’u mağlûb etti ve öldürdü; âsîlerden bir kısmı­ nı da esir aldı. Ancak çok geçmeden Niküdar '1ar intikam için Yezd etrafında toplandılarsa da, Mu­ bâriz al-Dîn Muhammed onları tekrar mağlûb ederek reisleri Tuman 'ı öldürdü. Niküdar ’1ar ile arasındaki mücâdele, ondört yıl sonra Niküdar *lar'm mukavemetlerinin kırılmasıyla sona erdi. Ebû Saîd devrinin sonlarına doğru meydana gelen ka­ rışıklıktan faydalanarak Yezd şehrini ele geçirmek isteyenlerden biri de, Fârs şahnesi Sayyid ‘Azud Yazdî idi. O, berâberindeki askerler ile Yezd önüne geldi ise de, Mubâriz al-Dîn Muhammed karşısında tutunamayarak firâr etti ( 73Ğ=I335 )• Ebû S a îd ’in ölümünden sonra, İran tamamıyle karıştı. Bundan istifâde etmek isteyen emîrler ülkelerini genişlet­ meğe çalıştılar. Bu sırada Abü Ishak: b. Mahmüd



Şâh İncü, 751 ( 1350/1351 ) 'de Yezd ‘e yürüyüp, dört ay muhâsara etti. Şehirde kıtlık başgösterdi ise de, kışın gelmesi üzerine Abu İshak Şîrâz ’a çekilmek zorunda kaldı. Böylece Muzaffarı '1er, Timur bu devleti ortadan kaldırmcaya kadar, Yezd’i idârelerinde bulundurdular. 14 cemâziyelevvel 795 (28 mart 1393) 'te Şîrâz yakınında Muzaffarî'lerden Şâh Manşür Timur’a mağlûp olup ölünce, akrabaları da teslim oldular. Yezd ’i idâre eden Nusrât al-Dîn Şâh Yahyâ da bunlar arasındaydı. Timur, Yezd ’in idâresini emirlerinden birine verdi ( bk. Şaraf al-Dîn ‘Alî Yazdî, Zafarnâmâ, nşr. Muljammad 'Abbasî, Tahran, 133b hş., I, 433-44* )• Timur Kıpçak seferinde iken ( 798= i395/*39ö ), Yezd ’de bir isyan çıktı; âsîler şehre hâkim oldu­ lar ise de, Timur, Emîr-zSde Pîr Muhammed b. Cihângîr idâresİnde bir orduyu Y e zd ’e gönderdi. Altı ay muhâsara edilen şehirde kıtlık başgösterdi. Ne­ ticede isyancılar öldürülerek ( 20 ramazan 798=27 haziran 1396), Yezd tekrar Timurluların itâati altına girdi. Bundan sonra Yezd ’e bir daruga tâ­ yin edildi ( bk. Şaraf al-Dîn eAH, ayn. esr., I, 559 v.d.; N . Şâmî, Zafamâma, Türkçe trc. N. Lugal, Ankara, 1949, s. 201 v.d.; M. Natanzi, Muniahab al-Tavârifı-i Mu'İni, nşr. j . Auben, Tahran, 1336 hş., s. 366 v.d.; Târîlyi Yazd, s. 38 v.d.; Câmis-i Mufîdî, s. 740), Timur, Bayezid I. ’e karşı Ankara Savaşı ’nı kazandığı sırada (1402 ) Yezd vâlisi H vâce G iyiş al-Din Sâlâr-i Simnânî idi ( bk. Târıh-i Cadld-i Yazd, s. 92; Hândmır, fdablb alsiyar, Tahran, *333 hş., III, 598). Pîr Muhammed, 808 (1405/1406 ) ’de Yezd’i kardeşi Emîr-zâde İs­ kender ’e verdi. Ancak iki yıl sonra 810 (1407/ 1408) ’da kardeşinin yerine Hâce Mahmüd H"ârizm î’yi tâyin etti ( Târlifi Y azd, s. 4 1; hlablb alsiyar, III, 572 ). Daha sonra bir ara Emîr-zâde M u­ hammed Derviş, Yezd vâlisi oldu. Yeğeni Baykara b. Ömer Şeyh ’in isyanı üzerine Fars seferine çıkan Şâhruh, Şîrâz ’da bulunduğu sırada Şâh Nizimeddin Kirmânî ’yi Yezd vâliliğine getirdi ( 819=14x6 ). Bir müddet sonra Emir Celileddin Çakmak Şâ­ mî ‘yi Yezd vâlisi olarak görüyoruz ( bk. Târih-i Y azd, s. 44 v.d.; Târılj-i Cadid-i Yazd, s. 95 v.dd,; Câmic al-M ufîdi, s. 157, 74°)• Emîr Çakmak ve ka­ rısı, bâzdan bugün bile mevcûdiyetini koruyan îmâr faâliyetlerinde bulundular. Şâhruh, Yezd ’e uğradığında, parlak ve renkli çinileri ile göz kamaş­ tıran binalara hayran kalmıştı. Muhammed Mufid ( Câmi ’-i Müfidi, s. 742 ), ’e göre 841 (1437/1438) ’de Yezd’e Emîr Çakmak ’m halefi ve oğlu Şemsed- ■ din Muhammed Amîrak Vâli olmuştu. 846 (1442/ 1443) başlarında Hamza b. Çahra, Yezd ’e vâli tâyin edildi ise de, bunun azli üzerine Emîr Çak­ mak ’m ikinci defa valiliğe getirildiğini görüyoruz. Sultan Muhammed b. Baysungur 850 (1446/1447 ) ’de İsfahan’a hâkim olunca, Yezd vâliliğine Kutbeddjn Varzana ’yı gönderdi, Emîr Çakma]? bu sırada



YEZD.



407



Herat’da bulunuyor, oğlu Emîr Şemseddin Muham- 'Ali Kâtib'in ifâdesine göre (bk. Târîfş-i Cadîd-i med babasının yerine şehri idâre ediyordu. Ancak Yazd, s. 276-279), bu sırada, değeri bin tümen ”ı Şâhruh bu tâyini tasvib etmeyip, Emîr Çakmak*a aşan balı, elbise, kitab, mücevher, çamur ve su al­ şehre dönmesini emr edince, şehrin idâresini tekrar tında kalmıştı. Aym yıl içinde Yezd’deki bir anlaş­ Çakmak deruhte etti. Şâhruh ’un 1447’de ölümü üze­ mazlık sebebiyle Nizâmeddin Şâh Velî Bey, vali­ rine şehirde iktidar tekrar değişti, ürâk-ı Acem ve lilikten azledilerek yerine Nizâmeddin Hacı Kanber Fars bölgelerine hâkim olan Muhammed b. Baysun­ Cihânşâhî tâyin edildi. Bu zât 862 ( 1457/1458 ) 'de gur, Emîr Çakmak ’1 azlederek yerine Ahmed Mo­ de işbaşında idi (b k . Târîh-i Cadîd-i Yazd, s. 285; ğol Cinbâz ’1 tâyin etti ( bk. Târîh-i CadM-i Y azd, Câmi-İ Mufidî, s. 645 ), Hvândmir ’e göre ( bk. //as. 227 v.dd,). Aym yıl içinde Muhammed b. Bay­ bîb aî-sîyar, IV, 88), aym yıl Yezd, Karaman Şeyh’e sungur, Türkmenler île mücâdele edeceğini ileri verilmişti. Kara-Koyunlu Devleti ’nin 873 ( 1468 ) sürerek Irak halkına vergi saldı. Bu arada Yezd şeh­ 'de Ak-Koyunlular tarafından yıkılması üzerine rindeki her hânedan orduya yardım için yirmi kebekî Yezd de Ak-Koyunlular ’m hâkimiyeti altına gir­ dinarı toplanmasını emretti. Neticede şehir ve vilâyet­ miş olmalıdır. Safevîler'den Şâh tsmâil, Ak-Koyunlu hukümten yediyüz tümen aldılar ( bk. Târîff-i C aiîâ -i Yazd, s. 247). Muhammed b. Baysungur kardeşi Bâbur dân Murad’a karşı bir zafer kazandıktan sonra Irâk-ı ile yaptığı savaşta ölünce ( 8 kânun II. I452 ), Bâbur Acem ile Fars ve Kirmân’a hâkim olmuştu. Bu sı­ Irâk-ı Acem ve Fars bölgelerini Horasan’a katarak rada Yezd vâlisi Bayındır Murad Bey, şehri vezîri hâkimiyet sâhasmı genişletti. Fakat Kara-Koyunlu Sultan Ahmed 'e bırakarak yakınlan ile Herât ’a hükümdarı Cihan-şâh ile rakib oldu. Cihan-şâh, gitti (910=1504/1505; bk. Kâdî Ğaffârî, ayn. oğlu Pîr Budak’1 Irâk-ı A cem ’in fethine me'mur esr., s. 269; hîab'ib al-siyar, IV, 257). Şâh ismâil etti. Pîr Budak, Kum, Curbâzakân ve Isfahan şehir­ buraya Hüseyin Bey Lâlâ 'yı vâli tâyin etti. Hüseyin lerine hâkim oldu. Bâbur ise, ona karşı koyamaya­ Bey ise, kendi yerine Şu' ayyib Akâ ( veya Cuka cağını anlayarak, Irâk-ı Acem ’den vazgeçti ve Şî- B e g ) adındaki bir adamını damga olarak gönderdi. tâz’ı Mirza Sencer’in idâresine bırakarak Abarküh Sultan Ahmed önce ona itaat etti ise de, bir kaç yolu ile Y e zd ’e geldi. Askerleri bir kaç mahalleyi gün sonra kendisini hamamda öldürerek şehre hâ­ yağmaladılar. Üç gün burada kalan Bâbur dördüncü kim oldu. Daha sonra Abarküh hâkimi olan Mu­ günü şehri Emîr-zâde Halîl 'in idâresine bırakarak hammed Kurra bir gece yarısı Yezd üzerine yürü­ Horasan’a gitti. Emîr-zâde Halîl de bir müddet sonra yerek Sultan Ahm ed’i öldürdü ve şehri ele geçirdi. vâliliğe Emîr Çakmak’m torunu Emırek Ahmed’i Bunun üzerine Şâh İsmâil, Isfahan ’dan Yezd ’e tâyin etti. Mirza Sencer ve Halîl, Pîr Budak kar­ gelerek 28 cemâziyelâhır 910 (6 kânun 3. 15 0 4 )’da şısında tutunamayarak Kirman 'a kaçtılar (8 56= şehri muhasaraya başladı. Şehir ve kaleyi bir ay mu1452), Bu sûretie Pîr Budak, Şîrâz’a hâkim oldu. Bu hâsaradan sonra ( Kâdi Gaffarı 'ye göre yirmi gün ) değişiklik Yezd'de bulunan Timurlu ileri gelenlerini zabt etti (1505). Yezd eyâletini tekrar Hüseyin korkuttu. Emîrek Abmed şehri terkederek Horasan’a Bey Lâlâ'ya vererek İsfahan'a döndü (bk. JJabîb algitti. Böylece şehir onyedi gün vâlisİz idâre edildi. siyar, IV, 478 v.dd.; Kâdî Ğaffârî, ayn. esr., s. 269; Daha sonra Kara-Koyunlular adına vâli tayin edi­ İskender Bey Türkmen, Târîfyi cÂlam Ârây-t len Kundan zamanında Mirzâ Halîl, Yezd şehrini ' Abbasî, Tahran, 1334 hş„ I, 30 v.d.). Kâdî Ğaffâ­ muhâsara etti {8 57 = 14 53 ) ise de, Pîr Budak’m r î ‘nin ifâdesinden anlaşıldığına göre (bk. ayn. esr., Şîrâz ’dan harekete geçerek gelmesi üzerine mu- s. 272), 915 ( 1509/1510)'te Yezd, Kâşân ve Şî­ hâsarayı kaldırdı. Yezd ’e gelen Pîr Budak, Kun­ râz, Kâdi" Ahmad Kâşi'ye bağlı idi, Tahmasp I.'m dan ’1 azlederek yerine Emîr Mahmûd’u getirdi. Bu kardeşi Elkass Mirzâ, isyan ederek Osmanlılara hâdiseler sırasında şehir harap oldu. Çok geçmeden sığınmıştı. Elkass Mirzâ beşbin kişilik bir kuvvetle Timurlular ’dan Emîr Hvâcege, Yezd önüne gelip Bağdad’dan ayrılarak Irâk-ı Acem’e yürümüş ve bir hafta kadar bâzı mahalleleri yağmaladı ise de, Yezd kalesi halkını kânun II. 1549'da kılıçtan ge­ Pîr Budak ‘ın ordusundan korktuğu için muhasaradan çirmişti [ bk. I A , mad. TAHMASP I. J. Safevî hü­ vazgeçip, şehrin dışında kalmış olan halkın bâzı ileri kümdarlarından Muhammed Hudâbende ’nin hügelenlerini beraberine alarak, oradan ayrıldı (bk, kümdarlığmın sonunda ve Şâh Abbâs I. tahta geç­ Tarîîf-i Cadîd-i Yazd, s. 265-271 ). Yezd 858 (1454) tiği zaman (9 9 6= 1588 ), Yezd, Afşarlar 'dan Bek’de çeşmelerinin kuruması üzerine, veba salgını ve taş ’ın hâkimiyetinde idi. Daha önce ise, şehir bir büyük bir kıtlıkla karşılaştı. Hergün ikıyüz kişinin ara yine Afşar ümerâsından Yûsuf Hân’ın idaresinde bayatını kaybettiği Yezd’de, ölenler arasında meşhur bulunmuştu ( bk. İskender Bey Türkmen, ayn. esr., tarihçi Şaraf al-Dîn 'A lı Yazdî [ b. bk. ] de vardı s. 354; krş. F. Sümer, Safevl Deoleli'mn Kuruluşa ( bk. Târlfı-i Cadîd-i Yazd, s. 271 v.dd. ). Pîr Bu­ ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Anka­ dak 'ın, Yezd vâliliğine tâyin ettiği Emîr Nizâmeddin ra, 1976, s. 109, 146, 188 ). Şâh Abbâs I.’ın hüküm­ Velî Bey zamanında, şehir büyük bir sel felâketine darlığının üçüncü senesinde (998= 1590), Yezd uğradı (8 6 0 = mart 1456). Alımed b, Kıısayn b. kalesini Kutuya! AÜ Kuli Beg Şamlı ele geçirmişti.



408



YEZD -



Bektaş, şehri geri almak için muhasara etti; iki taraf arasında uzun savaşlar oldu. Şâh Abbâs bu anlaş­ mazlığı hal için harekete geçtiyse de, Bektaş Han, Fars vâlisi Zulkadr Ya’kûb tarafından mağlûb edi­ lerek öldürüldü. Zulkadırlı askeri Yezd’e girerek yağmaladı (bk. İskender Beg Türkmen, ayrı, esr., s. 421-425). Ş|h Abbâs II, devrinde (1642-1666) Yezd’le birlikte bâzı vilâyetler doğrudan doğruya şâhın idâresİ altına alınmışlardı. Bunlara sâdece harp zamanında valiler tâyin ediliyordu. Safevîlerin son zamanlarında düştüğü zaafdan yararlanan Afga­ nistan ’daki Gılzay kabilesi reisi Maljmüd ( ölm. 1725 ), İran'ı istilâ teşebbüslerine girişti. Bunlardan İkincisinde Kirmân 'dan hareket ile Yezd ’in dış mahallelerine kadar geldi ( şubat 1722 ). Fakat muhâsarayı göze alamayıp İsfahan üzerine yürüdü ve altı aylık bir kuşatmadan sonra burayı teslim aldı. ( 1 muharrem 113 5= 12 teşrin 1. 1722). Yezd şehrinin itâat altına alınmamış olması Mahmüd için bir teh­ like teşkil ediyordu. Yezdliler 172 4 ’ün ikinci ya­ rısında İsfahan'a gitmekte olan ikibin kişilik bir Afgan birliğine hücum ile İmhâ etmişlerdi. Maljmüd 20 teşrin II. 1724 'te tekrar Yezd şehrine taarruz etti ise de, kış, ikmâl yokluğu ve şehir halkının ba­ şarılı müdâfaası yüzünden çekilmek zorunda kaldı. Zendler’den Ca'far Hân'm hükümdarlığı devrinde (1785-1789), Yezd vâlisi olan Tak! Hân, itaati reddetmişti. Ca'far Hân, onu cezalandırmak için Şîrâz ’dan harekete geçti (178 7 ) ve Yezd ’i muhâsara etti ise de, başarılı olamayarak çekildi. Diğer taraftan Kaçarlardan Ağa Muhammed (1779-1791) kardeşi Feth Ali Şâb’ı Yezd ’in zaptına me’mur etti (1788 ilkbaharı). Feth Ali, Takî Hân’ı mağlûb ederek Yezd şehrine sâhib oldu ve İsfahan’a döndü. Daha sonra Takî Hân’ın oğlu 'A lî Naki Hân’ın Yezd vâlisı olduğu anlaşılıyor. Zend hanedanından Lujf 'A lî ( 1789-1794 ) Kirmân’ı zabtetmek için harekete geç­ tiği ve Yezd’e geldiği sırada, şehrin vâlisi 'A li Nakî tarafından yolu kesilmişti. Ancak Luçf 'A lî, Yezd ordusunu mağlûb ederek şehrin duvarlarının arkasına sürmüştü (1 7 9 3 ). Ağa Muhammed Han ise, bir süre kardeşi Feth AH Şâh’ı Fars, Kirmân ve Yezd vilâyetlerine vâli tâyin etti ( cemâziyelâhır II. 1209 =kânun I. 1794 ). Kaçarlar devrinde Isfahan, Yezd ve Şîrâz gibi bâzı şehirlerde, vâlilerin zorbalık ve baskılarına karşı, zaman zaman halk ayaklanmaları görülmektedir. Feth Ali Şâh zamanında ( 1797-1834 ) Yezd ve Kirmân’da mahallî isyanlar patlak vermiş, bunlar şâh m büyük oğlu Abbâs Mirzâ tarafından 1830/1831 ’de bastırılmıştır (bk. Hâcî Mîrzâ Hasan Fasâ’i, Förs-nâma-i Naşiri, Tahran, 1313 hş., I, 229 v.d„ 237, 239, 278; Ing. trc. H. Busse, His­ tory of Persia Under Qâjâr Rule, NewYork-London, 1972, s. 26-29; 56 v.d„ 64,200). Yezd şehrinde İslâmî devreden itibaren: Buk'a-ı Devâzdeh İmâm, Muşallây-ı Yazd, Mescı’d-i Câjpi' Kgbîr ( veya Masçid-i Çâmj'İ Y a zd ), Maşçidri



YEZDAN. Mîr Çakmak, Hânkâh-ı M îr Çakmak, Madrasay-i Şihâb al-Dîn Kâsim ( veya Mascid-i Şâb-ı Abu’ll£âsİm ) gibi mühim olanlarının yamsıra, birçok bina yapılmış ve mîmârî faaliyette bulunulmuştur ( Daha fazla bilgi için bk. I. Afşar, Yâdgarkây-t Yazd, Tahran, 1345 hş., İL ). Muhaddis Abu ’1-Hasan Muhammad b. A|jm® Ankara, I 971, s. 5 4 ), eski Türklerin esas gıdasının koyun eti ve süt mahsûl­ leri olduğuna dikkati çeker ve bugünkü Kırgızların koyun ve inek sütünden yaptıkları gıdalar arasın­ da eskinin bir devamı olarak yoğurda bilhassa yer verir. Kırım Türk yemeklerinin esâsını et, un, yağ ve yoğurt teşkil ettiği gibi, en önemli ve en çok sevilen Kırım Türk yemeği "çibörek” ’in malzemelerinden birisi de yoğurttur ( Müstecib Ülküsal, Dobruca ve Türkler, Ankara, 1966 , s. 97). Osmanlı devrinde sarayın yoğurtçubaşısı olmasının yanısıra ( A. Süheyl ünver, Türklerde Yoğurt Tarikinin Eskiliği Hakkında Birkaç Kelime), yine sarayın yemek listelerinde yoğurt veya yoğurttan yapılmış yemekler bulunmak­ tadır ( A. Süheyl Ünver, Fâtih Aşhanesi Tevzînâmesi, İstanbul, 1953 ). Ayrıca yoğurt ve yoğurtçuların teftişine dâir nizâmnâmeler de tertib edilmiştir (Bur­ han Oğuz, Türkiye Halkının Kültür Kökenleri, İstan­ bul, 1976, 1,6 2 9). Hezarfen Hüseyin Efendi, Tel­ histi ’l-Beyân fi-Kauânİn-i âl-i Osman ( Fotokopi, Tarih Seminer Kütüp., nr. 51-52/489, V , l86a, Paris nüshası)’da İstanbul’da 16 yerde "yoğurt­ çular klrhânesi” bulunduğunu zikretmektedir. Ev­ liya Çelebî ( Seyahalnâme, İstanbul, 19*4, I, 558 ), İstanbul 'daki ” esnâf-ı kârhâne-i yoğurtçubaşı” ve ” esnâf-t cümle yoğurtcuyan" 'dan bahsederken, 500 yoğurtçu dükkânının ve 1.600 yoğurtçunun var­ lığım haber verir; Eyüb’de 100 yoğurtçu dükkânı­ nın bulunduğunu ve bunların çok süslü ve gösterişli



4 iğ



olduğunu söyler. Bu semtin yoğurtçularının bay­ ramların üçüncü gününde bir araya geldiklerini ve bîrbİrleriyle yoğurt ve kaymak değiştirdiklerini; buradaki yoğurtların çok "leziz” olmasını Eyûb Sultan *m kerâmetine hamledenlerin bulunduğunu belirtir. Zeyrek-başı Câmii yakınında Hacı Haşan, Sütlüce, Kasım Paşa, Ortaköy, Üsküdar yoğurt ve kaymaklarının çok güzel ve meşhur olduklarını da ilâve eder. Yoğurtçuluk Osmanlılarda ve bugün, büyük şehirlerde bir meslek olmuştur. Günümüzde fabrika yoğurtçuluğu yanında, hâlâ varlığım koru­ yan eski usûl yoğurtçular halk tarafından daha çok tutulmaktadır. Yoğurt kelimesi XX. asrın başlarında Fransızca­ 'ya "yoghourt, yogourt, yaourt ( Paul Robert, ayn. esr.\ Grand Larousse Encyclopedique, Paris, 1969, X , 984), İngilizce’ye "yoghurt, yourt" ( Encyoiopoedia Britannica, Chicago, 197*, X X III, 895), Al­ manca 'ya "Jaoghurt, Jogurt" ( Luta Mackensen, Etymologisches Wörterbuch, Würzburg, 1966, s. 17 9 ) şekillerinde geçmiştir. Arapça ’sı ” rdih” , Farsça ’sı "mast“ 'dır ( Mehmed Esad, Lekcetü ’l-lûgat, İstan­ bul, 1216, s. 839 ). Yoğurdun yapılışının eski devirlerden beri önemli bir değişiklik geçirmediği söylenebilir. Yukarda belirttiğimiz yapılış şekli ile Kaşgarlı Mahmud ’un "yoğurt uzıştt", ” 0 yoğurt uzıttı" misâllerinin ifâde ettiği mâna farklı olmadığı gibi, Eberhard’m eski bir Çin kaynağından verdiği yoğurt (Çincesi: lo) 'un yapılışı da farklı değildir. Hemen belirtelim ki Eberhard ( Çin'de Kımız ve Yoğurdun Yapılması Meselesi Hakkında, Ülkü. Mec., Teşrin II., 1940, XVI, nr. 93, s. 207) Jo-yoğurt" ’un Çin ’e, şimâl komşularından, yâni Türkler 'den yahut Moğollar'dan geldiğine bilhassa işaret etmektedir. Sütü yoğurt hâline getirmek için umûmiyetle yine yoğurt ( maya-damtzhk) ’tan istifâde edilmek­ tedir. Kaşgarlı Mabmud { Divânü Lügat-it-Türk Tercümesi, III, 122), yoğurt mayası için "kor" keli­ mesini verir. "Kor" sözü Kıpçak ve Mısır Memlûk Türklerinde, Oğuzlar'da "maya" yerine kullanıl­ mıştır (Bahaeddin Ögel, ayn. esr., IV, 23). Anadolu Türkçesi'nde "turık" şeklinde bir kelimeye de rastlanmaktadır ( Tarama sözlüğü, Ankara, *97r, V , 3856). Kazak Türkleri "uyutku” demektedirler ( W. Radloff, Sibirya 'dan, I/2, 449 )• Bugün Ana­ dolu’da damızlık kelimesi daha yaygın bir kullanı­ lışa sâbiptir. Maya, eskiden kabın dibinde kalmış yoğurt veya olmuş kımız artıklarından meydana ge­ liyordu. Nitekim Kazaklar’da ve Kırgızlar’da "kor", sâdece "kımız mayası" mânasında geçmektedir. Maya, peynir yapımında da kullanılmakta ve çeşitli şekillerde hazırlanmaktadır. Mayanın tatlı veya ekşi olması yoğurdada te’sir eder. Cenuptaki Türk­ men oymaklarının bâzılarında damızlık için yo­ ğurt bulunmadığı zaman, karınca yumurtalarının avuç içinde ezilerek, yoğurt yapılmak istenen süte



430



YOĞURT - YÖRÜKLER.



konulduğu ve bunun damızlık vazifesi gördüğü de kaydedilmektedir (A li Rıza Yaîma Yalgın, Cenupta Türkmen Oymakları, Adana, 1935, V , 103). Yoğurttan yapılan diğer yiyecek maddelerine gelince; bunlar ister tamamıyle yoğurttan mâmûl olsun, ister diğer gıdalarla karıştırılmak sûretiyle elde edilenler olsun, zengin bir çeşitlilik gös­ terir. Bu bakımdan yoğurt, Türk mutfağının ve Türk sofrasının tuzu olmuştur. Bundan dolayıdır ki, eski Türkler yoğurda "tuzluk" adı da vermiş­ lerdir (Bahaeddin ögel, ayn. esr., IV, 24). Aynı şekilde yoğurt yerine "katık" sözü de söylenmiştir. Bugün Anadolu 'da "kışın yorgansız, yazın ayran ( yoğurt) ’sız“ ev, "hâne” kabûl edilmemek gibi bir anlayış yaygındır. Yağı alınmamış sütten meydana gelen yoğurda "yağlt yoğurt” , yağı alınmış sütten yapılan yoğurda ” yağsız-yaoan yoğurt“ denilmek­ tedir. Yağlı yoğurt "yayık" v«ya "turfan'da içine su katılarak yayılır (dövülür); yağ ve ayran mey­ dana gelir. Ayrıca yağlı veya yağsız yoğurt sulan­ dırılmak süreriyle sıvılaştırılır ve ayran yapılır. Yoğurdu datıa uzun zaman muhâfaza edebilmek için bir bez ( kese ) e ( umûmiyetle bu, beyaz pa­ tiska veya kaput bezidir) konulup suyu süzdürülür ki, buna "kese veya torba yoğurdu,” yahut „süzme yoğurt" ismi verilir, Yoğurdun suyu iyice süzülerek hazırlanışmdakİ ameliye ve isimlendirilişi değişen ve "kurut” , "çökelek", „keş", "ekşimik” v.s, adlar verilen bir nevî peynir yapılır. Yoğurttan yapılan yemeklerin başında tutmaç, mantı, tarhana, yoğurtlu, çorba, yarma aşı ( çorbası), tatar, tovga gelmekte ve daha pek çok yemek yapımında yoğurttan İstifâde edilmektedir. Ayrıca yoğurt, Türk bilmece, atasözü ve de­ yimlerinde de geçmektedir (B k. Amil Çelebioğlu -Yusuf Ziya Öksüz, Türk Bilmeceleri Hâzinesi, İs­ tanbul, 1979, s. 65, 186 v.dd., 263; M . Nİhat Özön, Ata Sözleri, İstanbul, 1956, 2. baskı, indeks, s. 324). Bugün bilhassa İstanbul’da Silivri, Kanlıca, Karagümrük ( Fâtih) yoğurtları meşhurdur. Bunlar­ dan "Silifke yoğurdu” bir motif olarak "türkü“ ’lere de mâl olmuştur. Bütün Türk boylarında ve sâhalarında yoğurt ve onun çevresinde teşekkül eden âdet ve gelenekler Türk kültür tarihi bakı­ mından mühim bir yer işgal eder. B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilenler­ den başka bk. Ramazan Karça-Hâmit Zübeyr Koşay, Karaçay-Malkar Türklerinde hayvancılık oe bununla ilgili gelenekler (Ankara, 1954); Ali Rıza Yalgın, Toroslar’da Karatepeli Bölgesi (A n ­ kara, 1950), s. 32-36; Kanûnnâmc-İ Sultanî Ber Mûceb-i ö rf-i Osmânî' ( nşr. Robert Anhegger, Halil İnancık, Ankara, 1956); Fikri Karaesmen, Sütçülük (İstanbul, 1 9 3 7 ) ; Ekrem Rüştü Üresin, Siliori yoğurdunun yapılışı oe terkibi hakkında araştırmalar (Ankara, 1935); Julius Theodor Zenker, Didionnaire Ttırc-Arabe-Persan ( Leîp-



zig, 1 8 7 6 ) , II, 973; A . C . Barbİer de Meynard, Dictionnare Turc - Françaİs ( Paris, 1886), s. 8 9 2 ; W. Radloff, IVörİerbaches der TürkrDialede (S t. Petersbourg, 1905), III, 412 v.d.; Zekiye Koyuncu, Anadolu Yemek Adları Sözlüğü (T e z, İstanbul, 1970, Türkiyat Ens., nr. 9 9 1); Tür­ kiye 'de Halk Ağzından Söz Derleme Dergisi, in ­ deks (Ankara, 1957), s. 5, 415 v.d.; Tarama Sözlüğü {D izin ), Ankara, 1977, V III, 403; Türk Atasözleri (M illî Kütüphane Genel Müdür­ lüğünce hazırlanmıştır), İstanbul, 1971, II, 379 v.d.; E l , mad. YOGHOURT. (K A Z IM



Y E T İŞ.)



Y O R G A N . L Â D İK [Bk. LÂDİK.] Y Ö R Ü K L E R . Anadolu ve Rumeli ’de g ö ç e b e hayatı yaşayan T ü rk kabilelerine verilen u m û m î b i r i s i m d i r . Türkçe "yürümek" fiilinden türeyip, yürüyen, sefere koşan çadır halkı mânalanna da gelen bu kelime ( H. Kâzım Kadri, Büyük Türk Lügati, İstanbul, 1943, IV, 834 ), daha sonraki devirlerde, bir yerde durmayıp, devamlı yer değiştiren göçebe halkın umûmî ismi olmuştur ( Ş. Sâmî, Kâmûs-t Türki, s. 1560). Bu ad, Anadolu halk ağzında, cesur, muhârip, iyi yürüyen, eli ayağı çabuk; kimse çok doğurgan hayvan ve iyi mahsûl ve­ ren tarla v.s. gibi mânaları da ifâde etmektedir ( Tür­ kiye 'de kalk ağzından söz derleme dergisi, İstanbul, 1947, III, 1556, 1560). Kelime bâzı T ürk lehçele­ rinde yöğrük şeklinde geçmektedir ( tuhfatü al-ze~ %tjya fi 'l-Lugat-it Türkiye, çeviren Besim Atalay, İstanbul, 1945, s. 200 v .d .). Bir çok Avrupalı müellif, Herodot ’ta yer alan Ural-Altay bölgesinde avcılıkla yaşayan Iyrkes adlı kabilelerin, ilk Yürükler olduğunu ileri sürmüştür. Nitekim, aynı şekilde ilk defa Truva göçebelerinin de yörük olduğunu bildiren bu müellifler, bunların Avrupa ’ya Anadolu ’dan gittiklerini kabûl etmiş­ lerdir ( M . Tayyib Gökbilgin, RumeU 'de yürükler, Tatarlar ve eolâd-t fâtihân, İstanbul, 1957, 1 v.dd.), Yörük, Cengiz yasasında "yasaklı" olarak isim­ lendirilerek nöker diye gösterilmiştir. Cengiz yasasına, eski Türk destanlanndan geçtiği rivâyet edilen yö­ rük, daha sonra Osmanh Devleti’nde görüleceği gibi, ordu ehlinin vergilerini veren, seferlere kendi âile ve hayvanlan ile katılan, göç ve ikâmet haklan tamamıyle hükümdâra ve kumandanlığa âit olan asker mâ­ nasına geliyordu. Bu târife uyan askerlere A li Şîr Nevâyî, ” Kara çerig” ismini vermekte idi (Zeki Velidi Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1971, I, 106, 291, 345; Ali Şîr Nevâyî, Mahbûbü 'l-kulûb, İstanbul, 1289, s. 22 ). 1071 *de Malazgirt zaferinden sonra Anadolu ’ya gelen göçebe halk, burada da eski hayat tarzlarını aynen devam ettirmişlerdir. Ancak bunların ara­ sında yörük ismine rastlanmamaktadır. Oğuzların, islâmiyeti kabûlden sonra Türkmen lekâbını almalannı ve Anadolu 'ya gelişlerinde diğer göçebe Türk



YÖRÜKLER. unsurları ile kirlikte Kareket ettiklerini gSz önün­ de tutan bâzı müellifler, ’’yörük” kelimesi ile "Türk­ men' kelimesinin aynı mânada kullanıldığına işâret etmişlerdir ( M . Fuad Köprülü, Türkiye Tarihi, İstanbul, 1923, s. 146 v.dd.; M . Tayyib Gökbilgin, ayn. esr., s. 5 v .d . ). Nitekim Anadolu ’da yörük ve Türkmen olarak adlandırılan Türk aşiretlerinin ha­ yat tarzları ve etnik durumları, bu iki isim altın­ daki aşiretlerin aynı olduklarını göstermektedir. Dev­ rin kaynaklan da bunu te’yid eder. Aşık Paşa-zâde ’nin, Teoârih-i Âl-i Osmân ( İstanbul, 1332, s. 56, 7 4 ) 'mda, "göçer Türkmân ve Tatar” , "Göçereoli Türk' ve bir başka yerinde de: "Şimdiki kaide Rûm 'da olan Tatar ve Türkmân ol tâifedendür” şeklindeki sözlerine bakılarak yürüklerinde bunla­ rın arasında yer aldıkları söylenebilir. Nitekim Yazıcıoğlu, Gıyâseddin Keyhusrev [ b. bk. ] 'in Antal­ ya taraflarının fethi münâsebetiyle "memleketin sakrâlart ve hişeleri Eğirdir ( Eğridir )‘den yörük evi ile doldu” ifâdesi, daha XIII. asırda bunlann Anadolu­ ’ya iyice yayılmış olduklarım göstermektedir ( S. Çetİntürk, Osmanli imparatorluğunda yürük s,n!fl ve hukjûkİ statüleri, D T C F D , II, 107 v.dd.; F. Sü­ mer, Oğuzlar, Ankara, 1972, s. 172 v.dd., 357). XIV. asrın sonlarına doğru Anadolu ’nun hemen her tarafına yayılmış olan bu T ürk aşiretleri ( Türkmen, Tatar ve Yörükler) önceleri Türkmen, daha sonra da bir kısmı yörük adını almış olup, sonraları, bâzan beylerinin, bâzan da yerleştikleri bölge veya şehir­ lerin isimleri ile anılmışlardır. Msl., Mamalu, Dânişmendlü, Haşan Develü, Tekirdağ, Ofçabolu, Ankara v.b. ( M . Tayyib Gökbilgin, ayn, esr., s. 7 v.d.; Ahmed Refik, Anadolu'da Türk aşiretleri, İstanbul, 1930; bk. fihrist). Avrupalı müelliflerce yürüklerin Bayezid I. zama­ nında Rumeli ’ye geçtikleri ileri sürülürse de, ilk devir Osmaniı kaynaklarına göre, bu geçiş Osmanli kuvvetlerinin Gelibolu ’ya ilk adım attıkları tarih­ lerde başlamıştır, Geçenlerin sayıda da, fetih hare­ ketlerinin genişlemesiyle gittikçe artmıştır. Nitekim Âşık Paşa-zâde daha 758 (1355 ) de Karesi ’de bu­ lunan bir grup göçer-evlerin Rumeli ’ye geçirilerek Gelibolu civârma yerleştirildiklerini, daha sonra Hayrabolu ’yu ’’yurt edinip gazâ ile meşgul“ ol­ duklarım bildirmektedir. Evliyâ Çelebi’de ilk defa Rumeli ’ye geçen Süleyman Paşa ( G â zi) ’nin Ana­ dolu ’dan Türk tlifelerini sürüp Bulgar serhaddine yerleştirdiği zikredilir. Murad I. zamanında Rumeli 'ye geçişin daha fazla gerçekleştirildiği görülmektedir. Saruhan ’dan Serez taraflarına kalabalık gruplar hâlinde sevkedilen yö­ rük toplulukları, iskân edildikleri yeni bölgelerde de, yabancı unsurlar arasında bir dayanak noktası teşkil etmişler ve ileride yapılacak fetihlere yardımcı olmuşlardır. Bu sebeple yörük cemâatlerinin Rume­ li ’ye geçirilmeleri ve fethedilen yerlerde iskân edilme­ leri Osmanli Devleti 'nin umûmî bir siyâseti olmuştur.



43 *



Yörüklerin ( Türkmenlerin) Rumeli ’ye geçiril­ meleri, Yıldırım Bayezid devrinde daha kesif bir şe­ kilde devam etmiştir. Bayezid I., Bulgaristan ve Dobruca mn fethini müteâkıp, buraya Karadeniz bölge­ sinden Tatarları ve Anadolu ’nun çeşitli yerlerinden getirdiği yürükleri iskân etmiştir. Yine Bayezid I. 830 (140 0/1401)’da Menemen ovasında kışlayan yürükleri, oradaki tuz gümrüğüne aykırı hareket etmeleri üzerine Filibe’ye sürmüş, böylece Yeni­ şehir ve Teselya’da, 30.000 ’den fazla Yörük nü­ fûsu toplanmıştır. Bunlar arasında Sarıgör (P aşa), Evrenoslu ve Yenişehir adları altında çeşitli grup­ lar meydana gelmiştir. Bu arada Kırım 'da kal­ kıştığı mücâdeleyi kaybeden Aktar'a bağlı Tatar­ lar da, Bayezid I. ’e iltica ettiklerinden, beyleri ile birlikte Filibe civarına yerleştirildiler. Bu devirde bilhassa Serez, Filibe ve Üsküb civânmn tamamen Türkleştiği görülmektedir. Timur istilâsını müte­ akip, şehzade kavgaları sırasında da Yörükler, kar­ deşler tarafından birbirlerine karşı kullanılmak üze­ re kalabalık oymaklar hâlinde Rumeli ye sevk edil­ miştir. Murad II. ve Fâtih zamanında da, yeni açılan yer­ lere, pek çok göçer nüfûs nakledilmiştir. Bu dev­ rede, Karadeniz Rum ahâlisinin bir kısmının da Rumeli ’ye geçirildiği, Dulkadtrh Budak Bey ’in ise, Fâtih’in himâyesinde, maiyetiyle birlikte Vize ta­ raflarına yerleştirildiği görülmektedir. Bu tarihlere kadar 100.000 ’den fazla aşiret mensubunun Ru­ meli ’ye geçirildiği tahmin edilmektedir. Daha son­ ra, belli bir yavaşlama göstermesine rağmen, göç ve iskân faâliyeti, X V III. asrın sonlarına kadar sür­ gün usûlü ile devam etmiştir. Bu göçler, kısmen is­ tekle, kısmen de mecburi olarak yapılmıştır ( M. T ay­ yib Gökbilgin, ayn, esr., s. 13-18; G Orhonlu, Osmanli İmparatorluğunda aşiretlerin iskânı, Türk Kül­ türü Araştırmaları, Ankara, 1976, X V/l-2, 2682 7 i; M. Münir Aktepe, XIV. ve X V . asırlarda Rumeli ’nin Türkler tarafından iskânına dâir, T M , X , 304-312). Yörükler, Anadolu ’da Türkmenlerle birlikte umûmiyetle Orta, Cenubî ve Garbî Anadolu ’da daha kesif bir şekilde görülürler, Anadolu ’da bugünkü Sivas, Ankara, Bolu, Kastamonu, Balıkesir, Manisa, K ü ­ tahya, Afyon, Uşak, İzmir, Aydın, Antalya, Konya, Adana, Hatay, Gaziantep ve Maraş illerinin bu­ lunduğu geniş bir sâhaya yayılan Yörükler, değişik isimlerle anılmakta idiler. Büyük gruplar hâlinde yaşayan bu Yörük cemâatleri, ayrıca kendi aralarında bir çok tâli kollara ayrılmakta ve bâzan da dağılmak­ taydılar. Bunlardan Ankara, Tokat ve Kırşehir böl­ gesinde yaşayan Ulu-yörük topluluğu ile daha geniş bir topluluk olan Ankara Yürükleri, Orta Anadolu yaylasında yaşamakta idiler. Bu arada Aydın, Honaz, Nif, Çeşme ve Bozdoğan havâlisinde Karaca -Koyunlu, Menteşe bölgesinde Oturak Barza, Güne -Barza, Küre-Barza, İskender Bey, Kayı, Horzum,



YÜRÜKLER. şehir ve civatiarmda dolaşmışlardır ( M. Tayyib Gökbilgin, ayn. esr., s. 55-64). Üçüncü büyük grubu teşkil eden Selânik yürük­ leridir. Rumeli ’de bütün yürüklerin beyi olan "Yörük beyi" bu şehirde oturduğu için, Selânik Yü­ rükleri de bu şehirde ve çevresinde kalabalık bir halde bulunmakta idiler. 1545 ’te yapılan bir tahrir­ de, Selânik Yürükleri ’nin bütün Makedonya ve Teselya ile Bulgaristan ve Dobruca ’da bulundukları görülmektedir. Bunlarda müteakip asırdan itibâren azalmaya başlamışlardır ( M . Tayyib Gökbilgin, ayn. esr., s. 74-78; Ahmed Refik, ayn. esr., tür. yer.). Rumeli ’de bir başka Yörük grubu da, Ofçaboîu Yörükleridir. Üsküp ile lştip arasında bulunan Ofçabolu ’dan başka Kosova ve Manastır 'da da ke­ sif bir halde yaşayan bu yürük grubu, ilk defa 1566 İmparatorluğa 'uda k.omr $°(er Aşiretlerin hukukî yılında tahrire tâbi tutulmuştur. Bunlara az mik­ nizamlart, Türk Kültürü, Ankara, 1982, sayı 227, s. tarda Dobruca ve Bulgaristan ’da da rastlanmak285-294; M. Tayyib Gökbilgin, at/n. esr., s. 16 tadır. 973 (1566 ) ’te 97 ocak olarak tesbit edilen bu v.d.; S. Çetintürk, ayn. mak-, s. 107-110; A . Refik, grup, 1016 (1603 ) ’da 88 ocağa düşmüştür ( Ayni Anadolu’da Türk Aşiretleri, İstanbul, 1930,tür,yer.). A li risalesi, s. 42; M . Tayyib Gökbilgin, ayn. esr., Yürükler, Anadolu 'daki dağınık durumlarına kar­ s. 78-81). Diğerlerine nazaran sayı bakımından daha az olan şılık, Rumeli 'de daha teşkilâtlı ve belli yerlerde yaşamakta idiler. Rumeli ’deki yürükler, İstanbul 'dan Vize Yürükleri, Rumeli ’ye ilk gelenlerden olup, şimale doğru Bender ve Akkerman ’a kadar, Tuna ’yı fetihlerle birlikte geniş bir sâhaya yayılmış ve sonra tâkiben Bulgaristan ve Sırbistan hududlanna, ora­ parçalanmışlardır. 1543 tahririnde 39 ocak olan Vize dan da Selanik Çatalcası ’na kadar yayılmış bulunu­ Yürükleri, 1571 ’de 4 1 ocak olarak görülür. Bunlar yorlardı. Bu geniş sâha İçinde sekiz grup olarak def­ daha ziyâde Dimetoka, Malkara, Hayrabolu, Esterlere kaydedilmiş bulunan bu yürükler, daha sıkı ki-Zağra ve Varna havâlisinde yaşamakta idiler. Bir bir zapt u rapt altında tutulmuşlardır. Bunlar: T e­ ara bu grubun su başısı aynı zamanda çingenelerin kirdağ, Naldöken, Kocacık, Vize, Selânik, Ofça- ve çingene müsellimlerinin de zabitliğini yapmıştır bolu yürükleri, Aktuğ ve Oktav Tatarları adlarım ( M . Tayyib Gökbilgin, ayn. esr., s. 82-86 ). Rumeli ’de sonuncu yürük grubu olan Kocacık Yü­ taşımakta idiler. Tekirdağ (Tanrıdağt veya Karagöz) yürükleri, rükleri'nin, M u rad îl. zamanında Ankara civârından Rumeli yürüklerinin en kalabalık grubunu teşkil Rumeli ’ye geçirildiği hakkmdaki rivâyet pek sarih de­ eder. X VI. asrm sonlarına kadar devamlı artış gös­ ğildir. Koca Hamza Yörükleri’ne izâfeten bu ismi al­ teren Tekirdağ yürükleri, 1543 'te yapılan bir tah­ mış olan Kocacık Yürükleri, 1543 tahririnde 132 ocak rirde 328 ocak iken, 1591 'de 420 ocağa yükselmiştir. iken, 1584’te 1 7 9 ’a yükselmiş, X V II. asır ortala­ Daha sonra ise, giderek düşüş kaydetmiştir. Tekir­ rına doğru ise, birden bire 18 ocağa düşmüştür. Ko­ dağ ( Karagöz) yürükleri, bilhassa bu şehrin ci­ cacık Yürükleri umûmiyetle, Şarkî Teselya, Bulga­ varında kalabalık bir halde bulundukları gibi, ayıu ristan ve Şarkî Rumeli ’nin şark kısımları, bütün zamanda, Edirne, Kırkkilise ( Kırklareli), Bender, Dobruca, Bender ve Akkerman taraflarında dağınık Akkerman, Rusçuk, Tırnova, Razgard, Niğbolu ve bir şekilde yaşamaktadırlar (T. Gökbilgin, ayn. esr., Şimâlî Bulgaristan, daha kalabalık bir şekilde de Ka­ s. 90-9 4 ). vala, Drama, Demirhisar ve Makedonya’da yerleş Osmanlı Devleti, kurulup, daha ilk fetih yılların­ mişlerdir (M . Tayyib Gökbilgin, ayn. esr., s .64-74). dan itibâren, ele geçirdiği topraklara Türk nüfûsu Naldöken yürükleri, Rumeli Yörüklerinin en mü­ yerleştirmeye çalışmıştır. Anadolu’ya akın eden gö­ him grubudur. Sayıca Selânik ve Tekirdağ Yürük­ çebe Türk aşiretleri, Anadolu ’daki uçlarda Osmanlı lerinden daha az olan bu grup, 1543 ’te 196 ocak Devleti tarafından, kısmen yerleşik hâle getirilmiş­ iken, 1603 tahririnde 243 ocağa yükselmiştir. Ancak lerdir. Bu Konar-göçerlere yaylak ve kışlaklar tah­ X VII. asrın başlarında vukua gelen Avrupa savaş­ sis edilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu nun kuruluş yıllarında larında ordu güzergâhı üzerinde bulunmaları dolasıyla, 7 yıl gibi kısa bir zamanda 112 ocağa düşmüş­ yürükler, devlet için askerî bakımdan da lüzumlu lerdi. Bugünkü Bulgaristan ’ın hemen her tarafın­ bir unsur olmuş ve kazanılan topraklarda daha mü­ da yaşamış olan Naldöken Yürükleri, bilhassa Eski reffeh bir hayat nizâmı kurmuşlardır. Kendilerine -Zağra, Filibe, Yenice-Zağra, Tatarpazan, Çirmen, bâzı imtiyazlar verilmek süreriyle birtakım vazife­ Yanbolu, Kızanlık, Silistre, Varna, Şumnu v.s. lerle de mükellef kılınmışlardır. Kızılca-yalınç, Bolu, Borlu, Tefenni ve Ereğli civârmda umûmî olarak Bolu Yürükleri diye adlandı­ rılan Yöriik tâifesi yaşamakta idi, Söğüt Yürükleri adı altında bir araya gelen büyük bir Yörük grubu, Bursa ’daki Emir Sultan Evkafı reayası olarak, Sö­ ğüt, Edincik,' Balıkesir, Bursa, Bergama, Gönen ve İnegöl’e kadar yayılmışlardır. Daha küçük gruplar teşkil eden Kara-Keçilü cemâati, Söke ve civarında Boynu-lncelü Türkmenleri Nevşehir ve Aksaray havâlisinde, Kayı ve Çoban yürükleri de Manisa ve civârında dolaşmakta idiler. Oldukça kalabalık bir haneye sâhip olan Dânişmendlü cemâati de, Ak­ saray, Kırşehir, Aydın ve Adana gibi çok geniş bir sâhaya dağılmış bulunuyordu. Biga ve çevresinde yaşayan Ağca-Koyunlu yürükleri ise, daha küçük bir grup teşkil etmekte idiler { İlhan $ahin, Osmanlı



YÜRÜKLER. Bayezıd I. devrinde teşvik edici tedbirlerle yapılan İskânın yanı sıra, zorla ve sürgün şeklinde yapılan iskânlarda olmuştur. Nitekim Menemen ovasından Filibe ye sürülen yürükler, bu şekilde iskân edil­ mişlerdir (y k . b k .). 139 7'de fethedilen A rgos’tan Anadolu ’ya 30.000 nüfus nakledilince, bunların yeri süratle konar-göçer unsurlarla doldurulmuş­ tur. Böylece Teselya ile Üsküp civârı kısa sürede Türkleştirilmiştir.



Konar-göçerlerin umûmi olarak iskân edildik­ leri yerler, yaylak-kışlaklar ile eski iskân merkezle­ ri idi. Bu yerlerde kır iskânına giren kom, mezrea, ağıl, mandra, yaylak ve dîvân gibi dağınık yerleş­ me tiplerini meydana getirmişlerdir. Yaylakta yay­ lacılık, kışlakta ise, basit çiftçilik yaparlardı. Zamanla kalabalık yörük toplulukları daha küçük parçalara ayrılarak, birer âile birliği hâlinde inşâ ettikleri ev­ lerde kışlamışlar, yazın ise, yaylağa çıkarak klasik çadırlarda yaşayışlarını sürdürmüşlerdir. Osmanİı Devleti'nde XVII. asrın sonlarına doğru hâdiselerin kesâfeti ve idâri nizâmın sarsılması ne­ ticesi, yörük câmiasmda da büyük karışıklıklar or­ taya çıktı. Devlet, bu yüzden yörükler üzerindeki idâri otoriteyi sağlamak ve zararlarını önlemek için onları zorla iskâna tâbi tutmak mecburiyetinde kaldı. Mecburî iskânın başlıca gayesi, konar-göçer hayat tarzları dolayısıyla bunların yerleşik halka za­ rar yapmalarını önlemek, harap ve boş olan iskan merkezlerinin imâr edilmelerini ve ekilmeyen top­ rakların işlenmesini te’min etmek, devlet tarafın­ dan kontrol edilmesi zor olan eşkiya gruplarına ve Suriye ’deki Arap bedevilerine karşı bir emniyet unsûru olarak set vazifesi görmelerini sağlamak idi. 1683 Viyana seferinin mağlûbiyetle sonuçlanması ile Rumeli ve Anadolu ’da geniş ölçüde aşiret hare­ ketleri ve eşkıyalık hâdiselerinin kesâfet kazanması üzerine, Köprülü-zâde Fâzıl Mustafa Paşa ’nın sa­ dâreti zamanında, 1691 senesinde aşiretleri iskân teşebbüsüne geçildi. Rumeli ’deki konar-göçerler de "Evlâd-l Fâtihâri’ adı altında yeni bir teşkilâta tâbi tutulmuş ve bunlardan askerî maksatlarla faydalanılmaya çalışılmıştır. Anadolu 'daki yörükler ise, bilhassa Hama, Humus, Rakka ve Haleb bölgelerine iskân edilmek sûretiyle, Aneze ve Şammar aşiretle­ rinin baskınları önlenmeye çalışılmıştır. Bu bölge­ lere 18 mart 1692 tarihli bir ferman ile Anadolu ’nun çeşitli sancak ve vilâyetlerinden muhtelif yörük aşi­ retlerine mensup 7° kadar oymak yerleştirilmiştir. Daha sonraki yıllarda ise, Belih suyu bölgesi, Harran, Çitili ve Bozâbâd nahiyeleri, Çar-melik derbendi ve Menbiç ovası, bunların iskân yeri oldu. Bu aşiret­ lerin yerlerini terk etmemeleri içinde, Adana ve Maraş taraflarında derbent mahallerine yörükler yerleştirildi. 1720 yılında da Şam vilâyetine bağlı bâzı sancaklar Türk nüfûsu bakımından takviye edilmek sûretiyle iskân yerleri oldu. İslâm Ansiklopedisi.



433



Bâzı aşiretler de, kendi yaylak ve kışlaklarında is­ kâna tâbi tutuldular. 1693 yılında Kayseri vilâye­ tine bağlı Zamanlı ve Pınarbaşı yaylaları, 1728 ’de de Zamantı ırmağı etrafındaki harâbe köyler, bu böl­ gede yaylak-kışlak bayatı yaşayan göçebelere tahsis edildi. Ayrıca Kozan Dağı ’ndaki aşiretler Çukuro­ va'ya, Orta Toroslar'daki kesif yörük cemâatleri İçel ’e, Antalya ve İsparta bölgesinde dağıruk bîr şekilde yaşayan yörükler ise, Taşili yaylaklarına yer­ leştirildiler. Bu arada Orta Anadolu (Çiçekdağı, Nevşehir) 'ya da bu gibi yörük iskânı yapılırken, Teke, Hamid, Beyşehri, Alâiye ve Akşehir yürükle­ rinin de uygun yerlere yerleştirilmeleri için 1732 'de ferman neşrolundu. Ayrıca Halep ’ten Garbi Ana­ dolu ’ya kadar uzanan Toroslar 'in iç ve dış kısım­ larında yeni kurulan birçok kasaba ve nâhiyelere de çeşitli yörük cemâatlerinin iskânları yapıldı. Arap aşiretlerinin baskısını ve iskân edildikleri mahallerin hayat tarzlarına uygun olmadığını ileri sürerek Anadolu ’ya geçmek isteyen Şİmâlî Suriyede 'ki bâzı yörükler, cezalı olarak Rakka vilâyetine yerleştirildiler. Ayrıca İçel ve Alâiye bölgesinde yaşayan yörükler de 1712 ’den 1741 yılma kadar Kıbrıs adasına sürgün edilmeye başlandılar. Hattâ gitmek istemeyenlere cebir dahi kullanıldı. X IX . asrın ortalarından itibaren yörüklerin iskânı daha düzenli bîr şekilde yapılmaya başlandı. Vilâ­ yetlerine konar-göçer iskân edilecek vâliler, yaylak ve kışlaktaki göçebeler üzerine İskân nâzın tâyin ederek onları disiplin altına almaya çalıştılar. Tan­ zimat ’tan itibâren de iskân işi ciddî bir şekilde ele alındı. Boş arâziler ve terk edilmiş yerler iskân sa­ hası olarak ayrıldı. Bu şekilde iskân için Bursa, Si­ vas, Ankara, Konya, Aydın eyâletleri ile mülhakatı seçildi ve muhâlefet edenlerin üzerine asker sevkı bile kararlaştırıldı. Nihâyet, cenup, cenûb-i şarkî Anadolu 'da bâzı isyan hâdiselerine sebebiyet veren yörüklerin ve diğer aşiretlerin iskânı için tertip edi­ len Fırka-ı İslâhiye, Adana, Halep, Maraş ve Ayintab 'ta, yeni kasabalarda kurmak şartı ile pek çok yö­ rük cemâatini iskâna tâbi tuttu..Bugün Anadolu’da yörüklerin tamamı yerleşik hayata geçmişlerdir. Ancak, eski hayat tarzlarını devam ettiren ve yaylak -kışlaklarında göçebe olarak yaşayan bâzı unsurlar bilhassa Toroslar 'da hâlâ bulunmaktadır ( Cengiz Orhonlu, Osmanlt İmparatorluğun 'da Ahretlerin İskânı, Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara, I97Ö, X V/î-2, 269-288; ayn. mil., Osmanlt İmparatorlağu'nda Aşiretlerin İskân Teşebbüsü, İstanbul, 1963, tür. yer.; M. Münir Aktepe, ayn. mak.., T M , X , 304-310; ö . Lütfi Barkan, Osmanlt İmparatorla~ ğun 'da bir iskân ve kvlonizasyon metodu olarak sür­ günler, İktisat Fakültesi Mecmuası, İstanbul, I951, XI, 52S-SĞ9 ; İstanbul, 1953, XV, 209-237; M .T a y yib Gökbilgin, ayn. esr., s. 12-59; A . Refik, ayn. esr., tür. y er.). Yörüklerin isimleri ve onlarla ilgili kanûnî hüküm-



F. 28



434



YÖRÜKLER.



ler, ilk defa Fâtih kanunnâmesi ’nde yer almış ve bu­ na göre kurulan yörük teşkilâtı, idârî ve askerî mak­ satlara cevap verecek şekilde düzenlenmiştir ( ö , L . Barkan, X V . ve X V I. astrlarda Osmanlı impara­ torluğun ’da zirâi ve mâU ekonominin hukuki ve mâli esasları, Kananlar, İstanbul, 1945, s. 393! Abdülkadir özcan, Fâtih’in teşkilât kanunnâmesi ve nizâm-ı âlem için kardeş katli mes’elesi, T D , İstan­ bul, 1982, X X X III, 7, not i ; Salâbaddin Çetintürk, ayn. mak-, s. I I I ). Fâtih Sultan Mehmed *in kanunnâmesi 'nde yü­ rüklerin sefere çıktıklarında da her türlü techizâtı kendilerinin te’min etmeleri ve avârızdan muaf tu­ tulmaları ve sefere çıkanlarının ertesi yıl çıkma­ maları kanûn hâline getirilmiştir ( ö . L . Barkan, ayn. esr., göst. yer.). Ancak yürüklerle ilgili teşkilât kanûnnâmesi, Kanunî devri ortalarına doğru tamamlanmıştır. Yürükler, sayıları devamlı değişmekle berâber, hâ­ sılatı devletin hazine defterlerinde yazılı ve muay­ yen birer zeâmet beyliklerine, yürükler de seras­ kerlik adı altında bir takım gruplara ayrılmıştır. Bunların başında, yürüklerin arasından seçilerek bir berat ile tâyin edilen serasker (yörük reisleri) bulu­ nurdu. Böylece hem yörük seraskerleri, hem de ze­ âmet beyi olarak tâyin edilen kişiler, devletten her­ hangi bir aidat yerine sâdece kendileri için tâyin edil­ miş olan yamakların verecekleri parayı alırlardı (S . Çetintürk, ayn. mak-, göst. yer.; ö . L. Barkan, ayn. esr., s. 2Ğo v.d,; A, Refik, ayn. esr., s. V I ) . Yörük seraskerlikleri kendi aralarında ocaklara taksim olunmuşlardı. İlk zamanlar yirmi beş kişi bir ocak sayılırken, sonradan ocağın kişi sayısı otuza çıkarılmıştır. Bu ocakların her birinden beş kişi, se­ fere gitmek veya devlet hizmetini görmek üzere eş­ kinci olarak ayrılır, ocakta kalan diğer yirmi beş kişi de yamak olurdu. Eşkinci olarak seçilen bu beş kişinin sefer ve divân-ı hümâyûna hizmet masraf­ larını, altı aylık süre ile ve ellişer akça olmak üzere yamaklar karşılar, buna mukabil avârız-ı divânîyeden muaf tutulurlardı. Bu yüzden yamaklar için ellici tâbiri de kullanılırdı ( ö . L . Barkan, ayn. esr,, s. 260 v.d.; S. Çetintürk, ayn. mak, s. 106 v.d.; A . Refik, ayn. esr., s. V I; M. Zeki Pakalm, Tarik deyimleri ve terimleri sözlüğü, İstanbul, 1955, III, 640 v.d .), Hiç bir devirde başıboş bırakılmayan, serkeşlik et­ tikleri zamanlarda ise, zorla itaat altına alınan bu konar-göçer unsurlar, devletin merkeziyetçi idaresinde dâima kontrol altında tutulmuşlardır. Bu disiplin, F âtih’ten sonra tedricen artarak Kanunî zamanında, daha sağlam bir şekle girmiştir. Bu kanuna göre, yürükler, yörük tarzı hayatı de­ vam ettirir ve dîvân-ı hümâyûn hizmetini yerine getirirlerse, hayat düzenlerine göre ayarlanmış olan bir kısım vergileri verirler ve kendilerinden hiç bir sûrede raiyyetlik vergisi alınmazdı. Ancak, yörükler,



tabii hayatlarını bırakırda, zirâî bayata geçerlerse, reâya kaydolunurdu ( S. Çetintürk, ayn. mak, yer.; ö . L. Barkan, ayn. esr., göst. yer.; A. Refik, ayn. esr., göst. yer.). Yörükleri, yerleşik bayata alıştırmak için yaşadık­ ları mıntıkalarda köyler, mezraalar ve yurdlardan meydana gelen kazâlar kurulmuştur. Konar-göçer ba­ yata uygun olan bu kazalar, yörükler için câzip bir hâle getirilmiştir. Bu kazalarda, yörülderin kazaî meselelerini hal için bir kadı tâyin edilmekte ve bu kadılar vâsıtasıyla, yürüklerin sahip oldukları hayvanların tahrirleri ile sefer esnâsında orduda ik­ mâl ve nakliye işlerinde vazife alacak olanların isim­ leri ve kira bedelleri de tesbit edilirdi. Anadolu 'da bu şekilde kurulan bir çok yörük kaza­ sı vardı. Bunlar arasında Konya ovasında Esb-keşan ulusunun, birbirinden ayn Eski-il, Bayburt ve T u r­ gut adım taşıyan üç kazası; Ankara havâlisindeki yürüklerin Yörükân-ı Ankara kazası; Kütahya Yö­ rüklerinin ise, Bozkuş ve Kılcan admda iki müstakil kazalan; Aydm ve civârmda yaşayan Karaca-koyunlu yürüklerinin Karaca-koyunlu kazası; B o lu ‘da Taraklı-Borlu yürüklerinin Yörükân-ı Taraldı-Boılu kazası; Kastamonu ’da Araç yürüklerinin Yörükârs-ı Araç kazası; yine Kütahya sancağı dâhilinde yaşayan Selendi yürüklerinin Yörükân-ı Selendi kazası v,b. sayılabilir. Rumeli 'de geniş bir sâhaya yayılmış olan yörük­ ler ise, devlet tarafından çok sıkı bir disiplin altına alınmış olup, hukûkî bakımdan da husûsî bir nizâma bağlanmışlardır. Anadolu 'daki yörüklerin aksine, savaşların daha sık cereyan ettiği Rumeli ’de bunlar­ dan askerî maksatlarla faydalamlmaya çalışıldığı için teşkilâtları disiplinli tutulmuştur. Kendilerine orduda tâyin edilen vazifelere karşılık bâzı imtiyaz­ lar ve haklarda tanınmıştır. X V. asır ortalarından itibâren tam mânasiyle muntazam bir askerî sınıf hâline gelmişlerdir. Uzun savaşlar dolayısıyla diğer



S°st.



askerî sınıflarda ortaya çıkan gerileme, bunlarda da görülmeye başlanmıştır. Ancak devlet Rumeli yörüklerine, X V III. asırda Evlâd-t Fâtihân ismini vererek, itibârh bir duruma getirmiş, 1243 (1827/1828 ) ’te İse, bunlara "Asâkiri Mansûre” tâlimi yaptırılmaya başlanmıştı. Yörükler ’in, vergi sistemleri hayat tarzlarına uy­ durularak zirâî vergiden muaf tutulmuşlardır. Bu arada Rumeli 'deki savaşlar dolayısıyla, yürüklük­ ten çıkıp reâya olmak isteyenlere engel olunmuştur. Teşkilâtın mubâfazası gereği buradaki yörüklerin (Eşkinci ve yamaklar) birer sebep ve bahane ile yürüklükten vaz geçerek, doğancılık, taycılık, çeltik­ çilik, tuzculuk, yağcılık, kürecilik ve hattâ müsel­ lemlik gibi ordunun diğer vazifelerine yazılsaiar bile, eşkincilik ve yamaklıklarının bâki kaldığı, berat sâhibi olsalar da, bu durumdan ayrılamıyacaklan kanûna bağlanmış, yâni eşkinci oğlu eşkinci, yamak oğlu da yamak olur kaydı esas alınmıştır. Buna mu­



YÖRÜKLER kabil Anadolu ’da ( kısmen de Rumeli ’d e ) yörüklükten çıkıp çift tutmak sûreti ile reâya olanlara müsâade olunmuştur. Bu vaziyette de ağnam ve çift resmi vermek mecburiyetinde kalmışlardır. Nitekim, konar-göçer tarzda yaşayıp, zamanla çift ve çubuk sâhibi olan yürüklere, bir tımara yerleştikleri ve bir sipâhîden toprak alarak zirâat yaptıkları takdirde, öşür ve sâlârlık resminin dışında, tam çift için 12, yarım çift için de 6 akça vergi tark edilmiştir. Diğer taraftan resm-i ganem olarak da, iki hayvandan bir akça alınması kanunnâmelerde yer almış, böyle olanlara ’’yörüklükten çıktı” denilmiştir. Yörükler her ocaktaki beş eşkinci nöbete gittikleri takdirde ise, koyun resmi vermezlerdi ( M. Tayyib Gökbilgin, ayn. esr., s. 19-50; S. Çetintürk, ayn. m a k s. 112­ 115; İlhan Şahin, ayn. mak-, Türk Kültürü, XX, 285-294; Ahmed Refik, ayn. esr., s. 49 v.d., 60 v.d., 7 7 ).



Orduda yardımcı kuvvet olarak vazife alan yörük­ ler, Rumeli 'nin ele geçirilmesi sırasında yayalar teşkilâtının kurulması ile daha sistemli bir vazife görmeye başladılar. Kanunî Süleyman devrinden itibâren, bunların daha ziyâde imâr ve muhafaza hizmetlerinde kullanıldığı görülmektedir. Bulun­ dukları coğrafî mevkî itibârı ile çeşitli hizmetler gören yörükler, sahillerde gemi malzemesi te'mini ve gemi yapımında, derbendlerde ve ana güzergâh­ larda yol emniyeti, tâmir, muhâfaza, köprü inşâsı ve menzillere zahire toplanması ve korunmasında, mâdenlerde, ordunun nakliye işlerinde v e . devletin kalelerinin onarmalarında istihdam edilmiştir ( S. Çetintürk, ayn. mak-, s. i r i v.d.; İlhan Şahin, 1638 Bağdad seferinde zahire nakline memur edilen Yeni-il ve Haleb Türkmenleri, T D , İstanbul, 1980/1981, X X X III, 227-236; Ahmed Refik, ayn. esr., tür.



yer.). Şimdi de eski Türk hayat tarzı, töre ve an’anelerini canlı bir şekilde yaşatan ve devam ettiren yö­ rükler, folklorla ilgili zengin malzemeye sâhip olup, değişik Türk şivelerini konuşurlar. Dinî inançlar ve âdetlerinde eski Türk dininin bakiyelerini de kısmen muhâfaza etmişlerdir; bir kısmı şi’îlik tesi­ rinde kalmışlarsa da, sünnî müslüman olanlar daha çoktur. Hayvancılık ve buna bağlı olarak kendi ha­ yat tarzlarının ihtiyâcı olan meslekleri çok iyi bilirler, ormanlık bölgelerde daha ziyâde tahtacılıkla uğra­ şırlar. Kısmen tarımla uğraşanlarda görülür [bk./z4, mad. TAH TACI.] Kadınları elbise dikmek, sepet yapmak, keçe, kilim ve halı dokumak gibi çeşitli işlerde mâhirdirler. Umumiyetle keçi kılı ve koyun yününden yapılmış çadırlarda yaşarlar {krş. E l , mad. YURUKS]. Bugün bilhassa Orta ve Cenûb-i Anadolu ’da yörük adını taşıyan birçok köy bulunmaktadır ( bk. Köylerimiz, Ankara, 1968, s. 587 v.d.; F, Sümer, Oğuzlar, s. 172 v .d .). Yürüklerin el san’atlan ve husûsiyle giyim ve ku­



YÛNUS.



435



şama âit zengin çeşitli dokuma ve örme işleri ile örf ve âdetleri bir takım araştırmalara konu olmuştur ( bk, Ali Rıza Yalgın, Cenupta Türkmen oymakları, İstanbul, I93i/i932> I *5 v.d.). Bibliyografya : Yürüklerle ilgili taf­ silâtlı bibi, için bk. M. Tayyib Gökbilgin, Ru­ meli’de Yürükler, Tatarlar ve Evlad-l Fâiihân (İstanbul, 19 57); Faruk Sümer, X V I. astrda Anadolu, Suriye ve Irak’ta yaşayan Türk ah­ retlerine umûmi bir baktş, iktisat Fakfiltesi Mec­ muası, X I, 518-522; Ali Şîr Nevâyî, Mahbubü’lkylûb ( İstanbul, 1289), s. 22 v.d.; Ömer Asım Aksoy, Gaziantep Ağzı (İstanbul, 1946), III, 778 v.dd.; Cengiz Orhonlu, Osmanlı impara­ torluğu’nda Derbent Teşkilâtı (İstanbul, 1967), s. 33, 36, 48, 51; Vahid Çabuk, Ftrka-t İs­ lahiye, Îskenderun-Payas, Türk Kültürü (A n ­ kara, 1976), X IV , 291-298; Yusuf Halacoğlu, Fırka-ı İslahiye ve yapmış olduğu iskân, T D (İstanbul, I973)> X X V II, 1-8; İlhan Şahin, Yeni-İl kazası ve Yeni-il Türkmenleri, 1548-1653 (Edebiyat Fakültesi Tarih Seminer Kütüp., basılmamış doktora tezi); Kâmil Su, Balıkesir civarında Yörük ve Türkmenler (İstanbul, 1938); Neşet Çağatay, Osmanlı İmparatorluğun ’da ma­ den işletme hukuku, D T C F D ( Ankara, 1942 ), II, 123 v.d.; M, Nuri, Natâ’ ic al-vukücât ( İs­ tanbul, 1294), 1,14 6 v.d.; Abdurrahman Vefik, Tekâlif Kavaidi ( İstanbul, 1328 ), I, 38 v.d., 42; ö . Lütfi Barkan, Çiftçi smıfların hukuki statüsü, Ülkü Mecmuası, sayı 49, s. 34 v.d.; ayn. mil., Osmanlı imparatorluğa'nda bir iskân kplonizasyon metodu olarak vakıflar ve temlikler, V D (A n ­ kara, 1943)» II» 279-286; İbrahim Gökçen, 16. ve 17. asır sicillerine göre Satuhan'da Yörük üe Türkmenler (İstanbul, 1946); Hâmit Zübeyr Koşay, Türkiye Türk Düğünleri üzerine mukaye­ seli malzeme (Ankara, 1944); Hikmet Çevik, Tekirdağ Yürükleri, ( İstanbul, 19 7 1). ( V a h id Ç a b u k . )



YÛNUS. [Bk. y û n u s .] YUNUS. Y O N U S , kendisine, diğerleri gibi va­ hiy indirildiği bildirilen ( Kur ân, IV, 163 ) b i r peygamber. Tevrat (bk. Reğum, II, X IV , 25; jo ­ na 1, 1, nşr. Rud. Kittel, Stutgart, 1952 ) 'ta, Y u ­ na b. Amittay olarak geçen bu peygamber, Kur’ân ’da tasrih edilerek zikredildiği dört yerde de sâdece Yûnus şekliyle yer almaktadır. Ancak hadîse dâir eserlerle (bk. msl. Sahih al-Buhârl, IV, 159; V I, 5 7 ), nebilerin hal-tercümelerinden bahseden kitaplarda ( bk. msl. Abü İshâk al-Şa'labî, Ara'is al-macâlis, Kahire, 1325, s. 229) Yûnus b. Matta olarak görülmektedir. Buradaki Mattâ 'nm, Amit­ tay'm Arapçalaşmış şekli olduğu açıktır. al-Buljâri (ölm . 256=869; h k.■ bk. G A S , I, 1 1 5 -1 3 4 )'nin Sahih ( IV, 159 ) 'inde, îbn Abbas ’tan nakledilen bir hadîste, Peygamber ’in, Mattâ ’yı, Yûnus Pey­



43^



YÛNLfS.



gamber 'in babası olarak kabûi ettiği görülür. Oysa daha sonraki bâzı eserlerde ( al-Şaİabî, ayn. esr., gösl. yer.; al-Daydüzamî, Kişaş al-anbiyö, Ayasofya Kütüp., nr. 334, var. 7 ı 1*); İbn al-Aşîr, alKömil, Bulak, I3° 3. I. I25 ) Matta ’nm Yûnus *un annesi olduğuna dâir rivâyetlere de rastlanmaktadır. Hayatı hakkında birşey bilmediğimiz al-Kisâ 'i adlı bir müellife isnadedilen ve muhtevisi o sı­ ralarda dinî muhitlerde dolaşan çeşitli rivayetlerden teşekkül ettiği görülen (bk. T . Nagel, E l, V , 192) ÎCijöş al-anbiyö da ise ( Yeni Câmi Kütüp., 882, var. 348b), Matta b. Hanüna’nm, Yûnus’un ba­ bası olduğuna ve Kudüs ’te yerleştiğine dâir Ka°b al-Ahbâr ile Vahb ’m bir rivâyetîne yer verilmek­ tedir; bu esere göre, Yûnus un annesi Arm ila’chr (Eserin Eisenberg neşrinde [19 22 ] Şadaka). Bu eserde ayrıca. Yûnus Peygamber’in, annesinin yetmiş yaşlarında bulunduğu bir sırada doğduğu, öksüz olarak zor şartlar altında büyüdüğü, onyedi yaşlarında iken âbid ve zâhidler araşma katıldığı, yirmibeş yaşlarında gördüğü bir rüyâ üzerine, gittiği Remle ’de, Zekerîya Peygamber ’in kızı ile evlendiği ve sonra yine Kudüs ’e döndüğü ( var. 349b) zikredilmektedir (Yûnus adının Yünis veya Yûnes şeklinde de okunduğu hk. bk. al-Kurjubî, Ahkâm al-I£urön, VI, 174; Abu Hayyân, al-Bahr al-muhit, Kahire, 1329, III, 163; IV, 174; V, 192). Tevrat ’ta mevcut bilgiler, Yûnus Peygamber ’in M. o. VIII. asırda, Yeroboam II. devrinde ya­ şadığım gösteriyor. Tabarl ( I, 4 57) ve Ibn alAşlr ( I , 125), Yûnus Peygamber'in, M usul’un Nİnova denilen bir köyünden olduğunu kaydeder. al-Daydüzami ise, Ninova ’nın bir köyündendir, de­ mektedir ( Ayasofya Kütüp,, 3347, var. 7 ii>). tslâm tarihçilerinin Asûrî imparatorluğuna merkez olmuş Ninova ’dan [ bk. mad. KOYUNCUK ] köy diye bah­ setmeleri, onun harabeye dönmüş hâlini görme­ lerinden ileri gelmiş olmalıdır. Nitekim al-Mas'üdî, 322 ( 9 3 3 ) ’de, buranın, çeşitli yerlerinde taştan putlar bulunan metrûk bir yer olduğunu bildir­ mektedir ( I, 313 ). İşte Yûnus Peygamber, putlara tapan bu şehir halkını tevhide davet etmekle va­ zifelendirilmiş, bu maksatla aralarında 33 sene kalmışsa da, bütün gayretlerine rağmen içlerinden sâdece iki kişiyi imân ettirebilmişti. Bunun üzerine ümidini kesen ve şehir halkı hakkında kötü şeyler söyleyen Yûnus Peygamber 'e, acele ettiği hatır­ latılarak, onları yeniden 40 gün müddetle imâna dâvet etmesi emredilmişti. Ancak otuzyedinci gün­ de de bir netice alamaması üzerine : “ Size üç gün içinde azab gelecek ve renkleriniz değişecek!,, ihta­ rında bulundu. Nitekim ertesi gün, renklerinin değiş­ tiğini gören kavmi, Yûnus 'un dediklerinin çıktığına inanarak, geceyi kendileriyle berâber geçirmemesi hâlinde başlarına bir azâbın geleceğine inandılar. Yûnus Peygamber kırkıncı gece aralarından ayrıldı. Ertesi gün, gökyüzünü siyah bulutların kaplayıp,



etrafı korkunç bîr duman sardığını görenler, yok olacaklarını anlayarak, Yûnus ’u aramışlar ve fakat bulamamışlardı. Ancak ettikleri samimî tevbe saye­ sinde azâptan kurtulmuşlardı. Yûnus ise, acele île oradan uzaklaşmıştı ( İbn al-AşIr, I, 125 v .d .). Yûnus 'un kavminin geçirdiği bu felâket anma, Ktır ân (X , 9 8 ) 'da da kısaca temas edilmekte, hâdisenin zikredilen şekilde cereyanı üzerine, Yû­ nus ’un kavminden öfke içinde ayrılışı ise, diğer bir yerde ( X X I, 87) zikredilmektedir. Onun bu hareketi, müfessirler tarafından farklı şekillerde açıklanmıştır. İbn Abbâs ve al-2 al?hâk, bir türlü yola gelmeyen kavmine kızdığı için ayrıldığım, ai-Saebî ve Sa'îd b. Cubayr ise, azabla tehdid edilen kavminin son anda kurtulması yüzünden, yalancı mevkiine düşeceğinden korkarak uzaklaştığım söy­ lemektedir ( Fazla bilgi için bk. Tajslr al-Jaban, X V II, 54 v.dd.; al-SuyüŞÎ, ad-Durr al-manşûr, Kahire, 1311, s. 332 v.d .). Kur ân ’da Y û n u s’un kıssası hakkında en teferruatlı bilgi, al-Şaffât sûre­ sinde yer almaktadır. Bu sürede onun, öfke ile ay­ rılışını müteâkıp bir gemiye kaçtığı, burada çekilen kur’ada kaybettiği, balık tarafından yutulduğu, sonra hasta halde açık bir yere bırakıldığı, yanında biten bir balkabağımn gölgesinde dinlendiği, ni­ hayet tekrar kavmine gönderildiği kaydedilir (K u r'ân, XXXVII, 140-147). Kur âtı ‘m umûmî uslûbuna uygun şekilde icâz içinde kaydedilen bu bilgiler, tefsirlerde ve ilgili diğer eserlerde tevsî edilmiştir. Nitekim T abarl’nin tefsirinde, onun gemiye kaçışı ile ilgili olarak Câbiliye devri Arap tarihine dâir geniş bilgisi ile de tanınan b. Di'âma al-Sadüsî (ölm, 118 =736; hk. bk. G A S , I, 31 v.d .) ye dayanan bir rivâyette, geminin hareket edemediği, bunun üzerine içindekilerin, bunun, işledikleri bir suç nedeniyle olduğuna inandıklar! ve suçun kimde olduğunu tesbit için kur’a çektiklerinde Yûnus ’a isâbet ettiği, bunun üzerine suya atlıyan Yûnus’u bir balığın yuttuğu yer alır ( T ajslr, X X III, 5û v .d .). Aynı eserde görülen bir diğer rivâyette ise, balığın, kuyruğunu oynatarak geldiği, fakat kendi­ sine Y û nus’un, yiyecek olarak değil, sâdece korunulması içîn gönderildiği bildirilmiş, balıkda yut­ tuğu Y û nus’u, sırasıyla Ubulle ve D icle ’ye gö­ türdüğü, sonunda Ninova ’ya yakın bir yere bı­ raktığı zikredilir (X X I II , 60; ayrıca bk. Târih aTTabarl, I, 458). Yûnus Peygamber’in, balığın karnında ne kadar kaldığı hakkında da farklı rivayetler vardır. Kuran 'da yer almayan bu hususlarla ilgili olarak Tabarî, eserinde as-Suddî, al-Kalbî ve Muljâtil gibi râvilerinde iştirak ettikleri kırk gün rivâyetîne yer vermekte ( Tafsb, X X III, 58; ayrıca bk. al-Âlûsî, Bulak, 1301, V , 316). Daha sonraki tefsirlerde ( al-Kartubl, X V , 123) ise, yîrmİ gün ( al-2 aljljâk), yedi gün ( °Aiâ; İbn Cubayr) ve üç gün ( M u-



YÛNUS -



YÛNUS KÂTİB veya MUGANNİ.



katil) rivayetleri görülmektedir. Bu son rivayet, Tevrat ’ta da yer almakta, İslâmî kaynaklarda buna ilâveten, daha kısa bir müddet kaldığına dâir ayrı bir rivâyete de rastlanmaktadır. al-Şa'bı 'den gelen bu rivâyete göre, Yûnus Peygamber, balık tarafından kuşluk vakti yutulmuş ve akşam üstü karaya bı­ rakılmıştır ( al-Alüsî, V , 316}. Balığın karnında : “ Senden başka ilâh yoktur; seni tenzih ederim, ben zâlimlerden oldum,, diye dua eden {Kurân, X X I, 8 7 ) Yûnus Peygamber, kurtuluşunu Öteden beri Allah ’ı çok zikreden bir kul oluşuna borçluydu {K a rân, X X X V III, 143 v.d.; ayrıca bk. Tafsîr al-Tabarl, X X III, 57 v.d.; Târih al-Tabarl, l 46o). Katida b. al-Zahljâk ve al-Rabic b. Anas gibi II. ( V I I I .) asır müfessirleri, bu neticeyi, amel-i sâlih sahibinin işlediği kusurların affedileceğini gösteren bir hikmet olarak görürler { bk. Tafsîr al-Tabarl, X X III, 57; Tafsir al-Kurttıbî, X V , 126 v .d .). Kuran ’m “Biz onu hasta bir halde, boşluğa attık,, mânasındaki nassı, bâzı tarihçi ve müfessirIer tarafından, deniz kenarına yeni doğmuş çocuk gibi bırakıldı, şeklinde anlaşılmıştır (b k . msl. Taf­ sîr d-Tabarî, X X III, 58). Burada, yanında bitirilen bir balkabağından faydalanarak {K arân X X X V II, 1 4 6 ), sıhhate kavuşan Yûnus 'a yeniden kavmine dönmesi emredilmiştir. îbn °Abbâs, Yûnus Peygamber’in bu dönü­ şünü risâletinin başlangıcı olarak kabûl etmek­ tedir (bk. Târih d-Jabarî, I, 458). Ancak onun, nüfûsu yüzbini aşan {K ur ân, XXXVII, 1 4 7 ) Ninova ’daki bu başarılı risâlet devresi hakkında pek fazla birşey bilinmiyor ( Şehre girişi ile ilgili rivâyet için bk. İbn al-Aşlr, I, 126). Mezkûr hâdise dolayısıyla ( Kur’ân 'da Şâljib al-ljût (L X V I II , 48) ve Zunnûn (X X I , 87) lekâbıyla da anılan Yûnus Peygamber, bâzı ha­ dislerde de zikredilir, Peygamber’in, hiç kimsenin "Habîbîm Rabbı *nın takdirine sabret de Şâhib-i hüt (Y û n u s) gibi olma!,, {K urân , L X V III, 48) mânasındaki âyete bakarak ( Fatâoâ İbn Taymiyya, II, 2 2 3 v.d .) “Ben Yûnus b. M attâ’dan daha iyi­ yim,, dememesi gerektiğini söylediği ( Şahîh d Buhâri, IV, 159; VI, 5 7 ) rivâyet edilmiştir. İbn Kutayba, bu hadîsin farklı bir şekli olan “Benî, Yunus b. Matta 'den üstün tutmayınız,, ile “Ben, Adem oğullarının seyyidiyim, ama öğünmüyorum...,, mânasındaki hadîsi arasında bir tenâkuz ve ihtilâf olmadığım izaha çalıştığı Ta’ üîl muhtalif al-hadış (nşr. Muhammed Zuhrâ al-Naccâr, Kâhire, ¿ 9 6 6 , s. 1 1 6 , ) 'inde Peygamber'in ilk sözünü tevâzu yolu ile söylediğini kaydeder ( ayrıca bk. al-îsksfl, Kitâb al-macâlis, var. n o ’o i i p , Köprülü Kütüp., 2 0 9 ) . Ancak ibn Taymiya, al-B uijâri ’nin Sahih ’inde yer alan hadîsin, daha sonra kazandığı bu şekli ve ilgili açık­ lamaları gerçekdışı kabûl etmektedir ( Fatâoâ, 11,224). B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilmiştir. ( A h m ed S u ph i F u r a t , )



437



Y Û N U S al-KÂTİB veya a l-M U Ğ A N N İ [Bk. YÛNUS KÂTİB.]



Y Û N U S K Â T İB veya M U GAN N İ. YÛN US a l-K Â T İ B v e y a a l-M U Ğ A N N Î, tam adı, Y û ­ nus



B. SULAYMÂN



B. K U SD



B. ŞAHRİYÂR ABU



olup, II. ( V I I I .) asırda, çok t a ­ n ı n m ı ş bir m u s i k i ş i n a s ve m û s i k î ­ ye d â ir eser y a z a n b ir m ü e l l i f idi. O, Arap şarkı ( ğina“) 'lan derleyicilerinin ilki ol­ du. O , al-Zubayr b. al-cAvvâm veya 'Am r b. al-Zubayr 'in bir maolâ { "köle” ) 'sı olup, babası İran menşe’li bir fakih idi. Medine 'de yerleştiği için Yûnus, kâtib olarak belediye idâresine girdi; Kâtib Iekabı buradan gelmektedir. Bununla berâber, çok erkenden, mûsikîye kapılarak Ma'bad [b. bk.], İbn Surayc [ b. bk. ], İbn Muljriz ve al-Garîd gibi dört büyük şarkıcı ile ayrıca Muhammed b. ‘Abbâd ’dan dersler aldı. Kısa zamanda mûsıkîşinas ve şâir olarak şöhret kazandı. Hişâm'ın saltanatında (724-742) Suriye 'yi ziyâret ettiğinde mûsikî ve şiirdeki şöhreti, kendisini üç gün alıkoyan ve netîcede de mükâfat­ landıran Amir al-Valîd b. Yazld 'in himâyesine mazbar etti. Bu hâdise Alf layla va layla 'nm 684. ge­ cesindeki çok renkli bir hikâyenin esâsım teşkîl eder. Yûnus, Medine 'ye dönüşünde güçlüklerle karşılaşma tâlihsizliğine uğradı. İbn Ruljayma adında bir dost şâir, 'İkrima b. cAbd al-Rahman b. al-Hâriş b. Hi~ şâm ’m kızı olan Zaynab adındaki bir genç kadının güzelliğini coşturucu bir şekilde anlatan şiirler yaz­ mıştı. Yûnus ’un bu şiirlerden bestelediği şarkılar, önce hemen husûsî "müzikli geceler” esnâsmda te­ rennüm edildiler ise de, çabucak geniş bir çevreye ya­ yıldı ve Zayânib adı altında aşırı derecede tutuldular. Bu aleniyet, kadının âilesine çok ağır geldi ve halîfe­ ye mürâcaat edildi. Bu, Medine vâlisinin, besteci ve şâirin omuzlarına 500 er kamçı vurulması emri İle neticelendi. Onlar kendilerini tehdit eden haberler üzerine, şehirden kaçtılar ve ancak halîfenin ölümün­ den sonra tekrar oraya döndüler. al-Valîd’in halîfe ol­ ması ( 6 şubat 743) üzerine Yûnus, Şam'daki saraya çağnldı. O, burada, bizzat kendisinin de dediği gibi, "büyük itibâr ve ihtişamla” , Yûnus (Peygamber) gibi muâmele gördü. Serveti, burada yalnız kendisi için değil, vârisleri için de yeter derecede arttı. Zevke düşkün olan bu halîfenin Ölümüne kadar, onun sara­ yında kaldı. Yunus'un, bundan sonraki hayatı hak­ kında pek az şey bilinmektedir. Ancak, Abbâsîlerin ilk zamanlarında hayatta idî. Sîyât ( ölm. 785 ) ve İbrahim al-Mavşilî (ölm. 804) 'nin, onun talebesi oldukları söylenir. Kitapları arasında, bir Kitâb Mucarrad Yûnus ( "Yûnus ’un tek kitabı"), Kitâb al-fayan { "şarkıcı kızlar kitabı,,) ve Kitâb al-nağam ( "nağmeler kitabı ” ) bulunmaktadır. Yûnus, besteci olarak Zayânib 'e verilen yüksek değerden anlaşıldığına göre, klasik devrin en büyük mûsıkîşinaslan arasında yer alır; Yûnus, şarkıcı olarak İbn 'Â ’işa gibi büyük bir icrâcınm kıskançlığım SULAYMÂN



YÛNUS KÂTİB veya MUGANNÎ -



438



uyandıracak kadar, dikkate değer bir kabiliyete sa­ hipti. Bununla beraber, Fihrist müellifinin de dediği gibi, Yûnus, ’’şarkı ve şarkıcılar hakkındaki meşhur kitaplarından’’ dolayı ayrıca medhe lâyıktır. Kitâb al-Ağânî'am müellifi olan Abu T-Farac al-Işfahânî, Yûnus 'un şarkılara dâir eserinin, kendisinin başlıca bilgi kaynaklarından biri olduğunu ifâde et­ mektedir, Gerçekten de, bu eser, bestelenen şiirleri, aynı zamanda, müellifleri, bestecileri ve ayrıca iç­ lerinde melodi ve ritmlerin terennüm edildiği makam ( farS’ ijk ) ’lara dâir bilgileri toplayan ilk denemedir. Bibliyografya : Kitâb al-oğâni, Bu­ lak tabı, IV, 114-1x8; V I, 7, 15; Fihrist (nşr. Flügel ), s. 145; A lf Layla oa-layla ( nşr. Macnaghten ), III, 379; al-Nuvayrî, Nihâyat al-arab, 1923, IV, 285; Kosegarten, Liber cantilenaram magnas, s. 17 v.d.; Caussin de Perceval, Noti­ ces anecdotiques sur les principaux musiciens arabes, J A (teşrin II-kânun 1,18 73 ); Farmer, History of Arabian Music, s. 83 v.d. ve bk. Fihrist. ( H . G . F a r m er . ) Y Û N U S B . M A TTA Y. [Bk. y û n u s Y Ü S U F I. [Bk. MUVAHH!DLER.] Y Û S U F H Â Ş Ş H A C ÎB . [B k. Yû s u f h as haClB.]



.



Y Û S U F H Â S H Â C İB , Y Û S U F HÂŞŞ Û ÂCİB. İ s l â m î T ü r k e d e b i y a t ı n ı n adı bilinen i l k ş â i r v e m ü t e f e k k i r i olup, Türk dili ve edebiyatı bakımından olduğu kadar, Türk kül­ türünün de değerli âbidelerinden sayılan Kutadgu Bilig 'in müellifidir. Yûsuf Hâs Hâcib ’in hayatına dâir maâlesef ye­ terli bilgiye sâhip değiliz, Hakkında bildiklerimiz daha ziyâde Kutadgu Bilig ’de yer alan bâzı ifâdelere ve esere sonradan ilâve edilen mensur ve manzum mukaddimelerdeki kısa bilgilere dayanmaktadır. Eserin bir yerinde ( I, 632, beyit 6627 ) zikredildiği gibi, şâirin asıl adı Yûsuf ’dur. Yûsuf ’un doğum tarihi de belli değildir. Eserini tamamladığında 50 yaşım aştığı, 60 yaşın kendisini çağırmakta olduğu ( bk. Kutadgu Bilig, I, 51, beyit 365 v.d. ) göz önüne alınırsa ( 400-410— 1009I0I9 ), seneleri arasında doğmuş olabileceği kabûl edilebilir. Şâir eserini tamamladığı (462=1069/1070) sene 54 yaşında olduğuna göre, 4°8 ( Ior7/roi8 ) ’de doğmuş olmalıdır ( bk. Kutadgu Bilig, nşr. R. R. Arat, nâşirin önsözü; ayrıca krş. metin, I, 51, beyit 365 v.d. ve I A , ntıad. KUTADGU BİLİG; ayrıca krş. A. Dllaçar, "Kutadgu Bilig” in 900. yıldönümü ( 1069-1969) Ve Balasagun'lu Yûsuf, Türk Bili, Ankara, 1969, X X , sayı 2 11, s. 7.) Asîl bir âileye mensup olduğu görülen Yûsuf ’un, eserinden, olgunluk çağma kadar doğum yeri olan Balasagun ’da yaşadığı, bu şehirde kuvvetli bir tahsil gördüğü ve zamanın geçerli ilimlerini öğrendiği, san’at ve edebiyatla son derece yakından ilgilendiği anlaşılmaktadır. Nitekim Kutadgu Bilig ’de çeşitli



YÛSUF HÂS HÂCÎB.



ilimlere dâir sağlam bilgilerin yer alması bu husûsu doğrulamaktadır ( bk. R. Genç, Karahanh Devlet Teşkilatı, İstanbul, 1981, s. 207 v.d.). Manzum mu­ kaddimede Yûsuf ’un ilim ve hüner sahibi, dindâr, faziletli ve çevresinden takdir ve hürmet gören bir kişi olduğu ifâde edilmiştir ( bk. Kutadgu Bilig, I, 8, beyit 54-56 ). Bu vasıflara sâhip olan Yûsuf ’un kitabım tamamladığı 462 ( 1069 ) tarihine kadarki bayatı hakkında fazla bir şey bilinmemektedir. An­ cak şâir eserini tamamlayıp Karahanh hükümdarı Uluğ Buğra Han (b k . W . Barthold, Kudatku Bi­ lig 'in zikrettiği Buğra Han kimdir, T M , I, 221­ 226 ) 'a sunmuş ve bir süre onun yanında hâs hâ­ cib ( saray nâzırı ) olarak görevlendirilmiştir ( bk. Kutadgu Bilig, I, mukaddime, str. 25; krş. ayn. esr., mukaddime, I, beyit 9 ) ve bu unvanla şöhret kazan­ mıştır. Yûsuf ’un hangi tarihte vefat ettiği belli değildir, Kutadgu Bilig hâtimesinde ( l, ek III ) çok ihtiyar­ ladığından, ömrünü insanlara hizmetle geçirdi­ ğinden, bu yüzden de Tanrı 'ya ibâdette geç kaldı­ ğından söz etmesi, şâirin uzun bir ömür sürdüğüne, delâlet etmektedir. X I. asırda mühim kültür merkezlerinden olan Balasagun ve Kâşgar’ın, cemiyete faydalı olmayı ön planda tutan, iyi bir müslüman, âlim ve mütefekkir olan (R. R. Arat, Kutadgu Bilig I. Metin, İstanbul, 1947) Yûsuf 'un yetişmesinde mühim bir rol oyna­ dığı muhakkaktır. Bilhassa Kâşgar ile Bagdad ara­ sındaki münâsebetler, Kâşgar ’da kültür hayatının gelişmesine yardım etmişti. Yûsuf ve çağdaşı Kâşgarlı M ahmud’un eserlerini bu şehirde yazmaları, burada kültür seviyesinin yüksek olduğunu göster­ mektedir (bk. A. Caferoğlu "La Literatüre Turque de Fépoque des Karakhanides” , Philologiae Turcicae Ftmdamenİa, II, 268; krş. W. Barthold, Orta-Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul, I937» s . 121 )• Balasagun ve Kâşgar’da eski Türk kültürü yanında İslâm kültürü de gelişmişti. Bu sayede, Yûsuf, dev­ rinin ileri gelen bilgin ve şâirlerinden olan Bîrûnî, Ibn Sînâ, Firdevsî, Ömer Hayyâm ’dan faydalanmış olmalıdır. Aynca budist ve manİheist Uygurların dinî ve millî edebiyatlarına da yabancı olmadığı anlaşılmaktadır (Abdülkadir İnan, Yûsuf Hâs Hâ­ cib ve eseri Kutadgu Bilig üzerine notlar, Türk Kültürü, Ankara, 1970, IX, sayı 98, s. 112-126), Kutadgu Bilig 'de bilhassa tıp ile ilgili bilgilerin yer alması, eskiden beri onun Ibn Sînâ 'nın talebesi olabileceğini, biç olmazsa Ibn Sînâ ’dan yarar­ landığını düşündürmüştür ( bk. O. Alberts, ” Der Disckter des in uigurisch-türkiscken geschrtebenen Kur tadku Bitik ( ¡ 069(1070 ), ein Schüler des Aotcenna', Archiv für Geschickte der Philosophie, Berlin, 1901, V II, 300; bk. E l , mad. YUSUF KH ÂŞŞ HÂDJÎB; ayrıca bk. A. S. Levend, Yazılışının 900. yıldönü­ münde Kutadgu Bilig, Türk Dili, Ankara, 1964, X X , sayı 2 11, s. 4 ),



YÛSUF HÂS HÂCÎB.



439



mes’ud olma bilgisi [bk. ¡ A , mad. KUTAÖGU BİLİG]. S. M. Arsal, ’’Siyasi hakimiyet kudreti” , Türk Ta­ rihi ve Hukuku. İstanbul, 1947, s. 120 ); "mes ’ud edebilecek ilim, pâdişâhlara lâyık ilim" ( bk. W. Barthold, ayn. esr., göst. yer,), "hükümranlık bilgisi, siyâsî hâkimiyet bilgisi, devlet olma veya devletli olma bilgisi" ( bk. I. Kafesoğlu, Kutad-gu Bilig ve Kültür Tarihîmizdeki Yeri, İstanbul, 1980), "Mes­ ’ud olmayı söyleyen İlim*’ (M . $. Ülkütaşır, ” Yûsuf Hâs Hâdb ve Kutadgu Bilig üzerine küçük bir araş­ tırma, Türk Kültürü, Ankara, 1970, IX, sayı 98, s. 91-94), "devlete erişme bilgisi” (A . Karamanlıoğlu, Kutadgu Bilig’in dilim ve adına dâir, Türk Kültürü, Ankara, 1970, IX, sayı, 98 s. 127-131) mânalarında değerlendirilmiştir. Kutadgu Bilig ’in, orijinal bir eser olup olmadığı hakkmdaki görüşler farklıdır: Bâzdan (bk. Bart­ hold, ayn. esr., s. 121 v.d. ) ’na göre bu kitab orijinal X I. asırda bîr Türk mütefekkiri ve ahlâki düşünceleri, bir eser olmayıp şarkta birçok örnekleri bulunan İstanbul 1938, s. 10-15 )• Gerçekten de bilgiye her bir tür nasihat kitabıdır. Bâzdan (bk. S. Çağatay, şeyin üstünde değer vermesi, dilin insana Tanrı hm ’’Kutadgu Bilig’de ögdülmiş’’ , Türk Kültürü, An­ en büyük armağanı, iyiliğin ve doğruluğun üstün kara, 1970, IX, sayı 98, s. 9 5 -111) ’na göre, Ku­ bir fazilet olduğu, hakkmdaki görüşleri bugün için de tadgu Bilig H ind’deki bu tip nasihat kitaplarından geçerli düşüncelerdir { bk. Z. F, Fındıkoğlu, ayn. örnek alınarak yazılmıştır. T . Josef ( M T M , I9r5, esr., s. 10 ). Yûsuf, hâkimiyet ve hükümdarlık II, 91), Kutadgu Bilig ’in Çince te’siriyle, Brockel­ kaynağının İlâhî olduğunu, bu sebeple hâkimiyeti mann [E l, mad. YUSUF KHÂŞŞ HÂDJ1B] ise, Iran ede­ temsil eden hükümdar ve âilesİnİn kutsi sayıldı­ biyatının tesiriyle kaleme alındığını ileri sürerler. Fuad ğını bildirir ( bk, R. Genç, ayn. esr., s. 17 ). Kutadgu Köprülü (Türk edebiyatı tarihi, İstanbul, 1926, s. 197 Bilig, edebiyat ve dil bakımından da ehemmiyet­ de onun, bu eserinde Ibn Sînâ tehirini görmüştür. lidir. Nİtekİm o, şiir sanatının teknik ve incelik­ Buna karşılık bazıları (I. Kafesoğlu, ayn. esr., s. 5-13) lerini tam mânasıyla taşıyan bir eser mahiyetinde eserin Türk devlet anlayış ve geleneğinin bir ifâdesi (bk. A . Bombaci, "Kutadgu Bilig hakkında bâzı olduğunu kabûl eder. H. Wambery (bk. Uigurische mülâhazalar', Köprülü Armağanı, İstanbul, 1953, Sprachmcnumente und das Kudatku Bilig, Innsbruck s. 69 ) kendi devrinin edebî Türkçe ’sinde yazılmış 1870, s. 5; ayrıca bk. A. Bombaci, ayn. mak-, s. 67; ilk islâmî-Türk manzum eseri olup, klasik Türk şii­ krş. A . S, Levend, Yazdtştntn 900. yıldönümünde Ku­ rinin kurulmasını da sağlamıştır. Bu bakımdan yeni tadgu Bilig, Türk Bili, Ankara, 1969, X X , I ), Ku­ bir medeniyet sahasına giren Orta-Asya Türklerinin tadgu Bilig’e hâkim olan ruhun, büyük ölçüde İslâm kültür gelişmesinde bu eserin rolü büyük olmuştur. telâkkileri, yahut şarkta yaygın düşünceler yanında Gerçekten de biri şâir, diğeri de dilci olan Yûsuf ahlâkî bir eser olduğunu söyler. R. R. Arat ( ayn. ve Kâşgarlı Mahmud’un eserleri, X I. asır Orta-Asya esr., I, 2 1 ) ’a göre, Kutadgu Bilig ilk bakışta devlet Türk kültürü ve Türk diline ışık tutmuşlardır ( bk. teşkilâtı üe doğrudan doğruya alâkadar görünürse de, A. Caferoğlu, ayn. mak-, II, 267 ). Nitekim, Yûsuf ve şâir eserinde umûmiyetle cemiyeti teşkîi eden ferdîer Kâşgarh Mahmud birbirinden uzak ve birbirini tanı­ ile bunların cemiyet içindeki mevkî ve vazifelerini mamalarına rağmen, ikisi de aynı malzeme üzerinde tâyin etmeğe çalışmıştır ( Ayrıca tafsilât için / A , çalışıp yekdiğerini tamamlamışlardır. Kâşgarh Mah­ mad. KUTADGU BİLİG ). Kutadgu bilig ile, ilk müş­ mud, Türk kavimler!, yaşayış tarzı, dili, edebiyatı, terek Orta-Asya Türkçesi ’nde klasik bir edebiyat Yûsuf ise, Türkierin fikir hayatı ve mânevi varlığı teşekkül etmiştir ( bk, A. Caferoğlu, ayn. esr., II, üzerinde durmuşlardır. Her ikisi Türk Halk Edebi­ 54). Yine bu eserle eski Uygur edebiyat gelene­ yatı ’nı yakından bilip ondan yararlandıkları gibi, ğinin daha da geliştirildiği söylenebilir [ bk, } A , içtimâi teşkilâtı da yakından biliyorlardı [ bk. I A , mad. KUTADGU BİLİG ]. B i b l i y o g r a f y a : O.Alberts, "Der Dickmad. KUTADGU BİLİG ]. Kâşgarlı Mahmud Türk ter des in uigurisch-türkischen geschriebenen Kumillî yapısının dış kısmı, Yûsuf ise, iç kısmı üzerinde durmaktadır (bk. A. Caferoğlu, Türk Bili Tarihi, tatku Bilik ( ¡ 069/1070), ein Schüler des Avicerma” , Archiv für Geschichte der Philosophie İstanbul, 1970, I, 12). (Berlin, 1901 ), VII; R. Rahmeti Arat, Kutagdu Kutadgu Bilig üzerinde çok durulmuş, başta eserin adının mânası olmak üzere muhtelif bakımlardan de­ Bilig I. Metin (İstanbul, 1947); Sadri Maksudî ğerlendirilmeye çalışılmıştır: eşerin adının "kutliı“ . Arsal, Türk Tarihi vç Hukuk ( İstanbul, 1947 );



Kutadgu Bilik 'de islim 'dan önceki Türk kültü­ rünün derin izlerinin bulunduğu, Yûsuf 'un Mah­ mud Kâşgarî ’de görülen halk hikmetlerini naklet­ mekle kalmayıp, bunları eserinin en mühim kuruluş unsurları olarak ele aldığı görülür ( bk, A. inan, ayn. rmk-, s. 44; krş. W. Barthold, ayrı, esr., s. 123), Ayrıca birçok beyitler, Kur ân âyetlerinin meâlen tercümeleri mahiyetindedir. Nitekim günlük hayat kaygılarının üstüne çıkan, ideal bir cemiyet nizâ­ mının esas ve çerçevesinin tesbitini gâye edinen müellif, haklı olarak tasavvurlarını ifâde için devrin ve muhitin malzemesinden faydalanmak ve çevre­ sinin anlayabileceği dili kullanmak mecburiyetindeydi [ bk. Î A . mad. KUTADGU BİLİG ]. Aynı zamanda bir ahlâkçı olarak kabûl edilen Yûsuf 'un, ahlâkı düşüncelerine, bilgi ( bilig), iş ( k‘lh, s. 41-46). Melik, Y û su f’un bu tâbirini be­ ğenir ve ona hapisten kurtulduğu haberini yollar. Yu* parçaladığı söylenir (K u r ân, X II, 15-18).



442



YÜSUF.



suf gelen adam karşısında serinkanlılığını muhafaza ederek, melikten zindana atılış sebebinin yeniden araştırılmasını ister ( T af sir al-Tabarî, XVI, 134, Â İkâm al-Kur’ön, IX, 207 ; Mafâtîh al-ğayb, V, 200) ve ancak suçsuz olduğu tesbit edildikten sonra çıkar. Neticede Y û su f’u yanına alan melik, ona hâzi­ nelerini de teslim eder ( X II, 43-54 ). Bu, Yûsuf 'un her nevi imkâna sâhip bir halde M ısır’ı idâreye koyulduğu devrin başlangıcıdır. Rüyâ, Y û su f’un tâbir ettiği gibi çıkmış; Mısır, Y û su f’un bizzat aldığı tedbirlerle ( Ahkâm al-Ruriân, IX, 218 v.d. ) stokları bereketli yılların mahsulleriyle dolan ve civar ülkelere yardım edebilir hâle gelen bir ülke olmuştur. Kurak yedi yılda zahire almak üzere Mısır ’a gelen kafileler arasında, o sırada Filistin 'de bulunan diğer kardeşleri de vardı. Bu, Yûsuf 'un onlarla ve bu arada pek sevdiği küçük kardeşi Bünyâmîn ile tanışmasına da vesile olur ( X I I , 5 v.d .) Bir müddet sonra Yûsuf, yine zahire almağa gelen kardeşlerinden, kendisinin ve bir tedbirle yanında alıkoyduğu Bünyâmîn ’in yokluğuna dayanamıyan ( Rivâyete göre, Ya'kûb Peygamber 6 sene bu iki çocuğunu görmemiştir; Mafâtİh al-ğayb, V , 233 ) babasının gözlerine ak düştüğünü öğrenir; göm­ leğini göndererek onun iyileşmesini ve âilece Mısır ’a gelmelerini sağlar [ b k . mad. YA’ KÛ B]. Yûsuf baş­ larında baba ve anası olmak üzere büyük bir kafile hâlinde M ısır’a gelen âilesine devletin imkânlarım seferber eder. Kut ân ’da herhangi bir isim zikredilmeden, icaz içinde katlarıyla anlatılan bu hâdiseler, nebi­ lerin hal tercümeleri, tefsirler ve benzeri eserlerde, mukaddes kitaplardan da alınan bilgilerle tafsil edilmeğe çalışılmıştır. Yûsuf ’u kuyudan çıkaran yolcu kafilesi Medyen'den Mısır *a giderken, yolunu şaşırmış ve sâdece çobanların istifâde ettiği ve yerleşme yerinden hayli uzakta bulunan tatlı suya sâhip kuyunun bulunduğu yere gelmiştir. İçlerinden Mâlik b. Za’r adlı biri kovasım saldığı zaman Yûsuf ’u görmüştü ( M afâtîh al-ğayb, V, 165 ), Yûsuf 'la birlikte hapse giren iki delikanlıdan birinin meliğin ahçısı ( T e v r a t 'ta, Tekvin : ekmekçisi: XL, i ) diğerinin ise, sâkisi bulunduğu, bu meyanda yer alan bilgiler arasındadır. Yûsuf ’la meliğin rüyâsım tâbir için gelen sâkisi arasında geçen ve icaz ile anlatılan hâdise de bu eserlerde muhtelif rivâyetlerle açıklanır. Yûsuf, rüyâ tâbirinin beğenilmesi üzerine 7 sene kadar kaldığı ( Tafsir al-Tabarî, X V I, 114, 5 sene rivâyeti de vardır : Ahkâm aTKur°ân, IX, 197 ) hapisten kurtulduğunda 30 yaşlarında idi ( Tekvin s. 41-44 ; Târih al-Tabarî, l, 235; Ahkâm al-Kuriân, IX, 211 v.dd.), Devlet hâzinelerini idâ­ reye başlayacağı sırada, Melik al-Valîd b. al-Rayyân, Yûsuf 'a mührünü verir, kılıç kuşatır, inci ve yakut İle süslü altından bjr şerir tahsjs eder. Bu sırada



taç da giydirmek ister, ama Yüsuf, dedelerinin âdeti olmadığım söyliyerek bunu kabûl etmez ( Ma- ■ fâlih al-ğayb, V , 208 v.d.). Bir müddet önce az­ ledilen A2ÎZ, bu sıralarda vefat etmiştir; zevcesi Râîl ( diğer adı Zfılayha ) melik tarafından Yûsuf *a eş olarak verilir ( Tafsir al-Tabarî, X V I, I5I0 > Ahkâm aTKuAân, IX, 2x3; Yûsuf Peygamber'in henüz hapiste bulunduğu bir sırada, kocası ölen, serveti elinden giden ve Yûsuf ’un hâline ağlıyarak gözleri bozulan Zfılayha ’yı zevceliğe bizzat kabûl edişine dâir Vahb b. M unabbih’in geniş bir ri­ vâyeti için bk. Ahkâm al-Kur^ân, IX, 213 v.d.). Burada, al-Mâvardî 'nin, Yûsuf Peygamber ’in Zülaylja ile evlenmeyip, onu yanında vefat edene kadar himâye ettiğine dâir bir rivâyeti de yer al­ maktadır ( ayn. esr., IX , 218 ). Yûsuf Peygamber babasının âile efradı ile Mısır ’a gelmesi için 200 deve yiyecek yollamıştı ( Ahkâm al-K ur’ân, IX, 263; M afâtîh al-ğayb, V, 244). Yûsuf, Suriye’den hareket eden 70 kişilik bu kafileyi ordu ve devlet ileri gelenlerinden dört bin kişilik bir grupla karşılamağa çıktı ( M afâtîh al-ğayb, göst. yer.). Kervanın önünde, büyük oğlu Yehuda’ya dayanarak yürüyen Ya’kûb Peygamber bulunuyordu. Birbirlerine yaklaştıkları zaman Yûsuf, selâm vermek istedi, ama Ya’kûb buna daha lâyıktı ve “Ey hü­ zünleri gideren,, diye söze haşladı. Ebeveynini ( o sırada önce vefat etmiş olan annesinin yerini halası Lia almış bulunuyordu) tahta oturtan Yûsuf, babasına, onbir yıldız ile güneş ve aym, secde et­ meleri şeklindeki rüyâsıntn böylelikle gerçekleşmiş olduğunu söylüyordu. Yûsuf Peygamber, yanında 17 sene kalan baba­ sını ( Târih al-Tabarî, 1 ,2 3 6 ) , vasiyeti üzerine, Suriye 'de dedesi Ishak Peygamber ’in yanına defn etti; kendisi de dedelerinin yanma defn edilmesini istemişti. Onun bu vasiyeti daha sonra Musa Pey­ gamber 'in kavmi ile birlikte Mısır ’dan çıkarken tabutunu da berâberinde götürmesiyle yerine ge­ tirilecektir ( Târih al-Tabarî, I, 155 ). Zirâ baba­ sından sonra daha 23 sene yaşayan ve 110 ( Târih al-Jabarî, I, 255 v.d.) veya 120 (ayn. esr., I, 256) yaşlarında vefat eden Yûsuf Peygamber ’in kabri mermerden bir sandığa konularak Nil ’in içine yerleştirilmişti ( Târih al-Tabart, I, 256). Yûsuf Peygamber *in, diğer adı Zülayha olan Râîl adlı hanımından Efrâîm ve Mîşâ adlı iki oğlu olmuştu { Tafsir al-Tabarî, X V I, 151; Târih al-fabarî I, 257; Ahkâm al-Kuriân, IX , 213; Manşa [Menessa]). Bunlardan Efrâîm ’in torunu olan Yûşa b. Nûn [ b. bk. ] da bir Peygamber ’dir. Yusuf Peygamber ’in, sonraları Eyyûb Peygamber ’ in hanımı olacak Rah­ met adlı bir kızı olduğu da rivâyet edilmektedir ( Ahkâm al-Kur'ân, IX, 256). Yûsuf Peygamber 'ın, kaynaklardan çoğunun kabûl ettiğine göre, Zalilja ile izdivaçla da neticelenen bu güzel, ibret, hikmet ve incelikler dolu tışşaşı



Y Û SU F ( onun bu vasıfları dolayısıyla ahsan al-fcaşaş şek­ linde tesmiyesi hk. bk. cArö?is al-macâlis, s. 6 ı ) İslâmî edebiyatta “ Yûsuf ve Zaliha,, adında birçok mesneviye mevzu teşkil etmiştir. Firdevsî (ölm. 411 = 1 0 2 0 ) ’ye isnad edilen ve 385/386 yılları arasında Irak’da yazdığı anlaşılan [bk. İ A , m ad., FİRDEVSÎ] Yûsuf’u Zuleyhâ mesnevisi bu sâhada ilk nümûne olarak görünüyor. V III. asırda tranlı şâirlerden Abu ’t-Mu'ayyad-i Balhl, Babtiyâr-i Ahvâzî ’nin bu ad altında mesnevi yazdıkları bilinmektedir ( M. Fuad Köprülü, Türk. Edebiyatı Tarihi, nşr. 0 . F. Köprülü, Nermin Pekin, İstanbul, 1981, s. 143 ). Edebiyatımızda bu mevzuu, ilk olarak Harezmli bir Oğuz Türk ’ü olduğu anlaşılan şâir Ali ’nin 630 (1 2 3 3 )’da yazdığı görülüyor. Şâir, manzume­ sini hikmet tarzında, dörtlüklerle kaleme almış ve muhtevâyı, tasavvufa meyletmeden sâde bir şekilde Kur ân 'da olduğu şekliyle işlemiştir ( M. F. Köprülü, atpı. esr., s. 235 v.d.; ayrıca bk. Neclâ Pekolcay, İslâmî Türk Edebiyatı, İstanbul, 1967, s. 77 v.d .). X III. asırda yaşadığı tahmin edilen eski Anadolu Türk şâirlerinden Şeyyad Hamza ’nin yazdığı Yûsuf Ve Zuleyha mesnevisi { fazla bilgi için bk. 1 A , mad., ŞEYYAD HAMZA ) de burada hatırla­ tılmalıdır. Aynı asırda Kırımlı şâir Mahmud, Kırım veya Deşt dilinde hece vezni ve dörtlüklerle bir Yûsuf ve Zellifa hikâyesi yazmıştır ( M . F. Köprülü, ayn. esr., s. 3°3 )■ Akşemseddin-zâde Hamdi ’nin asrın sonlarına doğru bu sâhadaki Iran mesnevi­ lerinin te’sîri altında kalarak yazdığı Yûsuf ve Zelika mesnevisi halkın büyük rağbetini kazandığı gibi münekkidler tarafından da şâheser sayılmıştır ( M. F. Köprülü, ayn. esr., s. 369 v.d.). Onun bu mes­ nevisi, X V I. asırda aynı mevzûu işleyen Kadı Sinan Şikârî, Kâmî, Likâî, ve fbn Kemâl gibi şâirlerinkinden ( ayn. esr., s. 387) de üstündür. Ancak bu devirde Iran edebiyatındaki nümûnelere bağiı kal­ madan, kendi ilhamına başvurarak kaleme alan ve mesnevi sâhasmda büyük başarı göstermiş olan Taşlıcalı Yahya 'tun birçok mesnevisi arasından Yûsuf ve Zaliha ’sı ayrıca hatırlatılmalıdır ( ayn. esr., s. 388; nşr. M . Çavuşoğlu İstanbul, 1982). Arap Edebiyatında Yûsuf ‘un ismi ile alâkalı olarak bâzı tâbirler de yerleşmiştir. Meselâ sâdık rüyâ için Yûsuf ’un rüyâsı ( ra’yâ Yûsuf), suçlu olmadığı halde kendisine suç isnad edilen kimse için Yûsuf ’un kurdu ( zPb Yûsuf) denilmektedir. Şiddetli bir kıtlığı ifâde için Yûsuf ’un seneleri anlamında “sinû Yûsuf,,), önceden hissedilen birşey için de Yûsuf 'un kokusu mânasında “ R ıh Yûsuf,, denilmektedir ( bk. al-Sa’labi, Şimâr al-kulüb, var. 9“, Yenicâmi Ktp., nr. 939). Yûsuf ’un gömleği de bâzı mefhumların ifâdesinde kullanılmıştır. Edipler, onun yalandan bir kan bulaştırılmış, ar­ kadan yırtılmış ve babasının yüzüne sürülmüş gömleği olduğunu ve bunlardan herbirinin nük­ telere malzeme teşkil ettiğini söylemektedirler,



YÛŞA,



443



İlki karşısında, babası Ya’kûb Peygamber 'in “Allah 'a yemin ederim, oğlumu yiyen ve fakat gömleğini parçalamıyan kurttan daha halimini görmedim,, dediğini kaydederler (Ayrıca bk. Ahiiäm al-Kufân, IX , 150 v .d .). Yûsuf Peygamber 'in güzelliği de Arap, Iran ve Türk şiirlerinde darb-ı mesel hâline gelmiş ve güzel kişiler “ Zamanın Yûsuf’u,, diye anılmışlardır. K u r ân ’da mevcut kıssa bâzı Arap müellifleri tarafından da ele alınmıştır. Nitekim Abü biafs 'Umar b. İbrâhîm al-Anşarî, Zahr aThuınıtm 'mda, bu mevzuu işlemiş bulunmaktadır. Kanunî devri âlimlerinden Celâl-zâde Mustafa Çelebi ( ölm. 975= i5Ö7) bu eseri Cav&hir al-ahbär f l hasâ’ il al-ahyâr adıyla ( bk. Üniv. Kütüp., nr. 787, 3 ) Türkçe’ye de tercüme etmiştir .(fazla bilgi için bk. ! A , mad., CELÂL-ZÂDE). Muhabbet ve aşkı mevzu edinmiş bâzı edebî eserlerde de Yûsuf ’un, mevcut güzelliğin yarısına sâhip bulunduğuna dâir bir hadîse yer verilmekte (bk. îbn I£ayyim al-Cavziyya, Ravzat al-muhibbin va nuzhat aTmuslakJm, nşr. A. 'Ubayd, Dımaşk, 1349, s. 239, 249) ve en büyük iffetin de kendisinde bulunduğu ( ayn. esr., s. 3 4 1) kaydedilmektedir. ( A hmet S uphi F urat .) Y Û S U F B .T Â Ş F İN . [Bk. t â s f In .] Y Û S U F !. [Bk. MEVLÂNÂ YÛSUF!.] Y Ü Ş A ' B .N Û N . [Bk. y û ş a .] Y Û Ş A . Y O Ş A ' B. N Ü N , İ s r â i l - o ğ u l l a rı'na gönderilmiş bir Peygam ber olup, Yûsuf Peygamber ’in torunlarındandır. Tarihî eserlerle, tefsirlerdeki kayıtlara göre, Yûsuf Pey­ gamber ’in Râ’ îl ( diğer adı Zaliha) ’den olan ilk oğlu Afrâim idi; Afrâim ’în oğlu Nün olup, bunun oğlu da Y û şa ’dır (al-Mas'üdî, Murûc al-zahab, nşr. Muhy al-DIn cAbd al-plamîd, Kahire, 1948, I, 50; Mafâtih al-ğayb, V , 733 ). Ona, Tevrat ( Exo­ dus, X X X , II; Numeri, X X , 28, nşr. Rud. Kittel, Stuttgart, 1952) ’ta Yohüşa ben Nün olarak rast­ lanır. Kur 'ân 'da geçen Alyasa' Peygamber 'in ( V I , 86; X X X V III, 48) Yûşa b. Nûn olduğu söylenmişse de, Alyasae b. Ahtüb b. al-Acüz diye tasrih edilmiştir ( al-Bafr al-muhlf, IV, 174; V I, 334). Yûşa, kelime olarak İbranca Yohüşa' ’nin Arapçalaşmış şeklidir. Yûşa Peygamber, M. ö. 1225 yıllarına doğru lsrâil-oğullarını Kan'an (A rz-ı mav’ u d ) ’a gö­ türmek üzere Mısır ’dan çıkaran Mûsâ Peygamber ’in yanında idi. O, Kur ’ân ’da açıkça zikredİlmeyip, sâdece iki yerde dolayısıyla anılır. Bunlardan iikine göre, Mûsâ Peygamber, kavminin mukaddes top­ raklara girmelerini istediği zaman, bu emrine iç­ lerinden iki kişi itâat etmişti “Allah ’ın kendilerine nimet bahşettiği iki kişi,, ( K ur ’ân, V , 2 3 ) diye anılan bunlar, tefsirlerin çoğunda Yûşa b. Nûn ile Kâlabb. Yukna diye geçerler ( Ahkâm a l-R u f ân, V I, 12 7). Mûsâ Peygamber, diğer nîıkîblerle bit­



444



YOŞA,



likte, Kan'ân ’m yerlileri olan 'Amâlika ’dan Cabâbira ’nin durumunu öğrenmek üzere bunları göndermişti. Cabâbira ’nin pek kuvvetli olduklarını gören bu nakîbler ( burada Cabâbira ’nin, içlerinde buluttan su içecek, denizin dibinden balık tutacak kadar insan üstü bir takım kuvvetlere sâhip kişiler oldukları hususunda al-Şa'labî ’nin verdiği rivâyetler ihtiyatla karşılanmalıdır; bk. cArâ*is al-macâlis, s. 135 v .d .), intihalarını, menfî te’sir eder düşüncesiyle kabilelerine anlatmağa karar verdikleri halde, sözlerinde durmamış, yalnız bu ikisi hiçbir şeyden bahsetmemişler, sâdece durumdan Mûsâ Peygamber ’i haberdar ederek şehre ( : Erîha) kapısından girilmesini tavsiye etmişlerdi {Kurân, V , 23 ). Ancak ekseriyet yine de râzı olmadığı için, M û sâ’nm kavmi, ilâhı bir ceza olarak 4 ° yıl Tıh sahrasında kalmıştı { K u r ’ân, V , 26; ayrıca bk. cA r c ’is...., s. 136 v.d.; al-Bahr al-muhl(, 111, 455). Bu iki kişinin, Isrâil-oğulları ’ nm, arâzisine gir­ mekten korktukları Cabâbira ’den oldukları, İlâhî bir lütufla Mûsâ Peygamber ’e îman ederek, içlerine katıldıkları ve onları teşvik ettikleri şeklinde pek taraftar bulmamış diğer bir rivâyet daha vardır {Ahkâm al-Kur'ân, V i, Î27; al-Bahr al-muhıf, m , 4 5 5 ). Kaynaklar, Erîha ’nin Mûsâ Peygamber ’in ve­ fatından sonra Yûşa ’nin peygamberliği devrinde alındığını gösteriyor (bk . al-Kâm il.., I, 69; Ahkâm al-Kur°3n, V I, 130). Burada İbn îslıâk ’m farklı bir rıvâyetı de hatırlatılmalıdır. Buna göre, Mûsâ Peygamber, Cabâbira ile mücâdelelerinde ordu­ sunun başına Yûşa b. Nûn ile Kâlab b. Yuknâ ’yı getirmiş, Yûşa mûcizelerin de yardımıyla bu vazi­ feyi yerine getirmiştir {al-Kâm il.., göst. y e r.). An­ cak bu son rivâyet, hâdisenin Mûsâ Peygamber ’in vefatından sonra tahakkukunu ifâde ettiği ölçüde, ilki ile te’Iîf edilebilir. Diğer kaynaklar yanında bu devre hakkında, eserine geniş rivâyetler kay­ detmiş görünen aI-Şaclabî, Erîha ’nin fethi hakkında Teoral ’takini andıran bir üslûba sâhiptir. Ona göre, Yûşa Peygamber, Erîha ’yı emri altındaki Isrâil-oğulları ile altı ay kuşatır, yedinci aya giri­ lirken borular çalınır, yüksek sesle bağırdır, şehrin duvarı çöker ve içeri girilir. Şehrin yerli halkı kı­ lıçtan geçirilir. Bu çarpışmalar cuma günü akşama kadar sürmüş olup, güneş batmak üzeredir. Bu



durumda fethin tamamlanamıyacağmdan korkan Yûşa Peygamber, Allah ’a güneşin batışını gecik­ tirmesi için dua eder. Böylece kazanılan zaman içinde Cabâbira bütünüyle imha edilir ( Vlrâ3«..., s. 140). Yûşa Peygamber, Kur 'ân ’da kendisine temas edilen ikinci yerde (X V III, 60) “ Mûsâ nin Balâ­ 'sı,, olarak geçmektedir. Bu ifâdeyle kasdedilen şahıs üzerinde de ihtilâf varsa da ( Mafâiih al-ğayb, V, 733 v .d .), bunun Yûşa b. Nûn olduğu görüşü ağır basmıştır. Yûşa ’nm bu tarzda anılması, Arap­ ça ’da umûmiyetle, genç yaşta olan hâdimlere fatâ ( genç delikanlı) denilmesiyle İzah ediliyor ( al-Bahr al-muhiî, V I, 14 3). Nitekim burada, Hızır ’la bu­ luşmak üzere yola çıkan Mûsâ Peygamber’in ya­ nında o, kendisine yardım eder halde görülmek­ tedir { K u r ’ân, X V III, 60, v.d.; ayrıca bk. Târih al-faharî, I, 260, nşr. Kahire, 1583; Ahkâm alK u fâ n , I, 9; al-Bahr al-muhit, V I, 143 v .d .). Yûşa Peygamber’in bu hâli diğer eserlerde de müşâhede edilir. O, Mûsâ Peygamber ’in seya­ hatlerinde, yanında bulunduğu gibi, Ölümünden mes’ul tutulacak derecede de onunla temas hâlindedir ( ‘Ara*is..., s. 139). Yûşa Peygamber’in faâliyetleri ile bunlarm en ehemmiyetlisi olan Erîha’yı fethi, Teorat'ta “ Yeşti’mm Kiiâht,, ’nda anlatılmaktadır. Müellifi üzerinde ciddî ihtilâflar bulunan ( Rahmatullâh Dihlavı, İz ­ hâr al-Hakk, 1, 45) bu kitapta, onun Eriha ’yı Mûsâ Peygamber ’in ölümünden sonra ( ayn. esr., I, I ), kuşatarak aldığı ( V I , I - 2 0 ) , daha sonra da civar şehirleri ele geçirmek üzere birçok mücâdelelere giriştiği anlatılmaktadır. Ancak, emredilen bütün yerleri fethedemiyen Yûşa Peygamber ’in ilerlemiş yaşı dolayısıyla aldığı topraklan Isrâil-oğullan ’na kura ile böldüğü ( X I I I , 1-7; X X III, 1-5 ), ken­ dilerine, Teorat ’a sıkı sıkıya bağlı kalmalarını vasiyet ile ( X X I I I , Ğ-13) yüz on yaşında vefat ettiği ve Gaaş dağının şimâlinde defn olunduğu öğrenilmektedir (X X I V , 29 v.d.). İslâmî kaynaklar ise onun, Mûsâ Peygamber’den sonra 29 yıllık bir peygamberlik devrini müteâkıp 120 yaşında vefat ettiğini kaydederler ( °ArS>is..„ s. 140). Bibliyografya:



Metinde zikredilmiştir.



( A h m e t S uph i



Furat. )



z. Z Â \ [Bk. ZE.] tekrar cenûb-i garbî istikâmetine döner. Âsurluların a l- Z Â B . [Bk. zâb .] Kalah şehir harâbelerinin bulunduğu Nimrüd ’un Z Â B . a l -ZÂ B, D i c l e ’ n i n s o l d a n i k i altında Dicle 'ye dökülmeden önce, Dicle ’nin sağ { al-Zavâbi) k o l u n u n a d ı . kolu olup, T eli Gömel (Gavgameia) ’den gelen I. Y u k a r ı Z â b veya b ü y ü k Z â b ( ZâbGâmel-su ( Grekçe Bumölos) ‘nun döküldüğü Haziri ahaHâ veya al-akbar), Buna daha Asurlularda ile birleşir. Büyük Zâb, askerî tarihte mühim bir Zabtı e/ü ’’yukan Zab” adı verilmişti. Grekler ona rol oynamıştır. Mavrikios ve Heracleios devrinde Lykps (Weissbach, mad. Lyhps, nr. 12, Pauly Wis- vuku bulan savaşlarda sık sık zikredilmiştir ( Thesowa, Realenzykjlop., X II i, stn. 2391 v.d.; isim hak­ ophylacte Simocatta, nşr. Boor, IV, I, ı , T; ona kında: J. Markwart. Südarmemen, Viyana, 1930, s. göre, aşağı mecrâsı gemi işletmeye elverişlidir. 429 v.d .} demişler ise de, Bizanslılar nehre o ıısyaç [vDiV Lıopoc, s. 150 ]; 2,s, 9,l5 V , 5,o, 6,1, 8,1; ZdjSaç (Theophanes, Chron, nşr. de Boor, s. 318, Georg. Kedren, Bonn tabı, I, 730; Theophanes, 320) adını vermişlerdi. Süryânîce ’de Zâbhâ, Er­ ( Chron., göst. yer.). Muharrem 67 ( ağustos 986 ) ’da menice ’de Zau ’dır ( Thomas Arcruni, nrş. Pat- Îbrâhîm ve cUbayd Allah arasındaki savaş, Zâb'ın kanean, 3, 4, s. 143: Frans. trc. Brosset, Collection kolu Hâzır yakınında vuku buldu ( Caetani Chrod'kist. Armcnierıs, I, 122). Kürtler şimdi ona al~ nografia Isîamca, V , 781, h. 67 § 2 ). 2-11 cemâziZffl derler ( G . Hoffmann, Auszüge, s. 236, not yelâhır 132=16-25 kânun II. 75° ’dekİ savaşta 1884). Arap coğrafyacıları Muşangar (al-Mascûdî, MarvSn kesin olarak yenildi ( Huart, .Hîst. des Kitâb al-Tanblh, s. 52 ve Yâküt, MtZcam, II, 902’deki Ar abes, I, 285 v.d.; Caetani, ayn. esr., s. 1698 v.d.; Muştagar okunmalıdır: G . Hoffmann, ayn. esr., h. 133 h. § 12). s. 228) havâlisinde, Azerbaycan dağlarından çık­ 2. Aşağı veya küçük Zâb ( al-Zâb al-asfal veya tığını ifâde ettikleri bu ırmağa sel gibi şiddetli ak­ aşğar ) Asurca 'da Zabu şupalü ( Aşağı Zâb ), Grekçe tığından al-Macnün adını vermişlerdir. [ Büyük de Kapros (Weissbach, mad. Kapros, nr. 2; ReaZap, Van ’m Alpak Dağları ’nın cenûb-i şarkîsinden lenzykfopaedie, X , stn. 19 2 1); Bizans Rum ca’sında çıkıp, cenûb-i garbiye doğru akar, sonra cenûba ise, o ın/,Q3ç Zûpnç {Theophanes, Chron., nşr. de döner ve Hakâri dağlarım ikiye ayırıp, bir takım Boor, s. 320; Ona göre üzerinde dört köprü vardı) dar boğazlardan geçer; Çukurca 'nm garbında veya öeTeçoç ZdfJaç (Theophyl, Simoc., nşr. Türkiye topraklarını terkeden Büyük Zap, Musul de Boor, V , 8, ) denilmiştir. Arap coğrafyacılarına vilâyetine girmeden önce, cenûb-i şarkîye döner. göre. Küçük Z â b ’ın kaynağı, Daybür (Süryânîce Burada Şemdinli ’de Türkiye ve Irak arasında sınır Debvar, Debor şeklinde olup, Sidikan civârmda çizen Hacı Bey sularını alır]; Revândİz ’e yaklaşınca şimdiki Dlbür-su’dur) ve Azerbaycan’da Şehrizûr’a birdenbire garbî cenûbiye döner ve Musul ’dan uzak olmayan Salak (Süryânîce Salak) dağlarında 45 km. aşağıda cUmr Barkana manastırı civarında olup, Dayr Ibn Gâmis ( Süryânîce ’si Dayrâ dhe-Bar Dicle ’ye dökülür. Suyu, yukarı mecrasında kır­ Gâm es) civârmda al-Sinn ( Süryânîce Sennâ ) ’nin mızımtıraktır ( krş. Hoffmann, s. 234, not 1866; üst tarafında bir mil mesâfede Dicle ile birleşirdi. Ş. Sâmî, Kânvus-t a'lâm, İstanbul, 1 3 u , IV, 2403). Küçük Zâb, Urmİye Gölü ’nün cenûbu ile Avramân Kâtib Çelebi, Zab ’m kaynaklan olarak, Nehil geçidi arasındaki dağlardan çıkan ırmakların bir­ ( G evar) ve Çolemerik 'i verir; bunların birleş­ leşmesinden teşekkül etmiştir. Asıl nehir, şimdi mesinden sonra Çal sancağı (nehir burada cenûb-i Altun-su, yukarı kısmında Aksu veya Kalvi adım şarkiye döner) yakınlarındaki dağların alt taraflarında taşır. Aşağı mecrâsında Altm Köprü bulunur. ve îmâdiye arâzisindeki ZibârI İdarî bölgesinin için­ Dicle ile birleştiği kavşağın altında çok az mesâfede den akar. Orada Revândîz-çay ’m munsâbı yakınında Kal'at al-Cabbâr vardır.



ZÂB -



44^



B i b l i y o g r a f y a : Suhrâb, nşr. Mzik, Bibi arab. Hislor. und Geogr. ( Leipzig, 1930), V , 126; al-Kisravî, Yakut, Mu’cam (nşr, Wüstenfeld), II,902v.d.; al-îştahri; B G A , 1, 77; İbn biavkal, B G A , II, 145, 153, 155 v.d., 169, 212, 246, 264; al-Makdisî, B G A , l i f , 2 0 ,2 8 , 123, 144 v.d.; Ibn al-Fakîh, B G A , V , 93, 132 v.d.; İbn Hurdâzlih, B G A , V I, 93,174, v.d.; Kudâma, B G A , V I, 214, 232; îbn Rusta, B G A , V II, 90; aî-Ya'köbl, B G A , V II, 312, 321, 327; al-Mas'üdl, Kitâb al-Tanbîb, B G A , V III, 36, 52 v.d., 312, 327; ayn. ndl., Murûc al-zahab ( nşr. Defrimery-Sanguinetti), I, 226 v.d.; G . Hoffmann, Auszüge aus syrischen Akten persi­ scher Märtyrer { Leipzig, 1880), s. 221, 228, 233 v.d. ve tür. yer. { krş. Fihrist, s. 324); M. Hartmann, Bohtän, Mitt. V A G , 1896, II ve 1897, I, 162 (bk. Fihrist); Le Strange, The Lands 0/ the Easlern Caliphate ( Cambridge, *9°5 ), ikinci tabı, 1930, s. 90 v.dd., 194; P. Schwarz, Iran im Mittelalter nach den arabischen Geograhen, umûmî fihrist ( Leipzig, 1929 ), s. 92; J. Markwart, Südarmenien und die Tigris­ quellen nach griech. und arab. Geographen ( Viyar.a, *93 0), s. 236, 390 ve tür. yer. ( krş. Fihrist, s.



632 ). ( E. H o n ig m a n n . ) A L -Z Ä B . [Bk. ZÄB.J



Z Â B . ZÄB, C e z a y i r ' d e b i r b ö l g e . Biskra'nra şark ve garb yönlerinde 200, şimalden cenûba ise, 50-60 kilometrelik bir alana yayılan bölgeye Zâb ( cem 'İ Zibân ) adı verilir. Bölgenin bütünü içinde cenubta Sahara; şimâlde ise Sahra A tlası’mn cenuptaki meyilli kısımlarıyla sınırlanan az enge­ beli bir ova mevcuttur. Ancak bu ova, Zâb ve Avras tepeleri arasına açılan geniş bir geçit sayesinde Hodna havzası ve Konstantin yaylaları ile kolayca ir­ tibat sağlar. Çöllerin te’sirinde kalan Zâb umumi­ yetle seyrek, düzensiz ve kifâyetsiz yağmurlarla beslenir, bu bakımdan tahıl zirâatıne elverişli de­ ğildir. Fakat dağlardan inen sular ve bilhassa top­ rak yapısı, bu bölgenin büyük bir kısmında vâha, nebat örtüsünün gelişmesine vesile olmuştur. Bun­ lar arasında 800.000 kadar hurma ağacı mevcuttur. Zâb sâhasmda üç farklı bölge ayırdedilir: Avras eteği ile Melğlr Şott arasındaki kısımları içine alan Şarkî Zâb, Zâb tepeleri ile Cedi vâdisi arasında uzanır. Nihâyet Zâb Kıblî veya Cenubî Zâb denen son kısmı ise, Zâb Zahravî ’den bir kum ve bataklık şeridi ile ayrılır. Zâb, Şarkî Avras, al-Vâdi T A byaz, Va­ d i'l-cArab gibİ ırmaklarla sulanır. Bu ırmaklar, dağlardan çıkışında, önce Zeribat al-Vâd ve Badis Ova 'da ise, Sıdî 'Okba, Seriana ve 'Umaşe vaha­ larını sularlar. Zâb Zahravî, dağların eteği, boyunca uzanan kaynaklar sayesinde Bon Şagrûn, Lisana, Farfar ve bilhassa Zîbân 'm bu bölgesinin idire merkezi sayılan Tolga gibi verimli vâhaları ihtivâ



ZÂB. eder. Zâb Kıblî ( cenup Z â b ) ’de Vlâd, Cellâl, Urellal ve Meyli ve Bigu bölgelerinin yarı kumlu vâhalarıyla bir zıtlık teşkil eden muhteşem hurma­ lıklarıyla Düsen vahaları bulunur. Büyük (Biskra bölgesinde yaşayanlar hâriç ol­ mak üzere; 93000) kısmı yerleşik olan ahâlisi vahalarda yaşar, fakat Zfbân ’da hemen hemen hepsi Arab Şeraga kabilesine mensup olan ve ilk­ baharda sürüleriyle Hodna ve T e li’e çıkan göçmen çobanlara da rastlanır. Yerliler de memlekette ge­ çimlerini yeterince sağlayamazlar, bu yüzden her zaman, geçici olarak Teli şehirlerine göçerler. Türkler zamanında, Zibân yerlileri Cezayir ’de Biskri adı altında ehemmiyetli b'ir sınıf teşkil ediyor­ lardı; burada bunlardan 2.000 kadarımn yaşadığı bilinmektedir. T a r i h : Zâb ’m İslâm öncesi ve Hicret ’in ilk dört asrı hakkında hemen hemen hiç bir mâlûmata sahip değiliz. Romalılar burasını işgal edip, sömürgeleştirmişlerdi. Buna karşılık Vâdi Cedi ’de, Biskra'da ve Avras vâdilerinin cenûb ağzında kaleler inşâ etmekle yetinmişlerdi. Zâb ismine gelince, bu is­ min V. asırda bir piskoposluğa makarr olan Hodna bölgesindeki bir Roma şehri olan Zâb ile ilgili olma­ lıdır. Herhalde bu sebeple al-Bakrî ( Masâlif, s. 64; trc. Fagnan s. 133) de Zâb şehirleri arasında sırasıyle Tobna, Tolga, Tahüda ve Düsen şehirleri­ ni zikreder, al-tdrîsl ( de Goeje tercümesi s. 109 ), Tobna [ b. bk. ] ’yı Zâb *ın merkezi olarak gösterir. Anlaşıldığına göre, bu dönemden itibâren veya bun­ dan hemen sonraki devrede siyâsî üstünlük, ara­ lıklarla memleket işlerini yürüten Banü Rummâm ve Bani Sinci isimli iki nüfuzlu aileye geçmiştir. Zâb, XI. ve X II, asırlardaki Arap istilâsından büyük sıkıntı çekti. Bir Hilâli kabilesi olan Aşbac ’1er, mem­ leketi yağmalayıp, eski nüfûsun bir bölümünü bu-. radan kovdular. Bunlar X III. asrın başında M uvahhidler [ b. bk. ] tarafından cenûba itilince gö­ çebelikten yerleşik hayata geçtiler. Sonra da Garbî Zâb 'da yerleşen Sulayın 'lerin tâbi bir kolu olan Avlâd Muhammed ’lerin ( Davâvida) hâkimiye­ tini tanımak zorunda kaldılar. Bu asırda Sulaym’İn başka bir kolu olan Karfalar, Şarkî Zâb bölge­ sine yerleştiler. Bununla berâber Bir Aşbac âilesi olan Ban! M oznî’ler hepsine üstün geldi. Hafsîlerin Z â b 'm idâresini kendilerine bıraktıkları bu âile, X IV. asırdaki karışıklıktan faydalanarak hemen hemen bağımsızlığına kavuştu ( bk. ibn Haldun, Berberes, trc.d e Slane, III. 125; Histoire de Beni Mozni; Bu devirde Zâb ismi, ancak Atlas'ların, cenûbunda cenûb-i garbîde Düsen ile şimâl~i şarkîde Bâdis arasında kalan bölgeye veriliyordu. İbn Hal­ dun, burada Zâb adını taşıyan takriben yüz kadar köyden bahseder Tolga Zâb 'ı, Biskra Zâb '1 v.s. krş. İbn Haldün, ayn. esr., I, 7 7 ). Leo Africanus, Z â b ’la ilgili olarak İbn Haldün'un bahsettiği sınır­ ları verir, ayrıca çok sayıda köy yanında 25 şehir



ZÂB zikreder ( Léon Africain, Description de ! 'Afrique, VI, nşr. Schefer, III, 25° )• Hafsîlerin hâkimiyetinden sonra Zâb, X VI. asır­ da Tiirklerin idâresinden çıkar; ancak Türklerin Biskra ’da bir garnizonu kalır. Fiilî hâkimiyet, İkibuçuk asır boyunca Bü 'Ukkâz âilesîne mensup bir Arap şeyhinin elindedir. Türkler, buna ŞayJj aİ-'Arap adını vermişlerdir. Fakat X V III. asırda Ben Gana adlı bir başka Aileyi bunlara karşı çı­ kardılar. Bu iki aile arasındaki rekâbet ülkeye bir anarşinin girmesine yol açtı. 1835-1840 seneleri arasında °Abd al-Kâdir ’in müdâhalesiyle karışıklık daha da arttı. Bu karışıldık 1840 senesinde Fransız­ ların Biskra ’yı işgal etmesiyle ve 1849 senesinde Zacatsa ’da Bü Ziyan tarafından isyanın bastırıl­ masıyla sona erdi. Bu tarihten itibâren mağlûp edi­ len Zîbân 'a kesin bir huzura kavuştuğu nazariyle bakılabilir. Bibliyografya: Delattre, Excursion dans le Zab Occidental ( Recueil des Notices et Mémoires de la Société archéologique historique et géogrophique de Constantine, 1889); G. Marçais, Les Arabes en Berbérie, ( Constantine, 19 13 ); Maguelonne, Monographie historique et géographique de la tribu des Zibàn ( Recueil... ), Constantine, 1911; Moulias, Organisation hydrau­ lique des oasis sahariennes (Cezayir, I 9 2 7 ); Piesse, Voyage aux Ziban (.Bulletin de la Société de géographie et d ’archéologie d ’Oran 1885); aynca bk. mad. BİSKRA. ( G . Y ver . )



ZÂBAG. [Bk. ZÂBAG.] ZÂBAG. ZA B A G , Arapçası, pek sağlam olmayan şeklîyle Zâbec, Sanskritçe fâoakq olup, b i r a d a ­ n ı n i s m i d i r . Arapça yazılış şekli bilindiğine göre, IX. asra kadar gerilere uzanır. Sanskritçe 'de gırtlaktan çıkan sert sessiz harfin, Arapça’da hangi sebeple sesli Harf hâline getirildiği bilinememekte­ dir. Pek yumuşatılmış bir Prâkrit şivesinden alın­ mış olması düşünülemez. Çinlilerce bu yer adı, VII. asırdan itibâren Lempire Sumatranais 'de Çrimya ’da geçen Çince işâreiler arasında değişik şekil­ lerde bilinir. Malezya dilinde, Sumatra adasının adı Pülav Emas "altın adası” ’dır (krş. Çince: kin cou); Arapça: suoartıdip, bu kelime, ayrn zamanda Sans­ kritçe savarnadüîpa ’dan Arapçalaştınlmıştır ), Jâvaka=Zâbag=Sriviiava=$e-li Fo-şe ’nin eski ta­ rihi, kitâbeler ile ve birçok Şark metninden bi­ linmektedir. Bu bakımdan birçok boşlukların bu­ lunmasına şaşmamalıdır. Asrımızın başında, çok daha önceleri ve kesin olmayan bir devirde yazılmış olan Râmâyana, Uzak Şark 'da bir Yava-dvîpa "Yava Adası” , altın ve gümüş adası ( Suoarnarûpyakadtoipam ) 'nı gösterir. Altın mâdenleri bulunan bu ada ( Suoarnâkaramandîtam ), umûmiyetle Java ile birleştirilmiştir. Ancak altın zenginliğine bakı­ larak buranın çok zengin kıymetli mâdenlere sâhip



ZÂBAĞ.



44 1



Sumatra adası olduğu söylenebilir, 132 senesinde Çin kaynakları, kıral Ye-Tiao tarafından Çin Sara­ yı ’na gönderilen bir büyük elçiden bahseder, YeTiao 'nun eski telâffuzu Yap-dıv= Yavadvipa=Sıımatra 'dır. Bir kaç yıl sonra Batlamyus, Prâkrit şekli ile TajîaötOv Yavadvîpa olarak aynı görüşü tekrarlar. 242-250, K ’ang T ’ai 'nin henüz elimizde bulu­ nan Fu’nan t'u su cuürt’mdaıı kalan parçalarda Ğupo memleketiyle ilgili bir çok atıfta bulunulur. Bu, eski C u-bak telâffuzundan ibâret olup, Şöbak < Sans­ kritçe Jâoaka ’nin yazıya yanlış bir şekilde çevrilmesi ile ortaya çıkmıştır. Madagaskar, muhtemelen bu devirde Hindûlaştırılmış Sumatralılar tarafından iskân edilmiştir. Modern Madagaskar dilinde hâlâ bunun açık izleri vardır. 410 yılında Isaac Metropolitler toplantısı do­ layısıyla, bir Dabag, Çin ve Maçin metropolitenden söz edilir ( J. B. Chabat, Synodicon Orientale, Pa­ ris, 1902, s. 620). Dört yıl sonra Hindistan’ın Fahien ’i, Seylan üzerinden, onun Ye-p 'o-t ’i=Yar vadvîpa adını verdiği bir memlekete gelir. Burası, 5 1 9 ’da yazdan Kao Seng cuan ’da geçen şö-p 'o da Sumatra’da olmalıdır. 605 Saka= milâdî 683 tarihli bir Malezya kitâbesine göre, adından bahsedilmeyen, fakat Srivijava *da hüküm süren bir hükümdar, bağlı bulunduğu dev­ leti ele geçirmek için sihri bir töre ihdas etmek üzere sefere çıkar. 606 saka=684 ’te Srijayanasa (Srljayanâga okunmalı) isminde bir kıral, Srikşetra "mut­ lu toprak” adlı bir bahçe yaptırır. 608 saka=milâdî 686 tarihli başka bir Malezya taş kitâbesine göre, bu kitabe, Srîvijava’nin ordusu, kendisine henüz bağlı olmayan java ’ya karşı sefere çıktığı sırada yazıl­ mıştır. 670 ’ten 741 e kadar Şe-li Fo-Şe, Çin ’e elçiler gönderir. 724*te Srîvijaya kıralı Şe-li T”) ve meşhur tefsiri al-Kaşşâf’ı bu mabşerî ’nin orada hangi âlimlerin derslerine de­ vefalı dostunun teşviki ile yazmağa başladı. vam ettiği bilinmemektedir, Çok sevdiği Kâbe ’de uzun süre kaldığından Zemabşerî ’nİn gençlik devresi, İlmî ve edebî dolayı “Câr Allah ( Allah 'm komşusu)“ lekabını faaliyetleri teşvik ve himâye etmiş olan Sultan alan Zemahşeri, 3 yıl sonra buradan Hârizm ’e Melikşib (ölm . 485=1092) ile veziri Nizâm-ül— dönerken, 533 ( 1 13®) senesinde Bağdad ’a uğradı. mülk (ölm. 485= 10 9 2 )’ün zamanına rastlar. Fatjr FFârizm ( Hârizm ’in kendisi ile övündüğü Bu sıralarda Zemabşerî, Nizâm-ül-mülk için yaz­ kimse) diye de tanınmış olan Zemahşeri, burada dığı bir kasidede zamandan şikâyet etmekte, kendi büyük bir ilgi ile karşılandı, içlerinden dil ve ede­ kâbiliyet ve üstünlüğünü överek yüksek bir ma­ biyat âlimi Hibat Allah b. al-Şacarl ( ölm. 542=1148 ), kama getirilmesini istemektedir ( Divân, 165»-8). Zemahşeri ’ye olan hayranlığını bir şiir ile dile Ancak Zemahşeri, Nizâm-ül-mülk ’den beklediği getirdi ( Yâküt, İrşâd, X IX , 128 ). Burada bir yan­ ilgiyi belki de Mûtezilî oluşu dolayısıyla göreme­ dan dersler verirken, diğer yandan da Abü Man­ miştir. Bir müddet sonra Zemahşeri Hârizm ’ i şür al-Cavâlîkî (ölm . 5 4 0 = 1 1 4 5 ) gibi büyük terk ederek (Divân, 63b), Horasan ’a gider. Orada İlimlerin derslerine devam ederek, 66 yaşında ol­ görüştüğü devlet adamları arasında meşhur mün­ masına rağmen icazet aldı. Bagdad ’dan Hârizm ’e şilerden Mucîr al-Davla Abü '1-Fatlj CA 1İ b. al- geçen Zemahşeri, Ceyhun ( Amuderyâ) ırmağı Husayn al-Ardastânî ’yi bir kasideyle över ve ona kenarındaki Ürgenç 'e yerleştikten birkaç yıl sonra, nahve dâir “ §arft abyât Sîbaüayh ile al-Unmâzac 9 zilhicce 538 ( 1 4 haziran 1 1 4 4 ) 'de arefe gecesi adlı eserlerini sunar ( Divân, 38», 39a). Horasan ’dan öldü (al-İfiftî, Inb&k, III, 268; İbn Haîlikan, Var İsfahan 'a geçen Zemahşeri, Melikşâh ’ın oğlu Mu- fayât, IV, 250; îbn Kaşîr, al-Bidâya, X III, 219; bammed ’le münâsebet kurarak onu bir kasidesinde ibn al-'îmâd, Şazarât, IV, 12 1), Hicri V III, asnn başında Hârizm e uğrayan İbn Battüîâ, şehrin över ( Divân, 149’’ )• Zemahşeri ’nin ilim hayatında, Bagdad ’daki meş­ dışında Zemahşeri 'nin türbesini gördüğünü kay­ hur Nizamiye Medresesi ’nin mühim bir yeri var­ deder ( İ bn Battüja, Kahire, I, 298; Paris, 1852, dır. Esasen o, daha önce birkaç defa gittiği III, 6 ). hacc yolu üzerinde, uğradığı Bagdad ’da İlmî mu­ Hiç evlenmediği anlaşılan ( bk. Divân, i3 b, i4 a» hitlerle ilgilenmişti. Nitekim bu arada “Alî b. Mu­ I44a ), Zemahşeri, zamanını tamamıyle ilme ver­ zaffer al-Nîşâbürî (ölm. 493= 110 0 ) ve Abü Naşr miş, böylelikle kısa zamanda sahasının en önde al-lşfahâni’den edebî ilimler, A b u ’l-Hatjâb b. Abi- gelen âlimlerinden biri olmuştur. Onun Hârizm, 'l-Bafar, Abü Sa'îd al-Şakkânî ve Şayh al-lstâm Horasan, Irak ve Hicâz 'da bilhassa, dil ve tefsîr Abü Manşür b. Naşr al-Hârişî ’den sâdece hadîs; sâhalarında verdiği dersler büyük bir alâka ile din­ hanefî fakîhlerinden olan KazI 'l-ljuzât Abü cAbd lenmiştir (Yâküt, İrşâd, X IX , 127; al-Kiftî, A r Allah Mubammed b. 'A lî ai-Damağânî ( ölm. bâh, II, 266 ). Pek çok talebesi arasında en meş­ 4 9 8 = 110 4 )’den yine hadîs ve fıkıh öğrendi ve hurları şunlardır : Zemahşer ’de Abü ‘Amr 'Amir A b u ’1-Sacâdât İbn al-Şacari (ölm. 54 2 = 114 8 ) b. al-Hasan al-Sammâr ( al-Kiftî, ayn. esr., göst ’den nahiv ve edebiyat dersleri aldı ( Yakut, İrşâd, yer.; al-Sam'ânî, al-Ansâb, V I, 3x6), TaberistanX IX , 127, 226-235; Suyüçl, Bağya, 338; ayn. mil., ’da Abu TM ahism İsmail b. 'Abdillâh al-TavIH, fabakât, s. 4 1; Ishak Hocası, ayn. esr., I, 298). Abİvard ’de AHü ’1-Mabâsm 'Abd al-Rahlm b. Zemahşeri, 512 ( 1 x 1 8 ) senesinde yakalandığı 'Abdillâh al-Bazzâr, Semerkand ‘da Abü ’ Sa'd şiddetli bir hastalık ( nâhika ) 'tan sonra Mekke ’ye Ahmed b. Mahmüd al-Şâşî, Hârizm ’de Abü Tâ­ gitti (Divân, 73a_t>). Mekke şerifi A b ü ’Ulasan bir Sâmân b. 'A bd al-Malik al-Fakîh, Zemahşerî“Ali b. Hamza b. Vahhâs (ölm. 550 = 115 5 ) Ze- ’den Arapça iahsîl ettikten sonra Hârizm câmiinde mahşerî’yi çok iyi karşıladı; aralarındaki İlmî ve hatiplik vazifesi alan ve Hârizm’in en kuvvetli şahsî dostluğu, her ¡kişide karşılıklı şiirlerle kuv­ hatibi olarak tanınan al-Muvaffak b. Ahmed alvetlendirdiler ( Dîvân, 47a_b, 48»; Yâküt, Mıfcam Makkî al-Hvârizmi (ölm. 56 8 = 1172 ), 'A li b. al-buldân, III, 147). Buradaki ikameti esnâsında Arap Mubammed al-'Amarâni at-Hvârizmİ ( [ ölm. 560 yarımadasını dolaşarak çeşitli kabilelerin dili, edebi­ = 116 5 ], Yâküt, İrşâd, X V , 6 1 ) , Zemahşeri ’den yatı, örf ve âdetleri hakkında etraflı bilgiler elde etti. lügat ve nahiv tahsil eden ve sonra hocasının ye­ Vatanını çok özleyen Zemahşeri, iki yıl sonra rine geçip ders veren Ahu T F azl Mubammed Hârizm ’e döndü. Fakat burada çok kalmayarak b. Abi TK âsim b. Bâycuk al-Bakkal al-Hvârizml tekrar Mekke *ye geldi. Yolda Şam 'a uğrayarak, ( Iölm. 5 6 2 = 116 7 ]; G A L , Suppl, I, 5 13 ), Abü buranın hâkimi Tâcü '1-Mülûk Börl b. Tuğtekin Yûsuf Ya'küb b. 'A lî b. Mubammed b. Ca'far (ölm. 5 2 5 = 113 1) ile görüştü (İbn al-Aşîr, al-Kâ- al-Balbî (Yâküt, İrşâd, X X , 55» Suyüp, Bağya, 350). Mekke ’de Zemahşeri ’den ders alan, hem mil, X , 243; bk. İ A . mad. BÖRt).



ZEMAHŞERÎ. dostu hem talebesi olan Mekke şerifi “Alî b. “Isa b. Efamza b. Vahhâs ( [ ölm. 550=1155 ] ) { Yakut, ayn. esr., X IV , 85-90; al-Kiffî, ayn. esr., III, 268; al-Hüfl, al-Zamahşarî, s. 53). E s e r l e r i : Zemahşerî tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm, nahiv, lügat, edebiyat, arûz, hâl-tercümesi v.s. gibi çeşitli mevzularda pek çok eser yazmıştır. Sonradan öğrendiği Arapça ’dan başka, Türkçe, Farsça ve Hirizmce ’yi de çok iyi bildiği halde, eserlerini umumiyetle Arapça olarak kaleme al­ mıştır. Burada onun eserlerini mevzûlarma göre şöyle sıralayabiliriz : I .) İ s l â m î i l i m l e r l e i l g i l i e s e r l e r i : 1. al-Kaşşaf cön (ta&ö“ı'£ ğavâmiz al-tanzil oa 'uyun al-afâvll f i vucük al-tefoîl Kısaca al-Kaşşâf diye bilinen bu Kur ân tefsirini Zemahşerî Mekke ’deki son ikameti sırasında, dostu ve talebesi Mekke Şerifi Ibn Vahhâs ’m teşvîk ve ısrarı ile yazmağa başlamış ve üç yıl sonra hayatının sonlarında ( 538 = 1143 ) Ürgenç ( al-Curcânîya) ’de 1143 senesinde bitir­ miştir. Zemahşerî ’den önceki, müfessirlerin hemen hepsi tefsirlerinde rivâyet yolunu tâkip ettikleri halde, o, dirâyet yolunu tercih etmiş ve bu yolda yürürken daha çok Kur ân ’in dilindeki üstünlük ve incelikleri göz önünde bulundurmuştur. Zemah­ şerî ‘ye İslâm âleminde büyük bir şöhret kazandıran bu eseri, kendinden sonra yazılan tefsirlere kaynak olmuştur. Nitekim kendisinin de pek beğendiği bu eser (Keşfü'z-zünûn, II, 1476), daha sonra Fahr al-Dın al-Râzî (ölm. 606=1209), IJâzî Bayzâvî (ölm. 685=1286) ve Ebüssu’ûd Efendi ( ölm. 982=1574 ) tarafından da takdir edilmiştir. Bu arada al-Kaşşâf, Malikîlerce beğenilmediği halde, yine bir Mâliki olan Ibn Haldun (ölm. 809=1406) tarafından bütün tefsirlerden üstün sayılmıştır, Pek çok yaz­ ması bulunan al-Kaşşâf ’ın nüshaları arasında bil­ hassa şunlar belirtilmelidir: Topkapı Sarayı Kütüp., Ahmed I. nr., 53 (612 h.); Süleymaniye Kütüphanesi, Fâtih, nr. 378 (650 h .), nr. 339 (659 h .); E s ’ad Ef., nr. 5 (660 h ,); Ayasofya., nr. 248 (660 h .); Serez Ktp., nr. 215 (669 lı.); Yozgat Kütüp., nr, 81 Dâmâd İbrahim Paşa Ktp., nr. 140-144 (673 h .); Gülnuş Valide Sultan Ktp., nr. 5 (685 h .), Şehid Ali Paşa Ktp,, nr. 151 (691 h ,), Yazma Bağışlar nr. 1050 (697 h.), v.b. Birçok defa tâbedilen al-K aşşâf'm ilk baskısı, W. Nassau Lee, hlâdim Husayn ve ‘Abd al-Hayy tarafından Kalküte ’de 1856-1859 ’da iki cild hâ­ linde yapılmıştır. Diğer baskıları için bk. G A L , I, 290; stıppi, I, 508. Eser en iyi şekilde 4 cild hâ­ linde Beyrut ’ia basılmıştır (1366 ). al-Kaşşâf 'm , yazıldığı tarihi tâkip eden yüz­ yıldan başlamak üzere, takriben X IX . asra kadar telhis (bk. Keşfii ’ z-ziinûn, II, 1475-1484; G A L , I, 29i; Suppl, I, 509), hâşiye, tâlik ve hâmişi ( Keş­ f i ’ z-zünûn, II, göst. yer.; G A L , I, 290, Suppl, L 5°S) yapılmış, ayrıca içindeki hadîsler tahric







edilmiş ( Keşjü 'z-zünûn, II, 1481), hakkında tenkit ve takdir vâdisinde eserler yazılmış ( Keşfü 'z-zü­ nûn, II, 1477) ve nihâyet hutbesi ile içindeki beyitler şerhedilmiştir (Keşfü'z-zünûn, II, 1480). 2 ) Nukfıt al-cfrab fi ğarîb al-i‘râb fi '¡-Kur’ön, ( Kuran ’m îrâbına dâir olan bu eserin bir yazma nüshası İçin bk. G A L , Suppl, I, 509). 3 ) al-Minhâc f i üşül al-Dın : Fıkıh konusunda bir eserdir ( Yâküt, îrşâd, XIX. 134; Ibn Halhkân, Vafayât, II, 107; G A L , Suppl, I, 513). 4 ) Muccam al-hudüd : Fıkha dâirdir ( Yâküt, ayn. esr., göst. yer.; Ibn Hallikân, ayn. esr., göst. yer.; Keşjü'z-zünûn, II, 1734). 5 ) Rtr'us al-masa’i l : Fıkıhla ilgili bir eserdir. ( Ibn Hallikân, göst. yer., Keşfü 'z-zünûn, I, 915; Ismâ'il Paşa, Hadîyat al-'ârifin, II, 402). 6 ) Zallat al-nâştd m '1-râ‘ iz fi 'l-farS’iz ( Ferâizle ilgili olan bu eser için bk. Yâküt, Irşad, XIX, 134; Ibn Hallikân, göst. yer.; Kaşfü 'z-zü­ nûn, I, 831). 7 ) Manâsik al-ffacc ( Ismâ'il Paşa, ayn. esr., göst. y e r).



8) Muhtasar al-rmoâfaka bayn ahi al-bayt oa'l-şabâba; Hadîsle ilgili bulunan bu eser, Abü Sacîd Ismâ'il b. “A lî al-Sammân al-Râzî (ölm. 443= 10 51) ’nin aynı adı taşıyan eserinin muhtasarı­ dır (Keşfü’z-zünûn, II, 1890; G A L , Suppl, I» 5 1 3 ) . 9 ) Şar},1 muhtasar al-Kudüri ayn. esr., II, 402 v.d ,).



( Ismâ'il



Paşa,



10 ) al-Fcfik f i ğarîb al-ffadîs ; Hadîs metin­ lerinde anlaşılması güç kelimeleri açıklayan bir sözlüktür. Pek çok yazmaları arasında en mühim­ leri şunlardır : Süleymaniye Kütüp., Reîsülküttâb, nr. 1093-1095 ( 514 h .); Lâleli, nr. 3574-3575 ( 61 2 h .); Dâmad İbrâhim Paşa, nr. 1128 (667 h .); Konya, Yusuf Ağa Kütüp., nr. 5068/3963 (670 h .), Süleymaniye Kütüp., Kılıç Ali Paşa, nr. 1031 (7 14 h . ) ; ayrıca bk. G A L , I, 292; Suppl., I, s ır . Zemahşerî ’nin bu eseri Haydarâbâd (13 2 4 = r9û6 ) ve Kahire (1364= 1945 ) ’de basılmıştır. II. D i l i l e i l g i l i e s e r l e r i : A. Nahivle ilgili eserler: II ) al-Mufaşşal: Zemahşerî’nin 513-515 ( 1119 -1 1 2 1 ) yıllarında yazdığı ( I bn Halhkân, Va­ fayât, II, 10 7) bu mühim eseri, fiil, edat ve eş anlamlı kelimeler olmak üzere, dört bölümden ibarettir. Çok ustaca işlenmiş bulunan bu klasik eserin, kütüphânelerdeki yazmaları arasında, en mühimleri şunlardır : Konya Yusuf Ağa Kütüp., nr. 4936 (523 h .), nr. 4928 (650 h .), nr. 4935 (659 h .); Süleymaniye Kütüp., Fâtih, nr. 5139 (602 h ,), nr. 5t36 (665 h .); Amcazâde Hüseyin Paşa, nr. 422 (616 h .); Es’ad Efendi, nr. 173 (643 h .), Lâleli, nr. 3518-3521 (677 h . ); Ayasofya, ur. 4595 (678 h . ); H, Hüsnü Paşa, nr. 1425 (682



ZEMAHŞERÎ. h .); Şehid Ali Paşa, nr. 2524 (698 h .); Dâmad İbrahim Paşa, nr, 1102 (7 16 h .); Hüsrev Paşa, nr. 692 (7 16 h .) v.b. (Eserin diğer yazmaları ve şerhleri için bk. Keşfü 'z-ztinûn, II, I774-I777; G A L , I, 2 9 i; SuppL, I, 510; Ma‘cam al-matbffât, II, 973 )• al-Mufaşşal, J. Broch tarafından Christiania ( 1859-1879)’da; Muhammed Ya'lfûb Rasbürl ta­ rafından ilâve ve eklerle Dehli (1891-1903 ) ’de; 0 amza Fatjj Allah tarafından İskenderiye (1291 = 1874) ve Kahire (1 3 2 3 = 1 9 0 5 )'de basılmıştır.



B.



12 ) al-Unmüzac : al-Mufaşşal'm bir hülâsası olup, çok rağbet görmüş ve şerh edilmiştir. Mü­ him yazmalarından bir kaçı: Süleymanİye Kütüp., nr. 4440/1-2; Dârulmesnevi, nr. 524/2; Esad E­ fendi., nr. 3047; 30Ğ7/2; Hacı Mahmud Efendi, nr. 5975/1; Hüsrev Paşa., nr. 664; Esmâhân Sultan nr. 372 (868 h .); Kadızâde Mehmed Efendi, nr. 506/2; Lâleli, nr. 3145/1, 3774/6; M. Hafîd Efendi, nr. 403/2; Şehid Ali Paşa, nr. 2508/1; Yozgat Kü­ tüp., nr. 826/12 v.b. (Eserin diğer yazmaları ve şerhleri için bk. Keşfü 'z-zürıûn, I, 185, G A L , I, 291; Suppl, 1, 510). al-Unmüzac önce J. B. Broch tarafından el ya­ zısı ile Christiania ( 1867 ) 'de teksir edilmiş, daha sonra Bulak (12 6 9 = 18 52 ), Tebriz (1275= 18 5 8 ), Kahire (1289=1872 ve 1907), Tahran (1884 ) ’da Cami* al-Muhaddimat içinde ve İstanbul (128 9= 1872, 1298=1880 [ Maydânî ’nin, Nuzhat a(-Tarf mm sonunda) ], 1308 1890 ye 1323 [ i9°5 ] ) ’da basılmıştır. 1 3 ) al-Mufrüccât va mutammim mahâmm arbâb al~I}3c5t fi'l-a})âd va'l-uğlüjSt f l ’l-nafıü: Arap dilinin inceliklerini sorulu cevaplı bir şekilde an­ latan bu eserin en eski yazması Süleymanİye Kütüp., Ayasofya, nr, 4456 (601 h .) 'dadır. Diğer yaz­ maları için bk. G A L , î, 291; S u p p l, 1, 511. 14 ) al-Mufrad va 'l-rmrahfıab ( veya al-Mufrad va 'l-mu ’allaf) : Nahivle ilgili küçük bir risâledir. Yazmaları : Süleymanİye Kütüp., Lâleli, nr. 3740 (682 h .); Köprülü Kütüp., nr. 46/3; Dâr ai-kütüb nr. 1592 ’de bulunmaktadır. Bu eser Bahica y a ­ san!, tarafından Bagdad (138 2 ) ’da basılmıştır (bk. G A L , Suppl, I, 5 1 1). 15 ) Mas 'ala f î kalimat al-şahâda : Kelime-i Tevhîd ’in nahiv bakımından tahliline dâir bir risa­ ledir. Bir yazma nüshası Berlin, nr. 2406 ( G A L , I, 292) ’da bulunmaktadır. Eser, Bahica Haşan! tarafından Bagdad ( 1382=1967 ) 'da neşredilmiş­ tir. 16 ) al-Amâli f î 'l-naluı ( Yâküt, İrşâd, X IX , 134; İbn Hallikân, Vafâyat, IV, 255; îsmâ'İl Paşa, Hadiyat al-*arifin, II, 402). 1 7 ) Şamim al-*Arabhja ( veya Şa/ıi/ı al-cArablya)ı Yâküt, İrşad, X IX , 134; îbn Hallikân, Vafayâl, IV, 255; Keşfü ’ z-zünûn, II, 1082). B. ile ilgili eserleri ;



Lügat



18 ) Âsâs al-bâlâğa : Zemahşerî bu eseriyle Kla­ sik Arapça ’mn mühim bir lügatini yapmış ve ke­ limelerin müşahhas olanları yanında, mecazî mâ­ nalarını da vermek suretiyle Arap lügatçiliğinde yeni bir çığır açmıştır. Asâs al-balâğa ’nm bâzı mühim yazmaları arasında şunlar zikredilebilir ; Süleymanİye Kütüp., Lâleli, nr. 3532 ( 691 b . ), Turhan Sultan, nr. 3 1 i ( 7 0 5 h .), Ayasofya, nr. 4657-4658 ( 728 h .), Es ad Efendi, nr. 3 178 -3 179 ( 782 h .). Eserin diğer yazmaları için bk. G A L ,



I,



29 2, S up p l,



I,



5 11.



İlk baskısı iki cilt olarak Kahire (12 9 9 = 18 8 1) ’de yapılan Asâs al-balâga, daha sonra yine Kahire’de 1341 (19 2 2 ) ’de, Laknov (1 3 1 1 = 1893), Haydarâbâd (1324 = 1906 ) ve Beyrut (1385=1965 ) ’ta basılmıştır. 19 ) Muj/addimat al-adab : Arapça pratik bir sözlükten ibâret olan bu eser, Hârizmşah Atsız [ b. bk. ] b. Muljammed (Saltanatı; 1127-1156 ) ’e ithaf edilmiştir. Zemahşerî 'nin bu eseri, isim, fiil, edat, isim çekimi ve fiil çekimi olmak üzere beş ana bölüme ayrılmakta ve bu haliyle, kendi­ sinin Arapça gramere dâir kaleme aldığı al-Mafaşşal ’a benzemektedir. Çok eski olmayan mevcut nüshaların bir kısmında satır arası Türkçe, Farsça, hattâ Hârizmce ve Moğolca tercümeler bulun­ makla birlikte, müellif nüshası elimizde olmadığı için, asıl nüshada tercümelerin hangi dilde yapıl­ dığı bilinmemektedir, işte bu durumda Mufaddimat al-adab’i ilk neşreden J. G . Wetzstein ( Samachscharii Lexicon arabicum persicum.., I, II, Le­ ipzig, 1844-1850) ve Brockelmann ( G A L , I, 292), bu eseri bir Arapça-Farsça sözlük saymış­ lardır. Öte yandan Z. V , Togan ( TM , X IV , 81-92 ) ise, daha isâbetli görünen bir değerlendirme ile, ayrıca, bunlara Türkçe ’yi de eklemiştir. Gerçekten Mufcaddimal al-Adab 'in çeşitli nüshaları ile bun­ lar üzerinde yapılan mukayeseli araştırmalar, bu son görüşü kuvvetlendirmektedir. Nitekim eserin mevcut nüshalarının en eskileri, yalnızca ArapçaTürkçe ’dir. Bunda, eserin ithaf edildiği Atsız ’m Türk oluşunun payı olmalıdır. Mul/addimat al-adab, günlük hayatın her cephe ve safhasına âit kelimelerle dolu bir eser olduğun­ dan, Türkçe tercümeli nüshaları Türk dili ve kül­ tür tarihi bakımından şon derece mühimdir (bk. Nuri Yüce, Neu festgestellte Wörter und Wortbe­ deutungen im Choresmlürkßchen, I, C A ], 25, Wie­ sbaden, 1982, s. 176-183 ). Mufcaddimat al-adab ’in nüshaları arasında en mühimleri şunlardır : Yozgat Kütüp., nr. 396 (655 h .), Berlin Devlet Kütüp., nr. 66 ( 681 h .), nr. 69 (694 h .), Üniv. Kütüp,, nr. A Y 114 (715 h .), Kastamonu Kütüp., nr. 2487; Topkapı Sa­ rayı Kütüp., nr. 2243, 2740-2741; Şuşter A. 1553; Taşkent, 2699, 3807; Paris nr. 287; Süleymanİye Kütüp., Lala Ismâil, nr. 674 (735 h .), Dâmad



ZEMAHŞERÎ. îbrâhitn nr. 1X49 ( 73s 1».); Arkeoloji Müze Kütüp., nr. 1619 (740-741 h ,); Millet Kütüp., nr. 2009 (749 h .); British Museum Add. 7429 (760 h.), Süleymaniye Kütüp., Yeni Câmi, nr. 322 (769 K.), H. Beşir, nr. 648 ( 797 h .); Atıf Efendi, nr. 2768 (799 h .), Râmpür, 38x0; Manisa Kütüp., nr, 2850 (800 h .), Bursa, Haraççıoğlu Kütüp., nr. 1444-4778; İzmir Kütüp., nr. 672, Süleymaniye Kütüp., Fa­ tih, nr. 5265/2, 5273-5, Serez nr. 3645, Ayasofya nr. 4777-4778 v.d. Mufcaddimat al-adab 'in baskıları ve üzerinde yapılan çalışmalar : G. Wetzstein, Mukaddimat aladab ( Arapça-Farsça metin ve Arapça-Latince indeks, Leipzig, 1 [1844}, II [18 5 0 ]); A . Poppe, Mongokkiy slovar’ Mukaddimat al-adab, I-II., Moskova-Leningrad, 1938; III, indeks, 1939 (b u baskıdaki Çağatayca dil malzemesi, yine Poppe tarafından yazılan Eine oiersprachige ZamaxsvariHandsckrift. [ I ]) : Das cağataitürkische Sprackmaterial adlı makale ( Z D M G 101, N F 26, Wiesbaden, I951» C I, 3OI_332 ) ’de işlenmiştir. Z . V. Togan, Hcârizmce tercümeli Muqaddimat al-adab, İstanbul, X95I ; Konya Yusuf Ağa nüshası faksimilesi; eserin diğer nüshaları için bk. A. Ateş, T D E D , İs­ tanbul, 1958, V III, 90-93 ve Z. V. Toğan, T M , İstanbul, 1965, X IV , 81-92. Z. V . Toğan tara­ fından yayınlanan bu metindeki B vârizm diline âit malzemeyi J. Benzing, Arapça, Farsça, Latince ve Almanca olarak yayımlamıştır: Das chıûaresmische Sprachmaietial der “Maqaddimat al-adab“ von ZamaxSari, Wiesbaden, 1968. Ishak Hocası Ahmed Efendi diye bilinen Ahmed b. Flayruddln al-Güzelhisärl (öhn. 1120= 1708 ), Mukaddimat al-adab 'i Bursa'da I I 17 ( i 7° 5 )'de T ürkçe’ye tercüme etmiş, bu tercüme an­ cak 190 yıl sonra basılabilmiştir : ‘ Afosü 'l-arab f l tarcamat al-Mukaddimat al-adab, I-II, İstanbul, 1313 (1895). Semerkand'da bulunan ve Türk Dili için önemli olan bir nüsha W . Barthold tarafından tanıtılmıştır ( îslamica, Leipzig, 1926, II, 1-4). Bu arada A, N. Borovkov, Buhârâ nüshasındaki Türkçe [ AOH ( Budapest, 1962 ), X V, 31-39 I ve Moğolca kelimeleri [ N A A , I (Moskova, 1964), s. 140-145 ] incelemiş, ayrıca bu nüshanın istinsah tarihi [ VYa. 1965, 2 (Moskova, 1965) s. 98-101] ile bu yazmadaki bitki adlan [ Tyarkskaya Lekr stkologiya i Ldisikograflya (Moskova, I97X), s. 96-111 ] ile İlgili araştırmalar yapmıştır. Diğer taraftan K . H. Menges, Taşkent’teki iki yazma ( nr, 2699, 3807) nüshayı inceleyerek bunlardan Arapça-Farsça-Tüıkçe karşılıkları ile bol örnekler IC A J , 8 (Wiesbaden, 1963) s. 230-252; ve CAJ, 11 ( 1966) s. 87-133 ] vermiştir. A . Zajaczkowski, Mukaddimat al-adab ile ilgili iki makalesinden birincisinde, bu eserin İran ve Türkiye 'deki yaz­ maları üzerinde durmuş [ Spr. z Prac Nauk■Wydz. I P A N (Varşova, 1965), z. 3, s. 8-13], ikinci­ İslâm Ansiklopedisi



sinde ise, eserin Yozgat nüshasında hayvanlarla ilgili bölümü yayımlanmıştır [R O , 2 (Varşova, 1967), XXX, 27-82]. Yine bu arada H. Grotzfeld’in iki tanıtması [ Is l, 44 (19 6 8 ), s. 250-253, 304 v.dd.] ile Z. B, Muhammedova 'nın, Semerkand nüshasında geçen yıldız adlarım incelediği bildiri­ sini de burada belirtelim I I . Türk Dili Bilimsel Ku­ rultayında sunulan bildiriler, 1972 ( Ankara, 1975 ), s. 561-565]. Ayrıca bk, N. Yüce, Z D G M , Suppl., III, 2 (Wiesbaden, 1977), 1253-1259); ayn. mil., Zamaffşarİ, Mukaddimetül 'l-edeb, y«ârizm Türkfesi ile tercümeli Şuşter nüskast. Giriş, dil hususiyetleri, metin, İndeks, İstanbul, 1979, s, 247 (doçentlik tezi). Kaynaklarda Caoâkir al-Luğa ( îrşad, XIX, 134; Keşfü 'z-zünûn, I, 6 16 ), Kitäb al-asmâ* f lF luğa ( îrşâd, göst. y e r.) ve Kitäb al-acnâs ( göst. y e r.) adları altında geçen eserlerin Makaddİmat al-adab oldukları anlaşılmıştır. IV. E d e b i y a t i l e i l g i l i e s e r l e r i : 21. Navâbiğ al-kalîm: Seçilmiş vecizelerden te­ şekkül eden bu eserin birçok yazma nüshası vardır. Başlıcaları: Süleymaniye Kütüp., Şehîd Ali Paşa, nr. 2581/5 (760 h .), Ayasofya, nr. 4339, 4609 (763 h .), Âşir Efendi, nr. 416/18 ( 765 h .); İzmir K ü ­ tüp., nr. 763 (794 h .), Süleymaniye Kütüp., Çe­ lebi Abdullah Efendi., nr. 384/4; Esad Efendi, nr. 3331/3, 3724/7, 3766/1, 3782/45, v.d. Naoâbiğ ab-kalîm, ilk olarak H. A. Schultens tara­ fından Leiden ( 1 7 7 2 ) 'de basılmış, bunu İstan­ bul (1303-1885), Paris (1871), Kahire (1287=1870, 1305=1887) ve Beyrut (1306=1888 ) baskıları ta­ kip etmiştir. Eser, 'Alî b. Muljammed al-Kabindî (7 18 = 1318 ), Muhammed b. Dihljân cAlî al-Nasaf! ( 700= 1300), Sa'd al-DIn al-Taftazânî (ölm. 792= 1390) tarafından şerh edilmiştir. Bu sonuncusunun M cam al-şaoâbiğ, adlı şerhi, İstanbul (128 3= 1866)’da basıldığı gibi, Mustafa îsâmeddin tarafından Türkçe ’ye de çevrilmiştir. Eserin diğer yazma ve şerhleri için bk, G A L , I, 292; Suppl., I, 512. 22. AfüSk al-Zahab ( veya al-Naşâ^ih al-şiğâr : ö ğü t, hikmet ve ahlâk konusunda secili ve süslü nesirle yazılmış 100 makaleden ibârettir. Yazma­ ları : Süleymaniye Kütüp., Aşir Efendi, nr. 416/­ 17; Ayasofya, nr. 2911, 3780 (780 h .); Çorlulu Ali Paşa, nr. 443/23; Hafîd Efendi, nr. 275/1, Reşid Efendi, nr. 715/3 v.d. Eser, J. v. Hammer tarafından Almanca tercü­ mesiyle birlikte Viyana (1835 ) ’da neşredildi. Ay­ rıca H. L , Fleischer ( Leipzig, 1835) ve G. Weil tarafından yine Almanca (Stuttgart, 1863) ya, C . Barbier de Meynard tarafından Fransızca (Paris, 1876) ’ya çevrildiği gibi, M . Zihni Efendi ( ölm, 13 2 9 = 19 11) tarafından da T ürkçe’ye tercüme edilmiştir (İstanbul, 1286=1869). Şerhleri için bk. G A L , I, 292; Suppl, I, 512; F. 33



ZEMAHŞERÎ 23) Makamât ( veya al-Naşâ’ ib al-h}bâr) : Zer mahşerî’nin ağır bir hastalıktan sonra 512 ( 1 1 1 8 ) 'de yazdığı bu eser, 50 Manâma 'den ibaret olup, müellifin kendisine yaptığı nasihatleri ihtiva eder, îlk olarak, Kahire (1322== 1894) 'de basılan bu eser, 0 , Rescher tarafından Almanca 'ya tercüme edilmiştir ( Greifswald, X913). Yazma ve baskı­ ları için bk. G A L , I, 292; Suppl, I, 511. 2 4 ) Rab}'1 al-abrâr : Muhâdarat konusunda bir eser olup, tarihî, edebî ve İlmî eserlerden seçilmiş parçalardan ibarettir, Yazmaları : Konya Yusuf Ağa Kütüp., nr. 4900 (604 h .); Süleymaniye Kütüp,, Damad îbrâhim Paşa. nr. 948 (665 h .); Fâ­ tih, nr. 3893-3894 (857 h .); diğerleri için bk. G A L , Suppl, I, 512. Rabî° al-abrâr, Muijammed b. K ^ im b. Y a'küb (ölm . 940=1533) tarafından Ravz al-ahyâr, adı ile ihtisar edilmiş ve bu muhtasar da Aşık Çelebi (ölm . 9 7 9 = 15 7 1) tarafından Selim 11. adı­ na T ürkçe’ye çevrilmiştir. Rabi11 al-abrâr, Kahire (1292 h .) ’de basılmıştır. Eser ayrıca Nur al-Dİn Muljammed b. Ni'mat Allah-i Müsavi-i Şuştarî tarafından Zakr al-rabîc adıyla Farsça ’ya çevril­ miştir (T ebriz, 1301). 2 5 ) al-Mustalişâ fi 'l-amşâl: 44®1 eski Arap atasözünü içine alır. Bu konuda 6,000 Arap atasözünden oluşan M açma' al-amşâl adlı eserini aynı yılda yazan al-Maydân! (ölm . 5I8 = H 2 4 ) ile Zemahşerî arasında rekâbet olduğu rivâyet edilir ( îshak Hocası, Afóa'l-’arab, l, 301). Ge­ libolulu Mustafa b. îbrâhim, al-Muslakşâ ’dan seçmeler yapıp, bunları Farsça ve Türkçe açıkla­ malarla Zubdat al-amşâl adı altında toplamıştır. al-Muslakşâ ’nın mühim bir yazması Süleymaniye Kütüp., Fâtih, nr. 4088 (627 h .) ’de bulunmak­ tadır. öteki yazmaları için bk. G A L , I, 292; Suppl, I, 5 1 i; bk. E l , mad. AL-ZAMAKHSHARÎ. 2 6 ) A ’ cah al-cacab f l şarj} Lâmiyat al-carab : Şanfarâ ’nın Lâmiyat al-’ arab adlı meşhur kasi­ desinin şerhidir. Başka şerhlerle birlikte ilk bas­ kısı İstanbul ( 130 0 = 18 82 )'da yapıldı. Yazma­ ları, şerhleri ve baskıları için bk. G A L , Suppl., I, S U ; F. Sezgin, Gv4 S , IÍ, 135 v.d, 27 ) Dîvân : Zemahşerî ’nin şiirlerini ihtîvâ eden Dîvân ’ı henüz basılmamıştır. Bir yazma nüshası, Süleymaniye Kütüp., Âşir Efendi nr., 330 ’dadır. Şehid Ali Paşa, nr. 1171 /3, i94'h, i99“ ’da 4 şiiri vardır. Diğer yazmaları için bk. G A L , I, 513 . 28 ) Nuzkat al-mustrfnis ( veya Nüzhat al-muta’ arınis va nahzat al-mufctabis ) : Güzel hikâyeleri, zarif kimselerin şiirlerini, sahîh hadîsleri ve bâzı edebî parçalan ihtivâ eden bu eserin, hem muhtevâsından, hem de Ayasofya 4331 deki nüshası üzerinde bir kayıttan, Rabî’ al-abrâr'dan seçme­ ler olduğu anlaşılmaktadır (krş. G A L , I, 293; Suppl, l, 512). 2 9 ) al-Durr al-dfi'ir



abmunlaffob ' f î



kinâyât



ZEMÂR.



va isti'ârât va laşbîhât al-’ arab : Edebî san’atlarla ilgili olan bu eser için bk. G A L , Suppl, I, 511. Bu eser, B. al-plasanî tarafından Bagdad (1968 ) ’da yayınlanmıştır. 30) al-Kislâs fi ’l-carüz : Arûzla ilgili olan bu eser, henüz basılmamıştır. Yazmaları, şerhleri v.s. için bk. K itib Çelebi, Keşfü 'z-ziinûn, II, 1326; G A L , I, 291; Suppl, I, 5x1. Bunlara şu yaz­ malar da eklenebilir : Süleymaniye Kütüp., Aya­ sofya, nr. 4525; Hâlet Efendi ilâvesi, nr. 213/6; Lala İsmail, nr. 740/4; Lâleli 1984/3; Reisülküttap, nr. 990/r; Reşîd 1117/4. ■ 31 ) Marşiya °alâ Abi Muzar { G A L , Suppl, I, 512). 32) al-Kaşîda al-Baîüziyya { G A L , I, 293)- 33) Kaşida °ala Ğazâlî { G A L , Suppl, L 512). 3 4 ) al-Kaşf fi ’l-ÎÇirffat { G A L , Suppl, l



5 1 1). Zemahşerî ’nin sâdece adları bilinen eserleri : 3 5 ) Dîvân }}utab ( Yâljüt, Irşâd, X IX , 134). 36) Dîvân al-rasS'il ( Keşfü ’z-zünûn, I, 79X)• 37 ) Dîvân al-tamaşşul ( Keşfu 'z-zünûn, I, 781). 38 ) al-Muntaf)âb min zâllat al-nâşid ( İsmail Paşa, Haiîyat al-’ ârifin, II, 4 °3). 39) Naşaüh almulük {Hadîyat al-°Srifîn, II, 4 °3 ). 4 ° ) Risâlat al-asrâr ( trşâd, X IX , 134). 4 1 ) al-Risâlat almuhhiya {Hadîyat al-’ ârifîn, II, 4 °3 ). 42 ) alRisâlat al-nöçiha ( Keşfü 'z-ziinûn, I, 895 ). 43 ) Sav&Hr al-amşâl {Keşfü'z-zünûn, II, 1009). 44) Şarh abyât al-Kaşşâf {Hadîyat al-°ânfîn, II, 403). 4 5 ) Şarh abyât kitâb SîbaOayh ( Keşfü 'z-zünûn, II, 1427; Hadîyat al-cârifîn, II, 4 °3 ). 4 6 ) Tasliyat al-zarîr {Irşâd, X IX , 134 ). 4 7 ) Ziyâdât al-mşüş {Hadîyat al-’ arifin, II, 4 °3 ). 48) "Afal al-Kull (Yâküt, Irşâd, X IX , 134). V II. Hal-tercümesine ait eserleri; 4 9 ) fjlaşS'İş al-caşara al-kirâm al-barara: "Aşere-i mübeşşere“ diye bilinen on sahibenin hayat hikâye­ sine dâirdir. Yazmaları için bk. G A L , I, 292; Suppl, I, 5 1 1; burada kaydedilmeyen diğer nüs­ hası da H. Mahmud Efendi Kütüp., nr. 4710 ’da bulunmaktadır. Eser, İbn Hasanî tarafından Bagdad (1968 ) ’da basılmıştır. 5° ) Şakâ*ifc al-Nu’ mân f î manâ(tib al-Nu’ mân al-îmâm Abû îjanîfa ( Kâtib Çelebi, Keşfü'z-zünûn, II, 1056). 5 1 ) Şâfî'l-’iyy' •min balâm al-Şâfri ( Kâtip Çelebi, Keşfü’z-zünûn, II, 1022). 5 2 ) Mutaşâbik asâmî'l-ruoât ( Kâtib Çelebi, Keşfü ’z-zünûn, II, 1584), 53 ) Mafcâlât : Bir yazma nüshası Serez Kütüp., nr. 3897/2 ’de bulunmaktadır. 54 ) Tilbat al-°ufât f î şarj} al-taşarrufât ( îsmâil Paşa, Keşfü 'z-zünûn zeyli, IV, 86). B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilmiştir. ( N u rî Y ü ce. )



ZEMÂR.



ZA M Â R ( Saba çivi yazdarindald ZİMÂR. DAMAR, bk. İbn al-‘Aşîr, V III, 7 6 ) görülür. Sâmânî vâlisi Muhammed b. eA lî Sa‘ !uk, Rey ve çevresi ile Zencân ’a hâkimdi, ö te taraftan Sâc-oğulları ’ndan Yûsuf da, hâkimiyet sâhasmı genişletmek maksadıyla harekete geçmiş, Muljammed b. ‘A lî ona muka­ vemet edemeyeceğini anlayarak Horasan ’a çe­ kilmişti. Bu suretle Yûsuf, Rey ve çevresi ile bir­ likte Zencân ’ı da ele geçirmişti ( 304=916/917). Abbâsî halîfe» Muktadir, kumandanlarından Münis al-Hâdim ’i, Yûsuf ile mücâdele etmesi için Azerbaycan ’a gönderdi. Muhtemelen bu sırada Zencân, Munis ’in idâresinde olmalıdır. Çünkü Münls, 21 temmuz 919 ’daki savaşta Yûsuf kar­ şısında mağlûp olmuş ve Zencân ’a çekilerek, kışı burada geçirmişti. Y u su f’un halîfe kuvvetleri ta­ rafından esir edilmesinden sonra, Zencân vâliliği,



523



‘Ali b. Vahsüdan ’a verildi (307= 919 )• Halîfe Muktadir daha sonra Yûsuf ’u affetti ve yılda 500,000 dinar vergi ödemek şartıyla Rey, Kazvîn, Ebher, Zencân ve Azerbaycan vâliliğine tâyin eyledi (m u ­ harrem 3îO=mayıs 922; bk. ibn al-‘Aşîr, V III, 136; krş. H. D. Yıldız, Azerbaycan'da hüküm sürmüş 1 bir Türk hanedanı. Sâc Oğulları, T E D , İstanbul, I 9 7 8, IX, 107-128; A b u ’l-Kâsim Yusuf“ , s. 25-29). X . asırda Zencân, Deylemiilerin faâliyet sahası içinde idi. Nitekim Deylemli reislerden Asfâf b. Şirüya, Ziyârİ hanedanının kurucusu Mardâvic b. Ziyâr (927-935) ’a karşı mukavemet edeme­ yeceğini anlayarak kaçmış, Mardâvic de onun hâkim olduğu yerleri, bu arada Zencân ’ı da ele geçir­ mişti (318=930; bk. Tânfpi Güzida, s. 407). Bundan sonra Zencân ’in sık sık el değiştirdiği görülür. Nitekim, Çağâniyân hâkimlerinden olup, Sâmânî ’lerin hizmetinde bulunan Abü ‘A lî Aljmed, 329 (940/941) kışım Rey ’de geçirdi ve oradan Cibâl ’e kuvvetler göndererek Zencân, Ebher, Kum, Karac ve Kazvîn gibi şehirleri işgâl etti. Bir süre sonra Müsâfiri ’lerin Tarım kolundan olan Vahsudân b. Muljammed (941 "957) hâkimiyetini Zencân ve’ Ebher gibi komşu şehirlere yaymıştı. Fakat Zencân bir süre de Büveyhîlerin hâkimiyet sahası içinde kaldı. Büveyhîlerden Cibâl koluna mensup Rükn al-Davla 366 ( 9 7 7 ) ’da öldü; oğlu Faljr al-Davla ‘Al! *nin, idâre ettiği şehirler içinde Zencân da vardı. Fahr al-Davla ’nin 387 ( 997 ) ’ de ölümünden sonra, Musâfirı ’lerden Vahsudân ’m torunu İbrahim b. Marzubân, Zencân şehrini ele geçirdi. Gazneli Sultan Mahmud kudret ve hâ­ kimiyetini garpta da genişleterek, 420 (1029 ) ’de Rey şehrini almıştı. O , oğlu M e s u d ’u, İbrahim b. Marzubân ’m ülkelerini zabt etmeye gönderdi. Şehzâde Mes ’ûd aynı yıl içiiıde Zencân ve Ebher ’i zabt etti ( ibn al-Aşîr, IX , 372 ). Gaznelilerden sonra, bu bölgede Türkmenler ve Selçuklular gö­ ründü. Sultan Tuğrul Bey, kendilerine tam olarak bağlı olmayan İran ’daki Türkmenler üzerinde bir dereceye kadar hâkimiyet sağlamaya çalışıyordu. Nitekim O , garba ilerlediği zaman, Zencân havâ­ lisinde bulunan Göktaş, Buğra ve öteki reisleri gelişinden haberdar edip, onları kendi tarafına çekmeği ümid ederek, Zencân ’da karargâh kurdu. Bu hâdise, Zencân ’ın ârtık Selçuklular ’m hâki­ miyeti altında olduğunu göstermektedir. Aynca Tuğrul Bey ’in eşi Altuncan Hatun da Zilka’de 452 (teşrin II./kânun I. I o 6 o ) ’de Zencân’da vefat etti ( İbn aI-‘Aşîr, X , 12 ). Sultan Melikşâh (1072-1092) ’m hâcibi, Emîr Kumaç ’m iktâ ’1 olan şehirler arasında Zencân ’da vardı. Daha sonra Sultan Sencer ’in veziri olan Ahmed Kâşî, bu gö­ reve tâyin edilmeden önce Emîr Kum aç’ın hiz­ metinde çalışmıştı. Aljmed Kâşî, Klşân, Ebher, Zencân, Gence ve Arrân ’da birkaç medrese ve dâru’ş-şifâ inşâ ettirdi ( bk. Naşir al-Dîn Münşî-i



ZENCÂN.



524



Kirmâoî, Nasâ’ im al-Ashâr, nşr. Calâl al-Dın rülüyor. Nitekim 602 (120 5/1206)’de Hârizm Muhaddiş, Tahran, 1959, s. 64 v.d.; Sayf al-Dîn ordusuna mensub onbin süvârî, âile ye çocukla­ Hâci b, Nlşân 'Alfîlî, Asar al-Vuzarâ’ , nşr. Calâl rıyla birlikte Zencân 'a gitti. Bu sırada Zencân al-Dîn Muhaddiş, Tahran, 1959, s. 248 v.d.). Sultan emîri Aydoğmuş, Erbil ve Merâga emîrleri ile Sencer 11 ağustos 1X19 ’dahi Sâve savaşından uğraşmakta idi. Onun yokluğundan faydalanan sonra, Selçuklu devletini yeniden düzenlerken, Hârizmliler, Zencân ’ı yağmaladılar. Emîr A y­ Şehzâde Tuğrul a tevcih ettiği yerler arasında doğmuş bunlara yetişip bir kısmını öldürmüş ve Zencân da bulunuyordu. Ancak daha önce Şeh­ pek çoğunu da esir almıştı. Abbâsî halîfesi al-Nâşir, zâde Tuğrul ’un atabeyi olan Emîr Gün-Doğdu Atabey Özbek ve Îsmâilîler 'den Calâl aî-DIn Ha­ •hapsedilmişti. Sultan Sencer 516 (1122/1123 ) 'da şan ( 12IO -I22I) ile birleşti. Pahlivan 'm bende­ onu serbest bırakarak, iktâ 'ı olan Zencân ’a gön­ lerinden olup Irak *1 elinde tutan Naşir al-Dîn dermişti. Bir süre sonra, Selçuklu emirlerinden M engli’ye karşı yapılan bu anlaşmaya ( 1 2 1 1 ) Sungur ’un Zencân hâkimi olduğu anlaşılıyor. göre, Mengli mağlûb edildiği takdirde, Irak-ı Irak Selçuklu sultanı Tuğrul, kendisine isyan eden Acem bu üç müttefik arasında paylaşılacak, Zencân, Şehzâde Mes’ûd ile yaptığı savaşı kaybetmiş ( receb Ebher ve civârı Calâl al-Dîn Haşan ’a verilecekti. 527= mayıs 113 3 ) ve bu sırada Tuğrul tarafın­ Nitekim Mengli mağlûb edilmiş, Calâl al-Dîn de dan olan Emîr Belek ile Zencân sâhibİ Emîr Sun­ anlaşma gereğince Zencân, Ebher ve civârma kendi gur, Mes’ûd ’dan aman dilemişlerdi. Sultan Tuğrul me’murlarmı tâyin etmişti. Calâl al-Dîn Haşan 'm II. 1 1 3 4 ’te ölünce, Irak Selçuklu Devleti tahtına bu iki şehir üzerindeki hâkimiyeti, hır süre devam Mes’ûd (ölm . 1152) geçti. Ancak Emîr Boz-aba, etti. Sultan Alâeddin Muhammed devrinde (1200Gurşanbih denilen mevkide yapılan savaştan sonra r22o), Hârizm kuvvetleri hiçbir mukavemetle Sultan Mes’ûd ’un emirlerinden bâzılanm esir karşılaşmadan, Zencân'ı ele geçirdiler (6 14 = 12 17/ alarak öldürtmüştü. Bu emirler arasında Zencân 1218; bk. Ibn al-Aşîr, X II, 238, 317; Târifyl Ctthâkimi Sungur da bulunuyordu ( Şab’ân 532 *= z'ida, s, 525; krş. t. Kafesoğlu, ayn.esr., s. 181, 200, nİsan/mayıs 1138). Selçuklu emirlerinden Arrân 204). Daha sonra sahneye Moğullar çıktı; Cebe hâkimi Çavlı, cemâziyelevvel 541 teşrin I. /teşrin Noyan ve Bahadır kumandasındaki Moğul ordusu, II. 11 4 6 ’da Zencân’da öldü. Zencân, daha son­ İran içlerine girmiş ve birçok şehirleri yağmalaraki devrede, Selçuklu sultanı Arslan-şâh (1 1 6 1 - mıştt. Bu yağma ve tahrîb edilen şehirler arasında H 7 6 ) idâresinde idi. Sultan Tuğrul III. devrinde Zencân 'da vardı ( bk. Hvândmir, IJlabîb al-Siyar, ( 1x76-1x94) ise, Zencân ’a Türkmenlerden Kafşut- Tahran, 1333, hş. III, 33). oğullan sâhib idiler ( bk. Şadr al-Din Abu ’U lasan ö te yandan Zencân ve Tebriz arasındaki bölge, cA lî b. Naşir b. 'A lî al-Husaynî, Afjbâr al-Davlat istilâcı kabileler için çekici bir sâha idi. ÎEhanhiar aî-Selçukjya, nşr. Muhammed İkbâl, Lahor, 1933, zamanında, Zencân ’da bâzı imâr faâliyetlerinde s. 89, 104, n o , 117, 176, Türk, trc., N. Lügâl, s. bulunulmuş ve hu arada birkaç saray yapılmıştı. 63, 73, 77, 81 v.d., 123; al-Bundârl, Zubdal al- Sultan Argun ( X284-X29i ) da bu bölgede bulunan al-Nuşra ı)a Nuffbat al-°Usra , nşr. M. T h. Houts- Sücas ’da gömülmüştür ( Koruk-ı Argun, "Argun ma, Leiden, 1899, s. 134, 170, 185, 203 v.d.; Türk, mâbedî.,). Meşhur tarihçi HamdAUâh Mustavfî trc. K. Burslan, Irak ve Horasan Selçukluları Ta­ [ b. bk. ], Kazvîn, Ebher, Tarım ve Zencân şe­ riki, s. 128, 158, 170, 185; krş. E. Merçil, Fars hirlerinin mustavfî ’ligini yapmıştı. Bu sırada şehrin atabegleri, Salgurlular, Ankara, 1975, s. 19, 23). yıllık gelir (/iufeufe-i Dîvânî) ’i 12.000 dinar, Azerbaycan Atabeylerinden Pehlivan (1175-118 6 ) bölgeninki ise, 8.000 dinar idi ( bk. Nuzkal al’m bendeleri, onun ölümünden sonra, Emîr Nû- Itulûb, s. 67). Daha sonra Zencin, Celâyirliler ( 1336­ reddîn Gökçe ’nin etrafında toplandılar. Gökçe, 1432) ’in idâresi altına girdi. Bu devrede Hvâca Abbâsî halîfesi al-Nâşir ’a elçiler göndererek, iç­ Camâl al-Dîn Sâvaci, Irak-ı “A cem ’in mustavfî'si lerinde Zencân ’in da bulunduğu bâzı şehirleri olup, Zencânda onun idâre ettiği bu bölgeye dâ­ ona bırakmak üzere, Irak-ı Acem 'in ikisi arasında hildi. Yine Celâyirliler devrinde büyük darbhâbölünmesini teklif ediyordu (1 1 9 7 ) . Bu teklif, nelerden biri de, Zencân 'da bulunuyordu ( bk. halîfe tarafından uygun karşılandı (bk. I. Kafes- Şîrîn Bayânî, Târlk-i  b i Calâyir, Tahran, 1345, oğlu, Hârizmşaklar Devleti Tariki, Ankara, 1956, hş., s. 190, 200, 206, 235 ). Timur, 1382/1383 yds. 138). Hârizmii emirlerden Mayacık ’m sebep larmda muhtemelen Zencân ’la birlikte Celâyir olduğu karışıklık neticesi, Melik Özbek ve Naşir ülkesini, ele geçirmiştir 832 (1428/1429) ’de Şulal-Dîn Aguş, Zencân ’a taarruz ettiler (59 4 — i 198). tânîye, Ebher, Kazvîn ve Zencân, îlyas Hoca oğlu Yine aynı yıl içinde, Mayacık ’ın ordusu da yağma Hoca Yûsuf ’un idâresinde idi. Aynı yılda Kara ve çapula başlamış, Ebher ve Zencân hududlarmda Koyunlu beyi İskender, Sultanîye önüne gelip dolaşmıştı bk. Ravendi, Rahat al-Şudür..., s. 396, Hoca Y û su f’u esir aldı. Yukarıda adı geçen yer­ 398; Türk, trc., A . Ateş, s. 365, 367). Hârizmliler- lerin idaresini emirlerinden Delü Ahmed ile cAb.’in daha sonraki yıllarda da bu çevrede dolaştığı gö­ dü! ’e verdi ( bk. F. Sümer, Kara Koyunlular, I,,



(



ZENCÂN -



zen d e - rûd .



Ankara, 1967, s. 127'). Safevîler devrinde {1501r732 ), şehir, bu hanedanın idâresi altında idi ve Türk-Iran mücâdelesi, bu şehre kadar yayılmıştı, Osmanlı Devleti ’nin 1578 ’de Safevîler ’e savaş açmasının sebeblerinden biri, Gîlân ’dan Osmanlı ülkesine gelmekte olan bir T ürk kervanının Zencân ’da basılarak yağmalanması, tüccarın çoğunun öldürülmesi ve bir kısmının da esir edilmesi idi ( bk. B. Kütükoğlu, Osmanlı-Iran Siyâsi Münâ­ sebetleri, I, 1578-1590, İstanbul, 1962, s. 17 v.d. ). Şah Abbâs I . ’m tahta çıkışının 5. yılında (15 9 3 ), Sultâniye ve Sücas hâkimi Davlatyâr Hân isyân etmiş, Ebher, Zencin ve Tarım gibi şehirler bu yüzden zarar görmüşlerdi. Neticede bu isyân bas­ tırılarak Davlatyâr katlolunmuş, halk da rahata kavuşmuştu ( bk. İskender Beg Türkman, Târllyi °Âlam Ârâ-yı cAbbasi, Tahran, 1334, Eş., s. 44° v.d .). Abbâs II. ( 1642-1666)’nin ilk yıllarında Şamlu boyunun Begİdili obasına mensup Saru Beg ’in oğlu Safî l£uli Beg, Sultâniye ve Zencân hâkimi olmuştu (bk. F. Sümer, Oğuzlar [T ü rkmenler,], Ankara, 1972, s. 3X0 Safevî devrinin sonuna doğru Tebriz beylerbeyliği, takriben bu­ günkü Azerbaycan’ın karşılığı bir bölge. Zencân, Sultâniye ve Mugan gibi şehirleri de içine alıyordu. Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 24 haziran 172 4 ’te yapılan “ İstanbul Muahedesi,, ile İran top­ raklan paylaşılmış, Safevî hükümdârı Tahmasb I I .’a ise, Hazer Denizi ’nin cenûbu, Tahran, Kazvîn, Reşt, Zencân ve Kum şehirleri ile havâlisi kalmıştı (bk. M. Aktepe, 1720-1724 O smanlt-îran Münâsebet­ leri, İstanbul, 1970, s, 28 v.dd. X IX . asırda Zencân, 1266 (1 8 5 0 )’da hükümete karşı ayaklanan Bâbl ’lerin merkezlerinden biri idi. Zencân ’lı hadîs, edebiyat ve ilim erbâbmdan bâzılan için bk. Yâljüt, Mu"cam al-buldan, Beyrut, 1957, III, 152 v.d. Bu arada Selçuklulara da hizmet eden Zencânlı ünlü kişiler için bk. Bundârî, ayn. esr., s. 285; Türk. trc. s, 255; Nasâ"im al-aslfâr, s. 282; T3rîi}-i Gtızîda, s. 724, 747). B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilenler­ den başka bk. C. E. Bosworth, “ The Tâhirids and Şaffârids" ( Cambridge History of Iran, IV) , Cambridge, 1975, s. 90-135 ; W. Madelung, “ The Minör Dynasties of Northern İran“ , s. 198­ 249.; C. E. Bosworth, “ The Polilical and Dynastie History of the Iranian 'World ( A. D . 1000-12x7 )“ , ( Cambridge History of İran, V ), Cambridge, 1968, s. 1-202.; M. G. Hodgson, “ The Ismâ'¡II State,,, s. 422-482.; C . E. Bosworth, “ The Rulers of Ckagköniyân in early Islamic Times“ , IRAN , 1981, X !X „ 5; O. Turan, Selçuklular Tariki oe Tiirk-İslam Medeniyeti (Ankara, 1965); Le Strange, The Lands of the Eastern Caliphate, s. 221, 223; Schwarz, Iran im Mittelalter, s. 729 v.dd..; İ A , mad. MÜSÂFİRÎLER. Ayrıca bk. E l , mad. ZANDJÂN. ( ERDOĞAN M ERÇtL. ).



).



).



5à5



ZENCÂN!. a l- Z A N C Â N Î , =1zz AL-VAHHÂB



al -D in ‘A bd B. İBRAHİM B. 'ABD AL-VAHHÂB B.



A b ! ’ l -M a 'ÂLÎ AL-klAZRACİ, aynı zamanda al-'İzzî diye de anılan, V II. ( XI I I . ) asrın ilk yarısında ya­ şamış b i r A r a p g r a m e r c i s i . Doğum yeri ve tarihi bilinmediği gibi, ölüm tarihi de kesin değil­ dir. Hayatı hakkında bildiğimiz sınırlı mâlûmatı, onun eserlerini zikrederken telif tarihleri ve yer­ leri hakkında bizzat al-Zancânî ’nin söylediklerini de ilâve eden Kâtib Çelebi verir. Bundan, Ş'ı/iö/ı ve al-Muğrib adlı lügatlere dâir bir çalışması olan aTM ucrib ' amma f i ’ l-Şilfâh tía 'l-Muğrib ’ini ta­ mamladığı devrede (6 3 7= 12 3 9 ), M usul’da ikâ­ met ettiğini bilmekteyiz. Daha sonra, eserlerinin sonunda verdiği bilgilere göre, 654 (12 5 6 ) 'te gramere dâir Mabâdî f i 'l-taşrif adlı eserinin alH öd î adlı şerhini, yine aynı yılda ve al-Hâdi f i 7naho adlı gramere dâir eserinin iki ciltlik şerhi olan a l-K â fİ' yi ikmâl ettiği Bagdad’da oturdu. Minan al-Hâdî f i 'Tnahtü Da 'Ttaşrîf adlı eserini bitirmesi de aynı döneme rastlar. Ertesi yıl Zemabşerî ’nin Kustös f i ’T carüz adlı eserine Taşhîh al-mikyâs f î tafsir al-Kustâs adlı şerhini yazdı. Kâtib Çeiebî ’ye göre, 655 (1 2 5 7 ) tarihinden biraz sonra vefat etti. Fakat kat’î tarihi bilmiyoruz. Gramere dâir adı geçen bu ve bunun dışında diğer eserlerinden başka ustur­ labın kullanılışı hakkında bir kitap kaleme aldı ve bir Arapça şiirler mecmuası hazırladı. al-Maznün biht calâ ğayri Ahlihi adlı bu eser, Abu Tammâm veya al-Buhturî ’nin ffamasâ ’si tarzında bir . an­ toloji olup, Câhiliye devri Muhazramün [ bk. M uhazram] ve klasik devir sonrası Arap şâirlerinin divânlarından ve daha önceki devirlerdeki mec­ mualardan aldığı beyitleri ihtivâ eder. Bu esere dâir 'U b a y d , Allah b. ‘Abd al-Kâfi b. cAbd alMacîd al-'Ubaydî tarafından bir şerh yazılmıştır. Ne Kâtib Çeîebî, ne de, al-Zancânî 'yi Buğyal al-otfât f l lahabtflt al-luğaoîyln üa 'i-nuhât ( Kahire, 1326, s. 3 18 ) adlı eserinde zikreden al-Suyüfî, bu mecmualardan bahseder. B i b l i y o g r a f y a : Brockelmann, G A L , I, 283, 474; Suppl, J, 497; Kâtip Çelebî (nşr. Flügel), krş. fihrist, V II, 944; E. J. Sarkis, Dictiormaire Encyclopcdique de Bibliographie Arabe ( Kahire, 1928-1930), al-Suyüfi, Buğyat al-vucât f i (abafât al-luğaoiyln va 'TNuhât ( Kahire, 1326), s. 318; al-Zancâni, al-Maznm bihi calâ ğayri ahlihi ( nşr. I. B. Yahuda ), Kahire, 1913-



I915’



( İlse L ichtenstâdter.)



Z EN D E-R Û D . [Bk. ZENDE-RÛD.] Z E N D E -R Û D . Z E N D E -R Ü D ,



Merkezî



İ r a n ’ ın b a ş l ı c a n e h i r l e r i n d e n b i ­ rid ir , Kaynağı, İsfahan’ın takriben 140 km. garbında Arabistan ( Hûzistân) eyâletindeki Zarde-Küh ( ’ ’Sarı tepeler” : san kireç taşı bulun­ masından dolayı buraya bu isim verilmiştir) ’da



525



2E N D E-R Û D -



bulunmaktadır. Bu tepeler, Cenûbî Iran ’ın en büyük nehri Kârûn [ b. bk. ] ’un da çıktığı Bahtiyârî dağlan arasında yer alır. Zende-Rüd, dağ­ ları terkettikten sonra Isfahan bölgesi içinden geçer ve bu sebeble çok kere Işfahân-Rüd ” Isfahan nehri" olarak adlandırılır ve Isfahan ’ın takriben 130 km. cenûb-i şarkîsinden Gâo hlâneh denilen büyük bir tuzlu bataklığa akar. Orta-çağ Arap ve Iran coğrafyacılarının yanlış olan görüşlerine göre, yer altından bir yol tâkİb eden nehir, takriben 65 km. ileride tekrar ortaya çıkar ve sonra denize akar. Bu hatayı ilk olarak gören Hamrl Allah Mustavfl ( krş. P. Schwarz, İran im Mittelalter nachden arabischen Geographen, Leipzig, 1 Syö, III, 216, v .d ,) ’dir. İsfahan ’a girişte Zende-Rüd şimâl sahili üze­ rindeki asıl Isfahan ’1, cenup varoşu Culfa [ b. bk. ] veya Yeni Culfa ’dan ayırır. Bu iki kısım arasında irtibat üç büyük köprü ile sağlanmıştır ( bk. Schwarz, ayn. esr., II, 529 ve kezâ Ouseley ’deki tasvirler, ayn. esr.; Stack, Six Months in Persia, London, 1882, II, 23; C. J. Wills, In ike Land of the Lion and Sun, London, 1883, s, 194 v.d.; J. Dieulafoy, La Perse, La Chaldee el la Susiane, Paris, 1887, s. 154 v.d.; J. Bassette, Persia, the Lands of the Imams, London, 1887, s. 154 v.d,; Curzon, Persia and the Persian Question, London, 1892, II, 44-50 ve E. Aubin, La Perse d 'aajourd 'hui, Paris, 1908, s. 289 ). Isfa­ han 'da, daha çok sulama maksadları için kullanılan nehrin, yaz aylarında yatağı ekseriya tamamen kurur. Zende-Rüd’un nehir rejiminin özellikle kaynak kısmı, daha dikkatli bir araştırmaya muhtaçtır ( bk. Stack, ayn. esr., II, 23, 84 v.dd. ve Bishop, Journey in Persia and Koordistan, London, 1891, s. 258,269 ). ' Zende (Zinda)-R üd ismi (krş. Vullers, Lexic. Persico-Latin, I, 151 v .d .) "Hayat nehri” mânasına gelir; Zâyinde ( Zâyende )-R üd= "hayat-veren ne­ hir” , yâni toprağı canlandıran veya münbit kılan nehir şekli şimdi daha yaygındır. Daha önceki bir devrede Zarîn-Rüd = "altın nehir” ismine de rastlanır. Ancak bu isim hakkında kesin birşey bilinmemektedir. Nehrin kaynağına oldukça yakın bir vadinin Zarîn vâdisi olarak isimlendirildiğini de buna ilâve edebiliriz ( krş. Bishop, .ayn. esr., L 2 6 9 ).



ZENGÎ. of the Eastern Caliphate ( Cambridge, 1905), s. 263-267; P. Schwarz, Iran im Mittelalter nach den arabischen Geographen ( Leipzig, 1896 ), III, 216 v.d.; IV, 457 v.dd. (aynca bk. indeks). ( M . S t r e c k .)



B i h l i y o g r a f y a : J. ■ Chardin,. Journal des voyages en Perse ( nşr. Langlös, Paris, 18 x 1), V II. 275-284; W. Ouseley, Travels in the various countries of the East, London, 1829, III, 11-18 (aynı zamanda yerli bir tarihçiden de faydalan­ mıştır); E. Stack, Six Months in Persia ( London, 1882), II, 23, 24, 46 v.d., 84 v.d.; Bishop,



Z E N E B ( A ) . K u y r u k . Astronomide Kuğu ( Zanab) takım yıldızı içinde a ” ile gösterilen yıl­ dızın adı. Aslan takım yıldızı ( Zanab abasadrt )’ndan daha açık bir şekilde ayırdetmek için Zanab al-Daccâca denilir. T . H. Z E N G Î. {Bk, zengî .] • ZEN G İ. ÎMÂDEDDİN B. A k s u n g u r B. T u r GAN, (1087-1146), Büyük Selçuklu İmparatorlu­ ğu ’na tâbi M u s u l a t a b e y l e r i veya Z e n gîler hânedânmın kurucusu. Ba­ bası Kasîmüddevle Aksungur, Alpaslan zamanın­ da saraya alınmış, Melifcşah zamanındada kuman­ danlığa getirilmiş bir memlûktur, lbn aI-cAdim ( Buğya, VI, 206 ) ’e göre, Aksungur ’un babası Turgân, Sâbyü ( ? ) kabîlesindendir, Melikşah’ın Suriye seferine kumandan olarak katılan Aksungur, Haleb şehri Türk hâkimiyetine geçince (3 kânun I, xo86 ), buranın ilk T ürk vâlisi olmuştur. Sultan Melikşah'ın ölümü (20 teşrin II. X092) üzerine, kardeşi Tutuş saltanat mücâdelesine girişmiş ve Berkyaruk tarafını tutan Aksungur ’u Tali al-Sul{ân civârındaki muhârebede ele geçirerek öldürtmüş­ tür (26 mayıs 1094). Kür-Boga, Musa el-Türkmânî, Çığırmış, Çavlı, Mevdûd ve Aksungur Por­ suk! gibi Musul 'a tâyin edilen emirler bu sırada yedi yaşında bulunan Zengî ’nin tâlim ve terbi­ yesi ile ilgilendiler. Abbâsi halifesi al~Mustarşid Billâb( 1118-1135 ) 'm Hille emîri Dubays b. Şadaka ’ya karşı açtığı sa­ vaşa katılan Aksungur Porsukî, kumandanların­ dan Altuntaş al-Aburî ile birlikte Z engi’y id e aşağı Irak bölgesinde Selçuklu hâkimiyetini te'sis için Vâsıt ’a gönderdi. Bu seferde gösterdiği askeri başarı neticesinde Vâsıt, Zengî ’ye iktâ olarak ve­ rildi ( al-Kâmil, X , 429), arkasından da Irak Sel­ çuklu sultanı Mahmud ( 1118 -1x 3 1) *un emriyle, Basra ’mn iktâsını elde etti ( 112 5). Sultan Mahmud ile al-Mustarşid arasında, ha­ lîfenin dünyevî hâkimiyet te’sis etmek istemesi üzerine çıkan anlaşmazlık sonucu, Selçuklu ordusu Bagdad ’a girdi. Bagdad içinde süren muhârebeye Vâsıt ve Basra ’dan te’min ettiği kayıklarla D ide üzerinden asker getiren Zengî, şehir içindeki mü­ câdelenin Sultan Mahmud lebine neticelenmesini sağladı. Zengî 'nin askerî kabiliyetini takdir eden sultan, onu Bagdad şahneliğine tâyin etti (nisan 1126).



Journeys in Perm and Koordistan ( London, 1891), I, 258, 269 v.d.; II, 19 v.d.; K . Ritter, Erdkfxnde, IX, 22 v.d.; Curzon, Persia and the Persian Question (London, 1892), II, 25, 44­ 50, 284, 315 v.dd.; G . Le Strange, The Lands



Musul emîri Aksungur Porsukî ’nin Bâtinîler tarafından öldürülmesi (26 teşrin II. 112 6 ), ye­ rine geçen oğlu Izzeddin Mes ’ud ‘un kısa bir süre sonra vefatı ( temmuz 112 7 ) ve Mes’ûd 'un oğ­ lunun çok küçük yaşta olması, Musul vâliliğinde



ZENGÎ. bir boşluk yarattı. Emir Çavlı, Mes’ûd 'un oğlu adına şehrin İdâresinin kendisine verilmesini Bag­ dad 'a bir hey’et yollayarak sultandan istedi. Giden hey’et Çavlı nin tâyini yerine Z e n g î’yi tercih et­ tiklerini söyledi. Sultan Mahmud, oğlu Alp Ars­ lan 'ın atabeyliğini de Zengî *ye vererek, onu Mu­ s u l’a tâyin etti (1 1 2 7 ) . M usul’a gelen Zengî ye emir Çavlı itâat etmek zorunda kaldı. Burada iç kaleye yerleşen Zengî şehrin dizdarlığmı Nasreddin Ç akır’a verdi. tzzeddin Mes ud, ölümünden önce Haleb e memlûklarından Kuttu Aba ’yı tâyin etmişti ( Buğya, V , 1320-134»). Fakat Kutlu A b a ’nm kötü idâresi neticesi, Haleb halkı milis kuvvetleri (al-A ffdö§) ile birleşip isyân ettiler ve Kutlu Aba ’yı yakalayıp, hapsederek yerine Fâ’ zâ *iî b. Badİc ’i getirdiler. Ancak şehirde huzur yinede sağlanamadı. Zengî, kumandanlarından Sunkur al-Dirâz ile Haşan Kara-Kuş ’u öncü olarak Haleb 'e yolladı ( kânun I. 1127 ). Kendisi arkadan’ Haleb 'e doğru hareket etti. Yolu üzerindeki Nusaybin’i kuşattı. Artuk Oğullarından Mardin hâkimi, Temür-Tâş (1122 1152 ) ’m tâyin ettiği bir vâli tarafından idâre edilen Nusaybin, Musul ’a karşı düşmanca davranmak­ taydı. Temür-Tâş, Hısn K eyfâ’da hüküm süren amcası oğlu Dâvûd (1 1 0 9 -1 1 4 4 )’dan yardım is­ tedi. Ancak yardımcı kuvvetlerin gecikebileceğim düşünen Nusaybin müdâfîleri teslim oldular ( alAiâbahjya, s. 36 v .d .). Zengî, Nusaybin’den Ha­ leb ’e gelip, şehri teslim aldı. hlkim olduğu Haçlılar 'İn sâhitini ele geçir­ mişlerdi, Hama, Hıms ( Şâm ) gibi ancak iç kısımlarda kalan şehirler müslüman­ ların bulunuyordu. Dimaşk 'tan Rahba ve Rakka 'ya uzanan yolun dışındaki bütün ticâıi yollar kesilmişti. Merkezî Suriye, Antakya 'daki, Şimâîî Suriye, U rfa ’daki, Cenûbî Suriye ise, Ku­ düs ’deki Haçlı hâkimiyetlerinin tehdidi altında idi ( al-Kâmil, X , 457 v.d .). İbn al-AşIr, Abü Şama ve İbn a!-cAd!m gibi tarihçiler, Zengî nm bütün Suriye ’yi kendi hâkimiyeti altına almayı gaye edindiğini yazmaktadırlar ( al-Kâmil, 643­ 647; Bttğya, V I, 208»; Abu $ âma, 1, 77 ). Tuğtekin ’in ölümü ( 1 1 şubat 1128), Atabey Zengî ’yi, Dimaşk Atabeyliği üzerine harekete ge­ çirmeye teşvik etti. Fakat, Büyük Sultan Sencer ‘in emriyle Irak sultam Mahmud ’un, Zengî ’nin ye­ rine, Hille emîri Dubays b. Sadaka [ b. bk. ] ’yı tâyin etmek istemesi ve Z engî’nin Sultan Mahmud huzuruna gidip, bu tâyini durdurması, Dimaşk üzerine yapacağı bir sefere mâni oldu, n» a rn v, 1 4 »• » vl T* 1 Zengı, iuğtekın ın yerme geçen oğlu ia c elMülûk (1 1 2 8 -1 1 3 2 )‘ye haber göndererek ondan Haçlılara karşı açılan cihada yardımcı ol­ masını istedi. Ancak Zengî, Böri'nin oğlu Hama emîri Sevinç kumandasında gönderdiği kuvvetleri



Zengî, Haleb 'e Akdeniz Suriye Haleb,



sıralarda tamamen ve Dİmaşk



elinde



X,



Böri



Haleb ’de hapsederek, askersiz bıraktığı Hama üzerine yürüyüp, 24 eylül 1130 'da şehri zaptetti. Bunu tâkiben Hıms şehrini kırk gün kuşattı ise de, kış mevsiminin yaklaşması üzerine Haleb 'e döndü (teşrin II. 1130)Zengî’nin Haleb’e döndüğü ve Haçlılarla meşgul olduğu bir sırada Böri, Bâtırûlerin bir sûikastine uğrayıp, ağır şekilde yaralandı. Bu arada Halîfe Mustarşid ile Hille emîri Dubays arasında anlaş­ mazlık devam etmekte idi. Dubays, ölen Serhad valisi, Fahrü T D evle Gümüştekm 'in dul kalan karısı ile evlenmek üzere Serhad ’a giderken yo­ lunu kaybedip, Böri ‘nin kuvvetlerince yakalandı ( 6 temmuz 11 3 1). Böri, halîfeye Dubays’i ya­ kalamış olduğunu bildirdi. Halîfe ise, Dubays ’i Bagdad’dan göndereceği adamlarına teslim etme­ sini istedi ( İbn al-lfalânisl, 230 v.d .). Bu durum­ dan haberdar olan Atabeg Zengî, D ubays’in ken­ disine teslimine karşılık, B ö ri’ye 50.000 dinar ile kendi elinde esir bulunan oğlu Sevinç ve kuman­ danlarını serbest bırakacağım bildirdi. Daha önce halîfeye söz vermiş olmasına rağmen, Zengî’nin reddedilemeyecek kadar cazip tekliflerle gelmesi, Böri 'nin halîfeye verdiği sözden dönmesine sebep oldu ve Dubays, Zengî'ye teslim olundu ( 2 teşrin I. 113 1). Zengî, Sultan Sencer'in emriyle ken­ disine rakip olmasına rağmen, Dubays ’e para ve silâh vererek, onu serbest bıraktı ( İbn al-Azrak, 164» ). Irak Selçuklu sultanı Mahmud ölünce (eylül 1 1 3 1 ), yerine oğlu Davud ( ll3 l- x x 3 2 ) geçti. Davud *un sultanlığını, vezir Abu '1-Kâsim Dargazlnl ve Merâga vâlisi Aksungur Ahmedili des­ teklemekteydi. Buna karşılık amcası Mes’ûd ise, T eb riz'i d e geçirerek D avu d’un sultan olmasına karşı çıktı. Ancak, Cibâl [b , bk. ] ve Azerbaycan bölgelerinde hutbe Davud adına okunmaktaydı ( İbn al-Cavzî, X , 24; al-Kâmil, X , 4 7 i ). Davud T e b riz ’i kuşatıp, sultanlığım amcasına geçici bir süre içinde olsa, kabûl ettirdi. M e s’ûd, bir taraf­ tan Z en gî’yİ kazanmaya çakşırken, diğer taraftan da halife ile anlaştı ve halîfeden adının hutbede okunmasını istedi. Ancak halîfe, Melik Mes’û d ’a kendisini destekleyeceğini, fakat büyük Sultan Sen­ cer 'in izni olmadan adını hutbede okutamıyacağım bildirdi ( al-Kâmil, X , 474; Bar Hebraeus, Ing. trc. 1, 256). Sultan D avu d’un diğer amcası olan Selçukşâh da saltanat müddeîsi olup, büyük bir ordu ile Bag­ dad ’a geldi. Halîfe, Melik Selçukşâh ile Atabeyi Karaca es-Sâkî ’yi iyi karşıladı ise de, onun da adım hutbede okutmadı, Atabey Zengî, Melik Mes ’ûd birliklerine ka­ tılmak üzere Musul ’dan hareket etti. Onun mak­ sadını öğrenen Atabey Karaca es-Sâkî, Melik Sel­ çukşâh ’1 küçük bir birlikle Bagdad *da bıraktı ve kendisi ana kuvvetin başında, Zengî 'nin Melik



528



ZENGÎ.



rülmüşlerdi. Bir süre sonra Halîfe Mustarşid, bu muhâsaradan bir netice elde edemiyeceğini anladı­ ğından Bagdad 'a döndü. Atabey Zengî ise, halîfe ile zâhirî de olsa, dostça münâsebetler kurmanın yolunu aradı ve Bagdad’a kıymetli hediyeler yol­ layarak diplomatik bağlantıyı yeniden te’sis etti ( îbn al-Azrak, s. 164»; al-Atdbahîyye, s. 4 7). Ancak Zengî, baharda halîfeye bu muhâsarada yardımda bulunan Hısn Keyfâ emîri Davud üzerine yürüdü. Mardin emîri Temür-Taş, D avud'a karşı Zengî’nin yanında yer aldı. Davud ile Amid yakınla­ rında karşılaşan Zengî, onu ağır bir şekilde yendi (26 nisan 1134). Davud muhârebe meydanından kaçmağa muvaffak oldu ise de, çocukları ve emir­ lerinden bir çoğu yakalandı. Sonra Amid üzerine yürüyen Zengî, burayı bir süre kuşattı ise de, ve­ ziri Ziyâ° al-Dîn al-Kafarsüdî ’nin tavsiyesiyle Musul 'a döndü. Ancak yolu üzerinde 'Mardin ’in şimâl-i garbisinde bulunan al-Suvar '1 ele geçirdi ve yardımından dolayı burayı Tem ür-Taş’a verdi. Selçuklu imparatorluğu ’nun garp kısmında me­ likler arasındaki mücâdeleler devam ederken Sultan Tuğrul ansızın öldü (2 4 teşrin I. 1134)- Melik Mes ud vakit kaybetmeden, hattâ halîfenin ta­ kınacağı tavrı da beklemeden Hemedan’a girdi. Mes’ûd ’un bu davranışından endişe duyan Sultan Tuğrul ’un kumandanları, aralarında Hille emîri Dubays de olduğu halde halîfe tarafına geçtiler. Ancak halîfe, Dubays *ın kumandanlar arasında bulunmasından şüphelendi. Diğer kumandanlar bu durumu öğrenince Dubays ’ı yakalamak istediler ise de, o, Mes ’ ûd ’un yanına kaçtı ( îbn al-Cavzî, X , 4 1 ). Halîfe, Sultan Sencer ile Davud ’un adını hutbede okuttu. Melik Davud ile otuza yakın T ürk kumanda­ nının kendisine katılmasıyla kuvvetlenen halîfe, Camâl al-ikbâl ’1 Bagdad *a nâip olarak bıraktı ve sultanlık iddiasını sürdüren Mes ’ûd üzerine yürüdü. Halîfenin yanında veziri Ibn al-Anbâr! de bulunmaktaydı. Halîfe, Dimaşk ’ı kuşatmakta olan Zengî’den yardım istedi. H alîfe’nin Zağros üzerinden Hemedan’a yürüyüşü çok yavaş oldu. Onun bu ağır hareketinden faydalanan Mes’ûd, ha­ lîfenin hizmetine girmiş bulunan Türk kuman­ danların gönüllerini kazanarak kendi tarafına al­ maya çalıştı. Nitekim Beg-Aba, Mes ’ûd tarafına geçen ilk kumandan oldu. 24 haziran H3S ’te Merâga civarında yapılan muhârebeyi, diğer Türk kumandanların kendi tarafına geçmesi neticesinde M e s’ûd çok kolay bir şekilde kazandı. Halîfe, Mes ’ûd kuvvetlerince esir edildi. Zengî ’nin gön­ dermiş olduğu kuvvetler ise, gecikmişti (al-Azîml, s. 410 v.d.; Zubia, II, 250). M es’ûd, halîfeye iyi davranıp, hizmette kusur etmedi. Ayrıca onunla bir anlaşma yaptı. Buna Abü Şâma, I, 79)Musul ’un kuşatması devam ederken şehir içinde göre, halîfe, Bagdad a dönecek, ancak yüksek halîfe yanlısı bir grup yakalanmış ve hemen öldü­ miktarda para (400.000 dinar: al-Kâmil, X I, 22;



Mes’ûd ile birleşmesini önlemek maksadıyla Bag­ dad ’dan hareket etti. Samerrâ ’da Musul ordu­ suna ânı bir baskın yaptı. Karaca es-Sâkî, Zengî ’yi yendi. Melik Mes ’ud ise, Selçukşâh kuv­ vetleri ile küçük çapta çarpışmaya girişti. Karaca es-Sâkî, Bagdad'a dönerken Sultan Sencer’in Rey şehrine geldiği haberi ulaştı. Melik M es’ûd, halîfe ile Selçukşâh 'a Sultan Sencer 'e karşı ittifak teklif etti. Neticede Mes ’ûd 'un sultan, Selçukşâh ’m ise, onun halefi olmasına, Irak *ın da, halîfe ’nin tâyin edeceği bir nâip tarafından idare edilmesine karar verildi ( Ibn al-Cavzî, X , 25; al-Kâmil, X , 475 )• Bu andlaşmayı tâkiben Melik Mes ’ûd, Bag­ dad ‘daki Dârü 's-saltana ’ya, Selçukşâh ise, Selçuk­ lu şahnelerine âit konağa yerleşti. Sultan Sencer’in adı hutbeden çıkarıldı ve kısa bir süre sonra da birleşik kuvvetler Sultan Sencer 'e karşı harekete geçti. Bu durum üzerine Sultan Sencer, Zengî ’ye haber göndererek askersiz kalan Bagdad’a yürü­ mesini emretti. Halîfe, hilâfet merkezinin tehdid altında olduğunu bahâna ederek, birleşik kuvvet­ lerin kaybettiği muhârebeye girmeyip, Hanikîn [ b. bk. ] ’den harekede Zengî ’nin üzerine yürüdü. Sultan Sencer, yeğenlerini ele geçirmesine rağmen, onlara şefkatli davrandı. Mes ’ûd ’a, Azerbaycan ’m iktâsmı verirken, diğer yeğeni T u ğru l’u İrak’a sultan yaptı (113 2 -1134 ). Selçukşâh’m Atabeyi Karaca es-Sâkî Öldürüldü (mayıs I I 32 ; Ibn alCavzî, X , 26; al-Bundarî, s. 149; al-Kâmil, X , 476 v.d ,). Halîfe iki bin kişilik süvârî kuvveti ile Abbâsîye ’ye geldi. Ordusunun merkezî kendisinin, sağ cenahı Camal al-Davîa ikbal ’in ve sol cenahı ise, Nazar ’in kumandasında idi. Yapılan muhârebeyi Zengî kay­ bedip, Musul 'a çekildi. Bu yenilgi, müslüman olan askerin halîfelerine karşı kılıç çekmek iste­ memesiyle izah edilebilir. Tuğrul ’un sultanlığına ilk itiraz eden, yeğeni Davud oldu. Davud, amcası Mes ’ûd ile anlaşıp, T u ğru l’u 25 mayıs 1133 ’te yapılan bir savaşta yendi. Hemedan, Mes’ûd tarafından işgal edildi. Halîfe ’yi de kendi tarafına alan Mes’ûd, adını Bagdad'da hutbede okuttu. Tuğrul ise, Sultan Sencer’in yanma sığınmak zorunda kaldı. Halîfe, Zengî ’ye karşı sert tavrım sürdürerek Musul ’u kuşattı (26 temmuz 1133 ). Ancak Zengî, Musul ’un müdâfaasını Nasreddin Çakır ’a bırakıp, kendisi çevre yollarına yerleşerek Bagdad askerinin güzergâhını kesti. Çok kısa bir süre önce yanında sâdece ikbal, Nazar ve A fîf gibi birkaç kumandam bulunan halîfe, otuza yakın Türk asıllı kumandan­ ların kendisine katılması ile kuvvetlenmiş, askerinin sayısı, 12,000 ’i süvârî olmak üzere, 30.000 'e var­ mıştı ( al-Ka.mil, X I, 2 v.d.; al-AiâbakJyye, s. 47;



ZENGÎ. 700.000 dinar: İbn al-Cavzî, X , 54) 'yi harp taz­ minatı olarak ödeyecek ve aslâ asker beslemeyecekti. Mes ud, Merâga 'dan Hemedân 'a doğru harekete geçtiği sıralarda Büyük Sultan Sencer ’den kalabalık bir elçilik hey’eti geldi. Mes ’ûd, bu hey'eti karşılamak üzere karargâhından ayrıldığında ha­ lîfe, bir grup Bâtınî tarafından öldürüldü. Bir rivayete göre Bâtırûler, Sultan Sencer'in göndermiş olduğu hey’etle gelmişler ve halîfenin pek de iyi korunmayan çadırına girip, onu öldür­ müşlerdi (B ar Hebraeus, ayn, esr., I, 260; Türk, trc, s. 369), Mustarşid ’in yerine oğlu Râşid ( 1135­ 113 6 ) halîfe oldu. Ancak Râşid ’in halîfe olması, Selçukluların öteden beri Abbâsî halifeliği ite olan siyâsetine uygun düşmemekteydi. Sultân Mes’ûd, yeni halîfeye kumandanlarından Barankuş Zakavî *yi göndererek, babası Mustarşid ’in savaş tazminatı olarak ödemeyi kabûl ettiği bir miktar parayı istedi. Ancak Râşid, babasının öldürüldüğünü ve hazinenin muhârebe meydanında yağmalandığını ileti sürerek, bir ödeme yapamayacağım bildirdi. Bunun üzerine Barankuş Zakavî, halifelik sarayını ara­ maya kalkışınca, Mustarşit, onu ve Bagdad şahnesi Beg-Afca yi şehirden çıkardı ( İbn al-Cavzf, X , 54; al-Kâmil, X I, 22). Yeni halîfe, Sultan Mes’û d ’un harekete geçe­ ceğini görerek, civar emirlerden yardım taleb etti. Musul atabeyi Zengî ’ye de haber yollayarak yar­ dıma geldiği takdirde atabeyi bulunduğu Alp­ Arslan ’1, sultan ilân edeceğini bildirdi ( İbn Tağrîbİrdî, III/I. las. 20). Halîfe Râşid'in bu yardım talebine ilk cevap veren Melik Davud, Azerbaycan ’dan hareketle Bagdad'a geldi (1 4 teşrin II. 1135 ). Kısa bir süre sonra da Musul kuvvetlerinin başında, Atabey Zengî ile Sultan M es'ûd'a dargın diğer Türk kumandanlar Bagdad ’a vardılar. Buraya gelenler arasında sultanlığa namzed olan iki melik vardı. Halîfe bunlardan Melik Davud 'un adını hutbeye koydu. Mes ’ûd ise, Hemedân ’dan hareket ile Bagdad 'a gelip, şehri 5 1 gün kuşattı ( al-Atâbalıîyya, s. 51 v.d.). Şehir içinde âsâyişin bozulması ve Melik Davud 'un endişelenip, Bagdad ’1 terketmesi, bu­ ranın müdafîlerini müşkül durama soktu. Bagdad müdâfaasının zayıflaması ve Sultan Mes ud kuv­ vetlerinin, şehrin garp kısmını ele geçirmesi, Atabey Zengî ’yi de burayı terke mecbur bıraktı. Zengî, yanında Halîfe Râşid olduğu halde Musul 'a çekildi ( 1 4 ağustos I13Ğ), Bagdad'a giren Sultan Mes’ûd ( 1 1 34-1157), Râşid’in hilâfet merkezine dönme­ sini istedi. Ancak halîfe, bu isteği reddetti. Sultan Mes ’ûd bu durumda Büyük Sultan Sencer ’e mürâcaat ederek halîfenin değiştirilmesini istedi. Bu değişikliği kabûl eden Sultan Sencer, ayrıca Mes’ûd ’dan eski halîfe Mustarşid ’in yakın adam­ larına da, bu değişikliğin tasdik ettirilmesini ısrarla istedi.



Islâm Ansiklopedisi



Sultan M es’ûd, halîfe Mustarşid ile yapmış olduğu savaşta yakalayıp hapsettiği, vezir Şaraf al-DIn “A lî b. Durrat, eski vezir ibn al-Anbârî, Kamâl al-Talha gibi devlet adamlarını serbest bıra­ karak, onları kendi tarafına kazandı ( ibn al-Azralf, var. 166°). Daha sonrada civar valileri, kadıları, bir kısım emirler ile devlet adamlarını huzurunda toplayan Sultan Mes 'ûd, ’ Râşid ’in halifelik vazi­ felerini yerine getiremediğini belirterek değiştiril­ mesini istedi. Huzurda bulunan Şaraf al-DIn Zaynabî, cAbd Allâh b. Mustazhîr ’in halîfe olmasını teklif etti. Bunun kabulü üzerine cAbd Allah b. Musta?hir, “al-Muktafî ai-Amri’llâh„ unvanıyla ha­ lîfe ilin edildi (1 8 ağustos 1136). Atabey Zengî, Râşid ’i halîfe olarak tanımaya devam etti. Ancak Büyük Sultan Sencer ile Sultan Mes’ûd *un baskısı karşısında direnmenin mânâsız olduğunu anlayarak, elçisi Kamâl al-DIn Şahrizürî yi Sultan Mes’ûd ’a yollayarak yeni halîfeye biat etti. Ülkesinde okuttuğu hutbeden Râşid ile Irak sultam olarak tanıdığı Davud ’un adını çıkararak yerlerine halîfe olarak Müstafi ’nin, Sultan olarak da Sencer ’den sonra Mes ’ûd ’un adlarını okuttu (İbn al-Azrak, var. 1678; Ztıbda, II, 260), Sultan Mes’ûd, 2.000 kişilik bir süvâri birliğini Musul ’a göndererek Râşid'in kendisine teslim edilmesini is­ tedi ise de, bu birlik Musul 'a gelmeden Râşid, Atabey Zengî ’nin tavsiyesiyle Azerbaycan ’a doğru yola çıktı. Kısa bir süre sonra da Isfahan 'da Bâtınîlerin karıştığı bir sûikast sonucu öldürüldü ( İbn al-Azrak, var. 167b ; al-Kâmil, X I, 40 v.d,). Zengî, mayıs 1 1 3 7 ’de Fırat nehrini geçerek, Suriye 'ye girdi. Kumandanlarından Salahaddin Muhammed Yagıbasan ’1 önden Hıms üzerine gönderdi. Burası, Dimaşk Atabeyi Şihabeddin Mahmud ’un nâibi M u’inüddin Üner 'in idâresi altında idi. Humus ( Hims ) kuşatması devam eder­ ken, Bizans imparatoru Yohannes Komnenos II*, ülkesinin imparatorluk topraklarına katılmasını sağ­ lamak maksadı ile Suriye ye geldi. Ancak Hu­ mus, muhâsarasından bir netice alamayacağını an­ layan Zengî, kuşatmayı kaldırarak Haçlıların dinde bulunan Ba'rîn ( Montferrandus) üzerine yürüdü. Burası Haleb ile Humus arasındaki irtibatı sağlayan bir üs durumunda idi. Atabey Zengî ’nin bu mak­ sadını öğrenen Trablus Kontu Raymond, Kudüs kıralı F u lk ’den yardım istedi. Kudüs kıralı yar­ dıma gelirken Inî bir baskınla karşılaştı ve Ba'rin kalesine güçlükle sığınabildi. Raymond ve diğer bir kısım şövalye, Atabey Zengî kuvvetlerince esir edildi. Bu durum, Haçlıların Bacrîn *e yeniden yardım göndermesine sebep oldu. Urfa Kontu Joscelin II., Bacrîn 'e yardım için yola çıktı. Bizans imparatora Yohannes Komnenos ise, bu sıralarda Antakya ’yı kuşatmaya hazırlanıyordu. Barcin kale­ sine sığman Haçlılar, müdâfaanın güçlüğü kar­ şısında yardıma gelen kuvvetleri bile beldeyemeden F . 34



ZENGÎ. Atabey Zengî ye (lemân„ ile teslim oldular ( alKâmil, X I, 33 v.d.; ViIIermus, I, 85-92). Ba'rin kuşatması sürerken Atabey Zengî ’ye âît bir kısım kuvvetler de Hama ’ in şimalindeki Ma'arrat alNu'mân ile Kafr Tâb ’1 Haçlılardan aldılar. Raym ond’un idâresi altındaki Antakya ise, imparator Yohannes Komnenos ’a kapılarım açmak zorunda kaldı. Bizans imparatorunun Suriye ’de bulunması Zeng î ’nin Dimaşk Atabe^liğine bağlı Humus şehrini kuşatmasına engel (eylül 1x37) olamadı. Bu mu­ hasara devam ederken imparatordan Atabey Zengî 'ye bir elçi hey’eti geldi. Atabey, gelen hey eti iyi kar­ şıladı ve hattâ bir müfreze ile emniyetlerini sağ­ layarak geri gönderdi ( İbn al-Kalanisî, s. 262 ). İmparator luşı geçirmek üzere K ilikya’ya çe­ kilmeden önce Haçlı liderleriyle bir anlaşma yaptı. Buna göre, baharda Haleb, Şeyzer, Hama ve Hu­ mus gibi müslümanlarm elinde bulunan şehirlere saldırılacak, ele geçirildiği takdirde, buralar Raym ond’un idâresine bırakılacaktı. Antakya ise, Bi­ zans ’a geri verilecekti. 1138 senesinin başlarında hazırlıklara girişildi ve mart ayının sonlarında imparator Antakya’ya geldi. Bizans-Haçlı kuvvet­ leri, ilk olarak Haleb ’in şı’mâl-i şarkîsindeki Büzâ’a ’ya hücum ettiler. Altı günlük bir kuşatmadan sonra Büzi *a teslim oldu ( 9 nisan 1138 ). Ahâlisinin bir çoğu öldürüldü. 400 kadar kişi tehdid ile hıristiyan olmaya zorlandı ( al-Âitâbaklya, s. 62; Zuhda, II,



yerlerde muhârebeye girmeyerek Antakya ’ya çekilmiştir. Sultan Mes ’ûd ’un göndermiş olduğu 10.000 süvârîlik Selçuklu kuvvetinin gecikmesi, im­ paratorun da Kilikya ’ya çekilmesi üzerine Fırat nehrini geçmeden geri dönmüştür ( al-Aiâbat/jya, s. 62 v .d .). Bizans ordusunun Suriye ’den çekilmesinden sonra, Atabey Zengî yeniden Dimaşk Atabeyliği toprak­ larına girdi. Ancak bu sefer, birkaç kere kuşattığı Humus’u, evlilik yoluyla elde etmeye çalıştı. Ni­



tekim Dimaşk hâkimi Şihlbeddîn Mahmud ’un dul annesi Zümürrüd Hatun ile evlenince, Humus çeyiz olarak Zengî ’ye verilirken, Zengî de kızım Şihâbeddin Mahmud ile evlendirerek Baalbek ’i, Dimaşk hâkimine devretti. Böylece Humus şehrini el­ de eden Atabey Zengî, Trablus kontluğu hâkimiye­ tinde bulunan Araka kalesini de ele geçirdi. Buradan Antakya Prinskepliği topraklarına girerek, kısa bir süre önce Haçlı-Bizans harekâtıyla kaybettiği B ü zâ’a ’yı ( 1 6 eylül 113 8 ), Kafr T â b ’ı ve aîAsârib’i ( 7 teşrin I. 1138) Haçlıların elinden geri aldı ( ibn al-Kalâmsî, s. 266 v .d .). Dimaşk hâkimi Şihâbeddin Mahmud, kendi yakın adamları tarafından öldürüldü (23 haziran 113 9 ). îsfahsâlâr Mu’înüddîn Üner, M ahmud’un kardeşlerinden Cemileddîn Muhammed (li3 9 ~ 1 1 4 0 ) ‘i destekleyerek Dimaşk Atabeyüğini ele ge­ çirmesini sağladı. M ahmud’un diğer kardeşi Behramşâh ise, Zengî 'ye sığındı. Ayrıca Zümürrüd 264). Atabey Zengî, Bizans-Haçh harekâtını öğ­ Hatun da Zengî ’ye haber gönderip, onu Dimaşk renince, Bagdad ’da bulunan Irak Selçuklu sul­ üzerine yürümeye teşvik etti. Atabey Zengî, bu tanı Mes’ûd 'dan yardım istedi. Kumandanların­ durumu iyi bir fırsat bilerek yeniden Dimaşk Ata­ dan Zeyneddin Ali Küçük u de bir kısım kuvvetle beyliği ülkesine girdi. Baalbek ’i kuşattı ve çok birlikte Haleb ’e göndererek bu şehrin müdâfaasını geçmeden de şehre girmeye muvaffak oldu (1 0 kuvvetlendirdi. Bizans-Haçlı ordusu, Büzâ’a ’dan teşrin I. 1 1 3 9 ). Ancak iç kaledeki 40 T ürk müdâfi, sonra Haleb ’e geldi, imparator, hazırlıksız yaka­ on gün kadar daha direndi ise de, neticede onlarda layacağını düşündüğü Haleb ’de bütün tedbirlerin teslim oldu (20 teşrin I. H39.). Baalbek’i ele ge­ Atabey Zengî tarafından alınmış olduğunu görünce çiren Zengî, Dimaşk 1 da almak maksadı ile Bıkâ'a üç gün sürdürdüğü kuşatmayı kaldırdı (20 nisan bölgesine girdi (teşrin II. H 3 9 )■ Burada kadı 1138) ve Sayda’ya doğru yöneldi (İb n al-Kalânisî, Kamâl al-Dîn Şahrizürî ’yi elçi olarak Cemâleddin s. 265 v.d.; al-Kâmil, XI, 3 6 ) ye al-Asârib nisan Muhammed e gönderip, Dimaşk’1 kendisine tes­ 21 ’de teslim oldu. Buradan sarp kayalar üzerine lim ettiği takdirde, bütün şartlarım kabûl edeceğini inşâ edilmiş Şeyzer kalesine taarruz eden Bizans- bildirdi. Teklifinin reddedilmesi üzerine Dimaşk" Haçlı ordusu, şehrin varoşlarına girdi. Ancak iç ’m 7-8 km. cenûb-i garbisinde bulunan Darayya ’da kale direnmeye devam etti. Yirmi günlük bir ku­ karargâhını kurdu (6 kânun I. H39). Atabey Zengî, şatmadan sonra netîce alamayacağım anlayan im­ Dimaşk’1 harap etmeden ve fazla müslüman kam parator, Şeyzer hâkimi Abu ’l-'Asâkir tarafından dökülmeden ele geçirmek istediği için şehrin ikmâl teklif edilen bir miktar parayı akrak kuşatmayı yollarım keserek teslime zorlamakta idi. Bu arada elçisi Kamâl al-Dîn Şahrizürî vâsıtasıyla da şehir kaldırdı. Şeyzer ’in kuşatıldığı sırada Hısn Kcyfâ emîri içinde bir kısım taraftar buldu. Bunlar, şehir ka­ Davud, aralarındaki düşmanlığı bırakarak, oğlu pılarım Musul kuvvetlerine içerden açacaklardı. Kara-Arslan kumandasında Türkmenlerden müte­ Ancak Atabey Zengî, Dimaşk halkının müdâfaaya şekkil bir kuvveti Atabey Zengî ’nin yardımına kararlı olduğunu anlayıp, şehir sokaklarında ya­ gönderdi, imparator, Zengî ile açık bir sâhada pılacak bir savaşın aleyhine olacağım düşünerek muhârebeye girmek niyeti göstermiş ise de, Atabey kuşatmayı kaldırdı ( İbn al-Kalânisî, s. 2 71). Dimaşk Atabeyi Cemâleddin Muhammed ’in has­ Zengî, aleyhine olabilecek bir muhârebeyi kabûl etmek istememiş, Haçlı-Bizans kuvvetleri ise, sarp talanarak ölmesi (2 9 mart 1140 ), Dim aşk’da yeni



ZENGÎ. gelişmelere sebep oldu ve vezirliğe getirilmiş olan M u ’înüddîn Üner tarafından, Muhammed 'in oğlu Abak, Dimaşk hâkimi olarak ilân edildi. Zengî, Muhammed 'in ölümünden sonra, ortaya çıkabi­ lecek huzursuzluklardan faydalanabilmek maksadı ile yeniden Dimaşk üzerine yürüdü. Vezir Üner ise, Zengî'nin bu taarruzunu durdurabilmek için Kudüs kıralı Fulk'dan yardım istemek zorunda kaldı. Kudüs 'e elçi olarak gönderilen Usâma b. Munklz, Fulk 'a, Dimaşk 'm her ay 20.000 dinar öde­ meyi ve Musul Atabeyliğı hâkimiyetindeki Banyas 'ı ortak bir harekât neticesi ele geçirdikleri takdirde, buranın da Kudüs krallığına verileceğinin kabûl edildiğini bildirdi. Kıral, Atabey Zengî 'nin kendisi içinde tehlike arzettiğini görerek Dimaşk ile anlaşma yoluna gitti. Bir ihâneti önlemek maksadı ile de karşılıklı olarak rehineler verildi. Dimaşk ile Kudüs arasındaki bu andlaşmayı Darayya 'da haber alan Zengî, Havran 'a çekilerek muhtemel bir haçlı taarruzunu beklemeye başladı. Ancak bir ay süren bu bekleyişten bir netice çıkmayınca, tekrar Di­ maşk 'm yakm ndak Gü{a *ya döndü. Musul kuv­ vetleri, Guta 'da iken, kıral Fulk a yardıma gelen Antakya haçlı kuvvetleri üzerine giden Banyas emîri İbrahim Turgut, muhârebeyi ve hayatını kaybetti. Banyas kuvvetleri ise, geri çekilmek zo­ runda kaldı, Dimaşk önlerinde bir süre daha bek­ leyen Zengî, Hami ’ya çekilince, Dimaşk ve bir kısım Haçlı kuvvetleri, birleşerek Banyas ’1 kuşattı­ lar. Atabeg Zengî ’den yardım alamayacağım anlayan Banyas müdafîleri, şehri teslim etmek zorunda kaldılar. Banyas andlaşma gereğince haçlılara teslim edildi { İbn al-I£alânisî, s. 271 v.d .; Villermus,



II, 105-112). Zengî, kendisine karşı yapılan Dimaşk-Kudüs ittifakının, orta Suriye 'deki atabeylik topraklan için bir tehlike arzedeceğini görerek, bir kısım Türkmenleri Baalbek ’e iskân etmiştir ( İbn alRalânisı, s. 272). Buranın iktamı da Necmeddin Eyyûb 'a veren Zengî, Musul askerinin başında ânî olarak, Dimaşk a gelip, şehri yeniden kuşat­ mıştır (2 2 haziran 114 ° )• ikmâl yollarının kesil­ miş olması, Dimaşk ’> zor duruma düşürmüş ve İbn al-'Adîm ( Zubda, 274 ) ’e göre Dimaşk ’hlar Atabey Zengî ’nin hâkimiyetini tanımak zorunda kalmış ve hutbede adını okumayı kabûl etmişlerdir. Zengî, Raymond ile Joscelin II. arasındaki an­ laşmazlığı görerek, askerî harekâtını şiraâle kay­ dırdı ve 114 0 ’da Hısn Keyfâ emîri D avud’u ye­ nerek Bahmard kalesini ele geçirdi. Kış mevsi­ minin gelmesi dolayısıyla Musul ’a çekilen Zengî'nin baharda yeniden hazırlıklara girişmesi, Mardin hâkimi Temür-Tâş '1 endişelendirip, Zengî ’nin hâ­ kimiyetini tanıması neticesini yarattı ( 1 1 4 1 ) . Şimâldeki faâliyetlerini arttıran Zengî, Urfa kontluğunun H abur’un yukarı havzasında girişmiş olduğu harekâtı da yakından tâkib etmekte idi. |



II,



5İ Î



Urfa kontluğuna bağlı süvârî kirlikleri Rakka, Nusaybin ve Âmid 'e kadar sokuluyor, Mardin civân ile Harran ’1 tehdid altında tutuyorlardı. Irak Selçuklu sultanı Mes’ûd, kendisine bağlı Musul atabeyine U rfa ’nin fethini emretti. Urfa'nin fethedilmesi, Musul Atabeyliğinin hâkimiyet sâhasını şimâlde genişletecek, ayrıca haçlı taarruzlarını sona erdirecekti. Hareket emrinin sultan tarafın­ dan verilmiş olması ise, atabeye gerekli asker ve ikmâlin te’mini için kolaylık sağladı. Harran emiri Fazl Allah b. Ca’fer, Zengî ’ye haber göndererek Joscelin I I .’in U rfa ’dan ayrılmış olduğu­ nu bildirdi. Zengî, vakit kaybetmeden kumandanla­ rından Yagıbasan’ı öncü olarak U rfa’ya gönderdi. Kendisi de Türkmenlerden te’min ettiği kuvvetleri yanma alarak, Urfa ’ya gelip, şehri kuşattı. Urfa içindeki askeri birlik zayıftı. Şehrin savunması, üç piskoposun elindeydi, Zengî, kan dökülmeden teslim olmalarını şehrin idâresİnden sorumlu Latin asıllı piskopos Hugne ’den birkaç kez istedi ise de, teklifleri reddedildi ( Abu ’¡-Farac, II, 378 ). Taarruza geçen Musul ordusu, surlarda açılan gediklerden şehre girmeye muvaffak oldu. Musul ordusunun şehre girişinin üçüncü gününde sükûnet te’min edildi. Zengî, fethettiği şehrin valiliğine, Zeyneddin Ali K üçük’ü tâyin etti (2 4 kânun I. 1144). Elli seneye yakın bir zaman haçlı hâkimiyetinde kalmış, Musul-Haleb arasındaki yola hâkim ve Suriye ile şark ve Cenûb-i şarkî Anadolu arasında bir köprü teşkil eden Urfa *mn fethi, haçlılar arasında büyük bir endişe ile karşılanıp, ikinci haçlı seferinin ya­ pılmasına sebep oldu. Buna karşılık, İslâm dünya­ sında büyük bir zafer havası esdi ve istîlâcı haçlı­ ların bütün Suriye ’den sökülüp atılacağı ümidi doğdu. Halîfe al-Muktafi bu fetihden dolayı Zengî’ye “Zayn al-lslâm,„ “al-Malik al-Manşür“ , “Naşir al-Amir al-Mu’minîn„ gibi unvanlar verdi. U rfa ’nm fethinden sonra Zengî, Joscelin I I .’in, son yer olarak elinde kalan al-Bıra ( Birecik) ’ya gelip, burayı iki ay kadar kuşattı. Netîce alabileceği bir sırada yanındaki meliklerden Ferruhşâh b. Mah­ mud Musul ’da isyân etti. Ferruhşâh, Sultan Mah­ mud tarafından Dubays ’in yanma verilmiş, Zengî ise, Ferruhşâh ( al-Hafâd) ’1 Dubays ’den alarak onun talim ve terbiyesi ile meşgul olmuş idi ( a lBundârl, s. 205 v .d .). Zengî, Ferruhşâh ’ın kardeşi Melik AIp-Arslan ’1, müsâit bir zaman bulduğu takdirde, İrak "da sultan ilân etmek niyetinde idİ. Bu durumu bilen Ferruhşâh, yakın adamlarının tahriki ile, kendi hâkimiyetini te’sis için Musul ’da isyân etmiş ve Zengî ’nin Musul nâibi Çakır ’1 öldürtmüştü. Ancak isyân kısa bir süre içinde bas­ tırıldı. Çakır ’ın yerine tâyin edilen Ali Küçük, isyâncıları cezalandırıp şehirde sükûneti sağladı (al-Kâmil, 66 v.d.; İbn al-Azrak, var. ). Zengî, Musul ’daki isyanı bastırdıktan sonra, Fırat nehrinin kıyısındaki ehemmiyetli bir mevkie



XI,



ZENGÎ - ZgNGÎBAÇt. sâhip olan Câber kalesini kuşattı. Kale, Ukayîîlerden 'İzz al-DIn °A1! b. Salim ’in idâresi altında olup, bu zat, Zengî’nin hâkimiyetini tanımak istemiyordu. Karadan tamamen kuşatılan kalenin nehirden de bütün ikmâl yollan kesilmiş bir halde teslimi bek­ lenirken, Zengî kendi hizmetkârlan tarafından 14 eylül u 15 eylül ( l l 4 6 ) ’e bağlayan gece, uyurken öldürüldü. Katillerin elebaşılarından olan Frenk asıllı Yarm-Kuş, Câber kalesine kaçmayı başardı ( al-Atâbakfya, s. 74 v.dd.), Z engî’nin dört oğlu vardı: Bunlardan en büyüğü olan Seyfeddin Gazi, babasının ölümünden sonra Musul ’a, Nûreddin Mahmud ise, Haleb’e hâkim oldu. Kutbeddin MevdÛd ile Mirmirân bir süre ağabeyleri Seyfeddin Gazi ’nin yaranda kaldılar. Mevdûd, daha sonraları Sincar ’a hâkim oldu. Seyfeddin Gazi ’nin Ölümünden sonra da bütün hâkimiyet Nûreddin M ahmud’un eline geçti. Musul ’a Atabey olarak tâyininden itibâren Haçlılara karşı mücâdelesini devamlı olarak sür­ düren Zengî, bilhassa Ba'rin ve Urfa ’nm fethiyle sâdece Türklüğün değil, bütün İslâm âleminin de gururu olmuştu. B i b l i y o g r a f y a : Ibn al-KaiSnisî, zayi T anlı Dimafk ( nşr. H. F . Amedroz), Leyden, 1908, s. 227 v.dd., 238-241, 245-249, 252-259, 263 v.d., 268-275, 279 v.d.; îbn al-Aşîr, al-Kâmil fi'l-tâ r ik (nşr. C. J. Tom berg), Leyden, 1851-1876, X , 425, 428 v.d., 447-450, 453-458, 460 v.d., 466 v.d., 470 v.d., 474-478; X I, 2 v.d,, 14 v.d,, 18, 20 v.dd., 22 v.d., 26 v.d., 38, 40, 61, 66 v.d., 71 v.d., 75, 108; ayn. mil., al-Târİj} alBâhir f i Davlat al-Atâbakîya ( nşr. A . A. Tolaymat), Kahire, 1963, s. 4, İ2, 15, 22 v.dd., 28-35, 38, 43, 45, 50-54, 57 v.d., 65, 7 1 v.d.; îbn al-'Adım, Zubdat al-Ifalab f l tarlfa Halab (nşr. S. Dahhsn), Şam, 1954, II, 100-103, 105-1 ro, 243, 250 v.d., 255-261, 263 v.d., 268 v.d., 271-275, 278-281,285 v,d.; ayn. mil., Bağyat al-falab f l târih ifalab, Topkapı Sarayı Kütüp,, Ahmed IIÎ, nr. 2925, II, var. 375tt—b; III, var. 272*-b, 275a, 279b, V , var. 3i5a_b; V I, var. 208 a-b, 2ioa~2i3bJ V II, var. I98a~b; Viilermus, A



(



History of the Deeds Done Beyoni the sea îng. trc. E. A. Babcock ve A. C . K rey ), New-York, 1943, I, 34 v.d., 43-50, 57-61, 92 v.d., 105-112, 134- 137, 140-144.; Urfah Maieos Vekayi-nâmesi 952-1136) ve Papaz Grİgor'un Zeyli 1136­ 1162 ( trc. H. D. Andreasyan, Ankara, 1962; îbn al-Azrak, Târih Mayyafârilifn, Brîtish Mu­ seum, nr. Or, 5803, Or. 6310, var. 163b-! 65a, 166& v.d., I79b; Abu TFarac, Târlf} ( trc. Ö. R,



(



D oğrul), Ankara, 1954;



(



îbn al-Cavzî, M ifS t



al-zamân f l târih al-a 0yân, Topkapı Sarayı Kütüp., Ahmed III., nr. 29x1-2912; al-Bundârl, Zubdat al-nuşra t)a Nukbat al-^usra (trc. K, Burslan),



İstanbul, 1943; îbn Hallikân, Vafayât al-a*yân



(Kahire, 1948); M . A . Köymen, Büyiik Sel­ çuklu İmparatorluğu Tanhi-lL imparatorluk (A n ­ kara, 1954; S . Runciman, A History of the Cru­ saders in the Easl (Cambridge, 1907); C . Alp­ tekin, The Reign of Zangi { 521-541*=1127-1146), Erzurum, 1978,



(COŞKUN ALPTEKİN.)



ZENGİBAR. Z e n g i b a r a d a s ı n ı n b a ş ş e h r i ( al-Zancabâr) v e b u a d a i l e Ş a r k î Afrika sâhiiinde yaşayan karışık ı r k ı n a d ı ( Svabili) ’dır. Z E N G İB A R I. (A L -Z A N C A B Â R ). A f r i k a k ı y ı s ı k a r ş ı s ı n d a 6° c e n u p arzında aynı adı taşıyan adanın b a ş k e n t i d i r . Şehir, adanın garp tarafında 6°, 9 ’ cenup arzı ve 39' 15' şark tülünde, Bagamoyo limanının şimâl-i şarkîsine' 26 mil mesafede bulunur. Bu sahil, bir buçuk mil uzunlukta, üçgen şeklinde, şarktan garba uzanan bir yarım ada olup, Afrika ’ran en güzel koyların­ dan biridir. Koy, üzerinde bir mezarlık bulunan dar bir berzâh ile adaya bağlanmıştır; körfezde bir yerli Gambo mahallesi bulunur. Bundan baş­ ka bir Hindli, bir de Avrupalı mahallesi vardı. Şehir, Almanya ile İngiltere arasındaki I temmuz 1890 andlaşmasından sonra, Ingiliz himâye İdâre­ sinin hukûkî, askerî ve idâri memurlarının merke­ zi olmuştu. 1913 sayımında nüfûsu 45-27Ö idi. Ada gelişmesini, 1832 ’de buraya yerleşen Maska} ve Zanzibar sultanı Sayyid Sa°id ’e borçludur. Bu sultan akıllıca siyâseti ile burasım, Guardafuy burnundan Delagoa körfezine kadar Şarkî Afrika­ ’nın başlıca ticâret şehri hâline getirdi. Sultan ve halefleri şehrin imârına çok hizmet ettiler. Sa°id, Zengihar’da ve buradan üç mil mesâfede bulu­ nan Mtoni de kendisine birer saray yaptırdı; Sultan Barğaş, bir demiryoluyla Zengibar’a bağlanan Chukvani ’de yeni bir saray İnşâ ettirdiği gibi, aym şehir­ de başka saraylar ve Mtoni ’den Zengibar ’a kadar bîr su şebekesi yaptırdı. Şehir, muz, limon, mango ( hint kirazı), portakal, hindistan cevizi gibi meyvaları ile meşhurdur. Zengibar, iyi otomobil yollan ile, Mkokotoni, Chvaka ve Fumba ’ya, 7 mil uzun­ luğunda bir demiryolu ile de Bububu ’ya bağlan­ mıştır. Eastem Telegraph Company, Mombasa [ b. bk. ] ( Mombasa ) ile Zengibar arasında. Şarkî ve Cenûbî Afrika limanlan ile Aden, Mısır, Hind, Çin ve Avrupa arasında irtibat sağlayan bir kablo döşemiştir. Pemba ile Zengibar arasında telsiz telgraf te’sis edilmiş; aynca bu iki yer telefonla birbirine bağlanmıştır. Denizden ise, bir çok li­ man ve ülke ile İrtibat sağlanmıştır. 1931 ’de, ken­ di limanları arasında işlettiği 125.000 tonluk 316 gemi ile 69.000 tonluk 35^2 daw dışında, 1.467.000 tonajda 346 Okyanus ’da işleyen vapur Zengibar ’a yanaşmıştır. Ticârette ilk sırayı, Arapların 1820 ’de ülkeye getirdikleri karanfil tanesi ile kopra (yağı çıkarılmak üzere kurutulmuş hindistan cevizi)



ZENGİBAR. alır. Zengibar’m zenginliği, bu ifci şeye dayanır. Deri, meşin, karabiber, sabun, reçine gibi diğer yerli ihracat ürünleri daha az bir ehemmiyet taşır. K ıt 'a içine transit olarak gönderilen ürünler, bil­ hassa pamuklu mâmûlât balyalan, pirinç, diğer yerli ürünler ile petrol, sabun ve gıda maddele­ rinden ibârettir. Afrika sahilinden yapılan ithalâtı ise, Ingiltere, Hindistan, Amerika ve A vrupa’ya tahsis edilen bilhassa, kopra, fildişi, deri, meşin ve reçine teşkil eder. Zengibar limanı, cenub kutbu sularındaki balina avcılarının toplanma ve buradan hareket yeri olarak büyük bir ehemmiyet taşır. Zengibar, kıt a ile ticâret yapan ve İngiliz, Alman Portekiz ve Hindlilerin elinde bulunan bütün ticârethânelerin de merkezidir. Ahâlisi arasında bulunan Hind halkı çalışkan olup, 26,646 Afrikalı 'ya karşı, 10,926 kişi ile sayı bakımından ikinci sırayı alır, ve hemen hemen hepsi Bombay ’dan gelen Parslar tarafından temsil edilir. Bunlar kendilerini fikrî mesleklere de vermiş olmakla birlikte bilhassa, tüccâr, Ingiliz hizmetinde idâreci veya memurluk yapmışlardır. Müslüman halk, şâfiîdir; yalnız hânedan ve akrabaian îbâdiye [ b. bk. ] ’dendirier. Zengibar üç hıristiyan misyonerliğin merkezi olup, burada 1864 ’te kurulan bir hastahane, bir öğret­ men okulu, bir üniversite ve bir büyük kilise bu­ lunmaktadır. Bibliyografya: F. B. Pearce, Zan­ zibar : Past m i Preseni ( İ 920 ) Kenya, Uganda ani Zanzibar, Handboohs prepared ttnder the direc­ tion of the historical seclton of the Foreign Office ( London, 1920), nr, 96 s. 52, 57 v.d., 72, 89 v.d,; Colonial Reports Annaal, nr. 1587, Annttal Report on the social m i economic progress o f the people of Zanzibar Protectorate, ¡931 ( London, 1932); Etbeî Younghusband, Glimpses of East Africa ani Zanzibar (London, 19 10 ), s. 212 v.d. resimli; W . H. Ingrams, Chronology m i geneologies of Zanzibar ( Zengibar, 1926 ). ( A . G jrohm ann . )



ZE N G İBAR II. (Svahili ahâlisi) Svahiîi bir isim olup, günümüzde umûmiyetle bir çoğu sâhil şehirleri ile ve doğrudan doğruya halktan, yâni Zengibar 'da yaşayan asıl sâhil ahâlisi ile memle­ ketin iç kısmından getirilen köle ve Araplardan mü­ rekkep kanşık ırkı gösterir ( Ingrams, s. 30; aşağıda zikredilen ana kabilelerin listesi için bk. s. 220). Bu kelime açıkça Saoâltil ( Sahil’in cemi) kelime­ sinden gelmiş olup, eski devirden heri, Arap mü­ ellifler tarafından Afrika ’tuh şark kıyısmı göster­ mek için kullanılmıştır; ancak, bu kelimenin, umu­ miyetle Zanc [b . bk. ] tesmiye edilen halk için ilk defa ne zaman kullanıldığı açıkça belli değildir, Strandes ( s. 1 61 ) „Svahili,, adının, Portekiz ka­ yıtlarında hiç geçmediğini bildirir. Karışık ırkın ortaya çıkışı milâdî tarihin başına kadar ve belki 4e ondan daha eskiye gider; gerçekten Peripkts un



i



533



müellifi; Arap tacirlerinin kıyıya yerleşerek, yerli kadınlarla evlendiklerini bir vâki’a olarak zikreder ( Schoff, s. 28), Isiâmİyetten sonraki yerleşme­ lerden en eskisi, görünüşe göre en şimâlde olanıdır. Rivâyete inanılacak olursa, Pate, 69 (689}*da ku­ rulmuştur. Svahililer umûmiyetle bu şimâl bölgesini kendi aslî vatanları ( nchi ya asili) sayar ve Lamu ile Mombasa lehçelerini bir bakıma klâsik olarak kabûl ederler. Modem esâsını teşkîl eden, eski man­ zumelerin diline Kingozi denilir ve bu dilin Ma­ lindi havâlisinde konuşulduğu söylenir (Steere2 ). Duarte Barbosa ’ya göre, K ilva ’nm Berberí ( M avre) ’lerî Arapça konuşurlardı, yeni muhacirlerle bu soyu saf bir şekilde korumuş olan Arap âileleri de aynı dili konuşmuşlardır; aricak köleliğin ya­ yılması ve ekseriyeti olmamakla birlikte çoğu hür­ riyetini kazanan melezlerin artması ile, yapı ba­ kımından gittikçe Afrikalı, fakat kelime hazînesi bakımından Arapça *nın te’sîri altında bulunan bir dil teşekkül etmiştir. Bu dil, tabiatıyla bilhassa buraya yerleşmiş Araplarla sıkı bağlar kurmuş olan veya kölelerin mensup bulundukları kabilelere göre yer yer değişikti; ancak, bunlar biç şüphesiz tamamıyla olmamakla birlikte çoğunlukla Bantu dilini konuşurlardı. Gerçek şudur ki, Lamu gele­ neğine göre, Pate adasına iskân edilmiş olan­ ların karşılaştıkları yerliler Vabonîler idi; bunlar bugüne kadar haklarında fazla birşey bilinmeyen bir avcı kabilesi olup, bâlâ Tana vadisindeki or­ manlarda yaşar, Bantu dilini konuşmazlar. Ne olursa olsun her halde Svahili 'de Boni dilinin izine rastlanmaz. Yukarıda zikredilen yabancı te'sîrlerden -Arap, Fars muhtemelen islâmdan Önce, fakat hiç şüphesiz en az 975 senesinde Kilva ’run kuruluşundan itibâren (Ingrams, s. 76, 126; Hollis, s. 275, 282) ve aynı zamanda Hind ve Indonezya- önce başlı ba­ şına muayyen bir Svahili kabilesinin mevcut ol­ madığı bir gerçektir. Günümüzde bir Svahili, her hangi bir Arap veya başka bir yabancı soy ka­ rışmamış, saf kan bir Afrikalı olabilir. Fizikî yapıda müşterek bir tip olmayacağı bek­ lenebilirse de, az sayıda hâlis Arapların dışında hemen bütün Svahililer muayyen Afrikalı tipindedirler. Aynı âilede cild renginde muhtelif ay­ rılıklar bulunabilir, öte yandan bâzısmm saçı yün gibi, bâzısmınki ise, kıvırcık veya düzdür. Burton ( s. 414 v.d d .) ’ın tasviri hemen hemen bir ka­ rikatür gibi olup, onun Svahililerin karakteri hakkmdaki tasviri daha da gülünçtür. Fakat o, A f­ rikalı olan her şeye şaşı bir gözle bakmak temayülündedir (krş. Ingrams, bölüm X L V I I). Bütün Svahili halkı az bir istısnâ ( hıristiyanhğı kabûl edenler çok nadirdir) ile sağlam itikadlı müslüman olup, umûmiyetle şâfiî mezhebinde sünnîdirîer; Araplar bütünü ile veya ekseriyetle Îbâdiye Ib. bk.] 'dendir. Fakat başka yerde de olduğu gibi yan



534



ZENGİBAR.



aydm kişiler arasında animizmin büyük ölçüde te’sîri görülür. Meselâ Mombasa 'da herhangi bir düşmana zarar vermek için Şehe Cundanı adında marûf bir velinin mezarında adak ve kurbanlar sunulur. Ingrams, tabiî olmıyan ve asla yeteri ka­ dar açıklanmamış bulunan ( anlaşılan güvenilir kay­ nağa dayanan) hâdiseler dolayısıyla çeşitli hurâfelere ve büyüye dayanan âdetlerden bahseder. Svahili dili daha önce açıklandığı gibi yapısı bakımından esâsında bir Afrika -bilhassa Bantudilidır, ancak onun herhangi bir Bantu diline da­ yandığı söylenemez. Tana vadisindeki Pokomolar muhtemelen, ilk Pate ve Lamu muhacirlerinin en çok temasta bulunduğu bir kabile olup, bunların şivesinin Svahilinin Lamu lehçesi üzerindeki te­ siri açıktır. İlk bakışta bunlar kendi rivâyetlerine göre “Nyika,, kabileleri, “ Sungvaya,, 'dan cenûb-i garbiye göçtükleri sırada X V I. asra kadar şimâldeki Arap iskân sâhalarında Bantu dili konuşan yegâ­ ne kabile gibi görünür. Fakat bu yerin ( vaktiyle İtalya somalisine giren) onların asıl vatanı oldu­ ğuna dâir her hangi bir vesika yoktur. Ancak bu göçten önce cenubtan veya garbtan olup, bize in­ tikal etmemiş başka göçlerin yapılmadığından şüphe etmek için de hiç bir sebep yoktur. Ingrams 'in, Periplus ’daki zikri geçen yerlilerin Bantu olmadıkla­ rına dâir iddiası pek geçerli değildir. Herşeyden önce “ İngilizce konuşan halklar ta'bîri“ gibi “Bantu,, 'nun ırkî bir tesmiye olmadığı gözönünde tutulmalıdır.



zamani (çoktandır) yerine; panitı, mahaUi (y e r için ) yerine. Arapça 'mn Svahili grameri üzerindeki te’sîri edat ve bağlaçlara inhisar eder ; msl. hattâ, lakmi, vala ( kpa) sabaha, billa v.b.; bunların kullanıl­ ması bir ihtiyacı karşılar ve gerçekten edebî ifâde tarzını kolaylaştırır.



Arapça kelimelerin telâffuzu tabiatıyla bilhassa iki ünsüz arasına, ünlülerin sokulması süreliyle mühim bir şekilde değişmiştir : rizk yerine riziki gibi; zîrâ Svahili de bütün heceler açıktır: harufu ( °arj) ve hamsi ( eurs) kelimeleri dikkate değer bir durum arzeder; bunlardan, halk ağzında £. yeri­ ne ^ ( h ) sesi getirilir; birçok kimse, daha doğru olarak bu h ’yi kullanmaz. Başka yerlerde £, ba­ sit bir gırtlak sesine dönüşür veya atılır, g sesi Arapça’ya yakın konuşmaya özenenler dışında bâzanda h olarak telâffuz edilir. Arapça fiillerin seslendirilmesi ( harekelenmesi), bir takım karışıklıklara sebep o lu r : razaka ’dan razukft; safara 'dan sa­ firi gibi. Seidel ’in işâret ettiği ( s. 10 1) gibi, Sva­ hili 'deki Arapça fiiller, temel şekilden değil, nakıs mazi şeklinden alınmıştır. Farsça 'dan da münferit kelimeler alınmış olup, bunlann bir kısmı, muh­ temelen çok eski bir devirde sokulmuştur. Meselâ, bama tahkim edilmiş duvar; pamba “ pamuk,, çabuk ’dan kfboko “su aygırı,, (fakat aslında bu hayvanın derisinden yapılan kamçı). Bâzı kelimeler, muhte­ melen Arapça yolu ile geçmiştir: suroalı (şalvar); Bantu dillerinin umûmî karakteristik husûsi- mancanı “mercan,,, hustanl “bahçe,, gibi. Portekiz­ yetleri şöyle hülâsa edilebilir : iltisakî yapı, ismî, ce'den alman kelimeler çok değildir: meza “ masa,,; sınıflama ve gramer bakımından cinsiyetin yokluğu ig reja 'dan türemiş olup, bugün “ kale,, veya “ceza­ Svahili dilinde ismî sınıflama, mühim bir aşınmaya evi,, mânasında kullanılan gereza; vinho ’dan mvinyo marûz kalmıştır, bu da uzun bir İnkişâfa ve kuv­ ve kâğıt oyununda kullanılan birçok tâbirler. Son vetli bir yabancı te 'sîre delâlet eder. Meselâ Zulu, zamanlarda İngilizce’den bir çok kelime alınmıştır. Arap yazısının, Svahili dilinde ne zamandan Nyaja ve Yao da pek bâriz olan “Svati tasvirler,, 'in oldukça seyrek geçmesi göze çarpar, aynı şekilde beri kullanıldığı bilinememektedir. Şimdiye kadar Avrupah talebeler için büyük zorluklar arz eden keşfedilen el yazmaları, ikiyüz yılı aşmamaktadır. ve Bantu şivelerinin iptidâi şekillerinde bulunmayan Bununla beraber, Taylor (Stigand, s. 9 4 ) ’a göre, nîsbet cümlesinin gelişmiş olması da göze çarpar. 1498 ’den önce yazılmış olan inkişafı manzumesi Svahili kelime hâzinesinde, yabancı unsurlar­ gerçekte uzun bir kültür gelişmesinin mahsûlü dan Arapça ilk sırayı ahr. Svahili dilinde, Arapça, olup, şifâhî nakle dayanmaz. Arap yazısı, bilhassa Latince 'nin cermen dillerinde, bilhassa İngilizce 'de Zengibar ve Mombasa’nın şimâlindeki şehirlerde oynadığı rolü oynar. Tahmin edileceği gibi, bu geniş bir şekilde muhaberâtta kullanılır. Ancak Arapça kelimelerin çoğu, ilâhiyat ve menâsîk ile ruhban ve devlet okullarında öğretilen Latin alfa­ ilgili ta’bîrlerdir : d m , kusali ( ı^u-bir mastar ön besi Arapça ’nın yerini alacak derecede yayılmak­ eki olarak), Kusujudu, imamu, hotuba v.b. S al­ tadır. Bununla beraber gerçekte, bu alfabe Svahili latıl, amiri, dola gibi kelimelerin olması açık bir dilindeki sesleri vermeye daha elverişlidir. Svahili edebiyatı. ( asrın ilk çeyre­ zaruretin neticesidir; aynı şekilde Arapça’dan it­ hal edilmiş olan eşya isimleri arasında sahani=sa­ ğinde Avrupahlann teşviki ile meydana getiril­ han, sujuria--^ madenî kap, om fa= ev in üst katı, miş olan eserler müstesnâ) şiire inhisar eder, C ah a iz= yelkenli gemi ve daha bir çoğu. Bâzı hal­ Liongo Fumo ’ya atfedilen lirik parçalar, orijinal lerde Arapça bir kelimenin ithali tamamiyle fay­ sayıldıkları takdirde en geç X III. asra kadar gider. dasız görünmektedir. Meselâ, eski Svahili dilin­ C. G. Büttner tarafından toplanan bir çok man­ deki S v i ( Pokomo dilinde nsvi ), Samaki ( balık) zumeden üçü, kendisi tarafından Antholoğie *de, yerine; ftka, vasili (vâsıl olmak) yerine; uya (krş. biri ise, ölümünden sonra Meinhof tarafından Z K Zuluca buya ) rudi (geri dönmek) yerine; kale, ( I I , 19 1 1/ 19 12 )’de yayınlanmıştır, W. E, Tay­



ZENGÎBAR DENİZİ -



ZENTA.



535



lo r’un topladığı malzeme henüz yaymlanamamış- adası ile Zambezi nehrinin Zangue adını taşıyan tır. Lamu 'da, Muhammed b. Abü Bakar b. “Omar bir kolu için kullanılmaktadır. Zanc kıyısı ile denizi { Kijuma ) ve Mombasa ’da Bvana Silimu ’nun yeni hakkmdaki kayıtlar, yetersiz ve kısmen de çeliş­ eserlerinde görüldüğü gibi şiir san’atma hâlâ önem kilidir. Deniz, korkutucu ve tehlikeli idi. Arap verilmektedir. Başlangıçta Araplardan alınmış olan seyyahlarından Mascudî ve îbn Battüta, tek baş­ aruz vezni, dilin bünyesindeki seslilerin zenginliği­ larına burasım gezmişler ise de, onlar denizden çok, ülke ve halkından bahsetmektedirler. Bâzan ne uygun olarak değiştirilmiştir. Bu arada şuurlu bir edebiyat san’atı yanında Ce- balinalardan ve balina avından bahs edilir ve balina nûbî Avrupa ’nınki ile mukayese edilebilecek canlı için kullanılan kelime ( t rai, uvâl), şekil bakımın­ bir halk edebiyatının varlığı da unutulmamalıdır. Bu dan Şimalî Avrupa dillerinde kullanılan söze ben­ halk şarkılarının nümûneleri Zache, Velten ve baş­ zemektedir ( Sulaymân le Marchand, Arapça metin, nşr. Langlès, s. 4, 138-141 ; Reinaud, Relation kaları tarafından toplanmıştır. Bibliyografya: bk. mad. mombasa; des voyages faits par les Arabes et les Persans etc., ayrıca : Ingrams, Zanzibar, its History and Us Paris, 1845; trc. G . Ferrand, Voyages du marchand People ( London, 19 3 1); Strandes, Die Porta- arabe Sulaymân, Paris, 1922, s. 3° , r 32 v.d,; krş. giesenzeii von Deatsch-und Engliscb - Ostafrika al-MaseûdI, MurSc, I, 234, 334). Arapların, sâ(Berlin, 1899); Schoff, Periplus of the Eryth­ hilin gerçekten, büsbütün farklı bir istikamet içinde raean Sea (London, 19 12 ), §, 16, s. 28 ve gittiğini tahayyül ettikleri açıktır. W . Tomaschek, 96, 99 > Steere, Handbook of Suiahili ( London, Die iopographiseken Capitel des indisehen Seespie­ i884);ayn. mil,, East African Tribes and Langu­ gels Molfif (Viyana, 1899) adlı eserinde, harita­ ages, Journal Antkrop. Inst., I, C X L III-C L 1V cılıkla ilgili kavramlarını yeniden tesis etmiştir. ( 1 871 ) ; Hollis, Notes on the History of Vumba, Arap coğrafyacıları taralından Zanc denizi ile Zanc East Africa, J R A S , 1900 (M S .,B d . I l l ) ; ülkesi hakkmdaki kısa yazılar L. Marcel Devic Burton, Zanzibar (London, 1872); Seidel, Das (L e pays des Zendjs ou la côte Orientale d’Afrique arabische Element im Suaheli, Z. afr. a. oz. Spr., au Moyen Age, Paris, 1883) tarafından bir araya 1895, s. 97; W. E. Taylor, Stigand'da, Dialect getirilmiştir (A yrıca bk. fludûd al-r'Âlam, s. 471 in Swahili, Cambridge, 1915 ( Introduction., v.dd.). Cenûbî Arabistan, şimâl-i garbi Hind ile s. 80 v.dd. ); ayn. mil., African Aphorisms ( Lon­ A frika’nın şark kıyısı arasındaki eski münâsebetler don, 18 9 1 ); Buttner, Antkologie der Suaheli- Hind Okyanusu’nun bu kısmı üzerindeki belirli Litteratar (Berlin, 1894), Velten; Prosa and zamanlara bağlı olan muson rüzgârlarına göre dü­ Poesie der Suaheli (Berlin, 19° ? ) ; bk. Z. afr. zenlenmiş idi. Daha fazla bilgi için bk. madd., oz. Spr., 1897, s. 131, 250; Meinhof, Z K , 1 9 u - HİND DENİZl ve ZENGİBAR. ( C . H . B e c k e r . [ D . M . D u n lo p .] ) 1912; Werner, The Swahili Saga of Liongo Fumo, ZEN İTH . [Z E N ÎT ; Bk. s e m t .] Bull. School of Or. Studies, IV, 247; ayn. mil., ZE N T A . S E N T A ( eskiden Macarca Szenta, A Traditional Poem attributed to Liongo Fumo, Meinhof-Festsckrift, I927; ayn. mil., Native Poetry Osmanlı menbâlarında muhtelif şekillerde Sente, in East Africa, I, 1928. ( ALICE WERNER. ) Zenta, Zenta ve nihayet Çente; Sırp-Hırvatça ZENGÎBAR DENİZİ. BAHR a l-Z A N C , Arap- Senta). Bugün Y u g o s l a v y a ’ n ı n V o y v o dina m uhtar e y â le tin in Baçka b ö l­ lar tarafından H i n d O k y a n u s u ' n u n g a r p k ı s m ı n a v e r i l e n a d . Bu deniz, Afrika nm, g e s i n d e , b i r ş e h i r olup, T u n a ’nın başlıca Aden Körfezi, yâni Halle al-babr’dan Sofâla ve kollarından T is a ’nın sağ tarafında, nehir alüvyon­ Arapların en uc sınır olarak bildikleri Madagaskar’a larının meydana getirdiği, katı bir terasta yer al­ kadar uzanan kıyısını yalar. Bu isim (Bafır al-Zanc) maktadır. Zenta, sanâyi ve tarımda oldukça gelişmiş bir Bilâd al-Zanc veya Zengibar (Zencler ülkesi) adı verilen komşu kıyıdan gelmektedir. Zanc adı, Arap- merkez durumundadır. Şehirde pamuk ve kenevir Iar tarafından açık bir şekilde Berberi ve Habeşler- zirâatine bağlı dokuma tezgâhları, süt endüstrisi, den ayırdedilen Bantu zencileri için kullanılmıştır. mobilya ve deri sanâyii ile oto ve makina aksimi Bu ad çok eskidir; Batlamyus, zivvtç (veya zfyvvtoa) fabrikası kurulmuş bulunmaktadır. Burası, Tisa âv.pa ve Kosmas Indicopleustes xo xaLovpevvov üzerindeki yeni köprü ile Baçka ve Banat ’i birbirine Ziyytov ( ancak Herzfeld ’in, Paikuli, I, Berlin, 1924, bağladığı gibi, ayııı zamanda demiryollarının kavşak s. 1 X 9 ) ’de, Sâsânî N arsl’nin kitâbesinde Jandafrtk noktasıdır. Zenta ’da, İçinde Atom-Biyoloji Enstitüsü şak okuyuşu artık kabûl edilmemektedir ( krş, W . B. bulunan bir işçiler üniversitesi vardır, Henning,Studies presented to V.Minorsky,BSOAS, Zenta hakkında ilk kayıtlar 1216 senesine kadar XIV/3, 5x5). Adın kendisi, Farsça Zang, Zangi uzanmaktadır. 1516 'da serbest şehir statüsünü ( Zerdüştî Pehlevî dilinde Zangik “Z en d ,,) 'den kazanan Zenta, Mohaç seferi ile Osmanlı Devleti çıkmış gibi açıklanmakta ise de, muhtemelen ma­ idaresine girdi. Bu tarihten sonra Segedin sancağına y i! bir menşe’e sahiptir. Bu ad şimdi, Zengibar bağlı bir nâhiye olarak kaldı, Zenta’yı ziyâret ederj



ZENTA.



536



Çelebi, şebrin



Evliya kalesini "bir küçücük palan­ gadır” diye tasvir ile ayrıca, kiliseden bir birkaç dükkânı ve bahçelerinin bulunduğunu ilâve eder (bk. Seyahâtnâme, V III, 363)- Zenta ’da nüfûsun ekseriyetini Macarlar teşkil etmektedir. 1892 tarihine göre nüfus 25-725 olup, bunun 23.013 ’ü Macar asıllıdır (Jerelfalussy Jozsef, A magyar Korona orszâgatnak Helysegnevtdra, Budapest, 1892, s. 6061). Zamanla artış gösteren nüfus, 1 9 1 3 ’te 29.666 ( A



çevrilme



câmii,



magyar Szent Korona orgaszainak Helysegnevtdra,



Budapest, 1913, s. 1 3 2 8 )’ya, 1944 *te 32.147 ye yükselmiş ise de, 1961 ’de 25.062’ye düşmüştür.



Zenta, Osmanlı tarihinin seyrini değiştirebilecek kadar mühim bir mağlûbiyete sahne olmuştur. Bu tarihe kadar Osmanlı menbâîarında zikredilmeyen Zenta, mağlûbiyeti mttteâkıp bilhassa Avrupalı tarihçilerce büyük bir ehemmiyet kazanmıştır. Mustafa II. tahta geçer-geçmez, Viyana hezi­ metinden beri Avusturya karşısında görülen acze bir son vermek üzere bizzat askerin başında olarak sefere karar vermiş idi. Cülûsunu tâkip eden gün­ lerde Sakız ’m istirdadı, Kırım kuvvetlerinin Lehistan topraklarında muvaffakiyet kazanması ve Osmanlı donanmasının Venedik donanmasını Mora sularında mağlûbiyete uğratması, pâdişâhın cesâretini arttırmış bulunuyordu. Mustafa II., birinci Avusturya se­ ferinde bâzı mühim kaleleri fethe muvaffak oldu. Pâdişâh, Temişvar topraklarına devamlı taarruz eden Avusturya ordusuna karşı kat 'î bir zafer kazanmak niyetiyle, 1696 baharında tekrar sefere çıktı. Türk ordusu Olasch mevkiinde büyük bir galibiyet kazandı. İmparatorun sulh teklifi pâdişâh tarafından reddedildi [bk. mad. M U S T A F A Kazandığı muvaffakiyetler üzerine pâdişâh, Avus­ turya ’ya karşı üçüncü bir sefere karar verdi. Edime sarayında arz kapısı Önüne tuğlar dikilerek (20 ramazan 110 8= 13 nisan 1697), ile Beîgrad arasındaki ormanların haydutlardan temizlenmesi işi Rumeli beylerbeyi Cafer Paşa ’ya havâle edildi. Asker, 18 haziranda biraz gecikerek yola çıktı. Bir müddet sonrada Bihke kalesini muhâsara etmekte olan düşmanın hezimeti haberi geldi. Hersek sanca­ ğında muhâsara altında bulunan Puçtil ve Novasin kaleleri önünden Venediklilerin çekilmek zorunda kaldıkları haberi ordugâhta memnunluk yarattı. Ordu, x 1 ağustosta Belgrad sahrasına vardı. Belgrad'da önce sadrâzamın, sonra pâdişâhın huzurunda harekâtın ne tarafa yapılacağı hakkında müzâkere açıldı (2 4 muharrem 110 9 = 12 ağustos 1697). Bu arada Tökeli îmre ’nin Erdel ve orta Macar kırallığına tâyini düşünüldüğü gibi, Temişvar muhâfızı Cafer Paşa da, Belgrad ’a davet edilmişti. Harp meclîslerinde Pançova tarafına geçilip Temişvar istikametine ilerleyerek Tisa ’dan karşıya geçilmesi veya Sava ’dan Zemun ’a geçip Varadin [ b. bk. J kalesinin muhâsarası şıkları müzâkere edildi. Sad­ râzam Elmas Mehmed Paşa'ya muhâlif olan harp



II.],



Niş



meclisi ve şeyhülislâm Feyzullah Efendi [b . bk. J, orduyu yanlış ve tehlikeli istikamet olan Temişvar cihetine sevketmekte fikir birliği yaptılar (D efter­ dar Sarı Mehmed Paşa, Zühieri Vekâyiat, nşr. Abdülfcadir Özcan, Tarih Seminer Kitaplığı, nr. 54, s. 814 v .d .). Silâhdar Fındıklık Mehmed Ağa ( Nasret-nâme, Üniv. Kütüp., nr. T Y 59^3, var, 369“ ) ise, sadrâzamın asker azlığından ve geç kalın­ masından dolayı Temişvar cihetini tercih ettiğini ve hattâ bu yüzden vüzerayı tehdit ile fikrini kabûl ettirdiğini bildirmektedir. Diğer taraftan Elmas Meh­ med Paşa *nm kolay bir muvaffakiyet kazanmasını istemeyen meclis, pâdişâhın huzurunda yapılan mü­ teakip toplantıda sadrâzamı desteklemeyi menfaatleri bakımından uygun gördüler. Buna mukabil serhad ahvâlini iyİ bilen Belgrad muhâfızı Amca-zâde Hü­ seyin Paşa, Zemun yakasını tercih, Avusturyalıların Belgrad ve Erdel ’e taarruzlarında üs olarak kullan­ dıkları Varadin kalesinin muhâsara edilmesini iste­ yerek, Temişvar tarafının bataklıklarla dolu olduğunu, düşmanın su geçitlerinde fırsat kolladığını, hattâ gerekirse ric’atın dahi mümkün olamayacağım beyan etti [bk. mad. HÜSEYİN PASA, AMCA-ZÂDE], Amca -zâde ayrıca Varadin *in muhâsara edilmesi hâlinde donanma tarafından iâşenin de kolay olacağım belirtti. Onun, bu fikirleri, hakkındaki muhâlefeti kuvvetlendirdi (Anonim, Teoârîh-i âl-i Osman, Berlin, Staatsbibliothek, nr. Hs. 216, var. 133"). Nihaî karar için henüz ordugâha gelmemiş olan Temişvar muhâfızı Cafer Paşa’mn beklenmesine karar verildi. Müteâkıp toplantıda Koca Cafer Paşa, Pançova istikametine gidilmesini, Titel kalesi hiza­ sında Tisa ’dan geçilmesini, Titel ’in zabtından sonra Segedin, Göle ve Yanova kalelerinin alınmasını ve nibâyet Tökeli ’yi istihdam ettikten sonra Varadin üzerine gidilmesini tavsiye etti. Amca-zâde Hüseyin Paşa ile Anadolu beylerbeyi Mısırh-zâde İbrahim Paşa’mn muhtemel tehlikeleri bir kere daha hatır­ latmaları dikkate alınmayıp, Cafer Paşa’nm teklifi kabûl edildi ( Silâhdar Fındıklılı Mehmed Ağa, ayn. esr., var. 3698-370»). Pâdişâhın Cafer Paşa ya itimadı fazla olup ona „baba” diye hitap ederdi. Hattâ, Cafer Paşa ’nm bu muhabbetten dolayı, Temişvar’da yaptırdığı binaları pâdişâha göstermek için askeri bu cihete sevkettiğide söz konusudur. Rıvâyete göre mecliste bulunanlar bir emr-i vâki karşısında kalmışlar ve itirâza cesâret edememişlerdi ( bk. Orhan Köprülü, ilmrt nûcûma âid bir rîsâlenin tarifli kaynak olarak ehemmiyeti, T D , II, 3 18 ), Bundan sonra asker Pançova’ya geçirildi; n o parçalık bir ince donanmada Tisa suyuna doğru hareket etti. Tameş ve Bega sulan binbir güçlükle geçildi. Avusturya ordusu Tisa mukabil tarafında Titel kalesinde yedi-sekiz bin asker bırakıp geri çekildi. Tisa üzerine köprü kurma faâliyetleri baş­ lamış iken, yeniçeri serdengeçtileri, tüfeng-endâz ve piyâdegân karşıya geçip Titel ’i zabt etti. Kaleye



F.



W



ZENTA. asker konulması münâsip görülmeyip yıkıldı ( Raşid, Tarih, II, 4 10 ). Avusturya başkumandanı Prens Eugène de Savoie, Türk ordusunun harekâtım casusları vasıtasıyle öğrendiği gibi, sadrâzam ile muhâlifleri arasındaki çekişmeye de vâkıf idi ( Def­ terdar San Mehmed Paşa, ayrı, esr., s. 816 v.d. ). Sadrâzam, tekrarlanan meşverette düşman üzerine âm bir hticûm için müsâade alamayınca Osmanlı ordusu lehine olan fırsat kaçırıldı. Hücûmda mü­ tereddit olan Prens Eugène, Varadin Önüne çekilip tabur kurdu. Tabura taarruzun tehlikeli olacağı ve Zemun yakasına geçmek için köprü kurulmasına düşmanın fırsat vermeyeceği hesaplanarak, Baçka ovası ile Segedin yalılarının vurulması ve askerin Tisa yi Zenta 'dan geçmesi karan sadrâzamın n zâsı hilâfına alındı. Düşmanın ânî baskın yapacağı dedikodusu askerin disiplinini bozmuştu ( Raşid, at/n. esr., göst. yer.). 500 kişilik bir kuvvetle kale ve varoşları ele geçirilen ve bir haydut yatağı olan Zenta ’da Türk köylerinden gasbedilmiş bol miktarda eşya bulundu. Bu arada Tisa üzerine sür 'atle köprü kurulmasına başlandı. 83 araba tonbazı üzerine kurulan köprü, devamlı çalışma ile iki günde tamam­ landı. Pâdişâh, otağ-ı hümâyûn ve iç halkı, hazine-i âmire ile karşıya geçirildi. Daha sonra yeniçeriler, silâhdarlar, cebehâne ile cebeciler 7 kolonborna, 12 şâbi, 3 havan topu ve topçular karşı kıyıya ulaş­ tırıldı. Şehbaz Giray ile askerleri de karşıya geçenler arasında idİ. Sadrâzam ile yeniçeri ağası ve diğer ordu erkânı, düzeni sağlamak üzere henüz karşıya geçmemişlerdi. Bu sırada Prens Eugène ’m Zenta 'ya doğru süratle ilerlediği öğrenildi. Bunun üzerine eyâletleri kuvvetleriyle Anadolu beylerbeyi Mısırlı -zâde İbrahim Paşa, Diyarbekir beylerbeyi Kavukçu İbrahim Paşa ve diğerleri düşman üzerine gittilerse de âciz kalarak geri döndüler. Sadrâzam bir yandan sür'atle askeri karşıya geçirmeye çalışırken, bir yan­ dan da eyâlet askerleri ile yayalardan ibâret 7.000 kişilik bir kuvveti metrise soktu. Bu faâliyetler sıra­ sında düşmanın baskın yaptığı haberi üzerine köprü­ yü geçmeğe çalışan askerlerden 2.000 kadarı boğuldu. Paniği bahane eden sadrâzamın, askere sert davran­ ması üzüntü ve ümitsizlik yarattı. Bu arada Prens Eugène esas ordunun karşıya geçtiğini istihbar edince, henüz nehri geçmemiş olan birliklere taarruzla manlı kuvvetlerini dağıttı. Sadrâzam bu sırada ya asker



Os­



1



tarafından [bk. A , mad. MEHMET PA$A, ELMAS] veya muhtemelen düşman tarafından şehid edildi ( Anonim, Tevârİh-i âl-i Osmân, var. r42* ). Köprü­ nün ortası parçalandığı için, karşıya geçme imkânı bulamayan asker, çarpışa çarpışa eridi {2 4 safer 110 9 = 11 eylül 1697). Birçok ordu erkânı da şehit­ ler arasında idi (bâzılarımn yeniçeriler tarafından öldürüldüğü hk. bk. Hammer, Histoire de l 'Empire Ottoman , Paris, 1838, X II, 423). Kuşluk yakti başlayan savaş gün batışında bitmişti. Bu



J. V.



537



feci manzarayı karşıdan seyreden pâdişâh herhangi bir taarruzdan korunmak için Temişvar 'a müte­ veccihen yola çıktı ve iki günde buraya vardı. Te­ mişvar 'ı asker bakımından takviye ve Belgrad muhâfızı Amca-zâde Hüseyin Paşa 'yt sadârete tâ­ yin ile Belgrad tarikiyle Edirne 'ye avdet etti. Zenta baskınında Türk ordusunun takriben sekizde biri olan 7-8.000 kişi kadar şehit verilmiştir (bu miktarın 30.000 olduğuna dâir bk. Zinkeisen, G O R , 155 ; V. Hammer, ayn. esr., göst. yer.) Bu baskında kaybedilen Türk kumandanları arasında şunları zikredebiliriz. Anadolu beylerbeyi Mısırlı -zlde İbrahim Paşa, Temİşvar muhâfızı Koca Cafer Paşa, Yeniçeri ağası Mahmud Paşa, Adana vâlisi Fazlı Paşa, Rumeli beylerbeyi Küçük Cafer Paşa, Diyarbekir beylerbeyi İbrahim Paşa ile bâzı sancak beyleri ve mutasarrıflar (Raşid, ayn. esr., 4*3 v.d,). Osmanlı ordusu bu muharebede 74 şâhi top, 3 çifte darbzen ve Soo 'ü mütecâviz zahire arabasını düşmana terketmiştir ( mühr-i hümâyûnun da, zâyi olduğu bu muhârebede Osmanlı kayıplarının teferruatı için bk, Zinkeisen, G O R , V, 155 v.d.; I. H. Uzunçarşıh, Osmanlı Tarihi, lll/ ı, 582; Dimitrîe Can­ temir, Historian of south easl Europaen and Orien­ tal Civilizalions, "extracts from The Hisiory of the Ottoman Empire", Edited by Aíexandru Dutu and Paul Cernovodeanu, Bucharest, 1973). Ancak Avus­ turya ordusunun da uğradığı büyük zayiât Prens Eugéne’e Osmanlı ordusunu tâkip imkânı verme­ miştir. Zenta mağlûbiyetinde kaynaklar bir kısım ümerâyı ve sadrâzamı ithamda müttefiktirler. Ancak ağır toplarla mücehhez ordunun, zor ve tehlikeli yollarda zaman kaybetmesinde pâdişâhın da hissesi bulun­ maktadır. Zîrâ seferin, ince donanmanın da iştirâki ile Varadin'e yapılması düşünülmüş iken, pâdişâh, harp meclislerinde belli bir hedef tâyin edilememesine müdâhalede bulunmamıştı ( Silâhdar Fındıklık Meh­ med Ağa, ayn. esr., var. 268^-269»), Su geçişlerinde ondan ziyâde köprü kurulması ile otağ-ı hümâyûnun hareketi, askerin yürüyüşünü dâima güçleştirmiş ve onları tâfeatsİz bırakmıştı. Ayrıca, Zenta'da köprü­ nün müdâfaası için metrislerin tahkiminde Segedin cihetine top konulmaması, tecrübeli bir kumandan olan Prens Eugéne’e bir fırsat daha vermişti. Di­ ğer taraftan 1683 'ten beri devam eden savaşlar ve son yıllarda sık sık vuku bulan saltanat tebeddülleri mâlî müzâyakayı arttırmıştı. Bunun neticesinde Mustafa 11. 'mn cülûsundan beri asker tedârikinde büyük güçlükler çekilmekteydi. Devlet, vilâyet ayanlarından asker talep ettiği gibi, İstanbul ve Edirne bostancı ocaklarından da asker alınmasına karar vermişti ( Anonim, Teoârıh-i âl-i Osmân, var. 140ü; Raşid, ayn. esr., var. 4 13 ). Zenta hezimeti, Viyana muhasarasını tâkip eden yıllarda Osmanlı Devleti ne karşı kurulmuş olan „mukaddes ittifak” m başarısı kabûl edilmiş vç



538



ZENTA -



Avrupa 'da büyük bîr heyecan yaratmıştır. Avus­ turya, Lehistan, Venedik ve Rusya 'ran açtığı dört cephede, Osmanh orduları zaman zaman muvaffa­ kiyetler kazanmış olmasına rağmen, toprak kayıp­ larının önüne geçememişti. Böylece artık kaybedilen toprakların kurtarılması ümidi kalmadığı gibi, mevcûdu muhafaza endişesi de başlamıştı. Osmanh idarecileri sulha meyletmiş bulunuyorlardı. Diğer taraftan oldukça büyük kayıplara uğramış bulunan Avusturya da, sulh taraftan İdi [ bk. 1 A , mad. KARLOFCA ]. Bu tarihten sonra h. 1109 senesi, Os­ manh vekayinâmecileri tarafından „Sente senesi" olarak anılmağa başlanmıştır. Bibliyografya: Gy. Dudas, A Zentai csata, Babadka, 18S5; J. Perneczky, A Zentai hedjarat 1697, Budapeşt, 1896; F, Ugrâczy, Zeniai ütkpzek, Szeged, 181Ğ; Yenö Fâbri, Szenta a torök a rahm alatt, Senta, 1967; Feldziige des Prinzen Eugen von Savoyen, Herausgeg. von dem K . K . Kriegsarchiv I. serie II ( Feldzüge gegen die Türken 1697- 1698, bearbeitet von A ngeli), Vien, 1876; Alexander Lemet-Holenia, Prinz Eugen, Der Reiter von Wien (Hamburg/ W ien), 19Ğ1 ; Max Braubacb, Prinz Eugen von Savoyen. Vienna : Verlag für geschichte und Po­ litik, 1963, I; Lavender Cassels, The Struggle for the Ottomann Empire 1717— 1740, London, 1966; İsmail Hami Danişmend, Izahlt Osmanh Tarihi Kronolojisi, III, 480 v .d .; Enciklopedija Jugoslavİje, Zagreb, 1965, V II, 182; Mala Encikr lopedija Prosveta, „ Opsta enciklopedija” 3. baskı Beograd, 1978, mad, Senta; E l , mad. ZENTA.



ZERENC.



isim, daha sonraları İslâmî devirlerde de şehir adı olarak devam etti. Şehrin adı ve müessisinin, Rüstem 'in babası Zâl ile alâkalı olduğuna dâir bîr rivayet mevcuttur. Buna göre, Z â l'ın saçının sarı olması ve Sîstan halkının kendisine Zerûreng demelerinden dolayı, şehre de bu ad verilmiş, za­ manla iki harfin telâffuzdan kalkması ile Zereng şeklini almış ( Târih-i Sîslân, nşr. Meliku 'ş-Şuârâ-yı Bahâr, s. 22 v.d.; Melik Şah Huseyn-i Sîstânî, /Ayâ al-mulük, nşr. Menuçehr Sutudeh, s. 17 ), Arap­ ça 'da ise, Zerenc olmuştur. Arap coğrafya eserlerinden bâzılarmda ( msl. bk. Iş-ŞaKrî, s. 242; îbn Havkal, s. 4*7 )> harâbeleri milâdî X . asırda bile görülebilen Sîstan 'm islâmiyetten evvelki devirlerde mühim şehirlerinden olup, Sîstan 'dan Kirman *a giderken üç menzil mesâfedeki Ram Şahristan şehrinin, vaktiyle kenarından akan Hİİmend nehrinin yatağım değiştirip, eskisini besleyemez hâle gelmesinden dolayı ahâlisinin burayı terk ederek, Zerenc'i te’sis ettikleri kayde­ dilmektedir. Zerenc, Sâsânîler devrinde büyük bir şehir idi. Halîfe Ömer zamanında, Sâsânî imparatorluğuna ağır darbeler indirilip, Nihâvend savaşında {64 2 ) Yazdigird III. ağır bir mağlûbiyete uğratıldıktan sonra, Araplar Iran 'ı istilâya girişmişler ve 23 (643/644) 'te “Âşim b. 'Amru ile eAbd Allah b. Amir idâresindeki bir Arap ordusu, Sîstan 'a gelerek Zerenc'i kuşatmıştır ( Tabarî, I, 2705; îbn al-AşIr, Beyrut, 1965, III, 44). Haraç ödemek şartı ile varılan anlaşmayı müteâkıp, 30 ( 650/651) 'da cAbd Allah b. Âmir, al-Rabîc b. Ziyâd al-Hârişi yi ( M ü c t e b a I l g ü r e l . ) Sîstan bölgesine gönderdi. al-RabL, Kirman 'dan ZERENC. İ r a n ' ı n ş a r k ı n d a Zereh (Hâmûn) hareket ederek çölü aşmak süreriyle Sîstan 'a gelmiş, gölüne dökülen Hilmend ( Etymandros, Haetumat) Zâlik ve Karküya gibi kasabaları ele geçirip, bâzı nehrinin sağ kenannda Sîstan bölgesinin Orta-çağ- fetihlerde bulunduktan sonra, Zerenc 'i de muhâsara larda merkezi olan t a r i h î b i r ş e h i r dir. etmişti. Ahâlisi müslümanlara karşı savaşmakla En eski devirlerde Hilmend nehrinin Hâmûn gö­ berâber, şehrin merzubânı Aperviz, aman dilemek lüne döküldüğü sâha Zaranka (değişik şekilleri zorunda kalmış, İslâm halîfesine senelik 1.000.000 Zaranga, Sarangae, Zarargîana) veya Drangiana dirhem haraç ödemek ve 1.000 köle göndermek diye biliniyordu. Ahamenilerden Darius'un Per- şartı ile muâhede imzalanmıştı (Balâzürî, s. 392; sepolis 'teki muhtelif kitâbelerinde imparatorluğa Târih-i Sîstân, s. 82; Îbn al-Aşir, III, 128). altâbi memleketler arasında geçen bu isim, Herodot Rabî', Zerenc 'de iki buçuk yıl kaldıktan sonra, ( I I I , 93, 117; V II, 6 7 ), Arrianos (III, 21,2 5 yerine başkasını bırakarak ayrılmış, ancak ahâlinin 25,8 ; V II, 6,3 }, Charaxh tsidoros (s . 1 7 ) ve yeni vâliyi şehirden çıkarmaları üzerine, Basra vâlisi Strabo ( X I, IO,1 ) 'da da memleket ve kavim adı îbn Âmir, cAbd al-Rahmân b. Samura 'yi Sîstan 'a olarak zikredilir. Avesta dilinde kelimenin başın­ göndermişti. cAbd al-Rahmân, Zerenc 'e gelerek daki “z „ harfinin ( zrayah- ) , eski Farsça'da “d„ merzublmnı kendi bayram günlerinde ele geçirmiş ( darayah-) şeklini aldığı ve “deniz, büyük gül, ve onunla daha Önceki muâhedenin iki misli şartlan büyük nehir„ mânalarına geldiği, kat’iyetle olmasa hâvi yeni bir muâhede imzalamıştı ( göst. y e r.). da pek çok kimse tarafından ifâde edilmiş ( Pauly- cAbd al-Rahmân, Zerenc ile Kandehâr arasındaki Wissowa, Realenzykl., mad. Drangai; Bartholomae, sâhalan ele geçirdiği gibi Ruhhac iL Davar ara­ Alîiranisehe Wörterbuch, mad. zranka: î A , mad. sındaki bölgeleri de hükmü altına aldı. Ancak bun­ SÎSTAN) olan bu memleket, Zerdüştlükte mühim dan sonra başlayan Halîfe Ali ile Muâviye arasın­ bir mevkî işgal ettiği gibi, eski İran ’ın destânî daki mücâdele şarkta da te’sîrini gösterdi ve Zâkahramanlarından Rüstem 'in vatanı olarak da bulistan 'daki dağlı kabilelerin ayaklanmalarına im­ şöhret kazanmıştır, kân verdi. Halîfe Ali *nin öldürülmesini (6 6 1 )



ZERENC.



fırsat bilen Sîstan şahlan tekrar harekete geçerek, Araplan uğraştırmaya başladılar ise de, Muâviye'nin iktidân ele alması üzerine Sîstan ’a ikinci defa gönderilen °Abd al-Rafımân b. Samura vâsıtası ile bölgede sükûn yeniden te’sis edildiği gibi, o, fetih­ lerini K â b il’e kadar uzattı (Balâzürl, s. 396; İbn aî-Aşir, l i f , 436). ZiySd b. Abîhi'nin Muâviye tarafından Basra vâliliğine tâyini ve onun da °Abd al-Rafımân gibi kudretli bir vâliyi Sîstan ’dan al­ masından sonra, bölgede karışıklıklar yeniden baş­ ladı. Üstelik az sonra buna Araplar arasındaki mücâdeleler de eklendi. Ordu kumandanlan eski âdete uyularak fethettikleri bölgenin idâresi ile taltif olunuyorlardı. Bundan dolayı kabileler ara­ sında diğerinden daha önce yerleşmek maksadı ile fetih rekâbeti de vardı, işte şimdi şarkta fetihlere iştirak eden I£ays 'lılar, Bakr iiler ve Tamim Tiler arasında ilk fetihlere âit olan hak dolayısı ile mücâ­ deleler başlamış, bilhassa Yazld I. 'in ölümünden sonra, bu kabile düşmanlıkları daha da artmıştı. Bundan istifâde ile Zunbil ( veya Rutbil) unvanını taşıyan Kâbil şahı ayaklanarak, Zerenc 'de oturan Sîstan valisi Yazîd b. Ziyâd 'ı mağlûb, kardeşi Abü 'Ubayda 'yi de esir etti. Bunun üzerine Yazîd 'in yerine tfuza'a 'dan T alha al-falahat tâyin edildi. Talha, Zunbil ile sulh aktedİp, fidye vermek sü­ reliyle Abü “Ubayda'yi kurtardı (6 1= 6 9 0 ). Fakat az sonra T alba ölüp, yerine bıraktığı Bakr boyundan olan kimseye Tamim 'İiler itaat etmeyince, Araplar arasında mücâdeleler başlamış, bunun üzerine Zun­ bil tekrar harekete geçmişti (Bâlâzflrî, s. 397; İbn al-Aşîr, İV, 97 v .d .). Araplar bu isyânı bastırmakla birlikte, şarktaki ayaklanmaların bir türlü sonu gelmedi ve Zunbiller, Emevîlerin son zamanlarında, vermekle mükellef oldukları haracı da göndermez oldular. Abbâsîler zamanında da vaziyet pek değişmedi. al-Manşür, halîfe olduktan sonra Ma“n b'. Za’ ida'yi Sîstan vâliliğine tâyin etti {15 1 = 7 6 8 ). O , Zunb il’e mektup göndererek, vaktiyle Haccâc zama­ nındaki muâhede şartlarına göre ödenmesi îcâb eden haracı yeniden taleb etmiş, Zunbil de, deve­ ler, Türk çadırları, köleler ve yiyecek maddeleri göndermişti. Buna rağmen Ma°n bir bahane bu­ larak Zunbil 'in memleketine hücum ile büyük tahribatta bulunmuş ve pek çok insan öldürmüştü (Bâlâzürİ, s. 401; İbn al-Aşîr, V , 606; Târik-t Sîstan, s. 143 V .d . ).



al-Ma’mun zamanında şarkta Hârici ayaklan­ malarının büyümesi üzerine, kendisi de aslen Ho­ rasanlı olan Tabir b. al-IJusayn, Horasan vâliliğine tâyin edilmiş (2 0 6 = 8 2 1), lâkin onun ertesi sene ölüp, yerine oğullarından Talha tâyin edilmekle Horasan 'da Abbâsîler 'e tâbi irsî bir hânedan ortaya çıkmış, Sîstan 'm kaderi de tamamen Ho­ rasan 'a bağlanmıştı, Tâhirfler zamanında Sîstan pek çok Hâricî ayaklanmasına sahne oldu. Bun­



539



lardan bilhassa fdamza b. “Abd Allah *ın isyanı Abbâsîleri epeyce meşgul etmiş, Zerenc T ele ge­ çiren Hamza, kuradaki vâlileri kovduğu gibi, Abbâsî­ ler adına vergi toplamayı da yasaklamışta ( Târihri Slstân, s. 156 v .d .). Uzun mücâdelelerden sonra (795-828) klamza 'nın ölümüne rağmen, devlet merkezine ve ana yollara uzak bulunan Sîstan, Hâricîler için dâima emin bir yer olarak kaldı. Uzun zaman devam eden Hâricî isyanları ya­ nında, 220 (8 3 5 ) senesinde, bölgeyi sulayan ve Zerenc 'in de kenarından geçen Helmend nehrinin bir sene müddetle kuruması pek çok insanın ölü­ müne yol açmıştı ( Târihri Ststân, s. 186). önce kuraklık ve ardından 227 (841/842) ’deki soğuk, ağaçları da kurutmuştu ( ayn. esr., s. 190)* Ancak az sonra vâli olarak Zerenc 'e gelen İbrahim alKavsî 'nin, burada arazi satın alıp, şehirde imar faâliyetîerinde bulunarak, mezheb ve kabîle farkı gözetmeyip, âdil davranması ile sükûn iâde edil­ miş oldu ( ayn, esr., s. 197). Bizzat Sîstanlı olup, Zerenc'e bir fersah mesa­ fedeki Çarnîn ( veya Karneyn) 'de doğan, bakır­ cılık İle meşgul iken, ayyârlığa başlayıp, zamanla Sîstan'ı ele geçiren Yâ'küb b. al-Layş'in te’sis ettiği Saffârîler hânedâm zamanında, şehir her balamdan büyük bir gelişme gösterdi. Milâdî IX, asırda şehrin çevresi 4 mil olarak kaydedilmektedir ( G . Le Strange,' The Lanis..,, s. 335 ). X . asırda İştahrî ( s. 239 v.d .) ve İbn Havkal ( s. 414 v .d .) tarafından nakledilen daha mufassal mâlûmâta sahibiz. O zamanda artık şehir kalabalık bir nüfûsa sâhip olduğu gibi, iyi tahkim edilmişti. Şehrîstan ( iç kale) ve rabaz ( varoş) ’1 mevcut olup, her ikisi de surlarla çevrili bulunuyordu. Şehrîstan ’ın, birbirine çok az mesâfede olup, Fars ’a açılan Bâbu ’1Cadîd ve B â b u T A tîk Horasan’a açılan Karküya, Büst ’a doğru açılan Nişak ve en ma’mur olup, pazarların içinden geçerek cenûba doğru bahçeler ve köylere doğru uzanan yol üzerinde Ta'am adlarmda, hepsi de demirden mâmul beş kapısı mev­ cuttu. Rabaz'da ise, onttç kapı bulunuyordu. Şehirdeki binalar balçıktandı, iklimi rutûbetli olması dolayısıyla, ağaç malzemenin çürüme tehli­ kesi bulunduğundan balçık tercih edilmişti. MescİdüTCâmi (U lu Câm i), şehir içinde Fars kapısı yakınlarında inşâ edilmiş, hapishane de ona bitiştirilmişti. Hükümet konağı ( Dârül-imlre) da es­ kiden hapishâne ile bitişik ve Mescidü T C âm i 'nin arkasında iken, daha sonraları şehir hâricine T a' a*n ve Fars kapılan arasında bir yere nakledilmişti. Yine bu iki kapı arasında Sâffârîlerden, biri Ya'küb ve ötekisi kardeşi “Amr b. al-Layş 'e âit olmak üzere iki konak vardı; bunlardan Ya'küb tarafından inşâ ettirileni hükümet konağı olarak kullanılmış­ tır. İflarküya ile Nişak kapılan arasında yer alan ve 'Amr tarafından yaptmlan, onun hâzinelerinin şaklandığt Erk de şehir dâhilinde ¡4i, Oldukça



540



ZERENC.



mâmur bulunan iç şehrin pazarlan MescidulC âm i’nin etrafım tamamen çevirmiş olduğu gibi, Rabaz ’da da mâmur pazarlan vardı. “Anır tara­ fından aynca bir pazar inşâ ettirilmiş olup, günde I.ooo dirhem geliri olan bu pazann kazancı Mescidü’l-Clm i, Bımâristân ve Kâ’be ’ye vakfedilmişti. Iç şehrin Fars kapısından Rabaz 'm Mînâ kapışma kadar takriben yarım fersah mesâfe ile birbirine biti­ şik dükkânlardan ibâret başka bir pazar yeri vardı. Şehirde su oldukça boldu. Bu su iç şehre Atîk, Cadid ve Ta'am kapılarından giriyordu. Bu üç kapıdan giren su, bir değirmeni döndürecek mik­ tarda idi. Mescidül-Câmi ’nin yakınında iki büyük su havuzu bulunuyor, burada biriken su yer al­ tından döşenen künklerle evlere dağılıyordu. Bun­ dan dolayı bütün evlerde akarsu ve babçe mevcuttu. Bölge arazisi düzlük olup, hurma ağaçlan vardı. Umûmiyetle kışın kar yağmamakla berâber, 44° (1048/1049)'ta yağan kar hurma ağaçlarını ku­ rutmuştu ( Târih-i Sistân, s. 360). Devamlı esen bir rüzgân dolayısıyla da X IX . ve X X . asırdaki seyyahlann da gördüğü yel değirmenleri inşâ edil­ mişti. Lâkin kumlan sürükleyen rüzgâr yerleşme yerleri ve bilhassa ekili arâzi için büyük bir tehlike teşkil ediyordu. Bunu bertaraf etmek için ahâlinin başvurduğu çâreler, kaynaklarda etraflıca anlatılır. Zerenc, 2 zilhicce 298 ( 1 ağustos 91 1 ) ’de Sâmânî kumandanlarından Husayn b. ‘Al! tarafından işgal edildi. Ancak ahâli iki sene kadar sonra Hlricîlerden MavİS al-Sandalî diye tanınan Muljammed b. Hurmuz ’ün idâresinde Saffârîler adına isyan ile Sâmânîleri şehirden çıkardılar ise de ( Târih-i Sis tan, s. 298; İbn al-Aşîr, V III, 70),. az sonra Sâmânî hâkimiyeti yeniden teessüs etti. Safer 393 ( kânun I. 1002 ) ’te Gazneliler adına hutbe okun­ ması ile şehirde Türk hâkimiyeti de başlamış oldu. Selçuklu hâkimiyeti İse, Ertaş 'in gelerek, Musa Beygu adına hutbe okutması ile, rebîüiâhır 432 (kânun I. 10 4 0 )'de başladı ( ayn. esr., s. 366). Moğul istilâsı esnâsmda Hârezmşahlar ordusunda Sîstanhların da yer almasına rağmen, memleketleri Moğul tahribâtından kurtulamamıştı. 619 (12 2 2 )’da Sîstan ’da ilk defa görülen Moğullar ( Cüzcânl Tabakâl-ı Naşiri, nşr. Abdulhay Habibî, Kâbil 1343, i l , 128), müteakiben 625 (1227/1228), 630 (1232/1233) ve 632 (1234/1235) ’de de böl­ geye gelip, Zerenc ’de büyük tahribatta bulundular ( B. Finster, Sistân ztır Zeit iimuriJîscher Herrschaji, A M I N F , 1976, IX, 208). Bu tahribattan sonra Saffârilerden Naşr al-Dîn, 659 (1261 ) ’da Hülagu’nun nezdine giderek, ondan Sîstan hâkimliğini te’min ile, senelerdenberi harab bir halde bulunan Zerenc kalesi ve surlarını tâmir ettirdiği gibi ( Târih-i Sistân, s. 4 °°; Jfefâ al-mulök s* 7 9 ), şehir ( D ârul-m iiik ) ’de medreseler, câmiler, pazarlar, ha­ mam ve diğer hayır eserleri inşâ edildi (IhyS alrnılük s-



)- Moğul tahribatının iğleri kışa zamanda



giderilmiş olmalı ki, hfamd Allah Muştavfî, Ze­ renc ’in sulak, bağhk-bahçelik, meyvesi bol bir şehir olduğunu kaydeder ( Nuzhat al-fculüb, nşr. M . Dabir Siyâkî, s. 174). lihanlı Devleti ’nin parçalanmasından sonra, esâsen mevcudiyetlerini dâima muhâfaza etmiş bulunan Sîstan m mahallî hâkimleri, tekrar sahneye çık­ mışlar ve kendi aralarında mücâdeleye girişmiş­ lerdi. İşte bu mücâdeleler esnasında Tim ur, ilk defa olarak Sîstan'da görünüp (765=1363/1364), Sîstan şahlarından cizz aî-Dîn ’e yardımda bulundu. Ancak bundan 20 sene sonra Sîstan, bizzat Timur tarafından istilâ edildi. 1381 ’de Horasan ’ı d e geçiren Timur, 1383 senesinde Sîstan’a gelerek Zerenc ’i muhasara etti. Bu kuşatmanın gittikçe uzaması üzerine, ulemânın araya girmesi ile Malik Kutb al-Dîn teslim oldu ise de, Timur onu tevkif ettirdiği gibi, işgal edilen şehri tahrip ve ahâlisini katlettirdi (îftyâ al-mtlûk s. 104; Şâmf, s. 91 v.d.; Yazdî, 1, 368 v.d .). Ovayı sulayan Bend-i Rüstem de yıkıldı. T im u r’un ayrılmasından bir sene sonra, Şah Ğiyâş al-Din, T im u r’dan habersiz Isfizâr’dan gelip, etrafa dağılmış bulunan şehir ahâlisini top­ layarak, Zerenc 'i imâra çalıştı ise de, Tim ur ’un buraya ordu göndermesi üzerine kaçmak zorunda kaldı (İhyâ al-mulük, s. 105 ). 788 (1386 ) ’de T i­ mur, Sîstan hâkimliğini Şahşahân’a verdi ve o da Zerenc ’i yeniden ihyâ ve inşâya başlayıp, tahrib edilen bendleri de tâmir ettirdi ( ayn. esr., s. 106). T im u r’un ölümünden sonra imparatorluğu dâ­ hilinde zuhur eden karışıklıklar ve mirzâlar ara­ sındaki mücâdelelerden istifâdeye kalkışan Sîstan şahlan, istiklâl sevdasına kapıldıkları gibi, kendi­ lerine ilticâ eden Timur ’un torunu Ebû Bekr ’i de saklamışlardı. Ancak onların bu gibi hareketleri, 800 (1397/1398 )’den beri Horasan ve Sîstan hâkimi bulunan Timur ’un oğlu Şâhruh ’un Sîstan şahları üzerine yürümesine sebeb oldu (811=1408/ 1409 ). Şâhruh, Farah, Davar, Ok ve Lâş gibi kale­ leri fethettikten sonra Zerenc’e geldi. Muhâsaramn uzaması üzerine Sîstan asıllı olup, Şâhruh *un hizmetinde bulunan Mir Şâfd, şehrin teslim olması için bölgenin tahrib, Hilmend nehri üzerindeki su bendlerinin de, yıkılmasını tavsiye ettî. Bunun üzerine Hâvank bendi ve daha bâzı bendler tahrib edilip, Hilmend nehrinin şark yakası sular altında kaldı (ayn. esr., s. 113 v .d .). Su baskınından dolayı şehre üç ay müddetle ancak kayıklarla gidilip ge­ linebildi. Buna rağmen Şâhruh bölgeyi yine eski sâhİblerine bıraktı ve bunlardan Şah ‘Alî, 822 (14 19 ) 'de Zerenc 'i tekrar imâra başlayarak, bir medrese inşâ ettirip, kanallar açtırdı ( ayn. esr., s. 122 ). Lâkin kumların tehdidi yüzünden 0, Hilmend nehrinin kenânnda Bark denilen mevkide 826 ( 1 4 2 3 ) ’da yeni bir şehir te’sis ederek, T eb riz’den ustalar ve bir miktar malzeme getirtmek süreliyle deyletbâne, cami, medreseler, hankâblar, kervarj-



2£RENĞ -.2 E R f t f i.



54i



saray, pazar, hamam ve şâir binâlar inşâsına girişti Farğânî K azihSn l bk. mad. KADI HAN- FAHREDDİN] ’1 kendi hocası olarak zikreder. Başka {ayn. esr., s. 123, 126). Tim ur *lu hükümdarı Şahruh ’un ölümünden bir yerde Şayh Zahir al-Dîn al-plasan b. “Alî sonra (1 4 7 7 ), Sîstan şahlan vergi ödemeyip, is­ al-M arğîn ân !’nin, onun önünde şiirler okudu­ tiklâl sevdasına kapılınca, Ebû ’İ-Kâsım Babür, 859 ğunu bildirir. Brockelmann ( G A L , I, 379 ) (1455 ) ’da beylerinden Halil Hindûke 'yi göndere­ herhalde onu çok daha sonra göstermektedir. rek, burayı bir kere daha tahrib ettirdi ( îsfizâri, Zîrâ onun babası 506 ( 1 1 1 2 ) senesinde vefat Ravzat al-carmât, I, 330; II, 180; B. Finster, etmişti ve yukarıda zikredilen Karihan, onun tale­ ayn. esr., s. 2 13 ). X V I. asırda şehir bir ara özbek- besi idi (yk. bk.: cild, III, 3°4, nr. n ). Ayrıca ler*in tasarrufuna geçmiş ise de (İhya al-mulûk o, al-Şayb Fahr al-Dîn al-Kâşânî ’den bir hikâye s. 142), az sonra başlayan Safevî hâkimiyeti uzun dinlediğini ileri sürmektedir. Hiç şüphesiz bu­ müddet devam etti. Safevîîer devrinde Hilmend nunla Abü Bakr Mas'üd b. Ahmed kasdedümiştir. nehrinin kenânndaki eski meskûn mahallerin imârı Nihâyet o ( G A L , I, 429 ’a göre), 5 6 0 ( 1 1 6 5 ) ve yeni kalelerin inşâsından söz edilmekte ( ayn. esr., ’larda yaşayan Rukn al-Dln Muhammed b. “Ali s. 154 v .d .) ise de, şehir, zamanla adı bile unu­ Bakr al-İmâm Hvâhar-z§da kendisine bir şey nak­ tulmak üzere ortadan kalktı. Harâbelerinin Nâd- lettiğini yazar. Bütün bu tarihler gözönünde tu­ 'A 1I ile Zshidân’m CihSnâbâd ve Şehrîstan kasa­ tulursa, müellifin yaşadığı zamanın, Ahlward ’m baları arasında olduğu ifâde edilmektedir ( G. Le verdiği tarihten biraz daha önceye, eserinin telif Strange, The Lands..., s. 335; Pauly-Wissowa, tarihi de her halde 593 ’ten sonraya alınabilir. al-Zarnücî ’nin bize intikal eden, bilinen tek Realenzyk, mad. Drangaİ; Barthold, Tezkire-i Coğeseri Ta°lîm al-muta^allim T arı!/ al-Ta°allum'ü rafya-yi Tarihî-i İran, s. 120). B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilenlerden olup, talebeye, ilim adamlarının ablâkî davra­ başka bk. E l , mad. ZARANDJ; İ A , mad. SÎSTAN nışlarını öğreten küçük bir rehberdir. Tabiî olarak ve G . Le Strange, The Lands of the Eastern kitabın bütününü, hemen hemen sâdece eskiden Caliphate (s. 335,a ve 338,1) gibi eserlerde esas yaşamış kimselerin vecizeleri ihtiva etmekte olup, kaynaklardan başka, bâzı seyahatnamelerin adları bunlar ustalıklı bir şekilde seçilmiş ve hoşa gi­ da verilmiştir. Bunların hâricinde ayrıca bk. decek tarzda sunulmuştur. Bu sebebtende eser G . P. Tate, Seistan. A memoir on the History, çok yayılmıştır. Bu eserin muhtasar olması onun Topography, Ruins and People Kalküta, 19x0- çok yayılmış olmasından ileri gelir (tafsilât için 19 12 ); C. E. Bosworth, Sistan under the Arabs, bk. G A L , I, 462). Mevzu her hangi belli bir mezheble hemen hemen hiç ilgili olmadığı halde, from the Islamic conquest to the rise o f the S a f farids (30-250/651-864), Roma 1968. müellifin hicri birinci asra âit olanlar dışında zik­ rettiği kişilerin hepsinin İstisnâsız Hanefî olmaları ' { Î s m a İl A ka. ) a l-Z A R N Ü C Î, B u r h a n a l -D I n , dikkat çekicidir. Bu kitabın ibn Ismâ'U tarafından A r a p f i l o z o f u olup, künyesi bilinmemek­ yapılan şerhi 1 3 1 1 ’de Kahire’de basılmıştır. tedir. Yaşadığı zaman ise, ancak takribi olarak B i b l i y o g r a f y a : Metin içinde zikrediltâyin edilebilmektedir. Ahlward Berlin Kataloğu m ıştır’ ( M. PLESSNER,) { nr. m ) ’nda kayıtlı Maljmüd b. Sulaymân alA L -Z A R R A , Z a r r kelimesinin müfKaffavî (ölm . 9 9 0 = 1 5 6 2 )’nin A°lâm al-Ahyâr min Fufoahâ* mazhab al-Nu‘ mân al-Muhtâr ’mda redi olan zerre, s a ç m a k , y a y m a k , d a ğ ı t ­ al-ZarnûcI yi, Hanefîlerin 21, tabakasında göster­ m a k mânasına gelmekle berâber, daha ziyâde, mekte, buna göre yaşadığı zamanı 620 {12 2 3 ) çok küçük ve son derece ufak bir nesneyi ifâde olarak tahmin etmektedir. Bu tahmine, Eduard için kullanılır. Nitekim yüz adedi bir arpa ağır­ van D yck’in “ İktifa 3 al-Kanü° bi-mâ huva map lığında olan ve çabucak etrafa dağılıp yayılan çok bû‘ ( Kahire, 1896, s. 190) *da, Kâtip Çelebî küçük karıncalara ve havada uçuşan toz habbe(n r. 3i 3 4 ) ’ye uygun olarak bu. filozofu, Hidâya ciklerine zerre denilir (Bk. Kâmâs trc., II, 342 )< f i furû° al-FtJzJı müellifi Burhan al-DIn “Alî b. K u r ân ’da altı âyette zikredilen zerre kelimesi Abl Bakr al-Farğânî al-Marğînânî [ b. bk. ] ’nin A lla h ’ın sıfatlarının kemâlini ifâde eder. Nitekim talebesi olarak kaydetmesi de buna uygun düşmekte "Allah şüphesiz zerre kadar zulmetmez, zerre ka­ dir, al-Marğînânî, 593 ( 1 x 9 7 ) ’te vefat etti. al-Zar- dar iyilik olsa, onu kat kat artırır ve yapana büyük nücî, onu gerçekten TaHîm al-mata‘ allim adlı ese­ ecir verir.“ ( IV, 140) âyetiyle Allah ’ın adalet rinde birkaç defa zikretmekte ve hayır dua ile sıfatının ne kadar kâmil olduğu anlatılmakta ” . . . anmaktadır. Ayrıca bu eserde, zikredilmiş olup, yerde ve gökte hiç bir zerre Rabbinden gizli de­ yaşadıkları tarihler tâyin edilebilen selâbiyetli ki­ ğildir. Bundan daha küçüğü veya daha büyüğü şiler de Ahlward ’ın tahminini te’yid etmekte­ şüphesiz apaçık Kitab ’tadır,, ( X , 6 1 ) ve “ . , . dirler. Böylece al-Zarnücİ, 592 { 1x96 ) ’de vefat Göklerde ve yerde zerre kadar olanlar bile onun eden Fahr al-Is!âm al-plasan b. Manşür al- ilminin dışında değildir. Bundan daha küçüğü



(



-



ZERNÛCÎ.



ZERRE.



$4â



ZERftE -



2 ER-Î M ÂH BÛ6.



ve daha büyük ( hiçbir ş e y ) müstesna olmamak üzre muhakkak apaçık bir Kitab (Levh-i mahfuz) 'tadır.,, (X X X IV , 3 ), âyetleriyle de Allah'm ilmiyle var olan her şeyi mükemmel bir şekilde ihâta ettiği ifâde edilmektedir. “Ey Muhammedi D e ki, A l­ lah ’1 bırakıp da göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sâhîp olmadığı, her ikisinde de bir ortaklığı bulunmadığı ve hiçbiri Allah ’a yardımcı olmadığı halde taun olduklarını ileri sürdüklerinizi yardıma çağırsanıza“ ( X X X IV , 22 ), âyetiyle ise, Allah ’ın kudret ve azameti karşısında her varlığın ne kadar âciz olduğu zerre kelimesiyle anlatılmaktadır. “ Kim zerre kadar iyilik yapmışsa, onun sevabım görecek. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa, onun cezâsım görecek“ ( IXC, 7-8), âyetlerinde de İlâhi adâletin ne derece hassas olduğu, en basit bir şeyin veya olayın karşılıksız kalmayacağı gerçeği yine zer­ re tâbiriyle anlatılmaktadır. F e l s e f e ıstılâhı olarak zerre 'nin en doğru karşılığı atom kelimesidir. Fakat, islâm tarihindeki tercümeler döneminde atomu ifâde etmek üzere zerre yerine, tek cevher manâsında "al-Cavhar al-Fard„ ve bu tâbirin îzâhı mâhiyetinde, bölün­ meyen parça mânasına gelmek üzere "a l-C u z °allazi lâyata Cazzâ,, târifi benimsenmiş ve o tarihlerden beri de, felsefe ve kelâm eserlerinde atom kelimesi dâima bu tâbirlerle İfâde edilmiştir. Bilindiği gibi, varlığın atomlardan meydana geldiği fikri, ilk defa Levkippus ve Demokritos gibi antik Yunan filozoflarınca ortaya atılmış; Yunan felsefe ve ilminin Arapça’ya tercüme edil­ mesiyle de müslümanlar bu gibi fikirlerle tanışarak kendi kültür dünyalarında bunların tartışmasını yapmışlardır. Nitekim Aristocu geleneğe bağlı olan islâm Meşşâîieri ile Îşrâkî filozoflar bu görüşe şiddetle karşı çıktılar. Fakat, tabiat felsefesinin islâm dünyasındaki kumcusu sayılan Abü Bakr al-Râzî ( ölm. 313= 9 2 5) atomizmi benimsedi. Onun felsefî sisteminde, beş ezelî prensipten bîri olan "heyûlâ", varlığın yapı taşlan mesâbesindeki atomlardan ibarettir. Dolayısıyla dört unsur ( toprak, su, hava, ateş), atomların birleşmesiyle meydana gelmiştir. Maddenin ezeliyetine ve âlemin kıdemi fikrine dayanan bu görüş, islâmdaki yoktan yarat­ ma akidesiyle bağdaşmadığı için islâm dünyasında gelenek kuramamıştır. Diğer taraftan gerek Ehl-i sünnet, gerek m u ­ tezile kelâmcılan ( İbrahim al-Nazzam hâriç), âlemin atomlardan meydana geldiği fikrini, fizikten metafiziğe geçmek için, başka bir ifâdeyle Allah *m varlığını ve âlemin yaratılmış olduğunu isbat etmek üzere kullandılar, Kelâmcılar atomizmi kabûl et­ mekle, zarfın olarak boşluk (¿a/û“ ) fikrini de kabûle mecbur olmuşlardır. Çünkü madde (cisim ) Cavhar-i fard 'lerden meydana geldiğine göre, bunların maddeyi meydana getirmek üzere ha­ reket etmeleri için bir boş mekânın {bala?) bu­



lunması zarûreti vardır. Kelâmcılar bu konudaki görüşlerini şuna istinad ettiriyorlardı. Madde, ha­ reket eden atomların birleşmesiyle meydana gel­ miştir. Hareket eden şey, değişikliğe uğrar; de­ ğişikliğe uğrayan bir şey hadis ( “sonradan yara­ tılmış,, )'tir, Igadhn olamaz, öyleyse atomlar da son­ radan yaratılmıştır. Bu istidlalin mantıkî neticesi olarak da her yaratılmış olanın bir yaratıcısı vardır. Sebepler zinciri sonsuza kadar sürüp gidemiyeceğine göre, bir ilk yaratıcıda son bulması gerekir. İşte bu ilk yaratıcı Allah 'tır. Görüldüğü gibi atomcu Yunan filozoflarıyla islâm kelâmctlarınm atomculuğu, gaye itibânyle birbirinden çok farklıdır. Kelâmctlara göre, Allah­ ’tan başka herşeyin varlığı ârızî ve hadîs ’tir; her yönüyle madde, bütün zerreleriyle âlem, ilâh! kud­ retin bir eseridir. Halbuki Yunan atomculuğunda madde ve hareket ezelîdir. B i b l i y o g r a f y a : al-Aşcarî, Makâlât alîslömyln (Kahire, 1950), I-II; Taftâzânî, Şark al-Ak Humus, b e r ' i n z e v c e l e r i n d e n b i r i olup, Câhiliye bab S; Sahâdat, bab 28; şurüf bab 6; nikâh, bab devrinden îtibâren Umm al-Masâkln adım taşıyor­ 52; Müslim, Sahih, FazSPi! al-şahâba, hadîs 95; du. İlk kocası al-Tufayl b. al-ffâriş onu boşadı. Abü Dâvüd, Sunan, nikâh, bab 16 ). İslâm dininde, İkinci kocası ise, 'Ubayd b. al-Hâriş, Bedr gazve­ müslüman olan kadını müşrik kocasından ayırmak sinde hayatını kaybetti. Peygamber Ramazan 4. gerektiği halde (K m â n , LX, 10 ) onların evliliği ( şubat 626) onunla evlendi ve ona 400 dirhem Bedir savaşı sonrasına kadar devam etmiş ve ço­ mihr verdi. Bundan 2 veya 8 ay sonra vefat eden cukları da olmuştu (İb n Hişâm, ayn. esr,, II, 652; Zeyneb, Peygamber ’in kendisinden Önce ölen Me- Tabari, 3 [ I ] , 1347; krş. Usd al-ğâba, V II, 130). dineli zevcelerinin ilkidir. O , al-Bakî' mezarlığında Peygamber, Medine ’ye hicret edince, âilesi ile defnedildi. birlikte Zaynab ’i ve çocuklarım da Medine ’ye B i b l i y o g r a f y a : İbn Sa'd, Taba^at al- getirmek istemiş ise de, Abu T 'Â ş çok sevdiği kabır (nşr, Sachau), V III, 82; Caetani, Annali hanımının gitmesine müsâade etmemişti (İb n del İslam, h. 4. sene, § 16 ve 22; al-Tabari Sa'd, Tabakflt, V III, 165, krş. I, 237 v .d .). Bedir (nşr. de G oeje), I, 1775 v.d.; İbn al-Aşîr, Usd savaşında Abu T 'Â ş da esir düşünce Zaynab ge­ reken fidyeyi gönderip, kocasını kurtardı. Ancak al-Ööba, V , 466 v.d. (V .V A C C A .) Peygamber, kızını çocukları ile birlikte M edine’ye ZEYNEB b İn t MUHAMMED. ZA YN A B göndereceğine dâir Abu T 'Â ş ’dan söz aldı. Bu­ B İ N T M U H AM M ED . P e y g a m b e r ’ i n i k i n ­ nun üzerine o da Mekke ’ye dönünce, Zaynab ’i ve c i ç o c u ğ u v e k ı z l a r ı n ı n e n b ü y ü ğ ü çocuklarım Medine ’ye gönderdi. Yolda, Mekkeli olup, annesi Hadîca bint Huvaylid’dir. ibn al müşriklerden olup, sonradan müslümanlığı kabûl -Kalbi ’nin, Zaynab ’in birinci ve ağabeyi Kâsim- eden Habbâr b. al-Aşvad ’ın saldırısına uğrayan ’m ikinci olarak dünyaya geldiklerini, İbn Hi­ Zaynab, deveden düşüp belini kırmış ve çocuğun^



ZEYNEB b.İn t MUHAMMED.



555



da düşürmüştü. Onun genç yaşta ölümüne sebep olacak bu hâdiseyi müteakip Mekke ’ye dönen Zaynab, bir süre sonra Medine ’ye babasının yanma gitti. Zaynab, Medine ’de kaldığı sürece çocukları ile birlikte, babasından sonsuz bir şefkat ve ilgi gördü ( al-îsiTâb, III, 68; al-îşâba, II, 5*0; Usd al-ğâba, V II, 22; Ibn Sa'd, V III, 31, 39 v.d., 232 v.d.; krş. tıl-Rttfaârl, şalât, bab 106; Abü Dâvüd, Sıman, şalât, bab 165; Nasâ'I, Sunan, saho, bab, 13). Nitekim al-Vâkidî ve İbn Sa'd ’a göre cemâziyelevvel 6 {eylül 627) ’da ( al-Mağâzl, I, 4; II» 537, 553 v.d.; T alalat, V III, 32 v.d.; krş. Tabarî, 13 [III], 2304-2310; al-îşâba, IV, 3*2) ve îbn Hi­ şâm ile al-Tabari ’ye göre ise, Mekke ’nin fethinden, yâni 10 ramazan 8 ( 1 kânun II, 6 3 0 )’den biraz önce (kubayl al-fatlı, bk. al-Slra, II, 657 v.d.; Tabarî, 3. [ I I , *35° v.d.; 13 [ I I I ] , 2304 v.d.; krş. al-îsti%h, IV, 127 v.d.; Usd al-ğâba, V I, 185 v .d .). Zaynab ’in kocası Abu T 'Â ş , ticâret yapmak için Şam ’a gidip kervanı ile dönerken, Peygamber ’in gönderdiği bir müfrezenin eline esir düştü ve ma­ lım onlara kaptırdı. Kendisine “ Islâmiyeti kabûl ettiği takdirde mallarının geri verileceği,, söylendi İse de, o kabûl etmedi. Bir ara kurtulup gizlice Zaynab’a iltica edip, ondan aman istedi. Zaynab de onu himâyesîne aldı ve bir sabah namazında kadınların bulunduğu sofadan yüksek sesle, Abu ’I■Aç ’1 himâyesîne aldığını bildirdi. Namazdan sonra Peygamber, ashâbına döndü ve “Benim duydu­ ğumu siz de duydunuz mu?„ diye sorup, evet ce­ vabını alınca “ Müslümanların bir el gibi olduklarım, kadınların da aman verebileceğini” ifâde etti. Eve gelince, kızma A b u ’l- 'Â ş ’a gereken saygıyı gös­ ter, ancak “ birbirinize helâl olmadığınızı da bilin,, dedi. Zaynab de bunu bildiğini, ancak Abu ’l-'Â ş’ıtı sâdece hürriyetini ve mallarım geri istediğini söyledi. Bunun üzerine Peygamber mallarını alan­ lara “ ganimet olarak hakkınız olmakla berâber, bunlan geri verirseniz memnun oluruz" diye haber gönderdi. Onlar da mallan geri verdiler. Abu T 'Â ş , Mekke ’ye dönüp, herkesin malını verdikten sonra, kelime-i şahâdet getirerek müslüman oldu. Nihâyet o, muharrem 7 (mayıs 6 2 8 )’de Medine’ye gitti (İbn Sa'd, V III, 33; al-îşâba, IV, 312 ). Ancak, bâzı kaynaklar ( İbn al-Cavzî, Zâd al-macâd, Kahire, 1369, II, *2i v.d.; al-îstpöb, IV, 128; al-îşâba, IV, 122 ) ’da bu hâdisenin Hudaybiya andlaşmasmdan sonra vuku bulduğu kaydedilir (daha farklı ve fazla güvenililir olmayan bilgiler için bk. al-Stra, II,



ileri sürülüyorsa da ( İbn Hişâm, II, 658; îbn Sa'd, göst. yer., aKIabarl, 3 [ I ], 13 5 i; 13 [ IIIJ, 2305), islâm hukûku bakımından Peygamber bir şart koşmadan ve önce kesilen mehre bir şey ilâve etmeden ilk nikâha benzer nikâh ve aynı mehir ile Zaynab ‘i ona iâde etmiş olmalıdır. Zaynab, kocası Abu T 'Â ş ’la ikinci evliliğinden kısa bir süre sonra hicretin sekizinci senesinin başında, İbn Kutayba ’ye göre bu yılın safer ayı sonunda vefat etti ( İbn Sa'd, V III, 34; al-Tabari, Tarih, *3 [ I I I ] , 2295,2431; al-îsücab, IV, 31* v.d.; Usd al-ğâba, V II, 132; al-îşâba, IV, 322; İbn Kaşîr, al-Sira, IV, 610; aî-Macârif [nşr, Şarvat 'Ukaşa], Kahire, 1969, s. 142). Daha öncede işâret edildiği gibi genç yaşta ölümüne sebep, deveden düşürülmesi olmuştur. Onun ölümüne babası çok üzülmüş, gaslini yapan hanımlara “Onu üç veya beş defa olmak üzere tek olarak yıkayınız,, diye emir vermişti (İb n Sa'd V III, 34 v.d.; al-îşâba, göst. yer,). Kocası Abu T 'Â ş da çok geçmeden zilhicce 12 ( şubat 633 ) ’de Abü Bakr ’in hilâfeti sırasında vefat etti ( İbn Sa'd, göst. yer.; al-Tabari, 13 [ I I I ] , 2306; al-îstUâb, IV, 129; al-îşâba, IV, *32; krş. Usd al-ğâba, V I, 186). Zaynab’in Abu T 'Â ş ’tan biri erkek, diğeri kız olmak üzere iki çocuğu vardı. 'A lî ismindeki erkek çocuğu, M ekke’nin fethinden sonra, bulûğ çağma yaklaştığı bir sırada ve henüz Peygamber hayatta iken ölmüştü. Kızı Umâma ise, ağabeyi gibi anne­ siyle Medine ’ye gelerek orada büyümüş; teyzesi Fâtima ’ran ölümünden sonra onun vasiyetine uya­ rak halîfe 'A lı ile, onun öldürülmesi üzerine de al-Muğîra b. Navfal b. Haris b. Muttallib ile ev­ lenmiş; bu kocasından Yahya adında bir çocuğu ol­ muş ( İbn Isljâk, al-Slra, s. 229, paragraf 340; İbn Sa'd, V III, 3*, 233; al-îstUâb, III, 68; IV, 246 v.d.; Usd al-ğâba, IV, 125 v.d.; V II, 22,130; krş. Tabarî, 13 [ I I I ] , 2303, 2430 v.d.; al-îşâba, II, 510; IV, 236 v.d., 3*3) ve onun nikâhında iken ölmüştü. Zaynab’in de, diğer iki kız kardeşi Rukayya ve Umm Kulşum gibi nesebi devam et­ memiştir. B i b l i y o g r a f y a : Metinde geçenlerin dı­ şında 'A li b. Burhan al-Dîn al-plalabl, al-Sîrat aTffahbiyya (Kahire, 1950), II, *2* v.d.; îbn al-Aşîr, al-Kâmil fi ’l-târfy ( Kahire, 1348­



652; Tabarî, 3 [ I ] , *3S°-*3S7 î *3 [ I H ] , 2304 v.d.; al-Sîrat al-nabaolya, II, 520, 523; Usd alğâba, V I, 186 ). Peygamber, dört buçuk senedir ayrı yaşayan kızı Zaynab’i yeniden ona nikâhladı ( İ bn Sa'd, V III, 33! al-îşâba, IV, 3*2; Usd alğâba, V II, 130), İbn 'A bbâs’tan nakledilen rivâyette, Peygamber *in Zaynab ’i yeni mebir kesmçksizin ilk nikâhı ile Abu T 'Â ş a iâde ettiği



Fidâ° al-Dimaşkî, al-Bidâya va'l-Nihâya (B ey­ rut, 1966), birinci tabı’ndan ofset, III, 311 v.d,, 330-333, IV, 178; al-Slrat al-Nabaoiyya (Kahire, 1964), II, 483 v.d., 516 v.dd., 520­ 523, III, 339; IV, 608 v.dd.; Muhammed Hamîd AUâh, le Propkete de l'Islâm (Paris, *959), s.,



1353), birinci tabı, II, 93 v.dd., 141; İbn Hişâm, Sirai al-Nabl (Kahire, 1383 [1 9 6 3 ]), birinci tabı, kısım I, cüz 2, s. 477-483; İbn Kaşîr Abu ’l-



*49 v.d., 45*. ( M . N a z if Ş a h In o ğ l u .)



55Ö



ZEYNEBÎ - ZEYTİN.



ZEYNEBÎ. a l-Z A Y N A B Î, Abu ’ l- K S s S m «AU B, JİR Â D B. M u h a m m e d . A b b â s î v e z i r i . Zaynabi lekabmı kendisi ve Silesi de kullanıyordu. Çünkü Abbâsîler arasında çok sayılan ilk iki Abbasî halîfesinin kuzeni Zaynab bint Sulayrnân b. cAli b. sAbd Allah b. al-°Abbâs ’ın soyundan geliyorlardı. Babası Tırâd, recep 453 ( temmuz/ağustos ı o 6 x ) 'te Abbâsî şeriflerinin nakıbu '1-eşrâf ( Nafcib al-Nuh_abâr' ) 'ı tâyin edildi. Şevval 49* (eylül I098)'de ölünce al-Zaynabl’ye kalan bu vazife, 517 (1123/ 1124) 'de Alevî Nakipliği (Ni!>ûbat al-°Âlaolyîn [ krş. mad. ALİ EVLÂDI J ) ile birleştirildi. Vezir Calâl al-Din b. Şadaka, cemâziyelevvel 516 (temmuz/ağus­ tos I I 22 ) 'da görevden alınınca, al-Zaynabl birkaç ay vezirlik işlerini vekâleten yürüttü ise de, vezirliğe tâyin edilmedi. Ancak halîfe al-Mustarşid, rebîulâhır 523 ( nisan 112 9 ) ’te bu vazifeyi ona verdi. Fakat 526 ( 113 1/113 2 )’da Zaynab! vazifeden alındı ve yerine Anüşarvân b. Hâlid getirildi. Bu arada alMustarşid öldürüldü ve yerine oğlu al-Râşid geçti {52 9 = 113 5 ). Ancak, daha ertesi yıl, al-Zaynabl’nin teşvikiyle sarayın birkaç din adamı ve hukukçusunun hazırladığı resmî bir raporla, al-Râ-şid ’in hilâfete lâyık olmadığı açıklanınca, Selçuklu sultam Mes *ûd b. Muhammed, halifeliğe en uygun kimin olabile­ ceğini al-Zaynabi ’ye sorduğunda, o da al-Râşid ’in amcası Muhammed b. al-Mustazhir ’i teklif etmiş, al-Muktafî adıyla halîfe ilân edilen al-Musta?hir de, al-Zaynab! 'yi kendisine vezir yapmıştır. Bir müddet sonra halîfe ile veziri arasındaki iyi münasebetler bozuldu. al-Zaynabi çok iyi bir münâsebette bu­ lunduğu Sultan Mes’ûd ’un sarayına gitti. Halîfe kendisinden vazifesine dönmesini istediyse de, halî­ fenin emirlerine uymamakda direndi, Bundan dolayı 534 (113 9 /114 0 )’da azledildi. Gerçi Sultan Mes­ ’ûd ’un araya girmesiyle bir barışma oldu ve al-Zaynab! 534 i I l 4zi H 42 ) da Bagdad'a döne­ bildi ise de, halîfe kendisine bir iş vermedi. al-Zaynab! ramazan 538 (mart/nisan H 4 4 ) ’de büyük bir yoksulluk içinde öldü. B i b l i y o g r a f y a : İbn al-Aşîr, al-Kâmil ( nşr. Tornberg): V, 431; VI, 310; X, 12, 157, 191, 307, 309, 377, 425, 435, 46o, 480; X I, 27 v.d., 50, 59, 64; îbn al-TikSaljâ, al-Fahrî (nşr. Derenbourg), s. 406, 4 11, v.d„ 414-418; de SIane(trc. İbn Haliikân), III, 153 v.d. ( K . V . Z e t t e r s t Ee n . )



ZEYNÜDDİN. Z A Y N a l - D Î N , A b O B a k r M u ­ b, M u h a m m e d a l - H Â f î , kendi ismine izafetle Z e y n î y e d i y e t a n ı n a n ve Cüneyd'e dayanan b i r t a r i k a t ı n m ü c s s i s i d i r , 757 ( 1 3 5 6 ) ’de Bûşenç ile Zûzen arasındaki Havâf 'ta doğdu ve 838 (1435 )’de, Herat 'tan iki fersah uzak­ taki Mâlîn köyünde defnolundu. Nâşı daha sonra Darvişâbâd ’a, oradan da üzerine bir câmi inşâ edilen Herat ’taki °îzgâh ’a nakledildi, f Molla Câmi, onun buradaki mezarı başında büyük imaretlerin te’şis ham m ed



edildiğini ve buranın, cuma namazı kılman bir yer hâline geldiğini kaydeder ( Nafahât, s. 494 ) ]• Zayn al-Dîn, Mısır ’da, N ür al-Dîn °Abd al-Rahmân al-Mişrî'den icâzet almış ve sonra Horasan’a gitmişti [ 0 , bu icazetini Horasan a giderken uğra­ dığı Bagdad ’ta kaybetmiş ve fakat bir müddet sonra döndüğü M ısır’da yeniden bir nüshasını bulmuştu. Zayn al-Dîn bunu şeyhinin bir kerameti sayıyordu ( bk. Nafahât, s. 493 ) ]. Zayn al-Dîn, yeniden Mı­ sır ’a geldi ve oradan, Medine ’de vefat eden Hvâca Muhammed Pârsâ için bir mezartaşı gönderdi. Mu­ hammed Pârsâ ’mn mektuplarından onun hakkında bâzı bilgiler ediniyoruz. Zayn al-Dîn M ısır'da memleketine gidişinde ken­ disine refâkat eden 'Abd al-Rafüm b. al-Atnîr alMerzifönî (bk. al-Şekâ’ ik s. 69) 'yi, Kudüs ’te 'Abd al-LajIi b. eAbd al-Rabmân al-Malfdisl (G A L , II, 231; bk. Nafahât, s. 5 5 1) ’yi ve eAbd al-Mu't! is­ minde bir Magribliyi mürîd yaptı. Dördüncü mü­ ridi de Kaşgârh H»âca Sacd al-DIn ( Ölm. 869= 1456; bk. Relation de l ’Ambassade atı Kharezm [ trc, C . Scbefer], 1879, s. 164) idi [Burada ayrıca kendisinden İbn al-cArabî ’nin Fuşüş al-Ifikam ’ini okuyan Darvîş Aljmed-i Samarlcandî hatırlatılmalı­ dır (bk. Nafahât, s. 493). Mollâ Câm i’nin, Zayn al-Din ’in sâdece hayatından bahsettiğini ve fakat tarikatı Zeynîye hakkında bilgi vermediğini ileri sü­ ren Lâmiî Çelebi, bu boşluğu gidermek maksadıyla bu tarikatın şeceresi ile, bu şecerede yer alan şeyhler hakkında bilgiler verir ( bk. Nafahât, trc. 55° v.d.) ]. Zayn al-Dîn muhtelif eserlerin müellifi idi: Ku­ düs ’te te’lif ettiği Risâla al-Vaşâyâ al-KudsIya ’si ile al-Aoröd al-zaynîya ’si ve zühde dâir bir risâlesi burada zikredilmelidir [ Bunlardan ilkini 825 (1422 ) yılında te’lif etmişti. Bir çok yazma nüshası bulu­ nan (b k m s l. Berlin, 3023; Paris, 762,, Ayasofya, 373; 2155 v.d .) bu eserin bir hülâsası da vardır: Vatikan ( V ) 14343. Zeyniye tarikatının virdlerini toplamış olan İkincisinin bir muhtasarı, Paris ’te ( B ib i Nal., nr. 117 6 1) bulunmaktadır. Onun bir de 825 (14 2 2 ) ’te Kudüs ’te kaleme aldığı Silsİlât al-şufîya ( Nuruosmâniye Kütüp, nr. 2650) ’si kaydedilmelidir ( Geniş bilgi için bk. G A L , 11, 206; Suppl, II, 285)]. B i b l i y o g r a f y a . Mollâ Câmî, Nafahât al-Uns (nşr. Mahdî Tavhîdî Pur), Tahran, 1336 hş., s. 492 ! Lâmiî Çelebi, Nefehâtu 'I-tms trc., ( İs­ tanbul, 1289), s. 550 v.d.; al-Sahâvî, ai-Zavf a l - l â m i I X , 260 v.dd,; G A L., II, 206; Suppl., II, 285; Taşköprülü-zâde, al-Şeka’ ik al-Numâniye (nşr. A. S. Furat), İstanbul, 1985, s. 69 ve fihrist ’te gösterilen yerler. ( D . S. M a r g o l io u t h . )



[ Bu madde A. S. FuR A T tarafından ikmâl edil­ miştir.] ZEYTİN. M a r a ş i l i n d e m e r k e z e b a ğ ­ lı b j r b u c a k olup, şimdiki işmi Süleymanlr



ZEYTİN ’dır. İl merkezine 50 km. uzaklıktadır. Denizden yüksekliği ise, 940 m. kadardır. Bucak ’a bağlı on köyü vardır ( Köylerimiz, Ankara, 1968 [ İçişleri Bakanlığı yayını], s, 488; Mülki idâre bölümleri, 1968, Ankara, 1968, s. 63, 127). , .r , , , (. 1 • n - ) ZEYYÂ N İ. al-ZAYYÂNÎ, Abu -l -Ç â s İm b . AhMED B. cA Ü B. İBRAHİM, X V I I I . a s ı r d a y a ş a m ı ş F as d e v l e t a d a m ı ve t a ­ r i k ç i s i . al-Zayyâni, aslen merkezî Fas *ta, Zayyân’larm büyük bir kabilesinden olup, 1147 (1734/ 1735) ’de Fas 'ta doğdu. al-Zayyânî, tahsilini, bu şehirde yaptı. 23 yaşında, akrabalarının refa­ katinde hacc için Mekke ’ye gitti. Gidişi kadar dönüşü de hareketli olan ve iki yıldan fazla süren bir seyahatten sonra, Fas 'a gelip, Sultân Muljammed b. 'A bd Allah ’ın mahzen [ b. bk. ] 'inde bir kâtiplik elde etti. Kabiliyeti, Berberi ağızlarına olan vukufu ve hâdiseler, onu çabucak yükseltti. A it Amâlü kabilesine karşı ayaklanmanın bastı­ rılmasında faal bir rol oynamak suretiyle, hükümdârm itimâdını kazandı ve imparatorluğa ıtâat etmeyen muhtelif Berberi unsurlarla müzâkereler yapmakla vazifelendirildi. Bu tarihten îtibâren onun, Fas ’ı baştan aşağı durmaksızın dolaştığı ve uzaktaki T âfîlâlt’a bir çok seyahatler yaptığı görülür. al-Zayyânî, 1200 ( 1786 ) ’de Sultân MuIjammed b. cAbd Allah tarafından elçi olarak, İs­ tanbul 'da Abdülhamid I. 'in yanma gönderildi. Birçok heyecanlı mâceradan sonra Osmanh baş­ kentine ulaştı ve orada üç aydan fazla bir süre kaldı, dönüşünde bu seyahatin daha sonra çok ayrıntılı bir tasvirini yazabilme imkânım buldu ve birçok mahrem işlerle vazifelendirildikten sonra Sicilmâse’ye vâli tâyin edildi; Sultân Muljammed b. 'Abd Allah ’ın 1204 (17 9 0 ) ’te ölümüne kadar burada kaldı. Sultanın halefi olan oğlu al-Yazîd, hoşlanmadığı al-Zayyânî ’nin siyâsî mesleğine son verdi. Bunun, al-Yazîd’in 1206 (1 7 9 2 )’da taht müddeîsi Hişâm’a karşı giriştiği ve bir yara alıp yenildiği savaş esnâsmda, ölümden kurtulması bir mûcizedir. Bu sırada Rabat’da hapiste bulunan al-Zayyânî, serbest bırakıldı ve doğrudan doğruya, Mubammed b. 'A bd Allah ’m diğer oğlu Mavlây Sulaymân ( SHmân) '1 sultan olarak ilân etmek üzere, Mekn es’te faal bir rol oynadı. Mavlây Sulaymân ona Ücde I b. bk. ] vâli ( 'âm il) ’ligini tevcih etti ise de, al-Zayyânî makamına kavuştuğunda, idâresini deruhte ettiği halk tarafından hücûma uğrayıp, yenildi. Bu kötü tesâdüf, onda resmî vazifelerden nefret duygusu uyandırdı ve Tlemsen ’e çekilip, orada on sekiz aylık bir inzivâ hayatı geçirdi. An­ cak çalışma ile dolu geçen bu inzivâ, bu sefer kendi adına İstanbul a kadar ikinci bir seyahat yapma ve ikinci defa hacc'a gitme kararı ile son buldu. Dönüşünde (1210=1795/1796) Sultân Mavlây Su­



2 EYYÂNÎ. laymân tarafından dâvet edilerek F a s ’a gitti. Y a­ şının ilerlemiş olmasına rağmen, o sırada çok mü­ him vazifeler deruhte etti ve sultanın mahzen 'inin reisi olarak Zu'l-vizâratayn unvânmı aldı. Uzun yıllar bu mevkide kaldıktan sonra, azledildi ve 99 yaşında olduğu halde 1249 ( 1 8 3 3 ) 'da ölüp, Nâşiriya tarikatının al-Siyâc mahallesinde bulu­ nan Zâviya sine gömüldü. al-Zayyânî, Fas ’ta siyâsî bîr kişi olduğu kadar, müellif olarak da meşhur olmuştur. Gerçekten de, oldukça hareketli geçen, mesleği esnâsında, hemen hemen hepsi tarih ve coğrafya ile ilgili onbeş kadar eser yazmaya vakit bulmuştur. Bu eserlerden ta­ rih itibariyle ilk!, al-turcamân al-mtığrib can Duval al-Müşrik va 'l-Mağrib adlı umûmî İslâm tarihi olup, o bu eserinde en mühim yeri Fas ’takı Şe­ rifler hânedâmna ayırmış ve daha sonra, devamla 1228 ( 1 8 1 3 ) senesine kadar olan v a k ’aları anlat­ mıştır. Turcamân'm Sa'dI hânedâm ile ilgili kısmı henüz yayınlanmamıştır; bununla beraber Fas Alevîlerinden bahseden kısım, O. Houdas tarafın­ dan Le Maroc de ¡631 a 1812 ( P E L O V , 2. seri, cilt X V III .) adıyla neşr ve tercüme edilmiş­ tir. Bu, Fas ’m Alevî hânedânımn kuruluşundan X IX . asrın ilk senelerine kadar olan v a k ’alarmın hülâsa edilmiş bir hikâyesidir. Turaımön ’ın, bil­ hassa kendisinin katıldığı veya şâhid olduğu vak­ alar üzerinde ısrarla durduğu daha tafsilâtlı, farklı bîr şekli olan bu kısmı, daha sonra al-Zayyânî ta­ rafından yeniden kaleme alınmış ve birine al-Busrtân al-şarif fi Datilat Avlâd Mavlâya °Alî al-Şarİf, diğerine de al-Rao?a al-sulaymânîya fi Zikr Mulük al-Daola al-ismâHlİya va-man iakaddamaka min al-duoal al-islâmlya olmak üzere iki ad veril­ miştir. al-Zayyânî ’nin bir diğer mühim eseri, konu dışı her türlü edebî, tarihî ve coğrâfî sözlerle zenginleştirilmiş muhtelif seyahatlerine âit çok geniş bir hikâyesi olup, buna al-Turcumâna al— kobra allatt cama°at af/bâr mudun al-câlam barran va-babrâ ’dır. Konusu bakımından rfila ve fahrasa türüne giren bu kitap, aynı zamanda haritalarıyla ( denizlere âit böyle bir harita, benim Historiens des Chorfa adlı eserimin .188-189 sahifeleri arasında bulunmaktadır) çok ilgi çekici coğrâfî bir eserdir ( al-Zayyânî ‘nin bütün bu eserleri el-yazması hâ­ linde Fas ’ta muhtelif husûsî kütüphânelerde bu­ lunmaktadır. Diğerlerinin tam listesi, Historiens des Chorfa, s. 1 6 7 v ,d .’da verilmiştir), al-Zayyânî ’nin eseri, Fas *taki Alevî hânedâm hakkında al-Nâşirî al-Salâvî [ b. bk, ] ’nin muahhar Kitâb âl-istikşâ ’si ile birlikte belli başlı bir kaynak teşkil eder. Bu eserde, bol miktarda mühim taf­ silât olup, üzerinde dikkatlice durulmaya değer. O , topografık mes ’eieler de olduğu kadar tarihî mes ’elelere de açıklık getirir. Eserde, yenilikler, içtimâi ıslâhat ve Fas şehirlerinin âbidevî tarihi hakkında kayıtlar bulunur. al-Zayyânî, bu eserde



55®



2 ÈŸYÂNÎ -



aynı zamanda, Avrupa ’daki hâdiselere dâir çok mühim bilgi verir. Nihâyet, İstanbul 'a yaptığı seyahatler esnâsmda gördüklerine dâir anlattığı her şey, tam olarak yayınlanmaya değer. Bibliyografya : al-Nâşiri al-Saiâvî, Kitâb al-Istijfsâ ( Kahire tabı ), IV, 33, 108 v.d., 116 v.dd., 132; al-Kattânî, Saloat al-Anfds (F as), Ï, 263; 0 . Houdas, Maroc de 1631 à 1812; bk. mukaddime; Budgett Meakin, The Moorisk Em­ pire (London, 1899), s. 518; G, Salmón, Un voyageur marocain à la fin du X V I I I éme siècle, la Rihla d'az-Zyâny, A M ( 1905 ), II, 330-340 ; A . Graulle, Le Boustan adhriharif d'Az-Ziyânî, R M M , X X IV , 311-317; Coufourier, Une des­ cription géographique du Maroc d ’az-Zyâny, A M (190 6 ), V I, 436-456 (ayrıca bk. ayn. esr., s. 457-460;), Brockelmann, G A L , II, 507; Huart, Littérature arabe, s. 423; E. Lévi-Provençal, Les Historiens des Chorfa ; Essai sur la Littérature historique et biographique au Maroc du X V U m e qu X X siècle (Paris, 1922), s. 142-199.



( E, L évi-P rovençal . )



¿ ID D . ¡B k. ZID. ] Z ID D . 2 ID D (A . c. azdâd), èvavxiov, ters, aksi, aykırı, mukabil; A risto’nun Kategoriler X [ ve yine onun Metafizikler, V , 10 ] ’da münâkaşa ettiği üzere d ö r t ç e ş i t m u t a k â b i l â t ( âvTizeiaevn ) ’ t a n b i r i . Dört nevi zıd şunlardır : 1. Münâsebet bildiren ıstılâhlar, 2. Aykırılar, 3. Yokluk ve varlık, 4. Tasvib ve nehy. Zıtların mevcûdiyeti vâkıası, bunları bünyesinde bulunduran bir cevherin var olması gerektiğini gösterir; çünkü meselâ beyaz bir şey siyah bir şey hâline inkılâb edebilirse de, beyaz ’1 siyah yapmak ( Allah 'in kud­ reti dâhilinde olmakla berâber, dünya hayatı için vazettiği tabiat kanunları çerçevesinde ) imkân­ sızdır. Bâzı şeyler vardır ki, mecbûren iki zıddan birini ihtivâ eder. Meselâ hastalık ve sıhhat gibi; zira her canlı ya hastadır ya sıhhatli (Bununla berâber Calinus, bedenin üç hâlini birbirinden tefrik eder. Sıhhatli beden (corpus salubre), sıh­ hatli olmayan beden ( corpus insalubre), ne sıhhatli ne de sıhhatsiz beden ( corpus neuler ) ve ortak noktalar kabûl edebilen zıtlar mevcuttur; zîra her mevcut, mutlaka siyah veya beyaz değildir. Fa­ zilet ve rezîlet arasında herhangi bir ortak nokta mevcut olup olmadığı husûsu, bunu aslında inkâr etmiş bulunan Revâkiyûn ( Stoacılar ) tarafından çok münâkaşa edilmişti. Zîrâ, meselâ bir insan he­ definden yüz merhale de, bir merhale de uzakta olabilir; fakat her iki hâlde de hedefine ulaşmış değildir. îslâmiyette, imân ile inkâr arasında mutavassıt bir ıstılâh olup olmadığı çok münâkaşa edilmiştir, îmânın sâdece tasdike dayandığını ileri sürenler (öeoosP siaç auyxatáBüou; ) olarak îman için bk.



ZINÛÎK. msl. Clemens Alexandrinus, Strom, II, 2.8) îma­ nın ne çoğalabileceğim ne de azalabileceği fikrini il­ tizam eder. Zıdd aynı zamanda Grekçe 'deki örnek ( dvviSo r o v ) ’nin bir karşılığı olarak da kullanılır. Böylece zıdd al-samm (panzehir), yahut sâdece alzidd diye tercüme edilir. . B i b l i y o g r a f y a : Bk. msl., Ibn Ruşd, Ta1f}lş Kitâb al-ma fcülât (nşr. Bouyges), Bey­ rut, I932, s. 92 ; Ibn Sinâ, al-Makülât, Kahire, 1958, s. 241., ayrıca mad. Azdâd; [Mustafa Namık Çankı, Büyük Felsefe Lügati ( İstanbul, 1954- 1958), I, 443 v.d., 478 v.dd. J.



(S. V an D en B ergh.) Z IN D IK . [ziNDiK.] ZIN DIK. A L-ZIN D ÎK ( cem’i: zanadika; mü­ cerredi zandaka), İ s l â m c e z â h u k u k u n d a b i r ı s t ı l â h olup, küfrü gerektiren inançlar taşı­ dığı halde müsiüman görünen kimse mânâsına gelir. Kelime Farsça olup, III. asırda zuhûr eden Mani, Zerdüşt’e âit metinler ( Ailesin) üzerine tefsirler yapmıştır. Asıl metinlere göre sapmalar arz eden bu tefsirlere Zend denildiği gibi, bu tefsirlerle ina­ nan veya bunlara benzer te’viller yapanlara da “ zandîk,, veya bunun Arapçalaşmış şekli olan *zandîk > zındık,, denilmiştir. Arapça lügatlerde, keli­ menin Farsça zinde-kar, zinde-kprd sözlerinden getirildiği de görülür. Ztndîk ve zandakî kelimeleri Arapça ’da “ ince düşünceli, çok kurnaz,, mâna­ larına da gelir ( bk. L A , bu m ad.). Zındık keli­ mesi, Hîra ile Küfe ’nin karışık Arap-Iran muhi­ tindeki Mavâll Hamsâ tarafından Arapçalaştınlmış olmalıdır. Gerçekten de bu kelime, ilk önce Irak'ta 125 ( 742 ) ’te Ca'd b. Dirham ’in idâmı dola­ yısıyla kullanılmıştır. Buna göre, ztndtk, iki tan­ rılık ( şanaviyat) sistemini benimsemiş bulunan Maniheizm ’e inanan kimse demektir. pjvârizml ( Mafâtîh al-culüm, s. 25 v.d .), Zanâdil/a ’ya, Mânaoîya demekle birlikte Mezdekî ’leri de aynı gruba sokar ve Zand kitabım ortaya atanın da Mezdek olduğunu kaydeder. Buna göre zındık, zamanın ve dolayısıyla maddenin ölümsüzlüğüne inanan, kâinâhn oluş ve işleyişini zamana bağlayan [ bk. mad. DEHRİYE] kimsedir ( Mas'üdî, Murüc al-zahab, I, 250 v.d.; Ibn al-Aşîr, al-Lubâb, II, 79 v.d.; Ibn Kamâl, Risâla al-Zindik, s. 240). Gerek islâmdan önce, gerek H icret’in ilk asır­ larında zındıkların ikili bir inanca sâhip bulunma­ ları, onlara karşı sert davranışlara sebep olmuştur. Ancak bu kelimenin sonradan mânası genişleyerek, Peygamber ’in nebîliğini ve hattâ bütün peygam­ berleri inkâr edenler için kullanıldığı gibi, umûmiyetle birbirine muhalif fırkalar, karşılarmdakileri zındık olarak itham etmişlerdir ( cAbd al-Rahmân al-Badavî, Min târih al-ilhâd f l ’l-islâm, s. 23-53), Buhârî ( al-Şahih îstitâba al-murladdln 2; Ah­ med b. Hanbel ( al-Musnad, I, 282 ) ve diğer hadîs



2 İNDİÎC.



ve siyer âlimleri, A li’nin huzuruna getirilen ve onun emriyle yakılmak suretiyle cezalandırılan mürtedlere de daha sonraki asırlarda zındık de­ nildiğini kaydederler (bk. al-Dârimî, al-Radd caia al-Cahmîya, s. 349; al-'Aynî, çUmda, VII, 55)Ayrıca cAbd Ailâh fa. ‘Omar ’in, kaderi inkâr eden­ leri de zındıklıkta ithâm ettiği rivâyet edilmektedir ( Ahmed b. Hanbel, ayn. esr., II, 108, 136 v.d. ). Akaid konularında akla yer verenlere karşı tepki gösteren muhafazakârların başında Ahmed b. Hanbel gelir. O , zındıkları red için yazdığı risâlesinde Kur'ân âyetleri arasında tenâkuz bulunduğunu iddia eden bu tâifeye, gereken cevaplan verdikten sonra, Cahmîya’yi de bunlara benzetir ( al-Radd ‘ ala al-zanâdika, s. 53-65). Yine o, Kur ân ’m mahlûk olduğunu söyleyenleri, hattâ kelâmî görüşleri be­ nimseyenleri ( Mûtezile) de zındık olarak kabûl eder (A b ü Dâvüd al-Sicistânî, M asa“il al-lmâm Afonad



‘ Akaid



al-Salaf al-Naşşâr



ve



al-Tülibi,



s. 108 v.d., 53 dipnot I; îbn al-Cavzî, N a fd alcilm, s. 80). Bubârî (tla lk a fcâl al-‘ ibâd, s. Iî8 v.d., 121, 128 v.dd.) de, Cahmîya ve Kur ân ’m mah­ lûk olduğunu söyleyenlere, zındık diyenlerin gö­ rüşlerini nakleder. al-Dârimi ( al-Radd ‘ ala alCahmîya, s. 94"97, 99 v.d., 103, 260, 347, 352) ise, sert bir ifâde ile Cahmîya’yi zındık olarak gösterir. İmam Ebû Yûsuf ile Mâlik 'in de Mûte­ zile ’ye “zındıklar,, adını verdikleri nakledilir (alBağdâdî, al-Farfc,,,,, s. 171, 358). Şâfi’î fakîhlerinden al-Malafî, Abü cÂşim Haşîş'ten naklen zanâdilşa 'yi beş gruba ayırır: 1 ) Tan­ rı ’nın varlığını kabûl etmeyen mü‘ a((ila; 2 ) Hayır ile nur ve şer ile zulmetin yaratıcıları olmak üzere iki tanrı benimseyen Mönaolya; 3 ) Servet eşit­ liğini, kadın ve evlâd ortaklığını benimseyen Mazdakîya; 4 ) Âdil imam bulunmadığından dünya­ daki her şeyin haram olduğunu; insanın dünyadan, sâdece hayatiyetini sürdürebilecek kadar yarar­ lanması gerektiğini; bu Ölçüde elde ettiği her şeyin meşrû olduğunu kabûl eden ‘Abdakîya; 5 ) Ruh­ ların gökler âlemine baktığına ve bu yolla cennetleri müşahede edip onun lezzetlerini tattıklarına inanan Ruhânîya veya jikriya ( al-Malatî, al-Tanbîh va'lradd, s. 9 v.d d .). O , bütün bunlara ilâve olarak, müteşâbih âyetleri te’vil edenleri de zanâdifta diye isimlendirmiştir ( al-Malati, ayn. esr., s. 54; krş. s. 80 v.dd.). Mâliki Kâzî ‘ lyâz ’in, Peygamber ’e küfr eden kimseyi zındık addetmesine ( al-Şifâ% II, 475, 477, 494), Ibn Taymîya de katılmıştır ( al-Şârim al-maslül, s. 3 v.d., 298, 353 ), Gazzâlî ( Fay şal, s. 5 4 ) daha ileri giderek İslâm filozofla­ rının cismânî haşrı inkâr edişlerini zandaba ’mn ilk derecesi sayar. Ibn Haldun ( Ş ifâ al-sâil, s. 88, 123 ) ise, zâhir ulemâsının, mûtedil sûfîleri bile, zandcdta ile ithâm ettiğini kaydeder. Kelâm âlimleri, karşılıklı mücâdele havasından kurtulabildikçe, zındık kelimesinden ne anlaşıl­



dığını daha objektif bir şekilde sımrlandırabilmişlerdir. Mâtûridî ( Kitâb al-tavhîd, s . 9 1 v.d., 119, 121, 386), zanâdifca ’yı, düalizme kâil olan Mecûsîler, Şanavîya, Marmânîya olarak adlandırdığı balde, Mûtezile ile olan fikrî münâkaşaları sıra­ sında, onları zanâdiha ’ya benzetmekten ( ayn. esr., s. 88, 91, 239 ) geri kalmamıştır. Zaydi ve mûtedil İmâm! ’1er de dâhil olmak üzere İslâm âlimleri, dinî inançlardan sıyrılmış ve Mas'ûdî ( Murüc, IV, 2 -9 ) ’nin deyişiyle „bütün din ve mezheplerin izin verdiği şeyleri bir araya getirip, buna kin ve düşmanlığı da ilâve eden,, Bâtıniye ’yi zanâdiha grubu içinde mütalaa etmişlerdir ( al-Daylamî, Bayân mazkab al-Bâtinîya, s, 21, 24; al-Hay$amî, al-Şaı'a^k, s. 45 v.d., 208,211 , 263; A. Mez, al-ffa¿ara, II ,36 ). Başından beri nakledilen bu görüşler­ den sonra zındık kelimesinin mefhum ve şUmûlü şöyle hülâsa edilebilir; 1 ) Zanadika, islâmm ilk asır­ larında iki tanrı sistemini benimseyen dinleri temsil ediyordu. Ancak devlet ricali tarafından tâkib ve tenkile uğratılan zındıklar arasında, dinî inançlardan sıyrılan Bâtinî gruplar da olduğu gibi, eski veya yabancı inançlara hasret duyan bâzı şâir ve edipler de vardı ( bk. A . Badavî, ayn. esr., tür. yer.; A. M e z ’e göre zanâdiha fikirleri, hırisiiyan mezhep­ lerinden kaynaklanmıştır; bk. ayn. esr., II, 65); 2 ) daha sonraları, karşılıklı fikrî tartışmalar sırasında muhtelif gruplar din bakımından tamamiyle doğru olmamakla berâber birbirlerini zındıklıkla ithâm etmişlerdir. 3 ) Fikir ve îtikâd bakımından zındıklık tekfir esâsına dayanır. Kâfir denilebilecek kimsenin, za­ rurî dinî hükümlerden bir veya bir kaçım in­ kâr etmiş veya kesin bir şekilde inkâra götüren bir te’vile saplanmış olmasıdır. Ancak zındıklıkla itham edilmeyi gerektiren sebeplerin tesbîti ko­ nusunda, din âlimleri birbirinden farklı görüşler serdetmişletdir. Nitekim G azzâlî’ye göre, zındık­ lar, âlemin kıdemine ve yaratıcının yokluğuna inanan Dehrîye ile f£âdir ve Hâkim bir yaratıcının varlığım kabûl etmekle berâber, âhireti inkâr eden Tabi‘¡ya ’dir. Gazzâlî burada zındıkların nübüvveti inkâr etmelerine dokunmamıştır. Halbuki Taftâzânl (Şari1 al-Makâşid, II, *9 7). Ibn Kemal ( Rtsâla al-zindîh, s. 243) ve Bursalı İsmail Hakkı, { al-Furûh, s. 156), zındıklıkta nübüvveti itiraf etmeme şartım ileri sürerler. Zındıklıkta küfrü gerektiren inanç, islâmm şart­ larından her hangi birinin inkârıdır. Bir bakıma bu tarif "münafık,, mefhûmunu ihtivâ etmiş gö­ rünür ise de, zındık, kendine göre fikrî ve İlmî bir iddianın sâbibı olduğu, hattâ aktif bir telkin faâliyeti içinde bulunduğu balde, münâfık [ b. bk. 1 böyle bir iddia ve telkinin peşinde değildir. Şams al-Dîn MuJjammed Dasfıkî (/fâşiya ‘ala Şarh al-Dardîr, IV, 272) ’ye göre, sadr-ı islâmda münâfık kelimesi kullanılmış, sonra fukahâ zındık kelimesini tercih



2ISÎÖÎR. etmiştir. Böylece mürted [ b. bk. ] tâbiri de bu kıstm fakihlerce yine vârislerine intikal eder İse de, tarifin dışında kalır. Zındık, müslümanlığı sami­ Ebû Hanîfe ve Şavrî 'ye göre, ganimet malı sayılır. B i b l i y o g r a f y a : Ahmed °Aşim, Matah miyetle benimsedikten sonra, küfrü gerektiren al-mtfâU f i şarh al-Amâlî ( İstanbul, 1200), inançlara saplanmış olabileceği gibi, başlangıçtan s. 166; Ahmed b. Hanbel, al-Mumad (Kahire, itibâren müslümanlığı benimsemesine rağmen, içinde 1313 ); ayn. mil., al-Radd °alâ al-zanödifca Oa 7her iki inancıda bir arada taşımış olabilir. Cahnîya ( nşr. al-Naşşâr ve al-Tâlibî, İskende­ İslâm hukuku bakımından ztndtk ’a yapılacak riye, 1971, ‘Afcâid al-salaf), s. 51-103; cAlî almuamele husûsunda çeşitli fikirler ileri sürülmüş­ Kâri, Şarh al-Fikh al-akbar ( Kahire, 1323), tür. Önce zındık ’m tevbesinin kabûl edilip edil­ s. 137; Ibn al-Aşîr, al-Lubâb f i iahzîb al-ansâb meyeceği mes’elesi gelir. İslâm âlimlerine göre, (Beyrut, ts, Dâr Şâdir), II, 79 v.d.; al-'Ayni, her samimî tevbe, Allah nezdinde kabûle şayan ‘ Umdat al-lZüri (İstanbul, 1308), X I, 234 v.d.; ise de, hukukî bakımdan zındıklık, bir irtidad vakcAbd aî-Rahmân Badavi, Miri iörîl} al-îlhâd ’ası olarak görülür. Bu hususta en şiddetli davranan fi'l-idam (Kahire, 1945); al-Bağdâdİ, al-Farff, Mâlikîlerden bâztlarma göre zındıklık, ölüm cezâsıbayn al-firafc al-Din (nşr. M. Mphy cAbd alm gerektiren bir suç olup, tevbe bu cezayı ortadan fiamld, Kahire ts.); al-Buhârl, bfalfa afiâl al~ kaldırmaz { al-Ifâzî 'lyâz, al-Şifâ, II, S12, 5*4, Hbad ( '‘ AkS'îd al-salaf), s. 1 17-219; al-Caşşâş, 549 v.dd.). Ancak hemen bütün fıkıh bilginleri, Ahkâm al-KurJm (İstanbul, 1335X II, 102 kendiliğinden tevbe eden zmdıka her hangi bir v.d., 286 v.d.; İbn al-Cavzî, Naftd al-cilm üa’lcezâ verilemeyeceğini söylerler. *ulama* (Kahire, ts., al-Munfriyya tab,); alZındık, kendiliğinden tevbe etmez de, suçu Cuvaynî, al-Şârml (nşr. al-Naşşâr, İskenderiye, çeşitli yollarla sabit olursa İmam Mâlik dışında 1969), s. 609; ai-DârimI, al-Radd °alâ al-Cahhemen bütün fakîhler onun tevbeye dâvet edile­ mlya ( nşr. Göstta. Vitestam), Leiden, 196°, ceğini, kabûl etmezse öldürüleceğini söylerler. s, 99-104; ayn, mil., "Akffid al-salaf, s. 255-356 ; Ancak tevbesini bozan müslümanların, tekrar Abü Dâvüd al-Sicistânî, MasS’il al-îmâm Ah~ tevbe etmeleri kabûl olunacağı halde, zındıklar mad ( ‘AfcTid al-salaf), s. 104-114; al-Daylamf, için bu, bâzılanna göre sınırlı, bâzılarma göre ise, Muhammed b. al-Hasan, Bayan mazhab alsınırsızdır. baitnîya (nşr. R. Strothmann), İstanbul, 1938, Zmdıkm biç bir sûretle tevbesini kabûl etmeyen s. 98 v.dd.; Muljammed “Arafa, al-Dasükî, ffâfıkıh bilginleri ise, buna sebep olarak, onun, müs­ şiya *ald Şarh al-Dardîr (Kahire, 1304), IV, lümanlığı kendi inançları ile birlikte sürdürebi­ 272; al-Gazzâlî, Faysal al-tafriha bayn al-îslâm leceğini ileri sürerler. Bilhassa, bunların elebaşı­ oa al-zandafca (Kahire, 19 0 1), s. 54 v.d.; ayn. ları hakkında daha katı davranılır. Meselâ, Ebû mil., Fazâih al-Bâfinlya (nşr, A. Badavî), Ka­ Yûsuf (al-Cassâs, Ahkâm al-K u r ân, II, 286), hire, 1964, s. 159-163; ayn. mil., al-Munk‘2 başlangıçta zındıkların tevbesinin kabûl edilmesine min al-dalâl (Kahire, 1303); İbn'Haldün, Şifa' fetvâ verdiği halde, zamamndakilerin samimiyet­ al-sâ’il (nşr. al-TancI, Ankara, 1957), s. 75, sizliğini görerek bu fikrinden vazgeçmiştir. Gazzâlî 88; aI-ij(vSrizmI, Mafâtih al-* Ulum (Kahire, ( F a z a 1il} al-Bâtinlya, s. 159, 161 v.dd.), aralarında ts., al-Munîriyya tab.), s. 25 v.d.; al-Hayşamî, fark görmediği Bâtmîye ile Zanâdika ’ntn tevbeleri al-SaoüHk al-mul}rilia (nşr. cAbd al-ValıSb ‘Abd konusunda şu Hususlar» ileri sürer: 1 ) Kendili­ al-Lâşlf), Kahire, 1965; Ibn Humam, Fail) ğinden tevbe edenin tevbesı kabûl olunup, öldü­ al-Kadîr (Kahire, 1356), IV, 387 v.dd., 408; rülmez; 2 ) Sâdece “ dö'î„ olmayan avamdan olan­ İsmail Hakkı, al-Furdk ( İstanbul, 1307); alların tevbesi kabûl edilir ;3) Elebaşılar ( Dâci ), Kâzî ‘ lyâz, al-Şifâ* (nşr. M . Emin Karaali ve samimiyetle tevbe ettikleri takdirde, serbest bıra­ arkadaşları), Şam, ts., II, 549 v.dd., 575, 577 kılır, aksi kanâat hasıl olursa öldürülürler. v.dd.; Ibn Kemal, Risâla f i mâ yatacallâk bi Zındıklık suçu sâbit olan kadın, üç mezhep ima­ löfz al-zindik ( İstanbul, 1316 ), s. 240-249 ( Ramına göre de, erkek muâmelesi görür. Hanefîlere söil îbn Kemal); al-Malatî, al-Tanbik oa al-Radd göre ise, Peygamber 'in kadınların öldürülmesini (nşr. Maktaba al-Muşanna ve aI-Macârif, 1968); yasaklayan tâlimâtı gereğince, bunlar sâdece tevbeye Ibn Manzür, Lisân al-*arab ( Beyrut, 1968), dâvet edilir, gerekirse hapsedilirler. X , 147; al-Mas'üdî, Marüc al-zahab ( nşr. M . Zındık, kendiliğinden veya tevbeye dâvet edilmek Mubyi al-Dîn al-Hamld), Kahire, 1964, I, 250 süreriyle fikrinden vazgeçerse, mîrâsı müslüman v.d., IV, 9, 31; al-Mâturidî, Kitöb al-Taoh'id vârislerine âittir. Zındık olarak ölür veya öldürü­ (nşr. F. Ifulayf, Beyrut, 19 7 °); A. Mez, al-flalürse, Ş â fi’îlere ve Mâlikîlere göre, mîrâsı devlet zâra al-îslârrüya (trc. Abü Ridâ, Beyrut, 1967); hâzinesine kalır. Hanefîler ile diğer bâzı fakîhler Ibn al-Murtazâ, Tabakflt al-Mactazila ( nşr. sahâbe ve tâbiinden bir gruba göre, zındıklıktan S. D. W ilzer), Beyrut, 1961, s. 92, 122 i İbn önce sâhip olduğu servet müslüman vârislerine al-Nadim, al-Fihrist ( nşr. Riza - Tacaddud), âittir; zındıklık devrinde elde ettiği servet ise, bir



Z IN D IK ~ Z İK İR . Tahran, ts., s. 40i ; Raşîd Rızâ, T af sır al-Manâr (Kahire, 1353/1354); al-Râzî, Mafâtîff al-ğayb ( Istanbul, III, 433 ); al-Şavkânî, Nat/l al-aüiâr (Kahire, 1961), V II, 201 v.dd., 205; al-Taftazânî, §arh al-Maftaşid (İstanbul, 12 7 7); alTahânavI, Kaşşâf tştdâhât abfunün ( Kalküle, 1862 baskısından ofset, Tahran, 1967), s. 617; tbn Taymîya, al-Şârim al-maslül ( nşr. M. Muh“ y İd al-Din 'Abduîhamîd), Kahire, i960; al-Zabidî, Tac al-carûs (Kahire, 1306), V I, 373. (BEKİR T opaloğlu .) Z Ï . [B k. 20.] Z Î B Â B . [Bk. DIBÄB.J Z ÎR G Â M . [Bk. DIRGÂM.] A L-ZPÄ B. [ Bk. Zl‘ÂB.3 Z İ’Â B . AL-Zİ'ÂB ("Kurtlar” ), C e n û b î A r a ­ b i s t a n k a b i l e s i . Bölgeleri Aşağı 'A vâ lik ’ler ile Aşağı Vahidî [ b. bk. ] 'lerin topraklan arasındadır. Z i’ â b ’larm büyükçe yerleşme yerleri, Aşağı Vahi­ dî ’lerin bölgesinde de vardır, hattâ bunların köy­ lerinde daha çok Z i5âb ’lar oturur. Verimsiz olan toprağın çoğu çölümsü otlaklardır. Ülkenin şarkında yaklaşık 1312 m. yüksekliğindeki büyük bir dağ olan Cabal üamrâ vardır. Bölgenin merkezi, önemsiz bir limanı olan balıkçı köyü bLvrâ ( al-Ulyâ ) ’dır. Z i ’ab ’lar çok vahşi, savaşçı ve eşkiya bir kabiledir; bu yüzden bütün Cenûbî Arabistan'da onlardan korkulur. Bunlar Kabä’il ( hür, bağımsız kabileler ) 'dirler ve hâlis Ilinıyar '1er sayılırlar. Onların savaş ( şarha, cazva) “ anâ zêb ( zïb ) Hamyat (ffimyar): “ Ben Himyarlarm kurduyum” diye bağtnrlar. Z i°âb ’larm ortak bir sultam yoktur. Kabilenin kolları Abü { “ baba” ) denen şeyhlere bağlıdırlar; bunlara ancak savaş hallerinde itâat ederler. Z r a b ’larm en nüfuzlu şeyhi ÇArğa, °Urğa, cIrğa ) ’da oturur. B i b l i y o g r a f y a : H. v. Maltzan, Reise nach Südarabien (Brunswick, 1873}, s. 224, 235-238 ; Comte de Landberg, Arabica ( Leiden, 1897), IV, 19 v .d d .; ayn. esr. (18 9 8 ), V , 230 v.d d .; Wissmann ve Höfner, Beiträge... (W ies­ baden, 1953 ), s. 76, 92, 98 v. dd. ( J . S c h le ife r .



[ 0 . L ö fg re n ])



Z l'A M A . Bk. [ ZE'ÄMET. ] Z l 5B . [Bk. zl'B.J Z t ’B . K u r t , son derece kötü, kavgacı ve hileci diye tarif edilir. Çok sayıda kurt bir arada bulun­ duklarında, birbirlerine güvenemedikleri için, hiçbiri sürüden ayrılmaz, çünkü içlerinden biri zayıf ya da yaralı olursa ötekiler yerler. Uyurken sırayla sağ veya sol gözünü açarlar, böylece birbirlerini gözet­ lerler. Bir kurt düşmanı ile başa çıkamayınca, öte­ kiler yardımına gelinceye kadar ulur. Fakat içlerinden biri hasta olursa, diğerlerinden ayrılır, çünkü hasta­ lığının farkına varılınca, kendisini yiyeceklerini bilir. Kurt boyunları gözüne kestirince, köpek kendisini İşitip o yana koşsun diye ulumaya başlar, sonra da köpeğin olmadığı yana gidip koyunu ensesinden Islâm Ansiklopedisi



kaparak kavrar, kuyruğuyla döve döve götürür. Baskınlarını özellikle köpek ile çobanm uyanık dur­ maktan yorgun düştükleri zaman, güneş doğmadan az önce yapar. Kurt, bir insanın önüne yolun sağından çıkarsa insan kazanır. Ama solundan çıkarsa insanı yener. Arslan ve pars gibi vahşi hayvanlar ancak yaşlanıp, artık avlanamazlarsa insana saldırırlar; kurt ise insana her zaman saldırır; uzun zaman aç kalabilir, midesi bir kemiği eritebilir; fakat bir hurma çekirdeğini eritemez. Kurdun parçalannın tıbta ve batıl inançlar yönünden kullanılışım Kazvînî ve tbn al-Bayfâr, ayrıca, bir sürü efsâne ve hikâyeyi de Damîrî zikreder. B i b l i y o g r a f y a : K a v in i, ‘ Acffib alMaf}lükât (nşr. Wüstenfeld), s. 395; krş,, Damîrî, ffayât al-fyayaoân (nşr. Kahire), s. 302; krş. İbn al-Baytâr, Leclerc tarafından Notices et ext­ raits, II, 152. (J . RüSKA.) Z İK İR , Z lK R . Aslında bir şeyi unutmayıp, ha­ tırda tutma, elde ettiği bilgi v.b. ni h ı f z e t m e , a n m a , y â d e t m e , mânalarına gelen zikr, biri kalb, diğeri dil ile olmak üzere ikiye ayrılır: Kalb ile zikr, bir şeyi hatırlama ve akla getirme, dil ile zikr ise, bir ismi telâffuz etmektir {Kämus ter­ cümesi, II, 3 4 6 ) . Dinî bir ıstılah olarak zikr, s i t mrlandırılmış çeşitli ibâreleri usûlüne göre tekrar etmek süratiyle Tanrı ’yı yüceltmedir. Kelime Kur 'ân 'm birçok âyetlerinde ( X I I I , 28; X X I V ,' 37; X X IX , 45; L X 1II, 9 ) geçmekte ve bilhassa “ Tanrı ’yı çok çok zikr ediniz,, ( XXI I I , 41 ), âyetin­ deki İbâresi, aynı ismin veya kelimenin, tekrar edil­ mesini sağlamıştır. Kur ’ân ’da, ayrıca zikrin dinî bir vazife olduğuna dikkati çeken ve onu terk eden­ leri takbih eden “Zikrimizden yüz çevirenden yüz çevir,, ( L III, 2 9 ) ve “ A llah ’ın zikrine koşunuz,, ( L X I I , 9 ) gibi bâzı âyetlerde yer almaktadır. Zikirden maksat, ders ve ibret alarak kötü ve yanlış olanı tekrar etmekten vazgeçmektir. Zikir, iyinin yapılması ve kötünün terk edilmesi için mânevi bir müeyyidedir. Bu müeyyide ile ahlâk kaidelerine uygun hareket etmek sağlanmış olur. Allah ’m güzel isimleriyle ( al-asmâ? al-frusna ) anılması emredilmiştir {K ur'â n , V II, 180), böy­ lece, Allah ’m, alçak sesle ve gizli bir şekilde ( alffufyaian ) zikr edilmesi tavsiye edilmiştir {Kur ân, V II, 55, 205). Aslında sabah, akşam ve yatsı na­ mazlarında kısmen, öğle ve ikindi namazlarında tamamen foafi olarak, münferid namazlarda ise, kıs­ men \fafl olarak Kur ’ân ’ın okunması zikrin cahrî hafi kısmına örnek teşkil eder. Zikrin ehemmiyetini belirten hadîsler arasında bilhassa “ Allah ’1 zikret­ mek için bir mecliste toplanan her cemâati, me­ lekler kuşatır ve Tanrı ’nm rahmeti onların üzerine olur,, hadîsini hatırlatmak gerekir (B u zikrin eski gelişmesi ile ilgili olarak bk. Wiener Zeitsckr, X III, 35 v.dd. ). Bu arada anma ( zik,r ) ’nın tekrarlan­ ması ilkesinin de her namazdan sonra, herbiri otuzüç F .3 6



zteiö. defa tekrarlanan teşbih [ bk. mad. SÜBHANALLAH ], tahmid ( el-hamâulillah, el-hamdulillah) ve tekbir {Allaha ekher, Allahtı ekber) ’in sayılarına dayandı­ ğım gösteren hadîsler vardır (b k . Buhâri, K . Faza'il al-şahâba, bab 9, Müslim, K . al-Zik,r bab 9). Bâzı hadîslere göre Peygamber ve Sahabe zama­ nında cemâatle halka hâlinde toplu zikir ( Macâlis al-zikr) yapıldığı anlaşılmaktadır (Buhârî, K . al -Da^aüâl, bab 16; Müslim, K . al-zikr, bab 8, I I ). Bu nevî zikir meclisleri Kuran okunan, dinî ahkâm öğretilen ve dua yapılan sohbet toplantıları mahiyetinde görülmektedir. Zamanı ve yeri belli olmayan bu zikir toplantıları, sâdece ibâdete has­ redilmiş değildi: Başlangıçta, belirli kaidelere önem verilmeyen zikr, sonradan eskiden de esinlenilmek suretiyle, belirli bir şekle sokulmuş ve zikr mec­ lislerinin İlmî toplantılardan üstün olduğunu gös­ termek için bir takım hadîsler ortaya atılmıştır ( krş. îbn Mâca, Mulraddima, bab 17 ). Islâmm ilk zamanlarındaki zikir şekli ile sonraki dönemlerde ortaya çıkan ve bidat sayıldığı için muhâfazakâr kişilerce tenkit edilen zikir meclisleri arasındaki farklardan biri de, ilk zamanlarda zikir, tam cümleler hâlinde yapıldığı halde sonradan "Allah, Allah...,, "H û, Hû tek kelimelerle icrâ edilmiş olmasıdır. Bunlardan cümle hâlinde ya­ pılan zikre “ îsm-i Celâl,, veya “ Lafza-i Celâl,, tek, tek kelimelerle yapılana ise, “esmâ zikri,, adı ve­ rilmiştir. Sonraları esmâ zikri o kadar önem ka­ zanmıştı ki, “ Lâilâhe illallah,, şeklinde ve tam bir cümle ile ifâde edilen zikrin avâma âit “Allah Allah,, tarzında tek kelime ile eda edilen zikrin ise, havâsa mahsus olduğu da iddia edilmiş ve bu iddia çok sayıda taraftar bulmuştu. Cümle zikrinden kelime zikrine geçilmesinde, Şiblî gibi hâline mağ­ lûp olan bâzı sûfîlerin vecd hâlinde “ Allah!,, diye bağırmaları sebep olarak gösterilir. Bu nevî irâde dışı haller sonradan taraftarlarınca dînî bir gelenek hâline getirilmiş görünmektedir. Tevhîd kelime­ sinin, "Lâilâhe = Tanrı yoktur) bölümünü de­ dikten sonra îllâllâh ( = sâdece Allah vardır) kıs­ mım söylemeye vakit kalmadan ölürüm, diye endi­ şelenen ve bundan dolayı sâdece “Allah,, sözü ile zikir yapmayı tercih eden aşırı derecedeki ihtiyat— kâr mutasavvıfların da bu nevî zikir anlayışının yer­ leşmesinde tes’irli oldukları ileri sürülür. Bu tarz­ daki bir zikir anlayışının ortaya çıkmasında dış tehirlerin rol oynadığı muhakkaktır ( bk. İbn T aymıya, Macrncf Fatâoâ şayi) al-lslâm, Riyad, 1381, X , 553-576; Goldziher, al-cÂkfda oa al-şarFa, Ka­ hire, 1959, s. 150). ilk sûfîlerdeki zikir anlayışı belli bîr şekil almış değildi. Kalâbâzi, Sarrâc, Abü Tâlıb Makkî, Kıışayr! ve Hucvîrî gibi ilk sûfîlerin zikir anlayışını bahis konusu eden mutasavvıflar, sâdece onların zikir mevzûundaki fikirlerini ve bu mefhûmun tahlili ile ilgili görüşlerini nakl ederler. Kalâbâzi,



al-Tacarraf‘\m zikir bahsine ayırdığı bölümünde Sari Sakaü, Cunayd ve îbn 'Ata gibi sûfîlerin, konu ile ilgili fikirlerini kısa cümleler hâlinde nakl eder. Meselâ zikir için Abü 'Osman: “ Gafletin verdiği sıkıntıyı tatmamış olan, zikrin verdiği neş’eden zevk alamaz,, Vâsiçl de "Allah korkusu galib ve Allah sevgisi şiddetli olduğu halde gaflet meydanından müşâhede fezasına çıkmaktır,, der. Zu n-nün hakîki şekilde A llah’ı zikreden, O ’nun zikrinin yanında her şeyi unutur. Allah her şeye karşı onu korur, terk ettiği her şeye bedel O olur,, ( bk. l£uşayrî, Risâla, Kahire, 1966, s. 466) demiştir. îlk sûfîlerde zikirden maksad zikredileni, yâni Allah ’ı, zikir içinde aramak ve bulmaktır. İlk kaynaklarda umumiyetle zikrin mahiyeti ve fazileti ile alâkalı bu nevî sözler nakl edildiği halde onun icrâ ediliş tarzına dâir malûmat verilmez (bk. Kalâbâzi, alTa'armf, trc. İstanbul, T-919, s. 154 )• VI. ( X I I . ) asırdan itibâren tarikat teşkilâtının ortaya çıkışı, aynı zamanda yeni bir zikir anlayışının doğmasına da yol açtı. Bu tarihten itibâren zikrin şekli, esâsı, muhtevâsı ve kaideleri tesbit edilmeye başlanmış, tarikattan tarikata değişen muhtelif zikir biçimleri meydana gelmişti. Bu çalışmalar neticesinde zikirdeki âdab ve erkân teferruatlı bir şekilde tesbit edilmişti. Böylece zildr her tarikatın temel unsurlarından biri olmuştu. Hattâ bâzı mu­ tasavvıflar “ şüphe yok ki zikir en büyüktür,, me­ alindeki âyete istinâd ederek başlıca ibâdetin zikir olduğunu söylerken, diğerleri ise, en mühim olan zikrin namazın İçindeki zikir olduğunu ifâde ederler. Böylece yukardaki ifâdeyi daraltıp şuurlandınrlar. Bunlar ayrıca namazdaki görünüş ve şeklinin beden; namazdaki zikrin ise, ruh olduğunu ifâde ederler (bk. al-'Afifî, al-Taşaomf, al-$avmt al-rûl}hja fi 'l-İslâm, İskenderiye, 1962, s. 260), {ster mutlak mânada, ister namazdaki zikre tahsis edilmiş olsun, zikrin ehemmiyeti ve değeri bu kadar artınca, zikir meclislerine olan rağbet de çoğalmış, bu ise, toplu veya münferid icrâ edilen zikir sistemlerinin yaygınlık kazanmasına yol, aç­ mıştı. Nitekim, başlangıçta zikir, müslümanlardan belli bir zümreye mahsus bir ibâdet tarzı olmadığı halde, sonradan zikr, ŞûfeY m ahl-i zikr denilince sâdece mutasavvıflar hatıra gelir olmuştur. Tarikatlarda icra edilen zikir iki nevidir: Biri, tek başma, diğeri toplu olarak yapılır. Şeyh, tari­ kata giren müridine hergün, tercihen falan saatIarda şu duaları şu şekilde okuyacaksın, der. Mürid ve dervişlerin tek başına icrâ ettikleri zikre nasib, inâbe alma, el alma, ders ve vazife alma gibi isimler verilir. întîsab ve nisbet peydâ etmek sözü de aynı mânaya gelir. Eskiden buna daha çok vird ( alvird, al-avrâd) adı verilirdi. Toplu halde yapılan zikir, zikir halkaları veya zikir meclisleri şeklinde olur. Bu gibi âyinlerde Kuran, besteli güfteler, ve İlâhiler okumak gelenek hâline gelmiştir. IÇavvâl



ZİKİR. veya güyanda adı verilen güzel sesli şahısların oku­ dukları ilahilere, bâzı hallerde ney, kudüm ve def gibi bâzı mûsikî aletleri de refâkat edebilir. Mev­ levîlikte buna semâ veya deverân adı verilmektedir. Fakat bu husûsiyetlere sâhip olan âyinlerin icrâ edilmesi sâdece Mevlevîlere mahsus olmayıp, Celi ve Cehri zikr esâsına dayanan hemen bütün tarikatlerde vardır.



563



zatın başkanlığında toplanarak, herkesin ancak kendisinin işitebileceği kadar alçak bir sesle ve gizli olarak zikir yaparlar. Zikirden sonra okunan dualar, bilhassa hatm-i hlâvca toplantıya katılanlar tarafından sessizce dinlenilir. Celî ve hafî zikir esâsına dayanan tarikatlere dâir yukarıda ileri sü­ rülen rivâyetlerin hiç biri doğru değildir. Zîrâ bu rivâyetlerin hepsi sonraki asırlarda ortaya çıkmıştır. Celt ve cehri zikir esâsına istinâd eden tarikatDil ile zikr, kalb ile zikr ( al-zikr bi ’-lisân, allerde, âyinler biri kacidan { oturarak ), diğeri zikr bi ’l-kalb ) olmak üzere iki çeşit zikr daha vardır. ( ayakta) olmak üzere iki bölümden meydana gelir. Dua, münâcaat, salavat ve istiğfar gibi hususların Bunun için Kur'ân ( III, 1 8 8 )’dan da delil göste­ sesli olarak söylenmesine dil ile zikr, aynı şeylerin rilir. Halka hâlinde f(â0iman ve fcâ'idan zikr yapan düşünülmesi ve kalbten geçirilmesine ise, kalb ile dervişlere, halkanın ortasında bulunan ve Zâkirbaşı zikr denilir. Sûfîler, mazkür ( zikredilen) denilen veya Mukaddem denilen bir zat zikir yaptırır. Allah ’1, zikr içinde aradıklarından, - aradıklarım Ekseriya Ijirfca adı verilen husûsî bir kıyafet içinde bulmak suretiyle müşâhede hâline erdikleri zanian, icrâ edilen zikir âyinleri esnasında “Hırka atma,, ilâhı tecellîleri temâşa makamında dil ile zikri terk { Tarh al-birka) ve “Hırka yırtma,, ( Tamzik al- ederler. Zîrâ dil ile zikr, gâib durumunda bulunan birkâ) âdetleri de mevcuttur. Fakat bu nevî tarikat bir zatla ilgili olur. İlâhi huzurda bulunan bir kimse âdetleri ve âdabı çok azalmıştır. zikr hâlinde değil, temâşa hâlinde bulunur. Bu Alçak sesle yapılan zikre zikr-i }ıa}i ( al-zikr durumda bulunan bir sûfî zikri de zâkiri de, yâni al-kaft), yüksek sesle yapılan zikre zikr-i cahrî kendisini de kaybederek, sâdece mazkür ‘u, yâni ve zikr-i cali ( el-zihr al-cahrl, al-zikr al-calî) adı A lla h ’ı seyr eder. Bu bakımdan zikr, sû fî’nin nef­ verilir. Kur’ân ve hadîslerde her ikisi de tavsiye sinden fâni ve Allah ile bâki olması mânasına gelir. edilmiş olmakla berâber, bunlardan hangisinin Gâib olanı hatırlamak mânasına gelen zikrin gayesi, daha üstün olduğu husûsu uzun münakaşalara zikredilen varlığa vasıl olmaktır. mevzu olmuş ve neticede biri hafî diğeri cehri Dil ve kalbin zikrinden başka, ruhun zikri, sırrın iki büyük tarikat grubu ortaya çıkmıştır, zikri, hafinin zikri, akfâ’nm zikri gibi zikir şekil­ Cahrî ve cali zikri esas alan tarîkaderin ( al-furuk lerinden de bahsedilir. Bunlar sâlikin Allah a ya­ al-cahrlya, al-furuk al-calîya) IV. halîfe A li ’den kınlık ve vuslat derecesine göre bahis konusu geldiği kabû] edilir. Onun için bu nevî tarikatlere edilen zikir nevîleridir ( bk. Mehmed Ali Aynî 'Alevî (al-fumk al-ealavîya) adı da verilir. Ri- Tasavvuf tarihi, İstanbul, 1341. s. 200). vâyete göre, ‘Alî ’niri, ‘Peygamber ’den, Allah ’a Zikr ve onunla ilgili âyinler v.b. için hadîs uy­ giden en yakın yolu sorması üzerine, Peygamber de durulduğu veya bâzı âyetlerin çok garib karşıla­ Cebrâîi ’den aldığı telkin şekli ile tevhid kelime­ nacak tarzda te’vil edildiği bir gerçektir. Nitekim, sini üç defa zikrederek, ‘Ali ’ye telkinde bulun­ zikr esnâsmda Ifabs-i nefes ve Tağmîz al-'ayn ’m muştur ( bk. Risâle-i Behâ’îye, nşr. A li Kadir, ( soluğu içinde hapsetmek ve gözleri yummak) İstanbul, 1325, s. 15 ). • gibi hususların naslarda bir mesnedi yoktur. Hafî zikri esas alan tarîkatîerin (al-furuk ulB i b l i y o g r a f y a : Abü Tâlib aî-Makkî, kafîya) Ebû Bekir’den geldiği, Peygamber’in Kül al-hıılüb ( Kahire, 19 61), 1, cild ilk bölüm­ hicret esnasında gizlenmiş olduğu §avr mağara­ ler; Abü Bakr Muljammed b. İshâlj al-KalâbâzI, sında gizli zikri, Yâr-i Gâr ( mağara arkadaşı) ’1 at-Tacarruf It-mazhab ahi al-laşaüvuf (trc. S. olan Ebû Bekr ’e telkin ettiği kabûl edilir. Bundan Uludağ), İstanbul, 1979; al-Kuşayrî, al-Risala dolayı, ¿a/f zikr esâsına dayanan tarikatlere Bekri (Kahire, 1966); Mehmed Ali Aynî, Tasavvuf tarihi (İstanbul, 1341); Goldziher, al-Aklda va (al-furuk al-Bakrîya veya al-furuk al-Şîddîkîya) adı da verilir. “ Huşu içinde Rabbını gizlice zikr et„ al-şar î"'a (Kahire, 1959); Mama° faiava şayk ( K u r ’ân, V II, 5 5 ) mealindeki âyetin, hafî zikrin al-islâm İbn al-Taymîya (Riyad, 1381), X , 553; üstünlüğünü gösterdiği kabûl edilir. Aynca Hayber A b ıi’i-A'iâ 'A fifi, al-Taşavvuf al-Şavrat alkalesini görünce, yüksek sesle tekbir getirmeye rühlya fi'l-islâm (İskenderiye, 1962); Risâle-i başlayan ashâba, Peygamber ’in “ Yüksek sesle tek­ Behâ'iye ( nşr. Ali Kadir), İstanbul, 1325; bir getirmenin doğru olmadığını, zîrâ sîz gâib bir Hucvîri, Kaşf al-makcüb (Tahran, 1338); K utb zâta hitab etmiyorsunuz“ demesini ( bk. Bu ha­ al-Dîn Abü Muzaffer al-'Abbâdî, al-Taşfiya rf, K . al-Mağâzl, bab. 37, Müslim, K . al-Zikr, f l ahvâl al-mutaşavvifa (Tahran, 1347); Lisân al-Din al-Hatib, Ravşat al-ta°rıf b i’l-hubb albab. 1 3 ) de Hafî zikrin üstünlüğüne delil olarak ileri sürerler. şarıf, Dâr al-Fikr al-'Arabi matbaası, 1968; Gizli zikr esâsına dayanan tarîkatlerden olan Tekke ve zaviyelerde icrâ edilen zikir için bk. Nakşîbendîler, şeyhin veya şeyh vekili olan bir Şihâb al-Din Subravardî, ‘ Âüârif al-mıfârif



ZİKİR -



ZİLHİCCE.



Naşr öldürüldü ve inkıyâd alâmeti olarak başmt Kundâcîk ’e yolladılar. Bunun üzerine Zikravayh gizlendiği yerden çıktı ve al-Kâsim b. Ahmed ’i, Irak Karmatîlerinin reisliğine tâyin etti. Kendi­ sini kutssî bir kişiymiş gibi saydıran Zikravayh, biç bîr zaman açık yüzle görünmedi, zilhicce 293 ( S ü l e y m a n U l u d a ğ .) ( teşrin I, 906 ) ’te, bunlar Küfe *ye yürüdüler; şehre girip insanları sokaklarda öldürdüler; fakat ZİKR. [B k. z Ik r.] ZÎKRAVAYH B . MİHRAVAYH. [Bk. ziKRE- Vali îsljâk b. 'İmran ’m üstün kuvvetleriyle yap­ VEYH B. MİHREVEYH. ] tıkları şiddetli bir savaşta, gerilemek ve Kâdisîya ZİKREVEYH B . MİHREVEYH. ZÎK R A V A Y H bölgesine çekilmek zorunda kaldılar. Aynı ay İçinde, B. M İK R A V A Y H , bir K a r m a t î . Karmatî fır­ îsljâk ’m ricâsı üzerine halîfenin Karmatîlere karşı kasının kurucusu Hamdan K arnmt [b . bk. ] 'in gönderdiği bir ordu Kâdisîya yakınlarında yenildi. kayınbirâderi olup, kâtibi 'Abdan 286 (8 99) 'da Ancak, ai-Muktafî, Muhammed b. îsljâk h. K un" öldürülünce, yerine Karmat misyoneri olarak dâcîk ’in kumandasında bir ordu teşkil edince, KarZikravayh geçti. Ancak, enerjik hâlife Mu'tazid matîler kervanları vurmak maksadıyla çöle çekildiler. [b . bk. ] ’den korktuğu için saklanmak zorunda Ertesi yılın muharrem (teşrin (./teşrin II. 906),’inde kaldı. Dört yıl gizlendi ve 289 rebîülâhır ( nisan Zikravayh, M ekke’den dönen büyük hacı ker­ 902) ’mda Mu'tazid ’in ölümü üzerine ortaya vanına baskın yaptı, kafiledeki erkeklerin tama­ çıkabildi. Bu arada Banu l-'U lay ş idaresindeki mım ve kadınlarında bir kısmını öldürdüler. Geri husûsî Karmat görevlileri Suriye Ç ö lü ’ndeki Kalb kalanları da ganimet olarak alıp götürdüler. Reb. Vabara adındaki büyük bedevî kabilesinin bir bîulevvelde, en doğru bilgiye göre, bu ayın 22 kısmından birçok taraftar kazanmayı başardılar (1 0 kânun II. 9 0 7 ) ’sinde Vâsıf b. Suvartegîn ku­ ve 289 (9 0 2 ) yılının sonuna doğru büyük bir mandasındaki halîfenin birlikleri Karmatîlerle Kâ­ ordu ile Şam üzerine yürüdüler. O sıralarda Su­ disîya bölgesindeki kjaffân yalanlarında karşılaşıp, riye, Tolunlular [b . bk. ] ’m hâkimiyeti altındaydı; bunlarla güneş batmcaya kadar bir sonuç alınma­ Ş am ’da ise, emir M ısır’daki merkezî hükü­ dan süren bir savaşa tutuştular. Ertesi günü Zik­ metten hemen hemen bağımsızdı. Karmatî müfre­ ravayh başından yaralandı; bunun üzerine adamları zelerinin yaklaşmaları üzerine onlara karşı koymaya dört bir yana dağıldılar. Aldığı yaralardan Bagdad gitti; fakat tehlikenin büyüklüğünü taktir edemedi­ yolunda ölen Zikravayh’ı‘n cesedi başkentte halka ği için savaş başlayınca kurtulabilmek için kaçıp, teşhir edildi, [krş. mad. KAEMATÎLER] B i b l i y o g r a f y a : al-Tabarî (nşr. de başkente dönmek zorunda kaldı. Bundan az sonra Goeje, hk. indeks); 'Arîb (nşr. de G oeje), s. 9 Karmatîlerin, $ahık al-Naf/a denilen reîsİ Şam ’m v.d., 12, 14-18, 36; îbn al-Aşîr, al-Kdmil (nşr, muhâsarasmda öldü. Yerine geçen kardeşi Şâlıib al-ffâ l, Şamlıları para karşılığında barış yapmak T om berg), V II, 311, 353, 368, 374-381; alMas'üdî, Kitâh al~Tanbîh tca ’l-Işrâf, B G A , zorunda bıraktı; bundan sonra şimale çekilirken yağma ve katliâmda bulundu. Hamât, Ma'arrat V III, 374 v.d,;. de Goeje, Mémoire sur les Carmatkes du Bahrairr. (^ al-Nu'mân, Baalbek ve Salamîya gibi birçok şebİr yakılıp yıkıldı; erkekler kılıçtan geçirildi. Kadın­ larla çocuklar köle olarak satıldı. Ancak sonunda, ZİL. [Bk. SANC.] yeni halîfe Muhammed b. Sulaymân ’m emîri, Z İL H İC C E ( Z U ’L - B ÎC C A ; cem ’i; Zaoât almuharrem 291 (teşrin II. 9 0 3 )’de Karmatîlerî Ificca). H i c r i s e n e n i n o n i k i n c i a y ı ağır bir yenilgiye uğratmayı başardı. Şâbib al-Hâl, olup, sene mânasına da gelen ( bk. Kamus tercümesi, esir alındı ve Bağdat’a gönderildi; burada Halîfe I, 717 ) l)icca ( cemi ’ şekli Jıcac ) kelimesinin zû onu pek gaddarca öldürttü. Ancak, Suriye-Irak ön ekiyle yapılan bu zu 'l-hicca şekli hicrî senenin Karmatîlerinin gücü biç de tükenmiş değildi. Asıl son ayı olması dolayısıyla, “ bütün ayların geçip, adı Abü Ganim 'A bd Allah b. Sa'İd olan, fakat senenin tamamlandığı ay„ veya ‘‘seneyi ikmâl eden Naşr adıyla bilinen Zikravayh ’in bİr müridi Kalb ay„ gibi mânalara gelir ( T A , mad. 6 c e ); ayrıca kabilesi bedevilerini ayaklandırdı. Bunlar asıl Kar- hacc ( islâmiyetten önceki ve sonraki şekliyle ) bu matîlerle birleşip, yukarı Ürdün ’ün şark bölge­ ayda yapıldığından “ hacc ayı“ mânasını da ifâde eder sini Şam ’a kadar harâbeye döndürdüler. Halîfe- (L A , mad. h c c), Câhiliye devrinde Araplar haram ’nin ordusu yaklaşınca çöle çekildiler; arkalarında aylar ( al-aşhur al-hantm ) ’m ilki olan Za 'hfafda bıraktıkları kuyuları doldurdular, böylece kendi­ ( == oturma ) ayında her türlü yolculuğu, savaşı, lerini tâkip edenler susuzluktan onlara yetişeme­ erzak sağlamayı ve otlak aramayı bırakırlar ve bunu diler. Fakat, Muhammed b. îsîjâk b. Kundâcîk; tâkip eden Zu 'l-hicca ayında da M ekke’yi zıyâret adında bir ordu kumandanı çölde bulundukları yere ederlerdi ( T A , madd. h c c , zu 'TlyAda ). Câhiliye kadar ilerleyince teslim olmak zorunda kaldılar. devri Araplarmm elinde bozulmuş, başlangıçtaki ga­ ( Lübnan,^1966) i Gazzalî, ihya çulüm al-din ( Kahire, 1938 ); I, 301. Zikir konusundaki mevzû hadîsler için bilhassa bk. Abu ’1-Hasan “Alı b. Muhammed al-Kinânî, Tanzîh al-şar'î'a almarfvfa can al-a(fbâr al-şanTa va al-maoztfa (K ahire, 1378), II, 318.



ZİLHİCCE -



ZlMÂLE.



ZİLKA’DE. Z U ’L -K A 'D A (veya z u ’ l - k I 'd a ; cemi’ şekli, Zavât cd-kffda veya zavât al-faifadâi; birinci şekil daha yaygındır). H i c r î s e n e n i n müslüman (lja n îf) olan “ (K u ra n , III, 67, 95-97; o n b i r i n c i a y ı olup, bu ay girdiğinde Araplar, X X II, 26) ibrâhim Peygambere kadar uzanır. Çünkü yolculuk, savaş,. erzak te’mîni ve otlak aramayı İbrahim’in, oğlu îsmâil ile birlikte, o zaman çorak terkedip, oturdukları için, onu oturma ile geçen bir yer olan Mekke’de inşâ ettiği Ka’be, haram ay­ ay, oturma zamanı gibi mânaları ifâde etmek üze­ larda insanların savaş ve yağma gibi, her türlü teh­ re zu ’l-kçfda diye isimlendirmişlerdir ( T A , mad. likeden emin olarak toplandığı ve ibâdet ettiği bir k e d ). Nitekim K u r 'ân-t Kerîm *de de zikredi­ yer olmuştu (K u rân , II, 125-127; III, 96, 97). len “al-şahr al-hamm„ hürmet edilmesi gereken, Bu sebeble İslâmiyet öteden beri burada icrâ edile- savaş ve mücâdelenin yasak edildiği, savaşmanın gelen bu ibâdet şeklini yasaklamadı, ancak K a ’be büyük günah ( k a b ir ) sayıldığı beyan olunan zu 7içine sonradan doldurulan putlar çıkarılarak tekrar, ka cd a ayıdır (K ur'ân, I I, 194, 217; IV, 2; alislâmiyetîn mühim bir rüknü olan hacc, âyette farz Tabari, al-T afslr, I II , 575; IV, 299; IX , 465; H. ibâdetlerden biri (K u râ n , III, 97; X X II, 2 7 ), Basri Çantay, K u r ân 't hakim ve meâl-i kerim, Z u ’I-Iıîcca ayı da hancın ifâ edildiği ay olarak teb­ L 53> not 135; s. 57, 217; âyetin meâli; s, 155, 2. liğ edildi ( Kur ân, II, 197 ). Peygamber de “ bu âyetin meâli). Esâsen bu ayda ve öteki haram ay­ belde ( Mekke ) ’de„ “ bu ay ( zu 1-ljicca ) ’da“ savaş larda Âdem ’den, Peygamber ’e kadar pek çok ve mücâdelenin haram olduğunu ve hacc menâsikinin mûcizenin zuhura gelişi, bu aylara kudsîyet ve ifâ ve icrâ edilmesi gerektiğini tebliğ ve beyân etmiş­ hürmet kazandırmıştır (krş. al-Kazvinî, ‘ÂccPib tir ( Bu husustaki hadîsler için bk. A . J. Wensinck, al-mahlûkât, nşr. Wüstenfeld, Göttingen, 1849, al-Muccam al-mufakras li-alfâz al-hadh al-nabavl, s. 67-72). Her ayı, kendisinden bir evvelki veya Leiden, II, 1 9 4 ; mad. zu 'l-hicca : bk. mad. HACC). bir sonraki aydan bir gün eksiltmek veya birgün İçlerinde her türlü kavganın yasak edildiği haram aylar ilâve ederek ayırmak esâsına dayanan mufârakft ( zu ’l-fcac:').' .. Şimşir, Malta Sürgünleri: İstanbul, 1976, s. 96 Demek oluyor ki. Ziya Gökalp ’1 âlim ve mütefek­ v.dd., I2r v.d .). 29 mayısta Limni *ye çıkarılan kir olan iki cephesini birbirinden ayırmak süreriy­ Gökalp, 18 eylülde M alta’ya naklolundu. Yeni ve le mütalaa etmek lâzımdır. Aslında bu tür ayırım, bu eski Verdala Polvarista karargâhındaki 2759 nu­ yolda onun sistemi hakkında verilebilecek en doğru marasıyla sürgün hayatı, 16 mart 1921 ’de Ana­ bir kıstası ihtivâ etmektedir ( bk. M . S. [ Berkin ], dolu ’daki İngiliz esirleriyle Malta ’daki Türklerjn Ziya Gökalp'm felsefesi, Hayat, 21 şubat 1929, sa­ değiştirilmesi hakkında Londra Konferansı ’nda ve­ yı 117 ; ayn. mil., Fikir Hayatımızda Ziya Gökalp, rilen karara göre, 19 mayıs 1921 ’de İstanbul ’a dön­ Ankara, 1980, s. 11 v.d.). Nitekim felsefenin fanmesiyle ( 22 eylül 1919 ’dan-30 nisan 1921 ’e kadar tazi veya meraktan fazla bir şey, doğrudan doğruya 19 ay 8 gün) sona erdi. 13 haziran 1921 ’de bâzı hayata ve cemiyete bağlı sistemli bir düşünce ol­ arkadaşlarıyla Ankara’ya gitti. Onun orada bulun­ duğunu bize o göstermiştir ( H. Z. Ülken, âyhl esr., duğu sırada, Maârif Vekâletince Ankara ve başka s. 3 7 )...... ^ şehirlerde verilmek üzere, tanzim olunan âlî ders­ I - F e l s e f î T e m e l l e r ; Ziya Gökalp, umu- ) ler ve ilmî konferanslarda vazife alacağı bildirilmişse miyetle, gençliğinin ilk yılları dışında, felsefeye pek \ de, bunlara ancak 1921 kânun I. de başlanabilmİşti. fazla ilgi göstermemiştir (U. Heyd. ayrı, esr., s. 43 ). i Gökalp, âilesi ile birlikte önce Kayseri'ye, sonra Zâten Gökalp, felsefeye karşı ilgisinin bu azlı- v Diyarbekir’e gitmiş ve orada "Küçük Mecmûâ' yı ğıru, bet zaman olduğu gibi, içinde yaşadığı ,’ çe- ) çıkarmaya başlamış ve bunu devam ettirmiştir miyetin şartlarıyla izah eder. Buna göre, şartların \ (b k . R, Kardaş, “ Ziya Gökalp'm sisteminin kir alt elverdiği ölçüde, ancak cemiyetle hudutlu şekilde, j sistem olarak Küçük Mecmûa ( 192211923) ' ya toplu bir felsefe söz konusu olabilir. Bu bakımdan nasıl her filozof, ekseriyetle bir il­ bir bakış“ , Türk Dünyası Araştırmaları, şubat 1984 sayı 28, s. 59 v .d . ; F . R. Atay, Akşam Gazetesi, min mu ’talarma tercihen istinâd ederse, o da İlmî 19 ağustos 1922). 1923 martı başında T elif ve gıdasını sosyolojiden almıştır (bk. M. S. Berkin, Fi- . Tercüme Encümeni reisliğine tâyin edilen Gökalp, kjrhayattmztfâZİyaGökalp,Ankara, 1980,s. 11 v.d.). ı Ankara 'ya yerleşerek 15 temmuz-15 ağustos 1923 Ziya Gökalp ’a göre, “ felsefe, maddî ihtiyaçların ildi- i ’te toplanan I. Heyet-i İlmiye toplantısına da katıl­ za ve icbâr etmediği, menfaatsız, garazsız, hasbî bir mıştır, r ı ağustos 1923’te ise, Türkiye Büyük Milet düşünüştür. Bir millet, muharebelerden kurtulmadık- 1 Meclisi'nin ikinci intihap devresinde Diyârbekir’den ça ve ikrisâdî bir refaha nâil olmadıkça, büyük filo- ; ........... . ........... meb’us seçilmiştir, zoflar yetiştiremez. Ancak Türklerin felsefece geri I Öteden beri mide ve bağırsaklarından muzdarib kalmaları, yalnız yüksek felsefe nokta-i nazarından i olan Gökalp, 25 teşrin I. 1924 te İstanbul ’da doğru olabilir. Halk felsefesi nokta-i nazarından i Fransız Hastanesinde henüz 48 yaşında iken vefat Türkler, bütün milletlerden daha yüksektirler { Türk­ etmiş ve 26 teşrin I. 1924 pazar günü öğleden sopra çülüğün esasları haz, M, Kaplan, 1976, s. 186) Zj-



ZİYA GÖKALP. ya Gökalp adını almadan,, ilk yazı hayatında Osmanlı Milliyetçiliği teması hâkimken, Selânik ’te takma ad­ larıyla yazmaya başladığı yazılarında Türkçü yönü­ nün ağır bastığı bir mânevi dönüş sezilir ( bk. H. Z. Ülken, Türkiyede Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul, L 502). Gerçekten G ökalp’m IŞ II 'lerdc İttihat ve T e ­ rakki *rsin ilerİ gelenleri arasına katıldıktan sonra milliyetçi yazılan 1909 'lardaki Osmanlıcı yönde tavır takındığı yıllara nazaran, mânidar olsa gerektir { bk, N , Berkes, The development of secularism in Turkey, Montreal, 1964, s. 322). Esâsen, onun ilk yazı bayatı bunu açıkça ortaya koyar ( b k Ş. Beysanoğlu, Ziya Gökalp'm ilk yazı hayatı s, 94-101, 105 v.d, 109 v.d; [ haz. Ş, Beysanoğlu ], Makaleleri: I, s. 48 v.d. 54 v.d., 65,69 v .d .). Nitekim Gökalp ’m indinde, Osmanlı aydın­ ları yönünden “Siyâsî inkılâb, meşrutiyet meka­ nizmasının hükümete tatbiki demek olduğu için, elde edilmesi pek kolaydı. Fakat içtimâi inkılâb mihaniki bir fiille değil, uzvî bir tekâmülle hâsıl olabileceği için gayet güçtür. Siyâsî inkılâbın icrâsı için, hürriyet, müsâvat, kardeşlik gibi meşrutiye­ tin ruhunu temsil eden kuovet-f¡kirleri'in intişârı kâfiydi. Halbuki içtimâi inkılâb, kuvvet hisler 'in inkişâf ve yükselmesine bağlıdır. Fikirlerin kabûl ve reddi, zihnin irâdesi dâhilindedir. Hisler asırlarca süren içtimâi itiyâdların İzleri olduğundan, kolayca istihale edemez ( “ Yeni hayat oe yeni kıymetler“ Genç kalemler, 26 temmuz 1327 (19 11 ) ve Maka­ leleri II [haz. S. H. Bolay], Ankara, 1982, s. 40; ayrıca Yeni Mecmua, I., sayı: 25, s. 482; Ziya Gök­ alp diyor ki-, 1950, s. 114 ve Terbiyenin Sosyal ve Kül­ türel Temelleri: I [ haz. R. Kardaş], 1973, s. 262). Ziya Gökalp, Türklük yolunda yeni kıymetleri arar­ ken, başlangıçta irâdecilik felsefesinin câzibesine kapılmış görünmektedir. Genç Kalemler mecmua­ sında, 1911 'de yayımlanan “ Bugünkü felsefe" baş­ lıklı ilk felsefî makalesinde Sedat Tevfik imzâsıyla Ziya Gökalp, Renouvier (1815-1903), Boutroux (1845-1921) ve Fouillee ( 1838-1912 ) gibi Fransız filozoflarının te’sîri altında kalmış görünür ( bk. U. Heyd, ayn. esr., s. 43). O , bu yazısında, bir balama, felsefenin önceki ve bugünkü şekillerini mukayese eder. Dış âlemde görülen hâdiseleri müşâhede ve tetkik eden ilim ile insan ruhunu inceleyen ve onun mânevi değerlerini tâyin ve tesbit eden^ felsefeyi birbirinden tamamiyle ayınr. X X . asır fikir adam­ ları birbirinden farklı iki hakikat âlemi bulmuşlar­ dır. Bunlardan birinces! tabiatı teşkil eden madde, İkincisi ise, insan ruhudur ( M . Kaplan, Ziya Gökalp oe mefkûrecilik, Ziya Gökalp için yazı lanlar-söylenenler ı s. Ill [ Haz. Ş. Beysanoğlu], Ankara, 1978, s. 436).



583



bıtası sıfatım iktisap etti ( Genç Kalemler, 17 nisan 1327 (1911) nr. 2; Makaleler : I, s. 1 ; E. B. Şapolyo, ayn. esr,, s, 18 1,). Pozitivizm çağında bir cemiyet ilmi araştırıcısı olarak Ziya Gökalp, güç bir mes’ele ile karşı karşıya bulunmaktadır, insan değerleri ya­ ratma ve yerleştirme durumu içinde olabilir mi? Müsbet ilmin, varoluşun bütününe hâkim olduğunu tesbit eden determinizm, insana konu teşkil et­ memekte midir? Ziya Gökalp 'm ilk şiirlerinden birinde sorduğu gibi hayat makinesi ( felsefi vasiyet­ ler 11: Hocamın vasiyeti“, Küçük Mecmua sayı: 18, 2 teşrin I. X338 ]i922]; Makaleler. VII, s. IOO; Ter­ biyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri: I, s. 13 ) olan insan maddî âlemin zincirlerinden kurtulup, idealler ülkesine nasıl yükselebilir. O, tabiatın mekanik ka­ nunları ile insanın yaratma hürriyeti arasındaki uçu­ rumu doldurabilmek için yaptığı teşebbüste, önce Alfred Fouillee’nin buvvet-fikirler (idées-forces) doktrinine başvurdu, insan ruhu, kendilerini ger­ çekleştirmeye gücü yeten ve dış âleme nüfuz ederek vâkıa hâline gelen fikirler husûle getirir; fakat, Ziya Gökalp, ancak bu fikirlerin maddî ve ruhî tekâmü­ lün umûmî temâyülüne uygun olması hâlinde, bun­ ların sâdece mevhume olmayıp, mefkure sayılabileceğini ilâve eder. Tıpkı kuvvet-fikirler, nasıl dış âlem üze­ rindeki te’sirleriyle tabiatın akışına istikamet veri­ yorsa, mefkûreler veya kıymetler şeklinde ortaya çıkan, bunlar ve husûsiyle ortaklarını teşkil eden kuüüet-kisler, içtimâi hayatta rol oynayan başlıca âmillerdi ( bk. U. Heyd, ayn. esr., s. 44 ).



Nitekim yine Teyfik..Sedat takma adı ile Ziya Gökalp, Genç Kalemler 'de Muhyi 'd-Din Arabî adlı yazısında, Muhyi 'd-Din Arabî nin a'yân-t sâbitesi ile Alfred Fouillée ’nin kuvoel-fikir nazariyesini felsefî ve içtimâi idealizm paralelliğine göre tahlil etmiştir. Bu ölçüde tasavvufun alelâde bir mistisizm olmaktan ziyâde idealizm sayılması gerektiği iddia edilerek İslâm düşüncesine önceiik Kakla verilmiştir. A'yân-ı sâbite meşhur tarifi veçhile, varlığı kok­ lamış olmadığından, kendi kendine gerçekleşmez; sâdece kemâl potansiyelliğinden ibârettir; yâni ger­ çekleştirilecek kemâllerdir.. Tekâmülün de mûcip ve âmilleridir. Fikirler, birer zihnî unsur olmaktan öteye gitmedikçe, taallûk ettikleri eşya ve hâdise­ lerin ancak gölgeleri durumunda kalırlar. Hisler de aynı durumda bulunabilirler, Nitekim Fouillée, bu noktayı göz önünde tutarak, fikirler ile hisleri kuvvet ve gölge olmak üzere ayırmış, kuvvet-fikirlere karşılık gotge-hisler 'den bahsetmiştir" ( N. Akder, göst. yer., s. 490). Gökalp’m kanâatince, “İslâm hükemâsmdan bu­ günkü felsefeye en yakın bulunan Muhyi ’d-Din Arabî ’dir. 0 , sûfiyenin



zevk vasıtasıyla muttali



Ona göre, “bir zamanlar felsefe, ilimlerin anası oldukları hadsî halleri aklî fikirlerle ifâde ederek, hükmündeydi. Vaktâ ki tarassuat (müşahede) ve tasavvuf ile hikmeti te ’lif eden bir müceddittfr“ tecrübeden doğan müsbet ilimler tessüse başladı, ' ( M u h y i’d-Din Arabî, Genç Kalemler; Makaleler: felsefe analık vazifesinden vazgeçti. îlimlerjn za­ II, s. 14; Ziya Gökalp d iy o r k is. 108). Gökalp a



584



ZİYA CÖKALP.



göre felsefe bir kaç asırdan beri büyük terakkilere mazhar olduğu halde, felsefenin ruhu değişmemiş­ tir. İmam Gazzalî tısûli şiîpke ’yi Descartes ’ten evvel' "meydâna koymuştur. Berkeley ’iri, Kant ’in içtihatları, daha evvel tansîs edilmiştir (iyice incelen­ miştir ). Muhyî *d-Din Arabi, Alfred Fouillée ’den çok zaman evvel mefkûrenin, tekâmülde yaratıcı âmiller olduğunu isbat ederek, bugünkü felsefeyi daha o zaman te’sis etmiştir ( Makaleler : II, s. 20 ). Bugün felsefe, keşfolunmuş bir sürü mâlûmatın mecmûu sürerinde telâkki olunamaz. Felsefe, bu malûmatı lâ-yenkati’ keşf ve ıslâh eden usûllerden ibarettir" ( Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, 1976, s. 28 ) diyen Ziya Gökalp ’m, tekâmülün uğ­ rak noktalarında Fouillée ’den koparak, maksada uygun daha başka rehberlere de başvuracağı tabiîydi. Zâten Garp felsefesinin temsilcilerine takaddüm eden Şarklı müslüman mütefekkirler bulunduğuna göre, bu kaypak zeminde, bir arkadaşının dediği gibi, "mizac-ı felsefî ve içtimâisine muvafık“ (A . Haydar [T aner], “ Hatıralar", Millî Mecmua, sayı: 24,5 teş­ rin II. 1340 [ 1924] ve Ziya Gökalp Dergisi, teşrin II. 1974 sayı I, s. 9 5 ) bulduklarıyla, öncekilerini değiştirmesi de mukadderdi. Mademki, "mutasavvar olan mukadderdir." “ Fouillée ve onun mektebinin felsefesi de Ziya Gökalp ’1 uzun boylu tatmin ede­ mezdi“ ( U. Heyd, at/n. esr., s. 45 ). Nitekim öyle oldu. Çünkü, Ziya Gökalp ’m “fikirlerinde en şâyân-ı dikkat ve velûd olan vasıf kendisinden evvelki cereyanların ve İlmî telâkkilerin hepsine muarız olmak üzere, cemiyetçi olmasıydı. Bu vasıf fikir ha­ yatımıza kuvvetli bir felsefî unsur olarak, ilk defa Ziya Gökalp ’¡n yardımı ile girmiştir. Gökalp, yeni cemiyetçi görüşüyle, kendisinden evvelki bir fikir harâbesi üstüne kuvvetli bir bina kurmağa muvaf­ fak oldu" ( M . S. Berkin, ayrt. esr., s. 12 v.d.). İşte, bu sâiklerledir ki, Ziya Gökalp, Fouillée *nin “ni­ çin bâzı fikirlerin, kaovet-fikirler hâline geçtiğini, diğer fikirlerin ise, duygulardan mahrum ve irade üzerinde te’sirsiz gölge-fikir ’1er sürerinde kaldığım izah edemedi? derken kendi kanâatinin zemininde bulundurduğu bir düşüncenin tamâyülüne uya­ rak, tenkidî bir tavrı takınmak süreliyle, “muhtelif felsefe telâkkilerinin şiddetle çarpıştığı son zamanlar­ da, müsbet ilimlerden olan içtimâiyyat ilmi, mef­ kûrenin müsbet âleme mensup bir şe ’niyet oldu­ ğunu ispat etti" ( Mefkûre nedir?, Küçük Mecmûa, sayı: 8, 24 temmuz 1338 [ 1922]: Makaleler : VII, s. 44; Ziya Gökalp diyor kh s. 36 v.d.) hükmüne var­ maktadır. Çünkü Ziya Gökalp ’ın düşünce zih­ ninde gölğe-jikir ’1er ancak kuvvet-hisleriyle birleş­ tikten sonra, kuvuet-fikir ’1er mahiyetini alabilirler" ( Türkçülük nedir? II, Yeni Mecmua, sayı: 27, 10 kânun II. 1918 ; Terbiyenin sosyal oe Kültürel te­ melleri: I, s. 276) görüşü hâkimdi ve dolayısıyla ona göre "Fouillée, kuvvet ve fikirler ve kuvvet -hisler nazariyesini ortaya attığı zaman bunların ikisinin



de mutlaka içtimâi olduğunu anlayamamıştı. îçtimâîyyat ilmi... bunların yalnız İçtimaî olduğunu gös­ termekle kalmıyor, aynı zamanda kuvvet-hisleri millî ve kuvvet -fikirlerinin -millî harslar tarafından kabûl edilip millîleşmeleri şartıyla- beynelmilel olduğunu da ispat ediyor" du ( ayn. esr., s. 277 ).



Ziya Gökalp ’m “ kıymetlerin menşe ’i, mefkûre olmak lâzım gelir “( Mefkure nedir? Küçük M ec­ mua, sayı 8 ve Makaleler: VII, s. 4 1 ), anlayışmca mefkureler, içtimâi galeyanlar esnâsmda tabiî bir surette vücûda gelen içtimâi şe’niyetlerdİr. “ Insantn, beşeriyet fevkine çıkması, İçtimaî hayattan bu mefkûreleri alması sâyesindedir... İnsanın fevkalbeşer­ liğini, fevkattabîa bir esâsa müracaat etmeksizin, tamamıyla müsbet ve İlmî bir sûrette izah eden yal­ nız içtimâîyât ilmidir. Îçtîmâîyâttan doğan felsefe, ayaklarını yalnız sağlam ilimlere basan, elleri en yük­ sek ve en güzel mefkurelere ulaşan en doğru ve en iyi felsefedir“ ( İnsandaki feyizlerin menşei, Küçük Mecmua, sayı: 14 4 eylül 1338 ( 1922), Makaleler: VII, s. 75 ve Ziya Gökalp diyor kİ, 3- 58 v.d.). Bununla berâber, “ felsefe, düşünüşten ziyâde bir nev ’i seziş mahiyetindedir. Bundan başka, müsbet ilimlere mütenakız olmamak mecburiyetinde bulun­ ması da onu ilimlerle sıkı bir alâka hâlinde bulun­ durur" (İlme doğru, Küçük Mecmua, say1 z , 12 ha­ ziran 1338 [1922] Makaleler: VII, 9 i Ziya Gökalp diyor ki-, s. d ). Bu bakımdan pozitivist görüşüyle Ziya Gökalp'm ilmî gerçeklerin tecrübeye dayan­ ması gereğini savunacağı tabiîdir ve dolayısıyla fel­ sefe veya felsefî görüşler, müsbet ilimlerin te­ melleriyle çatışmamalıdır. İdealizm ile pozitivizm arasındaki bir uzlaştırmadan hareketle, bir değer­ ler felsefesi ve bir aksiyon felsefesini geliştirmeyi deneyen Gökalp ’a göre felsefe, refah mı, saa­ det mi? ( Küçük Mecmûa, sayı: 1, 5 haziran 1338 [1922] Makaleler: VII, 5 l Ziya Gökalp diyor k i) sorusunda, hangisinin üstün olduğu hakkında “ sa­ mimî ruhlu insanların derin bir sûrette düşünme­ sidir? şeklinde ifâde edilmektedir. Filozoflar na­ sıl bİr gerçekliği aramışlardır. Gökalp, “Gerçek­ lik nazarİyesinde her türlü monism'e karşıdır; yâni pluralisttir. Materialism kadar sprituralismi de reddeylemek durumundadır. Ona göre; maddî gerçek­ liği hesaba katmayan bir ruhçuluk ve mâneviyâtçılık tecrübenin mukavemetine uğramakla kalmaz, zekâyı bilhassa aklı da iz’ac eder, Zeki, zihnî hayat mertebesinde, şuurun maddî gerçeklik ile da­ yanışmasına tekabül eylemektedir, Böylece Gökkalp ’ın içtimâi felsefesi epistemolojik, metodolo­ jik, ontolojik ve metafizik telâkkileriyle dayanışma hâlinde olarak, pluralisttir. Pluralizm, kendisinin tâbiriyle çokçuluk demektir. Bu görüş onun kültür ve medeniyet dayanışmasına dâir sosyolojik hüküm­ lerini tâyin eylemiştir ( N . Akder, “ Doğumunun doksanbeşinci yıldönümünde Ziya Gökalp“ , Türk Kül­ türü, yıl IX , mart 1971, s. 428).



ZİYA GÖKALP. Ziya Gökalp, yazılarında, gerçekten, hareket nok­ tası itibariyle, pluralisttir. Bu husus ister, Durkheim 'e sadakat itibariyle Boutroux ’un felsefesi yönünden dikkate alınsın, ister doğrudan doğruya Boutroux’nun eserlerinin te’sîri bakımından düşü­ nülsün, Gökalp gerçekliklerin aşağıya indirilmesine veya yukarısına çevrilmesine şiddetle karşıdır. Onun indinde, “ Mâbadü 't-tâbiamn ( metafiziğin ) zembereği bircilik ( monisme ) 'tir; bütün şe’niyetleri yalnız bir şe ’niyetten doğurmaktır. Maddeci­ ler; hayatî, ruhî, içtimâi bütün şe'niyetleri rnüteselsilen, kimyevî, fizikî mihaniki hâdiselere ircâa çalıştıkları zaman, bir mâbadü 't-tabiacıdan başka bir şey değillerdir. Mefkûreciler bütün sâfil ( aşağı ) şe ’niyetleri ahlâkâ ve dinî vicdanlara ircâa çalış­ tıkları zaman da ayni surette mabadü ’t-tâbiacılık yapıyorlar, ilim ise, tamamıyla mâbadü 't-tâbiamn zıddıdır. İlim, ne âliyi sâfile ne de sâfili âliye ircâ et­ meğe yeltenmez. İlim için bircilik ( monisme ) yok­ tur; çokçuluk ( pluralisme) vardır. İlim için her nevî hâdiseler ayrı ve müstakil bir şe ’niyettir, hiç bir ilim, mevzuu olan şe 'niyeti başka bir ilmin şe ’niyetini idâre eden kanunlara ircâ etmek süreliyle teşekkül edemez... Başka bir deyişle Gökalp, İlim yalnız kimye­ vî, hayatî, ruhî, içtimâi şe’niyetlerin kendilerine mahsus n ev’ı ( spedfiqul} mâhiyetlere mâlik oldu­ ğunu nazar-ı dikkate alır. Bu n ev’ilerin bir cinste birleştiğim nazar ’1 itibâra almak ciheti ise, mâbadü ’ttâbiaya âittir. ilim, ne bu şe’niyetlerin cinsen de bir­ birinden ayrı, yâni eski spritualistler gibi ruhun lâhut ( ulûhiyet ) âlemine, dimağın ise, cemâdât ( can­ sızlar) âlemine mensup olduğunu iddia edebilir, ne de mâbad ü’t-tâbianın bunları bir cinste birleştir­ mesine itiraz edebilir... Çünkü evvelâ, cinsî olarak kevnî bir şe'niyet kabûî edip, bunun hikemî, kim­ yevî, hayatî, ruhî, içtimâi, şe ’niyetler namıyla dört nev ’e ayrıldığını iddia etmek ne eski spritualistlerin, ne de metaryalistlerin mesleğiyle ( doktriniyle ) birleşmek değildir. Bu yeni telâkkiye hirci-çokculuk adını verebiliriz ( Milli Terbiye: V II, Muallim, sa­ yı: 9, 1 mayıs 1333 ( 19 17 ); Makaleler: V , s. 90; Terbiyenin sosyal ve kültürel temelleri: I, s. 9 4 )“ şek­ linde bir anlayışa temayül ettiğine göre, bunun Bout­ roux’un felsefesindeki ircâ edilmezlik gibi telâkki­ si gerekmektedir. Bu itibârla, bu metodolojik bakış tarzı, Gökalp 'ı bu dört hakikatin toplamını dört katlı ve hèr katı müstakil bir binaya benzetmesine zemin hazırlamış olacak ve böylece onu,... hikemî, kimyevî şe'niyet birinci katı, hayatî şe’niyet ikinci katı, ruhî şe’niyet üçüncü katı, içtimâ! şe ’niyet dördüncü katı teşkil ederdi. İlmin umûmî usulü bir binanın müşterek medbalİne benzer; her apartma­ nın husûsî medhaü, dört ilimden her birinin husûsî usûlünü gösterir. Bu katlardan her biri kendinden önce mevcut olana müstenit olmakla berâber, ondan tamamıyla ayrıdır" ( Makaleler : V , s. 90; Terbiye­



585



nin Sosyal ve Kültürel temelleri: I, s. 95) şeklindeki bir görüşün ortaklığına götürecektir. Demek oluyor ki, Gökalp ’a göre, bu anlayış modeli, monizmlerin her çeşidine karşı pluralist bir felsefe görüşüne yaklaşışın izahı olsa gerektir ( bk. N. Akder, Ziya Gökalp 'tn tarik anlaytşt-l : Ziya Gökalp'da tarik anlayışının felsefî temeli", Türk kültürü, teşrin i. I9®3> sayı 12 ). Gökalp da “monist ilmin en zararlı neticele­ ri, bilhassa cemiyet sâhasmda görüldü“ derken, Boutroux *ya katıldığını şöyle dile getirmektedir: Pluralism, Auguste Comte tarafından müphem bir sfirette sezilmekle berâber, bilhassa Boutroux gibi filozoflar... tarafından ileri sürüldüğünü söylemek­ tedir ( Muhtelif ilim telâkkileri", Yeni Mecmua sayı. 46, 30 mayıs 1918, s. 383 ). Ziya Gökalp bir başka yazısında da, çok daha açık olarak, Durkheim sosyolojisinin felsefî kaynak­ ları yönünden de kendi pluralizmini zımnen şu şe­ kilde ortaya koymaktadır: “ ... Tekâmülün bütün devrelerini tetkik edersek görürüz ki, içtimâ yalnız mefkûrenin hâliki değil, tekâmülün her devresini aşan büyük inkılâbın da âmilidir. Her esaslı içtimâ yeni bir şe’niyete başlangıç olmuştur. İçtimâ, bir­ birinden daha yüksek olan şe’niyederi, mertebe­ leri sırasıyla, tekvin ederek ( oluşturarak ), tekâmül adını verdiğimiz müterakkî ( ileri ) tekevvünler (oluşlar) silsilesini vücûda getirmiştir. İçtimâ’m, umûmî tekâmüldeki mühim rolü mâlûm olduktan sonra, artık içtimâ’dan mefkure nâmıyla yeni bir ş e ’niyetin doğmasına hayret etmemek lâzım gelir ( Yaratıcı içtimâ’ Küçük Mecmua., sayı. I5> 11 eylül 1338 [1922], s. r v.dd.; Makaleler: V II, s. 76 v.d,)“ Gökalp, skolâstik ilim telâkkisinin yanı sıra her türlü monist ilim anlayışım da reddetmiştir. İçtimâi hâ­ diselerin fizikoşimik ve biyo-şimik vetirelere ircâım tecviz etmemiştir (tafsilât için bk. N. Akder, “Zi­ ya Gökalp’tn tarih anlayışt-II : “Ziya Gökalp’ın tarik anlayışı açtstndan Atatürk İnkılâbı ve değer­ lendirme bukranı", Türk kültürü, kasım, 1963» II, sayı 13, s. 23; ayn. mil., Türk Ansiklopedisi, X V II, 493). Boutroux'nun pluralizmini tâk’ıp ederek, cemi­ yeti, dört mertebenin en yükseği olarak gören Gökalp, sosyolojiye de bilginin en üstün şekli ola­ rak bakmak zorundaydı. Fakat burada Ziya Gök­ alp, Kosmos’un bünyesinde determinizmden hür­ riyete doğru dereceli bir gelişme bulan Boutroux 'dan ayrılmaktadır. Böylece Ziya Gökalp, Durkheim ’in te ’sîri altında da olsa, içtimâi hayatta hâkim olan daha esnek bir determinizme inanmaktadır ( U. Heyd, ayn. esr., s. 46 v.d. ). Nitekim bu görüş çer­ çevesinde, Durkheim’in dediği gibi, “ aşağı şekil­ lere nisbetle gerçeğin yüksek şekillerinin belirtil­ diği kıvraklık, esneklik, mümkün olabilme ve olur­ luğunun ortaya çıktığı “( Durkheim, Sociologie et philosohie, Paris, 1924,js. 4 2 ), hâdiseler söz konu­



J86



ZİYA GÖKALP.



sudur. Ziya Gökalp ’de, bu düşünce zemininde madde, bayat, ruh ve cemiyet gerçekliklerini ih­ tiva eden pluralizmin gereği bir felsefe anlayışının desteğinde Kem ilimci ve hem de milliyetçi olabilen bir görüş genişliğindeki fikirleri savunur. O , İçtimâiyyattan doğan felsefe, kâinatı, bir taraftan mil­ letler arası medeniyetin, diğer cihetten millî har­ sın gözlüğü ile görür bu ikilikten de felsefenin re­ alizm ve idealizm şekilleri vücûda gelir. Medeniyeti teşkil eden şe 'niyet hükümleri yalnız zarf itibâriyle içtimâi, mazruf cihetinden büsbütün kevnîdir. O hal­ de, medeniyet gözlüğü ile bakan felsefe realist bir mahiyette kalır. Harsı teşkil eden kıymet hükümleri ise, hem zarf, hem de mazruf itibarîyle içtimâidir. Binâenaleyh, hars gözlüğüyle bakan bir felsefede, idealist bir mahiyet alır. Aynı zamanda, medeniyetçi felsefenin beynelmilel, harsçı felsefenin ise, millî olması da zarûrîdir. İlim beynelmilel olduğu dere­ cede felsefede millîdir. Çünkü felsefe, kâinatı bir İçtimaî vicdanın, yâni bir millî harsın gözlüğüyle görmektir? ( E sli Türkçülük.. Yeni türkçülük, Yeni Mecmua, sayı. 42 s. 302). Ziya Gökalp 'm bu dü­ şünce tarzı, şüphesiz bâzı tenkidleri de beraberinde getirmektedir. Şöyle ki "felsefenin içine aldığı ilimler akla uygun ( rasyonel) bir varlıktır. Bir millete bas değil, bütün milletlere mal olabilecek bir nitelik­ tedir. Şimdi nasıl oluyor da rasyonel, milletlerarası olan ilim, verileri ile birleşen kendisi de ister istemez, akla uygun olmak zorundadır. Öyleyse, nasıl olu­ yor da bu felsefe, sonradan millî, yâni akıl-dışı ( a, rationel) bir varlık oluşuna gelebiliyor? ( î. H. Bal­ tacı oğlu, Ziya Gökalp, s, 57 }. Gerçekten bu türlü sorular, her zaman sorulabilir ve cevaplanması da güçtür. Ziya Gökalp 'm kanâatince, “içtimâîyyattan doğan felsefe, ayaklan yalnız sağlam ilimlere basan, elleri en yüksek ve en güzel mefkûrelere ulaşan en doğru, en iyi felsefedir" ( N. S. [ Sadak J, Ziya Gökalp için yaztlanlar-söylenenler: II, Ankara, 1975, s. 221), Buna göre bir felsefenin kıymeti, bir taraftan, müs­ bet ilimlerle ahenkli olmasının derecesiyle, diğer yandan da ruhlara büyük ümitler, vecdler, teselliler ve saâdetler vermesiyle ölçülür. Demek ki, felsefe­ nin bir safhast objektif, diğer safhası sübjektiftir. Binâenaleyh felsefe, ilim gibi beynelmilel olmağa mecbur değildir; millî de olabilir. Bundan dolayı­ dır ki, her milletin, kendisine göre bir felsefesi var­ dır“ ( Türkçülüğün Esasları, s. 179 ) diyen Ziya Gök­ alp için, “felsefede de Türkçülük" elbette meşru olabilecektir. Şimdi onun sosyolojiden doğan bu felsefe anlayışının anahtarlarını ve dolayısıyla sos­ yolojik ana temel kavramlarım gözden geçirebiliriz. 2- S o s y o l o j i k T e m e l K a v r a m l a r . Zi­ ya Gökalp ’m sosyolojisinde hâkim olan sosyolo­ jik kavramların, bir görüşe göre, mefkure, fert ve cemiyet, millet, hars ve medeniyet, kalk Ve güzideler, gibi bir şjmflama içinde takdimi yapılmakta ( bk. U.



Heyd, ayn. esr., s. 48-70 ), bir diğer incelemede de, model olarak “ herşeyden önce Ziya Gökalp sosyo­ lojisinin özünü teşkil eden Kültür ( Hars ) mede­ niyet ve bahlaşma ( asrîleşme, garplılaşma ) kavram­ larının değerlendirilmesine gerek“ ( O. Türkdoğan, ayn. esr., s. 7 ) duyulmaktadır. Bir başka yaldaşış tarzı içinde de, millet, milliyetçilik, türkçülük, turanahk, hars, medeniyet mefkure, türkleşmek ( bk. M, N. Özdeniz, “Ziya Gökalp Ve türkleşmek“ 1976 ydt sosyoloji konferansları : Ondordüncü kitap, İstan­ bul, 1976, s. 28-31 ) kavramları Ziya Gökalp ’m “kullanımında özelliği olan kavramlar“ olarak ele alınmaktadır. Hattâ halk ve hürriyet kavramının X X . asırda ta­ şıdığı mâna ile Ziya Gökalp arasında ( bk. A . Kurtkan, Halk Ve hürriyet kavramlarının X X . astrda ta­ şıdığı mânâ ve Ziya Gökalp, s. 160-170) bir mü­ nasebet araştırmanın meşrutiyetide savunulabilir. Bununla beraber tesbit edilen bu kavramların hemen hepsinin sosyolojik bir mânası bulunduğu doğru olsa ve hattâ Ziya Gökalp ’m kendisinin de makale hâlinde ayrıca yer verdiği halkçılık ( Yeni Mecmua sayı 32 ) milletçilik ( ayn, mec., sayı 33 ) “ milletçilik ve beynelmilelcilik (ayn. mec., sayı 35 ), milletçilik ve cemaatçtlık ( ayn. mec., sayı. 37 ) v.b. gibi kavram­ lar bulunsa bile, bunların nasıl anahtar kavram ol­ maktan uzak bulundukları aşikârdır. Bu bakımdan, Ziya Gökalp 'm sistemini bütünleştiren ve bir ba­ kıma, sisteminin özünü teşkil eden ana temel kav­ ramların, daha doğrusu kavram çiftlerinin mefkure ve ma 'şerî tere 'iler, hars ve medeniyet olduğu gö­ rülür. Böylece aşağıda sâdece sosyolojik ana temel kavramlara belirli ölçüler içinde yer verilmektedir. Ancak bu kavramların açıklanması yolundan, diğer kavramların da açıklık kazanacağı tabiîdir. Bu itibâr­ la diğer sosyolojik kavramların açıklanmasında yine bu temel nitelikteki kavramlara başvurmak süre­ riyle yapılan açıklamalar göstermektedir ki, kavramın ehemmiyetinden de ötede, sosyolojik ana temel kav­ ramlar anahtar olarak rol oynamaktadır. a) M e f k u r e ve m a ' ş e r i t e r e ’ i l e r ( kollekrif tasavvurlar ), Ziya Gökalp, Fransızca" idée 'den türetilen “ideal“ karşısında kendisinin icat edip, sık sık kullandığı anahtar kelimelerinden biri olan “ fikr'den türettiği “mefkûre“ ye (bk ., K . N. Duru, Ziya Gökalp, 1949, s. 114 ve M. Kaplan, göst. yer., s. 435 ), bilhassa İstanbul ’dak! yazı ha­ yatından itibaren, içtimâî hayati yönlediren bir kavram olarak bakmaya başlar. Çok defa birbirle­ rinden fark gözetmeksizin kullandığı, mefkûre ile kıymet ve hattâ ma 'şerî tere 'iler kavramlarının mahiyetinin ne olduğu ve te 'sırlerinin ne şekilde ortaya çıktığı hakkmdaki ana temel soruna Durkheim sosyolojisinde bir cevap bulur ( bk. U. Heyd, ayn. esr., s. 48 ). Esâsen, Durkheim, Revue de métaph­ ysique et de morale (3 temmuz 1 9 1 1 ) ve ayn. mil.. Sociologie şt philosophie ( 1924 ) adlı eserindeki



ZÎYA GÖKALP. Jugements de vakur et Jugements de réalité adlı makaleye göre., insanların ideal sahibi olmaları, içtimâi mahlûk oldukları içindir. İnsanı, kendisinin üstüne yükselten ve bu sûrede ideal yaratan cemi­ yettir. Gerçekten Göfcalp ’m pozitivist temâyülüne uygun olan da, müsbet ilmin, ideallerin var­ oluşunun objektif bir delili olarak lcabûl edebile­ ceği tek teori ahlâki, dinî ve estetik değerleri, içti­ mâi hâdise gibi gören ve bunlan cemiyetin gelişme­ sinde elde edilen kanunların yardımıyla izah eden Durkheim sosyolojisinin ihtivâ ettiği teoridir (bk. U. Heyd, ayn. esr., s, 48 ), Bununla berâber, Ziya Gökalp ’m kendini Durk­ heim sosyolojisinin t e ’sîrİne kaptırmadan öncede, Fouillée 'nin teorisiyle yetindiği, orada fazla kalmayıp, kendisine daha uygun gelecek görüşe doğru bir ara­ yışın içine girdiği de bilinmektedir ( bk. A. Z. F. Fındıkoğlu, Ziya Gökalp, sa vie et sa sociologie: essai sur L'influence de la sociologie française en Turquie, Strasbourg, i 935>s- 33). Nitekim, Gökalp, bu konuda şöyle demektedir: “MâbadüVtâbiacılar mefkurelerin şe’niyetini kabûl ediyordu, fakat, bu şe'niyete tama­ mıyla mâverâî (öteki âlemle ilgili) bir mahiyet veriyor­ lardı. Fikriyatçtlar ise, mefkûreyi mâveraîlikten kur­ tardılar. Fakat, şe ’niyetsiz, irade ile istenilen şelde konulabilir sun 'î bir fikir gibi gördüler. Mefkûrenin mâveraî telâkkisi müsbet ilimlerle uyuşamazdı. Sun 'î şe ’niyetsiz telâkki edilmesi de onun varlı­ ğına nihâyet vermek demekti {Mefkure nedir?, Küçük Mecmua sayı 8; Makaleler: V I I : Ziya Gökalp diyorkt, s. 15-16), “A . Fouillée, kuvvet-fikfrler ve kyvüeihisler nazariyesini ortaya attığı zaman, bunların iki­ sinin de mutlaka içtimâi olduğunu anlayamamıştı. Içtimâiyyat ilmi, bize bunların yalnız içtimâ! oldu­ ğunu göstermekle kalmıyor, aynı zamanda kuvvet hislerin -millî, kuvuet-fiktrlerin-millî harslar tarafın­ dan kabûl edilip millîleşmeleri şartıyla- beynelmilel olduğunu da isbat ediyor“ ( Türkçülük nedir? Yeni Mecmûa., sayı: 27, 10 kânun II. 1918; Türkiyemn Sosyal ve Kültürel Temelleri: I, s. 277). Ancak, İstanbul ’da Dârülfünûn hocalığına başla­ dıktan sonra, sosyoloji hakikî mevzûunu Durkheheim 'le iktisap etti” ( ilm-i içtimâ dersleri, 1329 = 1913), şeklinde tavrını belli eden Ziya Gökalp için, önceki safhada veya daha kesin tavrım ortaya koy­ duğu “ Durkheim ’den evvelki içtimâiyyatçılara da hakikî İçtimâiyatçı nazarıyla bakamam ( “ Muallim“, sayı 9, I mayıs 1333 [1917] ; Terbiyenin sosyal ve kül­ türel temelleri: I, s. 95) tarzındaki bir hesaplaşma devrine girmeden önceki safhada, meselâ Türk Ym du ’ndaki makalelerinde onun kıymet ve mefkûre kavramlarına karşı yaJdaşış tarzının, biraz değişik bir fikir yapısı içinde yer alacağı tabiîydi. Nitekim Ziya Gökalp, “Mefkûreye, hayal, ga­ ye, emel, dilek, diyenler var,, demekte ve şöyle devam etmektedir: Bir millet tarafından mâzide büyük (b ir ) bvıhran zamanında hakikaten ya­



587



şanmış ruhî bir hâlet, zihnî bir mevcudiyettir; ne yaşanmış bir hayal, ne de istikbâlde yaşatacak bîr gayedir. Mefkûre, hâlin mürebbîsi ve istikbâlin hâliki olmakla berâber, mâzinin bîr şe niyetidir. Mil­ letin mâzisinden gelip ( onu ) istikbâline doğru iten fikrî bir hamlesidir. O halde, idée ’den müştak olan idéal ' gibî fik r’den müştak olan mefkûreyi bu yerde kullanmak daha, münâsibtir ( Türk Yurdu, sayı: 8; Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, s. 69). Ziya Gökalp 'm nazarında, “ Mefkûreler, millî felâketlerin kalpleri birleştirerek, umûmî bir kalp yaptığı hengâmlarda ( sıralarda ). bir müttehit kalp­ ten doğar... Bir millet, tehlikede kaldığı vakit, onu fertleri kurtarmaz: bizzat millet kendi kendinin müncisİ ( kurtarıcısı ) olur“ ( ayn. esr., s. 63, v.d. ). Ziya Gökalp ’a göre, mefkûre, kudretini iki şe­ kilde izhar eder: l'c a z (prestige), t e ’yid (sanc­ tion) mefkûrenin ruhlara doğrudan doğruya te­ cellisidir. Fertler, mefkûreli oldukları dakikalarda ruhları, şedit bir vecd ( enthousiasme ) ile dolar... Mefkûre, bir i ’caz kuvvetiyle, fertleri içtimâi şâirfi ’1-menâmlar ( uyur-gezerler ) hâline koyar, ruh­ larına verdiği cezbelerle onları fevk al-insan hâ­ rikalar icrâsma sevk eder. Mefkûrenin te ’yİd kuv­ vetine gelince, bu i'caz kuvvetinin neticesidir... İ’caz, mefkûrenin cemâl sıfatı, te 'yid ise, celâl sı­ fatıdır, Mefkûre, bu İki sıfat yahut kuvvetiyle fert­ leri aynı maneviyette ( maneviyâtta ) birleştirerek, umûmunu mütecânis bîr ruh mahiyetine ifrağ eder” ( ayn. esr., s. 68 ). Görülüyor ki, Zîya Gökalp, “ Türk Yurdu 'ndaki yazılarında [sonradan Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muar astrlaşmak olarak gerçekleşecektir] idéal ’den ter­ cüme ettiği mefkureyi, “ insanların mensub oldukları sosyal grubun varoluşunun ve değerinin farkına var­ dığı zamanda doğan, cemiyetin kendine âit bilgi­ siyle bir tutmaktadır. Onun ileri sürdüğü böyle bir farkında olma hâli, umumiyetle ciddî sosyal buh­ ranlar arasında ortaya çıkan tarihî bir vak ’a, çok defa anî bir ilhamdır... Bu sınırlı mânası için mef­ kûre, cemiyeti, bütün faaliyetleri içinde harekete geçiren ve idare eden bir çeşit gizli kuvvettir; ge­ lecekte gerçekleşmiş olması gereken ne bir gaye, ne de gerçekleşmesi imkânsız bir fantezi değil, fakat bir cemiyetin gelişmesinin belirli bir devresindeki psilojik bir tecrübe mahsûlüdür“ ( U. Heyd, ayn. esr., s, 48 v.d.). Demek oluyor ki, “ mazinin şe’niyetinden kuvvetini alan mefkûre anlayışı, Ziya Gökalp ’1, Demirtaş takma adı altında Yeni Hayat ve Ye­ ni Kıymetler makalesi yazarı olarak, “ Henüz tanı­ yamadığımız bir çok kıymetler var. Yeni bir hayat var ki, biz henüz onu yaşamak değil, tasavvur bile etmemişiz., inkâr edemezsiniz ki, bu âna kadar in­ saniyeti î’Iâ eden ( yükselten ) yegâne âmil mefkûre ( ideal ) ’lerdir. Mefkûreler müphem ve meçhul bir takım gayelerdir ki, insanları ancak müphemiI yetleripdçki cazibeyle, meçhuliyetlerindeki sihirle



588



ZİYA GÖKALP.



sürüklemişler, terakkiye doğru götürmüşlerdir (Genç Kalanlar, nr. 2, 26 temmuz 1327 [1911J; Ziya Göhr alp diyorkf-', Yeni Mecmua, sayı 25-27, kânun I, 1919; Terbiyenin Sosyal ve Külliirel Temelleri, 1, 5. 264, 268), şeklindeki mâzide yaşanmamış yeni hayat ve yeni kıymetler arayışı içindeki düşüncele­ rinden ötürü, elbette yanıldığı sonucuna varacaktı. Nitekim “ Türkçülük nedir?" konusunda kendine yönelttiği sorusuna verdiği cevapta, “ Hakîki mede­ niyet ancak yeni hayatın inkişâfıyla başlayacak olan Türk medeniyetidir fikri, jöven bir nokta-i nazar­ dır. Fakat, her cereyan başlangıcında, bittabiî, müf­ rit bir şekilde meydana çıkar... Anlaşıldı ki, Yeni hayatçılann ibrâ’ etmek istedikleri hakîki kıymetler, bütün milletlere şâmil olacak beynelmilel telâkkiler değil, belki Türk milletine mahsus millî görüşlerden ibârettir. Aynı zamanda, bu kıymetler milletin ru­ hunda gizli iştiyaklar sûretinde mevcut olduğu için, yalnız keşfedilmeleri lâzım gelir. Binâenaleyh, on­ ları ibdâ ’a çalışmak fikri de doğru değildir“ ( Yeni Mecmua, 10 kânun II. 1918, sayı 27; Terbiyenin sosyal ve küllürel temelleri; I, 270) der. Gerçekten Gökalp, Küçük Mecmûa 'daki yazıla­ rında, “ Yeni Mecmûa“ ’da da kısmen dokunduğu... "kıymetler, cemiyetin vicdanında bir takım mefkûrelerdir ki, haricî tabiatla hiç bir alâkaya mâlik de­ ğildir “( Mükâfat ve ırmcâzat meselesine dâir bir kaç söz“ , Yeni Mecmua, sayı 34, 7 mart 1918; Makar leler: V, s. 109; Terbiyenin sosyal ve kültürel temel­ leri, I, r24 ) hükmünün anlayışına yeni bir renk ka­ tacak mahiyette açıklamalara girişir. “ ..Mefkûre tâ ilk menşe’inde bir şe'niyet olarak doğar. Mefkûre de­ diğimiz şey, bu ma’şerî vicdanın şedit ve mütekâsif bir hayat yaşamasıdır. Demek ki, mefkûre, yeni doğduğu zaman canlı bir şe ’niyet, hakîki bir hayat hâlindedir“ { mefkure ve şe’niyet, Küçük Mecmua, sayı, 9, 3 ° temmuz 1338 ¡19 2 2 ]; Makaleler: V II,, s. 48; Ziya Gökalp Diyor k i-, s. 4°) şeklinde hulâsa edilen temanın izahları yer alır. Bundan başka, mef­ kûre bir şe ’niyet olduğu için, her şe ’niyet gibi onun da ilmi yapılabilir. Bunun da tabiî ilimler gibi, müs­ bet usûllere tâbî olması lâzım gelir.. Mefkûre ferdî bir şe ’niyet olmadığı için, bu ilim psikolojisi olamaz, içtimâi bir şe'niyet olduğu için, bu ilim sosyoloji, yâni cemiyetler ilmidir “ Makaleler: V II, s. 4 8 ); Ziya Gökalp diyor kİ-, s. 43 ), Gökalp ’ta içtimâi fel­ sefesinin temel taşını, Durkheim sosyolojisi ve bil­ hassa “kıymet hükümleri ve şe ’niyet hükümleri hakkındaki esaslı fikir teşkil etmektedir. Gerçekten Kıymet hükümleri ve şe niyet hükümleri adlı makalesi onda merkezî bir rol oynuyordu. Bu sûretle Gökalp, bütün seleflerindeki vâkta ve ideal ayrılığından kur­ tuluyordu. Bir nevî içtimâî gerçeklik hükmü ol­ mak itibâriyle, O ideale de bir vâkıa gözüyle ba­ kıyor, ideali seviyor, onun için fedâkârlık İstiyor; fakat bu, ideali bir şey ( nesne ) gibi tedkikine mâni olmuyordu. İdealistlerin realiyeti, İstihfâfı ve realist­



lerin ideali mevkume ve hayal saymasından bu sû­ retle kurtuluyordu. Millî mefkûre 'nin, “ahlâk“ ’ın birer mefkûre olarak sevilmesini istiyor; aynı zamanda onların içtimâî birer vâkıa olarak tedkik edilmesi lâzım geldiğini de unutmuyordu. Zamanına kadar gelen materyalistler ve dinsizler ile idealistler veya dindarlar arasındaki uçurumu doldurur gibi görün­ mesi bundan ileri gelir ( H. Z . Ülken, Ziya Gökr alp, s. 27. v.d .). Gerçekten “şe ’niyet hükümleri ile kıymet hü­ kümleri arasındaki bu derin farktan hareket eden Gökalp, mefkûrelerin kıymet hükümleriyle birlikte, bilgiler âleminin ve maddî âlemlerin dışında vücûda getirdiği bir mânevî hayat“ gerçekliğini ortaya at­ makta ve derûnî hayatı da bu hayat gerçekliğini insanın kendi içinde aramasından ve kendi ruhunda yaşamasından ibâret görmektedir. “Maddiyat sâhasmda bilmek yapabilmektir“ görüşünü tesbit eden Gökalp, “mefkureler ile kıymetler sâhasmı da bilmek yapabilmek değildir. Belki yapabilmektir,, sonucunu çıkarmakta ve mefkûre ile kültür arasındaki münâsebeti şöyle ortaya koymaktadır: "mefkûre, birçok kıymetleri yarattığı gibi, kıymetler de bir çok müesseseleri vücuda getirir. Buna binâen, millî harsın hâlikı mefkûredir diyebiliriz. Mefkûreye ’ yaratıcı mefkûre ’ adı verilmesi bundandır. Fil­ hakika bir milletin mefkûresi inkişaf etmeden, o mil­ letin istikbâlde ne gibi kıymet hükümlerine mâlik olacağı mâlûm değildir. Bir kere yeni mefkûre in­ kişâf edince, derhal o milletin ne olacağı anlaşılır. Filhakika yeni mefkûre zuhur eder etmez, eski kıy­ met hükümleri zâil olmağa, bunların yerine yeni kıy­ met hükümleri meydana çıkmağa başlar. Bu kıymet hükümlerinden de ahlâkî, hukûkî, siyâsî, bediî, İk­ tisadî, lisanı ilh. mâhiyette, birçok yeni müessese­ ler, yeni kaideler doğar. İşte, bu saydığımız hâdi­ selerin mecmûuna milli hars namı verilir. Demek ki, milletin hem istikbâlini haber veren, hem de istik­ bâlde millî harsını yaratan mefkûredir“ ( Mânevi hayat ve dertmî hayat, Küçük. Mecmûa, sayı 10, 30 temmuz 1338 [1922], s. 4; Ziya Gökalp diyor ki—, s. 46 ). Gökalp, mefkûrenin nevileri ve derecelerine de ayrı bir yer vermektedir. Onun kanâatmca, “Cemi­ yetin müteaddit mefkûrelere mâlik olmasının üç se­ bebi vardır: Birincisi, cemiyetin müteaddit zümreler hâlinde tecellî etmesidir. Cemiyet harsî bir zümre olarak nazara alınırsa, millet adını alır. Siyâsî bir zümre itibâr olunur ise, devlet adıyla anılır. Ahlâkî bir zümre mahiyetinde görülüyorsa, vatan diye ad­ lanır. Hukûkî nokta-i nazardan bakılırsa, halk tes­ miye olunur,,. İkincisi, cemiyetin müteaddit câmialara mensup olmasıdır. Cemiyetten daha büyük olup, onu içine alan zümrelere câmiâ adı verilir: kavim, ümmet, medeniyet zümresi gibi... Üçüncüsü, cemiyetin müteaddit tâlî zümreleri muhtevî bu­ lunmasıdır. Cemiyetten daha küçük olup, onun içinde



ZİYA GÖKALP. bulunan zümrelere tâli zümre denilir: sınıf, meslekî zümreler gibi... Vatan mefkuresi, diğer mefkûrelere esastır... Mefkure bir değil, müteaddittir, her mefkûrenin ayrı bir kıymeti, başka bir hizmeti var­ dır... Şu kadar var ki, bu mef kürelerin hepsi kıy­ metli olmakla berâber, aralarında kıymet itibariyle derecât vardır. Hiç bir zaman mâdûn ( a lt) bir mefkûreyi mafevk ( üst ) bir mefkûreye takdim etmeme­ lidir“ ( Mefkûrenin nevileri ve derecâtı, Küçük Mec­ mua, sayı, II ağustos 1338 [19 2 2 ], s. 1 v.d.; Ma­ kaleler: VII, s . 59 v.d,; Ziya Gökalp diyor ki..., s. 49 v .d .). Mânevi ilimleri içtimâi ilimlerle denkleştiren Gök­ alp, “ içtimâîyyâtm canlı bir sergisi olan tarihte mefkureden doğmuş hârikalara sayısız misâller var­ dır“ dedikten sonra, mefkûre sayesinde elde edilmiş başarılardan örnekler verir ve ayrıca “mefkûrenin., içtimâi hârikalarından başka, ferdî hârikaları“ üzerindede durur ve şöyle der: “ Ruh düşkünlüğünü izâle edecek, ruhun müdîr ( idâre edici) kuvvetinin seviyesini yükseltecek en kuvvetli münebbih mefku­ redir“ ( Mefkurenin kârikalart, Küçük Mecmua, sayı 12-21, ağustos 1922; Makaleler: VII, s. 62 v.d.). Mahiyeti hedeften, maksattan başka birşey olan mefkûre“ , “yaratıcı bir hız, yaratıcı bir hamledir. Hedef, düşünülmüş bir gaye, yaratılmış bir maksat­ tır. Bu gayeyi düşünen, bu maksadı yaratan da ce­ miyet değil, ferttir.. Mefkûre mâşerî, hedef fer­ dîdir. Mefkûre müstesnâ anlarda yaşanılmış ve yine o anlarda yaşanabilen hayat tarzıdır. Bu müstesnâ anlar, cemiyetin büyük bir buhran geçirdiği daki­ kalardır... İnsanların bu galeyanlı anlarda yaşadık­ ları bu tatlı saadet hayatına mefkûre adı veriliyor. Demek ki, Mefkûre buhran zamanlarında şiddetli bir halde yaşanılan çok şiddetli bir mâ’şerî hayattır.. O halde mefkûre, cemiyetin kendisidir. Zîrâ cemi­ yet, kendisini terkip eden fertlerden değil, bu fert­ lerdeki müşterek duygular, iradeler ve düşünüşler­ den yâni müşterek vicdandan ibârettir. Bu gözlere görünmeyen mânevi vücûdu, eski zaman adamları “ peri", “melek", “ T an n " timsalleriyle tasavvur eder­ lerdi ( Hedefler ve mefkureler, A . N . Göksel, Ziya Gökalp Ve Çınaraltı, 1939; Çmaraltı konuşmaları Diyarbakır Tanıtma ve Turizm Derneği yayınlan: 14; Makaleler: IX, s. 168-171). Gökalp, ölümünden bir ay önce kızının defte­ rine yazdığı “ Mefkûre“ yi, manzum olarak I I *li hece vezni kalıbında bir peri kızıdır ki görünmez göze, onunla yaşarım dâim öz öze... (bk. F, A. Tansel, Ziya Gökalp külliyatı-1 : Şiirler ve Halk Masalları, Ankara, 1952, s. 336, 373 diye başlayan şiirinde dile getirmiştir. Böylece o “mefkûre“ şiirinde mütefekkir Ziya Gökalp ’m “ mefkûre“ anlayışını şâir olarak daha veciz şekilde hülâsa etmektedir.



Şâirin bu şiirine bakarak, Gökalp'm fikir sistemi ile şahsî psikolojisi arasında, C. G. Jung modelinde, kollektif bir şuur-dışının arşetipik örnekler ( arche-



tipal patterns ) 'iyle ilgili bir münâsebet kurmak da söz konusu edilmektedir ( bk. M. Kaplan, Ziya Gök­ alp ve saadet perisi, Ziya Gökalp ve yeniden doğma temi, Ziya Gökalp ve Yahya Kemal 'e göre Malaz­ girt savaşının mânâ ve ehemmiyeti; Kmlelma, Türk edebiyatı üzerinde araştırmalar, İstanbul, 1976, s. 490-558). ^ Ziya Gökalp, biri uzak, diğeri yakın iki mefkure­ den bahseder. Onun deyişiyle, Uzak mefkûre, ruhlardaki vecdi namütenâhî (sonsuz) bir dereceye yükseltmek için, istihdaf edilen çok cazibeli bir ha­ yâldir“ ( Türkçülüğün Esasları, s. 23); Turan ve Kı­ zıldım (aş. bk.) mefkureleri gibi. Onun, “ yakın mef­ kûre“ olarak vasıflandırdığı şey ise, “ Oğuz ittihadı“ yahut “Türkmen ittihâdı“ dır ki, “ Oğuzların yalnız harsça birleşmesidir“ ( ayn. esr., s. 20 ). Böylece o, yakın mefkûre olarak Türkler arasında kültür bir­ liğinin sağlanmasını hedef tutmaktadır. Türkçülük mefkuresini, “ 1 ) Türkiyecilik; 2 ) Oğuzculuk yahut Türkmencilik; 3 ) Turancılık“ gibi büyüklük noktasından üç dereceye ayıran Ziya Gökalp, “Bugün şe ’niyet sâhasında yalnız Türki­ yecilik vardır. Fakat, ruhların büyük bir iştiyakla aradığı Kızılelma, şe ’niyet sâhasında değil, hayâl sâhasmdadır.. Turan, bütün Türklerin mazide ve belki de istikbâlde bir şe’niyet olan büyük vatanı­ dır“ ( ayn. esr., s. 23. v.d . ) der. Gökalp ’m nazarında, “ Mefkûre, dokunduğu­ nu şe ’niyete kalbeden bir peridir. Yaratılmış ve ke­ mikleşmiş olan içtimâi müesseselere karşı, daimâ yaratıcı bir şe ’niyet hâlinde kalan mefkûre, herhangi bir fikre, hayâle, timsale temas ederse, ona da mefkûrevî bir mahiyet verir. Kıymet hükümleri şe’nîliklerini mefkureden alırlar“ ( Makaleler: IX, 16 1).



Ziya G ökalp’in mefkûre anlayışıyla sosyolojinin belirli bir kesimini aydınlattığı muhakkaktır. Bir kere mefkûrenin fert kaynaklı, psikolojik bir vâkıa olmayıp, içtimâi bir vâkıa olduğu hakkındaki görüşü, husûsiyle cemiyetin bu sırlı kuvvetin te’sîri altın­ da birçok denemelerden sonra onun isteği istikame­ tinde kımıldanması, mânidar örnekler bütünlüğü ile te 'yidi zımmmda hareketlerde bulunması, gerçek­ ten düşündürücüdür ( bk. 1. H. Baltacıoğlu, Ziya Gökalp, s. 129). Demek oluyor ki, mefkûre içtimâi kadro içinde gerçeklik kazandığına göre, “ cemiyetlerin içinde ya­ şayan ve el’ân yaşamakta olan tasavvurlarından hiç birisi asılsız, esassız değildir. Yalnız bunlar sırrı ( mistik ) ve timsâli ( sembolik ) şekillerde tecellî ettikleri için haricî şekilleri ve an 'anevî münâsebet­ leri itibariyle gayr-ı makul ( akd-dışı), gayr-i şe ’nî (gerçek-dışı) görünebilir” (Ahlâk buhranı, Yeni Mec­ mua, I, sayı 7, s. 124 ). Bu bakımdan, mefkûrenin ma­ hiyeti kavranmak isteniyorsa, Onun konusunu teşkil eden değerler, tıpkı objektif bünyeler gibi incelen­ mek suretiyle* gerekli açıklığa ulaşabilir. Esâsen Gök-



ZİYA GÖKALP. alp ’a göre, “ kıymet, eşyanın maddî tabiatında mevcut I asıl mâ'şerî tere ’ iler ’dir... Bir zümre, fertlerinin olmadığı halde, bir cemiyet tarafından onlara verilen müşterek vicdanında şuurlu bir surette idrâk olun­ ehemmiyettedir“ ( Kıymet hükümleri, îslâm Mecmu- madıkça, içtimâi bir zümre mahiyetini hâiz olamaz. ası, sayı 17, 4 kânun 1. 133° [ 19^41; Makaleler: Bunun gibi aslen T ürkçe'ye mensup bulunan bir VIII [Haz. F. R. Tuncer], 1981. s. 34)• “ Biraz kelime, Türk halkının lisânı ve vicdanında artık dikkat edersek, görürüz ki, kıymetler, mevzuların yaşamıyorsa, Türkçe bir kelime olmak meziyetini zatî mahiyetinden ( kendi özünden ) sâdır olmuş de, içtimâi bir hâdise olmak kıymetini de kaybetmiş cüvvanî (immanent) mündemiç keyfiyetler değil­ demektir. Bunun gibi, esâsen Türk töresine dahil dir. Kıymetler kendi mevzuları üzerine dışandan bulunan bir âdet de, Türk halkının ahlâkî vicdanında konulmuş ( superposé ) ve sonradan ilâve olunmuş artık bilinmiyor ve duyulmuyorsa, o da gerek iç­ timâi bir hâdise olmak, gerek Türk ahlâkında bir ( surajouté ) bir takım vasıflardır. Fakat, Gökalp ’a göre, “ ... İçtimaî ( social ) vic­ unsur bulunmak mahiyetlerini kaybetmiş demektir. dan, m â ’şerî vicdan demek değildir, tçtimâî vicdan Bu ifâdelerden anlaşılıyor ki, içtimâi hâdiseler, mut­ bir küldür ki, ın â ’şerî vicdandan başka, meslekî, laka mensup bulundukları zümrenin m a ’şerî vic­ zümrevî ve ferdî şahsiyetin ikisi de içtimâi şahsiye­ danında şuurlu idrlklar hâlinde bulunmalıdırlar, tin birer nevinden ibarettir“ ( Şahsiyetin muhtelif işte mâ’şerî vicdandaki bu şuurlu idrâklere mâ 'şerî şekilleri, Yem Mecmûa, 16 ağustos I 9*7, I, sayı 6; tere 'iler adı verilir... Mâ ’şerî tere ’iler, her cemiye­ Türkiyenin sosyal ve kültürel temelleri, I, 207). “Millî tin bütün fertleri arasında müşterek bulunan, daha vicdanda, İçtimaî vicdanın, millî hayat husûsiyet- doğrusu mâ ’şerî vicdanında meş ’ur ve müdrik bu­ lerini ihtiva eden bir mertebesidir“ ( N. Akder, Ziya lunan suver-i zihniye ( zihnî suretler ) ’den ibârettir. Gökalp 'ın âlim ve idealist şahsiyeti, D T C F D , şu­ [ Bunlar ] içtimâi hayatta büyük bir âmil olur“ ( Türk­ bat, 1945, III, sayı 2 ). Demek oluyor ki, Gökalp- çülüğün esasları, s. 67 v.dd. ). Gerçekten, Gökalp’ın kendisinin de hangi ka­ 'ta “ mefkure, millî vicdan üzerinde yükselmektedir“ ( N. Nirun, Sistematik sosyoloji açısından Ziya Gökr nâatte olduğunu ifâde ettiği beyanının mutlakhğı içindeki “Durkheim içtimâîyatı, içtimâi vicdanın alp, 19, 1981, s. 135). Esâsen, Gökalp ’ın görüşünce, “ ..Fertlerin iç­ ferdî ruhlardan müteşekkil, fakat onlardan ayn timâi bir hayat yaşaması, onlarda müşterek bir vic­ müstakil bir şe 'niyet olduğu esâsına müstenittir“ dan husûle getirir. Müştereken olan bir vicdan, ’ ( M illi terbiye: V II , Muallim, 1 mayıs 1333 [ 19*7 3, fertlerin ruhunda mutlaka mukaddes bir vecd, bir I, sayı,9; Makaleler: V , 95; Terbiyenin sosyal ve kül­ mefkûre sürelinde tecelli eder“ ( Tâife ve zümre, türel temelleri, I, 9 9 ), hükmünü böyle değerlendir­ Yeni Mecmua, I, sayı 4 ). Gökalp, mefkûrenin mâ­ mek mümkündür. Zâten Gökalp, bir münakaşa ze­ nasını Türkçülüğün Esasları (s . 6 8 ) ’mda derece de­ mini içinde mes ’eleye yaklaşış tarzı olarak, düşünce­ sini açık ve seçik şekliyle şöyle açıklamaktadır. “ Içrece genişletmiştir. Gökalp, “ Kendi içtimâi felsefesinde Durkheim- tİmâîyatçılara göre, içtimâi vicdan, ferdî şuur gibi ’ın mâ ’şerî vicdan telâkkisine büyük bir mevkî ve­ doğrudan doğruya idrak olunur bir tere'iler man­ rir. Fakat bu mefhum, Gökalp ’ta “ millî vicdan t e ­ zumesi’¿it, T e r e ’iler manzûmeside, ferdî tere’iler l a k k i s i ve çok ileri bir harekete dönüşür. Bun­ gibi şuurlu ve şuursuz olabilir. İçtimaî tere’ilerin dan dolayı, sırf İlmî bakımdan tamamen Durkheim ’a gibi görünen Türk mütefekkirini, cemiyette oyna­ dığı rol bakımından ondan ileri görmek lâzımdır “( H. Z . Ülken ayn. esr., s. 28 v.d.). Aslında Gökalp, Durkheim’m yorumcusu olarak, ilgili kavramları, hep “millî“ istikâmetinde kullanmış, böylece “ en nâfiz nazarlı bir içtimâiyatçı“ diye tanıdığı ( Türk­ leşmek İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, e, 35 ) Durkhe­ im 'ı sonradan kültür antropologlarının ele alacağı konulara ehemmiyet vermek sûretiyle ve dolayısıyla kültür ve medeniyet ayrımıyla tamamlamıştır. O , bu konularda Tonnies ve Alfred Weber gibi Alman sosyologlarına ve hattâ V . G. Summer ’in Folk­ ways (töreler) adlı eserinde ifâdesini bulan fikir­ lere yakın bulunmaktadır ki, Gökalp üzerinde bu sosyologların hiçbirinin doğrudan te’sîri söz konusu değildir (bk. N. Berkes, Translator's introduction, Turkish nationalism and Western civilization, s. 22). Ziya Gökalp 'm görüşünce, Durkheim, “Bütün içtimâi hâdiseleri bir tek asla ircâ ediyor: Bu yegâne



şuursuz hali, hissiyat-ı âmme (opinion ) dediğimiz hâlettir ki, içtimâi tere 'iler, esâsen bu nev ’i hâdi­ selerin mecmûudur. tçtimâî tere'iler, şuurlaşınca hâdiselerin mecmûudur. tçtimâî tere 'iter, şuurlaşınca iki şekilde tecelli eder: birincisi cemiyet­ teki müesseseler, İkincisi fertlerdeki samimî işti­ yaklar (les aspirations).. Bir cemiyetteki müesse­ seler, o cemiyetin fertleri üzerinde bir i 'caz ( pres­ tige) te’sîrine mâliktir. Tamamıyla içtimaileşmiş olan fertler, müesseselerin hâiz olduğu icbar kuvvetini hissetmeden onlara mutabaat ederler ( tâbi olurlar ). Fakat tamamıyla içtimâîleşmeyen fertler, müesse­ selerin i ’caz kuvvetine karşı gayr-i hassas oldukla­ rından, onlara ancak hliz oldukları icbar kuvvetin­ den dolayı ittibâ ederler (uyarlar), Demek ki, ta­ mamıyla içtimâîleşen fertler, içtimâi duygulan hadsî bir surette (sezgiye dayanarak), doğrudan doğruya olarak duyarlar; yalnız içtimâîleşmeyen fertlerdir ki, bu duygulara aklî ve hesabi tarikle (y o lla ) mutâbaat lüzûmumı idrâk ederler {M illi



2ÎYA GÖKALP. terliğe, VI, Muallimi i mart, 1333 [ 1917 ], I, sayı 8; Terbiyenin Sosyal ve kültürel temelleri, I, 80 v.d. ). Gökalp, yerine göre Durklıeim ’1 hakikati görmekte geç kaldığı için tenkit ettiği gibi, maksadına uygun düşünce, onun yorumcusu durumuna da gîrer. Ni­ tekim, “Durkheim içtimâi vicdanın tedkikine ör/’ü aramakla başlamıyor“ diyen Gökalp içtimâi vicdan ile örf arasındaki ayniyeti, daha da ileri götürerek, Fransız ve Almanların kültürü birbirinden farldı olarak anladıklarım ( Milli terbiye: I, Muallim, sayı I, 15 temmuz 1332 [ 19 16 ]; Makaleler: V, s. 37; Ter­ biyenin sosyal ve kültürel temelleri: I, 35 ) söyleyen Gökalp "Türkçülerin hars dedikleri şey, ne Fran­ sızların Culture’ü nede Almanların K u ltu r’udur“ { Türkçülüğün Esasları, s. 101 ) diyerek “örfün miyârının vecd ( enthousiasme )“ olduğunu ve böylece örfün millîliğini belirterek aynı zamanda, örfü, “iç­ timâi tesânüdü takviye eden kaidelerdir“ diye tarif eder, “örfe dahil olan, yâni cemiyete vecd veren kai­ delerin mecmûuna hars“ ( Türkçülük nedir? 111, Yeni Meemûa, 24 kânun II. 1918, sayı 29; Terbiyenin sos­ yal ve kültürel temelleri, I, 285 ) veya "millî hars, herkesin razı olduğu bu tabiî Örflerin mecmûundan ibarettir“ ( Hars ve Medeniyet, Yeni Mecmâa., 5 ey­ lül 1918, sayı 60; Terbiyenin sosyal ve kültürel te­ melleri: 1, 304) gibi, tahdidi mânada da olsa, örf ile hars arasında bir ayniyet kurmaktadır.



Gökalp ’m İçtimâi vicdan ite aynîleştirdiği ve harsın esas unsuru olarak ele aldığı; ayrıca sos­ yolojik bir mâna vererek İslâmî terminolojide “nasca makbul ve merdûd kaideleri temyiz ve takdir etmek melekesi“ olarak yorumladığı örf üzerinde yazdıkları konu bakımından husûsî bir ehemmiyet arzeder ( bk. Anane ve kaide, Türk Yurdu, II, nr. 15 [ 30] , 2 mayıs 1329 [1 9 1 3 ]; Fıkıh Ve içtimâiyyat, İslâm Mecmuası, sayı 2,13 şubat 1329 [ 19x3 ] ; İçtimâi asûl-ı fıkıh, sayı 3 , 2 7 şubat 1329 [19*3]: Hüsn u Kubh, sayı 8, 8 mayıs 1330 [ 19x4 ]; Örf ne­ dir? sayı 10, 5 haziran 1330 [1 9 1 4 ]; Makaleler: VIII, s. 5, 16 v.d.; Türkleşmek İslâmlaşmak, Muasır­ laşmak, *9*8 ). Çünkü Gökalp a göre, “örf, bir ce­ miyet tarafından umumiyetle benimsenmiş, içtimâi vicdana mal olmuş, bir davranış şeklidir. Bu karak­ teri ile örf, bâzan içtimâi tasvibi sağlıyamamış âdet­ lerden veya sun ’î olarak konmuş kaidelerden ayrı­ lır. Gökalp, bu sûrede, kültüre âit ma’şerî tasav­ vurları örf kavramı ile ifâde etmektedir“ (H . İnal­ cık, Sosyal değişme, Gökalp ve Toynbee, Türk kültü­ rü, mayıs 1965, III, 426). Demek oluyor ki, ma’şerî ( kollektif ) tasavvurla­ rın en açık ve seçik örneklerini, Gökalp ’m çok hu­ sûsî mânada kullandığı hars kavramı içinde görmek mümkündür. Yalnız bilinmelidir İd, hars tamamiyle mânevi bir unsur olarak, bir cemiyeti Ötekinden ayırmaya yarayacak tek miyardır ( bk. M.S. Berkin, ayrı, esr., s. 15 ).



Bununla beraber, Gökalp 'm bir terim mahiyetinde



yer verip kullandığı bars kavramının da gelişi güzel kültür tâbiriyle değiştirilmesinin uygun oîamıyacağt hesaba katılmamalıdır. Bu bakımdan, Gökalp ’m kullandığı kavramların, nüanslarını kaybetmemek öl­ çüsünde, birbirine ircâı söz konusu olsa bile, yine de, gerekli ihtiyatı elden bırakmamak uygun olur. 2 ) H a r s v e M e d e n i y e t : Gökalp, yazı­ larında, hemen hemen 1914 ’e kadar hars tâbi­ rine yer vermemektedir. Türk Yurdu'nda yer alan Türk milleti ve Turan başlıklı yazısında (yıl 3, VI, sayı 62, 1330 [ 1914 ] ) , Şimâl Türkleri, Rus harsı ile perverde (beslenmiş) oldukları halde, Osmanlı Türkleri Fransız yâhut Alman harslarından feyz alıyorlardı. Bu sûrede Türklük hars ve medeniyet İtibariyle de iki mütebâit (u za k ) parçaya ayrılıyor, demektir“ ( s. 2054) ve “Türkçülüğün gayesi bir Türk harsı yaratmaktır. Bu hars, tabiî şark, şimâl ve cenûp Türkleri için müşterek olacaktır. O halde garp Türklerinin Fransız harsına, şimâj Türklerinin Rus harsına mukallit olmalarından çıkacak mahzur zâil olur“ (s . 2057) gibi İfâdelerle medeniyetten ayrı olarak barsın silik de olsa bir tarifi yapılmaktadır. Ancak, Bir kavnün tetkikinde takıp olunacak usul ( aş. b k .) adlı 19x5 ’te yayımladığı bir metodoloji denemesine gelinceye kadar, Gökalp, açık ve seçik ola­ rak hars ve medeniyet ayırışma gitmeden de, ikili tarzda bir medeniyet anlayışım aksettirmiştir. Şöyle ki; “Millî irfanlar sâyesinde Osmanlmın millî me­ deniyeti, Avrupa medeniyetine gıptalar ilham ede­ cektir... Avrupa medeniyetleri çürük, hasta, müteaffin (bozulup kokuşmuş) esaslar üzerine istinad etmiştir. Bu medeniyetler inkırâza (yıkılmağa), izmihlale ( çökmeğe ) mahkûmdur. Hakîki medeniyet, ancak Yeni Hayat 'm inkişafıyla başlayacak Türk medeniyetidir” (sonradan Yeni Mecmua, sayı 25, 27 kânun I. 19x7 ’de tekrar yayımlanacak olan Genç Kalemler, 26 temmuz 1327 [ 1 9 u ] ’deki Yeni hayat ve yeni kıymetler, [ Terbiyenin sosyal Ve kültürel te­ melleri, I, 269 ] ) gibi bir ifâde ile her kavmin iki medeniyeti vardır^ resmî medeniyeti, halk medeni­ yeti, o halde kavımlerin medeniyetlerinden bir ilim olan içtimaîyâtın, halk medeniyetini tetkik eden bir şubesi olmak gerek, işte kaideleri yazılı olmayan ve ancak ağızdan ağıza geçmek süreriyle, bir soyda uza­ yıp giden bu mânevi medeniyeti mütâlaa eden ilme halkfi/ât ( folklor ) adı verilir. Başka kavimlerin resmî medeniyetiyle halk medeniyeti o kadar açık bir sûrette ayırd edilmez. Türklerde ise, bu ayrılık ilk bakışta göze çarpar... Türklerden herhangi bir kısım tat ( kendinden gayri) milletleri taklit ederek, Türk­ lükten uzaklaşırsa, onları da sari tâbiriyle kendinden ayırırdı. T ü r k ’ün kendisine mahsus bir medeniyeti vardı ki, onu uygurluk ( N. Berkes, “ Uygarlık“ di­ yor; bk. Ziya Gökalp, Turkish nationalism and wes­ tern civilization, London, 1959, s. 89) adıyla başka medeniyetlerden ayırd ederdi. Uygurluğıın an 'anelerine töre, nizamlarına tüzük, ftkhına yasa adlan



ZİYA GÖKALP. verilmişti "(H alk medeniyeti: Başlangıç, Halka Doğt u , sayı 14, ro temmuz 1329 [1 9 13 ]; Hars ve mede­ niyet I Haz. Ş. Beysanoğhı 3, 1972, s. 108; Makale­ ler: V III, s. 5 )• Ayrıca biraz daha açık olarak, “Ce­ miyeti vücûda getiren, aynı enmüzeç [ tip ] ’e men­ sup âletler, ihtirâflar [teknikler], ilimlerdir. Bu ümit­ lerden mürekkep olan cemiyet medeniyetine umrân denilir. Cemâat vicdanını teşkil eden âmiller ise, bilhassa dinî, ahlâkî, siyâsî, bediî [ estetik ] ve lisânî hâdiselerdir. Bunlardan terekküp eden cemâat me­ deniyetine ir/ân [ culture ] denilir “( ilm-i içti­ mâi dersleri, 1329 [ 1913 ], s. 42 ) şeklindeki ifâde­ ler, Gökalp tarafından 1915 ’ten önce de mîllî İrfan millî medeniyet ile Türk medeniyeti ( 1 9 u ); an'anevî medeniyeti mütâlaa eden halkîyât (19 3 3 ) ile uygurluk ( I9I3 ) ve cemiyet medeniyeti üm­ ran ( 1 9 1 3 ) karşısında “cemâat medeniyeti irfân [culture] ( 1 9 1 3 ) gibi, ayrı tâbirlerin kullanılma­ sı ve husûsiyle “an’anevî medeniyet“ (19 13 ) ’ten bahsedilmesi, muhtevâ itibariyle, değişik değerleri kuşatan medeniyetin içinde ve özünde mevcud bir farklılaşmayı tazammun eden bir mânaya işâret mâ­ hiyetinde tesbitleri ortaya koymaktadır. Hattâ Türk Yurdu ’nda yer alan Cemaat ve cemiyet (30 mayıs 1329 [1913], III. sayı 17 ) adlı yazımn ileride, Türk­ leşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak (19 18 ) ’da “ hars zümresi, medeniyet zümresi“ tertibinde bir muhtevâ kazanması da göstermektedir ki, Gökalp, hars ve medeniyet ayırımını, 1914/1915 'lerden önce de sez­ miş bulunmaktadır. Gökalp, aynı zamanda 19 14 ’ta yayımladığı K ıztlelma adlı şiir kitabında “Türk medeniyeti tak­ litsiz, sâfi“ ( Haz, F. A . Tansel, Ziya Gökalp külliyait 1 : şiirler ve halk masalları, s. 13); Bilir bir gün millî irfan doğacak“ ( ayn. esr„ s. 3-15 ), “dedi: Türk irfanı, serbest 'bir toprak“ (ayn. esr., s. 1 7 ); “ kimi irfanım “ Kimi cehdini“ ayn. esr., s. 18 ) ile (koşmalarından olan)" İlâhi“ [ 19*3 ] ’de "Yüce Tanrıl Bize doğru irfan ver, Medeniyet eksik: Tamam edelim“ ( ayn. esr., s. 62 ) ve Osman Gazi kurul­ tayda [ 1914 ] “Millî bir irfana doğru gidecek" (ayn, esr., s. 7 2 ) ve ayrıca (destanlarından olan) "Alton destan" [ 1911-1912 ] 'da "Anlasın Türk, millî irfan nerede" ( ayn. esr., s. 8 7 ) tertibindeki mısrâ ve beyitlerinde hep irfan ve medeniyet kavram­ larına yer verdiği halde, hars tâbirini hiç kullanma­ mıştır; ancak 1918 ’de yayımladığı "Yeni hayat" adlı şiir kitabında hars ve medeniyet kavramlarım bir arada kullanmıştır. Nitekim G ökalp’m, yeni hayat ve yeni kıymetler yazısının ek olarak girdiği yerde, "Genç kalemler'le başlayıp, Yeni Mecmua ’da hâlâ devam eden cereyan bilhassa felsefî ve içtimâî bir harekettir. Bu hareke­ tin esâsı, millî hars ’1 aramaktadır“ ( Türkçülük nedir? Yeni Mecmua, 27 kânun I. 1917, sayı 25; Terbi­ yenin sosyal ve kültürel temelleri: I, 258) yönünde, Türkçülük hareketinin esâsının mijlî harsı aramak



olduğunun açık ve seçik beyânıyla önceki medeniyet tesbitinin, hars ile yer değiştirmesi şeklinde tavır takınması, onun, yalnız harsa ne derece ehemmiyet verdiğinin işâreti olmakla kalmamakta, aynı zamanda içtimâî hayatın medeniyet ve hars gibi, birbirinden farklı, belfi-başlı temelli iki görüşü arasındaki sı­ nırlan belli etmekte, bâzı ipuçlarını ortaya koymak­ tadır. Her ne kadar Gökalp, sonradan Kızılelma ’ya al­ dığı, hem Genç Kalemler ( III., nu. 14 kânun II., 1327/XII, 1912), hem de Türk Yurdu Mecmuası 'nda (24. sayıya ilâve. Ahun Armağan, 18. X I. 19 12 ) ya­ yımladığı Altrn Destan ’da, “ ülkeleri yabancı bir dev­ let tarafından zaptolunduktan sonra yurtlarında kal­ makla berâber, Türk an 'anesini kaybeden ve başka milletlerin âdetlerini taklit eden soysuz, bozuk Türkiere Sart denilir... Türklüğünü kaybedenler, Türk idâresinde yaşasalar bile Şarttırlar... Uygur, Türklerin millî medeniyetine uyanlar mânasındadır” (H az. F. A .T ansel, ayn. esr., s. 343 v.d.; 1977 bas­ kısında s. 333 v.d.; Makfdeler: II, 55 v.d .) şeklinde yaptığı açıklamalarında, milli medeniyet açıkça ol­ masa bile, bu kavramla medeniyetin çok husûsî bir mânasına temas etmiş olmaktadır. Bununla beıâber, 1915 'ten önceki yıllarda da henüz mübhem de olsa, hars kavramına yer vermiş bulunması herhalde ma­ nidar tesbitler olsa gerektir. Gökalp ’m ilk defa hars ve medeniyet ayırışı biraz silik de olsa, Türk Yurdu'ndaki, Türk Milleti ve Tu­ ran başlıklı ( 20 mart 1330 [ 1914 ] ) yazıda ve son­ radan da millî sosyoloji tetkiklerine başladığı sırada ( Bir kavmin tetkikinde tâkfp olunacak usûl, M T M , I, sayı 2, mayıs-haziran, 1331 [ I9 I5 ] ; Makaleler: III, Ankara, 1977) adı ile 1915 'teyayımladığı bir me­ todoloji denemesinde daha açık bir şekilde görülmek­ tedir, Gökalp, yaptığı sınıflamaları L ’Année sociolo­ gique ’in X L ve X II. ciltlerine dayandırdığını ve metoda lit kaidelerde Durkheim’dan mülhem ol­ duğunu söylemekle berâber, burada Durkheim’da ayrımı yapılmayan kavramlara ilk defa açıklık ge­ tirdiği muhakkaktır. Bu kavramlar hars ve medeniyet kavramlarıdır. Ziya Gökalp bu denemesinde, ilk defa müstakil bir medeniyet, yâni hars anlayışına yer vermektedir. “ Bir kavim beynelmilel medeniye­ tin müesseselerine kendi lisan ve vicdanının rengini vererek, onları kendi ruhuna uydurmağa başladığı dakikada müstakil ve millî bir medeniyete, yâni harsa malik olmaya başlar. Bir kavmin bütün mânasıyla tam bir millet olması, ancak bu yolda müstakil bir harsa sâhip olmasıyla kaimdir. Millî harsın başladığı günden itibâren muhtelifü ’I-menşe’ [ ayn kökten ] olan .beynemilel müesseseler arasında samimî bir ahenk teessüs ederek onlan canlı bir uzviyetin mütesânit uzuvları hâline koymaya başlar. Hars birbi­ rine merbut manzume [ système [ ‘lerden, her manzûme de birbirine merbut müesseselerden mürek­ keptir. Harsı teşkil eden manzûmeler şunlardır:



2ÎYA GÖKALP. Manzûme-i diniye, manzûme-i ahlâkiye, manzûme-i hukukîye, manzûme-i bediîye, manzûme-i lisâniye, tnanzume-i iktisadiye, manzume-i fenniye. Harsı terkib eden bu manzûmeler arasında samimî ahenkler bulunduğu gibi, her manzumeyi teşkil eden müesse­ seler arasında da samimî bir ahenk mevcuttur. Mü­ esseseler arasındaki bu ahenk, müesseselerin istinad ettiği dinî, ahlâkî, hukûkî ilh. örflerden, yâni efkâr-ı âmme ( yk. bk. ) ’lerden neş’et eder. Bir millete âit muhtelif efkâr-ı âmmelerin ahenkdâr olması da hep­ sinin aynı bünye-i içtimâiden tevellüt etmesinin neticesidir. Kavimlerm içtimâi hayatları, içtimâi bünyelerine tâbi olarak tabavvül ve tekâmül eder. Kavimlerin tasnifinde İçtimaî bünyenin miyâr tu­ tulması bu esâsa müstenittir ( göst. yer., 13 v.d. ). Aslında Ziya Gökalp m bu makalesi, umûmî sos­ yolojiye taalluk etmekle berâber, yukarıda da işâret edildiği üzere, millî sosyoloji tedkikleri hakkında da onun düşüncesinin sistemli karakterinin örneklerini ve ifâdesini ortaya koymaktadır. Şüphesiz, bu makalede takıp edilen hedef, cemiyet tiplerini tâyin etmekte­ dir. Bu nokta Gökalp için, ancak bir vâsıtadır. Esâsen bu makalede ortaya konan mühim husus, X X . asrın Türk cemiyetinin hangi tipe, hangi n e v ’e âit olduğu sorusuna cevap vermekte yatmaktadır. Gök­ alp 'in bütün görüşleri gibi burada örfle ilgisi bu­ lunan millî kültüre taallûku olanlar da, sonunda mil­ lî tip mes’elesine müncer olurlar ( bk. A. Z. F. Fm* dıkoğlu, Ziya Gökalp, sa vie et sa sociologie: essai sur L ’influence de la sociologie Française en Turquie, s. 192), îşte, bu millî tipe âit zarf ve mazruf mes ’elesi, Gökalp ’ı derinden meşgul etmektedir. Onun bilâhire dile getireceği sekiz türlü içtimâî hayatın yahut sistemlerin özü ve kalıbı arasındaki iştirak ve ben­ zerlik noktalan, onu cemiyetlerin iç gelişmesinden, kültürün, çeşitli kültürlerin karışmasından da, me­ deniyetin meydana geleceği ( harsla medeniyetin mü­ nâsebetleri, YeniMecmûa, III, sayı, 6r, 12 eylül 1918; Terbiyenin sosyal ve kültürel temelleri, I, 307) hakkmdaki bir anlayışa götürmüş bulunmaktadır. Şöyle ki: "Bir milletin harsı yalnız kendisine mahsustur, Çünkü harsın esâsı, dinî, ahlâkî bediî heyecanlardır, bu heyecanlar da milletin en samimî ve en derûnî duygulandır: bu derûnî duygular, milletin kendi şah­ siyetinin samimî ifâdeleri olduğu gibi, bunlara inzi­ mam eden ( eklenen ) husûsî lisanı da milletin tarihî ve içtimâî hayatının bir aynasıdır. Milletin hâiz bu­ lunduğu medeniyet ise, kendisine mahsus değildir. Çünkü, medeniyet, müsbet ilimlerden, fennîye ( tec­ hnique ) ’lerden ve usûllerden mürekkeptir ve bunlar da bir milletten diğerine kabil-İ nakildir. Meselâ Almanya’nın harsı kendisine mahsustur; medeni­ yeti ise, bütün Avrupa milletleri arasında müşterektir ( Aile âhlâkt' asri âile ve milli âile, Yeni Mecmua, I, sayı 20, 22 teşrin II. 1917, s. 321 ). Gökalp, metodolojisinde, Durkheim ’a sâdık olîslâm Ansiklopedisi



m



malda berâber, "Durkheim sosyolojisinde medeni­ yet ve kültür ayınşma rastlanmaz. Bu ayırış daha çok Alman düşüncesinin malıdır. Durkheim ’m eserlerinde kültür ve medeniyet arasında bir ayırım cihetine gidilmediğine göre, bu farkı, Gökalp nereden çıkarıyordu? Gökalp’in oku­ duğu kitaplar arasında, denildiğine göre, • böyle bir ayırım gözeten F. A. Wolf ve daha çok Löon Bourge ile Novikov ’un eserlerinden mülhem olduğu iddia edilmiştir: Çünkü o, Leon Bourge’nin kitabın­ daki şu cümleyi etrafındakilere tekrar edip dururdu: ‘‘Bir millet varlığı, elbette onun içinde bulunan in­ sanların ortak tarzda yeme şekillerinden, içmele­ rinden, nefes almalarından istidlal edilemez. Bir millet ancak kendi için düşündüğü, yolunu kendine âit bildiği, kendine mahsus fikirleri olduğu ve tam istiklâline kavuştuğu anda vardır... Millet, düşüncesi ve ahlâk itibariyle ortak bir ya­ şayışa sâhip olan uzuvlara denir: tam olan her mil­ letin bir dini, bir dünya görüşü, san’al, edebiyat ve ilim yolunda ortaklaşa bir gidişi vardır“ ( M . E. Erişirgil, Türkçülük devri, milliyetçilik devri, insanltk devri, Ankara, 1958, s. 142). Aslında Gökalp ’m kültür ve medeniyet konusun­ da takındığı tavrı, kaynaklara ve tek faktöre dayan­ dırmak doğru değildir. Gökalp, bu konuda yalnız Fransız sosyologundan değil her iki kavramı tek bir ad altında medeniyet olarak vasıflandıran Gustave Le Bon ’dan da açıkça ayrılmaktadır ( bk. Heyd, ayn. esr,, s. 66 ). Durkheim ’da “medeniyet kaynağı ve koruyucusu” olan cemiyetin iç gelişmesinden doğan kültürü ( Hars­ la medeniyetin münâsebetleri, Yeni Mecmûa, sayı 6r, 12 eylül 1918; Terbiyenin sosyal ve kültürel temelleri, I» 3°7 )> Gökalp, medeniyetten ayrı olarak ortaya koy­ makta ve bu ayırımın içinde sosyal ve kültürel de­ ğişme mes’elesine, yeni Türk âilesi açısından şu pratik sonuçları ilk çözüm yolu göstermektedir: “Memleketimizde, medenî terakkî ile harsî tekâmül arasında bu derin farkların anlaşılmaması yüzünden, diğer müesseseler gibi âilenin de şedit ( şiddetli) bir buhran geçirmekte olduğunu görüyoruz. Bir taraftan garpçılar, millî harsın mevcudiyetinden haberdar olmadıkları için, yalnız medenî terakkiye ehemmiyet veriyorlar; binâenaleyh, her husus gibi âile sâhasmda da, körükörüne Avrupa’yı taklide çalışıyorlar; asri âileye vâsıl olacağız diye, milli âileyi tahrip ediyorlar. Diğer taraftan müfrit şarkçılarda, an ’anevî âile bozulacak diye asrî âileyi, asri kadınlık telâkkilerini kemâl-İ şiddetle reddediyorlar. Bize göre, bu ifratçı cereyanların ikisi de doğru değildir. Türk âilesi, Avrupa medeniyetinden yeni zihniyet­ ler alarak, şüphesiz asrîleşecektir. Fakat, Türk âile­ si, ne Fransız âilesinin, ne İngiliz İdesinin ve ne de Alman âilesinin bir eşi olmayacaktır... Çünkü har­ sın inkişafı, bütün canlı mevcutların tâbî olduğu dahilî tekâmül tarikiyledir. Binâenaleyh, âilenin ve F . 38



594



ZÎVA GÖKALP.



kadınlığın harsa âit kısmı da ancak bu tarzda tekâ­ mül edecektir. Bundan dolayıdır ki, T ürk ailesinin medenî unsurları îtibâriyle yarın ne olacağını, bu­ günden az çok tâyin edebiliriz. Fakat Türk âilesinin ve T ürk kadınlığının harsî tekâlümünü tâyin etmek için elimizde şey ’î ( objektif ) olarak hiç bir vesika yoktur. Hayat ’m doğuracağı bu mevlûdu an­ cak o doğduktan sonra tavsif edebiliriz Aile ahlâkı ; asrî aile ve milli âile, Yeni Mecmua, sayı 20 s. 383 ). "Sisteminde âileye çok fazla yer vermiş“ ve “sis­ temini Max Weber gibi sosyal münâsebetler üzerine değil, birim ve öz olarak kabûl ettiği âile yapısı üze­ rinde geliştirmeyi tercih etmiş olan“ (N . Nirun, Sistematik sosyoloji açısından Ziya Gökalp, s. 2 ), G ökalp’m âilenin gelişmesi bakımından"görüş tar­ zı olarak ortaya koyduğu kültür ve medeniyet gö­ rüşünün, Alman sosyolojisinden, muhtemelen ünlü Gemeinschaft und Gesellschaft adlı eserini 1887 'de yayımlamış olan Ferdinand Tönnies ’ten, dolayısıy­ la almış olabileceğine de aynen işâret edilmiştir. Nitekim Gökalp ’m faydalandığı sosyologlar ara­ sında Tönnies ’e rastlanmamaktadır, ' Gökalp ’m kültür ve medeniyet ayınşmda Tönnies ’e bağlı­ lığım açıklamak da oldukça güç olsa gerektir (bk. U. Heyd, ayn. esr., s. 66 v.d,; O. Türkdoğan, Ziya Gökalp sosyolojisinde bâzı kavramların değerlendi­ rilmesi, s. 14 v.d. ). Tönnies’e göre, “ Sosyal ola­ rak “organik“ olan şeyden "mekanik“ olan şeye doğ­ ru bir derlemeye tekabül eden cemâat ve cemiyet arasındaki ikiye bölünme, halk topluluğu (Volks­ tum ) kültür ’ünden devlet organizasyonu ( Staatstum ) medeniyeti ’ne bir geçiştir. Kültür, örf ( sitte )’ü, dini ve san’atı ihtivâ eder. Medeniyet ise, hukuk ve ilmi içine alır... Halbuki, Tönnies *in kültür-medeniyet zıtlığı, aslında, onun düşüncesindeki Gemeinsc­ haft-Gesellschaft kutupluluğuna nispetle, şekil ba­ kımından, ikinci derecededir (A . L. Kroeber-C. Kluckhohn, Culture: a critical reıüim of concepts and définitions, New York, I952, r963, s. 27 v.d. ). Hattâ bu bakımdan, Gökalp ’m 1918 ’de yayım­ ladığı Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak ( Haz. i. Kutluk), 1976, s. 29-42), adlı eserindeki IV. makaleye hars zümresi, medeniyet zümresi adım ver­ miş olduğuna, halbuki bu yazının Türk Yurdu (30 mayıs 1329 [1 9 13 ], s. 565-570 ) ’ndaki başlığının cemaat ve cemiyet adım taşıdığına bakılacak olursa, Gökalp ’m sonraki düşüncesinin ona cemâat ( com­ munauté) karşılığında hars zümresi ve cemiyet (soci­ été ) mukabilinde de “medeniyet zümresi tâbirlerine, şeklî yönden yer vermesine imkân ve zemin hazır­ lanmış olmasından başka bir şey düşünülemez. Fransız turkoloğu J. Deny ’nin, Gökalp üzerin­ de 'kültür fikrinin te’siri olduğu ( bk. A . Z . F. Fındıkoğlu, ayn. esr., s. 195 ), iddiası da tedkike muh­ taçtır. Yalnız bilinen şey, şekilce de olsa Tönnies ’in kültür ve medeniyet zıtlığı anlayışı, Gökalp İçinde bir gerçektir ( bk. O. Türkdoğan, ayn. esr., s. 16 ).



Bununla berâber Gökalp ’ta kültür ve medeniyet kavramları arasında zıtlaşmanın ötesinde bir aykı­ rılık bulunmadığı oldukça açıktır.' Onun nazarında “ her milletin hayatında medeniyet ve hars diye ikİ unsur vardır. Milletlerin mukayeseli tarihi bize gös­ teriyor ki, hu iki unsur arasındaki münâsebetleri irâe edecek ( gösterecek) bâzı kanunlar vardır. Evvelâ: bir millette hars bulunuyorsa, harsî bir cereyan, harsî bir haraset varsa, onun neticesi olarak mede­ niyet de inkişâfa başlar. Yâni medeniyet, harstan sonra olabiliyor. Meselâ: İslâmiyet hidâyette dînî bir galeyan, bir vecd sürerinde doğmuş, hars mahi­ yetinde bulunmuş olduğu halde sonra görüyoruz ki, bir medeniyet husûle getirmiştir ( Medenî İntibah, harsî intibah-Hars ve medeniyet [Haz. Ş. Beysanoğlu], s. 58; K. N. Duru, Ziya Gökalp, İstanbul, 1949, s, 2 1). Gökalp ’a göre kültür ile medeniyet arasındaki bir diğer münâsebet şekli de şöyledir: “Her kavmin ibtîdâ yalnız harsı vardır. Bİr kavim, harsen yüksel­ dikçe siyâsetçe de yükselerek kuvvetli bir devlet vücûda getirir. Diğer taraftan ise, harsın yükselme­ sinden medeniyet de doğmaya başlar. Medeniyet, ibtidl millî harsdan doğduğu halde, bilâbire komşu milletlerin medeniyetlerinden de bir çok müesse­ seler alır. Fakat, bir cemiyetin medeniyetinde fazla bir inkişâfın sür ’atle husulü muzırdır... Fertte se­ ciye ne ise, cemiyette de hars odur. Binâenaleyh, zihnin fazla inkişâfı ferdî seciyeyi bozduğu gibi, medeniyetin fazla inkişâfı da millî harsı bozar. Mil­ lî harsı bozulmuş olan milletlere dejenere milletler adı verilir” ( Türkçülüğün Esasları, s. 37 }. Esâsen Gökalp ’in da tesbit ettiği gibi: “Bir ce­ miyette hariçten alman beynelmilel medeniyet millî harsa istinat ve temessül ederse, hiç bir zarar gelmez; bilâkis, büyük faydalar vücûde gelir. Aksi halde ise, cemiyetin harsî inhilâle dûçâr olmağa ve binaena­ leyh, cemiyet tereddî etmeğe ( gerilemeğe) başlar. Çünkü, her cemiyetin temeli, kendi husûsî harsıdır (Hars ve ırk, Yeni Mecmûa, 26 eylül 1918, III, sayı 162, 184; Hars ve Medeniyet, s. 9 1). Kültürle ilgili ve ona dahil olan unsurlar, ancak cemiyetin bütün fertlerinde kaynaşmaya sebep olur ve onlar arasında duygu birliğini dâvet edebilir. Bu itibarla: “Bir mil­ letin fertlerini duygu birliğinden mahrum eden ve yahut iş bölümüne mânî olan müesseseler harsa münafî ( a y k ır ı) ’dır... Milletimizin kendine mahsus bir örfü, bir meşrebi vardır. Bu örf, ne eski an ’anelerin esiri kalabilir, nede kozmopolitlerin keyfine göre büsbütün garbî şekillere girebilir. Sırf, kendi : kendine değişir, tekâmül eder; fakat, zorla ne ge­ riye, ne de deriye götürülemez” ( Hars ve medeni­ yet, Venı Mecmûa, III, sayı 160, 5 eylül 1918; Ter­ biyenin sosyal ve kültürel temelleri, I, s. 303 v .d .). Kültüre, kendi seyir ve inkişafının ötesinde, dış baskınm tatbikini verimsiz telâkld eden Gökalp, çok daha açık olarak “ Hars, cemiyetlerin derûnî



ZİYA GÖKALP. inkişafından, medeniyet İse, muhtelif harsların thlâtmdan husule gelir“ (Hars ile medeniyetin münâ­ sebetleri, Yeni Mec., 12 eylül 1918, III, sayı 61; Ter­ biyenin sosyal ve kfiltürel temelleri: I, s. 307 ), demek sûretiyle kültür ile medeniyet arasındaki zıtlaşmaya öncelikrsonrahk münâsebeti içerisinde ve bir zaman sürecinde yer vermekte ve bunun dışındaki bir mü­ nâsebeti de, mekânı zamana ircâ ederek bir meşrui­ yet tanımaktadır. Ona göre, “Türk milleti yirminci asrın içinde yaşıyorsa, harsı da yirminci asra mensup bir hars demektir“ (Milli terbiye II, Muallim, 15 ağustos 1902, sayı 2 ; Makaleler: V , 44; Terbiye­ nin sosyal ve kültürel temelleri: I, 43 ). Demek olu­ yor ki, Gökalp ’m nazarında kültür, cemiyetin iç oluşmasından, medeniyet ise, kültürlerin karışmasın­ dan meydana geliyor ( Baltacıoğlu, ayn. esr., s. 148 v .d .). Bununla berâber, Gökalp, her ne kadar medeni­ yetin kültürlerin karışmasından meydana geleceğini ifâde ediyorsa da, bu noktada, kültür ve medeniyet değiştirme balonundan onun temsil ettiği görüşün dayanağı şöyledir:“ ... Her medeniyet, başka bir sis­ teme mensuptur. Adetâ her medeniyetin başka bir mantığı, başka bir (estetiği) , başka bir hayat telâkkisi vardır. Bundan dolayıdır ki, medeniyetler birbirine karışamıyorlar. Yine bundan dolayıdır ki, bir mede­ niyeti bütün sistemiyle kabûl etmeyenler onun bâzı kısımlarım alamıyorlar. Alsalar bile bazım ve temsil edemiyorlar, medeniyeti de, din gibi dışından de­ ğil, içinden almak iktizâ eder, ona da ibtidâ inanmak ve kalben bağlanmak lâzım" (Medeniyetimiz, Yem Mec., 15 kânun II., 1923, IV, sayı 2-68; Türkçü­ lüğün esasları, s. 49; Terbiyenin sosyal ve kültürel te­ melleri : I, s. 238 ). Şüphesiz Gökalp ’m meseleye yaklaşış tarzı için­ de, yanlış bir değerlendirmeye gitmemek bakımın­ dan, kendisinin sınırladığı ölçüler içerisinde din ve medeniyet münâsebetini de anlamak gerekmektedir. Onun görüşünce: “ ... Medeniyet, dinden ayrı bir şeydir. Böyle olmasaydı, dinleri ayn olan zümreler arasında müşterek olarak hiç bir müessesenin mevcut olmaması lâzım gelirdi. Din yalnız mukaddes müesseselerden, yalnız itikâtlar ile ibâdetlerden ibâret olduğu için, bunların dışında kalan lâ-mukaddes mü­ esseseler, meselâ ilmî mefhumlar ile fennî âletler, bediî kaideler, dinin haricinde ayrı bir manzûme teş­ kil ederler. Riyâziyât, tabiîyât, hayatiyât, rûhiyât, içtimâiyât gibi müsbet ilimler, sanâyie ve güzel san’atlara mahsus fennîyyeler dinlere mahsus değil­ dir. Binâenaleyh, hiç bir medeniyet, hiç bir dine nisbet edilmez“ (Medeniyetimiz, Yeni Mec., sayı 60; Türkçülüğün Esastan, s. 5r ! Terbiyenin sosyal V e kül­ türel temelleri: I, 240).



595



medeniyeti hazırlar. Nitekim, ona göre: “Bir mem­ lekette... dinî, mefkûrevî, millî bir aşk doğunca har­ sın esâsını teşkil eder... Bunun neticesi olarak hars inkişaf ettikçe medeniyet de genişlemektedir (K . N . Duru, Ziya Gökalp, Medeni intibak, karsi intibah, s. 22; Hars ve medeniyet, s. 58 ). Ziya Gökalp, daha Diyârbekir safhasında, “Bir devlet nasıl gençleşir.“ sorusuna, “ İbni Haldun, uzviyetler gibi devletle­ rin de Ömr-i tabiîsi olduğunu iddia ediyor, tik na­ zarda sadık görünen bu kaziyenin (hükm ün) biraz ta’mikten (derinleştirdikten) sonra butlâm (yan­ lışı ) meydana çıkar... Devletlerde ise, fertlerin muzafferiyet ve rüçhânı istifâ-yı tabiî kanunundan baş­ ka, istifâ-yı aklî düstûruna da tâbidir ( Peyman gaz., 3 ağustos 1325 Î9 ağustos 1909], sayı 8; bk. Ma­ kaleler: I [ Haz. Ş. Beysanoğlu ], s. 88; Ş . Beysanoğlu, Ziya Gökalp ’m ilk yazı hayatı, s. 1 2 1 ) şek­ linde kötümser olmayan bir tavır takınarak, kanâa­ tini, ortaya koymuştur. Sonradan o, bu konuda kültür ile medeniyetin münâsebetlerine dâir üç türlü ka­ nunun varlığından bahsedecektir: “ 1. bir cemi­ yette harsın inkişâfı medeniyetin de inkişâfım in­ taç eder... 2. Eski cemiyetlerde medeniyetin fazla bir inkişâfa mazhar olması harsm inhüâline sebep olmuştur. 3. Medeniyetçe dun ( aşağı) fakat harsça yüksek olan bir kavim, medeniyetçe yüksek, fakat kültürü bozulmağa başlamış olan devletlere galebe çalar“ ( Hars ite medeniyetin münâsebetleri, Yeni Mec., III, sayı 61; Terbiyenin sosyal ve kültürel temelleri: î, 310 v.d .).



Tarihten aldığı örneklere dayanarak, medenî iler­ lemenin eski kavimleri zayıflattığı, halbuki, kültürel yükselişin, tam tersine, onlara büyük bir üstünlük gücü ve yaşama kabiliyeti verdiği anlayışının tem­ silciliğini yapan Gökalp, bütün düşüncelerinde, “cemiyet varlığından söz açınca en büyük ehemmi­ yeti medeniyete değil, kültüre verir. Ona göre kül­ tür, cemiyet denen varlığın temeli, yaratıcı özüdür. Kültür olmayınca medeniyet olmaz“ ( î. H. Baltacıoğlu, ayn. esr., s. 150 ). Esasen Gökalp’m nazarında, "...Medeniyetinde nıku harsdır... Hars... sun *î vesâitle doğmaz, o ken­ diliğinden ( milletin vicdanından ) tabiî olarak do­ ğar, kültür tekâmül tankıyla olur, tekâmülü dahilî bir hamledir. îçten dışarıya bir inkişaftır. Bir millette hars yoksa, onu hariçten alamayız, o ısmarlanmaz“ ( H a r s V e m e d e n i y e t , s. 6 1; K . N. Duru, ayn. e s r . , s. 24).



Gökalp 'ın ortaya koyduğu bu tesbitler, bugün ant­ ropologlar tarafından da kabûl görmektedir. Gerçek­ ten, “Kültür, medeniyeti içine alır. Hiç bir modem antropolog, ne medeniyeti kültürden kalite yönün­ den, farklı olarak görür, nede medenî ve medenî Görülüyor ki, Gökalp ’m bakış tarzında, kendi­ olmayan arasında bir ayırım yapar ( R. L. Beals-H. sinin de ortaya koyduğu gibi, kültür ile medeni­ Hoijer, An introduction to anthropology, New York, yet asla birbirine aykırı değildir; ancak aralarında 1965, s. 267 ). “Kültürün doğuşunda, coğrâfî durum ve insan bir zıtlaşmadan bahsedilebilir. Tabiatıyla kültür,



ZİYA GÖKAL p . unsuru başlıca rol oynadığından ve topluluklar an­ cak yaşadıkları bölge şartlarının te ’sîri altında kendi kültürlerini kurabileceklerinden, çeşitli kültürler ara­ sında ilericilik, yükseklik v.b. gibi ayırımlar yapmak, bâzılarım üstün, bâzılarmı ibtidâî saymak ilmi an­ layışa uygun düşmez“ ( 1. Kafesoğlu, Türk Milli kültürü, Ankara, 1977, s. 3 )• Gökalp da, çoğu meslekdaşlarmdan baylİ önce şöyle demektedir v M edeniyi mes ’elesinin müphem kalmasına bâis olan sebeplerden birincisi, medeniyet mefhumu ile, medenilik mefhumunun birbirine ka­ rıştırılmasıdır. Eski zamanlarda, cemiyetler, şu üç haletten birine mensup sayılırdı : Vahşet, bedâvet (göçebelik), medeniyet. Bugün, vahşet kelimesi, ilim âleminden büsbütün dışarı atıldı. Çünkü, eskiden vahşî denilen ibtidâî cemiyetlerin de kendilerine mahsus birer medeniyeti olduğu meydana çıktı. Hat­ tâ, bu cemiyetlerin bâzı tekâmül merhalelerinden geçtikleri anlaşıldığından, bunlar hakkında ibtidâî cemiyetler tâbirinin kullanılmasından bile çekinen­ ler var... Medeniyet mes’elesinin müphem kalma­ sının bir diğer sebebi de, medeniyetin yalnız bir türlü olduğunu zannetmektedir. Halbuki, medeni­ yet de müteaddittir... Medeniyetlerin coğrâfî hudut­ ları ayrı olduğu gibi, tarihî tekâmülleri de birbirinden müstakildir. Bu tekâmüllerin de bir başlangıcı ve bir nihâyeti vardır. Fakat, medeniyet zümreleri harsı zümrelerden daha geniş oldukları için, ömürleri de ötekilerin Ömründen daha uzundur“ ( Türkçülüğün esasları, s. 48 v.d.; Terbiyenin sosyal ve kültürel te­ melleri : I, 235-238 ); Medeniyet tâbirinin, İlmî ve teknik ilerleme, şehirleşme, sosyal organizasyonun karmaşıklığı yö­ nünden iyice belirtilmiş, gelişimin en ileri bir mer­ halesini gösteren cemiyetler için kullanılmış olabi­ leceğinin delilleri de mevcuttur. Zâten Gökalp da, bu türlü anlayışın temsilcili­ ğini yapmakta olup, etnografya araştırmalarının, göçebelerde, hattâ vahşîlerde kendilerine mahsus bir medeniyeti bulunduğunu meydana çıkardığına işâret ederek, şöyle demektedir “ ... Mütemeddinlik (civilisé) ve medenîlik (civilité) ise, tekâmül etmiş milletlere mahsustur. Medeniyet bir değil, mütead­ dittir. Hangi zamanda ve mekânda yaşarlarsa yaşa­ sınlar, birbirine komşu oldukları için, ayrı müesseselere mâlik olan cemiyetlerin mecmuana medeniyet zümresi denilir. Medeniyet zümreleri de, siyâsî ve dinî cemiyetler gibi, tâyini, ilmen kabil hudut­ larla birbirinden ayrılmışlardır. Medeniyet zümre­ lerinin de, milletler gibi husûsî târihleri vardır. Bîr medeniyet zümresi, muayyen bir mekân ve zaman içinde doğar, yaşar ve ölür“ ( Türk medeniyeti tarihi, s. 17 v.d. ). Esâsen, Ziya Gökalp‘a göre: “ Nefsî (sübjektif) bir mahiyeti haiz olan dînî itikatlar, ahlâkî vazifeler, bediî şekiller, hukukî kaideler ve alelûmun mefku­ reler bir hars zümresi ’ııiıı telâkkileridir. Ş e y ’î (ob­



jektif) bir mahiyeti haiz olan İlmî hakikatler, sıhhî, İktisâdi ve umrânî kaideler, zirâî, sınâî ve ticarî âliyatlar (teknikler) ve alelûmun riyazî ve mantıkî mefhumlar bir medeniyet zümresinin telâkkileridir ( Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, s. 3°- v.d,). Ziya Gökalp 'm bu konudaki, görüşü kısaca şöyledir; “ Medeniyetin bir takım milletler arasında müş­ terek olması milletlerin de münferit bir hayat yaşa­ mayarak, daha büyük, bir zümre hâlinde birleştik­ lerini gösterir. Medeniyetleri müşterek olan millet­ lerin bu sûretle teşkil ettikleri içtîmâî dâireye mede­ niyet zümresi adı verilir“ ( Aile ahlâkı '• asri aile ve milli âile, Yeni Mec., 22 teşrin II., I9r7j I» sayı 20. s. 381). Görülüyor ki, Gökalp’m ortak bir medeniyet içinde, her millete has millî kültürlerden mürekkep bir kültürler koleksiyonunun var olduğu biçimindeki bu açıklama tarzı, bir kültür izâfîliği ( relativizm ) kad­ rosu içinde kültürleri yerleştirmekten ibârettir. Eğer kütür relativizmi ile: I ) sosyolojide bir metod; 2 ) bir kültür determinizmi ve bir kültürel ger­ çeklik felsefesi; 3 ) değer sistemlerinin, husûsiyle ahlâk, siyâset ve estetik’in değerlendirilmesi için bir rehber; 4 ) sosyal kültürel reform ve değiştir­ menin pratik problemlerine doğru bîr tutum kastediliyorsa ( bk. D. Bidney, Cultural relativisim, [ nşr. ] D . L . Silis, International Encyctopaedia of ihe social Sciences, 1968, III, 543). Gökalp’m da buna çok ya­ kın bir mânada bir millî kültür relativizmi içinde hüküm yürüttüğü çok açıktır. Onun tesbiti şöyledir: “Şu kadar var ki, yalnız millî harsdan hoşlanan millî zevk ile, yabancı harslardan hoşlanan haricî zevk’i bir birine kanştırmamahdır... Her milletin aslî ve dâimî olan zevki, millî zevkidir; haricî zevk ancak ikinci bîr derecede kaldığı zaman makbul ola­ bilir... Tehzib marazı bîr bal aldığı zamanlar, muzır olur. Bir tehzib, millî harsın hukukuna riâyet ettiği müddetçe, normaldir. Millî harsın haklarım çiğne­ meye başladığı andan itibâren hasta ve m a’lûi bir tehzib mahiyetini alır,,. Türkçülük kozmopolitlik­ le i'tilâf edemez ( bağdaşamaz ). Hiç bir Türkçü koz­ mopolit olmadığı gibi, hiçbir kozmopolit de Türkçü olamaz. „ Her ferdimiz, millî ve beynelmilel olarak iki içtimâi hayat yaşamaktayız. Millî hayatımız, yal­ nız millî harsımızı yaşamaktır. Beynelmilel hayatı­ mız ise, bir taraftan beynelmilel medeniyetten, di­ ğer taraftan her biri husûsî ve orijinal lezzetlerin bir mecmuâsı olan yüzlerce harslardan hisseleri­ mizi almaktan ibârettir. Tanzim at’tan beri resmen mensup olduğumuz medeniyete gelince, bu da garp medeniyetidir... Bizce, Fransızlara, İngilizîere, Al­ ınanlara, Rusiara, Italyanlara âit güzellikler, ancak egzotik güzellikler olabilir. Bu güzellikleri sevmekle berâber, hiç bir zaman gönlümüzü onlara vermeye­ ceğiz. Biz gönlümüzü, rûz-ı elesten ( ezel gününden ) beri millî harsımıza vermişsizdir. Bizim İçin dünya güzeli, millî harsımızın güzelliğinden ibârettir,..



ZİYA GÖKALP. Görülüyor ki, Türkçülük, bütün aşkı ile yalnız ken­ di orjinal harsına meftûn olmakla berâber, şöven ve mutaassıp da değildir. Avrupa medeniyetini tam ve sistematik bir sûrette almaya azmettiği gibi, hiç bir milletin harsına karşı istiğna (yabancı kalma) ve İstihfâfı ( küçümseme duygusu ) da yoktur. Bilâkis, bütün millî harslara kıymet veririz ye hürmet ederiz. Hattâ birçok istisaflarına (kötülüklerine) hedef ol­ duğumuz milletlerin bile, siyâsî teşkilâtlarını sevme­ mekte devam etmekle berâber, medenî ve harsî eser­ lerine meftun, mütefekkirleriyle san’atkârlanna hürmetkâr kalacağız" ( Türkçülüğün Esaslart, s. 100 v.d. ). Ziya Gökalp temsil ettiği bu düşünceleriyle, ger­ çekten kültür relativizminin hararetli bir taraftarı olarak görünmektedir. Milliyetçilik ve milletler­ arası dayanışma şuuru yönünden, onun insaniyetçiliğe ne kadar yakın bulunduğu ve ne derece mü­ samahalı bir düşünce yapısına sâhip olduğu da çok açık olarak meydandadır. Onun nazarında... “Bir Türkçü kendi milletini aziz tanıdığı nisbette başka milletleri de muhterem tanımağa mecburdur. Mil­ liyetin kudsiyetine inanan bir adam, bu inancından hiç bîr milleti ayrı göremez. Hangi devlet, hangi millet, hangi unsur emperyalist siyâset tâkip ederse, Türkçülük onun aleyhindedir" ( Milliyetçilik ne beynebmUiyetçİlik, Yeni Mec., 14 mart 1918, II, sayı 35, s. 163 ). Bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki, Gökalp, kültür medeniyet kavramlarına zıtlaşma yönünde yer vermekle berâber, onun bu kavram çifti arasında yaptığı ayırım, bir aykırılık şeklinde asla yorumlana­ maz, Gökalp 'm “ harsî mahiyette olan zümre vicdan­ ları, cemiyete has olan akıl ve mantıkla dâimî bir mücâdele hâlİndedir. Fert, bâzan vicdanına fazla esir olduğu için makul düşünemez, bâzı kere de fazla bir salâhiyet verdiği için vicdanının duygularını boğar; vicdan ile akd yahut hars ile medeniyet ara­ sındaki bu muhasama (düşmanlık) içtinabı kabil (kaçınılması mümkün) olmayan bir zaruret değil­ dir. Çünkü vicdanın hizmeti, içtimâi bir i ’caz ( pres­ tige ) ’a sâhip olan kıymetleri takdir, akim memuri­ yeti ( işi ) ise, şey ’î hakikatleri tansîs ( savunmak ) ’tir. birincisi bizim niçin yaşamalı, * sualimize ' mefkure için cevabım verir. İkincisi nasıl yaşamalı, suali­ mize makul bir sûrette diye mukabele eder. Birin­ cisi inşâî hükümleriyle irademizi, İkincisi ihbar! (deneme ve görgüye dayanan) hükümleriyle mü­ debbirinizi ( tedbirliliğimizi ) sevk ve idâre eder. Hülâsa, birincisi bize gayeleri, İkincisi vasıtaları gösterir" ( Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâstrlaşmak, s. 36 v.d. ). Gökalp “vicdan ile akıl yahut kültür ile medeni­ yet arasındaki bu düşmanlık, kaçınılması mümkün olmayan bir zarûret değildir“ derken, yukarıda da dokunulduğu gibi, vicdan ile hars ve abjl ile medenî-



597



yet arasındaki kavramların denkliğinden hareket etmiş, kültür ile medeniyet arasında bir çarpıştır­ mayı düşünmemiştir. Gökalp 'm anlayışmca kültür ile medeniyet ara-? sındaki mücâdele, te’lifi mümkün görülmeyen ça­ tışma değil, yalnız anormal, kendisinin deyişine göre, gayr-i tabiî. denilebilecek şartlara izâfe edilen bir mücâdeledir ve üstelik alt-kültür gruplarının vie? damları arasında da ancak doğan marazî tersliklerdir ki, çatışmaya zemin teşkil edebilir. Hattâ aynı ya­ zısında Gökalp,.“ .. Şurası da nazara alınmalıdır ki, medeniyet zümresi bir çarşı halkı sûretinde başlar. Çarşıda terzi, kunduracı, ekmekçi, tuhafiyeci gibi hirfetçiler ( zenaatkârlar) yalnız kendi menfaâtleri için çalışırlar. Fakat bunların kendi menfaltlerine çalışmalarından umûmî menfaat husule gelir. Bunun gibi, bir medeniyet zümresi dahilinde muhtelif milletlerin her birisi orijinal bir hars yapmak üzere, aralarında iş bölümü yapmışlardır. Ferdî kabili­ yetlerin ihtilâfından mahallî iş bölümü husule gel­ diği gibi, milletlere âit istidatların tebâyününden (tezatlarından) de milletler arasında hars bölümü husule gelir“ ( ayn. esr., s. 39), deyip iş bölümüne kıyasen hars bölümünden bahsederek, şöyle devam etmektedir: “ Muâsırlaşmak tâbirinin mânası asri olan medeniyet zümresinin gittikçe tekemmül eden ilim ve marifetinde hiç bir milletten geri kalmaya-? cak sûrette faik ( üstün) bir mevkî ibraz etmektir (kazanmaktır). Medeniyet zümresi içinde müşterek bir insan hayatı yaşamak, hiç bir vakit ne âile ve dev­ let hayatlarının hususiyetine, ne de millet ve ümme­ tin tazammun ettiği Harsî tesanütlere münafî (kar­ şı ) değildir. Biz Türkler, asrî medeniyetin akıl ve ilmiyle mücehhez olduğumuz halde, bir Türkislâm harsı İbdâ etmeye çalışmalıyız“ ( ayn. esr., s. 41 v .d .). Gökalp ’m gerçekleştirmeyi hedef edindiği Türkislâm kültürü nasıl yaratılabilir? Onun nazarında : “ Asrın fünûn ( ilimler ) ve felsefesini, âliyât ( tek­ niklerini ) ve usûlîyâtım ( metodolojilerini) millî ve dinî an’anelerimizi izah ettiğimiz sûrette aşılar ve mezcedersek, muâsır bir islâm-Türk medeniyeti hâsıl olacaktır. Ve işte halk ruhunun Kızılelma (bk. Kmlelma [Haz. H. T an u ], Zİya Gökalp yayayınlan: 1976, s. 133 v.d .) ,diye aradığı bu mev’ut vatanına vâsıl olduğumuz zamandır ki, hakîki mâna­ sıyla harsen hür ve medeniyeten müstakil olacağız" ( ayn. esr., s. 28 ). Kültür ile medeniyet arasında bir diyalog arayan Gökalp, kültür ve medeniyetin münâsebetlerine dâir bâzı sosyal ve kültürel kanunların varlığından da bahsetmiştir. Bu bir bakıma, adı konmadan, kül­ tür ilmi ( culturology) 'nİn, yâni kültür vetiresi­ nin, biyolojik ve psikolojik terimlerle değil kültü­ rün kendi kesimleri!ile açıklamasıdır (Culturology içinbk. L. White, "Culturology“ [nşr. D . L. Silis], göst. yer., ş, 547 ), Esâsen Gökalp ’m nazarında, hars



598



ZIYA GÖKALP.



ile medeniyetin, aykırılaşmaya asla örnek teşkil et­ mediğinin, olsa olsa bir farklılaşmanın görünüşü içinde, “ birleşmekle bir abengi ancak tekmil edecek“ anlayışını sembolize eden onun ( 4-4"4“3 ) bece vez­ niyle yazılmış medeniyet ( Yeni hayat, doğra yol Ibaz. M. Cunbur], Ziya Gökalp yayınları, 1976,3,22; [Haz. F. A. Tansel], ayn. esr., s. 124) manzûmesinde açıkça belli edilmektedir. Gökalp, “Bu manzûme­ sinde Garp medeniyetinin timsali sayıla-gelmiş A v­ ru p a c ı bir akademiye yabut orkestraya benzetir. Ona göre bu akademinin Üyeleri milletlerdir. Garp medeniyeti, o milletlerin dayanışmalı harslarından doğmuştur... Milletler, bir dârülfünûn suretinde tasvir edildiği bu üniversitenin hocaları mevkıindedîrler ve her bİrİ kendi ihtisasını temsil eder“ ( N. Akder, Doğamman doksan beşinci yıl döniimande Ziya Gökalp, Türk kültürü, mart I971, sayı 101, s. 428) ki, medeniyet lehine mîllî harslardan vazge­ çilmek diye bir şey de söz konusu değildi. Esâsen, Gökalp 'm “ hars millîdir, medeniyet beynelmilel­ dir” deyişinin ötesinde “Hars ilham iledir, medeni­ yet usûl iledir. Hars da, medeniyet de, bütün içtimâi hayatları câmidir. Duygu hâlinde harsın içine girer mefhum hâlinde iken ise, medeniyetin içine girer,, ( Hars ve medeniyet üzerine bir müsakabe, Hâkimi­ yetti milliye, 1 mayıs 1339 [ I923] Makaleler: IV, [Haz. F. R. Tuncer], Ankara, 1977, s. 4 3 ), tefriki, sınırların tâyininde belli kıstasları ortaya koymaktadır. Demek oluyor ki, Gökalp’m “ hars ve medeniyet ayrılığıyla ifâde etmiş olduğu bu içtimâî vâkıa şuuru, fertler arası planda hürriyet ve mes’ûliyet, cemiyet­ ler arası planda millî istiklâl ve milletler arası şuur­ larının mütesânid bütününe tekabül etmektedir (N . Akder, Hamdullah Suphi TanrtÖver’de milli­ yet fikri ve milliyetçilik mefkuresi, Türk Kültürü, temmuz 1966, sayı 45, s. 776), Fakat, Ziya Gökalp, medeniyete daha sonraları kültüre yakın vasıf ta­ nımıştır. Ona göre, her medeniyet ayrı bir sisteme mensuptur. Başka bir mantığı, başka bir hayat gö­ rüşü vardır. Medeniyetler birbirleriyle karışmazlar, sâhaları tekâmülleri ayrıdır. Ziya Gökalp ’in görü­ şünce, birbirine zıt medeniyetler, aynı cemiyet içinde yanyana yaşayamaz ve uzlaştınlamaz. tfö dinli bir fert olmadığı gibi, iki medeniyeti! bir millet de olamaz ( H. İnalcık, göst yer., s. 429 ), Memleketimizde medeniyet ile kültürü sistemli bir şekilde ilk tarif eden Gökalp’tir. Onun tarif­ leri, teferruata âit bâzı noktalar istisnâ edilmek sü­ reliyle, bugün antropolojide ve sosyolojide umûmiyetîe hâkim olan telâkkilere çok benzemesi bakımın­ dan tazeliğini muhafaza etmektedir denebilir (bk. M . Turhan, Kültür değişmeleri, İstanbul, 1951, s. 32 v.d .). Gökalp, sonradan önceki tariflerini genişleterek, kültür ile medeniyeti bu şekilde karşılaştırmakta­ dır : Fransızca calime kelimesinin iki ayrı mânası vardır. Bu mânalardan birini hars, diğerini tehzil



tâbiriyle tercüme edebiliriz. Hars hakkındaki bü­ tün sû-i-tefehhümler (yanlış anlamalar ), Fransızca culture kelimesinin böyle iki manalı olmasındandır... Hars ile tehzib kelimeleri arasındaki farklardan bi­ rincisi, harsın demokratik> tekzibin aristokratik ol­ masıdır. Hars, halkm an anelerinden, teâmüllerinden, örflerinden, şifahî veya yazılı edebiyatından, lisanından, mûsikîsinden, dininden, ahlâkından, bediî (estetik) ve iktisâdî mahsûllerinden ibârettir. Bu bedîaların ( güzel şeylerin ) hazînesi ve mü­ zesi halk olduğu için, hars demokratiktir. Tehzib ise, yalnız yüksek bir tahsil görmüş, yüksek bir ter­ biye ile yetişmiş hakîki münevverlere mahsustur. Tehzib ’ in esâsı, iyi bir terbiye görmüş olmak; ma’kulâtı ( akla dayanan bilgileri). güzel sanatları, ede­ biyatı, felsefeyi, ilmi ve hiçbir taassup karıştırmak­ sızın dini, gösterişsiz, samimî bir aşk ile sevmektir... Tehzib, husûsî bir terbiye ile busûle gelmiş husûsî bir duyuş, düşünüş ve yaşayış tarzıdır. Hars ile teh­ zib ’ in ikinci farkı birincisinin millî, İkincisinin bey­ nelmilel olmasıdır. Bir insan, barsın te ’sîriyle, belki de yalnız kendi milletinin harsına kıymet ve­ rir; fakat tehzib görmüşse başka milletlerin hars­ larını da sever ve onların lezzetlerini de tatmağa ça­ lışır. Binâenaleyh tehzib, temas ettiği insanları bi­ raz insaniyetçi biraz müsamahakâr, her ferde, her millete karşı hayırhâh ( iyilik ister ) ve iktitafcı ( éc­ lectique) yapar... Türkçüler’in hars dedikleri şey ne Fransızların culture ’ü, ne de Almanların Kül­ tür ’udur. Fransızlara göre, Fransız culture *ü öte­ den beri, sırf edebî kuvvetiyle cihan-şümûl bir teh­ zib mahiyetini almıştır. Almanlara göre, güyâ Alman kultur'u da, orduları mağlûp olmasıydı, askerî ve iktisâdî kuvvetleriyle bütün cihana hâkim olacak­ tı.. Biz, medeniyetçe, irfanca, iktisatça ve tehzibçe Avrupa milletlerinden çok geri kalmış olduğumuzu inkâr etmeyiz ve medeniyetçe onlara yetişmek içîn bütün kuvvetimizle çalışacağız. Fakat hars itibariyle hiç bir milleti kendimizden üstün görmeyiz“ ( Türk­ çülüğün Esasları, s. 96-102). Görülüyor ki, Gökalp ’m bu değerlendirme mo­ deli içinde kültür ve medeniyet anlayışı, bir oriji­ nallik arzetmektedir. Bununla berâber, onun hars tâbirinin, uluorta kültür kelimesine ircâ edilmesinin mahzurlu olacağı da dikkate alınmalıdır. Gerçi, bugün hars tâbiri yerini kültür kelimesine bırakmış görünmekte ise de, hars ’m millîlik yönünden ağır­ lığı hesaba katılmalıdır. Gökalp, hars ve medeniyet kavramlarını, daha açık ve seçik olarak şu tarzda da kullanmıştır. “Bir medeniyet, müteaddit milletlerin müşterek malıdır. Çünkü her medeniyeti, sâhipleri olan mü­ teaddit milletler, müşterek bir hayat yaşayarak vü­ cûda getirmişlerdir. Bu sebeple, her medeniyet, mutlaka beynelmileldir. Fakat bir medeniyetin, her millette aldığı husûsî şekilleri vardır ki, bunlara hars adı verilir ; 1 ) Medeniyet beynelmilel olduğu halde,



ZİYA GÖKALP. hars millîdir. 2 ) Medeniyet bir milletten başka bir millete geçebilip fakat Kars geçemez. 3 ) Bir millet medeniyetini değiştirebilir; fakat Karsını değişti­ remez. 4 ) Medeniyet, usûl ve akıl vâsıtalarıyla ya­ pılır. Hars, itham ve hads vâsıtalariyle yapılır. 5 ) Medeniyet, İktisadî, dinî, hukukî, ahlâkî ilh. fikirle­ rin mecmûudur. 6 ) Hars, dinî, ahlâkî, bediî duygu­ ların mecmûudur“ { Türk medeniyeti tarihi, s. 19). Hülâsa “ Hars, sevdiğimiz şeylerin mecmûudur; medeniyet de beğendiklerimizin mecmûudur" ( Mal­ ta konferansları [Haz. F. Kırzıoğlu], Ankara, 1977, s. 1 1 4 ). ~ Görülüyor ki, kültür, Gökalp’ın İndinde anahtar terimdir. “ Hars yalnız bir milletin, dinî, ahlâkî, hukûkî, muakalevî ( spekülatif), bediî ( estetik), li­ sanı, iktisâdî ve fennî (teknik) hayatlarının âhenkdâr bir mecmûudur ( Türkçülüğün Esasları, s. 25), Bu sekiz türlü içtimâi hayatın hepsi, Gökalp 'ta bîr yandan kültürü ve diğer taraftan da medeniyeti mey­ dana getirmektedir. Bu bakımdan, Gökalp 'ta hars, manevî değerleri daha fazla içine alan, aynı halkın insanlarını, duygu ve düşünceleri ile derinden bir­ birine bağlayan bir mânevî harç vazifesi görmektedir. Harsm içinde olmak ve harsı içinden duymak, in­ sanı millî harsa, milliyet duygusuna ve millete gö­ türen yegâne yoldur... Gökalp, içtimâi hayat alanın­ daki bütün hâdiselerin millî kültür içinde toplan­ masına temâyül göstermekle berâber, ancak bilgi mümârese (alıştırma), âlet yapma ve âlet kullanma gibi davranışları, daha ziyâde kültür muhtevasın­ dan medeniyete doğru bağlamaya çalışmaktadır ( bk. N. Nirun, Ziya Gökalp ‘a göre şahsiyetin teşekr külü ve tekâmülü. Türk kültür araştırmalanı 1976, X V , 1-2; Ziya Gökalp için yazılanlar söylenenler-, III, 402 v.d .). Görülüyor ki, Gökalp, sekiz türlü içtimâi hayat bakışıyla... Medeniyet tarifini genişletmiştir. Bununla berâber, O , dâima, bir nokta üzerinde ısrarla dur­ muştur. Bütün bu unsurları, medeniyet sun'i ola­ rak meydana getirir. Meselâ, bir Türk mûsikîsi vardır; asırlar zarfında Türk kavminin koynunda meydana gelmiştir. Bu mûsikî, milletin topunun he­ yecanlandır. Onun yanında teknik usûllerle meyda­ na getirilmiş, isîâm medeniyetine mahsus bir de klasik mûsikî vardır. Milletin bütününü değil, bu terbiyeyi almış belirli bir zümreyi heyecanlandırır. Edebiyatta, hukukta, lisanda ve diğer sâhalarda da aynı şeyi tesbit etmek kolaydır. Medeniyet zümre­ lerinin bir mâ’şerî vicdanı, bir harsı yoktur“ ( H. İnalcık, göst. yer., s. 427 v.d .). Böylece Gökalp 'in Türkçe, Arapça ve Acemce 'den ibâret olan üç lisanın sarfını, nahvini, kamûsunu birleştirmekle husule gelmiş, sun 'î bir halitadan ibâ­ ret... Osmanlıca 'nın harsımızdan pek az hissesi var­ dır. Bundan dolayı, ona medeniyetimizin lisanı idi diyebiliriz. Memleketimizde bu iki lisan gibi, iki vezin de yanyana yaşıyordu. Türk halkının kullan­



599



dığı Türk vezni, usûl ile yapılmıyordu...Osmanlı veznine gelince, bu Acem şâirlerinden alınmıştı.. Binâenaleyh aruz vezni, millî harsımıza dahil olma­ dı... Memleketimizde bunlardan başka, yanyana ya­ şayan iki mûsikî vardır. Bunlardan birisi halk ara­ sında kendi kendine doğmuş Türk mûsikîsi, diğeri Fârâbî tarafından Bizans 'tan tercüme ve iktibas olunan Osmanlı mûsikîsi 'dir... Edebiyatımızda da aynı ikilik mevcuttur... Ahlâkta da aynı ikiliği gö­ rürüz. Türk ahlâkı ile Osmanlı ahlâkı birbirine zıt gibidir... Hattâ, ulemâmız arasında da bu ikiliği görüyoruz... Yalnız memleketimize mahsus olan bu garip vaziyetin sebebi nedir? Niçin bu ülkede yaşayan bu iki enmuzeç (örnek), Türk enmuzecİ ile Osmanlı enmuzeci birbirine bu kadar zıttır? Niçin Türk enmuzecinm herşeyi güzel, Osmanlı enrnuzecinin her şeyi çirkindir? Çünkü, Osmanlı enmuzeci Türk un harsına ve hayatına muzır olan emperya­ lizm sâhasına atıldı, kozmopolit oldu, sınıf menfa­ atini millî menfaatin fevkinde gördü.. Bu iki sınıf birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı, kendini millet-i hâkime ( hâkim millet) suretinde görür, idâre et­ tiği Türklere mit!et-i mâhkume (mâhkum millet) nazarıyla bakardı. Osmanlı medeniyetinin güzide­ lerine „havas” denildiği gibi, Türk harsının da ozan­ ları, âşıkları, babaları ve ustaları vardı, demek ki, memleketimizde iki türlü güzide ( seçkin ) '1er mev­ cuttu. Bunlardan birincisi sarayı temsil ediyordu.. Ulemây-ı rüsûm nâmım alan Osmanlı ulemâsı ka­ zaskerlikte, kadılıklarda yüksek maaşlar ve arpalık­ lar alırlardı. Halk hocalarından ve şeyhlerinden ibâ­ ret olan Türk diniyatçılannı ise, yalnız halk besler­ di“ ( Türkçülüğün Esastan, s. 27-34), tarzında tavır takınmasının meşruiyeti savunulabilir mi ? Gök­ alp 'm bu telâkkisi sisteminin mi, yoksa sisteminin izahı zımmında verdiği muhtevaya âit hatâlar veya yanlışlar mıdır? Bu sorular, aslında Gökalp 'm sistemli kafasında kendisine tevcih edilmiş olup, cevaplar çok açık ve seçik olmasa bile, makale hâlindeki ve hattâ kitap tertibine girmiş yazıların hüviyeti içinde bile ken­ dilerini pek gizlemiş sayılmazlar. Bu bakımdan “Şark­ ta havassa (yüksek sınıfa) mahsus olmak üzere, bir "dümtek,, mûsikîsi vardı. Fârâbî, bu mûsikî fennini Bizans 'tan alarak Arapça 'ya nakletti. Bu mûsikî Arab 'm Acem 'in, Türk 'ün harsına girmek­ le berâber, halkın derin tabakalarına inemedi. Yal­ nız havass tabakasına münhasır kaldı ( Medeniyeti­ miz, Yeni Mec., 15 kânun II., 1923, IV, sayı 68/2; Türkçülüğün Esasları, s. 53; Terbiyenin sosyal ve kül­ türel temelleri: I, 241 ) hükmünü verirken ve hattâ “Edebiyatımız ile mûsikîmizin millî olmaması da harstan ziâyde medeniyete kıymet vermemizin bir neticesidir. Servetifünûn Edebiyatı, eski Dîvân Edebiyâtı kadar bu milletin zevkine uygun gelmedi“ ( Hars ve medeniyet, Yeni Mec., 5 eylül III, sayı 60; Terbiyenin sosyal ve kültürel temelleri : I,



6 oo



ZÎYA GÖKALP.



s, 34) gibi çok daha kesin bir tavır takınırken, Gökalp, “ Harstan ziyâde medeniyete kıymet ver­ meyi“ kınadığım ve aynca “eski Dîvân Edebiyatımız Üe dîvân mûsikîmiz, eski cemiyet hayatımız üzerinde sathî bir zar hâlinde kalmıştı “ ( Hars ile medeniyetin münâsebetleri, Yeni Mec,, 21 eylül, 1918, III, sayı



161; Terbiyenin sosyal üe kültürel temelleri : I, 3*7 ) derken de, kendi sisteminin mantığı içinde “ insan­ lar, sırf millî zevkleriyle tattıkları zaman yalnız millî harslarına uygun eserlerden hoşlanırlar. Fakat in­ san her gün aynı yemeği yemekten usandığı gibi, dâima aynı harsa mensup edebiyattan, aynı mûsi­ kîden, aynı mîmârîden Üh. gıda almaktan da bıkar. Bu sebeple şikemperverler ( midesine düşkünler) hergün yemek listelerini değiştirdikleri gibi, tehzibli adamlar da, zaman zaman başka harsların çeş­ nileriyle ağız değiştirmeye ihtiyaç duyarlar“ ( Türk­ çülüğün Esasları, s. 9 9 ) ve dolayısıyla “ Bir milletin güzideleri, zihnî terbiyelerini başka milletlerden alabilirler. Fakat milletin hİssî terbiyesi, fertlerin bir millî harsla meşbû olması demektir“ (Hars ve Irk“, Yeni Mec., 26 eylül 1918 sayı 62; Hars ve me­ deniyet, s. 91 ) şeklinde kavi bir savunma taktiğini denemektedir. Bu itibarla, Gökalp’m bu konudaki fikirlerine katılmamak, .söz konusu olsa bile, husûsîyle tekzi­ bin hazırladığı içtimâî vasatın mantığı içinde, bir zaaf nişânesi gibi değerlendirilmeyeceği de tabiî­ dir. Üstelik Gökalp ’m, ilgili konulardaki bu eser­ leri görebilseydi, muhakkak Dîvân Edebiyatını ve Türk mûsikîsi için imzaladığı mahkûmiyet kararın­ dan vazgeçeceği hakkmdaki, onun lehine yapılan yorumların da bir başka tarzda değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Çünkü “ Köprülü-zâde Fuad Bey, „Türkiyat Sahasında büyük bir mütebahhir ve âlim oldu. İlmî eserleriyle Türkçülüğü tenvir etti” { Türk­ çülüğün Esasları, s. 10 ) hükmünü veren de Gök­ alp 'tir. O , aynı zamanda, Rauf Yekta Bey 'in Milli Telebbâlar Mecmuası ile “ Yem Meamıâ ran yazı âilesi arasında bulunmasını da sağlayan zattır. Esâsen, Türk harsı ve Osmanlı medeniyeti tef­ rikinden bahseden Gökalp ’m kendisine tevcih et­ tiği, Türk harsına dâir “ Ne bir müze, ne bir kütüp­ hane, hattâ bunların tarihinden, etnografyasından, bahsedilir tek bir kitap bile mevcut değildir. Bu pe­ rişan şeylere nasıl millî harsımızdır diyebiliriz“ so­ rusuna verdiği, Türk harsının böyle toplanmamış, dağınık bir halde kalmasının sebebi, Osmanlı gü­ zidelerinin “ millet haini" olmasıdır. Bunlar, iyi, kötü milletimizin mümtâz zekâları idiler. Eğer bu zekâ­ lar, millî harsımıza kıymet vererek onu arayıp bul­ duktan sonra, yükseltmeye çalışmış olsalardı, bu­ gün, biz de başka milletler gibi, tanzim edilmiş bir harsa malik olacaktık“ ( Türk karsı ve Osmanlı me­ deniyeti, Hâkjmiyei-i milliye, sayı 816, 16 mayıs 1339 [1923]; Makaleler: IV, s. 49; Hars ve medeniyet,



s. 123 v .d ) şeklindeki cevabının taşıdığı mantıkî tutarlılık her halde düşündürücü olsa gerektir. Bu bakımdan, Gökalp 'm bu konudaki fikirlerine katılmamak ile, tutarsızlığının yorumu arasında her­ halde bir mesâfe bulundurmak lâzım gelecektir. As­ lında zamanın hazırladığı şartların yetersizliği içe­ risinde, sistemin temel dokusuyla ters düşmeyecek bir hars ve medeniyet tefrikinin ölçüsüne ayrıca sığdırmış olduğu tekzib ’in esas anlayışıyla, aristok­ ratik bir zeminde, "akla dayanan bilgileri, güzel san’atlan, edebiyatı, felsefeyi, ilmi ve hiçbir tassup ka­ rıştırmaksızın dini, gösterişsiz, samimî bir aşk ile sevmek şeklinde meşru görülebileceğini de düşün­ müş olması ayrıca sisteminin tehzibe açık bir kapı bırakmış olduğunun bir izahının isbatını da ortaya koymaktadır. Şurası muhakkaktır ki, Gökalp, hars kavramına sisteminde merkezî ve temelli bir yer vermiş olmakla berâber, bunu muhtelif yerlerde, az çok farklı mâna­ larda kullanmıştır. “Bununla berâber, ne gibi vesi­ lelerle bu farkları yaptığı göz önünde tutulursa, bu farkların üç ayrı seviyede hâdiseler ile meşgul olma­ sından ileri geldiği anlaşılır. Bunların birisi, bir kav­ inin harsından bahsettiği zamandır; diğeri bir mil­ letin kavmî mîrâsı olan harsından bahsettiği zaman­ dır; üçüncüsüde bunlarla zeyebân (kaynayıp eri­ me ) hâline gelerek millî harsa' aşılanmış olan müesseselerden bahsettiği zamandır“ ( N . Berkes, Ziya Gökalp 'tn sosyolojisi, Yurt ve dünya, kasım 1941 sayı I I ; Ziya Gökalp için yaztlanlar-söylenenler; 1 , 94 )■ Bir bakıma Gökalp’m tahlilleri bir bütün olarak dikkate alınırsa, kültür ve medeniyet kavram çif­ tinin aykırılığı temsil etmediği, ancak sosyal reali­ tenin tamamlayıcı husûsiyetlerini aksettirdiği ve dolayısıyla medeniyetin farldı kavimlerce meydana getirilmiş ve birinden diğerine' aktarılmış olan ge­ leneklerden mürekkep aksiyon tarzları olduğu nok­ tasında toplanır. Halbuki, kültür ise, bir milletin örflerinden ibâret olup, milletin biricikliğini gös­ terir ve yalnız o millete mahsus olduğunu ortaya koyar. Gelenekler, fertler üzerinde müşterek mede­ niyet tarafından kabûl ettirilmiş davranışın aklî şe­ killeri olduğu halde, örfler, bir milletin kıymet hü­ kümlerini veya seciyesini teşkil eder. Kültür, seci­ yeyi meydana getiren kendisine has bir mantık teme­ linde, unsurlarının birbirleriyle bütünleyici bir bağlı­ lığa sâhip olduğu bir sistem teşkil ettiği halde, mede­ niyet bu mantıktan kopuk bir mahsuldür. Bir kül­ tür temeli olmadıkça, medeniyet sâdece mekanik bir taklit konusu olmaktan ileriye geçemez; insanların iç hayatına asla nüfuz edemez ve hiç bir şekilde verimli olamaz. Gökalp ’a göre, çâre, kültürel değerlerin kaynağı olan bir temel sosyal birlik arayıp bulmak­ tan ibârettir. Onun nazarında, bü kaynak, millet dediği cemiyetin bir şeklidir. Yeni bir tip olan mo­ dem millet bir yandan kültürel değerlerin karmaşık biricikliği içinde bir cemâatir ve diğer taraftan da



ZİYA GÖKALP. organik bîr dayanışma, işbölümü ve fonksiyonel farklılaşmamaya dayanan bir cemiyettir. Modern mil­ let, çağdaş medeniyetin çevrelediği sınırlar içinde müstakil bir kültürel birliktir. Gökalp, için ancak milletlerin kültürel birlikler olarak sosyal gerçek­ likleri vardır (bk . N . Berkes, “ Transhtor's intro­ duction“, ayn, esr., s. 23-26 ) şeklinde tenkidi bakış tarzındaki değerlendirme Gökalp 'ın neden mede­ niyet ile kültür arasındaki bir tefrike gitmek zorunda olduğunun da bâzı ipuçlarını ihtivâ etmektedir. Gökalp, yerine göre bars için teadüller de aramış­ tır. Bunlardan biri töre ’dir. “Her ne kadar kulakla­ rımız töre kelimesini, "O ğuz" ismiyle beraber, işit­ meye çalışmışsa da, töre, yalnız Oğuzların teâmttllerinden ibâret değildir... Töre kelimesinin medlûlü kanun kelimesi gibi, mahdut değildir. Yazıl­ mış yasalar ‘dan başka yazılmamış teamüller törenin içindedir. Hattâ hukûki töreden başka, dinî ve ah­ lâkî töreler de vardır. O halde Türk töresi, eski Türkle r ‘e atalarından kalan bütün kaidelerin mecmû’u demektir “ Türk töresi [ Haz. H. Dizdaroğlu ], 1976, s. 13 v.d. ). Buna göre ‘T ö re, Türklerin millî har­ sından başka bir şey değildi“ { Türkçülüğün Esas­ ları, s. 38 ). “ Eski Türkler ‘e göre, vatan, töre ‘den, yâni millî hars ’tan ibâretti. Mabmûd-ı Kaşgârî lûgatında zikrolunan (ülkeden geçilir töreden vazge­ çilmez) darb-ı meseli, millî barsa verilen kıymetin derecesini gösterir“ ( ayn. esr,, s. 146 ). Gökalp ‘m mensup olduğu sosyoloji ekolü çevre­ sinde kültür ve medeniyet tefriki cihetine gidilmiş­ tir. O halde Fransız sosyoloji çevresinin meşru gör­ mediği veya göremeyeceği vasat içerisinde, kültür ve medeniyet ayırımı gözeten taraftarlar aramak da uygun olmayacaktır. Fakat daha sonraki araştırma­ ların da ortaya koyduğu ölçüler ve husûsiyle Durkheim ’in eserlerine hâkim olan conscience collective“ ve "représentations collectives“ telâkkisinin (kültür) ile yer değiştirmesinin meşruluğunu ( bk. L . A. White, The Science of culture : a study of man and civilization, New York, 1949 ve Durkheim ‘m yorum­ cusu E, K. Wilson ‘un Durkheim ‘dan İngilizce ‘ye çevirdiği Moral éducation : a study in the theory and application of the sodology of éducation { New-York, I96r, 1973 ] adlı tercümesine yazdığı “Editör s introduction“ [ s. X X IV v.d. ] ‘mda benimsenen an­ layışı), Gökalp daha önceden değerlendirmiş ve böyleee Millî içtimaiyata ağırlık ve öncelik vermeyi planlayan bir tefekkür planı içinde, cemiyet yerine rahatça harsı ikame edebilmenin öncülüğüne hak kazanmıştır. Bu itibarla, millet ve milliyet kavra­ mıyla, içten irtibatlı, ayrı, taşıyıcı, şümûllü bir kav­ ramın kullanılışı Gökalp için, bir gereğin ve gerçe­ ğin ifâdesi olmuştur. Hattâ Gökalp ‘in nazarında iştirak noktalan olmak itibariyle, hars ile medeniyet içtimâi hayatları kuşatan, ferdi şahsiyet hâline ge­ tiren bir gerçekliliktir, Gökalp *m "Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaş­



s. 10}. Ziya Gökalp, savunduğu fikirle­ rin sâhibi ve mimân değil, sâdece mukallidi, kopya­ cısı ve mütercimidir ( H. M . Genç, İslâmî açıdan Ziya Gökalp ve Türkçüler, İstanbul, 1978, s. 26. v.d.) şeklinde en şiddetli hücumlara mâruz kaldığı gibi, “onunla insan konuşurken âhiretteyim sanıyor, ha­ limizi hiç bilmiyor. O bize ümmet devri, millet dev­ ri der durur“ ( M . E. Erişirgil, Bir fikir adamtnm romanı: Ziya Gökalp, s. 12 5) gibi, birbirinin zıddı, tenkitler yapılmıştı. Gökalp ’a göre, “ Memleketi­ mizde üç fikir cereyanı vardır. Bu cereyanların ta­ rihi tetkik olunursa, görülür ki, mütefekkirlerimiz evvelâ muâsırlaşmak lüzûmunu hissetmişlerdir. Selim III. devrinde başlayan bu temâyüîe, Meşru­ tiyet inkılâbından sonra İslâmlaşmak emeli iltihak etti: son zamanlarda ortaya birde Türkleşmek ce­ reyanı çıktı. Muâsırlaşmak fikri mütefekkirlerce aslî bir akîde hükmünde olduğu için muayyen bir nâşire mâlik değildir. Her mecmua, her gazete bu fikrin az çok müdafiîdir. İslâmlaşmak fikrinin mürevvici Sıral-ı müstakim, Sebilü 'r-reşad, Türkleşmek fikrinin mürevvici Türk Yurdu mecmûalandır. Dikkat olu­ nursa bu üç fikrin de hakîki ihtiyaçlardan doğmuş ol­ duğu görülür“ ( Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâstrlaşmak, s. 1 ). Gökalp 't bİr didiniş devrinin içtimâiyatçısı, mütefekkiri olarak gören“ yakınlarının nazarın­ da, yapılan bîr değerlendirmede, onun ilmi, anar­ şiden kurtardığına temasla şöyle denilmektedir. “ Gökalp, modern mânada, ilk Türk mütefekkiridir... Ruhlarımızda onun münakaşaları ile, fikirleri ile uyanmış zengin bir miras vardır. Biz belki, bugün ondan uzaklaşmışızdır. Fakat unutmamalıyız ki, o büyük bir uyandırıcı idi“ ( M . Nermi, Ziya Gökalp etrafında hâtıralar, İş, sayı 3-4, teşrin I. 1934; Ziya Gökalp için yazılanlar söylenenler: I, 268). Zıt ku­ tuplarda da Gökalp 'm değerlendirilmesinde ortak noktalar mevcuttur. “ T e ’sir sahalarının hudûdu itibâriyîe bu kadar verimlilik gösteren bir mütefekkirin tarihimizde misalini bulmak kabil değildir“ ( Ş . S. Aydemir, Ziya Gökalp, kadro, şubat 1932, sayı 2, s. 33 ). Mukabil bir kutupta ise, Turan fikrinin kastetiği mânanın, ne başka bir ülkenin sınırlan içinde kalan bir coğrafya parçası, ne ırk, ne kan iştiraki ol­ mayıp, kültür ve mefkûre birliğini hatırlamamız lüzûmu kendiliğinden ortaya çıkar. Binâenaleyh,



6 i4



ZİYA GÖKALP.



“ Valem nı Türkiye 'âir Türkhre ne Türkistan“ di­ yen Gökalp, bunun manevî bir birlik olduğunu imâ etmektedir ( A. Kurtkan, Sosyolojik açıdan eğitim yola ile kalkınmanın esasları, İstanbul, I972, s- *98; bu eserin daba sonraki sayfalarında onun iktisâdı fel­ sefesi hakkında açıklamalar vardır, bk. ayn. esr., s. 200, 203). Ş. Mardin, Gökalp 'te çatışma fik­ rinin bulunmamasını büyük bir eksik olarak görür­ ken ( Gökalp 'tn tezleri ve çağdaş Türk düşüncesi, Milliyet gazetesi, 3 kânun, 1924; Ziya Gökalp için yazılanlar-söylenenler II, 338 v.d .), M. Kaplan ise, onda çatışma fikrinin bulunmamasını Gökalp ’m bu çatışmanın İçinden gelmesine ve karşı fikirlere cevap vermesine bağlamaktır ( M. Kaplan, göst. yer., s. 342 v.d .). Bir aralık (1961-1962 ders yılı içinde) İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi 'nde misafir profesör olarak ders vermiş bulunan Zimmerman’a göre ise, Gökalp, “Sosyolojiyi T ürkiye’ye getirmekte ve onun hipotezini Türkiye Cumhuriyeti 'nin yaratıl­ masıyla kuvveden fiile geçirilmiş idealistik reform­ ların çoğunun temeli olan sosyal organizasyon te­ orisi hâlinde, gelişmekte en ziyâde faydası dokunan şahıs olmuştur“ (C . C. Zimmerman, Yeni sosyoloji dersleri [çeviren A. Kurtkan 1, İstanbul, 1964, s. 2). 1 ) Z i y a G ö k a l p ’ 1n ( M i l 1i y e t ç i ( f i ­ k i r l e r i n i n t e ’ s î r l e r i . Türkiye ye sosyolo­ ji öğrenimini getiren Gökalp'ın bu yolla milliyet­ çiliği ve T ürkiye’nin modernleşmesi için fikri bir temel sağladığı (bk. H, İnalcık, Ziya Gökalp [nşr. D. L. Silis ] International Encyclopaedia of the soci­ al Sciences, 1968, V I, 194 v.d.) pek tabiîdir. Bir bakıma, Ziya Gökalp ’m yaydığı fikirler, ken­ disinin de mühim bir rol oynadığı Genç Türk ha­ reketinin ideolojisi ile Atatürk rejimi arasında vaz­ geçilmez bir bağ teşkil eder. Gökalp, 1909 'dan 1924 ’e kadar süren te ’lif alanındaki faaliyeti süresince ( meşrûti monarşi, Osmanlıcılık, İslâm reformu, kapita­ lizm, liberal demokrasi, tekâmülcülük gibi), 1908 inkılâbının prensiplerinden yavaş yavaş uzaklaşarak cumhuriyetçilik, milliyetçilik, lâiklik, devletçilik halk­ çılık ve inkılâpçılıktan meydana gelen altı ilkeye da­ yanan Kemalizme yol açtı. U. Heyd (ayn. esr., s. I7°)'a göre Gökalp modern Türk Devleti'nin nazarî temel­ lerini atmış, G. Jaschke (Yeni Türkiye'de İslamcılık [trc. H. örs. [, Ankara, 1972, s. l 6 ) ’ye göre ise, “ Kemal Atatürk reformlarının yolunu açan o olmuş­ tur. Devereux (ayn. esr., Preface I X - X ) 'nin iddiası­ na göre ise, modern Türkiye ’de reform ve değişmeye hâkim olan fikir cereyanlarının babası olarak onu kabûl etmek doğru bir tesbit olur, inkılâbları ile Atatürk ’e kadar gerçekleştirilen reformlar arasın­ daki sebep ve netîce bağlantısı ile kültür inkılâbı ve millî değerlerin devamlılığı" ( H. N. Kubalı, Atatürk devrimleri oe eski reformlar, s. 119 v.d.; ayn. m!!., Atatürk devrimi ve gerçeklerimiz, İstanbul Unv. Mu­ kayeseli Hukuk Enstitüsü, Mukayeseli hukuk araş­



tırmaları dergisi, 1968, I, sayı 2, s. 8 1 ) 'nin söz ko­ nusu edilebileceği tabiîdir. “Atatürk inkılâbı, terbiye siyâseti de dahil olmak üzere, büyük bir değerler inkılâbıdır. Memleketin sosyal morfolojisinde cereyan eden değişiklikler eski morfoloji ile mütenasip değerlerin değişmesini zarûrîleştirmiştir. Gökalp 'm milliyet nazariyesinde din müessesesine izâfe olunan ehemmiyet, Osmanlı İmparatorluğu ’nun teokratik ve feodal bünyesine inhisar etmektedir“ (N. Akder, ayn. mak., s. 3°)- Hal­ buki, Atatürk ise, “devlet ve cemiyet hayatında, dün­ yevî yaşayışımızda, mistik ve İlâhî temele dayanan her türlü müessesenin hâkimiyetine son vermedikçe modernleşmenin mümkün olmadığına inanıyordu“ ( H. İnalcık, Atatürk ve Türkiye'nin modernleşmesi, Atatürk önderliğinde kültür devrimi, s. 36). Gayet tabiî olarak bilinmektedir ki, “Osmanlı İmparatorluğu zamanında kendinden evvel gelmiş olan yenilik getirenlerin te’sîrİnde kalmış olan Atatürk ’ün, kültür kavramı konusunda, Gökalp’m aynı anlamı taşıyan “ hars“ kavramının te’sîrinde kalmış olmasından şüphe edilemez. Yalnız, yine Atatürk ’ün zamanın ne yabancı ve ne de yerli fikir adamlarının bilmedikleri kültür değişmesi vetiresinin ne olduğu ve nasıl cereyan ettiği konusunda kimseden bir bilgi ve te’sir almadığı da bir gerçektir... Atatürk ’ten çok önce de, Osmanlı İmparatorluğu 'ndaki teknik, idâri ve eğitim alanlarında zaman zaman denenmiş olan garp kültüründen yeni kültür elemanlarının alınma­ sına rağmen bunlann çoğunun cemiyet içinde tu­ tunamamış olmasının temel sebeplerinden birinin de bu “ uyuşmazlık“ olduğu söylenebilir“ ( N. Erdentuğ, Atatürk ’de kültür dinamizmi görüşü Cumhuri­ yetin 50. yıldönümü anma kitabı, 1974, s. 72 v.d.; ayn. mil., Türkiye 'de çağdaşlaşma, eğitim ve kültür münasebetleri, 1981, s. 52 v.dd.). Bu noktalarda Gök­ alp, durumu şöyle değerlendirmektedir : “ ..Cemiyet yalnız milletten ibâret olduğu, beynelmilel zümrede hakîki bir cemiyet mahiyeti bulunmadığı için mede­ niyette de ancak hars tarafından kabûl edildikten, bir milletin hayatına girdikten, sonra, canlı bir mâhiyet kazanır. Milletlerin yaşamadığı bir medeniyet muallâk­ ta, temelsiz hayatsız, bir pes-zindeden (arta kalandan) başka bir şey değildir. Yüz seneden beri geçirdiğimiz buhranlar gösteriyor ki, bizde de bir takım fertle­ rin kendi başına Avrupa medeniyetine girmesini millet kabûl etmiyor. Fakat, Avrupa medeniyetinin millî harsımız tarafından kabûl edilip de millileşen kısımları, kendi millî müesseselerimiz sırasına ge­ çiyor. O halde, medeniyet esâsı itibariyle beynel­ milel bir harstan müstakil olmakla berâber, her mil­ letin hayatında o milletin harsına intibak etmek mec­ buriyetindedir (Eski türkçiilük, yeni türkçülük, Yeni Mecmûa., 2 mayıs 1918, II, sayı 42; Terbiyenin sos­ yal ve kültürel temelleri : I, 303). Atatürk de bu konuda “her milletin kendine mah­ sus gelenekleri, kendine mahsus âdetleri, kendine



ZİYA GÖKALP. göre millî hususiyetleri vardır, hiçbir millet diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü, böyle bîr millet ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne kendi içinde kalabilir. Bunun neticesi şüphesiz ki, acıdır, “ (Atatürk'ün söylev ve demeçleri, II, 155 ) demek suretiyle, Gökalp ’m anlayışının uzantısında bir mantığı paylaşmaktadır. O halde Kemalist modele göre, garpçılık veya modernleşme, garbı körü kö­ rüne taklit etmek veya Abdullah Cevdet ’in belirttiği gibi, "gülü ve dikeniyle almak" demek değildir ( O. Türkdoğan, Kemalist modelde fert ve devlet ilişki­ leri, Erzurum, 1977, s. 8 9 ), Gökalp 'm bir mil­ letin düşüncesine yeni bir yön vermeyi, öğretiminde olduğu kadar, yazılarında da işleyen ve bir medeni­ yetten ötekine geçişin bir safhasında bu geçişin ger­ çekleştirilip, başarılması için yeni gayeler gösteren hüviyeti ile takdim edilmesi ve bir filozof veya sos­ yolog olarak eksikliklerine rağmen, mevcut mes ’eleler karşısında müstesnâ bir kavraytşı ve daha parlak bir gelecek hakkında bir bakışı olan gerçek bir mü­ tefekkir olarak Türk tarihinde adı kalacaktır" ( bk. N. Berkes, Translator’s introduction, ayn. esr,, s . 31.). Gökalp, Türkiye 'nin fikirce ve eğitimce modern­ leşmesinde, ayrı bir yer işgal eder. Bâzı Türkologlar Türk milliyetçiliğinin sistemli bir nazarİyesini for­ müle eden ilk Türk olarak ondan bahsederler ( A. U. Kazamias, Education and the Quest for modernnily, in Turkey, London, 1966, s. ro 8). Gökalp, okumamış büyük kitle ile okumuş azınlık arasındaki uçurumu doldurmayı Türkiye ’nin başlıca bir meselesi olarak görüyordu ( bk. F. W. Frey, The Turkish political elite, 1965. s. 2 9 ). Onun “Milli terbiye“ üzerinde ısrarla durmasının dayanağını, bu uçurumun doldu­ rulması görüşü teşkil eder. Hattâ liselerin ikinci dev­ resindeki “edebiyat, “Fen” ayrılığına karşı bulun­ ması; liseleri, “müdîr (idareci) sınıf"1, “güzidele­ ri", yâni seçkinleri yetiştirmeğe çalışmak ödevinde görmesi ve lise çağındaki gençlerin “ M illî terbiye“ almasını istemesi hep aynı temel fikrin bir çeşit uy­ gulaması mahiyetindedir ( bk. K . N. Duru, ayn. esr,, 3. 149). E. K uran’a göre, mefkûrecilik, milliyetçi­ lik, ditı ve garplaşma, millî kültür anlayışı, devlet­ çilik ve Türkiye’de sınıf mücâdelesini tasvip etme­ mek gibi hususlarda Gökalp *ın fikirlerinin Atatürk inkılâbı üzerinde müessir olduğu söylenebilir ( Ata­ türk üc Ziı/a Gökalp, Türk kültürü, teşrin II. 1963, II, sayı 13, s.9 v.dd.; Atatürkçülük üzerine deneme­ ler, 1, 7 , 9 )- Nitekim bir araştırmada vardan sonuç çerçevesinde : "... Abdullah Cevdet ve arkadaşları­ nın getirdikleri garplılaşma modelinin yeni Türkiye Cumhuriyeti ’nin resmî ideolojisinin mühim bir par­ çasını teşkil ettiğine şüphe yoktur.. Siyâsî sebeplerle herhangi bir göreve getirilmeyen Abdullah Cevdet istisna tutulduğunda başta Kılıç-zâde Hakkı Bey ve Celâl Nuri olmak üzere önde gelen garplaşma yan­ lılarının yeni devlette önemli görevlere getirilmeleri bu müşehadeyi doğrulamaktadır, Abdullah Cev­



615



det ’in bir "tevaffuk" olarak gördüğü Garp medeni­ yeti ile Atatürk’ün, ulaşması gereken hedef olarak ele aldığı “ muâsır medeniyet" kavramları aslında birbirine fazlasıyla benzeyen vakıaları ifade etmek­ tedir“ (M . Ş. Hanioğlu, ayn. esr., s. 404 v.d .), şek­ lindeki tesbitler, cidden düşündürücüdür. Bununla berâber, bu türlü ip uçlarının umûmileştirilmesi için çok sayıda araştırmalara ihtiyaç olduğu da bir ger­ çektir. . Gökalp ’m bir başka te'sîri de keaıdi çevresi üze­ rindedir. Şüphesiz, Gökalp hakkında eser veya yazı yazanlar, bir bakıma onun te’sîri ve te’sîrsizliğini de ortaya koymuşlardır, ölümünden sonra hakkında ya­ zılan yazılar ( bk. C. O. Tütengil, Ziya Gökalp hakr ktnda bir bibliyografya denemesi, 1949; İ- Binark-N. Sefercioğlu, Doğumunun 95. yıldönümü münâsebetiy­ le, Ziya Gökalp bibliyografyası, I971 ), birçok cilt teşkil edebilir ( bk. Ziya Gökalp hakkında yazılanlar-söylenenler, 1, II, III; Ziya Gökalp, dergisi). 1912 'den 1924 ’e kadar geçen yıllara âit bir yığın hatıralar arasından, “ Türk Turdu 'nun.. idarehane­ sinden başlayarak, Türk Ocağı 'nda, Dârülfünûn *da Yeni Mecmua "mn İttihat ve Terakki merkez-î umu­ mî binasındaki odasında başta Gökalp olmak üzere bir avuç arkadaşla" geçirdiği uzun saatler arasındaki hatıralarını yoklayan Fuad Köprülü, şöyle demekte­ dir : “Ağaoğlu, Hüseyin-zâde Ali, Hamdullah Subhi, Celâl Sâhir, Şerafeddin Yaltkaya, Halim Sâbit [Şibay ], Yusuf Akçura, Ömer Seyfeddin, Kazım Nâmî [ Duru 3, Ali Canib I Yöntem ]. ve daha başka arka­ daşların da iştirak ettikleri bu toplantılarda, Gökalp dâima bîr mihrak mahiyetini muhafaza ederdi“ ( Ziya Gökalp 'a ait bazı hatıralar, Ziya Gökalp külliy a it-ll: Limmni ve Malta Mektupları, s. X X I I I ). Gökalp ’m Genç kalemler ’den başlayarak dâima arkadaşı olan bir yazarlar zümresi ile birlikte çalış­ tığı ve bunlardan bir kısmının kendi yetiştirmesi olduğu, Dârülfünûn reformunda muallimlik veya müderrisliğe getirdiği genç nesil içinde kendi me­ todunu kullanarak çalışan bir ekip teşkil ettiği de bilinmektedir ( bk. H. Z. Ülken, Türkiye 'de çağdaş düşünce tarihi : II, 605 ), Bu zümredekilerden Halim Sabit [Şibay] îçlimâiyyat Mecmuâst nda, Yeni Mec­ muu ’da, 'İslam Mecmuası nda bir çok makaleler ya­ yınladı. Aynı dergide Saïd ve Mustafa Şeref de Gök­ alp 'in metodunu benimseyerek yazmakta idiler. Tekinalp, Yeni Mecmua ’da tesanüdçülük adında bir serî makale neşretti. Ayrıca İktisadiyât Mecmûast’nın başlıca yazılarını yazmakta, Gökalp 'm sosyolo­ jik fikirlerini iktisat sâhasında savunmakta idi. Necmeddin Sadık [Sadak], Yeni Mecmua ’da, îçtimâiyyat Mecmuası ’nda Gökalp ’m yardımcılığım yaptı. Birçok makalelerini ve tercümelerini bu delgilerde yayınladı. Gökalp, Malta ’ya sürgüne gönderildiği zaman, Dârülfünûn ’da sosyoloji okuttu. Max Bonafous 'la birlikte İçlimâîyât derslerim yayınladığı gibi, 1924.’te lise programlarına konan içtimaiyat



6x6



ZIYA GÖKALP.



dersleri için, önce M. izzet tarafından yazılmış olan, ders kitabını 1930 ’dan sonra hazırladı. Dârülfünûn ’da dersler verdiği sırada okuttuğu içtimâiydi dokr İrinleri tarihi ni taşbasması olarak yayınladı. Fuad Köprülü de Dârülfünûn 'da okuttuğu Türk edebiyatt tarihi dersinde ve araştırmalarında sosyoloji metodu kullandı. O , buradan başka müesseselerin tarihine geçti. Böylece müesseseler tarihi içinde genişleyen Fuad Köprülü, bu sûretle Türk sosyolojisinin tarihi kısmına hizmet etti“ (H . Z. Ülken, ayn. esr., s. 606 v .d .). Fuad K öprülü’nün dediğine göre, “ Kuvvetli bir hâfızaya, şark ve garba âit geniş ve sağlam bilgilere çok etraflı sosyolojik malûmata sâhip olan Gökalp, herşeyin üstünde büyük bir sistemcilik kabiliyetine malikti Durkheim sosyolojisine bağlılık iddiasında bulunmakla berâber, hiç bir zaman bu mektebin objektif usûllerine riâyet etmemişti; çünkü herşeyden Önce memleketin büyük ve hayâtı mes’elelerine süratli bir hal çâresi bulmak istiyor ve sosyolojiyi bu hususta bir yol göstericisi, bir vâsıta olarak kul­ lanmak gayesini tâkip ediyordu. Onun, amelî bir gaye taşımayan ve nazari mevzûlarda alâkalı pek az yazılarında bile bu amelî gayeyi sezmek pek kolaydır, îşte bu bakımdan, Z iy a ’nın sosyolojisini tamamîyle millî bir içtimâi felsefe saymak bence en doğru bir görüştür ( ayn. esr., [ Haz. F. A . Tansel ], s. X X IV v .d .). Görülüyor ki, Köprülü ’nün hâtıralar etrafındaki bu değerlendirme modeli içinde Gökalp, milli bir İçtimaî felsefe yolunda fikirler ileri süren bir millî rehberdir. T e ’sîrinide bu bakımdan düşünmek ge­ rekir. Çok iddialı olsa bile, Yahyâ Kemâl ’m, Ziya Gökalp ’ın ölümü üzerine, “Ziya Bey ’in bir radyum olan dimağı söndüğü günden beri vatandaki ilimde karanlık vardır“ ( Siyasî ve edebî portreler, İstanbul, 1968, s. 20) şeklindeki değerlendirmesi, onun millî rehber olarak görülüşünden dolayı yerinin doldurulamayışıyla İlgili bulunmaktadır. Gökalp ’m, gerek kendi nesli, gerek sonraki nesiller üzerinde te’sîri büyük olmuştur. Cumhuriyet devri Türk cemiyetine fikirleriyle Gökalp kadar te’sir etmiş ikinci bir in­ san bulmak güçtür ( t. Binark, N . Sefercioğlu, ayn. esr., s. X I I I ). Gökalp, T ürkiye’de çağdaş sosyoloji ilmini kurmuş, millî edebiyat hareketlerinin geri dönülmez bir cereyan hâlini almasında en ziyâde âmil olmuştur ( N. S. Banarlı, Resimli Türk Edebi­ yatt Tarihi, Destanlar Devrinden Zamanımıza Kadar, İstanbul, 1978, II, 1119 ). 2) M i l l i y e t ç i Ş â i r O l ar ak Z i y a G ö k ­ a l p v e T e ’ s i r i. Gökalp’m te’siri fikirleriyle ol­ duğu kadar şiirleriyle de olmuştur. Hece veznini kolay kullanan, savunduğu millî edebiyatta önemli yeri olan şâir Gökalp ( H. Z . Ülken, ayn, esr., s. 604 v.d.) kü­ çük yaştan beri pek çok şiir yazmış, Türk edebiyat tarihinde cemiyetçi şâir olarak tanınmıştır. Gökalp, şiirlerinde dâima sistemlere, kötü akidelere hücûm



etmiştir ( bk. E. B. Şapolyo, Filozof Ziya Gökalp, Ankara, 1933, s. 91). “ Gökalp, fikirlerini kalıplara so­ kup, nazım hâline getirerek, kendi tabiriyle âmme vicdanında münteşir olmasını istedi ve böyle yaptı. Ziya Gökalp, millî vezin olan hece veznini yaşatmak, millî duygularım, yâni Türkçülüğü aşılamak için şâir olmuştur. Edebiyat tarihimizde Ziya Gökalp millî bir şâirdir, vatan şâiridir’ (E . B. Şapolyo, Ziya Gökalp: İttihat ve terakki «e meşrutiyet tarihi, s. 197 ). “ Gökalp ’m Diyarbekir ’de iken 1906 ’da yazdı­ ğı şiirlerini, iki bölüme ayırmak icabeder. O , halka seslendiği şiirlerini hece vezni, istibdada karşı is­ yanlarını da aruz vezniyle yazmıştır. 1908 ’den son­ ra neşrettiği şiir kitaplarından olan Şaki İbrahim des­ tanı (1908), Ktztlelma (1 9 14 ), Yeni hayat (19x8 ), Alttn fy k (1923 ) adlı eserlerine bu iik şiirlerini al­ madı. Onun bu şiir kitaplarından başka çeşitli der­ gilerde ve gazetelerde kalmış birçok şiirleri de var­ dır. Bu şiirlerine rağmen onu, yalnız şâir tarafıyla dü­ şünmek doğru değildir“ ( A . N . Göksel, Ziya Gök­ alp; hayatı, sanatı, eseri, İstanbul, 1959, s. I I ). Aslında Gökalp, “ Şiiri şâirlik için değil idealine kuvvet olsun diye kullanıyordu, bu işi sırf vezin ve kafiye ile yaptığı zamanlar nâzımdı, fakat idealinin heyecanıyla titrediği ve kalpleri titrettiği zamanlar şâirlik pâyesine de çıkıyordu“ ( I. H. Sevük, Yeni edebî yeniliğimiz : Tanzimattanberi-I: edebiyat tarihi, İstanbul, 1940, s. 524). İlk şiir kitabı olan Şaki İbrakim Destanı (C . O. T ü tengil ’in “ önsöz’ u, N. Gökalp ’m notları ile İstan­ bul, I9 5 3 )’nın önemi sâdece Gökalp’m ilk eseri olmaktan ileri gelmiyor. Bu eserin ışığında Milli aşireti reisi İbrahim Paşa’nm talanları, bu soygun­ culuk olaylarına bir tepki olarak, Diyarbekir halkı tarafından telgrafhanenin basılması hakkında en ge­ niş bilgileri edinmemiz mümkün oluyor. Destan (4 -4 -3 ) hece vezni ile ve sâde bir dil ile kaleme alınmıştır ( A . N . Göksel, ayn. esr., s. 4, 11 v.d. [ haz. Ş. Beysanoğlu ], Şaki İbrahim destanı ve bir kitapta toplanmış şiirler, 1976, s. 129-133 [Haz. F. A . Tansel ], Şiirler ve Halk Masalları, 1977, s. 299 -S U ). . . . Gökalp ’taki inkılâb fikirleri ve milliyetçilik duy­ gulan, S elin ik’teki Genç Kalemler dergisinde yaz­ dığı meşhur Turan şiirinde açıkça görülür. Bu şiir, Türk tefekkür hayatında yepyeni bir ufkun açılı­ şını müjdeler (A . N. Göksel, ayn. esr., s. 12; F. A. Tansel, ayn. esr., 1977, s. X IV , X X I). Ahmed Hikmet Bey de Alttn Ordu makalesini neş­ retti. Aruz vezniyle yazılmış Turan manzumesinin yeraldığı şiir kitabı Ktztlelma olup, buradaki “ diğer şiirlerin hepsi hece vezniyle yazılmıştır. Ziya Gökalp, şiirlerinde yaşadığı devrin olaylarım millî bir gayeye göre inceleyerek, şiire geçirmiştir... Ziya Gökalp, Yazdığı manzûm masallarda ideal tipler de yaratmış­ tır. “ Kızılelma" Masalındaki A y Han, millî bir kah­ ramandır. Aşkım, her şeyini milleti için fedâ etmek­



ZİYA GÖKALP ten çekinmez bir kadın sembolüdür ( A . N . Göksel, ayn. esr., s. 12; Ktzıleima kitabı hakkında bk. [Haz. H. Tanyu], Ktzıleima, Kültür Bakanlığı, Ziya Gökalp yayınlan: 2, 1971, s. 131. v.d. [Haz. F. A . Tansel ] ayn. esr., s. I. v .d .) Gökalp 'm üçüncü şiir kitabı Yeni Hayat (19 18 ) ’tır. Bunun içinde sırasıyla din, ilim, vatan, millet, ah­ lâk, vazife, vefa, köy, lisan, kadın, seciye, medeniyet, dehâ, kavim, san’ât, İslâm ittihadı, halîfe ve müftü, bütçe birliği, vakıf, Dârülfünûn, külliye, asker ile şâir v.b. gibi lirik ve didaktik mahiyette şiirler yer alır (b k ., Yeni Hayat, doğra yol [Haz. M . Cum bur.], Kültür Bakanlığı, Ziya Gökalp yayınları: 3, 1976). Gökalp *ın bu kitabında toplanan şiirleri, onun his ve hayallerinin değil, mücerret düşüncelerinin mahsûlleridir ( bk. M . Kaplan, Türk edebiyatı üze­ rine araştırmalar: I, 531). Gökalp, ’ Yeni Hayat­ ın önsözünde ( s. 7 ) şiirlerinin terbiyevî tarzda ya­ zıldığım dile getirir. Gökalp 'm, lisân manzumesin­ de ( ayn. esr., s. 17 v.d .) tek bir Turan dili mefkûresinin aksettirilmekte olduğu açıkça görülür. Ziya Gökalp, dördüncü şiir kitabı olan Ve Alpaslan ’m Malazgirt muharebesinden bahseden Altın Işık (1923, [ Haz. Ş . Kutkan ] Kültür Bakanlığı, Ziya Gökalp Yayınları : 5, 1976 ) adlı eserinde, inkılâb ve terbiye esâsı üzerindeki fikirlerini dile getirmiştir ( bk. [ Haz. F. A. Tansel ] ayn. esr., s. 149 v.d ). Bu manzumelerin zamanındaki te'sirlerini gös­ termek bakımından, Yusuf Akçura ’nm 1928 'de yazdığı Türk Yı/ı kitabında bilgi vardır ( Yeni Türk devletinin öncüleri: 1928 yılı yazdan, s. 203). Gökalp, sade dil ve hece vezni ile yazdığı şiirlerde millî terbiyeyi beslemek ve yetiştirmek yolunda ça­ lışıp dururken, o zamanın genç şâirlerinden olan Orhan Seyfi [ Orhon ] de yazdığı Peri k)zl ile çoban hikâyesi eseriyle Gökalp ’m geleneğini devarh etti­ renler arasına katıldı. Bundan başka Faruk Nafiz [ Çamhbel J Yusuf Ziya [ Ortaç ], Halit Fahri [ Ozansoy ] ve Enis Behiç [ Koryürek ] gibi şâirler de aru­ zu bırakarak, hece veznine döndüler. Mehmed Emin Yurdakul da, artık Türkçe şiirler eserindeki sâde, basit konulan bırakarak, millî şuurun aydınlığı al­ tında o da millî kahramanları terennüm etmeye baş­ ladı. Bunlardan sonra gelen şâirlerin elinde hece vezni çok daha inceldi ( A. N . Göksel, ayn. esr., s. 13 v.d .). Ziya Gökalp *m yazdığı şiirlerin mısra sayısı yedi binin üzerindedir ( ayn. esr. [ Haz. F. A. Tansel ], 1977,). Tansel bu sayıyı 7626 olarak göste­ rir. Bununla berâber, şâir Gökalp, Mütefekkir Gök­ alp 'ın seviyesinde değildir. Yahya Kemâl ’in ifâdesi ile “Ziya Gökalp, şiirimizin dışında kalmış bir âlim­ di. Şiirin ne olduğunu iyi bilmesi, edebiyatımızın hangi istikamette millî olabileceğini iyi anlaması onun şiirimize ve edebiyatımıza girmesini temin edemedi; bunun için de şiirimizin yenileşmesinde hiçbir iş göremedi“ (Siyasi ve edebi portreler, s. 22 v.d.).



ZİYÂD B. EBÎH,



617



Ama yine Yahyâ Kemâl, Gökalp için, “ ilimde ise, pâyânsız bir kudret sâhibiydi ; Garp felsefesini Sokrat ’tan Bergson ’a kadar en derin ve yeni telâk­ kisiyle edinmişti. Şiirin ve edebiyatm-ilim bakışıylatariflerine giriştiği vakit, Bergson kadar ihâtalı gö­ rünürdü“ ( ayn. esr., s. 22 ) şeklinde hüküm yürüt­ mektedir. Gerçekten Gökalp, seziş ve ihata kabi­ liyeti; azim ve irâdesiyle, okuyup inceledikleri yo­ lundan, bir tefekkür kalıbı oluşturmuş ve böylece Sonçağ Türk kültür tarihinde en insicamlı ve te­ sirli 'düşünce sistemi ’ni kurmuş olmakla berâber, kaynakları çocukluğuna kadar giden hissî ve gayr-i şuurî temâyüllerinin tesirinden kurtulamamıştır ( M . Kaplan, Türk edebiyatı üzerinde araştırmalar: I, 5*6). Eğer Ziya Gökalp, bu temayüllerinden sıyrılabilmiş olsaydı; aslında fikirleri ifâde etmek için başvurduğu nesir yolundan ayrılmaz makaleleriyle yetinir ve örtülü bir semboller âlemine, İkinci kate­ goriden biriymiş gibi girerek, gölgesine sığındığı asıl mütefekkir şahsiyetinden fedakârlık istemezdi...“ ( M. Kaplan, ayn. esr., s. 516 ). B i b l i y o g r a f y a : Metin içinde gösterilmiştir. ( R iz a K a r d a s .)



Z tY Â D B . A B ÎH Î [Bk. ZİYÂD b . e b îh ]. Z İY Â D B . EBİH . Z İY Â D B. ABİH İ (622?673?), E m e v ı l e r ' i n I r a k v â l i s i . “ îbn Ablhi,, babasının oğlu mânasına gelip, babası belli olmadığı için bu adla anılır. Adı, kaynaklarda, an­ nesi ( Sumayya) ’nin adına izâfeten “ Îbn Sumayya“ , bir ara Sumayya ’nin kocası olmuş bulunan ‘ Ubayd Allâh al-Sa^afı ’nin adına izâfeten İse, “ îbn al-‘Ubayd al-Şaljafi“ şeklinde de geçer. Ancak 665 yılında M uâviye’nin, onun kendi kardeşi olduğunu ispat etmesi üzerine, “ İbn Abt Sufyân,, adıyla da anılmaya başlanmıştır. Ziyâd’m annesi Sumayya, meşhur Arap tabiblerinden Hâriş al-Şakafî ’nin İran ’dan Irak ’a geti­ rilen bir cariyesi idi. Mecûsî olan bu cariyeyi, tedâvi ettiği bir köy ağası ( dihkSn ) ona vermişti. Ashabdan Abü Bakr b. Hâriş al-Şaljafi de Hâ­ riş ’in bu kadından olan oğludur. Hâriş, daha sonra Sumayya ’yi, ‘Ubayd adındaki



Rum bir köle ile evlendirmiş olup, Ziyâd ’m da bu evlenmeden doğduğu söylenir, Sumayya, Tâif şehri halkı isîâmiyete girmeden bu şehirde meyhanecilik eden Abü Maryam alHammâr al-Sa^afi ’nin yanında çalışıyordu. Abü Sufyân da T â if ’e geldiğinde bu meyhaneci aracılığı ile Sumayya ile tanışmıştır. Ömer ’in halifeliği sırasında Basra zekât mal­ larının toplanmasında, vâli Abü Musa al-Aş'arl ’ye kâtiplik ve yardımcılık etmiş olan Ziyâd, Sa‘d b. Ab! Vakkâş tarafından, tranlılarla yapılan savaş­ lardan birinin zaferini müjdelemek ve alınan ga­ nimetlerin beşte birini götürmekle görevlendiril­ mişti. O, Medine ’ye gelip, savaşı çok güzel bir şekilde anlatınca, orada bulunan ‘ Amr b. al-‘Âş,



6ı8



ZİYÂD B. EBtH -



ZÎYÂDİ.



bu gencin bu belâgatıyle Kureyş halkım istediği yere Ziyâd b. Abîhi, Irak vâliliği sırasında âsîlerden sürükleyebileceğini söyledi. Bunun üzerine yanında ve özellikle Hâricîlerden yedi bin kişiden fazla halkı bulunan Abu Sufyân, gencin babası olduğunu bildirdi. Öldürtmüş, elli Bedeviyi Horasan ’a göndermiştir. Muâviye halifeliğinde 665 yılında, babası Abu Sufyân ’m söylediklerini duyanlar ile Munzir b. Zubayr al-cA w âm ’ın ve Tâifli meyhanecinin ifâ­ delerine dayanarak Ziyâd *1 kardeşi kabûl edip, nesebine ilhak etti. Onun bu hareketini beğen­ meyenler, Ziyâd 'a Muâviye ’nin babasının oğlu mânasına gelen “ İbn Abî Mu'âviya,, demişlerdir. Ziyâd, Abü Sufyân’ ın soyuna bağlandıktan sonra, anasının eski kocası cUbayd *i,. sâhibine bin dirhem vererek kölelikten kurtarmıştır. Halbuki daha önceleri, Muâviye, kabiliyetinden dolayı, Ziyâd ’i yanma almak istemiş ise de, o bu teklifi kabûl etmemiş ve Halîfe A lî’nin Fars valisi olarak kalmayı tercih etmiştir,



Alî 'nin ölümünden sonra, Muâviye ile Ziyâd 'ın arasım, Muğlra b. $ucba buldu. 640 yılında, Mugîra b. Şu'ba, Basra vâlisi iken, bir kadınla zinada bulunur. Kadın bu suçundan dolayı recmedilecekken, Ziyâd sâyesinde kurtulur. Böylece Muğîra, Ziyâd 'a medyun olur. Bu borcunu ödemek üzere onunla Muâviye ’nin arasım düzeltir. Muâviye 'ye, Ziyâd 'ı kardeş ilân etmesini telkin eden de Mu­ ğîra 'dır. Ziyâd, Abü Sufyân ’ın nesebine katılışını bir mektupla Ayşe 'ye kabûl ettirmek istemiş ise de, o bunu reddetmiştir. Ziyâd ’m künyesi Abu ’1-Muğîra ’dir. O , “ Mu­ ğîra b. Şu'ba, Mu'âviya, 'Am r b. al-‘ Âş ve Ziyâd b. Ablhi,, olarak sayılan dört Arap dahîsinden biri olup, zamanın en büyük hatîblerinden idi. Ziyâd, Basra vâlisi tâyin edildiğinde halka söy­ lediği çok sert ifadeli ilk nutku ile birlikte, aldığı tedbirler sâyesinde, o zamana kadar hüküm süren âsâyişsizliği tamamiyle ortadan kaldırmıştır. Muâviye, Ziyâd ’1 önce Basra vâlisi yaptı. Mu­ ğîra b. Şu'ba ’nin 670 yılında ölümünden sonra, Küfe ’yi, Horasan’ı, daha sonra Hind bölgesi ile Bahreyn ’i de onun vâlilik sınırları içine katınca, Z iyâd ’ın debdebe ve ihtîşâmı arttı. 500 kişi gece gündüz sarayında muhafızlık ederdi. Ziyâd, kısa sürede Hâricîlerin çıkardıkları karışıklıkları da or­ tadan kaldırdı. Ziyâd, Hicâz bölgesini de idaresi altına almak istiyordu, Muâviye ’ye yazdığı mektupta „sağ elimle Irak *1 zaptettim, sol elim boştur. Onunla, Mekke ’yi ve Medine ’yi de zaptetmeyi bana havale buyurmanızı temenni ederim,, demiş, Muâviye bunu uygun görmüşse de, başta, Mekke ’de oturan 'AbdAllâh b. ‘Omar b. Hattâb olmak üzere bir çok kişi buna karşı çıkmıştır. Buna rağmen, Muâviye onun isteğini yerine getirecekti; ama bu sırada Ziyâd ’m sağ elinde çıkan bir çıban onun ölümüne sebep oldu. Zİyâd 18 ramazan 53 (6 eylül 673) şalı gecesi K ü fe ’de öldü,



Z iyâd’ın ölümünden bir süre sonra, Muâviye, Ziyâd ’m oğlu 'Ubayd Allâh b. Ziyâd b. Abîbi ’yi Basra ’ya vâli tâyin etti. 'Ubayd Allâh, 674 yılında Semerkand ve Buhara ’yı ele geçirip o bölgeler halkım cizyeye bağlamıştır. Ziyâd ’ın, 'Ubayd Allâh, 'Âşim, 'Urva ve Munzir adlarında dört oğlu ve Umm al-Jfclasan adında bir kızı vardı. Ziyâd b. Ablhi uzun boylu, güzel bir kişi olup, gözü şaşı idi. O , aynı zamanda çok zen­ gindi. Küfe ve Basra’daki taşınmaz mallan, birçok kölesi ve câriyesi vardı. M edine’de bile, vaktiyle 170.000 dirheme satın aldığı geniş bir arâzisi bu­ lunuyordu. B i b l i y o g r a f y a : Kiiâb al-Ağanı, X II, 73 v.dd.; X V I, 3-9; X X I,21-40; Mas'üdî, Mur&c, V, 14-72 ; Tabarî (nşr. de G oeje), I, 2465 v.d.; II, 66-87,111-158,162; Balâzurî (nşr. de G oeje), s. 276-280, 344-370, 377, 397» 403» 4 °9 v.d., 433» 443, 462; Ibn 'Asâkîr, Td'rilj Dimaşft (nşr. Badrân), V , 406-422; Wellhausen, Die religiösfiolitİsch Oppositionsparteien im alten idam, ş. 20-25 ; H. Lammens, Études sar le règne du calife Omaiyade Mocâu)ia Ier, s. 37 v.d., 91 v.d., 216 v.d., 239,255, 377, 437; ayn. mil., Ziâd İbn Abîhi oice-roi de l'Iraq, Lieutenant de Mocâwia D ', R O S , IV, 1912; Wellhausen, Dos arabische Reich und sein Siurz, s. 75-81; Kâmûs Şerhi V ; Avyonyalı Süreyya, Fetretü 'l-îslam ( İstanbul, 1325), s. 210-220; Usd al-Ğâba: el-Kurtubî, el¡stfâb, M . Şemseddin, Dâru'lfiinûn İlahiyat Foib Mec., IV, 76 v.d.; L . Caetani, Amali. ( N eşet Ç ağ atay . ) ZİYÂDAT ALLAH B. İBRAHİM. [ Bk. a ö LEBİLER.J



Z İY Â D Î. [Bk. ZİYÂDÎ.I Z ÎY Â D Î. Z İY Â D Î, 204-371 (810-981) veya 409 ( 1018 ) tarihleri arasında hüküm süren ve merkezi Z a b î d [ b. bk. ] ’de b u l u n a n b i r Y 6 m e n s ü E â l e s ı c l ı r . Onlar Ziyâd b. Abîh [ b. bk. ] 'in halefleri sayılıyorlardı. Fakat Ziyâd b. Abîh ’in şeceresi şüpheli olduğu gibi, hattâ hânedânm kurucusunun babası Muljammed ’in adı da, bir defa bile emin bir şekilde intikal etmemiştir. Halîfe Ma'mün, amcası İbrahim b. al-Mahdî [ b. bk. ] tarafından sıkıştırılmıştı; aynı zaman­ da Yemen ’deki kabilelerde isyân hâlinde idiler. Orada daha önce Ali taraftarı görüşlerin bulun­ ması, ayrıca 'A lî al-Rida [ b. bk. ] ’nin kardeşi olan İbrahim aî-Cazzâr ’m kısa bir süre önce San’â ’yı yağmalaması, halîfenin o zamana kadarkı Ali taraftarlığı siyâsetinden tamamiyle vazgeç­ mesine, Yemen işlerini, Ali âilesine karşı düşman­ lığı açıkça bilinen Bani Z iyâd ’m Emevî hânedânjnm hizmetinde bizzat bulunmuş olan bir üyesine



ZÎYÂDÎ teslim etmesine sebeb olmuş olabilir, Emevî bânedânmdan birinin önce Muhammed, sonra da Tağlib kabilesinden Mubammed b, Hârün ile arkadaşlığı vardı. Tağlib kabilesinden gelen, Banî A bî 'Akâma, Ziyâdî ’lerin ve onların Halefleri olan Bani Nacâh ’lann bütün hâkimiyetleri boyunca, Zabİd ’in kadılığını ellerinde tutmuştu. Abbasi siyâseti lehine, öldürülmelerine karar verilmiş olan üç kişi, şimdi Abbâsîlerin destekleyicisi oldular. Ziyâdî ’1er dâimâ Abbâsîlerin hâkimiyetini tanı­ dılar.



Mubammed b. Ziyâd güvendir Horasanlı askerî kıt ’alar ve süvârîlerin refakatinde, bilhassa âzad edilmiş bir kabiliyetli köle olan Ca'far ’in deste­ ğinde olarak muhtemelen Hadramût ’daki, Şihr e kadar olan sâhil hattını sağlam bir şekilde eline geçirebildi. Yüksek arâzideki kale beyleri ve aynı şekilde Canad ve al-Muzayhira ’dakiler onu tanı­ dılar. Ancak, Bagdad hükümeti, bu dağlık bölgenin iç kısımlarım İdâre etmek için, Ban! Ya'für [bk. mad. YA'FÜR], 247-289 ( 8 5 9 - 9 0 1 ) tarihleri ara­ sında bağımsızlığını ilân edinceye kadar, San’â ’ya husûsî vâiiier göndermeye devam etti. ikinci Ziyâdî Îbrâhîm b. Mubammed (245289=859-902), haraç karşılığı olarak Hadramût ve Canad’1 Mubammed b. Y a 'f ü r ’a terketti. İb­ rahim ’in ölümünü müteâkıp, ilk dağılma oldu. San ’â, Zeydîler ile Karmatî şi ,’ îleri arasında el değiştirdiği sırada, ‘Alî b. al-Fazl ’in idâresi altındaki Karmatîler yalnız Canad ve al-Muşayhira *yı değil, aynı zamanda geçici olarak Zabîd ’i de aldılar. İbra­ him ’in bir oğlu olan Üçüncü Ziyâdl ’nin ne ismi, ne saltanat süresi ve nede kaderi tam olarak bilinir. Yeni bir canlanış, İbrahim ’in diğer bir oğlu olan Abu ’1-Cayş İshâk b. İbrahim ’in 80 yıllık idâresinde, takriben 291-371 (904-981) yıllan arasında oldu. 35° (9 6 1 ) tarihlerinde, o zamanlar San ’â emîri olan Hamdânî reisi al-Zabbâk bile kendi­ sine sadâkatim arzetii. Banî Ya'für *un kudretini yeniden ihyâ etmiş olan ‘Abd Allah b. l£abtân, 379 ( 989)’da Zabİd ’i zapt edip, yakarak Ziyâdîle r devletine son verdi. Daha o zamanlar gerçek hükümdar artık, aynı zamanda adı da bilinmeyen ve Abu 1-Cayş ’a halef olan genç beşinci Ziyâdî değil, aksine Habeşistanlı Memlûk veziri al-Husayn b. Salama idi. Bu zat memleketi felâketten tekrar selâmete çıkarıp, dağlar ve ovalardan geçen hacc yollarına câmiler yapmak ve kuyular açmak sûreti ile bugüne kadar gelen bir şöhret sağlamıştır. Kendisine muhtemelen İbra­ him II. denilen daha ehemmiyetsiz altıncı Ziyâdi ’yi, bir tarafa bırakırsak, İbn Salâma ’ya, bağımsız bir vezir olarak memlûk Marcan halef oldu. Bu da buna karşılık idâreyi iki kölesi arasında taksim etti. Şimâl eyâletlerini Nacâh, cenûp vilâyetlerini ise, başkent de dâhil olmak üzere, Nafis ( yahut A n îs) aldı, Tâca düşkün olan Nafîs, genç kiralın



ZİYÂNÎYE. ve teyzesi Hind ’in üzerlerine diri diri duvar çek­ tirdi (4 0 9 = 10 18 ). Ancak yeni sülâlenin kurucusu kendisi değil Nacâh [ b. bk. ] oldu. B i b l i y o g r a f y a : bk. mad. ZABİD, bil­ hassa KAY; ayrıca bk. E. de ' Zambaur, Mantıelde généalogie et de chronologie ( Hannover, 1927 ), s. 115. .



ZİYÂNÎDES. (B k.



( R . S t r o t h m a n n .)



ZEYYÂNÎLER.]



Z İY Â N ÎY A . [ Bk. ZİYÂNÎYE.] ZİYÂ N ÎYE . Z İY Â N ÎY A , Ş â z i l î y e t a r i ­ k a t ı n ı n , merkezi Kenâz ’da olan b i r k o l u . Bu kolun silsilesini teşkil eden şeyhlerin isim listesi Rinn ( aş. bk. ), Dupont ve Coppolani ( Con­ fréries, s. 498 ) ve Cour ( aş. bk. ) tarafından ve­ rilmiştir. Bu eserlerden İkincisinde, tarikat şeyhi tarafından mufaddam ’e verilen ve üzerinde mühür bulunan bir icâzetnâme örneği mevcuttur Ziyân îya ’deki zikir âyininin, Şâzilîye’nin diğer kolla­ rındaki zikirden sâdece teferruat bakımından ay­ rıldığı söylenir. Mûtad zikirlerinin bir sûreti Rinn ( Marabout et Khouaen, 1884, s. 4 1 1 ) tarafından verilmiştir. Ziyan! ’1er, bu zikri aynen yüz kere, diğer duâları ise, bin kere tekrar ederler. Kafilelere ve seyyahlara rehberlik etmek, onları eşkiyaya karşı korumak bunların bir Kusûsiyetİ olmuştur. Rinn, kendi zamanında (188 4), Ziyânîya tarikatına mensup süâvîrlerden bir şahsın, himâyesi sağlan­ madan “hiç bir tâcir, cenub tarafına mal sevk et­ meye cesâret edemezdi,, demektedir. Süvârîlerin, mtıfcaddam tarafından mühürlenmiş bir mektup taşımaları, eşkıyayı korkutmakta ve taarruzdan vazgeçirmekte idi. Bundan dolayı Rinn, onlara : “Sahranın kılavuzları,, adını vermişti. Onun söy­ ledikleri, A . Bernard ( Le Maroc, s. 205 ) ’ın, I931 ’de yazdıklarına geniş ölçüde uymaktadır. Görü­ nüşe göre, Şimâîî Afrika dışında, Ziyânîya cemâati çok az bilinir. Dupont ve Coppolani (ayn. esr.) tara­ fından, bunların Cezâyir sahrasındaki zâviyelerinin bir listesi verilmiş ve Fas ’daki yayılmaları anlatılmıştır. Ziyânîya tarikatı, 1145 ( 1733 ) ’te vefat etmiş olan Muhammed b. ‘Abd al-Rahmân İbn Abü Ziyân tarafından kurulmuştur. A. Cour "Taharat al-anfus v a ’ l-Aroöh al-Cismânîya fi'l-fa rik a alZiyânîya al-Şaziliyâ„ adını taşıyan hal-tercümesi eserinden, bu tarikat hakkında mâlûmat veren bâzı parçaları Fransızca olarak neşretmiştir ( R M M , XII, 360-379 ve 571-590). Aslında bu yazma, ondan daha eski olan diğer bir kitabın hülâsasıdır. Esas itibariyle bu eserde tarikat şeyhlerinin kerâmetleri kayd edilmiştir. Fakat bu eser L. Rinn ( ayn. esr., s. 408-415 ), tarafından, toplanmış olan bilgilerden daha fazla tafsilat vermektedir. Tari­ katın kurucusu olan Muhammed, Kenâzâ ( Fas ’m vilâyetlerinden olan Fıcüc ’un cenub-i garbisinde ) ’nin yakınındaki Satha ’da doğdu. Sîdî Mubârak b, ‘ Azza ile berâber Sicilmâse [ b, bk. ] ’de okudu,



620



ZİYÂN ÎYE -



Sîdî ’ nin ölümünden sonfa Fas *a gitti. Burada Muljammed b. 'Abd al-ifâdır al-Fâsî ( ölm. ı n 6 = 1704X Ahmed b. al-Hâcc (ölm . 1109= 1697) ve daha başkalarından sekiz sene ders aldı. Rinn'in anlattığına göre, sultan tarafından sihirbazlıkla ithâm edilerek Fas 'tan kovulması üzerine Tâfllâlt [ b. bk. ] ’a kaçtı. Burada Şâzilîye ’nin bir kolu olan Naşlriya ’nin ımfcadiam ’i tarafından tarikata alındı. Sonra haec için Mekke ’ye gitti. Dönüşünde Kenâzâ ’da yerleşip burada bir zâviye kurdu. Şâzilîye ta­ rikatının âdâb ve erkânında bir takım tâdîlât yapmış olan Muhammed ’in veliliğinin şöhreti her tarafa yayıldı. Ayrıca bir takım kuyular kazdırma ve su­ lama işlerini tanzim gibi çalışmalar ona nisbet edil­ di. Çevresinde bir cemâatin toplanmasını temin eden en meşhur kerâmeti, eşkiyayı mağlûp ederek faâliyetlerinİ kontrol altına almış olmasıdır. Sâhip ol­ duğu şöhret ve kâbiiiyetler, bir çok ziyâretçiyi buraya çekmiştir. Bunlar, burasını çok mâmur bir yer hâline getirmişlerdi. Diğer İslâm velîleri gibi o da bir ailenin reisi olup, tabîatıyîe tarikat şeyh­ liğini kendi oğluna bıraktı. B i b l i y o g r a f y a : Metin içinde verilmiştir.



( D. S. M argoliouth. ) ZİYÂRA. [Bk. ZlYÂRET.]



ZlYÂRET. al-Sunan, CanS’iz, bab 100) öğrenildikten sonra, bu yasağı, kabirleri ziyâret etmenizi yasaklamış­ tım, kabirleri ziyâret etmek isteyen bunu yerine getirmesini âhireti hatırlattığı İçin kabir ziyâretinin yapılabileceğini söyleyerek ( Müslim, Cana'iz, hadîs 106; Acjâhî, hadîs 37; Abü Dâvüd, Cana'iz, bab 77-102; al-Tirmizî, Cana’iz, bab 60, 69; al-Nasâ’ l, CcmS’iz, bab 100; Ibn Hanbal, al-Musnad, IH, 38» 63 ), bu yasağı kaldırmıştı. Ziyareti İnsana kendi akibetini hatırlatarak ibret dersi verdiği için ( Müs­ lim, al-Sunan, CanS’iz, hadîs 102; Abü Dâvüd, al-Sunan CanS’iz,) faydalı görülmüştür. Nitekim Peygamber İlâhî müsâadeye nâil olduktan sonra, Medine ’deki Bakî' al-Garkad kabristanını sık sık ziyâret etmiş, burada ziyâret ettiği annesinin kabri başında ağlamış ve bu hali yanındakileri üzmüştür (M üslim , al-Sunan, CanS’iz, hadîs 106; al-Nasâ’î, al-Sunan, Cana’iz, bab 101; İbn Hanbal, al-Mus­ nad, II, 441 )• Bununla berâber İbn eAbbâs (A b ü Dâvüd, al-Sunan, CanS’iz, bab 78 ), Abü Hurayra ( al-Tirmizî, al-Sunan, CanS’iz, bab 6 1 ) ve Hassan b. Şâbit ( İbn Hanbal, al-Musnâd, III, 443). Pey­ gamber’in, kadınların kabirleri ziyâret etmelerini lânetlediğini ifâde eden hadîslerdeki yasağın kalk­ madığını söylerler. Abu Dâvüd ve al-Tirmizl, yukarıdaki rivayetleri müteâkıben, bâzı âlimler yasağı umûmî ruhsatın kaldırdığı görüşünde olanların yamsıra pek sabırlı olmadıktan, çokça ağlayıp sızladıklan için kadın­ ların kabir ziyâretini doğru bulmadıklarını söy­ lemektedirler. Bunlara muhalefet edenler, daha önceki yasağı ortadan kaldıran ( nâsilı): "Kabirleri ziyâret ediniz,, hadîsinin, kadınlara da şâmil ol­ duğunu, erkekler kadar onların da âhireti düşü­ nerek ibret almaya muhtaç bulunduğunu ileri sürerler. Bu iki karşı görüşü te’lif ile isabetli bir uzlaştırma yolu bulanlar ise, kadınlann kabir ziyâretini yasaklayan hadîsteki “zaooârât„ kelime­ sinin mübalağa sığasıyla söylendiğine dikkati çe­ kerek, bu yasağın, sâdece kabirleri sık sık ziyâret etmek sûretiyle, bâzı mühim vazifelerini aksatan kadınlan hedef aldığım ifâde ederler (b k . al-Şavkânı, Nayt al-aolâr, Kahire, 1380 [ 1961 ], IV,



Z İY A R E T . ZİY Â R A , b i r i n i , b i r y e r i g ö r m e y e g i t m e (bk. Buharî, $avm, bab, 51-55; Nikâh, bab, 89; Âdâb, bab 84 v .d , ) mâ­ nasına gelmekte olup, bu kökle ilgili zevr kelimesi de hem ziyaret etmek, hem de ziyâret eden mâ­ nasında kullanılır. Bu ikinci mânada ZSir sözü daha yaygındır. Zuvâr ve mazâr kelimeleri de bir kimseyi görmeye gitme mânâsım ifâde etmekle berâber, mazâr T ürkçe’de kabir karşılığında kul­ lanılmaktadır. Bu kelime, umumiyetle dinî mânada, ibret al­ mak için kabirleri, sevap kazanmak için de mübârek yerleri, akrabaları ve hastaları görmeyi ifâde eder. Kur ân ’da ziyâretle ilgili tek âyet ( C I I , 2 ) , İslâm öncesi yapılan kabir ziyâretlerinin, dinî gayretle değil, kabile mensuplarının sayısına ölülerin de da­ hil edildiğini göstermek sûretiyle övünmeyi önlemek İçin nâzil olmuştur. Peygamber ’in hayatında, kabir ziyâretini ya­ 119 ). saklayan, daha sonra da buna izin veren iki farklı Mübârek yerleri ziyârete mesned olan şadd altatbikat vardır. Onun, kabir ziyâretini erkek-kadın raftl hadîsine göre, sâdece Mascid al-ffarâm, herkese yasaklaması, “ Yanaldan yumruklamak, el­ ( K a'be), Mascid al-Resûl ( Medine mescidi) bise yakalarını yırtmak ve ağıt yakıp ağlamak,, ve Mascid al-akşâ olmak üzere sâdece üç mec(al-Buhârî, Cana’iz, bab 1 9 ) gibi islâmm vakarı sidi ziyâret için seyahate çıkılır ( al-Buhârî, Salâi ile bağdaşmayan bâzı câhiliye âdetlerini unuttur­ fi Mascid Makka va al-Madlna, bab I , 6; Saom, mak, kabirlere ve dolayısıyla içindekilere aşın saygı bab 67; Şayd, bab 26; Müslim, Hacc, hadîs 415, besleme ve hattâ onlara ibâdet etme şeklinde te­ 511-513). Peygamber’in zaman zaman ifubâ mes­ zahür eden şirk görüntülerini yok etmek maksa­ cidini ziyâret etmekle berâber ( al-Buhârî, Salâl dına dayanıyordu. Kabirlerde Peygamber bu câ­ fi Mascid Makka va al-Madlna, bab 2 -4 ), bu üç hiliye âdetlerinin çirkinliği anlaşıldıktan ve ziyâret mescidi ziyâret yeri olarak kabûl edişi, buralara sırasında kötü söz sarf etmenin günah olduğu ( Mâlik atfedilen kudsiyetten gelmiş olmalıdır ( Mascid b. Anas, Muvalta, Dahâyâ, hadîs 8; al-Nasifî, al-haram ’m kudsiyeti için bk. Kur ân, II, I44>



¿İy Âr e T. 149,150 , 191, 217; V , 2; VIII, 34; IX, 7, *9, 28; X V II, i{ X X X V III, 25, 2 7 ). Müslümanların



hacc ibâdetini ifâ edebilmek için ziyâret etmek zo­ runda bulundukları Mekke'deki Mascid al-ljarâm, diğer adıyla K a ’be, yeryüzünde inşâ edilen en eski mesciddir ( al-Buhârl, Anhiyd, bab 10, 40 ), Mascİd al-ljarâm aynı zamanda müslümanların kıblesidir. Şadd al-rahl hadisinin muhtelif rivayetlerinde, adı bâzan en önce, bâzan rai sonra “ Benim şu Mes­ cidim,, diye zikredilen Medine Mescidi, Kuran'ın ifâdesiyle “Takvâ üzerine kurulan mescidtir (M as­ cid al-Rasül için bk. IX, 108; ayrıca krş. Müslim, Hacc, hadîs, 505-510; al-Bubârî, Şalâl fi Mascid Mahvet va al-Madına, bab r ). Ka’be 'den 4° sene sonra inşâ edilen ( al-Bubârî, Anbiyd, bab 40) ve Kur ’ân (X V II, l ) ' d a havalisinin mübârek kılındığı ifâde edilen Mascid al-akşâ, daha önceki ümmetlerin, hattâ bir sürede müslümanların kıblesi olmuştur. Peygamber bu mescidden Mascid İliya“ diye de bahsetmiştir ( Müslim, Hacc, hadîs 5*3 ). Bu konuyla ilgili olarak Peygamber 'e atfedilen hadîsin uydurma olduğu [bk. madd. MESCİD, KUBBETU'S-SAHRA ] hususundaki görüş gerçekle pek bağdaşmamaktadır ( tafsilât için bk. Talât Koçyiğit, Goldziher ‘in hadisle ilgili bazı görüşlerinin tahlil ve tenkidi, llâhiıjat Fakültesi Dergisi, Ankara, 1967, XV, 43-53). Islâm âlimleri, doğruluğunda ittifak ettikleri şadd al-rahl hadîsine uyarak fazilet itibârıyla başta Mascid al-ljarâm olmak üzere sı­ rasıyla Mascid al-Nabî ve Mascid al-a|çşâ’ya ya­ pılacak seyahatin makbûl olduğunu kabûl etmek­ tedirler. Buna karşılık yine bu hadîse göre, bu üç mukaddes mahal dışında Peygamber 'inki de dâhil olmak üzere bütün Türbe ve makamları ziyâret maksadıyla seyahate çıkma yasaklanmıştır ( bk, Macmûrat al-tasa1il, II, 57 v .d .). Hattâ dört büyük mezhep imamı ( Ab ü Handa, Mâlik b. Anas, alŞ âfiİ ve Ahmad b. H anbal)da, bu hadîs sebe­ biyle adı geçen üç mescid dışındaki mübarek yer­ leri ziyâret etmenin ve yapılacak nezirlerin, makbûl olmayacağı görüşündedir. Bu arada Peygamber'in kabrini ziyâret mes'elesi, üzerinde en çok münâkaşa edilen mevzûlardan biri olmuştur. Ibn Taymîya (ölm . 728=1328) ve daha sonrada talebesi Ibn Kayyim al-Cavzîya (ölm . 7 5 1= 13 5 0 ) şadd al-rahl hadîsine dayanarak, bu ve buna benzer kabir zi­ yaretlerinin doğru olmayacağını, aksini ileri sürenler ise, yine Peygamber 'in "Ben öldükten sonra kab­ rimi kim ziyâret ederse, beni hayattayken ziyâret etmiş gibi olur,,, "Haccedip de beni ziyârette bu­ lunmayan, bana cefâ etmiş olur,, gibi hadîslere dayanarak onun bu kanâatinin doğru olmayacağını ileri sürerler. Hattâ al-Subkî (ölm . 75 6 = 13 55 ), bu nevî hadîslerin mevsûkiyetini belirtmek ve peygamberlerin kabirlerini ziyâret etmek üzere seferler yapılabileceğini isbât etmek maksadıyla



( Şifâ al-sikâm f i ziyörat hayr al-ariam, Kahire, 1318= 1904) adını verdiği bir eser yazmıştır. Ibn Taymîya 'nin talebelerinden ve Hanbelî mezhe­ binin ileri gelen şahsiyetlerinden biri olan al-Makdisî (ölm. 748=1384) ise, al-Şârim al-ınankî f i î radd *alâ al-Subkî (Kahire, 13 19 = 19 0 1) adlı eserinde al-Subkî 'nin görüşlerini çürütmeye ça­ lışmıştır (ayrıca bk. al-Şavkânî, Nayl al-aolâr, V, 103 v.dd.). îbn Taymîya 'dan önce, şafiî mez­ hebi ileri gelenlerinden Abd Allah b. Yûsuf al-Cuvaynî (ölm. 4 38=1047), mâliki mezhebinin şöh­ retli muhaddisi al-Kâ?î clya? (ölm. 5 4 4 = 1 14 9 ) da aynı düşünceleri ileri sürmüşlerdir ( Fath al-Bâri, III, 53)- Bununla beraber Ibn Taymîya, Peygam­ ber'in kabrini ziyâretin, sefer bahis konusu olma­ dığı takdirde meşrû olduğunu söyler ( Peygamber *in mescidini ziyârette takibedilecek âdâb için bk. Macmdat al-rasâ'ü, II, 407 v.d.; al-Makdisî, al-Şârtm al-mankl f i radd cala al-Subkî, s. 7 v.d. ). Gazzâlî ( fthâf al-sâda, IV, 286 ) ise, bu hadîsin, üç mescid dışındaki ziyaretleri yasakladığım kabûl etmekle berâber, türbe ve kabirler gibi, ziyâret mahallerine gitmeye mâni olmadığını söylemiştir. Aralarındaki kan bağı bulunan, bu sebeple de diğer mü’minlere nazaran birbirlerine daha yakın oldukları ( ulu'l-arbâm) kabûl edilenlerin {Kurân, VIII, 75; X X X , 6 ) akrabalık münâsebetlerini karşılıklı ziyaretlerle devam ettirmeleri istenir. Kendilerinden Z i Tkıırba (m sl. bk. Kur ân, II, 83; IV, 3 6 ), ZaviT ku rba (K u râ n , II, 17 7 ), al-akrabîn (Kuran, II, 180, 215; IV, 7 , 33) gibi ifâdelerle bahs edilen akrabaların, aralarındaki bu münâsebeti (şilat al-rahm) devam ettirmeleri Pey­ gamber 'in hadîslerinde harâretle tavsiye edilmekte (al-Bu[)ârî, Âdâb, bab 13; îbn ffanbal, VI, 6 2 ), aksine davrananların ise, cennetten mahrum ka­ lacakları (M üslim , B in , Hadîs x8, 19; Ibn Banbal, II, 484; III, 14 ,8 2 ; VI, 399) açıkça ifâde olun­ maktadır. Bu arada akrabalar dışmdakilerinin de gerek lâlettâyin zamanlarda, gerek hastalık sı­ rasında birbirlerini ziyâret etmelerinin Allah 'ı hoşnut edeceğine dâir hadîsler de vardır ( msl. bk. Müslim, Birr, hadîs 38; îbn Hanbal, H, 292, 408, 462 v.b.; al-Buhârl, Cana’iz, bab 2; Müslim, Selâm, hadîs 4-6 ). B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilenler­ den başka bk. L A , mad, z o r ; al-Gazzâlî, it­ haf al-sâda (Kahire, 1 3 1 1 ), IV, 286 v.dd., 415; Ibn Kayyim al-Cavzîya, Şarh Sunan Abî Dâvüd, çAon al-macbüd kenarında ( Medine, 1388 [*968]), IX, 57 v.dd.; Zâd al-ma°âd, ( K a ­ hire, 139° i *97° 1), I *69, 179; Ibn Hacar al-Askalânî, Fath al-Bâri (Bulak, 1300), 111,52 v.dd.; Badr al-Dîn al-cA y n î,cUmdat al-kâri ( M. el-Amira, 1308 ), III, 683 v.dd.; Hamdi Yazır, Hak D m Kur'ân Dili (İstanbul, 1938), VIII, 6044 v.dd; Sayyid Sâbık, Fihh al-sunna (Beyrut,



ZİYÂRET — ZİYÂRÎLER. 139i [ 1971 ] ), I, 672 v.d.; Goldziher, Muhammedanische Studien (H alle, 1889), İl, 34 v.dd. ( M e h m e t Y a s a r K a n d e m Ir .)



Z ÎY  R İD E S . [Bk. ZİYÂRİLER.] Z İY  R İL E R . 3 1 5 ’ten takriben 483 (9271090?)*e kadar Hazar Denizi eyâletlerinden Gürgân ve Taberistân ’da, zaman zaman da Elburz dağlarının cenûbundaki i£ümis eyâletinde, hüküm süren D e y l e m l i b i r h a n e d a n olup, adım kurucuları Mardâvîc ’in babası Zîyâr b. Vardânşâh 'dan almıştır. Ancak daha sonraları, devrin öteki İran hânedanlan gibi, onlarda islâm-öncesi hükümdar sülâlesinden, Kay-ijlusrav devrinde Gîlân hükümdârı olan Arğuş Farbadan ’m neslinden geldiklerini iddia ettiler. Ziyârîler ’İn birinci hükümdârı Mardâvîc [ b. bk. ] 323 ( 93S) senesinde öldü. Yerine kardeşi Vaşmgîr [b . bk. ] geçti; onun ölümünden sonra (967 ), Ziyâri âiiesinin büyükleri babası ile seferde bulunan Kâbüs ’a biat etmişlerdi. Bu sefere iş­ tirak eden Sâmânî kumandanı Abu ’U lasan Mu­ hammad Simcürîde bu hususta ona yardımcı olmuştu. Vaşm gîr’in öteki oğlu Blsutûn ise, bu sırada Tabaristân ’da vâli idi. Babasının ölüm ha­ berini aldığı zaman, tahta geçmek maksadıyla, Ziyârflerin merkezi Gürgân 'a geldi. Bu sefer Vaşmgir 'in yakınları, maiyyeti ve askerlerinin çoğu ona biat ettiler. Böylece o, Ziyârî hânedâmnm üçüncü hükümdârı oldu. Daha sonra Bisutün önce­ leri vâli olarak bulunduğu Tabaristân ’a döndü, Bu dönüşe sebeb belki de, Abu Thlasan Simcürl ’nin kendisine rakib olarak, annesi Bâvandi 'lerden Ispahbad Şarvîn ’in kızı olan Kâbüs 'u destekle­ mesidir. Böylece O Gürgân '1, Kâbüs ’a bırakmış oluyordu. Bisutün, T abaristân 'a döndükten sonra Büveyhîlerin hükümranlığını kabul ederek Rükn al-Davla ’dan yardım istedi. Abu T fjasan Simcüri ise, işlerin düzene girdiğini sanarak Nîşâbur 'a dönmüştü. O , ülkesine dönmek içİn Gürgân‘dan ayrıldığı zaman Kâbüs, Simnân '1 idâre eden albfasan b. al-Fayrüzân ’m desteğini sağladı. Ancak Bisutün Büveyhîlerin yardımı ile Gürgân ve Sim­ nân ’1 zabt ederek Kâbus ’u itâate .zorladı. Abbâsî halîfesi M u'tl tarafından Bisutün ’a bir hil'at ile berâber Tabaristân, Gürgân, Sâlüs ve Rüyân vi­ lâyetlerinin fermam gönderildi ve "Zahir al-Davla“ lekâbı verildi (360— 9 71). Daha sonra Bisutün’un Gilân ve Deylem 'de hüküm süren Alevîler ara­ sındaki taht mücâdelesine karıştığı, Abu Muham­ mad al-Nâşir'a karşı yarı-kör Husayn al-Tâhir’i para ile desteklediğinden anlaşılıyor. Fakat Husayn bu mücâdelede mağlûb olarak Abu Muijammed tarafından öldürüldü. Daha sonra Husayn al-Tâhir'in oğlu Abu T Haşan 'A lîd e, Abü Muhammed ’den intikamını aldı ve muhtemelen Bisutün tarafından desteklendiği için Ziyârî hükümranlı-



ğtnt kabul etmişti. Bisutün, receb 367 ( şubat-mart 978 ’de Esterâbâd ’da öldü. Bisutün öldüğü zaman kayınpederi ve Taba­ ristân vâlisi olan Dubâc b. Bânî, Sâmânîler’in des­ teğini sağlayarak Bisutün ’un küçük oğlunu tahta geçirmek maksadıyla, acele Gürgân ‘a gitti. Ha­ kikatte ise o, tahta geçireceği küçük çocuk adına büküm sürmeyi düşünmüştü, Fakat Kâbüs b. Vaşmgîr, Büveyhîlerden cAdud al-Davla'nin des­ teğini sağlayarak Dubâc '1 Gürgân ’dan uzaklaş­ tırdı ve küçük yeğenini de Simnân kalesinde ele geçirdi. Böylece âlim ve edebiyatçıların hâmisi olan ve sarayında Birûnî [ b. bk. ] ve Ibn Sînâ gibi büyük âlimlerin bulunduğu Kâbüs [ b. bk. ], Zi­ yârîler ’in dördüncü hükümdârı oldu. 403 (1012/10x3) senesine kadar hükümdarlık



eden ve zulmü yüzünden Ziyârî ordusu tarafından uzaklaştırılan Kâbüs ’un yerine Tabaristân ’dan çağ­ rılan oğlu Minüçihr tahta geçirildi ve Ziyârîler ’in beşinci hükümdârı oldu. Onun tahta geçtikten sonraki ilk işleri, fırsat bulur bulmaz babasının katillerinin bir kısmını öldürtmesi ve geri kalanları da hapsettirmiş olmasıdır. Minüçihr, durumunu sağlamlaştırdıktan sonra Falak al-Ma°âli lekâbmı aldı. Ancak, Gazneli Sultan Mahmud daha önce kendisine sığınmış olan Kâbüs ’un öteki oğlu Da­ ra ’yı destekliyordu. Hattâ onu tahta geçirmek için Arslan Câzib kumandasında bir ordu gönderdi. Minüçihr, kardeşi Dârâ’nm taht üzerindeki iddi­ alarını önlemek ve Mahmud ’un desteğini sağlamak için Gazneli sultanına tâbi oldu, yıllık 50,000 dinar haraç ödemeğe söz verdi ve kısa bir süre sonrada Sultan Mahmud 'un kızlarından biri ile evlendi. Minüçihr, Sultan Mahmud’un 404 (1013/1014) ’te Hindistan ’da Nardin 'e karşı yaptığı sefere Deylemli askerlerden yardımcı bir birlik yollamıştı. Sultan Mahmud 419 (10 2 8 ) ’da Büveyhîlerden Macd al-Davla ’nin hâkimiyeti altındaki Rey şeh­ rini zabtetmek için garba yürüdüğü sırada, ken­ disi 400,000 dinarlık yardım vermeğe ve Gazneli ordusunun erzakını ikmâl etmeğe mecbur edilmişti. Minüçihr, bilâbire Sultan Mahmud ’un bu or­ duyu kendi ülkesini ele geçirmek için kullanma­ sından korktuğu için, düşmanca bir tavır takınınca Mahmud onun ülkesini istilâ etti. Minüçihr, onun geri çekilmesini ve yerinde kalabilmesini sağlamak için 500.000 dinar ödemek zorunda kalmıştı. Mi­ nüçihr, bundan birkaç ay sonra öldü. Kendisinin Mahmud ’un 420 (10 2 9 ) 'deki bu seferi ile rebîülâhir 421 (nisan 10 3 0 )’deki ölüm tarihi ara­ sındaki bir süre içinde öldüğü tahmin ediliyor ( bk, Bosworth, “On the Chronology 0/ the later Ziyârlds İn Gurgân and Tabaristân", s. 2 7). O da, babası gibi şâirleri himâye etmişti. Nitekim meşhur Gazneli şâir Minüçihri Damğanî [ b, bk. ] mahlasım bu hükümdardan almış ve ilk şiir­ lerini ona ithaf etmişti.



ZİYÂ R İ l M .



Ziyârîler ’in bundan sonraki tarihi çok karanlıktır. Minüçihr ’in ölümünden sonra oğlu Anüşirvân Şaraf al-Ma'âlî, Ziyârîler ’in altıncı hükümdân oldu. Babasının ölümünden birkaç ay sonra, Sultan Mabmud tarafından hükümdarlığının tanınması için 500.000 dinarlık bir haraç ödedi. Ancak Anü­ şirvân, henüz genç yaşta iken 423 (10 3 2 ) 'te, Ba­ yandı ailesinden olup, Ziyârî ordusunun kuman­ danlığını yapan dayısı Abü Kâlîcâr tarafından taht­ tan uzaklaştırıldı. Gazneli Mahmud ’un halefi Mes 'ûd, Abü Ka­ lkar 'i bir evlilik akrabalığı İle kendisine bağlamağa çalıştı. Nitekim Sultan M e s ’ud 424 receb (h a­ ziran 1033) ’de Abü Kâlicar ’m kızlarından biri ile Nîşâbur ’da evlendi. Bununla beraber Sultan Mes’ûd yıllık haracın Nîşâbûr 'daki eyâlet divânına gönderilmesine çok dikkat ediyordu. Ancak Abü Kâlicar haracı muntazam ödemedi. Mes’üd da bu durumu halletmek için 12 rebîulevvel 426 (25 kânun II. 1 0 3 5 )’da Nîşâbûr’dan ayrılarak Hazar Denizi slhillerine bir sefer tertipledi. Sultan ’m ordusu bu sefer sırasında Nâtil ve Rüyan ’a kadar Gürgân ve Tabaristân ’1 istilâ etti. Abü Kâlîcâr berâberinde Anüşirvân ve Gürgân ’m öteki ma­ hallî emirleri bulunduğu halde Gazneİilerin ö­ nünden devamlı olarak kaçtı. Sonunda Abü K â­ lîcâr, oğlu ile birlikte bir elçi göndererek Mes 'ûd’dan afv diledi ( nisan 1035) ve bu isteği kabûl edildi. Ancak Gazneli ordusunun bu seferde halka sert davranması ve Âmul ’den bir milyon dinar gibi büyük bir haraç İstemesi Hazar eyâletlerinde Mes’ûd ’a olan sempatinin ortadan kalkmasına sebeb oldu. Bundan faydalanan Abü Kâlîcâr, Gaz­ neli ordusunun çekilmesinden sonra tekrar bölgede hâkimiyetini kabûl ettirdi. Fakat o haraç ödemeğe ve Gazneli sarayına rehine göndermeğe söz vererek itâatine devam etti. Ziyârî Anüşirvân 431 ( 1 0 4 0 ) 'den sonra tekrar tarih sahnesine çıktı ve Abü Kâlîcâr ’1 esir ederek, hükümdarlığı ele geçirmeğe muvaffak oldu. Gür­ gân ’ın bu karışık durumundan Selçuklu sultanı Tuğrul Bey faydalandı. Nitekim 433 (1041/1042) ’te Tuğrul berâberinde sâbık Gazneli kumandan­ larından Mardâvîc Bişûî olduğu halde, Gürgân ’a gelerek bu bölgeyi ele geçirdi ve Mardâvîc ’i ve­ kâleten buraya yerleştirdi. O , Tuğrul Bey ’e 50.000 dinar vergi verecekti. Mardâvîc daha sonra Anü­ şirvân ’m üzerine yürüyerek onu 30.000 dinar vergi ödemeğe mecbur etti; ayrıca her ikisi ara­ larında bir sulh yaparak, Tuğrul B e y ’in hüküm­ darlığını kabûl ettiler. Gürgân ve Tabaristân 'daki şehirlerde onun adını hutbede de okuttular. Böylece Ziyârî hânedânı Selçuklulara tâbi olarak var­ lığını devam ettirdi. Mardâvîc, Anüşirvân ’ın an­ nesiyle evlenerek durumunu sağlamlaştırdı. Anüşîrvân *m kesin ölüm tarihi belli değildir. Ancak onun yeğeni Kay Kâ’ üs b. îskandar’ in tahta geç­



tiği 441 (1049/1050) senesine kadar hüküm sür­ müş olması muhtemeldir. Ziyârîlerin yedinci hükümdân olarak görünen cUnşur al-Ma'âli K ay Kâ'üs b. Iskandar b. Mi­ nüçihr bölgenin dağlık kısımlarında hükümdar olmuştu. O , tahta geçmeden önce gençlik yıllarını, Sultan Mevdûd b. Mes’ûd ( 1041-1050 ) ’un bir nedimi olarak Gazne ’de geçirdi. Fakat onun aynı zamanda İran ’ın şimâl-i garbî köşesi ile münâ­ sebetleri vardı. O Ermeniye ve Gürcistan’da, Dovin ve Gence hâkimi Şaddâdî ’lerden Amir Abu ’1-Asvâr Şâvur b. Fazl (1022-1067 ) ile berâber savaşlara katıldı ve bir süre Şaddâdî ’lerin arasında bulundu, A b u ’I-Asvâr, 435 (1043/1044) tarihinde Bizans imparatoru Kostantinos IX. Monomakhos ( 1042-1055 ) ’un tahriki ile Ani prens­ liğini istilâ etti. İmparator, bu bölgede G agik’in elinden alacağı bütün kaleleri ve arâziyi ona bı­ rakmayı taahhüt etmişti. Abu TA svâr ile beraber Kay Kâ'üs b. Iskandar de hıristiyanlara karşı bîr gâzi olarak savaşmıştı. Bu devrede muhtemelen Hazar Denizi ’nin sâhil ovalarında Selçuklular tarafından tâyin edilen vâliler bulunmuş, dağlık iç bölgelerde ise, Kay Kâ'üs kendini kabûl ettir­ meğe muvaffak olmuştu. Yİne de Hazar bölge­ sindeki olayların karışık olduğu bu devrede, onun hayat hikâyesi ve Ziyârî hânedânı hakkında kesin bilgilere sâhip olamıyoruz. Kay Kâ'üs, oğlu Gîlânşâh için 475 (1082/1083) senesinde nasibat-nâme tarzında bir eser olan âbüs-Nöma ’yi yazdı. O, şiiri çok sever ve şâirleri himâye ederdi. Faşîhî Cürcânî onun himâyesini kazanmış şâirlerden biri idî. Ziyârîlerin sonuncu hükümdân olan Gîlân-şâh’m hangi tarihte bahasının yerine geçtiği bilin­ miyor. Alamut Bâtınîlerinin reisi Haşan Sabbâhı, Tabaristân ’m dağlık bölgelerini zabt edip, tah­ minen 483 ( 1090 ) senesinde Ziyârîler hânedânına son verdi. B i b l i y o g r a f y a : İbn al-Aşîr, al-Kâmil (nşr, Tornberg, V IH ); İbn Miskavayh, Tacârib al-umam ( nşr. Margoliouth, Ï—II ); İbn Isfandiyâr, History of Tabaristân ( îng. trc. E. G. Browne); Zahir al-Dın Mar'aşI, Târİfo-i Tabaristân (nşr. D o m ); Gardîzî, Zayn al-affbâr (nşr. 'A bd al-Hayy Habîbî); M . Nâzim, The Life and Times of Sultân Mahmud of Ghazna (Cambridge, 1931 ); 'Abbâs İkbâl Aştiyânî, 7 arîfyi Mufaşşal-i İran, 13472 hş. ; 'Abbâs-i Parviz, Dayalıma va Gaznaoiyân, 1336 hş.; W. Ma­ delung, The Minör Dynasties of Northern İran ( Cambridge History of han, IV ), Cambridge, 1975, s. 198-249; C. E. Bosworth, The Political and Dynastie History of tke Iranian World ( A . D. 1000-1217) ( Cambridge History of Iran, V ), Cambridge, 1968, s. 25 v. dd.; ayn. mil., Tke Ghaz~ navids Their Empire in Afghanistan and Eastern İran 994-1040 (Edinburg, 1963); ayn. mil.,



2İYÂRÎLE& On the Chronology of the later Ziyârlds in Gurgân and Taharistân, Der Islâm, 1964, X L , 25-34 ( Son Ziyârî hükümdarı hakkında geniş bilgi için bu makaleye b k .); E. Merçii, Simcuriler III, Studien Zar Geschichte and Kultur des Vor­ deren Orients ( Leiden, 198 1), s. 249-263. ( E r d o ğ a n M e r ç Il .)



ZOTT. [ZOTT,] ZOTT. ZOTT



(Ş a m ’da Zatt denir), b i r h a l k ı n a d ı [ bk. mad. N&VAZ ]. Etimolojisi kesindir : Zott < Farsça Cat ( benzer bir değişme için krş. Farsça Hâne “ ev„ > ffann “ pusula [ rüz­ gâr] kertesi,,). FirdavsI (ölm. 4 15= 10 2 4 ), Şahnâme’sinde İran kıralı Bahrâm G ür ’ un ( M.s, 420-438) Hint pâ­ dişâhından kendisine erkek ve kadından müte­ şekkil, ud çalmada usta olan 10.000 Lürİ gönder­ mesini rica ettiğini anlatır ( trc. Mohl, V I, 60 v.dd,). al-Tabarî ( ölm. 310 = 9 23) 'nin bir tercümesi olan “Sâsânîler Devrinde Perslerin ve Arapların Tarihi,, adlı eserinde Th. Nöldeke, Firdavsî 'nin bu rivâyetine tamamıyla güvenir. D e Goeje de buna dayanarak, FirdavsI 'nin ifâdesinden şüphe etmek için, bir sebebin olmadığını söyler (bütün bunları tamamıyla yanlış, efsâne sayan muhalif görüş için krş, John Sampson 'un, The Dialect of the Gypsies of ¡Vales, Oxford, 1926, s, 29, not I ). İranlı şâirin şâhitliğinden Önce al-Balâzuri ( ölm. 279=892), Sayâbica’lann ve de Zott'lann islâmdan önce [ Basra körfezinin ] limanlarında yer­ leşik olduklarını söyler (nşr. de Goeje, s. 373). de G oeje'ye göre, Sâsânîler tarihini çok iyi bilen tarihçi Hamza al-lşfahâni ( IV .= X . asır başlan­ gıcı) de, kendisinden yarım asır sonra yazan Fir­ davsI gibi düşünür (nşr. ve Latince trc. I. M. E. Gottwaldt, metin s. 55, trc. s. 40). Birçok Zott, Vâsi} ile Basra arasındaki bataklık bölgeye yerleşmişti. al-Ma°mün ’un hükümranlığı sırasında ( 198-218=813-833 ), halîfeye karşı açıkça baş kaldıracak, senelerce hükümet kuvvetleriyle çarpışacak ve Basra ile Bagdad arasındaki münâkalâtı kesecek kadar güçlüydüîer. Ancak 219 (834) senesinde can ve mallarının korunacağı garanti edildikten sonra, boyun eğdiler (krş. de Goeje, s. 23 v. d d .). de Goeje, Memoire sar les migrations des Tsi~ ganes â travers l ’Asie ( Leiden, 1903) adlı ese­ rinde bu metin parçalarını kullanmış ve bunları, L A ’dan, T A ’dan ve birçok Arap coğrafyacı­ sından yaptığı iktibaslarla tamamlamıştır. Çalış­ masının adının da gösterdiği gibi, çingenelerin Asya'daki göçlerini inceliyor; bunların burada bize gereği yok. Sâdece burada Arapça ve Farsça metinlerden, Z o tt’lann herhangi bir sebeple Hin­ distan 'dan Iran 'a, Iran 'dan da ö n Asya ’ya ve Av­ rupa ’ya göç etmiş olduklarını belirtelim. Madagaskar ’m şark kıyılarında Ondzâisi adında



ZÛ.



bir kabile mevciıd olup, Madagaskar-Arap dilinde mûtad olarak O :1 , c,». veya s*t diye yazılır. Bu üç yazılış biçiminin eski söylenişi Ondzâti ’dir. On ( okunuş £)..) Madagaskar ’da sessiz harfi ta­ riftir. Günümüz Madagaskarca’smda dzâlsi olan dzâti, normal olarak eski bir C ö f’a geri gider (ketime sonundaki sessiz t ’nin t ’si olması kaidesi­ ne uygundur). Cedlerinin denizin Ötesinden gel­ miş olduklarını söyleyenler de vardır. Birçok yıllar boyunca bunlarla şahsî ilişkilerim bulunmasına rağmen, beni örf ve âdetleri konusunda tamamıy­ la aydınlatmamış oldukları duygusunu taşıyorum. Ekseriyetle çok çekingen davranıyorlardı. Cenubî Şarkî MadagaskarlI komşuları, Ondzâtsi’lerin yakın akrabaları ile gizlice cinsî ilişkide bulunduklarım iddia ederler. Ondzâtsi, Cât ve Zot{ arasındaki uygunluk bir tesadüf sayılmayacak kadar büyüktür, buda Özellikle vurgulanmalıdır. Bugünkü Cât 'lann Asya 'da bulundukları böl­ genin tahminî sınırları şöyledir: şimalde Hımalayaların Önündeki dağlar; garbda İndus; cenubda Haydarâbâd ( Sin d) ’dan Acmir ve Bhopai ’a uzanan bir hat, şarkta Ganj. tndus'un ötesinde bâzı Ç a t ’lar Peşâver’de, Belucistân’da ve hattâ “Sulayman range,, denilen sıra dağlarda yaşarlar. Nihâyet Kirmân ve Irak’ta C â t ’lar ile Çingene­ lerin karışımı melez bir halk bulunmaktadır. 50.000 kadar diğer bir grub da MakrSn ve Efganistan ’da ikâmet örnektedir ( Kalika-Ranjan Qanungo, His­ tory of the Jats, Kalküte, I925, I, 1 ) . ■ B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilmiştir. ( G a b r ie l F e r r a n d .)



Z ü . [Bk. Z0.1_ t Z Ü . ZÜ , Z İ , Z Â , işâret zamirlerinin esas unsurunu, teşkil eden z ’ye dayanılarak yapılmış gösterme şe­ killeri. Bunların kullanılış farklılığı, müstakil ve çekilebilir ( munşarif) olarak telâkkî edilmelerini imkânsız kılmıştır. Zü , Tayy kabilesi lehçesinin (T a y y ı) ilgi zamiri olup, mebnî ’dir. İbranî dilinde zü *ya tekâbül eden ilgi zamirinin şiirdeki şeklidir. Z İ müzekker ilgi zamiri allazi’yi oluşturur; al~ latî ise, müennes için kullanılmaktadır. Burada z , t farklılığı cinsiyeti göstermektedir. Bu zi ’ye tekabül edenler arasında; Aramı dildeki mebnî ilgi zamiri di (Süryânî dilinde de ) Aramca mukaddes metindeki ilgi zamiri olan di (Süryânî dilinde d ") mebnî olup, de Haheşçe müzekker işâ­ ret zamiri ze, i hâli için za. Zâ, müzekker müfret işâret zamiri (yakın için) olup, tasgiri zaı/yâ ’dir. z l müennes şekil için kul­ lanılmaktadır. Şu halde buradaki âlî farklılığı cin­ siyeti belirtmektedir. J. Bartb, bu farklılığı eski bir e sesinin varlığını iddia ederek e/i şeklinde anlamış ve neticede A. Fıscher ile olan şiddetli münakaşası buradan çıkmıştır ( Z D M G , 1905, 159-161, 443­ 448, 633-640, 644-671; J. Barth, Sprachusissensc-



nı.



.



| M



.



2Û -



.......



hafiiche Unlersachengen, Leipzig, 1907, \, 30-46). Zâ, çoğu kere ya ha ile takviye edilmiş : hâşâ, yahut da diğer işaret unsurlarıyla bir arada görülür: şaka, zâliket. Zö'ya uygun şekilde Habeşçe'de müennes müfret işaret unsuru zâ, İbranî dilinde Zöth ( d h â + t) yine Habeşçe’de müzekker ilgi zamiri za vardır. Mülkiyet 2amiri anlamındaki z ü ( 1 nunki) isim, şekli tesniye ve cemi olarak eksiz haldedir. Ancak o, her zaman tâbi cümlede bir ismin önünde yer almaktadır ( Arap gramercilerinin telâkkilerine göre cins isimdir; hk. al-Zamahşerî, Mufassal, § 130, ikinci baskı J. P. Broch, aHriarirî, Durra, nşr. H. Thorbecke, 138 ). Böylece zâ mâlpin “ servet sahibi“ cemi zatıü mâlpin, yahut daha zarif bir ifâde ile ula mâli" müennes için aynı yapıyla : zâlu mâlhl cemi zavâlu mâlin (yahut ulâiu mâ/'"») denilmektedir. Bk. W. Wright, A r, Gr3, I, 256 D ; Lisân al-°Arab, bk. mad. zü ve zavıât, X X , 344/XV, 456; zâta yatım1’1 “bir gün“ , zâta 'l-yamlni “sağda, sağa“ ifâ­ deleri için bk. Mufassal § 122, Zü, bu sâhib olma mânası ile Iekap ve mahlasla­ rın teşkiline yarar. Bâzı şahısların müşterek lekabı olmuş bulunan Zü'l-Kamayn veya şâir Zu'r-Rumma gibi. Yemen hükümdar ve veliahtleri ( z ü ya­ zan gibi için bu mükerrer cemi şekli azıca' al-yaman (bk. Wright, ayrı, esr., 266 A ; L A , göst. y âr.) ile müstakil bir kelime hâline gelmiştir. Bibliyograftı a : metinde gösterilen­ lerden başka bk. J. Barth, D ie Prononimalbildung in İen semitisehen sprachen, Leipzig, 1913, s. 103-116,152-158; yeni lehçeler için bk. W. Fisc­ her, D ie demonstrativen Bildangen der neuarabtsc-



)



hen dialects ( La Hage, 1959 )> s- 57"9S.



(H . F le is c h .) Z U ’L -F A K Â R . [ Bk. z ü lfe k a r . ] Z U ’L -# I C C A . [B k. ZİLHİCCE. 1 Z U ’L -K A 'D A . [B k. z Ilk a 'd e .] ZU ’L-KAJDR (ZU'L-KADR) [Bk. d u lk a d ir,] Z U K Â R . [Bk. ZO KÂR,] Z Ü K Â R . Z Ü K Â R , Arapların çok meşhur ayyam 'ından birinin cereyan ettiği Küfe ile Vâsıt istikametinde ( Yâküt, IV, 10 ), Küfe yalanında b i r s u a l m a y e r i n i n a d ı . Bu savaşın Arabistan­ ’ın kabileleri arasında cereyan eden diğer savaşlardan farklı bir tarihî ehemmiyeti vardır; çünkü Bakr b. Vâ’il (Bani Lfanîfa hâriç bütün kabilelerin kol­ ları) ’1er, burada diğer Arapları ( Tağlib, clyâd v .s .) ve kalabalık muntazam İran ordusunu mağlûp ettiler. Bu savaş, büyük bir müsâdeme olmaktan çok ( kaynaklar binlerce savaşçıdan bahsederlerse d e ) Araplara, tran ordusunun çok kuvvetli ve zannedildiği gihı hücum edilemez olmadığını öğ­ retti. Caetani ’ye göre, birkaç yıl sonra al-Muşannâ b. pfârişa kumandasında aynı Bakr b. Vâ°il kabilesi Irak ’a karşı ilk akınian yapmamış olsaydı, bunun bir tesâdüf olduğu zannedilecekti. O zamandan



İslâm Ansiklopedisi



ZÛ K M .



¿25



îtibâren Arapların ittifâkı karşısında Iranhlarm zayıflığı inancı hâsıl oldu. Savaşın tarihi, kaynak­ larda kesin olarak belirtilmez ( Peygamber ’in doğum yılında [! ], yahut nübüvvetin başlangı­ cında, yâni Hicret ’ten aşağı yukarı on yıl önce veya Hicret ’ten hemen sonra, veyahut Bedir gaz­ vesinden birkaç ay sonra, yâni h. 2-3 [623-625] arasında). Ancak hâdiselerin îzâhı savaşın tari­ hini çok dar sınırlar içinde tesbit etmemize yardım ediyor. Savaş hakkmdaki tafsilât, çok değişik ve kısmen efsânevîdir: bununla berâber bu bilgiler arasında gerçek olarak kabûl edilenler ve savaşı bilinen tarihî hâdiselerin devamına yerleştirmeğe imkân verenler de vardır. Bu tafsilât, savaşın sâikini son Laljmî reîsi olan Nu°mân b. al-Munzir ’in Husrav Parviz (Arap kaynaklarında Abarvlz) tarafından hapsedilmesine bağlamaktadır. Netîce olarak hâdiselerin gelişmesini şöylece tesbit etmek mümkün olabiliyor: Sâsânîler, Labmî kıralhğım ortadan kaldırmak ve onun yerine doğrudan doğ­ ruya merkeze bağlı bir vâlilik ikâme etmek husûsunda hatalı bir hükme vardılar. Nu'mân ’ın hap­ sedilmesi ve hemen arkasından ölmesi haberi üze­ rine, öfkelenen Bakr b. Vâ3il ’1er, hudutların bu muhâfızınm korkusundan kurtularak yağmacılığa giriştiler. Sâsânîler, onları cezalandırmağa karar ver­ di, fakat aksine, birlikleri mağlûp oldu ve Savâd ’m içlerine kadar tâkip edildiler. Orada, şartlar sebe­ biyle beklenen intikam alınamadı. NuYnân’ın saltanatının sonu 602 ( Caetani ’ye göre 605) ola­ rak tesbit edilmiştir ve Labmî ’lerin yerine geçen T a ğ lib ’li lyâs b. Kabîsa’nin Sâsânîler tarafından tâyin edilen bir merzuban ile idaresi 611 senesine kadar devam etmiştir; o halde savaşın tarihini 6046 rı seneleri ile sınırlamak mümkündür (Caussin de Perceval, Essai, II, 185). 611 ’i Nöldeke (Ger schichte, 347, nr. 1), 604-610 seneleri arasında, Goldziher ( Muh. Stud,, I, 103), 611, Caetani ( Annali, Giriş, §2 3 0 ), 610 kabûl ederler. Araplar, bu askerî zafere, Peygamber’in “Bugün Arapların Farslardan haklarını aldıkları gündür, benim sâyemde Allah onlara yardım etmiştir ( nur şirü )“ , meşhur sözünde de ifâde edildiği gibi, büyük ehemmiyet verirler. Şâirler ve ayyâm hikâyecileri bu savaşın medhİyesİnt canlı bir şekilde vermek­ tedirler. Bu mevzu ile ilgili bir çok şiir Tabarî ta­ rafından nakledilmekte ve Ağanl ile cf f d ’de yer almaktadır. Bu hâdise hakkmdaki rivâyetlerin husûsiyle Abü eUbayda tarafından toplanmış ve zamanla, meselâ, Goldziher ’e göre ‘Antar romanı ( X V I ,6-43 ) ve Mittwoch [ E l 1 , mad. D H U kâr. ] ’a göre Kitâb IJarb Banı şayban rrufa Kisrâ Anüşirüan gibi halk romanlarına malzeme olmuştur. Yatım Z ü Kâr, bu suyun çevresinde bulunan al-¡fino ( yâni hino “ kavis,, Z ü K®r veya Kuralar ’in “ kavsi,,), al-Cubâbât, aJ-'Ucrum yahut Z u (veya Z â t ) ’1-Ucrum, al-Gazavân, al-Bathâ’5 (yâni ¿affıü1, F. 40



¿26



ZÜ KÂR -



Z ü K â r 'm „ geniş vâdisi,, ) g ib i, diğer m evkilerin isim leriyle de b ilinm ektedir. Zü



I ^ â r ’da T â tn îm ve B a k r kabileleri arasında



başka b ir savaş daba olm uş ise d e, tarih i bakım dan değeri yo k tu r { ‘ ¡fod, K a h ire , 1305ı 111, 7 3 ).



ZUHÛRÎgöre, Turşlz ’in “ Camand,, köyünde dünyaya gelen Zuhuri ’nin, doğum tarihi bilinmemektedir. Bu­ nunla berâber, 1025 ( 1616 ) yılında öldüğü, Tazkira-i Mlfoâna ( s. 364 ) 'ye göre 81 sene yaşadığı göz önünde tutulursa, onun 944 veya bunu müteâkıp yıllarda doğduğu söylenebilir. Muhammed Tâhir, lekabı Nür al-Dîn, mahlası Zuhürî, nisbesi ise, Turşizî’dir. Daha çok “ Zuhuri,, mahlası ile meşhur olan şâir, “ Molla Zuhuri,, diye de tanınır (Ş îr 'A li, MiPât al-foiyâl, Bombay, 1324 h., s. 77; Muhammed Ufzai Sarhoş, Kalimât alşu'arâ5, Lahor, 1942, s. 72; Fahr al-Zamâni-i Kazvinî Mîhâna [Mayijâna] nşr. Guiçîn-i Ma'âni Tahran, 1430 hş., s. 363 not 1 ve s. 364 v .b .). Kayınpederi şâir Malik K umnrıi dışında yakın ve uzak çevresi hakkında kaynaklarda hemen hiç bir bilgi yoktur. Ancak M d’âşir-i Rafflml (I II , 393 v.dd.) ’de, onun iyi bir tahsil yaptığı, devrinin geçerli ilimlerini öğrendiği, nazım ve nesirle ya­ kından ilgilendiği ve şâirlik kabiliyetini erbabına göstermek için doğum yerini terkedip seyahate çıktığı kayıtlıdır. Nitekim, Zuhürİ, daha iyi bir şâir olmak hevesiyle genç yaşlarında Turşlz ’i terke-



B i b l i y o g r a f y a : Ya'kûbî, I, 246; 11, 47; Tabari, I, 1015-1037; T h. Nöldeke, Geschichie der Perser und Araber, s. 310-345; tbn alAşir, 1, 352-358; İbn al-Vardi (Kahire, 1285), I, 117; Ağarıi, X , 132-140 (Nuvayr! bunu ihtisar etmiştir; Nihâya, Kahire, 1949, X V , 431-435: fann, V , foison IV, bab V ) ; Mas'üdî, MurSc, II, 227 v.d.; III, 205-209; ayn. mil., Tanbîh (nşr. al-Şavî), Kahire, 1928, s. 207 v.dd. (Carra de Vaux, s. 318-321); Maydânî, Amşâl, bab 19 (nşr. Freytag), III, 557; °İkd (Kahire, I305 ), III, 9°-93 ( Kitâb al-durrat al~şâniya ’nin sonunda); Bakrî, Mtfcam (nşr. Wüstenfeld), s. 732; Yâköt, IV, 10 v.dd. (bk. K â r); A. P. Caussin de Perceval, Essai sur l 'histoire des Arabes avant F Islamisme (Paris, 1847/1848), II, 171­ 185; Rothstein, Die Dynastie der Lafomiden in al-fjlîra (Berlin, 1899), s. 120-123; L . Caetani, Armait, giriş, § 230 ve not I, 12. yıl § 135 ve 136; derek geldiği Y e z d ’de bir müddet şiir ve şâirlikle I. Goldziher, Muh. Studien, I, 103 v.d.; Câd. uğraşmış, burada Vahşı-i Bâfkl [b . bk. ] ve onun Bacavî ve Abu Fazl İbrahim, Ayyâm al-cArab memduhu emir Gıyâş al-Dîn Muhammed ile gö­ (Kahire, 1361/1942), s. 6-39. rüşmüş ve daha sonra Yezd ’den Şîrâz ’a geçmiştir. ( L . V e c c ia V a g u e r i . ) Yedi yıl burada kalıp, tarihçi ve şâir derviş meşrep Z U ’L - K A R N A Y N . [B k . z ü l k a r n e y n .] Mavlânâ (M o lla ) Darvîş Husayn’in talebesi olmuş Z Ü L K İ F L . [ B k . zO tK İFL .] ve kitâbet ilmini ondan öğrenmişti ( ayrıca bk. Mîhâna, s. 364 ve 363 not I ’deki Takî-i Kâşî ’nin Z U ’L - N Ü N . [ B k . ZÜNNÛN.] Jjulâşat al-aşeâr.. ’ından nakledilen metin). Şâir Z ü ’L - N Ü N A B U ’L - F Â ’İ Z B . İ B R A H İ M . [B k. bu arada, kısa bir süre de Şâh Abbâs I. ’in sarayında ZÜNNÂR.] kalmış umduğu itibâr ve desteği göremediği için Z U ’L - N Ü N B E G A R Ğ Ü N . [ B k . z ü n n û n b e g ( J. Rypka, History of îranian Literatüre, Hollanda, ARGUN.] 1968, s ..725) 988 (15 8 0 )’de Hindistan’a gitmişti. Z U ’L - R U M M A . [ B k . z u ’r - r u m m e .] Oradan Mekke *ye geldi ve hacc vazifesini ifâ ederek Z U ’L - Ş A R Â . [ B k . z ü ş s e r â .] Z U B Â B . [ B k . züBÂB.l Dekken [ b. bk. ] ’e döndü ( Md'ösit-i Rafolmi, göst. yer.). Bu hacc seyahatinin, Hindistan ’a git­ ZUBAYDA. [ B k . z ü b e y d e ,] meden önce vuku bulduğu ifilde edilirse ( M . M u'în, a l - Z Ü B A Y R b . a l -'A V V Â M . [ B k . z ü b e y r b . AWÂM.] Farkang-i Fârsl, Tahran, 1342-1352 hş., V , 1117) de yukarıdaki tarih daha doğru olmalıdır (bk. M a’Z U B Ü R . [ B k . z e b Or .] Z Ü BY Â N . [ B k . ¿ U H Â . [B k .



âşir-i Rafolmi, göst. y e r.). Ekber Şâh saltanatı ( 963-1014= 1556-1605 ) dev­



z ü b y â n .]



dûhâ



.]



Z U H A L . [ B k . Zü h a l .]



al-Z ü H A R A . [ B k .



z ü h r e .]



Z U H D . [B k . zühdJ a l-Z U



H R Î . [ B k . z ü h r I.]



ZÜHAYR



b.



ABI SULMÂ.



[B k . zü h eyr b,



EBÎ SÜLMÀ.J



ZÜHÜRI.



[ B k . ZUHÛRÎ.]



Z U H Û R Ï.



Z U H O R Î ( ö lm . 10 2 5 -16 16 ). S a -



fevî Â bbâs



devri I. ( s a l .



şâirlerinden



H orasan ’da T u rş lz sabasında,



b iri o lu p , Ş â h



1587-1629) zam anında yaşam ıştır.



‘A b d



Rahim!, K a lk ü te,



şeh rin e



al-Bâl, s. 86) bu yüzdendir ( Oğlu Ka'b bir şiirinde neseblerinin Muzayna ’ye bağlı olduğunu söylemiştir (Şark Divân K a ‘b, Kahire, 1369 = 19 5 0 , s. 67; al-Cumaljî, Tubakflt al-şu'arfi1, s. 89 v .d .). Şiirlerine bağlı olarak gelen rivâyetlerden anla­ şıldığına göre, üç kardeşi vardı: Avs, al-Hansâ3 ve Sulmâ. Babasını erken kaybetmiş, annesi, şâir Avs b. Hscar al-Tamîmi ile evlenmiş, Zuhayr ve kardeş­ lerini dayıları şâir Başâma b. al-Gadîr himayesine almıştı. Zuhayr, önce Umm Avfâ ile evlenmiş ise de, çocukları yaşamadığı için ondan ayrılmıştı ( bk. Şa'lab, nr. 43; al-A'lam al-Şantamarî, Şark Divân Zuhayr, nşr. F. Çabâva. nr. 16; al-AğânP, X ,313 ). cAbd Allah b. Gatafân kabilesinden Kabşa bint 'Ammâr ile yaptığı ikinci evliliğinden, her ikisi de şâir olan K a'b [ b. bk. ] ve Bucayr ile nazar değmesi yüzünden henüz delikanlılığında attan düşerek öl­ düğü rivâyet edilen ve hakkında Zuhayr ’in bir mer­ siyesi bulunan Sâiim (Şa'lab, nr. 42; al-Ağan i3, X , 313 v.d. ve 315: burada 9. satırdaki “K a'b” , “Zuhayr” şeklinde tashih edilmelidir) dünyaya gel­ mişlerdir ( Umm Ka'b künyesiyle de anılan Kabşa için bk. Şa'lab, nr. 28, s. 239, nr 34, 39; al-A'lam, nr, 18). Zuhayr, Gatafân ’m iki mühim kolu olan Avs ve Zubyân kabileleri arasında uzun zaman devam eden, aralarında yaşadığı akraba kabilelerin de zaman za­ man katıldıkları Dâfıis ve al-Gabrâ3 savaşlarına şâhit olmuş, Banü Murra ’nin reislerinden olup bu kardeş kavgasına son vermek için, her iki taraftan ölenlerin diyetini ödemeyi üzerine alan Harim b. Sinan ve Hâriş b. ‘Avf hakkında medhiyeler söyle­ miştir (her ikisi için: Şa'lab nr. I, 5; al-A'lam, nr. 1,2; yalnız Harim için: Şâ'îab, nr. 2 ,4 ,6 ,8 ,1 2 ,1 4 ; ai-Aİam, nr. 4 ,9 ,1 0 ,1 2 ,1 9 ) , San’atını aralarında yaşadığı kabilenin müdâfaasına hasreden şâir, Banü Tamim ( Şa'lab, nr. 10; al-A'lam nr. 13 ) ’e ve Banû Sulaym (Şa'lab, nr. 13; al-A'lam, nr. 14 ) ’e hitâben söylediği iki şiirinde Gatafân ’a yapacakları haber alınan baskınlardan vazgeçmelerini ihtar et­ mişti. Şiirlerinden, kabileler arası hâdiseler hakkında olduğu gibi şahsî hayatında geçen bâzı hâdiselere dâir de parça parça bilgiler edinebilmekteyiz. Bun­ lardan biri şudur: Asad kabilesinden al-Hâriş b. Varkâ’ al-Şaydâvî ’nin, berâberinde bir toplulukla 'Abd Allah b. Gatafân ’a yaptığı bir baskında aldığı ga­ nimetler arasında şâirin bir devesiyle Yasâr adlı kölesi de vardı. al-Hâriş ’e, bozduğu ahidleri hatır­



2ÜHEYS;. latarak ve hicvetmekle tehdit ederek, söylediği şiir­ ler sâyesinde bunları geri almıştı (Şa'lab, nr. 9,16, 25-27; al- A'lam, nr. 5-8 ). Şiirin en kuvvetli ve te’sirli silâh sayıldığı Câhiliye devrinde Zuhayr, etrafından çok itibâr görmüş, zengin dayısı Başâma’den tevarüs ettiği ve Harim b. Sinan başta olmak üzere bâzı mühim şahsiyetlerin -istemediği hâlde- ihsân ettikleri mallar sâyesinde rahatlık içinde yaşamıştır. Uzun ömürlülerden olan şâir ( bk, Abü Hatim al-Sicistânî, K . al-mtfammarîn, Kahire, 1323, s. 66 v .d .), MtfaRafeı ’sını söy­ lediği zaman 80 yaşında veya 80 ’ini geçmiş bulu­ nuyordu (msl. bk. Şa'lab, nr. 1, beyt 48; al-A'lam, nr. 1, beyt 47). O, V II. asrın başlarında hayatta İdi. Peygamber ’i gördüğüne dâir bir rivlyet vardır ( alAğânî3, X , 2 9 1). Bu görüşme bi’setten (: peygam­ berlik vazifesi verilmeden ) önce cereyan etmiş olma­ lıdır. Çünkü islâmın zuhurunu göremeyen şâir ( Jbn Kutayba, 366; al-Kâmüs al-mu- tanıtır. Buna göre al-Yasac yaşlanınca, yerine geçe­ (fif, Kahire, 1913» V, 45; Kamus trc., IV, 7 1 ) 'den cek kimsenin üzerine alacağı işleri nasıl yürüttüğünü teşekkül etmiştir ( Bu adla tesmiyesi için aş. b k .). daha hayatta iken görmek ister. Bunun için üç gün Kur ân ’da iki yerde (X X I, al-Anbiyâ, 85; X X X V III, süre ile kendi kavmi arasında gündüzü oruçla, ge­ .Şöiî, 48 ) geçen Z u ’1-kifl ’in sabredenlerden, Allah­ ceyi namazla geçirecek ve ihtilâflara sinirlenmeden ’ın rahmetine mazhar olanlardan ve Allah adına hal çaresi bulacak birini araştırır. Her seferinde bu iyilik yayanlardan ( : al-afryâr) olduğu bildirilmek­ şartları yerine getireceğine söz veren ve fakat o sı­ tedir. içinde peygamberlerin hatırlatılmağa değer rada pek göz doldurmayan biri, kendisine haksız­ vasıllarının dile getirildiği Enbiyâ sûresinde, Eyüb lığa uğramış yaşlı bîr pır şeklinde görünen şeytanın Peygamber 'in sabrından sonra, kurban edilmeğe zamansız istekleri karşısında serinkanlılığını da mu­ boyun eğen ve içinde herhangi bir nebatın bulunma­ hafaza ederek vaatlarmı yerine getirir ve bu isimle dığı bir yerde kalarak, Ka'be ’nin yapımına yardım yâdedilmeğe hak kazanır ( Tafsîr al-Tabarî, göst. eden Ismail Peygamber ile ısrarla hidâyete dâvet yer., ayrıca bk. Fath al-bayân, V I, 144). Râvileri' ettiği kavminin direnişi üzerine, helâk olmalarından arasında İbn Curayc (ölm. 150 = 767) ’in de bulun­ sonra dördüncü kat göğe yükseltilen İdris Peygam­ duğu diğer bir rivâyette Z u ’1-kifl karşımıza, îsraber 'in arkasından Z u ’ 1-kifl de sabredenler ara­ il-oğullarm 'dan sâlih bir melikin halefi olarak çıkar, fakat teferruat bir iki farkla yukarıdaki rivâyette oldu­ sında zikredilmektedir. Z u ’1-kifl 'in şahsiyeti ile hayatı hakkında pek az şey ğu gibidir (Tafsîr al-Tabarî X V II, 60). Z u ’1-kifl 'in bilindiği gibi bunlar arasında da büyük farklar var­ tesmiye şekli daha sonraki müellifleri de hayli ilgilen­ dır. Hadîslerde de bu hususta bize yardımcı olacak dirmiştir. Nitekim Fahr al-Dîn Râzî ( ölm. 606= rivayetler görülmez. Sâdece al-Hakîm al-Tirmizl 1209), 'l’abarl’nin kaydettiklerinin haricinde, daha (ölm . 320=932 ) ’nin Naüâdir al-uşül ’ünde “ İs- iki rivâyete yer verir. Bunlardan ilki, ona göre ger­ rail-oğulları arasında Z u ’I-kifl adında, önceleri hiç­ çek âlimlerin görüşü olup, devrinde nebilerin va­ bir günahtan sakınmayan biri vardı, sonra tevbe etti; zifelerinin ve dolayısıyla sevaplarının iki katma nâ-* Allah onun günahlarım afvetti" mânasında bir ha­ il olması şeklindedir. İbn 'Abbâs *a isnad edilen di­ dîsin yeraldığı, aynı hadîsin muhaddis al-Tirmizî ğer görüş ise şöyledir: îsrail-oğullan’ ndan ülke ida­ tarafından da kaydedildiği görülür ( al-f£urjubî, X I, resi ile nübüvveti uhdesinde toplamış olan bir nebî, 327; A b u ’l-Tayyîb al-Kannücı, Fail} al-bayân fl Allah 'm “ ruhunu almak istiyorum, işlerini İsramafcâşid a l-K u fâ n , V I, 144 v .d ,). İbn Kaşîr (ölm . il-oğulları ’na teklif et, içlerinden kim sabaha kadar 774=1372) bu hadîste herhangi bir izâfet olmadan namaz kılacak, gündüz oruç tutacak ve insanlar ara-, K ijl kelimesinin yeraldığını ileri sürer ve bunun sında öfkelenmeden hükmedecekse ona tevdi et“ Kuran 'da zikredilen (Zu ’l-kifl olmadığını iddia eder emri üzerine harekete geçer. Bu teklifleri yerine ge­ (al-Bidâya v a’l-nihâya, 1, 225 v.d.). Onun al-Yasa” tireceğini söyleyen bir genç, kendisine haset eden -aynı isimdeki Peygamber 'den başka biri- olduğu da ve desise hazırlayan şeytanın bir tuzağı karşısında ( al-MuJahhar b. Tâhir al-Makdisî, K . al-barF va T- da başarılı olur ve kefâleti yerine getirdiği için Z u Târîi), III, 100) gelen rivâyetler arasındadır. Mer­ '1-kifl diye adlandırılır ( Mafâtîlr, V I, 185 ). Bu meyem 'in kefâletini yüklendiği için Zekerîya ( al- yanda onun bu lekabı, müşkül mevkide kalan her­ fCurtubü, X I, 328; al-Bahr al-Muhit, V I, 334; Rüh kesin işlerini yüklendiği için aldığını ifâde eden bir al-maeânî, X V II, 82) veya Yüşac ( al-Bahr al-Mu- rivâyetin olduğu da ( msl. bk. Fathi al-bayân, V I, 1.44 ) hij, V I, 334; Fath al-bayân, V I, 144 ) veya îlyas Pey­ hatırlatılmalıdır. gamber ( al~Bayzâvi, Anoâr al-tanzll, İstanbul, Faijr al-Dın Râzî ’yi haklı olarak ilgilendirmiş di­ 1314, II, 89; Fath al-bayân, V I, 14 4 ) olduğu da ğer bir husus da onun peygamber olup olmaması­ söylenmiştir. Bu arada onun Eyüp Peygamber’in dır. Abü Müsa a]-Aşcârî (ölm. 4 4 = 6 6 5 ) ve M uoğlu Bişr olduğuna ve 95 yaşlarında Suriye 'de vefat câhid ( ölm. 104=722 ) ’in Z u '1-kifl 'in sâlih bir ettiğine dâir bir rivâyet de vardır ( al-ga'Iabî, Ara?is kul olduğunu söylemelerine rağmen, al-Hasan ve al-macâlis, s. 102 v.d.; Rüh al-ma°ânî, X V II, 82). birçoklarının onun bir Peygamber olduğunu ( ay-, Z u ’l-kifl ’in Peygamber değil de sâlih bir kul rica bk. al-Tabarî, Maanac al-bayân, V I, 60; Rüh olduğuna mütemayil görülen al-Tabarı (ölm, 3 10 = al-tmfânî, X V II, 82) iddia ettiklerini hatırlatan. 922) mezkûr âyeti (XX, 85) tefsir ederken daha zi­ Fahr al-Dîn Râzî, bu hususla ilgili olarak şu görüş­ yâde onun bu adla tesmiyesi üzerinde durur. Buna lere yer verir; Z u '1-kifl, ameli ve dolayısıyla sevabı' göre, onun bir nebinin veya sâlih bir melikin işleri­ iki kat olduğu için bu şekilde adlandırılmıştı. Onun ni deruhte edip, onun vefatından sonra bunları devrinde nebiler vardı. Nebî olmayanın onların üs­ hakkıyla İfâ etmesi, Allah ’m medhine mazhar ol­ tünde olması mümkün değildir; diğer taraftan İs­ masını sağlamış ve bu adla tesmiyesine sebep ol­ mail ve İdris gibi peygamberlerle bir arada zikre-



¿54



ZÜ’L-KİFL - ZÜNNÂR,



dilmektedir. Nilıâyet sûre, Peygamberler sûresi adını taşıdığından, burada zikredilenlerin Peygamber olma­ sı gerekir ( Mafâtıfr, V I, 186; ayrıca Fathi al-bayân, V I, 145). Yakut al-Bamav! (ölm. 626=1228/1229), Z u ’1-kifi diye tanınan Hizkil ’in kabrinin Barmalâha ’da bulunduğunu haber vermektedir, içinde Bâröh, Yüşac ve A zra ’nında mezarı olan bu yer H ille’nin yakınında bulunmakta ve yahudiler tara­ fından ziyâret edilmekteydi { M u ccam al-buldân, mad. Batmalara, I, 4°3 )• B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilmiştir. ( A h m e t S uph i F u r a t . )



ZÜMRÜT CETVELİ. T A B U L A SM A R A G D IN A , Z ü m r ü t c e t v e l i . Hermes Trismegistos ’a atfedilen Simya sınırlarının açıklaması­ dır. Bu, X II. asrın ortalarından berî Garp mem­ leketlerinde Latince şekli ile bilinmekte idi. Fakat metnin kaynağı, kısa zaman öncesine kadar kimya tarihinde çözülmemiş bir mesele idİ. R. Steele (Bacon neşri) ’in 1920 'de, Tabula metninin, Arapça ve Latince olarak sözde Aristo ’nun S i n al-Asrâr’mda ve 1923 ’te de E. J. Holmyard 'ın, metnin daha iptidâi bir şeklini, Câbir b. Hayyân ’ın Kitâb alUşfukuss al-şânî ’de keşiflerinden sonra, J. Ruska hâlâ bir çok şaşırtıcı bölümleri bulunan bu vesi­ kanın orijinal kaynağının Hermes tarafından yazılan S i n al-faalHta ’da bulunduğunu göstermiştir. Her­ mes ’in mezarında Balınâs ( Tyana 'h Apollonius ) tarafından bulunduğu söylenen bu eser, Ruska, Hugo Santelliensis zamanından günümüze kadar Tabula 'nm tarihini aydınlatmayı sağlamıştır. Ay­ rıca Câbir b. Hayyân ’m Apollonius ’un kitabını bildiğini ve eserin irfanı çevrelerden çıkmasının hemen hemen kesin olduğunu göstermiştir. B i b l i y o g r a f y a - . R, Steele, Opera hactenus inedita Rogeri Baconi (O xford, 1920), V ; E. J. Holmyard, The Emerald Table, Nature, I923, II, 525 ; J. Ruska, Tabula Smaragdina (Hei­ delberg, 1926); M. Plessner, Neue Materialien zar Gesdnckle der Tabula Smaragdina, Isl. ( 1927 ),



s. 77 v.dd.; J. Ruska, D ie siebzig Biicher des Gâbir İbn Hajjân, Studien zur Gesch. d. Ckemie, Fest sckrift fu t E. V. Lippmann ( Berlin, 1927 ), s. 44. ( J . R u sk a . )



ZÜNNÂR. ZU N N Â R , K e ş i ş l e r t a r a f ı n ­ d a n t a k ı l a n b i r t ü r k u ş a k olup, Süryânîce'de ise, Ephraem kadar eskidir. Âramî dilinde ise, Zunnârâ şeklinde rastlanır. Grekçe zöni keli­ mesinden müştak olduğu âşikârdır. Klasik Arapça ’da bu kelime, herhangi bir kemeri, husûsiyle de hıris­ tiyan, yahudi, mecusi v.s. gibi zımmîlerin taktıkları kemeri ifâde eder ( umûmiyetle vesikalar himâye edilmiş dinlerden sâdece bir veya ikisini zikrederler. Ancak, aksi gösterilmediği takdirde, vesikaların zikrettikleri hususların bütün dinler için câri ol­ duğunu kabûl etmeliyiz). Modern Arapça ’da bu kelime, yahudilerin, alın-



lannm iki yanına uzattıkları ( Leoililer, XIX, 2 7 ) saç buklelerini ifâde eder. Farsça ’da Brahmanlarm mukaddes ipleri mânasına gelir. Sûfîlerin şiir­ lerinde İse, dinin zâhirî davranışlarım gösterir. Zünnâr, kaimdi ve umûmiyetle “minfa^a,, ’dan farklıydı. Aslında bir kemer olmadığı ve elbise üzerine iliştirilen bir kumaş parçası olduğu halde "Giyâr,, kelimesi de onunla aynı mânada kulla­ nılmıştır, Denildiğine göre, Patrik Mâramma (ölm. 26=647 ) hıristiyan din adamlarına zünnâr kullan­ malarım emretmiştir. Bu ayırd edici işâretın taşınma mecburiyeti, umumiyetle halîfe Ö m er’e kadar götürülür. Fakat ilk kaynaklarda bu zikredilmemiştir. Eğer bu eserler, sonradan ortaya çıkmışlarsa, zünninn çok erken devirlerde takılmadığı düşüncesi kuvvetlenir 89 (7 0 8 ) ’da Carâcima, Arap elbisesi giymek zorunda idi. Böylece, Caetani 'nin vardığı şu neticeye ka­ tılmalıyız. “Ömer 'in, mağlûpları, müslümanlardan farklı elbise giymeye mecbur ettiğine dâîr ananevi ifâdeyi kabûl etmek, bana mümkün görünmüyor,,, A b u ’l-Farac, "Ömer II., Hıristiyanların binekle­ rinde eyer kullanmalarım ve asker elbisesi, yâni Arapların giydikleri elbiseleri giymelerini yasak­ layarak onları iyice bunalttı “der,,. cI f d al-Farîd ’de de “Ömer II., hıristiyanların sarık sarmalarım veya hangi şekilde olursa olsun, müslüman giye­ ceklerini taklidi etmelerim yasakladı,, ifâdesi geç­ mektedir. Hârûnürreşid, Bagdad zımmîlerinin, müslümanlarmkinden farklı elbise giymelerini, farklı şekilde ata binmelerini emretti. Bu takdirde, Ömer II. in Arapların elbiselerini aynen almayı on­ lara yasakladığı, Hârun ’un da onlar için aytrdedici belli işâretler tesbıt ettiği anlaşılıyor. Daha son­ raları, bu kaidelerin uygulanması, iş başında bu­ lunan halîfe veya vâlilerin keyiflerine bağlı ol­ muştur. Zımmîlere âit husûsî renk, bal rengiydi. Mutavakkil zamanında, zımmîler, kuşak ve ¿cr/o/ısava ’nm üzerinde iki düğme ile faylasân denilen san atkı kullanmak zorunda idiler. Onların köleleri ise, giydikleri elbiselerin üzerine biri sırtta, diğeri önde olmak üzere iki kumaş parçası takmak zo­ runda idiler. Böylece hıristiyanlar, “Benekliler,, diye adlandırılmışlardır. Kalansava ’nm rengi, müslümanlannkinden farklıydı. Mısır ’da, mavi • de zikredilmesine rağmen, zımmîlerin başlangıçtaki rengi sarıydı. Fakat al-Hâkim döneminde Kıbtîler, siyah sarık ve kemer taşıyorlardı. Hâkim, bir ara hıristiyanları, boyunlarında bir karış uzunluğunda ve 5 roll ağırlığında haç, yahudilerin ise, siyah sarık ve 5 rotl ağırlığında tahta parçası taşımalannı emretti. Ayrıca o, hıristiyanların, hamamda haç, yahudilerin de çıngırak takmalarını emretmişti. Bâzı hallerde zımmîlerin, Iran ceketi ( ^ubâ), sarık veya ipek manto kullanmalarına müsâade edil­ memişti. Bunlara ilâveten, zımmîlere diğer bâzı kısıtla­



ZÜNNÂR - ZÖNNCN. malar da getirilmişti. Oniar ancak, tek tür eyer veya arka tarafında iki top bulunan bir eyer kul­ lanabilirlerdi. Sâdece dişî eşek ve katır alabilirlerdi, at alamazlardı. Alınlan üzerindeki saçlarını kısa kesmek zorunda idiler. Vergi ile mükellef olduk­ larında, bileklerine kurşun mühür vurulurdu. Galiba, vergiyi ödediklerinde bu mühür kaldırı­ lıyordu. Bütün bu kaidelerin aynı anda uygulan­ dıklarım veya bütün hilâfet döneminde yürür­ lükte olduğunu söylemek mümkün değildir. Lügatlarda zünnâr kelimesinin başka mânaları da zikredilmektedir. B i b l i y o g r a f y a : al-Tabarî (nşr, de Goeje), 111, 712, 1389, 1419; İbn “Abd âl-IJakam, Futûfı M işr, s. 151 ; al-Kindî, Coüernors and Judges in Egypt ( nşr. G uest), s. 390,424; Abu TMahâsin (nşr. Popper), II, 64; Makrîzl, Hilaf (Kahire, 1270), I, 76; II, 494 v.dd., 498; îbn ‘Abd RabbihI, al-'"İh d al-farld, 339; Câhiz, al-Bayân (Kahire, 1313), I, 4 1; tbn 'Asâkİr, (Şam , 1329), 178; Abu Yûsuf Ya'küb, Kitâb al-Harâc (Kahire, i30 2 ), s. 72; al-Abşîhi, alMustafraf, I, 124; Ibn Iyâs, T ffrik Mişr (Kahire, 13 u 52; Dardir, Tafsîr IrfaUl, 398; Abu Farac, Chron. Syr. (Paris, 1890), s, 1x7, 204, 595; Syriac Chronicle {Corp. Scrİpt. Chrisl. Or. seri III, cild X V ) , I, 3° 7 i Balâzurİ, Futüff al-Buldân, s. 16 1; Caetani, Annali deli İslam, 17 A. § 1 7 1 , 1 7 4 v.d.; 23 A. H. § 835; von Kremer, Kulturgeschichte, 425 i 167; Mez, Renaissance des Islams, s. 45 v.d., 54; Browne, A Year among ike Persians, s. 370; Abü Şâülj, Churches of Egypt, trc. s. 142. ( A . S. T ritto n .) ZURAY\ [Bk. KEREM.] ZÜNNÛN. Z U 'L -N Ü N , Bani Z i'l-N ü n çok eskiden İspanya ’ya hicret etmiş H u v S r a k a ­ b i l e s i n i n nüfuzlu b i r B e r b e r i a i l e s i idi. Burada, Kurtuba emirlerinden Muhammed I. (238-273=852-886) ve ‘Abd Allah (275-300=



II,



I,



), I,



I,



I,



T r55,



II,



888-912) ’a karşı yapılan isyanlarda âsilerin eşkiya -çete reisleri olarak, Toledo ’nun şimâl-i şarkîsinde şantaberîya ( bugünkü Cuenca eyâleti olan Santaver), Vebza ( Huete) ve Ulflîş ( U cles) ’de rol oynadılar. X I. asrın ilk başlarında Kurtuba'daki halîfenin düşmesinden sonra, yeni hânedânm ilk müstakil Toledo kıralı Y a lş b. Muhammed b. Ya'iş, 427 (1035/1036) ’de îsmâ'il al-Zâfir b. ‘Abd aî-Ralımân b. “Âmir b. MuÇarrif b. Zı ’[-Nün tarafından tahtdan indirildi. Ismâ'll, 429 ( 1037) ’a kadar hükümdarlık etti. Yerine, hânedânm en büyük sîmâsı olan ve uzun bir devre saltanat süren oğlu Yahya al-Ma3mün (429-467=1037-1074) geçti ve İspanya ’nın merkezinden, çeşitli yerlere geçici fetihlerde bulundu. Yerine geçen güçsüz torunu, Yahya al-Kâdir b. Îsmâ'îl b. Yahya, sâdece T o ­ ledo 'da, 467-478 ( 1074-1085 ) arası saltanat sürdü.



¿55



Son zamanında Toledo’yu kaptırmış olduğu Kastilya ’dan Alfonso V I . ’ nun yardımıyle Valenciye kırallığını, son emîrin zayıf ellerinden aldı ve 1092 ’deki ölümüne kadar da yeni kırallığmda hüküm sürdü. Ölümünden sonra ülke Ibn Cahfıâf (1092 -1094 ) *m idaresinde cumhuriyet oldu. Bani Z i ’IN ün'un lüksü, debdebe ve şa’şaası dillerde darbı­ mesel hâlini almıştı; i czâr zunnüni ( “ Bir zunnunî Bayramı,,)“ Bir Lucullan ziyafeti gibi“ . B i b l i y o g r a f y a : Dozy, Histoire des M u­ sulmans d ’Espagne, II, 260; IV, 5, 302; A. Vives, Monedas de las Dinastias Arâbigor-Espafiolas, s.



170-179 { Kronoloji Dozy 'nin kabul ettiğinden biraz farklıdır); Makkarî, Nafh al~Tîb, I, 288; 672 748



II,



v.d.,



.



( C . F . S eybo ld. )



ZÜNNÜN. Z O ’L -N O N , III. ( IX .) asım büyük sûfîlerinden Abu ’1-Fayz Savbân b. İbrahim (ismi alFayz b. İbrahim olarak da rivâyet edilir) 'in lekabıdır, 180 ( 7 9 6 ) ’de, Yukarı Mısır ’da Aijmîm ( t()mîm ) *de doğan Z u '1-nün ’un babasının Mısır ile Habeşiştan arasında yerleşmiş olan Nûbe halkından olduğu kaydedilir. Azadlı bir köle olduğu rivâyet edilen Z u ’1-nün, İlk tahsilini, devrin an’anesine uygun olarak Ahmîm 'de yapmış olmalıdır. Tahmin edileceği üzere dinî bilgilerle ilgili bu tahsilin ehemmiyetli bir cep­ hesini, hadîs teşkil etmiş olmalıdır. Zîrâ onun Mâ­ lik, al-Layş b. Sa‘d ve Sufyân b. 'Uyayna ’den ha­ dîsler naklettiğine dâir rivâyetler vardır. Diğer ta­ raftan bize kadar gelebilmiş bâzı risâlelerin ( aş. b k .) muhtevası, onun bu meyanda tıp ve simya ile meş­ gul olduğunu gösteriyor. Ancak o, asıl şöhretini tasavvufa borçludur ve bu sâhadaki bocalan arasında Kahireii mutasavvıf Sacdün ’un yeri büyüktür, Mı­ sır ’da zamanla devrinin en büyük zâhid ve sûfîsi hâline geldiği görülen Z u ’1-nün, geniş bir mürıd topluluğunun başında hareketli bir irşad hayatı ge­ çirmiştir. al-Zababl, onu Mısırlılara yeni bilgiler öğrettiği için sıkıntı ve eziyetlere dûçar olanlardan biri olarak zikrederken, bâzı yıllan güç geçmiş olan hayatına telmihte bulunur ve şöyle der: M ısır’da tasavvûfî ahvâl ve makâmattan ilk bahseden kişi ol­ duğundan, câhiller kendisine “zındık" dediler. Di­ ğer taraftan, Kar ân ’m mahlûk olmadığım müdâfaa etmesi, Mûtezîlîlerin tenkitlerine hedef olmasına sebep olmuştur. Bütün bunlar Bagdad 'ta halîfe alMutavakkil 'e şikâyet edilmiş olmalı ki kendisi Mı­ sır ’dan Bagdad ’a getirilmişti. Halîfe hâdise ile biz­ zat ilgilenmiş, huzûruna kabûl ettiği Zu '1-nün ’u dinlemiş, netîcede yapılan isnadlarm yersizliğine hükmetmiş ve ona ikramlarda bulunarak M ısır’a yollamıştı. Z u T N ün , kendisinden rivâyet edilen hikâyelerden de anlaşılacağı üzere, birçok seyahat­ ler yapmış; gittiği Bagdad, Şam, Antakya, Kudüs ve Mekke’deki zâhid ve sûfîlerle görüşmüştü. Onun muhtelif mes’eleterle ilgili olarak beyan et-



ZÜ N N Ü N -



ZÜ N N Ü N B E G A R G Ü N



iniş olduğu fikirlerinde, sünnî telâkki hemen his- ; ZÜ N N Û N B E G A R G O N : Şucâ’ al-Dîn { >-1507) sedilir. Muhabbeti: “A llah’ın sevdiğini sevmen, son devir T i m u r l u b e y l e r i n d e n olup, 0 'nun kızdığına kızman; tamamen İyi işler yapman; Sîstân, Zemindâver, Belûcistan ve Sind bölgeA llah'ı unutturacak olan herşeyi bırakman; Allah ferinde hüküm süren Argûn hanedanının müesuğrunda kınanmaktan korkman, mü’minlere yumuşak, sisidir. Bilhassa X V II. asırda Hindistan'da te’Iif kâfirlere ise, sert davranman, dinde Resûlullah’a edilen eserlerde, sırf isim benzerliğinden dolayı uyman“ şeklindeki târifinde, bu açıkça görülmekte­ hânedan neseb itibârı ile İlhanlı hükümdârı Argûn ’a dir. Zîrâ ona göre, sevginin işareti, sevilene, her dav­ bağlanmakta ise de ( msl. bk. Sayyid Camâl, Tarbfumranışta uymadır. Seven kimse de Önüne çıkan güçlük nâmd veya Argûnmâmâ, İng. trc. Elloit ve Dawson, ve sıkıntılara sevinçle mukabele etmelidir; çünkü Hist, of india, I, 3 0 3 ; E l , mad. ARGÛN, s, 6 2 7 ; E l 2, mad. AFGHANISTAN, s. 2 2 7 ) , Horasan ve belâ, mü’minin mukâvelesidir. . Z u ‘İ-Nün, Allah ’a bu bağlılığı, mârifetin kemâli Mâverâünnehr 'de kaleme alman Timurlu kaynakla­ olarak değerlendirir. İnsan “Allah 'in, İşleri nasıl ted­ rında böyle bir kayda rastgelinmediği gibi, muasır vir, kaderleri nasıl takdir ettiğini ve varlıkları nasıl müelliflerden Devletşâh ( Tazkfra, s. 364; buna yarattığım düşünme ile mârifet elde eder; varlıklar dayanarak Barthold, Ulag Beg und seine Z eit, s. muhtelif şekillerde A llah’ın vahdâniyetini dile ge­ 193)» Argûnların bir Türkmen aşireti olduğunu tirirler : Kulak verdiğim hiçbir hayvan sesi, hiçbir ifâde eder. Zünnûn Bey ’in babası Haşan Basrî ( bâzen ağaç hışırtısı, hiçbir su şakırtısı, hiçbir kuş nağmesi, Mtsrî şeklinde yazılmaktadır) ’nin Tim ur ’un bâzı hiçbir gölge hoşluğu, hiçbir rüzgâr ıslığı ve hiçbir seferlerine iştirak ettiği kaydediliyorsa da ( Muşimşek gürültüsü yoktur ki, içinde Senin benzerin hammed M a’süm Bakkarî, Târiff-i Sind, nşr. Ömer olmadığını gösteren vahdâniyetine bir şâhid bul­ b. Muhammed Daudpota, Poona, 1938, s. 2 18 ) mayayım“ . çok geç bir tarihte ölmüş olmasına bakılarak, buna Bugün Z u '1-Nün ’un bu tasavvufî görüşlerini pek ihtimal verilemez. Zünnûn Bey ise, Ebû Sa’îd toplu bir şekilde muayyen bir kitapta değil de, mü­ [ b. bk. 1 devrinin ileri gelen emirlerinden idi ( 7 ateferrik bir halde tercüme-i hâle ve tarihe dâir eser­ rih-i Sind, s. 80). Zünnûn Bey ’in mensûbu bu­ lerde, menâkıbım toplamış kitaplarda bulabiliyoruz. lunduğu Argûnlar, daha Şahruh ’un oğlu Uluğ İçinde mü’min bir erkek ve hanımın evsâf ve ah­ Beg 'in sağlığında Ebû Sa’îd 'i tahta oturtma te­ lâkını kaydettiği "Şifâl al-mumin val-ma mine“şebbüsünde bulunmuşlardır ( cAbd al-Razzâk al’si, duâyı mevzû olarak ele aldığı risâlesi ve sâSamarkandi, Matla°-i Sa°dayn, nşr. M . Safi'* s. lihlerin menkabelerinden bahsettiği R. f î zi f t mor 988). Bunda muvaffak olamamakla birlikte, dâimâ nâfib al-şâlibin ’i eiimizde bulunan küçük tasavvufî Ebû Saïd ile ittifak hâlinde kalmışlar ve bu T i­ risâleleridir. Meşgul olduğu tıb ve kimya sâhasmda murlu hükümdârının ölümü ile neticelenen Akgünümüze kadar gelebilen nsâleleri arasında ise, alkoyunlu Uzun Haşan B e y ’e karşı girişilen Azer­ Mucarrabâi, al-Kasıda fi'l-şan a al-farîma, R. f î baycan seferine (1468/1469) de iştirâk etmişlerdir haoâşş al-iksîr hatırlatılmalıdır. İbn al-Nadlm ’in ( Ab û Bakr-i Tihrânî, Kitâb-i Diyarbakriyya, s. zikrettiği K , al-rukn al-a\bar ’i ile K . aî-şt^a fi433* 541). 7-şan'a ’sı maalesef kaybolmuş görülmektedir. Ebû Sa’î d ’in ölümünü müteakip Zünnûn Bey,



2



Bibliyografya: Abd al-Rahmân alSulamî, Tabalifll al-Sûfiya (nşr. Nür al-Dîn Şarlba), Kahire, 1953, s- 15-26; Abü Nu'aym, Idil­ . yat al-avtiyâ’ (Kahire, 1932), IX, 331-395; al­ . Kuşayri, al-Risâla, s. 9, Târîh Bağdâd, V III, 393­ 397; İbn al-Mavşilî, Manâfîb al-abrdr va mafâstn al-aljyâr (Veliyüddin Efendi Ktp. nr. 1618), Muhy aI-D!n,„ 'Arabi, al-Kaühab al-durrl f î Manâfib . Zin-Nün al-Mışrî (Ahmed III. Ktp. nr. 1378); İbn al-Kifth Târih aTüfukamü ( nşr. tippert), 185; cAbd al-Rahmân Suyütî, al-Sivr al-maknün fî manâfaib Zin-Nün (Lâleli Ktp. nr. 2051); ibn al-'lmâd, Şazarât al-Zahab (Kahire, 1350), II, 183; al-Ş?.crânî, Tabafcât (Kahire, 1299), I, 56 v.d.; C . Brockelmann, G A L , 1, 198; SuppL, I, 353; al-Ziriklî, al-AHâm, II, 88; F. Sezgin, G A S ( Leiden, 1967 ), I. 643 v.d.; E l 2; mad. DHÎJ ’L-NÜN ( A h m et S u ph I F u ra t. )



babası ile birlikte Herat’a gelerek, bir müddet Sultan Yâdgâr Mîrzâ ’nın hizmetinde bulunduktan sonra, Semerkand hâkimi Sultan Ahmed Mîrzâ 'nın yanma gitmiş, iki üç sene burada kaldıktan ve bu arada babası Haşan Basrî ’nin ölümü, Tarhan ve Argûn aşireti, beyleri arasında çıkan geçimsizlik yüzünden Zünnûn Bey, yeniden Herat ’a dönmüş­ tür. Burada zamanın Timurlu hükümdarı Hü~ seyin-i Baykara ’nin dikkatini üzerine çekerek, Gûr ve Zemindâver bölgeleri kendisine tefviz edil­ miş ve Zünnûn Bey, 884 ( 1 4 7 9 ) *te küçük bir kuvvetle bu bölgeye gelerek, üç sene kadar mücâ­ deleden sonra, buradaki Hazâra ve Teküdârî ( veya Niküdâri) kabilelerine boyun eğdirmek süreliyle bölgeye hâkim olmuştu. Hüseyîn-i Baykara 'nın bu bölgenin fethi ile ilgili olarak Akkoyunlu hükümdân Ya’kub B e y ’e gönderdiği mektubun sûreti için bk. Mu'în al-Dîn Zamçî-i îsfizârl,.Ravzat al-cannâi f î auşâfi madhatİ Harât, nşr. Sayyid



ZÜNNÛN BEĞ ARGÛN.



Muhammad Kâzım İmâm, Tahran, 1338 hş,, I, 347-354 )• Buradaki muvaffakiyetli savaşları ve daha sonra gösterdiği iyi idareden dolayı Hüseyn-i Baykara, Farah, Kandehâr, G ûr ve Zemindâver 'in idâresini tamâmen kendisine bıraktı ( Mîrhvând, Târlh-i Raüzat al-şafi?, nşr. °Abbâs Parvîz, Tahran, 1339 hş., 89 v .d .). Buraların idaresi başlangıçta Zünnûn Bey 'e bırakılmakla berâber, Herat ’tan Kandehâr ’a gönderilen bâzı Tİmurlu mîrzâîan bölgeyi Hüseyn-i Baykara adına bir müddet idâre ettikten sonra, Zünnûn Bey, Şâl ve Mestung gibi şehirleri de ele geçirerek, istik­ lâlini ilân etmeye muvaffak oldu. Bilâhare o, Kan­ dehâr'1 büyük oğlu Şucâ’ Bey ( Raüzat al-şafS*, 91, Tâtlhri S i n i ' de dâimâ Şah Bey şeklinde zikredilir) ’e Sâhir ve Tülek damgahğt'm cAbd al-°AIİ Tarhan ’a, Gûr bölgesinin idâresini ise, Emîr Fahr al-Dîn ve Emir Darvîş e vererek, ken­ disi Zemindâver ’de oturmaya başladı. Ancak onun buradaki başına buyruk hareketleri Hüseyn-i Bay­ kara ’ya aksettirilince, Zünnûn Bey Herat ’a ça­ ğırıldı ve buraya gelen Zünnûn Bey, 896 (1491 )'da Semerkand hâkimi Timurlu Sultan Mahmud üzerine yürüyen Hüseyn-i Baykara 'mn ordu­ sunda yer aldı ( Raüzat al-şafâ*, 119 v.dd.). O, bu sefer esnâsmda Kunduz kalesinin fethine me'mur edildi. Ancak muhâsara esnâsmda yara­ lanarak, esir düştü ise de, tarafların sulha râzı ol­ maları üzerine serbest bırakıldı ve yurdu olan Ze­ mindâver ’e döndü ( Hvândmlr, Tört{f-i ffabîb al-siyar, Tahran, 1333 hş., 194). 902 (1497) ’de babası Hüseyn-i Baykara’ya karşı isyân eden Belh hâkimi Badi' al-Zamân Mirza, mu­ vaffak olamayınca Kandehâr taraflarına gitmeyi uy­ gun buldu ve Zemindâver 'e gelerek Zünnûn Bey ile oğullan Şucâ’ Bey ve Mubammed Mukîm tara­ fından iyi bir şekilde karşılandığı gibi, buradaki ikâmeti esnâsmda Zünnûn Bey ’in kızkardeşlerinden biri ile evlendi ( Raüzat al-şafcP, V II, 149). Fakat Timurlu mîrzâsınm ardından, bizzat Hü­ seyn-i Baykara 'm a Zemindâver 'e gelmekte olduğu haberinin alınması üzerine Zünnûn Bey, Farah, Zemindâver ve Kandehâr ahâlisine ellerindeki mevcut zahireyi kalelerde toplamaları ve bütün kalelerin tahkim edilmesini buyurarak, kendisi Bâşleng (Tarlfr-i Sind, s. 88; Peşeng), oğullan Şucâ’ Bey Kandehâr, Muhammed Mukîm Ze­ mindâver kalelerine çekildiler. Hüseyn-i Baykara Farah ’dan geçerek Zemindâver 'e geldi ise de, iâşe sıkıntısından bir iş göremeden dönmek zo­ runda kaldığı gibi, Zünnûn, karşılık olarak, oğlu Şucâ’ Bey ve Badi0 al-Zamân Mirza idâresinde Herat üzerine bir ordu gönderdi. Yapılan savaşta (25 şa’bân 903 = 18 nisan 1498) gönderilen bu ordu mağlûb oldu ( Raozal al-şafâ*, V II, 164). Ulemânın araya girmesi neticesinde Hüseyn-i Baykara ile Badîc al-Zamân arasında, Sîstân’m



VII,



VII,



VII,



IV,



Islâm Ansiklopedisi



57



Badi0 al-Zamân 'a bırakılması karşılığında bir anlaşmaya varıldı ( R aozal al-şafâ*, V II, 1 6 9 ) ise de, Belh *e yeniden hâkim olma fikrini bir türlü aldmdan çıkarmayan Badi0 al-Zamân, babasının Astarâbâd 'daki meşgûliyetinden istifâde ile, Zünnûn Bey ile birlikte, aralarında Kıpçaklarm da bulun­ duğu kalabalık bir ordu ile Herat üzerine yürü­ yerek, şehri muhâsara etti. Muhâsara netice ver­ memekle berâber, sonunda Belh ’in Badî° al-Zamân Mirza 'ya, Sîstân hâkimliğinin ise, Zünnûn 'un kardeşi Emîr Sultan Ali ’ye verilmesi şartı ile, an­ laşmaya vardılar ( Raüzat al-şafâ*, V II, 1 8 5 ). Hü­ seyn-i Baykara 908 ( 1502/1503 ) 'de Sîstân’ı geri alma teşebbüsünde bulunarak, buraya oğullarından İbn Hüseyin Mîrzâ idâresinde bir ordu gönderdi. Fakat, Sîstân 'da Ok yakınlarında bu ordu Zünnûn tarafından bozguna uğratıldı, Timurlu , mîrzâsı Herat ’a çekilmek zorunda kaldı ( ffahib al-siyar, IV, 258). 907 (1501/1502 ) 'de de, Timurlu hükümdârı Ebu Sa’î d ’in oğullarından Kâbil ve Gazne hâkimi Mîrzâ Uluğ Bey ’in ölümü ve yerine geçen oğlu °Abd al-Razzâk ’m küçük yaşta bulunmasından dolayı, emîrler arasında anlaşmazlıklar çıkması üzerine, Zünnûn ’un küçük oğlu Muhammed Mukim, 908 sonlarında (1503 başlan) gelerek, Mîrzâ °Abd al-Razzâk’m kaçmasından istifâde ile Kâbil 'i kolayca ele geçirdiği gibi, Mîrzâ Uluğ Bey ’in kızıyla da evlendi ( Raüzat al-şafâ*, V II, 202). Böylece Argûnlar hem çok geniş bir sâhada hâkimiyetlerini kabûl ettirdiler, hem de, Timurlu hânedâm ile akraba oldular. 909 (15 0 3 ) sonbaharı başlarında Özbek hükümdârı Şeybânî Han { b. bk. ] ’ın Amu-Derya ’yı geçerek, o kış Belh 'i kuşatması ve üstelik kendi emirlerinden Türkmen Ömer B ey'in Timurlulara isyân ile, Şaburgân ’a çekilmesi üzerine, Belh hâ­ kimi Badi0 al-Zamân, Zemindâver ’e adam gön­ dererek, Zünnûn 'un yardıma gelmesini istedi ( R a ozat al-şafâ*, V II, 2 12 ). Gerçekten de Zünnûn’un gelmesinden sonra Ömer Bey, Badi' al-Zamân ’a yeniden itaâtmı arz ile teslim olduğu gibi, epeyce zamandan beri aralan açık bulunan baba-oğul yâni Hüseyn-i Baykara ile Badı0 al-Zamân da cemâziyelâhir 910 (teşrin II. I 5° 4 ) ortalarında nihâyet barışınca, Zünnûn Bey, Badi0 al-Zamân ile birlikte Herat ’a geldi ( R aüzat al-şafâ*, V II, 224 ). Onların bu meşgûliyederî esnâsmda, Özbek hükümdârı Şaybânî Han ’a karşı Sar-i Pul [ b. bk. ] ’da mağlûp. otan, geleceğin Hindistan Timurlu hânedânmın kurucusu Babur, 9x0 başları (1504 yazı) ’nda Hindikûş ’u aşarak, Zünnûn ’un yok­ luğunu fırsat sayıp, Kâbil ’i kuşattı. Uzun bir muhâsaradan sonra Muhammed Mukîm, kendisine dokunulmamak ve Kandehâr ’a dönmesine izin verilmek şartı ile rebîülevvel sonları ( ağustoseylûl ( I5°4 ) ’nda şehri teslime râzı oldu ( R aüzat F. 43



ZÖNNÛN BËG ÀRGÛN - ZÜŞŞERÂ. al-şafa’ , V II, 222} ve o haklideki Tibe kasabası kendisine yurt olarak gösterildi (Babur, Vekâyî, s. 137). t . Babur ’ un Kâbil ’i işgâli üzerine, Herat ’ta bu­ lunan Zünnûn, izin isteyerek Zemindâver’e döndü, Babur ise, Kâbil 'i ele geçirmekle yetinmeyerek, Kandehâr ve Zemindiver taraflarını da almaya kalkışınca, Zunnun, Badi' al-Zamân 'dan yardım istedi. Badi' al-Zamân ’ in Kandehâr ’a gelmesi üzerine, Babur sulh talebinde bulunduğundan, taraflar arasında herhangi bir savaş olmadı. 910 kışı ( 1404/1405 ) ’m Farah ’da geçiren Badi' alZaman, Sîstân hâkimi Emîr Sultan A l i’yi oğlu Muhammed Zamân M îrzâ’yı atabeg tâyin etti ( Raüzal ai-şn/â’ , V II, 232), Hüseyn-i Baykara ’nın ölümünden ( 5 mayıs 1506 ) sonra, özbelderin yeniden harekete geçerek, . Horasan ’1 istilâya başlamaları üzerine, Badi' alZamân, Zünnûn ’u yanına çağırdı ve o da, 912 ’de muharrem ayı ortalan 912 (haziran I5 0 6 )’nda 10.000-12.000 kişilik bir ordu ile Herat ’a geldi ( Ravzat al-şafS’, V II, 310 )■ Onu, oğulları Şucâ’ Bey ve Muhammed Mukîm ’in gelmeleri tâkib etti. Hüseyn-i Baykara ’nın ölümünü müteâkıp Zünnûn ’un nüfûzu daha da arttı. Herat civârmdakİ Avbah ve Çâhçerân kâsabalart kendisine yurt olarak verildiği gibi, Badi' al-Zamân Mîrzâ İle Muzaffer Hüseyin Mîrzâ müştereken hüküm sür­ dükleri yıllarda o, Badi' al-Zamân ’m dîvân beyi idi (Babur, Vekâyî, s. 188), muharrem 9*3 (m a­ yıs 1507) ’te özbelder Horasan ’t kat’i olarak işgâle giriştiklerinde, düşman karşısında tatbik edilecek taktiğin müzâkere edildiği mecliste, Muzaffar Husayn M îrzâ’nın beylerbeyisi Muhammed Büründük ’un Herat ’a çekilerek, müdâfaayı tav­ siye etmesine mukabil, Zünnûn Bey meydan muhârebesinde isrâr etmiş, ancak 7 muharrem per­ şembe (1 9 mayıs 1507 ) Badgis yakınlarında vukû’ bulan savaşta Timurlular mağlûb oldukları gibi, Zünnûn B eyd e muhârebe meydanında ölmüştür (Rai)zat al-şafd1, V II, 323 ). Zünnûn, cesur ve dirayetli bir bey olmakla berâber, hareketleri ölçüsüzdü. Nitekim bâzı şeyh­ lerin kendisine gelip: “ Kutup bizimle münâsebet­ tedir. Sana Hizebr’allah ( Allah ’in arslanı) lekabı verildi. Sen özbekleri yeneceksin,, demeleri üze­ rine ihtiyatsızca Özbekler ile mücâdeleye girişmesi, ölümüne sebep olmuştur. Namazım bırakmayacak ve battâ zaman zaman nâfile namazları bile kılacak derecede dindar olup, satranç oynamaya da, me­ raklı idi (bk ., Vekâyî, s. 188 v.d. ve 227). Zemindâver hâkimi iken büyük servet sâhibİ olmuş ve burada imâr faâliyetlerinde de bulunmuştu ( Raü­ zal al-şafff, V II, Ş I ). B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilenlerden başka bk. Hürşâh b. Kubâd al-Husaynî, Târlf}-i ¡^ujbi ( TârVyi îlçi~i Nizâm Şâh), nşr. Sayyid



Mucâhid Husayn Zaydî, Yeni Delhi, 1965, s. 457, 5°5 v.dd,; cÂlam Srâ-yV ¡afavî, nşr. YadAllah Şakrâ, Tahran, 1350 hş., s. 217, 228 v.d.; 247-250 ; Zayn al-DIn Mahmüd Vâşifi, BadâyV al-vedtflyP, nşr. A . N . Boldirev, Tahran, 1350 hş., s. 275, 301.



( İ sm ail A k a .)



ZÜŞŞERÂ.



Z U L ’-ŞA R Â , Nafaatîlerden alman ve Aramca ’de i j t, dusarés olarak bilinen b i r i l â h ı n a d ı d ı r ( E . Littmann, Tkamûd and ŞafS‘, s. 30 ). Z ü { müennesİ zât ) işaret ismiyle yapılan bu ilah adlan Cenûbî Arabistan ’da çok kullanılır ( G . Ryckmans, Les religions arabes pré­ islamiques. Louvain, 195t. s. 44 v.d.; W . Caskel, Die allen semitiscben Gottheiten, s. 108 v.d .). Ibn al-Kalbl ’ye göre, Zu T Şarâ, Azd kabilesinden Hâriş oğullarına âit bir ilahtır ( Kitöb al-Asnâm, nşr. Ahmed ZakP, s. 37 ). Ibn Hişâm ’a göre, Z u T Şarâ, D avs’e âit bir put, Ijimâ ise, buna tahsis ettikleri mukaddes bir yerdir; burada dağdan gelen bir dereden akan küçük bir su bulunuyordu ( Ibn îsljâk, Sıra, nşr. Wüstenfeld, s. 254; trc. A . Guil­ laume, The Life o f Muhammad, s. 176 ). Bu rivayet Kâmüs ’ta : Z u ’ TŞarâ ¡anam dat)s„ şeklinde geç­ mektedir. Araplar arasındaki bu rivâyet, NabatîIerin bir adı olan Dusarânî (D usares’e tapanlar) ile Davs kabilesinin karıştırılmasından doğmakta­ dır ( R . Dussand ve Macler, Mission dans les régions désertique de la Syrie moyenne, s. 67, not



F.



3 ).



Zu



T Şarâ, Samudlarda ve Sefâilerde kabul edil­ miştir. Samudlardaki tek hâttrasi, Tebük civânndan çıkarılan bir kitâbede bulunan Aramca şekliyle tip-’dir ( Jaussen-Savignas, s. 6581, A. vön den Brauden’in okuyuşuna göre Les inscriptions lhar moudéennes, Luovain, 1950, s. 451). Safaî dilinde ’de bu ilâhın adı, Zşr ve Aramca şekliyle dşr ( C I S 88 v .b . ve dşry ( C I S , 2 9 5 5 )’dir. Z u 'TŞarâ adı “ Şarâ,, dan bir,,, Lût gölünün cenûb-i şarkî dağ silsilesinin en cenûbuna uzanan Şarâ bölgesinin mahallî ilâhıdır ( A . Musil, The Northern Hegaz, Nevv-York, 1926, s. 252-255; R. Dussand, L a pé­ nétration des Arabes en Syrie, s. 30; W . Caskel, ayn. est., s. 109). Bu ilâhın ismi, Z ü Şarâ A'ara adına yazılmış bir çok Nabatî kitabelerinde de gö­ rüldüğü üzere, A'ara idi ( C I S , II, 109; R E S , s. 83, 696; J. Cantineau, Le nabatéen, II, nr. X -X II, 21-24). isim ğ r y r köküne âit olmalıdır. Arap­ ça'da “ğarâ,„ yapışkan bir madde ile sıvamak mânasmadır, Hîra ’da, Lahmî kıralbğmda kurbanların kanlarının sürüldüğü iki dikili taş ( gâriyân ) ’m bulunduğu bilinmektedir (H . Lammens, L ’Arabie occidentale aOant l ’Hégire, s. 146, 167). O halde A'ara, tapmağına kan sürülmüş ilâh olmalıdır. ilâh Dusarés ’ in aynı idi (Suidas, Lexicon, bk. mad. 0svocıprj8 ). Dusarés’in üzerinde bulunduğu kutsî siyah taş, dikdörtgen olup, işlenmemiş kanlı bir taş



)



V,



, V,



Bu



Bu



ZÜŞŞERÂ. îdi ( D, Dotırdal, Les cultes du Hatıran à l'époque romaine Paris, 1952, s. 59; R. Dussaud, ayn. esr., s. 40 ve not 4; J. Starcky, Palmtjtéiens Nabateens et Arabes du Nord s ..222). Dusarés’in, tann Ares ile karıştırılması, Suidas ’in, Dusarés ’in bozulmuş şeklîni tann Ares zannetmesinden do­ layıdır ( M. J. Lagrange, Études sur les religions s é m itiq u e s s. 210, not. I. ). M . S. V. asırdan bu yana ilâh A'ara, Dionysos ile aynı kabûl edilmiştir. Herodot ( Hisl., I H ,8 ) ’a göre Dionysos, Urania ile birlikte ( Arapların ) varlığım kabûl ettikleri tek tanrıdır. Araplar Di­ onysos'a. Orotalt, Urania’ya Alitat derler; onun ikinci kısmındaki talt veya fa/’m durumu ne olursa olsun A cara, Oro kelimesi içinde bir parça olarak mütalaa edilebilir ( C . Clermont-Ganneau, Recu­ eil d’archéologie Orientale, Paris, 1903, V , 109-115; R. Dussaud, ayn. esr., s. 45 ). Alitat açıkça ilâhe Allât ’tır. Hesychius, Dussarés 'i Dionysos ile bir kabûl eder (AovoAtjç tö v Aıovuoov Nocpataioı). A'arâ Z u ’1-ŞarS bitki tarrısı Dionysos ’tan başka birşey olmadığından, Edomite Araplarımn Cabal alŞarâ’yı işgali sırasında burada üzüm asmalarının yetiştiği ve Greklerİn gelişinden önceki bitki tanrısı Orotal ( A'ara ) ’ın Dionysos İle birleştirildiği ne­ ticesine varılmış olabilir (R . Dussaud, ayn. esr., s. 56 ). J. Perrot ’un Necef ‘teki kazılan ile, Subayta ’nın eski şehir mahallinde milattan önceye âit bir Nabatî çiftliğini yeniden düzenleyen nebatatçı M. Evenari ’in yeni denemeleri çöl bölgesindeki bu toprağın verimliliğinin teraslar, setler ve kanallar yapılarak düzenli yağmurlama ve bol sulama su­ retiyle sağlandığım isbatlar. Bu durum, DionysosDusarés’in, asma dallarıyla süslü kabartmalarda bilhassa Kanavât ve Suvayda ’nm kapı üsderindekilerde nasıl tasvir edilebildiğini açıklar ( R. Dussaud, ayn. esr., s. 57-6i; krş. M . Dunand, Le musée de soueida, Paris, 1934, nr. 1, 2 ve 3; D. Sourdel, Les cultes du Hawran, s. 64, bu aynilikler üzerindeki şüpheleri kesin olarak ifâde eder ). Aynı şekilde üzüm salkımlarıyla dolup taşan bir boynuz taşıyan Ğâriya-Subayh ’teki sakallı bir ilâh heykeli, gerçekten Duarés ’i tasvir eder gibi görünmekte­ dir (R . Dussaud, ayn. esr., s. 6 1; krş. D . Sourdel, ayn. esr., s. 64; bu görüşe iştirak etmez). Kanatlarını açmış bir kartal, muhtemelen Du­ sarés’in sembolü idi (bilhassa bk. Jaussen ve Savignac, Mission I , levha X X X V Ï ve resim IÖO; II, Atlas, levha, X II, X L 1I ve X L V , Jaussen ve Savignac bunda, güneş tanrısı Zeus ’e benze­ tilmiş olan Dusarés ’in sembolünü görmektedir ( Mission, I, 400 v.d.). Suvayda’nın pencerele­ rinden biri üzerinde de bir kartal resmi yer al­ maktadır ( M . Dunand, s. 2 ). Onun bu kabart­ madaki Dusarés ’e atfedilmesi şüphe konusu olamaz ( R. Dussaud, ayn. esr., s. 60 ). R. Dussaud bir Nabatî kilisesinin kurban taşındaki kabartmada



659



bulunan Dusares *i nıilâd öncesine âit S i' ‘deki (eski şekli Havran’dakı Seia; krş. R, Dussaud, Topographic historique de la Syrie antique et medieoale, Paris, 1927, s. 368 v.d.) tanrıda görmektedir ( D . Schlumberger, La Palmyrene du Nord-Ouest, Paris, 1951, s. 97, not 3 ). Oysa kurban taşı Zeus Kynios’a ithaf edilmiştir (R . Dussaud, Penetra­ tion, s. 5 7 ). Bu temsil ayrıca Dusares ’in Roma devrindeki Helios’u temsilini andırırsa da, ortaya çözülmesi güç mes’eieler çıkartır ( D. Sourdel, ayn. esr., s. 63 v.dd.). Şunu da kaydetmek gerekir ki, Strobo, Dionysos’u Zeus Uranüs ile birleştirebiliyorsa da, bunları hiç bir şekilde birbiriyle aynı kabûl etmemektedir (Strabo, X V I, 1 1 ) . Helenistik devirde Dionysos kendi ismini Su­ vayda (D ionisias) şehrine vermiştir. Bu, eskiden Cabal Drüz ’daki Soada idi. Grekçe kitâbe ( Wad­ dington 2309-CIG 4 6 17), Dionysos ’u, Dionysias şehrinin kurucusu olarak anlatır Ttpoovoia xupioti xxioKov Aıovuaou Suvayda’nm Dionysias ile aynı olduğu, cAtil ( eski şekli Athela) ve Suvayda şehir­ leri arasında bulunan bir taşa işlenmiş kitâbe kalın­ tılarıyla isbat edilmiştir ( ... öpot, Atov[uoıd]Soç ... [ö]po'‘ 'Aös^evfödv). (R . Dussaud ve F. Macler, Mission, s. 247 v.d. Greek nr. 2 3 ). Bu durum Nabatî işgali sırasında Dusares ’e tapanların Havran içlerinde ve civar bölgelerde yayıldıklarını te’yid eder. Bir çok Nabatî kitabesi “ Başrah,,’taki Z u ’lŞarâ (dybhşp)’ye ıtbaf edilmiştir ( C I S , II, 218; R E S , 83; krş. J. Cantineau, Le nabateen, II, 21, nr. X , 36i nr. VI I ) . Epiphanius ( Contra Heares, L I, 22, 9-12 ) ’a göre, Nabatîler bakire... Xtuifjov (doğrusu X a a p o v ; R. Eisler, A R W , 1912, X V, 6 3 0 )’nin oğlu Dusaris’in bayramını kânun 11. ayının 6. günü (eskiden şarkta hıristiyanlara göre İsa ’nın doğum yıl dönümü) kutlamışlardır. Epiphanius bu rivaye­ ti, müdâfaa maksadıyla, müşriklerin de bâkirenin bir ilah doğurabileceği fikrine sâhib olduklarını göstermek üzere kaydeder ( D . Sourdel, Les cultes du Hauran, s. 67). Fakat Epiphanius ’un beyânı, dille ilgili bir karışıklığı ortadan kaldırmaz. (A rapça’daki ku'ba, hçfiba) aslında Arapça kçfla "Cube,, ( aynı köke âit bir kelime) ’dir. Bu rivayet belki de sâdece Zu ’1-Şarâ ’yı canlandıran mâbede tapmanın bir hatırasıdır. Aramca ’da tapmak, mötab oturacak y er) ’dir. J. Starcky ye göre, Busrâ [ b. bk. ] ’ran ilah Dusares efsânesini ifâde eden sikkeleri, bir ayak üzerine oturmuş üç adet yumurta şeklin­ deki tahtalarda da olduğu gibi, Dusares ’in tahtının destekli şekliyle tasviri hakkında bâzı fikirler vere­ bilir ( Palmyrenierns, Nabaleens et Ârabes, s. 2 2 1). Jbn H işâm ’a göre (yk. b k .) Ka'ba veya Z u '1ŞarS ’nm mukaddes mahalli etrâfı çevrilmiş, ayrıca Haram de denilen bir (uma içindeydi. Hüzeyliler Divân { J. Wellhausen, Reste, 5 1) ’mdaki bir kayda göre Haram büyük bir bölgeyi içine alan Şarâ 'da



66 o



ZÜŞŞERÂ.



bizzat çevrili vaziyette idi : al-Şarâ mâ kâna havla 7haram va huva3 aşyâu 'l-haram. Böylece Cabal Şarâ ilalu Z u 'l-Şarâ aynı şekilde Ijlaram 'inde efendisidir (M . J. Lagrange, Études sur les religion Sémitiques2, s. 184 v.d. ). Bununla berâber bu Z u ’l-$arâ 'nın sâdece ikinci mânasıdır. Ayrıca Nabatî ilahiyatında bilinen has isimler Abdüşarâ, Taymdüşarâ ( bk. J. Cantienau, ayn. esr., II, 126 ve 256 ) ve Arapça ’da has isim olan Abd zî şarâ’da bilinmektedir (J. "Wellhausen, Reste2, 3). B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilenlerden başka bk. C ! S , ÏI ve V ; R E S , Ï-IV; tbn Hişâm, nşr. Wüstenfeld, Göttingen, 185S-1860; C. Clermont-Ganneau, Recueil d'archéologie ori­ entale (Paris, 1903), V , 109-115; A . Jaussen ve R. Savignac, Mission archêologiqtte en Arabie (Paris, 1909-1920), I-1I; M . S. Marmarçi, ¿es dieux du paganisme arabe d'après îbn al-Kalbî, Revue biblique ( 1 9 2 6 ) , X X X V , 397 *4 2 0 ; Alm.



trc. R. Klinke-Rosenberger, Das Gölzenbuch Kitäb al-Asnâm des Ibn al-Kalbî ( Leipzig, 1941 ) ve îftg. trc. N, A. Färis, The Book o f idols ( Prin­ ceton, 1952}; J. Wellhausen, Reste arabischen Heidentums2 (Berlin, 1897); H. Lammens, L'Arabie occidentale avant l'Hégire ( Beyrut, 1928); J. Cantineau, Le nabatéen (Paris, 1930I932 ), I, II; E. Littmann, Thamüd und Safâ (Leipzig, 1940); A. Guillaume, The Life of Muhammad, a translation of Ishâq 's Sîrat Rasül Allah (London, 1955); R. Dussaud, La Pé­ nétration des Arabes en Syrie avant l'Islam (P a ­ ris, 1955 ); J. Starcky, Palmyréniens, Nabatéens et Arabes du Nord avant l’Islam ( M. Brillant ve R. Aigrain, Histoire des religions, IV. içinde), Paris, I9S6, IV, 201-237; W. Caskel, Die alten semi­ tischen Gottheiten in Arabien ( S . Moscati, Le anticke divinita semiliche), Roma, 1958, 95-117. ( G . R y c k m a n s .)



K ISA L T M A L A R Abb. G . W. Gött. = Abhandlungen der Gesellschaft der Wissenschaften in Göttingen Abh. K . M. = Abhandlungen f. d. Kunde des Morgenlandes Abh. Pr. Ak. W . = Abhandlungen d. preuss. Akad. d. Wiss. Afr. Fr. B = Bulletin du Comité de l ’Afrique française Afr. Fr. R C “ Bulletin du Com. de 1 ’Afr. franç., Renseignements Coloniaux AJSL = American Journal of Semitie Languages A M = Archives marocanes A M Z = Allgemeine Missionazeitschrift Anth. = Anthropos Ans. Wien = Anzeiger der philos I Isto. K l. d. Ak. der Wiss. Wien A O = Acta Orientalia AQR = Asiatic Quarterly Review AR W = Archiv für Religionswissenschaft As. Fr. B = Bulletin du Comité de l ’Asie française BA = Beiträge zur Assyriologie BAH — Bibliotheca Arabico-Hispana B G A = Bibliotheca geographorum arabieorum, ed, de Goeje BIE — Bulletin de 1 ’ Institut Egyption BIFAO = Bulletin de I'Institut Français d ’Arc­ héologie Orientale su Caire BSO S = Bulletin of the School of Oriental Studies, London Institution B T L V = Bijdragen tot de Taal-, Land-an Volkenkunde van Ned.-Indie BZ = Byzantinischrift Zeitschrift CAJ = Central Asiatin Journal C IA = Corpus inscriptionum arabicarum C IS = Corpus inscriptionum semiticarum C T M = Concordance de la Tradition Musulmame D L Z = Deutsche Litteratur-Zeitung D T C F D = Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi der­ gisi, Ankara EC = L ’Egypte Contemporaine EI = Enzyklopaedie des Islâm G A L = Geschichte der arabischen Litteratur G D A A D = Güney doğu Avrupa Araştırmaları Der­ gisi G G A = Göttinger Gelehrte Anzeigen GJ = Geographical Journal G M S = Gibb Memorial Sériés GOR = Geschichte des Osmanischen Reiches G O W “ Babinger, Die Geschichtschreiber der Osmanen und ihre Werke Gr. I Ph. = Grundriss der Iranischen Philologie G SA I = Giornale della Soc. Asiatica Italiana H EM T = Handbook of Early Muhammadan Tra­ dition HOP = Gibb, History of Ottoman Poetry ÎA — İslâm Ansiklopedisi, İstanbul IG = Indische Gidş



IRM — International Review of Missions Isl. = Der Islam JA = Journal Asiatique J Afr. S = Journal of the African Society J Am 0 = Journal of the American Oriental Society j Anthr. I = Journal of the Anthropological Ins­ titute JASB = Journal and Proceedinge of the Asiatie Soc. of Bengal JE =» Jewisch Encyclopaedia , JPHS ■* Journal of the Punjah Historica! Society JQR = Jewish Quarterly Review JRAS