MEB İslam Ansiklopedisi 10 [10] [PDF]

  • Author / Uploaded
  • MEB
  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ •



A



A.



*



İSLAM ALEMİ TARİH, C O Ğ R A F Y A , E T N O G R A F Y A VE B İ Y O G R A F Y A L Ü G A T İ ■nr^rrı-Tsr^'M CETC*^.--feJi:.5a



MÎLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞININ KARARI ÜZERİNE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİNDE [A. ADIVAR v. 1955, R. ARAT v. 1964, A. ATEŞ v. 1966.] î. KAFESOĞLU, T. YAZICI, N. M. ÇETİN TARAFINDAN LEYDEN TAB’I ESAS TUTULARAK t e l if , t â d il , ik m â l



ve



t e r c ü m e s u r e t i îl e



NEŞREDİLMİŞTİR



XÖ . C İ L /VvVAVWvWvvMA



s â







T



s u f r û y



İSTANBUL MİLLÎ EĞİTİM BASIMEVİ



y



S Â . S Â ”, a r a p a l f a b e s i n i n ^ h a r f i ­ Bir de, mudd veya şa' bulunmadığı vakit, za­ n i n a d ı olup, adedî değeri $00 ’dür. İki ucu kât a t-fitr çok defa ters çevrilmiş, orta dere­ içeriye doğru bükülmüş ve üzerine üç nokta ko­ cede açık iki avncun yan-yana getirilmesi ile nulmuş ufkî bir çizgi şeklindedir. Bu üç nokta Ölçülmektedir. Bu âdet dışında ş 5' veya mudd onu, alfabenin üçüncü harfi olan ve yalnız iki al-nabî ölçekleri ayrıca şu dinî vecîbeler için nokta taşıyan tet [b . bk,]*dan ayırır. Bu ben­ de kullanılmaktadır : a. Öşürlerin ( zakât ) hesap­ zeyiş si? *nın alfabede hemen t S ’dan sonra ge­ lanışında, b. küçük temizlik ( v u ia ) ve büyük temizliklerde (ğu sl ) gerekli en az su raıkdalen yerini izâh eder. Diğer sâmî alfabeler arasında yalnız cenûbı- rmın teshilinde ( ilkinde I mudd ve sonuncu­ arap alfabesi bu ş sesi için husûsî bir şekle sunda 1 şö‘ ). sahiptir. B i b l i y o g r a f g a \ Arapça lügatler, İştikak bakımından şef, ken’ânî £’ , ârâmî f) bilhassa M uhil al-muhif ( Beyrut, 1870 ), II, ( eski ârâmî (p ), âsûrî ş ve habeşçe ft' harfine 12 21, sin. i ; fıkıh ve hadîs mecmuaları; tekabül eder. Arapçada bu ses çok defa / ile Alfred Bel, Note sor trois anciens vases değişir. _ ( A . J. W e NSINCK.) en cuivre gravé, trouvés à Fès et servant à S A ’. Ş A ‘ ( ŞUVÂ'; ar. müzekker veya mümesurer l ’aumône légale du F iir {B u ll. Archèolog,, Paris, 1917, s. 359—387, resimli), ennes), h u b û b a t ö l ç e ğ i olup, „Medine ’de kullanılan şekline göre --- 4 mudd [ modius ]" diğer eserler burada gösterilmiştir. ( Lisân). Gerek şa‘ ’ın, gerek mudd ’ün ticâret­ ( A lfr ed B e l .) teki hacmi muhtelif şehir ve bölgelerde birbi­ Ş Â ’. [ Bk. SÂ’ .] v rinden farklı id i; fakat şeker bayramının ( ‘Id Ş A \ [ Bk. s â .] ' a l-fi( r ) menâsiki hicretini, yılında Peygamber S A ‘A . t Bk. SÂAT.] tarafından tesbit edilirken, bu ölçeğin ş e r ’î S A 'Â D A . [ Bk. sâ â d e T.] d e ğ e r i de tâyin edilmiştir. Böylece zakât S A 'A D A T . [ Bk. sa â d e t .] a l-fitr, âilenin her ferdi için, bîr şö' hubûbat S A Â D E T . S A 'Â D A (a.), s a â d e t . s-'-d olarak kararlaştırılmıştır. Tabi’îdir ki, bunun kökü ve onun bir kısım müştakları, muhtelii için Medine ’de kullanılan şa esâs tutulmuştur : bakımlardan İslâm öncesi arap düşünüş tar­ o günden itibâren Medine mudd ’üne mudd al zına bağlanır. Kendisine „kurtuluş vesilesi, nabî denilmiştir. uğur" ( g-m-n, zıddı n-h-s ) gibi, umûmî bir Bu ilk sünnî-islâm mudd ’ünün aacmi Zayd ■ mâna verilmektedir. Has isim olarak S a'd ( müSabit tarafından kaydedilmektedir. Daha sonra ennest: Su 'âd ; krş, mad. SA'D ), Bünyamin ve lan dinî maksatlar ile imâl edilen mudd ve s i , .Gad gibi, îbrânîce isimlerin müteradifi olabil’lar da bu örneğe göre yapılmış olmalıdır. Mag 1 mektedir. Sa'd ilâh ismi olarak da görülür; Weilrlb ile ilgili muhtelif vesikalarda bunun böyle hausen ( Reste arabisehen Heidentums2, s. 65 ) olduğunu tesbit etmek mümkündür, Buna göre, al-Sa'ida (araplarm ibâdet için etrâfında dön­ resmen muddal-nabî = 0 ,7 5 1., sâ' ise 3 1. hac­ dükleri bir ev) aslında al-'Uzzâ’mn bir lekabı idi. minde idi. Bundan başka, muzâfün-iieyh mevkiinde bu­ İslâm fıkhında da, esâs olarak, bu hacim ka- lunan bir kelime ile tâkip edilen S a 'd ’e, sıkbûl edilmiştir. Burada şâ'= 2Ğ f ri(l; r it l^ ız z sık yıldız ismi [ krş. bir de madd. sa 'd , AL-SA'Mekke d i r h e m i ve dirhem de = 5 0 $ a r p a DÂN ] ve kabîle ismi olarak da rastlanır. t a n e s i hesaplanmaktadır. Böyle bir ölçeğin Talbiya ( husûsiyle hacc esnasında, aynı za­ her yerde birbirinin aynı olmayacağı tabiîdir manda şalüt *ta ; krş. mad. TALBİYA ) ’deki sa'-



i



SAÂDET dagka şekli, kökün ( = y-m-n ) mânası ile sıkı sıkıya bağlı görünmektedir. Bununla beraber krş. arap lügatlerinde mad. s--d . Sa'âda ( ve Sa'âda t-'AIİ-Hân has isminde bir oedel ile takıp edildiği vakit ; krş. mad. Sa'ÂDAT-'alÎ-hân ), bilhassa İslâmî bîr tâbir olarak görünmektedir ( zıddı $akâva ). Bu keÜme K u r’an ’da geçmemektedir. Hadîste âhiretle ilgili bir mâna taşımakta olup ( krş. yavm t '-sa'âda „kıyamet günü", Dozy, Supplément, bfc. SA'ÂDA), bilhassa kader ile alâkalıdır. Msi. sa'âda ehli sa'âda ’nin amelleıini tamamlamak hususun­ da Tanrı tarafından yardım görmüştür (al-Buhâri, C anâ'iz, bâb 83 ; Muslim, K adar, hadîs 6 ; al-Tirmizi, Kadar, bâb 3 ). Vahdaniyeti kabûl eden dinlerin hepsinde görülen bir tekâmüle göre, bu kelime ahi al-saâda müslümanlar ( krş. Dozy, göst. yer. ) tâbirinde daha dar bir mâna almaktadır. Saray dili üslûbunda haş­ metli, haşmet-meâb mânasına gelmekte olup, dür al-sa'âda „saray" demektir { krş. Dozy, göst, yer, ). Der-Saâdet tâbiri İstanbul için kullantIır ve saâdetlü tâbiri türk resmî dereceler sil­ silesinde yer alır. (A . J. WENSÏNCK. ) S A Â D E T -A L Î-H A N . SA'Â D A T-'A Lİ-H A N ( ? — 1 81 4) , O u d h n e v v â b ı . Âşaf alD avla’nin eylül 179 7’de Ölümü üzerine, onun sözde oğlu olan, fakat evlâtlığı hiç bir zaman tam olarak resmiyet kesbetmemiş bulunan ve­ zir 'Ali-H an kendisine halef tâyin edildi. Fakat bu zât 4 ay sonra, idaresizliğinden- dolayı, işinden uzaklaştırıldı. Bunun üzerine umûmî vali S ir John Shore, onun yerine, A şaf ai-Davla ’nin kardeşi olup, 1776 ’dan beri Benâres ’te İngiliz himâyesinde yaşamakta olan Sa'âdat*A!i-H an’ı tâyin etti, Sa'âdat-'Ali-Han ’ın ida­ resi zamanında Oudh bölgesinde İngiliz nufûzu hissedilir derecede genişlemiştir. Bu bölge 1775 yılında, navvab ile yapılan bir anlaşma netice­ sinde, şarkî Hindistan kumpanyası himayesine girmiş ve yıllık muayyen bir tazminat muka­ bilinde, bölgenin müdâfaası te’minat altına alınmış idi. 1798 yılında yapılan yeni bir an­ laşma ile bu tazminat 76 lek ’o çıkarılmış ve aynı zamanda Allâhâbâd müstahkem mevkii de şirkete, silâh deposu olarak, verilmiştir. Buna mukabil, bölgenin iç ve dış düşmanlara karşı müdâfaası için, şirket 10.000 kişilik bir askeri kuvvet bulundurmağı taahhüt etmiştir. Navvab ’m askerlerinin isyankâr tavırları üze­ rine, yeni umûmî vâli Marquis Wellesley (1798— 1805) bu lüzumsuz ve tehlikeli olan, Sa'âdat-'A li-H an'ın kendi ifâdesine göre de, ancak düşmanlarına faydası dokunan askerî birlikleri lâğvedip, yerine şirketin kuvvetlerini kulianmağı teklif etti. Şahsına karşı yöneltilen tehlikelerden korkan Sa'âdat-'Ali-Han önceleri



SÂ A Î. bu islâhâtı hararetle tasvip etmiş iken, sonrs bunu kabûl etmek istememiş ve ancak 1801 ;yılında Lucknow anlaşmasını imzalamak zorun­ da ■ kalmıştır. Bu ınlaşmaya göre, şirketin ordu masraflarını karşılamak üzere, altı küçük idâri bölge şirkete terkedilmiş ve buna mukabil nav vâb ■ ’m şirkete karşı bütün mâlî mükellefiyet­ leri kaldırılmıştır. Navvâb bundan başka, tebeasımn geçimini kolaylaştıracak ve memle­ ketin gelir kaynaklarını te’minat altına alacak bir idâre usûlünün tatbiki İle de mükellef tu­ tulmuştur. Sa'âdat-'Ali-H an bu anlaşmayı o kadar müessir bir şekilde tatbik etmiştir ki, sonraları Oudh bölgesini idâre edenler arasın­ da en akıllı ve en kuvvetlisi olarak tanınmış­ tır. Sa'âdat-'Ali-H an 1814 yılında ölmüş ve yerine ikinci oğlu Ğâzi al-Din Haydar geç­ miştir, B i b l i y o g r a f y a : Sayyid Guİâm 'A li, '¡m ad al-saâda ( Lucknow, 1897 ), s. 169— 174; Durgâ Prasâd, Bâstân-i Avadh ( Lucknow, 1892 ), s. 99— 109 (resmi ile ); C. U. Aitchıson, Collection o f Treaties relating to India (Kaiküte, 1909), I, 118 — 13 7 ; John Malcolm, The Political History o f India from 1784 to 1823 (London, 1826), I, 17 0 —177, «73—283; A Selection from the Despatches o f the Mar­ quess Wellesley ( nşr. S. j, Owen ), Oxford, 1877, s. 188—207; H. C, irwin, The Garden o f India, or chapters on Oudh kistory and a ffa ir s (London, 1880), s. 100— m . Daha şu kaynaklara müracaat edilebilir: Harsukh Râe, Maemd al-ahbâr (B rit. Mus., Or. 1624); Muhammed Muhtaşim Han, Târih-i Muhtaşim ( Bankipore Public Library, nr. 60S )• Ş A 'A L İB Î. [B k . SEÂLİBÎ.] S Â Â T . S Ä 'A ( A.), ( muayyen b i r z a m a n f a s ı l a s ı ve bilhassa tesbit edilmiş bir baş­ langıca göre, her hangi bir anda z a m a n ı g ö s t e r e n â l e t olup ], yunan hey’et âlimle­ rine imtisâlen, aynı zamanda mustaviya de de­ nilen ve yıldızlar semâsının 15 derecelik dönme­ sine tekabül eden müsâvî veya nücûmî sâat, sâ‘a falakiya ile, gündüzü ve geceyi 12 saate böl­ mek sureti ile, elde edilen ve bu sebeple de mahallin arz dâiresine ve mevsimlere göre deği­ şen, bununla beraber zaman süresini belitten ve zamanı ya de denilen gayr-i müsâvî sâat, mu’vacca, arasında bir tefrik yapılmıştır. Bu ikinci târif ite verilen sâatin yüksek arz dairelerine tatbiki mümkün değildir. [ Güneşin semâda zâhirî ha­ reketi sırasında zamanı belirten en uygun bir gök cismi olması sebebi ile, hey’et âlimleri za­ manı dâima güneşin hareketi ile târif etmişlerdir. Her hangi bir mahalde güneşin batış âm bir za­ man mebdei olarak alınmış ve o anda sâatin la olduğu ve ertesi günü güneşin batma ânına ka-



SÂAf -



dar iki i 2 sâai geçtiği kabûl edilerek, ezâui sâat tarifi yapılmıştır. Bilhassa saatlerin ayar edilme­ si kolay olduğundan, memleketimizde ezânî sâat çok taammüm etmiş, fakat bu asrın başlarında vasati saatin Türkiye ’de umumileşmesi ve niha­ yet resmî sâat olarak kabâlü neticesi artık kullanılmaz olmuştur. Vasatı zamanın mahal­ lin tûl dâiresine bağlı olması bir çok güçlük­ ler husule getirdiğinden, bütün dünyâya şâmil bir zaman sisteminin' ihdası gerekmiş ve bu­ nun neticesi olarak da, bir çok memleketlerin saatleri Ingiltere’de Greenwich rasathânesinin tûl dâiresi ile tarif edilen Greenwich saatine ( G. M. T.) bağlanmıştır ], Dinî tâbir olarak, .•>a a aynı zamanda Ölüm ve kıyâmet ânı mâ­ nasına da gelir [ bk. mad. KIYÂMET ]. Gündüz ve gece saatlerinin geçişini ölçmek için, z a ­ m a n ı ö l ç e n â l e t l e r ( hl3t al-sâ'St) kul­ lanılır. Horologium ( s â a t) kelimesi yanında kora ( yunanca &ça ) ’dan gelen almanca Uhr kelimesi gibi, arapçada s'ü 'at ve sö'a da aynı zamanda zaman ölçen âlet mânasına gelir. ju v a | ’dan gelen binkam veya pingân, payyavov ’den gelen mangSna gibi bir takım kelimeler şekil değiştirmiş veya xXrtimSga ’dan sarr&kat al-mâ' gibi tercüme edilmiş yunanca kelimeler olmalıdır j targahâra ( krş. tarkihar—-\al. pate­ n a } gibi bâzı kelimeler de irânî menşe’lidir. Nücûmî zaman tâyininde rubu’ tahtası ve us­ , turlab kullanıldığı malûmdur. Ancak ister ufkî, ister şakulî olsun, muhtelif şekillerinde, güneş saatinin veya basîtenin kullanılışı hakkında fazla bir şey söylemeyeceğiz. [ Zamanı gösteren âlet olarak, saatlerin en iptidaî şekilleri milâddan asırlarca önce Mısır ’da, Elcezîre *de, Hindis­ tan 'da ve Çin ’de kullanılmıştır ]. Sâat kelimesi ile dar mânada kasdedilen şey, eski zamandan beri malum olan kum ye su saatleri ve benzeri makinelerdir, Bizanslılar dikkatsiz bir kimsenin bile zamanın geçişini bildirmesi için, bunlara gül­ lelerin düşmesini, çan çalmasını, lambaların sönmesini, hareket eden şekillerin ve mnsikîli makinelerin işlemesini te’min ile uzaktan gör­ me veya duymayı mümkün kılacak tertibat ilâ­ ve etmişlerdir. Müslüman şarkta imâl edilmiş san’aikârâne bir sâat hakkında en eski izahat Einhardt ’m Annales ’inde bulunmaktadır. Bu tarihçi, büyük Kar) ( Charlemagne) ’m elçisi Radbert ‘in, 806/807 ( m.) senesinde, halîfenin sarayından dönerken, öldüğünü ve bu sırada, „İran hükümdarı", yâni halîfe Hârün ai-Raşid ’in elçisi Abd e l î a f ' Abd Allah ]*mn kudüslü keşişler ile birlikte geldiğini ve beraberinde de fevkalâde bir sâat getirdiğini naklederek, bu sâati tasvir eder. E. Wiedemann ve F. Hauser bu mes’ele hakkında arap kaynaklarının mey­ dana çıkarılması ve izahları ile bilhassa meş­



SA BIK .



I



gul olmuşlardır. Saatler hakkında en mühim eser İsmS'il b. al-Razzaz al-C azari’nin 60i (1205/1206 ) senesinde yazmış olduğu Kitab f î m a'rifat al-hiyal al-handasiya adlı kitabıdır. Bu eserde müellif, gayet mâhirâne bir tarzda imâl edilmiş ve bilhassa şekillerine göre, ad­ landırılmış ( maymun, fil, cellât, muharrir ve davulcu sâati g ib i) saatlerin yapılışını, bütün teferruâtı ile, yazmaktadır. Diğer mübim bir eser de, Rızvân b. Muhammed ai-Horâsâni ’nin Şam ’da Gayrün kapısında bulunan bir sâat hakkında yazmış olduğu kitaptır ( krş. Suter, s. 136 v.d., nr. 343). Şarka ilk olarak XVI. asır­ da gelen çarklı saatler hakkında, Taki al-Din ’in 15 5 2 /15 5 3 ’ te yazdığı bir eserde malûmata tesadüf ediyoruz. Kastİlya kıralı Alphonse'un saatleri mükemmeliyetlerini İslâm medeniyetine borçludur. B i b l i y o g r a f s a : E. Wiedemann, Beitrage ( SB P M S Erlg., 1905, IH, 255; 1905, V, 408; 1906, VI, 1 1 ; 1906, X, 348; 1907, XII, 200; 1914, XXXIV, 17 ; 1 9 18 - 19 1 9 , LIX, 272); E. Wiedemann ve F. Hauser, Uber die . Uhren im Bereich der islamischen Kultur ( Nova Acta Abh. d. . . . Deutsch. Akad. d. Natar fo r seher, Halle, 1915, C, nr, 5 ) ; ayn. mil., Uhr des Archimedes (Nova Acta, CHI, nr. 2); E. von Bassermann- Jordan, D ie Ge­ schichte der Zeitmessung und der Uhren', ( al-Tahânavi, K a şşâ f iştilâhât al-funân (Kalküte, 186 2), s. 675 v.d]. ( J . R u s k a .)



[



Bu madde T, Gökm en edilm iştir ].



tarafından ikmâl



S A B ’, S A B 'A , [Bk. SEB’, seb ’ a .] S A B A '. [ Bk. se b â .) S A B A B . [ Bk. se b eb .] S A B A N C A . [ Bk. sa p a n c a .] S A B B ÎH . [B k . se b b İ h.] S A B IR . Ş A B R (a .) mefhûmunun muhte­ vası, aşağıda görüleceği gibi, garbî Avrupa i dillerinde bir tek kelime ile güç karşılanabilir. Arap lügat âlimlerine göre, masdarı şabr olan ş-b-r kökü „alıkoymak" veya „bağlamak" mâna­ sına gelmektedir; buradan katalahu şabr”” „onu sıkıca yakalayarak, öldürdü“ gelir. Buna göre, kâtil ve maktule, sırası ile, şöbir ve maşbBr denilmektedir. Bu tâbir işkenceye mârûz kalan şehidler ve katledilen harp esirleri için kul­ lanılır; hadîste, İslâm ahkâmına göre değil de, bunun aksine eziyet edilerek öldürülen ( rosl. at-Buhâl'İ, gabâ’ih, bâb 25; Muslim, Şa yd , ha­ dîs 58; Aljmed b. Hanbaİ, Mumad, III, 1 71 ) hayvanlar için geçer. Salahiyetli makamlar ta­ rafından icbâr edilen Ve bu sebeple cebren edilen bir yemini ifâde eden yarnin’* şabria tâbirinde görülmektedir. Husûsî bir ıstılah olarak ( mst. al-Buhâri, Manâkib - al~ansört



4



SABIR.



bâb 2 7 ; Ayman, bâb 1 7 ; Müslim, İm an, ha­ dîs 176). K ar’an 'da çok defa ük nazarda s a b ı r l ı o l m a k mânası ile ş-b-r kökünün müştak­ lar»- ¿ulanmaktadır. Peygambere kendisinden önae gönderilen resuller gibi, sabırlı olması ihtâr edilmiştir ( XXXVIII, 16 ; XLVI, 34 5 „zira Allahın tehditleri gerçekleşir“, buna bir de XXX, 60 ilâve olunmuştur); sabredenlere iki kat mükâfat vâdedılmiştir (XXIII, 1 1 3 ; XXVIII, 54; krş. X X V , 7 S )• Hattâ XXXIX, 16 ’da, şâbirün’un, hîsâb (bu kelime burada ölçü, tahdit mânasında kullanılmıştır) görülmeden, mükâ­ fatlarını elde edecekleri bildirilmiştir. Bu mefhûm, c i h â d hakkında ( msl. III, 14 0; VIII, 66) husûsî bîr şekilde kullanılmıştır. Bu nevîden bir siyakta mefhûm] s a b r ve s e b â t kelimeleri ile karşılanabilir. Bu kelimenin sonra, msl, Yûsuf sûresinde { XII, 18 ), oğlunun Ölümünü öğrenmesi üzerine Y a'lfüb’un; „A rtık bana düşen—kadere rızâ ve teslimiyet (fa-sabrm camii»’1)“ — dediğini bildiren âyette şabr ’m t e v e k k ü l ; r ı z â ve t e s l i m i y e t mânasında kullanıldığı görül­ mektedir. Şabr bâzan şalât { II) 45, 1 53 ) ile bir­ likte zikredilir. Müfessirlere göre, bu âyette kelime oruç mânasındadır. Onlar buna delîl olarak da ramazan ayı için kullanılmış olan şahr al-şabr sıfatım gösterirler. Kur'an ’da, şakBr ( XIV, 5 v.b.) ’e bağlı ola­ rak kullanılmış olan şabbâr sıfatına rastlanır; krş. al-Tabari, T a fs ır : „Kendisine felâket isa­ bet ettiği vakit teslimiyet gösteren ve mağ­ firete nâil olduğu vakit de şükreden kula ne mutlu“ ve Muslîm, Zufıd, hadîs 64; „Mü’minin vaziyeti hayranlık vericidir ; her şey ken­ disine hizmet eder; kendisine iyi bir şey isâbet ettiği vakit, şükredici olur ve onun iyili­ ğine hizmet eder ve musibet isabet ettiği va­ kit, teslimiyet gösterir ve bu da onun iyili­ ğine hizmet eder." Mefhûmun muahhar gelişmesi K u r’an tef­ sirlerinde görülmektedir; bu tefsirlerin Kur­ ’an dilinin kullanılışına ne dereceye kadar dâ­ hil bulunduklarını söylemek güçtür. Her hâide bütün mâna farkları ile mefhûm aslen yunanı­ d ır; zîra o reva kî ’ atapa^-'a hıristiyânî sabır nefse hâkimiyet ve zühdı teslimiyeti içine al­ maktadır ( aş.-bk.). Tefsirlsrin çok sayıdaki izâhları üzerinde durmaksızın,sâdece Fahr alDin at-Râzi (M afatih al-ğayb, Kahire, 1278; III, 200 âyeti hakkında ) ’ninkini zikredelim. Fahr al-Din al-Râzi dört şabr tefrik etmek­ tedir: 1. nassî mes’elelere, msl. tavhid, ‘ adi, nubııvva, ma'âd akidesi ve diğer ihtilaflı nok­ talara muzâf, yorucu zihnî çalışmalarda sabır ve sebât; 2, yapmakla mükellef bulunulan veya



kanûn ile havale edilmiş olan işlerin tamamlan­ masında sabır j 3, men’edilmiş olan fiilleri terketmekte sab ır; 4. musibet v.b, hâllerde teslimi­ yet göstermek. Ona göre, maşâbara, sabrın hemcinsine ( msl. komşularına ve kendisi ile aynı kitap ehlinden olanlara) tatbiki, intikamın terki, amr bi ’l-m a'râf va ’l-nahy ‘ani ’l-munkar v.b. Şabr ’ın en büyük değeri Allahın bütün esmâ-i hüsnâsı arasında şabâr isminin de yer almış ol­ masında görülür. Lisân ( bk. mad. ş-b -r) ’a göre, şabar (¡alîm ’in müterâdifidir; şu farkla ki, gü­ nahkâr, (ıalim ’den hiç bir ceza beklemediği hâlde, şabar ’un böyle bir harekette bulunaca­ ğından emin değildir. Hadîste Allahın sabrı, işittiğinden dolayı hissettiği ezâya karşı hiç kimse onun kadar sabırlı değildir ( Buharı, Tav­ hid, bâb 3 ) şeklindeki ibâresinde en yüksek ifâdesini bulmuştur. Hadîste şabr, her şeyden önce, umûmî mâ­ nadaki metinlerde geçer; kendini şabr ’a vere­ ne Allah şabr ihsanında bulunacaktır; zîra şabr en büyük Intuftur ( al-Buhâri, Zakât, bâb 50; R ikâk, bâb 20; Ahmed b. Han bal, III, 93). Bu­ rada da şabr, cihâdida sabır ve sebata delâlet etmektedir. B îr adam Peygam bere: — »Şah­ sım ve servetimle cihâda iştirak eder, dâimâ ileri atılır, sırtımı çevirmez ve şâbir«» ölür, teslimiyet gösterirsem, cennete girer miyim?“ — diye sorduğu zaman, Peygam ber: —„E vet“— diye cevap verdi ( Ahmed b. Hanbal, Musnad, III, 325). Msl. cemâat baskısına t a h a m m ü l e t m e k mânası ile de bu kelimeye rastlanmaktadır. ölümden sonra bir çok tecrübelere tâbî tutulacaksanız da, semavî havuzun yanında bana mülâki oluncaya kadar sabrediniz ( h a v i; al-Buharı, Rilçâk, bâb 5 3 ; Fitan, bâb 2 ; krş. Ahkâm, bâb 4 ; Müslim, imâra, hadîs 53, 56 v.b.). Umûmiyetle kelime şu darb-ı meseldeki gibi teslimiyet mânasındadır: ( h a k ik î) şabr ilk darbededir ( innama ’l-şabr ‘inda ’i-şadmati 'l-âlâ veya avvali şadmati” ve yahut avvali şadmati, aI-Buİ}Sri, Cana'iz, bâb 32, 43 ; Müslim, Canö’iz, hadîs 15 ; Abu Dâ’üd, Cana iz, bâb 22 v.b.); fakat şu sar’ah bir kadının başka bakım­ dan dikkate şâyan hikâyesidir: saralı kadın, iyileşmesi için, Peygamberden kendisine dua­ da bulunmasını niyaz eder. O da ona isteğin­ den vazgeçip, sabrederse, cennete gireceğini söyler ( ai-Buhâri, M ariâ, bâb 6; Müslim, al-B irr va 'l-şila, hadîs 54). — Çok defa bu kelimeye teslimiyete has tâbir olan iljtişâb ( msl. al-Bu­ hâri, Ayman, bâb 9; Müslim, Canâ’iz, hadîs 1 1 ) ile birlikte rastlanmaktadır. Bununla şu hadis kudsi karşılaştırılabilir: — „E ğer kulum, iki gözünün ışığından mahrûm kalırsa, buna mukabil ben ona cenneti vereceğim" (al-Buhâri, M aria, bâb 6 7; Ahmed b. Hanbal, III, 283).



SA BIR .



S



Nihayet ahlâkî-zübdî tasavvufta çok büyük mefhûmlar meydana getiriyordu. aİ-Şibli bir bîr ehemmiyeti olan „terk" mânasına salıîh ha­ adama; — „Sabredene en güç gelen hangi sa­ dîste çok nâdir rastlanır ( yk.-bk., 11, 42, 148 bırdır ? " —diye sorar. O d a : -„ a l- Ş a b r f i 'ilâh“ âyeti münâsebeti ile ). al-Buhâri ’nin Kitab al- — diye cevap verir. Bunun üzerine, ai-Şİbli: rikâk ( d:ger hadîs mecmualarında zuhd babı — „H ayır" — der. Bu şahıs : — „al-Şabr ti 'ilah" olarak geçen bu bâb bu temayülün islâmdskî — der. a l-Ş İb li: — „H ayır" — der. Bunun üze­ en eski merhalesini belirtir) ’ın «o. bâbı 7 ar- rine bu şahıs: — ,,a[~Şabr ma'a’llâh“ — der. cama ’de şöyledir; . . . ‘ Omar: — „Hayâtımızın a l-Ş ib li: — „H ayır"— der. Adam : —„O hâlde en iyi şeyini sabırda bulduk." — Burada, yunam hangisi ? "—diye sorar. al-Şibli de ona: —„ Şabr te’sir hissedilir kî, ona göre, terk, hakikî insan, 'ani *ilâh" — diye cevap verir ve hemen-hemen bakîm ve şehide yaraşır bir tavırdır. muhâtabınıu aklını başından alacak bir izâh ilâ­ K u r’an ve hadîsin şa b r’a dâir söyledikleri ve eder ( ai-Kuşayri, RisSla, s. 100,9). kısmen ahlâkî ve tasavvufî edebiyatta tekrar­ a 1-Ğ a z z S 1 i, şabr ’ dan Ih ya' ’nm ikinci ki­ lanmaktadır; fakat bu ketime burada bir nevî tabının, selâmeti te’min eden fazîletleri tasvir ifmî ve hattâ daha üstün derecede bir tâbir ol­ eden, 4. kısmında bahseder. Daha önce K u r’an muştur ; zîra şabr, bu tasavvufî fikrin ifâdesi ’da şabr ve şakr ’ün bîri birleri ne bağlanmış bu­ için, esâs faziletlerden biridir. Diğer aslî mef­ lundukları 111 gördük. al-Gazzûii, II. kitapta, ayrıhûmlar (krş. Niekolson, J R A S , 1906’da sûfî ayrı ve fakat aralarında içten bir bağ kurarak, ve sûfîliğin türlü tarifleri) gibi, şabr ’ın da bir iki mefhûmdan bahseder. Bununla berâber, on­ çok tarifleri vardır ki, bunlar, mefhûmu tam i­ ların imtizacını K u r ’an ifâdesi tarzı üzerine miyle izâh ve ifâdeden ziyâde, manevî zenginliği değil, hikmet üzerine binâ eder; îm ân — biri ortaya koyar; çok kıymetlidir; zîra mefhûmu ânî şabr, diğeri şukr olan ilet yarımdan terekküp şimşekler gibi aydınlatmağa yarar. Kuşayri, eder. Bu şu hadîse dayanmaktadır: „Ş a b r — RisSla ( Bulak, 1287, s. 99 v.d.)’sinde şu nümû- îmânın yarısıdır" ( krş. şabr ve şukr ’ü de bir­ neleri vermektedir: —„A cı şeyleri, kaşlarınızı leştiren daha yukarıda nakledilmiş olan ha­ çatmadan, yutunuz" (Cunayd).—„Men’ edilmiş dîsler ), şeylerden uzak durunuz, kaderin darbelerine al-Ga2zâli, şafcr’1 târif etmek için, onu şu tahammül ederek, susunuz; fakirlik üzerinize bakımlardan mütâiea etm ektedir: I. şabr ’m çöktüğü vakit, zengin görününüz“ — „K ade­ fazileti; 2. mâhiyeti ve mefhûmu ; 3. şabr ’m rin darbelerine lâyık bir şekilde ( kasn al­ îmânın yarısı oiduğu; 4. şabr ile müter&dif tâ­ , a dab) sabr u sebat gösteriniz" ( İbn ‘A tâ ’ ). birler; 5. kuvveti ve zayıflığı bakımından, şabr — „Konuşmaksizm ve şikâyet etmeksizin, dar­ çeşitleri ; 6. şabr ’m lüzumu hakkındaki fikirler be altma eğiliniz“ . —„ŞabbSr — men’edilmiş ve insanın ondan nasıl vazgeçemediği; 7. şabr şeyîer île birden-bire karşı-karşıya bulunmağa ’ın sıhhat bulması ve bunun çâreleri. — Bu tak­ alışmış kimsedir" (A bü'O gm ân) . — „Ş a b r — sim, bütünü ile Bar Hebr&eus tarafından, M‘ sanki sıhhatmiş gibi, dert ile kaynaşarak yaşa­ saı/berânnütâ ( krş. A . j. Wensitıck, Bar Hebraemaktan ibârettİr". —„Tanrının yanında müte­ 113 ’s Book o f the Dove, Leiden, 1919, s. CXVIİ vekkil olunuz, kaş çatmayınız ve gücenmeksi- —CXIX) için, Ethikon ’unda tekrar edilmiştir. zin onun darbelerini karşılayınız" ( ‘Amr b.'OşBu bölümlerden ancak şunlar zikredilebilir, m ân). —„ Kitâb ve sunan *in emirlerine muta­ Şabr, bütün dinî makâmât gibi, üç kısımdan te­ vaat "(al-Havvaş). —„Sûfîlerin (harfiyen : âşık­ rekküp eder ; m a'rifa, lıâl ve ‘amal. M a'arif— ların) göstereceği şabr zâhidferinkinden daha ağaca, afyvâl — dallara, a'mâl ise — meyvalara güçtür" (Yahya b. M u'âz).—„Her türlü şikâ­ benzer. Üç çeşit varlık arasında sâdeee insan yetten sakınma" ( Ruvaym ). —„Allahtan yar­ şabr'a sahip olabilir; zîra hayvanlar tamâmiydım bekleme" ( Zu ’ 1-Nün). —„ Şabr adı gibi­ le arzû ve sevk-i tabi’îlerinin hâkimiyeti altın­ dir" ( Abu 'A li al-Dakkâk ). —„Ü ç türlü sabır dadır; melekler, bunun aksine, tamâmiyle Allah vardır: mutaşabbir ’ların, şabir ’ların ve şabbâr sevgisi ile doludur; o suretle kİ, hiç bir arzû ’lann şabr ’ı (Abü ‘Abd Allah b. Hafif). —„ Şabr onları hükmü altına alamaz ve binâenaleyh on­ asiâ sürçmeyen bir attır" ( 'A li b. A b i Tâlib). lara galebe çalmak için, şabr ’a İhtiyaçları yok­ — Şabr, iyi ve kötü hâl arasında fark gözet­ tur. Aksine insanda iki sevk-i tabi’î (bâ’ig) bir­ meksizin, her İkisinde de ruh huzûrunu muhafa­ biri ile savaş hâlindedir: haz alma sevk-i tabi’ za etmektir; taşabbur, ağır bir felâket hissedil­ îsi ve din sevk-i tabiîsi. Birincisi şeytan ta­ diği vakit, darbeler altında sükûnet bulmaktır" rafından ve İkincisi ise, melekler tarafından tah­ (A bü Muhammed al-Curayri; krş. â taça|£ « ). rik edilir. Şabr, nefsânî sevk-i tabi'înin aksine, Bu edebiyat sâdece kelime oyunlarından ve dinî sevk-i tabi’îye sadâkati gösterir. tariflerden hoş’.anmakla kalmıyor, aynı zaman­ Ş a b r iki türlüdür: a. ctsmânî, zahmetli işleri da, harf-i çerler vâsıtası ile biribirinden farklı İcradaki faâl şabr veya darbelere ( felâketlere)



6



SABIR -



tahammül etmekteki âtıl şabr ; bu çeşit şabr 3 vülm?ğe değer ; b. mânevi mal. tabi’î arzu­ lardan vazgeçme. Yerine göre, şabr mefhûmu ' i f f a, tabf al-nafs, şuçaa, hilm, saat al-şadr, kitmân al-sirr, zukd ve kana’a gibi, müterâdı'fler ile ifâde edilmiştir. Mefhûmun bu ge­ niş teşmili, imân husûsunda ısticvâb edilmiş olan Peygamberin : — Jm â n sabırdır" — şek­ linde cevap verdiğini bize anlatmaktadır. Buçeşit sabır tamâmiyle medhe değer (mahmâd tâmm ). Sabırlarının kuvvetinin az veya çokluğuna göre, üç sınıf kimse tefrik edilir ; a. kendilerin­ de sabrın devamlı bir hâl olduğu çok az sa­ yıda kimseler ( şiddikun, mukarrabün ) ; b. kendilerinde hayvani sevk-i tabi’ilerin hüküm sürdüğü kimseler; c. kendilerinde iki sevk-i tabi’î arastada dâimi bir mücâdele bulunan kim­ seler ( mücâhidim ) ; belki Allah onlara tevec­ cüh edecektir. al-Gazzâli bize irfânîlerden bi­ rinin üç türlü şâbirün tefrik ettiğini söyle, mektedir: nefsânî hevesler ini terkcdenler ( tâ'ibSn )i emr-i İlâhîye (decretum divinum ) baş eğenler (z 5 kidün ); Allahın kendilerine gönder­ diklerinden sevinç duyanlar ( şiddikân ), at-Ğazzili, 6. bölümde mü’minin her türlü ahvâlde şabr ’a nasıl mû dac olduğunu göster­ mektedir ; a. sıhhat ve refahta ; burada şabr ve şakr ’ün sıkı bir birleşmesi göze çarpar ; b. şerîatin emirlerini icrada, men’edilmiş şeylerden kendini korumakta, ister yakınımız tarafından, ister Allahın bir emri ile olsun, irâdemizin ak­ sine meydana gelen vakıalar esnasında. Şabr, sâdece iki sevk-i tabi’inin arasındaki mücâdelenin bir alâmeti olduğuna göre, te’ min ettiği şifâ dinî sevk-i tabi'îyi kuvvetlendirebilen ve hayvânî sevk-i tabi’îyi zayıflatabilen bar şeyde mevcuttur. Hayvânî sevk-i tabi’î, ri­ yazet vâsıtası ile, bu sevk-i tabi’îyi canlandıran îıer şeyden sakınarak, kezâ İnziva ( 'azla ) veya müsâade edilen şeyi { meselâ evlenmenin tatbiki ) yapmakla zayıflar. Dinî şevk-i tabi’ înin takvi­ yesi, a. bize mucâhada 'nin meyvalarını şiddet­ le isteten arzûnun meselâ velîlerin ve Peygam­ berin bayatlarını okuma yolu ile tenbihi ile; b. bu sevk-i tabi'îyi üstünlük şuûru zevk almakla bitecek şekilde gît-gide hasrmua karşı mücâ­ deleye alıştırmak sûreti ile mümkün olur. B i b l i y o g r a f y a : Makalede zikredi­ lenlerden başka, krş. bir de Dtct. o f the ■ Techn, Terms, 1, 823 v.d. ; M. Asîn Palacios, La mystique d ’ al-Gazzali {M il, F. O. B ey­ routh, VII, 75 v. dd.); R, Hartmanu, al-Kuschairîs Darstellung des Şûfîtum s ( Türk, Bİbl., Berlin, 1914, XVIII, fih rist); L. Massignon, al-H allaf martyr mystique de l’Islam Paris, 1922 ), fihrist; ayn. mil., Essai sur les



SÄBI.



origines,. , de la mystique musulmane { Paris, 1922 ), fihrist. ( A . J. WeNSINCK.) S A B IR . Ş A B İR v e y a ŞA E R , s a r ı - s a b ı r , zambakgiller gurubuna dâhil bir A frika sarı­ sabır çeşidinin yapraklarından elde edilen ku­ rutulmuş hulâsa. Dioskurides ’te de bahsi ge­ çen, arap tıbbında çok ehemmiyet verilen, acı ve kuvvetli bir m ü s h i l i l â c ı . Bugün Sokatrâ san-sabın bu maddenin en iyi cinsi ola­ rak kabûl edilir. al-Dimaşk;i nebâtm iyi bir tasvirini veriyor ( Nuhbat al-dahr, nşr. Meh­ ren, s. 8 ı ). Reçine istihsâli için bk. al-Nuvayri ve lügatler (bk. Lane, Lexicon, II, 1645). B i b l i y o g r a f y a ' . O. Warburg, Die Pflanzenwelt, III, 448 ; I. Low, Die Flora der Jaden, II, 148 v.dd. ; Abü Manşür al- Mu­ vaffak, Kitâb al-abniya 'an h ak aik al-adoiya ( nşr. Seligmann ), s. 164 ( tre. Abdul-Chalig Aehundow ), Halle, 1893, s. 227 ; İbn al-Baytar (tre. Leclerc), II, 36 1—367; E. Wiede­ mann, Beiir., X L IX ; S B P M S , 19*6, s. 20. _ . ( J . R o ska .) S Â B İ. AL-ŞÂBİ’, S â b i î m e z h e b i n e m e n s û p y e d i ş a h s i y e t i n a d ı. i. AL-ŞÂBi’, Abü İs h â k İbrahim (925— 996) B. HİLÂL B. İBRÂHÎM B. ZAHROn ALHaRRÂNÏ, s â h i î [b. bk.] m e z h e b i n e men­ sûp olup, torunu Hilâl ’in mevsuk bir kay­ dına göre, 5 ramazan 3x3 (24 teşrin II. 925) ’te doğmuştur ; fakat Fihrist 'te, çok geç oldu­ ğu muhakkak olan 320 (932) yılı gösterilmek­ tedir. 324 {935/936 ) ’te ölen babası Hilâl, Tüzün’ün hizmetinde bâzık bir tabip idi. İbra­ him tıp, hey'et ve hendese ilimlerinde ge­ niş bilgi sâhîbi olan âilenîu diğer âzası gibi, aynı ilimleri öğrenmiş idi. Onun Büveyhı hü­ kümdarı ‘Azud al-Davla ’nin veziri ai-Mutahhar b. 'Abd Allah için, gümüş para büyüklü­ ğünde bîr usturlap İmâ! ettiği söylenir. Bunun­ la beraber bu sabadaki çalışmalarım erken terkederek, divâna kâtip oldu. Orada Büveybî Mu'izz al-Davla (ötm. 356=966/967 ) ’ nin, bi­ lâhare 'İzz al-Davla unvanı ila hükümdar olacak olan şehzade B ah tiyar’a Kirman valisi Muhammed b. tlyâs ’m kızını istenmek üzere, bu valiye hemen bir mektup yazılması için vezir al-Muhallabi ’ye bîr haberci göndermesi münâsebeti ile, dikkati üzerine çekti. Vezirin dostları ve kâ­ tipleri ile işret meclisinden çıktıkları bir sıvada istenilen mektubu yalnız İbrahim al-Şâbf ha­ zırlamağa muvaffak olmuş idi, O bilhassa 349 (960/961 1 'da, Abu İshâk İbn Şavâba ’nin ölü­ mü üzerine, kendisini inşâ divânı birinci kâtibi tâyin eden Mu'izz al-Davla tarafından mümtaz bir duruma yükseltilmiş idi. Hükümdar onu ih­ tida ettirmek için, mükâfat olarak baş-vezirlik 1 makamım da teklif etmek sûreti ile büyük gay­



s



A bi.



retler sarfetmiş, fakat o bunu kabâ! etmemiş ve Ölünceye kadar kendi dinî kanâatlerine sâ­ dık kalmıştır. Bununla berâber münevver bir adam sıfatı ile, müsiümanlarm âdetlerine müm­ kün olan ölçüde intibak ediyor ve ramazan 1 devâmmea araç tutuyordu. K u ra n ’a olan vu­ kufu mükemmel idi ve resmî tahrîrâtında sık-sık âyetler zikredendi, Mu'izz al-Davla ’den sonra oğlu 'İzz al-Davla zamanında da divândaki mev­ kiini muhâfaza etti ve 364 (974 975 ) ’ te ‘ İzz al-Davla ’nın am cası.‘Azud al-Davla Bagdad’a geldiği zaman, İbrahim onların karşılıklı duru­ munu dostâne bir şekilde tanzim eden bir mu­ kavele hazırlamakla vazifelendirildi. ‘Azud alDavla önceleri hakkında büyük bir teveccüh beslediği İbrahim ’ i Şîraz ’a dâvet etti ise de, İbrahim bunu reddetti; zîra kendisinin gaybûbetİ esııâsında ailesinin ihtida etmesinden korkuyordu. 'Azud al-Davla ’ye gönderdiği mek­ tupta bâzı beğenilmeyecek kısımlarda var idi. Bilhassa Mu'izz al-D avla’ nin yerine oğlu ‘İzz al-Davla ’yi daha lâyık görmekte idi. Böylece o, kendisine karşı ‘Azud al-Davla’nin kinini tahrik etti. Amca ile yeğen arasındaki mücâ­ dele İbrahim için felâket oldu: ‘İzz al-Dav­ la 367 ( 977/978 ) ’de öldürülüp,‘ Azud al-Davla Bagdad’a girince, s6 zilkade (5 temmuz 978) cu­ martesi günü yakalandı. 'Azud al-Davla onu fillerin ayakları altında erdirmeğe yemin et­ miş olmakla berâber, aralarında vezir al-Mu^ahhar b. ‘ Abd Allah ’ıtı da bulunduğu ileri ge­ len bîr çok şahsiyetin müdâhaleleri neticesin­ de, hapsedildi ve bir kaç sene hapiste kaldı. Hapishanede iketı, ‘Azud ai-Davla ’nin 1 tekrar teveccühünü kazanmak imkânım hazırlamak üzere, kendisine Büveybî hânedânınm bir ta­ rihini yazmak vazifesi verildi. Bu eser 'Azud al-D avla’nin iâc aRmilla olan yeni unvanına izafeten K iiâb al-iaci adını taşıyordu. Sabite­ ler yazıldıkça, hükümdar okuyor ve kendi ar­ zu ettiği tashihlerin yapılması ile de bizzat meşgül oluyordu. İbrahim bundan mütees­ sir idi ve eserin ne durumda olduğunu so­ ran bir arkadaşına yazdıklarının yalan ve saç­ madan ibâret olduğunu söylemek ihtiyatsızlı­ ğında butundu. Bu sözler 'Azud al-Davla ’ye in­ tikal ettirildi ve ancak hükümdarın ölümü İb­ rahim ’i cezadan kurtardı. Şaraf al-Davla ’nin tahta geçmesini müteakip (20 cemâziyelevvel 371 = i 3 i teşrin II. 981 \ hapishaneden çıkarılan îbrâh im ömrünün geri kalan kısmını inzivada geçirdi ve 71 yaşında Öldü. Bâzdan yaşının 91 ‘e ulaştığını iddia ederlerse de, hem ölüm ta­ rihi, hem yaşı hakkında verilen rakamlar, ölü­ mü dolayısı ile, Ş arif al-Razi ’nin yazdığı mer­ siyenin başlığı ile te’yit edilmektedir ( Beyrut tab., I, z74;B rîtish Museum, Add, 25750 ve



1



Add. 19410). B agdad’a Şünizi mezarlığına gömüldü. al-Razi ’nin mersiyesi uzun ve sami­ mî bir dostluğun delilidir ve bir gayr-i mü’mine ağlanmış olduğu hakkuıdaki serzenişi de müellif onun şahsî meziyetleri için ağladığı şeklinde cevaplandırmıştır. Bu şiiri Şa'alibi tam olarak Yatima (Şam tab., 11, 8 ı—85) ’ sine nakletmiştir. İbrahim ’ in eserlerinden Kitâb al-tâcı kaybolmuş ise de, muahhar ta­ rihçiler tarafından fırsat düştükçe zikredil­ miştir. MsL Mirhvând, R aviat al-şafa ( Gesckichte der Sultane aus dem Gescklecht der B üjek adı altında, Wiicken tarafından, kıs­ men neşredilmiştir; Berlin, 1832), fars. metin s. 1 3 ; îbn Miskavayb tarafından, isim veril­ meksizin, zikredilmiştir: arap. metin,II, 21 v.dd., 53, 59, 86 v.d., 404. Mirhvând tarafından zikr­ edilen Büveyhîler şeceresi ( göst. ger.) İbra­ him ’in verdiği malûmatı te’yit eder görünmek­ tedir. İbn A b i Uşaybi'a ( I, 204, 12) K iiâb al tâci ’yi yanlışlıkla Sinan b. Sabit ’e atfeder. İbrahim ’in diğer eserleri şunlardır s 2, k e n ­ di a i l e s i n i n t a r i h i ( kayıptır). 3. Ken­ disine bilhassa şöhret sağlayan R a sa il (res­ mî mektuplar olup, bir araya toplanmış ve za­ manımıza kadar gelmiştir; yazmaları için bk. Leıden, nr. 345, Paris, nr. 3314 }. Bunlardan bir çok bölümler Yatima ’de, Y â ljü t’un Irşâd ’ında, Kaikaşandi ’nin Şubh al-a'şâ ’s m da ve Ma'âhid al-tanşiş ’ta nakledilmiştir, Butılar hilâfetin çö­ küşü devrine âit mâlik olduğumuz vesaiki ta­ mamlamakta olduklarından, tarih bakımından çok büyük ehemmiyeti hâizdir. Mektuplarında farsçanm te’siri olmakla berâber, devrinin di­ ğer nümûnelerine nazaran' daha side ve vâzib bir üslup kullanılmıştır. 4. Yukarıda adları ge­ çen eserlerde ve bir çok naüntehabât kitapların­ da geniş ölçüde yer almış bulunan şiirleri var­ dır. Bu devrİD diğer şâirlerinin şiirlerinden fark­ lı olmayan bu şiirlerde, vezir al-Muhalîabi (Ölm. 358 — 9 6 8 /9 6 9 ‘ Azud al-Davla’nin vezîri al-Mutahhar b. ‘Abd Allâh ( ölm. 369 = 979/980 ), ‘Azud al-Davla, Bahâ' al-Davla ’nin vezîri Sâbür b. A rdaşir ( 381=991/992 *de azledilmiş id i), Sâbûr ’un '--alefi ‘Abd al-'Aziz b. Yûsuf, Şams al-Davla ( 372—388= 982—998 arasında hüküm sürmüştür) v. b. gibi, devrİD ileri gelen şah­ siyetlerinin medhine dâir mısrâlar vardır. Mer­ siyelerinden biri oğlu Sinan içindir. B i b l i g o g r a j g a\ Fihrist ( nşr. Flü­ gel), 1, 1 34; Şa'âlibî, Yofimır ( Şam.), II, 23— 86,1, 14, 69, 187 v.d., 190, 528; ibn Hallikân ( nşr. Wiistenfeld ', nr. 12 ( Kahire, 13 10 ), 1, 12 ; Yakut, Irşâd (nşr. Margoliouth \ I, 324 —358; İbn al-Aşır, al-Kâm il ( nşr. Tornberg), VIII, 397; IX, 11,7 4 , 226; Abu 1-Fidâ’ (İs­ tanbul tab. 1 ,1 1 ,1 3 6 ; Hilâl al-Şâbi’ , K :‘ âb al-



î



SÂBİ.



vuzari?, ili; İbn al-K ifti, Târih al-hakamâ ( nşr. L ip p e rt), s. 75 v .d .; Bakir, Ravzat ni­ çin ân ( Tahran tab.), s. 45, 14 1 î Barhebraeus, Muhtasar Târih al-dum l ( nşr. Ş âîih ân i), s. 307; Nuvayrı, Nihâyat al-arab (K ahire tab.), I, 4 o ; M a'âhid al-tansîş ( 1 3 1 6 ), î, 53, 154— 16 1, 174, 227, 257; il, 114 v.d.; Wustenfeld, Geschichtsschreiber, s, 14 9 ; Chwolson, D i e SsabieP' -'(Petersburg, 18 5 6 ); Brockelmann, G A L , 1, 96; Casiri ( M SS. in the Eacorial, I, 4 0 5 ); Nişâm al-Din, Intraduciion to the Ca­ va mi' al-H ikaySt o f Muhammad ‘A v f i ( tez, Univers, Lib., Cambridge). a. AL-ŞÂBİ’ , H î l â l B. AL-MutlASSİN (970 — 1056 ), İbrahim b. Hilâl ’in torunu olup, 359 şev­ valinde ( 970 ağustos/eylûl) doğmuştur. Aile­ nin diğer âzası gibi, sâbiî idi. Annesi tabip ve tarihçi ŞSbit b, Sinan b, Kurra ’nin hemşiresi idi. Ailesi efradından ilk defa eski dinini terkederek, muslüman olan Hilâl al-Şsbi’ olmuştur. Fahr al-Mulk Abu ĞSlib Muhammed b. H alaf’in kâtibi bulunuyordu. Bu zât ölümünde ona 30.000 dinarlık bir meblâğ bırakmış idi. Hilâl, vezir Mu’ ayyid al-Mulk al-Hasan al-Ruhhaci (Sim. 4 3 0 = 1038/1039 ) ’nin müdâhalesinden korkarak, bu parayı sarfetmekten çekindi. Fakat vezir bunu öğrendiği zaman, paranın Hilâl ’de kalmasına müsâade etti. Bununla berâber Hilâl, kendisi devletten maaş almakta olduğu için, parayı kendi oğlu Gars al-Ni'ma ’ye bıraktı. 17 rama­ zan 448 (28 teşrin 11. 1056) salı günü öldü. Yazdığı 9 eserden ancak, H. F. Aroedroz tara­ fından, Leiden { 1904 ) ’ de neşredilen parçalar kalmıştır. Eserleri şu n lard ır:.!. Târih, dayısı Sabit b. Sin an ’ ın tarihine zeyil olup, 360—447 (970 —971 = 1055— Î056) arasındaki vak’aları ih­ tiva eder. Neşredilen parça yalnız 389—393 (998—999 = 1002— 1003 ) yılları vekayiidir ve bu parça diğer kısımların kaybolmasına açındı­ racak mâhiyettedir. Eserinin son bölümün­ de, uzun seneler en ehemmiyetli vesikaları görmek imkânına sahip bulunmuş olan dede­ sinin verdiği mükemmel malûmattan istifâde etmiştir. 2. Kitâb al-vu zara, al-Şüli ’nin ve al-Cahşiyâri ‘nin eserlerinin devamıdır. Bundan bize ancak basılmış olan başlangıç kısmı kal­ mış, büyük vezirlerin hâl tercümelerinden bâ­ zdan kaybolmuştur. Eserin daha sonraki bir bö­ lümünden parçalar mahfûz bulunmaktadır. B a­ d a 'f al-badâ'ih ’te, hu son eserin müellifi İbn ZSfir tarafından, Kitâb al-a'yân va ’l-amşâl adı ile zikredilen Kitâb al-vuzarâ’ ’yi İbn Kallikân, da­ ha uzun bir isim altında, Kitâb al-amâsil va 'l-a'yün va mutanadda ’l- a v â iif va ’l-ihsân olarak göstermekte ve eserin bir cild olduğu­ nu. eğlendirici hikâyeler ve nâdir malûmat



ihtiva ettiğini söylemektedir. 3. Ğarar al-balâğa f i 'l-rasâ'it, kendi husûsî mektuplarının mecmûasıdır. 4. Kitâb risâlât *ani ’l-mulûk va’lvuzarâ’, dedesininkiieri hatırlatan kendi resmî mektuplarının mecmûasıdır. 5. Kitâb rasnrn dar al-kilâfa muhtemelen Bagdad 'daki çeşitli me’mûriyet ve makamların bir tavsifi idi. 6, Kitâb ahbâr Bağdâd, Bagdad şehrinin ta­ rihi. 7. Kitâb ma’âşir ahlihi, kendi ailesinin tarihidir. 8. Kitâb al-kuttâb, ihtimâl al-Şüli ’nin aynı addaki eser! örnek alınarak, kâtip­ ler için hazırlanmış el kitabıdır. 9. Kitâb al-siyâsa. B i b l i y o g r a f y a ' , Kitâb al-vuzarff, giriş, s. S v. dd., 1 3 ; al-Ha^ib, Târih B a ğ ­ dâd (yazm. B. M .); İbn al-Kifti ( nşr. Lip­ p ert), bk. fihrist; İbn Kailikân (nşr. Wüs­ tenfeld, ur, 756), Kahire, 13 10 , H, 202; îbn IjKcca, Samarât al-avrâk (Kahire, 1304), I, 76; J R A S , 1901, s. 501, 749 î v. Kremer, Das Einnahmebudget des Abbâsidenreiches (D , A k. Wien, phil-hist. C I, XXXVI, 283­ 36 2); Wüstenfeld, Geschichtsschr., nr. 198; Brockelmann, G A L, I, 3 2 3 ; Suppi,, I, 556 v.d. Bu Silenin diğer âzası, şecere sırasına göre, şunlardır: Zahrûn İbrahim (ölm. 3 0 9 = 9 2 1); bk. nr, 3 Sabit ( ölm. 365=976 ) ;b k .n r . 5



H ilâ l; bk. nr. 4 _



|



İbrahim ( ölm. 384— 994 ); bk. nr. al-Muh.assin (399=998/999 ’da hayatta id i) ; bk, nr. 6



S in â n ; bk. nr. 1 sonunda



Hilâl ( ölm. 4 4 8 = 10 56 / 10 5 7 ); bk. nr. 1 Muhammed Ğars al-Ni’ ma (ölm.480=1087/1088 ); bk. nr. 7 3.



a l - Ş â b I’ ,



A bu İ s h â k İb r â h Î m b . Z a h r û n ,



hâzik bir t a b î p idi. ai-Rakka ’dan Bagdad ’a gelmiş ve orada 20 safer 309 (30 haziran 9 21) ’da ölmüştür. Krş. İbn A bi Uşaybi’a, *Uyun al-anbS (nşr. A . Müller), I, 227; İbn al-Kifti, Târih aî-hukamS (Kahire, 1326, s. 55= n şr, Lippert, s. 76). , 4. AL-ŞÂBf, H i l â l b. İbrâhÎm b. Z a h rû n , A b u ’ L-HuSAYN, İbrahim ’in babasıdır. Emîr Tüzün’ün hizmetinde bulunmuş, bilgin bir tabîp idi (İbn al-Kifti, ¡dukama’, Kahire, s. 2 2 9 = nşr. Lippert, s. 350).' 5. A L-ŞÂ Bf, Ş â b It



b.



İb r â h Î m



b.



Zahrûn,



27 zilkade 283 (5 klnûn II, 897) ’te al-Rakka ’da



SÂBİ — SÂBİÎLER.



doğmuş olup, o da bir tabîp id i; *Azud alDavlâ 364 (974/975 ) ’te Bagdad’a geldiği za­ man, artık ihtiyarlamış idi. önceleri iyi bir ka­ bul görmemiş olmakla beraber, sonraları ken­ disine maaş bağlandı ve 1 1 zilkâde 365 ( 11 temmûz 9 7 6 )’te Öldü (İbn A b ı Uşaybi'a, I, 227—230; İbn al-K ifti, nşr. Lippert, s. III; Yakut, îrşâd, I, 34 1). 6. a l-Ş â b İ1, a l-M u h a ssîn b. İbrâhTm Abü *A lI, Sinan b. Şâbit b. Kurra ’ nin kitaplarının bize intikalini sağlamıştır. Krş. İbn A bı Uşaybi‘a, I, 224—227 ; İbn al-K ifti ( nşr. Lip pert), bk. fih rist; Yâküt, îrşâd, I, 339 v. dd. 7. a l - Ş â b İ1, M u h a m m ed b . H i l â l A bu ’l H a s a n G a r s AL-NF m A, tarihçi Hilal ’in oğlu­ dur. 416 (10 2 5 /10 2 6 ) ’da doğmuş ve babasının ölümünde 12.000 dinar kıymetinde ehemmiyet­ li bir emlâk tevarüs etmiş idi. Sâkin bir ha­ yat yaşamış, servetini arttırmış ve 480 (10 8 7/ 10 8 8 )’de öldüğü zaman, 70.000 dinar bırakmış­ tır. Oğulları az sonra bu serveti yiyip-bitirmişlerdir. Ailenin şerefi kendisi ile nihayete ermiş olan Gars al-Ni'ma 400 ciîdlik küçük bir kütüphane te’sis etmiş idi. Bunun hâfız-ı kulü­ bü de İbn al-Aksasi idi. Fakat haysiyetsiz çı­ kan bu adam kitaplarının çoğunu sattı. Gars al-Ni‘ma bir müddet halîfe af-Kâ’im ’in divâ­ nında bulundu. Babasının tarihini devâm ettir­ meği denedi ise de, ancak, ihtimâl söylemek istediklerini tamamen yazmağa cesaret edeme­ diği için, sonuna doğru fevkalâde muhtasar kü­ çük bir cild yazabildi, al-Şafadi ’nin iddiasına göre, Hibat Allâîı b. al-Mubârak Gars al-Ni‘ma ’yi, eserini bir çok yalanla doldurmuş olmakla, itham eder. Bütün eserleri kaybolduğundan bu hususun tahkikine imkân yoktur. Diğer eserle­ ri şanlardır : 2. al-H afavât al-nâdira min al­ m a ğa/filin al-mahzâzin va ’[-sakatat al-bârida min al-m uğaffalin al-malknzin, tarihi hi­ kâyeleri ihtiva ediyordu. 3. Kitâb al-rabV, alTanâhi ’nin N işvâr al-m ulıâiara ’sı örnek tu­ tularak hazırlanmış idi ( krş. İbn Hallikân, Kahire, 1310 , II, 202; İbn al-Ç ifti, H akam S, Kahire ta b , s. 77=n şr. Lippert, s. 294, 19 ; alŞafadi, V â fi ’l-vafayât, Brit. Muss., Ms. Or. 5320, 110L). (F. KrENKOW.) Ş A B İ’ . [ Bk. SÂBİ.] Ş A B Î ' A . [ B k . SÂ B İÎLE R .]



S Â B İÎL E R - AL-ŞABİ’A , bu isim ç o k a y ­ r ı i k i d i n î f ı r k a y a delâlet eder: 1. m a n d e î l e r v e y a s u b b a l e r olup, £1eezîre’nin Yahyâ yahudi-hıristiyan (vaftizci Yahya hıristiyanları) fırkası; 2. H a r r a n s âb i t l e r i ki, uzun zaman İslâm hâkimiyeti al­ tında yaşamış müşrik bir fırka olup, akidesi itibârı ile dikkate değer ve yetiştirmiş olduğu âlimler bakımından mühimdir.



9



K u r’an ’da üç defa yahudi ve hıristiyanlar arasında „kitab ehli“ , yâni vahyedilmîş kitaba sâhip kimseler olarak gösterilen sâbiîier açık bir şekilde mandeîlerdır. İsim ş-b- ( ibrân î) „batırmak, daldırmak" kökünden, 'ayn ’ ın düş­ mesi ile türemiş ve „vaftiz edenler, daldırmak sûreti ile vaftiz ameliyesini yapanlar" mâ­ nasına gelmiş olmalıdır. Bu menâsiki hiç ta­ nımayan müşrik sabitler, K u r’an ’ın yahudi ve hıristiyanlara gösterdiği müsamahadan isti­ fâde edebilmek için, bu ismi ihtiyaten almış olabilirler. Arap müellifleri, IV. (b.) asırdan beri, Harran sahillerinden dâimâ alâka ile çok sık bahset­ mişlerdir. al-Şahrastâni onlara çok uznn bir bölüm ayırmış olup, burada akidelerini izâh ve beyân etmekte ve bunları rûhânî cevherleri kabul edenler, al-rühâniyân, bilhassa yıldızla­ rın büyük râhiarım kabûi edenler arasına sok­ maktadır. Menşe’ de, onların üstâdları olarak, iki peygamber-feyiesûf, ‘Azimün ( agathodaimon, yâni iyi demon= şeytan) ve Hermes’i ta­ nır ki, bunlar sırası ile, Ş iş ve Idris peygam­ berler ile aynı sayılır. Orpheus da onların pey­ gamberlerinden biridir. Bunlar hakim, mukad­ des, muhdes olmayan, celâl ve azametine ula­ şılması imkânsız, fakat ruhlar vâsıtası ile ken­ disine yaklanılabilen bir yaratıcıya inanırlar. Rûhlar cevherde, hareket ve durumda, temiz ve azizdirler. Cevher olarak, cismânî madde­ lerden ve cismânî melekelerden münezzehtir­ ler ; mekân içinde hareketleri, zaman içinde değişmeleri yoktur. Bunlar efendi, ilâh ve en yüksek ilâhın nezdinde şefaatçidirler; rûhu te­ mizlemek, ihtirasları yenmek ve ezmek sûreti ile, bunlarla münâsebete girilir. Fiilde bunlar eşyayı meydana getirir, yenileştirir ve bir hâl­ den diğer hâle d eğiştirirler; İlâhî azametin kuvvetini süfli varlıklara doğru akıtırlar ve bunların her birini başlangıcından itibaren ke­ mâline kadar sevkederler. 7 seyyarenin idare­ cileri bunlardan olup, seyyareler onların mâbedieri gibidir. Her rûhun bir mabedi, her mabedin bir küresi vardır ve rûb, rûhun vücutta bulun­ ması gibi, mabedinde bulunur. Bâzan seyyare­ lere — baba ve unsurlara — anne derler, işleri bn küreleri hareket ettirmekten, onlar vâsıtası ile unsurlar ve madde âlemine de te’sir etmek­ ten ibarettir; mürekkebâttaki karışmalar ve sonra cismânî kuvvetler bundan meydana çıkar. K ülli varlıklar külli ruhlardan, eüz’î olanlar da cüz’î ruhlardan hâsıl olu r; nitekim umfimiyetle yağmurun bir meleği, bir muekkel rûhu ve her yağmur damlasının da bir meleği vardır. Dün­ ya hâdiselerini, rüzgârları, fırtınaları, zelze­ leleri onlar idare eder ve her varlığa kuvvet ve kanûnlanm onlar dağıtırlar; mevcûdiyet-



*0



SÀBÎÎLER — SÂBİT.



leri tamamen rfihtan ibaret olup, melekler gi­ bidirler. al-Şahrastâni doğrudan-doğruya mâbedler { h a y â k il) denilen yıldızlara tapan sâbiîler ile insan eli ile yapılmış mâbedler içindeki yıldız­ ları temsil eden yapma putlara (ojAöj=* şahıs­ lar ) tapanları biribirlerinden ayırmaktadır, alDimaşki’nm Nuhbat al-dah r'inde sabitlerin mâbedleri ve putları ile dinî merasimleri hak­ kında çok alâka çekici bir parça vardır; mâbedlerin şekli, basamak sayısı, süslerin renk­ leri, putların maddesi, kurbanların mâhiyeti seyyârelere göre değişiyordu. Bunlar dinî me­ rasimler tarihi bakımından alâka çekicidir. Bu parçada ve başka yerlerde, şüphesiz doğru ol­ mayan, insanların kurban edildiği ithâmı var­ dır. Yahudi feylesûf tbn Maymun ai-Dimaşki ’ain bahsettiği putlara benzer putlar gördüğü­ nü söyler. al-Şahrastâni ayrıca şöyle ilâve et­ mektedir : Bütün sâblîlerin üç duâst vardır. Bir ölünün cesedine temas ettikten sonra ğusl ederler; domuzun, köpeğin, pençeli yırtıcı kuş­ ların ve güvercinin eti haramdır. Sünnet yaptır­ mazlar ; boşanmaya ancak hâkim karârı ile mü­ sâade ederler ve iki kadın ile evlenmeği kabûl etmezler. Sâbiîler önce Elcezîre ’ain şimalinde yayıl­ mışlardı ve merkezleri eski Harran 'da idi; dinî merâsim dilleri süryânîce idi. Halîfe ai-Ma’ mün onları tâkip ve mahvetmek istedi; fakat fikrî meziyetleri kendilerine müsamaha gösterilme­ sini te’min etti. 259 ( 8 7 2 } ’a doğru, meşhur Sabit b. Kurra [ b. bk.], dindaşları ile mücâdele ettiğinden, H arran’da cemâatten kovuldu ve Bagdad ’a gelip, sâbiîliğin bir kolunu te’sis etti. Bagdad sâbiî cemâati bir müddet sükûn içinde yaşadı; fakat halîfe al-^âhir onları tazyik et­ meğe başladı ve Sabit ’in oğlu Sinan ’i İslâmi­ yet! kabule zorladı. Aş.-yk. 364 (975 ) ’ 1e, ha­ lîfe Muti' ile T â ’f ’in kâtibi olan Abu İshâk b. H ilal al-Şâbi, Harran, Raklja ve DiySr-Mu2 a r’da bulunan dindaşları lehinde, bir müsa­ maha fermanı çıkarttı ve Bagdad sabitlerini himaye etti. XI. (m .)asırda Bagdad ve Har­ r a n ’da hâlâ pek çok sâbiî var idi. 424 (1 033) ’te, Harran ’da bir kale gibi olan bir ay mâbedinden başka, bir şey yok idi; bu mâbed zikr­ edilen tarihte Mısır Fâtımîleri tarafından zaptediidi, XI. ( m.) asrın ortasından sonra, Harran sâbiîlerinin izleri kaybolmaktadır • bu asrm so­ nuna kadar, B agdad’da bunlara tesadüf olunu­ yordu. Bu dinî fırkanın meşhur şahsiyetleri şunlar­ dır : mümtaz bir hendese âlimi, benzeri az bu­ lunur bir hey’ et âlimi, mütercim ve feylesûf olan Şâbit b. IÇurra; tabîp ve meteoroloji âlimi olan Sinan b. Şâb it; aynı aileden diğer tabîp



ve hey’et âlimleri, müverrih olan Şâbit b. Si­ nan ve Hilâl b. Mukassin ; vezir Abu tshâk b. Hilâl ve bu Silenin diğer uzuvları ; meşhûr hey’et âlimi al-Battâni ( Albategnus ) ; riyazi­ yeci Abu Ca'far al-Hâzin; ol-Falâhat al-nabnfîıfa müellifi tbn Vahşiya, kendisinin müslü­ man olduğunu söylerse de, tamimiyle sâbiî mezhebine mensûptur. Hakkında kat’ ı pek az şey bilinen meşhûr elkimyâcı Câbir (Geber"), muhtemel olarak, sâbiîdir. Bu âlimler al-Dımaşki ’nin mâdenler kısmında zikredilmişlerdir. B i b l i y o g r a f y a : Mandeîler hakkında bk. W. Brandt, D ie Mandâische Religion (Leipzig, 1889) ; ayn. mil., Mandâische Sch riflen (GÖttingen, 1893); ay Q- mil., Die Mandâer ( Verh. A k. Amst. Letterk., yeni seri, XVI, ur. 3 ) ; F. Scheftelowîtz, D ie Entstehung der manichSiscken Religion und des Erlö• sangsmysteriums (Giessen, 19 2 2 ); H. H. Schaeder ( Der İslam, 1923, XIII, 320—333 ); Pedersen, The Sabians ( ‘Acab-nâma ), Cam­ bridge, 1922. H a r r â n s â b i î l e r i hak­ kında: D. Chwolson, D ie Ssabier und der Ssabismus ( 2 cild ; Petersburg, 1856 ) ; de Goeje, Mémoire posthume de Doz y conte­ nant de nouveaux documents pour l ’étude de la religion des Harraniens ( 1883 ’te Leiden ’de toplanan milletler-arası şarkiyatçılar kon­ gresinin 6. toplantısı çalışmaları, II, 291— 366); Muhammed al-Şahrastânij Kitâb almilal va 'l-nihal ( Book o f religions and Pkilasophical Sects, nşr. Cureton, London, 1846, II, 202—2 5 1 ) ; al-Dioıaşki, Cosmogra­ phie ( nşr. A. F. Mehren ), Petersburg, j866, s. 39—48; al-Mas'üdi, Murûc (Paris tab.}, I V, 6 1 — 7 1 .



(B. Carra



de



V a u x .)



S A B ÎL . [B k . se b îl .J S A B İR . [ Bk. s a b ir .] S Â B İT . ŞÂ B İT ( ? - 1 7 1 2 ) , XVII. asrın sonu iie XVIII. asrın başı arasında yaşamış ve dev­ rinin diğer şâirlerinden farklı hüviyeti ile dikka­ ti çekmiş mühim b i r t ü r k ş â i r i . Asıl adı Alâeddin A li olup, Bosna vilâyetinin Uzica ka­ sabasında doğmuştur. Rypka doğum tarihini 1060 ( 1650 ) civarında tahmin eder. Bir paşa çocuğu oian şâir Vuslatî A li Bey (ölm. 1 1 1 0 = 1700) iie Mahiri Abdullah Efendi (Ölm. 1 1 2 2 = 1 7 u ) ’nin akrabası idi. Sâbıt, memleketinin sa­ yılı âlimlerinden Halîl Efendi ’den ders aldık­ tan sonra, tahsilini Üeriietmek için, İstanbul a gelmiştir. Şiirde erken çağda bir kabiliyet gös­ teren Sâbit ’in asıl yetişme ve inkişâfı bundan sonradır. Kendisine bîr hâmî arayan şâir sun­ duğu muhtelif kasideler (msl. bk. Divân, Oniv. kütiip., nr. T Y 3288, 51« ve 52a ) ilo tevec­ cühünü kazanmağa çalıştığı kapudân-j der­ ya Seydî-zâde Mehnıed Paşa ’ya intisaba mu­



SA B İT .



vaffak olarak, onun dâiresine imam olmuş­ tur. Hamisinin Rumeli valiliğinden kapudân-ı deryalığa tâyini 1086 şevvalinde (kânûn 1. 1675) olduğuna ( Sicîll-i osmânî, IV, 186) göre, Sabit ’in İstanbul ’a bu tarihten daha önce gel­ diği anlaşılıyor. Mehmed Paşa 'nm muhitinde kendisini gösterme ve mühim şahsiyetler ile temâs imkânını elde eden şâir hâmîsi hakkındaki kasidelerinden birinde şöhretini ona borç­ lu olduğunu belirtmektedir. Mehmed Paşa ’nın tavassutu ile 1089 rebiyüiâhirinde { haziran 1678) şeyhülislâm Çatalcalı A li Efendi ‘den mülâzım olur. Dîvân ’ımn Ferîd K a m ’a âit nüshasındaki bir kayıt onun La’lî-zâde ailesine dâmâd olduğunu göstermektedir. Bayrâmiye tarikati ile alâkası bilhassa bu aileye mensubiyeti dolayısı iledir. Sâbit 40 akçe maaşla müderris­ liğe yükselip, mâzûl olduktan sonra, kadılığı tercih etmiştir. Onun sadrâzam Kara İbrahim Paşa ’ya 1096 ( 1685 ) ’da yazdığı bir kasidede mâzüliyetinden ve gurbette kalışından şikâyet ile bir kadılık istediğini tesbit ediyoruz ( Di­ vân, Üniv. kütüp., nr. TY 3288, 41®). Rumeli kazaskeri Ankaravî Mehmed Efendi ’den de yine bu tarihlerde bir mansıp rica etmektedir. 13 cemâziyelevvel n o ı (23 şubat 1690) ’de Edirne ’ye gelen Selim Giray ’a ( Fındıklık Mehrned Ağa, Siîâkdar tarihi, II, 495 ) Prekop ve Kaçanik zaferlerini tebrik için takdim ettiği ka­ sideden, 1098 yılı ortalarından ( 1687 baharı) beri günlerinin Edirne ’de mülâzemetle ve aile­ sinden uzakta geçmekte olduğunu öğreniyoruz. Şeyhi ’nın bahsettiği onun Çorlu ve Burgaz ka­ dılıkları daha önceye âit olmalıdır. Zikrolunan kasidede, nâmına yazmış olduğu Zafer-nâme s.Ah eseri dolayısı ile iltifatını kazandığı Selim Giray ’dan Kırım ’da Kefe şehrinin kadılığını ricâ eden Sâbit oraya sâniye rütbesi ile kadı olmuştur ( Abdülgaffar Kırımı, 'Umdat al-tavârlh, İstan­ bul, 19 2 6 ,5 .13 2 ; burada kendisini tanımış olan­ lardan naklen eşkâl, kıyafet v. b. hususiyetleri­ nin bir tasviri vardır). Tam yılı ve müddeti bilinmemekle beraber, bunun Selim Giray ’ın hanlıktan ikinci defa feragat ettiği cemâziyelâhîr 110a (mart 1690) tarihinden önceye âit olduğu muhakkaktır. 1103 şâbânmda inîsan/mayıs 1692 ) Rumeli kazaskeri Paşmakçı-zâde Ati Efendi ’ye yazdığı kasidede onun Yanya kadı­ lığını istediği görülüyor. Sâbit burada, uğradığı büyük bir felâketten bahis ile, âile efradının mühim bir kısımımn katloiunduğunu, sağ kalan kızının da kurtulmak için fidye-i necat bekle­ diğini haber verir. O yıl Ebû Saîd-zâde Feyzuilah Efendi şeyhülislâm olunca şâir Tekir­ Dağ müftülüğüne ve hâriç derecesi ile oradaki Rüstem Paşa medresesi müderrisliğine tâyin edildi. Burada 8 yıl kalan Sâbit 1104 yılı­



ti



nın ilk yarısında ( 1 693) „yerinde dâhil" ve 110 9 ’da da ( 1697/1698) „mûsile-i sahn" dereçelerine yükselir. Bu küçük şehirde unutulupkalmamak maksadı ile hükümdar ve devlet ri­ caline muhtelif kaside ve tarihler yazıp, İstan­ bul ’daki mühim şahsiyetlere kendini hatırlat­ mağa çalışan şâir, burada Edhem ü Hümâ adlı mesnevisine başlamış, mühim bir kısmı ile divâ­ nım meydana getirmiştir. Ayrıca talebesi olup, kendi tarzında şiirler yazan Şehrî adında bir şâir de yetiştirmiştir. İkametinin uzamasından ve muhitinden şikâyet eden Sâbit, şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi tarafından, i m mu­ harreminde (hazîran/temmûz 1700) Saray-Bosna mevleviyetine getirilir. Şâir, 1099—1110 ya­ ları arasında uğradığı Avusturya istilâsı yüzün­ den, harap ve fakir düşen bu şehrin kadılığın­ dan, geliri maddî sıkıntılarını karşılayamadığı için, memnun değil idi. Bir sene sonra, 1 1 1 3 mu­ harreminde ( hazîran/temmûz 1 701 ) azlolundu. Bu suretle Sâbit için yine maddî sıkıntılar ile dolu bir mâzûliyet devresi başlamış idi. Bu arada çok sevdiği oğlu İbrahim’in öiümü ile ( 1 1 1 4 ) bir felâkete daha uğradı. Hükümdar ve ricâlinin teveccühünü kazanmak için yaz­ dığı çeşitli manzûmelerden hiç bir netice ala­ mayan Sâbit, sadrâzam Kalayhkoz Ahmed Paşa ve şeyhülislâm Paşmakçı-zâde A li Efendi ’ye sunduğu kasidelerinde 3 yılı aşan mâzûliyetinden şikâyet etmekte idi. Onun, ferdî hâlleri aksettirmek bakımından, divân şiirinde nâdir rastlanan örneklerden biri olan tercî-i bend şeklindeki 9 benttik arz-ı hâli bu devrenin mah­ sûlüdür. Nihayet 1 1 1 7 saf erinde (haziran 17051 Konya mevleviyetine tâyin edildi. 1 1 1 8 cemâziyelevvelinde ( ağustos/eylûl 1706) tekrar az! üzerine, İstanbul ’a döndü. Bu defa mâzûliyeti fazla uzatmadan, 1 1 1 9 zilkadesinde (şubat 1708 ) kendisine öteden beri istediği Dıyarbekir mevieviyeti verildi. Son vazifesi olan bu mansıptan 1 1 2 1 muharreminde (m art/nisan 1709) azloluDarak,' İstanbul ’a dönen Sâbit ölü­ müne kadar mâzûl kaldı. Arpalığı etinden alın­ mış idi ( bk. Baltaeı Mehmed Paşa hakkındaki Ram azâniyesi). A rtık yaşlanmış bulunan şâir, Ahmed III. ve sadrâzam Baltacı Mehmed Paşa nâmına kaleme aldığı manzumelerde yeni bir mansıp istememekle beraber, mâzûllükteki mad­ dî sıkıntılarını duyurmağa çalışıyordu. Bu yıl­ larda yazdığı şiirlerde Sâbit, bulunduğu de­ virde bir şâirin kuru takdirden başka iltifat görmediğini, san’at ve irfanın insanı ıflâsu götürmekten başka bir şey te’ mı'n etmediğini ifâde eder. Sâbit, Ahmed III. saltanatının Dâ mâd İbrahim Paşa zamanındaki parlak devre sini göremeden, 3 şâbân 1124 (5 eylül 171 2 ) ’te vefât etti. Mezarı, Topkapı 'dan Maltepe ’ye



I*



SÂB1T.



giden yol kenarında, La’lî-zâde ailesinden ve Bayrâmiye ricalinden muhtelif şahısların me­ zarlarının bitişiğinde, Sarı Abdullah Efendi ’nin [ b. bk.] ayak acundadır. Mezar taşı melâmîbayrSmî taşları tarzındadır. Sabit, Nâbî ’nin, bfiyiik bir üstâd olarak, he­ men tek başına türk şiirine hâkim olduğu bir devrede yetişmiş, zamanın yüzlerce şâiri içinde kuvvetle temayüz ederek, devrinin mühim ve meşhür bir şâiri olmuştur. Başta Nâbî olmak üzere, Safâî, Sâlim, Seyyid Vehbî gibi, muâsırları kendisinden takdir ile bahsetmişlerdir. Sa­ bit ’e divân şiirinde büyük bir şöhret ve mev­ ki te’mia eden cihet, darb-ı meselleri, halk tâ­ birleri, husûsî ıstılah ve kelimeleri ile günlük konuşma dilinin unsurlarım başkalarında gö­ rülmedik şekilde şiire sokmak sûreti ile ken­ disine mahsûs bir tarz meydana getirmiş olmasıdır. Sâbit bununla divân şiirinin mücer­ rede fazla meyleden lügatini yenilemiş, ona ma­ hallî ve günlük hayat ile kuvvetli irtibatı olan bir müşahhasiık vermiştir. Bunlardan bazılarına, msl. darb-ı mesellere, daha XV. asırda Necâtî, sonra Nev’î-zâde A tâî ve Nâbî gibi şâirlerde rastlanır ise de, bu unsurları en zengin ve en kesif şekilde kullanmayı gâye edinen esâs şâir o olmuştur. Sâbit ’e kadar, divanî konuşma di­ linin lügatini onun şiirlerindeki genişlikte ihti­ va eden bir şâire tesadüf edilmez. Muasırları onun şiir tarzının, İlk bakışta kolay görünme­ sine mukabil, tanzîrinin çok güç olduğunu be­ lirtirler, Sâbit ’in hareketini divân şiirinin di­ lini münhasıran sadeleştirmekten ibaret bir ga­ yeye atfetmek yanlış olur. Onun yaptığı ile Mahremi, Edirneli Nazmî gibi şâirlerin türkî-i basit hareketi arasında fark vardır. O arapça ve farsça kelimeleri tasfiye etmek ve yahut as­ garîye indirmek gayesini gütmediği gibi, bu iki dilin diğer divân şâirlerinde bile görülmeyen lügatlerini kullanmaktan çekinmemiştir. Öyle ki, muhtelif şâirlerin arzettikleri lisan müşkül­ lerinin halli için yazılmış bir eserde ona da yer verilir ( Topkapısarayı, Enderûn kütüp,, nr. 1456). S â b it’in aradığı şey, şiirde görülmeğe alışılmamış halk tâbirlerini beklenmedik bir şekilde kutlanmak sûreti ile, şaşırtıcı bir te’sir meydana getirmek, yer-yer mizahî bir intibâ yaratarak, okuyucuda zevk uyandırmaktır. Bu yoldaki ifratı şiirini çok defa zevksizliğe düşür­ müştür. Halk tâbirlerini aşın derecede kullan­ mağa olan düşkünlüğü yüzünden, vezin kusur­ ları ve dil hatâları yapmıştır. Şiirlerinde çok defa müstehcen îmâ ve ifâdelere de rastlan­ acaktadır. Hassas bir aşk şâiri hüviyeti arzetmeyen Sâ­ bit, kasîde, terci-i bend, mesnevi nev’inden ge­ niş hacimli manzûmeler vadisinde daha fazla



muvaffakiyet göstermiştir. Kasidelerinden bil­ hassa Mir&ciye, Ramazâniye üe Zafer-nâm e adh mesnevisi gibi eserleri, nevîlerinin çok üs­ tün birer örneği addolunarak, devrinden bu yana devamlı bir takdir görmüştür. Divân şii­ rine hakikî hayattan, diğer şâirlerde yer bul-" maınış muhtelif levhalar aksettirmek gibi bir husâsiyet de taşıyan kuvvetli tasvir kabiliyeti Sâbit ün mühim cephelerinden biridir. Bu ba­ kımdan Ramazâniye ve Zafer-nâm e, ihtiva et­ tikleri tasvirî müşahedeler ile, çok dikkate de­ ğer bir nümûne teşkil ederler. Şâirin Çorlu­ lu A li Faşa câmîi hakkında!« kasidesi ise, di­ vân şiirinde en teferruatlı bir mimârî tasvir olmak vasfını bâizdir. Muasırları, bir mesnevi müellifi olarak da, devrinin ayrıca alâkasın! çeken Sâbit ’in Nev’îzâde A tâî ’nin izinden gittiğini kabûl etmiş­ lerdir. Sâlim, onun Edhem ü HSmâ adh mes­ nevisi için, „tamamlanmış olsa A tâî ’nin Ham­ se ’sini unutturacak bir eser olurdu“ demek sü­ reriyle, müellife karşı duyulan takdire tercü­ man olnr. Hazır mevzulara itibâr göstermeyip, kendi buluşu olan vak’ aları işlemesi, mahallî ve açık bîr takım küçük mesneviler kaleme al­ ması onu Nev’î-zâde ile birleştiren noktalardır. İlâve ettiği bu hususiyetler ile divân şiirinin tarihî tekâmülünde mühim bir mevkii olan Sâ­ b it’in, başta Nedîm olmak üzere, XVIII. asrın ortalarına doğru türk şâirlerinde konuşma di­ line karşı yaygın bir temayülün meydana gel­ mesinde büyük bir hissesi olmuş, Kânî, Enderunlu Vâsıf ve benzeri diğer şâirlerin yolunu o hazırlamıştır. E s e r l e r i : 1. D ivân, muhtevâ bakımından farklı olan nüshaları ile bir bütün olarak alı­ nırsa, ikisi na’t, biri mi’râciye olmak üzere, 39 kasîde, 2 tercî-i bend, 3 tahmis, 45 tarih, 6 gazel-i müzeyyei, 358 gazel, 5 lugaz, 60 ru­ bai ve mukattaât ile 127 müfredattan müte­ şekkildir. Kasideler, 2 hükümdar ( Süleyman II., Ahmed İH.), 1 Kırım hant ( Selim G ira y ), 8 sadrâzam ( Kara İbrahim, Köprülü-zâde Mus­ tafa, Amca-zâde Hüseyin, Râmî Mehmed, Dâmâd Haşan, Kalaylıkoz Ahmed, Çorlulu A li ve Baltacı Mehmed Paşa ’ 1a r ), ricalden 4 zât ( hâ­ misi Seydî-zâde Mehmed, Nişancı Bahrî Meh­ med, Halît Paşa ve A rifî Ahmed Efendi), 4 şeyhülislâm ( Çatalcalı Atî, Ebû Said-zâde Feyzullah, Esseyid FeyzuUah, Paşmakçı-zâde A li Efendi ’ 1er), 1 Rumeli kazaskeri (Ankaravî Meh­ med Efendi ) ve i nakîb-ül-eşrâf ( FeyzuUah Efendi-zâde Mustafa E fe n d i) nâmınadırlar. Ta­ rihler 1 0 9 1 ’den başlayıp, 1 x 2 4 ’te nihayet bu­ lur. Divânı basılmamış olup, nüshalarına çok rastlanır. Yalnız İstanbul kütüphânelerindekilerit» sayısı 4o’a yakındır. Ekseriya şâirin diğer



SÂBİT. eserleri ile birlikte bir külliyât hâlinde tesa­ düf olunan bu nüshalar arasında Müstakim-zâde hattı ile olanı (Üniv. kütüp., nr. T Y 2901), bir çok tashih ve ilâveleri ihtiva etmesi bakı­ mından, husûsî bir değer taşır. s. Z afer-nâm e, Avusturya seferine dâvet olunan Kırım hanı Selim Giray ’m Edirne ’de karşılanma merasimi ve Süleyman II. ile müla­ katını, daha sonra rus ve leh ordusuna karşı kazandığı Prekop zaferini anlatan 426 beyitlik bir hamasî mesnevidir. Eser dâimâ, yanlış ola­ rak, ya Macar seferi ( msl. Babinger, G O W, s. 308) ve yahut da Kaçanik zaferine âit ( msl. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanh tarihi, Ankara, 1934, III, 2. kısım, s. 23) gösterilmiş­ tir. Müşahhas ve mütenevvî sahneleri, hare­ ketli tahkiye tarzı ve hissi muhtevası ile eski edebiyatta hamâsî şiir sahasında istisnâî bir değer taşıyan bu eseri, bir çok müellifler tara­ fından diğer eserlerinin hepsinden üstün tutul­ muştur. Gazâ-nâme ’den başka, Selim-nâme is­ mi ile de anılan bu küçük mesnevinin Ebüzziyâ Tevfik tarafından bîri 1299 ve diğeri 1 31 1 yılında yapılan iki baskısı da, iyi bir nüshaya dayanmadığı için, hatalı ve eksiktir. 3. Edhem ii Hâmâ, şâirin Mustafa II. dev­ rinde başlayıp, Ahmed 111. ’in saltanatı esna­ sında 1 1 1 9 yılında tekrar ele almakla beraber bitirmeğe muvaffak olamadığı bir mesnevidir. Tezkire sahibi S alim ’e göre, tertip etmek is­ tediği bir hamsenin ilk eseri olarak kaleme alın­ mıştır. Belh şehrinde gündüzleri sakalık yapıp, gecelerini ibâdetle geçiren Edhem isminde bir gencin hükümdarın kızı Hümâ ’ya âşık olu­ şunu hikâye eder. Üniv. kütüp., nr. T Y 2901 ’deki külliyâta dâhil olan nüshası Müstakimzâde ’nin bulup ilâve ettiği sona âit 62 beyit ile diğer nüshalardan daha zengindir. Böyle bir diğer nüsha için bk. E. Rossi, Elenco det manoscritti turcki della Biblioteca Vaticana (Vaticana, 1953), 259. Eser bâzı müellifler tarafından, yanlış olarak, meşhûr velî İbrahim Edhem ile alâkalı sanıldığı gibi ( msl. j. v. Ham­ mer ve İbrahim Necm î), bâzı kütüphanelerde de müellifin muasırı şâir Na’tî 'nin Edhem ü Hümâ ’sı ile karıştırılmıştır. 4. Berber-nâme, 5. Dere-nâme ( diğer adı H ikâye-i Hoca Fesad veya Donlu-Dere 'dir ), 6. 'A m r-i Lays, Bu son üç eser küçük birer mesnevi olup, divân nüs­ halarının ekserisinde yer aiır. İlk ikîsi cinsî mevzûda açık ve mahallî birer hikâyeden iba­ rettir, 7, Hadîs-i erba’in tercüme ve tefsiri, 1120 tarihinde te’lif oiunarak, Ahmed III. ’e takdim edilmiş, kısmen manzûm, kısmen men* sûr bir eserdir. B i b l i y o g r a f y a : Şâîr hakkında en etraflı tetkik, Jan Rypka, Beiirüge zur Bio-



graphte, Charakteristik and Interpretation des türkischen Dichters Sabit ( Prague, 1924) olup, diğer yazı ve tetkikler için bk. Safâî, Tezkire (Üniv. kütüp., nr. T Y 3215, 57—60); Salim, Tezkire (İstanbul, 13 15 ) , s. 190— 196 (ayrıca müellifin kendi el yazısı ile nüshası, Üniv. kütüp., nr. T Y 240 7, 79b—8 1» ); . Şey­ hî, Vaka y i' a l-fııia la (Üniv, kütüp., nr. T Y 3216, s. 315 v.d.}; Müstakim-zâde Süleyman Sa’deddin, Macallat al-nisab (Süleymâniye, Hâlet Efendi kütüp., nr. 628, var. 16 3); Şemdânî - zâde Süleyman, Muri‘ al-tavârlh ( Bâyezid kütüp., nr. 5144, 309b ); Hacı Tev­ fik, Macmü'at al-taracim ( Üniv. kütüp., nr. T Y 192, 728 )j J . v. Hammer, Geschichte des osmanisçhen Dichtkunst ( Pestb, 1838), IV, 46—49; Gibb, A H istory o f Ottoman Po­ etry (London, 1905), IV, 14 — 29; Safvet Beg Basagic, BoSnjaci i H ercegovci a islam skoj K n jiiev n o sti (Sarajevo, 19 12 ), s. 127— 139 ; Bursalı Tâbir, Osmanlt m ü ellifleri (İstanbul, 1338 ), II, 118 v .d ., İbrahim Necmî, Tarih-i edebiyat dersleri (İstanbul, 1338 ), I, 172— 175; Ferîd [K a n ı], Bâzı şâirlerimiz hak­ kında tahlilî, intİkadî mütâleât (Peyâm -ı sabah, 1922, nr. 1119 , 1126 , 113 3 , 1140, 1 1 4 6 ) ; Th. Menzel, Tkâbit ( £ 7 ); Fuad Köp­ rülü, Divân edebiyatı antolojisi (İstanbul, 1934 ), s. 327 ; Muhammed al-Hancı, al-Cavhar al-isnâ f i tarâcim-i 'ulama’ va şu ara' Bosna ( Kahire, 1349 ), s. 44—4 7; ayn. mil,, „M ira d iij ja “ Sabita Uzicartina ( Glasnik Islamske V jerske Zajednice, Sarajevo, 1940, VIH, nr, 7—1 1 ) ; Rypka, Sabit 's Ramazân ijje , Islamica, 1928, III, 435—478; ayn. mtl., Über Sabit ’s romantisches Epos Edhem a Hümâ ( A rch iv Orientâlnl, 1929, I, 147— 19 0 ); ayn. mİ!., Les M ufredât de Sâbit ( A r­ chiv Orientâlnl, 1950, XVIII, 444—478); ayn. mil., Supplement aux M üfredat de Sâ­ bit ( A rchiv Orientâlni, 1952, XX, 347—330 }; bk, bir de Âsim, Zayi zubdat al-aşâr (Üniv, kütüp., nr. T Y 2401, 4a); Belîg, Nuhbat alâşâr (Ü niv. kütüp., nr. T Y 118 2, 9b—j 2b ). Mehmed Tevfik, K a file -i şuarâ (İstanbul, 1290), 3. 84 v.d.; Ziyâ Paşa, Harâbût (İs­ tanbul, 129 1), I, 10, 16 v.d.; Nâmık Kemâl, Bahâr-t Dâniş, Mukaddime ( İstanbul, 1290}, s. 9; Nâmık K em âl'in Tâlim-i edebiyat üze­ rine bir risâlesi ( nşr. N. H. Onan ), Ankara, 1950, s. 22, 5 1 ; Muatiim Nâcî, Sâbit ( Mecmua-İ muallim, 1303, nr. 13, s. 51 v.d.); ayn. mil., Esâmi ( İstanbul, 1305), s. 9 3, ayn. mil., Lugat-i Nâcî (İstanbul, 1316 ), s. 273; Fâik Reşad, E s lâ f (İstanbul, 13 12 ) , II, 33 —39 ; Mehmed Celâl, Osmanlt edebiyatı nu­ muneleri (İstanbul, 13 12 ) , s. 494 v,d ,; Meh-



H



S A B ÎÎ.



Halîfenin Şâbit için beslediği büyük takdir med Süreyya, Sicill-i osmânî ( İstanbul, «311), O, 61 i Ş. Sâmî, Kamus al-a'lâm (İstanbul, duygusu onun Harran ve başka yerlerdeki sâbiî* 1308), III, i 735; Ali Cevad, Memâlik-i os- 1er [ b. bk.J için en büyük müsamahayı elde mûniyenin tarih ve coğrafya lügati (İstan­ etmesine imkân verdi. Ş â b it’in, şüphesiz, he­ bul, 131 7), s. 1070; j. K. Basmadjian, Essai nüz Harran ’da bulunduğu sıralarda dindaşla­ sur l 'Histoire de la litterature ottomane ( İs­ rının itikat ve ibâdetleri hakkında yazdığı tanbul, 19 10 ), s. 13a v.d,; Şehâbeddin Sü­ süryânî dilindeki eserleri daha Barhebraeus leyman, Tarih-i edehiıjat-t osmâniye ( İstan­ (ölm. 1286) tarafından kısmen biliniyordu; bul, 1328 ), s. 180—183; Ş. Süleyman—Koprü- fakat sonraları kaybolmuş olmalıdır; bunlar ltt-zâde Mehmed Fuad, Yeni Osmmanlı tarih- son devir hellenizm din tarihi için son derecede -i edebiyatı ( İstanbul, 1332), s. 379 v.dd.; Sa’- kıymetli olacaktı. Arapça eserlerinin cedvelieri deddin Nüzhet, Türk edebiyatı tarihi ve nu­ Chwolson, Suter, Steinschneider, Brockelmann muneleri ( İstanbul, 19 3 1), s. 490 v. d .; Bag- ve Wiedemann ’in aşağıda zikredilen eserle­ dadlı İsmail Paşa, Asma' al-mu’a llifîn ( İstan­ rinde bulunmaktadır. Alâka verici ve neşr­ bul, 19 51), I, 765; A . S, Levend, Cazavat-nâ- edilmeğe lâyık eserleri şimdiye kadar el-yazmeler ve Mihaloğlu A li Bey ’in Gazavat-nâmesi maları hâlinde kalmıştır. H. Suter, Mathema­ (Ankara, 1956 ), s. 13 i. ( ÖMER FARUK AKÜN.) tiker und AıStronomen der A raber (s. 36 v, S Â B İT . S A B İT B. KüRRA (834?—9 0 1), r i ­ dd.) ’de bunlar hakkında umûmî bir fikir ver­ y a z i y e c i , t a b i p v e f e y l e s û f , 111. ( IX.) mektedir. E. Wiedemann, Beiträge, LX iV , asırda islamda ilmi ileriietmiş olan âlimlerin Uber Tkäbit ben Qurra, sein Leben lind sein en mümtaz simalarından biri. 834 yıllarında Wirken { S B P M S, Erlangen, 1920/1921,3. sâbiîliğin merkezi olan Harran ’da doğmuş olup, 210—2 i 7 ) ’de S a b it’in eserlerinin umûmî bir bu şehrin çok sayıda âlim yetiştirmiş olan güzide levhasını vermiştir ki, bu iik araştırmalar için bir ailesine mensâp idi. Cedlerini gösteren şece­ istifadeli olabilir. Şâbit ’in bir tercüme veya renin ihtiva ettiği son isimler (Şâbit b. Kurra nakil sureti ile faydalanılabilir bir hâle ge­ b. Zahrün [M arvSn ?] b. Sabit b. K a rly â b. tirilmiş olan eserleri aşağıda bibliyografyada Mârinüs b. Mâlâğriyüs [ M skeayçoî ]) bizi eski- gösterilmiştir. Sinan b. Şâb it ve âilesinin daha yunanlıların şehir hayâtına iştirâkteki hissele­ genç mensupları hakkında Chwolson (Die rinin isimlerde açıkça görüldüğü bir devre ka­ Ssâbier, I, 566—610 ) ’da bilgi verilmiştir. dar götürür; bununla berâber bu Şâbit ’i yunan B i b l i y o g r a f y a ' , Ibn al-Nadim, Fih­ rist ( nşr. Flügel ), 1870, 1, 272 ; Ibn al-K iftl, muhacirlerinin neslinden saymamıza hak ver­ Târih al-ftukamâ' ( nşr. Lippert ), 1903, s. dirmez. Hâl tercümesi müellifleri başlangıçta Şâbit ’ in bir sarraf olduğunu naklederler. Ne 1 1 5—123; İbn Hallikân, Vafayât (trc. M. de Slane ), 1842, I, 288 ; İbn A b i Uşaybi'a olursa-olsun, ona miras olarak intikal eden (arş. A . Müller), I, 215—224; al-Şahrastânî, servet, Bagdad ’ da bir ikameti esnasında, derin Kitâb al-milal va 'l-n¡hal ( nşr. Cureton ), felsefe ve riyaziye bilgilerine kendisini verme­ 1846, II, 202—251 ; Haarbrücker, Religions­ sine imkân te’min etti. Felsefe mevzûiarındaki partheien, II, 4—61 ; Wüstenfeld, Geschickte serbest görüşleri onu doğduğu şehrin müşrik der arabischen Ärzte ( 1840 ), s. 34—36 ; D. halkı ile ihtilâf hâline getirdi. Dinî mahkeme Chwolson, Die Ssabier (18 56 ), I, 542— 567, hıızûruna çağırıldı ve felsefî düşüncelerinden II, giriş ; M. Steinschneider, D ie arabischen dönmek mecbûriyetinde kaldı; fakat Dârâ ya­ Übersetzungen aus dem Griechischen { Z D nındaki Kafartüşa kasabasına gidip ikamet ede­ M G, 1896, L, 165 v. dd, ve 409 v. dd.) ; H. Su­ rek, muâbeze endîşelerinden kurtuldu. Rivayete ter, Das Mathematikerverzeichnis ( 1892 ), s. göre, Bizans’tan B agdad’a dönen Muhammed 25 ; ayn. mil. D ie Mathematiker und Astro­ b. Müsâ b. Şakır ’e burada tesâdüf etm iştir; nomen der Araber ( 1900 ),s. 34 —38; C, BroMuhammed b. Müsâ, riyaziyeye olan istidâdı ile belâgatini görerek, onu halîfe al-Mu'tazid ’a ekelmann, G A L, I, 217 ; SuppL, I, 384 v. d. ; E. Wiedemann, Über Thäbit ben Qurra, sein Le­ tavsiye etmek üzere, beraberinde Bagdad ’a ben und sein Wirken, Beiträge, L X IV ( S B götürmüş ve halîfe kendisini saray niicÜm âlim­ P M S , Erlangen, 1920/1921, s. 189—2 x7) ; leri arasına kabûl etmiştir. Şâbit, bu zamandan G, Sarton, Introduction to the H istory o f Sci­ itibaren, hayâtının en büyük kısmını Bagdad 'da geçirmiş ve bu esnada eski riyaziyecile­ ence ( 1927 ), I, 599 ; M. Cantor, Vorlesungen rin eserlerini tercüme ve şerhetmek, riyâzi( 1894 ), I2, 661, 691 v.b. ; A . Braunmühl, Vor­ lesungen über Geschickte der Trigonometrie ye ve hey’ete dâir değerli eserler yazmak, felse­ fe tahsil etmek ve tabiplik yapmak ile meşgöl ( 1900 ),s. 46, 58, 81 ; L. E. Dickson, History olmuştur. 67 yaşında olduğu hâlde, ı 3 şubat i• o ft h e Theory o f Numbers (19 19 ) , I, 5, 36; ‘• F. Woepcke, Notice sur une théorie ajoutée ‘ o ı ’ de Bagdad’ da ölmüştür.



S Â B İt par Thäbit d l ’arithmetique speculative des Crecs ( J A , 1852, XX, 420—4*9 )! L. Nii, Das fü n fte Buch der Conica des Apollonias von P e r g a ,., (Leipzig, 1889); P. Duhem, Les origines de la statique ( 1905 ), 1, 79—92; Dreyer, Ptanetary Systems (1906), s. 276; E. Wiedemann, Über die Hebelgesetze bei den Muslimen ( Arch. f . C. d. Hw, 1909, 1, a u ); C. Prüfer ve M. Meyerhof, Die angebliche Augenheilkunde des Thäbit, Centralblatt f . Augenheilkunde ( 1 9 1 1 , XXXV, 4 »e 3 8 ) ; E. Wiedemann, Die Sch rift über den Qarastün [Bibi. Math., 1912, XII, 2 1—39}; Duhem, Systeme du Monde (1914), n , 117 v.dd., 238 — 346; H, Suter, Uber die Ausmessung der Parabel von Thäbit { S B P M S , Erlangen, I9 i8 ,X L V !![,6 s— 86); F. Büchner, Die Schrift über den Qarasfnün {SB P M S, Erlangen, 1921, LII, 14 1 —188 ); E. Wiedemann ve J. Frank, Über die Konstruktion der Schattenlinien a u f horizontalen Sonnenuhren von Thabit ben Qurra ( K g l. Danske Vid. Selskab, 1922, IV ) ; Täbil Ibn Q u rra's arabische Übersetzung der ’A S A ’ D-OL-FİZR. SA 'D AL-FİZR, T a m ı m k a b i l e s i n i n mühim bi r k o 1 u n u n a d 1. Bu garip fiz r kelimesinin tatmin edici bir izâhı yapılmamış, dil âlimi Abu Manşûr alAzhari bunu izâh edebilen bir kimseye hiç tesâdüf etmediğini söylemiştir. Bâzı lügat âlim­ leri ona „birden çok" ve bazıları „keçiler" mânasını verirler; fakat biz bu kelimeyi „böl­ mek, yarmak, parçalamak" mânasına gelen f-z -r fiilinden iştikak ettiren İbn Dur ay d ’in izahını doğru kabûl edebiliriz. Buna göre, fiz r „b'r yarık" veya „bir parça" mânasına gelmiş olacaktır. A rap nesep âlimleri bu kabilenin müşterek ceddi olarak, Sa'd b. Zayd Manât b. Tamim ’i gösterir ve bu ismi izâh için, muhtelif hikâyeler naklederler ki, bunların hulâsası şu­ dur: Sa’ d ’in çok sayıda hayvanı var idi; muh­ telif annelerden dünyâya gelmiş oğullarına bun­ ları otlamağa götürmelerini emretti. Çocukları bunu reddettiler. Bunun üzerine, o da Mâlik b. Zayd Manât kabilesinden olan akrabâlarm, develerini gelip almaları için, haber gönderdi. Sâdece keçiler kalınca, oğullarına aynı emri tekrarladı, çocukları koyunları gütmeği redd­ ettiler. Bunun üzerine, Sa'd, tehevvüre kapılatak, her kabileden arapiar çağırdı (veya farklı bir rivayete göre, hay vanlarmt 'Ukâ? panayırına götürdü) ve orada toplananlardan, her keâiu, yağma olarak 1 intakaba) bir tek keçi alma­ sına müsâade, fakat birden fazla ( f i zr ) alma­ masını da tenbih etti. Böylece keçiler mem­ leketin lıer tarafına dağılmış olur ki, söylenil­ diğine göre, „ben bunu al-Fizr’in keçileri ■ tekrar bir sürüde toplanıncaya kadar bu işi) aslâ yapmayacağım" darb-ı meselinin menşei bu



S A ’D-ik-FİZR.



4?



hâdisedir. Şüphesiz, bu keçilerin vasm, yâni kabilenin damgasını taşıdığı farzediliyordu. Bunun tazammun ettiği esâs fikir bu kabilenin kollarının şarkî Arabistan ’m her tarafına ya­ yılmış bulunmasıdır. Tamim kabîlesi nesep âlimlerinin tasavvur edemeyecekleri kadar çok eski devirlerde zikredilmiştir. Bunlarla nesepleri hakktndaki malûmat, diğer kabilelere dâir bil­ gilere nisbetle, daha çok hayâl mahsûlleri ile karışıktır ve bunların tek fâidesi, islâmdan bir az Önce ve bir az sonra bengi boyların bîribir’erini akraba kabûl ettiklerini göstermele. ridir,' Şâir al-Ahtal onların gm iş ölçüde dağı­ lışına İmâda bulunarak: — „Her vâdîde Sa'd‘ ler vardır"— der. Nesep âlimleri tarafından zikredilen çok sayıdaki t â l i k o l l a r arasında yalnız oğulları Ka b ve al-Hâris 'ten gelenlerin kendilerini asıl Sa'dterden sayabildikleri görü­ lür. Hâlbuki diğer oğullarından, *Abd Şams, Ciişam ,' Avf, 'Uvâfa ve Mâlik ’ten gelen nesiller abn S diye adlandırılırlar. Bunların soyları hakkın­ da şüphe var id i; bunlar Bahreyn ’e yerleşmiş­ lerdi ve bu mintaka Iran hâkimiyetinde iken, oraya yerleşen iranlıiar ile iyice karışmışlardı. Bunlar, sayıları bakımından, belki eu mühim arap' kabilesini teşkil ediyorlardı. Bu sebeple islâmdan hemen bir az önce cereyan eden sa­ vaşlarda ve fetihlerde büyük ölçüde hizmet­ leri görüldü. İslâmın ilk zamanlarında adı ge­ çen bir çok şahsiyet Sa'd al-Fizr’in muhtelif kollarına mensup idi. Hilâfet için yapılan mü­ câdelede ‘A li târafdarı oldular. Son Emevî halifeleri zamanında Horasan ’da geçen karışık hâdiselere büyük ölçüde iştirak ettiler. Bunla­ rın bir çoğunun İran ’da yerleşmiş oidufu an­ laşılıyor. Sa'd a l-F izr’in bir kısmı da şimâlî Afrika 'ya hicret etmiştir ki, İfriljiya Aglabİleri emirleri "Onların neslinden geldiklerin" idd-a edeılerdi. Bu kabilenin tâiî kolları bura­ da ayrıca zikrediimeyâcektir; sâdece nesep âlimlerinin muhtelif toplulukların hangi soydan geldikleri husûsunda aynı fikirde olmadıkları na ve bu adın, yerini daha şümullü olan Tamim *e terkederek, çok geçmeden, tarihten çekil­ diğine işâret edilmelidir. Sa'd al-Fizr ’e ’ ve yakın akrabâ boylara verilen ehemmiyet, bun­ ların klasik edebî arapçamn zeminini teşkil eden bir arapça ile konuşmalarından ve en eski dil âlimlerinin arapçamn sarf ve nahvinin ka’ delerini, muhtemelen Tamim kabilesinin lehçesine dayanarak, tesis etm:ş olmalarından ileri gelmektedir. Bu açıkça, onların büyük ölçüde yayılmış olmaları ve bu sâyede lehçe­ lerinin Arabistan *ın hemen bütün bölgelerin­ de anlaşılmasının neticesidir. B i b l i y o g r a f y a : Bk. arapça lügat-, lerde mad, F iz r , İbn Durayd, Kitâb al-iştik&k



SÂ ’D- ül-FİZR -



SAFED.



(nşr. Wiislenfeld), s. 150 v. dd. j A. A . Bevan, da 1 ve Taberiye gölünün şimâiinde, al-Dimaşki The N a k a ii 0 } Ja r ir and al-Farazdak ( Lei- ({b ird e C u in et)’nin K an an adını verdiği ve den, 1905— 191a), tür. yer.; ai-Kalkaşandi, Yâküt ( 111, .399) ’a göre, Cibâl ‘Amila denilen Nihüyat al-arab ( Bagdad}, s. 236; al-Nuvay- '( Yâlfût ’un verdiği bilgiler esasen doğru de­ ri, Nihâyat al-arab (Kahire, 1342 ), 11, 344 ğildir; bk. aş. Gaudefroy-Demombynes, s. 2 3 'ı, v.d.; tbn‘ Abd Rabbihi, a l-ik d a l- fa r id ( Kahi­ deniz seviyesinden aş.-yk, 500 m. kadar yük­ re, 13x6), 11, 42; Kitöh ul-ağânî, tiir. yer.; sek bir dağın üzerinde kurulmuştur. Buraya Wüstenfeld, Genealogische Tabellen, L ve fih­ yalnız haçlılar oldukça büyük bir ehemmiyet' rist, s. 396; ayrıca islâmın ilk zamanların­ vermişlerdir; zîra XIII. asırdan önce ü ç bir daki A rabistan ’ı bahis mevzua eden hemen arap coğrafyacısı onu zikretmemiştir. Bununla beraber Şafad II, asırdan beri mevcuttur; çün­ bütün eserler. (F . KRENKOW.) S A F Â . AL-SAFÄ, Mekke ’de k ü ç ü k b i r kü Şephat Kudüs Talmud ( Röş haş-Şânâ, II, 2; t e p e olup, adı karşısında yükselen al-Mar­ trc. Schvvab, ■ VI, 75) ’unda görünmektedir; ya gibi, - „sert kaya“ veya „kayalar“ (krş. büyük bir ihtimâl ile bu josephe ’te geçen Tabarı, Tafsir, sü reli, 153) mânasına gelmek­ (Bellum Jud,, II, fasıl XX, §6 ) 2 â

(’ AŞA. nn I. 187 S ) ’de maârif nezâreti mektupçulu­ ğuna naklolundu; fakat, bu n e ’mûriyette faz­ la kalmayıp, 20 zilkadede (18 kânûn I.) Meclis-i ticâret ve zirâat âzalığma tâyin edildi. Sultan Abdülbamîd II .’in 1 eylül 18 76 ’da cülûsu ile S a ’îd Bey ’in Önünde bîr ikbâl ve idbar yolu açılmıştır. Hakîkaten aynı gün ( 1 1 şâbân 1293) mâbeyin baş-kâtipliğine getirildi. Siyâsî mahâret isteyen bu makamda gösterdiği faaliyet ile pâdişâhın takdir ve itimâdını ka­ zandı. Midhat Paşa ’nın riyasetindeki kanûn-ı esâsî tahrir hey’ etine frangız anayasasından mülhem bir lâyiha takdim etti ( metin için bk. Ahmed Midhat, Uas-i inkılöb, İstanbul, 1294/ 1 *95, II, 333 v.dd ) ve adı geçen bey’et tarafından hazırlanıp, tasdîka arzolunan kanûn-ı esâsî met­ ninin tetkikinde de pâdişâha husûsî müşavirlik yaptı. Kanûn-i esasinin 23 kânûn I. ’da ilânından sonra, 22 safer 1294 (8 mart 1877 ) ’te vezir payesine yükselen ve paşa unvanını alan S a ’îd Paşa 18 şabanda (28 ağustos) Ayân âzalığına tâyin olundu. Sa’îd Paşa aynı yılın 3 zilkade­ sinde ( 9 teşrin II.), ek me’mûriyet ile, hazîne-i hâssa nâzın oldu, 7 muharrem 1295 ( 1 1 kânG n II. 1878 ) ’te dâhiliye nezâretine nakledil­ di ise de, Ahmed Vefik Paşa ’tun baş-vekâleti kabÛl İçin ileri sürdüğü şartlardan biri Sa’îd Paşa *nın azli olduğundan, 1 saferde (4 şu bat) nezâretten ayrıldı ye ikinci defa olarak, hazîne-i hâssa nezâretine tâyin otundu. Ancak bir buçuk ay kadar sonra, bu vazifeden de azledildi. Sa’îd Paşa 15 rebiülâhır 1295 (>8 nîson 18 7 8 )’te Âyân riyasetine yükseldi. Çıragan sarayım basıp, orada mabpus bulunan Murad V . ’1 tekrar pâdişâh ilân etmek için, Ali Suâ y î’nin yaptığı neticesiz teşebbüs üzerine, İs­ tanbul’dan uzaklaştırılmak maksadı ile, 5 cemâziyelâhırda {6 hazîran) Ankara valiliğine tâyini çıktı. AIİ Suâvî vak’ası ile ilgisi olan Dâmâd Mahmud Paşa ’ nın adamı sayılması S a ’îd P a ş a ’yı pâdişâh aezdinde şüpheli kil­ miş idi. Bununla berâber, me’mûriyet yerinin değiştirilmesi hnsûsundaki rtcâst kabûl edilerek, 4 gün sonra Hüdâvendigâr ( Bursa) valiliğine naklolundu. S a ’îd Paşa Bursa ’da 6 ay kadar kald ı; nibâyet İstanbul *a dönüşüne müsâade edildi. 3 zilhiccede (28 teşrin II.) üçüncü defa hazîne-i hâssa nezâretine ve 9 zilhiccede ( 4 kâ­ nûn I.) adliye nezâretine tâyin olundu. Bu son nezâretinde, Bagdad valisi bulunan yeni dâ­ hiliye nâzın İstanbul ’a gelinceye kadar, ona Vekâlet etmek vazifesi de kendisine verilmiş idi. Osmanlı nizâmiye mahkemelerinde Müdde-i umûmîlik müessesesinin kuruluşu, cezâ usûlü ve ticâret üsûlü kanunlarının hazırlanış! onun adliye nezâretinde gerçekleştirdiği başlıca ıslâhattır.



8i



Sa'îd Paşa 3 zilkade 1296 ( 18 teşrin I. 1879) ’ da baş-vekâlete getirildi. Böylece, en küçük me’mûriyetten başlayıp, devletin çeşitli dairelerinde tecrübe kazandıktan sonra, sadâ­ ret makamına erişmiş idi. S a ’îd Paşa bu ilk baş-vekilliğinde mâlî İslâhat ile uğraştı. Devlet 187$ yılında dış borçların faizini bile ödeye­ meyecek duruma düşmüş idi. Sa’îd Paşa hazîne açığını kapamak ve devlet bütçesini denkleştir­ mek maksadı ile, tasarruf tedbirleri alarak, me’mûr maaşlarını azalttı; bn arada kendi maaşını da 90.000 kuruştan 25.000 kuruşa in­ dirdi. Meclis-Î vükelâda pâdişâhın hal’i müzâ­ kere edildiğine dâir Yıldız sarayına verilen bir jurnal üzerine, I receb 1297 (9 hazîran 1880) ’de baş-vekâletten azledildi. Sa’îd Paşa bir müddet mâzfil kaldı ve 7 şevvâlde ( 1 2 eytûl ) ikinci defa baş-vekâlete getirildi. Bu ba-şvekilliğinin ilk aylarında Tu­ nus mea’eiesi ile meşgûl oldu. Ancak Fransa ’nın 7 nisan 1881 ’de Tunus eyâletini işgâf et­ mesini önleyemedi. Daha sonra dış borçtann mıkdarını re ödeme imkânlarını, alacaklıların temsilcileri ile müzâkere sonunda, tesbit ede­ rek, 28 muharrem 1299 ( 20 kânûn I. 1881 )’da düyûn-i umûmiye ıdâresini kurdu. Böylece, 1876 eylülünde 254.292.000 sterlin tutarındaki dış borçlar 106.437.237 sterline indirildi. Borç­ ların fâiz ve amortismanı için de, tütün, tuz, müskirat, ipek, damga ve balık avı resimle­ rinden mürekkep altı vasıtalı vergi gelirleri ala­ caklılara bırakıldı. Sa’îd Paşa ’nın müsbet icraatı arasında Osmanlı tâcirlerinin meslek haklarını korumak gayesi ile, 14 kânûn II. 1882 ’de Dersaâdet ticâret odasını kurması zikrolunmalıdır. Bundan başka, polis teşkilâtını Islâh edişi de kayda değer. Husûsiyle Osmanlı şehirle­ rinde ilk defa olarak, ser-komiserlik ve komi­ serlikler ihdâs olundu. Sa’îd Paşa 13 cemâziyelâhır 1299 (2 mayıs 18 8 2)’ da baş-vekâletteu azlolundu. Bunun sebebi, hıdiv Tevfik Paşa tarafından tevkif ettirilen mısırlı zabitlerin İs­ tanbul ’da muhakeme edilmeleri husûsucda, pâ­ dişâh aezdinde yaptıkları teşebbüsün, Mısır muhtariyet andlaşması gereğince, kabulüne im­ kân bulunmadığını arzetmesidir. S a ’îd Paşa ’nın mâzûliyeti kısa sürdü ve 24 şâbânda( 1 1 temmuz ) üçüncü defa baş-vekâlete getirildi. Bu seferki baş-vekilliğinde Mısır mes’elesi yeniden patlak vermiştir, İngiltere’nin silâhlı müdâhalesine meydan bırakmamak için, Mısır ’da Arâbî Paşa isyanını durdurmağa ça­ lıştı ise de, buna muvaffak olamadı. Neticede 13 eylül günü bir İngiliz donanması, İskenderiye Önüne gelerek, şehri topa tuttu; arkasından da ülkeyi işgale başladı. 19 muharrem 1300 (30 teşrin II. 1882 )*de Sa’îd Paşa baş-vekâlet-



84



S A ’ ÎD P A $A .



ten azlolundu. Hâssa ordusu mensubu da f is ­ detli tedbir alacağını îiân ve isâyişt korumakta tanlıların, pâdişâhı hal’etmek üzere, ser* yâ ver aciz gösteren zaptiye nâzın Nâzım Paşa 'mn Müşir Fuad Paşa ’nm reisli finde cemiyet kur­ azlini arzetmesi sadrazamlıktan uzaklaştırılma­ . ’ duklarından şüphelenilmiş idi, Fnad Paşa sor­ sına sebep olmuş idi. Bundan iki ay sonra, Sultan Abdülhamid II. guya çekildi ve tedbir almamakla ithâm olu­ nan baş-vekil makamından alındı. S a ’îd Paşa, ’den „sadâretin fevkinde", bir rre’mÛriyet. ile azli müteâkip, 18 -sâat Yıldız ’da hapsolundu Yıldız sarayında ikamet etmek teklifin! aldı. ve Ingiltere elçisi Lord Dufferın Ün müdâhalesi Pâdişâhın gözü önünde • bir yerde hapsolunneticesinde serbest bırakıldı. mak mâhiyetindeki bu teklifi reddettiği hâlde, Paşa, iki gün geçmeden, 21 muharremde isrâr olununca, 4 kânûn 1. ’da oğlu Ali Nâmık (2 kânûn 1,), tekrar eski makamına tâyin olun­ Bey ile birlikte, İngiltere elçiliğine sığındı. du. Bu defa baş-vekâlet unvanı, 1878 ’den ön­ Ancak hâriciye nazırı Tevfik Paşa ’nın onun ce olduğu gibi, sadârete çevrilmiş idi. Sa’id masûniyeti hakkında, pâdişâh nâmına elçi Sir Paşa dördüncü sadrazamlığında geniş İslâhat Philip C u rrie ’ye te’ minat vermesi üzerine, el­ faaliyetlerinde bulundu. Mülki sahada me’mûr- çiliği terkederek, Nişantaşı ’nda bulunan ko­ arın terfi ve tekaüt kararnamesini çıkardı (1883). nağına döndü (9 kânûn !.). Sa'îd Paşa müteâ­ Buna göre, me’mCrlarm devlet dâirelerine şehâ- kip yıllar konağında göz hapsinde bulundurul­ detnâme veya müsabaka imtihanı ile alınması­ du. Kendisini ziyarete gelenler tesbit olunuyor, nı sağladı. Tekaüde sevkolunan me’mûrlann âilesi efradı hafiyelelerin takibi ile taciz edili­ geçimini te'min için de, tekaüt sandığını kur­ yordu. ........ du. Maârif sabasında yeni mektepler açılma­ G Ö Z hapsi zamanla gevşedi ve S a ’îd Paşa sına husûsî bir ehemmiyet verdi. Daha ilk 16 şâbân 1319 t 8- 8— 1 1 2 ; Osman Nuri, Abdiilhamîd-i sânî ve devr-i saltanatı ( İstanbul, 13 2 7 ) , II, 607 —6 1 1 ; Ahroed Râsı’m, İk i hâtırat, üç şahsiyet ( İstanbul. 1333 ); Abdurrahman Şe­ ref, Tarih musâhaheleri ( İstanbul, 13 3 9 ), 348— 3 7 2 ; Osman Ergin, Türkiye m aârif ta­ rihi ( İstanbul, 1939— 19 4 3 ), IH, 748— 7 5 4 ; 1. Hakkı Uzunçarştlı, Said Paşa ’ya dâir bâzı vesikalar ( Tarih dergisi, VIII, 105— 1 3 4) ; ayn. mit., 1908 yılında ikinci meşrûtiyetin ne sûretle ilân edildiğine dâir vesikalar



( Belleten, X X , 103— 1 7 4 ) ¡R ob ert Devereuz, The First Ottoman Comtitutional Period ( Baltimore, Md. 1963 ); C. von Sax, Geschich­ te des M achtverfalls der Türkei ( 2. tab., Wien, 1 9 1 3 ) ; de la jonquiere, Histoire de / ’Empire Ottoman (2. tab., Paris, 1914), I I ; Bernard Lewis, The Em ergence o f Modern Turkey (London, 19 6 1), s. 175— 179 ; Enver Ziya Karal, Osmanlı tarihi ( Ankara, 1962 \ VIII. ( E r c O m e n d K u r a n .) S A ’ ÎD P A Ş A . S A 'İD P A Ş A , M e h m e d ( 1 8 2 2 - 1 8 6 3 ) , M ı s ı r v a l i s i . Mehmed A li Paşa ’nın oğlu olup, 1822 senesinde İskenderiye ’de dünyâya. gelmiş ve selefi Abbas ( I.) Paşa ’nın ânî ölümü ( 18 şevval 12 7 0 = 14 temmûz 1854; bk. ‘A bd al-Rahmân al-Râfi'İ, ‘A şr îsm â’il, s. 19 v dd.) üzerine, rebiSlâhır başları 1257 (m ayıs sonları 18 4 1) tarihli ferman (bk. Macmü'at al-farm ânât al-şâkâniya al-şâdira ilâ vulüt M işr va H id îvih â , nşr. HaimNahoum, Kahire, 1933, IV, 745) gereğince, âilenin en yaşlı ferdi sıfatı ile, Mısır idâresini ele almıştır. Valiliğin babadan oğula intikalini te’min ve bu sûretie bu makamı kendi nesline hasretmek üzere, Mısır verâset kanûnunu değiştirmek is­ teyen selefi ve yeğeni Abbas Paşa ile arası iyi değil idi. Filhakika Abbas Paşa bu husÛsta bütün kuvveti ite çalışmış, fakat gayesini tahakkuk ettİremeden, ölmüş idî [ bk. mad. İSMAİL PA ŞA ] ; bu sebeple Abbas Paşa ’nın tarafdarları ölüm baberini gizlemiş, oğlu lihâmî Paşa ’yı iktidara getirmek için, başlarında ibrâhim Paşa al-A lfi olduğu hâlde, gizlice faaliye­ te geçmiş ve İskenderiye muhafızı İsmail Selim Paşa ile temas ederek, lihâmî Paşa ’um Avrupa ’ dan avdetine kadar limanı tutmasını istemiş­ lerdi. Ancak İsmail Paşa bu harekete katılma­ mış, keyfiyeti S a ’îd P a ş a ’ya bildirmiş ve böy­ lece Sa’îd Paşa, Abbas P a şa ’ nın ölümünden ancak 8 gün sonra, verâset fermanına uygun olarak, hakkını elde edebilmiştir. Sa’îd Paşa iyi bir tâlim ve terbiye görmüş ve bir deniz subayı olarak tahsilini bitirmiş idî. Arapça, farsça, İngilizce ve fransızcaya âşinâ idi. Babası da ondan sitâyİş ile bahset­ mektedir ( krş. TTEM , nr, 19 [ 96 ], s. 138). Tahsil hayâtı esnasında kendisini diğer tale­ belerden ayırt etmemiş ve çok erkenden memle­ ketinin halkını ve onun ihtiyaçlarını yakından tanımış idi. Yeni Mısır tarihçilerine gore, Mısır Sa’îd Paşa ile mîllî bir harekete kavuşmuştur. Gerek sivil idârede, gerek orduda yüksek mev­ kilere mısırlıların getirilmesini desteklemiştir. Feilâhlara da subay olmak hakkını vermiş, fa­ kat bu, Avrupa yazarlarına göre, Mısır ordu­ sunun mukavemet kudretini azaltmıştır. S a ’îd Paşa, Mısır bahriyesine katıldıktan sonra da,



S A ’lD PA Ş A .



87



muntazam bir bayat sürmüş ve mafevklerine sağladı: 18 54 ’te kurulan ve A vru pa, sermâye­ hürmette kusur etmemiş idi. Babasının zama­ sine dayanan Nil nakliyât şirketi, Kahire— nında askerî dereceleri, nizâm ve kaidelere İskenderiye arasında olup, eski vâsıtalar ite 15 uygun olarak, kat’etmiş ve Mısır donanması gün süren bu mesafeyi bir buçuk güne indir­ miş ¡di. Mecidiye ( Sultan Abdülmecid ’e iza­ „ser-askeri", yâni amirali olmuş idi. Sa’îd Paşa Mısır halkının iktisâdı vaziyeti feten) adındaki deniz nakliyat şirketi ise, 1857 ile yakından alâkadar oldu, Zirâatin İslahı ve ’de kurulmuştur. Akdeniz ve Kızıtdenİz ’ de olr çiftçilerin refahı için çalıştı. Arâzi mülkiyeti, mak üzere, Hind okyanusu ve Basra körfezine hakkını veren ve kendi adı İle tanınan Sa'id iya kadar seferler yapmakta idi. Bu şirket kötü kanönunu çıkarttı ( 5 ağustos 1858=44 zilhicce idâre yüzünden infisah edince, yerine sonraları 1274). Bu yaptığı İslâhatın, muhakkak ki, Aziziye şirketi kurulmuştur. Abbas Paşa zamanında başlamış bulunan Kı­ en büyüğüdür. Bundan başka zirâatte tâkıp edilmekte olan inhisar usûlünü ortadan kaldır­ rım harbine iştirake devam edilmiştir. Mısır dı. Böylece çiftçi devletin istediği ekmek ve kıt’aları bilhassa Oltenitza, Silistre ve Kozlav mahsûlünü ona satmak mecbûriyetinden kur­ ( E u p atoria) savaşlarında temâyüz etmişler, tuldu. B ir çok vergileri hafiflettiği gibi, o za­ bu sonuncusunda Mısır kuvvetleri kumandanı man için mühim bir meblâğ teşkil eden 800.000 Selim Paşa şehid düşmüştür. Osmanh devleti, altın (can ayh ) civarında bulunan müterakim Mısır kıt’alarının bu başarısından dolayı, Mısır vergileri ve 12 % nisbetinde olan duhuliye res­ ordusunun 18.000’den 30.000’e çıkarılması mü­ mini (b ir nevî iç gümrük ve rg isi) de kaldırdı. sâadesini vermiştir. Sa’îd Paşa Fransa ’ya olan Vergilerini aynî olarak değil, para ile ödeme­ şiddetli meyli ve Napoleon IH. ’a duyduğu dost­ leri hususunda halkı teşvik etti. Bu sûretle luk sebebi ile, 1.200 mevcutlu küçük bir kuv­ köylerden şehirlere hissedilir derecede artmış vetle Meksika harbine de katılmıştır (1862 ). Sa’ îd Paşa Sudan ’m Mısır ’a sıkı bir şekilde bulunan muhacereti önlemiş oldu. Mehmed Ali zamanında açılmış bulunan ve bağlanmasını te’min için de çalıştı. Kardeşi Mahmud 11. ’a izafetle Mahmûdiye adını alan prens Halim ( Abdülhalim ) Paşa ’ yı Sudan 80 km. uzunluğundaki kanalın 3.000.000 m3, umûmî müfettişliğine tâyin ettiği gibi, Sudan tutan rüsûbâttnı, 145.000 amele tedârik etmek umûmî valilerini dâimâ muktedir ve tanınmış sûretiyle, 22 gün gibi kısa bir zamanda temİz- şahsiyetlerden se ç ti; bizzat burada tetkiklerde lettirmeğe muvaffak olmuştur. Bu başart Fer­ bulundu ( 1 8 5 7 ) ; vergileri indirdi; posta, mü­ dinand de Lesseps ’ in de gözünden kaçmamış nakalât ve seyr-ü-seferi kolaylaştırmak için, ve Süveyş kanalı projesini tatbik mevkiine yeni konak ve duraklar te’sis e tti; hattâ Mı­ koymak için en müsait zamanın geldiğini an­ s ır ’ın bir demir-yolu ile Sudan ’a bağlanmasını layarak, aşağıda temâs edileceği gibi, bütün düşündü; Sudan’da köle ticâretini men’etmek, kuvvetiyle çalışmağa başlamıştır. Abbas Paşa Mısır ’da köleliği büs-bütün kaldırmak istedi. A b b a s Paşa *nın aksine olarak, garp kültü­ zamantnda başlayan Kahire — İskenderiye de­ mir-yolunu ikmâl ettirdiği gibi ( 1856 ), bu hat­ rünü benimsemiş bulunan Sa’ îd Paşa selefi ta ek olarak, Kahire — Süveyş hattını da yap­ devrinde başlayan maârif sahasındaki gerilem e­ yi durdurmak için, cid dî biç bir faâliyette bu­ tırmıştır (18 5 8 ). Sa’îd Paşa, her şeyden evvel, bîr asker ola­ lunm adı; bil’ akis bir çok mektepleri kapattı; rak yetişmiş idi. Orduya millî bir rûh vermek hattâ bu arada Bulak’ taki mühendishâneyİ lağv­ için çalıştı. Yalnız fakir halkın sırtma bir yük etti ; fakat buna mukabil K ale *de Erkân-ı harp olan askerliği, umûma teşmil etmek sûretiyle, mektebini açtı. M ülıendishâne’ yi de, tamâmiyle umûmî bir vazife hâline getirdi ve müddetini askerî bir m ektep olm ak üzere, yeniden kurdu. kısalttı. Ordunun bütün ihtiyâcı ile alâkadar ol­ T ıp m ektebini kapatıp, yerine ebe mektebi te’ sis du. Sivil ve askerî mütekait maaşlarını tesbit etti. Babası zamanında ço k sayıda A v ru p a ’ ya ve tanzim etti. Orduyu bir ara, izin almadan, gönderilen ta leb e mıkdarın) asgarî hadde in­ 64.000 ’e çıkardı; fakat Süveyş kanalının açıl­ dirdi. B öylece devrinde A vrupa ’yo ancak 14 ması sıralarında ameleye ihtiyaç olduğundan, Öğrenci gönderilebildi. Fakat buna mukabil bu sayıyı 8— 10.000 kişiye indirdi; böylece ka­ Sa’ îd Paşa yabancıların dinî mektepler açma nalın açılması Mısır ordusunun zararına oldu. ¡arımı dahi müsâade e t t i ; bu husûsia onları Donanmaya da ehemmiyet vermek istedi; fa­ yardım da bulundu. Mısır idaresi, Sa’îd Paşa ’cm zamanında, rnuî kat İngiltere ’ nin Osmanlı devleti nezdinde yaptığı şiddetli itirazlar ile karşılaştı; bundan iakiyet tarzında devam etti. Mehmed A li ’niı da vazgeçmek zorunda kaldı. Buna mukabil kurmuş olduğu „M eşveret meclisi" hemen-hedeniz ticâretini takviye e tti; biri deniz ve di­ men unutuldu; fakat bâzı meclislerin vaziyeti ğeri Kil nakliyâtı için, iki şirketin kurulmasını daha bârız bir şekil aidi- 1847 ’de İbdâs edil­



83



î iA 'I D



miş buluttan „Husûsî meolis", dâhiliye, hâriciye, mâliye ve harbiye olmak üzere, dört kısma ay­ rıldı. Bu bir nevî nazırlar { vekiller ) meclisi ( hükümet} mâhiyetinde idi ve kanûn vaz’etme salâhiyetini hâiz idi. Mısır ’da yüksek bir istînaf mahkemesi hâlinde inkişâf eden „Ahkâm meclisini“ 1855 ’ te lağvetti ise de, bir yıl sonra daha geliştirilmiş bir şekilde te’sis etti. Prens İsmail Paşa ’yı meclisin reisliğine getirerek, âza sayısını 20 ’ye çıkarttı. Husûsî meclis ve A h­ kâm meclisi (yüksek kazâl bir meclis olmakla beraber) iki teşriî meclis mâhiyetinde idi. Sa’îd Paşa, bundan başka, diğer kazâ işlerini de ıs­ lâh etti. Müdürlerin ve şayh al-balad’in nufûzunu azalttı. Mehmed A li zamanında kurulan „Tüccar meclisleri“ mahkemelerinin yanında, ecnebilerin ikame ettikleri dâvalara bakmak üzere, muhtelit bir komisyon hâlinde faaliyette bulunan husûsî bir mahkeme daba kurdu. Bu mahkeme mısırlı bir reisin başkanlığında iki mısırlı, bir avrupalt, bir yunanlı ( rum ) ve bir ermeni âzadan müteşekkil idi. Bu devirde Mı­ sır İçin bâzı müdâfaa tertibatı da alınmış, ez­ cümle Kanatır al-Hayriya ’de Sa’ idiya kalesi inşâ ettirilmiştir ( 23 cemâziyelâhır 1 2 7 1 = 1 3 mart 1833 ). Port Said de onun adını taşımak­ tadır. Sa’îd Paşa devrinin en mühim hâdisesi, hiç şüphesiz, Süveyş kanalının kazılmasına başlan­ mış olmasıdır. Bu teşebbüs, cihan ticâret ve iktisadiyâtı bakımından, muazzam bir başarı olmakla beraber, başlangıçta M ısır’ın hayrına olduğu iddia edilemez; çünkü Mısır hakkında çoktan heri açığa vurulmuş olan İngiltere emel­ leri bu hâdise ile kuvvet kazandı. Mısır için silâha sarılabileeeğini gösteren İngiltere dış siyâsetin'n, kanal açıldıktan sonra, başlıca he­ defi Mısır ’1 işgâl etmek oldu ; nitekim İngilte­ re ’nin bu tutumundan istifâdeye kalkışan Nikota 1. 1833 yılı başlarında İngiltere elçisi G. H. Seymour ’a Osmanlı imparatorluğunun tak­ simi hakkında fikrini açıklarken, İngiltere ’ye Mısır ve Girit ’i teklif etmiş idi. Bundan başka kanalın kazılması ve idaresi hükümet içinde hükümet derecesinde nufûziu ecnebi bir şir­ kete verilmiş, bu da M ısır’ın iç mes’elelerinde ecnebî müdâhelesi için başka bîr gedik açmış­ tır. Kanaldan büyük maddî menfâatlar sağla­ yamayan Mısır, üstelik 16 küsûr milyon lira harcamış, kanal boyunca geniş arâzi parçala­ rını şirkete bağışlamış idi. S a ’îd Paşa ’nın hocalığını ve mürebbîliğini yapmış otan Ferdinand de Lesseps, iktidarı eline alması doiayısı ile, şahsan tebriklerini sunmak üzere, Mısır 'a geldiğinde ( şubat 1834), Napoléon, Mehmed Ali ve Abbas Paşa ’ 1ar za­ ' anında bahis mevzuu edilen kanal mes’elesini



f a ş a



.



( krş. TTEM , nr. 19 [ 96 ], s. 72 ) yeniden ele aldı. Sa ’îd Paşa da bu. işi, zayıf irâdesine rağ­ men, büyük bir azim ile tahakkuk ettirinceye kadar tâkip etti. F. de Lesseps, Sa’îd Paşa 'ya olan yakın dostluğu sayesinde, ilk imtiyaz mukavelenamesini kolaylıkla elde etti ( 30 teş­ rin II. 1834), Bu sırada Osmaniı devleti, garp devletleri ile aynı safta olmak üzere, Kırım harbine iştirak etmiş bulunuyordu. Önceleri Osmanlı ricali, İngiltere ’nin bu husustaki taz­ yik ve faaliyeti henüz başlamamış olduğundan, bu mes’ elenin tamâmiyle Sa’îd P a ş a ’nm elinde olduğunu söylemişlerse de, kısa bir zaman son­ ra şiddet kazanan İngiliz tazyiki karşısında, Bâbıâlî Sa’îd P a ş a ’ya imtiyaz mukavelename­ sinin Osmanlı devleti tarafından tasdik edilmesi zaruretini kabût ettirdi ( 20 mayıs 1855 ). İkinci kanal mukavelenamesi (26 rebiülâhır 1272 = 3 kânûn IL 1836 ) olup, şu şartları hâvî idi ; ka­ nal boyunca 2 km. ’lik bir saha şirkete terkedilecek, bnna ilâveten lüzûmlu arâzi parçalan şir­ ket tarafından satın alınacak, şirket, inşâat sü­ resince, hükümete âit taş ocaklarından faydala­ nacak ve kanal, seyr-ü-sefere açılmasından 99 yıl sonra, Mısır hükümetine devredilecekti. Fa­ kat Avrupa ’da hâkim olan gergin siyâsî hava, Fransa ile Avusturya arasında harbin başla­ ması Fran sa’yı İngiltere’ye yaklaşmak meebûriyetinde b ırak tı; kanal işi yeniden gevşedi. Bâbıâlî ve İngiltere Sa’îd P a şa ’nm hal’ int ba­ his mevzuu ederken, İngiltere donanması, tehditkâr bir vaziyette, İskenderiye önlerine geldi (hazîran 1839}. Bunun üzerine Sa’îd Paşa de Lesseps ’ten kanal işinin muvakkaten durdurul­ masını istedi. Villa Franca mütârekesi ( hazi­ ran } ve Zürich muahedesinden ( 10 teşrin II. 1859 ) sonra, Bâbıâlî bu işin tamâmiyle durdu­ rulması emrini, Muhtar Bey adında bir zât vâ­ sıtası ile, M ısır’a gönderdi; diğer taraftan Bâbıâlî üzerinde Fransa ve İn giltere’ nin zıt tazyikları başladı. Ancak Paris cihan siyâsetinin merkezi hâline gelmiş idi. Napoléon İli-, bu du­ rumdan istifâde ederek, ağır bastı ve işe ye­ niden ve kat’î olarak başlandı. 400.000 hisse senedine ayrılmış bulunan kanal sermâyesinin mıkdarı 200.000.000 frank idi. Bir hissenin de­ ğeri 500 frank iken, 1932 ’de 15.000 franka çıktı. Şu noktayı tebarüz ettirmek icâp eder ki, gerek Süveyş kanalının açılması, gerek Mı­ sır ’ın borçlanması ve ecnebî sermâyenin mem­ leket içine girmiş olması, Mısır aleyhine olmak üzere, bu memleketin tarihinde çok mühim bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Mısır ’in İkti­ sadî harâbiyetine sebep olan hârieî borç, İsmail Paşa devrinde çok daha büyük bir mikyasta devam etmek üzere, 1862 ’de başlamış ( Londra ’da Frühling & Goschen bankası ) ve Sa’îd Pa-



S A ’ ÎD P A Ş A — S A K A L İB E . 33 ’ nın ölüm ünde b orç mıkdarı 3.000.000 ingl. lirasını çoktan açmış bulunuyordu.



Ş Â ’ İ N - K A L 'A . [ Bk.



s a y IN-Ka l e .]



S A İ R . *[ Bk. NÂR.] S a "d Paşa, uzun süren bir hastalıktan son­ S Â K . A L-SÂ K, b a c a k { topuk ile diz ara­ ra, 17.—18 kânân H. »863 (26—27 receb sı ), k e n â r , hendese tâbiri olarak muhtelif 1279 ) cumartesiyi pazara bağlayan gece saba­ mânalarda geçer: 1, sak, bir dik üçgenin d i k ha karşı, henüz 41 yaşında olduğu hâlde, Öldü. k e n â r 1 n 1, 2. bir ikiz-kenar üçgenin bir k eİskenderiye ’de Nebi Danya! mescidi hazîresi- n â r ı n ı ifâde eder. Bu mânada al-Birüni ’de ne defnedildi. tyİ kalblî ve müsâmahakâr, garp geçer (al-K ânSn al-M as'üdî, 3, makala, 1. ba­ kültürüne mütemayil, taassuptan oldukça ârı, h is ): M uşallaş H B C al-mutasâvï sâkay H B , halk tarafından sevilmiş idi ; fakat her işitti­ H C', 3. sâfy bir pergelin ucu veya koluna de­ ğine inanır, çabuk kızar ve mühim kararlarını nir ve ricl ( »ayak" ) ile aynt mânaya gelir. Şu sık-sık değiştirirdi. Kendisinde babasının azim metin bunu isbât eder : „ve pergelin u c u n u ve irâdesi, olmamakla beraber, tasarı hâlinde tül dâiresinin bölme hattına koy ; bu pergel kalan bir çok teşebbüsler yanında, oldukça bü­ aralığı in h ira f yayıdır. Sonra pergelin bir k o 1u yük işler başarmış idi. Avrupalılar İle sıkı bir yayın bir ucunda, öteki kolu diğer ucunda ol­ temas hâlinde, aynı zamanda da onların tamâ­ mak üzere, bu yayı pergelin uçları arasına ai" mıyla te'sirleri altında idi. Billhassa fransızlara ( Muh. Sibt al-Mâridini [ ölm. 1495, Kahire ] : mütemayil idi. Devrinde Mısır ’da bulunan kon­ cadâvil rasm al-m unharifât (mâil güneş basîsoloslar seleflerini u zamanında hatırlarından taları ) Oxford yazm., Bodl. Or. 434, var, 26, 2 ). geçirmedikleri bir nufûza sahip olmuşlardı. 4. Hey’et âlimi Abu ’İ-H asan'A li al-Marr&kuşi B i b l i y o g r a f y a ı Corci (Circi ) Zay- (ölm. 1260, Merâkeş), Cami' al-mabâdı va ’/dân, Maşühir al-şark ( Mısır, 1902 ), I, 32 ğâyât ( trc. J . J . Sédillot ve nşr. L. Am. Sév. d. ! Ali Reşad, Avrupa ile mûnâsebât-ı hâ­ diilot, Traité des instruments astronomiques riciye nokta-i nazarından tarik-i Osmânî (İs­ des Arabes, Paris, 1834/183$, s. 446 ) ’mda, bir tanbul, 1329), s. 713 v. dd. ; E. Dioey, The üstüvanenin yüzünde, düz bir satıh üzerinde­ story o f tke Khcdivate (London, 1902), s. ki muayyen bir z a m a n ç i z g i s i n e delâlet »2 v.dd. ; A . Hasenclever, Geschichte Aegyp­ eden ve şekli çekirge ayağını andıran bir sak tens İm 19. Jahrh, (Halle a. S ., 1917), s. 149— al-carada (çekirge bacağı) 'den bahseder. 5. 15 3 ; Paul Mernan, U Egypte sous le Gouver­ B u r ç l a r d a da bir hayvanın ( veya bir in­ nement de Mohammed Said Pacha (Revue sanın ) ayağında' bulunan bir y ı l d ı z ı ifâde des deux mondes, XI, 322—326 ) ; *Abd al- etmek üzere, sâfy kelimesine tesâdüf edilir. Msl. Rahmân al-R âfi’i, ‘Aşr Ismâ'll ( 2. tab., K a ­ sak a l-u v â ( A rgo ’nun t) ’sı ), sak p ay = Hayhire, 1948 ), 1, 23—66 ; ( bk. madd. MEHMED ya yıldız manzûmesi Saka ’l-asad ( Arslanm AU PAŞA, ABBAS PAŞA, İSMAİL PAŞA \ baldırı = iki Sim âk [al-Sim âk al-ramify ve al( ŞİNÂSİ A l t u n d a ğ . ) simâk al-a'rac)\ ( O SCHOY.) S A ’ ÎD E . Ş A 'İD A ( frns. Saîda ), C e z a y i r S A K . [ Bk. SÂK.] ’d e ( Oran bölgesinde ) b i r ş e h i r . Oran ’dan S A K A L İ B A . [ Bk. SAKALİBE.] 174 km. uzaklıkta ve Maskara [ b. bk.] ’nın 94 S A K A L İ B E . Ş A K Â L İB A ( A .\ i s I a v 1 a r. km. cenûp—cenûb-i şarkîsinde, Habra nehrinin Şakâliba ( şaklab, şaklabl ve şiklabi mîifred kollarından Wëd Saîde kenarında, deniz seviye­ şekillerinde ve kelimenin ilk harfinde s yerine sinden 837 m. yükseklikte, meyvalık, iyi sula­ s bulunur) orta zaman arap coğrafyacılarında, nan, hubûbat yetiştirilmesine ve bağcılığa elve­ ekseriya İstanbul ile Bulgar memleketi arasın­ rişli bir arâzidir. Nüfusu, 1948 sayımına göre, da Hazarlara hem-hudut ülkede meskûn muh­ 13.292 ’dir. Saîde aş.-yk. $.000 nüfuslu bir top­ telif asıllı göçebe kavimlere delâlet etmektedir luluğun merkezidir. [ bk. madd. BULGAR, HAZAR, SLAVLAR ]. Saîde, mevkii itibârı ile yüksek bir yayla ke­ E n d ü l ü s i s l a v l a r 1.— K elim e cemi hâ­ narında bulunuşu sâyesinde, dâima büyük bir as­ linde müsiüman İspanya ’ da çok evvelden, kerî ehemmiyete sâhip olmuştur. Daha romalı­ K urtuba Em evî halîfelerinin yabancı men’ şelt lar zamanında burası bir iskân yeri idi. ‘A bd al- şahsî muhafızını ifâde etm ek için kullanılmış­ Kâdir, orada, bölgedeki göçebe aşiretleri mura­ tır. A slın da bu kelime germ en ordularının iskabe altında tutabilmek için, 1841 yılında fran­ lavlara karşı yaptıkları seferlerden getirdikleri sızların yaklaşması üzerine yıktırdığı bir kale ve sonra Endülüs müslümanlarına sattıkla*! bü inşâ ettirmiş idi ; fakat 1844 ’te bu mevkiin tün esirler için kullanılıyordu. Fakat daha sey­ faydasını idrâk eden general Lamoricière *Abd yah lb n Havkal devrinde, İspanya ’ da safyâlibt al-Kâdir ’in Saîda ’sinin 2 km. şimâlinde etrafın­ a d ı İle askere alınmış veya muhtelif saray hiz­ da şimdiki şehrin inkişâf ettiği, küçük ve mün­ metleri ile harem dâirelerine me’ mûr edilmiş bütün yabancı esirler gösteriliyordu. İbn Havferit bir istihkâm yaptırdı. (G . Y VER. )



SA K ALÍBE —. S A K A R Y A .



kal, Iberya yarım-adasını dolaştığı devirde, bu­ larına müsâade etti ve onların bu münevver rada bulunan esirler sâdece Karadeniz kıyıla­ hükümdarın gittikçe artan kibirli, hattâ küs­ rından değil, Calabre, Lombardiya, Frank tah gidişlerine göz yumması, devrin tarihçilerini memleketleri ve Galiçya ’dan da geliyordu. Fil­ hayrette bırakmıştır. Onun ölümü üzerine, isvaki onlar, mühim nisbette, Magrib ve Endü­ iavlar kendilerini vaziyete hâkim sandılar, allüs korsanları tarafından Akdeniz Avrupa kı­ Bayan al-muğrib müellifine göre, o sırada sa­ yılarındaki ânî baskınlar ile elde edilmiş ol­ rayda 1.000 ’den fazla hadım var idi ve Kurtu­ malıdırlar. idarim ’in muhafazasına tahsis edil­ ba ’da bir şakâliba muhafız kuvveti tamimiyle miş olanlara gelince, bunlar, bilhassa Fransa’da iki mühim şahsın elbise dâiresi reisî Fâ’îk alVe ayrıca Verdun ’da da mühim mıkdarda, Dozy Nişâmi ile İkincisi mücevherci ve doğanci-başı ’nin ifâdesine göre, „hadım imalâthanelerine" Cavzar ’in idaresinde idi. Bu iki hadım İslav sâhip yahudi tacirlerinin husûsî bir ticâret Hakam ’in ölümünü sakladılar ve henüz çocuk mevzuunu teşkil ediyordu. Bu esirlerin ço­ olan veliahdın halîfe ilân edilmesine mâni ol­ ğu Endülüs ülkesine ulaştıkları vakit henüz mağa çalıştılar; fakat onlar, karşılarında ken­ genç bulunuyorlar; bunlar çok çabuk arapça ko­ dilerine kafa tutan vezir at-Muşhafi île vezir İbn A b i ‘Âmir ’i buldular ki, ancak bu vezir­ nuşmağa baştıyor ve müslüman oluyorlardı. Kısa zamanda bu esirlerin sayısı çok yük­ lerin halk nezdindeki sevgileri onlara karşı seldi. al-Makkari ’nin ifâdesine göre, ‘A bd al- şiddetli hareketini te’ min edebilmiş idi. Burada İspanya Emevî hilâfetinin bütün in­ RahmSn 111. ’m hilâfeti sırasında, onların mer­ kezdeki sayısı, yapılan sayımlarda, gittikçe ar­ hitat devri boyunca devam eden islavlann te’sîtarak, 3.750, 6.087 ve 13.75 0 ’yi bulunuyordu. rini teferruatı He anlatmak çok uzun o lu r: Kur­ Esir olmalarına rağmen, onların bu devirde ce­ tuba ’da veya Endülüs ’ün diğer taraflarında ismiyette mühim bir mevki elde etmiş oldukları lavları bâzan galip, bâzan mağlûp, fakat dâimâ görülmektedir. Bazıları zenginleşmeğe, bâzıları aynı teşebbüs, aynı karar ve aynı tahakküm hırsı çok geniş arâzi ve hattâ bizzat esir sahibi ol­ ile tertip edilen hîlelere katılmış buluyoruz. On­ mağa muvaffak oldular ; Endülüs ’ün parlak lar arasında merkezde XI, asrın başında İslav medeniyeti ile temasları sayesinde medenileşti­ zümresinin reisi olan hadım Hayran zikredilebilir ler. Aralarından mümtaz edipler, şâirler ve ki­ Kurtuba hilâfetinden sonra arap tarihçileri, tapseverler çıkmıştır ki, onlardan biri, tbn al- islavlann Endülüs’te siyâsî ve içtim âi hâdise­ Abbâr ve al-Makkari *ye inanılırsa, Habib ai- lerdeki dahlini az-çok teferruatlı bir şekilde Şiklâbi olup, Hişâm 11. ’m hilâfeti esnâsında, bu nakletmişlerdir. Bir kaç nesilden beri müstüedip Endülüs islavlarının meziyetlerine hasredil­ man olmuş bulunau bu islavlar, muhtemelen, miş ayrı bir kitap yazdı: bu kitap Kitâb al- halk kalabalığı içinde yavaş-yavaş erimişler ve istizhâr va ’1-mağâlaba‘alS man ankara f a i a i l yabancı asıldan geldikleri hâtırasını ispanya Emevîlerinin inhitatı sırasında sâhip bulun­ al-şakâliba adını taşıyordu. Tıpkı Roma imparatorluğundaki hassa as­ dukları ehemmiyetle birlikte kaybetmişlerdir. Bibliyografya'. Ş a r k is la v la ri kerleri, iaha sonra şerifler hânedânı Merâkeş için bk. B G A , tür. yer.; al-Mas‘üdi, Murat 'indeki abid ’ler gibi, Ispanya islavları da, git­ al-zahab ( Paris tab.), fih rist; Yâküt, Mu cam tikçe sayıları yükselerek, Endülüs cemiyetinde ( nşr. Wiistenfeld ), mad. Şakâliba. — İ s p a n ­ daha büyük bir mevki elde ettikçe, nâfiz siyâ­ y a i s l a v l a r ı hakkında bk. ibn al-'İzâri, sî bir razifeye dâvet olundular. İlk defa yük­ al-Bayân al-muğrib (nşr. Dozy), s. Z76 v.dd. sek sivil razîfeter, hattâ askerî kumandanlık­ (trc, Fagnan), H, 430 v.dd. ve tür. yer. ; lar deruhde etmeleri yüphesiz ‘ Abd al-Rahmân İH. devrinde görülmektedir. Halîfe islavlardan Makkari, Nafk al-tib ( Analectos, 1, 88, 92; kendi İmparatorluğunda arap asilzadeliğinin II, S? )> İbn al-Abbâr, Takmilat al-Şila ( nşr. elinde bulundurduğu te’sire karşı muvâzene C o dera), nr. 89; R. Dozy, Histoire des Mu­ kurmak ve onlarla mücâdele etmek husûsunda sulmana d ’Espagne, III, bilhassa s. 59—62; faydalandı. Çevresinin memnuniyetsizliğine rağ­ F. Pons Boigues, Ensayo bio-bibliogrâfico men, 939 senesinde, kıral Leon ’a karşı olan sobre los historiadores y geógrafos arábigo españoles (Madrid, 1898), s. 114 v.dd. seferin kumandanlığını İslav Naoda ’ya tevdi etmekten korkmaması bu sebepledir; sefer, S i­ ( E . L e v j -P ro v iîn ç a l .) Ş A K A R . [ Bk. NÂR.] mancas ve Alhandega felâketleri ve müslüman ordusunun Ramiro 11, kuvvetleri ile Navarra hü­ S A K A R Y A . S A Ç A R Y A , Anadolu ’nun şikümdarlığının müttefikleri tarafından takıp edil­ mâl-i garbisinde, Karadeniz ’e dökülen b îr nehir. mesinden dolayı, fena neticelendi. *Abd al-Rahmân III, ’m halefi al-Hakam 11., Menşei ilk çağa çıkan Sakarya adı (aş.-bk.) 'endi devletinde İslavlann te’sirli rol oynama­ öteden beri nehire Çifteler ( kazâ merkezi) ’in



9i



SA K A R Y A . 3 km. kadar cenûb-i şarkîsinde, geniş bir ka­ vuş hâlinde, takriben 870 m. irtifada yerden çıkan suyu bol kaynaklardan itibâren aşağıya doğru olan kısımda verilmekte, bu kaynaklar, umumiyetle „Sakarya nehrinin başı" sayılmak­ tadır. Bahis mevzuu olan yerde sular sert ki­ reç taşından müteşekkil Bel-Pmar kütlesinin garp eteğinde, kireç ile çimentolaşmış çakıl taşlan arasından kaynamakta olduğuna göre, kireçli arazide sık-stk rastlandığı gibi, bir yer­ altı akar-suyunun satha çıkması ( vaucluse kay­ nağı «=> karstik kaynak ) şeklinde telakki edi­ lebilirse de, suyun çıktığı yerde sıcaklık de­ recesinin z o ’ nin üstünde olması, suların bir kınk hat boyunca az-çok derinden geldiğini de ortaya koymaktadır { E. Cbaput, P hrggie, s. 92; krş. Ahmed Ardet, Yukarı Sakarga havzası, Türk coğrafya dergisi, Ankara, 1955, sayı XIII*~X 1V, s. »s v .d .). Nehir mecrasını islâh İçin gerekli iedkikleri yapmakla 18 13 ’te vazi­ felendirilmiş bulunan iki me’mûr, hazırlamış ol­ dukları raporda ( aş.-bk.) adı geçen kaynakların ¿.Kumarcı adası" köyü civarında, birinin kö­ yün yakınında, diğerinin cenupta iki saat mesa­ fede olduğunu ve aradaki sahanın çok geniş bir bataklık ve kamışlık hâlinde bulunduğunu zikr­ etmektedirler (Kumarcı adası için krş. 1:200.000 ölçekli istikşaf haritasının Emir-Dağ paftası — Kumarcı adı burada yerleşmiş ve XIX. asrın başlarında tenkil edilmiş mütegaltibeden Mus­ tafa Bey *in lekabldır ). Bu mevkiden itibâren Karadeniz ’deki munsaba kadar nehrin uzunlu­ ğu —• i : 200.000 ölçekli istikşaf haritası pafta­ sı üzerinde yapılan Ölçmelere göre, hemen-hemen 390 km. ’dir, 1. H. Akyol, bir makalesine eklediği Türkiye nehirlerine âit cedvelde Sa­ karya.’nm uzunluğu için aynı rakamı verir ( Türkiye ’de akarsu rejim leri, Türk C o ğraf­ ya dergisi, 1948— 1949, sayı XI—X I I }. Bunun­ la berâber, coğrafyacılar bir nehrin uzunluğu için, d nehrin denize döküldüğü noktadan itibâren, en uzak olan akar-su kolunun kay­ nağına kadar ölçülen mesâfeyi (bu uzak kol başka bir isim taşısa bile ) esâs olarak aldık­ larına göre, böyle bir kaide tatbik edilecek olursa, Sakarya akar-su şebekesi içinde en uzun mecrântn uzunluğu yukarıda verilen sayı­ dan 130 veya 175 km. daha artm aktadır; şöy­ le ki, S ak arya’nın başı olmak üzere, Çifte­ ler cenubundaki kaynaklar değit de, nebi re 10 km. kadar bir mesâiede karışan Seyit suyunun en yukarı kaynağı olarak, Sarı-Çayır deresinin Selimiye köyü cenûbunda ÇakmakTepe’den sel yatakları şeklinde başlayan kolları alınacak olursa, nehrin uzunluğu 720 km .’ye ulaşmaktadır. Fakat bahis mevzuu otan mesafe asıl Sak arya’nın yukarı kolları üzerinde değil,



nehrin başlıca tâbii olan Porsuk çayının en uzak kaynağı ile Sakarya ’nın munsabı arasın­ da ölçülecek olursa, Sakarya akar-su şebeke­ sine â it en uzun mecranın boyu 765 km. ’ye erişmektedir. Burada verilen mesafeler, resmî ve husfisî neşriyatta rastlananlardan hayli fark­ lıdır ; Jstatistik y ıllığı ( nşr. İstatistik genel müdürlüğü, nr, 380, Ankara 1959, s. 9 ) Sakar­ y a ’nın uzunluğunu, Bayat yaylası — Karade­ niz arası kaydı ile, 790 km. olarak veriyor; hâlbuki elde bulunan harita kaynaklarından, Sarı-Çayır—K ıyır deresi çıkış yerini başlangıç alınca, yukarıda verdiğimiz 720 km. uzunluk­ tan 70 km. daha fazla bir mesâfe tesbİti bize mübâlegalı görünüyor. Porsuk çayı için aynı eserde verilen 280 km. uzunluk ise, aşağıda görüleceği gibi, 50 km. kadar eksik olmalıdır. Asıl Sakarya nehri, yukarı mecrasında, coğ­ rafyacıların bugün ,,iç-batı Anadolu" ismi al­ tında tanıdıkları yaylaların şark yansında, Emir dağı ile Türkmen dağı arasındaki 1.10 0 — 1.400 m. irtifâındaki arızalı sahadan doğan kollan İle meydana gelmektedir. Sözü geçen sâhada bu mecraların yataklarında yaza tesadüf eden ku­ rak mevsimde bile su bulunur ve bununla tar­ lalar sulanır ve değirmenler döndürülür. Fakat bu akar-sular tepelik araziden düzlüklere çık­ tıkları zaman, meyillerinin azalması, akış sür’atlerin'n eksilmesi, su geçiren arazi arasına sızma ve şiddetli buharlaşma yüzünden, fakirleşmekte gecikmez ve bir çokları en sıcak aylarda tamâmiyle tükenir. Msl. Seyit suyu, Seyit-Gâzî aşağılarında, kurak mevsimde saniyede 1 m. ’den az su taşır ; daha aşağıda Mahmudiye ci­ varında bâzı yıllar yazın tamâmiyle kurur ; Bardakçı suyu da orada bu duruma düşer ; Ba­ yat suyu, mütad olarak, ağustosta kurur ve an­ cak sonbahar yağmurlarından sonra yatağında tekrar su görülür ( E Chaput, aytı. esr,, s. 95 v.d.). i860 yıllarında Çifteler havalisinden hazi­ ran ayının ikinci yarısında geçmiş bulanan Per­ rot, Sivri-Hisar ile Yazıh-Kaya arasında hiç bir akar-su görmediği ni yazar ( G. P erro t. . . , Explo­ ration archéologique . . . , 1872, s. 1 5 ı ). Sakarya ’ um bütün bu yukarı kollarının geniş sâhaya ya­ yılmış olmalarına rağmen, devamlı bir nehir gö­ rünüşünün başladığı Çifteler yakınındaki bü­ yük kaynakların orta çağdan beri Sakarya başı gibi telakki edilmesi kolay izâh edilebilir ( E. Chaput, gösf. yer.). Buradan itibâren suyu bol olan, bir az aşağıda Seyid suya ve hemen arkasından da Eskişehir cenûb-i şarkîsindeki yaylalardan gelen S an suyu alan Sakarya önce cenûb-i şarkîye, sonra şarka, daha sonra da şimâi-i şarkîye, şimâle, nihayet garba dönerek, meşhur kavis;ni çizer: orta kısmında garptan gelen Porsuk çayı vâdigİ ile ikiye bölüneu bu ka1



gz



SAKÀRYA.



vis içinde kalan sahaya jeolog A. Philippson „Sakarya yarım-adası" adını vermektedir asien, 1919, s. 58 ). Sözü geçen kavsin en cenûptaki noktası yakınında Sakarya nehrine, haritalarda Gök-Pınar deresi adı ile görülen bir akar-su karışır; yatağında ancak yağış mevsiminde su bulunan bu dere Ak-Göl adlı sığ bir su birikintisinin ayağıdır. Bu gölün cenubundaki kuru zeminli ovalarda, içinde hemen-hemen biç su akışı görülmeyen, fa­ kat tanıtıcı hususiyetleri bozulmamış devamlı vâdi şekillerinin bulunması, arz tarihinin pek yakın bir safhasında, dördüncü zamanın şimdi­ kine göre daha serin ve daha nemli bir dev­ resinde, Sultan dağı yamaçlarından inen akar­ suların şimdi olduğu gibi ovada tükenmeyip, A k-Göl üzerinden 17$ km. şimalde S ak arya’ya erişebildiklerini ortaya koymaktadır ( E. Cbaput, Voyages d 'études géologiques et géomorpho­ géniques en Turquie, Paris, 1936, s. 88 ; krş. Besim Darkot, Coğrafî araştırmalar, İstanbul, 1938, 1) 20—*3 > H. Wenzel, Forschungen in Inneranatolien, Kiel, 1935, s. 40—45 ; Turgut Bilgin, Polatlı—Akşehir arasındaki bölgeye âit bâzı notlar, İstanbul üniv. coğrafya enstitüsü dergisi, i960, sayı 1 1, s. 114 , v.d.). Bu müşahe­ de, Sakarya nehri havzasının yukarı kısmında geniş sâhalart, iklim kuraklaşması yüzünden, kaybettiğini ortaya koymaktadır. Sakarya nehri, Çifteler kaynağından itibaren, aş.-yk. Porsuk çayı kavşağına kadar olan yu­ karı mecrâsmda, arazı içine fazla gömülmemiş ve az meyilli bir yatak içinde akan ova akar­ suyu görünüşündedir { ortalama meyil kilometre başına 1 metreden az). Yatâğmda en fazla su ilk bahara ( nisan ), en az ise yaz sonuna rast­ lar. Porsuk kavşağının yukarısında ( BeylikKöprü), Eskişehir—Ankara demir-yolu Sakarya 'yı aşar ve adı geçen kavşağın karşısında, neh­ rin Sağ kıyısına hâkim bulunan bir yerde, Frikya kıratlarının idare merkezi Gordion’ un yerine rastlanır ki, buraya şimdi Yassı-Höyük denil­ mektedir. Burada, nehir şebekesinin en boylu kolunu ihtiva etmesi bakımından, Sakarya ’nın başlıca tâbii olan Porsuk çayı üzerinde durmak yerinde olur. Muhtelif kaynaklar Porsuk çayının Kü­ tahya cenubunda Altın-Taş ovasından veya Murat dağından çıktığını yazarlar. Her ne ka­ dar Murat dağının şimâl-i şarkî yamaçlarından inen sular Kızıt-Taş ( veya Gâvur-Kırıldığı ) suyu ile Porsuk akar-su şebekesine katılmakta ise de, şebekenin en uzan kolu bu değildir.’ En uzun kol, Dumlu-Pınar cenubunda, Milli mücâ­ delenin büyük taarruz safhasında yamaçlarında verilen çetin savaşlar İle şöhret kazanmış Tok tı sivrisinden (1872 m .; bu dağ Ahır dağları-



nın bir cüz'üdür ) çıkmakta, Bayatçık deresi adı İla K ıztlca-K öy—Yıldırım Kemâl— Eyice köyü arasında A fyon—Uşak demir-yolunu tâ kip ettik­ ten sonra, şimale yönelip, Altın-Taş ovasına var­ maktadır. Sakarya ’ nin yukarı kolları için söy­ lendiği gibi, bu uzun kol da ancak yağışlı mev­ simde su ihtiva etmekte ve Porsuk devamlı bir akar-su görünüşünü, şimdi bataklıkları hemen tamâmiyle kurutulmuş otan A ltm -Taş ovasın­ dan çıktıktan sonra almaktadır. ” ’ Porsuk çayı kavşağından aşağıda, Sakarya ’ nın orta mecrası başlar. Bu kesimde nehir ya­ tağının meyli birden artarak, yukarı mecradakinin 10 kâtını aşar (Porsuk ire Ankara çayı kavşakları arasında km. başına 12 —20 m.); bu­ nun netîcesi olarak, vâdi tabanının deniz sevi­ yesine göre irtifâı kısa mesâfeler üzerinde aza­ lır ( Beylik-Köprü 'de — 690 m-, Kırmır.çayı kav­ şağında — 497 m., În-Hisar nâlıiye merkezi aşa­ ğısında — 200 m.); aynı zamanda vâdi boyunea, suların kayalar arasında köpürerek aktığı bo­ ğazlar ile düz zeminli ovalar birbirini takip eder. Bu kesimde, P o rsu k ’tan sonra Sakarya ehemmiyetli kol olarak, sağdan Ankara ire Kırmtr çaylarını a lır ; bu sonuncuyu aldıktan son­ ra garba döner. S a k a ry a ’nın Sup diken dağ­ ları şimâl eteklerini boylayan bu şark—garp istikametli vâdi kesimi, birbiri arkasından gelen boğazlar sebebi ile, kademeli bendler inşâsına pek elverişli olup, bu sayede, nehir Anadolu ’nun kalabalık ve zengin şimâl-i garbî kesimin­ de elektrik kudreti istihsâli bakımından, büyük gelişmelere hizmet edecek durumdadır. Sözü geçen trendlerden birincisi Sarı-Yur ’da inşâ edil­ miş olup, yüksekliği töo metreyi aşan bu bendin gerisinde, Kırmır çayı kavşağı gerilerine kadar, 50 k m .’den daha fazla uzunlukta bir göl mey­ ....................... dana gelmiş bulunuyor. İn-Hisar nahiye merkezînden itibâren Sakar­ ya önce şimâl-i garbi, sonra şimâl istikametine döner. Yatağının tabanı artık deniz seviyesine göre, 200 m. altına düşmüş ve meyli âzalmiş ( km. başına 1 m. ’den az ) olmakla berâber, va­ disi henüz dik yamaçtı dar boğazlardan kur. tulmuş değildir; bunlardan en tanınmış olanı Geyve boğazı olup, nehir burada sıkışmadan önce, geniş Akhisar ( Pamuk-Ova) ovasından ge­ çer. Sakarya, mecrasının bu kısmında sağdan Göynük suyunu ve soldan da Bilecik önünden geçen ve demir-yolu ile tâkip edilen boğazları ile meşbûr Kara-Su ’yu ve Uludağ kütlesinden inerek, İnegöl ve Yeni-Şehir ovalarının sularını toplayan Gök-Su (Gokçe-Su) 'yü alır ve Karâ-Su kavşağı yakınlarından, Geyve boğazı bitimine kadar, demiryolu nehri yakından tâkip eder. Marmara kıyılarından Anadolu ’ya yönelen bir taarruz hareketine karşı, Geyve boğazının te*



SAKARYA.



dâfîiî ehemmiyeti bilhassa millî mücâdele yıl­ ( Hâmid İnandık, Sakarya deltası, İstanbul üniv. coğrafya enstitüsü dergisi, İstanbul, 1963, XIII, larında ortaya çıkmıştır. Sakarya Geyve boğazından bîrden-bîre Ada­ 83—98 ). Buna karşılık, Sakarya ’¡un Geyve bo­ Pazarı ovasına ( Ak-O va ) çıktığı sırada, yata­ ğazı açılmadan, önce, İznik gölü üzerinden Mar­ ğının zemini deniz seviyesine göre, 35 m. ’ye düş­ mara denizinin Gemlik körfezine akmış olduğu müş bulunur. Bu ova Sakarya vadisinin en zen­ faraziyesi pek muhtemel görünmemektedir (bu gin köşesini meydana getirir ve burada her hususta bk. Ali Tanoğlu ve S im Erinç, Car­ türlü sebze, patates, şeker pancarı, meyve, üzüm sak boğazı ve eski Sakarya, İstanbul üniv. coğ­ v. b, yetişir ( krş. Hâmid İnandık, Adapazarı rafya enstitüsü dergisi, İstanbul, 1956, VII, 17— bölgesinin. İktisâdi coğrafyası, coğrafî araş- 30). Sakarya ’yı Sapanca gölü vâsıtast ile İzmit tırmalar, nşr. İstanbul üniv. coğrafya ensti­ körfezine bağlamak tasavvur ve teşebbüsleri tüsü,. 1958, II, $6—88). Böyle, olmakla beraber, için bk. mad. SAPANCA. Sakarya nehri havzasının mesahasına dâir meylin azlığı, ovanın bilhassa çukur yerlerini su baskınlarına uğrattığı için, bâzı yerlerinden verilen bilgiler biribirinden oldukça farklıdır: , H. Akyol (göst, yer.) bunu 34.000 km2, faydalanamamakta, buraları çalılıklar, su biri­ kintileri ve terkedilmiş mecralar ile kaplı bu­ olarak hesaplamış bulunmakta, elektrik işleri lunmaktadır. Şimdiki hâlde, Sarı-Yar barajı, yu­ etüt İdâresinin 1946 ’da neşrettiği 10 yıllık ça­ karı çığırdan gelen taşmaları büyük ölçüde ön­ lışma raporunda ise, 57.520 km2, verilmekte­ lemiş olup, bu bakımdan, daha ziyâde Bolu dir. Her iki kaynakta da, Sakarya ve Porsuk dağlarından inen ve Sak arya’ya sağdan karı­ yukarı mecrası etrafında bâzı sahalar ölçü dı­ şan Mudurnu çayının zararı olmaktadır. Soldan şında bırakılmış olduğundan, havzanın gerçek da Sakarya ’ya, Sapanca [ b. bk.] gölünün ayağı mesahasının bu kaynaklarda verilen sayılardan olan Çark suyu karışmaktadır. Ovanın başlıca bir az daba fazla olması muhtemeldir. Sakarya nehri bugün taşıdığı adı eski çağda iskân merkezi yakın yüz yıllarda bir koy olarak kurulmuş ve son yıllarda büyük gelişmeler gös­ kendisine verilmiş bulunan Sangarios ( o Saı^ydtermiş olan Ada-Pazarı şehridir. Şimdi Sakarya pıoç) adından alıyor. Homeros ’tan beri kulla­ vilâyetinin merkezi olan Ada-Pazarı ’nın nüfu­ nılan ve muhtemel olarak, daha eski bir isim­ su 1927 ile i9 6 0 arasında * *.5 0 0 'den 79.400 ’e den türemiş bulunan bu ad muhtelif kaynakyükselmiştir. Sakarya nehri şehrin merkezinin tarda Sangaris, Sangaros, Sagiarius, Sagarius v. 4. km. kadar-I şarkından geçmektedir. Bununla b. şekillerini almıştır ( PauIy-Wissowa, Realenbcrâber nehir Kara-Su kazâ merkezi İncili ( İn­ cyklopaedie der klass, Altertumswiss, 2. seri, I, cirli ) yakınında Karadeniz’e dökülmeden önce 2269 v. d., Ruge tarafından yazılmış makale; ormanlık tepeler arasında sıkışmakta, yahut krş. Ritter, Kleinasien, 1858, I, 448—633 ). Stsığ göllerin bulunduğu ovalardan geçmektedir. rabon (X II, 543) S a k a ry a ’ nın Pessinus (şim­ Adâ-Pazan ovasında Sakarya yatağının tarîh diki Sivri-Hisar cenûbunda) şehrinden aş.-yk. çağları içinde bile Önemli yer değiştirmelerine 28 km. mesafede bir yerden, „S an gia" şehri ciuğradığı tahmin ediliyor. Ada-Pazarı ’nın 6 km. vârından doğduğunu yazar. Eski kaynaklarda cenûbunda, Justinian *«n 561 'de inşâ ettirmiş nehrin başlıca kolları arasında Partbenios (Seolduğu büyük taş köprü { Pentegephyra veya yid suyu ), Thymbres veya Tembrogios ( Por­ Pontogephyra, bugünkü ad ı: Beş-Köprü ) şimdi suk) ve Gallos (Bedre çayı da denilen ve İnegöl nehrin 3 km. garbında kalmıştır. Diğer taraf­ ovasından gelen G ökçe-Su) zikredilir, Strabon tan, Sakarya ’nın daha uzak bir safhada Kara­ ’a göre, Sakarya mecrâsı, bu son kolun kav­ deniz’e değil, Sapanca gölü üzerinden İzmit şağından aşağılarda seyr-ü-sefere müsait butukörfezine akmış bulunması da, göl ile körfez nuyordu. Eski arap müelliflerinde nehir hak arasındaki tabi’î oluğun meyil şartları göz önü­ kında verilen bilgiler umumiyetle müphemdir ne alınacak olursa, imkânsız görünm üyor; bu A b u ’l-Fidâ*, Ankara suyundan bahsetmekle be­ olay yâkî ise, sözü geçen tabi’î oluğun cenû- raber, S ak arya’yı zikretmez ; tdrisi, Ammoribundaki.--dağların dik yamaçlarından inen sel­ oıı( şimdiki Emir-Dağ“ Azîzİye şarkında ) şeh lerin yığdığı büyük kum ve çakıl kütlesinin rinin cenuba doğru akarak, Fırat ’a dökülen S ak arya’nın garp yolunu tıkadığı ve bunun ne- Cobakeb isimli bir nehir kenarında bulundu ticesinde.de nehrin ve kollarının, o sırada sığ ğunu yazar. Daha yakın kaynaklarda nehrin adı bir göl ile kaplı Ada-Pazarı ovasını alüvyonları Aijlî- veya 9 jUL» olarak kaydedilir. Osmanlı devleti orta Sakarya—Porsuk hav­ ile doldurmuş ve şimaldeki tepeler arasındaki boğazlara girerek, Karadeniz'e dökülmüş bu­ zasında kuruldu ve hızla buradan etrafa ya­ lunması muhtemeldir. Sözü geçen boğazların yıldı. XIX. asrın sonlarına kadar aşağı Sakarya tâze şekilleri ve Sakarya deltasının fazla geliş­ mecrası vâdi yakınlarından başlayan ve „ağaç memiş görünmesi bu görüşü desteklemektedir denizi“ denilen sık ormanlardan kesilmiş tom-



04



S À K A tí V A —



S Â K i Z A D ASİ.



rukların yüzdürülerek, Karadeniz 'e indirilmesi tini zamanımıza kadar mnhâfaza eden m a s ­ hususunda kullanılıyordu ki, muhtelif vesileler t i k a ( paoTÍxr) 1, yâni sakız maddesi, sakız ile S a k a ry a ’yı Sapanca gölü üzerinden İzmit ağacının { Pistacia lentiscus L.) gövdesinden körfezine birleştirme istek ve teşebbüsleri, bil­ damlalar hâlinde çıkar. Sakız kelime şeklinin hassa tersaneye gerekli kerestenin kolay tedâ­ eskiliği, bunun cins isim olarak eski türkçerik edilmesi; mü cip sebeplerine dayanıyordu. de (bk. M. Kâşgari, D ivan ı sakız ; Houtsma, Bu arada T 2 28 ( 18 13 ) ’ de Kocaeli ve Hudâ- Türkisch-Arabisches Glossar, s. 37 ; bir de (arş­ vendıgâr sancakları mutasarrıfı Aziz Paşa, açı­ ça Vullers, Lexicon pers. laf., bk. sakiz ; krş. lacak kanalı y İktisâdi ehemmiyetini İleri süre­ Josaphat Barbaro, Viaggio in ‘ P e rs ia —- anno cek, S a k a ry a ’nın kaynak taraflarına kadar *47 *—) Venezia, 1543, 59 t>: syo è iúggo molto méçrâsi tem izlenècek olursa, civar yerlerin nominate ne la Persia, & in tutte quelle parti mahsûllerinin Marmara sahillerine kolayca nak­ & è chiamato segtiex, che vuol dir in nostro li mümkün olacağını hükümete bildirmiş, bu­ idioma mastico ) bulunması ile sâbit olmakta­ nun üzerine, Sakarya mecrası, menbâlanndan dır. Süryâni metinlerde mastikaya, yetiştiği ye­ itibaren, iki me’mûra tetkik ettirilmiş ve bun­ rin ( Chios ) adı verilmek sureti ile, k i yâ denili­ ların hazırladıkları rapora göre, kanalın açtı­ yordu ( Low, Aramaische Pflanzennamen, 3. rılması ve mecrâ üzerinde gerekli yerlerin te- 70); bunun aksine olarak, araplar adaya, mah­ mizletîlmesi Aziz Paşa ’ya havale edilmiş ise sûlünün adı ile, Cazfrat al-Maştiki diyorlardı; de, kendisinin ölümü teşebbüse geçilmesine A b u ’ i-Fidâ’ Í Takvim al-Buldön, nşr. Reinaud, engel olmuştur ( bk. t. H. Uzunçarşılı, Sakar­ IIA, 268 ) ve Dimaşki ( nşr. Mehreıi, *,■ 228 ) gi­ ya nehrinin İzmit körfezine akıtılması ile bi, burayı ilk zikreden arap coğrafyacılarında Marmara ve Karadenizin birleştirilm esi hak' yalnız bu isme rastlanır. Orta çağda Sakız adası Filistin, Suriye ve kında vesikalar ve ietkik raporları, Belleten, IV , nr. 14— 15, s. 149— 174). Mısır gibi, şark memleketlerine doğru, haee Yakın tarihte Sakarya adı, mili! mücâdele­ ve ticâret deniz yolunun bir uğrak yen olarak, nin en ehemmiyetli bir safhasını teşkil eden ehemmiyet kazanmış idi. Bizans imparatorlu­ meydan muhârebesi vesilesi ile geçmiştir. 22 ğunun gerileme devrinde, orta çağın ikinci ağustos— 13 eylül 1921 günleri arasında 22 gün yarısında ada Anadolu kıyılarına yerleşmiş süren bu savaşlar neticesinde, Ankara üzerine Selçuk beylerinin akınlarma uğradı. Kılıç yürüyen yunan kuvvetleri bozulup, nehrin gar­ Arslan I. ’in kayın-pederi otan ve İzmir ’î elin­ de bulunduran Çaka Bey 1089 ’da bir aralık bına atıldılar [ bk mad. ATATÜRK ]. B i b l i y o g r a f g a : Metinde zikredi­ burayı ele geçirdi ( Anna Comnena, Alexias, lenlerden başka bk. Charles Texier, D escrip­ VU, fasıl 8 ) ; daha sonra, adayı türk akınlarma tion de l’Asie Mineure (Paris, 1849), I, 56 karşı koruma vazifesi, imparator tarafından, v.d. ; P. de Tchihateheff, Asie Mineure. Des­ 13 0 3 ’te katalonyalı ücretli askerlere bırakıldı cription physique, statistique et archéologique ( Muntanér, Chronik, fasıl 203 ve 206 ; Pachy­ de cette contrée (Paris, 1853), I, 13 6 - 15 5 ; meres, Bonn tab., II, 344, 346 ). 1304 ’e doğriı G. Perrot, La Calatie et la Bithynie ( Paris, Cenevizli Benedetto Zacearía adayı ele geçirmiş 1862), l, 151, 249; W. Diest, Von Tilst nach idi. Bir kaç yıl sonra (1 307 veya 13 0 8 ’de) Angora ( Pet.-Miti. Ergz. H ., 1898, 1* 5) 3­ 30 türk gemisi adaya taarruz etti ( Pachynieres, 66 ) ; E. Naomanti, Vom Coldnen Horn zu VI, 17 ) ve 1 3 1 4 ’ten beri Benedetto ’nun halefi den Quellen des Euphrats ( 1893 ), S. 27 ; V. olan Martino Zacearía türklere karşı çetin Cuinet, La Turquie d ’Asie (P aris, 1894)» a* müdâfaa savaşı yapmak zorunda kaldı. İmpara­ 329; Şemseddin Sâmï, Kâm iïs al-a’lâm, IV, tor Andronikos III- 1329 ’da bu Cenevizliyi 2384; Mehmed Cemâl, Anadolu, Istatistikî, adadan kovdu ise de, 13 4 6 ’da başka bir Cene­ İktisâdi v e askerî coğrafya ( İstanbul, 1337 ' vizli Simone Vignosi burayı ele geçirdi. Daha = 1921 ), s. 184 v . d ; E. Chaput, Phrygie, sonra burası, 1366 ’ da kat’! şekilde, Osmanh Exploration archéologique (Paris 1 94 1 )> I, hâkimiyeti altına girinceye kadar, Cenevizli Giustiniani ’ierin elinde kaldı ki, bunlara Sakız 92, 95— 96. (BESİM DARKOT.) S A K I Z A D A S I , Adalar denizinde, Anado­ adasının maone ’leri adı verilirdi. Fakat bun­ lu kıyısına yakın b i r a d a n ı n i s m i d i r ; lar adada tutunabilmek için, Anadolu beylerine „sakız" aynı zamanda en iyi cinsi yalnız bu ada­ ve daha sonra Osmanlı pâdişâhlarına vergi da elde edilen, i s p i r t o l u i ç k i v e t a t l ı vermek ve gerektiği zaman gemileri ile onlara i m â l i n d e , t a b a b e t t e v e ç i ğ n e m e k yardımda bulunmak zorunda idiler. Meselâ i ç i n k u l l a n ı l a n m a d d e n i n a d ı d ı r . Aydın-oğullarına ve Saruhan beylerine senede Adanın yunanca ismi C h i o s ( eviç, ^£ov ) 500 ’er duka veriyorlardı. 1397 ’ye doğru bu tur Orta çağda çok makbûl olan ve şöhre­ beylikleri kendi topraklarına ilhâk eden Yıldı*



SAKIZ ADAS!.



95



rım Bayezid, Anadutu ’dan adalara buğday ih­ samaha havasından faydalanmıştır ( Leunclavius, racını yasak ettiği gibi, S a k l ı’a gönderdiği 60 Annales, s. 1 1 0 v.d . ; Gerlach, Tage-Buch, s. gemiden mürekkep bir doDanma da adayı tah­ 50, 1 2 3 ; Zinkeisen, Gesch, des Osm. Reicks, rip etti (Dukas, fasıl XIII). İzm ir’in Timur II, 900 v.dd.). tarafından zaptı { kânûn I. 1402 ) üzerine, maone 1599 senesi nisanında Bracciano dukası Vir’ler, Midilli hâkimler gibi, gâüp hükümdara gınio Orsino, 5 Toskana kadırgası ile, Sakız vergi İle bağlandılar ( Şaraf al-Din 'A li Yazdi, kalesine hüeûm etti ise de, büyük bir bozguna Zafar-nâm a, Kalküte tab., 11, 482; Dukas, fasıl uğradı ve karaya çıkarttığı askerlerden 4 00’ü V I I5 Historia del Cran Tamorlan, Madrid, kılıçtan geçirildi ( Na'imfi, Tarîk, 1280, I, 2 12 ; 1782, s. 2 3 0 ) ; daha sonra Çelebi Mehmed ve Sandys, Travailes, London, 1658, s. 9 v. dd.; Murad İL, âsî C ü n eyd ’e karşı 14 15 ve 1421 D[es Hayes de ] C[ourmenin % Voyage de ’de Sakız adası gemilerinden de faydalandılar. Levant en l'a n n ee 1621, Paris, 1632, s. 346 Sakız adasının vergisi 4.000 duka olarak tesbit v .d .; Sagredo, Memorie istoricke de Monarchi edildi. İstanbul fethedilince, maone 'ler Fâtih Ottomanni, s. 766 v. d d .; J. v. Hammer, GÖR, Sultan Mehmed ’e sadâkatini te’yit ettiler ve IV, 297 v.d.), 1022 ( 16 13 ) senesinde bir Sicil­ hükümdar da onlara muhtariyetlerini bağışladı ya filosu Sakız adası veya Sisam adası eivâise de, vergileri 6.000 dukaya çıkartıldı. Bir rında, donanmadan ayrılmış 10 turk gemisin­ kaç sene sonra, Sakız adası Cenevizlileri düş­ den 7 ’sini zaptetti, 1645 ( 1055 ) senesinden manlar ile iş-birliği ettikleri için, adaya akın ya­ itibaren, Sakız adası G irit seferine gönderilen pıldı ; vergi de 10.000 dukaya { ayrıca Bâbıâlı ’ye donanmaya uğrak oldu. sunulan 2.000 duka lıâric ) yükseltildi. İşte bu Seyyah Evliya Çelebî ’nin XVII. asrın ikinci' şartlar altında Sakız adası 110 yıldan fazla yarısına ( 1 6 7 1 ) rastlayan tasvirine göre, Sakız bir müddetle bağımsızlığını muhafaza edebildi. kalesi deniz kenarında bir burun üzerine ku­ Bununla beraber denizden M ısır’a giden hacı­ rulmuş olup, çevresi 2.700 adıma varıyor ve ların yolu üzerinde bulunan Sakız adası maone kara tarafında 50 adımlık bir hendek bulunu­ Merinin, harac-güzâr olmalarına rağmen, adanın yordu. Kale içinde yalnız müslümanlann ve vakit-vakit korsan yatağı olması, hattâ devlet 1.200 kale neferinin oturduğu çok katlı ve kârdonanmasının hareketleri hakkında düşmanlara gir 2.200 ev var id i: bu evlerin damlan ince casuslukta bulunulması, bu duruma son yeril­ taş levhalar ile örtülü olup, altlarında da sar­ mesini gerektiriyordu. Fakat Sakız adasının nıçlar mevcut idi. Sultan Süleyman câmü, Yeni fethi Kanûnî Sultan Süleyman ’m uzun saltanat câmi (Öküz Mehmed Paşa câmü — ber ikisi devrinin: sonuna kadar gecikti. 1 5^6 senesi de kiliseden çevrilm iş), ayrıca Abdurrahman baharında kapudân-ı deryâ Piyâle Paşa yetmiş Paşa ve Halil Paşa gibi, kapudanların camileri kadırga ile Akdeniz ’e çıkıp, adanın kalesi kar­ bilhassa zikredilmekte idi, Kale dışında ki­ şısına düşen Çeşme limanında demirleyince,bey­ remit örtülü evler bulunmakta olup, şehrin 30 leri telâşa düşüp, muteber adamları ile hedi­ mahallesi, sakinlerine göre, şöyle ayrılıyor­ yeler gönderdiler ise de, Piyâle Paşa ’ nın redd­ du : 2 müslüman, 40 rum, 3 yahudi, 3 frenk. Garp ocakları korsanlarının Fransa kıyıları­ etmesi üzerine, adalarının elden gideceğinden korkan Ceneviz eşrafı hep birden büyük hedi­ na ve gemilerine tecâvüz etmelerinden bîzâr yeler ile paşa gemisine gelinee, kapudân-ı der­ olan kral Louis X IV .’nin bunlara karşı vazife­ yâ hepsini tevkif ederek, İstanbul ’a göndermiş, lendirdiği denizel Duquesne, 24 temmûz 168) donanma ile Sakız adası Önüne gelerek, adaya (8 receb 1092) ’de 18 gemi ite Sakız adası birden asker çıkartmış ve kaleyi, kan dökül­ önüne geldi ve limanda teknelerini yağlamak meden, baskın ile zaptetmîştir. Bnraya muha­ üzere, kıyıya çekilmiş 9 Trablus kalyonuna ve fızlar koymuş ve büyük kiliseyi de cami hâline aynı zamanda şehri topa tutarak, büyük tah­ getirmiştir ( Kâtib Çelebî, Tuhfat ai-kibâr f i ribata, ayrıca müslüman ve hıristiyan nüfus as fa r al-bihâr, nşr, İbrahim Müteferrika, 376— arasında can kaybına sebep oldu ( Zinkeisen, 38»). Sakız kalesi paskalya yortusuna rastla­ ayn, esr., V , 4 3 ; J. v. Hammer, ayn. esr., VI, yan 14 nişan 1566 , 24 ramazan 973 ) ’de zapte- 371 v.d .).Bâbıâlî Fran sa’dan tazminat ve tar­ dilmiştir. Türklerin adayı ele geçirmesi, kato- ziye istedi i neticede bîr uzlaşmaya varıldı, İİk Cenevizlilerin tazyîkmdan şikâyetçi olan XVII. asrın son senelerinde avusturyabları 1, yerli rumlar tarafından sevinçle karşılanmış, müttefiki olan Venedikliler 1694 eylülünde, pa bununla beraber Fransa elçisinin ricası ile, ka- pahk ve Malta donanmasından da yardım gö­ toliklerden isteyenlerin adaya dönmelerine ve rerek, Sakız ’a tecâvüz ettiler. Sakız kalesini kendi kiliselerine sâhip olmalarına izin veril­ 1370 asker ile koruyan muhafız Silâhdar Ha­ miş, böylece Sakız adası da, diğer komşu ada­ şan Paşa, yardım istediği kapudân-ı deryâ Hel­ lar gibi, Osmanlı hâkimiyetinin sağladığı mü­ vacı Yusuf Paşa 'dan imdat alamamasına rağ­



96



SA K IZ AD ASı.



men, 13.000 ’e yakın düşman askerinin 9 ey­ lülde başlayan kuşatma savaşma karşı direndi. Kale içindeki evler tahrip edildi. Nihâyet kale: „vire" ile 2 1 eylül 1694 ( 1 safer : ı o 6 ) ’te An­ tonio Zeno ’ya teslim oldu. Müslüman nüfus 3 günde boşaltılıp, A nadolu’ya taşındı. Fakat Venedik işgali 5 aydan fazla sürmedi. Sakız adasının düşmesinden çok üzüntü duyan Ah­ med IL adanın hemen geri alınması İçin, ilgi­ lilere emir verdi. Anadolu beylerbeyi Mısırlı-zâde İbrahim Paşa Sakız serdarlısına seçildi; kapudân-ı deryâ Yusuf Paşa azledilerek, yerine Amca-zâde Hüseyin Paşa tâyin edildi. 48 ge­ miden mürekkep donanma 9 şubat 1695 (4 receb 1 1 06) günü Anadolu’nun Kara-Burnn yarım-adası İle Sakız adası arasındaki boğazın şimâl medhâliadeki Koyun (Spalm atori) ada­ ları önünde 60 ’tan fazla gemiden mürekkep Venedik donanması ile karşılaştı ve mîrî kal­ yonlar kapudanı Mezemorta Hüseyin Paşa [ b. bk. ] ’nin mabâretli hareketleri ile, bu donan­ mayı çekilmeğe zorladı. İkinci deniz savaşı 18 şubat günü Koyun adaları ile S a k ız ’ın Kolokythie koyu arasında vukua geld i; Venedik amirali Benedetto Pisani maktul d üştü; kur­ tulan gemiler önce Sakız adası limanına, son­ ra Istendil ( T in os) adasına kaçtı. Bunun üze­ rine, 22 şubat 1693 ’te türk donanması Sakız adasına asker çıkarttı ve kaleyi kolayca zaptetti. Amca-zâde Hüseyin Paşa Sakız ada­ sı muhafızlığına getirildi. Adanın yerli rum­ ları, katoüklerin düşmana yardımından şikâ­ yette bulundular ve bunlar da o güne ka­ dar kalmış olan imtiyazlarını kaybettiler; ki­ liseler ellerinden alınıp, rumlara verildi (R âşid, Târih, I, 199“—200, 2076—209» ; Rycaut, Hislory o f the Tarks, London, 1700, s. S 18, 525 v. d .; Kantemir, Geschichte des Osmanischen Reichs, Hamburg, 1745, s. 646 v. d., 661 v. d .; Sathas, TonononçotO'UnsvTj 'EâX,dç, A ti­ na, 1869, s. 401 v. d., 414 v. d.; Safvet, Koyun adaları önündeki deniz harbi ve Sakız ’ m kur­ tuluşu, TEOM, 1326, III, 150— 177 ). Kapudân-ı deryalığa tâyin edilmiş olan Mezemorta Hüseyin Paşa aynı yılın son baharında ( 1 5 ey­ lül 1695 ), Sakız adası ile Istanköy ’e tecâvüz için Ege denizine giren 96 gemilik Venedik donanmasını Midilli adasının Zeytin-Burnu kar­ şısında bozguna uğrattı. 1768 {1x82 ) senesinde başlayan türk-rus har­ binde Akdeniz ’e giren rus donanması ile türk gemileri arasında çarpışmalar 1770 ( 1 1 8 4 ) se­ nesi yazında vukua gelmiş, ilk savaşta hiç bir taraf başarıya erişememiş ve Osmanlt donan­ ması Sakız adasına doğru çekilmiştir. İkinci savaş 6 temmûzda Koyun adaları civarında olmuş, rus amirallerinden Spİridov ’un gemisi



ile Haşan Bey ( Cezayirli Gâzî Haşan P aşa; b. bk.)’in kalyonu berâber infilâk etmiştir. XIX. asrın başlarında Yunanistan ’m ayrılma­ sına tekaddüm eden ihtilâl sırasında Sakız adası büyük zarara uğradı. S mayıs 1821 *de Tombasis ’in kumandasında 25 gemiden mü­ rekkep İpsara adasına âit bir filo, Sakız adasına gelerek, yerli ramları ihtilâl hareke­ tine katılmağa zorladı. 22 mart 1822 ’de sisamb milisler adaya çıkarak, kaleye kapanan türkleri kuşattılar, 1 1 nisanda kapudân-ı der­ yâ Nasûh-zâde A li Paşa kumandasında kuv­ vetli bir donanma yetişerek, Vahîd Paşa ile berâber kahramanca müdâfaada bulunmuş olan muhafızları kurtardı ve sisamhlan Sakız ada­ sından kovdu. Âsiler şiddetle tenkil olundu ( Cevdet, Tarik, XII> 40—48; K. Mendelssohn Bartholdy, Geschichte Griechenlands, Letpzig, 1870, 1, 250 v .d .), 18 8 1 senesinde ( 3 ve ı t nisan) Sakız adası şiddetli zelzelelerden za­ rar gördü; bu zelzeleler yüzünden ölenlerin sayısının 5 000 ’e, yaralıların 1.000 ’e vardığı ri­ vayet edilmiştir ( krş. S B P r. A k . W., 1881, s. 801 v. d.). Balkan harbi sırasında yunanlı­ lar 21. teşrin II. 19 12 tarihînde, adaya asker çıkarttılar ve Sakız adası 3 kânun II. 19 13 ’te yunanlıların eline düştü ( Genel Kurmay baş­ kanlığı harp tarihi encümeni yayınları, sayı 23, Ankara, 1937, s. 2 1) . İkinci dünyâ harbi sırasında ( 1 9 4 1—1945 ) alman işgali altında kaldı. Osmanlı hâkimiyeti sırasında Sakız adası ev­ velâ Kapudan-Paşa eyâletine bağlanmış, tanzimattan sonra Cezâyir-i Bahr-i Sefîd vilâyeti kurulunca, Sakız adası bu vilâyetin bîr sanca­ ğım teşkil etmiş idi. Sakız sancağına Sakız adasından başka, İpsara, Nikarya, Patnos, A rki, Lipsos, Leryos, Kaiimnos ve Astropalya gibi adalar bağlanmış bulunuyordu. Sakız şeh­ ri ise, vilâyet merkezi olmuş, sonra merkez rolü bir kaç defa Rodos ile Sakız arasında de­ ğişmiş, bu arada, Nâmık Kemâl [ b bk, ], 1877 senesi sonlarında, Rodos sancağı mutasarrıflı­ ğından Sakız mutasarrıflığına nakledilirken; vi­ lâyet merkezi de S a k ız ’dan R odos’a geçiril­ miş idi. Nâmık Kemâl, bu vazifede iken, s kânûn 1. 1888’de vefât etmiştir. Cezâyir-ı Bahr-i Sefîd vilayeti sâl-nâmesinin 1303 (1895/1896 ) sayısında verilen bilgiye göre, Sakız kasabasının nüfusu o sırada 11.377 olup, bunun 1.421 ’i ' müslüman, 9,828 ’i hıriatiyan ve 128 ’i mûsevî idi. Vital Cuinet, hemen-hemen aynı yıllar için, bir az daha farklı rakamlar verir; ona göre, şehirde nüfus sayısı 14 2 5 0 olup, bunun 1.4 2 0 ’sİ müslüman, 11.9 0 0 ’ü rumortodoks, 828’i katolik ve 12 8 ’i mûsevî idi. Şemseddin Sâmî ise, adanın nüfusunu 70.000,



& AK İZ A D À S 1 — S A K İ? .



^ ■■■■.



.■•



-







-- ----



Şehrin nüfusunu ise, 25.000 ( 3.000 müslüman ) olarak kaydeder (K âm Ss al-a lâm , İstanbul, 1894, IV , 2485 v. d.), Sâl-nâmeye göre, Sakızadası halkının 144 gemisi olup, bu gemilerde 3>u5o gemici çalışmakta idi. Kaynaklar adadaki 66 köyün üç gruba ayrıldığını, bunlardan 35 ’inin ( 22.600 nüfus ) adanın şimalinde yer aldığını, „ova köyleri" ( Kampo choria ) denilen 9 köyün (8.S00 nüfus) Sakız şehrine yakın bir sâhada toplandığını, nihâyet „mastika köyleri" (Mastîlro choria) adlı 22 köyün i 13.950 nüfus ) ada cenubuna serpildiğini kaydederler; buna göre, ada nüfusu o sıralarda, şehir ile berâber, 60.000 ’e varıyordu. Ada köylerinin yukarıda zikredi­ len bölünüşünün daha eski devirlerden geldiği, Evliyâ Çelebi Segâhat-nâme ’sinde verilen taf­ silâttan da anlaşılıyor. Seyyahın kayıtlarına göre, köyler iki nevî olarak yazıtmış olup, sa­ yısı 25 olan mîrî köyler „mastikî sakızı" elde ederler. Diğer 25 köy dağ köyleridir. Ayrıca şehrin etrafındaki köyler de „molla nahiyesi" olarak yazılmıştır. Lozan muahedesine ( »923 ) göre, Sakız ada­ sı türkleri Anadolu ramları ite mübadele edil­ miş bulundukları için, bugün bu adada uıüstüman nüfus kalmamıştır. Mayıs 1961 sayımına göre, Chios idârî bölümünün 902 kma. ara­ zisi üzerinde 62.090 nüfus yaşamakta, yunan­ lıların Kastron „k a le" dedikleri Sakız şehrinin nüfusu da 24.360’a varmakta idi. B i b l i y o g r a f y a ' , Sakız adasının or­ ta çağda t ürk fethine kadar oian tarihi için bk. Heyd, Histoire da Commerce da Levant (Leipzig, 1885), i ve 13, tür. yer.; 1822 ’ye kadar : Alexandros M. Vlastos, Xiaxû (Hermupolis, »840), trc. A . P. Ralli, A H istory o f the h la n d o f Chio (London, 19 13 ) ; Eckenbrecher, D ie Insel Chios ( Berlin, 1845 )! Fustei de Coula âges, Mémoire sur l’île de Chio ( Paris, 185? ), A d a n ı n t a s v i r i : XV. asır : Christoph. Bondelmontii, Lib, Insularam A rchipelagi ( nşr. Sinner ), fasıl 58; XVI. asır : Léon Dorez, Itinéraire de Jé rô ­ me M aarand (Paris, 19 10 ), s. 162 v.dd, ; Nicolas de Nicolay, Discours et Histoires véritables des Navigations, II, fasıl V I—VIII (kıyafet resimleri i l e ) ; P. Bel on, Les Ob­ servations (Paris, 1555), 83» — 846; XVII. asır: Théodore de Gontaut-BiroD, Ambassa­ de en Turquie de Jean de Centaut-Biron Baron de Salignac (Paris, 1888), s. 34—44 } Ch. Schefer, Jou rn al d ’Antoine Galland ( Pa­ ris, 1881 ), II, 16» v.d., 17 1 v.dd. ; de la Croix, Mémoires (Paris, 1684 ), I I ,4 v.dd.; Thévenot, Voyages (P aris, 1689), I, 293—324; Cornelis de Bruyn, Reizen ( Delft, 1698 ), s. 168 v. dd. ( Sakız şehrinin bir manzarası ile ki­ lstim Ansiklopeıtisl



yâfetlere dâir bir resim ); XVIII, a s ır : P. Lucas, Voy, de la Grèce, I, 232 v.d.; Voy, du Levant, II, 119 v.dd.; Tournefort, Rela­ tion d’un Voyage du Levant ( Amsterdam, 17 18 ), I, 140 v .d d .; Galland, Recueil des Rites et Cérémonies du Pèlerinage de la Mecque (Amsterdam, 1954), s. 99— 17 2 ; Pocoeke, Description o f the East, II/ll, 1 v.dd. ; Dallaway, Constantinople ancient and modern (London, 1797 ), s. 270— 286 ; XIX. asır ( 1822 ’den e v v e l); J . v. Hammer, Topographische Ansickten, s. 49—6 0; ( Didot ), Notes d ’an voyage fa it dans le Levant en 1816 et 1817 { Paris, ts.), S . 135 v.dd.; Porcacchi, L ’Isolepiu famose det Mondo ( Venezia, IS72 ),s, 31 v.d.; Boschini, L ’Arcipelago (Venezia, 1658 ), s. 78 (harita ile ) ; Dapper, Naukeurige Beschrijvin g der Eilanden in de A rchipel ( Amster­ dam, 1688 ), s. 75—90 ( harita, kıyafetlere dâir resimler ile }. — Sakız adası ’uda XVH. ve XVIII. asırlardaki katolîk tarîkatleri hakkın­ d a : Carayon, Relations inédites des Missions de la Compagnie de Jésus ( Paris, 1864 ), s. 18 v.dd., 256 v.dd. ; Nouveaux Mémoires des Mis­ sions de la Compagnie de Jésus dans le Levant (Paris, 1 71 5) , 1 ; Emit Varenbergh, Corres­ pondance du Marquis de Ferriol (Anvers, 1870), s, 58 v.dd.— Sakız Tn zamanımızdaki idârî teşkilâtı, ticâreti ve mahsûlleri hakkın­ da bk. Cuinet, i a Turquie d’Asie, I, 406—429; zengin yunan kaynakları arasında : Chr. B. Mavropulos, Toupacwâ âyyçoKpa ¿(poşıövta Zf|V icroosnoîv "¿10u (A tin a, I 9 2 i) ;k r ş . Byz.-N eugr, jahrbücher, II, 491 v. dd. ( j . H. M o r d t m a n n .) ( Bu makale BESİM D a RKOT tarafından ikmâl edilmiştir ]. S A K .İF , Ş A K İF , hicretin arifesinde T f if b ö l g e s i n d e yerleşmiş bulunan b i r k a b i ­ l e n i n a d ı olup, kabîle mensupları Şak if adlı bir cedden geldiklerini ileri sürerlerdi. Cedlerinin asıl adının Kas i, olup, Ş a k if ’İn bir lekap olduğu söylenmiştir. Pek iyi niyete dayanma­ yan bir rivayet bu Kasi-Şajrif ’i Mekke üzerine yürüyen habeş ordusuna kılavuzluk eden ve T â 'i f ’ten M ekke’ye giden yol üzerindeki meza­ rı taşlanan hâin Abü Rigâl ile aynı şahıs olarak göstermiştir. Bu cedden daha Öteye gitmek is­ tenildiği zaman, ihtilâflar baş-gösteriyordu. Bâ­ zdan Ş ak if ’i Y âd ’ a, bâzdan da Havâzin [ b. bk.] *e bağlıyorlardı. Bu iki şecere arasında âlimler, daha II. ( h. ) asırda, tereddüt göstermiştir. Şakif kabilesi mensuplarının büyük bir kısmı Ha­ vâzin’den geldiklerini kabûl ve beyân etmişler­ dir. Bu K a y s ’ e bağlanan kabîleler içinde tâiî bir kol teşkil eden Havâzin topluluğu ile - birleş­ mek demek idi. Bani Havâzin ile meskûn, böy-



1



SAÇİF — SA K K Â fcË . leco onların te’sirlerînin bâriz olarak kalması 1, 189, 194-—Mufassal bibliyografya için bk. Zarurî bulunan bir mıntakada menfaat ve va­ mad. TÂ’ İF. ( H. L am MENS.) ziyetleri Şalçafilere hâlin icâplarına göre hare­ S A K Î F . [ Bk. SAÇİF.] ket etmek yolunu telkin etmiş idi. Yalnız S A K ÎN A . _[ Bk. s e k Îne .] T â ’if a h lâ f la n arasında, onların Y âd neslin­ S A K K A K Î . [B k . s e k k Ak !.] den oldukları fikri yaşamağa devam etti. S A K Ç A R A . [ Bk. s A k ç Ar ë .] T â ’if şehri Şak if kabilesinin yerleşme mer­ S A K K Â R E , SAÎÇK ÂRA , M 1 s ı r ’d a b i r kezi idi. Öyle görülüyor ki, kabile pek küçük k o y o l u p , K a b îre ’nin 24 km. cenüb-i garbi­ ölçüde bir göçebe topluluğunu ihtiva ediyordu. sinde, 29° 50' şimâl arzı ile 3 1" 1 3 ' şark tülü Şehir ve etrafını çeviren bahçelerden başka, üzerinde Nil ’in sol sâhilinde, Ciza ile Dahşur Yemen istikametinde sıralanan Vaht, Liyya ve arasındaki yolun yarısında kâindir. İbn a l-C i‘ân diğer yerlerin zirâate elverişli, münbit arazisi­ zamanında ( 777 “** 375/ i 376 ; bk. a l-T u k fa alne sâhip idî. Ş a k if ’ in İslâmiyet! kabûlü T â ’if saniya, s. 144 te krş. de Sacy tarafından ter­ ’inki ile aynı zamanda oldu. Ş ak if kabilesi cüme edilen 'A bd al-Lafif, Kitâb al-ifâda ya T â ’ifilerîn beceriklilikteki şöhretlerini paylaştı; 'l-îtih â r =* Relation de l ’E gypte, s. 675 ) köy onlar ile birlikte, bilhassa Ira k ’ta, islim fetih­ 790 feddân büyüklüğünde olup, İbn DokmSlf lerine iştirâk etti kî, Basra ’nın kuruluşu onla­ (K itâb al-intişâr, Bulak, 1309, IV, 1 3 3 ) ’a göre, rın eseridir. T â ’ if gibi, Ş ak if de Emevî idare­ 10.000 din ar hâsılatı var idi. Pococke ziyaret sine girdi. Abbâsiierin ve daha sonra Abbasî ettiği zaman, burası bir tepe eteğinde oldukça ve 'A li tarafdârt râvîlerin onlara düşmanlığım fakir bir köy olup, içinde bir mescid ile bir celbeden husüs bu tutumları olmuştur. kaç küme hurma ağacından başka bir şey yok Bu sırada kabilenin bir kısmı cenâba doğru, idi. Köyün ismi, şüphesiz, garp düzlüğündeki bu istikamette işledikleri zirâi yerleşme bölge­ büyük mezarlığın eski bîr Mısır ölüm ilâhı S e ­ leri boyunca indi. H icrî III. asırdan itibaren, ker veya Sokar ( Socharis, „tabuta konulmuş“ ) Yemen ’de, Bani Hamdan ’ ın yanında ve Nac- ’ m adından bozulmadır. Bu meşhur şehir me­ rân bölgesinde, bu memleketin kabileleri ile zarlığının geniş harabelerinde { uzunluğu 8 km. sıkı münâsebet hâlinde yayılmış Şakif toplu­ ve genişliği 1,6 km.) tasavvur edilebilecek her lukları bulunmaktadır. Boylece 'A li tarafdârı çeşit mezâr âbidelerini, bilhassa eski devletin al-Hâdi ila ’l-Hakk ’ın zeydîüği ihyasını destek­ mezarlarını bulmak mümkündür ) tasvirleri için lediler; bu husüs van Arendonk (D e opkomst bk. Mariette, Revue Archéologique, 2. seri, van het zaidietische Imamaat in Yemen, Leiden, XIX , 8 v. dd.). 1919, s. 125 v.d., 162, 165 v. b .) tarafından et­ Sarkara ’nin 20 garip piramidi arasında bir raflıca tetkik edilmiştir. Kalan kısmı ile Şa­ az kenarda duvar ve „kademeli ehram" { al~ k if ’in tarihi, kabilenin büyük bir kısmının et­ Haram al-mudarrac ) ismi ile tanınan biri rafında yerleşip-kaldığı T â ’if ’in tarihi ile ka­ vardır ki, bu hakikatte maştaba ’dan asit rıştı. ehrâma geçiş şeklidir. Kendi nev’ ınin muhafaza XIX. asrın başında seyyah Burckfıardt ’m edilen en eski nümünesini bu âbidenin planı tavsifine göre, „Thekif" çok kudretli bîr ka­ ktral Zoser (3 . s ü lâ le )’in baş-vezîrı Imhotep bile id i; bunlar Hicaz büyük dağ silsilesinin (Imuthes ) tarafından çizilmiş olmalıdır ( H. R, şark eteğindeki bahçeleri ve diğer münbit yer­ Hall, Cambridge Ancient Historg, 1923, I, leri ile, T â’ if ’İ çevreleyen verimli araziye sâ­ 276). Abide 61,06 m. yüksekliğinde olup, o hip idiler. T h ekif’in çoğunun sâbıt ikâmetgâhı civardaki küçük taşları yontmak sfîreti ile, var idi. T â’ if halkının yarısı bu kabileden id i; san’at endîşesi gözetilmeden, inşâ edilmiştir. diğerleri çadırda yaşamağa devam ediyorlardı. Her bîri altı basamaklı ve mâil duvarlı, biriThekiflerin pek az at ve develeri var id i; fakat bîrini tâkıp eden kârgîr i l kattan müteşekkil­ koyun ve keçi sürüleri bakımından, çok zen­ dir. Cephesi şarka bakmaz ( Brugsch, Egypt gin idiler. Onlar 2.000 silâhtı asker çıkarabili­ under ihe Pharaons, London, 1891, s. 28 v.d,). yorlardı. „T â’i f ’i Vehhâbîtere karşı müdâfaa et­ Ehrâmın içi biribirine girmiş karışık oda ve tiler“ (18 0 3 ). T â ’ i f ’ in son avrupah ziyaretçile­ geçitlerden ibarettir; fakat bu geçitlerin mü­ rinden biri olan H. Philby, T â ’if ile Mekke him bir kısmı arap mezar hırsızlarının işi ola­ arasındaki Kara dağının sırtlarında onları zi- caktır. Ahmed ai-Naccâr { „m arangoz", m. s. râatle meşgûl buldu. 820 yılları ) kendi adını kırmızı mürekkep ile B i b l i y o g - s a f g a : Hamdâni, Cazîrat komşu ehrâmlardan birinin duyarına yazmıştır. al-arab ( nşr. D. H. Mütler), s. 3 3 ,9 1.119 Pepı I .’nin ehramı Sakkâra ahâlisi tarafından v, dd., 13 6 ; Burckhardt, Voyage en A rabie „Şayh Abü Manşür'un ehramı" olarak tanın­ ( trc. J . B. Eyries ), Paris, 183Ş, III, 309—3 10 ; makta, fakat Teti ehramına ise, yerli halkın Philby; The Heart o f Arabia ( London, 1922), itikadına göre, bir zamanlar Y û su f’un zincire



S A G R A R É — SA K SIN . vurulmuş olduğu yere yakın bulunduğu için, „zindan ehramı" denilmektedir. Aynı ehram sahasında bulunan başka bir mezara araplar Maşfabat Firavn ( „F ir’avn talıtı" ) demekte­ dirler. „Yusuf zindanına" gelince, al-Ma^rizi ’deki bir kayda göre, bu Büşir t al-Sidr ) ’de bulunur ve buradaki ehramlar 'A b d al-Latif tarafından tasvir edilmiştir [ bk. fnad. BÛSİR}. De Sacy '■ayn. esr,, s. loó ) ’ nin fikrine göre ise, „S ak ­ la ra ehramları" denilen ehramlar da burada olmalıdır ( de Sacy, agit. esr. ’de Sakhara yaz­ makta, fakat bu hatâyı s. 675, not S 'd e tashih etmektedir) ve bu Sacy tarafından s. 671, not 6 ’da nakledilen İbn al-Ci'Sn ’m al-Sidr = S a k la ra ( ! ) ’nin A b ü ş ir’e bağlı ( hukâk ) ol­ duğu hakkındaki kaydına uymaktadır.— „Yusuf zindanı" tam mânası ile bir ziyaret mahalli idi. Fakîh Abii tshâk al-Marvazt bu husûsta şöyle demektedir: — „Eğer bir kimse Ira k ’tan burayı ziyaret için gelirse, ben onu uzun yol­ culuğundan dolayı ayıplamam" (al-M ak;rizi,ulHitaf = Description topographique de DEgyp­ te, Mission archéologique française au Caire, II, Ğı o) ; al-M asih i’nin sâl-nâmesine göre, o tarihte { rebiiilevvel 4 1 5 = 1 3 mayıs—1 1 haziran 1024 ), Kahire ’nin ayak takımı „Yûsuf zinda­ nını" ziyaret için gereken parayı tacirlerden koparmak üzere, şehir sokaklarında davullar ile bir yürüyüş yaptı. Tâcirlerin reddi üzerine, mesele halîfeye ('A li b. al-Hakim bi-amr Allah ) aksettirildi ve halîfe de bu iş için her sene verilmekte olan mtkdarm bir defada öden­ mesini tâcirlere emretti. Bundan sonra büyük kad ı'îzz al-D avla’nîn rehberliği altında, mera­ sim ile, „Yusuf zindanına" gidildi ( al-Ma^rizi, agn. esr., s. 610 v. dd.). Sakkara ehramı yakınında meşhur Serapeum veya Apis türbesinin bakiyeleri mevcuttur. Bu­ nun altında kayalara kazılan mezarlarda, Asvan *ın granit taşlarından yapılan lâhidler içinde, Memphis ’te takdîs edilen mukaddes Apis boğaları gömülmüştür. Bu türbeye sfenksler ile tezyin edilen iki tarafı' ağaçlı, çok güzel bir yoldan gidilirdi. Kazılar ( » 9 1 1 — 19*®) neticesinde eski-kopt mezarlığı A p a Jeremías ’ın bakiyeleri de meydana çıkarılmıştır (bk. Annales du Service des Antiquités de l *Egypte , Kahire, fihrist ). — Bugün Bnlak müzesinde bulunan Şayh al-Balad ’in mâlûm ağaç heykeli de Sakkâra ’den gelmektedir ( bk. F. B. Zincke, Egypte o f the Pharaohs and of the Khedives, London, »87ı, böl. IX). B i b l i y o g r a f y a : Makalede zikreditenlerden başka bk. bîr de J. M. Hartmann, Edrisii Africa2 (Göttingen, 1746 ), s. 5 0 1; 'Abd al-Latif, Kitâb al-ifâda va H-ftibar



99



( nşr. J . White, Abdellatiphi Historiae Aeggpti Compendium), Oxford, 1800; R. Pococke, Description o f the East ( London, 17 33 )> 1» 48 v. d d ; N or den, Travels in Egypt and Nubia (London, 176*), H, 1 3 ; E. A . Wallis Budge, The Nile ( London, 1895), s. *37 v. d d .. Baedeker, Egypt i Ali Bey ( Badia y Leblich ) ; Travels in Morocco v.b. (London, 1816,11,25). ( J . Wa l k e r .) S A K K I Z . S A K Ç fZ , Iran ’da, Bane ’nin şar­ kındaki yukarı Cağâtü civarında b i r ş e h i r v e b ö l g e olup, bâzan S en n e’den,bâzan Teb­ r iz ’den idare edilir. Sakinleri şâfiî mezhebindendir; aralarında nakşbendî şehylerinin mürîdleri de bulunur. Mahallî hanların soyu, A r­ dılan vâlisi ile akrabadır. Şehirde l.aoo ev, * câmı, 1 pazar v. b. vardır. Bölge ( kendisine bağlı olan Mırede ile birlikte ) 360 köye sa­ hiptir. 1296 ( 1 879) yılı sayımına göre, bölge­ nin 34.024 nüfusu var idi. Hükümete Ödediği senelik vergi yekûnu 6.305 t&mân idi. Bk. ‘A li Akbar Vakâ’i'-NigSr, ljadika-i Naşiri ya ( 1309 h.). (V . M inorsky.) S A Ç K İ Z . ( Bk. SAKK1Z.] S A K S IN . SA Ç SÎN , yeri Dnepr (İbn S a 'îd ’e göre, bk. Abu ’ 1-Fidâ’ , Talçvim al-buldân, nşr. Reinaud ve de Slane, s. 2 05) ve kezâ di­ ğer nehirler, msL Yayık (k rş. Dom, Caspia, s. 1 1 6 ) ve Volga (W estb erg’e g ö re ; krş. Marquart, Osttürkische Dialectstudien, s. 5 6 ) kı­ yılarında aranmış olan, b i r m e v k i . Bu mev­ ki 67° şark tülü ve 53° şimal arzında bulunur. Gâlibâ 162° 30’ şark tülü ve 40*5 o' şimal ar­ zında ¿ -i» ( ya ’s ız ) şeklinde yazılan bir şehir va rd ı; fakat bunların arz ve tûl dâirelerindeki fark dolayıst ile, bu iki yerin ayn olması icâp eder. S a k s in ’ın şarkında, Salça in nâhiyesine ait »>- (veya o y ) şehri bulunmaktadır (A bu ’ 1-Fidâ’, ayn, esr., s. 202). Yâküt, Mu'cam, IV, 670 ’e göre, Mankışlağ müstahkem mevkii, HTârizm, Saksın ve Taberistan ( H azer) denizi ya­ kınındaki rus bölgeleri arasında idi. Daha ge­ niş kayıtlar Hamd A llah Mustavfi ( krş, The Geographical part o f the Nuzkat al-QulSb, nşr. G. le Strange, GMS, X X III) ’de mevcut­ tur : Saksin ve Bulgar ( iki şehrin bir arada zikredilmesine diğer müelliflerde de sık-sık rastlan ır). 32° ’de = Mekke ’den 750 fersah me­ safede yer almaktadır ( metin s. ıo ;t r c . s. 1 0 ) ; hudut, Sindh ’den başlayıp, Saksin ve Bulğâr hudûduna kadar uzanan İra n ’dır (metin s. 21 ve trc. s. 3 3 ) ; Hvârizm, Saksin ve Bulğâr Hazer denizinin şarkında bulunmaktadır ( me­ tin, s. 239; trc. s. 2 3 1 ) ; Saksin ve Bulğâr altıncı iklim ’de yer alan iki küçük şehirdir: bu iki şehir büyük bir araziye sahip olup, bu­ radan kürk ihrâe edilir ( metin, s. 259; trc: s.



SÂKSIN — SÂL.



352 ). İbn İsfandıySr ( An abridged translation o f tke History o f Tabaristân.. . bg Muh. b. al-Hasan b. Jsfandiyâr. . . , trc. E. C. Broıvne, GM S, II, 33 v.d.) ’dan sonra al-Yazdâdi, ben­ di devrinde Am al ’un Saksın ’in emtia pazarı olduğunu söyler. A m u l’a Ira k ’tan, Suriye’ den, Horasan ’dan ve Hindistan ’dan husûsî sfirette tacirler geliyordu. Amul ’den Saksın ’a ge­ mi ile seyahat 3 ay sürüyordu; fakat dönüş ancak bir hafta devam ediyordu; çünkü gidiş nehrin akış istikametinin aksine, dönüş ise, akış istikametinde idi. İbn Isfandiyâr bunu muhte­ melen XIII. asrın başında yazmış idi. Bu şehrin mevkii hususunda hiç bir ittifak olmadığı gö­ rülür; bâzan bu şehir Dnepr kıyısında, bâzan Hazer denizinin şarkında gösterilir; Yakut bu­ rayı rusların mıntakası içinde gösteriyor gibi olduğu hâlde; al-Kazvini ( A şar al-bilâd, nşr. Wüstenfeld, II, 4.02 v.d.), bir Hazer şehri olarak gö sterir: büyük sayıda yabancı ve tâcirlerin mülhak oldukları kırk Oğuz boyu ta­ rafından meskûn büyük bir şehir ( bu Mustavfİ tarafından verilmiş olan kayıtlardan fark­ lıdır ), iklim soğuktur; ekseriyeti hanefî olmak üzere, halkı müslümandır; bununla beraber şâfiîler de vardır; evlerinin çatıları çam ağacındandır. Saksın nehri Dicle ’den daha büyüktür ve yalnız orada bulunan, 100 mann 'i yarım danak'a satılan balık bakımından zengindir; bu balıklardan balık yağı ve tutkalı elde edilir. Saksin ’da 3 Bagdad mann ’i —I dinar olan bakır para kullanılır. Koyunlar ı/ j danak ve koçlar ı/ı tassâc değerindedir. Buranın meyvesi de bol­ dur. al-Garnâti nehrin kışın donduğunu ve yaya olarak geçilebildiğinî kaydeder. İşte alK azvin i ’de bulunanların ve XV. asır coğrafya­ cısı al-BSkuvi ( d ’Ohsson, Hist. des Mongols, I, 346, not, 1 ) ’nin muhtssaran naklettiği bilgi­ lerin hepsi bundan ibarettir; fakat al-Bâkuvi şehrin kendi zamanında mevcût olmadığını ilâ­ ve etmektedir (gS.st. yer., „Snksin, hâlen su al­ tında kalarak kaybolmuştur; ondan hiç bir iz kalmamıştır; fakat onun yanında şimdi bu ül­ kenin hükümdarının merkezi olan Berke-Sarayı adı ile bir başka şehir v a rd ır"; bk. de Guignes. N E , II, 536). . _ ’ Moğul devri tarihinde, Solçsin müteaddit defalar geçmektedir: Cengiz Han tarafından fethedilmiş ( T ârih-i guzida, GM S, XIV, 1, 572; krş. Yâküt, Mu cam, I, 255) olan şe­ hir Cengiz ’in büyük oğlu Cuci ’nin hâkimi­ yet sahasına girdi ( Târih-i cihanguşâ, GMS, X-VI/ı, 315 Törîk-i guzida, I, 375). A z za­ man sonra tahta çıkan Öğedey, Kıpçak, Şah­ sin ve Bulgar ’a bir ordu gönderdi ( Târih-i cihânguşâ, I, 15 0 ); Cünib-i Saksin va Bulğâr, B atu’nun arazisi olarak kaydedilmiştir (ayn.esr.,



I, 205). Daha sonra Berke Han (ölm. 1266; Abu ’I-Fidâ’, ayn. esr., s. 205) ’m halefleri orayı merkez edinmişlerdir. Yukarıda gördü­ , ğümüz gibi, Saksin XV. asırda artık mevcüt değil idi: B âk u vi’nin kaydettiği „Berke-Sara­ yı", hiç şüphe yok ki, hüküm süren ailenin adını almış idi. Safç$in-i Ram mürekkep kelimesine âsî A tsız ’m Sultan Sancar ’e gönderdiği farsça bîr şiirde rastlanır { Târih-i guzida, I, 488). Saksin adı, hiç olmazsa, Avrupa kaynakların­ da, bu mahallin sakinlerine de delâlet etmek­ tedir. Her ne kadar Plano Carpinî, VII, 3 ’te S a d i’lerden bahsederken, onların moğullar ta­ rafından itâat altına alınamadıklarını söyler ve bu husûs, fars kaynakları île tenâknz hâlin­ de bulunursa da, müellif, şüphesiz, eserinde bu mıntakamn sakinlerini kasdetmiştir. Dom ( Caspia, s. 2 i ’de moğul harplerinden de bahs­ edilmiştir ) tarafından haşiyede zikredilmiş olan bir rus vekayînâmes'nin bir parçasında, Şah­ sini adı, Polovtsz yanında, bir halkm adt ola­ rak görünmektedir. ' B i b l i y o g r a f y a ' . Metinde zikredil­ miş bulunan şark kaynakları dışında bk. Ritter, Erdkunde, VIII, 5 4 1; Ch. d ’Ohsson, Hist. des Mongols ( L a Haye—Amsterdam, 18 34 — 18 35), I, 346, 446; II, 15, 1 1 3 (son iki parçada halk ismi olarak geçer ); d ’Avezae, Relation des Mongols ou Tariares par le fr e re Jean du Plan de Carpin ( Paris, 1838), s. 180 v.d.; Hammer-Purgstall, Gesch. der Goldenen H o rd e ... (Pesth, 18 4 0 ),s. 7, 9, 15, 28, 89,99 ; ayn. mil., Gesch, der Uchane . . . ( Darmstadt, 1842 ), I, 419 ; 11, 245 v.d.; Dorn, Caspia ( Petersburg, 1875 ), s. 2 1 v.d., 116 v.d .; Bretschneîder, M ediaeval Researches (London, 1888), I, 296, 300, 305, _ ( V . F . B û c h n e r .) S Â L . S A L (F.), y ı l , s e n e ; umÛmîyetle arzın güneş etrafındaki bir devri esnasında geçen zamandan ibarettir; şark hey’et ilminde ise, güneşin muhtelif burçlara girdiği zamana veya aym rü’yetine istinat eder. Buna göre, iki çeşit yıl kabûl edilm iştir: şemsî yıl ve kamerî yıl. Her şemsî yılda 12 şemsî ay bu­ lunur. Gerek şemsî sene ve şemsî ay, gerek kamerî sene ve kameri ay hakikî, vasati ve ıstılâhî olmak üzere, üç türlü itibâr edilmiştir. Hakikî şemsî ay, güneşin bir burca girişi ile çıkışı arasında geçen zamandan ibarettir. Ha­ kikî şemsî sene ise, 365 gün, 5 sâat ve muh­ telif ölçülere göre, 49—55 dakika arasında de­ ğişen, yâni güneşin ayrıldığı bir burca tekrar dönünceye kadar geçen zamandır. Vasatı şemsî ay, güneş'n 30 gün, 10 saat, 29 $ dakikalık hareket zamant olup, bu müddet şemsî vasatî senenin fa , sine tekabül eder. Vasatî şemsî



sene, hakikî şemsî senenin aynıdır; sâdece bâzı ayların gün sayısı birbirinden farklıdır. Şemsî ıstılâhî ay ise, güneşin hareketi dikkate alınmadan, sâdece günlerin sayısına dayanır. Aynı şekilde şemsî ıstılâhî senede de güneşin devri dikkate alınmaz ; bir sene 365 gün, 6 saat olarak kabûl edilir. Ancak bu 6 sâat ber 4 yılda bir gün itibâr edilerek,.o seneye eklenir ve buna sene-i kebîse denilir. Hakikî kamerî ay, ayın güneş ile bulunduğu uym tül dâiresine tekrar dönüşü esnâsında ge­ çen zamandan ibarettir. Hakikî kamerî sene ise, ayın bu şekildeki 12 devrinden meydana gelmekte olup, buna hilâli sene de denilir. Vasati kamerî ay ayın güneş ile aynı tûl dâi­ resinde iki defa bulunması arasındaki zamandır ki, bu da, 29 gün, 12 sâat ve 44 dakika sürer. Bunların 12 ite darbt 354 gün, 8 sâat ve 48 dakikadan ibaret olan vasati seneyi meydana getirir. Bu vasati kamerî seneye hisâbi sene de denilir. Istılâhî kamerî senede de, ayın hare­ keti değil, sâdece günlerin sayısı dikkate alın­ mıştır ve başlangıç olarak, muharrem ayı kabûl edilmiştir. Muharrem 30 gün ve safer 29 gün. diğerleri de, münâvebe ile, 30 ve 29 gün olarak devam eder. Ancak her 30 yılda 11 de­ fa zilhicceye bir gün ilâve edilir. Bu arada türkler tarafından kullanılan bir hakikî şemsî yıl daha vardır ki, 365 gün, 5 sâat, 50 dakika ve 47 saniye kabûl edilmiştir. Her gün ç a ğ adı verilen 12 kısma bölünmüştür. Büyük Selçuklu sultanı Calâl al-Din Malikşâh ’a nısbet edilen bir yıla da sâl-i catâli denilir. Calâl al-Din Malikşâh tarafından tâyin edilen hey'etçiler başlangıcını 21 mart itibâr ettikleri senenin müddetini 5 gün 6 sâat ilâvesi ile ıslâh etmişlerdi. 4 yıllık devreye bîr 6. ara günü eklemişlerdir [ bk. mad. CELÂLİ ]. Malikşâh zamanında kullanılmış olan sâl-i ctdâli daha sonra İlhanlı Câzân Han zamanında da, ufak bir tadilât ile, 13 mart 1302 Men itibaren, kul­ lanılmıştır, Sâl-i calâli Efganistan ’da ve 31 mart 1923 ’ten itibaren İra n ’da kullanılmak­ tadır. Yıl başları, diğer bâzı milletlerde olduğu gibî, müslüman milletlerde de birbirinden fark­ lı olmuştur. İsiâmiyetten önce, arapların sene telakkileri hakkında vâzıh bir bilgi bulunma­ maktadır. Yıl başı olarak, bir çok mühim hâdi­ selerin vukû bulduğu tarihler esâs alınmıştır. Buna göre, msl. bir takım rivayetlere dayanan İbrahim ’in Kâbe ’yi inşâsı veya meşhfir fil vak’asının vukû bulduğu tarih, yıl başı olarak, kabûl edilmiştir. Ayrıca yılı, aym ru’yeti göz önünde tutularak, 12 kısma bölmüşlerdir. Ancak ay yılının güneş yılından { hakikî sene ) aş.-yk. 1 1 gün eksik olduğunun farkındı? değillerdi. Nitekim ay adlan da mevsimlerden çıkmıştır.



Msl. rabî‘ ayları — baharı, camBza ayları — ku­ rak mevsimi Ve diğer aylar da başka mevsimleri göstermekte idi. Sonradan bilhassa hacc mev­ siminin tesbiti hususunda bu yüzden ihtilâfa düşüldü. Bu ihtilâfı kaldırmak için, ibrânîlerin basitleştirdikleri kebîse usûlünü kabûl ederek, bir kamerî-şemsî yılı ihdâs ettiler. Arap ayla­ rını sâbit tutmak maksadı ile, muhtelif riva­ yetlere göre, 3 yılda 1 ay veya 19 yılda 7 ay ilâve etmek sûrett ile kabûl edilen bu kebîse usûlü de kâfî gelmedi. Nitekim Peygamberin hicretin 10. senesinde yaptığı hacc, son bahar­ da yapılması lâzım gelirken, 8 aylık bir inhiraf ile, ilk bahara isabet etti. Nihayet hicretin ilk yıllarına kadar kamerî-şemsî sene usûlü kullanıldı. Bu sıralarda hicret yılı veya başka bir sene tarih başlangıcı olarak kullanılmadığı için, bâzı seneler Peygamber ile ilgili hâdise­ lere göre adlandırıldı. Msl. Mekke’ den Medine ’ye izin verildiği ilk yıla—sanat al-izn, muhare­ be emredildiğl için, ikinci yıla—sanat al-amr ve nihâyet Peygamberin vedâ haccmı yaptığı 10. yıla sanat al-vadâ' adı verildi. Ancak Pey­ gamber vedâ haccı esnasındaki hutbesinde kebîse usûlünü açıkça men’etmiş ( Kur'an, IX, 36 ; X, 37) ve bundan dolayı, 12 kamerî aydan teşekkül eden bir devrî sene kabûl edilmiştir. Böylece dinî bayramlar mevsimden-mevsime dolaşan bir hâl aldı. Halîfe 'Omar zamanında, Peygamberin hicret yılı tarih başlangıcı olarak kabûl edildi. Ancak yıl başı olarak, hicret etti­ ği gün yerine, I muharrem günü tesbit edildi. Muharrem ayının birinci günü, havanın bulut­ lu olması v.b. sebeplerden dolayı, ayın görün­ mesi mümkün olmadığı zaman, hesap ile tâyin edilmekte ve başlangıç her yıl, hakikî seneye nazaran, 1 1 gün eksik kalmaktadır. Bu sûretle 33 yılda takriben bir yıl fark hâsıl olduğun­ dan, böylece dinî bayramlarda mevsim değiş­ mektedir. Eski iranlılar tarafından kullanılan şemsî yılın başlangıcı V . ( m. ö.) asırda, mısır­ lılar gibi, kânûn I,, IV. asırda teşrin II., i. asırda 1 ağustos, romalılar ile temâsa geçtik­ ten sonra, 26 ağustos ve ili. ( m. s.) asırda 1 haziran kabûl edilmiştir. A rap fütuhatından sonra, şemsî yılda her 120 yılda I ay farkı meydana geldiğinden, yıl başı X, asırda marta isabet etmiştir, Türklerde sene başı güneşin Kova burcunun ortasına ( 16 dakikaya) vardığı zamandır vt bu aş.-yk. 4 şubata rastlamakta idî. İslâmi­ yet!* kabûl ettikten sonra, hicrî seneyi kullan­ dılar. Ancak Osmanlılar, bir takım mâlî mülâ­ hazalar dolayısı ile, 1087 ( 1 677) yılından itibâren, mâlî yıla i l k O s m a n l ı m â l î y ı l ı adı ile güneş yılını tatbik ettiler ki, bu yıl Abbâsîlerdeki harâc senesine ( sanaf al-ka râ ciga)



SÂ L — SALÂ.



tekabül etmektedir. Mâli yılın başı ı mart idi. Mâlî yıl, hicrî-kamerî yıl göz önünde tutula­ rak, hesaptanır. Ancak daha kısa olan kamerî yit, mâli yıla nazaran, her 33 senede bîr yıl ileride bulunduğundan, her 33 senede bir hic­ ret yılı düşülmüş ve bn düşülen yıla da siviş adı verilmiştir ( bk. Fâik Reşid Unat, ayn. esr., XIII, ön söz ). B i b l i y o g r a f y a : Tahânavi, Kaşşâf istilâkât al-funun { K alküte, 1863 ), I, 56— 61, 733 v .d .; Osman Turan, On iki hayvanlt türk takvimi (İstanbul, 1 941 ) ; ayn. mil., Tarihî kronolojinin esasları (A nkara, 1954 i ; Faik Reşid Unat, Hicrî tarihleri milâdî ta­ rike çevirme kılavuzu (3, tab., Ankara, *95^ ), s. XII v.d. ( ön s ö z ) ; Burhan-i kati' ( trc. Âsim Efendi), İstanbul, 1287, II, 1 3 ; Vullers, Lexicon persico-latinum ( Bonnae, 1864), II, 1 9 1 ; Sayyid Muhammed ‘A lı, Farhang-i Nizâm (H aydarlbâd, 1 31 3 h .= 1934 }, III. ( T a h s I n Y a z i c î .) S A L Â . S A L Â , hatk ağzında SİS ( nisbesi Salavi, halk ağzında S lâ v i) veya umümiyetle kabul edilmiş olan resmî franstz imlâsı ile S a ­ le b i r F a s ş e h r i olup, A tlas Okyanusu sahilinde, Bü Ragrâg ırmağının munsabında ve şimâl kıyısında bulunmaktadır. Diğer sâhü üze­ rinde, tam karşısında Rabat şehri yükselmek­ tedir. İrmağın ağzının teşkil ettiği körfez her iki şehre liman vazifesini görür ve daha az ehemmiyetli olan S a la ’aın nüfusu 19 34 'te 3.0 0 0 ’i yalıudi olmak üzere, tahminen 20.000 kişi id i; bu nüFus 19 6 1’de 46.600’e yüksel­ miştir. İsim esk id ir; Kartaca *nın Sala ’sı ile sonra Roma’ nın Sala Golonıa’sı aynı yerde bulun­ muyordu ; Roma Sala ’sının kalıntıları bugün­ kü Şala ( C h ella) yakınında, bir kaç km. neh­ rin yukarısında ve öteki sâhil üzerinde bâlâ görünmektedir. Yeni Sata ( S a le ), o zaman harâbe hâline gelmiş olan Sala ( C h ella) ’dan ayrı olarak, ancak tdrisiler zamanında ( IX. a s ır ) meydana çıkmaktadır. XI. asrın başında Sala, Bü Ragrâg ’ın cenûbunda yerleşmiş olan râfızî BerğavSfalere karşı mücâdele eden küçük ifrânî hükümdarlığının merkezidir. Sonraları Ribât aî-Fath’in kurulduğu eenâp sahili üzerinde daha o zamanlar râfızîlere karşı yapılmış olan bir ribât var idi ( İbn H avlfal). XII, asrın or­ tasında, al-İdrisi ’ye inanmak lâzım ise, Sala güzel ve müstahkem bir şehir idî, zengin pazar­ lan, zahire mukabilinde zeytinyağı getiren En­ dülüs gemilerinin sık-sık geldiği bir limanı var idi; nehre giriş o zaman bile çok güç idi. Sala karşısında Muvahhidler tarafından Rabât 'm inşâsı bu şehrin aleyhine olmuş görünmüvof, Bgrçmın büyük câmji bç şırada yapıl­



m ıştır; Ya'küb al-Manşür ’un ölümünden son­ ra, Rabâf inhitat ettiği hâlde. S ala mâmûr olmakta devam ediyordu. 649 ( = 1 2 5 1 ) *da Me­ rimler eline geçti ve muhtelif el değiştirme­ lerinden sonra, hüküm süren Merînî ailesinden Ya'küb b. *Abd Allah burada istiklâlini ilân e tti; fakat İspanya hıristiyanları ansızın şeh­ re girdiler ( 658 = 1260 ). Sultan Abu Yusuf Y a'­ küb bunları bir kaç gün içinde buradan kovdu; hisar kapılarını kapadı 've bugün bile görülen „deniz kapısını" inşâ ettirdi. Merînî hüküm­ darları bir çok defalar Bü R agrâg ’m sol sahi­ linde cihâda tahsis edilmiş olan askerî birlikler toplamağa devam ettiler ve Sala ’da gemi inşâ edilen bir tersâne kurdular, şehri güzelleştir­ diler. Bilhassa şehrin güzel medresesi Abu ’1Hasan zamanında inşâ edilmiştir. A z zaman sonra, İbn ai-Hatib burada bir çok yıllar ge­ çirmiş ve şehrin güzetliğini medhetmiştir. İspanyollar ile Portekizlilerin XV . ve XVI. asırlarda devam ettirdikleri büyük mücâdele­ ler sırasında, Sala onların yerleşmedikleri Fas kıyısının nâdir noktalarından biri oldu. X V II. asrın başında, Philipp III. fermanları ile (1609) kovulmuş olan endülüslüler R a b a t’ı yeniden inşâ ederlerken, şerif hükümdarları hâkimiye­ tinden kurtulan Sala Mucâhid al-'A yyaşı (1627) idaresinde istiklâl kazanıyordu; burası onun ispanyollar tarafından işgâl edilmiş olan alMa'müra ( al-M ahdiya) ’ye karşı hücâmlarıntn hareket noktası id i; Sala, kaşba île Rabat şehri kavgalara katılıyordu; sonra birikirle­ rine karşı hoş yere savaşıyorlardı; bu durum al-'Ayyâşı öldürülerek, her üç şehrin Dilâ’ Murâbıtlarının hâkimiyeti altına düştüğü âna ( 1 6 4 1 ) kadar devam etti. Sonra Sala GaylSn ’m idaresini tamdı ( 1 660) ve bunun al-Raşid tara­ fından yenilmesinden sonra, kat’î olarak, F ilâlI sülâlesinin hâkimiyet sahasına girdi ( 1666). Bu hareketli asır aynı zamanda korsanlık as­ rıdır. Sala korsanları meşhÛrdur; fakat avru­ palılar bu Salé ismi altında, bu devirde üç şehri birbirine karıştırıyorlardı ve korsanların hemen hepsi gerçekte Rabat kasabasından ve Rabat menşe’li idi. Ne kadar garip görün ürsegörünsün, bu üç şehir aynı zamanda Fas ’m başlıca ticâret limanı vazifesini görüyordu; XVIII. asrın sonuna kadar, Avrupa ’dan Fas ’a giden seyyahlar ve ticâret eşyası oradan geçi­ yordu ve burası bir çok defalar hıristiyan dev­ letlerin siyâsî temsilcilerinin bulunduğu yer oldu, Fas ’m idârî merkezi olau Rabât ’m karşısın­ da bulunan Salâ bugün içinde bir çok mü­ nevver bulunan küçük ve sakin bir şehirdir; bilhassa Bü R a g râ g ’ m şimâl kıyısında yaşayan kâbilelere pazar yeri vazifesini görmektedir,



SALÂ -



S A L Â H - a d -DIN E Y Y Û b L -



....



B i b l i y o g r a f y a : Fas ’tan bahseden arap coğrafyacı ve tarihçi 1er inin eserlerinden başka bilhassa bk. P. Dan, Histoire de la Barbarie et de ses corsaires (P aris, 1649), a. tab. ; Relation de la Captivité du sieur Mouette ( Paris, 1682 ) ; Chénier ( Sala ’de konsolos idi), Recherches historiques sur les Maures (Paris, *787), 3 cild. Yeni eserler arasında bk. Villes et tribus du Maroc, R a­ bat et sa région ( Paria, 1918), I ; de Cas* tries, Les sources inédites de l'h istoire du Maroc, bilhassa A rchives et Bibliothèques des Pays-Bas ( Paris, 1920 ), I. seri, V, giriş ; L . Bru not, La mer dans les traditions et les industries indigènes â Rabat et Salé ( Paris, 19 2 0 ); Henri Basset ve L. Provençal, Chella (Paris, 1922 ); H. Terrasse, Les Portes de l ’ar­ senal de Salé [ Hespéris ] 1922, s. 357—372 )• ¡H



enri



B a s s e t .)



S A 'L A B . [ Bk, s a ’ leb ,] S A L A B A . ( Bk. s a ’ l e Be.] ' S A L A D 1N. [ Bk. sa lâ h -ad -d In eyyûbS.] S A L A F . [B k . s e le f.] S A L Â H - ad-D JN E Y Y Û B İ . Ş A L Â H a l-D İN A Y Y U B Î, a l - M a l 1k a l- N Â ş I r Ş a l â h a l- D în YöSUF I., E y y û b î l e r h a n e d a n ı n ı n k ur u e u s u olup, 532 ( 1 1 3 8 ) ’de T a k r i t ’t e d o ğ d u ; Am ir Nacm at-Din Ayyûb [ bk. mad. EYYÛBÎLER ] ’un oğludur. Doğumundan az sonra — veya bazılarına göre bir kaç yıl sonra — ba­ bası S u riye’ye g itti; orada Zcngi [b . b k ] ta­ rafından Baalbek valisi tâyin edildi. Börilerden [ b. bk.] Atabey Abak Baalbek 'i ele geçirdiği zaman ( şehrin ve oraya tâbi olan yerlerin üçte birine iktâ sureti ile sâhip olarak ), orada otur­ makta devam etti. Kardeşleri gibi Şalâh alDin de burada yetişti. Nur al-Din $49 ( 1154 ) ’da Şam '1 ele geçirdiği zaman ( Baalbek ve Şam ’ın zaptı için bk. Baalbek. Ergebnisse der Ausgrabungen and Untersuchungen in den Jahren, 1899—1905, Berlin, 1925, IH ’te Baalbek in islamischer Zeit mukaddimesi ), Şalâh alDin 17 yaşında olduğu hâlde, babası ile birlik­ te, N u r al-D i n ' i n s a r a y ı n a g e l d i . Şa­ lâh al-D in ’in gençliğinin, tahsil ve terbiyesi­ nin bu kadar az bilinmesi hayreti müciptir; Nur at-Din 'İn sarayında hiç bir hâdiseye adı karışmamıştır. Orada yaşayan Emir Usâma bi­ le hâl tercümesinde görüldüğü gibi onu tanı­ mıyordu. Şalâh al-Din ’in „nefretine rağmen” {A b u Şâm a’nin, deiîl göstermeksizin, ileri sür­ düğü gibi) Şirküh [b. bk.]’un M ı s ı r ’a k a r ş 1 giriştiği i l k s e f e r i n d e onu yanına alışı ile ilk defa ismi aydınlığa çıktı. Halîfe al-’ Azid [ b. bk.] ’in vezîri Şâvar, rakibi Zirğâm tara­ fından, vazifesinden azledilmiş ve yardım tale binde btılııtm»ak için, sariye atabeyi Nijr al-



V



____________________



D in ’e müracaat etmiş idi. O Nur al-Din ’e Mısır ’ın gelirinin üçte birini vaadetti. ZirğSm ise, Kudüs kıralı Amaury I . ’in desteğini iste­ miş idi. Fakat Amaury ona yardım gönderme­ den önce, ¿irğâm yenilmiş ve öldürülmüş, ŞSvar vezirlik mansıbına yeniden yerleşmiş idi. Şâvar vaadlerini tutmadığı için, Şirküh, kendi haklarını elde etmek maksadı ile Şalâh al-Din ’i Bilbâ’is [ bk. mad. BİLBÎS ] ve civarını işgâl etmek ve oradan vergi almakta vazifelendirdi. Bundan dolayı kanlı savaşlar vukua geldi. Fenâ vaziyette kalan Şâvar, kıral A m aury’yi yar­ dıma çağırdı; öyle ki, Şirküh ve Şalâfr al-Din Bilbâ' i s ’ te istihkâmlar yapmak mecburiyetinde kaldılar. Şehir onlar tarafından o kadar iyi müdâfaa edildi ki, Şâvar ve Amaury orayı ele geçiremediler. Bu sırada Nur al-Din mühim Harım kalesini zaptetti ve Bâniyâs önünde gö­ züktü; Amaury, kendi tarafından, Nur al-Din ’in fetihlerine devam etmesine mâni olmak için, Suriye 'ye dönmek zorunda kaldı. Amaury, Mısır ’ı terkedeceğine ve hükümdarlığı Şâvar ’e bırakacağına dâir Şirküh ile anlaştı. Şirküh 560 ( 1 1 6 4 sonuna doğru )’ta Şalakı al-Din ile birlikte, salimen Suriye ’ye döndü. Bu mu­ harebelerin belli-başlı neticesi, N ü r a 1-D i n ’e ve adamlarına, Mısır ve onan kaynakları ile kuvvetleri hakkında tam bir fikir vermiş olmasıdır. Bu hâl, Ş irk ü h ’u M ısır’ı zaptet­ meğe ve orada yerleşmeğe teşvik etti. Bunun­ la berâber Nur al-Din, haçlılara karşı mü­ câdelede, kuvvetlerini dağıtmak istemiyordu. Ancak 3 sene sonra, Şâvar Amaury ile yeni bîr ittifak akdedince, Şirküh M ı s ı r ’a k a r ­ ş ı i k i n c i b i r s e f e r e girişmek vazifesi­ ni kabul etti ve Şalâh al-D în’i, „başlangıçta istememesine rağmen" beraberine aldı ( teşrin i. 116 8 ). İlk hedefi Nil kıyılarını zaptetmek idi. Yolun güçlükleri yenildikten sonra, Frank­ lar ile karşılaşmaksızın Kahire ’nin cenûbuna geldi ve C iz a ’ de müstahkem bir ordugâh kur­ du ; ondan hemen sonra Amaury, kuvvetleri ile gelip, onun karşısında F u s tâ f’ta karargâh kurdu; hemen bizzat halife ile kendisine as­ kerî yardımda bulunacağına dâir bir muahede akdetti. Bunun üzerine Amaury Şirküh ’a hü­ cum etti ve onu yukarı-Mısır ’a kaçmağa mecbûr etti. Amaury, Şirküh 'u Babân ’da durdur­ mağa muvaffak oldu ve Şirküh, önce tereddüt ettikten sonra, Şalâh al-Din ’in ve bir kaç emîrin tavsiyesi üzerine, muharebeyi kabûl etti Şalâh al-Din halifenin kuvvetlerini bozgunı uğrattığı sırada, Şirküh, A m aury’yi yenmeğ muvaffak oldu. Fakat Şirküh zaferden istifâd. edecek hâlde değil id i; Şalâh a l-P ’n ile bir likte İ s k e n d e r i y e ’ye döndü ve onu kuv I vefleripin yarışı ile İskenderiye’de bırgkşrak



10 «



S A L A H - a d -DÎN EYYÖBİ.



kendisi vergi toplamak üzere, yukarı-Mısır ’a yin etti. Fakat Şirküh iki ay sonra öldü ve halî­ gitti; Bu Şalâh al-Din 'in i ! k m fi s t a k i ) fe Şalâh al-Din 'i, nazikâne davranışlarından do­ k u m a n d a n l ı ğ ı i d i . Amaury, kendi aske­ layı, kolayca kendisine âiet edebileceğini düşü­ ri ve Mısır kuvvetleri ile, haçlı donanmasının nerek, 15 eemâziyelâhırda ( 26 m art) „al- Malik sfihili kontrol altında bulundurduğu sırada, İs­ al-Nâşir" nnvânı ile v e z î r tâyin etti. Nur alkenderiye *ye karşı harekete geçti. Şalâh al- Din, bir tebriknâme göndererek, kendisini Din, büyük muhasara âletleri ile mücehhez bu­ S u r i y e d e v l e t l e r i k u m a n d a n ı o l a ­ lunan Franklara karşı şehri muhafaza etmek r a k t a n ı d ı . Bu andan itibaren artık Şalâh husüsunda güç durumda kaldı ve Şirküh ’u yar­ al-Din ’in büyüklüğü ortaya çıkacaktır. O mü­ dıma çağırdı. Şirküb cebrî yürüyüş ile döndü sait şartların kendisine te’min ettiği imkân­ ve once Kahire önünde karargâh kurdu; Amau­ lardan faydalanmasını mükemmelen bilen bir ry ile şevval 56i ortasında ( 1167 ağustosu t a ­ adam idi. Bu zamana kadar Şalâh al-Din sa­ ş ı ) bir sulh muahedesini akdetti; k e n d i s i vaştan çekinmiş idi. Hattâ Nür al-Din ken­ Ş a l â h a 1-D i n i l e S u r i y e ’y e d ö n m e - disini Mısır seferine zorla iştirak ettirmek ğ i taahhüt ediyordu; esirler mübâdele edildi. mecburiyetinde kalmış idi. O, şimdiye kadar Şalâh al-Din Amaury tarafından karargâhta gördüğümüz gibi, kendisini daha çok dinî mü­ kabfil edildi ve hıristiyanlar İskenderiye’ye nâkaşalara vermiş, hattâ haram kılman şarap girdi. Her iki taraf da muzaffer olduğunu ileri zevkine meyil göstermiş idi; fakat nihâyet şa­ sürüyordu. Amaury, kendisine verilmesi lâzım raptan tamâmiyle vazgeçti; dinî münâkaşala­ gelen haracın toplanması için, Kahire ’de bir rı da ancak dinlenme saatlerine münhasır kaldı. dâire te’sıs etti ve bir askerî birlik bıraktı. Sul­ Tâkip edeceği yol açıkça belirmiş id i: iktidarı hun gerçekleşmesinin başlıca sebebi Nür al-Din kendisine ve etrafındakilere te’ min etmek, ’in muvaffak olacağı korkusu idi. Amaury sulba şîayı itaati altına almak ve sonuna kadar haç­ riâyet etmedi. Ancak 14 ay geçmiş idi ki, müşa­ lılar ile çarpışmak. O, zekâ ve kabiliyetinden virleri kendisini Mısır ’a girmeğe iknâ ettiler. başka kendisi için hazırlanmış bir zemine sa­ Bilhassa İskenderiye ve Kahire ’deki kuvvetler bu hip olduğundan, bu gâyelerini geniş ölçüde ta­ memleketi tamâmiyle zaptetmeğe dâvet ediyor­ hakkuk ettirdi. Kendisinden önceki Nür al-Din lardı. Böylece Amaury Bilbâ is önünde gözüktü 'in faaliyeti, babası A y y û b ’un siyâsî mahareti, ve aç muharrem 564(2 teşrin H. 1168 ) ’te şehri Fatımî halifelerinin inhitatı, Mısır halkının gev­ zaptetti.Bu hâdise üzerine, mısırlılar ile arası şekliği, haçlıların dâhili ihtilâfı ve bidayette açıldı. Bundan sonra K ah ire’ye yöneldi. Vezîr müslüman emirler arasındaki birliğin eksikliği, Şavar, şehri korumak için, al-Fustât [ bk. mad. kendisine hayâtının büyük muvaffakiyetlerini KAHİRE ] ’ ın dış mahallesini ateşe verdi. Denildi­ bu derecede tahakkuk ettirmek imkânını ver­ ğine göre, şehir 54 gün yandı ve yangından miş idi. O, büyük bir muharip olmaktan ziyâde^ çıkan duman Amaury ’nıu şehri elverişli bir bir siyâsî idi. Kendisi tedbirli müşavirlerin tav­ yerden muhasara etmesine mâni oldu. Şâ- siyelerine uyan, birlikte çalıştığı kimselerin se­ var, Amaury ile müzâkerelerde bulunurken, çiminde isabet gösteren ve bu bakımdan tâlihhalîfe alel’acete kendisinden yardım talebinde ti olan bir adam idi. Bununla berâber, salâhiyet­ bulunmak üzere, Nur al-D in’e haberciler gön­ lerine tamamen hâkim idi. Mektuplarının üslûp derdi. Nür al-Din, Şirküh ’u ve onunla henüz ve san’atından dolayı meşhfir olan İki âlîm, alİskenderiye muhasarasının acısının te’siri altın­ Çâzi af-Fâzıl { b. bk.], ve daha sonra İm â d alda bulunan ve Şirküh ’a refakat etmeğe güçlükle Din al-K âiib al-İşfalıâni [ b. bk.] vezir sıfatı ile, karar veren Şalâh al-Din ’i gönderdi. O, bol Şalâh al-Din 'in divânını idâre etmişler ve Şamıkdarda asker, at ve silâh aldı. Amaury boş Jâh al-Dİn ile ileri gelen me’mûriarı ve müt­ yere Şirküb ’u durdurmağa çalıştı ve 1 rebiül- tefiki olan hukümdârlar arasındaki muhabereyi âhır 564 (2 kânûn 11. 1 1 69) ’te ric’ate başla­ muntazaman devam ettirmişlerdi. Şalâh al-Din dı; Şirküh bir kaç gün sonra Kahire önün­ ’in mektuplarının sayısı çoktur ve bu mektup­ de göründü ve bir kurtarıcı gibi karşılandı; larda, ihtiva ettiği siyâsî mes’ eleler ziyâdesi yalnız Şâvar, ona düşmanca davrandı ve bir zi- ile tafsil edilmiştir. Onun hol tercümesini yaz­ yâfetten faydalanarak, kendisini ve emirlerini mış olan al-Kâz i tbn Şaddâd [ b. bk. ], 584 hapsettirmeği düşündü. Bu hiyânet Şirküh ve ( 1188 ) ’ten itibaren, sır kâtibi olarak, onun hiz­ yakınları tarafından öğrenilince, Şalâh al-Din, metinde bulunmuştur. Şâvar ’den kurtulmağa karar verdi. Kahire cıM ı s ı r ’da iktidârı kuvvetli bir şekilde ele vânnda atlı bir gezinti esnasında onu yakaladı almış olan Şalâh al-Din, Mısır ’a ücretli asker ve idâm ettirdi. Müstebit vezirinden kurtuldu­ olarak getirilmiş, zayıf halîfelerin emri altında ğundan dolayı sevinen halîfe 17 rebiülâhır 564 iktidara ulaşmış.-sarayda ve idarede nufözlu ’ 48 kâafih 11- l | 6 ş ) ’te halef olarak, Şirkü h '« tâ- me’ mûriyetleri işgâl etmiş bulunan zenef n?tt-



S A L Â H - a d -DİN EYYÛBİ.



hafızların ( nubyalılar ve habeşier ) husûmetini tahrik etmiş idi. Bunlara, ilk hamlede, siinnî ol­ duğu için, Şalâh al-D in ’den memnun olmayan şiîler de iltihak ettiler. Halîfenin saray na­ zırı, yardım talebinde bulunmak İçin, hükümdar Amaury *ye haber gönderdi; fakat elçisinin yakalanması ile teşebbüs akîm kaldı. Hadım nazır öldürüldü ve hâlifenin sarayına nezâret etmek üzere emin adamlar konuldu. Bu sebep­ le K a h ire ’de zencî muhafızlar isyân ettiler; Şalâh al-Din isyanı bastırmak için kışlalarını ateşe verdi. C îz e ’ye sığınan âsîler Şalâh afD in ’in kuvvetleri tarafından imhâ edildiler. Şalâh; al-D in’in hükümdarlığını iyi karşılama­ yan F r a n k l a r onun şahsında haklı olarak Kudüs için tehlike görüyorlardı; bundan dola­ yı, F ran sa ’ya, Alm anya’ya, İngiltere’ye, Bizans imparatorluğuna ve papaya, kendilerine yar­ dımda bulunmaları talebi ile, elçiler gönderdi­ ler ve Bizans ’tan içinde askerî kuvvetler bu­ lunan bir donanmanın ve cenubî İtalya ’dan yardımcı kuvvetlerin geldiğini haber aldılar. Bizanslıiar ile franklar önce D i m y a t ’la fet­ hi; sonra da Kahire üzerine yürümek husûsunda mutabık kaldılar. Şalakı al-Din, Nür al-Din ’den yardım talep e tti; zîra bu şartlar içinde Şalâh al-Din kendisini bir taraftan frank ve bizanshlara, diğer taraftan dâimâ ayaklanmak üzere olan mısırlılara karşı mü­ dâfaa etmek mecbûrİyetinde idi. Daha Önce ailesinin diğer fertlerini K ah ire’ye kendi yanı­ na çağırmış olan Şalâh al-Din gönderilecek kuvvetleri babasının sevk ve idâre etmesini istedi. Dimyat ’ m kuvvetli müdâfaasının muhâsarayı uzatması bİzansiılar ve Frankların aley­ hine oldu. Bizans ordusu erzak te’ mininde güç­ lüğe mârûz kaldı. Tam muvaffakiyetten şüp­ heye düşen Amaury Şalâh al-Din ile müzâke­ reye başlamağı ve büyük bir meblâğ karşılığın­ da onnnla s u l h a k d e t m e y i daha uygun buldu. Haset ve korku onu böyle bir yola şev­ ketmiş olabilir. Bu esnada Nür al-Din Havran [ b. b k .]’a bir akında bulundu ve Franklara karşı mukabil bir hücuma hazırlandı; fakat 565 { 1 1 7 0 ) yazında, Suriye şehirlerinde büyük tah­ ribata sebep olan bir zelzele Frankları ve müs­ lümanları silâhları terke ve yıkılmış olan şehir­ lerini yeniden inşâ ile uğraşmağa mecbûr etti. Şalâh al-Din ertesi yıl ( 566 } F i l i s t i n ’e b i r a k ı n yaptı ; Ramİa ve 'As^palân [ b. b k .J’a ka­ dar ileriledi; fakat sonra Kızıldanız sahilindeki Eyle [ b. bk,] limanının zaptına hazırlanmak ve yavaş-yavaş Mısır ile Filistin arasında bir bağ kurmak maksadı ile Mısır ’a dondu; aynı yıl Eyle şehrini aldı. Müteâkip yit ( $67}, Nür alDin ’in arzusunu yerine getirerek, cuma butbeşinde Fatımî halîfesinin adının yerine Abbasî



»05



halîfesinin ismini zikrettirdi. Müteakiben halîfe al-‘Azid öldü. Bunun tabi’î bir ölüm olup-olmadığı bilinmemektedir. Hıristiyan müellifler, onun inti.ıar ettiği veya Şalâh al-D in ’in emri ile kardeşi Türân Şâh tarafından öldürüldüğü rivayetlerini kaydederler [ krş, mad. ÂDlD ]. Nür al-Din, Fâtımî hâkimiyetinin son bulmasından çok memnûn olmalı idi. Abbasî halîfesine ken­ di hâkimiyet sahalarının genişlediği haberi ve­ rilince, Nür a l-D in ’e kıymetli hü’ atİer gönder­ di. Bu hii’atler kendine âit olmamakla beıâber. Nur ai-Din tarafından giyildikten sonra, ha­ lîfenin elçisi ile Şalâh al-Din ’e gönderilmiş idi. Ş a l â h a l-D i n i l e N n r a İ-D i n a r a ­ s ı n d a k i m ü n â s e b e t l e r karışmağa baş­ lamak üzere idi. Nür al-Din babası ve kar­ deşleri de yanında bulunan Şalâh al-D in ’i K ah ire’de çok müstakil telakki ediyor ve Nür ai-Din ’in elinde rehine olarak hiç kimse bu­ lunmuyordu. Şalâh al-Din, Mısır—Filistin yolu­ nu emniyete almak için, bizzat Nür a l-D in ’e Şavbak ve Kerak [bk. madd-j’ ı muhasara et­ meği teklif etti ve yola çık tı; fakat Nür alDin de K e ra k ’a doğru yola çıktığı zaman, Şa­ lâh al-D in ’in emirleri onun selâmeti bakımın­ dan, Nür al-Din ’in yanına gitmemesi tavsiye­ sinde bulundular. Şalâh al-Din, bu tavsiyeye uyarak, geri döndü ve mazeret olarak da, Mı­ sır ’daki durumun kararsızlığını ileri sürdü. Bu­ na son derece hiddetlenen Nür al-Din, Şalâh a l-D in ’e karşı kuvvet topladı. Nür at-D in ’in kuvvet topladığına dâir haber Şalâh al-Din ’e ulaşınca, emirlerden bir kısmı savaşmağı tav­ siye ettiler ise de, Nür al-Din ’in kuvvet ve kudretinden korkan babası, aralarında mâkul münâsebetlerin tekrar kurulabileceği tarzında mütevazı ifadeli bir mektup yazılmasının daha uygun olacağını belirtti. Bununla beraber, kar­ şılıklı emniyetsizlik giderilemedi; öyle ki, ba­ his mevzua olan yerler, Kerak ve Şavbak, alın­ m adı; Şalâh al-Din umumiyetle haçlılara kar­ şı kuvvet tedârikinde metbûunu dikkate alma­ dı. Ertesi yıl Şalâh al-Din K e ra k ’a hareket etti ise de, Nur al-Din ’in de oraya yaklaştı­ ğını öğrenince, babasının hastalığını bahane ederek, geri döndü. Bu güç durumda Şalâh alDin, Nür al-D in ’in de memnûn kalacağı bit tarzda kendisi ve akrabalarının emniyetini te ­ min edecek bir hatt-ı harekete karar verdi. Kardeşi Türân Şâh ’1 Yemen ’i ele geçirmiş olan ‘Abd ai-Nabi fırkasının reisine karşı, 569 ( 1 1 7 6 ) 'da gönderdi, Türân Şâh bu reisi ora­ dan uzaklaştırmağa ve Y em en’i zaptetmeğe muvaffak oldu. Cuma hutbesinde halîfeden sonra emir olarak adını okuttu ve Şalâh alDin *e haberciler gönderdi. Şalâh al-Din de durumu Nür {kİ-Pin ve halîfeye bildirdi. Bu-



SA LÂ H AD-DİN EYYÛBÎ.



ntınla beraber, Şalâh al-Din ’in durumu hâlâ kararsız id i; nitekim bu yılın ilk bahâm da yeni bir isyân ile mücâdele etmek mecbûriyet inçle kalmış id i; bilhassa Şalakı al-D in ’in çe­ kingenliği doiayısı ile, haçlı kuvvetinin artma­ sından sinirlenerek, ona karşı harekete karar veren Niir al-Din, ağır bir hastalığa tutulma­ sını müteakip, bir kaç gün içinde, 1 1 şevvalde (15 mayıs) ölmeden evvel, kuvvetler toplamış idi [b k . mad. MELİK-OS-SÂLİH, İSMÂ'İL, NÜR a L- d Tn ] Şalâh al-Din, bu sÛretle, büyük bir gaileden kurtulmuş oldu ve kendi iktidarını tamâmiyle geliştirme imkânına kavuştu, ön ce Nür a l-D in ’in henüz 1 1 yaşında bulunan oğlu al­ Malik al-Şâlih İsmâ'il [ b. bk.] ’i balet olarak tanıdı ve 569 ( 1 1 73/ 1 1 74 ) sonunda kuvvetli bir donanma ile İskenderiye önünde gözüken sicil­ yalı Normanlara karşı savaştı. Normanlar karaya asker çıkardılarsa da, burayı takviye eden yardımcı kuvvetler sayesinde, 3 gün içinde mağlûp edildiler ve hemen-bemen hepsi Öldü­ rüldü, Şalât; al-Din büyük bir ganimet elde etti. Kısa bir müddet önce hükümdar Amaury de ölmüş i di ; bu sûretle ŞalSh al-Din tehli­ kesizce tam iktidara sâhtp oldu. Kendini tamâmiyle başlıca gayesi olan haçlılar ile mücâdele­ ye hasredebildi, ön ce onun dikkatini çeken S u r i y e ’ deki durum oldu. Suriye emirleri ta­ rafından 570 ( 1 1 7 4) ’te Şam ’a dâvet edilmiş idi. Orada gayr-i müsait bir vaziyet ile k arşılaştı; zîra mflslümanlar gâye bakımından birlik değü idiler. Haklı olarak, benzer durumlarda Nûr alDin ’in yaptığı gibi önceleri vasisi olmağa zor­ landığı at-Şâüh İsmâ'il ‘e tabî ilân edilmiş ol­ masına rağbıen, Suriye ’yi ele geçirmenin 2arûretine kant îdi [ bk. mad. BÛKİLER], ön ce İs­ m â 'il’ in amirlerine karşı onu kurtarmak için giriştiği mücâdele de kendisi için müsait bir durum arzetmedi. Hama, Himş ve Baal­ bek gibi bizzat Haleb de ona mukavemet edi­ yordu. al-Şâlih İsmâ'il ile müsait bîr anlaş­ maya hazır olduğu hâlde, İsm â'il’in amcası Gazi '»in büyük bir ordu ile Elcezîre 'deu gel­ mesi üzerine, şartlan kabul edilmediği için, onlar ile savaşmak mecburiyetinde kalas Sa­ lâh al-Din istiklâlini ilân ederek, cuma hutbe­ lerinden al-Şâlih İsm â'il ’in adım kaldırdı. Va­ ziyet lehinde gelişti; basımları K u r u n H u­ ni â ’da kat’î bir mağlûbiyete uğradı. Şalâh al-Din büyük bir itidal ile hareket ediyordu. Haleb ’in mülkiyetini kendisi için zararsız gör­ düğü Şâlİh İsm â'il’e bıraktı ve ifam a, Himş ve Baalbek ’ i akrabâiarına iktâ etti. Bu sırada da (zitkâde 570 = mayıs 1 1 7 5) halîfe, Şalâh alDin ’in talebi üzerine, M ı s ı r , N u b y a, Y e ­ me n ile M ı s ı r ’dan i t i b a r e n T r a b l u s f i r b ’a kadar M a g r i b, F i l i s t i n ye or ­



t a - S u r i y e ’nin hâkimiyetini ( bi *l-saltana) ta­ nıdı ve Abu ’l-Fidâ* ’m açıkça işaret ettiği gibi, Şalâh al-Din de o tarihten itibaren kendisini sultân telakki e tt i; muasırlarınca da böyle kabûl edilmektedir. Sultan unvanını bizzat hiç kullanmamış olmakla beraber, ona saltan al-islâm va ’l-muslimln denilmiştir Şalâh al-Din ile mücâdele için Zengilerin son bir teşebbüsü, müteaddit savaşlardan ve Haleb ’in üçüncü mu­ hasarasından sonra, 573 ( 1 1 7 6 haziran sonu ) ’de Şal⪠al-Din *e fethettiği memleketlerin mül­ kiyetini kat’î olarak tanıyan bir snlh ile ne­ ticelendi. A z sonra İsm â'il ’in müttefiki olup, Şalab al-Din ’e karşı müteaddit defa fedaîler göndermiş bulunan Maşyâd Haşşâşîlerin rei­ si Şayh al-Cabat Raşid al-Din Sinan kendi kalesinde Şalâh al-Din tarafından muhasara edildi. Mutaassıp Haşşâşîlerin şiddetle karşı koymaları sebebi ile, burasını ele geçiremedi ve Sinân ’dan bundan böyle kendisine hücûm etmeyeceğine dâir vaad aldı ve muhasarayı kal­ dırdı. Böylece Şalâh al-Din, bu tehlikeyi ber­ taraf ederek, Mısır ’a döndü. K a h i r e ’de kendisini bir sene meşgul eden k a l e n i n i n ş â s ı n ı [ bk. mad. KAH İRE ] mühim bir vazife saydı. Cemâziyelevve! 573 (teşrin II. 1 1 7 7 ) ’te ansızın Filistin 'e hareket İle Ğazza ve ‘Askalân ’■ tahrip etti. Hüküm­ dar Baudouin IV. ona karşı çıktı ise de, Şalâh a l-D in ’in bâriz üstünlüğü önünde çekilmeğe mecbür oldu. Şalâh al-Din ’in kuvvetleri yağ­ ma için dağıldıkları sırada, Baudouin, Templier ’leri ve bîr çok şövalyeyi Kerek kontu Renaud ’nun kumandası altında toplayıp, tekrar muha­ rebeye hazırlandı. Şalâh al-Din önce kalabalık kuvvetlerini bir araya getirmek zornnda kaldı. Ordular R a m l a *nin ceııûbunda karşılaştılar. Şövalyelerin şiddetli mukavemetleri karşısında Şalâh al-Din, kuvvetlerinin üstünlüğüne rağ­ men, 1 cemâziyelâhır $73 ( = 2 3 teşrin II. 1 1 77) ’te ağır bir mağlûbiyete uğradı. Galibiyet o kadar şaşırtıcı oldu ki, bir mûcizeye atfedildi. Bizzat Şalâh al-Din esir olmak tehlikesine mârûz k a ld ı; yeğeni ve maiyeti ile diğer ileri gelen adamları ve âlimleri esir oldular. Bu gâlibiyetten dolayı, Kudüs ’te büyük şenlikler tertiplendi. Şalâh al-Din ’in bu mağlubiyetinin neticelerinden biri ertesi sene 574 ( 1 1 7 8 ) ’te hükümdar Baudouin ’İn, Şalâh al-Din ’in rızâsı olmaksızın, Şerîa nehrinin kıyısında Banât Ya'küb köprüsü yanında bir kale inşâ etmesi oldu; bu kale kendisine Bâniyâs ’a kadar bu nehir ile vâdinin murakabesini te’min ediyor­ du. Buna karşılık, Şalâh al-Din bir taraftan bu kaleye karşı tedbirler alırken, diğer taraf­ tan da, bu kalenin inşâsından vazgeçtiği tak* dîıde, kirşi Baudouin ’e 10 0 .0 9 0 dinar teküf edi­



SALÂH-ED-DİN EYYÛBL



yordu, Baudouin 'e karşı en iyi kumandanı olan yeğeni 'tzz al-Din Farruh Ş â h ’ı gönderdi ve Baudouin 574 (m ayıs 1 1 79) senesi sonlarında mağlûp edildi. Müteakip sene içinde Şalâh aîDin, Baudouin !i 2 muharrem 575 ( 10' haziran I i 79 ' ' ,te Marc ‘Uyun’da ağır bir mağlûbiyete uğratmağa muvaffak oldu. Franklar arasından bir çok ileri gelen reisler esir edildi, tki ay sonra Şalâh al-Din, Ya'küb-geçidi kalesini ele geçirerek, tahrip etti. Aynı yılda bundan daha mühim karşılaşma olmadı. Muharrem 576 ( ha­ ziran 1 18 0 ) ’da Baudouin, Şalâh al-Din ile 2 yıllık bir mütâreke yaptı. Ertesi yıl Nur alD in ’in oğlu Haleb hükümdarı İsmâ‘ il öldü. Onun son arzuları gereğince, cesûr yeğeni *îzz al-Din Mas'üd halefi oldu; fakat bu zât, hâkimiyet sahalarını emniyet altına almak mak­ sadı ile, kardeşi Zengi 11. ’ye S in c a r’ı verip, Haleb ’i aldı. Bunun üzerine, Kerak kontu olan Renaud de Châtillon ’un Mısır ’a giden kervanlara karşı mükerrer hücûmlan netice­ sinde, Şalâh al-Din İle Franklar arasında harp yeniden başladı; buna mukabil Zengi II. Frank­ lar İle sulh akdetti. Bu sebeple Şalâh al-Din, müslüman ülkelerin idaresini elinde birleştirme­ ğe çalıştı ve müteakip yıllarını S u riy e ’nin geri kalan kısımlarını zapta hasretti (Haleb, sa­ fer 579«=hazîran 118 3 *te alındı) ve en mü­ him: şehirlerini ele geçirdiği ve iktâ olarak dağıttığı Elcezîre’de hükümranlığını sağladı. Haçlılar ile yapılan sulh, gerçek mânası ile, devamlı değil id i; fakat her iki taraf da mü­ him muharebelerden çekiniyordu; hattâ aynı yıl Trablus kontu Raymond III. ’un vasîsi Bau­ douin V. ile Şalâh al-Dın arasında 4 yıllık bir sulh akdedildi. A z sonra Baudouin V. Öldü ve halefi Guy de Lusignan ertesi yıl, Raymond I I L ’ un muhâlefetine rağmen, tahta ç ık tı; fakat Renaud de Châltillon ’un, Kerak kalesinden, tekrar büyük bir kervana baskın yapması ve tarziye vermeği ve tazminâtı reddetmesi ile sulh bozuldu. Bnna son derecede hiddetlenen Şalâh al-Din, 582 ( şubat 1 187 ) sonunda Kerak böl­ gesini istilâ e t li; Mekke ’den dönen bacc kerva­ nını korumak için, Mısır kuvvetlerini yanma ça­ ğırdığı sırada Hârim ’de Suriye kuvvetleri top­ lanmakta idi. Haçlılar tehlikenin ehemmiyetinin farkına vardılar, Guy, Raymond ile anlaştı; her taraftan kuvvetler geldi ; bilhassa Guy 20.000 kişilik bir ordu toplayabilmiş ve Şafföriya ’de mevzi almış idi. 17 rebiülâhır 583 (26 haziran 1187 ) ’te Şalâh al-Din cenûptan Taberiye gölü sahiline geldi ve 6 gün içinde Taberiye şehrini ele geçirdi; yalnız kale ona mukavemet etti. Raymond, dehşetli sıcak sebebi ile haçlıları, iyi mahfûz bulundukları ve bol suyu olan mevkîlerİpden çıkmaktan boş yere vazgcçirdi.- Raymond



107



’a düşman olan ve onun Şalâh al-Dın ile anlaş­ tığını zanneden haçlılar, kıralı Şalâh al-D in ’e hücûma iknâ ettiler. Kıral, Taberiye istika­ metinde ilerilemelerini emretti ve geceleyin H attin [b . b k .]’de karargâh kurdu; ordu bu­ rada kâfî derecede su bulamadı. Haçlılar, bü­ tün gayretlerine rağmen, tamâmıyla bozguna uğradılar; kırat ve ileri gelenlerinin büyük bir kısmı esir edildi. Şalâh al-Din hükümdarı dos­ tâne bir şekilde kabûl etti ise de, sulhü bozan Renaud’yu bizzat öldürdü; emirleri ve kadıları vâsıtası ile Templier’lerİ ve Saint-Jean şöval­ yelerini katlettirdi. Nasıl S£urün Hama savaşı Şalâlı al-D in’ e Suriye üzerindeki hükümran­ lığım te’min etti ise, H attın savaşı da ona Fi­ listin ve Kudüs ’S kazandırmış idi. Taberiye, Nasıra, Sam ana, Sayda, Beyrut, Betrûn, Akkâ [ b. bk.], Ramla, Ğazza ve Hebron kaleleri düş­ tü. Şalâh al-Din müteakiben K u düs’ e karşı harekete geçti ve receb 583 (eylül 118 7 )’te Beyt-ül-Lahm, al-A şariye ve Zeytindağı ’ nı ele geçirdi. Önce karargâhını Kudüs ’ün garbında kurdu; bu kısmın sâkinleri cesaretle müdâfaada bulunuyorlardı; fakat şimâlde daha müsâit bir mevkii ele geçirdiği, küçük ve büyük mancı­ nıkları yerleştirdiği için, şehir ay sonunda tes­ lim oldu. Zenginler servetleri ile kendilerim kurtardılar; fakirler ise, esarete düştüler; bu­ nunla beraber, müslüman ve hıristiyan büyük­ lerinin talebi üzerine, binlereesi de serbest bı­ rakıldı ; Şalâh al-Din de çok sayıda yaşlı fa­ kirleri serbest bıraktı. Yalnız hastaların ve cizye ödeme işleri ile - meşgul olan kimse­ lerin de orada kalmalarına müsâade edildi. Hıristiyan din! ile ilgili her şey tahrip edildi. Kubbat al-Şabra ve Mascid al-Akşâ yeniden tamir edildi. Bu büyük hâdisenin hâtırasına hastahâne ve mektepler inşâ edildi. Bir çok Eyyûbî emirlerinin orada bulunuşları ve bunla­ rın hediyeleri ve yaptıkları zengin te’sİsler ile Kudüs bugünkünden çok daha parlak bir bât aldı. Hemen bütün İslâm dünyâsı, hararet­ le istenilen Kudüs ’ün zaptını tes’ît etti. Bu zaferin neticeleri henüz hıristİyanların elinde bulunan kalelerin Şalâh al-Din tarafından kuv­ vet zoru ile veya kendiliğinden teslim olmak sureti ile ele geçirilmesi oldu; yalnız Antak­ ya, Trablusşam, Sur ile bâzı küçük şehir ve kaleler hıristİyanların elinde kaldı. Bu yılın mütebâkî kısmı Şalâh al-Din için pek iyi geç­ medi. Dinlenme fırsatı vermediğinden zayıfla­ mış ve çok yorulmuş olan ordusunu Sur ’a mu­ hasaraya sevketmek hatâsını işledi. Mahsfiriarın cesûrâne müdâfaası ve deniz tarafından muvaffakiyet imkânsızlığı sebebi ila ciddî bir hezimete uğradı. Uzun müzâkerelerden sonra, Kahire kalesipi inşâ ederkep liyâkatini işbat



S A L Â H - ad -DİN



etmiş oleu emir Karakuş [ b. bk.J vâsıtası ite, 'A kkâ ’yı yeniden inşâ ve tahkim ettirdi. Mü­ teakiben Salâh al-Din, Kavkab 4 almak için bir teşebbüsten sonra, Şam ’ a hareket etti ve rebiülâhır 584 (haziran 1 1 8 8 ) ’te y e n i b i r s e f e r için, Suriye ve Eleezıre müslüman emirlerini kuvvetleri ile birlikte davet etti. Bu seferde Lâzkiye, Cebele [ b. bk.], Şahyün, Snrmin, ve Burzüya’yı zaptetti ve Antakya kı­ ralı Bohemond III. İle 7 aylık bir mütâreke akd­ etti. Salâh al-Din aynı yılın ramazanının ilk günü tekrar Şam 'a döndü ve Şafad t b. bk.J, Kavkab, Kerak ve Şâvbak ’i fethetmek için kendi kuvvetlerini silâh altında tutarak, elcezîre 4 i müttefiklerine izin verdi. Bu sefer uzun, fakat semereli oldu ve bütün bu şehirler rapt­ edilmek sureti ile, I zilkâde 585 ( 1 1 kânun I. ıı 8 9 ) ’te sona erdi. Kudüs ’ün düşmesi haberi üzerine, papa G ré­ goire VIII. bir h a ç l ı l a r o r d u s u hazır­ ladı ve onun ölümünden sonra, Clément III. bu işe gayretle devam etti- Bütün Avrupa hü­ kümdarları arasındaki düşmanlıklar son buldu ve hattâ Fransa kıralı Philippe ve İngiltere kıralı Richard anlaşmak zorunda kaldılar. Y e­ ni haçlılardan gelen ilk yardım, Sicilyalı Guillaum tarafından gönderilen bir donanma oldu. Bu donanma Trablusşam 4 aldı ve sonra Filis­ tin limanlarına yardım etti. Filistin için, Avru­ pa ’dan birbiri arkasından büyük ve küçük kuvvetler hareket e tti; hepsi Sur ’da kara­ ya çıkarıldı. Alman imparatoru Friedrich I. bizzat, Şalâh al-Din 4 boş yere K u d ü s’ü İâdeye dâvet ettikten sonra, iyi teçhiz edilmiş kalabalık haçlı orduları ile fstanbul üzerinden yoluna devam etti. Şalâh al-Din ile faydasız bir ittifak akdetmiş olan Bizans imparatoru Isaac onların geçmelerine mâni olamadı. De­ vamlı sûrette takviye edilmiş bulunan frank­ lar 14 receb 585 (28 ağustos 1189 ) ’te, orta çağın mühim askerî teşebbüslerinden sayılan ‘A k k â m u h a s a r a s ı n a başladılar. Kudüs ’ün düştüğü savaşta esir edilmiş olan Guy de Lusignan ve Montferrat markisi, kıraliçe Sibylle 'in talebi üzerine, Şalâh al-Din ile bir daha savaşmamak taahhüdüne karşılık, cemâziyelevvel 584 (temmâz 1188 ) ’te serbest bırakıl­ mış idiler. Patrik onları yeminlerinden döndü­ rünce, bunlar imparator Friedrich I., Ingiltere kıralı Richard I. ve Fransa kıralı Philippe ’e gü­ venerek ve bir çok Avrupa memleketinden bir­ biri arkasından gelmiş haçlı kuvvetleri ile des­ teklenmek sÛreti ile, ‘A kkâ ’yı kuşatmışlardı. Bu şartlar içinde Şalâh al-Din çok büyük bir gayret göstermiş ve yıllarca devam eden bu sa­ vaşlar esnâsında haçlılar büyük sultan Şalâh al-Din 4 tanıakş ve takdir etmişlerdir.



e y y û b î.



iki ay hazırlıktan sonra, kıral Guy, Frank­ ları ‘A kkâ önüne şevketmiş ve ertesi gün Şalâh nl-Din onlara yetişmişti. Kara ve denizde sava­ şıldı. Haçlılar daha iyi vaziyette idiler; zîra deniz tarafından kuşatılmış olan şehirdeki kuv­ vetler erzak te’mİninden de mahrSm idi. Bundan başka, her ne kadar imparator Fredrich ’in ölü­ mü neticesinde, alman şövalyeleri ancak az sa­ yıda 'A kk â ’ya geldiler ise de, kıral Philippe 4 n ve bilhasa R ich ard’ın ordusu, ayni şekilde er­ zak ve muharipler getiren gemilerin yetişmesi haçlılara kat’î bir üstünlük te’ min ediyordu. Haçlılar ayrıca mükemmel muhasara âletle­ rine de sahip id iler; müslümanlar da onlara karşı fevkalâde şekilde yangın gülleleri kulla­ nan askerler yetiştirmişlerdi. Şalâh al-Din ’in ordusu, uzun süren savaşlarda yıpranmış, bu yüzden ‘ A kkâ Maki kuvvetleri kendisine lüzûmu kadar faydalı olamamış, hattâ bizzat idare­ sindeki ordu bile kendisine cephe alır bir tavır takınmış id i; fakat Şalâh al-Din müstesna bir kumandan idi. Buna mukabil haçlılar da dahilî ihtilâflara düşmüş ölüp, kıral Guy ile Mont­ ferrat markizi ve kıral Philippe ile kıral Ri­ chard rekabet hâlinde idiler. Müteakip yıllar, deniz ve karadaki savaşlar bakımından, hare­ ketli oldu. Şalâh al-Din halîfe vâsıtası ile şark memleketlerinden yeni kuvvetler te ’minini bo­ şuna denedi. *Akkâ ’deki kuvvetler, 7 cenıâztyelâhır 587 ( 12 temmuz H 9 i ) ’de, Şalâh alDin 4 n rızasını almaksızın müzâkereye girişti. Kalede bulunan bütün esirlerin teslim edilmesi ve 200.000 altın ödenmesi şartı ile kaledeki kuv­ vetler serbest bırakıldı, idi. B ir ay sonra Ric­ hard, bu meblâğ ödenmediği için, elindeki kuv­ vetlerden 3.000 kişiyi katlettirdi. Hıristiyan vak ’anüvislerinin de lânet ettikleri bu cânlyâne hareket müslümanların elinde bulunan bü­ tün esirlerin katlini intâc etti. Ricbard az son­ ra Çaysâriya [ b. b k .]’yİ zaptetti ve Şalâh alDin 4 n Ramla kalesini tahrip ettiği esnada, o da Yafa kalesini tahkim etti. Bundan sonra iki muhârip taraf arasında sulh müzâkereleri fasılasız devam etti. Başlıca aracı Şalâh al-Din 4 n kardeşi al-Maük ai-'Âdîl oldu. Esâs şartlar Kudüs ’ün müslümanlar tarafından terki ve bü­ yük haçın tekrar yerine konması idi. Daha son­ ra, hayâli tasavvurlar ile meşbû bulunan Ri­ chard kız kardeşinin Kudüs hâkimi bulunan ‘Âdil ile evlenmesini teklif edecek kadar ileri gitti. Richard böyiece yavaş-yavaş sulha götü­ ren bir siyâsî uzlaşma tâ kip ediyordu. Ken­ disi  d îl’in oğlu al-Malik al-Kâmil [ b. b k j ’e şövalyelik payesi verdi. Bir çok muharebeler­ den sonra, 23 şâban 588 ( 2 teşrin II. 1192 )’de s u l h a k d e d i l d i . Lydda ve Ramla taksim edildi, 'Askaiân tamâmiyle yıkıldı ve haçlıların



èÀ L H -A D -bÎN EY Y Û Bİ. silâhsız olarak mukaddes mahalleri ziyaret et­ defa, esirleri serbest bırakırken veya verdiği melerine müsâade olundu. Anlaşmanın başlıca hediyelerinde ( ‘A zâz kalesini al-Şâ!ih tsmâ'il sebebi, Richard 'in hastalığı ile İngiltere ’ye dön­ ’in genç hemşiresine ve kıral Richard ile sulhmek arzûsundan başka, Avrupa 'dan gelen tak­ ten sonra, bir çok köyleri Antakya kıralı Boviye kuvvetlerinin kesilmesi idi. Bütün Avrupa hemond’a vermesi gibi ) âlî-cenap bir şahsiyet ’ nın gayretine rağmen, sâhile kadar Filistin ’in olduğunu göstermiştir. Şalâh al-Din, Baybars büyük kısmı Şalâh al-D in ’in iktidirı altında hikâyesinin bir bölümü müstesna, ne şarkıla­ bulunuyor idi. Filistin ve Mısır arasında irtibat rına, ne halk hikâyelerine girm iştir; hâlbuki emniyet altına alındı; Şalâh al-D in ’ in Antakya ölümünden hemen sonra, o, gayr-i müsait bir kıralı Bohemond ile münâsebetleri dostâne idi. vaziyette gösterilmiş olmasına rağmen, Richard Şalâh al-Din ömrünün son aylarını sulh içinde ile bir arada, İngiliz halk şâirlerinin muhayyi­ geçirebildi; Kudüs ’ü tahkim e tti; sonra sessizce lesini tahrik etmiş, transız ve İtalyan manzûŞ am ’a gitti; zilkadenin sonunda (teşrin li. ■melerinde kendisine daha müsâit bir yer veril­ sonu) halkın sevinç ve alkışları arasında şehre miştir. Yeni müellifler ( W. Scott, Talisman ve girdi. Kışı akrabaları ile orada geçird i; safer Lessing, Nathan der Weise ) de Şalâh al-Din ’i 589 {şubat 1 1 9 3 ) ’da hastalandı ve 14 gün önce şarklı ve cesur, sonra da avrupalı zihni­ sonra, 5$ yaşında olduğu hâlde, ö l d ü . yette bir hükümdar olarak göstermektedirler. Büyük oğlu Ş a m ’ı, ikinci oğlu H a I e b ’i, Şalâh al-Din bir din ilimleri dostu, âlimler Uçüncüsü M ı s ı r ’ı ve kardeşi'A dil de ş i m â­ hâmîsi, Kahire kalesinin inşâsı ile Kudüs âbi­ l î A r a b i s t a n ile E l c e z î r e ’yi aldı.Şalâh delerinin tâmirinde de görüldüğü gibi, büyük al-Din ’in ölümünden hemen bir kaç sene sonra, ölçüde bir imârcı idi. idâri birlik kayboldu. Şâyet daha uzun zaman Şalâh al-Din ile İlgili kitabelere âit malze­ yaşamış olsa idi, akrabâlarr arasında mâkûl bir me tafsilâtı ite G. Wiet tarafından ( Les ins­ nizâm meydana getirebileceği de şüpheli idi. Bu­ criptions de Saladin, Syria, III, 307— 328 ) tet­ nunla beraber hayâtında hemen-hemen akraba­ kik edilmiştir. sından hiç biri ile mücâdele etmek macbûriyeB i b l i y o g r a f g a i Şalfilj al-D in ve tinde kalmadı. Zekâsı, iyiliği ve dindarlığı üze­ devri hakkında kaynaklar için bk. al-Makrine kurulmuş bulunan i k t i d â r 1 sarsılmaz rizi, Su lak { Eyyûbîler devri), trc. Blochet, hâlde idi. Her türlü hırs ve tamah ona yabancı Paris, 1908, s. 1 —55 (mukaddimede) ve bir id i; biri Fatımî halîfesi a l-'A iid ’in ve diğeri de İbn Vâsıl, M ufarrtc al-kurüb { parçaları atabey Nur a l-D in ’in ölümünde olmak üzere, ve İskenderiye patrikleri tarihi ’ nin frensiziki defa büyük servetler elde etmek fırsatını ca tercümesindeki notlar ). — 1889 ’a kadar buldu. Halîfenin hazînelerini askerlerine ve tabasılmış olan kaynakların bibliyografyası rafdarlarina d ağıttı; Nür al-Din'in servetine için bk. Derenbourg, Oıtsâma Ibn Mounkidh ( P E L O, Paris, 1889, X l l / i ) ; — Şalâh dokunmadı; onu oğlunun emrine bıraktı. Yal­ al-Din ile t n u â s ı r arap ve hıristiyan k a y ­ nız u m û m i y e t i e h a ç l ı l a r a k a r ş ı mu­ t a a s s ı p id î; fakat her ne kadar iktidara gel­ n a k l a r ı için bk. Recueil des historiens des diği vakit, önce sıkı-sıkıya riâyet edilmiş olan Croisades. Historiens orientaux (P aris, 1872 bıristiyan ve yahudilerin farklı elbise giymele­ — 1906, I—V ) ve Historiens occidentaux rine dâir hükümlere hararetle bağlı kalmış ise ( Paris, »844—188b ), 1—Vf ; Reinaud, Extraits des historiens arabes relatifs aux guerres de, fert olarak, haçlılara ve idaresine tâbî hıristiyanlara karşı kötü davranmamıştır. O Nür des Croisades ve Michaud, Bibliothèque des al-D in'in yolunu tâkip etti ve kendisini mima­ Croisades ( Paris, »829 ). Eski kaynaklardan rîde, edebiyatta ve teşrifatta, İran Şiîliği tema­ en zengin ve tafsilâtlı olarak faydalanmak yüllerine karşı, Sünnîliğin müdafii olarak tanıttı için bk. Röhricht, Geschichte des K önig­ reichs Jerusalem ( Innsbruck, 1898), bu eserde { bk. mad. EYYÛBÎLER j. Saltanatının son yılla­ rında, müslümanlar ile hıristiyanlar arasındaki müellifin diğer eserleri ile bol mıkdarda bib­ liyografya mâlûmâtına da işaret edilmiştir. münâsebetler iyileşti; msi. at-Maiik al-'Adil ’in Krş, bir de yan Berchem, Notes sur les oğlu al-Malik"al-Kâmil gibi bir kaç müslümana İngiltere hükümdarı Richard tarafından şövalye­ Croisades ( J A . , 9., 1902, seri XIX, 385 v.d.). H â l t e r e i ra e 1 e r i eserleri arasında lik pâyesı verildiği doğru görünmektedir. Salâh Derenbourg, Ottsdma ’den bsşka, İbn Hailikân al-Din akrabaları tarafından sevilmiş ve saygı ve Bahâ’ ai-Din b. Şaddâd 1 her İkisi için bk. görmüş idi ve bugün hâlâ Sultan Baybars [ b. bk ] ve Hârün al-Raşid ile birlikte balk ara­ Recueil des Hist, orient., 111. İkincisi The sında en meşhur şahsiyettir Avrupa ’da ör­ Li f e o f Saladin by Behû-ed-Dîn [ nşr. C W. Wilson, London, 1897 ] adı ile, İngilizce nek şövalye olarak tanınan Şalâh al-Din ha­ kîkaten nslû boş yere kan dökmemiş ve çok olarak neşredilmiştir ) ’a müracaat edilmeli-



iiö



¡SALÂH- a D-DİN E V y Ob Î -



dir. Hammer-Purjjs tall, GemSldesaal der Le­ bensbeschreibungen grosser moslimischer H errscher { Leipzig, 1838) V, eskim iş) ve Stanley Lane-Poole ( Heroes o f the Nations, London; 1898 ) ’ün koileksiyonundakl Saladin and the F a ll o f the Kingdom o f Jerusalem adlı tetkikinde derin bir şekilde yeniden ele alınmıştır. Şalah :al-Diu ile ilgili Avrupa ef­ sâneleri hakkında krş. Lane-Poole, ayn. esr,, bölüm X X 1H, 377 v.dd., müellif bu eserinde Baybars destanının bu mes’ele ile ilgili parça­ sından, kezâ Walter Scott ve Lessİng’in eserlerinden mufassalan bahsetmektedir. La­ ne- Poole onun yalnız Baybars menkıbesine âit olan parçası üzerinde durmuştur; bk. bir de Gaston Paris, La Leğende de Saladin, J o ­ urnal des Savants, 1893 ve ayn b a sk ı: Röh­ richt, Gesckickte des Königreichs Jerusalem , s. 35 1, not I. ( SOJSERNHEIM.) S A L A M . [B k . SELÂM.] S A L A M A . [B k . s e l e m e .] S A L A M A . [ Bk. sel Ame.] S A L A M A N K A . SALAM AN CA ( a. Ş a l a MANffA }, İ s p a n y a ’da S a l a m a n k a e y â ­ l e t i n i n m e r k e z i . Tormes nehrinin sağ kı­ yısında, Madrid ’in şimâl-i garbisinde ve demir­ yolu ile 275 km. uzaklıkta olup, eyâletin 1941 yılındaki nüfusu 392.915 idî, Romalılar zama­ nında şehir bir askerî konak mahalli idi. Bu­ rası Merida 'dan Şaragossa ’ya giden İspanya ’am büyük askerî yolu Via Lata üzerinde do­ kuzuncu menzil idi. Traianus (Pontifeı Maxi­ mus ) orada, ayakları hâlâ mevcût olan muh­ teşem bir köprü inşâ ettirdi. İspanya ’nın diğer yerleri gibi, Salamanka da Gotların İstilâsına uğradı. Bir nevi İlâhî İlham ile bunlar üç tepe­ ler şehrine yöneldiler ve bu şehire karşı sev­ gilerini belirtmek için, orada altın sikkeler darbettiler. Şimalî A frika valisi M usa’nın 18.000 kişilik seçme birlikleri ile cenubî Ispanya ’da görün­ mesi (9 1= 7 0 9 / 7 10 ) ve kararlaştırılmış bir şe­ kilde İspanya ’nın cenubunu fethetmeğe baş­ laması şehirde büyük bir kargaşatığa sebebiyet verdi. îşbiliye, Karmona ve M erida’yi aldıktan sonra, Müsâ kendisinden önce Roma askerî fır­ kaların da kat’etmİş olduğu güzergâha yürüdü ve Salamanka önüne kadar geldi. Vaktiyle bir Roma kalesi olan şehir İslâm kuvvetlerine pek az mukavemet gösterdi. O zaman yabancıların elinde şehrin halkı efendilerinden şikâyetçi de­ ğil idi. Vergilerini ödeyip, yasak edilen pro­ pagandayı yapmadıkları müddetçe can ve mal­ ları emniyette idi. Hattâ onlar yeni bir fikir hayâtının şehre nufûz ettiğini ve hâkimlerinin klasik ve şark bilgilerine inkıyat etmek mecbûri ye tinde kaldıklarını hemen farkettiler. Sa-



s



A l ÂR.



lamanka ’nın bugün İspanya ’nın en eski ve en büyük üniversitelerinden birine sâhip olmakla iftihâr edişi sâdece bir tesâdüf eseri değildir. Onun temelleri islâmtn göze çarpmayan öncü­ leri tarafından atılmıştır. Ibn a!-A air, kıral Alfonso *mıa 24 mayıs 757 ’de, Salamanka kalesine yaptığı neticesiz bir taarruzdan bahsediyorsa da, her hâlde bn bir akından başka bir şey değil İdi. Şehir hiç bir zaman, Kurtuba veya îşbiliye gibi, bir islâm memleketi olmadı, İbn A b i 'A m ir’in, 18 eylül 977 tarihinde hıristiyanlardan şehrin dış mahal­ lelerini almağa muvaffak oluşu hayrete şâyân olarak görüldü. Nitekim kendisinin zu ’l-vizâratayn rütbesi ve prens maaşı ile mükâfatlandırılması da bunu göstermektedir. Böylece Sa­ lamanka ’nın kaderi, aş.-yk. onar yıllık fâsılalar ile el değiştirerek, İslâm medeniyeti ve mağribî kudreti ’n>n onların kendi aralarındaki anlaş­ mazlıklar ve İspanya hıristiyanlarının gittikçe artan düşmanlıkları neticesinde, 1055 tarihinde nihâî olarak, şehirden çıkarılmasına kadar de­ vam etti. 1220 yılında resmen Leon kıralı Alfonso IX. tarafından kurulan üniversite, Wellington 'un fransızların yarım-ada üzerindeki hâkimiyeti­ nin kaderini tâyin ettiği x8iz yılındaki büyük meydan muhârebesine kadar, Salamanka ’yı yalnız başına aiel’âde bir şehir olmaktan çıkar­ mıştır. B i b l i y o g r a f y a : tbn al-A sir, al-K âmil, fih rist; Villary Macias, Historia de Sala­ manca (3 cild, Salamanka, 1887 ) ¡ H, Rashdall, Universities o f Europe in the Middle A ges (3 cilt, London, 1895 )! Lapunya, La U niversidad de Salamanca y la cultura espa­ ñola en el siglo X I I I ( París, 1900); Dozy, Hist, des Musulmans d ’Espagne (Leíden, 1861), fih rist; al-Makkari, H istory o f the Mohammedan Dynasties ’in Spain ( tro. P. de G ayengos}, O. T. F., London, 1840. ( T . C r o u t h e r G o r d o n .)



S A L A M I y A . [ Bk. SELEM İYE.] S Â L Â R . S Â L Â R , (F.), r e i s , k u m a n d a n . Eski orta-farsçada sardâr, Sâsânıler devrinde mâlüm rtfc-f değişmesi ve ilk o ’nın uzatılması ile s a la r’ 1 meydana getirmiştir ( Grundr. der Iran. Phil., İ/İ, 267, 274). Yeui-farsçadaki mü­ teradifi, eski sardâr ’m muhafaza edilmiş şek­ li değil de, o bugünkü farsçanın yeni bir şekli olarak, nazar-ı itibâre alınm alıdır; eski kelîneyi teşkil eden unsurlar, hakîkaten yeni-farsça devrinde de hâlâ yaşamaktadır. Eski ermenice orta-farsça salar ’1 saar şeklinde alm ıştır; ermeniceye *sard d r’ 1 vermiş olan sardâr şekli bu dilde tesbit edilmemiştir. Ermenicede, şüp­ hesiz yine yeni-farsçadan gelen muahhar bir



S Â L Â ft e - § A L Â f .



fil



iktibas, yerine i ile { spa)salar ’dır. Bu şekil zai al-Davla ’nin 1869 ’da ölümünde oğlu ve ha­ ve diğer erraemee -şekiller için krş. Hübsch­ lefi Mir Mahbüb'AH H ân ’ın henüz küçük yaş­ mann, Arm. Gramm., 1, 335 ve 339. Bu ibarele­ ta bulunmasından dolayı tâyin edilen iki nai­ rin ilkinde, kelimenin orta-farşça mürekkebâtı bin biri Sâlâr-C ang idi. 3 kânun II. 1 8 7 1 ’ de bulunmaktadır. İştikak busûsunda bk. bir de K a lk ü te ’de Hindistan yıldızı kumandam rüt­ Horn, Grundriss der neap. Etymologic, s. 153; besi ile taltif edildi. Teşrin II. 1875 *te İn­ Hübschmann, Persische Studien s, 72 ; junker, giltere veli ahdi nin Hindistan ’1 ziyareti esnasın­ The Frahangi Pahlavık { 19 1 3 ) , s. 37 v, 79. da Sâlâr-C ang ve diğer hind ileri gelenleri İlk planda askeri (krş. sipâh-sölâr, ordu ku­ Bombay ’da genç Nizâm ’t temsil etmiştir. 1876 mandam, sâlar-t c a n g ) plan tâbir bir kaç- sa­ yılının nisanında İngiltere’yi ziyaret ettiği va­ ray vazifesi için de kullanılmıştır; msl. scilâr-i kit, kraliçe Viktoria ’ya takdim edilmiştir. Ox­ hv5n ( ve hvün-s&lür) “sofra döşeyici"; sâlâr-i ford üniversitesi tarafından kendisine Doctor bâr „teşrifat n â z ın "; aharsalar, „tavla em îri" civilis legis şeref unvânı ile Londra’nın hem­ mîrâtıur. Yerli iranlı lugatçilerin ilâve ettikleri şehrilik payesi verilmiştir. Kânûn II. 1883 ’te ( krş. Vullers, Lex., mad. Salar ) burada bir ta­ Nizâm ’m Avrupa seyâhatı ile ilgili hazırlıkları rafa bırakılabilir; yalnız „kıral" için cahân sâlSr yapmış, fakat 7 şubatta koleraya yakalanarak, gibi ifâde şekillerinin edebî dilde yer almış ertesi sabah ölmüştür, ölümünden bir kaç olduğuna ve bildiğime göre, ispat edilmiş ol­ gün önce H aydarâbâd’1 ziyâret eden Meck­ mayan eski, ihtiyar ( kahan a sa ik la rd a ) mâ­ lenburg-Schwerin dukası Johann A lb re ch t’i nasının belki de yıl, sâl [ b. bk.] ile ilgili yan­ M ir-'Alam gölünde misâfir etmiş idi, ölümü lış bir iştikaka dayandığına işaret edelim. her tarafta teessürle karşılandı. Kendisi umu­ _ _ ( V . F . BO c h n e r .) miyetle ilk aldığı Sâlâr-Cang unvânı ile meş­ S Â L Â R - C E N G . SA L Â R -C A N G , bir unvan kûr olmakla beraber, bundan daha yüksek olup, İran menşe’li bir seyid ve yeni devrin en Şaca al-D avla ve MuhlBr al-M ulk unvanlarını büyük Hindistan devlet adamı olan M i r T u­ da hâiz bulunuyordu. i â b ' A l i bu unvan ile meşhur olmuştur. B i b l i y o g r a f y a t Syed Hossain BilgKendisi 2 kânun II. 1829 tarihinde, Haydarâbâd rami, Memoir o f S ir Salar Ja n g , Sh u ja ad ( Dafeban) ’da doğmuştur. Çok geçmeden ba­ Daula, Mukhtar ul-Mulk, G. C. S , I ( Bombay, bası ölen çocuk Haydarâbâd devlet nazırı olan 1883}; Syed Hossain Bilgrami ve C. Wilmott, amcası navvâb Sirâc al-Mulk tarafından yeHistorical and Descriptive Sketch o f H. //. tiştiriiroiştir. 1848 yılında, 19 yaşında iken, ihe Nizam ’s Dominions (Bombay, 1883). devlet müesseselerinden birinde vazife aldı ve ^ _ (T . W. H a ig .) 18 5 3 ’te amcasının ölümü üzerine, onun ha­ S A L Â T . Ş A L A T (A. ) islâıniyette namaz lefi olarak, devlet nazırı oldu. 1 8 5 7 yılın­ şeklinde A l l a h a i b â d e t mânasına kullanı­ da Sepoy ayaklanması baş-gösterinceye ka­ lan tâbirdir. Bü tâbirin Avrupa dillerine kısaca dar, idarenin ıslâhı ile meşgûl oldu. Nizâm Na­ „du S " mânasına gelen kelimeler ile çevrilmesi şir ai-Davla ölünce, yerine oğlu Afzat al-Davla doğru değildir. Avrupa dillerinde, Gebet, lageçti. Âsîler tarafından Delhi 'n'n zaptı haberi prière v.b. ’am karşılığı arapçada d u a ' 'dır balkı büyük telâşa düşürdü. İngiliz maslahat- ( Snouck Hurgronje bu farka bilhassa dikkati ğüzarlığı, baş-kaldıran ayak-takımı ve bâzı başı­ çekm iştir; Verspreide Geschriften, 1,213 v.d .; bozuk birlikler tarafından, hücâma uğradı. Fa­ II, 90, IV /1, $6 ; 63 v.d. v.b.). Ş a la t kelimesine, kat Sâlâr-Cang isyanın en ağır günlerinde dahi görünüşe göre, Kurban ’dan önceki eserlerde te­ ingilizlere yalnız sadâkat göstermekle kalma­ sadüf edilmez; Kurban ’ın kufî yazı ile olan bir dı ; aynı zamanda onları destekledi ve her türlü çok nüshalarında ve bir de ekseriya daha sonraki karışıklığı bertaraf etti. Onun bu hizmetlerine eserlerde Kur'an ’a dayanılarak, bu kelime ;jU mukabil, 1853 yılında borçlara karşılık şarkî- şeklinde yazılmıştır. Ekseriya bu imlânın bir Hindistan kampanyasına devredilen 3 bölge lehçe telaffuzuna uyduğa kabûl edilir (Nöldeke, kendisine iâde edilmiş olduğa gibi, isyana işti­ Geschichte des Qorans, s. 255 ; Wright-de rak eden Şorâpür racasının memleketi de ona Goeje, Arabie Grammar, 1, 12 A ; C. Brockel­ verildi, i860, ve 1867 yıllarında biribirini tâkip mann, Arabische Grammatik, s. 7 5. Gerçekten eden iki İngiliz elçisi tarafından büyük nâzırı a lif yerine uatı yazılması K u r'a n ’daki başka bir efendisinin gözünden, düşürmek ve işinden çok kelimelerde de yardır. Bu şekil imlâ, ribä uzaklaştırmak teşebbüsü akfm kaldı; Sâlâr- O j’. j) kelimesi müstesnâ, yalnız ârâmî dilinde Cang vazifesine devam etti. 1868 yılında ona bir pek sık tesâdüf edilen -ât ( veya -öt ) ile nihâsûikasd yapıldı; fakat müteşebbis yakalandı ve yetlenen kelimelerin sonunda görülmektedir. Sâlâr-C an g’in mahkeme karârını hafifletmek Bundan dolayı îy ' j ı»y_» ve buna benzer keli­ için yaptığı teşebbüse rağmen, îdâm edildi. A f- melerin imlâsında bîr ârâmî te’sirinio kendisini



S Â L Â f. hissettirdiği nazariyesi ( krş. Frânkel, De vocabnlts in antiçıiîs Arabam carminibus et in Corano peregrinis, s. i i ) gözden nzak tutulma­ malıdır. Arâmîce şe/öfü kelimesinin i ş t i k a k ı çok açıktır. Kökü olan ş-l- ârâmî dilinde „katla­ mak, bükmek ve germek" mânasına gelir. Şelâtâ bir mastar ismidir ve „katlamak" v.b. fiille­ re delâlet eder Muhtelif ârâmî lebeelerinde, na­ maz gibi, âyin şeklindeki duâ mânasında kul­ lanılmıştır ; mamafih hiç olmazsa Süryânî dilin­ de nmûmiyetle bâ'âtd denilen, ferdî ve serbest duâ mânasına da gelebilir. Namaz ile yahu di­ lerin ve hıristi yanların dinî âyinleri arasında benzerlikler göze çarpar. ,Şalla fiili şaldt is­ minden müştak olup, „namaz {şal dt} kılmak" mânasına gelir. Başlangıçta islâmiyette bir dinî> âyîn te’sis etmek için yahudi ve hıristiyanların dinî âyin­ lerinde, merasim ile okunan dualar şeklinde in­ şat ettikleri ve bir makamla okudukları metin­ ler yok idi. Oldukça yayılmış bir telakkiye gö­ re, Peygamberin ilk vahyi olan XCVI. sûrenin gelmesi husûsu ile alâkalı meşhûr hadîste bu açık­ ça görülmektedir. O, bir duâ okuması için İsrarda bulunan meleğin emrine, „okuyucu değilim" cevâ­ bını vermiş idi. Peygamberi korku ve sıkıntıya düşüren bu konuşmanın iiâbî kısmı aynı zaman­ da okunacak ilk metin olmuş ve diğer metin­ ler uzun veya kısa fasılalar İle bunu tâkip etmiştir, Şaldt K u r’an ’ ın hiç bir yerinde tasvir edil­ memiş ve kat’î şekilde kaidelere bağlanmamış ise de, menâsikln inkişâfı sırasında, e s a s l ı b a t l a r ı n ı n değişmediği kabûi olunabilir. Namazı ( ş a ld t) meydana getiren muhtelif kısımlar hakkında K ur'an Maki kayıtlar, bu faraziyeyi ileri sürmeğe imkân vermektedir. Şaldt ’ın erkânının umumiyetle, sırası ile ayak­ ta durma, vücûdun eğilmesi [rükû' } ve secde ( sucB d) olduğu kabûl edilir. Sabah namazına K u r ân al-facr diyen XVII, 80 âyeti ile, Mekke devrinde şalat ’ın Kar'an okumakla ne kadar alâkalı olduğu açıkça görülür. Diğer taraftan bizzat K u r’an okuma secdelere bağlıdır {K u r’an, L X X X IV , 2 1). Daha bu devirde „teşbihlerin" namazın {şalat) tamamlayıcı kısımlarını teşkil ettiği, meselâ K a r’an ’ın X X, 130 ve X X IV , 41 âyetlerinden anlaşılm aktadır; bu yerlerde tasbilı ve tahmid namaz ile çok sıkı bir şekilde alâkalı olarak zikredilmiştir, Şaldt ’ın ve şalla fiilinin en eski sûrelerde zikredilmiş olması ( msl. K a r’an LX X V , 3 1 ; LXX, 2 3; CVII, s ; L X X 1V, 44; CVUJ, 2 ) keyfiyeti bu ibâdetin islâmiyetin ilk doğuşun­ dan itibaren mevcut olduğunu ve Caetani ’nin



şüpheci düşünce ve faraziyelerinin K a r’an ’ın şehâdetini yeter derecede hesaba katmadığını (krş. A nnali, giriş, § 219, not, kısmen Grimme ’ ni benzer beyânlarına istinat eder) kabûl et­ mek imkânını verir, K u r’an, X V I I , 1 1 0 ’da Peygamberin bu yeni menâsiki ile Mekke sakin­ lerini ne kadar kızdırdığı görülm ektedir; bu sûrede Allah Peygambere namazını yüksek ses­ le okuyarak kılmaması m tavsiye eder; bunu an'ane, haklı olarak, şöyle tefsir eder s kâfir hemşehrileri namazda okunan sûre ve âyetleri çok yüksek ses ile okuma sebebiyle kızıp, Pey­ gamberi incitiyorlardı. Şu vâkıa da buna uygun­ dur ı Peygamberin mütemadiyen daha evvelki peygamberlerin misâlini takibe, onların sabır­ larını örnek almağa teşvik edildiği devirde, ona muntazaman eski peygamberlerin de çev­ relerini namaz (şaldt) kılmağa dâvet ettikleri hatırlatılır ( msl. K a r’an, XXI, 73; X IX , 32, 56; X IV, 4 0 ; XX, 132). K u r’an ’da şaldt, ayrıca zakât yanında çok Sik zikredilmiştir; bunların ikisi açıkça Allah ’m tercih ettiği dinî tezahürler telakki edili­ yordu (msl. K u r’an, II, 77, 104, 172, 277; IV, 79, lû o ; V , 15, 60 v.b.). K a r ’an ( II, 42, 148 ) ’ da mü’minler şaldt ve şabr ile Allahın yardı­ mını aramağa dâvet edilmişlerdir. Şa b r [b . bk.] burada oruç olarak tefsir edilmiştir. Mamafih K u r’an ’da sonraları mühim bir yer alacak olan beş „desteğin" ( rakn ) hiç bir izi yoktur. Ş a ­ ldt bir tevazu tezahürüdür ( K u r’an, XXIII, 2 ); bu da kadîm çağda ulûhiyet karşısında insana en çok yakışan durum olarak telakkî edilmek­ tedir. Şalat ’m harfiyen yerine getirilmesi { mu­ h afaza), bir çok münâsebetler ile, İsrarla tenbih olunur ( Ktfr’an, VI, 92 ; XXIII, 9 ; LII, 34, krş. LII, 22) ve bu husûsta her türlü ihmâl ( s a h v ) ayıplanır ( K u r’an, CVH, 4), K u r’an, IV, 104 ’te böyle bir teşvîke şu sebep gösteril­ miştir: zîra şalat, mü’minler için, bir Kitâb m avkât’tur, yâni zamanlan belli bir farzdır. Münâfıkiarın [ b. bk.] namazı gayretsiz ve al­ çakça bir iki-yÖzlülükle kılmaları ( K u r’an, IV , 1 4 1 ) ayıplanmaktadır. Şarap içme için konulan tahditlerin ve sonra şarap içmenin yasak edil­ mesinin sebeplerinden biri bu içkinin fazla alınmasının namazı karıştırması, ifsât etmesi idi ( Kur’ an, IV, 43). Daha önce söylendiği gibi, şalat sonraki şekli ile başlangıçtan beri tesbit edilmiştir. İslâmiyetin en eski devrinde şaldt ’ın husûsiyetleri ve onunla beraber bulunan menâsik hakkında ancak pek az şey biliyoruz. Namaz için bir dinî temizlenme [ bk. madd, GUSÖL, TAHÂRA, VU2 Ü1] farz kılınmıştır ( K u r’an, V, 8 ); cuma namazı için yapılan nida ( K u r’an^ V, 63 ve LXII, 9) zikredilmiştir. B ir tehlike



âALÂT. ile karşılaşma hâlinde kılman husûsî bir oamaz Kur'an IV, 103 ’te tasvir edilmiştir (krş. aş. şalât a l-h a v f). Peygamber için duâ ve bir de hislim, daha muahhar şekli ile, namazın sonunu teşkil eder. Bu amel için K u r’an XXXIII, 5b âyetine istihât edilebilir ki, burada şöyle denil­ mektedir: „Allah ve melekleri Peygambere duâ ederler ( guşalluna ); ey îman edenleri ona duâ ediniz ve selâmet dileyiniz." K ur’an ( LXII, 9) cuma namazı şu .kelimeler ile zikredilmektedir: „Ey îman edenler, cuma gününde şalât için çağırıldığınız zaman, Allahın anılmasına { zikr ) koşunuz ve alış-verişı bırakınız; bilseniz, bu siz'tı için daha iyidir." Bü şartlar içinde, İslâmiyet! kabul etmeğe katar veren kimselere namaz amelini hemen yerine getirmelerinin öğretilmesine Peygambe­ rin büyük bir ehemmiyet vereceği bedîhîdir. Rivayet onun bu gâye ile As'ad b. Zurüra’yi yahut da Muş'ab b, 'U m ayr’i Medine sakinle­ rine gönderdiğini Ve bu elçinin onlar ile bir­ likte cuma namazını kılan ilk kimse olduğunu riâkteder ( krş. A. J. Wensinck, Mohammed en de Joden te Medina, a, m v.d. ve bîr de bk. C. M. Becker, Der Islam, III, 378 v, d.). Peygam­ berin Arabistan kabilelerine gönderdiği emirîerde şa?5f, her müslümanın vazifesi olarak, kuvvetle tavsiye edilmekte idi ( krş. J. Sperber, ,D ie Schreiben Muhammeds an die Stämme A rabiensŞ M S O S As., XIX, ayrı baskı, s, 16, 19, 38, 58, 77 v.b.). İslâmî an’anelere göre, günlük namazın ( şa lâ t) b e ş v a k i t olarak tesbiti islâmiyetin başlangıcında vukua gelmiştir. Bu, Peyğamberin miracı [ bk. mad. tSRÂ ] ile ilgilidit; Peygamber göklerin en yüksek yerine, A l­ lahın huzuruna varınca, Allah günde 50 namaz farzetti. Peygamber bu emri alarak, Allahın huzûrundan ayrıld ı; dönüş yolunda M usa’ya tesâdüf e tt i; Müsâ mü’minler İçin Allahın neleri farz kıldığını kendisinden sordu ve emri duyüncâ—>,Rabbinin yanma dön; çünkü ümmetin bü emri yerine getirecek hâlde değildir"— dedi, Allah o zaman 50 namazı 25 ’e indirdi, Pey­ gamber dönüşünde Allahın yeni emrini Müsâ ’ya bildirdi ve Musa da ona aynı cevâbı verdi, Allah namazların sayısını 5 ’e indirinceye ka­ dar, bu gidiş-geliş devam etti ( al-Buhâri, Ş a ­ lât, bâb I ; Muslim, Imân, hadîs 259, 263; alTirmİzi, Mavâkit al-şalât, bâb 45; al-Nasâ’ ı, Şalât, bâb I ; İbn Mâca, ¡¡şama, bâb 194; A h­ med b. Hanbal, I, 315 (üç d e fa ); IH, 148 v.d,, 1 6 1 ; krş, İbn Sa'd, î/ i , 143 v.b.). Bu sahne İbrahim ’in Sodome »» Gomorrhe lehinde mü­ dâhalesini tasvir edeıi Tekvin, XVIII, 23 v.dd. ile bir dereceye kadar benzerlik gösterir. Diğer taraftan çok yayılmış bulunan bir hadîste, Cabrâ’ i l ’in bir günde beş defa indiği,Peygamberin Ulîm A*ıiklep«4i«i



huzûrunda namaz kıldığı ve onun da meleği taklit ettiği söylenir ( ai-Buhâri, M avâkit, bâb 1 ; Müslim, Masâcîd, hadîs iğğ, 16 7; Abu Dâ’ üd, Şa lât, bâb 2; al-Tirmizi, Mavâkit, bâb I ; alNasâ’ i, M avâkit, bâb 1, 10, 17 ; İbn Maca, Ş a ­ lât, bâb 1 ; al-Dgrimi, Şalât, bâb 2 ; Mâlik, Vu­ ku, t, bâb 1 v.b.). Bu telakkî hem tarihî, hem de edebî tenki­ de tahammül edemez. Houtsma, kısa, fakat çok derin bîr incelemesinde, şu neticelere varmış­ tır ( lets över den dagelijkschen Çalat der Mohammedanen, Theologisch T ijd sch rift, *890, X XIV, 127 v.dd.): Mekke devresinde namazın nasıl tanzim edildiği Kur'an (X I, 1 1 4 ) ’dan an­ laşılmaktadır ; „gündüzün iki tarafında ( taraf­ tan ), gecenin de yakın, saatlerinde namaz kıl." K u r’an, XVII, 80 buna uymaktadır; burada bir sabah namazı, bir akşam namazı ve bir gece na­ mazı ( tahaccud) emredil mektedir ; krş. K u r’an, X X IV 2, 57; burada şalât al-facr ile şalât al'i ş S zikredilmektedir. Medine devresinde nâzil olan ikinci sûrede (âyet 239) birdenbire bir „orta namaz" ( al-şalât al-vustâ ) zikrediliyor. Bunun Medine ’de diğer iki namaza ilâve edil­ miş olması gerekir. Böylece Peygamberin hayâtında namaz sa­ yısal üçe çıkmıştır. Bn sayının 5 olarak nasıl tesbit edildiği mes’elesine gelince, Houtsma bu suâle şöyle cevap veriyo r: gün ortasında iki namaz { şalât al-zuhr ve a l- a ş r ), bir de akşam kılınan iki namaz ( mağrib ve ‘işS*), vustâ ile ‘ işâ‘ ’ın iki kere tekrarından meydana gelmiştir. Bu tekrarlama kolayca izah e d ilir; çünkü Pey­ gamber hayâtında şalât ’ların saatlerini kat’î olarak tesbit etmiş değildir (k rş. E. MitUvoch, Zur Entsiehungsgeschichte des islamischen Ge­ bets und Kultus, Abh. Pr. Ak. W., *913, nr. 2, s. 10 v. dd.). Goldziher, bil’akis, beş sayısını izâh etmek için, İran te’sirine müracaat eder ( Islamisme et Parsisme, R H R , 1901, XLIII, 15 ). Caetani ‘O mar II. zamanında beş sayısı­ nın henüz kat’î bir şekilde tesbit edilmemiş olduğu vakıasına dikkati çeker ( Annali, giriş, §219, Goldziher, Muh. Studien, II, 20, 29 ’a at­ fen ). Bu husûsta 'Omar ’in 'U rva ’ye ihtiyatlı olmasını tenbib etmesinin beş sayısı hakkında olmayıp, fakat beş namaz sâatinin doğru tes­ biti hakkında olduğuna dikkati çekmek lâzım­ dır ; bu tesbit fiilen hadîs mecmualarında hu­ sûsî bir araştırmayı gerektiren bir münâkaşa mevzuudur. Günde mecbûrî beş vakit namaz nazariyesi hangi devirde tesbit edilmiştir; bu şimdilik kat’î bir şekilde tayin edilemez. İbn 'A bbSs ’a göre, Peygamber, Medine ’d ^ , seya­ hatte olmadığı veya yakın bir tehlike mevcut bulunmadığı takdirde, muhtelif namazları, me­ selâ bir taraftan zuhr ve ‘aşr namazlarını, di­ 8



m



SA LÂ T.



ğer taraftan mağrib ve 'işi? namazlarını „bir arada kılmıştır" (Müslim, Şalât al-m asâfirin, hadîs 49 ). Peygamberin bu hareketinin muh­ temel sebebi kendisine sorulunca, İbn 'Abbâs şu.’ cevâbı ve rm iştir:— „ümmetinden olanları ( kendilerine çok ağır yükler yükleyerek ), gü­ nah tehlikesine düşürmek istemiyordu"— ( ayn. esr., hadîs 50, krş. 54, 55 ). Aynı hadîsin baş­ ka bir rivâyetinde şu ifâde bulunmaktadır: Pey­ gamber hayatta iken, biz namazları ikişer-ikişer birleştirmeyi itiyat edinmiştik { ayn. esr., hadîs 58). Zikredilen hadîsler üzerine al-Navavi ’nin şerhi bu hadîslerin ulemâya ne ka­ dar güçlük verdiğini güstermek ve ayrıca ule­ mânın bunu nasıl halledebildiğim izah etmek bakımından mühimdir (Kahire, 1*38, tab., 11, 196 v. d.). Bunlar Peygamberin hayâtında gün­ lük namaz mıkdarmın henüz beş olarak tesbıt edilmemiş olduğunun delîlidir. Hadîs mecmualarında beş sayısı bir çok ha­ dîste görülmektedir. Fıkıh mekteplerinde bu husûsta hiç bir fikir ayrılığı mevcut değil­ dir. O hâlde bu nazariyenin VII. asrın sonun­ dan Önce meydana çıktığını kabûl etmek lâ­ zımdır. Bu beş farz namaz, kılınmaları icâp eden gü­ nün zamanlarına göre İsimlendirilmiştir [ krş. mad. MÎŞÂT ] 1 şalât al-şubh veya çok defa şoiSt e i-/a c r; şalât al-zu h r; şalât a l- a s r ; şalât al-m ağrib; şalât a l-iş ff veya e k s e r i y â şalât e l - a t a m a fakat bâzan bu son isim ten­ kit edilir (Müslim, Masâcid, hadîs 228, 229; Abu Dâ’üd, Ijludâd, bâb 78 i al-Nasâ’ i, Mavâ£ıf, bâb 23 v. b,). II. Günde beş vakit mecbûrî namaz ( al-maktüba, n âfila yahut şalât al-tatavvu' denilen ihti­ yarî namazlara karşılık) bulûğa ermiş ve şuûru yerinde her müslüman için farzdır. Bu mü­ kellefiyet, bir müddet, hastalar için tilİk edi­ lir, Kılınmamış namazlar sonradan kılınmalıdır (¡¡¡aza'). Şâfiî mezhebinin bu husûstaki görüş­ leri Müslim, M asafirin, hadîs 309—316 üzerice al-Navavi *nin yaptığı şerhte ( II, 178 v.dd.) bu­ lunmaktadır. îsiâmiyette şiddetli telakkilere gö­ re, namazı, şeriatın emrettiği bir vazife olarak kabul etmeyerek, kasden ihmâl eden bir kim­ senin kâfir sayılması icâp eder. Namazın kas­ den ihmâli, aynı şekilde nazarî bir temele isti­ nat etmese bile, bu suçu irtikâp edenin öldü­ rülmesini gerektirir (k rş. al-Navavi, Minhâc al-tâlibin, aşr, Berg, I, 202 v.d .; krş. Abü Ishâk al-ŞirSzi, K. al-Tanblh f i ’l-fik h , nşr. Juynboll, s. 13 ). Namazın mûteber olması için, bâzı m u ­ k a d d e m ş a r t l a r ı n yerine getirilmesi lâ­ zımdır. Zarürî dinî t e m i z l i k , mecbûrî ola­



rak, vuzti [ b. bk. i ğa sl [ b. bk.] veya tayammum [ b. bk.] ile te’min edilmelidir. E l b i s e „gayesi çıplaklığı örtmek" ( safr a l-a v r a ) olan şerîat emirlerine uygun olmalıdır. Bu da şu demektir: erkeklerde vücut göbekten dizlere kadar örtülü olm alıdır; hür kadınlarda ise, yüz ve eller müstesna, vücut tamimiyle örtülü ol­ malıdır. Bu son dinî hüküm şâyân-ı dikkat­ tir; çünkü müslüman kadının peçe ile örtün­ mek mecburiyetinde olduğuna dâir Avrupa ’daki halk düşünceleri ile açık bir tezat teşkil eder (krş. Snouck Hurgronje, Twee populaire dwalingen, Verspreide Geschriften, I, 295 v.d.). Hadîste elbise meselesinde, daha bir çokla­ rında olduğu gibi, henüz bir ifâde birliğine va­ rılmış değildir. B ir taraftan sâdece çıplaklığı örtmekten bahsolunur ( msl. al-Buhâri, Şalât, bâb 10), diğer taraftan omuzları da Örtmek emri Peygambere isnât olunur ( msl. Muslim, Ş a lâ t, hadîs 1 7 5 ) ; bir taraftan hafif şammi? kullanılması bilhassa zikrolunur ( msl. Ahmed b. Hanbal, Musnad, III, 322 ve sık -sık ); bura­ da b i r t e k ş a v b Örtünerek, namaz kılma­ nın câiz veya tam im iyle tabi!î olduğu söyle­ nir (m sl. Abü Dâ’ üd, Şa lât, bâb 77, 80 v.d d .); diğer taraftan, iki şavb 'i olan bir insanın na­ maz için bunları giymesi gerektiği tasdik olu­ nur ( msl. Abü Dâ’ üd, Şa lât, bâb 8 2; Ahmed b. Hanbal, II, 148). Namazın bir c a m i d e kılınmasına ihtiyaç yoktur. Namaz bir e v d e ve hattâ ber hangi b i r y e r d e kılm abilir; bu husfis, bütün yer­ yüzünün, bir imtiyaz ile, kendisine mascid va {ahar olması te’ nun edilmiş olduğunu söyleyen Peygamberin sözlerine dayanmaktadır ( bk. msl. al-Buharî,Şa lât, bâb 56). Mezarlar (m sl. Mus­ lim, Şalât al-m asâfirin, hadîs 208, 209) ile mezbahalar v. b. gibi temiz olmayan yerler ( bk, msl. al-Tirmizi, M avâklt al-şalât, bâb 1 4 1 ) bundan istisna edilir. Namaz ( ş a lâ t) kılman yer bir dereceye ka­ dar, civardaki sâhadan bir sutra ile ayrılmış olmalıdır; bu husûsta krş. mad. SUTRA. Umûmiyetle namazda bir saccâda [ b. bk,] kullanı­ lır. Bundan başka, namaz kılınırken, M ekke’ye doğru yönetmek lâzımdır [k rş, mad. KIBLE]. Tam mânası ile namaz aşağıdaki r ü k ü n ­ l e r d e n müteşekkildir ( burada şâfiîlerin kıldı­ ğı gibi tasvir edilm iştir)! Kılınacak namaz belirtilerek, yüksek sesle veya içten niyet (ni ya) b. bk.) edilir (krş. Mittwoch, ayn. esr., s. 16 ; A . J. Wensinck, De intentie in recht, ethiek en mystiek der semietische volken, V M A IV, 5, Reeks, deel I V ), sonra Allâku akbar ( takbırat al-ilırâm ) kelimeleri söylenir, bununla ibâdet hâli baş­ lar [ bk, mad. İHRÂM ]■ Mittwoch bu ibare ile



SAl  I yahudi tefilia ’sının takdislerini mukayese et­ miştir (agn, esr., s. 16 v.d.). Namaz a y a k t a k ı l ı n ı r , Mittwoch bu hususta yabu di tef il­ la ’sına 'amidâ denildiğini hatırlatıyor ( agn. esr., s. 16 Takbir ’ den sonra bîr da a" veya bir ta'aw u z okumak sünnettir ( krş. Minhâc, I, 78 ). Sonra Fatiha sûresi okunur. Hadîste bu oku­ yuşun ( kira'a ) ehemmiyeti şu ibâre ile çok iyi ifâde edilm iştir: lâ salata liman lam gakra' bi-fâtihati ’l-kitâb ( „K u r’an ’m fatihasını okumamış olanın hiç bir namazı y o k tu r"; msl. al-Buhâri, Azan, bâb 95; Müslim, Şalât, hadîs 34—3ü, 4* ) Namaz cemâat hâlinde kılmıyorsa, imam ile yalnız fâtiljıa’yı okumak kaidedir; imam ikinci kira'a ’ya başlayınca, dinlemekle iktifa olunur ( bk. Minhâc, I, 80 ). Hadîste sesli olarak ve içten okunması gereken kısımlar için bir çok işaretler vardır (msl. al-Buhâri, Küsü/, bâb 19 ; Abü Dâ’ üd, Tahâra, bâb 89; al-Nasâ’ i iftitâ h , bâb 27-—«9, 80 v.d., v. b .; krş al-Buhâri, Azân, bâb 96, 97, 1 08; Müslim, Şalât, hadîs 47— 49 » al-Nasâ’ i, iftitâ h , bâb 27, 28, 80 v.b.). Sonra rukîZ gelir; bu el avuçlarının dizle­ rin hizasına gelinceye kadar gövdenin eğilme­ sinden ibarettir ( yahudilerin keri’â ’lerine ben­ zer; bk. Mittwoch, agn. esr., s. 17 v .d .; bk. bir de Lañe, Manners and Customs, R eligi­ ón and L atís bahsinde ve Juynboll, Handbach, s. 76, bk. muhtelif namaz durumlarını gösteren resim ler). Sonra tekrar doğrulunur (i’tid â l); rakii' ’dan sonra: baş kaldırılır-kaldırılmaz, eller de havaya kaldırılır ve şu sözler söylenir: „ A l­ lah kendisine hamdedenieri duyar". Hadîste emredilmiş olan namaz durumları bunlardır (al-B uh âri, A zan, bâb 52, 74, 82; Müslim, Ş a ­ lât, hadîs 2$, 28, 55, 62 v. dd. v.b.). Namaz ( şa lâ t) ve du’â' ’da e 11 e r i n k a l ­ d ı r ı l m a s ı muhtelif tefsirlere yol açmıştır. Bir taraftan Peygamberin namaz kıldığı zaman ellerini kaldırmak îtiyâdmda olduğu söylenir ( msl. al-Buhâri, Azân, bâb 83—86; Müslim, Şalât, hadîs 2 1—26; Abu Dâ’üd, Şalât, bâb 114 —126 ; al-Nasâ’ i, iftitâh , bâb 1 —6,85 —87; Ahmed b, Hanbal, I, 93, 255, 289 v.b.). Zikr­ edilen eserlerde görüleceği üzere, elleri ne ka­ dar kaldırmak gerektiğini tâyin etmeğe bir de­ receye ,}cadar ehemmiyet verilmektedir. Elleri kaldırma yanında, onların uzatılmasından da bahsolunur (al-Buhâri, Azân, bâb 130). Daha ev­ velce zikredilen hadîs metinlerinden yine açık­ ça anlaşılmaktadır ki, elleri kaldırma yalnız rakü' ’dan sonra değildir; fakat namazın diğer kısımlarından sonra da e! kaldırılır. Bu duâ ha­ reketi yağmur duâsı esnasında husûsiyetle icrâ olunur (msl. al-Buhâri, Cum'a, bâb 34, 35; Müslim, Istiskâ', hadîs 5— 7 ; Ahmed b. Han­ bal, 111, 104, 153, 18 1 v.b.). Bâzan el kaldırma



nın ( r a f al-yadagn), istiskâ' müstesna, her duâda câiz olmadığı söylenir ( msl. al-Nasâ’ i, K i gam al-lagl, bâb 52; Ahmed b. Hanbal, II, 243 ), Bu menâsike verilen ehemmiyet, Peygam­ berin du'â' ’da el kaldırmadan önce, abdest ( vuzn' ) aldığı vakıasında görülmektedir (alBuhâri, Mağâzi, bâb 55), Goldziher’in Zauber­ elemente im islamischen Gebet ( Noldeke-Festsehrift, 1, 320 ) makalesinde izâh ettiği üze­ re, el kaldırmanın aynı zamanda insanın uluhiyet karşısında yaptığı bir ihtiram ifâdesi vâ­ sıtası olduğu düşünülürse, bütün bunlar ay­ dınlanır. Sünnet rukü’ ’a £ « n 5 f [ b. bk.], ’u ı'iâve eder kİ, bu da Goidziher ’in bir az önce zikr­ edilmiş olan makalesinde izâh ettiği üzere, kıs­ men elleri kaldırmak ile aynı zümreye girer. Namazın (ş a lâ t ) müteakip rüknü („desteği") secdedir (su en d ); bunun da benzeri yahudi (Mittwoch, agn. esr,, s. 17 v.d., Hişiah 23> 24j 26, 27). Hattâ bir rek’attan ibâret bir „korku namazı" (şalât a l-h a vf) bile zİkrolunur ( Ahmed b. Idanbal, I, 237, 243). Nihayet burada ö l ü l e r i ç i n k ı l ı n a n n a m a z ( al-şalât *ala ’l-m ayyit, şalât al-cinâz o ) ’ dan kısaca bahsedilecektir. Bu her kes için müşterek bir vazifedir (fa rz a l-k ifâ y a ) ve bun­ dan ancak istisnâî hâllerde vazgeçilebilir ( bk. Snonck Hurgronje, Verspr. Gesckr., 1, 138, not 3}, Bâzı hadîslerde, ölen her müslüman için ayrı namaz emredilmiştir ( İbn Mâca, Canâ’iz, bâb 3 1 ; al-Nasâ’ i, Cana'iz, bâb 57). Hadîste (al-Buhâri, Canâ'iz, bâb 23, 8 5; Tafsir, K u r’an, IX münâsebeti ile bâb 12, 1 3 ; Müslim, F a îa i l al-sahâba, hadîs 25 v.b.) Peygamberin münafıkların başı olan 'A bd Allah b. Ubayy ’in ölümü üzerine onun cenaze namazını kıldır­ dığı ve bundan dolayı 'Omar tarafından âdetâ siteme mâruz bırakıldığı nakledilir ve bu sebep­ le K u r’an, IX, 85 âyetinde şunlar vahyedilmışt İ r : „Onlardan ölen hiç bîr kimse için cenaze namazı kılma ve mezarı yanında durma; zîra onlar Allahı ve Peygamberini inkâr etmişler­ dir ve fâ sik oldukları hâlde ölmüşlerdir" ( fâ sik mefhûmunun fıkıh bakımından tarifi için bk. Snouck Hurgronje, Verspr. Geschr., II, 97 ). Bundan başka, hadîste Peygamberin, intihar etmek sûıeti ile ölenlerin namazın­ dan vazgeçtiği söylenmektedir ( Müslim, Ca-



SA LÂ T.



n S iz, badis ı o7î Abu Dâ’ üd, H arâc, bâb 46). Bununla -beraber al-Navavi ( ayn. e s r s. 225) bu hâlde istisna yapmamak gerektiğini söyler. Yine hadîste Peygamberin ölünün borç­ ları ödenmeden önce, bu namazı kılmadığı söy­ lenir ( al-Buhâri, Havalat, bâb 3 ; Abü Dâ’ üd, B a y ii, bâb 9 ; Ahmed b. Hanbal, II, 290, 399 ). Bir de fıkıhta ölünün hayatta kalan yakınla­ rına bu husÛsun en çabuk şekilde îiâ edilmesi tavsiye olunur (al-N avavi, I, 221). A dlî ma­ kamlar tarafından idâm edilmiş olan kimseler için Peygamberin cenaze namazı ( şalât al-cinâza) kıldırıp-kıidırmadığı hususunda hadîste mütenâkız kayıtlar vardır ( Abü DâTıd, Canâ’iz, bâb 47; al-Nasâ’ i, Cana"iz, bâb 63, 64). Bu namazda da Peygamberden önceki devir­ den kalma âdetlerin muhafaza edilmiş olduğu düşünülebilir ( bk. A , J , Vensinek, Some Semittc R iies o f Mourning and Religion, Verh. A W, yeni seri, XVIII, nr. I, bahis 2—3). Abü İs^Sk al-Şirâzi ( nşr. Juynboll, s. 47 v.d.)’ye göre, cenaze namazı şöyle kılınır: imam, ölü erkek ise, tabutun baş tarafında ve kadın ise, ayak tarafında ayakta durur ( bu eski an’anedir; bk. al-Buhâri, Cana iz, bâb 63; Müslim, C an Siz, hadîs 87, 88 v.b,), niyet eder ve dört defa ellerini kaldırarak, tekbir getirir. îlk tek­ birde fatiha okur; İkincide Peygambere salavât getirir, üçüneüde Ölüye ve dördüncüde de namaza iştirak edenlere duâ eder. îki taşlıma ile namazı sona erdirir. Cenaze namazının ( şalât a l-c a n a iz ) kılın­ ması gereken yer hakkında fikir ayrılığı var­ dır. Bâzı işaretler, eski zamanlarda, Medine ’den, msl. Habeşistan 'da Ölmüş olan Nacâşi [b . b k .J’nin namazında olduğu gibi (al-Buhâri, CanS’iz, bâb 4 ; Müslim, C an S iz, hadîs 63, 64), bunun musatlâda kılındığını hâtıra getirebilir. Ibn Sa‘d ( I/H, 14) da bu namazın Peygam­ ber tarafından ölünün evinde kılındığı söy­ lenmektedir. Bundan_dolayı Sa'd b. A bi Vakkâş ’m eenâzesinin 'Â ’ işa ’nin veya Peygambe­ rin dul zevcelerinden birinin ricası üzerine, camiye götürülmesi bir bıd’at gibi telakki edilmiştir. ‘A ’iş a ’ nin halkın itirazlarına şöyle eevap verdiği nakledilir: — „İnsanlar ne kadar unutkandır. Peygamber bu namazı câmide kıl­ mak itiyâdında idi1' ( Müslim, C anSiz, hadîs 99, 101 ). Müslim’in şârihi al-Navavi bu riva­ yeti ve aynı şekilde al-Zurkâni, M âlik’in Ca­ n S iz , hadîs 22 ’si münâsebeti ile, bu namazı câmide kılma hususundaki muhtelif mezhep görüşlerini nakletmişlerdir ( bu mevzûda bk. bir da Semitic Rites o f Mourning and R eli­ gion, s. 2 v.dd.). Her hâlde, bugünkü İslâm dünyasının bir çok kısımlarında bu namazın ca­ mide kılınması âdet olmuştur ( Lane, Manners



and Castoms, S. 526; Snouck Hurgronje, Mekka, II, 189). Fakat Açe ’ de bu namaz, ekseriya, C a v a ’ da olduğu gibi, ölü evinin avlusunda kı­ lınır (Snouck Hurgronje, De A tjéhers, î, 468; ayn. mil,, Verspr. G e s c h r IV / ı, 242 ). Bu, tav­ siye edilmemekle beraber, biç olmazsa şeriat tarafından caiz görülmektedir ( ancak bu mez­ heplere göre değişir). Cenazenin namazda hazır bulunması zarurî değildir. Mekke ’de şehir dışında ölmüş mem­ leket şahsiyetleri için şalât al-cinâza kılmak âdeti vardır ( Mekka, II, 189). Bu âdet, Peygam­ berin Medine’de ölmüş olan N a c â şi’ nin na­ mazını kıldığını bildiren hadîse (yk.-bk.) isti­ nat edebilir. V. Namazın (şa lâ t) ehemmiyeti mes’elesi avru­ palı araştırıcılar tarafından umûmiyetle noksan ve dar ölçüde düşünülmüştür. Namaza büyük bir zapt ve rapt altına alma değeri veren Rank e ’nin düşünceleri mernnûniyetle kabûl edilir ve hiç şüphe yok İd, bu değer de aslâ küçüm­ senemez. Medine ’de, Peygamberin sağlığında, dinî hayâtın son derecede mühim bir hususu, islâmiyetten önceki arap düşüncesinin müslü­ man düşüncesi hâline gelmesi, namaz etrafında tamamlanmış olmalıdır. Aynı değişme sonraları halîfeler devrinde İslâm imparatorluğunun eyâ­ letlerinde vukua geldi. Dinî cemâatlerdeki ge­ lişmenin en müessir âmillerinden biri namaz olmuş olmalıdır. Buna karşılık avrupalı, dinî bir ibâdet ola­ rak, namazı kendine bas görüş ile mnhâkeme etmektedir; protestan namazda iç hayâtın yok­ luğuna, katolik ise, dinî merasim haşmetinin mevcüt olmamasına İşaret eder. İlmî bakımdan bu iki görüş yanlıştır. Namazın ehemmiyeti hakkında doğru bir fikir sahibi olmak isteyen kendi-kendine şu suâli sorm alıdır: Namaz bir müstüman için neyi temsil eder i Bu suâle, muh­ telif İslâm ülkelerindeki müslümanların namaz için gösterdikleri gayret müşahede edilerek, kısmen eevâp verilebilir. Bu nevî müşahede­ lerin hemen hepsi az mıkdardaki müslümanın günlük beş vakit namazı muntazaman kıldık­ ları neticesini çıkarmağa imkân verir (Lane, ayn. esr., s. 84; Snouck Hurgronje, Verspr. Geschr., IV / l, 8, x6 ). İndonezya’da, cihâd ile temayüz eden A çe müslümanlarınm ancak çok küçük mıkdârı cemâat namazına katılır. Bao Len ( C a v a ) ’de, Palembang (Sum atra) ’da, Sunda takım-adalarlnm ayrı-ayrı kısımlarında, bil'akis ce­ mâat hâlinde namaz kılmağa büyük ihtimam gösterilir ( Snouek Hurgronje, Verspr. Geschr iV/rı, 373 v.d .; ayn. mil., D e A iiéh ers, 1, 89 v.d.). Lane ’in Mısır 'daki namaza- dâir müşahedesi 1 Manners and Castoms, s. 98 ) ehemmiyetlidir t



SALÂT. „Müslümanların umûmî ibâdetlerinde en büyük vekar ve en büyük nizam hâkimdir. Camideki ifâde, tavır ve hareketler heyecanlı bir zühde değil, fakat sâkin ve mütevâzî bir dindarlığa delâlet eder. Onlar namazlarında aslâ isteyerek yanlış bir söz söylemez ve gayrı muntazam bir hareket yapmazlar. Günlük bayatta bizzat kendi dindaşları ile veya başka bir dine mensup kim­ seler ile olan münâsebetlerinde gösterdikleri gu­ rur ve taassup, eâtnie girer-girmez, ortadan kalkmış gibidir ve onlar yaratıcılarına ibâdet ederken yapmacık bir tevâzû veya zorâki bir tavır ifâde etmeksizin, mütevâzî ve günâhların­ dan pişman olmuş gibidirler." Dinî hayatta namazın ehemmiyeti husûsunda e d e b i y a t zengin bir bilgi kaynağıdır, tik iki asır İçin, bilhassa hadîsten istifâde edi­ lebilir. îslâmiyetin beş rüknü ( r u k n ) sayılır­ ken, şalâi ( namaz ) dâima ikinci yeri işgâl eder ( al-Buhâri, / mân, bâb 2 ; Müslim, im ân, hadîs, 19—22 ; bu arada şuna işaret edelim ki, ilk rü­ kün her zaman aynı şekilde gösterilmiş değil­ dir ). Saçı dağınık bir bedevinin Peygambere kaba ve yersiz bir şekilde „nasıl selâmete eri­ şebilirim ?" suâlini sormasının bahis mevzuu olduğu pek sık zikredilen hikâyede, Peygam­ ber ona islâmiyetin mü’minlerden istediği va­ zifeleri, yâni günlük beş vakit namazı, rama­ zan orueunn ve zekâtı saymakla cevap vermiş­ tir ( al-Buhâri, im ân, bâb 3 4 ; Müslim, İm ân, hadîs 8 ). Müslümanların vazifelerini sayan di­ ğer hadîslerde, msl. Peygamber tarafından . Ye­ men ’e gönderildiği zaman Mu'âg b. Cabal ’in almış olduğu talimatta, tevhîd. yâni A lla h ’ın birliğini tasdik yanında, beş vakit namaz ile zekât da zikredilir { msl. al-Buhâri, Zakât,.bab i ; Müslim, im ân, hadîs 29—31). Burada hacc ve ramazan orucu zikredilmemiştir. En iyi amel­ ler derecesinde şalât ( nam az) ekseriyâ bi­ rinci sırayı işgâl eder ( al-Buhâri, M avâkit, bâb $ : krş. İbn al-Mâca, Takara, bâb 4 ; al-Dârimi, Vuiztj bâb 2 ). Günlük beş vakit namazı, doğru şekilde edâ etmek, cennete girmeği te'roin eder ( al-Nasâ’ i, ¡kâm a, bâb 6 ; Mâlik, ŞalSt al-layl, hadîs 34 v.b.). Namazın ihmâl ve terki insa­ nı şirke ve kâfirliğe götüren bir köprüdür: „İnsan ile şirk ve kâfirlik arasında namazın terki bulunur" (Müslim, im ân, hadîs 1 34; krş. al-Nasâ’ i, Şalât, bâb 8 ). Namazın günahtan t e m i z l e y i c i olmak bakımından değeri hadîste, mecazî bir şekilde, ifâde edilmiştir: namaz, herkesin kapısında akan, iyilik getirici bir set gibidir: o, günde beş defa İçeri girer; onu», hâlâ kirinin kalabileceğini nasıl düşünürsünüz? (Mâlik, Ifa şr al-şalât f i ’ls af ar, hadîs 9 1 ; krş. Ahmed b. Hanbal, I, 71 v.d., 1 7 7 ; II, 379, 426, 441 ; III, 305, 317 v.b.).



»i



Aynı şekilde çok yayılmış olan başka bir ha­ dîste bu değer mecazsız ve benzetmesiz olarak ifâde edilm iştir: farz bir namaz, bu namaz ile müteakip namaz arasında irtikâp edilebilecek olan günahları affettirmeğe yarar ( ayn. esr., II, 229; bilindiği üzere, dinî, amellerin, bu te­ mizleyici hassalar] büyük günahlar, al-kabair, için muteber değildir; ayn. esr., II, 359). Beş vakit namaz kılmanın cennete girmeği te’min ettiğine dâir olan hadîs bir az önce zikredilmiş idi. Aşağıdaki ifâde daha ileri git­ mektedir : namazın farz olduğunu bilen cennete girecektir (ayn, esr., 1, 60). B C ı y â m e t t e h e s a p g ü n ü n d e , namazı kılmakta az veya çok sadâkat bilhassa hesaba katılacaktır : he­ sap edilecek ilk şey namaz olacaktır; bu hu­ susta muâhaze edileceği bîr şeyi yok ise, insan ebedî saâdete ulaşacaktır; aksi hâlde mahv­ olacaktır (krş. al-Nasâ’ i, Şalât, bâb 9 ; al-Tirmizi, Mavâkit, bâb 18 8 ; Ahmed b, Hanbal, I, 16 1 v. d., 1 7 1 ; 11, 290 v.b.). Namaz Allahtan başka hiç bir şeyle alâkalı olmamak h â l ve d ü ş ü n c e s i içinde kılın­ malıdır, Peygamberin namaz esnasında zihnini işgâl ettiği için, üzeri işlemeli elbiseleri çıkar­ dığı pek sık rivâyet olunur ( al-Buhâri, Şalât, bâb 14 ; al-Nasâ’ İ, K ihla, bâb 20 ; krş. bâb 12 ). Namazın, bâzan söylendiği gibi, sırf bir. va­ zifenin yerine getirilmesinden ibâret olmayıp, aynı zamanda bir h i s s i ş i olduğu şu hadîsten anlaşılmaktadır: Peygamber : — „Bu dünyâ metâından kadınlar, güzel kokular bana sevdirilmişt i r ; namaz ise, gözümün nurudur; en çok sev­ diğim şeydir" — demiştir ( Ahmed b. Hanbal, III, 128, mükerrer 28S }. Bir de ekseriyâ namaz sı­ rasında gözlerden akan yaşlar da takdir edilmek­ tedir (Abu Dâ’ üd, Şalât, bâb 1 56; al-Naşâ’ i, Sahv, bâb 18 ; Ahmed b. Hanbal, II, 188, IV, 25; krş. 26). Namazın daha bârlz bir usûsiyeti şudur: na­ maz Allah ile iki ayrı durumda zikredilmiş ola­ rak bulduğumuz samîmi bîr konuşmadır. Bir taraftan bu hususiyet namaz esnasında, nama­ zın ne olduğa sebebine dayanarak, kıble cihe­ tine tükürülmesin) men’eden hadîste görülmek­ tedir (al-Buhâri, Şalât, bâb 39 ; M avâkit, bâb 8 ; Müslim, Masâcid, hadîs 34; Ahmed b. Han­ bal, II, 34 v.d., 144 ; İH, 176, 188, 199 v.d., 234, *73ı *78, 291 v.b.). Diğer taraftan bu husûsiyet sırada da belirm ektedir! sîzlerden biri namaz kılarken, Rabbi ile samimî bir konuşma iıâlindedır; o zaman, bu vasfı ile ona ne söy­ lemesi gerektiğini bilmelidir j bundan dolayı namazda dualar okurken, hiç bîrinizin sesi bir başkasının sesini örtmemelidir ( Ahmed b. Idanbat, 1!, 36, 67, 129). Bu sözler şu kudsî hadîste ( hadis k tıd si) daha güzel bir şekilde



*22



SA L Â T .



izah edilmiştir. Allah dedi :—„Ben namazı ken­ dim ile kulum arasında iki parçaya böldüm, bu parçalardan biri benimdir; hâlbuki diğeri kuluma aittir ve kulum istediğini elde eder." — Allahın elçisi şöyle diyordu : — „Kur*an okuyu­ nuz. Kul : — „Alemlerin sâhibi Allaha hamdolsun" — dediği zaman, Allah : — „Kulum bana bamdetti“ — der. Kul : —- „Bize aeıyan Allaha şükrolgun" — dediği zaman, A llah ; — „Kulum bana şükretti, beni övdü" — der. Kul : — „K ıyâmet gününün sahibine hamdolsun" dediği zaman, Allah ; — „Kulum benim şânımı yü­ celtti" der. Kul : — „Sana taparız, senden yardım dileriz" — dediği zaman, A llah: — „Bu âyet benim ile kulum arasında müşterektir ve o İstediğini elde edecektir"—der. Kul : — „Bize doğru yolu, kendilerine nimet verdiklerinin, senin gazabına çarpılmamış olanların ve sapık­ lık yapmayanların yolunu göster" — dediği za­ man, Allah : — „Bu sözler kuluma âittir ve o istediğini elde edecektir" — der ( Ahmed b. Hanbal, (1, 460). Namazın bir hastalıktan kurtulma vâsıtası olarak kabÛl edilmesi bizi şaşırtmamalıdır; zira bu vâkıanın benzerleri başka dinlerde de bu­ lunmaktadır ( ibn Mâca, Tibb, bâb 10 ; Ahmed b. Hanbal, II, 390, 403 )• Diğer taraftan, çok büyük ve kıymetli dileklerin yerine gelmesi için kılınan şalât al-hâca („dilek namazı"; al-Tirmizi, Vitr, bâb *7 ) ile az veya çok ehemmiyetli bir karar vermeden önce kılman bir şalât al-istikâra [ bk. mad. İSTİHÂRE ] ’ye tesadüf etmekteyiz ( al-Buhâri, Tahaccnd, bâb 2 3; Abü Dâ'üd, Vitr, bâb 3 1 ; al-Tirmizi, Vitr, bâb 18 ; Ahmed b. Hanbal, III, 344 v.b.). Namaza verilen münâcât adı, namazın daha islâmiyetin en eski devirlerinde t e f e k k ü r e doğru aldığı istikametin başlıca husûsiyetidir ( bu mevzuda her şeyden önce bk. L. Massignon, Essai sar les origines du lexique technique de la mystique musulmane, Paris, 1922 ) ve bu istikamet islâmîyeti istilâ eden yabanct tasav­ vufun girdiği başlıca kapı olmuştur. tslâmi t a s a v v u f u n en eski şahsiyetlerin­ den biri olan al-Mulıâsibi ( Ölm. 243=857, bk. mad. M U H A SİBİ } namazın ehemmiyetine dâir bir risale yazmıştır ( krş, Massignon, ayn. esr,, s, 259, not 1 ) ve Hakim al-Tirmigî ( 285 = 898) namazın tasavvuf! tarafım 42 cümlede anlat­ mıştır ( parçalar için bk. Massignon, ayn. esr., s. 259). Daha sonra mutasavvıflarda namaz, zikr ve vİrd ile mukayese edilecek olursa, bir az arka plana düşer. al-Kuşayri, Risâla ’sinde, buna hu­ sus*! hiçbir bahis ayırmamiştır. H u cv iri’de na­ maz '’bilhassa tarikata yeni girenlere tahsis edîln*’? gibi görünür; bunlar namazda adetâ



bütün tasavvuf! hayâtın bir aksini bulurlar. Onlar için takara tarîkate girişi, kihla mürşi­ de bağlılığı, K ar'an okumak z ik r ’i, ruka te­ vazuu, sacda kendi kendini tanımayı, taşahhud, uns ve taslım bu dünyâdan vazgeçmeyi temsil eder. Tam mânası ile her mutasavvıf namazda ayrı bir şey görm ektedir; biri için namaz Allah ile huşnr ’a ve diğeri için ğayba ’ye varmak vâ­ sıtasıdır ( H ucviri, K a ş f al-mahcüh, ingl. trc., Nicholson, CM S, XVII, 30 1 v. dd.). Bununla beraber Hucviri muhtelif sufîlerin namaz sev­ gisini tebarüz ettirir. Bütün f e y l e s û f l a r d a n burada sâdece, namaz hakkında küçük bir risâle ( F i ’l-k a ş f *an mâhiyat al-şalât va hikma taşrfıhâ, Cam i' albadâ'f, Kahire, *335—19 17, s. 2— 14 ) yazmış olan İbn Sinâ ’yi zikredeceğiz. Ona göre, nama­ zın bizzat cevheri, Allahı varlığı içinde ve bu varlığın zarûreti içinde tanımak vakıasıdır. Bu­ nu kılan mü’minin husûsî vasıflarına göre, na­ maz bâtın! veya zâhirîdir. Şeriati kuran kimse bütün insanların ruh basamaklarına tırmanamayacaklarmı biliyordu. Bazılarının tabi’î temayül­ lerini köstekleyen cismânî bîr inzibâta ve mecbûrî bir riyâzete ihtiyâcı vardır. Bu namazın zahirî tarafıdır. Onun gerçek iç cevheri saf bir kalb ve arzûlardan ( am âni) temizlenmiş ve kurtulmuş bir rûh ile muşâkadat al-H akl: („Hak­ kı seyretm e") ’tır. Sonra İbn Sinâ şu hükmü incelemeğe geçer: namaz kılan Rabbi ile samîmi konuşma halindedir ( yk.-bk.). O bunun ancak bissedilebilen âlemin dışında vukua gelebilece­ ğini söyler. Bu rûh haleti içinde bulunanlar rÛhen Allahın huzûrnndadırİar ve ilâhı ( alilâh ) cevherinde temâşâ ederler. Bu sûretle namaz cevher! bir seyirdir ( muşâhada ) ve sırf bir ibâdet, yâni cevher! ilâh! aşk ve rûhun temaşasıdır. al-Gazzâli ’nin şalât hakkındaki bahsi tbyâ' ’da, Rab' al-ibâdât bölümünde, ( fıkıhta olduğu gibi) (ahara ile jtakat bahisleri arasında yer almıştır. al-Gazzâli ’nin, diğer ibâdetlerde ol­ duğu gibi, burada da şer*! emirleri ne kadar in­ ce bir doğrulukla tasvir ettiğine ( Kahire, 1302 tab. I, 140 v. dd.) ve diğer taraftan namazı rûb hayatını taleblerini tatmine imkân ve­ ren tasavvufî-ahlâkî bir yüksekliğe nasıl yerleş­ tirdiğine dikkat etmelidir. II. ve III, bölümlerde söylenenlerden sonra, onun beyânının yalnız son kısmını kısaca gözden geçirebiliriz. Namaz ha­ yâtının bütünlüğünü veren İç mânalar ( m a'ân l) şu altı husûstur: gönül huzûru ( h u îar al-kalb ), zekâ, saygı ( fa'şfm ), heybet ( h ay b a ), ümit, utanç {haya'), al-Gazzâli ’nin her şeyden önce gönül huzû­ ru hakkındaki açıklamasına (s. 145) dikkat et­ mek lâzımdır. Fakîhler yalnız takbir ’de gönül



SALÂT -



huzuru isterler; fukahâ’ al-mutavarri'un ve ‘ula­ ma al-âhira *ye göre, gönül, hil’alcis bütün na­ maz esnasında huzur İçinde olmalıdır; fakat bu ancak mii’minlerin az bir kısmında bulunur. Şu sözleri söyleyen Hatim ol-Asamın ’in namazı en mükemmel namazdır: „Namaz saati gelince, iti­ nalı bir abdest ( vu iü ’) alır ve namaz kılacağım yere giderim, uzuvlarım namaza müheyya bir aziyete gelinceye kadar, beklerim. Sonra Kabe - — karşımda, şirat köprüsü ayaklarımın altın.1, cennet sağımda, cehennem solumda ve A z­ . âil arkamda olduğu hâlde, ayağa kalkarım ve bu namazın hayâtımın son namazı olduğunu dü­ şünürüm. O zaman kendimi korku ile ümit ara­ sında hissederim ; takbir ’i hakkı ( tahkik ) ile getiririm ; K u r’an 'ı kaidesi ( t a rtıl) ile okurum ; itâatle rulcB\ tevâzû ile secde [ sacü d) ederim, soi kalçam üzerinde otururum, ayaklarımdan birinin üst kısmını gererim, sağ ayağımı baş parmağı üzerine yerleştiririm ve bütün banları ihlâş ile yaparım. Bundan sonra namazımın Allah tarafından kabû! edilip-edilmediğini bil­ mem" (s. 139, 7 v. dd.). at-Ğazzâli şu sözleri ile ahlâkî görüşünü te’yit eder : „Namazını kusursuz kılmayan kimse, bu namazı İle, ancak Allahtan uzaklaşır" (krş. K u r’an, XVI, 92). . „ F lu iS r al-lçalb 'e ulaşmak İçin, faydalı vâ­ sıtalar" bahsinde başlıca m â n i a olarak, na­ mazı huzurdan mahrum bırakan gaflet düşün­ celeri zikredilir. Bu düşmanların, sebepleri ile mücâdele ederek, koğulması gerekir. Bunlar iki çeşittir : dış ve iç sebepler. Gafletin ( ğ a fla ), suryânî sofilerince (f ehyâ) , dış sebepleri duy­ gu uzuvlarından gelir. Bundan dolayı, bu uzuv­ ların bütün sapıtma imkânları bertaraf edil­ melidir. Bundan dolayıdır ki, muta'abbidSn na­ mazı karanlık ve ancak secdeye ( sucûd) ye­ tecek büyüklükte bir hücrede kılarlar. İbn 'Omar ’in bu hücre içinde hiç bir eşyaya ta­ hammül edemediği söylenir. Gafletin iç sebep­ lerinin çok daha büyük bir te’sirİ vardır. Kök­ leri endîşelerde, dünyevî düşünce ve meşgûliyctlerdedir. Bununla berâber, en kuvvetli te’siri arzular yapar, Ahıreti düşünerek, bu sebepler İle mücâdele etmelidir. Namazın bütün hazır­ lık hareketleri ve bütün kısımları âhiret ( âhı­ ra ) ile ilgîlendirilmelİdir. Ezan zamanında kı­ yamet gününün nidâ' ’sı düşünülmelidir. 'A vra örtülürken, bir iç ' avra olup-olmadığı düşünül­ melidir. v.h ' Namazın en yüksek g a y e s i nefsini hakir görme ve tevâzû yardımı ile ulûhiyet içinde kendini kaybetmektir. Sufyân al-Şavrİ 'nîn — „Tevazuu tanımayan kimsenin namazının biç bir değeri yoktur" — dediği rivayet olunur, alGazzali bu fikirleri iki husûsî bahiste açık­



S A ’LEB.



iîj



lamıştır (bayan iftirâ f al-kuşu va Ifuiür al~ kalb, s. 145 v.d. ve hikâyât va ahbâr f i şalât al-höşi'în, s. 157 v.d.). Bu son bahiste büyük peygamberlerin namazda ( şa lâ t) ne kadar is­ tiğraka dalmak âdetinde oldukları, muhtelifmisâller ile, gösterilmektedir. . _ (A . J. W en sin ck .) Ş A L A T . f Bk. s a l At .] S A L Ç U K L U L A R . [ Bk. Selç u k l u la r .] S A ’L E B . Ş A 'L A B , A bu ’l-'A bb  s Ahmed b , Y a h y a b . Z a y d b. S a y y â r ( Y a k u t: Y a s a r ) AL-ŞaYBÂNÎ ( Bani Şayk an ’ın mavla'Bi), a ra p n a h i v â l i m i . Her ne kadar Küfe dil mek­ tebine mensûp sayılmış ise de, hayâtının bü­ yük kısmını B agdad’ da geçirmiştir. 200 (815) ’ de doğdu. 16 yaşından itibaren kendini arap dili tetkikine verdi. Hocaları Abu ‘Abd Aliâh b. al-A 'râbi, al-Zubayr b. Bakkâr v.b. idiler. Büyük bir şevk ile al-Kisâ’ i ’nin ve bilhassa al-Farrâ’ ’in eserlerini tetkik etti. 25 yaşında iken, bu son âlimin bütün eserlerini ezbere bildiğini iddia eder. Daha sonra ŞaMab de müderris ve âlim oldu. Bu sıfatla, vezir ismâ» ‘ il b. Bulbul ’ün sayesinde, saraydan oldukça yüksek bir maaş alıyordu. En tanınmış talebe­ leri Abü Bakr b. al-Anbâri ve Abü 'Omar alZ âh id ’dir. 13 sene müddetle, Bagdad valisi Mtıimmmed b. *Abd Allah b. Tâhir ’in oğulla­ rının muallimliğini yaptı. Onun İlmî faaliyeti, diğer taraftan, lisaniyata ve daha ziyâde gra­ mere dâîr te’lif ettiği eserlerinde ifâdesini bul­ muştur, Bugün eserlerinin çoğunun sâdece is­ mini biliyoruz. Mevcut eserlerinden yalnız üçü (K itâb al-fasih, K a va 'id al-şi'r, bk. bibliyo­ g r a fy a ve Kitâb macâlis Şa'lab, nşr. 'A bd alSalârn Hârün, Kahire, 136 8 = 194 8 ) basılmıştır, [ Eserlerinin mevcut nüshaları için bk. Brockel­ mann, G A L , 1, 1 1 8 ; Suppt., I, 181. Bunlardan Kitâb fa sih at-kalâm ’m Şa'lab ’in eseri oldu­ ğu (msl. bk. al-Fihrisl, s. 74 ) kabul edilmiş ise de, Y a k u t’un îbn al-Nadim ’ den naklen verdiği, fakat a l-F ih rist’ te bulunmayan bir kayda nazaran ( ¡rşâd, Kahire, ts,, V, 144 \ eserin asıl müellifi al-Hasan b. Dâvüd al-Rakki ’dır. Şimdilik bu rivayeti te’yit edeeek baş­ ka bir vesikaya sâhıp değiliz. Ancak Abu ’IHaşan ‘Abd Allah adlı birinin Kitâb fasih al-kalâm ’dan seçme sûreti ile vücûda getirdiği bir eserin İhtiyar Fasih al-kalâm) h. IV. asırda istinsah edilmiş eski bir yazması bu me­ seleyi bir dereceye kadar halleder görünmek­ tedir. J. B art ’ın 1876 ’da Şa'lab ’e isnat ederek bastırdığı Faşllf ’in metninin ay a* olan bu nüs­ hada bu eserin „Ş a 'la b ’İn rivâyrt ettiği Kitâb al-faşî}} ’ten Abu ’ 1-Hasan 'A b ¿ A lla h ’ın yap­ tığı bir seçme (=-Ihtiyar)“ olduğuna dâir bir kayıt vardır. Buna göre, Şa'lab bu eseri, belki



124



S A ’LEB -



bâzı tasarruflar ile, rivayet etmiş idi ( bu mes’ele mtff%ür nüsha hakkında bk. Ahmed Ateş, Konya icûtüpkûnelerinde bulanan bûzt mühim yazma eserler, Belleten, nşr. TTK , Ankara, 1952, X V I, 6 1 v.d., nr. i l ; ayn. mil., Çorum ve Yozgat kütüphânelerinden bâzı mühim arapça yazmalar, İslâm ilim leri enstitüsü dergisi, İstanbul, 1959, s. 58 v.d., nr. 10 ; jfizşîjh ’in 'A bd al-Hamid b. A b i’l-Hadid tarafından, 740— 1242/1243 yılında, manzûm hâle getirilmesi sûretiyle, kaleme alınmış olan Nazm Faşîh Şa'lab için bk. ayn, makale, nr. 11)]. Şa'lab ihtiyarlığında sağır oldu. Bu hâle cemâziyelevvel 291 (904 ) ’de camiden dönerken başı­ na gelen bir kazâ sebep olmuştur. Çok sâde bir hayat sürdüğü için, kızma [( al-Zubaydi, s. 16 7 : kızının kızına)] büyük bir miras bıraka­ bildi. Ölümünden sonra çok zengin kütüpha­ nesi vezir al-Çâsim b. 'Ubayd Allah tarafın­ dan satın alınmıştır, İlmî istikametini göz önü­ ne alarak, sonraki arap dil âlimleri onu Küfe mektebi mensupları arasına sokmuşlar, onun bu dil mektebinin hem zirvesini, hem de so­ nunu temsil ettiğini kabûl etmişlerdir. Ger­ çekten de o, küfeli âlim al-Farra’ ’nın hararetli tarafdârı olduğunu bizzat beyân ediyordu ve bagraiıîardan, muasırı meşhûr al-Mubarrad [b. bk,]’e karşı cephe almış id i; fakat G. Weil’ in işaret ettiği gibi, Küfe dilcileri tam mânası ile bir mektep te'sis etmemişlerdir; kendilerini Küfe mektebi mensubu sayanların bir bir­ lik hâlinde gösterilmesi, Basra mektebinin aklî ve mantıkî devamcıîarı olduklarını farzeden, hattâ zıt temayüle müteallik de olsa, kendi de­ virlerinde ulaşılan inkişâf hâlini maziye kadar uzatan muahhar dil âlimlerinin ihtirâıdır. Böy­ lece Şa'lab de al-Farrâ’ ’nm an’anesini devam ettird i; fakat o nahivdeki usûlünü sağlam te­ meller üzerine kurmakta ve bunu geliştirmekte diğer kûfeliler kadar muvaffak olamadı. Tamâmiyle hafızaya dayanan bilgileri bir araya ge­ tirmek ve lisâniyâta dâir husûsî hâlleri tetkik etmekteki gayreti, diğer dilcilerde olduğu gibi, onun da usûl hakkında verimli bir faâliyet gös­ termesine imkân vermemiştir. B i b l i y o g r a f y a : [A bu Tayyib alLuğavi, Marâtib al-nahvlyın ( nşr. M. Abu ’l-Fail İbrahim), Kahire, 1375, s. 95 v.d.; al-Azhari, Tahzib al-luğa ( M O, 1920, XIV, 26); al-Zubaydi, Tabakât al-nahviyîn (nşr. M Abu 1-Fazt İbrahim), Kahire, 1373 ( *954 )> s. 15Ş— 167; Yûsuf b. Ahmed al-Hâfız, N ar al-kabas ( Nûruosmâniye kütüp., nr. 339 b i7 * a v.d.); at-Hatib al-Bağdâdi, 7*0rijf Bağdâd (Kahire, 1949), I, 204—2 12 ; Abu ’ 1-Haşan 'A li b. Yûsuf al-Çifti ( nşr. M. Abu T-Fazl İbrahim), Kahire, 1374 (1950),



S A ’LEBE.



I, 138 —*5* I ; al-Fihrist ( nşr. Flügel ), s. 74; Yâkût, îrş â d al-A rlb ( G M S, V I), II, 133— 15 4 ; tbn Halli kân, Vafayât (nşr. Wüsten­ feld ),_ar. 42 (tre. de Slane, I, 83—8 6 ); alSuyuti, Buğyat al-vu â t (K ah ire, 1326), s. 172 v.dcL; A b u ’ 1-Barakât îbn vI-Anbari, Nuzhat al-alibba ( Kahire, 1294 ),s. 293—299 ; Muhammed Bakir, R a viâ t al-cannât ( Tah­ ran, 130 7 ), I, 56 v.d.; F. Krenkow, II „Libro della Classi“ di Abu B akr az-Zubaydi ( R S 0 , XIII, 10 7 —156, ur. 7 8 ); F. Flügel, Die grammatischen Schulen der Araber ( Abh. fü r die Kunde des Morgenlands, I I , 4, 164 — 167 ) ; G. Weil, Abu 'l-Barakät Ibn al-Anbäri, Die grammatischen Streitfragen der Basrer und K ü fe r ( Leiden, 19 13 ), bilhassa s. 65 v.d. ve 75—8 1 ; Brockelmann, C A L, 1, 1 1 8 ; Stippl., I, 18 1 ; J. E. Sarkis, Mu'cam al-m aibaäl al-'ardbiya va 'l-mu arraba ( K a­ hire, 1928 v.dd.), st. 662 v.d.; Şa'lab, Kitäb al-faşîh ( nşr. J. Barth), Leipzig, 1876 ;. L ’A r­ ie poetica di Abu 'l-A bb ü s Ahmed b, Yahyü Ta’lab { nşr. C. Sehiaparelli ; Actes du Hui­ tième Congrès International des Orienta­ listes, ¡ 1/ 1, A , s. 17 3 —2 14 ),' Leiden, 1893 [b k . bir de Ign. Kraçkovskl, L e manuscrit da „ KitSb al-macalasät" de Ta'lab ad Musée Asiatique ( comptes rendus de l'A cadém ie des Sciences de l ' U R S S , 1930, B, s. 2 1 1 :— 2 17, burada rusça bibliyografyaya ait umû­ mî ve mufassal malûmat (s. 2 1 1 , not 1 ve 3 ) ve adı geçen yazmanın tavsifi bulunmak­ tadır. (Bu eser 'A bd al-Salâm Harun tara­ fından neşredilmiştir: Kitâb macâlis Şa'lab, Kahire, 1368 — 1948)]. (R . PARET.) S A ’ L E B E . Ş A 'L A B A , sık kullanılan ( na­ diren Şa'lab şeklinde ) e s k i b i r a r a p ş a ­ h ı s is m i ve eski A rab istan ’ ın büyük kabîle topluluklarının tâlî kollarından bir kısmının en eski cedd olarak kabûl ettikleri ş a h ­ s ı n a d ı. Nitekim büyük Bakr b. Vâ’ il kabi­ lesinden ( Yamama ’den Bahrayn ’e kadar uza­ nan bölgede ) Şa'laba b. ‘Ukâba, Nefüd mmtakasında Ğatafân kabilesinden Şa'laba b. Sa'd b. Zubyân, Tamim kabilesinin Şa'laba b. Yarb 5 ‘ ve Tay y kabilesinin Şa'laba Tayy denilen kolları biliniyor. Gassânîler hanedanının ceddi olarak, bir Şa'laba b. 'A m r b. Mucâlid ’den bahsedilir. Josua S tylites’ in zikrettiği, Lahmîlere karşı mücâdelelere iştirak edet, „Şa'Iaba ailesinden Roma idâresinde bulunan arap!a r"y a Gassâni m enşelidirler ( NÖldeke ) veya Bakri Şa'laba ( Rothstein, Die Dynastie der Lakhmteden in a l-Ifira ) ’lere mensüpturlar. Cenûbî Arabistan kabileleri arasında A zd ve Kinâııa Şa'Iabaleri bulunmaktadır. Ayrıca Y sşrib ’deki Avslere mensûp bir Şa'laba âiiesi ile



S A ’LEBE — SALGURLULÂft.



yatındı Kaynukâ'lardan bir Sa'laba b. al-Fi(yün I kân, Vafayât ( Kahire, 1299), nr. 3 0 ; al-Suyüti, Tabaka t cd-mufassirîn ( nşr. Meursin( Caussin ’de yanlış olarak Gityün ) ailesini de ge), nr. S ; ayn. mil., Bu ğya (Kahire, 1326), zikretmek lâzımdır. Peygambere karşı düşmanca tavır takınmış olan bu kabileden ilmi ile dikkati s. 1S4 i Wüstenfeid, Geschiçhtsschreiber der çeken Muhayrik adındaki kimsenin bilâhare müs­ A raber, nr. 18 5 ; G A L , t, 35°-! Sappl I, 59** lüman olduğu ve Uhud ’da şehid düştüğü rivâyet ( C . B ro c k e lm a n n .) ediih\al-T abari,I, 1424;İbn al-Aşir, 111,2 4 v.dd,). S A L G U R L U L A R . Salgurlu atabeyleri adı B î b l i g o g r a f y a \ lbn D urayd, Kitâb altında, Oğuzların Saiur ( b. bk. ] kabilesi tara­ al-iştikâk { nşr. W üstenfeld ) ; a l-T ab ari ( nşr. fından, Selçuklu imparatorluğunun harabeleri de G o e je ), bk, fihrist i W üstenfeld, Geneal. üzerinde kurulmuş b i r h a n e d a n . Salğur Tabellen ve R eg ister ; Caussin de Perceval, H orasan’a hicret edip, büyük Selçukluların H istoire des Arabes. (H. H. Brâu.) ilk sultanı olan Tuğrul Bey ( b. bk.] ’e katı­ S A ’ L E B İ . a l - Ş A ’L A B İ (? - 1 0 3 5 ) , A ç m e d lan bir Türkmen zümresinin reisi idi. Salğur B. M U H A M M ED B . İB R A H İM AbD İ S I J Â Ç AL-NÎ- soyundan biri olan B o z - A b a [ bk. BUZABA] S Â B Ü R İ, meşhûr a k â i d â l i m i ve m ü fe s Irak ve Horasan Selçukluları hükümdarları­ s i r. Muharrem 427 (teşrin H. 10 3 5 ) ’de öl­ nın dördüncüsü bulunan Giyâş al-Dİn Mas'ud’a müştür. En mühim eseri K u r’an tefsiri olan karşı yapılan bir muharebede öldürüldü ve a l-K a şf va ’l-bayân ‘an ta fsır al-K ur'ân ’dır. yeğeni SüNKUR B. M avDÜd Selçuklulara karşı İbn al-Cavzi, bilhassa ilk sûrelerin tefsirinde isyan ve F a r s ’ta istiklâlini ilân e tti; orada 120 zayıf hadîsleri kabûlünden dolayı, onu tenkit seneden fazla hüküm süren bir hanedan kur­ etmiştir ( İbn Tağrıblrdi, al-Nucüm al-zâhira, du ; fakat nâdiren tam bir hükümranlığa maznşr. Popper, II, .166, sene 666). Fakat bu har old u ; zîra önce Irak Selçuklularına, son­ eser Schwally ’ye göre ( bk. Nöldeke, Gesch. ra Hvirizmşâhlara ve nihâyet moğullara tâbî des Qorân$, 11, 174 ) bu sahada en faydalı oldu. Sunkur 116 1 ’de öldü ve kendisine halef eserlerden biri olup, al-Tabarİ ’den başka, tak­ olarak kardeşi ZeNGİ B . MAVDÜD ’u bıraktı; riben diğer 100 kaynakta mevcut malûmatı Zengi b. Mavdüd hükümdarlığının ilk zaman­ mâkul bir şekilde terkip etmiş, ai-Bayzâvi nok­ larında Suriye atabeyleri olan ve Fars salta­ sansız olmak husûsundaki bütün gayretlerine natı iddiasında bulunan amca-zâdeleri tarafın­ rağmen, onu ancak iki misli aşabilmiştir. Buna dan rahat bırakılmadı. Onları yendikten sonra rağmen, Yâifüt ’un geniş sâhaya yayılmasından Fars üzerindeki hâkimiyetini tanıyan Ira k Sel­ sitâyiş ile bahsettiği ve Ahmed b. al-Muhtâr al- çuklu sultanı Arslan b. Tuğrul ’a lâbiİyyetini R â z i’nın 631 ( 1 2 3 3 ) ’e doğru Mabâhiş al-iaf- arzettı; 117 5 ’ te ölümü üzerine, büyük oğlu T a k ­ s ir ’inde onun hakkında Munâkaşât yazdığı l a o na halef oldu ; bu da, Irak Selçuklularına ( bk. Fihrist al-kuiub al~arabiyât al-mahfuza tâbî olarak, 20 yıl saltanat sürdü. 1 1 9 4 ’te Ölün­ bi ’l-kutubhânat al-h idiviya, Kahire, 1310 , I, ce, amca-zâdesi Sundur ’un oğlu TuĞRUL ve 198 ) bu eser henüz basılmamış ve bir kenarda küçük kardeşi Sa'D B. ZaN G f ( b. bk.] taht id­ kalmıştır. Tefsirinden çıkmış bulunan ve onu diasına kalkıştılar, Tuğrul idare merkezini Önce ikmâl eden K isâs al-anbiya' ’sı daha çok yay­ zaptedip, hükümdar unvânını aidi ise de, Sa'd, gındır. Filhakika bu eser metinden çıkarılabi- onun ile 8 yıl muharebe etti. Bu devir esna­ len malûmatı çok genişletmektedir ; fakat £uş- sında memleket tahrip edildi. 1203 ’te Tuğ­ ş ö ş ‘ların, msl. al-Kisâ’ i [ b. bk.]’de olduğu gibi, rul 'u esir eden Sa'd tahta çıktı. Saltanatının ilk aşırı hayalciliğinden hemen-hemen uzak bulun­ devrinda kıtlık ve vebâ ile harâp olmuş bulu­ maktadır. [ A yrıca şâhid olarak pek çok şiir nan memleketinin refahını sağlamak ile meşgûl nakletmiş olması ile de mühimdir]. Bu eser oldu. Bu arada Hvarizmşâhlar 119 4 ’ te Salgurmüteaddit defalar, msl. K ah ire’de 1297, 1303, iuların topraklarına ilhak edilmiş oian Irak Sel­ 1306, 13 0 8 ,13 10 , 1314, 1321, 1324 ve 134 0 ’ta ; çukluları mağlup edilmişlerdi. S a 'd ,'A la ’ al-Din Bom bay’da 130 6 ’da basılmış ve Muhammed Muhammed Hvârizmşâh ’a hücûm etti ise de, A m ir b. ‘Abd A îlâb aI*Ya‘kübi tarafından K a­ mağlûp ve esir oldu; serbest bırakılmasını te’zan türkçesine tercüme edilmiştir ( Kazan, min maksadı ile, İştalır ve Uşkunvân ’1 terke ve 1903). Eser her kese hitap eden mütedâvil ki­ Selçuklulara vermekte olduğu vergiye ^müsâvî taplardan biri olduğu için, pek büyük bir ser- bir vergi ödemeğe mecbûr oldu. Sa'd, ayni za­ bestîlik ile, metnine müdâhale ve tasarruftan manda, büyük şâir Sa'd î ’nin şiirdeki mahla­ çekinilmemiştir; nitekim msl. Paris 1923 yaz­ sını kendisinden aldığı hükümdar olarak şöh­ masının metni al-Kisâ’ i *nin eseri ile karışmış ret bulmuştur. 28 yıl saltanat sürdü ve 1231 bir bâlde bulunmaktadır. ( bk. bir de mad. SA'D B. Z E N G İ) ’de ölümü B i b l i y o g r a f y a ' . Yâküt, îr şad al- üzerine, oğlu ABÛ B a k r kendisine halef oldu. arib ( nşr, Margoliouth), II, 10 4 ; İbn Halii- Abü Bakr, babasının esareti esnasında tahtı ele



SA LG U R L u LA R — âALİB. geçirmek teşeboüsünde bulunmuş, bu yüzden hapse mahkûm olmuş ve Hvârizmşâh Calâl al-Dİn Mengübirdi 'nin İsrarları üzerine, serbest bırakılmış idi. Devletinin hudutlarını genişletti ise de, önce moğul banı ögedey C engiz’in oğlu ve halefi hükümdara ve sonra da 1256 ’da Iran moğullarından İlhan Huiagu ’ya tâbiiyetini arz ile vergi ödemeğe mecbur oldu, ögedey Han ona Kutluğ Han unvanını verdi. Abu Bakr 1260 ’ta öldü. Oğlu S a ‘ D . kendisine halef oldu. 12 günlük bir hükümdarlıktan sonra öldü ve ye­ rine henüz küçük yaşta olan bunun oğlu MuHAMMED g e ç ti ; bu sonuncunun sâdece isimden ibâret olan saltanatı 12 6 2 ’de ölümü ile sona erdi. Kendisine Sa'd 1. ’in küçük oğlu Salğur ’ un oğlu olup, amca-zâdesi bulunan MUHAMMED ŞÂ H halef oldu. Muhammed Şâh ıS temmûz 1263 ’te tahttan indirildi ve öldürüldü; yerine S a l ç ö k Ş â h b. S a l ğ u r geçti. Bu zât moğullar tarafından mağlûp edildi ve kânûn 1. 1264 ’te öldürüldü. Fars 1256 ’dan beri tlhanlılara tâbi id i; fakat S a ji II. ’in kızı ve Selçuk ’un amca-zâdesi olan Âbİş H atu n tahta çıkarıldı ve ancak bir yıl hüküm sürdü. Bu müddet so­ nunda H ulagu’nun dördüncü oğlu M e n g ü T i m u r ile evlendi ve hükümeti kendi nâmına idâre etti. Bu Hatun ’un 1284 't® ölümü ile bu hanedan da son buldu.



11



S A L G U R L U L A R HANEDANININ ŞECERESİ



Ak-Sungur e J Salgur Boz-Aba Mevdûd I— 1------- T İ . Sungur Zengi Tuğrul



|



Tekle [----- ------- I İutâdüddin (K ız ) Melike Hatun



Ebû TubamBekir Tan



Sa’d I. (Terken Hatun) Muhammed Salgur Şah



S a ’ d II. | | Muhammed A biş Hatun Şah



| Alâüddevle Selçuk Yezdî Şah



{ Bfe. E. de Zambauer, Manuel d. G e n s . 232) B i b l i y o g r a f y a : Hamd Allah Mustavfi al-Kazvini, T ârlk-i guzida [ C M S ) ; Mir Hvând,R avz ai al-şafâ (taş basm., Tah­ ra n ); krş. The history o f the A tibegs o f S y ria and Persia by Mirchond ( nşr. W.



H . . Morley ), London, 1848, s. 23 v. dd. ; Houtsma, Recueil de textes relatifs à l'bist. des Seldjoucides, bk. fihrist. ( T. W. HaiG.) S A I.H ÎN . [ Bk. se lh S n J S A L Î B . A L-ŞA LİB ( a . ; cem. sulab, sulbün ), h a ç ; bu tâbir Hıristiyan remzine işâret etti­ ği gibi, din ile İlgisi olmayan hâllerde de haç şeklinin ifâdesi için kullanılır { msl. develere haç şeklinde dağlama, vasm ’de olduğu gibi ). İlk mânası ile bu kelimenin ârâmî dili saha­ sından, her hangi bir değişikliğe uğramadan, alınmış olması mümkündür. Bu tâbire K u r’an ’ da tesadüf edilmez; hadislerde ise, kıyâmet tasvirlerinde geçer. Isâ, kıyâmet yaklaşınca, gökten inerek, Deccâl ’e karşı mücâdele eder ; domuzları öldürür ve haçı parçalar (al-Buhar i, A n b iy S , bâb 49 ; Müslim, îm ân, hadîs 242 v.d. ; İbn Mâca, Fitan, bâb 33 ; tbn Hanbal, Musnad, II, 240, 2?2 v.b.). Kıyâmet gününde bütün dinî cemâatler, husûsî alâmetleri ve put­ ları ile birlikte, Allahın huzûruna gelirler. Hıristiyanlar haçı tâkip ederler ve al-Masih b. Mar­ yam ’e tapmış olduklarını ikrarları üzerine cehenneme atılırlar ( al-Buhâri, Tavhid, bâb 24). al-Buhâri, Şalât ’ın 15. babının tercümesinde şavb maşallah, haç şeklinde örnekler ile do­ kunmuş bir elbiseden bahseder ki, namaz es­ nasında Peygamberin dikkatini çektiği için, bu şekiller ‘A ’ işa tarafından sökülüp atılmıştır. Lugatçiler haça hıristiyanlarm kibla ’si derler ki, bu onların ( hıristiyanlarm ) ibâdetlerini bir istavroz önünde yaptıklarını bildiklerine delâlet eder. *Omar ’in fethedilen bâzı Filistin şehirleri ile yapılan anlaşmalarında hıriatiyaniara, kilise Ve haçları için, husûsî bir omân verilmektedir (al-Tabarİ, I, 2405 v. dd.). Ancak daha sonra­ ki zamanlara âit kaynaklardan edindiğimiz bir vesikada hıristiyanlarm haçı alenen kullanma­ ları 'Omar tarafından men’edilmiştir ( Hamaker, Incerti auctoris liber, s. 165 v.d. ; Muir, The Caliphate, s. 1 3 7 ; krş. Caetani, A nnali, yıl 17, § 174 v.d.). al-Ma’ mün ’un sarayında hıristiyan ile müs­ lüman din âlimleri arasında vukû bulan bir münâzaada, hıristiyanlarm haça gösterdikleri tâzim bir taarruz noktası teşkil-etmiştir (krş. A , Guillaume, A Debate betmeen Christian and Moslem Dociors, Centenary Supplément to the J R A S , teşrin 1, 1924, s. 242). 583 ( 1 1 8 7 ) yılında Hatmin muharebesinde müslümanİar bir „hakikî haçı“ ( şalib al-şalabSt), yâni Isâ haçının bir parçası üzerine yerleşti­ rilmiş bulunan bir haçı ellerine geçirmişlerdir ( Historiens des Croisades, Hist. Orientaux, l, 68s )• Hıristiyanların haçı ile ilgili mâlûmat için bk. madd. ÎSÂ ve NASÂRÂ.



àA LIB — SALİM.



Hıris ti yan-arap eserlerinde başkaca da ma­ lûm olan haç bulma efsâneleri v.b. bulunur. Şalaba fiili asmak veya çarmıha germek süre­ liyle idam cezâsma delâlet eder. Kelimenin küçültme şekli için bk. mad. ŞULAYB. B i b l i y o g r a f y a ; Lügatler ve bk. m ad.; L . C aetani, Annali deli' Islâm, yıl 17, 174 v.d. ( Ill/ Ilj 957 v.d.); W. Moir, The Ca­ liphate, its Rise, Decline and F all ( nşr, T . H. W eir ), Edinburgh, 1934, s. 1 3 7 ; A . v. Krem er, Kulturgesckichte des Orients, I, 1 0 3 ; H . A , H am aker, Incerti auctoris liber de ex~ pugnatione Memphidis et Alexandriae { L ei­ den, 1825), trc .s . 165 v.d. ( A . J . WENSINCK.) Ş A L Î B , [ Bk. SALÎB.) S A L İH . [B k. SELİH.] S A L İH . [ Bk. SÂLİH.] S Â L tH . ŞÂ LÎH , arap Ş am ud k a v m i n e g ö n d e r i l m i ş o l a n p e y g a m b e r . Teh­ likeleri haber verici ve mûtâd şekilde, Peygam­ bere benzer bir şekilde tasvir edilmektedir; kavminİ ihtida etmeğe ve yalnız A llaha tap­ mağa dâvet eder {K u r'an, VII, 7 3 ; XI, 6 1 ; XXVI, 142 ) ; kendilerine Allahtan gördükleri lutufları gösterir ( Kur'an, VII, 7 4 ; LI, 43) ve onlardan hiç bir karşılık istememekle iftihar eder ( XX V I, 14 5 ); fakat onlar kendisini kabaca kovarlar, sihirbâz olmakla, itham ederler ( X XV I, 1 3 5 ) ; onu kendisine vahiy geldiğini iddiâ etmesine imkân olmayan, kendileri gibi, bir insan sayarlar ( LIV, 2 4 ); babalarının dinlerini terketmek istemezler (X I, 6 2 ); bir kıyamet ve hesap günü olacağı düşüncesini reddederler ( LXIX, 4). Hareket tarzı halk arasında bir ayrılma tevlit eder (XXV II, 4 5 ); yalnız zayıflar ona inanırlar; fakat kudret sahipleri onunla alay ederler (V II, 75). Ona kudret sâhipleri, vaazlarına kızmadan önce, ümit bağlamış­ lardı ( XI, 62 ). Bu durumlar peygamberin ha­ yâtı için de ilgi verici bir benzerlik teşkil ede­ bilir. Allah, işarı t olarak, Şamüd kavmine bir d:şi deve gönderir { XVII, 59 ) ve Şâlih kavminden onun serbestçe otlamasının te'minini ve keııdi sularından ona su verilmesini ricâ eder ( V J 1, 7 3 ; X X V I, 15 5 ; L IV , 2 8 ); fakat hayvanı sakatlarlar ve onu aralarından bilhassa dinsiz olan birine ( XCI, 12 ; LIV , 29 ) öldürtürler ( VII, 77; XI, 65 ; XXV I, 157 ) ve alayla Şâlih ’i kendi­ lerini tehdit ettiği cezayı başlarına getirtmeğe dâvet ederler (V II, 77 X Şâlih onlara 3 gün evloriııde kalmalarını emreder ( XI, 65 ). O za­ man şiddetli bir fırtına kopar ( XI, 67 ; L I, 44; VII, 78 ’e göre, bir zelzeie olu r; krş. bir de LIV, 3 1 ; LX IX , 5) ve ertesi gün onlar evle­ rinde, ölü olarak, yere serilmiş bulunurlar. Pey­ gamberlere dâir muahhar ve müslüman menşe"-



li hikâyelerde bâzı noktalar muhtelif tarzlarda tamamlanmıştır. K u r’an, VII, 74 ’e göre, ‘Â d kavminden son­ ra gelen Şamüd halkının bize başka yerlerden de mâlûm olan [ bk. mad. ŞAM ÜD] eski bir arap kabilesi olduğuna bakılacak olursa, bu hikâyenin oldukça sağlam bir temeli olmalıdır. Aynı şekilde, metinlerde sık-sık zikredilen Şamüd halkının kayalara kazmış oldukları (L X X X IX , 9 : VII, 74; XXVI, 149) ve harabe1er! henüz görülmekte olan ( XXIX, 38 ) mes­ kenler, hiç şüphesiz al-‘ ö la kayasına kazılmış olan ve iskelet bakiyelerini ihtiva eden ölü hücreleridir (krş. mad. BtÇR). Bu hâ! Philippe Berger ’i buralarda bulunan kitabeler üzerin­ de görülen k a frâ ( „mezar“ ) kelimesinin k a fr ( „k â fir“ ) mânâsında tefsir edilmiş olduğu faraziyesini ileri sürmeğe şevketti. Şâlih adı ile dişi deve hikâyesinin daha eski başka benzer­ lerini gösteremiyoruz. Bundan başka, bâzdan Şâlih ile Hüd [ b.'bk.] kıssalarının Mekke dev­ resindeki telkinlerin bakiyesi ile, yâni Peygam­ berden önce araplara hiç bir peygamber gön­ derilmemiş olduğu ( XXVIII, 47 ; XXXII, z ; X X X IV , 44 î XXXVI, 5 ) telakkisi ile, bîr tezat bulmak istemişlerdir. [ Hâlbuki son zikredilen âyetlerde sâdece Peygamberin mensûp olduğu araplar kasdedilmiş olup, 'A d ve Şamüd gibi, bunun çok eski kollan bu zümreden ayrı sa­ yılmıştır. Binâenaleyh bir tezat aslâ bahis mev­ zuu değildir ]. Bu iki peygambere âit kıssalar daha Mekke devrinin en eski sûrelerinde görülmektedir (msi. LUI, s« v.d.; L X X X V , 17 v.d.; L X X X IX ; 9 ; X C 1, 1 1 v. dd. ve müteakip sûrelerde de geçer ). Buna mukabil, K u r’an, IX , 70 ’te bu­ lunan kısa bir zikir müstesnâ, bunlar Medine devrinde gelen vahiylerde yoktur. B i b l i y o g r a f y a : VII. sûre halikın­ daki Kur'an tefsirleri; al-T ab ari (n şr. de G o e je ), I, 244— 2 5 1 ; ai-M as' 5 d i, MurBc al zahab ( P a ris , 18 6 1— 1877 ), İH, 85— 9 0 ; alŞ a 'la b i, K işaş al-anbiyâ’ veya 'A râ'is almacâlis (K a h ire , 12 9 0 ), s . 58 v. dd. ; G rim ­ me, Mohammed ( Münster, 1892— 1895 ), H, 8 0 ; Philippe Berger, L 'A ra b ie avant Maho­ met d'après les inscriptions ( 1 8 8 5 ) ; The Qur'ân ( trc. Palm er ), I ( Sacred Books o f tke East, V I ), 147 v.d. ; C aetani, Annali dell’ Islam, I I / i, yıl 9, § 34 ; krş. Il, 2, fthrişt bk. mad. Salih. ( F r . BuHL.) S Â L lH . a l -M A L İK a l -Ş Â L İF I, A y y ü b Na c m



a l -DI n .



[ B k.



m e l Ik -Os - s à l Ih .]



S Â L lH . a l-M A L İK a l-Ş Â L İH , H â c c I ŞaLÂtf A L -D I n . [ B k . MELİK-ÜS-SÂLİH.] S Â L lH . a l-M A L İ K a l-S À L Î H , 1smâ‘ I l Im â d a l- D I n [B k. m e lîk -O s -s â lÎh , e y y û b î .]



sÂüa S Â L İH . a l - M A L İ K a l - Ş Â L İ H , İ s m â İ l İM Â D AL-D ÎN .C B k. MELİK-ÛS-SÂLİH, MEMLÛK.] Ş Â L İH . a l - M A L İ K a l - Ş Â L İ H , İ s m â İ l N ü r A L -D I n . [ Bk._M ELtK-ÛS-SÂLlH.) ' S Â L İH . ŞA LİH , a l -M a l IK A L -Ş â l Ih ( Ş a LÄH AL-D İN ŞÂLİH ), Kalâ’ün ’un oğlu Sultan Muhammed al-Nâşir ’İn oğlu olup, MemlCkler arasındaki rekabetler neticesinde, 752 ( 13 5 1) ’de kardeşi Haşan ’in yerine seçildiği sırada 14 yaşında bulunuyordu. Saltanatı esnasında emir­ ler arasındaki mücâdeleler durmadan devam et­ miş ve Suriye eyâlet valileri ile Kahire ’deki mer­ kezî idarenin devlet ricali arasında sürüp-giden ihtilâl bu hâdiselerde başlıca rol oynamıştır. Şâlih bir Suriye seferi esnasında, mevkiinin iti­ bârı sayesinde âsîlerden tarafdarlarını ayırma­ ğa ve bu sûretle zafer kazanmağa muvaffak ol­ duğu zaman, Kahire ’de askerî kıt’alar arasın­ da mücâdeleler yeniden başlıyordu. Şâlih'in zevk ve sefaya düşkünlüğü kendisinin bizzat devletî idâre etmesine, bir emîrin veya tarafdarlannın kazandığı üstünlüğü ortadan kal­ dırmasına mâni oluyor, ayrıca emirlerin desi­ seleri altında da eziliyordu. Şâlih 755 ( 1354 ) ’te h a l’edildi ve yerine kardeşi Haşan ge­ tirildi. B i b l i y o g r a f y a ; Weil, Geschickte der Chalifen, V, 490 —499; al-Manhal alŞ â f i , Paris, arap. yazmalar, 2068—2073,



mad. al-Malik al-Şâlih Şâlilı. (M . S o b e r n h e im .)



S Â L İH . Ş Â L İH , a l -M a l i k a l - Ş a l İH, Ş a m s AL-DI n Ş â l İH, A r t u k l u l a r d a n bir hüküm­ dar. Rebiülâhır 712 (ağustos 1 3 1 2 ) ’de Mardin emîri al-Malik al-Manşür Nacm al-Din G iz i ’nin ölümü üzerine, yerine oğlu al-Malik al-‘Âdil ‘ İmâd al-Din ‘A li Alpı g e ç ti; fakat ancak 13 gün hükümet sürdü. Sonra onun yerine kardeşi Şams al-Din Şâtı‘h b. Gazi Mardin hâkimi oldu ve al-Malik al-Şâlih unvânım aldı. Son devir Artukluları gibi, o da mühim bîr varlık göstere­ medi. Fakat onun, şarkta moğullar ve garpta Memlûkler gibi, rakip iki büyük devlet arasın­ da muhtâriyetini muhafaza etmekteki mahareti dikkate değer. Eski tarihlerde de onun hakkın­ da, İthanlılar ve Memlûkler ile sulhu idâme et­ tirmiş olduğundan başka, bir kayda tesadüf edilmez. 7*5 ( 1 3 1 5 ) yılında, İlhan Hudâbanda 'ye metbûiyetini bildirmek üzere, İra n ’a seyahat etmiştir. Arpâ Han ’m eski rakibi olan Müsâ Han zilhicce 737 ( temmuz 1337 ) ’ de öldürülünce, Şâlih, bu vak’ayı bildirmek üzere, Mısır ’a, Sul­ tan al-N âşir’a bir elçi göndermiştir. Bir yıl sonra diğer bir rakip olan Muhammed b. ‘An* barsi ’nin ölümü haberini de, Mısır sultânına ulaştırmıştır. Sultan al-N âşir’ın tarihçileri 74X 13 4 1} yılında sultan tarafından Mardin hâki­



mine kıymetli hediyeler gönderilmiş olduğunu kaydederler. Şâlih 765 ( 136 3/136 4 ) yılında öl­ müştür. Onun torunu Şâlih b. Dâ’üd ( 809— 8 1 1— 1406— 1408 ) ile Artuklu sülâlesi sona ermiştir. B i b l i y o g r a f y a '. Abu ’ 1-Fidâ’ , Târik ( nşr. Reıske ), V, 255, 295 ; Zetterstéen, Bei­ träge zur Geschickte der Mamlükensultane, s. 158, 195, 198, 220; Lane-Poole, The Mohammadan Dynasties, S . 168 v. d. (K . V. Z e t t e r s t é e n .) S Â L İH . ŞÂ L İH b , ‘ A l T b . ‘ A b d A l l a h b . ‘ A b b ÂS A L -‘ A b BÂ s I [ Abbâsîlerin vâli ve ku­ mandanlarından olup ], Saväd 'da veya al-Balkä’ ’da 92 ( 7 10 / 7 11 ) ’de doğmuştur. Son Emevî halîfesi Marvân b. al-Hakam ’i Mısır ’a ka­ dar tâkîp eden askerî kıt’anın, Abu ‘Avn ‘ Abd al-Malik b. Y azid al-Curcâni ile berâber, ba­ şında bulunmuş idi. 1 muharrem 133 (9 ağustos 750 ) ’te Mısır valisi oldu. 1 şâban 133 ( 4 mart 7 5 1 ) ’te Mısır valiliğinden ayrılarak, Filistin valili ğ:ne tâyin edildi. Mısır ’da, kendisine ha­ lef olarak, silâh arkadaşı Abü ‘ Avn bıra­ kılmış idi. 136 yılı rebiülevvelinde { 753 ey­ lülü ) tekrar Mısır valiliği ile berâber bu ülke­ nin bütün mâlî işlerinin idaresi uhdesine ve­ rildi; ayrıca Ifriljiya valiliğini de deruhte et­ miş, böylece bütün Magrib idaresi altında bir­ leşmiş idi. 5 rebiülâhır 136 (8 teşrin 1. 753 ) 1dn Mısır ’a gitmiş, fakat müteakip senenin 4 ra­ mazanında ( 2 1 şubat 755 ) Filistin 'd e çıkan bîr isyân üzerine, Mısır vâlrliğini ve mâlî işlerinin idaresini gene Abü ‘Avn ’e bırakarak, oraya gitmek zorunda kalmış idi. Sonraları Filistin ’i de Sariye ile değiştirmeğe mecbur oldu ( 1 4 ı— 758/759 ). Bizans ’a karşı iki sefere teşebbüs etmiş, oğlu al-Fail Humus valiliğine tâyin edil­ dikten sonra. Ç innasrin’de veya ‘Ayn Ubâğ ’da 58 yaşında ölmüştür. Ş â lih ’in adı, Fouquet ’nin kolleksiyonunda ( P. Casanova, Catalogue des pièces de verre des époques byzantine et arabe de la collection Fouquet, M IFAO , 1893. V i, 370, nr. 140, 141 y bulunan iki damgada ve Haleb ’de 146 ( 763/ 764), 148 (765/766) tarihlerinde basılmış ba­ kır sikkelerin kalıplarında ( H. Nützel, Kata­ log der orientalischen Münzen in den K g l. Museen zu B erlin, 1, 328, nr. 2083/84 ve s. 329, nr. 2086 ; İsmail Gâlib, Meskûkât-ı kadîme-i isl&miye katalogu, s. 284, nr. 769 v.d.) görül­ mektedir. B i b l i y o g r a f y a : al-K indi, Kitâb alvulât (nşr, Rh. Guost, G M S, X IX, 96 —102, 105 v.d,); Abu ’¡-Mahâsin, Annales (nşr. T. G. J. Juynboll), I, 359 v.d ., 366—372 ; alMakrizi, H itat, 1, 304, 306; al-Tabari {n şr. de G o e je }, IlI/ı, 48—50, 73—75, 81, 84, 91,



ŞÂl İH. ¿m ir» s- ->



.......... ................. *



t—



1



t ü v. d., 12i v.d., 1 3«, 353 ! ibD H -A şir, Kâmil, V , 326 dd., 344 , 348, 354 , 37«, 372 , 3 8 7 ; F. W üstenfe!d, Die Statthalter von  gypten zar Zeit der Chalifen ( Abh. C . W. G Stt, 1875, XX, 2 v. dd.), I I ; Corpus Papyrorum Raineri (S e rie s arabica, nşr. A. Grohv



mann, l/n, 108, 109 X M* (A



d o lf



G r o h m a n n .)



S Â L İH . ŞÂ LİH b . M î r d â s A b u ‘ A l î A s a d A L-D A V LA , hicri V . asırda yakın şarkın b e ­ d e v i r e i s l e r i n d e n b i r i d i r ( şeceresi İbn- Hallikân [ trc. de Sîane, Paris, 1842, 1, 631 ] tarafından verilen hâl tercümesinde bu­ lunmaktadır). Bani K ilâ b ’a mensuptur. Onun sevk ve idaresinde bulunan bu kabile V, asrın başında İrak ’1 terk ile, şimale doğru ilerileşerek, Halep, emirliğini ele geçirmiştir [ bk. mad. HALEB ]. Onun hayâtı ve hususi­ yetleri hakkında az malûmata sahibiz; bu­ nunla- beraber, anlaşıldığına göre, cesûr ve azimkar bir insan İdi. Biz onu ilk defa 399 ( 1008 ) 'da, hakkında fazla malûmat bulunma­ yan İbn Muhkam’in müttefiki olarak zikr­ edilmiş buluyoruz; bu sonuncu, ele geçirdiği Rahbe ’ye karşı vukû bulan taarruzlardan ko­ rumak için Şâlih b, Mirdâs *1 yardıma çağır­ mış idi. İttifak sıkı ve samimî olm adı; bâzı ihtilâflardan sonra, Şâlihı ’in İbn Muhkam ’in kızı ile evlenmesi neticesinde, iki reis arasında bir uzlaşma vukû buldu. İbn a l- A s ir ’in açıkça ifâde ettiği gibi, Şâlih b. Mirdâs, H illa’yi mer­ kez ittihâz etti. Ailevi bağların onları birleş­ tirmesine rağmen, Şâlih ’in İbn Muhkam ile olan dostluğu devam etmedi. Hemen aynı yılda Şâlih kayın pederini katletti ve Rahba 'yi zapt ile orayı cuma hutbesinde halîfe olarak tanı­ dığı Kahire Fâtımîleri adına idâre etti. Ertesi yıl 400 ( 1009 ) 'de ilk defa Haleb işlerine [ bk. mad. HAMDÂNÎLER ] karıştı. Orada Hamdânî memlûk Lu’ lu’ 'ün oğlu Manşür Murtaza ’l-Davla hâkim bulunuyordu; fakat o rakibi olan, Sayf al-Davla ’nin torunu Abu ’l-Hiccâ tarafın­ dan mağlûp edilmiş idi. Abu ’l-Hiccâ önce Ba­ ni K ilâ b ’ı hizmetine aldı ise de, sonradan on­ lar kendilerine geniş topraklar vaad eden Manşür tarafına geçtiler. Onların yardımı ile Manşür iç:n Hamdânîler île mücâdele etmek kolay oldu. K itabiler dâima daha sık bir şe­ kilde istedikleri ve yağma ettikleri sâhaları is­ tilâ ettikleri için, Manşür pek mâlûm bir hile­ yi kullandı: onlar ile müzâkerede bulunmak bahanesi ile, Kîlâbilerin reislerini bir ziyafete dâvet e tt i; onları ele geçirdi; bir kısmını öl­ dürdü ve bir kısmını da hapse attırdı. Bu ziya­ fet neticesinde, denildiğine göre, aynı zamanda bundan başka Kitabilerden 1.000 kişi daha öl­ dürülmüş idi. Fakat bunun mübâlega olması İSİâm Ansiklopedin!



intimâli vardır. Şâlih, M anşür’un lehine, karı­ sından ayrılmak mecbûriyetinde kalacak dere­ ceye düştü. Üç yıl zincirde lztırap çekti. Ancak 405 ( 10 14 ) ’te, bazılarına göre de hapishaneye sokturmağa muvaffak olduğa bir eğe sayesinde, zincirleri keserek bazılarına göre zincirleri ile, kaçmağa muvaffak oldu. Bir müddet saklı kal­ dıktan sonra, K ilâbiler a zar-azar etrafında toplanıp, Manşür ’a karşı mücâdeleye giriştiler. Manşür yenildi ; esir edilip, Şâlih ’in vurulmuş olduğu aynı zincire vuruldu. Müteakiben bâzı şartlar mukabilinde serbest bırakıldı ; 5.000 di*>ar, 7» gümüş dirhem ve 500 kat elbise verdi ise de, diğer şartları yerine getirmedi, bu şartlar kızını Şâlih ’e ve 405 yılı Haleb geli­ rinin yarısını Kitabilere vermesi idi. Bu sebeple Kilâbiler Haleb ’i muhasara ettiler ve Manşür, kale kumandanı F a th ’e güvenemediği için, bizanslılarm yanma kaçtı (4 0 6 = 10 15 ); Fath Şâlihı ile birleşti ve Haleb ’i Apamea Fatımî vâlisi 'A li b. Aljmed al-'Aeami ’ye teslim etti. Manşür ’un kaçışma kızan halîfe ‘A li ’yi vâii olarak tanıdı. Kendisini asad al-davla unvanını tevcih etti ve Haleb ’in bîr yıllık gelirinin vaad edilmiş olan yarısını verdiği Şâlih ve Fatlj ’e takdirlerini bildirdi (406—4 1 4 ’e kadarki Ha­ leb valilikleri hakkında bk. V, 1, s. 118 ). Mütemadiyen değişen valiler ile Fâtımîlerin hâkimiyeti bedevî kabilelerinin memnuniyetsiz­ liğine sebep oldu; bunlar 414 ( 1 0 2 4 ) ’te Fatı­ mî idâresine karşı birleştiler. Şâlih müteakip iki yıl içinde H aleb’i, H im ş’ı Baalbek ve Sayd a ‘yi zaptetti ve hâkimiyet sâhası Fırat kıyı­ sındaki Ana ’ye kadar uzandı. Fâtımîlerin kuv­ veti artınca, halîfe Zahir 420 ( 1029 ) ’de, Anuştigin al-Dizbari ’nin kumandasında yeni bir orda gönderdi ; Şâlih onunla mücâdeleye girişti. Şerîa ırmağı kıyısında, Ukhuvâna muharebesinde öldü ; oğlu Naşr [ bk. ır.ad. ŞÎBL AL-DAVLA ] ordunun bir kısmı ile kurtuldu ve Haleb haki­ miyetini muhafaza etti. S a lih ’in hizmetinin ehemmiyeti kabilesini E leezîre’den H aleb’e getirmesi ve orada bunları sağlamca yerleştir­ miş olmasındadır, B i b l i y o g r a f ya-. Kamâl al-Din'Om ar b. al-'Adim , Zııbdat al-H a/ab f i târik Halah ( Petersburg, arap. yazm., Musée Asiatique, 522; Paris, 1666), Mirdâsîler devri hakkındaki çalışmalar için bk. J. J Müller, Hîstoria Merdasidarum ( Bonn, 1830 ) ; İbn al A şır, Kâm il ( nşr. Tornberg), IX, 148, 159 v. dd. ; İbn Hallikân ( trc. de Slane ), Paris, 1842, 1,6 3 1 ; bk. bir de madd. HAMDÂNÎLER ve HALEB. (M- £ OBER NHEIM.) S Â L İH . ŞÂ L İH B. T AR İF, f â m e s n â ( Fa "in garp kıyısı) B e r ğ a v â t a İ a r ı n in p e y g a m b e r i ve bunların dinî dalâlet fırkaları



ıjo



SÂLİH -



nin kurucusu veya hiç değilse bunun kendi­ sine isnat edildiği bir kimse olan bu şahsiyet hakkında kat’î olarak bildiklerimiz pek azdır. ai-Bakri ’deki ve sonraki tarihçiler tarafından aynen tekrar edilen bilgilere göre, T a rif b. Şema'Sn b. Y a’küb b. îshak M agrib’de VIII. ( m. s.) asırda haricîlerin çıkardığı isyanın mu­ harriki olan Maysara *nin arkadaşlarından biri ve Zenâta ile Zvâğalardan bir zümrenin başı idi ; aralarında yerleşmiş olduğu tâmesnâlılar tarafından, reis olarak, tanındı. Oğlu Şâlih babasına halel oldu. Kur’an "m Ş â lih al-mu’minin ’ine işaretle kendisini Peygamberin vazife­ sini ikmâl etmek için gönderilmiş bir peygam­ ber iddia etti ; gizli tuttuğu mezhebini hazır­ layıp, tanzîm ettikten sonra, iktidarı oğlu a ly â s ’a bıraktı ve yedinci halefi zamanında geri döneceğini söyleyerek, şarka hareket etti, alY âs da bu mezhebi gizli tuttu ve oğlu Y û n u s kendisine balef oldu; bu şahıs mezhebi ilân edip, bunu İH. (X.) asırda silâh gücü ile, bu­ gün garbi F a s ’ı teşkil eden mintakalarda yay­ d ı; fakat bu tarih k at’î değildir. Şâlih b. T a­ rif ’in halelleri Salâ İfrânileri ( XI. asrın başı ), sonra Murâbıtlar (X I. asrın sonu) ve nihayet Muvahhidler (X II. asrın ortası) tarafından mağlûp edildikleri devre kadar, Berğavatalar üzerinde hüküm sürdü. — Diğer rivayetlere gö­ re, Şâlih aslen yahudidir ve Ispanya ’da Bar­ bât ’ta doğmuştur ; Berğavâtalarm adı da bu kasâbanın adından gelmiştir. Fakat bu riva­ yetin hiç bir değeri yoktur. — Kim olduğu kat’îyetle bilinmeyen Şâlih ’in gerçekten bu mez­ hebin kurucusu olup-olmadığı yahut bu mez­ hebi yaymış olan Yûnus ’un, mezhebi hakkında itimât telkin etmek için, bunu esrârengiz bir şekilde kaybolan ve geri geleceği önceden bil­ dirilmiş bulunan büyük babasına isnât edipetmediği sorulabilir. Bu berberîlerin rûh hale­ tine daha çok uygundur. — Şâlih b T a r i f ’İn akidesi için bk. mad. BERğAVÂTA. B i b l i y o g r a f y a : Mühim yegâne kay­ nak için bk, al-Bakri, Kit&b al-masâlik ya 7 mamâlik ( Description de l'A friq u e Septen­ trionale-, kısmî nşr. de Slane ), Cezayir, 1857, s. 134— 141 ; bir de René Basset, Recherches sur la religion des Berbères (Paris, 19 10 ), s, 48—5 1 ; ayrıca bk, mad. b e r G a VÂTA, bib­ liyo g ra fy a . ( H e n r i B a s s e t .) S À L lM . [ Bk. s â U m.] S Â L İM . SALİM ( a.), i y i m u h â f a z a e d i l m i ş , s a ğ l a m , k u s u r s u z . Sâlim ke­ limesi Kur'an ( LXVIII, 43 ’te ) ’da, oldukça umû­ mî bir mânada, ancak bir yerde geçmektedir : „ . . . z i l l e t onları (îmân etmeyenleri) bürüdü; hâlbuki onlar bu secdeye, her şeyden salim ve sağlam iken ( vahum sâlimüna ), dâvet edilmiş-



SÂLİM.



lerdi." Ayrıca müfessirler salim ’i Kur'an ’da sık-sık geçen Allahın isimlerinden Salâm yeri­ ne kullanırlar. Bu salâm kelimesi a f ât ( musi­ betler, zararlar ) ’tan ârî mânasına gelen salim ’in benzeridir. K alb salım ( XXV I, 89 ) de böylece, ,,k u fr 'den ârî" olarak, izâh edilmiştir ( krş. XXXVII, 84}. — U m u m i y e t l e s âlim, yeri­ ne göre anlaşılabileceği üzere, „kusurlardan ve hatâlardan masun" mânasına gelir, Msl. aynı şekilde 1 1 p t a sahih {sağlam, hastalıksız ) ile aynı mânada kullanılır ve hafif bir yaraya curh salim denilir. — Paradan bahsedildiği zaman, aşınmamış, tam ağırlığını muhafaza eden ve ayrıca tenzilât veya kısıntıya uğramamış para yekûnunu ifâde eder. ' Her şeyden önce sofim, yine sah il} iie ayni mânada, gramer ıstılahı olarak kullanılmakta­ dır ; s a r f ‘ta aslî harflerinden b'ç biri h u r n f â l- ■■ ‘ Hal ( illet harfleri ) ’den biri veya ham za olma­ yan, harflerinde t a i 'i f (aynı harfin iki defa ve ; yan-yana gelm esi) bulunmayan bir Kelime s â - ' Hm ’ dir. N al}V iç in d e aym şartlar bahis mev­ zuudur. Ancak kelimenin sâde sonuncu har-fi göz önüne alınır. Bu sonuncudan b a şk a ' harfler arasında h a r f â l - i l l a bulunsa da, feelime sâlim kabûl edilir. Sarfçilar içitl olduğu' gibi, nahivciler için de n ş r kökü sâlim ’d ir; r m y kökü sâlim değildir. Fakat b y ‘ sâdece nahlvcilere göre salim ve istanlçâ (sırt üstü” yatmak, kökü s f k ) yalnız sarfçilar için sâlim ’dir. Bu misâller al-Çurcâni tarafından T a 'r if& t ’ta ve sonra da Muh, A ‘ lâ Tahânavi, K a şşâ f • iştilâ hât a l - f unun ‘da s âlim maddesinde veril-' miştir. Sağlam ( sa h ih ) cemiler bâza a cam Sâ­ lim şeklinde İfâde edilir. — A r u z d a , tef’İIelerinde ( acza ), ka b z, k a f f , habn v. b. gibi, ‘ ila l ve z ih â fâ t bulunmayan vezinlere sâlim denilir. Krş. mad. ARÛZ, ve lügatler; ' msl. LisârC at‘a ra b , XV, ortada, 18 3 ; Tâc a l- a r a ş , Vİ 11, ! 339 yk., 343( WaLTHER BjöRKMAN.)' S Â L İM . SÂLİM , M e h m e d EmIn (16 8 8 — '; 1743), t ü r k ş â i r v e e d î b i. Şeyhülislâm ‘ Mirza Mustafa E fen d i’niu oğlu olup, cemâziyelâhır 1099 (mayıs 16 8 8 )‘da İstanbul’da doğ-” muştur. Babası İlmiyeye mensûp olduğu için, daha beş yaşında iken, kendisine şeyhülislâm Ebu Sa’îd-zâde Feyzullah Efendi tarafından müiâzemet verilmiştir ( 110 4 ). Aynı yıl Yent-Bağ- , çeli Çelebi Efendi ’nin yanında tahsile baş­ layarak, tedrîcen hususî .hocalardan, bilhası sa babasından, zamanının ilimlerini öğrenmiş ve bilâhare hadîste Muhammed Salâm al- ’ İska n d arân i’den icazet almıştır, 17. yâşvnda Eyyûb'da Siyâvuş. Paşa medresesine intisap’,' eden ( 1 1 1 6 = 1 7 0 4 ) Sâlim, 9 yıl içinde İst,an-’ b u l‘un muhtelif medreselerinde bütün tedris payelerini sür'atle aşıp, şaban 112 3 (ağustos/



SÂ U & L eylül 17 13 ( 'te Süteymâniye dârül-badîsi mü­ yet 14 cemâziyelevvel 114 3 (25 kânûn I. 1730 ) derrisliğine yükseldi. Sâlim, aynı yılın zilhicce­ ’te Anadolu kazaskerliğine getirildi ( H ad i kat sinde (kânun I. 17 13 ) , Selanik kadısı oldu. al-cavâmV, İstanbul, 1281, II, 13 6 ; A li S âtı ’ın Manzûm bir mektubunda, gelirinin azlığı do- Hüseyin A yvansarâyî’ye ilâve vttiğf malûmat) lâyısı ile, onun bu vazifeden şikâyet ettiğini ve 114 4 ’te mâzûl oldu ( llâ v e li asmâr al-tavârih, görüyoruz (D ivân, Topkapı sarayı, Hazîne s. 18 5). 1148 ( 17 3 5 /17 3 6 )’de Rumeli kazaskeri kütüp., hr. 915, 64»). B ir takım yersiz hare­ oldu ve müddetini doldurup, 1x49 ( 1736/1737 ). ketleri, zevk ve işrete düşkünlüğü yüzünden, ’da mâzûl oldu ( ayn. esr., s. 172). A li S âtı’, vâki olan şikâyetler üzerine, 6 ay sonra bura- diğer kaynaklardan farklı olarak, S âiim ’in J " " »lınarok, Serez ’de İkameti emrolundu ( ce- 114 6 rebiülâhmnda (eylül 17 3 3 ) Rumeli pa­ mâzıyelevvel 1 12 6 = haziran 17 14 ; bk. Ahmed yesini alip, 114 8 îde arpalığı olan Sakız ’a nefyRefik, H icrî X II. asırda İstanbul hayâtı, İs­ olunduğunu ve orada bir sene kaldıktan sonra, tanbul, 1930, s. 47—So). S e re z ’de 2 ay kal­ Mekke kadılığına tâyin edildiğini kaydetmek­ dıktan sonra, İstanbul’a gelen Sâlim, babası­ tedir (H a d ik a, II, 136). Yine aynı müellife nın şeyhülislâmlığa getirildiği 1126 zilhiccesin­ göre, Sâlim Mekke kadılığında müddetini dol­ de (kânun 1. 17 1 5 ) Galata kadılığına nasb- durduktan sonra, kendisine Trabiusşam arpa­ olundu ve müteakiben 112 7 muharreminde ( kâ- lığı verilerek, orada ikamete me’mûr olunmuş nûn I I . 1 7 1 5 ) hatt-ı hümâyûn ile kendisine ve 1 1 5 1 ( 17 3 9 ) yılında Ş am ’a gelmesi için,, Mekke pâyesi verildi. Fakat çok geçmeden, hac-emîri Haşan Paşa ile gönderilen ferman Rumeli ve Anadolu kazaskerlerinin mâzûliye- üzerine, 1152 muharreminde (nisan 1739 ) yolda tine sebep olan bir tertibinin ortaya çıkması iken, Şam yakınında Mufrilj ’ta vefât etm iştir.. neticesinde babasının azlolunduğu 22 cemazi­ Daha önceki kaynaklar ( Müstakîm-zâde, R a­ yülâhır 1İ2 7 (25 haziran 17*5 ) tarihinde, ken­ mız, Hüseyin Ayvansarâyî, Es*ad Efendi, Hacı disi de rikâb-ı hümâyûna arzolunan bâzı uy­ Tevfik ve F a tin ) ise, onun Rumeli kazaskerli- . gunsuz hâlleri sebebi ile, Galata kadılığından ğinden mâzûlen Şehzade-Başı ’nda Bozdoğan azledildi (Siiâhdar, Nusret-nâme, Üniv. kütüp,, kemeri civarındaki evinde günlerini geçirirken, nr. T Y 5983, 617b; ayrıca bk. Râşid, Tarik, 1x56 ( 1 7 4 3 ) ’da öldüğünü ve evi karşısındaki İstanbul, 1153, II, 1130, krş. u t » ve 120a), Kalenderhâne mescidi bitişiğinde bulunan kab­ Siiâhdar Mehmed A ğa Sâlim hakkında çok ristanda babasının yanma defnedildiğini yazar­ ağır bir dil kullanmaktadır. Sâlim kendi az lar. Aİİ S â t ı’ daki malûmatı aynen nakleden. line sadrâzam Dâmad ( Şeh id ) Ali Paşa ’yı Mehmed Süreyya, ilâve olarak, babasının m e-. sdbep gösterir ( Tezkire, İstanbul, 1315 , s. zârı yanma Sâlim nâmına bir taş dikildiğim 340). Babası ile birlikte receb ( temmûz ) ayın­ kaydeder. Babinger de, Mehmed Süreyyâ ’yi ol­ da Trabzon'a nefyolundu ( Sicill-i osmânî, IV, duğu gibi tekrarlar. Sâlİm ’ in çok muhtasar 420), Orada bir buçuk yıl kaldıktan sonra, olan mezar kitâbesinde ölüm tarihi 1156 ola­ Boğaziçi’ndeki yalılarında (M îrgûne sâhilbâ- rak yazılıdır. Bursail Tâbir onun Mufrik ’ta öl­ ne'si) oturmalarına müsâade edildi, Avdet es- düğünü kabûl ederse de, bunun tarihini 115 6 nâsmda Bolu ’da 2 aylık bir ikameti müteakip, gösterir. Bursalı Tâhir, başka bir eserinde Sâ­ babası ile İstanbul ’a dönen şâir 7 yıl mâzûl lim ’in 115 6 ’da hac yolculuğu eşnâsmda öldüğünü kaldı. Bü müddet zarfında kendisine önce K e­ kaydetmektedir (Manâkib-iharb, İstanbul, 1333, şan kazası arpalığı verildi, rebîülevvel 1132 ( 1 2 s. 21 ). A li Sâtı'm verdiği n jT ve 1152 tarihle­ kânun II. 172 0 ) İstanbul pâyesi tevcih ve ar­ rinde bir baskı hatâsı olması çok muhtemeldir. palığına Balya kazası ilâve olundu. Sâlim bu Sâlim, zamanında mûteber şâirlerden sayıl­ arada Emir Buhârı tekkesi şeyhi Fazlullah mış, Nâbî de dâhil olduğu hâlde, bir çok şâir Efendi ’den ( Sicill-i osmânî, IV, 22) inâbet aldı. onun şiirlerine nazireler yazmıştır. Kendisi bir 1132 ?de teTifine başladığı şuarâ tezkiresini 1134 şiirine 150 kadar nazire söylendiğini kaydeder ( 1722) senesinde sadrâzam Dâmad İbrahim ( Tezkire, s. 79 ). Sâlim bilhassa mesnevi tar­ Psfşa 'ya takdim etmesini müteakip, o yılın zındaki manzûmeteri ile hususiyet göster­ zilkadesinde ( ağastos/eyiût ) İstanbul kadılığı­ miştir. Şairliğinden başka, hattatlığı da var. na'nasbolündu. Müddetinin tekmili ile 1 1 3 5 ’ te dır. Râmî Mehmed P a ş a ’nın dâmâdt idi. Müşazledildi { Şem’î, llâveli asmâr al-tavârih, İstan- takîm-zâde onun daha sonra şeyhülislâm Feyb ü ',12 9 5 , s. 199). 113 8 ( 1 7 2 6 ) ’de 'A y n i tari­ zullah Efendi ’nin kızı ile de evlendiğini bildi­ hinin -tercümesi için kurulan hey’ete âza oldu­ riyor. İntisabı dolayisı ile tezkiresinde Râmî ğu»vakit,mâzûl bulunuyordu ( Çelebî-zâde Âsim, Mehmed Paşa ’nın muhitindeki şâirlere husûsî Tarih, İstanbul, 1153,90b). B elîg’in, tezkiresini bir yer vermektedir. te’ lif ettiği 1 139 yılında hâlâ mâzûl idi (Nuhbat E s e r l e r i . Sâlim, aralarında muhtelif şerh el-âşâr, Üniv.» kütüp., nr. T Y 1182, 32b). Nihâ- J ve haşiyeler de bulunmak üzere, dinî, ahlâkî,



'3 *



SALİM



edebî sahalarda, te’lif ve tercüme sureti ile, 20 bir çeşme kitâbesi için bk. İ. H. Tanışık, İs­ ’ye yakin eser meydana getirmiştir. Başhcaları tanbul çeşmeleri, İstanbul, 194$, il, 57). Mes­ şunlardır: i. Tezkire, kendisin’ n nâmını de­ nevi tarzındaki manzumeler divânda mühim bir vam ettiren asıl eseri bu olmuştur. Vefât ta­ yer tutar. Kasidelerinin bir kısmını mesnevi rihleri esâs olarak, 1099 (16 8 7 ) — 1134 { 17 2 *) şeklinde kaleme almıştır. İstanbul kütüphane­ arasındaki Osmanlı şâirlerini içine alır. Safâî lerinde divânın 3 nüshası bulunmaktadır (Top’nin 105e ’den başlayıp, 113 3 tarihine kadar kapı sarayı, Hazîne kütüp., nr. 888 ve 9 15 ; gelen tezkiresinin son 34 yıllık devresi ile Üniv. kütüp., nr. T Y 184). Bunlar içinde en müşterek olup, her iki eser birbirini tamam­ mükemmeli Hazîne, nr. 915 ’teki nüshadır. Üni­ lamaktadır. Şâirlerin edebî şahsiyetlerinin de­ versite kütüp. ’deki nüshasında diğer ikisinde ğerlendirilmesinde müellif, Safâî ’ye nazaran, bulunmayan kasideler mevcuttur. Husûsî kütüp­ üstünlük gösterir. Safâî ’nin ifâdesini basit bu­ hanemizdeki nüshada mevcut bir kayda göre, lan Sâlim, tezkiresini ona bir aksül’amel ola­ şâir divânını ilk defa Kalayiıkoz Ahmed Paşa rak, çok münşiyâne bir üslûp ile, kaleme al­ Tun sadâreti sırasında ( 1 1 1 6 = 1 7 0 4 ) tertip et­ mıştır. S a fâ î’yi, hatâlarına îşâret etmek sure­ miştir.—3. N a y l al-raşâd f i al-amr al-cihad. tiyle, sık-sık tenkit eder. Sâlim çoğunu ya­ Savaş hususunda evvelki devirlere nazaran as­ kından tanıdığı ilmiye mensûbu şâirlerin hâl ker ve ricalde müşahede edilen gevşeklik kar­ tercümelerini tafsilâtlı olarak yazmağa bilhas­ şısında cihâd ve gazanın dinî esâslarını ve fa­ sa ehemmiyet vermiştir. Kendisinin de hattat ziletini göstermek maksadı ile kaleme alınan olması doiaytsı ile, hattât şâirlere husûsî bir bu eser, 17 fasıldan ibâret olup, türkçede bu alâka gösterir. 113 0 tarihine kadar olan hâl mevzuda yazılanların en- mufassallarından biri­ tercümelerinde Sâlim, Ş e y h î’nin Vakayı al-fu- dir. 1145 ( 1732 ) ’te Mahmud I. nâmına yazılan ia lâ ’sından geniş ölçüde istifâde etmiştir ( krş kitabın, 1294 ( 1877 ) ’te türk-rus savaşma yakm Tezkire, s. 400). Eserin muhtelif yazmaları günlerde İstanbul ’da bir baskısı yapılmıştır, yanında, müellif hattı ile iki nüshası vardır. — 4. ‘îk d al-cumân f i târik ahi al-zamSn tercü­ Bunlardan Süieymâniye, Es’ad Efendi kütüp., mesi. Bu kitap ‘A yn i ’nin umûmî tarihinin türknr. 3872 ’deki nüsha müsvedde hâlinde olup, çeye çevrilmesi için, Dâmad İbrahim Paşa ’nin Ünİv. kütüp., nr. T Y 2407 ’de kayıtlı Hâlis emri ile kurulan hey’ete dâhil olarak, eserin Efendi nüshası ise, nihâî şeklidir. Bu nüsha­ baş tarafından kendi hissesine düşen, hey’e tv e da 437 şâirin hâl tercümesi mevcuttur. Ese­ coğrafyaya müteallik 1 1 cüz’ ünün tercümesin­ rin matbûunda şâir sayısı noksan { 4 15 ) oldu­ den ibârettir. Bursalı Tâhir, Sâlim ’in bu ta­ ğu gibi, çeşitli hatâlar da vardır. Topkapt sa­ rihin 1 1 cildini tercüme ettiğini söylemekle rayı, Hazîne kütüp., nr. »272 ’de Müstakîm- hatâya düşmektedir. Sâlim tercümesinin başın­ zâde hattı ile olan nüshası, eserin te’ lifinden da müellif ve esere dâir izâbat vermiş, ‘A yn i sonra hâl tercümelerinde meydana gelen de­ ’nin hey’et ilmine uygun düşmeyen izâblarmı ğişikliklerin haşiye sürelinde ilâve olunması tashih etmiştir. Tercümenin kendi Kattı ile olan bakımından, ayrı bir ehemmiyeti hâizdir. İs­ nüshası Süieymâniye, Lala İsmail kütüp., nr. tanbul kitaplıkları iarik-coğrafya yazmaları 318 ’ dedir. Bu nüshada eserin aslında bulun­ kat., 7. fasikül (İstanbul, 1947), s. 609—6 11 mayan renkli 44 burç resmi, de yer almıştır. ’de eserin sâdece 4 nüshası kaydedilmiş, 3 ’ü Sâlim müellifin Osmanlı hükümdarları bakOniversite kütüp. ve 3 ’ü de Topkapı sarayı kü­ kındaki bâzı yanlış kayıtlarım da düzeltmiştir tüphanesinde bulunan 6 nüsha gösterilmemiştir. ( 1 7 ı 3 v.d.). — 5. Salâmat al-însân f i m uhöfaSâlim tezkiresine Râmiz zeyil yazmıştır. Fatin zat al-lisân, sarf ve nahve dâir 1730 ( 114 2 ) ’da E fe n d i’nin de R âm îz’i görmeden yaptığı ay­ te’İif ettiği arapça bir eserdir. Bursalı TŞhir, rı bir zeyli vardır. — 2. Divân, 1 münâcât, 8 na­ nüshası Süieymâniye,- reis-ül-küttâb Mustafa at, I mî'râciye ile 6 'sı Ahmed III., 2 'sİ Mah­ Efendi kütüp., nr. 10 8 8 ’de olan bu eserin mü­ mud 1, hakkında 19 kaside, 285 gazel, I tercî-i ellif hattı ile olduğunu söylerse de, yazı şek­ bend, 1 terkîh-i bend, 9 müseddes, 3 tahmis, linin Sâlİm ’in elinden çıkmış diğer eserlerden 1 1 manzûm mektup, 24 tarih, 3$ lugaz ve mu­ farklı olduğu görülmektedir. Eser kütüphane­ amma, 33 rubâiyât ve mukaitaât ve 159 matla nin kataloğunda ( D efter-i kiitüphâne-i  şir ve müfredattan müteşekkildir. Kasidelerin 7 ’si E fen d i, İstanbul, 1306, s. 69), yanlış olarak, sadrâzam Dâmad Haşan, Kalayiıkoz Ahmed, müellif'n babası Mirza Mustafa Efendi ’ye âît Baltacı Mehmed ( 3 ), Dâmad İbrahim ve İsmail gösterilmiştir. — 6. Lugat-i Vascûf. Nazmî-zâde Paşa ’ lar nâmmadır. 3 kasidesi de şeyhülislâm Murtazâ ve Hüseyin Efendi 'lerin V assâf tari­ Paşmakçı-zâde Ali ve Ebe-zâde Abdullah Efen­ hinde anlaşılması güç kelimeler İçin tertip et­ d i’ler için yazılmıştır. Tarihler 1116 ile 1132 tikleri lügatin, türkçe bakımından yenileştiril­ •'aîm dadır ( Sâlim ’in divânında bulunmayan miş ye tekrar tanzim edilmiş şeklidir (Sâlim,



SÂLİM -



Tezkire, s. 620). — 7. Mâhiyetü ’l-âştk, tasav­ vufa dâir, 4 cifd olmak üzere, tertip edilmiş bir eserdir. — 8. TÜrkçe-farsça lügat. Müellif, tezkiresini bitirdiği tarihte bu son iki eserin henüz tamamlanmamış bulunduğunu bildirmek­ tedir, S âlim ’in 113 3 ( 1 7 2 1) yılma kadar te’Uf ve tercüme suretiyle meydana getirdiği çeşitli eserlerin listesi için bk. Tezkire, s. 338 v.d. Banlar arasında A k a id imâm Tahitvi tercü­ mesi de vardır. B i b l i y o g r a f y a : Beîıg, Nuhbat alâşâr (Üniv. kütüp., nr. T Y 1182, 32 8 ); Safâl, Tezkire ( Süleymânîye, Es ’ad Efendi kü­ tüp., nr. 2549, 1310—M ; Sâlim, Tezkire ( Süleymâniye, Es'ad Ef. kütüp., nr. 3872, 8 ja - b ; Üniv. kütüp., nr. T Y 2407, 125a—1288, matbü nüsha, İstanbul, 1315 , s. 337—344 ); Müstakim-zâde Süleyman, Tuhfa-i haüâiin (İs­ tanbul, 1928), s. 454; ayn. mİ!., Maca//af al-nişâb ( Süleymânîye, Halet Efendi kütüp., nr. 628, 2 4 7 a ) ; Râmiz, Tezkire ( Süleymânîye, Es’ad Efendi kütüp., nr. 3873, ga*—•»■) - Hü­ seyin Ayvansarayî, Vafayât ( Üniv. kütüp., nr, T Y 2644, s. 158 v.d.); ayn. mil., Hadilçat alrcavâmt {İstanbul, 1281), t, 16 6; E s’ad Efendi, Bağçe- i safâendüz (Üniv. kütüp., nr. T Y 2095, s. 15 1 v.d.); Hacı Tevfik Efendi, Macmâ'a al-tarâcim ( Üniv. kütüp,, nr. T Y 192, 948); Fatin, Tezkire (İstanbul, 1275), s. 177 v.d.; Muallim Nâcî, Esâmi (İstanbul, 1308), s. 16 0; Ş. Sâmî, Kamus al-a'lâm (İs ­ tanbul, 1 3 u ) , IV, 2494; Mehmed Süreyya, Sicill-i osmânî ( İstanbul, 13 u — 1315 ), 111, 3 ; Bursalı Tâhir, Osmanlı m ü ellifleri ( Istanbul, 1338 ), 11, 235 v.d.; j. v. Hammer, Geschiehte des osmanischen Dichtkunst ( Pesth, 1838 ), IV, 247; Babinger, Sâlim ( Ef, IV, 12 2 ) ; ayn. mİ)., GO W ( Leipzig, 1927 ', s. 272 v.d.; Sâdeddin Nüzhet, Türk edebiyatı tarihi ve numuneleri (İstanbul, 1931 ), s. 509; İstan­ bul kitaplıkları tarih-çoğraf ya yazmaları kat. ( İstanbul, 1947 ), fas. I, Türkçe umûmî tarihler, s. 55 v.d.; Bagdadlı İsmail Paşa, Asma’ al-m uallifin (İstanbul, *955 ), I, 3 M­ ’



( Ö m er F a r u k A k ü n .)



S Â L İM . SÂLİM b . M u h a m m e d b . m ed b.



‘ İz z



a l -D İ n



A



bu



’l -N a c â ’



Mu b a m -



a l - S a n h Dr I



AL-MlŞRİ, m â l i k i f a k î h i ve m u b a d d i s olup, Sanhür ’da doğmuştur ; 21 yaşmda Kahi­ r e ’ye gelmiş, burada mâlikîlerin müftülüğünü yapmış ve 3 cemâziyelâhır 1015 (7 teşrin 1. l6o6)"te ölmüştür. Yazmış olduğu bir çok eser­ den ancak H alil’in Muhtasar ’ına yazd'ğı haşi­ yesi bize kadar gelmiştir ( bk. E. Fagnan, Cat. geyeral des mss. de s bibi. publ. de France, Dep. V 1Iİ. Cezayir, nr. 1162 —1 1 64) ; bu eser artık Muhibbi zamanında pek yaygın değil idi.



SÂLİMİYE.



'33



B i b l i y o g r a f y a : Muhibbi, ffulâsat al-aşar, II, 204 i Kâtib Çelebi, K a ş f al-zunün ( nşr. Flügel ), VII, 876 ; Ahmed Bâbâ, Nayl al-ibtihüe (Fas, 13 17 ), s. 15 7 ; ( İbn Farhün, al-Dibâc al-muzahhab, Kahire, 1329, kena­ rında, s. 12 6 ) ; B en Cheneb, Étude sur les personnages mentionnés dans VIcSza du cheikh A bd al-Qâdir al-Fâsy ( Actes du IV e Congr. intern. des Or. A lger, Paris, 1905, 1908, III, 487, § 304), G AL, Suppl., 11, 416. ^ ( C . B rockf. lmann .) S Â L İM . SÂ LİM b . S a v â d a a l -T am îm Ï, ha­ lîfe al-Mahdi tarafından Yahyâ b. Dâ’ ü d ’un azli üzerine, 1 muharrem 164 (6 eylül 7 8 0 )’te Mısır vâlisi tâyin edilmiş, aynı senenin zilhic­ ce ayının sonuna (25 ağustos 781 ) kadar bu vazifede kalmıştır. B i b l i y o g r a f y a : al-Kindi, Kitüb alvulât (nşr. Rb. Guest, Gibb Memorial Sériés, London, 1912, XIX, 1 2 3 ) ; A b u ’l-Mahâsin, Annales (nşr. T. G. J. Juynboll), Leiden, 1855, I, 438—4 4 1; al-Makrizi, Mifat, 1, 307; F. Wüstenfeld, Die Statthalter von Agypten zur Zeit der Çhalifen ( Ab/ı. G. W. GSlt., 1875, XX, 1 2 ) , ( A d o l f G r o h m a n n .) S A L İM İ Y A . [ Bk. s â l İm iy e .] S Â L İM İY E . SÂ LİM İY A , n a s s a d a y a ­ n a n b i r k e l â m m e k t e b i olup, sûfiyâne temâyyüle sahiptir ve B asra'da UL-—IV. { h. ) asırlarda, sünnî mâlikîler arasında te­ şekkül etmiştir. 283 {896 ) yılında Ölen S a h i a l-T u s t a­ r i [ b. bk.] tarafından kurulmuş olan bu mek­ tep adını Sahi ’in başlıca talebesi Abu ‘Abd Allah Muîıammed İbn Sâlim ( ölm. 297 = 909) ile oğlu Abu "1-Hasan A h m e d İ b n S â l i m (ölm. 350 = 9 6 0 )’in adından alır ki, bunlar bir-* birini takiben mektebin başında bulunmuşlardır. Müfessir İbn Mucâhid ’in dostu olan İkinci İbn Sâlim, talebesi ve haleli Abü Talib a l - Ma k k i ( Ölm. 380=990 ) ‘nin K üt al-kulüb ’undaki medhiyeleri ve hasmı A bü Naşr ai-SarrSc ( ölm. 377=987 ) ’ın Luma' ( Nicholson tarafından ba­ sılmıştır ) ’ındaki tenkitleri ile bizce iyi bir şe­ kilde tanınmaktadır. Sâlimiya V n başlıca f i k i r l e r i , hasından hanbelîler, bilhassa Abü Y a'lâ İbn al-Farrâ’ (ölm. 4 58=1066 ) tarafından bize kadar intikal ettirilm iştir; bu şahıs onlardan 16 umdesini saymaktadır ( jo umde G ilân i ’ye isnat olunan al-Gunya ’de tekrar edilm iştir): a. Allah her an yaratıcı olmaktan geri dur­ maz ; yaratılmamış olan İşi { ta f i l ) böylece onu her tarafta, bilhassa Kur'an okuyan her okuyu­ cunun dilinde, aynı değerde olarak, hazır kılar. b. Allahın yaratılmamış bir irâdesi ( maşi’a } ve yaratılmış olan kararları (irada ) vardır; belanla,



*34



SÂLİMİYE — SÂL-NÂME.



Allah kendilerinin günahkâr olmalarını isteme­ den, yaratılmışların hatâları vukua gelir; şey­ tan en nihayet Allaha itaat etm iştir; kıyamet gününde Allah bir insan suretinde temessül etmiş bir hâlde, bütün yaratılmışlar tarafından bilâ-vâsıta idrâk edilebilir bir şekilde görüne­ cektir (ta ca lli; bk. mad. HULMÂNİYE). e. Şeriatın tatbiki iradî bir uyma cehdi ile tahakkuk eder (iklısâb, K arrâm iya'nin bunun fıtrî olduğu nazariyesinin zıddı); sabır sevin­ meden daha iyid ir; peygamberler evliyadan üstündürler; hikmet imânın aynıdır. d. Sûfiyâne ittihad, mü’min için, ezelden beri tâyin edilen nisbette, kendi şahsiyetinin, İlâhî „ben“ ’in şuurunu kazanmasıdır ( sirr al-rubüb îy a ). _ Ibn a l-F a r r â ’ ’dan îbn a l-Ç a v z i v e ibn T a y m iya ’y e k a d a r h an belî te n k itçile ri bu id d iaların m ûtezile ile y a rı-y a rıy a a k ra b a lık la rın ı ve b aş­ la n g ıç ta n b e ri, m uhtelif d erec elerd e a l-H a liâ c , a l- A ş 'a r i ve Ibn H a f i f ’ İn ten k it etm iş o ld u k ları v ah d â n iyetçi tem ayü llerin i is â b e tle g ö ste rm iş­ lerdir.



Bununla beraber Sâlim iya mensupları, Karrâm iier ile birlikte, rûhun ( ölüm ile 6a‘g had al-mavt arasında) ferden yaşamakta devam ettiğini kabul eden yegâne sünnî kelâmcıları olduklarından, Abu Bakr al-Vâsimi ’den başlayarak, sünnî mutasavvıfların ekseriyeti tercihan bunlara intisap etmişlerdir. al-GazzâH, hayâtının ikinei devresinde, ihya ’sını bir şâlİmiya mensubunun, A b ü T âlib al-Makki ‘n'n, K â t ’una istinat ederek, kaleme almıştır. VI. ( h .) asırda Endülüs’te yarı-ism â'ili tasavvuf mektebi, Ibn Barracân < ölm. 536— 1 1 4 1 ) ve İbn K asıy ’den İbn al-'A rabi [ b. bk. ] ’ye ka­ dar, Ibn Taymiya 'n’n söylediği gibi, bir çok tevhid esâs ve ibarelerini Sâlim iya mektebinden almıştır. Sâlim iya’nin diğer fikirleri an’anevî bîr şekilde, Şâziliya [b. bk. ] tarîkatinde muha­ faza edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a i Abu Tâlib Muhammed al-Makkİ, Kât al-kulâb 34 )î 20. İşkodra (1299— 13 15 , 5 ) ; 21. Karesi (13 0 5 , 1 ) ; 22. Kastamonu (12 8 6 — 13 2 1, 2 1 ) ; 23. Konya (12 8 5 — 1300, 3 0 ) ; 24. Kosova {129 6 — 13 18 , 8 ) ; 25. Mâmûret-ül-Aziz (12 9 8 —1325, 1 0 ) ; 26. Manastır (12 9 2 — 1314 , 9 ) ; 27. Mısır (1288 , 1 ) ; 28. Musul (130 8 — 1330, 5 ) ; 29. Prizren (1290, 1 ) ; 30. Selanik ( 1 2 87— 1 3 2 5 , 2 3 ) ; 31. Sisam (189», 1 ) 5 3 2 Sİvas ( 1287—1325, 1 7) ; 33. Suriye (12 8 5 — 1318 , 3 2 ) ; 34. Trablusgarb (1286 —13 12 , 13 ) ; 35. Trabzon ( 12 8 2 —1322, 2 4 ); 36. Tuna , 1 285 — 1294, 1 0 ) ; 37. Üskiip ( 1 3 1 1 , * ) ; 38. Van ( 13*5, l ) ; 3 9 - Yanya (128 8 — 1319, 9 ) ; 40. Ye­ men (1298 —1314 , I*). Resmî olmayan sâl-nâmelerin ilki, Türkiye adı ile, A li Suâvî tarafından 1288 ( 1 8 7 1 ) ’de P a ris’ te neşredilmiştir. Bu tarihten itibaren bu eserlerin çoğaldığını görüyoruz. Husûsî sal­ nameler daha çok almanak vasfını taşır. Umu­ miyetle resimli olup, münderecatları çok çeşit­ lidir. Bunların arasında ciddî ve değerli olan­ ları vardır. Bilhassa Ebüzziyâ Tevfik ’in hazır­ ladıkları, nefis baskıları ile, dikkati çeker. Bunlar arasında sâdece belli bir mevzuu ( san’at, meslek, sıh h at) esâs alanlar da bulunmaktadır. Husûsî sâl- nâmeler şunlardır: 1. A li Suâvî, Türkiye (P aris, 1288 ve 1290, 2 adet). — 2. Ebüzziyâ Tevfik, Sâl-nâme-i hadîka ( 1 290); Sâlnâme-i Ebüzziyâ ( 1 2 9 4 ) ; Sâl-nâme-i kameri ( 1297 ) ; R ebî-i m&rifet { 1297—1305, 8 ad et); Nevsâl-i m arifet (13 0 6 —13 10 , 3 a d e t); Takvim -i Ebüzziyâ ( 13 1 0 —1317 , 3 adet, daha ziyâde alm anak); Takvim-ün-nisâ ( 1 3 1 7 ) . — 3. Mehmed A rif, el-Münakkah ( 1292 ). — 4. Ahmed İhsan, Nevsâl-i servet-i fünân ( 1 3 1 0 — 1314, 5 adet j ; Sâl-nâme-i servet-i f ünün ( 1 326 — 1329, 4 a d e t). — 5. Hüseyin Vassâf, Nevsâl-i asr ( 1 3 1 3 — 1315, 3 a d e t ) .— 6. Besim Ömer Paşa, Nevsâl-i â fiy et ( 1 3 1 5 — 1322, 4 adet). — 7. N evsâl-i mâlûmat { 1 31 5— 1317, 2 adet), — 8. Selânikli Tevfik, Nevsâl-i askerî ( 13 16 ). — 9. Osman Fertd ve Ekrem Reşad, Nevsâl-i si-mdm ( 1325— 1327, 3 adet \ — 10. N evsâl-i millî ( 1 3 3 0 )* — i*- Kanâat kütuphânesi, Millî nevsâl



136



SÂL-NÂM E — SALUR



( 13 3 8 —13 4 1,4 adet).— i*. Akçura-Oğhı Yusuf, Türk yılı ( 1928 ). Yukarıda sayılanlardan başka şu sâl-nâme­ ler de kıym etlidir: M usavver nevsâl-i rneşâhir ( 1 31 4), Nevsâl-i A iâi ( 1 321 ), Nevsâl-i Râgıb (13 2 4 ) , N evsâl-i bahrî (1 325) 1 Musavver eczûcı nevsâli ( 1 328) , Osmanlı H ilâl-i ahtner cemiyeti sûl-nâmesi ( 1329—-13 3 1), Şirket-i hayrıye sûl-nâmesi ( 13 30 ), Nevsâl-i edebî (134 0 ), Büyük sâl-nâme ( 19 2 3 —1926). Türkiye cümhûnyeti devrinde 1925—1941 arasında yayınlanan Devlet sâl-nâmesi ( sonra y ıllığ ı) ’nın sayısı 6 ’dır. İstatistik umûm mü­ dürlüğünce 1928 ’den beri çıkarılan pek çok yıllık ise, nüfus, zirâat, sanâyî v. b. istatistik cedvetlerinden ibarettir. Husûsî olarak hazır­ lanan, sayısı az yıllıklar arasından da şunlar zikredilebilir: Matbuât a/manojü ( 1933 —1938, 6 adet), Cümhûriyet almanağı (19 3 6 —1938, 3), Türkiye y ıllığı (1947— 1948, 2; 1962—1963, *)•



' B i b l i y o g r a f y a : Ebüzziyâ Tevfik, Takvim-i Ebüzziyâ (!. sene 1 3 1 0—IZ7I sene­ leri için; Konstant'niye, 13 1 0 ', s, 155— 16 7; Selim Nüzhet ( Gerçek ), 1933 almanak ( basm almanağı), İstanbul, ts., 35—42; Server R. İskit, Türkiye ’de neşriyat hareketleri tari­ hine bir bakış ( İstanbul, 1939 ), s. 34 v.dd., 96 v.d., 356—373, 432—437; Selim Nüzhet G er­ çek, Vilâyet ve nezâret sâl-nûmeleri ( Akşam gazetesi, 18 hazîran 1 941 ) ; M. Zeki Pakalın, Osmanlı tarih deyim leri ve terimleri sözlüğü (İstanbul, 1954), mad. SÂL-NÂME; M. Sertoğlu, Resim li osmanlı tarihi ansiklopedisi ( İstanbul, 1958), mad. Sâl-nâme ve metinde anılan sâl-nâmelerin bir çoğu. S A L S A B İL . [B k . s e l s e b Î l .] S A L U K . [ Bk. s e l û k .] S A L U L . ( Bk. SE LÛ L.j S A L U R , O ğ u z l a r ı n Üç-oklu boyuna mensup bir kabilenin a d 1 olup, adı ve soyu Oğuz Han ’in altı oğlundan biri olan Dağ Han 'in büyük oğluna çıkar; metinlerde Sâlvür ( hu­ sûsî kütüphânemdeki farsça bir Oğuz-nâma ’de) veya Salğur ( D ivân Inâ'ât a l-tu rk ; T&rik-i guzida) şekilleri nadiren bulunduğu hâlde, Sâlûr ve Şâlür şekillerine sık-sık rastlanır. [Salğu r kelimesi trk. sal- fiiline fiilden isim yapma eki olan -ğıır lahikasının ilâvesi ile mey­ dana gelmiştir ve Raşid ai-Din ’in Cam i‘ al-tavârıh adlı eserinin Târih-i Oğuz u Türkân u hikâyat-i cihangiri-i ö ktsmında açıklandığı üzere ( bk. T M, I, 192 ), „hüeûma hazır, muhârîp" mânasında olup, bilâhare Salur, Salır şe­ killerini almıştır ( bk. Gy. Nemeth, A honfoglalö, s. 39, 49 v. d. ]. Diğer bir çok türk kabileleri için olduğu gibi, Salurlarm da m e n ş e ’t hak­



kında tarihî mâlûmâtımız azdır. Bununla be­ raber, eski zamanlardan itibaren diğer Oğuz boylarının kaderini paylaştıkları, sonra İli ve Isığ gölü civârlndan Seyhun ırmağı kıyılarına gel­ dikten, daha sonra Maveraünnehr ’e, Hvârizm, Horasan ve nihayet A nadolu’nla fethini mü­ teakip bu boyun bir kısmının şarkî Anadolu 'ya gelip yerleştikleri tesbit edilebilmektedir ( tafsilât için bk. Köprülü-zâde Fuad, Türkiye tarihi, İstanbul, 1923, I, bolüm 5). ' [ Salurlarm umûmî Oğuz tarihi çerçevesinde­ ki mühim yeri eski Oğuz an’anelerini muhafa­ za eden destanlarda bilhassa belirmektedir. Raşid al-D in ’ın farsçada Oğuz-nâme ’sindeki Oğuz yabguları ile ilgili hâtıralarda tesbit edil­ diğine göre, Oğuz Han ’m torunu olarak gös­ terilen Dib-Yavku ile konuşan ve onu fütûfaa-, ta teşvîk eden Saturlu Ulaş Bey ’dir ve İnal-Yavku ’nun naipleri ve beyleri de, Salurlardan olduğu gibi, sonraki Yavku ’nun „veziri" de Salurlardan idi. Salurlu Ulaş Bey ’in oğlu Salur Kazan, bilindiği gibi, Dede Korkut des­ tanlarında ( yazılışı XIII, asrın son ları) ve Şecere-i terâkim e’’de birinci derecede rol oy­ namaktadır, Muhayyel bir destan kahramanı değil, fakat X. asırda yaşamış tarihî bir şah­ siyet olarak kabûi edilen Salur Kazan Beg ( Faruk Sümer, D il ve Tarih-C oğrafya fak ü l­ tesi dergisi, XVII, cüz 3—4, s. 424), Dede Korkut destanlarında, Bayındır Han ile birlik­ te, „Türkistan *ın direği ", „Karaçuk ( Sır-Derya boyunca uzanan Karatav sıra-dağları) ’un kaplanı“ diye' tavsif edilmektedir ( bk. M. Er­ gin, Dede Korkut kitabı, I, 144, 200 v.d ,; 3. ve 7. destanlar \ Burada Oğuz ilinde beyler-beyi durumunda olan Salur Kazan ’in, bîr müslüman mücâhidi olarak, kâfirler ile savaş­ larından bahsolunuyor. Destanlarda verilen tas­ virlerden bu kâfirlerin eski Oğuz yurdunun şi­ mal ve şimâl-i garbisindeki Kıpçak turkleri ol­ duğu anlaşılmaktadır. Dede Korkut hikâyele­ rinden 2. ve sonuncu ( 1 2 . ) destan doğrudandoğruya Kazan B e g ’e âit olduğu gibi, diğer destanlarda da onun ailesi efrâdı rol oynamak­ tadır. 1074 ’te yazılmış olan D ivân luğât alturk ’te müellif Kâşgarh Mahmud ’ un Karaçuk dağlarında yaşadığını söylediği Oğuzların, Sa­ lur Kazan Oğuzları olduğu, hattâ XII. asırda Horasan "da kalabalık beyler gurubu idaresinde görülen Oğuzların da Salur Kazan oğuzlarının ahfadı bulundukları tahmin edilmektedir ( bk. Faruk Sümer, ayn. esr., s. 418). Abu ’l-Gâzi Bahadur Han [ b. bk. ] tarafından, yerli türk­ men rivayetleri ile tamamlanmak sûretiyle, 1660/1661 ’de yazılan Şecere-i terâkime ’ de ise, Salurtar ile ilgili malûmat, bir az farklı olmak­ la beraber, esâs İtibârı ile bâzı tarihî gerçek-



SALUR.



teri aksettirmektedir. Burada Salurlar i!e sa­ vaşanların Peçenekler olduğu açıkça görülüyor. Bir Peçenek hanı yaptığı baskın neticesinde Alp.Salur K azan ‘in annesi Ç içek li’yİ esir ederek götürmüş, bilâhare bu hatun Peçenekleri mağlup eden oğlu taralından kurtarılmış­ tır. Salur Kazan hakkındaki 7 kıt’alık bir medhiyede belirtilen bu zafer ( Şecere-i ferâkime, TTK , 48?; F. Sümer, ayrı, esr., s. 39 ı v. d 1 X. asırdaki Oğu2-Peçenek mücâdelelerinin hâtırasıdır. Şecere-i terâkime ’de Kazan soyun­ dan gelen Salur beyi öğürcük A lp de, ataları ve oğullan ile birlikte, tanıtılmakta ve onun Kanglı türkleri ile savaşları nakledilmektedir. Bu da XII. asırda vukû bulan mücâdelelerin izleridir. Yine aynı eserde, Türkmen rivayet­ lerine istinat eden bilgiye göre, Oğuz ilinde beylik etmiş olan kadınlardaki biri Salur Ka­ zan’m karısı B u rla ’dır. Bu hatun Dede Kor­ kut destanlarında da sık-sık bahis mevzuu edilir. Beylik yapan diğer bir kadın da, Salur Barçın adım taşımaktadır ki, bu hatunun Sır ırmağı kenarında, güzel çiniler ile süslü ve Özbekler tarafından Barçın ’in Kök kâşane denilen hıezarı batk arasında meşhur olmuştur ]. Selçuklu imparatorluğunun sukutundan sonra Salgurlar ( b, bk., Târih-i guzida, GM S, X lV /i, 503 ) hânedânı bunlar tarafından kurulmuştur { TM, I, 1 93; F. Köprülü, Oria zaman türk devletlerinde hukukî sembollerdeki m otifler, s, 50; Belleten, sayı 28, s. 232; Nemeth, göst. yer., fan ca Oğuz destanında da bu husûs belir­ tilmiştir. Bk. Faruk Sümer, ayn. esr., s. 384 v. d., ayrıca bk, road. b a y r a k ). Şâir hükümdar Kadı Bürhâneddio ( b. hk.] de Salurlardan gelmektedir ( ‘Azi z b, Ardaşir A starâbâdİ, Bazın u razm, İstanbul, 1928, s. 42 ). Selçuk-nbma tercümesine göre, Anado­ lu ’ya gelmiş olan Saiurîarın, Erzincan emıri Mengücük ailesinden ( Houtsma, Recueil, III, 57 ) Bahrâm Şâh ’m ordusunda bulundukları görülmektedir; bundan, Salarların Kayı, Eaymdur vo Bayat kabileleri yanında Anadolu Sel­ çukluları tarihînde mühim bir rol oynadık­ ları neticesini çıkarabiliriz ( bk. Recueil, IV, fihrist ve J. Marquart, Uber das Volkstum der Komanen, s. 189. Abh, G. W. Gött., yeni seri, Berlin, 19 14 , XIII, nr. 1 ). Husûsî kütüphanemde bulunan bir Oğuz-nûme ’ye göre, Karamanlılar [ b. bk.] da Salur kabilesinin Karaman şûbesine mensup olmalıdır ( aksi idd'a için bk. İA , VI, 3 1 7 ; mad. KARAM ANLILAR) Kafkas Azerbaycam ‘nda Karamanlı adım taşıyan köylerin vaktiyle Salurlar tarafından kurulmuş olması muhtemeldir. Hicrî Vlî. asırda ( Nasavi, H is­ toire du Sultan D jelal ed-Din Mankobirti, trc. Houdas, Paris, 1895, s. 264, 374, 383 ) bu semt­



137



lerde rastladığımız kalabalık Türkmen züm­ releri arasında hiç şüphesiz, bu Karamanlılar da bulunuyordu. Oğuz boylarım muhtelif yerlere doğru dağıtmağa çalışan Selçukluların siyâseti sebebi ile, Saiurîarın bayük bir kısmı garba doğru göç ettikten sonra, M erv’ de ve Sarahs ’ta kalanlar Türkmen umûmî adı altında mü­ teakip asırlarda faaliyet gösterdiler. Bâzı âlim­ lerin fikrîne göre, 1380 ve 1424 yılları arasın­ da Semerkand, Turfan ve Su-Çeu yolu ile SiNing ’e geldiler; orada yerleşerek, günümüz­ deki Kan-Su S a t u 1 1 a r 1 n ı teşkil ettiler ( bu sonuncuların nereden ve ne zaman göç ettik­ leri henüz tetkik mevzuudur ). [ Abu ’ 1-Gâzi BahSdur H an ’ın diğer eseri olup, 16 6 5’te ya­ zılan Şecere-i türk 'e göre ( Rızâ Nur, Türk şeceresi, s. 219 v. d.), Salurlar XVI. asırda, taşkı ve içki ( dış ve i ç ) Salurlar olmak üze­ re, iki bölük idiler ve umûmî bey’eti ile Salur boyu o zaman „Horasan Salur V ‘ Er-Sarı, Sarıg, Yomutlardan müteşekkil idi ve Horasan Salurları H iva banı Sufyân Han ’a yılda 16.000 koyun ( berat koyunu) vergi vermeğe zorlanmış­ lardı. A yrıca iç-Salurlar da yine yılda 16,000 ko­ yun ve bundan başka hanın sofrası için 1.600 koyun ( kazan koyunu ) veriyorlardı ( bk. TM, I, 196, not 1 ) ]. Sonra sayıca ve kuvvetçe küçül­ müş olan Salurlar, diğer Türkmenler ile yap­ tıkları mücâdelelerinde vc bilhassa İran arazi­ sindeki devamlı istilâları ile yavaş-yavaş zayıf­ ladılar, Fath ‘ A li Ş â h ’m oğlu ‘Abbâs M irza’ya karşı bu şehzadenin 1 8 3 1 ’de S arah s’a seferi esnasında mâruz kaldıkları büyük kayıplar ne­ ticesinde, ehemmiyetlerini kaybettiler. Ş i m d i k i v a z i y e t . Salurlar Sarahs et­ rafında toplu ve H eri.Rüd civârmda Rus-tran hudûdu üzerinde dağınık bir şekilde yaşayan I ürkrr.enlerin en eski ve asili olarak nazar-ı itibâre alınmaktadırlar. Üç zümreye ayrılırlar; Yalavaç, Karaman ve Ana-Bölegi. Bu zümrele­ rin de t âlî şûbeleri vardır. Evneviç şu şube­ leri verir: Y alavaç: 1. Ordu-hoca, 2. Daz, 3. Bek-Sakar, Karam an: 1. Uğru-oihli, 2. Bek-Gezen, 3. A ie y n .



Kirçe Ağa : 1. Ktrçe A ğa, 2, ■Beş uruk ( bütün bu isimler RMM, LVİ, 66 v. d. imlâ­ sına göre kaydedilmiştir). Bu tâiî şûbeler ye­ niden aşiretlere bölünmüştür. Sayıları faiklı olarak takdir edilmiştir. Dubeuz Sarahs etra­ fında 2.000 çadır, Petruşeviç 3.000, Vâmbery 5.700 ( mübâiegalıdır ) çadır tahmin etmektedir, Son olarak, J. Caslagne 3.000 çadır saydığın: söylemektedir. Kan-Su 'nun asıl Tibet 'e âit olan kısmında­ ki müslüman Saiurîarın sayısı 70.000 ( Gren ard'a göre, 50.000) olarak tahmin edilmiştir.



ıj8



SA LU R .



Bunlar, Uruuvu ’dan merkez olarak Sin-Hoa- üçüncü büyük kolu Trablusşam bÖlges'ndeT ’ing yeya Saîâr küçük şehri etrafındaki T’ao-Ho dir. Adları, bâzan arapçalaşjaış şekli ile, Sal’ya kadar uzanan ve Sarı nehrin sağ kıyısında lur ve Salluriya şeklinde gösterilen Suriye Sabulunan bir ülkeyi işgal etmektedirler. Sol sâ- lurlartnın, vilâyet defterine göre, 25 - kadar bil üzerinde Si-Ning ve Ho-Çeu arasında ol­ cemâatleri var idi; Dulkadı.riı ulusu arasın­ dukça ânzalı ve dağınık bir yol üzerinde bu­ da da iki küçük Salur oymağı görülmekte­ lunan bir yeri de işgal ederler. Bu türkler, fi­ dir. Anadolu ’daki Salur şûbteleri bugün tamâziki yapılan ile, Kan-Su ’nun diğer müslüman- miyle yerleşmiş durumdadırlar ( kendi adları­ Iarından açıkça tefrik edilirler; kendi dille­ nı taşıyan köyler ve diğer meskûn yerler için ri olan türkçeyi muhafaza etmişlerdir, Gre- ■bk. Köylerim iz, nşr. Dâhiliye vekâleti, İstan­ , nard Salarların lehçesine dâir malzeme neşr­ bul, 1936 )]. . : etmiş ve bunlardan onların: menşe’ ve muha­ ■ B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilen­ ceretleri devrine dâir bâzı neticeler çıkarmış lerden başka bk. bir de A . Vâmbéry, Das ise de, bu malzeme ne kâfî, ne de itimâda şâTürkenvolk in seinen ethnologischen and yândır, Saluriar. sünnî banefîlerdir; dâimâ nakşethnographischen Beziehungen gesehildert bendî tarikatım benimsemişler ve .aralarında (Leipzig, »885), s. 398 v.d. ; Rızâ Kulı Han, zikr-i cahri câri olmuştur. Çinlileri .hakîr gör­ Relation de l'Ambassade au Kharezm ( tro. müşlerdir. . . Ch. Schefer ), Paris, 1879 : Elisée Reclus, [ Salarların Daz kolundan bâzı kısımlara AlGéographie Universelle, Vï, 433 ; Dubeux, tây ’da, Kırgız, Kazak ve Başkurtlar arasında La Tartarie, le Bêloutchistan et le N é/al tesadüf edilmektedir. Garp istikametinde göç ( Paris, 1848 ), s. 91 ; A . Burnes, Travels into eden Saluriar, Osmanh devrinde, Anadolu türk Bokhara ( Londoo, 1839 ), H, 50—53 ; Gre* aşiretleri arasında mühim bir mevki tutar. Umûnard, ¿ é Turkestan et le Tibet, II; J. L. Dntmiyetle Anadolu ’ nun şark ve cenûp tarafların­ reuil de Rhins, Mission scientifique dans la daki Türkmenler zümresine dâhil olan SalurlaHaute ,4 sîe ( Paris, 1898, H. kısım ), s. 457 rm en kalabalık teşekkülleri Sivas, Amasya, v.dd.; Rit ter, Erdkunde, VII, 702; J . Cas­ Tokat ve Adana bölgeleri ile Suriye ’de ( Trabtagne, Rassie Slave et Russie Turque ( RMM, lusşam ) bulunmaktadırlar. A yrıca Dulkadırh Paris, 1923, LVI, 66 v.d.); L. Massignon, ulusu, arasında ve İsparta bölgesinde de Salur Annuaire du Monde Musulman ( I. yıl, 1923 ), oymaklarına tesâdüf edilir. Sivas havalisindeki s 268 v.d.; J, v. Hammer, Histoere de l'Em ­ Salur kolu buradaki Ulu-Yörük ulusuna dâhi! pire Ottoman ( Paris, 1836 —1841 ), I, 9 v;d. ; bulunuyordu. XVI, asrın ilk yarısına âit def­ [ Abu ‘ 1-Gâzi Bahâdur Han, Şecere-i türk terlerde Ak-Salur denilen bu Salur bölüğü, o (Türkiye türkçesine nakleden Rıza Nur ), zaman, 5 kısma ayrılmış idi. Daha sonraları İstanbul, 1925, s. 219 v.d.; F. Köprülü, Oğuz bu Saluriar tedricen yerleşmişlerdir. Adana böl­ etimolojisine dâir notlar ( T M, 192$, 1, 192 gesinde Ramazanlı ulusu içinde yaşayan Sa­ v. dd., 196 ve not 1 19?) not 1 ); Gy. Németb, bırlar ise, Tarsus ile Bulgar dağı etekleri ara­ A hûnfoglalô magyarsâg kialakulùsa ( Bu­ sındaki sahada. Ulaş boyuna bağlı bulunuyor­ dapest, 1930), s. 39, 49 v. d. ; M. F. Köprülü, lardı. 925 ( 1 5 1 9 ) tarihli Adana vilâyeti defte­ Orta zaman türk devletlerinde hukukî sem­ rinde bu Salur şubesi, bir kısmı çiftçi olmak bollerdeki m otifler ( Türk hukuk ve iktisat üzere, 15 kadar oymaktan mürekkep gösteril­ tarihi mecmuası, 1939, H, 5 o ); ayn mil., Osmiştir. Bunlar da XVII. asrın ilk yarısında ta­ manlt imparatorluğunun etnik menşe'i mese­ mâmıyla yerleşmiş idiler. Diğer taraftan Ka­ lesi ( Belleten, 1943, sayı 28, s. 252 ve not raman, Köç-Hisar bölgelerinde de Salurların iz­ I, 270, not I ); F. Sümer, Osmanh devrinde lerine tesâdüf edilmiştir. Bayezid II. zamanın­ Anadolu'da yaşayan bâzı Uç-oklu Oğuz boy­ da, Konya havâlisinde Salur adını taşıyan 10 larına mensup teşekküller ( İstanbul Üniver­ kâdar yer var idi ki, buralardaki Salurların Ana­ sitesi İktisat fakültesi mecmuası, 1952, XI, dolu 'nun fethini müteakip bu havaliye yerle­ 453 —4 S9 ); ayn. mil., Oğuzlara âit destânî şen Saluriar olduğu tahmin edilmektedir (bk. mâhiyette eserler ( Ankara D il ve larih-coğFaruk Sümer, İktisat fakültesi mecmuası, XI, ra fy a fakültesi dergisi, XVII, cüz 3—4, s. 4.56 ). Az mıkdarda olmakla beraber, Salurların 366, 369 v.d., 384 v.d., 390—396, 407—415, Hamıd sancağında ( İsparta bölgesi ) görülme­ 418, 429), bir de umûmî olarak bk. ayn. leri höt hâlde onların „uç" Türfemenleri ara­ mü., X . yüzyılda Oğuzlar ( ayn dergi, 1958, sında bulunmaları ile alâkalıdır (U ç Türkmen­ XVI, cüz 3—4, s. 1 3 1 —162)). lerinin başında Salur Beg adlı bir baş-buğ var­ ( K ö p r ü l ü z â d e F uad .) dır; bk. Aksarâyî, Musâmarai al-ahhâr, nşr. [B u madde İ. KAFESOĞLU tarafından tâdil Osman Turan, T T K , 1944, s. ?• ). Salurların ve ikmâl edilmiştir].



SÂM -SA M A K. S Â M . ŞÂM , N Sfc [b , b fc j’u.n o ğ u l l a ­ .. rT n d a n b i r i olup, dâimâ birinci planda , zikt edilir ve ga'lab î ’nin K işaş al-anbiya ’sm. da Nûlj ’un haşseten en büyük oğlu olarak ge­ çer. Yalnız münferit bir rivayet (al-Tabari, nşr. de Goeje, I, 196) şu sırayı verir: Y âfiş, .Ham, Sam. Bu sıra BSbil Talm ııd’a, Sankedrin, 69i''de bulunan bir yahudi rivayetine , uyar (fakat bk. bir de al-’Tabari, mezkûr nşr. s. 223 ’teki A hi al- Tavrat rivayetleri), Sam, Nuh ’un en gözde oğludur. Yalnız Y âfiş.ile babası­ nın hayır duasını paylaşmakla ( krş. Takvın, IX, 37 ) kalmaz; fakat ölüm hâlinde bulunan babası onu kendisine halef tâyin eder ve ona husûsî vazifeler yerır. Üstünlüğü soyundan gelenlere geçer ; .onun nesli husûsî bir güzelliğe sahiptir ve peygamberlik mevhibtsi bu nesilde tecelli eder. Ş a m ’ın zevcesi Şalib (Şulayb), Nu h ’un diğer oğullarıma zevceleri gtbi,Kayn b. Adam neslindendir ve Ş a m ’dan 4 oğlu olmuştur ki, bunların adları. Takvin, X, 22 ’de verilen adlar .ile kolayca birleştirilebilir ; Sam ’ in beşinci oğlu Aram ’in aynı anneden olup-olmadığı kat’î bir şekilde bilinmemektedir. S âm ’ m nesli ara­ sında, dâimâ araplar, çok defa da farsîar ve rum lar.ve bâzan da yahudiier zikroiunuf. Nuh, yer-yüzünü oğulları arasında taksim ettiği v a ­ kit, „ortayı", yâni Nil, Fırat — Dicle ve Seyhun—Ceyhun arasındaki bölgeyi Sam 'a verdi. S â m ’m kendisi M ekke’de ikamet etti. B i b l i y o g r a f y a : al-T abari t nşr. de G o eje ), bk. fihrist; al-Dimaşki, Nukbat aldahr (nşr, M ehren), bk. fih rist; al-Şa'Iabi, K işaş al-anbiyâ'. (Kahire. 1324), s. 38, alKisâ’ i, K işaş al-anbiya ( nşr. Eisenberg ), l, „ 98 —1.02. . (B . JOEL.) V S Â M M lR Z A . SÂM M İRZA, Abu ’l-N a ş r, ş â i r v e m ü e l l i f olup, Safevîlerden Şâh {şmâ'il I .’in oğludur ( lekabı için bk. HvSndm ir, ffa b ib al-siyar, 111/ 1V, 101 ). 21 şâbân ,923 ( 19 eylül 1517 ) ’te Merâga ’da doğdu ( ayn. esr,, III/IV, 83!. Durmuş Han b. ‘Abdi Bey kendisine lala tâyin edildi. Daha çocuk yaşta bulunduğu sırada (9271 =1 521 ). kendisine Hora­ san vâliliğ’t-verildi ise de, bu vazifeyi onun adına fiilen lalası Durmuş Han ifâ etmeğe baş Jadıktan ancak bir yıl sonra Herat ’a gelebildi. 930 ( 1524 ) ’da tahta çıkmış olan kardeşi Şâh Tahmâsp tarafından, ikinci defa olarak; Herat valiliğine getirildi ; bu defa Ağzıvar Han ta­ rafından korunuyordu. Sâm Mirza 941 ( 1534/ 1535 ) ’de isyân etti vc Kandehar ’1. kuşattı ise de, 8 aylık muhasaradan sonra, Ağzıvar Han öldürülmüş ve kendisi affedİlmiştir, 951 (1544i .’ de Şâh Tahmâsp tarafından o ve kardeşi Bab,rŞm Mirza Hind-türk imparatoru Hümâyûn ’u karşılamağa me’mûr edildiler, 969 (15 6 1/15 6 2 )



’da tekrar isyana kalkıştı ise de, muvaffak, otamayıp, Kahkaha kalesine hapsedildi ye 974 ( 1566/1567 ) ’te orada öldü. , ; . Babası ve diğer kardeşleri gibi, şâir mizaçlı olan Sâm Mirzâ daha çok T uh fa-i Sam i adlı meşhur tezkiresi ile tanınmıştır. Muâsırı bulu­ nan şâirlerden aş.-yk. 700 kadarının kısa hâl tercümelerini, şiirlerinden seçme bâzı parça­ lar da nakletmek sûreti ile, ihtiva eden bu éser, Devletşâh ’ın Tezkire ’sinin bir zeyli mahiye­ tindedir. Kitap Ş a h ifa adı verilen 7 bölii'tnden ibârettlr : ı. Şâh Ismâ'H ve diğer şehzadeler, 2. seyyidler ve âlimler, 3. vezirler ve diğer kalem erbabı, 4. şâir olmadıkları hâlde, şiir söyleyenler, 5, şâirler, 6. türk asıllı şâirler, 7. halk tabakasından gelen diğer şâirler. Sto­ rey, Persian Literature (London, 1953}, ÜU, 799 ’da işaret edilen dünya kütüphanelerindeki yazmaları dışında, İstanbul kütüphanelerinde de yazmaları bulunmaktadır ( msl. Üniv. tütüp,, nr. F Y m , 760 ve Ayasofya kiitüp., nr. 104 1). Eserin 5. (Ş âirle r) bölümü Hiudistan’da Patna ( Aliahâbâd.) da, 19 34 ’te neşredildikten 2 yıl sonra, kitabın tamâmı Vahid Dasigirdi tarafın­ dan Tahran’da basılmıştır ( 1314 = 1936). A yrı­ ca bundan yapılnpş iktibaslar ve seçmeler için bk. Storey, göst. yer. Sâm M irz â ’ nın bu tezkiresi dışında, bir de aş.-yk. 6.000 beyitlik bir dîvânı vardır (M‘A li Tarbiyat, Dânişmandân-i Azerbaycan, Tahran, 1 31 4 h. ş , s. 172 v. dd.). B i b l i y o g r a f y a t Hvândmir, Habİb al-siyar, İII/IV, 83, 100, 104 ; Rizâ Kulı Han, Macmn' al-fuşahâ ( Tahran, 1295 ), 1,34 ; L u jf ‘ A li Beg, Âtaş-kada (Tahran, 1327 h.ş.), s. 1 5 ; Azâd, H azlna-i ‘âmira ( Cavnpur, i860), . 6 ; Mir Husayn Pöst, Tazkira, (Luknov, 12 9 2 = 18 7 5 ), s. 148; Cb. Rieu, Cat. o f Pers. Mss. in the Brit. Mus., s376b; E. G. Browne, Hist, o f Persian Lite­ rature under Tartar Domination ( Cambridge, 1920), s. 459, 507, 51.4; J.v . Hammer, Gesch. der schönen Redekünste Persiens, s. 379; S. de Saoy, N E , IV, 273; O, Frank, Über die morgenl. H s s ... im München, s¡ 126; Flü­ gel, Die arab., pers. und türk. Hs s . . . zu Wien, II, 367; A. Krafft, Die arabischen . Hss. der Oriental, Akad. zu Wien 1 Wien, 1842), s, 1 26; M. 'A li Tarbiyat, Dânişman­ dân-i Azarbaycân (Tahran, 1314 , h. ş.), s. 172 v. d d .; C. Storey, Persian Literature (London, 1953 ), l/II, 79 7-8 0 0 ; Rypka,-/ronische Literaturgeschichte ( Leipzig, 1959 ), s. 282. (T a h sin Y a z ic l) S A M AL [ Bk. semâ ’.] . S A M A D . [B k . -ALLAH, I, 363a.] S A M A K . a l -SA M A K. [Bk, SEMEK.] . ş



SA M A K A T Â N -



SÂ M Â N ÎLER .



Şâş ve Uşrüsana 'ye ve İlyâs ’ı Herat *a tâyin etti. Daha sonraki Horasan vâlisi Tâhir b. alHusayn bu tâyinleri tasdik etti. Böylece Sâmânifer Tâhirilerin bir nevî kaim-makamı ol­ dular. Daha eski bir kaynak, Hamza at-îşfaSani, N uh’un bîr kaç yıl Ma’ m ün’un sarayında kal­ dığını ve sonra kendisine, Ma’ mün tarafından, Tâhirilere tâbi olmak üzere ( min kibal al-Tâh iriya ), Mâverâünııer valiliği verdiğini kısaca Sâmân-Hudât nakleder (s. 237 ). Kardeşle!den önce İlyâs öl­ . r dü ve onun ölümü ‘Abd Allah b. T âbir İn vâAsad liliği zamanında vukua geldi. Bu da Herat ’ a • !___________________ onun yerine İlyâs ’ın oğlu M ulamm ed’i tâyin Nût) Alımed Yaljyâ îlyfis etti (Ibn al-A şir, VII, 193). Fakat ailenin bu kolu asıl Sâmâni sülâlesinin başı olan Ahm ed'in soyu kadar mühim değil­ Naşr J Humayd dir. Halîfe al-Mu'taşim’ m emri ile, o zaman göz­ Ya'kûb Ishâk İsmâ’il Muhammed den düşmüş olan meşhur tÜrk kumandanının Yahya Asad oğlu ai-Hasan b. al-A fşin ’ı tuzağa düşürmek Ailesini meşhur Bahrâm Ç u b in ’e, yâni Rey için, 'A bd Allah b. T â h ir’e yardım eden . alşehrinin asil bir âilesİne kadar çıkaran Sâmân- T abari, 111, 1307 v.d.) ve Tâhirilerin sâdık bir Hudât t Ibn al-A şir, nşr. Tcrnberg, VII, 192 ), bendesi gibi görünen Nüh vâris bırakmadan adının gösterdiği gibi, Saman köyünün ( Belh ölünce, Tâbir b. *Abd Allah Mâverâünnehr ’de bölgesinde; krş. Flanıza al-İşfahân>, nşr. Gott- kaim-makam lığı onun kardeşleri Yahyâ ile Ahwaldt, s. 237; Barbier de Meynard, Dict. m ed’e verdi. Muahhar kaynaklar, sülâle kuru­ g io g r . . . de la Perse, s. 29? ) sahibi idi. ora­ cusu bahis mevzuu olduğu için, mutad olduğu dan kaçmağa mecbur olunca, Horasan vâlisi üzere, A hm ed’¡n âiî-cenâplığınt ve diğer me­ Asad b. ‘Abd Allah al-Kasri ’nin yanına sı­ ziyetlerini Överler ( İbn al-A şir, VII, 192). Afığındı [ bk. mad. ESED ]. Asad onu düşmanla­ med ’in yedi oğlundan en büyüğü olan Naşr rına karşı korudu; Sâmân-Hudât bu sırada Mâverâünnehr valiliğinde babasının yerine geç­ islâmiyeti kabûl etti. Oğluna hamisinin adı ti t Yahyâ hakkında bundan sonra bilgi yok­ olan A sad adını verdi (Narşahî, bk. Schefer, tu r; Ahmed 'den önce ölmüş olabilir; Hamza D e scr. . . . de Boukhara, s. 57 v.d.). Târih-i al-İşfahâni esasen Nüh ’un haleti olarak yalnız gazida ( bk. Schefer, ayn. esr,, s. 99 v:d.)’de A hm ed’1 göstermektedir). Naşr 261 (874/875) Sâmân-Hudât hakkında diğer anlatılan şeyler yılından itibaren, m ü s t a k i l bir h ü k ü m ­ tamâmiyle bir efsânedir. B ir şiiri dinledikten d a r telakki edilebilir; bu tarihte halîfe Mâsonra, kendisinde ikbâl hırsının uyandığına dâir verâünnebr ’i ona iktâ olarak vermiştir t &thikâye ancak sonraları ona izafe edilmiştir T abari, 111, »889; krş. İbn a!-A şir, V ll, 1 93) ; ( G M S , XI, 26, 123 v.d.). Târih-i gazida, bun­ Tâhirilerin yıldızı sönmekte olup, tehlike Şafdan başka, onun Aşnâs *1 mülkiyetine geçir­ fârilerden geliyordu. İbn a l-A şir 261 ’ de iktâ verilmesinden sonra Naşr '1 yalnız Abbasî hali­ miş olduğunu bize bildirir, A s a d b. Sâm ân-Hudât'm d ö r t o ğ l u var feliğine bağlı, muhtar bir vâti telakki etliği idi ki, bunlar, daha Hâriin ai-Raşid hayatta gibi, Hamza al-lsfahâni (s. 237 ) de yalnız İsiken, hilâfetin şark kısımlarının tarihinde rol mâ il ’i gerçek bir hükümdar kabûl etmektedir oynamış görünmektedirler; sonraları halîfe ola­ ( fa-kânat vılâyat man takaddama İs m â 'il. . . cak olan al-Ma’mün âsî Râli‘ b. Laya 'e kar­ min kibal al-T ith ir). Kezâ 261 yılında Naşr şı emîr Harşama 'ye yardım etmelerini Asad kardeşi İ s m â ' i i ’i B u h â r â v â l i s i tâyin 'in oğullarına emretmiş ve Sâmâııiier de o za­ etti. Bu şehirde bir dereceye kadar asayişsiz­ man Harşama ile Râfi arasında Dİr anlaşma lik hüküm sürüyordu. Naşr 'm Şatfârilerden te'mîn etmeğe muvaffak olmuş görünüyorlar Ya'kûb al-Laya ’e karşı gönderdiği bir ordu (ai-Narşahi, s. 74). Ma'müıı babasının yerine onun kumandanını öldürmüş ve Buhârâ ’yl al­ halife olunca, Horasan vâlisi tâyin ettıgı Cas- m ıştır; o zaman şehirdeki i »zil atsız askerler, sân b, ‘Abbâd a A s a d ’iti oğullarına resmî va­ Naşr ’ın naibi Ahmed b, Oroaı ın kaçmasın­ zifeler vermesini emretti ( a!-Narşah>, s. 7 5 ; krş. dan sonra, istedikleri gibi, vMı değiştiriyor­ Ibn a!-A şir, VII, 192 Hamza al-İşfahâni, s. lardı. İbn al-A şir "in verdiği bilgi böyiedir; 237), Gassân 204 ( 8 1 9 ) ‘te Nuh b. A s a d ’i al-Narşahi (s. 7& ) hvârizmleı n bir istilâsından Semerkand ‘a, Ahmed ’i Farğâna ‘ye, Yahyâ *yı ( rebiülâbır 260= 874 ) bahsedeı ; bu sırada Bu-



Ş A M A R A T A N . [ Bk. SemekETÂn.] S A M A N -O Ğ R U S U . i Bk. mecerre.-] S A M A N -Y O L U , t Bk. m ecerre.] S A M A N I. [ Bk. SâmAnîler.] S Â M Â N ÎL E R . SÂM ÂNİ, Saman -Hudât ad­ lı bir şahsın soyundan gelen ı r a n l ı s ü l â l e . Hanedanın gerçekten müstakil ilk hükümdarı İs m a il'e kadar şeceresi şudur:



SÂMÂNÎLER.



h ârâ’da büyük tahrikat olmuştur. Kvârizmterin reisi Husayn b. Tâhir al-Tâ’ i az sonra kaçmak mecbûriyetinde kalmış İse de, karışıklıklar de­ vam etmiştir. İşte o zaman, âsâyişi yeniden te’sis etmek gayesi ile, fakîh Abu 'Abd Allah b. A b i Hafş, bir vâli göndermesi İçin N a şr’a mürâeaatte bulundu; o da kardeşi İsma i l ’i gön­ derdi- al-Narşahi ’ye göre, 260 ramazanının İlk cumasından ( 26 haziran 874 ) itibaren, Buha­ ra ’ da hufba ’de, Ya'lçûb b. al-Layş ’in adı yeri­ ne, Naşr ’ın adı okunmuştur, İsmâ'il Buhârâ ’da ele geçirdiği Hârici Husayn b. Muhammed ’i, hıyanet yolu ile, ziyan vermeyecek bir hâle koydu. İsmâ'il Buhârâ ’da haydutluklara son verd i; hvârizmli Husayn b. Tâhir ’i yendi ve serkeş üst-tabakayı itaate mecbur etti. Bun­ dan başka, Horasan vâlisi Rafi' b. Harşama ile bir ittifak yaparak, mevkiini kuvvetlen­ dirmeğe çalıştı. R âfi‘ Hvârizm ’in idaresini de ona vermiş idi (İbn al-A şir, VII, 193) ki, bu İsm â'il ile Naşr arasında patlak veren savaştan (272=885/886) az önce, olm alıdır; zira halîfe al*Mu'tamid Muljammed b. T â b ir’i ancak 2 7 1 ’de ‘Amr b. a l-L a y ş’in yerine, Ho­ rasan vâlisi tâyin etmiş, sonra Muhammed de buraya, kendi nâibi olatak, Rafi' b. Harşama ’yi. yerleştirmiş idî (İbn al-A şir, VII, 290). Sâmânî iktidâıımn Horasan ’daki mevkii bu hâdiselerin sarsamayacağı kadar kuvvetli idi. tsrnâ'Ü’in Rafı' b. Harşama ile yaptığı andlaşnıa Naşr ’a karşı bir tecâvüz ittifakı idi. 272 ’de patlak veren ilk savaşta (al-N arşahi, se­ bep olarak İsm â'il 'iri yıllık vergiyi hemen gön­ dermediğini gösterir; İbn al-A şir umûmiyetle desiselerden bahseder ) Rafi' büyük bir iş gö­ remedi. İsmâ'il ’in kumandanı Hamvayh b. ‘A li onu, gayretle savaş yapmaktansa, Naşr ile İsmâ il arasında bîr uzlaşma le’nıinine iknâ et­ miş görünmektedir ) İbn al A ş ir, VII, 194 ). İki kardeş arasında hemen sulh yapıldı. 275 (888) ’ te yeniden çıkan savaş İsm â'il’in lehine neticelendi ve İsm â'il Naşr ’ı esir e tti; fakat onu. kendisine karşı göstermeğe mecbur olduğu saygı ve itibâr ile, Semerkand ’a ild e etmek kiyâsetini gö serd i. Naşr, 276 (892 ’da ölün­ ceye kadar, burada hâkim oldu (al-T abari, III, 2 1 33' . Bu sırada İsmâ'il, kardeşinin yerini alın­ caya kadar, Buhârâ’ da onun nâibi olarak kal­ dı. İsmâ'il sülâlen’ n ilk hakîkî hükümdarı (emi r ) sayılır. Hükümdarların cedveü şudur: İsmâ'il b. Ahmed 279—295 (892—907) Ahmed b. İsmâ’ il 295—301 (907 —913 I Naşr b. Ahmed 3°< —33» ( 91 3—943^ Nuh I, b. Naşr 331—343 ( 943— 954 ) 'Abd al-Valik I. b. Nüh 343 —35° (954—961 ) Manşür I. b. Nuh 350—385 i 961 —976) Nüh II. b. Manşür 365— 387 (976—997)



Manşür II. b. Nuh 387—389 (99?—999) 'A bd al-Matik II. b. Nüh 389(999) İsmâ'il [ b. bk.] öldüğü zaman, Şaffârilerden ‘Am r ’e karşı kazandığı zaferden sonra kendisine isabet eden Mâverâunnebr ve Ho­ rasan dışında, ülkesini bir hayli genişletmiş idi. Kendisinin sülâlesinin en dirayetli hükümdar­ larından biri olduğu söylenebilir. Kudretli id i; fakat dür- endîş değil idi. Abbâsîlere karşı sa­ dâkati metholunur ( al- Nar şah i, s. 9 0 ); esasen Sâmânîler daha sonra da bu tutumlarını mu­ hafaza etmişlerdir ; eğer 'Utbi kayıtlarında haklı ise, yalnız bu sülâlenin hükümdarları Vali amiria'l-m a 'minin unvânını taşımışlardır (bk. Schefer, Descriptîon, s. 190). İsm â'il’in dindarlığı ve şefkati hakkındaki fıkralar için bk. İbn alA şir, VII, 194 v.d .; VHI, 4 v.d. Daba ikinci hükümdar A hm e d zamanında, sülâlenin inhitatına çok te’sir etmiş olan bir âmil, yâni ileri gelenlerin isyanı ve iktidârı ele geçirmek teşebbüsü kendisini gösterir. Ahmed daha valiliğinin başlangıcında amcası İshâk’ı hapsetmek mecburiyetinde kalmış i di ; bir başka ileri gelen Bârs al-Kabir yanında mühim mıkdarda para ile Bagdad ’a kaçtı. Yeni emir kararlı bir seciyeye sâbip görünmektedir. İbn al-A şir (VIII, 89) bundan başka ona sâlım bîr muhâkeme ve hükümdarlar İçin zarurî olan bir insânî itidal isnât eder; Narşahi adaletini te­ barüz e ttirir; yalnız muahhar derleme bir eserde 1 bk. Schefer, Description, s. 98) onun hakkında verilen hükümler pek iyt değildir. 298 (9 10 /9 11 ) ’de A hm ed’in kumandanı alHusayn b. 'A li S îs tâ n ’1 zaptetti; bu sefere çıkan kumandanlar arasında Simcür al-Davâti bulunmakta idi ki, bu Sâmânîler za­ manında Horasan valiliğini ellerinde bulundu­ ran kudretli ailenin kurucusudur. Sîstân o za­ man ai-Mu’ addal b. 'A li b. al-Layş adlı bir Ş affâri ’ nin mülkiyetinde id i; bu şahıs mağlûp edildikten sonra, 'A m r b. al- Layş *in Fars ’ta yaralanmış olan bir eski kölesi ile birlikte, Bag­ d a d ’a gönderildi; fakat memleketi itaat al­ tına alınamadı. 300 ( 9 1 2 / 9 1 3 ) yılında, bîr Şaf­ fâri möddeîsi olan 'Amr b. Ya'küb b. Muham­ med b. 'A m r b. al-Layş lehinde, Muhammed b. Hurmuz al-Hâricİ tarafından körüklenen bir isyân çıktı ise de, al-Husayn b. ‘A li S îs­ tân ’ı yeniden Sâmânîler devletine bağladı; bu­ nunla berâber, Ahm ed’in ölümünden sonra ye ni karışıklıklar oldu. 3 0 1 { 9 1 3 '914 ) ’de 'A li ailesine mensup biri Taberistan valisini mem* leketten çıkardı; bu haberin gelmesinden az sonra Ahmed bir kısım köleleri tarafından katledildi ( İbn al-A şir, VIII, 46, 52, 58 ). Bu kudretli emîr'n öldürülmesinde ondan usanmış olan ileri gelenlerin dahli bulunması, muhle-



*44



S Â M Â N ÎL E fl



meSdir. tbn al-A şir ( VIII, 58 ) ’in Ahmed ’in oğlu Naşr ’a isnat ettiği sözler, bu bakımdan, dikkate değer. Fakat muahhar derleme eserler­ deki Ahmed ’in kölelerin kıskanacağı kadar âlimlere teveccüh göstermesi her hâlde uydur­ madır ( Schefer, Description, s. 92 ; krş. s. 10 1). Hükümdarların teferruatlı tarihleri ‘ ABD ALMAÜK, MANŞÖR, NAŞR ve NUH maddelerinde bulunmaktadır. İsın a'il’den itibaren payitaht­ ları Bubârâ olan sülâle hakkında umûmî ola­ rak, şunlar söylenebilir: Mâverâünnehr ’in tâbî bir vâliliğinden doğ­ muş olan Sâmânî devleti en fazla genişlemesi zamanında ( Mâverâünnehr ve Horasan 1ın dı­ şında) Sîstân, Kirman, Cüreân, Rey ve Tâberistan 1 içine alıyordu. Bu sülâlenin en yüksek devri Rüdaki ’nin hâmîsî olan Naşr b. Alımed ( 3 0 1 —3 3 1 ) devri sayılır; fakat bu durum bu hükümdarın kudretli şahsiyetinden ziyâde ( bu bakımdan İsm â'il ’İn çok dunundadır), ölümün­ den sonra devletin inhitatının gözle görülebilir bir hâl almağa başlaması dolayısı iledir. Iranh sülâleler için mukadder olan aynı âmiller ileri gelenlerin ( yâni yüksek askerî zümrenin) is­ yanları ve şîmâldeki türk kabilelerinden gelen tehlike ism â'il ve Alımed gibi kudretli simâlar artık mevcut olmadıklarından, kuvvet ka­ zandı Ve sonunda felâket getirdi. Ahmed ölürölmez, oğlu Naşr ’in halef olmasına amcası İshâk İtiraz etti; Nuh I. tacını akrabâsı İbrahim b. Ahmed ’e karşı müdâfaa etmeğe mecbûr kal­ dı. Sonraları Horasan vâlİliğ'nden Manşür I. ta­ rafından atılmış olup, yerine Abu ’l-Husayn Simcür getirilen ve G azne’yİ zaptederek, Gazneliler sülâlesinin kurucusu olan Alp-Tigin ( b. bk.]’in ilk teşebbüsleri Nulj 1. zamanında yapılmıştır. Manşür 1. ’un sona erdirdiği, Büveyhîlere karşı pek faydalı olmayan mücâdele sü­ lâlenin dâhilde ve hâricde itibârının artmasına fazla yardım etmemişt'r. Nüh II. zamanında iş­ ler daha iyi gitm edi; kendisi Sîstân ’um âsî vâltsİnİ, Halaf b. A hm ed’i boş yere itâat altı­ na almağa çalıştı. Horasan valiliğine yükseltmiş ve H alaf’e kar­ şı göndermiş olduğu aS-Husayn Simcür, Halaf ile birleşti. Bu Abu ’l-Husayn 'in ölmesi hiç de sükûnet bulmayan bir sıra karışıklıkların baş­ langıcı oldu; oğlu Abu ‘A lı Simcür da aynı şekilde itimâda şâyân olmayan bir tâbî idi ve sonunda türk hükümdarı Buğra Han f b. bk.J ’1 Sâmânîlere karşı teşvik etti. Evvelâ Sâmâ' nîlere bücûm eden ve İsmâ’il tarafından dur­ durulan türkler (al-T abari, 111, 2138, 2249) yeniden göründüler ve Nuh ’un orduları mağlûp edildi. Bizzat kaçmak zorunda kalan Nuh ’un bu mağlûbiyetinde kendi kumandanlarından birinin ihaneti müessir olmuştur. Aneak türk



hükümdarının vakitsiz ölümü üzerine, Sâmânî hükümdarı payitahtına döndü. Türklere kasden yenilmiş olan ordu kumandanı Fâ’ik ’m, Nühı ’u tahtından indirmek gayesi ile, Abü ‘A li Simcür ile birleştiği söylenir. Memleketinin ileri gelenlerine güvenemeyen emîr Gaz Deli­ lerden yardım istedi ve yardım aldı. Nüh ’a karşı cephe almış olan hasım Büveyhîlerden Fahr al-D avla’nin himayesini istemeğe mecbur kaldı. Nüh Horasan vâliliğini Gazneli SebükTigin ’e verdi; ayrıca SebÖk-Tigîn N aşir alDin ve oğlu Mabmüd S a j f al-Davla lekapları-' nı aldılar ( 3 8 4 —9 9 4 ). Asîler ile yapılan mücâdele, A b ü ‘ A lı ölünceye ve Fâ’ ik türk hükümdarı Naşr b. ‘ Ali İlig-Han. [ b. bk .]’m yanma kaçıncaya kadar, devam ettii Sonra anlaştılar ve Fâ’ ilf’a Semerkand vâlilığ verildi. Manşür I I .’un kısa hükümdarlığı da aynı manzarayı gö sterir; askeri yüksek sınıftan bâ­ zı kimselerin teşviki ile İlig-Han Buhârâ’yı zaptetti ve Manşür ’u uzaklaştırdı. Manşür' az sonra Fâ’ ilç’ın yardımı ile geri döndü. Abiu’ 1Kâslm Simcür ile Bektüzün arasında Horasanvâliliği İçin mücâdele çıktı. Buna Gazneli M ah-' müd da karıştı ise de, Horasan ’1. zaptetmeğe muvaffak olamadı. Fâ’ik ile Bektüzün Manşür ’ü tahttan indirip, gözlerine mil çektiler -ve kar­ deşi ' A b d a 1-M a ti k ’i tahta çıkardılar. O za­ man tekrar müdâhale eden Mahmüd, ‘A bd al- Malik ’i Horasan ’dan uzaklaştırdı. Bu hâdise­ ler ve Mâverâünnehr ’in İlig-Han tarafından ' 389 ( 999 ) yılında işgali ve bu sırada ‘A bd âlMalik ’in hapsedilmesi için bk. I, 97, Sülâlenin tarihi burada sona erer; Bu aileden o!up>, türk- ■ ler tarafından bertaraf edilen İsm â'il' b, NS)ı’ at-Muntaşfr’m mukadderâtı için bk; V/ıı, s n * . Sâmânîierin bir çok dîğer şark devletlerindekine benzeyen siyâsî kusurlarından bir baş­ ka cihet daha mühimdir ki, burada ancak biimünâsebe tebarüz ettirilebilir. Bu hükümdar­ ların himâyesi altında yalnız ilimler inkişâf et­ miş ( a l-T a b a ri’nin Tarih ’ini tercüme etmiş olan Bal'atni hatırlansın, bk. 11, 463 ) olmayıp, aynı zamanda İran edebiyatı ilk tlerilemeyi on­ ların devrinde kaydetmiştir. Yâlnız Rüdaki [ b. bk,] gibi bir ismi hatırlamak kâfidir; aynı şekilde Firdavsi ’nin ilk çalışmaları da Sâmânîler zamanında olmuştur. Nâdir bîr şey ola­ rak, bu hükümdarlardan birinin, Manşür II. *un şiirlerinden bâzı parçalar bilindiği Zİkroîunabilir ( bk. ‘Avfi, Lub&b, nşr. Browne, I, 2% \ B i b l i y o g r a f ı/ a : Hamza İsfahanı ( nşr. G ottw ald t), s. 236 v. dd. ( ‘A bd al JMalik İ. ’e kadar ; aî-Tabari, şahıs adlan fihristi . ( 301 yılma kadar );" İbn al-A şir ( n şr,. Tornkerg ), bk. fihrist; al-Gardizi; Zayn al-ahbâr ( J A, IV, 766); bâzı parçalar için bk. W.



S À M Â N JL E R Barthoid, Turkestan; Description topogra­ phique et historique de Boukhàra par Moh. N erch a k h y ... (nşr. Ch. Schefer ), Paris 1892 (bu eser al-Narşahi ’nin, Târîk-i Buhâr â ’sınin kısaltılmış farsçaya tercümesi ile Kazvini 'nin T ârıh-i gazi da ’sinin Sâmânîler tarihine âit kısmını, 'U tbi'nin Târih-i Yamînî ’sinin Şâmânîler ile ilgili muahhar derleme bir eserde bulunan kısmının farsça tercümesini v.s. ihtiva ed e r); Defrémery, Histoire des Samanides par Mirkhond (P a ­ ris, 1845). ( V, F. BüCHNER.) S A M A R K A N D . (Bk, SEMEr k a n d .] S A M A R R A . [ Bk. sâ m errâ -] S A M A V ’A L b. 'A D İY A . [ Bk. semev’e l B. Â D İY Â .]



SA M BA S, B o r n é o a d a s ı n d a b i r b o l g é olùp, 1950 yılından beri tndonezya cumhûriyetine dâhil bir eyâlettir. Burada eskiden Hol­ landa idaresinde bulunan „Westerafdeeüng van Bornéo" naipliğinin şimâl-i garbisinde b i r M a­ l a y d e v l e t i v a r i d i . O zaman memleketin hudûdunu g a r p t a ve şimâl-i garbide, Dato burnundan Duri ırmağının munsabına kadar, Çin denizi, c e n u p t a ve cenûb-i şarkîde Mampawa, Landak ve Sanggau ( Duri ırmağı bu­ rada kısmen hudut vazifesi görür ) havalisi, ş a r k t a ve şimâl-i şarkîde Sëravak ( İngiliz Borneo 'su ) teşkil ederdi ; bundan başka sâhil önündeki bâzı adalar da buraya dâhil bulunmaktaidi. Arâzi, bilhassa şark bölgesinde, dağ hk olup, garba ve şimale doğru gittikçe alçalmaktadır; âş.-yk. bütün sâhil bölgesi alçak ve düzlük olup, bataklık hâlinde, fakat münbit topraktan ibârettir. Nehirlerinin en mühimi büyük Sambas 'tır ; küçük Sambas ’ta s u l t a ­ n ı n f n a k a r r ı o l a n Sambas şehri bulu­ nur. 1915 yılının sonlarında ahâlisi 123.600'e yükselmiş olup, bunların 26.000’i d a y a k , 67:000 ’i m a l a y ve 30.000 'i ç i n 1 İ d e n iba­ ret' bulunuyordu. Bunlardan ilk ikisi bir sul taiıın idâresinde (o zaman sultan Muhammed ‘A li Şaft al-Dİ11 idi) olup, Hollanda hüküme­ tinin kuvvetii te’siri altında, dört vezir tara­ fından idare ediliyordu. Çinliler ise, doğrudandoğruya Hollanda hukfimetin:n idaresinde bu­ lunuyorlardı. Malaylann ayrı bir k a v m î b i r ­ l i k teşkil etmediklerini zikretmek icâp eder; onları birleştiren asıl âmil İ s l â m d i n i d i r . Müşrik otan Dayaklar ihtida eder-etmez Malayiardan sayılmağa başlarlar. Oldukça kalaba­ lık olan' cavalılar ile Buginalar için de durum böyledir. Malay adalarında İslâm dininin gittikçe yayılmasının sebebi, muayyen bîr dînî faaliyet­ ten ziyâde, Malaylar.,, dayak kadınları ile ev­ lenmeleri ve müslümân'arın ietimâî bakımdan, müşriklere nisbetle daha iyi bir durumda bu­



SÂM iîÀ â.



İ43



lunmalarıdır. Dayaklar, artık göçebelikten çık­ mış olup, diğer ahâli ile iyi münâsebetler iç'n, de, orman mahsûllerini toplamak, ekseriya ku­ rak topraklarda îptidâî zirâat yapmak ile meşgûldürler. Sâhil ahâlisi için de zirâatin ehem­ miyeti azdır. Çinliler ahâlinin en çalışkan kıs­ mını teşkil ederler. Daha yüksek.bir başarı elde eden çintiler iyi işlenmiş sulak tarlalarda pirinç ekerler ve mahsûlleri ihrâc edilen diğer ticarî zi­ râat ile meşgûl olurlar. Onların garbî Borneo ’daki durumları uzun müddet ayrı bir hususi­ yet taşımıştır. Sam bas'a gelen ilk çinli muhâcirler (1 760 civarında) altın arayıcıları idî.. Bunların sayısı çok çabuk artarak, kısa bir zaman içinde ahâlinin mühim bir kısmını teş­ kil etmiştir. Bir çok şirketler hâlinde teşkilât­ lanmış olan çinüler bîr dereceye kadar siyâsî muhtariyet bile elde etmeğe muvaffak olmuş­ lardır. Aacak XIX, asrın ikinci yarısında Hol lan­ da hükümeti bu şirketleri ortadan kaldırabiliniştir. Altın arama artık kârlı bir meslek ol­ maktan çıkmış olup, bununla meşgûl olanların ekseriyeti hayatlarını ticâret ve zirâat ile ka-, zanmaktadır. Memleketin eski tarihi ve müslümanlığm bu­ raya ilk girişi hakkında inanılır kaynaklar yok­ tur. Devletin Cohor malaylar! tarafından kurul­ muş olması muhtemeldir. X IV, asrın ortaların- .■ da burası Ca yalıların Macapahit devletine tâbi olmuştur. XVII. asrın ilk yıllarında, Hollanda Şarkî-Hind . kumpanyasının Sambas ile yaptığı ilk ticâret anlaşması sırasında (16 0 9 }, mem­ leket Cohorlarm hâkimiyetini tanımış olan Ma­ lay reisi Ratu Sapodak ( Panğeran R a tu )’ın idâresi altında bulunuyordu. Ratu Sapodak 'ın ancak iki kız evlâdı var idi ve kendisi ölünce, yerine yeğeni ve dâmâdı Ratu Anom Kuşuma geçti. Bu ancak kısa bir zaman idârede k ald ı; çok geçmeden, Brunei reisi (R aca Tengâh ) ile Sukadaua sultanının kızının oğlu Radın Soleymân tarafından, tahtından uzaklaştıııldı. Radin Soleymân tahta geçince, Sultan Muhammed Ş a fı al-Din ismini ald ı; kendisi son zamanlara kadar devam eden sülâlenin kurucusudur. B i b l i y o g r a f y a : E. N etscher,K ronijk van Sambas en van Soekadana, in het oorspronkelijk Maleisch, voorzien van de vertalîng en aanteekeningen ( T B G K W, 1853, 1, X); P, J. Veth, Borneo’s W ester-afdeeling ( t ciid, Zaitbommel, 1854 ve 1856); j. J. dt Holiander, Geslachtsregisier der Vorsten van ' Sambas { B T L V i 1872, seri 3, VI, 1 85) ; j. J . M. de Groot, Het Kongsi-mezen van Borneo ( Haag, 1885 )> Th; J. H, van Dries sehe, Nota betreffende het landschap Sam ’ bas ( T ijd sch rift van h e t ' Kon, Ned. Aar­ : drijk sk u n d ig ,Genootschap, 2, serî, 19x2,



*44



SÂ M B Â S -



SÂM ERRA .



XXIX, 1 93) ; E. B. Kielstra, De lndische caddesi Kisravi kanalında, evvelce bir türk Archipel, Geschiedkundige Scketsen ( Haar­ kumandanının adını taşırken, sonraları Muftamlem, 19 17 ), s. 2 5 1 ; Encyclopaedie van Ne- madîya ismini alan İtâhiya köyüne ulaşır. derlandsch-lndie2 ( 1919 ), III, 681, mad. Sam­ Bundan başka, beş ana cadde ( şâri', büyük bas; P. H. van der Kemp, De vestiging van bir cadde mânasına gelen bü Vâbir son za­ hei Nederlandsch gezag ap Borneo's We$- manlarda Kahire ’de caddeler için yeniden kul­ terafdeeling in 1818— 1819. Naar onuitge- lanılmağa başlanmıştır) zikredilmekledir. Bun­ geven siukken ( B T L V, 1920, 76, s. 117 ). la r : al-Hayr, Barğamış Turki (türk mahalle­ ( W. H. R a s s e r s .) si), Sälih ( ordugâha g id e r), al-Hayr al-Cadid SA M E D . [ Bk. ALLAH , I, 363“.] ve a! H alia ’dir. Tarihçiler Şçm arrâ civarındaki S A M E R R Â . SA M A R R Â , Etcezîre ’de tanın­ mühim binâlar hakkında teferruatlı bilgi verir­ mış h a r a b e l e r b ö l g e s i , A b b â s î l e r i n ler. Burada, hilâfet' merkezi buraya nakledil­ eski idâre merkezi. meden önce, bâzı yapılar var idi. Bunların en I. T a r i h î t o p o g r a f y a . Bugün sâdecemühimleri 8 hıristiyan manastırından Dayr albir köy olan Sâm arrâ T âkrit ile Bagdad ara­ T a vâ ris („Tavuslar m anastırı"), Dayr Mär sında, yarı yolda, D icle’nin şark kıyısında kâ­ Mâri ve Dayr Abı ’i Sufra id i; fakat en ta­ indir. A d ı n ı n ilk şekli belki farsçadan gel­ nınmış binâlar saraylar idi. İlk olarak ... Sâ­ mektedir. iştikak bakımından aşağıdaki farazi- marrâ ’ da yerleşen al Mu'taşim burada Cavsak yeler ileri sürülmüştür: Sân-râh, S â ’iA m orra kasrını yaptırmış, halîfe al-Vâşik burada kendi ve Sâ-m orra; banlardan son ikisi „verginin adını alan Harun kasrını inşâ ettirmiştir. Yu­ Ödendiği mahal" mânasına gelmektedir. Halîfe karıda adı geçen kasırda ilk defa oturan ha­ sikkeleri üzerinde Sâmarrâ snrra man ra'â lîfe al-Mutavakkil 24 ayrı kasır yaptırmış veya („gören tnesrûr olur" ) şeklînde yazılıdır. mevcutları gen:şletmiş olup, bunlardan en ta­ Sâm arrâ halîfe Mu'taşiro zamanında 221 n ın m ışın Balkuvârâ, ‘Arüs, Muhtar ve Vahid ( 83Ğ) ’de onun türk kumandanlarından biri kasırlarıdır. Bundan başka, o ölümünden 9 ay olan Aşnâs tarafından, Karh-Fayrüz köyünün önce, şimalde Karh-Fayrüz ve Dür arasında, iki fersah cenubunda te’s's edilmiştir. Türk yeni bir şehir kurmayı planlamış, sonradan bir ve berberi ücretti askerlerin devamlı ayaklan­ şehir, onun asıl adına nisbetle, al-Ca'fariya is­ malarından çekinen halife tehlikesi daha az mini almıştır. al-M utavakkifin saraylarının ih­ tişam! hakkında bir çok tafsilât veren bâzı ta­ olan bîr merkez kurmak istemiş idi. S âm arrâ’da 221 (8 3 6 ) ’den 276 (889) tarihi­ rihçiler onun K işm ar'de mecûsîlertn taptığı ne kadar yedi Abbasî halîfesi oturmuştur. Is­ mukaddes servi ağacını, tahta yapmak için, İran lâm tarihçileri ile İslâm coğrafyacılarından al- ’dan getirttiğini iddia ederler. Bir kısım tarih­ Ya'kübi ve Yâküt bu merkezin 50 yıllık devri çiler de al-M utavakkil’in pahalıya mat olan hakkında oldukça etraflı bilgi vermektedirler. yapılarından hiç bir şey katmadığını tesbît Şimalde Karh-Fayrüz ( veya Karh BâcaddS ) ve ederek, bu sür’atli yıkılmada halifenin 236 cenûb-i şarkîde Matira köyleri arasında, Dicle (850 8 5 1 ) ’da K erb elâ’da H usayn’in ,mezarının ’nin şark sâhiiinde şimât-i şarkîye dönen bir tahribini emretmiş olması .yüzünden, Allahın kavis içinde kurulmuş olan Sâm arrâ yüksel­ gazabına uğradığını söylemektedirler. al-Mutamektedir. İkİ kanal, Sâm arrâ ile onun kenar vakkil 'in ölümünden sonra al-Muntaşir sara­ mahallesini şarka doğru ayırarak, bir nevî ada yını tekrar Sâm arrâ ’ n'n içine nakledip, Cav­ meydana getirmektedir; bu kanallardan biri, sak kasrını tanzim etmiştir. Sâmarrâ ’da yaşa­ Çâtüi al-Kîsravi, Dür yakınında Kar[ı-Fayrüz yan son halîfe al-Mu'tamid 255 (869 ) ’te şark yukarısında D icle’de başlar; Ma^ira'nİn aşağ­ sahilinde al-Ma'şük kasrını yaptırmıştır. Bu ısında Dicle ’den ayrılıp, şark—şimâl-i şarkî is­ yapıların büyük kısmı daha X. asırda harâp tikametine yönelen Yahudi kanalı ile birleş­ olmuş id i; yalnız ordugâhın yakınında yükse­ mek üzere, cenûb-i şarkîye uzanır. D icle’nin len ( bu sebeple bu mahalleye çok defa ‘Askar garp sâhiiinde Sâm arrâ ’nin karşısında bâzı Sâmarrâ adı verilir ) Sâm arrâ ulu camii ayakta köşkler yükselmektedir. Bunlar birbirilerinden kalmıştır. Ulu camiin yanında ş;îler daha o Dicle ’ye muvâzî uzanıp, M atira ‘nin aşağısında zamanlarda iki imamlarının mezarını yaptırmış­ ve Balkuvârâ ’ nm yukarısında Dicle ile birleşen lardı : 11. imam olup, 260 ( 873/874 ) ta Sâmarrâ 'shâki kanalı ile ayrılmıştır. ’da öldüğü için, al-'A skari lekabmı alan Abü ^Asıl Sâmarrâ şehri şark sahilinde buîunu- Muhammed Haşan ’in mezarı ile onun genç ha­ yor«tı. Ana cadde olan Sarıca caddesi, polis lefi, al-Mahdi lekaplı Abu ’l-Kâsim Muhammed müdürlüğü ve hapishane yanından geçerek ve­ ‘in içinde kaybolduğu yer-altı odası (sardâb) zir Hasa'n b. .Sahi ’in ad'nı alan bir mahalleye buradadır. Bilindiği gibi, şil hacılar 1.000 yıl­ uzanır. Bundan sonra Abü Ahmed b. Raşıd dan beri al-M ahdi’nin kıyâmet gününde bura-



1. SÂMERRÂ, Bir evin duvar tezymâiı {A; IX, asır)



2. SÂMERRÂ, Bir evin duvar tezyinatı (A - B; IX. asır)



4, SÂMERRÂ. Belküvârd kasrının duvar tezyinatı (C; IX, asır)



S.'SÂMERRÂ. Perdahlı keramik (IX. asır)



7 . SÂMERRÂ.



8.



6. SÂMERRÂ. Cevzak sarayının serdâb kısırımda deve kabartması (IX. asır)



al Mutavakkil'ya cârnii (IX. asır)



IRAK. Uhaydir sarayının şerei avlusu (8 0 0 )



9. SÂMERRÂ.



C evzak saray m m du va r resim leri (83G - 839)



11



SÂMERRÂ. "



Cevzctk sarayının du var resim leri (838 - 839)



12 SÂMERRÂ. Cev2ak sarayının duvar resimledi ' "“ ' (838 - 839)



ŞÂM ERRÂ.



da tekrar görüneceği inancı ile, Slm arrâ ’dakı şimâl duvarında, Bâbil kulesi şeklinde, kenar­ bu mezarı ziyâret ederler. al-Sam'âni, SSm arri ları 30 m. genişlikte bir kaide üzerinde mu­ veya Surmarri nisbesini taşıyanların listesini azzam m alvîya yükseliyordu ( Şekil 7 >. Hele­ vermektedir. Diğer bir nisbe de aynı şekilde zon! yükselen bir yol bunun etrâfını dolaşırdı. Sâm arrS ile ' ilgilidir ki, bu da Karhi olup, Bu minare bir günlük mesafeden görünürdü. Hilâfet sarayı olan B alkuvâra’nın harabeleri Karh-Fayrüz’da doğmuş olan şahısları gösterir. B i b l i y o g r a j y a : M. Streck, D ie a l' çevresi 1 km .’yi aşan muazzam bir müstatil le Landschaft Babylonien ( Leiden, 19 0 1}, HE, sahaya yayılmaktadır. Garp cephesinde bir za­ 182—2 İ9 ; G. le Strange, The Lands o f tfıe manlar al-Mutavakkil tarafından şebzâde alEasterri Caliphate ( Cambridge, 1905), s. Muhtadi bi ’ilâh için yaptırılmış olan tuğla du­ 535 v.d. i al-Sâm'Shi, Ânsâb, nşr. Margoliouth, varlardan üç kemerin kalıntısı ( bugün al-camâl deniliyor) bulunmaktadır. Eskiden şeref GMS, 286b ). II. M i m â r î . Siimarrâ bugün Bagdad ’m salonlarına ve resm-i kabûl dâirelerine { Iv â n ) aş -yk. 100 km. şimalinde, Dicle ’nin sol sahi­ âit olup, nehrin karşısında bulunan bu üç ke­ linde, muazzam bir harabe sahasıdır. Bu ha- mer bütün genişliği île vadiye açılmaktadır. râbeler Abbâsîler devrinin en zengin ve en Bunların altında sedler ve haviızlar, basamak­ parlak beldesinin kurulması çok pahalıya mâl lar hâlinde, aşağı iner. Arkada üç İç avlu, bun­ ların etrafında haçvârî şekilde salonlar, taht olmuş bir şehri durumunu gösterir. Şehir Harun a i-R aşid ’tn oğlu halîfe al-Mu'- salonu, sonra daha alçak bir çok odalar ve taşim zamanında 838 ’ de meydana gelmiş, Ca!- süslü hamamları ite husâsî dâireler yer almıştır. far al-Mutavakkil zamanında (847—861 ), en Şarka doğru şelâlelerin döküldüğü büyük musparlak devrini yaşayarak, onunla birlikte par­ tatil bahçe göze çarpmaktadır. Burası gömme laklığını kaybetmiştir. Bu parlak, fakat kısa ayaklı duvarlar ile çevrili id i; zengin süslemeli zaman İslâm san’atının menşe’ lerinin incelen­ küçük köşkler bu manzarayı seyretmek imkânı­ mesi için ayrı bir ehemmiyeti hâizdir. Ne ya­ nı veriyordu. Şimalde meyiller ile çıkılan bü­ zık ki, zamanla bu yapılar harâp olmuş du­ yük bir havuz var İdi. Bu meyillerde mağa­ rumdadır. Bununla beraber, son yıllardaki ka­ ralar ve küçük kavuzlar bulunuyordu. Nihâyet bu zılar, bir zamanlar dünyâya ışık saçan bu topluluğun arkasında haremi ve sarayları çevre­ IX. asır Abbasî şehrindeki İslâm sau’at kültü­ leyen evler, sonra küçük bir câroi ve halifenin rü hakkında çok iyi fikir verecek kadar mİ- muhafız kıt’ası ve süvarileri için, büyük bi­ mârî ve süsleme unsurlarını meydana çıkar­ nalar bulunuyordu. Bu muazzam sarayın bütü­ nünü meydana getiren çeşitli unsurlar, ahenkli mıştır. Bugün ayakta duran en mühim kalıntılar olarak, birbirine bağlanmaktadır. Bunlar güzel, şunlardır; eski şehrin cenubunda Diele ke­ büyük ölçüde tasarlanmış JL şeklinde bir ter­ narında al-Mutavakkil’in büyük camii; bunan kip meydana getirmekte olup, bunun nehre yakınında şimalde muhteşem hilâfet sarayı, Bal- amud uzanan büyük mihveri zengin kabartma kavara', bunun karşısında D icle’nin sağ sahi­ süslü ve mozayik tezyînatlı, üç tonoz cepheli linde bir az sonra yapılmış, gösterişli kitlesi câzip salonlar ile nihâyet bulur. Bu sarayın hâlâ göklere yükselen muhkem Kaşr al-'A şik\ umûmî terkîbi Iran yapı an’anesine uygundur. Hilâfet sarayının etrafında gösterişli, zengin, bunun 1 kın. cenubunda Kubbat al-salaybiya, Hilâfet-şehri harabelerinin yakınında yaldızlı süslü e v 1 e r bulunmaktadır. Şehirde en zengi­ kubbeler ile çöle hâkim olan daha yeni bir ninden en mÜtevâzî olanına kadar evler he­ Sâmarra vardır. Burada da tanınmış şiî mâ- men-hemen aynı plana göre yapılmıştır. Yal­ nız birer kat olan bu evler, ortasında havuz­ bedlerİ bulunmaktadır. al-M utavakkil’in büyük camii 846—852 ara­ ları ile bir sıra iç avlu ihtiva eder; avlula­ sında yapılmıştır. Köşelerinde yuvarlak kub­ rın etrafında eyvanlar ire odalar bulunuyordu. beleri bulunan yüksek tuğla duvarları ile ca­ Bu çeşit yapılar bâzı şark memleketlerinde gü­ mi muazzam bir mustatildir. İçinde cenüp ta­ nümüze kadar devam etmiştir. Dahilî süs mü­ rafı kıbleye doğru uzanan 25 sahnı ile asıl ca­ him bir rol oynar. Süslü odalar ve bâzan evin mi, diğer kenarlarda revak sıraları yer almış­ bütün odaları dâimâ ince işli oyma levhalar tır. 10 m .’ den yüksek olan bütün bu sahalar ile kaplı idi ve belki de bir kabartma tezyinatı mermer sütunlara dayanıyordu, Mihrabın iki ile süslenmiş idi. İç avlularda da bâzan aynı tarafında da aynı şekilde jkî çift mermer sü­ şekilde tezyinat bulunur; buna karşılık, dış tün var idi ve mihrâp hücresi muhtemelen duvarlar tezyin edilmemiştir. kıymetli oyma ağaç levhalar ile kaplı idi. Dört Sâm arra ’da saraylar ve evlerin kabartma revak sırası da, ortasında zengin bir fıskiye süslemeleri de aynı usûl ile yapılmış olup, bulunan büyük avluya açılıyordu, Dışta, camiin o zamanki san’atların gelişmesi hakkında iyi blim Ansiklopedisi



W



â M Ekfe . bir fikir verir, Takriben bir metre boyan­ da zengin levhalar bütün odanın etrafını çevreliyordu. Bunların yukarısında süs hücreler ( fars. takça ) bulunuyordu. Kapı pervazları ve pencere kenarları tezyin edilmiştir. Nihayet ta­ vanın etrafını da pervazlar ve kabartmalar çe­ virmektedir. Bu tezyinatın büyük kısmı ince şekilli alçı işlerinden ibaret olup, zaman-zaman renkler ile caniandırılmıştır. Tezyinat terkipleri birbirinden farklı, olduk­ ça çeşitli neviler gösterir. Bazıları sâdedir, bir az kaim, kaba şeritleri vardır. Diğerleri daha ince işlenmiştir. Nihayet bir kısmında da kabart­ malar belirtilmiş olup, yuvarlak hatlar ile işlen­ miştir. Bu süslerden bâzıları doğrudan-doğruya du­ var üzerinde yapılmış, diğerleri yumuşak hâl­ de kalıplara basılarak ( bilhassa mükerrer ör­ nekler ), şekillendirilmiş ve sonra duvara yerleş­ tirilmiştir. Çizgi örnekleri çok çeşitlidir. Bâzıları sâde, düz hatlı olup, bunlar Sâm arrâ’ da en çok bulunanlardır. Buna karşılık diğerleri daha karışık ve örneklerinde hayvan ve nebat şekilleri hâkimdir, Üslûplanmış çiçekler tekrar­ layan hendesî şekillerin ortasını doldurur. Bun­ lar şeritler veya inci dizileri ile biribirine bağlanmış olup, bitiş ve kesik yerlerinde vazo­ lar, harp şekilleri ve bereket boynuzları meyda­ na getirirler. Nihayet diğer bir kısmı daha bareketii ve karışık olup, üzümler ve asma yap­ raklarının etrafım kıvrık dallar hâlinde çevirir. Sâm arrâ tezyinatı biribirinden kat’îyetle ay­ rılan üç gurup hâlinde gösterilmiştir, i. üslûp kopt san’at tarzı, 2. üslûp İran tarzı ve 3. üslûp Elcezîre tarzıdır, Venşe’lerin isimlendirilmesi ile bu derece kat’î bir sınıflandırma tehlikesi, zamansız ve yanıltıcı olabilir. Hafriyâtı şark san'at tarihi için değerli olan Sâmarrâ hara­ belerinin incelenmesinden Öğrenilecek şey, A s­ ya ’nm bu köşesinde bir çok san'at cereyanla­ rının, biribirini bozmadan veya biribirine hâkim olmağa çalışmadan, karşılaşmış olmasıdır, Abbasî halîfelerinin saraylarının zenginliği ve san’atı himayelerinden dolayı, dünyânın her köşesinden bir çok ustaları çeken Sâm arrâ, grek, süryânî, kopt, hindû-ir«n aan'atlarınııı birbiri ile karışmasından doğan ıslâuı san'atıaın bir merkezi oldu. B i b l i y o g r a f y a : E. rierzfeld, Die Ausgrabungen von Samarra { Berlin, 1923 ), I ; ayn. mil., Samarra. A u fn , und U/ıters. z, isi. Arckaeologie ( Berlin, 1907 ); ayn. mil., Mshatta, Hira and Badiyu ( jahrbuoh der preussischen Kunstsammlungen ( 19 2 1); ayn. ynlL, Die K leinfunde von, Samarra und ikre Ergebnisse fü r das islamische Kunsigemerbe dss 9. jahrhunderts { 1 91 4) ; ayn, mil,, Die



Ergebnisse der Ausgrabungen von Samarra im Kaiser Friedrich-Museum (Berlin, 192z); H, Viollet, Un palais musulman du I X « siècle ( Mém. prés, par div. sav. à l ’Ac. des Incr. et Belles-Lettres, Paris, 19 1 1 ); de Beylié, l'A rchitecture des Abbassides au I X e siècle ( Revue archéologique, ig o 7 ) ; P. Schwarz, Die Abbasiden-Residenz Sâmarrâ (l/eu e geogr. Untersuchungen, 1909 }, ( H . V i o l l e t .)



III. S â m a r r â s a n’a t ı n d a türklerin te’siri ilk defa, genç yaşta ölen viyanah san'at tarihçisi Heinrich Glück ( Türkische Dekora­ tionskunst, Kunst und Kunsthandmerk, Wien, 1920, XXÏII ) tarafından belirtilmiş, ondan son­ ra da Kühnei ve Erdmann gibi araştırıcılar tarafından benimsenerek, umumiyetle kabûl edilmiştir ( E. Kübnel, Samarra. Staatliche Mu­ seen in Berlin, Bilderhefte der islamischen Abteileung, 5, Berlin, I 9 J 9 , s. 16 }. Berlin devlet müzeleri İslâm eserleri kısmında Sâm arrâ ’nm alçı ve kireç harcından yapılmış süslerinden zengin nümûneler bulunmaktadır. Bu müzenin İslâm kısmı müdürleri olan Kühnel ve Erdmann müze neşriyatından resimli küçük rehberlerin beşincisinde A B C üslûplarına giren bu nümûneler hakkında bilgi verirken, Glück ’ün fikrine katılmaktadırlar. A üslûbu Sâm arrâ ’nm tik devrinde yapılan evlerin duvarlarında görülür. Bunlar alçı-kireç harcı üzerine, bıçak­ la derinlemesine oyulmuş şeritler, murabbâlar, dâireler, altı dilimli gütçelerden ibaret olup, beş dilimli yapraklar ile üzümlerin ayrı-ayn göründüğü ince saplar ile, tamâmiyle tezyini, fakat tabiattaki şekli henüz tanınabilen asma tezyinatı ile sık bir şekilde doldurulmuştur. Satıhlar, iki tarafı aynı olmamakla berâber, ol­ dukça birbirine benzer bir şekilde düzenlen­ miştir. Medâyİn, Takrİt ve K ü fe ’de İslâmî eser­ lerde daha VIU. asırda meydana gelen ve ör­ neklerini Sâsânî alçı-kireç tezyinâtından alan süslerde bunların ilk numunelerini görmek mümkündür { şekil 1 ve 3 ). B üslûbunda tezyi­ natın çerçevesi ve usûlü aynı kalmakla berâber, oymalar bâzan daha az derindir. Buna karşılık nümûnelerin kalıplaşması yeni şekiller ortaya koyar. Burada asma yaprağı ve üzüm gelişti­ riliyor ve kıvrık dal tamamen kayboluyor. A üslûbunda görülen vazo şekli yeipâze biçiminde sağa-sola kıvrılarak, müstakil hâle gelir. Bun­ da şekiller, A üslûbundan çok daha çeşitli olup, daha sonraki üslûba geçiş açıkça kendini belli eder. C üslûbu ise, daha usûlü ile diğer iki üslûptan tamâmiyle ayrılır. Burada tezyinât derinliğine amud olarak oyulmuyor, düz ve yatık olarak kesilmiş tahta kalıplar ile yumuI şak alçt-kireç levhalara basılarak, duvara yer-



SÂM ERRÂ -



¡estiriliyor. Gölgesi olmayan örnekler artık ze­ min üzerinde durmuyor, tamâmîyle sathı dol­ duruyor. Bâzı geçiş örnekleri dışında, bunlar­ da artık çerçeve de yoktur; dokumaya benzer diziler hâlinde bir uçtan bir uca devam eder. „Derin ve amud oymadan yatık ve satıhta kalan örneklere doğru bu ânî değişme ne­ reden gelir ve bunun öncülerini nerede arama­ mız icâp eder ? Bunu Sâmarr&’ nm kurulmasın­ da başlıca âmil olan turklerin sarayda hâkim olması ile izâh edebiliriz. Eski grek ve Roma âleminde mechûi olan yatık kesim, İskit tunç işlerinde ve A itay çevrelerindeki eski türk süs eşyasında, daha miiâddan Önce bile pek yaygın idi. Çok muhtemeldir ki, bu türk boylarının millî san’atlarında İslâm devresine kadar devam etmiştir. Türk asker ve zabitlerinin silâhları, eyer takımları ve hayvan başlıkları ile yayılan bu süs yeni tezyînî şekillerin gelişmesi için, uygun bir temel olmuştur. Sâmarrâ ’nın hakîkî bir san'at hususiyeti olan bu tezyinat, Abbasî devlet üslûbu hâlinde, İran ’a ve Mısır ’a da yayılmıştır. Daha 800 yılından beri tatbik edi­ len A üslûbu B agdad’dan tamam olarak geti­ rilmiş ve kısa zamanda kalıplaşarak, bundan B üslûbu geliştirilmiş, nihayet tahta kalıplar ile baskı usûlü kullanılarak, yeni türk husûsiyeti tamâmiyle hâkim olmuştur" (bk. E. Kühnel gost. yer. şekil 4,to). Harem dâiresinde duvarların üst kısmında insan ve hayvan şekillerini ihtiva eden tezyi­ nat hâkim olmuştur. IX. asırda Abbâsîler za­ manında, Emevîler zamanında olduğu gibi, şe­ killere ve tasvire karşı sevgi devam etmiş ve di­ nî bir mahzûr görülmemiştir ( şekil 9, 1 1 , 12), Cavzak al-Hakâni ’nin serdâb ( mahzen ) kıs­ mında duvarda kireç-alçıdan yapılmış arkaarkaya yürüyen renkli deve şekilleri bulunan kabartma şerit bir istisna teşkil eder { şekil *)



_



S âm arrâ’da kazılar sırasında ele geçirilen keramİkler de bu san'atta çığır açan bir çok yenilikler göstermektedir. Tang sülâlesi devri beyaz ve açık-yeşil renkli çîn porselenleri tak­ lit edildiği gibi, o zamana kadar bilinmeyen perdahlı keramik ve çini işleri de ilk defa S lmarrâ ’da görülmüştür. Mâdenî bîr parıltı ve­ recek şekilde tatbik edilen perdah usûlünde ikinci bir fırın ile sır üzerine süs yapılıyordu. Perdahlı işlerin, Irak ’tan başlayarak, diğer İs­ lâm ülke'eıine, Mısır ve sonra Jran, Suriye, Ana­ dolu ve İspanya ’ya kadar gönderilmiş olması, buralarda da perdah usûlünün tatbik edilme­ sini mümkün kılmıştır. Fakat IX. asırdaki dört renkV' perdah işçiliğine artık bir daha erişile­ memiştir. ( şekil 5). Sâmarrâ bibliyografyası için bk. Crestvell, Bibi, o f ihe Archıt. /İris and



S Â M İR İ



*47



C rafts o f İslam (London, 1961),' s. 20b—209. _ _ ( O k t a y A s la n a p a .) SA M H U D Î. [B k . sem hûdî .] S A M İ. [B k . şemseddîn sâm î .] . S A M ÎR A . [ Bk. sâm İRîl e r .] S Â M ÎR E . [ Bk. SÂMİRÎLER.] S A M İR İ. [ Bk. SÂMİRÎ.J S A M İR Î. AL-SÂMİRİ, yahudileri, Müsâ ’nın idaresinde Mısır ’dan çıktıktan sonra, a l t ı n ­ dan y a p ılm ış olan b u z a ğıya tap­ m a ğ a t e ş v i k e d e n k i m s e n i n a d ı. Eski İbranî dini edebiyâtmda bulunmayan bu ad, Kur'an, XX, 8$, 87 ve 94 ’te geçer. Altın buzağı hikâyesi K ar'an ’da iki yerde zikrolunur. İlk zikre ( Kar'an, VII, 146— 15 3 ) göre, Müsâ dağa çekilince, kavmi Bani İsrâ’ il ( tef­ sirlere göre, al-Sâmiri \ mısırlılardan almış ol. duğu ziynetleri ateşe atarak, altından mücessem ve böğür en bîr buzağı yap ar; durumdan ha­ berdar olan Müsâ, kavmi ne gelince, esef eder ve kardeşi Hârün ’u bundan mes’ûl tu tar; fa­ kat Harun ölüm ile tehdid edildiğinden buna karşı koyamadığını söyleyince, Müsâ kendisi ve kardeşi için Allahtan mağfiret diler. Bu hi­ kâye H urSc, XXXII ’ye uymaktadır. K ez! bu­ rada buzağıyı bizzat Müsâ ’nın kardeşi Hârün yapmıştır ve buzağının böğürmek hassası yoktur. Medine devrinde vahyedilen ( bk. Nöldeke Sebwa!ly, Gesch. des Qorâns, s. 124 v. d. ) ve binâenaleyh daha yeni olan ikinci hikâye, K ur’an, XX, 84—9û ’da bulunur ve burada al-Sâmiri adı, yukarıda kaydedildiği üzere, açıkça zikredilir. Yahudtler, onun emri üzerine, mü­ cevherlerini ateşe atmışlar ve al-Sâm iri, Ha­ ru n ’ un ihtarlarına rağmen, bundan böğüren bir buzağı yapmış ve halk buna tapınıştır. alSâm iri, Müsâ tarafından sorguya çekilince, — „Ben onların görmediklerini gördüm ve Allahın elçisinin izinden ( müfessİrlere göre, Cabrâ’ il’in atının bastığı yerden) bir avuç toprak alarak, bunu (eritilen mâdenin içine) attım" — diye­ rek, kendini müdâfaa eder. Bunun üzerine Müsâ ona cezasını verir 1 yaşadığı müddetçe kendisine tesâdüf edenlere 4—■¿ 5 misâsa ( Kur'an, X X , 97) „dokunmayınız" —diyecektir. K ar'an ’daki bu kısa işâretler, müfessirler tarafından, bâzan yahudi kaynaklarından alı­ nan bilgiler ile, genişletilmiş ve tamamlanmış­ tır. Eski bir rivâyeti tâkip eden a l-T a b a ri’ye göre al-Sâmiri Bani İsrâ'ü ’den Sâmiriler aile­ sine mensûp bir şahıstır. Müsâ, günahından dolayı onu cezâlandırmak için, Bani İsrâ’ii ’e onunla bütün münâsebet ve ticâreti yasak et­ miş olmalıdır. al-Zam ahşari’de de aynı rivâyet vard ır; al-Sâm iri Sâmira adlı, dini yahudi di­ ninden bir az farklı, bir Bani İsrâ’ ü ailesin*



ı4



S À MİRÎ -



den gelmektedir. al-Sâmiri ’ye başka insanlar ile- münâsebetler kurup, ticâret yapmak yasak edildi. Soyundan gelen halkın bugün bile bu kaideye bağlı kaldığı söylenmektedir. al-§a'labi de teferruatla anlattığı altın buzağı hikâ­ yesini aynı şekilde sona erdirmektedir. Daha sonraki müfessirler hikâyeyi bu esaslar dâhiünde, fakat daha tertipli bir hâlde ve hâdise­ leri daha mantıklı bir şekilde ( msl. buzağının vücudunda delikler açılmış olup, bunlardan ge­ çen havadan dolayı ses vermesi v. b. g ib i) tek­ rar etmekten başka bir şey yapmamışladır. Bazıları da al-Sâm iri’nin asıl adının Hirün b. Ca'far olduğunu söylemişlerdir. Bu hikâyenin ikinci şekli ile, menşe’ini Kİtâb-ı mukaddes ’te ve yahudilerin dinî edebiyat­ larında arayan Abraham Geiger, al-Sâmiri ile Samma’el adlı şeytanların hükümdarının karış­ tırılmış olduğu kanâatinde idi. Kendisi bu hu­ susta P irk e Rabbi E li'ezer, X LV ’i zikreder ki, buna göre, bâzı tefsirlere nazaran, Bani İsrâ’ il ’i doğru yoldan çevirmek için buzağı içinde sak­ lanmış olan Sammâ’ei böğürmüştür. Fakat ger­ çekte P irk e Rabbi E li'ezer de bulunan buza­ ğının bağırması keyfiyeti tamâmîyle müslüman rivayetlerini te’siri altında tasavvur edilmiş ve onlarca meçhul al-Sâmirİ adı yerine, ben­ zeri olan Sammâ el adı konulmuştur. Sigmund Fraenkel ( Z D M G , LV I, 73) ise, K u r 'a n 'da görüldüğü üzere, al-Sâmiri hikâyesinin kayb­ olmuş olan ve altından buzağı yapan Harun ’un büyük günâhını bir sâmiri ’nin üzerine yük­ lemek isteyen bir yahudi Midraş ’ından çıkmış olması gerektiği kanâatindedir, Goldzİher, Sâmirilerin kendileri dışında ka­ lan âlemden ayrılmaları hikâyesine dayanarak, a l-S âm iri’yi Sâmirilerin mümessili olarak tas­ vir eder. Onların bu ayrılması daha Sirach, L, 25 ve İncil ’ 1er ( Luka, IX, 52 ; Yuhannâ, IV, 9) tarafından te’yit edilmektedir. Goldzüier yahudi, hırİstİyan ve müslüman rivayetlerini mukayese ederek, bundan Sâm iriler İçin sâmiri olmayanlar ile temasın bir leke sayıldığı neti­ cesini çıkarır. Bu da Kur'an ’da, İlâhî bir ce­ zanın neticesi olarak, izâh edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' . al-Tabari, Ta/sır ve al-Zatnahşari, al-K a şşâf {K u r 'a n 'ın yukarı­ da zikredilen âyetlerinin tefsiri); al-Şaİabı, K ısas al-anbiyct (Kahire, 1282), s. 8 2; alHâzin, Lubdb al-ta'vil f i ma ani al-tanzil ( Kahire, 1 3 3 1 ) , 11, 238 v. dd.; al-Tabari, Târik (nşr. de Goeje), I, 352—357; Geiger, Was kat Mohammed aus dem Judenthume aufgenom m en? (Frankfurt, 1902), s. 162— I&5; S. Fraenkel, D er Sam iri { Z D M G , 1902, LV f, 73 ) ; I; Goldzİher, Lâ misâsa Reiıue A fricaine, nr. 268, Cezâyir; 1908; s;



SÂMİRÎLEÜ 23, 2 8 ) ; D . Sidersky, Le s origines des lé­ gendes musulmanes dans le-, Coran et' dans ■ la vie des prophètes (Paris, 19 3 3 ), s. 87 v. dd. ; Heinrich Speyer, Die biblischen E r­ zählungen im Qoran 2. tab. ( Darmstadt, 1 9 3 1 ), s. 3 2 2 — 333. ( B e r n h a r d H e l l e r .) [B u madde A, A t e ş tarafından: tâdil vé ikmâl edilmiştir ]. S Â M İR İL E R . SÂ M İR İLER , bir k a y m î v e d i n i c e m â a t olup, bunların son mümes­ silleri N â h 1u s ( eski Sichern ) ’ta oturmaktadır (bunlara bugün orada SüMARA derler). Pek muhtemel olarak, arap fütûhâtı yolu ile İslâm hâkimiyetine giren ilk kavimdir ve bu hâkimi­ yet asırlar boyunca fasılasız devam etmiştir. Roma ve Bizans hâkimiyeti devrinde N ä b 1 u s sakinleri He garp âlemi arasındaki esasen za­ yıf temâsları, arap fütuhatından itibaren, büs­ bütün kes’Imiş ve Sâm iriler arap medeni­ yeti denizinde tecrit edıinrş bir adacık gibi kalmıştır: İslâm medeniyetinin gittikçe yayılan t e ’siri ile birlikte bu kültürler ile olan karşı­ lıklı münasebetlerin tetkiki çok alâka verici bir mes ’eledir. Bir tarafta çölden gelen yeni bir kültürün İnkişâfım, diğer tarafta bir edebî hayatın durgunluk ve uyuşukluktan kurtarıldığı­ nı görüyoruz ; şu hâlde, görünüşe göre, bu tarz­ da bir nüfuzun' izlerinin mevcSdiyetini iarzetmekte tamimiyle haklıyız. Bu mühim bir nok­ ta d ır; zira biri arap edebiyatı olan iki edebi­ yat arasında her hangi bir benzerlik bulundu­ ğu zaman, aslî şeklin ve tekaddümün arapedebiyatına âit olduğunu ve diğerinin bunu ondan almtş bulunduğunu kabûl etmek hemenhemen bir näs hâline gelmiştir. Ancak irap ­ ların kültür ve medeniyet ufuklarında görünen en son şark halkı olduğu unutulmaktadır. Onlar sonuncu idiler ve başlangıçta kendiliklerinden çok bir şey meydana getirmemişlerdir. B il’akis onlar geçmiş medeniyetim tevarüs etmişler ve doğruyu söylemek lâzımsa, bu zengin mirası toplamak için, çok gayret sarfetmiş ve bunu sür’atle arttırmışlardır. Eski devirlerde Sâm irilerin sayısı ve işgâl ettikleri mevki çok az olarak takdir edilmiştir. Onlar şımâl kabilelerini temsil ediyorlar ve Bâbil ile İran imparatorlukları iç'nde kalabalık zümreler hâlinde dağılmış bulunuyorlardı ; bun­ dan başka dâimâ yabudiler ile yan-yana ya­ şamakta idiler. Yahudilere mezhepçe muhalif olduklarından, yahudilikfe başka dalâlet mez­ hepleri arasında bir köprü teşkil ediyorlardı. Müsâ ’nin kanunlarına çok sıkı bir şekilde bağh olmaları dolayısı ile, yeter derecede yahudi sa^ yılabilmelerine rağmen, peygamberleri "redd­ ediyorlar ve Dâvüd ailesine sadâkati .kabûl'et­ miyorlardı. Yahudileri mukaddés yatıları de-



SÂ M İR ÎLER .



149



ğiştirmekle ilk ithâm edenier onlar olmuştur hiristiyan da, A b Samlıya. Fakat sâm iri yeni ki, bu ithâm sonraları hiristiyan, müslüman ve dini kabût etmedi ve Peygambere omuzları itfâniye mezhepleri tarafından yeniden ele alın­ arasında bir cüzzamlınınkine benzer bir leke mıştır. Sâm iriier için, naslarmm en basit bir bulunduğunu söyleyerek, onun üzerinde diğer­ harfini deriştirmek, dualarında derişiklikler lerinden daha çok te’sir yaptı. Bu kehânet yapmak, melekler bilgisine yeni görüşler ve için minnettarlıktan dolayı, Peygamber Sâmiriyeni esâslar idhâl etmek imkânsız idi ; bunu lere varlık ve vicdan hürriyeti verdi. Peygam­ âneak aynı gövdeden ayrılan ve bu nevî de- ber tarafından yazdırılmış olan vesika ‘A li b. .»''■'tirmeleri yapabilmek suretiyle ayrı bir fırka A bi Tâlib tarafından te’yit edildi. Sâm iri’n’n „.../dana getirecek olan yeni bir mezhep ger- adı Şassata(?) id i; sonra Kabaşa adım aldı ki, çekleştirebilirdi. ' ileride bahis mevzuu edilecek olan Kabaşi ai­ Sâm iriier arasında dinî fırkalar var id i; fa­ lesinin ceddidir. kat Sâm iri vekayî-nâmelerinden çıkarılan bil­ İslâmiyet ile sâmirilik arasında bir çok ben­ gilerden anlaşılabiidiği kadarına göre, bu fır­ zerlik vardır. Çok iyi bilinen kelime-i şehâdetkalar islâmiyetten çok asırlar : evveline âıt İdi ■ten hareket edelim: La ilâha illa 'ilâh „A l­ Ve bununla müşterek hiç bir şeyleri yok idi. lahtan başka ilâh yoktur". Bu Sâm irilerin Leş Bİnnetîee şu vak’a üzerinde çok İsrar edile­ elâh illâ ehâd (veya kendi telaffuzları ile mez: umûmî bir tarzda ve eski devirler için, a â d ) „birden başka Allah y o k tu r") ’ma te­ •Sâmiriier islâmiyete bir şey borçlu değildirler. kabül eder. Yahüdıler İçin olduğu gibi, Sâmi' F i l i s t i n ’i n a r a p t a r t a r a f ı n d a n riler için de ulûbiyetin birliği temel fikir idi. f e t h e d i l m e s i Sâm iriierce sevinç ile kar- Btı tâbir eski sâm iri İlâhîlerinden biri olan ve şıianmış olm alıdır; bu kendilerini Bizans hü­ hakkında pek az şey bilinen ve ileride de kümdarlarının ve kilisenin müstebit ve kindar bahsedilecek olan eski sâmiri Yûşa kitabı ite takiplerinden kurtarıyordu. Onlar için en ka­ ilgili dualarda da bulunmaktadır. Sâm iriier bu ranlık devir, bizzat kendilerinin tesbit ettik­ duaların menşe’ini ve bir de söylenmiş olduk­ leri üzere, bütün yazılı eserlerini tahrip eden ları vesîleyi mâlûm sayarlar. Fakat buna veri­ Hadrianus devrinden başlayarak, araplarm hı­ lecek tarih ne olursa-olsun, Y û ş a ’m duasının ristiyan hâkimiyetine son verdikleri zamana Marka ’dan daha eski ve muhtemel olarak Enkadar devam eden devir oldu. Yeni efendiler şira, yâni açılış duasından bir az daha yeni ile Sâm iriier arasındaki münâsebetler gâlibâ olduğu şüphesizdir. Enşira ’da da „birden başka Allah yoktur" dostâne id i; dinî hürriyet ve hareketlerindeki serbestlik bizzat Peygamber tarafından veril­ ifâdesini ve esâs itibârı ile istinat ettiği Kimiş ve ‘A li b. A b i Tâlib tarafından te’yit edil­ tâb-ı mukaddes parçasının yerini ( Tesniye, IV, miş gibi gösterilen vesikalar ile te’minat altına 39) biliyoruz; Sâm iriier bunun sonuna milalınmış idi. ' lehaddö kelimesini ilâve ederler ki, bu da „on­ Bu vesikaların metni, Abu ’l-Fath tarafından, dan başka kimse" demektir; yâni: bu birden mevsûk olduğundan aslâ şüphe edilmemiş olan, başka hiç bîr Allah yoktur. ikinci benzerlik: Kur 'an ’ın, bâzı telakkilere arapça sâm iri dilindeki vekayî-nâmesinde veril­ miştir. Ne olursa-olsun, bu vesikalar asırlar göre, birinci kelimesi B i ’ s m i ’ 11 â k („A lla ­ boyunca kendileri için bir himaye kaynağı ol­ hın adı ile ") 'tır. Bu tâbire husûsî bir değer muş gibi görünmektedir. Yalnız bâzı mahallî verilmiştir ve müslümanlar tarafından her za­ valilerin mutaassıp müdâhaleleri bu durumda man kullanılır. Gerçekte dinî veya gayr-i dinî bâzan geçici karışıklıklar meydana getirmiştir. her hareket ve amel bu tâbir ile başlar. Bu Bütün olarak, münâsebetler dostâne kald ı; zi­ hakikatte Allahtan bir istimdat değil, fakat ra Sâm iriier, bu vesikalar dışında, „müsâmaha onun en te’sirli ve en kudretli adını zikretme­ edilen" dinlerden birine mensûp idiler. Bu ve­ dir. Sâm iriier de ( Tesniye, XXXII, 3 ) bu sikaların verilmesi hak kında Abu ’l-Fath tara­ K ih cşem Adönay ekrâ ( „zîra efendnin adın» fından adatılan bir fıkra vardır. Buna göre, çağırıyorum ") şeklindedir. Diğer bir benzerlik de, daha ziyâde bir nevî üç hakîm, üç müneccim, Peygamberin çıkaca­ ğını ve muzaffer olacağını görmüşlerdi. Bun­ kısa akîd beyânı olan bizzat f â t i h a 'd a görü­ ların biri yahudi, diğeri hiristiyan ve üçüncüsü nür. Sâmirilerin Enşira dedikleri açış duasına sâmiri idi. Her üçü. de, müstakbel büyüklüğü­ benzer : 'A m adii kammeka *al-fatah rakameka nü haber vermek için, Peygamberi bulmağa „senin önünde, senin rahmetinin kapısında bu­ gittiler. Peygamber çok mütehassis oldu, ön­ lunuyorum“. Enşira ’de kibla, duâ sırasında mukaddes ceden verilen haberi minnetle karşıladı ve yahudi ile hıristiyana kendi dinini kabûl etti- dağa doğru dönmede bulunmaktadır. Gerçekte rebiidi. Yal udi meşhûr K a‘ b al-Ahbâr idi ve H arem ’e doğru dönme yahudiicree de bilin­



ıgo



SÂM İRİLER.



mekte idi. Dânyâ! ( IV, 10 ) dul etmek için diz çöktüğü zaman, Kudüs ’e doğru 3 defa döner. Fakat bu Sâmirilerde dinî amellerinin bir kısmını teşkil eden esaslı bir nas id i; çün­ kü Garizim dağı üzerindeki menâsik onlar île yahudiler arasında en belli-başlı farkı teşkil ediyordu. Sacada ( mascid kelimesi bundan gelir i, ta­ pınmağa yâni ülûhiyete tapmağa delâlet etmek üzere, araplar tarafından dışarıdan alınmış bir kelime ise, ârâmî olmakla berâber, yahudilerin bunu dinî bir amele delâlet etmek üzere, aslâ kullanmadıklarını tesbit etmek dikkate değer ve kelime süryânî dilinde de bu umûmî mânayı almış görünmektedir. Sâm irilerde bıPakis Eri­ şir« ’da bulunur ve „ülûhiyete tapma, ibâdet" mânasında, mfitad bir ıstılahtır. Peygamber ile, Sâmirilerin tasavvur ettiği şekilde, Müsâ arasındaki muvazilik mühimdir. Musa, onlara göre, yegâne peygamberdir ve Allaha karşı gösterilen saygıya yaklaşan bir ihtiram mevzuudur. Müsâ ’ya verilen en mühim sıfatlar yegâne peygamber, sadık ve emin peygamher, mucize ve hârikalar yapmak üzere, Allah tarafından seçilmiş elçi sıfatlarıdır; bun­ dan başka kimse ona müsâvî deği’dir ve za­ manların sonuna kadar kimse onun gibi olma­ yacaktır. Müsâ ’yı bu şekilde gösterme yahudi edebiyatında bilinmemektedir; burada Müsâ dâimâ Möşe Rabbenö, yâni „bize öğreten" veya ..efendimiz Musa" ismi île tanınmaktadır. HanN âbi han-ne emân veya ha$-Şâli“k Sâmirilerde dâimâ aynı kalan ibaredir. Büyük bir ehemmiyeti olan bir noktaya daha husûsiyetle dikkati çekmek lâzımdır. Bir mü­ kâfat ve ceza gününe îman husûsunda fatiha ’da bulunan bir beyân bahis mevzuudur. Sâmi­ riler bunun menşe’ini Tesniye, XXXII, 35 *e çı­ karırlar ki, burada Tevrat âlimlerinin „intikam ve mükâfatlandırma bana aittir ( li )" okumala­ rına mukabil, Sâmiriler „intikam ve mükâfat­ landırma gününde {.h-yöm )" okurlar. Yukarıda söylenilenler göz önünde bulundu­ rularak, burada Enşira ’nm bir az kısaltılmış bir tercümesini ve bilhassa bizim araştırmala­ rımızı ilgilendiren kısmını vereceğiz: „Senin önünde, merhametinin kapısında, ey Rabbim Allah ve babalarımın Allahı, kendi gü­ cüme göre, senin medhini ve hamdini ve sa­ yısız büyüklüğünü bildirmek için, duruyorum. Zavallı ve zayıf olan ben bugün İnliyorum ve gönlümde hissettim ki, sen yukarıda göklerde ve aşağıda bu yer-yüzünde hüküm süren Rabb, Allahsın ve senden başka İlâh yokt ur . . . Se­ nin mukaddes adın ebediyen mübarek olsun. Birden başka Allah yoktur. Ey Rabb, biz ebe’îyen yalnız sana tapacağız ve biz ebediyen



yalnız sana ve peygamberin M usa’ya inana­ cağız; yalnız senun yazdığın hakîkate, senin ibâdet yerin Garizim dağına, B ethel’ e istira­ hatın, mirasın ve ş ekinâ (harem ) ’mn dağı­ na ve' cezâ ve mükâfat gününe inanacağız. Ehye aşer ehge, Rabb bizim Allahımızdır, Allah bir ve tekdir. İyilik ve rahmeti ne kadar son­ suzdur t Elindeyim. Rahmetini, iyiliğini diliyo­ rum ve kalbimin ve rûhumun en derinliklerinden bağırıyorum: Ey Rabbim !". A rap mahdi ’si ile Sâm irilerin T&heh ’i ara­ sındaki muvazilik de böyledir. Merasimler, namazlardan önce, a b d e s t ve gu s ü l ü n husûsî şekilleri de müslümanlar ile Sâm iriler arasında müşterektir ve n a m a z h a r e k e t l e r i n d e , her secdede ve husûsî durumlarda v.b. onlar ile müslümanlar arasın­ da kuvvetli bir benzerlik görülür. Bir başka benzerlik de, bîr çok sûrelerin ba­ şında bulunan e s r a r l ı k e l i m e l e r v e h a r f l e r ile ilgilidir. Sâm iriler kanûnun (k işşa ) her bölümünü, bu bölümün içinden bü­ tününü temsil etmek için yeter derecede husûsiyeti olan münferit bir kelime alarak, göste­ rirler. A rapça tercümede ve bilhassa eski mus­ ka ve tılısımlarda bu kelimeler böytece bir nevî gösterici hâline geliyor ve serlevha vazifesini görüyor. Bu münferit kelimelerin husûsî cedvelleri de yapılmıştır. Tılısım ve muskalarda bu kısaltma bir derece daha ileri götürülmüş­ tür; burada, gösterici kelimeler, zarurî ola­ rak, İlk harfler olmayan, fakat çok zaman bu gâye ile seçilmiş orta veya son barf olan basit harflere İndirilmiştir. Bu busûsun aydın­ lanması yunanca sihir papiruslarında ve latince tazarrûlarda aynı vetireyi bulmama bu sûretle asırlar boyunca âlimlerin maharetleri ni ve ze­ kâlarını şaşırtm ış olan bir mes’eleyi halletmeme imkân vermiştir. Fakat sihri tatbikat dı­ şında, bu vetirenin başlıca değeri okuyucuya bahis mevzuu bölümü bulmasına yardım eden hatırlatıcı işaretler vazifesini görmek idî. Şu hâlde sûrelerin başında bulunan o kelimelerin ve harflerin kullanılması da, muhtemel olarak, böyle olmalıdır. Bu durum karşısında sâm iri an’ ane ve rivayetleri ile islâmîyetinkiler ara­ sında mukayeseli tetkiklerin yapılması faydalı olacaktır. Sâmirilerin durumu islâmiyetin nihâî zaferi üe değişti; bununla, bu devirden sonra bile, arap edebiyatının Sâm irilerin dini ve dinî amelleri üzerinde k a f i bir te’sir yapmıştır demek iste­ miyorum. Gerçekte arap fütûhâtı yalnız siyâsî bir hâkimiyet değil, aynı zamanda dînî bir fütûbât idi. Yeni din idâre altına alınmış halk­ lara bâzan zorla kabûl ettiriliyordu. Yalnız „mü­ samaha edilen" bâzı dinler bundan istisnâ edi­



SÂ M İR ÎLER .



15 1



liyordu, Başka milletlerin inanıp saygı göster­ rında hâlâ ârâmî dili kullanıldığı hâlde, eski dıi diği yeni kitaplar yerine, yeni bir mukaddes ve eski ameller ile münâsebetleri ilk koparan­ kitap konulmuş idi, Arap dili bu suretle mu­ lar olmuştur. Bu Sâm irileri, arap dilini almak kaddes yanların dili oldu ve yalnız Kur'an ’m üzere, sâmiri-ârâmî dilini terketmeğe zorlayan, sûreleri, ibâdet metinleri arapça olarak yazıl­ hâdiselerin tabi'î neticesi idi. tik dil hakkındamış ve okunmuş değildir; fakat dualar ve İlâhî­ ki bilgi sür’atle kayboluyordu. Bu dil aslında ler de bundan böyle münhasıran bu dilde yazı­ ibâdet merâsimlerine tahsis edilmiş olduğun­ lıyordu ve her kes bunu öğrenmek mecburiye­ dan, tercüme etmek mecbûrıyeti duyulan ilk tini duyuyordu. Bu dil arap hâkimiyeti altın­ şeylerin duâlar ve İlâhîler olması muhtemel­ daki bütün halkların yeni müşterek dilleri, bi- dir. Bunlar, söylemiş olduğumuz gibi, Sâm iri ribirlerini anlamak için yegâne vâsıtaları oldu; dilinde yazıtmış idi ve hissedilen ilk vazifenin öyle ki, git-gide yahudi ve Samirilerin de bir halka kendi dualarını anlaşılabilir bir hâle getir­ kısmını teşkil ettikleri milletler arasında diğer mek olduğu bedîhîdir; Kîtâb-ı mukaddesin ter­ cümesi çok daha sonra yapılmış olmalıdır; zîra dil ve lehçelerin yerini aldı. „ İslâmiyet, Sâm iriler için, Hıristiyanlık ve zer* acele hiç bir zarûret bunu mecburî kılmıyordu; düştîiikten ziyâde tehlikeli oldu. Naslarda ve ibrânî dili mukaddes dil idi ve hâlâ böyledir amellerde büyük bir benzerlik varidi ve bilhas­ ve şimdi Kitâb-ı mukaddes’e âit metinler ibrânî sa saf Allah birliği her iki dinde müşterek idi. dilinde okunmaktadır. Targüm Kitâb-ı mukad­ Samirilerin İslâmiyet tarafından cezbediimeleri desi dindarlara izâh için kâfî geliyordu. Sâtabi’l idi ve kendileri, çok müsamaha ve iyi mirilerden bizzat topladığım bilgilere göre, niyetli bir muâmele gördüklerinden, eski dil­ kinşâ ’da tercümeden istifâde edilmesi XVII lerini, ârâmîyi terkedip, yerine arapçayı alma­ asrın sonuna kadar devam etmiştir. Bu vazifeye ları tabi’î idi. Bu suretle Sâm iriler konuştukları tâyin edilen kimseye haftavi denilirdi ve son ârâmî lehçesini yavaş-yavaş terkettiler, arapça h afiavi bu asırda ölmüştür. Targüm ’un İnşâdı konuşmağı öğrendiler ve bunun neticesinde, o zaman kesildi. Şuna dikkati çekmek lâzım­ yazılarında arapçayı kullandılar. Sâmiriler tara­ dır ki, bir arapça tercüme Targüm ’un yerini fından konuşulan leheenüı, mutlak bir şekilde, almamıştır. Targüm ’un ciddî bir tetkiki arapyunanca değil, ârâmî olduğunu zikretmek ye­ çaun gittikçe artan te’siri hakkında bir fikir rinde olacaktır; eski Sâmiri rivâyetlerinde yu- edinmemize imkân verir. Daha önce İşaret et­ nancanın izi yoktur, Yahudİler ve Sâm iriler çok tiğimiz gibi, sâmiri dili bilgisi sür'atle kayb­ uzun zamandan beri bu dili kullanmağı berta­ oluyordu; bu dar bir okumuş-yazmış çevresi­ raf etnıiş'erdi. Sânvrilerİn bütün eski edebî ne inhisar ediyordu ve bugünkü günde de hâ­ âbideleri kendilerine mahsûs otan bu husûsî ve lâ böyledir. Aralarında hâlâ eski sâmiri dili dikkate değer ârâmî dili ile yazılmıştır; yegâ­ ile konuşan bir mıkdar râhip vardır; fakat bü­ ne istisuâ sabbath gününde ve bayram günlerin­ tün öteki Sâm iriler yalnız arapça bilirler. Za­ de okudukları ve husûsî vesileler ile de inşat et­ manla Ttrrgüm sâdece mûtad isrâr ile bağlan­ tikleri K.itâb-1 mukaddes metinleri îd i; bunlara dıkları dinî bir an'ane hâline ge ld i; zîra halk bir de k a tef denilen, ibâdet gayeleri için husû­ için mânasını kaybetmiş idi. Yavaş-yavaş bâzı sî bir tertibe göre toplanmış, Kitâb-ı mukaddes tâbirler, çok bilgililer için bile, eskimiş bir hâ­ şiirlerinden teşekkül eden müntehabât veya seç­ le geldi ve tam bir kayboluşa kadar derece meler ilâve olunuyordu. Bunun aksine bütün derece bir değişme görüyoruz. Eskimiş kelime duâlar, bütün manzûmeler ve bütün İlâhîler bu leri izâh etmek İçin, arapça şerh lugatları so halk ârâmî lehçesi ile yazılıyor. Tevrat ’1 da kuldu ve sonraları bu şerh lugatları metnin aynı dile tercüme ettiler ve -Targüm, bu se­ bir parçası hâline geldi. Devamlı bir kullanış bepten, en eski yazılar arasında bulunmaktadır. sonunda, bunlar o kadar çok değiştirîlip-boOrtaya bir mes’ele çıkmaktadır : Sâm iri dili zuldu ki, Targüm 'un toplanmasından sonra, kutne zaman arapça ile değiştirildi ? Burada ya- hean denilen ve menfadan önceki devrin baki­ hudiler ile ve aş.-yk. benzer olan aynı şartlar yeleri kabût edilen eski kelimeler olarak tav­ içinde inkişâf eden yahudi mezhepleri ile mu- sif edildiler. S. Kohn bu hatâyı ve bunla­ vâzîliğin büyük yardımı olabilir. Antaşılabildiği rın bozulmuş arapça kelimeler olduğunu tesbit kadarına göre, halkın arapçayı rahatça kulla­ etmiştir. Sonraları Targüm ’un arapçaya tam nacak ve bunu ibâdetin edebiyatına sokacak bir tercümesi yapıldı. Aynı Abu Sa'id adını kadar eski lehçeyi unutması için en az iki taşıyan iki kimseye İsnât edilmiş olan iki ter­ asır, hattâ daha ziyâde zaman lâzım gelmiştir. cümenin mevcut olup-olmadığmı tâyin etmek IX. asırdan önce hemen hiç bir şey bulunamaz, çok-güçtür; fakat şimdilik muhtelif metinler ö y le görünüyor ki, yahud'ler arasında Karay- üzerinde o kadar az vesika bulunmaktadır ki, lara benzer, muhâlif mezhepler, 'Anân yazıla­ kat’î bir neticeye varmak imkânı yoktur.



SA M ÎR İL E R . Fakat bu mes’eleyi halletmeği denemeden cn ce, kinoş veya defter ( en eski duâ ve İlâhî­ ler dergisine bu isim verilir) ’deki dualar ter­ cümesinin tarihlerini kat'î ve açık bir şekilde göstermek zarûrîdir. Kinoş, itiraz edilmez bir şekilde, en eski devirden beri nakledilmiş olan ve bütün yıl duâda kullanılan malzemeyi ibtivâ eder. Eski, XIII. asrın ortasından kalma, Br. Mus. Or. 5034 yazması ile XIX. asrın orta­ sında ve sonunda baş-râhip Aron oğlu Yakob tarafından yazılmış olan yeni yazmalar arasında yapılan bir mukayese değer verilecek farklar göstermez, istisnasız olarak, ibâdette kullanı­ lan bütün kitaplarda arapça sSmiri alfabesi ile yazılmıştır. Arap harfleri, yalnız dinî olma­ yan yazılarda ve ancak tamâmiyle yeni devir­ de, Sâmirilerin arap harfleri ile bir tercüme­ sini yapmağa başladıkları İbranî Kitâb-ı mu­ kaddes, metn'n yanında bulunmak üzere, kulla­ nılmıştır, Bu tercümeler edebî arapçaya değil, fakat bilhassa Filistin lehçesine yapılmıştır. Bandan başka Sâmiriler, çok nâdir olarak, arap' alfabesinin benzer harflerini biribirlerinden ayırmak için, noktalama işaretleri kullanırlar. Gerçekte bu kitaplardan, Tevrat ( Tekpîn, LevîliJer) ’m arapçaya tercümesi ( Kuenen, Spe­ cimen, Leiden, 18 51— 1854 Abu ’ 1-Fath ’m vekâyî-nâmesi { nşr. Vilmar, Gotha, 1865), Yûşa’ kitabı ( nşr. Juynboll, Leiden, 1848) ve gra­ mere dâir bir kaç parça ( nşr. Nöldeke, G.G.N., nr. 17, 20) müstesna, hiç birinin basılmamış olduğunu söylemek lâzımdır. Bunları arapça olarak neşretmek husûsiyle sâmiri an’ane ve rivayetleri ile meşgul olan âlimler arasında faydalı olabileceği kimselerin sayısını çok azalt­ mak olacaktır; hâlbuki bunlar, önce düşündü­ ğüm gibî, ibrânî-sâmîri şekilleri ile neşredilirse, bu araştırmalar ile ilgilenen daha çok sa­ yıda âlim bunlardan istifâde edebilecektir' Bun­ dan başka mnhâbere ile, henüz mevcut olan kitapların cedveilerinİ ve mümkün olduğu nisbette, Sâmirilerin verebilecekleri kitâbiyat mâhîyet'nde malûmat da elde ettim. Bu malûmat son derecede karışık ve tezatlar ile doludur. Binnetîoe kitâbiyâta âit göstereceğim atıflar ancak çok kısa olabilir: zîra hâlâ mevcut olan ve elde edilebilir bir hâlde bulunan bu yazıla­ rın ekserisin;n nüshaları British. Museum ’da dır. Rahip D. S. Sassoon, Sâmir ilerden mühim mıkdarda kıymetli yazmaları, bu eserlerin yeninüshalarıni ve bir de yukarıda zikredilen mü­ elliflerin, MunaceS’nm, Şams al-Din ve al-‘Askari ’nin, son zamanlara kadar Sâmirilerin elin­ de bulunan eserlerinin eski nüshalarını te’ min etmiştir. Steİnschaeider Avrupa kütüphâneierinde bulunan diğer bütün sâmiri yazmaları hakkında tam bilgi vermiştir. Bir de mühim



sayıda müracâat yerleri gösteren A . Cowley { Jew ish Encyclopedia, X, 67 v.dd.) ’in maka­ lelerini, Samaritan L itu rg y ( Oxford, 1909 ) ’si­ ni, husûsiyle II. cildin girişini (s. 17 v.dd.) zikr­ etmek lâzımdır. Bk. bir de W. G. Moulton ( H asting’s Encyclopaedia o f Religion and Ethics, XI, 161 v.dd.) J Montgomery ( The Sama­ ritans, Philadelphia, 1907 ) kısa bir taslak ver­ mektedir. S â m i r i e d e b i y a t ı . — Sâm irilerin arap­ ça tercüme edebiyatının mümeyyiz vasıfların­ dan biri tercümenin h a r f i y e n olmasıdır. Asıl metin hemen dâimâ kelime-kelime çevrilm iştir; her iki metnin bir sahife üzerinde, muvâzî iki sütfinda karşt-karşıya yazılması kaidedendir ve çok zaman ibtimamlı yazmalarda, arapça satır­ da İbranî veya sâmiri dillerindeki kelime sayısı kadar kelime bulunur. A rapça sâmiri dilinin yerini almak üzere kutlanılmış değildir ; burada yalnız duaların aslî dil'ni artık anlamayanlara mânayı açıklamak için bulunmaktadır ve aynı mümeyyiz vasıf Kitâb-ı mukaddes ’in arapçaya tercümesinde, yeniden ve aynı derecede olmak üzere, kendini göstermektedir. D u a l a r ı n tercüme edildikleri d e v i r VIII. ve IX. i m. s.) a s ı r l a r a r a s ı n d a olabilir; O hâlde Kitâb-ı mukaddesin tercümesi bir az daha mu­ a h h a r bir d e v i r d e yapılmıştır. Eski yazmaların, bilhassa üç dilli olanların ( Avrupa ’da bulunan en eski ve tam yazma şimdi British Museum’daki yazm adır) metin­ leri Vilmar basması ile mukayese edilirse, çok ciddî bir takım ayrılıklar görülür. İhtimâl, nev’inin en eskisi olan bir başka yazma ( bendekı 1164 numaralı yazm a) da tetkik edilir­ se, ayrılıkların mıkdârı daha da artar. Bahis mevzuu olan yazma, bildiğime göre, arap harf­ leri ile yazılmış yegâne yazm adır; fakat ibranı ilâve metni ihtiva etmez. Son yaprağa bakıla­ cak olursa, bunu 1328 yılında yazmış olan müstensih bir sâmiri değil, fakat pek muhtemel olarak Suriyeli bir hırisiiyan idi. Bu bir güzel yazı üstadı İdi ve sâm iri kişşim ’ larının, yâni küçük bölümlerinin başlıklarını çok güzel bir sâmiri yazısı ile yazmış idi. Güvenilebilir bir metin elde etmek istersek, tenkitli bîr araştır­ ma için bütün bu yazmaların mukabele edil­ mesi gerekir. Bu ayrılıklar nasıl uzlaştınlabilir ? Aynt adı taşıyan iki kimsenin aynı eser üzerinde çalış­ ması ve amelî olarak, biribirinin aynı olacak şekilde iki eser getirmeleri az muhtemeldir. Hiç şüphesiz, burada XI. asır ile XII. asır ara­ sında yaşamış olan bir k i m s e n i n e s e r i bahis mevzuudur. Eser asırlar boyunca, de­ vamlı bir şekilde gözden geçirilmiş ve bo­ zulmuştur. Bu devamlı değiştirme ve tâdillerin



SA M IR 1LE R . sebebini Targüm 'nn hâlinde aramak lâzımdır ; zır a T ar güm bu teşebbüse derin bir şekilde te’sir etmiştir ; müellif sonunda kendisini dua­ ların tercümesine sevkeden tatbikatı tâkip et­ miştir. Güdülen gâye slm iri dili ile yazılmış olan aslî metinleri halka anlatmağa yardım etmek idi. Burada ilk gâye İbranî metnin değil, 7 argüm ’un yerini alacak bir eser meydana getir­ mek idi. Arapça bir TargSm ârâmî T ar güm ’un yerini almalı idi. Bununla tercümenin bil­ hassa o devirde henüz mütercim tarafından an­ laşılan Targam ’un esâs alındığını da kastedi­ yorum. Mütercim slm iri dilini rehber almış idi ve İbranî metni muhafaza ettiğine göre, şüphe­ siz, bunu da dikkat nazarına almış idi ; fakat Targam ’a doğru dan-doğruya istinat ediyordu. Şimdiye kadar fark edilmemiş olan bir vakıa Targam ’un, hiç olmazsa, iki ayrı şeklinin mev­ cut olmasıdır. Arapça Targam ’ 1ar gibi, bun­ lar esâs itibârı ile biribirlerinden ayrılmaz; fa­ kat bunlar hiç şüphesiz, muhtelif devirlere mensûp âlimlerin biribirini müteakip eseri göz­ den geçirmelerinin mahsûlü id i; bunlar şerh kelimeleri ekleyerek yahut kelime veya ibârelerı değiştirerek, tercümeyi değiştirmişlerdir. Bu değişik şekiller başkaları arasında, üç dilli metinlerde ve muhtelif vesilelerle nüsha fark­ larını sahîfelerin haşiyelerine îşâret etmiş olan Aron oğlu baş-râhlp Yakob ’ un benim için istinsah ettiği yeni nüshada görülebilir. Tor­ d u m ’un bu iki şeklinin verdiği misâl, arapça tercümenin biribiri arkasından gelen roüstensiiılerİ tarafından tâkip edilmiştir. Farklar bun­ dan ileri gelmektedir; bununla berâber bu farklar, Abü S a'id ’e isnât olunan tercüme gibi, daha eski bir tek tercümenin meveûdiyeti imkânını bertaraf etmek için kâfi değil­ dir. Bunun tarihini tesbit etmek için, Tekvin, bahis X ’da tesadüf edilen muhtelif milletlerin adlarının tercümesinde ve bîr de Tevrat ’ta baştan-başa dağılmış bîr şekilde tesadüf edilen başka millet adlarının ve coğrafî adların ter­ cümesinde bâzı imkânlar bulunabilirdi. Arapça tercümede, Targam ’da ve İbranî metinde te­ sadüf edilen adlar yerine, başka adlar konul­ muştur. Daha o zamanlar unutulan veya ne ol­ duklarının tesbiti güç olan eski isimler yerine, muasırları tarafından daba iyi bilinen, daha yeni adlar koymak âdetine, başkaları arasında, Josephus “ta ve Filistin Targümim ’inde tesa­ düf olunuyordu. Bunlar tercümen'n veya daha sonra yapılan gözden geçirmenin tarihini tesbit için yardım edebilecek olan kayıtların bir kaçıdır. Şimdiye kadar arapça tercümeler dâimâ harfiyen yapılmış tercümelerdir. Bunlar arapçanın slm iri edebiyatında kullanılmasının ilk merhalesini temsil ederler. Bununla berâber,



*53



bu edebiyat harfiyen tercümenin istibdadın­ dan çabucak kurtuldu ve arap muharrirle­ rinin misâllerini tâkip ederek, te’lif eserler için, arap dilini kullandı. Tarih sırası ile bu eser­ lerin ilki gâlibâ M arka’mu yazılarının tercü­ mesidir. İbâdet dualarının bir parçası gibi, K inoş ’un içine sokulmuş olan manzûmelerinden bazıları, başka ibâdet İlâhîleri ile aynı zaman­ da, tercüme edilmiştir. Onun ârâmî-sâmirî di­ lindeki büyük destin i manzumesinin de aynı şekilde tercüme edilip, daha kolay elde edile­ bilir bir hâle getirilmiş olması tabi ’îdir. Bu tercüme mutlak bir surette harfiyen yapılmış bir tercümedir. Bu hâlde de arapça slm iri harfleri ile yazılmıştır ve arap alfabesi ile ya­ zılmış olan her hangi bir nüsha bilmiyorum. M arka’nm bütün eserlerine sâhip olup-olma­ dığımızı münâkaşa etmenin yeri burası de­ ğild ir; zîrâ öyle görünüyor ki, „hârikalar ki­ tabının" ilk kısmı ayrılmış, ya müstakil bir eser hâline gelmiş veya müstakil bir ese­ rin nüvesini teşkil etmiştir. Marka Musa ’nm bayatını ve İbranî halkını Mısır ’dan götürdüğü zaman göstermiş olduğu mûcizeleri yazmağı kararlaştırmış idi ve burada Müsâ ’mn ölümü­ nün şâirine bir tasvirî bulunmaktadır. Bu son kısım da aynı şekilde ayrılmış ve bir nüshası bende bulunan bir vekayînâmenin içine sokul­ muştur. Burada bundan bahsetmeğe mecbur oldum ; zîra daha sonra Müsâ ’nın doğumu hakkında arapça bir eserden bahsetmem gere­ kecektir ki, bu gâlibâ Marka ’nın eserinin kayb­ olmuş kısmını veya daha ziyâde kaybolmuş sa­ nılan kısmını temsil etmektedir. Sâm iri edebiyatının husûsiyeti alâkasının biz­ zat kendi üzerinde temerküz etmiş olmasıdır. Edebiyatları tenkit, hücûm veya müdâfaa ol­ madığı zamanlarda bı'Ie, Sâmiriler dâimâ mü­ dâfaa hâlinde bulunurlar. Onlar hemen-hemen başlangıçtan itibaren bu vaziyeti almağa zor­ lanmışlar ve bunu bugüne kadar muhafaza et­ m işlerdir; onların sâmiri dil'nde veya hususi­ yetle kendilerine âit olan ve Kitâb-ı mukaddes ’in ibrânî dilinden açıkça ayrılan bir İbranî dili ile yazılmış, bu neviden çok mühim bir ede­ biyatları olmak icâp eder. Bu hâl onu tâkip eden arapça sâm iri edebiyatının hususiyetini izah edebilir. İlahiyata ve tenkide dâir bir ta­ kım eserlerde fevkalâde bir aynilik vardır. Şark muharrirleri kendilerinden önce yazılmış olan eserlerden, ekseriya müelliflerini zikret­ meden, tam bölümleri aynen almaktan çekin­ mediklerinden dolayı, burada bir muharririn diğerine te’siri bulunamaz; fakat eserlerin muhtevaları arasında büyük benzerlikler müşâhade olunur. En yeni muharrirlerin nassî tâlimleri ile tenkit delilleri hemen-hemen en



‘ 54



SÂMİRÎLER.



eskilerininkinin aynıdır. Nîsbeten yeni toplama ile Sâmirilerde müşterek olan M i d r a ş î t e f eserlerde bulunanlar malzemenin büyük bir s i r denilen ve mukaddes yazının kelimeleri­ kısmı eski eserlerde bulunanların bîr tekra­ ne tatbik edilen tefsir ile inkişâf etti. Bu son­ rından başka bir şey değildir. Mümkün olan ra, Musa ’mu ahkâmının muhâfaza ve tefsirini yegâne izah müşterek kaynak vazifesini gören ve zamanla şifahî ahkâmı meydana getiren ve arepça olmayan bir yığm eserin mevcudiye­ amellerin tesbitini kendilerine tevdî ettiği 70 tinde aranmalıdır. Bu eski kaynaklar, sık-sık ceddin şehâdeti ile takviye edildi. müracaat edilen cedlerin sultasına dayanıyordu. II. Bu hâl benzer ibrânî ve sâmiri metinlerin te­ meli üzerine yapılmış olan arapça genişletme­ Bu araştırmaya ve zamanın tahribatı ve di­ lerin bir çokları için açıkça görünmektedir. ğer ahvâl neticesinde maalesef nîsbeten çok Arapça genişletmeler sonraları onların yerini az şeye inhisar eden S â m i r i l e r i n a r a p ­ almış ve diğerlerin'n kaybolmalarına sebep ol­ ç a e d e b i y a t l a r ı n ı n çok kısa bir tasla­ muştur. Sâm irilere münhasır olmayan çok alâ­ ğını çizmeği denemeğe devam etmeden önce, ka verici bir hâdise de aynı şekilde îzâh olu­ bu edebiyatın menşe’leri ve inkişâfı ile ilgili nur : Marlya ’da bulunan her Kitâb-ı mukaddes bâzı mes’elelere dikkati çekmek zarurîdir ; çün­ parçası veya eski duâlar dâimâ aslî dildedir kü bu edebiyat, bugün çok mahdut olmakla ve sâmiri harfleri ile yazılmıştır. Bu kitapların berâber, ş:mdi tamâmiyle kaybolmak tehlikesi­ yalnız Sâm irilerin kullanması için yazılmış ol­ ne mârûz bulunan eski a n’ a n e l e r i n yegâne duğu münâkaşa edilemez ve bu hâli ile, XVII. bakiyelerini temsil eder. ve X V III. asırlara mensûp, bilhassa Danafi âileBunların meydana çıkmasının sebeplerini, sinden bâzı muharrirler müstesnâ, arap edebi­ bunları yaratan kuvvetleri doğru olarak ayırt yatının zenginleşmesine yardım etmemiştir. etmek, bizi bir çok asırlar geriye götüren bu Sâmirilerin yazdıkları arapça eserlerin te- geçmiş mirasını tamâmiyle anlamak hemen-heferrüatlı bir tasvirine girişmeden önce, tedricî men imkânsız olurdu. İlk önce y a h u d i l e r inkişâfı ve bu edebiyatın şu veya bu zamanda i l e S â m i r i l e r a r a s ı n d a bir n. v â z î aldığı hususiyeti gösteren tarihî sırayı, müm­ I i k kurmak lâzımdır. Bu iki halk tamâmiyle kün olduğu kadar, tâkip etmeğe çalışacağım. aynı te’sirlere mârûz kalıyorlardı ve her ikisi Sâmiri edebiyâtında ön safta, tabi’î olarak, kendilerini çevreleyen ve derîn bir surette üzer­ a n ’a n e veya daha ziyâde a n ’a n e v î a m e l lerinde te’sir yapan yeni rûha karşı cephe al­ ve şeriat ile alâkalı eserler işgal eder. Sâm iri- mak ve hareket etmek zorunda idiler. Eski âlemin an’anelerinin o kadar dikkate ler, akrabaları yahudiler gibi, çok uzun zaman­ lardan beri gâyesi ahkâm kitabı veya Müsâ değer bir kısmını teşkil eden yahudi münaza­ mecmuası ile tahdit edilmiş olan yazılı an’aneyi raları Sâsânî hükümdarlarının sarayında çok tamamlamak olan şifahî bir dinî an’aneye sa­ itibârda idi ve sonraları başka dinler ve baş­ hip idiler. Yahudilerde bu an’ane, Kudüs ma­ ka milletler ile ilk şiddetli çarpmadan sonra, bedinin tahribinden sonra, uzun müddet devam islâmiyetin harâreti sükûnet bulunca, halîfele­ etti. Bu hâdise ibâdette ve mahallî an’anenin rin sarayları da muhtelif dinî akide ve fırka­ muhafazasında devamlılığın tam bir çözülmesi lar arasında bir çok kavgalara şâhid oldu. Böyneticesini verdi. Roma imparatorluğu içinde lece, islâmiyetin indifâı ile meydana gelen tave daha uzaklara dağılmış olan yahudiler, bu­ hammür bu yeni hamura süryânî edebiyâtı vâ­ nun sonunda an’aneierini kaybetmek, bunun sıtası ile konulmuş olan yunan felsefesinin ma­ bozulduğunu veya değiştiğini görmek tehlike­ yası ile daha da arttı. İslâmiyetin muhtelif tasine düştüler; bu da yeni fırkaların doğması­ rafdarlar: yeni mes’eleler ileri sürdüler ve eski nı kolaylaştırdı. Şu hâlde ilk asırlarda şifâhî mes’eleler yeni bir ehemmiyet kazandı. Her ta­ an’anelerinin esâslarım yazı ile tesbit etmek raftan bir aydınlatma arzu ediliyordu; bundan . zarûretİni hissettiler. Sâm iriler için durum ay­ dolayı mezhepler meydana geldi ve her câmi, nı olmadı; aynı yerde İbâdetin devamlılığı ve her kilise veya her havranın mevkiini müdâfaa mahalli an’atıenin muhafazası aslâ kesilmemiş etmesi ve mensuplarına halk arasında zihinlere idi; baş-râbipler, devamlı olarak, dinî ahkâma o kadar derin bir şekilde te’sir eden mûdil mes’ e­ riâyete nezâret ettiler. Bununla berâber yahu­ leler hakkında tatmin ediei cevaplar vermesi diler ile aralarında münakaşalı olan bâzı din gerekiyordu. Başkaları bir tarafta dursun, ya­ noktalarının veya ihtimâl keadi şifahî an’ane- hudiler ile Sâm iriler tam bir hareket hâlinde lerini teşkil eden yaşayış ve günlük ibâdet ile idiler ve yahudiler arasında bir çok mezhepler ilgili, dinî amelleri, muhtelif telakkî tarzları­ meydana ç ık tı; bunların en mühimi Karaynın çok eski bir zamanda yazı ile tesbit edil­ îardır ve yahudiler islâmtara karşı olduğu ka­ miş olması şüphesizdir. Bu temayül yahudiler dar Karaylara karşı silâhlanmak ve mevkilerini



SÂMİRİLER,



müdâfaa etmek zorunda kaldılar. Bundan do­ layı, yukarıda zikredüdiği gibi, ilk İşleri K itâb-ı m u k a d d e s i a r a p ç a y a t e r c ü ­ m e e t m e k oldu ve her tercüme kelâmı bir aokta-i nazara göre yapılmış husûsî bir tefsir damgasını taşır, Yahudiler arasında en gözde olanı al-Fayyümi ntsbesini taşıyan Mısır ’dan gelmiş, fakat sonra Bâbil ’de büyük bir yük­ sek mektebin başında bulunmuş olan Sa'adyâ idi. O Kitâb-ı mukaddesi arapçaya çevirdi ve bil. assa Karaylar ile mücâdele e tti; milâ­ dî 940 yılına doğru öldü. Sa'adyâ, başka yazı­ ları dışında, ilk yahudi felsefe kitabı olan K itâb al-amânSt va 'l-ı tikâdât adlı inançlar ve esâslara dâir büyük bir eser bıraktı. Sâmirilerin Sa'adyâ ’ nın bütün eserlerini tanıdıkları görü­ lecektir, Bu sûretle yahudiler ile Sâm iriler ara­ sında husûsî bir manevî temas kurulmuş oldu; fakat yahudiler tenkitlerinde Sâm irileri bilme­ mektedirler; zîra, onlara göre,'Sâm iriler yahudiliğın dışında id iler: kâfir putperestler gibi, onları hakîr görüyorlardı ve bundan dolayı onları aslâ dikkat nazarına almamışlardır. Daha sonra Mısır ’da „Sapkınların rehberi" Möre han-Nebpkîm adlı büyük eserini yazmış olan Ibn Maymun ’u buluyoruz; bu eser yahudi akidesi naslarının felsefî tefsiri ile Kitâb-ı mu­ kaddes tefsirine dâir en büyük kitaplardan biridir. Burada aynı zamanda, yalnız an’ ane ve rivayetleri sağlamlaştırıp, iyi bir şekilde İfâde etmek arzusu değil, fakat çağdaş felsefe yardı­ mı ile, şeriat ve merâsimlerini tefsire tahsis edilmiş bir felsefe sistemi de bulunmaktadır; tenkit yazıları her tarafta bol-boi mevcuttur. Şimdi, Sâm iriler tarafına dönecek olursak, yahudiler ile Sâm irilerin fikrî hayâtında devir­ ler boyunca bir muvazilik mevcut olduğunu gö­ rürüz. Kendi rivayet ve an’aneleri dışında, de­ vamlı olarak, yahudilere karşı yönelttikleri ten­ kitler Tevrat ’ta hulâsa edilmiş olan eski îmâ­ nın gerçek mümessillerinin yalnız kendileri ol­ duklarına dâir iddialarını isbâta tahsis edilmiş­ tir ; günlük hayatlarında f e l s e f î ve t a s a v ­ v u f ! d ü ş ü n c e l e r de hâsıl olmuş idi. Yalnız islâmiyetteki muahhar felsefî sistemler hakkında bilgi sahibi olmakla kalmamışlar, fakat belki Marlça ’nın eserlerinde açık izleri bulunan yunanî devrin yeni-Eflâtuncu tasavvuf! düşüncelerinin bazılarını da muhafaza etmişlerdir. Ne olursaolsun, arapçada Kitâb-ı mukaddesin tercümesi ile başlayan ve hemen arkasından tefsirler ge­ len edebî çalışmalarının tezahürünü de görü­ yoruz; bâzı risalelerde Kitâb-ı mukaddesin daha kısa kısımlar;" ile meşgûl olunmaktadır ve bunlar Philon ’un eski tarzını ve bir de daha muahhar tasavvuf! tefsirleri hatırlatan husûsî remzi bir şekilde tefsir edilmiştir. Mi­



*55



lâdî X, asrın ortasından XII. asrın sonuna ka­ dar giden ve ihtimâl daha sonralara kadar de­ vam eden bu çalışmaların merkezi, çok muh­ temel olarak, Sichem { Nâblus ) idi. Bahsetmiş olduğumuz daha önceki devre âit imiş gibi görünen Kitâb-ı mukaddes tercümesi mes'elesini bir tarafa bırakacak olursak, XI. asrı en iyi temsil eden muharrirler olarak iki isim görü­ nür ; bunlar A b u ’ 1-H a s a n a 1-Ş 3 r i ile J o s e p K b e n Ş a l m a a l-’A s k a r i ’dir. İl­ ki hakkında hemen-hemen hiç bir şey bilinme­ mektedir. İkincisi bizce bir az daha iyi tanın­ maktadır, fakat yine de bilgilerimiz çok mah­ duttur. Abu ’ 1-Hasan ’ın, yahut İbranî adı ile A b H asda'nm ne zaman, nerede çalıştığı bi­ linmemektedir; çalışmalarının vüs’ati, eserinin hususiyeti hakkında kat’î bir şey bilinmiyordu ve kendisinin bir râhip mi veya bir kanûn adamı mı olduğu da söylenemez. Çok ince bir soruşturma şimdi bu mes'eleleri bir az aydın latabilmeme imkân vermiştir. Sâm iriler ara­ sında toplanmış bilgilere göre, kendisi büyük eseri olan al-T abbâh ’ı aş.-yk. milâdî 1030 ile 1040 arasında yazm ıştır: bu tarih gâlibâ doğrudur. Nisbesi olarak al-Şüri verilmekte­ dir. Bununla berâber bu nisbenin Şür ile mi, yoksa daha çok kabûle şâyân gördüğüm üzere, Yûşa’ ( Jo s u a ) ’ da Sichem yakınında olarak zikredilmiş olan Şüri veya Ş â re p u adlı bir yer ile mi ilgili olduğu söylenemez. Yazmalar­ dan birinin tetkikinden açıkça anlaşılmaktadır ki, kendisi bir Icohen („râ h ip ") idi ve bir râ­ hip ailesine mensûp bulunuyordu; bu da ken­ disinin Sichem ’ de veya çok yakınında yaşa­ dığına dâir faraziyeyi kuvvetlendirmektedir, zîrâ kohen ’1er, esaret ile uzaklaştırılmadıkça, mukaddes dağdan uzakta yaşamamağı, bir kaide olarak, kabûl ediyorlardı. Şimdi bizzat kitaba geçelim. Gördüğüm yazmaların birinde bu ki­ tabın menşe’i hakkında tamâmiyie husûsî bir rivayet verilmektedir. Bildiğim kadarına göte, elde hiç bir eski yazma yoktur ve 18 5 0 ’ye doğru, o zaman baş râhip olan ve gâlibâ araş­ tırma zevkine sâhip bulunan ‘Amrâm ’ın bu kitabın dağınık yapraklarını topladığı ve akra­ bası Pin«hâs İle baş-râhıp olarak kendisine ha­ lef olan yeğeni Jakob ’a, birleştirdiği bu par­ çalardan bir sûret çıkarmalarını emrettiği id­ dia olunur. Bu rivayetin hakikati ne derece­ ye kadar temsil ettiği söylenemez. Sâmiriler, alel’âde- müstensihler olmaları mümkün olan veya eski bir yazmayı sâdece bir az genişletebilen haleflerinin, müstensih değ’l, fakat şimdi ellerinde kendi adları ile dolaşan kitap­ ların müellifleri olarak göstermek itıyâdındadırlar. Her hâlde kitap, bugünkü hâli ile, ta­ mâmiyie tesadüfen yazılmış bir kitap gibi gö­



‘ 56



SÂMİRİLER.



rünmektedir. Büyük bir mıkdardaki bahisler arasında bağ bulunmadığı gibi, bir sistem, bir tertip, sıralanmalarında bir esâs da yoktur. Bu husûsî mâhiyet bir mânada ayrı bir değere sa­ hiptir ; zîra müellifin daha önceden tesbit edil­ miş bir plânı tâkip etmediğini, fakat yalnız dâimâ eski riâyet ve an'aneler ile halkın emel­ lerini, Sâmirilerin h a d îs’ini tesbit etmek ve daha o zamanlar eski Sâm iri dilini unutmuş olan kendi halkına bunları tanıtmak arzusu ile hareket ettiğini gösterir. Bu müellif eski yaz­ malarda bulunan metinleri sâdık bir tarzda tercüme ve tekrar ediyordu; bu metinler ihti­ mal şurada-burada anlaşılmaz bir hâlde id i; fa­ kat bütünü İle, halkın XI. asırdaki düşünüş ve dinî hayâtı hakkında doğru bir fikir veriyordu. Bu düşünüş ve hayat o zamandan beri değiş­ memiştir; bu da bunların Sâmirilerin bağlı o!dukları gerçek sn'anayi, hiç bir te’sire mârûz kalmayan, Sâm irilere en kadîm zamanlardan beri nakledilmiş olan an’aneyi temsil ettiğini gösterir. Tabi’ î bu sebepten dolayı ve bir de göreceğimiz gibi bu kitabın sırf felsefî mâhi­ yet taşıyan bir çok kısımları bulunduğu için, çağdaşı Yûsuf al-‘A s k a r i’nin hemen aşağıda bahsedilecek olan eserinin kazanmış olduğu şöhreti kazanmamıştır. Büyük ehemmiyeti doIayısı ile, burada tabi’î mümkün olduğu kadar kısa olarak, bahis mevzuu eserin muhtevâsmı teferruatlı olarak vermek lâzımdır. Bu eser he­ nüz basılmış değildir. İlk önce adından bahs­ edelim. al-Tabbâk „aşçı" veya „kökçü-eezâeı" gibi muhtelif şekillerde tercüme edilmiştir; fa­ kat Sâm iriler bunu „gıdâ kitabı" olarak ter­ cüme ederler, zîra kısa bir girişten sonra, mü­ ellif aynı zamanda hayvanları kesmenin mufas­ sal bir tasviri ile şeriatın gerektirdiği gibi gı­ daların hazırlanması ile ilgili her şeyi anlat­ maktadır. Bu kısımdan evvel İki bahis vardır ki, burada müellif Aron âilesinin üstünlüğünü İsrar İle gösterir ve bu âile mensûplarınrn an'anenin meşrû vârisleri olduğunu, bunları an­ latacak ve kendilerine güvenilecek yegâne şa­ hısların onlar olduğunu söyler. Burada, bir mâ­ nâda, müellif eseri yazmakta ve an’anevî me­ rasim ve amellere temas eden kaideleri anlat­ makta kendi kendini haklı göstermektedir. Sonra şerîatin yemeğe müsâade ettiği hayvan­ lan, kuşları ve balıklan, bir de bilhassa kuş­ lar ile yumurtaların temiz olanları ile temiz olmayanlarını ayırt etme vâsıtalarını tasvir eder. Sonra kan ve kan dökmek İle ilgili bütün kaideler, kanın aktığı muhtelif yollara ve Levîliter ’de neeâset ile alâkalı olan ber şeye temas eder. Yahudiler ile Sâm iriler bütün bunlarda ekseriyâ biribirlerinden ayrılırlar. Bunu yavrusu olan hayvanları yahudilerin öldürmeleri ve he­



nüz doğmamış olan hayvanlar lıakkıudaki ha­ reket tarzları aleyhinde bir tenkit tâkip eder. Hiç bir geçiş kısmı olmadan, müellif sabbat ( „cumartesi günü" ) ’ta riâyet edilecek husûs* !ar ile ilgili her şeyin teferrüatlı bir tasvirine g irişir; bilhassa yasak edilmiş olan çalışmayı târif eder ve sabbat günü ile bayram günle­ rinde şarap ve alkollü içkiler içmenin yasak olmasına da temâs eder. • ; Müteakip fasıllar şem iiia („yed i yıl çalıştık­ tan sonra işsiz d u rm a ")’dan, 50 senede bir Müsâ peygamberin şerîatinee işsiz durmadan, yedinci ayda çalınan borudan, tövbe gününden bahseder; bir bahis de yasak edilmiş izdivaç­ lara ayrılmıştır. O zaman muharrir, hiç bir geçiş olmadan, Y u su f’un sofrasına kardeşlerinin nasıl otur­ muş olduklarının güzel bir tasvirini ve rir; son­ ra gusül suları ve abdest alma usûlü hakkında yahudiler aleyhinde bir tenkit ile, Sâm irilerin Bani İs r a il’den olduğunu reddeden ve sâmiri baş-râhibinin Pinehâs neslinde gelmediğini de ileri süren yahudiler hakkında diğer bir tenkit gelir. Muharrir hamursuz bayramı kur­ banı ile ilgili her şeyin inceden-inceye bir tasvirini vermek için en az 25 bahis ayırmış­ tır ; kuzunun seçilmesinden, zamanından, kur­ banın sebebinden, mayasız ekmek yemek iiizûmundan, Mısır ’da koyun kesilmesinden, ha­ mursuz bayramının Garizim dağı üzerinde kut­ lanması mecburiyetinden bahseder; bu dağın işâret edilmiş yer olduğunun ve başka bîr yer seçmemek gerektiğinin delilini verir. Bütün bunlar, bugüne kadar mulıâfaza edilmiş oldu­ ğa üzere, bir bayramı gösterir ve bu sebepten dolayı Sâm iriler için son derecede amelî bir ehemmiyet ta ş ır; onlar ile yahudiler arasın­ daki esaslı farklardan biri burada görülür. Bunlardan sonra şeriat hususunda sâmiri me­ tinlerinin doğruluğu ve mükemmelliği ile bura­ ya hiç bir şey ilâve edilemeyip, buradan çıka­ rılamayacağı hakkında bahisler gelir. Kitabın felsefî kısmı burada başlar. Müellif Allahın bir­ liği hakkındaki bâzı kelimelerin insana benze­ tilerek tefsiri aleyhinde, dünyânın bir başlangı­ cı olmasını inkâr edenler aleyhinde ve „ş i’a“ aleyhinde fikirler beyân eder, Allahın İbrahim­ ’e oğlunu kurban etmesi husÛsundaki emrinden, günlük âmâlinden, yahudilerin kibla hakkındaki münâkaşalarından bahseder ve bahisler ay­ nı insicamsız şekilde biribirini tâkip eder; bu suretle isrâ’ il-oğullarınm mev’ud yere giriş tarihî hakkında bir bahis gelir. Yeni ay ve ayın görünüşünün hesap edilmesi mevzuunda yahudiler, Sâm iriler ve K araylar arasında mev­ cut fikir ihtilâfını kaydeder ve buna uzun bir bahis ayırır, yahut meleklerden, Allahta bu-



& A M İR ÎLE S. 1anması miimkün olmayan sıfatlardan, Pey­ gamber ve resûl'.er gönderilmesinin zaruretin­ den, samiri metnin sıhhatinden, mükemmel bir nüsha yazmanın zarûrî şartlarından da bahs­ eder. Sonra yine necis olan ve olmayan kara ve su hayvanlan hakkında bir bahis vardır. Müellif daha sonra peygamberliğin muhtelif derecelerini İnceler, hıristiyan teslisinin aley­ hinde bulunur, K ur’an ’dan eş'arîyeden ve kadarîyeden, kudret helvasından {m ana) bahse­ d er; Tevrat bütün diğer mahlûklardan önce yaratılmış olduğu için, bunun ikinci kısmının Yûşa’, tarafından yazıldığını iddia eden yahudilerî reddeder. Sonra baş-râhibın mükemmel­ liğini ve sunna ( „şifahî an’ ane" ) ’yi inceleyip, tövbe gününde küçük çocukların oruç tutma­ larına müsâade etmeyen yahudİleri tenkit eder. Müellif dünyânın yaradılışı hakkında da yahuditer ile bir münâkaşaya koyulur; rahiplerin yalnız melekle rin huzurunda tamamlanan tak­ disinden, evlenmeden, bunun kanûn ve mera­ simlerinden ve son olarak, kabilelerin Müsâ tarafından takdis edilmesinden bahseder. Son derecede kısa olan bu hulâsadan muh­ tevanın mütecanis olmadığı açık olarak görül­ mekte ve metne bu şeklinin ne dereceye ka­ dar müellif tarafından, yahut bunu bugün eli­ mizde bulunduğu hâliyle toplamış olan kimse tarafından verilmiş olduğu mes’elesî ortaya çık­ maktadır. Maalesef yeni nüshaların doğrulu­ ğuna mutlak olarak güvenilemez; esasen bâzı müstensihler bâzı parçaları çıkarmakta veya yeni parçalar İlâve etmekte tereddüt etmiyor­ lar. Nitekim bâzı nüshalarda geri kalan kısım­ lardan biç de ayrılmayan ve müstakil eserler olarak telakki edilmeyen bâzı bahisler bulunur. Başka yerlerde böyle bahisler müstakil eser­ ler olarak Ab Hasda ’ya isnât olunur. Bundan dolayı, aslında aynı derleme esere âit olma­ ları, fakat Sâm irilerin ve diğer halkların mûtâd tarzlarına uygun olarak, şu veya bu zamanda aslî eserden ayrılmaları ve müstakil adlar altın­ da elden-ele geçmeleri ihtimâl dışında değildir; tövbe hakkmdaki risâle, al-Tavba veya kıyâmet günündeki cezalar hakkı ndaki risâle, Kitâb al-ma'âd böyledir; on emir ve bayramlar hakkmdaki bir diğer risâle de, ihtimâl al-M i*âd da bunlar gibidir. al-M a'âd ve al-M i’âd adlarının benzerliği karışıklığa sebep olmuştur; fakat risaleler biribirlerinden ayrı olarak mev­ cuttur. İki risâle bir arada ız bahis ihtiva eder ve müellif burada tövbeyi ve isyanı ince­ ler ve M usa’nın son tegannîsinin ( Tesniye, X X X II) tam bir tefsirini verir. Sâmiriler çok eski bir devirde bu tefsiri kıyamet hakkmdaki görüşlerinin esâsı olaıak kabul etmişlerdir: daha Marlça ’ da ve ondan da evvel görülür.



Kitapta sonra cezâya ve öteki dünyâdaki ha­ yâta geçilir; bütün bunlar bu bahisten temsilî ve remzî bir tefsir ile çıkarılmıştır. Risalede sonra cehennem ateşi, üç temizlerin şefaati ve ölülerin kıyamette tekrar dirilmesi ile meşgûl olunur. Bayramlar hakkmdaki al-M i'âd (? ) risale­ sinde Ab Hasda yeni ayın ve bayramların he­ sap edilmesi tarzını münâkaşa eder. On-emir hakkında da bir tefsir vardır. Yetkili kaynak­ tan bütün bu risalelerin bir yazmada toplan­ mış olarak Sâmirilerde mevcut olduğunu öğ­ rendim. Yukarıda verilen teferruatlı hulâsaya naza­ ran Tabbâh müellifi Sâmirilerin hadis ’i deni­ lebilecek bütün sahaları ve bilhassa Sâm irilerin yahudilerden ve sonraları Karaylardan bilerek ayrıldıkları bütün mes’eleleri toplamak iste­ miştir. Bu teferrüatlı hulâsanın ehemmiyeti bir de bu eserin bahis mevzun ettiği her şeyin günümüze kadar fiilen değişmeden kalması ve Sâmirilerin dinî hayatları ile bâzı amellerinin doğru tasvirinin, küçük bâzı İstisnâlar ile, bu eserde ve bîr az sonra bahsedeceğim derleme eserde aksettirilmesi vakıasından ileri gelir. Tabbak ’ın muhtevâsma göre, daha önce o ka­ dar değer verdiğim Ensira ’nin, yâni „îmân iti­ rafının“ esaslı bütün unsurlarının elimizde bu­ lunduğu bedihîdir. Kitabın mevzuu kendileri için yeni olmayan Sâm iriler müellifin hâl ter­ cümesi hakkmdaki bilgiler husûsunda yeter bir dikkat göstermemektedirler. Onların edebî an’ aneleri tamâmîyle karışık ve bulanıktır ve bir taraftan Sâm irilerin eserlerin bâzı kısımlarını ayırıp, onları müstakil risaleler gibi göstermek­ ten çekinmedikleri ve diğer taraftan bir risa­ lenin bir müstensih tarafından hafifçe tâdil edi­ lebildiği ve o zaman müstensihîn kendinin ese­ rin müellifi olduğunu iddia ettiği yahut da eserin, sonraları kendisinden istinsah edilen son müstensihe isnât edildiği hatırlanırsa, bîr kitabin veya bir risalenin müellifinin kim olduğunu doğru bir şekilde tâyin etmenin kolay olma­ yacağı görülür; o zaman hakiki müellifin izini bulmak imkânsız bir hâle gelir. Hattâ A b y a sd a adı bu şekilde değiştirilmiş görünmek­ tedir; zîrâ emirler hakkmdaki bir risale Yâpet adlı bir kimseye isnât edilmiştir. Elimde bu­ lunan Sâm iri yazmaları cedvelinde benzer bir eser „İbn Capet,, adlı birine isnâd edilmekte­ dir ki, Yâpet adı şüphesiz bunun bozulmuş bir şeklidir. Bu kitap hakkında meçhul -¿ir müel­ life yanlış olarak isnât edildiğinden gayri bir şey bilinmemektedir; hâlbuki diğer tarafta o benzer bir eser, yine yanlış olarak, Munaccâ ile aynı gösterilen Şams al-D in 'e isnât edilmek­ tedir (aş. bk,).



*s§



SÂ M IR ÎLEft.



Şimdi müteakip derleme esere geçiyorum. Bu eser muntazam bir şekilde tertiplenmiş olup, felsefî, temsilî^ ve tefsirî kısımları ihtiva etmez. Yalnız Sâmirilerin dinî hayâtınımn ame­ lî tarafı ile meşgul olur ve onların dinî mecel­ leleri hâline gelmiştir. Müellifi Y u s u f b. Ş a l ­ ın a a l-'A s k a r i nisbesini Sichem civarında şimdi hiç bir izi kalmamış olan bir kasabadan almıştır. Kitap, mukaddimesi dâhil, tam olarak muhâfaza edilmiştir. Gerçekten aynı devirde yaşamış olmatarına rağmen, A b Hasda ’yı ga­ liba bilmeyen müellif, kitabını ondan müstakil olarak, fakat aynı dış te’sirler altında yazmış olmalıdır. Müellif sâdece ecdât tarafından nakl­ edilen an’aneleri kaydettiğini açıkça söyler. Kendisi için derleyici olmaktan gayri hiç bir meziyeti olmadığını söyler ve kitabı yazdığı tarihi verir ( milâdî I 0 4 1 ). Bu kitap, hiç ol­ mazsa bundan önceki kadar mühim olduğun­ dan, Tabbâh ’ın teferrüatlı bir hulâsasını ver­ memizi gerektiren aynı sebepler bizi bu yeni eserin de benzer bir hulâsasını vermeğe sevketmektedir. Kitabın adı K â fi ’dir; yâni A lla­ hın sözü kendilerine kâfî olanlar için kâfî gı­ dadır ; bu da şu şekilde tefsir edilebilir: „ken­ dilerine Allahın sözü kâfî olan kimseler için tamam ve binnetîce amelleri yerine getirmeğe şerîati tâkîp etmeğe kâfî teferruatı veren ki­ tap,,. Kitap 36 bahis ihtiva eder. İlk bahis Tabbak ’¡n ilk bahsinin aynıdır; rahiplerin üstünlüklerinden, imtiyazlarından ve hakların­ dan bahseder. Bunlar eski an ’ane ve eski müesseselerin muhafızlarıdırlar. Sonra kirışa ’da merasimlere iştirak vazifesini, bu merasimlerin nasıl ifâ edilmesi gerektiğini ve takdisin muh­ telif şekillerini münakaşa eder. Sonra yenmesi câiz hayvanların tasviri ile memnu olanlar üze­ rinde uzun-uzun durur; bu da tıpkı Tabbâh ’ta bulduğumuz gibidir. Bunu cüzam ve deri hastalıkları ve her türlü necaset, su ve aieş vâsıtası ile taharet, elbiseler v.b. hakkında bir bahis tâkip eder. Sâmirilerin bulunmadıkları bir memlekete gitmemeği tavsiye edip, mümkün olduğu kadar Sâm iriler arasında yaşamak zaru­ retinden bahseder. Müteâkip fasılda mukaddes dağa muntazaman hacea gitmek husûsu ince­ lenir. Sonra nâsıralılara bir bahis tahsis olu­ nur. Nâsıralıların sisteminin Sâmiriler arasında uzun zaman muhâfaza edildiğine ve aralarında kadın, erkek Nâsıralılar bulunduğuna işaret edilebilir. Sonra gelen fasıllarda nişanlanma­ dan, evlenmeden ve boşanmadan, esir satın alınması ile ilgili nizâmlardan, en geniş mâ­ nası ile katil suçunun yasak olmasından, ça lınmış eşyâları iade etmek mecburiyetinden, fâîz ye murabahadan alım-satımdan, adakiar•ıdn, Allaha nezredilmiş eşyâ ve şahıslardan,



hayvanları kesme tarzını tanzim eden hüküm­ lerden, sabbat ’a riâyetten ve bununla alâkalı mnhtelif an’anevî ahkâmdan, son olarak da, abdest ve akan su ile taharetten bahsolunur. Burada Sâmirilerin amelî bütün ihtiyaçlarım karşılayan dinî ve medenî tam bir m e c e l l e bulunmaktadır. Bu, Sâmirilerin sonraki yazıla­ rında mütemâdiyen mürâcaat ettikleri gerçek bir mecelle hâlinde kalmıştır ve Yusuf ’un K â fi ’si­ ni topladığı zamandan şimdiye kadar geçmiş olan 900 yıldan fazla müddet içinde tatbikat da değişmemiştir. Şeriat hakkındaki bu eserler Üe bu tefsir denemeleri dışında S â m i r i l e r i n e d e b i f a a l i y e t i m u k a d d e s y a z ı l a r ı n dâi­ ma devam edilen bir ş e r h i ü z e r i n d e t e ­ m e r k ü z etmiş görünmektedir. Bâzı risâleler, müellif adı olmaksızın bize kadar gelm iştir; bunlardan XI. asrın ortasında yazıldığı kabûl edilen ve etimizde ancak parçaları bulunan, biri muharririnin arap grameri İle dilcileri hakkında bir dereceye kadar biigİ sahibi olduğunu isbât eder ve Kitab-ı mukaddes ’in bütün muhtevâsını iyt bildiğini gösterir. Eğer bu tefsir XI. asrın âit ise, bizi bizzat Kİtâb-ı mukaddes ’in çok daha eski bir arapça tercümesinin mevcut ol­ duğunu farzetmeğe sevkedeeektir. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, bu tercümenin tarihi bir çok ciddî meseleler arzetmektedir. A dı bu ter­ cümeye bağlanan Abu Sa’ id, Tekvin, XLV Iiçin ayrıca bir tefsir yazmış gibi gösterilir. Tevrat üzerine yazılmış olup, Abu Sa'id b. A bı ’ 1-Husayn b. A b i Sa’ id adlı birine isnât edilen bir tefsir daha mühimdir. Burada bu adın Kitâb-ı mukaddes tercümesi müellifinin tam adı gibi göründüğünü kaydedelim. Bilhas­ sa akrabalar arasında evlenmelerin memnû ol­ ması ile alâkalı mes’eielere müteallik bir fetvâ da ona isnât olunur. Kendisinin ihtimâl Abu ’IH asan’a isnât edilen eserin aynı olan M usa’nın On-emri hakkındaki şerhin müellifi, bîr de Kİtâb-1 mukaddesin muhtelif bölümleri hakkında Neubauer tarafından neşredilmiş olan risalenin muharriri olduğu farzolunur. Sâm iriler bir baş­ ka Abü Sa'id daha zikrederler; fakat onun adı Ben Darta ‘dır ve hangi devirde yaşadığı bilin­ memektedir (bununla Tabya b. Darta arasında bir münâsebet kurulabilse idi, kendisi X. veya XI. asra mensup olurdu ). S id re Makrâtâ deni­ len Sâm irilerin Kitâb-ı mukaddes İşaretleri hakkında bir risale ona isnât olunur. Bu işaret­ lerin bir cedveii Kitâb-ı mukaddes ’in çok eski bir yazmasının sonunda keşfolunmuştur. Abü Sa’ id b. Darta ’ nın S id re M akrâtâ denilen bu kısa risalesi bâzan Tevrat ’m yeni istinsah edilmiş nüshalarının sonunda bulunmaktadır. Hiç olmazsa iki Abü Sa’ id ’in mevcut olması



SÂMİRİLER.



büyük bir karışıklığa sebep olmuştur; bütün metinler neşredilmeden bu karışıklık aydınlatılamayacaktır. ,Bundan sonra Sâmirilerin Sicbem 'deki edebî faaliyetleri üzerine bir perde çekiliyor ve sabne Şam ’a ve Mısır ’a naklediliyor. Bunun se­ beplerini uzaklarda aramamak lâzımdır. Haç­ lılar, memleketin üzerinden geçmeleri sebebi ile, Sâmirilerin edebî çalışmalarına nihayete erdirmeğe mecbur oldular. Haçlıların muasırı olan hiç bir muharririn N âblus’ta Sâmir ilerden bahsetmemesi alâka vericidir ve bizzat Sâm iriler de çok ıztırap çekmiş olmaları gereken bu karışık devre yal­ nız çok kısa bir telmihte bulunmuşlardır. Hiç şüphesiz eski edebiyatın kaybolması da bu devrin karışıklığından ileri gelmiştir, Sâm îrilerin yukarıda zikredilen yerlerdeki edebiya­ tından bahsetmeden önce, daha evvel anılmış olan ve bir çok asırlar boyunca halk fikrinin, hususiyetle arapça konuşan yahudilerin fikri­ nin hâkimi olan en çok dikkate değer iki ya­ hudi müellifi sükût ile geçmemek lâzımdır. Biri Bâbil yüksek mektebinin Gaon 'u, yâni reisi olan Sa'adyâ ve diğeri tbn Maymun ’dur. Her İkisi de, başka yazıları ile olduğu gibi, felsefi eserleri ile derin te'sirler yapmışlardı: ilki Kitâb-ı mukaddesi arapçaya tercümesi ile, arapça yazılmış ilk büyük felsefî eseri ile ve Karaytar ve başka yahudi mezhepleri aleyhin­ deki tenkitleri ile, İkincisi ise, sonraları, Mı­ sır 'da Karaylara karşı mücâdelesi sırasında ve yahudi şeriatının mühim esâslarını yazdığı za­ man büyiik muvaffakiyet kazanmışlardı, lbn Maymun Sâmirilerin de görüş tarzlarına te’sir etmiştir. Suriye ve M ısır’da Sâmir i ler çok eski zamanlardan beri yaşıyorlardı ve ancak son iki asırda buralardan kaybolmuşlardır. Hattâ, XVI. asrın sonunda, Sealiger zamanında Mısır ’da sâmiri cemâatleri varidi ve 1 6 1 1 'de Della Valle Ş am ’ da sâmiri kitâbeleri bulunan güzel bir havra ile kendisine ilk ibrânî-sâmiri Kİtâb-ı mukaddesini ve sâmiri Targüm ’unu göster­ miş olan bîr mıkdar Sâmiri bulmuş id i; 1632 ’de P a ris’te yapılmış olan ilk baskı bu nüsha­ lara istinâd etmektedir. Sâmirilerin, bu mem­ leketlerde her zaman yaşamış olmalarına rağ­ men, edebî mahsûlleri büyük olmadı ve bu mahsûl Sichem 'de Sâmirilerin meydana getir­ dikleri eserlerden bir ayrılık veya bunlara na­ zaran bir ilerıleme göstermedi. Aynı devirde memleketin hükümdarı huzurunda, muhtelif sul­ tan ve halîfelerin saraylarında yapıldığı bili­ nen münâkaşalar gibi, edebî ve dinî münâka­ şalar yapmak âdeti daha da inkişâf ediyordu; taraflar böyle münâkaşalar için notlar hazır­ lamağa mecbur idiler. Hem tenkit, hem mü­



dâfaa mâhiyetinde olan oldukça mühim mıkdardaki benzer yazıları bir dereceye kadar bu durum izâh eder. Şimdi Ş a m ’a geçelim, Burada bulduğumuz en şâyân-ı dikkat şahsiyet Garub-oğlu M a ­ n a c c â b. Sadaka Abu ’ 1-Farac olup, „şâir oğ­ lu" diye meşhurdur. Bizzat Sâmiriler tarafından, yanlış olmakla beraber, Şams al-Din adı ile ve ibrânî-sâmirî adı olan Mflt ile de zikredilmiş­ tir. Oğlu Sadaka 1223 ’ten sonra Ölmüş oldu­ ğundan, babası olan Munaccâ ’nın 1130 ’ye doğ­ ru şöhret devrini idrâk etmiş olması gerekir. Başlıca eseri, „Sâm iriler ile yahudiier arasın­ daki fark, sual ve cevaplar", Mana il al-h ilâf olup, büyük bir eserdir ve bilinen en eski yaz­ ması XVI. asrın ortasında, baş-rahip P in ehâs zamanında yazılmıştır. Bu eserin bir kısmı ta­ mamdır ve bir çok nüshaları vardır. Öteki kısmı tamam değildir ve son asrın başında büyük rahip ‘Amrâm 'a âit olan nüshadan baş­ ka nüshası maalesef bilinmemektedir. Bu iki kısımda Sâm iriler ile yahudiier arasında farklı olan dinî ameller İncelenmektedir. Bunlar daha Önee zikredilmiş olan Abu ’ 1-Hasan ile Yusuf ’un eserlerinde mevcut ise de, burada çok bü­ yük mıkdarda teferruat vardır, çünkü Munaccâ yazılarını çok iyi bilir göıündüğü S a'a d y â ’ya karşı bir tenkide girişmiştir. Ona Tevrat üze­ rine yazılmış bir tefsir de isnâd olunur ki, bu eser yalnız vekayî-nâmesinde Abu ’1-Fatfr ’in ve devri kat'ı olarak bilinmeyen, ihtimâl XV . asra mensûp Abu T-yasan b. Ganâ’im adlı müelli­ fin telmihleri ile bilinmektedir. Kendisinin aynr zamanda Tesniye, X, 12 ve „Emirlerin" ikinci levhaları hakkında kısa bir risalenin müellifi olduğu farzedüir. Nâblus Sâmirilerinin verdiği bîr bilgiye göre, ona Ya'küb ’un takdisi, Tek­ vin, X LIX hakkında bir tefsir de isnâd olunur; fakat hu muhtemelen bir hatâdır. Bu gâlibâ daha evvelki müelliflerin birine itaat edilmiş olan aynı risale olacaktır. Bir az daha sonra yaşamış ise de, daha şim­ diden Munaccâ ’nın oğlu Ş a d a İt a ’yı zikrede­ ceğim. Kendisi al-Hakim („ta b îp ") lekabı ile ve büyük bir arap şâiri olarak tanınmıştır. Ş a m ’da al-Malik a l-A şraf’in sarayında tabip id i; hükümdar onun meziyetlerini şâhâne bîr tarzda mükâfatlandırmış idi J 12 2 3 ’ten az sonra, Harran ’da refah içinde ölmüştür, O hem ta­ bîp, hem kelâmcı olarak faâliyei'- gösterdi. Kelâmci olarak Allahın mâhiyet ve birliği hak­ kında Tevrat 'a bir tefsir, rûh ve ebediyet hak­ kında bir risale, bir de yasaklayıcı ahkâm ve­ ya memnû şeyler hakkında bir risale yazmıştır ( eğer bu bilgiler yanlış değil ise ve başka bir müellif ile karıştırılmamış ise, aş.-bk.}. Tıbba dâir kitapları arasında şunlar zikrolunur; „Hip-



ıbö



SÂMÎRÎLE&.



pokrates ’in Fuşül ’ü üzerine şerh", „basît ilâç­ lar hakkında bir risale", „tıp hakkında notlar" ve İbrani Y aca'köb b. Yişhâk adını taşıyan, 1201 ’de Şam ’a bir seyahat yaparak, burada iki yıl kalan ve mahallin en ileri gelen tabipleri ile bâzı tıbbî mes’eleleri münâkaşa etmiş olan Ka­ hire ’nin mümtaz tabibi yahudi A s'ad al-Mahalli ’nin kendisine sormuş olduğu tıbbî sual­ lere cevapları ihtiva eden bir risâle yazmış idi. Bu eserlerin çoğu maalesef kaybolmuştur. Biz­ zat Sâm iriler de bu tıp eserleri hakkında bir şey bilmiyorlardı; bunlar yalnız onun yazmış olduğu şiirleri de zikreden îbn A b i Uşaybi'a ve Kâtib Çetebî gibi müelliflerin eserlerindeki kayıtlardan bilinmektedir. Son olarak, ibrânıden tercüme edilmesi ve Sadaka b. Munaccâ ’ya isnât olunması gereken bir „H a y a l"’den bahs­ etmek lâzımdır. Bu şimdiye kadar tamâmiyle mecbûl idi. Bu „H a y âl"’ de müellif göğe çıka­ rıldığını, burada Müsâ, Yûşa’, Eleazar ( El*5 zâr ) ve Pinehâs ile görüştüğünü ve bunla­ rın kendisine gelecek vekayii haber verdikle­ rini anlatır. Bir de adları başka biç bir yerde bulunmayan bâzı çağdaşlarını zikreder. Mev­ cut yegâne yeni nüshada „H ayâl„’in tarihî 912 ( 1 506) olarak gösterilm iştir; fakat burada son müstensihin verdiği tarih’n bahis mevzuu ol­ duğu bedihîdir. Eğer müellif Şadaka ise, ger­ çek tarih 603 (1206 ) olabilir. Sâm irilere göre, Marlıib al-Katar i adlı biri, Levlliler 'in lanetleri ihtiva eden kısmı ( bahis X X V !) üzerine bir tefsirin meşhur müellifidir. Bu müellifin 5 13 ( 1 1 3 6 ) 'te yaşadığı söylenir. Sonraları şüphesiz kaybolmuş olan eski yap­ rakların bir kopyesi Aaron oğlu Jakob tara­ fından yapılmış olup, bâlâ N âblus’ta bulun­ maktadır. D i l t e t k i k l e r i Kitâb-ı mukaddes tet­ kikleri ile bir arada gidiyordu ve biz, XII. as­ rın ortasında, pek muhtemel olarak Şam ’da 14 bahistik bir ibrânî grameri yazmış olan Abu İshâk İ b r a h i m Abu ’ 1-Farac Şaras at-Din ’i zikredeceğiz; kendisi bununla Kitâb-ı mukad-' des ibrânîcesini anlıyordu; zîra Sâm iriler bu Kitâb 1 mukaddes ibrânîcesinden bizzat Tevrat metninde bulunan ibrânîaeden küçük farklar gösteren bir dili çıkarıp, inkişâf ettirmişlerdi. Bu müellif nahvi münâkaşa ediyor ve telaffuzu tesbit etmeği de deniyor. Sâmirilerin, bir kaç işaret müstesnâ, bugüne kadar sesli harfleri olmadığı göz Önünde bulundurulursa, bu nevî bir çalışma, onların ibrânî dilini telaffuzları hakkında bize bilgi vermek bakımından, son derecede mühimdir. Bu risale, zamanının büyük rahibi olan ’ Am râm ’ın kendisine okuduğu şekilde Tekvin metu:nİ transkripsiyon ile yazıp toplayan Pe-



termann tarafından, ilk defa olarak, yapılan çalışmayı bütün noktaları ile yeniden ele al­ mak bakımından da çok mühimdir. Risâlenin müellifi arap gramerini mükemmel bir şekilde bilmektedir. Bu eserin bir muhtasarı, XIV. asırda, Pinehâs oğlu El'âzâr tarafından yapıl­ mıştır ki, sâm iri edebiyatı yeniden doğuşunu mühim mikyasta bu şahsa borçludur. Müellif Şams al-Din diye anılır. Aynı lekap Munaccâ ’ya ve bir de oğlu Şadaka 'ya verilmektedir. Bu­ nun neticesi olarak, yukarıda zikredilen y a ­ s a k l a y ı c ı a h k â m a d â i r k i t a b ı n bu­ na isnât edilmesi gerekip-gerekmediği şüphe­ lid ir; „zîra ahkâm üzerine tefsir" ( TtfsBr ham işva ) adı verilen iki cild hâlinde eski bir yazma mevcuttur ki, yalnız bir tek eski yaz­ masının varlığı bilinmesine rağmen, birinci de­ recede mühimdir. Yusuf al-'A skari, kitabının ba­ şında, Sâmirilerin Kitâb-ı mukaddeste 6 13 emir saydıklarım tesadüfen söyler. Bu, bir yahudi fi­ lozofunun tesadüfi bir ihtârıua göre, ahkâmı saymak için hareket noktası hâline gelmiş olan rakamdır. Bu an'aue ne zamana kadar gider ? Bunu kat’î bir şekilde tâyin etmek çok güç­ tür ; fakat muhtemel olarak, VIII. veya IX. asra âit olan H alâkot G *dötoi'ta iki kısma bölünmüş bir hâlde, 6 13 emrin bir cedvelinin verilmesi denenm iştir; bu iki kısımda müsbet emirler ile yasaklayıcı emirler, başka tâbir ile, riâyet edilmesi gereken emirleri ihtİvâ edenler ile bâzı hareketleri yasak eden emirleri ihtivâ edenler gösterilmiştir. Emirlerin bu tasnifi O kadar mühim bir hâle gelmiş idi ki, bizzat İbn Maymun kendini yalnız bu çeşit bir cedvel yap­ mağa değil, fakat emirlerin aydınlatılması için, „Emirler kitabı" adı ile bilinen arapça bir şerh yazmağa mecbûr hissetmiş idi. Bu kitap' XU. asrın ikinci yansında yazılmış olabilir. Şu hâlde yukarıda Sa'adyâ münâsebeti ile gör­ düğümüz gibi, yahudilerin faâliyetleri ile te­ ması kaybetmemiş olan Sâm irilerin Yusuf al'A s k a r i’nin K â fi 'sindeki kayıtlan inkişâf et­ tirmek mecburiyetini duymuş olmaları ve ger­ çekten bu çeşit bir eser meydana getirmeleri imkânsız değildir. Bu kitap İbrahim b. Farae ’e isnât edilmektedir. Şimdiki Sâm iriler bunun Şams al-D in 'in eseri olduğunu iddia ve fakat aynı zamanda bununla Munaccâ ’yı kasdettiklerini ilâve ederler Kendisinin Şalâh al-Din Eyyübî 'ye takdim ettiği Muhazjîb al-Din 'in üstadı olması vâkıası bunu isbât eder. Bu M u­ h a z z i b a 1-D i n Yûsuf b. A b i Sa’ id b. Halaf mümtaz bir tabîp ve devrinin bütün, ilim­ lerinde mahir büyük bir ilim adamı idi. Baal­ bek sultanının ve sonra kendisini vezir tâyin eden oğlunun tabibi idi. 26 kânun 11. 122? ’ de Öldü. Kendisi Tevrat üzerine veya Tevrat ’1»



S Â M İR ÎL E lt bâzı kısımları üzerine bîr tefsir yazmış gibi görünmektedir i bununla beraber bu eser hak­ kında , başka bir şey bilmiyoruz. Muhazzib alD in ‘in ütüm tarihi, . Şams al-D in'in en geç XII. asrın ikinci yarısında öldüğü ve kahireli ibn Maymun 'un bir çağdaşı olduğu faraziyesini doğru çıkarmaktadır. Muhtemelen X. veya XIV. asra mensûp olan Gazzal Tabya b. Duvayk veya al-Duvayk Tev­ rat 'a bir tefsir yazmıştır. Son zamanlarda İsac oğlu Pin.efcâs ile talebesi Danafi Absakua h ’m eski .yapraklar üzerinde muhafaza edil­ miş olan Hurûc hakkında tefsiri istinsah et­ miş ve bunu H u rûc‘ atı teferrüatlı ve mükem­ mel bir tefsiri hâline gelecek şekilde tâdil edip, genişletmiş oldukları ileri sürülür; fakat Nâblus 'ta edinilen bir bilgiye göre, bahis mevzuu eser yalnız Hurûc ’un hem kısa, hem uzun ri­ vayetlerini ihtiva eder. Gazzal Tabya aynı za­ manda Bileam 'm takdisleri üzerine bir şerhin müellifidir, ki, bu eser kıyamet hakkında da bilgi verir; kendisi aynı zamanda, bir mânada bundan evvelki risalenin devamı olan „ikinci hükümdarlık“ hakkında bir risale yazmıştır. Bu iki pnevzû, Abu ’ 1-Hasan ve başkaları gibi, bir çok eski müellifler tarafından da ele alınmıştır. Gazzal beş kiralın savaşı ve L ül'un kurtulma­ sından sonra İbrahim'in korkusu ile M ısır'a indiği zaman Y a’küb ‘un korkusu ( o bunu „ve o kurbanlar kesti“ vayyizbah ifbâhim âyetine bağlıyordu ) hakkında da bir risâie yazmıştır. M ı s ı r ’a gelince, orada haklarında çok mah­ dut bilgi buliıiıan Sürür ailesini buluruz. Aile mensuplarından birine Tabya da denir ve bu şahıs „vahy sırları ile ilgili şüphenin kaldırıl­ ması“ adlı bir tefsir de yazmıştır ki, bundan yalnız Tevrat ’in son üç kitabı Britisb Museum ’da, XVIII. asra ait yegâne bir yazmada ihuhâfaza edilmiştir. Sâmİrlierde bunun bir nüshası 'yo k tu r, noksan olan ilk iki kısım da onlarda mevcut değildir. British Museum yazmasının “ Sonunda söylendiği gibi, Tabya Şam ’a gitmiş ve yağlı kuyruğun yenip-yenemeyeceği hakkında ‘ Şam halkı ile yapmış olduğu b'r münâkaşadan ‘ dolayı, onlar ile yemek yemeği reddetmiş olan Yûsuf al- Uzzi 'nin üçüncü bâtından torunu ise, kendisinin en geç XIV. asrin başında- yaşamış -olması lâzımdır. Bir başka Abü Sürür'ifn yâni Abü Sa'id a l-'A fif b. A b i Sürür.’uü Kahire'nin Vn büyük tabibi "olması vakıası-yukarıda zikr­ edilen Abü Sürür'un Misir asıllı öl ması gerek(iğini İsBât eder. İkincisi“ XIII. asrın" sonunda veya1 XIV. asrin başında yaşıyordu. Bu Abü Sürür muhtelif-hastalıkların çok kısaca göz­ den geçirilmesi için ‘ b ir1 kitap yazmış idi ki, daha eski ‘benzer bir eserin şerhi ve- İbn Si■ıS ’iun İtl-Kânün 'ünün- b ir: hülâsasıdır:: InU*» ^miUoptdiıi



Nihayet Şam 'da yaşamış olan başka bir bü­ yük âlimi, Muhazzib 'in yeğeni Abu 'İ-Hazzân b. Gazzal ( Ta b y a ) b. A bi S a 'id 'i zikretmek lâzımdır ki, bilhassa 10.000 cild kadar kitap ihtivâ eden büyük kütüphanesi sebebi ile, ge­ niş bir şöhrete sâhip idi. Talebesi İbn Abi Uşaybi'a Târik al-hukamâ' 'sim ona ithâf et­ miştir. O, ihtida etti, vezir oldu ve Am in alDavla lekabını aldı. ız ç ı 'de Şam 'da öldürül­ dü ; yazılarından hiç biri bize kadar gelme­ miştir. Barak ât adlı biri, XIV. asrın başında, akraba arasında memnu evlenmeler hakkında kısa bir eser yazmış gibi gösterilmektedir. Kendisini, çok muhtemel olarak, Abü S a 'id 'in arapçaya Tevrat tercümesi münâsebeti ile zikredilmiş olan Abu *1-Barakât 'tan ayırmak için, onun Sichem sakinlerinden olduğu bilhassa söylenir. Bu eser ya aynı mâhiyetteki sonraki eserlere te­ mel vazifesini görmüştür veya başkaca bilin­ meyen aynı mâhiyette daha eski bir eserden çıkmıştır. A sa p r, yâni MüsS 'nın sırtarı adlı bir kitabın genişletilmiş bir şeklinin müellifi de Mısır asıllı gibi görünmektedir. Bu, Tevrat üzerine bir m idrâf olup, son derecede eski bir yığın efsâ­ nevî hikâyeler ihtivâ eder. Eserin sâmiri aslı muhafaza edilmiştir. Bu, kitabın bir kısmında Mûsâ 'nın doğuşu hakkında efsâneler bulunur ve bu hâl bizi aynı devirde, Şam 'da Ramayh ailesinden Yişmâ'el tarafından yazılmış olan ve M avlid Möşe adını taşıyan başka bir eser­ den bahsetmeğe sevketmektedir. Bu Musa *nın doğuşu ile ilgili bir çok efsâneleri ihtivâ eden mufassal bir eser olup, bazılarının söylediğ gibi, müslüman menşe'ii efsâneler mecmuası drğitdir ve yukarıda zikredilen Asatir 'e çok benzer. Bu tercüme tamâmiyle harfiyen yapıl­ mış olduğundan, arapçadaki usûl tâk'p edil­ miştir ve çok genişletilmiş bir şerhtir 5 fakat içindekiler, mutlak olarak, sâmiri kaynaktan alınmıştır ve gerçekten çok eskidir. Müellif, Munaccâ 'nın bir talebesi olduğundan, eser-XlIİ. as’ntı başından daha sonra yazılmış olamaz. Tevrat ‘in ş!mdi British Museum ‘a âit olan üç dilli' sâmiri yazmasının Tekvin bölümünün so­ nundaki biri sahifede bu kıymetli . yazmanın muhtelif sahipleri tarafından yazılmış bir çok kayıtlar vardır. Bunlar arasında Munaccâ Şile­ 'sinden Sadaka ’nın neslinden bir kimse vardıı ki, bn yazmayı Ramayh ailesinden birinden sa tın almıştır ve bunların Şam halkından olduk lar-ı kayıtta açıkça söylenmiştir. ; Şimdi mâhiyet itibârı ile buna benzeyen baş­ ka b'r kitap ile meşgûl olacağız. Bu Y û ş a k i t a b ı denilen mâlûm arapça kitaptır. Juynboll tarafından neşredilmiş olan metin şüphe-



SÂM İRİLER.



aiz daha muahhar olmalıdır; başından kitabın tarihi için mühim olan bir kısmı çıkarılmış ve sonuna 46. bahisten itibaren, muahhar tarih ile ilgili parçalar eklenmiştir. Bir müddet önce Sâmirilerde, kendilerine göre, hiç olmazsa 500 yıl önces'ne âit olan bir başka nüsha bulunuyor­ du ; o da XIV. asra âit idi ve muhtemelen daha eski bir yazmadan istinsah edilmiş idi; ban­ dan kendim için bir nüsha istinsah ettirdim. Bu nüsha British Museum Maki eski nüshaya tamâmiyle uymaktadır. Metinde, daha önce söylediğimiz gibi, baş tarafta Yûşa” m gön­ derdiği öncülerin seferlerini ve bunların o za­ manlar Filistin’ de oturan muhtelif hükümdar­ lar ile karşılaşmalarını anlatan bir takım fasıl­ lar bulunmaktadır. Kitap büyük rahip ‘Amrâm.’ın, yanlış ola­ rak, Nâsırahiar tarafından ithâm edilmiş olan kızının hikâyesi İle sona erer. Bu Suzanna ef­ sânesinin sâm iri rivayeti olup, bunun İngilizce bir tercümesini de Verdiğim bir araştırmada göstermiş idim. Bu rivayette hikâye menfadan dönüş devrine veya az zaman sonrasına yer­ leştirilmiştir. Burada da varlığı isbât edilebile­ cek olan eski benzer metinlerin genişletilmesi karşısındayız ve neşrettiğim Yûşa’ kitabının tbrânî-sâmirî rivayeti de bunun gibidir. Bunun Kitâb-ı mukaddes’in tarihi için ehemmiyeti henüz İayıkı ile takdir edilmiş değildir; fakat mevsuk olduğundan şüphe edilemeyeceğini, kâfi bir İsrar ile söyleyemeyeceğim. Bu eser, Neu­ bauer ’in TöUdRş adı ile neşrettiği değil, fakat A dler ile Seligsohn ’un neşrettiği daha çok ibrânîleşmiş metnin eski şekli olan gerçek TöUdâş ’u ihtiva eden sâm iri vekayî-nâmelerinin bir kısmını teşkil eder. Bu gerçek ToUdös ’tur ve sâmiri İbranî dili İle bu TöUdds ’un Aaron oğlu son büyük râhip Jakob tarafından yazıl­ mış eski bir nüshası Yûşa” ın ibrânîce metnini de ihlivâ eder. Sonra efsânevî bîr mâhiyette ise de, arapça yazılmış sâmiri tarİh’nin başı elimizdedir. Hiç şüphesiz Yûşa* kitabı Mısır *da da yazılmıştır ve ben Kahire G enızâ ’stndaki parçalar arasında bulunan bu arapça metnin bâzı sahifelerini elde edebildim. İki Töledâ ve Bagn I „Z incir" ) adlı eser île nfeşgûl olurken göreceğimiz gibi, bu devirde daha mufassal bir tarih kitabı mevcut olması gerekir. . Yûsuf b. 'Uzzi ’ nin Şamlı Sâmirîlerin koyunların yağlı kuyruğu ile ilgili âdetleri aleyhinde kendisine ihtar mektubu yazdığı Sadaka Munaecâ ’nın oğlu Şadalça ise, bu zât XIII. asrın başında yaşamış olmalıdır. Burada Şam Sâmlrileri ile Nâblus Sâmirilerînın gıdalar ile alâkalı şerîat ahkâmını ayrı bir şekilde tefsir ve tatbik ettiklerinin işaretini buluyoruz; bu ayrılık XIII. asırda görülür ve ihtimâl daha



da gerilere gider. Yusuf bu ayrılık sebebindin Şam ’daki aş.-yk. iki yıllık ikameti sırasında oradaki Sâm iriler ile yemek yemeği kabûl et­ mediğini söyler. Yazmalardan birinde Mafiş alD in 'e atıf var ise de, bu XVI. asrın ortasında yaşayan bir başka Sadaka ile karıştırmadan ileri gelmiş olmalıdır. Sâm iri yahndiler İle Karaylar arasındaki baş­ lıca farklardan bir! t a k v i m olduğundan, Sâmirilerin nücûm, hesapları ve yeni ayın, bay­ ramların ve ekleme günler tertibinin hesaplan­ ması için kullandıkları usûle dâir eserleri ol­ ması icâp eder ve gerçekten büyük râhip ‘ A m râm ’ m sahip olduğu kitaplar arasında nücfima Mâır bu çeşit eski bir yazma bulun­ maktadır. Sâm iri rivayetine g§re, takvim Adam ’ e Allah tarafından, verilmiş ye bu sûretle Müsâ ’ya kadar, nesilden nesile nakledilmiş idi; Müsâ, birinci ay olarak, içinde hamursuz bay­ ramının kutlandığı ayı tesbit . ederek, takvimi ilân e tt i; sonraları bu takvim büyük râhip El‘âzâr oğlu P in 'h âs tarafından İsrâ’ il-oğullarının mev’ud arza girmelerinden hemen sonra, Sichem tul dâires'ne göre, nücûmî hesaplar ile, tesbit edildi. Daha sonra takvim ile ilgili bü­ tün hususlar çok daha derin bir şekilde tetkik edilmiştir. Şimdi kendi yazdığı eserlerden ziyâde Kitâb-ı mukaddes’in arapça tercümesinde , oyna­ dığı rol sebebi ile mübim. bir şahsiyet olarak A m i n a I-D i n A b u ’I-B » f a k a t b. S a*id ’i zikretmek lâzımdır. Bîr. çok müstensihler gibi, o da selefi Abü S a'id ’in eserini kendisine mâl etti ve eski tercümeyi , tashih ve tâdil ey­ ledi. Babasının adı Sa'id i di ; meydana çıkan karışıklıkta bunun cîa te’siri olabilir; fakat XII. asrın sonuna ve X III. asrın başına âit yazmalar­ da bir arapça tercümenin mevcut oluşu Abu.’lBarakât 'ın bu tercümen:n sahibi ol,arak kabûl edilmesine mâni olmaktadır. Bununla beraber kendisi bâzan Abü Sa'id ’e ve bâzan bizzat Abu ’ 1-Barakât ’a isnat edilen ve içinde, başka tefsircilerin eserlerinde olduğu gibi, sâm iri nokta-i nazarından Sa'âdyâ ’ya hücum edilen Tevrat üze­ rine bir tefsirin müellifi olabilir, Abu ’ 1-Barakât •m ız o g ’de hayatta olduğu iddia edilir. Başka bir fikre göre, pek muhtemel olarak, l*6o ’a doğ­ ru Şam Ma yaşıyordu. Onun 622 (l2 2 |j)M e Tevrat '1 istinsah eden şahıs ile aynı olduğu tesbit edilebilir; burada sonda şeceresi ve tam tarihleri şöyle gösterilmiştir : Abi Baraka ta Bar A b Sahata Bar Ab N afişa Bar Abraham Sarafta; nüshayı kendisi Ab Hasda Bar Nefişa Bar Ishâk için yazmış ve bunun o zamana ka­ dar yazmış olduğu 50 nüshanın eki olduğunu ilâve etmiştir. İbrânî Sabuta adı arapça S a 'id 'i temsil ettiğinden, bu metnin müstensihi ile



&ÂM İRÎLER. arapça tercümenin roeşbûr mütercim veya müstensi hinin aytft kimse olduğunda hiç bir şüphe kalmamaktadır. Abu ’l-Barakat On-eniir hak­ kında da bir tefsir yazmi| sayılmaktadır. Eserler müellifi olarak Abü Sa'id adının sık-slk geç­ mesi vakıası aynı adı taşıyan, biri XI. asırda, diğeri XIII. asırda yaşayan iki kimsenin mevcûdiyeti faraziyesini telkin etmektedir; boylece ehemmiyeti daha az bir çok eser, İkincisine olduğu gibi, birincisine de isnat olunabilir: Levi kâbîles’n'n Musa tarafından takdisi ( Teş­ riiye, X X X II!} hakkındaki tefsir böyledir. Di­ ğer taraftan Danafi Absakua *mh XIX. ( m.) asır sonunda üstadı İsaak oğlu Pin»hâs 'm yazdırması veya yardımı ile bu tefsiri yazdığı veya daha ziyâde istinsah edip, genişlettiği siöylenir. Abu ’ 1-Barakât, bir de Kitâb-ı mukaddes ’deki tasav­ vuf! kısımlara haşiyeler yazmış sayılır. Ş a m ' d a Samirİlerin geniş bir sahada edebî ve İlmî faaliyette bulunduklarını görüyoruz. 1384 t e ölmüş' olan M u v a f f a k a 1-D i n A b u Y u s u f Y a ' k î b (b, A bi İshâk b. Gahâ’im ) seçkin bir tabîp idi ve İbn S in a ’nın al-tfönUn 'unun giriş kısmına Sultaiı al-Malik al-M anşür’a ithâf edilmiş olan bıf şerh yaz­ mış idi. Aynı müellif mantık ve ilahiyata dâir bir giriş kitabı da yazmış idi. Bıi eserler, yal­ nız İbn A bi Uşaybi'a ile Kâtib Çelebî ’nio eserlerindeki kayıtlar sayesinde bilinmektedir. Sâmiri müellifler, Nâbius halkının haçtı işgâli ve, müstevlilerin müslümanlar önünde geri çe­ kilmeleri sırasında mârüz kalmış oldukları mu­ hasara ve tahribattan, yağma ve baskınlardan bahsederler. Bir çok Sâm iriler bu münâsebet­ le esir düştüler ; bunlar arasında büyük rahi­ bin'oğlu :Uzzi da var id i; bu esirler,kurtarıl­ maları için, Şam 'daki kardeşlerine büyük fid­ ye ödetmek maksadı ile, uzak yerlere götürülınüşlerdi ; şandılar 'Uzzi 'yi babasına geri gön­ dermekte kusur etmediler. 'Uzzi, sonra çok azalmış olan cemâatin baş-râhibi oldu. Sâmiriler için Sichem y ^ e mukaddes şehir ve Garizim dağı da ibâdet merkezi hâlinde kaldı. O za­ man, XIV, asrın başında, büyük bir mıkdards Sâmiriler Sichem ’de yerleşmek üzere, Şam ’1 terkettiler; aralarında yüksek mevki ve bü­ yük servet sahibi şahsiyetler bulunuyordu, ö y ­ le görünüyor ki, baş-râhibin doğrudan-doğru­ ya gelen nesli kesilmiştir ; zîra 13 0 8 ’de Şam dan gelen, fakat muhtemelen aynı âileden olan râhip' Yusuf, baş-râhip tâyin edilmiş, Aaronî silsilesinin, XVII, asrın ortasında mey­ dana çıkışına kadar, baş-râ .iplerin yeni soya onunla başlamıştır. Yûsuf ile Şâm sâm iri ce­ maatinin mühim uzuvlarından büyük bir mıkdarı da gelmiştir. Pinohâş ve sonra oğlu Elazâr baş-râhipfik vazifesinde onu tâkip ettiler.



Yukarıda zikredilmiş olan Muvaffak al-Din b. Ganâ im b. K atari ailesinin mensupları da on­ lar ile gelebildiler; zîra sonraları bu âilenin sS­ miri edebiyatının inkişâfına hizmet eden measûplarına tesadüf ediyoruz. Bu yeni unsurun ge­ lişi Sâmiriierin hayatına tam bir değişme getirdi. Bir yeniden-doğuş meydana geld i: yeni baş-râhip Pin*hâs, oğlu E l'âzâr ve bilhassa bu sonun­ cunun kardeşi Absihi ibâdeti tamâmiyİe yeni­ den tanzim ettiler ve buna büyük mıkdarda İlâ­ hîler soktular. Eski sâmiri dili halk kütlesi ta­ rafından unutulmuş idi. Onlardan hiçbiri arapçayı ibâdete sokmağı düşünmedi; bundan do­ layı sâmiri dili gibi olan, kendilerine eski za­ manların an’aneleri ile gelen ve bîr dereceye kadar eski parçalarda veya Yûşa’ kitabı, eski şecere kitabı gibi kitaplarda ve Şam sSmiri halkının o kadar iyi bildiği kısa vekayî-nâmelerde muhafaza edilen eski ibrânî diline mürâcaat etmeğe meebûr kaldılar; Bunlardan biri Xf. asırda bu neviden kısa bir vekayî-nâmenin ilk kısmını kaleme aldı veya istinsah etti; bu­ na sonraları biribiri ardından gelen muhar­ rirler, bilhassa baş-rahipler tarafından ilâve­ ler yapıldı: bu vekayî-nâmeye Töledâ denilir; yarı İbranî, yarı sSmiri dilde yazılmış idi. Şâ­ irler o zaman aynı dilde yazmağa koyuldular ve bu suretle eski dil ve eski edebiyat ile yeniden ünsiyet peyda edildi. Aynı zamanda fikrî ufukla­ rı daha genîş kimseler yetişti ve böylece, XIV. asırdan itibâren, Sichem yeniden edebî faali­ yet merkezi olda. Sicbemii oldukları bilhassa zikredilen muharrir adlarına tesadüf olunur. Geçmişin tarihi için yeniden alâka duyuldu ve baş-râhip Pineljâs *m idaresi altında Munaceâd ii Kuf i ve Masa"i! :i ile benzer mâhiyette başka yazmalar gibî eski yazma eserler yeniden İstinsah edildi. Bir de Kitâb-ı mukaddes’in arapça metni, muhakkak sûrette, daha tam bir şekilde, bu devirde tesbit edilmiş olmalıdır; zîra muahhar nüshalar, eskilerinden farklı ola­ rak, aralarında daha az ayrılık gösterirler. İlk önce ve diğerlerinin başında rahipler ile Ş am ’dan gelmiş ve baş-râhip PinEljS s ’ın is­ teği üzerine, devrinde arapça yazılmış çok mü­ kemmel ve güvenilebilir bir sSmiri vekayî-nâmesi olan eserleri yazan A b u ’l-F a t h b. A b i ’ 1-H a s a n ’ı zikretmek lâzımdır. Mukad­ dimede arapça ve ibrânîce Yûşa’ kitabı gibi eski vekayî-nâmelerden, „Z in cir" gibi başka ve­ sikalardan ve Töledâ 'dan istifâde ettiğini söy­ ler. Eseri 1 3 5 $ ’te yazılmıştır; bu, çok kuru olmasına rağmen, çok dikkatli ve ihtimâmlı bir toplamadır. Bu vekayî-nâme ile Sâmirilerde bulunan müteakip vekayî-nâmelerin dikkate de­ ğer bir husûsiyeti de, âlim ve şâirleri hakkın­ da pek az bilgi ihtiva etmeleridir; bununla be-



1 64



S Â M İR ÎL E îl



râber, ibâdete dâhil elti Sileri şiirleri ile ken­ dilerine şöhret te’min etmiş olan bir kaç mu­ harrir istisna edilmek gerekir. Abu ’1-Fath ’ in vekayî-nâmesİnin Yûşa’ devrine kadar gelen ilk ktsmı, yalnız A d em ’den Isrâ'il-oğullarımn Fi­ listin ’e girişlerine kadar, sıra ile kaydedilmiş bir kaç tarih ibtivâ eder. Yûşa’ tarihi gerçek­ te az çok Kitâb-ı mukaddes ’teki hikâyeye uyan arapça Yûşa’ kitabı kısmından çıkarılmıştır. Bu kitap Abu ’İ-Fath ’in Büyük İskender devrine âit istifâde ettiği başlıca bilgi kaynağıdır. Son­ ra bilgilerini, yukarıda söylediğimiz gibi, 7 oledâ ’dan bu baş-râhipler tarafından muhafaza edilmiş otan kısa sâl-nâmeterden a lır; fakat, Peygamber devrinden başlayarak, daha sonra kendi devrine yaklaştıkça, arap edebiyatının Sâm iriler arasında inkişâf etmeğe başladığı XI. asırdan itibaren, daba fazla teferruat ve­ rir ve bütün hâlinde bilgilerin hepsi yeter de recede itimâda şayandır. Bununla beraber, muh­ telif mezhepleri anlatışı müphemdir. Kendisi­ nin gerçek mâhiyet ve mânalarını yeter dere­ cede bilmeden eski an’ançleri tekrar ettiği bedibidir. Bunlar şüphesiz sonraları ekserisi kayb­ olmuş eski vekayî-nâmelerin. parçalarıdır. Da­ ha sonra, onun vekayî-nâmesi bütün eşki orta çağ yekayî-nâmeleri gibi, bir muâmeleye mârûz kaldı. Eski malzemeler yeniden işlenmedi, fa­ kat, bâzı devirlerde, muharrirler Abu ’ 1-F ath ’in devrinden sonra geçtniş olan hâdiseleri ona ilâve ettiler. Son baş-râhip Jakob ■bunu XIX. aşrın sonuna kadar devam ettirmiş idi. . Abu ’1-Fath ’invekayî-nâmesini devam ettiren ve bunu kendî devirlerine kadar getiren mu­ harrirler arasında Katari ailesinden A b u ’!F a r a..c b. İ s h â k N a f i s a 1-D 3 n ile XV. asrın ortasında,. Mûsâ ,'nin şeriatı hakkında .muhtasar bir risâlen'n .müellifi olan Ganâ’ im zikrolunabilir. 1523 tarihli olup,. P a ris ’te , bu­ lunan yalnız bir yazması ile mâlûm olduğun dan ve Sâm iriierde de bir yazması bulunma­ dığından bu risalenin mâhiyetini doğru, olarak tâyin etmek güçtür; fakat eser Yusuf al-'Askari ile Şams al-D in ’in eserlerinin yplun_us ,tâkip etmiş gibi görünmektedir. Bununla berâbeı Yusuf a!-'A skari ile karıştırı'an başka bir Y ûsu f’a isnat edilen ve 1441 târihinde yazıl­ dığı söylenilen benzer bir eserin aynı olabilir. Burada K atari ailesinden A b u ’ 1- F a r n c N a f i s a 1-D i n adlı bir kimseye işnât edilen bir kitabı zikredebiliriz; bu kitap 6 13 emir hakkında bir şerhi ihtiva eder. Bu emirler iki zümreye ayrılmıştır, 365 ’i menfi, yâni yasak­ layıcı mâhiyettedir ve 248 ’i de müsbettir. Mü­ ellif burada emirleri mantıkî tefsir yolu ile izâh etmeği dener. Yahudiler gibi, bu hüküm­ lerin sıralanabileceği muhtelif sınıfları da gös­



terir : tatbikatı mahallî olan hükümler.,tatbi-, katı muvakkat olan bükümler ve tatbikatı her kese şâmil olanlar gibi. Meydana-çıkan yegâne mes’ele bu kitabın Abu ’1-Farac’in mi olduğu, yoksa, yukarıda zikredilen ve Abu ’ 1-Farac Şams al-D in’ e isnat edilmiş olan eser mi olduğu mes'eleşidir. Sâm iriierde bulunan eski yazma nüsha Abu ’l-F arae’ in yaşamış olduğu devir olan X IV. aşırdan daha evvele â it ise, yine müellif adının diğeri ile değiştirilmesi karşısın­ da bulunmaktayız. Yeni baş-râhiplerin gelmesini müteakip, tefsir ve gramer sahalarında yeni çalışmalar görüldü. Pin«hâs ’tn oğlu El’ âzâr bizzat yukarıda zikredilmiş, olan eski graışıer kitabı Futga ’om bir hulâsasını yazdı-. Takvimin menşe’i üzerinde de araştırmalar, yapıldı, ve Tevrat üzerine tefsirlerin de sayısı, bu araş­ tırmalar ile mütenâsip olarak, çoğaldı,. En mü­ himi gâlibâ Abu ' 1-Hssan b. Ganâ’im ’e isnâd olunandır ve bu zat d.aba önce Abu ’I-Fath ’ın vekayî-nâmesini devam ettirmiş ; olan A ba ’ 1Farac b.. Ganâİm K a t a r i’nin oğlu ise, XV . asrın sonuna doğru yaşamış olmalıdır- Bu S â ­ miriler tarafından verilen aş.-yk. 1430 tarihine de uygundur. Levililer XX V I, lân,etler kısmının kısa bir tefsiri , M a r h i b a 1-K a t a r i atflı bir şahsa isnât olunur. Bu şahıs hakkında başka bir şey bilinmemektedir; fakat adına bakılacak olursa, onun K atari Silisine menşûp olması icâp eder. Binâenaleyh onun, .yukarıda gördüğümüz gibi, Tevrat tetkiklerinin çok Herilemiş, olduğu Şam ’da yaşamış olması gerekir. ... X. asırdan XIV. asra kadar devam eden de­ vir esnasında ya' udiler İle K araylar arasında aynı esâs temayül, Tevrat tetkiki, müşâhade edilebilir. Yahudiler .ile Karaylar arasındaki münâkaşa çok defa Kitâb-ı mukaddes 'in tef­ siri etrafında dönüyordu ve Karaylar eserleri­ nin büyük bir mıkdarmı Kitab-ı m ukaddes’in gramer ve taksimi ile kendi görüşlerine uygun olarak tefsirine tahsis ettiler. Bu çalışmaların büyük bir mıkdârı arapça yazılmış idi ye bu .şûretle. Sâmirüerin edebî çalışmaları ile yahudilerinki arasında bir dereceye kadar bir mu­ vazilik müşâhade edilebilir. Bu hâl birbirlerinin te’siri altında kalmalarından ileri gelmiş değil­ d ir; Sâm iriler yahudiler ile Karaylar arasın­ daki meş’elelerin tamâmiyle dışında idiler ; fa­ kat onlar Karayların faaliyetleri ile Tevrat *ın kendi görüşlerine uygun ve binnetîce kendi izâh ve inançlarını takviye eden tam ve tatmin edici bir tefsirini elde etmek için çalışmala­ rına devam etmtğe teşvik edilmiş olmalıdırlar. Yahudilerin faaliyeti İlk önce Mısır sda ve son­ ra Bâbil 'de yaşamış olan Sa'adyâ ( Sim.' 940 ) ile, başladı, Karaylannki ise, Filistin 'd e yaşa­



SÂMİRÎLER.



—,----mış olaa JapKet (Y e fe t) b. *Ali ile başladı; her ikisi de X. asırda yaşamış idi. Diğer mu­ harrirler onları takip ettiler. Gramer araştırmaları da yaiıudiler arasında devam etti ve XV. asrın başında P i n * h â s b. E l ' â z â r ibrânice arapça bir lügatçe yazdı; bunun mevcut en eski yazması 1476 tarihlidir. Müteakip muharrirler tarafından tâdil veya ik­ mâl edilen bu eser içinde İbranî kelimelerin üçlü kökleri farkedilmeyen ve kelimeleri ek­ seriya 4 veya 5 hart yardımı İle anlatılmış olan çok- iptidâi ve basit bir çalışmadır ve M eliş veya; Melisa, yâni „tercüman" adini taşımak­ tadır. ... ■ . : Tanınmış muharrir, şâir, tabîp ve tenkitçi MunaccS oğlu meşhur S a d a k a a 1-H a k i m { yâni; ¿.tabîp“ ) ’in adı,.ve hâtırası Sâmirilerin gözünde öyle bir serap te’siri hâsıl . etmiştir ki, şüphesiz müellifi olmadığı, fakat gerçek mü­ ellifleri unutulmuş ve yazılmış oldukları tarih­ ler. bile asırlar boyunca karıştırılmış olan bir çök eserler kendisine isnât edilmiştir. Bâzı bifgüere göre, bu Sadaka 1533 He hayatta bu­ lunuyordu ve şu eserlerin müellifi idi: z. hü­ kümdarlık hakkında bîr eser ( Gazzal b. Duvayk gibi, Abusîl-Hasan da benzer bir eserin müellifidir ' ; takvimi tesbît . ediş tarzları doİSyısı.Jle yahudi.ler aleyhinde bir tenkit eseri ( kendisinden önce Munaccâ b. Sadaka ile Abu ’1Hasanr'a da isnât olunur ) ve ,T evra t’ta sâmiri şeklinin doğruluğu hakkında bir risale. Bütün bu eserler, .münâvebe ile, muhtelif müelliflere isnât edilmiştir, 1449, tarihli bir et-yazmasıada Tâheb.hakkında bîr risale de bu Şadalca’ya isnât edilmiştir' ve başka . bir el-yazması nüs­ hası da Yadtüb ile M üsi '«un takdisleri hakkın da 1494 tarihli kjsa bir şerh onun adı ile zikredilnvştir. Şu hâlde, İsimde bir karıştırma bu­ lunması., icâp ' eder.-.Bu .karıştırma. Şam cemâ­ atinin îtibârh bir uzvu ojan Sadaka adlı bir kimsenin, XV. asırda, bu cemâat mensupların­ dan bir zümreyi. Sichem ‘e hacca götürmüş ol­ masından ileri gelebilir. Bu devirde Şam cemâ­ atinin Della Valle ’nin tasvirinin düşünd.Ürebijeceği gibi, alçak bîr seviyeye. henüz düşmüş olamayacağına dikkati çekmek lâzımdır. Bu de­ virde, şamlılar, az mıkdarda olmakla beraber, oldukça zengin ve müreffeh bir cemâat teşkil etmiş olmalıdırlar; aralarında yengin ve bilgin kimseler var idi ve cemâatin 16 16 ’da. bir avuç dilenci h.âl'ne .gelmesini şaşırtıcı bulmak için, X y i asrın ortasında yaşamış olan I£abaşi ’nin eserini hatırlamak . kâfidir. Dçlla Valle ’nin tasvirinn yarattığı intibaın bir esâsı yoktur. Bu yalnız .Sâmirilerin ne’ kadar mücerret bir hâlde yaşadıklarım ve yabudiler ile ne kadar nz temasları olduğunu bize gösterir.



, 11. .



■■■-.. ..— r— ----- ■ -- ,---



Sâm iri edebiyatının en dikkate değer si­ malarından birini daha zikretmek lâzımdır; A b r a h a m (İb rah im ); K a b a ş i. Kendisi Şam cemâatinin reisi idi ve Sadaka ve diğer cemâat mensupları ile birlikte, ibâdet etmek üzere, Sichem ’ e unutulmaz bir hacca gitmiş olup, bu seyahatte Sâm irilerin edebî faaliyet­ leri ile bizzat şehrin mâhiyeti derin bir şekil­ de değişmiş idi. Devrin baş-râhibi El’âzâr, oğ­ lu Pinchâs VIL’ın arzû ve isteği üzerine, iki ki­ tap yazm ıştır; birinin adı S ir r al-kalb, yâni „kalbin sırrı“ idi ve bunu 13 3 0 ’da Ş am ’da yazmış;idi. Rivayete göre, bu âile Peygamberi, peygamberliğinin başlangıcında, bulmağa gitmiş ve ondan Sâm irilerin himaye edileceğine dâir yukarıda zikredilen te’ minâtı almış olan K a­ bası ailesi ile alâkalı idi. Bilhassa .mukaddime­ sinde arapların üslûbunu taklit eden edebî bir üslûp kullanmış idi. Müellif bahis mevzuu eser­ de, şerîatn tâlimlerine uygun bir hayat geçirdiğ'ni söyleyecek, okuyucular Üzerinde teV sir yapmağa çalışır. Kitap 7 bahse bölünmüş­ tü r; birinci babîste M usa’nın kanunlarının ma­ nevî mükemmelliğini ele a lır ; Allahın birliğin­ den, mukaddes dağlan ye takdisten de bahse­ der. İkînei bahiste kendi müşahedeleri veya hi­ kâyeler ife, Allah yolunda yürümenin ne kadar doğru olduğunu isbât eder; iiçiiucüde Allahın yolunda gidenler ile ilgili ahkâmdan çıkarılmış bir takım misâller verilir, .onların bu ye öteki dünyâdaki mükâfatları gösterilir.; en uzun ba­ his plan dördüncü bahiste Allahın büyük pey­ gamberlerden her birin), yâni Adam, İbrahim İshak, Ya’küb, Yûsuf, Müsâ ve H arun’u tâbi tuttuğu on imtihan ve onların bu imtihanlara tahammülleri,, teferruatı ife, anlatılır; beşin­ cide Allahın şerîat ye emirlerine riâyet etmek­ te bir hizmetçinin efendisine karşı duyduğu korku ve sevgi gibi telakki edilen Allah kor­ kusu ve sevgisinden bahsolunur; altıncı bahis­ te fazilet yolunda yürümek isteyen kimseye faydalı öğütler vardır; yedîncİsinde insanı guf­ rana götüren tövbe İle meşgûl olunur. Kitap yedinci bahis ile sona ermez; zîra hiç olmazsa, bizim yazmamızda kısaca sayılmış cilan 613 eıprin cedveli ile bu müsbet ve yasaklayıcı' emirlerin mahallî, muvakkat veya daimî mâhi­ yetlerine bakılarak, ızâh edildiği kısa bir giriş kısmı gelir. Başka yazmalarda da bulunan bu cedvel, ihtimâl Şams al-Din ’in daha mühim olan eserinden alınmıştır. Kabaşi ’nin diğer bir eseri „Çünkü Allah adından yardım diledim" {■Teşniye, XXXII, 3 ) âyeti üzerine bir tefsir dir ; burada Allahın adının tasavvufî mânası ve mutlak gücü'bahis mevzuu edilmektedir. Şam 'da Sâmirilerin durumu ne olurs^olsun bütün, edebî çalışmalar bu sima ile' kaybol,n



166



SÂMİRÎLER.



Fikrî hayat ile edebî çalışmalar Nâblus ’ta te­ merküz etmiş ve bu şehre gelip yerleşen muh­ telif cemâat mensuplan sayesinde, nüfus da, mühim bir rakama aslâ ulaşmamakla beraber, çoğalmış idi. XVI. ve XVII. asırlarda geçmişin eserleri yeniden ele alındı ve eski müelliflerin meşgûl oldukları mes’eleler yeni gelenler ile daha önce baş-râhip Joseph ve oğlu Pin*Jıâs zamanında Şam ’dan gelmiş olanlar için araş­ tırma mevzun oldu. Felsefî düşünceler artık günlük mevzulardan değil idi ve yahudiler ile Karaylar arasındaki münâkaşalar, Sâm irilerin kendi görüşlerini, diğerlerinin görüşlerinin kar­ şısına koyarak, müdâfaa etmeğe çalıştıkları hâller müstesna, artık yalnız geçmişin bir hâ­ tırasından ibaret idi. Ne Scaliger ’in, ne de ha­ leflerinin muammâsını çözemedikleri takvim, tabi’î olarak, Sâm iriJer için bir güçlük göster­ miyordu ve XVIII. asrın başında Abraham b. Yakob ( İbrahim b. Ya'küb ) takvimin tarih ve inkişâfının, bir de tarih hesaplarında temel va­ zifesini gören esâsların amelî ve nazarî bir be­ yânını yeniden verdi. Bu eser esasen XIV. asra âit bir yazmada bulunan eski ninnimi hesaplar kitabına dayanır; fakat daha çok İnkişâf etti­ rilip, işlenmiştir ve büyük mıkdarda amelî mi­ sâller ihtiva eder. Şimdi dikkatimizi K i t â b - ı m u k a d d e s t e f s i r l e r i n e çevirelim. Mi draş unsurları aklî ve felsefî tefsirin yerini alır ve bütün bu tefsirlerin başında Tekvin ve muhtemelen H a ­ raç üzerine yazılmış mühim bir tefsiri zikret­ mek lâzımdır; fakat Hurûc tefsirinin bu ese­ rin bir kısmı olması şüphelidir; zîra başka bir müellife isnat edilmektedir. Son zamanlarda bu eser ile çok meşgfil olunmuştur; fakat yan­ lış olarak, Y a’küb oğlu İbrahim ’e isnat edil­ miş idi. Gerçek müellif Ya'küb b. İbrahim ol­ mayıp, Danafı Absakoah oğlu M e ş a l m a ’dır. Eseri noksan bırakmış idi ve oğlunun yardımı ile, aynı şekilde Danafi ailesine mensûp olan bu İbrahim b. Ya'küb onu ikmâl e tti; o hâlde tefsiri Meşalma ’ye isnat etmek lâzımdır. Eser bir bilgi hazînesidir ve devirler boyunca Sâmiri¡er tarafından muhafaza edilmiş olan efsâneler ile doludur. Bazıları hiç şüphesiz A sâtir ’den diğerleri M avlid ’den ve bir kısmı da meçhul kaynaklardan gelmektedir. Bu eser sâm iri Kitâb-ı mukaddes tefsirinin tetkiki için çok büyük bir ehemmiyeti hâizdir. Gerçek müellif olan bu Meşalma 1680 'den önce yaşıyordu; zîra 1680 tarihine doğru Huntİngdon ’un Nâblus ’tan getir­ miş olduğu tefsiri yazan o idî. Tevrai ’ıh şimdi mevcut olan diğer dört kitabını onun yazmış olması muhakkak değildir; çünkü Sâm iriler Tekvin tefsiri kadar hacimli olan Hurûc hakkındaki tefsirin, muhtemel olarak, 1816 ’de ta­



mamlanıp, yeniden yazıldığını söylerler; başrâhip Tabya ’nın bu devre doğru istinsah etti­ ği ve baş-râhip 'Amrâm ’in, sonraları ölmüş olan oğla Meşalma ’nio tasdik ettiği gibi, kü­ tüphanesinde bulunmuş olan bir nüshadan iba­ ret olması mümkündür. Bu tefsir fi’ilen Kitâb-ı mukaddes tefsirinde son sözü teşkil eder. Bazılarının şimdiye kadar ileri sürdükleri faraziyelerde olduğu gibi, XIV. asır ile XVII. asır arasında değil, >75o*ye doğru yaşamış, olup, takvim hakkında yukarıda zikredilen kir tabın da müellifi: bulunan İbrahim b. Ya'küb Müsâ ve ilk büyük 1 0 Peygamber hakkında bâzı şiirlerin ve „felsefî delillerin reddi" adlı tur risalenin de müellifi idi. Yine Danafi aile­ sine mensûp otan ve kendisine bir dereceye, kadar mûtâd akşam âyinleri ile ilgili kayıtlar­ dan farklı bayramların sonundaki dinî âyinle­ rin tertibi hakkında bir risâie t I r ş â d ) isnat edilen A b r a h a m ( İbrahim A l a y a adlı bir şahıs ile karıştırılmıştır. Bu müellif XIX. asrın sonlarına doğru, evvelki müellif gibi, Nâblus ’ta yaşıyordu. XVII. asrın sonunda. T a b y a ’dan itibaren, 19 2 3 ’e doğru ölmüş olan A ron oğlu Yakob *a kadar baş-râhipler diğer dinî reisler ailesi mensupları ile birlikte, böyleee toplanmış olan bütün malzemeye daya­ narak, eski edebiyatı yeniden istinsah etmekle meşgûl oldular. Bir çok eski metinler onlar sayesinde muhafaza edildi. Bu muharrirlerin en çok eser vereni ve en çok dikkate değer olanı Pin*hâs ( arapça: H iir ) b. Yişhâlj olup, 1898 ’de ölmüştür. Oğlu Abişa tarafından hazırlanmış olan cedvelde kendisi tarafından istinsah edil­ miş, işlenmiş veya yazılmış 4$ ’ten az olmayan kitap zikredilmiştir. Kendi çalışmalarında derin bir şekilde istifâde ettiği büyük mıkdarda ki el­ yazmalarını te’min etmeğe muvaffak olmıiş idi. Boylece devirler-boyunca nakledilmiş olan her şeyden eserlerinde istifâde edebilecek bir du­ rumda bulunuyordu. ' Anılması gereken eserler arasında çok mü kemmel olan bir yekayî-nâme vardır. Bu yalnız Abu ’l-Fath ’in eserini içine atmakla kalmaz, fakat ondan çok daha geniştir ve Abu ’l-Fath *te bulunmayan tarihî mûtâların bir yığın ef­ sânevî hikâyelerini ihtİvâ eder. Diğer nüshadan veya bu vekayînâmeyİ kendi devrine kadar de vam ettiren ve buraya İbrahim Kabası ’nin ölümü hakkında yukarıda zikredilen risaleyi ekleyen baş-râhip Yakob b. A a ro n ’un ilâve­ leri ile' Abu ’l-Fath ’in eserinden doğrudan doğruya yapılmış hulâsadan ayrıdır. Çok ha­ cimli olan ve İs hak oğlu P in eh â s ’a İsnât edilen vekayî-ııâme Y ûşa3 hikâyem ile başlar ve XX. asrın başına kadar gelir. P ın 'h â s Yo-ım olD in („kıyam et günü ") adlı eserin de riıüelk-



SÂ M ÎR ÎL E R fidir | bu kitabı eski metinlerin yardımı ile toplamı; olduğunu söylemek daha doğru olu r; bu hacimli bir eser olup, kıyamet bakkındaki sâmiri görüşünü, ebediyet, öteki dünya, ba's-ü ba’delmevt, bir kelime ile gelecek hayat ile alâkalı bütün mes'eleleri teferruatı ile ihtivâ eder. Tekvin ’in ilk kelimesinden başlayarak, Tevrat'ın en sonuna kadar Kitâb-ı. mukaddes âyetlerini gözden geçirir ve kıyamet ile alâkalı bir mâna verilebilecek olan her kelimeye ve her satıra an'anevî, temsilî ve taşavvulî tefsir­ lerini verir. Onun yasak edîlmi; evlenmeler ile yakın akrabalar arasındaki harâm evlenmeler hakkındaki büyük eserini, T ifsâ r a l- arâyöt 'unu da zikretmek lâzımdır. İhtimâl XVI. veya XVII. asırda yazılmış olan bir kitap, sâmiri ahkâm ve rivayetlerinin tam bir hulâsası, hâlen Ya'kûb oğulları ile Pinehâsın oğulları tarafından kendi babalarına isnat edilmektedir. Bununla berâber, giriş kısmında son iki asırda kaybolmuş olan sâm iri cemâat­ leri o:devirde mevcut imiş gibi gösterilir; bi­ nâenaleyh müellifin en geç XVII. asırda yaşa­ mış olması gerektiği bellidir; fakat şüphesiz bu eser P in'h âs ile Y a 'k ü b ’un seleflerinden biri tarafından istinsah edilmiş veya yeniden İşlenmiştir ve sonradan da bunlardan her biri tarafından yeniden istinsah edilmiş veya işlen­ miş olmalıdır. Bu kitabın adı H illnk veya H ia f ’tır ve Sâmirilerin menşe’lerinden, târihleinden ve inançlarından bahseden 10 bölüme ryrılmıştır. Pin=hâs ün bir nevî bir İlm-i hâl ( ma' l i f ) tesbit ettiği, yahut daha ziyâde Kitâb-j mu­ kaddes’teki tarih hakkında, gençlere öğretil­ mek üzere, bir mıkdar sual ve cevâbı bir ara­ ya topladığı söylenir. Eserin büyük kısmı ef­ saneler den meydana getiriinrş olan muhteva­ sı eskidir ve bunların alınmış olduğu mutıtelif kaynaklara kadar İnilebilir. Bu kitap en mühim efsâne dergisidir; maalesef tamamlanmamıştır. ' P in ehâs Gazzal ’m A 'd âd üzerine tefsiri gibi bâzı eski tefsirleri istinsah etmiş veya iştemiştîr ve onun A sa iir üzerine arapça bir şerh yazmış olduğu söylenir. ' Bir de, de Sacy ’nîn XIX. asır başında Sâmiriler İle mektuplaşması kısaca zikrolunabilir; o zamandan beri meydâna çıkarılmış olan ve o devirde Nâblus dışında haklarında hiç bir şey bilinmeyen büyük mıkdardaki malzemesi sebebi ile muhteva şimdi ehemmiyetsizdir. Bu mektuplaşma münâsebeti ile bir arapça ve Se­ mirt dilinde mektup nümûneleri dergisi de zikrolunabilir. Bu mektupların bazıları çok es­ ki, bazıları ise çok yeni görünmektedir. Asıl metinlerin çoğu sâmiri dihndedir; arapça olan­ lar sâdece terçütnçlerdep ibarettir,



SAM M A.



167



Böylece günümüze kadarki arapça sâmiri edebiyatının gözden geçirilmesini tamamlamış bulunuyoruz ve şimdi Sâm irilerin edebî çalış­ maları tamâmiyle sönmüş gibi görünmektedir. Sâmirilerin edebiyata dâir rivayetlerinin ka­ rışık ve mütenâkız olması dolayısı ile, oldukça ciddî müşkiller ile yazılmış olan bu makalenin gayesi yalnız mevcut eserlerin bir cedvelini vermek veya muhtevalarım hıılâsa etmek ol­ mayıp, Sâmirilerin gerçek manevî hayatları hakkında şimdiye kadar mevcut olmayan bir bilgiyi vermektir. Sâmirilerden Abu ’¡-Haşan ’ın Tahhah ’ı, Yû­ suf al- A skari ’ nin Kâ f i ’si, bilhassa, ıbrânîsâm iri Yâşa' kitabı ile mukayese etmek üzere, arapça Yufö’ kitabını, iki muhtelif şekli ile, büyük vekayî-nâmeyi, Kabaşi ’ nîn S irr al-kalb ’i ile K i ¿eşem ’i, „çünkü Allahın adından yardım diledim" ’i, H illü k ’u, M avlid Maşe ( Ramayh oğlu. îsma’ i l ) ’sini, Tekvin üzerine Meşalma ’ nin tefsirini, Pin»ljâs’ın kıyamet günü hakkmdakl kitabım, baş-râhip Ya'küb rivâyeti ile Abu *İ-Fath ’¡a ve son olarak Ma’l i f gibi, bir takım eserleri benim için yalnız kendilerinin kullanabildikleri ibrânî diline çevirmelerini ricâ ettim. Bütün bu tercümeler ibrânî harfleri ile yazıldı; sonra onları İngilizceye çevirdim. Bun­ lar ilk fırsatta neşredilmeğe hazır bir durum­ dadır. ( M. G a s te r.) [ Bu madde, esâs itibârı ile, tâdil edilmiştir.] Ş A M İT . [ Bk. NÂTiK.l S A M M Â . SAM M A, Sind ’de küçük bir r â c p û t k a b i l e s i n i n a d ı d ı r . Müslümanlığı kabül eden râcpüt kabilesi Sumrâlar, Gazneli devletinin Sind üzerindeki tazyiki gevşediği zaman, 1053 ’te bu bölgede hâkimiyetlerini te’sis ettiler ve Tür ’u idare merkezi yaptılar. Bunlar hindû dininde bulunan rakîp râcpüt kabilesi Sammâları sıkıştırdılar ve çoğunu Kaççh ’a sığınmağa mecbûr ettiler. Sammâlar kendilerini himaye etmiş bulunan emir Çava da ’yi 1320 ’de buradan kovup, onun tahtını ele geçirdiler, Sammâlarm, Câdeca, yâni „Câdaoğuliarı" dîye şöhret bulmuş olan bu kolu, son zamanlara kadar Kaççb ’taki R âo ve Navanagar ’daki Câm tarafından temsil edilmiştir. Sind 'de kalmış olan Sammâlar İslâmiyet! ka­ bul ettiler ve Sumrâların Dehli ’deki ‘A la ’ alDin K alaçî kuvvetleri tarafından mağlûp edil­ mesi üzerine, J333 ’te takriben iki asır S in d ’İ idare eden ve idâre merkezi Thatha olan bir sülâle kurdular. Navanagar devletini ele geçi­ ren kolun hükümdarı Abu ’l-Fazl, Firişta ve diğer müslüman tarihçilerinin kâfî delillere da­ yanmayan yan-efsânevî Iran hükümdarı Camş id ’ in adından iştikak ettirdikleri, mânası şüp­ heli bîr kelime olan Câm upvâpuıı aJdf*



ı68



SAM M Â — SAM SÂM E.



life Cam ’m hindû adı olan Unar, muahhar bir ihtidanın delilidir. Kardeşi ve halefi Cünâ o zamana kadar imparatorluğun eyâletleri için­ de bulunan yukarı S in d ’de B akh ar’ı ele geçir­ di ve Gucarât ’tan Dehlİ hükümdarı Muhammed b. Tuğluk’tan kaçan bir âsîyi himayesine aldı. Bunun üzerine Muhammed Sind bölgesini istilâ etti ise de, Cünâ ’yı cezalandırmağa fır­ sat bulamadan, 13 5 1 martında İndüs sahillerin­ de öldü. Hükümdarlarının ölümü ile düzeni bozulmuş bîr ordunun isteği üzerine, Muham­ m ed’e yeğeni Firüz Şah halef oldu. Firüz Şâh hem sindlilerin, hem de onların müttefiklerinin tehdidi altında ric'at ettiği Sind 'den ordusunu güçlükle kıirtardt. Firüz Şâh sekiz yıl sonra mağlûbiyetinin intikamım almak istedi ise de, tekrar yenildi ve ancak G u carât’ta, felâketli bir ric’at neticesinde, ordusunun bir kısmını kurtarabildi. Ertesi yıl Sammâları yendi ve Câm, Cünâ ile yeğeni Bâbaniya ’yi esir olarak Dehli ’ye getird i; fakat Cünâ *nın oğlu ile onun yeğenlerinden Tamâçi V n , kendisine tâbî sıfatı ile, eyâleti idâre etme’erine müsâade etti. Mü­ teakiben Tamâçi isyân etti ve onu itâat altına almak için Dehli 'den Cünâ gönderildi. Cü­ nâ onu Dehli ’ye getirdi. 1388 ’de Tuğ lu k il. ’un cülusundan soma, Bâbaniya’nin S in d ’e dön­ mesine müsâade edildi :-,İse de, yolda öldü. Kar­ deşi'Tam âçi ona halef oldu ve onun hüküm­ darlığından sonra halefleri muhtemelen şu sı­ rayı tâkip etmişlerdir: i. Salah’ al-Din, 2, Ni­ zâm al-Din, 3. ' Ati Şir, 4. Karan, 5. Fath Han, 6. Tuğluk, 7. Raydan, 8. Sanear, 9. Câm Nanda adı ile tanınmış olan Nizâm al-Din, 10. Fİrüz. ‘ , , „SammSların, iktidara geldikten sonraki tarİh’i bir çok muharebelerde imparatorluk kuvvet­ lerine karşı mevkilerini muhafaza: etmek husfisunda gösterdikleri maharet Ve ayrıca halkın büyük bir kısmını hindû dininden İslâm dinine döndürmeleri sebebi ile ilgi çekicidir.“ Timur­ ’un istilâsından sonra, Dehli imparatorluğunun dağılması S in d ’e istiklâlini te’min etti ve bu tarihten itibaren Sammâlar, her türlü tâbilik­ ten kurtulmuş olarak hüküm sürdüler. Onların arasında en büyüğü Çâm-Nanda adı ile tanı­ nan ve 47 yıllık bir saltanattan sonra 15 0 9 ’da ölen Nizâm al-Din II. idi. Sülâle, Nizâm alDin ’in oğlu ve halefi Firüz ’un Sind ’de Arğün sülâlesini kuran Kandabar hükümdarı Şâh Beg Arğün tarafından 1520 ’de mağlup edil­ mesi ile sona erdi. Sammâ kabilesinin S in d ’deki nüfusu takri­ ben 1.000.000 olarak hesaplanmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : Mır Muhammed Ma’şüm al-Bhakkari, Târih al-Sin d ( nşr. U. M. Daudpota ), Poona, 1938 ( Bhaudarkar



Inâtitute); Şatns-i Sirâc 'A fif, Târih-i F îrS z Şaki (JCalküte, 1888— 18 9 1) ; Şayh Abiı FazI, A 'in -i Akbari ( nşr. ve trc, Blochmarm ve ja r r e t t ), Kalküte, 1867— 1877, 1868— 1894 ( Bibliotkeca Indica Serıes ). (T. W. HaiG.) SAM N ._[ Bk. semen.] ; < ■ S A M N A N . [ Bk. SİMNÂN-]: ' ” S A M O S . ( Bk. SİSAM.] ‘ . ' Ş A M Ş A M . [ Bk. sam sâm .] ■ • ■: ’ Ş A M Ş Â M A . [B k . sa m sâ m e ,] S A M S A M E . AL-ŞAM ŞAM A, a rap ' savaşçı ş â i r i ‘ A m r b. M a‘d i k a r i b a l - Z u b a y d i [b. bk. J’n i n k ı l ı c ı n ı n a d ı olup, sağlamlık ve keskinliği ile meşhurdur. İyi.arap kılıçları gibi*, onun yapıldığı yer olarak cenûbî Arabistan gös­ terilir ve ona mevhum bir eskilik atfedilir: biz­ zat ‘Amr, sık-sık zikredilmiş olan beytinde ( İbri Durayd, s. 3 1 i ; ‘Ik d [ 1293 tab.],. 1, 46; II; 70 ; İbn Badrûn, s. 84; Tâc a l-a rS s, VI, 229) bu kılıcın ,,'Â d bavminden“ - İbn Z i Kayfân (b ir himyari boyunun bu âzası [ krş. M. Hart­ mann, Die arabisehe Frage, s. 331, 613 j Zü Cadan ailesine mensup son himyari hüküm­ darlarından birinin aynı olarak gösterilmiştir; fakat şâ’riıı sâdece kendi kılıcının çok eskili­ ğine telmihte bulunmuş olması çok daha muh­ temeldir ) ’a âit olmuş bulunduğunu te'yit eder. . Şam şâm a’nin tarihi ve el değiştirmeleri ol­ dukça karışıktır : bizzat şâirin sağlığında kılıç, Peygamberin eşhâbından olan ve Emevî aile­ sinin bir âzası bulunan Hâlid h- .Sa’ id b. a|A şi ’nin eline geçti. Kılıcın intikal şekli, bâzı farklar ile, İbn al-Kaîbi ( Balâzuri ’de ), Abü ’ Ubayda ( Ağcını ’de i, al-Zuhri ( İbn Hub.ayş *te; bk. bibliyografya-!), Ş e y i b. 'Omar { T a ­ bari ’de ) tarafından anlat ılmıştır.Tju sojruncuya göre, JHâlıd; bu kılıcı,, sahte Peygamber al-Asvad şl-'Anst [ b. bk,] 'nin islâmiyete karşı gi­ riştiği isyana katılmış bulunan,*Amr b- Ma di­ keri b ’i hezimete uğrattığı ^aıgşo, el,e ıgççirdi;, ilk üçüne, göre ise, bizzat ‘ Amr onu rnüslüraanlarin elinde esir bulunan kız. kardeşi ( veya zşveesi ) Rayhâna için fidye-i necât olarak Hâlid "e yermiştir. ’Amr, bu münâsebetle, bîr kaç beyti arap kaynaklarında ( İbn Durayd, s. 4 3; Lisân, XV, 240 y. b .) sık-sık zikredilmiş tu ­ tunan bir şiir yazmıştır. 'A m r ’ın onu balîfe 'Omar ’e hediye ett'ğipe dâir rivâyet ( al-Tıbrizi, Hamâsa, nşr. Freytag, s. 397, 11—¡5 ' ger­ çek olmaktan uzaktır. , . ' S u riye’nin fethi ( hicrî 14 ) şırasındaki Marc al-Şuffar muharebelerinde, Halid b. S a 'id ’ın ölümünden sonra, Şamşâma onun yeğeni Sa*id b. a !-Â ş i[ bk. SA’ ÎD B. AL-'ÂSİ ] ’nin eline geçti; o da bunu Medine de evinde mahsur bulunan halîfe 'Öşmân ’1 müdâfaa ederken kaybetti ( hierî 35). Kılıç Cuhayna kabilesinden bir be-



SAM SÂM E — SA M SÂM - üd-DEVLE.



devî tarafından alındı; 1 alîfe Mu'âviya zama­ nında kılıç bedevinin evinde tekrar bulundu ve eski sahibine iâde edilerek, Bani ’l-'A şî ailesi­ nin muhtelif âzâsı arasında el değiştirdi; ni­ hayet onlardan biri Sa'id ’in oğlunun torununun oğliı Ayyub’ b. A b i Ayyüb onu takriben 80.000 dirheme. halîfe al-Mahdi ( 15 8 —16 9 = 775— 785) ’ye ‘ sattı. O tarihten itibaren, Şamşâma kıy­ metli eski bîr hâtıra olarak, Abbâsîierin hazî­ nesinde muhafaza edildi ve şöhreti büyümekte devam e tt i: Abu ’ 1- Havi al-Himyari ( Câhiz, fŞagavân, V , 30 ) Ve Salm al-Hâsir gibi şâirler onun için miedbiyeler söylediler. Muhtelif kaynaklar vâsıtası ile halîfe al-Hâdi (169 —17 0 = 7 8 5 —786), Harun al-Raşid ( 1 7 0 — 19 3= 786 —809 ), al-Vâşik ( 227—232=8 42—847 ) ve al-Mutavakkil ( 232—¿4 7 = 847—861 ) ’in hi­ lâfetleri devrinde; Şamşâma hakkında malûmat m'evcuttur. Bu mâlûmat al-Mutavakkil ’den son­ ra kesilir Bu meşkûr kılıcın, bu halîfeler elinde bulunduğu müddetçe, mükemmeliyeti hakkında nakledilen- fıkraların mevsuk olma ihtimâlleri azdır. Bir az doğruya benzeyen Bîr tasvir, T a ­ bari, III, 1348, 4—» ’de at-V âşik’ın onu kul­ landığına dâir : olanıdır. al-Vaşik bizzat 231 ('843/846) ’de halîfeye karşı bir tertip hazırla­ makla ve Kttr'an ’m mahlûk olup olmadığı mes’elesİDde, al-Ma’ mûn’a muhalif olmakla ithâııı edilen Alımed b. Naşr al-Huzâ‘ i ’ yi onunla kat­ letmiş idi. Burada „bu -kabzalı bir kılıç idi, kabzaya çakılmış olan üç çivi kılıç demirini kabzaya raptediyordu" denilmektedir. Meşhûr Şam şâm a’nih değerinin sâdece çok eski olraasıtadan ileri geldiği iyice anlaşılmaktadır. ■al-Şamşâma adına ■gelince, bu: aynı mâna­ daki Tiiiişommim 'e müşâb'h olarak, kılıç demiriüinüyi vasîi; ile ilgili bir sıfattan („k e sici") hdşka bir şely-değildir. Şamşâma çok defa, msl., al-Farazdakh N a k a ' i z , s . 385, 4 ) ile bizzat 'Amr b^'Ma'dikar-ib ( al-Buhturi, Hamâsa, nşr. Cheikho, s: 8 İ nr. 237 al-Kâli, v 4mc//, III, 154, 10 ), kezâ -Muslim - b. âl-Valid ( nşr. de • Goeje,' VI, Î8')‘ tarafından şiirlerde e:ns ismi olarak kullahıtmfşlır; Schwarzlosc (aş.-bk.) son şâirin şiiriniıt-“ Amr ’in kılıcı hakkında- söylendiğini zannetm'ş ise de, burada bahsedilen ve Hârün al-Raşîd tarafından kumandanı Yazid b. Mazyad ’e verilmiş olan kılıç, aynı şiirin 25. beyitindeU ve İbn Hallikân ; 1299 tab., III, 299: 13T0 tab., II, 284 i Wustenfeld, nr. 830) ’in kaydından anlaşılacağı gibi, Peygamberin kılıcı Z u ’l-fa lcS ri[b .b k 3 ’dır. T lima­ na sahip olan Sinop bâzan başlıca mahreç, ro­ lünü .oynamıştır ). Bununla beraber, bu yolun ehemmiyet derecesi zamanla çok değişmiş, Hi­ tit, A sûr .ve Iran gibi«,, kuvvetli .kara devlet­ lerinin hâkimiyeti .şırasında, Sam sun’un te’sir sahası. Anadolu içlerine, hattâ Eicezîre ’ye ka­ dar genişlemiş ve. fetret devirlerinde işe, yakın çevresine münhasır kalmıştır. .Samsun *un mazisine dâir bilgilerimiz azdır. Klasik tarih, bize şehtin VI. ( m. Ö.) asrın, orta Sarında (562 yılında) miletii denizci göçmen­ ler tarafından kurulduğunu ve ilk. isminin Amisos olduğunu bildirir İse de, bu bilginin bîr kaç yönden düzeltilmesi gerekir. Evvelâ, iskân edilmesi tarih Öncesine kadar .çıkan bir yörede kurulan ilk merkezin temelinin, buraya eski insanlar için pek elverişsiz şartlar, göste­ ren deniz yolu ile gelenler, tarafından değil, kara irtibatının kolaylığına işaret ettiğimiz ard-ütkeden gelenler tarafından, çok daha ön­ ce atılmış olması muhtemel görünür. Anadolu ’nun Karadeniz kıyılarında, şark ve garp ke­ simlerinde görülmeyen yığma tepelerin (hö­ yük,. devamlı bir şekilde orta Karadeniz ki



SAM SU N .



m



yısı yakınlarından iç - Anadolu'ya doğru tâ* bu sefer Pompeius tarafından yenildi; 64 (m. ö.) kıp edilebilmesi, bu düşünceyi destekler. S02Ü yılında A m isos’a gelen Pompeius buraya ken­ ’geçen merkezîn, Hitîtler ile çağdaş ve iç di ismini verdi ( Pompeiopolis ) ise de, Amisos Anadolu’dan bu kıyılara inen bir kavim tara­ (Rom a hâkimiyeti altında: Am isus) adı bâkî fından, sonra Amisos adını alacak şehrin ye­ kalmıştır. Ertesi yıl oğlu PKarnake ’nin hİyânerinde veya- yakınında kurulmuş ve. nihayet tine uğrayan Mitridat ’ın ölüm haberini Suriye Am isos'un bulunduğu mevkide temellenmiş ’de alıp, tekrar buraya döndü. Roma müttefiki olması mümkündür. Şehrin yunan mitolojisinde durumunda bulunan Pharnake 48 (m. ö.) yılında yer almış bir şahsiyete atfedilen adına gelin­ A m 'su s’u kuşattı; şehrî ele geçiremedi ise de, ce, bu adı grekteştiren s(os) ekine rağmen, çevresini tahrip etti. Şehrim davranışını takdir gerçekte bunun menşe’inm de eski yunan ön- eden Cesar .Amisus’u vergilerden muâf kıldı; eesi olduğu kuvvetle iddia edilebilir. Amisos şehir Roma hâkimiyeti altında bir nevî muhtar adı, denizden-gelenler tarafından verilmiş ol­ cümhûriyet hâline konuldu,,Bithynia valiliğinde mayıp, komşu şehir Aması'a gibi, iç Anadolu bulunmuş olan genç Plinius ( Epist.t X, 93 ) im­ menşe'lidir Diğer taraftan, Fenikelilerin Ege parator Traian ’a yazdığı mektuplarda Amisus gemicilerinden daha evvel Karadeniz ’e çıktık­ ’un idâre şekli hakkında geniş,,bilgiler, vermek­ ları ve kıyı halkı ile mübadele yapmak için tedir. Bu muhtariyetin sonradan tedrici şekil­ . muvakkat veya uzunca müddet devam eden de kaldırıldığı anlaşılıyor.. İmparatorluk dev­ ticâret merkezleri kurdukları da biliniyor. Bu- rinde, Amisus ’un ticarî ehemmiyeti arttı. Elnunta-berâber, VJ. (m. ö.) asriyi ortalarına doğ­ çezîre ve iç Anadolu ’dan gelen yollar önceleri ru- milettiterîn buraya gelip, Amisos ’ a yerleş­ S in o p 'ta nihâyetlenirken,.,faâl bir tacir.sınıfı­ meleri mümkündür. Daha önce adının Enete nın yerleştiği Amisus şehri Sinop ticâretinin olduğu . da - ileri sürülen ( krş. Zenodot, ll/li, büyük bir kısmını kendine çek ti; amisuslular 851.1 şefırin klasik tarihi boylece başlamış olur. Akdeniz âleminin başjıpa ticâret merkezlerinde V. asrm ortalarında, parlak Perikles devlinde .faaliyette bulunmakta idiler. Hıristiyanlık da Atina, yine bir Milet şehrî olan Sinop ile. be­ burada erken yayıld ı; önceleri hıristiyanlar tazraber, kadîm. A nysos’a da hâkim olmuş, bu yîka uğradılar; daha sonra burası bir pisko­ sonuncu şehre başında Athenokîes 'in bulun­ posluk merkezi oldu. Amisus önceleri Helenoduğu At.ipa göçmenleri görderİlm'ş ve burası pont eyâletine, Justinianus deyrnden itibaren At'na ’ya ilhak edilmiştir. Bu sırada burada Armeniak them ’ine { idâri bölgesine dâhil bu­ ji m. o. IV. asır) basılan paralar üzerinde Peiraeus . lunuyordu. Bizans yazılarında şehrin ismi,,.hafif , ( Pire ) ismine rastlanır. Strabon (XII. 54.3, 54.7 ) b ir . değ’şme ile, Aminsos olmuş idi.. lslâmiyetin doğuşundan sonra çok geçmeden ..Amisos ’u Sinop-yakın’armda. Halys (Kızıl-Irmak ,1 ağzının ötesinde, güzel ve verimli b r çevre arapların A nadolu’ya yaptıkları büyük akınlar içinde, ince yünlü koyunlann beslendiği bir şehir Samsun yöresinde Karadeniz kıyılarına kadar olarak, taşv:r eder. 370 (m. ö.) yıllarında Anvsos yayıldı, Bu akınların en büyüğü 249 {863.) se­ 'u İran hâkimiyeti altında ve Datames idaresin­ nesinde. Malatya emîri ‘Ornar b. ‘Abd Allâh alde buluyoruz. İskender ’in iranlıları yenmesi A kta’ („eli kesik") tarafından idâre edildi; A ml" üzerine, burada mul.tar bir idâre kurulmuş, im­ sus zapt ve yağma edildi ise de,. Bizans iniga paratorun ölümünde, burası Anadolu ’mm büyük ratoru Mihail III.’in baş-kumandanı Petronas bir kısmı ile birlikte kardeşi Antigonoş’un his­ tarafından bozguna uğratıldı ( Theophanes consesine döşmüş, 315 *e.doğru rakibi Kasaoder (a- t'n.,Bonn tab., s. 179). Bundan sonra şehir, rafından kuşatılmışve III. asrın ortalarında işe, Anadolu türkleri tarafından fethedilineeye ka­ Pont kırallığı hudutları içine girmiştir. Biiyük dar, bir ticâret merkezi olarak yaşamağa devam Mitridat 1 Mithrİdates VII. Eupator ), Âmişos ’u, etti. Malazgirt muharebesinden ( İ 07 İ ) sonra, Sinop ile beraber, kendine idâre merkezi ola­ Dân’şmendltler, yerleşmiş oldukları f'opiakljırrak seçti ve burada Eupatorta mahallesi ile sa­ dan Canik kıyılarına akınlar yapmakta gecik­ ray ve mâbedler yaptırdı; fakat 7 1 ( m. ö.) yı­ mediler. 1 1 5 8 ’e'doğru bunların hükümdarı Yağılında romalı kumandan Lucullus, 18 aylık bir Basan, Yeşü-Irmak ve Kıziİ-Irmak'ağızlari ara­ kuşatmadan sonra, Kallimakos 'un kahramanca sındaki sahayı istilâ etti ise de, imparator Mamüdâfaa ettiği Amisos ’u ele geçirdi. Bu sırada nuel’in Selçuklu hükümdarı Kılıç Arslah 'll. şehir yağma edildi; M itridat’in bütün eserleri nezdinde teşebbüsü üzerine,'buraları bizanslıharap oldu. Bununla beraber Lucullus, Amisos ’u lâra iâde etmek zorunda kaldı: Samsun hava­ yeniden kalkındırdı; grek.mültecilerini mem- li si nin kat’î olarak Selçuklu hâleltrityefci altına leketlorine yolladı, şehre muhacirler getirdi. girmesi. Kılıç Arslan 11. ( hükümdarlığı H 5 S1“ Her ne kadar gâlıp kumandanın dönmesinden 1 1 921 saltanatının son devirlerine rastlar. Bu sonra Mitridat topraklarını geri aidi ise de, hükümdar' i 18 5 ’e 'd o ğ ru topraklarını 1 1 Oğlu



SAMSUN. arasında taksim ettiği sırada, Tokat merkez olmak üzere, Karadeniz kıyısına kadar olan yerler Rukn al-Din Sutaymân Ş a h 'a düşmüş idi. Niketas Choniates ( Bonn tab., 689, 699 ), bu sonuncusunun daha babasının sağlığında, Karadeniz kıyılarında, arazisini genişlettiğini ve Samsun ’u bile elde ettiğini kaydeder. XII. asrın son yıllarına rastlayan bu devreden iti­ baren, yâni bn havali kat’ı olarak türk hâki­ miyeti aİtma girdikten sonra, Samsun adı or­ taya çıkıyor ve arap kaynaklarında bu ad Şamsûn (daha sonra, türk eserlerinde bâzan Sam ­ sun; bk. Cihannümâ, 623 ) şeklinde geçtiği gi­ bi, garp kaynaklarında da, Sampson şeklini al­ maktadır ( Akropolites, Bonn tab,, 3. 14 ; krş. Schiltberger, nşr. Langmantel, s. 14 ). Bütün bu isimlerin, ileri sürülen temelsiz rivayetlere ( msl. Sam ’ın torunları veya Tevrat ’ta adı ge­ çen kahraman Samsun tarafından kurulmuş ol­ ması, bu kelime türkçede „av köpeği" mâna­ sına geld'ği İçin, burada köpeğe tapanların bu­ lunması v, b.) rağmen, Amisos ( Am insos} ’tan türemiş olduğunda şüphe yoktur. Orta çağ Pİsa kaynaklı deniz haritalarında şehrin adının Simisso, Katalan haritalarında Sinusso şekillerine rastlanmaktadır. Bununla beraber, Samsun bir türk beldesi olduktan sonra, hıristiyan Amisos önce Bizans, XIV. asrın ilk yıllarından itİbâren de, Ceneviz müstahkem beldesi olarak, onun ya­ nında 230 seneden fazla yaşayabilmiştir. Türkler bu beldeye ( bir zamanlar İzmir 'de olduğu g ib i) „kâfir Samsun" veya „kara Samsun" di­ yorlardı ki, bu son ad, Amisos harâp olduktan sonra, zamanımıza kadar bâkî kaldı. Küçük bir hıristiyan beldesinin bu kadar uzun bir müddet boyunca bağımsız yaşayabilmesi, müş­ terek menfaat temeline dayanan bir durum ile izâh edilebilir. Tersane ve gemicilik faaliyet­ lerini daha ziyâde Akdeniz kıyısında toplamış olan Selçuklular K aradeniz’deki ticâretinde Amisos hıristiyanlarınm tecrübe ve tavassut­ larından faydalanmayı tercih etmişlerdi. Amisos Kalyon burnu geris’ndeki sırt üzerinde kurul­ muş İdi. Selçuklu şehri ise, burnun önünde, de­ niz kıyısından itibaren, yamaçlara doğru (şim­ diki Sam sun’un garp ve orta kısımlarında) yerleşmiş idi. Her iki şehrin de sûrları var idi ve iki şehir arasında „ancak bir sapan atımı" ( İbn 'Arabşâh, ' Acâ’ib al-makdür f i ahbâr T i­ mur, Kahire, 1285, s. >41 ), yahut „bir yarım ok menzili" ( Schiltberger, s. 16 ) mesafe var idi. Selçukluların murakabesi altında bulunan liman, Kalyon burnundan itibaren şarka doğru Uzanan, iri kaya parçalarından meydana gelmiş bir dalga-kıran ile korunuyordu ki, sözü geçen kayalar, suya batık durumda, zamanımıza ka­ dar bâkî kalmıştır. Selçuklular ve halefleri



devrinde Samsun, komşusu Sinop ile berâber, bilhassa Kırım ile. ticârette bulunuyordu ve Mas'üd II, (681 —6 96 = 128 2—1296 ) ’dan.beri ve daha sonra tlhanlılar devrinde burada darp­ hâne var idi ( Ahmed Tevhid, Meskûkât-ı kadîm e-i islâmige kataloğa, VI, nr. 704, 705; Mehmed Mübârek, ayn. esr., I I I ; Gazan, Hudâbanda ve Abu SaMd ^anlara ait paralar) ki, şehrin canlı bir ticâret merkezi olduğuna delâ­ let eder. Yine bn devirde İslâm coğrafyacıları tarafından ilk defa zikredilen Samsun, meşhur bir liman olarak bildirilmektedir (Abu ’l-Fidâ-’, ; Takvim al-buldân, nşr. Reinaud, I, 32 v.d., 212, 392; al-Dimaşki, nşr. Mehren, s. 146; Hamd Allah al-Mustavfi, Nuzhat al-kulûb, nşr. G. le Straoge, s. 96 ), Bu uzun süren „beraber yaşama" devrinde kayda değer bir hâdise, XIII. asrın başında, Bizan s’ın latinter tarafından zaptından ( (204 ) sonra, İznik imparatorluğuna sâdık kalan A m isos’un, A n ad olu ’da geniş sâhaları ele geçiren Trabzon imparatoru Alexîos Kom nenos’un kardeşi David tarafından, 1206 ’da kuşatılması ve burada İznik imparatorluğu­ na sâdık kalan vâli Sabbas ’m şiddetli muka­ vemeti ite karşılaşmasıdır. A m isos’un muhasa­ rası yüzünden, Karadeniz kıyısına indirilecek Anadolu ve Irak ticâret eşyâsmın yolunun ka­ panmasından müteessir olan Selçuklu hukümdarı Keyhusrev 1., Trabzon devletine karşı harekete geçti ve David ’i bozguna uğratarak, Amisos 'u kurtardı ve ticâret yolunu tekrar .... açtı. ' Selçukluları İlhanlı devletinin veya ona tâbi beyliklerin hâkimiyeti tâkip etti. XIV. asrın baş­ larında, öteden beri Amisos ’tâ kuvvetli bir tüccar zümresi bulunduran cenovalılar şehre tamâmiyle hâkim oldular ve burada bir asır­ dan fazla tutunabildiler (W . Heyd, Histoire du eommerce du Levan t, I, 553 v.d .; II, 359 v.d., 372). XIV. asrın son senelerinde, Amisos Ce­ neviz hâkimiyetinde kalmakla berâber) çevre­ sinin stk-sık el değiştirdiği anlaşılıyor. İbn B attü ta’nm Anadolu seyahati sırasında Sahisun ’un Kastamonu emîri elinde bulunduğu zikr­ edilmektedir. Kaynaklar, Osmanlı hükümdarı Bayezid 1. tarafından, Samsun 'un 795 veya 797 ( 1393 veya 1395 ) ’de bunların elinden alındığı­ nı yazarlar (Schiltberger, s. 14 v.d.; Neşri, ZD M C, X V , 343; Leunclavius, agn. esr,, stn. 336; Sa'd-ed-Din, I, 135 v.d .; krş. Tevârîh-i âl-i Osman, nşr, Giese, s. 34). Hükümdarın muhtelif cephelerde meşgul olması yüzünden, Samsun un bir aralık Kubad-oğuUarinâ geçtiği, Yıldırım Bayezid’in 13 9 8 'de burayı Cunayd Bey 'in elinden alıp, Ceneviz cümhÛriyeti ile sulh hâlinde bulunması yüzünden, Amisos ’a dokunmadığı, Bulgar kiralının oğlu olup, müs­



S a m s u M. lümanlığı kabul etmiş bulunan Alezandr ’a şehrin idaresini verdiği bildirilmektedir; fakat Ankara muharebesinden ( 1 402) sonra, K ara­ deniz kıyılan Timur kuvvetleri tarafından yağ­ ma ve tahrip edildi. Bu karışıktık devresinde Samsun elden-ele g e ç ti; 1404 'te henüz Bayezid ’in büyük oğlu Emîr Süleyman ’a âit bulunu­ yordu (C lavijo, s. iz ). Daha sonra 822 ( 1 4 1 9) ’ye doğru tekrar Isfendiyar-oğlu Hızır Bey ’in eline geçmiş ( Leunclavius, H ist. Musuim., s. 474; S a ’d-ed-Din, I, 282 v,d .; krş. İbn ‘Arabşâh, göst. g er.) ; fakat az sonra, Osmanlı hükümdarı Mehmed I. ( Ç e leb i) tarafından savaşsız olarak, zaptedilmiştir ( Tevârîh-i âl-i Osman, nşr. Giese, s. 5 3 ; Leunclavius, ayn, esr., stn. 464; Aşık Paşa-zâde, s. 89 v.d .; N eşrî; Sa’d-ed-Din, ayn. esr.). Ceneviz şehri de bu sefer Osmanlı türkleriniu eline geçti; 1425 ’te son hıristİyan sakinleri şehri ateşe verip, gemilere binerek, burayı terkettiler ( Leunclavius, Hist. Musul., stn. 475; N eşrt). Çelebi Mehmed 'in kuman­ danı Biçer-oğlu Hızır Bey kül yığınlarından başka bir şey bulamadı. Bundan sonra Samsun bir. daha kalkınamadı. Samsun ’un ağırlık mer­ kezi tamâmiyle kıyıdaki müslüman şehrine geç­ ti. Kara Şamsun ismi vçrilen Amisos harabe­ leri Samsun şehrî yapıları için, bir taş ocağı hizmetini gördü. Roma devrinden evvelki şeh­ rin esasen daha evvelden 72 (m. ö.) yılında tamâmiyle tahrip edilmiş olduğunu biliyoruz. Daha sonraki devre ait eserlerin kalıntıları ilk olarak XIX. asrın ilk yarısında arkeolog Schmidt tarafından tetkik edilmiş, Avrupa müzelerine buradan para, madalyon, yazılı taş­ lar ve heykel parçaları nakledilmiştir. ■ ■ Osmanlı hâkimiyeti altında uzun zaman Samsun az ehemmiyetli bir iskele rolünü oy­ namış, daha evvel de vakit- vakit görüldüğü gibi, Sinop şehrinin gölgesi altında kalmıştır. Kâtîb Çelebi, Ci/ıan-ntimâ’sında Samsun’un dağ­ lar ile çevrili alçak bir yerde kurulmuş, havasıu n fenâ, bâzı evlerin:n bir göl ( bataklık ) üze­ rinde inşâ edilmiş „meşhur kasaba" olduğunu ve harap bir khlesi bulunduğunu yazar. 1050 (1640,) yılında İstanbul ’dan Trabzon ’a giden Evliya Çelebi Samsun limanının, açık olmakla berâber, demir atılabilecek durumda bulundu­ ğunu, bağlık bahçelik, evlerin kiremit ile örtüldüğünü, nardenk ve armut turşusunun meşhür olduğunu ( fıçılar ile İstanbul 'a 3evkedilird t ), gemi palamarları için kendir ipinin çok imâl ve ihrâc edildiğini y a z ar; fakat Samsvn 'da gemi inşâsından bahsetmez; yalnız halkı­ nın gemici ve halatçı olduğunu söyler. Mehmed ili. (15 9 5 — 1603} devrinde rus kazaklarının tecâvüzüne uğrayan Samsun 'un sûrları bu hâ­ diseden sonra tâmîr edilerek, buraya muhafızlar



tâyin olunmuştur. 1 7 0 1 ’de buradan geçen Tournefort, Samsun ’un adım zikretmeden, . eski Atina kolonisi A m isos’un yerinde kurulmuş bir köyü arkamızda bıraktık“ — demekle iktifâ eder. Bununla berâber, XVIII. asırda Samsun ile Kara-deniz limanları ve bilhassa Kırım arasında oldukça ehemmiyetli bir deniz ticâreti yapılı­ yordu ; fakat Kırım ’in terki üzerine bu ticâret çok geriledi ve tabiatiyle, Samsun bundan za­ rar gördü. Bu sıralarda devletin zarfından Sam­ sun ’un da zarar gördüğü anlaşılıyor 17 7 ^ ’a doğru isyan eden canikli A li Paşa ’yı tenkile me’mûr edilen Cebbar-zâde ( Çapan-oğlu ) Mus­ tafa Bey âsî kuvvetleri Kavak ’ta mağlûp ettik­ ten sonra, Samsun ile berâber bu havaliyi kur­ tardı. 18 0 5 ’te A ‘i Paşa-zâde Mîkdad P a ş a ’ nın oğlu Hüseyin bey ile ' birleşen Tayyâr Paşa ’nın Samsun da isyân ederek, Çapan oğlu Sü­ leyman B e y ’in mütesellimi bulunan A m asya’yı basması üzerine, ona karşı gönderilen Erzu­ rum valisi Yusuf Ziya Paşa, Süleyman B e y ’den de yardım görerek, Tayyâr Paşa ’yı Trabzon ’a ve oradan Anapa ’ya kaçmak zorunda bıraktı. 1806 senesinde Sam sun’dan geçen Joubert ya­ kın bîr vâkıa olarak, bu hâdiseden bahsetmek­ te, hattâ bu sırada karışıklığı önlemek üzere İstanbul ’dan Samsun ’d d inanma gönderildiği­ ni, fakat donanmanın şehri topa tutup, yak­ maktan başka bir şey yapmadığını yazmakta­ dır. 18 13 / 18 14 senelerinde A nad olu ’da gezen İngiliz seyyahı J. Macdonald Kînneir 4 mil genişliğindeki bir koyun kenarında, ağaçlıklar içinde kurulmuş olan şehrin şirin manzarasın­ dan bahsetmekte, şehrin etrafının türkler tara­ fından inşâ edilmiş olması lâzım gelen harâp bir sûr ile çevrili bulunduğunu, minâreli beş câmii, bir hamamı ve tücearlar için büyük bir hanı mevcût olduğunu söylemekte, nüfusunu ise ancak 2.000 olarak bildirmektedir. XIX. asrın İlk yansında cânikli Hazinedar ailesi der vamlı şekilde idarenin başında bulundu. Bu sı­ rada Karadeniz ’in buharlı gemi münâkalesine açılması ve yüksek vasıflı tütün ekiminin, Bafra çevresinden başlayarak,. Samsun yöresine .y a ­ yılması, Samsun için yen i. bir gelişmeye sebep oldu. Şehrin türk nüfusu arttığı gibi, Trabzon ve Ege kıyılarından, iç Anadolu ’dan türkçe konuşan rumiar ve ermentler, avrupali tâcirler Samsun 'a yerleşmeğe başladılar. Limana çok sa­ yıda. gemi uğrayarak, Sam sun’dan, başta tütün, hububat ve deri olmak üzere, çeşitli ham madde ihracına imkân sağladı. Samsun aynı zamanda, Diyarbekir, Harpnt ve Sivas vilâyetlerinin yolcu iskelesi rolünü oynuyor, hattâ İstanbul *a giden Bagdad yolcuları da Samsun ’a geliyordu. Sam­ sun ’un nüfusu daha sonraki yıllarda artmağa devam etti. J. Brant 1836 ’ya doğru Samsun



Sa m su n . ’un nüfusunu 10.000 olarak tahmin eder. 1850 Mustafa Kemâl P a şa'y i çıkarıyordu [ bk. mad. ’de Samsun ’u ziyaret eden A. D, Mordtmann, A TA T Ü R K ] ki, bu tarih umûmî harpten parça­ şehrin havasının fenâ olduğunu, şehrin içinde lanmış bir hâlde, çıkan Osmanlı. imparatorluğu yalnız türkierin oturduğunu, rum ve ermen'Ierin yerine Türkiye cumhuriyetinin kurulmasını sağ­ yarım saat mesafede ( yüksekte ) Kadıköy ’de layacak millî mücâdeleye başlangıç sayılmak­ oturduklarını, şehir etrafında iki cins tütün ye­ tadır. Bugün Samsun parkında avusturyalı hey­ tiştirilip, çoğunun İstanbul’a gönderildiğini ve kel traş Krippel tarafından yapılmış atlı- Gâzî bu tütünlerin Rumeli tütünlerine benzemedi­ heykeli yeni Türkiye "nin kaderini tâyin etmiş ğini yazar. Şemseddin Sâmî ’de asrın sonuna olan büyük vakıayı, belîğ bir şekilde canlan­ doğru, bu nüfûs 11.000 olarak gösterildiği dırmaktadır. ... ■ Millî mücâdele nİhâyete erdikten sonra, Sam­ hâlde, Cuinet bunu 16,000 olarak vermektedir (,5-ooe müslüman, 6.000 rum, 3.000 ermeni, 2.000 sun yöresinin rum nüfusu cenubî Makedonya ve m uhtelif). XX. asrın ilk yıllarında ise, bu sayı garbî Trakya tûrkleri ile mübadele edildiler. 20.000 { i o . o o o türk, 8.000 rum, 2.000 erm eni) 1927 ’de yapılan ilk sayımda şehrin nüfusu, he­ men hepsi türk-müslüman olmak üzere, 30.372 ■— 25,000 arasında tahmin «dilmekte idi. 1286 (ağustos 18 6 9 )’da büyük bir yangın, olarak tesbit edilmiş İdi ki, bu sayı, XX. asrın şehrin hemen tamâmını kül hâline getirdi ise başlarına âit nüfus tahminlerine göre, hafif Dİf de, zengin bir ticâret şehri olan Samsun, ça­ artma ifâde eder. Daha sonraki sayımlarda buk kalkındı; belediye tarafından Fransa ’ dan şehrin nüfusu önceleri yavaş olarak artti'; 193$ getirtilen bir mimarın planına göre, şehirde, ’te —32.482 i 1940 ’ta —37.216,1945 ’te —38.725, biribirini dik olarak kesen; fakat umumiyetle 19 50 ’de —44.019 oldu ve daha sonraki devrede zamanımızın ihtiyâcına göre dar sokak ve cad­ büyük bir hızla yükselerek, 1955 ’te —62.629 deler boyunda, bir kısmı kârgir olmak üzere, ve! nihayet 1960’ ta —87.688’e vardı. Bu artış, evler ve umûmî binalar yapıldı; yangının orta­ cumhuriyet devrinde şehir nüfusundaki umûmî dan kaldırdığı camiler de, yontma taştan ol­ gelişme ile beraber, Samsun *tm İktisâdi inkişâfı mak üzere, yeniden inşâ edildi. Eski Sam­ ile de ilgilidir ki, bünlarm başinda Samsun ’u sun ’un havası fenâ id i; Fener burnu ve Mert- ard- ülkeye bağlayan demir-yolunun ve limanın Irmak ağzı yakınındaki bataklıklar sıtma has­ inşâsı gelir. Karadeniz' kıyısında merkezî du­ talığına meydan veriyordu. Bu yüzden, yamaç­ rumu ve gerisindeki avârızm, Trabzon' Sinop lar üzerinde yeni mahalleler kurulurken, batak­ ve İnebolu gibi iskelelere nisbeUe, çok d aha lıkların da kurutulmasına teşebbüs edildi ki, elverişli oluşu, Samsun ’dân başlayarak, Sivas uzun yıllar süren çalışmalardan sonra, bugünkü üzerinden Eicezîre ’ye doğru uzatılacak bir Samsun bataklıklardan ve sıtmadan kurtulmuş demir-yolu inşâsı daha X 1X.: asrın ortalarından bulunmaktadır. XIX. asrın sonlarındaki Samsun itibaren düşünülmüş id i; bu meİızûda ilk imti­ ’da ev sayısı 2.624, XX. asrın başlarında ise yaz 1891 ’de belçikalı baron Macar ’a verilnrş, 3,600 olarak .tesbit edilmektedir. 1893 senesi Amasya yönünde yola âit tetkikler yapılmağa yazında Samsun ’dan geçen V. Flottwell, şehrin başlanmış; fakat inşâata ğiriştlememiş idi. Daha nüfusunun türk, firenk ve rumlardan mürekkep sonra bir fransız şirketi-bu- işi üstüne alarak, olduğunu, frenklerîn sâh:lde, rumlarm tepede 5 km. kadar ray döşemiş ve' 30 km .’lik tesviye (Kadıköy), türkierin de ikisi arasında oturduk­ yapmış iken, birinci cihan harbi işlefî durdur­ larını yazar ve inhisar idaresine âit tütün fab­ muştur. Cumhuriyet kurulduktan sonra, Sariisun - Sivas demir-yolunun inşâsı ilk olarak ele rikasında 606 işçi çalıştığını kaydeder. Birinci cihan harbi yıllarında ticâreti felce alındı ve hattın ilk 50 km. ’lik' kısmı 1926’da uğrayan Samsun çok sıkıntı çekti. 19 15 senesi açıld ı; 1932 ’de demir-yolu S iv a s'a ulaştı; 1933 temıüûz ve ağustos aylarında rus harp gemi­ senesinde Samsun —Çarşamba atasında>39 km. leri şehri 4 defa topa' tuttu. Harbin son yıl­ ’lik dar batlı bir demir-yolu yapıldı ve daha son­ larında ve mütâreke senelerinde Samsun yakın­ raki yılların demir-yolu inşâatı üe Samsun şark larında Pontus rum çetelerinin faâüyeti kayd­ vilâyetlerinin tabi’î mahreci durumuna geldi. edildi. Mondros mütârekesinin imzâ edilmesin­ Bununla betâber Sam sun’un bir limana sâhip den sonra, 4.000 kişdik bir ingiliz-hintli küv­ olmaması, demir-yoluna rağmen; -deniz ticâre­ eti Sam sun’u işgâl etti ki, bu kuvvetler, sonra tini esaslı şekilde arttırmıyordu; tabiî; olarak, millî mücâdelenin gelişmesi sebebi İle memle­ Samsun ’a yönelmesi gereken eşyâ ve .yolcu mü­ nâkalesi, demir-yolu İle İstanbul ’a çekiliyordu, keti terketmişlerdir. ' rg mayıs 1919 günü sabahı „Bandırma" is­ Samsun’ u: mevkiinin ehemmiyetine yaksşea bir mini taşıyan küçük, eski ve yolsuz bîr vapur, limana sâhip kılmak için, evvelce girişilen te­ Karadeniz ’de yağmurlu ve fırtınalı bir havada şebbüslerden bir netîce alınmamış; n’ bâyet bir 3 gün ' çalkandıktan sonra, Samsun limanına şirket 1953 ’te bu işi üzerine alarak, 19 6 0 ’ta



âÂMSUN. başlıca dalga-ktran ve rıhtımların inşâsını başar­ mıştır' Evvelce şımâl fırtınalarına açık ve sığ bir durı mda olan ve gem ileri.i mİ! açıklarda demir atmağa mecbûr eden Samsun, şimdi li­ manı şimalden ve şarktan fırtınalara karşı ko­ ruyan iki büyük mendirek, ve bîr tâlî mendirek ile, ro.ooo tonluk. 4 gemiyi ve daha çok sayıda küçük gemileri yanaştırabilecek rıhtımlara, ant­ repolara, kuvvetli indirme ve yükleme, vâsıta'anna sahiptir. Bugünkü Samsun, esâs itibârı ile, Kalyon burnundan Mert-Irmak yarmasına doğru uzanan yamaç ile deniz arasında uzanmaktadır. Şimâ.l-i garbide Kalyon burnunda mendireğin başladığı yerde yamaç çok dik olduğu için, burası iskân sabası dışında kalmış ise de, sözü geçen yamaç şarkında bir vâdi bulunması yüzünden, iskân ilerileyememîş olup, fakat Kavak geçidine yöne­ len Ankara şose yolunun geçtiği kesimde- şehir epeyce gen!şleyebifmekie, yer-yer oldukça düz basamakların ve yokuşlu yolların nöbetleştiği yamaçlar üzerinde iskân sahası 100 nı. ’ye kadar çıkabilmektedir. Böylece Samsun, denizden ba­ kılınca, bir dâire kavsi şeklindeki koy etrafında kademe-kademe yükselen göz al ipi bir manzara arzetmektedîr. Kıyı boyunca şimâl-i garbiden şarka doğru, sırası İle, yolcu ve yük limanı ile emt’a anbarları, ticâret evleri ile bankaların bu­ lunduğu kesim (bilhassa „Sâathâne" deniletı sâat kulesi ile münâkale düğüm noktası olan Cüm* hûri.yet meydanı arasında', park ve hükümet binası, demir-yolu istasyonu sıralanmakta, bu kesim ile şark mendireği arasında denizden ka­ zanılmış geniş saha üzerinde, IŞ63 ’ten itsbâreu, tcmmûz ayında açılan „19 mayıs Samsun fuarı" kurulmakladır. K ıyı düzlüğünün gerisin­ deki yamaç kısmında ise, ikamet mahalleleri ve bunlar arasında, okullar, hastahâneler v. b, yer almaktadır. Tarih öncesine çıkan mazisine rağmen, bu­ günkü Samsun ’da ayakta duran eski eserler yok gibidir. Şehrin 3 km. ceıiûb-i şarkîsinde, Mert-Irmak kenarında halkın Dündar-Tepe ve Öksürük-Tepe dediği höyükte yapılan kazılar aşağı­ dan yukarıya doğru: 1. Alişar—Alaca höyük te­ meline tekabül eden bir kültür, s, Bakir çağı medeniyeti, 3. asıl Hitit çağı medeniyeti izleri ortaya çıkarmıştır. Samsun civarında tarih-cncesi araştırmalar için bk. Kılıç Kökten. Samsun vilâyetinde Tekeköy eivârm da prehistorik araştırmalar ( D il ve tarih-coğra ¡y a fa kültesi dergisi, V, II, s. 224 ; Samsun şarkında Tökek ö y ’de kaya altı sığmakları önünde, 1940/1941 yıllarında palcolitik âletltr hûliınıiıüştur-)'; K; Kökten, Nimet ve Taksiti Özgöç, Sadistin böl­ gesi kazıları hakkında ilk kısa rapor {Belleten, sayı 3 S, s. 361—399 ).V- Şehri n şîmâl-i garbîsİnde Ifl&m AtiüiSdopediai



L



Fener burnu ile nihâyetlenen ve üzerinde Ami* sos ( Kara-Samsun ) ’ un vaktiyle yerleşmiş bu­ lunduğu düzlükten şarkta Samsun koyuna ve . garpta Kürtün ırmağı vâdis'ne doğru inen dik yamaçlar üzerinde „kaya mezarları" görülmek­ tedir. — Amişos ’un bulunduğu düzlükte asker­ lerin tâlim sırasında siper kazarken buldukları . mozayikler, gömülü küpler, sarnıçlar ve bun- .. lara gelen toprak künkler kaydedilebilir ( bu sarnıçtan hamam zanneden balk, Kara-Samsun , 'un bulunmuş olduğu yere „Ha ma m-Düzü“ adı­ nı vermiştir ); buradan Fener burnuna bakan,-, yamaç üzerinde, kale veya mâbed kalıntısı ola- . rak, Katlem-Kaya vardır. — Müslüman Samsun ’un sûrlarından 1869 yangınından sonra hiç bir . eser kalmamış olup, yalnız demir-yolu yakının­ da bâzı binaların altında temellere rastlanır. —- Daha yakın devirlerde şehri denizden gele- • cek tecâvüze karşı korumak üzere, Fener burnu ile şarkta Derbent arasında inşâ edilmiş olan tabyalar ( top yerleri ) da ortadan kalkmış gi­ bidir. — Şehrin iç kalede bulunan eski mezar­ lığı, yerinde bir umûmî meydan açılmak üzere, evvelce ortadan kaldırılmış olup, yakın yıllara kadar başlıca umûmî müslüman mezarlığı ola­ rak kullanılan Seyyid Kutbeddin mezarlığı ( bu- . nun yanında, Ahid al-Kâdir al-Gilâni torunla- , rından Sayyid Çıitb al-D in ’!n tekkesi vardır) ’ nın yerini cenûpta yüksek bir düzlükteki „asrî r mezarlık“ almıştır. -^-Cumhuriyet devrinin baş­ larında Sam sun’da 14 câmi ve ayrıca mina­ resiz 4 mescit var idî. Büyük câmi ( Hızır-Bey . veya Hamidiye câmii îX I,'X V II. asırda yaptırıl­ mış id!. Hayreddin câmîı île Hazinedar-oğullarııtın yaptırdıkları camiler de burada zikredile­ b ilir.— Cumhuriyet devrinde Samsun çeşitli mektep, hasfcabâne, tütün depolan, otel ve ban-; katar gib:, büyük binalar ile zenginleşmiştin Samsun 'da sanayi faaliyeti, şehrin ticarî hareket’eri ile mütenâsip görünmemektedir! Eski devirden kalma bir te'sisin istâh edilmesi ile meydana gelmiş tütün fabrikası dışında bulu­ nanlar orta ve daha ziyâde küçük çapta imalât­ haneler ölçüsündedir. ' Samsun'un yakın çevresi,'nebatlar âlemin-' deki' fakirlik ile, Karadeniz kıyılarının daha’ şarkla Ve daha garpta, hattâ' Sam sun'gerisin-' deki dağların yamaçlarındaki yeşil crmân ör­ tüsü i’e karşılaştırılınca, büyük bir ’ tezat mey"dana getirmektedir. Bu fakirlik, her şeyden ev- ' ' iıel; asırlardan beri vukûâ gelen tahriplerin eseri olup,"şehrin çevresi'ndekî avarızın ytı'muşaklığı'" ' yüzünden yükseklere kadar çıkari kır yferleşriıe- ‘ teri ve hayvancılık- bunum- b'aşlıca âmilidir:'Ayrıca' Samsun ikliminde yağışların; şarkî ve' garbi-Karadı n'z kıyılarına göre, âZ-olu^u, yâz-iv" ların-sıcak ve nisbeten az yağışlı' geçmesi-de,



âÀ M & M _



sa



R



tahribe uğrayan ormanın yerinde yeniden y e - ; — 18541, levha 3 ; Charles Texier, A sie Mineu­ çilli k örtüsünün gelişmesine engel olmuş olsa: re, s. 620; E. Reclus. Nouvelle Géographie g erektir: 19 30—1960 arasında yapılan iklim Universelle i Paris, rS84 ), IX, 560 ; Şem seddin rasatlarına göre, Sam sun'da yıllık ortalama Sâm ı, Kamüs al-a'lâm ( İstanbul, 1894 ), IV, sıcaklık 13° 6 ', en soğuk ayın şubat ) ortala­ 2931 v .d .; A h m ed R ifat, Lugat-i târîkiye ve ması 6‘ 8', en sıcak ayınki ( ağustos ) 2 3°3' olup, co ğrafiye ( İstanbul, 12 9 9 ); M cbm ed Cem âl, şimdiye kadar kaydedilen en düşük sühûnet Anadolu ( İstanbul, 1337 ), s. 22 v.dd. ; Pauly—8 ° ı' en yüksek subûnet ise 39°'dir. Yıllık orta­ W issow a, Realencyclopadie . . . , I, 1839 ( 1894 lama yağış ise, 73« mm. ( Giresun 'da 1.319 , Zon­ 'te H irschfeld tarafından yazılm ış kısa ma­ guldak ’ta 1 243 mm.) ’dir ve bu yağışlar mev­ kale ); W. M. Ram say, Historical Geography simler arasında şöyle bölünmektedir ( % ile ) : o f Asia Minor (L o n d o n , 1890), s. 440; R. kışın 31,7, ilk baharda 23,6, yazın 15,3, son V adala, Samsoun ( 19 34); A li Tanoğlu, Sam­ ballarda 29,4. Yağışlı günler sayısı yüksek i or­ sun şeh ri i IV . Üniversite haftası, 1943, s. talama 132 ), buna karşılık kar yağışı seyrek 44—71 ) ; ayn. mil., Samsun limanı ve hinter­ (9 ), karla örtülü günler sayısı azdır ( 1 0 ; landı (ayn . esr., s. 283—296). M eteoroloji bülteni, 1962, s. 61 v.d.). ( Besim D a r k o t .) İdâri bakımdan Samsun, XV. asırda Osmanlı S A M T . [ Bk. se m t .) ülkesine katıldığı zaman Amasya, daha son­ S A M Ü D . [ Bk. sem û d .] ra Sivas eyâletine bağlanmış idi. Bilâhare S A M U E L . [ Bk. uşm ö ’ Il .] Samsun 'un, Canik sancağı içinde bir kazâ ola­ S A M U M . [ Bk. SEMÛM.] rak, Trabzon eyâletine bağlandığı görülmüştür : SÂN . Ş A N , bugünkü ŞÂN AL-HaCAR, a ş a ­ XIX. asır ortasında Canik sancağının merkezi ğ ı M ı s ı r ’ d a k ü ç ü k b i r k ö y olup, Şarhenüz Sinop idi. Sonraları Samsun gelişerek, kiya eyâletinde, a l-'A r in nâhiyesinde, Nii ’in bu sancağa merkez oldu. Vilâyet teşkilâtı ktı eski Tanis kolu olan Baîyr al-M u'izz (y a h u t rulduktan sonra, uzun zaman Trabzon 'a bağlı M uvis ) civarındaki Manzara golünün cenûbunkalmış olan Canik ( Samsun ) sancağı, meşrû­ da bulunur. A ra pça adı ibrâıâce Ş o ’ an, yu­ tiyet devrinde müstakil mutasarrıflık olmuş, nanca Tdvtç ve kıptî ehlinde Cani ’ ye tekabül Cümhûriyet devrinde de vilâyet hâline konul­ eder. muştur. 9,635 km.2 arazisi bulunan Samsun Evvelce Ç ob a n kıratlar hanedanı zamanında vilâyeti i960 'ta 654.602 nüfusa sâhip bulunuyor payitaht olan bu şehir, arap istilâsı sırasında ve şu kazalara ayrılıyordu : Ala-çam, Bafra, çok eskiden beri m etruk bir hâlde idi. Eski Çarşamba,Havza, Kavak, Lâd:k, Samsun, Terme şehir ve bilhassa mabetler harâp olm uş idi ve ve Vezir-Köprü. hiç bir arap müellifi burayı zikretm ez ; buna B i b l i y o g r a f y a : Evliya Çelebi, Se­ rağm en, şehrin izleri bugün de deltanın en mü­ yahat nâme (İstanbul, 1314 h.), II, 77 v.d ; him harabe sahasını teşkil eder. Yalnız bir Kâtîb Çelebî, Çihanniimû, s. 623 v.d. ; Ritter, metin Ş â n ’ ı „sihirbaz şehirleri“ arasında zikr­ Kleinasien, I, 796—816 .evvelki seyâhat-nâ- ederek, onun şöhretini hatırlatır. melere toplu bir bakış ); bunlara ilâveten: N ik iu ’ lu Y oh a n n a ’ nın vekayt-nâm esindeki Peyssonel, Traité sur le Commerce de la Mer bir kayıttan ( trc. Z oten berg, s. 540 ) Şan ’ ın VII. Noire (P aris, >787), II, 92 v.d.; Rottiers, asırda küçük bir şeh>r oldnğu anlaşılmakta­ Itinéraire de T iflis à Constantinople (Bruxel­ d ır ; zîra aynı vali H arbetâ ( F a rb a yt= H u rb a yt ), les, 18 2 9 ', s. 247—251 ; A . D. Mordtmann, Şân, Basta, Balka ( —T a râ b iy a -» kıptî dilinde Analolien ( Hannover, 1925 \ s. 80 v.d,; •f ve Sanhür ’u idâre etm ekte îdi. Moltke, B r ie fe a. d. TSrkeP, s. 196 v.d. ; Bu b ölg e gerçekten 5 komşu kazâ ile çevril­ van Lennep, Travels in Utile knoten parts miştir : ÛQj3a ı8oç, Terviç, B ov ffu a toç, ’ A çu ^ ia o f Asia M inor (London, 18 7 0 ', I, 38—60; ve ‘ H çpatöioç. T a vıg kazası yerin e g.eçen arap Fallmerayer, Ceschichte der Kaisertkums kâra ’si iki m evkie göre ad alm ıştır : Şan ve von Trapezimi ; Şâkir Şevket, Trabzon tari­ İ b iil; bu sonuncu kıptî dilinde ıC & A l'A , h i ( İstanbul, 1294 \ s. 89 v.d. ; Vital Cuinet, şeklinde bulunmaktadır ; faka t bunun yeri doğru La Turquie d 'A sie (Paris, 1892), I, 102 olarak tesbit edilem em ektedir. Ş ü n 'M U il küra v.d .; v, Flotfwelî, Atı s dem Stromgebiet des ’si o zamanlar 46 ( al-Dîmaşlfi ’ ye göre, 40 ) Q yzyl* Yrmaq ( Halys ), Pet.-Mitt,, Ergz. H. kasabayt İçine alm akta ve şimâl-i şarki isti­ 114, s. 17, 48; Studia Pontİca (Bruxelles, kam etinde Suriye hudûduna kadar uzanmakta 1906 — 1909 ) II, m v.d. ; III, 1 v .d .; Trabzon id i ; zîra Sanhür ı H eph a:stos ' ’ dan başka alvilâyeti sûl-nâmesi { 1322 h.\ s. 150— 160 ; şeh­ Farama ( Pelus’ um ' ve al-‘ A r iş ( R h 'n ocolura ) rin eski planı için bk. Vincke, F L. Fischer ve şehirleri d e bunlar arasında sayılmakta idi. C e­ Moltke, Planatlas von Kleinasien t Berlin, 1846 nup hudfidu H urbayf — Fâküs hattının şimalin­



SÂN den geçmekte ve sonunca şehir Tarâbiya kâra 'sine âit bulunmakta idi. Garbında Tumayy al-Amdid kâra ’si bulunuyordu ve Ş an —İblil Aura ’si, şimalde Bubayrat Tinnis ( Manzala gölü ) kıyılarına kadar varıyordu. V. ( m. s.) asırdan sonra artık zikredilmeyen kıptî piskoposlarından birinin oturduğu yer olan bu şehir hakkında hemen-hemen biç bir tarihî malûmat yoktur. Yalnız Huşayn, Lahm ve Cuzâm kabile zümrelerinin bu civarda yer* leştiği bilinmektedir. Coğrafyacı Yâküt bu şe­ hir hakkında hiç bir şahsî ve teferruatlı bilgi vermediği gibi, İbn Mammâti, îbn Dukmâk ve İbn al-Cî â n ’da da bunların zikredilmemesi şa­ şılacak bir şeydir. at-Kalkaşandi de eski kâra 'teri sayarken, onun mâlûm olmadığını beyân eder. ' Al i Paşa Mubarak ’in verdiği bilgi de sâdece Quatrem ère’in bir araştırmasının ter­ cümesinden ibarettir. Şan ’m adına ne zaman al-Hacar ( „ t a ş " ) kelimesinin eklendiği de bi­ linmemektedir. Bu kelime Mısır 'da yanlarında ehemmiyetli harabeler bulunan bir çok yer'n adında bulunmaktadır ; msl. Bahbit al-Hacar ( Tseum ) ve Ş â ’ al-Hacar ( S a ’ı s ). B i b l i y o g r a f y a : İbn 'A bd al-Hakam ( nşr. Torrey ), s. 142 v. d. ; Syn ax. èthiop. {Patrol. or., VII, s. [ 2 1 2 ] , 2 28 ); Yâküt, Mu’cam (nşr, Wüstenfeld ), I, 99; 111, 364; al-Kalkaşandi, Şubh al-a‘şa, III, 386 ; alM akrizi, H itat (nşr. Wiet), III, 194; joanne, U E gy p te (seyahat rehberi), s. 372; Baede­ ker, Ä gypten7, s. 165 ; J , Maspero, L'O rga­ nisation milit. de l'Ê g yp te byzantine, s. 135 v. d. ; J. Maspero ve G. Wiet, Matériaux pour servir â [a géogr. de l'E g y p te, s. 2 v. d., 107, 116 , 119 , 137, 174—177, 179 v. d., 183 v. d., 186 ( burada tamamlayıcı bibliyo­ grafya verilmiştir ). ( G. W lET.) Ş A N . [B k . sâ n .] S A N 'Â . Ş A N 'Â ' Arap yarım-adasının cenûbunda, Y e m e n ’i n h ü k ü m e t m e r k e z i olup, şarkî S arat dağlarında, Cebel ‘A y b â n ’ın bir parçasını teşkil ettiği dağ silsilesine kadar garba doğru açılan, yüksek dağlar arasındaki S a f I ya vadisinde bulunur; diğer taraftan Ce­ bel Nukum aş.-yk. şehirden 500 m. yükseklikte olup, buraya hâkim vaziyettedir. 15 ” 2 3' şimâl arzı ve 44° 1 1 ' 9 ' ( Greenwich ) tülündedir. Hatt-ı üstüvâya yakın olması sebebi ile, Şan'â’ ’da kış ve yaz günleri arasındaki geee-gündüz farkı çok azdır. Şehir deniz seviyesinden 2.200 m. yüksek­ te olduğundan, iklim mûtedildir. Yazın gündüz­ leri muntazam rüzgârlar eser, kışın ise sıfır de­ rece civarına düşen hararet, çok kere geceleri dona sebep olur ise de, gündüzleri buzlar erir. İlkbahar ve yaz mevsimlerinde, bilhassa temrr.ûz ve ağustos aylarında, bol yağmur yağar. Çok



ŞAN’Â. kurak yazlar enderdir ve çok felâketli olur. Şan’ â’ ’yı Hârid vadisine doğru inen yağmurların beslediği ve üzerlerinden köprüler ile geçilen iki küçük dere sular ki, bunlardan büyüğünün adı Gayl al-A svad ’ dir. İçme suyu Nukum da­ ğından gelen ve.G ayl al-Barmaki denilen bîr kanaldan te’min edilir. Şan'â’ ’mu, üzerinde ku­ rulduğu yayla volkaniktir; fakat nadiren zel­ zele olur. 637 (1259 ) ’ de bir zelzele olmuş ; fa­ kat mühim bir hasar yapmamıştır. Zenginler evlerini yaptırırken, bu lavlardan meydana ge­ len taşlan kullanırlar. Orta halli kimselerin evleri ve hattâ şehrin sûrları kerpiçtendir. Yaylanın, küçük demir-hindi, dikenli meşe cin­ sinden talha ile davm adı verilen cılız ağaçları Şan'â' çarşısında yakacak odun olarak satıl­ maktan başka bir işe yaramaz, İnce ve şef­ faf mermer levhalar, eskiden Ğumdân sara­ yında olduğu gibî, bugün de zeng’ n evlerinde pencere camı olarak kullanılır. Öte yandan orta çağ sanâyiinden gümüş eritilmesi ve es­ kiden meşhur olan Yemen kumaşı dokumacı­ lığı bugün son derece gerilemiş durumdadır. Memleketin her tarafında tesadüf edilen küçük, kavisli ve gümüş İle işlenmiş akîk kabzalı Ye­ men kılıçları hâlâ bu şehirde imâl edilmekte­ dir. A kîk Şan'â’ ’mn meşhur ihrâe maddelerin­ den biridir. ( bk, Nâşir-i Husrav, S a f ar-nâma, s. 114 ). Bakımlı büyük bahçeler şehrin eskiden daha kalabalık olan iç kısmında yer almıştır. Kayısı, şeftali, elma, ayva, üzüm ve kokulu bitkiler gibi mutedil bölgelere âît her türlü meyve yetiştirilir, Türkter de buraya bir çok sebze çeşidi ile patates getirmişlerdir. Hurma ağaçları, şehrin yükseki'ği sebebi ile meyve ver­ memekte sâdece süs ağacı olarak kullanılmak­ tadır. Kahve zirâatı bilhassa Nukum dağı ya­ maçlarında yer almıştır. Nüfusu 1954 yılında 50.000—60.000 arasında tahmin edilen ( krş. Annuaire du Monde Musalman, s. 29 — 33) bugünkü şehir üç mahal­ leden teşekkül etm ektedir: Arap mahallesi: Nukum dağı eteğindeki saraydan garba doğru yayılır; oradan, bir çok bahçeleri, resmî bina­ ları ve halk hizmetine tahsis edilen te'sisleri ile eskiden beri bir dış mahalle olan B i’r al-A'zab ile birleşir. Tamamen garpta bulunan küçük Kâ' al-Yahüd mahallerinde 5.000 kadar ya'.udi bulunur ( 1934 ). Cenûp sûrlarının dışında kışla­ lar ve şimâl surlarının hemen karşısında küçük Şa'üb kasabası yer alır. Sûrlarda mevcut 12 kapıdan sâdece 4 'ü açıktır. „Küçük K a ’be“ ‘ adı ile anılan ve muhtemelen eski „K alış" olan çifte minareli ulu câmi, biribirini tâkip eden muhtelif hükümdar sülâleleri tarafından inşâ edilmiş olan bir çok sarayların yer aldığı arap şehrinin aş.-yk.' ortasında kâindir. Bu kabil şa-



rayların en miiiıim âbidesi, arab şehrinin şimâl-i garbîs'ndeki imamın ikametgâhı olan Bustân a!-Mutavakkıl Mir. Şan'â’ Ma, halk hiz­ metine tahsis edilmiş âbideler olarak büyük bir belediye hastahânesi, bir eczahâne, 12 ka­ dar hamam, biri san’&t mektebi olan 3 mektep ve bir matbaa vardır. Memleketin dağlık olması u l a ş t ı r m a i ş ­ l e r i n i güçleştirmiştir. Ktzıldeniz !e doğru iniş şimdi H üdayda’ye ulaşmıştır Msi. Vadi Şunfur gibi çok kolay inişli vadiler, nihayetle­ rindeki asayişsizlik sebebi ile umumiyetle kul­ lanılmaz. Butlun gibi Cebel Hazür Nebi Şu'ayb ’in eenûbundaki Karn Va'l ( „geyik boynuzu*' ) ’e uzanan yol da, 2.800 m. ’ye kadar çıktıktan sonra, tekrar 1.500 m .’ye iner ve 2.200 m yüksekliğinde Manâha yakınındaki kahve yeti­ şen dağların Harâz geçidi ile yeniden yükselir ve tekrar Tihâma ’deki Bâcil önüne iner. Şan'â’ ’dan kuş uçuşu 170 km. uzakta bulunan Hudayd a ’ye, muntazam türk postası S a r a t ‘tan geç­ mek üzere, deve sırtında iki buçuk üç günde ulaşırdı. Bu yolu Arab'stan ’1 Suriye ’ ye bağlayan bir telgraf hattı tâkip eder. Bugün hâlâ Şan'â' ’ya sevketmek üzere tuz istihsâl edilen ve şark•1 şimâl-i şarkî istikametinde, doğru yol ile, 120 km. mesafede bulunan eski Ma’ rib [ b. bk.]’e giden yol, önce bu şehrin şarkında bulunan dağı gerek şimalden, gerek cenûptan dolaştık­ tan sonra, su bakımından zengin olan Vâdi Zâna ’den geçerek, Cavf 'e iner. Şimâl —cenûp mü­ nâsebetleri 'A d a n ’e doğru Yarim, Zafâr hara­ beleri, Canad, al-Höta üzerinden ve Mekke ’ye doğru da Şa'dâ, B işâ, Türaba üzerinden te’min edilir ; krş. tA, I, 473**, M ekke'ye giden tâcir ve bacıların tâkip ettikleri ve I^udayda’nin aş.-yk. 4.0 km. cenûbunda bulunan ve al-Mahcam ’den itibaren kullanılan yol evvelâ Vâdi Surdud istikametinde dağı geçerken,: Aden Men başlayan Tihâma yolu, Zabid Men geçerek, şimâle doğru çıkar. Şan'â’ . çok eski bir şehir olmasına rağmen, tarihine bugüne kadar keşfedilen Ma'in ve Sebâ devirlerine âit kitabelerde rastlanmamaktadır ; Glasser 424 kitabesi, str. 1 3 'te zikredi­ len Şn 'u ’mın Şan'a olduğu kabûl edilecek olursa, ona bugüne kadar Himyerîler devri için, ancak farazî olarak temâa edilmiş olur; bu kİtâbe milâdî I. asrın ortalarına âit olma­ lıdır ! zîra str. 3 ’te zikredilen Şan'â’ ‘da zafer kazanan veya Şan'â’ ’nm galibi Saba’ ve Zü Raydan hükümdarı İlİşarh Yahzib Peripltıs mans Erythraei, § 26 ( bk. F. Glaser, Die Abes­ sinier in Arabien und A frik a , 1895, 117 v. d.; M. Hartmann, Der islamiscke Orient, 1909, 11, 150 v. d.) Maki Elisar ile aynı kimse -¿İmalıdır. Ğumdân [ b. bk.} sarayının heybetti



harâbelerMdeıı mülhem efsâneler ve şiirler bize Şan'â’ hakkında daha çok şey öğretmektedir. Eski adının Azal olması muhtemel o'an şehri ve sarayı Sâm yaptırmış olmalıdır. Bu adın sonraları Tekvin, X, a? Men a ’ınmış olması müm­ kün olduğundan, Şan'â’ Mın KUâb-ı mukaddes 'teki Uzâl olması farazıyesi, Sprenger ( Die alie Geographie Arabiens, 1875, § 294 ' ’in Şan’â’ 'nın Batlamyus, Geogr,, k'tap V I, bahis . V II, § 38 ’deki Menambis basile-'on olduğu tef­ siri yahut Glaser ( ayn. esr., s 122 ve Skizze d. Gesck. v. Geogr. Arabiens, 1890, 11, 427, 310 ) ’in eski adın Tafiz olduğuna ve şimdiki adm da- Ma’ rib bölgesinden geld’ğ'ne dâir te’yidi gibi, ihtimâl dışında kalmaktadır. Ancak h a b e ş l i l e r i n istilâsından sonra. Yemen ’in Roma ve İran arasındaki eihanşümûl siyâsî ihtilâfa dâhil olmasını müteakip, Şan'â’ yukarı-Yem en’de bugüne kadar muhafaza et­ tiği mühim rolünü oynamağa başlamış ve bu rolü, fâsılah olarak, bütün Yemen Me elinde tutmuştur. Bu 14 asır boyunca, Yemen tarihi­ nin bu biricik şehrin mukadderâtında in’ikâs eden vak’alarınm bazıları ancak kısaca kayd­ edilebilir. Abraha, 'İsa ’dan sonra 530 sırala­ rında, hırıstiyanlara Şan'â’ Ma dahi eziyet eden yahudi kıralı Zü Nuvâs ’1 mağûp ve kendi rakibi habeşli A ryat T bertaraf ettikten sonra, bu yeri habeşli umûmî valilere pâyı’ta t yaptı. Şe­ hirde bir hıristİyan katedrali, K alis veya Kulaya { ekklesia ) yaptırdı. İnşaât malzemesi Ma’ rib ha­ rabelerinden alınmış, işçiler ve mozayikler Bi­ zans imparatoru tarafından te’ nvn edilmiş ol­ malıdır. Yemen ’in eski hükümdar ailesinden Zü Yazan tarafından çağırılan Husrav 1, Anüşirvln ’ın kumandanı Valıraz, 570 yılına doğru, Abraha Min oğlu ve ikinci halefi Masruk M memleketten çıkardı ve orada evvelâ bir az evvel zikrettiğimiz yerli hükümdar sülâlesi ile paylaştığı bir iktidar te’si s etti; bilâhare İran idâresîni yerleştirdi; ölümünü müteakip, nak­ ledildiğine göre, oğlu, torunu ve oğlunun to­ runu bu devleti iranMar adına 'dâre ettiler. 1 0 . ( 6 3 1 ) yılında, başka kaynaklara göre ise, bundan tki sene evvel, beşinci vâli Bâzân İslâm dinini kabûl etti. Yine bu 10. hicret yı­ lında Muhacir b. A bi Umryyâ b, al-Muğira, Yemen zekât tahsildarı o'arak, Şan'â’ ’ya gön­ derildi. Müteakip sene şehir, 3 ay müddetle, Gumdân 'a tahassun eden Peygamber aleyhdârı sahte peygamber 'Abhala b. Ka'b al-Asv a d ’in elinde kaldı. Onun bu teşebbüsü. Peygamberin ölümü ile, husûsiyle Zü Y a­ zanlardan biri olan 'Amr b. MaMi karib ’in tığ-runda mücâdele ettiği umûmi Yemen istiklâl ; savaşları ile birleşti. Medine hükümeti en iyi desteğini araplaşan İran asilleri olan aincı’



f b. bk ]'d a buldu h. u (632 ) yılında Fayruz Day'omi ve a)-Muhâctr Şan'a’ ’da, yukarıYemen *de hâkimiyeti yeniden te’sis ettiler. Efsâneye göre, Htmyerîler devrinde kitabeler, den tanıdığımız 'Amr b. Abi Şarh b. Yahşab tarafından yeniden inşâ edilmiş olduğu anla­ şılan Gumdân sarayı şüphesiz bu şiddetli harp­ ler sırasında tahrip edilmiştir. Fetihten sonra oldukça sağlam bir idare hüküm sürdü; hu­ sûsiyle Şan'â’ ve civarının yüksek şahsiyetle­ rine kedine çok itibâr göstererek muamele ediyordu. ‘Omar 1. ’in ai-M uhâcir’in yerine tâ­ yin ettiği Y a 'li b. Munya, ‘A li iktidâra 'gelin­ ceye kadar, vazifesine devam etti. al-Yâkıübi {II, zo8 v.d.)'ye göre, Talha'm n Şan'â’ gibi bir taşra idaresine gitmek istememesi ve alZubayr ile birlikle Ya‘ U ’nın Şan'â’ 'dan Me­ d in e ’ye getirdiği bütün Yemen zekât hâsılatı­ nı eli altında bulundurmak istemesi dolayısı İle, ‘Al î Ya'lâ b. Munya 'yi vazifesinden aldı ve yerine ‘ Ubayd Allah b. ‘A b b â s’1 tâyin etti; lakat bâzı kaynaklara göre, 40(660) yı­ lında ‘A li ’nin Öldürülmesinden önce, ‘ Ubayd Allah veya bunun yerine geçen kimse, Muâviya I.’ nin emri ile, Busr b. A ryaf tarafından San a 1 ’dan çıkarılmıştır. „Şan'â’ ’d-ıu daha uzak" yahut „her kes, hat­ tâ Şan'â’ dağlarının çobanlan bile" gibi ata­ sözü kabilinden terkipler mevcuttur (T a b a n , I, 275Z ; İH, 2472}. Müslüman devletin’« mer­ kezi. Suriye ’ye, daha sonra da İrak ‘a nakledi­ lince, yukarı-Yemen daha çok tecrit edilmiş bir duruma düşer ve tarihinde de bu bâl visstdilîr. Birbirleri ile harp eden, fırsat düştü­ ğünde birbirini destekleyen üç nevî ku ‘ret, hilâfete karşı id i: memleketin yerli hükümdar soyundan gelenleri, istiklâl hırsı taşıyan vali­ ler, fikirlerini merkezden uzakta yayan ve bun­ ları devletler kurmak sureti ile tahakkuk ettir­ meğe çalışan mezhep reisleri. Oldukça eski bir râfızi olan 'Abd Allah b. Sabâ i b. bk.] bize „Ş a n V adamlarından biri" otaıak gösterilmiştir. Bu sapa memleket hakkındaki az bilgiler bu­ ranın sükûnet içinde bulunduğunu gösterme­ mekle beraber, Emevîlerin Şan'â’ ’nın ihtilaf­ sız hâkimleri olmuş olduklarını ifâde eder gö­ rünmektedir. Emevîlerin inhitat devirlerinde kumandan İb n ‘ A tiya, 130 ( 747/748 ) senesinde Şan‘a” da bâr'cîîer halifeliğini kurmuş olan ‘Abd Allâh İbn Hamza'nın başını Marvân II. ’a göndermeğe muvaffak oldu. Abbâsüer dev­ rinde vaziyet daha çok güçleşti; al-Hâdi ’ye itaat edilmedi. Hârün al-Raşid devrinde, onun beş-nci vâlisî Hammâd al-Barbari, ancak o sene, mücâdeleden sonra, Hemdânîlerden âsi aİ-Ha\.şam b. ‘Abd al-Mae i d ’i yakalamağa muyalfak oldu ve onu al-Şarât ’tan Şan‘ â” ya



mahbus olarak getirebildi. 188 (803 ) yılına doğ­ ru, şehir sâdece bir harabe yığınından ibaret idi. Vaziyet, ili. asrın başına, 'A li âiles'nden İbrâbim b. Müsâ b. Ca'far al-Cazzâr („k a ­ sap" ), gerek kendi hesabına çalışan bir sergü­ zeştçi olarak, gerekse Şan'â’ ’nın resmî valisi sıfatı ile. nufûzunu M ekke'ye kadar genişle­ tilmeye kadar düzelmedi. Ona muhâiif olan vâli Hsmdavayb b. Mâhân ‘in vaziyeti daha az şüpheli değil idi. Binnetîce hükümet türk hassa birliği kumandanlarına miirâcaat etmeğe mecbûr oldu. 256 ( 869 ) ’ya doğru Hivaliler so­ yundan gelme Y a ' f u r i l e r , bir anlaşma ile, Şan'â’ ’ya hâkim oldular ; bu anlaşmaya göre, Mu^ammed b. Ya'fur (hâkim iyeti: 872 —892), halîfe Mu'tam) d ’in adının hutba ’lerde zikre­ dilmesini kabûl ve Zabid Zey dileri ne bir ciz­ ye vermeği vaaded'yordu; fakat onların şe­ hir içindeki hâkimiyetleri bite çok kere sek­ teye uğradı. Muhammed’in oğlu İb rahim ’in iktidara geçtiği 279 (892 ) yılında sarayı ra­ kip Şih lb süiâlesi mensupları olan yerliler ve evvelce Şihâbların düşmanı olan abnâ’ ta­ rafından yakıldı. Bundan sonra, bir! şehri ilk defa 288( 901 ) senesinde takriben 4—5 ay müddetle işgâl eden Zaydilerden Yahya b. Husayn ’in idaresinde şimalden Ş a 'd a ’den ge­ len, diğeri al-Muşayhira [ b. bk.] istihkâmla­ rına istinat ile, 293 {9031 başlarında şehri işgâl ve kalede oturmak sureti ile, burayı 2—3 ay idâre eden Karamatilerden ' Al i b. alFazl idaresinde cenuptan gelen olmak üzere, iki şiî zümresi Şan'â’ üzerine yürüdü. Ya'furiler ile Zaydiler ve f a n i sülâlesine mensûp olup, Ya'forilerin âsî himâyegerdeleri olan Karmatiler ile Abbasî valisi ve kumandanları ara­ sında, Yahya ’mn buraya gelişinden asrın sonu­ na kadar ( milâdî 91 3 ) geçen 12 sene zarfında Şan'â’, en az 20 defa zaptedildi; müzâke­ reler sonunda 3 defa geri verildi ve aş.-yk. 5 d efad a boşu-boşuna muhâsata edildi. al-Mas'üdi (II, 55 >’ye göre, K a rm a ti’ nin ölümünden sonra, Ya'furilerden As'ad b. İbrahim idare­ sinde Şan'â’ 3 0 3 ’ten 3 3 2 ’ ye kadar I 91 5 —943 ) parlak ve çok sâkin bir devir yaşadı. Bu so­ nuncunun ölümü ile ortaya çıkan âile kavga­ ları eski karıştklığı geri getirdi. Zaydilerden Yahya ’nın torunu Mahtâr 345 (956 ' 'te şehri zaptetti; fakat aynı senede öldürüldü. Şehrin caddeleri ve mahalleleri, H avlin ve Hamdan âileleri etrafında birleşen toplulukların muhare­ be meydanı hâlini aldı. Hemdânîlerin reisi Zaljh â k ’ ın arkasında iktidarları yeniden kabûl edi­ len Zabid Zaydileri saklanıyor ye harekete g e ­ çiyorlardı. Bununla berâber, 377 { 087 veya 379 (9 8 9 ’ ’da Şan'S’ *mn Ya'furilerin sonuncu mü­ him mümessili ‘ Abd AHâh b. Kahtân mukalje-



S A N 'Â .



le-i bilmisilde bulunup, Zabid ’i tahrip edebildi at-Husayn şehri 913 ( 15 0 7 ) ’te zaptetti ve *Abd Allah daha evvel sayıları epey kabarık Kânştîh 922 ( 1 5 1 6 ; ‘de buraya Mekke şefîfi olan Karmatilerin desteğini te’min etmiş, Fatı­ Barakât II. b. Muhammed b. Barakât 1. ’i vâli mî hilâfetini resmen tanımış idi. Şulayhiler de olarak gönderdi. Fakat Şan'â’ hemen ertesi yıl aynen bu siyâseti tâkıp ettiler. Bunların ilki tekrar imâm Yahya Şaraf al-Din ’in eline geçti. 'A li b Mulıammed, Fâtımîlerin dâ'î ’si sıfatı [ O s m a n l ı pâdişâhı Yavuz Sultan Selim, Mı­ ile, 453 ( ıo ö ı ) ’e doğru Şan'â’ ’yı kendisine ika­ s ır’ ı 15 17 yılında Memlûk sultanlarının elinden metgâh yaptı ve aş.-yk, yarım asırdan fasla bir alınca, kısa bir zaman sonra, onların idâresinde müddet zaydi imamlarının zaman-zaman Şa'da bulunan Yemen de Osmanlı hâkimiyetine gitdi. ’den gelerek, düşman âileler arasına sızıp, on­ Kanûnî Sultan Süleym an’ın beyler-beylik, un­ ları birbirlerine düşürmeleri ile, gittikçe artan vanı ile Yemen valiliğine tâyin ettiği Sulak karışıklıklara son verdi. Melike Sayyida Hurra, Ferhad Paşa nın maiyetinde bir kumandan olan hükümet merkezini aşağı Yem en’deki Cubla özdemİr Paşa 953 senesinin recep ayı ortala­ ’ye nakledince, akrabaları olan Yâm iler Katim rında i 1546 yılı ağustos ortaları ) Şan'â’ ’ya gir­ b. al-G aşim ’in istiklâlini ilân ettiği 492 { 1-09S) di ], 1038 ( 1628 ) ’de Haydar Paşa, 1087 ( 1676 ) yılına kadar 10 sene müddetle şehri melike senesine kadar iktidarda kalan Kâsimi soyun­ adına muhafaza ettiler. Hatim b. al G aşim ’in dan İmâm Muhammed karşısında mağlûp ol­ sülâlesi olan H a m d i n i l e r sülâlesi, Yâmı- du. Müteakiben muhtelif imâmlar arasında kav­ lerin ve bilhassa Şa'da ve Nacrân zaydi imam­ galar devam etti. Memleketin büyük emirleri, larından Ahmed b. Sulaymân al- Mutavakkîl ’in bedevi âileler ve kökleri bir türlü ka2ınatnasebebiyet verdikleri saltanat fasılası ve mûtad yan Karm atiler, bu kavgalar dolayısı ile, yeni­ , aile kavgaları ile geçen karışıklıklar arasında, den büyük bir hareket serbesti#1 elde ettiler; Şalâh al-Din A y y ü b i’ nin kardeşi Tûrânşâh ’ın bu fırsattan istifâde eden yabaucı devletler şehre giriş tarihi olan 569 ( 1 1 7 4 ) ’a kadar memleketin iç işlerine müdâhalede bulundular. hükümranlıklarını devam ettirdiler. 1233 ( 1818 ) ‘te her şeyi yıkıp-mahveden bede­ - 55 sene devam eden Eyyûbî saltanatı Şan'â’ viler istilâsı, 1251 ( 18 3 5 ) senesinde yeniden ’nm uzakta bulunan büyük bir devletin hâki­ başladı. Bu vaziyet, imâm nâibi al-Nâşir *a, Mı­ miyeti altında tutulamayacağını isbât etti. Şehre sır valisi Mehmed 'A li Paşa ile şehrin satışı iki saat mesafedeki dağlar üzerinde inşâ edil­ mevzuunda müzâkereye girişmek fikrini telkin miş olan B irâş kalesine istinat eden Hamdâ- ■etti. İmâm 1265 ( 1849) ’te osmanlı kuman­ nîlerden "Ali al-Valjid b. Hatim 583 ( 1 1 8 7 ) danı Kıbnslı Tevfik Paşa ’nın şehre girmesine yılında şehrin sûrlarını, müstahkem sarayı ve müsâade etti ; fakat İkinci günden itibaren, as­ evlerin büyük bir kısmını tahrip etti. Imâm keri birlikleri yok edildi ve müteâkip sene 'Â bd Altâh al-Manşür, 595 ( 1 1 9 9 ) ’te ve daha mücâdeleye karışmış olan Mekke şerifi Muham­ sonra 6 11 ( 1 2 1 4 } ’de olmak üzere, çok kısa med b. ’Avn imâmı azletti; fakat bunun tâyin bir müddet hüküm sürdü. Daha Sonra Ta'izz ettiği başka imâm da şehri muhafaza etmeğe [b . bk.j Resûlîierinin hâkimiyeti, 626 (12 2 9 ) muktedir değil idi, 1267 ( 1851 ) ve 1269 ( 1853 ' tarihinden itibâren, Şan'â’ ’da kuvvetle yerleşti. yıllarında yeni İstilâlar olda. [ Müşirlik ve vezir­ Bir çoğu emirlerden ve Şan'â’ askeri reislerin­ lik rütbeleri ile Yemen valiliğine tâyin edilen den müteşekkil olan vâiiier zorla kendilerini Osmanlı kumandanı Ahmed Muhtar Paşa ’nın ] kabûl ettirdiler. Sultanlar da çok kere kendi­ Şan‘ â” yı, yeni bir hücum ile, 12 8 8 ( 1 8 7 1 ) se­ liklerinden tahta çıkarlardı. 648 f 1250) ’de veya nesinde zaptetmesinden sonra, burası Yemen vi­ 671 ( 1 2 7 1 ) tarihlerinde olduğu gibi, şehrin lâyetinin merkezi ve yedinci Osmauh kolor­ imamlar tarafından zaptı, çok kısa fasılalar ile dusunun karargâhı oldu; fakat bu vaziyet de ve çabuk olmuştur. Zaydilerin hâkimiyetinin Zaydiler ile devam ede-gelen anlaşmazlıklara tekrar teV si ancak bir asır sonra mümkün ol­ son veremedi. Osmantılar, 1905 ilk baharında du. İmâm Şalâh b. ‘A li yalnız Şan'â’ ’da tutun­ İmâm Mahmüd Yahya b, Hamid al-Din ’in yak­ makla kalm adi; aynı zamanda 777*~793 ( ¡ 375— laşması üzerine, şehri ve civarını boşaltmağa *39* ) yılları arasında yaptığı bir çok teşeb­ mecbur oldular. Her ne kadar Osmanlılar, şehri büsler ile, Zabid, 'Aden ve Ta'izz ’e doğru ile- son bahar sıralarında yeniden zaptettiler ise rileyebildi. Kendisinden sonra yerine geçenler de, tam mânası ite olmamakla beraber, burada aşağı-Yemen ’in yeni Tâhiriler hükümdarlarını türk hâkimiyetinin te’sisi için 5 yıl daha geç­ başarı ile bertaraf edebildiler. Bu hükümdar­ mesi lâzım geldi. Birinci cihan harbinden son­ ların ¿.birincisi ‘Amir b. T âh ir b, Mu'avvada ra, 10 ağustos 1920 tarihinde akdedilen Sevr 86ı (14 56 ) ’de, kısa bir süre için, Şan'â’ ’ya gi­ muahedesi ile, imâm Mahmüd Yahya, Şan'â’ ve rebildi. Memlûk sultanlarının sondan İkincisi Yemen hâkimi olarak tanındı ( ki 1546 ’ da Os­ Çânşüh [ b. bk.} a!-Gavri ’pin kaptan-ı deryası manlılar tarafından zaptediien Şan'â’ , kısa iâ-



SA N ’Â -



sılalar ile, bir kaç defa tekrar yerli imamlar eline geçmiş olmakla beraber, 1920 ’ye kadar 3 asırdan farla bir müddet osmanlı hâkimi­ yetinde kalmıştır. Osmanbların burada te’sis ettikleri dinî, adlî ve diğer nizamları muhafaza edilememiştir ]. Ücrâlığına ve karışıklığına rağmen, Şan'â’ İs­ lâm ilmine hizmet etmiştir. Orada tarihî hikâ­ yeleri ile 'A bid b. Şariya meşhur oldu ve Mu’âviya 1. ’nîn sarayına dâvet edildi. Bu şehir hal­ kı onun çok genç meslekdaşı olan ve K tır'a n ’ı en iyi h-'lenler arasında bulunan, Şana* ’da ölen Vahb b. Munabbih ile iftihar ediyordu. İkinci asırda hadis toplayanların ekserisi Şan'â’ ’ya geldiler. Bunlar arasında Abd al-Razzâk b. Hammâm b. Nâfi' ’m derslerini takip eden Ah­ med b. Hanbat ve Yahya b. Mu'in bulunuyor­ lardı. Bu ‘Abd al-Razzâk b. Hammâm b. Nâfi' 2 11 ( 8 2 7 ) 'de Ş a n a 1 ’da öldü. Şan'â' aynı za­ manda şâir, dilci, tarihçi ve bilhassa nesep âli­ mi ve coğrafyacı olan al-Hamdâni ( b. bk.] ’nin doğup-öldüğü yerdir. Şan'â' imamlarının çoğu, tıiç olmazsa mıkdar bakımından, mühim edebî eserlerin yazarlarıdırlar ve onlar d’ ğer dinî cereyanların temsilcilerin1 aynı şekilde faaliyet göstermeğe teşvik ediyorlardı. Muhtelif müslümao ve yahudi zümreleri arastada uzun zaman hıristiyanlar da tutunmuş veya nestûrî kilise­ sinin en çok genişlediği devirde hıristiyanlar da burada yeniden yerleşmiş idiler, Bu cümle­ den olarak. 225 i 840} ’e doğru, Thomas de Margâ ( The book o f governors, nşr, Budge, 1, 238 1 Mär Petru s’u bu devrin Yemen ve Şan'â’ piskoposu olarak zikretmektedir. Avrupalılara gelince, İtalyan Barthtma 1308 te Şan'â’ ’ya bir mahbus olarak girdi. C. Nie­ buhr ile, hedefi gerek bizzat Şan'â’, gerek Şan­ 'â’ ’dan itibâren Ma’rib ülkesi olan bir takım keşifler başladı. .Şan'â’ ve civarında toplanan kitâbelerin az olmasına rağmen. Glaser, Land­ berg, Caprotti ve Burehardt çok kıymetli yazma eserler e'de edebildiler. B i b l i y o g r a f l a ' . Arap coğrafyacı ve seyyahları Şan'â’ ’dan sık-sık bahsetmişler­ dir. Şan'â’ nin ve civârinm İktisadî vaziyeti hakkında Yâküt ile birlikte müh'm kaynak olarak, al-Mukaddasi ( B G A , III ); İbn Hurdâzbeh ( ayn esr., V I ) : İbn Havkal ( ayrı, esr., I I ); Nâşir-i Husrav, Sefer-nâm e ( trc. ‘Abd al- Vabâb \ İstanbul, 1950; İbn Battüla { tre. Mehmed Şerif [ Çavdaroğlu ]), İstanbul, 1333 —133$, s. 270, 274. bilhassa Hamdâni, Ş i f at Oazirat al-arab l nşr. D. H. Müller. 1884 , D. H. Müller, Die Burgen und Schlös­ ser 'Jüdarabiens ( 5 . B. A k. Wien, XCIV ve X C V il 1. Arap umûmî tarihleri dışında bk. Nöıdeite, Çşşçhiçhte der Perser and flraber



SA N ÂR .



r. Zt. der Sasaniden (Leiden, 18 79 ); Kay, Taman, its early m ediaeval kistory ( Lon­ don, 1892 ); al-Hazraci, Thepearl-strings (gi­ riş ve trc. Redhouse; nşr. Muhammed 'Asat, CM S, U l) ; C. van Arendottk, De opkomst van het Zaidietische imamaat in Yemen ( Lei­ den, 19 19 ) ; Ahmed Reşîd, Tarih-i Yemen ve San’â (İstanbul, 1921 ), I—II; M. Hartmann, Der islamische Orient ( Leipzig, 1909 ), II; İbn ai-Mucävir, Târih al-mustabşir t nşr. Os­ car L ö fg ren ', Leiden, 1954, i— II, 179 v. dd., 185 v.d., 188 v.dd.; Mehmed Memduh, Mifi&h-i Yemen ( İstanbul, 1 3 3 0 s. 7 v d. ; Yahyä b. al-Husayn b. ai-Mu’ayyad al-Yamani, AnbS al-zaman f i ahbar al-Yaman (Berlin, 1936), bk. fihrist ; al-Azraki, A h bar Makka ( Mek­ ke, 1352), I, 83 v.d., 134, 13 7 ; Hasan Kadrî, Yemen ve hayat» (İstanbul, 13 2 8 ) ; Â tıf Pa­ şa, yemen tarihi (İstanbul, 1326 ; al-Kibsi, a l-L a lâ 'if al-saniya (Berlin yazm., nr. 974b ).—C. Niebuhr, Reisebeschreibung nach A rabien. . , ( Kopenhagen, 1774 ), 1, 4 10 v. dd.; U. I. Seetzen, F. von Zach, Monatliche Cor­ respondent ( 18 13 t , XVIJ, 180 v.d d .; XVIII, 353 v.d d .; Ch. j. Cruttendon, Journal o f the London R oyal Ceogr. :Soc. ( 1 8 3 8 ’, VIII; Jacob Safir, Eben S a fir l Lyck, 1866), I (tbrânîce); Arnaud ve Halévy i J A , 1843 ve 1872, Şan'â’ seyâhatSej-i hakkında ) ; Zeüme, Arabien und die Araber seit hundert Jah ­ ren. (Halle, 1875), s. 56 v. dd.; Manozi, elYemen { Roma, 1884', s. 100 v.dd.; Glaser, Petermanns Mitteilungen ( 1886 ), X X X 11, I v. dd. ; Hogartb, The pénétration o f Arabia i London, 19 0 3’ ; H. Burehardt, Z- C. Erdk. Berl. ! 1902 ), s. $93 v.d. ; Wave), A Modern Pilgrim in Mecca and a siege in Sanaa ( London, 1912 ), s. 228 v. d d .. ( Ja c q u e lin e P irenne, Â la découverte de l ’arabie ' P a ris, 1958 \ bk. fih rist; C a r l Ralhjens, Jemish domestic Architecture in San’a, Yemen (Jerusalem, 19 3 7 ); Annuaire du Monde Musulman ( P a r i s , 1955), s. 29—33 ]( R. S troti- mann .) ( Bu makale N. ÇAĞATAY tarafından ik­ mâl edilmiştir], Ş A N 'Â ’. (Bk SAN’Â ] S A N A C A T . [ Bk. s e n e c â t .J S A N A D . [ Bk. İs n â d .] S A N Â ’ İ. ( Bk SENÂİ-] Ş A N A M . ( Bk. s a n e m .] S A N Â R . S A N Ä R F. şad din ar *ın bozulmuş şekli), İran’ da Fathi ’A ti Şâh , iz iz 12 5 0 = 1797— 1834 zamanında yarım-'abbâsi veya uıa|h mudi g ü m ü ş b i r p a r a y a v e r i l e n a d . A ğırlığı 36 habbe ; 2,34 gr.) idi. Fath A li ’nin hükümdarlığıma 30. senesinde yaptığı İnkılâp



' SAN ÂR -



SAN C.



esnasında, bu para, mürekkebâtı ile birlikte, - rini buluyoruz; bunların ilki şııka yfa ( aş. bk.] tedavülden kaldırılmıştır, ( J . A l İAN.) ’nin sesleri yer değiştirmiş olan şeklidir. Şa ' Ş A N A V İ Y A . [ B k. s e n e v i y e .] lâ şil ( müf. şalşal) tâbiri de tiz perdede ses S A N C . ŞA N C , ŞİNC, h e r t ü r l ü z i l mâ ­ uzatmağa yarayan bu şekilde mâden! âletlerin n a s ı n a g e l e n u m & m î b i r t â b i r . Hemr hepsi için kullanılmış idi. Şanc kelimesi zil al-Cavhari, hem al-Cavâliki bunun arapçalaş- veya z ili gibi, fiil kökü şali („tınlam ak, ses mış bir kelime olduğunu söyler. Lam bunun vermek" ) olan ses taklidi menşe’ li bir kelime­ ' farsça sanc veya sin e’ den müştak olduğunu dir. Bunlar bütün sâmî dillerde bilinmektedir. düşünür ve İbn Hurdâzbih ( ölm, 300 = 912/913 Saadİa (Ölm. 941 ) arapça kökü İbranî ş â la l’a sıra la rı) bunun iranlılar tarafından icat edil­ benzetir ve Glossarium Latino-Arabicum ( XI. diği kanâatindedir (al-M as‘üdi, Murac, Paris a s ır ) ’da Mazâmîr, C L, 5’ in ibrâuî şeişelim tab., VIII, 90}. Diğer taraftan elimizde âsûrî ( z i l ) ’den gelen arapça1 muşalşalöt bulunmak­ çanaktı ( „itmek" veya „birbiri ile çarpıştır­ tadır. Bir çerçeveye bağlanmış küçük zilltr de m ak" ) kelimesi vardır ve âlet eski sâmîler ta­ kullanılmakta idi. Bu âlet çağana veya şağâna rafından çok iyi biliniyordu. Şattc kelimesi es­ adı ile tanınıyordu [ aş. bk.]. Uçlarda birbirin­ ki arap edebiyatında da zikredilmiştir. al-Ku- den ayrılan- ve her birine küçük bir zil takılı tâmi sanc al-cinn ’i zikreder ve İbn Muhriz olan iki veya üç kollu madenî bir çift kıskaca [ b. bk.] ’e Şannâc al-arab denilirdi. Bu keli­ benziyordu Bu âlete bugün zilli maşa denilir. menin mübâlega ifâde etmek üzere kullanılan Sâsânî san'atında bunun resimleri vardır ve ■ müennes şekli Şannâcat a/-‘arah lekabı ile ta- İbn Hallikân ( Biogr. Diet., Ill, 4 9 1) ile A n‘ aman al-A 'şâ Maymun’un unvanında ve Mas- vâr-i Suhayli ’de zikredilmiştir. Bunun türkturâd adlı bir şahsın al-Şannâca adında bu­ lerden gelme iki örneği New Y ork ( nr. 353, lunmaktadır. Bununla beraber, bu hâllerde sırf 1377 ) ’ta bulunmaktadır. âletin mi veya sâdece bir mecâzm mi kastedilmiş Tabak veya çanak . şeklinde e l. z i l l e r i olduğunu söylemek güçtür. Her- ne kadar, çenk mevcuttur. Savaş ve rûhânî merasim • musikî­ denilen mûsiki âletini göstermek üzere, cank sinde kullanılır. İskenderiyeli Clement ( Pae[ bk. mad. Ml’ZEF ] kelimesi kullanılıyor ise de,: dagogos) arapların savaşta ziller ( xvp^aXa) ■ sanc ( > fars. fa n g ) kelimesinin• aynı zamanda kullandıklarını söyler ki, bu ifâdesini, arap bâzı arap muharrirler tarafından ,,çeng" mâna­ hıgatçilerinin ayrı fikirlerine rağmen, galiba sında olmak üzere kullanılması ile bir başka muasırı olan a ra p ça . şannâcat al-cayş tâbiri telkin etmiştir. al-Cavhari şalın denilen tas • karışıklık meydana çıkmaktadır. ¿Tane veya şinc İslâm ülkelerinin şarkında şeklinde bir âleti tasvir eder. Bu tunçtan ya­ umumiyetle zil mânasında kullanılmıştır; hâl­ pılmış küçük bir tas ( tusayt) idi v aynı ne­ buki garpta, orta çağdan itibaren, zinc daha viden başka bir tasa vuruluyordu. Bu tas, umûmî idi. Bu âlet çift olarak çalınır ve yâni, çanak şeklindeki zil, savaş, mûsikîsinde mûsikîde :olduğu kadar, raksta da ölçü veya çok gözde .idi ve Badi‘ al-Zamân al-Cazari ahengi te'min etmek için bundan istifâde olu­ ( 6 0 2 = 1 2 0 5 'te hayatta id i) ’ nin kendi kendine nur, Eski devirde zilin ahenk âleti olarak mu­ hareket eden âletlere dâir eserinde bulunan ve ayyen bir vazifesi olduğu îbn Zayla (ölm. basılmış otan t The Legacy o f Islâm, res'm 440=1098 tarafından. Kitabi al-k â fi (var. 9 1 ¡.Schulz, Die pers.'islam , Miniaturmalerei. 235) ’sinde tesbit edilmiştir. Â let muhtelif levha .11) askerî mûsikîye ait .bir çok levha­ şekÜ ve .eb’adda olabilirdi. Bugün parmağa larda bunun resmi Vardır. Bununla berâber takılarak kullanılan ziller nmûmiyetle 4 veya bu devirde zile kâs kâsa veya ka's deniliyor­ 5~.cm. kutrundadır ve baş parmak ile orta par­ du, ve Nâşir-i Husrav ( Safar-nâm a, s. 43, 46, mağa • takılır. Resimleri Niebuhr ( I, levha 47 ) buuu Fâtımîlerin harp mûsiki âletleri ara­ XX V I), Villoteau (levha CC, 26 ), Lane ( Mod, sında . zikretmektedir. A l f layla va layla ( 1, Egypt., 5. tab., s . .366), Christianowitsch (nr. 66,-323; 11, 656; İH, 150, 27i, 274, 2 9 8 )’de 36 ), Lavignac ( s. 2794, 2936 ) ve Sachsse (lev­ bu tas şeklinde ku’âs veya kâsât, tubûl ( „da­ ha 8, nr. 36) tarafından verilmiştir. Bunun ör­ vul, tıram petler") ile birlikte, savaş şahnele­ nekleri müzelerde, bilhassa Brüksel ( nr. 293 ) rinde, stk-sık zikredilir. Şimdi el zilleri tabak de ve New York ( nr. 3 8 3 ) ’ ta. bulunmaktadır. şeklindedir ve şanc, zil ve kâs adları ile bili­ : Villoteau ’ye göre, sanc için diğer adlar şun­ nir ( Villoteau, ayn. e s r.; Russel, Aleppo, I, 15 1 ). lardır ; z il ( > türkçe z i l ), kas ( muhtemel olarak Villoteau Mısır zilinin çapım 24, 4 cm. olarak menşe’ de kâse şeklinde) ve sacca veya sacca gösterir, Filistin zilinin bir örneği için bk. şüphesiz sacca yazılması gereken bir kelime). Sachsse (s. 66, levha 8). A skerî mûsikîde bu Suriye ’de câri kullanmada fu kayşa ve Fas ta âletlerin sayısı İç in krş. mad. T A B L-H Â N A . Bir • vayksa (na^üs'un küçültme, şekli) tâbirle- buçuk aşırdan beri, Türkiye zil imâlatı iltj



SANC.



meşhur idi ve her yıl İstanbul 'dan bînlereesi ihrâc edilirdi. Zil için orta çağda kullanılmış iki ad daha vardır kî, bunlar anılmağa değer: şaffâkatân ve musüfi.:. Birincisi Kitöb al-ağânî (V , 75 i ’de bulunmaktadır ve İbn Hacar al-Haytami (Berlin yazması, nr. 5517. *) bunu sone ( „ z il" ) iie mukayese eder. Musafiiç ve musdfika kelimeleri Classarium Latino-Arabicam (X I. a sır) ve Vocabulista in Arábico ( XIII. asır 1 ’da cymbalum ( „ z il" ) ’un karşılığı olarak gösterilmiştir. Ç a I p â r e. Arapçada elleri birbirine vur­ mağa şafk, safk , taşf i k, tasfik ve taş f Ih de­ nilir; bütün bu kelimeler „e! çırpma“ mâna­ sına gelen ve İbranî şâpak ( H ezekiyû, XX!, 17 ) ile akraba olan fiil köklerinden iştikak eder. Ağaçtan veya mâdenden bir levhaya sa­ fih a denilirdi ve gâlibâ „çalpâre, şak-şak" mâ­ nasına gelen m uşaffahât kelimesi bu kökten gelmektedir. Arap şâiri Labid ( b. bk.] ölüle­ rine ağlamakta otan 1 anvâh ) kadınların elinde muşaffalfâi bulunduğunu söyler. Çalpâre veya şak-şak için başka bir keleme Pedro de Aléala, Vocabulista A ravigo ( 1501 ) 'da bulunmaktadır. Burada m aciquif i chapas para tañer) ve mabiqu if ( tarreñas chapas para tañer ) kaydedil­ miştir. Son kelimedeki b, şüphesiz yanlışlık ile, c yerine konulmuştur. Dozy bu iki kelime­ nin musafiiç "m aynı olduğu, yalnız seslerinin yer değiştirdiği fikrindedir; fakat bunlara te­ kabül eden kelimenin m aşükif ( müf. rnişkifa ) olması daha çok muhtemeldir; bunun ârâmî dilinde kökü ş ek a f („el çırpmak" ) ’tır. Bk. bir de Glossarium Latino-Arabicum ile Vocabulista in Arábico ’da şalçf ve şulçüf ( testa '. Yeni devirde şukayfâi rakkasların kullandığı küçük zillerdir ( yâni frans. castagnettes). Bu şak­ şakların bir tasviri için bk. K iiâb al-buldân. .Bodleian kütüp.. Or. 133, 11b. Iran ve Tür­ k iye'de bunlara çârpâre (h arfiyen : „dört par­ ça" ı veya çalpâre adı verilir i bk. H. G. Far­ mer, Turkish Musical Instruments, J R A S, 1936 -. Bu küçük ziller İbn Haldun '• N E , XVII. 354) tarafında» zikredilmiştir ve Villoteau (s. 981 bunlara Mısır 'da akltğ denildiğini söyler Bunlar kâsatân (iht'mâl frns. castagnette ve benzeri kelimeler bundan gelmektedir ) adı ile tanındıkları Ispanya'nın dışında o kadar itibâr görmemiştir. Nâkûs adı ile bilinen ve v u r u l a r a k ç a l ı ­ n a n l e v h a l a r ayrıca incelenmiştir f bk. rnad. NÂÇÜS J, V u r m a d e ğ n e k l e r i . Bu eski müslü man mûsikîcilerin-'n bir çoklarının elinde gö rülen bit âlet olan kazib „değnek, sopa“ ) ’dır. Bunun ne olduğunu tesbit etmek musikî âlim İşri kadar şarkiyatçılar için de uzun zsmnn bir



*85



mes’ele olmuştur. Bu âlet gerek yer, gerek başka bir şey üzerine vurularak, âhenk te’ mini için kullanılan bir değnek idi. İbn Hacar alHaytami ( 1 9 b ) ’de ,Jkazib üe yastıklara (vasâ 'id ) vurma ( z a rb ) işi hakkında" başlıklı bir bölüm vardır. Bu, A l f layla va layla ’de „sahte halîfe hikâyesindeki" bîr hâdiseyi ha­ tırlatm aktadır; burada, uşakları meydana çıkar­ mak için, bir yastık ( mudavvara ) kullanılır. Burton mudavvara için, „yastık" mânasını kabûf etmedi ve bunun' yer’ ne „tahta veya mâ­ denden dâire şeklinde bir levha, bir gong" ibaresini koydu Peygamberin kazib sesinden {(aktakcı) hoşlanmaması ve aynı şeyin imam al- Şâfi'i ( al-Şalâhi, var, 79 ) hakkında da nakl­ edilmesi dolayısı ile, kazib ’in sesi hakkında az-çok bir fikir ed-nilmektedir. ihvan al-Şafiî' ( I, 9 1 ) ile tbn Zayla ( 2358) musikîde bu­ na bir yer verirler; bunun'a beraber kazib son zamanlarda kullanılmaz olmuştur ve yal­ nız heveskârlar ile halk arasında buna tesa­ düf olunur. Filhakika muktazab kelimesi git­ gide „nizamsız" veya „irticalî“ mânasını al­ mıştır. K ü ç ü k ç a n , ç ı n g ı r a k . Kâse, çanak ve­ ya mahrut şeklinde çıngırağa arapçada en zi­ yâde caras, buna karşılık küre şeklinde olan çıngırağa culcul denilir. Diğer taraftan caras büyük bîr çan (campana ) ve culcul küçük bir çan, çıngırak ( tintinnabulum } mânasında kul­ landır; bunun sebebi ihtimâl, birinci tâbirin büyük bir âletin çıngırakları, ¡kincinin de küçük bir âletinki için kullanılmasıdır. Islâmiyetten Önceki devirde hayvanların boynuna küçük çan ve çıngırak takdirdi ve bir hadîse göre, Pey­ gamber kör van çanlarının sesinden hoşlanmazdı ve „yanlarında bir caras bulunan bir top­ luluğun yapına melekler gelmez" (bk. msl. Mus­ lim, LibâSi hadîs 103 ) mealinde bir hadîs riva­ yet olunur. Bir levha, bir zincir veya bir ipin üzerinde hoplanmış bîr takım çanlara tabla denilir. Bu tâbir ihtimal İbranî tabla ’dan alın­ mıştır; bunun da menşe’i, çıngıraklar ekseriya tahta bir levha üzerine takılı olduğundan, yu­ nanca zdfU,«.’dır. New Y o r k ’ta ( nr. 2659) bir (abla örneği vardır ; bunda en büyük çıngırak 5,8X 10 cm.'dir. îbn Zayla ( 234lı j’nin bize öğrettiği üzere, savaş gürültüsünü arttırmak için olduğu gibi, düşmanı korkutmak için kul­ lanılan çanlar da var idi A l f layla va layla III, 294 ) ’de, (jarib ile kardeşi ‘A cib ’in. hi kâyesinde, çanlar ( acrâs 1, çıngıraklar ( calâcil ve bir de yuvarlak çıngıraklar (kalâfcil) taşı­ yan develer ile katırların bir muharebesi gö röiür. Cervântes'e göre, ispanya Moriskosl?) bunların savaş musikîsi âletleri olarak kul), nılmaşıp» tahammül edemiyorlardı.



ı86



SAN C — SA N C A K .



Çıngıraklar ( c u lcu l) köre biçiminde id i; salşal, dabdab v. b. gibi, kelime menşe’ini bir ses taklidinden almaktadır. al-H alil (ölm. 175 = 791 ) bir defin ( d u f f ) kenarına tesbit edilm’ş küçük zillerin ( şunâc ) sesini çıngırakların ( calâ c il) sesine benzetiyordu ( bk. HvSrizmi, Mafa tih al-ulûm , s. 236). Gerçekten bu küçük çıngıraklar bâzan deflerin kenarlarına takıl­ mıştır [ bk. mad. D EF ]. al-Muzarrid ( VI. m. a sır) nefesli çalgılara (m azâm îr) cevap veren def çıngıraklarından (calâcil) bahseder (bk. al-M ufazzaliyât, I, 165 ). Bu calâcil de, tabla şeklinde hayvanların da boğazına asılmakta idi ve Memlukler zamanında, canilerin serpuşları­ na da takılıyordu ( al-Makrizi, H itat, 1/H, 106 ). Bunlar seyyar şarkıcıların eşyasının bir kısmını teşkil ediyordu ve bu şarkıcılar da tıpkı Tal­ mud yahudiligindeki deliler gibi ( Jastrovv, Dict. Targ., s. 518), bunları serpuşları üzerinde ta­ şıyorlardı (Buckingham, Travels, 1, 100). İran ’da çana zang veya dara ve çıngırağa zangula veya zangulıça denilir. Türkiye ’de bunlara, sı­ ra ile, çan ve çıngırak denilmektedir. Kampanaların inkişâf ettirilmiş bir şekli araplar tarafından bilinmekte id i; onlar bu fikri yunanlılardan almışlardı. Bu âlet Mfiristus [ b. bk.] ’un bir eserinde tasvir edilm iştir; bu müellif bunu yazıları hiç olmazsa IV. ( X.) asırdan beri ( Fihrist, s. 270) arapçada mâlûm olan Sâ'âtus veya Sâtus adlı bir mısırlıya med­ yundur. Alete calcul al-şayyâh ( „gürültücü çıngırak“ ) veya culcul at-şiyâh ( „oktav çın­ gırağı" ; krş Mach., IX, 26 } deniliyordu. Çınlayan mûsikî âletlerinden biri de çağana veya sağana ( >farsça çağana ) idî. Bu âlet bîr çok şekillerde bulunurdu Biri üzerine 100 ka­ dar küçük çıngırak takılmış bulunan madenî bir tel çenberin takılı olduğu tahtadan bir sap şeklindedir. Bir resmi için bk, Niebuhr ( levha X X V I I I ). Bir başka şekline mâdeni mahrÛt bîçlm:nde küçük bir çardak takılm ıştır; buna verilen chapeaa chınois („çînli şapkası“ ) adı bundan ileri gelmektedir. Bu çardağa ve ufkî üç veya dört kola küçük çıngırak ve zil­ ler asılıyordu. Bu XVIII. asırda Avrupa askerî mûsikîsine türkierden geçmiştir ve İngiltere’de „Jingİlîng Johnny" adı ile bilinmektedir ( bk. Farmer, Rise and Development o/ M ilitary Music, resim 9. Türk âleti için bk. Wîttman, Travels in Turkey [18 0 3 ] ) . Şark hiristiyanları bunun mirvaha ( harfiyen „yelpaze" adı ile bilinen değişik bir şeklîji kullanıyorlardı. Bu âlet Bonanni (s. 127, levha LX X X 1X ), La Bor­ de ı I, 282 V ve Villoteau s. 1008—lo lo ) tara­ fından tasvir edilmiş ve resimleri verilmiştir. Dördüncü bir şeklini tarikat mensuplarınca kullanılan dabbüs teşkil eder. Bu âlet ağaç



bir saptan ibaret olup, tepesine bir mıkdar zincir ( ş a lâ s il) ile çınlamağa mahsûs olan ve gevşek bir şekilde zincir halkalarına takıl­ mış mâdeni parçalar asılmıştır. 69. cm. uzun­ luğunda bir örneği New Y o r k ’ ta bulunmak­ tadır. Ş a k ş a k a . Bu âlet umumiyetle şakşiha adı ile bilinmektedir. İran ’da ve Türkiye ’de buna kaşık denilmekte olup, birbirine bağlanmış ve her biri iç çukurunda bir mıkdar küçük çanlar ihtiva eden iki tahta kaşıktan ibarettir. Umûmiyette buna bir sopa ile vurulur ( bk. Advielle, s. 15 ve Lavignac, s. 3076 . A r m o n i k a v e „ G l o c k e n s p i e 1“ . İh­ van al-Şafâ’ ( I , go ses verici kaplara ( a vâ n i}, çömlek ( iarcaharât) ve çanaklara ( c a r â r ) işaret eder. Arapça armonika için umûmî ad tusüi idi ve İbn Haldun (Ölm. 8 08 = 14 0 6 ) küçük sopalar ( kuzbân ) ile çatınan bu tusüt ’tan bahseder { N E . XVII. 354 ). îranh İbn Ğaybi [ b. bk.] çömlekten yapılan ve notaları her birinin içine konulan su seviyesi ile tâyin edilen saz-i kâsat 1 harfiyen: „kâseler sazı") V tasvir eder ( 78, 8 ı b ; IX ( XV .! asır­ da yaşamış bir arap müellifi armonikayı kizân ( „testiler" )■ve havâbi' ( „çömlekler" ! ad­ ları ile zikr ve su muhtevasını kaydeder ( Brit. Mus., Or. 2361, var. 173 ). İbn Hacar al-Haytami (ölm. 9 7 3 = 15 6 5 ' sırçalı çanaklar ( s i ni ) üzerine kamışlar ( a k lâ m ) ile vurulmasını tas­ vir eder. „Glockenspiel" yalnız İbn Gaybi ta­ rafından , 8 lb ; zikredilmiştir; kendisi bu âlet­ ten sâz-i al-vâh-i fü tâd ( „çelik levhalar sazı" ) adı ite bahseder. Bu saz her biri ayrı bir ses ve­ ren 35 levha ihtiva ediyordu. B i b l i y o g r a f y a: Bk. mad. T A B L ve bir de Saehsse i Z D P V, 19 2 7 ); A lf layla va layla (Beyrut, 1880— 18 9 0 ); İbn Zayla, Kitâb al-kâ/i, (yazm Brit. Mus., Or. 2361 ); Burton, The Thousand Nights and a Night { 1885— *888 ]> Bonanni, Cabinetto armonic o , . . ( 1722 ); La Borde, Essai sur la musique ancienne et moderne < 18 7 0 ); İbn Gay­ bi, Cami* al-alhân ( yazm., Bodleian. Marsh, z82 ). ( H. G . F a r m e r .) Ş A N C . [B k. s a n c .] S A N C A K . S A N C A K , 1. b a y r a k , s a n ­ c a k .a r. live? ), bilhassa büyük eb'adda (bay­ rak [ ar. raya veya ‘alam ftan daha mühim). Sancak, bir yerde toprağa saplanabildiği gibi, devamlı olarak bir binaya veya bir gemiye de çekilebilir; 2. (denizcilik İstılahında) s a n ­ c a k, i k i n c i s a n c a k , g e m i n i n s a ğ t a ­ r a f ı , s a n c a k t a r a f ı ; 3. ( e s k i ) a s k e ­ r î t ı m a r veya hâşş (Osmanlı devletinde muayyen ölçüde); 4. Tü rkiye’de idâri bölge; 5! s a n c a k t ü t e n i veya d i k ç p i (Burhân-i



SA N C A K .



kâti\ trk. t re., a. 88,as—s ın c a n t i k e n i



( bu nebat için bk. Barbier de Meynard, II, lor, burada kelime farsça olarak kabûl edil­ mektedir ). al-Çalkaşandi { Şubk al-a'şâ, V, 458) ’nin XV. asırda belirttiği gibi, sancak ( < sanc-afc ) keli­ mesi sanc- ( müellif, yanlış olarak, sancı- şek­ linde göstermiştir ) fiilinden gelmektedir ( „bir silâhı veya nen sivri bir şeyi düşmanın vücû­ duna veya yere saplam ak"; krş. Ş. Sâmî, K âmüs-ı türkî, mad.). Şark türkçesinde ( Boudagov ) ve hattâ sırpçada eski bir âriyet kelimede (Miklosich, D ie türkischen Elemente in den südost-euı opüischen Sprachen, Wien, 1884, H, Jo ) görülen sançak şekli Orhun kitabelerin­ deki sanç- fiilinden gelir {k rş. Thomsen, s. 4 2; Radloff, s. 132 ). Krş. bir de F. W. K. Müller, Uigurica, II, 78,30, 86, 13, Kazakçada şanş- ( Radlo!f, Wörterbuch, IV, 949 ) ve altaycada şanışve çan iş- ( Katanov, Opıt izstedovania, s. 429 ve 779 ) „sançmak, saplamak, dikmek, doğrult­ m ak"; bk. Mahmud Kâşgarî (X I. asır ), D ivân luğât ahlurk, II, 17 1, 180, 182 ve III, 310. Sancak kelimesi „sivri uç" fikrini ihtiva eden bir kelime ailesine mensup bulunduğun­ dan, bunlar ( bâzan ses bakımından hiç bir de­ ğişikliğe uğramadıkları h âld e}, şu mânaları da ifâde edebilir : „zıpkın veya balık oku, çatal, sancı, karın ağrısı". Bu nevî iştikaklar için bk. sauf ¡ğ, sancıh, sancık, çançkı ( Tobol ), şanışkı ( kazak.) sarıcığı, sancı ( ve bundan Osm. sancı-}. Buraya bîr de Abu ‘I-Fidâ‘ ’da ve Houtsma tarafından neşredilen Türkisch-arabischen Glossar ( Leiden, 1894,3. 80 ve ar. metin s. 29) 'daki şahıs adı olan sanear ( yafana ¡|e izâh edilmektedir ) ilâve edilebilir ki, bu isim sahi­ binin doğum yeri olarak gösterilen Sincâr ’dan (krş. Recueil des Historiens des Croisades, 1872, 1, Hist. Or., krş. fihrist, mad. Sincar ). ziyâde, sanc- kökü ile ilgili olacaktır. Sancak kelimesi bir çok yabancı dillerde kullanılmaktadır ; son zamanlarda Balkan dil­ lerine ( krş. Miklosich, ayn. esr. ve bir de Saineanu, İnfluenta Oriéntala ), daha önce, arapça ( krş. Dozy, Suppl.i bk. bir de W. Marçais, Le dialecte arabe de Tlemcen, Paris, 1902, s. 270, str. 90 v.dd.) ve farsçaya geç­ miş olup, burada Burhän-i kât i' ’a göre „nişan, alem ve aftm toplu iğne, kuşak" mânalarına gelmiştir. Yeni fârsçada sancak (aynen) sâ­ dece bir „toplu iğneye" ( „dikiş iğnesine" mu­ kabil ; kr^- Nicolas, Dict. français-persan, bk. mad. „épingle") delâlet eder. Freytag, sancak kelimesin'n farsça olduğunu söyler; türkler de bunu kelimenin farsça imlâsı ( s-n-c-5-k ) ile yazarlar ; bunun aslını teşkil eden sanç* fiili ise, nâdiren ş- ile yazılmaktadır. Dikkate şâyân olan



18 7



bir husûs da farsçada dire/ş kelimesimn „uç" mânasına kullanılmasıdır ( bk. Hindouglo, mad. pointe ve poinçon ). Burhân-i kâfi' ’da sancak ’ın değişik bîr şekli olan sancük şekil de gös­ terilmektedir. Eğer bu iranlılar tarafından bor zulmuş bir. şekil değilse, burada iranlılar tara­ fından kullanıldığından dolayı muhafaza edil­ miş olan eski bir türkçe kelimeyi görmekteyiz. Sancak kefîmesînm, türkçe -uk ( - ık ) eki ile ya­ pılmış bir şekil olarak, izâh edilmesi pek müm­ kündür; çünkü bu ek geçişti fiillerden ism-i mef’ul yapmak için kullanılır; yâni „sanc.lmış, di­ k ilm iş". Fakat -ak eki yer adlarına delâlet et­ me temayülü ile { „tesbit edilmiş" veya tesbit edilebilen bayrak mânasına daha çok uyar), çok erkenden kullanışa hâkim olmuş olacaktır. Yukarıdaki iştikak ile ilgili teferruattan anla­ şılacağı gibi, kelimenin „ucu sivri direk üze­ rinde olan bayrak" mânasına kullanılmış olma­ sı daha çok muhtemeldir; fakat bu sancak’ m „bayraklı mızrak" ( bu mâna Kafkaşandi ’ den gelmektedir; orada rumft ile karşılanmıştır) şeklinde izahının imkânsız olduğuna delâlet etmez. Bunun dışında, ilk türk sancak ’ inin şeklini tesbit etmek güçtür. Bunlar üzerine at kuyruğu ( veya yak-fcuyruğu, bk. Hammer, Gesch. d. Osm. Reiches, X, 365 ) takılmış bir sırıktan ibâret mi idi, yoksa eskiden beri doğrudan-doğruya bir bayrak mı idi ? Çalış ( veya şalış, İbn Haldun ; metni için bk. Dozy, Suppl., mad. çalış', burada yanlış olarak: hâli t, Cev­ det Paşa ve Ahmed Râsim, bk. bibliyografya) ’a benziyor mu idi ? Belki de bu tâbirlerin mâ­ nası, bizim düşündüğümüzden daha az tahdit edilmişti ve yerine ve zamanına göre farklı kullanılıyordu. Tuğ [ b. bk.] tâbiri umûmiyetle „at kuyruğu" 1 â ıasında anlaşılmakla berâber, K âşgarî (I, 169 ve III, 92; trk, trc. III, 12 7) ’ye göre, bundan yalnız „turuncu renkte ipek veya kumaştan yapılan bayrak" değil, hâkimi­ yetin diğer bir timsâli olan „kös ve davul" da anlaşılırdı. İbn Haldun hükümdarın citr ’i, daha doğrusu çatr ( fars. „hükümdar şemsiyesi" ) ’i ile türklerin çatır ( Kâşgarî, I, 340 daha sonra­ ları çadır ’mı karıştırmaktadır. Türkler farsça kelimeyi daha eski türkçe çovaç ( türk kağan­ larının ipek şemsiyeleri ) tâbirine tercih et­ mişlerdir ( çovaç için bk. K âşgarî, II, 149,17 ve III, 45 , 15; krş. Anad. çoğaş ( „güneş ışığının düştüğü y e r " ) ve Rabğuzi 'deki cavaç ( Rad­ loff, Wörterb., IV, 59). İlk şekli ne olursa-olsun, sancak her hâlde Selçuklularda h ü k ü m d a r l ı k a l â m e t i ola­ rak kullanılmıştır. İbn Bibi ’nin türkçe metnin­ de ( nşr. Houtsma, Recaeil, 111) bu tâbir dâi­ ma sultan ile birlikte kullanılır ( sultanın san­ cağı ). Burada (s. 135 v.d., 144, 169 v.d., 289.



ı88



SA N C A K .



357 ) bu tâbir müstahkem mevkilerin muhasarası münâsebeti ile geçmektedir ki, kalelerin fethini müteakip, sûrlarına sancak dikilmektedir. Bâzan (s. 135 v.d.) muhasara edilenler teslime razı oluyorlar ve belki de yağmaya karşı te’ minat olarak, kendilerine sancak gönderilmesini rİcâ ediyorlar. Sultanın sancağı yanında bulunması zarurî değildir; tarihçi (s. 357} bize beyler­ beyinin hükümdarın sancağı ile nasıl sefere çıktığını anlatır. Komşu beyler ve Selçukluların tabileri uzun müddet onların imtiyazına hürmeten sancak taşımamışlardır, ancak Musul atabeyi Sayf alDin Gazi b. ‘İmâd al-Din Zengi ( ölm. 1149), başı üzerinde açılmış sancak taşıtan ashâb alatrâf ’m ilki olmuştur { İbn âl-A şir, Hist. des Atabeks de Mossoui, bk. Recueil des hist. or. des Croisades, Il/tr, 167 ). Eyyûbîler de, selefleri gibi, hareket ettiler. Mısır sultanı al-Malik al-’ A ziz 1198 yılında yeğeni al-Malik at-Mu’azzam İsa Şam hâkimi olunca, kendisine „bütün dünyâya açmak üze­ re, sancak ile liva' göndermiştir“ ( Kitüb alravzatayn, bk. Rec. des hist. des Croisades, Hist. Or., V , 117 , Eyyöbî hanedanından bir kız ile evlenm'ş olan ve Mısır sultanı ilân edilen türkmen Aybeg 1250 yılında bir sefere iştirak etmiş ve onun iç:n hükümdar sancak­ ları .( al-sanâcijç al-sul{âniya ) açılmıştır t bk. Abu ’ 1-F id i’, Annales, nşr. Reîske, IV, metin, s. 516 ve tercüme, s. 51 5). Memtûklerde bir sancakdâr ( „hükümdarın sancağım taşıyan“ ) ile her hangi bir 'alamdör arasında fark gözetilirdi ( Gaudefroy-Demombynes, La S y rie à l'époque des Mamelouks, Faris, 1923, s. X C V it ). Daha sonra türkler zamanında Cezâyir 'deki kullanı­ lışta btı iki ıstılah aynı mânaya gelmiş olmalı­ dır ; krş. Mélanges René Basset, II, 35. Anadolu 'da, Selçuklu hâkimiyetinin sonla­ rına doğru sancak yeni bir metbu olan ilk Osmanlı hükümdarının temlik alâmetlerinden biri oluyor. 1280 yılında, Karsca-H isar'm Os­ man tarafıııdan zaptından sonra, A şık Paşa­ zade "ye. göre ( Istanbul, 1332, s. 8 v. d.), Sultan 'Ala al-Din III., Osman ’m yeğeni Ak-Timur vâsıtası ile, ona sancak ile takımını , sancak yarağı ) göndernvştir ; N e ş ri‘de farklı bir ifâ­ de tercih edilmektedir ( krş. Nöldeke, ZDM C, XIII, 1859, s. 207 v. dd.). Âşik Paşa-zâde "nin bu münâsebetle verdiği mâlûmâta göre, Osman böylelikle sancak-beyi olmuş ve o günden iti­ baren kutba onun nâmına okunmuştur ( KaracaH isar’da ilk hutbe Dursun Fakib tarafından okunmuştur)- Aynı müellife göre, saneak’ar Ala-Şehir kumaşından yapılmakta idi ( s. 56 ). Müstakil sultan sıfatı ile Osmanlı hüküm­ darları kendileri de gittikle artan bîr sayıda



sancak-beyleri nasbetmişlerdir Eski itibârını bir az kaybetmiş olan sancak, üzerinde dalgalan­ dığı araziyi de ifâde eder olmuştur; o zaman­ dan beri merkezî idaren'n askerî ve kazâî mü messitl’ ğini üzerinde toplayan bir idâri teşek­ küle de ad olmuştur. Sancak umûmî olarak, bir dirlik (d iri-lik „hayat, yiyecek, tım ar") veya daha sarih olarak, bir kâşş ( yılda 100.000 akçadan fazla hâsılatı olan dirlik iç'n kullanılan bir tâbirdir ) ihtiva eder. Üst tabakayı beyler­ beylerinin büyük hasslan ve daha alt tabaka­ ları zıâm et, timâr ve kılıç gibi, ehemmiyetle­ rine göre sıralanmış, daha küçük tımarlar teşkil ediyordu. Sultan bâzan çocuklarını bir sancağın idare­ sine me'mür ediyordu ( d'Herbelot, Bibi. O ri­ ent., V, 1 22; buna sancağa çıkmak denilirdi, Selânikî, s. 286 ) veya tekaüt edilen beyler­ beyi ve vezirlerine sancak tahsis ediyordu ( msl. bk. Naîmâ, fi, 2 3; III, 336 ve tür. yer.). Tuğlu sancak-beyi veya m ir-livâ 'ların ellerin­ de bulundurdukları bölgelerin üzerinde mülki yet değil, yalnız tasarruf hakları var >dı ve kendileri bu bölgelerin m u ta s a rrıfı bulunuyor­ lardı. XVII. asra kadar çıkan bu tâbir ( Naîmâ, II, 23 s, 179 13 ve tür. yer.) sonraları idârede muayyen bir dereceye alem olmuştur ( aş. bk.'. Bâzan sancak-beyi muayyen bir yıllık maâşı ( ulûfa ) olan bir me'murdaD ibaret idi ve bun­ lara sancakların sâliyane şeklinde verildiği tas­ rih edilirdi. Merkezden uzak olan Bagdad, Bas­ ra, Yemen, Habeş, Lahsâ ve Mısır sancakları ile Adalar denizindeki üç deniz sancağı ye, Kıbrıs sancağı böyle idi ( Kâtib Çelebi, Tuh/at al-kibâr, var. 07.'. XIX. asrın başlarında 25 eyâlete dâhil 290 sancak var idi. Seferberlik hâlinde sancak-beyteri, kuman­ dan sıfatı ( m ir-livâ ) ile, tâb leri veya me’ mûrları tarafından toplanmış olan bölüklerin ba­ şında. muayyen toplanma mahall ne giderlerdi ( msl. Rumeli ’de îsakçı ovası ). Deniz sancak­ ları bir gemi teçhiz etmek ve deniz seferinde bulunmakla ( deryaya eşmek ', bâzan da aynı zamanda kara harekâtına iştirak etmekle ( ka­ raya eşmek mükellef idiler Sancak tâbiri ayrı­ ca türk ve rrap deniz kuvvet'eri diline de geç­ miş ve muhtelif lügatlerde görüldüğü üzere, çeşitli mânalar almıştır. Msl. Ali Şeydi, Resimli kâmâs-ı osmâni ( İstanbul, 1325 ), I, 55; arapça iç:n krş Ben Cheneb, Mois iures, s. 48. Brunot, Notes sur le vocab. m aril. de Rabat t Pa­ ris, 1920 ), s. 80; bk. bir de J A , Kanin, İl.— mart 1922, s. 109. İdâre dilinde sancak sözü, umumileşmiş olan „bayrak" mânası ile değîl, fakat eski bir tâbir olarak, „tevcih alâmeti" mânasına kullanılmaktadır; msl/ bir beyler-be-



ÊANCAK _



â A N C A K -l Ş E R ÎP .



y i için ( Vâsıf, Tarih, [ 1 21 9], I, 81, 11 75 yılı­ na âit bir firmanda ). Mouradja d'Ohsson ’a göre ( bu malûmatın kaynağına işaret edilmemektedir ), devletin eyâ­ let ve livâ!ara taksimi Murad IH. ( 1574—1595 ) devrinde yapılmıştır ( Tableau général de l'Em ­ pire Othoman, 1824, VH, 276 v. d,; J . v. Ham­ mer, Gesch. des Osman. Reiches, IV, 237 v.d., 3 1}. Bu ıslahat hakkında, gerek Peçevî, gerek Selânikî, hiç bir şey söylememektedir. Sultan Mahmud II-, yeniçerilerin ilgasını (1826) müteâkip âyânı ortadan kaldırınca ; hu 1837 ’de olmuştur sancak veya livâ yahut mıriasarn flık 'iar, kesin olarak, basit birer idâri b ö lg e mâhiyet’ni almıştır. Sancağın mutasarrıf veya vâl'sî o zamandan beri bîr sivil ıııe’mûr olup, „livâ paşası" olan m îr-livâ ’dan ayrılmıştır. Sancak veya livâ taksimi 8 teşrin II. 1864 ta­ rihli vilâyetler ( eski eyâletler t kanûnu ( san­ cak ’larm idâresi, bâb IV ve V, mad. 29—3 7 ) ve 21 kânûn II. 1871 tarihli kanun ( sancak Tarın idâresi, mad. 35—42 ve 90 I ile muhafaza edilmiştir. Büyük Millet Meclisi hükümeti 1921 ’de san­ cak veya livâ ’lan, ortadan kaldırmıştır. 1924 Teşkilât-ı esâsiye kanununun 89. maddesinde bu husûsta şöyle denilmektedir: „Türkiye coğ­ rafî vaziyet ve İktisâdi münâsebet nokta-i na­ zarından vilâyetlere, vilâyetler kazalara, kazâlar nahiyelere münkasemdir ve nâhiyeler de kasa­ ba ve köylerden terekküp eder". B i b l i y o g r a f y a : Makalede zikredi­ len eserlerden başka bk. bir de Cevdet, Ta­ rih (İstanbul, 1309 1, 1, 30—33 ( Vâsıf ’tan naklen ; fakat bu tarihçinin eserinin hiç bir neşrinde bu bâb bulunmamaktadır); Ahmed Râsim, Osmanlı tarihi ( İstanbul, 1326— 1328 ), s- 7 ; J- v. Hammer, Des Osm.. Reiches Staats­ verfassung (W ien, 18 15 ), II, 277—280 : Mubammed at-Sarahsi $arh at-Siyar al-kabir (trk, tec. Mehmed Münib A y m tâ b î İstan­ bul, 1241 ( = 18 25 ', I, 73 v.d.; İbn Kaldün, Mukaddime ( nşr, Quatremère ı8f>ü. I/ll, 46 v. dd.; trc. de S la n e (Paris, 1865 ', s. 48 v. dd. ; Ubicini, Lettres sur la Turquie2 (Paris, 1853 — 1854), I, 44 v. dd. ; Belin, Du régime des f i ef s militaires en Turquie (Paris, 1870 ; krş. J A , 1878 ) ; George Young, Corps de droit ottoman ( Oxford, 1905 ), 1, 36, 4° v d., 47. 56, 65 (o tarihlerde çıkan yeni kanunlar için). 1 |. D env.i . S A N C A K -I Ş E R ÎF . S A N C Ä K -I ŞA R İF. P e y g a m b e r e â i t olduğu söylenen ve bili­ nen ve bugün 'stanbul’da Topkapısarayı‘nda m u k a d d e s e m â n e t l e r arasında saklanan s a n c a k bayrak'' olup, alern-i nebevi, alem-ı şetî f , livâ-i sadder ve livâ-i ş e r if adları ’I»



anılmakta idi. Peygamber zamanında harpler­ de kullanıldığı sırada ise, bu sancak Kurayş ’in büyük bayrağına telmîhen ve Kureyşlilerce çok hızlı uçan „tavşancıl" kuşu denıek olan ‘Ukâb ismi ile mârûf idi, D Ohsson ( Tableau général de l'Em pire ottoman, U, 378 v. d.) ’un kaynaklara atfen bildirdiğine göre, Peygam­ berin beyaz ve siyah renkte bir çok bayrak­ ları var idi ve bunlardan siyah renkte olanı ‘ A ’iş a ’ nin kapı perdesi vazifesini görüyordu ki, 'ukâb tesmiye edilen ve muahharen « a n ­ c a k-ı ş e r î f diye tanınan işte bu idi. Pey­ gamberin hayâtında her kumandan askerî bay­ rak taşıyor ve her biri mızrağı elinde olarak, kendi kıt'ası başında harp ediyordu. Bizzat Peygamberin iştirak ettiği Bedr gazasında ise, ilk defa Hamza sancak-ı şerifi taşıdı; daha sonra Mekke 'nin . fethi günü ‘A li bu şerefe nâil oldu. Peygamberin ölümünden sonra, ha­ lîfe Abu Bakr de islâmiyetin en mühini remiz­ lerinden biri olan bu sancağa karşı büyük tâzım göstermiş idi. İlk dört halîfe zamanında, kumandanlardan veya yüksek rütbeli emirlerden biri, her tarafta tazim gösterilen bü sancağı dâimâ ordunun önünde taşırdı. Ş am ’daki Emevî halîfelerine ve daha sonra da Bagdad ve Mısır ’daki Abbasî halîfelerine geçen bu sancak, Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim ’in Mı­ s ı r ’ ı fethinden sonra, Osmanhlara intikal etti ( D'Ohsson, ayn. esr., s. 383 v. d.). Sancak-ı şerifin K a h ire ’den İstanbul’a nakli hakkında türlü rivâyet ve kayıtlar vardır. Bunlardan bâzılarına göre, Yavuz Sultan Selim, Mısır ’dan avdetinde, onu beraberinde getirmiştir ( Uzunçarşılı, Osmanlı devletinin saray teşkilâtı, A n­ kara, [945, s. 248). Ancak daha güvenilir ka­ yıtlara ve kaynaklara göre ( Süheylî, Târih Mişr al-cadid, Müteferrika tab., var. 52 ve bun­ dan naklen J v, Hammer, trk. trc., V, 38 ; Silâhdar. Tarih, İstanbul, 1928, II, 14 Rodos muhasarası sırasında Mısır valisi Hayır-Bay ta­ rafından. Kanûnî Sultan Süleyman ’a gönderil­ diği merkezindedir. Siîâhdar tarihinin 'ukâb ismini tasrih eylediği hu sancağın Hayır-Bay tarafından Yavuz Sultan Selım ’e gönderildiği yolundaki kaydında bir zühûl bulunması ve hâ­ diselerin seyrinden de anlaşılacağı vecihle, K a­ nûnî Sultan Süleyman yerine, Selim 1, yazılmış olması muhakkak gibidir ve tarihî hakikatlere daha uygundur. Buna mukabil, Â lî 'nin, ¿endi devrine âit ve sancak-ı şerîf ile iigili olarak verd;ğ' bilgiden anlıyoruz ki, Kanûnî Sulfan Süleyman. Rodos fethinden sonra, sancak-ı şe­ rifi beraberinde İstanbul ’a getirmemiş, her se­ ne haçıiar ve „sürre alayı" ile beraber Mekke’ye kadar gidip-gelmesini te’minen, Şam hazîne"d " alıkoymuş ve bu hâl 1593 senesine, yâni



S A N C A K -! Ş E R !?.



lo o ı tarihindeki Avusturya seferine kadar, de­ vam etmiştir ( Kanh al-ahbör, basılmamış nüs­ hadan naklen,. Uzunçarşılı, göst. ger.). Bu ta­ rihte Avusturya seferi münâsebetiyle Şam ye­ niçerileri ile birlikte ilk defa teberrüken orahârebe sâhastna gönderilmek Üzere, getirtilip, Gelibolu yolu ile orduya, sadrâzam ve serdâr-1 ekrem Koca Sinan P a ş a ’ya gönderilmiş idi ki, İstanbul’a uğratılmadan gönderilmiş olması, ordu mensuplarını gücendirmiş, kendilerine iti­ bâr edilmediğini, aynı zamanda sancak-ı şerife de hürmet gösterilmemiş olduğunu iddia eyle­ melerine sebep olmuş idi. Bu yüzden ertesi sene sancak-ı şerîf İstanbul’a getirtilip, oradan Ma­ caristan 'dakt barp sahasına gönderilmiştir. İki sene bu sfiretle Şam ’dan İstanbul yolu ile cep­ heye ve kış münâsebeti ile de tekrar aynı yol­ dan Ş am ’a gittikten ve gîdiş-gelişinde hazînede saklandıktan sonra, 1595 senesinde seferden dö­ nüşte enderûn-l hümâyûnda alıkonulmuş ve bir daha Şam ’a gönderilmeyerek, saraydaki emâ­ netler arasında muhafaza edilmiştir ( Al î ve Selâııikî ’nin basılmamış kısımlarından naklen Uzun çarşılı, göst. yer.}. Bu tarihten sonra pâ­ dişâhlar ile ve onlar sefere gitmedikleri zaman sadrâzam ve serdâr-ı ekremler ile beraber, san­ cak-! şerifin sefere gönderilmesi âdet oldu. Pâ­ dişâh ile beraber ilk defa 1596 senesinde Eğri seferine götürülmüş ve bu esnada sancağın ya­ nında 300 kadar seyyid ve şerîf de beraber bu­ lundurulmuş idi ( Selânikî, göst. yer.). Sancak-ı şerifin zamanla yıpranmış ve eskimiş bir hâle gelmesi sebebi ile, bu sıralarda yenilendiği, as­ len siyah renkte bulunan sancak-ı şerifin bâzı parçalarının, da, yeşil ipekli kumaştan yapılan yenisinin üzerine, teberrüken dikildiği anlaşıl­ maktadır. Silâhdar tarihinin, „mürûr-i zamanla eczâ-i şerife müteferrika olmağla devlet-i aliyyede aslına göre üç sancak-ı şerîf işletilip, her birine ikişer üçer kıt'a tâyin olunup, üç sancak etmişlerdir" kaydı da bunu te’yit etmektedir ( Silâhdar, göst. yer.). Bu müverrihe göre, bun­ lardan biri mevkib-i hümâyûna ile gidip, hırka-İ saadet yanından ayrılmaz, İkincisi hazîne-İ âmirede mahiûz bulunur ve icâbında vezîr-i âzam ve serdâr-ı ekrem olanlara verilirdi. Sancak-ı şerifin sonradan aldığı yeşil renkten veya kılıfının da yeşil olmasından dolayı, XVIII. asırdan itibaren, yeşil sancak mânasına, „livâ'-î hadrâ" diye anıldığı da görülmekti dir t Subhî, Tarih, var, 7,170,220 Seferlerde sancak-ı şerifin vezîr-i âzam ve serdâr-ı ekrî-rne teslimi, onun ordu ite bir­ likte teşyi ve istikbâli merasim ile yapılır; pâ­ dişâh huzuruna kabûl ettiği vezîr-i âzama san­ cağı bizzat tevdi eder ve avdetinde de yine kendisi alırdı. Ordunun çadırlı ordugâha açık-



masmdan bir müddet önce de, sandığından çıkarılarak, bir mızrak üzerine takılması kanûn icâbı idi ( bu busûstaki tafsilât için bk. Baş­ bakanlık arşivindeki bir hatt-ı hümâyûndan naklen, Uzunçarşılı, ayn. esr., s. 251 ). Sancak-ı şerîf merâsimlerinde muhtelif asırlarda, usûl ve kaideler bakımından bâzı farklar göze çarp­ maktadır ki, Nimeti efendi kanûn-nâmesindeki „Sancak-ı şerif ihracı merasimi" maddeleri ve XVIII. asra âît bir vesikadaki „sancak-ı şerîf çıkarılırken yapılan merasim" kayıtları bunun tafsilât ve teferruatını ihtiva eder ( bk. Tarih vesikaları dergisi, sayı 4 ; Uzunçarşılı, göst. yer.). ' ■ Sancak-ı şerifin hizmetinde ve muhâfazasında bulunanlara ,,!ivâ-i şerif takımı" denilirdi. Tarihlerimizde de, seferlerde sancak-ı şerîf çı­ karılması münâsebeti ile, bir çok kayıtlara rastlanmaktadır ve bunlardan bazılarından bu hu­ sustaki kanun-nâmelerde mevcut olmayan bil­ giler elde edilmektedir. Msl. eğer pâdişâh or­ du ile bir yere kadar g'dip, orada vezîr-i âza­ mi serdâr-ı ekrem yaparak, daha ileriye gön­ derecekse, o zaman sancak teslimi merasimi yapılmakta idi. Nitekim 1683 te Mehmed IV. 'in, ordu ile Belgrad 'a kadar beraber gittik­ ten sonra, vezîr-i âzami Merzi fonlu Kara Mus­ tafa Paşa ’yı harp sabasına gönderdiği esnada bu merasim B elgrad ’ da îerâ olunmuş, şeyhül­ islâm ile Şeyh Vânî Efendi ’ nin de hazır bu­ lunduğu bu merasimde pâdişâh, serdâr-ı ekreme : — ,,Sancak-ı şerifi sana ve seni A llaha emâ­ net eyledim, yardımcın olsun" diye İyi temen­ nilerde bulunmuş idi ( Silâhdar, göst. ger.). Di­ ğer taraftan, bu harplerin devamı sırasında, bilâhare Fâzıl Mustafa P a ş a ’nin muvaffaki­ yetli barp harekâtında bulunduktan sonra av­ detinde, pâdişâh Süleyman II, da sancak-ı şe­ rifi karşılamak üzere, Davııd P a ş a ’ya kadar gitmiş ve sarayda vezîr-i âzamin elinden hür­ metle bunu teslim alarak, mahalline göndermiş idî Sancak-ı şerîf için orduda ayrı bir çadır ku­ rulduğu gibi, muharebe sahasından avdetten Önce de. Davud Paşa 'da buna mahsûs bir ça­ dır kurulur ve pâdişâh İstanbul 'da ise, bu ça­ dırda orduyu istikbâl ederdi. Seferlerde, Eğri sefern d e de görüldüğü gibi, sancak-ı şerif ile beraber ,,sancak-ı şerif şeyhi" denilen ve seyyidlerden otan bir zât ile, bunun maiyetinde yine bir çok seyyidler bulunurdu. Muharebe esnasında ise, sancak-ı şerîf serdâr-ı ekremin Önünde durur ve seyyidle» ile hafızlar bunun etrafında Fetih sûresini okurlardı Vekayi-t tarihiye ve Zahdat a l-v a lS y i! ‘den naklen Uzunçarşıh, ayn. esr., s. *56 t, Bâzı seferlerde sancak-ı şerîf ile beraber hırfca-i saadetin de gö­ türüldüğü görülmektedir. Sarayda harem kapı-



S â Nc



a k



-i Ş E R İF — S â



allarından 40 kişi, sancakdar unvanı ile, sancak-ı şerifin muhafazasına m j’mûr edilmişlerdi. Sancak-ı şerif İhracı yalnız seferlere inhisar et­ mez, bâzan İstanbul’da vukûa gelen mühim ye­ niçeri ve kapı-kulu isyanlarında da çıkarılarak, bütün halk âsîlere karşı bu sancağın altında toplanmağa dâvet olunurdu. Bu sûretle âsîlerin maneviyatı üzerinde mühim bir te'sir yapılarak, isyân bastırılırdı. Msl. 1651 'de ocak ağaları­ n n tahakkümlerini ortadan kaldırmak ancak sancak-ı şerîf çıkarılması ile mümkün olabil­ miş idi. 1687 ’de Mehmed IV. ’I hal’eden kapı­ kulu ocaklarının İstanbul’ da yaptıkları taşkın­ lıklar tahammül edilmez bir hâle gelince, hü­ kümet sancak-ı şerifi çıkarmak ve bir işâret bekleyen halkın yardımını sağlamak sureti ile, hâdiseyi bertaraf etmiş ve mes’ ûlleri cezalandırabilmişti. Kapı-kulu ocaklarını te’dip için, sancak-ı şerifin son defa ihracı 1826 ( 1341 ) senesindeki „vak’a-ı hayriye" denilen, yeniçe­ rilerin ilgâsı hâdisesinde olmuştur. Bu gibi îsyânlarda yeniçerilerin: — „Yeniçeri olanlar E tmeydanında kazan başına ge'sin" — diye ba­ ğırmalarına karşılık, pâdişâh ve hükümet ts,rafdarları d a : —„Ümmet-i Muhammed’den olan sancak ı şerîf altında toplansın!“ — diye bağı­ rırlardı. Hâkim olan inanca göre, 7 yaşından 70 yaşına kadar her müslümamn onun altında toplanarak cihâda iştirak etmesi farz idi ve bu cihâd, devletin emniyet ve bekasını tehli­ keye sokan İç düşmanlara karşı da ierâ edi­ lebilirdi. Bu defa da pâdişab Mahmud II. ken­ disine sâdık tebeasını, âsî askerine karşı, Topkapı sarayından çıkarılarak, Sultan Ahmed câmii m’nbeılne dikilmiş olan sancak-ı şerîf altına çağırdı, âsîlerin kışlaları yıkılarak, bun­ lar kâmilen te'dip edilinceye kadar, camide bırakıldı ( tafsilât için bk E s’ad Efendi. Üss -i zafer, s. 73 v.dd., 12 1 v.ddA Topkapı sarayı­ nın, arz odası karşısındaki kapısı önüne diki­ len sancağın d'kildiği yere kimsenin ayak bas­ maması ve bu sûretle hurmets’ zlik gösterilme­ mesi, ikinci meşrûtiyet İnkılâbına kadar sağ­ lanmış ve bunu te'nrn için, bu yerde nöbet bekletılnvş idi. Şimdi burada bu yerin hâtıra­ sını muhafaza eden bir taş bulunmaktadır. O s­ manlı imparatorluğunun sancak-ı şeriften en son istifâde etmek istediği harp, birinci dünyâ harbi otmuş ve bu seferde saneak-ı şerîf çıka­ rılmak sûreti ile „oihâd-ı ekber" ilân edilmiş 'di. B i b l i y o g r a f y a ' , Metinde zikredilen­ lerden başka bk Râşid. Tarih, I, 302 IV, 172; Vâsıf. Tarih, 11. 309; Şem dânî zâde, Mur 'l-tavârih, >182 senesi vekayii Âsim. Tarih, li, 260 I. Hakkı Uzunçarşılı, Saray teşkilâtı s. 248-2(10; Tahsin Öz, Hırka-i



n



M



saadet dâiresi ve emânât-i mukaddese ( İs­ tanbul, 1953)1 Mehmed Zekî Pakalın, Os­ manlı tarih deyim leri ve terimleri sözlüğü, fas. X IX ; Abdullah Uygur, Siyah sancak-ı ş e r îf ( Resim li tarih mecm., 1950, sayı 4). ( M. T a y y î b G ö k b İ l g I n .) S A N C A N R A Y . ( Bk. ş u c a n p a y .] S A N C A R . SANÇAR (t.), sartç-ar; sanp‘ „saplamak, sançmak" ) kökünden olup, Yaşar ( yaşa-r ), Kaçar ( kaç-ar ) v. b. gibi, fiilin bu isim-fii! şekli bas isim olarak da kullanılmıştır. Kel ime, p sesinden dolayı, zamanla incelmiş ve ç sesi de sadalılaşmıştır. Bundan dolayı bü­ yük Selçuklu hükümdarının adı Sancar sonra­ ları Sencer şeklini almıştır. Bu hükümdar için b k . mad. SENCER. S A N D A B lL . [ B k.



s e n d â b î l .]



S A N D A L . S A N D A L , s a n d a l a ğ a c ı , alNuvayri ’ye göre, bunun bir çok nevileri var­ dır. Bunların çoğu, bilhassa ak, sarı ve kırmtzt nevîlerî, hoş kokularından dolayı, kokulu pudraların imâlinde ve tabâbelte de kullanılır; diğer nevileri ince tahta işçiliğinde ( tavla, şatranç v.b.' kullanılır. Bugün cenübî A sya "dan, „tndonezya adalarından" ve A fr ik a ’dan A vru p a’ya idhâl edilen Pterocarpus kerestesi ince mobilya için, kalıntıları da renkli p arça olarak kullanılmaktadır. B i b l i y o g r a f y a ' . O. Warburg, Die Pflanzenzuelt, II, 220; Abu Manşür Muvaf­ fak ( nşr. Seügmann], s. 164 i trc. AbdulChaiig Achundow, s. 227 t; al-Kazvîni, ’ AcS'ib al-mahlükat (nşr. W u s t e n f e l d I, 258; Ibn al-Baytâr ( trc. Leclerc\ II, 383; E - W ie ­ demann, B eitrage ( S B P M S E r i . , 1916, X L 1X, 38 [ Nuvayri 'den naklen]). ( J. R uska.) S A N E M . ŞAN A M ( a , , cem. aşnâm ', lugat­ iere ve tefsirlere göre, „ A l l a h t a n b a ş k a t a p ı l a n ş e y " mânasına g e lir; bu kelime umumiyetle taştan, tahtadan veya mâdenden yapılmış olup, bir hacmi bulunan şey mânası­ na gelen vaşan ( cem. avsan ) kelimesinden ayrılır, hâlbuki vaşan kelimesi hemen-hemen „tevha veya resim, tablonun" bir müteradifi­ dir. Ibn al-Kalbi ’nin Kitâb al-aşnâm *ında ver­ diği izâb budur. Arap lugatları bunun yabancı asıllı, şanam kelimesinden müştak birikelim ® olduğunu bildirirler; fakat hangi dilden alın­ mış olduğunu kaydetmezler. Avrupa dilciltrine göre, bunun iştikakı İbranî selem („resim ") kelimesinin iştikakının aynıdır. Taymâ’ ’da bu­ lunan arâmî kitabede ş-l-m adlı bir ilâh bu­ lunmaktadır. Daha fazla tafsilât için bk. j, Hehn, Festschrift-Sachau ı Berlin, 19*5 !» s- 3^ v.dd. Bu kelime K n r’an ’da 5 defa geçer (VI, 74 5 VII, 1 34; XIV. 38; XXI, 58 ve XXVI, 7 1)



İS A N Ğ İİ—



ve hadîslerde, vaşan kelimesinden az olsa da. buna sık-sık tesâdüf edilir. İslâmiyetten önce­ ki araplann taptıkları ve İbn al-Kalbi tara­ fından sayılmış olan patların tasvirine bakıla­ cak olursa, şanom kelimesi çok çeşitli mâhi­ yetteki eşyaya verilmiş gibi görünmektedir. Hubal, İsaf ve Nâ'ila gibi bazıları gerçek hey­ keller id i; Kâbe etrafında dikilmiş olan diğer putlar da böyledir. Peygamberin, muzaffer ola­ rak Mekke ’ye girdiği zaman, bunları yıktırıp, ateş ile tahrip etmeden önce, gözlerine yayı­ nın ucu ile vurduğu nakledilir. Diğerleri, al'Uzzâ gibi, ağaçlar ile temsil edilmiştir ve bir çokları da, al-Lât gibi, sâde taşlar idi. Taşla­ rın umumiyetle Sâmî kavîmlerin taptıkları nes­ neler olduğu çok iyi bilinmektedir. Muhaddis al-Darim i Mıısnad ‘nin ilk bölümünün başın­ dan itibaren, putperestlik devrinde, araplann şekli, rengi veya boyu itibârı ile dikkate değer bir taş bulur-bulmaz, tapılacak bir nesne ola­ rak, bunu dikdiklerini söyler. Nuşızb (cem. anşâb ) denilen bu taşlar kurban kanları ile ıs­ latılıyordu ve husûsî bir ibâdet hareketi ola­ rak, bunların etrafında dönülüyordu. İbn alKalbi araplarm taşları put olarak dikmek ile yetinmediklerini, fakat seyâhatieri sırasında böyle taşları idhal bile ettiklerini kaydeder. Bununla beraber sanattı kelimesi „Allah“ mâ­ nâsına gelmez; gâlibâ bunun dâımâ kötü bir mânası var idi. Bu sebepten dolayıdır ki, müşriklık devri şâirlerine isnat olunan şiirlerde bu kelime çok nâdir olarak bulunmaktadır. Bul­ duğum parçalar o kadar azdır ki, bunları bu­ rada sayabilirim. Bunlar Zayd b. 'Am r b. Nufayl ( İbn al-Kalbi, Kitâb al-aşnâm, s. 2a3, “ İbn Hişâm, Sıra, s. i4S10 ; ’ in, Raşid b. 'Abd Allâh al-Sulami ( rişnöm, s. 3 110, = hüzâna, İli, 245u )’nîn beyitleridir; bir de hepsinden daha ziyâde öğretici olan 'A bid b. al-Abraş (D iva n , nşr. Lyall, 11, beyt b^ A şnâm , s. 63* ) ’ın „ve ilâhları Ya'büb yerine bir put aldılar" beyti. İslâmiyetten sonraki şiirde, bu kelime al-Kütâmi (D ivân, nşr. Barth, 23, beyt 35} ve İbn Kays al-Rukayyât ( nşr. Rhodokanakis, fal, beyt 27) tarafından mutâd „put" mânasın­ da kullanılmıştır. Bibliyografyada zikredilen eserlerde pek çok arap putu adı ile bu husûsta eski arap edebiyatından çıkarılabilecek her şey bulunacaktır Kut’an ‘da geçm:şin putları olarak şunlar zikredilmiştir: Vadd, Suvâ', Yağüş, Ya'üif ve Nasr. Peygamber zamanında, Hicaz ’da hâlâ tapılmakta olan başlıca putlar dişi ülûhiyyetler otan at-'Uzzâ, al-Lât ve Ma nât ile gâlibâ başlıca erkek put olan Hubat idi. Bunun heykeli kırmızı granitten idi. Bu makalede putların sayılması yersiz olacak­ tır, zîra bunlara delâlet eden açık kelime gâlibâ



S A N H Â Ğ İ.



nusub kelimesidir. Muhtelif putların, bir Ülûhiyyet olmak hasebi ile, bilhassa kendilerine bağlı rahipleri ( sâdin, cem. sadana) var İdi; ekseri hâllerde bunların vazifeleri irsî idi ve puta tapanlar tarafından getirilen takd'meleri kabul ederler, kurbanlar keserler ve kurbanın kanı ile putu sularlardı. İbâdet devamlı değil idi, fakat gâlibâ, ilk ve son baharın başında olmak üzere, yılda iki defa yapılıyordu. O za­ man puta tapanlar mutâd dönmeler sırasında, putlardaki iktidârın bir kısmını kendilerine ge­ çirmek için, puta dokunuyorlar veya onu öpü­ yorlardı. Saygı gösterilen ülûhiyyetin yanına hacca gitmek husösunda Sâmîlere bas olan âdetin menşe’iode bu ibâdet bulunmaktadır. İlâhlar, her ne kadar mevziî bir mâhiyete sâhip ve bâzı kabilelere mabsûs iseler de, başka kabileler, savaşların kesilmiş ve tâlik edilmiş olduğu „haram aylar" denilen zamanlarda, bun­ lara kadar gelmek için, çok uzun mesafeler katediyorlardı. Bu sûretle, islâmiyetten çok önce, muhtelif arap kabileleri bir birleri ile dâimi münâsebet hâlinde bulunuyorlardı. Geli­ şen İslâmiyet, başlangıçtan itibaren, müşrik put­ perestliğin bütün izlerini kaldırmağa çalıştı ve bunda o kadar muvaffak oldu ki, hicrî II. ve III. asırda araplarm eski hayatları ile meşgul olan âlimler ancak çok az teferruat derleyebilmiş'erdir. Bâzı putlar başka gayeler için kul­ lanılmıştır ; msl. üzerine bir nevi tâc bak edil­ miş beyaz bir mermer parçası olan ve Mekke ile Yemen arasındaki Tabâfa ‘de tapılan Zu ‘ 1halaşa putu, îbn al-Kalbi zamanında ( h. 200 'e doğru), Tabâla câmiinin eşik taşı olmak üzere kullanılmış idi. Put olarak tapılan diğer taşlar Kâbe 'nin köşe taşları olarak kullanılmıştır. Makâm-İ İbrahim böyle idi B i b l i y o g r a f g a: İbn al-Kalbi, K itâb-al aşnâm (Kahire, 1 3 3 2 = 1 9 1 4 ) ; al-Azrak) ( Wüstenfeld, Die Chraniken der Stadt Mekka, Leipzig. 1858, 1. 78, 84, 267 v. dd.'; YalfEt, Mu‘cam (nşr. W üstenfeid), sık-sık; 'Abd al-Kadir al-Bağdadi, Hizânat al-adab (Kahire, 1299), III, 242— 246; WIelbausen, Reste arabiscken Heidentııms* (Berlin, 1897); Nöldeke-Schwa!ly, Gesckichte des Qarâns‘, Marquart ve de Groot ( FestsçhriŞt Sachaıı, Berlin, 1915, s. 283 v. dd.); W. Robertson Smith, The Religion o f the Semites. _



( F. K ren k o v p .)



S A N H Â C A . i Bk. SANHÂCE.l S A N H Â C E . ŞA N H Â C A . B e r b e r î t e rin büy ük k a b i l e l e r t o p l u l u ğ u n u n k o l l a r ı n d a n b i r i d i r . İbn Haldun kelime­ nin telaffuzunun zanâga ’ya yakın olduğunu tasrih eder. Hâlen iki şekil de bilinmektedir. Diğer yandan Şanhâcalerin bölgesine huçtÛd



Sa



n h âcê



olan Senegal ’in adı bunların adından gelmek­ tedir. Araplaıdan ve diğer bütün sâmî kavimlerden ayrı olan Şanbâcalerin bunlar ile h!ç bir dil, ırk ve menşe' birliği yoktur. Garplı İslâm nesep âlimlerinin fikrine göre, Şanbâcaler, uzak Mag­ ri b nasmâda Meri ve küçük K ab iliya Ketama Meri gibi, B e rr’in oğlu Bernes Mi Şan h âc’dan inmektedirler. Şimdilik bu toplu’ uğun menşe’ini doğru olarak ortaya çıkarmağa yardım edecek, dil veya başka bir bakımdan, hiç bîr isbat vâ­ sıtası mevcut değildir. Aynı şekilde, Santracalerin eski devirlerdeki hayat tarzları ve nerede oturdukları da bilinmiyor. Orta çağ boyunca adlarına sık-sık rastlanıyor; yaşadıkları sâha iki Magrib ’e, yâni orta Magrib ve uzak Magrib ’e ve Sahrâ ’ya kadar uzanıyordu ; bunlar arasında o zaman tam mânası ile göçebe hayâtı sürenler bulunduğu gibi (bunların bâzıları za­ manımıza kadar göçebe hâlinde kalmışlardır; bilhassa H oggar Tuaregleri), eskiden de gö­ çebe hayâtı sürdükleri iddia edilemeyen, Telkâtaler gibi, yerleşik hayat sürenler de vardır. Şanhâealer diğer büyük bir topluluğa, orta ça­ ğın İkinci yarısında onların yerine grçccek olan Zenâtaiara [ b. bk.] muhâlif idiler. Bu izahata göre, Şanbâcalerin parlak devri, orta çağın İlk yarısı, daha doğrusu IV., V. ve VI. ( X., XI., XII.) asırlardır. Bu devir, tarihin aydınlığına çıkan, İbn Haldun ’un birinci ve ikinci soydan Şanhâealer diye mütâlea ettiği Şanhâca'.erin devridir. Tabi’i burada soy mefhûmunun kul’amlışı üzerinde son derece ihtiyatlı davraomamn zaruretini söylemeğe lüzûm yoktur. Bu­ nunla beraber dikkate atmak lâzımdır ki, bir çok ahvâlde bu zümrelerden birine mensûp Şanbâcalerin, diğer zümreden olan Şan hacalerin yardımını te’ min etmek istemeleri, aynı soydan gelmiş olmanın gerektifd'ği karşılıklı yardımı hatırlatır. [ Şanhâealer, eski devirlerden zamanımıza kadar M agrib'de oturan halkın büyük bir kısmım teşkil etmişlerdir. Bütün berberi halk hakkında olduğu gibi, bunlardan Şanhâcaler hakkında da en geniş ve teferruatlı bilgi­ yi veren İbn Haldun, Magrib 'deki her dağda ve ovada bu büyük kabileye mensûp toplu­ luklardan birinin bulunduğunu, Şanhâcalerin bütün berberi kabilelerinin üçte biri kadar ol­ duklarını kaydeder. Şanhûcalerden bir kısım olan Telkâtaier İfrikiye ve İspanya ’da, ve Massufa [M âsufa] ile Lamtünaîar ise, M agrib’de devletler kurmuşlardır ki, bunların tafsilâtını da bize İbn Haldun vermektedir ( ‘îbar, II, 1 —86 ) ]. Birinci soydan olan Telkâtaleı X. asırda, K a­ biliya bölgesi hâriç, bugünkü Kosaotina eyâıltm Ansiklopedisi



.



»93



letine tekabül eden orta Magrib topraklarım işgâl ediyorlardı. Yerleşik olarak oturanlar ve bilhassa-Bani Z iri sülâlesi orada, başlıcası Ce­ zayir ’in cenûbundaki A ş ir [ bk. mad. E ŞÎR ] olan merkezler te'sis veya tanzim etmişlerdir, Kayra v â n ’da Fâtimîlerin siyâset'ne bağlı kala­ rak, bütün X. asır koyunca Kurtuba emevîlerin'n garptaki komşuları Zenâtaiara karşı mü­ câdele ettiler. Fâtimîlerin Mısır ’ a hareketleri onların faaliyetlerini şarka yöneltti. Bundan sonra Z iriler sülâlesi Kayravan ’da Fâtımîler adına hüküm sürdü. Bir ihtilâf Kal'a Hammâdîleri [ b. bk,] devletinin doğmasına yol aç­ mıştır ki, bu devlet XI. asrın ikinci yarısından itibâren son derece zayıflamıştır. Bu iki küçük hükümet Muvahhidlerin şarkî Berberîye ’ye doğru tazyikları sırasında, XII. asrm ortasında ortadan kalkmıştır. Şanhâca adını taşıyan kü­ çük bir topluluk Cezayir ’in cenûb-ı şarkîsinde zamanımıza kadar yaşamağa devam etmiştir. Ik’nci Şanhâca soyu, X.—XI. asırlarda Trab­ lus'un cenûbu ile okyanus arasındaki çölde oturan büyük göçebeler tarafından temsil edil­ miştir. En mühim kabileler, Murâbıtlar [b . bk.) adı altında, B erberiye’nin ve Ispanya’nın si­ yâsî ve dinî tarihinde ehemmiyetli bir rol oy­ namış olan ve „lişâm Mı" ( lişâm adlı bir nevî yaşmak bağlayan ) Lamtiinalar ile Massüfaiardır. al-Bakri, bunların çöldeki hayat tarz'arı, yiyip içmeleri ve harp usûlleri hakkında tafsi­ lât vermektedir. Tuareg’er de bunlara dâhildir. F a s'ta A tlas dağlan civarındaki vadilere ve Süs şehrine yerleşmiş olan daha az kudretli topluluklar da aynı Şanhâca soyuna mensûp idi : bun'ar Lamta ve Gazzüîa göçebeleri ile yerle­ ş k hayat süren Hasküralerdİr. Sonuncular Muvahhidler hareketine iştirak ettiler. Nihayet üçüncü bir Şanhâca soyu, uzak Mag­ r i b ’de al-Kşar civarında Şâviya ovalarında, Tâzâ mmtakalarında ve R if *te dağınık olarak yaşamış olmalıdır. Bu son yerde, yâni R i f ’ te Bottuyya ve Uryağol Şanhâealer! zamanımı­ za kadar kalmışlardır. Aralarında şimalî Fas Mı kabilelerin dağılmış bulunduğu iki „ l e f f “ ’ten biri de Şanhâca sdtnı taşımaktadır. B i b l i y o g r a f y a : İbn Haldun, a l-îb a r ( kısmî trc. de Slane ) ; ayn. ml)., Histoire des Berbères, metin 1, 194, trc. Il, I v.dd. ; at-Bakri (Cezayir, 1 9 1 1 ', s. >64 v.dd., trc. ı 19 13 \ s. 310 v .d d .; al-İdrisi, Nuzhat almuştâk ( kısmî nşr. ve trc. Dozy ve de Goeje); ayn. mil., Ş ifa t cıl-Mağrib \ Dese, de l ’A f r i­ que et de l’ Espagne, metin, s. 57 — 59, trc. 66—69 ); Fournel, Les Berbères ( Paris, 1875 )î G. Marçais, Les Arabes en B erbérie du X I e au X ! V ‘ siècle (Paris, 19 13). [ îbn ‘îzâri alMarrâkuşi, Kitàb al-bayân al-muğrib f i 'l13



n >4



SA N H Â C Ë -



akbar al-Andalus v a ’l-M ağrib (Leiden, 1948), ¡*28, 249, 292, 296 ve tür. yer.; 'A bd al-Vâhid al-Marrâkuşi, al-Mu'cib f i talkis ahbâr alM ağrib ( Kahire, 1949 ), bk. fihrist ]. (G . Ma r ç a is ) [ Bu



madde NEŞ’ ET



ÇAĞATAY tarafından



SAN TAREM . garbisinde, Lizbon ’ dan Viilareal de Sào Anto­ nio hudut istasyonuna giden demir-yolu üzerin­ de, Viilareal de Sao şehrine 56 km. mesâfede bulunan ve küçük bir Portekiz limanı olan F a­ r o ’dakı Şantamariyat al-Garb ile karıştırılır. Santa Maria de A fg arve’nin arapça nisbe şekli Şantamari • krş mad. A L - a ' l AM AL-ŞAN TA-



ikmâl edilmiştir ]. M ARİ ) ’d : r. S A N İS A R İ. [ Bk. SÂNÎSERİ.] Santa Maria de Algarve müslümanlar dev S Â N ÎS E R Î. ŞA N ÎSA R Î, M a v la n â , (? — 14 17 ), asıl adı Ahmed olup, Şayh Naşir al-Din rinde merkezi Silves { a. Şilb > olan eyâlete ta­ Mahmüd Ç irâğ i Dihli ( Ölm. 757 = 13 56 ) ’ nin ta­ bî idi. Burası Emevî halîfesi Sulaymân ai-Mus lebesidir. İlim ve takvada zamanında kimse onun ta 'in ’in 407 ( 1016 j ’ye doğru idaresini merimertebes’ne erişememiştir. Timur (ölm. 8 0 7 = dah A b ü ' O ş m â n S a ' i d b. Hârün adın­ 14 0 4 )’ un muvasalat haberi D ehli’de yayılınca, da aslı meçhul bir kimseye teslim edinceye ka­ ulemânın ekserisi şehri terke tti, fakat Şan'sar i. dar, orta ehemmiyette, küçük bir şehir idi. Abü adamları ile, orada kaldı ve Timur tarafından ‘Oşmân S a 'i d b. Hârün, yeni merkezinde müs­ hapsedildi. Çok geçmeden, şöhreti yayılmış ol­ takil bir emîr gibi fareket etti ve 434 veya 435 ( 1042/1043 ) ’te ölümüne kadar, böylece duğundan ve Timur bunu öğrenmiş bulundu ğundan, kendisini serbest bıraktı ve kızgınlığı hüküm sürdü. Ölümünden sonra, yerine oğlu geçince, onu refakatine aldı. Sarayda H idâya Muhammed geçti veal-Mu'taşim unvanını aldı; müellifi 'A li b. A b i Bakr al-Farğâni al-Mar- bu zat, 444 i 1032 ) ’ te Santa Maria küçük emir­ ğinâni (ölm. 5 9 3 = ıi9 7 ’nin neslinden olan liğini, Işbıliye ( Se villa ) hükümdarlığına ilhâk Şayh al-islâm ile Şânİsari ’nin teşrifatta han­ eden Abbâdilerden Abü Anır al-Mu'tazid tara­ fından tahtından uzaklaştırıldı. Şehri güzelleş­ gisinin takaddüm edeceği husûsunda bir mü nâkaşa olmuştur. Timur Şayh al-islâm tarafını tiren ve ona bir çok âbideler vakfeden iki tuttu ve Hidâyet müellifinin i.alefî olduğu için, Abbâdî em îrV n kısa istiklâl devri esnâsında. tefevvuk hakkının ona âit olduğunu söyledi. İdrisi, Yâlçüt ve K a z v in i’nin tasv'rlerine ina­ nılırsa, şehirde d ğer bir mabed ile çok güzel Şânisari bunun hayret edilecek bir şey olma dığını, zîra Şayh al-islâm ’m Hidâya müellifi­ sütunları bulunan bir de kiliseden başka bir nin başlamış olduğu hatâları devam ettird'ğinî ulu câmi var idi. Santa Maria de Algarve, XH, asırdan tibâsöyleyerek, mukabele etti. Bunun üzerine Şeyh al-islâm çok kızdı ve hatâlara bir delil istedi. ren, işbiliye 'n;n kaderine tâbî oldu ve 1249 — Şân i-Sari de bu iş için talebelerini tavzih etti. 1253 ’te Saneho II. tarafından zapted lerek. Fakat Timur, teessüfe şâyâh hareketlere mün­ kat’î bir şekilde, Portekizlilerin eline geçti. cer olabilecek olan münâkaşayı durdurdu. T i­ B i b l i y o g r a f y a ' , ai-îdrtsi, Nuzhat al-muşiâk ( kısmen nşr. ve trc. Dozy ve de mur, Hindistan ’1 terkedince, Şânisari de Dehli ’den ayrıldı ve ölümüne kadar (820 = 1417), Goeje, Ş ifa t al- Mağrib, trc,, s. 179, metin, s. 217 ); Yakut, Mu'cam t nşr. Wüstenfeld ), bk tedriste bulunduğu Kâlpİ ’ye yerleşti ve Kâlpi 'de defnedildi. bu kelime; al-Kazvİni, 'A cd ib al-mahlülçât ( nşr. Wüstenfeld ), II, 364 ; Abu ’l-Fidâk Tak­ Eserlerinden en meşbûru Ifasida d â lîy a ’s\d\t. B i b l i y o g r a f y o : ‘Abd al-Halçk Dihvim al-buldân ( nşr. Reinaud ve de Slane ), s. lavİ, Ahbâr al-ahyâr, s. 14 2 ; Âzâd Biigrami, 168; İbn FazI Allah al-'Omari, Masâlik alSubhat ai-marcân, s 3 7 ; Şiddik Kasan, Ababşâr { trc. Fagnan, Extraits inédits relatifs cad al-'ulüm, s. 892 ve Hadâ’ik al-lpanaftya, au Maghreb, Cezâyir, 1924, s. 87 ) Lerchuns. 3 1 3 ( M . H i d a y e t H o sa y n .) di ve Simonet, Crestomatia arâbigo-espahola, S A N T A M A R İA T -Ü L -G A R B . SA N T A MA­ s. 55; R. Dozy. Histoire des Musulmans d‘ RIA DE A L G A R V E , a. s a n t a m a r IY a a lEspagne, 11. 261 ; IV, 300 v.dd,, ayn. mil., G A R B , şark Santa Maria ( arap. Şantamariyat Scriptorum arabum loci de Abbadidis, II, 123 al-şarly veya Şantamariyat lbn Razın, bugün 210 v, d ; David Lopes, Toponymia arabe de Albarracin, krş. M , I, 294, v.d., Ispanya'da Portugal ( Revue Hispanique, Paris, 1902. Temel eyâletine bağlı şeh ir) ’sından ayırmak ayrı basım, s. 28 v. dd.), ayn mil., Os A ra­ için, garp Santa Maria ( Meryem ) ’sı denilen bes nas obras de Alexandre Harculano; mahal Portekizlilerin Endülüs ’ün cenÛb-i gar­ Notas marginctes de lingua e historia porbisinde arapça ismi olan Atgarve ( = al-Ç arb, iuguesa (Lizbon, t ç u ), s. 78 v.dd. krş. 1 A , 1, 299 ) ’yi muHâfaza ettikleri k ı s m ı n ­ ( E. L é v i - P r o v e n ç a l .) da b u l u n a n e s k i mü s î ü ma n ş e h r i d i r . S A N T A R E M , arapça Ş a N T A R Î N (nisbesi: Bu şehir çok defa, Kap Santa-Maria 'mn şimâl-i Şantarıni ), Estremadura bölgesinde b i r P o r-



SA N TA R EM t e k i z ş û h r i olup, Lizbon ’un şimâl-şimâl-i şarkîsinde, buraya 67 km mesafede ve 104 m. rakımda, T a j o nehrinin sağ kıyısı üzerinde bir tepeciğin yamacındadır. Bu şehir Romalıların kadîm Scalabis veya Praesidium Iulium ’u olup, yem adını, nehrin menbâ cihetine ¡0 km. me­ safede Thomar 'da 653 'de Öldürülüp, nehre atılan azîze İrene (Sanla İrene) 'den almaktadır. Bu azîzenin cesedi Santarem 'in önüne kadar velip, burada durmuş ve adı bu mahallin adı olmuştur. Bütün miislütnan İspanya coğrafya­ cıları Santarem 'i bölgen’n merkezi olarak zikr­ ederler. İdrisi ’ye göre, buranın tepedeki ka­ lesi zaptedilemezdi: şehrin diğer kısımları Ta­ jo boyunca yayılmış idi. Yarım-adanm cenûb-i garbisi ile aynı za­ manda fethedilen şehir hâzan Eır.evî halîfeleri hâkimiyetine karşı isyan e tt i; bu arada al-Nâş ir ’ in emri üzerine, kâ’ id Ahmed b. A Iyâs tara­ fından 316/928'de za| tediidi. Birkaç sene da­ ha sonra, 327/9 38'de şehir, U m ayya’nin kar­ deşi Ahmed ’i işgal ettiği vezirlik vazifesinden hemen azletmiş olan b a lî'e ’ Abd al-Rahmân III. ’a karşı Umayya b. I s l â k ’ın isyânına sahne oldu. Umayya, Leon kıralt Ramiro II. ile bir­ leşti ise de, Santarem halîfe kuvvetleri tarafın­ dan ondan kurtarıldı. Müteâk'p asnn sonunda, şehir ve arazisi, Evora ve Lizbon ile birlikte, Badajoz ’iu Eftssîler ( krş, ! A, IV, 193 v.d. ) tarafından kurulmuş otan müstakil hükümdar­ lığın bir kısmını teşkil ediyordu. Bu hane­ danın sukutunda (485 = 1092/1093 ), Santarem Castilya kıralı Alfonso V. tarafından zaptedildi ise de, Murâbıt kumandanı S ır b. A b i Bakr b. Tâşfin tarafından, Badajoz ve A igar mem­ leketi ile aynı tarihte, 504 ( u ı ı ) ’te, tek rar ele geçirildi. Bu fet h, meşkûr saray mün­ şisi İbn ‘Abdön ( krş. ¡A , V, 693 v.d.) tara­ fından kaleme alınan ve tarihçi al-Marrâkuşi ’nin metn: ni bize >nt kal ettirdiği bîr mektup ile Murâbıt hükümdarı ‘ AH b, Yûsuf ’a bildi­ rildi. Santarem, Murâbıtların sukutuna kadar, müslümantarm elinde kaldı ve ilk Portek'z hü­ kümdarı Alfonso Henriquez tarafından, 542 ( H 4 7 ) ’de, Lizbon, Cıntra, Aleacer do Sul ve Evora gibi, diğer Portekiz şehirleri ile birlikte, kat’î olarak zapiedildi. 580 ( 1 1 8 4 ' "de, Santarem "deki hıristiyan as­ keri birliklerinin A lja ra fe ’ye akını ve kaybe­ dilmiş olan toprakların tekrar ele geç;rilmesi için İşbiliye’den gönderilen bîr müsKîrnan or­ dusunun mağlûbiyeti neticesinde, Muvahhid [ b. bk. ) sultanı Abü Ya'lfüb Yusuf b. ‘Abd al Mu’ min Po rtekiz’e karşı bir seferi bizzat idâre etmeğe karar verdi ve bu maksatla geniş ha­ zırlıklarda bulundu. Senenin başında MarrSkuş ’tan hareket ed>p, Cebe!-i Târik ’tan Algesiras



SANTİAGO.



m



ve îşbiliye ’den geçt'. Oradan, O sırada şâyân-ı dikkat derecede tahkim edilmiş olan ve bir çok askerî birlikler tarafından müdâfaa edilen Santarem üzerine yürüdü. Şehir önİSıdeki ku­ şatma uzun sürdü ve Muvahhid sultani, ihtimâl bir ok isabeti ile yaralandı ve yaraya tahammül edemeyerek 18 rebiülâfaır 580 ( 28 temmûz 1184 ) ’de ölünce, muhasara kaldırıldı. O zamandan beri, şehrin tekrar zaptı için müslümantarm hîç bir teşebbüsü tarihçiler tarafından kayde­ dilmiş değildir. ' Santarem ’de doğmuş olan meşhur müslümanlar arasında 542 ( 114 7 /114 8 ) ’de ölen ve alZahira ( bunun için bk, F. Pons Boigues, En­ sayo bio-bibliog rá fico sobre los historiadores !f geógrafos arábigo-espagñoles, Madrid, 1898, s. 208 v. dd.. nr. 17 1 ) müellifi A b u ’1 Hasan 'A li b. Bassam ve 5 17 /112 3 —1 1 2 4 ) ^ 6 ölen (krş. ibn Hallikân, Vafayat a!-a yân, Kahire tab,, s. 33ı v.d.) şâir Abü Mufammed ‘ Abd Altáh b. Muhammed b- Şâra al-Bakri at-Şantaríni zikredilebilir. B i b l i y o g r a f y a : al-İdrist, Ntızhat almuftâk ( nşr. ve trc. Dozy ve de Goeje \ metin s. 186; trc. s. 225 ; Abu’l-Fidâ’ Tak­ vim al-buldön (nşr. Reinaud ve de Slan e', s. 172; B G A , fihristler; Yáljüt, Mu'cam (nşr. Wüstenfeld ), II!, 327 (Kahire, 1324, V , 300; E. Fagnan, Extraits inédits relatifs au Maghreb ( Cezayir, 1924 ), s. 92 ; J. Alemany Bolufer, La G eografía de la Penínsu­ la Ibérica en los escritores arabes ( Grana­ da, 19 21), s. 1 1 2 ; İbn a\-'\zât\,al-Bayân almuğrib (nşr. D ozy', II, 2 1 1 ; (trc. Fagnan), H) 327: a!-Marıâkuşi, al-M ucib ( nşr. Dozy ), s. 5z. 117 V, dd., 185 v. dd.; (trc. Fagnan), s. 63, 138 v. dd., 222 v. dd. ; İbn A b i Zar‘, R a v i al-kirtâs (nşr. Tornberg), s. 105, 139 v.dd. ; İbn Haldun, Kitâb al-ibar ( Bulak fab.), V!, 2 4ı ; (trc. de Slane), Histoire des Berbères, II, 205; al-Hutal al-mavşiya (Tunus tab., s. 12 0 ; İhn al-A şir al-Kâmil (nşr. Tornberg), VIII, 268; XI, 70, 332; kısmi tercümesi için bk. Fagnan, Annales du M aghrib et de l'Espagne, s. 323, 557, 603; al-Mas‘üdi, Murüc al-zahab (nşr. Bar­ bier de Meynard), III, 72 ; al-Makkari Analectes, I, 440 ; Florez, España Sagradaz, XIV, 420, 429 v.dd, ( Choronicon Lusitanum ), XXIII, 331,333 ( Ckronicon Conimbriçense); R. Dozy, Histoire des Musulmans d'Espagne, I!, 347 ; III, 56 ; ayn. mil,, Recherches3, 1, 167, II, 443— 480 ; F, Codera, Decadencia y desaparición de los Almorávides en España ( Zaragoza, 1899 ), s. h ve 242 v.d. ( E, L é v i-P ro v e n ç a l.) S A N T İA G O . ŞA N T YÂ K U B ( A b u ’ I-FidS' d a: YSkü), isp. S a n t i a g o , frns. S a i n t -



SANTİOGA -



tg b



J a q u e s d e C o m p o s t e U e , hıristiyan İs­ panya ’nin en meşkûr hacc mahalli ve bir va­ kitler Galicia kırallığının hükümet merkezinin arapça yazılmış şekli. Burası denizden 228 m. yükseklikte, Vigo ile La Corogne arasında ve Finisterre burnunun garbında bulunmaktadır. Efsâneye göre, yarım-adada In c il'i vaaz etmek üzere, buraya yakın olan sahile ayak bastığı rivayet olunan, İspanya ’nin koruyucusu ve blristiysnlığın öncülerinden kadîm Jacobus’un vü­ cûdu burada bulunmaktadır. V. ( XÏ.) asırdan önce Santiago ’da arap müell i ilerinin oldukça mufassal bir şekilde bahsettikleri meşhur bir kilise var idi. al-Bayân al-m uğrib müellifi, müs1limanlar için Kâbe ne ise, hıritiyanlar için bu kilisenin aynı şey olduğunu söyler. 387(997 ) yılında Hâcib al-Manşür b. A bi 'Am ir Kurtube ’den Santiago ’ya karşı, Dozy 'nin vak’anüvis îbn a l-'İz â ri’ye dayanarak, mu­ fassal bir hikâyesini verdiği mühim bir sefer yaptı. 2 şabanda ( to ağustos ) ahâlisinin bo­ şaltmış olduğu şehir, müslüman ordusu tara­ fından zapt olunarak, tahrip edildi. Sâdece bu azizin mezarına dokunulmadı. Gal’cîa kıralı Bermudo I I , XI. asır başında Santiago yu müslümanlann elinden alarak, bu ziyaret mahalli­ ne eski vüs’atini iâde etti. Bugünkü büyük kilise Alphons VI. zamanında, XI. asrın son­ larında, al-Manşûr tara’ından tahrip edilmiş olan mukaddes mahallin temelleri üzerinde inşâ olunmuştur. B i b l i y o g r a f y a : al-Idrisi, Ş ifa t alM ağrib ( nşr. Dozy ve de Goeje metin, s. 173, frs. trc., s. 207; Abü ’t-Fidâ’, Tak­ vim al-buldân (nşr. Reinaud ve de Siane Paris, 1840, s. 182 v.d. ; Yakut. Mu’cam. ( nşr, Wüstenfeld bk, fihrist ; E. Fagnan, E x ­ traits inédits relatifs au Maghreb t Cezâyir, 1922), s. i l ? v.d. ve 149 v.d.; E, Saavedra, La geo grafía de España del Edrisi ( Mad­ rid, 1881 ), s. 76; İbn al-'İzâri, al-Bayân almuğrib (nşr. Dozy), II, 316 v.d.; (frns. trc. Fagnan) s. 491 v .d .; al-Makkari, N afh alfib, Analectas . . . , I, 270; R. Dozy, Histoire des musulmans d ’Espagne, III, 228 v.d.; Ste­ ven Runciman, Geschichte der Krenzzüge ( München, 1957 ), I, 87 v.d.; Cari Erdmann, Die Entstekung des Kreuzzugsgedankens2 (Stu ttgart, 1955 )> s. 282, not 133. (E .



L ê v i-P ro v e n ç a l.)



S A N Ü S !. [ Bk. SEN Û SÎ.J S A P A N C A (eski yazılışı: Sabanca), Türki­ y e ’nin Marmara bölgesinde bir g ö t ve bu gölün cenûp kenarında kaza merkezi b î r k a ­ saba. Sapanca gölü, şark-garp istikametinde uzun­ luğu 17 km., şimâl-cenûp istikametinde âzamî



SAPANCA. genişliği 5,5 km., mesahası 46,9 km2 ve deniz seviyesinden ortalama yüksekliği 33 m. olan ve fazla suyunu şimâf-i şarkî ucundan çıkan Çark deresi ile Sakarya ırmağına boşaltan bir tatlı su gölüdür. S. Erinç tarafından, 1947/ 1948 senesinde yapılan ölçüye göre, gölün ça­ nağı garp-şark istikametli bir çukur şeklinde olup, en derin yeri 61 m .’ye varmaktadır. Sapanca gölü, şimalindeki tepelik arâzi ve ce­ nubundaki dağlar ite, aynı durumda bulunan İzmit körfezinin devamı olup, göl ile körfez arasında, oluk şekilli bir çukur ova yer almak­ ta, bu ovanın uzunluğu 17 km. ’ye, genişliği ise 8 km. ‘ye varmakta, fakat golün garp ueuna yakın Büyük Derbent civarında çok darlaş­ maktadır ; gölün şarkında ise, sözü geçen çu­ kur sâha Adapazarı ovasına açılmakta, gölün ucu ile Sakarya ırmağı arasında 4,5 km. me­ safe bulunmakla beraber, Sapanca gölünü Sa­ k ary a ’ya boşaltan Çark snyu doğrudan-doğru­ ya ona kavuşmayıp, şimâle doğru akarak, an­ cak 31 km. ötede ırmağa dökülmektedir. Gölün ve yanındaki kasabanın adı üzerinde çeşitli rivayetler ileri sürülür. Seyyah Evliya Çelebi, İzmitli bir „koca" mn buradaki or­ man ve çalılıkları açıp „saban yürüttüğünden'1 Sabancı Koca adlı bir köy meydana geldiğini ve Sabanca adının bundan türediğini ileri sü­ rer. Bununla beraber, Sapanca adının çok da­ ha eski devirlere gitmesi muhtemeldir; gölün cetıûbunda yükselen dik yamaçtı ve ormanlık dağ kütlesi ( Geyve boğazı ile Bozburun ara­ sındaki Samanlı dağlarının en yüksek zir­ vesi olan Keitepe ( 1608 m.) buradadır ) orta çağ müellifleri tara'mdan Sipbotıes ( G. Pachy­ meres, nşr. Bekker, II, 332®}, Sipbon ( Anna Komnena, nşr. A. Reifferscheid, 11, 7a23 ), Sophon ( Kedrenos, Hist., nşr. Bekker, II, 371,628 ; Skylitzes, s. 710 ; Nieeph, Bryenn, s. 77, 79, 82; Michael Att., s. 189 ; Tbeopbanes, s. 619) adları ile zikrediliyordu ki, bu dağın şimal ete ğlndeki gölün ve bu gölün kenarındaki kasa­ banın adının bundan iştikak ettiği kabûl edi­ lebilir. Amien Marcellin ( XXXVI , 3, 8 ) ’ in gö­ le verdiği Lacus Sumoneusis adının, L. Suphonensis ara şekli ile, yukarıki isimden türe­ diği âş: kârdır ı krş. W. Tomascbek, S B . Ak. Wien, 1891, C X X 1V, nr. 8, s. 7). Bununla bera­ ber, göle Boaııe ismi de verilmekte idi ı Anna Komnena, göst. yer., Ba, Mitteilungen des Vereins der Geographer der Univ. ( Le­ ipzig, 1 91 1 ) I, 36—56; C. Ritter, Kleinaisen, 1, 669 v .d .; T O E M , 1328, İli. 948 v .d .; J. B. Tavernier, I, 6 ; Alberi, Relazioni. ili. seri, 1,4 2 0 ; Vâsıf, I, 162, sene 117 7 = 17 5 8 (kezâ



SAPAN CA Hammer, ayn. esr , s. 177 ). — Selânikî, Tarih (İstanbul, 1281 ), s. 277, 282 v. d .; krş. Leunclavius, Hist. Musulm., 47, ı s ; J . v. Ham­ mer, Histoire de l'Em pire Ottoman, I, 96, 380; VII, 243 ( Selânikî den naklen); F. Taese'ıner, Das Anatolische VEegenetz ( Leips. 93 v. d , 2 4 ;; W. M, Ramsay, Historical Ceograpkg o f Asin Minör ( Lon­ don, 1890 ), s. 188 j E. Lahn, Türkiye g ö l­ lerinin jeolo jisi ve jeom orfolojisi (Mâden tetkik arama enstitüsü nşr., B. 12, Anka­ ra, 1948), s. 44 —4 7 ; Melımed Cemâl, A na­ dolu i İstanbul, 1337 ), s. 19 7; C. Riscb, Der Sabandjasee nnd seine Umgebung. (Pet. Mitt. Gotha, «909), LV, tur. y e r.; S. Erinç, Sa­ panca gölünün derinlik haritası ve morfometresi ( Tiirk coğrafya dergisi, Ankara, 1949, sayı XI—XII, s. 139 v. d., gölün bir derinlik haritası ile beraber); Hâmıt İnan­ dık, Adapazarı bölgesinin hidrolojisine dâir bâzı notlar ( I X. coğrafya meslek haftası, 1954. Tebliğler ve konferanslar,. İstanbul, 1955) *• loı —*e>S ); ayn- rntl., Adapazarı ovası ve çevresinin jeom orfolojik etüdü ( İs­ tanbul üniv. coğr. enst. dergisi, İstanbul, 1952/ 1953, sayı 3 —4, s. 107— 138, resimler ile); İ. H. Uzunçarşılı, Sakarya nehrinin İzmit körfezine akıtılması ile Marmara ye K ara­ deniz 'in birleştirilmesi hakkında vesikalar oe tetkik rapora i Belleten, Ankara, 1940, IV, sayı 14/15. s. H 9 - I 74 )( B e s im D a r k o t .)



S A R . ( B k SER.j S Â R . ŞÂ R , daha doğrusu, hemze ile, Ş a ’ R ( A.', ö ç , i n t i k a m demek olup, arapçada kendisinden öc alınacak katil ve öcü alınacak maktûl mânalarına da gelir. —İslâmî yetten Ön­ ceki araplarda, bilhassa göçebe hâlinde yaşa­ yanlarda, cezâ vermeğe ve verilen cezayı infaz etmeğe yetkili bir merci bulunmadığından, her ferd kendi hakkını kendi müdâfaa etmek veya aramak zorunda idi. Bu durumda şahsa, âileye veya topluluğa karşı işlenen cürümler, bilhassa adam öldürme, ancak şahsen veya şa' sın men­ sup bulunduğu âile veya topluluk, kabile tara­ fından karşılanabilirdi ki, bu da araplar arasın­ da, bâzan her türlü içtimâi bağların üstünde sayılan v. öyle hissedilen cç ( şar ) müessesesinîn meydana gelmesine sebep olmuştur. Çün­ kü öç atma duygusunun mevcut olmaması ve bunun gerektirdiği vazifelerin yerine getirilme­ mesi âile veya kabilenin dağılması neticesini doğurabilirdi. Umumiyetle, belki de netice­ lerini hesaba kattıkları için, adam öldürmek­ ten çok çekinen araplar, ancak şar bahis mev­ zuu olduğu zaman, cidden kan dökücü olmak­ tadırlar.



SÂR.



*99



İslâmiyetten önceki ve kısmen de sonraki araplarda bir kimse öldürülürse onun en yakın erkek akrabası, msl. baba ise oğlu, torunu veya bir kimsenin dayısı, kız kardeşinin oğlu v-b, onun öcünü (şa r ), öldüreni öldürmek suretiyle, almakla mükellef idi Bu şahsa, İslâmî kısas hü­ kümlerinde de kabûl edildiği üzere, vali veya mavtür ( < vilr, „Öç, intikam" ) denilir. Bir yer­ de katili bilinmeyen bir maktul bulunursa, oranın sâbibî olan kabile ferdlerinin eürmü iş­ lemediklerine dâir yemin etmeleri gerekirdi. Maktûl tarafı buna karşılık yemin ederse, o ye­ rin sâbibi olan kabilenin yemini hükümsüz ka­ lır ve onlar maktûlün öcünü ( ş a r ) ödemeğe mecbur olurlardı. Öç i şar \ öldürülen bir kim­ se için, bâzan katilin mensup olduğu kabîfeden, içtimâi mevki bakımından maktule müsavi de­ recede bulunan bir kimsenin öldürülmesi şek­ linde alınmış olurdu. Fakat ekseriya, hiç ol­ mazsa mühim hâdiselerde, msl. Şanfarâf b. bk. ] ’nın Öcünde olduğu üzere, bir kimseye karşılık yüz kişi öldürülebüir veya öldürülmek iste­ nebilirdi. Hattâ bâzan, babası Kinda meliki Huor ’ü öldürenlere karşılık, oğlu büyük şâir Imru’ ai-Kay3 [b. bk ) ’ın yaptığı gibi, kalabalık bir kabileyi tamâmiyle mahvetmek isteyenler de olmuştur , bk. msl al-A ğâni3, IX, 88 v. dd ). Bir öcün ( şar ' alınması, tabiî olarak, karşı ta­ rafta mukabil öç alma duygusunu uyandırıyor­ du. İslâmiyetten önce araplar arasında çıkmış olan savaşlar, bu sebeple, nesiller boyunca de­ vam etmiştir. Çünkü bir savaş, msl. 40 sene devâm eden Dâhis ve Gabrâ’ savaşları ( bk. ÎA , IV, 7228, mad. GATAFÂN, at yarışları muhârebesi), bir cç dâvasından çıkmış olmasa bi­ le, ilk çarpışmadan sonra, hemen bir öç dâvası hâline gelirdi ve her öç de yeni bir öcü gerek­ tirirdi ; kabîledaşlık, akrabâlık v.b. sebepler ile de, tarafların sayısı gittikçe artardı. Bundan dolayı msl. Durayd b al-Şimma —„her zaman kanımızı ebediyete kadar öa almağa çalışan öç sahiplerinde görürsün... Öç almak için bize baskın yapılır ve felâkete uğrarsak, onlar öçle­ rinden şifâ bulurlar, yâ hut biz öç almak için baskın yaparız. Böylece sonsuz zamanı (düş­ manlarımız ile) aramızda iki bölüme ayırdık, t bizden öç alınan ) bölüm geçer-geçmez ( biz öç aldığımız ) bölümde bulunuruz "( bk. D îvân alh.amâsa, şerh al Tabrizi, nşr. M.M. ‘Abd al-Hamıd, Kahire, ts., II, 312 v.d.; şerh al-Marzüki, nşr. Ahmed Amin ve ‘Abd a l Salam Hârün. Kahire 13 7 2 = 19 5 1, II, 825 v.d.) diyebifmiştir. Öç ( şar ) islâmiyetten önce arapları te’sîri altında tutan en kuvvetli ve şiddetli duygu idi. Başka bütün his ve ihtiraslar bunun yanında sönmeğe mahkûm olurdu. M sl yukarıda anılan İmru’ al-Kays, babasının öldürüldüğü haberin



2 00



SÂR -



SARAG O SA.



aldığı zaman, kendisi reddedilmiş bir oğul ol­ duğu hâlde, her şeyi unutup, öç almağa koyul­ muş idi. Bunun gibi hiç bir akrabâiık duygusu da öç ( ş ar ) duygusundan daha kuvvetti ola­ mamıştır. Arap şiirinde öç içîn yakın akrabâiarmı öldürmüş olanların aeı duygularım anla­ tanlara tesadüf olunur. Hattâ azadtı bir kölesi için kardeşini öldürüp, öcünü ( s a r ) almış olan bir kimse bile vardır. Aradan geçen zamanın uzunluğu Öç alma duygusunu unutturmağa kâ­ fi gelmez. Bunun gibi, öc vazifesinin sonradan Öğrenilmesi de bu duygunun meydana çıkması­ na engel ve vazifelerinin terkedilmesine sebep olmaz. Nitekim, msl. meşhur şâir Kays b. alHatim [ b. bk, ], benüz pek genç iken, annesi­ nin saklamasına rağmen, babasının ve dedesi­ nin öldürüldüklerini ve öçlerinin alınmad'ğınt tesadüfen Öğrenince, her türlü çârelere baş-vurarak, öcünü almağa muvaffak olmuştur { bk. msl. al-Ağân'i3, III, 2 v.dd.'. Üzerine şar düşen kimse, bu husûsta nakle­ dilen rivayetlerden anlaşıldığına göre, öcünü alıncaya kadar, şarap içmeyeceğine, zevcesi dâ­ hil, kadınlara yaklaşmayacağına, bâzan da başını yıkamayacağına yemin ederdi veya yemin etme­ den bu hareketlerden sakınırdı. B ir çok şâirler, öçlerini aldıkları için, artık şarabın kendilerine „helâl" olduğundan bahsetmişlerdir ( bk. msl. İmrû’ al-Kays, D ivân, şerh Haşan al-Sandübi, Kahire, 1358—1939, s. 152 ; Ta’bbata-Şsrran. D ivân al-hamâsa, şerh aI-Marzûk;i, II, 838; 111, 24 v .d d .; krş. Mahmüd Şukrı al-Âlîisi, B ulâğ al-arab f i m a'rifat al}vâl al-'arab, K a 1 ire, 1343 = 1925, Iil, 24 v. dd.}. Burada kullanılan tâbir­ ler araplardaki öç müessesesînia dinî bir mâ­ hiyeti olduğunu da düşündürebilir. Araplarda ş a r ile ilgili değişmez âdetlerden biri de, maktûl için, intikamı alınıncaya kadar, kadınların mâtem tutmamaları idi. Ancak öç alındıktan sonra, kadınlar makiûl için başlartnı açıp, ağıtlar söyleyerek, ağlarlardı, Her hangi bir sebeple, birinin öcü alınmazsa, öç al­ mağa teşvik vaîîfesi kadınlara düşerdi ki, böyle teşviklerin güzel numuneleri al-Kansâ’ [ b. bk. ] ’in b>r intikam savaşında yaralanıp ölmüş olan kardeşi Şahr için yazdığı mersiyelerde bu'malc mümkündür. Kadın'ar, teşviklerince öç'eri alın­ mazsa, âdi fahişeler gibi hareket edeceklerini de söylerlerdi. ö ç ( şar ) bâzan bir diyet ( d iy a ; b. bk. ) ile karşılanabilirdi. Umumiyetle kabûl edildiğine göre, bîr İnsanın kanının diyeti 100 deve id i; hükümdar ailes'ne mensûp birinin diyeti ise, 1.000 deve sayılırdı ( bk Mahmüd Şukrİ al-Âlüsi» ayn. esr., IH, 20 v.dd.). Bunu katil ödemekle mükellef îd i; fakat ekseriyâ bütün kabile bu diyeti te'min edip, öcün meydana çıkaracağı



güçlüklerden kurtulmak isterdi. Şu var ki, kana karşılık kan istendirdi, ancak âciz ve haysiyet­ siz kimseler diyeti kabûl ederlerdi ; fakat bilhas­ sa kabile içinde öcü gerektiren bir öldürme olur­ sa, ileri gelenler bunu diyetle bastırmak ister­ lerdi, Diyet kabûl etmemekte isrâr edilirse, o zaman havaya bir ok ( sahm al-ta'kiya ) atılırdı; bu ok kanlı olarak yere düşerse öcün kan dö­ külerek alınmasına, yoksa diyet kabûl edilme­ sine karar verilmiş olurdu ( bk. Mahmüd Şukri at-Alüsi, ayn. esr., III, 18 v. dd ). İslâmiyette ki şaş [ b. bk. ] ve diyet kabûlünün tercih edil­ m esin i emredİImesine rağmen, araplarda öç alma ve kan gütme âdeti, tarihte pek çok misâli görüldüğü ve türlü seyyahların müşahede ettik­ ler] üzere, günümüze kad..r devam etmiştir. B i b l i y o g r a f y a: Metinde zikredilen­ lerden başka bk. H. Lammens, U Arabie occi­ dentale avant l'H égire (Beyrut, 1928), s 18 1 —236 ; Ahmed Muhammed al-Hnfi al-H ayât al-arabiya min al-şî’r al-câhili, 2. tab. (K ah ire, 13 7 1= 19 4 9 ), s. 2 10 —217 ve bu yer­ lerde gösterilen kaynaklar. ( A . A l EŞ. ) Ş A 'R . [ Bk. SÂR.j



S A R A . [Bk. İBRAHİM , P E Y G A M B E R .] S A R A . [ Bk. SARAY.] SA R A G O S A . S A R A K U S T A , b ir İ s p a n ­ y a ş e h r i olup, şimdi bu adı taşıyan eyâle­ tin merkezi ve Aragon kıratlığının eski pâytahtıdır; Ebre nehrinin sağ sahilinde, 184 m. irtifada, sulak ve yeşil bir bölgenin ( la Hu er ta 1 ortasında kâindir. Bugünkü İspanyolca adı olan Z a r a g o z a lâtince Caesarea Augusta ’ya te­ kabül eder ki, bu isim a.U.c. 728 yılında, İte r­ lerin kadîm Salduba şehri yerinde Augustus ta­ rafından te’sis edilmiş olan askerî bir iskân ma­ halline verilmiştir. Şehrin adı, ihtimâl G ot di­ lindeki Cesaragosta vâsıtası ile, Sarakıusla (nisbesi : Sarakusti ) şeklinde arapçaya geçmiştir. Müslümaniar tarafından fethedildiği zamandan, tekrar Hıristiyanların eline düştüğü zamana ka­ dar, Saragosa dâimâ müsiüman Endülüs impa­ ratorluğunun en büyük şehirleri arasında sayıl­ mıştır; coğrafî mevkii onun arap Ispanya’sının „yukarı hudutları“ ( a l-ş a ğ r a l-a 'lâ ) baş-şehri olmasını te'min etmiştir. îd r'si devrinde ( XII, asrın ortası ), nüfusu çok kalabalık idi ; beyaz yumuşak yapı taşı ile inşâ edilmiş olan burçları sebebi ile, ona „Beyaz şehir" ( al-M adlna alBayzâ’ ; adı da veriliyordu. Bahçelerinin mey­ veleri Endülüs ’ün en iyi meyveleri olarak meş­ hur idi. Orada yapılan kunduz derisinden kürkler bütün İslâm âleminde tamnm>ş idi. Saragosa, daha 94 ( 7 12 /7 13 ) yılında, Tulay-



tıla ( Toledo ) ’dan az sonra, arap fatihlerin eli­ ne düştü. Târik ’ın kendisine iltihâk ettiği Mu­ sa b. Nuşayr, bu son şehirden ayrılarak, Sara-



SARAGO SA. gosa üzerine yüıüdü ve etrafını çeviren kasaba­ ları ve Castillos f „k ale" ve müstahkem mevki") ’farı ile birlikte burayı zaptetti. Beja lı Is:dorre’a göre, şehir yağma edildi ve sakinleri son derecede ş'ddetli bir muameleye mârûz kaldı. Yusuf b. ‘Abd al-Rahmön ai-Fihrı ‘nin emîrVği sırasında, Şumayl b. Katim [b. bk. ] buraya va­ li tâyı'n edild ği zaman , 1 3 2 = 749 \ burası bü­ yük ve mühim bir müslüman şehri i di ; bu vâli arap âsîler tarafından mu âsara edildi ve yeri­ ni bunlardan birine bırakmağa mecbur oldu. Hicrî U. asrın ik'nci yansı boyunca, Saragosa’da hâtırasını tarihçilerin bize naklettiği bir çok isyanlar patlak verdi. Nitekim Charlemagne'ın ordusu, 778 ’de, muhâsara etmeğe geldiği zaman burası mahalli bir reis olan al-Kusayn b, Yah­ ya al-H azraci’sin elinde bulunuyordu Frank kiralının bu anda birden-bire Rhein kıyılarına çağırıldığı bilinmektedir. Kendisi muhasarayı kaldırdı ve az sonra, Basklarm ona bir tuzak kurmuş oldukları Roncevaux ( Roncc-svalles) dar geçidinde hâtırası Ckanson de Roland tarafın­ dan ebedileştirilen kanlı bir felâkete uğradı. İki yıl sonra, 164 ( 780 )’te Emevîlerden ‘ Abd alRahman 1. Saragosa üzerine yürüdü ve burayı ele geçirdi. Fakat şehir halîfelerin el'nden çık­ makta gecikmedi ve 175 { 7 q ı) ’te Hişâm ku­ mandanı ‘ Ubayd Allah b. 'O sm an'a burayı mu­ hâsara ve zaptettirmek zorunda kaldı, 18 1 ( 797 ) ’ de, yeniden bir âsî orada istiklâlin: ilân etti ve halîfelerin bu birbiri arkasından gelen syantarı muvaffakiyetle veya muvaffaki yeisiz olarak bas­ tırmak için, imparatorluklarının bu „yukarı lıu duduna" askeri seferler yapmaları gerekti. Aynı devirde ( V 1U. asrın sonu ) saragosalı bir ailenin, Bani K a s i’lerin, A rago n 'da büyük bir nüfuz kazandıkları görülür. Bunlar müslüman’ığı kabül etmişlerdi ; bu âileıvn mensuplarından biri, Pampalona 'ma ilk kıralı Jnigo Arista ’nin dâmâdı Fortunio oğlu Müsâ halife Hişâ n tara­ fını tuttu ve S arag o sa ’yı ona verdi. Daha son­ ra, IX. asrın ortasında, ailenin reisi Müsâ ii. Tutila (T ud ela) vâlisi olmuş ve Fransa hudut­ larına akınlar yapmağa giden 'A bd a l Rahman il. ’ın ordularına kumanda etm'ştir. Kendisi Por­ te k iz ’e çıkartma yapmış o'an Normanları püs­ kürtmek için bu hükümdara yardım etti ve ha­ lîfe Muharnmed’ in tahta çıkış tarihi olan 852 ’ de Saragosa, Tutila ( Tudela ) ve Vaş'-a iHuesca ) ile birlikie bütün „yukarı hudut“ onun tukmü sitında idi. O hükümdar gibi yaşıyor, bi­ ri, tiyın kırallara, bu aıada transız kıralı Daz­ lak C h arles‘a hediye gönderip, onlardan hedi­ yeler kabûl ediyordu. Fakat 86o’ ta Liyûn - Leon) kıralı Ordono I. tarafından mağlûp edildi ve İki yıl sonra Vadi ’ 1-Hicâra ( Guadalajara ) vâPsi olan dâmâdı tarafından öldürüldü. Ba-ıi K a s \



-201



onun ölümü üzerine, Kurtube ha'îfesinin hâki­ miyetini reddetti ve halîfe Muharnmed de, onları güç duruma sokmak için, T ucibiîer ile ittifak yaptı. Fetihden beri A ra g o n ’a yerleşmiş olan bu arap ailesi kabile hukuku ile tanındı ve reis 'A b d al-Rahmân al-Tucibi resmen başa geçi­ rildi. 888’d e ,‘ Abd Allah halîfe olunca, Sarago­ s a ’da kendi aleyh’ nde suikasd hazırlandığını öğrend ğinden, Tueibl reisinin oğlu Ankar („bir gözü kör" } lekaplı Muharnmed b. ‘A bd at Rah­ m an’ 1 şehrin valisini öldürmekle vazifelendirdi. O da 890 ’da vazifesini yerine getirdi ve son­ raları halîfenin az saygılı bir tâbii oldu. Niha­ yet son Bani K asi mensuplarını yok etti, reis­ leri Muharnmed b Lope 898 ’de öldürüldü, aiAnŞfar 924*te öldü. Yerine geçen oğlu Hâşim bütün aileye adım verdi ve 9 3 0 ’da öldü. Oğul­ lan, Bani Hâşim, halîfe 'Abd al-Rahmân ili. tarafından iyi muâmele gördüler, fakat biri, Muharnmed, 934'te ona karşı isyân etti. Liyûn . kıralı Ramiro 11. ile ittifak yaptı ve halîfeye bir itâat gösterisi yaptıktan sonra, Navarre kı­ ratlığı dâhil, bütün şimali Ispanya'da ona kar­ şı bir İttifak kurdu. ‘Abd al-Rahmân onu itâat altına almak için sefere çıktı. İmalat Ayüb (Calatayuci j ’ u zapt, sonra Saragosa ’yı muhâsara e tt i; Muharnmed b. Hâşim teslim oldu, halîfe onu afv ve valilikte muhafaza etti. Oğlu Yahya 'A bd al-Rahmân İti, ile al-Hakam 11. ’in İspan­ ya ve A fr ik a ’da kumandanı vs975’ten itibaren de Saragosa vâlisi oldu. Daha sonra, Hâc'b at-Manşür b. A bı ‘Amir ’in hâkimiyeti sırasında, Tueibi âilesinden bir Saragosa vâlisi, ‘Abd al-Rahınân b, Mu)arrif b. Muharnmed b. H âş’m, ona bir suikast hazırladı, fakat bu suikasdm önü alındı ve vâli 989 *da ıdâm edildi. Emevîlerin sukutu üzer'ne, bunun bir toru­ nu, Yahya, „yukarı hudut" vâlisi oldu; onun at-Munz'r adlı bir oğlu var idi kt, Islavlar ile ’spaoya berberilerine karşı mücâdele ettikten sonra, kendini kıral ilân etti ve Barselona ve K asti;ya kontları ile ittifak yaptı. Onun hâki­ miyeti zamanında Saragosa da sulh ve sükûn hüküm sü rc ü ; şehir çok inkişâf etti ve nüfusu kalabalıklaştı. Sarayında ibn Darrâe aS Kastalli gibi şâirlerin terennüm ettikleri debdebeli bir hayat sürülüyordu. alM unzir 10 2 3 ’e kadar hü­ küm sürdü. ■ al-Muzaffar lekabı ile yerine geçen oğlu Yah­ ya. tahta çıkışından az sonra, Öldü ve yerini oğlu Mu‘izz al-Davla al-Munz'r II. aldı (4 2 0 — 1029'. 10 yıl sonra, kendisi ha'îfe Hişâm I I .’1 tanımak istemediği iç‘n, akrabâlarından biri olan kumandan ‘Abd Allah b. ‘Abd al-Hakam tarafından öldürüldü. Bu 'A bd AUâh iktidarı



tôt



SA R A G O S A .



ele geçirmeği denedi, fakat Saragosa halkı bir mescid kalm ıştır; bunun 14 m. yüksek, arasında isyan patlak verdi; o zaman Lârida liginde çok güzel bir kubbesi vardır ; hâlâ ( Lerida ) ’nin müstakil vâlisi Abn Ayyüb Sü­ yerinde duran sütun başlıklarına göre hüküm leyman b. Muharnmed b. Hüd, sür'atle gelip, vermek gerekirse, kubbe çok güzel başlıkları şehirde nizâmı te'sis etti ve eyâlet tahtını ele bulunan mermer sütunlara dayanıyordu Mijfgeçirdi. râb mavi zemin üzerine kabartma sıvadan bir Bu şahıs al-Musta'in unvanını aldı ve mer­ süs ile süslenmiştir. 25 m. yükseklikte, mescide kezi Saragosa olmak üzere, Bani Hüd( bk, V/j, bitişik olan küçük kule ( „halk şâiri hücresi“ 577 v.d., mad. H U D ) kıratlığını kurdu; bundan denilir ! şüphesiz aynı devirden kalmadır. Atbaşka Lârida { L erid a), T atile ve K al'at Ayüb faferia’ nın müslüınanlara âit kalıntılarının Sa­ (Calatayud j nahiyelerine sâhip idi. 438 ( 1046/ rago sa’da bir çok sarayları bunlardan yalnız 1047) ’de ölümünü müteakip birbirlerinin oğlu birin'n, al-Muktadir b. Hüd tarafından İnşâ olan şu şahıslar büküm sürmüşlerdir: Ahmed edilmiş olan Dâr ai-Surâr „sevinç evi“ ‘un adı al-Muktadir S ayf al-Davla, 474 ( 10 8 1) e fea- nı biliyoruz ) bulunan Bani Hüd sülâlesi zama­ d ar; Yûsuf al-Mu’tamin 478 ( 1085 ) ’e kadar, nından kalma olması muhtemeldir. Aljaferia Ahmed aLMusta'in İL, hıristiyanlann kazan­ hakkında müstakil bir kitap yazılması yerinde dığı V altierra savaşında 503 { m o ) ’te şehit olurdu, zira bu saray Kurtube halifeliğinin gü­ düşmüştür. Oğlu ‘Abd al-Malik 'İmâd al-Davla zel devri ile al-Hamrâ“ asri arasında bir geç'ş 4 ramazan 512 ( 19 kânun II. 1 1 1 8 ) ’de Sara­ devrinin eseridir. . gosa 'nin Sobrarbe hıristiyan'arı tarafından Saragosa 'da doğmuş olan meşhûr müslumankat’î olarak zaptedilmesine kadar hüküm sür­ lar arasında burada tanınmış hadîs âlimi Abu dü; o zaman R ueda’ya kaçtı. Bu hükümdar­ ‘ A li Husayn b. Muharnmed b. Fierro İbn Hayların zamanına dâir maalesef aneak az tefer­ yün al-Şadafi ’yİ zikretmek yerinde olacaktır; ruatlı bilgiler vardır ve tarihçilerin gösterdik­ kendisi İbn Sukkara adı ile tanınmış olup, 452 leri yıllar ekseriya birbirine uymamaktadır. ( 1060 J ‘de doğmuş ve 514 i l l 2 o ) ’te „şehit Saragosa, Hıristiyanların eline düşmesinden 9 olarak“ Cutanda savaşında ölmüştür. Müteakip sene önce, Murâbıtlar tarafından Sultan ‘A lî asırda İbn al-Abbâr onun şâkirdleri hakkında b. Yûsuf adına, 1 zilkade 503 ( 3 t mayıs 1 1 1 0 ) alfabe sırası ile tertip edilmiş bir eser (mu'cam ) ’ te zapteditmiş idi. yazmıştır ki, bu kitap F. Codera tarafından, Şimdi Saragosa ’da müslüman devrinden kal­ Bibliotheca Arabico-Hispana ‘nm IV cildinde ma eserler çok değildir; bunlar şüphesiz asır­ neşredilmiştir (daha fazla bilgi için bk. J A , lar boyunca, şehrin mâruz' kaldığı şiddetti mu­ CCII, 1923, s. 223 ve not 1 ). B i b l i y o g r a f y a : İdrisî, Descrip­ hasaralar neticesinde, yeniden inşâ edilmiştir. tion . . . ı nşr. ve trc. Dozy ve de Goeje s. „S eo ", yâni büyük kilise eski ulu camiin yeri 190/230 ( Simonet ve Lerc' undi, Crestoma­ üzerinde inşâ edilmiştir ve hâlâ şimâl-i şarkî tía arábigo-española, s. 5 3 ’te aynen tekrar cephesinde, mu'ıtemet olarak, arap devrinden edilm iştir); A 'm e ria ’ da bulunan müellifi kalma tuğlalar ve dört köşe çinilerden ( azameçhul eser : Description de l'Espagne . nşr. le jo s ) bir tezy’nat görülür. Bâzı vekayî-nâmeei ve coğrafyacılar tarafından nakledilen bir rivâ ve trc. René Basset, bk. Homenaje d D. Francisco Codera, Zaragoza, 1904, s. 642 yete göre, ulu câmi tâbi' [ b. bk.) Hanaş b. ‘Abd v.d.); E. Fagnan, Extraits inédits relatifs Allah al-Şan’âni ( ölm. 100 = 718 /719 ) tarafın au Maghreb ( Cezâyir, 1924), s. 66, 97, 127; dan inşâ ettirilm iştir; kendisi, arkadaşlarından Yàküt, Mu'cam ( nşr. Wüstenfeld ), 111, 78 biri ile, mihrâb karşısında defnedilmiş olmalı­ v. dd., (nşr. Kahire, 13 2 4 ', V, 71 v. dd. ; J . dır. Câmi Emevî halifesi Muharnmed b. ‘ Abd Aem any Bolufer, La G eo grafía de la Pe­ at Rahman b. al Kakam zamanında, 242 (856) nínsula Ibérica en los escritores arabes G ır­ ‘de genişletilmiştir. nata, 1921 ', s. loi ve sık-sık. íbn al-‘ lzSri, Bugün Saragosa ’ nin en mühim arap âbidesi al-Bayñn al- muğrib (nşr. Dozy, trc. E. Fag­ A t j a f e r i a (şüphesiz arapça al-Ca'fariya nan ), c. II, fih rist ; o 111 ( nşr. E Lévi‘den: bu da Ca'far veya İbn Ca'far adlı bir Provença! bk. fihrist-, Ibn al-Agir. al-Kamil şahsın adından alınmıştır; bu şahsın hâtırası, ( nşr. Tornberg. kısmî trc. E. Fagnan, A n­ halk rivayeti dışında muhafaza edilmemiş gö­ nales du Maghreb et de l'Espagne \ bk. rünmektedir) adı verilen saraydır. Bir çok mü­ fih r is t ; ai- Marrâkuşİ, al-M ucib ( nşr. Dozy ), him tadilata uğrayan ve bundan başka 1809 ’da kısmen tahrip edilen bu saray bugün kışla s. 4 1, 50, 85, 14 8 ; (trc . Fagnan', s. 5 0 ,6 1, >04, 18 0 ; İbn al-Abbâr, ol H uilât al siyarâ' hâline sokulmuştur; şehrin garp nihâyetinde bk. Dozy, N o t ic e s ..., s. 224 v.d.); İbn bulunmaktadır. Buranın müslüman’ ar devrine Haldun, Kitâb al-ib a r, IV, 163 v.d ; ibn A bi âit kısmından ancak 22 m2 sahasında olan küçük



S A R A G O S A — SARASİNLER.



ÎOJ



Zar', R a v i al-fcirtâs (nşr. Tornberg), s, arasında Taveni ( Ta y y ) ve Tatnudaei (Şam üd) 104, al-tjfulal al-m avşiya ı Tunus tab,), s. 71 gibi meşhûr isimler yanında Araceni adını zikr-, v. d d .; Makkarî, N afh al-t'ib ¡ kısmî nşr. eder. Bu son ismin Saraceni olduğu kolayca Dugat v.b.), İ, ıs ı, 172, 176, 288, il, 350, 767; anlaşılmaktadır. Batlamyus ( II. asrın ortalarına R, Dozy, Hisioire de s musulmans d'Espagne, doğru }, V, bolüm 17, § 3 ’te Sarakene ülkesini I, 111, I V ; ayn. mil., Essai sur l’histoire des Arabia Petraea *nın bir kısmım teşkil ediyor­ Todjibides ( Reckerchess, i, 21 1 — 239 ' ! F* muş gibi zikreder ve burayı, kendisine göre, Codera, Estudios criticas de historia arabe Paran körfezinden „Mısır yakınında" ( sıagd TTjV española (Zaragoza, 1903), s. 95— l i o ; Con­ A’ ivvıctov ) Judaea ‘ye kadar uzanan „K ara dağ­ quista de Aragón y Cataluña por los mu­ lar" ( öqî| tâxa?ıoi (tsva pikorva )‘un garbında sulmanes, s. 323— 360; Los Tochibies en Es­ gösterir ; Sarakenierden ise aksine, Mes’ud Ara­ paña, s. 361 —372, Noticias acerca de los bistan'ın içerlerinde yaşayan bir halk olarak B en ih u d ; ayn. mil., Decadencia y desapari­ bahsetmektedir; şimale doğru, dağ silsileleri ción de los Almorávides en España ( Zara­ civârmda, Skenitler ve 'OaÖîttn ( = ‘ Ad . nüsha goza, 1899), s. 12, 254 - 259; ayn mil-, Te­ fa rk ı: G a ö îttu ), bunların cenûbunda ise, Sasoro de monedas arabes descubierto en Za­ rafeenlcr ve Thamydenler ; Şamüd ; ikamet edi­ ragoza ( Museo español de antigüedades, yorlardı. Bizanslı Stephanus ’a göre, Saraka Madrid, 1879, c. XI ve R R A H , 1884, c. IV ; kelimesi ile „nabatîlerin memleketinin ötesinde Sanpere y Miquel, La reconquista de Zara­ bulunan bir ülke ( y.ıöça) kastediliyor ve sakin­ goza { Boletín de la R . Academia de Buenas lerine de SaQttv.qvoi deniliyordu"; ayn. mil. Letras, Barcelona, 1903/1904, 11, 139— 1 5 7 ) ; Taiıjvoi, yânı T ayy kelimesi ile de, SarakenDomingo y Gincs, Estudio critico sobre la lerin cenubunda oturanların anlaşıldığı söylenconquista de Zaragoza por A lfonso I ( Zara inekte ve bunu te’yit için de Ulpianus ve Ura­ goza, 1 888' ; E l Castillo de la A l ja fe ria de nios 'un tarihlerini şâhit olarak göstermekte­ Zaragoza ( Breve reseña de las bellezos ar­ dir. S arak a ’ya dâir kayıt, hakikaten hangisin­ tísticas y de los recuerdos históricos que den gelirse-gelstn, Stephanos tarafından kay­ encierra ), Zaragoza, ís. nak olarak zikredilen Uranlus, v. Domaszevvski . ( E . L e v i - P r o v e n ç a l .) ( A R , XI, 239 v. dd.) ’nin isbat etmeğe çalıştığı S A R A H S . [ Bk. SE R A H S -] gibi, Büyük İskender ’in son halefleri devrine S A R A H S t. I Ek. SERAHSÎ.] âit ise, bu kayıt Sarasinlere âit en eski şehâS A R A JE V O . [ Bk. s a r a y r v o .] det olmalıdır. Her hâlde zikredilen parçalara S A R A N D ÍB . [ Bk. serendíb.] dayanarak, Sarasinterin menşe’in', Mısır hudu­ S A R A S lN L E R , a r a p i a r a, aslında bun­ duna Sin a yarım-adasında ve nabatîlerin civâların az veya çok büyük bir kısmına d e l â l e t rında aramak zorundayız ve B. Moritz ‘e göre, e d e n b i r t â b i r . Bu ismin tarihî emin bir . hâlen onların soyundan gelenler Pelus'um ile şekilde tespit edilebilen en eski zikri, milâdî 1. Gazza arasındaki sâhil şeridi üzerinde yaşayan asrın oria'anna doğru, Anazarboslu Dioskuri- küçük Savârk bedevi kabilesidir. Kelimenin des tarafından te’lif edilm’ş olan steçi vVrjç dar mânası ile bu Sarakenler, şüphesiz DakîaTütKÎ)Ç ( 1, bölüm 67; nşr. Wellroan, Leipz'g, yanus (D e c iu s)’un saltanatının ilk yılında Mı­ 1909—1914, s. 60 ) adlı risalede geçmektedir. sır Hıristiyanlarının takibine ( 249/230 ) dâir İs­ Dioskurides, bu r sâlesİnde „sarasın ağacının" kenderiye piskoposu Dionysios ’un muasırı bu­ (S.iXQuov « i» 8£vSeo-u Su o««!) vız o D; bir mah­ lunan Eusebtus, Hist. Ecel., VI, 42 ’ u d bize ka­ sûlü olarak arap zamkı ( arap, mukl) reçine­ dar muhafaza edilmiş bulunan mektubunda ken­ sinden bahsetmekte ve Petra tarafından geçer­ dilerinden bahsedilen kimselerdir: B irço k hıken, idhâl edildiğini ve Hindistan zamkından rstiyanlar „Arabistan dağlarına" ilticâ ettiler; (bunun için krş. Bretzl, Boianische Forschun­ burada Sarakenler tarafından esir olarak satıl­ gen des Alexanderzuges, s. 282 v. dd.) daha az dılar. Daha eski kaynaklara dayanan ve IH. ( m.) elverişli olduğunu ilâve etmektedir. Bu risale­ asra âit olan Aı«;tsçıoıu6ç tîiç y?ıç ’un muh­ nin en yeni naşiri, haklı olarak, bütün el-yaz- telif yazılı şekillerinde, Liber Generationjs Mim­ malarınm şahadetine rağmen, sâdece Diosku­ di ’de, Barbarus Scal'geri ( Mon Cerm. Hist., rides tarafından zikredilmiş bulunan m a d l a - Auctores aniiyuissimi, IX, 107 ) ‘de Chronicon k o n yerli ismini İbranî Bedolah ile te’ mi- Paschale * nşr. Dindorf, s. 45 i'de, Epiphanius, nat altına alınan m a l d a k o n a şekline ve Ancoratus (nşr. Koli, s. 1 1 3 t’te Saıaceni ve £UQa*r|vb:oü *u da ’ Açafkr.oû şekline sokuyor. Ta’eniler, oldukça mühim kabileler olarak, zikrA ynı devirde yaşamış olan kadîm Plinius | edilmişlerde. III. asrın başlarında gösterilen ( Hist. Not., nşr. Detlefsen, VI, § 1 5 7 ) ’de, iç Bardesane ’n'n K etâbâ do Nümöse d'A travdtâ mem'eket’ n nafcatîlere komşu arap kabileleri ( nşr. Cureton, suryanice metin, s. 16 => tro. s.



204



SARASİNLER.



24 ) ’sında Tayöye ve Saraköye ( Eusebius ter­ cümesinde Töıvot ve Sagaxrivoi ) arap müsta­ kil göçebe kabilelerinin mümessilleri id i; ga­ liba, I I I , a s r ı n o r t a l a r ı n a d o ğ r u , o tarihe kadar nadiren zikredilmiş bulunan Saras:nler temessü! ettikleri k ü ç ü k k a b i l e l e ­ ri n başına geçmiş ve Roma imparatorluğunun hudutlarını taciz etmişlerdir. IV. asrın rû anî­ lerinden olan Eustbins ve Hieronymius ’ta Sarasinler Kitâb-ı mukaddes’ teki İsmâ'il men­ supları ile birleştirilmişlerdir : Onlar Farran veya Kızıl-denizin şarkında, içinde Höreb te­ pesinin bulunduğa Midian ülkesinde, Kâdcş ci­ varındaki çölde, Arabistan eyâletinin dışında yaşarlar; önce Ism â'ililer, daha sonra Hngari1er ve nihayet Sarakenler diye tesmiye olun­ muşlar (336*dan Önce te’lif edilmiş bulunan Eusebios Onomasticon ’da rgçö.p'i, Kt|Öû, MaÖtttp. ve ; Eus., Chron , nşr. Sehoene, II, I3*te Hieronymus: Ismahel, a quo Ismahelitarum gentes, qui postea Agareni et ad postremum Saraceni dicti = Chron. Pasch., 94ıs ; ayn, mil. Eş’iya, X LII, 7 ve Hezkiyal, XXV II münâsebeti ile, Epiphanies, Panarion H aer., IV, *, § 7 : „İsmail, çölde Faran ’■ kurar ; ondan Ismâîliler de denilen Hagarilerin, şimdi Sarasinler adını almış olan kabîleleri gelmektedir". Bu andan itibaren, S a r a s i n 1 e r a d ı d i ­ ğ e r a r a p k a b i l e l e r i n e d e ş â m i l o Imu ş t ur ; IV., V. ve VI. asrın müellifleri { Zosîmos, Rufius, Festus, Mâdihler, julianus, Ammianus Marcellinus, son araştırmalara göre, V. asrın başında Notitia Dignitatum ’u yazan Prtscus, Malchus, Nonnosus, Eunapius, Menander Protiktor, Prokopius gibi Scriptores Historiée Augustal ve aralarında Sokrates ve Sozomenos gibi kilise tarihçileri Kitâb-ı mukaddes’te geçen isimleri vermekten sakınmakta ve terci­ hen sâdece on'aıı zaman-zaman Sarasinler ve Araplar olarak tesmiye etmektedirler ve Euagrius ise, sâdece Sxiyvitttt ( krş. Ammianus Marcellinus XXII, 15, 1 : Scznitae Arabes quos Saraeenosnunc appellamus ve X X 1U, 6, 13 ; Scenitae Arabes ques Saracenos posteritas appellavit; aynı müellliiten aynen nakledilen metin için bk. Malchus, Fragm . Hist. Craec., IV, H z) demektedir: Am m ian'da Saraceni Assahitae ( yâni Gassânîler ) ve Not. Dign. Or., bölüm 28 ’de Saraceni Thamudeni tesmiyelerine de işa­ ret etmek lâzımdır. Nihayet araplar, ş'mâlde Elcezîre ve Iran i udûdunda ( Marcianus Heracl., Petiplus, 1, g i ? “ ; Expositio toütıs mundi et gentium, bölüm 20; Julian, Ammian, Proko­ pius, Menander Prot v.b. 'da sık sık ), Sarasinier adı altında da gösterifm’şlerdir. Halîfe­ ler tarafından arap imparatorluğunun kurutu­ şundan sonra, Bizansblar halîfelere tâbî İslâm



halklarını Sarasinler adı altında göstermişler­ dir ve bu ad orta çağın sonuna doğru, hattâ İbn Baitüta ( nşr. Defremery ve Sanguinetti, II, 441 ’ ’nın bir fıkrasına göre, Bagdad ha’ îfelîğ'nin sukutuna kadar, muhafaza edilmiştir j İbn Battüta, İstanbul'da imparator tarafından „Sarâkinö, yâni müslüman" dîye selâmlanmış idi. Aksine Selçuklular ve türkler iranlılar ve­ ya hagarîler diye tesmiye olunmuşlardır. Sa­ rasinler adı, haçlılar vâsıtası ile, Bizans "tan garp memleketlerine geçmiştir ve yeni zaman­ larda da arap halklarını ve şark mahsûllerini göstermek için kullanılmıştır ; Roman dilleri lügatleri, bu mevzuda bir çok delîl ve misâl­ ler vermektedirler. Sarasinler adının garp memleketlerinde ya­ yılma şekli ile göze çarpar bir tezat olarak, bizzat araplar, bu ismi n e k ü ç ü k b i r k a ­ b i l e n i n , ne ş i m a l î A r a b i s t a n k a ­ b i l e l e r i n i n t o p l u l u k i s m i olarak bi­ lirler ; saraka ( „çalm ak ", vaktiyle Joseph Scaliger ’de ) veya şark ( „şark" Retandus ), hat­ tâ şarik iştikakları, Sprenger '¡n belirttiği gi­ bi, bir tarafa bırakılmalıdırlar; bundan başka Fiîist:n Talmud ’unda ve Targüm Ycrüşalmi ’de bulunan ve bir de süryanîlerdeki Şarkî im­ lâsı, bu imlânın 2 apaXpv 6 ç, Saracenus 'ta isti­ nat etmediği kabûl edildiği takdirde, kök ola­ rak sarak ’1 gösterir. H. Winekler ( Altorient. Forschungen, II, seri I, 74 v.dd.), Sargon yıllık­ larının iki parçasında „çöl sakinleri“ mânasın­ da şarraku tâbirini bulduğunu iddia ediyor ve bu tâbirden Saıasinler adını çıkarıyordu. Hie­ ronymus 'un daha iyi bir izâhı vardır: Hezkiyal tefsirinde şöyle demektedir: „Agareni qui nunc Saraceni appellantur falso sîbi assumpsere no­ men Sarae ut de ingenua et domina videantur gen erali"; Sozomenos ÇHist. E c e l, VI, bölüm 38 ), Synkellos ( nşr. Bonn, I, 187 ) ve diğerleri Sarasinler adının bu izahını aynen tekrar etmiş­ lerdir. Bu izâh, antakyalı Macarius (X V II. asır, Travels, nşr. Balfour, II, 1(39 ) 'un seyahat hi­ kâyesinde de tekrar edilmektedir. Sarasinlerin, eski müelliflerin bâzıiarında, bilhassa Ammianus, Sozomenos. Hieronymus ( Vita M alch i), Prokopius Gazaeus, Prise’anus ve Cassarea ’lı Prokopius ’ta anlatılmış olan örf ve âdetleri yeniden gözden geçirilmeğe ve izâh edilmeğe değer. B i b l i y o g r a f y a - . A. Sprenger, Die alte geogr. Arabiens ( Bern, 1875 ), § 328; B. Moritz ( Pauly-Wissowa, Realenzyklopaedie, mad. S a r a k a ve D er Sinaikult in heid­ nischer Zeit, Abk. G. W. Gott., yeni seri, X V l/it, 9 y.d. O L Z ( »912', s. 206 ( Eb. Nestle) ve 3 10 (F . Perles ); Philologus, L I, 737 ( Ib . Nöldeke). ( J . H. M ORDTMANN.)



SARÂÎ -



S A R A T . [ Bk. se r â t .] S A R A T Â N . [ Bk. s e r a t A n .] S A R A Y . S A R A Y . S e r â y , S e r â , eski fars­ ça * srâda ( < 9ra „korumak" ) Men gelmekte olup, farsçada umûmiyetle ,,eV, mesken, konak, menzil" mânasına gelen, tüıkçede de bu mâna­ lar ite birlikte, daha ziyâde „büyük koçak, hükümdarın ikametgâhı" yâni „saray, kasr, köşk" mânalarında kullanılan bir kelimedir. Bu kelimenin arapça'aşmış şeklî surâdik olup, husûsiyle serâ-perde' nin karşılığıdır ve „çadır perdesi, harem perdesi ve pâdişâh otağı" mâ­ nasına gelmektedir. Sera ve serây kelimeleri farsçada mecâzen dünyâ, cihan, âlem mânala­ rında da kullanılmış ve türlü terklpleıde de çe­ şitli mâna'ar alm ıştır: halvet serâ, iulm ei-serö, harem-serâ, mihnet serâ gibi. Türkç .de ise, bil­ hassa bu kelime ile teşkil edilmiş iki mürekkep isim, kervansaray ( kârbân-sera ) ve sâhil-saray (sâhil-serâ) çok kullanılmıştır. Bunlardan birin­ cisi kervanların konakladığı büyük han. ikinc'sı ise, den'z sâhilindeki konak, yalı mânasın­ da Osman'ı türkçes'nde bugün de bilinmekte­ dir. Saray kelimesi aynı zamanda, d;ğer bir çok türk lehçelerinde de mevcut olduğu gibi, şark Türk lehçesinde hakikî ve mecazi mânalarında yâni hem büyük ev, mahfel ve kasr-ı sultanî, hem de dünyâ ve âhiret mânalarında kullanıl­ maktadır ( krş. Hüıeyin Kâzım Kadri, Türk lü­ gati', Şemseddin Sâmî, Kamus-1 ta rk t, Şeyh Süleyman efendi, Lugat-i ç a g a ia y ; Müntehabât-ı lugat-ı osm âniye; Salâhı, Lügat-t Osma­ niye-, Farsça lügat; Ferheng-i Ştt’ürt; Ahmed Vefik Paşa, Lehce-i osmânİ Saray, türk medeniyetinin hâkim oldı ğu bü tün ülkelerde öteden beri hükümdarların, şeh­ zadelerin, umûmî vâtilern. ümerânın ikamet­ gâhları için kullanılmış ve bâzan bun'arın mer­ kezleri etrâfmda teşekkül eden şehirler de bu isim ile adlandırılmıştır. Altın-Ordu devletinin merkezi olan İtil ( Volga ) ne’. ri boyundaki Sa­ ray ve Anadolu Ma bugün de meveût Aksaray, Hatun-saray şehirleri buna misâl teşkil eder Kırım banlığmdaki Bahçe-Saray şehri, XV. asır­ da, Çorum civarında mârûf bir kasaba olarak gö­ rünen Saray-katar ( bugün Iskilib kazasının Alagöz nahiyesindeki Saray kÖyÜ ' da bu cüml.edend'r. Anadolu Selçuklu sultanlarının Kayse­ ri Me, Sivas ’ta i ŞTâ'ye medresesi yanında) ve Konya Ma sarayları bulunduğu gibi, bu devle­ tin inkırazından soma Anadolu Ma kurulan türk beylikleri de merkezleri olan şehirlerde saray­ lar yaptırmışlardı. Kütahya, Mamsa, Malatya, Silifke gibi şelvrîer'mizde bugün mevcut saray mahalleleri, vaktiyle buralarda kurulmuş, uzun veya kısa bir müddet yaşamış türk saraylarının hâtıra’arıdır. XV asırda keza Dulkadsriı oğlu



SARAY.



Süleyman Bey ’in Maraş ’ta, Akkoyunlu hüküm­ darı Yâkub B e y ’in de T e b riz ’de sarayları ojduğunu biliyoruz. Osmanlılarda ise, başlangıç­ tan itibaren, hükümet merkezi yaptıkları şehir­ lerde, müteaddit saraylar inşâ edilmiş idi. Or­ han Gâzî, İznik ’i zaptedince, gazilerin boş olan saray gibi evlerde oturduğunu Neşrî kaydet­ mektedir ( Cihan-niimâ, nşr. Türk Tarih Kuru­ mu, 1, 158’. Bu hükümdarın burada da bir saray yaptırmış olması mümkündür. Fakat Orhan Bey’i;ı Bursa'da, Hisar Ma, bugün yeri tespit edi­ lememekle berâber, ¡Dşâ ettirdiği ve Bey-Sarayı den'ten bir saray var idi k>, sonradan Karamanoğtu Mehmed Bey, Bursa ’yı bîr aralık ele geçi­ rince, burayı da tahrip etmiş idi. Rumeli fütu­ hatı sır .sunda, Murad I. Dimetoka sarayını, Yıldırım Bayez'd ise, Edirne Me eski-sarayı yap­ tırmış îdi. Vize ’ye tâbi ve bugütı kaza merkezi olan Saray kasabasının da, bu ilk fütuhât sıra­ larında orada bir hükümdar veya vezir, beyler, beyi gibi, ümerâdan b; ri tarafndan yaptırılan sarayın hâtırasını taşıdığı söylenebil'r Murad l î.’ın Edirne'de Eskisaray iç’nde bir köşk yap­ tırdığını. Fâtih Sultan Mehmed ’in de y :ne bir şehirde Yeni-Saray adını alan bir saray yaptır­ dığım ezcümle XV. asır tarih kaynağı olan Oruç Bey in kayıdlarmdan Tevârih âl-i Osman, nşr. Babinger, s. 49, 63 ) türk yerleşme ve iskân tarihî unsurlarından eski türk sarayları hakkın­ da sarih bir bilgiye sâhip oluyoruz. Balkan fü­ tuhatı iteriled kçe. S o fy a ’da, Selanik’ te ve daha başka yerlerde de muhtelif ümerâ ve belki de Pâdişâhlar tarafından saraylar yaptırılmıştır. Bosna Ma bugünkü Sarajevo ’nun adı da bura­ da yaptırılan saraydan alınmış, evvelâ, „Saray ovası" denilmiş (krş. Aşık paşa-zâde, Tevârih âl-i Osman, s. 242; XV. aslıda S elan ik ’teki Saray mahallesi için bk. M. Tayyib Gökbilgin, Edirne ve Paşa livası, s. 153 ), sonra da SarayBosna ismi ile mârûf o'muşlur. Edirne'de, da­ ha sonraları, Yen saray içinde muhtelif kasır­ lar ile birlikte, Selim 11. tarafından yaptırılan Mamak sarayı ( veya Mumuk sa ra y ı), Edirne civânndakİ köylerden birinde Akpınar sarayı mevcut idi ( tafsilât ¡çln bk. Dr. Rifat Osman, Edirne sarayı, nşr. Süheyl Ünver, Ankara, 1957 ), İstanbul ’un fethinden sonra, burada da evvelâ Eski-Saray ( Sarây-i atîfe, bugünkü Üni­ versite merkez binasının olduğu yerd e\ daha sonra da Ycn:-Saray 1 Sarây-i cedîd, bk. mad, TOPKAPI SARAYI ) yaptırıldı. Bunu tâkiben muh­ telif devirlerde vezirlerin adını taşıyan meşhur saraylar var îdi : İbrâhim Paşa -arayı, Silâhdar Mustafa Paşa sarayı, Fazlı Paşa sarayı, Recep Paşa sarayı, Yusuf Paşa sarayı, Siyavuş Paşa sarayı v.b. gibi 1 tafsilât için bk. İbrahim Hakla Konyalı, İstanbul sarayları, İstanbul, 19 4 3; Se-



SARA Y. dat Çetin taş, İbrahim Paşa sarayı, İstanbul, 1939 )• Mîrî saraylardan A tmeydanı sarayı ve Gaiata sarayı ile son asırlarda yaptırılan Beşik­ taş sarayı (Dolmabahçe sarayı *, Çırâgan sarayı, Beylerbeyi sarayı. Yıldız sarayı gibi saraylar da bu arada zikredilmelidir. Bugiin Türkiye'de sa^ yısı 3 0 ‘u bulan köy, mahalle ve muhtarlık gibi meskûn mahal saray tesmiye edild-ği gibi, yine bir çok köy de saray kelimesi İle yapılmış muh­ telif isimler (Saraycık, Saray-altı, Saray-deresi, Saray-Köy, Saraylar, Saraylı, Saray-Magara, Sa ray-Önü, Sulu-Saray, Saray-Özü, Saray-Paşa, Saray-Yanı, Saray-Yeri ) taşımaktadır t krş Tür­ k iy e 'd e meskûn yerler kılavuza, nşr. fç İşleri Bakanlığı, Ankara, 1947, I I }. Saraya mensup olanlardan muhtelif kimseler de, „saraylı, saraydar, saray ağası" gibi lakaplar taşıyorlardı. Sa­ ray kelimesinin arapçada saraya şekli görüldü­ ğü gibi, İtalyanca şekli olan seraglio ve fransızcadaki sérail kelimeleri bâzan harem mânasına kullanılıyordu. Osmanlı 'mparatorluğu merke­ zindeki iktidarı, son asırlarda, sadrâzamın ida­ re ettiği Bâbıâli ( Paşa-Kapıst ) ve bunun ya­ nında, çok defa da hâkim ve ustun bîr durumda bulunan saray teşkilâtı temsil ediyordu ve bu iki kelime ile de ( Bâbıâli ve saray ! Osmanlı devletinin en yüksek iktidar mevkileri ifâde edilnvş oluyordu, t M. T a Y Y İB G ö K BİLG İN . ) S A R A Y . SARAY, A l t m - O r d u ’nun p a y i t a h t ı , krş. madd. K IPÇ A K ve M CĞ U LLAR. Kelime farsça saray ( „saray" ) ’ dır ; bununla be­ raber, arapça kaynaklarda sık-sık şarây şeklinde yazılmıştır. Bâtü tarafından te'sisi v e Saıay Berke tâbiri hakkında bk. 1 A , 11, 351 v .d ve 11, 553 Coğrafyacılar ve tarihçiler tarafından bu isimde t e k b i r şehirden bahsedilir, sik kelerde ise, bir „Y en'-Saray" ( Saray al-cadid s zikredilir; Yen:-S a ıa y ’da darbedilen paraların en eskisi 7 1 0 i = 1 3 1 0 } yılına aittir. Şimdiye kadar Yeni-Saray ’m zikredildiğf bilinen yegâne kayıt. Şams al-Din Şucâ'i al-Mişri v e ondan naklr n Sbn Kâzi Şuhba ( metin lç:n bk Tıesen bausen, Sbornik maierialov, otnosyaşçihsya k istorit Zolotoy Ordı. s. 254 v e 445 'deki Özbeg Han 'm Yeni-Saray ’da ölümüne < muhteme­ len 7 4 2 =1 3 4 1 / 1 3 4 2 ) dâir olan kayıttır. Saray şehrinin kalıntısı olarak, V o lg a 'dan ayrılan Ahtübe ( „Ak-Tepe" ) kenarında iki şehir harabe­ si kabûl edilmektedir ki, bunlar bugünkü Tzarev ve SeSİtrennoye veya Selitrennıy Gorodok'tur. Her iki harabe yerinden haugis'nin Altm-Ordu 's u n payitahtı olduğu v e ne zaman harâp ol­ duğu bir veya iki saray mı bulunduğu ( yâni „Y e n i-S a ra y "’in şehrin bir semti mi, yoksa başka bir yerde inşâ edilen yeni bir şehir mi olduğu ). X V 111. asırdan beri, ilim âleminde pek sık münakaşa edilen mevzularından biri olup,



bugün dabi bir neticeye varılamamıştır. K ay­ naklardaki kayıtlar umûmiyetle müphem ve birbirini nakzeder mâhiyettedir; Abu ’İ-Fidâ“ ( ve daha başkaları) ’nın verdiği Volga munsabı ve Saray arasındaki mesafe (2 günlük yol) Selitrennoye’ye uyar; buna mukabil aynı kay­ nakta ( nşr. Reinaud, s. 217 ) Abu ’t-Fidâ' şehrin bir ovada ! f i m ustav'" min a l-a ri ) inşâ edil­ diğini söyler ki, bu da yalnız Tzarev ’e uygun düşer i Selitrennoye tepelerde kurulmuştur). Aynı kayıt İbn Battüta (nşr. Defremery ve Sanguinetti, İV, 447, f i basit’"- m ir a l- a r i ) 'da da bulunur; şehrin ortasında bir gölcük bulun­ duğuna dâir Şihâb al-Din ai-'Omari Vm tas­ viri de ( metin, Tiesenhausen, s. 220 ) Tzarev ’1 te’yit eder. A Tereşçenko ‘nun Tzarev ’in için de ve civarında uzun yıllardan beri yaptığı kazılar i 1843 — *851 ' orada bir büyük şehir bakiyesi bulunduğunu, itiraza mahal vermeye­ cek şekilde, isbât eder. Grigoryev tarafından daha 184$ 'te Saray 'm kalıntılarının ancak T zarev’de aranması lâzım geldiğine dâir ileri sürü'en kanâat bu hafriyatın neticelerine isti­ nat eder Selitrennoye 'de olsa-oîsa Bâtû 'nun in­ şâ ettirdiği ve sonra Berke V n Saray 'min yerini aldığı şehir bulanabilir. Grigoryev 'in idd ası­ nın te’siri altında Slovyev in Geschichte Russ­ lands ( „Rusya tarihi", nşr „ Obşç. polza" cem., I, 8 4 !)'m d a Saray T zarev’de — Karam zin’in düşündüğü gibi ( IV, not 74; alm. trc.. Riga, 1823, IV, not 53, s, 2f>3), Selitrennoye’de de­ ğil — tesbit edilir. Selitıennoye ’deki harabeler şimdiye kadar ancak sathî bir şekilde aıaştırılm îştır; o da bemen-hemen tıpkı Tzarev 'deki harabeler büyüklüğünde bîr sâha kaplar (her ■ki harabe sahası ■ 1 km. kadar uzunluğunda, Tzarev 'deki 3—4, Selitrennoye 'deki 2—3 km. kadar genişliğindedir), buna rağmen orada elde edilen l uluntular çok daha az ehemmiyetlidir. G Sablukov tarafından 1844 yılında ( Oçerk vnuirennego sostpyaniya Kipçakskago çarstva, nşr. N. Katanov, Kazan, 1895, s. *8) Selitren­ noye 'nin Eski-Saray, Tzarev ’in Yeni-Saray olduğu hakkında ileri sürülen fikir, daha son­ ra D. Kobeko ( Z a p IV, 267—277) tarafından ve yeniden F. Ballod tarafından tekrar ele alınmıştır, buna karşı A. Spı'tzın ( Zap., XI, 287—290.' Eski-Saray ’1, Tzarev ‘de, Yeni-Sarây ’ı Selitrennoye 'de arar. Abu 'l-Fidâ‘ , s 36 ’ da, bir tüccardan nakledilen izâhata göre, Saray 'm aşsğı tarafında Aktübe kena­ rında Eski-Yurt denilen bir köy bulunuyordu; bu kayıt belki de Selitrennoye "yi göstermek­ tedir. Bulunan sikkeler gösteriyor ki, Selitren­ noye, muhtemelen T zarev’detı önce, fakat her hâlde ondan çok sonra da meskûn lu'unuyordu.



S A R A Y — SARDİNYA.



Saray, 1395 yılında. Timur tarafından tahrip edilmiştir; bu tahribatın izleri, Tereşçenko ta­ rafından bulunan başsız, ayaksız, kolsuz v.b. iskeletlerde görülebilir. Belki bu yüzden Seli* trennoye’deki yer yeniden, daha büyük bir ehemmiyet kazanmıştır. 1472 yılında Saray, rus Vyatka korsanlan tarafından sıkıştırıldı, muh­ temelen bir rus fırkası tarafından, kırımlılar te müştereken, tahrip edildi. 1554 sıralarında, ■usların Astırhan ( b. bk.] ’ t zaptı sırasında ( krş I A ,l, 680 v dd.) Tzerev ve Selitrennoye civâındaki şehirler artık harabe hâlinde bulunu­ yordu B i b l i y o g r a f y a : V. Grigoryev, O mestopo/ojenü Saraya, stolittı Zolotoy Ordı ( 1845 : Jurrt. Min. vntıtr. del, nr. 2 ,3 ve 4 ; daha sonra buradan 1876, Rossiya i Aziya ’da s. 239—32 1). Tereşçenko tarafından ya­ pılan k a z ı l a r ve elde edilen bilgiler hak­ kında bk. Zap.. XIX, s. H1 ve IV ; bunlardan başka fak. A. Tereşçenko, Okonçatelnoye izsledovaniye mestnosti Saraya, s oçerkom s/edov Deşi-Kipçakskago îsarstva ( Zap. A kad.N auk. 1854. 11,89— 1 0 5 !; Fr. M. Sch­ midt, Uber Rubrtık’s Reise (Berlin, 1885; Z G Erdk. B e ri. XX , s 7 4 - 8 1. ( W . B a r t h o l d .)



S A R A Y - B O S N A . { Bk. b o s n a - s a r a y .] S A R A Y E V O . ( Bk b o s n a -S a r a y .] S A R B A D A R . ( Bk. s a r b e d â r .) S A R D A R . [ Bk. S ERDAR. I S A R D İN Y A ( arapça kaynak'arda: S A R DÂNİYA, Ş a R D Â n İY A ). Akdeniz’de, Kors'ka 11ın takriben 13,5 km. cenfıbunda, İtalya ’da Civita Vecchia şehrinden 220 km. mesafede bulunan b ir a d a n ı n i s m i olup, mesahası 24.090 kms. ’dır. Arazisi dağlık olup, 2.000 m lik bir zirveye mâliktir. Bir ucundan öteki ucuna uzunluğu 300 km, ve gen:şl’ği 75 km 'd:r. Ada başlıca granit kayalıklar silsilesi ile yük­ sek yaylalarından teşekkül etmiştir. Bu kara renkli dağ silsilesi adanın vahşî bir manzara arzetmesine sebep olmuştur. Bu, şüphesiz, hâ­ diseler bakımından fakir o'an adanın tarihini izâh eder. Adada bulunan 6.000 kadar ..nuraghi“ yâni yuvarlak kuleler, buranın tunç devrinde mes­ kûn olduğuna delâlet eder; fakat ancak tenikeliler devrini idrâk ettikten sonradır ki, Sardiııya’ya âit malûmata sahibiz. Bu müstevliler hakîkaten adayı 500—480 i m. ö.' senelerine doğ­ ra fethettiler ve kendi zahire ambar'annı dol­ durmak iç’n, adayı vergiye bağlayan hâkimler zincirinin ilk halkası oldular. Romalıların :şgâli de halk için daha ağır oldu. Serbest şehir hu­ kukuna sahip olmadıkları için, Roma nın buğ­ dayının büyük bir kısmını te’ min etmeğe icbar



¿0 ? -



edildiler ve vergi ödemeğe de mecbûr oldular. Adada 180 (m. ö.)’de 80,000 esirin ayaklanma­ sına hiç şaşmamalıdır. Romalılar adadan bir menfâ yeri olarak faydalanıyorlardı. 355 ( m. s.) ’te Constantins ’un üç piskoposu, Sardinya ’yâ nefyettiğini biliyoruz. 440 ’ta Vandallar, adanın Roma imparatorluğuna erzak te’min ettiğini gö­ rerek, oraya hücûma hazırlandılar ve 476 ’da ada onlara terkediidi. Oraya askeri ve sivil, bütün idareyi elinde bulunduran bir cermen vâîi tâyin edildi, Son olarak Iustiniamıs adayı zaptetti ve burası X .asra kadar Bizans’ın elin­ de kaldı. İbn ‘Abd al-Hakam, Fulüh Mişr tta 'l-M ağrib va 'l-Andalus adlı eserinde, Sardinya ’nın 92 (h .)’ye doğru, Ispanya'nın fethedild’ği sı­ rada, zaptedildiğini kabûl etmektedir. Sard'nyalıların, araplar tarafından servetlerinin yağ­ ma edilmesinden kurtulmak için, limanından faydalandıklarına dâir verd'ği malûmat akla yakındır. Arapların ada üzerine mûtâd bas­ kınlarından birini yaptıkları doğru olmakla beraber, orada uzun zaman kalamamışlardır. Araplar buraya 98 ( h.) ve ı ı 8 ( h ) ’de tek­ rar geldiler, fakat orada kalmağa çalışmadı­ lar. Bununla beraber 130 th.) 'de bir adım daha attılar ve fakir düşmüş halkı vergi ver­ meğe icbâr ettiler. 725 (m. s .î’te Luitprand, araplarm tekrarlanan baskınlarından korkarak, aziz Augustinus’un nâşını alıp, P avia'ya nakl­ etmeğe muvaffak oldu. Kilisenin bu büyük hazînesi VI. asîrdan beri Cagüari ’de bulunu­ yordu. Sardinya VIII. asrın sonlarına doğru bir defa daha araplarm eline geçti ( 143 h.). Araplar, önceki fatihler gibi, buğday te’min etmek için adadan faydalanmadılar; fakat 227 ( h.' ’de Roma 'ya karşı cesûrâoe bücûm ettik­ leri vakit, son darbeyi indirmeden önce, Sar­ dunya 'yi hareket üssü olarak kullandılar. Aynı asırda i X.) ‘Ubayd Allah al-M ahdiV n 312/ 313 (924/925 i‘te Cenova'yi yağma ett'ği va­ kit, Satdmya ’ya da uğradığını biliyoruz. Adada arap te’sirin'n son belirtisi, 393 ( 1002/1003 ) 'te İspanya 'da Deniah al-Mucâhid ’in hukmii altına girmes'dir. Bu Akdeniz korsanları Sar­ dunya halkı arasına dehşet saçtılar. Arapların orada kültür, ticâret, din ve san’at eserleri bırakmamış olmaları gariptir. Arap hâkimiyetin'n yerine Pisa hâk'miyet! geçti ve onu da Aragon hâkimiyet' tâkip etti. Yen' çağlarda ada Ispanya’ya, Fran sa’ya ve Avusturya ’ya tâbi olarak, çok el değiştirdi. Bugünkü sahibi olan İtalya Sardinya 'da yeni bir devir açmıştır. . B i b l i y o g r a f y a : İbn al-Aşir, al-Râmil i nşr. Tornke r g f i h r i s t ; Yâköt, Mu'cam i nşr, Wustenfeld ), 111, 73 ; İbn BattüÇa 1 nşr.



SARDİNYÂ -



BAREİCAT-İSL a M.



Defrémery ve Sanguinetts ), IV, 3 3 1 ; al- ları çok güç oldu. Her şeye rağmen, yavaş-ya­ Bafcri { nşr. de Stane“ }, Alger, 19 11, fih rist; vaş tahsil görmüş cavahlardan küçük bir çevre al- Dimaşki, Nııhbat al~dahr (nşr. Mehren ), meydana geldi ve bunlar, tabiî olarak, yabancı fih rist; İbn al-'Izari, al-Bayân al-m uğrib, vesayeti fena bir göz ile gördüler. Buna Ho­ 111 (nşr. E. Lévi-Provençal ), fih rist; G. landa H indistan:’nda akisler uyandıran şarkî Manno, Storia della Sardegna ( 1 825 ) ; Tyn- A sya hâdiseleri inzimam etti. Daha ruslar ile dal, The Island o f Sardinia (London, 1849); savaştan (19 0 4 /19 0 5 ) önce, japonlar Hoianda O. Martini, Storia delle invasion! degli Hindistan! 'nda avrupahlar ile müsavi bir mev­ A rabi e delle piraterie dei Barbarescki in ki elde etmiş’erdi. Çin cumhuriyetinin kurulma­ Sardegna (C agl'arİ, 1861 ); G. Sergi, La sından { 1 9 1 1 ) sonra, Çin harp gemileri Cava Sardegna ( Teri no, 1907 ) ; Cambridge Medi­ ’yi ziyaret etti ve Çin me’ mûrları hemşehri­ aeval H istory, I, II ve III ; Gazana. Storia lerinin durumları hakkında bilgi toplamağa gel­ diler. Hoianda Hindistanı ’ndaki çinliler bir kaç della Sardegna, s. u , 151. (T . C r o u t h e r G o rd on .) yıldan beri ( 1908 'den b e ri) arzû tetikleri HoS A R E . [B k, İt RAHİM, PEYGAMBER.] landa-Çin mekteplerini elde e ttiler; hareket S A R E K A T - Î S L A M ( sarekat, arapça şari- hürriyetlerine konulmuş olan tahditler kaldırıldı ka [ „cemiyet“ ] ’ nin Cava dilindeki telâffuzu), ( 19 10 ) ve adalet tatbikatı daha iyi bir şekilde müslüman I n d o n e z y a ' d a s i y â s î bi r t e- tanzim edildi (1 91 2 i Araplar da „yabancı şark­ ş e k k k ü l olup, Sura» ar ta ( Cava ) 'da vücûda lılar" ’a dâir yeni kanûnlar ile kazanç elde etgelnrş ve eski Helanda Hindistan! 'n a yerli nü­ miş’e rd i; fakat cavahların durumu aynı kaldı. fusunun gelişmesi tarihinde ve bu asrın ilk çey­ 1908 'de, Batavia 'daki „Dokier-cava“ mekte­ reğinde Hoianda 'nın İn ulinde 'deki müstem­ bi (yerli tıp m ektebi) talebesi Cava gençleri­ leke 3İyâset'nde mühim bir rol oynamıştır. [ krş. nin birliği olau Budi-utama („a sil gayret“ ) 'yi mad. İNDONEZYA ]. Teşekkülün hedefi, İslâmiyet! kurdular; bu, hükümet makamlarından, teşki­ muhafaza edeıek, yerli unsura içtimâi, siyâsî ve lâtlanarak, bâzı istekleri elde etmek ve bilhas­ iktisâdı, bakımdan daha mühim bir mevkî te- sa daha tam ve daha iyi bir tahsili tahakkuk ’min etmek idi, zira eski Hoianda Hindistan! etFrm ek için yapıtmış çekingen bir deneme idi. ( İndonezya ’nda yaşayan halk bütününün bü­ Yalnız holandahlar değil, beikl muhafazakâr bir yük bir kısmının muhtelif âzâlarım birleştiren çok cavahlar tarafından da itimatsızlık ile kar­ tabiî bağ islâmiyettir. Gerçekte Sarekat İslam şılanın bu hareketin teşvik edicisi „Dokter-ea’ın relslerin’n kendileri bu târifi tasvip etmez­ va" Vahidin=Sud ra-Usada idi. Bu ilk Cava lerdi ve mahallî ahvâle göre, başka tarifler tek­ birliği, kendine taraftar bulduğu nisbette, Cava lif ederler ve teşekküllerinin gayesi hakkında, cemiyetinin en yüksek tabakasına mensup kim­ ifâde edebildikleri nisbette, başka değerlendir­ selerden müteşekkil idi; h a l k k ü t l e s i bu • meler verirlerdi. n a k a t ı l m a d ı ; fakat yavaş-yavaş bu birlik M e n ş e ’ l e r i . Cava halk kütles'nin kendi de içtimâi durumun düzeltilmesini hararetle ar­ efendileri karşısındaki durumu dâimâ en-büyük zû etmeğe başladı ve bu gelişme muhtelif hâ­ itaatin misâlini vermiş id i; fakat-XIX. asırda, diselerin neticesinde vukua geldi. holandalıların durmadan gen'şleyen nufûzıı bu a. İ ç t i m â i durum çok k i f a y e t s i z idi. halkın ve ayn1 zamanda yerli efendilerin istik­ Yabancı şarklılardan farklı olarak, İndonezyalâlini gît-gide daha çok tahdit ediyordu. Cava lıiar avrupalı veya yerli efendilerine mecburî hâkimiyetinin Hind diyarı adalarını kucakladığı b i r s a y g ı n i ş a n e s i ( hormat, ar. hurma ) maziyi düşünürken duydukları millî gurur ye­ gösteriyorlardı; doğrusunu söylemek lâzımsa,, rini yabancılar ( holandahlar, araplar, çinliler } meıkezî hükümet bu hormat 'ın yumuşatılması karşısında bir a ş a ğ ı l ı k d u y g u s u n a bı­ için bir çok defalar hüküm çıkarm ıştı; fakat tat­ rak tı; bun’ar, bilhassa holandahlar ve sonra çîn- bikat hemen dâimâ aynı kaldı. M u h â k e m e liler, yerliler hakkında duydukları küçümsemeyi u s û l ü avrupahlartn lebinde idi; tahkikat sı­ nâd'ren gizliyorlardı. XiX. asrın sonunda, Cava rasında, yalnız sanık’ara değil, ekseriya kolaylık priyayi ! „me’rnûr asil sınıfı" , ’ leri arasında te­ olsun diye, şâbidlere de tatbik edilen hapis bîr rakki tarafdarlanndan bazıları çocuklarına bir suiistimâi idi ve bu asrın ilk yansında henüz Avrupa terbiyesi vermeği denemeğe başladık­ bertaraf edilmemiş id i; mahkeme ve zabıta ce­ ları zaman, teşebbüslerinde bâzı holandahlar zaları her zaman âdil değil idi ve yalnız yerli­ tarafından desteklendikleri doğrudur. Fakat lere verilirdi. Mesken emniyeti çok zaman te’me’mûrların mühim bir ekseriyeti bu yeniliğe m:nat altında bulunmayordu ; kendi malının karşı çok açık bir mukavemet gösterdi ve mek­ yağma edildiğ'n' gidip hükümete l aber vererek, tep roe’zûnu bir kaç gencin cemiyet içinde yeni karışık ve faydasız bir zahmeti üzerine almakkabiliyetlerine tekabül edecek bir mevkî bulma­ tansa, bu hususta sırn saklamama tercih edil



S A R E K A T -İSL A M . dîği olurdu. Avrupalılann müesseselerinde çalıgân ameleler a f i r a n g a r y a l a r a kargılık ancak çok az telâfi edici haklara sahip idiler ve ü c r e t l e r i çoğu z a m a n y e t e r s i z i di . T a h s i 1 tarnâmîyle kifayetsiz İdi. En nihayet, Çin ileriieyip, inkişâf ettikçe, bâzı çinliIerin, bilhassa yeni muhacirlerin cavaiıfara karşı ta­ vırları o' kadar mütecaviz bir hâl aldı ki, cavalilar bundan ağır şekilde inciniyorlardı. Çinli­ lere karşı yapılan taşkm hareketler bunu isbat etmiştir. b. İ k t i s â d i durum bozulmuş idî. 1830‘a döğrü, yerli halk bir felâket olan „Cultuursfelsel", bilhassa kahve için kabul edilince, yerli iktisadın serbest inkişâfı birden-bire kesildi; 1877 ’de, bu usûlün kaldırılması üzerine, Holanda idaresi 832.000.000 Holanda florini kazanmış idi ki, bu meblağ devlet masraflarının 21 % ‘ni teşkil ediyordu. Bunu hemen takip eden devir­ de, Avrupa sanayii ile nebat dikicilerinin çok söft rekabeti yüzünden, orta sınıf ve köylüler ğit-gîde İktisadî İstiklâllerini kaybettiler, aynı Zamâhda uzun müddetten beri çinliler ile arap* lâf hemen-hemen münhasıran t’ câret için aracı vazifesini görüyorlardı. Yabancıların rekabetine karşı kendilerini müdâfaa etmek için ne kadar kuvvet gösterirlerse göstersinler, bilhassa hemeri-hemeni iamâmiyle millî bir sanayi olan „b atik " demlen bir nevi basmacılık sana­ yiinin' ( yılda aş.-yk. 90.000.000' florini temsil ediyordu; yerli sanâyiin kısa bir tasviri iç’n bk. Koloniaal Verslag iıan 1920, sth, 7) yerli ipti­ daî maddeleri yerine andın boyaları ve idbâl edilen dokuma mahsûlleri kullanmasından itibSreıi, bıi düşüşlerinin mühim olmasına mâni olmadı ( bu iktisâdı düşüş hakkında daha fazla teferruat için bk. Önder zoek naar de mindere' zoelvaart der inlandsche bevolking op Ja v a en Madoera, Batav’a, 1905 —1914, büyük böyda 32 e.; bu husûsta kurulmuş olan heye’tin raporu). c. Üçüncü olarak h ı r ı s t i y a n l a ş t ı r m a k o r k u s u zikrolünâbilir; bununla beraber bu âmilîn daha sonralar! te’şiri görülür ve miisliiman1 nüfusurt hıristiyan din hey’etler'hin çalış­ maları karşısında çıkardıkları kargaşalıklar, de­ vir' ve yerlere göre, çok muhtelif olmuştur. Fakât daha çatılı'b îr hıristiyan propagandasının inkişâf ettirilmesi Holanda parlamentosu âzâlarindâu bir kısmında açık bir tasvip görme­ sinden' ye Mekke 'nîn buna karşı bâzı ihtarlar çekmesinden S.-I. ’ıh reisleri kütle arasında kargaşalıklar çıkarm ak' husûsunda istifâde et­ tiler ki',' bu''İlâ' halkın S - İ . ’a iltihâkı ile ifâ­ desini buldu. ' Nisbeteh ehemmiyetsiz bir hâdise. 19 10 'd a S -İv'ip kurulmasıüâ sebep olmuştur ( teşekkü­ lün'ilk yılları ile ilgili keâin bilgilerimiz yokIatim Ansiklopedisi



tur). Bir çin kongsi („ticâret şirketi“ ) ’si ta­ rafından yapılan dürüst olmayan bir Fcâret muamelesi Snrakarta civarında, bir çok zengin cavalı tacirlerin oturduğu ve cavah tacirler ile çınlı tacirler arasındaki rekabetin husûsî bir şiddetle devam ettirildiği Lavveyan ( Nglavveyan ) ’da, cavalılar arasında, öyle bir kızgınlık yarattı ki, esasen çok gayr-İ müsait durumda bulunan cavalılar Çin mallarına boykot yapmak için anlaştılar. S a r e k a t-i s 1 a m bundan' meydana geldi ve ihtimal bir kaç yıl önce bir cavah ile bîr kaç arap tacir tarafından kurul­ muş olan Buitenzorg ’daki Sarekat Dagang İs­ lam örneğine göre, teşkilâtlandı; S. Dagang İs­ lam adı her hâlde Surakarta ’da da fcullanılm'ştır. Ne olursa-olsun Surakarta Sarekat-İslam ’1 tamâmiyle müstakil bir şekilde inkişâf etmiştir. Sarekat-islam çabucak ilk hedefinden ayrıldı. H a r e k e t Çin mallarına boykot edilmesinin muvaffakiyetinden sonra i n a n ı l m a z b i r s ü r ’a 1 1 e gelişti. Bununla beraber harekete' iltihak edenlerin sayısının çok fazla artması, yalnız o devirde Çinlilere karşı tabiî olan kin ile izâh edilemez; bu daha ziyâde daha büyük bir hürriyet ve daha dar bir vesâyet isteyen cavalılarıo, çinlilere karşı kazandığı muvaffaki­ yetten sonra, birliğin başka yabancılar karşı­ sında da kendilerine daha büyük bir' itibâr kazandırabileceğini düşünmeleri keyfiyeti ile izâh edilebilir; yâni bu teşekkül cavahların, m ü s l ü m a n şiarı altında —-sünnî olan L a­ vveyan ’da m ü s l i i m a n l a r birliği bu şekilde kendiliğinden meydana çıkıyordu — bir zafe­ rinin daha önce mahkûm edilmediğinin bir delilini verince, yukarıda taslak hâlinde göste­ rilen durumda (a , b, c bölümleri ) umumiyetle duyulan bir boşluğu dolduruyordu ve binnetîce çinlilere karşı boykot hareketi ile hiç bir alâ­ kası bulunmayan kimseleri de içine alabiliyor­ du. M enşeleri ile alâkalı olarak boykot hare­ ketinden daha mühim otan cihet bu teşekkülün bu kadar çâbuk'olarak kurutup inkişâf etme­ sidir. Cemiyetin tarihinin sonraki kısımlarında bizi ilgilendiren cihet ayrı ayrı faaliyetlerden çok daha ziyâde, temayülünün umûmî' ickişâfidir. Diğer taraftan Sarekat-lsfam ’m menşe’i ile inkişâfı arasında büyük bir fark vardır ki, bu fark Cava halkının derin ihtiyaçlarından doğmaktadır, fakat bu, dış hâdiselerin kesin te’sirî altında olmuştur; 1914 cihan harbinin ilânı, 19 17 rus ihtilâli, savaşın sonunda dünyâ İktisâdi işlerindeki çok büyük gelişme ve bunu tâkip eden Avrupa ’nın çözülmesi. Dışarıdan Sarekat-islam ’a yalnız mütevâzî emellerinin gerçekleşmesini ve mahallî ihtiyaçların tatmi­ nini isteyen Cava halkına yabancı fikirler so14



S A R E K A T -İSL A M . kuldu. Sarekat*İslam ’m o kadar çabuk olarak kazanmış olduğu nufûzu az bir zamanda kayb­ etmesi neticesini doğuran dâhili büyük bir za­ yıflık buradan gelmektedir. S a r e k a t - İ s l a m ’ı n t a r i h i üç devreye ayrılabilir:



dan kazanç gayeleri ile kullanıldı. İ ç t i m â i s a h a d a , Sarekat-İslam, yabancılar ile cavalılar arasındaki münâsebetlerde, bu sonuncu'ar leh’ nde umumî iyileşme te’min etmiş olmakla gerçekten övünebilir; fakat sonra cemiyette bir düşüş hâsıl olunca, bu kazançların mühim bir a.—Birinci millî kongreye kadar, kısmı yeniden kaybedildi. Reisler, şüphesiz, din b. Milli kongrelerin parlak devri, bağının mâni olması icâp eden bir gevşemeden c. Radikal Sarekat-Ra'yat ’m kuruluşu sonun­ korktukları için, d i n î h u s u s l a r d a a l â ­ k a y ı m u h a f a z a e t m i ş 1e r di r . Sarekatda Ssrekat-İslam ’m dağılması. a. İlk devirde mütecanis bir S.-İ. ’den güç İslam millî kongrelerden önce, s i y â s î s a h a bahsedilebilir. Faal ve zekî bir insan, sürük­ d a ancak ikinci plânda bir rol oynadı. leyici bir hatîb olan, fakat çabucak hudutsuz S a re k a t-İ sİ a m ’ 1 n H o l a n d a i dârebir ihtirasla kor bir hâle gelen R a d e n U s ­ si i te i l k t e m a s ı , gâlibâ çinlilere karşı ya­ m a n S a y y i d T j a k r a A m i n a t a ’nınida­ pılmış olan müfrit hareketler (ağustos 1 91 *) resinde olarak, bu hareket doğduğu yerin dışı­ sonuuda, Surakarta Sarekat-İslam ’mm kısa bir na, bilhassa Cava ’nm şarkına y ayıld ı; Suraba­ zaman için kapanması olmuştur. 14 eylül 1912 ya ’da T jak ra ’ nın idare ettiği ve uzun zaman ’do Tjakra bir talepte bulundu. Bununla mer­ Sarekat-İslam ’in en mühim neşir vâsıtası ola­ kezî hükümetin Sarekat-İslam ’1 tanımasını isti­ rak kalan S.-İ. ’ın Utusan H india ( „Hindistan yordu. 30 haziran 1 9 1 3 ’te hükümetin karârını habercisi", kânûn 1. 1912 } adlı gazetesi te’sis aldı. Hükümet cevâbını çok bekletmişti. Biza­ edildi. Sonraları SSmarang, TjbBbon, Bandung tihi mütecaviz olmayan nizam-nâmelerin tanın­ ve Batavia ’da Sarekat-tslam şubeleri kuruldu. ması idarede ve o zamana kadar tâkip edilen Sarekat-İslam ’a giriş çok kolaydı; kalabalığın müstemleke siyâsetinde, esâs itibâriyle yerli merakı, gizli tam bir merasim ile çevrili yemi­ tebeayı vesâyet altına almağa istinat eden si­ nin telkin edici te’siri ve S.-İ. ’ın çok çabuk ar­ yâsette, bir dereceye kadar tesadüfi bir alt-üst tan halk arasındaki şöhreti ona durmadan yeni olma mânasına geliyordu. Sarekat-İslam *ın re­ âzâlar getirdi. Başlangıcın heyecan devrinde, 9 isleri çinlilere karşı taşkınlıkları önleyemeye­ teşrin II. 1 9 1 1 ’de, resmen te'sis sırasında iesbit cek kadar zayıf görünmüşlerdi; vakıalar ça­ edilmiş olan nîzam-nâmeiere her yerde riâyet bucak güze! vaadler ile tam bir tezat teşkil olundu (âzâiann aralarında kardeşlik münâse­ edebiliyordu. Nizam-nâmelerin Sarekat-İslam ’ın betlerini ıslâh ve müslümanSara yardim etme­ meşruluğunu kabûl etmek demek olan resmen leri, kanün ile müsâade edilmiş olan her türlü tanınması halk kütlesi tarafından Sareket-İsvâsıtalardan istifâde ederek, halkın İktisâdi lam ’ ın bütün temayüllerinin mutlak surette tas­ ilerilemesi ve içtimâi kalkınma için çalışmaları vibi şeklinde telakki edilebilirdi, yahut hiç ol­ gerekiyordu Fakat az sonra, her Sarekat İs­ mazsa, reisler tarafından böyle tefsir edilebi­ lam yalnız mahallî ihtiyaçları iç:n ve mahallî lirdi. 29 mart 19 13'te, umûmî vali ile Sarekatreislerin görüşlerine göre çalıştı. Bunlardan ca- İslam murahhasları arasında yapılan bir toplan­ valılarm rekabet güçlerini arttırmak iç:n msl. tıda, vâli Sarekat-İslam için şahsî teveccühü­ kooperatif teşekkülleri kurarak halkın ma d d î nü ifâde etti, fakat yapılan talebin kabûl edilm e n f a a t l e r i ile meşgûl olanlarda oldu; di­ mes:ne mâni olan teşekkülün tehlikeli zaafla­ ğerleri aracılıkları ile, hükümet ve avrupalı rın» da işaret e t t i; bu zaaflar arasında mâlî efendiler tarafından yapılan s u i s t i mâ l l e r e işlerin nefrete şâyân bir tarzda sevk ve idaresi ç â r e b u l ma ğ ı denediler; daha başkaları da zikrolunabilir ( bu husus dâima zayıf nokta ola­ (msl. B atavia’daki 12.000 âîâsı bulunan S.-İ.) rak kalmıştır ). En sonunda, 30 haziran karar-, İslâmî vazîfe'erin daha doğru olarak tatbik edil­ nâmes nde. amelî sebepler dolayısı ile, Sarekatmesini telkin edyordu. Yerli kadınların d u r u ­ İslam 'm istemiş olduğu tanınma talebi redde­ mu n u n i s t â h e di 1 me si isteği de.ileri sürül­ diliyordu; fakat talep sâhib ne mahallî Sarekatdü; hattâ ç o c u k l a r i çi n bi r Sarekat İ s l am İslam ’larıu kanûnen tanınmasının belki redde­ dilemeyeceği bildiriliyordu; bu mahallî teşek­ (Sııtatsa Mtı/ffa) kuruldu. İ k t i s â d i s a h a d a Sarekat-İslam ’ın mu­ küller kanûnî haklara sâhip ve mahalli şübevaffakiyetlerinin devamı kısa oldu. İlk ânın gay­ lerin âzûlarından mürekkep -¿tarak merkezi bir reti soğur-soğumaz kooperatif birlikleri olta­ birlik hâlinde de birleşebileceklerdi. Mahallî dan kayboldu ; envalilerin mâliyeye dâir tahsil Sarekat-İslam ’lar mes'ul olacaklardı, yeminle­ ve terbiyelerinin noksan olması bütün ikt'sâdi rine bir tek şekil verilecekti ve buDİar hükü­ çalışmalarda kötü te V r gösterdi; Sarekat-İs­ met tarafından mütecaviz telakki edilemeye­ cek şekilde tertip ve tesbit edilecekti. Sarelam ’ın sermâyeleri çok zaman reisler tarafın



S A R E K A t - İ S LAM .



2İ i



kat-fslam bu hükümlere uygun olarak teşkilât­ noksanına işaret etmek cesaretini gösteren yal­ landı. . . . nız o idi. Aristokrat sınıftan olan Tjakra ’nın Eyâletlerde t ne’ m û r l a r ı n g ö r ü ş l e r i Sa- aksine, Söma'un alelade halk sınıfından idi ve rekat-Islam ’a umumiyetle Buitenzorg hüküme­ çalışmaları Cava âleminde nâdir olan bir dü* tinin görüşünden çok daha düşmanca oldu. Hü­ rüstlükte idi ve menfaat ile alâkası yokta. A v­ kümet ile alt kademeleri arasındaki bu tutum rupa radikalizminin daha çok sayıda tarafdarı farkı yerli halkın hükümet hakkında hemen gös­ bulunan ikinci kongrede Sgmarang Sarekat-Istermiş olduğu itimatsızlığın nüvesi veya hiç ol­ lam ’mın reisi olarak bulunuyordu; üçüncü kong­ mazsa en mühim sebeplerinden biri oldu. Baş­ rede C. S.-I. ( = m erkezî Sarekat-islam )’ in âzası langıçta, hattâ bâzıları resmen tanınmış olma­ olmuştu. Tjakra onu merkezî S .-I.’a istemeyesına rağmen, mahalli Sarekat-islam ’lan yasak istemeye kabûl etm işti; halka kendi vaad et­ eden mahallî idarelerin muhalefeti ile alâkalı tiklerinden fazlasını vaad eden ve halkın ihti­ müt.eaddit şikâyetler sonraki kongrelerde en yaçlarım kendinden daha iyi anlayan İm ada­ kuvvetli şekilde ifâde edilmiştir. Bu devrin a v mın işlerin idaresini ele almağa çalışacağından r u p a l ı n ü f u s u hemen münhasıran Sarekat- korkuyordu ve merkezî S.-I. âzâsı olduğu tak­ İslam ’a düşman kimselerden müteşekkildi. Za- dirde onu elde tutmanın daha kolay olacağını man-zaman, bilhassa çinlilere karşı düşmanca düşünüyordu. Bununla berâber, halk arasındaki gösterişler yapıldığı vakit, bunlar bir sinir buh­ şöhretini kaybetmemek için, yavaş-yavaş ilk ranına kapılıyorlardı. A v r u p a l ı m a t b u a t ı n mevkiinden uzaklaştı, bu da muhafazakâr kana­ ifâdesi ilk önce umumiyetle nefretli idi, sonra dın muhalefeti artırması neticesini verdi. Mü­ düşmanca oldu; oldukça sür'atle inkişâf eden teakip yıllarda S.- İ. ’ın gelişmesinde Tjakra ile yerli matbuat bu tutuma karşı gittikçe artan SCma'un arasındaki mücâdele hâkim olmuştur. bir şiddetle aksülamel gösterdi. Ç i n l i l e r , Tjakra bir çok defalar S.- I, ’m içinde bir bölün­ tabiî olarak, Sarekat-islam ’a düşman id iler; meyi, büyük bir maharetle, önledi; fakat sonun­ a r a p 1 a r başlangıçta bunlar ile iyi münâse­ da hâdiseler kendisinden daha kuvvetli çıktı, ve betler kurdular ve hattâ teşekkülün gelişmesı- 6. kongre bir tercih yapmak mecburiyetinde sinin ilk kısmında büyük bir rol oynadılar; fa ­ kaldı ve Tjakra ’nm gıyâbında Söma'un, tarafkat 19 13 başlarında, Sarekat-İslam ’m indonez- darlan ile birlikte fırkadan hâriç bırakıldı; yşjı olmayan âzâları ancak istisna olarak ka­ fakat S.-î. için iş işten geçmiş idi. bul edeceği kararlaştırılınca, ve hususiyetle, SaAşağıda muhtelif temayüllerin ve muhtelif fi­ rekat>Îşlam ijerilemeye yönelip, bunların mu­ kirlerin açıkça teressüm etmek fırsatını buldu­ hafazakâr fikirlerini zedeleyince, araplar çekil­ ğu millî kongrelere dâir bir az daha teferruatlı diler. Sarekat-İslam ile B adi Utama arasındaki bilgi verilecektir. münâsebetler iyi, fakat seyrek idi; kongrelerde İ l k m i l l î k o n g r e , 1 7 —24 haziran 1916 v.s. mutekabilen birbirlerine mümessiller gön­ ’da, Bandu.ng ’da toplandı. A z zaman önce ( 18 deriyorlardı. mart) merkezî Sarekat-İslam kanunî bâzı hak­ b. M ü t e a k i p d e v i r d e s i y â s î u n ­lar kazanmış idi ve Cava'nın garbı ile Sumatra s u r S a r e k a t - İ s l a m ’ da i l k p l a n a ç ı k t ı ; şubelerini merkezî S.-I. ’dan müstakil bir hâle diğer cereyanlar ve diğer siyâsî fırkalar ile mü­ getirmek için yapılmış olan teşebbüs akîm kal­ nasebetler daha sıkı bîr. hâl aldı. Büyümekte mış idi. Aşağıdaki rakamlar S.-I. ’ın genişle­ olan Avrupa „radikalizminin" te’siri kendini git­ mesinin bir levhasını vermektedir; temsil edi­ tikçe daha fazla hissettirdi; I. S. D, V. (Holan len şübeler : 52 Cava şubesi ( 273.377 ), IS da Hindistan! sosyal demokrat fırkası) gibi A v ­ Sumatra şubesi ( aş.-yk. 76.000 âzâ ), 7 Borneo rupalIların fırkaları Sarekat-İslam ’i kendilerine şûbesi ( 5.574 âzâ ); Selebes ve Bali birer şûbe çekmeği denediler. Sarekat-islam ‘ın resmî te­ ile temsil cdilnrş idi. Tjakra, devrin en mühim mayülü her yıl. daha çok „radikal" bir hâl aldı, mes'elelerini ele aldığı çok heyecanlı nutkunda, . fakat hareketin içinde ş ’ddetl; muhalefetler baş „millî kongre" adının değeri üzerinde İsrar edi­ gösterdi. Tjakra meşrû millî-demokrat hare­ yordu; S.-L kendine yeni bir hedef kabûl et­ ketinin mümessili idi; Söma'un çoğalmakta olan meli id i: m e m l e k e t b i r m i l l e t s e v i ­ sol eka.lliyetin’n reisi oldu. I S. D. V .‘nin İmanlı y e s i n e y ü k s e l m e l i idi, S.-İ., ( H olanda) bir tarafdarı olan bu genç adam, ilk olarak, ilk Hindistanı'nuı sür’atle muhtariyet kazanmasına, millî kongrede halkın huzûruna çıktı ve burada yahut idâri işlerde yerlilere daha büyük bir nuhükümete karşı „pgrset" ( Holanda dilinde: ver- fûz verilmesine yardım etmeli id i: bununla be­ zet==j,mukavemet" .)’i tavsiye etti, fakat dinleyb raber eski siyâseti fi’Ien artık terkeden ve umû­ çilerin dikkatini kendi üzerine o kadar çeke­ mî vâlin'n yanına avrupalılardan, yerlilerden ve medi; bununla berâber nutku dikkate şâyân İdi, „şarklı yabancılardan" mürekkep bir istişare zira halk hareketinin zayıflıklarına, msl. şiddet ! ey eti vermeği vaad ederek, „idareye iştirak



İ li



SAREKAT-ÎSLAM.



ettirme siyâseti" yolıTÜ2erinde ilk adımı atmak isteyen merkezî bukûmeti öğdü ( bk. Snouck Hurgronje, Verspr. Cesckr., İV/II, 291—306 ). Burada ve müteakip kongrelerde mümessilleri­ nin ekseriyetinin hiç anlamadığı bir çok sözler' söylendi. Bununla beraber „K u r’an sosyalizm için son derecedemühim bir eserdir", Peygamber ( bir Hindustan R eview muharririnden naklen !) „sosyalizmin babası, demokrasinin müjdecisidir" gibi beyanlar, Avrupa fırkaları propagandacıla­ rının, hangi tarzların yardımı ile, akidelerine tarafdarlar kazanmağı denediklerini göstermek­ tedir. Kongrenin en mühim çalışması mahallî S.-İ.’lar tarafından arz edilmiş olan 86 teklifin, ekserisi mahallî şikâyetlere müteallik olup, 15 — «6 haziran tarihli Uiusan H in d ia ’ da, Tjakra’nm düşünceleri ile birlikte, yayınlanmış olan şikâyetler ile ilgili tekliflerin tetkiki oldu. Sâde insanlar olan desa ’ların, S.-î, vâsıtası ile, hangi ümitleri gerçekleştirmek isledikleri bu teklif­ lerde görülm ektedir: daha büyük bir hürriyet ve daha büyük bir şahsî istiklâl arzusu bu kong­ rede, daha sonraki yıllarda olduğu gibi, yeniden ifâde edilm işti; kalabalığı S.-İ. 'a cezbeden bâzı reislerin müphem ve karışık siyâsî mefkûreteri değil, fakat kudretli bir teşkilât yardımı ile, di­ leklerini gerçekleştirmek ümidi idi i sonraları, Söma'un’un fırkası, S.-Lbn yaptığından daha iyi bir şekilde, yerlilerin menfaatlerine hizmet et­ meği vaad ettiği zaman, S.-î. ’m neden dolayı bu kadar kolaylıkla terkedild'ğini bu durum izâh etmektedir. İ k i n c i m i l l î k o n g r e ( Batavia, 20 —27 teşrin l. 1 91 7; 281 mahallî teklif) S.-İ. ’ m müs­ takbel „Volksraad“ { V olksraad’ın teşkilât v.s. için bk, Koloniale Studien, c. I, te şrin i, 1917, Extra PoliPek Nummer [ husûsî siyâsî sayı ], s. 169 v.d d ,) karşısında nasıl bir tavır takınaca­ ğını tâyin etmekle meşgûi oldu; bu istişare hey’etînde indonezyalılara verilen yer ve toplantı­ nın açılışının mütemadiyen geri bırakılması da onları artık memnun etmiyordu. Kongre mer­ kezi S.-l. ’m hedefini açıklayan bîr e s â s l a r b e y â n ı n ı tesbit e tti: burada islâmiyet’ n mükemmelliği te‘yit edilmiştir ; fakat hükümet makamlarının mutlak bir tarafsızlığı istenilmek­ ted ir; yerli nüfusun ekseriyet!n:n çok fena bir hayat geçirmekte olduğu müşâhadesine istinat edilerek, merkezî S.-İ, „kâfir kapitalizmin" her türlü hâkimiyetine karşı mücâdeleyi kesmeye­ cektir (bk. Kol. Studien, göst. yer., s. 35 v .d .; bu cüz içinde bir şerh ve devre âit siyâsî bilgiler ile birlikte S .-İ.’ın çalışma programı ve siyâsî fırkaların idareleri tarafından verilmiş prog­ ramları hakkında teferrüat bulunmaktadır). Avrupa’ daki karışıklıkların neticeleri ü ç ü n ­ c ü m i l l î k o n g r e d e ( Surabaya, 20 eylül—6



teşrin I. 19 18 ) açıkça görünmektedir. Vtlksraad ’m 18 mayıs 1918 ’de açımalsı { Tjakra ve bir başka S.-İ. reisi S.-İ. ’m mümessilleri id ile r) ile hâsıl olan yeni durum ve hâlâ arzûlanan İs­ lahat hararetle münâkaşa edildi. Her şeyden önce y e r l i n ü f u s u istilâ etmiş olan e n d î ­ ş e bu kongrede in’ikâs etti. Daha önce İktisadî güçlükler ve bunun neticesi olarak, „kâfir ka­ pitalizme" karşı müstakbel mücâdele hakkında o kadar müessir olan telkinler, kızgınlığı art­ tırmış idi; bunlar felâketli neticelerini meydana koyacaktı: 19 17 sonundaki büyük grev ve 1918 sonunda Kudus ve Dömak’ta yapılmış olan çok ciddî taşkınlıklar, fasılalar ile, 1924 yılma ka­ dar devam ettirilen içtimâi bir mücâdelenin başlangıcı oldu; yerli halkın İktisadî zaafı ve bu esâs zaafa çâre olabilecek olan kudretin de bu­ lunmadığı göz önüne alınacak olur ise, mücâde­ lenin muvakkat olarak nereye gideceğinden şüp­ he edilemez. Cavalılarm Persiirikatan . Ka’um Tani („zirâat işçileri sendikası") ve P .K . Buruh ( „işçiler teşekkülü" ) adlı teşkilâtları bir kaç yıldan beri mevcut îdi ve müteakip yıllar­ da geniş bir şekilde gelişmişti. Burada az sonra Moskova ’nın merkezî teşkilâtı tarafından des­ teklenmiş gibi görünen bu teşekküllerin çalış­ malarının teferruatına girilemez, bunların S.-İ. ve S. Ra’yat ( aş. b k .) ile münâsebetlerinden de . bahsedilemez; 1919 yılı başında bunlar Sasrakardana tarafından R .S.V . ( „esnaf teşekkülleri ihtilâcı sosyalist merkez ö rg ü tü ") birliğinde toplandı; bu da 1920 ’de parçalandı ve Djokyakarta ’ da mûtedil bir merkez örgütü ile Sfemarang ’da SSma'un idâresinde komünist bir örgüt teşkil e t t i; bu iki örgüt, Sema'un 'un macera ile ' dolu Rusya seyahatinden sonra, Madiun kong­ resinde ( eylül 1922} yeniden birleşti. Çalışma­ ları hiç de işçilerin işleri ile tahdit edilmiş ol­ mayıp, siyâset sahasına da yayılmıştır. Üçüncü kongre ile dördüncü kong­ re arasındaki devir çok büyük bîr hareket dev­ ri oldu. Üçüncü kongreden az sonra, Avrupa ’da patlak veren ihtilâl S.-l. *m da dâhil oldu­ ğu V o lksraad ’ın muhtelif fırkaları tarafından teşkil edilmiş o‘an „radikal merkezîleştirme" de­ nilen teşekkülün teşkilâtlanmasına fırsat verdi (16 teşrin U, 1918). Burada reisleri S.-Î. ’ın yeni veçhesini beyân ve nizâmnâmelerinde târif edil­ miş olan hedefleri geçmek zarûretini müdâfaa ettiler ( 14 teşrin 11., 5 kânûn I.; bk. Handelin­ gen van den Volksraad, toplantı 19 18 — 19*9> s1 75“ 185, 518 —525). İşlerin gidişini yerli cemi­ yetin sâlim bir gelişmesi olarak telakki eden hükümet ( bk. Koloniaal Verslag ~i/an 1919, s 4 —13 ) , merkezî S .- L ’m müfrit temayüller bakkındaki tavrını ( 2 kânûn I .; bk. Handelingeri v.s., s. '432 v. dd.) ve hususiyetle merkezî Sa-



SA R E K A T -İS L A M . rekat-îslam ’ ın hükümetin mahallî S .-t.’larm bir çok defalar ifâde etmiş oldukları isteklere ça­ buk cevap vermediği takdirde bu teşekküllerin sebep olacakları karışıklıkların mes'ûliyetini üzerine alamayacağı tarzındaki te’yidini dikkatli b:r tenkide tabî tutmadı; hareketin umûmî tav­ rım tesbît etmek şûbelerın değil, merkezî S.-İ. "in vazifesi idi. Hükümet, n i z a m-n â m e l e r e u y g u n o l a r a k , merkezî S.-l. ile çalışma­ ğa hazır olduğunu yeniden beyân ediyordu. —S.-l. için öldürücü olan bîr hâdise Cava ada­ sının cenûb-i garbisinde Preanger 'de, Garut yakınında, Tjimareme desa ’sıııda vukua gelen hükümete karşı silâhlı bir mukavemet hâdise­ sinde; yapılan araştırma sonunda, gizli ihtilâlci bir teşkilâtın ( S .- İ .’ın sözde B şubesi) meyda­ na çıkarılması oldu ( 4 —7 temmuz 19 19 ; hükü­ met komiseri Dr. G. A . J. Hazeu ’un bu hususta yaptığı bir telhis için bk. H andelingen varı den Volksraad, Tvveede geıvone Zitting, 1919, Bijlagen, Ondervverp 10 , s. 2—21 ). Bn B şûbesı ile merkezî S.-L veya S.-İ. arasındaki münâsebet hiç de açık değildir ( bk. H andelingen der Staten-Generaal, 1919— 1920, Tvreede Kamer 22 kânûn I., s. u g S 11; Blumberger, Encyclopaedie ıran Ned.-lndie, zeyil, 8 .15 b ; Kolon. Verslag van 1^21, s. 6 ). Tjakra merkezî Sarekat-Islam’ın ve mahallî S.-î. ’tarın B şûbesi ile her hângi bir ilgisi olduğunu inkâr etti ( bir de bk. Han­ delingen der St.-G. v.s., s. n 5 3 b ; Hand. v. d. Volksraad, 19x9/1920, s. 90 v.dd., 94, 96, 106 — 110 , 114 , 2 11 ). Ne olursa-olsun, nizam-nâmeierden yeminler çıkarılmadığı v.s. takdirde, bir daha başka kanunî haklar vermemeğe hükümet karar verdi,(ihtim al haklı olarak) S.-İ.’m için­ de holandâlılara karşı bîr temayülün hâkim bu­ lunduğunu düşündüğünden ( Kol. Verst. van 1920, bahis B, s. 5 ), evvelki yıllarda yaptığının aksine olarak, mahallî hükümet makamlarına karşı bu cemiyeti mânen desteklememeğe karar verdi. S.-İ.,'hemen takip eden yılda, başka bir takım ciddî güçlükler ile karşılaştı; bunlar dış çalışmalarını felce uğrattı ve onu içten kendini sağlamlaştırmağa gayrete zorladı. D ö r d ü n c ü m i l l î k o n g r e (Surabaya, *6 teşrin I.—z teşrin II. 19 19) bilhassa yakında kurulacak olan R. S. V. (b ir az yukarı b k .) mü­ nâkaşasına ve S.-İ. ’m onunla kurması gereken , münâsebetlere tahsis olundu; şu hâlde bu kong­ re burada sükûtla geçilebilir. Güçlükler yığıldı B e ş i n c i m i l l î k o n g ­ r e n i n tarihi merkezî S .- İ.’m mâlî ve siyâsî idâresi halfkında ( Sınar Hindia, 6—9 teşrin 1., 19 2 0 ’de komünist Darsana’dan gelmekte olan) şiddetli bir tenkit ( b>. Kol. Versl. van 1921, stn. 6 ; Kol. Versl, van 1922, stn. 9 ) sebebi ile, te’hir edildi; şûbeler kendileri tarafından mer­



**3



kezî S.-İ,’a havale edilmiş olan paralar hakkında hesap istediler. Merkezî S.-İ, ’m birinci kâtibi teşrin II. 19 2 0 ’de, B şûbesi İşi sebebi ile, tev­ kif ve mahkûm edildi. Başka teşekküllerin git­ tikçe artan çalışmaları neticesinde durum git­ gide daha karışık bir hâl aldı. Nihayet 2—6 mart 1 9 2 1 ’de D jokyakarta’da toplanan b e ş i n c i k o n g r e T ja k ra ’nm en farklı fikir cereyanları arasında bir uzlaşma yar­ dımı ile ve bir çözüm bulunamayacak en ciddî ve ağır mes’elelerî sonraya atarak, bütün Cava halk hareketinin idaresini merkezî S.-l. ’da te­ merküz ettirilmiş bir hâlde muhafaza etmek iç'n yaptığı son teşebbüs oldu. Uzlaşma yeni bir e s a s l a r p r o g r a m ı n d a vücut buldu; ban­ da ( a ) yerli nüfusu bir köleler nüfusu hâline getirmiş olan Avrupa sermâyesinin öldürücü nuiûzu müşâhade edildi, ( b ) İslâmiyetin emirleri, esâs olmak üzere, kabul edildi—filhakika İslâ­ miyet, onlarca, şu esâsları emrediyordu : halk tarafından kurulmuş bir hükümet, amele şûra­ ları, çalışma mecbûrlyeti ve bir başkasının ça­ lışması ile zengin olmanın yasak edilmesi, toprak ve istihsâl vâsıtalarının taksimi—, ve ( c ) S.-L ’ ın milletler-arası çalışmaya, islâm'yetin verdiği imkân hudutları içinde ve istiklâlini muhafaza etmek şartı ile, katılmağa hazır olduğu te’ yit edildi- Çok ciddî olan „parti disiplini" mes’elesi ( yâni bir S.-İ. âzâsmın başka bir siyâsî fırka­ nın da âzâst olabilip-olamayacağı), merkezî S.İ. ’m menfi olarak halletmek istediği ve komü­ nist fırkası ile çok sıkı şekilde bağlı olan sol kanadının müsbet olarak halletmek istediği mes’ele ta’lik edildi. Programın ( a ) ve ( c ) bendleri komünistlerin arzularına tamâmiyle uymak­ ta olduğundan ve üstelik de bunlar ( b ) bendini kabûl edebildiklerinden, daha o zamandan ko­ münizmin S.-l. içinde zafer kazandığını iddia etmeleri kolayca anlaşılabilir. S.-İ. ’ m içindeki mücâdelenin de hemen yeniden başlaması aynı şekilde kolayca anlaşılabilir, çünkü merkezi S.I. uzlaşmanın mânasının bu şekilde telakki edil­ mesine müsâade edemezdi ( bk. Utusan Hindia, 26 mart 1921). Münâsebetlerin kesilmesi a l t ı n ­ c ı m i l l î k o n g r e d e ( Surabaya, 6 —10 teşrin 1. 19 21) vukua geldi. Tjakra hazır bulunmuyordu; ağustos 1 9 2 1 ’ de tevkif edilmiş îdi ( çünkü ken­ disi B şûbesi İşinde sahte yeminden mes'ûl sa­ nılıyordu; bununla berâber nisan 1922 ’de ser­ best bırakıldı ve ağustos 1922 ’de berâatı'ne ka­ tar verildi ). Yerini alan reis bir karâra varıl­ masına mâni olamadı: „parti d'siplîni" kongre âzalarının ekseriyeti ile kabûi edildi ve Sema’ un ile tarafdarlan S.-î. ’dan çek'td’ ler I 8 teşrin I. 1921); az sonra ( 1921 sonunda ) S.-î. Pör s a t u a n ve M e r a h S.-İ. (kızıl S--Î.) hâlin­ de b irleştiler; merkezleri S&merang îdi. " ‘



214



SA R E K A T -İSLA M .



c. Bu karardan sonra, S.-L büyük bîr za’falerde ekseriya din düşmanıdırlar, fakat köyler­ düştü. Radikal fırkanın meydana getirdiği ca­ de müslümondırlar; galib i bir dindar komünist­ zibenin kaybolması sebebi ile, âzâların sadaka­ ler zümresi de vardır. S.-R. mütemadiyen hukû: ti de kayboldu. Tjakra, serbest bırakılmasından met makamları tarafından tâkip edilm iştir: top­ sonra, S.-İ. için propagandaya yeniden başladı; lantıları yasak edildi, yayın ve söz suçları ce­ fakat büyük bir muvaffakiyet kazanamadı: baş­ zalandırıldı, komünist matbnât toplatıldı, fırka­ langıçtaki nufûznnun mühim bir kısmını kay­ nın rahatsızlık veren adamları, ihtiyatî hapisler, betmişti, - Yeni V olksraad ’da bir daba S .-L ’ı ile, ziyan veremeyecek bir hâle getirildi. 3 1 ağus- temsil etmedi. Şimdi mûtedil bir ilerileme siyâ­ tos 1924 ’ ten sonra takipler daha çok şiddet­ seti tâkip ediyordu; Y e d i n c i k o n g r e m u ­ lendirildi ; bunun neticesi şu oldu; mutedil te­ hafazakâr bir merkez olan Madiun ’da toplandı şekküller (S .-İ.v .b .) hakkındaki görüş daba ■ , ( 17—20 şubat 1923 ). Tjakra din ve ibâdet iş­ müsait bir hâl aldı. Ş .-İ.’ ın C a v a a d a s ı d ı ş ı n d a k i şû .b e leri ile meşgul olmağa başladı. Son yıllarda müslümantarm menfaatleri msl. M u H a m m a ­ i e r i Cava şûbeleri kadar mühim olm aktapçok. d 1 y a gibi husûsî teşekküllere bırakılmıştı. Tjak­ uzaktır; şartlar başka idi, toprak S.-L tohumu-, ra Hindistan ’ın „A li India Moslim League" ör­ nu kabûl etmeğe çok daha az hazırlanmış, idi; neğine göre teşkilâtlanmış olan b i r i n c i p a ­ 19 14 ’ ten itibaren, en mühim merkezlerde S.-î. n i s l â m i z m k o n g r e s i n i n ( TjirÖbon, 1. teş­ şûbeleri te’sis olundu; bunlar, umumiyetle, daha rin II. 1922) reisi olmuş idi. Bu kongrede mil­ kesif bir din hayâtı te’min etmeğe çalışıyorlar-, letler arası İslâmiyet mes’eleleri içîn canlı bir d l ; bâzı yerlerde ifrâta gidildi. Fakat heyecan, alâka görülmüştü; Mustafa Kemâl Paşa ( A ta­ çabuk yatıştı. Cava millî kongrelerine temsil t ü r k ) ’ya bîr saygı telgrafı gönderildi; hilâfet ettikleri memleketin mahallî dertlerini kongre­ mes’elesinde Cava ’nın görüşü münâkaşa edildi, ye bildiren mümessiller gönderildi. Son o larak . Volksraad ’da S.-I. Holanda Hindistanı anaya­ S.-İ. ile S.-R. arasında da mücâdele başlad ı; fa -, sasının gözden geçirilmesi ile ilgili bir kanûn kat C a v a ’daki mücâdele derecesinde olmadı. , taslağı münâsebeti ile, teşekkül eden i k i n c i C a v a d ı ş ı n d a kurulmuş olan i l k S.-İ. gâ-, r a d i k a l m e r k e z î l e ş m e y e iltihak etti. libâ Palömbang ’daki S.-İ. ’dır ( 14 teşrin li. 19 13’ te, ca vahi ar tarafından kurulmuştur). S.-İ. Fakat çalışmaları çok mahdut kaldı. S.-İ. ’ m çökmesine mukabil, r a d i k a l S.-L ’m te’siri, mahallî şartlara göre, çok değişmek- y ü k s e l m i ş t i r . Bu radikal S .-İ.’ın reisi olan te idi. 19 21 yıllarına doğru A te ç ’te durum güç­ Söma'un Moskova rus sovyet hükümeti ile mü­ leşti, zîra bu bölgede S.-L, bir çok gizli teşki­ nâsebetler kurdu. Amele teşekküllerindeki ça­ lât ile birlikte, Holanda aleybdârı bir propa­ lışmalarından daha önee bahsedilmiş idi. Onun ganda yapmakta idi. S.-İ. Cambi ’de 19 16 ve mü. tevkifi 8 mayıs 1923 ’te yapılan büyük, demir­ teâkip yılların karışıklıklarında rol oynadı. Mjyolları grevine sebep oldu. Kendisi Holanda nangkabau sahasında Sumatra adasının birleş- „ Hindistanı ’ndan dışarı atılınca, Holanda’ya git­ meşini hedef tutan temâyül S.-İ. ’ın Çava te’siti ve orada „İndonezya halk hareketinin mü­ rınden daba kuvvetli olmuştur. Ternate ve Am ­ messili“ o'arak, komünist partisi idaresine girdi. bon adalarındaki faaliyet mühim olmuştur ve 1924 sonunda kendisi Ç in ’de id i; fırkası, bil­ bilhassa bu son adada radikal yön kuvvetle hassa Sun-Yat-Sen’in Bolşevikliğe iltihâkından temsil edilmiştir. Son olarak, genç S.-L ’ın ge- , sonra, bu memleket ile sıkı münâsebetler kur­ üşmesinin - M e, k k e ’den büyük bir dikkatle , muştur. —4 mart 1923 ’te, radikal S--Î. île P .K .t tâkip edilmiş olması, vakıasını sükût ile geçme­ ( „İndonezya komünist p a rtisi") Bandung’da mek lâzımdır; 19 10 ve müteakip yıllarda Mek­ birlikte bir kongre yaptı. Kızıl S.-L bu kong­ ke 'de bir dereceye kadar telâş hukii.m sürüyor,-., rede S a r e k a t-R a ’ y a t ( „halk birliği" ) adını, du ; çünkü Holanda hükümetinin indonezyalı te­ aldı. P.K.Î. ( „İndonezya komünist partisi" ) ite baasına bacel imkânsız kılmak, isteme niyeti issıkı bir münâsebet hâlinde propagandaya devam nât edilmişti. Halbuki, „C ava’* haclarının.Mekedildi. Sarekat-Ra'yat teşekkülü, P.K.İ. için, bir ke sâkinlerinin esaslı bir geçim kaynakları ol­ nevî hazırlayıcı bir mektep olacaktı ve P.K.İ. duğu bilinmektedir (bk. Snouck Hurgronje. ’ye ancak bir az yetiştirilmiş talebeler kabul Mekka, 11, bahis 4). Gâlibâ Mekke'ulema.’sı. ile edilecekti. S -R. reislerine tahsis olunan mutâlea İndonezya ’nın müslüman yetkilileri arasında ve araştırma plânları, gazetelerin ( bitaraf ola­ bıristiyan hey’etinin çalışması hakkında muhâ-. ra k ?) naklettikleri inanılmaz cehalet misalleri­ bereler ve mukaddes camide indonezyalı din­ ne rağmen, mümia% propagandacılar yetiştiril­ daşlar için husûsî dualar bile yapılmıştır. Boymiş görünmektedir. S.-R. din ile meşgflt olma­ lece de S.-İ.'d an çok bahsedildi. 19 13 sonunda,. maktadır : bn teşekkül „meutraal köpada A llah" M ekke’de S.-İ. hakkında yazılmış arapça bir ri- ,, („A llah hnsûsunda b ita ra f")’dır; reisler şehir­ sâle biliniyordu ve bu risâle sonraları Malezya



SA REK AT-İSLAM -



diline çevrildi M e k k e ’ de S .- İ .’ ın b i r ş û b e s i k u r u l d u ( şüphesiz bu şehirde otu­ ran İndonezyaltlar için ); fakat bu şubenin ça­ lışmaları hakkında başkaca bir şey bilinmemek­ ledir. Bu şube Holanda Hindistanı dışında ku­ rutmuş yegâne S.-l. şubesi olmalıdır. H u l â s a olarak şunlar söylenebilir: S.-t, Ho­ landa ite Holanda Hindistanı arasındaki münâ­ sebetlerin gelişmesinde mühim bir rol oynamış­ tır ; bu cemiyetin tarihi islâmiyelin uyanışı ta­ rihi için ve şarkî A sya'n ın uyanışı için mühim­ dir. S.-İ., geçen asırların sonlarından beri, İndonezya halkı arasında kendini hissettiren bir ih­ tiyacın, yâni daha büyük bir hürriyet ve daba büyük bir istiklâl arzûsunun ilk müstakil bü­ yük tezahürüdür. Reisleri bunu radikal ve bîr dereceye' kadar millî bir istikamete yöneltmiş­ lerdir; fakat halk kütlesi uazariyelerİni asla anlamadı ve m a h a l l î i h t i y a ç l a r ı n a en iyi uyan hareketi destekledi. S.-İ. ’ın 15 yıllık varlığı sırasında, Cava cemiyetinde dış bakım­ dan büyük bir değişme husule geld i; bunun se­ beplerini birinci dünyâ savaşı sırasında ve bun­ dan sonra husule gelen hâdiselerde aramalıdır; iç gelişme bilhassa S.-l. ’ın te'siri sayesinde baş!adı. Fakat bunun gidişi, tabiî olarak, çok daha yavaş olacaktır. B i b l i y o g r a f y a ' . Koloniaal Verslag vatı 7 9 7 3 ( 1 9 1 4 —19231, bölüm C (Holanda Hindistanı İdâresinin yıllık telhisleri, B ijla gen van het Verslag der Handelingeri van de Tweede Kam er der Staten-Generaal, B ijlage C ; ayn, es r., 1919 v.dd., bölüm B Stroomingen önder de inlandsche bevo lk in g ); 1923 "ten sonra Fers/a# van Besiuur en Staat van N ederlandsch-Indie, .. non 1924 v.dd., bölüm C sık-sık; Bijlağe A (resmî kaynaklar). S.-l. hakkmdaki makaleler için bk. Sehalker-Muller, Repertorium op de literatuur bet­ re ffe n d e de Nederlandsche Kolonien..., 4. tab. ( 19 11 — 19 15 \ L a Haye, 19 >7 , S. 89, 133 — 142, 146, 299, 302, 309; 5. tab. ( 1 9 1 6 — 1920), L a Haye, 1923, s. 128, 164—172, 183, 193, 202, z22 v.d., 257. Bunlardan başka bk. bir de A. Caba ton, La JSarekat İslam" ( R M M, 19 12 , XXI, 348 — 365 ); Der „Sar e kat D agang Islam“ und der A u fru h r a u f Djam bi ( Deutsche Wochenzei­ tung fü r die Niederlande, 17 eylül 19 16 ); Bemerkenswerte Strömungen in den Balaklanden. Der S . l . {R hein. Miss. Ber., 19 17, s. *5 )» G . S'mon, D er „Sarikat Islam" a u f Su­ matra {A llg . M issionszeitschrift, 1917, XLIV . s. 123— 1 25), von Mackay. Der Moham■ medaner Bund „Sarekat Islam“ ( Die Isla­ mische Welt, şubat 1918); krş, J. Th. P. BSumberger, Der Sı 1, in „Kriegsbeleuchtung“ (Ko-



SARF.



*15



loniaal Weekblad, 20 haziran 19 18 O .J. A. Collet, L ’évolution de l'esprit indigène aux Indes Orientales Néerlandaises ( Bull. Soc, B el­ ge d'E t. Col., 1920, XXV II, 4 6 1 — 524; 19 21, XXVIII, s . l —75 [ayrı basm.; Bruxelles, 19 2 1]; krş. Kolon. Weekblad, 12 mayıs 19 2 1 ve Ko­ lon. T ijd sch rift, 19 2 1, s. 538 ; P. H. Fromberg, De inlandsche B ew eging op Ja v a de Gids, 1914, nr. 10 ve 1 1 ) ; B. Alkema, De Sarikat Islam, Utrecht, ts. ; J. Th. P. Blumberger, De Sarekat İslam, en hare beteekenis voor den bestuursambtenaar (K ol. Tijdschr., 1919, VIII, nr. 2, 3, 4 ); ayn. mil.-,- Stemmingen en Stroomingen in de Sarekat Islam (L a Haye, 19 2 0 ) ; ayn. mit, Encyclopaedie van Nederlandsch-lndie2 (L a Haye-Leyde. 1 9 19 , III, 6940— 703«) ve A arvullingen, 1922, s. 150 — 2it>, 1924, 196a —2 0 1 ° ; C. Snouck Hurgronje, Versprei de Ceschriften (Bonn-Leipzig, 1924), IV /lî, s. 395—402, 405 —406, 409 — 4 1 0 ; ayn. mil., Politique musulmane de la Hollande (Paris, 1 91 1 ) ve Verspr. Ceschr., IV/H, s. 227—316 . (C . C. B e r g .) S A R F . Ş A R F , bir fıkıh tâbiri olarak, fakîhler tarafından şöyle tarif ed Im iştir: mübadele edilen metâlarm bir kıymet ( şaman ) vâhİdleri olduğu bir s a t ı ş { bay1 ) m u k a v e l e ve m u â m e l e s i [ daha açık bir târif ile, sİkkeli veya sikkesiz altın veya gümüşü birbirine kar­ şılık satmak, p a r a b o z d u r m a k t ı r ] . S a r f ilk önce s i k k e l i p a r a m ü b a d e l e s i d i r , fakat her türlü altın ve gümüş mübadelesi­ ni de içine alır, ismin gösterdiği gibi ( s a r f kelimesi şar r a f veya şa y ra f isminden yapıl­ mış bir fiilin maşdar ’ıdır ), sikkeli paranın bozdurulması veya değiştirilmesi ârâmî men­ şelid ir ( bk. Fraenkel, Die aram. Fremdwörter im Arab., s. 182 v.dd.; Lambert, R E J { 1906]. L ll, 29 ). S a r f tâbiri islâmiyette gâlibâ ancak h. 1. asrın sonlarına doğru çok kullanılır bir hâle gelmiştir. Buna muvazi bir vâkıa olarak, Mâlik b. Anas al-Muvatta’ ’ında ve kendisi ile beraber, mâükîler sikkeli para bozdurmak { s a r f ) ile altın ile altının veya gümüş ile gü­ müşün mübâdeles’ ni (tartılarına göre ise, mu­ ra tala, ölçü veya sayılarına göre ise, mubâdala ) birbirlerinden ayırırlar, fakat diğer fıkıh mektepleri böyle yapmaz; al-Ş âfi’ i ( Kitâb alumm, 111, 3 0 ) ’de yalnız bir defa benzer bir ad­ landırma bulunmaktadır : muvâzana. Murabaha hakkmdaki hükümler ile sıkı bir şekilde münâ­ sebetti olan s a r f İle ilgili fıkıh bükümleri, bu mevzuda Kur'an ’da hiç bîr kayıt bulunmadı­ ğından, hadîse istinât eder. Bu hükümler şun­ lard ır: 1. Aynı cins . cins ) için, eşyâ vasıf ve iş ba­ kımından ayrı olsa da, mübâdele yalnız müsâvi



216



SARF i— SARİ ABDULLAH.



fe tezi), s. 9—22; Dimitroff { M S O S As, mıkdar ( tam âşul) ile yapılmalıdır. Ayrı, olan 1908, XI, 15 5 ) ; Benalİ Fekar, Dusure ;Lyon, cinsler için ( gümüşe karşı a ltın ), bu hüküm hukuk tezi, 1908), s. 45 v. dd., 76 v. dd.) mûteber değildir. Yarıdan fazla kıymeti düşü­ rülmüş sikkeli paralar metâ telakki edilmiştir Félix Arin, Recherches historiques sur les . (Talmud hukukunda da böyledir; bk. Lambert, opérations usuraires ; Paris, hukuk tezi, 1909 ). ayn. esr., s. 32 v .d .) ve kâr ile ( m utafâiîfan) s, 60 v. dd. ( H effeninG .) ’ S A R İ A B D U L L A H . Ş A R 1 ‘A B R A L L A H mübadele edilebilir. Bunun neticesi olarak, bun­ ların ziynet v.b. eşyası hafine gelmesi için bir EFEN Dİ ( ï 584— 1660), XVII. asırda, tasavücret verilmesi, murabaha gibi, yasak edilmiş­ vufî ve siyasi te’ lifâtı ile şöhret bulmuş mu mtir ; halbuki yeni fakîhler şekil değiştirmenin t a z b i r t û r k m ü e l l i f i ve r e i ş-ü I k ü tiş kıymetini kabul ederler ve satışı s a r f telakki t â b ı . Babası, muhtemelen Tunus veya Cezâyir' etmezler .(Benalİ Fekar, s. 80). 2. Karşılıklı ola­ taraflarından İstanbul 'a hicret ederek, burada rak mübâdeîe edilen eşyanın alınması alış- veriş yerleşen Seyyıd Muhammed adında bir Magrib yapanların ayrılmasından önce olmalıdır ( al-ia- şehzadesi olup, annes’ , vezirlik ve kaputan-ı der­ kâbuz kabl al-tafarruk.). Başka tâbirler île, ve­ yalık gibi yüksek mevkilerden sonra, iki defa resiye bütün muameleler hâriç bırakılarak, öde­ sadâret makamını işgâl eden Halil P a ş a ’nın. menin peşin ( n a k d ) olması istenilir (bu husûs kerdeşî beyler-beyi Mebmed Paşa'ntn (ölm. Oşmanlı-Türk hukukuna geçmiş idi, aş. b k .). 997 ) kızıdır. Kendisi eserlerinde künyesini dâBöylece, msl. satın alma bedelinin yalnız yarısı imâ Abdullah b.^es-Seyy id ( veya eş-Ş e rîf ) ödenmiş olan bir gümüş çanak müşterek bir Muhammed. b. 'A bd Allah olarak kaydetmek­ maldır, halbuki mâliki ve şâfiîlerde böyle bir tedir. Bu itibârla, Müstakiıp-zâde ve onu tek­ satın alma tamâmiyle itibarsızdır (bâfi l), Hat­ rar eden Hacı Tevfik ve İsmail Hakkı Uzuntâ bore« hesaplamak tarzında da fikir ayrılık­ çarşılı gibi müelliflerin bunu ‘Abd Allah b. ları vardır. S a r f ile başka bir fıkıh muâmele- Muhammed b. İbrahim sûretinde göstermeleri sinin b i r t e k m u k a v e l e d e birleştirme­ doğru değildir. Sicill-i osnıânî ’ de babasının nin yasak olduğu, pmûmiyetle bir kaide olarak, adı, yanlış olarak, Mahmud gösterilmiştir. Ken­ kabûl edilir. 3. Mübadele edilen eşyâ, temellük disinin Seyyid veya Şerif unvanı ile zikrettiği edilmeden önce, kullanılamaz ve bundan İstifâ­ babasının şerifler sülâlesine mensup olduğu de edilemez. 4. Hiç bir muhayyerlik şart koşu- anlaşılıyor. Abdullah Efendi ’nîn doğumu hak­ lamaz (h iy â r al-şart)', buna karşılık, kusurlar kında mevcut kaynakların hiç bir tarih ver­ varsa, hiyâr al-‘ayh ( „kusur muhayyerliği" ) ve memelerine ve sâdece Müstakim-zâde’nin ( Afemsl. ziynet eşyasının satıp alınmasında hiyâr nâkib-i melâmiye-i şettâriye-i bayrâm îye, Süal-ru’y a ( „görme muhayyerliği“ ) kabûl edilir. leymaniye, Nâfiz Paşa kütüp., pr. 1164, 60» ), Fakîhler .sikkeli paranın bozdurulması veya de­ 991 ( 1 5 8 3 ) tarihini zikretmesine mukabil, S a ­ ğiştirilmesi sırasında bir fazlalık elde edilme­ hih Ahmed Dede ( Meçmû'at-üt-tevârih-i m evlesine imkân veren şer’î biyleleri de tesbit etmiş­ v îy e , Konya, Mevlâpa müzesi kütüp., nr. $446, lerdir ( al-Kudüri, al-Haiabi, buna âıt bâb ’ın s. 175 ) bunu 29 safer 992 ( 12 mart 1584 ) sonunda; al-Mudavvana, V 1II, 126 v.d.; Sa­ olarak, gününe varıncaya kadar, tesbit etmiştir. chau, Muh. Recht, s. 281 )- Ulemânın hakîr gör­ Babinger, A . G öl pı narlı ve Sa’ deddin Nüzhet düğü ve hemen-hemen hepsi yahudi olan sar­ de dâhil olduğu hâlde, müelliflerin ekserisi, raflar orta çağdan itibaren bir lonca hâlinde Murad 111. zamanında doğan Abdullah Efendi teşkilâtlanmışlardı ( Mez, Renaİssance deş Is- 'n: n babasının Ahmed i. devrinde İstan bul’a lâmş, s. 449; Young, Corps de droii ottoman, gelmiş olduğunu söylemek süreliyle, bir tarih bölüm 67, madde 6 v. dd.). Yeni İslâm devletle­ hatâsına düşerler. Halil Paşa, Abdullah ’1 bir rinde paraların bozdurulması veya değ’ştirilmesi az büyüyünce, kendi dâiresine alarak, tahsil içip husûsî kanûnlar vardır ( 12 8 1 = 18 6 1 'de Tür­ ve terbiyesi ile yakından alâkalanmıştır. Kay­ kiye için bk. Young, göst. yer.) ; krş. mad. R İB Â . naklarda her hangi bir isim verilmeksizin, sâ­ ' B i b l i y o g r a f y a ı Hadîs ve fıkıh dece, zamanının ileri gelen ulemâsından tahsil kitaplarında ilgili bahisler için bk. al-Mu- gördüğünden bahsedilmektedir. Eserlerinden ve davvanat al-kubrâ (Kahire, 1323 b VIII, ahfadından La'li-zâde Abdülbâkî 'nîn kendisin­ 1 0 1 — 155; al-Sarabsi, Kitâb al-mabsât (K a ­ den yaptığı nakillerden, onun etken yaştan itibâhire, 13 2 4 ', XIV, 1 —90; H alil b. İsfcSk, ö(_ ren muhtelif tarîkat erbabı ile temasa geldiği Muhtasar ( t r e . Santİllana', Milano, I 9 I 9 > H> ve esaslı bir tasavvuf terbiyesi içinde yetiştiği 186 v.dd., Querry, Droii musulman, 1, 4°8 v, öğrenilmektedir. Henüz bulûğa erişmediği bir d d .; van den Eerg. De contractu „do ut des" rivayete göre de, 1 5 — 16 yaşlarında bulundu­ (Leiden, hukuk tezi 1868), s. 1 10 — 1 1 3 ; Emil ğu sırada, babalığı Hacı Hüseyin Efendi ’nin ■,;Cfıhn, Der Wacher (Heidelberg, i 9 3> felse- rehberliği ile melâmiliğe intisap etmiş ye yine



S A R 1 A BD U LLA H . aynı taribte İdris-i Muhtefî {H acı A li el-Rû­ liğe uğraması yüzünden, 1037 şabanında (ni­ mî ) ’ye bağlanmıştır { L a’Jî-zâde Abdülbâki, san 1628) Halil Paşa ile birlikte, kendisi de M enâkib-i melâmiye-i hayramîye, s. 43 v. dd.j bu vazifeden azfolundu ve yeni sadrâzam HüsMuştakimzâde, Menûkib-i melâmiye-i şettârt^ rev Paşa ’nm kendilerine zararı dokunmasın­ ye-i bayramiye, 6ob v. dd. L a'lî-zâd e’nin bâzı dan çekindikleri için, tebdîl-i kıyâfet ederek, yazma nüshalarında bu hâdisenin Sarı Abdul­ gizlice İstanbul ’a döndüler. Paşa, Hüdâî der­ lah 14 yaşında iken vukua ge'diği kaydedilir). gâhına iltica etti, kendisi de evinde gizlendi. Hacı Tevfik onun İdris-i Muhtefî’den inâbet A z sonra Halil Paşa Hüdâî ’nin, kendisi de tarihini 1018 , 1609) olarak gösterir; L a ’lî-zâ- Koca Mustafa Paşa dergâbı şeyhinin şefâde 'nin bahsettiği yaşa göre, bu 1007— 1008 atleri ile, affolundular ( Müstakim-zâde, Afenâyıllarına, hattâ daha evvele çıkar. Devrinin kib, 73“ ; krş. H ali fa t al-ruasâ, s. 32 ; H adi kat Ya'kub Dede ( Helvâyi-Dede ), Osman Emîr al-cavâmi’ , 11, 203; Osmanlı m ü ellifleri, I, Efendi, Ramazan Efendi, Merkez Efendi halî­ 100). İstanbul’dan dönüşü akabinde, sefer­ fesi Şeyh Necmeddin Haşan Efendi gibi meş­ de bulundukları sırada ( to36 ) ölen Hacı Kahur tarikat simaları ile çocuk denilecek bir bâî yerine irşâd makamına geçmiş bulunan yaşta münâsebet kurmuş, hâmisi Halil Paşa Beşir A ğ a ’ya bi’at etti ( 10 3 7 = 16 2 8 ) . Safâî ’nın şeyhi Aziz Mahmud Hüdâî E fen d i’ den, ’nin belirttiğine göre, Beşir A ğa ile münâse­ paşanın delâleti ile, ayrıca feyz almıştır ( Cav- beti, kendisinin bir ara hamzavî-meşrep oldu­ harat al-bidâya, Üniv. kütüp., nr. T Y 3792, ğu zannma yol açmıştır. Halil Paşa ’nm ölümü 281», 27511, 276», 277k, 2818). Müstakim-zâde ( 1 0 4 0 = 1 6 3 0 ) ile hâmisint kaybeden Abdul­ ( T ah fa-i hattatın, s. 281 ) S arı Abdullah’ın lah Efendi, uzun bir zaman resmî hizmetten ilk bi’atinin Aziz Mahmud E fen d i’ye olduğu­ çekilerek, bir uzlet hayâtı geçirdikten sonra, nu söylemektedir. Şeyhî de A z’z Mahmud şevval 1047 (şubat 1638 )’ de. rikâb-ı hümâyûn E fen d i’den inâbe eylediğini kaydeder. Bizzat reis-ül-küttâb kaymakamlığına nasboiundu ve kendisi böyle bir ınâbeden bahsediyor ise de Murad IV. ’ın maiyetinde Bagdad seferine işti( Cavharat al-bidaya, 2776), zikredilen biatlerin­ râk etti. Fetih esnasında şehîd olan İsmail efen­ den hangisinin daha evvele âit olduğuna dâir di yerine re:s-ul-küttap tâyin edildi. Fetihten bir sarahat yoktur, Abdullah Efendi, İdris-i sonra dönüşte, Diyarbekir ’de iken, 1048 zilhic­ M uhtefî’ nin vefâtından {10 2 4 rehiülevve! so­ cesi başlarında ( nisan 1639 ) vazifesinden azlnu = nisan 1 61 5) sonra, ırşâd makamına ge­ otundu. 1049 şâbanında ( kânûn 1. 1639) Sadâ­ çen Hacı Kabaî ’ye bi’at etti. ret kaymakamı Hüseyin Paşa tarafından reis■ Sarı Abdullah ‘in gençlik yıllarında yalnız ül-küttâb kaymakamlığına getirildi. ( Topçularİstanbul ’da kalmayıp, dışarı da çıkmış olduğu Kâtibi Abdülkadir, Tevârîh-i âl-i Osman, Vi­ yana Millî kütüp., nr. 1053, 520«), 7 cemâziyelkendi ifâdesinden anlaşılmaktadır. Msl. 1 01 1 ( 1602/1603 ) ’de Erzurum ’da bulunmuş, burada âhır 1050 ( 24 eylül 1640 )’de vazifesi Anadolu mârûf Rûşenî şeyhi Hacı Şeyh ile görüşmüş idi muhasebeciliğine naklolundu ( Topçular-Kâtibi, { Cavharat al-bid&ya, 274^—6 ). Aynı zamanda, ayn, esr., 5276). Bir ay sonra da mansıbı cizye Halil :paşa ’nin divitdârı sıfatı ile, Abdullah muhâsİbciliğine çevrildi, 1060 yılı sonlarında Efendi V n , onunla birlikte, muhtelif yerleri do­ ( kânûn II. 1650) piyâde mukabelecisi ve 1065 laşmış olduğunda şüphe yoktur, Nitekim bu va- muharreminde de ( teşrin II. 1654 ) mensuh muzî/ç -ile, vezir iken paşanın yanında bir ara bataacist oldu. H ali fa t al-ruasâ ise, onun 1060 E d irn e’de bulunduğunu ve mürşidi İdris-i Muh­ ’ta piyâde mukabeleeiliğinden, 1065 ’te de men­ tefî ’ye âit bir mes’ele hususunda yardımı do­ suh mukataacılığmdan mâzûi olduğunu beyân kunduğunu.' kendisinden naklen bilmekteyiz etmektedir. Müstakim-zâde, ( Menâkib, 626) ile (L a ’lî-zâde Abdülbâki, ayn, esr., s. 47 v.d.}. A li Sâtı’ ( H adi kat al-cavâmî% II, 203), diğer *025—2028 { 1616-—1619 ) ’deki ilk sadrazam­ kaynaklardan farklı olarak, onu mensuh mukalığı ve şark serdarlığı sırasında Halil Paşa *nm taacılığına 1069 (16 5 8 /16 5 9 )^ 8 tâyin edilmiş maiyetinde (bulunduğu muhakkak olan Abdul­ gösterirler. Mensuh mukataacılığı Abdullah lah Efendi, paşanın ikinci sadâretinde (1036 — Efendi ’nin son resmî vazifesidir. Çok ilerile10 3 7 = 16 2 6 —1628 ), Abaza Paşa gailesini ber­ miş bir yaşa gelen Sarı Abdullah Efendi, bun­ taraf etmek üzere şark serdarı olduğu vakit, dan sonra resmî hayattan çekilerek, Koca Mus­ tezkireci olarak, onunla birlikte sefere iştirak tafa Paşa dergâhı yakınındaki evinde ibâdet etti. Bundan sonra onun me’mÛriyet hayâtı mü­ ve te’lifât ile son yıllarını geçirirken, 23 sa­ him terakkiler kaydeder. Sefer esnâsında ölen fer 1071 ( 28 teşrin I. 166.0 ) ’de vetât etti. Me­ Mehmed Efendi yerine safer *037 (teşrin 1627) zarı, T opkap ı’dan M altepe’ye giden yol üze­ ’de reis-ül-küttâb oldu. Ancak çok geçmeden, rindeki müstakil sofadadır ( Mezar kitabesin­ Abaza Paşa ’ya karşı seferin muvaffakiyetsiz- de mukayyet bulunan bu tarihe mukabil, Şeybî-



218



S A R I A BD U LLA H .



ve onu nakleden müellifler onun ölümünü 3071 recebi nde = mart' l6b l gösterirler. Miistakimzâde Iftyn. e sr,, 626) ve onu olduğu gibi tekrar­ layan Mehmed Ati Aynî ’nı'n onun ölümünü 107e olarak kaydetmeleri tamamen yanlıştır. 1072 ’de vefat eden bir başka Sarı Abdullah ’tır, bk. Şeyhî, Vakayı al-fuzalS, s. 342 ). A b ­ dullah Efendi ’nin Resmî mahlasını taşıyan Mus­ tafâ adında bir şâir oğlu olup, dergâh-ı âlî ce­ beciler kâtibi iken, 1066 ( 1655/1656 ) ’da Girid 'de vefât etmiştir. • Sarı Abdullah, münâsebet kurduğu çeşitli tarîkatiere mensup tasavvuf erbabından ayrı-ayrı feyiz almış olmakla beraber, ömrü boyunca bayram îl'ğe bağlı kalmıştır. Başka tarîkatierden münâsebette bulunduğu şahsiyetler arasında M esnevi şârihi mevievî İsmail Ankaravî ’yi de bilhassa zikretmek gerekir. Kendisi, her hangi bir yanlış zanna vesile vermemek maksadı ile, Mesnevi şerb’ nde tarîkatinin bayrâraîlik oldu­ ğunu ayrıca belirtmiştir. Yaşlılık devresinde te’lif ettiği bir eserinde kendisinden, aslen bayrâmî, tarîkatçe celvetî ve terbiyece mevievî ola­ rak bahsettiğini görüyoruz ( Nasihat al-mulûk ia rğ ib “ ™ li-kusn al-sulük, Üniv. kütüp., nr. TY



eserleri olup, bunlardan başiıcalart şun'ardır: 1. Cevahir-i bevâhir-i Met nevî. Eserlerinin en mühimlerinden biri ve keE-Jis’mn asırlar boyun­ ca „şârih-i Mesnevi“ nâmı ile anılmasına sebep otan bu eser, Mevlânâ 'nin Mesnevi ’sinin birin­ ci cildinin şerhidir. 10 3 5 (1625)'te başlayıp, 1041 ( 16 31 ) ’de bitirerek, Murad IV, ’a takdim etti­ ği eser, sâdece bir şerhten ibâret kalmayıp, çok gen'ş bir tasavvuf ansiklopedisi mâhiyetini al­ mıştır. İstanbul’da 1870— 1871 yılları içinde, 5 cild hâlinde basılan bu eser, yalnız birinci cil­ dine tahsis edilm!ş olmakla M esnevi'ye yapılmış şerhlerin en geniş: n: teşkil etmektedir. 2. Samaıât a l-fu ’âd f i ’l-mabda’ v a 'l-m d â d , Mesnevi şârihi İsmail Ankaravî ile bayramîliğe taallûk eden bir sohbet üzerine, bâzı karışık tasavvufî bahisleri izâh maksadı ile, 1033 ( 1624 /te bir buçuk ay içinde kaleme aldığı bir kitap olup, büyük rağbet görmüş eserlerindendir. Kitap Nakşbendîye, Bayıam îye, Halvetîye, Kübrevîye ve Kâdirîye silsileleri ile, sahâbe, eimme ve bâzı evliyanın menkıbelerini ihtiva eder. Gördüğü rağbet sebebi ile, pek çok yazma nüs­ hası olduğu gibi, 1288 ( 1 8 7 1 ) yılında, İstanbul ’da bir baskısı da yapılmıştır. 3. Cavharat al9625, 263b >. ■ bidâya va durrat al-nikâya, Bağdad’ın zaptını Büyük bir âlim ve mutasavvıf olan San A b­ tebrik için, 1049 1 1 6 3 9 ) 'da Murad IV. ’a ithâfen dullah Efendi, Abdı mahlası ile, tasavvufî şiir­ yazılmıştır; Bagdad fethini anlatan bîr başlan­ ler de yazmıştır. Eserleri içinde ve muhtelif gıçtan sonra, çeşitli kelâmi ve tasavvufî bahis­ meemL'a’arda dağınık olarak rastlanan bu man­ ler üzerinde dururv Eserde ayrıca Nakşbendî, zumeler arasında en fazla şöhret bulanı Maslak Halveti ve Meiâmiye-i bayrâmiye silsi'eleri ile al-uşşak adlı kasidesi olmuştur. Abdullah Efen­ Bayramı kutuplarının tnenkibelerine yer veril­ di hattat olarak da tanınmıştır. Reis-üi-küttâb miştir, Kendi el-yazısı ile, müsvedde hâlinde, iken yazdığı Abdülmecîd Sıvâsî dergâhının bir bir nüshası Üniv. kütüp., Hâlis Efendi yazma­ vakfiyesi san'atına bir örnek olarak zikrolunur. ları arasında, nr. TY 3792 ‘de bulunmaktadır. Sarı Abdullah ’ın ayrıca türk çiçekçilik tarihinde Üzerinde kızı tarafından torunu olan L a ’li zâhusûsî bir yeri vardır. Yedi yeni zerrin lâle çeşi­ de Mehmed Efendi ’nin istishâp kaydı ve müh­ di yetiştirmeğe muvaffak olan Abdullah Efendi, rü mevcuttur. 4. Düstûr al-inşâ', Feridun Bey çiçekçilikteki maharet ve şöhretinden dolayı, münşeatından sonra, osmanh siyâsî tarihi için, İbrahim I. zamanında, hükümdar tarafından ve­ kıymetli bir kaynak addedilen bir münşeat rilen bir berat ile, ser-şukûfecı İlân olunmuştur. meemÛası olup, Bayezid 11. devrinden, başla­ ; Mehmed Ubeydl, Natâyic al-azhâr , Ünİv. kü­ yarak, Murad IV. devri dâhi! olmak üzere, ih­ tüp., nr. T Y 3923, 16b — ı8 a ; Müstakîm-zâde, tiva ettiği vesikaların mıkdarı 170 'i bulmak­ ( ayn, esr., 65a ) muhtemelen torunlarındaki ev­ ladır. Bunlar arasında Bayezid II. ’in Hüseyin raktan istifâde ederek, bunun tarihini 10 51 zil­ Baykara ile mürâselâtı, Osmanlı devletinin İran, kadesi başı ( şubat 1642) olarak tesbit eder. Hind ve Mâveraüpnehr hükümdarları ile-siyâsî. U beyd î’nin eserinde 10 51 başı (nisan 16 4 1', münâsebetlerini gösteren parçalar bilhassa zikre bâzı nüshalarında ise, 1050 tarihi kaydolunur değer. Eserde mevcut nâme ve vesikaların bir ( msl. Üniv. kütüp.,nr. T Y 2760, 16b). Tevfife, kısmı reİs-ül-küttîbiığı devresinde bizzat Ab­ Letâif-i inşâ , İstanbul, 1284, cüz IV, s. 4—6’da dullah Efendi tarafından kaleme alınmıştır. A y ­ neşredilen bu berât, burada yanlış olarak, Mu­ rıca, muhtelif Osmanlı devlet adamlarına âit rad IV, ’a izafe olunmuştur. Aynı yanlış muh­ mülk-nâmeler de kitapta yer almıştır. Eser 1053 telif eserler ( msl. Türk zirâat tarikine bir (1 643) yılında tertip' edilm ştir. Üniv. Kütüp. bakış, nşr. Zirâat vekâleti, İstanbul, 1938, s. 47 nr. TY 1252 ve 31 1 0 daki nüshaları, muhteva­ v.d.)’ de de devam etmiştir. sı en zengin olanlardandır. Kitabın Es’ad Efen­ E s e r l e r i : Sarı Abdullah Efendi’nin, başta di kütüphanesindeki nüshaya istinaden muhte­ tasavvuf olmak üzere, muhtelif sahalarda bir çok vasının geniş Ölçüde tavsifi için bk. Adnan Er-



SA R I ABD U LLAH .



219



zi, Türkiye kütüph&nelerinden notlar v e vesi­ Bayezid Umumî kütüp., nr. 3822 ). Müstakimkalar II {Belleten, XIV, 1950 nr. 56, s. 631 — zâde onun A srür a l- a r ifin adlı bir eseri 647). Osmanh hükümdarları ile İran şahları ara­ de olduğundan bahsetmektedir. Sâdeddın Nüzsındaki mürâselâiın bir kısmı notlar ilâvesi ile het Ergun ’un onun eserlerinden biri olarak neşrolunmuştur: Ch_ Schefer, Chresiomathie saydığı Matâli' al-anvâr (Süleymaniye, Lala Persane {Paris. i88$,H, 218—259 ve 201—3 3 1). İsmail kütüp., nr. 2 14 ), hakikatte A şık Paşa S , Naşı haï a lm u in k iarğlb“ » li-htısn al-sulûk, ’nin Carib-nâme ’sinden başka bir şey değil­ cülusunun ilk yılı için de, Mehmed IV. nâmı­ dir. Tarcama-i makâştd al-'ayni ya, Şeyh Yâr na, 1059 ( 1É49 ’da, devlet adamlarını zulüm ve A li ’nin M akSşid-i h acıya ’sinin tercümesi olan hatâdan korumak gayesi ile te’lif ettiğin: söyle­ ve ön-sÖzünde mütercim ismi tasrih- edilmek­ diği bu eser iki büyük bâbdan müteşekkil olup, sizin, Şeyh Abdülmecid-i Sîvâsî ’nin arzusu ile birinci bâb tam bîr siyâset-nâmedir; ikinci bâb türkçeye çevrildiği belirtilen bu eserin ( Üniv. ise, ölüm ve âhiret ile ilgili bahislere tahsis kütüp., nr. T Y 2233 ), Sîvâsî ’ye mi yahut Abdul­ edilmiştir. Osman-zâde Tâib tarafından Talhiş lah Efendi ’ye mi âit olduğu tahkike muhtaç­ al-naşâyih adı ile yapılan hülâsası 1283 {1866) tır ( krş. Osmanh m üellifleri, I, 102, 120 ve ’de, İstanbul’da basılmıştır. 6. M ir'ât al-aşfiyü 192). Abdullah E fen d i’ ye isnât edilen ve Muhf i ş i f ât al-malâmiyat al-ah fiyâ, Muhyidd'n yiddtn-i A rabî ’nin al-Futühât al-m akkiya ’sin­ Arabi ’nin al-Futühât al-m akklya ’sindeki melâ­ de ricâl-ül-gayp hakkmdaki parçaların izâh ve mîlik ile alâkah parçaların izahını ve Muhyid- tercümesini hâvî Risala rical al-ğayb bi-ta’din-ı A ra b i’ nin menkıbelerini ihtiva eder. v il Şayh M ukyiddin ‘Arabi adlı risalenin ( SüArapça olarak, î 070 ( 1660 ) ’te te’ lif ettiği bu leymâniye, Hacı Mahmud Efendi kütüp., nr. kitap, müellifin son eserlerindendir. 7. Maslak 2487 ) üslûbundan ona âit olmadığı anlaşılıyor. al-uşşafc, sülûka dâir 105 beyitlik bir kaside Abdullah Efendi eserlerinin ekserisini şâir olup, L a ’lî-zâde Abdülbâki tarafından tezyil Cevrî 'ye istinsah ettirmiştir. Eserlerinin Cevedilmişt’r, 8. Risâla f i marâiib al-vucüd, arap­ rî ’nin el-yazısı ile nüshalarına sık-sık rastlanır. ça olarak te’ lif e ttiğ i tasavvuf! bir e s e r d ir .1Nu- Sarı Abdullah 'in te’lifâtımn İstanbul kütüp­ ruosmaniye k ü tü p ., nr. 2400 ve V etiyü d d itt hanelerindeki nüshalarının mühim bir kısmı E fen d i kütüp., nr. .1834’te birer nüshası mev­ için bk. Tomris Ölmez, M esnevi şârih i Sarı Abdullah E fe n d i, hayâlı ve eserleri, İstanbul, cuttur. Te’lifâtı arasında bir çok risaleler de mev­ 1939— 1940, Türkiyat enstitüsü, te2, nr. m , cut bulunan Sarı Abdullah’a muhtelif müellif­ s. 13 —21. ler tarafından isnât edilen bir takım eserler B i b l i y o g r a f y a : Safâî, Tezkire ( Üniv. kütüp,, nr., T Y 9583, 132«—133b ); „Şeyhî, vardır: Tadbir al-naş’atayn va işlâh at-nushatayn, i5~Glb üzerine tertip oivmmuş Bir si­ Vakayi'[al-fuzalâ (Ü niv. kütüp., nr. T Y 81, s. 329—3 3 1 ) ; L a’lt-zâde Abdülbâki, Menâ­ yâset- nâme^ir.nBursarrTâ'Krr~‘("3 'iynsete .müte­ kib-i m elâm iye-i bayram îye {İstanbul, ta.); allik âsâr-i işlâmiye, İstanbul, 1332, s. 19 ve Ahmed Resmî, H a tif at al-ru'asâ ( İstanbul, I Osmanh m üellifleri, 1333, i, 101 ) ’in ona âit 1269), s. 32 v. dd.; Müstakîm-zâde Süley--^ j olarak gösterdiği bu eserin mevcut nüshalarıman, Menâkib-i m elâmiye-i şeitârıye-iTbay- \j nin hiç birinde müellif ismine rastianmamakram iye { Süleymaniye, Nâftz Paşa kütüp., nr. \ \ tadır (ayrıca bk. E . Blochet. Catalogue des 116 4 ' < ayn. mil., Macallat al-nisâb { Süley­ \ manuscrits turcs, Paris, 1932, 1, .32 ). Bursalı ' T â h ir’in zikrettiği Şehid Ali Paşa kütiiphâne maniye, Hâlet Efendi kütüp., nr. 628, 3 1 2 “ ); ayn. mil., T u hfa-i haffâtin (İstanbul, si nüshasının ( nr. 1534 ) kapak sabi fesine Sarı Abdullah adının sonradan kaydedilmiş oldu­ 1928), s. 280 v.d.; Hüseyin Ayvansarâyî, Vefeyö t ( Üniv. kütüp., nr. T Y 2464, s. 133 v.d.); ğu görü üyor. Kâtip Çelebi de, bu eserden bahsederken, müellif ismini zikretmez ( K a ş f ayn. mil., ffa d ik a t al-cavümi’ ( İstanbul, 1281), al zıınSn, İstanbul, 13 10 , I, 270; İstanbul, 1941 H, 202 v.d, ( Alı Sâtı tarafından Hüseyin tabh, I, 381 ’de eserin müellifini Sarı Abdul­ A yvan sarâyî’ye ilâve edilen m alûmat); Hacı lah olarak gösteren bir kayıt var ise de, as­ T e v fik , Macmü'at al-tarâcim (Üniv- kütüp., nr. T Y 192, 47“-b); Şemseddın Sâmî, Kamüs lında bu Kâtip Çelebi ’ye âit olmayıp, sonra­ dan ilâve olunmuştur ). Müstakim-zâde ’nin, al-a'lâm (İstanbul, 1 3 u ) , IV , 2 916 ; Meh- ) Abdullah Efendi 'n n te’lıfâtı arasında zikret­ med Süreyya, Sicill-i Osmâni ( İstanbul, p tiği 4 - ayn. mil., Tayy al-lisân ‘an zamm al-iaylasSn; 5. aya. mü., Cavâb ( f i simat al-m aiaika v a ) f i ’l-azaba ( va hal yacüz an yukâl li 'l-ahâdiş kalâm Allah ), G A L , II, ıjo , 1 1 8; Berlin, nr. *509; 6. Mu­ hammed b. Yahya al-Buhâri (ölm. 9 34= 1527), Risäla ft fazilat al-im âm a va sunanthâ, Ber­ lin, nr. 5459; 7. 'A lvân al-Hamavi (ölm. 9 3 6 = 15 3 0 ), Manzuma f i ’l-kalâm 'a la '¡-'im â ­ ma, G A L , II, 333; 8. Şihâb al-Din Ahmed b. Haear al-Haytami al-Makki ( ölm. 9 7 3= 1565 ), Kitâb darr al-ğtmâma f i d arral-fa ylasân va 'l-azaba va ’l-im âm a, G A L , II, 388; 9. Muhammed b. Sulfân Muhammed alK â ri (ölm. 10 14 = 16 0 6 ) , Risäla f i mas'alat al-im âm a v a ’l-azaba, Berlin, nr. 5460; 10. Muhammed Hieâzi b. Muhammed b, ‘ Abd Allah ,,al-Vâ‘iz" (al-Şa'râvi, tarikat«», al. Kalkaşandi, baladan, al-Ş 5 fi'i, mazhab™ (Ölm. 10 3 5 = 16 2 6 ), al-M avarid al-musta'zaba bi-maşâdir al-‘imâma va 'l-a z a b a ; 1 1 . A h­ med b. Muhammed b. Ahmed al-Makfeari (Ölm. 10 4 1= 16 3 2 ), Azhâr al-kumâma f i akbâr al-im âm a, bk. G A L , II, 296; 12. Abu ’1-Fazl Muhammed b. Ahmed „İbn al-İmâ m" (Ölm. 10 6 2 = 16 5 2 ), Tuhfal al-umma bi-atıkâm al-im m a, bk. Kâtip Çelebi, ur. 2551 ; 13. Şihâb al-Din Ahmed b. Muhammed alHafâoi al-Efendi ( Şariij al-Şifâ, ölm. 1069 = 1659), al-Simâma f i şifa t al- imâma, bk. G A L, II, 285; 14. al-Sayyid Muhammed b. Mavlâya C a'far al-Kattâni (yeni bir müellif), al-Di‘âma li-m a'rifa ahkâm sunnat a l-im â ­ ma, Şam, 1342 [ bk. mad. KATTÂNÎ ]. Nr. 14 sarık hakkında mevcût en teferrüatlı müstakil bir eserdir ve bu maddede on­ dan geniş bir şekilde istifâde edilmiştir. Mü­ ellif başka eserler arasında nr. 1, a, 3, 8, 10, 12 ve 1 3 ’ ¡i zikreder; fakat kendisi yalnız nr. 8 ’i görüp, ondan istifâde etmiştir. Bu mad­ dede, nr. 14 ile berâber nr, 2 ’den, bâzı tefer­ ruat için, istifâde edilmiştir. A v r u p a l I l a r ı n e s e r l e r i olarak, daha önce zikredilmiş olan Dozy, Karabacek ve Brunot’nun eserlerinden başka, elbiseler hakkında bir kaş umûmî eseri kaydetmek ye­ rinde olacaktır: Rosenberg, Geschichte des Kostüms, 5 cild, kısa tasvirler ile levhalar, levha 297 sarık hakkındadır, Jacob von Fal­ ke, Kostümgeschichte der K ultu rvölker; Alb. Kretschmer, D ie Trachten der V ö lk e r; K a­ talog der Lipperheideschen Kostümbibliothek.—Fesquet ’de 16 sarık resmi bulunmak­ tadır ; Niebuhr 44 muhtelif şekil vermekte­ dir ve Michael Thalman, Elenchus librorum or. mss. ( Wien, 1702), VI, 29 v.dd, ( A /, VI, I J 2 “ ’ya göre, Bologne, tiirkçe yazm^ V1J ıjıii-



SÂRİKL.



nâsebeti ile )’da 286 kadar sarık çeşidi bu­ lunmaktadır ; krş. Victor Rosen, Remarques sar les mss, orientaux de la collection Marstgli d Bologne { Atti della Reale Acc. dei Lincei, 28ı, 1883— 1884), s. 182. _ (W . BjöRKMAN.) S Â R Î . S A R Ï ( eski şekli SÂRUİ, krş. J . Marrjuart, Erânşahr, s. 135, arap. SÂRİYA ), İ r a n ’da Taberistan ( Mâzenderân ) ’ ın e s k i m e r ­ k e z i olan b i r ş e h i r olup, Hazar deni­ zinden 12, Amul ’den 32 km, mesafededir. Ku­ ruluşu, Tüsân denilen yer sebebi ile, efsânevî hükümdar K ay-H usrav’in kumandam N uzar’in oğlu T ü s ’a atfedilmektedir; rivayete göre, Fariburz oraya sığındı ;onun orada te’sis ettiği kale Lüman-Dün denilen yerden görülüyordu. Bizzat şehir, Taberistan ispahbaz ’i büyük Farruhân zamanında, asillerinden biri olan Bav tarafından, Avhar köyünün arazîsi üzerine inşâ edildi. S â ri, müteaddit defalar Tâh iriler (820— 872 ) ve alevî emirler Haşan b. Zayd ( 254= 868) ile Muhammed b. Zayd 12 7 0 = 8 8 4 ) ida­ resinde, bütün Taberistan ’ın merkezi olmuş idi. Abbasî halîfesi Hârün af-Raşid devrinde Yahya b. Yahya tarafından başlanmış olan bü­ yük câmi, 224 ( 8 3 9 ) ’te ölen Mâyazdayâr b. Kârin tarafından ikmâl edildi. Şehirde Farıdûn ’un üç oğlunun îrac, Saim ve Tür ’un türbesi olduğu iddia edilen ve Sêgunbazân ( „üç kub­ b e ") denilen bir binâ gösterilmektedir. Bu bölge az mahsûl verir ve iklimi de gayr-i sıhhîdir. Burada bilhassa ipek elde edilir. T a ­ hinler İdaresinde S âri ;T a m m işa ’ya kadar uzanır ) ’nin geliri 1.3 0 0 .0 0 0 dirhem idi. B i b l i y o g r a f y a : îjam d Ailâh Mustavfi, Nuzkat al-lfulüb ( G M S , s. l 6o = trc. s. 157 ): Muhammed Maodi, Zinat al-macâlis (Tahran, 1276), 197»; Zahir al-Din, Chro­ nique du Tabaristan i nşr. Dorn ), Peters­ burg, 1850, I, 28 v .d d .; Ibn İsfendİyâr, Hisl, o f Tabaristan ( tre. Browne), Leiden, 1905, s. 16, 29, 1 5 2 ; Mukaddasİ ( B G A, III, 3 5 9 ): Ibn Havkal ( B G A , II, 271 v.dd.); Yakut, Mu cam (nşr. W üstenfeld ), I, 354, 409 v.d d . ( bk. Barbier de Meynard, Diet, de la Perse, s. J 95> 383 ) ; G- I® Strange, The Lands o f the Eastern Caliphate,s. 370, 375. ( CL. HuART.) S A R Î . [ Bk. SÂ R Î.] S A R Ï a l - S A K A T I . ( Bk. s e r Î y - û s - s e k a t Î.] S A R İ '. [B k . s e r î ’ .] S A R İ B. M A N Ş Ü R . [ Bk. s e r î b. m ansûr.} S A R l -1 P U L . (B k , serpO l.] S Â R İ K . SÂ R İK ( A.), h ı r s ı z , İslâm fık­ hında al-sarika al-şuğrâ ( „küçük hırsızlık" yâ­ ni „hırsızlık, çalma" ) ile al-sarika at-kubrâ („büyük hırsızlık", yâni „yol kesicilik, eşkiyâlılş" ) apaşında fark gözetilmektedir,



*34



S Â R İK .



i. K u r’an, V, 42 ’ye istinat olunarak, h ı r- Fakîhler hadd cezâsınr gerektiren hırsızlığı s ı z l ı k ( s a rik a ) el kesilmek sûreti ile, ceza­ b a ş k a b i r i n i n m u h â f a z a sı n d a \hirz j landırılır. Bu cezâ, peygamberin getirdiği bir olan ve asgarî bir değeri ( n işâ b : bânefileryenilik idî; fakat A va il edebiyatına göre, de ve zeydîierde 10 dirhem, mâliki, Şafiî ve daha müşriklik devrinde Valid b, Muğira şiflerde 1/4 dinar veya 3 dirhem ) bulunan ve tarafından, âdet bukûkuna sokulmuş idi ( Nöl- hırsızın, kendi inancına göre de, üzerinde hiç deke-Schwally, Gesch. des Qoräns, 1, 230). bir hakkı bulunmayan b i r m a l ı n { mâl ) Şüphesiz bu eezâ îran menşe’lidir ( krş. Lettre gizlice alışması şeklinde târif ederler. Bu ta­ de Tansar, nşr. Darmesteter, J A , 9. seri, 1894, rif ğaşb ile hainlik ( hiyâna ) arasında bir fark IU, 220 v.d., 525 v. d., Sad Dar h ş ^ ^ S a c re d gözetmektedir. Muhafaza {Ifirz) ile eşyanın ge books o f the East, XXIV, 327 ). İslamiyetten rek bir muhafız tarafından muhafazası, gerek önceki Arabistan ’da yalnız bir kabîle ferdinin muayyen bir yerde ( msl. bir e v d e ) muhafaza veya bir misafirin uıalını çalmak alçaklık sa­ edilmesi anlaşılmaktadır. Umûmî bir binâda yılırdı, fakat bir cezâ yok id i; malı çalınan bir ( msl. gündüzün çarşıda dükkânlarda, hamam şahıs, malını geri almak için bizzat çâre dü­ lard a) yapılan hırsızlık hadd cezasını gerekti şünmek mecburiyetinde idi ( Jacob, Beduinen- ren hırsızlığın şumûlüne girmez. Bu cezâ yal­ leben*, s. 217 v.d .; krş. Burck hardt, Bemer­ nız 1. bulûğa eren {b a liğ , b. bk.), 2. aklî me­ kungen über die Beduinen, Weimar, 18 31, s. lekelerine sâbip { ’â k il) olan, 3. çalmak niye­ 127 v. dd., 261 v. d d .) Hicretin I. asrında, an­ tinde ( n iy a ) bulunan ve kendi ihtiyarı ile ha­ laşıldığına göre, sağ veya sol eli, fark gözet­ reket eden ( muhtar ) bir kimseye tatbik edile­ meksizin, kesiyorlardı. KuEan ’da bu mes’ ele bilir. Hür bir insan veya bir kölenin, erkek müphemdir ve bir rivayete göre, Abu Bakr veya kadının bahis mevzuu olması fark etmez. sol eli kestirmiştir. ( M avaita, Sarika, bâb 4 ; Karı, koca ve yakın akrabalar arasındaki hır­ al-Şâfi‘ i, Kitâb al-umm, VI, 117 ). İbn Mas- sızlıklarda, hattâ kölenin efendisinin, misafirin ‘üd tarafından K u r’an V, 42 için nakledilen ev sahibinin malını çaldığı hâllerde cezâ ve­ aymânakumâ kıraati, gâlibû, bunu göstermek­ rilmez. Zimmi ile yabancılara ( musta'min ) tedir. hadd cezasının verilip-verilmemesi husûsunda Fakîhlere göre, hırsızın sağ eli tam bileğin fikirlerde ayrılıklar vardır; suç ortakları ile mafsalından kesilir ( tekrarında sol ayak, son­ yardımcılarının ne dereceye kadar eezâya müs­ ra sol el, sonra sağ ayak k esilir); kanın akma­ tahak oldukları bahis mevzuu olduğu zaman sına mâni olmak için, kesik uzuv çok sıcak yağ da durum böyledir; her hâlde hırsızların her içinde veya ateşte tutulur. Fakat hanefîler ile biri için nişâb mıkdarmm bulunması lâzımdır. zeydîler üçüncü hırsızlıktan sonra hırsızı hapse Şu hâller hırsızlık olarak telakki edilmez : az atarlar; şâfiîler ile mâltktler ise, bunu ancak ehemmiyetli şeylerin ( odun, su, av hayvanı 1 beşİncİ hırsızlık için tatbik ederler. Şiiler üçün- yahut çabuk bozulan şeylerin ( tâze meyveler, cüde hırsızı hapis ile ve dördüncüde ölüm et, s ü t ) veya hür çocuklar, şarap, domuz, köpek, ile cezalandırırlar. Cezâ alenen infaz edilir; şatranç, mûsiki âletleri, ve altın haç gibi, ş a r l­ hattâ ekseriya hırsız, kesilmiş uzvu boynuna at ’e göre, bir mülk teşkil etmeyen ve binneasılır ve ters olarak bir eşeğe bindirilip, şe­ tîce menkûl bir mal olmayan eşyanın alınma­ hirde dolaştırılır ( bk. İbn Mâca, Hudüd, bâb sı ( bâiig bir kölenin çalınması, ğaşb telakki 2 3 ; Rescher, Studien über den Inhalt von edilmektedir), bunlardan başka, hırsızın bir 1001 Nacht—Isl, [ 1919 ), IX, 68 v. dd.). Cezâ kısmında hakka sâhip olduğu şeylerin ( gani­ hâmilelik ve ağır bir hastalık hâlinde, sıcak met, devlet hazînesi, v a k f, hisse mıkdarı ka ve soğuk havalarda infâz edilmemelidir. Bu bir dar bir şirketin m ülkü) alınması; bir de hır­ cezâ ( hadd ) ’dır ; çünkü hırsızlık ile Allahın bir sızın yalnız muhtevayı elde etmek istediği kahakkına ( hakle AUâh ) tecâvüz edilmiştir. Bu­ bûl edildiğinden, K ur'an ve kitapların ( hesap nunla beraber II. hicri asrın başında uzuv ke­ kitapları hâriç) alınması. Edebî hırsızlık mef­ silmesi, ¡¡iadd cezasına karşılık tutuluyordu hûmu fik h ’ta meehûldür { al-Mas'ûdi, Murûct VI, 28) Mail çalınanın Şikâyet asıl sâhip ve meşrû mutasarrıf (ma­ hakkı (haklç adam ı) de tecâvüze uğramış ol­ lın kendisine bırakıldığı şahıs v. b.) tarafından duğundan, hırsız çaldığı şeyi iâde etmeğe yapılabilir; fakat ikinci bir hırsız tarafından mecbür ediliyordu. Çalınan şey mahv olmuş yapılamaz. Adlî araştırma eşyâsı çalınmış şah­ ise, bundan hırsız mes’ul idi ( Abû Hani fa ’ye sın huzûrunda devam etmelidir. Hırsızlık delili göre, böyle değild ir). Halife 'Omar hırsızı olarak iki erkek şahidin şahadetine bakılır veya dâimâ çalınan şeyin iki misli değerini verme­ itiraf ( ikrar, b. bk.) delil vazifesini görür ; bu­ ğe mahkûm etmiştir { krş. Roma hukuku, Jus- nunla beraber bu itiraftan nukûl edilebilir. Ha­ tâyı mümkün olduğu kadar inkâr etmek taytinianus, İnstit., 4, 1, 5),



S Ä R llf siye edilir [ krş mad. ‘AZÂB }. Bununla bera­ ber, hırstz çalınmış eşyayı şikâyet vâki olma­ dan Önce iâde etmiş ise, cezaya çarpılmaz ( krş. Kur'atı, V, 43). 3. Y o l k e s m e , e ş k ı y a l ı k ( muhâraba, k a f al-tarilç), bir kimse, hiç bîr yardım gör­ meyen yolcular için tehlikeli olabilirse, onlara hücum ederse ve mallarını yağma ederse, ya­ hut hattâ bir kimse hırsızlık yapmak kasdi İle bir eve giıerse ( krş. Roma hukuku: Justinianus Novelles, 143, bahis 13 ) vukûa gelir. Şiîler meskûn yerlerde bile, silahlı olarak yapılan her hücumu yol kesme telakki ediyorlardı. Geri kalan hususlar için, yukarıda kaydedilen hü­ kümler ve her şeyden Önce şahıs veya eşyâ ile alâkalı şeylerde nişâb mûteberdir. Kur'an, V , 37 'ye istinâd edilerek, aşağıdaki hadd cezaları em redilir: bir kimse hadd ile cezâlandınlması gereken şartlar içinde hırsızlık yapmış İse, sağ eli ile sol kolu ( noksan olduğu takdirde sol eli ile sağ a y a k ) kesilir. Fakat hem hırsızlık yapmış, hem adam öldürmüş ise, kısas { k iş ö ş ) kanu­ nuna göre, idâm edilir ve cesedi bir haç veya benzer bir âlet üzerinde, 3 gün müddet ile, teşhir olunur. Ölüm cezası bu halde hakk A l­ lah gibi telakki edilmektedir; bundan dolayı kan bedeli ödenmesi (d iy a ) kabûl edilemez. Cânî, tevkif edilmeden Önce, pişmanlık geti­ rirse, Içadd cezâsı verilmez. Bununla berâber eşyası çalınan şahsın tekrar malına sâhip olma veya tazminat alma hakkı ile içişirş hakkı bâki kalır. Bütün suç ortaklan aynı şekilde cezalan­ dırılır ; eğer aralarında hareketlerinden mes’ûl olmayan biri var İse, hadd cezası hiç birine tatbik edilemez. Bütün bu hükümler, yalnız bütün bu şartlar mevcut olduğu zaman hâkimin ( k a i l ) vermek hakkına sâhip olduğu hadd cezâsı için mûteberdir. Diğer bütün hâllerde hırsız ta'zir [ b.bk.] cezâsı ile cezalandırılır ve malı geri vermeğe veya bîr tazminata mahkûm edilir. Gizli olarak gelen, fakat her kesin gözü önünde kaçan ( muhtalis ) bir hırsız yahut bir kimseye imdat alınabilecek bir yerde hücum edip, eşyâsını yağmalayan bir eşkıyâ ( m untahib) için de du­ rum aynıdır. Bandan dolayı müslüman devlet­ lerinde şeriatın hükümlerini tamamlamak için sık-sık husûsî kanûnlar kabûl ve ilân edilmiş­ tir. Osmanlı devletinde Fâtih ’in ( Mitteilungen zur osman. Gesehichie, 19 21, 1, 21, 35 ), K a­ nunî Süleyman’ın (Hammer, Staatsverfassung, I, 147 v.d.) ve Mehmed IV. ile Abdülmecid ’in kanûnları böyledir. Bu hükümler gittikçe hadd cezâsının yerine nakdî ve bedenî cezâları koy­ mağa çalışmaktadır. x8 58 tarihli türk cezâ ka­ nunu, hırsızlık için yalnız tazminat ve hapis cezâları vermektedir, mâmafih şerîatin kazâ



S Â R L İY E . hakkı bu vâkta ile resmen kaldırılmış değildir [ bk. mad. MECELLE ]. Şerîatin cezâ kanunu son zamanlarda yalnız Yemen ve Suûdî Arabistan ’da tatbik edilmekte id i.. , B i b l i y o g r a f y a ' . Fıkıh kitaplarında Kitâb sirka ve İcaf al-târîlç bahisleri; bunlar­ dan başka: Krcsmârik, Beiträge zur Beleuch­ tung des islamitischen S tra f rechts ( Z D M G, 1904, LVÜI, 324 v. dd., 566 v.dd.); Juynboli, Handbuch des islamischen Gesetzes, s. 305 v. d .; Sachau, Muh. Recht, s. 825 v. d d .; van den Berg, Beginselen van het Moham. Recht3 ( Batayia-la Haye, 1883 ), s. 189 v. d. ( bu hu­ susta krş. Snouck Hurgronje, Verspr. Gesch­ ä fte n {Bonn, 19 23], H, 196 v .d .); Keyzer, Het Mohammed. S t r a f regt (L a Haye, 1857 ), s. 1 1 v.d., 10 1 v.d., 16 1 v.d .; Sommario del diritto malechita di H a lil ( trc. Santillana), Milano, 1919, II, 724 v. d d .; Querry, Droit musulman (18 7 2 ), II, 514 v d d .; Tornauw, Moslem. Recht (Leipzig, 1855 ),a. 236; Heffening, Islam. Fremdenrecht (Hannover, 1925), s. I$ ,2 8 v.d .; Das türkische Strafgesetzbuch von 7858 mit Novelle von 1971 ( trc. E Nord ), Berlin, 19x2, mad. 62 v. dd, ve 216 v. dd.; Young, Corps de droit ottoman (1906 ), V II; van den Berg, S tra f recht der Türkei ( Die Strafgesetzgebung der gegenwart ( nşr. Fr. v, Liszt), 1894, I, 710 v. dd.); Jacnecke, Grundprobleme des türk. Strafreckts ( Berlin, i9_x8)’



( H e f f e n i n g .)



S A R t K . [ Bk. s â r i *:.] S A R İ R A . [B k . ZÂBAO.] Ş A R L İ Y A . [B k. SÂRLİYE.] S Â R L t Y E . Ş Â R L ÎY A ( bk. bir de mad. ŞA B A K ) şimalî Elcezîre ’de Musul 'un cenubunda b i r m e z h e b i n a d ı . Bu mezhep aynı za­ manda S a r l î l e r denilen bir nevi kabîle vücû­ da getirmiştir. Bu kabîle 6 köyde yerleşmiştir Bu altı köyün dördü Büyük Zâb ’m sağ ve ikisi de bu nehrin D icle’ye döküldüğü yerden çok uzak olmayan sol kıyısında bulunmaktadır. Re­ islerinin oturduğu köye Varsak denilmekte olup, bu köy nehrin sağındadır sol kıyısında ise, en büyük köy S e fiy e ’dir. Elcezîre ’de bulunan diğer mezhepler ( Yezi­ dî, Şabak ve Bâcürân ) gibi, Sarlîler de dinî amelleri ve inançları izhar etmekten hoşlan m azlar; öyle ki, bu bölgenin diğer sakinleri, onlara çirkin dinî ameller atfeder ve onla­ rın kendilerine has gizli bir dilleri olduğunu ileri sürerler. Râhip Auastas, al-M aşrik (1902) V, 377 v.dd,’ da, Sarlîler ( aynı zamanda Bâcürân ve Şabak ’terin mezhepleri) hakkında musulkı bir şahıstan elde ettiği mâlûmâtı vermekte­ dir. Anastas ’m makalesine göre, Şerlilerin dil­ leri, bir kürtçe, farsça ve türkçe halitasıdır.



SÂRLİYE Dinlerine gelince, bunlar bir Allah kabûl eder­ ler, bâzı peygamberlere, cennet ve cehenneme inanırlar. Onlar ııe oruç tutar, ne de namaz kılarlar. Reislerinin cennette arâzi satabile­ ceğine inanırlar. Reisleri, bu maksatla, basat mevsiminde bütün köyleri dolaşır ve her Sarlî ona bedelini ödeyebildiği kadar z irS ( „a rş ın ") yer satmalabilir. Bir zira' m kıymeti bir „çey­ rek mecidiyeden" asla aşağı olmaz. Veresiye satış yoktur. Reis makbuz verir, bunun içinde o şahsın kaç zira' yer edindiği işaret edilmiş­ tir. Bu makbuz, cennetin kapıcısı Rîzvân ’a gösterilebilmesi için, ölünün cebine konulur. Bundan başka Sarlîierin, her kamerî yılda bir defa olmak üzere, bir bayramları da vardır j bu bayram, reisin rıyâset ettiği, her birinin pirinç veya bulgur pilavtı haşlanmış bir horoz­ la katıldığı bir yemek yenilmesinden ibarettir. Cemâatin reisinin yerine, ölümünden sonra, be­ kâr oğlu geçer; bunun sakal ve bıyığını traş etmesi yasaktır. Sarliler birden fazla kadınla evlenebilirler. Gâlibâ farsça yazılmış bir mu­ kaddes kitapları vardır. Bu malûmat çok ihtiyat ile kabûl edilmeli­ dir. Bizzat Sarlîler kendilerinin menşe’ itiba­ riyle Kerkük civarında bir kaç köyü bulunan Kâke 1er e mensup olduklarını söylerler. Fakat Kâke Merin de esrarlı bir şöhreti vardır. Sarlî köylerinden birinde ( Sefiye ) köyün belli-başlı binalarının duvarları içinde müselles şekilli de­ liklerden meydana gelen süsler bulunur. Sarlîler iyi zirâatçı olarak tanınmışlardır. Dinî inançları müfrit şiîlerin ve eski tran dü­ şüncelerinin te’siri altında kalmış olmalıdır. Tıpkı Yezidîler gibi, onlar da müslüman ad­ ları taşırlar, 1925 ’teki reislerinin adı Tâhâ Koça veya Mulla TShâ idi. B i b l i y o g r a f y a ; W. R, Hay, T100 Years in Kurdistan ( London, 19 2 1), s. 93 94; v.d. Anostas, T afkikat al-azhan f i t a 'r lf şalöşatı adyân {M aşrik, 1902), V, 577 v.d.; Cuinet, La Turquie d ’Asie { Paris, 1894), II. ( J. H. Kram ers.) S A R P U L -1 Z U H Â B .( Bk. s e r p ü l -1 zOhAb.] S A R T . Ş A R T , aslında „tacir" mânasına bir kelime olup, bu mânada Kutadgu bilig ( Radloff ’un aldığı parça için bk. Versuch eines Wôrterbuches der Türk-Dialecte, IV, 3 3 5 )'de geçtiği gibi, Maijmüd K âşğari (I, z86) tara­ fından da kaydedilmiştir. Radioff tarafından neşredilen, Saddbar-mapundarika om (çinceden uygurca tercümesinde, sanskritçe sarthavâha veya sârthalâha „tacir, kervan başı" mânasında olmak üzere şartpau kelimesi bu­ lunmaktadır ; bu kelime, satığçı uluğı („bezir­ gan başı") şeklinde izah edilmiştir. Bundan dt> Ipyı Radioff türkçe sari ’ıp bindçedeq atınmış



SART.



bir kelime olduğu kanâatine varmıştır ( Kuanşi-im Pusar, Bibi. Buddh., Petersburg, 19 11, XIV, 37. ( türk. nşr. için bk. Ş . Tekin, Atatürk ün-v. yay., Erzurum, 1961 ]. İraniılar göçebe ka­ vimler ile ticâreti ellerine geçirince, sart keli­ mesi türkler ve moğullar tarafından, tâcik g ib i , a y n ı m â n a d a b i r k a v i m a d ı ola­ rak kullanılmıştır. Raşid al-Din ( nşr. Bererin, Trudt vost. otd. arh. obşç., VII, 17 1 ) müslü­ man Kartuk hükümdarı Arslan H an’ ın moğullara teslim olunca, kendisine onların Sartölftây, yâni tâcik dediklerini izâh ediyor. Bura­ daki kavim adı sartök şeklindedir \-tây eki moğullar tarafından kavim adlarında, o kavme mensup bir erkek ferdi göstermek için kulla­ nılırdı (Oi/n. e s r s. 65 ). Bu misâlin gösterdiği gibi, sartâktây, moğullar için, belli bir millet veya dile mensup Kalk ( bilindiği gibi, Karlukiar bir türk kavmidir ) değil, bir muayyen kültür muhitinin, isiâm-fars kültürünün men­ suplarıdır. Sartâktây moğullara yalnız ticâret erbabı değil, bil’akis kültür taşıyıcısı olarak, bilhassa sulama mütehassısı olarak, görünüyor; moğui efsânelerinde mûcizevî kanallar, köprü­ ler, ve rıhtımlar yapan kahramanlara sartöktây denilmesi de bundan dolayıdır ( J . N. Potanin, O çerki severo-zapadnoy M ongolii, Petersburg, 188.1 — 1883, IV, 285 v. dd.). „S a rtâ k tâ y " yanında aynı mânada, açıkça ay­ nı kökten teşkil edilen „Sartâu l“ kelimesi de kullanılır. Msl. Raşid al-Din ( nşr. Bioehet, s. 541,s ve Melioraoskiy tarafından neşredilen arap.-moğulca lugatta sartâul kelimesi al-muslimün şeklinde izâh ediliyor ( Zap., XV , 75 aş.}. Buna karşı Türkistan ’da moğul hâki­ miyeti zamanında, yalnız lisanın alâmetine göre, açıkça, sart tâbiri türk ’ün zıddı olarak kulla­ nıldı ; krş. bilhassa Babur ’da Fergana tasviri (nşr. Beveridge, zb : AndicSn hakkında, ili tûrk-diir ve 3b Marğînân hakkında ili sârt-tur £ Bâbur ’ün türkçe neşri için bk. R. Rahmeti A rat, Vekayî, B abu r’un hâtırâtı, I, İL, T T K y&yını, Ankara, 1943, 1946 ]. A, Samoiloviç ( A f ­ ganistan, Moskova, 1924, s. 103 v .d .) Babur ’ un başka bir yerde ( Io3B~b) sart ile tâcik arasında bir fark bulunduğuna dikkati çekiyor; Kâbil şehri ve bâzı köylerin sart ’ tan müteşek­ kil olduğu, buna mukabil diğer vilâyet ve köy­ lerde, içlerinde, tâcik de bulunan diğer halkla­ rın ikamet ettiği ifâde ediliyor. Bilhassa Mir 'A li Ş ir Navâ’ i de sık-sık sart dili, türk dili ile mukayesede karşı taraf olarak kullanılmıştır ; krş. msl. Şeyh Sulayman Efendi lügatindeki Mac&lis al-nafâ'is ’ten alman kısım, L. Buda­ gov Sravnitelnıy slovar turetsko-tatarskih nareçiy, I, 612 ve bilhassa farsçanm „fâ rs tili" veya „sgrt BU" olarakf türkçe ile mukayese



SAftf. edildiği bütün Muhâkamat al-luğatayn metni < Hokand tab., ts. mal. s. 19 : Sârt türk tili bile nazm aytkandek fa sih türkler). Türkistan ’ın Özbekler tarafından zaptından sonra, banlar ile yerli halk arasında, t ü r k ile t â c i k (veya s â r t ) arasında olduğundan da­ ha kuvvetli olarak, zıt manada kullanılmıştır. Bilhassa Abu ’ 1-G âzi ’de Hîve özbekierine mu­ kabil olmak üzere, sârt sık-sık zikredilir ( krş. nşr, Desmaisons, msl, s. *31 1 Urgençning Özbe• ği ve şartı, s. 256 : H azârâspning özbegin ve şartın). Bu tâbir aynı şekilde H varizm ’ de bu­ güne kadar kullanıla-gelmîştir. Bu zıtlık Buha­ ra ileH okand’da da daha açık olarak göze çar­ par ; ekseriya bizzat göçebeler Özbekleri değil, fakat göçebe olmaları hasebi İle, kazakları [ b. bk. ] şehirli ve çiftçi olmaları hasebiyle sart 'ın zıddı gibi göstermişlerdir. Hokand ’da da hükümet emirlerine sartiya ve kazakiyalarga ma'lum bolsun kelimeleri ile başlanmıştır; bil­ diğime göre, bu şekilde şimdiye kadar hiç bir vesîka neşredİimemıştir. Kazaklar için, türkçe veya farsça konuşsun, her yerleşik kimse bir sörf id i; resmî dilde sârt kelimesi, farsça konu­ şan tâciklere mukabil, türkleşmiş halka delâ­ let eder ( krş. Tarih-i Şahruhi, nşr. Pantusov, Kazan, 1885 s. 193 : sartiya ve tâcikiya, s. 209; karyahö-i sartiya ve tâcikiya s. 279, Ilâtİya ve Szbegiye ve sartiya ve tâcikiya ). Sârt ve Öz­ bek arasındaki farkı ayırt etmenin zor olması­ na rağmen, bu tâbir Avrupa neşriyatında da kabûl edilmiştir. Radlöff ’a göre ( Kuan-şi-im Pusar, göst. yer.), sart „şimdi orta A sya ’nm, köylüler ve Özbeklere mukabil, türkçe konuşan şehir halkı, demektir. Bâzı mmtakalarda, bil­ hassa Semerkand civarında köylüler kendilerini Özbek olarak tanımakta ve eski kabile teşki­ lâtını muhafaza etmektedir; fakat şehir ile köy arasındaki bu zıddiyet bütün Türkistan’a şâmil değildir. Sart ile Özbek şiveleri arasındaki far­ kı tespit tecrübesi şimdiye kadar yapılmamış­ tır. Orta A sya ’nm yerleşik halkı ilk Önee ken­ disinin müslüman, ikinci derecede muayyen bir şehir ve civârın sakini hisseder. Kavmî mensûbiyet fikri onun için ehemmiyetli değildir. A n­ cak yakın zamanlarda, Avrupa kültürünün te’siri altında, millî birliklere doğru temayül baş­ lamıştır. Göçebeler tarafından yerleşik halka karşı inkâr edilmez bir aşağı-görme tâbiri ola­ rak kullanılan sart kelimesi halk iştikakı ile sa­ r i it („sarı köpek") şeklinde izâb edilmektedir ve bugün isti’malden tard edilmiştir; şimdi K a­ zak, Türkmen ve Tâcik kavimlerine karşılık, yalnız bir Özbek halkı kabûl edilmektedir. : B i b l i y o g r a f y a - , N. O stroum ov,Sar­ fı® (Taşkent, 1908 ); burada Şartlar ve sarf kelimesinin iştikakını izâh etmek için yapılan



muhtelif araştırmalar hakkında tam bir bib­ liyografya bulunur. ( W. BaRTHOLD. ) S A R T . Ş A R T , Ege bölgesinde, İzmir—Afyon demir-yoiu üzerinde bir i s t a s y o n (irtifaı 1103 m.) ve bunun yakınında, Manisa vilâyetinin Sa­ lihli kazası dâhilinde bir k ö y olup, adını harâbeleri yakınında kurulmuş bulunduğu kadîm Lidya kıratlığı payitahtı olan Sardes ’ten al­ mıştır, İlk çağ şehrinin İsmi Ctı SapSsıç, a l SaoSıç ( veya n SapSıç ) şeklinde geçer. Sar­ des, Tmolos ( Boz-Dağlar) kütlesinin şimâl etek­ lerinde, bu dağdaD inen Paktolos ( Paktol, şimdiki Sart su yu ) çayının Hermos (G ed iz) ırmağına döküldüğü nokfanın 6 km. kadar ce­ nubunda kurulmuş idi. Boz-Dağtardan ayrılıp, şimalde ovaya doğru uzanan dik yamaçlı dar bir sırt üzerinde, bugün yeri ancak belli olan iç-kale bulunuyor, sözü geçen sırtın garbında Paktolos çayı, şarkında da şimdi Tabak deresi adı verilen başka bir akarsu yer alıyordu ki, şehri içme suyu, kemerler ile bu dereden ge­ lirdi. Sardes ’in ne zaman kurulmuş olduğu bilin­ memektedir. Strabo ( XIII, ĞZÜ ) bu şehrin Tro­ va ’dan sonra kurulduğunu, daha önce burada Hydaia isimli bir şehir bulunduğunu, Homiros ’a atfen, zikreder; Plinius ( V , Z9) ve daha son­ ra Bizanslı Stephan da bn rivayeti destekler ise de, bu rivayetin gerçeklik derecesini tesbit etmek mümkün değildir. Sardes erkenden Lidya ’nın baş-şehri oldu ve devletin gelişmesi ile inkişâf etti ve Ege bölgesinin çok ehem­ miyetti bir ticâret merkezi hâlini aldı. İşlek yollar S ard es’i bir taraftan Ege kıyısındaki liman şehirlerine, bir taraftan Anadotu içlerine bağlıyor, İran ( S u s a ). ve Mezopotamya ker­ vanları buraya geliyorlardı. Sardes ’in zengin­ liği kendisine felâket de getirdi ve defalarca tahrip edilerek, yeniden kalkındı; 635 ( m. ö.) ’te kimmerler tarafından tahrip edildi. Daha son­ ra kırat büyük A ly a t’ın oğlu Krösus devrinde. 546 ( m. ö.) senesinde İran hükümdarı Kyros taralından zaptedılerek, büyük bir İran satrapliğına merkez oldu. 499 (m. ö.) ’da iyonlular şehri ele geçirerek, meşhur Kybel mabedini yaktılar. Granikos muharebesinden sonra, şe­ hir ve kale 330 (m. ö.)’da İskender’e teslim oldu ve İskender burada bir Zeus mâbedi ya­ pılmasını emretti ve Lidyalılara muhtariyet verdi. Şehir daha sonra Selevkos hânedânına geçti; 218 (m . ö.)’de Antiocbos 111. 1 arafmdan tahrip edildi ise de, yeniden kalkındı. Da­ ha sonra 189 (m. ö.) Bergama kıratlığı arâzisi içinde yer aldı bn kıratlık ile beraber, Roma imparatorluğuna katıldı. 17 (m. s.) senesinde şiddetli bir zelzele ile harap oldu ise de, yeni­ den gelişti. Strabo ( XII, 627 ) ’ nun ifâdesinden,



SAW. milâdın ilk senelerinde komşu şehirlerden üs­• vardır ki, birincisine Sart Mustafa, İkincisine tün durumda olduğu anlaşılmaktadır. H ıristi­- de Sart Mahmud denilmektedir, XVIII. asırdan itibaren seyyah ve arkeolog­ yanlık devrinin başında faâi bir rol oynayanı S ard es’e A s y a ’nın 7 kilisesinden biri denildi,, 1ar tarafından çok ziyaret edilmiş olan harâimparator Arcadius zamanında Sardes G o t’lar■ beler sâhasmda, ancak XX. asırda (1909—19 11), tarafından yağmalandı. Bizans devrinde Sar­■ amerikahlar tarafından kazılara girişilmiş, sides ’in, komşu ( Alaşehir Philadelphia ) ve Ma­■ yâsî hâdiseler dolayısı ile zaman-zaman sek­ nisa (M agnesia) şehirlerinin inkişâfı ile, gölge­. teye uğrayan işlere son yıllarda büyük bir lendiği anlaşılıyor. VII—X. asırlar arasında İs­. faaliyetle devam edilmiş, son olarak, 1963 se­ lâm akınlan bu havaliye kadar yayıldı ise de,, nesi yazında, Harvard üniversitesinden David şehir bizanslılar elinde kaldı. Fakat XI. asrın: Gordon tarafından Kybele mabedine ve diğer ikinci yarısında ( 107$ veya 1076 ’d a ) Türk- mabetlere âit eserler, kitabeler ve heykeller ınenlerin yayıldığı Gediz vadisinin diğer şehir­ çıkartılmıştır. Gediz ırmağı Sart harabelerinin önünde uza­ leri gibi, Sardes ’in de bir aralık Selçuklu hâ­ kimiyeti altına girmiş bulunduğu ve bir kaç de­ yan geniş ova ortasında, şarktan garba doğru fa el değiştirdiği tahmin edilmektedir. 1 1 8 1 ’de akar ; ovanın şimal yamaçları önünde evvelce bizanslı kamandan Pbitakales, türkleri geri çe­ Mermere ve bugün Marmara ismi verilen az de­ kilmeye mecbûr etti ise de, XIII. asrın sonuna rîn bir göl vardır kî, ilk çağda buna Kolöe veya doğru, yeniden bir müddet türklerin eline geç­ Gigaia ismi veriliyordu. Göl eenüb*î şarkîde ti { Paehymeres, nşr. Nîebuhr, Bonn. t8j5, II, Gediz vadisine, şimâl-i garbîde Kum çayı va­ 4 0 3 ); XIV. asrın başında şehir ve kalesi bir disine açılır; fakat cenûb-i garbîde, ova ze­ Selçuklu emîrine terkedildi ve Saruhan beyle­ mininden 100 m. kadar yükselen geniş ve ba­ rinin elinde kaldı. 793 {*391 ) ’te Bayezid I., sık bir yayla ile ayrılır. Üzerinde bulunan iriBizans elinde bulunan Ala-Şehır [ b. bk.]’i feth­ li-ufaklı höyükler sebebi İle, Bin-Tepe ismini ederek, bütün Saruhan ülkesine ve bu arada almış olan bu yayla Lidya kırallarımn mezar­ Sardes ’e de sâhip oldu ( Tevârîh-i âl-i Osman, larının bulunduğu Nekropol olup, burada bu­ nşr. Giese. s. 28; A şık Paşa-zâde, İstanbul, lunmuş cilâlı taş devrine âit balta v. b. eşyanın 1333. s. 65). Ankara muhârebesinden sonra, delâlet ettiği gibi, burasının aslında Sardes ’ten Timur İzmir üzerine yürüdü ve Sardes ’i son daha eski bir yerleşme sahasına tekabül etmesi bir defa tahrip etti (8 0 5 = 14 0 4 ). Bundan son­ muhtemeldir. Gigaia gölünün, vakit-vakit ova­ raki asırlarda, Osmanlı imparatorluğu toprak­ yı kaplayan taşma sularını sevketmek için, lidlan içinde hudutlardan uzak bulunduğu için, yalılar tarafından kazılmış olduğu rivayet edi­ tâmir edilmesine lüzûnı görülmeyen kale zama­ lir ise de, gerçekte bu gölün, fazla kum ve nın te’siri ile harap oldu ve harabe taşları da çamur taşıyarak, mecrası yakınlarım fazla yük­ başka yerlerde kullanıldı. Türk hâkimiyetinde selten akarsuların yatağında, mecraya uzak Sart adı ile anılmağa başlayan kasaba, Ana­ yerlerde kalan bir çukur sahaya tekabül ettiği dolu eyâletinin Aydın livasına bağlı bir merkezi söylenebilir ve bu takdirde lidyalılartn işi, sâ­ durumunda idi. 1671 senesinde buraya uğramış dece kanal açmak ve toprak setler inşâ etme­ olan Evlîyâ Çelebi bîr tepe üzerindeki küçük ğe inkisar etmiş bulunabiilir. Nasıl ki, son se­ kalenin içinin o kadar mâmur olmayıp, muha­ nelerde, Gediz mecrasını göle bağlayan eski fızları da bulunmadığını, fakat oldukça mâmör kanal ıslâh edilmiş, Kum çayı ile göl arasında oian aşağı semtin 3 mahallede üstü toprak ör­ bir kanal açılmış, gerekli görülen yerlere setler tülü 700 ev ihtiva ettiğini, banları ve hamamı, yapılarak, Marmara gölü taşma sularının ovaya bağ ve bahçeleri mevcut olduğunu kaydeder. yayılmasını önleyen ve icâbında bu sulan tek­ Bundan sonraki yıllarda Sart ’a âit tasvirler rar ırmağa yollayan bir su deposu hâline geti­ buranın gittikçe daha sönükleştiğini gösterir rilmiştir ve bundan da anlaşılacağı gibi, gölün ve umumiyetle yürüklerin oturduğu bir kaç ku­ suyu, bâzı eserlerde ileri sürüldüğünün aksi­ lübeden bahsedilir ; hattâ Texier—„Sardes ha­ ne, tuzlu değildir. rabelerindeki tek mesken Paktol değirmenci­ B i b l i y o g r a f y a : Pauly- Wissowa, Realsinin evidir“ — der. Sart böylece gerilerken, encyclopâdie . . . , II. sert, I. sütün 2475— 12 km. daha şarkta bulunan bir köy büyümüş, 2478 ( Brüchner tarafından yazılmış Sardes son yıllarda çok gelişen Salihli kasabasını makalesi ); Kâtip Çelebi, Cihan-nnmâ ( İs­ ( i9 6 0 ’ta nüfusu 24.100) meydana getirmiştir. tanbul, 1 1 45) s. 638; Şemseddin Sâmî, K a ­ Sart ’ın yerine gelince, bugün burada, birisi mus al-a'lâm, IV, 2477; E. Banse, T iirk ei3 harabeler yakınında 500 kadar nüfuslu İkincisi (Braunschweig, 19 19), s 119, X32 v.d .; J . v. demtr-yoiu istasyonu yakınında son zamanlarda Hammer, D evlei-i Osmaniye tarihi ( trc. M, gelişmiş ve nüfusu 1.000 'den fazla olan iki köy A tâ ), I, 230 v.d. ; V. Cuinet, La Turquie



S A R Î — SARUHAN. OĞULLARI.



d’Asie (Paris, >894), III, 532 v.d., 565; Puhlications o f the American Society fo r the . Excavation o f Sardes ( Leiden, 1916 ), Char­ les Texier, Univers, A sie Mineare s. 236, 245, 252 v.d.; W. J, Hamilton, Researches in Asia M in ö r ... (London, 1842), I, 146; J. Arundel, Discoveries in Asta Minör (London, >834), 1, 3*7 î R. Cbandler, Tro­ véis in Asia Minör, I, 2 6 ; II, >68 v .d .; E. Curtius, Beitrâge zar Cesckickte and Topo­ graphie Kleinasiens ( Abh. P r. Ak. U^ıss, >872, levha V 2 ) ; A, Philippson, Reisen und Forschungen im westlichen Kleinasien ( Pet.Mitt. Ergz. H., nr. >72, Gotha, 1 9 1 1 ) , tur. y e r .; Evliya Çelebi, Seyâhat-nâme ( İstanbul, >935 )j IX , 55; Kratners ( E l , mad. SART). _ ( Besîm D a r k o t .) S A R U C . [ Bk. SURÛC.] S A R U H A N -O Ğ U L L A R I, garbi Anadolu 'da, m e r k e z i M a n i s a o l m a k ü z e r e , S a r u h a n b e y l i ğ i n i kuran bir sü­ l â l e n i n adı. Bu beyliğe adını veren Saru­ han Bey hakkında ihtilâf vardır. Şikârî ( K araman-oğulları tarihi, s. 39 v.d .), Saruhan Beyi Moğul ve Selçuklu hükümdarının kapıcı-başısı olarak kabûl eder. Bir elçilik dolayısı ile Sa­ ruhan’m Karaman-oğlu Mehtned B e y ’in yanı­ na geldiğini, geri dönmediğini ve onun hizme­ tine girip, mirahûru olduğunu ileri sürer ise de, verdiği bu bilginin tarihî gerçeğe uymadiği muhakkaktır. Buna karşılık, Celâleddin HvSrizmşâh ’ın ölümünden sonra, Selçuklu hiz­ metine girenler arasında, Saruhan adlı bir emir vardır. ‘Ala’ al-Din Keykubâd, bu emirleri Sel­ çuklu ülkesinin muhtelif bölgelerine türlü vazi­ feler ile dağıttı ( krş. İbni Bibi, s. >7> ). İşte, Saruhan beyliğini kuran emîrin bu kumandan­ lardan birinin (Saruhan) torunu ve Alpağı ’nin oğlu olduğu tarihçiler tarafından kabûl edil­ mektedir ( bk. İ. H. Uzunçarşılı, Kitöheler, II, 58; ayn mil., Osmanh tarihi, Ankara, 1961, II, 73; Saruhan-oğalları, II, 43). Saruhan Bey, bir aşîfet ve uç beyi idi ( krş. Yazıcı-zâde’den naklen Menteşe beyliği, s. 33 v.d .; L H. Uzunçarşilı, II, 75 v.d.) Saruhan B e y ’i, Germiyari oğluna bağlı bir uç beyi olarak göste­ rir. Osmanlılar zamanında Saruhanfılar ce­ mâati, Saruhan yürükleri Manisa sancağında yaşıyorlardı ( Saruhan-oğulları, 1, 42> 69, 170 ). Yine bu zamanda, Saruhan Bey ’in bağlı bulun­ duğu ulusu bildirecek aşiretlerin de adlarını ve nerelerde oturduğunu bilmekteyiz ( bk. Saruhanda yörük ve türkm enler; Saruhan-oğul­ ları, I, 170—172 v. dd.). A şîret ve köy adları, Saruhan Bey ’in Hvârizm türklerinden olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Osmanlılar zamanında Horzum Barzı ve Güne Barzı has­



ları, Horzum Barzı yürükleri ( Saruhan-oğulla n , 1, 159, * 7 0 ) ve A la -Ş eh ir’in bu adlar ile anılan köyleri vardır. Kıyı ve uç beylerini, hattâ Osmanlıları bile Karaman-Oğullarına bağlayan Ş ik â rî’ nin İfâ­ desinden ise, Karamanlılar İle Osmanlılar ara­ sında Anadolu tahtı için bir rekabet bulundu­ ğu anlaşılmaktadır. Nitekim ona göre, Kara­ manlıların her savaşında Saruhan beyleri de onlarla iş-birliği yapmış ve hattâ onlara vergi ve para vermişlerdir ( Karaman-oğulları tarihi, 50, 64, 7> v. dd.). Saruhan-oğalları bu arada mevlevî tarîkatîne girmiş ve Manisa ’da bir mevlevî-hâne yaptırmışlardır. Anadolu Selçuklu sultam Mas'ûd II. *un üme­ râsından olan Saruhan Bey ’in, uçtaki ilk faâliyeti, aynı sultanın ikinci defa tahta çıktığı yıla rastlar ( 1302 ). Bizans imparatoru Andronikos II., K ıyı ucunda faaliyetin artması üze­ rine, garbi Anadolu ’ya oğlu ve ortağı Michaei IX. ’i gönderdi, Bu prens Manisa ’ya kadar gel­ di ise de, türk akıncılarına bir şey yapama­ dan Kıyı ’ya çekildi ( Pachymeres ’den naklen Menteşe beyliği, s. 41).. Bizans’ a ya rdınia gelen katalonlann müteakip senelerdeki faaliyetleri esnasında Saruhan Bey de bunlara karşılık, Manisa sınırları içindeki faaliyetini arttırdı ve 1 3 1 3 yılında M anisa’yı fethetti ( Menteşe bey­ liğ i,s , 19). Bu fethe kardeşi Çuğa Bey ile Ali Paşa da katılmıştır. Buna göre Saruhan Bey kendi adı ile anılan beyliği kurmuş, kardeşi Çuğa Bey ’e Demirci yöresini, diğer kardeşi Ali P a şa ’ya Nif (Mustafa Kemal Paşa ) ’ in ida­ resini vermiştir ( Masâlik al-ah şar ’dan naklen Osmanh tarihi, II, 74 }. Fakat Ali Paşa hak­ kında, şimdiye kadar hiç bîr kayda rastlanma­ mıştır. Buna mukabil Çuğa Bey Demirci böl­ gesini idâre etmiş ve bâzı vakıf ve hayırlar yapmıştır ( krş, Saruhan-oğulları, II, 6 4; I. H. Uzunçarşılı, Osmanh devleti teşkilâtına medhal, s. >76). Bu zâtın adı ile anılan Çuğalar cemâati ( bk. Saruhan ’da yörük ve türkmenler, s. 42, 54) Çuğa, Çuğalu, Çuğaylılu köylerinin mevcut olduğunu biliyoruz ( bk. Tarihte Saru­ han köyleri, s. 37 ). Çuğa Bey ’in ölümünden sonra Demirci’nin idaresi Saruhan B e y ’in oğlu Devlethan ’a, onun Ölümünden sonra da Yâkub Çelebî { Han ) ’ye bırakılmıştır ( Manisa tarihi, s. 4 0 ; Saruhan-oğulları, II, 60; Osmanh dev­ leti teşkilâtına medhal, s. 176), Evliya Çelebî (Seyahat-nâme, IX, 49 v.d.) Dem irci’nin Sa­ ruhan beylerinden Kara Mustafa Bey tarafın­ dan fethedildiğîni yazmaktadır Saruhan Bey devrinin ileri gelenlerinden olup, N if ’te bir câmi yaptırdığı bilinen Hacı Emet Bey ’in ( krş. .Evliyâ Çelebî, ayn. esr., IX, 6 6 ; Ma­ nisa tarihi, s. 91 ) Nif’i fethettiğine dâir Ev-



S A R U H A N -O Ğ U L t R İ



liyâ Çelebi ’nin kaydım ihtiyatla karşılamak lâzımdır. G rigoras, Sarulıan Bey ’in aldığı yerlerin A la­ Şehir ’den İzmir ve Ege denizi kıyılarına kadar uzandığını { Osmanlı tarihi2, î, 4 0 ; Grigoras ’ tan naklen ), Dukas ( trc., Mirmiroğlu, s. 5 ) ise, Ber­ gama ’ya kadar Manisa ve bütün Megedon eyâ­ letini içine aldığını yazar. Elimizdeki vesikalara göre, Sarnhan-oğullarma ait şehirler şunlardır: A dala, Ak-H isar, Demirci, Gördes, Gördük, Ilıca ( Turgutlu), Kayacık, Manisa,Marmara (Tarhaniyat), Menemen, Menemen-Güzelhisarı, Nif, Mcndehorya ( bk. Saruhan-oğullan, I I ). Camı alduval, bu cedvele Karacalar ile Foça ’yı ilâve ediyor. Saruhan ’ ın, gerek beylik, gerek OsmanlI­ lar zamanında, Karacalar adlı bir kazâsı yok­ tur, Foça ise, Ceneviz cümhûriyetine bağlı bir koloni idi. F o ç a ’da yaşayan rumları ve lâtinleri Saruhan kuvvetleri dâimi sfirette sıkıştırıyor­ lardı. Bu sebepten Saruhan Bey ile anlaştılar ve her sene 15,000 gümüş para vermeği taah­ hüt ettiler. Bu meblağı şehrin beyi her sene Manisa ’ya götürüyor ve Saruhan Bey ’e veri­ yordu ( Dukas, trc., Mirmiroğlu, s. 98; İbn BatJüta da [ II, 337 ] bunu te’yit eder ). Bu paraya karşılık Saruhan-oğullarının Lâtinlere bâzı hak­ lar tanıdıkları anlaşılıyor. Saruhan Bey ’in, bey­ liği içindeki memleketleri hangi tarihte aldığı kesin olarak tesbit edilemiyor. Saruhan beyli­ ğinin sınırı şarkta Ala-Şehır ’in garbından garp­ ta İzmir körfezine, şimalde Bergama ’dan cenûpta Nif, Turgutlu ve K em aliye’nin cenubuna ka­ dar uzanıyordu. Beyliğin şarkında Germeyen [ b. bk. ], şimalinde Karasi [ b. bk. ], cenûbunda Aydın beyliği var idi. Boylece üç tarafı yeni ku­ rulan beylikler ile çevrilmiş olduğundan, yalnız kıyı tarafı genişlemeğe, gazâ ve sefer yapmağa elverişli idi. Bu sebeple Saruhan-oğulları denizci olmak zorunda kaldılar. XIV, asrın başında Sa­ ruhan B e y ’in 15 şehri, 20 kalesi, 10.000 askeri, kardeşi A li Paşa ’nın da 8 şehrî, 30 kalesi, ok atmada mâhir yaya askeri ve 8.000 süvarisi bu­ lunuyordu. { Osmanlı tarihi2, I, 74, Masâlik alahşör ’dan naklen). Yukarıda gösterilen sebepler ile, denizci bir hükümet kuran Saruhan Bey bir savaş filo­ suna sâhîp idi. Saruhanlıların Bu filo ile, Ege denizindeki adalara ve Balkanlara sefer yaptık­ ları tahmin ediliyorsa da, tarihleri ve kimlere karşı olduğu bilinmemektedir. Ancak Orhan B ey'in B u rsa ’yı alıp, Bizans’ ı iyice hırpalama­ ğa başlaması üzerine, Saruhan donanmasının bâzı faaliyetlerine şâhit olabiliyoruz. Saruhanlılar Osmanlılara karşı, Bizans ve Aydtn-oğu!ları ile bir ittifak yaparak ( teferruat için bk, Düstur-nâme-i Enverî, Medhal, s. 26 v. dd., Kantakuzenos ’den naklen), Gelibolu ’ya hücum



edip, ganimet ve esir ele geçirerek, memleket­ lerine döndüler (13 3 2 ; bk. Düstur-nâme-i En­ ve rî, s. 25 v. d d ; Medhal, a. 26 v. dd., krş. İbn Battü^a, Seyâhat-nâme, II, 337 ). Umur Bey ’in hükümdar olduğu 1334 yılında, Aydın ve Saruhan-oğutları, 270 gemilik bir filo ile, Yuna­ nistan üzerine bir sefer yapmışlardır. Bu sefer­ de Saruhan gemilerine, Saruhan Bey ’in oğlu Süleyman Bey kumanda etmiştir. Düstar-nâme-i E n ver!, s. 36 v. d d .; Medhal, s. 34 v.d.). Bu sırada Midilli ’yi zapteden Foça valisi Dominik Saruhan-oğlu Süleyman Bey İle bir çok adam­ larını, hiyte ile, esir etti. Andronik III., âsi vali­ yi cezalandırmak için, bir donanma ile, Foça önlerine geldi. Şehri denizden kuşattı ise de, bir netice elde edemedi. Bunun üzerine, müttefiki Saruhan Bey '1 yardıma çağırdı. Saruhan Bey esir olan oğlu Süleyman ve arkadaşlarının, ken­ disine teslim edilmesi şartı ile yardımda bu­ lunacağını ileri sürdü; Andronikos III. bu şart­ ları kabûl etti. Saruhan Bey getirdiği süvari ve piyade kuvvetleri ile Foça ’yı karadan kuşattı. Şehir 5 ay dayandı, im parator o zaman diğer müttefiki Umur Bey *İ yardıma çağırdı. Umur Bey bir kısım gemisini, Saruhan Bey 24 gemiyi imparatorun emrine verdi. M üttef k donanması bir deniz savaşı yapmak istedi ise de, Dominik buna yanaşmadı. Bu yüzden kuşatma uzadı. Kantakuzenos ’un müdâhalesi neticesinde, FoçaIılar, Süleyman Bey ve adamlarını serbest bı­ raktılar { 1 33 6 yılında, krş. Medhal, s. 37 v.d.). 134 1 yılında Andronikos III.'un ölümü ve Kantakuzenos’un imparatorluk tacını giyerek, mücâdeleye girişmesi Saruhan Bey için mühim bir fırsat oldu. Gelibolu ve dolaylarını vurdur­ mak için, bir liio gönderdi; fakat bir muvaffa­ kiyet kazanamadı, hattâ Bizans donanması Sa­ ruhan kıyılarına gelip, bir şehri de zaptetti (bk. Medhal, s. 46 ). Bu felâketi dostu ve müttefiki olan Umur Bey ’in haçlıların hücumuna uğrama­ sı ve Lâtinlerin İzmir’i almaları tâkip etti. Fo­ ça 'y a Cenevizlilerin, İzm ir'e Lâtinierin hâkim oluşu (1344) Saruhan korsanlan ve deniz ticâ­ reti için en büyük bir darbe oldu. Bu sırada Kantakuzenos. dostu Umur B e y ’e haber yolla­ yarak, yardım istedi. Umur Bey, 20,000 suvâri İle, karadan gitmeğe karar verdi. Saruhan Bey ’den topraklarından geçmek için izin istedi ve Sarulıan B ey'e aralarında ihtilâftı olan toprak­ ları vermek şartı ile, bu müsâadeyi aldı. Saru­ han Bey ayrıca Umur B ey ’e oğlu Süleyman Bey ’in kumandasında bîr mıkdar asker verdi. Trak­ ya ’ya geçen Aydın ve Saruhan kuvvetleri Kan­ takuzenos ile birleşip, İstanbul’a kadar geldi­ ler ise de, Saruhan-oğlu Süleyman Bey burada şiddetli bir hummâ neticesinde öldü i *345» Diistur-nâme, s. 66 v. d d .; Medhal, s. 62 v. d d .)



&ÂRtİH AN- O Ğ ü L L Â R İ. İmparatoriçe, Kantekuzenos 'un kızını Orhan B e y ’e vererek, kuvvetlenmesinden endişeye düştüğünden, Saruhan Bey ile ittifaka ka­ rar verdi. Maiyeti büyüklerinden Saruhan Bey'in dostu T agaris’i M anisa’ya gönderdi. Tagaris Manisa’ya geldiği zaman, Saruhan Bey ’in Öldüğünü öğrendi (1346; M. Halil [Yınanç] Saruhan B ey’in 1346 yılı haziranında öldüğünü kabul eder, bk. Medhal, s. 72 ). Buna mukabil Tagaris Saruhan Bey ’in yerine geçen oğlu Fahrcddin İlyas Bey ile bir andlaşma yaptı. Saruhan Bey M anisa’da KÖr-Hane adı verilen türbede yatmaktadır ( bk. Manisa tarihi, s. 118 ; Kiiâbeler, 11,6 ı) . Saruhan B e y ’in M anisa’da Çarşı mahallesinde bir mescit, Gediz üzerinde bir tahta köprü, Çapraslar Kebîr ve Sag îr ma­ halleleri ile Kör-Hane mahallesinde birer çeşme yaptırdığı bilinmekte ( Şaruhan-oğtdları, 1, 101, 129, 19 0 ; d'ğer vakıf ve temlikleri için bk. Saruhan-oğullart, II, 56, 7 1 '• türbesi için bk. s. 8 l,9 Z ) ise de, bunlardan hiç biri zamanımıza intikal etmemiştir. Saruhan B ey ’in oğulların­ dan Temîr Han, Orhan, Süleyman Bey, İlyas .Bey, Devlet Han ve Budak P a ş a ’yi biliyoruz. Bunlardan Devlet Han Demirci ’yi ve Budak Pa­ şa Gördes ’i idâre etmiştir (bk. Osmanh devle­ ti teşkilâtına medhal, s. 176; Saruhan-oğulları,



II, 60, 64, 69 v.d,). Ölen Saruhan Bey ’in yerine „uluğ bey" olan İlyas Bey, imparatoriçe ile yaptığı dostluk andlaşmasına sâdık kaldı. B ir mıkdar kuvvet göndermek için hazırlık yaparken, Umur Bey ’in de 2.000 kişi göndermeği kararlaştırdığını öğrendi. Umur Bey, Saruhan kuvvetleri karşı­ sında, eski dostu Kantakuzenos ’un kötü duru­ ma düşeceğini sanarak, yahut da bu yardımı bir tertip sayarak, birliklerine kumanda edenlere, savaş başlayınca, karşı tarafa geçmelerini emr­ etti. Saruhan ve Aydın birlikleri kumandanları : yolda anlaştılar. İlk olarak İstanbul ’a gittiler, imparatoriçeden para ve hediyeler aldılar, on­ dan sonra Trakya'ya geçtiler ve Kantakuzenos .’un emrine girdiler. Bulgaristan topraklarından .pek .çok ganimet ve esir elde ederek, yurtlarina döndüler (13 4 6 ; Medhal, s. 72, 73 ). Gâlibâ bu sefer Saruhan-oğullarının Rumeli ’ye son seferi oldu. Bundan sonra Osmanhlar, Karasi beyliğini yıkarak, onların şimallerine yer­ leştiler ; daha sonra, Gelibolu ’da ve Trakya ’da fetihler yaparak, Saruhan-oğullarınm gazâ ve korsanlık yaptıkları yolları tıkadılar. Şimal kıyı­ lan gibi, garp sahilleri de Saruhanlıiara karşı kapandı. İzmir ’i almak isteyen Gâzî Umur Bey 151inler karşısında şehit düştü (134 8 ). İzmir Lâtinlerin eline geçti. Muhtemel olarak, İzmir ’ e yerleşen lâtinler, şark komşuları olan Saruhanlılardan bâzı imtiyazlar aldılar, deniz ti­ Uîâ • 'nsikiopedisi



câretlerine ve korsanlık yapmalarına engel ol­ dular. A rtık bundan sonra, Saruhan-oğullannın korsanlık veya gazâ yaptığına dâir bir kayda rastlanmamaktadır. Orhan Bey 'in İzmit körfezinde foçalı Cene­ vizli korsanlar tarafından kaçırılan (1356 ) oğlu şehzâde Halil ’in kurtarılması için Yuannis bir donanma İle F o ç a ’ya gitti ve şehri kuşattı. Fakat Cenevizlilerin dayanması üzerine, Saru­ han-oğlundan yardım istedi. O da bu talebi kabul etti ve F o ç a ’yı karadan kuşattı. Fa­ kat Yuannis, onu gemisine çağırdı ve denize açıldı. Saruhan-oğlunun zevcesi fidye-i neeât verdi ise de, istenilen mıkdarı tamamlanmadığı için çocukları da rehin olarak kaldı ( Grigoras, Şehzâde H a lil'in mâceraları, trc.,. İskender Hoçi, T O E M , cüz 4, İstanbul, 1326, cüz 4, s. 249—2 5 1). Burada adı geçen Saruhan-oğlu İlyas Bey mi, yoksa onun oğiu İshak Çelebî mi olduğa ayırt edilemiyor. Çünkü 759 ( «357 ) yılında Saruhan-oğulları beyliğinin başında İs­ hak Çelebî ’nin bulunduğu malumdur. Buna göre, ya İlyas Bey tahttan vazgeçmiş veya öl­ müştür. İlyas Bey ’e âît yalnız tek bir vesika vardır, bu da beyliğinden önceki zamana aittir ( 74q tarihlî olan bu vesika için bk. Saruhanoğulları, II, 39). İlyas Bey Manisa ’da bir mes­ cit ile bir çeşme yaptırmıştır ( bk. ayn. esr., I, 162, 192). Kendisinin nerede gömülü olduğa da belli değildir. Ölüm tarihi kesin olarak bilinmeyen, fakat beylik yaptığı mevcût kitabelerden anlaşılan İlyas Bey yerine oğlu Muzaffar al-Din İshak Bey ( Ç e leb î) geçmiştir. Menemen 'deki Ulu camiin ( Sünbül Paşa cam ii) onun zamanında yapıldığı üzerindeki 759 ( 1 358 ) tarihli kitabe­ sinden açıkça anlaşılmaktadır ( Saruhan-oğulla n , I, VII). Bundan başka 763 (13 6 1/ 13 6 2 ) tarihli vesika (Osmanh devleti teşkilâtına med­ hal, s. 176 ) ve bundan sonraki kitâbeler ve vesikalar İshak Çelebî ’nin 1359 yılında bey olduğunu göstermektedir. Ölüm tarihi ( D üvel-i islâm îye, s. 277) 1374 veya 1364 olarak göste­ rilmiştir {K itâbeler, II, 63). İshak Bey zama­ nında Saruhanlılar, yeni komşuları Osmanhlar ile dostâne bir siyâset tâkip etmek zorunda kalmışlardır, Murad I., oğlu Yâkub Çelebî ile, Yıldırım ’m sünnet düğününe İshak Bey ’i ça­ ğırdı (bk. Aydın-oğııltarı, s. 57) ; Germeyanoğlunun kızı ile Yıldırım Bayezid evlendiği za­ man, Saruhan-oğlu da bu düğüne dâvet edil­ miş, hediyeler göndermiş idi { Aşık Paşa-zâde, Osmanh tarihleri, İstanbul, 1949, I, 1 30; Neş­ ri, 1,-250). Saruhan-oğlu, bu dostluğunu birinci Kosova fb . bk.] savaşma yardımcı kuvvetler göndermekle devam ettirmiştir (Solak-zâde, s.



5* ) .



-•



•'



H



¿SARUHAN-OĞüLLÂRİ. Saruhanlılardan İshak Bey, beyliğin zayıf bir zamanında başa geçmesine rağmen, bu iile için­ de en çok îmar yapan bir bey olarak tanınır. Kendisi 768 {136 6 /136 7 ) ’de, Manisa ’da ulu camii, 770 ( 1368/1369 ) ’te mevlevî-hâneyi, 780 ( 1378 ) ’de medresesini yaptırdı. Bunlardan baş­ ka K ar aoğt anlı civarında Koyun köprüsünü ( bk. Saruhan-oğulları, s. 138, 1 7 6) ; Çapraslar Sagîr ve Kebîr mahallerinde birer çeşme yap­ tırmıştır ( ayn. esr., s. 152 ). M anisa’da YediKizlar türbesi (ayn. esr., s. 17 v. dd.) ile Kara-Hisar, Kara-KSy ’ ün Narlıca mahallesindeki çeşmeleri yaptıran Gülgün H âtûn’un da İshak Bey ’in eşi olduğunu sanıyoruz. Çünkü İshak Bey vakfiyesinde iki hamamdan bahsedilir. Bun­ lardan birisi Ulu câmie vakfedilen Çukur ha­ mam, diğeri de Yedi-Kızlar türbesine vakfedi­ len Dere hamamıdır ( bk. ayn. esr., s. 34 ). İs­ hak Çelebî, bir medrese yaptırmakla ilim se­ ver bir insan olduğunu gösterdiği gibi, kayb­ olan vakfiyesini yemden tanzim ettiren Fâtih Sultan Mehmed de vakfiyede bunu te’yit edi­ yor (krş. Kitâbeler, II, 6 3 ; Ş a h â 'îf al-ahbar, s. 33). İshak Çelebî zamanında, Manisa 'da mevievîliğin hayli itibâr gördüğü anlaşılıyor. Mevlevî-hâneyi yaptırması, bu âüeden bir kaçı­ nın „Ç elebî" unvanını alması bu sevginin bir delili olmalıdır. İshak Çelebî için kitâbeler ve vesikalarda „sultan, emîr, beldeler fatihi, sul­ tan el-a’zâm" gibi unvanlar kullanılmaktadır ( bk. Saruhan-oğulları, II, 29—31 ). 780 ( 1 378 ) yılından sonra, kaynaklar İshak Çelebî ’den bahsetmezler. Osmanlı kaynakları kendisinin 1388 veya 1390 yılında öldüğünü yazarlar ( bk. Â şık Paşa, I, 135 ; Şahâ’i f al-ahbâr, 35 ). Uzun müddet M anisa’da beylik yapan Fâtih tanzim ettirdiği vakfiyede İshak Çelebî için sıtayişii bir ifâde kullandırır. Sağlığında yaptırmış ol­ duğu türbe kitabesinde ölüm tarihi yazılı değil­ dir. İshak Çelebî ’nin yerine oğlu Hızır Şah geç­ miştir. Hızır Şah ’ın bulunan gümüş ve bakır paraları üzerinde tarih yoktur. Ancak 791 ta­ rihli bir vesika bu tarihte Hızır Şah’ın bey oldu­ ğunu göstermektedir ( bk. Saruhan-oğulları, II, 84; Osmanlı devleti teşkilâtına medhal, s. 177). Muhtemel olarak, Hızır Ş a h ’ ın beyliğini diğer kardeşi Orhan kabûl etmemiş, beylik tahtı için aralarında mücâdele başlamıştır. Bu sırada Mu­ rad I. şehit düşmüş, yerine Yıldırım Bayezid geçmiş idi. Bu mühim hâdiseyi fırsat bilen Karaman-oğlu Alâeddin Ali Bey, kıyı beyleri ile birleşip, Yâkub Çelebî ’nin öcünü almak için, ayaklanmış, bu birliğe Saruhan-oğlu Orhan Bey de katılmış görülüyor (bk. Şikârı, s. 163 v. dd.). Bunun üzerine Yıldırım Bayezid sür’atle Ana­ dolu ’ya geçmiş, A la-Şeh ir’ den sonra Saruhan’a



gelmiş, beyliğin şarkını kendisini karşılayan Hı­ zır Şah ’a bırakmıştır. Dukas (s. 9 ) ’m Hızır Şah ’ ın Bursa’ya gönderilip, öldürüldüğünü yaz­ ması yanlıştır. Yıldırım Manisa’ da iken, Orhan oraya gelmiş (bk. Düstur-nâme-i E n verî, s. 88} ve yakalanarak, Bursa ( İ A, II, 370 mad. BAYEZİD ) ’ya veya İznik ’e sürülmüştür ( bk. Düstur-nâme-î E n verî, Medhal, 83 ). Her hâlde Or­ han, sonraları buradan kaçıp, Timur ’un yanına gitmiş olmalıdır. İlk Osmanlı kaynakları, Yıl­ dırım Manisa ’ yı aldığı zaman, Saruhan beyiğimn adını kaydetmezler ( msl. bk. Osmanlı ta­ rihleri, I; Ahmedî, s. 5 * ! Şükruliab, s. 56; Â şık Paşa, s. 135 ). Bu sebepten dolayı muah­ har tarihçiler hatâya düşmüş, Hızır İle Orhan ’1 birbirine karıştırmışlardır. Bu hâl bugüne kadar devam etmiştir. Halbuki hâdiseler iyice incele­ nirse, Hızır Şâh ’ ın beyliğinde bırakıldığı görü­ lür. Â şık Paşa-zâde ’nin A ydın ve Saruhan bey­ lerinin, hutbe ve para hakkı Yıldırım 'a âit olmak suretiyle, bir kısım topraklarının kendilerine verilerek yerlerinde bırakıldığını yazması ve Hı­ zır Şah ’ın yaptırdığı eserler ile bırakmış oldu­ ğu vesikalar bu hususu tey’it etmektedir. Hızır Şah babası Isbak Çelebî ’den daba çok bihâ yaptıran, hayır ve vakıf işlerine temlikler veren bir bey olmuştur. Buna mukabil, O rhan'a âit —parası hâriç— elimizde tek bir kitabe veya vesîka yoktur. Yıldırım Bayezid M anisa’yı 792 (139 0 ) y ı­ lında aldı ( Osmanlı tarihleri, I ; Karamûnî Mehmed Paşa tarihi, s. 347 ). İlk Osmanlı kay­ nakları Yıldırım *m Karası ile Manisa 'yı birleş­ tirip ( Osmanlı tarihleri, I ; Â şık Paşa-zâde, s. 135 i Neşrî, I, 312 \ bey sancağı yaptığını, ba­ şına da oğlu Ertuğrul ’u geçirdiğini yazarlar. Bir kısım kaynaklar ise, buraya Emîr Sü­ leyman ’1 tâyin ettiğini kaydederler. Bu kayıt­ ların her ikisinin de bakîkate uygun olması ge­ rekir. Muhtemel olarak, Ertuğıul 1390— 1392 yılları arasında bey idi, fakat Kadı Bürhaneddin ile yaptığı savaşta ölünce, yerine Emîr Sü­ leyman tâyin edilmiştir. Adala, Demirci, Gör­ dük taraflarının Hızır Şah ’a verildiği yapıla­ rından ve vesikalardan anlaşılmaktadır ( krş. Saruhan-oğulları, I I ). Yine bu aileden bâzı beyler, diğer kazâları idare ediyorlardı. Saru­ han topraklarının garp kısmı ise, OsmanlIlara geçmiş idi. Seciye ve yaradılış bakımından birbirine çok benzedikleri sanılan Emîr Süley­ man ile Hızır Ş ah ’ın çok iyi geçindikleri tah­ min edilebilir. Hızır Şah devrine âit hiç bir bil gimiz yoktur. Yalnız, Yıldırım Bayezid ’tn oğlu Ertuğrul Vasıtasıyle Menemen çevresinde yaşa­ yan, ve tuz yasağına riâyet etmeyen aşiretleri Paşa Y iğit emrinde Filibe civarına sürdürmüş­ tür, Ankara meydan savaşma Emîr Süleyman



ğARUHAN-OĞULİÂM. yanında katılan Saruhan askerleri sonradan eski beyleri Orhan tarafına geçmişlerdir ( Du­ kas, tre., s. 39; ¡A , mad. B a y e z ÎD, II, 386). Zaferi kazanan Timur, Saruhan-oğlu Orhan Bey ’e tek­ rar eski beyliğini verdi (D ukas,trc.,s. 48). Orhan ı f ağustos 1402 ’de M anisa’ya geldi ve beyliğin başına geçti ( bk. Menteşe beyliği, s. 89 v. dd.). Beyliğini meşru göstermek için de, 806 (1403/ 1404 ) tarihli parasını bastırdı ( İstanbul arke­ oloji ■müzesi para kollk., numarasız sik k e si). Hızır Şah ile Orhan arasında neler olduğunu bilmiyoruz. Bu tarihten sonra O rhan’ın adına rastlanmıyor. Bundan Orhan ’ın çok az beylik yaptığı, iktidârın tekrar Hızır Ş a h ’a geçtiği anlaşılabilir ( Hızır Şah ile Orhan arasındaki mücâdeteye dâir rivayet için bk. Manisa tarihi, s. 37 }. Hızır Şah ’m, fetret devrinde, eski dos­ tu Emir Süleym an’ın tarafını tuttuğu görülü­ yor. Emir Süleyman, başta Cüneyd Bey olmak üzere, kıyı beyleri ve Hızır Şah ile iş-birliği yapmış ve kardeşi İsa Çelebi ’yi bunların ya­ nına gÖnderm’ştir. İttifaka dâhil olan beyler Çelebi Mehmed kuvvetlerine yenildi. Çelebi Melımed, bu zaferden sonra, Cüneyd Bey ’i affetti, sür'atle Manisa üzerine yürüdü. Adam­ ları, hamamda eğlenmekte iken, Hızır Şah ’1 yakaladılar. Hızır Şah öldürüleceğini anlayınca, Çelebi Mehmed 'den atalarının yanma gömül­ mesini, vakıflarına dokunulmamasını rîcâ etti. Çelebi Mehmed bu ricalarını kabûl edip, Hızır Ş a h ’l öldürttü ( aş.-yk. 1405— 14 10 ). Câmi' aldaval ile Ş a h â 'if al-ahbar ’da H ızır’ın çok fenâ. zâlim ve ayyaş olduğuna dâir kayıtlar vardır. Osmanlı tarihleri, belki de bunu, taht mücâdelesine girişen Emir Süleyman ve İshak Çelebi ’yi, Mehmed Çelebi ’ye karşı destekle­ miş olmasından yapmış olabilirler. Hızır Şah da, babası gibi, bir çok yapılar yaptırmış, va­ kıflar İhdas etmiştir. Hızır Şah Adaİa 'da ca­ mi, medrese, imaret, hamam, A la-şehir’in Ke­ maliye köyünde Hızır Paşa câmii ile hamamını, M anisa’da Çınar zâviyes’ ni yaptırmıştır ( bk. Saruhan-oğulları, II, 24; 1, 88). Bundan başka Hızır Şâh, başta Adala olmak üzere ( ayn. esr.,s. 37—53) Demirci (ayn. esr., s. 56 v. dd.) Gördük, İlıca, Manisa ve Menemen (ayn . esr., 8. 73, 78, 88, 108 ) ’de bîr çok yerleri ve çift­ likleri hayır sahiplerine temlik etmiştir. Hızır Şah ’m ölümü ile Saruhanlıların Manisa kolu sona ermiş, fakat Demirci kolu devâm etmiş­ tir. Hızır Şah ’ın ölümünden sonra, Devlet Han ’ın oğlu Yâkub Bey Demirci ’de hüküm sürü­ yordu. Yâkub Han burada 810 (1406 /1407) yı­ lında. bir câmi yaptırmış, buna oradaki bir hamâmı 8t6 ( 1 41 3) yılında vakfetmiştir (k rş. Ma­ nisa tariki, s. 40; Saruhan-oğulları, II, 60). Budak Paşa-dğlu Begce Bey de G ö rd es’te bir



Hi



câmi ve hamam yaptırmıştır (ayn , esr., 8. 70). Bunlardan başka, bu aileden Hayreddin ve Yusuf Çelebi adlı iki kişi daha bilinmekte ise de, haklarında hiç bir malûmat yoktur ( bk. ayn. esr., s. 10 6 ; Osmanlı devleti teşkilâtına m edkâl, s. 176). Saruhan-oğulları iâtinler ve Cenevizliler ile ti­ câret yaptıklarından, Anjou prenslerinin pa­ ralarını örnek alarak, gigliati denilen bir çeşit para bastılar. Bu paralar İshak Bey, Hızır Şah ve Orhan Bey ’e âit gümüş ve bakır para­ lardır, İkisi üzerinde tarih vardır. Diğerlerinde tarih ve biç birisinde basıldığı yer yoktur ( bk. Takvîm -i meskûkât-ı selçukiye, s. 284; Meskûkât-ı kadîm e-i islâm iye kataloğu, s. 283 v. dd.) Bâzı tarihçiler Osmanlı beyliğinin sür’atle yayılması sebeplerinden birisinin de gâziyân-ı mm, ahiyân-ı rûm ve abdalân-ı rüm gibi top­ lulukların Osmanlı ucuna gelip, kuvvetlerini artırmaları olduğunu ileri sürerler. Halbuki Saruhan-oğulları zamanında da bn birliklerin bu beyliğe de gelip, gazalarda bulunduğa görül­ mektedir. Sarahan Bey, sınırdan denize ula­ şıncaya kadar, bunlardan faydalandığı gibi, de­ niz gazaları ve seferlerine bu toplulukların ka­ tılıp, Saruhanlıların mücâdele kudretini çok arttırdıkları görülüyor. Saruhan-oğulİannm yap­ tıkları bağışlar, verdikleri mülk-nâmeler göz­ den geçirilirse, başta abdallar olmak üzere, ahilerin ve gâzilerin bu beyliğin kurulmasında ve yayılmasında nasıl bir rol oynadıkları der­ hal anlaşılır. Bunların adlarının ve zaviyeleri­ nin bir cedveli yapılmak icâp etse, bu cedvel bir kaç sahifeyi doldurur { bk. Saruhan-oğullart, 1 ve II, 19 v, dd., 24—2 7; Saruhan zaviye ve yatırları, Manisa tarihinde vak ıflar, I, II; A khisarlı türk b ü y ü k le ri). B i b l i y o g r a f y a - . îbn Battüta, Seyahat-n&me ( tre. Mehmed Ş e r if ), İstanbul, 1333— 1335, II; Dukas, Bizans tarihi (tre. VI. Mirmiroğlu ), İstanbul, 1956 ; Düstur-nâme-i E n verî ( nşr. Mükrimin H a lil), İstan­ bul, 1928; Mükrimin Halil, Düstûr-nâme-i En­ v e r î, Medhal ( İstanbul, 19 30 ); Şikâri, Kon­ ya tariki { Konya halkevi yayınlarından), Konya, 1946; Evliya Çelebi, Seyakat-nâme (İstanbul, 1935), IX ; Müneccim-başı, Ş a h â 'if al-ahbâr (İstanbul, 1285), III; İsmail Gâlib, Takvîm -i meskâkât-ı selçukîye (İstanbul, i3°9 ) >MehmedTevhid, Meskûkât-ı kadîme-i islâm îye katalogu, 4. kısım (İstanbul 1 3 2 1 ) ; Neeib Asım, Mehmed A rif, Osmanlı tarihi (İstanbul, 1335), I ; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Kit&beler (İstanbul, 1929), 11 ; ayn. mil., Anadolu beylikleri v e A k-K oyunla ve KaraKoyunlu devleti ( Ankara, 19 3 7 ); aya. mil., Osmanlı devleti teşkilâtına medhal ( İsian-



S A R ü H A N -O Ğ U L L A R I -



. bul, 1 9 4 1); ayn. mil., Osmanlt tariki (A n ­ kara, 1961), 2. baskı, I ! ; S t, Lane-Pooîe Düvel-i islâmiye ( trc. Hali! Ed bem ), İstanbul, . 19 27; Paul Wittek Menteşe beyliği ( trc. Orhan Şayik G ö k y a y ), Ankara, 1944. ;• Zeki Velidî Togan, Türk tarihine g iriş ( İstanbul, 1946); Himmet Akın,. Aydın-oğulları tarihi hakkında bir araştırma ( İstanbul, 1946 ); H. A . Gîbbons Osman/r devletinin kuruluşu (trc, Râgsb H ulû sî), İstanbul, 1928; Ahmed Tevnîd, Saruhan ve Aydın-oğalları { T O E M, cüz 10, İstanbul, 13 2 9 ); İbrahim Gökçen, Saruhan 'da Yörük ve Türkmenler ( İstanbul, 19 4 6 ); ayn, mil,, Saruhan zaviye ve yatır­ ları (İstanbul, 194.6 ); ayn. mil., Manisa ta­ rihinde va k ıfla r' (İstanbul, 1946-—1950 ), I ; ayn. mil., Tarihte Saruhan köyleri (İstanbul, 19 5 0 ); ayn. mil. ve Çağatay Uluçay, M ani­ sa tarihi ( İstanbul, 1939 ); Ç. Uluçay, Saruhan-oğulları ve eserlerine dâir vesikalar ( İstanbul, 1940— 1946 ), 1—İ l ; ayn. mil., î A, VII, 290—294, mad. M AN İSA; Mehmed Emin Müderrisoğlu, A khisarli türk büyükleri ( İz­ mir, 1956). ( Ç a ğ a t a y U lü ç a y .) S A S A K . [ Bk. LOMBOK ] S Â S Â N . SÂ S Â N , dilenciler, hokkabazlar, sihirbazlar, hayvanlan ( teke, eşek ve maymun­ lar ) ile memleketleri dolaşan, hastalıklar ile gerçek veya sahte sakatlıklar gösterenler, çin­ geneler v. b, gibi, g e z i c i k i m s e l e r i n p î­ r i. Bu gibilere çok defa Banü Sâsân denilmiş­ tir; arap müelliflerinden anlaşıldığına göre, bunlar fenâ şöhret sahibi insanlardır; aynı za­ manda hemen-hemen bütün yalancı ve dolan­ dırıcılara bu ad verilir. • Bu dilenciler esnafının pirine âit bir çok ri­ vayetler vardır. Bunlardan birine göre, Sâsân, Sâsânîler [ b. bk.] hanedanının ceddi, yâni SSsân b. İsfepdiyâr veya b, Bahman ’dİr ki, ken­ disi, babasının Ölümü sırasında, onun tarafın­ dan, kız kardeşi Humây lehine tahttan uzak­ laştırılmış idi. Sonraları Sâsân çoban ve dilenci oldu. Bu rivayet ihtimâl İran ’da Sâsânîlere muhâlif çevrelerde doğmuştur ( Nöldeke, Gesck. der Perser u. Araber, Leiden, 1879, s. 4 3 2 ); vaktiyle İmru’ uî-Kays, bir beyitinde ( M uhif al-muhit, II, 1026) de buna telmihte bulunmuş olmalıdır. Sâsân kelimesi farsçada da dilenci mânasını almıştır. Diğer taraftan türlü smâat erbabı edebiya­ tında ayni şekilde, Sâsân ile meşgûl olunmuş­ tur, Bir (arıkat-i Sâsân ’m mevcudiyetine, cid­ dî bir şekilde, asla inanılmamış olması muhte­ meldir; Thorning ( Beitr&ge zar Kenntnis des islamischen Vereinstuesens, Berlin, 1 9 1 3 ) ’in bahsettiği bir kaç yazmada Şayh Sâsân bir tarîkate mensûp addedilme iniştir. Bununla be-



S Â S Â N ÎL E R .



râber, Sâsân, kardeşleri Hamdan ve Rakbân, her üçünün de bütün sınâatlerin pirleri sayıl­ dığı rivâyetleri vardır ( Thorning, s. 39 v. dd.). Mısır ’daki sınâat cemâatleri hakkındaki bir yazma (G otha, Pertsch, nr. 903 ) ’nın müellifi, câhil olduğundan bahsetmekte ve Mısır ’da sınâat cemâatlerinin inhitatına sebep saymak sûretiyie S â s â n ’a karşı şiddetle hücum etmekte ve kendisinin, müesseseler! ile, esnaf cemâat­ lerinin hürmete şâyân eski âdetlerini ihyâ et­ meğe çalışacağını anlatmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : al-Cavhari, Kitâb al-muhtâr f i k a ş f al-asrâr va katk al-astâr ( burada Banü Sâsân ’dan ve onların hilele­ rinden bahsedilmektedir); de Goeje, Z D M G , XX, 485, 493, 500 ; Justi, Iranisches Namen­ buch ( Marburg, 1895 > )*• * 9 * ! Dozy, Supp­ lément, bk. mad. SÂSÂN. ( J. H. KraMERS.) S A S A N . [ Bk. SÂSÂN.) ■. S A S A N Î. [ Bk. SÂSÂNÎLER.) S Â S Â N Î L E R . S Â S Â N ÎL E R , İ r a n hüküm­ dar s ü l â l e s i . Hükümdarların adları, yenifarsça şekilleri ile, şunlardır; A rd aşır 1., 226— 241 Bahram V., 420—438. Şâpür i., 241—272. Yazdigird II., 438—457* Hurmizd I., 272—273. Hurmîzd III., 457 —459Bahram I , 273—276. Firuz, 459— 484 * Bahrâm lI., 276— 293. Balâş, 484—488 Bahram III., 293. Kavâz I., 488—531. Narsay, 293—303. Husrav I., 531— 579. Hurmizd II,, 303—310. Hurmizd IV., 379—590. Azarnarsay, 310. Husrav II-, 5^ °—6*8. Şâpür II., 310—379. Kavâz II., 628. A rdaşır II., 379—383- A rdaşir III., 628—630. Şâpür III., 383—388 Bir çok geçici nâip( veya 387 ?; krş. 1er, bu busûsta bk. Pauiy-Wissowa, Justi, Grundriss der Real.2, 2, kısım Iran. Philologie, II, 1, stn. 2355). 545Bahram IV., 388—399. Yazdigird III., 632—651. Yazdigird 1, 399— 4 2o. Bilhassa Hurmizd I. ve Şâpür II. arasındaki hükümdarlara âit olan tarihler kat’î olarak bilinmemektedir ( bk. Nöldeke Gesch. d. P er­ ser und Araber, s. 400 v. dd. ). Sülâle Sâsân adlı bir zâttan gelmektedir ki, bunun hak­ kında tarihî hiç bir şey bilinmemektedir. Şece­ re sonradan, Dârâ vasıtası ile, Iran efsânevî hükümdar ailesine bağlanıyor. Milâdî III. asrın başlangıcında, Iran ’da Arsakîlerin hâkimiyet­ leri altında bir çok küçük hudümdarlar hüküm sürüyordu, Bu sülâleler devrine, arap ve İran müellifleri mulük a l-fa vâ 'lf devri adını ver­ mişlerdir ki, bu tâbire, daha küçük hüküm­ darlar gibi, A rsakîler ( ve Selevkoslar ) da dâ­ hil edilmiştir. Böylece tbn Çutayba ( Kitâb a b m a'arif, e. 3 2 1 ) bizzat A rd aşir I.’i mulûk a l-



SÂSÂNÎLER,



tava’i f ’ten Iftahr tâbi hükümdarı olarak say­ maktadır. T a b a ri’ye göre, aslında H ır ( Ş ir a z ’ın şar­ kında ) hükümdarı olan ve babası Sâsân ’da Iştahr ‘da dînî vazifeler ifâ etmiş bulunan A rd aşir 'in babası Bâbak diğer İran küçük hükümdarları zararına hâkimiyet sahalarını genişletmeğe baş­ ladı. A rdaşir, oğlu Ş âp ü r’un kısa saltanatın­ dan sonra, idâreyi eline almış ve babasının başladığı işe devâm ederek, Arsakîlerden Artaban V. ( A rd avân ) ’ı mağlûp edip öldürmüş­ tür (224). Sâsânilerin idâre ' merkezi Ktesiphon 'u 226 'da zaptetmiş olmaları muhtemeldir; bu tarih hânedânm başlangıç yılı sayılır. Fa­ kat bu hükümdarın saltanatı esnasında İştahr ailenin ikamet yeri olarak kalmıştır. Sâsâniler büyük F art kıratlarının mirasçısı oldular: Ro- malılar, sonra da Bizanslılar ile mücâdele et­ tiler. Sâsânilerin tarihi husûsunda en emin : kaynaklarımız grek ve romalt tarihçiler oldu■ğu için Sâsâni devleti ile garp imparatorluklan arasındaki münâsebetleri tafsilâtlı olarak bilmek imkânına sahibiz. A rd aşir 1. Romalıla­ ra karşı taarruza geçti; nisbeten kısa olan sulh devreleri istianâ edilirse, bu mücâdele he­ men-hemen hânedânm sukutuna kadar devam etti. Eski Sâsâniler genişlemeğe çalışıyorlardı ve Romalılar, bu ilk devir esnâsında şarktaki eyâletleri için uyanık bulunmağa mecbur olu­ yorlardı. . / Mücâdelenin en mühim mevzÛlarından biri Ermenistan idi. Burası, siyâsetini Roma ’ya doğ­ ru tevcih etmiş bulunan Arsakîlerin bir kolu­ nun hükmü altında olup, erkenden bıristiyanlığı kabul etmiş idi. Erm enistan’a müteallik bir taksim anlaşması aş.-yk. 38 7 ’de neticelen­ : di. Hıristiyanlık şarkî romalılarda devlet dini olunca, »anlılar ile münâsebetlerde yeni bir - unsur zuhûr etti. ŞSpür II., Bahrâm V., Yaz­ - diğird II. gibi bir kaç hükümdarın dinî tâkibatı zıddiyetleri kuvvetlendirmeğe vesile oldu. Burada tafsilâtı nakledilmeyecek olan bu mu­ , hârebeler, Gibbon ‘dan Seeck ve Bury ( krş. bir de Pauly-Wissowa, Reatenzyclopaedie der class. Altertumswissenschaft2, bk. mad. A r taxer xe s [A rd a ş ir] I. — I!!., Sapor I.—III., Jezdegerd I. ve I I .) ’ye kadar, Roma ve Bizans tarihlerine dâir yeni eserlerde kâiî derecede yazılmıştır. Bu ■ muhârebelerin en .meşkûrları A rd aşir I. ile Se­ verus Alexander, Şâpür II. ile Julian arasında■» kiler olup, bu esnada önce romalılar ınuvaifa i kiyetli taarruzlarda bulunmuşlardır ; daha sonra Kavâz 1. ile Anastasius 1. ve Husrav I.ile Justi- nien arasında da mühim muharebeler vukü bul­ muştur. 50 yıllık bir sulh anlaşması bu son muhârebeyi müteakip aktedildi ( 562). Hıristiyan­ 'lar İran imparatorluğunda dînî serbest İlerini



elde ettiler ise de, devlet idaresi Ermeni hıristiyanlara karşı hemen zecrî tedbirler aldı. Fakat imparator Justin II. iki tarafa âit tasarrufların tahdidinden memnuniyetsizlik duyduğu ve Hus­ rav ’e karşı bir takım iddialarda bulunduğu için, düşmanlıklar tekrar alevlendi. Bu muhârebeler devrinin son bölümü o sırada başlar. Husrav müteakip savaşlarda talihsiz çıktı ve aynı şekilde Hurmizd I V .’in zamanında da Bizans ordula­ rı muzaffer oldu. Hükümdar tarafından tahkir edilmiş bulunan Iran kumandanı Bâhram Çübin, Hurmizd’ e isyâtı etmek için, bu durum­ dan faydalandı; kendisi aynı zamanda hüküm­ dar olmak istiyordu. Bu karışıklıklar esnasında Hurmizd iki akrabâsı tarafından katledildi. Fa­ kat oğlu Husrav Bizans ülkesine' geçmeğe mu­ vaffak oldu ve kendisine yardım istemek için imparator Maurikios ’a baş vurdu. Filhakika, Bizans yardımları sâyesinde gâsıbı devirmeğe muvaffak oldu; fakat bu Husrav II. devrinde de, Bizans ile diğer hükümdarlar devrinde ol­ duğu gibi, devamlı bir sulhtan bahsedilemez, zîra Phokas tarafından M aurikios’un h a l’i ve katlinden sonra, Sâsâniler, kurbanın intikam alıcısı olarak, ortaya çıktılar. Bizanslılar ile ya­ pılan bu son büyük muhârebede iranlılar önce mühim muvaffakiyetler elde ettiler; H usrav’in orduları, diğerleri arasında, Kudüs ve hattâ Mtsır ’ı zaptetti. Heraclius zamanında tâlih de­ ğişti : babasını, saltanat ve hayâtından mah­ rum eden Kavâz II., imparatordan sulh istemeğe mecbûr oldu. Husrav II. ’in ölümü ile hâdenan son mühim hükümdarını kaybetti. Kavâz II., kısa ömürlü hükümdarlar ( bunlar arasında bir gâsıp : Şahrvarâz ve iki m eiîke: Bürân ve A zarm iduht) zümresinin ilki oldu; 6 3 2 ’de, Husrav ’in torunu Yazdigird III. tahta çıkınca­ ya kadar, bu geçici hükümdarlar, imparator­ luğun büyükleri tarafından, çok geçmeden or­ tadan kaybolmak üzere, birbirleri arkasından tahta çıkarıldılar. Her ne kadar başlangıçta istikrarb, ve daha iyi bir vaziyetin geleceği sanıl­ mış ise de, Yazdigird III., İran ’ in son Sâsâni hükümdarı oldu. İran hükümdarlığını tehdit eden' sâdece Roma ve Bizans ’a karşı girişilen harpler değil id i: daha az medenî olan C h ıonit’ler, G e lan ’lar (Ş âp ü r II. bunlara karşı savaşmak mecburiye­ tinde kalm ıştı) ve Eftai ’ler ( Haytâl, doğrusu: H abtâl, bilhassa Bahrâm V. tarafından mağ­ lûp edilm işlerdi) de onun için devamlı bir teh­ like olmuşlardır. Firüz, bu sonunculara karşı yaptığı savaşta yenilmiş ve hayâtını kaybetmiş­ ti ; gâlibâ bu hâdiseden sonra, iranlılar Haytâl ( H a b tâ l) ’lere bîr müddet için haraç vermiş­ lerdir. VI. asrın ortasında Haytâl. ^H abtâl) /tehdidinin yerini türk tehlikesi ald;. Bununla



SÂSÂNİLER.



beraber Sâsâniler hükümdarlığına son veren şimâl göçebe halkları değil, araplar oldu. Da­ ha hânedânm başlangıçmdan önce arap kabi­ leleri Fırat ve' Dicle bölgelerine yerleşmiş idi­ ler i Bizans ve İranlılar arasındaki harpler es­ nasında her iki taraf da arapların yardımından fay Islanıyorlardı. Araplar ile uğraşan ilk hü­ kümdar gâlibâ Şâpûr 1. olmuştur. Onun Hat­ . ra ’ya karşı bir savaş yaptığı söylenir. Şüphe­ siz H a tra ’da aramî bir hanedan hüküm sürü­ yordu; fakat daha o zaman efsâne ile karışan bu hâdise Ş ap ü r’un Kuzâ'a ’ 1ar üzerine yaptı­ ğı bir seferin hâtırası ile karışmıştır. Bunun hepsinin ne kadar karıştırıldığı İbn Kutayba ( Kit&b al-ma â rif, s. 322; krş. Eutychius, nşr. Cheikho, I, 106 ) ’niö Hatra ’ya karşı yapılan bu harbi en iyi bilinen arap-iran rivayetleri ile tezad hâlinde olarak, A rd aşir ’in devrine yerleştirmiş olmasından anlaşılmaktadır. Hiç olmazsa A rd a ş ir’in Hatra (D io Cassius, 80,3 ) denilen bir şehri muhâsara ettiği tarihî bir hâdisedir. Nihayet Firdavsi ( nşr. Maean, s. 1432 v. dd.} bütün tarihi farklı bir şekilde an­ latmakta ye bu savaşı Şâpür II, devrinde vu­ kua gelmiş gibî göstermektedir. Hurmizd II. ’in arapları bîr mağlûbiyete uğrattığı çok şüphe­ lidir { Nöldeke, ayn, esr. [ bk. bibliyo g ra f ya ], s. 51, nr. 2). Şark rivayetlerine göre, Şâpûr II. arapların amansız bir düşmanı idi. Fakat, Şapür ’un Yam am a’ye ve Medine bölgesine nufûz etmesi ve esirlere gaddarâne muamele et­ mesi dolay ısı ile Zu ’ 1-A ktaf lekabını alması efsâneden ibarettir. H ira arap hükümdarları, Lahmiler, Sâsâni hükümdarlığına tâbî idiler; bunların ehemmiyeti, meselâ Bizanslılarm hiz­ metinde bulunan Ğassânıler ile olan düşmanlık­ ları dotayısı ile, sâdece Hıısrav I. ve Bizans ara­ sındaki harpler esnasında göründü. Onlar öte­ den beri Iran hanedanları ile ilgili hâdiselerde bir rol oynamış idiler. Böylece başlangıçta bü­ yüklerin çoğunun hükümdarlığını tanımadığı Bahrâm V. ’ın, bilhassa Hira emîri Nu'mân’tn yardımı sayesinde, bir rakibine galebe çalmış olması muhtemeldir. Idusrav I. aş.-yk. 570 ’te, bir İran ordusu ile, habeşlitere karşı Yemen sal­ tanat müddeisi Zi Yazan ’1 desteklemek sureti ile, Arabistan ’m dahilî işlerine de karıştı. Arap rivayetlerine göre, son Hira hükümdarı Husrav II. ’e Bahrâm Çübin ’in önünden kaçtığı vakit, yardımda bulunmuş olmalıdır ; fakat Husrav II., tahtına yerleşince, Lalımı ’yi hapsettirdi ve öl­ dürdü. Rivayet bu siyâsete aykırı olan fiil husûsunda hiç bir ciddî sebep verememektedir : Husrav II. ’in kaçışı esnâsında ondan atını esirgemesi veya şabsî bir düşmanın desiseleri, bu hükümdar’ iti, Nu‘ m ân’¡n mahvına sebep ölcui| oltnp.hdır. H ira ’ya Iran hükümeti vâlilçr



tâyin etti. Bakr kabilesinin arap ve irauhlardan terekküp eden H usrav’ın ordusunu Zü K â r ’da fazla kan dökmeden uğrattığı mağlû­ biyet dolayısı ile, H ira hânedânına son veruver nin ne kadar isabetsiz bir hareket olduğu çok geçmeden anlaşıtdı; zira bu yüzden çöl .araplanna mâni olan set ortadan kalkmış idi. Lahmilerin az sonra Sâsâniter devletini deviren büyük islâm fethine karşı İran devletine ne derecede faydalı olup-olamayacağı hakîkaten so­ rulabilir. Daha 6 3 3 ’te Abu Bakr İra k ’a bir ordu göndermiş idi. Bu sefer İran mutlakiyetine karşı bu seri taaruzların { Zincirler harbi, ■Vaiaca ve Ullays harpleri, I^ ira’ nin itâat al­ tına alınması v.b.) başlangıcı bu oldu: bu ta­ arruzlar Kâdisiya (muhtemelen daha 636’ d a ; krş. mad. KADİSİYE) mubârebesine müncer ol­ du. IÇâdisiya muharebesinde İran ordusu imhâ edildi. Bununla beraber İra n ’ın tamamiyle ita­ ate alınması ancak NihSvand ’de irântıların bozguna uğradığı tarihte ( 642 ) mümkün oldu. Yazdigird III. kaçtı. Bütün gayretlerine rağ­ men, komşu halklardan müessir bir yardım te’mîn etmeğe muvaffak olamadı. Hukümdatlığın büyüklerinden biri 651 ’de onu Merv eivârında katlettirdi. ' , ; Sâsâni devleti derebeyliğe müstenit bir muttakiyet idaresi idi. Arsakîlerden ıtibâren, Su­ ren ’ 1er, Karen ’¡er gibi, çok ehemmiyetli bir mevki işgal eden büyük aileler, kuvvetli bir zâdegân sınıfı teşkil ettiler. Yüksek ruhanî sı­ nıfın nufuzu da ayni şekilde mühim idi. Zerdüştîliğin yeniden bir doğuşu hânedânm do­ ğuşu ile aynı zamana rastlar. Her ne kadar msl. yahudiler ve nestûrîter umûmiyetle rahat­ sız dlmadılarsa da, bu din en dar mânada devlet dini oldu. Bir zerdüştîoin başka bir di­ ne girmesi ölümle cezalandırılırdı. Yüksek ruh­ ban sınıfının siyâsî nufûzu, bilhassa Bahrâm V. ’ m tahta cülusu zamanında, kendini göste­ r ir ; ruhban sınıfı gâlibâ onun taht üzerindeki iddialarını kuvvetle desteklemiş idi. Chr, Bartholomae ( Über eitt sasanidisckes Rechtsbııch, S B A k. Heid., Pbil-hist. kİ., 19 10 ; Zam sasanidischen Recht, I—IV, ayn. esr., 19 18 —1922; Die Frau im susun, Recht, Hetdelberg, 1924) ’ nin çalışmaları vâsıtası ile Sâsâniler devrinde mede­ nî hukuk hakkında bir fikre sâhıp olabiliyoruz. SâsûnÜerin tarihi hakkında İranlılar ile Arap­ ların verdikleri malûmat bugün kaybolmuş olan orta-farsçada yazılmış kaynaklara istinat et­ mektedir ki, bunların da gâlibâ en mühimi Hvatâynâmak (yeni fars. kudöynöma) adım taşıyan eserdir. Taraf tutan bir görüş ile ya­ zılmış olan bu eser, efsânevî kırailar devrini içine aldığı gibi, hâkim hanedanın cari hini de içine almaktadır. Bu eser; bilhassa A rd aşir 'ip



S Â S Â N ÎL E R , ilk faaliyetlerine dâir olmak üzere, tarihi iyi malzeme İhtiva ediyordu; bundan başka tarihi fıkralar burada büyük bîr yer tutuyordu. Hukümdarların faaliyetlerine âit rivayetler çok defa câri efsânevî unsur île karışıyordu. X vatâyn&mak 'in yanında daha az ehemmiyette ta­ rihî eserler de vard ır; bunlar arasında şunlar sayılabilir; bize kadar gelmiş bulunan K ârnâmak-i Artahşair-i Pâpakân ( tre. Nöldeke [Göttingen, 18 7 8 ]; metin bir çok defalar ba­ sılmıştır, meselâ Bombay, 1896,1899,1900 harap­ ça ve yeni-farsça metinlerde bulunan akisle­ rine bakılarak, yeni te'sis edilebilecek olan Bahrâm Çübin hakkmdaki hacimli tarihî bir roman ( Nöldeke, ayn. esr., 3. 474 v .d .; A. Chrİstensen, Romanen om BakrSm Tscköbln, 1907 ). Aynı nevîden pehievîee eserler, İbn alMukaffa' ’nın HvatSynâmak ’i gibi, erkenden arapçaya tercüme edilm iştir; diğer taraftan yeni-farsça ile yen:den işlenmiş eserler de var­ dır ki, tamâmiyle mutâbık olmamakla beraber, Firdavsi ile Şa'âlibi (Nöldeke, ayn. esr., mu­ kaddime, s. XIV v.dd.; ayn. mil., Das iraniscke Natîonalepos2, s. S v.dd.; Şa'âlibi, nşr. Zoten­ berg, s. XXIII v.dd., X L Ilf; V. Rosen, K voprosa ob arabskih perevodah H ud3ynâma~hu~ daynâma ’itin arapçaya tercümesi mes’elesine dâir, Vostoçnıya zametki [ Petersburg, 1895 ], s. 15 3 —19 3 ; Zotenberg, ayn. esr., s. XLHI, not 3 'ilin eserleri bunlara dayanmaktadır. İbn al-Mukaffa ’nın eski arapça tercümesi de kaybol­ muşsa da, Tabari, Mas'udi, Dinavari gibi arap tarihçilerinin eserlerinin Sâsânüer tarihi ile ilgili parçaları içinde bunun akisleri görülür. Bizzat bu müelliflerin İbn al-Mukaffa' ’nın ese­ rinden ne dereceye kadar faydalandıkları bi­ linmemektedir. Hânedinın tarihi hakkında İbn Kutayba ( K ilab a l-m d â r if) ve Eutychİus’da bulunan malûmat, diğer tarihçilerin mutaların­ dan farklı olarak, birbirine uymakta ve husûsî bir vasıf arzetmektedir; hattâ bu iki müellif çok defa kelime-kelime birbirine uyar. Nölde­ ke ’ye göre, ihtimal her iki müellif de İbn al-Mukaffa' ’nın asıl kendi eserinden faydalanmış­ lardır ( Gesch. der Perser, s. X X I ); diğer tarih­ çiler asıl eserin yeniden kaleme alınmış şekille­ rinden istifâde etmiş olmalıdırlar (krş. Şa’âlib i, nşr. Zotenberg, s. X L I 1I }. Raşid al-Din (C am i' al-tavârih) ve Kazvini ( T ârih-i gu.zlda) gibi, bir kaç muahhar iranlı tarihçi de Sâ sân i ler hakkında bir bölüm te’lif etmişlerdir. Her ne kadar bu nev’in bölümleri içinde msl. İbn al-Baihi ’nin Fârs-nâma ( Gibb Memorial, yen! seri I, krş. s. X X III} ’sinde olduğu gibi, başka yerde rastlanmayan tafsilât bulunabilir ise de, bu nevî çalışmalar umûmiyetle müsta­ kil bir kıymet tâştmaş,



*47



Bu hükümdarlar ile çevrelerine ait adab ki­ taplarında bulunan kıssa ve fıkraların büyük bir kısmı bu tarihî mûtalardan çıkmış olmalıdır. Bunlar msl. Mas'üdi ’nin Murnc ’unda toplanmış olan hikâyeler içinde nâdir değildir. Hattâ as­ lında hikâye edebiyatına âit olan Marzbân-nâma Husrav I. (A nüşirvân)’e ve vezîri Buzurcmihr’e âit bir çok hikâyeler ihtivâ eder. Manzum ede­ biyatta, diğerleri arasında, Niçami [ b. bk. ] ’yi zikretmek gerekir; bu şâir güzel eserlerinin malzemesini Sâsâniler devrinden almış ve mutâd olarak kabû! edilen rivâyetlerden ayrılmış­ tır ; nitekim Haft paykar ’de Bahrim Gür ( Bah­ râm V, ) ’un mahâretli atışînın hikâyesi Firdavsi ve Şa'âlibi ’den tamâmiyle farklı bir şekilde an­ latılmıştır; bu son ikisinde destanın daha kaba ve şüphesiz daha eski şekli bulunmaktadır. Bu mûtaların zamanla bir çok değişikliklere uğra­ dığında şüphe yoktur. Bu mutalar, aynı zaman­ da, tranî esâs yanında, eski şâh-nâmelerde bu­ lunmayan arap unsurlarını da almış olmalıdır. Takribi de olsa, bu malzemeler bütünü İçinde bir tefrik ameliyesİ yapmak mümkün değildir. Firdavsi ’de veya Şa'âlibi ’de şu veya bu vak’anın yokluğu hadd-i zâtında bir mi’ yar teşkil et­ mez : bu iki müellif de orta farsçada yazılmış ağıllardan değil, sonraları yazılmış olan rivâyet­ lerden faydalanmışlardır. Diğerleri arasında, mu­ hakkak surette, eski ve aslî olanlar hanedanın kurucusunun tarihî, canavar bir at tarafından öldürülen Y azd igird ’in ölümü hikâyesi, Bahrâm G ü r’ un av ve kadm hikâyeleri, A ft a l’lara karşı yapılan harpte F irü z ’un ölümü, A nüşirvân’a âit hikâyelerin çoğu, Hurmizd IV. ’in sukutu, Bahrâm Çübin ’in ayaklanması ve mahv oluşu, oğlu Kavâz ( Şirüya ) ’ m tahriki ile, katline kadar Husrav II. { Parviz ) ’in tarih idir; diğer taraftan aslında Sâsâniler devri tarihî vak*alarmın, msl. F irü z ’ un ölümünden sonra cereyan eden hâdi­ selerden bahsederken, Nöldeke ( Iran. Nationalepos2, § 9 ) ’nin işaret ettiği gibi, efsânevi devir­ lere nakledilmiş olan bu çeşit hikâyelerin mev­ zuunu hazırlamış olmaları mümkündür. A ynı za­ manda umûmî olarak tarihlere atfedilen vak’aların efsânevî hükümdarlara âit hikâyeler ara­ sında yer aldıkları vâkîd ir; böylece Firdavsi { nşr. Maçan, s. 1497 v. dd. )’de rastlanan Bahrâm Gür tarafından verilen şarap içme yasağı hak­ kmdaki rivayet Şa'âlibi (s. 149, krş. s. X X IX ) tarafından Kaykubâd ’ m devrine nakledilmiştir. Tanınmadan düşman memleketine giden hüküm­ darlara ( Şâpür II., Bahrâm G ü r ) âit o kadar revaçta olan mevzuu gösteren hikâyeler eski zaman rivâyetlerine aittir. Diğer mevzular, bel­ ki daha sonra, kısmen araplar vâsıtası ile, idhâl edilm işlerdir: Sayf b. Z i Yazan Tn Kt./husrav I. île münâsebetinden bahseden rivayet ilç HaV?



SÂSÂNÎLER — SA TİH B. REBİA.



muhasarası efsânesi bu nevidendir. Bahrâm Gür tsev, Sasanidskîye etudı ( Petersburg, 1909 ); ve piusrav’e izâfe edüen hikâyeler arasında HiG. Rawlinson, The seventh great oriental ra hükümdarlarının mühim bir rol oynamaları monarchy ( 187Ğ); F. Spiegel, Eränische A l­ ( Bahrâm Gür ’un cülûsu, Husrav ’in Bahrâm tertumskunde ( 1878 ), III, 231 v.dd. ; Th. Nöl­ Çübin ’ in önünden k açışı) rivayetleri arap un­ deke, Geschickte der Perser und A raber'zur surlarından tamâmiyle temizlenmiş değildir ve Zeit der Sasaniden (Leiden, 1 879); F. justi, bu unsur aynı zamanda hükümdarların darb-ı Geschichte des alten Persiens ( Berlin, 1879), mesel hâline gelen sözlerine karışmış olabilir. s. 177 v .d d .; ayn. mil., Grundriss der iran. Msi. Şa'âlibi (s. 5 1 0 ) ’de bulunan hükümdar Philologie ( 1896—1904 V II, 512 v. dd.; Th. Narsay ’ın sözü (î/a kâna lâ yarkabu ilâ büyüt Nöldeke A ufsätze zur Persischen Geschickte al-nirân, fa iz â kıla laka f i zâlika, kala i ( Leipzig, 1887 ), s. 86 v. dd. ; J . Darmstetcr, kad şağalani kidmatu ’llâ k i 'an hidmat alCoup d ’oeil sar l ’histoire de la Perse ( Paris, n â r) gibi bir sözde muhakkak sûrette hâl böy*885 ), s. 27 v. dd. ; P. M, Sykes, A History o f ledir. Persia2 (London, 1915 ), I, 42z v .d d .; A . v. Haklarında rivayetlerin bize en çok tafsilât Gutschmid, Geschichte Irans ( Tübingen, bıraktığı hükümdarlar tarih takımından en 1888 ), s. 156 v. dd. ; G. Rothstein, D ie Dynastie mühim olanlardır: A rd aşir 1., ilk iki Şâpür, der Lahmiden in al-H ira (Berlin, 1899 \ Husrav I. ve II; bununla berâber, Bahrâm V. tür. yer. ; G. Chalateanc, A rm yanskie Arşahakikatte büyük hükümdarlara dâhil değildir. kidi „Istorii A rm enii" Moyseya Horenskago Şu veya bu hükümdar hakkında söylenecek bir (Moskova, 1903 ) bilhassa s. 366 v. d d .; A. D. şey olmadığı vakit, gâiibâ eski hükümdarlar Mordtmann, Erklärung der Münzen mit Pehlekitabı, hükümdarın cülusunda söylediği sözleri vi-Legenden ( Z D M G , 1854, VIII, s. 1 v. dd.); ve benzer şeyleri tekrar etmekle iktifâ eder. E. Thomas, E a rly Sassanian Inscriptions, Bilhassa hükümdarların sözleri ve vecîzeleri za­ Seals and Coins (London, 1 868' ; ayn. mil., rif Üslûp numuneleri sayılırdı ( Nöldeke, Gesck, Numismatic and other antiquarian illustra­ d. Perser, s. X V III; Şa'âlibı, nşr, Zotenberg, s. tions o f the rule o f the Sasanians in Persia XV. Bu sonuncuda, s. 481 ’de, A rd aşir I. ’in (London, 1 873); E. IV. West, Sasanian Ins­ ayrıca hitâbet kabiliyetine sâhip olduğu gö­ criptions explained by the P ahlavl o f the rülmektedir ). Fakat gâübâ arap belâgati bu­ Parsis ( J R A S , N . S . , IV, 357-407 ); J. raya da sızm ıştır: hiç olmazsa D inavari (K iLabourt, L e Christianisme dans l ’Empire iâb al-ahbâr al-iivâl, s. 77 v. dd.) ’de Hurmizd perse sous la dynastie Sasanide (Paris, 1904); IV. ’ ün cülûs nutku bir İran kaynağından ziyâ­ A . Christensen, L ’Em pire des Sasanides. Le de, bir arap kaynağından geldiği intibâını ver­ peuple, l ’état, la cour { Kopenhagen, 1907 ; mektedir ( krş. bir de Nöldeke, Gesck. d. Per­ Det K g l. Danske Vidensk, Selskabs S k r ifser, s. 326 v. dd.). ter, seri 7., Hist, og Fiios. A fd I ) ; E. Herz­ B i b l i y o g r a f y a ; al-Tabari ( nşr. de feld, Paikuli, Monument and inscription o f Goeje ), II, 813 v. d d .; al- D i na var i, Kitâb althe early history o f the Sasanian Em pire ahbâr al-iivâl { nşr. Guirgass-Kraischkows(Berlin, 1 924); [en yeni bilgiler ile tam bir ki ), s, 44 v. d d .; al-Şa'âlİbi, Histoire des bibliyografya için bk. A . Christensen, L ’Iran rois des Perses ( nşr. ve trc. H. Zotenberg ), sous les Sassanides ( Paris, 1946 }]. Paris, 1900, s. 473 v. dd.; al-Mas'udi, MarSc (V . F. B ü ch nér.) al-zahab { Paris t ab.), 11, 15 1 v. d d .; Pîamza S A T A L Y A * Ş A T A L IA , bâzı orta çağ g a r p al-İşfahâni, Târih (nşr. Gottvvaldt), s. 14 kaynaklarında ( Venedik, Cenova v.b.) A nv. dd., *7 v. dd., 44 v. d d .; îbn Kutayba, Kitâb t a l y a ş e h r i n e v e r i l e n i s i n i . ( Bk. al-m a'ârif (nşr. Wüstenfeîd), s. 321 v. d d .; m a d . A N T A L Y A ). Eutychius, Annales ( nşr. Cheikho), I, 10 v. dd. S A T İH B . R E B İ A . S A T İH B. R A B İ'A , ( Roma-Bizans hükümdarları tarihi ile birlik­ İslâmiyet'ten önce A rabistan ’ da efsânevî bir t e ) ; al-Ya'lcûbi, Târih (nşr. Houtsma), bk. k â h i n ( kâhin ) ; an’ane onu islâmiyetin mey­ fih rist. dana çıkması ile alâkalı gösterir ; gerçekte, Y e n î e s e r l e r ( umûmî veya Roma- hikâyelerin ekserisinde berâber göründüğü or­ Bizans tarihi çalışmaları h âriç): J . Mafcolm, tadan bölünmüş bîr İnsana ( şikk al-insân ; bk. Histöry o f Persia (18 29 ), I, 69 v. d d .; K, van VIoten, W Z K M, 1893, V İl 180 v.d.) ben­ Patkanean, O pıt istorii dinastit Sasandinov zeyen şeytânî bir canavarın insanlaştırılmasmpo svedeniyam soobşçaennım armyanskimi dan başka bir şey olmayan diğer kâhin Ş ifc if pisatelyami (1863, Ermeni müellifleri tara- a 1-Şa'b i gibi, tamâmiyle efsânevî bir şahsi­ fmdan verilmiş mâlûmâta göre bir Sâsânî yet bahis mevzuudur. Adı „yere basılıp ya­ hânedânı tarihi denemesi ); K. A. İnoştran- pışmış ve uzuvlarının zayıflığından dolayı aya­



SA T ÎH B. R E B ÎA . ğa kalkamaz“ mânasına gelen Satih ( Lisân, III, 3 iz ) kemik ve adaleden mahrum .hilkat garîbesı gibi bir varlık olarak tasvir edilir; başsız olup, insan yüzü gibi olan yüzü göğ­ sünün Ortasında id i; hurma yapraklarından ve dallarından yapılmış bir yatak üzerinde yerde yatıyordu-ve yerini değiştirmek istediği zaman „halı gibi“ yerde yuvarlanıyordu; yalnız kızdığı veya kendisine ilbâm geldiği vakit, şişiyor ve ayağa kalkıyordu. Her ikisini de, bir babası olmadan, kâhine T u ray fa ’nin (sözde, Yemen ■de Ma’ rıb [ b. bk.) şeddi felâketini önceden haber veren ve aynı adı taşıyan kabilenin ced­ di olan ‘Am r at-Muzaykiyâ’ ’nın k a rısı) ölü­ münden önceki gecede doğmuş olarak göste­ ren efsâne ile, S a t ih ’in Şikk ile benzerliği daha ziyâde tebarüz ettirilm iştir: Tur ay fa, son ne­ fesini vermeden önce, sözde yeni doğmuş iki hilkat garibesini yanına getirtmiş ve ağızları­ na tükürerek ( sihri kuvvetlerin naklinin mûtâd ve mâiâm vetiresi ), kâhinlik ( kih â n a) san­ atında bunları kendisinin halefi ilân etmiştir. Bilhassa efsânevî olan bu hususiyetlere rağ­ men, arap nesep rivayeti, ona bir ad ve baba ••(R abi'a b. Rabi'a b. Mas’ üd b. Mazin b. Z i'b ) isnat ederek, kendisini nesep cedveline dâhil etmekten vaz geçmemiştir; bu nesep onu Azd kabilesinin Gassâni koluna ( nitekim nesepçiler Ş ik k 'i Banı Bacila'nin bir kolu olan Bani Şa‘ b 'a bağlamıştır ) ve daha açık olarak, Bani Zi’ b ’e bağlamaktadır ( İbn Durayd, iştikak, s. 286, 10 —13; Wüstenfeld, Genealog, Tabellen, 1 1 , 16 ; başkalarına göre, Bani Zi’ b ’in Rabi'a kabile birliğinin bir kismı olan ‘ Abd at-Kays kabilesi­ ne mensup olması gerekir ) ; öyle görünüyor ki, tarihî bir devirde, Satih ’in neslinden geldiğini iddia eden küçük bir Azd kabilesi bite mevcut olmuştur ( Abu Hatim al-Sicistâni, Kitâb almu'ammarin, s. 3. ve Goldziher, Abhandi. zur arab, Philologie, 11). ’ S a t ih ’in adının karıştığı efsânevî hikâyeler arasında bazıları tarih öncesi ile alâkalıdır ve S a l i h ’i uydurma da olsa, her türlü tarih ' ve zaman çerçevesi dışında, kâhin ve hakem (bakam ) olarak hareket eder gö sterir; bâzan Niziîr ’m oğulları ( Muzar, Rabi'a, İyâd, Anmi r ) arasında babalarının mirâsınt taksim eder (‘İk d , 1. ve 2. tab,, II, 46 = 3. tab., II, 46 v.d. = 4. tab., İl, 39); bâzan Şikk İle birlikte, al-Zarib al-'Advâni ( ’ffüstenfe’d, Gen, Tabellen, D, 1 3 ; tarafından Ş a k if ’in ceddi olan ve al-Zarib ’in kızını kendisine vermeğe mecbur kaldığı Ç aşi ’nin gerçek mevkii hakkında fikri sorulur (A ğâni, 1. ve 2. tab., II, 75). Ya'kübi (nşr. Houtsma, I, 288 v. d d .) ’ de, Peygamberin dedesi ‘A bd al-Muttalib ’in al-Tâ’if eivârında bulmuş ' olduğu Zu ’ 1-Hârm kuyusunun mülkiyeti hakkın­



*49



da, onunla al-Kilâb ve al-Ribâb adlı lfa y s ’ in kolu olan kabileler arasında çıkan ihtilâfta hü­ küm veren o d u r; fakat aynı hikâyenin rrıüvâzî rivayetleri hakemin adım zikretmez veya ona başka bir kâhinin adım, S a l a m a b. A b i H a y y a a İ-K u d E'i ’yi verir ( Maydâni, Amşâl, 1284, tab., I, 3 6 = 1 3 1 0 tab., I, 3 0 ; Yâ^üt, nşr. Wüstenfeld, IV, 629; Lisân, XIII, *83). Başka iki hikâye, bilâkis tamâmiyle İslâmî bir damga taşır ; kaynaklarını zikretmeyen İbn tshâk tarafından nakledilen birincisine göre, Lahmi reisi R ab i'a b. Naşr tarafından, kendi­ sini korkutan bir rüyâ hakkında, her zaman olduğu gibi, Şikk ’ın yanında fikri sorulan Sa­ tih, ona cenubî Arabistan ’m habeşler tarafın­ dan istilâ edileceğini ve bunların dışarı atılma­ ları ile, kısa bir İran hâkimiyetinden sonra, bu­ ranın bir peygamber (Muhammed) tarafından fethedileceğini haber verir. Bu kehânet sonun­ da R abi'a b. Naşr oğlu ‘A m r’ı kabilenin ba­ şında İran hükümdarının yanına gönderir; o da bunları H ir a ’ye yerleştirir ; bu rivâyet Lah­ mi sülâlesinin kurulması hakkmdaki „Cenubî A rabistan" rivayetidir ( krş. G. Roihstein, Die Dynastie der Lahmiden in al-H ira, Berlin, 1899, s, 39 ). Daha çok yayılmış olan ikinci ri­ vâyet, sözde 150 yaşına ulaşmış olan ve hak­ kında İslâm tarihî an’anesinde hiç bir bilgi bulunmayan Hâni’ al-Mahzümi adlı bir şahsa ( bk. İbn Hacar, Isaba, Kahire tab., V I, 279, nr. 8929 çıkm aktadır; bu rivâyet a'lâm alnubavva, yâni Muhammed *ın peygemberliğînin doğruluğunu te’y it eden harikulade işaretler zümresinin bir kısmını teşkil eder. Peygam­ berin doğduğu gece bütün Iran hükümdarlı­ ğında fevkalâde hâdiseler olu r; hükümdar ( K isrâ A n üşirvân ) muğ Harından bir açıklama elde edemeyince, H ira hükümdarı al-Nu'mân b. al-Münkir’den (tarih yan lışlığı!) bunları izâh edebilecek birini kendisine göndermesini ister; al-Nu'mân 'A b d al-Masih b. Bukayla at-Gassâni ( bunun hakkında bk. Kitâb al-ma‘ammarin, s. 38; Caetani, Annali delV Islâm, İL 935 [h- >* yıit» § *65 3, IV , 657 [ h. 21 yılı, § 328 ])’yi gönderir; bu şabıs da, hârikalar için bir izâb bulamayınca, çölde oturan dayısı Sa­ tih *'n yanma gider. Onu ölmek üzere bulur ve seslenmesi cevapsız kalır; fakat yeğeni, manzûm olarak kendisi ile konuşunca, kâhin İran imparatorluğunun yakın sukutunu ve araplar tarafından fethedileceğini v.b. haber verir. Satilı, kehâneti sona erince, ölür. Sa^ih, gelecek hakkındaki bilgisini kendisine alışık olan bîr rûhtan ( ra i, bk. I A , VI, 72) aldığını tasdik ediyordu; bu rfih, sözde, Alla­ hın Sina dağı üzerinde MüsS ile konuşmasını gizlice dinlemiş ve bunun bir kısmını datih a



SATÎH B. REBÎA -



bildirmiştir. Burada İ lâ h î s ö z ü gizlice dinleyen cinler hakkıadaki âyetin ( K a r ’an, LXXH, 2) te’siri fark edilmektedir. A rap tarihçilerinin S a t ih ’in kaç yaşma ka­ dar yaşadığı hakkmdaki hesapları tabiî sırf hayâl mahsûlüdür; doğumunu Mâ’rib şeddinin yıkılması zamanına ve ölümünü Peygamberin doğuma zamanına tesadüf ettirenler ona 600 yıllık bir ömür vermektedirler. Rivayeti hiss­ edilir bir şekilde başkalarından ayrılan Abu Hâtim ai-Sicistâni (yk. bk,), onun hilkat garibesi olmasından bahsetmez, yerini Bahrayn ’de gös­ terir v. b.) onu Hirayar hükümdarı Zü Nuvâs .zamanında ölmüş gösterir ve bunun neticesi olarak, onun K isrâ Anüşirvân için kehânetini .bilmemekted ir. , B i b l i y o g r a f s a'. Makalede zikredi­ lenlerden başka, İbn Hişâm, S i ra ( nşr. Wüs­ tenfeld ), s. 9— iz ; Tabari ( nşr. de Goeje ), 1, 9 1 1 —914, 981—984 ( Nöldeke, Geschichte der Perser und Araber, s. 254—2 5 7 ); Lisân, III, 312 v.d. ( T abari ’nin metnine âit nüsba farklan ile ) ; D inavari, Kitäb al-ahbär al-tiväl ( nşr. G uirgass), s, 56; a l- lk d al-farid, I, ve 2. tab., I, 133 v.d . = 3 . tab., I, 100 v.d . = 4 . tab., I, 94 v.d.; ai-Şarişi, Şarh al-Ma. kämät al-kaririya, 2. tab., I, 216 v.d. (18 . makama ’nin şerhi }; Diyärbakri, Târih alhamiş, I, 227 v.d.; al-Mas'üdi, Muräc (nşr. Barbier de Meynard), III, 364; ICazvini, ‘Acätib al-mahlükät ( nşr. W üstenfeld), I, 318 v.d d .; İbn Haliikän, Vafayât al-a’yän, 2. tab., I, 303 = 3. ta b , I, 370 (nşr. Wüsten­ feld, 11r. 212 ); al-Damiri, H ayât al-hayavân, 1. ta b , 1, 46—4 9 = 2. ta b , l, 43 V .d ,; Frey tag, . Arabam provgrbia, I, 160 ; Caussin de Pereeval, Essai sar l ’histoire deş Arabes, f, 96— 97; Sprenger, Das Leben und die Lehre des Mohammad, i, 134 v.dd. (G . Levî D e l l a VlDA.) SATİH B. RABİ'A. [ Bk. SATİH B. REBÎA.] SAUL. [ Bk. T ä lö t .J SAVA. [B k . SÂVE.] S A V A D . [ Bk. SEVÂD.J S A V A K İ N . [ Bk. sf.vâkîn .]



ŞAVBAN b. İBRAHİM. [Bk, zu ’l-nün.] SAVC-BULAK. [ Bk. sa v u ç -b u la k .] SAVCI. Ş Â V C Î, O sm a n l ı h a n e d a n ı ­ n ı n ilk zamanlarında yaşamış b â z ı ş e h ­ z a d e v e ş a h ı s l a r ı n a d 1 d 1 r. Kelimenin aslı ve iştikakı hakkında şüphe ve tereddütler izhar edildiği gibi, Sâve ( sava, sava ) kelim e­ sinden yapılmış bir sıfat şeklînde, Sâvecî ( sâv a ci,şâ va e i) olarak okunduğu da vâkidir ( krş. Redhouse, Zeııker, Barbier de Meynard, Şemsseddin S âm î; E l, mad. S A W D J Î ). Ancak Kutadgu b î lig 'de „söz, haber" mânasında kullanılan



SAVCI.



türkçe sav ve bundan teşkil edilmiş olup, „ha­ ber getiren, müjdeci, peygamber“ mânasında geçen savçı kelimeleri, bu şahıs adının aslı ve menşe’ı hakkında bizi aydınlatmaktadır. Diğer taraftan saı> kelimesi bu mânada Turfan me­ tinlerinde de geçmektedir ( krş. V. Thomsen, Ein Blatt in türkischer Runenschrift aııs Tur­ fa n S P A W, 1910, XV, 302, i ). Savçı kelimesi bir çok türk lehçelerinde kullanıldığı gibi, ez­ cümle şark türkçesinde, damat tarafından „ge­ line gönderilen haberci" mânasına, savçı hatun şeklinde görülür ( krş. H. Kâzım, İli, 3 0 ; Sü­ leyman, s. 183). Savcı, şahıs adı olarak, XIV. asırda, Anadolu 'daki moğul aşiretlerinde de geçmektedir. Msl. Murad I. ’ in Karamanlılar ile yaptığı savaşta Turgud kuvvetlerinin başın­ da Savcı A ğa adında bir kumandan ( krş. Neş­ ri, Cih&n-nümâ, neşr. Teschner, Leipzig, 1951, s, 62 ) Yıldırım Bayezid devrinde de „Savcıoğlu Ali B ey" (krş. Bİhiştî, Tarih, British Mu­ seum, nr. 7869, var. 48) görülmektedir. Os­ manlI bânedânına mensup bu isimdeki şeh-zâdeler şunlardır; I. S a v c ı B e y ( Sar u-Yatı, Suru-Batı, SaruBaiı, Saru-Tay, Saru-Bay ), Ertuğrul Gâzî *nin küçük oğlu ve hânedânın kurucusu Osman Gâ­ zî ’nin kardeşi idi. 1288 yılında vefât etmiştir. A d ı en eski kaynaklarımızda umümiyetle Saru-Yatı (Â ş ık Paşa- zâde, Neşri, Sâdeddin) ola­ rak geçerse de, yine XV. asır kaynaklarımızdan olan Oruç Bey tarihinde Saruntı ve SaruTay (neşr. Franz Babinger, Oxford nüshası, s. 6,7 ve Cambridge nüshası, s. 82), Câm-z Cemâ y în ’de de Saru-Tay (Haşan b. Malımûd Bayâtî, nşr. A li Emîrî, İstanbul, 13 3 1, s, 43 ) şek­ linde bulunmaktadır. Ancak gerek Oruç Bey tarihi, gerek Tâc al-tavârih bunun diğer adı­ nın da Savcı Bey olduğunu açıklamaktadırlar ( Sa*d al-Din, I, s. 14 ; Oruç Bey, TevSrîh-i âl-i Osman, s. 6. Krş. bir de şahıs adı ola­ rak kullanılan Saroltu, bk. Nemeth A H onfoglaid M agzarsâg kialakulüsa, Budapest, 1930, s. 288 ). Babası Ertuğrul ’un kabilesi iie, yurt tutmak üzere, A nadolu’ya geldiği zaman, ken­ dilerine yer göstermesi ricâsı ile, Selçuklu sul­ tanı ‘A lâ’ al-Din Kay-kubâd nezdîne elçi gön­ derilmiş olmasından dolayı { krş. İdris Bitlisi, Heşt bihişt, Topkapı yazmaları, H. n r.: it>55, 28b; Oruç Bey, gost. yer, s. 6 ; Sa'd al-Din, ayn. esr., I, 14 ; Câm-ı Cemâyîn, gost. yer.), ona Savcı Bey denildiği kuvvetle muhtemel­ dir. Savcı Bey ’in Ertuğrul Gâzî devrinde­ ki gazalarda ve savaşlarda mühim roller oy­ nadığı muhakkak ise de, kaynaklarda buna dâir sarih bir bilgi yoktur. Babalarının Ölümün­ den sonra ise, büyük kardeşi Osman Beı^'in idaresinde Söğüt havalisindeki savaşSam kş-



SAVCI.



tıldı. Aşîretin başına geçmek husûsunda, büyiik kardeşine karşı bir iddia ve rekabete giriştiği­ ne de şâbit olmuyoruz [ bk. mad, OSMAN ], bil’akiş, İbn K em âl’in de kaydettiği gibi, iki kar­ deşi, Gündüz Bey ve Savcı Bey, Osman Gâzî ’pim hizmetine girmişlerdir ( bk, Necib ÂsimMehmed  rif, Oamanlı tariki, s. 57*}. Civar­ daki rum tekfurları ile yapılan mücâdeleler es­ nasında, , evvelâ 1*84- ’te İnegöl rum hâkimi ile vukû bulan bir savaşta Savol Bey ’in oğlu Bay-Hoca ( Koca ' şehit düştü ( Heşt bihişt, 50»), Osman Gâzî ’nİn 7o muharip ile savaşmak üzere yola çıktığını haber alan İne-Göl tekfûru yol üzerindeki derbendde pusu kurarak, kanlı bir çarpışmaya yol açmış ve bu müsâdemede Savcı Bey ’in oğla ve Osman Bey ’in yeğeni Bay-Hoca şehit olmuştur ki, bunun, yakında bulunan Hamza-Bey köyü arâzısindeki harâp kervansaray eivârında medfûn olduğunu, ezcümle, Âşık Paşa­ zade ( s. 5 } ’den öğreniyoruz. Bu hâdiseden ür­ ken İnegöl tekfuru Osman Bey aleyhine Karacahisar tekfûru ile ittifak edip, Flanos adlı bir kumandanın idâresİnde, Domaniç derbendine kuvvet sevk etmiş idi ki, daha önce bunu he­ saplayan Osman Gâzî bu geçidi tutmuş ve müt­ tefik kuvvetleri ile, geçidin ilerisinde, İkizce denilen bir yerde ( Hammer, D evleb i Osmaniye tarihi irk, trc., I, 1 0 1 ’d e: Erioe ve eski adı ile A grilum ) vukû a gelen muharebede Savcı Bey de bir çam ağacı dibinde şehit düşmüştür { 1288 ). Bu çam ağacında sonradan halk kandil yak­ mağı âdet ettiği için, ağaca „kandilli çam“ de­ nildi. Savcı Bey, Söğüt ’te babası Ertuğrul Gâ,zî’nin türbesinde defnedilmiştir, N eşrî’ mn bu münâsebetle ilâve ettiğine göre, Selçuklu sul­ tanı Savcı Bey ’in şebâdetini öğrenince, Karacahisara karşı harekete geçilmesini Osman Beye bildirmiş ve bu hisarı bunun üzerine fetb edilmiştir ( Cihan-nüma, s. 86 ). . II. S a v 01 B e y ’in Osman Gâzî ’nin diğer bir oğlunun adı olduğunu  iî, Kunh al-ahbar ( V, 26 ) ’da bildirmekte ve onun kahraman bir asker bulunduğunu belirtmekte İse de, diğer kaynakla­ rımızda Osman Bey ’in böyle bir oğlu olduğu hak­ kında açık kayıtlara rastlanmadığı için, bunun roevcûdiyeti ve tarihî şahsiyeti meşkûktür. Hat­ tâ bizzat  lî ’ nin diğer bir kaydı da bizi bu husûsta tereddüde düşürecek mâhiyettedir. ( Kunh al-ahbâr, s. 67 ). Sicill-i osm&nî, belki de  lî (I, 37 ) ’ye dayanarak, Osman Gâzî 'nin bu nâm­ da bir oğlundan ve o devirde ümerâdan olup, bir muhârebede şehit düştüğünden bahsediyor­ sa da, bunun Savcı Bey ’in oğlu Bay-Hoca ile karıştırılmış olması mümkündür. Diğer taraf­ tan, Orhan Gâzî vakfiyesinde ( bk. Uzunçarşılı, Belleten, sayı 19 ) isimleri sıraSmaü Osman Çâz{ ’nin çocukları arasında ¡Savcı Bey kayde­



*51



dilmemiştir. Necıb Âsım-Mebmed Arif (s. 596 v.d.)’in, Hayrullah Efendi tarihine ( II, l î ) atfen, Osman Gâzî’nin, KÖprü-Hisar fethini ( 1 3 0 2 ) müteakip, İlhanlı hükümdarı Gâzân Mahmûd Han ’ın emrine imtisâlen ve diğer Anadolu beyliklerinin yaptığı gibi, Anadolu valisi Çoban Bey ’in maiyetine bir müfreze ile gönderdiği Savcı Bey adındaki oğlundan bahs­ ederlerse de, kaynağını bilmediğimiz bu malû­ mat da tereddüt ve şüphe ile karşılanırsa ye­ ridir, Uzunçarşılı ’nin, atıf yaparak, son zaman­ larda neşrettiği Osmanlı hânedâm şeceresinde de ( Osmanlı tarihi, Ankara, 1961, I, 2) Savcı Bey adında Osman Gâzî ’nin bir oğlu gösteril­ mişse de, bunu bîr zühûi olarak kabul etmek de mümkündür veya Âlî ’nin yahut daha başka bir kaynağın kaydına istinaden, zikredilmiş ol­ ması ihtimâli mevcuttur. III, S a v c ı B e y ( 1364?— 13 8 5 },M u rad I.’ ın bir oğlunan adıdır. Doğum tarihi hakkında her hangi bir kayda rastlanmadığı gibi, kardeşleri Bayezid ve Yâkub Çelebi *ler ile aynı anneden doğma kardeş olup-olmadığı da bilinmemekte­ dir. Ancak îdris Bitlisî Yâkub Çelebî ’yi or­ tanca oğul ve Savcı B e y ’i de küçük oğul olarak gösterir ( Heşt bikişt, Topkapı sarayı kütüp. Hazîne kütüp., nr. 1655, 166«; Â lî ’nin K unh aUahbâr, V , 67 ’de Savcı Bey ’i büyük oğul olarak göstermesi hakikate ve vakıalara uymamaktadır}. En büyük kardeşi Yıldırım Bayezid’in 761 ( 13 6 0 )’ de doğduğu [ bk. mad, BAYEZİD I.] ve her 3 kardeşinin de birlikte 767 ( 1 3 6 5 ) ’de sünnet düğünlerinin B u rsa’da yapıldığı (S a 'd al-Dın, I, 82) bilindiğine göre, Savcı B e y ’in Murad I. ’m ilk hükümdarlık se­ nelerinde doğduğu kabû! edilebilir. Filhakika Murad I., Rumeli’ de yeni fütûbâta çıkmadan önce, Bursa ’ da, Çekirge ’deki câmi, medrese ve İmâretinin temelini atmış ve aynı zamanda üç oğlunun sünnet düğünlerini debdebeli bir şe­ kilde, ulemâ ve meşâyihe değerli hediyeler ver­ mek sûretıyle, İerâ ettirmiş idi. Savcı Bey hak­ kında eski vekayî-nâmelerimiz ya hiç bilgi ver­ memekte ( msl. Â şık Paşa- zâde, Oruç Bey, Neş­ ri ve diğerleri) yahut da sâdece, Savcı Bey is­ yanı ile ilgili olarak, pek az malûmat vermek­ tedirler { msl. tdrîs Bitlisî, Sa‘d al-Din, Â lî gi­ bi ). Diğer taraftan Savcı Bey ’den bahseden Bizans kaynaklarında ise, hem bu şeh-zâdenin adı, hem de isyanın tarihi ve yeri üzerinde Os­ manlı kaynaklarından çok farklı kayıtlar bu­ lunmaktadır. Bu arada Franzes, Musa Çelebî adtnı verir. Dukas da Savuçıo adını zikretmekte beraber, isyanın Gündüz ( Kunduji) tarafından yapıldığını söyler, Chalcocondyle ise, daha sıh­ hatli olarak, Sauz adını yazar. Kezâ Franzes ye Dukaş bu isyan hakkındş her hangi bir fa-



25*



SAVCI.



rih vermedikleri gibi, Chalcoeondyle de bun­ şâhın o zamanki bütün Anadolu bölgesini Sav­ dan 1374' senesinden evvelki bir vak’a gibi cı Bey ’in „hıfz ve harâsetine ısmarladığını" ve bahseder ki, bu takdirde 10 yaşından küçük onu „vezâret nâmı ile" B u rsa’da bıraktığını bir çocuğun isyânmı kabûl etmek icâp edecek­ söylemesi tarihî şe’niyetlere aykırı görünmek­ tir. Her hâlde, bu gayr-i tabiîliğin farkında tedir. Savcı Bey, hükümet merkezinde yalnız olan Hammer, hâdisenin cereyanım, bu 3 Bi­ kalınca, gençlik sâikası ile, her hâlde etrafın­ zans tarihçisine istinâden, anlatmakla beraber, daki bâzı fesat ehli tarafından yanlış yola sevkOsmanlı vekayî-nâmelerinin kaydettiği tarihi edilerek, istiklâl dâvasına kapılmış, bir rivâesâs tutmuş, Zinkeisen ve Babınger de buna yete göre, Rumeli ’ yi babasına bırakıp, Ana­ tâbî olmuşlardır ( krş. Chalcoeondyle, L ’his­ dolu ’yu kendi almak istemiş, böylece Bursa ’da toire de la décadence de V Em pire grec et Osmanlı tahtına cülûs eylemiş {H e ş t bihişt, établissement de celui des Turcs, frans. trc., var. 16 6 ; Tâc al-tavârih , s. 1 0 1 ; Â lî, K unh Paris, >663, I, 24 v. dd. ; Franzes, türk. trc. al-ahbâr, 67 ) ve hazîneyi zaptedip, adamlarına Mirmiroğlu, s. 47 ; Ducas, türk. trc. Mirmir* dağıtmış ve kendi adına butbe okutmuş idi. oğlu, İstanbul, 1956, s. 26 ; Hammer, türk. trc. Bu haberi alan pâdişâh detbâl Edirne ’den I, 23 2 ,E l , mad. S A W D JÏ ; Zinkeisen, G O R , I, döndü. Gelibolu ’dan geçerek, Anadolu yaka­ 237 v.cS ). Diğer ihtilaflı nokta isyân mahalli sına gelince, oğlunun hareketinden haberi yok­ olarak Bizans tarihçilerinin Rumeli ’de şarkî muş gibi davranıp, Savcı Bey ’i Biga tarafla­ Trakya bölgesini, Osmanlı tarihçilerinin ise, rında beraberce ava çıkmağa dâvet ve Bursa Bursa civarını göstermeleridir. Franzes veChal- ’dan hareketle kendisini karşılamasını emretti. cocondyle, Savcı Bey ’in babası tarafından Rum­ Bu mealde bir menşûru alan Savcı Bey ise, as­ eli ’deki bölgede, muhafız ve kumandan bıra­ ker toplayıp, savaşa hazırlandı ve Bursa ’dan kıldığı esnada ( Dukas böyle bir vazifeden de kalkıp, Kite ovasında askerini harp nizâmında bahsetmiyor ), imparatorun oğlu Andronikos tertipledi. Sultan Murad ordusu ile yaklaşınca, ile anlaştığım ve her ikisinin, babalarının taht­ Nilüfer suyu kenarında oğlunun kuvvetlerinin larını ele geçirmek maksadı ile, isyân ettikle­ mevzî almış olduğunu gördü. Fakat âsîler da­ rini, topladıkları tarafdârları ile bulundukları yanamayıp, perîşan oldular ve Savcı Bey de ele mevkilere bakim olduklarını, bu durumdan ev­ geçirilerek, babasının huzfiruna getirildi. Ken­ velâ haberdâr otan. Osmanlı hukümdârının im­ disine yapılan nasîhat ve İrşâdlara karşı küs­ paratoru âsîlere karşı müşterek harekete da­ tahça bir tavır takınıp, itâat ve inkiyâttan vet ettiğini, onun da oğlunu en şiddetli ce­ uzak olduğu ve pâdişâha karşı hoşa gitmeyen zalara çarptıracağı hakkında kuvvetli vaidier- bir şekilde mukabelede bulunduğu görülünce, de bulunarak, tehalük ile bunu kabûl eyle­ af ve merhametten uzak tutuldu ve evvelâ diğini, neticede, İstanbul ’ dan uzak olmayan gözlerine mil çekilmek, sonra da idâm edil­ bîr yerde ( Appicridium ) karargâhlarım ku­ mek sûreti ile cezâlandmldı ( H eşt bihişt, var, ran Savcı' Bey ve Andronikos üzerine pâ­ 167 ; T âc al-tavârih , göst. yer., Â lî bu mes’edişâhın hareket ederek, onİarı Di met oka kale­ lede tafsilât vermeyerek sâdece „tedâriki gö­ sine kapanmağa mecbûr bıraktığını, sonra da rüldü" demekle iktifâ etmektedir ; K u n h al-ah­ her ikis'ni gözlerine mil çekmek suretiyle, ce­ bâr, gost. yer.). Ancak Feridun Bey Münşaât zalandırdığını bildirirler ve ayrıca Chalco- ’ındaki bir vesika, pâdişâhın Rumeli ’ ye hare­ cöndyle hâdiseyi acıklı bir şekle bürüyerek, daha keti sırasında, ■( rebîulevvelin başları 787 = n ibâzi tarafgirâne tafsilât verir ki, tarihî haki­ san ortaları 1 3 8 5 ) büyük şehzade B ayezid’e katlere ne derecede uyduğu bilinmeyen bu ma­ Edirne ’den gönderdiği nâmedeki ifâdesi, Sul­ lûmatı, Hammer de aynen nakletmiştir ( Chal- tan Murad 'm oğlunun hareketlerinden esâsen eoeondyle, göst. y er ; Hammer, göst. yer,). Hâ­ şüphelenmekte olduğunu ve belki de, onun öte­ disenin bizim kaynaklarımıza göre ve içerisinde den beri bizans prensi Andronikos ile de dost­ çok daha fazla gerçek payı olduğu muhakkak luk münâsebetlerinde bulunduğunu bilerek, böyle bulunan cereyan şekli ise, şÖyledir : Murad I. bir isyân hareketine girişeceğini tahmin eyle­ 787 ( 1385 ) ’de Rumeli taraflarında yeni bir se­ diğini göstermektedir. Nitekim Bayezid bu fere çıkacağı sırada, Anadolu muhafazasına 3 mektûba verdiği cevapta, Yâkub Bey ’in adâoğlunu bırakmış, bunlardan Bayezid ’e merkezi let dâiresinde hareket ettiğini, fakat „Savcı Kütahya olan Ger meyan ili ve Hamid ili vilâ­ Bey ahvâliçün Bursa kadısı bir kâğıd gönder­ yetlerini, ortanea oğlu Yâkub Çelebî ’ye Karesi diğini" bildirmek sûreti île, bu şüphe ve tah­ ilini, küçük oğlu Savcı B ey'e de B u rsa’ yi, ida­ minin yerinde olduğunu te’yit etmiş idi ( şev­ re ve muhafaza etmek üzere, tevdî eylemiş idi. val sonlan 7 8 7 = 1 3 8 5 sonları). Pâdişâhın bu A l î ’nin bu fausûsta, mubâiegaya kapılarak ve münâsebet île Karaman-oğlu'na yazdığı mek­ diğer şehzadelerden hiç bàhwtmeyerek, pâdi­ tupta ise. Savcı B e y ’in Bursa da „bâzı ' phl-i



s.



Sa v Çi iesad ile ittifak" edip, dalâlet yoluna saptığı ve Nilüfer ırmağı kenarında yapılan savaşta da âsilerin mağlûp ve perişan edilerek, oğ­ lunun mahbus ve esir edildiği, sonra da göz nurundan mahrum bırakıldığı anlatılmış idi (Ferîdun Bey, Munşa'öt al-salitün, I, io 7 v.d.). Savcı Bey Bursa ’da Sultan Osman ’ın türbe­ sinde mediündur ( Sicill-i osmânî, 1, ¡7 )• Savcı Bey 'in âilesi ve çocuklarının kalıp-kalmadığı, kaldı ise, akıbetleri hakkında Osmanh kaynaklarında en küçük bir kayda rastlanmamaktadır. Ancak, bâzı Bizans ve garp kaynaklaıı ve bunlara dayanan bir kısım muasır tarihçiler, onun Murad adında bir oğlundan bahsederler kİ, belki de babası ile birlikte, göz­ lerinin kör edilmiş bulunması sebebi ile, eski kaynaklarda Caecus imperator Turcorum diye zikredildiği, evvelâ sırp despotunun yanına kaç­ mağa muvaffak olduğu ve despot Stefan Lazareviç’in ı ş ı t ’de Mûsâ Ç eleb i’ye karşı yaptığı mücâdelede onu Osmanh saltanatı müddeisi sı­ fatı ile öne sürmüş bulunduğu, Murad B e y ’in bilâhare macar kıralı Sigismond ’a iltica ede­ rek (14 29 —1432), Macaristan’da yerleşip eviendiği, bunun da Dâvud Çelebi adında bir oğlu olduğu iddia olunmuştur. Hattâ Sigism und’un, Osm anlılara karşı bir haçlı ittifakı kurmak is­ terken, elindeki bu fırsattan faydalanmağı da düşündüğü söylenir. Körşeh-zâde Murad ’m, di­ ğer oğlu Orhan Ç eleb i’nin her hangi bir fa­ aliyeti görülmezse de, Dâvud Çelebi ’n’ n 1448 II. Kosova muhârebesinde büyük amcası Mu­ rad İ L ’a karşı ve Hunyadi Jânos ile birlik­ te harp ettiği macar kaynaklarında bildi­ rilir. Mamafih Uzunçarşılı, yukarıda bahis ko­ nusu ettiğimiz Osmanlılann soy cedveiinde, Murad ’dan hiç bahsetmeyerek, Dâvud Çelebi ’yi Savcı B e y ’in oğlu olarak göstermiştir. Taf­ silât için bk. F. Babinger, Dâvûd Çelebi, ein



Osmanischer Throntuerber des IS. Jahrhun­ derts [ Siidost-Forsckungen, 1957, XVI, 297— 3 1 1 '.



( M . T a y y î b G ö K B İ L G İ N .)



S A V D A ’ . [Bk. ş e v d e .] S A V D A . [ Bk. s e v d â .] S A V D A ’. j B k . SEVDÂ’.] S Â V E . S A V A ( eski S â v a c ), merkezî î r a n ’da bir ş e h i r v e i d â r i b ö l g e . Kazvin — Kum (K azvin—S a v a ; 22 fersah ; S âva—Kum ; 9 fersah ) ana yolu üzerinde bulunur. Bu yol hemen-hemen Mustavfi tarafından tasvir edil­ miş olan büyük yola ( fâ h râ h ; Sûmğân (? )—SagzSbnd—Sava—İsfahan) tevafuk eder ve moğulİhrdan Arğûn ve Ulcaytû zamanında, Sultani­ ye, İra n ’ ın idâre merkezi olunca, mühim bir rol oynamıştır. K a z v in -S a v a yolu, şimdi de şimalî İran ile cenûp eyâletleri arasında ticâ­ ret için ehemmiyet kazanabilir. Şimdilik pâyi-



SÂVt tabt üzerinden geçen yeni kara yolları sebebi ile terkedilm iştir: İCazvin—Tahran ( 22 fersah) ve Tahran — Kum (22 Fersah ). Diğer taraf­ tan Sava arap coğrafyacılarının Hamazân — Rey (T ah ran) muvasala hattı üzerinde 61 fer­ sahta gösterdikleri menzil olma ehemmiyetini de kat’î surette kaybetmiştir. HamagSn ve pâyiiaht arasında seyr-ü sefer yolu şimdi, Navbarân — Zarand veya, bir sapma ile, Tahran — K azvin — Hamazan (takriben 54 fersah ) üze­ rinden yapılmaktadır. Bu coğrafî mülâhazalar, şehrin ehemmiyeti­ ni kaybetmesini izâh etmektedir. Sulama te'sislerinin bozulması neticesinde çoi tedricen Sa­ v a ’ nin bulunduğu yerleri istilâ etmiştir. Sava, şarka doğru açılan bir ovanın ( takri­ ben 50 k m .X 4 S km. ) şimâl-i garbi köşesinde yer almakta olup, bu ovanın alt kısımları yavaş-yavaş tuzlu bataklıklar ile kaplanmıştır. Böl­ ge üç su akıntısından teşekkül etmiş bulunan Kara-Su ( M u stavfi’de: Gâvmâhâ veya Gâvtnâsâ) ile sulanmaktadır; bu üç su akıntısın­ dan en cenupta ve en mühim olanı (D ö-âb) Bahtiyâri dağlarının ( C âp elâh ) şı mâl yama­ cından gelm ektedir; garpta bulunanı, Hamazân Alvand ( Orontes ) ’inden inmekte ve şimâlde bulunanı ise, Harrakân dağlarından çıkmakta­ dır. Kara-Çay, Sava ovasını kat’ederek, tuzlu sularım merkezî çölde sürükler ve burada kayb­ olur. Bu idârî bölgeyi sulayan ikinci ırmak Mazdakân-çay ( halk dilinde: Mazlağân-çay ) olup, Dargazin ( Hamazân ’in şarkında ) ’İn ya­ kınından çıkar, Kara-Çay ’a muvazi olarak akar ve soldan (şim âlde) onunla birleşmeden Önce, Sava ovasının şimâl-i garbi kısmındaki bir çok sulama kanallarında kaybolur. Sâva İslâm devrinden önce mechûldür. Tomaschek bu ad ile Avesta dilindeki sava, pehl. savaka „menfaat, fayda" (?) kelimesi arasında bir yakınlık kurar, Farsça lugatiar sava için „altın parçası" mânasını verir. Tomaschek’e göre, Sâva Tabula Peutingeriana ’daki Sevavicina veya Sevakina ’ya tekabül eder. İbn Havkal ’a göre, Sâva deve ve devecileri ile tanınmıştır. Mukaddası onun tahkimatını, hamamlarını ve pazardan bir az uzaktaki bü­ yük yol civarında bulunan bir ulu câmii zikr­ eder. S â v a ’nin sakinleri (Ulüseird ’inkiler gibi) şâfi’î idi ve_on iki imâm tarafdarı mutaasıp şi’îler olan A v a ’li komşuları ile dâimi sûrette düşman vaziyetinde bulunuyorlardı. Moğullar şehri 617 ( 12 2 0 ) ’de tahrip etti ve aynı zaman­ da hey ’ete âit âletleri de ihtiva eden ( Kazvin i ) güzel fcütüphâneslni yaktılar (Y âjfü t). Hamd Allâh Mustavfi ( nşr. Le Strange, s. 62), Sâva ’nin dört nâhiy esinin adını vermektedir : Sâva, Âva, Cahrüd ve Büsin ( î ); bunların sırası



ile, 46, 17, 25 ve 42 olmak üzere, 130 köyü var idi. Hvgca Zahir al-Diıı Sâvaci, Muştavfi ’nia za­ manına doğru { VIII.®»XIV. a s îr), muhiti 6.200 arşın ( zar ) olan şehrin sûrlarını yeniden yaptırdı ve oğlu HvSca Şams al-Din şehre Rüdâbân civar köyünü ilhâk etti. Mustavü, Sava ’ nin meyvelerini Övüyor, fa­ kat hububatı için farsça şu darb-ı meseli zikr­ ediyor! „K u m ’un samanı S S v a ’nin buğdayın­ dan daha iyidir" Sava ’ nin narları bugün de bütün İran’da meşhûrdur. Avrupatı seyyahlar arasında, Marco Polo, ■Sava („Saba“ ) ’yi üç mecûsı, hükümdarın Beytultahm’e gitmek üzere, yola çıktıkları şehir olarak zikretmekte ve üç hükümdarın Beytullahm ’de dört köşeli bir binâda gömülmüş ol­ duklarını söylemektedir. Bu irânî-hiristiyânî menkabe „reges Arabum et Saba dona addu­ cent" ( Mezamir, LXXIÍ, 10 ) metinlerinin ma­ hallî halk ızâhma dayanmış olmalıdır. M. Polo tarafından nakledilen diğer bir hikâyeye göre ise, üç hükümdar, sıra ile, Sava, A va ve Tomaschek 'İn Diz-i Gabrân ( Kaşan yolu üzerinde, Kum ’ un bir konak ötesinde) ile aynı kabul ettiği hâlde, Yule ’ün Sava ile Abhar arasında aradığı Kal‘ a-i  taşparastân’da gömülmüş ol­ malıdırlar. Sâva, Giosafa Bárbaro (14 7 4 ), Figueroa ( 1 6 1 8 } v.b. tarafından zikredilmiştir, Chardin Sâva ’nin kısır toprağından ve sıcağından şi­ kâyet etmektedir. 1849 ’da, İngiliz konsolosu K. E. Abbot ’a göre, 1.000 nüfusa sâhip olan s â v a ’de 300—400 ev bulunmaktadır; toprak kavir ile karışmadığı her yerde, fevkalâdedir; fakat şehrin şarkında 9 İngiliz mili bir mesa­ fede vaktiyle tuzlu çöle tesâdüf ediliyordu. Sâva 'nin cenûbunda, 4 fersah bir mesâfede eski bir şî’î merkezi ve pazar yeri olan Ava kâin idi ve bu pazar yeri, Sâva ovasını FarShân ( Irak-ı Acem ) ovasından ayıran T afriş ’in tepelerinden gelen bir su akıntısı ile sulanıyor­ du. Tomasohek’e göre, Ava Batlam yus’u n ’A(3 ûj;otVtt ’sına tekabül etmelidir. M ükaddasi’de Âva, Yâküt ’ta Aba olarak geçmektedir. A va ve Kum arasında tuzdan teşekkül etmiş ve topra­ ğının yumuşaklığından dolayı yanma yaklaşılamıyan Küb-İ Namak bulunmaktadır; Haussknecht ona türkçe olarak Giden-gelmez adının verildiğini kaydediyor. Mnstavfi zamanında Ava ’nin çevresi 5.000 adım idi. Houtum-Schindler eski şehrin harabelerinin yeni köyün (100 evli) yanında bulunduğunu, Şam'ün ( S i­ m eón?)’un türbesinin orada gösterildiğini söy­ lemektedir. Mustavfi, İsmâ’ il (Samuel) pey­ gambere atfedilen türbeden bahsetmekte, fa kat onu Sava ’nin şimalinde, 4 fersah mesâfede göstermektedir.



Sâva bölgesinin bütün halkı şi’îdİr. Nüfûs iranhlardan ve türklerden terekküp etmekte­ dir. Türkler Şah-Seven mahallî zümresine men­ supturlar ; bunlar arasında Halao kabilesi baki­ yeleri zikre değer. Sâva bölgesine, oldukça sik bir şekilde, Halacistân ismi de verilir. Şah-Se» venler S â v a ’tun şimâl-i şarkî ve cenûbunda bu­ lunmaktadırlar. Halaclar bilhassa Kum —Suitânâbâd (Râhgird, Tâc-Hâtün, Cahrüd, T a friş) yolunun.şimalinde yaşıyorlar. Köylerinin çoğun­ da (Kundurüd, Mavcân, Sift, Foveird, Kardecan) farklı bir türk lehçesi konuşulmaktadır:no rorom bâğka „bağa gidiyorum", hissi-ri „hava sıcaktır“ , hev-çe „evd e" yol kaval dağ-arttı „yol İyi değildir" v.b. Lehçe türkiyatçılann dikka tini çekecek değerdedir, (krş. mad. ŞÂH-SEVEN ) Sâva X. ( h . ) asırda ( İbn Fakih ) Kum eyâ­ letinin bir kısmım teşkil ediyordu. Şimdi deği­ şik idâri teşkilât içine girmektedir: Bâzan cenÛpta bulutlan idârî bölgeler (m ahallât,kazzâz), bâzan Zarand ( Sâva ’nin şimâl-i şarkîsinde ) ve Haradan (halk dilinde: Karağâa) ile birlikte idâre edilmektedir. Harakân İdarî dağlık böl­ gesi Kazvin ile Hamazân arasındaki kısımda bulunur. Üç bölük ’ten teşekkül e d e r: Afşâr-i Bakışlu, A fşâr-i Kutılu ve K aragöz; Karagöz ’de, geçidin dibinde, H arakân’m merkezi A va bulunmaktadır ki, buna ses bakımından benze­ ri olan Sâva ile karıştırmamak lâzımdır. 18 9 0 ’a doğru Sâva İran hizmetindeki avustufyah bir zabit (von Taufenstein) tarafından idâre edildi. Burası X X. asrın başına doğru, Tahran idâki süvarî livasına bir nevî ıktâ olarak verilmiş idi. Bu askerî teşkilâtın yüksek zâbitlerinden biri, livânın başlıca efrâdını te’ min eden, türk nüfusunu murâkabe etmek için, S âv a valisi vazifesini görüyordu. S â v a ’ n i n e s k i e s e r 1 e r i . 1. Kara-Çay su bendi (şehrin cenûp-cenûb-i garbisine aş.-yk. 20 km. mesâfede) VII. (XIII.) asırda, bir çok moğul hükümdarına vezirlik etmiş olan Şams al-Din Cuvayni [ b. bk. ] tarafından yaptırıldığı söylenir ( krş, Nuzhat al-kulüb, nşr. Le Stran­ ge, s. 221). Bu su bendi Safevîler devrinde yeniden inşâ edilmiş olup, Band-i Şâh ‘Abbâs adı ite tanınmıştır. Su bendi iki tepe arasındaki geçidi kapar ve ölçüleri şöyledir: yükseklik aş. -yk. 20 m., uzunluk 30 m., üst kısmının kalınlı­ ğı 14 m., Yandan sol kıyı üzerinde bir nevî ku le içinde helezon biçiminde yükselen yol vard ır; kervanlar böylece kendilerine köprü vazifesini gören su şeddi üzerine çıkabilir ve garp-tarafın­ dan hafif bir meyil ile, sağ kıyıya inebilirler.- Su bendinin altında nehrin açtığı su yolunu tıkamak süreliyle, bu mühim te’sisi tânıir etmek için gi­ rişilen teşebbüsler şimdiye kadar semeresiz kal­ mıştır. Bu hâl, idârî bölgeyi harâbîyete sürükle-



S Â V fi — S A V U Ç -B U L A Iİ







-



mektedir. 2. Kız-Kale, kademeli tepeler ortasın­ daki bir kayalık üzerinde olup, su bendinden uzak değildir. 3. S a v a ’de iki câmi vardır; biri şehir­ de olup, Houtum-Sebindler ’e göre, 15 18 ’ de İnşâ edilmiştir; diğeri şehrin dışında, cenûp tarafın­ daki eski harabeler arasında bulunmaktadır. Gâlibâ bu Mascid-i cum‘a, Mukaddasi tarafından zikredilmiş bulunan caminin yerini işgâl etmek­ tedir. Houtum-Schindler ’e göre, şimdiki câmi 1516 tarihîni taşımakta ise de, Dieulafoy onun ..ihyasını“ Şah TaSmâsp {930—98 4 = 1524 — 15 7 6 )’a atfetmektedir. 4. Bu camiin yanında, z6 kadem yüksekliğinde, çok daha eski bir mİnâre yükselmekte olup, üst-üste hendesî süsler teşkil eden pişmiş tuğlalardan yapılmıştır. J. Dieulafoy bunu gazneliler devrine bağlamakta ise de, 505 ( 1 1 1 1 ) tarihini taşıyan Kusravgird (Horâsân i’deki benzer bir minare ile kıyas edil­ mek sureti ile, bu minarenin de câmi ile aynı devreye atfedilmesi daha uygun olacaktır ( krş. Sarre, Denk. pers. Baukunst, Berlin, xgio, II, 112 v.d. ve Herzfeld, Khorâsân, İsi., XI, 1 70). 5. Büyük kapılı bir cephesi bulunan su deposu (äb-anbär) XIII. asra âıt olabilir ( Herzfeld, ayn. esr., s. 1 71 ) . Sava asıllı meşhûr kimseler arasında Yakut, şâfî’ î imamlarının ileri gelenlerinden biri olup, 484’ te ölmüş olan Abu Tâhİr 'A bd al-Rahmân b, Ahmed ’i zikretmektedir. Mustavfi Şayh 'Osman Savacı ’nin şehrin yakınında bulunan türbesinden bahseder. Şâir Salman-i Sâvaei s 700—778—1300 —1 376) hakkında bk. E. G. Browne, A Hist, o f Pers. Litt, under Tartar Dominion ( Cambridge, 1920 ), 260—271 v. b. ve mad. SALM AN. B i b l i y o g r a f y a : W. Tomasehek, Zur hist. Topographie von Persien, I, { S B A k. Wien, CU, 154—1 5 7 ;) W. Barthold, /stor.-geog. obzor İrana (Petersburg, 1903). s. 88 v.d .; Le Strange, The Lands o f the ■ East. Caliphate, s. 210 v.dd., 228 v.d. Bu üç müellif bütün arap kaynaklarını verirler. Bk, bir de Mustavfi ( nşr. Le Strange, Gibb Me­ morial Series, X X II 1/ 1, 62 ); Zayn al-'Âbidin al-Şirvâni, ßnsfän al-siyükat ( Tahran, 13 10 ) , s. 304; Yule-Cordier, The Book o f Ser M ar­ co Polo (London, 1903 ), I, 78—81 ; Keith E. ... Abbot, Geogr. Notes) J R G S , 1855, s. 4— 10 ); Houtum-Schindler, Eastern Persian Irak ( London, 1903), s. 129 v d .; H. Binder, Au Kurdistan { Paris, 1887), s. 380 ( äb-anbär ’in fotoğrafı ile ) ; J. Dieulafoy, La Perse ( Paris, 1887), s. 165— 173 ( su bendi, câmi ve mina­ renin fotoğrafları ile ). H a r it a la r . Houtum-Schindler, ayn. esr.} ■ A . F. Stahl, Peterm. Mitt., ilâve cüz, ur. 118 , levha I ; Th. Strauss, Peterm. Mitt. { 1905),



levha 2 1 ; H. Kiepert, Vorbericht über P ro f. C. Hauskneckt’s Orientalische Reisen ( Ber­ lin, 1882), levha IV. (V . MlNORSKY.) Bu şehir Peygamberin sîresinde mühim bir rol oynar. Çok sık zikredilen bir riva­ yete ( bk. A . Sprenger, Das Leben und die Lehre de s Mohammad, 1, 1 3 4 v.dd. ve Th. NÖİdeke, Gesckichte der Perser und Araber, s. 253 v.dd.) göre, Peygamberin doğduğu gece Sava civarındaki arazide bulanan bir göl (buf f ayra) kaybolmuştur. Bunun yeri XIII. asırda K a z v in i’ye de gösterilmiş idî. Nakl­ edildiği şekli ile; rivayet İran ile ilgili husûslar hakkında bir bilgi gösterdiği için, bu vak’ada muayyen bir İran inancına bîr tel­ mih bulunduğu düşünülebilir. Zerdüşt dînin­ . deki kıyamet telakkisinde Kansava ( Kasaoya-) gölü mühim bir rol oynar. Yeni Avesta, bu gölü, şarkî İran ’da gösterir ve bu göl, S icistâ n ’ da Hâmün gölüne tekâbül eder. Zerdüştun tohumu burada muhafaza edilmiş olup, zamanın sonunda kurtarıcı Saoşyant bu tohumdan çıkacaktır. İran 'd a bir gölün kuruması efsânesi, Peygamberin doğumu ile ilgili ise, bu hiç şüphesiz, bu efsânevî gole telmih ile olmuştur. Efsâne zerdüştî kurta­ rıcının beklemesinin sonuna remizler ile ifâde etmektedir. Nitekim aynı rivayette, Ctesiphon sarayını tahrip eden zelzele İran hü­ kümdarlığının ve mukaddes ateşin sönmesi­ nin de Zerdüşt dîninin sonunu, remizler ile, ifâde etmektedir. (H. H, SCHAEDER.) S A V İ K . [ Bk. s e v Î $ .] Ş A V M . [ Bk. o r u ç .] S A V R . [ Bk. SE V İR.] S A V U Ç - B U L A K . SÂ V U C -BU LÂ K , türk. so'uk-bulalf {„soğu k pınar") terkibinin farsçada tahrif edilmiş şeklî. Sâvuc şekli daha Nazhat al-kulüb (740—1340) ’da tesbit edilmiştir. Bu adı taşıyan iki yer vard ır: ' 1. Tahran ’ a bağlı olup, büyük Tahran—Kazvin yolunun iki tarafında, garpta Karae ırma­ ğına kadar uzanan bereketli b ö l g e . Şimâlde bir sıra tepeler onu Ja la lfâ n ’ dan ayırır. Bu tepelerin cenup yamacı üzerinde, payitahta kö­ mürünü te’ min eden Feşand kömür mâdenleri bulunmaktadır. Bu yüksek yerlerden gelen Kordan ırmağı Savuç-bulak idârî bölgesini su­ lar. Hamd Allah Mustavfi köyleri arasında hâ­ len mevcût olan Sunkur-âbad ve Nacm-Sbâd adlarını zikretmektedir. Bölgenin merkezi Yangi -îm lm (bir türbe ile sun’î bir tepe) deni­ len yerdir. Bölgenin cenûb-i garbî nihâyetin­ de, sâkinleri İran iöiî lehçesi ile konuşan İştihârd kasabası bulunmaktadır. Aynı lehçeyi konuşan diğer köyler ( Kazvin istikametinde) şunlardır: Sagzi-âbâd, Şâdmân, îspiâvarin, Çal,



SAVu£-BÜLA& Siâhdahân. İştihârd halkının çoğu bahâîdir. Haritası için bk. A , F. Stahl, Peterm. Mitt., fasc. suppl., nr. 1 1 8( 1 896) , levha I ve Umge­ gend von. Teheran { Gotha, 1892 ). 2.. Azerbaycan eyâletinin merkezi Savuç-Bulak olan e e n û p k ı s m ı , Savuç-Bulak vâlîlerı Tebriz ’den tâyin edilirler. S a v u ç - Bulak vilâyeti, şimalde Urmiye gölü, şimâl-i garbide Gadir- Çay ’ın suladığı Suldüz ve Uşnİ idârî bölgeleri ile ve garpta T ürkiye—İran hudûdunu teşkil eden yüksek Kandil silsilesi; cenûpta Şiler idâri bölgesini Bana ’dan ayıran Sür-kev silsilesi; şarkta Tatavü ile Cağatü (yalnız Sakkiz idârî bölgesi bu son ırmağın havzası üze­ rinde y a y ılır) arasında suların bölüm h a ttı; şimâl-i şarkîde, sağ kıyısı üzerinde kâin, Miyân-du-âb ( „İki su arası" ) ’dan tecrit edilmiş idârî bölge bulunan Tatavü ’nun kolları ile sı­ nırlandırılmıştır. Tatavü, aynı zamanda, bu son bölgenin türkleri ile Savuç-Bulak Mukrileri ara­ sında hudut teşkil eder. . Bu hudutlar içinde Savuç-Bulak'ın takriben 13 0 X 10 0 km. 'lik sathı 12.500— 13.000 km2, civânnda tahmin edilebilir. S u l a r ı . Mukrileri o oturduğu yer, Urmiye golü ve Küçük Zâb ( Dicle ’nin kolu ) havza­ ları olmak üzere, iki havza üzerinde bulunmak­ tadır : birinci havzada üç ırmak vardır • 1. Cağatû ırmağı, nihâyette yükselen Çihü-Çaşma dağından inerek, Bana (şim alde) ile Marivân arasındaki İran toprakları içine doğru uzanan Şiler türk arazisinde akar ; 2. Tatavü ( Mustavü : Tağatû } ırmağı ki, kaynaklan Kurtak ’ ın cenûb-i şarkî ucunda bulunur; 3. Savuç-bulak ırmağı Meydân geçidinin ( Pasva ile Savuç-bulak şehri arasında ) şark yamacından inmektedir. Küçük Zâb ( a l-Z â b a l~ a sfa l) hav­ zasında Küçük Zâb ırmağı Basra körfezi havza­ sına bağlı olup, yukarı mecrası Lâhicân yüksek yaylalarından teşekkül eder: şimâl-i garbî kolu­ nun ( Lâven ) kaynağı Kandil ’in şark sathı üze­ rindeki Kelişin tepesinin tam eenûbundadır; şi­ mal kolu ( Bardi-meşe ) Uşnü yolu üzerinde Caldiân ’ dan gelir ; şimâl-i şarkî kolu { Âva-gurü ), Maydân geçidinin garp tarafından çıkar. Küçük Zâb sağ taraftan Badinâvâ, Âva-Prdânân, Hidîrâvâ, TâlestSn ve İÇâzân siir’atii akar sula­ rını sağ taraftan ve Kurtak boğazlarından çağla­ yarak dökülen ve Zey veya Kialü adı altında toplanan büyük suları sol taraftan alarak, ccııûba yönelir ; fakat Sardaşt ’in altında bir­ den garbe. döner ve Aiân boğazından Dicle­ ’ye yol açar. Tam bu kıvrımda, güzel manza­ ralı Alöt köyü civarında, Kialü sol taraftan Bâna (sularını A lö t ’un yukarısında K !a lû ’ya boşaltan Namaşİr bölgesi m üstesna) yatağını yaran mühim bir koi alır. Bâna ırmağı ( Ava-



K iverö ) Alan boğazı istikametinde hemen-hemen müstakim bir hat teşkil ederek uzanır, Bâna ’nin Dunes altındaki sol kıyısı ( Alân-iG irga şa ) Türkiye ’ye âit İdi. Hudut burada önce K irerö mecrasını, sonra da Kandil *e yönelmek üzere, Betüş ’u Iran ’a ve Kandöl ’ u da Türkiye ’ye bırakarak, Kialü mecrasını tâkip eder. Alan büyük yarıntısı dolayısiyle istikamet değiştiren sâdece küçük Vazna ırmağıdır. Bu ırmak, Kandil dağının büyük mabrutunun . çenûb-i şarkîsinde, aynı adı taşıyan bol çayırlı yayladan çıkar. K'alü ’nun garbında yarım bir dâire teşkil eder ve derin bir boğaz vâsıtasiyle Elcezîre düzlüğü ( Pijdar ) ’ ne çıkar ve niha­ yet orada, sağ tarafta Küçük Zâb İle birleşir. D a ğ l a r . Büyük Kandil silsilesi, Savuç-,Butak ile Ravânduz ve KÖy-sancak arasında du­ var gibi yükselir. Kandil ’e araplar Şa'rân, iranlılar Taht-i Şiröye ( Yâküt, nşr. Wüsten­ feld, III, 298 ) ve ermeniler Zarasp ( Hoffmann, Auszüge, s. 249, 266) adını. verirler. Uşnü ve Sidal^ân arasında kâin meşhûr Keli-Şin boğazı (takriben 2.800 m.) Savuç-Bulak’ın şimalinde ve bölgenin hudutları dışında bulunmaktadır. Savuç-Bulak ile Elcezîre arasındaki muvasalayı Vazna ve Aiân boğazlan ile daha az îrtifâlı (1800 m.) ve geçişi daha kolay olan Lâhicân ve Bâlak ( R a y â t) arasındaki Garüşinka geçidi sağ­ lar. Mamafih hududun iki tarafındaki kavgacı kabilelerin mevcudiyeti yüzünden her türlü münâkale ehemmiyetli şekilde kösteklenmiş idi. İCandil’in eenûp ucundan ayrılan ve Aiân boğazının şimâl yamacını teşkil eden heybetli sırta da işâret etmek yerinde olur. Bu sırta Dârü ve geçidine de Havaııl adı verilir. Lâhicân ve Gadir havzası arasındaki uzun­ lamasına tepeler, pek az;ı (Biçâra Çoğantö ).hâ­ riç, ehemmiyetsizdir. Bu yükseklikler silsilesi T atavü’ya kadar devam eder. Bu tepeler bu­ rada Savuç-Bulak şehrini şimalde Şâri-verân idâri bölgesinden ayırır; bununla beraber, S a ­ vuç-Bulak ırmağına bir geçit verir. Kurtak tûlânî merkez kitlesi (en yüksek noktası 2.280 m.) Kialü sularını Urmiye gölü havzası sularından ayırır; şim ilde Çoğantû zirvesi ile birleşir. . Mukrilerin oturduğu yerin şarkî kenarları aşağıda gösterilen bir murabba şeklindedir: şimalde tepeler silsilesi, garpta Kurtak, cenup­ ta, bir taraftan Tatavü ’nun, diğer taraftan Namaşir ile Sakkız ’ın sularıma taksim hattı olan tepeler ki, bunlar Kurtak ’ın cenup ucu­ na birleşirler ve en yüksek tepesi Bârdi-sür ( „kızıl t a ş " ) ’dır. Nihayet şarkta Tatavü ve Çağatü ’nun sularının taksim hattı yükseklik­ leri gelmektedir. Savuç-bulak çayı ve Tatavü sulan şebekeleri İle yarılmış olan murabbam



S



E



C



C ( X



A



D V



E



I I .



.



G



ö



r d



a s ı r ) .



e s



ï. SECCÂDE. (XVII. asır).



I. SECCÂDE.



(XV. asır).



5. SECCÂDE. Osmanlı saray seccadesi. (XVI. asır).



6. SECCÂDE. Osmanh saray seccâdesi (XVI. asır).



7, SECCÂDE Osmanlı saray seccadesi (XVII. asır).



8, SECCÂDE Osmanlı saray' seccadesi. (XVII. asır).



(XVI asır).



10.SECCÂDE Uşak seccadesi (XVI asır).



11. SECCÂDE Konya işi. (XVII. asır).



12. SECCÂDE Gördes işi (XVII. asır).



13. SECCÂDE. Lâdik seccâdesi (XVII asır).



14. SECCÂDE Ladik işi. (XVII asır).



15. SECCÂDE Mlas işi. (X V II asır).



16. SECCÂDE Kafkas seccâdesi. (XVII, asır). ..



SA V U Ç -B U L A K . içi son derecede arızalıdır: burada münferit II. Mukrilere akraba ve aynı dili konuşan sarp dağlar, küçük tepeler ve bereketli vadi­ B i l b â s aşiretinin arazisi. Eski göçebe olan ler vardır. Bilbâslar şimdi kışları, köyde geçirir, yazları Cunöpta ve murabbatn dışında Sakkız [ b. ikametgâhlarının yakınlarındaki yüksek yerlere bk.] ile Bana İdarî bölgeleri bulunmaktadır. (sara n ) çıkarlar. Dâimî olarak İran arazisinde Birinci bölge cetiûb-i garbiden şimâl-i şarkîye kalan aşiretler şunlardır; a. büyük kısmı yerle­ uzanmaktadır. Burası; Ç ağatü ’ nun şimal cihe­ şik bulunan kuvvetli ve cesûr bir kabile olan tinde bulunan- kaynaklan ile sulanmış olup, M a n g u r l a r : Savuç-Bulak çayı üzerinde ve Savuç-Bulak murabbaı ve Bâna toprakları ara­ Et-Tamür ( Govruk ’ların munsabı cihetinde } ve sındaki köşeye düşer.: Bâna bölgesi, şark-garp Na'layn-i Mangur („at nah", K u rta k ’m garp yü­ istikametinde K ’alü -havzasına doğru inen bir zü üzerindeki dağlar kadem esi), nahiyelerinde, havza teşkil eder. Cenûpta Sür-kev („kızıl fakat Mangurların ağa Harının oturduğu mer­ dağ” ) üzerinde kendi Kudûdunu teşkil eder. kez Lâhicân ile Sardaşt arasında K !â lü ’nun sağ Şarkta Şive-gvezan tepeleri bu bölgeyi Çağa- kıyısında bulunan Mergân ( Tirkaş ) ’dadır. Cemtü { Şâhsb ırmağı ) ’ nun cenûpta bulunan kay­ ’an 148 köy Mangurlara aittir, b. P i r â n 1 a r. naklarından ayırır. Şimâl-i şarkide Keli-Hân Eski Lâhicân ’da, Lâven üzerinde, Mergân ’ın şi­ geçidinin yükseklikleri sed gibi, Bâna orman­ malinde yaşarlar. 30 köyden ibâret olup, bun­ ları ve Sakkız çıplak tepeleri arasında yüksel­ lar arasında tam Garü-şinka tepesinin karşı­ mektedir. Şimalde kayalık Balü ( „meşe“ ) kıs­ sında Mutâva-tepe kaleciği bulunmaktadır, c. mı Bâna ’nin başlıca havzasını hudutiandınr. M a m a ş l a r . Merkezi hâlen harâp olup, daha Fakat Balü ’nun şimalinde doğrudan-doğruya Yâküt taralından zikredilen eski Pasva kalesi K ’alü ’ya sol tarafından dökülen Namaşir ır­ olan Yeni L âh icân ’da otururlar. Mamaşlar mağı akar. Böylece Balü, K ’a lü ’nun sağ kıyısı Berd-i meşe ( Caldiân > vadisini ve Eski Lâhi­ Üzerinde D â rû ’nun karşısında münferit bir te­ cân ovasına açılan ağzı yukarısında Lâven peler zümresi teşkil eder. Şu hâlde Bâna 'nin nehrinin bütün yukarı kısmını kaplarlar. Sulşimalde bu'unan hakiki hududu, Daşt-ltâl ile düx ve Uşnü 'da Mamaşlar vardır. Cem’an yüz­ Namaşir kasabalarının şimalinde bulunan Bâr- den fazla köyde otururlar, d. O c â h-k a-H i d­ di-Sûr dağı ile teessüs etmiştir. r i şubesi yazın Vazna ’nin zengin otlaklarına Î d â r î ( ve k a v m î ) bakımdan Savuç-Bu- gider, kışın da Köy-Sancak sıcak ovalarına !ak vilâyeti şu kısımlardan teşekkül etm iştir: inerler; fakat bu şûbe de İr a n ’da yerleşmeğe I. A sı! M u k r i sahasında göçebe olamayanbaşlamış idi. Mukri ve Debokri aşiretleri sâkindir. İdâre III. S a r d a ş t arazîsi; şu şûbelerden teşek­ merkezi, Ravvlİnson ’a göre, X V 1H. asrın başın­ kül eder; da kurulmuş olan Savuç-Bulak şehridir. Ku­ a. Khdü ’nun sağ kıyısında, bir kaymakamlık rulduğundan ıoo sene sonra, bu şehir 1.200 merkezi olan fakir Sardaşt köyü. b. Govruk eve bâlig olmuş olup, bunun da ıoo evi yahudi ( G a v r ik ) aşireti, önce zikredilen köylerden ve 30 evi de süryânîlere âit idi. Şehir büyüklüğü­ başka, K ’alü ’nun sol kıyısı üzerinde, Kurtak nü birinci dünyâ harbine kadar muhafaza etti. H. ’m ormanlık yerlerinde oturmakta olup, 100 Schindler'e göre, şehrin mevkii şöyledir: 360 ’ den fazla köyü vardır, e. Süesniler, Vazna, 45' 48” arzında ve 45° 47' tulünde. Deniz se­ Sardaşt ve K !alü ’nun kıvrıldığı yer ile Kandil viyesinden irtifâı 1.300 m. *dir. Şu nahiyeler arasındaki 68 köyde otururlar. Süesniterin kol­ im ahall) Mukri sâhasmın bu kısmını teşkil eder: ları (B aryaci, Mitkâri, Darmai, H arz-Alan ve 1. i d â r e m e r k e z i n i n c i v a r ı , 36 koy, Alân ) müşterek reisleri olmaksızın, dağınık bir 2. Ş â r - i v e r â n — („viran şehir"). Çok zen­ şekilde yaşarlar. A lâ n ’m merkezi olan Betüş gin olan bu nahiye idâre merkezinin şimalinde ’ta güzel bahçeler ile çevrili 70 ev vardır. Bu­ kâin olup, Debokrilere âit 68 köyü ihtiva eder. rası Marâğa—Savuç-Bulak—Sardaşt ve Süley3. A h t a ç 1 ( „seyisler '*). Savuç-Bulak Mi- maniye ile Kerkük yolları üzerinde bulunmak yân-du-âb yolu üzerinde, Tatavü vadisinde; hasebiyle, dikkate değer bir rol oynamış olmalı­ başlıca yeri Burhan oian 90 köyü vardır. 4. dır. Betüş ’un nehir aşağısında bulunan TeyB e h î, Tatavü üzerinde, Savuç-Bulak—Sakkız y e t ’te Kialü üzerinde 7 tuğla kemerli eski bir ve Marâğa—Sakkız yolları kavşağında; 65 köyü köprünün harabeleri görülmektedir. olup, başlıca yeri, Mukrilferin irsi „sa rd â r" ’laIV. Mukri sahasının diğer iki idâri bölgesi rıntn güzel bir ikametgâhının bulunduğu Bö- Sakkız ve B â n a ’dlr. Her ikisi de vaktiyle Sinkân Mır. 5. T u r c â u , Bâhi ’nin cenûbunda nâ valilerine tâbi idi, fakat coğrafi, kavrat ve olup, 38 köyü vardır. 6. G o v r u k - i M u k r i , siyâsi mülâhazalar , bilhassa 1906 türk işgalin­ Kurtak ’m cenûb-i şarkîsinde, Tatavü *nun kay­ den b e ri) onların Savuç-Bulak ’a bağianmalarım izâh etmektedir. naklan civarında; 24 köyü vardır. Islâm Ansiklopedisi



a



V



'



SAVuÇ-feULÀK.



Bâna 145 köy ve takriben 3.500 aileden müte­ şekkil 8 kasabayı ( Döla-Huriâva, Balvâv Bnahve, Şvö, N am aşir, Daşt-i tâ!, Kıverö, Tazân, Paş-A rbebâ) içine alan çok mühim bir idâri bölgedir. Arbëbâ dağının eteğinde kâin Bâna şehri, 80 ’i yahudi evi olmak üzere, 800 eve sahip olup, çok işlek bir pazar yeridir. Penevin yolu üzerinde Pâş-Arbeba ( „arka A ." ) nahi­ yesinde, Sür-këv silsilesinin cenûbunda kâin ise de, Bâna ’ye â it olan Çamparöv köyünü zikretmek lâzımdır. Rawlinson, Mukrilerin âile sayısını 12.000 olarak tahmin etmektedir ki, bu da takriben 100.000 nüfusa muâdildir. Bu rakam gâlibâ Bilbâs, Bâna, Sakkız v. b. ’lanuı içine alma­ maktadır. Savuç-Btılak huknmat ’inin I. cihan harbinden sonraki nüfusu 200.000 ’den aşağı olmamalıdır. Y erli olmayanlar: küçük sayıda iranlı vazifeliler, Savuç-Bulak ’ta, Bâna, Sardaşt ve hattâ köylerde bir kaç yüz yahudi aile-, Süryânîlerin kaybolmasının aksine SavuçBulak ’ta bir düzine ermeni ailesi ( 1 kilise ile ). D i n . Mukriler sünnî şâfi’îdirler. Din işle­ rinde oldukça lâkayddırlar. Nakşbendî ve K a­ diri tarîkatlerine mensûp şeyhler ( şayh ) bunla­ rın üzerinde şahsen büyük bir te’sir icrâ et­ mişlerdir. T a r i h . 18 90’ a kadar T atavü ’nun aşağı kolu üzerinde T aştepe’de keldanî dilinde çivi yazıtı bir kitabe var idi ki, sonraları kaybol­ muştur. Belek ( Das Reich der Mannâer, Verhandl. Beri. Ces. f. Anthropologie, 1894, s. 479 — 487 ) ’a göre, bu kıtâbe S12 ve 778 ( m, Ö.) ta­ rihleri arasında hüküm sürmüş olan { C. F. Lehmann-Haupt, Arménien einst and jetzt, 1910, I, 632 ) Van ( Kaide, Urartu ) hükümdarı fşpuini *nin oğlu Menua tarafından dikilmiş idi. Bu âbide ( çivi yazısı ile bilinen bütün kitâbeler arasında en şarkta olanıdır ) Menua ta­ rafından fetholunan Man neler ( Minni ) mem­ leketinde Meşta şehrinin yerini göstermiş ol­ malıdır. Keldanî te’sirinin izleri, aynı zamanda, Rawlinson ( J R G S , X ) ’nn Şaytân-Sbâd ve Savuç-Bulak ırmağının sol kıyısı üzerinde keşf ettiği su te’sîslerine, yer altı geçitlerinde ka­ yaya oyulmuş merdivenlerde de görülebilir. Asfîr hükümdarı Sargon, 714 ( m. ö.) ’ teki meşhur seferi esnâsluda, Urmiye gölünün cenûbunda, Manneier arâzisini Allabrİa, Parsuaş, Zikir tu v. b. nâhiyelerini zikreder ( Thureau-Dangin,



Üne relation de la huitième campagne de Sar­ gon, Paris, 1912 ). Bununla berâber Parsuaş adının Persler ( Parsa ) adı ile yaklaştırılması ve G ad ir ’in aşağı mecrasında gösterilmesi he­ nüz sâdece faraziyeden ibarettir. Dikkate şâyân diğer bir âbide de SavuçB ulak’m şimalinde İndirkaş köyü civârındaki



Fakraka kaya mezarıdır. Bu mezarın ahemenîlerin mezarları ile benzerlikleri vardır ( de Mor­ gan ); E. Herzfeld bu mezarı Medyalıiara âit kabûl ettiği âbideler zümresine bağlıyor ( SarreHerzfeld, Iranische Felsreliefs, 1910, s. 184; Herzfeld, Ckorâsân, Islâm, 1921, XI, 1 3 1 ) . Batlamyus ( VI, 2 ) tarafından sayılmış olan Medya şehirleri arasında, aynı arz dâiresi (38° 3 0 ') üzerinde iki yer vard ır: Aapictiioa ( tülü 87° 3 0 ') vo onun yanında Sivxo p (tü lü 88®); Rawlinson bu sonuncu yeri, Uşnü İdarî bölge­ sindeki Singân ile aynı kabûl etmekte ve bi­ rincisi ( Dârayavauşa ? ) ile Şaraf-nama ( nşr. Veliamînov-Zernof, I, 268 ) ’de zikredilmiş olan D aryâs arasında bir yakınlık kurmaktadır. Bu­ nunla berâber o D a ry â s’m yerini bilmiyordu. Buna göre, bu tam yanında, bölgenin eski mer­ kezi olarak tanınan bütün Şâr-i Verân bölge­ sine adım veren „m etrûk şehir“ ’in harâbelerinin bulunduğu bir köyün ( İndirkaş ’in şimâl-i garbisinde, 3 km. mesâfede) ismidir. De Morgan (IV , 283 yukarı K*alü üzerinde büyük sayıda su n ’î höyüklere işaret etmiştir. Lahicân’da bunlardan 24 tâne vardır. GarüŞinka geçidinin cenûb-i şarkîsinde bu bölge­ nin eski şehrinin harabeleri görünmektedir. Daha aşağıda höyükler kaybolursa da, Golğatepe’ de Mukri ülkesinin merkezinde, çevre­ si 150 adım olan büyük bir tepe vardır, Mor­ gan ( Miss, seient. IV, Recherches archeol., 1, 9 ) onun tam yanında, H alıl-d alil’de demir çağına âit mezarlar buldu. Seyyah Harris Bâna bölge sinde, Siâvma ’ mn civarında, höyükler ( „tepe­ cikler") bulunduğunu, Siâvma balkının kendi­ sine eski kıymetli mühürler, üstüvane şeklinde mühürler v.b, sattığını kaydetmektedir. Bun­ ların hepsi, Mukri bölgesinin uzak bir devir­ den beri meskûn olduğunu ispat etmektedir. imparator Heraclius, 624 ’te Çfosrav Parvez ’i tâkıbi esnasında, buradan geçmiş olmalıdır; K er Porter Kereftû ( Sayın-kale [ b. bk.] civa­ rında ) mağaralarında grekçe bir kitâbe ( Kaibel, Epigr. Graeca, Berlin, 1878, s. 5 1 2 ) bul­ du. Nesturi patriği Mär Yabalâhâ ( 1 2 8 2 —1 3 1 7 ) ’ nın tarihi moğullar devrinde Savuç-Bulak arâzisindeki ticâretin ehemmiyetine şahadet et­ mektedir. Bölgenin şimdiki yer adlan şimâl-i şarkîden gelen türkler ile garpten gelen diğer kavimlerîn çarpışmasını aksettirmektedir. Şar­ kî nâbiyelerde (A htaçı, Bâhi, Turcân, Sakkız) türkçe isimler taşıyan köyler bulunmaktadır. Aynı şekilde bir kaç ta moguica isme işaret edilebilir: Tarafca, Tatavü ( M ustavfi’d e : Tağ a tü ), Mâr Yabalâhâ tarihine ( trc. Chabot, 1895, s. 1 5 1 ) goı;e, farşça Vakya (?)-rüd veya Raşid al-Din ( nşr. Quatremere, 297i») ’e göre,



S A V U Ç -B Ü L A İt Zarina-rüd denilen Cağatu. Buna mukabil, TatavS ile Mar âğa arasındaki vaktiyle Mukrilere tâbi olan türk bölgeler bunların elinden çık­ mıştır. Kurtak ’ın garbında seyrek olarak sâmî ( arâm î) isimler de bulunmaktadır i Drib^a, Ko­ ka, Nalösa, Şmöla. Kabîle asil-zadeleri dâimâ garptan gelmiş ol­ duklarını iddia ederler. Mukrilerin başlıca kabilesi hakkında Şaraf-nâma ’de kayıtlar var­ dır. Mukri reisleri Şahrizür’da yerleşmiş olan Mukriya kabilesinden çıkmış ve Baban aşireti idarecilerinden ayrılmış olmalıdırlar. Türkmenler hanedanı devrinde ( h. IX. a s ır ) Sayf alDin adında biri Çabuklu (tü rk kabilesi İh la r­ dan D aryâs’ı aldı ve malikânesini şu nahiye­ lerin ilhakı ile genişletti: Döü-Bârik ( Dol Urmiye gölünün cenûb-i garbisinde küçük bir nahiyedir; B irik ise, hâlen T atavü ’nun ağzı civarında dağınık bir şekilde yaşayan bir ka­ biledir }, Ahtaçı, El-Tamür ve Sulduz. Bu zâ­ tın hâkimiyeti altında birleşen kabileler Muk­ ri adını aldılar. Oğlu ve halefi Şârİm Şah İsmâ‘ il-i Ş a f a v i ’ye kafa tuttu ve 9 1 2 ’de İran kuvvetlerini mağlûp etti. Mîiteâkibsn ( 9 1 8 ? ) Sultan Selim ’den himaye ve timar tevcihi ta­ lebinde bulundu. Şârim ’in ölümü üzerine, em­ lâki Şah Tahmasp ’ın idaresini tanıyan yeğeni Rustam ’in üç oğlu arasında taksim edildi. Alkâş Mirza ’nın İsyanı esnasında, Sultan Süley­ man onlara karşı, kendisine tâbi ‘Am âdiya, H akkâri ve Brâdöst beyliklerini harekete ge­ çirdi, bunlar da Rustam *in oğullarını mağlûp ve katlettiler. Şârim’in torunu Amira Beg 1. Sultan Sulayman ’ın tevcih ile onlara halef ol­ du ve 30 yıl kabilesini ve Daryâs malikâne­ sini idâre etti. Rustam ’in torunu olan diğer bir Amira, Safevîlerin yardımı ile, A m ira 1. ’nin halefi oldu. Şâh Mu ha mmed Hudâbanda ’nin saltanatında vuku bulan karışıklıklar sırasında, Am ira Beg II. 9 9 1 'de Sultan Murad 111. ’m yanma geldi; Sultan Murad Bâbân ( Şahrizür) vilâyetini ve Musul sancağını onun malikâne­ sine ilâve e t t i; E r bil ve Merâga ’ya tâbî bâzı yerler de çocuklarına verildi. Van mîr-i miran 'ıam yardımları ite Merâga ’da bulunan ıran valisini mağlûp ve suitanın, kendisini paşa unvânı ile beyler-beyi tâyin ettiği bu bölgeyi yağma etti. Bununla beraber, irsi Daryâs ma­ likânesi, kendisinden önce Bâbıâli ile anlaşmış olan yeğeni H aşan’a verildi. Am ira Paşa ile Haşan arasında bir harp patlak verdi, Haşan katledildi ve Sultan Mehmed III. (1003— 10x2) Dih-i- H vSrkâa ( Merâga ’nın şimalinde D. Harrakân ) kazasını kardeşi Uİug Bey ’e verdi. Bu arada türkier Tebriz’i almış idiler ve eyâletin umûmî valisi olarak tâyin edilmiş olan Ca'far Paşa, A m ira P a ş a ’yı kendi nufûzu altına #1-



tnak istedi. A m İra Paşa istemiyerek kabûl et­ ti. Sonra Ca'far Paşa onu İstanbul’a şikâyet etti ve Bâbân, Musul ve Erbil sancakları A m i­ r a ’ den alındı. Merâga, A m ira ’nin yılda 13 hfirvâr ( „ y ü k " ) altın verme mecbâriyeti ile T eb riz’e tâbî kılındı. Sonradan tasarruf altın­ da bulunan yerler sâdece Daryâs ’a inhisar et­ ti. Bununla beraber, oğlu Şayh Haydâr, yeni­ den kendisi tarafından inşâ edilmiş olan eski Saru-Kurgan kalesinde hâlâ mevkiini muhafaza ediyordu. Merâga halkı, bu komşuluktan hâsıl olan baskıları ileri sürerek, Tebriz umûmî va­ lisi Hızır Paşa ’dan Saru-Kurgan ’ 1 Mahmüdi aşiretine veren bir emir elde etti. Kale etra­ fında harp başladı ve Am İra Paşa, düşman­ lıklara son verdirmek için müdâhele etmek mecburiyetinde kaldı. 1005 ’e doğru baba ve oğul hâlâ şn kazaları ellerinde tutuyorlardı: Daryâs, ( Miyân )-du-âb, A ca ri ve Leylân ( bu son İkisi C ağatu ’nun sağ kıyısı üzerindedir); bir de bölgeleri ile birlikte şn kaleler : Taraka ve Saru-Kurgan. Muahhar devir hakkıadaki mûtalar az iti­ mâda şayandır. T ârih-i 'ölam-ârâ müellifi İskandar Münşi Şâh 'A b b â s ’ın Mukri ve Brâdöstlara karşı yaptığı seferin şâhidi olmuştur. Daha yenî hâdiseler arasında şunlar anılabilir : 1880 ’de, bir emaret kurmak isteyen Şamdinânlı 'Ubaydullâh burayı istilâ etti. Bu vesile ile Savuç-Bulak sünnîlerinin dinî reisi, şi’îlere karşı harp ilân etti ki, bu hâdise bilhassa Me­ râga etrâfmda korkunç bir katl-i âma sebebi­ yet verdi. 1905 ’te Türkiye, türk-iran hudut hattını tanımayarak, Lâhicân *1 işgâl etti. Meh­ med Fâzıl Paşa ’nın erkân-ı harbiyesı önce Pasva ’da yerleşmiş idi. ıg 14 ’te İngiliz ve rua tem­ silcilerinin de iştiraki ile hudut tesbît edildi; Kandil boyunca devam eden eski hudut yeniden te’sis edildi. Birinci cihan harbi sırasında bü­ tün bölge türkier ile ruslar arasında askerî harekâta sahne oldu. Rawlinson Savuç-Bulak ’ın arazi teşkilâtım anlatmaktadır. Ona göre, Bâbâ-m iri aileleri, çiftçilerin gelirinin 1 / 1 5 ’ini alıyorlardı. 1 / 1 0 ’i mültezimlere ( âğa ) gidiyor ; 1/ 5 ’1 de çiftçi­ lere kalıyordu. Getirin arta kalanı, işletme mas­ raflarını ödemeğe yaramakta idi. Mamafih bu usul tedricen kaybolmaktadır. B i b l i g o g r a f y a : K er Porter, 77 avels in Georgia, Persia ete. ( London, 1822 ), 453 —498! Monteîth, Jou rn al o f a tour through A zerbaïdjan { J R G S, 1833, III, S—6 ) ; H. Rawlinson, Notes on a Journey from Tabriz in 1833 { J R G S 1840, X, son derecede mühim bir m akale); Ritter, E rd ­ kunde (1 838) , VIII, 393; (18 4 0 ), IX, 586, $ 97 , 603 v.d., 631, 807, 822, 940, 944, 10 14 ,



SAVuÇ-feutÂk — SAYÏ>À. 10 3 6 ; Şaraf-nâm a ( nşr. Veliamînof Z ern o f) Petersbourg, i860, I, 279—296; ( trc. F. B. C harm oy), Petersbourg, 1873, II, *35— *53; Thielmann, Streifzü ge im Kaukasus (Berlin, *875), s. 3«i ; Hurşid Efendi,Seyâhat-n&me-i hudâd ( rus. trc. Gam azov), Petersburg, 1877; G. Hoffmann, Auszüge aus syrischen Akten pers. M ärtyrer ( Abh. f . d. Kunde der Morgenlandes, 1880, V II/3, 208— 2 16 ) ; H. Schindler, Reisen im nordwestlichen P er­ sien (Z . G. Erd. B e r i, 1883, XVIII, 34*, v. dd.); de Morgan, Miss, sclent, en Perse, Etu­ des g io g r . (Paris, 1895 ), II, *~ 4 4 (fotoğraf ve h aritalar); W. B. Harris, From Batnm to Baghdad (London, 1896), s. 162—2 33; S. G. Wilson, Persian L ife and Customs, 2. tab. (London, 1896 ), 99—12 2 ; A . Billerbeck, Das Sandsckak Suleimania (Leipzig, 18 98 ); A . lyas, Säuc-Buläk ( Doneseniya ross, kon­ sül. predstav., izd. Minist. Torgovli, 1914, nr, 3 8 ) ; E. Herzfeld, PSikSli, Monuments and Inscriptions o f the Early H istory o f the Sasanian Em pire (Berlin, 1924). ( V. M iN O RSKY.) S A ’ Y . S A 'Y ( A.), lügat mânası, „yürümek, çabuk yürümek, koşmak“ olup, hacıların Mekke ’de yerine getirdikleri d i n î b i r m e n â s İ k i n adıdır. 'Um ra veya hacc ’1 ifâ eden bacı, Kabe etrafındaki dönmelerini ( t a v a f) tamamlayıp, son bir defa olarak, Haeer-i esved ’i Öperek, Zemzem kuyusundan su içince, Kâbe haremin­ den Bâb al-şafâ’ ’ dan, sol ayağı ile, ç ık a r; bu esnada Kâbe için selâm sözleri söyler, sonra sa'y menâsikini yerine getireceğine dâir niye­ tini { n i y a ) gösteren sözler söyler. Kapıdan aş.-yk. 50 m. mesafede bulunan ve al-Şafâ’ de­ nilen yüksekliğe çıkar ve ayakta K â b e ’ye dö­ nerek, elleri omuzları hizasına kadar kaldırıl­ mış, avuçları göğe doğru çevrilmiş bir hâlde, burada duâ eder. al-Şafâ’ ile küçük bir tepe olan al-Marva arasında, iki tarafında evler ve dük­ kânlar bulunan geniş bir sokak, al-m asâ, uza­ n ır; hacı menâsikin gerektirdiği yürüyüşü bu­ rada ifâ eder. Hacı eski dere dibine ( m a sll) kadar, tabiî adımlar ite, iner; ikisi solda, Kâ. be haremi boyunca, diğer İkisi karşıda bulu­ nan dört sınır taşı buranın hudutlarını tahdit eder; burayı harval veya habah denilen, ta va f ’takİ ramal ’e benzeyen daha sür’atii bir gidiş ile, geniş adımlar ile, geçer. Sonra, tabiî adım­ lar ile, al-Şafâ' gibi taş bir tâkın yerini gös­ terdiği al-Marva ’ye varır ve aynı şekilde bu­ rada duâ eder. Böylece hacı dinî merasimin yedi kısımdan birini yerine getirmiş olur, zîra yalnız bir yürüyüşün kâfî olduğunu kabûi eden bir -fikir istisnâ edilir İse, müellifler sa'y ’in yedi yürüyüşten mürekkep olduğunu ileri sü­



rerler. Bundan sonra umumiyetle saçların tamâmİyle kesilmesi veya kısaltılması ile, ehram­ dan çıkış gelir ki, bu da mas’â üzerindeki ber­ ber dükkânlarının çokluğunu izâh eder. Sa'y ’in, 'umra veya hacc hâricinde ifâ edil­ mesi mü’minin iyi, sevaplı hareketlerinden sa­ yılan Kâbe etrafında dönüşler [tavaf) gibi, müstakil bir dinî merasim değeri yoktur. Sa'y. ’umra'de veya gelişte (f:udûm) veya toplu bir hâlde gidişte ( al-ifâza ) yapılan tavafa bir ilâ­ vedir; fıkıh âlimleri bunun aslî ehemmiyeti, farz veya sünnet oluşu hususunda ittifak etmiş değillerdir. Akîde bunu ifâ eden mü’minden tavaf için istenilen dinî tam bir temizlik ( tahâra } mecbüriyetini istememektedir. Sa'y, sür’atli hareketli bîr ânı ile, tavaf'a ve 'A rafa île Muzdalifa v. b. ’ya benzeyen ha­ reket batinde îfâ edilen bir ibâdettir. Şüphesiz eskiden ayrı bir ibâdet iken ifüza ’nm 'A rafa ve Muzdalifa merâsimleri İle birleşmesi gibi, K a b e ’de yapılan ibâdetler ile birleşmiştir. İsaf ile Nâ’ila adlı iki uiühiyete ibâdetin hâtırası rivâyetlerdemuhâfaza edilm iştir; bu da yalnız bir erkek ile bir kadının haram ’de zinâ İşledikle­ rini, ilâh! gazab ile taş hâline getirildiklerini, sonra orada kendilerine tapıldığını hikâye eder. Sonra müslüman an’aneleri bunları, bir az din­ lenmek için her biri bir tepeciğin üzerine otur­ muş olan Adam ile H avva hâline getirmiştir. Fakat ayrıca bu ibâdetin İbrahim ile ilgili ibâ­ detler halkasına sokulması için, bir az tered­ düt ile, gayretler sarfedilm iştir: İb rahim ’in terk ettiği ve Ism â'il ’in susuzluktan helâk ola­ cağını gören Hâcar, çılgın gibi, bir tepeden diğerine yedi defa koşmuştur ; yahut Allaha ibâdet için sa'y ’1 İbrahim çıkarmıştır ve sel çukurunun dibinde pusu kurmuş olan şeytanın elinden kurtulmak için, harval yürüyüşü ile yürümüştür. ’ B i b l i y o g r a f y a ' . Bk. madd. HACC ve KÂBEİ, buna ilâve olarak : Gaudefroy-Demombynes, Le Pèlerinage de la Mekke, s. 225— 234, bilhassa Azrafei, Kutb al-Din, İbn Cubayr, Nâşir-i Husrav, Muhammed Şâdik, Ba­ tanım!, Burkhardt v.b. ’den naklen. ( G a u d e f r o y -D e m o m b yn e s .)



S A Y ^ [ Bk. s a ’ y .] S A Y A B İ C A . [ Bk. SEYÂelCE.} S A Y D A . Ş A Y D A ’, SİDON, Akdeniz kıyı­ sında, Lübnan cümhûriyetinin cenûp bölgesinin merkezi olan ş e h i r ( 43.000 nüfus }. Eski adı Sidon olup, garp memleketlerinde de şehir bu isim ile tanınır. Fenike’ nin meşhûr ticâret şehri olan Sidon ’un adı Teli Am am a mukavelelerinde geçer. Bu­ nunla beraber, arapiarin Şaydâ’ dedikleri bu şehir İslâm âleminde ehemmiyetli rol oynama-



SAYDA. mlştır. Balâzuri ’ye göre, Y azid b. A b i Sufyân tarafından kolaylıkla zaptedilmiştir. Rivayete göre, bu fetihte öncü kuvvetlerini sonradan halîfe olan Mu'âviya sevk ve idâre etmiş idi. Bu hâdisenin 637 senesine doğru vukûa gel­ diği tahmin edilir. Arap coğrafyacıları Şaydâ’ hakkında az bilgi verirler. Burası idâri bakım­ dan Şam 'a bağlı arazi içinde zikredilir. Kudâm a’ye göre, burası sözü geçen bölgenin as­ kerî limanı idi. Mukaddagi buranın müstahkem bir mevkî olduğunu da söyler. Ibn Hurdâzbeh Antakya 'dan Gazze ’ye giden yolun bu şehir­ den geçtiğini kaydeder, İbn al*Fa]tih ’e göre, Şaydâ’ en fazla takdire lâyık şehirler, en asîl eyâletler içinde sayılıyordu. Muhtemel olarak, bu hüküm sâdece edebî bir an’aneye dayanır, Mukaddasi halkın konuştuğu dilin pek „çirkin“ olduğunu söyler. Ancak haçlılar devrinde Şaydâ’ daha fazla gö­ ze çarpan bir durum arzetti. Haçlılar arapların Şaydâ’ adını Sagitta ( Sagette, Say ette ) ’ya çe­ virdiler. Yâküt ’a göre, şehre İrbil de denilmiş olmalıdır. Haçlı vekayî-nâmelerine göre, şehir 110 7 ’de kuşatmadan ancak bir mıkdar para Ödemekle kurtuldu. Bir arap kaydına göre, Baudouin 501 { 110 7 /110 8 ) senesinde, donan­ ması Mısır gemileri tarafından mağlûp edilip, Şam ’dan gelen bir müslüman ordusu da rouhâsaradakilerin yardımına koştuğu zaman, geri çekilmiştir. Frank rivâyetlerine göre, Şaydâ' 19 kânûn I. İ l i l ( tbn ai-A şir ’e göre, 20 cemâziyelevvel 504 = 4 kânûn 1. 1 1 1 0 ’a tekabül eder) tarihinde haçlıların eline geçti. Kuşatma 47 gün sürmüş idi. Deniz tarafında 60 Norman ve Venedik gemisi şehri kuşatmış, kara tara­ fından da K u d ü s’ten gelen Baudouin Şaydâ’ üzerine yürümüş idi. Şehir, müsâit şartlar ite, teslim oldu. Bu şartlara önce riâyet edildi ise de, daha sonra Baudouin halka 20.000 dinar vergi yükledi. Bu vergi şehrin refahım mahv­ etti. 1 1 8 7 ’de Şalâh al-Din şehri geri aldı (İbn a l-A ş ir ’e göre, 21 cemâziyelevvel 583, yâni 30 temmuz 118 7 ). Haçlılar döğüşmeden şehri terketm işlerdi; Şalâh al-Din, istihkâmların bü­ yük bir kısmını yıktırdı. Şaydâ’ ’ da müslümanlar ile haçlılar arasında teşrin I. 119 7 (zilhicce 593 ) ’de şiddetli bir savaş oldu ve geceye ka­ dar sürdü ise de, kat’ î bir netice vermedi. Daha sonra al-Malik al-‘A dü geri kalan tahki­ matı da yıktırdı. 625 ( 12 2 8 ) ’ te Şaydâ’ haçlı­ lar tarafından yeniden işgâl ve tahkim edildi. Daha sonra, 1249 ’da, Ayyüb tarafından geri alındı. 1253 ’te Fransa kıralı Louis IX. bu şehri zaptederek, tahkim etti. 12 6 0 ’ta moğullar bu­ rada tahribat yaptılar; aynı sene Templier şö­ valyeleri şehri ele geçirip, 1 2 9 1 ’e kadar, buradg k a ld ır . Nihayet I2ŞJ ’dç müşlümaglar bu­



a6t



rayı zaptettiler ve al-Aşraf bütün tahkimatı yerle bir etti. XVII, asır başlarında dÜrzî emîri Fabr al-Din ( 1 5 95 —1634) şehri büyük ölçüde imâr etti. Yaptırdığı müstahkem saray harap olmuşsa da, avrupalı tacirler içıa inşâ ettir­ diği çarşı „Hân fransâvi“ adı ile hâlâ mevcut­ tur. Aynı şahıs, Şaydâ’ limanının türk donan­ masına üs hizmetini göreceğinden korkarak, Mısır limanı denilen cenûp limanını kullanılmaz hâle getirdi. 1791 ’de Cezzâr Ahmed Paşa fran­ sız tacirlerini şehirden kovdu. 1840 ’ta İngiliz ve Avusturya harp gemileri, mısırlılara karşı, Şaydâ’ ’yı topa tuttular. B u g ü n k ü ş e h i r , eski S id o n ’un yerinde bulunmakla beraber, son yıllara kadar, içeriye doğru eskisi kadar yayılmamıştır. K ıyı önünde bir yarım-ada uzanır ki, şimdi kullanılmaz hâl­ de bulunan büyük cenûp limanı ile daha küçük olmakla berâber, ufak gemiler tarafından hâlâ kullanılan şimâl limanını bu yarım-ada korur. Bu liman dalgalara karşı kaya çıkıntıları ile de korunur. Medbali yakınında karaya bir taş köprü ile bağlı küçük bir ada ( Ç al'at al-bah r), daha ötede, şimâl-i garbide daha büyük bir ada (el-C ezire) bulunur. Şehrin cenûbunda, sun’î bir tepe üzerinde de, Ş al'a t al-Mu'ezze vardır. Şehrin ulu.câmii evvelce Saint-Jean şö­ valyelerinin kilisesi idi, Abü Nahla camii de Saınt Michel kilisesi idi. Küçük ada üzerinde Saint Louis şatosunun harabesi bulunur ki, 1840 bombardımanı ile kısmen tahrip edilmiştir. Bi­ rinci cihan harbinde, Şaydâ’ teşrin 1. 1918 baş­ larında, İngiliz kuvvetleri tarafından işgâl, da­ ha sonra- fransızlara terkedildi ve Lübnan cümhûriyeti hudutları içine girdi. O sırada 12.000 kadar tahmin edilen nüfusunun 7.000 kadarı müslüman ve metâvaliler, 2.000 'i rum katolik kilisesi mensûbu hıristiyan ve marûnî idî ve 600 kadar da tnûsevî var idi. Bu şehirde Roma katolik kilisesi, Amerikan dinî hey’eti ve mûsevî teşekküllerinin burada tahsil ve terbiye müesseseteri var idi. Şehîr, kara tarafından, için­ de portakal, limon, nar, incir, bâdem ve armut ağaçları bulunan büyük bahçeler ile kuşatıl­ mıştır. Ticâreti mahdut olup, ipeği az mak­ buldür. Özüm, hububat, pamuk ve mazı ihrâc edilir, 1921 ’de a l-F â râ b i’nin Kitâb İhsa al-ulam adlı kitabının ilk defa Şaydâ’ ’da 'irfan adlı mecmûa tarafından basılmış olması buranın fi­ kir seviyesini gösterebilir. al-Nâbiğat al-Zubyâni ( nşr. Ahlvvardt, I, 6) tarafından zikredilen Şaydâ’ şehrini Havran ’da aramak ıeâp eder. B i b l i y o g r a f y a t al-Ba!izuri, Futâh ( nşr. de G o e je ), s. 12 6 ; de Goeje, B G A bk. fih rist, mad Şaydâ’ ; İbn al-Agir, ftç;



S A Y D A — SEÂLBİÎ.



(nşr. Tomber g ), fihrist; Yâküt ( nşr. Wüsten­ feld }, Iiî, 439 v. dd. ; Güdemeister (Z D P V, VIII, 23 v.d.); Baedeker, PalSstina and Syria} Lortet, La Syrie d'aujourd'hui ( 1884), s. 94 v. dd. ; G. le Strange, Palestine under the Maslems ıLondon, 1890), bk. fihrist} [K â tib Çelebi, Cihan-n&mâ (İstanbul, 114 5 ), s. 587 ; müellif Şam eyâletine bağlı bir sancak olan Şaydâ’ livasının o sırada iltizâm ile bir paşa elinde bulunduğunu, A kkâ ve Beyrut ’un da buraya tâbî olduğunu, Şam ’dan i İti men­ zil mesafede olan Şaydâ’ ’da ipek v.b. ticâ­ reti ile meşgul bir kaç frenk taciri bulun­ duğunu kaydeder; Evliya Çelebî, Seyûhatnüme (İstanbul, 1935), IX, 425— 4 *8 ; Sûlnâme-i vil&yet-i Beyrut, 13 to ( kasabanın nüfusunu 10.73$ olarak verir: 8.287 müslü­ man, 2.448 gayr-i m üslim ); Beyrut vilâyeti, i, Cenûp kısmı ( Beyrut, 1335 ), 8. 3 1 1 —328 (Osmanlı İdâresinin son senelerinde Şaydâ* hakkında geniş malûmat verilir ; şehrin nü­ fusu: 14,167 ve bunun 11.39 8 ’i müslümandır ) ]. (P . SCHWARZ.) [ Bu madde Me TİN T u NCEL tarafın dan ta ­ m am lanm ıştır ].



S A Y F , [ Bk. SEYF.] S A Y F a l - D A V L A . [ Bk. SEYF-ÛD-DEVLE.J S A Y F AL-DİN. [ Bk. SEYF-OD-DİN.] S A Y F L i Bk. SEYFt.] S A Y H A N . [ Bk. SEYHAN.] S A Y H U N . [ Bk. SIR -D E R Y A ,] S A Y İ N - K A L E . S A Y IN -K A L 'A , cenûbî Azerbaycan ’da, Cağâtü nehrinin sağ sahilinde, k ü ç ü k b i r ş e h i r ve bir i d â r e b ö l g e ­ s i. Îdârî bölge cenupta Cağâtü ’ nun kolların­ dan biri olan Sâruk nehrinin bir az Ötesine geçmektedir. Şimalde A cari bölgesi, şarkta Hamsa eyâleti ile hudutlanır. Bu ismin ilk kıs­ mı s a y ile ilgilidir. Bu bölge bir türk kabilesi olan A fşarlar ile meskûndur; fakat bunların bir kısmı, Fath-'A li Şâh ’m XIX. asrın başında Şîraz ’dan getirttiği Lür menşe’li Çgrdavri (Ç ârdovii ) kabilesine yer vermek için, Urmiye ’ye hicret etmek zorunda kalmıştır ( Çârdavr bölgesi Şedmere veya Seymerre civarındadır ). Çârdovii ’lerin reisi Mahmüdcık ’ta oturmakta olup, yanında $.000 kişilik bir kuvveti var idi. Sayın-Kal‘a şehrinin 2.500—3.000 nüfusu ve küçük bir pazarı var idi. Şehir 1830 yılında Şayh 'Ubayd Allah idaresindeki kürtlerin hücûmu ile tahrip edilmiştir. Şehirde eskiden İran askerî birliği bulunuyor ve Cağâtü vadi­ sinden A zerbaycan’a giden yolu muhafaza al­ tında tutuyordu. Sayın -Ç al'a’nin A fşar bölge­ sinde Ker Porter ( Travels, II, 538 - 5 5 2 ; Rit* ter, IX, 81 6) tarafından tasvir edilen ve içinde yunancş kitâbe buludan Kçr.eftü mağaraları ilç



Taht-i Sulaymân (eski Gazaka, arap. a l-Ş iz ; krş. Marquart, Erönsahr, s. 10 8 } bulunmakta­ dır. içinde yüzen adası ile Çamlı-göi de bura­ dadır ( Bâderli köyü yanında). Afş&riarın bir kısmı Ahl-i ffakk [ bk. mad. 'A L Î İLÂHÎ ] mez­ hebine dâhildir; bunların mahallî reisleri Th. Bent zamanında Nazar-Bâbâ ile Gencâbâd ’da otururlardı { krş. V. Minorsky, Notes sur la secte des M li ffakk, R MM, X L —X L I, 1920,



a- S3, 76). Bu Sayın-Kal'a şehri Sultâniya ’nin şarkında ve Abhar ırmağı yanındaki aynı ismi taşıyan ve XIV. asırda Mustavfi tarafından zikredilen başka bir kale ile karıştırılm amalıdır; bk. G. le Strange, TheLandsof the East. Caliph., s. 222. B i b l i y o g r a f y a t H. Ravvlinson, ( JRGS. , 18 4 1, X 40) ; H. Schindler ( Z G Erdk. Beri. 1883, X V III, 3 2 7 ) ; Tb. Bent, Scotch Geogr. Magazine, 1890, s. 9 1 ) ; A . F. Stahl ( Petermanns Mitteilungen, 190$, s. 33; bölgenin bir haritası ve yer-altı servet­ leri hakkında kayıtlar il e ) ; Jackson, Persia Past and Preseni, s. 12 1 v. dd. _ ( V . Min o rsk y .) S A Y ’ U N . [Bk s e y ’ ûn.] S A Y Y lD . [ Bk. s e y y îd ,] S A Y Y İ D A N A F İS A . ( Bk. NEFİSE.] S E Â L İ B Î . a l -Ş A A L İB İ, ü ç m ü e l l i f i n n i s b e s i. 1. A bü Ma n şü r 'A bd a l -Ma l Ik b . Muham MED B. İSMÂ'İL, V, ( XI.) asrın en velûd müel­ liflerinden biridir. Hayâtı hakkında Nîşâpûr ’da 3$o ( 961 ) ’de doğduğu ve 429 (10 38 ) tarihînde öldüğünden başka bir şey bilmiyoruz [„T ilk i derilerinden kürk diken kürkçü" mânasına ge­ len nisbesİ izâh edilirken, onun kürkçülük yap­ tığı için, bu nisbeyi aldığı söylenir ( bk. msl. İbn Haliikân, Vafayât, Kahire, 1948, II, 352). ilim ve edebiyatın himaye ve teşvik gördüğü bir devir ve muhitte yetişen al-Şa‘âlibi, muâsıriarı Abü Bakr al-Hvârizmi [ b. bk.] ve Badi' al-Zamân al-Hamadâni [ b. bk,] yanında, zama­ nının en ehemmiyetli simalarından biridir. Eserlerinde bir âlim olduğu kadar bir Öğreti­ ci ve bir edebiyat muallimi hüviyeti aksettiren müellifin muhitinde bulunduğunu bildiğimiz emîr ve vezirlerin çocuklarına hocalık ve bil­ hassa Nîşâpûr medreselerinden birinde müder­ rislik yaptığı düşünülebilir. Eserlerinden bâzıİarmı ithaf ettiği şahsiyetler arasında Me’ munîlerden Hvârizmşâh Abu ’l-'Abbas Ma’mün (hükümet yılları: 309—407 = 1008— 10 17, bk. / A, V /I, 264; VII, 7 0 1}, gazneli Sultan Mah­ mud ’un kardeşi emîr Şâhib ai-Cayş Abu ’I-Muzaffar Naşr b. N aşir al-Din Sebüktigin ( ölm. 4 11 }, Nîşâpûr reisliğini devamlı olarak ellerin­ de tutap M ikililer ( bu aile için b(ç. H- Rİtter,



SEÂLİBÎ.



D ie Geheimnisse der Wortkunst ( A sra r al-balâ ğ a ) des ‘Abdale/âhir al-Cur cani, s. 27—3 2 ; Bayha^i, TSrlk-i Mas âdı, nşr. S a 'îd N afisi, Tahran, 1332 ş., Ill, 969— *009) 'den A m ir Abu ’l-Fazl ‘ Ubayd Allah b. Ahmed al-M ikSli ( 51m. 4 3 6 = 10 4 5 ) »ardır. Ayrıca eserlerinde bunlar ve devrin başka ileri gelenleri ile mü­ nâsebetlerine dâir pek çok kayda tesadüf olunur }. Seleflerinden intikal eden bilgileri işaret et­ mekte titizlik göstermeden ve çok defa kendi bilgilerini sık-sık tekrarlayarak, iktitaf sure­ tiyle vücûda getirdiği çok sayıdaki eserleri bilhassa kendi devrindeki şiirden ve belagat­ tan bahseder. En tanınmış ve bizim için en mühim eseri ( zeyilleri ile birlikte) al-Şa'âlibi ’ nin kendi nesli ve bir evvelki neslin edip ve şâirlerine dâir en mühim kaynaklardan biri olan Yatimat al-dahr f i mahâsin ahi a l-a şr ’dır. [ Mü­ ellif bu eserini h. 384 'te bitirmiş ve sonra 402—407 yılları arasında ona son şeklini ver­ miş olmalıdır (b k .‘A . İkbâl, Tatimma neşri mu­ kaddimesi, I, 4)]. Eserde bahsedilen şahıslar memleketlerine göre tasnif edilmişlerdir. Yatîma, esâs itibâriyle, çoğu zaman hâl tercümesine dâir kısa bilgiler ihtivâ eden bir şiir dergisi­ dir. Bu tarz eserlerin çoğunda olduğu gibi, al-S a 'â lib i’nin eseri de farklı şekillerde yayıl­ m ıştır; bu husus Y akut (trşâd, II, 3 2 0 ) ’tan anlaşılmaktadır. Yâküt, K a h ire ’de bizzat mü­ elliften Y a‘küb b. Ahmed b. Muhammed’e in­ tikal etmiş bir nüshada okuduğu bir fıkradan bahseder ki, bu umûmiyetie yayılmış bulunan metinde bulunmadığı hâlde, Şam baskısında ( III, 33 ) bulunmaktadır. Eserin Pertsch, Verz. der ar. Handss. za Gotha, nr. 2 12 7 ; G A L , I, *84; SuppL, I., 499’da zikredilen yazma nüs­ halarına Üniv. kütüp., nr. A Y 662, 742 {2. kısım ), Lâleli kütüp., nr. 1959 ( 569 ’da istinsâh edilmiştir), Kara Çelebî-zâde kütüp., nr. 316 ( 589 ’da istinsâh edilmiştir, noksan ), Pertev Paşa kütüp., nr. 449, Râgıb Paşa kütüp., nr. 1222 nüshalarını ilâve etmek lâzımdır. Yatima iki defa basılmıştır ( Şam, 1304 ; Kahire, 19 34 ); ayrıca Mavlavi Abü Musa Ahmed al-Halck ta­ rafından bir fihristi neşredilm iştir: Fctidat al'aşr, a comprehensive Index o f Persons, Places, Books . . . re ferred lo in the Yatiman al-Dahr, the famous Anthology o f Tha'alibi, Kalküte, 19 15 ( Bibi. Ind., NS, nr, 12 15 ). Bizzat müellif, bu eserine aş.-yk. aynı tertip ile, Tatimmat alYatima adlı bir zeyil yazmıştır. Paris, Bibi., Nat. nr. 3308 nüshasına istinâden neşredilen (nşr. ‘A . İkbâl, Tahran, 1353 ş.) bu eserin muh­ telif nüshaları bâzı kataloglarda Z a y i al-Yatî-



rno, al-Badr gibi adlar ¡le zikredilir ( bk.



Q



4 ¿9



»63



SuppL, I, 499 v.d.). Bununla berâber eserin adı Tatimmat al-Yatıma şeklinde eski müel­ liflerden bazıları tarafından kaydedildiği gibi (bk. G A L , SuppL, gÖst yer.),bu müellifin ön sözünde de açıkça geçmektedir ( Tatimma, I, 2). Eserin yazmaları G A L , SuppL, göst. yer 'de zikredilmiştir. A yrıca bir nüshası Esad Efendi kütüp., nr. 2952/2 ’de bulunmaktadır. Yatimat al-dahr ’in verdiği malzeme itibâriyle kısmen Tatimma ile birleşen diğer bir zeyli al-Bâharzi ( b. bk.; Ölm. 467=11076 )’nin Dıımyat al-kaşr ’ıdır. [ Kısmen basılmış olan ( Ha­ lep, 1349) bu eserin yazmaları için GA L , 1, 252; SuppL, I, 446 ’dan başka bk. H. Ritter, ayn. eser., s. 4 ]. Şiirleri mevzulara göre ayrıl­ mış bölümlerde toplayan bir başka dergisi K. Ahsan mâ samı tu ’dür kİ, bunun Köprülü kütüphanesindeki nüshası (nr. 119 7, bk. O. Rescher, M S O S As., IV, 164), K a h ire ’de Hidiviye kütüphanesinde bulunan bir yazma­ sına istinâden basılan ( Muhammed Efendi Şâdik ‘ A n b a r’in tashih ve açıklamaları ile, Ka­ hire 1324 ) nüshadan daha geniş olup, O. Resscher tarafından al mancaya tercüme edilmiştir ( et- Taâlibi, cüz 3, Leipzig, 1916). Bu kitabın zeyli mâhiyetinde yazılmış bulunan K . Man ğâba 'anku ’ l-mutrib ’in müeilif hattı ile yazıl­ mış nüshası Lâleli kütüphânesindedir ( nr. 1946, bk. Rescher, M O, VII, 105, bundan istinsah edildiği kayıtlı bir nüsha İçin bk. Oniv. kütüp., nr. A Y 1327 ). Bu eser al-Tukfat al-bakiya ( İs­ tanbul, 1302, s. 230—294) içinde ve B eyrut’ta ( 1 3 0 9 ) neşredilmiş, O. Rscher tarafından aimancaya çevrilmiştir { MO, XVII, 3 1 —198: XVIII, 8 1— 109). Yine bunlar gibi, şiir dergisi hâlinde, fakat çok defa şâirlerin adlarını zikr­ etmeden K.Hâşş al-hâşş ( Kahire, 1326 ; Tunus, 1 293) ve K. TarSif al- turaf ( yazmaları için bk. G A L , SuppL, 1, 5 0 a ) elimizdedir. Yine bu tarz eserlerinden olan K. al-Mantahal veya Kanz al-kuttâb'da hususiyetle kâtipler için 250 şâirden seçilmiş 2.500 parça toplamıştır ( bk. Flügel, Die ar . . . Hdss. der K. K. Hofbibliothek zu Wien, nr. 242, diğer yazmaları için bk. G A L , I, 286, SuppL, I, 501, bir nüshası Üniv. kütüp., nr. A Y 4123 ). Bu kitaba türk şâiri Lâmiı (ölm. 9 3 8 = 1 5 3 2 ) bir şerh yazmıştır ( bk. Toderini, Lit. Turch., II, app. XXXIV ). Burada, onun meçhul bir müellifin Mu’nis al-udabâ’ adlı dergisindeki şiirleri nesre çevirmek »ûretiyle Hvgrizm şah A b u ’i-'Abbâs ’m emri ile te’iif et­ tiği Naşr al-nazm va fıall al-ikd min muhtar



al-şir allazı yaştamil 'alayhi ’l-kitâb al-mutarcam bi-Mtinis al-udabâ adlı kitabı da zikr­ edilmelidir ( yazmalar için bk. G A L SuppL, I, 5 0 1; ayrıca Yeni-eâmi, nr. fi88, 634 h. ta­ y i p ; başmalan Şam 1300, Kahire 1 31 7 )t



SE Â L İB t



Eserlerinin ikinci bir kısmı k o l a y c a o k u n ­ m a k i ç i n y a z ı l m ı ş kitaplardır. A ynı za­ manda bunlarda her türlü faydalı bilgiler ve tarihî fıkralar bulunmaktadır. Bunlardan K. LatS'ıf al-ma'ârif (nşr. P, de Jong, Leiden, 1867 ve İbrahim al-İbyâri, Haşan Kâmil alŞayrafi, Kahire, 1379 /19 6 0 ), K. aUFaraid va 'l-kalâ'id veya K. al-lkd al-nafis va nuzhat al-calis (K ahire, 13 17 , Naşr al-nazm ’ın kena­ rında; 1324, *327 î eserin oldukça eski bir yazması, Üniv. kütüp., nr. A Y 76 ’d ır; yine aynı kütüphanede nr. A Y 2629 ve Hamidiye, nr. 14 4 7/34 ’te birer nüshası v a rd ır ) ; K. alMubhic \ veya al-Mubahhic, Kahire. 13 3 4 ; eser­ den seçilmiş bâzı parçalar hâlinde ve Arba'



rasâ’il muntahaba min mu’allaf ât. ■. al-Şa'âlibl içerisinde İstanbul, 13 0 i; eserin G A L , I, *86, Suppl., i, 50i 'de gösterilen yazmalarına Esad Efendi kütüp., nr. 3630/4 ve Yeni-câmi kütüp., nr. 1 188 nüshalarını ilâve etm elidir) ve mek­ teplere mahsûs adab ’in eski mevzûlarından olan eşyanın medih ve zemmi halikındaki Hvgrizmşâh Abu ’ l-'Abbâs Ma’ mün ’a ithâf ettiği K. al-Lata’if va ’l-zarâ’if (ve y a al-Zarâ'if



va ’l-latâ’if ) fi madk makasın al-aşyâ' va azdâdikâ ile Yavâkit al-mavâkit al-şay’ va zammih adlı iki eseri vardır (bunların yazmaları ve basmaları için bk. Cat. codd. ar. bibi. ac. Lugd. Bataviae, nr. 455, G A L , 1, 286, Suppl.,



1, S o ı , ikinci eserin bâzı yazma nüshaları Oniv. kütüp., nr. A Y 608, Şebid A li Paşa kütüp., nr. 2023, E s ’ad Efendi kütüp., nr. 36 28 /11, Reis-ül-küttâb, nr. 1 1 6 1 / 1 , Yeni-câmi kütüp., nr. 990/2 ’de bulunmaktadır). Bu iki eser meçhul bir müellif ( Leiden, nr. 436) ve aynı şekilde Abu Naşr Ahmed b. *Abd al-Razzâk al-Makdisi tarafından birbirine ilâve edilmek sûretiyle birleştirilmiştir ki, bu eser birincisinin adı al­ tında 12 8 2 ’de, B agdad’da, taş-basması sûre­ tiyle neşredilmiş, Camâ’a fi mâ bayna kitâbay al-Şa'âlibî. . . adı ile, Bulak ( 12 9 6 ) ’ta, Kahi­ re (1275, 1300, 1307, 1 3 1 0 ) ’de basılmıştır ( yazmaları G A L, Suppl., 1, 501 ’de gösterilen bu eserin bir nüshası da E s’ad Efendi kütüp., nr. 3630/1 ’de bulunmaktadır ). Nihayet Ğurar al-balâğa va durar al-faşâka veya Ğurar albalâğa fi ’l-nazm va ’l-naşr veya K. al-La’âll va ’l-durar (isminde görülen başka küçük fark­ lar ve yazmalar) için bk, G A L , I, 285; Suppl., 1, s 00 ) "i zikretmek gerekir. Bunlardan başka o bir çok darb-ı mesel, ve­ cize ve mesel hükmüne girmiş beyitlerden vü­ cûda getirilmiş dergiler tertip etti ki, bunlar­ dan önce K . al-Tamşil ' veya al-Tamaşşul va mukâzara fi ’t-hikam va ’l-munâçara veya Hilyat al-muhâzara va ‘unvan al-muzâkara va maydân al-musâmara, Paris, nr. 5914, veya



K . al-mahâsin va l-aidâd , Selim A ğa kütüp,, nr. 989; yazmaları G A L , I, 286; Suppl., I, 5 0 1 ’de gösterilm iştir; ayrıca Es’ad Efendi, nr. 2530/1, K ara Çelebi-zâde, nr. 312, Ünİv. kütüp., nr. A Y 13 19 ve Konya, Yusuf A ğa kütüp. nr. 4902, 387 tarihli nüshaları vardır; A rba' rasâ’i l . . . ’de bâzı parçaları neşredilmiştir,İs­ tanbul, 130 1 ) ’ yı, ayrıca K . Ahâsin kalim alnabi va ’l-şahâba va 'l-tâ b ıin va m alak alcâhiliya va mulak al-islâm va ’l-vuzara’ va 7 kutiâb va '1-bu lağS va ’l-hukama va 'l-u lam a’ (yazmaları için bk. G A L , I, 286; Suppl., 50 1; J. J.. Ph. Valetou tarafından kısmen neşredil­ m iştir; T tıâ lib ii syntagma dictorum brevium et acutorum, Leiden, 18 4 4 )’yı yazdı; sonra bunu daha hacimli bir eserin K . al-t'câz va 7 icâz ( f f ams rasffil, İstanbul, 13 0 1 içinde ba­ sılmış, fskandar Aşaf tarafından neşredilmiş­ tir ; Kahire, 189? ) ’m içine aldı. Bu nevî eser­ leri arasında K . Latâ’i f al-şahâba va ’l-tâ b iîn ( nşr. P. C o o l; Selecta e Thaalebii libro facetiarum, bk. Roorda, Grammatica arabica, Leiden, 1 833) *i ve Cheikho tarafından alM aşrik ( V, 8 31— 834 ) ’te neşredilen bir başka darb-ı meseller mecmuası vardır. al-Şa'âlibi bir de M unis al-vaŞid adlı bir adab kitabı te’iif etmiştir ( bk. G A L , Suppig gost. yer/, Flüge! ’in D er vertraute G efäh rte des Einsamen ( Muhtasar min K . Mu’nis al-vah id f i ’l-muhäzarät li 'l-S a ’älibi, Wien, 18 2 9 )’de neşret­ tiği eser Râğib al-İşfahâni ’nin Muhâzarât ’mm bir parçasından başka bir şey değildir ( bk. Gildemeister, Z D M G , X X X IV , 1 7 1 ) . Ahlâk ve siyâsete dâir S i rat al-mutük veya Kitâb alm ulâki adlı bir eser kaleme almıştır ( bk. K a ş f al-zunün, nşr. Flügel, nr. 7343, krş. Sirâc almulük, British Museum, Or. 6368**D l. 64, Adâb al-mutük, Es’ad Efendi, nr. 1808). Buna benzer bir kitabı da T u h f a t al-vuzarS' (bk. G A L , Suppl., I, 5 0 1; krş. K itâb al-vuzarâ', Gotba, nr. 18 8 6 )’sidir. Adab ’e dâir daha az ehemmiyetli eserleri arasında K. M ir’ât al-murS'ât va a'mâl al-hasanât (K ahire, 1898, 1318 , yazmaları için bk. G A L , Suppl., I, 500) ve K . B a rd al-akbâd f i ’l-a'dâd ( Hams rasâ’il içinde, İstanbul, 13 0 1; yazmaları için bk. Suppl., i, 301, ayrıca E s’ad Efendi, nr. 36 3 0 /3 )7 vardır. Eserlerinin üçüncü bir kısmı da, dar mânası ile, l i s â n i y â t a d â i r ç a l ı ş m a l a r ı n ı ibtîvâ eder. Bunlardan en meşhuru genç ya­ şında kaleme aldığı ve önce Şam s al-adab f i 'stim S al-a'râb adını verdiği müteradif keli­ melere dâir eseridir. Bu eser A srâr al-luğat al-arabîya va Aaşâ’ işihâ adını taşıyan ve dar mânası ile, müterâdif kelimelere tahsis edilmiş bir bölüm İle Macâri kalâm a l-a rab bi rasümihâ v a sunanihâ va mâ yata'allaku bi ’l-nakv



SEÂLÎBÎ,



va 'l-ır â b minhâ va 'l-istinşâd bi '1-K v t ‘Sn 'alâ aksarihâ veya S irr al-adab f i macârî ha­ lcim al-'arab adil ikinci bir kısmı ihtiva edi­ yordu. Bu ikinci kısım Ahmed b. F â r is ’în K . Fikh al-luğa ’snıdan ekseriya kelimesi kelime­ sin« aynen alınmıştır {eserin bu eski şeklinin yakmaları, için bk. G A L , S u p p l, I, 500). alŞa'alibi, daha sonra, bunun birinci kısmını Fikh al-luğa adı ile ayrı bir kitap hâline ge­ tirmiştir ki, eser asıl şöhret ve rağbetini bu şekli İle kazanmıştır ( bk. Prooemium et speci­ men Iexici sıjnonymici arabici A tthalibi, not­ lar ve açıklamalar ile nşr, J . Seligmann, Up­ sala, 1863; Fleischer, Kleine Sch riften , III, 152 — 166 ve Paris, 1861, nşr. R. Dahdah, Kahire, 1357/1938, nşr. Muştala al-Şakka’, İbrahim al-îbyâri ve ‘ Abd aM^âfiz Ş a la t i; eserin başka baskıları ve yazmaları için bk. G A L , I, 285; Suppl., I, 500, burada gösteri­ len yazmalardan başka İstanbul kütüphanele­ rinde pek çok nüshası v a rd ır), Fikh al-luğa ’nm Kahire, 1284 ve 1325 baskılarında eserin İlk şeklinin ikinci kısmı da S ir r a l-a ra b iy a f i macârî halam al-'arab va şilatika va ’l-istişhâd bi ’l-K u r'ân 'ala aksarihâ adı ile neşredilmiş, ayrıca taş-basması sûretiyie, ai-Maydânı *nin al-Sâml f i ’/-asamı ’si ile birlikte, Tahran ’da basılmıştır. Yine bu kısmın, ayrı olarak, nüs­ halarına çok tesadüf edilmektedir. Fikh al-luğa meçhul bir müellif tarafından, 74 * { * 34 * ) ’y° dbğru, Nazm Fikh al-luğa adı ile manzum hâle getirilmiştir ( Leîden, nr. 6 7 ; bk. Weijers, Örteni., I, 360 v.d.). Müellifin Lubâb al-âdâb adlı ve üç kısımdan ibaret bir başka eserinin ( bk. Suppl., 1, 502 ’de gösterilen nüshalar ve ayrıca Üniv. kütüp., nr. A Y 6900, bu nüsha h. 679 ’da 500 tarihli eski bir nüshadan istinsah edilm iştir) A srâr al-luğa va cavâmi'uha va hasffişukS başlığını taşıyan birinci kısmı da yine Fikh al-luğa ’dan başka bir şey değildir. H. 400 ’de al-Şa'ilibi, Nîşâpur ’da, bilhassa mecazı' nazar-1 itibâra alarak, b e l â g a t e dâ­ ir bir el kitabı te’lif etmiştir ki, bu Hvârizmşâb Ma’ mün b. Ma’m ün’a ithâf ettiği K . al-N ihâya f i 'l-ta 'rii va ’l-kinâya ’dir ( bâzı nüs­ halarda a l-K ifâ y a f i 'l-kinâya, al-Kinâya va ’l-ta’r i i v.b. adı ile, mevcut yazmaları için bk. G A L , I, 285; S u p p l, l, 500, ayrıca E s’ad Efendi kütüp., nr. 3542; bu eser, son adı ile, M ekke’de 1 301 ’de, al-C u rcân i’nin al-MuntaItab min kinâyât al-udaba va işârât al-bulağS ’sı ile birlikte ve müntehabât sureti ile Arba' ra sa il, İstanbul, 1 3 0 1 ’de basılmıştır). Bu tarz eserlerinden biri de Abu ’ 1-Muzaffar Nâşr b. Naşir al-Din Sebüktigin ’e ithâf ettiği K . Acnâs al-tacnîs ( G A L , 1,285; Suppl., 1, 500 ’de zikredilen nüshalarından başka Üniv. kütüp.,



265



nr. A Y 742/2, Yeni-câmi, 118 8 /4 ) ’idir. E ser­ lerinden K. Sikr al-balâğa va sirr al-baraa arapça zarif ibarelerden müteşekkil bîr mec­ muadır ( yazmaları için bk. G A L, I, 285; Suppl, I, 500, ayrıca Üniv. kütüp., nr. A Y 753! Reisül-küttâb, nr. 8 1 5 ; Şehid A li Paşa. nr. 21 8; E s’ad Efendi, nr. 3542/34: Muhtar min Silfr al-balâğa; eser basılmıştır: Kahire, Şam, 135 0 ; ayrıca eserden seçilmiş parçalar Arba rasâ’il, İstanbul, 130 1 ’de bulunmaktadır). Kendisi, bir de muayyen izafet terkipleri hâlindeki tâbirleri toplamak sureti ile, Şimâr ( veya Şamar ) atkıdnb fi 'l-muiâf va ’l-mansub adh bir eser yazmış ve pek tanınmış olan bu eserini emîr Abu ’ 1-Fazl TJbayd Allah b. Ahmed a!-Mikâ!i ’ye ithâf etmiştir ( yazmaları için bk. G A L , I, 2855 Suppl, I, 500; bu eserlerde gösteri­ lenlerden başka Üniv. kütüp., nr. A Y 1298, 139 8 ; Şehid A li Paşa, nr, 2 6 15 ; Köprülü kütüp., nr. 13 3 1/ 4 ; Bursa, Haraççioğlu, nr. 948; Râgıb Paşa, nr. 109 7; K a h ire ’de 13 2 6 ’da basılmıştır). Meşhûr kimselerin adlarının bir listesini veren al-Tazyil al-marğüb min Şamar aZ-ku/tzh adlr eseri öncekinin bir zeylidir (Paris, nr. 6029 ). Şimâr al-kulâb ’ün ' Imâd al-balâğa adlı bir hulâsası 'A b d al-Ra’ üf al- Munâvi (ölm. 10 3 1/ 16 2 2 ) tarafından yapılmıştır (bk. Suppl, I, 500). Bir başka hulâsası Naflfât atmaclâb min Şimâr al-kulâb adını taşır (yaz­ maları için bk. G A L , Suppl., I, 50 0 ; ayrıca Üniv. kütüp., nr. A Y 1329, 26b— i20 a ). Muhammed A m in al-Muhibbi (ölm. 1 111/ 16 9 9 ) tarafından Kitâb mâ yu avval 'alayh fi 'l-muiâf va 'l-muiâf ilayh adı ile harf sırasına göre tertip edilmiştir (bk. G A L , 11, 294, Suppl, II, 404). al-Anvâr al-bahîya fi ta'rif makâmât fıışahâ' al-bariya adlı eserinde halîfe, hüküm­ dar, emir, vezir v.b, yanında âlim, şâir ve edip­ lerin kazandığı mevkie dâir rivayetler ve tarihî fıkralar toplamıştır ( bk. G A L , Suppl., I, 502. A yrıca bir nüshası Üniv. kütüp., nr. A Y 3326/1). [ Çok yazdığı kadar da ekseriya aynı malze­ meyi birbirine yakın adlar ve tertipler ile tek­ rarladığı görülen müellifin sayılanlardan başka kitab ve risaleleri de vardır ki, bunlardan G A L , I, 286; Suppl., I, 502 ’de tesbit edilmiş olanla­ rının belli-başlilan şunlardır: al-Şakvâ v a 'l’itüb va ma vaka'a bi ’l-hullân va 'l-aşhâb, K . al-Ğilmân, K . al- Tav f i iş bi 'l-ia flik , al-A nvâr f i âyât al-nabî, Nasim al-şabâ, K . al-Mutaşâbih, L u t f al-latâ'if, Sac' al-mansûr, K .al-lktİbâs min al-K uPân, Durar al-hikam, K u râ ia t alzahab va ma'din al-adab, Ma’r ifa i al-ruiab f i mâ varada min halam al-'arab, Makârim alahlâk, Mavâsim al-om r, S ir r al-hakika, 'Usrat al-mukiâra. A yrıca müellifin, al-Şafadi ’ain zikrettikleri esâs alınmak sureti ile, hâl tercii-



>66



SEÂLİBÎ — SEB’A .



meşine dâir kaynaklarda geçen eserlerinin harf sırasına göre tertip edilmiş tafsilâtlı bir eedveli için bk. L a l S i f al-m a'ârif, Kahire, 1379/1960 neşrinde naşirlerin ön sözü, s. 14 v. dd,]. B i b l i y o g r a f ya' - al-Huşri, Zahr alSdüb ( Kahire, 1353 ), 1 , 168 v. d d .; İbn Haliikân, V afaySt (Bulak, 1299 ), nr. 354; al-Dam iri,K itâb al-hayavân, I, 16 3 ; İbn al-'İmâd, Şazarât al-zahab (Kahire, I 35 ° / 1 35 I ). W» *46; Wustenfeld, G G A (18 37), s. 1103, nr, 1 5 ; ayn. mil., Geschichtschreiber der A raber, nr. *9 1; G A L , I, 284 v.d.; Su ppl., I, 499 v.d. ( C. B rockelm ann .) [ Bu madde NîHAD M. ÇETİN tarafından tâ­ dil ve ikmâl edilmiştir ]. s. A b ö M an şü r a l-H u s a y n b. Muhammed AL-MaRğANÎ ( Efganistan’da G ür ’da, Marğan’a nisbetle) bir a r a p t a r i h ç i s i olup, hak­ kında bildiğimiz tek şey Gurar al-siyar adlı eserini Gazneli Mahmud ( ölm. 4 1 2 = 1 0 * 1 ) ’un kardeşi N a şr’ a ithaf etmiş olmasıdır. Eserinde Adem ’den Sebüktigin ’e kadar beşeriyet tari­ hini nakleder. Eserin birinci kısmı İstanbul ’da, İbrahim Paşa kütüphanesi, nr. 916 ve Paris, nr. 5053 yazmaları ile muhafaza edilmiştir. Bu bi­ rinci kısımdan Zotenberg iranlılar tarihini neşr­ etti (H istoire des rois des Perses, Paris, 1900). Nâşir eserin giriş kısmında bu tarihin, kat’î de­ liller vermeden, ay m nisbe ile pek tanınmış olan edibin ( bk, burada nr. 1 ) eseri olduğunu gös­ termeğe çalışmıştır. Eserin bu kısmı bilhassa değerlidir; çünkü bu, hattâ T ab ari ’nin de gös­ termediği bir dikkat ve doğruluk ile, Firdavsi ’nin Şâh-nama ’sinde istifâde ettiği kaynaklar­ dan yapılmış iktibasları ihtivâ eder. Anlaşıldı­ ğına göre müellif, Tös emîri Abü Manşür Mu­ hammed b. ‘A bd al-Razzük’ın emri üzerine, 950 ’ye doğru dört müellif tarafından yeni farsçaya nakledilmiş olan hükümdarlar tarihini hemen-hemen aynen tercüme etmiştir. Aynı za­ manda Tabari'den, C a v â lik i’den ve diğer arap müverrihlerinden de, tenkidi bir endîşe göster­ meden, istifâde etmiştir. Kâtib Çelebi (uşr, Flü­ gel, IV, 319, nr. 8592, burada, yanlış olarak, aiM ar'aşi deniliyor) ’ye göre, dört cildi ihtivâ eden eserin bugün yalnız bir cildi daha Oxford 'da Bodleian kütüphanesinde (D’Orv., X, 2 ) bu­ lunmaktadır. B u cildi h, 7 4 ’ten 158 yılma ka­ dar olan devreden bahseder (bk. Houtsma, W Z K M, III, 30—37 ). Bu eser arap vekayi-nâmelerinde olduğu gibi, sâdece tarih sırası ile bir şema olmaktan kurtulması ve tarihi ruhiyat yardımı ile arzetmesi bakımından, dikkate de­ ğer bir tecrübedir. B i b l i y o g r a f y a : Th. Nöldeke, Das iranische Nationalepos%, s. 41 v. d d .; Caetani,



Un manoşçritfo urabo non i4?ntificato dçlh



Bodleiana in O xford, il „Ghıtrar a l-S iy a r ", Centenario della nascita di Michele Am ari, Palermo, 1910, II, 364—3 7 * ) ; eserin münderecâtının Gabrieli tarafından verilen tam fih­ risti için bk. R R A L , V. seri, XXV , 1138 v. dd.; burada al-Liim âr adının Marvan 11. ola­ rak izâhmın Gurar ve Şim Sr al-kulüb ( ayni şekilde Lata’ i f al-m a'ârif, s. 30 ; bk. V. Mzik, W Z K M , XX, 3 io )’ daki mutabakatı bu mad­ dede 2. ve 1. şahısların aynı oluşuna delil ola­ rak zikredilir. 3. 'A b d a l-R a h m â n b. Muhammed b. M ahLÜF AL-Ca'FARI AL-CaZÂ’ İRÎ, ş i m â l î a f r i ­ k a l ı k e l â m â t i m i ; 788 ( 1386 ) ’de Cezây ir ’de doğdu; 802 ( 1 3 9 9 ) ’den itibaren Bicâya ’de, Tunus ’ta ve Kahire ’de tahsil etti ;' K a­ h ire ’de iken hacca gitti ve sonra Tunus’a döne­ rek, orada 873 ( 1468 ) *te öldü (mezarındaki kitâbeye gö re ; fakat Ahmed Bâbâ, ölüm tarihi olarak, 875 yılını vermektedir). Onun en bellibaşlı eseri 25 rebiülevvel 833 ( *3 kânun I. 1429 ) ’te bitirdiği al-C avâhir al-hisân f i t a fsir al-K u r’ân adlı tefsiridir (yazmaları için bk. G A L , II, 249, S,ı ; Suppl., II, 35 1 ). Bütün eser­ lerinden bugüne kadar sâdece âhiret ahvâlin­ den bahseden al- Ulum al-fâh ira f i ’l-nazar f i umar al-âhira ( Kahire, 13 17 / 13 18 ) ’si ile Nubza min a l-C â m ï al-kabir ( Kahire, 19 1 1 ) adı altında ahlâka dâir CâmV al-ummahât f i ahkâm al-ibâdât ’ıntn bir parçası basılmıştır. Daha az ehem­ miyetli olan diğer eserleri G A L ve Suppl., ’de zikredilmiştir. . B i b l i y o g r a f y a : Ahmed Bâbâ alTimbukti, N ayl al-ibtihâc f i tafriz al-Dibâc (Fas, 1317 , taş-basnO, s. 148—1 5 1 ; Muham­ med al-H ifnâvi, T a 'r if a l-k a la f bi-ricâl alsa la f ( Kahire, 1324/1906), s. 63—68; A . De­ vour, Les édifices religieu x de l’ancien A l­ g e r (Cezâyir, 1870), s. 37—48; Barges, Complêment à l ’histoire des B eni Zeiyan, s. 394 —396 ; Cherhonneau, Essai sar la littérature arabe au Soudan ( Annuaire de la Société archéologique de Constantine, X855, II, 45 v.d.); R. Basset, Giorn. d. Soc. As. It., X, 54. (C . B r o ck elm a n n .) S E B ’ A . S A B 'A , SAB*, y e d i sayısı olup, başka k avim ler— ister sâmî olsun, ister ol­ m asın— için olduğu gibi, müslüman halklar içinde husûsî bir mânası vardır. Türlü tasavvur ve hareketlerde bu sayıya atfedilen tercih, kıs­ men yahudi, hırıstiyan ve başka halklardan muk­ tebes olup, kısmen de bunlar daha islâmiyetten önceki araplarda mevcût bulunuyordu. Kâbe et­ rafında yedi defa tekrar edilen tavaf, Şafâ ile Marva arasında yedi defa tekrarlanan koşma [ bk. mad. SA‘Y ], bace sırasında yedi defa tçkrşrlagşi) taş atılması [ bk, pıaçS- ÇAMRA!



*67



SEB’A — SEBA.



şüphesiz bu eski temele ircâ edilmelidir. Bu tercih kısmen de hassaten mfislüman âdet ve tasavvurlarına bağlanır. Daha Kur’an (XV,87) Ma yedi Maşanı bahis mevzuu olm aktadır; bu ifâde umumiyetle yedi âyetten müteşekkil olan Fatiha sûresine delâlet eder (bk. A . Geiger, Was hai Mohammed aus dem Judenthnme aufgenommeni, s. 28). Cemâatin mukaddes metnin türlü okunuşları (kirâ’a) karşısındaki hürri­ yeti Kur'an ’m yedi ahruf üzerine vahy edilmiş olduğuna dâir hadîsin { bîr çok izahları arasın­ da ) bir izahına dayanır ( al-Buhâri, Haşcimât, bâb 4 ; Faza il al-Kur' ân. bâb 4, * 7 ; Müslim, Şalât al-mmâfirin, hadîs 270—274; Abu Dâ’ûd, Vitr, bâb 22; Nasâ’ i, iftitâh, bâb 37 v.b...; krş. Goldziher, Die Richtungen der islamischen Koranausiegung, Leyden, 1920, s. 37 v.dd. ). Din bakımından temizlik { tahâra ) sahasında, mûtat olarak, üç sayısı tercih edilir [ bk. mad. ŞALÂŞ] Fakat kirlenmiş eşyâuın yedi defa yıkan­ ması lâzım geldiği söylenir ( msl. Müslim, fahara, hadîs 89—93 ; Abu Dâ’üd, Taharet, bâb 37}. Namazda secdenin vücudun yedi kısmı üzerinde yapılması gerekir (al-Buhâri, Azan, bâb 133, 134, 1 37, 1 38; Müslim, Şalât, hadîs 227; Abû Dâ'üd, Şalât, bâb 150 v.b.). Başka bir hâlde yedi sayısı dört sayısı ile, mü­ nâvebe ile, yer değiştirir, nitekim emir ve nehilerin cetvelinde boyledir (al-Buhâri, al-Mazâlim vat-ğaiab, bâb 5 ; Müslim, Libâs, hadîs 3 v,s. ; krş. Buharı, Tahâra, bâb 40; Hayz, bâb 25 v.s. ). Kadir gecesinin (Laylat al-Kadr) tari­ hinin tesbitinde, bu husûsî hâlde, yedi sayısı, daha çok gelen on sayısı ile, tenâvüp eder { Bu­ harı, Laylat al-Kadr, bâb 2 ), Hıristiyanlıkta olduğu gibi, esâslı günahlar yedi ile tahdit edilmiştir ( Buhâri, Vaşağa, bâb 2 3; Hudâd, bâb 44; Müslim, îmân, badîs 144); fakat başka şekilde zümrelere ayırmalar da vardır. Kâinat ile ilgili ilimde de yedi sayısı, aynı şekilde, bir tercihe mazbar olmuştur; bu şüphe­ siz kısmen başka dinlerdeki tasavvurların aynıdır. Yedi kat gök ve yedi kat yer vardır ( Kur’an, II, 27 ; Buhâri, Bad’ al-halk, bâb 2 ). Cehennemin yedi kapısı vardır ( Kar’an, XV, 4 4 ); Medine ’nin de, aynı şekilde, zamanın sonunda yedi ka­ pısı olacaktır (Buhâri, Fitan, bâb 26). Krş. ile­ ride mad. S A B 'ÎY A . T ı p v e s i h i r d e yedi sayısı bilhassa sık görülür. Peygamber hastalanınca, üzerine yedi tulumun suyu dökülmüştür (Buhâri, Vuivt, bâb I 45) i vücûdun yaralı olan veya ağrıyan yerleri yedi defa dağlanır (Buhâri, Tamanni, bâb 6 ) ; Doutté ( Magie et religion dans l’Afrique du Nord, Çezâyir, 1909 )’ de (s. 1 54) 7 X 7 murabbâdan meydana gelen ve üst sırası »yedi mü­



hür“ ’ü ihtiva eden bir cedvelin resmi bulun­ maktadır. Aynı eserde, saû’a ' uhBd denilen mus­ kanın bir metni bulunmaktadır (s. 112 ) . Bun­ lardan başka bk. ayn. esr., s. 91, 100, 118 . Aynı şekilde y e t m i ş ( sab'Sna), y e d i y ü z v.s. gibi sayılara da husûsî mânalar izafe edilir. Bu dünyâdaki ateşin kuvveti cehennem ateşinin kuvvetinin yetmişte biri kadar olmak üzere, tas­ vir edilir ( al-Buhâri, BaeT al-halk, bâb 10). İnsan teri, kıyamet gününde, yerin yetmiş ar­ şın derinliğine inecektir ( Buhâri, Rikâk, bâb 47 ). Yedi defa tekrar edilen bir istiğfar, zikrolununca ( Kur'an, IX, 81 ), Ahd-ı cedid ile benzerliği hatıra gelir. Peygamberin ümmetin­ den (um ma) yetmiş bin kişi sorgusaz-sualstz cennete girecektir (al-BuJıâri, Bad’ al-halk, bâb 8 ; Müslim, İman, hadîs 316 ; Tirmizi, Kiyâma, bâb 12, 1 6 ) ; yetmiş bin kişi de cennete par­ layan bir yüz ile girecektir ( Buhâri, Libâs, bâb 18 ; Rikâk, bâb 50, 5 1 ; Müslim, Canna, hadîs 14— 1 7 ) ; yetmiş bin kişi de cemâatten bir ki­ şinin şefaati ile ( D irim i, Rikâk, bâb 87 ) gire­ cek tir; yetmiş bin kişi cennette balık kara ci­ ğerinin ek kısmını {zSida) yiyecektir ( Buhâri, Rikâk, bâb 44; Müslim, Şifât al-munâfikîn, badîs 30 ). al-Bayt al-ma'mnr *a ber gün yetmiş bin melek girer ve bunlar bir daha buraya geri gelmezler ( Buhâri, Manâjfib al-anşâr, bâb 42 ). Yedi sayısının tam bir bütün olarak telakki edildiği düşünülebilir; fakat bu fikirden hare­ ket ederek, Hehn gibi, s-b- kökünü ve diğer sâmî dillerde bunun muâdillerini ş-b- kökün­ den iştikak ettirmek istemek ( ayn. esr,, s. 91 v .d .) çok ileri gitmek olur. B i b l i y o g r a f yat J . Hehn. Sieben­



zahl und Sabbat bei den Babyloniern and im Alten Testament ( Leipzig. Semit. Studien., II, 5 ), Leipzig, 19 0 7 .



( A . J. W e n s in c k .)



SEBA. S A B A ’ , Arabistan ’in cenûb-i garbi­ sinde, Ahd-i atik ’te, Yunan, Roma ve Arap edebiyâtında, bilhassa cenûbî Arabistan kita­ belerinde sık- sık zikredilen bir k a v m i n ve d e v l e t i n a d ı ; ilk arap kaynaklan, başlıca kitabeler ve bâzan da yunan kaynaklan, milâ­ dın ilk asırlarından Peygamberin zamanına ka­ dar, bize Saba’ tarihi hakkında bilgi verir. Çivi yazısı ile olan kitabelerin şabâdet ettiği üzere, her ne kadar nisbeten muahhar ise de, biyeroğlif ile yazılmış metinlerdeki Şabi(a)t veya Şabt{ i ), Şaba gibi, âsûrî dilinde Sab’u bir memleket adı idi. Kitab-ı Mukaddes ’te Ş*\lâ kavmin ve memleketin adıdır ve cenûbî Arabis­ tan kitâbelerinde de Saba’ memleket veya devlet ve kavim ( bu da Saba’ devleti ile münâsebetlidir ) mânasına gelir. Saba’ hakkında elimizde bulunan en eski şahâdetier, tabiî olarak, sâmîlerin şahadetleri,



SEBA. her şeyden önce ç i v i y a z ı s ı î l e o l a n k i ­ t a b e l e r d i r . En eski zikrin, ancak V 1Iİ. ( m. ö.) asra çıktığı doğrudur; bununla beraber, çok daha eski devir Ön-Asya ’sı tarihî vesika­ ları Saba’ ’ya işaretler ibtîvâ ediyor gibi gö­ rünmektedir. Nitekim Ur ’un son kıratlarının muasırı, üçüncü binin ikinci yarısında ( m. Ö.) Lagaş „p o fe si"’si, Arad-nannar’ın Sümer di­ lindeki bir kitabesi üzerinde bulunan Sabu ih­ timâl „Saba’ lılar memleketi" demektir. Bom ­ mel ( Explorations in Bible Lands, Philadel­ phia, 1903, s. 739 ), Ur kıralları zamanında ( m. Ö. 2500 Vlen sonra) Sâbum ’undan Ahd-i atık ’in S^ba ’sı („m erkezî A rabistan ’d a " ; bu.husüsta bir de bk. Die altisraelitische Oberliefe* rung, München, 1897, s. 37 ) gibi bahseder. Tiglat-Pileser 111. (745—7 2 7 ) ’in cenûbî Arabis­ ta n 'a karşı savaşını anlatan kitabelerinde, Sa­ bahlar itaatlerini sunan kavimler arasında zikredilmiştir: bu kitabe bu halk hakkında en eski kat’î vesikadır. Sargon II. (72*— 7 o $ ) sal-nâmelerinde ( 7 1 5 yılında) zengin vergiler { altın, günlük, kıymetli taş v.b.) getirmiş olan­ lar arasında uzak çöllerde oturan arapiarı, da­ ha Tiglat-Pileser ’in işâret edilen vesikasında zikredilmiş olan A ribi kıraliçest Samsi ’yi ve Saba’lı İt’amra ’yi zikreder. Daha Lenormant bu son ismi kitabelerin Saba’ ’mn en eski dev­ rinin bir kaç hükümdarına verdikleri Iş'iâmar adına yaklaştırmış idi. Schrader ( Die Keilin­ schriften und das Alte Testament ( bu isim bundan böyle K A T şeklinde kısaltılacaktır ], s. S3 ’in ve Kiepert ( Lehrb. d. alten Ceogr,, Berlin, >878, s. 187 )’in şimdiki hâlde Arabis­ tan 'ın cenubundaki Saba’ ’yi düşünmemek lâ­ zım geldiği fikrine karşı D. H. Müller ( Bargen und Schlösser Südarabiens, 18 8 1, II, 989; bk. ayn. mH., Sabaische Denkmäler, 1883, s. 108, Sargon ’on Sab’u ’sunu A rab istan ’m şimalinde arayan Delitzsch, Wo lag das Paradies î, Leip­ zig, [ 1881 j, s. 303 ’e k arşı; krş. Winckler, M V A G , 1898, s. 18 ; bununla beraber bk. W. M. Müller, Studien z. Vorderasiatischen Geschickte, ayn. yer., s. 36 ) çıkm ıştır; Glaser,



Berlin, 1869, 1, 241 v.d,, ve Die alte Geographie Arabiens, Bern, 1875, s. 293 v.d. ve onu taki­ ben Schräder, Z D M G , X X V II, 421 ve diğer mühim müellifler ) ve bugün çok yayılmış bir görüş hâline gelen ( bk. E. Meyer, Gesch. d. Al­ tertums, I®/H» 386 v.d.) faraziye, kendisinin Saba’lıların ve Ma'inlilerin Hazram avt'tan gel­ diği ve Saba’ kıratlığının „von Şabwat aus“ kurulmuş olduğu ( Geogr., s. 162, 230, 246, 24®, 3 0 i } hakkındaki isbâtı güç görüşe dayanmak­ tadır. Daha sonra, Winckler ( msl. K A T 3, I 9° 3> s. 7, 1 1 , 136 v.d., 1 56; Die Völker Vor­ derasiens, Alten Orient, 1% 1, 10 ) ve Weber ( Arabien vor dem Islam, s. 3 v.d.; Westasien, Helmolt ’un Weltgeschichte ’sinde, 11, 3, 5, 220, 225) A rab istan ’ın sâmî ırkın beşiği olduğunu açıkça beyân etmişlerdir. Hommei ( Grundr.



der Geogr. u. Geschickte des alten Orients,



München, 1904, I2, 10 v.d., 24, 80, 13a ), daha ihtiyatla, hiç olmazsa şarkî A rab istan ’da (K ai­ de eyâleti dâhil J arap sâmîlerinin son hareket noktasını görmektedir. Hartmann (ayn. esr., s. 93 v.d.) kavimterin beşiği nazariyesine karşı açıkça eephe almıştır. Arabistan ’ 1 bütün sâmî kavimlerin beşiği görmek fikrine karşı da hak­ lı şüpheler uyanmaktadır. Buna istinat eden bir arap göçü ( bk., son olarak, Westasien, s. 226 ve bir de bununla berâber, ayn. esr., s. 242 ) faraziyesi ve iddiaları Arabistan ile Bâbil ülkesi arasındaki münâsebetleri, her hangi bir itiraz olmaksızın, izâh etmek imkânını ver­ mez. Bil’akis, F ır a t’ın münbit mmtakalarında, nüfus çoğalmasının önce Arabistan ’ın sâmîler için dâımâ tabiî bir dönüş yolunun mevcût bulunduğu, garptan Bâbit ülkesini çevreleyen otlak mıntakalarma doğru bir göç hareketini tâyin etmesi çok daha muhtemeldir. A yn ı şe­ kilde, Nöldeke ( Die semitischen Sprachen2, Leipzig. 1899, s. 1 1 v.d. ) ’nin görüşüne rağmen, şimalî A fr ik a ’nın sâmîlerin vatanı olması (G rim m e, ayn. esr.,s. 6 v.d., 9 ve başka müel­ lifler tarafından yeniden ele alınan faraziye) ihtimâli varit d eğildir; aynı şekilde Saba’lılarm göçünün cenûp-şimâl istikametinde vukua Skizze der Geschickte u. Geographie Arabiens geldiği hakkındaki, faraziye de kabÛl edilemez. ( Berlin, 1890), II, 263 ("Grimme, Mohammed, Bît’akis bâzı işâretler, Guidİ ( Della sede pri­ München, 1904, s. 18 tarafından tâkip edilmiş­ mitiva dei popoli sem ¡fici, Atti deüa R. Acad, tir ) de bu vergilerin tamâmiyie araplara âit dei Lincei, ı8 7 9 )’nin Jaeob (Alt arab. Bedui­ mahsûllerden müteşekkil olması vakıasından, nenleben3, Berlin, 1897, s. 28 v.d.) tarafından Tiglat-Pileser ve Sargon zamanından itibiren da iştirak edilen fikrine göre, asırlar boyunca Saba’hlartn cenup arapiarı olduğu neticesini çı­ garba ve cenûba doğru göçlerin vukua geldiği karm ıştır. son zamanlarda, diğer muharrirler Fırat bölgesinin cenûbunu sâmîlerin en eski It’amra ’uin oturduğa yeri şimalî A rabistan ’da oturma yeri olarak düşünmeğe imkân vermek­ aramak hatâsına düşmüşlerdir. tedir. Buradan hareket ederek, Arabistan ’1 is­ Arabistan ’m sâmîlerin ilk oturma yerleri ol­ kân eden göçlerin yolu, tabiî olarak, açık bir duğunu şüphesiz gösteren Sprenger tarafından tarzda gösterilemez. Sâmîlerin buraya bir tek ilçri sürülen ( Leben «. Lehr« des Mohammad, yoldan değil, fakat başlıca iki yoldan ğelmij



Sé b à . olmaları muhtemeldir t biri, başkaları arasında tarih zamanlarının Ma‘ inlileri ile Sabahlarının çıkmış oldukları kabileler tarafından seçilmiş olması mümkün olan biri garp kıyı bölgesi boyunca, aş,-yk. müstakbel kervan yolunu tâkip ederek, zirâate müsait sabalar arasından cenuba doğru giden yol gibi görünmektedir; diğeri Basra körfezinin garp sahili boyunca ‘Omân ve Hazram avt’a doğru ilerileyen ve aş.-yk. günlük ticâretinin müstakbel şark yo­ luna tekabül eden yoldur. Sabaiılar, veya bun­ ları meydana getiren kabîle toprağının ve su­ lamanın müsait şartlarının tmntakayı yerleş­ mek ı'çİn en uygun hâle getirdiği şark ve ce-' nüp kıyılarında tabiî olarak durmuş olabilir. Hommel ’e göre, Saba’ bların şimalî Arabistan ’da Cöf "tan yarım-adanin cenubuna doğru ilerilemeleri ancak VIII. ( m. ö.) asırda muhtemel­ dir ( bk. Grundriss, a. 142 ). A h d - i a t î k cenup arapları memleketine ve halkının ceddine Ş ebâ adın» verir, Tekoîn, X , 7 (I. Tarihler, 1, 9 ) onu Ra'mâ ’nın oğlu, binâenaleyh Küşilerden gösterir; buna karşılık Tekvin, X, 28 ( I. Tarihler, I, 22 ) bunu Yok­ ta n 'm bir oğlu; Tekvin, X X V , 3 ( 1. Tarihler, î, 32.), Abrabam oğlu Y ok şân ’m bir oğlu ola­ rak gösterir. Fakat bu her şeye rağmen 3 ayrı Ş e b â ’ya delâlet etmez; ticârî münâsebetleri o kadar geniş olan ve deniz sahillerinde ve ker­ van yolları üzerinde müteaddit ticâret şübeleri bulunan bir halk tabiî olarak komşularına ka­ rışıyordu ve nesep şeceresi kolayca başka şe killerde tesbit ediliyordu (Dillmann, Tekvin, X, 7 münâsebeti il e ). Bâzı müelliflere göre, Soba aslında Ş°6â ’nm aynı olup, ancak lebce nokta-i nazarından değişik olan bu şekil (msl. B. Krerner, Dia südarab. Sage, Leipzig, 1866, s. 110 v.d .; D. H. Müller, bk. Gesenius, Hebr. Wörterb., 10. tab.) Afrika Saba’blarmı gösterir. — Saba’ adının iştikakı kat’î değildir ( en çok tanınmış izâb denemeleri, Kremcr ’in, Hommel ’in; D. H. Müller ’in, Glaser ’in denemeleri ile bir çok husûsiyetler için bk. benim daha geniş araştırmam: Pau!y-Wîssowa-KroU, Realencgcl. der klass. Altertnmsmiss., mad. Saba, stn. 1499 [ bundan böyle R E ilk harfleri ile zikredile­ cektir]). — Kitâb-ı mukaddes şebâdetleri bize Saba’hlarm Suriye ve Mısır ’a güzel kokulu nebatlar ve bilhassa günlük te'min ve buralara altın ve kıymetli taşlar da ihrâc ettiklerini gös­ termektedir (b k . Mezamir, LXXU, 1 5 ; H ezkigal, XXVII, 2 2 ; Eş’iya, LX , 6 ; Ermiga, VI, 20); ve yanan ve Roma vesikaları hunu te’yit etmek­ tedir ( aş. bk.). Kitâb-ı mukaddes ’te Saba’lı’arı zengin tüccar kavim — Kitab-ı mukaddes ’e göre Saba’ ’nın başlıca hususiyeti — olarak gös­ teren başka parçaları da vardır : Hez. XXXVIII,



1 3 ; M ezâmir, LXXII, lo ; Eytjûb, VI, rg ( Sa­ ba’ kervanları hakkında), I, 153 burada Saba’lılar, D. H. Müller, Encyclopaedia Britannica3, 1889, mad. Yemen, s. 738 ’e göre, Arabistan ’ın şimalinde yağmacılar olarak, her hâlde, iyi bir kaynağa göre \_K A T , s. 15 ° v® W. M. Müller, Stadien, s. 36, not 1 ’e göre değil, bu şâirâne cür’etli bir uydurmadır ], fırsat düşünce haydutluğu ticâret ile birleştiren, dışarıdan ge­ len insanlar veya kervanlar olarak görünürler; Wînckler, agn. esr. [ krş. Hommel, Explorati­ ons, s. 7 4 8 ]’e göre, Eggûb, agn. yer. ’de Saba’lılar şimalî Arabistan çölünün bedevileri ola­ rak gösterilmiştir.) Yu’il, 3, 8 ’de Saba’hlar Sur ve sayda ’ aw kız ve oğullarının Juda tarafından kendilerine satılması gereken uzak bir kavim olarak zikredilmiştir (krş. msl. cenubî arap ki­ tabelerinde Gaza ’dan [ „G azzelî" ] mâbed ha­ dimlerinin zikri ; krş. Hartmann, agn. esr., s. 4 21 ). — Sulaymân peygamberi ziyaret etmiş olan Saba’ melikesi hikâyesinin ( Mülûk I., X, 1 , 4 , 1 0 , 1 3 ; krş. Tarikler IL, IX, 1 —3 .9 ,1 2 ) sıksık işlenmiş olan tarihî değerine gelince, bir vâkıa kat’î netice vermektedir: bu da Saba’ ve Ma'in hakkında bildiğimiz her şeyin burada bir melike me/cût bulunmuş olması faraziyesinin aksini söylemesidir ( K A T , s. 237 ). Her hâlde tarihte Glaser (agn, esr.,s. 380, 384 v.d., 403), aynı şekilde E. Meyer ( Gesck. des Altertums, I/II, 23 )’in bâlâ inandığı üzere Saba’ Ma kadın bir hükümdarın mevcudiyetinden bahseden bir şebâdet bulunamaz; eski Saba’ kitabelerinin IX. veya X. ( m.ö.) asra âit olduğu ve hattâ Su­ laymân ’m zamanında şimale doğru uzaklara uzanan büyük bir Saba’ devletinin bulunduğu faraziyesini ileri sürmeğe imkân verecek bir şehâdet de yoktur ( Glaser, agn. esr., s. 403 ). Sa­ ba’ kıraiiçesİ şahsiyetinde, Saba’iılann sözde aslî memleketi olan Y a re b ’in bir melikesini görmemiz mümkün değildir (Hommel, A a fsiitze and Abhandlungen [ bandan böyle, bu eser A A ilk harfleri ile gösterilecektir ], s. 2 3 1, not 1, s. 235, »«t *. s. 372, 312 v.d. ve Weber, Siudien, 1, 32 ), fakat bu, sâdece, muhtemel olarak, bir uydurma kılığında, msl. aralarından Aribi kıraliçeleri tarihen bilinen şimalî Arabistan me­ likelerinin mevcudiyetinin bir hâtırası olabilir. Bu mevzu araplar tarafından da yeniden ele alınmış ( krş. K u r’an, XXVII, 16 v.d. ) ve Saba’ melikesi Belkis [ b. bk.] efsânesi ink’şâf etmiş­ tir.



Zamanlar boyunca ilerilenince, Saba’ ’nm bu zikirlerine yunan ve Roma edebiyâtmda bulunan zikirler zincirlenir. Birinciler arasın­ da en eskisi Theophrast ( Hist. Plant., IX, bahis 4, § 2 ) ’ınki olup, medeniyet tarihi ve coğ­ rafya için çok mühimdir ve sık-sık münâkaşa



edilir; bunda (emin kaynaklardan alınarak ve ihtimal Androsthenes’e dayanılarak) Saba' ve diğer üç cenubî Arabistan kıratlığı kokulu ne­ batların menşe9 yeri olarak gösterilmiştir. ylvexai o MpavoÇ Jtal rj opüğva x a i Kaala x a i s t ı xb *tvd(i,a)(jıov sv %r\ tw v ’Ağdpcav 2sQ(jovır|tf Southern A ra­ bia, 1900, s. 71 v.d .’da muahhar yunanca ya­ zılış şekli yanlış tefsir edilen ismin şekli hak­ kında bk. R E , st. 130 0 ) ve K ıtip aiva Kataban [ bk. mad. K A T A B Â N ] memleketi gibi, Sa­ ba’ memleketine delâlet eder. jteçl Saftci tâ­ biri, bu parçada msl. D. H. M üller’in H art­ mann ( agn. esr., s. 420) ve daba son zaman­ larda başka bir çoklarının tercüme ettikleri gibi, „Saba’ etrafında" değil, fakat „Saba’ ’da" yâni „Saba’ memleketinde“ mânasına gelir. Theopbraste burada cenûbî A rab istan ’ın mâlûm üç bölgesi ile bir de daha az bilinen dördün­ cü bir bölgesini, Mamali’yi günlük (Aipavoç, bu ağaca ve reçinesine delâlet eder, reçinenin adı olan Upavuızös buradan gelir, arapça lubân ; sâmî dillerdeki diğer muâdilleri için bk. R E , stn. 1 301 ) , mürr-i safî ( oiniijva, ptfçov v, b., arapçası murr, kitâbelerde bulunan tâ­ birin komşusu ), frenk üzümü ve tarçın ( zim t; ihtimâl gayr-i sâmî) istihsâl eden memleket ola­ rak vasıflandırmaktadır. Bu parça ile Herodot ’un uygun muhtevalı parçasının, İH, 107, yeni yanlış tercümeleri, bilhassa Tbeophrast’ta S A ­ B A yerine SA P A ( sözde Şahr, Ş eh rât) ve bîr de Piinius, Hist. Nat., XH, § 52 ’de Saba yerine Sara okumak hususunda tamâmiyle haksız tekli­ fe karşı, nihayet Theophrast ’ın cenûbî Arabis­ tan kıratlıkları hakkındaki mfitalarının bütün genişliği ile Somali’ye müteallik olduğu hakkın­ da Giaser ( ayn. esr., S . 4 1 V . d . ) ’in tamâmiyle garip düşüncesi hakkında bk. R E , stn, 1302 v.d . — Theophrast’ın şu teferrüât hakkındaki kayıtlarını da hesaba katmalıdır: IX, bahis 4, § 2—4, 7— 10 günlük ve mÜrr-i safî ( Tbeophrast ’ın parçasının bir az önce görmüş olduğu­ muz sahte tefsirleri [ yukarıda anılmış olan Grundrriss d. Geographic, s. 137 ’ de ve daha sonraki zamanlar yeniden ] bu müellifin mez­ kûr maddelerin istihsâl memleketleri hakkmdaki kayıtlarını haksız olarak Hazramavt ’a tatbik ettirmiştir ) hakkında; IX, 4, 5 v.d ,; gün­ lük ve mürr-îsâfı istihsâl eden dağlık memleket sahipleri olarak ve bu malları ihrâc edenler ola­



rak verilen Saba’lılar hakkında; Saba’ iılarıa karşılıklı münâsebetlerinde, köklerin gözetlen­ mesini ve muhafazasını lüzumsuz kılan namus­ lulukları hakkında ( krş. Periplus maris Erythraei, § 32); Saba’ ülkesinin en mukaddes mabe­ di olan ve bütün günlük ve mürr-i sâfî mahsû­ lü için anbar vazifesini gören Helios mabedi hakkında; bu kayıt cenûp arapiannda güneş ibâdetinin mevcudiyetine dâir kıymetli bir ve­ sikadır ( bu köklerin cenûbî Arabistan ’da is­ tihsâli hakkında olduğu gibi, bu nokta hak­ kında daha derinleştirilmiş bir araştırma için bk. RE, stn. 1307 v.d.; A . Grohmann, Siidarabien als Wirtschaftsgebiet, Wien, 1922, s. 128 v.dd., 136 v.dd.’da bulunan seyyahlar tarafın­ dan verilen mutaların geliştirilmesi ve zümre­ lere ayrılması, nihayet Saba’ ’yı günlük istih­ sâl eden Punt memleketi ile ilgili gösterme denemesi için bir teşebbüs hakkında bk. R E, stn. 13 12 v.d.). Saba’ hakkındaki yunan şahadetlerinin, tarih bakımından, İkincisi Strabo, XVI, bahis 4, § 2 ’de nakledilmiş bulunan Eratosthenes ’in ver­ diği çok daba zengin ve bugün bile Saba’ ta­ rihi için çok ehemmiyetli olan kayıtlardan mü­ teşekkildir ; Tbeophrast ’m parçası ile birleştirilirse, bunlar yunanlıların ve, daha umûmî bir tarzda, avrupahların Eratosthenes zamanına kadar bilebilmiş oldukları nisbette cenûbî A ra­ bistan ’da kıratlıkların en eski durumları hak­ kında oldukça, açık bir fikir verir. Theophrast gibi Büyük İskender ’in savaşlarının coğrafî mahsûllerinden ve bir de deniz ve kervan yol­ ları bilgisinden istifâde edebilmiş olan bu mu­ harrire göre, Arabistan ’ın cenubunda başlıca dört halk oturmakta id i: M(e)ıvaîoı Kızıl de­ niz üzerinde, merkezi K â p va; onlara bitişik olarak, merkezleri Magiaßa otan S a fla îo ı; son­ ra ktral şehri Tdpva ije boğaza ve Arap kör­ fezinin geçildiği yere kadar K atapaveîç ve daha uzakta şarka doğru (başlıca) şehri ( 3IÖJ.IÇ) Sdßaza ile Xd.zga(.«uttirat. Bütün bu şe­ hirler müstebit hükümdarlar ( kıratlar )idaresin­ de bulunuyordu ve zengin idi. Bu şahâdet (S tra b o ’nun diğer kayıtları ile birlikte \ baş­ lıca dört balkının ve merkezlerinin sayılması ile, cenûbî Arabistan devletlerinin, yer bakı­ mından, birbirleri ile mütekabil olarak mevki­ leri hakkında bildiğimiz en eski tasavvuru ihti­ va eder. Eratosthenes'e göre, Saba’ lılar Ma'inlilerin [ bk. mad. MA'İN } komşusu idiler. Bun­ ların Kızıl deniz boyunca uzanan bölgede otur­ dukları hakkında verdiği bilgiden, Glaser ( Skizze, s. 16 ) ’in yaptığı ve Weber ’in yap­ mak teşebbüsünde bulunduğu gîbi ( esâs me­ tinde, I, 9), Saba’ İdarin da deniz kenarında oturduklarını onun kabûl etmediği neticesi çık­



SEBA. maz. Doğru tefsir arap kaynaklanılın şahadeti ire bir de yunan ve lâtin muharrirleri tarafın­ dan te’yit edilmektedir: nitekim Agatharchides § 2}.), bize Aelius Gallus ’un 24 yılında cenu­ bî Arabistan ’a karşı yaptığı seferden bahseder; istinât ettiği en eski kaynakları doğrudaa-doğrüya şehâdetlerdir ( bk. bir de II, bahis 5, § **> XVII, bahis 1, § 53; Plinîus, VI, § 160 ve Cassius, Dio, H II, bahis 2 i al-M akljari,N a fh al-tib (Leiden, 18 5 8 - 18 6 % ) , H, 68, (Kahire, 13 0 2 ', IV, 355—3 6 i; al-Zahirat at-sanyâ (Ce2âyir, 1921 ', s. 4 2 ; Ahmed b. Hâlid al-Nâşiri al-Salâvi, al-h tik şa , Kahire, 1 3 12 )> 1> ■209; İbn al-Muvakkit ai-Misfîvi, Ta'tir al-anfö s f i ’l- t a r îf bi-şayh Abt 'l-'AbbSs (Fas, 13 3 6 ); ayn. mil., al-Sa'âdat al-abüdiya fiH ta 'rif bi-maş&hir al-hairat al-M arrâkuşiya (Kahire, 1341 ', s. 115. '



(M o h . B e n C h e n e b .)



S E B Û . AL"SABO‘ ,( A), kelime olarak yırtıcı hayvan ve arslan demek olup, Sürat al-sabü k u r t b u r c u ve Şürat K ifu s sabu' al-bahr, k i t u s b u r c u . Kfjtoç (krş. al-Birûni, al-Künun al-M asüdi, Beri, yazm., Or. 8°, 275, 207b ve 22oa Şâ rat al-sabu', tıpkı Batlamyus’ta olduğu gibi, araplarda da 19 münferit yıl­ dızdan teşekkül etmektedir; bu 19 yıldızın hiç biri, cesamet itibariyle; üçüncü büyüklük dere­ cesini geçmez (yeni yıldızlar kataloguna göre, en parlakları, büyüklük itibariyle 2.8 ve 2 9 dur), Yunanlılar bu burca i gayr-i muayyen şekilde) tö Or|QÎov (= h a y v a n ) adını verirlerdi; fakat daha önce, eski BâbiiÜler de gâlibâ yırtıcı hay­ van fikri, müphem olarak, mevcut idi. Bâbil di­ linde ismi (m«1 >UR.BE ( = ( m»1 ) Ur-idim ) ’ dir, fakat sümercede ( kakfeab) kal bu şegü olup, az­ gın köpek (şüphesiz kurt = lupus+şimâl-i şarkî centaurııs’ u), krş, F.X. Kugier, Slernkande und Slerndienst in Babel, ek ( Münster, 19*3/%9 H, s. 28, 32, 223 ); A r s l a n b u r e u n u ifâde için de kullanılmış olan al-sabu', hiç şüphesiz, arapçaya doğrudan-doğruya yunanca -sö ür^çiov’dan alınmıştır. Hakîkaten J . J. Scaliger kendisine âit hir türk müsattah küresi üzerinde al-Asada ( „dişi arslan“ ) kaydını bulmuş olmalıdır. Bu hayvan esk’den Centaurus ile sıkı bir bir­ lik hâlinde tasavvur edilirdi. Centaurus hayvanı



’299



SEBZVAR.



bir ön ayağından tutuyordu, Araplar her iki burcun yıldızlarına, birbirleri ile girift: olmaları sebebi ile, al-samârih („salkım ı ile hurma dalı, üzüm salkım ı") adını vermişlerdir. B i b l i y o g r a f y a : L. ideler, U niersuchungen iiber den U rspru n g Und die Bedeu­ tung der Sternnam en ( Berlin, 1809 ), s. 278 —280; Fr. W. V. Lach, A n leitun g zar Kennt­ nis der Sternnahm en ( Leipzig, 1796 }, s. 138



(bu eserden ihtiyatla faydalanmak lâzımdır ■



'



( C . SCHOY.)



SEBZVAR. S E B Z E V Â R , H erat yakımn, da Sicistân ’a bağlı Asfizar veya Asfuzâr ( Ahır.ed Râzİ, H a ft iklim , S e b z a r)’ın bugünkü adı. H erat’ ın cenubunda kâin olup, F a r i ’nın şimalinde 3 günlük mesafededir. Rehberlerde Hâstan veya Caşân denmektedir. IV. ( X.) asır­ . da bu bölgede, merkez olan A s fiz â r ’dan baş­ ' ka dört müh’m şehir var idi. Sebzevar orata bü­ yü klü kte, meyve bahçeleri ve üzüm bağları ile i çevrili bir şehir olup, halkı sünnîdir, mezhep : bakımından ise, İmam Şâfi’ i [ b. b k .J’ye men­ suptur. Vaktiyle, civârında bir dağın tepesin­ de taştan Muzaffar küh denilen bir kale bulu­ nuyordu. Bu mevkide ve civârında toprak o kadar yumuşaktır ki, su elde etmek için yeri bir kaç kadem kazmak kâfi gelir. İş]ahri { B G A , I, 264 ) ’ye göre, Sebzevar şehrin değil, nahiye­ nin adıdır. B i b l i y o g r a f y a : Yâküt, Mu'cam ( nşr. Wüstenfe!d I, 248-=Barbier de Meynard, D ic l.d e la Perse, s. 35; B G A , I, 249, 264, 267 ; II, 305, 318 v.d.j III, 298, 308 ; Hamd Allah Mustavfi, Nıızhat al-kulüb ( nşr. Le , Strange ) Gibb. Mem. Ser., metin, s 152, %78 ; trc. s. 15 1, 1 7 1 ; G. ie Strange, The Lands o f the Eastern caliphate ( Cambridge, 1905), s- 340, 35 %) 4 l2 ı 43 *• ( C l- HuART.) . S E B Z V A R . S E B Z E V Â R , H o r a s a n ’d a b ir ş e h i r olup, NîşâpÛr ’un garbında Io3km , mesafede bulunmaktadır; bunu garbî Efganistan ’da Herat ’ın cenubûndaki aynı adı taşıyan şehir [ b. bk.] ile karıştırmamalıdsr. İran ’ın kahramanlık çağının bir çok efsâneleri Sebzevâr 'da toplanır ve şehrin merkezinde bulu­ nan meydan uzun zaman Rustam ile Suhrâb . ’ın savaşma sahne olarak. vasıflandırılmış ve M aydân-i dtv-i s a f id ( „Beyaz dev meydanı)“ diye adlanmıştır. Sevzevâr, Bayhak ( b. bk.] idâri bölgesinin oldukça ehemmiyetli bir şeh­ ri idi ve sonraları B ayh ak’ın yerine bölge merkezi oldu. Sultan Şâh ağabeyi Tekiş t8rafından Hvgrizm ’den sürülünce, babasının huküm sürdüğü araziden hisse olarak Horasan ’1 aldı ve 1186 da Sebzevar’1 muhasara ve zapt­ etti. Şehirlerinin zaptından dolayı kendisin' ağır hakaret etmek sûretiyle meydan okumı-ş



3oo



SE B Z V A R — SECÂH .



olan Sebzevâr halkını onun kati etmesine mâni olmak güç olmuştu. Sebzevâr, moğul taarru­ zunda tahrip edildi ise de, yeniden refaha ka­ vuştu. Baştin köyünde doğup, orada iranlı İlhan Abü Sa'id ( 13 1Ğ — 1335 ) 'in hizmetinde bulunmuş olan 'A bd al-Razzâk 1337 ’de ma­ hallî valinin zulmüne karşı bir isyan hareke­ tine girişti ve Sebzevâr ile mülhakatım ele geçirdi ve Serbedârlar hanedanını kurup, Timur tarafından 1 3 8 1 ’ de devrilinceye kadar, hemenhemen yarım asır hukiim sürdü. Bu bânedânın erkek vârisi Mahmüd, Timur ’un torunu Bay­ sungur’un himâyesi ile, cedlerinin mirasının bir kısmım elde edebildi. Harabe hâline gel­ miş olan şehir ilk Safevî hükümdarları tara­ fından imâr edildi ve 40 şehre şâmil bir idârî bölgenin merkezi oldu ve o tarihten beri Hora­ s a n ’m ehemmiyetli bir şehri olarak kaldı. Halkı asırlardan beri şi’îliğe bağlılığı ile tanın­ mıştır ve Anvâr-i Suhaylî müellifi olup, bu mezhebe bağlılığından şüphe edilen Husayn V â’iş kendisini öldürmek isteyen şehrin müteassıplarının elinden canını zor kurtarmış id). B i b l i y o g r a f ya: C. Barbier de Meynard, Dictionnaire géographique, historique et littéraire de la Perse ( Paris, 1861 ) • al-Cuvayni, Târih-i cihan guşây ( nşr. Mirza Muhammed \ Cibb Mem. Ser., XVI, 1 9 « , Stanley Lane-Poole, The Mokammadan Dynasties ( Westminster, 1894). ( T'. W. HAIG.) S E C Â H . S A C A H b In t a l - H â r î ş b . SuV A Y D 8 . ‘ UkFÂN A L -T a MÎMÎYA veya ÜMM ŞÂDİR SACÂH BİNT A v s B. HlKÇ B, U s a m a , A ra­ bistan’da Ridda ( — Peygamber’in ölümünden sonra islâmiyetten dönüş} hareketleri sırasında ortaya çıkan, bâzı kabilelerin başına geçen ve peygamberlik taslayan kimselerden biri ola­ rak tanınır. Baba tarafından Bani Tamim ka­ bilesine, ana tarafından ise, büyük bir kısmı Hıristiyan olan Bani Tağlib kabiies:ne mensup olup, kendisi ya hıristiyan idi veya ebeveynin­ den hıristiyanbğa dâir çok şey öğrenmiş idi. Sacâh Peygam ber’in ölümünden hemen son­ ra, i t . hicret yılında peygamberlik iddiası ite ortaya atılmıştır. Arabistan ve civâr bölgeler­ deki Sebâ melikesi Belkis, Palmir melikesi Zay­ nab, nabatüerin kadın hükümdarları ve Sa'd ve Huzaym kâhinesi gibi misâller dolayısı ile ka­ dın kâhin veya rehber an atıesi araplar arasın da eskiden heri mevcât olduğundan, Sacâh da evvelâ kâhine, daha sonra dinî rehber edatı ile tarafdarlar bulmakta güçlük çekmemiş, mensûp bulunduğu Tamim kabîles;nin büyük ve bir çok kollara ayrılmış olması bu hususta onun işini kolaylaştırmıştır. Bani Tamım kabileleri bu sırada Eleezîre ile Yamama arasındaki bölgelerde yayılmış bulun­



makta idî. Hattâ 9. hicret yılında Tamimlerin küçük bir kolu hayvanlarını otlata-otlata oenûba inerek, Peygamber’e tâbi havaliye kadar gel­ mişler, müslümanlar ile aralarında çıkan bir mücâdelede bunlardan bir kaç kişi esir edildi­ ğinden bir Tamimli sefaret hey’eti Peygambere gelmiş idi. Medine ile bu sûretle başlayan te­ mas islâmiyetin bunlar arasında yayılmasına ve­ sile olmuş ve Peygamber bunlara kendi kabîie reisleri arasından zekât tahsildarları bile tâyin etmiş idi. A ralaıında İslâm din'n’n bir bayii yayıldığı Tamimliler Peygamber ’in ölümünde : l. islâmiyete sâdık kalanlar, z. mütereddit olanlar ve zekât vermemekte direnenler, 3. açıktan-açığa Medine ile alâkasını kesenler olmak üzere, üç fırkaya ayrıldı. İşte Sacâh, Tamimlerin, ittihat­ tan mahram bir durumda bulundukları bu anda, Tağlib, Rabi'a, Huzayl, Namr, İyâd, Şaybân ka­ bilelerine mensûp bir tarafdarlar zümresinin ba­ şında Eleezîre ’den cenuba doğru hareket etti. Arabistana ’a girerek H azn’a kadar geldi. Yarbû’lann reisi Mâlik b. Nuvayra’ yİ, kendisinin Yarbü:lar ile akrabalığını hatırlatarak, birleş­ meğe dâvet eden ve M edine’ye, halîfe Abü Bakr üzerine birlikte yürümeği teklif eden bir mektup yazdı. Mâlik birleşmeği derhâl kabûl et­ ti ise de, Medine ’ye hücumdan önce Sacâh ’m Tamimleri itaat altına almak lüzumunda isrâr e t t i; çünkü bu yol ile kendi kabilesi Yarbu'uların Tamimler üzerinde hâkimiyet kurabile-, ceğini umuyordu. Sacâh, Mâlik ’in bu teklifini kabûi etti ve di. ğer akraba bir kol olan ve V aki’ b. M âlik’in riyaseti altında toplanmış bulunan Bani Mâlik ’in de kendisine katılmasını te’min etti. Boylece HaDzalaların iki kolu yâni Bani Malik ile Yarbüiar Sacâh ’m kuvvetleri ile birleşm’ş oldu. Sacâh, vahylerinden birine dayanarak, yeni müt­ tefikleri ile birlikte diğer Bani Tamim kollarına saldırmağa karar verdi. Bu planını tatbik için ilk hedef olarak İslâm dinine sâdık kalmış olan Bani Ribâb ’1 seçti. Vaziyeti öğrenen Ribâblar kuvvetlerini bir araya toplayıp, Sacâh ’ı ağır bîr mağlûbiyete uğrattılar ve bir çok esir aldı­ lar ki, Bani M âlik'in reisi V aki’ de bunlar ara­ sında idi. Sacâh galipler ile yaptığı muahede ile esirleri kurtardı ve B a sra ’dan 10 merhale mesafede bulunan, Yam am a'deki Nibâc 'a çe­ kildi. Orada Avs b. Haz i ma kumandasındaki, Tamimlerin Bani 'A m r kolu ile harbe tutuştu. Bu defa da ağır mağlûbiyete uğradı ve Tamim­ lerin memleketini tamamen terkntmek üzere onlar ile anlaşmağa mecbur oldu. Bunun üze­ rine Mâlik b. Nuvayra ve V aki’ b. Mâlik ken­ disinden ayrıldılar. Böylece bâzı müttefiklerin­ den mahrum kalan Sacâh, yanındakiler ile bir­



SE C Â H — SE C Â V E N D İ likte dâvasını, o sırada büyük bir kuvvet kapan­ makta olan diğer sahte peygamber Musaylima ’nın dâvası ile birleştirmek ümidi ile Yamama ’ ye hareket etti. O Yam am a’deki Bani H a n ifa ’nîn reisi Mu­ saylima üzerine yürürken, bir vahy uydurdu; bu vabyde tarafdarlarına:—„ Yamama ahâlisi Ç o k kuvvetli ve şevketlidir, Musaylima kuvvet­ lenm iştir... sîz Yamama üzerine yürüyünüz. Güvercin yürüyüşü gibi yavaş-yavaş ilerileyiniz. Bu kat’î bir savaştır, bundan sonra azar işit­ meyeceksiniz"— diyordu. Sacâh, Bani Hanifa ile savaşmak üzere harekete geçti. İki ordu Hacr veya al-Amvâh adlı yerde karşı-karşıya geldi. Bir yandan İslâm orduları tarafından tehdit edilen, öte yandan komşu kabile tarafından hâ­ kimiyeti sarsılmağa başlayan Musaylima mağ­ lûp, ümitleri kırılmış, fakat şöhret peşinde ko­ şan bir meslekdaşının böyle bir anda silâhlı ve kalabalık bir topluluk hâlinde karşısına çıkma­ sından son derece korktu; hemen hediyeler göndererek, kendisi ile buluşma ve anlaşma te­ şebbüslerde girişti. Sacâh buluşmağı kabûl etti. Onların bu buluşmalarına dâir itimat edile­ bilecek hiç bir bilgi yoktur. R'vây etler birbi­ rinden çok farklıdır. Bunlardan biri onların anlaştıklarını nakl eder; buna göre, karşılıklı olarak birbirinin peygamberliklerinitasdikeder\ef, d'nî ve dünyevî menfaatlerini birleştirmeğe karar verirler; evlenirler ve sahte kadın pey­ gamber, Musaylima ntn fecî şekilde ölümüne kâdâr, onunla beraber bulunur. al-Tabari haddizâtında birbirinden ayrı olarak gayelerinin ta­ hakkukuna çalışmış, sonunda hâdiselerin şevki ve zoru ile siyâsî bir ittifak yapmış olan bu iki şahsın birleşmeleri hakkında, şüphesiz çoğu son­ radan uydurulmuş, şehvet ve zevk-safa tas­ virlerini ihtiva eden edebe mugayir açık saçık ifâdelerden mürekkep tafsilât vermektedir. Di­ ğer bir rivâyete göre Musaylima Sacâh \ ev­ lenmelerinden bir müddet sonra, ter ketmiş ve o kendi kabilesi Tağliblere, kardeşlerinin yanma dönmüştür. Bir üçüncü rivâyette ise, evlenme­ den bahsedilmez; buna göre, Musaylima evvelâ Sacâh ’ı müstümanlara karşı birlikte hareket etriıeğe iknâa çalışmış, bunda muvaffak olama­ yınca, Muhammed’in Handak muharebesinde Gatalânlılar ile yapmak istediği anlaşmaya ben zer bir anlaşma yaparak, Sacâlı kuvvetlerinden yâni Tamimlerden gelecek tehlikeyi uzaklaştırnılşfır. Bu son rivâyette Musaylima ’nin, ra­ kibini kandırıp, onunla ittifak akdederek, müsIümanlara taarruz etmeğe çalıştığı; S a c â h ’ m bunu reddetmesi üzerine, mıntıkasından çekilip-gitmesi şartı ile, Yamâma V n yıllık mahsû­ lünün yârısını vermeği teklif ettiği, Sacâh'm , ancak gelecek yıl mahsûlünün yarısını da verir­



se, bunu kabûl edeceğini söylediği nakledilmek­ tedir ki, neticede Musaylima gelecek yıl mahsû­ lünün yarısını vermeği de kabûl etm iş; Sacâh, o yıla âit hissesini alıp, gelecek yıla âit hisseyi getirmek üzere, adamlarından bir kaç.kişiyi ora­ da bırakıp, şimale, kendi yurduna çekilmiştir. Mu­ saylima kısa bir müddet sonra Hâlid b. V ali d kumandasındaki İslâm ordusu tarafından oğlıı Şurahbii ve adamlarının çoğu ile birlikte öldü­ rüldüğünden, ertesi yıla âit mahsûlün gönderil­ mesi hiç bir zaman mümkün olmamıştır. Aslında bir kâıine olan ve sonradan peygam­ berlik idd’a eden Sacâh vahy dediği secili, ka­ fiyeli ifâdelerini bir minberin üzerinden tarafdarlanna bildirirmiş. Kendisinin Şabş b. Rab'i adında bir müezzini ve bîr de hâcibi varmış. O dinî hiç bir kaide vaz’etmemiştir. Musaylima ile olan münâsebetleri ve onun ölümünden son­ ra K ü fe ’de veya Basra'da geçirdiği münzevî hayâtı hakkında hiç bir malûmata sâhîp deği­ liz. Yam âm a’den ayrılışından sonraya ait bil­ gilere göre o, Mu'âviya zamanında ailesi ile birlikte Tam: mlerîn bir merkezi hâline gelmiş olan B asra'ya yerleştirilmiş ve İslâm dinine gi­ rerek, hayâtının sonuna kadar burada yaşamış, Ölümünde cenâze namazım o sırada halifenin Basra valisi bulunan Samra b. Cundub b. Hilâl al-Fazâri kıldırın ıştır. B i b l i y o g r a f y a : T abari, Tarık ( K a­ hire, ı< 339), 11,499 v.d. 50 4 v.d.; Balâzurİ.Futüh ( Kahire, 1933 ), s. 97 v.d-, 108 v.d.; Abu ’t-Farac, Ağ anî (K ah ire, 1323), XVIII, 165; Mas'üdi, al-Tanbîh va'l-işrâf (Irak, 1357), s. 247; İbn al-Aşir,c/-Aom i 7 (Kahire, 1349}, II, 239 — 241; İbnHacar, Işâba (Kahire, 1939), IV, 331, nr. 6 10 ; İbn idaldün, Kitâb al-'ibar Takmila ( Kahire, 1284), H, n v.d.; J. Welhausen, Skizzen and Vorarbeiten ( Berlin, 1899 ), IV, 1 15 ; VII, n o , 326; VIII, 328 v.d .; Caetani, İslam tarihi ( trc, Hüseyin Câhid Y al­ çın ), IX, 28 v.d .; X, 46.' ( N e ş ’ e t Ç a ğ a t a y .)



S E C Â V E N D Î. a l - S A C Â V A N D Î A b u ’ l -' F a İ L ( bazılarına göre, A b Ü ‘A b d A l LÂ h veya A







C



a'f a r



), M u h a m m e d



b,



T ayfu r



a l -G a z -



NAVÎ, kıraat âlimi olup, takriben 560 ( 1 1 6 4 / 116 5 ) yılında ölmüştür. Aynı zamanda tefsir ve



nahiv ile de meşgûl olmuş, fakat bilhassa kı­ raate dâir çalışmaları ile tanınmıştır. Ç o k geç­ meden, Kur’an ’m kırâaiinde farklı vakf ’ların tesbitine başlanmış idi [ayrıca bk. mad. KIRÂAT]. al Sacâvandi Kitâb al-izâh f i ’l-valçf va 'l-ib tidet adlı eserinde bu mes’oleleyi ele alarak, onun usûlunü tevsian te’sls etti Kabûlü müm­ kün olan vakıfları 5 kısma ayırdı ve bunları birer k ısa ltm a ile göstermek ı’ ç’n de her birine bir harf tâyin e tti: 1. valçf lâzim (m ), 2-



&ECÂVENDÎ -



SE CCÂ D fi.



vakf mutfak (t), %. vakf cetiz ( e ) 4. vakf SECCÂDE. S A C C A D A { A., cem. saçöcid, mucavvaz livachtn (z), 5. vak/murahhas za- sacâcid ve savâcid), üzerinde namaz kılınan r ü r a t a n ( ş v e y a i ) . Onun usûlü, bîr az ge­ k ü ç ü k h a l ı . Kur'an ’da ve al-Kutub al-siita liştirilmiş olarak, çok sürmeden, umûm tâ* rafından kabul edildi, Kur’an ’m al-Sacâvandi ’den ; sonraki şark nüshalarında ( Magrıb nüs­ haları h âriç), onuiı usûlüne uyan veya hiç değilse, ona bağlı olan işaretler kullanılmak­ tadır. [Y en i türk edebiyatında, garp te’siri ile, im­ lâya noktalama işaretlerinin kabûlü istenildiği zaman, bunun lüzumunu- izâh edenler secâvend denilen kıraat işaretlerinin ehemmiyetini münâ­ kaşalarında bir delîl olarak kullanmışlardır (bk. Muallim Naci, lsiilâkât-ı edebîye, İstanbul, 1307, s; 27s )]• B i b l i y o g r a f y a : Kâtib Çelebi, Kaşf , al-zunün (nşr. Flügel), III, 326, IV, 284, V, 170 , Vll, 858; Cama! al-Dİn 'A li b, Yusuf al-Çifti, Inbâh al-ruvât (nşr. M. A bu’ l-Fazl İbrahim), Kahire, »369, 1374, III, 15 3 ve nâşirin göster­ diği yerler; al-Suyüti, Tabakât al-mufassirin (nşr. A. Meursinge), Leiden, 1839, nr. 9 8 ; ayn. mli., al-llkân fi 'ulûm al-Kar'ân (Kahire, 1287), I, 10 5 v .d .; S. de Sacy, Notice d ’ an



traite des pauses dans la lecture de l'Alcoran { N. E., IX, m — 1 1 6 ) ; Hayr al-Din alZarkali, al-A’lâm (Kahire, 13 7 5 ) , VII, 4 8 ; Th. Nöldeke- Schwally, Geschickte des Qorans; Brockelmann, G A L , 1, 4 0 8 ; Suppl, -I, 724. _



( R . P a r e t .) S Irä c aL­ D In AbÜ T â h İ r M uham med b. Muhammed b. ‘A b d AL-RAŞÎD, h a n e f î mezhebi f a k î h 1 e­ r i n d e n olup, aş.-yk. 1200 (m.) yılm a doğru hayatta İdî. al-Farä'ii al-sirâciya veya kısa olarak, ol-Sirâciya adı ile tanınan ve verâset mevzuunu işleyen Kitâb al-farâ'iz’t meşhûrdur. al-Sirâciya çok yayılm ış ve bu mevzuda en belii-başlt eser kabûl edilm iştir. Müellifi tarafından da bir şerhi yapılm ış olan al-Sirâciya son zam anlara kadar bir çok büyük âlim tarafın dan ele alınmış ve şerhedilm îştir kî, bun­ ların bir kısmı da türkçe ve farscadır.



SECÂVENDÎ. al -SACAVANDÎ,



B i b l i y o g r a f y a ; Kâtib Çelebi, Kaşf al-zunün ( nşr, F lü ge!), I, 248, II, 207 v.d,, 362, IH, 325, 376, 384, 482, IV, 399—406; G. Flügel, tbn Kutfübuğâ's tabakât der Hanefiten { Abhandlungen der D M G, II, nr. 3 ), nr. 166; R Basset, Les manuscrits arabes de la Zaoııyah d'El Hamel, nr, 31 {Giornale della Şocietâ Asiatica Italiana, X, 58—64); G. Flü­ gel, Die Classen der hanefitischen Recktsge-



lehrten ( Abhandlungen der phiL-hist. Classe der kgl. Sachs. Gesellschaft der Wissenschaf­ ten. 18 8 ') , III, 3 18 ; Brockelmann, G A L , I, 378.



(R . P a re t.)



denilen hadîs dergilerinde bu kelimeye tesadüf edilmez, Buna karşılık, seccade aşağıda zikre­ dilecek olan bir takım hadîslerden anlaşılacağı gibi, daha çok erken zamanlarda tanınmış ol­ malıdır. Hadîslerde çok defa Peygamberin sahabelerinin şiddetli sağnaklardan sonra Me­ dine câmünde toprak üzerinde namaz kıldık­ ları, burun ve başlarının çamura dokunduğu anlatılır (bk. msl. al-Buhâri, Agân, bâb 135, 1 5 1 ; Müslim, Şiyâm, hadîs 214 v. dd., v.b.). Bundan anlaşıldığına göre, seccadenin kullanıl­ ması, Peygamber zamanına kadar eski değildir. Peygamberden rivâyet edilen bir takım hadîsle­ re göre, kendisi için dünyânın mascid va (ahür olması onun diğer peygamberlere nazaran imtiyazları arasındadır ( bk. msl. al-Buhâri. Tayammum, bâb t ; Şalât, bâb 56 v.d.'. alTirmizi ( Şalât, bâb 13 0 ) ayrıca bâzı fakîhlerin çıplak toprak üzerinde namaz kılmağı ter­ cih ettiklerini de söyler ki, bugünkü Mısır ’da ve F a s ’ ta basit insanların seccade kullanma­ ması âdeti buna uygundur,. Mevsuk sayılan hadîslerin birinde aşağıdaki rivâyet vard ır: Peygamber namazda, secde ederken, kızgın toprağa karşı, kollarını elbise kolları ile, dizlerini eteği iie, alnını 'imâma veya kalansua ile korurdu (al-B uhâri, Şalât, bâb 2 2 ,2 3 ; Müslim, Masâcid, hadîs 1 9 1; Ahmed b, Hanbal, Musnad, I, 320). Müslim ’de zikr­ edilen buhusûs için al-Navavi, imâm a l-Şâfi'i ’ye göre, giyilen elbise üzerine seçde etmenin yasak olduğuna işaret eder. — al-Buhâri de (Şalât, bâb 22) Peygamberin yatak ( firâş) üzerinde namaz kıldığını bildirir. . Bundan başka badis hasır üzerinde namaz kılmadan bahseder: msl. al-Tirmizi, Şalât, bâb 1 3 1 ’de bir bisât zikredilir; tbn Maca, lkâmat al-şalavât, bâb 6 3; Ahmed b. Hanbal, I, 232* 273; III, 160, 171, 184, 2 12 ; sonuncu yerde bu bisât'ta hurma yapraklarından carid al-nahl yapılmış olduğuna işaret edilir. al-Tirmizi bir çok ulemânın tun/usa veya bisât üzerinde na­ maz kılmağa cevâz verdikletini ilâve eder.. . Üzerinde namaz kılman ve hurma yaprak­ larından yapılmış benzer diğer örtüye haşır adı verilir (bk. msl. Buhâri, Şalât, bâb 20; Alımed b. I^anbal, 11!, 53, 39, >3° v.d.. 145, 149. 164, 179, 184 v.d., 190, 226, 2.91 ). Bu ha­ dîs Müslim (Masâcid, hadîs 226 ’da ) ’de de vardır. al-Navavi bu busûs için fakîhlerin umu­ miyetle topraktan biten her şey üzerinde na­ maz kılınması câizdır dediklerine işâret eder. Bununla beraber Abü Dâ’üd, Şalât, bâb 91 ’den 111. (IX.) asrın sonunda boyanmış hayvan



$0$



ŞECCÂDEv.



2, î r a n s e c c a d e s i.



ı Türk seccadesi, t e b ’ âd» 1 ,72X 1.27 m , A n a d o lu



( e b ’âdı 1 ,5 8 X 1 . 1 0



X V I , a s ır )



4



3.



^ran* X V I ' a**f >



v



Hind seccadesi,



le b ’âdı !,5 6 X I ,0 6 m , H in distan , X V II, a s ır ) i Bu şekiller



seccadelerin



başlıca h usû sîyeilerln i



H eilung von Meisterwerken Muhammedaniscker



gösterm ek



üzere



F



Sarre ve



F. R.



Kunst in München 1910 iM ünih, 1 9 1 2 t 'dan



M artin, D ie A us­ iktibas edilmişti«').



SEC CAD E. postlarının (fa r v a m aşbuğa) da seccade yeri­ ne kullanıldığı açıkça anlaşılmaktadır. Bunun yanında çok defa Peygamberin bîr humra üzerinde namaz kıldığı tekrarlanır (alBuhSri,, Şalât, bâb 2 i ; Müslim, Masâcid, ha­ dîs 270; j al-Tirmîzi, Şalât, bâb 1.29 ; Ahmed b. Han bal, 1,4 6 9 , 308 v.d., 320, 358 ; II, 91 v.d., 98'; al-Nasâ’ i, Masâcid, bâb 4 3 ; İbn Sa'd, Î/Ü, 160). humra ile h aşir arasındaki fark bunların yapıldığı malzemeden değil, büyük­ lüklerinden ileri gelmiş gibi görünüyor. ;Muhammed b. ‘Abd Allah al-‘ A îavi ’nin İbn Mâca, tlfâmat bâb 63 üzerine haşiyesine göre, humra ancak şecde etmeğe yetecek ölçüde, buna kar­ şılık hitsîr bir insan boyunda olsa gerektir. Bütün, hadîs kitaplarının tamamlanmasından bir asır sonra saccâda kelimesi tanınmıştır, alCavhari, Şahâh, şeccâdeyi humra ile aynı mâ­ nada görür. Dozy Supplem ent'm da Bin bir gece'den ve İbn B a r u t a ’dan parçalar nakleder. İbn Battuta (Paris tab., I, 73, krş. 72 ) Kahire ’de bir eâviya’ nin dervişlerinin âdetleri arasın­ da şunu zikreder : bunlar toplu olarak, cuma namazına gittikleri zaman, camide kayyum da­ ha Önceden her birinin seccadesini sermekte idi. Aynı seyyah M illi ile ilgili buna benzer bir haberinde, orada her kesin önceden, bir adam ile, saccâda ’sini câmie gönderip,, kendi yerine serdirdiğini kaydeder v e :bunun hurma cinsinden bir ağacın yapraklarından yapılmış, olduğunu ilâve eder ( IV, 422 ). ' Bugünkü Mekke ’de büyük camide her kes umumiyetle ancak secde etmeğe ( sucîid) yete­ cek kadar küçük bir halı olan seccade üzerin­ de namaz kılar. Namazdan sonra' seccade kat­ lanarak, omuza alınıp, götürülür. Halk arasında namazdan sonra seccadenin katlanmadan serili kalmasının münâsip olmayacağı, zira bu hâlde İblis ’in, fırsattan istifâde ederek, aynı seccade üzerinde namaz kılabileceği düşünülür. Yüksek tabaka mensuplarının çoğu seccadelerini kay­ yum tarafından câmide mohâfaza ettirirler. Halı yerine bir havlu da olabilir ; msl. abdestten (vuzu } sonra kurulanmada kullanılan hav­ lu gibi. Seccade olarak yapılan halılarda hat­ lar mütenazır olmayıp, kıbleye [ b. bk,] doğru çevrilen dar bir uç hâlinde devam eder. F a s ’ta halk seccade kullanmaz. Orta sınıf bellemeye benzer küçük bir keçe seccade kul­ lanır. Btına labda ( „keçe" ) denilir. Bu ancak üstünde seode edilebilecek ölçüde olup, bilhassa fakîhler tarafından kullanılır ve böylece bir de­ receye kadar onların alâmeti sayılır. Fakîhler bunu her zaman kollarının altında, gösterişli bir şekilde, taşırlar ve tercihan hıristîyanları ziyâret ettikleri zaman üzerine otururlar. Hattâ ileri gelen bâzı faslı fakîhlerin, C ezayir’de seyahat



ederken, bundan başka bir şey üzerine oturmak­ tan kaçınmaları oranın halkını .çok kızdırır.— Cezâyİr ’de tarikatların ve çeşitli Murâbıtların şeyhlerinin umumiyetle bir koyun veya ceylan postunu seccade olarak kullanmaları istisna edilir ise, nadiren seccade- kutlanılır. Haik bu seccâdeiere sihirli kuvvetler atfeder; bir çok ef­ sânelere göre, Murâbıtlar seccadeleri üzerinde Mekke ’ye giderler veya dalgalar üzerinde ge­ zerler.— Bâzan bacılar M ekke’den (hiç değilse, bugün çoğu Avrupa ’da yapılmış o lan ) secca­ deler alıp, getirmektedirler. Bununla beraber bunlara husûsî bir ehemmiyet verilmediği anla­ şılıyor. Lane ’e göre ( XIX. asır }, seccadeler Anadolu ’dan Mısır ’a ithâl edilirdi ve yalnız zengin halk tarafından hem namaz kılmakta, hem de belleme olarak kullanılmakta idi. Bunlar büyük bir ¿bearth-rug“ ( „ocak önüne serilen yaygı" } kadardır. Bunlar üzerinde bir mihrap şekli işlenmiş olup, bunun uç tarafı, namaz kılar­ ken, kıbleye gelecek şekilde serilir. Halk taba­ kası, çok defa yaygısız yerde namaz kılar; son­ ra alın ve borundaki tozları da pek seyrek ola­ rak yıkar { krş. sucSaf’dan hasıl olan izler hakkındaki hadîs ). Üzerinde bir hırkası veya buna benzer fazla bir giyimi olan bunu yere serer. I n d o n e z y a ’da âdet olan usûlü Soouck Hurgronje bize anlatmaktadır. Bir çok uzun ha­ sır ve halılar, namazdan önce, enine câm'ye se­ ' rilir, Namazdan sonra, bunlar tomar halinde yu­ varlanarak, bir kenara konur (De İslam in Nederlandsch-lndie, Baarn, 1 9 1 3 ,5 . 1 0 ; Verspreide Gesçhri/ten, V, 366 ). Maamâfih burada da câmie geiirken, seccade getirmek âdettir. Kram ers’in bana anlattığına göre, Ayasofya ’da zem’ni örten halı, seccade şeklinde bölüm­ lere ayrılmış, idi fakat namaz kılarken cemâat bunlara göre sıratanmazdı. İstanbul Topkapt sarayı Hırka-i saadet dâire­ sinde halîfe Abü Bakr 'e âit olduğu kabûl edi­ len bir seccade vardır. ( d'Ohssou, Tabteau de l'Empire Othomah, Paris, 1787-1820, 1, 267). Bar­ bier de Meynard, Dict. turc-français'de secca­ denin geçtiği bir çok ata sözleri bulunmaktadır. Dinî cemâat teşkilatlarında ve tarikatlarda seccadenin husûsî bîr ehemmiyeti vardır. Tari­ katlarda, hiç değilse, M ısır’da, bir tarikatın başı mânasına gelen şayh âl-saccâda tâbirinde bu kelime tarikat ile aynı mânaya gelmiştir. Dinî cemâat teşkilatı tâbirlerinde seccade feîsât ( yk. bk.) ve diğer dillerden alinmiş tâbirler ile değişmektedir. Dinî efsânelere göre, CabrS’Il  d âm ’e cennet koyunu postundan bir seccade getirmiş, şadd merasiminde Adam bunun üze­ rinde diz çökmüş idî. Bu saccâdal al-hilâfa da­ ha sonraki nesillerin hepsinde aynı merâsimde kullanılmıştır; bu münâsebetle bilhassa Peygam­



SECCADE,



ber, A b 5 Bakr, 'Omar, 'Oşmfin ve 'A li zikredilir. ‘A l i 'den sonra, bu, günümüze kadar tarikat şeyh­ lerine geçmiştir. Şedd merasimi esnasında da şeyh bu seccade üzerinde yer alır ve bişât al(arik(a.) tâbiri seccadeyi aynı zamanda bütün tarikatİn tahtı olarak vasıflandırır. Şedd mera­ siminin başlamasından once, seccade bu İşle görevlendirilmiş olan nalfib tarafından yere se­ rilir, şeyh merasimle üzerine oturur. Buna karşı­ lık kendisi için merasim yapılan namzet bisâf al-carr¡ üzerinde ayakta durur. Bir sürü sihirli mânalar saccâda veya bişât ’a bağlanmaktadır. Bu eşyaya canlı bir mahlûk gibi baş ve ayaklar v.s. izâfe ed ilir; bu kelimenin dört harfi dürt unsur ile münâsebetlidir. Bazı­ ları selâmet yolu seccâdesinden bahsederler; imamın seccadesi tâbirinden tavhid anlaşılmak­ tadır. Bir çok kimselere âit seccâdelerin hangi maddeden yapıldığı ve bunların rengi hakkında tefsirler bulunmaktadır. K rş. Der İslam, 1916, IV, 170. B î b l i y o g r a f y a : Madde içerisinde gösterilenlerden başka bk. Lane, Manners and Customs of the Modern Egyptians, bk. fih­ rist ; j . P. Brown, The Dervishes ( London, 1868), s. 196 ; H, Thorning, Beitr. zur KenntriJs des islam. Vereinswesens ( Türk. Bibi., Berlin, 19 13, X V I), Reg.: P. Kahle, Zur Or­ ganisation der Derwischorden in Egypten ( Der [slam, 1916, VI, 149 v.dd.); F. Taeschner, Aufnahme in eine Zunft (ayn. esr., s. 169 ). { A. j . W EKS1NCK.) Başından sonuna kadar sıkı-sıkıya türklere bağlı olarak gelişip, şarkî Türkistan ’dan Ana­ dolu ’ya kadar yayılan halı san’atı, seccadeleri de içine almaktadır. Fakat zamanımıza kadar gelmiş en eski seccâdeler XV. asırdan daha ön­ cesine gitmez. Dünyânın en eski 3 seccadesi hâ­ len Istanbul türk ve İslâm eserleri müzesinde saklanmakta olup, Konya Alâeddin camiinden getirilmiştir. Bunlardan birinci seccadenin ( bk. şekil 1 ) zemini beyaz olup, 5 mihrap bölü­ müne ayrılmıştır. Mihrap şekilleri koyu mâvi, bir tânesi yeşildir. Murabba biç’ mli mihrabın ortasına ve köşelere birer kandil asılmıştır. Kenarlar yan-yana sıralanmış mâvi ve sarı yu­ varlak şekillerden meydana getirilmiştir. Bu­ rada kırmızı, mor ve koyu kahve renkleri de kullanılmıştır İkinci seccadenin ( şekil z ) ze­ mini koyu mâvi olup, altta ve üstte sekizerden lö mihrap şekli vardır. Mihraplar kırmızı, sarı ve mor renklidir. Bâzı mihrap şekillerinin ortasına bir yıldız yerleştirilmiştir. Kenarlar kûfî yazı İle süslenmiştir. Üçüncü seccadenin (şekil 3 ) zemini mor renklidir. Yukarıdan aşağı Uç sıra sarı marpuç ( şerit ) ve bunlar arasında iki sıra mâvi renkte çifte mihrap şekilleri gösUlîm Aoiikfopedííi



305



teren birbiri üzerine üç şekilden ibaret dolgu­ lar uzanmaktadır. Kenarları kûfî yazı ile süs­ lüdür. XV. asırdan kalan bu iiç seccadenin her birinin ayrı bir tertip ve terkipte yapıl­ dığı düşünülürse, selçuklu halılarında olduğu gibi, seccâdelerde de yaratma kuvvetinin devâmı açıkça belli olmaktadır ( krş. K. Erdmann, Der orientalische Knüpfteppich, Tübingen, *955 O. Aslanapa, Türk san’att, İstanbul, 1961). XV. asrın diğer seccâde çeşitlerini İtalyan Renaissance ressamlarının tablolarında gö­ rülen seccâdelerde buluruz. Bunların en tanın­ mış olanları Gentile Bellini ’uin London Nat, Gali, ’de bulunan 1469 tarihti Meryem ve ço­ cuk tsa tablosu ile V. Csrpaccio 'nun Venedik akademisinde bulunan Ursula ’nın Vedâı tablo­ sudur. Giovanni B ellini’nin Münih’te bulunan 1507 tarihli Venedik doçu Loredan tablosunda, masanın ayakları altında, böyle bir seccâde se­ rilidir. Berlin müzesinde bun'ara benzeyen 3 hakîkî seccâde (şekil 4 ) yer almaktadır. Bu tablolardan bu çeşit seccâdelerin daha XV. asrın sonunda İtalya ’da tanınmış olduğu anla­ şılmaktadır. Nitekim son araştırmalara göre, bu çeşit seccâdeler açıkça XV . asrın sonlarına doğru başlamakta ve XVI. asrın sonarına ka­ dar uzanarak, oldukça zengin değişmeler gös­ termektedir ( J . Zick, Eine Gruppe von Ge•



betsteppichen und ihre Datierang, Berliner Museen, H eft ı, 1961, s. 6— 14 ). Berlin müzesindeki seccadelerden biri ( şekil 5 ) Osmanlı saray haltları adı İle tanınan züm­ reye girmektedir. XVI. asrın ortasından itibaren ortaya çıkan Osmanlı saray seccadeleri saray için yapılmış lüks seccâdelerdir. Bunlar hediye olarak A vru pa’ya da gönderilmiştir. Osmanlı saray halıları ve seccâdeleri 15 17 ’de, M ısır’ın fethinden sonra, Memlûk halıları ile, teknik, mal­ zeme ve renk bakımından imtizaç etmiştir. Bu zengin çiçek ve nebat süsleri için yarım dü­ ğüm ( tran düğümü ), uçları birbirine yakın ol­ duğundan, daha elverişli idi. Bu çeşit seccâ­ delerde mihrabın içi, bâzan boş olarak, tek renkli kalıyor, bâzan zengin bir tezyinat ile dolduruluyordu (şekil 6). Osmanlı saray halı­ ları zümresinin en başarılı ve tatmin edici şe­ killeri bu saray seccâdeleridir. Bunların zengin çeşitleri XVII. asırda yep-yeni desen ve şekil­ lerin çıkmasında rol oynamış ve seccâdelerin parlak devri bunu tâkip etmiştir (şekil 7—8. K. Erdmann, Neuere Untersuchungen zur Frage



der Kairener Teppicke, Ars Orientalis, 1961, IV ). Daha XVI. asırda Uşak bölgesi seccâde­ leri ayrı bir zümre meydana getirmiştir. Bun­ lardan altta ve üstte çifte mihraplı ve bir yu­ varlak sütun köşe dolgularından meydana ge­ 20



306



SEC CÂ D E -



len mihrap şekli ile, ortasında yuvarlak bir süs bulunan seccadeler en yayılmış (eşitlerdir ( şe­ kil 9 ). Bu uşak seccadelerinden bîri ( şekil lo ) Çin bulutları ile iri hurma yaprağı biçiminde­ ki değişik terkipli bir mihrap şekü göster­ mektedir. X V iî. asırdan itibaren ortaya çıkan post biçimli seccadeler de ayrı bir zümre teşkil eder. Bunlar gerilmiş bir pars postunun mih­ rap biçiminde üslûplanmasından meydana gel­ miştir ( bk. renkli resim I ) XVII. asırdan son­ ra balı san'a tında seccadeler önde gelir. Bu sı­ rada seccadeler gittikçe çoğalmağa ve çeşitti bölgelere göre, değişik tertipler hâline gelmeğe başlamıştır. Konya ve Bergama bölgeleri seccadeleri Sel­ çuklu an'aoelerîni devam ettirir. Nitekim alt kenarda sekiz kenarlı girinti meydana getiren sivri uçlu müselles mihrap şekilleri bunlarda stk-sık görülür. Kûfî yazı dekorlu kenar süs­ leri de bunların başlıca hususiyetleridir { şekil ıı Bundan başka Gördes, Kuia, Lâdik, K ır­ şehir. Mucur. Milâs bölgeleri farklı çeşitler mey­ dana getirmiştir. Saray seccadeleri zümresiı den gebşen Gördes seccadeleri en yüksek vasıfta olanlardır. Mihrap şekilleri yüksek kemerli, ince kademelidir. Süs sütuneukiarı yerine marpuç ko­ nulan marpuçlu „gördesler“ de vardır. Bunlar­ dan biri gen'ş, ikisi dar olmak Ü2ere. üç kenar süsü bulunur. Saf seccade şeklinde olanları da vardtr. BSzan Kula ite karışarak melez tertipler­ de yapılmıştır (şekil 12, renkli resim 11). Kula seccadelerinde kenar süsleri ince bir çok şeritler hâlinde uzanır. Bâzan üslûplaştırılmış deve şekilleri de görülür. Ortada küçük ev ve ağaçların sıralandığı manzaralı Kuia denilen cinsleri vardır. Bunlarda sâf seccade yoktur. Lâdik seccadeleri vasıfça Gördes ve Kula ’dan sonra gelir. Mihrap b!r veya üç girintilidir. Mih­ rap şeklinin üstünde veya altında yatık mustatil sahalara, yan-yana sıralanmış U2un saplı üs* lûpiaştırılm.ış lâleler doldurulmuştur. Biri geniş, ik>si dar olmak üzere, Üç kenar süslüdür (şekil 13 — 14 ). Kırşehir seccadeleri çengelli mihrap şekilleri ile dikkati çeker. Kalan örnekler XVIII. asrın sonuna ve XIX. asra âit olup, şekil ve seccade plânı bozulmağa yüz tutmuştur. Dü­ ğümler kaba, renkler soluktur. İlk örnekleri XVII. asrın sonuna kadar uzanan Mucur secca­ deleri Lâdik ’in devamı ve kolu gibidir j Kırşe­ hir seccadeleri ile yakın bir benzerlik göste­ rir. Canlı, parlak renkleri ile göze çarpan Milâs seccadelerinde mihrap, üst kısmında bo­ ğumlu olup, bir baklava şrkli meydana getirir tşekii ıs ;. XVIII. asırda esâs zümreler yanında melez çeşitler gösteren Kırşehir seccadeleri Gördes



SE C D E .



ve Lâdik şemasına göre yapılmış gibidir. Mu­ cur seccâdeleri de Lâdik ile benzerlik gösterir. Mİlâs seccadelerinde Gördes şekilleri, Uşak ve Bergam a’dan gelen tesirler ile, karışmıştır. Da­ ha sonra XIX. asırda seccadeler arasındaki ben­ zerlikler artarak, bölge hususiyetleri kaybolmuş­ tur. Çabuk solan kimyevî renkler ve kaba dü­ ğümler seccadelerin aslî şekillerinin bozulma­ sına yol açmıştır. İ r a n ’ d a seccade çeşitleri çok azdır, eski­ den kalanları da pek mahduttur. En eski İran seccadesi 1436 tarihli bir minyatür üzerinde resmi görülen seccadedir (bk. Paris, Bib. N at, Suppl. Turc 190, türkçe M irâc-nöm a) XVI. ve XVII. asırlardan itibaren asılları kalan bu sec­ cadeler XVIII. asırda bozulmağa başlamıştır. İran halı san’atında seccadeler hiç bir zaman mühim bir yer almamıştır. Mihrap şekli çok değişmez, türlü çeşitleri yoktur. Tabiî ve gi­ rift kıvrık dallar, çiçekler, bulut şekilleri ve diğer şekiller bütün zemini kaplar. Kenarlarda çok defa tâlik veya nesih yazı ile âyetler ya­ zılıdır. K a f k a s seccâdeleri mihrap, şekil ve kenar süsleri bakımından hendesî bir husûsiye! gös­ terir. Bunlar, Dağıstan, Kazak ve Şirvan olarak, çeşitlere ayrılır. Anadolu 'nun te’siri kuvvetlidir. Dağıstan bölgesi seccâdeleri en mühimleridir. İşçilik ve vasıfça üstün olan Dağıstan seccade­ leri çok defa tarihlidir. Mihrap şekli kademeli olup, çok defa Bergama seccadelerine benzer. Karşılıklı çifte mihrap şeklinde olanları da var­ dır ( şekil 16). S e m e r k a u d eu önemli merkez olmak üze­ re,Türkistan, Buhara, Afganistan İle Belûcİstan halı ve seccade yapılan diğer yerlerdir. Bunların mihrap şekilleri oldukça basit, havları uzun, dü­ ğümleri sıktır, sıcak ve parlak renkleri iie, dik­ kati çeker. Her çeşit kırmızı, diğer renkler ile, tezat hâlinde kullanılmıştır ve bu renk hâkim renktir. Zamanımıza kadar gelmiş olanları XVIII. asrın sonu ile XIX. asra aittir. XVII, yüz yıldan başlayan Hind-Türk halı ve seccadelerinin merkezleri bilhassa A gra, Fethpur ve Lâhûr dur. Bu seccadelerde çiçeğe karşı İlgi çok kuvvetlidir. Mihrap kırmızı zemin üze­ rine çeşitli renkte yüzlerce küçük çiçek ile ta mâmen doldurulmuştur. Mihrap kemeri dilimli­ dir. ( O k t a y A s l a n a p a .) S E C D E . S A C D A •: A ,), namazda y e r e k a ­ p a n m a [ bk. mad. SUCÖD j. Bu kelime, mecâz olarak, tapma, ibâdet, kulluk gösterme mânasındadır. Sacda iki sûrenin (X X X II-v e XLI) adı olarak kullanılmıştır. Bu iki al-Sacda sû­ resini birbirinden ayırmak için, birincisine { XXXII ) „Lokman secdesi", diğerine ( X L t ) „Hâmîm secdesi" denilir. İkincisine h-m harfle-



SEC D E -



S E C İ’.



rt ile başladığı için al-sacda ûo denilmiştir. fakat bunun için ayrıca jâ şila [ b. bk.] tâbiri Bu iki sûrede fikirler ve hareket birbirine mü­ kullanılır— ve Kur'an üslûbunun bâriz husûsîşabihtir: Vahy edilen kitap takdim edilir ; imân : yetierinden birini teşkil eti ğinden, edebiyat na­ eden, zekât veren ve namâz kılan insanlar ; zariyeetleri bunu inceden-inceye tahlil etm’şövülür ; kâfirler tehdit edilir ve onlara tabiatte lerdir. Bunlara göre, şekil bakımından: seci’ Tanrının alâmetleri gösterilir. Nöldeke bu iki şu kısımlara ayrılır : A . m utarraf, fik r a ’ların sûreyi üçüncü Mekke devresine koyar. İkinci­ sonlarında bulunan kelimeler ( — soc‘, f â ş ila ) sinin Mekke eşrafından ‘ Utba b. R a b i'a ’ nın ayrı kalıplarda bulunur, yalnız son harfleri, İslâmiyet! kabul etmesine sebep olduğu riva­ kafiye gibi, birİbirine benzer; iki fik ra sonun­ yet edilir, XXXII. sûre al'M azâct („yataklar") da bulunan vakara ve afvârâ gibi; B. tarşi\ ve al- C uruî ( „kısır toprak" ) diye de adlan- iki f i k r a ’da bulunan kelimelerin hepsi, vez-n dmlmıştır. XLI. sûrenin en çok kullanılan adı veya kafiye bakımından, birbirlerine uyar : innn 'l-abrâr la -fi na'im va irtna 'l-fuccâr laFuşştlai ’tir. „Ancak âyetlerimiz kendilerine ha fırlatıldıkta secde ederek, yere kapananlar ve f i cahim ( K u r’an, LXXXH, 1 3 ) 'gibi; C. rnurabblarının hamdı ile teşbih edip, tâat ve tavâzi. iki fik ra ’da son kelimeler, vezin ve ibâdetten böbürlenmeyenler âyetlerimize imân kafiye bakımından, birbirler'ne uygun olmakla ederler. Yanlarını yataklarından ayırıp, korku beraber, fik ra "yı teşkil eden diğer kelimeler ve ümit ile, rabblarına duâ eder ve kendilerine birbirlerine tekabül eder, fakat vez’n ve ka­ rızk ettiğimiz şeyden infak ederler" (XXXII, fiye bakımından birbirlerine uymaz. Bunda tür­ 15— 16 ), Dinî metinler okunması ve gece dua­ lü hâllere tesadüf olunur, o. surur m arfn'a va ları daha bu sûrelerin nâzi! olduğu devirde akvab mavzü’a (K ur'an, LXXXVIH , 14 ) misâ­ linde olduğu gibi, seei’den evvelki kelimeler zâhidler arasında âdet idi. Bi bl i yograf ya: Kur'an ve tefsirleri; vezin ve kafiye bakımından birbirinden ayrı­ Th. Nöldeke- Schwally. Geschichte des Qorâns d ır; b. al-mursatâfi 't ır fan va ’l-â ş ifâ t ’ 'a ş f, Sürat lir (bk. al-Tahânavi, K aşşa f iştitâhât al-funûn, al-Kam ar ( L İV ) v.b. gibi birtakım sûreler başI, 673, 667 v.d.). Buna benzeyen taştır bir be- tan-başa seci’li olduğu gibi, içinde seci’ bulun­ ylti dört kısma bölüp, ilk mısrâdaki iki kısmı mayan hiç bir sûre yoktur. Esâsen edebiyat na­ kendi aralarında, ikinci mısrâdakileri de kendi zariyecilere de misâllerinin çoğunu Kur'an ’dan aralarında kafiyelendirmektir ( bk. al-Tahâna- almışlardır. Bununla beraber, seci’ tâbirinin Kur vi, ayn esr., 1. 744). Sac', bundan başka kısa 'an ın âyetleri hakkında kullanılmasının câiz (k a ş ır ) ve uzun ( ( a v il) olmak üzere, iki kısma olup-o-madığı münâkaşa edilmiştir. Bilhassa bir ayrılmaktadır. Kısa seci’ her bölümü ( fifera kısım kelâm âlimleri —bunların başında bütün umumiyetle kabûl edildiğine göre, 2— 10 keli­ Eş'arîlerile Mâtüridîler vardır—-Kurian için sac meden, uzun seci’ ise. her bölümü 1 1 — 22 keli­ değil, fö şila tâbirini kullanırlar On>ara göre. meden meydana gelen secİ’ dir Bölümler izmj (ölm. 3 9 3 = 10 0 2 ; ’dir. IV. (X .) asırdan itibaren see’in arapçada bütün edebiyat sahalarına yayıldığı görülür ( bk. Zaki Mubârak. La prose arabe au IV * siècle de l'Hégire ( X e siècle’], Paris. »93 1 )• îbn Nubâta » ölm. 374=984 ) ’de'hutbeîer, yâni dinî nutuklar sâha>»ctda en başarılı Örneklerini veren sect'li nesir, bs-V ‘ Airayd ( ölm. ş a x =



SECİ’.



933 ) ile başlayan ve B ad i' al-Zamân al-Hamdani ( ölm. 398 = 1007) ile devam ettirilip, alH ariri ' ölm 5 1 6 = 1 1 3 2 ) ile erİşilemeyen bir dereceye yükseltilmiş Makama f b bk.] edebi­ yatının esâsım teşkil eder. Seci’li nesrin fevkal­ âde başarılı mahsûlleri arasında Aba ’ I - 'A İ S ’ ai-M aarri ( ölm. 449 = 1057 ) ’nin, başta Risölat al-gufran ’i olmak üzere, mensûr eserleri zikrolunahîlır. al-'Utbı { ölm. aş.-yk. 4 37= 10 36 ) 'ntn Târih al-Yam ini "si ve ‘İmâd al-Din al-Kâtib at-tşfahani ( Ölm 5 9 7 = 13 0 1) 'nin eserleri ile se­ ci’li nesir tarih sahasına da sokuldu. Fakat bu tarz, arap edebiyat nazariyecilerinin İhtarlarına rağmen, ekseriyâ mânayı tamâmiyle ihmâl eden bir takım ahenkli sözler yığını hâlini almakta gecikmedi. Fakat seci’li yazmak, bununla be­ raber, son devirlere kadar, nâsir ve şâirler için, büyük bir meziyet olarak telakki edilmekte devam etti. Arapça yazan büyük seci’ üstâdlarının bir kısmını yetiştirmiş olan İran sahasında yeni farsça ile yeni İran edebiyatı doğarken, arap edebiyatında itibârı gittikçe artan sec’ in bu edebiyata te’sir etmemesi imkânsız idi. Fa­ kat bizzat farsça attık bir edebî san’at telakki edilen bu şekle o kadar uygun değil idi ve dile girmiş olan arapça kelimeler henüz bunu müm­ kün kılacak mıkdara ulaşmamış idi. Bundan do­ layı ilk farsça mensûr eserlerde ancak bâzan tesâdüfî seciler bulmak kabildir. Fakat bu dile yeter mıkdarda arapça kelime girince, seci* de kullanılmağa başlandı. Farsçada sec'i ilk ola­ rak ve şüphesiz en mükemmel şekilleri ile kul­ lanan büyük sûfî ‘Abd Allah al-Anşârî si i ölm. 104 4 = 16 34 /1635 ) 'nin mensûr Hamsa ’si. bu­ günkü okuyucu için, okunma/ ve ele alınamaz



SECİ’ -



bir eserdir. Bununla beraber, türk edebiyatında kiiltür yönü değiştikten sonra bile, seci’ cazi­ besin: kaybetmemiştir. Yeni türk edebiyatının kurucularından olan Nâmık Kemâl [b. bk.J’in ya­ zılarında sec'e rastlandığı gibi, Yakub Kadri Karaosmanoğlu da Erenlerin bağından adlı ese­ rinde ( 19 2 2 ’de basılmıştır ) de seci’li bir nesir kullanmıştır. Fakat türkçecilik cereyanının kuv­ vetlenmesi İle, türkçedeki arapça kelimeler ile birlikte, seci’ — daha doğrusu arapça kelimelere dayanan zorlama seci’ — de türk edebiyatından çıkmış bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilen­ lerden başka bk. al-Câhiz, al-Bayân va ’l-taby in (nşr. Haşan al-Sandübi ), Kahire, 1345 1926, I, bilhassa s. 192 v dd., 198 v.dd.; Abü Hilâl al-'Askari. Kitâb al- şinaatayn al-kitâba va ’l- ş fr (İstanbul, 1320), s 199—203; ‘ Abd al-Kâhİr al-Curcânî, A srâr al-balâğa (nşr. H. Ritter ), İstanbul, 1954, s. îo, II v.dd.; Ziya1 al-Din İbn al-A şir, al-Maşal al-sâ’ir f i adab al-kötib va 'l-ş a ir ( nşr. M. M. ‘Abd al-Hamid Kahire, 1358/1939, î, 193—240; al-Taftâzani, al-Mutavval ( Istanbul, 1260), s. 412 v.dd.; ‘İzz al-Din al-Tanühi, Tahzib al-izâk. . . allazi altafahu,. . al-K azvinî ( Şam. 1367/1948), l, 277—399; at-Tahânavî, K aşşâf iştilâhât alfunnn, I, 670 v.d. —İ r a n e d e b i y a t ı için bk. Muhammed b . ‘Omar al-RSdüyâni, Kitâb al-tarcamân al-balâğa ( nşr. Ahmed A teş), İstanbul, 1949 ( Şarkiyat enstitüsü yayınların dan), metin, s. 136 v.d .; Malik al-Şu'arâ1 Bahar, Sabk-şinâsİ yâ târih-i tataw u r-i : naşr-i fâ risi (Tahran, 1319 ş.), II, III, bilbassa II, 2 31—244.—T ü r k ed e b i y a t ı için bk. Menemenli-zâde Tâhîr, Osmanlı edebi­ yatı (İstanbul, 13 14 ), s. 134 v .d d .; Süteyman Fehmi, Edebiyat (İstanbul, 132 5), s. 353 —360; Reşıd, Nazariyût-ı edebiye (İstan bul, 1328), s. 1 2 2 - 1 2 6 ; Muallim Nâcî, Is■ tilâhât-ı edebiye (İstanbul, 1307 ), s. 208. -( A



h m ed



A



t e ş .)



SEERD. ( Bk. stlRD.] SEFFÂ H . f Bk, e b O -l-a b b a S .J SEFÎD -KO H . [ Bk. sefîd-kÛU.] S EFÎD -K Û H . SEFİD-KÖH ( S a f î d - K u h ) (,.Ak- Dağ“ ', bfganistan ’ m şimalindeki belli-başlı dağ silsilesinin adı. 34° şimâl arzında ve 69° 30' şark tulündeki bir noktadan başlar, bu noktaya doğru Indus'ta A tak (takriben 33° 15' şimâl arzında ve 72° 10 ' şark lu lû n d e)’in civarında, d e n iz s e v iy e s in d e n 5 ,0 7 6 m . y ü k ­ sekliğinde bulunan Sskârârn z ir v e s i y ü k s e lir . Sefid-Köh, Kâbul ır m a ğ ı v a d is in i, Kurram vadisinden v e A frid i Tirâh v a d is in d e n ayırır ; dağ silsilesi cenûb-i garbiye doğru yönelen ve Pseytı DSg ve Toba adları ile tanınan bir



SEFİNE.



3 «‘



takım tepeler ile, takriben 3 1 0 15* şimâl arzı ve 67° şark tulüne kadar devam eder. Bu son silsile cenubî Efganistan ’m su bölümü çizgisi­ ni vücûda getirir ve bu memleket ile Hindis­ tan arasında tabiî hudud teşkil eder. Asıl SefidKöh ’un şimâl ve şark uçları üzerinde Peşâvar ve Calâlâbâd arasında Haybar [ b. bk.] geçidi ve 1841/1842 harbi esnasında Calâlâbâd ile Kâbul arasında İngiliz ve hintli kuvvetlerin 0 % çok sıkıntı çektikleri sarp boğazlar ^ bulan­ maktadır. Tarihin başlangıcından beri, Hindis­ ta n ’ı istilâ eden bir çok kuvvetler bu silsile­ nin boğazlarından geçtiler ve bunlardan bazı­ ları, kat’ettiklerİ silsilenin bâzı kısımlarına dâ­ ir kısa tasvirler kaleme almışlardır. Silsilenin şimâl uçlan çıplaktır; fakat üst yamaçlar çam, sedir ve diğer ağaçlar ile örtülüdür ve cenûp uçlarının çoğu çam ve yabanî zeytin ağaçları ile kaplıdır. Vadiler, tarlalar ve içinde bol mıkdarda meyve ağaçlan bulunan bahçeler manzûmesi hâlini arzeder. Nehir kıyıları çimen Ve yabanî çiçekler ile örtülü olup, söğüt ağaç­ ları ile çevrilmiştir. _ B i b l i y o g r a f y a : Şayh Abu 'l-Fail, A 'in -i Akbari ( nşr, ve tre. Biochmann ve Jarrett), Calcutta, 1877, s. 1873— *894 ; Impe­ rial Cazeteer o f India ( Oxford, 1908 ). ( T . W. H a ig .)



SEFÎD-RÛD. [ Bk. KI7.IL-ÖZEN ]



S E F İN E . a l - S A F Î N A ( a .), umumiyetle ,,g e­ m i“ için en çok kullanılan kelime olup, en ge­ niş mânada taşıt demek olan markab ’den da­ ha ziyâde htısûsileşmiş bir mânada kullanılır. A rapça muhtelif gemi nevileri için pek çok tâbir vardır, fakat bunlar ekseriya yabancı kelimelerdir ve bu hususta şunu da kaydet­ mek yerinde olur ki, her bangi bir cinsten bir gemiyi göstermek için, umumiyetle asıl mefhuma delâlet eden kelime yabancıdır ( krş. Kindermann, ayn. esr., s. 112 v.d.). Hattâ markab ( „gem i" ) kelimesinin aksine olarak en çok kullanılan safin a kelimesi de arapça de­ ğildir ( bk. ayn. esr., s, 108), fakat „gem i" için bu tâbirin kullanılması, diğer taraftan Fraenkel ( Die aram. Frem dw., s. 215 J'in te­ barüz ettirdiği gibi, karada seyahatlerin daba rağbette olduğunu isbât eder. Lisânı kullanılışı nokta-i nazarından gemi­ ciliğin araplar için aslında yabancı iarzedilmesi, benzerî bütün hâllerde olduğu üzere ; bk. msl. s ü k ), ancak safina kelimesinin kabûl edildiği oldukça eski devir için mûteber olabilir. Çok sürmeden bu kelimenin yabancılığı unutuldu. Binâenaleyh bu durumda buna bağlı olan „ge­ mi" mefhûmu uzun müddet araplara yabancı bir tasavvur olarak telakki edilemez. Çok münâkaşa edilen islâmiyetin başlangıcında,



3*2



SEFİNE.



aroplann den'ze ve gemiciliğe g e r ç e k t e n a 1 ı ş m t ş o ! o p-o 1 m a d ı ğ ı keyfiyeti baş­ kadır. ,,-Bu mes’eleyc henüz kat’î bir hâl tarzı bulunmamıştır ve ekseriyâ leh ve aleyhte de­ liller zikr etmekle iktifa edilmiştir. Her şey­ den önce K ur’an ’da bulunan deniz tasvirleri münâkaşalara sebep olmuştur. W. Barthold ( Z D M G, N F, 19*9, V lll, 37 — 45 ) bafeh olarak, Peygamberin deniz ve fırtınaları hak­ kında—ki bunlar Kur'an ’m en vâzıh tasvirlerini teşkil eder— bu kadar açık tasvirleri nereden ve nasıl elde etmiş olabileceğini araştırmakta­ dır ve bu mes’ele, „umumiyetle deniz tasvirinin arap şiirine, bilhassa islâmiyetten önceki şiire, yabancı olması dolayisı ile şâyâo-ı dikkattir. Siyer-i nebevide Peygamberin ber hangi bir deniz üzerinde, hattâ kıyılarında seyahatinden bahsedilmez" demektedir. Hattâ o vakitler mevcut oian Cidda, Şu'ayba ve Ğazza [ b. bk.] gibi limanlara gittiğinden de bahsedilmez. Nöldeke de tCureyşiilerin Habeşistan ile ticâ­ retlerinden bahsettiği yerde (İsi., 1914, V, 163, not 3 ), Peygamberin „belki bir defa biz­ zat oraya gittiği, çünkü K u r’an, X, «3, XXIX, 65, XXIV, 40 ’ın kendisinin deniz üzerinde seyâr.atin dehşetlerini bizzat tatmış gibi bir ifâdesi bulunduğu" faraziyesini Heri sürer, Fraenkel (ayn. esr., s. 211 ) K u r’an ’dan şu ne­ ticeyi çıkarır : „E ski araptann muhtemel ola­ rak memleketlerinin üç taraftan deniz ite çev­ rili olduğunu takdir etmeleri gerekirdi. Hİç ol­ mazsa kendini ticârete vermiş olan çevreler, Peygamberin mensup olduğu çevreler için, de­ nizde gidip-gelmeler çok mühim olmuştur“ ; aks> takdirde, ona göre, K u r’an ’ın biç olmazsa 40 âyetinde denizi insanlar için istifâde edile­ bilir bir hâle getiren Allahın lutfundan bahs­ edilemezdi. Fraenkel Habeşistan ’a muntazam deniz seferlerini düşünecek kadar ileri gider; bir çok rivayetler ( o zamanki Arabistan 'da habeş câriyelerin bulunması gibi ) arasında, hiç olmazsa ikisi, bu gemi seferlerine açıkça delâ­ let eder gibidir; bunların birine göre, Şu'ay­ b a ’de karaya oturmuş bir geminin taşıdığı ke­ reste K â b e ’ nin inşâsı için kullanılmıştır ( T a ­ bari, I, 1 1 3 5 ', diğerine göre ise, ilk Muhaci­ rim Habeşistan 'a giden iki ticâret gemisine binerek, oraya göçmüşlerdir ( Tabari, I, 1 18 2 ). Fakat karaya oturmuş geminin açıkça bir Bi­ zans gemisi olduğu husûsunda sarâhat mevcut­ tur ve ikinci bir yerde gemilerin arap gemileri olduğu bilhassa söylenmemiştir ( Lammens, La Mecque, i. 284 = 3 8 0 ’de yabancı gemileri dü­ şünmektedir ). Görünüşe göre, Arabistan ile karşı sâhii arasındaki bu irtibat habeşlerin elinde id i; Barthold (ayn. eser., s. 4 3) başka nmtâlealar ite aynı faraziyeye varmaktadır.



j Lammens (L a Mecque, s. 289 = 385 ) — bâzı tezatlar ile karşılaşmakla berâber — habeşlerin bir deniz hâkimiyetinden bile bahseder ve Mekke vekayi-nâmelerinde hiç bir yerde Aksum ülkesi ile alış-verişte her hangi bir arap gemi­ sinin zikrini bulamaz ( ayn. mil., L ’Arabie occidentale, s, 15 ), Diğer taraftan K ur'an ’da ve S ıra 'de gemiciliğe âit çok sayıdaki telmih­ lerin geniş vukûfu istilzam ettiğini kâbûl et­ mek mecburiyetinde kalır; fakat Peygamberin hiç bir hemşehrisi ve hiç bir Tihâma bedevisi denizci olarak zikredilmez ; araplar bu zanaatı Kızıl denizin yabancı sâkinlerine bırakmışlardı (ayn. mil., La Mecque, s. 283 = 379 ). Eski şiirde deniz yolculuğunun zikirleri meyânında ‘ Amr b. Kulşûm’un M u allaka ’sının 102. beyiti bilhassa dikkate değer. Burada Tağlibleri denizin sırtını gemiler ile doldurmakla över. Fraen k el’in görüşünü destekleyen Goldziher ( Z D M G, 1890, X LÎV , 165 v.d.) bu beyte mu­ hakkak çok fazla bir ehemmiyet verdiği hâlde, Nöldeke ( F u n f Mo'allaqat, I, 49 ) Tağliblerin „muhakkak deniz üzerinde gerçek bir gemicilik yapmaları hiç bir şekilde bahis mevzûu olama­ yacağına" göre, „Tağliblerİn bâzan F ır a t’ ı ka­ yıklar üzerinde geçmekte olduklarını" kabûl et­ meğe temayül eder. Şu hâlde o bahir kelime­ sinden Fırat ’ın muazzam su kütlesini anlamak­ tadır. İfâdenin gelişine göre, burada şüphesiz su üzerinde bu nevî faaliyetin başka kabileler ce bilinmemesi ve bunların bundan bir dereceye kadar korkmaları (aş. bk.) dolayisı ile daha çok te’s ir yapması icâp eden şâirin övünmesi ve mübalağası bahis mevzuudur ( jacob da böyle düşünmektedir, bk. Bedainenleben, s. 149 ). Bu münferit beyit bir tarafa bırakılacak olursa, Goldziher, ayn. esr., eski şiirde deniz ile deniz seferinin muhtelif anlarının, teşbih yolu ile, sıksık kullanıldığına işaret eder : hareket hâlinde bulunan kervan msl. çok defa yüzen gemilere benzetilmiştir. Fakat ekseri hâllerde hayli renk­ siz olan bu levhalar sahillerde meydana gelmiş ve sonraları tamamiyle kalıplaşmış bir şekilde başka yerlere geçmiş olabilir, şâirin ş a ıs î bir tecrübesini düşünmeğe de lüzum yoktur. Yal­ nız nasib (b . bk. ] ’in kalıplaşmış tarzını hatır­ latalım. Bununla berâber, deniz seferlerinin bilvesile zikirlerinin bir esâsa dayanması gerektiğine, fa­ kat diğer taraftan hiç bir yerde deniz üzerinde mühim teşebbüsler bahis mevzüu olmadığına göre, Wüstenfeld ’in daha N G W Göt/. . 1880, s. 134 ’te kabûl ettiği gibi, „Peygamberden ön­ ce arapların Kızıl deniz ile Basra körfezi kıyı­ ları boyunca fazla deniz seferleri'yapmamış ol­ dukları“ farazıyesi ileri sürülmüştür. Lammens de, La Mecque, s. 2 8 5= 38 1, yalnız sahil yakın-



larınıio miitevâzî b!r balık avcılığına ve karaya oturmuş gemilerin tesadüfi olarak yağma edilır-e'erine ihtimal verir Arabistan "da daha o îsınan'arda görülen „deniz aşırı İdhâlât"a ge1 neo. Jacob, ayn esr., s. 149, „her hâlde ter­ sine çok defa yabancı ( hususiyetle Habeş ve Htnd ) gemilerinin daha çok arap limanlarına yanaştıklarını“ farzettnekted'r. idhâlât çok bü­ yük mıkdardaki yabancı ticâret mallarının mev­ cudiyetinden anlaşılmaktadır. Hâlbuki A rabis­ tan, Freytajr, Einleitung, s. 276 v d. ’da işâret ettiği gibi, gemiler ile uzak memleketlere nakl­ edilecek mâhiyette az mahsûle sâlırp İdi. Bununla beraber bu mülâhazalar birinci dere­ cede Hicaz ve ona komşu mıntakalar hakkında câridir, ve bunu hemen Arabistan ’ ın bütününe teşmil etmek mümkün değildir. Husûsîyetle bu mıntaka için gemi seferlerinin inkişâfının diğer unsurları da az müsait idi. Karaya oturmuş ge­ mi rivayeti tyk. bk.) Mekke civarlarında kereste bulunmamasının açık bir delilidir. Kıyıda ne bü­ yük, ne iyi limanlar vardır ; Leukekome. al-Câr [ b. bk.] ve Şu ayba gibi bâzı eski demir atma yerleri sonraları tamâm yle terk edilmiştir ( bk. mad. HİCAZ t Bizzat Kızıl denizden, fırtınaları ve bilhassa şimâl kısmında deniz seviyesindeki kayaları sebebi ile, çok korkuluyordu I bk. mad. BAHR AL-KULZUM ve Mez, Renaissance, s. 47b ). Bundan başka Arabistan ’ın, gemi seferleri iç'n i azırlayıcı mektep vazîfes ni görebilecek gemi­ ciliğe müsait hiç bir nehri yoktur. Binâenaleyh hâlis bedevî ’ler tabiî olarak kendilerini uzun zaman mâyi unsura güven­ mekten alıkoyan bir su korkusuna sahip idiler. Bu hâl İslâmiyet devrindeki gemi seferlerinin başlangıcı üzerinde köstekleyici te’sir yapmış olmalıdır, aynı hâl bugün de müşâhade olu­ nabilir t bk. L. Brunot, La mer dans les tra­ dition s. . . á Rabat et Salé, Paris, 1920, 1, 3 ). Nitekim Kur'an ’da „dağlar gibi yüksek dal­ galar“ , „geniş, derin denizde üstünden kat-kat karanlık bulutların geçtiği kuleler gibi yüksek dalgaları kaplayan zulmetler“ v.b. I K ur'an, XI, 44; XXIV. 40; bundan başka X, 2 3 ; X I, 4 5 ; XXXI, 31 ; krş. bir de Nöldeke. Delectas, s, tiz ’deki mizahi şiir ) bahis mevzuu olduğu za­ man da bu dehşet ifâde edilmektedir. İhtimal yine bu sebeptendir kt, mekkeliler gemi seferi işlerini yabancılara bırakmışlardır ( yk. bk.j, buna umumiyetle bâzı mesleklere karşı göste riten hakir görme de inzimam etmiştir 1 bk. Goldziher. Ciabas, câ etmektedir ( D îvân, 18« v. dd., 33a v.dd.'. Sehİ, Dâr-ül-hadis mütevellisi iken, 94 $ ( 1 538 >’ te tezkiresini tamamlayarak, Kanuni 'ye — muhtemelen Kara-Boğdan seferi dönüşü Edirne ’deki ikameti esnasında — sunar ve ih­ tiyarlık çağında onun kapısından sebepsiz yere uzak kalışından şikâyet eder. Âşık Çelebi, eserini takdimi münâsebeti İle, onun Kanunî ’den nişancılık ve defterdarlık gibi yüksek bir mansıb istedğini kaydediyor. Şâirin şikâyet­ lerinin bundan sonra da devam etmekte oldu ğu L u tfî P a ş a ’ya sadrazamlığı (9 4 6 — 948= 1539 — 15 4 1) esnâsında yazdığı kasidede gö­ rülür ( D ivân, 47* 1. A rtık çok yaşlanmış bu­ lunan şâirin istediği yüksek bir mansıba nâil olamadığı anlaşılmaktadır. Latifi tezkiresi­ nin matbuu ile birlikte bir kısım nüshala­ rında So yaşlarında bulunduğundan bahsedi­ len Sehf her halde 955 ( 15 4 8 ) ’te 80 ve ya­



3«8



SEHÎ BEY.



hut 8 0 'i aşmış olduğu hâlde Edirne'de vefât etmiştir. L atifi 'deki kayda dayanarak, şâirin doğum tarihinin takriben 873 — 875 ( 1466 — 1468} yıllan eivârında olduğu tahmin olunabi­ lir. Hemen-hemen bütün müelliflerce kabul olu­ nanın hilâfına, A lî onun vefât tarihini 950, Evliya Çelebi de 951 olarak gösterir. Bir D îvân sahibi olan Sehî devrinde ve sonra alâka ve takdir uyandırmış bir şâir hü­ viyetine sâhip değildir. XVI. asır ile XVII. asrın ilk yarısına âit bâzı nazire ve şiir mee muşlarında ( mst. Üniversite kütiip., nr. T Y J 547 5 Edirneli Nazmî, Macma' al-n a m ir, Nuruosmaniye kutup., nr. 4232; Pervane Bey, C a m i al-nazâ'ir, Topkapı Bagdad köşkü kütüp., nr. 406 ) adına rastlanabilen Sehî 'nin şiiri, sonraları, tezkirelerdeki bâzı örnekler hâriç, unutulmuş gibid’r. Gördüğü bu rağbetsizlik dolayısı İle dîvânının nüshası yok denecek ka­ dar azdır.  şık Çelebî ile  lî onun divanını görmüşlerdir ı ayrıca bk. Kâtib Çelebî. K aş/ al-zıtnün. İstanbul, 1941, I, 793'. Bugün hu dîvânın bir nüshası Paris 'te Bibliothèque Na­ tionale, Mss. Turcs, Supplément, nr. 360’ta bu­ lunmaktadır ( tavsifi için bk. E. Bİochet, Cata­ logue des manuscrits turcs. Paris. 1932, I, 325 v.d.l. Eserin başına dercett’ğî medhîye mâhi­ yetindeki dibaceden Sehî ’nin vaktiyle yazdığı şiirleri, kazasker Muh’dd’n Fenârt Çelebî ’nin isteği üzerine, toplayarak, divanını tertip etm’ş olduğunu öğreniyoruz ( D îvân, 4 b — 5« İçinde­ ki tarih manzumelerinin en muahharı İbrahim Paşa 'nin 942 'de idamı hâdisesine âit ve Muhiddin Fenârî Ç e leb i’nin Rumeli kazasker­ liğinin 944 ( 1947 1 'e kadar devam ettiği ntıalûm bulunduğuna! M ecdî,Şakayık tercümesi, İstan­ bul, 1269, s. 38$ göre, elimizdeki divauın 942 — 944 yılları içinde tanzim edilmiş olduğu anlaşılır. Divanındaki kasideler şu şahsiyetler uâmıuadır: Bayezid İl U>, Selim 1. < 1, far aça ) Kanunî Süleyman i 10, biri farsça i, Bayezid II. 'in damadı Dâvud Bey Q1), sadrâzam Hersek -zâde Ahıned Paşa ({), Piri Paşa ( I, farsça 1, İbrahim Paşa 2 , L û lfî Paşa .1 ), Fer had Paşa it ', defterdar İskender Çeiebl (ti, Tevkiî Mustafa Çelebî U>- Ayrıca divanın başında Hz. A li ile Ak-Yazılı Dede ve Hacı Dede adlı iki mutasavvıf nâmına, „na't" adını verdiği üç manzume bulunmaktadır. Bundan başka Necati ’ye dâir dibace mâhiyetinde nazım ve nesir karışık bir parça dercedilmiştir ( 31, — 4« ). Sehî 'nin Yakînî mahlâslı bir şâir de yetiştir, diğittden bahsedilmektedir ı Riyâzî, Tezkire, 138b. krş. Sehî, Tezkire, s. 114 ). Şiirde bir mevkî kazanamamasına mukabil, Sehî ’nin nâmını zamanımıza kadar devam etti­ ren eseri, tezkiresi olmuştur Heşt bihişt adı ile



kaleme aldığı bu şâirler tezkiresi, kendisine os­ manlı edebiyatı sahasında bu nevide ilk eseri yazmış müellif addolunmak payesini kazandır­ mıştır. Eser, bu oev’în en eski mahsûlü olmak vasfını el’an muhafaza etmektedir. Ancak, Se­ h î’den evvel böyle bir eser yazılmamış olduğu­ nu kat'îyetîe iddia etmek de mümkün değildir. Anadolu da beylikler ve Osmanlı devleti dev­ resinde, türk şiirinin gittikçe inkişâf etmesi neticesinde, sayısı pek çok srtan şiir mahsûlle­ rini ve bunların şâirlerini toplu ve umûmî bir sûrette ihâta etmek ihtiyâcının daha evvel doğmuş olduğunda şüphe yoktur. Murad II. devrinde (840 Ömer İbn Mezîd, Selim I. za­ manında ( 9 18 ) Eğridirli Hacı Kemâl ve niha­ yet Kanunî devrinde de 940 ) Edirneli Nazmî V n nazire mecmuaları ile yaptıkları toplama­ lar bu ihtiyâcın ilk tezahürleridir. Bunlarda kendisinden örnek atman şâirlerin bâzan mev­ kî ve mesleklerine dâir kısa kayıtların da ko­ nulduğu görülmektedir. Tabiîd’r ki, şiirleri şöhret bularak mecntûadan mecmuaya geçen şâirlerin hayatlarını, kim olduklarını öğrenmek lüzumu hissolunmağa başlamış id!. Diğer yandan da İran şâirleri için tertip edilmiş hâl tercü­ mesi eserleri bir örnek olarak ortada durmakta idi. Üstelik Ali Şîr N ev âî’ uin Bayezid II. çağında i 890—1491 1 kaleme aldığı Macâlis aln o f â ' i s ’ i ite şark türk edebiyatı sahasında da böyle bir eser meydana konmuş bulunuyordu. İşte, Sehî Bey. tezkiresi ite daha zengin mah­ sûller vermiş ve mümessiller yetiştirm iş bulunan garp sahası türk edebiyatı için kendisini daha çok hissettiren bu ihtiyâca cevap vermeğe ça­ lışır. Sehî Bey gibi aynı ihtiyâcı, ondan önce veya onunla birlikte duyarak teşebbüse geçen, fakat eserleri sonraki devirlere intikal edememiş başka müelliflerin mevcut, olduğuna kaniyiz. Sehî Bey, eserinin ilk şuarâ tezkiresi olduğu hususunda bizzat bir şey söylemiş değildir. Sâ­ dece, tetebbû ettiği esnada, Câmi n'u Bahâristün ( Haşt ra via 1 ımu şâirlere tahsis olunmuş laslı ile Devietşah tezkiresi ve Ali Ş ir Nevâî iıın Macâlis a l-n a fa is 'tuin kendisine Osmanh ülkesinde yetişmiş şâirler içinde, bunların za­ manla unutulmamalarını te min gayesi ile, böyle bir eser yazmak fikrin' verdiğini ifâde eder t Sehî, Tezkire, s. 4 Uzun müddet bu düşün­ cesini tatbik mevkiine koymadığını belirten müdlil eserini nîhâyel 945 1338 >'te meydana getiriyor 1 Tezkire, s. 4 v.d. ve 140). H arf sı­ rası tertibi yerine, İran tezkirelerinin şâirleri yaş, zaman, muhit ve mevkî gibi husûslara göre sınıflandıran tabaka tarzını esâs olan Heşt bihişt, Macâlis a l-n a fâ is ’i takliden 8 fasla ayrılmış olup, şu tasnifi ihtiva etmekte­ dir: 1. devrin hükümdarı (Kanunî Süleyman),



SEH Î B EY . II. şâir Osman’ ı pâdişâhları ve şehzadeleri, III. vezir, kazasker, defterdar, nişancı ve san­ cak beyi gibi devlet ricalinden şiir yazanlar, IV. şiir ite uğraşan ulemâ, V. kendis’ n'n zaman­ larını idrâk edemediği eski şâirler, VI. genç­ liğinde kendilerine yetişebilip, münâsebet kur­ duğa evvelki nesillere mensup şâirler, VII. muâ sın olan şâirler, VIII yeni nesillerden yetişen genç şâirler. Eserini nasıl bir çalışma ile ve nelerden is­ tifâde ederek meydana getirdiğini açıklama­ yan müellif tezkiresi için belirli bir mehaz zikr etmemiştir. Yalnız kendilerine yetişeme­ diği eski şâirler hakkındaki bilgileri çok yaş­ lı kimselerden dinleyerek, topladığını belirtmek­ tedir ( Tezkire, s. 7 ve 5? ). Ahmed Paşa, AkŞemseddin-zâde Hanıdi ve nihayet Necâtî gibi Fâtih devri şâirlerin’ n bir kısmının bayatta bulundukları devreden gelen bir şahsiyet olma­ sı da müellife diğer tezkirecilerin yetişmeleri mümkün olmayan bir çok eski şâiri bizzat gö­ rüp tanımak imkânını te’min etmiştir. S e h î’nin sahasında ilk deneme teşkil eden eseri ihtiva ettiği bilgiler bakımından tatmin edici olmak­ tan uzaktır. M üellif n eserinde çerçeves in müm­ kün olduğu kadar kısa tutmak isteyen bir zih­ niyet hâkimdir. Kendisinin eserinden dâimâ „muhtasar" ve „risâle“ tâbirleri ile bahsetme­ si de bunu gösterir. Esasen kendisine örnek olan İran tezkireleri de tafsilâtlı bilgi veren eserler değildir. Eseri yazmasındaki gâyes’ nin şâirlerin unutulmamalarına çalışmak olduğunu söylemekle beraber, Seh î'nin 70 ’ini aşmış bir yaşın mahsûlü olan tezkiresini aynı zamanda bir mansıp te'mini maksadı ile, acele bir sfirette te’tif ettiği intibaı hâsıl olmaktadır Ni­ tekim kendisinin Necâtî gibi, gâyet yakın bir münâsebeti olduğu ve bu sebeple hakkında en fazla bilgiye sâhip bulunduğu şâir için verdiği bilgi bu yüzden sathî kalır. Bir iki is­ tisna hâriç, tezkirede şâirlerin vefat tarihleri­ nin dahi tesbitine çalışılmamıştır. Bu hususta divan, şiir mecmuaları ve tarih kitapları gibi en tıaşta gelen menbâiara müracaat iüzûmunu duymamış olan Sehî ’de. Latifi ve bilhassa Aşık Çelebi ’de gördüğümüz tahkik zihniyetini bul­ mak mümkün değildir. Bundan başka Sehî ’nin şâirlerin edebî hüviyet ve değeıterini tâyinde başarı gösteremediği de Aşık Çelebi 'den beri dâimâ ele alınmış bir husûstur. Onun her şâ­ iri. aralarında bir fark gözetmeksizin, hep aynı vasıflar ile değerlendirmesi kendisine tevcih olunan tenkidlerin başında gelir. Sebi Fâtih devri öncesi, bilhassa Bayezid I. Ve şehzade Süleyman devri ile Anadolu beylikleri sâhasında yetişmiş şâirlerden bir kısmını tesbite ve yahut haklarında malûmat toplamağa



3>9



muvaffak olamamıştır. Msl. Âşık Paşai Nesîmî, Süleyman Çelebî, Gülşehrî, Niyâzî i Kadim gibi eski şöhretler tezkirede yer bulamamışlar­ dır. Tezkirecitniz Anadolu ve Rumeli sâhast dışındaki sâbaîarda yetişmiş Osmanlt devri tûrk şâirleri ile de meşgul olmamıştır. Bu sebeple A zerî sahasının Bagdad havâlisinde Fuzûlî gibi en belirli simaları tezkirenin dışında kalır. Bun­ da husûsî bir zihniyetten ziyâde, S e h î’nin, La­ tifi ve  şık Çelebî katlar, İmparatorluğun çeşitli köşelerinde dolaşmak imkânını bulamamış olma­ sının te’sirini de düşünmek gerekir. Eğridirli Hacı K em al’in CSm f al-naz&ir ’i ile kendisinin tanıdığını bildiğimiz ( Tezkire, s. 1 3 i ) Edirneli Nazmı ’ nin at-nazâ’ir *i gîbi şiir mec­ mualarında yer almış olan şâirlerden bir kısmı tezkireye dâhil olamamışlardır. Ancak sayı ba­ kımından mütâlea edilirse. S e h î’nin tezkiresine giren şâir mevcudu ile ondan evvel nazîre mec­ mualarında tanınan şâirlerin mıkdarı arasında fazla bir fark yoktur. Tesbit olunan şâir mev­ cudunun Eğridirli Hacı Kemal ’de 266, Edirne­ li Nazmî ’de 243, Sehî ’de ise, 229 olduğu gö­ rülür. Müellifin ismine rastladığı her şâiri eserine almadığı anlaşılmaktadır. Sehî, Osmaniı ülke­ sinde sayılarının ölçülemeyecek derecede çok olduğunu işaret ettiği şâirler içinde ancak mâ­ ruf olanlarını eserine aldtğtnı ifâde etmek sûretiyle, bir kısım şâirleri tasfiyeye tâbî tutmuş olduğunu bize haber vermektedir ( Tezkire, s. 140 ). Şâirler arasında yapmağa çalıştığı ter­ cih ve tasfiyeyi onun zaman zaman açıkça be­ lirttiğine şâhit oluyoruz msl. bk. Niyâzî, s. 92 ; Yakînî, s. 1 13 v.d.). Bundan başka, bâzı şâir­ ler hakkındaki ifâdeleri göz Önünde bulundutuiursa. onun iddia edildiği kadar tenkit ve temyiz fikrinden mahrum olmadığını da teslim etmek gerekir ( msl. bk. Tezkire, s. 8$, S â k î; S. 87, G a z â lî; s. 88, S a d rı; s. 90. V isâ lî). Sehî tezkiresinin gördüğü en mühim hizmet Osmaniı sahasında yetişmiş şâirlerin bir çer­ çevesini ilk defa tesbit ve te’sis etmiş olma­ sıdır. Onun meydana getirdiği bu hazır çer­ çeveyi, kendisinden sonra gelen tezkire müel­ lifleri daha çok geliştirip, zenginleştirmek im­ kânını buldular, Sehî Bey ’in ortaya çıktığı yıl­ larda uyandırdığı alâka ile birlikte tenkide uğ­ rayan eseri — kifâyetsiz oluşunun da te’sirı ile — başka müelliflerde bu çerçevevİ yeniden ve daha mükemmel işleyerek, bir tezkire ha­ zırlamak ihtiyâcı ve hevesini uyandırmıştır. Heşt bihişi ’in te’lifinden henüz 5 sene geçmemişiken, 950 1543 i *de Latifi ve  şık Çelebî yeni birer tezkire yazmak üzere, faâliyete geç­ mişlerdir. { şık Çelebî, Tezkire, 130b—13 1» ; krş. Üniv. kütüp ,nr. T Y 2406,132b ). 953 (15 4 6 )



320



SEH Î B E Y -



'te bitirdiği eserinde Latîfî {Tezkire,a. 301 1 ’nin 1 0 ’dan fazla şahsın şuara tezkitesi te lifine te­ şebbüs etmiş bulunduğunu haber vermesi Sehî ’nİn yaptığı denemenin ne kuvvetli bir ihtiyâ­ ca tercüman olduğunu ve nasıl bir çığır açtı­ ğını gösterir, L atîfî 'nin eseri, 7 senelik bir zaman farkî ile, Sehi ’deki şâir mevcûdunu bir hamlede 300 ’ün üstüne çıkarmış, A şık Çelebi 'nin tezkiresinde ise, aradan geçen 30 senenin getirdikleri ile birlikte, bu mevcût 400’ ü aş­ mış idi. Latîfî,  ştkÇ elebî ve Haşan Çelebî gibi aynı çerçeveyi daha zengin ve tafsilâtlı bir sûrette ele alan tezkirelerin meydana gelişi Heşt bihişt ’e fazla ihtiyâç hissettirmemiş ve nüshalarının çoğalmamasına âmil olmuştur. 974 ( 1566 ) ’te  şık Ç e le b i’nin „meşhûr-l devrân­ d ır" dediği eserin Riyazi lox8 (1609 ) ’de nâm ve nişânt kalmadığından bahseder. Sonraki tezkirelerin bugün Heşt bikişt 'e ar­ tık lüzum bırakmadığını düşünmek bir gaflet olur. S eh İ’ nin eseri, haklarında ihtiyar şahsi­ yetlerden bilgi edinebildiği ve kısmen de ken­ disinin yaşlılık devrelerine yetiştiği Fâtih dev­ ri şâirleri ile bizzat idrâk ettiği Bayezid 11. devri şâirleri için en yakın bir kaynak olmak sıfatı ile, husûsî bir değeri hâizdir. Eser, sâdece bu dev­ reler için değil, bâzan daha evvelki devrelerin şâirleri hakkında bile diğer tezkirelerde bulun­ mayan bilgiler sağlamaktadır. Msî. başka tezkireeilerce meçhul olup, nüshası zamanımızda keşf olunabilen Ahtnedî ’nin Cem şid ü Hurşrd mesnevisini ( Nihad Sim î Banarh, Dâsitân-ı tevârîh-i mülûk-i âl-i Osman ve Cem şid ii Hurş id mesnevisi, İstanbul, 1930, s. 88 v dd.) bize haber veren yalnız odur. Kezâ, Ahmed-i Dâî ’nin eserleri ve şahsiyeti hakkında tezkireler içinde en sağlam bilgiyi veren yine Sehî Bey’in eseridir. Onun tesbit ettiği hâl tercümele­ rinin bir kısmına Latîfî ve  şık Çelebî de faz­ la bir şey ilâve edememişlerdir. Bâzı şâir ve eserlerin ise, mevcûdiyetlerîni ancak Sehî Bey vâsliası ile öğrenmek kabil olmaktadır. 50—60 y ıl öncesine kadar bulunması çok güç bir eser addedilen. Heşt bihişt ’in zamanla, bâ­ zı husûsî kütüphanelerin umûmî kütüphanelere intikali neticesinde, muhtelif nüshaları ortaya çıkmış bulunmaktadır. İstanbul kitaplıkları ta­ rik coğrafya yazmaları katalogları. 7. fasikül, Şâirier tezkireleri (İstanbul, 1947 ), s 6 11 v.d. ’ ında bunlardan yalnız Millet, Ali Emîrî kütüp­ hanesindeki XIX. asırda istinsah edilmiş bir nüs­ ha gösteıitmiştir. Eserin, diğer İstanbul kütüp­ hanelerinde daha şu nüshaları mevcuttur: AyaS o fy a , nr. 3547'ç'Üniv. kütüp. nr. T Y 733, 2540, 3732; Belediye kütüp., M. Cevdet yazmaları, nr. B. 10 1 1902 ’de istinsah edilmiş bir nüsha­ d ır ). Üniv. kütüp., nr. T Y 3732 nüshası, 229



SEHİM.



şâirin hâl tercümesini ihtiva etmek itibariyle, nüshaların en tamım teşkil eder Heşt bihişt, Âsâr-ı eslâfdan tezkire-i Sehi adı ile basılmış­ tır (İstanbul, Î9 07/13251. Bu nüsha, Kanunî da­ hil, 217 şâiri ihtivâ eder. Tezkire. O. Rescher tarafından almancaya tercüme edilm iştir: Tür­ kische Dickterbiographien 1 : S e lıî’s Tezkere ( Tübingen, 1941 ). Aşağıdaki mezûniyet vazi­ felerinde Sehî tezkiresinin A yasofya nüshası hâriç, muhtelif nüshalarına göre, şâirlerin mu­ kayeseli birer cetveli yapılm ıştın Şerif Oktürk, İstanbul kâtüphânelerinde bulunan osmanlt şuarâ tezkireleri { İstanbul, 1945 Tür­ kiyat enstitüsü, tez. nr. 197, s. 16—24. Feriha Coşkun, Tezkire-i Seh î 'nin tetkiki ( İstanbul, 1947/1948 ), Türkiyat enstitüsü, tez, nr. 291, s. 30 - 37B i b l i y o g r a f y a : L atiiî, Tezkire ( İs­ tanbul, 13 14 ), s. 19 6 ; Â şık Çelebî Maşa ir al-şu'arS (Ü niv. kütüp., nr. T Y 4201, 190»—b, 13 0 8 —131«, 34b—35« ); Haşan Çelebî. Tezki­ re (Üniv, kütüp., nr. T Y 2579, 94*—8 ) ; Be­ yânı, Tezkire ( Üniv. kütüp., nr. T Y 2568, 44a—1> • ; Alî, Kunh al-ahbür ( Üniv. kütüp., nr. T Y 5959, 2098 v.d., 1718 v.d., 489° ; Ri­ yazi, Tezkire (Üniv, kütüp.,nr,TY 761, 77«~8j; Kaf-zâde Fâizî, Zubdat al-aş'âr ı Nuruosmaniye kütüp., nr., 3722, 2 9 °). Abdurrahman Hibrî, Anls al-musâmirin (Ü niv. kütüp. nr, T Y 451. 708); Müstakîm-zâde, Macallat alnlsSh ( Süleymaniye, Hâlet Efendi kütüp., nr. 63S, s. 2 6 2 ); Şemseddin Sâmî, fCiimus ala'lâm aoSb )-y® göre, Kavs burcunun «4. yıldızı sonu ile III. asrın başında ( IX . asrın baş!a n ) gibi, 23. yıldızı ( k a h al-y ad al-gusrâ „sol el yetişmiştir. al-Fihrist ’e göre, İran asıllı idi aşık kemiği" ) da a. büyüklükte bulunmakta­ ve Basra ile Vasty arasındaki Dastmaysâıı Ma dır ; fakat Uluğ Bey 'de Kavs burcunun 3. yıl­ doğmuştur. al-Husri ’ye göre, kendisi hudut­ dızı dışında ( ‘ö/a ’l-cönib al-canübl min al-kavs ları bu mmtakadan geçen Maysan dan olup, „Kavsin cenûbunda bulunan") yalnız 2 . - 3 . künyesi Abü ‘ A m r’ dir (*İk d , II, 190 haşiye­ ve müteakip büyüklükte yıldızlar bulunmakta­ sinde). Büyük babasının adı muhtelif şekiller­ dır. Kavs burcunun şo 8 yıldızı hakikatte 1,9 de kaydedilm iştir; Râmnüy, Râhyün (bu iki büyüklüktedir ('urküb al-râmJ mevzuunda bk. şekil al-Fihrist ’tedir ) veya Râbiyüni (at-Câhiz, C. A , Naüino. Opus astronomicum, II, 163 ). Kitâb al-bayan, I, 24; krş. bir de vatı Vloten in Kays burcu yıldızlan: naşl al-sahm ( «=„ok al-Câhiz, Kitab al-bu hala neşrinde, s. i o ’dâki ucu") ve ok atıcısının gözü adı verilen 'ayn n o t). Sahi sonraları Basra ’ ya yerleşti ve msal-râmi veya Birüni {mez. esr. )’ye göre, al- bes'ni buradan almış olmalıdır (a l-H u sri); bu­ saha3ib al-m uza"af 'ala 'i-a g n { —„gözde bu­ nunla beraber, al-Fthrist ona a l - D a s t m a y ­ lunan iki kat bulutlar" ) da dikkate şayandır. s a n i demektedir. Hayatı hakkında elimizde Ne Birûnî 'de, ne UJug Bey ’de L. İdeler (aş. kat’î malumat yoktur; bu husûsta ekseriya hi­ bk.ı’in zikrettiği su içmeğe giden ve bundan kâye mâhiyetindeki mûtalar ile iktifa etmek mecbûriyetindeyîz. Halifenin sarayındaki divanda gelen deve kuşlarının bahsi geçmektedir. Kays burcuna yunanlılar ô Xq£6ti)ç, romaîı- yüksek mevkiler işgal etti. Daha Harun allar Saggittarius, Sagittlfer ve Arcitenens der­ Raşid ’in halifeliği zamanında, kendisini Ber* ler. Ne mısırlılarda, ne bâbillilerde Kavs burcu mekîlerden Yahya b. Hâlid ’in kâtibi olarak mânası ile kavs ’ e rastlanır. Bâbillilerin asıl Kavs buluyoruz; kendisi sahih al-davâvin sıfatı ile Y a h y a ’ya halef olmuştur (İbn Badrün). alburcu yay şeklindeki e Ôt Canis majoris + A m in ’in hilâfeti zamanında bu yüksek makamı Puppis yıldız kümesidir. J B l h l i y o g r a f g a-, L. ideler, Unter- muhafaza edip-etmediğînî bilmiyoruz, fakat alsachungen über den Ursprung und die Bedetı- Ma'mün zamanında, bu halife her ne kadar tang der Sternnamen ( Berlin, 1809 ), s. 183 ilk Önce kendisine az itibâr göstermiş ise de, — 19 i; F. W. V. Lach, Anleilung zar Kennt- o yine parlak bir mevkide bulunuyordu. Taşı­ niss der Sternnahmen ( Leipzig, 1796 ), s. 83; dığı şu’ûbî duygulan kendisine halîfenin te­ Aİ-Şüfi, Description des étoiles fixes compo­ veccühünü te’min etmiş i dİ. Sa'id b. Hârün sée au milieu du dixième siècle de notre ère ve Salm ( veya Salma, bk. a l-F ih rist) gibi baş­ par Abd al-Rahman a l-S â fî (trn. H. C. F. C. ka edîpler ile birlikte, al-Ma’ mün onu H i k­ Scbjellcrup ), Petersburg, 1874, 8. 30; E. B. m e t e v i veya h a z î n e s i n e ( Hizânat al* Knobel, Ulagh Beg's Catalogue o f Stars faikma, D âr al-h ikm a) me’mÛr etti. Sahi b. Harun $ u f 3 b î y a [b ; bk.] ’tun mu­ ( Washington, 1917 )i s. 40,105. ( C. SCHOY.) SEH lM . AL-S^kHM ( A-), Ok. Hendesede bir taassıp bîr tarafdan idi ve bu vasft İle, Berkavsin veteri ortasından bu kavse kadar mekîlerden pek çok defa zikredilen bir kaç bir amut ( c-b ) çıkarılırsa, bu amut al-sahm beyit İle kanaatkârlığını Övdüğü Yahya ’nio 'dir ve kavsin maklup ceybidir ( al-cayb al­ teveccühünü kazanmış idî ve aynı temayüller ma küs ). Sinusa teka­ sonraları onun al-Ma mün ’un teveccühünü ka­ bül eden müstevî ceyb zanmasını te min etmiştir ( bk. al-Huşri tara­ ( al-cayb al-mııstavi ) fından nakledilen fıkra, ayn. esr.}. Sahi, İbn a c ’ dır ( diğer bîr çok al-Mukaffa’ [ b. bk.] ve başkaları ile birlikte, yerlerden başka bk. İran ’tu eski edebî an’anesini devam ettiren Ma fatih al-ulum , nşr. v. Vloten, s. 205 ). Mak- mühim muharrirler zümresine mensuptur. İki lup ceyb, bindtilerden itibaren, eski riyaziyeci­ nevî edebî mahsûl S a h i’i kendi devrinde şöh­ lerde. yenilerdekinden daha çok rol oynamıştır rete ulaştırmıştır. Kendisi bir Kitâb Şa'la va ; msl. krş. A. Von Braunmübl, Ceschichte der 'A fr a ( al-Fihrist ’ te böyle kaydedilmiştir; di­ Trigonométrie >. Müstevî ve maklup eeyb nısıf ğer kaynaklar bu kelimeleri çok farklı olarak kutrun dâire kıt’ası yardımı ile ölçülmüş olup, bu kaydeder ) yazm ıştır; bu eserde meşhûr hay­ takdirde nısıf kutur *“ 60 parça veya = 1 ‘dir. van hikâyeleri dergisi olan Kalita va Dimna İbn at-Kifti ( bk. ayn. esr., s. 327. 3 J 8 , 4 1 0 ) ( b b k .l’ yi taklit etm;ş, hayvanları konuştur­ safım al'ğayb ( . geleceğin sırrını bildirme oku") \ muş, aynı bolüm taksimatını muhafaza etmiş¡«âro Aasilc!opedî*i



21



SEHL 6. HÂRÛN tir. al-Huşri ( ayn. esr.), bu eserden bir kaç cümle nakleder. Sahi ikinci olarak, hasislik Te hasisleri övmesiyle meşhûr olmuştur. On­ dan bize kalan yegâne eser Risâlat al-buhala 'dır. Bu eser, ' tkd (IH, 335 v. d.) ’de aynen ik­ tibas edilmiştir ve Câhiz ’in Kitâb al-buhala' ’sının başlangıcını teşkil eder, Sahi, bu risale­ de, hasisliğin, daha dağrusu akıllıca kanaat­ kârlığın ve. tasarrufun, Câhış ’in dediği gibi, hasisliğin akıllıca şeklinin medhiyestni yapar. Bu eser S ah i’in hasisliğin.medhiyesi husüsundaki bâzı konuşmalarını tenkit etmiş olan ye­ ğenlerine hitaben yazılm ıştır; bu konuşmala­ rın, al-Huşri ’nin yukarıda anıtmış olan par­ çasından anlaşıldığı üzere, Kitâb Ş a la va ‘A fr a ’da ifâde edilmiş olması çok muhtemel­ dir. Sahi, ‘Abd al-Rahman al-Şavri ile, hasis­ liğe ayrı bir kitap tahsis eden sal-Câhiz, alBuhalâ', s. 1 1 4 ’e göre) ilk m üelliftir; sonra­ ları bu nevi bir çokları, bu arada da bizzat Câhiz tarafından tâkfp edilmiştir. Goldziher onun hasisliği medhiyesinde arapların millî hasletleri olan cömertliğe karşı bîr fu'&bl hü­ cumu görmektedir. Bundan başka, Sah! bu mevzû üzerine bir çok Rasâ'il yazmış olmalı­ dır ve al-Huşri onun bu sûretle edebî kudre­ tini göstermek istediğini söyler. Bir fıkrada şöyle anlatılır ; vezir al-Hasan b. Sahi [ b. bk.), kendisine ithâf edilen hasislikten babis bir risaleyi atınca, kendine verilmiş olan tavsiye­ leri memnûniyetle kabul ettiği cevâbını vermiş ve binnetîce Sahi ’in ümit ettiği ihsanı ken­ disine göndermemiştir. Sahi ’ in diğer eserlerinin cetveli al-Fihrist ’te verilm ektedir; al-Câhİz ( Kitâb al-bayân, I, *4) bunlardan üçünün adını veriyor: Kitâb alihvan ( al-Fikrist ’te Kitâb asbâsiyns fi 'ttihâd al-ihvân ), Kitâb al-masâ'il ( ihtimâl al-Fihrist ’teki Kitâb dîvân al-rasâ'il ’in a y n ı) ve Kitâb al-mahzümi va 'l-huzaliya ( al-Fihrist ’te aynı kitap adı ). Eserlerinin büyük kısmı her bâlde edebî yazılara âit id i; bununla beraber alFihrist ’in en son yerde zikrettiği Kitâb tadbir al-mulk va 'l-siyasa'si S a h i’in siyâset san’atı ile de meşgul olduğunu gösterir. Muhtelif mu­ harrirler tarafından zikredilen bâzı parçaları­ nın gösterdiği üzere, kendisi şâir olarak da itibâr görüyordu; bununla beraber, al-Fihrist ’e göre, aş -yk. 50 yapraktan fazla şiir bırak­ mamıştır. Bundan başka, gâlibâ ince zekâlı bir insan olarak şöhretine ilâveten bir de ince zevk sahibi olmak şöhretine sâhip İdi ( Ibn Hallikân in naklettiği fıkra ): 8rap edebiyatın­ da buhala İle akala arasında bir münâsebet de var İdi. Sahi b. Harun ’un başlıca hayranı ve halefi, bir az daha genç olmakta beraber, muasırı



SEHL-O t -TÜ STE R I | otan Câhiz [ b. bk.] olmuştur; Câhiz hattâ eserlerinden bazılarını üstâdının verdiği ad ile yayınlamış ve Kitâb al-buhalâ’ ’sında ha­ sisliği edebî bir mevzû olarak ele almakla onu taklit etmiştir. Kendisi Sahi ’i bütün edebî ne­ vilerin yüksek bir mümesssili sayar (K itâb albayâa, ayn. yer.); onu şahsen tanıdığı söyle­ nemez. Sonraları B in bir gece hikâyeleri Sahi ’in adının hâtırasını ebedîleştirmeğe yardım etmiştir. B i b l î y o g r a f y a : al-Fihrist ( nşr. Ftüg e l ) , g , tzo v. b .; Kâtib Çelebi, K a ş f alzunan (nşr. FlÜ gel), V, 238 vld.) al-Câhiz, al-Bayân va 'l-tabyin (Bulak. *3 13 ). I, 30; I I ,ıS o ; ayn. m ü.,Kitâb al-buhalct (n şr Van V lo ten ), Leıden, 1900; İbn ‘ Abd Rabbihi, a l-tk d a l-farid (Bulak, 119 3 }* HI, 33Ş v.d.; al-Huşri, Zahr al-âdâb va şamr al-albâb ( al'tlşd'İn haşiyesinde), II, 190 v .d .; Ill, 14 s; İbn Badrün Şarh kaşt'dat tbn ‘Abdan ( nşr. Dozy), Leiden, 1846, s. 243 v d .; İbn Hallikân, Vafayât al-a‘yân (nşr. W fistenfeld), cüz III, 3. 29 v.d,, nr. 226; al-Mas'üdi, Murnc al-zakab (Paris, 1861 —-1877 }, 1, 896 ı’ ün daba doğru olacağı­ nı söyler ki, tbn al-Cavzi ( Şifat al-şafva, IV, 4 8 ', İbn al- A şır (al-Kâmil, VII, 334) ve alY a fi'i (M irâ t, H, 200 1 de aynı fikirdedirler. Vefat tarihi olarak gösterilen 273 { »886/887) yılı ( bk. Vafayât, I, 15 0 ; al-Sam'ânı, Kithb al-ansâb, 1 06»; C. Brocket mann, G A L, I, *04; Suppl.. 1,333 'j al-Şa’râni ( fabakât, I, 102 ) ’nin onun Z u ’l-Nün üe tanışdıklarını söylediği hacc seferinin tarihidir ki, o müteakiben döndüğü Tustar de daha bîr müddet yaşamış idi ( alKuşayri, s. 19 ). » Sahi al-T u stari’nin dayısı tbn Sa w a r ' in ve onun vâsıtası ile hocaları olan Şavri, Abu ’ Anır, Mâlik b. Dinar ve Ma'rüf a l-K arh i’nin ( L. Massignon, Lexique technique, e. *95 ) ne derece te’siri altında kaldığını tesbite elimizde bulunan malzeme kifayet etmemektedir. Yine tanıştığı Ab» Muhammed ai-Cariri ( bk. alSulami. Tabakâti s. *59; al-Hucviri, K a ş f al• mahcüb, nşr. Jukovskiy, s. 187 ) ve Abu ’l-Hasan al-Muzayyin ( bk. at-Sulami, fabakât, s. 38* ) ile fikrî münâsebeti de aynı durumdadır. Hallâc, 16 vaşında iken, Ahvâz ’da' iki sene müddetle onun müridi olmuş idi { Kitab a l-fa ■vâsin, hşr. L. Massignon, s. IV ). al-Tustari ’nin bâzı fikirleri, kendisinin ölümünden sonra ta­ lebesinden oiz tevbe ( b k . Rasâ’il, 53» 1 d e a n c a k h elâl şey değil cniyimi — sorusuna, — Evet-—. dedikleri yemek ile, helâl şey yemek ise, Allahın emir­ zaman ruhûîÿetin kendisi ile sabit olduğu ma­ lerini yerine g e tirm e k ile o lab ilir ( oyn. esr., rifettir, fiil ite birlikte ( m a 'a ’l- f i ’l ) Allahın 3 2 3 » ), Ferdî a h lâ k ta geçiriltnesi şart olan ri- \I İsteği, fiilden sonra ( ba'd ¡a l-fi'l 1 ise, .şükrün. yâzetten, yân i bir nevi nefis terbiyesinden son­ marifetidir" t a y r ı, esr., var. 209b , Görülüyor ra, elde edilebilecek „müslümanlık, in saf, yâni ki, al-Tustari ezelî inayeti sâdece fiilin zuhûrun-, nefsin için is t e d 'ğ in şeyi (bir d i ğ e r i müslü- |• da işe karıştırmıyor, ona fiilden Önce ve sonra man için d e -is te m e n d ir" (ayn. esr. 2 2 4 8 ), „zîrâ da yer vermekted'r ( L. Mass’gnon, La Passi­ İslâm din in in esâstan dörttür: sıdk, yakÎD, ons, s. 6 14 ; Lex. tech , s. 29b.\rızâ,sevgi" {agn. esr., 236» ), B i b l i y o g r a f y a - . ‘ Abd al-Rahman al-Tustari ’n'n kasb hakktndaki görüşü, Ho­ al-Sulami, fab akât al şu f i ya ( nşr. Nur al* rasan mektebinin inkâr al-kasb ’inden farklı­ Din Şariba ), Kahire. 19 33,8. 206— 1 2 ; Abü dır ; „kasb, tevekkül sahipleri için, ancak sün­ Nu'aym, // il yat al-a vliy3 (Kahire, 1932 \ nete uyularak hareket edifiıse. diğerleri için ise, X, 189—2 1 * ; al-Kuşayri, al-Risöla (Bulak, 1287), s. 19 ; al-Hucviri. K a s f al-mal}tâh Allahın, — günah ve düşmanlık üzerine değil, (nşr. Jukovskiy ), Leningrad, 1926, s. 175.— İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız — ( Kur’an !77 ; ‘ Abd Allah al-Anşâri, fabakât a/-ş5 /ıy a V , 2 ) âyetindeki emrine iiâat için doğru ola­ ( n şr.'A bd al-Hayy H ab ibi-i Kandahâri s. K a­ bilir" ( agn. esr., 34“. 109“ ). at-Tustari ’ye göre, kâinatın başlangıcında yalnız Allah var idi. „O, bul, 1340 ş-, s. 1 1 3 —118 ; Yakut, Mu’çam altek idi, bildi, istedi, yerine getirdi ve takdir buldön (nşr. Wüstenfeld ), f, 847—8 5 0 :-ibn e tti" (agn. esr.. zo8*>). „Eşyanın asılları dört­ al-'îmSd, Şazarât al-zahab ( Kahire, 1350 ), tür ; ( onlar ) büyüklük nurundan ( nâr al-izII, 183 v .d .; tbn at-C avzi, Ş ifa t al-şafva (Haydarâbâd, 1356), IV, 46 v .d .; Fahr alza\ büyüklük ateşinden (nâr al-izza), bü­ Din Abü 'A bd Allah Habri, D alâlai al-musyüklük ruhundan (ruh al.'izza) ve büyüklük tanhic f i 'l-manhac ( A yasofya kütiip., nr. çamurundan < fin al-izza ) yaratılm ıştır" ( agn. 1785, 3 18 —33 *) ; tbn al-M avşili, Manâkib esr., 222b Ona göre, insanın yaratılışı da bir al-abrör va mahâsin al-ahyâr ( Veliyüddin gâye uğrunadır, bu da ibâdettir ( agn. esr., Iltb v.d ,; krş Kur'an, L(, 56). Rûhun şahsın Ef. Kütü p., nr, 1618, var. 8t», 93« >; Abu ’lölümden sonraki devamlılığı hakkındaki fikri­ Haşan al-Daylaıni. S i rai tbn a l- H a f if al■ Şirözİ t nşr. Annemarie Schimmel T an >, A n­ nin İbn K arrâm ’mki ile olan uygunluğunu ( Lex. tech., s. 295; G. C. A navati ve Louis kara, 1955ı s. 152, , 156, 166 ; Farid al-Din Gardet, Mgstique mnşalmane, Paris, 1961, s. 'A ttâ r, Tazkirat al-avliya ( nşr. Nicholson ', 34 S aralarında vukuu muhtemel te’sir ile İzâh 1907, l, 2 5 3 ; Yfifi'i. M ir’ât al-cinân, 11. 200 etmek için, vakit henüz erkendir. Sahi al-Tusv d d . ; Cam i, Nafahât al-uns ( trc. LEmiî t a r i ’ye göre, âyetlerinin zahirî, bitini, ahlâkî Ç elebi),s. 119 v.dd.;ai-Şa'râni, fabakât ( K a ­ ve tasavvufî mânaları { Tafsîr, s. 46, Ii6 , 1 2 1 ; hire, 12Q9), I, l o i —10 4 : A b ü ’l-Kâsitn CuLex. tech., s. 295 ) ile Kur'an mahlûk değil­ nayd ŞirSzi, Şad d at-izâr ft haff al-avzâr (nşr. Muh. K a z viai ve ‘A bbâs İlfbâî s. 151, dir. „ Kuran 'm mahluk olduğunu iddia eden Allahın ilmin'n de mahlûk olduğunu iddia et­ 137 v.d., 285; 'Omar Rizâ Katjhâta, Mu'cam miş olur, bunu söyleyen kafirdir" ( agn. esr., al-mu’a llifin ( Şam, 1957— 19 5 9 ); Nicholson; 2178, ■210“ ). al-Muhâsibi ’nin ileri sürdüğü şe­ a l-Ş â fig a fi'l-is lâ m (trc. Nur al-Din Şakilde Kur'an 'ın lafızlarının yaratılmış oluşu riba), Kahire; 13 7 1/ 19 5 1, tür. y e r,; L. Mas( Passions, s. 29) fikrîne karşı iddia edilen signon, la Passion d ’al-Hosayn tbn Man sour al-H allaj ( Paris, 1922 ), s. 28—3 2 ; ayn. mil., müsamahalı tutumu sözleri ile te’y it edilmiyor. Hâlbuki at-Muhâsibi ( bk. Ri âga, s. 244) de Essai sur les origines du lexique technique Kur'an’m mahlûk olduğunu iddia.edenlere hüde la mgstique musulmane ( Paris, 1954 ), s. eûmda bulunmuştur. al-Tustari ’nin kader ve 294 —297; ayn. mil. Recueil de textes inédits kazâ' mevzuunda da ehl-i sünnet fikrinde ol­ concernant l’histoire de la mgstique en pags duğu görülüyor. „K azâ — te’ kit edilmiş hüküm ve d ’Islam ( Paris, 1929 ), s. 39 —4*; A . J. Ar» bery, The Doctrine o f the S u fis ( Cambridge, kader de — onun halk arasında izâhıdır" ( bk. Ras&il, 2 11b ). „Kadere inanmayanın imânı >935 \ tür. yer. ; G. C. Anavati vc Louis G ar­ yoktur" ( agn. esr., 17*). Bununla beraber ken­ det, Mgstique musulmane ( Paris, 1961 ). s. disine sorulan istitâ'a ’yı fiilden önce, fiil ile 34_ ( A SüBHÎ F u r a t .) S E H Û L . SAH U L, c e n û b î A r a b i s t a n birlikte ve fiilden sonra diye cevaplandırmış; fiil ile birlikte ( ma'a V- fi‘l ) ve fiilden ön­ ’d a b i r y e r olup, Yemen ’de Bilâd al-K alâ' ceyi ( kabl al-fi'l) şöyle izâh etmiş İd i: „fül- ’da, Zafâr ’dan yarim günlük mesafede bulun-



SEHÛL — SEKBÂN. maktadır. Hubûbat bakımından zenginliğinden dolayı Mişr al- Yaman denilen Sahûl burada beyaz pamukludan yapılan elbiselikler ( sdhüİiya'ı ile de tanınmış idi. E. Glaser ‘Anıran civârında, R5‘ köyünün şimâl-t şarkîsinde Sahûl adlı bir harabe zikretmektedir. '' B i b l i y o g r a f yat al-Hamdâni, Ş i f at ' Cazirat al-arab ( nşr. D. H. Müller ), Leyden, 1884—1891, a. io 7 ; al-Mukaddasi, B G A , 111, 98 ; al-Mas’üdı, B C A , 'VIII, 2 8 1; Yâlçût, Maçam (nşr. W üstenfeld), III, 50; Maraşid al-iftila ( nşr. T. G . J . Ju yn bol!), Leyden, 1853, II, »5; âl Bakri, Mu'cam ( nşr. Wüstenleld \ Göttingen, 1876, II, 767 ; A . Spren­ ger, Die Post- and Reiset outen des Orients ■( Abh, f. d. Kunde d. Morgeniandes, Leip­ zig, 1864, 111/3, 109, 147, 154) ayn. mil,, Die atte Geographie Arabiens t Bern, 1875 i, s. 73, 184 ; E. Glaser. Geogrâpkiscke For­ schungen in Jemen 1883, el-yazıiıası, 77b.



3*5



nıfların Osmanlı tarihi boyunca teşkilleri, ku­ ruluşları ve vazifeleri incelendiği zaman, bun­ ların sonradan yeniçeri ocağı içerisine alınan kısımlarından (yaya-beyler veya cemâat, ağabölükleri veya sekbân-bölüklerİ) birine bu adın verildiği görülmektedir. Yeniçeri ocağını teşkil eden orta ve bölüklerden 65. orta dian sekbânlar 34 orta veya bölüğü teşkil ediyor­ lardı. ' • 1, Sekban askerî sınıfının kuruluşunun Mu­ rad 1. devrinde olduğu ‘ anlaşılmaktadır. Her ne kadar Hammer, Osman ve Orhan zamanla­ rında da yaya adını taşıyan askere, avcılıktan iktibas olunarak, ’ „mubâftz-ı kilâb" mânasına sekban denildiğini, zîra, umumiyetle şarkta, sayd ve şikârın savaşın bir timsâli' ve mukaddemesi makamında sayıldığını ve avcılık İş­ lerine âit bu ismin bir meziyet ve şeref ifâde ettiği için kullanıldığın! bildirirse de, Cevad Paşa ( Tarih-i dskerî-i osmânî, kitâb-ı evvel, s. 6 ), haklı olarak, • bü mııtâleayı tenkit et­ ( A d o l f G rohm ann.) S E K B Â N . S A G B Â N i diğer şekilleri: SeG* mekte ve Osman Gâzî devrinde askerin tama­ BÂN, SEĞMEN. SEYMEN), Osmanlı askerî teşki­ men âtlı olduğunu, Orhan Gâzî devrinde ise, lâtında bir a s k e r s ı n ı f ı n ı n a d ı. Bu tâ­ buna ilâveten, sâdece yaya sınıfının teşkil edil­ bir muhtelif zamanlarda türlü ve farklı mâna­ diğini açıklamaktadır. larda kullanılmıştır. Farsça sag { „köpek“ ) ile XIV. asrın ik>nci yarısında ve Murad I. dev­ ban ( „muhafız“ ) ’dan mürekkep bir isim ola­ rinde sekban teşkilâtının mevcûdiyetini, Os­ rak gösterilen bu kelimenin bÖyleee „köpek manlI pâdişâhının Bulgar kıralı Şişm an’i te’diçobanı", „it çobanı" ( Türk lagatı, III, 9« ) bc gönderdiği kuvvetin kumandanları arasın­ mânasına geldiği umumiyetle kabûl olunursa da, sekbân-başı olarak, Müstecâb adında bi­ da. ( ezcümle bk. Şemseddin Sâmî, Kamus-ı rinin bulunmasından öğreniyoruz t krş. Neşri, türkî, I, 728; Ahmed Vefik Paşa, Lehce-i os- Cikan-nümâ, I, 242; Hammer, türk trc., I, mâni, s. 11(>9 ; Selâhî. Lügat, IV, 291, sekban 342). Ancak bu teşkilâtın Yıldırım Bayezid sözünü, türkçede mevcut ve Divân-ı luğât al- devrinde, epeyce geliştirilerek, taazzuv ettiği turk ( nşr. Kilisli Rıfat, I, 370 ; nşr. T. D. K. söylenebilir. Bu pâdişâh NiğbolU savaşında I. 4 4 4 ) 'te „yeğitlere verilen bir san“ ve „sa­ esir aldığı asil fransız esirlerini serbest bırak­ vaşta safları yaran, söken kişi ( =kâsir şaff madan önce, bir av tertip etmiş ve bu esnada al-harb 1" mânasındaki sökmen kelimesi ile maiyetinde 6.000 kadar sekban bulundurmuş­ nıünâsebettar bulanlar da vardır ( krş. İsma­ tur ki, bu rakam bu sınıf askerin kapı kulu il Hakkı- Uzûnçarşılı,; Osmanlı devteti teşki­ ocakları içinde bu devirde oldukça kalabalık lâtından kapı kulu ocakları, Ankara, >943, bir sayıya yükseldiklerini göstermektedir ( ChalI, 16 2; Mehmed Zeki Pakalın, Osmanlı tarih cocondylas ve Şaraf al-Din Y â z d i’ ye atfen deyimleri ve terimleri sözlüğü, III. 145 ); an­ Hammer, ayn. esr., s. 354 \ Diğer taraftan. cak bu kelimenin balk arasında seymen şek­ K avânin-i yeniçeriyân adlı risalede sekbanla­ linde söylenmesine rağmen, sekban bölükle­ rın Fâtih Sultan Mehmed ’in „şikâre mâil olrinde tazı beslendiği ve av köpekleri için sek­ m ağ la... yeniçeri yoldaşlardan bir bölüğü tazı ban fırınında ekmek pişirildiği dikkate alınırsa, beslemek iç in ... sekbânlar tâyin" eylediği hakOsmanlı devletinde kapı kulu ocakları arasın­ kındaki kaydını da ı İsmail hakkı Uzûnçarşılı, daki sekban askerî sınıfının köpek muoâfızhğı ayn. esr., s. 162}, yukarıda zikredilmiş olan ve köpek beslemek gibi vazifeleri bulunduğu bilgilerin ışığı altında, gerçek olarak, kabûl . ve bn sebeple bu sınıfın adının ilk iştikakının etmeğe imkân yoktur.;. ■ Sekban ortaları, 1451 senesine kadarj yeni­ daha doğru olması kuvvetle muhtemeldir. Zâ­ ten yen;çeri bölükleri iç;nde zağarcı, seksonoı çeri ocağından ayrı olarak, bağımsız bir .ocak ( samsoncu ) gibi, orta adları bulunması da sek­ hâlinde idiler ve Karaman seferinden dönen banların. av maksadı ile, teşkil olunduklarını Fâtih Sultan Mehmed ’in kendisinden sefer ve bu yüzden, bu adı taşıdıklarını gösterecek bahşişi isteyen yeniçerilere kızarak ve. onların mâhiyettedir. Sekban adını taşıyan askerî sı­ ağaları ile yaya-başılarını • te’dip ettikten son­



SEKBÂN. ra, itaatsizlik temayüllerine set çekmek mak­ sadı îte, kendisine daha yakın bulunan 7.000 kadar sekbanı yeniçerilerin arasına katması neticesinde, yeniçeri ocağına bağlandılar. Btmnan sonra yeniçeri ağalarının sekbân-başılardan olması da kanûn hükmüne girdi. Bu es­ nada pâdişâh, kendisinin av hizmetine mahsûs olarak, yalnız 500 sekban alıkoymuş idi ( Cbalcocondylas 'tan naklen Hammer, türk. tre., II, 262 ; Uzunçarşıtı, göst. ger.). Mâmâfih 1478 se­ nesine âit „mülâzimân-ı dergâh-l âlî'* mevâciblertni kayt ve tesbit eden bir defter, bize „cemâat-i sekbanın*1 bu e9nâda sâdece 39 kişi bulunduğunu göstermektedir ( krş. Ahmed Refik, Fâtih devrine âit vesikalar, T O E M, 9, yil, s. 17 ). Bu sûretke yeniçeriler ile birle­ şen bütün sekban mevcûdn, bir orta itibâr olunarak, yeniçerilerin 65. ortasını teşkil et­ miş idi. Bunlar iki kısım id i: 1. kısım sayıları 40—70 arasında bulunan suvâri sekbanları or­ tasını ( bunların çoğunu ocak ağalarının ço­ cukları teşkil ediyordu ve ulufeleri de diğerle­ rine nazaran yüksek id i), 2. kısım olan 34 bö­ lük de piyade idi. Sekban bölükleri içinde 18. bölüğe kâtib-i sekbân ve kethüdanın bulunduğu bölüklerden birine kethudû-g 1 sekhânân, 33. bölüğe avcı ve kumandanına da ser-fikârî denilirdi. Bu »vcı bölüğü sekbanların en itibarlı bölüğü idi. Devlet erkânının ve ocak ağalarının oğulları bu bölüğe kayıtlı olup, pâdişâh ile birlikte ava giderler ve yazı tstıranca dağlarında geçirirler­ di. Hükümdar sefere gitse bile avcı bölüğü git­ mezdi. Her sekban bölüğünün bölük-başı, oda­ başı ve diğer küçük zâbitleri olup, en büyük kumandanlarına sekban-başı denilirdi ve yev­ miyesi ilk zamanlarda 80 akçe idi. Kezâ sek­ banlar kethüdası, sekbanlar kâtibi, sekbanlar çavuşu gibi âmirleri olduğu gibi, her odanın çorbacısı, oda-başisı, vekilharç ve bayrakdân var idi. Yavuz Sultan Selim devrinde sekbân-başılıktan yeniçeri-ağası olan şahsın yeniçerileri bir ayaklanmaya teşvik etmesi üzerine, sekbânbaşılıktan gelen yeniçeri ağalarına itimât kayb­ olmuş ve sekbân-başılık ikinci derecede bıra­ kılmış idi. Ancak, sekbân-başıiar yeniçeri ağası iken, gedik olarak, hizmetlerine bakan sekbânbaşı saraçlığı, sekbân-başı çuhadarlığı ve sekbân-başıların doğancı, bayrakçı, matrakçı ve tüfenkçi gibi bâzı hizmete mahsûs maiyet yiae sekbân-başılarm izmetler nde kaldılar ( Kavûnin-i svtıiçerig&n dan naklen Uzunçarşılı. ayr esr,, s. 165 1 Piyade sekbanlar, pâdişâh ile ava çıktıkları zaman, solak ortaları gibi, uzun etekli gömlekler giyerler ve bir ellerinde ta-/.! ı ile ava giderlerdi. Şüyâri • sekbanlar ise , yaya



sekbanlar uzaktan çıkan, bir .ava: tazı yetiştiromedikleri ahvâlde, bu- hizmeti görürlerdi. Bun­ ların atlarına ve kendilerine yeter .derecede ulûfe ve tâyin verilirdi. OsmanlI tarihlerinde atlı yeniçeri diye zikredilen yeniçeriler bu atlı sekbânlar ite atlı zağraçılar idi Y eniçeri. oca­ ğını, acemi oğlanları d a . dâhil ederek, dört kısımdan ibâret gösteren ve tertiplerine dâir tafsilât veren D’Ohsson Tableau général de l’Empire Ottoman, Vil, 312 V dd ) ’a göre, Mu­ rad 111., yeniçeri ağalarının- tâyini mes’elesinde Selim L zamanından bert gel n karışıklıkları ortadan kaldırmak için, eski usûlü tekrar ihyâ etmiş ve sekban-başıyı yeniçeri ağasının bi­ rinci vekili ve onun sefere gittiği zamanlarda. Istanbul kaymakamı mevkiinde saymıştır , krş. R. Mantran, Istanbul dans la seconde moitié du X V IIe siècle, Paris, 1962, s. 127 v.d.. .15.0 ). Umûmiyetle 34 sekban bölüğünün her bi­ rinde 30—40, yalnız 18. sekbânlar kâtibi bölü­ ğünde 400 —500 kişi bulunurdu. Sekbânların ulufeleri toptan çıkar, sekbanlar kâtibinin tut­ tuğu defter mucibince bölük oda-başıları vâ­ sıtası ile tevzi olunurdu. Sekban ortalarındaki sekbân kethüdalarına dirlik verildiği zaman, senelik 20000 akçelik zeâmet .verilirdi. Sek­ bân bölük-başıları ile sekbân neferleri de muh­ telif hâsılatlı timarlara çıkarlardı ( tafsilât için bk. İsmail Hakkı Uzunçatşılı, ayn. esr., göst. yer.). .. . , 2. Eyâletler askerlerinin bir kısmım teş.kil eden ve yerli kulu denilen p yâdeler arasında sekbân tesmiye olunan diğer bir sınıl asker de mevcut idi ki, bunlar eyâlet paşaları ile sancak beylerinin kumanda ve idâreleri altında bulunur, zabitleri de bunlar tarafından tâyin olunurdu. Bu . türlü sekbânlar ı Ceyad Paşa nın bunlara, yerli kulu yerine, ser had ..kulu dediği görülmektedir ) fevkalâde ihtiyaçların çıktığı zamanlarda, kendi istekleri.ile. hizmet­ lerini arzeden köylülerden ibaret idi. Bu se­ bepten de yerli kutu piyâdesi arasında, ekse­ riya kuru bir kalabalık teşkil ettikleri için, en az değerli bir askerî sınıf itibâr, olunurdu. Sâtıyâneden kurtulmak için, bu sınıfa hıristiyanlar bile girebilirlerdi. Hıristiyan sekbanlardan teşkil olunan askerlerin ikinci Viyana muha­ sarasında istihdam olundukları da görülmüş idi Cevad Paşa, Tarik-ı askerî-i asmânî, 2. cilt, Üniv. kütüp., Yıldız kitapları, nr, T Y 13 b ; Mahmud Şevket Paşa. Osmanlt teşkilât ve ily â fet-i askeriyesi, İstanbul. 1325. s. 9 i Mehmed Zeki Pakalın, ayn. esr., ayn yer. { -Hüse­ yin Kâzım Kadrî. Büyük tÜrk lügati, 111, 91 Abmed Râs>m, Osmanlt tarihi. I, 110 ). i ■ Bu türlü sekbanlara istihdam olundukları va­ kit olflfe verilirdi. Bayrak adı. ile. bölüklere



SEKBÂN — SEKİNE.



ayrılır ve bayrakdar denilen zabitlerin idare­ sinde bulunurlardı. Yerli kulu piyadeleri ara­ sındaki bu sekban sınıfı, yine bu kısımda bu­ lunan azablar ile birlikte, zamanla celâlîter hâ­ line geldikleri ,için, ehemmiyetlerini kaybet­ mişler ve yerlerine tiifenkçi adı ile yeni bir sınıf asker ihdas olunmuş idi ı krş. Mahmud Şevket Paşa, ayn. esr., göst. yer.; Mustafa Nuri Paşa, NatSic al-vukâ'ât, ili, 85 ' ki, bâzı lügat kitaplarında sekbanların tüfenkçi olarak gösterilmeleri bu sebepten olsa gerektir. 3 Sarı sekban de. ilen d ğ e r bir sınıf eyâlet askeri vardır ki, bunlar da beyler*beyleri ve ümerânın maiyetlerinde mahallî âsâyişi te’min ile vazifeli ve bir şok bakımlardan yerli kulu sekbânlanna benzemekte İdi. Memlekette eşkı­ yalar türeyip, halka zarar verdikleri yâhut muhassıllıklarm kaldırılmasından sonra, bilhassa XVII. ve XVIII. asırlarda, yeniden sekban ne­ ferleri yazılarak, güvenliğin sağlanması vali­ lere emrolunurdu. Bu türlü bir emrin, Selim III. devrinde, memleket asayişini epeyce ihlâl eden haydutlara karşı Mora valisi İsmail Paşa ’ya gönderildiği görülmektedir ( Başvekâlet ar­ şivi, dâhiliye, nr. 1634 ve >597 ). 4, Alemdar Mustafa Paşa tarafından Selim III. ’in kurduğu nizâm-ı eedîd ocağı ihyâ edi­ lerek. adına sekbân-1 cedîd denildi (18 08 }, çoğunu Rumeli ’ den beraber getirdiği askerin teşkil ettiği ve ulüfe ve ta’yinâtı da çok ol­ duğu cinetle, kısa zamanda, gerek yeniçeriler­ den ve gerek diğer sınıf askerlerden de yazı­ lanların fazla mıkdarda bulunduğu sekbân-ı ce­ dîd, nizâm-ı eedîd gibi, bostancı ocağına mül­ hak olmayıp, müstakil bir ocak itibâr olundu. Pakat Alemdar Mustafa Paşa ‘nın vefatı ile ortadan kaldırıldı ( tafsilât için bk. Cevdet , Tarih, IX, 8 v.dd.). 5. Bir de kır sekbanı denilen bir sınıf sek­ ban, varidi ki, yaz mevsiminde mahsûlün mu­ hafazası için kullanılırlardı ve korucu vazifesi görürlerdi. Seymen adı ile de Anadolu ‘nun bâzı yerlerinde başı-bozuk asker veya çiftlik korucusu olarak vazîfe gören kır sekbanlarının, XVIII. asrın sonlarına âit bir vesikadan öğre­ nildiğine göre, toprak mahsûllerinin muhafa­ zası gerektiği üç ay için istihdam edildikleri anlaşılmaktadır (krş. Başvekâjet arşivi, dâhi­ liye, nr. 1838). - Sekban bölükleri, sekban bölük-başısı, sek­ banlar çavuşu, sekbanlar fırını, sekbanlar kâ­ tibi. sekbanlar: ortaları ve sekban tazıları hak­ kında tafsilât için bk. Mehmed Zeki Pakalın, ayn. esr. ğöst. yer. (M . T aY Y IB GÖKBİLGİN.) S E K İN E a L-SA KÎN A („durmak. dinmek; hir eyerde kalmak" ) fiil kökün­ den yapılmış bir isim olup, „sükunet, bozûr,



kalb huzûru ve vekar" mânalarına gelir. Bu kelime bir de müşterek sâmî dillerine âit bir kökten gelen İbranî dilindeki şehina'ye teka­ bül eder. Son kelime. İbranî dilinde, sonraları tamâmi yle manevî bir mânada olarak „A lla­ hın huzûru, hâzır olması" mânasını almış, bâzan bir ateş, bir bulut, bir ışık gibi hisler ile idrâk olunabilecek bir işâret ile de kullanıl­ mıştır. Öyle görünüyor ki, „onun hukümdarfığının delili içinde rabbinizden bir sakına ile Mûsâ ailesinin ve Hârün ailesinin bıraktıklar rından bir bakiye bulunan sandığın ( „tâ b u t") sîze gelmesidir" . K u r’an, II, 249 ) âyetinde bu kelime tam İbranî kelimenin aslî mânasında kullanılmıştır. Fakat bu aslî mâna unutulmuş olduğundan, müfessirler bunu türlü şekiierde izah etmişlerdir; bazıları buna alelade huzûr ve sükûn mânasını verdikleri hâlde,, diğerleri msl. kedi başı gibi bir başı olan yakut ve zebercedden bir nesne v.b. mânasını ve bâzan da eski araplarm cin telakkisini düşündüren bir tasvir vermişlerdir ( bk, Tabari, T a fsir, H, 385 v.d. ; Vahb b, Munabbih bu husûsta bir yahudi kaynağını zikretmektedir. Bundan baş­ ka mukaddes emânet sandığı („tâ b u t"], Sri m Vtummim denilen ve rahiplerin boyunlarında taşıdıkları kehânet taşları ile k arıştırılır), İçin­ de bu kelimenin bulunduğu diğer bâzı âyet­ lerde, kelime müfessirler tarafından sükûnet, rahatlık ve emniyet gibi, rûhun enfüsî bir hâli olarak izah edilmiştir ( bk. msl. K a r’an, IX. 26, 40 ve X L V 1II, 4, 18, 26 tefsirleri).— Kelime din ile alâkalı olmayan sükûnet, ve vekar mâ­ nasında da sık-sık kullanılır ( bk. msl., al-Buh âri, Bad* al-halk, bâb 15 ); nitekim sâdece msl. namazda ( şalât, al-Buhâri, Cum’a, bâb 1 8 ' veya i f a i a ’da (al-Buhârı, Hacc, bâb 94) sakin ve vakur olmak mânasında geçmektedir. Bu kelimeye bir de „rahmet" mânası verilmiş­ tir. Msl, „ K u r ’an okunurken, Allahın sakına ’si iner" ( al-Buhari, F a iâ ’il al-K ar ân, bâb 11 ve 15 ) hadîsinde kelime „Allahın verdiği ruh sükûnu" ile izah edildiği gibi, sâdece „Allahın rahmeti" şeklinde de izah edilmiştir. Nihayet, meşhur vahy kâtibi Zayd b, Şâbit, Peygam­ berin yanında bulunurken, onu sakına 'nin kapladığını söylemiştir. Buradaki sakina, vah-, yin geldiği sırada, Peygamberde hâsı! olan „sükûn" şeklinde izah, edilmiş ise de, burada ibrânî peygamberlerin« gelen, rüh alrkuds ( rü«h. hafc-fcadeş ) ’ün ş*ihna ’dan çıkması gibi, eski bir tasavvur ile ilgili olarak göstermek daha ziyâde yerinde olacaktır ( krş: Goldziher, *• >94 v. dd.). B i b l i y o g r a f y a : . A . Geiger; .İP«».1 hat Mohammed, a m . dem. Judent.ume. p a fg e »• namrnen ? ( 2, tab., Leipzig., 1902 ), s..53 v.d-;



S E K İN E -



S E K K Â K İ.



L Goldz:ber, Öber den Aasdruck „Sakına" j



b i y a t } ) m ü h im b ir r o l o y n a m > ş tu .



( Abhandlungen zar arabtschen Philologie, Leiden 1896 ). ayn. mil., La noiion de la sakına chez les Mahammetans { R H R,



rn ad



XXVIII, j~ i 3 > . (B . JOEL.) [ Bu madde A. A t e ş tarafından tâdil edil­ miştir ]. _ S E K K Â K İ . S A K K A K I, ş a r k t ü r k e d e ­ b i y a t ı ş â i r l e r i n d e n olup, VIII. ( XIV.) asrın son çeyreğinde doğmuş ve IX. asrın ilk yarısında Mâverâünnehr’de Ti mutlular sa­ rayında meşhûr olmuştur, ölüm tarihi gibİ doğum tarihini de bilmediğimiz bu şâir hak­ kında sâdece Navâ’i ’nin Macâlis at-nafâ'is ’inde malûmat bulunmaktadır. S ak kâk i, aslen mâverâünnehrlidir; kendisi bil.ıassa Semerkand’da meşhûr olmuştur. Kendisinin bu şeh­ rin civarında gömüldüğü zannolunmaktadır. Navâ’ i Macâlis ’inde, Sakkâki ’nin şiirlerinin şöhreti ile mütenâsip olmadığını iddia etmek­ te d ir; aynı müellif kendi Hutba-t davâvin mu­ kaddimesinde, Sakkâki ’nin tam bir divân te­ lif ettiğini ve bu divanın Türkistan 'da meş­ hûr olduğunu kaydetmektedir. Diğer taraftan Mıtffâkamai al-luğatayn ’ inde Sakkâki ‘ııin —msl. bir türkçe dîvân ile yine türkçe bir Çul u navrâz müellifi olanLutfi gibi — tamâmiyle Ça­ ğatay edebiyatının naşirlerinden biri o’ arak, İran şâirleri İle mukayese edilemeyeceğini be­ yan etmektedir. Hayatı ve yaşadığı devir ile ilgili vuzuhsuzluk bâzı yeni müellifleri ( bk. msl. Necîb Asım ve Mehmed A rif, Osmanlı fariAi, İstanbul, 1335, S. 275) onu meşhûr âlim Abü Ya'küb Yûsuf at-Sakkâki [ b. bk.] ile ka­ rıştırmağa sürüklemiştir. Sakkâki ’nin Divân ’ inin eksik bir nüshası British Museum ’da bu­ lunmaktadır ; bu divanın ihtiva ettiği ve Timurlulardan Halil Sultan (ölm. 8 12 —1408), büyük sûfî Hvâca Pârsâ ( ölm. 822 = 14 18 ', Ulug Bey ( 8 14 —850 = 14 10 — 1443 )’e ve Ulug Bey ’ in kumandanı olup, gâlibfi şâirin başlıca hâmisi bulunan emîr Arslan H’-’âca Tarhan ’a ithâf edilmiş olan kaside ’ier ve diğer türkçe bîr kaç şiir i Necib Âsim, Hibat al-h akSik, İs­ tanbul, 1334, s. 92—94 ) şâirin devri ve muhi­ tinin oldukça sâdık bir tasvirini verir. Muhtelif türk lügatlerinde Sakkâki ’den nakledilmiş par­ çalara rastlanır; aynı şekilde, Ayasofya ku­ tup., nr. 4 7 5 7 ’deki uygur harfleri ile yazılmış olan ve diğer eserler meyânmda 'Atabat alfyalçâ'ilf ’1 de ihtiva eden yazmada SakkSk i ’nin ü ç gazeli bulunmaktadır. NavS’ i ’nîn Sem erkand’■ ziyâreti sırasında 1870—8 7 3 = 1463— 1468 1 nenüz unutulmamış olan bu şâir. Lu{fi veya H aydar H vârizmi değerinde kuv vetli bir san’atkâr olmamasına rağmen, türk şiiri tarihipd* ( krş. mad. TÜRK [ 48 vş ede­



Ç A Ğ A T A V • e d e b iy a t ).



Bk. b ir de ,



B i b l i y o g r a f y a - . Navâ’ i, Macâlis aln afâ’is, z. meclis (muhtelif yazm aları), ayn. mtl., H atba-i davâvin ( Nuruosmaniye kütüp., nr. 3880); ayn. mil., Malfâkamat alluğatayn ( İstanbul, 13 13 ), s. 6 4 ; Rieu. Ca­ talogue o f the Turkisk Mss. in the Briti Mas., s. 284; Köprülü-zâde Fuad, ilk mu tasavvtflar 1 İstanbul, 19 18 ), s. .189. , t K ö p rO lO -zA d e F u a d .) S E K K Â K Î . a l- S A K K A K Î. A b u Y a ’ kû b Y û ­



s u f b. Ab] B e k r b. M uham med S I r  c a l DİN AL-HvÂRİZMİ ( 1 1 6 0 —1299), tanınmış bir



d i l v e b e l a g a t â t i m i olup, 2 cemâztyelevvel S55 ; 10 mayıs 116 0 ) ’te Hvfirizm ’de doğdu, ö n ce mâden oyma işçiliği yaptı. Son derecede güzel hakkaktik eşyâsı yapıyordu; al-Sakkâki nisbesini bu san’atısdan almıştır. A yrıca pek girift kilitler yapmakta büyük bir hüner sahibi idi. Bir gün her şeyi ile ağırlığı bir kırattan fazla çekmeyen ve kilidibulunan bir hokka yaptı ve bana memleketin hâl tercümecüerinin adını bildirmedikleri emîrine takdim etti. al-Sakkâki emîr tarafından iyi bir şekilde mükâfatlandırılmış idi ; fakat bir az sonra huzura bir başkası geldi ve daha büyük bir hürmet ve itibâr ile karşılandı. a|Sakkâki buna hayret e tti; sonra bu şahsın bir âlim olduğunu öğrendi. Kendisi, ilmin sınâattan daha itibarlı olduğunu görerek, bir âlim olmağa karar verdi, ilk çalışmaları başa­ rılı olmaktan uzak id i; bu başarısızlık onun ce­ saretini kırdı. Aralıksız düşen su damlalarının kayada nasıl bir delik oyduğu dikkatini çe­ kince, çalışmalarına tekrar başladı,.Hayatı hak- , kında pek az şey bilinmektedir. Hocalarının veya talebelerinin kim oldukları mechûtdür. Bu hâ! şüphesiz hayatının sonuna doğru memle­ ketinin moğul istilâsına uğramasından ileri gelmiştir. . al-Sakkâki Hanefî lakihlert arasında yer alır ve bu sahada iki hocası, Sadid al-H ayyâti ve Mahmüd b. Sa'id b. Mahmüd al-Hârİşi ile ta­ lebelerinden biri, Hanefî fıkhına dâir a l-K in y a adil bir eserin müellifi ofan Mahmüd al-Zâbidi zikredilir. Fergana ’da. Almalığ ( coğrafya­ cılara göre, A lm Slik) şehri yakınında, Karyat at-K indi’ de 626 ( 1299) yılında öldü. Asıl şöhretini, zamanına kadar belagat mev­ zuunda kaleme atınmış en şümullü telif olan arapça eseri, M iftâlf a l-u la m te’min etmiştir. Büyük şö-ıretine rağmen, M iftâ k ’ın el-yazma­ ları Avrupa kütüphanelerinde nâdirdir ve alK azvin i tarafından üçüncü kısmının Talh iş al M ifiâ h adı ile yapılan hulâsa, ve şerhi am­ il nı geride bırakroıştır. Bu hulâsa bçtâgat hak­



SEK K ÂK Î



kında örnek eser oldu ve bugüne kadar sayı­ sı* şerhleri vücûda getirildi. Miftâh ‘al-ulûm 'un gölgede kalmasının bir başka sebebi de, şüphesi*, arapçada pek az kııilartıian, belki de vunam bîr te’sir gibi tefsir edilebilen uzun hâreleri yüzünden, bâzan ifâdesinin çok güç anlaşılmasından ileri gelmektedir. Meşhur Na­ şir al-Din al-'fûsi ’nin muasırı olan al-Sakkâk n:n yunan felsefesinden tercüme edil­ miş eserleri okumuş olması da mümkündür. Salahiyetli her hangi bir âlimi pek nâdir ola­ rak zikrettiği hâlde, onun ekseriya gramer mevzuunda felsefî nazariyeleri tercüme ettiği söylenilen aLRumınSni ’ den deliller serdctmesi belk> de manasız değildir. Eserinin iki neşri ı Kahire, 1317 , 1318 1 istifâde edebilmek için eli­ mizde bulunmakta ve bu nevî eserler için pek lüzumlu olmasına rağmen, tamamen harekesiz basılmış olmakla beraber, yine de onu tet­ kik etmemize imkân vermektedir. Müellifin ilk tasavvuru eseri sarf, nahiv ve belagat olmak üzere, 3 kısma ayırm aktır; bunlara mev­ zu île yakından alâkalı başka bahisler de ilâ­ ve etm iştir: sarf hakkındaki kısmın başına arap hurilerinin mahreçleri hakkında olup, arapçadaki eserlere mahsûs telâffuzları nazarî olarak tanıtan bir bahis konulmuş, beyan ve maâniden bahsedilen kısımda ise, badi' ’in ba­ hisleri hulâsa edilmiştir. Her ne kadar al-Sakk âki eserinde maddelerin İlmî bir tasnifini yapmağı denemiş ise de. taksimi bunları sa­ yarken başka, İzah için numaralarken başkadır. İlk kısım 3 f a ş l 'a bölünmüştür, hâlbuki İkin­ cisi bir çok faşl ve bâb ’Sara ayrılmış, sonun­ cusunun bölümleri ise, numaralanmamıştır. Maânî kısmı kânun ’lara, tekrar bunlar da fana 'iere bölünmüştür. Beyândan ( bayan ) bahseden bölüm iki aşl ’a, beş faşl *a ve ayrıca numara­ lanmamış bir çok bahislere ayrılmıştır Üçün­ cü faşl mecâz ve istiareye dâir olup, 6 Içism ’a ayrılır ve sonunda belagat ve fesahat hak­ kında numaralanmamış bâzı bahisler ihtiva eder. Müellif sonra bize kitabını burada bi­ tirmesi gerektiğini, müteakiben verilen bahis­ lerin de hakikatte belâgate âit olduğunu, boylece istidlal veya eserden müessire gitme yolu ile kıyâs, hakkında uzun bahisler ile arüz v.b. gibi, tabiî tafsilâtı ile birlikte, şiir sanatına dâir uzunca bir tetkik ilâve ettiğini söyler. Eser, bir el kitabı olarak, kullanılabilmek için çok geniş tutulmuş ve kötü tertip edilmiştir. Bu yüzdendir ki, at-Kazvini 'nin Talhiş alMiftâh. adı île yaptığı hulâsa ve şerhi eserin yerini almış ve onu geride bırakmıştır. al-i£azvini 'nin eseri, pek çok şerhleri ve bilhassa alTaftazâni ’nin al-Mu(avvai ve al-Muhtaşar ad­ il esefleri ile birlikte, şrttp edebiyatında gü­



SE L Â M .



3*9



nümüze kadar nufÛz ve itibârını muhafaza et­ miştir. M iftâh al-'alSm bir çok şerhe rnevzfı olmuştur. Bunlardan yukarıda zikredilenlerden başka, Mahmüd b. Mas‘ üd al-ŞirSzı ( Ölm, 726= 1326 ) ’niü yalnız üçüncü kısma yaptığı şerhi ile al-Curcâni ’nin h. 803 { = 14 0 0 /14 0 1) yılında tamamladığı yine üçüncü kısmın şerhi zikredilebilir. B i b l i y o g r a f y a - , al-Kuraşi, at-Cav3hir al-m uii'a { H aydarâbâd), II, 22 S! îbn Kutluboga, s. 250; al-Suyüti, Buğyat al-vu'ât t Kahire, 132b ), s. 425 ; Muhammed B a­ kir, R aviat al-cinan (Tahran, 1304), sabifeleri numarasızdır; Taşköprü-zâde Ahmed ( trc. Kemâİeddîn Mehmed), Mavzâ'at al' ulum (İstanbul, 13 13 ) , 1, 23z v.d .; Kâtib Çelebî,K a ş f al-şunün (İstanbul, 1941 —1943), II, 1762—ı?b 8 ; Brockelmann, C A L , I, 294; Sappl., 1, 515 v.d.; Mehren, Rhetorik der Araber (W ien, 1853). (F. KRENKOW.) S E L  . ( Bk. s a l ä .] S E L  M . S A L Ä M (A.), salima ( „sağlam, dokunulmamış, sâlim olmak“ ) fiilinden yapılmış bir isim ; sonra,isim olarak, „selâm, selâmlama, selâmet, kurtuluş" mânasında; eski arap tugatçilerinİn verdikleri bilgiler hakkında bk. Lisân al-'arab, XV, 18 1 v.dd., sık-sık. Bu kelimeye Kur'an ’da, hususiyetle Mekke ’de nâzil olmuş ikinci ve üçüncü vahy devre­ lerine isnat olunan sûrelerde ekseriya tesadüf olunur. Bu kelimeyi ihtiva eden en eski âyet Kur'an, X C V 1I, S olup, burada laylat al-kadr münâsebeti ile, — o şafağın sökme vaktine ka­ dar selâm ettir— denilmektedir. Salâm keli­ mesinin bu aynı mânası Kur'an, L, 3 3 ; XV, 4b ; XXI, 69; XI, 50 ’ de de bulunmaktadır. Sa­ lam dünyevî kurtuluş ve selâmete olduğu gibi, ebedî kurtuluş ve selâmete de delâlet eder. Bu son mânada kelime cennete delâlet eden ( Kur'an, X, Z ö ; VI, 1 2 7 ) dar at-salöm („s e ­ lâmet e v i" ) tâbirinde kullanılmıştır. A hi alkitâb [ b. b k .j’a hitap eden Kur'an, V, 18 âyeti (M edine’ de nâzil olmuştur) subul al-salâm l „selâmet yolları" ) tâbirini ihtiva eder (krş E fiy â , L IX , 8 t däräk şâlâm ). Bununla beraber, salâm kelimesi, Kur'an ’da ekseriya selâmlama ibaresi olarak kullanılmış­ tır. Nitekim Kur'an, L V I, 90 ( Mekke 'de, ilk devirde nâzil olmuştur ) ’da sağ tarafta bulu­ nanlar. saadetlerine katılanlar tarafından satâmun laka ( „sasa selâm olsun !" ) sözleri ile selâmlanmıştır ( al-Bayzâvi ’ye göre; Lisân al'arab, X V , 184, 8 v.d .’da başka izahlar). Sa­ lâm ™ ( K u r’an. XXXVI, 58: XIV, 2 8 ; X, 10 ; XXXIII, 143 ' veya salâm ™ 'alaykum ( X V I, 34: X X X IX , 7 3 ; XIII, 24 i saadete ermiş olan­ lara cennette veya buraya girerlerken söyleni-



SELAM.



len selâm tâbiridir. Kur'an, LVI. 25 âyetindeki salâm“ “ salam“ 1* t diğer kıraat şek li: salâm““ salam“ “, krş. K ur'an, XIX, 63 >, muhtemel otarak duâ mânasına bir nidâ olarak da kabûl edilebilir. Aym şekilde A 'râf [ b, bk.] ’da bulu­ nanlar cennet sakinlerine Wâm»» ‘alaykum i diye bağırırlar ı K u r'an , VII, 4 4 '. İbrahim ’in misafirleri de kendisine selâm vermişler ve o da selâmlarını almıştır ( Kur'an, LI, 2 5; XI, 7 2 ; krş. XV, 52). İbrahim salam 'alayka di­ yerek, kendisini tehdit eden babasından izin alır ( XIX, 48 ). Musa ’nm Fir'avn ’a yaptığı ih­ tar ( XX, 49 } al-salâm“ 'alö man ittaba'a ’lhudâ ( „doğru yolu tâkip edene selâm“ ) tâbi­ rini ihtiva eder; al-B ayzâvi’nin verdiği İlk tef­ sire göre, salam burada melekler ve cennet muhafızlarının verdiği selâm dır; fakat bu ke­ limeler, hitabın başında bulunmadığı işin, baş­ ka bir tefsir bunun bir tasdik cümlesi olarak telakki edilmesini ve salam ’1 Allahın cezâ ve gazabından muâf olma mânasında alınmasını tercih eder ( bk. al-Bayzâvi, bu âyetin tefsiri ve Lisân al-'arab, XV, 183,7—s ). Salam ““ 'a la y kam ( „selâm size'*), K u r'an, V I, 54 ’te, Pey­ gamberin imân edenlere götürmesi gereken haberin başlangıcını teşkil eder ve, K u r’an, X XV II, 60 'ta salam Allahın seçkin kullarına söylenmiştir. Salam kelimesi bir de XXXVII. sûrede, duâ ve takdis olarak, bir çok defa kul­ lanılmıştır ; burada her peygambere tahsis edil­ miş olan âyetler bunlar hakkında söylenmiş bir salâm ile sona erer (âyet 77, 109, 120, 130, 1 8 1 ; krş. bir de XIX, 15, 34), Salâm ( K ur'an, X L lll, 89)’ a ve salâm““ ‘alaykum (K u r'an , XXV II!, 55)’ e kâfirler ile münâsebeti kesmeyi ifâde etmek için, istibzalı bir mâna da isnat olunabilir ( başka tefsirler için bk. al-Bayzâvi ). Rahîm Allahın kulları bununla câhillere t câhi­ lim ) cevap olarak söyledikleri salam“ “ ( K u r­ ’an, X X V , 64 ) da aynı mânaya gelebilir. Fakat müfesstrler bunu tasallum“ “ veya bar â’at“ “ mâ­ nasına almaktadırlar, — K ur'an, LIX , 23 ( Me­ dine ’de nazil olm uştur) ’ te al-salâm Allahın adlarından biri olarak bulunmaktadır; al-Bay­ z â v i’ye göre, bu „hatasız" mânasında sıfat ( ş if a ) olarak kullanılmış bir maşdar ’dır t bk. bir de Lisân al-'arab, X V , 182, t v.dd.. ao v.dd. ve mad. ALLAH, 1, 363» ). Bundan dolaya d a r alsalâm ve subul al-salâm tâbirlerinde bulunan al-salâm Allahın adı olarak tefsir edilmiştir ( bk. al-Bayzâvi, Kur'an, VI, 12 7 ; X . *6 ; V, 18 te fsirle ri; Lisân al-'arab, XV, 182, 2—s ). Hattâ bu kelime al-salâm 'alaykum ibaresinde de Allah mânasına alınmak istenmiştir ( Fahral* Din al-Râzi, M afâtih al-ğayb, K ur'an, V I, 54 tefsiri, Kahire. 1*78, III, 54, al—« J Lisân al'arab, XV, 182, t—9 ). 1—A lkâ '1-salâma ( Kur'an,



I IV. 96 ) tâbirine „selâm" mânasının verilmesi ihtimal dışıdır; başka bir kıraat tarzı ile. Kur\| ’an. IV,. 92, 9 3; X V I, 30. 89 da aym tâbirde bulunan al-salama şeklini vermektedir. isimden yapılmış sallama fiili yalnız Medine ’de nâzil oian sûrelerde, yâni Peygambere şoför ve salâm söylemenin tavsiye edildiği âyette (K u r'a n , XXXIII, 56) ve K ur'an: XXIV. 27.61 ’de tesadüf olunur ( aş. bk.), Müslümanlar arasında salâm kelimesi ile se iâralamanın İslâmî bir müessese olduğu tiki çok erken olarak yayılmış idi. Bu valnız Mek­ ke ’de son devirde nâzil olan bir âyet ile Me­ dine 'de vahyedilmiş olan iki âyette bu şekilde selâmlamanın emredilmiş olması it bâriyle doğ rudur • K ıır'an. VI. 54 ’te Peygambere şu şe­ kilde hitap edibr: „âyetlerimize ( âyöt ) ina nanlar sana gelince, sö y le : — sizi selâm ol­ sun ( salâm“ “ 'alaykum • 1 Tanrınız acımağkendi üzerine borç yazmıştır" v-b. — X X V 2 7 ; „E y imân edenler, size ât t olmayan mes­ kenlere önce haber vermeden ve orada otu­ ranlara selâm vermeden Iv a tusattimu girme­ yiniz v.b .; buna muvazi olarak, X X IV 61 „evlere girdiğiniz zaman, birbirinize selâm vermiz ( fa-sallim a ı v.b. { benzer bir büküm için bk. Metta, X, 12 ; Luka, X. 5). — Bundan başka içinde „selâmlama" için daha gen ş hayyâ tâbirinin- kullanılmış olduğu K ur'an, IV. 88 de salâm ile alâkalı bir selâmlama olarak telakki edilmektedir. Bununla beraber. Goldzther bâzı eski beyitleri şâhit olarak getirip ( Z D M G , X L V 1, as v.d.), selâmlama ibaresi olarak salam kelimesinin kullanılmasının isiâmiyetten daha önce mevcut olduğu vakıasına işaret etmiştir. İbrânî ve ârâroî dilinde buna tekabül eden ve Abd-i a tik ’teki kullanılışa dayanan ibareler, şâlöm l*kâ, ş*lâm lâk ( 1‘ kön ), ş“lâmâ '“ lâk ( bk. Hâkim ler, XIX. 2 0 ; //. Ma­ lak, X V 11I, *8 , Dûnyâl, X , 19 ; /. Tarihler, XII. 19 1 yahudi ve hıristiyaniar tarafından se­ lâmlama için kullanılıyordu (bk. G Dalman, Gramm, d. jû d-palâstin. Aramäisch2, Leipzig, 1905, s. 2 4 4 !; Talmud Y'ruşalm i ş“bi'it, ıV. 35h ’ye göre, şâlöm '“le^âm tsrâil’in selâmı idi. K rş. bir de P eşitta Math., X, 1 2 ; X X V I, 49, Luka. X. S; X X IV . 3 6 ; Yuhanna,XX, 19, ti, ıh, ve Paync Snrth, Thes. Syriacus, stn. 4189 v.d. A yrıca, çok büyük mikdarda nabatî kitabeleri şimâl-i garbî arapları arasında ve S in a yarım­ adasında ş-l-m ’nin duâ, takdîş tâbiri olarak kullanıldığını te'yit eder ( C I S . II, Inscrip* tiones aramaeae, I, nr. 288 v.dd., nr 244, 339 *da tekrar edilmiş, nr. 3 0 2 ’de üç defa kulianılmıştir ) ve arapça s-l-m şekline, duâ tâbiri olarak, Ş afâ kitabelerinde ekseriya tesadüf .olunur (k rş. E , Littmanu, Zur E n tz ifferu n g



SELÂ M . der Ş a fâ Inschriften. Leipzig, 1901, a. 47 , S* o d., 5 i 56, 57, 59, 61. 64, b6, 07, 70; ayn. mit., Semitic Inscriptions. New York-London, 1905, SafaıVe İnser., nr. 5, 8, 12, 15 , 69, 128, 134 ’» Şâyet Lisân al-‘arab XV, 183, 5, aşağıdan ) da zikredilen salâmaka Rabbanâ f i kaili facr''n mısraı roevsûk ise ve gerçekten Umayya r> Abi ’l-Şalt tarafından söylenmiş ise, ihtimâl ndan şimâiî Arabistan ’m bir Allaha inanan ■âzı muhitlerinde, sabah ibâdetlerinde, salam kel meşini ihtiva eden bir ibârenm duâ tâbiri olarak kullanıldığı neticesi çıkarılabilir. Muhlemelen vahudi ve hıristiyan düşünüş tarzının tesiri ile arâmî kültür çevresinde bu kelime husûsî bir mâna almıştır SalSm m II, 2. s. 148 —1 5 i ( bk. levha L X IV ) ; F. Beaujour, Tableau du commerce de la Grèce { P,aris, 1800), II; W. M, Leake, Trav. in North Greece ( 1806 ), 111, 235—257 ; E. D. Clarke, Travels ( 1802 ), IV, 348 ; E. M. Cousinéry, Voyages dans la Macédoine ( P a­ ris, 18 3 1) , II, 23—56; A . Prokesch von Os­ ten, Denkwürdigkeiten u. Erînn. a. d. Or­ ient, II!, 636—662. ^ T ü r k ç e k a y n a k l a r . Âşık Paşa-za­ de, Tarih (bfe. fihrist ); Sa'd al-Din, Tâc altavârlh, I, tür. yer. ; Â lî, Kunh al-ahbär, V, tür. yer. ; K âtib Çelebî, Takvim al-iavâr'ih ( İstanbul, 1146 ) ; Neşrî, Cihan-nümâ, II ( nşr., T T K ) ; Lû tfî Paşa, Tarih ; Başvekâlet arşi­ vi, mühimme defterleri (bk. fih ristler); nr. >43. k- 934 tarihli Selanik, Drama ve Serez kazaları ile Selanik müstahfazlarıniu timar ve evkafını gösterir; nr. 959, h. 1273 tarih­ li Selanik, D ra m a ... köyleri ile vakıf köy­ lerini ihtivâ eder; nr. 424, XVÍ. asır Sela­ nik mufassal defteri; Musa Kâzım, Aynoroz tarihçesi ( T O E M, sene IV }; Hortaç câmîi (Servet-i fu n â n , 1309, V , 20 } ; Sel&nik M ek-



SELANİK -



teb-i idâdî-i mülkîsi ( Servet-i /âmîn, V , 33 ); Selanik askerî dâiresi (albüm, Üniv. kiitiip., T Y 9 10 16 ) ; Selanik haritası (Üniv. kütiip., T Y 9*282, 92974); Selanik liman) haritası (Üniv. kiitiip., T Y 93485, 93489); Kasimîye câmii (Şehbâl, 1328, III,- s. 349); 7322 hicri senesi Selanik sâl-nâmesi ( 18. tab,)* A li Cevad, Memâlik-i osmâniyenin tarih ve coğrafya lügati ( İstanbul, 1 31 3 ), S '439—447 ; Ş- Sâmî. Kamus al-ulam { mad. Selânik '. : Bk. bir de Kart Braun, Türk Reise ( Wies­ baden, 1875), II, Î29-—3 0 2 ; Rupprecht von Bayern, Reiseerin. a. d. Südosten (München, 1923), 125— 13 b ; Oberhummer, Griechen­ land, Handb. der geogr, Wissensch. ( S&dosta Südeuropa,s, 2 50 ); L. Schultze, Makedonien . ( Jena, 1927 ), s 104, 218-—2 23; A . Isehirkov, G rad Solum ( Sofia, 19 11 ) ; Sbornik Solum ( Sofia, 1934 ); Mitt: Geogr. Ges. Wien ( 1 931 ), 72 v.dd.; C. Loesch, Volk und Reich ( 1 931 ) , a. 289 —308; Kt. Nikolaides, Griechenland A n teil an den Balkankriegen (Wien, 1914). : ( M. TAYYlB GöKBtLGlN.) S E L Â N İK Î. S E L Â N İ K Î , M u s t a f a ( ? — i 6 o o ), d e ğ e r l i bir O s m a n l ı t a r i h ç i s i olup, hayâtı hakkında bildiklerimiz XVI. asrın ikin­ ci yarısına âit kıymetli bir vekayi-nâme olan eserindeki kayıtlara dayanmaktadır. Selânik­ li olmadığına dâir G. Elezoviç ( Selânikli Mus­ tafa E fe n d ija i njegova istorija, s. 78 v.d.) ’in mütâleaları esassızdır. Nitekim 1563 ha­ ziranında, babasının Selan ik’te ölümünü öğ­ renince, vezir-i âzam Sokııllu MehmedPaşa nın konağında Fetih sûresi okumakta iken, ,,sila-i rahm" bahânesî ile izin alması, eserinde ken­ disini „Selânikî Mustafa" ve „Selâniklii" ( Se­ lânikli Mustafa, Tarih, Üniversite kü tiip, nr. T Y 6027. 2il>. J 9 i b ) diye zikretmesi Selanik 'e olan nişbeti hakkında şüphe bırakmamakta­ dır. 1566 Sigetvar seferine vazifeli olarak ka­ tıldığına dâ'r eserinde bir işaret yoktur. An­ cak ilerideki mesleği ve eserinin mu' tevâsı göz önüne alınırsa, onun dâ:ma divan ı hü­ mâyûn kâtipleri arasında bulunduğu tahmin edilebilir. Selânikî 'u n tasrih ettiği ilk devlet hizmeti Haremeyn mukataacılığı ■olup, hangi tarihte tâyin olunduğu bilsnmejen bu hizme­ tinden 988 rebiülevveünde (nisan/mayıs 1580) azledilmiştir ( Selânikî. Tarih, 'İstanbul, 1 î 8 x. S. 159 ). Daha sonra, 4 ser.e müddet ile. Ni¡ancı Mehmed Paşa'nın divitdarbamı yaptı ( agn. esr., s. 161 !. Ördemir-oğlu Osman Paşa sadârete geçtiği sırada bu hizmetle bulunu­ yordu. Bu sıfat ile, Safevî elçisi İbrahim Han ’ın divâna kabûlünü görmüş (s. 1 8 1 ’, Üskü­ dar ‘da Tebriz seferine hazırlanan vezîr-.i âza-



SENÂNİKL



349



ma nişancı ile tuğralı ahkâm kâğıdı götürdüğü zaman, Ozdemir-oğlu kendisine ihsanda bulun­ muş ve kaymakam Mes'h P a ş a ’ya S elâ n ik î’ye iyi bir vazîfe vermesi için „siparîş-nâm e" gön­ dermiştir (992 şevvâj sonları —teşrin I,/teşrin­ im l S84, agn, esr., 646 ve s. 185 v.d.). Ancak bu tavsiyenin tahakkuk edip-etmediğ'ne dâir bir kayıt yoktur. 22 zilhicce 995 (23 teşrin 11. 1587 ) ’te selân:k î'y e Silâhdar kâtipliği verildi ■ s- 235 ). Bu hizmet ile 996 cemâziyelâhırında ( nisan/mayıs 1588 ) G m ce seferine me’ mur edi­ len müverrih, aynı yılın 10 şabanında ( S tem­ muz ) Erzurum’da seıdar Ferhad Paşa'nın ça­ dırında bulunuyordu (s. 243 ). Bu seferde, hu­ sûsiyle Gence kalesi inşâatındaki hizmetine karşılık olmak üzere, ulûfesi üç akçe arttırıla­ rak, kendisine dergâh-ı âlî müteferrikalığı ve­ rilmesi serdar rüûsunda yazılmış idi (s. 313). Gence seferi sonunda sipâhî oğlanları kâtipli­ ğine nakledildiği anlaşılan Selânikît Erzurum ’da Ferhad P a ş a ’ nın maiyetinde iken, sipahile­ rin tamamen İstanbul’a gelmesi sebebi ile, kendisinin de dönmesi husûsunda emir alarak, 997 ramazanında , temmuz/ağustos 1589 ) mer­ keze gelm’ş, sipâhiye ulufelerini dağıtmrş, fa­ kat çok geçmeden, 25 şevvâlde (6 e y lü l) se­ bepsiz olarak, azledilmiştir. B ir ömür sonunda elde ettiği mansıbının henüz yeni çıkmış bir talebeye verilmesinden müteessir olmuş idî. ( ş. 258 ). Bîr buçuk sene kadar sonra, halefi­ nin azil ve nefyedildiğinden bahsederken, vak­ tiyle kendisine haksız isnatlarda bulunmuş ol­ masının cezasını çektiğini ifâde etmesi (s . 273 v.d. ) üzüntüsünün hâlâ devam etmekte ol­ duğunu göstermektedir. 988 seferinde ( kânun II. 1590), vezîr-i âzam Koca Sinan Paşa vazi­ fesi bulunmayan Selânikî 'yİ çağ.rtmış, gelmek üzere olan Safevî sefâret ey’eti ve Haydar M irzâ’nın misafir edileceği sarayı hazırlatması ve misafirler için, yapılacak masrafın sarfını deruhte etmesini ona tenbih etmiş idi (s. 261). Selânikî, bu hizmeti dolayısı ile, elçilerin ve şehzadelerin karşılanması ve ağırlanmasını can­ lı bir şekilde tasvir eder. Ferhad Paşa, vezîr-i âzam olunca, 13 şevval 999 (6 ağustos 1591 ) ’ da Selânikî *yi isteyip, onu kendi tarafından rûznâme yazmığa me’ mur etmiş (s. 295), daha sonra uhdesine Anadolu muhâsebeciliğini de vermiş :di. Fakat Ferhad Paşa'nın sadâretten azli, diğer yakınları gibi, Selânikî ’n;n de mev­ kiini kaybetmesine sebep oldu ( 4 rece'.; 1000 = î6 usan 1592, agn. esr., s. 312 v.d.). Selâ­ nikî, J7 recepte ( 29 nisan) yeni vezîr-i âzam Siyavuş P a ş a ‘nın bir arzuhal vererek, Gence seferinde istihkak kesbett’ği yeri istemesi üze­ rine, 45 akçe yevmiye ile, dergâh-ı âlî mnteferrikalığma dâhil edildi (s. 313 ).



Ülkesine Safevî kuvvetlerinin girmesi karşı­ sında Osmanlı devletine ilticaya mecbur ka­ larak, İstanbul ’a gelen Gîlân hâkimi Han Ahm ed’in mihmandarlığı Selânikî 'ye verilmiş idi ( s- 345 )• Müverrih, huzura kabulünden bir gün Önce (8 rebiülâhtr 10 0 1 = 12 kânun H. 150 3) Han Ahmed 'e pâdişâh tarafından verilmiş olan iki hil’ati götürmeğe me’mur edildiği gibi (s- 349). ilmini ve fazlını takdir ettiği misa­ fir hükümdarın yakınlığını kazönarak, ona kendisinin „mütetebbî k işi" olduğunu kabul et­ tirdi (s. 346, 348 v.d.). Vezîr-i âzama Sela­ nik! ’nin mihmandarlığından memnun kaldığını ifâde eden Han Ahmed ( agn. esr., 126») hü­ kümetten umduğu alâkayı göremediğinden do­ layı, me’yus olarak, Kerbelâ ’yı ziyaret arzusu ile, İstanbul'dan ayrılmak isteyince, Koca Si­ nan Paşa Selânİkt’yi çağırtarak, dostluğunu kazandığı misafir hükümdarı bu niyetinden vazgeçirmeğe çalışmasını tenbih etmiş; ancak müverrihin tavassutu fayda vermemiş ve Han Ahmed, Bagdad hazînesinden ta' sisat tâyin olu­ narak, gönderilmiş idi ( 127* v.d.). Daha sonra Bagdad ’dan da Şirvan ’a gitmek istemekle dev­ let erkânının vehmini tahrik eden Han Ah­ med, G en ce’de tevkif edilince, Selânikî’ ye mektup ya2ip, uğradığı muameleden dolayı şi­ kâyet etmiş, nitekim müverrihin vezîr-i azam nezdindeki şefaati de semere vermiş idi (zilka­ de ıoo«=tem m ûz 1594, i5Ûb ) I002 zilhiccesinde( eylül 1594) matbab-ı âmi­ re kâtipliği inhîlâl edince, geçimini kolaylaş­ tıracağı ümidi ile, bu hizmete tâyinini istedi ise de, kazasker Sun’ullah Efendi ’nin tavsiye­ sine ve vezirlerin S elâ n ik î‘nin liyâkatini tes­ lim etmelerine rağmen, bu hizmet başkasına verildi. Selânikî, bn vazife ile, ehliyetsizler elinde matbah-i âmire masrafının arttığını dev­ let erkanına izah eder (15 8 “ ). Ahmed 111. ’in cülûsu üzerine, İstanbul’ da kalan, serhatten kışlamağa gelen ve yeni çıkan sipahiye cülûs bahşişi dağıtılmasına Selânikî nezâret etmiş idi { cemâziyelevvel/receb 1003 = şubat/nisan 1595, 179®, 184», »86*). Ancak Yanık seferinden gelen sipahiden 1 5 0 'si ulûfelerinİ almayıp, nasihat eden vüzerâyı taşla­ dıklarından, bunlar yeniçeriler tarafından da­ ğıtılmış, Selânikî ’ye emânet edilen ulûfeleri, yine onun nezâreti ve vezir İbrahim P a ş a ’nin httzûru ile, sonradan dağıtılmıştır ( şaban 1003 2=nisan/mayıs 1595, var. 188 v.d-, ıgob ). Bir hizmet ümit ederken, 1003 ramazanının ilk günü ( 10 mayıs 1595 ) sipâhl oğlanları kâtip­ liğinin başkasına verilmesi karşısında, Selânikî, kendi tâbiri ile, „baka kaldı" ( i 9 i b ). A n ­ cak bir sene sonra, 6 ramazan I004 (4 mayıs 1596 ) ’te, vezîr-i âzam İbrahim Paşa tarafından



nakle me'mur olduğu tûznâme-i hümâyun hiz­ metine ek olarak, evkaf muhasebecisi tâyin: edildi (235a). İki sene çalıştığı bu hizmeti yanında, 1005 rebiülâhtrında ( teşrin !I./kânûn I. 1596 ) sadâret kaymakamı tarafından, Haçova muharebesinden önce ordudan kaçanların İs­ tanbul ’daki mülklerinin müsaderesine me’mur edildi ( 257!» v.d.), 25 ramazan 1006 ( 1 mayıs 15 9 8 )’da evkaf muhâsebeciliğinden azledilen Selânikî ( 293b}, 1007 şabanında seferden ge­ len kula ulûfe dağıtılmasına nezâret etmiş (314»), aynı yılın 14 ramazanında ( 14 nisan 1599) ise, ikinci defa Anadolu muhasebecisi tâyin edilmiştir ( 316 *). Zikredilen .ramazan ayı son larında, seferden gelen sipahinin altı aylık ulufesi, yine Selân ik î’nin eli ile, dağıtılmıştır ( 3 JGt, 7- Eserinin birden bire kesildiği 1008 şevvalinden ( nisan/mayıs 1600 ) sonra Selânikî ’ nin fazla yaşamadığı tabmin edilmektedir. En küçük hâdiseleri bile günü gününe kaydettiği eserine devam edememiş olması eserinde nak­ lettiği en son hâdiselerin tarihi ile ölümü tarih!n:n ayniyetinin veya btribirini hemen ta­ kip etmiş olmasının delîli sayılmıştır ( Ahmed Refik, A lim ler ve san'aik&rlar, s. 49)- Meza­ rının Tesalya Yenişehir! ( Larissa ) ’nde bulun­ duğuna dâir rivayetin ( M. Tahir, Osmanlı mü­ e llifle r i, III, 68 ) doğruluğu şüphelidir; muhte­ melen İstanbul *dâ ölmüştür. . Selânikî ‘nin şahsı kıymeti şüphesiz deruhte ettiği hizmetlerden ziyâde, çok yakından müşâhede ve tâkip e tt iğ i' bir devrenin tarihini, büyük bir dikkat ve titizlikle, en ince teferru­ atına kadar yazmış olması ite ölçülmelidir. Elimizdeki mevcut şekli ile eseri I safer 97 * (2 0 eylül 1 5 6 3 ) 'den 1008 şevval ortalarına ( nisan'mayıs -1600 ) kadar cereyan eden vekayü İhtiva eden bir ,,rûz-nâme“ , bir muhtıra mâbiyelin dedir.. Bizzat iştirak ettiği Sigetvar se­ ferinin hikâyesi ve bâzı müteferrik vak’alar istisnâ edilirse, Tarih ’i, husûsiyle Murad III, ’ ın cülusundan itibaren, Osmanlı hükümeti merkez’ ni işğâl eden hadiseleri tafsilatı île an­ latmaktadır. Ancak katıldığı Gence seferi dolaytsı ile, 1588—1589 İstanbul vekayîini, riva­ yete dayanarak, kaydetmiştir. Bilhassa saray teşrifatı, tâyinler ve aziller, m ilî sıkıntılar, kapı-kulu askerlerinin isyan ve muhalefeti büyük bir vukuf ve kudretle tasvir edilmiştir. Müver­ rih, deruhte ettiği hizmetlerin imkânlarından faydalanarak, divan-ı hümâyûnda saklanan ve­ ya muamele gören vesîkalan görmüş, intisap ettiği mes’ol devlet adamları ( msl. Feridun Bey ve dolayısı ile Sokullu Mehmed Paşa, Bâkî, Sun’ullah Efendi v.b. ) sayes'nde, pek çok vak’antn cereyan şekline ve içyüzüne nüfuz etmiş ve vekayii günü gününe yazmıştı». Ker



SELÂNİKÎ hangi bir te’ lifi kaynak olarak katlanmış ol­ masına ihtimâl verilemediği gibi, zikredilen vasıftan dolaytsı ile, onun eserini muayyen bir devre hakkında kaleme alınmış vekayi-nâmeler ile mukayese imkânı da yoktur. Selânikî biz­ zat gördüğii, işittiği veya vesikalar delâleti ile nüfuz-ettiği hâdiseleri sâdece nakil ve tasvir, etmekle iktifa etmemiş, husûsiyle eserinin „has­ bıhâl", „şikâyet-i rüzgâr" başlığını taşıyan mü­ teaddit bahislerinde devrinin vekayiiun tenkidi­ ni yapmış, hırs ve rüşvet ile devletin sürük­ lendiği ahlâkî ve İktisadî çöküntüyü belirtmiş, muhtelif vesileler ile zamanının rah haletini aksettirmişiir. Bütün bn hususiyetlerine rağmen Selânikî ’nin Tarih ’i uzun zaman alâka görmemiş,—bu­ ğun için bilindiğine göre, Üniversite kütüp., nr. T Y 2608’deki 10 8 4 = 16 73 istinsah tarihli eksik nüsha istisna edilirse—, ne istinsah edil­ miş, ne de kaynak olarak kullanılmıştır. Ancak, sadrâzam Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa, eli­ ne geçen bîr nüshasını takdir ederek, önce Ahmed 111., sonra kendisi ve yakınları için müteaddit nüshalar istinsah ettirmiştir (Nuruosmaniye kütüp., nr. 31 32 ve Üniversite kü­ tüp., nr, T Y 2385 nüshalarının sonundaki, müstensih Mehmed A vfî ’nin „hatimesi“ ). Bu sûretle istinsah edilmeğe başlayan Tarih-i Selânikî ’ nın müteaddit kütüphanelerde muhtelif nüshaları bulunmaktadır ( bk. İstanbul kiitüphâneleri tarih-coğrafya yazmaları katalogları, I, 256— * 59» *1 nüsha; F. E. Karatay, Topkapı sarayı müzesi k&t&phânesi turkçe yazmalar kataloğa, İstanbul, 1961, I, 242 v. dd., 3 nüsha; Üniversi­ te kütüp., nr. T Y 2608, 2380,6027; Türk tarih kurumu kütüp., ar. 59, Ankara dil ve tarihcoğrafya fakültesi, İsmail Sâib Sencer kütüp., I/ 16 14 ; Üppsala, Un. Bibi., nr. 284, bk. Tornberg, C o d i c e s , s. 196 v. d. j Wien, Nat. Bibi,, nr. 1030, bk. Flügel, Kat,, II, 246 v .d .; Paris, Bibi.' Nât., suppi. Turc, nr, lo6o,bk, Blo­ chet, Cat., II, 149 v .d .; Rouen, bk. Babinger, 6 O W, s. 414 ), Tarih-i Selânikî ’ nin üçte birinden bir az faz­ lasını teşkil eden ve 13 rebiülâhır 1001 ( 17 kânÛn II. 15 9 3 ) vekayüne kadar olan kısmı basılmış ( İstanbul, 1281 ) ve eserin sonunda, Tarik-i Naîmâ ’da tafsil edildiği mütâleası ile, geri kalan kısmının tab’ından sarf-ı nazar olunduğu kaydedilmiştir. Ancak eserin bu kıs­ mı da, basılan kısmı gibi, sonraki iltikatî eser­ lerde bulunmayan tafsilât ihtiva etmektedir. _ B i b l i y o g r a f y a ' . Cemâleddin, A yitıe-i zarefâ, Osmanlı iarih ve m üverrihleri (İstanbul, 1314 ),s. 36; Htlmi-zâde İbrahim Rif’at, M üverrihîn-i Osmântye: Selân iktîM âlû tnat, 1314 , IV, 8âi ) ; Ahmed Refik, M üverrih



SELÂV İ



»ı



Selânikî M ustafa E fe n d i ( Yeni mecm., 1917, sayı 5, s. 89—9 2 ; sayı 6, s. 109 -— 112 ) A lim ­ ler ve san’atkârlar ( İstanbul, »924), s- 342­ 58; ay o. mil., Selânikî (İstanbul, 1933 ); Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı m ü ellifleri (İstanbul, 1342), 111, 68; F. Babinger, Die Ğesckichtsschreiber d er Osmanen und ihre W erke (Leipzig, 1927), s. 136 v.d .; ayn. mil., SELÂNİKİ ( E l ) ; G lişa Elezoviç Selâ­ nikli M ustafa E fe n d ija i njegova istorija ( G L A S , Srpska Akademi je Nauka, C X C Ill, Odeljenje druştvenih nauka, 96), Belgrad, î 949 , J 5- 73— 103- _ , (T . H.) S E L Â V İ . A L -S A L Â V İ { veya a l -S l ÂVÎ ), ŞIh â b a l -D I n



A bu ’l - A



bbâs



A h m ed



b.



H â l İd



HaMMÂD AL-NAş 1rF ( 1835— 1897), f a s l ı b i r t a r i h ç i olup, 22 zilhicce 1250 (20 ni­ san 1835 ) ’de Sale ( Slâ ) ’de doğmuş, 16 cemâ» ziyelevvel 1 31 5 ( 13 teşrin İ. 1897 ) ’de aynı şe­ hirde ölmüştür. Müellifin şeceresi doğrudandoğruya F a s ’taki Nâşirtya tarîkatinin kurucu­ su olup, V adî Dar'a ( D r S ) boğazında Tâmgrüt adlı türbesinde ( zaviya ) gömülü olan A h­ med b. N aşir ’a kadar çıkar. Kendisi bir dere­ ceye kadar âlimler şehri olarak şöhrete sâhip olan ve memleketin ilim merkezi Fas ’m bir küçük şöbesı intibaını uyandıran doğduğu şe­ hirde tahsil etti. Başlıca hocaları Mu^ammed b. *Abd al-'A ziz Mahbüba ile kadı Abü Bakr b. Muhammed 'A vvâd idi. Din ve fıkıh saha­ sındaki tahsilini ihmâl etmeden, mufassal ola­ rak, lâdinî ârap edebiyatını tetkik etti. A h­ med at-Nâşıri al-Slâvi, takriben kırk yaşların­ da iken, devlet çiftliklerinin idarecisi veya kâtib-i adlî olarak, şerifliğin adlî idaresine inti­ sap etti. Burada, fasılalı olarak, az*çok mühim vazifelerde bulundu. Önce, 1292 ’den 1293 (»875— 1876 ) ’ e kadar, D ar al-Bayza’ (Casabta n c a )’da yaşadı, sonra hükümdar ailesi emvâlinin idaresi için, iki defa Marrâkuş ’ta bu­ lundu. Bir müddet al-Cadida ( M azagan) ’da gümrük me’mûru olarak kaldı. Daha son­ ra bir müddet Tanca ve F a s ’ ta ikamet etti ve Ömrünün son senelerinde kendisini tedri. se hasrettiği baba ocağına, S a le ’ye döndü. Öldüğü zaman Sale mezarlığında Bâb Ma'alika denilen kapının dış tarafına gömüldü. Görüldüğü gibi, at-Nâşiri al-Slâvi bey’et-i umûmiyesi île sâdece ş e r i f l i ğ i n k ü ç ü k b i r m e ’m û r u, bunan yanında e d i p ve t a r i h m ü e l l i f i d i r . Fas dışında da kendi­ sine büyük bir şöhret te’ min eden tarihî ese­ rinden başka, kendini tanıtmağa ve ona zamanı­ nın mağripti müellifleri arasında mümtaz bit mevki verdirmeğe yeteceğinden şüphe edilme­ yen bir çok eserler bırakmıştır. Bunlar benim Historîens des C h o rfa (9. 35 3, not I ) ’da ba­ B.



iii



;



V



SEL A V i.



his mevzuu ettiğim 6 küçük yazısı hâriç, şun­ kaynakları tanımak fırsatını verdiğinden, tam lardır: t. tbn al-V ann ân’ın bir şiiri olan Şa- bir Fas tarihi yazmayı düşünmüş idi. Eserini mttkmakiya ‘nin şerhi ki, bunu Zahr al-afnân 15 cemâziyelâhır 1298 ( 15 mayıs 1 8 8 1 } ’de, min hadi kat tbn al-Vannân diye adlandırmış­ A levî sultanı Mavlây al-H asan’in saltanatı tır ( taş-ba .m., Fas, 1314 , 2 ciit >• 4. Ta'zim sona ermeden bitirdi. Eserini buna ithaf etti al-minna b:-r>uşrat ai-sıınna (Rabat, yazm., Fakat kendisine hiç bir ihsanda bulunulmadı. Bıi hükümdarın ölümünden sonra, müellif ese­ nr. b6, bk benim Catalogue, I, 23), İ s l â m î f ı r k a t a r a t o p t u b i r b a k ı ş ; 3. Tal'at rini sultan Mavlây 'A bd al-’ A ziz ’İn tahta cüal-muştari fi ’t-nasab al-Ca'fari ( ta ş basm., ûlsu senesine kadar devam ettirerek, Kahire Fas, 2 cilt, fransızca hulâsası için bk, M. Bo- ’de bastırmağı kararlaştırdı. Böyieco IsiikşS din, La Zaotıîa de Tamegrout, Archives Ber­ 13 12 (18 9 4 ) yılında • K a h ire ’de 4 cilt olarak * bères, 1918 Kendis’n'n de mensûp olduğu Nâ- yayınlandı. al-Nâşiri al-Slâvi tarafından faydalanılan, şiriya şerif Silesi hakkında m ü s t a k i 1 b i r e s e r olup, yazarın 1309 ( 1881 ) ’da bitirdiği onun* bir çok kısımlarını m eâlen veya aynen bu eser, verd'ği bir çok alâka çekici malûmat aldığı arapça kaynaklar için yukarıda işaret ile, Tâmgrüt zaviyesinin iyi bir tarihidir. Ta­ edilen, çalışmayı göstermeğe mecbûrum. Tarih­ rihçi, az mûteber delillerin yardımı ile, âile çimiz arapça kaynakların dışında, A v r u p a şeceresinin mevsûkiyetîni ortaya koymağı de­ k a y n a k l a r ı n d a n d a i s ti: f â d e y i dü­ nemiş, böylelikle bütün münâkaşaları ortadan şünen ilk faslı müelliftir ; yalnız tesadüf bun­ ları ona tanıtmıştır. Bu eserler Portekiz hâ­ kaldırmağa çalışmıştır. Ahmed al-Nâşiri al Slâvi nin esâs eseri K i- kimiyetinde Mazagan (ar, : al-Cadida i tarihin­ löb al istikşâ ii-ahbâr duval al-M ağrib al-akşa den bahseden Lutis Maria do Couto d e 'Albu­ ’dır. Bu eserin, neşri Magrip tarih yazıcılığında querque da Cünha 'ran Memoriae para hiştoria misli görülmemiş bir hâdise olmuştur. Müellif da.praça de Mazağa» (Lizbon, 1864». yè Ma­ sâdece mahdut bir tarihî eser değil bil’âkis, nuel P. Castellanos ’un Descripciön kistorica üstelik şarkta basılmış, memleketinin tam bir de Marruecos y breve reseha de sus dinastitarihini takdim etmektedir, Avrupalı şarkiyat­ as (Santiago, 18 78 ; Orihuela, 1884; Tanca, V.. :V >'v; •■;: (V: çılar tarafından mevcudiyetine işSret ölunma- . 1898' ) ’tır. X . . Mes’eleleri ele alış tarzında al-Nâşiri al-Siâsından itibaren, bu eser kısa zamanda şimalî A frikalı tarih yazarlarının dikkatini çekti. Ese­ vı tarihinde tıpkı memleketin tarih .yazarları rin dördüncü kısmının (A levîler hânedânı.ta­ gibi hareket etmektedir. Lâkin arada-sırada rih» ) fransızca tercümesinin Archives Maro­ tenkidi bir görüşe sahip olduğunu.belli etmek­ caines ’de yayınlanarak, arapça bilmeyenlerin de tedir. Bilhassa onun, teşâdüfen tarih yazarı, tstifâdeŞc. sağlanınca,' eser onların da çalışmala­ fıtraten edip olduğu farkedilir, Bâzan o hay­ rında sık-sık miirâcaàt: ettikleri bir kitap oldu. li büyük bir fikrî istiklâl ve ileri . görüşlülük Bu tarihî; ese'r-üle Magrip tarih yazıcılığının gösterir. O s l û b u a ç ı k ve düzgündür, an­ diğer mahsullere arasındaki benzerlik çabuk cak nadiren mecazın ve seci’li nesrin müsantıâ fark olundu : kitap öteden beri yazılmış olan­ ifâde tarzını kullanır.: Yazar belki de faslı ların iltikatı plup,: onun (akdire değer hiz­ yazarların lisanını en kolay ve en zarif bir şe­ meti, evvelce memlekette yazılan tarihî eser­ kilde kullananıdır. /sfifrşa ’ mn arapça baskısının IV. cildi Chro­ lerde ve tercüme-i hâl kitaplarında dağınık olarak bulunan siyâsî tarihe âit malûmatı mü­ nique de la dynastie 'alaonie atı Maroc adı teselsil bîr’ metin içinde takdim etmesidir. Bu­ altında E. Fumey tarafından fransızcaya ter­ nunla bèrâbér, al-Slâvi ’nin vatandaşları ara- cüme edilmiştir { Archives Marocaines,: Peris, sınds, kendisinden öncekilerin kısmen ele al­ 1906— 1907,. IX ve X ). I. cildi de A. Grâıılle dıkları mevzuu, çekinmeden, nisbeten' tam ve G. S . Colin tarafından franstzcaya tercü­ oiarak sunan ilk zfit olduğunu kabûl etmek me olunmuş, aynı mëcmuada yayınlanmıştır lâzımdır, Buna rağmen, esâs maksadı bu de­ (Paris, 1923, 192s, XXX ve XXXI }._ B i b l i y o g r a f yas al-Nâşiri al-Salâvî ğil idi. Kitöb al-isiiksâ terkibi eseri için ’nin hayâtının ve eserlerinin umûmî bir tas­ başlangıç noktasının F a s ’ta Marini hanedanı hakkında hayli mufassal bir tetkik olduğunu , viri. E. Lévi-Provençal, Les Historiens des Chorfa : . essai- sur la littérature historique d:ğer bir yazımda ( ayn, yer., s. 357—360 1 orta­ et biographique au Maroc du X V Iime au ya koymuştum O K a ş f a l- arın f l luynş Banı X X 1”'6 siècle (P aris, 1923), s: 350—368’dé M arin adını verd’ği bu kısım için bilhassa ibn bulunur. Oradaki notlarda bu yazar hakkınA bi. Z a r '’ın ve İbn Haldun’ un eserlerinden daki bütün neşriyat vardır. faydalanmıştır. F a s ’m muhtelif payitahtlarına ... .. .-. .' (E. L é v i - P r o v e n ç a l . ) tâyini ona diğer Fas hanedanları hakkındaki



SELÇUKLULAR.



SELÇUKLULAR, XI. asırda orta-şarkta kurdukları büyük imparatorluk ve bunu tâkip eden dev^tler ile türk-îslâm ve dünya tari­ hi üzerinde geniş ve devamlı le’sirler yapmış olan bir t ü r k t o p l u l u ğ u n u n adı. Büyük ekseriyet’ni Oğuzla» teşkil etmek üzere, çeşitli türk kütlelerinin meydana getirdiği bu toplulu­ ğun. bidayette Oğuz baş-buğlarından Selçu k ’a bağlanmış olduğu için, Selçuklu diye anılan hanedanı, İran ve Irak ’ta, Kirman ’da, Suriye ’de ve Anadolu *da kurduğu devletler ile, 300 yıl­ dan fazla bir müddet devam etmiştir. ■ I. S i y â s î t a r i h , t, Selçuklular ve ta­ rih sahnesine çıkışları, z. Selçukluların H orasan'a gelişleri ve ilk Selçuklu dev­ leti. 3, Selçuklu istiklâl savaşı ve fütûhâtı. 4. Büyük Selçuklu imparatorluğu. II. B ü y ü k S e l ç u k l u i m p a r a t o r l u ­ ğ u n u n p a r ç a I a n m a s 1. I. Irak ve Horasan Selçukluları. 2. Kirman Selçukiuları. 3. Suriye: Selçukluları 4. Anadolu Selçukluları, III. S e l ç u k l u i m p a r a t o r l u ğ u n u n y ü k ­ s e l i ş s e b e p l e r i . -1. Horasari'da yer­ leşme, 2. Selçuklu devletinin vasfı ve bünyesi. 3. Kavmî- hususiyetler. 4, Hü­ kümdarlık telakkisi. 5. Amme hukuku anlayışında değişiklik. 6, Cihan hâkimi­ yeti fikri. 7. Selçuklu siyâsetinin mâhi­ yeti. 8. Türkmen göçleri ve neticeleri. IV. S e l ç u k l u hâkimiyetinin yı­ k ı l ı ş s e b e p l e r i . 1. Veraset mes'elesi. 2. Halife-sultanlar mücâdelesi. 3. A ta­ beylerin tahakkümü. 4. Dış müdâhale. V. S e l ç u k l u l a r d a t e ş k i l â t , r. Hü­ kümdar. 2. Saray teşkilâtı. 3. Hükümet teşkilâtı. 4. A skerî teşkilât. 3. A d lî teşk ilit. V I . İ ç t i m a î v e f i k r î h a y â t . 1. İetimâî durum. 2 İktisadî-ticari durum. 3. Di­ nî hayat. 4. İlim, edebiyat ve san'at. VII. D ü n y a t a r i h i ve S e l ç u k l u l a r . I. S İY Â S Î TARİH.



t. S e l ç u k l u l a r v e t a r i h s a h n e s i n e ç ı k ı ş l a r ı . Hanedanın ceddi olan Selçuk'un adli telâffuz bakımından, münâkaşalara mevzû olmuştur. İlk defa türkçedekt ahenk kaidesi üzerine dikkati çeken Marquart adın Salçuk şeklinde telâffuz edilmesi gerektiğini ileri sür­ müş ve ismin böyle' kaydedildiği XIII. asır er­ meni tarihçisi Kiragos 'un eserini misâl gös­ termiştir ( bk J. Marquart, Uber das Volkstam der Kemanen, BerHn, 1914, s. 187). Sonra W. Barthold, XI. asriu meşhûr türk âlimi Kâşgarh Mahmud tarafından tesbit edilen Selçuk şek­ linin bk Divân luğât al-iurk, trc. Besim A a*. IftÂm A n s ik lo p e d i» ’



lay, T D K , I, 478) en doğru telâffuz olduğunu belirterek, muahhar türk kaynaklarından da bu­ nu te’yit edecek misâller vermiştir ( Barthold, Orfa Asya türk tariki hakk. dersler, İstanbul, 1927, s, 9 1). Daha sonra bu mes’ele Üzerinde duran L. Râsotıyi ( Selçuk adının menşe'ine dâir, Belleten, sayı 10, 19 39 ,3. 377 —384), çe­ şitli delillere dayanarak, adın Selçuk (Selçu k ) olması gerektiği üzerinde ısrar etmiştir ki, bu telâffuz şekli XII. asır arap müellifi al-"Azimi ( nşr. Cl. Cahen, J A, 1938, s. 36 0 ) ve farsça Anis al-lşulûb müellifi Kadı Burhan al-Din alAnavi tarafından da açıkça kaydedilmiştir ( bk. M. Fuad Köprülü, Selçuklu tarihinin yerli kay­ nakları, Belleten, sayı 27, 1943, s. 474, metin s. 501 v.d.). Buna rağmen, iranh ve arap mü­ elliflerin büyük çoğunluğu tarafından, arap İmlâsı ile, Salcük olarak zaptediien ve bize de böyle intikal eden adın Selçuk telâffuzu türkçede umûmî bir hâl almıştır. Selçuk şeklinin „küçük se l" mânasına geldi­ ğini ileri süren Râsonyi (opn. e$r., s. 380 v.dd.) ’ye göre, Oğuz baş- buğu Selçuk 'un orta A s ­ y a ’da Kırgızlar tarafından bâzan Muz-(Buz-) Tağ denilen Sel-Tağ civarında doğmuş ve adı­ nı da bu dağdan almış olması muhtemeldir. Diğer taraftan kelimenin Salçuğ şekli ile türkçede „mücadeleci" mânasında olduğu belirtil­ miştir ( Oeuvıes posthumes de P. Pelliot, Pa­ ris, 3950,11, 176, not 2 ). , Selçuk *un ailesi, gerek tarihî kaynaklardan, gerek sikke ve damgalardan açıkça görüldüğü üzere, Oğuzların Kınık oymağına mensup İdi (Ahbâr al-davlat al-salcSlfîya, trc, N. Lugal, T T K , Ankara, 1943, s. 2 ; Divân luğât alturk, 1, 55; *Unvan al-siyar 'den naklen al'A y n i, '!kd al-cumân, türk. trc., Topkapı, Bag­ dad köşkü, nr. 277,3. 360b; Yazıcı-oğlu, Tevâ. rih-i âl-i Selçuk. Topkapı, Revan köşkü,nr. 1391, 18a v.b .; Barhebraeus, türk. trc. Ö. R, Doğrul, T T K , 1945, L 298 ; t. Kafesoğltı, Sultan Me-



likşah devrinde Büyük Selçuklu imparatorluğu, İstanbul, 1953, s- I4& ) ve babası Dokak veya Tokak ( telâffuzu için bk. İbn Hallikân, Vaffi­ yat al-a'yân, Tuğrul Beg maddesi ) adını taşı­ yordu ( bk. Malik-nâma ’den naklen, İbn alAdîm, Târih Halab, Topkapı, Ahmed III., nr. 2923, III, 268b; Ahbâr, s. I v.d.; İbn al-A şir, al-Kâmil, 423 senesi vekayiî v.b.), Bâ­ zı kaynaklarda, msl. Râvandî, Rahat al-şudür, nşr. M. İkbâl, G M S, IV. S., II, 19 21, s. 88; türk. trc., A. A teş, T T K , 1957, I, 86; Anis al-kulüb. Belleten, sayı 27, s. 475. 5 0 1 ; Yazıcı-oğlu, ayn. esr., s. 18»; Cami al-tavârih-i tfasani, Fâtih kütüp., nr. 4307, 171° v.b. 'de gö­ rülen Lukmân şekli yanlış olup, Dokak ’tan bo­ zulmadır, D/'UaJc Oiuziar arasında Temir-Yahğ



33



SELÇUKLULAR.



{ „demir y a y lı") lekabı ile anılmakta idi ki, bu lekap, onun İşgâl ettiği yüksek mevkii göster­ mesi itibârı ile, ehemmiyetlidir ( eski türk an'anesinde yay hâkimiyet alâmeti olup, metbûluğu temsil ederdi i bk. Osman Turan, Eski iürklerde hukukî sembol olarak ok, Belleten, sayı 35, 1945, s. 305—318). Kaynaklarımıza göre de, o bu lekabı ile bütün Deşt-i Hazar türk oymak­ ları tarafından tanınmış olup ( Malik-nâma 'den naklen, R a via t a l-ş a fa , Luknov, 1308, IV, 85), türklerin reisi ve her hususta onların mercii idi i lbn al-A gir, göst. yer.', burada müellif ta­ rafından lekap arapçaya al-fçavs al-hadid şek­ linde tercüme edilmiştir. Ookak adının Yakak şeklinde kaydedildiği Ahbâr al-davlat al-salcûkiya, s. ı ’de „demir yaylı" tâbiri Dokak adının tercümesi olduğu sanılmıştır) ve kuvvetli ol­ duğu için, kendisine böyle denmişti i Barhebraeus, 1, 292 ). Aral gölü civarındaki Oğuz dev­ letinde (krş. O. Pritsak, Der Untergang des Reiches des oğuzischen Yabgu, F. Köprülü ar­ m ağanı, İstanbul, 1953, s. 397—4 10 ; Mehrned A . Köymen, Büyük Selçuklu imparatorluğu­ nun kuruluşu, I, D T 'C F dergisi, Ankara, *957, XV, 1—3, s. 97 v.dd.ı vazifeli olduğunu ( Malik-nâma ve bundan naklen A h b â r..., İbn al-A şir, Barhebraeus, ayn. yer.) gösteren kı­ sa bilgi dışında (lbn Hassül, T a fzil al-utrâk, oşr. ve trc. Şerefeddia Yaitkaya, Belleten, sayı 14 —15, 1940, s. 2 6 5’te Hazar melikinin ya­ nında bulunduğu söylenir ) malûmat sahibi ol­ madığımız Dokak, türklerde kudretli hanedan­ lara bağlılık hâlet-i rûhtyesi ile birlikte adı geçen bölgedeki türklerce üst tanınan kudretli bir baş-buğ olmasından da anlaşılacağı üzeıe, eskiden beri riyaset mevkiini elinde tutan bir âileye mensup idi. Nitekim daha Tuğrul Bey za­ manından itibâren tarihî kaynaklar Dokak nes­ linin asaletini belirtmekte müttefiktirler. Tuğ­ rul B e y ’ in inşâ divanı reisi lbn Hassül, bugüu kaybolmuş bulunan tarihî eserinde, Selçuklu ailesini efsânevi türk hükümdarı Atrâsyftb ( Al p Er Tunga )'a bağlamakta ( bk. Hamd A l­ lah i Kazvini, Târih-i guzîda, C M S , ı y n , 1, 434) ve T a fb il al-atrâk adlı eserinde de {gösı. y e r ), ailenin şerefli bir nesebe sâhip bulundu­ ğunu tasrih etmektedir. Selçuklu vezîri meşhur Nizâm al-Mulk ise. hanedan mensuplarının ba­ badan oğula hükümdar olduklarını kaydetmiş ( Sipösai-niîma, nşr. Ch. Scbefer, Paris. 1891, s, 7, nşr. Halhali, Tahran, 13 10 ş., s. 6) ve Tuğrul B e y ’ iu 435 ( 1 043) yılında halifeye bir mektup gönderdiğinden bahseden Barhebraeus ( ayn. esr., s. 299) sultanın bu meptupia ken­ disinin neslen hükümdar ailesine mensup oldu­ ğunu yazdığını belirtmiştir. Ailenin bu asaleti daha başka kaynaklarda da zikredilmiştir (msl.



Muniacib al-Din Badi’, ' Atabat al-katab.1. oşr. 'A . İkbâl, Tahran, 1329$., s. 3 3 ; Rahat, s 9 1 ; türk. trc., s. 90 v.b.). Böylece eski türk han­ ları veya türk beyleri soyundan geldiği açıkça görülen Selçuklu bânedanını, Cami' al-tavârik ’teki temelsiz bir rivayeti ( bk. Topkapı, Hazî­ ne. nr. 1653, 302b) nakleden bir XVI. asır mü­ ellifine (Sayyid Lukmân, bk. F. Babinger, C O W , s. 164 v.d.) ist'nâden, Keraicuci adlı bir çadırcıya ( hargöh tirâş ) bağlamak teşeb­ büsünün ( Z. V. Togan, Umûmî türk tarihine g iriş, İstanbul, 194&, s. 175 v.dd.) yersizliğini ayrıca belirtmeğe Süzûm yoktur. Dokak ile kendisine tâbî kütlelerin, A ral gölü şimalindeki yurtlarında İken, Hazarlara mı, yok­ sa Oğuz yabgu devletine mi tâbi bulunduk­ ları mes'ele8İ henüz münâkaşa mevzuudur. X. asırda Hazar devletinin kuvvetine işâret eden bâzı tetkikçiler yukarıda zikredilen İbn Hassü t’ün kaydına dayanarak, D okak'ın Hazarlara bağlı olduğunu ileri sürmüşler ( O. Pritsak, ayn. esr., s. 400; D. M. Dunlop, The H istory o f the Jew ish Khazars, Princeton, 1954,3. 258 v.d.) ise de, Dokak ’in hayatta bulunduğu tahmin olunan sıralarda Hazar devlet:nin hayli zayii durumda bulunduğu (Hazarların 965, 969 yıllarındaki mağlûbiyetleri hakkında bk. Akdes N. Kurat, Peçenek tarihi, İstanbul 1937, S. 90 v.d.) ve Peçeneklerin tazyiki sebebi ile de komşu­ ları Oğuzlar ile ittifak etmek zorunda kaldığı düşünülürse, bu tâbiiyet keyfiyetinin şüphe ile karşılanması gerekir ( krş. Cl. Cahen, Le Malik-nameh et l'histoire des origines seljak i­ de s, Oriens, 1949, 4-* )• Kıpçak çölündeki Oğuzların reisi bulunan Dokak ( Malik-namâ, göst. yer.) ’ın bu iki kaynakta ifâde edildiği gibi, Hazar melikine bağlı bir kumandan değil, fa­ kat Oğuz devleti içinde mıfûztu bir baş-buğ olduğu ( M. Köymen, ayn. esr., e. 103 ) veya aynı devlette „federatif" bir kuvveti temsil ettiği ihtimâli umumiyetle kabul edilmiştir (t. Kafesoğlu, Selçuklu âilesinin menşe'i hakkın­ da, İstanbul, 1955, s. 2 1—a 5 ;F . Süm er,X . yüz yılda Oğuzlar, D T C F dergisi, Ankara, 1958, XVI /3 —4 149 v.d.). Nitekim Oğuz devletinde yabgudan sonra gelen en büyük şahsiyet ol­ duğu devlet idâresindeki mes’ûl mevkiinden an­ laşılan Dokak, yabgucun bir türk zümresi üze­ rine yapmak istediği sefere itiraz etmiş, bu yüzden çıkan kavgada kendisi yüzünden yara­ lanmış, fakat gürz ile vurduğu yabguyu atın­ dan düşürmüştür ( Malik-nâma ’den naklen R a via t a l-saf ât, göst. yer.), lbn Hassül ‘ün Oo­ kak ile oğlu Selçu k’u biribirine karıştırdığı bu mücâdeleyi bahis mevzuu eden bâzı kaynaklar Dokak Tn İslâm ülkelerine karşı tertiplenen sefere mâni olduğunu kaydetmekte (, Ahbâr,



SE L Ç U K L U L A R . a. i ; İbn al-A sir, 432 yılı, vekayİi), bu Oğuz baş-buğunu islânı müdafii olarak göstermek is­ temişlerdir, Fakat 875—88$ yılları arasında vu­ ku bulduğu tahmin edilen bu hâdise ( Mehmed A. Koymen, ayn. esr., s. 102 ) sıralarında İslâ­ mî yetin Oğuzlar arasında yayılmış olması ihti­ mâlden uzak bulunmakla beraber, o tarihlerde diğer Oğuzlar ile birlikte K ın ık .oymağının ve D okak ailesinin dinî durumu sarâhatle aydın­ lanmış değildir. Vaktiyle Selçuklu ailesindeki İsrâ’ il ve M ikS'il gibi adlara istinaden,bu âîlentn hıristiyan olduğu (W . Barthold, Orta A sy a 'd a M oğul fütühâtına kadar Hıristiyanlık, T M ,l, 78) veya musevîliği kabül ettiği (D. Dunlop, ayn. esr,, s. 361 ) ileri sürülmüş ise de, bu husûsları te’yit edecek başkaca delîi bulunmadı­ ğından, bu iddialar kuvvetli temellere dayanma­ yan istidlâ.iler olmaktan ileri geçememiştir. Oğuzların ancak X. asrın ikinci yarısından iti­ baren müslüman olmağa başlamaları ( F. Sümer, ayn. esr., s■ 145 ) ve Dokak soyundan ilk müs­ lüman şahıs olarak Selçuk ’un gösterilmesi ( A hbâr, s. 2; İbn a l-A ş'r, gdst. y e r.} sebebi ile, Dokak 'm da İslâmiyet ile alâkasının mevcûdiyetini kabule imkân yok gibidir ( krş. Cl. C ahen, Le Malik-nâmeh s, 42 ). O sıralarda Sel­ çuklu ailesinin henüz kamlık (şam anlık) inan­ cında bulunduğuna hükmetmek yanlış olmaz. X. aşırın başlarında doğan Selçuk, babası Do­ kak öldüğü zaman, 17— 18 yaşlarında idi (M. Köymen, ayn. esr., s. 10 2 ). Yabgunun yanında yetişmiş ve daha sonra babasının devletteki yüksek mevkiini işgal ederek, Yabgu Oğuzları­ na sü-başı („ordu kumandanı") olmuştu. Hü­ kümdar ailesinin itâbî menşei! olduğu inancına dayanan eski türk an’anesi gibi ( bk. İ, Kafesoğlu, M elikşah...., s. 14 ı v.d.), türklerin ta­ rih boyunca eski ve asîl hanedanlara karşı duydukları mecİûbiyetten dolayı, babası gibi, kalabalık Oğuz kütleleri başında bulunduğu muhakkak olan ve bu defa sü-başı sıfatı İle devletin askerî kudretini elinde tutan Selçuk ’un Yabgu ile arasının açılmasında iktidar için g ’zü mücâdele rol oynamış görünmekte ise de, hatunun ( Yabgu 'nun zevcesi) kocasını Selçuk’a karşı tahrik ettiğine dâir olan rivayet ( Ahbâr, s. * ; İbn al-A şir, göst. y e r .; Barhebraeus, I, 2 9 3 ; Ravzat al-şa/S’, göst. yer.) ve buna isti­ naden Selçuk ‘un memleketten 1 0 0 atlı ile kaç­ tığı hükmü (M. A . Köymen, ayn. esr., s. 106, n o ) sağlam esaslardan mahrum görünmekte­ dir. Devlette ve memleketindeki durumunu beFrttîğimiz Selçuk’ un cenûba doğru hareketi ile başlayan ve Barthotd tarafından şİmâiden Kıpçakların Oğuzları sıkıştırmaları ile izah ed'lmeğe çalışılan ( bk. Orta A sya türk ta­ rih i hakkında dersler, s. 1 0 2 ; bu büyük Oğuz



35$



göçünün daha ciddî sebeplerden doğması gerekir ki, bu husûsta kaynaklarımızda kâfi derecede aydınlatıcı bilgi mevcuttur. Tarih­ teki büyük türk göçlerinin çoğunda olduğu gîbi, burada da başlıca göç sebebinin yer darlığı ve otlak kifayetsizliği olduğu anlaşılı­ yor. Orta A sya ’ dan garp ye yakm-şark İsti­ kametindeki göçlerin umümiyetle yer darlığın­ dan vukua geldiği Şaraf al-Zamân-ı Marvazi ( Tabâgf al-hayavân, nşr. V . Minorsky, 1 943, s. 29 v.dd., 9 3 ; metin s. 18) tarafından belir­ tilmiş. Selçuklu göçünden bahseden kaynak­ lardan bir kısmı ise, Selçuk ’un emri altındaki oymakların, kalabalık oluşları ve yerlerinin kâfi gelmeyişİ yüzünden, Mâverâünaehr ’e doğru in­ diklerini tasrih etmişlerdir ( Rahat al-ştıdâr, s, 86; türk. trc. s. 85 ; Camâl al-Din Ç a rş ı, Mülha­ kat al-Şurâh, nşr. W. Barthotd, Turkestan, i, 1 35: Hamd Allah Mustavfi, Târih-i guzida, I, 434 ). Selçukluların Mâverâünnehr ’de ve Ho. rasan ’da iken de, çok kalabalık oldukları ma­ lûmdur. Oğuz devletinin kışlık merkezi, Hazar ile Aral arasındaki Yeni-Kent şehrinden (bu­ gün Can-Kent deniliyor ve harabeleri vardır, bk. Barthold, Dersler, s. 53 ) ayrılırken de Selçuk’ un beraberinde, başta Kınık oymağı men­ supları olmak üzere, diğer Oğuz kütleleri ile birlikte, külliyetli mıkdarda at, deve, koyun ve sjğır getirmiş olmaları da bunu te’yit eder ( Matik-nama ’den naklen Barhebraeus, 1, 2 9 2 ). Selçuk Sır-Derya ( Seyhun >’mn sol kenarında yine bir Oğuz şehri olan Cend ’e geldi ( ihti­ mal 960’1 tâ kip eden yıllarda). Yenİ-Kent’ten uzak olmayan ve Barthold ün belirttiği üzere ( bk. Dersler, ayn. yer.), Mâverâünnehr’den gelen muhacir müslümaniarın oturduğu, türkler ile İslâm ülkeleri arasında bir sınır şehri olan C e u d ’e Selçu k ’un gelişi tarihte mühim bir çağın başlangıcı olmuştur. Zâten bir çok türk kütlelerin'n kalabalık şekilde islâmiyete girdikleri bu devirde, dinî telakkilerine yaban­ cı olmadığı ve esasen sâkinlerinin bir kısmı türk olan ( bk. Kâşgartı Mahmud, D ivân, III, 149 ) bir müslüman muhit'nc’e yaşamak için zaruretten başka, siyâsî imkânlar sağlamak bakımından da lüzumlu gördüğü islâmiyeti kabftlü düşünen, boylece yeni muhitin siyâsî ve İçtimaî şartlarını kavramakta büyük bîr maha­ ret göstermek süreliyle, devlet adamlığı vasfı­ nı ısbat eden Selçuk, bu düşüncesinin gerçek­ leştirilmesini etrafındakiler ile kararlaştırdık­ tan sonra, Buhârâ ve Hvârizm gibi, civar İslâm ülkelerinden dîn adamları istedi ve kendisine bağlı Oğuzlar ile birlikte müslüman oldu ( Bar­ hebraeus, 1, 293 ; R aviat a l-şa jâ ’, göst. yer.). Bundan sonra, kaynaklarımızda kendilerinden bahsedilirken, Selçuklular (Salcîikiyân, Sala-



SELÇUKLULAR.



c ik a ) diye andan ve aynı zamanda, yine kay­ naklarda. belirti bir türk zümresinin adı olma­ yıp, Önce Kariuklar, sonra Oğuzlar arasında, îsiâmiyete girmezden evvel dahi siyâsî bir tâ­ bir olarak kullanıldığı anlaşılan Türkmen ( bk İ, Kafesoğiu, Türkmen adı, mânası ve mâhiye­ ti, J , D eny armağanı, T D K yayını, Ankara, 1958, s. i z i — 133, frns. trc. iç:n bk. Oriens, 1958, XI, 146— 15 0 ) adı ile de zikredilen bu türk kütlesi, böylece siyâsî ve İçtimaî yönden, yeni bir hüviyet kazanmış oldu. Oğuz yabgusunun, yıllık vergiyi tahsil etmek üzere, C en d ’e gelen me'mûrlarına, kâfirlere haraç vermeyece­ ğini söyleyerek, bunları uzaklaştıran t İbn alA sir, göst. yer.; R aviat al-şafâ’, IV, 72 ) Sel­ çuk, İslâmiyet için cihâda hazır gâzî sıfatı ile, Oğuz devletine karşı mücâdeleye girîş'yordu. BÖylece vukua gelen ve kendisine bilâhare al­ Malik al-Gâzi Selçuk ( İbn Funciuk, Târlh-i Bay hak, nşr. Ahmed Bahmaııyâr. Tahran, *317, ş.,s. 7 1 ) denilmesine sebep olan savaşlardan iki mühim fayda te’min e tt i: evvelâ bir kısım müslümanların yardımlarını ve muharebelere katılmak isteyen türkieıin kendisine iltihakla­ rını sağladı, sonra da C en d ’de ve havâlisinde, Yabgu hâkimiyetini kırarak, müstakil bir idâre kurmağa muvaffak oldu. Kuvveti gittikçe ar­ tan Selçuk, bu müstakil hüviyet altında komşu devletler ( msl. Sâmâoîler ) tarafından tanın­ mak sûretİyle, milletier-arası siyâset sahasında aldığı mevkiin büyük ehemmiyetini, Mâverâiinn e .r ’deki Sâmânî devletinin kendisinden yardtm istemesi üzerine, oğlu ArsSan I İsrâ’ i l ) ku­ mandasında gönderdiği kuvvetler ile, bu dev­ lete Karahanlılara karşı galibiyet sağlayarak, isbat etti ki, bu sebeple Selçuklulara Buhârâ* Semerkand arasında ve Karahanlılara karşı ol­ mak üzere, sınırda, Nür kasabası civarında, yeni topraklar ( y u r t ) verilmiş idî. Hamd Allah Mustavfi ( Târîh-i guzida, 1, 434) Selçuk­ luların Mâverâünnehr’e gelişleri şeklinde va­ sıflandırdığı bu hâdiseyi 375 ',985/986) yılında göstermektedir. Fakat her bâlde Karahanlılar hükümdarı Buğra Han ’m 382 ( 992 ) ’de, Semer­ kand dan dönerken, o civardaki Oğuz kuvvet­ lerinin taarruzuna uğramış olmasından at-'Utbi, Târih at- Xam îni=M anini, Kahire, 1286, 1, 176 ; Barthold, Turkestan, s. 260) da anlaşıldı­ ğına göre, hâdise son tarihten, yâni 992/993 'ten önce vuku bulmuş olmalıdır. Nür bölgesi­ ne gelen Selçuklular A rsian ’ m emrindeki Türkmenier idi. Selçuklular bu yeni muhitlerinde karşılaştıkları ve Mâverâünnehr için mücâdele hâlinde bulunan Karahanlılar ve Sâmânîler gibi, biri türk. diğeri iranb büyük ve teşkilâtlı iki devlet arasında, siyâsî mehâret v® cesaretleri ile, muvaffakiyetler sağlamağı başardılar. 992



’de Sâmânî pâyitahtı Buhârâ 'yı zaptetmiş olati Karahanlı Buğra Han Hârûn ’un hastalığına ilâveten Türkmen baskısı dolayısı ile, buradan çekilmesini müteakip, Oğuz yardımı sayesinde Mâverâünnehr ’e tekrar hâkim olan Sâmânî hükümdarı Nüb 11. b. Manşür ’un ölümlünden (997 ) sonra da Sâmânî devletindeki devamlı iç karışıklıklar ( Fâîk, Abü ‘A li Simcûr, Bektüzün mücâdeleleri) ve Nüh 11. ’un oğlu Mansür U. ’un Öldürülerek, yerine kardeşi ‘ Abd al­ Malik II, ’in geçirilmesi gibi hâdiseler ile daha eenûpta yeni ve kuvvetli bir devlet hâlinde gelişen Gaznelilerin Sâmânîler aleyhine Hora­ san işlerine müdâhaleleri Selçukluların Mâverâ­ ünnehr bölgesine olan alâkalarını arttırm ıştır, Karahanlı Naşr İltg-H an’ın Buhârâ’yı tekrar zaptederek ( teşrin I. 999), ‘Abd al-Malik ile hanedan azasım kendi payitahtı Özkend ’e göndermesinden sonra, Sâmânî devleti fiilen yıkılmış olmakla beraber, ‘ A bd al-Malik Ün kaçmağa muvaffak otan akrabası Abu İbrahim al-Muntaşir, Horasan ’dakı mücâdelelerden neti­ ce alamayınca, yardım sağlamak üzere, Oğuz­ lara ilticâ etmiş ve Selçuklular, yanlarında alMuntaşir olduğu hâlde, Karahanlı kumandanı sü-başı T ig in ’i ve müteâkiben Semerkand ci­ varında, bir gece baskını ile, Naşr İlig-Han *1 msğlûp etmişler (ağustos 10 0 3), daha sonra da kendilerinden bir müddet ayrılmış olan alMuntaşir ile beraber, Usrüşana 'de haziran 1004 ’te Karahanlı kuvvetlerini üçüncü defa bozguna uğratmışlardır ( al-‘U tbi, Manini, l, 17 6 ; ibn al-A şir, göst. y e r,; G ardizi, Zayn al-ahbar, nşr, Muhammed M irza i£azvini, Tahran, 1 315 ş., s. 49 v.dd.; Barthold, ayn. esr., s. 259—270, M. A . Köymen, ayn. esr., s. 126—-140). Selçuk­ lulardan yüz çeviren bu son Sâmânî mümessi­ linin oaşarısızhğı ve Ölümü ile neticelenen bü­ tün bu hâdiselerde roi oynayanlar yine A rs­ lan ’a bağlı Türkmenler idi. Burada hanedan âzasından her birinin kendine bağlı kuvvetler ve oymaklara sahip olması şeklindeki eski türk an’anesinin bir örneği görülmektedir İd, daha sonra da Selçuklu ailesinde devam ettiğini bil­ diğimiz bu durum dışında, Selçuklu bânedanı mensuplarının taşıdıkları yabğu, ymal, inanç, bey v.b gibi unvanlar da Selçuk 'un idâresinde kurulan yeni hükümette eski Oğuz devlet teş­ kilâtının aynen tatbik edildiğini gösterir. Uzun ömürlü olduğu kaynaklarda belirtilen Selçuk, böylece dünya tarihinde sürekli te’sirler uyan­ dıracak otan Selçuklu imparatorluk ve devletle­ rinin temelini atıp, onu teşkilâtlandırdıktan ve savaşları ile sağlamlaştırdıktan sonra, büyük türk.islâm devletinin kurulduğu yer ve ayrıca bir hudut şehri olarak da siyâsî ve tarihî ehemmiyeti dâimâ takdir edilen >bk 1. Kafes-



SELÇUKLULAR.



oğlu, Harezmşaklar devleti tariki, T, T. K. ya­ yını, Ankara, 1956,8. 91 v.d.) C en d ’de 1009’a doğru, 100 yaşlarında olduğu hâlde, öldü [ Akbâr, s. t ; İbn al*Aşir, göst. g e r. ; CL Cahen, Le Malik-nâmeh, s. 44 v.d.). Türkmen hükümdarlarından birinin kızı ile evlenmiş olduğu rivayet edilen Selçuk 1 Aybek al-Davâdâri, K a m al-durar, Topkapt, Ahmed İli. kütüp., nr. 2932, IV, 99b 'den naklen M. A . Köymen> ayn. esr., s. 118 , not 3 }’ un 4 oğlu olmuş id i: M ikâ'il, A r sİ an ( Isrâ’ i l ), Yusuf, Musa En büyük oğlu olan M ikâ’ il, babası ha­ yatta iken, bir savaş esnasında ötmüş (995’ ten sonra) olduğu için, onun iki oğlu Çağrı ve Tuğrul dedeleri Selçuk tarafından yetiştiril­ miştir ( Malik-nâma ’den naklen Ravzat al-şafâ !, gös. yer.). Oğuz devlet teşkilâtına uygun olarak, yabgu unvanını taşıyan Arslan, Selçuk ’tan sonra idâre başına geçmiş, erken öldüğü tahmin edilen (9 9 5 ’ten som a) Yusuf, inal unvânı ile ve İnanç unvânı aldığı tahmin edi­ len ve bilâhare Yabgu olarak uzun müddet yaşayan ( Öim. 1064 ’ten sonra) Musa, Arslan ’ın yardımcısı durumunda mevki almış, o sırada en çok 14 — 15 yaşlarında bulunmaları gereken Çağrı ve Tuğrul kardeşler ise, „bey“ olarak idaredeki yerlerini almışlardır { çok karışık olan Selçuk ’un oğulları mes'eiesi hakkında son bir tetkik için bk. î. Kafesoğlu, Selçuk 'un oğul­ ları ve torunları, TM , XIII, 1958, 1 1 7 —130 ). Selçuklu âılesi mensuplarının, yukarıda belir­ tildiği üzere, Arslan Yabgu 'nun yüksek hâki­ miyetinde bulunmakla beraber, eski devlet ni­ zamı icâbı, ber biri kendine bağlı Türkmen kütlelerinin başında olarak, Mâverâünnehr ’e in­ dikleri zaman, „müttefikleri" Sâmânf devleti ortadan kalkmış ve Buhâra—Semerkand böl­ gesi üstelik Gazneiiler ite de anlaşma hâlinde olan Karahanlılartn eline geçmiş bulunduğun­ dan Karahanlılar ile doğrudan-doğruya karşı­ laşma mevkiinde kalmış oluyorlardı. Fakat Karahanlı Naşr Han Selçuklulardan çekiniyor ve mümkün otursa, kuvvetlerinden faydalanmak maksadı ile, onlarla anlaşmak İstiyordu. Bu­ nunla berâber, karşılıklı itimatsızlık havası yü­ zünden, aralarında mücâdele başlamış idi. Bu esnâda Tuğrul ve Ç ağn Bey ’ler diğer Karabanlı hükümdarı Buğra Han "a müracaata karar ve­ rerek, onun arzusu üzerine, Talaş havalisine gitmişlerse de, orada Tuğrul Bey ’in han ta­ rafından tevkif edilmesi aralarının açılmasına sebep olmuş. Çağrı Bey ’in şiddetli bir bas­ kında B u g ra H a n ’ın kuvvetlerini mağlûp ve bir kısım kumandanlarını esir alması netice­ sinde, Tuğrul Bey kurtarılmış ve Selçuklular yanına dönmüş idi ( R aviat a l- ş a fS , göst, yer.), Bu hâdise Mikâ’ il-oğulîarına bağlı kütle­



357



lerin içinde bulundukları müşkül durumu gös­ terir. Tekrar M âverâünnehr’e döndükleri za­ man ise, Naşr H an ’ın 403 ( 10 12 / 10 13 ' ’te ölü­ mü üzerine, Buhârâ ’ya gelerek, burada müs­ takil bir devlet kuran Karahantı ailesinden Ali Tigin ’in mukavemeti ile karşılaştılar. Fahr al-Din Râzi ’ye göre' ( Cami' al-'ulüm, Nuruosmaniye kütüp., nr. 3760, 75*), bu sırada Keş ( Yeşil şehir ) ile Nahşab sahralarında bulunan Selçukluları uzaklaştırmak için, Ali Tigin-„Tür­ kistan melik ve sultanlarına" mektuplar yaza­ rak, yardım istemiş ( Abarlçülıi ’den naklen y a san-i Yazdi, Cami' al-tavârih, Fâtih kütüp., nr. 4 S ° 7. J 7 l b ) idi ki, siyâsî tazyik ve yer sı­ kıntısı altında bunatan Selçukluların Çağrı Bey idâresindeki şarkî Anadolu’ya meşhur akını ( 1 0 1 6 — 1 021 ) bu sebeple olmuştur. 2. Selçukluların H o r a s a n ’a g e ­ ç i ş l e r i v e İ l k S e l ç u k l u d e v l e t i . Ali Tigin Arslan Yabgu ile ittifak hâlinde idi. Bir ara yine Karabanlı hükümdarlarından Arslan Han tarafından esir edilmiş ve sonra hapisten kurtularak, Mâverâünnehr *e geldiğinde Arslan Yabgu ile birlikte Buhârâ ’ yı zaptedip {41 1 =» 10 2 0 /10 21 ), orada yerleşmiş olan A li Tigin [ bk. mad. K A R A M A N L IL A R ], yine onun yar­ dımları sayesinde, kuvvetlenerek, diğer Karahanfı şubelerine nazaran daha üstün bir durum kazanmağa çalışıyordu t İbn al-Aşir, göst. yer.\ S ibt İbn al-Cavzi, M ir ât al-zamân, Topkapı, Ahmed III. kütüp, nr. 2907, XII, 9 1 b ; R a viâ t al-şafâ’, göst. yer.). Selçuklulardan bir kısmının böylece Karahanlılar ile müttefik olması o za­ man Selçuklulardaki federatif teşkilâtın tabiî neticelerinden biridir. Çünkü ileride görülece­ ği üzere, hanedan âzası kendi menfaatlerin» göre hareket serbestliğine sâhip idi. A li Tigin ’i destekleyen Arslan Yabgu ’nun kudret ve nufûzu artmış, ve o bir taraftan Karahanltların, di­ ğer taraftan Gazneiİlerin dikkatini üzerine çek­ miş bulunuyordu. Mâverâünnehr bu iki büyük devletin hâkimiyet hırsını tahrik eden bir ülke olduğundan, Karabanlı hükümdarı Yusuf K a­ dir Han I ölm. 10 32 ) kardeşi Ali T ig in ’in ora­ dan atılmasını isterken, daha 407 ( 1016 /10 17) senesinde şimaldeki H vSrizm bölgesini ele ge­ çirmiş otan Gazneli Mahmud da ( ölm. 1030 : hâ­ kimiyetini Mâverâünnehr ’e doğru yaymak arzu ediyordu, Ali-Tigin 10 2 4 ’te mevkiinden ferâgat eden Karahanlı „büyük kağanı" Maaşür yeri­ ne geçen Yusuf Kadir Han ’ı „büyük kağan" tanımamak 1çin cephe aldığı bir sırada. Sul­ tan Mahmud da Mâverâünnehr ahâlîsinden AliTigin ’den şikâyet eden mektuplar alıyordu. Her iki hükümdar Buhârâ bölgesıp* bu huzûr kaçırıcı komşudan kurtarmakta fikr birliği hâünde iseler de, onları Arslan Yabgu ve Türk*



Î58



SELÇUKLULAR.



inenleri düşündürüyordu. İşte bu sebeple Yu­ suf Kadir Han ile Sultan Mahmud arasındaki tarihi Mâverâünnehr mülakatı vuku buldu (10 25 ). Gardizi ( Zayn al-ahbâr, s. 65—67 )'de tafsilâtiyle anlatılan ve bütün „İran ve Turan meselelerinin" görüşüldüğü (Cuzeâni, Tabaköt-i N aşiri, nşr. ‘ Abd al*Hayy Habibi, Kandehar, 1, 209 } bu tantanalı mülakatta, Kadir Han Selçukluların kalabalık ve savaşçı kimseler ol­ duklarını, hükümdarlık peş'nde koştuklarını bahis mevzuu ettikten sonra, onların hatta Gazneli devleti için de tehlikeli bir durum8 girmelerinden önce, T ürkistan’dan ve Mâverâ­ ünnehr ’den alınıp-götürülmelerini sultandan ri­ ca etti. Bunun üzerine Sultan Mahmud Tür­ kistan ve Balhan dağları mıntakasında on bin­ lerce süvariye sahip olduğu meşhur ok gönder­ me hikâyesinden ( bk. Rahat al-sudâr. s. 89; türk. trc., I, 88 ve buradan naklen diğer kay­ naklar ) anlaşılan ve „merdliği, savaşçılığı, şim­ şek ve yıldırım gibi avının üzerine düşmesi dolayısı ile kendisinden bütün Türkistan hüküm­ dar ve Efrasyablılann korktuğu Selçuk oğlu" Arslan 1ı { Cüzcâni, göst. yer.), kurnazlık ve hiyle ile yanma Semerkand ’a getirterek, tevkif etti ve Hindistan ’da Kâlincâr kalesine sürdü. 7 sene mahbus kaldığı kalede nihayet Ölen 110 32 ) Arslan Yabgu ’nun tevkifi hâdisesi mühim ne­ ticeler vermiştir: önce, zikredilen yerlerde Sel­ çuklu idaresi nihayete ermiş ve başsız kalan Türkmenler şuraya-buraya dağılmış, yersiz kal­ mış, buna onları kendilerine bağlamak isteyen M ikâ’ il oğullarının tazyiki da inzimam edince ( G ard izi. s. 67), beyleri taralından Sultan Mahmud 'a yapılan müracaat sonunda, 4.000 hâne kadarı, uzak tehlikeyi sezen Gaznelİlerin Tus vâlisi Arslan Câzib ’ in şiddetli mümanaa­ tına rağmen, Horasan 'a nakledilerek, Nasa, Bâvard, Farâva havalisine yerleştirilmiştir (İrak Türkm enler!). Sonra, tevkifin ceteyan şeklini tasvip etmeyen Tuğrul ve Çağrı kar­ deşler ve Arslan *ın oğulları, yâni Anadolu Selçuklu devletini kuran kol, bu haksız mua­ meleyi unutmamışlardır ki, bunun Selçuklu­ ların Gaznelilerden intikam almalarında mües­ sir olduğu görülmektedir. Üçüncüsü, A rslan ’m tevkifi üzerine, Selçuklu tarihinde birinci plâ­ na geçen Çağrı ve Tuğrul Bey ’ 1er yolu ile, im­ paratorluk hanedanı Mikâ’ il nesline intikal et­ m iş t ir { bk. mad. MAHMUD G A Z N E V İ ; M, A . Köymen, agn. esr., s. 145—164 ), Mâverâünnehr ’deki kötü durumlarını gördü­ ğümüz Çağrı ve Tuğrul Bey ’1er. kendileri için daha elverişli sâhalar bulmak üzere, bir keşif seferi yapmak husûsunda anlaştılar ve Tuğrul Bey taarruzdan masûn sahralara çekilirken, ağabeyi Ça^rı Bey, 3,000 kişilik syvari Işuy-



veti başında, garp istikametinde, Anadolu ’ya doğru hareket etti. Bizans sınırları eskiden beri onlarca malum idi, Daba 964 ve 966 yıl­ larında Horasan dan Ermeniye bölgesine gazâ için kalabalık gönüllüler gelmişlerdi 1 ibn alA şir, 353 ve 355 seneleri vekayii ; İbn Findik, Târih-i Bay hak, s. 124). Bunların arasında türklerîn de bulunduğu, Çağrı Bey ’in Azer­ baycan havâlisinde onlarla karşılaşmasından anlaşılmaktadır. Çağrı Bey, Horasan ve Azer­ baycan’dan geçerek, 1 0 18 ’de „rüzgâr gibi uçan atlar üstünde uzun saçlı, yaylı ve mızraklı“ Türkmenleri ile, Van gölü etrafında ermeni Vaspuragan kıratlığı topraklarında göründü t Arisdages ’ten naklen J. Laurent, Byzance et les Turcs seldjoucides dans l'A s ie occidentale ju squ 'en 1081, Paris, 1914. s. 16, not 6 ; E. Dutaurier. Chronique de Mathieu d'Edesse, Paris, 1856, s. 4 1 ; türk. trc. H. D. Andreasyao, (Jrfa h Maieos vekayi-nâmesi. T. T. K, Ankara. 1962, s. 48 v. dd.). Çağrı Bey karşısına çıkan ermeni kuvvetlerini bozguna uğratarak, ülkenin garp kısmını hâkimiyetine aldıktan sonra, şimale, Şaddâdiler arâzisine doğru yöneldi.’ Mütea­ kiben Nahcivan havâlisinde Gürcü kuvvetleri savaşa cesaret edemeyerek çekildikleri iç n, askeri cevetanlarda bulundu ve d a :a şimalde kendisini durdurmak isteyen Ani ermeni kı­ ratlığının Bıcnı kalesi kumandanı Vaşak Pah­ la vu ni nin kalabalık ordusunu tatbik ettiği boz-kır harp tabyesi sayesinde mağlûp etti; sa­ vaşta Vaşak telef oldu ( Vardan, Türk fütu­ hat tarih i,889— 1269, türk. trc. H. D. Andreasyan, Tarih semineri dergisi, İstanbul, 1937, 1/2, 16 6 ; Çamiçyan, Ermeni tarihi, Venedik, ı 875 > 11, Ool, 004; Vaşak ’ıh muharebede Ölü­ mü hakkında 1029 yılından kalma kitabe için bk. L. Alicban, Chirag, Venedik, 1881, 8. 148). Bu ağır türk tazyikından dolayı Varpuragan kıralı Senekberim idaresinde ermenilerin yurt­ larını terkederek, orta Anadolu 'ya gittikleri bu akta neticesinde, Çağrı Bey bütün ermeni ve Gürcü memleketlerinde bir müddet kaldık­ tan sonra, Mâverâünnehr’e, Tuğrut B e y ’iıı ya­ nına döndü. Horasan ’dan bu geliş ve geçişine Gazneli kuvvetleri mâni olamamışlardı, Çağrı Bey bu büyük seferinin neticelerini, Barhebraeus ( 1. 293 ) ’ ta açıkça kaydedildiği üzere. Setçuklnların, keşfettiği Ermeniye bölgesine gi­ debilecekleri. çünkü oralarda kendilerine mu­ kavemet edecek kuvvet bulunmadığı şeklinde kardeşine bildiriyordu t bk. I. Kafesoğlu. Do­ ğu Anadolu 'ya ilk Selçuklu akını ve tarihî : ehemmiyeti. Ftıad Köprülü armağanı, s 259— 274. ayn. mil,, J A , 1954. s. 129 -» 3 4 eyn mlL, Selçuklu tarihinin m es'ehleri, Bşlipçtı, İ9Ş5, sayı



4 a©— 48 Ş > '



SELÇU KLU LAR. Ç ağn Bey ’in hem askerî kudretini göster­ mek. hem de ganimet elde etmek bakımından başat, ile nihâyetlenen şarkî Anadolu seferin­ den sonra, Mâverâünnehr ’de iki kardeşin nufûz ve itibarları artmış, kendilerine olan yeni iltihaklar, bilhassa amcaları A rslan'm tevkifin­ den sonra, çoğalmış, böylece onlar kudretli bir duruma yükselmişlerdi. Kendileri Türkmenlerin fi lî reisleri olmakla berâber, teşkilât gereğince, diğer amcaları Musa ( inanç ) ’yı yabgu seçmiş­ lerdir. Gazneli Mahmud meşhûr Mâverâünnehr mülakatına geldiği sırada Buhârâ ’dan kaçan, fakat sultanın ayrılmasını müteakip tekrar ye­ rine dönerek, hâkimiyetini devam ettiren Ali Tigin. Arslan zamanındaki durumu muhafaza etmek düşüncesi ile, Toğrul ve Çağrı Bey ’lere elçiler göndererek, onların da, vaktiyle Arslan gibi, Karahanh devletine iştirâk etmelerini teklif etmişti ( R aviat al-safâ, IV, 73 ). Fakat teklif, bunun bir hiyleden ibaret olduğunu se­ zen Selçuklu reisleri tarafından, tıpkı Gazneli Mahmud ’un evvelce yaptığı Horasan ’a gelme­ leri teklifinde olduğu gibi, reddedilince, kendi bakımından endişelenen Alı-Tigin, bu defa Setçuk-oğutları arasındaki tesânüdü bozmak ve onları birbirlerine düşürmek için, fırsat ara­ mış ve münâsebet kurmağa muvaffak olduğu {Musa Y a b g u ’ nun oğlu) Yusuf'u, geniş iktâlar mukabilinde, Türklerin yabgusu ( „inanç Yabgu“ i tâyin edip, Tuğrul ve Çağrı Bey ’lere karşı harekete geçirmek istemiştir. Yusuf bu­ na tarafdar olmayınca da, Ali Tigin *in emri ile, Karahanh kumandanlarından Alp Kara ta­ rafından Selçuklulara yapılan bir baskında Öl­ dürüldü. Fakat bu ağır hareketin intikamını Musa Yabgu ile birlikte Tuğrul ve Çağrı kar­ deşler, çok geçmeden Karahanh ordusunu mağ­ lûp ederek, Alp Kara 'yı öldürmek suretiyle aldılar 1 muharrem şao—kânûn II. 1029}. Bu hâdise Tuğrul ve Çağrı Bey ’ 1er idaresindeki Sel­ çukluların reis Silesi arasındaki iç tesânüdü göstermesi itibârı ile mühimdir (lbn al-A şir, 433 yılı vekayii. R aviat a l-şafS ', göst. yer.; Bartbold, Turkeslan, s. 297 v.d.: Î. Kafesoğlu, Selçuk 'un oğulları, s. 124 ), Ancak Ali-Tigin ’İn bütün kuvvetleri ile dört taraftan taarruza geçerek, verdirdiği pek ağır kayıplar netice­ sinde. Selçuklular Hvârizm 'e doğru çekilmek zorunda kaldılar ve orada Gazneliterin valisi bulunan H varizmşâb A ltun-Taş’ın gösterdiği bölgede oturdular. Bu sırada Sultan Mahmud ‘un ölümü ı 421 = 10 3 0 ' ve yerine oğlu Mas’ üd 'un tahta geçmesi ile, Gazneli siyâsetinde vu­ kua gelen değişiklik, yâni Mas’ ü d ’un A li-Ti­ gin ’e karşı, Hv&rizmşâb Altun-Taş ’ ı Buhârâ seferine me'mûr etmesi ve A ltun-Taş‘m o sı­ rada öiümü ile yerine sultan tarafından Hra-



rizm ’i idâreye me’mûr edilen onun oğlu Hârüu 'un 425 (10 34 ilk baharı ) ’ ten itibaren istiklâl savaşına girişmesi Selçukluların durumunun tekrar düzelmesine yardım etti. Çünkü pâyitabtı tehlike geçiren A li Tigin Selçuklulara yanaşmak mecburiyetinde kaldığı gibi, Gaznetilere karşı onunla anlaşmış bulunan türkmen­ lerin dostu Hârün da büyük faydalar bekle­ diği Selçuklulara fazlası ile itibar etmek lüzu­ munu duymuş idi. Böylece Gazneliler aleyhine üçlü bir ittifak meydana gelmiş oldu ki, bu, devletler-arası münâsebetlerde Tuğrul ve Çağrı Bey ’ ferin. Yabgu ’nun Türkmenleri ve Yınallıların { Yınâlıyân, yâni Yınal ’a bağlı Türk­ men! e ri birlik hâlinde bulundukları BuhârâHvârizm arasında seyreden Selçukluların ye­ niden bir role sâhip olmaları demek idi 1 İbn alA şir, gost. ger. ; Abu 'l-Fazl Bayhaki, Târîh-i Bayhaki, nşr, Gani-Fayyâz, Tahran, »324 ş „ e. 445. 47 *> 68° V.dd.; Barthold, ayrı, esr., s. 296 v.d.). Fakat bu sırada kısa zaman içinde birbirini tâkip eden iki hâdise Selçukluları bir kere daha çok müşkil duruma düşürdü. Bunlardan biri eskiden beri Selçukluların başdiişmant olan ve aralarında „kadîm bir kin ve kan” düşmanlığının hüküm sürdüğü ( Bayhaki, s. 682 } Oğuzların Baranlı { Koyunlu ) oymağın­ dan ( tbn Findik, s. 51), Yeni-Kent yabgusu A li ’aın oğlu ve Cend hâkimi Abu ’l-Favâris Şâh-Malife ( bk. O. Pritsak, agn. esr., a. 4 0 7 ) tarafından korkunç bir baskına uğratılmalarıdır. Selçukluları adım-adım tâkip eden ŞahMalik gizlice çöl yolundan geçerek, gâfil av­ ladığı Türkmenlerden 7 — 8.000 kişi öldürmüş { 423 kurban bayramının son günü = teşrin II. 1 0 3 4 ) , bir hayli at ele geçirmiş ve esir almış idi. Perişan hâle gelen Selçuklular, Hvâ­ rizm ’deki yurtlarını terkederek, Ceyhun 'u geç­ mek zorunda kaldılar ise de, Selçuklu des­ teğini kaybetmekten korkan Hârün ’un rica ve te’minatı üzerine, yerlerine döndüler. Şâh Malik Selçuklular aleyhine teşvik ettiği Hârün ’un 30 .0 0 0 kişilik kuvveti karşısında onları takip­ ten çekinmiş idi. İkinci hâdise de, 10 3 3 yılı ba­ şında AH-Tigin ’in ölümüdür. Müttefiksiz ka­ lan âsî Hârün işini halletmenin Gazneliler ba­ kımından artık pek zor sayılmadığı. fakat asıl mes’elenin Şâh-Malik ’in sönmez düşmanlığına ilâveten Ali-Tigin oğullarının da tazyikine uğ­ radıkları için, sıkışık durumda ancak Horasan 'a geçebilecek otan Selçuklular olduğu Gazneli veziri Ahmed b. Abd al-Şamad ’in sözlerinden anlaşılmaktadır ( Bayhaki, s. 443 ). Çünkü Ho­ rasan 'daki „Irak Türkmenlerinin” 1 tbn atA ş ır ,gösi. ger.) durumu meydanda idi. Arslan Yabgu 'nun tevkifinden sonra, Nasâ, Bâvard ve Farâva taraflarına geçirildiklerini gördüğümüz



SELÇUKLULAR.



Nâveki ( yabguiu ? ) denilen bu türkmenler Kızıl, Boğa ( Buka ), Yağmur ve Kök-Taş adlı reisle­ rinin idaresinde ( Bayhaki, s. 68, 266, 445 ; Cüz­ câni, I, 291 ) İdiler ve kısa bir müddet huzûr içinde yaşadıktan ve bu esnada Türkistan ’dan gelen yeni kütlelerin veya İran ’da dağınık hâl­ de bulunan Türkmenlerin ( Kasravi Tabrizi, Şahrî-yarân-i gumnöm, Tahran. II, S. 57 ) ken­ dilerine iltihakları ile çoğaldıktan sonra, âsâyişi bozucu inzibatsızhk hareketleri göstermeğe baş­ lamışlardı. Bölge balkının bu husûstaki şikâ­ yetleri üzerine, Sultan Mahmud ’un emri ile, Tûs valisi A rslan Câzib onlara karşı hare­ kete geçmiş ise de, boyun eğmeyen Türkmenler, zaman-zaman Di hist an ve Bathan dağ­ larına çekilmek ve tekrar mukabil darbeler indirmek sûreti ite Gazneli kuvvetlerinin tam başarı kazanmasını imkânsız kılmışlardı. Bu sebepledir ki, Arştan Câzib ’i gayretsizlikle suç­ layan Sultan Mahmud bizzat sefere çıkmak zorunda kalmış (418 =>1028) ve onları Ribât-i F a râ v a ’de ağır bir mağlûbiyete uğratmıştı. Dağılan Türkmenlerden Kızıltılar ve Yağmurlu­ la r! yâni Kızıl ve Yağmur emrinde olanlar ' Bal­ kan ve Dihistan bölgesine çekilmişler, bîr kıs.mı da Kirman ‘a inmişlerdir (G a rd iz i, s. 70 v, d .; tbn al-Agîr, göst. y e r .; Bayhaki, s. 88, 521 ve bk. M. A. K-oymen, Böyük Selçuklu im­ paratorluğunun kuruluşu, 11, D T C F dergisi, Ankara, 1457, K V /ç, 29 v. dd,). Sultan Mah­ mud ’un, Horasan ’dan çıkarmakla beraber, kat’î itaate alamadığı Türk menleri dâimâ tehlikeli addettiği, kendi devlet sınırları dışında dahi onları tâkip etmeğe çalışmasından bellidir. K ir­ man ’a gidenler, oranın Büveyhf hâkiminin 1028 ’de ölümü üzerine, İsfahan ’a geçerek, 'A !â' alDavla Kâktiya ’ye ilticâ etmişler ise de, Sultan Mahmud ’un siyâsî baskısı neticesinde, kendi­ lerini öldürmek için hazırlanan tertiplerden miişkiiâtla kurtularak, maiyetlerindeki Türkmen kütleleri ile birlikte garp istikametinde hare­ kete geçmişlerdir. Bunlar Boğa ve Kök-Taş ile diğer iki reis İdi. Bununla beraber, Sultan Mahmud öldükten sonra, yerine geçmek isteyen oğlu ve o zaman Rey valisi Mas'ud, kuvvete olan ihtiyâcından dolayı, yine Oğuzlara müra­ caat ettiğinden, Balhan ’a çekildiğini söylediği­ miz Yağmur ile birlikte, Azerbaycan ’a doğru gitmekte olan Boğa ve Kök-Taş ’1 tekrar H ora­ san ’a dâvet etmiş idi. Bu Türkmenlerden bir kısmı, teşrin H. 10 3 0 ’da, Gazneli ordusunda M ekrân’ın zaptında yararlık göstermişler, Irak ’ta, Hindistan ’da Lâhur ’da faydalı hizmetler görmüşlerdir (Bayhaki s. 68, 404; İbn al-A şir, göst. yer.). Fakat Oğuzlara hâlâ da güyeneme­ yen Sultan Mas'üd ’un, vezîrin haklı itirazla­ rına rağmen, TSrkoıenleri Gazneli kumandan­



larından Hâeib H um âr-Taş’»n emrine bağlama teşebbüsü ve bu hususta İrak baş kumandam Taş-Ferrâş ’a verdiği emir ile, onları tazyika i başlaması ve nihayet, Türkmenlerinden ayrı bu­ lunan Yağmur başta olmak üzere, Ir a k ’a gön­ derilmiş olan Oğuzlardan 50 kadar reisin Taş tarafından öldürülmesi ( 4 2 4 = 10 3 3 baharı, bk. İbn al-A şir, göst. y e r .; Begbars aî-Manşüri, Zubdat a l-fik ra, Fayzullab Efendi kütüp., nr. 1459, 5 7 a ) Mâverâünnehr ’den mütemadiyen yeni iltihaklar ile artan Türkmen kütlelerinin intikam hissi ile ayaklanmalarına sebep olmuş, böylece Merv, Tirmiz, Tûs, Serabs, Nesâ, Bâdğis, Bâverd ve Dihistan bölgesinde, bilhassa Yağmur ’un oğlu riyasetinde, Horasan ’ın gar­ bında, Gazneİiler ile mücâdele alevlenmiştir. Kendine karşı Ceyhun ötesindeki üçlü ittifa­ kın te’sirlerine Horasan ’1 kapamak maksadı ile türlü tedbirlere de baş-vurmak zorunda kalan Sultan Mas’ üd veziri ve en büyük ku­ mandanlarını, çeşitli yollardan bu mıntakaya seykettiği ve kendisi de yola çıktığı hâlde, tutamadığı Türkmenler Rey, Dâmğân havali­ sini ait-üst ettiler ve filler ile mücehhez Gaz­ neli ordusunu bozgun ’a uğrattılar, T aş *1 ve diğer mühim kumandanları öldürdüler. Bir Gaz­ neli mukavemetini daha kırdıktan sonra ( 1034), Azerbaycan ’a yönelerek, daha evvel oraya gelmiş olan soydaşlarına katıldılar ( Cüzcâni, I, s. 292 v d. ayrıca bk. M. A . KÖymerı, ayrı, esr., ü, 34, 36— 40). Yukarıda söylendiği gibi, Selçukluların yar­ dımı ile Horasan ’] zapta hazırlanan Hvârizmşâh H arun’un ortadan kaldırılması zor olma­ dı ; o bir suikast neticesinde öldürüldü { 426 cemâziyelâhtr—nisan 10 35) ve gerçekten de Gazneli devletinin hem iç, hem dış tnes’ ele ola­ rak düşünmek mecburiyetinde kaldığı en mü­ him hususun Selçuklu-Türkmen mes’elesi ol­ duğu, Selçuklular hakkında Gazneli vezirinin düşüncesinde haklı bulunduğu bir kere daba anlaşıldı. Hârûn ’un Ölümü dolayısı ile bir des­ tekten mahrum kalan ve aym zamanda bir yan­ dan Şah-Malik ’in, bir yandan da A li-Tigîn oğul­ larının tazyikları altında bulunan, son baskın yüzünden bayii zayıflamış olan Selçuklular için, Gazneli devletinden izin almaksızın, Horasan ’a geçmekten başka çare kalmamış idi ( Bayhaki, s. 687 v. d .; Cüzcâni, I, 292 ). Tuğrul ve Çağ­ rı beyler, yanlarında Musa Yabgu ve kuvvet­ leri, Yınailılar ( Yusuf Yınal ’m oğlu, Tuğrul Bey ’in aoa-bir-kardeşi İbrahim Yınal ve kuv­ v e tle ri) olduğu hâlde, 1035 mayıp ayında Cey­ hun ırmağını aşmak suretiyle Gazneli toprakla­ rına girdiler. Sayıları az idi, fakat Merv ve Na­ s h ’ya doğru ileriledikçe çoğalıyorlardı { Bayh a V ’ » gâst- yer. v e s. 4 7 ö H o r a s a n 'd a kalmış



\ SELÇUKLULAR.



olan kısmen reissiz Türkmenler ve ayrıca Hvgrizmliler eski Selçuklu reis ailesinin bu iki namlı mensubu etrafında toplanmakta tereddüt etmiyorlardı. Selçukluların böytece H orasan’ a geçişleri tarihin mühim hâdiselerinden birini teşkil etmiştir. Zira biri cesaret ve şecâati, diğeri hâiz olduğu yüksek devlet adamlığı va­ sıfları; ve siyâsetteki zekâsı ile tarihte şöhret yapan Çağrı ve Tuğrul kardeşler en büyük iki türk-istâm siyâsî teşekkülünden ilkinin, Sel­ çuklu imparatorluğunun temellerini Horasan ’da atmışlardır. Selçuklu reisleri N a sâ ’ya geldiklerinde, Gaznelilerin Horasan vezîrine mektup yazarak, yersizlikten nıüşkü durumda olduklarını, bu­ rada kendilerine yurt verilmesi için sultan nezdinde aracılık yapmasını rica ettiler ( Bayhaki, s. 470 v.d.). Bu haberden büyük telâşa kapıldık­ ları görülen Gazneli devlet erkânının, derhâl yaptıkları toplantıda. Sultan Mas'ûd ’un sür’atle onların üzerine yürünmesi fikrine karşı, o zaman 10.000 kişilik bir süvari ordusuna sa­ hip oldukları bilinen ve esasen gelişmeleri ha­ zırlıktı olarak ve dikkatle tâkip edilen Selçuk­ lular mes’elesini dalsa doğru tahlil eden G az­ neli vezirinin ihtiyat tavsiyesi yerinde görül­ dü. Bunun üzerine Selçuklulara karşı Nasâ ’ya değil de, şimdilik Nişâpür 'a giden sultan, ora­ da kendi fikrinin tatbikatına girişti ve „bütün Türkistan ’1 zapta yetecek" bir ordu hazır­ lattı t Bavhalfi, s. 482, 488 ). Fakat Hâeib BegToğdı kumandasında harekete geçen ve filler ile takviye edilen bu ordu Nasâ sahrasında Selçuk­ lular tarafından müthiş bir mağlûbiyete uğra­ tıldı {426 ş a b a n = 10 3 $ haziranının son hafta11; Bayhaki, s. 483; G ardizi, s. 80 v .d .; A h ­ lar, s. 3 v.d.). Selçukluların Gazne devletine karşı kazandıkları bu ilk zafer kendilerine b ü ­ yük bir itimat sağladığı gibi, burada bir devet kurmak imkânının mevcut olduğunu onlara gösteren ilk alâmet olmuştur. Nitekim zafer­ den sonra iki taraf arasında „elçiler" teâtî edilmiş ve Gazneli devleti tarafından Selçuk­ lulara bir nevi muhtariyet tanınmıştır: Nasâ, Farâve ve Dihistân vilâyetleri üç Selçuklu rei­ sine veriliyor, ayrıca onlara hil’at, menşur ve sancak gönderiliyordu '.ağustos 1033, Beyhaki, ». 4qz- Cüzcânı, I, 294). Fakat Selçukluların sununla iktifa etmedikleri muahedeye riayet­ sizliklerinden ve akınlarmı Belh ile Sistan 'e kadar genişletmelerinden ve Hvârizmşâh Isaıâ'i.İ de «iyâsî münâsebetler kurmalarından. Horasan 'dan üç vilâyet daha istemelerinden anlaşılıyor. Bunun üzerine Mas’ûd, Türkmenleri Horasan Man bu defa tamâmiyle çıkarmak İçin, tekrar büyük bir ordu topladı. Fakat şim­ diye kadar d* belirtildiği iizere, siyâsî gö­



rüşten uzak ve üstelik de zevk ve safâya düşkün bir adam olan Sultan Mas’ûd, Gazne devletinin başında dolaşan bu büyük tehlike karşısında dahi muhârebenin idaresini kuman­ danlarına bırakıp, kendisi Hindistan Fütûhâtma gediyordu. Nişâpür Ma bulunan Gazneli or­ dusu baş-kumandanı büyük Hâcib Sü-başı, Hin­ distan Maki sultandan aldığı kat’i emir üzerine, Selçuklulara karşı hareket etti ve Serahs ya­ kınlarında vukua gelen savaşta (1038 mayısı­ nın 3. haftası), bilhassa Çağrı B e y ’in büyük gayretleri ile, ağır bir hezimete uğradı ( Bay­ haki, s. 336— 5 4 5 ; M. A. Köymen, II, 67— 88). Bu ikinci Selçuklu zaferi Horasan kıt’asını doğrudan-doğruya Selçuklu hükümranlığına sokan bir istiklâl savaşı mâhiyeti taşımaktadır. Eski türk devlet an anesi gereğince, Selçuklu reisle­ ri ülkelerini bölüşmüşler, Çağrı Bey Merv ’e, Mu­ sa Yabgu S erab s’a sâhip olmuş, „âdil pâdişâh* Tuğrul Bey Bayhaki, s. 552 1 ise, H orasan’ı» baş şehri Nişâpür ’u alınış idi. İbrahim Yınal ’ın öncü ve temsilci sıfatı ile, Gazne kuvvetleri tarafından terkedilmiş olan Nişâpür ’a gele rek, halk ile yaptığı konuşmadan Selçuklu reis­ lerinin öteden beri ısrarla gerçekleştirmel istedikleri devlet kurma hedefi ve bu devletiı başına da Tuğrul Bey ’in geçirildiği sarâhatU anlaşılmaktadır. M erv’de „malik al-mulük" un­ vanı ile Çağrı Bey adına hutbe okunurken ( İba al-A şir, 432 senesi vekayii ), İbrahim Yınal ’ıs „al-sultân al-mu'ajzam“ Tuğrul Bey adına hutb< okutmağa başladığı (m ayıs 10 38 ) N işâpü r’ < haziran ayında parlak bir merasim ile Tuğra' Bey girdi. Maiyetinde 3.000 atlı var idi. Kolun da, türk hâkimiyet alâmeti olarak, yay taşıyor du. Sultan M as'ûd’un oradaki tahtına oturduğı zaman, şehrin en sayılı adamı olan Kadı Şâ'it kendisine „efendimiz \" diye hitap etmişti ( Bay­ haki, s. 553). Derhâl yeni Selçuklu devletin teşkilâtlandırmağa geçildi ve etrafa me’ murla tâyin ve eski türk an’anesİ gereğince zaptedile cek mahaller, Tuğrul Bey tarafından, diğer Sel çuklu reislerine tevcih edildi. Abbasî balîfes al-Kâ’im bi-amr Ailâh tarafından Nişâpür ’ t elçi gönderilmesi Selçukluları, haklı olarak memnûn etti; zira bu, halîfenin Horasan hâ­ kimi ve bütün Türkmenlerin başı olarak Tuğ­ rul Bey ’i tanıması demek idî ( Zubdai atnaşra, s. 4 v.d .; Barhebraeus, i, 296; Bayhaki, S . 550—554; M. A. Köymen, ayn. esr-, II. Joo). 3. S e l ç u k l u i s t i k l â l s a v a ş ı v e fü ­ t u h a t . Horasan hâdiselerini haber alan Sul­ tan Mas'ûd ’un sür’atle harekete geçtiği sıra­ larda Çağrı Bey Tâtakân ve Fâryâb taraflarını zapta uğraşıyor, süvarilerinden bir kısmı da Belh kapılarında görünüyordu. Sultan 300 sa­ v a ; fili İle mücehhez 50.000 süvari ve piyade*



SELÇUKLULAR,



den mürekkep bir ordu başında Beih 'e geldi ve sür ’atie Serabs 'a doğru yöneldi. Sultanın kumandasında otan ve bütün Türkistan 'm da mukavemet edemeyeceği kadar büyük ve techizatlı olan bu ordu ( Bay haki, s. 554, 569) et­ raftan katılan yeni kuvvetler ile durmadan ar­ tıyordu. Çağrı Bey Serahs ’ta idi. Tuğrul Bey de Nişâpûr ’dan hareketle oraya gelmiş ve 20.000 suvâri ile M erv’den gelerek, onlara il­ tihak etmiş olan Müsâ Yabgu ile Selçuklu re­ isleri bir araya toplanmışlardı. İçlerinde muha­ rebe etmek kararında olan, bilhassa, Çağrı Bey idi. Ramazan 430 (mayıs 10 3 9 )’da başlayan ve uzun süren muharebelerde Selçuklular mukave­ met edemediler ve yıpratma savaşları yapmak üzere, dağınık şekilde, çöllere çekildiler. Gazneli ordusu tarafından sahralarda tâkip edil­ meleri imkânsız idi. Bu esnada Suttan Mas'üd N işâp û r’a girdi ( safer 4 3 l= te ş rin II. 1039). Selçukluların yer-yer ve devamlı tâciz akınları arasında Gazneli ordusunun sahra savaşları için yetiştirilmesine çalışıldı. Bahar gelince, Selçuk­ lular yine Çağrı Bey Ün İsrarları neticesinde ortaya çıkıp, Sultan Mas’ üd ’u karşılamağa ka­ rar verdiler. Sultanın kumandasındaki Gazneli ordusu Önünden tedricen Serahs ‘tan şimale, çöle doğra çekildiler. Bu yolsuz sahada bütün kuyuları bozuyor, arkalarından gelen ve fasıla­ sız ara hücum ve baskınlar ile maneviyatlarını sarstıkları, aş.-yk. 100.000 'lik orduyu susuz bı­ rakıyorlar idi. Nihayet Selçuklular Merv yakı­ nındaki Dandânakân ( Yâicüt, Mu'cam, II, 477 ) hisarı önünde savaşı kabûl ettiler ve 3 gün bo­ yunca bütün şiddeti ile devam eden savaşta Gazneli ordusunu korkunç bir hezimete uğra­ tarak büyük kısmını imha ettiler ( 7—9 rama­ zan 4 3 1= 2 2 — 24 mayıs 1040} hazîneleri ve sayılamıyacak kadar çok mıkdarda silâh, mâlzeme ele geçirdiler. Sultan Mas’üd, 100 kadar maiyeti ile, kaçabildi ise de, Hindistan’a gider­ ken, yolda kendi adamları tarafından öldürül­ dü ( Bayhalfİ, s. 571 v. dd., 6 16 —62û; G ardizi ; 8$ v.d.; A k b â r ,.., s. 8 v.d.; Zubdat al-mısra, s, 5! ibn al-A şir, göst. y e r .; Cüzcâni, 1, 296 v.d.; Rafcat al-şudür, 100 v.d.; tafsilât için bk. M. A. Köymen, Büyük Selçuklu imparatorluğu­ nun kuruluşu, III, D T C F dergisi, Ankara, 1958, X V I/3—4, s. 1 —53 ), Bu, Selçuklu istiklâl savaşı idi. A rtık C end’e geldikleri yıllardan beri süre-gelen çetin mücâdelelerden sonra, emellerine kavuşmuşlar, H orasan’ da müstakil bir devlet kurmağa muvaffak olmuşlardı. Muha­ rebenin son günü, cuma namazını müteakip yap­ tıkları toplantıda, Tuğrul Bey ’i Selçuklu dev­ leti nin'iıul t a n ı ilân ettiler,O devrin âdeti ge­ reğince, civar hükümdarlara fetih-nâm eler gön­ derildi. Daha sonra aynı ay içinde Merv ’de



akdettikleri ve Tuğrul B ey ’in bir konuşması ile açılan büyük kurultayda mühim kararlar aldı­ lar. Bu kararlar gereğince, Tuğrul Bey ’in im­ zasını taşıyan bir mektup, Selçuklu elçisi Abu İshâk al-Fukka i ile, Bagdad ’a gönderildi. Ha­ lîfeye hitap eden bu mektupta son durum arzolunuyor ve H orasan’da adaletin ikame edil­ diği, hak yolundan aynimmayacağı, amir al-mu’miııin ’e olan sadâkat belirtiliyordu ( Bay hak i, s. 628; Zabdat al-nuşra, türk. trc. Kıvam üddin Burslan, T T K yayını, İstanbul, 1943, s. 5 ; Barhebraeus, 1, 299; Rahat al-şudür, s. 103 v.d., türk. trc,, s. 102 }. Cihanın fethi ile ilgili türk fütuhat anlayışına müstenit alınan karar tatbikatından olmak üzere, eski türk devlet an’anesi gereğince, ülke ve ileride zaptedileeek memleketler Selçuklu hanedanına men­ sup üç reis arasında taksim ed ild i: Serahs ve Belh şehirlerinin dâhil bulunduğu Ceyhan ile Gazne arasındaki bölge, merkez Merv ol­ mak üzere, malik al-mulük Çağrı Bey ’e ve Herat merkez olmak üzere, Büst ile Sîstan havalisi Müsâ Yabgu ’ya verildi ve sultan sıfatı ile payi­ taht Nişâpûr ’da katan Tuğrul Bey, İrak ve garp bölgesini kendine aldı. Hanedanın ikinci derecedeki diğer âzasından İbrahim Ytnal Kuh istâa’a, Ku lalmış (Arştan Yabgu ’nun oğlu) Gurgân ve Damğân ’a ve Çağrı Bey ’in oğlu Kavurd Kirman havalisine tâyin edilmişlerdi; bun­ lar Sultan Tuğrul B e y ’ in emrinde idiler ( Zubdai al-nuşra, s. 7 ; Rahat al-şudür, s. toz, 104, türk. trc., s. 10 ı v.d. j M. A. Köymen, ayn. esr., s. 57 v. dd,). Selçuklu fütühâtl bu esâs üzerinde devam e tti: Yabgu Kalan („büyük yabgu“ ) diye de anılan Müsâ ( bk. Râfıat alşudür, s. 104), 5.000 süvari ile gittiği H erat’ı zaptettikten sonra, 1040 senesi sonunda Sîs­ ta n ’a giden ve orada teşrin II. 1040 ’ta hâ­ kimiyetini kurarak, Yabgu adına butbe oku­ tan Yusuf Y m a l’ın oğlu ve İbrahim Y ın a l’ın kardeşi Er-Taş ve Selçuklulara tâbiyetini arzeden Sîstan hâkimi Abu ’1-Fazt ile birlikte, böl­ geye ve Büst havalisine tamimiyle hâkim oldu. Er-Taş 440 ( 10 4 8 /10 4 9 )’ta öldü. Umûmiyetle Herat ’ta oturan Musa 10 5 1 yılında Gazneli büyük hâeibi T uğrul’un eline geçen Sîstan baş-şehri Zerene’ i geri almak üzere, oğlu Kara Arştan Böri ile birlikte geldi ise de, baskına uğrayarak, çekilmek zorunda kaldı, Tuğrul gittikten sonra Sîstan yine Musa ’ya intikal etti. 446 recebinde ( = 1 0 5 4 teşrin I.) Sîs­ ta n ’a gelerek, Hind denizi sahilindeki Mekrân bölgesini de Selçuklulara bağlayan. Çağrı Bey ’in oğlu, Yâlpûti ’nin bu mıntakada hutbeyi ba­ bası adına okutması teşebbüsü, Tuğrul Bey ’in müdâhalesi ile, durduruldu ( T ârik -i S i stün, nşr. Bahar, T ahran, 13 14 f., s. 371-=» 375» 3® 1



SELÇUKLULAR.



v. d . ). Mu'izz al-Davla ve Fahr al-Mulk lekapları ile anılan Musa Yabgu, ¡064 yılında Sul­ tan A lp Arslan ’a karşı saltanat dâvasına kalk­ tığı için, sığındığı H erat kalesinde yakalana­ rak, sultanın huzûruna getirildi. A lp Arslan bu büyük amcasını affetmiş ve onu sâdece ya­ nında alıkoymakla iktifa { İbn al-A şir, 456 yılı vekayii ) ve daha sonra ona Mâzenderân ’1 iktâ etmiştir (L Kafesoğlu, Selçuk 'un oğul­ ları, s. 119 v. d, ). Sîstan ’da babasına vekâlet eden Böri, Abu ’ 1-F a il ile birlikte, bölgeyi mu­ hafaza etmiştir. Bunun hakkında son haber 1056 ağustos ayında kendisinin Zerenc ’e ge­ lişine ve orada hürmetle karşılanışına dâirdir { T ârih-i Sistin, s. 382 ). Bir ara Musa Yabgu ile arası bozulduğu için Horasan ’a dönmüş olan Er-Taş. Gazneli Sultan Mas’ üd ’un oğlu M avdüd’un Kaymaz adındaki kumandanı vâsı­ tası ile, Sîstan '1 Selçuklulardan istirdada te­ şebbüs ettiği zaman, Abu ’ 1-Fazl tarafından haber gönderilmesi üzerine, temmûz 1042 ’de ansızın Sîstan ’a gelerek, bozguna uğrattığı Gazneli kuvvetlerini oradan çıkarmıştır. Aynı sene içinde Sultan Tuğrul Bey ’in Hvârizm se­ feri esnasında, Kirman ’a kaçan Cend emîri meşhûr Selçuklu düşmanı Şâh-Maük, Er-Taş tarafından yakalanarak, Tuğrul Bey 'e gönderil­ miştir (İbn al-A şir, 437 vekayii). S îs ta n ’da Selçuklu hâkimiyetinin yerleşmesinde büyük gayretler sar (eden Er-Taş Tabes ’te bir suikast neticesinde öldürüldü (4 4 0 = 10 48 /10 4 9 1 Tâ­ rih-i Sistin, s, 367— 369 ; Selçuk, ’un oğulları, s. 128 v. d.). Kirman ’a gönderildiğini söylediğimiz Çağrı B e y ’in oğlu Kara Arslan Kavurd ( Barbebracus, !, 326 ’ da Kaurath, Karut, ihtimâl türkçe kurt kelimesinin başka bir telâffuzu, T irih -i Salçulçiyin-i K irm a n 'd a Houtsma'nın ön sö­ zü, s. XII, not 1; krş. Gy. Moravesik, Byzantino-turcica. Budapesl, 1943- H. >44 T >041 ’den itibaren buralarda Büveyhîlere [ b. bk. ] karşı faaliyete geçmiş ve emrindeki Tükmen kuvvet­ leri şiddetli mukavemetle karşılaşmış ise de, biz­ zat kendisinin kumanda ettiği 5 —6.000 kişilik suvâri kuvveti ile Kirman Tn şimâl bölgesi Sards i r ’e girmiş ( şâban 442— 10 51 başları) ve ni­ hayet baş-şebre kapanan Büveyhî Abü K âlicâr ’ın naibinden şeırİ teslim almış, Kirm an’ ın cenûp bölgesi olao dağlık Garm sir ’i de, eşkı­ ya Kufş ve Kûfac reislerini bir baskında kı­ lıçtan geçirmek sureti ite, kurtarmış ( A fzal alDin Kirm anı, B a d ö 'f al-azman. nşr. Mahdi Bayani, Tahran, 1326 ş , s. 5—8 ve buradan naklen Muhammed b. İbrahim, T a rifı-i Salçâİçi y â n -i K irm an, nşr. Houtsma, Recueil de tex­ t es rela tifs â l'histoire de s Sstdjoucides, L*İ» tlçn, 1886, I, 5 v. dd ), böyleee bütüg Ki*«»»» T



363



Selçuklu hâkimiyeti altına almış idi. Kendiliğin­ den tâbiiyet arzeden Hürmüz emirliği üzerin­ den gittiği A rabistan yarım-adasındakî 'OmSn ’ 1 Selçuklu hâkimiyetine bağlamakta büyük bir ülkeyi ele geçirmiş bulunan Kavurd, küçük kardeşi A lp A rslan Tn tahta cülusu üzerine, saltanata hak iddiası İle isyan etti ve Alp Arslan Tn Kafkas seferini yarıda bırakıp, şiir’atle Kirman ’da görünmesi neticesinde, sul­ tandan af ricasında butundu ve affedildi. 459 ( 1067) senesinde tekrar isyan etti. A lp A rs­ la n ’ ın oğlu Metikşah Tn velîahd sıfatı ile adını hutbede okutmak istemiyordu. İmpara­ torluk kuvvetlerinin K irm an ’a gelmesi üzerine âmân diledi ve tekrar affedildi. Alp Arslan Tn ölürken yaptığı vasiyetler arasında, 460 ( 3068 ) ’tan sonra Failüya Şabankâra ’yi mağlûp ede­ rek, F a rs’a da hâkim olan ( Târıh-i guzida, l, 433, 442) K a v u rd ’un ve elindeki ülkelerin sıkı kontrol altında tutulması da var idi ( Barhebraeus, I, 325 v. d.). Kavurd, Melikşah sul­ tan olunca, Rey şehrini ele geçirerek, kendi sultanlığını ilân etmek üzere harekete geçti. Melikşah ve vezir Nizâm al-Mulk ’ün idare­ sindeki kuvvetler ile yaptığı Hemedan ci­ varındaki savaşta (4 şâban 4 6 5 = 16 mayıs I073 ) mağlûp oldu, yakalandı ve daha fazla karışıklıklara meydan vermemek için, gizlice kendi yayının kirişi ile boğduruldu ( BadS’i' al-azmân, s. 1 3 ; Zııbdat al-nuşra, s. 4 9 ; İbn al-A şir, 465 vekayii; İbn Hatlikân, Vafay&t al-a'y&n, Mısır, 1299, II, 587 ). Kavurd Kirman Selçuklularının ( aş. bk.) kurucusudur [ tafsilen bk. mad. KAVURD ]■ Melik Çağrı Bey (Zubdat al-nuşra, i v. dd. 'da; Ç a k ır) de Selçuklu dev­ letinin şarkında kendisine ayrılan ülkelerin fütûhâtına geçti. 1040 son baharında kuşattığı mühim Belh şehrini, Gazneli ordusunu mağlûp etmek sûıetı ile, aldı. Müteakiben Cüzcân, Bâdğis, Huttaiân ve diğer Toharistan şe­ hirlerine hâkim oldu, 434 ( 1043) yılında, Tuğrul Bey İle birlikte, müştereken Hvârizm seferini yaptılar. Daha evvel Selçuklular ile iş­ birliği yapmış otan Harzemşah İsma ¡1 Handan Suttan Mas'üd tarafından H v5 rizm hâkimiyeti kendine verilen Şah-Melik tarafından mağlûp edilmiş ( cemâziyelevvel 432—şubat 10 4 1) ve Hvârizm 'e hâkim otan Şah-Melik Gaznelilerin en büyük müttefiki hâline gelmiş idi. Tuğrul ve Çağrı Bey Ter Hvârizm ’in merkezî Gurganc ’i ( Curcâniya 1 muhasara ve Şah-Melik ’i perişan ettiler. Hvârizm böyleee Selçuklulara intikal ederken. Gaznelilere iltica etmek için kaçan ve yukarıda söylendiği gibi, Er-Taş tarafından yakalanıp, Çağrı Bey ’e gönderilen Şah-Melik hapishânede ölmüştür ( Bayhaki, a. 686—6901 Ibp al-A şır, 434 vekayii). Çuğrs Bey 435 (10 4 3/



SELÇUKLULAR.



1044.)’te tastalandığı zaman, ülkesi oğlu A lp ! Arslan tarafından korunmuş idi. Yeni Gaznelî kuvvetlerinin mağlup edilerek, uzaklaştırılması Alp Arslan 'in ilk zaferi idi. Müteakiben Tirmiz ve civarım zapteden Çağrı Bey bütün bu bölgelerin idaresini A lp Arslan ’a tevdi etti ( Ahbâr, s. 19 ). Alp Arslan idaresindeki ül­ keleri almak için gelen Karabanlı Arslan Han ’1 geri püskürttü ve Karabanlı hükümdarı, Çağrı Bey ile yaptığı anlaşmada adı geçen bölgelerde Selçuklu hükümranlığını tanıdı. Çağ­ rı Bey ’in Gazne ’yi zaptetmek için yaptığı ne­ ticesiz teşebbüsten doğan uzun süreli mücâde­ lelerde bilhassa A lp Arslan büyük yararlık­ lar göstermiş, 1050 son baharında Fars bölge­ sini alarak, buradan Büveyhîleri uzaklaştırmıştır ( tbn al-A şir, 44 z yılı vekayii). Nihayet 1059 ’da tahta çıkan yeni Gazne sultanı İbrahim ile Çağrı Bey arasında sulh akdedilmiştir ( Cüzcâni, i, 282) ki, iki devlet arasında Hindukûş dağlarını sınır çizen bu anlaşma yarım asır kadar devam etmiştir. Selçukluların başlangıcından beri, hayrete şâyân cesareti, büyük kumandanlık kabiliyeti ile devletin kuruluşunda birinci derecede rol oy­ nayan, zekâsını ve siyâsî ihatasının üstünlüğünü takdir ettiği küçük kardeşi Tuğrul Bey ’in dev­ let reisi olmasına rızâ gösterecek kadar mah­ viyet sahibi olan Çağrı Bey son hâdiselerden sonra hastalandı ve 70 yaşında olduğu hâlde, Serahs şehrinde vefat etti ( safer 4 $2=m art 1 0 6 0 ). Naaşı bilâhare A l p Arslan tarafından Merv ’de yaptırılan türbeye nakledildi. Anado­ lu Selçuklu ailesi dışında kalan bütün Selçuklu hânedanlarının atası olan Çağrı Bey ’in kızla­ rından biri halîfe al-Kâ'im bi-ornr Allah ile evli idi [ bk. mad, ÇAĞRI Be y J. Selçuklu devle­ tinin hâkimiyeti böylece şark, şimal ve cenûp istikametlerinde yayılırken, garpta da Tuğrul Bey ’in idaresinde, geniş ölçüde fütûhât geliş­ mekte idi. Tuğrul Bey bizzat gittiği Taberistan, Curcân havalisini devlete bağlar ve oralardaki Bâvendî ve Ziyârî ( V a şm g iri) hanedanlarını tâbiiye­ tine alırken ( 433 = 10 4 1/ 10 4 * : bk. tbn at-Aşı'r, 433 y*b vekayii ; tbn isfendiyâr, T â r i k - i 7 abaristân, nşr 'A bbâs İkbâl. Tahran, 1320 ş., II, 26), İbrahim Yınal İran ’ın en mühim merkez­ lerinden olan Rey ’i zaptetmiş, burayı hareket üssü yaparak, Berûcird ’i ve arkasından Cibâl mıntakasımn başlıca şehri Hemedan ’1 Kâküyelerden almış idi. Burası 437 ( 1045/1046 l ’de kat’İ olarak Selçuklulara intikal etmiştir. 434 (l0 4 a '* te R e y ’e geldiği zaman İbrahim Yınal tarafından merasim ile karşılanan Tuğrul Bey, N igâp ü r’u bırakarak, fütütıât sâ asma daha yakut olan Rey ’i payitaht yaptı ve şehrin imâr



edilmesini emretti ( İbn al-A şir, 434 yılı veka­ yii ) ; müteakiben Taberek, Kazvin, İsfahan, Dihistan ve havalisini, buraların mahallî hâkimle­ rinden bazılarını tâbiiyetine kabûl etmek, bâ. zılarını yerlerinden çıkarmak süretiyle, Selçuk­ lu devletine bağtadı ve İbrahim Yınal ve Kutalroış idaresinde sevkettiği ordular Dînevcr, K armisin ve Hulvân *ı zaptettiler ,433—4 39= 1042— X048 ). Büveyhîlerin elinden çıkan bu bölge­ lerde Sultan Tuğrul Bey ve İbrahim Yınal ad­ larına hutbe okundu ( bk. t. Kafesoğtu, Selçuk ’un oğullan..,, s. 125 v.d.). İbrahim Yınal Kinkiver, Sermac kalesi ve müteakiben Şehrizûr'u aldıktan sonra, Tuğrul B e y ’in emri üzerine, Azerbaycan ’a gitti. Tuğrul Bey ’den önce ve o sıralarda Türkistan ’dan yeni gelen Türkmenlerin buralardaki tahribatı sebebi ile bunların önlenmesi için, halîfe al-Kâ’im bi-Ara: A llâb tanınmış İslâm hukuk âlimlerinden meş hür al-Ahkâm al-sultâniya müellifi k â zi ko zât al-Mâvardi ( bk. İbn Hallikân, i, 586, U 4 4 0 )’yi Tuğrul Bey nezdine göndermiş idi Elçiyi 4 fersah mesafeden hürmetle karşılayaı Tuğrul Bey ona „askerlerinin" pek kalabaltl olduğunu ve mevcut toprakların onlara kâf gelmediğini söylemiş idi ( İbn al-A şir, 435 yı! vekayii, Barhebraeus, 1, 302 ). Yukarıda „Irak Türkmenlerİ" olarak zikredı len ve Kızıl ( 1041 'de Ölmüştür ), Boğa Kök Taş, Mansur, Nasoğlu ( Urfalı Mateos, s. 82 Anazugli ) gibi kumandanların İdâresinde bulu, nan bu Oğuzlardan bir kısmı Van bölgesini ( Vaspuragan ) girdiler ve Erzurum ’a kadaı olan sâhada „kartal gibi sür’atli" atlar üze­ rinde dolaştılar ( Aristages, frns. trc. Ev. Prud’bome, Histoire d.’Armenie. Comprenant



la fin du Royaume d’Ani et le commence­ ment des invasions des Seldjoucides. Paris, 1864, s. 72 ). Diğer Oğuz kütleleri ise. Diyarbekir istikametinde Mervâniler arazisine, Meyyâfârikîn ( Silvan ), Mardin bölgesine ve Ciz­ re ye kadar ilerilediler; bir kısmt da Sincâr, Nusaybin ve Hnlvân havalisine girdiler. Fakat bunlar Mervâniler ve Musul hâkimi Ukaylileı tarafından durduruldular ağır zâyiât verdik­ lerinden, oradan Azerbaycan a yöneldiler; Aras nehri ile Murad suyu arasında çarpıştılar. Di­ ğer bir kısım Türkmenler de, Taberistan üze­ rinden, K afkaslara doğru ilcrileyerek. A rrâı bölgesine girip, Şeddadiler ile birlikte, er­ meni topraklarına akınlar yaptılar, gürcüler ile savaştılar ( ibn a l-A şir 432, 434. 437— 440 seneleri vekayii ; Barhebraeus. 1. 303 ; Urfab Mateos, s. 82 v.d.; M. H. Yınanç. Tür­ kiye tarihi, Anadolu ’non fethi, 1, İstanbul, 1944. s. 38—44; C l. Cahen, La première pé­ nétration turque en Asie-Mineur. seconds moi-



SELÇUKLULAR tie da X I eme s-, Byzantion,



1948, XVIII, s. 52 v. dd.). Bizans tarihinin meşhûr şahsiyet­ lerinden Bulgarokton nâmı ile tanınan impara­ tor Basil 11. ( Ölm. 1025 ) zamanından beri Bi­ zans imparatorluğunun şarkta tâkip ettiği il­ hak politikası ( bk. İ. Kafesoğlu, Dağa Ana­ dolu 'ya ilk Selçuklu akını, s. 264 v dd.l daha sonraları da devam etmiş ve imparator Konstantinos Monomakhos t io 4 *—105* ) ermenileri ve gürcüleri baskı altında tutmak ve akınları durdurmak için, türklere karşı harekete geçerek, bir yandan Ani ’ye, bir yandan da Şeddadilerin payitahtı Dovit»’e kadar ordu şevketmiş idi. Bizans’ın bu suretle karşı koy­ ması üzerine, Sultan Tuğrul Bey, İbrahim Yınal îte birlikte Irak-ı Acem fütuhatında bulu­ nan KutaSmış'ı, büyük bir ordu başında Azer­ baycan’a gönderdi. Bu harekâta Musa Yabgu nun oğlu Haşan da katılmış idi. Selçuklu kuvvetleri Gence önünde Bizans ordusunu he­ zimete uğrattı ( 4 j8 = io 4 6 ; ve müteakiben Pe­ şinlerin feth'ne girişen Haşan, oradan cenöba indiğ' zaman, Vaspuragan’da gürcü prensi L i­ parit kumandasındaki bîzansh-ermeni-gürcüier tarafından pusuya düşürülerek, şehit edildi ( 1047; Zonaras, frns. tre. M. de S. Amour, Crontgııe ou annales de Jean Zonare, Lyon, 1560, 97“ ; Arisdages, s, 72 v.d.; M. H. Yınanç, ayn, esr,. s. 46 Yalnız kalan Kuta’ mış ön Gence muhasarası da netice vermeyince, Suitan Tuğrul Bey yukarıda Şehrizûr bölge­ sinde gördüğümüz İbrahim Y m a l’i. Azerbay­ can valiliği ile, Bizans a karşı gönderdi. Kutalrmş da ona katılacaktı. Selçuklu şeızâdelerİ Erzurum ovasına kadar i!eriltd:ler ve önce Er­ zurum şebri yanındaki büyük ve zengin Erzen ı Kara-Erzen. bugünkü Karaz 1 şehrini zaptet­ tiler. Bu sırada, imparatorun emri ile, Liparit idaresindeki bütün Gurc:stan ve Abhaz kuv­ vetleri ile takviyeli Katakalon kumandasındaki 50.000 kişilik Bizans ordusu Pasin ovasına gel­ miş bulunuyordu, iki ordu Haşan-Kale önlerin­ de karşılaştı. Korkunç savaş Bizans ordusunun hezimeti ile neticelendi. Esir edilen on binlerce kişi ve çok sayıda kumandan arasında gürcü Lipari! de var idi 18 cylûl 1048. bk. V Minorsky, Sttıdies in Caucasion HUtory, Londo.ı, 1953. s. bı. not 2 binlerce araba tutannda ganimet alındı (A risdages s. lob. Zonaras, s. 97b , Mateos, s. 8b v.d .; Vardan, s. 17 5 ; İbn al-A-ir. 440 yılı vekayii; Barhebraeus, 1. }ob ; j . Laurent, s. 2 2 ; M. H. Ymanç. ayn. esr.. s. 46 v.d.'. Erzurum 'şgâl edildi İbrarim Yınal. başta Liparit olmak üzere, esirleri ve ganimet­ leri Rey ’e Tuğrul Bey ’e götürürken, türkler Van gölü yakınlarından Trabzon ’a kadar olan sahada yayılmışlardı (Arisdages, s. 73 v.d,;



tbn al-A şir, gost. yer.), Selçukluların bizanslı­ lara karşı kazandıkları bu ilk ve büyük Pasin­ ler zaferi sebebi ile Bizans imparatoru Mono­ makhos Toğrul Bey ile anlaşmağa mecbûr ol­ du Mervânî Naşr al-Davla 'nin aracılığı ile, Tuğrul Bey ’e zengin hediyeler götüren Bizans elçisi, fidye karşılığında, L ip a rit’ i kurtarmağa çalışıyordu. Tuğrul Bey, fidye almadan serbest bıraktığı Liparit ile birlikte sulh müzâkerelerini yapmak üzere, Bizans payitahtına kendi elçisi Ş a r if Naşir al-Din b. İsmâ’il ( bk. İbn Hallikân, II, 441 ) ’i gönderdi ( 4 4 1= 1049/1050 ). Y a ­ pılan anlaşmaya göre, imparator Monomakhos İstanbul 'daki harap olan camii tâmir ettirerek, içine kandiller astırmış, halîfenin göndereceği imâm tarafından beş vakit namaz kılınmasına müsâade etmiş ve orada Tuğrul Bey adına hut­ be okutmuştur. Ancak yıllık vergiyi kabûl et­ meyen imparator endişe içinde şark şehirleri­ nin sûrlarını ve kalelerini takviyeye başlamıştır (Arisdages. s. 103-, Zonaras, 97b; tbn al-Asir, 441 yılı vekayii; Barhebraeus, I. 304 v.d.; V. Minorsky ayn. esr,, s. 68 ). Şimdiye kadar Se’çuklu devletinin kuruluş ve gelişmesinde büyük rolünü gördüğümüz İb­ rahim Ymal, bilhassa Bizans ’a karşı kazanılan zaferden sonra. Irak-ı Acem, Elcezîre ve Azer­ baycan’m en kudretli siması hâline gelmiş idi. İsyana hazırlanıyordu. Tuğrul Bey ’den Cibâl bölgesinin kendisine terkini talep etti, fakat sultan kargışında tutunamayarak, sığındığı Ser. mac kalesinde teslim olmak zorunda kald ı, aff­ edildi ve yine Cibâl ve Azerbaycan kıt'alarmus başına getirildi (Zabdat al-nuşra, s. 6; Ibıı al-A şir, 441 yılı vekayii). Bundan sonra Sultan Tuğrul Bey İsfahan ’a giderek, bura­ yı Bagdad Büveyhîlerine meyleden Kâkfıya oğlundan, bir yi! süren muhasaradan sonra al­ mış ve kuvvetlerinden bir kısmı da Hûzistan bölgesini işgale başlamışlar idi Ş i’î Büveyh! hâ­ kimiyeti, al-Matik al-Rahim Husrav F irû z ’un idaresindeki Bagdad dışında, her tarafta yıkıl­ makta, böyleee irak-ı Acem ’den sonra Fars, Ehvâz, Hûzistan ve Elcezîre Selçuklu hâkimi­ yetine girmekte idi. 1054 sonlarına doğru, Musul hâkimi Ukaylîlerın elinde bulunan Karm îsîn ’de Tuğrul Bey adına hutbe okunmuş idi. i İbn a l-A şir, 442—446 yılları vekayii). Bu sı­ rada Tuğrul Bey Azerbaycan üzerinden şarkî A nadolu’ya bir sefer daha tertip etti. Bilindi­ ği gibi, Selçuklu devletine yıllık vergi ödeme­ ği reddeden imparator, gürcü kıralı Bagrat tarafından da desteklenen bir Bizans ordusunu Gence ’ye göndermiş ve orayı kuşatmakta olan Kutalmış T e b riz ’e doğru çekilmek zorunda kalmış idi ( M. Brosset, Histoire de la Géorgie Petersburg, 184g. 1, 3 2 3 '. Kutalm ış’in bilâha­



366



SELÇ U KLU LAR.



re K ars ’a hüeûm ettiği sıralarda, 446 ( 1054 ) ’da, Azerbayeaı. ’a yelen Tuğrul Bey, T eb riz’de ve Gence ’de nâmına hutbe okutmak sureti ite, Ravvâdi Manşür ve Vahsüzân ite Şaddadi Abu ’1 A s var ’1 itâate aldıktan sonra, Bargiri *yi zapt* edip, „ateş fışkıran kara bulut" gibi (Urfalı Mateos, s. 1 0 0 ), Erciş ’e gelerek, şehri aldı ve Vasıl tarafından müdâfaa edilen müstahkem Malazgird kalesini kuşattı. Burada kendisine iltihak eden tâbiiyeti altındaki Diyarbekir Mervânî kuvvetleri ile Erzurum ’a kadar ileriledi. Türk kuvvetlerinin Çoruh ve Kelkit vadilerini ete geçirdikleri bu sırada, bıraktığı kuvvetler tarafından muhasarasına devam edilen Malaz­ gird ’e döndü. Şiddetli hücumlar fayda verme* di. Selçukluların mancınıklarının rûmlar tara* fından yakılması neticesinde, kış da yaklaşmış olduğundan, Tuğrul Bey Rey ’e avdet etti { Arisdages, s. 9 0 — 1 0 1 ; Urfalı Mateos, s. 100 v.dd. ; İbn al-A şir, 446 yılı vekayii ; Barhebraeus, 1, 306 : Anili Samoel, trc. M. Brossei, Collec­ tions d'historiens arméniens, Petersburg, 1876, il, 449). Tuğrul Bey Anadolu’ya karşı yanın­ da kalabalık kuvvetler bulunan Çağrı Bey ’in oğlu Yâküti ’yİ me’ mûr ederek, onu Azerbay­ can ’a gönderdi. Y âküti ve maiyetindeki Türk­ men reisleri, imparatorun bu bölgeye tâyin et­ tiği şöhretli general Nikephoros Bryennios ’a rağmen, akınlarına devam ettiler { M. Halil Yınanç, ayn. esr,, s. 51 ). Sultan Tuğrul Bey, şi’î Büveyhîlerin tazyiklarını arttırm aları. Husrav F irü z ’un Ş İra z ’da alevî hutbesini ikame etmesi, hilâfet merkezin­ de dâima Mısır Fâtımîleri tarafından destek­ lenen baş-kumandan Arştan al-Basâsiri ’nin Sel­ çuklu tarafdarlarım tâkibe başlaması dolayısı ile ve hâlife al-Kâ’im bi-amr A lla h ’ın da­ veti üzerine, Bagdad 'a yöneldi. Halîfenin, elçi­ si Hibat Allah b. Muhammed a!-Ma'mÜn vâsı­ tası ile, gönderdiği mektupta sultanın sür’at!e hilâfet merkezine gelmesi ricâ ediliyordu (Znbdat al-nuşra, s. 7 ; Rahat al-şudâr, s. 10 5; İbn al-Cavzı, al-Muntazam, Haydarâbâd tab., 1359, VIII, 163). Sultan, yanında vezîri ‘Amıd alMülk al-Kunduri olduğu hâlde, fillerin de bulun­ duğu ordusu ile Bagdad ’a yaklaştıkça, Basâsiri ’nin huzûrsuzluğu arttı ve nihâyet Mısır ’1 durumdan haberdar ederek, Bagdad’dan şimale doğru çekildi. Büveyhî hükümdarı al-Matik alRahim Tuğrul Bey ’e itaatini bildirmiş idi. Bag­ dad ’da ve sünnî İslâm dünyasında hutbenin Selçuklu sultanı Tuğrul Bey adına okunmasını emreden al-K â’im bi-amr Allah parlak bir merasim ile karşılamağa hazırlandığı Tuğrul Bey den hilâfet merkezine girmesi için izin ricasını hâvi bir nezâket mektubu aldı ve Tuğ­ rul Bey 25 ramazan 447 (17 kâniln 11. 10 55 '



'de B ag d ad ’a girdi. Fakat ertesi gün şehirde çıkan bir kargaşalıkta Karh mahallesinde otu­ ran şi'îlertn karışması ile durumun ağır bir şekil alması Üzerine, âsîler te'dip edildi ve Tuğrul Bey tarafından, al-Malik al-Rahîm Husrav Firüz ve adamlarının yakalanması ve hapsedilmesi ile, 1 2 0 yıldan fazla bir zaman­ dan beri hüküm süren şi’î Büveyhî devleti sona erdi. Tuğrul Bey kumandan A y-Tigin'i B ag d a d ’a şihne tâyin etti, para bastırdı ve hazîneye el koydu. Halîfeye, eskisine 5 0 .0 0 0 dinar ve 500 „k o r" buğday ilâvesi ile, yıllık tahsisat ayrıldı. Bilâhare Bagdad ’da ken­ disinin yaptırdığı sarayda halîfenin hediye et­ tiği kıymetli taşlarla süslü bir altın taht üzerinde oturan Sultan Tuğrul Bey böylece Bagdad ve Selçuklu Oğuzlarının yayıldığı îrak-ı A rap memleketlerini kendi devletine bağla­ mış, aynı zamanda Abbasî halîfesini himâye etmek yolu ile, sünnî İslâm düuyasınm mü­ dâfaasını da üzerine almış bulunuyordu. Çağ­ rı B e y ’in kızı Hadice Arslan Hatun'un alK â’im bi-amr Allah ile evlenmesi sayesinde hilâfet ailesi ite Selçuklu hanedanı arasında rabıtayı kuvvetlendiren bir sıhriyet kurulmuş oluyordu { Zabdat al-nuşra, s, 8 v.d. : Ahbâr, s. 1 3 ; İbn al-A şİr, 447—448 yılları vekayii; Ra­ hat al-şudûr, s. ro5; Barhebraeus, 1, 307 v.d.}. 4, B ü y ü k S e l ç u k l u i m p a r a t o r l u ­ ğu . A rslan a l-B a sâ siri’nin Fâtımîlerden aldı­ ğı yardımlar ile Rahba ’de kuvvet toplaması üzerine, onlara karşı gönderilen Kutalm ış'm yenilmesi (448 şevval so n o = 1057 kânûn 11.) Tuğrul Bey ’i sefere zorladı. Aynı ay içinde harekete geçen İbrahim Ylual ve Y âküti ile birlikte Sultan Musul ’a yönelince, B asSsiri Su­ riye ’ye kaçtı, Sincâr ve Cizre bücûm ile alın­ dı, Mervâni hükümdarı ile Idilla hâkimi bir kere daha itaatlerini bildirdiler, Tuğrul Bey, Musul ve Sincar havalisini İbrahim Yınat ’a tev­ di ederek, B agdad ’a gelişinde hilâfet vezîri tarafından büyük merasim iic karşılandı. Halîfe tarafından hilâfet sarayına davet edildi ve bu­ rada Suttan Tuğrul Bey ’in İslâm âleminin mü­ dâfaasını deruhde edişini meşrulaştıran bir merâsim yapıldı. Bütün Selçuklu devlet ricali­ nin ve hilâfet erkânının hazır bulunduğu bu merâsimde Tuğrul Bey, yaptığı hizmetlerden dolayı kendisine teşekkür eden ve kendisini hi­ lâfet tahtının yanında husâsî surette hazırlan­ mış tahta oturtan halîfeye hürmetle mukabele etti. Bundan sonra al-Kâ’ im bi-amr Allah, san­ caklar, hil’atler verdiği Tuğrul B ey ’e tae giy­ dirmiş ve altın kılıç kuşatarak, onu „garbın ve şarkın hükümdarı“ ilân etmiş ( 26 zilkade 449 = 25 kânûn II. 1058) ve ona Abû Tfitib kün­ yesi ile Rukn al-Dunyâ va ’ 1-Din lekabı ve Ya»



SE L Ç U K L U L A R . min Am ir al-Mu'minin unvanını vermiştir ( Zub­ dat al-nuşra, s. 10 v.dd Ahbâr, s. 12 v .d .; İbn at-Aşır, 449 yılı vekayii; Barhebracus, I, 3 11 v.d,; jRö/ioî a l- s u d ü r , s. 1 0 5 ; Mucmal al-tavârik, va 'l-kişaş, cşr. Malik al-Şu'orâ B aıâr, Tahran, 1318 s. 429; İbn al-C avji, VIII, 181 v.ddA Böylece İslâm dünyası üzerindeki hâkimiyeti tasdik edilmiş olan Tuğrul Bey aynı zamanda dünya hükümdarı ilân edilmiş bulunuyordu. Bu durum bir yandan şı’îliği kaldırmak, bir yan­ dan da garba doğru fütûhâta devam etmek husûsunda Tuğrul Bey ’in evvelce mevcut olan düşünce ve siyâsetini tamâmiyle takviye et­ mekte idi. Bu sebeple Kut almış ’in kardeşi Res û lT ig în ’in Hûzistan Maki isyanının bastırıl­ masından sonra, İbrahim Y ın a l’ ın da emir al­ maksızın Musul ’dan ayrılarak, eski bölgesi Hemedan a gitmesi üzerine, Musul bölgesi Ba­ sa sın nin istilâsına uğrayınca, oraya ikinci bir sefer yapan Tuğrul Bey, Nusaybin’e kadar ilerilediği zaman, vaz:fesinden izinsiz ayrılması halifenin tavassutu ile cezâlandırılmayan İbra­ him Yınal ’in Fâtımîler ve B asâsiri ’nin de te’airi ile açıktan-açığa isyân eylediğini öğrenin­ ce, sü ra tle döndü ve zevcesini, ordusunun bir kısmını veziri ‘Am id al-Mülk ile Bagdad ’da bırakarak, kendisi âsi şehzadeyi takibe baş­ ladı. Fakat tutulduğu bir bölgede olduktan başka, kardeşi Er-Taş ’m Muhammed ve A h ­ med adlarındaki oğullarının askerleri ile de hayli kuvvetlenmiş olan İbrahim Yınal karşı­ sında müsbet netice alamayan Tuğrul Bey Bag­ d a d ’dan yardım isterken. Çağrı B e y ’in oğul­ larını : Horasan ’dan A lp Arsian ’1, Kirman ’dan Kav urd ’u. Anadolu hudûdundan da Yâküti ‘yi sür’atle yanına çağırdı ve Rey civarındaki şid­ detli savaşta âsî orduyu mağlûp etti (.9 cemâziyeiâhır 4 5 1= 2 2 temmfiz 1059). Esir alınan Ahmed ile Muhammed öldürüldü ve İbrah im Yınal da kendi yayının kirişi ile boğduruldu ( bk. İ. Kafesoğlu, S elçu k ’tın o ğ u lla rı..,, s. 127 v d.'. Tuğrul Bey ’in meşguliyeti sırasında ye­ n den harekete geçen Arsiao at-Basâsiri. Bag­ dad'a kadar ilerilemiş. halîfeyi Bagdad'dan çıkararak, hutbeyi Fâtımîler adına çevirmiş, ezamı şi’î tarzında okutmuş. Basra ve havali, sini zapta girişmiş, fakat Tuğrul B e y ’in muzalferen Bagdad ’a gelmekte olduğunu öğreU'nce, kaçmış idi. Bagdad ’a ulaşan Tuğrul Bey, esaretten dönen halîfeyi karşılayarak ve katı­ rının dizgininden bizzat tutarak, onu sarayına götürdü ve makamına oturttu ve Sav-Tig'n. Humar-Tigin, Kümûş-Tigin ve Erdem gibi bü­ yük kumandanların dâhil bulunduğu kalaba­ lık bir ordunun başında derhâl B asâsiri ’yi ta­ kibe çıktı H illa’de yakalanan B asâsiri kuv­ vetleri mağ'ûp edildi ve kendisi öldürüldü



37



i zilhicce 451 —kânun II. 1060). Bu hâdise Bag­ dad ’da ve siinnî İslâm âleminde büyük bir se­ vinç yarattı ( Zubdat al-nuşra, s. 12 —17 ; A h­ bâr, s 1 5 ; îbn al-Cavzi, VIII, 202 v.dd., 194 v d d .,* İbn sl-A şir, 450 yılı vekayii; Barhebrueus, I, 3 13 v.dd.). Bu sırada Tuğrul B e y ’iıı pek sevdiği ve devlet işlerinde nufuzlu olan zevcesi i Barhebraeus. 1, 3 15 ) öldü ve Tuğrul Bey halîfe a l-K i’im bî-smr A lla h ’ın kızı ite evlenmek istedi. a’-Kâ’ im bi-amr Allah, hilâ­ fet ailesinden hârice kız vermeğe pek tarafdar görünmedi ise de, neticede muvafakat etti ve nikâh şaban 454 (ağustos 1062 ) *te kıyıldı; fa­ kat evlenme işi ile pek fazla meşgûl oluna ma­ tlı. Esasen yaşlanmış olan Tuğrul Bey bu sıra­ da isyân eden Kutalmış ile uğraşmak mecburi­ yetinde kalmış idî. İbrahim Ymal ile iş-birliği yapmış olan Kutalmış, onun mağlûbiyetinden sonra, kardeşi Resûl-Tigin ile birlikte salta­ nat dâvasına devam ederek, Gird-Küh kalesine çekilmiş idi. Üzerine gönderilen kuvvetleri ge­ ri püskürtmüş ise de, vezîr ‘A m id at-Mulk tarafından kuşatılmış idi. Bu sıralarda Bag­ d a d 'a giden Tuğrul B e y ’in büyük şenlikler ile düğünü yapıldı. Zevcesi ile birlikte Rey ’e dö­ nen Tuğrul Bey hastalandı ve bir deha kal­ kamadı. Nihayet 8 ramazan 455 ( 4 eylül 1063) ‘te, 70 yaşında olduğu hâlde, vefat etti ve Rey ’deki türbesine gömüldü ( Zubdat al-nuşra, s. 24 v.d.; Ahbâr, s. 16* İbn a l-A şır, 454, 455 yılları vekayii,; Rahat al-şudûr, s. IH v.d.; Barhebraeus, i, 3 16 ; İbn Ballikân. II, 438— 442 ). Adaleti ve dindarlığı bütün kaynaklarda müttefikan belirtilen Sultan Tuğrul Bey, zekâ­ sı ve siyâsî görüşlerindeki isabet ile, Selçuklu ailesi âzaları arasında temayüz etmiş, bu se­ beple Selçuklu devletinin ilk sultanı olmuş ve 25 yıl süren saltanatı esnasında temelini attı­ ğı Büyük Selçuklu imparatorluğunun yakın şarkta dinî ayrılıkları giderici, asayişi tanzim edici vasfı ile de sarsılmaz bir siyâsî teşekkül olarak inkişâfım te’min etmiştir. Bu itibar­ la Tuğrul Bey türk ve İslâm tarihinde müm­ taz bir mevki işgâl etmektedir. Sultan Tuğrul B e y ’in çocuğu olmamıştı. Bundan dolayı o, kardeşi Çağrı Bey ’in oğlu Süleyman ’ı veliahd göstermişti. Vefatı üzerine. Kutalm ış’ı muhasarayı bırakarak, acele pa­ yitahta donen vezir Amid al-Mulk al-Kunduri, buna uyarak, Süleym an’ın sultanlığını ilân etti ise de. Merv ’den sür’atle yetişemeyen Alp A rs­ lan. kendi namına K azvin’de hutbe okutan Yusuf Yınal ’m oğlu ve İbrahim Yınal ’ın kar­ deşi Er-Sığun i bk. İ. Kafesoğlu, Selçuk 'un oğul­ ları . . . , s. 129 v.d. ’un ve Erdem ’in yardım­ ları ile, duruma bâkim olmağa çalıştı. Diğer caraftan kalabalık bir ordu başında Rey ’e ge­



368



SE L Ç U K L U L A R .



lerek, kendisini sultan ilân etmiş olan Kutal- Gagik ile birlikte Kars ’a g'rdi ( Urfalı Moteos, mış, A lp Arştan ile Damgan civarında karşı­ s. 11 9 — 1 2 2 ; Ahbâr, s. 26 v .d d .; Ib n o!-A»ir, laştı, mağlûp oldu; kaçarken, atından düşüp 456 yılı vekayii; Barhebraeus, I, 31b v.d .; M. öldü ve Tuğrul Bey ’in yanma gömüldü. Kar­ H. Yınanç, agn. esr., s. 58 v.d.;. Ani ’nin fethi deşi Resûl-Tigin de esir edildi. Alp A rslan Rey İslâm d ü n yasın d a bü yü k se v in ç yaratmış her ’de 7 cemâziyelevvel 456 ( 27 nisan 1064 ) ’da tarafa fetih-nâmeler yazılmış, bizzat halîfe Alp tahta çıktı, 36 yaşında idi ( ibn al-A sir, 420, Arslan ’in muvaffakiyetini b elirten , ona ve mü455 yılları vekayii; Zubdat al-nuşra, s. 26 v.d.; câhidlerine teşekkür eden bir beyan-D âm e neşr­ Cl. Cahen, Qatalmach et ses fils , D er İslam, etmiş, sultana Abu ’l-Fath u nvanın ı vermiş ve 1964, X X X IX ). Sultan A lp Arslan 'A m id al- „yirmi dört eyâletin fethi" (Vardan, s. 177 ), M ulk’ü azlederek, yerine M erv’de iken kendi bir çok ganîmet ve binlerce esir alınmakla veziri bulunan Nizâm al-Mulk [ b. bk .]’ ü tâyin neticelenen bu büyük sefer Bizans imparator­ etti, yüksek devlet makamlarında değişiklikler luğunu Alp Arslan ile anlaşma teşebbüsüne yaptı. Musa Y a b g u ’ nun H erat’ta başkaldırm a mecbur etmiştir i Sİbt İbn al-Cavzi, M ir'ât alhareketini, bu ihtiyar amcasını yanına almak su­ zamân, Topkapı, Ahmed, III, ur. 2907, XII, reti ile bastırdıktan ve Kirman ’da kardeşi Ka- 222» ). R e y ’e dönen Alp Arslan, Kavurd mes’elesîni vurd [ b. bk,] 'un saltanat dâvasını bunua afdilmesi ile neticelendirdikten sonra, fütuhata hallettikten sonra, M erv’e gitti ve orade cğlu devam etti. Esâsen Alp Arslan Kirman ’a K af­ Melikşah *1, sonraları Terken Hatun ( Ceiâlıye j kasya ’dan gelmiş idi. Oradaki türk kütleleri diye meşhûr ve Melikşah üzerinde çok nüfuz­ dâimî şekilde B izan s’a karşı hareket hâlinde lu olan bir Karahanlı prensesi ile evlendirdi id i: Tuğrul Bey ’in Bizans payitahtına elçi gön­ ( İbn al-A şir, 456 yılı ve k a y ii}, müteakiben derip, imparatoriçe Theodora ’dan hayli hediye oğulları ile akrabâlanm ülkesinin muhtelit ve para almasından (A risdages, s. 103, 10 7 } yerlerine „m elik" tâyin etti. Buna göre, ihti­ sonra da, Türkmenler kollar hâlinde Erzurum, yar amcası Yabgu Mâzenderân’a, kardeşi Sü, Ahlat, Muş ve Malatya ’ya kadar sokulmuşlar ley man Belh ’e, diğer kardeşi Arslan Argun ( Barhebraeus, I, 3 12 ), Malatya ile şarkî Ka- Hârezm’ e, diğer kardeşi Ilyas Toharistan ve ra-Hisar (K o lo n ia )’ı ele geçirmişler, Urfa ’yı Sagâuiyân ’a, oğullarından Arstan-şah Merv ’e, kuşatmışlar, diğer taraftan Kızıl ırmak sâha- Togan-şah H erat’a gÖnderılnvş, E r-T a ş ’m iki sına kadar iierileyerek, Sivas ’1 zaptetmişler oğlundan Mas'üd B ağşü r‘a ve Mevdûd İs(1060 ) ve imparator Konstantinos D ukas’ın fiz âr’a tâyin edilmiş idi. Daha sonra diğer oğlu gönderdiği Bizans kuvvetlerini 1 0 6 1 ’ de mağ­ Ayaz, Süleyman’ın yerine Belh *te, Tutuş Su­ lûp etmişler idi (U rfalı Mateos, s. 107 v.dd.). riye de, Böri Bars Herat 'ta, Arslan Argon Dinar, Kapar, Cemcem, Tuğ-Tigin, Sâlâr-i Ho­ Hemedan ve Sâve ’de bulunmuşlardır ( İbn alrasan ve diğer reislerin idâresinde hareket A^ir, 458 yılı vekayii; 1. Kafesoğlu, Sultaıeden bütün bu kuvvetler Y â k ü ti’nin emrinde M elikşah devrinde bügük Selçuklu imparator­ olup, kışları Azerbaycan ’a dönüyorlar idi ( J. luğu, İstanbul, 1953, s. 14, not 16). Sultaı Laurent, s. 24; M. H. Yınanç, agn. esr., 53 Alp Arslan şark seferine çıktı, 457 ( 1 0 6 5 ) ’dı Ceyhun'u geçerek, T ürkistan’ a girdi; Hazeı v. dd.). Sultan Alp Arştan 1064 baharında Azerbay­ denizi kenarındaki Mankışîak ’ta Kıpçak re's: can’a hareket etti, kendisi A rra n ’da Lorî kü­ ile savaşarak, onu itâate mecbur etti ve sonrı çük ermeni kıratlığını itâate aldıktan sonra büyük babası Selçuk’un mezarını ziyaret i t ­ Gürcistan ’a girerken, yanında bulunan oğlu mek üzere, Cend ’e yöneldi. Tâbiiyet arzedeı Melikşah ile vezir Nişanı a!*Mu!k de A ras Cend hâkimi, sultanı Sabrau ’da hediyeler it» nehri boyunda Siirmari ( Sürmeli-Çukuru ) ’yi karşıladı, Ziyaretten sonra H vânzm ’in. merke ve kiliseleri ile meşhur müstahkem Meryemni- zi Gurganc üzerinden Merv ’e dönen ( cemâzışîn kalelerini ve civarlarını zaptettiler ( Ahhör, yelâhtr 458=m ayıs toüö ) sultan A lp Arşlar s. 24 v. d d .; tbn al-A şir, 456 yılı vekayii). Oğlu­ ’m bu ilk Türkistan seferi ile eski ataları üt nun muvaffakiyetinden çok memnun olan A lp kesinin Mâverâünnehr ’e komşu tarafları kami­ Arslan, onları da yanına alarak, Sapidşahr ’i len Selçuklu devletine bağlandı Sultan Nîşâhücûm ile ele geçirip, müteakiben Bagrat ha­ pür yakınlarında „cennet-i âlâdan bir örnek nedanının payitahtı olup, Bizans ’a bağlı bulu­ olan Râdgâu" { R aviat al-şafâ, İV, 83 ’« ge nan ve rumlar tarafından müdâfaa edilen, sûr­ lerek, oğlu M elikşah’ın vetiahdlik merasimini ları ite meşhûr, A n i’ye yürüdü ve şiddetli hü­ yaptırdı ve aynı yıl ramazan ortasında tem­ cumlar ile bu şehri zaptetti { 16 ağustos 1064; muz 1066} N işâ p ü r’a gitti. Müteakiben Kir­ bk. M, Brosset, Cali. kist, arm., II, 449 v.d.). man meliki Kavurd un son İsyanını da bastı­ Sonra huzura gelip, tâbiiyet arzeden prens ran ( 4 5 9 = 10 6 7 ; ve K irm an’dan Şiraz a doğ;



SELÇUKLULAR. ra hareketle fştahr kalesini tâbiiyete slan Alp Arştan ( Ahbâr, s. *8 v.dd. \ artık bundan son­ raki bütün gayretlerini garp cephesine, yâni Türkmen kuvvetlerin’ n fasılasız olarak akınlarına devam ettikleri ve orta A sya ’dan müte­ madiyen kalabalık kütleler hâlinde buralara gelen türkler sebebi ile zaptedilmesi zaruret hâlini almış olan Anadolu üzerine teksif etti. Sultandan aldıkları emirlere uygun olarak Kümüş-Tigin, Afşin, Ahnıed-şab, Sâlâr-ı Ho­ rasan, Malatya, Ergani, Ahlat, Siverek, Âmid, Meyyâfârikin. Urfa. Adı-Yaman, Harran, Nizîb, Surûc, Delûk, Ra'bfliı ve Antakya tarafla­ rında görünüyorlar ( 1065—1066 ), yer-yer ka­ leler zaptediyor, şehirlere giriyorlar, mücâdele ediyorlar, zaferler kazanıyorlar, geriliyorlar, fakat muntazaman vazifelerini yapıyorlar idi. Reisler arasında bilhassa dikkati çeken Afşin Malatya civânnda bir Bizans ordusunu bozgu­ na uğratmış, civarı İstilâ ve Kayseri ’yi zaptet­ miş (106 7), oradan K ilik y a ’ya inmiş idi ki, bu sıralarda orta ve şarkî Anadolu türk küt­ lelerinin kaynaştığı yerler hâline gelmiş ve akınlar şiddet kazanmış idi ( Mateos, s. 123 v. dd.; 133 v, dd. î Barhebraeus, 1, 317 v . d ; J. Laurent, s. 24; M. H. Yınanç, ayn. esr., 61 v. d. 1. Bizans imparatoru Dukas ’m 1067 ’de ölümü üzerine, imparatoriçe Anadolu ’da türkleri durdurmak ve mümkün olduğu takdirde uzaklaştırmak için, imparatorluğun başına kuv­ vetli bir general getirmek maksadı ile, Bal­ kanlarda Peçeuek türklerine karşı başarılar kazanmış olan Romanos Diogenes ile evlendi. Böyleca 1068 senesi başında imparator ilân edilen Diogenes türkleri Anadolu ’dan çıkar­ mak kararı ile harekete geçti. Fakat onun ka­ labalık ordusu ile Kayseri üzerinden Haleb ’e kadar ilerilemes'ne ve M alatya’da Füaretos, Sivas ’ta Manuel Komnenos gibi yeni tâyin edi­ len Bizans kumandanlarına rağmen, ne Niksar ’ın türkler tarafından tahribine, ne de Ahlat ’taki üssünden hareket eden A fşin ’in tâ Eski­ şehir yakınlarına kadar sokularak meşhur Amo­ rion almış, Kudüs ’ü zaptetmiş, A kkâ kalesinde Badr al-Canıâli ile mücâdeleye girişm iş! 1072 ) ve Dİmaşlç '1 üçüncü muhasarasında ele geçirmiş 10 haziran 1076 ve şi’i ezanını kaldırarak, Abbâsi halîfesi ve Sul­ tan Melikşah adlarına butbe okutmuş idi. Fakat A tsız ın 469 ı 1077 ’daki Mısır seferinde Ka­ hire önünde muvaffak olamaması ( ibn Kaiânısi, Z a y i Târih ûim aşk, nşr. H. F. Amedroz, Bey­ rut, 1908, s. 108 ; İbn Muyassar, nşr. H. Masse, Annales d 'ğ g y p te . Kahire. 1919, s. z j: İbn al-A şir, 469 yılı vekayiı 1 üzerine. Suttan Melik­ şah taralından kardeşi Tâc al-Davla Tutuş [ b. bk.J Suriye meliki tâyin edildi. Ş am ’ı mu­ hasara etmiş ulan Mısır ordusunu ric’ate mec­ bur ettikten sonra, A tsız ’ı da ortadan kaldı­ ran Tutuş, bölgenin rakipsiz sahibi oldu (rebiülevvel 4 7 1--»eylül 1078', bk. L Kafesoğlu, ayn. tur., s. 3 1—38 ).



Sultan Melikşah, Şaddâdüer ülkesindeki münâzaahr ve Gürcü kıratı Giorgı II. nin itâatsizbk emareleri üzerine, oraya bir sefer yapa­ rak. bütün Kafkasya ’yı Sav-Tıgin’e tevdî ettik­ ten (1076 ) sonra, dönmüş, fakat Gürcü kiralı­ nın tekrar baş-kaldtrması ve eski Ani kıralı Gagik 'in yeniden kıral olmak teşebbüsü sultanı ik-.uci Kafkasya harekâtına zorlamış idi ( Çamîç-



37



yan, ayn. esr., II, 996 }. A ras yolu ile Gürcis­ tan ’a giden Melikşah. Sav-Tigin ’in durumunu takviye etti ise de ( 4 7 1 —1078/1079 ), 10 8 0 'de sevketmek zorunda kaldığı Ahmed, Abü Ya'» Içüb ve İs a Börı kumandalarındaki Türkmen kuvvetleri Kars, Oltu ve Erzurum ’u Bizans'tan i istirdat ettikleri gibi, Kutayİs ’e kadar Acaralar i bölgesini, Çoruh vadisini ve Karadeniz sahiline • kadar olan yerleri tamamen işgal ettiler ( Bro»set, I, 359} ki, bu münâsebetle Trabzon da türklere intikal etmiş ( Aana Komnena, frn. trc. Cousin, 1685, IV, 247 v. d . ) ve 1084 ’te Kakhet kıratlığı tâbiiyete alınmış, 1087 ’den iti­ baren bütün Ermeniye imparatorluğa bağlan­ : mış idi ( Mateos, s. 17 1 ). Sultan Melikşah K afkasya ve A rrân ’daki tâbi bölgeleri amcası Yaküti ’nin oğlu Azerbaycan umûmî valisi Kutb al-Din İsm ail ’e verdi. Bizans imparato­ ru Aiexios Komnenos ile 1082 ’de İstanbul ’un Anadolu yakasındaki Dragos çayını hudut tâ­ yin eden bir anlaşma imzalayan Anadolu fâtihi Abu ’ 1-Favâris Süteyman-şah ’ m Antakya ’ya gelerek, Elcezîre ve Suriye ’nin kilit noktası olan bu müstahkem şehri general Fiiaretos ’tan zaptetmesi ı 12 kânûn II. 1085 ' Sariye meliki Tutuş ite aralarının açılmasına sebep otmuş ve Süleymau-şa . ’ın nisan 1086 ’da Ha­ leb ’i kuşatması iki Selçuklu şehzâdesini sava­ şa götürmüş, ‘A yn Salm mevkiinde vukua ge­ len muharebede ordusu dağılan Süteyman-şah intihar etmiştir 18 safer 4 79 = 5 haziran 1086). Bundan büyük bir teessür duyan Sultan Me­ likşah, hassa kumandanlarından Porsuk, Mucâhid al-Davla Bozan, Kasim al-Davla AkSungur ve diğerlen yanında olduğu hâlde, ka­ labalık bir ordu ile. Isfahan dan hareket ile Musul ve Harran üzerinden, Bozan 'ı Urfa mu­ hasarasında bırakarak, ileriledi; Ca'bar ve Manbic kalelerini aldıktan sonra. Haleb e geldi { ramazan 479 = kânûn 1. 1086 ), Antakya vali­ liğine Yağı-Sıyan’1, Haleb bölgesi valiliğine AkSungur ’u tâyin etti ve kendisi Suvaydiya ’ye kadar giderek, Akdeniz ’in dalgaları karşısında Allahın kendisine nasip ettiği muazzam fütûhâttan dolayı şükretti 1 İbn K ^ â n isi, s. 119 . İbn Vâşil, I, 19 . Rahat al-şudâr, s. 129, türk. trc. s. 126 v.d .; Mateos, s. 172, Barhebraeus, I, 334 Bu sırada Lazkiye, Şayzar ve diğer kaleler teslim olmuş, 28 şubat 1087 ’de U rfa'yı zapteden Bozan da oraya vali tâyin edilmiştir. Bu hava­ lideki karışıklığın düzelmesi üzerine Sina çö­ lüne kadar bütün Suriye kıt’ası Dimaşk 'ta bulunan T u tu ş’a bağlı Şam meliki ği şeklini almıştır. Süleyman-şah ile olan savaşta Tutuş tarafında yer atan ve büyük yardımı dokunan A rtuk Bey de Kudüs ve civarına sahip bulu­ nuyor idi.



*



J 7*



SELÇUKLULAR.



Haleb ’den ayrılan Sultan Melikşah Bagdad ’a gitti ve balkın coşkun tezâhürâtı arasında hilâfet erkânı tarafından karşılandı; Dâr alH ilgfa ’de tertiplenen büyük merasimde halife al-Muktadi bl ’llâb yine „şarkın ve garbın hü­ kümdarı“ sıfatı ile, Sultan Melikşah ’a iki kılıç kuşattı { 17 muharrem 480— 25 nisan 1088 ). Bu esnâda İsfahan ’dan büyük kumandanlar refaka­ tinde, Terken Hatun ile birlikte, Bagdad ’a ge­ len Melikşah ’ın kızı halîfe al-Muktadi ile ev­ lendirildi. Bu münâsebetle Mebmeiek’in hay­ ret verici kıymetli cihazı ile yapılan muh­ teşem düğün ve Bagdad ’da günlerce süren şenlikler, Selçuklu imparatorluğunun azamet ve satvetini göstermek bakımından, dikkate şa­ yandır (tafsilât için bk. İ, Kafesoğlu, Sultan M elikşah . . . , s. 86—98 }. Süleyman-şah 'ın Antakya ’ya giderken İz­ nik ’te yerine bıraktığı Abu ’l-Kâsim Gemlik körfezinde bîr türk donanması inşâsına giriş­ miş iken, imparator Atexios Komnenos taralın­ dan kandırılarak, İstanbul ’a götürülüp, sulta­ na cephe alması üzerine, Melikşah ’ın sevkettiği Porsuk { bk. mad. BıjRSUK ] ve arkasından Bozan kumandasındaki kuvvetler tarafından bertaraf edildi ( Anaa Komnena, frn. trc. Causin, s. 184, 189; Lebau, XV, 192— 197). A b u ’l-Kâsim ’den sonra yerine geçen kardeşi Abu ’İ-Ğâzi, 10 9 2 ’de Süleyman-şah’ ın oğlu Kılıç A rs­ lan I. gelinceye kadar, İznik ’i muhafaza etti. Vücûda getirdiği kuvvetli bir donanma ile Bizans ’1 ciddî tehlikeye sokan diğer bir türk kuvvetini de İzmir beyi Çakan teşkil ediyor idi. Atıadolu ’ya yakın adaları zapt ve müteaddit defa Bizans donanmasını mağlûp eden Çakan Bey, İstanbul 'u zaptederek, Bizans imparatoru olmağı düşünüyor ve bu maksatla, Balkanlar üzerinden şarkî T ra k y a ’ya kadar inmiş olan Peçenek türkleri ile ittifak ederek, Marmara kıyılarındaki Selçuklular ile birlikte, Üsküdar —Edirne—Çanakkale arasına sıkıştırılmak sû reti ile, üçlü türk kıskacı içine alınmış olan Bizans imparatorluğunu çökertmek istiyor idi. B izan s’ı bu buhranlı durumdan ancak en seç­ kin Bizans imparatorlarından biri olan Alexios Komnenos, Peçenekler ile Kuman türkleri ara­ sındaki Meriç kenarında vuku bulan korkunç Lebonium muharebesi ( 29 nisan 1091 ) netice­ sinde, kurtarabildi (bk, İ. Kafesoğlu, Sultan M e lik şa h .,., s. 10 7— 112 ) . Sultan Melikşah, Semerkand hükümdarı A h­ med Han dan halkın şikâyeti üzerine tertip­ lediği Mâverâünnehr seferinde mayıs 1087 1 yolu Ü2erine düşen kaleleri ve müstahkem mevkileri bİrer-birer aldıktan sonra, Buhârâ ’yı zaptetti ve Semerkand*1 kuşatarak, Ahmed H an’ı esir atmak sûreti ile,Karahanlıların garp



kolunu Selçuklu imparatorluğuna bağladı. Müteâkiben Taraz (T a la ş) hâkimini tâbiiyetine aldı ( Zabdat al-nuşra, s. 89; Akbâr, s. 50). Balasagun ve Ispicâb hâkimleri vergi taahhüt ettiler. Sultan Ö zkend’e vardığı zaman, Kâşgar hükümdarı Hârûn Buğra Han huzûra ge­ lerek, tâbiiyetini arzetti ( Ahbâr, s. 50 ; İbn alA şir, 480 yılı vekayii). BÖylece Karahanlıların şark kolu da Selçuklulara bağlanmış oldu. Bü­ yük Selçuklu imparatorluğu hudutları Çin şed­ dine kadar uzandı (4 8 2= 10 9 0 ). 1091 yılında, T ürkistan’daki karışıklıkları düzeltmek üzere, oraya ikinci bir sefer yapan Sultan Melikşah aynı yılın son baharında Bagdad ’1 ikinci ziyâretinde (ramazan 484 = teşrin H, »09i) akdet­ tiği harp meclisinde Tâc al-Davla Tutuş refâkatinde olarak, Sa'd al-Davla Gevherâyîn, Kasını al-Davla Ak-Sungur ve B ozan’1 Suriye ’nin sâhil bölgelerini zapta ve Fâtımîler ile öteden beri siyâsî ihtilâf ve rekabet mevzuu olan Mekke ’deki hutbe ve Medine ’de hâki­ miyet işinin halline ve Yemen ile Aden havâlisînin fethine me’mûr etti. Bu münâsebetle Törşek. Çubuk, Yartnkuş gibi kumandanların idâresindeki Selçuklu ordusu. Hicaz kıt’asını ta­ mamen imparatorluğa bağladıktan sonra, Y e­ men ve Aden havalisi de türk hâkimiyetine ilhak edildi ( Zuhda, s. 69 i ¡bn al-Aair, 485 yılı vekayii Sünnİlik.şi’ilik dâvasında Suttan M elikşah’ın meşgûl olması lâzım gelen meselelerden biri de imparatorluk dâhilinde Haşan Şab bâh ’m bayrakdarlığınt yaptığı bâtını faâliyeti idi ( bk, 'A ta- Malik Cuvayni, Târih-i cikânguşâ, nşr. M irza Muhammed K azvini, J937, G M S, IH, 14 6 v. d „ bk mad. B Â T IN İYE t Bilhassa Alamut [ b. bk.] ’u ele geçirdikten ( eylül 1090) sonra ciddiyet kazanan bu râfizî yuvasını yık­ mak üzere, Melikşah Yorun-Taş, Kızıl-Sang, Kol-Taş gibi kumandanları şevketti ise de, bu harekât devam edemedi ( Târih-i Sistân, s. 3 8 6 ; İbn ai-Asir, 485 yılı vekayii; Târih-i cihânguşâ, 1, 19, 111, 2°2 v.d.); çünkü o sırada Bagdad ’a gitmiş olan Suttan Melikşah, şehza­ de Berkyaruk f b. bk.] yerine kendi oğlu Mah­ mud ’u veüahd yapmak isteyen muhteris Ter­ ken Hatun ile, Melikşah ’a muğber bulunan ha­ lîfe al-Muktadi b i’llâ h ’ ın iş-birliği neticesinde zehirlenerek, öldürüldü ( 1 6 şevval 485='*So teş­ rin U. ioq2; Zubda. s. 83, 235; Akbâr, s. 49 i İbn al-A sir. 485 yılı vekayii: İbn al-Cavzİ, alMuniazam, Haydarâbâd. 1359. IX, 64; Mucmal al-tavârih va 'l-kişaş, s 408; Târih-i Sayha s. 76: Vardan, s. 184 Kiragos. Vekayi-nâme; j Venedik. 1863, s. 6 0 ; Mateos. s. 178, szû ; Barhebraeus, 1, 334 ). 38 yaşında iken vefat eden I Melikşah K â şg a r’dan Boğaz’ ç i ’ne, A kdeniz’ e,



SELÇU KLU LA R,



373



Kafkaslardan ve Ara) gölünden Hind denizi ilân edildi. Berûcird ’deki savaşta kuvvetleri ve Yemen 'e kadar genişletmek sureti ile dün­ bozguna uğrayan Terken Hatun, Azerbaycan yanın an büyük imparatorluklarından biri hâ­ meliki Kutb ai-Din îsm â'ii ile evlenmek süra­ line getirmeğe muvaffak olduğu Selçuklu dev­ ti ile, onu iktidara getirmeğe çalıştı, fakat Isletinin hudutlarını daha uzaklara götürmek, raâ'tl de mağlûp oldu. Bu esnada Şam 'da kendi­ Mısır ’ı. Magrib ’ i zaptetmek ve bir dünya hâ­ sini Selçuklu sultanı ilân etmiş bulunan ve ülke­ kimiyeti kurmak emelinde idi. Selçukluların sinde kendi adına hutbe okutan Tâc al-Davla en büyük hükümdarı ve tarihte en büyük Tutuş. Berkyaruk tarafdarı Haleb valisi Kasim türk imparatorlarından biri otan Melikşah bir al-Davla Ak*Sungur ’u, bunun ölümü ile netice­ çok saltan ve meliklerin metbnu bulunduğu lenen mağlûbiyete uğrattıktan ve Urfa valisi için al-suhân al-a'şam, sultân al-‘Slam diye B ozan’1 da aynı sebepten öldürdükten sonra anılır ve aynı zamanda al-sultân al-‘âdil ve (İbn Vâşil, I, 22—27), ordularının başında £ 1Abu ’l-Fath lekaplarıuı taşır idî. Halîfe tara­ eezîre ve Diyarbekir ’e doğru deriliyordu. Oğlu fından kendisine „calâl al-dunyâ va ’1-din" le- adma yaptığı mücâdelede Berkyaruk ’a mağ­ kabı ile birlikte Kasim Am ir al-Mu minin ( „Ka­ lûp ve esir olan, sonra da 1094 ’te bir suikast litenin ortağı“ 1 unvanı verilmiş idi Adaleti ve ile Öldürülen Terken ortadan kalktı, Azer­ şefkati ile imparatorluğa dâhilinde uyandırdığı baycan üzerinden R e y ’e kadar gelmiş oian derin hürmet ve sevgiden dolayı, vefatı türk- Tutuş ile Berkyarnk arasındaki savaşta Tutuş ler ve İslâm dünyası için olduğu kadar, erme- mağlûp ve telef oldu { 7 safer 488 = 26 şubat niler, süryânîler. diğer hıristiyanlar ve şâir din 1 0 9 S ). Fakat onun Suriye 'deki oğulları Fahr mensuplan arasında da teessürü mûcip olmuş al-Mulük Rizvân ve Şams al-Mulûk Dokak, ata­ ve her tarafta matem havası yaratmış idi . taf­ bey Tuğ-Tigin’ ın teşviki ile, merkezi tanımaya­ silât için bk. 1. Kafesoğln, Sultan Melikşah, rak. kendi adlarına hutbe okutmağa devam et­ s, s ı ı v. d d .; ayrıca bk. mad. M E L İK Ş A H }. tiler Vaktiyle Sultan Melikşah ’a iki kere is­ yan edip ( bk. I. Kafesoğlu, Melikşah, s. 57 v. dd.), ü . B ü y ü k S e l ç u k l u İm p a r a t o r l u ğ u n u n bapse atılan amcası Tekiş, Tutuş ile iş-birliği PARÇALANMASI. yaparak. Belh ’te yerleşmek Üzere ayaklandığıf Büyük sultan Melikşah ’ın ölümünden sonra, için, mart 1094 ’te Berkyaruk tarafından ya­ aş.-yk. 30 yıldan beri Selçuklu vezirliğinde kalanarak, boğdurulmuş idi. Kirman ’da da Kabulunan meşhur Nîşâm al-Mulk [b . b k .J’ ün de vurd oğullarının merkezden ayrıldıkları bu buh­ sultandan bir ay kadar önce bâtınîler tarafın­ ranlı zamanlarda Horasan ’da bulunan Süleydan katledilmesi dolayısı ile, önü alınamayan man-şah ’ın oğlu Kılıç Arştan I. [ b. bk.], ka­ taht mücâdeleleri yüzünden, imparatorluk kar­ labalık Oğuz Yıva oymağının başında, Izaik’e gaşalık içine düştü ve dört kısma bölündü 1 gelerek ( 1092 ), Anadolu Selçuklularının 2. sul­ 1. Irak ve Horasan Selçukluları ( Büyük Sel­ tanı sıfatı ile, idareyi Abu ' 1-Gâzi ’den devr çukluların devamı), 119 4 ’e kadar; 2, Kirman alırken, buna da Önleyememiş olan Berkyaruk, Selçukluları, 1092— 118 7 , 3. Suriye Selçuklu­ Mahmud hastalanarak öldüğü için, hâkimiye­ ları, 1092— 1 1 1 7 ; 4. Anadolu Selçukluları, 1092 tini kısmen sağlamağa muvaffak olduğu bir -—1308. Sultan M elikşah’tan sonra arka-arkaya sırada, Horasan ’da, bütün şark ülkelerine şâ­ hükümdar olan dört oğlu zamanında ve daha mil olmak üzere, istiklâl ilân eden amcası Arslan başlangıçta Anadolu imparatorluktan ayrılmış Argun ile uğraşmak mecburiyetinde kaldı ve olup, S u riye’de Selçuklu âilesinin iktidardan ona karşı küçük kardeşi Sancar ı veya Sencer) düştüğü 1 1 1 6 senesine kadar şeklen merkeze [ bk. mad. SE N C ER ] \ ata-beyi Kamaç ile bir­ bağlı kalmış ve son „büyük sultan“ Seneer likte, Horasan ’a gönderdi, kendisi de oraya ’den ( ölm 1157 ) sonra ise, geri kalan üç Sel- yürüdü. Arslan Argun bir suikast ite öldürüldü çnklu devleti ayrı mukadderata sahip olmuştur. (ıo 97)- Berkyaruk, Sen cer’i Horasan meliki t. I r a k v e H o r a s a n S e l ç u k l u l a r ı tâyin ederek, Belh havalisini Gazne sınırına devletinin umûmî tarihi, Sultan Sencer is­ kadar ona tevdî etti, Hvârizm ’de vâli bulunan tisna edilirse, cesür, fakat atalarına lâyık ol­ Kıpçak türklerînden Koçkar-oğtu Ekinci bu mayan, siyâsî zekâdan mahrum, kifayetsiz hü­ sene Arslan Argun 'un tarafdarları tarafından kümdarlar, baris ve hiylekâr devlet adamları öldürülmüş ( 1097 ) ve yerine „taştdâr" Anuşve bâtını cinayetlerinden ibârettir. Terken Ha­ Tigin-oğlu Muhammed Hârizmşah tâyin edil­ tun, kumandanları celp için, büyük mâlî fedâ­ miş idi ( bk. î. Kafesoğlu, H&reztnşahlar devleti kârlıklar karşılığında, henüz 5 yaşında bulu­ tarihi, T T K ¡¡ayını, Ankara, 1956, s. 37 v.d.), nan oğlu Mahmud ’u s u l t a n ilân edip, nâmına Berkyaruk’a Io 9 9 ’da diğer kardeşi Azerbay­ hutbe okuturken, Nizâm al-Mulk tarafdariarm- can meliki Muhammed Tapar isyân etmiş ve ca tutulan veiiahd Berkyaruk Rey ’de sultan Melik Sencer, A r tuk-oğlu İl-Gâzî, Kür-Buga [b.



374



SE L Ç U K L U L A R .



bk. 1, Gevherâyîn ve diğer büyük kumandan ve beyleri etrafına toplayarak, imparatorluk payi­ tahtı Isfahan ’ı zapta muvaffak olmuş, fakat ııo o 'd e mağlûp ettiği Berkyaruk tarafından Hemedan civarında bozguna uğratılmış, iki or­ du, teşrin II. l l o l 'de 3. defa karşı-karşıya gel­ diği zaman, halifenin tavassutu ile iki kardeş, devleti taksim etmek üzere, uzlaşmişlardı. Buna göre, Muhammed Tapar „m elik" olarak Azerbaycan, Elcezire ve Diyarbeklr 'i alıyor. Sencer yerinde kalıyor ve Berkyaruk ’un sul­ tanlığı kabfil ediliyor idi. Ancak bu bir şekil­ den ibaret idi Nitekim Muhammed tekrar ken­ disini sultan ilân etti Fakat muvaffak olamadı; çekildiği Azerbaycan’da yeni kuvvetler top­ layarak, Berkyaruk ’un karşısına çıktı ise de, Hoy önünde tekrar mağlûp oldu. Bu defa E r­ zurum’da ‘ İmâd al-Din ‘A lî, A h la t’ta Sökmen gibi, şarkî Anadolu türk beyleri ile İş-bİrliğî yapınca. Sultan Berkyaruk devleti resmen tak­ sime mecbur oldu A zerbaycan’da Sefîd-Rûd sınır olmak üzere, Kafkaslar ve Suriye 'ye ka­ dar bütün memleket Muhammed ’e verildi ve buralarda yeni sultan adına hutbe okundu ( 110 4 İbn al-Cavzi. IX. 104 v.d. Zuhdat alnaşra, s. 83—88: Ahhâr. s. 32— 35; İbn Kalanisi, s. 13 7 . Rahat at-şudür. s 130— 1 5 1 ; İbn al-Aşir, 485—404 villan vekayii Barbebraeus. I, 334 v.d-; II. 340— 343 . Dara çocukluk ça­ ğında mücâdeleye atılmak zorunda kalan Rukn al-Din Abu ’l-Muşaffar Berkyaruk meşakkat­ ler içinde hastalandı ve nenüz 26 27 yaşların­ da iken Öldü kânûn 1. 1104 ) Yerine geçen oğlu Melikşah II.’ı sür'atle iktidardan düşüren Muhammed Tapar Selçuklu sultam oldu 110 3 1. Dağıtmağa yüz tutan büyük Selçuklu impa­ ratorluğunu toplamak İçin Berkyaruk ’un gay­ ret sarfettiği o buhranlı günlerde bir yandan memleket 'çinde yer-altı faaliyeti âlinde bâtınîlik yayılırken 1 bk M. G. S. Hodgson The Order of ,4 ssassins. Hague 1955 s 72—98 \ diğer taraftan da orta çağın mutaassıp hırıstiyan dünyast müslüman türk ûlke erinc sel gi­ bi akıyordu Her ne kadar papa Urbaııus 11. şarkta İslamların tazyikına uğradığım iddia et­ tiği hıristiyanîart kurtarmak üzere garp dünyasmı silâh başına çağırmış ise de 1 27 teşrin li. 1093 )> haçlı seferlerinin çıkışında asıl sebe­ bin Anadolu *yu kaybettikten sonra payitah­ tını da tehlikede gören Bizans imparatoru Alezios Komnenos un avrupalıların dinî duy­ gularını tahrik yolu ile memleketin' kurtarmak olduğu ve Han ığlu ibn Hân el-Turki ve Karalı veva Kurlu gibi baş-buğların ıdâre sindeki türk kuvvetlerinin Haleb den 'tibâren tâ Taberiye ye kadar uzanan sahada görül­ dükleri ve bir kjsım Türkm enleri Filistin ’de ve



Trablus-Şam civarlarında yerleştirmeğe başla­ dıkları sıralarda ( İbn al-'Adim , Zuhdat at-halob, 1, 394—296 î İbn Kalânisi, s. 92 ), Avrupa ’dan bir çok hıristiyan zâhidleri ve kontlar idaresinde hıristiyan kafilelerinin Kudüs ’e ka­ dar gelerek, hac ifâ edebilmelerinden 1 krş. M. Miobaud, Histoire des Croisades, Tours. 1833,3. 16 } de antaşılacağı üzere, Kudüs mevzuunun ikinci planda yer aldığı, hattâ daha sonraki hâdiselerde de görülmüştür. İki keşiş taralın­ dan sevkedilen pek kalabalık, inzibatsız haçlı­ lar Bizans tarafından Anadolu yakasına geçi­ rildikten sonra, daha Kocaeli yarım-adasında iken, imhâ edilince , 1096 son baharı ). kontlar ve dükler tarafından hazırlanan ve idâre edi­ len hakikî 1 haçtı ordusu İznik 'i, Anadolu Sel­ çuklularından alarak haziran 1097 t, öncü ku­ mandanı Bohemond Suriye ’ye yönelip, Kudüs yolunun kapısı Antakya ’yı kuşattığı zaman, bu müstahkem şehir vâli Yağı-Sıyau tarafından müdâfaa edilirken. Sultan Berkyaruk’un gönder­ diği Musul hâkimi Kür-Buga, Dimaşk melîki Dokak ve atabeyi Tuğ-Tîgin. Kudüs ve Elcezîre sâhibt A rtuk oğlu Sökmen ve diğerlerinin kuv­ vetleri de takviye edilmiş olmakla beraber, yol­ da açtılar tarafından zaptolunarak. bîr kont­ luk te’sis edilmiş bulunan U ria yı istirdada çaltşması dolayısı ile geciktiğ nden. denizden yardım gören haçlıları kuşatmasına ve onları teslim olmağa hazır bir duruma düşürmesine rağmen 3 haziran 1098 ). başan kazanamadı ve A n tak ya’yı ele geçiren haçlılara Suriye'ye hâkimiyet yolu açılmış oldu ( Histoire anonyme de La Premıere Croisade. nşr ve frans. trc. LBre ier Paris. 1924. s. 97 v.d.. 110 v. d ., Urfah M-it cos. s. 19 2 —198: Barbebraeus. H. 339 v.d. •tâhat al'şudâr, s. 14 0 : R. Grousset, Histoire des Croisades. Paris. 1948. I. 7 1 v.d., 88—108 . Türklerin A n takya'd a meşgfil ol­ masından faydalanan Fâtımîierin işgal ettikleri Kudüs 13 temmuz ıo99 'da haçlılar tarafından zaptedildi ve bu muvaffakiyet net'ces nde İs­ la m-türk ülkesinde Urfa kontluğundan 1098 — 1144 başka Antakya preosl’ ğ 1 1098— 1268 Kudüs kıratlığı 110 0 — 1187 K u d ü s’te. 1187 — 1291 A k k â ’d a ), Trablus kontluğu 110 9 — 1*891 adlarında frank devletleri kuran haçlıları yer­ lerinden söküp atarak, İslâm topraklarını kur­ tarmak için türklerin asırlarca mücâdele et­ meleri ve kan dökmeleri icap etti.



Sultan Muhammed Nıhâvend’de isyan eden amca-zâdesi Mengü-Bars’ı yakalayıp, onunla iş­ birliği yapan amcası Tekiş’in oğullarını haps­ ettikten sonra. Musul üzernde hâkimiyet dâ­ vasından dolayı Çavlı. Çökürmüş Ak-Sungur Porsukî f b. bk.], Hille arap emıri Sayt al-Dav­ la Şadaka [b.bk.]ve Anadolu Selçuklu sulta­



SELÇUKLULAR.



37 S



m Kılıç Aralan i. ile meşgûl bulunurken ( 110 $ T a p a r’ m ölümü ; nisan 1 1 1 8 ) dolayısı ile, bu — İ108 ), bir yandan da büyük vezir Nizâm al­ başarılı harekât da yanda kaldı ( Zubda, 9. 9 ° Mulk ’ten itibâren tanınmış devlet adamı ve — 1 1 5 ; Akbâr, s. 55 v. dd., İbn al-Aşir, 499 kumandanları suikastlar ile Öldürmeği âdet —•5 u yılları vekayii; Mateos, s. 221 v. dd., 227 edindikleri bilinen bâtınîiere karşı şiddetle v. d., 231 v.d., 236 v. d., 241 v. dd., 246—254; mücâdeleye girişmiş, en meşhÛr ism â'ili dâî- Vardan, s, 1 9 1 ; Barhebraeus, II, 3 4 5 - 3 5 5 ; R. lerinden biri olan Ahmed b. ‘Abd al-Malik al- Grousset, agn, esr., s. 265— 280; bk. mad. ‘A (tSş ’ı mağlûp ederek, sığındığı kaleyi ele MUHAMMED B, MELİKŞAH ). 36 yaşında iken geçirmiş ve oradaki bâtınîleri itlâf etmiş îdi ölen Sultan Muhammed ’in yerine geçen oğlu ( lto7 ). Sultan Mohammed ı ı o S ’de, yanında veliahd Muğiş al-Din Mahmud, kardeşi Tuğrul vezir Ziya’ al-Mulk ve Çavlı olduğu hâlde, Ala- ’un isyanı ile uğraşırken, Horasan meliki Senmut Üzerine yürüyerek, hayli zâyiât verdirdi. cer, kendisini sultan ilân ederek, yeğeni MahBu sıralarda Gence ’ye taarruz eden gürcüle­ rnud üzerine yürüdü ve onu şiddetli Sâve mu­ re karşı şevkettiği kuvvetler ile onları uzak­ harebesinde (2 cemâziyelevvel 5 1 3 = 1 1 ağustos laştırdı ( ııo S ). Taarruza geçen gürcü kuvvetle­ 1 1 1 9 ) mağlûp ve esir etti. Yapılan anlaşmaya rinin bir kısmı, Kafkasların şimalindeki düzlük­ göre. Rey Sen cer’ de kalmak üzere, imparator­ lerde oturan ve GUroüstan kıralı David II. ( Sim. luğun garp tarafları, s u l t a n unvanını taşı­ i l i ; } 'in teşebbüsü ile hıristiyan dinine dön­ makla berâber, Sen cer’e tâbi olmak şartı ite, dürülerek, Kafkaslara celb edilen Kıpçak { Ku­ Mahmud ’a verilecek idi. Böylece merkezi ön­ man ) türkleri idi ve Davİd, baş-bugları Kara­ ce İsfahan,bilâhare Hemedan olan I r a k S e l ­ lı an 'in oğlu A trak ’ ın kızı ile kendi oğlunu ç u k l u l a r ı devleti meydana geliyor, Melikşah evlendirerek, akrabalık kurmuş idi. Kafkaslarda 'm ölümünden sonra başlayan taht kavgaları daha önceki gürcü hücumlarında rol oynayan­ sırasında Selçuklu hâkimiyetinden ayrılmış ve lar da bu Kıpçakiar idi ( M. Brosset, Histoire tecâvüzlerde bulunmuş olan devletleri ( Semerkand 'e sefer yaparak, Karahaniıları 1 1 1 3 ’te, de la Géorgie, 1, 36 s v. d. ). Sultan Muhammed Bagdad’a giderek, kız G azne’ye girerek, Gazneli devletini 11 14 *te, kardeşinin halîfe at-Mustazhir bi ’ İlâh ile olan yâni melik olduğu tarihlerde ) ve Gurluları ken­ düğününde bulundu; ülkesinde nisbî bir sü­ disine bağlamak sûreti ile aynı zamanda İrak, kûnete ulaşınca, haçlılar ile mücâdeleye gi­ Azerbaycan, Taberistan, Iran, Sîstan, Kirman rişti ve 1 1 1 1'd e Ahlat şahı Sökmen al-KuÇbi ve Hvârizm ile Gazne sultanlığı bölgesinde, ve Porsuk ’un iki oğlu ile birlikte, Musul ata­ Efganistan, K âşgar ve Mâverâünnehr’de, ba­ beyi K ü r-B u ga’nm yeğeni Mevdûd ’un kuman­ bası devrininkine yakın hâkimiyet kurmuş olan, dasında gönderdiği ordular frank kontluk Sencer „büyük sultan" ( al-sulfân al-a'zam ) un­ merkezi Urfa ’yı muhasaradan sonra, Haleb ’e vanını alıyor idi (İbn al-A şir, 5x3 yılı vekaulaştı ve orada atabey Tuğ-Tigin de Mev­ y iı; Ahbâr, s. 6 1—64 ; Zubda, s. 117 , X2l— 124; dûd *a iltihak etti. İkinci ordu yine Mevdûd İbn al-Cavzi, IX, 14 1, 144, 205, 2 16 ; Rahat ’un kumandasında idi , 1 1 1 3 ) ve Mardin Ar- al-ştıdnr, 167—-17 i ). Sencer'in eski merkezi tuklu kuvvetlerinin de kendine iltihakı ile or­ Merv imparatorluğun payitahtı olmuştur. Kendisi zâten 14 yaşında bir çocuk olan dusu çoğalan Mevdûd, Hama ’ya kadar ıleriledi. orada Tuğ-Tigin ile birleşerek, Taberiye Sultan Mahmud daha da küçük kardeşleri ’yi muhâsara etti. Fakat türk ordusunun idare­ Tuğrul ve Mas'üd ile, daha doğrusu bunların cileri arasında tam bir itimat mevcut değil idi. atabeyleri ile, karşı-karşıya katmış ve karışık­ Birinci seferde Rizvân Haleb ’i Mevdûd ’a kar­ lıktan faydalanan gürcü kuvvetleri de 1 1 2 1 ’de şı kapamış ve Mevdûd ikinci sefer esnasında T iflis ’i İşgal etmişler idi ( M. Brosset, agn. esr., 365 v. d.). Sultanın halife al-Mustarşid ile Dimaşk camiinde bâtınîler tarafından Öldürül­ müş idi ( teşrin I. 1 1 1 3 ) . Sultan Muhammed’in arası iyi olmadığı için, Bagdad ’da Selçuklu sevkettiği ve Ak-Sungur Porsukî kumandasında kuvvetleri ile araplar arasında kanlı çarpış­ olan üçüncü ordu İse, Mardin hükümdarı Ar- malar olmuş idi. Bütün bu hâdiseler karşısın­ tuk oğlu İl-Gâzî, Haleb nâîbi Lu’lu’ ve Tuğ- da kifayetsiz kalan Sultan Mahmud avcılık Tigin taraflarından desteklenmekle berâber, yi­ ve eğlence ile vakit geçiriyor idi. xo eylül 1 1 3 1 ne anlaşmazlık yüzünden, franklar karşısında ’de öldüğü zaman, 31 yaşında idi. Kardeşi Ma­ bir netice alamadı ( 1 1 1 5 1 . Bu mnvaffakiyetsiz- lık Rukn al-Din Tuğrul ’u tahta geçirmek üze­ likler haçlıların Suriye sahil bölgesine tamâ- re gelen Sultan Sencer, buna cephe alan Ma­ miyle yarleşmelerine sebep olduğu gibi, 1 1 1 8 ’ de lik Mas’ üd ve müttefik kuvvetlerini mağlûp Anuş-Tigin Ş irg ir kumandasında Alamut üze­ ettikten sonra, T uğrul’u Heitiedan ’da mart rine yeni kuvvetler sevkedip, orayı muhâsara 1 1 3 2 ’de tahta çıkardı (Zubda, s. 148 v. dd.; ettiren Ğ iyâs ai-Din Abu. Şueâ' Muhammed Afebâr, s. 71; İbn al-Cavzi, X, 25 v .d -; İbn



376



SE L Ç U K L U L A R .



Vâşil, 1, 49 v. d .). Sultan Tuğrul kardeşi Mas­ 'üd ’u ve Mahmud ’un veltahd göstermiş oldu­ ğu D avud’u zararsız hâîe getirip ( Ahbâr, s. 7 1— 74 ), saltanatını sağlamlaştırdığı bir sırada ansızın öldü (teşrin 1. 113 4 ) ve daha evvel Bagdad ’da adına hutbe okunmuş olan G iyâş al* Din Mas’ üd. Sultan Sen cer’in muvafakati ile, Irak Selçuklu hükümdarı oldu ( 113 4 — 115 2 )• Burada tâ Sultan Tuğrul Bey zamanından beri meşgaleleri yalnız dinî husûslara münhasır ka­ lan ve dünyevî ınes’eleler ile alâkaları kesilen halîfelerin yavaş-yavaş devlet işlerine karışma­ ğa başladıklarını belirtmek yerinde olur. Bun­ lardan ilki, adı geçen al-Mustarşid bi ’İlah ( 1 11 8 — 1135 ) ’dır ki, Hemedan hükümetini İyi kar­ şılamayan bu halîfe Selçuklu tahtındaki kardeş kavgalarını tahrik etmiş ve son olarak Sultan Tuğrul ’a karşı, Irak-ı Arab ’1 hilâfet devleti şek­ linde doğrudan doğruya kendi idaresine almak mukabilinde (anlaşma tarihi 113 a ), M as'üd’u tutmuş ve hattâ kendisine destek te’min etmek Üzere, Hvârizmşâb A ts ız ’a hil’at göndermeğe teşebbüs etmiş idi ı İbn al-'Am id, al-M açma al-mubörak, Lâleli kütüp., nr. 2002, 181» ). Babası Muhammed Tapar tarafından m e l i k olarak Musul ’a gönderilen ve orada haçlılara karşı sevkedildiğini gördüğümüz Mevdûd ’un kendisine atabey tâyin edilmiş olduğu, bilâha­ re beraberinde olan atabey A y-A ba ı Çavuş Bey ’ ile saltanat mücâdelelerine karışmış bu­ lunan Giyâs al-Din M as'üd’un ayaklanan K ızıl Sungur, Çavlı v. b. kumandanlar ile meşgul ol­ masından faydalanarak, Musul ’u muhasara et­ mek sûreti ile (temmuz U 33.1 cismânî iktida­ rını takviyeye girişen halîfeyi sultan Bag­ dad ’1 terke mecbur etti ( mayıs 113 5 ). a! Mustarşid, etrafına toplanan kuvvetlerin yardımı ile, suttan Mas’ üd ile savaştı ise de ( 24 hazi­ ran 113 5 1* »tÜrkİerin türklere meyletmeleri“ sebebi ite, ordusundaki türk askerlerinin sul­ tan tarafına geçmeleri neticesinde ( Zubda, s. 164 ', Mas'üd tarafından esir edildi. Merâga "da aralarında bir anlaşmaya varıldı ise de, halîfe bâtıoîler tarafından öldürülmüş, Bagdad ve ci­ van tekrar Selçuklu hâkimiyetine atınmış ve onun yerine halîfe olan al-Râşid b i ’ilâh, sul­ tanın Bağdad ’ı muhasarası esnasında ‘İmâd al-Din Zangi ile ¡ş-bir!iği yaparak, M usul’a gittiği için, Sultan Mas'üd tarafından hal’ediiiniş, yerine al-M uktafi’li Amr AJtâh 1 113 6 — 1 160) hilâfet makamına geçirilmiş idi i îbn alAzrak, Târih M ayyâfârikın, British. Mus. Or., S803, 165a . Saltanat dâvacisı Davud ile uğ­ raşırken, ona karşı gönderdiği ve hizmetlerini gördüğü, aynı zamanda A rrân ve Azerbaycan ’1 gürcü taarruzlarına karşı korumuş olan Kara-Süngur ’u, bâzı telkinlere kapılarak, bertaraf



etmek teşebbüsü ve bunda muvaffak olamayışı sultanın itibârını kırmış ve kendisini tahakküm altına düşürmüş idi, ( 11 3 9 ). 114 3 ’te Davud bâtınîler tarafından öldürüldü. Kara-Sungur. da 1 1 4 1 ’ de öldükten sonra, isyân eden kumandan­ lardan Boz-Aba ite Hemedan civarında şiddetti bir savaşa tutulan sultan onu mağlûp ederek (114 7 , Zubda, s. 200), tahakkümden kurtulmuş, fakat bu sefer devletin idâresint Bey-Arslan ( Has Bey ) ’a vermiş idi. Suttan Sencer tarafın­ dan dâvet edildiği R ey ’e giderek, büyük sulta­ nın iltifatlarına mazbar olan Mas’ üd oradan B agdad 'a geldi (nisan 115 0 ), ve Rey den Ha­ le b ’e ve Erzurum 'a kadar hâkim olduğu bu sıralarda hastalanarak, öldü < t receb 547 = 2 teşrin 1, 115 2 ) ve orada gömüldü [bk. mad. M AS’ ÜD B. MUHAMMED T A P A R ] . Mas’üd’un ölü­ mü ile İrak Selçuklu hanedanının ikbâli sona er­ miş sayılır. Zîra gürcü ve Kıpçaklara karşı A rtuk oğlu İLGâzî ’nin ve şarkî Anadolu beyleri­ nin savaşlara katılması ( 1 1 2 1 — 112 4 ) ve Şam ata-beyi T vğ-T igin ’in S u riye’de hâkimiyet için Sultan Muhammed ’den menşûr atması ve Tâc al-Din B ö ri’nin, haçlılar ile ilgili olarak. 1128 ’de bâzı müsâadeler isti’zânı için, Sultan Mah­ mad "a müracaatı (îbn Katânisi, s. 193, 219 ) gibi, sırf dış düşmanlar ile müşterek mücâde­ le zaruretinden dolayı, itibarî bile olsa, Irak hükümetine gösterilen bağlılık emârelert artık ortadan kalkmış ve bu devlette iktidar Musul ( Zeng'-oğullan t. Azerbaycan ( tl-Denız-oğullan ) ve Fars Salgurlular) atabeylerine intikal etmiş bulunuyor idi bk. madd.). İrak Selçuklu devleti hâdiselerini dikkatle tâkip ettiğini ve gerek hanedan mensupları arasındaki münazaaları halletmek, gerek Abba­ sî halîfelerinin bu hükümdarlara karşı olan tutumlarını tanzim etmek üzere, bir kaç kere ordusu başında Rey ’e geldiğini gördüğümüz Sultan Sencer, imparatorluğun şarkında baş kaldıran Gurluları itaate almak ( 1 1 2 1 1. bâtınîlere karşı vaktiyle Sultan Muhammed’in aç­ tığı şiddetli mücâdeleyi devam ettirmek, Semerkand'da bilhassa Karluktar (b . bk. ]’ ın mey­ dana getirdikleri karışıklıkları bertaraf ederek ( 113 0 ) , M âverâünnehr’e kendi kız kardeşinin oğlu Mahmud H an’ı yerleştirm ek, Hârizmşâh Kutb al-Din Muhammed (10 9 7 — 112 8 ) ve oğlu A tsız Harezmşah vâsıtası ile, boz-kırlardan gelecek tehlikelere karşı İmparatorluğunu emniyet altına almak sûreti ile. bütün kaynak­ ların ittiiakla kaydettikleri gibi, sükûn ve âsâyiş âmili, şark-islâm âleminin büyük bir kıs­ mında hükmü yürüyen, her tarafta hutbelerde ismi okunan yegâne büyük hükümdar olarak kendisini göstermiş idi. Sultan Sencer tarafın­ dan halîfe al-Mustarşid’in vezirine, bu vezîrin



SE L Ç U K L U L A R , bir mektubuna cevap olarak, fakat halîfeye hi­ taben gönderilen ramazan 527 (temmuz *133 ) tarihli, tarihî bilgi bakımından olduğu kadar, diplomatik yeminden de mühim vesîka teşkil eden bir ferman ( bk. Macalla-i Yâdgar, sayı p-10, s 134— 155, kısmî nşr. Barthold, Turkes­ tan I, 35, bk. M, A. KSymen, Selçuklu devri kaynaklarına dâir araştırmalar l, D T C F der­ gisi, *95*, VIII/4, 577 ) bu durumu açıkça orta­ ya koymaktadır. Buna göre, Mu'izz al-Dunyâ



377



Horasan ’dan çıkarabümişti. Buna rağmen Hâ­ rem ’e üçüncü bir sefer yapmak mecbûrîyetin* de kalan Sencer ( 1147 ) A ts ız ’ı tekrar mağlûp etti. Sultan Sen cer’in arka-arkaya isyan eden Hârizmşah ’1 her mağlûp edişinde affedip, ül­ kesine göndermesi, onun Selçuklu imparatorlu­ ğunun Cend, Man kışlak v. b. gibi, şimâl hudut­ larını eesûr bir Hârizmşah’ın muhafazası yolu ile emniyet altında bulundurmak arzûsundan ileri geliyor idi. Nitekim boz-kırlardan İslâmva ‘l-Din, Abu ’l-üjâris, Burhan Amir al-Mu- türk ülkesine doğru mütemadiyen artan tazyik­ minin lebapları ile anılan Sencer „Çİtt ve Ma­ ler ağır netice vermekte gecikmedi. Tâbî Gaz­ çın ’e, Y e’cûcrMe’cûc şeddine, Kandehar ve ne sultanı Behrâm-Şah ’ın Gurlu Sayf al-Din Somnat hudutlarına kadar, bütün Türkistan ve Sü rı ’yi mağlûp etmesi, Sencer ’in üçüncü defa diğer vilâyetleri, melik ve sultanları itaatine R ey’e gelmesi ile Irak sultanı Mas’ û d ’un itaati­ almış“ , „Bagdad, Mekke ve Medine, Rum, Hind, ni tekrarlaması ve „Cihânsûz“ nâmı ile mârflf Arap ve Yemen diyarları ve kabileleri“ her gün GÛr hükümdarı ’A la' al-Din Husayn’i mağlûp daha fazla onun kudretini arttırmış, babasın­ ve esir etmesi (haziran 115 2 ) gibi muvaffaki­ dan ( Sultan Melikşah 1 aldığı cihangirlik vasfı yetlerini, kendisinin Dinar, T ü ti, Korkud. Ara­ ile, ulu tanrının lutfu sayesinde „cihan padişah­ lan v.b. reislerin idaresindeki yakın soydaşları lığına" yükselmiş, dâimâ tebeası hakkında iyilik Oğuzlar karşısında, Belh civarında hezimete düşünmüş, zulmü kaldırmış, din ulularına şef­ uğrayarak, esir düşmesi (muharrem 548 = nîsan kat göstermiştir ( tafsilât için bk. M. A. Koy- 115 3 ) hâdisesi biran da silip-süptirdii. İhtiyar­ men. Büyük Selçuklu imparatorluğu H, T T K , lık çağında üç sene Oğuzlar elinde esir kalan Ankara, 1954, s. 2 19 —23(1). Fakat orta A sya sultan, 1 1 5 6 ’da kurtuldu ise de, ağır Oğuz ’ da Kara Hıtaylar [ b. bk. ] ’ın zuhuru durumu darbesi altında çöken Selçuklu imparatorluğu­ değiştirdi. A sya içlerine doğru türk hâkimiyeti nu toparlamağa muvaffak olamadı ve bir sene yolu ile ilerilemekte olan İslâmiyet karşısında sonra, 9 mayıs 115 7 ( 26 rebiülevvel 552 ) ’de, ilk mamayı kuran ve bir İslâm siyâsî teşekkü­ 73 yaşında olduğu hâlde, vefat etti (M, A, lünü ilk defa hükmü altına alan moğul menşe’ li Köymen. g ö s t.y e r.) ayn. mil., Büyük Selçuklu Kara-Hıtay devletinin ; W. Barthold, La decu- imparatorluğunda Oğuz isyanı, D T C F der­ verte de l’ Asie, frns trc. B. Nibitin, Paris, 1947, g isi, Ankara, *947, V/z, 1 5 9 - 1 7 3 ; İ. Kafess. 87 ! 80 yıl kadar Mâverâünnehr ’de hâkimi­ oğlu, H ârezm şahlar, s. 44—72) ve M erv’de yeti, sonra Naymaniarıtı ve daha geriden no- daha evvel inşâ ettirdiği san’at şaheserlerinden ğulların isiâm-türk dünyasına akmalarını çok biri olan meşkûr türbesine ( bk. Yâlçüt, IV, 144) kolaylaştırmış olması itibârı ile, türk-islâm ta­ gömüldü. Sultan S en ce r’in oğlu yok idi. ‘A la’ rihinde büyük ehemmiyet taşır, 112 8 yılında al-Din Cihânsûz’un 1 1 5 5 ’ te kendisini sultan K âşgar havâlisinde, Karahaniı hükümdarı A h­ ilân etmesi ile Gurtutar devleti istiklâle ulaş­ med Han tarafından, mağlûbiyete uğratılarak, mış ' bk. mad. GURI.UlAR j, A tsız 'm oğla İlpüskürtülen, fakat Mâverâünnehr ’deki Karluk- Arslan zamanından itibaren, Hârizmşahlar da lar ile iş-biriiği yaparak, 1 1 3 7 ’de Semerkand istiklâl yolunda gelişmeğe başlamış ( bk. mad. hanını mağlûp eden Kara-Hltaylar karşısında HÂRİ2 MŞÂHLAR ] ve Sencer ’in asıl ülkesi olan Sultan Sencer Kaiavân t bk Yakut, Ma'cam ve artık tarihî ehemmiyetini kaybetmiş bulu­ al-buidön1, nşr, F. Wüstenfeld, Leipzig, 1924, nan Horasan Oğuzlar tarafından işgâl edilmiş­ IV, 139 ) mevkiindeki savaşı, ordusu imhâ edi­ tir ( M. A. Köymen, Büyük Selçuklu impara­ lerek, kaybetti (5 safer 536 = 9 «ylûl î 141 ) ve torluğunda Oğuz istilâsı, D T C F dergisi, A n­ Mâverâünnehr tamâmiyle elinden çıktı. Önce­ kara, 1947, V /5, 546—616). den de müstakil bir devlet kurmak emeli ile Irak Selçukluları devletinde Mas’ud ’un oğlu isyan eden Hârizmşah Atsız ( 1128 - 1156 î ’ı, Melikşab ( 1 1 5 2 1 ile amcası Muhammed ara­ yaptığı birinci Hârezm seferi ile 1138 ’de mağ­ sındaki mücâdeleyi kazanan Giyâş al-Din Mulûp ve itaate mecbur etmiş olan Sencer, 1 1 4 0 cammed ( 1 * 5 3 — 115 9 ) bir yandan Hârizmşah­ ■’ta Bubârâ ’yl zapteden Atsız 1 yemin ile sadâ­ lar tarafından desteklenerek Hemedsn’a giren kate zorlamış ise de Katavân mağlûbiyetinden Sultan Sencer *in yeğeni Süieyman-şah, bir yansonra Hârizmşah ’ın Horasan 1 istilâ ederek. danda H ile, Küfe. Vâsıt, Tekrit ’i zaptedip, hilâ­ Serahs ve N işâpûr'u ele geçirmesine 114 1/ j fet devleti kuran ( 1 1 5 4 ' halîfe al-Muktafi ile 114 2 mâni olamamış ve ancak ikinci Hârizm uğraşmak mecbûriyetinde kaldı. Bagdad muhâseferinde Gürgene ’e kadar dayanarak, Atsız '1 I sarasında muvaffak olamayan Muhammed , 1 1 5 5 )



378



SELÇUKLULAR.



’e karşı halîfenin teşviki ile, Sultan T uğru l’un dul zevcesi ile evlenmiş olan Azerbaycan ata­ beyi İI-Deniz, üvey oğlu, yâni Tuğrul 'un oğlu, A rslan-şah’ı Hemedan *da tahta çıkardı G iyâs al-Din Muhammed 1 1 5 9 'da, halife 1160 ’ta öterek. Melikşah zehirlenerek, Süleymanşah da 116 1 'de öldürülerek, ortadan kalktık­ larından, Şams al-Din İLDeniz hâkimiyeti yal­ nız Irak-ı A cem ’e münhasır kalan Irak S el­ çuklu devletine fiilen hâkim olmak imkânını buldu. 116 1 'de A n i’yi kuşatmış olan Ahlat hâ­ kimi Sökmen 11. ite Erzurum hâkimi ‘izz alDin Saltuk 'u, Irak 'tâki karışıklıklardan fayda­ lanarak, geri püskürten ve işgâl ettikleri Dovin *de katl-i ânı yapan gürcülere şarkî Ana­ dolu ’nun bâzı beyleri İle birlikte şiddetli dar­ beler indirip (kânûn II. 116 3 ), kaçan gürcü kıralı Giorgi III. ’nin hazînelerini zapteden Şams al-Din tl-Deniz ( tbn al-A şîr, 557 yılı ve* h ayü ; Mateos, Grigoa zeyli, S, 329—332, 335 ) ’in Suttan Arslan-şah ’ 1 payitahtta vazîfeli bu­ lunan oğulları Cihan-Pehlevan ve Kıztl-Arslan ile idâre ettirmesinden ve hükümdara tahak­ kümünden memnun olmayan valiler ve beyler ll-Arslan 'm yardımına müracaat ediyorlar idi ki, bu da Irak işlerine Hârezmşahlarm müdâ­ halesine yol açmış idi. II-Deniz ’in 1174 ’te ölü­ mü üzerine, „atabey-i âzam" Muhammed CihanPehlevan, Arslan-şah ( ölm. 1 1 7 5 ) ’tan sonra, tahta çıkardığı onun 7 yaşında bir çocuk olan oğlu Rukn al-Din Tuğrul zamanında mutlak hâkim oldu ve o, kendisinden „hakan-ı Acem" diye bahseden çağdaş tarihçi RSvandi ’ye göre ( Rahat a l-ş u d â r , s. 332 v. dd.), ülkeyi hem Gürcü ve Kıpçak tecâvüzlerine karşı korumuş, hem de memleketi inzibat ve emniyet içinde idâre et­ miş idi. Fakat onun 118 5 ’te ölümü üzerine, Irak ahvâli bir daha düzelmemek üzere, karıştı. Sul­ tan Tuğrul ite Cihan Pehlevan’m kardeşi Kızıl-Arslan Osman arasında iktidar mücâdelesi başladı ve bu rekabet hilâfet devletini geniş­ letmek maksadı ile Halîfe al-Nâşir li-Din Allah ( 1 1 7 9 —1225 ) tarafından şiddetle körüklendi. 11 8 7 ’ de B agdad ’daki sultan sarayını yıktıran halîfe, t ı S S ’de kendi veziri kumandasında bir orduyu, Kıztl-Arslan '1 desteklemek üzere, Sul­ tan Tuğrul ’a karşı gönderiyor îdi. Banlara ilâ­ veten atabey Pehlevan ’in „bendeleri" ( Rafyat al-şudür, s. 335 v.d.) her yerde birer derebeyi olmuşlar idi. Atabey İle mücâdelesi esnâsmda kendine bağlı, A y-A ba, Boz-Aba gibi, büyük kumandanları anlaşılmaz bir gaflet ile öldürten Sultan Tuğrul, Kıztl-Arslan karşısında âciz du­ ruma düşünce, Hemedan ’a giren Kızıl-Arslan halifeden „melik-i muazzam, Naşir amir al-mu’minin" gibi unvanlar alıyor ve halka zulüm yapıyo idi { Sibt tbn şl-Cavzi, nşr.



Jewett, Chicago, 1 9 0 7 , s. 18 1s Böylece İrak Selçuklu tahtına oturmuş olan Kızıl-Arslau teşrin I, 119 ı ’de bir suikast ile öldürüldü ise de, Sultan Tuğrul un muhâliflernden Kutluğ İnanç'in Hârizmşah Sultan ‘A iâ' al-Din Tekiş ’ten yardım istemesi üzerine, esasen bü­ tün H orasan’ı hâkimiyetine almış olan Tekiş Irak ’a doğru ileriledt ve H lrizm ordusu Rey yakınındaki savaşta Selçuklu kuvvetlerini boz­ guna uğrattı ve son anlarda bütün adamları tarafından terkedilerek, tek başına kalmasına rağmen, büyük bir şecâat ile çarpışan Sultan Tuğrul Öldürüldü ! 29 rebiülevvel 590 = 25 mart 1 1 9 4 ). Bu sûretle Irak Selçuklu devleti orta­ dan kalktı ve bölge Hârizmşahlara intikal etti ( tafsilât tçîn bk, İ. Kafesoğlu, Hâr İzm şah­ lar. . . , s. 63 v.d., 79 v.d,, 108—-u z,



75



U 6 — l i ç , 12 3 — 12 6 ).



z. K i r m a n S e l ç u k l u l a r ı . Çağrı Bey ’in oğlu Kara-Arslan K avu rd ’un Kirman ve havalisindeki fütuhatı zikredilmiş idi. Sultan Melikşah’a karşı son isyanında mağlûp edilerek, esir alınıp, öldürülen Kavurd ’un ülkesinde ye­ rinde bırakılan âi 1esi Kirman Selçukluları ha­ nedanını teşkil etmiştir. 1074 eylülünde SavTigin ’ in murakabesine verdiği Kirman ’a yaptı­ ğı seferinde Kavurd ’un oğlu —Hüseyin ve Mi» ranşah ’tan sonraki— Sultan-şah ’1 itaate al­ mış olan Sultan Melikşah’tn ölümünden .1 0 9 2 ) sonra, imparatorluğun parçalanması zamanın­ da, Kirman tahtında bulunan Kavurd 'un di­ ğer oğlu Turan-şah (10 8 5— 1097 ) Fars *» işgâl etmiş, kendisinden sonra Iran-şah ’ 1 müteakip gelen ve Sultan Sen cer’ in yüksek hâkimiyeti­ ni tanıyan Arslan-şah ( n o t — İI4 2 ) devrinde Kirman Selçuklu devleti parlak bir çağ yaşa­ mış ve onun yeğeni Muğiş al-Din Muhammed ( 1 1 4 1 —115 6 ) ve müteakiben oğlu Muhy alDin Tuğru!-şah ( 1 1 5 6 —116 9 ) devirleri sakin geçmiş, sonuncunun kızı İrak Selçuklu sultanı G iyâş al-Din Muhammed ile evlenmiştir { zil­ hicce 554 = kânûn i. 1159 ). Fakat atabeylerin ve kumandanların tahrikleri ile, Irak Selçuklu devletinin tam bir karışıklığa düştüğü zaman­ da, Kirman melikleri de birbirleri ile müna­ zaalara başlamışlar ve Tuğrul-şah *ın üç oğlu -A rsla n -şa h II,, Behram-şah ve Turan-şah II.— arasındaki rekabet ve mücâdeleler ile za­ yıf düşen ve bir aralık Gurlu devletine tâbi olan { 1 1 7 5 ’ten sonra ) Kirman ülkesi yukarıda H orasan'ı istilâ ettiklerini gördüğümüz Oğuz reislerinden Dinar Bey tarafından, son Sel­ çuklu meliki Muhammed-şah II. ’dan alınarak, iş g ll edilmiş ve Kirman Selçukluları hanedanı sona ermiştir. Oldukça uzun ömürlü olmasına rağmen, bu ailede fazla bir hareket götülmemiştir ( b|c. Afznl al-Din Kirpinni, B a d ffi' al-aş-



SELÇUKLULAR.



379



mân f i târih Kirman ; ayn. rolh, 7 k d a l-u la Böri-oğulları kolu tcşennut etti ( İbn at-Aşir, t i ’l-m avki j al-a'lâ‘, nşr. 'A li Muhammed ‘Amt- 490 ,4 9 4 -4 9 9 , 502, 507 - 508, 5 11, 52® yıllan verı, Tahran. 1 3 1 1 ş,, s. 7—16 ; Naşir al-Din k ay ii; Urfah Mateos, s. 185 v,d., 192 V.d., 250 Munşı Kırm âni, Simt al-'ulâ i i ’l-hairat a l-u l- v, dd., 257 v.d., 28 i— 284, 287; ibn Vâşil, yâ, nşr. Abbâs ikbâl, Tahran, 1328 a. 17— ¡ı 9 , 40 v.d., 53; îbn a!-‘ Adim, Zubdat al-halab 2 1 Zubdat at-nuşra, s. 287; Râhat al-şudur, f i târih ftalab, nşr. Sam i at-Dahhân, Dimaşk, s. 270, İ. Kafesoğlu, Sultan M elikşah. . . , a. 24 *954 , İl, 10 0 — 18 0; İbn Kalânisİ, s. 175— 19 ®, R. Grousset, ayn, esr., e. 250 v.dd., 257 v.dd., v. d d .. ayn. m\\.,Hârezmşâhlar, s. 87, 97, 107). 3. S u r i y e S e l ç u k l u l a r ı . Sultan Me-265—280, 281— 284, 287, S4 S—553» 565— 573, ükşah 'm ölümünden sonra, Berkyaruk’a karşı 579, 6 14 —618, 633 v.dd., 658). kendisini sultan ilân eden ve İrak) Acem ’e ka* 4. A n a d o l u S e l ç u k l u l a r ı . Selçuklu dar gelen Tac al-Davla Tutuş 24 şubat 10 9 5'te devletleri arasında en uzun ömürlüsü ve en mağlûp olup, Öldüğü zaman, onun oğullarından mühimi olan bu kol Arslan Yobgu ’nun torunu Fahr al-Mulûk Rızvân Haleb ’de ve Şams al-Mu- Süleyman-şah tarafından kurulmuş ve aynı lük Dokak Dimaşk ’ta bulunuyor idi. Rızvân Kin- âile tarafından devam ettirilmiştir. İzn ik ’i 1078 nasrın ’de mağıûp ettiği kardeşi ve kumandan­ ’de kendisine pâyitaht yapan Süleyman-şah’ın, larını etralına toplayarak, Haleb ’de kendi adı­ Antakya ‘ya gittiği zaman Tutuş ile yaptığı na nutbe okuttu ve Antakya ’nın Selçuklu va­ mücâdelede, ölümünden \ 1086 ) sonra, Anadolu lisi Yağı-Sıyan ile iş-birlığı yaptı. Fakat ara­ Selçuklu devletî, Abu ’¡-G azi ’den, Sultan Melan açılınca, Yağı-Sıyan ’ in Dokak *ı tutması üze­ likşah 'ın Ölümü üzerine İznik’e gelen Süley­ rine, ıkı kardeş arasında başlayan mücâdele man-şah ’ın oğlu Kılıç Arslan tarafından devr yeniden savaşa müncer oldu ve neticede, alınmış idi. Kılıç Arslan, 1. Anadolu sultanı ol­ bin Şam da ve diğeri Haleb’de olmak üze­ makla berâber, babasının vefatından 1092 ’ye re, Suriye ’de Selçuklu devleti ikiye ayrıldı. Ya­ kadar geçen zaman içinde bukümdarsız katan ğı-Sıyan ’in kahramanca müdâfaasına rağmen, bu k ıt’ada şark! Anadolu ’nun çeşitli bölgele­ Kür-nuga ’nın başarısızlığı sonunda, Selçuklu rindeki b e y le r— S iv a s ’ta Dânişmendliler, Er­ topraklarını taksim husûsunda Fâtımîler ile zincan ’da Mengücük-oğulları, Erzurum 'da Salanlaşan haçlılar Antakya ’yi zaptedip 1. 1098 ), tuklular [ bk. madd.j ve garbi Anadolu ’da, İz­ Rizvan ‘1 da yendikten sonra, cenup istikame­ m ir’de Çakan, E fe s ’te Tanrı-Bermiş Bey ’ 1er ve tinde ıierilediğı zaman, asıl ıdâre Dokak ’m daha sonra Ariuk-oğulları, A hlat şahları t bk. ata-oeyı ve üvey babası Tuğ-'l’igin ’in elinde idi. madd.J—birer müstakil devlet olma yoluna gir­ Dokak ın haziran 1 1 0 4 ’te ölümü üzerine, yeri­ diklerinden, Anadolu ’da Selçuklu devlet bir­ ne ataoey taratındaü, Tutuş 'un diğer oğlu 10ya- liği mevcut bulunmuyor, buna mukabil Bizans şındaki b e k -la ş çıkarılmış idi. Dokak ’ınCanâh ’ ta İznik’e karşı taarruzlara geçmiş bulunu­ al-Davıa ite birlikte Beaudouin ve St. G ille s’e yor idi Önce kuvvetli donanması ile İstanbul’u karşı, Rızvân'ın St. Gılles ve Tancrete (Kin- tehdit ettİğmi gördüğümüz Çakan Bey berta­ nasrın ve A kkâ da ) ile mücâdelelerine ve raf edildi . >094) ki, buna imparator Alesios Tug-Tıgin 'm fclcezıre hâkimi Artuk-oğlu Sök­ Komnenos kadar, Kılıç Arslan da memnun ol­ men ve Musul atabey- Mevdûd ile birlikte ça­ muş idi. Zira aynı zamanda damadı olan Çakan tışmalarına rağmen, aradaki itimatsızlık havası Anadolu sultanı için tehlike teşkil edecek bir ve Kizvan ile T u ğ -lig in ’ın kat î bir anlaşmaya kudrette idi. Bundan sonra Anadolu ’ya hare­ varamamaları yüzünden, koyu bir taassup duy­ ket eden sultan bir ermeni prensinin eline geç­ gusu .le, oir an evvel Kudüs e ulaşmak iste­ miş bulunan Malatya ’yi kuşattığı zaman 1096), yen haçıiları dur utmak mümkün olamamış idi. haçlı ordularının gelmekte olduğunu öğrenince, Bu arada Kizvan H aleb’de öldü 1 1 1 3 ) ; yeri­ geri döndü. Keşişlerin idaresindeki başı-bozuk ne geçen oğlu Alp ArsSan da az sonra öldü­ çapulcu haçlı kütleleri sultanın kardeşi Davud rüldüğünden, yerine getirilen kardeşi Suttan- tarafından İznik havâlisinde imiıâ edilmiş idi. şah 1 1 1 4 —1 1 1 7 1 zamanında ıdâre babasının Fakat kontların, düklerin ve şövalyelerin sevk kölelerinden Lu'lu ün elinde idi. Dim aşk’ ta ve idaresindeki bu kalabalık haçlı ordusu İz­ oa Tug -1 g a hâkim olduğundan Selçuklu ailesi nik ’e doğru ileriledi ve o cıvâra yetişen Kılıç artık iktidarda değ-i ıdı. L u lu , kendi adamları Arslan tarafından durduruiamadı ve haçlılara taraiindar: ödiüı ülunce. Haleb ’e, şehir halkı­ teslim olan İznik Bizans idaresine terkedildi nı» arzusu e, haçlılar ile iâsılasız ve mu- . 26 haziran 1097 . Yıpra ma muharebesine ka­ va.iak yeti, mücâdeleler de bulunan Artuk- i rar veren sultan, Dân şmen« Gâzî nin ve Kay­ oğlu ll-Gâzi hâkim oldu ( 1 1 1 7 ( bk. rnad. AR- seri hâkimi Haşan B e y ’ m kuvvetleri İle tak­ TUK-OĞULLAR] ]. Dimaşk 'ta ise, 112 8 de öldü­ viyeli olarak, S u riye’ye doğru yol almakta olan rülen Tuğ-Tigio 'in oğlu Tâc al-Diu Börî ile haçlılara Eskişehir önünde hayli telefat ver­



3»o



SELÇUKLULAR.



dirdikten sonra, kalabalık olduktan başka, tfirk silâhlar! nın te’sir edemeyeceği kadar zırhlara bürünmüş olan düşmanın önünden yolları tah­ rip ve iaşe imkânlarım imhâ ederek, savaşasavaşa çekildi. Türkler tarafından meskûn yer­ ler tahliye edildi. Eskişehir—A kşehir—Konya— Ereğli istikametinde ilerileyen haçlı ordusunun Kayseri 'ye yönelen bir kısmı ile Haşan Bey şecaatle çarpıştı. Bu kol Maraş üzerinden A n­ ta k y a ’ya yönelirken, çekilme yüzünden Ana­ dolu Selçuklu hudutları Antakya—Eskişehir hattına kadar gerilemiş oluyor idi. Durumdan faydalanan Toroslardaki ermeniler de Kilikya 'da bir kırallık kurmağa muvaffak olmuş­ lar idi. Dânişmend Gâzî tarafından haçlıların Antakya prensi Bohemond 'un esir alınması üzerine, intikam seferine çıkarak, Ankara 'yı tahrip ve müslüman ahâliyi katlettikten sonra, Kızıl-lrmak boyunca ilerileyen loo.ooo’in üs­ tünde bir haçlı ordusu Amasya yakınlarında, diğer bir haçtı ordusu da Konya-Ereğlisi ci­ varında Kılıç Arslan tarafından imhâ edildi { uoü ). Kılıç Arslan bn sıralarda kendisi haçlılar ile meşgûi iken Dânişmendliiere geçmiş olan Ma­ latya'yı zaptetti ( n o î ) . Böylece bir yandan da Anadolu *da Dânişmendlilerin artan kudre­ tini kırmış oluyor idi. Bunun neticesinde Har­ ran ’l ve o zamana kadar Suriye meliki Dokak ’a bağlı olan Meyyâfârikîn ’i topraklarına idhâl ettiği gibi, Diyarbekir ’deki emirleri tâ­ biiyetine a ld ı; nihayet Musul ve civarına da hâkim oldu. Fakat Çörkürmüş ’ü öldürerek, Musul’a hâkim olan ve sonra da H aleb’e ka­ çan Çavlı ve müttefikleri Artuk-oğlu Îl-Gâzî ve Suriye meliki Rızvân kuvvetleri ile Hâbür ır­ mağı kenarında yaptığı savaşı kaybederek, bu ırmakta boğulmak sûreti ile öldü ( ı i o 7 ) [bk. mad. K ILIÇ ARSLAN t.]. Yakın şark türk tari­ hinin en buhranlı zamanında iş başına gelmiş ve mutaassıp açtı ordularına ilk hedef teşkil etmiş olan Sultan Kılıç Arslan I. tutmağa mu­ vaffak olduğu Anadolu ’da birliği kurmak eme­ linde idi. Kılıç Arslan ’m, Çavlı tarafından yakalana­ rak, Irak sultanının yanına gönderilen oğlu Şebinşah veya Melikşah), iki sene sonra ser­ best bırakıldı ve Malatya ’ya gelerek, sultan oldu. Ancak saltanat dâvasına kalktığı için, uzun seneler kendisi ile mücâdeleye mecbur kaldığı küçük kardeşi Mas’üd nihayet DSnişmendli beyliğinden gördüğü destek sâyesinde, kayın-birâderi olan Emîr Gâzİ ’ nin yardımı ile, bizansh’ -'rdan geri alman Konya ’da tahta çıktı ( 1 1 1 6 ) . Sultan Mas'üd 1. uzun süren saltanatı zamanında M alatya’yı zapteden ’ 112 4 kendi kardeşlerine âit Kayseri, Ankara, Çankırı ve



Kastamonu bölgelerini ele geçiren, Bizans im­ paratoru loannes Kom nenos’un tahta hak id­ diacısı âsî kardeşi İsaak 'ı mülteci sıfatı ile kabûl ederek, onun arzusu üzerine Karadeniz sahillerine doğru harekete geçen, buna muka­ bil Kastamonu taraflarına sevk olunmuş isti­ lâcı Bizans kuvvetlerini tard eden ve böylece kazandığı büyük muvaffakiyetler ile, ülkesini Anadolu ’nun en kuvvetli devleti hâline getir­ miş olan Dânişmend Ahmed Gâzî ( Ölm. 1134 ) ile dâimî iş-birliği hâlinde idi. A ncak Sultan Mas'üd, Dânişmend Gâzî ’nin oğlu olup, garbi Anadolu ’da Bizans kuvvetlerini bir kaç defa hezimete uğratan Mehmed Bey ’in ölümün­ den . 114 2 ) sonradır kî, 114 3 ’te Ankara, Çan­ kırı, Kastamonu ve havâlisini geri alarak, mem­ leketinde birlik kurmağa çalışmış, 114 4 'te zapt­ ettiği E lb istan ’a büyük oğlu veliahd Kılıç Arslan '1 tâyin etmiş, haçlı işgalindeki Gök- Su, Maraş bölgelerine akınlara başladığı sırada Bi­ zans imparatoru Manuel Kom nenos’un Konya ’ya yaptığı kanlı bir hücÛmu, hayli esir almak sûreti ite, püskürtmüş, Musul ve Haleb atabeyi ‘ tmâd aî-Din Zangi ile oğlu Nür al-Din Mah­ mud taraflarından 114 4 —1146 yıllarında Urfa ’daki haçlı devletinin ( Frank kontluğu ) orta­ dan kaldırılması dolayısı ile, harekete gelen II. baçlı seferinde ( 114 7) Mukaddes Roma-Germen imparatoru Konrad İli. idaresindeki haçlı or­ dusunun büyük kısmını Ceyhan yakınlarında müthiş bir hezimete uğratmış ( teşrin I. 1147 \ Konrad perişan vaziyette İznik’e doğru çeki­ lirken, Fransa kıralı St. Louis kumandasındaki diğer haçlı ordusu da Yalvaç civarında mağ­ lûp edildiğinden, bu ordu ancak deniz yolu ile Akkâ ’ya çıkabilmiş idi. Ermeni kıralı Stephan *1 ve 1 1 4 9 ’da Maraş ve civarını tâbiiyete aldık­ tan bir yıl sonra da Urfa kontu Jocelin 'i ken­ dine tâbî olmağa mecbûr eden ve Dânişmedli beyi Yağt-Basan'ı da kendisine bağlayan Sul­ tan Mas'üd I. ölümünden ( 115 6 ) bir az önce ülkesini üç oğlu arasında taksim etmiş idi. Payitaht Konya ile havâlisini alan ve kar. deşleri meliklerin metbuu durumunda olan Sultan Kılıç Arslan II. ( 115 6 — 119 3 ) ’ın, taht münazaalarını önlemek üzere, ortanca kardeşi­ ni boğdurması küçük kardeşi Şehinşah ’ ın esa­ sen ona âit olan Ankara—Çankırı taraftarına kaçmasına ve öteden beri Selçuklular ile reka­ bet eden Yağı-Sıyau ile ış-birliği yapmasına se­ bep otdu. Bundan dolayı Dânişmendli-Selçuklu karşılaşmalarını fırsat sayarak ayaklanan er­ meni prensi Stephan, Kılıç Arslan II. tarafın­ dan te’dip edildi ve sınırlara tecâvüz eden Nür al-Din Mahmüd uzaklaştırıldı. Aynı zaman­ da Eskişehir yakınlarındaki imparator Manuel ’in kuvvetleri de püskürtüldü ( 1 1 5 9 ). 116 3 'de,



SELÇU KLU LA R. Çevirdiği desiseler İle. Anadolu ’da törkîerî birbirlerine kırdırmak siyâsetinde Kılıç Arslan ’1 hasım kuvvetler çenberine almak isteyen imparator Manuel ile anlaşmak üzere, sultan İstanbul ’a gitti ve fevkalâde İtibâr gördü. Karşılıklı yardımlaşma muâbedesi imzalandı. Türkmen kuvvetlerinin Bizans topraklarına akınlarını durduran bu anlaşma ile K ılıç ArsUn kendi aleyhinde gelişmekte olan ittifakı bozmuş oluyor idi. Garp hudutlarını böylece te’minat altına aldıktan sonra, sultan Anadolu’da birliği kurmağa girişti: Dânişmendîüerden E l­ bistan. Darende ve havâlisini, Kayseri ile Za­ manlı bölgesini ve Malatya ’yi aldı. Bu ara­ da Ankara ve Çankırı ’yı da kardeşi Şehinşah 'tan alan Kılıç Arslan Dânişmendlilerin Anadolu Selçuklularına karşı dâimi müttefikleri olan Musul ve Haleb atabeyi Nur al-Din Mahmüd 'un ölümünden ( 1174 ) sonra, Sivas, Niksar ve Tokat ’1 zaptederek, bütün Dânişmendü arazi­ sini işgal etmek sureti ile, bu beyliğe nihayet verdi • 1178 '. Sultanın kudreti arttıkça, Eski­ şehir havâlisinde yığmak yapmış olan Türkmen kuvvetleri buralardaki İstihkâmları yıkarak, Bizans topraklarına akışlara başlamışlar idi. Bunlar Denizli, Kırk-A ğaç, Bergama ve Edremid e kadar sokuluyorlar, tıpkı Malazgird savaşı­ nın arifesinde olduğu gibi, tahrip ve yıpratma faaliyetlerinde bulunuyorlar îdi. Gerek Manuel İn tehlikeyi sezmesi, gerek kendisine iltieâ eden Dân'şmendli Zu ’ 1-Nün ’u Amasya taraf­ larında sultana karşı kullanmak teşebbüsleri türkler ile bizansiılari kat’î bir hesaplaşmaya şevketti. Kılıç Arslan ’m sulh isteklerini redd­ eden imparatorun muntazam Bizans kuvvetle­ rinden başka, Frank, Sırp. Macar ve Peçeneklerden kurulu 100.000 ’i aşan ordusu ile, yine Romanos Diogenes gibi, her ne pahasına olursa-olsun Selçuklu devletini yıkmak kararında olduğu anlaşılıyor idi. Kılıç Arslan, Türkmen kuvvetlerinin maharetle tatbik ettiği sahte ric'at harekâtı sayesinde, Denizli civarında Hoyran gölü yakınındaki dar ve sarp Myrio* kephalon vadisine sokmağa muvaffak olduğu Bizans ordusunu tamamen imhâ etti ( eylül l«76 >. İmparator garbı A nadolu’daki Bizans istihkâmlarını kaldırmak ve ağır bir tazminat vermek şartı ile İstanbul ’a döndü. A yrıca türklere 5.000 araba dolusu silâh, malzeme ve erzaktan başka, mücevher v.b. gibi kıymetli ganimet bırakan ve aynı zamanda 1. haçlı se­ ferinin yarattığı buhranı oldukça bertaraf eden bu zafer, Bizans ’m Matazg-rd savaşından beri bir asır müddetle beslediği Anadolu 'yu geri almak ümidini tamâmı iie kırmış, o zamana kadar hıristiyan dünyasında bir nevi „türklerin işgali altında memleket“ gibi telakki edilen



3»ı



Anadolu’nun hakikî türk yurdu olduğunu isbat etmiş ve Bizans imparatorluğu buDdan böyle artık türklere her hangi bir taarruza cesâret edememiştir. Bu zaferin fiili neticesi olarak, Ulu-Borlu, Eskişehir. Kütahya ve civarları zaptedilmiş ( 1 1 8 2 ) ve Selçuklu sınırlan Denizli’ye yaklaşmıştır. 1 1 8 4 ’te türk kuvvetleri Adalar denizine ulaşmış ve buralarda 70 kadar ka­ le zaptetmiş idi. Bir yıl sonra da Bizans im­ paratoru Isaak yıllık vergi ödemeğe mecbur tutulmuştur. Diğer taraftan Türkmen kuvvet­ leri Kilikya ’da Ermeni kıratlığını tamâmı ile istilâ ederek, Silifke ’yi Kılıç Arslan adına zaptedip, oradan Suriye ve Etcezîre 'ye doğru yayılıyorlar idi. Uzun ve başarılı bir mücâdele hayatından sonra yaşlanan ve yorulan Suttan K ılıç Arslan 11. 1185 sıralarında ülkesini 1 1 oğlu arasında taksim etti. Kendisi, bu meliklerin metbuu sı­ fatı ile, Konya ’da oturuyor ve devleti veziri İhtiyar al-Din Haşan ’a idare ettiriyor idi. Fa­ kat taksim melik kardeşlerin hâkimiyet hisle­ rini şiddetlendirmiş, hattâ bâzan yaşlı sultana karşı bile başlayan silâhlı mücâdeleler ile, dev­ letin başına büyük gaileler açmıştır. 118 7 yı­ lında, Kudüs ’ün Şalâh al-Din Ayyübi [ b. bk.] tarafından zaptı üzerine, Avrupa ’da tekrar harekete geçen Alman imparatoru İlâ İngiltere ve Fransa kıratlarının idaresindeki 111. haçlı ordusu Selçuklu devletini bu müşkil durumda yakalamış ve sultan Friedrich Barbaros ile dostluk kurmak ve onların Suriye ’ye inmele­ rine müsâit davranmak sûretı ile, haçlıları mümkün mertebe zararsız kılmağa çalışmış, fakat Akşehir ’de Türkmenlerİn mağlûbiyeti ile neticelenen şiddetli savaştan sonra, haçlı­ ların Konya ’ya girip, pek çok tahribat ve kital yapmalarını Önleyememiş idi. Bu felâket sı­ rasında payitahtında oğlu Ifuib al-Din Melikşah ’ın tahakkümü altında bulunan 80 yaşındaki hastalıklı sultan, evlatlarının birbirlerine düş­ tükleri bir zamanda, iltieâ etmek zorunda kal­ dığı diğer oğlu velİahd G iy iş al-Din Keyhugrev ’in yanında vefat etti ( 1 1 9 2 ) [bk. mad. KILIÇ ARSLAN II. j. Utu-Borlu meliki ve veliahd G iy iş al-Din Keyhusrev 1., Melikşah ’tan Konya ’yı zaptet­ tikten sonra, babasının ölümünü müteakip, Selçuklu sultanı oldu t 119 2 —1 2 11 ). Beş yıl kadar süren birinci sultanlığı zamanında kar­ deşleri ile uğraşan Keyhusrev aynı zamanda Bizans imparatoru A lexias III.’ un kuvvetlerini mağlûp ederek, garba doğru lütûhâtta bolun­ du. Fakat askeri kudretini ortaya koymuş, bu arada Samsun civârmı ve bâzı sâhıl bölgelerini zaptetmiş olan kardeşi Tokat meliki Rukn alDin Süleyman-şah ’ın baskısı karşısında, Kon­



SELÇUKLULAR.



y a ’yı terkederek, İstanbul’a gitti ve impara­ tor tarafından iyi k arala n d ı: hattâ bir Komnenons prensesi ile evlendi, lâkin ümit ettiğ: desteği sağlayamadı. Yerine Selçuklu sultanı olan Süleyman-şah [ b. bk.' da, ölünceye ka­ dar ( 1 204 ) onunla ve diğer kardeşleri ile uğ­ raşmak zorunda kaldı. Süleyman-şah’■ tâkip eden oğlu Sultan Kılış Arslan 111. [ b. bk.] he­ nüz (ocuk bulunduğundan, uçlardaki Türkmen beyleri tarafından dâvet edilen Keyhusrev I., IV. haçlı ordusunun İstanbul’u işgali ( 1 2 0 4 ) dolayısı ile, imparator Trabzon’da yeni bir devlet ( Pontus ) te’sis ederken. İznik 'te diğer bir Bizans devleti kurmağa çalışan Theodor Laskaris ile anlaşarak, Anadolu ’ya döndü ve yeğenini hapsederek, tekrar Selçuklu devleti­ nin başına geçti ( 1205 }, Süleyman-şah tara­ fından Anadolu ’da kurulmuş olan birliği tak­ viyeye çalışan Keyhusrev 1. şimalde A lesios III. Komnenos’u mağlûp ve cenupta Antalya ’yı zaptetti ( 1207 } ve Venedikliler ile ticâret merkezi olan bu şebre sü-başt { „vâli- kuman­ d an ") olarak, Mubâriz al-Din Er-Tokuş’u tâyin e t t i; müteakiben ermeni kıralı Leon II. ’a kar­ şı yürüyerek, bâzı arâzt aldığı ve onun oğlunu mağlûp ve esir ettiği ( 1209) gibi, Eyyûbî hü­ kümdarı al-Malik al-'Âdil [ b. b k .]’in şimalî Su­ riye ve şarkî Anadolu’yu istilâsını önledi ve nihayet Keyhusrev, kendisine sığınan Bizans imparatoru Aiezios Komnenos’u himaye ettiği için, aralarının açıldığı İznik kıratı Laskaris 'e karşı yaptığı seferde, Alaşehir civarında şehit düştü t 1211 ) t bk. mad K EY H U SR E V i.]. Yerine meliktik hayâtını Malatya ’da geçiren ‘İzz al-Din Keykâvus, Selçuklu devlet erkânı­ nın kararı ile, sultan ilân edildi ise de, küçiik kardeşi Tokat meliki Keykubâd 'm tahta hak iddia ederek, cülfis merasiminin yapıldığı Kay­ seri ’ye yürümesi, fakat muvaffak olamaması do­ lay ısı ile, durum Keykâvus lehine neticelendi ( i z l i —1219)- Laskaris ile müsait bir anlaşma imzaladıktan ve ermeni kiralının hediyelerini kabül ettikten sonra, 'izz al-Din Keykâvus L, babasının Anadolu ’daki iktisâdı siyâsetine de­ vamla, Kıbrıs kıralı ile olan anlaşmayı yenile­ di ve şimal ticâretini emniyete almak için, S i­ vas ’a yürüyerek, oradan Sinop yola üzerinde Trabzon rum kıralı A lexios ’u esir e tt i; müte­ akiben SiDp’a hâkim oldu ( 1 2 1 4 ) ve Alexios ’u tâbiiyetine aldı. Diğer taraftan halkı Kıbrıs ’tâki lâtinlerin tahriki ile isyân etmiş olan Antalya ’yı, karadan ve denizden baskı altına alarak, zaptetti ( 1 21 6) ve vaktiyle kardeşi île arasındaki mücâdele sırasında Karaman, Ereğli ve Ulu-Kışla ’yı ele geçirmiş olan ermeni kira­ lına karşı harekete geçerek, çetin savaş ve muhasaralar ile ertnenüeri mağlûp ve adları !



geçen yerlerden başka bâzı ermeni müstahkem kalelerini tahrip etti BÖylece vıllık vergi ve icâbında askerî yardım taahhüdüne mecbur tutulan ermeni kıratı Selçuklu tâbiiyet çe gir­ miş oldu ( 12 18 ve her iki tarafça tacirlere ser­ bestlik verildiği hakkında uçlardaki Türkmen beylerine tebliğler yapıldı. Bundan sonra Su­ riye deki Eyyûbilerin dâhili işlerine karışan K eykâvus!., ermeni seferinden önce tâbiiyetini bildirmiş olan Ha leb Eyyûbî hükümdarı al­ Malik al-Zâhir 1 b. b k .j’in ölümünü müteakip, yeni Eyyûbî hükümdarı al-Malik al-‘A z iz 'e karşı al-Malik at-Afzai ile birlikte, Haleb topraklarına g ird i; Menbic ’i zaptetti, fakat al-Afzat *ın lıiyâneti yüzünden, Elbistan a dönmeğe mecbûr oldu { 1218 I ve geriden gelen Urfa ve Harran Eyyûbî hükümdarı al-Malik at-Aşraf Selçuk­ lulara geçen kaleleri istirdat etti. Derhâl se­ fere hazırlanan ve Artukiu hükümdarı Naşir al-Din Mahmûd ile Erbil hükümdarı Muzaffar al-Din Kök-Böri [ b. bk.]’yî tâbiiyetine alan Keykâvus 1., al-A şraf ’e karşı ordusu başında Malatya ’ya geldiği zaman, hastalandı ve uğra­ dığı Suriye hezimetinin ağır te’siri altında öl­ dü ( 1220 ) [ bk. mad. KEYKÂVUS I.]. Keykâvus I. 'e karşı başarısız Kayseri mu­ hasarasını gördüğümüz ve sonra A n k a ra ’ya sığınmış, bir müddet de Malatya civarında bir kaleye hapsedilmiş olan ‘A la’ al-Din Keykubâd I. ( 1220— 1237 ) ’ın sultan olması ile, Anadolu Selçuklu devletinde büyük bir gelişme vukû bulmuş idi. Kendisine saltanat menşûru halîfe al-NSşir li-Din Ailâh tarafından meşhur sûfî Şihâb al-Din Abu H afş'O m ar Sulıravardi [ b. bk ] eli ile gönderilen Keykubâd Mısır Eyyûbîleri ile rekabette olduğu için, bir dosta mnhtae bulunan al-Malik al-A şraf ile ittifak etti; zîra şarkta en büyük türk-islâm siyâsî teşek­ külü Hârizmşâhlar imparatorluğunu bir ham­ lede çökerterek, şür’atle garba ilerileyen Moğui istilâsının (tafsilât için bk. İ. Kafesoğlu, H&rezm şahlar. . . , s. 229—285) yakın şarkı kasıpkavurduğu bu yıllarda memleketi dâhilden ve hâricden düzenlemek lâzım idi. Kale ve şehirleri tahkim ettikten sonra, Antalya yanındaki as­ kerî ve ticarî ehemmiyeti büyük Kolonoros kaies'ni karadan ve inşâ ettirdiği ilk Selçuklu donanması ile denizden kuşatarak, Antakya sü-başısı E r-T ok u ş’un da tavassutu ile rum hâ­ kiminden aldı ( 1223 ). Şehir ve kalesinin yeni­ den İnşâsından ( 1226 ' sonra, sultanın adına izafetle, A lâiye ismi verilen bu kale Keykubâd ve halefleri zamanında sultanların kışlık mer­ kezi oldu. Keykubâd kendine muhalif bîr ta­ vır takman büyük kumandanlardan S ayf alDin A y-A ba, Zayn al-Din Beşâre. Mubâriz alDin Bahram-şah ve Bahâ’ ai-Din Kutinğca



SELÇ U K LU LA R. 'yi idâm ve diğerlerini sürgün ederek, devleti takviye ettikten sonra, Kıpçak sahasına ve K ı­ nın ’a moğul altınları dolayısı İle, âsâyîşi bo­ zulmuş, K aradeniz’de seyreden ticâret gemi­ lerinin emniyetini tehlikeye düşürmüş olan, Sel­ çuklulara tâbi, Trabzon rûm kırallığına bağlı olmakla beraber, Moğolların Karadeniz şima­ linden çekilmeleri üzerine, sahipsiz kalan K ı­ rım ’daki ticâret limanı Suğdak *ı almak mak­ sadı ite, Kastamonu ’daki uc beyi Hüsâmeddin Çoban ’ı, Sinop 'ta kurdurmuş olduğu tersane­ lerde inşâ edilen gemiler ile, sefere me’ mûr etti (12 2 6 ). Bu münâsebetle Selçuklular, Su ğd ak ’i aldıktan başka, bir çok rus ve Kıpçak beyle­ rini de iltihâka mecbur ettiler. Diğer taraftan kara kuvvetleri tle Mubâriz al-Din Er-Tokuş ve deniz kuvvetleri ile Mubâriz al-Din Çavlı aynı zamanda ilerİleyerek, Anamur ’u ve Silifke ’ye kadar bütün kaleleri, Maraş istikametinden ge­ len kuvvetler de bir çok kaleleri zaptettiler (1225 ! ve ermeni kıralı Hetum ’u sultana as­ ker göndermek, yıllık vergiyi iki misline çı­ karmak ve parayı Keykubâd adına basmak şartları ile. sulha mecbûr ettiler. Buralara Türkmenler yerleştirildi ve idaresi Kamar al-Din 'e verildi (Kam ar al-Din ili) ki, burası bilâhare Karaman-oğulları zamanında İç-İl adını almış­ tır. Selçuklulara tâbi bulunan Diyarbekir Artuklu hükümetinin, kendisince daha az tehli­ keli görülen Mısır Eyyûbi hükümdarı al-Malik al-Kâmil f b. bk.] 'e bağlanması ve moğullarm önünden kaçarak, geldiği Selçukluların şark hudutlarında faaliyet gösteren Calâl al-Din Hvgrizmşâh f b. bk.] ile ittifak etmesi Snitan K eykubâd’ı şark seferine zorladı ( 1226 ). Kâh­ ta, Hısn-Mansur ( A dı-Yam an) ve Çemişkezek kalelerini kuşatıp zaptederken, üzerine gelen müttefik kuvvetleri mağlûp eden Keykubâd, Artuklu meliki Mas'üd ’un tâbiiyette kalma ricfismı kabût etti ve daha sonra Eyyûbtler ile uzlşamak yoluna g ird i; zîra moğul tehlikesi yaklaşmakta idi. al-Malik al-'Âdil ’in kızı ile evlendi ve müteakiben devletin şark sınırla­ rını emniyete almak için. Mengücük-oğullanndaki Erzincan ve Kemah ile Şebiu-Karahisar '1 ilhak etti 1 1228 ) ve oğlu Keybusrev ’i oraya melik ve Mubâriz al-Din E r-T okuş’u ona ata­ bey tâyin etti. Calâl al-Din Hvârizmşah ’m Selçuklu hudutlarında belirmesi ve Erzurum meliki Cİnan-şah’ m A hlat Eyyûbîlerİ ile an­ laşması, Trabzon kıralı Andronikos ’un tâbii­ yetten çıkma temâyülünü göstererek. Samsun ve Sinop limanlarına hücum etmesi. Sultan ‘A lâ' al-Din Keykubâd ’1 bir Karadeniz sefer tertibine mecbur etti. Er-Tokuş idâresmdeki, Erzincan meliki Keyhusrev ’in kuvvetleri İle



3*3



takviyeli ordu, denizden sevkedilen donanmayı desteklemek üzere, Bayburt—Maçka yolu ile ulaştığı Trabzon ’u muhasara etti ise de, şid­ detli fırtına yüzünden, bu teşebbüs neticesiz kalmış ve Andronikos, ancak Hârizmşab ’ın 1230 ’daki mağlûbiyetinden sonra, tekrar tâbii­ yete alınmıştır. Moğullar ile mücâdele eden Calâl al-Din ile hlristiyanlar ile dövüşen Keykubâd arasında başlayan iyi münâsebetler, Hfirizmşâb ’ın Eyyûbiler elindeki A hlat şehrini uzun bir kuşat­ madan sonra alıp, ağır şekilde tahrip etme« ve halkını kıtale mârûz bırakması üzerine, bo­ zuldu. Cesur, fakat siyâsî ihâtadan mahrum Hârizmşab, himâyesine aldığı Erzurum meliki­ nin tahriklerine kapılarak. Keykubâd ’a cephe aldı. İki ordunun karşılaştığı E rzincan’da, Yassı-Çemen muharebesinde (ağustos 1230), Hârizmşab ’ın ordusu hezimete uğradı, CihanŞah esir edildi ve Erzurum teslim alındı. C alâl al-Din ’in 12 3 1 ’de Ölümünden sonra, Selçuklu devleti zaman-zaman tâ Malatya havâlisine kadar çapul hareketleri görülen moğullar ile komşu olmuş İdi. İhtiyatlı bir hükümdar olan Keykubâd moğul kağanı Ogodai ’ye elçi göndererek, anlaşma arzusunu b ild ird i: fakat kağan bir yarlık İle birlikte gönderdiği 1236 tarihli cevâbı mektubunda Selçuklu sultanlığı­ nın moğul tâbiiyetine girmesini, her yıl elçi ve hediyeler göndermesini istiyor idi. Bunu iki hükümdar arasında mûtad elçi ve hediye teâtîsi şeklinde telakki ederek, münâsebetlerin bozulmamasına dikkat sarfeden Keykubâd müstak­ bel tehlikeye karşı tedbirler de alıyor idi. Kamâl al-Din K â m y â r’a Van gölü çevresini ve şimal­ de Tiflis ’e kadar bütün beldeleri zaptetmesi­ ni emretti. Fetihler ilerledikçe, kalelere ve ye­ ni inşâ edilen müstahkem mevkilere askerler yerleştiriliyor, nüfûsu azalmış olan bu bölgele­ re türkter İskân ediliyor İdi. Calât ab D in ’¡n ölümünden sonra Selçuklu hizmetine alınan hârezmlt beylerin kuvvetleri de buralara gön­ derilmiş idi. 1232 ’de askerî ehemmiyeti bü­ yük A hlat şehrinin Selçuklular tarafından iş­ gali dolayısı ile harekete geçen Mısır Eyyûbi hükümdarı al-K âm il’in A nadolu’ yu istilâya gönderdiği kuvvetler, başta Kamâl al-Din Kâm yâr olmak üzere, bütün geçitleri tutan Selçuklular tarafından dağıtıldı 1234 ). Bu mü­ nâsebet ile Keykubâd tarafından Harput işgâl edildi ağustos 1234 i ve Artukluların Harput şûbcsi tarihe karıştı. Müteakiben Urfa, Harran ve Rakka tarafları Selçuklu hâkimiyetine geçti; fakat al-K âm il'in, Mardin’ e kadar yürüyerek, tahrip ve kıtallar ile korkunç bir intikam al­ ması üzerine, büyük bir sefer yapmak maksadı ile, ‘ A la’ al-Din Keykubâd ordusunu Kayse­



3^4



SE L Ç U K L U L A R .



ri yakınındaki Meşbed ovasında topladı. Bir kısım Selçuklu kuvvetlerinin Diyarbekr 1 mu­ hasara etmekte olduğu bu sırada akdedilen bu toplantıda istikbâle râei mühim kararlar veril­ di ; tâyinler yapıldı ve Rukn al-Din Kılıç Arslan ’m veliabdlik merasimi icrâ edildi. Bu esnâda halîfe al-Mustanşir bi ’İlâh 'tan, al-Malik at-Kâm il’ den ve hıristiyan hükümdarlardan gelen . elçiler Musul ’a kadar kesif akınlarım ileriletmiş olan moğullara kargı iş-hirliği kur­ manın zarûretini beyân ettiler. Keybubâd da aynı fikirde idi. Fakat sultan, orada bu elçilere verdiği ziyâfette zehirlenerek, öldü ( 1237 ) ve büyük ittifak gerçekleşemedi. Orta, cenup ve şarkî A nadolu’da siyâsî birliği yaratmağa, bu sebeple nüfus çoğunluğunu türklerin teşkil et­ tiği şimalî Suriye ve H aleb’i Türkiye toprak­ larına ilhâk etmek sureti ile, türk bütünlüğünü vc memleketin siyâsî, coğrafi ve iktisâdı şart­ larım tamamlamağa çalışan, komşu atabeyler ve Eyyûbîleri tâbiiyetine alan Anadolu Türk devletinin bu en mümtaz simasının daha 4 ; yaşlarında iken vefatı, Selçuklular için pek ağır neticeler husûie getirmiştir [ bk. mad.



ti esarete sürükledi. Yağmalayıp, kılıçtan geçir­ dikleri Anadolu 'yu moğuitar yarım asırdan fazla bir müddet sömürdüler. Ğ iyâş al-Din Keyhusrev ’den sonraki Selçuklu sultanları ‘ İzz al-Din Keykâvus H. {124 6 — 1249). Rukn al-Din Kılıç A rslan IV. (1248 — 1249 ), Keykâvus Ih, Kılıç Arslan IV. ve ‘ A lâ’ al-Din Keykubâd II. ( öl. 1254; müştereken 1249— 1257 ), Keykâvus II. ( ikinci defa, 1257— 1259 ) ile müşterek Kılıç Arslan IV. (12 5 7 — 1266 ), Ğ iyâş al-Din Keyhus­ rev III. (12 6 6 —1283 )» Ğ iyâş al-Din Mas'üd II. ( 12 8 3 — 1298), ‘ A İâ’ al-Din Keykubâd III. ( 1298 — 1 3 0 2 ) ve Ğ iyâş a l-D in Mas’ üd 11. (ik in ci defa. 1303—130 8 ) £ bk. m add.j artık bür ve m üstakil değil idiler.



Köse-Dağ muharebesinden itibâren, son Sel­ çuklu devletinin tarihe gömüldüğü 1308 yılına kadar, Anadolu sözde sultanların, şehzâdelerin birbirleri ile mücâdeleleri, devlet adamları ve beylerin ihtirasları ve tahrikleri, suikastlar, moğullara karşı isyanlar, B izan s’a ilticâlar, ■»oğulların intikam seferleri, kıtaller, mâlî müzâyaka, suistimâller, İktisadî çöküntü ve hal­ kın perişanlığı manzarasını arzeder. Anadolu Selçuklu devletinin bu devresinde, mühim ola­ k e y k u b â d i.], Keykubâd ’dan sonra, veliahd Kılıç Arslan rak, şu hâdiseler zikredilebilir: Sayt al-Din yerine, kumandanların ve beylerin rekabetleri Torumtay, Caca-oğln ‘A lâ’ al-Din, Husâm alarasında Erzincan meliki Giyâş al-Dın Keyhus- Din Biçer ve diğer ileri gelen beylerin müdâ­ rev 11. tahta çıktı ( 1237—1246 '. Bu kifâyetsiz haleleri ile kardeş kavgalarının körüklenmesi, hükümdar derhal Sa‘d al-Din Köpek £ b. bk.] Anadolu ’da moğul işgâl kuvvetleri kumandanı *in tahakkümü altına girdi ve onun telkinleri Baycu N oyan’m bir te’dip hareketinde Sel­ ile, büyük Hârizm beyi Kayır Han *ı öldürterek, çuklu kuvvetlerini bozguna uğratması 1 1256 \ isyan eden hârîzmli kuvvetlerin uzun müddet muhteris vezir Mu'in al-Din Süleyman Perva­ devletin başına gâile açmasına sebep oldu [ bk. ne £ b. bk.] ’nin faaliyetleri neticesinde, devletin mad. h ÂRIz m ş â HLAR, D .]. Kendisine rakip say­ Kızıl-Irmak sınır olmak üzere, iki sultanlığa dığı devlet büyüklerini, bu arada atabey meş­ ayrılması . 1259 ), Karamanlıların £ b. bk.] isyan hur Şams al-Din A itu n -A ba’yı da sultana öl­ ederek, Konya üzerine yürümeleri (12 6 2 ', Kadürten Köpek, Selçuklu tahtım işgal emellerini raman-oğlu Mehmed Bey ve G iyâş al-Din S i­ besliyor ve her fırsattan faydalanarak, Kamât ya vug ( C im ri) hâdisesi ( 1277 ), moğullara kar­ at Din Kâm yar ’t ve 'A la’ al-Din Keykubâd şı Hatîr-oğlu isyanı \ 1276 ) ve Mısır türk sul­ devrinin diğer büyük kumandanlarını birer tanı B ayb ars’ın A nadolu’ya girip, K a y se ri’ye birer ortadan kaldırıyor idi. Fakat bütün bu kadar gelmesi ( 1277 ) v. b. B ir daha toparlanmasına artık imkân kal­ desiseleri meydana çıktığı zaman, kendisi öl­ dürüldü ( 1239 ), Bu mes’elede rol oynayan mamış olan Anadolu ’da, X iü . asrın sonlarına Mubazzib al-Din ’A li, Şams al-Din IşfahSni doğru, gittikçe zayıflayan moğul tahakkümü, ve Calâl al-Dın Karatay gibi, devlet adamları­ karşısında, türk beyleri ve halkının yer-yer nın iş başına gelmesi ite, durum kısmen düzel­ direnmeleri görülmüş ve bundan tedricen yıkıl­ miş, hattâ Diyarhekir bölgesi Eyyûbîlerden makta olan Selçuklu devletinin enkazı üzerinde alınarak, Selçuklu devletine ilhâk edilmişi 1241 ) yavaş-yavaş Anadolu beylikleri ( Pervfine-oğulise de, siyâsî ve dinî zaafları bertaraf etmek lan, Sâhib Ata-oğulları, Karasi-oğulları, Germümkün olamamış idi. Baba İshak adlı bir miyan-oğulları, Saru han-oğullan, Aydm-oğulTürkmen şeyhinin idâre ettiği ve bin müşkilât lan, Menteşe-oğulları, Hamîd-oğulları, Eşrefiie bastırılan „Babâiler" isyanını moğul istilâsı oğulları, İnanç-oğulları,, Candar-oğulları, Katâkip etti. Baycu Noyan idaresindeki moğul raman-oğulları £ bk. madd.j v. b .) tevekkül et­ ordusu S iv a s ’ın şarkında Köse-Dağ mevkiinde miştir. Anadolu Selçuklu devletinin garb uç­ Selçuklu ordusunu korkunç bir hezimete uğ­ larında 1299 ’dan itibâren gelişen Osmaniı bey­ rattı (temmuz 1243 ). Bu mağlûbiyet memleke­ liği de bunlardan biridir ki, manevî yapısı ve



SELCu k L u L a r . teşkilâtı bakımlarından, Selçuklu bir çok kıymetler devr alan bu Anadolu ’ yu türk vatanı olarak mamış, aynı zamanda dünyanın ratorluklarından birin' kurmağa muştur. III.



türklüğünden beylik, yalnız tutmakla kal­ büyük İmpa­ muvaffak ol­



S e l ç u k l u İm p a r a t o r l u ğ u n u n YÜ K SELİŞ S E B E P L E R L



Buraya kadar siyâsî tarihini ana çizgileri İçinde tanıtmağa çalıştığımız Selçukluların yakın-şark sahasında büyük bir siyâsî teşkilât te’sis etmeleri, Anadolu ’yu bir türk yurdu hâ­ line getirmeleri ve böylece türk tarihine yeni hir veçhe verebilmeleri, ayrıca aşağıda verece­ ğimiz izahattan da anlaşılacağı üzere, orta çağ çerçevesinde İslâm dünyasına yeni bir zihniyet kazandırmaları ve nihâyet garp üzerinde te’sirleri ile dünya tarihînde mühim bir mevki alma­ ları gibi, muazzam başarılarının başlıca âmil­ leri olarak, şu noktalar üzerinde durulabilir: i. H o r a s a n ’d a y e r l e ş m e . Selçuk ’un kendine bağlı kütleler ile Oğuz ülkesini terk etmeğe karar verdiği zaman, ünce türk göç­ lerinin an’anevî İstikameti ve X. asır boyunca Oğuzlardan bir kısmının ( Uzlar, bk. mad. OĞUZ­ LA R ), Peçenek ve Kuman türklerinin zâten hicret ettikleri memleketler olan garba gitmeği de düşünmüş olması mümkündür. Fakat basım mevkiindeki Hazarların [ b. bk.] hâkimiyeti cid­ di bir engel teşkil ettiğinden, o kendisine açık bulunan cenûp istikametini seçmiş idi ( krş. M, A . Köymen, Büyük Selçuklu imparatorluğunun kuruluşu, 1, 106 v.d.). Yöneldiği Mâverâünnehr bölgesi esasen Selçuklulara yabancı değil idi. Sır-Derya kenarlarından Buhârâ yakınlarına kadar uzanan mıntaka sâkinleri kısmen türklerden müteşekkil İdî. XI. asrın mühim müellif­ lerinden Kâşgarh Mahmüd { Divân luğât al~ türk. nşr. Besim A talay, T D K , Ankara, 1941, 111, 149 v.d .)’ a göte burası türk ülkelerinden olup, bilâhare iranlıların çoğalması ile, „acem mülkü" hâline gelmiş idi. Yukarıda bahsettiği­ miz gibi, Sır-Derya kenarında türk şehirlerinin mevcut olması da bu kaydı te’yit eder mâhi­ yettedir. Selçuklu türkleri için yeni yurtların­ da karşılaşılan İslâmiyet de büyük bir mânîa teşkil etmiyordu. Nitekim daha X. asrın başlarında Oğuzların şimalindeki İtil ( Volga ) Bulgarları arasında tanınmış ve kâbût edilmiş olan İslâm dini ( bk. İbn Fazlan, Rihla, hşr. Z, V. Togan, Leipzig, 1939; K. Czegledy, Zar



Meschheder Handschrift vonlbn Fadlan's Retsebericht, Ada Orientalia, 1 9 5 1 , 1, 1 —2, s. 2 17 — 260), şüphesiz, sonraları „Selçuklu" diye anılan zümrenin de dâhil bulunduğu Oğuzlar arasında mecbûl değil idi. Bu itibârla Selçuk ’un Cend İşlim An«t!ıIopedUt



bölgesinde yurd kurması ve maiyetindeki kuv­ vetler ile birlikte İslâm dinine girmesi tabiî kabul edilmek gerekir kİ, bundan sonra bn kütle baş-buglarının birer İslâm mücâhidi olai rak görünmelerinin mânası, muhitin şartlan ve devrin dinî telakkileri zaviyesinden bakıl­ dığı takdirde, daha kolay anlaşılır. Ancak Selçuklular geldiği zaman, ilk islâm-türk dev­ leti olan Karahanlılar ile Sâmânîler arasındaki Mâverâünnehr ’de hâkimiyet mücâdelesi hayli şiddetlenmiş bulunuyor ve savaşlarda Selçuklu kütleleri, bilhassa kendine bağlı Türkmenleri ile Arslan Yabgu Sâmânîler tarafında yer alı­ yordu. Rakiplerine yardım etmelerinden de anlaşılacağı üzere, aynı soydan, fakat çok kuv­ vetli ve büyük Karahanh devletinin hâkimiyeti altına girmek istemeyen Selçukluların, Sâtnânî devletinin yıkılmasını intaç eden ve daha son­ ra Semerkand hükümdarının tatbik ettiği Karahanh tazyiki karşısında Mâverâünnehr'de kalmaları bahis mevzuu olamazdı. Buna göre, ya çok uzaklara giderek, elverişli yerleşme sahaları bulmak (Ç ağrı B e y ’in keşif seferi), yahut hemen yakında kâin Horasan mıntakasmda mekân tutmak gerekiyordu. Arslan Yab­ gu Türkmenlerinin Gazneli sultanı Mabmud ’dan Horasan ’ da yurt sâhası vermesi ricâsında bulunmaları buranın Selçuklular nazarındaki ehemmiyetini gösterir. Gerçekten Nîşâpûr, Se­ ra hs, Tös, Merv ve Belh gibi, büyük iskân yer­ lerini ihtiva eden geniş Horasan kıt’ası, coğrafî şartları ve iklimi itibârı ile, boz-kır kültürü hayâtını yaşayan türkleri en iyi şekilde barın­ dırabilecek bir ülke idi. Daha ziyâde sahrâiarda oturan türkierin büyük koyun, sığır ve! at sürülerinden elde ettikleri mahsulât, şehir ve köylü ihtiyaçlarını karşılaması ve yerli sanayi için ham madde teşkil etmesi sebebi ile, yerleşik iktisadiyâtı itmam edecek mâhi­ yette İdi ve böylece Selçuklu kütlelerinin, yer darlığını ortadan kaldırdıktan başka, geçim sıkıntısını da bertaraf etmeleri mümkün idi. Fakat Horasan kıt’ası, arzettiğimiz husûsiyet* terinden dolayı, yalnız türkter için değil, orta çağ dünya ticâretinin belli-başlı noktalarından biri olarak da büyük ehemmiyeti hâiz bulunu­ yordu. Bagdad başta olmak üzere, Irak ve umÛmiyetle yakın şarktan orta A s y a ’ya, uzak şarka ve Volga üzerinden garba ve İskandinav­ ya ’ya doğru uzanan' ana ticâret yolları bura­ dan geçiyor ve bilhassa Horasan ’ın baş-şehri Nîşâpûr çeşitli istikametlerden gelen bu yolların kavşağında, şark-ğarp-cenÛp ülkeleri emtiasını taşıyan kalabalık kervan kollarının konakladı­ ğı mühim ‘m enzillerden birini teşkil ediyor 4 bölgeye canlı ticarî faâliyet ve İktisâdi refah getiren bu :dürıiüia ilâveten, askerî' sevkıyat







m



Se l ç u k l u l a r .



için, fevkalâde müsait yollar dolayısı ile, kıt’a olduğu için, burada devlet mefhûmu ve hukuk seykulceyşî youdetı büyük ehemmiyet arzedi- anlayışı tabİatiyle Tâhirîler ( 821—8.731 b.. bk.) yor idi ( bk. C. E. Bosworth, The Ckaznevida, ve Sâmânîler tarafından da devam ettirilmiş, their Em pire in A fghanistan and Eastern Iran olan Abbâşî-isiâm an’anelerine dayanıyordu. 994— 1040, Edinbourgh, 1963, s. 149 v.d.). Bilâ­ Boz-kır telakkilerini hâmil Selçuklu... türklerU hare Selçuklular zamanında şarkın en büyük nin böyle bir muhitte devlet kurabilmeleri an­ siyâset, İdâre, edebiyat ve ilim adamlarını ye­ cak İslâmiyetin ve mahallî husflsiyetlerin ge­ tiştiren bu mıntaka, belirttiğimiz hususiyetler rektirdiği yeni şartlara uymakla kabil idi. Sel­ sebebi ile, İslâm dünyasının ilim merkezlerinden çuklu başhuğlarınin bu mevzuda fevkalâde bir biri idi { Barthold-Köprülü, îslâm medeniyeti ta­ maharet gösterdikler! müşahede edilmektedir rihi, İstanbul, 1940, s. 8a v.d., 87 ). Karabanlı- ki, H orasan’a indikleri tarihlerde, birer mace­ lar ile Sâmânîler ve Karahanlılar-Sâmânîler* raperest ve birer türedi değil, fakat eski türk Gazneliler arasında en büyük siyâsî rekabet sa­ hanlar veya b eyler. sülâlesine mensûbîyetleri hası olan bu kıt’amn, bu devletler arasındaki dolayısı ile, dâimâ bîr hâkimiyet şuuru taşı­ savaşların başlıca hedefini teşkil etmesi de, ikti­ dıkları düşünülecek olursa, devlet kuruculuk sâdı, askeri ve harsî ehemmiyetini ortaya koyar. an’anesine sahip Selçuklu idârecilerinin yeni . Bu bakımdan Selçukluların da, her ne bahâsı­ şartlara intibak edebilmelerindeki sür’ate şaş-: na olursa-olsun, aynı hedefe ulaşma gayret­ mamak lâzım gelir. En müşkül zamanlarında lerini tabiî saymak icâp eder. H orasan’a na­ dahî onların bu şuuru kaybetmediklerini ve zaran ikinci derecede kalmakla beraber, aş.- müstakil bir devlet meydana getirme gayesinin yk. aynı husûsiyetleri hâiz Hârizm ’den ayrıl­ mefkûrevî bir hâl aldığını gösteren tarihî ka­ mak mecbûriyetınde kalan Tuğrul ve Çağrı yıtlar vardır. Karabanlı hükümdarı Yusuf K a­ Bey ’ler doğrudan-dogruya Horasan ’da devlet dir Han.jte Gazneli Mahmud arasındaki; meşr. kurma işine girişmişlerdir. Sayıca pek mahdut hûr Mâverâünnehr. mülakatında K adir Han oldukları kaynaklarca da sâbit bulunmasına Selçukluların taşıdıkları bu fikre bilhassa-işa­ rağmen, Selçukluları bu teşebbüslerinde haklı ret etmiş idi. Gazneli Mahmiıd tarafından tev­ çıkaracak başka şartlar d a . mevcut idi. İklimi kifinden sonra, Arsjan Yabgu çok perişan bir ve tabiî, durumunun türkler için ne kadar mü­ duruma düşen diğer Selçuklu başbuğlarına sait olduğunu belirttiğimiz bu kıt’ada esasen gönderdiği haberde Sultan Mahmud ’un bijr kö­ Gazneli Mahmud tarafından buraya nakledilen le oğlu ( mavlâ-zâda ) olduğunu hatırlataıak, Arslan Yabgu Türkmenleri dışında da türkler devletin böyle adamlara kalamayacağını belirt­ bulunuyordu. Selçuklulardan önceki zamanlar, ti kten sonra, „biraderlerinin" ümitsizliğe kapıl­ da şarkî ve şimâl-İ şarkî İran sabalarında türk- madan, „taleb-i mülke" devam etmelerim iste­ lerin yaşamakta oldukları hakk|ndaki görüşleri miş idi ( Rahat al-şudür, s. 9 1 ; türk. trc., s. 89 kuvvetle destekleyecek delillerden birini umû­ v.d.). Ç ağn B e y ’in şarkî Anadolu seferi bü mî telakki ve yaşayış bakımından türkler ile maksatla yapıldığı. gibi, Sultan Tuğrul Bey ta­ Horasan ahâlisi arasında büyük bir ayrılık ol­ rafından halîfe al-Kg’iın bi Am r A lla h ’a gön­ madığını. söyleyen Câhiz ( ölm. 8Ö9 ) [ b. bk.] derilen. ve sultanın G.azne hükümdarlarından vermektedir. Onun şehâdeti.ne göre, türk ile üstün bulunduğu belirtilen, 435 ( >043) tarihli/1 horasanlı arasındaki fark ancak medinelt arap mektupta „kendisine yapılacak hizmetin da-V ile mekkeli arap arasındaki farktan .İbaret ol­ ha yüksek olması icap ettiği" kaydedilmek duğu gibi, abBirûnî (,ölm, 1051 ).[b . b k j ’nin sûr.eti ile ( Barhebraeus, 1,' 299) aynı husûstasrih ettiğine göre de, İran ije „Turan" ara­ tekrarlanmış olmaktadır. Selçuklulardaki dev-, sında nihayet Meşhed’den . bir sınır çizmek let mefhûmu ve ona verdikleri yüksek de­ mümkündür. ( C. E.. Bosvvortb, ayn, e s r . s. ğer 1038. yılında Tuğrul Bey ’in elçisi ve ön­ *05 v, dd.). işte böyle. İktisadî, askerî ve kav- cüsü sıfatı İle Nîşâpûr ’a gelen İbrahim Ym al mî yönlerden Horasan.kıt’aşı Selçuklu devleti­ ’ıu yaptığı konuşmalardan da sarahatle anla­ nin, kurulmasını teşvik ve sağlamlaşmasını te’* şılmaktadır. Y ın a l’a göre, o zamana kadar et-rafta görülen âsâyişsizlik ve nizamsızlık „küçük m in,«den.başlıca âmil olmuştur, . .2. S e l ç u k l u d e v l e t i n i n v a s f ı v e adamlardan" sâdır olan şeyler idi ; hâlbuki b ü n y e s i. Yukarıda anlatılan hususlara rağ­ şimdi „âdil pâdişâh" Tuğrul Bey ’in idaresinde men,.,; Horasan, îetimâî ye fikrî hayat bakımın­ devlet kurutmuştur j artık kimse işleri ihlâl et­ dan, .^yerleşik yaşayış tarzının ..mevcut olduğu meğe, nizâmı bozmağa cesaret edemeyecektir şehirlerinde ve kasabalarında Abbasî hilâfe­ ( Bay hak i, s- 55 1 v .d .; bir.de bk, M A. Köytine.«. temsil edilen şark- İslâm kültürünün hâ­ m m , Selçuklu devletinin kuruluşu, 11, 9.4—97), kim .bulunduğu ve aynı zamanda, geniş imkân­ Daba sonra Nîşâpûr ’a gelen Tuğrul Bey hür-: ları sebebi ile, bu kültürün geliştiği ..bir, saha metle karşıladığı meşhur kadı Şâ'id ’in nasi-,



S£l £LiIÎLULA8. batlerini dnlem iş ve kendisi yerli adetleri* nı bilmediği için, kadı’nın tavsiyelerini esir­ gememesini ricâ etmiş ve işlerin tedvirini Bûzgân sâlârı Abu ’ 1-Kâsim ai- Kavbâni 'ye tevdi etmîptir ( Bayhaki, s. 553 v.d .; M. A . Köymen, ayn. -¿ir., S. 96 v.dd.). Abu ’l-Kâsim ’in Sultan Tuğrul Bey ’in ilk veziri olarak gösterilmesi ( Râftat al-şudur, s. 98, türk. trc., s. 96; İbn aîA şir, 436 yılı vekayii) ve onu müteakip, 'A mi d al-Mulk al-Kunduri’ye kadar diğer iki iranl: vezir ı Bk. H. Bovven, Nates an some early Selju gu id Viziers, B S O A S , 1957 XX, 105— 1 1 0 ) Selçuklu devletinin kuruluş ve ilk geliş­ mesi sırasında nasıl bir hüviyet kazandığını isbâta kâfidir. Horasan ’da bütün tarih'eri bo­ yunca Selçuklu imparatorluğu ve devletlerinin hâkim vasıflarından biri olacak olan, şeriatı, telakkileri ve teşkilâtı ile, bir İslâm devleti kurulmakta idi. Fakat bu devlet, sırf hilâfet merkezinden uzaklığı dolaylsı ile, aynı bölge, lerde teşekkül eden, Tâbirîter, Saffârîler ve Sâmâniler gibi müslüman-iranlı devletlerden çok farklı bulunuyordu. Boz-kırlardan gelen ve yeni islâmiyete girmiş . olan Selçukluların kendilerine pek yabancı olmadığını belirttiği­ miz bu muhitteki devletlerinde atalarının asır­ lardan beri izinde yürüdükleri türk hâkimiyet telakkilerini yaşatacakları, eski kavmî anane­ lerini devam ettirecekleri tabiî İdi. Daha aşa­ ğıda açıklanacağı üzere, örf ve âdette, adalet anlayışında, hükümdarlık telakkisinde, hilâfet mevzuunda, dinî müsamaha ve verâset mesele­ lerinde görülen ve devletin diğer bir hâkim vasfı olarak uzun müddet kendisini hissettiren bu husüsiyetler Selçuklu devletini türk ve İs­ lâm tefekkür, an’ane ve teşkilâtının imtizacın­ dan doğan bir siyâsî teşekkül hâline getir­ miştir. Bu iki ayrı unsuru, an’anevî devlet ku­ ruculuk kabiliyetleri sâyesinde, birbirleri ile ahenkli şekilde uzlaştırmasını bilen ilk S el­ çuklu idârecileri, devleti o kadar sağlam te­ mellere istinat ettirmişler idi ki, böylece orta çağ İslâm âleminde Selçuklu imparatorluğu ite meydana gelen yeni devlet fikri, hâkimiyet anlayışı ve dünya görüşündeki yeni zihniyet, bütün cepheleri ile, daha sonraları da İslâm dünyasında asırlar boyunca yürürlükte kal­ mıştır. Daha ziyâde eski türk telakki ve an’aoeleri mer’iyette bulunduğu için Karahanlllar, İslâm ülkelerinin şark hudödu'nda kurul­ muş ve daha çok Hindistan ’a yönelmiş olduğu için Gazneliler, Selçuklulardan sonra teşekkül’ etmesine rağmen, hâkim zümre ile yerli tebea arasında samimî bir baj; te'sis' 'edememiş ol­ duğu için Hârizmşâhlar gibi; türk-İslâm dev­ letlerinin başaramadıkları ve bu sebeple tarihte fazla bir fe'sir bırakmadan silindikleri bir çev­



rede, en bârız vasfı İslâm ve türk husüsiyetlerinîn birbiri ile kaynaşması olan ve nüvesi Ho­ rasan ’da teşekkül eden Selçuklu imparatorlu­ ğunun islâm dünyasının ortasında kurulması, siyâsetinin islâm âleminin içine, onun raaddîmânevî mes’elelcrine teveccüh etmesi ve âdil bir idâre yolu ile balkın devlete bağlanması Selçuklu devletinin büyük siyâsî muvaffakiye­ tinde ve ictimâî-fikrî sahada muazzam bir ge­ lişmeye ulaşmasında kat’î âmiller olarak gö­ rünmektedir. Bununla birlikte, Selçnklıi devleti bünye itibârı ile, eski Sâsânî veya A bbasî im­ paratorlukları gibi, merkeziyetçi bir teşekkül olmamıştır. En kudretli çağı olan imparatorluk devrinde bile, Selçuklu âilesine mensfip me­ likler, Türkmen beyleri, mahallî bânedan reis­ leri ve tâbî hükümdarlar iktidarlarının büyük sultanın doğrudan-doğruya şahsına bağlanma­ sından meydana gelen, fakat payitahttaki bü­ yük divânın vâsıtasız sultası altında birle­ şemeyen bu tarz idâre, boz-kır kültürünün karakterinden doğan eski türk devlet an’anesinin ( msl. A sya Hun, Avrupa Hun, Köktürk İm paratorlukları) devamından îbâret olup, türk hükümdarlık telakkisi ve dünya hâkimiyeti fikrine uygun düşmektedir. Bn sebeple Sel­ çuklu imparatorluğunu, sırf İran sahasında ku­ rulmuş olduğu için, alışılmış, fakat türk devlet sistemine tatbiki isabetsiz olan yerleşik devlet telakkisi zaviyesinden mutâiea etmek gibi yan­ lış bir tutum ile, onun bir aşiret ittihadı ol­ maktan kurtulamadığı, merkeziyetçi bir idâre usûlü kuramadığı şeklinde âdetâ suçlanması imparatorluğun türk gerçeği cephesinin göz­ den kaçırıldığına delâlet eder. Nizâm al-Mulk başta olmak üzere, yerli vezirler, türlü teşebbüs­ ler ile bu devleti Sâsânî ve Abbasî örneklerine benzetmeğe çalışmışlar ise de, Selçuklu sultan­ ları ve türk idârecileri bu gibi, cihan-şümûl türk hâkimiyet fikrini tahdit edici vasıftaki gayretler île pek alâkalanmamışlardır. Sultân Tuğrul B e y ’in bâzı Türkmen birliklerini tâkip etmesi ( msl. İbrahim Yınal vâsıtası i l e ) merke­ ziyetçi bir fikir taşıdığından dolayı değil, onları itâat altına’almak sûreti üe, asayişi sağlamak ve zararları önlemek düşüncesinden ileri gelmiştir. Orta çağlar boyunca bütün türk-islâm devletle­ rinde cârî olan adem-i merkeziyetçilik, Fâtih Sultan Mehmed’ in cezrî tedbirleri ile, ancak Osmânlı imparatorluğunda değişme yoluna gir­ miştir ( krş. Halil İnalcık, Osmanlı hukukuna giriş, Siyasal bilgiler fakültesi dergisi, 1958, X lll/z , 10a— 107). 3. K a v m î h u s ü s i y e t l e r . Nüfûsun ek­ seriyetini iranlı, arap v. b. gibi türk olmayan ahâlinin teşkil ettiği Selçuklu imparatorluğun­ da kavmî ’bir unsur olarak türklerin kendilerini'



388



SELÇUKLULAR.



dâimâ koruyabilmelerini sağlamış olan türklere mahsus devlet an’aneleri, Örf ve âdetler ve nihâyet türk kütlelerinin büyük bir kıskanç­ lık ite sarıldığı ana-dil tiirkçe, İslâm dünya­ sında kurulan ve gelişen bu imparatorluğun hâkim zümresinin yabancı muhit ve kültürler içinde tereddiye uğramak sureti ile idâre mev­ kiinden ayrılarak, i’tilâsmı durdurmasına mâni teşkil etmiş ve dolayısı ile bu husâsiyetler, devleti tutmak ve ileriletmek bakımından, türk şuÛrunun dâimâ uyanık bulunmasına yardımcı olmuştur. Bu şuur başta hükümdar ailesi otan Selçuklu hanedanında yaşıyordu. Çeşitli ül­ kelere hâkim imparatorluklarda umûmiyetle görüldüğü üzere, iç idâre teşkilâtıma yerli devlet adamları tarafından tedvir edildiği bu türk devletinde de, halkı sevk ve idâre etmek için hükümet ile tebea arasındaki yazılarda kısmen farsça ve arapça kullanılması zarurî ol­ masına mukabil, türkçe hükümdar ye ailelerinin saraylarda, türk nüfûsunun ve imparatorluğun her tarafına dağılmış ve muazzam bir yekûna bâliğ olan türk askerî kuvvetlerinin her yerde konuştuğu dil idi. Türklerin daha Önceleri ken­ dilerine mahsus yazıları ve gelişmiş bir edebî dilleri olduğu hâlde, İslâm dininin te’siri ile, o çağda Kur’an dili olduğu için yaygın bulu­ nan arapçanın ve esasen türk sultanlarının himâyesinde gelişen farsçanın yanında, türk dilinin umumileşmemiş olması, imparatorluğun zâti mâhiyetinden doğduğu için, tabiî karşılan­ mak gerekir. Ayrıca bu durum, türkçenin bir az önce bahsettiğimiz bakim zümre türk un­ surunu tutmak ve biribirine yaklaştırmaktan ibâret tarihî vazifesini ifâya halel getirmemiş ve msl. Selçuklu türklüğü, dillerini unutarak, Ç in ’de Tabgaçların, hıristîyan muhitinde Ma­ carların ve Tuna Bulgarlarının âklbetine uğra­ mamıştır. Aksine, bilhassa Selçuklu impara­ torluğunun garp sınırlarına sevkedilen kesîf Türkmen kütleleri sâyesinde, türkçe tedricen, A nadolu’da tek hâkim konuşma ve edebiyat dili olmuştur ( aş. bk.). Büyük Selçuklu imparatorluğu zamanında da türkçenin ehemmiyetini gösteren vesikalar var­ dır. Bunlardan biri 1074 yıbnda Bagdad ’da türk dilcisi Kâşgartı Mahmud tarafından yazılan D i­ vân luğüt al-türk ’tür ( bk, M. F. Köprülü, Türk d ili ve edebiyatı hakkında araştırmalar, İstanbul, 19 34,3- 33—44i İ- Kafesoğlu,Saltan M elikşak. . . . s. 188 ) ki, müellif bu kitabını türk olmayanların türkçeyi öğrenme ihtiyaçlarını karşılamak üze­ re yazdığını kaydeder. Kâşgarlı Mahmud ’un Buhâ^âlı ve Nîşâpûrk. iki hadîs âliminden du­ yarak, zaptettiği „türk dilini öğreniniz, çünkü onların^ uzun , saltanatı var" mealindeki hadîs de ayrıca devrin-dikkate şâyân b ir telakkisini



ifşâ etmektedir ( D ivân, I, 4}. Türk sözünün „olgunluk çağı" mânasına geldiğini İfâde eden K âşgarlı Mahmud { Divân, 1, 363 ) ’ un bunları yazarken, bir türk olarak duyduğu üstünlük, yabancılardan İbn Hassül gibi devlet adamları, Şa'âlibi ve Gazzi [ bk. mdd.] gibi şâirler tara­ fından da ifâde edildiğine göre, o zamanki türk toplumuna hâkim bulunan hamleci ruh iyice anlaşılır. Bunun dışında eski t ü r k 'a n ’aneleri, örf ve âdetlerinden çoğu Selçuklular arasında devam ediyor idi. Mal. Anadolu ’ ya gelen türklere kö­ peğe benzer bir hayvanın rehberlik yaptığı şek­ lindeki rivayet ( Süryânî Mibael, frns. trc. J.-B. Chabot, Chronique de M ichel le Syrien , Paris, 1905, III, 15 3 ,15 5 ) Oğuz ,ve Köktürk bozkurt efsânesinin Türkmenler arasında, yaşamasından ibâret olduğu gibi, Selçuklu resmî tahrirâtında sultanın tuğrası [ bk. mad. TUĞRA ] ve S e l- . çuklu bânedan ailesinde müşterek hâkimiyet alâmeti olarak kullanılan ( Rahat al-şudnr, s. 98; Barhebraeus, I, 298 ), paralar üzerinde tas­ vir edilen ( Ahmed Tevhid, Meskukât-1 islâm iye kataloğu, İstanbul, 13 2 1, kısım 4, s. $.8 v.d. ; Monnaies antiques et orientales [ husûsî koleksiyon], Amsterdam, 1 9 1 3 ,nr. 1054— 1057? , G. G. Miles, The numismatic H istory o f R ay y, Numismatic Studies, 2, New-York, 1938, nr. . 239— 244? D. Sourdel, Inventaire des mon­ naies musulmanes anciennes du Musée de Ca­ boul, Damas, 1953, s. 85 v.dd.), ayrıca, hâkimi- ; yet alâmeti olan pefr [ b. bk.] ’ e tersim edilen ok ve yay { bk. , 0 . Turan, Türklerde hukuki , sembol olarak ok, s. 3 15 ) mazisi Köktürklere, hattâ T ab gaç. türklerine kadar geri giden, ve Oğuz Han destanında akisler, huian eski bir an’anenîn devamını gösterir. Bilhassa dâimâ elinde bir yay ve iki ok ile oynamayı seven Tuğrul Bey .( Barhebraeus, göst. yer., ) ’in remzi olarak, onun talebi üzerine, Bizans pâyıtahtında imparatorun tâmir ettirdiği camiin mihra­ bına hâk edilmiş olan ( İbn al-A şir, 455 yılı vekayii, bk. bir de mad. BAYRAK) ok ive yay işâretlerinin. daha ziyâde Selçukluların impara-­ torluk devirlerinde kullanılmış gibi görünmekle berâber, Anadolu Selçuklularında da tâbiiyetmetbûiyet alâmeti olarak mevcûdiyetine dâir,, kayıtlar bulunmaktadır (O . Turan, gSst, yer.),. Selçuklu imparatorluğu teşkilâtında.mühim bir yer işgâl eden atabeylik müessesesi de eski türk an’anesinden gelir ( aş. bk.). Orhun kitabe­ lerinde ifâde edildiği üzere (H . N. Orhun,E s k i türk yazıtları, T D K , 1936, 1, 34, 44, 50, n o ), kökleri eski türk illerinde saklı olan, kabına iti-, ,har edilmesi,.ona erkekten farksız olarak, cemi-,, .yette mevki ve devlet işlerinde rol verilmesi de, . •Selçuklu türkieri tarafından şark-islâm dünyası*...



SELÇUKLULAR.



na getirilen içtimâi yeniliklerden İdi. Eski türklerde hatun.kıraiiçe, imparatoriçe mânasına gelir idi. Tuğrul Bey !în zevcesinin bu büyük Selçuklu sultanı üzerindeki nufûzu ve devlet işlerindeki te’siri kaynaklarda belirtilmiştir ( Barhebraeus, I, 315 ). Sultan Melikşah ’m zevcesi meşhûr Ter­ ken Hatun ( bk. O. Turan, Türkân değil, 7 e r’ ken, T&rk hukuk tarihi dergisi, Ankara, 1944, I, \ *>7—731 imparatorlukta nufûz itibârı ile bü­ yük sultandan sonra ikinci mevkii işgal ediyor idi ve onun, imparatorluk veziri Nizam al-Mulk ’ ün rakiplerinden Tac al-Mulk Abu ’ 1-Gauâ’ im ’in vezir bulunduğu, ayrı bir divânı var idi. B ir çok siyâsî işlerde kendisine müracaat edilen bu hatun sonunda, hâkimiyet hırsı ile, Sultan Me­ likşah ’in ölümünü hazırlayanlardan biri olmuş idi (bk. İ. K afes oğlu, Sultan Melikşah, s. 52 v.d., 96 v.d., 98, 12 1, 14g, 182, s o l v.dd., 2 0 5 — 2 1 0 ) .- Cemiyet ve devlet bayatında ka­ dınların bu derece nufûz ve sultasını tasvip etmeyen iranlı vezir Nişim al-Mulk ’ün mu­ kabil- tavsiyelerine ( bk. Siyâsat-nâma, fasıl 43) rağmen, türk saraylarında hatunlar sozsahibi olmuş, cemiyetlerde türk kadınlan yine görülmüş ve bilhassa Türkmen kadınları, er­ kekler ile birlikte, seferlere çıkmış ve savaş­ lara katılmışlardır ( msl. bk. Sibt tbn al-Gavzi, İbn K a lin isi neşrinde, s. 109 ). Orduda kalabalık şekilde süvari sınıfının teşkili, sağ ve sol taksimatı, büyük savaşlarda ( Dandanakan, Malazgird, Çağrı Bey ’in K afkas seferi ) müşahede edilen boz-kır savaş tâbiyesi („Turan taktiği“ , bk. J . Darkö, Tur&ni



hatâsok'a görög-Râmai hadügy fejlSdésêben, HadtSrténelmi kôzlemènyek, Budapeşte, 1934, XX X V , 3—40; ayn. mil., Influences tourani-■ enns sur l’évolution de l’art militaire des Grecs, des Romains et des Byzantins, Bÿzantion, 1935,



389



ve iktisat tariki mecm,, 1944, I, 1 —9 ) Selçuk­ lularda mevcut idi. Sultanların devlet ileri ge­ lenlerine ve halka umûmî ziyafetler verme­ si ( toy, şölen) ve bu ziyafetler sonunda ye­ meklerde kullanılan tabak, kaşık v.b. eşya­ nın yağmalanması da (farsça hvân-i yağma-, bk. İ. Kafesoğlu, Sultan Melikşah. . . , s. 137 v.d.) eski türk hâkimiyet telakkim ile ilgi­ li idi. Orhun kitabelerinde ifâde edildiği gibi, türk hükümdarının halkını doyurması va­ zifesi icâbı idi {Eski türk yazıtları, 1, 26, 42, 66, lo 2 ). Şölenlere gelenlerin oturacaktan yer­ ler ve yiyecekleri yemekler muayyen idi ve merâtip silsilesine göre tâyin olunurdu’ {bk. Abdülkadir İnan, Orun ve ûlüş mes’elesi, Türk hukuk ve iktisat tarihi mecm., I, 1 2 1 — 133 ), çünkü resmî mâhiyetteki bü ziyafetler tâbîlikmetbûluk münâsebetlerini ifâde ederdi. Sultan Tuğrul Bey her sabah sofrasını açık bulundu­ rur, sahralarda da toy verirdi ( Siyâsat-nâma, Paris tab., fasıl 35, Tahran tab., fasıl 36 ). Sül­ fatı Melikşah 482 (10 9 0 ) Mâverâünnehr sefe­ rinde orada bulunan Çiğıllere toy vermediği için, bu türk oymağı kendilerine hakaret edil­ diği gerekçesi ile, şikâyette bulunmuşlardı ( İbn al-A şir, 482 yılı-vekayü ). Ünlü eseri Siyâsatnâma ’de tebea için sofra hazırlatmanın hü­ kümdarlık zarûretlerinden olduğunu ve pâdi­ şâh yemeğine sultana bağlılıktan mâlüm olan devlet ricali ve ileri gelenlerin katılmamasında mahzûr bulunmadığını kaydeden vezir Nişâm al-Mulk {Siyâsat-nâma, göst. y e r.; ayrıca bk. i. Kafesoğlu, Selçuklu veziri Nizâni al-Mulk



’ün eseri Siyâsetnâme ve türkçe tercümesi, T M, 1955, XII, 250 ) bu sûretle, dâvete gel­



meyen halk veya oymak beylerinin itaati red etmiş sayılacağını belirtmiştir. Tuğ ( Dîvân, İH, 12 7 ; bk. mad. B A Y R A K ), aslında birer as­ X, 443—463 ) hep eski türk boz-kır kültürünün kerî tatbikat olan büyük sürek avlan, top Selçuklular zamanında yaşayan kıymetleridir ( karra, gûy ) ve çöğen oyunu ( Siyâsat-nâma, ki, bunlar, bâzı farklar ile, fakat esasta aynı fasıl 17 ), Sultan Tuğrul B e y ’İn, son evlenişi kalmak üzere, tâ Osmanlılar devrinde bile gö­ münâsebeti ile, Bagdad ’da yapılan düğünde rülür; Yine eski türk örf ve âdetlerinin deva­ türk şarkıları söylenirken oynadığı ( Barheb­ mı olarak yoğ {Divân, III, 1 4 3 ; Eski türk ya­ raeus, i, 3 15 ) ve Bartbold’a göre ( Orta Asya zıtları, J , 75Zubdat al-nuşra, s. ¿4 ), ölen karde­ türk tariki hakkında dersler, s. 97 ), ruslara şin karısı ile veya dul kalan genç üvey ana ile da intikal etmiş olan türk raksı ve emsali, as­ evlenme (msl. Çağrı B e y ’in dul zevcesi ile kerî kıyafet ve bunlardan başka bütün türk Tuğrul Bey ’in evlenmesi. Bu sebeple o kadın­ unsur arasında mevcut olup, töre hükümleri­ dan doğan Çağrı Bey ’in oğlu Süleyman ’1 Sul­ ne göre yürütülen örfî hukuk ( R. Giraud, tan Tuğrul Bey veliahd göstermiş idi ; bk. İbn l'Empîre des Turcs celeste, Paris, 1960, s. 7* ) al-A şir, 455 yılı vekayü ; Kavurd Bey ’in Sul­ hep orta A sya ’dan Selçuklu imparatorluğuna - tan A lp Arslan ’ın dul zevcesi ile evlenmesi, intikal etmiş ve daha sonra türk-islâm dünya­ bk. Barhebraeus,' I, 325 v.b.), hânedana men­ sında asırlarca mevcûdiyeti görülen hususlar­ sup olanların, kanlarını akıtmamak için, yay dır (Türk hukuk an’aneleri için’ daha bk. M. F. kirişi ilé boğdurulması ( M. F. Köprülü, Türk Köprülü, Orta zaman türk hukukî müesseleri.



ve Moğul sülâlelerinde hânedan âzasınm ida­ İslâm âmme hukukundan ayrr bir türk âmme mında kan dökme memnâiyeti, Türk hukuk hukuku yok mudur f İkinci Türk tarih kon­



390



SELÇU KLU LAR,



g re si zabıtları, İstanbul, 1943» s. 387—396, 4 11). 4, H ü k ü m d a r l ı k t e l a k k i s i . Hâkimi­ yet anlayışı bakımından, kayıtsız-şartsız bir irâdeyi temsil eden msl. eski Iran imparatora ve, Allahın sozciisü olan Peygamberin vekili İslâm halîfesi telakkisinden farklı bulunan türk devletinde hükümdar ile tebea arasında bir nevi zımnî mukavele mevcut idi. Halkın itâat ve sadâkatle bağlılığına karşılık, hükümdarın da idaresi altındakileri doyurması, giydirmesi ve zengin etmesi töre icaplarından idi ( bk. Eski türk yazıtlart, İstanbul, 1941, IV, fihrist). Karahanlılar ülkesinde yazılmakla beraber, umumiyetle türk telakkisini aksettiren ve ya­ zıldığı devir (4 62—1069/1070) itibârı ile de Selçuklularda hâkim görüşleri ihtivâ edeceği şüphesiz bulunan Kutadga bilig (trc. R. Rah­ meti Arat, T T K , Ankara, 1959,3. 5 5 ) ’ in „bey" { hükümdar ) olmak için, hizmet etmek lâzım geldiğini belirtmesi türk hükümdarı ile tebeası arasındaki münâsebeti en iyi şekilde ortaya koy­ maktadır. Hükümdarı „kanan" ile temsil eden ve beyliğin temelleri olarak iyilik ve doğrulu­ ğu gösteren yine bu mühim esere göre (s. 36, 68 v.dd., tl2 v.d., 126), kısaca iyilik başkala­ rına yedirmek ve onları doyurmaktan, doğru­ luk ise, adalet tatbik etmekten ibârettir. Böyle bir felsefî siyâset kitabında ayrıca „dünya bey­ leri arasında en iyileri türk beyleridir" (s. 3 1) diye tasrih edilmesi husûsî bir ehemmiyet taşır ki, bunun delilini Selçuklularda bulmak müm­ kündür. Selçuklular gelmezden önceki şark-îslâm dünyasında; Mâverâünnehr ve Horasan 'm bir kısmında Sâmânîier, Sîstan ’ da Saffârîter, Fars bölgesinde Şebankâre, Horasan ’m diğer parçası ite Cüreân havâlisinde Sîmcûrîler, Mâzenderan’da Bâvendîler, Riistem dar’da Pâduspânîler, Taberistan 'da Alevîler, Cüreân ’da Zi* yârîler, Nihâvend ’de Hasanveyhîler, İsfahan ve Hemedan ’da Kâkûyîler, Şirvan ’da Şirvanşahlar, Arran Ma Şeddadîler, Derbend ’de Hâşimîler, şimalî Suriye ’de Hamdanîier, Musul Ma Ukeylîler, Diyarbekır ve Meyyâfârikîn ’de Mervânîter, Haleb ’de Mirdâsîler, Hille ’de Mezyedîler ye bizzat Bagdad ile Irak-ı A rab Ma Büveybîler v.b. gibi birbirine cephe almış ao ka­ dar mahallî hâkimiyetin yarattığı siyâsî ayrılık ve karışıklık, ayrıca aynı siyâsî tefrikanın ha­ rabeye çevirdiği yakın şarkta müdâfaa zaru­ retinden dolayı birer müstahkem mevkî hâline gelen şehir ve kasabaların içine düştükleri sı­ kıntı. âsâyişsizlik, yol kesicilık, münâkalenin imkânsızlaşması, can ve mal emniyetinin orta­ dan kalkmış olması, köylü ve kasabalının hu­ zursuzluk yüzünden işini gücünü bırakıp, ken­ di başının çâresini aramak zorunda kalması



ve, bütün bunlara ilâveten, çeşitli mezhepler ve râfızî telakkiler yüzünden, halkın birbirine karşı münâfereti (bk. M. Şemseddin Günaltay,



Selçuklular Horasan 'a indikleri zaman İslâm dünyasının siyasal, sosyal, ekonomik ve dinî durumu, Belleten, 1943, sayı »5, s. 59— 10 1 ) ile Selçuklu devletinin kurulduğu ve imparator­ luğun geliştiği sıralardaki siyâsî birlik, dinî tefrikaların izâlesi, halkın refahı, ve İktisâdi kalkınma, âsâyiş ve sükûn Kutadgu bilig Meki „türk hükümdarı" hakkındaki tavsifi açık şe­ kilde tevsik edecek bir mâhiyet arzetmektedir. imparatorluk ahâlisini huzûr ve güvene kavuş­ turmak sureti ile, „hükümdar tabilerinin hiz­ metindedir" şeklindeki türk devlet anlayışını İslâm dünyasında fiilen ortaya koyan, bu -se­ beple sultanlarının çoğu „al-sultân al-'âdil" diye anılan ve müşfik, mülayim, merhametli kimseler oldukları belirtilen Selçuklu, idareci­ leri, aynı zamanda eski devlet bünyesi icâbı, bu ülkede saydığımız mahallî hâkimleri, ancak karşı koyanları şiddet göstererek, itâati kabûl edenleri yerlerinde bırakarak, Selçuklu devlet sultasına bağlamakla iktifâ etmişler, fakat on­ ların iç işlerine müdâhalede bulunmamışlardır. Çünkü maksat halkı tazyik altına alıp, sömür­ mek değil, sâdece adalet ve „kanunu" mer’iyette tatmak idi. Böyiece şahsî meşgalelerine, dinlerine, örf ve an’ anelerine karışılmaksızın, tam serbestlik ve emniyet içinde yeniden gün­ lük hayatına atılan, türlü din ve telakkiye men­ sup, türlü dil konuşan kütlelerin Selçuklu sul­ tanlarının rehberliğinde yürütülen yeni devlete bağlanmaları te’ min edilmiş idi. imparatorluk dâhilinde vâki bâzı askerî harekât ise, bilin­ diği üzere, içtimâi veya İktisadî sebeplerin değil, siyâsî ihtirasların neticesidir ve halk, büyük bir ekseriyetle, bu gibi mes’ eleler ile yakından ilgilenmemiştir) Anadolu ’da görülen kısmen ietimâî-dinî Babâiler isyânı hakkında aş. bk.). 5. Â m m e h u k u k u a n l a y ı ş ı n d a de­ ğ i ş i k 1 i k. Tarih sahnesine çıktıkları anlar­ dan beri devlet kurucu olarak, yâni âmme huku­ ku vaz’etme vasıflan ite tanınmış otan türklerin daha evvelki devirlerinde, bilhassa, Köktürklerde, Uygurlarda, Hazarlarda mevcut din ve dünya işlerini birbirinden ayırmak prensibi İs­ lâm âleminde Selçuklular île birlikte ortaya çı­ kan yeni bir hukukî devlet telakkisi tarzıdır ki, imparatorluğun yükselmesini sağlayan başlı­ ca âmillerden sayılmak lâzım gelir. Vâkıa S e l­ çuklular İran sâhasına geldikleri zaman o ci­ varda bir takım İslâm devletleri müstakil bi­ rer teşekkül olarak mevcut idi v.» Karahanlılar, Gazneliler gibi müslüman-türk devletleri de ek­ seriyetle türk örflerini muhâfaza v e türk an’ane-



SELÇUKLULAR.



39*



lerini takip ediyorlardı. Fakat hükümdarları da iştirik ediyordu. Melikşah kanunlarının tat­ ¿halîfeye tâbî müslüman em îri" ( Barthold, bik edildiği Sultan Sencer zamanında da vazi­ D ersler, s. 9S ) vasfında bıilunaa bu teşekküller yet bundan farklı değil idi ( bk. M. A . Köymen, dâima halîfenin yüksek sultasını tanımak; ve B&yük Selçuklu imparatorluğu, II, 6 0 ,74 v.d., her çeşit icrâ tta dînî hükümler çerçevesinde 88, 286 v.d,, 300—303). Tuğrul Bey .’den beri kalmak, mes’elelerini mümkün olduğu kadar devam eden bu durum, yâni Bagdad hnr askerî şeriate bağlamak gayretinde, idiler ve islâmiye- ve mülk! İdâresinin saltanat payitah tından gön­ tin u z a k sınırlarında gelişen bu devletler lâik­ derilen şihna ’ler ve ‘amid Here tevdi olunarak, lik mefhûmu ile alâkalı bir fikrî esâsa da halîfenin vazîfe ve salâhiyetlerinin yalnız- şer’î sahip değil ;idiler. Halbuki İslâm şarkın mer­ mes’elelerin halli ile, ziyaretleri kabûl ve hükü­ kezinde kurulan ve Abbasî hilâfet merkezi metleri tasdik etmek, sultana ve tâbî hüküm­ Bagdad ’1 kendi hâkimiyet sahası içine alan darlara hiVatler. ve bir takım unvanlar vermek Selçuklu devleti, hilâfet payitahtına türk.im ­ gibi öteden beri âdet hükmünde olan merâsime paratorluğunun bir vilâyeti, başkentten sonra inhisar ettirilmesi ve İslâm dininin bu en yük­ gelen ikinci büyük şehri gözü ile bakmış ve sek temsilcisinin dünya işleri, ile alâkasının, ke­ sultanlar dâimâ saygı gösterdikleri halifeyi silmesi ( bk. t. Kafesoğlu, Sultan Melikşah, s. muhterem bir, vatandaş addetmişlerdir, İlk de­ *53 v.d.), bir yandan ilim, fikir, edebiyat sa­ fa Bartbold tarafından işaret edilen ( bk. D ers­ halarında serbest gelişmeye zemin hazırla­ ler,. s. 95, 98) Selçuklu devletindeki bu lâik­ mak sûreti ile Selçuklu devrinin, bilhassa im­ lik fikri 10 5 5 ’te B ag d ad ’ a giren Tuğrul Bey ’in paratorluk zamanında, parlak bir çağ idrâk et­ sâdece halîfe al-K S'im ’in yıllık para ve erzak mesini mümkün kılmış, diğer taraftan işiâm tahsisatını arttırmakla iktifâ etmesi ve dün­ ülkelerinde yaşayan gayr-İ müslim unsurların yevî mes’eleleri kendi üzerine atması şeklinde ( z ım n i) İslâmî hukuk kaidelerine tâbî olma­ tatbik sabasına konmuştur { Büveybîler zama­ ları mecbûriyetinî hafifleterek, emniyete kavuş­ nında halife.nin dünya işlerinden uzak tu.tul- malarını te’min etmiş, ve lâiklik prensibinden tjıuş olmasının, şi’î bir idarenin tahakkümü kaynak alan dinî müsamahanın, geniş imparator­ altında sünnî ahkâmın zâten yürütülemeyeceği luk sınırları içine alınmış bulunan nüfûsunun düşünülür ise, lâiklik prensibi ile alâkası ol­ ekseriyeti hıristiyan ( Gürcü, Ermeni, Süryâni madığı anlaşılır), Daha sonra halîfeler Selçuklu V.b.) olan memleketlerde huzûr ve itimadın sağ­ sultanı tarafından hilâfet makamına iktâ edi­ lanmasına Ve çeşitli dinlerdeki kalabalık telen arâziden geçim ve varidatını sağlamışlar­ beanın devlete bağlanmasına büyük ölçüde dır (îbn al.Cavzi, VIII, *84; Sibt tbn al-Çav- yardımı olmuştur. Bu sebeple meselâ bir Sul­ zi, XII, 14b ), Bu durum İslâm devletine âmme tan Melikşah ’m ,, bir Sultan Kılıç Arslan 11. ’ın hukuku yönünden mühim bir değişiklik getir­ Ölümünün gayr-i müslim kütleleri ne için de­ miştir. Buna göre, sultan ile halîfe, biri dün­ rinden üzüntüye sevkettiğini izah artık güç yevi, diğeri dinî iki ayrı salâhiyet sahasının değildir, Selçuklu imparatorluğunun parçalan­ birbirine, denk,başlan hâline gelmişlerdir, Sel­ masını intaç eden kardeş mücâdeleleri zama­ çuklu hükümdarı artık „halîfeye tâbî bir müs­ nında devletin zafiyetinden bilistifade eski dün­ lüman, em.îri“ değil, fakat saltanatın hakikî yevî iktidarı tekrar, te’sis etmek İsteyen halî­ sahibi ve dünya mes’elelerinden tek mes’ul şa­ felerin İrak Selçuklu devletinin yıkılışında, bil­ hıs idi. O kadar ki, zaman-zaman halifenin hassa al-Naşir lı-Din Allah ’ın Hârizmşahlar bizzat şultan tarafından tanınması icâp ediyor devletinin çöküşü ve, İslâm ülkelerinin Moğul idi. Bundap, dolayı Büyük Sultan Melikşah, istilâsı ve esareti altına düşüşünde oynadık­ imparatorluk medenî hukuku sünnî mezhebin­ ları menfî rol malûmdur. Bütün bunlara rağ­ deki . kadıların, şer’ î hükümlerine göre ..yürü­ men, Selçukluların İslâm âlemine getirdikleri tülmekte iken, büyük bir hukukçular hey’eti lâiklik prensibi, yâni ■dinî İslâm hukukunun, toplayarak, medenî hukuka âıt yeni ahkâmı nufûzu altında bulundurduğu devlete serbest teabıt eden kanunlar çıkarabiliyor ( al-M asa'il faâliyet imkânları tanımayan, mahdut ve çok al-malikşâhiya Men 6 maddelik bir kışım için kere tatbikî değerden mahrum nazariyelerine bk. Muhammed b. Nizâm al-Husayni, al- Ura- karşılık, âmme menfaatlerini korumakla vazi­ ia f i hikâyat al-salçâkiya, nşr. K . Süss- feli devlet sultasının her şeyden üstün .olduğu heinj, Mısır, 1326, s. 69 v. del.; M T M, İstanbul, düşüncesi hayatiyetini devam, ettirmiş, bun­ 13 3 1, II/5, 249 v. dd.; M. F. Köprülü, Türk dan sonra Bagdad ve Mısır halîfeleri artık hukukî müesseseleri, 8. 440) ve meselâ Süley- dünya işlerine karıştırılmamış, ■nihayet XVI. man-şah’ a Anadolu kıt’ası hükümdarlığı men­ asırda, O sm anlı, pâdişâhı Yavuz Selim ’in hilâ­ şurunu verebiliyor ve . halîfe de buna, sırf İslâ­ fet vazîfe ve salâhiyetlerini de kendi üzerine m î' u s û l bakımından, saltanatı tasdik husûsun- alması ile, bu mes’ele, fiilen, kapanmıştır.



SELÇU KLU LAR. 6. C i h a n - h â k i m i y e t i f i k r i . Eski türk ( bk. M. A . Köymen, B üyük Selçuklu impara­ fütuhatının felsefî temelini teşkil eden dün­ torluğu, II, 219, 2 2 2 ), Osmanlı sultanlarına yayı tek hükümdarın idaresinde birleştirmek kadar ( msl. Yavuz Selim, b. bk. ), tarihte bü­ hedefine matuf cihan hâkimiyeti fikri (krş. tün büyük türk hükümdarları için bir mefku­ Oğuz K ağan destanı, nşr. ve trc. W. Bang-G. re olan cihan hâkimiyeti telakkisinin, yukarıda R. Rahmeti A rat, İstanbul, 1936, s. 1 7 , 3 1 ; belirttiğimiz hâkimiyet anlayışı ve dinî müsa­ Eski türk yazıtları, I, 29; Priskos ’tan naklen maha prensipleri ile bir arada mütâlea edilir ise, Szâsz Bela, A H&nok tortenete, A ttila nagy- tattaki hüviyetten pek de mahrum olmadığı kiraly, Budapeşte, 1943, s. 238 v. d.) XI. asır takdir olunur. Esâsen böyle- tür tasavvurun türk cemiyetlerinde yaşıyor ( bk. Kudatgu bi- gerçekleşme yoluna girmesi için Selçuklu imlig , s. 3 1 } ve şüphesiz mensubiyetlerini ve paratoluğunda gerekli şartlar mevcut idi ki, türk hâkimiyet an’anesine vukuf ve bağlılıkla­ bu da Selçuklu siyâsetinde bilhassa tebârüz rım gördüğümüz Selçuklu sultanları muhitinde etmektedir. de gerçekleştirilmesi gereken bir ana fikir hâ­ 7. Selçuklu siy â setin in mâhi­ linde mevcut bulunuyordu. Cihan hükümdarlı­ y e t i . Selçuklu idarecileri, daha Horasan ’a ğı için lüzumlu olan asâlet ve bu asalete kay­ geldikleri anlarda, Iran sahasında bir devlet nak teşkil eden, hâkimiyetin Tanrı tarafından te'sis edebilmek için hangi yolları tâkip ede­ verildiği düşüncesi ( Kutadgu bilig, s. 1+7 v. d .; ceklerini anlamakta gecikmemişlerdi. Bunların Eski türk yazıtları, I, 34 v. d., 4 1,4 3 , $6, 58, başında, yukarıda belirtmeğe çalıştığımız üze­ 64; M. Weber, W irtschaft und Gesellschaft, s. re, mevcûdiyetleri ile bütün ülkeyi huzursuz 124, 140; L. Ferenc, A Kagan es csalädja, K C s bırakan mahallî küçük hükümetleri ortadan A , 111— 1, s. 9— 12 ; J . Deer, M agyar Müve- kaldırmak sûreti ile siyâsî ayrılıklara nihâyet lödes tortenete, Budapeşte, 1940, s. 30—50) vermek geliyor idi ki, bu yapıldı. Fakat Sel­ Selçuklu ailesinde de hâkim idi (a ş. bk.). O çuklu siyâseti, hemen her devletin hâkim oL devrin hâlet-i rûbiyesini aksettiren Kâşgarlı duğu yerde siyâsî birliği kurmak mecbûriMahmud „Tanrı devlet güneşini türkierin burç­ yeti dotayısı ile bir husûsiyet taşımayan bu larından doğdurmuş, göklerdeki dâirelere ben­ icrâât dışında, kendine hâs bir hüviyet ile or­ zeyen devletleri onların saltanatları çevresin­ taya çıkan iki ana istikamet tâkip etmiştir ki, de döndürmüş ve türkleri yer yüzünde hâkim imparatorluğun sür’atle gelişmesi ve yüksel­ yapmıştır“ { Dîvan, I, 3 ; M. F. Köprülü, Türk mesi bakımından, şimdiye kadar saydıkları­ d ili ve edebiyatı hakkında araştırmalar, s. 36) mız ile aynı dereeede ehemmiyeti hâiz bu siyâsî diyerek ve, sahîh olmamakla beraber, devre istikametlerden biri şi'îlik ile mücâdele, diğeri hâkim görüşü ihtivâ etmesi itibârı ile mühim Türkmen göçlerinin sevk ve idâresi olmuştur, olan „benim bir ordum vardır, Ona türk adını ön ce, şi’îliğe cephe almanın Selçuklu devle­ verdim ; bir - kavme kızdığım zaman, üzer­ tindeki lâiklik anlayışına zıt bir tutum olmadı­ lerine türkleri gönderirim" ( D îvan, I, 3 5 1 ) ğını belirtmek lâzımdır. Çünkü dinî ve kısmen mealinde bir hadîs zikrederek, Allah tarafından içtim âi olmakla beraber, daha zuhur ettiği za­ Selçuklu hükümdarlarının ve türk kaviminin manlardan beri, siyâsî bîr vasıf kazanmış olan yer yüzünü tanzime me’ mur edildiği telakkisini bu cereyan, XI. asırda Mısır Fâtımîieri tarafın­ kayıt ve tesbit etmiştir. Bu ışık altında Sultan dan, bu şi'î devletin idâresi ve mâlî desteği Tuğrul B e y ’in Bagdad hilâfet sarayında „şar­ ile, sünnî müslüman ülkeleri igtişaşlara düşü­ kın ve garbın hükümdarı" olarak kılıç ku­ rerek, tahrip etmek için, en kuvvetli silâh ola­ şanması ve kezâ Sultan Melikşah ’ın dârül- rak kullanılıyordu. Daha Selçuklulardan çek hi lâf ey i birinci ziyaretinde ( 1087 ) halîfe ta­ Önceleri, Irak ve cenübî İran ’da devlet kuran şi'i rafından kendisine „şarkın ve garbın hüküm­ Büveyhîier (932— 10 5 5 ) B ag d ad ’ı idâreleıine d arı" sıfatı ile iki kılıç kuşatılması ( Zubda, ve Abbasî halîfelerini tahakkümleri altına al­ s. 81. v. d . ) daha vâzıh bir mâna kazanmak­ mışlar, halîfeleri az! ve nasb etmişlerdi kİ, tadır. Sultan Melikşah, Bagdad ’a son gelişin­ bu durum pek büyük çoğunluğu sünnî olan de büyük kumandanların katıldığı bir harp şark İslâm ahâlisini huzursuz bırakmış, Abbasî meclisinde, M ısır’ ın ( İbn K alânisi, 8. 12 1 ) ve halîfelerine hissen bağlı kalabalık müslüman Magrib kıt’asının ( A h b â r.. , s. 65 ) zaptını kütlelerini müteessir etmiş idi. Buna ılâvete. ik­ planlamış, böylece dünya hâkimiyetini te’sise tidardan bilistifade aynı ülkelerde şi’îl ğ'n in­ çalışmıştır. „Cihandârlığının" babasından inti­ tişarı için kesif faaliyette bulunulması, akîde kal ettiğini söyleyen imparator Sencer ’e göre itibârı ile çitler ile uzlaşması imkânsız sünnî de, bahşettiği makam ve mertebeler ile ve çevrelerde, zâten mevcut endişeyi gittikçe art­ dünyayı onun hâkimiyetine sokmakla, Allah tırıyordu. Büveyhîterin meşhur kumandanı Ara­ „cihan padişahlığını" kendisine tevdî etmiştir lan al-B asâsiri, baş tarafta gördüğümüz gibi,



SELÇ U KLU LA R. ter zaman Fâtımiler ile iş-birliği yapabilen aşırı bir şi’î idi. Bunun yanında hemen-hemen İran'ın her taralında, çeşitli isimler altında, bir çok râfizîler de faâliyet hâlinde idiler ki, XI.7 asrın ikinci çeyreği müelliflerinden ‘ Abd alKâhir t'ölm. 1038 ) ’e göre, bu nevi mezheple­ rin sayısı 7 0 ’ten fazla idi { bk. M. Şemseddin Günaltay, Belleten, sayı 25, s. 79 . Bu sebep, tedir ki, yeni girdikleri dinin heyecanını taşı­ yan ve samimi birer günni müsiüman olan Sel­ çuklu reislerinin H orasan’ a gelişlerini Abbâsİ halîfesi alâka ile karşılamış ve onlar ile sür'aile temas kurmak imkânlarını aramış İdi. Tuğrul Bey ’in Nîşâpûr 'a ilk girdiği sene 1 1 0 3 8 j, Sel­ çuklu istiklâl savaştndan evvel, Selçuklular nezdine giden al-Kâ'im ’in elçisi, kaynaklara gö­ re, Selçuklulara tahribat yapmamalarını tenbih vazifesini almış ise de, tahribatın bütün mem­ lekette esasen devam etmekte bulunduğu bir sırada halîfenin isticalindeki maksat aşikâr olup, Tuğrul ve Çağrı Bey’lerin, halifenin tem­ silcisi sıfatı ile bu elçiye gösterdikleri büyük saygıdan dolayı al-K â'im ’in memnun kaldığı muhakkaktır. Nitekim Selçuklu fütuhatı ilerileyip, yeni devletin kudreti bütün İran saha­ sında kendini gösterdiği ve buna muvazi ola­ rak, endişeye kapılan Büveyhîler tazyiki art­ tırdıkları zaman, bizzat al-Kâ’im Selçuklu sulta­ nını Bagdad ’a davette tereddüt etmemiş idî. Tuğrul Bey ’in, ordusu başında Bagdad ’a gir­ mesi, şi’î Büveyhîieri tarihten silmesi ve A rş­ tan a l-B a sisiri ’yi, bunun ölümü ile neticele­ nen ağır mağlûbiyetlere uğratması, Suriye hu­ dutlarına kadar gerilemeğe mecbur ettiği ve tamamen ortadan kaldırmağı düşündüğü ( ibn a l-A şir, 447 yılı vekayii Barhebraeus, I, 306) FâtımîlerT şark İslâm dünyasından el çektir­ mesi Sünnîliğin tam zaferi idi. Selçuklular böylece şimali A frika dışında kalan ve ahâlisini . sünnîlik etrafında topladıkları bütün ülkelerde istâm birliğini, meydana getirmişler idi ki, bu islâm âlemine y.çn'den can vermek demekti. Tuğrul Bey ’den sonra, imparatorluk çağında, bu Selçuklu siyâseti kuvvetle yürütüldü. İslâm âleminde nifak yaratan şark müsiüman cemi­ yetini tefrikalar içinde boğan şi’î propaganda­ sının ocağını söndürmek sureti ile, kılıcı ile müdâfaa ettiği isiâm Ülkelerini sükûn ye relâha kavuşturmağı şiar edinen Şuttan Alp A ra­ lan, bir taraftan Mekke ’de Fâtımî ezanı ve hutbesini kal-Brtıp, kendi ve al-Kâ’ im adına hutbe okutur (46ı==ıo69; İbn al-A şîr, 462 yılı vekayii) ve bir taraftan da Bagdad yş diğer mühim merkezlerde kurdurduğu nizami­ ye medreseleri (aş. ek.) yolu ile, İlim ve fikir yönünnen sünnî âlemi takviye ederken, diğer taraftan Fâtımîieri yıkmağa hazırlanıyordu.



Nitekim o, büyük MaSazgird savaşının arifesin­ de, Mısır 'a gitmek üzere, Haleb önünde bulun­ makta idi. Sultan Meiikşah da Suriye ’deki Türkmen kuvvetlerinin iierî harekâta devam et­ melerini emretmiş; bu defa, yine Fâtımî propa­ gandasına bağlı olmak üzere „dâvet-i cedide" akidesi İle te’sis ettiği bâtmîlik [ b. bk,] vâsı­ tası ile Kazvin, Cürcan, Kuhistan ve havâ­ lisinde korkunç bir yer-altı faaliyetine geçe­ rek, Selçuklu imparatorluğunu içinden parça­ lamağa çalışan Hasan-i Şabbâh ile şiddetli bir ümcâdeleye a iıtm ı) şCuvayni, Târih-i Cikânguşâ, İH, 190 v. d., 194, 196—-199, zoi v. dd,; Hamd Allah Mustavfi, Târih-i guzıda, I, 514, 517 v.d d .; Târih-i Tabaristân, s. 240; Târih-i Sistân, s. 386; İ, Kafesoğiu, Sultan M elikş a h s. 128 —135 \ hem Mekke ’de, hem Me­ dine ’de kendi ve Abbâsî halîfesi adına hutbe okutmuş (4 6 8 = 10 7 6 ; S ibt İbn at-Cavzi, XII, 28») ve önceki fasılda gördüğümüz üzere, Ölü­ münden az evvel Mısır ’ ın Selçuklu imparator­ luğuna ilhakını planlamış idi. İstâm âlem! için olduğu kadar Selçuklu imparatorluğu için de hayati ehemmiyeti hâiz olan, şi’îliğ:n ve müntesipleri bir katiller şebekesinden ibaret bulu­ nan bâtıniliğin yok edilmesine mâtûf bu Sel çuklu siyâseti, düşünce, teşkilât ve siyâsî gâye bakımlarından Selçuklu imparatorluğunun bir devamı olan Eyyûbîler tarafından da tâkip edilerek, muvaffakiyete ulaştırılmış ve Şalâb al-Din Ayyübi [ b. bk.], müstevli haçlılar kar­ şısındaki yurt müdâfaasında yıpranan müslümanlar ile kat’îyen ilgilenmemiş olan Fâtımî devletini yıkarak 1 1 1 7 1 ) , yerine kendi sünnî devletini kurmuştur. 8. T ü r k m e n g ö ç l e r i ve netî eel er i. Selçuklu siyâsetinde ikinci ana çizginin Türkmen göçlerini sevk ve idare olduğunu söy­ lemiştik. Oğuzların diğer bir adı da Türk­ men olduğuna göre, Selçuk ve oğulları, devle­ tin kurucuları olan Tuğrul ve Çağrı Bey ’ler, Kutalmış ve İbrahim Y m a i’lar aslında birer Türkmen beyi idiler. Fakat fütûhâtın artması ile devlet sınırlarının genişlediği ve müsiüman mucitinde mülkî idarenin başında bulunan ranlı vezirlerin delâleti ile, Selçuklu impara­ torluğu idârî, mâlî, askerî teşkilât bakımından, . İslâmî hüviyet kazanarak, bir Oğuz devletin­ den ziyâde bir islâm-türk imparatorluğu şek­ linde gelişmeğe başladığı sıralarda, Selçuklu hükümdarları da, birer türk başbuğu olmaktan .çıkıp, türlü anâsıra istinat eden »islâm sultan­ ları" hâline gelmeleri dolayısı ile, önceleri ken­ , dileri İçin yegâne dayanak teşkil e^en Oğuzları .ikinci plâna atmak mecburiyetîndfc ¿almışlardı. , 0 kadar ki, İmparatorluk payitahtında sultana hizmetle mükellef, çeşitli kavim mensuplarından



394



SELÇU KLU LAR.



seçilmiş -kuvvetler arasında, Türkmenlerden bir canı ile, çarpışan^cesur Türkmen kütlelerinin fâzümrenin .bulunmayı;! vezir Nizam al-Mulk ’ün sılasız darbeleri altında .çöktürmek İçin en mü­ nazar*! dikkatini (ekmiş ve o, devlete j kar­ him fırsat elde edilmiş oluyordu..Azerbaycan şı müşkilât çıkarmış olmalarına rağmen baş­ ’da toplanıp^ Malazgird zaferini müteakip, Van langıçtaki büyük hizmetleri ve hanedana otan götünden G ü rcistan ’a kadar açılan Bizans mü­ nisbetleri göz önünde tutularak Türkmen­ dâfaa gediğinden, yelpaze gibi,¡Anadolu içlerine lerden 5 —lo.opo kişinin saray hizmetine alın­ yaydan Türkmenlerin bu kıt'.adaki sür’atlı . başar masını tavsiyeye zarûret hissetmiştir [S iyâ- rılarım kolaylaştıran, başka şartlar, da var idi; sat-nSma, fasıl 26). Aslında, pandanakan Evvelâ , tâ Abbasî imparatorluğu zamanından muzaİferiyetinden itibaren imparatorluğun en beri, Bizans İslâm mücâdeleleri de.vamınca çok geniş hudutlarına ulaştığı zamana kadar, yuka­ tahribata uğramış olan Anadolu, Bizans 'takı rıda adlarını saydığımız beyleri ve reislerinin iç anlaşmazlıklar yüzünden, bayii ihmâl edil­ idâresi altında, sonsuz fedâkârlıklar ile, İran miş, XI. asrın ikinci yarısında büyük feodal Kirman, Oman, Sîstan, Iıak-1 Acem, lrak-ı beylerin tahakkümü..-.ve soygunculuğu ahâliyi A rab, Azerbaycan,.:; şark! Anadolu, Elcezîre, faîzâr etmiş, devamlı savaşlardan usanmış ölan Bahreyn, Hicaz, Yemen, Suriye ve nihayet or­ ve üstelik »ğır vergiler ödemeğe mecbur tu­ ta ve garbî A nadolu’yu zapt ve fethetmek su­ tulan köylü, (bk. N. Bryennios, s. 5 3 1—537-) reti ile, Büyük Selçuklu imparatorluğunun ku­ takatsiz düşmüş ve nüfus.seyrekleşmiş idi. Bi­ ruluşunda ve azamet kazanmasında en büyük zans kuvvetleri büyük şehir garnizonlarında pay sahibi olan Türkmenler.in „devlete çıkar­ oturuyor,.halk İle, alâkalanmayıp, her fırsatta dıkları müşkilât", ardt-arkası kesilmeksizin, or­ kendini imparator dan eden generalleri» ( bk. j . ta A s y a ’dan, Selçuklular için insan gücü.de­ Laurent, s. 61 v. dd,) emrinde; bulunuyor, buna posu vazifesin! gören Oğuz boz-kırlarmdan, mukabil Bizans imparatorları türk akıplarını kütteler hâlinde göç ettikleri bu soydaş dev­ daha çok ücretli Frank askerleri ile durdurma­ let topraklarında kendilerine yurt, yaylak ve ğa,,çalışıyorlardı. Bundan başka bilhassa şark! kışlak aramalarından ibaret idi. Yeni gelenler Anadolu bölgesinde sâkin ermeni, .süryânî. ve de, pek kuvvetli bir ihtimal ile, tıpkı Mâverâün- Pavlikyan nüfus da Bizans’tan.boşnut değil idi. nehr ve Iran ’» inmiş olan Selçuklular gibi, asıl Bizans 'in, şarktaki, mâlfim ilhâk şjyâseti .ypnınyurtlarında nüfus kalabahkbğı vem er'a darlığı da, gregoryen ermeniler ile râfizî hıristiyaja yüzünden düştükleri sıkıntıyı gidermek mak­ pavlikyanları ve süryanîiejii dinî basltt' altıjpB sadını .güdüyorlardı.. Bunun için ıqüalüman olu­ alması, ortodoks mezhebini bu-zümrelere.zoı> yorlar ve garp istikametinde harekete geçi­ la kabûl ettirmek için,.şiddet kutlanması,. ( bk, yorlar, üstelik Selçuklu sâuasınd» mevcut dev­ Süryanî Mikbael, III, 16.3, 16 9 ; Urfalı JMsteos., let nizâmının himayesinde kendi emniyetlerini ş. 72 v.d., 80 v.d., ŞS v.ıd., 98 v.d., ı ı ı - v-d,, de sağlamış bulunuyorlardı. .Bu sebeple orta 123 v.d., , 128 v. dd., 14 i ; J , Laurent, s, 67. v,d-, A s y a ’da, Mâverâünnehr’de yeni-yeni is|âmiyeti 70 v. dd., 74. y.d., 78) din ye mezhep serbest­ kabûl eden kütlelerin H orasan’» doğru goç et­ liği . .tanıyan tüy.kleriıç.işgâi harekâtım kolaylaş­ tikleri ve, oradan İran içlerine ilerİledikleri hu­ tırmış -.ve nihayet ¿aynı., zamanda Balkanlarda susuna zaman-zaman kaynaklarda işaret edil­ meşgul bulunan Bizaps imparatorluğu ( A . N. miştir ( İbn al-A şır, 435, 440, 447,y ılla rı; Bar- Kurat, Peçenek tarihi, s. 143—,16 0 ) Selçuklu bebraeus, 1, 300, 302}. Mütemadiyen impara­ tazyiki karşısında, âciz d.vfuma düşerek Malaz­ torluğun kendileri için elverişli bölgelerini dol­ g ir d ’de bütün mukavemet kırılınca, impar.at.or duran ve büyük çoğunluğunu : Oğuzların teşkil Mikhael VII. zâten ahâlîsi azalmış olan Ana­ ettiği bn kalabalık türk kütlelerini Selçuklu dolu'da geri kalan rum nüfûsun .mühim bir idâresi, pek isabetli bir görüş ile. A nadolu’ya kimim Balkanlara nakletmiş idi (Süryanî Mj&hadoğru Bizans, sınırlarına sevketmiştir ki, böy- e|, ili, 172 A Bu sûretlg, müstahkemi kaleler e, sûrleee bir yandan İran ’in muhtelif bölgelerinde |şr ile çevriji kasabalşra şığınmış o han rûmiar ve Ira k 'ta sebep olduktan maddî zararlar ye ve kısmende ermeniler d>sında,bemetı hemen asayişsizlik önlenmiş, bir yandan da, boz-kırlı nüfustan h.âlî. buluna» Anadolu ’ya yönelen ,ka‘ türkler bakımından fevkalâde çâzip..tabiî coğ­ laba|ık türk göçleri, Sü|eyman- şab tarafında» rafya ve iklim şartlarını hâiz Anadolu ,’ nun is­ Selçuklu devleti kurulduktan sonra, daha da tikbâlde kolayca zaptedüebileçek. bir derecede artmış ye bu kütleler hâlindeki, muhaceret; yıpratılmasına zemin .hazırlanmış, .aynı zaman­ garpta Irak Selçuklularının bulunması dolayısı da İslâm âleminin mağlûp edilmez kadîm düş­ ile, boz-kırlardan Anadolu İstikametindeki manı Bizans imparatorlı ğunu, âileleı-i ve eşya­ Oğuz akınlarım, Cend bölgesi-Hârizm-Manları île birlikte bir daha dönmemek üzere gele­ kışlak arasında hudutları .kapamak sureti ile rek, yerleşme mecburiyeti ve yurt kurma heye­ durdurıpak isteyip de muvaffak plam ay»»,Şql-



SELÇU KLU LA R. tat» Sen cer’ in Oğuzlara msğlûbiyeti ve esare­ ti dİ müteakip tekrarlanmıştır. Anadolu ’ ya bü­ yük ölçüde bir muhaceret dalgaşvö.a» XIII. as­ rın ilk çeyreğinde, Moğulİartn şariç jslâm ülke­ lerini istilâsı üzerine gelmiştir. İşte Selçuklu imparatorluğunun bir teboir ve iskân siyâseti olarak tatbika başladığı Türkmen göçleri, böy!eee daha sonra da devam ederek, Azerbay­ can, Elcezîre, Şimalî Suriye ve bilhassa Ana­ dolu’ nun türkleşmesini sağlamış ve haçlt se­ ferleri, tahribatından faydalanmak üzere hare­ kete geçtiğini gördüğümüz Bizans imparatoru Manuel’in Myrîokephalon . 1 1 7 6 'da, yine Ana­ dolu Selçuklu ordusunu meydanagetirı n Türk­ men kuvvetleri sâyesinde, Sultan Kılıç Arslan İL tarafından kat'î mağlûbiyete uğratılması bu k ıt ’ayı tamâmı ile bir türk yurdu hâline getir­ miş ye . Anadolu, daha o zamanlardan jtibâren, Türkiye i ]fot3(iXtct, Turcia ) adını almıştır ( Lebeau, XV, 185 j De Gu.ignes, trc. H. Cahid, Türklerin . . . tarih-i umûmîsi, 1924> IV, 9 î L. Râsonyi, Dünya tarihinde türklük, İstanbul, 1942,s. 185; Moravesik, Byzantinoturcica,ll, 269)Cüz’î bir kısmı bugünkü Türkmenisjan top­ raklarında kalıp, büyük ekseriyeti Selçuklu imparatorluğuna göçtükleri ¡çi.n . Anadolu ’ya sevk, ve iskân edilen türk zümreleri, Kâşgarlı Mahmud ’un kaydettiği Oğuz .oymakları cet­ veline göre ( bk. Divân, I, 55 v. dd.;): Selçuklu hanedanının mensup bulunduğu Kıpıklar ( F. Sümer, ;j4 nado/u 'da Üç-oklu Oğuz, boylyrtna mensup teşekküller, İstanbul iktisat fakültesi mecmuası, 1950, X I.'1 —4, 474 —479, 505—508 ), Kayılar ( b. b k .; ayrıca M. F. Köprülü, Osmanlı imparatorluğunun , etknik menşe’i mes'eleleri. Belleten, 1943, sayı *8, s. 246— 1,54, 28.4—303.; F. Demirtaş [ Sümer ], Osmanlı, ffevrin d e^ n a dolu'da Kayılar, Belleten, 1948, sayı -47, s. 575—615 ), Bayindırlılar ( F. Sümer, Bayındır, Peçenek ve Y üreğir 'ter, D T C F dergjsi,.ı altında yeni bir as­ için yetiştirilecek zâbitlerin Avrupa teknik kerî teşkilât kurulması,harp sanâyiinin baştan ilminden faydalanmaları için yeni mektepler tanzimi, askerî sahada yapılacak ıslahatın baş­ açıldı. Selim III. babası zamanında, 1773 ’de Ha­ lıca gayesini teşkil ediyordu. Bunun için bir liç ’teki Sütlüce civarında açılmış bulunan „MüçokkaBun ve nizam-nâmeler yayınlandı 20 zil­ hendishâne-i babrî-i hümâyûnu" tevsi ettiği kade 1206 ^ 10 temmuz »792 ) ’da ,,Teedîd-i ka­ gibi, bunun yanında „Mühendishâne-i berrl-i mak istenen A v r u p a ’ yı



daha iyi tanımak za*



rûretini duymuş idi. Bu sebeple, Ziştovi muahe­ desinin imzalanmasından sonra, kendi tarafdar-



SELİM İÜ. hümâyûnu“ »207 ( 1794 ) tarihinde kurarak, ilk tîirk teknik okulunu açmış oldu ( Mehmed Esad, Mir'at-ı Mühendishâne-i berrî-i hümâyûn. İs» tanbul, 1312 ). Bu yüksek okullarda Avrupa ’dan getirilen mütehassıslardan başka, türk bocalar d avar İdi. Kırımı Es'ad Efendi, İshak Efendi ve diğer türk bilg nleri riyaziye, bendese, istih­ kâmcılık gibi fen bilgilerine âit dersler ver­ mekte idiler. Ayrıca garp dillerinden tercü­ meler yaptırılmış ve bir kütüphane de vucude getirilmiş idi (Mehmed Esad, ayn. esr., s. 33). Padişahın üzerinde ehemmiyetle durduğu mes'ele yeni bir askerî teşkilâtın kurulması idi. Hattâ, daha ıslahat programının hazırlanma­ sından evvel, bu hususta harekete geçmiş ve sadıâzam Yusuf Paşa ordu ile İstanbul ’a avdet ettiği vakit, askerlerden bir kısmının Davutpaşa ’ da bırakılmasını emretmiş idi. Sonra bu askerler Ağa-yerı diye adlandırılan ( bugün­ kü Arkeoloji müzesinin bulunduğu yer) talim­ gaha naklolunmuş ve Avrupa ordularının tâlim ve terbiye usullerine göre yetiştirilmelerine . başlanmış ¡dİ t Tahsin Öz, Hüznüme. Tarih vesi­ kaları, sayı 15 i Bu küçük birlik daha sonra, nizâm-ı cedid nâmı altında kurulan yeni as­ kerî teşkilâtın nüvesini teşkil etti. Pâdişâhın asıl arzusu yeniçeri ocağından yaşlan müsait olsuların buraya alınması yolu ile bu teşkilâtı gebşt'rerek, yeni bir askerî müessese kurmak idi. Fakat, yı niçerilerdeu buraya tâlip çıkmadı. Ocaklılar, yeni talim ve terbiye usûlünü kendi ananelerine uygun bulmadıkları gibi, bu teş­ kilâtın kurulmasına da esasen tarafdar değil idiler. Bundan başka, yen’çeri ocağım iltizam eden devlet ricali ve ulemâdan bîr kiramı da, Osmanlı kanun’annin yeniçeri ocağından baş­ ka bir askerî teşkilât kurulmasına müsait ol­ madığını ileri sürüyorlardı. Pâd şalı, bu muha­ lefet yüzünden, yapılan tavsiyelere uyarak, nizâm-ı cedid adı ile kurulacak yeni askerî teşkilâtın bostancı-tüfenkçi ocağına bağlı ola rak kurulmasına râzı olmak mecburiyetinde kaldı. 1793 ’de nizâm-ı cedid için de ayrı ka nun çıkarıldı ve bu askerlerin Levent çiftliğ'ndeki kışlalarda yetiştirilmeleri münâsip gö­ rüldü. Yeni ç ı k a r t l a D kanuna da „Levent çift­ liği kanun nâmesi" adı verildi ; Cevdet, Tarih, VI. 366 ). Başlangıçta bu yeni teşkilâtın mev­ cudunun i 200 erden mürekkep olması kabul edilmiş idi, 1796'da yayınlanan ek nizam-nâmeSerde nizâm-ı cedidin, Anadolu ve Rumeli 'de de tatbik edilmek sureti ile geliştirilmesi dü­ şünüldü. Konya /.tıkara, Kayseri gibi büyük şehirlerde bu yen' askerî teşkilât kuruldu ve başına Karaman valisi Kadı Abdurrahman Pa­ şa getirildi. Bundan sonra nizâm-ı cedidin jnevcûdu çoğalmağa başladı. Selim İH, fırsat



44Î



buldukça, Levent çiftliğine gider, askerlerin tâ­ lim ve terbiyelerini yakinen tâkip ile, er Ve subaylarını teşvik ederdi. Fakat, Rum eli’de bu teşkilâtı kurmak imkânı hâsıl olmadı. Selim IH. hu müesseselerin yaşaması için, enderun ve darphâne-i âmire hazînelerinden ayrı olmak üzere, „îrâd-s cedîd" adı altında ye­ ni bir hazine ihdas etti. Tütün, kahve, şarap vergileri, her yıl yenilenmesi icâp eden ferman ve beratlardan alınan gelirler ile, 10 keseden fazta faizi bulunan mahlûl mukataattan gelen varidat bu yeni hâzineye bağlandı, lrâd-1 ce­ dîd hazînesinin 200.000 kese değerinde olması kararlaştırılmış idi { bu hâzinenin teşkilâtı ve kanunları için bk. E. Z, Karal, Selim III. *in hatt-ı hümayunları, s. 86). Nizâm-ı cedîd tâbir edilen Selim III. ’in bu ıslahat hareketi ile pâdişâh, idârî, mâlî, ikti­ sâdı, ticarî, içtimâi, siyâsî sahalardaki müesseselcrini de ıslaha çalıştı. Selim 111. bu hu­ suslara dâir dc lâyiha verenlerden fikir beyân etmelerini ve sadrâzamdan tedbirler alınma­ sını istemiş idi (E . Z, Karal, ayn, esr., s. t>3). Selim ili., 1207 ( 1 793) yılında „der beyân-ı nizâm-ı hâl ve vüzerây-i izim ve mirmirân-ı kiram" adı altında bir kanun çıkararak, eyâ­ letlerin durumlarını ele aldı ( Şerif Mehmed, Sultun Selim hân-1 sâlis devrinde nizâm-ı dev­ let hakkında mütalea, T T E M, sene 8, nr. 43, s. 1$ ), Bu kanun ile, eyâlet paşalarının liyâ­ katti kimseler arasından seçilmesi ve eyâlet­ lerde devlet uüfûzunun kuvvetlenmesi, halkın huzur ve refahının te'mın olunması sağlanmak istenmiş idi. Bu sırada yapılan yeni mülkî tak­ simat ile Anadolu ve Rumeli toprakları 28 eyâlete ayrıldı. Eyâlet paşalarının gittikleri yerlerde haksız mal iktisap etmemeleri, üç sene geçmeden değiştirilmemden, bilhassa ayanla­ rın eskiden olduğu gibi, yine halk tarafından seçilmesi hakkında nizam-nameye maddeler ko­ nulmuş idi. Selim 111. Osmanlı devletini içinden kemiren irtikâp ve irtişa ile de mücâdele etmek için, „ref’-iîdîye ve hediye ve rüşvet ve şûru’-i nizâm" adı altında yeni bir kanun çıkardı. ( Me med Galib, Selim-i sâlis 'in bâzı evâmir-i mühimmesi, T O E M, sene 2, cüz 8, s. 500). Selim İU. ’in yaptığı hayırlı işlerden biri de yetimlerin mallarının muhafazasının te mini idi. Kanunî Sultan Süleyman zamanında yetimlerin mallan müstakil bir hazînede 7 yıl muhafaza edilir, bu müddet zarfında vâris zuhûr etme­ diği takdirde, ancak e'hâd uğruna sarf olunur­ ken, sonraları bu mallar şahıslara İntikal eder olmuş idi (Cevdet, V I, 152). Selim III., he­ men cülustan sonra, mirasın hakkaniyet üze­ re verilmesine, küçük yaştaki vârislere devlet



448



SElîm



iiî .



ricalinden bir zâtın vasi tâyin edilmesine ve nun Avrupa devletleri ve bunların kendi ara­ jbîç bir sûretle yetim mallarına dokunulmama- larındaki siyâsî münâsebetleri hakkındaki gö­ sına dâir emirler çıkardı. A yrıca halkın dev­ rüşleri ekseriya İstanbul’da bulunan yabancı let kapılarındaki işlerinin sür’atle görülmesi, devletler dâimî elçiliklerinden divân-ı hümâyûn dâirelerde çalışan me’mûrlarm yazdıkları ev­ tercümanları vâsıtası ile alınan mâlûmata da­ raklarda tâbirleri yerinde kullanmaları, resmî yanmakta idi. Setim 111. zamanında İse, ekserisi yazılarda dile itina etmeleri, yanlış mâna ve Fener beylerinin adamları olan bu tercümanların tâbirler yüzünden halkın zararını möcîp olun­ devlete sadâkatle hizmet etmemelerinden-do» maması tenbih olunmuş idi (Cevdet, VI, 236). layı, devletin dış siyâseti haleldar olmakta ve Selim 111. devlet işleri ve umûmî eikâr üze­ bir çok devlet sırları düşmanlara geçmekte rinde nüfuz sâhibi bulunan ilmiye sınıfının da idi. Devlet teşkilâtındaki bu noksanlığı gören içinde bulunduğa buhranı görmüş ve çıkardığı Selim III., 1207 { 1 7 9 3 ) senesinde A vru p a’da kanunlar arasında „derbeyân-ı tarîk-i ulemâ dâimî elçiliklerin kurulmasına âit gerekli mua­ ve müderrisin ve kuzât“ adlı bir oizam-nâme meleleri ikmâl ettirdi. Bundan sonra, ilk ola­ ile bu sınıfın ıslah edilmesini istemiş idi. rak Agâh Efendi Londra ’ya, Esseyyid Ali Umûmî kalkınmaya rehberlik etmesi lâzım ge­ Efendi F ran sa’yâ, Münib Efendi A vusturya'ya, len bu sınıf içten ve dıştan gelen cereyanlar Aziz Efendi Prusya ’ya, dâimî elçi olarak, gön­ karşısında alâkasız davranmakta ve Sırbistan derildiler. Bu elçiler gittikleri memleketlerin ’da, M o ra ’da, K arad a ğ ’da gayr-i müslim tebea yalnız siyâseti ve diğer devletler ile olan mü­ arasında zuhûr eden istiklâl hareketlerinin se­ nâsebetleri hakkında bilgiler toplamakla kal­ beplerini araştırmak şöyle dursun, bizzat müs- madılar; ayni zamanda, oraların kültürleri ile lümanlar arasında görülen fikir hareketlerini üerileme ve gelişmeleri hususunda da İnceleme­ bite tetkik edecek ve devlete yardımcı olacak ler yaptılar. Böyiece Selim III. zamanında, türk durumda değil İdi» 1730 senesinden beri, Vah- siyâsî tarihi için mühim birer kaynak olan se­ hâbîlik cereyanı bütün A rab istan ’ ı baştan- ba­ faret nâmeler vücûda gelmiş oldu ( İstanbul ki­ şa ihâta ettiği halde, aradan 60 yıl geçmesine taplıkları tarih coğrafya yazmaları katalogları, rağmen, Vabhâbiliğ'n gâye ve emellerini tetki­ İstanbul, 1949, cüz 9). Ba elçilikler sâyesînde, ke lüzum görmemişlerdi. Selim III. zamanın­ Osmanlı imparatorluğu Avrupa camiasına fiilen da, Mekke ve Medine Vahbâbîlerin hücumuna dâhil olmuş bulunuyordu. Selim III. zamanına mâruz kaldığı zaman, ilmiye sınıfı ancak pâdi­ kadar Osmanlı siyâsetinde bütün hıristiyan dün­ şâhın İkazı üzerine bu m es’eleyi tetkike başla­ yasındaki devletler-arası münâsebetlerde siyâsî mış idi ( Cevdet, VII, 194 v.d.). Selim UL, ilmi­ farkların mevcut olabileceği, pek bilinmiyordu. ye sınıfına da yeni bir nizam vermek için, bü­ Selim III. bu yeni teşkilât ile Avrupa devletleri­ yük gayret sarf etti ise de, mühim bir başarı nin siyâsî görüşlerine oldukça vâkıf olmuş ve elde edemedi, ancak kendisinin müs bet ilimlere Avrupa muvâzene siyâsetinden faydalanarak, dayanarak te’sis ettiği mekteplerin daha son­ kendi devrinde başaıılı sayılabilecek bir bâricî raki türk ilminin gelişmesine yardımları büyük siyâset tâkip etmiştir. olmuştur. Onun devrinde birçok kitaplar ter­ 179 i 'den Mısır seferinin zuhûruna kadar Se­ cüme ve bâzı mühim eserler te’lif edilnrştir lim III,, bir taraftan ıslahat hareketlerini ge­ { E. Z. Karal, Osmanlı tarihi, V, 70 ). liştirmeğe gayret ederken, diğer taraftan da Ticarî, İktisadî sâbalarda da bâzı yenilikler Rumeli ve Anadolu ’daki eyâletlerde zuhûr yapıldı. İstanbul ’da bir zahire nazırlığı ihdas eden ihtilâlleri bastırmağa çalışmış idi. Bilhassa edilerek, zahire toplama ve dağıtma işi muhte­ Rum eli’de mahallî mütegaliibe âyân ve paşa­ kir tüccarların ellerinden kurtarılıp, bu nezâ­ lar idâreyi ellerine geçirmişler ve keyfî hare­ rete bağlandı. Devlet parasının korunması hu- kete başlamışlardı. Bunlar arasında eski nülûz sûsunda da yeni tedbirlere baş-vuruldu. Bil­ ve itibâr sahibi ailelere mensup kimseler oldu­ hassa, İstanbul ’da sarraflık ile meşgul olan ğu gibi, doğrudan doğruya zorbalık ve eşkıya­ gayr-i müslim tebeadan bir kısmı, devlete ver­ lıktan gelenler de var idi. İşkodTa ’da Mahmud gi vermemek için, kapitülâsyonlardan faydala­ Paşa, Yanya ‘da Tepedelenli Ali Paşa, Vidiı^-de narak, yabancı devletlerin tebeası oluyor, bu Pazvand-oğlu, Rusçuk ‘ta Tirsînkli-oğlu Işrnaİİ suretle hâzineye âit vergilerini ödemekten kur­ A ğa, Silistre ’de Yılık-oğlu Süleyman Ağa, Hastuluyor ve paranın hârice çıkmasına sebebi­ köy ’de Emin A ğa v.b. dan başka, hıristiyan deyet veriyordu. Selim III. bunlar hakkında da rebeyler de var idi. Osmanlı tarihlerinde „dağ­ tedbirler aldı. lı eşkıyası“ , veya „kırcalı“ adı verilen bu âsî Selim T 1I . ‘in büyük hizmetlerinden biri de, derebeyler ile devletin mücâdelesi uzun yıllar Avrupa ‘da dâimî elçilikler ihdas etmiş olması­ sürmüştür ( İ. H. Uzunçarşılı, Alem dar Musta­ dır. O samana kadar Osmanlı imparatorluğu­ fa Paşa, Ankara, 1947, s. 3 v.d .). Bu derebeyleri-



SELİM ili. Louis X V İ,’nin 1 79 J'd e idam edilmesini hoş karşılamadı İse de, Rusya, Ingiltere ve Avustu.rya 's n ısrarlarına rağmen Fransa ile münâse- betini bozmak cihetine gitmedi. İhtilâl hükü­ meti 179 4 'de De C roch e'y i İstanbul ’a elçi olarak gönderdi. Selim III. yeni elçiyi resmen ., tanımadı ise de, elçiliğini de reddetmedi. Bu suretle yeni -Fransa ’nın Osmanli devleti tara- ' fından resmen tanınması bir müddet daha ge­ cikti. Base! ( 1795 ) anlaşmasından sonra Prusya resmen F ran sa ’y ı tanıyınca, Setim 111. de ihti­ lâl Fran sa’sını tanımağa karar verdi. Direc­ toire hükümeti başa geçtikten sonra, Osmanh hükümeti ile Fransa hükümeti arasındaki mü- . nâsebetlerİn gelişmesi için, 1795 ’te Verainac İstanbul ’a gönderildi. Yeni elçi Avrupa ’daki fransız cumhuriyeti aleyhtarlarına karşı Osmanii devletine ittifak teklifinde bulunmuş idi ( Yusuf Akçora, Osmanh imparatorluğunun dağılma d evri, İstanbul, 1940, s. 54 v.d,). Fa­ kat Selim Hl. Fransa ile bir ittifaka yanaşmadı ve bu suretle diğer Avrupa devletleri ile de dostâne münâsebetlerini devam ettirerek, Os- : manh İmparatorluğunun tarafsızlığını sağlama­ ğa muvaffak oldu. 1797 ’de, Campo-Formio muahedesi ile. Na­ poléon Dalmaçya kıyılarında eski Venedik top­ raklarına sâhip olunca, Fransa Osmanli ımpaI ratorluğuna karşı siyâsetini değiştirdi. Osman­ lı devleti ile komşu olan Fransa'nın Dalmaç­ ya 'da tâkip ettiği siyâseti Selim III., Viyana ’daki türk elçisi A fif Efendi vâsıtası ile, öğre­ niyor ve Napoléon ’un Arnavutluk, Bosna ta­ raflarında hücuma geçmesi ihtimali karşısında endişe duyuyordu. Napoléon Dalm açya’ya yer­ leşince, Fransız ihtilâlinin te’sirleri Osmanh topraklarına da nüfuz etmeğe başladı. Sırp, hırvat ve rumlar arasında ihtilâl fikirleri git­ tikçe kuvvetlendi (E . Homman, La Formation de la Yougoslavie, Paris, 1931 ). Fransizlar gayr-i müstim tebeayı Osmanli devleti aleyhi­ ne teşvik ettiler; hattâ bizzat yahudileri de F i­ listin ’de bir yahudi hükümeti te’sis etmeğe da­ vet ettiler { Cevdet, VI, z8z ). VII> v. . . Bir taraftan milletleri hürriyet ve :stiklâle Selim III. 'in tahta geçmesinden bir kaç ay son­ ra Fransa'da büyüle fransız ihtilâli patlak ver­ teşvik eden Fransa diğer taraftan da müstem­ miş idî. Başlangıçta, Avrupa devletleri arasında lekecilik siyâsetinden vazgeçmemekte idi. Napo* olduğu gibi, Osmanli devleti de fransız ihtilâ­ léon F ran sa ’nın en büyük düşmanı olarak ta­ lini Fransa *mn bir iç mes'elesi gibi mütâlea et­ nıdığı İngiltere 'yi Ak-denİzden çıkarmak ve miş idi. Fakat ihtilâlin sür’atle Avrupa 'ya nü­ onun U zak-doğu’daki müstemlekelerini ele ge­ fuz etmesi üzerine, Avrupa d evletlerin i Fran­ çirmek emelinde idi. Bunun için, Hind ’e giden s a ’ya karşı cephe almalarına mukabil, Selim İli. yolların en kısası olan Mısır ’1 ele geçirmek ve Fransa 'yı Osmanh devletinin eski bir dostu bu arada mümkün olur ise, Osmanh impara­ saydığından ihtilâl'Fransa'sına karşı dahi dos­ torluğunun payitahtım da zabtedip, bir şark tâne ve tarafsız bir siyâset takip etmeğe de­ fatihi olarak, Fran sa ’ya avdet etmek hülyasına vam etti. Her ne kadar Selim III., şehzadeli­ düşmüş idi ( Yusuf Akçora, aıjn. esr., s. 57 ). Na­ ğinde muhabere ettiği ve şahsî dostu saydığı poléon ’un bu siyâseti Direktoire hükümeti ta-



üi, silah gücü ile, ortadan kaldırmak büyük Korluklar arzediyordu. Zîra her birinin payi­ tahtta nüfuzlu kimselerden hamileri var idi. Se­ lim IH. ’in ıslahat hareketlerine muhalif olan­ lar, eyâletlerde de ocak mensuplarını ve bu âsî zümreyi devlet aleyhine tahrik etmekten geri durmamışlardı. Bu devirde Rumeli 'deki âyân ve mütegallibeler arasında büyük bir şöhret kazanmış olan Pazvand-oğlu Osman Pa­ şa 1796 'dan sonra hâkim olduğu Vidin 'i âsile­ rin merkezi hâline getirmiş idi. Selim Hl. kapudan-ı derya Küçük Hüseyin P a şa ’yı 17 9 7 'de Vidin isyânını bastırmağa me'mûr etti. Fakat Vidin 'i aylarca muhasara eden Hüseyin Paşa Pazvahd-oğlu ’nu te’dibe muvaffak olamamış idi. 1798 'de, Mısır seferinin çıkması üzerine, Pazvand-oğluna vezâret tevcih edilmiş ve kendisi­ ne devlete sadâkatle hizmet etmesi tenbih olunarak, Vidin isyanı muvakkaten yatıştırılmış idi [ bk. mad. PAZVAND-O ğ l u ]. Bu derebeylerin ayaklanmaları yanında, Balkanlar ’ da sırptar, karadağlılar ve rumlar istiklâl dâvası ile sila­ ha sarılmışlardı. Mısır ’ da Mehmed A li Paşa, Arabistan *da vahhâbîler ve Anadolu ’nua muh­ telif eyâletlerinde görülen ayaklanmalar, Se­ lim 111.’in en büyük talihsizliğini teşkil eden cesur ve sâdık bir kumandandan mahrum ol­ ması dolayısı ile, tamâmîyle bastırılamadı. Esâsen Nopoleon’un M ısır’ a hücum etmesi ile Selim III. bütün dikkatini dıştan gelen tehli­ keye ¡çevirmek zorunda kaldı. M ısır'ın sü r’atle istilâsı Selim III. 'i pek müteessir etmiş idi. Pâdişâh müverrih Vâsıf E fen d i’ye Mısır eyâ­ letinin hangi sebepler yüzünden böyle âni bir istilâya mâ'ruz kaldığına dâir malûmat verme, sini emretti. V âsıf Efendi Mısır hakkında pa­ dişaha takdim ettiği risâlede, bu eyâletin du­ rumunu anlatırken, Kölemenlerin devlet kanun­ larına riâyet etmediklerini ve bu yüzden ida­ renin ve hazînenin zararlarını mucip oldukla­ rım, kale ve müstahkem mevkileri ihmal ede­ rek, eyâletin müdâfaasını zayıf duruma düşür­ düklerini sebep olarak göstermiş idi CCevdet,



İslâm Ansiklopedisi



29



S Ë L Î M İÜ.



rafından da teşvik gördü. Selim İH, bir taraf­ tan eyâletlerdeki ayaklanmalar ile, diğer ta­ raftan ıslahat hareketlerini geliştirmekle meş­ gul olduğu sırada, Napoléon, 19 mayıs 1798 tarihinde, Osmanlı devletine harp ilânına lü­ zum görmeden, M ısır’ı feth için Toulon’dan, büyük bir harp filosu ve 35 bin kişi kadar kuvvet ile, ayrıldı. M alta’yi sür’ atle fethettik­ ten sonra, 2 temmuzda İskenderiye civarında Abülfir mevkiine asker çıkardı ve Mısır ’1 istilâya başladı. 25 temmuzda Napoléon, Eh­ ramlar muharebesini kazanarak, Kahire 'ye gir­ di. Fransa 'um milletler-arası hukuk kaidelerine riâyet etmeyerek, Osmanlı topraklarına yaptığı bu hücûm, Setim III. ve Bâbıâli tarafından hay­ retle karşılanmış idi. Fakat pâdişâh, devletin içinde bulunduğu güçlükleri, ordu ve donanma­ nın durumunu iyi bildiğinden ve Fransa ’ya karşı tek başına mücâdeleden bir başarı elde editemiyeceğini anladığından, derhal Fransa ’ ya harp ilân etmekten çekindi. Selim 111. Napoléon ’a' karşı kendisine A v ru p a devletleri arasında müttefikler aradı ; onun düşmanlarından fayda­ lanmasını bild>. Mısır eyâletinin bir düşman ta­ rafından istilâya uğraması ve bu İslâm ülkesi­ nin himayesiz bırakılarak, derhal eihad ilân edilmemiş olması payitahtta ve umûmî efkârda pâdişaha karşı bir infial uyandırmış idi. Fakat Seiim 111., tedbiri elden bırakmıyarak, iyi bir siyâset adamı olarak hareket etti ve vakit ka­ zanıp, hazırlanmağa başladı. ' 1 ağustos 1798 'de İngiliz amirali Nelson Ab fi­ k ir ’de bulunan fransız donanmasını, âni bir hücûm ile, tahrip etti ve böyiece Napoléon’un Fransa ile irtibâtı kesildi. N elson’un zaferi In­ giltere ile Osmanlı devletinin işbirliği yapma­ larına âmil oldu. Selim III., Ak- denizde dola­ şan İngiliz donanmasının Osmanlı limanların­ dan hangisine uğrayacak olursa, her türlü yar­ dımda bulunulması için Ak-denizdeki bütün Osmanlı limanlarına emirler gönderdi. Napo­ léon 'un Mısır ’a hücumu ve D alm açya’da yer­ leşmesi Rusya ’yi da endişeye düşürmüş ve bu suretle Rusya tngiliz-Osmanlı siyâsetine mey! etriıiş idi. Böyleee Selim III., Fran sa’ya harp ilân etmeden evvel, kendisine A vru pa’ da iki kuv­ vetli müttefik buldu. 4 eylül 1798 tarihinde FrSnsa ’ya resmen harp ilân edildi. Bundan bir gün sonra, 24 rebiüievvel 1 21 3 (5 eylül 1798) tarihinde, bir rus filosu Kara-denizden gelerek, Büyükdere Önlerinde demirledi. Osmanlı do­ nanması da iki kısma aynldı ; bir kısmının, ami­ ral Nelson ’a yardım maksadı ile, İskenderiye ’ye ve diğer kısmının da. rus filosu ile beraber, Yedi-ada üzerine gönderilmesi uygun görüldü. İskenderiye’ ye gidecek filonun kumandanlığına Rodoslu Murâbıt-zâde Haşan Kaptan ve diğer



filonun kaptanlığına da Kadri Bey tâyin olun­ dular. 30 kadar küçük ve büyük gemiden mü­ rekkep Osmanlı donanması, 20 eylül 17-98 ’de, yâni rusların Ak- denize açılmalarından bir gün sonra, İstanbul ’dan Yedi-ada ’ya müteveccihen hareket etti. Bundan önce Arnavutluk sâhilleïrinin korunması ve F ran sa ’ya geçen yerlerin . istirdâdt için de Tepedelenli A li Paşa ’ya’ emir gönderilmiş idi. AH Paşa fransızları :Preveze’dé mağlûbiyete uğrattı. Osmanlı-Rus donanması da Zanta, Kefalonya adaları sâhillerinde ba­ şarılar eldé etti ve içlerinde fransız askerleri bulunan gemiler zaptetti. Parga, Preveze ve bu civarda bulunan bâzı yerler Osmanlı dèvletine geçti. Böyiece denizlerde N apoléon’a karşı yapılan ilk savaşlar başarı ile neticelen­ di. 23 reeeb 1 21 3 { 3 1 kânun I, 17 9 8 ) 'te rustar ite ve bir hafta sonra da, 28 reeeb 1 21 3 ( 5 kânûn 11, 17 9 9 ) ’te, İngiltere ile resmen'ittifak muahedeleri yapıldı ki, bir müddet sonrâ' Osmaniıların „Küçük İspanya" adını verdikleri İki-Sicilya devleti de bu ittifaklara dâhil oldıi (Nihat Erim, ağrı, esr., s. 194 )«' . Bu sıralarda, İstanbul’da halk arasında, bil­ hassa Rusya ile ittifaktan dolayı, pâdişâh'aley- ' hine propagandalar yapılıyordu. Selini III. ’ in Osmanlı payitahtında serbestçe dolaşmalarına müsâade ettiği fransız ihtilâl tarafdartarı v e ' Fran sa’nın daha Önceden İstanbul’a gönder­ diği gizli me’mûrlar, para gücü ile; halkı tah-' rik etmekte idiler ( Zinkeîsen, VI, 849 ). Bâzı zorluklara rağmen, Selim III, iki hırıstiyan dev­ let ile yapmak zaruretini gördüğü bu ittifak­ ların meşrû’iyetini sağlamış ve bu hususta 1791 ’de Prusya ile' yapılan ittifakta olduğu gibi, fetva almağa muvaffak olmuş idi. 15' cemâziyelevvel 1 21 3 (25 teşrin I. 17 9 8 )’ te sadâret ma­ kamına da Yusuf Ziya Paşa tâyin olunmuş, harp hazırlıklarının ikmâli ve Mısır eyâlétinin düşman istilâsından kurtarılması vazife­ si de yeni sadrâzama verilmiş idi. Selim III. bu harpler esnasında iş başına tâyin olunacak kimselerin şahsiyetleri üzerinde bizzat meşgul olarak, yapılan tâyinlere müessir olmuş idi. Say* da valisi Cezzar Ahmed Paşa, isyânından do­ layı hukuken devlet nazarında âsî ve suçlu du­ rumda bulunmasına rağmen, Selim İH. bu mü­ câdeleden yılmaz ve tecrübeli vezirden fayda­ lanmakta bir mahzur görmemiş ve onu devlete hizmet için gayrete getirmiş idî. C ezzâr A h­ med Paşa Mısır seraskerliğine tâyin olundu. Bundan başka Tırhala mutasarrıfı Köse Mus­ tafa P a ş a ’nın da, deniz yolu ile, İstanbul ’dan Mısır ’a hareket etmesi emredildi. A na vatanı ile irtibatı kesilmiş bulunan Napoléon, Mısır ' ’daki mahsur durumundan kurtulmak m aksadı' ile, Suriye ’yi ele geçirmeğe çalıştı. 23 kânûn



i, 1798 'de Mısır ’dan hareket eden Napoléon, al-‘A riş, Gazza ve Y S fa ’yi sür’atle zaptettiktèn sonra, *4 mart 179 9 ’da, A kkâ kalesi ön­ lerine geldi. Napoléon A kkâ kalesini müdâfaa edén Cezzâr Ahmed Paşa’nın şöhretini, savaş­ taki maharetini öğrenmiş ve, bu kaleyi hile ile’ ele geçirmek için, türk kumandanına çeşitli teklifler yaparak, onu teslim almağa çalışmış idi. Fakat türk kumandanı A kkâ ’yı şiddetle müdâfaa etti. Napoléon A kkâ ’da bir başarı kazanamadı. Selim 111. ’in yetiştirdiği nizâm-! cedfd askerlerinden bâzı birlikler de A kkâ ’ nm yardımına gönderildi. 1 1 mayıs 179 9 ’ da Napo­ léon muhasarayı kaldırmağa ve mağlûben Mı­ sır ’a dönmeğe mecbûr oldiı [ krş. mad. CEZZÂR



aylarında yeniden hazırlığa başladı; Anadolu ve Rumeli ’den asker getirildi. Ertesi yıl ilk baharda kapudan-ı derya Hüseyin Paşa ku­ mandasında, 70 kadar harp gemisi ile, Mısır ’a 6.000 kişilik yeni bir kuvvet sevkedüdi ki, bunlar arasında 3.000 kadar da nizâm-ı cedfd askeri var idi. tngüizler de İskenderiye ’ye 5.000 kişi kadar bir kuvvet çıkardılar. 25 zilhic­ ce 12 1$ (9 mayıs 1 8 0 1 ) ’te kapudân-ı derya Hüseyin Paşa ve kethüdası Husrev A ğ a Rahm Sniya’de fransızları mağlûp ettiler. Fransız orduları serdâr-ı ekrem, kapudan-ı deryâ ve İn­ giliz orduları tarafından kuşatıldı, mukavemet edemeyeceklerini anlayan fransızlar teslim ol­ dular. 16 safer 1216 (28 haziran 1801 ) ’dâ ya­ AHMED P A Ş A J. pılan anlaşma ile, fransızlar Mısır ’1 tahliye et­ M ısır’ın düşmandan tamâmiyle kurtarılması tiler. Osmanh orduları muzafferen tekrar Ka­ işi 5 nisan 1799 ’da, sadrâzam, kapudan-ı der­ h ire ’ye girdi. Bunun üzerine Selim III,.’e gâya ve bütün devlet büyüklerinin iştiraki ile, Se­ zîtik unvanı verildi. lim III. ’in huzûrunda bir kere daha görüşüldü. Mısır savaşları esnasında Bâbıâli, Rusya ile 15 mayıs 179 9 ’da sadrâzam Yusuf Paşa, ordu yaptığı 2 1 mart 1800 tarihli anlaşma ile, Parga ile, kara yolundan Mısır ’a hareket etti. Bun­ ve Preveze ’nin Osmanli devletine iadesi ve Vedi­ dan bir kaç gün sonra da Cezzâr Ahmed Paşa a d a ’da Osmanh devleti himayesinde bir cum­ ’nm Akkâ zaferi haberi İstanbul ’a geldi. Pâdi­ huriyet kurulması kabûl edilmiş idi. Fakat bu şâh pek sevinmiş, Cezzâr Ahmed Paşa ’yı cumhuriyet ne Fransa ve ne de İngiltere ta­ takdir ederek, ona münâsip hediyeler yollamış rafından tanındı, 21 teşrin I. 1801 ’de, Amiens idi. Selim III. ’in Napoléon ile mücâdelesi her ta­ barışının imzalanmasından evvel, yapılan gö­ rafta aynı başarı ile neticelenmedi. Deniz yolu rüşmelere, ilgisi olmasına rağmen, Osmanh île Mısır ’a gönderilen Köse Mustafa Paşa ku­ devleti dâvet edilmemiş idi. Selim 111. Prusya mandasındaki Osmanli ordusu 5 safer 1314 Í9 kiralından Fran sa’nın Yedi-ada’ da kurulan cum­ temmuz 1799 ) ’te A b ü k ir’de karaya çıktı. 25 huriyeti tanıması ve Mısır ’da yapılan anlaşma­ temmuzda vuku bulan savaşlarda Napoléon, nın tasdiki için de Fransa nezdinde tavassutta bir hayli zâyiât vermekte berâber, Mustafa Pa­ bulunmasını şahsen istemiş idi { îorga, trk. trc. şa ’yı mağlûp etti. B. S. Baykal, Osmantı tarihi, V, 140). Bu­ ■Abülfir mağlûbiyeti üzerine, Selim l l l . ’ in nun üzerine, P a ris ’te bulunan türk elçisi EsMısır seferinden ümit ettiği başan serdar-ı seyid A li Efendi Mısır ’ın tahliyesi, Osmanh ekrem Yusuf Ziya Paşa idaresinde ve meveûdu devletinin tamâm-ı mülkiyeti ve Yedi-ada ’da 80.000 kişiyi bulan Osmanli ordusunun elde kurulan cumhuriyetin tasdiki ve daha bâzı edeceği zafere bağlı görünüyordu. Osmanh or­ maddeler üzerinde Fransa ile 9 teşrin I. 1801 dusu 20 kânûn L 1799 ’da al-‘A r iş ’i kolaylıkla ’ de bir anlaşmaya vardı. İngiltere Osmanh zaptetti. Napoléon ’un M ısır’da yerine bıraktığı devletinin Fransa ite münferiden yapmış oldu­ general Kléber, bunu haber alınca, ona Mısır ’1 ğu bu anlaşmaya muhalefet etti. Napoleon, bu tahliye etmek için tekliflerde bulundu. Bu tek­ durumdan faydalanarak, Selim 11!. ’den eski lifler pâdişâha arzedildi. Selim III., her De Osmanh-Fransız dostluğunun devamını istemiş surette olursa-olsun, bir an evvel Mısır ’dan idi. Bu münâsebetle, Gatib Efendi, fevkalâde düşman kuvvetlerinin çekilmesi için, serdâr-ı elçi olarak, P a ris'e gönderildi. 24 safer 1217 ekreme salâhiyet verdiğini bildirdi. Bunun üze­ ( 25 haziran 1802 ) ’de Fransa ile bir barış an­ rine 29 kânûn ¡I. 1800 tarihinde Kléber ile laşması imzalandı ki, böylece Fransa ile Mısır Ziya Paşa arasında bir anlaşma imzalandı ve mes’elesinden dolayı çıkan anlaşmazlıkların bir an için Mısır mes’elesî böylece sona ermiş mühim bir kısmı sona ermiş oldu ( Y. Akçora, gibi göründü. Fakat fransızlarm Mısır ’dan ser­ «1771. esr,, s. 104). Fransa ’nm Mısır ’dan çekilmesi ile İngiltere bestçe çekilip-gitmelerine îngilizler râzı olma­ dıklarından, bu anlaşma tatbik mevkiine ko­ İskenderiye’de bulunan askerî kuvvetlerini geri nulamadı. 20 mart 1800 ’de Heliopolis civarın­ çekmedi ve, Kölemenleri himâye ederek, Mısır da yapılan savaşlarda Kléber galip geldi. S e ­ ’m iç işlerine müdâhaleye başladı. Selim III., lim IH., bu ikinci mağlûbiyetin öcünü almak bu sebepten dolayı, sadrâzam ve kapıidan-ı için, her türlü fedâkârlığa katlanıp, 1800 yılı yaz deryanın bir müddet daha Mısır ’da kalmasını



SfcLİM İÜ.



uygun bulmuş idi. İki yıl kadar Mısır ’da Osmanh devletinin başına yeni bir gâüe çıkaran İngiltere; 1803 te Fransa ile yeniden mücâde­ leye başlamasından dolayı, 9 kân.ûn 11. 1803 ’te Ormanlı devleti ile İstanbul ’da bir anlaşma yaparak, Mısır '1 tabiiye etti. Selim IH., Mısır tnes’piesi dolay isiyle karşılaştığı hârici tehli­ keleri, başarılı sayılacak bir siyâset neticesin­ de, sona erdirdikten sonra, mümkün olduğu kadar Osmanlı imparatorluğunun. A vru pa'da Napoleon’a- karşı harplerde tarafsız kalmasını sağlamağa , çalıştı. 18 mart 18 0 4 ’te Napoleon imparator ilân edilince, Rusya, İngiltere, Avus­ turya onun imparatorluğunu tanımadılar ve ona karşt yeni bir ittifak kurdular. Osmanlı imparatorluğu için de bu siyâsî gelişme yeni bir tnes’elenin ortaya çıkmasına sebep olmuş­ tur. İngiltere ve R usya’nın ısrarları Da rağmen, Selim III. Napoleon ’a karşı kurulan üçüncü ittifâka dâhil olm adı; tarafsızlık siyâsetini de­ vam e ttird i; fakat İngiltere ve Rusya ’yi da gücendirmemek için, Napoleon’un imparat or­ luğunu derlıâl tanımamış idi. Napoleon *un Osterli.tz’de müttefiklere karşı kazandığı zafer Bâbıâli’ nin hârici siyâseti üzerine de müessir ol­ du ve Selim 111., Napoleon ’un imparatorluğunu tebrik maksadı ile, Muhib Efendi ’yi, fevkalâde elçi sıfatı ile, Paris ’ e gönderdi ı Elçiye verilen tâlimât için bk. Cevdet, VUI, 47). Bu fırsat­ tan faydalanmak isteyen Napoleon Osmanlı devletini, müttefiklerinden ayırarak, Fransa siyâsetine bağlamağa, çalıştı ve general Sebastiani 'yi elçi olarak İstanbul 'a gönderdi, 18 ağustos 1806 'da' İstanbul ’a gelen ve hediyeler arasında Napoleon ’un bir resmini de getiren Snbastlani. İstanbul’da büyük itibâr gördü. Se­ lim III.r Napoleon ’a karşı ihtiyatlı hareket et­ mekle beraber, Rusya ve Avusturya'nın Bal­ kanlarda OsmaDİı devleti aleyhine tâkip ettik­ leri siyâsetten dolayı, Fransa ile dosttuk te’sisine daha çok ehemmiyet vermeğe başladı. Mısır seferinden sonra, devletin iç durumun­ da görülen karışıklıkların hârici siyâset üze­ rinde, büyük te’sİrleri olmuş idi. Selim ÜL, tahta cüiûsundan beri, 14 yıl geçtiği hâlde, uğ­ runda büyük gayretler sarfettiği ıslahat hare­ ketlerini arzu edilen şekilde geliştirmeğe mu­ vaffak olamamış idi. Başta ordunun, Mısır se­ ferindeki tecrübelerden sonra, düzenlenmesi mecbûriyeti kendini bir kere daha göstermiş idi. Selim III., bu maksatla, 1801 '.de, Levent çiftliği talimgahlarından ayrı olarak, Üsküdar ’da inşâ olunan kışlada nizâm-ı cedîd için ye­ ni bir „o rta" daha kurdu. Gerek Üsküdar, gerek Levent -çiftliğindeki- ortalarda süvari birliklerinin de yetiştirilmesine başlandı. Fa­ kat Selim III. ıslahat hareketlerinin gelişmesine



gayret sârfetti.kçe, payitahtta ve eyâletlerde yeni idareye karşı muhalefet çoğaldı. Eyâlet­ lerdeki ayaklanmalar arasında, 1893 yılına doğ­ ru bütün Arabistan ’1 baştan-başa tehdit eden vahhâbîlik hareketi başta gelmekte idi. ' Bütün İslâm âlem:nia saygı duyduğu Mekke ve Me­ d in e’nin vabiıâbîler tarafından yağma ve tah­ rip edilmesi Selim III. ’i pek müteessir etmiş idi. Pâdişâh 1804 yılında Mebtmed A li Paşa’yı Mısır valiliğine tâyin ve vahhâbîle.r:n bas­ tırılmasını ona havale etti. Mehmed Ali. Paşa ’om vahhâbîlerin bastırılmasında büyük yar­ dımları dokundu ve Selim III. zamanında, ge­ çici dahi olsa, bir müddet iç’n, Mısır, ve A ra­ bistan 'da bu suretle emniyet ve âsâyiş sağ­ lanması mümkün olmuş idi. Buna mukabil; im­ paratorluğun Balkanlardaki durumu daha.ka­ rışık idi. Romen, sırp, hırvat ve rumiar ara­ sında istiklâl cereyanları kuvvetlenmiş, EfjâkBoğdan, Semendire sancağı, Karadağ ve Mora ’da yabancı devletlerin himaye ettikleri. teşki­ latlı ayaklanmalar baş göstermiş idi. Bu.hare­ ketlere karşı devletin aldığı tedbirlerin başa­ rıya ulaşamaması müslüman tebeanın da zara­ rını mûcip oluyor ve halk arasında devletin gü­ veni sarsılıyordu. Hattâ birçok yerlerde, müslümanlar müdafaasız bırakılmış ve halk; kendi aldığı tedbirler ile, mal, mülk.ve canlarını mü­ dâfaa çâresine baş-vurmuş ve âsî derebeylerin etrafında toplanmışlardı. Bu durum ma­ hallî âyân ve beylerin nüfuz ve kudretinin artmasına ve devlet nüfuzunun büs-bütün sar­ sılmasına yol açtı. Henüz bir çok yönlerden aydınlanmağa muhtaç bulunan. Balkan veya di­ ğer ülkelerde görülen bu isyanların bastırıla­ rak, emniyet ve huzûrun sağlanması iç'n Se­ lim III. zamanında yapılan icraatta, Mabmud, II. devrinde baş-vurulan şiddetli bir tenkil, si­ yâsetinden ziyâde, mülayim ve uzlaştırıcı birusûlün tâkip edildiği görülmektedir. Bu tu­ tum, eyâletlerde emniyet ve asayişin sağlan­ masında yardımı az oldu ise de, mabaHî âyân. ve müsiim veya gayr-ı müslim der e beylerin kuv­ vetlerini arttırmalarına ve müslümanlarm zu­ lüm ye gadre uğramalarına engel olmuş v.e eyâ­ letlerin sür’atie elden çıkmasını ön'emiştir. Bu, isyanların sebeplen arasında, daha ziyâde, mem­ leketin idaresinde büyük te'sirleri olan, devlet ricalinin icraatından memnun kalınmadığı ilerr sürütmekte idi. Cezzâr Ahmed Paşa ve Küçük Ali-oğlu Halil Paşa gibi mütegatlibenin dahi, Selim 111. ’in şahsına karşı büyük bir bağlılığı, var idi ( bk. Râsim, .Osmanlı.tarihi,. III, 1486)., Vidin ’de büyük bir şö h ret. kazanan Pazvşndoğlu Osman Paşa 18 0 2 ’de Belgrad 'da isyan, eden yamakları müdâfaaya kalkışarak, yeniden: devlet aleyhine isyana cesaret çtti ise de, 1804



SELİM 1IL



yılında Sırp isyanlarının şiddetlenmesi üzerine, kendisine yapılan nasihat ve .Selim 111. ’e karşı duyduğu saygıdan dolayı, devlete sadâkat ile hizmet eden bir âyân oldu ve Sırpların Vİdin ’e yaptıkları hücumlara karşı burayı başarı ile müdâfaa ettiği gıbij 1807 ’de Ölümünden evvel de, rusların Vidin ’e yaptıkları hücumları tardederek, onların sırplar ile birleşmelerine mâni olmuş idi. Yine Rumeli ’nin şöhretli ayanlarından TepedeJenli A li Paşa,. l8oz yılında, Rumeli va­ liliğine getirilmiş ve kendisine dağlı eşkıyası ve âsî âyânm te’dibi vazifesi verilmiş ise de, onun âsîler ile münâsebeti tesbit edildiğinden, kendisi Rumeli vâliliğinden aziolunmuş idi. A li Paşa bu sebepten devlete isyâna kalkışmamış, bilâkis ruştürk harplerinin zuhurunda oğullan. Muhtar ve Veli paşaları, kâfi derecede kuvvet ile, Tuna .cephesine göndermiş ve böyiece: devlete sadâ­ katini İsbat etmiş idi. A yrıca Ali Paşa ’nın Solyotların isyanlarını da bastırmakta büyük hizmetleri olmuş idi. Anadolu’da Cebbâr-zâ,deler ve diğer âyânlar Selim TU .’e itâat ile bağlı idiler ve Anadolu ’da nizâm-ı cedîd teş­ kilâtının kurulmasında bu ayanların yardımları olmuş idi. Daha sonraki hadiselerden de sâbit olduğu üzere, âyân ve derebeyler arasında Se­ lim 111. ’e karşı duyulan sevgi ve saygı devam etmiş idi. ; , . .1806 senesi Selim III. ’in hayatında bir dönüm .noktası teşkil eder. Napoléon’un imparatorlu:ğunun tanınması ve bununla ilgili hârici mes’ elelerin çözülmesi, rusların Osmanlı devletine harp ilân etmesi ve diğer hârici hâdiseler ya­ nında, Balkanlarda ıslavlarm çıkardıkları isyan­ ların genişlemesi, nizâm-1 cedidin Rumeli’ye de teşmil edilmesi, Edirne vak'asınm zuhuru ye Selim III.’e karşı büyük bir ihtilâlin hazır■ lanması gibi dış ve iç hâdiselerin hemen hepsi bu yılda patlak vermiş idi. Bunlar arasında Selim 111. ’İn nüfûzunun azalmasına en çok mü­ essir olan hâdise Edim e vak’ası oldu. Selim ¡ 11. Anadolu 'da kısmen başarı ile gelişmekte olan nizâm-ı eedîd teşkilâtının Rumeli 'deki eyâletlerde de tatbik olunmasını faydalı bul­ muş ve 18 0 6 'da devlet iler! gelenlerinin fikir­ lerine müracaat etmiş idî. Padişaha takdim ..olunan taporlar arasında bilhassa sadâret ketKudası İbrahim Nesim Efendi'nin mutâleaları ve Rumeli ’ de .nizâm-ı cedidin tatbiki için ha­ zırladığı plan uygun bulunmuş idi. Buna göre, içlerinde nizâm-ı cedîd taburlarının da bulun..duğu 40.— 50.000 ¡kişilik bir ordu hazırlanacak, Kadı Abdurrahman P a ş a ’nın kumandasında Rum eli’ ye gönderilecek ve ilk olarak Edirne . ’de. nizâm-ı cedidin tatbikine başlanacak idi. . t a z ı rebiülevvel ortalarında (1806 haziran bçrşları ) kuyvetler İstanbul ’dan hareket etti



451



O ' (Cevdet, VIII, 6 1). Fakat, teşebbüs, işlalıat aleyhdarları tarafından mürettep bir hıyanet yüzünden,: başarı elde edemedi. Ulemâ, esnaf, tüccar, sarraf ve fenerlilerin büyük bir kısmi yeniçeri ooağı tarafını İltizam ederek,, nizâm-ı cedîd ve pâdişaha karşı cephe, almışlardı. Biz­ zat sadrâzam Hâfız İsmail Paşa isyancı züm­ renin başında idi. İsmail Paşa, Rnmeli ¡ayanla­ rına gizlice haber göndererek, nizâm-1 cedîd ateyhdarlarının hepsinin kılıçtan 'geçirileceğini bildirdi ve onları isyâna teşvik etti. Her ne kadar Rumeli âyânları, pâdişâhın şahsına; saygı beşlemekte iseler de, bunlar bir çok sebepler­ den dolayı, nizâm-ı cedidin ; Rumeli ’de tatbi­ kine şiddetle muhâlif bulunuyorlardı. H attâ bu sıralarda Selim III. ’in hal’edileceği şayiaları çı­ karılmış ve şehzâde Mustafa ’ma larafdarları, şehzadenin ağzından nizâm-ı cedidin ve diğer ıslahatın kaldırılacağına dâir vaâdierde, bulu­ nan mektuplar yazarak, âyânlara göndermiş­ lerdi. Kadı Abdurrahman Paşa benüz Silivri civârına gelmiş bulunuyordu ki, halk ile birlik olan âsîler, paşanın daha ileriye gitmesine mâni olmak için, mücâdeleye başladılar. Bu esnada, İstanbul ’da da yeniçeriler ve tarafdarları hare­ kete geçmişlerdi. Keyfiyet Selim III. ’e arşolundu. Abdurrahman Paşa, âsîleri sür’atie te’dip etmeğe tarafdar idi ise de, Selim III., ih­ tilâlin büyümesinden ve kan dökülmesinden en­ dişe ederek, Abdurrahman Paşa.’ya İstanbul ‘a dönmesi için emir gönderdi ve böyiece, Rumeli ’de nizâm-ı cedîdin tatbikinden vazgeçildi. Selim 111. ’in bu kararı senelerden beri uğ­ runda gayret sarfettiği ıslahatın yıkılmasına ve netice itibariyle kendisinin hal’ine ve daha sonra da bayatına mâl oldu. „İkinci Edim e vak’ası" diye adlandırılan bu hâdise, Osmanlı müellifleri tarafından, Selim III.’in halim, se­ lim ve merhametli olmasından dolayı devlet nizamlarını yerine getirmekte cesâret göstere­ mediğine hamlolunmaktadır. Fakat bunda onun şahsî cesaretsizliğinden ziyâde, daha başka se­ beplerin 'bulunduğunu düşünmek zafûrîdir. Zira pâdişâh bu sırada memlekete karşı içten ye dıştan yöneltilmiş bulunan tehlikelere vâkıf idi ve senelerden beri devlet nüfuzunu sağla­ mak için yegâne icrâ vâsıtası olan askeri'teş­ kilâtı içinde bulunduğu düzensizlik ve ihtilâl hareketlerinden kurtararak, devletin nizamla­ rının yerine getirilmesi husûsunda bu mühim müesseseyi bile düzeltmeğe muvaffak olamamış idi. „Enderun ve biranda" ihtilâlciler ile iş­ birliği yapanların bir çoğu pâdişâhın etrafım çevirmişlerdi. Selim III., Osmanlı tarihine .vâ­ kıf olduğundan, ihtilâlden dâimâ çekinmiş idi. Bilhassa bu sırada vuku bulacak büyük bir ih­ tilâlde Osn>aplı hâeedanıpıp sopa ermeği teb-



454



SELİM ili.



likesi de var idi. Kendisinin evlâdı olmadığın* dan, Âl-i Osman ’m devamı için, şehzâde Mus­ tafa ve Mahmud 'a büyük bir şefkatle muamele etmiş idi { Câbî Said, Tarihi s. 144). Nitekim 18 0 8 ’de çıkan ihtilâlde Selim İIL katledilmiş ve şehzade Mahmud ’un hayatına son verilmesine teşebbüs olunmuş idi. Bu sebeple; Selim III. ’i böyle mühim bir karara sevkeden âmiller ya­ nında Osmanh hanedanının bir anda yıkılması ve devletin daha büyük tehlikelere mâruz kal­ ması ihtimâllerini de düşünmek icâp eder. Edirne vak'asından sonra, nizâm-ı eedtd aleyhdarları daha büyük bir kuvvet hâline gel­ di. Selim 111. ’e karşı cephe alanlar bir kaç hafta pâdişâhın adını hutbeden çıkarmışlardı. Hattâ Üsküdar ’da Selimiye câmiinin inşâsı ta­ mam olduğu ve açılması için pâdişâhın cuma alayı ile biıraya gitmesi kararlaştırıldığı hâlde, Selim III. bir kaç hafta bu câmiin açılış töre­ nini geri bırakmak mecbâriyetinde kalmış idi. Sadrâzam tsmail P a ş a ’nın, hıyanetinden dolayı, kanÛnen, şer’an idamı lâzım gelirken, Selim 111. onu ancak azletmekle iktifa etmiş idi. Bu arada ıslahat hareketlerinde hizmetleri görü­ len bir çok kimseler vazifelerinden uzaklaştı­ rıldılar ; yahut bunlar, kendi arzulan ile, ma­ kamlarından çekildiler. Aslında yeniçeri ağası olan İbrahim Hilmi Paşa sadârete, dinî ve İlmî meziyetlerden uzak olan Şerîf-zâde Mehmed Atâullah Efendi makam-ı meşihata getirildi. Diğer bir çok askerî ve mülkî yüksek makam­ lar da Selim III. aleyhdarlartnm eline geçti. Bü iç karışıklık bâricî siyâset üzerine de te’sİr etti. Eflak-Boğdan beylerinin değişti­ rilmesini bahane eden Rusya, 16 teşrin i. 1806 ’da resmen ilân-ı harbe lüzum görmeden, Osmanh devletinin topraklarına saldırarak, bu beylikleri işgale başladı. 10 şevval 1221 ( 22 kânûn I. 1806 ) ’de Bâbıâli Rusya ’ya harp ilân etti. Selim III.’in bu harp ilânı fermanı onun Avrupa siyâsetini ve Osmanlı devletine karşı yöneltilen tehlikeleri iyi anladığını gösteren tarihî vesikalardan bîridir ( Cevdet, VIII, vesi­ kalar, nr. 4). Rusçuk ’ta Alemdar Mustafa Paşa, Vıdin ’de Pazvand-oğlu ve diğer âyân rusların ilerilemelerine karşı Tuna kaleterini müdâfaa ettiler. 22 muharrem 1222 { 3 1 mart l8 o 7 ) ’de sadrâzam ve serdâr-ı ekrem, ordu ile İstanbul ’dan cepheye hareketinde, Selim III., eski âdet üzere, orduyu Davudpaşa ’ya kadar gidip, uğurlayaniamış ve sancak-1 şerifi Topkaptsarayı ’nda sadrâzama teslim etmiş idi. Sadâret kayma­ kamlığına Selanik mutasarrıfı Köse Musa Paşa tâyin olundu. Selim III. ’in felâketine ve netice itibariyle, onun açtığı ıslahat kapısının kapan­ masına sebep olan ve eski sadrâzamlardan Pandol Topal Osmşn Paşa ’mn torunıj bulunşn



Köse Musa Paşa, eline geçirdiği makamlarda devlet nüfûzundan faydalanarak, gayr-i meşrû servet sahibi olmuş haris bir zat İdi { Mustafa Nuri, Natâyic al-vuku ât, IV, 5 3 ; Cevdet, VIII, 15 3 ; Tayyar-zâde Ahmed A tâ, III, 8 ı ). Harbin ilân edilmesinden sonra, general Sebastiani ’nin payitahtta nüfûz ve itibârı bir kat daba arttı, Selim 111, Napoleön *un bu elçisi ile husûsî görüşmelerde bulunur ve bu hâl di­ ğer devlet elçilerinin de dikkat ; nazarından kaçmazdı, Rusya ’ya harp ilân edilmemesini tavsiye eden İngiltere, Osmanlı devleti ile Fransa arasındaki münâsebetlerin gelişmesine mâni olmak maksadı ile,' general Sebastiani ’nin İstanbul ’dan çıkarılmasını ve İngiltere do­ nanmasının boğazlardan serbestçe geçmesine müsâade edilmesini v.b. şartlar ileri sürerek, Bâbıâli ’ye bir nota verdi. İstanbul ’daki İngi­ liz elçisi, bu şartlar yerine getirilmediği tak­ dirde, İngiliz donanmasının İstanbul ’a gelece­ ğini ve şehri bombardıman edeceğini bildire­ rek, B âbıâli’yi de tehdide başladı. Selini III., bu durum karşısında, bir müddet mütereddit kalmış idi. Devlet erkânından bir kısmı İngil­ tere, diğer kısmı da Fransa tarafını iltizâm et­ mekte idî. Müzâkerelerden sonra, Sebastiani ’nin teşviki ile, İngiliz notasına red cevâbı ve­ rildi. Bundan sonra, 10 zilhicce 1222 ( 19 şıibât 1807 ) ’de bir İngiliz filosu, Çanakkale ’den ge­ çerek, kurban bayramının üçüncü günü Barut­ hane karşısında demir attı ve Topkâpısarayı ve İstanbul ’u tehdide başladı. Bir düşman fi­ losunun payitahtı tehdide kalkışması karşısın­ da halkın heyecanı devlet ricaline bir eesâret verdi ve şehrin müdâfaası için karar alındı. Bir kaç gün içinde sahillere 1200 kadar t p yerleştirildi ve civar yerlerden İmdat’ kuvvet­ leri getirtildi. İngilizler İstanbul ’u terk etmek mecbâriyetinde kaldılar. İngilizler İskenderiye ’ye hücum e ttile r; Mehmed A 3i Paşa-şehri şid­ detle müdâfaa etti. İngilizlerin M ısır’a hücum­ ları haberi İstanbul’a geiınee Bâbıâli İngiltee ’ye harp ilân etti. M ısır’a yardım için, Selim III. Sayda valisine emirler gönderdi. Fakat Mehmed A li Paşa, İstanbul ’dan yardım . gel­ meden evvel, ingilizleri Mısır ’dan çıkarmış idi. Selim [II. bundan pek memnun kalmış ve İs­ tanbul ’da rehine bulundurulan Mehmed A li Paşa'nin oğlu İbrahim ’in babasının yanma git­ mesine müsâade etmiş idi. Selim III. Osmanlı devletini Avrupa ’da zu­ hur eden harplerde mümkün olduğu kadar bi­ taraf tutmağa gayret göstermiş idi. Fakat hâ­ diselerin gelişmesi üzerine, 1806 ’dan sonra, İngiltere ve Rusya ’ya harp ilân etmek mec­ buriyetinde kalmış idi. Diğer taraftan da Se­ lini Ijl. payitahtta ayaklanan taassup ve irtiçl



SELİM IH.



. île mücâdele etmekte idi. Nizâm-1 cedid tarafdarı olup da işbaşında bulunanlar İstanbul’da muhteşfem saraylar yaptırarak, zevk ve sefaya -dalmışlardı. Selim III. ’in en yakınları olan sır kâtibi Ahmed Efendi, vâlide kethüdası Yusuf A ğa, İbrahim Kethüda ve diğerlerinin servet­ leri tahminlerin üstünde' idi. Bunlar şahsî men­ faatlerinden başka bir şey düşünmemekte idi­ ler. Devletin en -ciddî mes’eleleri bile halkın - ağzına düşmekte ve yabancı devletlere ifşâ olunmakta idi. Cevdet Paşa ’nın da kaydetti­ ğine göre, sarayda yapılan gizli bir toplantıya kaymakam paşa bile dâvet olunmamış ve alı­ nan kararların çok gizli tutulmasına itina -gösterilmesine rağmen, bu meclisin kararları­ nın Paris ’te çıkan bir gazetede yayınlanması hayreti mucip olmuş idi. Enderun ricalinin ve Selim III.’in yakınlarının bu durumu onun yeniliklerinin düşmanlarına fırsat veriyor ve halk da bu hamiyetsizlik karşısında dâimâ şi­ kâyetçi bulunuyordu. Pâyitahtta mâlî, idârî sı­ kıntılardan şikâyetçi olan halkın iztırabı mem­ leketin idâresinde bulunan bu gibi zevata bil­ dirildikçe, —„nizâm-ı cedîd kanunları hakkında şikâyet kabûl olunmaz, İstanbul zengin yeri. ' dir, buraya fukara yakışm az"— diyerek, hiç bir tedbire baş-vurmazlardı. „Enderun ve birunu" sarmış olan nüfuz sahiplerinin haberi olmadan, padişaha hiç bir şey söylenemez ve bunların müsâadesi olmadıkça, hiç bir işe teşebbüs olu­ namazdı. Devlet idaresini işlemez hâle geti­ ren menfaat düşkünü bu idareciler halk naza­ rında padişahın şahsî nüfuzunu sarsmış ve Se­ lim III. ’in ıslahat hareketlerinin te’sirleri ile İstanbul ’da avrupaî yaşama tarzının başlama­ sı, taassup ve cehâlet yüzünden, padişaha kar­ şı âdeta nefret uyandırmış idî. İlmiye sınıfı da milletin ve devletin içine düşmüş olduğu bu büyük buhrandan faydalanarak, devleti ve pâdişaht halk nazarında küçük düşürmekten çe­ kinmiyor ve yapılan ıslahatı tenkitten geri durmuyordu. Avrupa ’dan alman yeni şeyler hep küfür ile itham olunmakta İdi. Bu hareketin gelişmesinde yabancı devletlerin payitahttaki menfî te’sirleri henüz aydın bir şekilde ortaya çıkmamıştır. Sebastiani gibi türk devletine dost görünen bir elçinin bile propaganda yapmak­ tan ve hattâ yeniçerileri tahrik etmekten geri kalmadığı bilinmektedir { Cevdet, VIII, 152). Islahat aleylı darları şehzade Mustafa tarafdarları ile birleştiler. Sadâret kaymakamı Mu­ sa Paşa, şeyhülislâm Atânllah Efendi, Selim . 111. ve nizâm-ı cedidi ortadan kaldırmak için, büyük bir ihtilâl hazırladılar. Selim III., bn planlardan habersiz, el’ an nizâm-1 cedidin ge­ lişmesini düşünüyordu. Bu maksat ile, 17 rebüjlçvvel 1322 (?5 -mayıs 1 807) tarihinde.



455



Rumeli-Kavağı ’nda bulunan yamaklara da nizâm-l cedîd elbiseleri giydirmek ve bunları da yeni askerî teşkilâta bağlamak için teşebbüse geçildi. Yamaklar yeni elbiseleri' giymediler; kendilerine gönderilen me’mûrları öldürdüler. Kabakçı Mustafa ihtilâli bu suretle başladı. İsyan mürettep idi. Bâbıâli ’ de yamakların is­ yanı ve devlet nie’mûrİarını katlettikleri müzâ­ kere edildiği sirada, sadâret kaymakamı Muşa Paşa — „bir kazadır olmuş, bu işin arkasına o kadar düşmemeli"— diyerek, tedbir alınmasına mâni oldu. Pâdişâhın yakınları da ayaklanma­ nın mâhiyetini anlayamadılar. Ayaklanma bir gün sonra, 18 rebîülevvel 1222 ( 26 mayıs 1807 ) ’de şebre intikal etti. Harplere iştirâk et­ meyen yeniçeriler ile halk da isyana katıldı; Atmeydanı ’nda toplanarak, evvelâ nizâm-ı ce­ didin kaldırılmasını istediler. Setim İH., Edir­ ne vak’asında olduğu gibi, bu mes’elede' de âsîlerin arzüsuna boyun eğmek mecburiyetinde kaldı ve nizâm ı cedidin kaldırıldığına dâir Bâbıâli ’ye ferman gönderdi. Musa Paşa ve târafdarları artık saray ve şehre hâkim b ir du­ rumda idiler. Sadâret kaymakamı kendine aleyhdar olan devlet ricalinden 10 kişinin ismini ya­ zarak, âsîlerin reisine gönderdi. A sîler bu defa da padişahtan bu zevâtm kendilerine teslim edilmesini istediler. Kimsenin hayatı­ na dokunmak istemeyen ve sarayda her tür­ lü himayeden mahrum bulunan Selim İH. âsîtelerin bu arzusunu da yerine getirmek zorunda kaldı. Asiler bunlardan ellerine geçirebildikle­ rini derhal katlettiler. Selim 111. zamanında ser­ vet sâhibî olmuş bu kimselerin mal ve mülkleri­ ni ve bütün servetlerini, âdet üzere, hazîneye vermeleri lâzım gelirken, Musa Paşa tarafdarları bunları aralarında paylaştılar. Bundan bir az sonra da, irâd-ı cedîd hazînesinin kaldırıldı­ ğına dâir ferman çıktı, Âsîler şehzade Mustâfa ve Mahmud ’un kendi himayelerine verilmesini istediler. Selim III, evlâdı gibi bakmış olduğu bu şehzadelerin âsîler tarafrndan himaye edil­ mek üzere istenmesine çok müteessir olmuş ¡dİ. Bâbıâli ’ye gönderdiği fermanda, âsîlerin bu ar­ zusuna müsâade edildiğini bildirirken, acıklı bir dil kullanmış, ferman okunduğu vakit, hazır bu­ lunanlardan bazıları ağlamışlardı. ’ Selim İIL ’in elinde artık hiç bir icrâ kuvveti kalmamış idi. Asîler — „Sultan Selim ’de istiklâl kalmadı, devleti bir takım zâlimlerin eline teslim etti, böyle pâdişâh olamaz"— diye, isyana devam ederek, Selim III.'in hal’i hususunda fetva aldı­ lar. Bir din adamı olmasına rağmen, Selim III. ’in yakınlarının katlinden ve mallarının payla­ şıldığı sırada hissedar olmaktan bir utanç duy­ mayan şeyhülislâm Atâullah Efendi, âsîlerin başında, saraya geldi ye keyfiyeti padişaha



SELİM III. bildirdi. 21 rebiülevvel 1222 (29 mayıs 1807 ) tarihinde Selim III. tahttan indirildi ve Mus­ tafa tahta cülûs ettirildi. Setim III,’in böylece tahttan uzaklaştırılma« aı ile devlet nüiûzu büs-bütun sarsıldı. Selim III. ’in tarafdariarı, her tarafta takip olunarak, idam edildiler veya vazifelerinden uzaklaştırıl­ dılar. Nizâm-l cedide âit ne varsa ortadan kal­ dırılmasına başlandı. Bütün memleket büyük bir buhran işine düştü. Harp içinde bulunan devletin şimdi en ziyâde muhtaç olduğu şey devleti bu badireden kurtaracak kimselerin iş başına getirilmesi idi. Halbuki ihtilâl Selim III. ’in yetiştirdiği devlet ricalini de ortadan kal­ dırmış idi. Bütün devlet idaresi âsîlerin eline geçti. Yeniçeriler cephede, -—„İstanbul’da ricâl-i devletten hâinler katlolundu, biz de ordu­ daki ricâl-i devleti katledelim"— diye, isyan et­ tiler, Rusçuk âyânı Alemdar Mustafa P a ş a ’ nın tedbirleri sayesinde yeniçerilerin ayaklanma­ ları te'sirsiz kaldı. Sadâret makamına yeniçeri ocağından yetişme Çelebî Mustafa Paşa tâyin olunarak, ordu karargâhına gönderildi. Yeni sadrâzam cephedeki düzensizliklere son vere­ cek liyâkatte değil idi. Devletin içinde bulun­ duğu buhranı görenler Rusçuk âyânı Mustafa Paşa ’um yanında toplandılar. Selim III. 14 ay daha sarayda bir mahbus hayatı geçirdi. Sıh­ hati yerinde idi (Cevdet, VIII, 280). Onun ha­ piste bulunduğu bu sırada, devlet idâresi o de­ rece sarsıldı ki, bizzat pâdişâh Mustafa bile, memleketin bu hâlinden endişeye düşmüş idi. .. .Memleketin kökünden sarsılan idâresine yeni bir nizam vermek için Selim İ l l ’i tekrar tahta geçirmek fikrini müdâfaa edenler çoğaldı. Rus­ ç u k ’ta Alemdar Muştala Paşa etrafında top­ lanan Râmiz, Refik, Galib, Behio ve Tahsin Efendiler gibi aydın görüşlü kimseler, Selim III. ’i tahta geçirmek iç!n, teşebbüse geçtiler. Bu esnada Rusya ile Slobozi mütârekesi akt otunmuş idi. Ordunun İstanbul’a dönmesinden faydalanan Alemdar. Mustafa Paşa ve tsrafdarları gizlice tertibat aldılar. Alemdar Musta­ fa Paşa, maiyeti ile birlikte, İstanbul ’ a ha­ reket etmeden önce, kendi adamlarından Hacı AH A ğ a ’yi bir mıkdar asker ile beraber, Bo­ ğazlar muhafızlığını eline geçirmiş bulunan K a ­ bakçı Mustafa ’yı te’dip için gönderdi. Kabakçı Mustafa yakalanarak, katledildi. 25 cemâziyeievvel 1223 ( 19 temmûz 1808 } sah günü Alem­ dar Mustafa Paşa da ordu ile berâber İstanbul ’a geldi. Sultan Mustafa, orduyu istikbal ettiği şırada, Alemdar Mustafa Paşa da kendisine arz-ı tazimde bulunmuş idi. Alemdar Mustafa Paşa, daha önce sadrâzam Çelebî Mustafa Paşa .ile vardığı bir anlaşmaya göre, İstanbul ’da .İgşlfci tâ çiz eden Kabakçı ve şeyhülislâm Topal



Atâuliah Efendi ’nin tarafdarlannı te’dip etti. Şehirde umûmî bir sükûn ve huzûr meydana gelmiş idi. 27 cemâziyefevvel 1223 ( 2 1 temmûz 1808) perşenbe günü, Alemdar Mustafa Paşa, maiyetindeki 6.000 kişilik bir kuvvet ile , Bâbıâli ’ye geldi. Arab-zâde  rif Efendi şeyhülis­ lâm tâyin ettirildi ve Topal Atâuliah Efendi azlolundu. Alem dar Mustafa Paşa Sultan Mus­ t a f a ’um taraf darlarından esâs gayesini gizli tutmuş îdi. Gerek enderun ve gerek birun balkı Alemdar ’ ın bu icrâatını, sâdece şeyhül­ islâm Atâuliah Efendi tarafdariarı ile bâzı mütegallibeye karşı olduğu zannında idiler. Sadr­ âzam Çelebî Mustafa Paşa, Alemdar Mustafa Paşa ’nm Selim III. ’i tahta geçirmek istediğini öğrenerek, keyfiyeti Sultan Mustafa ’ya bildir­ di ve padişahtan, İstanbul’ da bulunan yeniçe­ rilerin yardımı ile, Alemdar Mustafa; tarafdarlanntn bertaraf edilmesine müsâade, edilmesini istedi. Sadrâzamın bu teşebbüsünden haberdar olan Alemdar Mustafa Paşa, Çırpıcı ’daki ka­ rargâhından, yanında 15.000 kadar seçkin as­ keri bulunduğu hâlde, 4 cemâziyelâhır 1223 (28 temmûz l8 o 8 )’te alelacele İstanbul’ a gel­ di ve doğruca Bâbıâli ’ye giderek, sadrâzamdan mührü teslim aldı ve şeyhülislâm Arab-zâde A rif E fen d i’yi yanma alarak, saraya geldi. Dârüssaâde ağasım çağırtarak^ — „ulemâ, dev­ let ricali, Rumeli ağalan ye Anadolu hanedan­ ları Suttan Selim efendimizin cülûsunu isti­ yorlar, bunun İçin buraya geldik"— diyerek, Selim III. ’in tahta çıkarılması için, şeyhülislâmı padişaha gönderdi. Mustafa IV. hiddetlenerek, şeyhülislâma hakaret etti. Alemdar Mustafa Paşa, pâdişâhın bu hareketinden haberdar olun­ ca, ak-ağalar kapısını zorla kırarak, içeri gir­ meğe çalıştığı bir sırada, aklen zayıf bir pâ­ dişâh olaa Mustafa IV. amcazadesi ve karde­ şinin öldürülmesine müsâade etti. Gürcü kö­ lelerinden baş-çuhadar Abdülfettah, sırp köle­ lerinden hazine kethüdası Ebe Selim, dârüsauâde ağası Nezir A ğa ve bir kaç bostancı, celladları ile berâber, Selim III,. Mn mahbus bulun­ duğu harem dâiresine giderek, onu katlettiler ç 14 cemâziyelâhır 1223—29 temmûz 1S08. per­ şembe Şehzâde Mahmud .bir tesadüf neticesi Ölümden kurtuldu. Alemdar Mustafa Paşa, sa­ rayın kapılarını kırıp, içeri girdi, fak at artık geç kalınmış idi. Mustafa bal’edildi ve Mah­ mud Osmanlı tahtına cûlûs etti. O gün vakit geç olduğundan, Selim IH .’in defni eıtesi güne bırakıldı. Ertesi gün Selim III. ’in cenâzesİ, bü­ yük bir tören ile kaldırıldı ve babasının inşâ ettirdiği Lâleli câmii yanındaki türbesine defnolundu. • . Selim I l I . ’S n ölümü bütün memlekette bü­ yük teessür yarattı ( Çev 4 et? VIII, ’Ş iŞ ).. Şç



SELÎM ill, -



Iim III.’in hayatına feasd edenler adaletin kı­ lıcından kurtulamadılar. Birer birer yakalana­ rak, tecziye edildiler, Gayr-i meşru surette ele geçirdikle"') servetler hazîneye mal edildi. Os­ manlı padişahları, arasında Setim ili. ihtilâl so­ nunda öldürülen ikinci padişah idî. Şâir, edip, musikişinas, Avrupa medeniyetini takdir eden vatan-sever ve devletin'n yükselmesinde büyük gayretler sarîeden bu pâdişâhın ölümü devlet ve memleketin büyük bir buhran içinde kal­ masına yo! açtı. Onun zamanında, bir çok da­ hilî ih.tİlâl ve igtişaşlara rağmen, Selim İH .’in şahsî nüluzu imparatorluğun birliğini kısmen de olsun muhafaza etmiş idi. Y aş muâhedesi ite Rusya ’ya bırakılan bâzı küçük topraklar­ dan başka, Selim 111. ’in zamanında Osmanh devleti toprak bakımından hiç bir kayba uğ­ ramadı. Rumeli âyânı, Anadolu hanedanı Selim 1(1. ’i sever ve sayarla! dı (Tayyâr-zâde Abmed A tâ, Tarih, 111, 93). Selim III. ’in Avrupa me­ deniyetine kavuşmak için açtığı yol türk mil­ letine hayır ve saadet getiren yolun başı oldu. Selim III. memleketin imârına da ehemmiyet vermiş idi; bir çok yeni binâlar yaptırdığı gi­ bi, eski eserleri de tâmir ettirmiş idi. Bunlar arasında Ü sküdar’da Selimiye kışlası, Selimiye câmü, Levent çiftliğinde nizâm-ı eedîd için yapılan ktşlalar, Tophane kışlası, H aliç’te. Humbaracı ve Lağımcı kışlaları, mühendishâne-i bahrî-i hümâyûn ve diğer askerî binalar­ dan başka, İsşkcı ve Üsküdar ’da . zahîre am­ barları inşâ ettirmiş, Eyüb camiini yeniden tâ­ mir ettirdiği gibi, türbenin kapılarını gümüş, ten yaptırmış, Konya 'da Mevlânâ türbesinin kubbesini ve Anape kales'ni tâmir ettirmiş idi. Zamanında harp sanayii ve deniz ticâreti geüşmtş, Osmanlı bahriyesi inkişâf etmiştir. ( taf­ silât için bk. A tâ, Tarih, 111, 84—93 B i b l i y o g r a f y a ' . Metinde zikredi­ lenlerden başka, Asım, Tarih { İstanbul, t s . ), I—II; Muhib Efendi, S e f âret-nâme . . .¡ Vâsıf, Tarih (İstanbul, 1219 ), I— I I ; Abmed Refik, Morali A li Efendi ’nin Paris sefâret-nâmesi ( T O E M , cüz 18, s. 1 1 2 0 ) ; E. Z. Karal, Nizâm-ı cedide dâir lâyihalar ( Tarih vesika­ ları, 1942, 1943, say> 6> s> *1, i* ;ı Halil Nuri, V ak'a-i Selim iye { Vetİyöddin Efendi kütüp., Cevdet Paşa kitapları, nr. 72/3369); Cemal Tukin, Boğazlar meselesi ( İstanbul, 19 49 ); İ. H. Uzunçarşıiı, Âm edî Galib E fe n ­ di ’nin murahhaslığı (Belleten, Ankara, 1937 II; E. Z. Karal, fîâ let E fe n d i'n in Paris bü­ yük elçiliği (İstanbul, 19 40 ); Halil İnalcık, Rasih E fe n d i ve general K tozo f elçilikleri ( D T C F dergisi, A nkara, IV / 2 ); Muhâbe­ rât-1 siyâsiye (Ü niv. kütüp., nr. T Y 2754); gdvprd Pripult, Selim -i sâlis ve Napolyon



SELMÂN.



(trc. Köprülü-zâde M. Fuad \ İstanbul, .1-331 ; Selim -i sâlis ( Mecmua-i Ebüzziya, sene... 1330, ■ nr. 142 v.d.); M. d’Ohsson, Tableau géné­ ra l de TEm pire Ottoman (Paris, 1788); Thornton, Etat aciuel de la Turquie (Paris, 18x2 ' ; jucherau de St. Denys,. Histoire de I ’Em pire Ottoman ( Paris, 1844 ); Aiderson, The Structure 0} Ottoman D ynasty ( Ox­ ford, 1956). . , (A . C e v a t E r e n .), S E L M Â . [ Bk. ece J , ... . S E L M Â N , SA LM A N a l - F â R î s I ( ? - 6 j6 ? ) s a h a b e d e n ve islâtn menkıbelerinin en ta­ nınmış şahsiyetlerinden biridir. Mevcut bir çok rivayetler, arasında en mükemmeli oien vs Muljammed b. İshâk 7ın derlediği rivayete gö­ re, İşbabân yakınında Cayy (veya Cayyân; krş. Yakut, II, 170 : adlı İran köyünden bir ağa­ nın ( dih kân) oğludur. Diğer rivayetlere göre ise, Râmhurmuz havâlisindendir ve aşıl adı Mabbêh (Mâyöh ). veya Rüzbêh tır ( krş. Justi, Iran. Namenbuch, s. 217, 277 ). Daha çocuk iken, hırİstiyanlığı kabul etnvş ve bir hıristlyan keşişmin arkasından giderek, âile yuva­ sını terk etmiş ve bir çok defa hocalarını de­ ğiştirdikten sonra, Suriye'ye kadar gelmiş, ora­ dan da, kendisine, son hocasının, Ölüm döşe­ ğinde İken, zuhur edeceğini önceden • haber verdiği hazret-i İbrahim ’in dinini ihyâ edecek olan Peygamberi ziyaret etmek için, ta Vadi ’l-Çurâ ’ya kadar Orta Arabistan ’1 kat’etmiştir. Çölde kendisine rehber olarak hizmet eden Kalb kabilesine mensup bedevilerin ihanetine uğramış, esir oiarak bir yahudiye satılmış, böylelikle Y a şrib ’e gitmek fırsatını bulmuştur. Buraya gelişinden az sonra da Peygamberin hicreti vuku bulmuştur. Salman keşiş tarafın­ dan kendisine tasvir edilen peygamberlik alâ­ metlerini gördüğünden, ıslâm dinine girmiş ve, âzad olması için, gereken meblâğın tedâriki husûsunda bizzat Peygamberin mûcizeii hima­ yesine mazhar olup, yahudi efendisinden hürri­ yetini satın almıştır. Salman adı -dâima M e d i n e ’nin. Mckkeliler tarafından k u ş a 1 11 m a s ı ile bir arada hatı­ ra gelir ; zîrâ o, bu vesile ile, müslümanların düşmana karşı savunmaları için hendek (han­ da k ) kazmaları tavsiyesinde bulunmuştur. Lâ­ kin Horovitz (.bk, bibliyografya ) ’in işâret et­ tiği gibi, Yavm al-Handak hakkındaki en eski haberlerde Salman ’ın bu tavsiyesinden bahis yoktur. Muhtemelen, bu müdâfaa tarzının ka­ bul ettirilmesini bir iranlıya mal etmek için, Iran menşe’Ii bir isim icat olunmuştur. Kezâ hakkındaki diğer malûmat gibi, Salman hn hâl tercümesi ile ilgili kayıtlar ( Irak ’ın, Fars böl­ gesinin fethine, Madâ’in şehrinin idaresine ka­ tılma v. b. ) da az. muhtemeldir ve hemen hep-



458



SELM Â N .



si tarafgirliği herkesçe mâlûm olan tarihçi Sayf b. 'O m ar'e istinat eder. Hakikatte Satman şöhretini sâdece iranlı oluşuna borçludur: O, islâmiyetin gelişmesinde pek çok hisseye sâhip olan iranlı yeni müstümanlarm ilk örneğini temsil eder ( tıpkı Habeşlerin ve greklerin, sırası ile, Bilal [ bk. IA , II, 6 1 0 ] ve Şuhayb tarafından temsil olundukları gibi ). Böylelikle o İslâmiyet! kabûl eden hanlıların millî kahra­ manı ve şu'übîga ’nın gözdesi olmuştur ( krş. Goldziher, Muk. Stu dien \ f, 117 ,13 6 , 153, 212 ). Salman ile ilgili hadîslerin büyük bir kısmın­ dan anlaşıldığına göre, Peygamber ona İranlılarm müslüman camianın en iyi unsurunu teşkil ettiklerini söylemiş, onu kendi âilesi ( akl al-bayt ) üyesinden saydığını ilân et­ miştir ; maaşı Peygamberin torunları Haşan ve Husayn ’inkiiere eşittir v. s. Hakikatte Sal­ man ’m tarihî şahsiyeti son derece müphem­ dir ve İran menşe’li Medineli bir esirin müs­ lüman olması gerçek dorumuna dayanan men­ kıbenin kabûl edilmesi oldukça zordur. Salm an ’m siması fevkalâde büyük bir ge­ lişmeye mazhar olmuştur. O, sâdece aşlfâb alş u ffa ile birlikte sûfîliğin kurucularından ( K itsb al-lum a, nşr. Nicholson, s. 134 v. d. ) biri olarak kalmamış, ayrıca onun sözde mezar ye­ ri çok erkenden dinî ihtiramın merkezi olmuş­ tur ( en geç IV. asırdan beri, krş. al-Ya‘lıübi, Kitâb al-buldan, B G A , VII, 3 2 1 ) : bu mezar bugüne kadar eski Madâ’ in civarında, eski bir kenar mahalle olan Asbândur yakınında, ken­ di isminden alınarak, Salman Pak („temiz Sal­ m an") denilen yerde gösterilmektedir. 16 17 yı­ lında Pietro Delta V alle’nin eski hâlini gör­ düğü ( V iaggi, nşr. Gancia, Brighton, 1843, I, 3Ç4) onun mezarı vazifesini gören câmi Sul­ tan Murad IV . ( 1623—1640) tarafından yeni­ den inşâ olunmuş ve 1322 ( 1904/1905 ) sene­ sinde de tâmir edilmiş idi (Herzfetd ve Sarre, ArehSol. Reise in Euphrat-und Tigrisgebiet, II, 262, not. 1, Iraklı âtim ve gazeteci Kazım al* Ducayli ’nin muhtırasına göre, krş. ayn. eser., s. 5 1 ( topografya taslağı ] ve s. 58 ). Burası bir çok hacc ziyaretlerinin son noktasıdır, bilhassa Kerbelâ ’yi ziyaretten dönerken, şi’îler tarafından hiç ihmal edilmez ( bk. Aubin, La Perse d 'a u jo u r d ’hui, Paris, 1908, s. 426— 428). Diğer rivâyetlere göre, Salm an’m meza­ rı İşbahSn civarında ( VL asırda ziyâret edil­ mekte idi, bk. Yâküt, II, 1 70) veya başka yerlerde ( Filistin ’de Lydda mevkii için krş. Clermont-Ganneau, Etudes d'archéologie ori­ entale, II, 108 ) bulunmaktadır. Salman fütüvvet ( fu tu vva } ve esnaf lonca lannın gelişmesinde dikkate şâyân bir rol oy­ nar. O b e r b e r l e r i n p f r t olarak ihtiram



görür; bu yüzden onun Peygamberin berberli­ ğini yapmış olduğu rivayeti doğmuştur ki, bu rivayet eski hadîs dergilerinde yoktur ( H. Thor, ning, Studien gu Bast Madad et-7'oufiq. dokto­ ra tezi, Kiel, 19 13, s. 3 3 —37 ve 85—90—Beiträ­ ge zur Kenntnis des islamischen Vereinswesens, Türkische Bibliothek, X V I; Goldziher, Abhandl. z.arab. Philol., Il, LXVt, L X X X 1II ). O kèzâ çeşitli dinî tarîkatlerin silsilèlerinde en baş­ ta gelen şahsiyetlerden biridir ( Depönt ve Coppolani, Les C onfréries musulmanes, 's; 9 1). Tabiî olarak, süonîler indinde de mevcut olan Salman 'a karşı ihtiram şt’îlerde hayli yüksek bir dereceye. varır : ş i’îler ona izafeten 'A li ’hin ve ailesinin lehine bir sürü' hadîs yazmakla kalmazlar; üstelik aşırı-fırkalarda, o İlâhî Siidûr sırasında, ‘A li ’nin hemen arkasından gelir. N u s a y r i 1 e r onu üç sırlı harften, 'ayn ( ‘A li ), mim (Muhatnmed) ve sin ( Salman ")) teşekkül eden teslis nazariyelerinde üçüncü hadd ola­ rak kabûl ederler ve Salman onun kapışım ( bâb ) teşkil eder ( krş. Dussaud, L a religion des Nosaïris, s. 62 ; Goldziher, A R IV, XII, 88 ). Salm an ’m ölümü h. 35 (655/656 ) veya 36 (656/657) yıllarında kabûl edilir; bu nihayet şunu gösterir ki, vak’anüvisler sA li ’nih hilâfe­ te geçişinden ( 35 h. yıh sönn=656 ) sonra, Salm an’ın faaliyetine dâir hiç bir hâtıraya mâ­ lik değildirler. Diğer taraftan, diğer dinleri uzun müddet denedikten sonra, islâıiıiyeti be­ nimsemiş olan diğer şahsiyetler gibi ona, 200, 300; 350 ve hattâ 553 yıl gibi, mûtad dışı uzun bir ömür izâfe olunmuştur (Goldziher, A b­ handl., II, L X V 1 ). B i b l i y o g r a f g a: Metinde zikrolunanlardan başka, tbn Hişâm ( nşr. Wüstenfeld ). I, 136 —142 ( = İbn Sa‘d, IV t, 53—57 ); İbn Han bal, Musnad, V, 44 t —444 ; sözde Balhi. K itâb al-bad'va 'l-târik ( nşr. Huart ), V, 110 * - “ 3. 345, 673, 677; İbn. Sa‘ d, IV/I, 53—i>7: al-Tabari ( nşr. de Goeje ), bk. fih rist ; İbn alA şir, Usd al-ğâba, II, 328—332 ve sahabe hât tercümelerine âıt diğer eserler; L. Cae­ ' tanı, Annali d eli’ Islâm, V, 399—419 {35 b., § 54 1— 598 ) ve I—II, III—V. ciltlerin fih­ ristleri; ayn. mil., Ckronographia islamica, I, 383 (35 h.,' § 73 ) ; C. Huart, Salmän du Fürs ( Mélanges H. Derenbourg, Paris, 1909) s. 297—3 İ 0 ; ayn. mil., Nouvelles recherches sur la légende de Salmân du Pars ( Annaaire de l'Ecole Pratique des Hautes Etudes, dinî ilimler bölümü, 19 13 ) ; J. Horovitz Is­ lâm, XII ( 1 922) , 178— 183. (G . L e v i d e lx a V id a.) S E L M Â N . SA LM Ä N -İ SA V acI (130 9 ­ 1376 ) C a m â l a l - D în M u h a m m e d b . ‘ A l â ’ a l DJn Muşammed, b i r ¡ l ' a n ş â i r i olup.



SELMÂN.



. Sava [ b. bk. ] şehrinde doğmuştur. Doğum ta­ rihi kat’î olarak belli değildir. Muhtelif mü­ ellifler ( Maulavi Abdul Muqtadir, Caİalogue o f . . . the Orientâl Public L ibrary at Banktpore, . I, 219 v. d. ve ondan naklen Browne, A Lite­ rary H utory o f Persîa, III, 261 ) tarafından 7 0 0 ( 1 3 0 0 ) ve devrindeki bâzı kimselerin söz­ lerinden (R a şid Yâsim i, Tatahbu u întikâd-i ahvâl u âşar-i Salm3n~i Savacı, Tahran, ts., s, .3 v. d. >çıkarılan neticelere göre, 690 ( 1 2 9 1 ) . .’ da doğduğu ileri sürülmekte ise de, şâirin 770 ( h.) ’ten hemen sonra.veya aynı yılda ( Browne, ayn. esr. ’e göre, 661 ( h.) ’de yazdığı, Firâk-nâma adlı mesnevisinde 61 yaşında olduğundan bahsetmesi, kendisinin 709 veya 710(1309 veya 1 3 1 0 ) tarihlerinde doğmuş olması ihtimâlini kuvvetlendirir. Babası ‘A lâ’al-Din . Muhammed İlhanlılar idaresinde mâliye işleri ile meşgul bir '• zât idi ( Davlatşâh, Tazkira, s. 260). İhtimal . babasının yanında yetişen ve eserlerinden dev­ rin edebiyat bilgilerine hakkiyle vâkıf olduğu anlaşılan Salm an’ın tahsili hakkında daha faz­ la bir bilgi bulunmamaktadır. Bâzı eserlerinde efsâne sûretiyle intikal etmiş tiaribî bilgilerdeki hatâlarına bakılarak, bu sahada kuvvetli olma­ dığı anlaşılmaktadır (bk. Raşid Yâsim i, ayn. esr., s. 103 ), Salman genç sayılabilecek bir yaşta, babasının şöhretinden de faydalanarak, meşhur vezir Raşid al-Din ’in oğlu G iyâs alDin ( ölm. 736«== 1335) ’in hizmetine g ird i; onun hakkında medhîyeler yazdı ve onun vâsıtası ile, İlhanlı hükümdarlarından Abu S a'id Han ve zevcesi Dilşâd Hatun’un teveccühlerini kazan­ mak imkânını buldu. Abu S a'id Han ’in ölü­ münü ( 1 3 rebiülâhır 7 3 6 = 3 1 teşrin 1. 1 3 3 5 ) müteakip, âile efrâdl arasında baş-gösteren ih­ tilaflar yüzünden, ilhanlı devleti münkariz ol­ du. Bu arada 21 ramazan 736 (2 haziran 1333) ’da Azerbaycan ’da vuku bulan bir muharebede vezir Ğiyâg al-Din ile son İlhanlı hükümdarı Arpa H an ’ın ölümü üzerine, memleketin karı­ şıklığa düşmesi yüzünden, Bagdad *a gidip, ora­ da Celâyirlt devletini kuran Şayh Hasan-i Buzurg ’ün hizmetine girmeğe karar verdi. Ken­ disini buraya gitmeğe zorlayan sebeplerden biri de o sıralarda Hasan-i Buzurg ile evlenen Dilşâd Hatun ’un teşviki olmuş idi. 750 ta­ rihli keşidelerinden birinde (K ü lliyât ’ından naklen Raşid Yâsim i, ayn, esr., a. 1 1 ) , altı yıldan beri Hasan-i Buzurg ’ün hizmetinde ol­ duğunu söylediğine bakılırsa, onun 744 ( 1343 ) tarihlerinde B ag d ad ’a gittiği anlaşılır. Esâsen . Bagdad onun için tamâmiyle yabancı bir yer - de değil idi. Nitekim Abü Sa'id Han zama­ nında orada 3 ay kalmış idi. Hasan-i Bu­ zu rg ’den çok Dilşâd H atun’un teveccühüne mazhar olap Şalmân ’ip Bagdad *daki günleri,



459



hükümdar ile birlikte, zevk ve safâ içinde geç­ mekte idiyse de, ailesinden uzak oluşu yüzün­ den, tam bir huzur içinde değil idi. Israrı üze­ rine, ailesini ziyaret etmek için, kendisine 2 ay izin verilmiş, fakat memleketine döndükten sonra muhtelif mâzeretler beyân ederek, ancak 9 ay sonra, ailesi efradım da yanına alarak, Bagdad ’a gelebilmiştir. Kendisine saray şair­ liğinden başka, bilâhare sultan olan Uvays ’in yetiştirilmesi vazifesi de verilmiş idi. Hasan-i Buzurg (ölm. 7 3 7 = 13 5 6 ) İle Dilşâd Hatun (ölm. 754 = 13 5 3 ’ten ö n ce )’un, kısa fasılalar île, ve­ fatları Salman ’m refah ve saadet içinde geçen hayatını sarsmadı ; bilâkis kendi talebesi olan Uvays ’¡ö tahta cülûsu ile, bir kat daha iyi­ leşti. Güzel san’atlara meraklı ve aynı zaman­ da san’atkâr olan bu hükümdar, oniı yanından ayırmıyordu. Yazları, 739 ( 1 3 57 ) ’da ele geçir­ diği Tebriz ’de, kışları ise, Bagdad ’da birlikte geçiriyorlardı. A ncak yaşının ilerilemesi ve bu arada, sıtma, göz ve ayak ağrıları gibi; çeşitli hastalıklara müptelâ olması ( bk. R aşid Yâsimi, ayn. esr., s. 5 1 ) uzun zaman bu genç hüküm­ darın yanında katmasına imkân vermediği için, Salman inzivaya çekilmek üzere, hükümdar­ dan müteaddit defalar izin istemiş ise de, bn arzusu yerine getirilmemiş idi. Sultan Uvays ’in ölümünden (27 rebiülevvel 776= 6 eylül 1374 ) sonra yerine geçen oğlu Sultan Husayn, bil­ hassa araları açık bulunan Muşaffarilerden Şâh Şucâ' hakkında yazdığı bir medhiye yü­ zünden, Salman ’a gereken iltifatı göstermedi. BÖylece bütün ömrü Sava, Bagdad ve Tebriz şehirleri arasında geçmiş bulunan şâir az sonra vefat etti. Hâl tercümesi kaynaklarının müp­ hem ifâdelerine göre, vefat tarihi 777 ( 1373 ) ’ den sonraya tesadüf etmektedir. D ivân ’ınm 791 (h.) 'de istinsah edilmiş olan bir nüshasının sonundaki bir kayda göre ise, Salman 12 safer 778 ( 1 temmuz 13 7 6 ) ’de vefat etmiştir ( bk. Şibli Nu'mSni, Ş i'r al~acam ’den naklen Ra­ şid Yâsim i, ayn. esr., s, 68 ) ki, bu tarihin doğruluğunu yukarıdaki kaynakların ifâdesi de az-çok te’yit etmektedir. E s e r l e r i . Salm an’m eserlerinin hâlen mev­ cut nüshalarına göre; K u lliy â t'ı, D ivân ve mes­ nevileri olmak üzere, sâdece manzum eserlerini ihtiva etmekte olup, takriben 21.500 beyitten ibarettir. I. D ivân, kaside, gazel, tereî ve terkib-i bendler, söki-hâma, kıt’a ve rubailerden teşekkül etmektedir. Kasidelerin pek azında İlhanlı hanedanına mensup kimseler ile vezir­ leri ve Muzaffariierden Şâh Şucâ’ raedhedtim ektedir; geri kalan kasideleri hizmetinde bu­ lunduğu Celâyirli Hasan-i Buzurg ve zevcesi Dilşâd Hatun ile çocukları için söylenmiş olup, bundan başka mersiyeler de vardır. Bu ka-



SELM ÂN . sîdeler bölümü ■ hemeıı-hemen Divân ’m ' ya­ eden bir eser yazmasını Salm an’dan ricâ eder. rısını işgal eder. Bilhassa yaşadığı devrin ta­ O da, hükümdarın bu arzusunu: yerine getir­ rihi için mühim otan bu kasidelerde şâir, umÛ- mek için, bu eserini yazar ( takriben 770 veya miyetîe mutâd olduğu iizere, Önce maşuktan en geç 771 h., krş. Raşid Yâsim i, ayn. esr,.-s. bahsedip, sonra memdûha geçmek âdeti hilâ­ 120 ). .Oldukça samimî bir ifâde ile kaleme'alınfına, teşbih ve tagazzülde her ikisini birleştir­ mış olan bu mesnevinin vezni mütekariptiıu mek suretiyle, bir yenilik yapmıştır. Musanna Salm an’ ın muhtelif dünya kütüphanelerinde kaside yazmakta kendisine tekaddüoı eden { aş. bk.) ve bu arada İstanbul kütüphanelerin­ meseli Zu T-Fi^ar-i Şirvân i gibi şâirleri geç­ de oldukça bol ve güzel nüshaları bu'unan eser­ miştir. Bütün gayretine rağmen, kasidelerinde lerinin tam bir İlmî neşri "yapılmamıştır. KulMiaüçibri, A nvari ve ?ahir-i Fâryâbi [ bk. Uyât-i Salmân-i Sâvaci ( Bombay, ts.,‘ taş-basmadd.] gibi eski şâirlerin te’sirleri hissedilir. m ası) aslında Salman ’m.sâdece D îvân ’inin ek­ Divan ’mm oldukça büyük bir kısmını işgal sik bir nüshasından ibarettir. Aynı baskı, adı eden gazelleri ise, vasat derecededir ve İran ve bir az tertibi değiştirilmek süreliyle yeniden şiirine bir yenilik getirmez. Terci ve terkîb-i .basılmıştır. Divân-i Salmân-i Sâvaci, - şâmil: bendlerînde Sa'di { b. bk.] ’nin te'siri göze çar­ gazaliyât, tarci'ât, kaşâ'id, ruba iyat fnşr. Manpar. Küçük sayıdaki kıt’aları da daha çok bir şur Müşfik:), Tahran, 1336 ş. Son zamanlarda isteğinin yerine getirilmesi veya medib için Âvastâ tarafından yayınlanan Kulllyât-i. : . Sal­ yazılmıştır. Aynı şekilde küçük sayıdaki rubâî- mân-i Sâvaci. ( Tahran, ts. [ 1958 ?]) oldukça iyi lerinde ise, Kayyâm [ b. bk ] ’ın te’siri görülür. nüshalara istinat, eden bir neşir ise de, nüsha Sâki-nâma ’sİ ise, ihtimal İran edebiyatında bir farkları gösterilmemiştir. Bununla berâber bu divân içinde yer alan ilk sâki-nSm a’dir. neşrin Salm an’m bütün eserlerini tam olarak 2. Camşid u H urşid, Sultan Uvays ’in arzusuihtiva ettiği söylenebilir. ; .. üzerine yazılmış, takriben 2.700 beyitten iba­ Kendinden önceki şâirlerden Fird avsi, Mire t bir mesnevi olup, 763 ( 1 3 61 ) ’te ikmâl edil­ nü çih ri,. S a n i’ i, A nvari, Zahır-i F lr y â b i ve miştir. Müellif bu eserine bir husûsiyeti kazan­ K am il a !-P in İsmâ‘ il-i İsfahâni ( bk. madd.] dırmak için, kendisinden önce yazılmış olan gibi şâirlerin te’siri altında bulunduğu anlaşı­ mesnevilerin ( Şah-nâma, Nizami ’ nin Husrav lan Salman gazellerinde Iran edebiyatında Sa'di, u şirin ve Haft paykar'i, Zahir-i Faryâbi ’nin Mavlânâ ve Hâfiz ’dan sonra bir yer işgal Manâhar u Dttnâlât ’1 g ib i) muhtelif kısımla­ eder (R aşid Yâsim i, ayn.. esr., S. 118 ). Herından alınmış mevzuları bir az değiştirerek, men-hemen bütün mazmunlarını - adları geçen bir araya getirmiştir { krş. Raşid Yâsim i, ayn. bu şâirlerden almakla berâber, bunları yeni ve esr., s. l l j — 12 1}. Eser son derecede musannâ daha güzel bir şekilde kullanabilmiştir ( bk. bir üslûp ile yazıtmış olup, bandan dolayı bâzı C im i, Bahâristan, s. 103). Onun en büyük ku­ şâirlerin bile şikâyetini mûcip olmuştur { bk. suru çok defa: mânayı edebî sau’nt'ara fedâ Cam i, Bahâristan, Nevalkişor, ts., s. 103 }. Sal­ etmiş olmasıdır. Bununla berâber zamanında man ’m bu mesnevisinde, anlatılan hikâyeler ile şiirlerinin büyük bir -rağbet gördüğü anlaşıl­ ilgili ve başka vezinde gazeller, rubaî ve kıt maktadır (bk. Davlatşâh, Tazkira, s.' 162). ’alar da yer almaktadır. Bu eser, XIV. asır Eserlerindeki fikirleri ile davranışları arasın­ türk şâirlerinden Ahmedî (ölm. 815*= 1 41 2) da dâima bir tezat müşâhade edilir. Bunu biz­ [ b. bk.] tarafından, müellifi zikredilmeden, zat kendisi devrin icaplarına uymak zarureti .• âdeta tercüme edilireesîne, aynı ad ile, yeni­ ile izaha çalışmaktadır. den kaleme alınmıştır Nitekim Salman 'ın ese­ B i b li y ag r a f y a : Davlatşâh, T'azrinin R aşid Yâsim i (ayn . esr., s, 119 v.d.) ta­ kira (London, 19 0 1), s. 257 — 263) ' Lutfrafından yapılan hulâsası ile, Ahmedî ’nin ese­ ‘ A li Bek A zar, Ataşkada ( Bombay, 1299 \ rinin Nîhad Samİ Banarlı tarafından yapılan s. 223—226; Am in Ahmed Râzi, Haft ik­ hulâsasının ( Ahmedî ve Dûstûn-ı tevârîh-i mü: Um, Tahran, ts., II, 522—525.;. Rizâ-Kuli lâk-î Âl-i Osman, TM, VI, 142— 156) karşılaş­ Han Hidây.at, Macma! al-fuşahâ’ ( Tahran, tırılması bu hususta açık bir fikir vermektedir. 12 9 5 ), s. i 9 v.d.; Cam i, Bahâristan (N aval3. Firâk-nâma, takriben 1.000 beyitten ibâret Kişor, ts.), s.: 103 v.d .; R aşid Yâsim i; Taolan bu mesnevi tamâmiyle tarihî bir vak’aya tabbu u intikâd-i ahval u ö§âr-i Salmân-i Sâ­ istinat etmektedir: Sultan U vays’ in çok sev­ vaci ( Tahran, ts.); E. G. Browne, A Lite­ diği dostlarından biri olan Bayram-şâb 761 rary History of Persian Literature .under (135 9 ) ’de ansızın B agdad ’a g id e r; 7—8 yıl . Tartar Dominion, s. 260 v.dd., 296 v.d.; sonra dönüp, Gilân harbine katılır ve ölür Z D M G, XV, 758 — 774 ! Rieu, Cat. of Pers. ( 769= 1367). Sultan çok sevdiği bu dostunun Mss. in the Brit.. Mus., H, 629S>,,ayn. ml)., piŞpıü karşısında duyduğu acıları terennüm Supplement) bk. fihrist;. Flügei, Die qrab-j



Selm Ân pers, und türk. H s s . . . Wien, bk. fih rist; Browne, A S u p p l . H a n d lis t ... o f Cambrid­ g e }', Cat o f Pers., türk., Hindûst&nî and Push tu manascripts in Bodleian Library, I, 575“ vd.d ; . Catalogae o f the Persian ma.nu&ripts in the Bähär lihrary ( Caäcutta, 1921 s. 244— 2 4 s ; E. Blochet, Catalogae .des manascripts persans, bk. fihrist; F. Karatay, Topkapı Sarayı Müzesi kütüphanesi parsça yazmalar katalogu { İstanbul, 1962 ), bk fihrist. . ( T a h sin Y a z ic i .) S E L M Â N lY E . SA LM A N ÎY A , bu ad b i r t a k ı m m ü f r i t ( ¿ulat ) ş i’l f ı r k a l a r ı ­ n 1 göstermek için Abu işitim R âzî ( ölm. 32*1=934 } ’de geçmektedir; bunlar gerek risâletin i. vârislerine bırakmış veya bırakmamış olan bir peygamber olarak, gerek bâzı kimse­ ler, tarafından ' Al i 'nin fevkinde telakki edil­ miş İlâhî bir;sudûr olarak sahabeden (yahabt ) olan Sslmân-i Fârisi [ b. bk.]’ ye husûsî bir say­ gı gösterirler ( Abu Hatim R âzi, KitSb ai-z'ina. var. 907). 220 (835) yıllarında, CarSzini bunlara karşı husûsî bir reddiye yazdı. Bu tâbir- şi'î irfanı akidesinin kendi hakikî ismi- olan S in iy a (veya S a ls a liy a ) adını ver­ diği bir zümrenin „zahirî“ isimlendirilmesi olup, Mimiya ye. 'A ynıya ’ nin zıddıdır; burada S in harfi-Salmân 'a, Mim Muhammed ’e, 'A y n da ‘A li'y e delâlet eder; burada bunların tari­ hî rollerinden ziyâde, devamlı mânevi rolleri göz: önünde bulundurulmuştur. N âiik peygam­ bere bir üstünlük veren Miraiye ve „sâm it" imâmı tercih eden ‘Ayniya.’nia aksine, Sin iya Ruh-iti-kudüsün murahhası olan b â b 'ı ilk .sı­ raya geçirirler. Bu irfanı nazariyeler, bâzı taf­ silât. ile birlikte, L. Masşignon 'un Salman Pâk ( Pahl. Soc. Etudes [raniennes, Paris, 1934, nr. 1> s; 3S” 3 9 ) eserinde anlatılmıştır. Bu eserde S alm an'a karşı dinî bağlılıkları bakımından eskiden H attâbîya ( krş. Umm. al-Kitâb, trc, Ivanow,. R E l, 193*, s. 419—4 8 2 )'nin, şimdi Nusayri [ b. b k .J’ler ve ‘A li İlâhi [ b. bk., bir de AHL-I HAÇÇ l ’lerin, muhtelif derecede, S i­ niya iI.e irtibatları gösterilmiştir. . - B i b l i y o g r a f y a ' . Salman Pâk hak­ kında yukarıda anılan araştırma, s. 47—52. . (L o u ts M a s s ig n o n ) SELMAS. S A L M A S, İran Azerbaycan) 'nda b i r i d â r î b ö l g e olup, Urmiye gölünün şimâl-i garbisinde kâindir (genişliği şimalden cenuba. 40 km. ve uzunluğu garptan şarka 60 km,}. Cenupta Avğan ( A fğân }-dağ silsilesi ile Vergeviz geçidi (yük sek liği: r.999 m.} Salmäs ’1 Ur.miya ( U rum i) idârî bölgesinden ayırır, A v^ân -d ağ’m şark kısmını yüksek, göle doğru uzanan ve uçunda Güvercin-kale ’nin bulun­ duğu; Kara-bağ. [ b. bk.] teşkil eder. Garpta



selm a s.



4&t



H arâvil (türkçe A ra’u l) silsilesi Salm äs’ı Tür­ k iy e ’den a y ır ır ; buradaki Fânasür geçidinin yüksekliği 2.567 m .’dır. Şimalde Salm äs Hoy ile hudutlanır; şimâl-i şarkîde Güney ( „gü­ neşe k arşı"; eski idârî adı Arvanak ve A n zâb ) idârî bölgesi gölün şimâl sahilini teşkii eder (m erkezi: Tasüc). Salmäs Zola ç a y ı’ nin sula-, dığı münbit bir ova ile Çahrik, Ş in e tâ lv e Ş e pirân dağlık bölgelerini içine ahr. . . Salmäs b ö l g e s i n i n pek eski zamanlar­ dan beri meskûn olduğu h a ld i,( yannî ) mimarî eserlerinin katıntılarından istidlal edilebilmek­ tedir. Daha sonraları burası Persarmenia eyâle­ tinin bir kısmını teşkil etmiştir. Eyâlet bâzan Atropatone ’ye, bâzan da Armenia ’ya dâhil bulunmuştur, Faustus Byzantİnus Salmäs böl­ gesini Kor.tçekh eyâletine dâhil gösterir. Cons­ tantİne Porphyrogenetos X e q i ( bugün H o y) ile birlikte 2 aLop,dçT zikreder. Salmâs 1653 yılına âit süryânî piskoposlarının cetvellerinde de bulunmaktadır ( Hoffman, Auszüge aus syrischen Akien Persischer Märtyrer, s. 204 ). al-Mulçaddasi Salm ls ’ı iyi pazar yerleri, taş­ tan bir câmii bulunan güzel bir şehir olarak tasvir eder. Yâlfüt ’un zamanında şehir harabe hâlinde İd i; burada yetişen meşhur şahıslar­ dan, 380 ( h.) yılında vefat eden âlim Mûsâ b. ‘Imrân zikredilir. Hamd Allah Mustavfi ’ye göre, şehrin sûrları 8.000 adım uzunluğunda olup, Ğâzân zamanında,, vezir Hvâca Tâc alDin ‘A li Şâh tarafından tâmir edilmiştir, Salroâs ’ın vergi hâsılatı V ill. ( X IV .' asırda 39.000 dinar 'a varıyordu. Bugün Salmâs adını taşı­ yan hiç bir şehre rastlanmaz. İslâm müellifle­ rinin verdikleri mâlûmat, bu bölgenin şimâl-i garbisinde, A l bak ve Ko(ûr ’a giden yol üze­ rinde bir pazar yeri olan Kuhna-Şahr („esk i şehir" ) ’ e âit olmalıdır. K tihna-Şahr’de aş.-yk. 1.000 hâne mevcût olup, ahâlisi âzerî-türkçesi konuşur; bunlardan başka şehirde 100 kadar ermeni âile ve bîr de yabudi topluluğu bulun­ maktadır ki, bunlar buranın İra n ’a ait eski bir yerleşme sâhası olduğuna açık bir detil teşkil edebilir. Miri-Hatun kulesinin KuhnaŞahr yakınında bulunması da aynı şekilde ma­ nalıdır. . Bölgenin bugünkü m e r k e z i D i l m â n ( yazılışı D i 1 m a k â n ) olup, adı C ilan deylemîleri [ bk. mad. DAYLEM ] ile bâzı münâ­ sebetlere delâlet edebilir; bunların inşâ ettik­ leri bâzı küçük kaleler, hattâ Şerizür ’da v.b. bilinmektedir ( krş. Yakut, mad Daylamastân ). Dilmân ’da 1.400 ev (1 852 ’de yalnız 300 } mev­ cût olup, nüfûsu ( hemen-hemen hepsi ş i'î) 8.000’dir. Şehrin mevkii çok müsâit olup, ova­ nın ortasında ve yolların kavşak noktasında bulunmaktadır. Şehir toprak sûr ile çevrilmiş



4^)2



Se l m a S -



olup, 5 kapısı vardır. Şehirde I I cami ( A ğa, Şayh al-İslâm, H âei 'A li Rizâ, Hâei Şâdik A ğa, Kanlı, Şirli v.b.), Rüşan Efendi ( mührü 1251 h. tarihini taşım aktadır) tarafından te’sis. edilmiş bîr tekke vardır ( bk. al-Bidlisi, Şa ra fnâma, nşr. Veliaminof-Zernof, Petersburg, i860, I, 18 ). . Salm âs o v a s ı n d a 1850 yılında 51 köyde 3.310 ev bulunuyordu. 19 0 0 ’de köylerin sayısı 10 8 ’e ve nüfûsu da 50.000’e çıkmıştır. Bunla­ rın % 6 3 .2 ’si şi’î, % 13 ’ü sünnî, % 82.5 ’i hı­ ristiyan ve % 1.3 ’ü mûsevî idi. Halkı tamamen müslüman veya karışık olan köyler yanında hırıstiyan köyler de var id i: Ermeniier (Kai'asar, Haftuvân, Peryâcik ) veya süryânîler ( Hosrova, Patâvur v. b .) Katolik süryânîler {„Keldânîler" ) 500 ev ve iki kilise ( bunlardan bi­ risi 18 4 4 ’te inşâ edilmiştir), piskopos evi ve bir „Lazâr“ misyoner hey’etinden müteşekkil küçük ve zengin bir köy olan Hosrova’ da toplu halde bulunuyorlardı. 1 2 8 1 ’ de bir Salmâs pis­ koposu Bagdad’da masturi patriği YaSabaha’nın SieiQOtovia’smda hazır bulunmuş idi ( Assemani, Bibi. Or., II, 456) Hosrova halkı XVIII. asırda katolik mezhebine girdi. Müslüman ahâli arasında, kendilerinin İsfahan’dan gelip-yerleştiklerini söyledikleri Lek kabilesine mensûp kimseler de vardır. Muhtelif ırk ve dinlere mensûp bulunan bu cemâatler kendi araların­ da iyi anlaşmışlardır. Salmâs ’m ticâreti çok inkişâf etmiş idi. Başlıca ihracat maddelerini b al mumu, bâdem, deri ve hayvan teşkil edi­ yordu. İlk cihan harbi sırasındaki rus-türk mu­ harebeleri ve onu müteâkib 19 1 8 ’deki huzur­ suzluk Salm âs ’in İktisâdi durumuna darbe in­ dirmiştir. Bölgenin d a ğ l ı k kısmının idâre merkezi Ç a h r i lj ’tir. Burası Zola çayının geçtiği bo­ ğaz içinde, bir kaya üzerine kurulmuş, küçük bir istihkâmdan ibarettir ( resimler için bk. H âei Mirza C ân i, Naktat al-kaf, nşr. Browne, G M S, X V , 122). Çahrik 1828 yılında rusiar tarafından zaptedilmiştir. 1848 ’de Bâb [ b. bk.], Tebriz ’de idâm edilmeden önce, buraya haps­ edilmiş idi. O zaman Muhammed Şâlı ’m karı­ sının kardeşi Yahya Han Çahrik ’ta vfiü bulu­ nuyordu. Oğlu Timür Han ’ın Öldürülmesinden sonra, Çahrilj 'Avdoylular tarafından iggâl edilmiştir. Kendi rivayetlerine göre, ‘Avdoylularm cedleri XVII. asrın ortalarında Diyarb ekir’den U rm iye’ye gelmişlerdir. Reisleri olan İsmâ'il  ğ â ’nın türbesinde ( Nazlu çayı yanın­ d a) 12 3 1 ( 1 81 6 ) yılı kayıtlıdır. Onun oğlu 'A li Hân Çahrik kalesini 1864 ’te eline geçirmiştir. 'A li Han ’ m çok faâl bir eşkıya olan oğlu Ca'far Âgâ, umûmî valinin emri ile 1905 yılın­ da Tebriz ’de idâm edilmiştir. Onun küçük kar­



S e L s e b î L. deşi İsm â'il .(Sim ko adı ile tanınır) bu hudut bölgesinin, karışık siyâsî hayâtında mühim bir rol oynamıştır. 1918 ’de Simko ’nan adamları­ nın Kuhna-Şahr ’de çıkardıkları bir karışıklık­ ta nastûrilerın patriği öldürülmüştür. 19 2 2 ’de Simko, İran silâhtı kuvvetleri tarafından, Tür­ kiye topraklarına ilticaya mecbur edilmiştir. Salmâs ’ın e s k i e s e r l e r i arasında bil­ hassa şunlar dikkate değer s t. Haldailere (u ra ıtu ) âit eserler ( K er Porter [ Travels, II, 60 ] tarafından Tamar köyü yakınında Zincirkale tepesinde keşfedilmiştir ). —2; Sâsânilere âit eserler; P ir Çavuş kayasındaki Galerius, Narses ve Tirİdates (K er Porter, gost. y er.\ " Flandin ve Coste, IV, levha 204 v.d.) veya başka bir izâha göre, Ardaşir-i Pâpakân ve onun oğlu Şâpür ’u temsil eden yarım kapartma ( Jackson, Persia Pas t and Present, s. 8 ı ; Sarre, Iran, F elsreliefs, s. 2 4 6 ).— 3. Güvercin-kale istihkâmlarının üzerinde bulunan kaya bâzan Urmİye gölü içerilerine doğru uzanır, bâzan da gölde bir ada teşkil eder. Güvercin-kale ’nin bâzı kısımlarının H aidailer devrine kadar çıkması muhtemeldir. N. Hanykov 18 5 2 ’de ora­ da Abü N aşir Husayn Bahâ dur Han adında ; birine âit bir kitabe parçası keşf etmiştir ( krş. Caacase mecm., Tiflis, 1852, n r .2 2 v.d.).— 4. KuhnaŞahr yakınındaki tuğladan yapılmış ku­ le aş.-yk. 700 ( 7? ? ) yılma âit ve M. van Berchem tarafından okunmuş olan kitabesinde, eserin bânîsi olarak Arğün A k a ’nın kızı M irî Hatun zikredilmektedir. Arğün Aka, Hulagu ve A baka zamanlarında Horasan vâlisi bulu­ nuyordu , bk. Lehmann-Haupt, M aterialien ia r altesten Geschickte Arm eniens, A bh. G. W. Gott. N, F., IX, 158 v.d.; resim için bk, Leh­ mann-Haupt, Arm enien einst und jetzt, s 320). ■■ B i b l i y o g r a f 1r/ a : Ritter, Erdkunde, 1X/II, 956—962; Marquart, Erähgahr, bk. mad., s. 1 1 0 ; Adonts, Arm enia v epoha lustiniana (Petersburg, 1908), s. 223; Col. Çirikov, Putevoy ju rn a l 1849— 1852 (Peters­ burg, 1875), s. 489; E. Bore, Correspan- 1 dance et memoires d ’an voyageur en Orient (Paris, 1840), II, 255; O. Blau, Vom UrmiaSee nach dem Wan-See, Peterm. Mitt., 1863, s. 201—2 10 ; H. Hyvernat ve P. Müller—S i­ monis, D a Caucase au G o lf Persiqae ( Pa- ’ ris-Lyon, 1892), s. 118 , 1 56; MaksimoviçVasilkovskiy, Otçet o poyezdke pa zapad Persii (T iflis, 1903), II, 17—29; V. Minorsky, Naselenie pograniçnîh okrugov ( Materlaly po Vostoku, Petrograd, 19 15, s. 474' v.dd.); ayn. mH., K e la -Ş in . . . (Z a p., 19 17, X X IV , 190 v.dd.), (V . MlNORSKY.) SELSEBÎL. S A L S A B 1L, C e n n e t i n b îr p ı n a r ı n ı n â d ı o l u p , Kur'an ’da ( LXX VI,



S E L â E fe it i 7-r-ıS ) yalnız bir defa geçmektedir. Bu ibâre şudur î „V e oradâ (cennette) onlara (iyi in­ sanlara ) bir kâseden İçerilir ki, içindeki zen­ cefil' ve cennette adı Saisabil olan pınar (sn suyu) ile karıştınİm iştır." : ■; G râner âlimleri kelimenin iştikakında aynı fikirde değildirler. Bazıları onu üçlü s-b-l kö­ küne bağladıkları Hâlde, bazıları beşli bir kök­ ten türetirler; ki, buna göre, müennes şekli hâriç, bu kökten’ türem-ş tek kelime budur. Bir takım dilciler, aslî harfleri yalnız s ve l imiş gibi, ona „kesiimeksizin akan veya boğaz­ dan kolayca kayan" mânâsını verirler, iştika­ kının „sal Rabbakd Sabi lan ilâ hâzihi 'l-'ayn“ ; „Rabb 'inden bu pınara giden bir yol is t e " ) takdiri ile, sal sabi lan şeklindeki, iştikakı yanlış kaböl edilerek, reddedilmiştir. Kelime, bir içeçekten bahsedilirken, „içimi kolay“ veya ,,tadlı" ..sert’ ve kekre olmayan", „boğazdan kolayca ge­ çen" mânâsına âlinan’ süt, su veya: şarap için, sıfat olarak, kullanılmıştır; fakat K u r’a n ’da müslümanların cennette içmelerine müsâade edi­ len şarap hakkında kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bâzı gramerciler, bu kelimeyi, has isim ve bünun neticesi olarak da, çekimi iki halli ve ianvln ‘siz kabul eder; zikredilen âyette’ ise,



kelimedeki ianvin ’in kafiye bakımından, e,uygun düşmesi için verildiğini kabûl eder­ ler; fakat diğer bazıları onu pınara bir sıfat olarak verilmiş ve netice itibariyle de tanvîn almış olan tam. çekimli (m u n şarif) bir kelime sayarlar. Müslim’in naklettiği bir hadîs ( H a y i, 37 ) kelimenin İslâm camiasında, her kes tara­ fından baş isim olarak telakkî edildiğini gös­ termektedir ; nitekim bu hadîste mü’ mialerin suyundan; içecekleri cennet pınarının Sah abil adım taşıdığı ifâde olunmaktadır. B i b,l i y o g r a f y a ¡ Belli başlı lügat ki­ tapları ve K ur’an tefsirleri, •'( T. V/. HAİG.) S E L Û K . S A L Ü K (a! -Hamdan i ’de Baribat Salük t, c e n û b î A r a b i s t a □ *d a, Yemen 'in Hadir bölgesinde e s k i b i r ş e h i r olup, al-Hamdâni zamanında’ yerinde Habil al-Riyaba - adlı bir köy bulunuyordu. Büyük Salük şehrinin harabelerinde eski para ve ziynet eş­ yası ■bulunduğu gibi, altın ve gümüş parçaları ile demir cürûfn da bulunmuştur. Şehir, orada ima! edilen, mükemmel, çift ilmekli zırhlı göm­ lekleri ile meşhur idi. Keza, rivâyete göre, kö­ pek ile çakalın birleşmesinden meydana gelen, bilhassa ceylan avı için yetiştirilmiş köpek cinsi ( salükî■) buradan gelmektedir. Alois Mu­ sil ’in bana naklettiği üzere, bugün de, Şammar bedevileri arasında şöyle denir: —/i» drnki, la çalb zua lâ slü ki— „O bir kırmadır, ne köpek, ne de salük i ( ta z ı) “.



s



ELÖL.



B i b l i y o g r a f y a ; al-Hamdâni, Ş ifa t Cazirat al-'A r ab, nşr. D, H. Müller ( Lei­ den. 1884 —1891 ), s. 78 v. d .; ‘Azimuddin Ahmed, Die a u f Südarabien bezüglichen Angaben Naşzoân 's im Şams al-'Ulüm (E . J. W. Gibb Memorial Series, XXIV, Leiden, 19 16 ), s. 51, 6 z ; al-Kazvini, 'A eä’ib al-mahlûkat., nşr. Wüstenfeld (Göttingen, 1848), II, 29; Yäküt, Mucäm, nşr. Wüstenfeld, III, 125 v. d ; M arSsid al-itfilä', nşr. T. G. j. juynboll ( Leiden, 1853), I I 4 7; al-Bakri, Mu'cam, nşr. Wüstenfeld ( Göttingen, 1876 ), II, 780 v. d .; A Sprenger, Die alte Ceograpkie j4 r« 6 iens (Bern, 1875 ), s. *85? F. W. Schwarzlose, Die W affen der alten Araber (Leipzig, 1886), s. 200, 334; E Glaser, Skizze der Geschichte und Geographie A ra­ biens, II (Berlin, 1890), s. 19 ; G. Jacob, Alt­ arabisches Beduinenleben ( Berlin, 1897 \ s26, 84. *45. _ ( A d o l f G ro h m an n .) S E L Û L . S A L U L , bu adı taşıyan i k i k a b i ­ l e mevcut olup, biri cenubî A rab istan ’da ve Huzâ'a kabilesinin bir koludur; diğeri şimalî Arabistan ’ dandır ve Havâzin topluluk ismi ile tanınan kabileler birliğin; bağlıdır. A z itibarlı olduğu görülen bu iki kabile gerçekte bir tek kabile olmalıdır, zîrâ mensuplarının bazıları bâzan Huzâ'a ’dan, bâzan Havâzin ’den sayıl­ maktadır. 1) H u z â ' a k o l u erkenden gelip, Hicaz ’da yerleşmiş id i; arap nesep âlimlerinin bildirdik­ lerine göre, bu göçüş Mârib şeddinin yıkılma­ sını takip eden zamanda olmuştur. Bu kabile mensupları K a b e ’nin muhafızları oldular. Ka- s bîlen n bir nıensûbu, Abu Gabşân al-Muhtariş b. Hu'ayl b. Salül, bir tulum şarap karşılığın­ da, mabedin anahtarını Kuşay b. K ın an a’ye sattı ve bunun vâsıtası ile muhafızlık vazifesi Kurayş kabilesine geçti. Salül kabilesi başlıca üç kola ayrıtmış i d i : Hubşiya, 'A d i ve IJirm iz; bu sonuncu gâliba çok az sayıda idi, çünkü buna mensup olan hiç bir mühim şahsiyetin zikredildiğ;ne tesadüf etmiyoruz. Hubşiya bir çok ailelere ayrılmış id i: Hulayl, Kumayr, 2 âtir, Kulayb ve Ğâzira. Yukarıda anılan al-Muhtarîş ile Peygamberi, Mekke'den Medine’ye hicretinde sığındığı mağaranın giriş yerinde bir Örümcek ağı bulup, yolunu kaybedinceye kadar takip etmiş olan Kurz b. 'Alkarna de birinci âileye mensupturlar. Bu şahıs Mu'âviya zamanına kadar yaşamış ve memleketin topog­ rafyası hakkindaki bilgisi sayesinde mukaddes sahanın, Haram ‘in, hudutlarını tesbit etmiş ve bu hudutlar bugüne kadar muhâfaza edilmiştir. Peygamber hayatta iken doğmnş ve 86 (705) yılında Sariye ’de ölmüş olan Ş a h ısa b. Zu’ ayb ile Abbâsîlerin başlıca tarafdarlarından ve ha­



SELÜL -



life al-Maoşür 'u görmeğe gittiği, ve. katledildi­ ği zaman orduyu kendisine teslim eden Abü Müslim'in dostlarından olan Mâlik b. al-Hayşam b. ' A v f K u ma y r ailesine mensup idi. ' .2 ) H a v & ü i n ' e mensup olan . kabile adını anneleri ZuM b Ş ayb an ’ m kızı S aİü l’den alı­ yordu; baba tarafından çedleri Murra b. Şa'şa’a bi: Mu'Sviya b. Bekr b. Havâzin idi. Mek­ ke ’nin şarkında yerleşmişlerdi. 10 küçük ka­ bileye ayrılmış id ile r; ‘ Antr, Zubay'a, Nahâr, Sulıaym, Gâzira, Udayya, Câbir, Mu'âviya, Cinni ve Duhayy. Peygamberin sahabesinden olup, ‘ Omar I. tarafından B a sra ’ya kadı olarak gön­ derilen 'İmrân b. Husayn ile şâir Kuşayyir ‘ Azza [ b. bk.] Gâzira kabilesine mensup idi. 'A b d Allah b. Hammâm ve al'U cayr adlı şâir­ ler ‘Amr kabilesine mensupturlar. Salûl kabile­ lerinin muhtelif mensuplarının şecereleri muka­ yese edilince, mühim yanlışlıklara tesadüf olu­ nur : msl. Gâzira her iki kabilede de bulun­ maktadır; bundan bu kabilelerin bütünü bilin­ mekle b e r a b e r , bir çok hâllerde doğru akra­ balıklar h ak k ın d a kanâatlerin sâbit . olmadığı ve, n esep âlimlerinin bütün maharetlerine rağ­ men, bir tek cetvel te’sis etmeğe muvaffak olamadıkları neticesi çıkarılabilir, B a şlıc a güç­ lük lıiç şü p h e siz Salül ad ın ın , nesep âlimleri­ nin „ ib n “ ’terine rağmen, bîr erkek adı olma­ yıp, bir kadın adı olmasından ileri gelmekte­ dir ve burada, arap kabilelerinin şecerelerinde arada-sirada bulunduğu üzere, bir maderşahi aile ile karşılaşıyoruz. . B i b l i y o g r a f y a : İbn Durayd, Kitâb al-işiikâk ( nşr. Wüstenfeld ), s. 276 v. dd.; al-Nuvayri, N ihâyai al-arab (K ahire tab.), -II,'318 v.d. ve 336; . al-Kalkaşandi, Nihâyat al-arab ( Bagdad tab.), s. 199, 242, 260, 312, 326; İbn 'A bd Rabbihi, al-'ik d a l-fa r id ( K a­ hire, 131 6 ), 1!, 53; al-Sam'âni, Kitâb al-ansâb •( nşr. Margoliouth, C M S , X X , var. 304» ); a l - A ğ â n i İX, 93, XV, 53; Usd al-ğâba ( K a­ hire, 1286 ), sık-sık ; İbn Hacar, Tabzib ( Haydarâbâd tab.', sık -sık ; Wüstenfeld, Geneallogische Tabellen ve Register. _



(F . K r e NKOW.)



S E M Â ’ . S A M A ' ( A.) aslında s m ' kökünden, sam' ve sim' gibi, bir masdar olup, „ i ş i t m e k, duymak, dinlemek, işitilen söz, iyi şöhret ve iyi anılma“ (Aöm ns tercümesi, IH, 292 v.d.). „şarkı dinleme" ( Südi, Şarh-i D ivân -i H â fiz , İskenderiye, 1250, I, 41, II, 383) ve mecazen „şarkı, nağme, raks, vecd" ( ö iy a ş al-luğat, Kanpur, ts., s, 232), ,,nns meclisi" ( Tahânavi, K a şşâ f işfilBhSt al-fu nü n, !, 675) ve nihayet yarı dinî mâhiyette „çalgılı ve şarkılı ziyâfet" gibi türlü mânalara gelmektedir. Bu çeşitli mânalardan bir kaçı hâriç, diğerlerinin, keli-



SEM Â5.



| menin eski arapçadaki „şarkı söyleme veya çalgı çalma" ( bk. Lane, s. 1429b) mânası ile yakından ilgili olduğu - açıkça görülmektedir. Sonradan kazanmış, olduğu anlaşılan raks mâ­ nası da, aynı şekilde,- musikinin tabiî bir neti­ cesidir. Dinî mahiyette olmak üzere, güzel ses dinleme ye onan tabiî neticesi otan ralçs, daha başlangıçtan itibaren, bir. taraftan mutasavvıf­ lar arasında büyük bir rağbete mazhar olur­ ken, diğer taraftan da, bunun İslâm dini de bağdaşıp-bağdaşamıyacağı mes’elesi (aş. bk.) üzerinde durulmuştur. .Sam a'’dan bahseden kaynaklarda, sama ’m şekil ve muhtevasından, çok bu ikinci mes’ele yer almıştır. Bu bakım­ dan, bilhassa Mavlânâ (ölm. 672= 1273 )’ dan sonra gittikçe geliştiği ve başlı-başına bir âyin -balını aldığı anlaşılan şekli ile ondan önceki şeklinden teferruatlı bir tarzda bahseden bir .esere rastlanmaz. Nitekim doğrudan-doğruya veya dolayısı ile samit ’dan bahseden eserler­ de (msl. Abu Naşr al-Sarrâc, Kitâb al-tumâ' ve al Ğazzâli, Ih yâ ' ulûm al-dîn v.b.) sama' .’m kendisinden ziyâde, dinî hükümlere uyupuymadığı üzerinde durulmuştur. Bununla be­ raber ilk devirlerde çalınan yeya söylenen mu­ sikinin makamı ile değişebilen hareketlerden ibaret olduğu gibi, bir âyin hâline geldiği za- ■ man da, ihtimal tarif edilmekten ziyâde, ancak tatbikat ile elde edilebileceği düşünülerek;'sa­ ma' ‘in ne şekilde yapılacağının anlatılmasından vaz geçilmiştir. Bunun yerine çeşitli seslerin ve bu arada bilhassa güzel sesin tarifi ile bu seslerin husule geldikleri yerler ve te’sirleri ile sama' âdabından bahsedilmiştir ( krş; alĞazzâli, ayn. esr., II, 229—2 3 1 ; al-Sarrâc, ayn. esr,, s. 269). . Başlangıçta sadece güzel ses dinleme ile rakstan ibaret olan sem â’ın türlü mahzurları görüldüğü veya yanlış anlaşıldığı için bir ta­ kım esaslar kabûl edilmiştir. Ba esasları tes­ pit için de önce dinî bakımdan musiki âletle­ rinin üzerinde durulmuş ve bunlar arasında hangilerinin dinlenmesinin câiz olacağı, hangile­ rini dinlemenin günah sayılabileceği gösteril­ meğe çalışılmıştır (krş. al-Sarrâc, ayn. esr., s. 277). Buna göre, telli sazlar ve nefesli saz­ ların dinlenmesi haram sayılmıştır. Bu arada mübah sayılan semâ’ıda şu esaslara dikkat edil­ miştir ; zaman, mekân,ihvön („d o stla r"). Yemek hazır olduğu zaman, namaz vakti, düşmanca bir davranış, sıkıntı duyulduğu zamanlarda semâ yapılmam alıdır; aynı şekilde, işlek bir caddede, pis bir yerde veya insanın kalbini Tanrıdan başka bir-.şeyle meşgul eden eşya bulunan bir yerde de semâ’ câiz değildir. Bur nun gibi setnâ’aleyhinde bulunan,meclise ağır­ lık veren, mütekebbir kimselerin ve sahte vıed -



SEMÂ*. hâlleri gösteren sûiîlerin ve semâ’ın değerini takdir edemeyenlerin huzurunda da semâ’ et­ mek doğru değildir. Semâ’ esnasında bütün dikkat ile k a v v â l ( „şarkıcı“ ) ’e . kalak vermeli ve gelen veedin te’sirine tahammül edilebilindiği müddetçe, her hangi bir hareketten sakın­ malıdır. Bununla beraber, semâ’ topluluğundan her hangi birisi harekete geçtiği vakit, ona uymak lâzımdır. Daha çok şeriâte bağlı süit­ lerin semâ'ının belli-başlı hususiyetleri hakkın­ da verilen bu bilgiler yanında, X. / XI. asrın ilk yansında onun yan dinî bir ziyafet bâline gel­ diği görülmektedir. Filhakika bu devrin iteri gelen safîlerinden olup, bir çok bakımlardan Mavlânâ ’yı andıran Abu S a'id b. A b ı ’ 1-Hayr (357—44« —967— 1049 ) zamanında bu şekilde tertip edilmiş semâ’ toplantılarından bahsedil­ mektedir ( bk. Muhammed b. Munavvar, A srâr al-tavf\ld f i makâmât al-Şayh A b î Sa'İd, nşr. Zabih Allâh Şala, Tahran, 1332 9., s. 16 v.dL, 103 v.d., 77 v.d). Ancak umûmiyetle yemekten sonra ( bk. Tahsin Yazıcı, Meviânâ devrinde semâ*, Şarkiyat mecmuası, V, 140 v.d.) yapılan bu semâ’ın teferruatı hakkında da yeter dere­ cede bilgi verilmemiştir. Yine bu devirde, toplu hâlde icra edilen bu semâ’ yanında, münferi­ den yapılan semâ ’da devam etmiştir ( bk. Mu­ hammed b. Munavvar, ayn,. esr., s. 77, 10 3). Çalınan musikinin ahehıgine uyularak yapılan hareketler arasında, bilhassa mevlevîlerde ol­ duğu gibi, uzun müddet bir dönmenin mevcûdiyeti kat’î olarak bilinmemektedir, zîrâ Mav­ lânâ ’dan bahseden eserlerde sık-sık rastlanılan .çark nadan ( „dönmek“ ) tâbiri, Abu S a 'id b. A bı ’ 1-Hayr ’dan bahseden eserlerde hemen-hemen hiç bulunmamaktadır. Bununla beraber, Mavlânâ ve etrafındakilere bas gibi görünen dönme de aslında daha önce mevcut idi { Kuşayri, al-Risâla, s. 40). A yrıca Şams al-Din-i T ab rizi’ nin yaşadığı devirde ve muhitte semâ ’jn daha çok rağbet gördüğü ve sonraki de­ virlere intikal eden bâzı husûsİyetlerlni kazan­ dığı söylenebilir. Nitekim Mavlânâ ’nın semâ'ı ve semâ’daki hareketlerinin bir çoğunu daha önce Irak-ı Acem ’de semâ’ yapan { bk. Aflâki, Manâkib a l-a r ifin , nşr, T. Yazıcı, I, 89, il, 624 i Şam s’ ten aldığı malûmdur { bk. Sul­ tân Valad, intihâ-nâma, Üniversite kütüp, ar. F Y 1009, var" üı * j krş. Abdülbaki Gölpı narlı, M evlevi âdâb ve erkânı, s. 6 3 ). Bu arada bâzı sûfîler arasında semâ’ için güzel musiki İle birlikte çalan veya söyleyenin güzel olmasını ve güzel koku bulunmasını şart ko­ şanlar da vardır (Rüzbihân al-Bakli, K itâb al-anvâr ’dan naklen Nafahât al-uns, trc. Lâmi’î Çelebi, İstanbul, 1289, s. 268 -v.d.). Mav­ lânâ ’nm semâ’ı ise, çok defa tesadüflere bağ­ Ial&m Ansiklopedisi



465



lıdır. Filhakika kulağına gelen ve hoşuna gi­ den güzel ve mânalı bir ses, bir söz veya­ hut heyecanlı bir hâdise onu harekete getir­ meğe, daha doğrusu dönmesine kâfi geliyordu ( krş. A flâ k i, ayn. esr., I, 15», 412, 457). Bu devirde, muhtelif hâdiselerin te’siri ile yapılan bu münferit semâ’ yanında, bir musiki heyeti­ nin de refakati ile, toplu hâlde cereyan eden ve çok defa tesadüflere bağlı olan semâ’ da vardı. Kaynaklarda bu şekildeki semâ’ın tefer­ ruatlı bir tasvirine rastlanmaz. Ancak bâzı ka­ yıtlardan ( bk. Tahsin Yazıcı, ayn. esr., 14.Z— 150, krş. Abdülbaki Göipmarlı, ayn. esr,, s. 63 v. dd.), bilhassa Mavlânâ ’nm medresesin­ de yapılan semâ’da, musiki hey’etine ayrılan yüksekçe bir yer ( tah t) bulunduğu ( bk. A f­ lâki, ayn. esr., 1, 222) ve musiki hey’etinin de umûmiyetle şarkiel, tefçi ve neyzenlerden te­ rekküp ettiği, bunlar ile birlikte, rebâb, zur­ na, nakkare ve mâhiyeti meçhul, fakat bir çal­ gı olduğundan şüphe edilmeyen haşarat çalıcı­ larına da rağbet edildiği anlaşılmaktadır. Mav­ lânâ ’nın tamâmiyle erkeklerden ıbâret olan bu musiki hey'eti önünde semâ’ ettiği gibi, kadınlardan müteşekkil bir musiki hey’ eti önün­ de de semâ’ ettiği olmuştur (bk. A flâ k i, ayn. esr., i, 179 v.d.). Yine bu arada semâ’m son­ raki şeklinde görülen selâm verme âdetinin izlerine de rastlanmaktadır ( krş. A flâ k i, ayn. esr., s. 220) Yukarıda ana hatları ile açıklandığı üzere, Mavlânâ devrinde ve onu tâkip eden devir­ de daha önceleri semâ’ âdâbından sayılan „sa­ man, makan ve ihvSn“ ’a çok defa ehemmiyet verilmediği görülmektedir. Filhakika Mavlânâ ’nın semâ’ı zamandan ziyâde, kendisine gelen vecde bağlı kaldığı gibi, hemen-hemen her yer ( medreseler, evler, bağlar, sokaklar v .b ) onun semâ’ına sahne olmuş ve semâ’a katılanlar ile semâ’ı seyredenlerin hususiyetlerine de dikkat edilmemiştir ( krş. ayn. esr,, I, 182 ). Kendisi­ nin vefatından ( 6 7 2 = 1 2 7 3 ) sonra, halefi Husâm al-Din Çelebî tarafından, cuma namazını müteâkip, K u r’an okunduktan sonra, toplu bir hâlde semâ* yapılması bir kanun hâline getiril­ di {ayn . esr., II, 777, 967). Bununla berâber, belirli bir zaman ve mekâna bağlı kalınmaksı­ zın, muhtelif vesileler ile semâ’ yapıldığı da anlaşılmaktadır < bk. ayn. esr., II, 780 v.b.). Sem â’m bilhassa mevlevî tekkelerinde âdâb ve erkânı ile dÖrt-başi mâmur bir âyin bâline hangi tarihte geldiği kat’î olarak bilinmemek­ tedir. Bâzı kayıtlardan { bk. Abdülbaki Gölpınarlı, ayn. esr., •s. 75), bugünkü semâ’ şeklinin Sultan Veled ’in torunlarından P îr Âdil Çelebi i ölm. 865 = 1460 ) tarafından te’sis edilmiş olduğu tahmin edilebilir. Bir âyin hâline ğel-



s.



30



SEMA’ -



SEMÂ’-HANfc.



dikten sonra da, Mevlevi mukabelesi ad) al­ tında, semâ 'm her yerde ve her tekkede aynı şekilde icra edilmesi çelebilik makamı tarafın­ dan te’ min edilmiştir. Bu âyine mukâbala ( „kar­ şılaşma“ ) adının verilmesine sebep de, âyinin bir parçası sayılan „davr-i Valadi“ ’de, âyine iştirak edenlerin birbirlerine doğru „baş kesip", karşıiarmdakiiere bakmalarıdır. Bilhassa İstan­ bul ’daki mevlevi tekkelerinde mukabele za­ manları başlangıçta bir vecdin gelişine, bir heyecanın zu hâruna bağlı olduğu hâlde, son­ raları, bâzı sebepler ( krş. Abdülbaki Gölpmarlı, ayn. esr., s. 99 v.d.) ile, tekkelerin her bi­ rinde haftanın bir veya bir kaç gününde icra edilmeğe başlanmıştır. İstanbul ’un dışında ise, fevkalâde zamanlar müstesnâ, cuma namazın­ dan sonra âyin icra ediliyordu ki, bu, bundan önce de işaret edildiği gibi, Husâm al-Din Çele­ bi tarafından tespit edilmiş olan zamana uymak­ tadır ( mukabelenin icra şekli hakkında bk. A, Gölpınarh, agtı, esr., s. 77—94 i Hellmut Ritter, D ie Mevlânâ fe ie r in K onga vom 11 — 17 Dezember 1960, Oriens, 19 6i, X V , 249— 270). Mevlevîler arasında, mukabele tâbiri ya­ nında. bir de „garipler semâ'ı" vardır ki, bu da ihgâ’ gecelerinde, yâni sabaha kadar ibâ­ det ile uyanık kalınan gecelerde, yapılan semâ’ , âyinine doyamayanlarm asıl âyin bittikten ve herkes semâ’-hâneden çıktıktan sonra, devam ettirdikleri âyinden İbarettir ( bk. A . Gölpınarlı, ayn, esr., s. 95 ). Aynı şekilde muayyen bir nezir karşılığında mukabelenin sonu olan dördüncü devrenin uzatılmasından ibâret olan bir de niyâz âyini vardır. ' Hemen-hemen bütün sufîlerce benimsenen ve bir vecdin neticesi olan semâ’m muhtelif tarîkatlerde ne şekilde yapıldığına dâir henüz tam bir tetkik yapılmamış ise de, bunlardan halveti tarikatının bir kolu olan gtüşenî tari­ katı gibi bazılarında mevlevi semâ’mın benim­ sendiği görülmektedir ( krş. Şemleli-zâde A h ­ med Gülşeni, Tarîk-i şîve-i Gâlşenige, Mil­ let kütüp., şer’iyye, nr. 990,10. madde; Manâkib-i a vliyâ-yi M işr, türk. trc. Sâlib, Bu­ lak, 1262, s. 143 v.d,). Aynı şekilde Mavlânâ zamanından başlayarak, her hangi bir ve­ sile ile dâvet edilen veya semâ’ı seyreden diğer tarikat mensuplarının semâ’a iştirak et­ tiklerine sık-sık rastlanmaktadır. Nitekim Ulu A rif Çelebi (ölm. 7 19 / 13 19 ) zamanında böyle bir semâ’ı seyreden rüfâî dervişlerinin, ellerin­ de boş kabaklar olduğu hâlde, şarkı söyleye­ rek ve heyecan göstererek, semâ’a katıldık­ ları bilinmektedir ( bk. A flâ k i, ayn. esr., II, 9 K ; krş. A . Gölpınarh, agn. esr.,s. 100 v. d.; kış. İbn Battüta, Paris tab., II, 5—7). Tekkele­ rin kapanması üzerine, yakın zamana kadar



yapılmayan mevlevi semâ’ına, 1950 ’den sonra, Mavlânâ ’nın ölüm yıldönümü münâsebeti ile her yıl tertip edilen anma merasimlerinde mü­ sâade edilmiştir. UmÛmiyetle Konya ’da icra edilen ve I I — 17 aralık târihleri arasında bir hafta devam eden bu semâ’ın, bir gösteri ma­ hiyetinde olmak üzere. İstanbul ’da da tekrar edildiği otur. Esâsı musiki ve raksa dayanan setnâ’ ın din ile bağdaşıp-bağdaşmadığı mes’ elesi uzun müd­ det münâkaşa mevzuu olmuştur. Kar ’an ’da samâ' kelimesi geçmediği İçin, onun mübah olup olmadığı mes’elesi daha ziyâde Peygamberden nakledilen hadisler ile izâb edilmeğe çalışıl­ mıştır. Sama' *ın mübah olduğunu ifâde edenler ( bk. al-Sarrâc, Kitâb al-lum‘a, s. 269), güzel sesin Kur’an ’da övüldüğünü, kötü sesin ise yerildiğini ( krş. Kar ’ân, XXXI, 19 ), Peygamberin bizzat seyrettiği bir kaç raksı hoş karşıladığı­ nı ifâde ettikten sonra, tamâmiyle mantıkî ve mâkul deliller ileri sürmüşlerdir. Bu arada tel­ li sazları şerîate uygun görmeyenler mes’eleyı bu bakımdan da incelemişlerdir ( krş. Taşköprülü-zâde Ahmed Efendi, M aviaât al-'a tam, trc. Kemaieddin Efendi, İstanbul, 1 3 1 2 , 1 i , 549). Netice olarak, dinlenen ses ve yapılan raks nefsânî duygularını harekete getiriyorsa, bu gibi kimselerin semâ’ yapmaları haramdır. Bu­ nunla beraber, sırf gösteriş için yapılan semâ’da faydadan hâli değild ir; bu şekildeki semâ'da insanda gerçek vecd hâllerinin doğmasına ve semâ’daki samimiyetinin artmasına sebep olur. Sûfitere göre, semâ’m insan ruhu üzerinde türlü te’sirleri vardır: insanın Allaha otan aşkını kuvvetlendirir, kendisinde türlü hâller husule gelir ve bn hâller kalbteki kötülükleri temiz­ ler ve nihayet insanı mufâhada ve muköşafa mertebesine ulaştırır ( bk. Gazzâli, agn esr., s * 3 9 ).



B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredi­ lenlerden başka, bk. al-Sarrâc, Kitâb al-luma' fi ’l-taşavvuf, nşr. R. A. Nicholson. (Leiden, 1914, s. 267—3 0 2 ); Kuşayri, alRisâla, Kahire, »287, s. 40: al-Gazzâli, ih­ ya’ ‘ulam al-din ( Kahire, t s .), II, 229—264; İsma’ il al-AnkaraVİ, Risâla huccat al-samâ\ ayn. mil., Minkâc al-fukara' ( İstanbul, 1286 sonunda. ( T a h s I n Y a z i c i .) S E M Â ’ -H Â N E . SA M Â '-H A N A , s e m â e v i , s e m â ’ e d i l e n y e r , 1 } Mevlevi tekke­ lerinde semâ’ için müstakil bir yer ayrılmıştır ki, buna semâ’-hâne denilir. Dört duvara isti­ nat eden bu tekkelerde semâ’-hâne kubben'o altında bulunmakta olup, dâire şeklinde veya beyzidir. Döşemesi tahtadan olup, yapılan semâ’ dan bu tahtalar âdeta cilâlı bir hâl almış­ tır. Semâ’-hanenin etrafı parmaklık ile çevril­



âİM  ’-HÂNE -



SEMEN,



miş olup, bunun d 15 tarafında semâ’ âyini (muka­ yaya ihtiyaçları yoktur. Uçan balıklar hâriç, bele ) ’ni seyredenlere tahsis edilen kısım bulun­ diğer balıklar için hava zararlıdır. Soğuk-kanh maktadır. Kıbleye karşı olan cümle kapısından hayvanlardan olduklarından ve mideleri ağız­ içeri ¿tren bir kimse sağa sapmak sûretiyle se ­ larına yakın bulunduğundan çok oburdurlar. mâ’] seyredenlerin bulunduğu yere; doğru gitmek Hareketleri yılanlarınki gibi, büyük bir kuvvet suretiyle de parmaklıklarda semâ’-haneye açı­ ta şır; gıdaları vücutlarının müteaddit uzuvla­ lan alçak bir kapıya gelir ve buradan semâ’- rına dağılmaz. Balıkların bir çoğu çiftleşir, di­ hâneye girer. Cümle kapısının iç kısmında ğerleri deniz kumundan, nehir çamurundan ve ayakkabıların konulması için raflar vardır j yahut da çürümüş maddelerden hâsıl olur, altam karşısında, semâ’-hanede şeyhin makamı Câhiz ’e göre, ancak senenin bâzı devrelerinde, sayılan yere koyu kırmızı bir post serilir. Şeyh tesadüf edilen, tıpkı kuşlar gibi, göçmen ba­ postunun ucundan semâ’-hâneye girilen kapının lıklar da vardır. al-Kazvini ı 'A ca'ib al-mahlnortasına kadar uzanan ve katt-ı istivâ denilen £ 5 f, II, 119 ) ' Menzaleh gölünde bulunan 79 mevhum bir çizgi vardır ki, şeyhin postu, ucu balık ve 130 kuş çeşidi sayar. Şeriat balığın kapıya gelmek üzere tam bu çizginin ortasına yenmesine müsâade etmiştir. Bunun için balı­ serilir ye bu çizgiye basılmaz. Post ile aynı ğın şu veya bu şekilde ölmüş veya öldürülmüş bizâda, seyircilere tahsis edilen yerde, bir mih­ olması pek ehemmiyetli d eğild ir; sadece diri rap ile mihrabın sağında bir minber bulunur. olarak pişirmemek ve yememek icap eder. So­ Semâ’-hânenin iç kısmında, sağ köşede, dışta­ ğuk ve râtip sayılan balık eti, bu husûsİy-tinin ki minberin hizasında, şeyhin üzerinde Maş- neticesi olarak sıcak-kanlı kimselere faydalı­ nâvİ okuttuğu bir kürsü yer alır. Şeyhin ma­ dır ve umumiyetle şişmanlatıcıdır. Tatlı su ba­ kamının karşısında, kapının üzerinde, dışarı­ lıkları çok kılçıklı, fakat lezzetlidir. Balçıklarda dan merdiven ile çıkılan ve mutrib-hâna veya beslenen balıkların etlerinin yenmesi men’edilsâdece matrib denilen bir mahfil vardır. Bu­ miştir. Balık kokusu teneffüs eden bir sarhoş rada ney-zen, ktıdûm-zen, âyin-hân ve na’t-hân- sarhoşluğundan ayılır. Balık yemek insanı lardan müteşekkil musiki heyeti bulunur. Zi­ susatır. al-Râzi balık yemeklerinin hazırlanması yaretçiler { zuyvör ), çok olduğu takdirde, bir ve iyi te’sirleri hakkında tafsilâtlı bilgi verir Bin bir gece ’de bu mevzuda son derece kısım da mutrib-bânenin altı ile, ona bitişik olan kısma alınır. Erkek ziyaretçilere ayrılan güzel hikâyeler vard ır; aynı şekilde al-Damiri kısmın üstünde de kapısı dışarıda bulunan ve ’de de böyle hikâyeler bulmaktayız. semâ’-hâneye bakan cephesi tavana kadar kaB i b l i y o g r a f y a : al-Kazvini, ‘A cfflb al-mahlükât ( nşr. W üstenfeld), I, 13 7 ; alm, 'eslenmiş kadın zıyâretçilere mahsus yer bu­ trc. H. Ethe, s. 2S2; al-Damiri, H ayât allunmaktadır. Semâ’-hânenin sol tarafında, ta­ vana yaklaşan bir parmaklık ile ayrılmış bu¡¡ayavân (Kahire, 1275), H, 32 v. dd.; trc. Jayakar, II, 66 v.d ,; İbn al-Baytar, frns, !ünan yerde, dergâhta şeyhlik etmiş kimselerin türbeleri bulunur. trc. Leclerc, H, 285. ( J . RUSKA.) 2) Semâ’-hâne umûmıyetle tekkelerde zikr S E M E K E T Â N .a l-S A M A K A T Â N , İ k İ b a­ ve mukübala yapılan yer mânâsında da kulla­ I 1 k, Burçlar mıntakasımn ekseriya a l-fiiît nılır. Bu mânâda olmak Üzere, bektaşî tekke­ ( „ B a lık " ) denilen e n s.0 0 b u r c u n u n da lerinde de şemâ’-bâne yardır. K. Wulzinger, ha sahîh a d ı . Hiît, 34 'ü burca âit olmak üze­ Dreî Bektaschi-Klöster Phrygiena ( Beitrâger re, 38 yıldızdan müteşekkildir. Geri kalan dört zar Baufuissenschajt, Berlin, ı ç ı j , kısım .21, yıldız burcun dışındadır { hâricuhâ, ideler ye Ethe ’ye göre, „şekilsiz“ ). Bu burç, mûtat ola s, .3.2 ve plan ). .. : . , B i b l i y o g r a f y a : A. GÖlpmartı, Mev- rak, kuyruklarından bir şerit ile birbirlerini lân â’dan.sonra m evlevtlfk (İstanbul, 1953 ), bağlı iki balık ( oüvöeopoç foıovtjaîoç) şeklin­ : s> 341 v .d ,; ayn. mil., M evlevi âd&b ve er­ de tasvir edilmektedir. Bu şeride al-raşa' de­ n ilir; bâzan da iki balığın bİribirlerine bir ip­ ... kânı ( İstanbul, 1963), s. 77 y. d. • lik ( h a y f ) ile bağlanmış olduğu gprülmektediı ... ■ , ( T a h sin Y a z ic i . ; ve bu iplik arap tarzında türlü süsler, ^ a l i S E M A ’ -H A N E., ( Bk, sem Â’ -h â n e .] . . SEMEK. A L -S A M A K (A .), b a l ık . Eskilere ta’ r î c ) meydana getirir. : . , B i b l i y o g r a f y a : al-K azvini, 'A ca'ib göre, pek çok cinsi vardır ve bir b akışta bem al-mahlâkât ( nşr. Wüstenfeld ), I,. 3 8 ; alm. başı,- hem kuyruğu görülem eyecek kadar uzun trc. H. Ethe, s. 79 ; L. ideler. Unlersuchtut. -olanları, m evcuttur — bir gemi böyle bir dey balığın geçmesi için dört ay beklemek zorun­ gCn iiber den U rsprang und die Bedeuxanq da kalm ış 1 — , fak at güçlükle görülebilecek der Siernnamen, s. 202 v. dd., , ( J. RUSKAO . SE M E N . AL-SAMN 1. A.), inek, keçi veya koı k ad ar küçük olanları da v a rd ır,; B alıklar gal.şamaları ile su alıp, verirler ; yaşam ak için ha­ yun sütünden yapıtmış t e r e y a ğ ı, bilhassa



SÉM EN -



s



I m ERKA N Ô .



kaynatılmış ve süzülmüş, içerisindeki yabancı maddelerden tecrit olunmuş, tuz ve emsali ilâ­ ve edilerek uzun zaman dayanması sağlanmış yağdır. Taze tereyağı ve kaymağa zubda denir. Her ikisi de yalnız mutfakta değil, aynı zaman­ da tababette dahilî ve hârici ilâç olarak kul­ lanılır ; hârici olarak yaraların, kabarcıkların ve çıbanların tedavisinde, dahilen yılan ısırma­ sına ve zehirlenmeye karşı panzehir olarak ve mesane tıkanıklığına karşı istimal olunur. B i b l i y o g r a f s a ' . İbn al-Baytar (trc. Leclerc ), II, *90. ( J. RuSKA.) SEM E N N Û D . SEM EN N Ü P, Mısır deltasın­ da, N il’ in (Dim yat kolunun) garp sâhilinde yer alan Ğ arbıya vilâyetinde bir kasaba ve T auta- Dimyat hattı üzerinde bir tren istasyo­ nudur (nüfusu 1884 ’de O .550 idi). Arapça ismi yunanca Ssflsvvutroç ( bu Nü ’in kolla­ rından birinin de ad ıd ır) ’e yakın kalmıştır, kıptîce Camnuti ve eski mısır dilinde „Zab nutir" ’ dir. Muhtemelen eski kasaba, ırmağın iki sâhilinde de yer almakta id i; bugün ise, Dim­ yat kolunun şark sâhilinde, Semennüd ’un kar­ şısında, hiç değilse hicri VI. asırdan beri bili­ nen ve Dakahliya vilâyetinin meıkezi olan Mit ( M inya) Semennüd adlı küçük bir kasaba yer almaktadır ( nüfusu 1884 ’ te 4-37* id i). Sebennytos’un mülki ve idâri nizami bir şah­ sın elinde bulanan bir idâre şekli ( pagarchie ) ’nden sonra Semennüd’un k ü ra’leri, bâzı, kom­ şu kâra ’larm tesbitindeki güçlükten dolayı, tâ­ yini mümkün olmayan bir sahayı da ihtivâ eder. Burası şarktan Nit, cenuptan ( bugün de mev­ cut olan yerler ) Bana ve Buşir kâra ’leri, garp ten, iki kelime arasında savtî bir alâka kabul edilmemekle beraber, eski Bou«d 7.ta ’ya teka­ bül eder gibi görünen al-Bucüm k â r a 's i; şi­ malden de, a -Ya'kübi nin, Semennüd’dan tafcriben'25 km. mesafedeki âl-Damira ile aynı ad­ dettiği al-A visiya kâra ’si ile huduttanmıştır. Fâtımiler ve Eyyûbilerin eski kura ’ deh fazla büyük olmayan ( 1 29 köye karşılık 10S köy) Semennüddiya adlı ayrı bir vilâyetleri var idi. tbn Dok mâk tarafından rivâyet edilen bir efsâneye göre, Semennüd ’u, L u d ’ün neslinden, Sem ’in oğlu olup şehre adınt yeren bir sihir­ baz kurmuştur. Semennüd ’un kendine âit bir tapınağı mevcut olup, burası arapların idaresi sırasında bir müddet erzak anbarı olarak kulla­ nıldıktan sonra, takriben 350 ( 9 6 1 ) ’de yıkıl­ mıştır. Y a’kabîlerin dinî metinlerindeki (Synazarium ) bir kısımdan bu tapmağın İslâmiyet ten Önce dahi tahribata uğradığı anlaşılıyor. A rap menkıbeleri bu tapmakta bir hâmî me­ lek olarak koyu renkli, uzun saçlı ve kısa Sa­ kallı oir ihtiyarın bulunduğunu kaydediyor ki, Maspero bununla arapların, yüzü mâvi veya



yeşile boyanmış Osiris veya Phtah’ m heykelini tarif ettikleri fikrindedir. K ıptî rivayetleri Meryem ve âilesinin Mısır ’a kaçışında Semennüd ’dan geçtiğini ve bîr mıkdar din şehidinin burada medfun olduğunu kaydeder. Bu kasaba IX. ( m. s.) asırda dahi bir piskoposluk makamı idi. Bu kasabada bir kipti topluluğu yaşamış ve Mısır ’a bir kaç Yakubî patriği yetiştirm iştir. Bununla berâber ai-Makriz i, havarilere ithaf edilen baş kilisenin husû­ sî bir evde bulunduğunu söyleyor. Semennüd al-Foram a’dan B ilbis yolu ile ilerileyen arap istilâ ordusunun geçtiği yer üzerinde olmadığından, M ısır’ın istilâsından bahseden arap müellifler burayı zikretmezler. Yalnız Nikinlu Yuhannis, mahallî askerî kuv­ vetlerin müslümanlar ile harp etmeği reddettik­ lerini zikrediyor. Semennüd'dan 134 ( 7 5 0 ) ’de, sonradan yakalanarak idâm edilen Yuhannis adlı biri tarafından idâre edilen mahalli bir isyân dolaytsı İle de bahsediliyor. Savary burasını kalabalık ve halkı ticâret ile uğraşan orta büyüklükte bir kasaba olarak vasıflandtrtr.‘ A li Paşa M ubârak’ de Semennüd ’daki camilerin, asri veya son zamanda tâmir edilmiş bütün binaların cedveüni vermektedir. B i b l i y o g r a f y a-, Nikiulu Yuhannis (trc. Zotenberg), s. 245, 366, 560 ( = N E , XXVI, 1 883) ; Hist. des Patriarches ( Patrol. or., V, [ 4 6 0 ] 206; X, [ 547 ], 433)5 Synaxaire ( Patrol. or., 1 [ 76 v.d.], 290 v.d. ; XVI, [9 7 3 , »050], 331, 408; XVII ( 1 2 1 8 3 , 6 76 ); Abu Şama (K ahire, 1288), I, 269; a lK a lkaşahdi, Şubh al-a'şâ ( Kahire, 1331— 1338), , 111, 327; İbn D olm ak (K ah ire, 13 14 ), V , , 77, 9 1 ; al-Makrizı", Hitat ( nşr. Wiet ), III, 223 v.d .; IV, 101 (Bulak tab., II, 5 1 9 ) ; İbn al-C i’ân (Kahire, 1898), s. 60, 80; Carra de Vaux, A brégé des Merveilles, s. 2 1 7 ; G. Maspero, Journ. des Savants (1899 ), s. 79; ’A li Paşa Mubârak, Hitat cadıda, XII, 46— : 56, XVI, 65 v.d.; Baedeker, Âgypten, 7. tab. (Leipzig, 19 13 ), s. 166 v.d .; Guide Joanne, Egypte, s. 361, 366; J , Maspero, Organts. ■ milit. de l'Egypte byzantine^ s. 1 3 1 , 139 ; • oyri. mil., Hist. des Pair. d'Alexandrie, s . 3 7 1— 3 7 3 ; Caetani, Ckronàgr. islamica, s. 1707 ve j . Maspero ve G. Wiet, Matériaux p. servir à la gêogr. de VEgypte, s. 29, 31 v-d., 106, 187 v.d. (G. Wiet.) S E M E R K A N D . SA M A R K A N D , Buhlrâ [ b. bfc.] ile birlikte, M â v e r â ü n n e h r ( Sogdiaha, Soğd [ b: bk.], Mâ vara“ al-Nahr ) ’i n b v ş 1 1 e a ş e h r i olup, garbi Türkistan ’da Soğd ( vâdt *1Soğd, Zarafşân ) ırmağının cenup kıyısında aynı adı taşıyah eyâletin merkezidir; şehir, gerek şarklı seyyahlar, gerek garplı seyyahlar tarafın­



SËM ÈRK A N Ô . dan cennet telakki edilen bir mevkide bulun­ maktadır. Şehrin adı, ikinci unsur olarak, şarki İran dilinde şehir mânasına gelen ve şarkî İran bölgesi^ yer adlarında sık-sık geçen kttnd (krş. buddh. Soğd knd-, hıristiyan soğd. kas, kanş ) ’İ almaktadır ; buna karşılık birinci kısım için tatminkâr bir mâna ve izah bulunamamıştır ( krş. Centralasiatische Studien, I, 133 v.dd., Tomaschek ’in izah teşebbüsleri ). Şehİrin adı önce Maracanda, MaçdıcavSa şeklinde, İsken­ der ’in şark seferi hakkmdaki rivayetlerde gö­ rülmektedir. Arrian ( III, 30 ) onu pcnriXstct SoySıavtjsv %qv-ç, şeklinde adlandırmaktadır. İskender, Spitameneslere karşı yaptığı savaşlar­ da şehri bir çok defalar ele geçirdi ve Strabo (X i, II, 4 ) ’ya göre, tamâmiyle tahrip etti ( hâl­ buki arap efsânesi İskender ’i şehrin kuru­ cusu olarak gösterir ). Şehir Diadokhların ida­ resinde — 3*3 taksiminden sonra — , Sogdiana 'ma merkezi olarak, Baktria satraplığma tâbi oldu, Diodotos ’un istiklâlini ilânından ve Antiokhos 11. Theos ’un saltanatı devrinde Grek—Baktria kıratlığının kuruluşundan sonra, Baktria gibi, burası da Selevkosların eline geçti. Bu tarihten itibaren şehir, şimâili ya­ bancı kavimlerin taarruzlarına mâruz kaldı. Bu devirden miislümanların fethine kadar, her ne kadar garbî İran ile bir medeniyet bağı devam etti ise de, tarih ve İktisadî hayat bakımından, İran ’dan ayrı kaldı ( Maniheizmin Semerkand ’ da yerleşmesi hakkında bk. J, Marquait, W Z K M , XII, 163 v.d. ; hıristiyanlar hakkında da bk. W. Barthold, bk. bibliyografya. E. West ’in, Bundahişn ve Bakmanyaşt ’da Çin ve Çinistân ’ı Semerkand ’a kadar çıkarma te­ şebbüsü tamâmiyle şüpheli bir netice vermiş­ tir ), Müsbet malûmatı ancak çin imparatorluk vakayinamelerinde ve seyahat hikâyelerinde bulmaktayız. Han devrinden itibaren devlet Khang-kü «adını alm ıştır; devletin idâre mer­ kezi Kbang T^ang sâl-nâmelerindeki Sa-mo-kian ^Sam arkand ile açıkça aynı gösterilmiştir, (krş. C. Ritter, Erdkunde, VII2, 657 v.dd., umûmî levha }. Wet ’in 437 (m.) ’de te’lif edilmiş (krş. F. Hirth, J. Marquart, Die Chronologie der aIttürkischen Inschriften, s. 65 v.d .’dan nak­ len ) sâl-nâmeler;ne göre, Yüe-çi ( Kuşan ) ’lerin akrabası olan Çau-vu hanedanı milâddan Ön­ ceki zamanlardan beri orada hüküm süm ekte idi. Hüan-Çvang S a-m o k ia n ’ı 6 3 0 ’da ziyaret ile, burasını kısaca tasvir etti (S t. Julien, M é­ moires sur les Contrées Occidentales [ l8$7 % I, 18 v.d.; Sam. Beal, Si-yu -ki, Buddhist Re­ cords [ 1884 J, I, 32 v.d., kıymetli bibliyografya kayıtlan ile birlikte, s. 10 1 ). Kutayba b. Muslim ’in Horasan valiliğine tâ­



yininden itibaren, Mâverâünnehr ’de muntazam



469



bir şekilde ilerleyen araplar, Sem erkand’1 bir Tarhun (çinee To-hoen)’un idâresinde buldu­ lar. al-Biruni, Agâr, nşr. Sachau, s. 101,20 ( krş. İbn Hordâzbih, B G A, V I, 4 0 ,5 ) ’ye ina­ nılırsa, Sem erkand’ın yerli hükümdarları türk» çe meşhur tarhün (Orhun kitâbelerinde: tarkan ) unvânını taşıyorlardı ; bu kelime arap kaynaklarına bakılarak, zannedildiği gibi bir has isim değil, bîr ünvân olmalıdır. Burada islâmiyete tekaddüm eden son asırlarda, Mâ­ verâünnehr ’de Eftalitler hâkimiyetini bertaraf eden mahallî türk hanedanlarından birinin bir mümessili bahis mevzuudur. Tarhun, bir vergi ve rehinler vermek ( al-Tabari, II, 1204 ) su­ reti ile, 9 1 ( 7 0 9 ) ’de Kutayba ile sulh yaptı; fakat Tarhun, bu anlaşmaya kızan tebeası ta­ rafından devrildi. Yerine Ihşez Gurâk ( çince U -le-kia) geçiririldi (al-T abari, II, 12 2 9 ); Ku­ tayba, uzun bir muhâsaradan sonra, 93 ( 7 1 2 ) 'de şehri teslim olmağa mecbûr etti ( ay n .esr., s. 1247). Eski hükümdar muhâfaza edildi ise de, şehre bir arap vali ile kuvvetti bir askerî birlik yerleştirildi ve burası, Buhârâ ile bir­ likte, sonraki fetihler ve bölgenin islâmlaştırılması için bir üss oldu ; bununla beraber, şe­ hir valilerin zâlimâne idarelerinin sebebiyet verdiği ve Emevîler devrinin son senelerinde Mâverâünnehr ’i harekete getiren isyanlar ile sarsıldı. Sem erkand’1 Himyarî lerin efsânevî hükümdarları ile münâsebette gösteren, Çin ’e yaptığı sefer esnasında Şİmar tarafından tah­ rip edildiğine ( ,,Şim ar-kand"=„Şim ar [ onu ] tahrip etti“ ) ve İskender tarafından yeniden yapıldığına (krş. J . Marquart, Erânşahr, 1901, s. 261 ) dair efsâne hakkmdaki Yakut ’un ka­ yıtlarına al-Tabari, I, 890 v. dd. ile ahKazvini, A şâr ( nşr. Wüstenfeld, s. 360 ) v. b. ’mkiieri de ilâve etmek lâzımdır. Bu efsâne bütünü ile tetkike muhtaçtır. A bbasî halîfesi Ma’mün, 204 ( 8 1 9 ) ’ten itibâren, Mâverâünnehr ve husûsiyle Semerkand valiliğini A sad b. Sâmân ’ın oğullarına tevdî etti ve bu tarihten itibaren şehir, Tahinlerin ve Şaffârilerin yükselmelerinden her hangi bir değişikliğe uğramaksızın, İsm â'il b. A hm ed’in Ş affâ ri hâkimiyetini devirerek S â m â n i [ bk. mad. SÂMÂNÎLER ] h ü k ü m d a r l ı ğ ı n ı kur­ duğu 287 (900) tarihine kadar Sâmân ailesi­ nin elinde kaldı. Bu hükümdarlığın kurulması ile, Mâverâünnehr ancak 500 yıl sonra Timur ve halefleri zamanında erişeceği devirde oldu­ ğu gibi, çok parlak bir devir yaşamıştır. .Haki­ katte idâre merkezi Buhârâ ’ya nakledilmekle beraber, Semerkand bîr medeniyet merkezi ol­ duğu kadar İktisadî sâhada ve ayrıca İslâm dünyâsının umûmî itibârı içinde birinci dere­ cedeki mevkiini muhâfaza etti.



âE M E R K A N Ö .



fştahri ile İbn Havkal ’m ve al-Makdisi *nîn tasvirleri bu devre âittir. Bunların şehadetlerinden Semerkand’m tran şehirlerinin kendi­ lerine has { krş. Barthold, I, 81 0) uç kısımlı taksim tarzını temsil ettiği anlaşılm aktadır: Kale ( kuhandiz, arapçalaşmış şekli kukandiz ve bir de k a l'a ), asıl şehir ( şükristân, şâristan, m adina) ve kenar mahalleler ( rabaz ). Üç kısım burada cenûptan şimale doğru sıralan­ mıştır. Kale, şehrin cenûbunda yüksekçe hır yerde olup, idâri binalar ( dar al-irnâra } ’ı ve hapishane ( habs ) ’yi içine alır. Yakın zaman­ lara kadar evleri kerpiç, toprak ve ahşaptan yapılmış ( krş. E. Herzfeld, /si., XI, ı6z ve bir de bk. E. Diez, Persien, I [ Kulturen der Erde, Hagen-Darmstadt, XX, 19 23], s. 20) olan şe­ hir de yüksekçe bir yerde bulunmaktadır; her tarafında, toprağı şehri çevreleyen sûrun in­ şâsında kullanılmış olan derin bir hendek { handak ) kazılmıştır. Şehrin her yerinde akar su vardır. Şehrin suyu tamâmiyle bir set üzerin­ de ve kurşun ile kaplı bir kanal (veya tamâ­ miyle kurşun borular ) ile cenupta Ra's al- Tak denilen yüksekçe yerden getirilen bir akar su ile te'min edilmiştir. Bu kanat, galiba isiâmdan önceki devre âittir, zîrâ açıkça rivayet edil­ diğine göre, bu kanalın nezâretçiliği, bu hizmet karşılığında, cizyeden muaf tutulan Zerdüştîlere tevdi olunmuş idi. Bu kanal tertibatı şe­ hirde bulunan geniş ve bol bahçelerin sulan­ masını sağlıyordu. Şehrin başlıca 4 kapısı var­ d ır: Şarkta Bâb a l-Ş in — Çinliler ile ipek ti­ câretine istinât eden eski münâsebetlerin hâ­ tırası olarak — ; şimalde Bâb B u h ara; garpta, Bâb al-Navbahâr — bu kapının isminden, BuhSrâ ve Baih ’ta olduğu gibi, bir budist manastırı­ nın mevcudiyeti istidlal edilebilir— ; cenûpta, Bâb al-K abîr veya Bâb K iş f ( bâb ’ in yerini sonradan farsça darvâza alm ıştır). Şehre, Soğd istikametine doğru yayılan daha alçak bir ara­ zi üzerinde, 8 kapılı bir sûr ile çevrili kenar mahalleler bağlanmaktadır. Asıl şehirde daha nâdir bulunan başlıca pazarlar, kervansaraylar, anbarlar buradadır. Sâmânîlere âit resmî yapı­ lar ve cuma namazı kılınan büyük câmi de burada bulunmaktadır. Semerkand 'm en bü­ yük îmar devri Timurlular saltanatı ile başlar. Yerli mâmûlât arasında imâli Çinlilerden öğre­ nilen kâğıt, B âb u r’un da işaret ettiği gibi, husûsî bir şöhrete mazhar olmuş idi. Şehrin en meşhfir mukaddes mahalli, Bâbur ’un da bilhassa işâret ettiği ve bugün de çok saygı gösterilen Kâsim b. ’A bbâs ’m medfun bulun­ duğu camidir ki, denildiğine göre, bu zat ‘Oşmân zamanında şehri islâmiyete kazandırmış­ tır ( krş. Goldziher, Vorlesungen über das Is­ lanı2, s. s 18 ; frans, trc. Le dogme et la loi



de Vlslam, s. 183 ). Bu devirde Setnerkahd ’ın meşhurları arasında hiç olmazsa birini, Abu Manşür al-M âturidi [ b. b k .]’yi zikretmek lâ­ zımdır. Bu zat, şark sünnî akidesinin gelişmesi üzerinde kat'î bir te'sir icra etmiştir ( Mâturid i, 333*“ 944 ’te Semerkand ’ da Ölmüştür; Mâturid veya M aturit Sem erkand'ın bîr ma­ hallesidir ; krş. Sam 'âni, Ansâb, 498» ). Sâmânîlerin sukutundan sonra, Semerkand Karahanlılar [ b. b k .]’ın hâkimiyeti altına gir­ di. 495 { ıio z ) ’de Karahanlılar dan Arslan Han Selçuklu sultanı Sencer 'e tâbi oldu. Arslan Han ’ın halefleri de hükümdarlıklarını muhafaza et­ tile r; 40 yıl sonra 536 ( ı i 4 i ) ’ da Karahitayhların Ka^vân ’da Sencer ’i yenmeleri üzerine Gurhanlar Mâverâünnehr ’ in sahibi oldular. « 7 0 ’e doğru Sem erkand’dan geçen Tudele ’ti Benjamin bu şehirde 50.000 yahudi olduğunu kaydetmektedir ( M. N. Adler, The Itinerary of B. of T,, London, 1907, s, 5 9 ). Gurhanlar, 6o6 ( 1 2 0 9 ) ’da Hvârızmşâh Mu^ammed b. Tekiş tarafından devrildiler. Muhammed’in müt­ hiş hasmı Cengiz han [ b. bk.], bir kaç ay son­ ra, tamâmiyle tahrip ettiği Buhara 'dan Sırderya ’yi geçtikten sonra, Semerkand önüne geldi. Şehir rebiülevvel 617 (m ayıs 1 2 2 0 ) ’de kendiliğinden teslim oldu; gerçi tam mânası ile yağma edildi ve sâkinlerinden bir çoğu şe­ hirden sürüldü, fakat halkın bir kısmı Moğul valinin idaresi altında, yerlerinde kalabildi. Bu tarihten itibaren, şehir bir buçuk asır kadar bir müddet sönük kaldı. İbn Battüta ( III, 52 v. dd.) 1350 tarihinde burada harabeler ara­ sında ancak az mıkdarda meskûn ev bulmuş idi. Semerkand ’ın yeniden imârı takriben 771 ( 136 9) ’den sonra başlar, bu tarihte Timur Mâverâünnehr ’de hâkimiyetini te’sis etti ve Semerkand ’1 devamlı surette büyüyen bir dev­ letin idâre merkezi yaptı. İspanyol elçisi Ruy Gonzales de Clavijo, şehri 808 ( 1405 \ deki yeni şa’şaası içinde gördü (krş. I. Sreznewskîy tarafından yayınlanan seyahat-nâmesinin, kıy­ metli fransızca bir fihristi ile birlikte, ıspanyolca-rusça tabı, Sbornikotd. russk.yaz,, 188!, XXVIII, 325 v.dd. ile başka yerler). Bu sey­ yah, şehre, mahallî bir ad olarak, aldea gruesa „büyük ( harfiyyen y a ğ lı) köy " diye izah etti­ ği Cime$quiente adım vermektedir ki, burada bu İsmin, türkçe semiz ( „yağlı, b e s ili"} keli­ mesi ile karışması sûreti ile, halk iştikakına dayanan bir istihalesi görünmektedir. Timur ’un torunu U l u ğ B e y (öim. 853 = 1449), Çihilsutün adlı sarayını inşâ ettirmek ve ayrıca meşhur rasad-hânesini te’sis etmek sûreti ile, şehri tezyin e t t i; bn hususta krş W. Barthold, Ulagbeg i yego vremya ( Ross. Akad. Nauk, 19 18 , trk. trc. A. N. Kurat, İstanbul, 1930). Son­



SEM ER K A N D — SE M E V ’E L B. Â D İY Â . ra Babur ’un hatıratı ( Bâbar-nâma, nşr. İlminski, 8. 55 v. d d .; nşr. Beveridge, s. 54b y. d d .; trc. v. Pavet de Courteil, I, 96 v.d d ; trc. R. R. A rat, T T K yayınlarından, bfe. fih r is t ) ’ında Timur­ 'un şehrin;n etraflı ve örnek teşkil edebilecek bir tasviri bulunmaktadır. Babur, ilk defa ola­ rak, go3 ( 1497 ) ’de, bir kaç ay için şehri ele geçirdi. Şehir 906 ( 1 5 00 ) ’da hasmı Özbek banı Şaybânî tarafından işgal edildi. Bu so­ nuncunun ölümünden sonra, Babur, Safevîlerden Şah İsmail ’in müttefiki olarak, 916 ( 1 5 1 0 ) ’da muzafferâne Mâverâünnehr ’e döndü ve Semerkand'ı yeniden ele geçirdi; fakat ertesi yıl­ dan itibaren, tamâmiyle Hınd ’deki imparator­ luğuna çekilmek ve meydanı özbeklere bırak­ mak mecbûriyetinde kaldı. Semerkand özbeklerin idaresinde sâdece ismen payitaht hâlini aldı ve Buhârâ 'dan çok geride kaldı. Sır-Derya üzerine rus ilerlemesi ile Semerkand için yeni bir durum hâsıl oldu. 14 mayıs 1868 ’de ge­ neral Kaulmann, Timürlulartn eski idare mer­ kezîne girdi ve Buhârâ emîrı Muzaffar at-Din (1860 —1885) için, şehir bu tarihten itibaren, kat'î surette kaybedilmiş oldu. 1871 ’den beri şehrin garbında yeni bir şehir yükselm iştir; burası daha sonra Hezar-denizi-Ötesi demir yoluna bağlandı. 1882 ’de kale yeni hâle geti­ rildi. 1900’de şehrin bütün nüfusu 58.000 kişi idi. Şehrin, 1917 ’den beri istihaleleri hakkında ve mimarî eserlerine dair doğru ve tam bir tarihî araştırma da yoktur ( krş. W. Barthold, D it geogr. u. hist. Erforschung d. Orients, s. 173, 179 ), Şehrin V. Hugues Krafft, Â travers le Turkestan rıısse 1 Paris, 1902 ) 'de bol mik* darda nefis fotografían bulunmaktadır. [ Semerkand bugün Özbekistan Sovyet cum­ huriyetine bağlı bir eyâlet ve bu cumhuriyetin merkezidir. Şehir hakkında son bilgiyi veren 1939 sayımına göre, nüfusu 1 34 350 kişidir. Se­ merkand eyâleti 35.007 km* 'dir. Eyâletin en çok meskûn kısmı Zarafşân vadisi olup, burada kilometre kareye 68 kişi düşmektedir. Eyâlet bilhassa hubûbât ve pamuk yetiştirir. Burada bşğcılık ve hayvancılık da çok gelişmiştir. Se mçrkand şehrinde A li Ş îr Nevâ’î [ bk. mad. AU ŞÎR î adını taşıyan bir üniversite bulun­ maktadır. Şehrin eski mimârî eserlerinden şunları zikr­ etmek kabildin Şah-Zinde türbesi ( X IV .~ XV. asır), Çoban A ta türbesi (X V .a s ır). Bibi Hanım câmii, Registan meydanında Ulnğ Bey medresesi ( XV, asır), Tilla Kari medresesi v.b.]. B i b l i y o g r a f y a ; W. Tomaschek, Centralasiatische Studien, I ; Soğdiana ( S. B. A k. Wien, 1877, L X X X V 1I, 79 v.d., 1*0 v.d., 1 25—1 43) ; J. Marquart, Die Chrono-



47«



logie der alttürkischen Inschriften (18 9 8 ), s. 7 v.d., 33 v.d., 56 v.d d .; J . Wellbausen, Das arabische Reich und sein Starz ( 19 0 s ), a. 268 v.dd., 284 v.dd.; G. van Vloten, R ickerches sur la domination arabe ( Werk. A k . A m s t I, nr. 3, 1894 )» W. Barthold. Zur Geschichte des Christentums in M ittelasien ( 1 9 0 1 ) , s. 8, 1 1 v.d ., 2 1 not 1, 22, 30, 51 v.d ; B G A , i ( a l-İştah ri), 316 v .d d .; II ( tbn H avkai), 365 v.d d .; III ( al-M akdisi), 278 v.dd.; Yäküt, M ucam ( nşr. W üstenfeld), III, 133 v.dd.; al-K azvini, A şa r al-biläd ( nşr, Wüstenfeld), 8. 359 v.dd,; Ibn Battüta (nşr. Defrem ery-Sanguinetti), III, 52 v.dd.; Guy Le Strange, The Lands o f the Eastern Caliphate (190 5 }, 8. 460. 463 v.dd.; bunlardan başka tarih kitapları arasında al-Nasafi nin husûsî tarihi ( Tarih Sam arkan d) henüz neşredilmemiştir. Muahhar devir için, Buhârâ maddesinde zikredilenlerden başka, bk. Henry Yule, The Baak o f Ser Marco Polo, I, 191 v.dd. * Val. Lagmantel, Hans Schiitbergers Reisebuch 1 Bibi, des Utterar. Vereins in Stuttgart, 1885, C L X X II), s. 6 1; H. Vambery, Geschichte Bocharas oder Transoxaniens, l/ ll (18 7 2 , A . von Gutschmid, K leine Sch riften , I I I ’deki tenkit ile b irlik te ); W. Radloff, Das mittlere Serafschantal ( Z G E rdk. BerL, 187«, VI, 401 v .d .; 497 v .d d .); Henry Lansdell, Russisch-Central-Asien ( alm. trc. v. Wobeser, 1885, s. 455 v.dd.; V. Masal’skiy 'nin rusça Brockhaus ( Enciklopediçeskiy slovar, XXVIII, 18 1 v.dd., mad. Sa­ m arkand) ; von Schubert- Soldern, D ie Bau­ denkmäler von Sam arkand ( Wien, 1898/ 18 9 9 ); Les Mosquees de Samarcande (P e ­ tersburg, 1905 v. dd.). W. Barthold, D ie geogr. u. histor. Erforschung des Orients { 191 3 ), s. 217, 220 v.d. ’da rusça eserler içîn, daha mufassal ve esas itibariyle daha yeni bibliyografya bulunmaktadır. ( H. H SCHAEDER.) S E M E R K A N D Î. ( Bk. cehm .] S E M E R K A N D Î . [ Bk. EBO-’ L-LEYS.] S E M E R K A N D Î. [ Bk. NlZÂMt ARÛZÎ.] S E M E V ’ E L B . Â D İ Y Â . A l -S A M A V ’ A L



B.



’ Â D İY Â veya, daha doğru olarak, al-Sab. Ğ a riz b. ‘ Â d iyâ, y a h u d i a r a p ş â i r i , Taym â' yakınında al-Ablalç ( b, bk.] denilen hisarda yaşıyordu Imrü’ a l-K a y s [ b. bk.] ’in m uasırı olup, milâdi VI. asrın ortasına doğ­ ru hayatta İ d i; torunlarından biri îslâmiyetİ kabûl etm iş ve uzun bir ömür ile M u'âviya *nîn halifeliğine ulaşm ış olm alıdır. R ivayetlerde, adından başka, onun yahudilere mensup oldu­ ğunu isbat edecek hiç b ir ize rastlanm az. Y a ­ hudi aslından olduğu bile m uhakkak değildir. m av'al



47*



SEMEV’EL B. Â D İY Â -



al-Samav’al ’e isnat edilen bütün şiirler di» vanımn Şayhü tarafından yapılan neşrinde top­ lanmıştır. Esasen yazmış olduğa iddia edilen .a z mıkdardaki parçalar arasından büyük, bir , kısmı gayr-i mevsuk telakkî ediimelidir ve ya­ , hudi bir müellifin yazdığı neticesini çıkarma» ğa daha emin bir şekilde imkân veren parça­ l a r bu-zümreye aittir. Geriye kalan mevsuk . oldukları aleyhinde hiç bir delil bulunmayan _ bir kaç kaside al-Samav’a l ’in yahudi dinine _ mensup olduğuna dâir hiç bir işaret ihtiva -etmez. Bu şiirler daha ziyâde eski arap şiiri havasını taşır ve şekil ve muhtevası İle, müel­ lifin dindaşları gibi, dış bakımından, aralarında yaşadığı araplara temessül ettiğini ve arap . ‘ lirinin kaidelerine uyduğunu açıkça gösterir. aî-Samav’al ’ in bir oğlunun ve bir torununun da şiirleri elimizde bulunmaktadır, al-Samav’al, şöhretini şairlik kabiliyetinden ziyâde kendisine iltica etmiş olan İmru’ alKays ’e karşı vecibelerine dikkat ve itina ile riâyet etmesine medyundur ; bu keyfiyet ken­ disini „al-Samav’ al ’den daha sâdık" süratin­ de darb-l mesellik bir şahsiyet hâline getir­ miştir. Esâs itibâriyle, itimada değer bir hi­ kâyenin bize naklettiği gibi, îmru’ al-Kays b. Hucr, babasının öcünü almak için giriştiği mücâdeleler sırasında, kararsız ve maceralar ile dolu bîr hayata atılınca ve tarafdarlarından çoğunu kaybedince, H ıra hükümdarı alMunzir ’ den kaçarken, yardım dileyerek al-Sa­ mav’ al ’in sarayına geldi ; beraberindeki bâzı kimseler ile birlikte burada misafir edildi. . Bir müddet sonra, Bizans sarayına gitmek üzere, buradan hareket edince, kızı ve yeğe­ ninden başka, kıymetli zırhlarını ve babası­ nın mirasından arta kalanını at-Samav’ al ’in yanında bıraktı ve bunları ocun muhafazasına tevdî etti. İmru’ . a!-Ç ays’in yokluğunda, »Î-Samav’ai, her hâlde al-Mungir tarafından gön­ derilmiş olan bir ordu tarafından hisarında muhasara edildi; çünkü misafirinin mallarını vermesi husÛsundaki talebe itâat etmemiş idi. Tesadüfen al-Samav’a l ’in bîr oğlu düşman or­ dusunun reisinin eline düştü ve bu kimse, İmru’ al-Kays ’in eşyasını al-Samav’al kendisine vermediği takdirde, onu öldürmekle tehdit .etti ve at-Samav’ al, himaye ettiği kim3eye ihanet etmeği şiddetle reddettiğinden, oğlunun gözleri önünde öldürüldüğünü görmek zorun­ da kaldı Bunun üzerine, kaleyi muhâsara edenler, maksatlarına ulaşamadan, geri çekil­ . ineğe mecbûr kaldılar. B i b l i y o g r a f y a . ı L. Cheikbo, Diwan



- d'as-Samaou al d'après la recension de Nif•tamaihi ( Beyrut, 1909 } ; Kitâb al-Ağâni ( Bu­ ,



lak, 1285 ), V I, 8 7 -8 9 , VIII, 8* v, d., XIX,



SEMHÛDÎ.



98 yukarıda 1 0 i ’e kad ar; G . IjV. Freytag, Arabam Proverbta, II, 828 v, dd, ; Yâküt, Mu'cam ( nşr. Wüstenfeid ), I, 94 v. dd. [ bk. mad. al-A B LA K ] ; Hamâsa, ( nşr. Fregtag), I, 49 —54, 11, 94 — 104 ; Fr. Delitzsch, Jadischarabische Poesien ans vormuhammedanischer Zeit (Leipzig, 1 874) ; H, Hirsobfeld ( J Q R , nisan 1905 ); J R A S , 1906, s. 701 v. dd, ; D. S. Margoüouth { J R A S , 1906,3. 363 v.dd., 1001 v. d.); Th. Nöldeke, Beitrâge zur Kennt­ nis der Poesie der alten A raber ( Hannover, 1864), a. 52—86; C. Brockelmann, G A L, I, 28 v, d .; Suppl. I, 60; M. Steinschneider, D ie arabische Literatür der Juden ( Frank­ furt, 1902 }, s. 4 v d ; R. Geyer, al-Samanı'al İbn ' A d iy â ( Z A , 19 12, XXVI, 305—3 1 8 ) ; Th. Nöldeke, Samaual ( Z A, 19 i2, XXVII, 173— 1 8 3 ) ; D. S. Margoüouth, The Relations betnıeen Arabs and Israélites prior to the R ise of İslam (London, 1924 ). (R. PaRET.) SEMHÛDÎ. al-SA M H O D Î ( 1 4 4 0 - 1 5 0 6 ) , N u r a l-D în Abu ’l- H a s a n ‘A l î b. ‘A bd A l ­ l a h B, Ahmed, îbn Fahd ’m tespit etmiş oldu­ ğu bir nesep şeceresine göre, al-Hasan b .'A li ’nin ahfadından idi. Kendisi Yukarı Mısır i alŞ a 'id ) ’da babasının rneşhûr bir kadı olduğu Samhüd şehrinde 844 (lı.) safer ayında ( temmûz 1440) doğdu. Babası onu ilk olarak 853 yılın­ da ( 1449/1450 ) K ahire ’ye götürdü ; fakat son­ raları gerek yalnız olarak, gerek bahası ile, bir çok vesilelerle, bu şehre gitm iştir; bu hâl ken­ disine zamanın en tanınmış kimseleri yanında tahsil ve tetkiklerine devam etme imkânını vermiş ve sûfi velîlerden ai-'İrâki kendisine ta­ savvuf hırkasını giydirmiştir. 870 (1465/1466) ’te ilk defa olarak hacca gitti ve M edine’ de yerleşti. İlk önce Peygam ber’in mescidi yanın­ da bir hücreye sâhip olmuş idi ; fakat bir ta­ kım desiseler yüzünden, burasını t erk etmeğe mecbûr kaldı ve o zaman Bâb al-Rahma ya­ nında, Tamim al-D âri ’ nîn evi olarak bilinen bir evi kiraladı. Oraya gelişinde Peygam ber’in mescidinin 654 ( 1 2 5 6 ) 'te yanmış olmasından beri uygun bir şekilde tâmir edilmemiş olduğu­ nu gördü ; burası aş.-yk. 200 yıllık fasıla için­ de, ancak çok sathî ve yetersiz bir tarzda tâ­ mir edilmiş idi. İçinde âbidenin aslî hâli hak­ kında yapabildiği araştırmaya istinaden, aslına uygun bir şekilde, yeniden İDşâsım tavsiye eden bir risale yazdı. 881 ( 1476/1477 ) ’de hacc faıîzesini yeniden ifâ etmek içîn Mekke ’ye gitti ve kendisi yok iken, mescit yakınındaki hücrede toplamış olduğu mühim kütüphane mescidi de tahrip eden yangında küt oldu. Cesaretini kaybederek, Mısır ’a döndü ve Samhüd da ih­ tiyar annesini ziyaret etti. Annesi bu ziyaret­ ten 10 gün sonra öldü.



SEM HÛDÎ A n n esiu in cenaze m erasim in den so n ra , K a ­ hire 'y e g itti ve S u ltan a t-A ş r a f K a y it b a y [ b. b k .] ’m m aiyetine k a'.û l olundu ; hüküm dar k e n ­ d isin e m aaş b ağlad ı ve n e z a re ti k en d isin e t e v ­ di ed ile n M edine k ü tü p h an elerin i ik m âl etm ek ü ze re mühim bir m ık d ar k ıym etli k ita p v e rd i. F i li s t i n ’ i z iy a re t e ttik te n so n ra , 850 yı,U s o n ­ la rın a d o ğru ( 1 4 8 5 / 1 4 8 6 ) M e d in e ’ ye d ön dü , T a m im a l- D â r i ’ nin evin in s a tılığ a ç ık a rılm ış olduğunu g ö rd ü ; bunu s a tın a ld ı ve iy ic e t a ­ mir e ttird i. B u ra d a m u h telif k a d ın la r ile e v ­ lendi. F a k a t so n ra ları, kend in i h alk ın refah ın a v e .te d r isin e h asred ecek daha çok v a k it bulm ak için» bundan vaz geçip , m ü s te fre ş e le r ile ik tifa e tti. H ic rî 9 1 1 yılının 18 zilk ad esin d e ( 1 2 ni­ san 1 5 0 6 ) öldü ve B a k i1 [ b k mad. 8A ÇÎ1 a l * Ğ A R Ç A D ] m e z arlığın d a, S a y y id İ b r a h im ’ in m e­ zarı ile im âm M âlik ’in m ezarı a ra sın a , defn.



SEMT.



473



Brockelmann, G A L , II, 1 7 3 * Suppl,, II, 223 v.d^ ( F . K r e n k o w .) S E M N A N . [B k . sİm n ân .] S E M T . A L - S AMT, t a r a f veya i s t i k a ­ m e t mânasına gelen hey’et ilmine mahsûs bir ıstılah. Hey’etçiler tarafından semt, bende­ si olarak, muayyen bir İstikamete ait irtifa dâiresi ile ufulc dâiresinin ara-kesit doğrusu ve şark-garp doğrusunun ufuk çemberi üzerin­ de tâyin ettikleri yayın uzunluğu, yâni açısal uzaklık olarak tarif ediliyordu. Munhıariföt denilen eğik güneş saatlerini hâmil dik du­ yarlar için olduğu kadar, kıblenin ( kibla ), tam olarak, tâyini için de semtin tesbiti büyük bir ehemmiyeti haiz olup, bu, müslümanlarm pekçok şekilde halline muvaffak olmuş oldukları bir kürevi hey’ et mes’elesidir.



olundu. M e d in e 'd e oturduğu zam an y a z d ığ ı pek çok s a y ıd a k i ese rlerin başlicası bu şehrin ta rih id ir. Bunu ilk önce g e n iş bir plana g ö re, al-İktifa’ bi-ahbâr dar al-Muşfafâ ad ı altın d a kalem e a l­ mış idi. B ir ham inin iste ğ i üzerin e, bu k ita b ın b ir hu lâsasını hazırlayıp , buna Vafä' al-vafi adını verd i. Bu hulâsa 24 cem âziyelâh ır 886 ( 2 0 a ğ u s to s 1 4 8 1 ) ’da b itti. M e d in e ’ d eki kü­



tü ph anesi yan d ığı zam an, bu eser M ek k e 'de yan ın d a idi. Bu sa y e d e eserin in b aşlıca muh­ te v a sı k u rtu lm u ş oldu D ah a so n ra bu h u lâsa­ nın daha yeni b ir şeklini vücû da g e tird i ki, bu bâzı yazm aların a ve m atbu n ü sh aların a ( B ulak 12 8 5 ve M ekke 1 3 1 6 ) g ö re 893 ( I488 ) ’ te tam am ­ la m ış ve Hulâsat al-Yafa adı verilm iştir. Bu eser şeh rin ta r hı ve to p o g ra fy a sı ile Peygambe­ rin m ezarın ı z iy a re tte ta k ip edilen m eo âsik hu-



al-Samt ’in cem ’i, en bü yü k m üslüm an hey’etçilertn d en biri olan Ibn Y û n u s ( ölm . K a h ire , l o o g j ’un k u llan d ığ ı ıstıla h la rın g ö ste rd iğ i üze



sû su nd a, başlıca bilgi kayn ağım ız o lm u ştu r. B u n ­ dan b a şk a kend isi bir çok ese rle r y a zm ıştır ki,



re, al-Sumnt ’tur. Bunun m eşhûr H â k im i cedvellerİntn 24. bölüm ü : F i ihrâc hatf nişf al-nahâr



bu n ların 9 ’u B ro ckelm an n ta ra fın d a n G A L ’in d e z ik re d ilm iştir (Suppl.'da 2 1 eseri an ıl­ m a k ta d ır ); arap hâl te rc e m e c ile ri bu n lara k a y b ­ olm uş o lm aları ih tim âli bulunan d ah a bir kaç eser ilâ v e ed e rler. B u n lar s a rf, n ah iv, h ad îs, k elâm , fık ıh ve hacc m en âsikt k itap ların d an m ü teşek k ild ir. B İr cilt h âlin de, bizzat k en d isi



bi 'l-irtifa allazi samtuhu şala şan va ğayruhu min abirtifâ'ât allatı sumütuha m aV am o ( el-



ta ra fın d a n to p lan m ış olan fıkıh ilm ln 'n bütün d a lla rın a d âir Fatvâ m ecm uası, h u su siyetle z ik ­ re d ilm e k te d ir. Bu eser zam anınd aki a ra p m üel­ l i f l e r i n i gö zd e m evzu ların ı teşk il eden fa y d a ­ sız v e n e ticesiz m ü n â k aşa ları ih tiva ed er.



B i b l i y o g r a f y a : al-Sana‘ al-bâhir ( B r İ t . M us. A d d . 16 648, v ar, 193 ); Hulâsat abvafa (B u la k , 1285 ve M ekke, 1 3 1 6 ! ; W Üs­ te n fe ld , Geschichte der Stadt Madina nach Samhudi ( G ö ttin g e n , 18 6 0 ) , Hulasa *mn k ısa l­ tıla ra k tercüm esi ; ayn. mil-, Die Geschichts­ schreiber der Araber and ihre Werke, s, 5 0 7 ;



Eski h e y’ et ilm ine g-Sre



nl-aamt



( n z im u t) * E S A ,



Y en i h e y ’et ilm lae g o re, nzimut : S A .



yazm .,



O x fo rd ,



H unt.



3 3 i. var. 4 3 a ) b a şlığ ı­



nı ta şım a k ta d ır. G ö rü ld ü ğ ü ü zere, m a 7 öm a s ı­ fa tı, arap g ra m e ri k a id e le rin e u ygu n o larak , m ü fred m üennes şek lin d e d ir. A c em i bir m ü ter­ cim , cem i h â lin d ek i sumüt kelim esini b îr m ü fret o la ra k alab ilir ve bunu „ t a r a f l a r “ y e rin e sâ ­ dece „ t a r a f “ kelim esi ile tercü m e ed e b ilird i. N ai­ li n o ’ya g ö re { R S O, V III, 390 v.d .) sı mut ke­ lim esi s u m n f’un bir lehçe ş e k lid ir ve fran sizca ile isp a n y o lca d a al-simtıt, k a y n a şm a yo lu ile, azimut o lm u ştu r. M ü fre t te la k k i o lu n an bu şek li ile kelim e a r tık g a r b ın İlm î ıstılah la rı a ra sın a in tik a l etm iş b u lu n m a k tad ır. Sam t ( y a h u t semt ) a b r a ş ifâd esi başın te ­ pesi istik a m e tin e d e lâ le t e tm ek ted ir. S o n ra d a n A v r u p a ’ da al-ra*s d ü şm ü ş v e b ö ylece F ra n sız ve İsp an yol im lâsın d a sâ d e c e zemt kelim esi



474



SEM T -



kalmıştır. Bir istinsah hatâsı neticesinde bu, tıp­ kı Farğâni ( Alfraganus ) !nin hey’ete dâir ki­ tabını latinceye tercüme edenlerin yim ş, Irlemş ( = Emesa ) 'dan Henis ve sonra da Henit yap­ maları gibi, zenit şeklini almıştır. Bu değişmeyi ilk olarak Golius farketmiştir. Önceden de söylenmiş olduğu gibi, müslümanlar al-samt ’i şark-garp çizgisinden itibaren ölçtüklerinden tûl (£af( n iş f al-nakâr ) ’dago® lik bir samt ’i hâiz oluyordu. Bunun bilinmesi, istikameti tâyin için hareket noktası olduğun­ dan, bu arapça her ztc ’de bulunur ; hattâ sırf buna tahsis edilmiş ra sffil dahi vardır. İbn alHayşam ’in buna dâir yazıları ( Mémoire sur Vazimut ve Mémoire .sur la détermination de la m éridienne avec la dernière exactitude ; bk. F. Woepcke, L ’algèbre d ’ Omar A lkhayyamî, Paris, 1851, s. 74 v.d. ) muhtemelen kay­ bolmuş bulunmaktadır. Bulunulan yerin coğrafî arz derecesi ile gü­ neşin meyli verildiğinde, güneşin irtifâı ile alsam t'i arasındaki riyazî münâsebet a l - s a m t c e t v e l l e r i ile ( cadâvil al-sumût) verilmiş olup, bunlar muhtelif miislüman hey’ etçiler ta­ rafından kendi bulundukları yerler için hesap­ lanmıştır. ( bk. İbn Yunus, Kitâb al-samt va z ili li ibn Yûnus mahlal dakikatan da ki katan, yazm. Escorial, 924 ). [Bugünkü ilimde bir gök cisminin veya bir istikametin azimutu ise, râsıda tekabül eden, gök meridiyêni düzlemi ile goz Önüne alınan gök cismi veya istikamet, zenith ( samt al-ra’s ) ve nadirden ( samf al-kadam ) geçen irtifâ dâ­ iresi arasında kalan açının ufuk çemberi üze­ rinde ve saat yönünde ölçülen değeri olarak târif olunmakta ve bu 0° ila 360° arasında de­ ğerler alabilmektedir. Azimut gemicilikte şi­ malden, astronomi ve jeodezide de cenûptan itibaren Ölçülmektedir ]. B i b l i y o g r a f y a ' . G, W. S. Beigelj Bemerkungen über die Gnomik der Araber ( Fundgruben des Orients, 18 09 , 1,429 ); C. A. Nallino, Etim ologla araba e significato d i „asub"e ¿¡„azim ut“ con una posiiUa su „almucanlarat“ , (R S O, 1919, VIII, 389 ); C. Schoy, Das 20. Kapitel der grossen Häkemitischen Tafeln des Ibn Ju n is : Über die Berech­ nung des Azimuts aus der Höhe und der Höhe aus dem Azimut ( Annalen der Hyd’ rographie und maritimen Meteorologie, Ham­ burg, 1920 ), s. 97* 1 12 ; ayn. mH, Über die Z iehu ng der M iitagslinie, dem Buche über das Analemma entnommen, samt dem B ew eis dazu von Abu ’l-S a 'îd a d -D a rîr ( Ann. d. H ydrogr. u. maritim. Meteorol, 1922,3. 265 272); [ al- Birüni, Tahdid nihäyät al-amäkin {nşr. M. T. Tanci Ankara, 1992 ]. ( C. ScHoy.)



SEMÛD. [ Bu madde A . Y . ÖZEMRE tarafından , ikmâl edilmiştir ] S e m t - ü r - r e ’ s (samt al-ra’ s „b a ş istika­ meti“ veya samt al-ru’ ü s) yunancada tö xatci xoQucpfjv orıpeîov ’da bulunan xOQueprj ’a teka­ bül etmektedir. Plato Tiburtinus latince tercü­ melerinde samt ai-ra’s ’e karşılık olarak zenith capitis veya zenith capitum kelimelerini kullan­ mıştır ; al-Battäni ’nin İspanyolca tercümesinde ise, aynı tâbir e l sonte ( e l z o n t} de la cabçea ile karşılanmıştır { bk. Opus astronomiçüm, nşr. Nallino, II, 337, mad. sam t). — Libros del sar her de astronomia ’da, samt ekseriya zonte ola­ rak ve samt al-ra’s de „ cenit“ olarak ter.cüme edilm iştir}, Ufkun, râsıdm şakulî olarak tam altında bulu­ nan ( görülmeyen ) kutbuna, yânı samt al-ra’s *e mukabil olan kutba nadir ( ar. n a ş ir) [ bk. mad. NA ÎR ] denir. Samt al-ra’s ve n aşir ’den geçen büyük dâirelere şukulî dâireler denir. Bunlar­ dan ikisi bilhassa çok tanınır. B ir tanesi, müstevisinde arzın mihveri bulunan ve ufku şimâl ve cenûp noktalarında kesen tül dâiresi ( fa la k n iş f al-nakâr, 6 p,eıv6ç \ diğeri ise, nişf al-nahâr müstevisioe amut olan ve ufku şark ve garp noktalarında kesen b i r i n c i ş a ku ! î d â i r e ’dir. Şark ve garp noktaları nişf al-na­ hâr ve şimâl ve cenûp noktaları ise birinci şa­ kulî dâirenin kutuplarıdır. Arap bey'et âlimleri ( bunu bilhassa hatırla­ mak lâzım dır) mebde* dâiresi olarak birinci şakulî dâireyi almışlar ve sam t’i şark veya garp noktalarından itibaren ölçmüşlerdir. Bir yıldızın irtifâı yıldız ile ufuk arasındaki kav­ sin uzunluğudur ve yıldızdan geçen şakulî dâire üzerinde ölçülür. 0° ( ufukta ) ’ den + 9o° ’de tamamlandığı İfâde edilmektedir ( M udarris-i1 Razavi. basmasında, biç. s. 747» »> bu şekil kabûl edilmiştir:). Bu tarihlerin hepsinin münâkaşaşından sonra Cteferrüât için bk. M R , s. 45 — s*)j mümkün gibi, görünen tarihlerden 535 (h ) yılı umumiyetle kabûl; edilmeğe başlanmış gibi­ dir ( M R de, bu tarihi kabûl etmektedir). Fakat bu takdirde Sanâ’ i ’nin ölümü üzerine, hüküm­ darın emri ile, onun eserlerini veya H adika 'yi toplayan ve bu işini her hâlde kısa bir zaman­ da bitirmiş olan al-Raffâ’ ’ ntn nasıl olup da, 525



( b.) yılını göstererek, böyle 10 yıllık bir yanlış yaptığım izah meselesi kalır ki, bu bizce imkân­ sızdır, Buna karşılık bu tarih aleyhindeki delil­ ler kolayca bertaraf edilebiliri a. al-Raffâ’ ’nıo verdiği tarihte ay ve yıl müstesna, gün ile gü­ nün adının yanlış olm ası, yâni bu şahıs tarafın­ dan yanlış hatırlanıp, kaydedilmesi veya bir is­ tinsah hatâsı neticesinde yanlış olması müm­ kündür; b, Tarik. al-tahkilş’\n Sanâ’ i ’ye âıt olduğu muhakkaktır ( aş. b k ,); bu eser Sanâ’ i ’nin olsa bile, sonundaki' tarîb beyti son­ radan eklenmiş olabilir; o. H a d îk a 'nin so­ nunda tarih gösteren beyit M R ’in sözü (bk. s. 50) hilâfına, en eski ve mûteher nüshalar­ da ( bk. rosl. Veliyüddin Efendi kütüp., nr, 2627, K ü lli yât-i Sana'i ’nin en eski yazmaların­ dan biri, 684 ( h.) tarihli, var. 106a, sondan bir evvelki satır ) 534 değil, 525 (h.) ’dır. Binâenaleyh Sanâ’ i ’nin ölüm tarihi olarak kabûl edilebile­ cek yegâne tarih bu 525 (h.) tarihidir. Sana’ i ’nin bugün Gazne ’de bulunan ve bir ziyaret yeri olan türbesinde eski mçzar kitâbesi muhafaza edilmiştir . ( bk. Hal ili, a. 24 ve 4 8 ’den sonra gelen; levhalar ve s. 7o v.d.), fakat maalesef burada' tarih yoktur. II,. E s e r i e r i . Sânâ’ i ’nin Divan ’ıhı topla­ m ış. olduğu, sonra Ahmed b. Mas’üd-i T iş a ’nin isteği üzerine, belki yeni tertipler meydâna getirdiği ( krş, Makâtib, s. 3 5 ) görülmüş idi. Bu arada Sana’ i beiki Hadika ’yı da içine alan bir Külliyât da tertip etmiş olmalıdır. Fa­ kat gerek yaİnız fîadika, gerek bu Külliyât tam son şeklini atmadan, Sanâ’ i ölmüş ol­ duğundan, kendisinden sonra dost ve tale­ beleri, elde edebildikleri kadar malzeme ile, belki noksan kalan önsözünü de tamamlayarak, yeni Divân, Hadika ve Külliyât nüshaları ter­ tip etmişlerdir. Onun büyük, eserlerinin terti­ binde ve muhtevâsında görülen mühim farklar bu suretle izah edilebilir. Sanâ’ i ’nin Külliyât ’mm, dış görünüşlerine göre, bu eski tertiple­ rini temsil, eden ve başka hemen-hiç bir şâirin eserleri için benzerleri gösterilemeyecek olan eski ve değerli nüshalarına sâhip bulunuyoruz kî, bunlar şunlardır: 1.5 5 2 (h.) yılında, Konya ’da istinsah edilmiş otan Bagdadlı Vehbi kütüp., nr. 1672- nüshası; 2. noksan olmakla berâber, ■fihristi elde bulunan Tahran Millî kütüphanesi nüshası; bn nüsha’ A . Munzavi ’nin kanâatine göre ( bk. Fihrist-i kitâbhâna-i ihdai-i... Mişk&t ba Kitâbkâna-i Danişgâh-i Tahran, Tah­ ran, 1332 ş., Intişârât-i Dânişgâh-i Tahran, nr. 168; s. 55, not 5), 5 i 2 ~ 5 2 j (h.)yılları arasında M R ’e göre ( bk. s. 194 ) 582 ( h .) ’ den önce İs­ tinsah edilmiştir { içindekiler aynı olan yeni bir nüshası için bk. Rietı. Suppl., s. 145, nr. 214^; 3. 637 (h.) tarihli İndia Office nüshası ( oldukça



Se n M noksan olan bu nüsha için bk. Ethe, Cat., nr. 91.6, bundan önce anılan nüshanın aynı gibi gö­ rünmektedir ); 4 nihayet 684 ( h.) tarihli, daha tam, fakat diğer nüshalara uymayan Veliyöddin Efendi kütüp., nr. 2627 nüshası (benzer yeni iki nüsha! Fatih kütüp., nr. 3734 ve Ha­ let Efendi kütüp., nr. 894; bu İstanbul nüsha­ ları için bk. H. Ritter, Pkilologica VIII, Der İslam, 1935, XXII, lo z ). Sanâ’ i ’nin K ülliyât ’ı şu eserlerden meydana gelmiştir : ; 1. Divân. Sanâ’ i ’nin kâlandarîyât dâhil, ka­ side, kıt’a, terkib-i benci ve terci-i bend, gazel ve rubâî şeklindeki şiirlerini içine alan eseri olup, eski Külliyât nüshalarında ( yk: bk.) muh­ tevası mevzfilarına göre bölünmüş bulunmak­ tadır, Davlatşâh ( bk, s. 98 ) ’a göre, bu D ivân 30.000 beyit ibtivâ etmekte im iş (krş. (1//?, s. 142 ). Şimdi elde bulunan ve en mühim, yaz­ malardan istifâde edilerek basılmış olan' M R basmasında 13.780 beyit vardır. Mâmafih bu basmada ve M. Musaffa basmasında Kulliyât-i Sonü’i ’nin Önsözünde ( bk. (1İ R , s. 164) bizzat Sanâ’ i tarafından verilen mıkdarlardan çok fazla şiir mevcuttur. Msl. Sanâ’ i ’nin Kaili yat *ında—yekûn olarak— 137 kasîde, 206 gazel, 443 rubâî bulunduğunu söyleyor; basmada ise, 300 ’den fazla kasîde, 408 gazel ve $37 rubâî bulunmaktadır. Divân ’m Hindistan ve Londra 'da bulunan yazma nüshalarında şiir sayısı bu kadar fazla olan basmada da bulunmayan şiirlere tesadüf edilmektedir ( bk. N Â , s. 1$, not 2). Ne olursa olsuu, Davlatşâh ’m verdiği mtkdarın yanlış veya mübalağalı olduğunu kabût etmek gerekir. Bu fazla şiirler Sanâ’ i ’nin evyelce yazmış olduğu ve Külliyât ’ini tertip ederken elinde bulunmayan veya batırma gelmemiş olan şiirler olabileceği gibi, Sanâ’ i ’ye ispat edilmiş şiirler de olabilir. Binâenaleyh' Sanâ’ i Divân ’ınm bu meseleyi halleden yeyâ dtttıeğe çalışan İlmî tenkitti bir neşri henüz ele alın­ mamış bir çalışma olarak durmaktadır. Bu ese­ rin yukarıda anılan Kalİiyât nüshaları ve M R, s. 146 v. dd., 150— 164 ’te sayılan el-yazmaları dı­ şında şu nüshaları da zikredilebilir : Ethe, Cat., I, 578 ( nr. 927, 1000 (h.i tarihli olmakla beraber, çok eski bir tertibi gösterir ) ve burada gös- ' terilen diğer yazmalar; bk. bir de AÜdiıl. Muqtadİr, Cat. . .. Bankipore, Kalküte, 1908, 1, 29 v.d.. Semenov, Özbekistan S S R Fanlar



Akademiyasıntng şark kulyazmalârı toplamı, Taşkent, I 9 J 4. H. 35 v.d.: A. Munzavi, gost. yer.; Sultanov-Arasiı. Elyazmaları kataloga, Bakû, 1963. t,' 142 v.d.; Nuruosmaniye kütüp., nr. 3809 ( h. XI. asır ) v. b. Divân 'm başlıca basmaları için bk. yukarıda anılan eserler ve M R , s. 153. 2. Kâr-nâma-i Balh, sâdece Kâr-nâma de denilen hafif bahrinde küçük bir mesnevî olup, 'tlftvn ¿ tififc îo p cd ir



.



497 beyitten ibarettir. Yukarıda anılan eski K ülliyât nüshalarında mevcut ve Sanâ’ i ’nin hâl tercümesi bakımından da mühim olan bu mesnevi, fena bir yazmaya istinaden ve yeter­ siz vâsıtalar ile, ilk defa olarak, Gulâm-İ C ilâni Calâli tarafından ( Macma'a-î çahâr kitâb-i hâyâb \ 'Işk-nâma, 'A şin a m a , Bahrâm • u'Bikrüz, Kâr-nâm a-i Bâlh az munşa'ât-i SanaT-j Gaznavi, bâ mukaddima va tashih, Gazne, 1332 Ş.) basılm ıştır; bundan sonra M. _ Razavi tarafından yayınlanmıştır: Farhang-i İrân-zamin, 1334 Ş;, HI, 297—366. Daha önce K â rriâm ai Balh-i câ r if-i rabbânî... S a n S i ( Şiraz, 1318 ) adlı bîr eser basılmıştır, fakat bunan ( bk. S. N âfisi, Lubâb haşiyeleri, s. 72 1 ) *Işk-nâma { bk. nr- 6). olduğu söylenmiş ise de, bü Sanâ’î ile hiç bir ilgisi olmayan bir eserdir. Kâr-nâma adı, lügat olarak, iş kitabı demek olup, bunun msl. Kâr-nâm a-i A rtahşir-i Papakân ’ da olduğu ğİbİ, bir şahsın başardığı mü­ him işleri , anlatan kitap mânasına gelir. Bura­ da devrin bâzı ileri gelenlerinin işlerinden, alaylı bir tarzda bahsedildiğinden, esere bu ad verilmiştir ve bundan dolayı esere Mutâyabanâma de denilir. 3. Sayr al-ibâd ( veya al-ubbâd ) ila ’l-ma'âd, Sanâ’ i ’nin Sarahs ’ ta yazdığı 770 beyit tutan bir mesnevi olup, Muhammed b. Manşür alSarahsi ’ye ithâf edilmiştir ( yk. bk.). Kâr-nâma ite aynı vezindedir, en eski Külliyât nüsha­ larında bulunur ve Sa’ id N afisi tarafından çok fena bir Şekilde basılm ıştır: Tahran, 1 31 6 ş.. Rizâ-Kulı Han Hîdâyat bunan tamâmını meşhfir Macmat al-fuşahâ (1, 262—274 ).’sına almıştır. Bâzı nüshalarda adına Kantal-ramüz ve Kanat al-rumuz şeklinde de tesadüf edilen bu eserde ruhun türlü merhalelerde,.varlıklar içinde, do­ laşmasından bahsedilir. Bundan dolayi bu eser Dante ’ nin Divina commedia’sim hatırlatmak­ tadır ve onun bir mübeşşiri sayılmıştır, bk. R. A. Nıcholson, A Persian forerunner af



Dante (Journal of the Bombay Branch of the R A S, yeni seri, 1943, XIX, i— 5, bunun farsça tercümesi Yâdğâr, yıl 1, sayı-, 4, s. 48 — 57). Avhad al-Din 'f'abib-i Râzi adlı bir şahıs buna bir Zayi yazmış olduğu gibi ( bk, Üniv. kütüp., F Y 538; bu yegâne nüsha .'Abbâs İkbâl tarafından yayınlanmıştır: Zayl-i Sayr al-'ibâd, Macalla-i Dânişkada-î adabıyât, Tah­ ran, 1334 ş., yıl 2, sayı 3, s. 8—16), kim olduğu bilinmeyen bir müellif tarafından da, derin bir Vukuf ite, şerb edilmiştir ( yazmaları: Nâfiz Paşa kütüp., nr. 410, Ayasofya kütüp. nr. 3241, 4803; bk. H. Ritter, ayn. esr., s. I04 ). ■ 4. Hadikat al- haki ka va (arikai aişaria, Bahrâm şâh’a ithâf edildiği için, Fâkri-nâma veya Kitâb al-Fahr'i denilen bu eser batîf



s:



S E N A ’!. bahrinde, lo.ooo beyit kadar tutan büyük nüshalarına tesadüf olunur (bk. msf. Univ. kü­ tasa vvufî-ahlâkî bir mesnevi olup, Iran ede­ tüp., F Y 302, 498). Bu eser bir çok yazmala­ biyatında tasavvufî mesnevilerin ilkidir. Mav- rında { bk. msl. Abdul Muqtadir, ayn. esr., 1, lânâ çok beğendiği, âdeta mühim mevzû'annı 24 v.d .; Saehau-Ethe, Cat. Bodl., 1, 476 v. b .) tamimiyle Maşnavi ’ye aldığı ( bk. “Abd al- tanınmış sûfî Farid al-Din 'A ( t â r ’a isnât L a tif al-‘A bbasi, Şark-i H a d ik a ) bu esere edilmektedir. M R (s. 8 9 ) de bunun Sanâ’ i ta­ Maşrihvî ’de ve başka vesileler ile llaki-nâma rafından yapıtmış bir seçme olması ihtimalini adını vermektedir (krş. A flâ k i,Manâlşib al-'ari­ ileri sürmüştür. Fakat daha evvelki seçmesine fin , nşr. Tahsin Yazıcı, s, 222, 740). Bu eser, istinaden bu seçmeyi yapan şahıs bütün nüs esâs olarak tevhîd, Kur’an, na’t v.b., ak!, ilmin balarda mahlasım açıkça Dâ‘ i olarak zikret­ fazileti, külli nefs, insan, Bahrâmşâh ’ın, sara­ miştir ki, bu şahıs X . ( X V I . ) asır sûfîlerinden yının ve Gazne ileri gelenlerinin medhi, saadet olup, MavlSnâ ’nın Maşnavi ’si ile Gulşan-i râz yolu ve kendi ahvâli olmak üzere, 10 baba ay­ ’a şerhler yazmış olan ve D â'ı-i Şİrâzi diye rılmış ve her bapta düşünceler bir takım hikâ­ tanınan Nişâm al-Din Maiımüd-i Şirâzi ( bk. yeler ile genişletilmiştir. Sanâ’ i hayatının son Hayyâmpür, Farhang-i suhanvarân, Tahran, yıllarında bu eserini tamamlamağa çalışmış, >340 Ş-ı 8- 202a ve orada gösterilen kaynak­ fakat buna imkân bulamadan ölmüş idi ( yfc. lar ) olması ihtimâli, vardır. Bu eser La(îfat bk,). Eserin sonunda { bk, nşr. M. Razavi, a l-ir fa n adı ile basılmıştır ! Tahran, ts,). 5. Tahrlmat (veya Tacribat) al-kalam, H aTahran, 1329 ş , s. 718 v.d. ve önsöz, s. 24) şâir ihtiyarlığından şikâyet edip, eserin noksan dîka vezninde, 202 beyit tufan küçük bir kaldığım, fırsat bulursa, bunu genişleteceği­ mesnevi olup, M. Minovi tarafından basılmıştır, ni söyler. Sanâ’ i esere, bâzı nüshalarda ay­ ( Farhang-i trân-zam in, 1336 ş,, V, 5— 15 \ rıca görülen mensur bir önsöz de yazmış bu­ 6. ‘ tşk-nâma, yine H adika vezninde 576 be­ lunuyordu ki, bunu sonraları al-Raffâ' kendi yittik küçük bir mesnevi olup, bu da G. Caönsözünün içine almıştır. Eser, böyleee bir lâ li tarafından, yukarıda anılan dergi içinde, dereceye kadar noksan kalmış olduğundan, yaz­ basılmıştır (Gazne, (332 ş., bk. nr. 2). Bu ma nüshaları arasında çok büyük farklar var­ eserde aşk felsefi-tasavvufî bir zaviyeden ele dır ; msl. yukarıda anılan 352 ( h.) tarihli Bag- alınmıştır ki, ilk kısımlarda görüş ve düşünce­ dadb Vehbi kütüp. nüshasında önsöz olmadığı ler, hattâ mevzûun ele alınışı ve kullanılan tâ­ gibi, diğer nüshalarda görülen 10 bâba böl­ birler bile, îbn Sin â ’um Risâla f i mühiyat alme de yoktur. 10 bâba bölünmüş nüshalarda, 8. ‘işk ( bk. nşr, Ahmed Ateş, İstanbul, 1953,İ. Ü. bâbın sonunda bk. nşr. M. Razavi, s, 642 v. dd.' Edebiyat fakültesi yayınlarından, nr. 552*) ’inde eserin sona erdiğine dâir kayıtlar bulunur. bulunabilir. Sonunda ise. mevzu daha ziyâde Eserin bu durumu çok eskiden beri göze çarp­ tasavvuf ve ruhiyat bakımından işlenmiştir. mış, Hindistan 'da Mavlânâ ’nın Maşnavi *şi 7. 'Akl-nâm a, hafif bahrinde. 195 beyitük üzerindeki çalışmaları ile tanınmış olan 'Abd bir mesnevi olup, Gazne ’de, 1332 ş , ’ de yuka­ aULatif al-'A bbasi ( ölm. 1048 = 1638 veya rıda anılan dergide, G. Calâli tarafından ba­ 10 4 9 = 16 3 9 ; bk. Et he, Cat,, I, 575 v. d. ), biri sılmıştır. Gazne 'den getirilmiş çok eski nüshalara da­ 8. Sana i-âbâd, al-Raffâ’ ’ın K ülliyât önsö­ yanarak, 1038 ( 16 28 /16 2 9 )’de bunun bîr nevî zünde ayrı bir eser gibi geçer. Ethe ( Cat.. tenkitli bir metnini hazırlamış ( bir nüshası nr. 9 2 7 ) bunun 'Akl-nâm a (ayn. esr-, nr.' için bk. Ünıv. kütüp., F Y 1775 )> sonra buna 91 4) ile aynı olduğunu. şöyfeyor, fakat M R bir şerh de ilâve ederek, esere Latâ’ i f al-H a- (S . 87 ) bundan 596 beyittik ayrı bir eser'ola­ dika ( veya al-H ada ik )... adım vermiştir ki, rak bahsediyor. . ( bk Ethe, C a t.,I, 575 ve Abdul Muqtadir, ayn, 9. {M akâtib), Sanâ’ i ’nin yazmış olduğu ye esr., 1, 25 v dd }. Bu şerh L ak n av’da, 1887 ’de yukarıda hâl tercümesinde sık-sık anılmış olan basılmıştır. Asıl eserin en eski yazmalara da­ mektuplardır ki, hepsi 17 ianedir; toplu veya yanılarak, hazırlanmış olan, fakat ifmî ihtiyaç­ dağınık bir hâlde bir çok nüshalarına tesadüf ları karşılamaktan uzak bulunan basması M. edilir. Bütün bunlara dâir teferruat ve aynRazavi tarafından yayınlanm ıştır: 2 tabı Tah­ ayrı basmaları için bk, N A , s. 2 1— 35. . " ran, 1329 ş. (diğer basma ve şerhler için bk. Bunlardan başka Sanâ’ i ’nin Kanz al-rumuz M R , 84 -¿.d.). H a d ik a ‘dan yapılmış bir çok adlı bir eseri olduğu söylenir. Bu ad bâzan. seçmeler de vardır ki, bazıları birbirlerine ben­ Sayr a l-'ib â d ’a yerilm ektedir' (bk. nr. 3). zemez ( bk. msl. Üniv. kütüp., F Y 538, var Aslında . ise, ..bu onun. D ivân ’ ında bulunan 554b— 560b ve F Y J008 ). Bunlardan biri çok (s, 196—,204 ), bir çok büyük şâirler tarafın­ tanınmış olup, Muniahab { veya fntihŞb )-i Ffa- dan tanzîr edilmiş olan ve Kunüz al-kikma dılça adı ile veya benzer adlar altında bir çpk de . denilen nzun bir kasidesine verilen atidir



SfeNÂ’î. bit. Cami, Nafahât, trc. Lâm i'i, 8. 668). Sa­ na'i ’ye isaat edilmiş bir takım eserler de vardır ki, bunlar şunlardır: I. B âğ-i İram veya Bahrâm a Bihrâz, Ğ, Calâlı tarafından Sanâ’ i ’nin eseri olarak ba­ sılmış Gaz ne, 1332 ş. ) ise de, H âil mahlasını kullanmış olan Kama! al-Din Bantsa’ i (ölm. Mas'udi ( Murüc, nşr. Barbier de Meynard, İli, 266 ) ’de bulunmaktadır ; fakat burada başka bir düşünce gelişmesi iç’ndedir ; İbn Hazm ( Fagl, Kahire, 133», IV, 19 ), 20 v. dd.) ’da Ahmed b. HSbit ve Fazl al-Harbi adları bulunmaktadır ( bb. H ayyâf, s. 148 dolayısı ile Nyberg, s. 222 v. dd. ve Friedtander, The Heterodoxies o f the Shiites, J A O S , 1909, XXIX, 10 ve fihrist). Müfrit şi î al- Beyân b. Si m'ân al-Tam im i’nin K u r’an. X L I 1I ’ün 84- âyetini şu şekilde tefsir ettiği söylenir: gerçekte göklerin bir Allahı vardır ve bir de birinc'nin dûnunda olan bir yer-yüzü Allahı olmalıdır; Abu ’l-Hat^âb Baziğ ve al-Surri adlı biri bu fikre katılıyoıiarmış (al-K aşşi, M a'rifat ahbâr al-ricâl, Bombay, 131?, s. 196, s v. dd.). Bu bizi,‘ A li ’yi bir cesede girmiş Alla* hm zâtı olarak değil, yaratıcı akıl olarak, yü­ ce Allahtan üstün gören bu ¿ulat f bk. bir de mad. N U S A Y R İ Y E j'a doğru yöneltmektedir. Kelâm âlimleri ve feylesoflar, tâli kuvvetler olarak, yıldızların kâinatın idaresinde Adabın yanında iş-birliğî yapmalarının, ganaviya ’ye mensup bîr telakki olması dolayısı ile, mutlak bir nücûm İlmînin müşrik ve gerçekten Allahı inkâr edici telakkisinden daha az bir imân yan­ lışı olmadığını bir çok defalar te’yit ederler (bk. İbn I/azm, Fasl, IV, 37; krş. bir de Schreiner, Z D M G , 1928, LH, 479 v. dd. ve Nailino, Encyclopaedia o f Religion and Ethics, II, 9 1 v. dd.). İslâmiyet vahdan-yetçi bir din olduğundan gan avilik bizatihi Allah telakkîsinm bir inkârını temsil eder ( Kar'an, XVI, 53 için bk. al-Râzi, Mafa tih al-ğayb, Kahire, IJ08, V, 327, 24. 36 ; al-Bayzâvi, A nvâr al- T an zil, nşr. Fleischer, s. 517.12; aî-Naysabüri, Tafsir, al-Tabari, 7 a/sîr, Bulak, 1323 v. dd., XiV . 74 haşiyesinde \ Bu suretle ganaviya gerçekten bir çok mânası bu­ lunan bir sövme kelimesi oldu ve râfızî bir fır­ kanın daha sık geçen ve daha geniş olan adı ile, zindik [ b. bk. ] ile, bir çok noktalarda bir­ birine k a rıştı; bundan dolayı herkes kendisin­ den ganaviya şüphesini uzaklaştırmağa çalışı­ yordu. F e l s e f i sistemler arasında, meşşâîlik müsliiman kelâm ilmine asli iki esas tanıyan bir metafizik sokmuştur. al-Gazzâli, bir taraf­ ta doğru imân, tavhid ile, diğer tarafta ger­ çekte sahte bir tabiatçılık olan, fakat düşünce şekillerine çarpmayan dehriyenin [ b. bk. ] tâ­ lim ettiği gibi, tam bir imansızlık arasında kal&m in mütenakız kararsızlığını çok açık bir şekilde tebarüz ettirir ; „feylesoflar âlemin ebe­ dî olduğunu söylerler ve sonra onun için bir yaratıcı kabüi ederler; bu akîde kendi kendi­ ni yıkan bir tezattır ve reddedilmesine ihtiyaç yoktur"; meşşâî tecrübeciliği Saf-Kardeşler lsl&m Anaiklopedial



49 )



[ bk. mad İHVAN A L -Ş A F Â ’ ] tarzında yenî-Eflâtuncu sudûr nazariyesinde ilâhî-maddî varlıklar arayınca, bu al-Ğazzâli ’ye göre, tezadı ancak perdelemiş, fakat onu halledememiştir: „ilk sebep yanında bir sebep ( yaratıcı aracı-varlık X bu iki yaratıcı, hattâ ebedî iki yaratıcı eder" (krş. Taka fu t a l-fa la sifa [İbn Ruşd iİe H vficazâde ’nin aynı adlı eserleri ile bir arada tabı Kahire, 13 19 ], s. 33, 27 ve bu hususta bk. J . Obermann, D er philosophische and religi­ öse Subjektivism us Ghazâlîs, Viyana- Leipzig, 1921, s. 43 v. d., 57 v. dd., 63 v. dd.). Bu mü­ nâsebetle Fârâbi ile İbn Sinâ ’ nin Aristocu-yeniEflatuncu görüşlerinden bir tevhid delili çı­ karmanın imkânsız olduğu açıkça meydana ko­ nulur, Şu hâlde al-Gazzâli, İbn Sinâ ’nin biz­ zat şuuruna sâhip bulunduğu ikinci bir zar&rî varlık tehlikesini bertaraf etmek için sarfettiği gayretlerin hiç bir şekilde te’sirinde kal­ mamıştır i bk. Horten, Die M eiapkysik Avicen­ nas, Halle, 1907, s. 542 v, d d .; bilhassa İbn S i­ nâ, Kitâb al-gifâ’, IV, risale 9 münâsebeti iie, s. 551 ). İbn Sin â ’nin Kitâb al-nacht { Kahire, *33' . s- 327 v. d d - ¡ 356 v. dd,. 374 v, dd., v. b.) ’ında, daha dar hudutlar içinde, vahdaniyetçi tasdikleri, yaratmanın heyulâ cevherine verileo istiklâl bakımından, iki esas kabul eden insan bilgisinde de îu’İkâs ett-ği gibi daha az emin bir te’sir yapmaktadır.



Msl. ‘Abd al-Kâhir al-Bağdâdı, sünnî eş arî bakımından,İslâm vaf daniyetçil ğ-n'n islâmtyele yabancı olan iki esas kabul ile bu lekelen­ mesinin manzarasını bize göstermektedir, alF ark bayn a l-firak { Kahire, 1 3 2 8 ) ’ta, açıkça şanavi görüşleri ile birlikte ( al-Fark , s. 120, 1 2 1 : t ab ki k [ b i-'a y n ih i] k a vi al-sanaviya) ganaviya ve Mani tarafdarlan aleyhinde eser yazanın ( s . U 7,S, 120,12, 223, ton satır, 124,3)



al-Nazşâm olmasına İbn al-Râvandi (bk. Hayyât;, s. 30, 1) ’nin istihzâh hayreti gibi, hattâ daha ziyâde şaşmaktadır. Yine at-Bağdadi, Üşül al-din (İstanbul, 1928, s. 54 ) ’inde alNaşjâm’ı doğrudan-doğruya İslâmiyet dışı olan şanaviy a ’ y e bağlamakta ve müstüman fırkalarına dâir eser yazan başka müelliflerin aksine, ihmal ile, Markoniye ’yi de buraya dâhil etmektedir. Bütün b â t ı n î l e r i [ b . bk. J şanavi olarak gösterir { s. 323 ): „onlar aslın­ da mecüsî ve senevî idiler; sonra al Ma‘mün zamanında, ‘Abd Allah b. Maymun atKaddâh [ bk. mad. ÇAD D ÂH ] ve Hamdan b. Karmat... gibi ileri gelenleri ilk ve ikinci adı­ nı verdikleri iki yaratıcı akidesini va’z ettiler; fakat bu, ganaviya ’nin nûr ve zulmet akidesi­ nin mânasıdır ve yine bu mecûsîierin Yazdan ve Ahraman akidesinin mânasıdır”. Onun kısa ve çok umûmî işaretinden „iki yaratıcı" üc ne



93



S E N E V İY E kast ettiği açıkça meydana çıkmamaktadır, al* Bağdadi ’niıı bu akidenin mecûsî mâhiyetini te’yit etmek için ııgr fa' fa'ani ile nâr zulmâni [ bk. mad. KARMATÎLER ] ’yi sudûr silsilesi için­ den bir az indî olarak, ayırmış olabileceği dü­ şünülebilir, Bâtinİ Nâşir-i Husrav ( bk. Zad al-m usâfirin, Berlin, 1923, s. 74 v. dd., 150 v.dd,, 160 v. dd.) gerçek olarak tesbit edebileceğimiz vabdaniyetçi temayül böyle bir senevîliği te’­ yit etmemektedir ( bir de bk. Scbaeder,Die isiamiscke Lehre vom Völlkommenen Menscfıen, Z D M G , N F, IV, 1925, 222 v.dd., hususi­ yetle s. 231 ). ikinci Allahın ikinci sıraya ko­ nulması al-Bağdadi ’nin mecûsîler ile göster­ diği kaynaşma ile çok iyi uyuşabilirdi; fakat bu o zaman müslüman fırkalarına dâir eserler yaran müelliflerin umumiyetle anladıkları şe­ kilde, tam mânası ile bir senevîlik olmazdı. Bunlar makalenin başında anılmış olan bu üç zümreden onları ayırmak için, mecûsîleri şanaîi/jia’den hâriç bırakırlar, çünkü bunların kudretli tek ikt'dar telakkisine göre, Ahrimanzulmet Yazdân-nur tarafından ikinci olarak yaratılmıştır veya, Zerdüştî zümresinin tâlim ettiği üzere, bunlar kendi aralarında birbirle­ rine müsavidirler • bununla beraber kendile­ rini ilk olarak yaratmış olan yüce bir Allaha bağlıdırlar. B i b l i y o g r a f y a : Makalenin metnin­ de zikredilmiş olan eserlerden başka bk. bir de metinde müracaat edilmesi söylenilen mad­ delerin bibliyografyaları. ( R . S t r o t h m a n n .)



SEN K ERE, a ş a ğ ı F ı r a t ü z e r i n d e bir k ö y olup, Teli S 'fr tepesindeki Varkâ [ b. bk ] 'dan şark-ş'mâl-i şark istikametinde 1$ mil mesafede bulunmaktadır; eski bir Keldâni şehri olan ilâb Şanıaş ’ın yeri, Larsam ’m ha­ rabeleri üzerinde binâ edilmiştir ; hâlen Samava kazası içindedir. B i b l i y o g r a f y a : Razzük 'Isa, Kitâb co ğ râ fiy a i al-'Irak ( Bagdad, 1340), s. 21 6; Loftus, Travels and Researches in Chaldaea and Susiana ( London. 1857), s. 244 v.d .; Trelavvney Scunders, Su rveys o f ancient Babylon t London, »88$), levha VI. ( L . Ma sssg n o n .)



SENNA. t Bk. sINne.] S E N N Â R . SEN N A R, hâlen Hartüm ’un tak­ riben 170 mil cenubunda M a v i N i 1 ü z e ­ r i n d e b u l u n a n b i r k ö y d ü r. Burası bir bölge idârecisinin ikametgâhı ve Mavi Nil eyâ­ letinin bir idârî bölgesinin merkezidir. 1934 ’ten önce bölgenin takriben 50.000 olan nü­ fusu, Sudan kabileleri ile garbî A frika ’dan hicret etmiş Feilata kabilelerinin karışma­ sından meydana gelmiştir. Pamuk ekilen geniş



S E N N  lt bir sahayı sulamağa imkân veren Sennâr ben­ di, Sennâr köyünün takriben 6 mi! cenûbunda bulunan Makvar ’ dadır. Sennâr ismininin, Mavi Nil ile Beyaz Nil ara­ sında üçgen şeklindeki araziye kadar otan ve cenup hudutları meçhul sahayı ifâde eden eski kullanılış şekli bugün kaybolmuştur. Bahis mevzuu olan bölge, Mavi Nil ile Ingiliz-Mısır Sudan ’ınm Fung eyâletlerini teşkil etmiş idi. Cebel M oya’ dakİ tarih Öncesine âit kalıntı­ lar ile bizzat Sennâr civarındaki Meroe devri­ ne âİt kalıntıların keşfi, bu bölgenin çok eski devirlerden beri meskûn olduğunu göstermek­ tedir ; fakat Sennâr tarihte ancak XVI. asır­ dan XIX. asrın başlarına kadar şarkî Sudan ’ın en mühim siyâsî teşkilâtını vücûda getiren Fung [ b. bk.] saltanatının merkezi olduğu va­ kit, zikredilmeğe başlar ve Sennâr ’in kurulu­ şu, yerli vak’a-nüvisler tarafından bu hüküm­ darlığın 15 0 4 ’te te’sisı ile ilgili gösterilmiştir. Yerlilerin Siyah saltanat (al-saltanat al-zarkâ’ ) diye tanıdıkları bu iptidaî hanedan, Kızıl denizden Çordofân [ b. bk.] ve Habeşis­ tan hudutlarından üçüncü şelâleye kadar uza­ nan sâha üzerinde hüküm sürdüğünü iddia ediyor idi ise de, onun iktidarı yalnız Sennâr civarına inhisar etmekte olup memleketin mütebaki kısmı, oldukça gevşek bir feodal teş­ kilât ile hükümdara bağlı kabile reisleri ve bir mıkdar küçük hükümdarlar arasında taksim edilmiş idi. Mac MSchael’in History o f the Arabs in the Sudan ’tnda Sennâr hükümdar­ larının iç savaşları ve zalimane idarelerinin hazin kayıdlanndan ibaret olan vekayî-uâmesi okunabilir. Bu kıratlığın teşkilâtı ve ka­ nunlarının bâzı ilgi çekici hususları vardır ı zira bir taraftan putperest ve afrikalı, diğer taraftan da arap ve müslüman olan unsurların halitasıdır, J. Bruce ’un Mavi N il’i keşfettiği devirde de „daha uzun zaman saltanatta bı­ rakılmasının devletin menfaatine olmayacağı­ na karar verildiği takdirde" hükümdarın öldü­ rülmesi gerektiğine dair bir kanun mevcut id: ve devletin S i d al-göm ( S a y y id al-kavm ) adı verilmiş olan yüksek bir me’ muru bu kararı icra etmekle mükellef idi, III. ( m. ö .) asır­ daki Meroe âdeti, bu kanun île muvazilik gös­ terir ve benzeri bir âdet hâlâ Nil Şilluk ve Dinkalannda mevcuttur. Hükümdarlar İle tâbi reis­ ler arasındaki münâsebetler itina ile tanzim edilmiş bir merasime tabi idi. Tâbi reislerin en mühimmı M angil ( menşe’ı meçhuldür! un­ vanını taşıyor ve kakar ve takıya, yâni bir taht kullanma ve b jğ a boynuzu şeklinde bir serpuş giyme haklarına sahip oluyorlardı. Dîğer taraftan arap ve müslüman te’sirleri pek erken kendini göstermiş idi. Hükümdar­



ÊENNÂR — SENÛSi. lar rivayete göre. Abbasî hanedanının hilâfete yükselmesinden sonra iltica ettikleri Habeşis­ tan ’dan gelerek bu memlekete giren Bani Umayya ’ nin soyundan geldiklerini iddia edi­ yorlardı; bu rivayet, yerli bir kabile ile karı­ şan, fakat yerli kabilenin kavmî seciyeleri­ ne dokunmaksızın aralarında müslümanltğt yayan küçük arap zümrelerinin göçleri ile il­ gili olabilir (krş. Mao Michael, ayn. esr., I, 138 ’de zikredilmiş olan İbn Haldun rivaye­ tindeki Cuhayna araplarının Nubye kırallarının kızları ile evlenmeleri ). Funglarm, hükümdar­ lıklarının te’sisi sırasında, İsmen müslüman ol­ dukları ve Aloa hükümdarlığının yıkılmasına ve Sennâr ’da hırîstiyanhğtn kaybolmasına, zen­ ci Funglar ile Nubye hıristiyan hükümdarları­ nın mâruz kaldıkları inhitat devrinde Sudan ’a göçetmiş olan arap kabileleri arasındaki İttifa­ kının sebep olduğu muhakkaktır. Memleketin islâmlaştırılması, Fung sultanlığında gelişen ve Vad al-Zayf AllSh ’ın henüz neşredilmemiş Tabakât ’loda hayatları anlatılan bir mıkdar ulema ve velînin faaliyetine sıkı-sıkıya bağlıdır Fakat memleketin sapa oluşu dolayısı ile Sennâr isiâmiyetin medenî hayatına ciddî olarak katıla­ mamış ve A zh ar’da Sennâr talebesinin rivâk ( y u r t ) ’1, Mehmed Ali tarafından Sudan ’m fet­ hinden sonra Mısır hükümetinin bir te’sisidir. Sennâr çabuk bir inhitattan sonra, Meh­ med A l i ’ nin 1 8 2 1 ’deki seferi neticesinde Mı­ sır ’ın bir tabii hâline geldi. Bu şehir Mısır hâ­ kimiyetinde ticarî bir merkez ve bir m udiriya ’ nin merkezi oldu, bu m udiriya ’nin binaları «883 ’te mehdiler tarafından tahrip edildi. Fung hükümdarları tarafından inşa edilmiş bulunan saray ve câmi, Cailiaud’nun seyahat ettiği za­ man artık harabe hâlinde idi. Yeni Sennâr şehri, eski şehrin harabelerin­ den takriben bir buçuk mü mesafede bulun­ maktadır. Şimdi burası nispeten az ehemmi­ yetli bir yer olup, onun ticarî ve idârî merkez >lma mevkiini Vad Medani almıştır. B i b l i y o g r a f y a : Fung maddesinde verilm:ş bulunan bibliyografyaya şunlar da ilâve edilebilir: H. We!d-Blundell, Tarikh en Nubah, A history o f the Fangs o f Sennâr (O riental Translation Fund, yeni s e ri; nr. 3 0 ) ; H. A . Mac Michael, A H istory o f the Arabs in the Sadan, (Cambridge, 1922), II (izah notlan ve tam bir bibliyografya ile Sennâr vekayi-nâmesinin tercümesini ihtiva etm ektedir}; S. Hillelson, Tabaq&t Wad D a y f Allâh ( Studies the lives o f the scholars and saints, in Sudan Notes and Records, 1923, VI.).



_



SENÛSİ. SANUSI, A b u AMMED ( Muhammed yerine



( s . H i l l e l s o n .) ‘A b d A l l a h M a) b. Yusuf b. ‘Omar



44 $



b. Şu ayb ( *429 ?—1490 ) TIemsen ’li bir eş’ a r î a k a ’ i d â l i m i olup, bù şehirde doğ­ muş ve 18 cemâziyelâhir 89$ (9 mayıs 1490) pazar günü, takriben 63 yaşında olduğu hâlde, yine burada ölmüştür; bununla beraber me­ zar taşında öldüğü günün hangi gün olduğu ve tarihi yazılı değildir, Doğduğu şehirde babası A bu Ya'kûb Yû­ suf, anne tarafından kardeşi olan ‘ A li al-Tallüti, Abü ‘Abd Allâh al-Habbâk, Abu ’l-Hasan al-Kalasâdi, büyük İbn Marzük, Kâsim al‘Ukbâni v. b. gibi âlimlerden İslâmî ilimler ile riyâzîye ve hey’et ilmi tahsil etti. Onun Ce­ zayir ’e geldiği, orada ‘Abd al-Rahmân al-Şa‘âlib i ’nin derslerini tâkip e ttiğ i ileri sürül­ mektedir. Mağrip âlimleri, IX. (h ) asrın başlangıcında bir İslâm müceddidi olarak gördükleri al-Sanüsi ’nin, liyâkatini, malûmatını, bilhassa aka­ ’id ile ilgili malûmatını, takva ve dinî gayre­ tini övmekte müttefiktirler. Talebeleri arasın­ da İbn at-Hâcc al-Yabdari, İbn al-’ A bbâs alŞağir, İbn Şa‘d, Abu ’ 1-Kâsim al-Zavâvi zikre değer. A fr ik a ’nın şimalinde büyük bîr itibar kazanmış olan eserlerinden bâzdan şunlardır: 1. ‘A k îd a ahi al-tavhld al-mukrica min zulumât al-cahl va ribkat al-1 akli d veya al-A k îd a t al-kubrâ ; 2. 'Umdat ahi a l-ta v fik va ’l-tasdi d ; 1. eserin şerhi olup, onunla bir arada Kahire ( i 3 i ? ) ’de neşredilm iştir; 3. 'A kîdat ahi altavhid al-suğrâ veya Umm al-barâhin ve da­ ha kısacası al-Sanâsîya, Kahire ve Fas ’ta mü­ teaddit defalar basılmış olup, Ph. Wolff tara­ fından almancaya ( E l Senusi's B e g riffse n tzuickelung des mokam medanischen Glaubens­ bekenntnisses, arabisck, a. deutsck mit Am n., Leipzig, 1848 ), Luciani tarafından fransızcaya ( Petit traité de théologie musulmana, Cezayir, 1896) tercüme edilm iştir; krş. Del­ phin, La philosophie da Cheikh Senousi d ' après son açida es-sor’ra, J A , 9. seri, X, 356; Luciani, A propos de la trad, de la Senoussiya (R evu e A fr ., 1898, X L 1I, nr. 231) ; 4. Umm albarâhin şerhi, Cezayir, Bibi. Nat., nr. 653—662 V . b. ; 5. a l-A k îd a t al-vustâ veya al-Sanasiyat al-vus tâ ve 6. tefsiri, Cezayir, Bibi. N a t, nr. 632 (7 ° ), Tunus, nr. 1387 — 13 9 3 ; 7. al-Minhüc alsadid f i şarh K ifâ y a t al-m urld, Abu ’f-'Abbâs Ahmed b. ‘ Abd Allâh al-Cazâ’iri ’nin al-K a şîd f i ilm al-tavhid ( metni 1 3 u ’de, Tunus ’ta ba­ sılmıştır )ad !ı tâlimî mâhiyetteki manzumesinin şerhi. Nüshaları için bk. Brit. Mus., nr. 628. 901, *617 ( 3 ), Paris, nr. 1268, Hidiv kütüp., II, 35; Bodl., I, 66, 67; Fâs, nr. 15 7 1, 1575, 1579 ve şahsî el-yazmam ; 8. Ş a ğ r a '1-Ş u ğ rS ve 9. şerhi ( Kahire, 1304, 1 3 2 2 ) ; 10. al-Mukaddimât, atBannâni ’nin şerhi İle birlikte, bundan önceki



âENÛSİ eserin kenarında neşred'îm işiir; bk Lucianî, Les Prolégomènes thêologiqnes de Senoussi ( Ceza­ yir, 1908 ); tl, a l-Mukaddimât ’ın şerhi, Cezayir, nr 632 (8° 1,638 v. b. ; 12 al-Mukarrib al-must a v fi f ı şarh F arB 'ıi a l-H avfi, Cezayir, nr. >45