MEB İslam Ansiklopedisi 2 [2] [PDF]

  • Author / Uploaded
  • MEB
  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

İSLÂM ÂLEMİ TARİH, COĞRAFYA, ETNOGRAFYA VE BİYOGRAFYA LÜGATİ



m illî e ğ it im b a k a n l i ğ i n i n k a r a r i ü z e r in e



İSTANBUL ÜNIVERSlTESl EDEBİYAT FAKÜLTESİNDE KURULAN BlR HEYET TARAFINDAN LEYDEN TAB’I ESAS TUTULARAK TELİF, TÂDİL, İKMÂL vo TERCÜME SURETİ İLE



NEŞREDİLMİŞTİR



S .



C



İ L



T



BEŞİNCİ BA SK I



D E V LE T K İTA PLA R I



İSTANBUL MÎLLÎ EĞİTİM BASIMEVİ



1979



'ÂTBARA 'A T B A R A . [Bk. ATBERE.] ATB ER E. 'ATBARA ( yahut A tbara), N İ 1 n e h r i n i n kollarından biridir. 'Atbara ( eski­ lerde Astaboras) Nil ’in mavi ( azrak) ve beyaz ( abyai ) kolları birleştikten sonra, Nil ’e akan tek mühim sudur. Tana (Tanasus) gölünden uzak olmayan bir noktadan çıkan bu kol, Ha­ beşistan ’daü gelir 5 17° ve 180 şimal arzları arasında, Berber ’İn az cenubunda, Nil ’e kavu­ şur. 'Atbara, Nil'in feyezan mevsiminde, bol su getirirse de, nisandan hazirana kadar mecrası hemen hemen kurudur. Kitchener ‘in mehdiler reisi Emir Mahmüd’u yenmesi ve bu suretle Hartüm yolunu açmağa muvaffak olması İle neticelenen 'Atbara muharebesi ( 8 nisan 1898 ) meşhurdur. 'Atbara adı, şimdi ırmak ağzında ( Vadi y alfa 'dan 385 İngiliz mili mesafede) kâin, küçük demir yolu istasyonuna da verili­ yor, Suvakİn ( Suâkin) ve Port Sudan ‘a gi­ den hat, burada Nil boyundan ayrılmaktadır. B i b l i y o g r a f y a ' . Bâdeker, Egypt and the 1Sudân, 6. tab., s. 409 v.d., W. I. Churchill, The River War, I, 416 v.dd.; II, 26 v.d.; Sİr Samuel W. Baker, The Nîle Tributaries of Abysstnia (London, 1861 i alm. trc., Braunschweîg, 1868 ), fihrist; Chavanne, Afrikas Strome undFHisse ( Wien, 1883 ), s. 73 ; Rules for Orthography for Natiye names o f Pla, ces, Persons ect. in Egypt and Sudan (K a­ hire, 1901). (C . H. Becker .) ; A T E K . [B k. etek .] j ATEM E. 'A TAM A ( A.), ü ç e ayrılan gecenin i l k kısmıdır; aynı zamanda bedeviler arasınjfîa yatsı namazına verilmiş olan isim ise de, bir hadîs ile bunun Kur’an 'da zikrolunan ‘işa tabiri yerine kullanılmaması emredilmiştir ( bk. Kisân al-'arab, XV, «75 ). |>AT£Ş. [ Bk. ATEŞ.] A T E Ş , ÂTEŞ (F.), bâzı mürekkep kelime­ lerde bulunur, msl; ateş-parast „ateşe tapan, ’necûsî'*} âteş-kada „ateşe tajpanîarm mabedi" /« aynı zamanda Lutf ‘A li Beg tarafından, telif edilmiş farsça bir tezkirenin adıdır. 'A T E Y B A . [B k. uteybe.] . ‘A f F . [ Bk. ATIF.] ATFÎH . [ Bk._ATFÎH.] ATFİH . ATFİH, orta Mısır "da bir ş e h i r . Atfih, Yâlfiüt ’a göre, İtfih ( f yerine t yazıldı­ ğı da vâkidir), Fayyüm’un tepelik sahasında, Nil 'in şark kıyısında, 4.300 nüfuslu küçük bir yerdir. Eski Mısır lisanında bu şehrin adı Tepyeh yahut Per Hathor nebt Tep-yeh ( „Tepyeh'in sahibesi Hathor'un evi“ ) olup, bunu kiptiler Petpeh, araplar Atfih şekline koy muşlaıdır. Yunanlılar Hathor ’u Aphrodite olarak aldıklarından, şehre Aphroditopolis yahut, kı­ saltarak, Aphrodito derlerdi. Vaktiyle bu şehir■Ansiklopedi»!



t



ATIF.



de 20'den fazla kilise bulunduğuna ve bunun 10 'unun XIII. asırda hâlâ mevcut olduğuna bakılırsa, hıristiyanlık devrinde de ehemmiyet üni-muhafaza ettiği anlaşılır. Sonradan Kürat Atfih olan eski vopoç, nehrin şark sâhilinde bulunduğu için, al-Şarkıya de tesmiye olunmuş­ tur. Fatımî devrinin sonuna doğru, Mısır'ın eyaletlere taksimi sırasında, bütün bir eyalet, î^fihiya ismi ile, bü şehre nisbet edildi. Ancak 1250 (1834/1835) yılında, A^fih arazisi Cize eyaleti İle birleştirilerek, bu eyaletin bir ka­ zası (markası) hâline konuldu. Bu son zaman­ larda al-Şaff, kaza merkezi olarak, Atfih *in yerine kaim olmuştur. Atfilı hakkında bildik­ lerimiz azdır. Daha memlûkler zamanında, bu şehrin inhitata yüz tutmuş olduğu kabûî edile­ bilir. Bedeviler ve memlûkler tarafından dâimî surette yapılan yağmaların önüne geçmek ve kanallar inşa etmek suretiyle, ancak Mısır hı­ divleri tarafından, Atfifc ’te bâzı imarlar yapıl­ mıştır. Atfih bugün ancak mahallî bir ehem­ miyeti hâiz ve ticareti az bir limandır. B i b l i y o g r a f yat Kalkaşandi (trc. Wüstenfeld), s. 93, 104; Maîjnzi, f/ifaf, I, 73; 'A1İ Mubarak, al~Hitaf aUcadîda, VIH, 77; îbn Dukmât, IV, 133 ; Yâlfüt, Mu cam, î, 311; Abü Şâlih, var. 56» ; İbn Hordazbeh (B ibi. Geogr. Arab.t V I), s. 81 j Amelineau, Giographie de TEgypte â VEpoyue Copte, s. 326; Boinet, Diciionnaire geographiçue de TEgypte, s. 86 ; Badeker, Egypt and the Su­ dân, 6. tab., s. 205. ( C . H , B e c k e r .) A T IF . ‘A f F ( „b â ğ, r a b 1 trt), tekaddÜm eden bir kelime ile rabıtayı gösteren bir gra­ mer ıstılahı. Bunun da, biri ‘aff al-nasak ya­ hut sâdece 'a tf ve diğeri ‘aff al-bayân olarak, iki nev'i ayırt edilir. 1. Alelade atıf ( ‘atf al-nasali), bir kelimenin kendinden evvel gelen diğer bir kelimeye, 10 atıf edatından biri vasıtası İle, raptedilmeğinden iba­ rettir ; msl. ifâma Zayd va ‘ Amr. A tıf edat­ ları (al-‘avâtif yahut hurüf al-'atf), kuvvet­ lerinin derecesine göre, birbirinden ayrılır: va, sâde rabıt ( li-'l-cam‘ ) ; fa, şamma ve faatta, tertip ve tabi'iyyet ( li-l-ta riib) ; av, immâ yahut am, iki hadd arasında bir tenavüp ( titadili al-hukm bi-ahadi 'l~mazkürayn) ve lâ, bal ve lâkin, bir mü bay enet ve muhalefet ( li 'l-hilâf) ifade etmek için kullanılır. A tıf iki tek kelimeyi (mufrad ‘ ala mufrad) olduğu gibi, iki cümleyi (cumla ealâ cumla) de bir­ birine raptedebilir. îbn Ya'iş ’e göre, nasak Kafa ve ‘atf İse, Basra mektebinin ^âhiridir. 2, ' At f aPbayan, tâvzîhî rabıttır; şu kadar kİ, bir sıfat olamaz ve badal ’den farklı olarak, tekaddüm eden kelimeyi tavzih ( müiih li-matbvLİhi) ed er; msl. caa ahâka Zayd yahut



X



AtlP aksama bi 'Uâh Aba tfa fş 'Om ar; bu tarzda atıf va hava manasım verir. .: Her iki nevi atıfda ikinci kelimeye, al-mdtüf ve birincisine, al~matuf 'alayki denilir. B i b i i y o g r a f y a : Zamahşari, Mufassal, 8. 50,2— 51, 2 } 140, 12— 142, n } Dict. of techn. terms, s. 1007— 1010. ( Weil.) Â T Î K A . [Bk. ât Ike.] Â T İK E . 'ÂTÎKA, kureyşî 'Adi b. Ka'b ailesinden ve hanefîlerden Zayd b. 'Amr ’m ve Ümm Kurz bint al-Hazramı ’nin kızı olup, m e kk e l i d i r . Daha hicretten evvel İslâmiyet! ka­ bul etmiş ve Medine ’ye hicrete iştirak etmiştir. Evvelâ Abu Bekr ‘in oğlu ile evlenmiş ve göz kamaştırıcı güzelliği ile, kocasını o derece tes­ hir etmişti kİ, onun ile sürdüğü zevk ve sefa yüzünden, bu zat, dinî vecibelerinden olan cihad farizasını bile îfada tekâsül gösterdiğinden, Abu Bekr boşanmaları için ısrar etmiştir. ‘Abd Allah, bir hayli zaman, babasının bu emrine itaat etmek istememiş ise de, nihayet buna güçlükle razı olmuştur. Bilâhare, karısına karşı duyduğu tahassürden, o kadar erimiş ve bitmiş ki, Abu Bekr de, tekrar evlenmelerine muva­ fakat etmiştir. Ölüm döşeğinde 'Abd Allah, vefatından sonra başka bir koca İle evlenme­ mesi için, kendisine yemin ettirmiş ve buna mukabil ona oldukça mühim bir servet bırak­ mıştır. Fakat vefatından bir sene sonra, 'Omar, ‘Atika ile izdivaç etmek istemiş ve yemin ke­ fareti olmak üzere, kocasından kalan serveti tekrar kocasının ailesine iade ettirmek suretiyle, 'Atika ’nİn yemininin hükmünü ıskattan sonra, kendisi ile evlenmiştir. Diğer bir rivayete göre, iade keyfiyeti, izdivacdan sonra, 'Abd Allah ’ın hemşiresi ‘A ’ışa ’nin ısrarı ile, vâki olmuş ve diğer bir rivayete göre, 'Omar, halife olduktan sonra, kendisi ile evlenmiştir, ('O m ar’İn babası al-Hattab ve 'Atika ’nin büyük babası ‘Amr kardeş İdiler}, ‘Omar ‘in vefatından sonra, ‘Atika, al-Zubayr b. aî-'Avvam [ b. bk.] İle ev­ lenmiştir. Bunun vefatından sonra da, 'Ali ’nin oğlu Husayn île izdivaç etmiştir. Bîr rivayete göre, 'AH ve Marvân da kendisi iie evlenmek için boş yere çalışmışlardır. 'Atika ’nın, daha evvel, ‘Omar ’in kardeşi Zayd ile evlenmiş ol­ duğu rivayet olunur. ‘Omar katledildiğinden ve ‘A tik a’ntn iki zevci de muharebe meydanlarında yaralanarak öldüklerinden, halk _arasmda: — »kim kahramanca ölmek isterse, 'Atika İle ev­ lensin" — sözü çıkmıştır. ‘Atika ’nin, kocası al-Zubayr ‘in ölümü dolayısîyîe, söylemiş olduğu mersiye oldukça meşhurdur. B i b l i y o g r a f yat Caetani, Annali deli Islâm, XII, s. 428 ; îbn Sa'd, VIII, 193 v.d.; al'Ayni, II, 278 v.d.; Hizânat al~adab, IV, 351 v.d.; Ağâni (2. tab.), 128 v.d. ( Reckendorf.)



ATLAS. A TJE H . [Bk. AÇE.] 7 A T L A S , şimâl-i garbî Afrika (küçük A fri­ ka j ’ma çatısını teşkil eden ve Atlantik kıyı­ larından başlayıp, Fas, Tunus, ..ve C ezayir’i geçerek, Tunus körfezine kadar uzanan dağla­ rın tekmiline birden verilen umumî addır. Daha yunanlılar tarafından kullanılmış olan bu ısım, aslı berberce adrSr ( „dağ“ ) kelime­ sinden bozma olsa gerektir. Şimalî Afrika ’nm romalıîar tarafından işgaline rağmen, eskiler, Atlas hakkında ancak müphem malûmata mâ­ lik görünüyorlar. Strabon (kitap XVII), yu­ nanlıların Atlas ’ım, yerlilerin Dyrin (berberce Deren ) dedikleri ve Maurİtania ’nm garp müntehasında, Herkül sütunlarının ( Cebelitarık) ötesinde kâin dağ olarak gösterir. Fakat Stra­ bon, ay m zamanda, Maurİtania 'dan Syrte ’ye kadar, Numidİa dâhilinde uzanan bir silsilenin mevcudiyetini zikreder, Arap coğrafyacılarında da bu hususta daha ziyade serahat yoktur. AlBakri ( trc. de Slane, s. 249 ), »Adlant" (Atlas X ismi ile, »Cezaır-i balidât ( Kanarya) adaları­ nın karşısında bulunan" bîr dağı kasteder; fakat bu ismi, şimalî Afrika ’dakİ dağların heyet-i umumiyesine verir görünmez. Bu müel­ lifin ve diğer bazılarının verdiği malûmat iki türlüdür*, bir taraftan, Merâkeş şehrinin cenu­ bunda yükselen, bugünkü coğrafyacıların »yük­ sek Atlas" ve faslı berberîlerin Adrâr-’n-Deren ismi verdikleri dağların oldukça sarih ve mu­ fassal tasvirleri; diğer taraftan, bu dağların garba doğru İmtidadı hakkında, bunun hudud ve istikameti sarih bîr şekilde tesbit edilmek­ sizin verilen, oldukça karışık malûmat. AIBakri— »Tamerurt 'tan İtibaren D eren’e tır­ manılır. Çölün önüne, bir hudut gîbi, yerleşmiş olan bu dağ, Şanhaca ailesine mensup halk ile meskûndur . . . Bu dağın Mısır 'daki, Mukattam ; ’a kadar uzandığı söylenir" — diyor (bk. trc, de Slane, s. 353 ). Muhammed b, Yusuf a göre, Daren, arzın en yüksek dağı olup, Trablusgarp civarında Nefüsa dağına ve Avras ’a kadar de­ vam eder ( al-Bakrı, gösf, yer.}.— İdrisi 'ye na­ zaran, Tarudant'tan A ğ m at’a gitmek için, ete­ ğinden geçilen Cebel Daren al-A’dem, yüksek­ liği, toprağının münbitliği ve meskûn yerlerinin çokluğu İtibarıyla mâruftur. »Okyanus sahil­ lerinde, Süs ‘tan itibaren, ismini aldığı Nefüsa dağ silsilelerine kadar uzanır. Mamafih bir çokları, bu dağların Akdeniz V kadar uzandı­ ğını ve Avsan tesmiye olunan mahalde nihayet bulduğunu ileri sürerler" ( İdrisi, trc. Dozy ve de Goeje, s. 73 v.d.). İbnHaldun (trc. de Slane, Histoire des Berberes, I, 128), Daren dağlarının „Mağrİb aî-Akşâ ’yı, A şfi ’den Tarza ya kadar, kaplayan bir kuşak" teşkil ettiği mutalâasmdadır. Başka bir fıkrada Daren *İ daha faz1a



ATLAS. tafsilât ile tasvir eder: «cihanın en büyük dağ* îarı arasında, Mağrib 'in garp müntehasındaki Daren dağlarını zikretmek icabeder. Arzın de­ rinliklerine kök salmış olan bu dağlar, zirvele­ rini göklere diker ve heybetli kütleleri ile sa~ hay» doldururlar. Mağrib sahili boyunca uzanan mütemâdi bir set teşkil ederler ve Aşfi bo­ yunca, Atlas okyanusundan başlayarak, şarka doğru alabildiğine uzanırlar. Bâzı kimseler ise, silsilenin Barka memleketinde Berenike ( Berenice) 'nin cenubunda sona erdiğini söylemekte­ dirler, Fas dâhilinde birbirleri üzerine, çölden Teli (sâhil bölgesi) 'e kadar mütevâlî kademe­ ler teşkil ederek, yığılmış görünürler, Temesna yahut Fas ’ın sâhil havalisinden hareket edip, Süs veya Drâ'a ( Ztrâ' ) ’ya gitmek için, bu dağlan aşmak İsteyen seyyahın, 8 günden fazla bîr zamana ihtiyacı vardır". XVI. asırda, evvelki malûmatı hulâsa eden Leo Africanus ’ta da bu hususta fazla malûmat yoktur. Bununla bera­ ber, Rif *ten Böne ’a kadar Afrika sahillerini tâkip eden Berberİstan dağları ile Mısır hu­ dudu civarında Meîes dağından Süs ’taki Messa dağına kadar, Akdeniz 'in cenubunda vasatı 100 mil mesafede asıl Atlas ’ı birbirinden ayırt eder ( Desçripüon de i'Afrigue, î, 27). Marmol, bu İkt silsilenin birincisini «Sierra Menor" ve İkincisini de »Sierra de AthaJante MayorH isimleri ile göstermiştir ( Africa, 1, fas, 5 ). Bu malumata, XVII. ve XVIII. asırlarda, berber memleketlerini ziyaret eden bir kaç avrupalmın, bilhassa Shaw ( Travels ar observations relating fo severdi paris o f Barbary and ihe Levant, London, 1740, 2. tab., I757 ) ’ın verdiği bâzı yeni bigİler de ilâve edilmiştir. XIX. asrın başlarında, Atlas sisteminin iki dağ silsilesin­ den bîri Tanca 'dan Cap Blanco ’ya kadar, A k­ deniz sahilini tâkip eden küçük Atlas, diğeri de Süs'tan Trablusgarp ülkesine kadar büyük Sahra *nın şimali boyunca giden büyük Atlas 'tan müteşekkil olduğu tasavvur ediliyordu, îkisi arasında, Fas ‘ta, orta Atlas tepeleri ile boydan boya kat'edilmiş, geniş bir yayla bulu­ nuyordu ( Ritter, Erdkunde, I, 889, 895 ). Ceza­ yir ‘in fransızlar tarafından İşgali memleketin İlmî istikşafını mümkün kıldı. Bu mesaî bugün Cezayir ve Tunus için, aşağı yukarı tamamlan­ mış vaziyettedir. Fas için, XIX. asrın ikinci ya­ rısında girişilen müteaddit araştırmalara rağ­ men, henüz bir takım noksanlar kalmıştır. Daha fazla tafsilât İçin Fas, Cezayir ve Tunus hakkındakİ makalelere müracaatı tavsiye ederek, burada, umumî mâhiyette, bâzı mülâhazalar ile iktifa ediyoruz. Atlas, Afrika’nın bütün şimâl-i garbisini kap­ layan vâsi bir îltiva sistemidir. Garptan şar­ ka kadar, takriben 2300 km, boyundadır ve



bîr çok kolları île 500.000 km2, 'den fazla bir saha kaplar. Cenupta, Ved Drâ'a ’mn Ved Cedi yataklarının ve Cezayir-Tunus cenubundaki Şott { göl } çanaklarının işgal ettiği bir sıra çukurluk sahası İle hudutlanmışiır; şimalde ise, Atlas dağları Akdeniz ’e kadar varır. Je­ ologlar Atlas ’ın teşekkülünü İtalya ’daki Apenin dağları ile Iber yarım adasındaki Betik silsilesinin zuhuru ile hemzaman addederler. Onlara göre, Atlas bu dağlardan, ancak nisbeten yeni bir devirde, ayrılmıştır. Bununla be­ raber, Cezayir-Tunus silsileleri üçüncü zaman­ da yükselmiş olduğu hâlde, asıl Fas silsilelerinin Çoktan teşekkül etmiş olduğu zannediliyor. Dördüncü zaman zarfında, bu dağlar çok şid­ detli bir itİkale uğramış, bu aşınmadan hu­ sule gelen döküntüler, müteaddit noktalarda, silsilelerin İskeletini bile örtmüş ve sistemin ilk şeklini, hissolunur bir derecede, değiştir­ miştir. Bu farkları nazar-ı itibara alarak, A t­ las sistemini, oldukça sarih bir şekilde, 3 grups ayırmak mümkündür: a. Fas silsileleri, i. şottîa: yaylası ve c. sâhil silsileleri. o. F a s s i l s i l e l e r i . Bunlar asıl Fas ‘ kaplar ve şimalî Afrika ’mn en yüksek tepele rini İhtiva eder. Bunlar 4 sıra meydana geti­ rirler : orta da yüksek Atlas, bunun şimalindi orta Atlas ve cenubunda da, Anti-Atlas v< nihayet Sahra-1 Kebir hududunda, Cebel Bâ ni. Cenub-i garbîden şimâl-i şarkîye doğrı uzanan bu muhtelif sıralar, birbirlerinden tû lânî vadiler ile ayrılmış olup, her biri de eşik­ ler veya arzânî silsileler ile parçalara bölün muştur. Fas ’m başlıca akar ' suları, şimalde Mulüya, Ved al-*Abid, cenupta Ved Süs ve Ved Drâ'a, buradan geçer. Yüksek Atlas bu silsilelerin en mühimidir; Atlas okyanusunda Gir burnundan Şott Tigri ye kadar, takriben 1000 km, bir mesafe üzerinde uzanır. Vasati irtifaı 3000 m. kadar olup, bâzı tepeleri daha yüksektir: Tiza 3390, Miltsin 3479 ve nihayel takriben 150 km. genişlikte olan Cebel Ayyaşin 4500 m. kadar yükselir. Bununla beraber, hiç bir yerde, cumûdiye veya daimî karlar mevcut değildir. Silsilenin en yüksek kısmı, Merâkeş şehrinin hemen cenubundadır; yerliler buna AdrSr-’n-Deren ismini verirler. Yüksek Atlas, aynı zamanda, Fas ile Sahray-i Kebîr rnmtakası arasında, hakîkî bir set teşkil eder. Bo­ ğazlar çok yüksek bir irtifada bulunduğun­ dan, geçilmesi güçtür; geçitlerin en işleği, Merrâkeş 'ten Süs ’a giden yolun geçtiği Bibâvn boğazı 1750 m. irtifaındadır ; diğerleri, dağların şark ucundakiler müstesna, 2000 m. 'den aşağıya düşmez ve hattâ Adrâr-’n-Deren ‘de 30^ m. 'ye yakın bir irtifaı muhafaza eder. Bundan dolayı, Sahara-yi Kebir 'in kurutucu rüzgârları, bu mâ-



S



ÂfLAS.



i ...... ..



|



: '----- '



' ------



- --



--------- M-



niayı aşamazlar; hâlbuki şimal mailesinde Atlas okyanusunun ratıp rüzgârları su buharım te­ kasüf ettirir' ve arap muharrirlerin, bilhassa İbn Haldun 'un da işaret ettiği, gör bir orman örtüsünün mevcudiyetine sebep olur. Bilhassa şark kısmında hâlâ iyi bilinmeyen orta Atlas, yüksek A tla s’m şimalinde, Demnat memleketinde Ved Tessaut’tan itibaren, Mulüya 'nin geçtiği gediğe kadar gider ve ilk önce, oldukça alçak ön tepeler ile muhat olup, Ved al-'Abİd boğazının ötesinde yeniden yükselir ve Umm al-Rabi'a’nm menbâlarına doğru, arızalı tek bir zirve hâlini alır ( Cebel AmhSvş). Orta Atlas ’m irtifaı hemen yüksek Atlas ’ınki kadar­ dır; boğazların irtifaı hiç bir yerde 1700 m.'den aşağı düşmez. Şu hâlde bu dağlar, aşılması güç bir set olup, her. iki yamacını kaplayan ve içinde arslan ve panter gibi yırtıcı hayvanlar bulunan ormanlar, geçmeği büsbütün güçleştirir. Fas ’ı Merakeş ‘e bağlayan ticaret yollan, garba doğ­ ru büyük bîr münhanî çizerek, dağların etrafını dolaşmağa mecbur kalır. Umm aî-Rabi'a menbâlarmm ötesinde, silsile kollara ayrılır. Ayrıca muhtelif dallara ayrılan en mühim kolu, Cebel Tamarakuyt, Cebel Esukt ve Reggu isimleri İle anılan zirveleri hâvidir ve Muİüya vadisi üze­ rinde, dik bir şekilde gelip, nihayet bulur; he­ men hemen asıl silsile kadar yüksek olan Ce­ bel Zayyân, Cebel Şiâta ve Cebel Varirets, şi­ maldeki kola aittirler. Garp ve şimâl-i garbiye doğru orta Atlas, bir takım basamaklar ile, Atlas okyanusunun yakınlarına kadar yayılarak, iner, Anti-Atlas, Atlantik civarından başlar ve Ce­ zayir hududunun yakınlarında Ved Gir mıntakasma kadar ( takriben 1000 km .) imtidat eder. Merâkeş ntshnneharının bîr az garbında, Cebel Sirua ( takriben 3300 m.) ’nın hâkim olduğu bîr dağ kolu ile, yüksek Atlas a bağlanır. AntiAtlas, kat’ettiği yolun en büyük kısmında, va­ satı irtifaı 2000 m. olan ve oldukça düz bir sırta mâliktir. Boğazları çok İse de, irtifâları 1500— 2000 m. arasında bulunmaktadır. Yamaç­ lar, Süs mmtakasmda, şimal mailesi müstesna, umumiyetle çıplaktır. Anti-Atlas ’ı 3 kısma ayırmak mümkiinkür 1 1, sahilden Aniî-Atlas ’ı yüksek Atlas ’a bağlayan dağ koluna kadar olan garbı kısım, 2. bu noktadan Ved Drâ'a ’nın, cenubs doğru akmak üzere, geçtiği yarmaya kadar olan merkezî kısım ve 3. Ved Drâ'a ’dan Ved Gir ’e kadar olan şarkî kısım, Garbî AntiAtlas, Ved Nün mmtakasını kaplayan ve Atlas okyanusunun hemen kıyısında nihayet bularak, muhtelif kollar salan başlıca iki silsileden mü­ rekkeptir. Merkezî Anti-Atlas daha çok basit bir yapıdadır, İki kere ka’im zaviye şeklînde



-



bükülen ve cenupta çok sarp yamaçlar, şimal­ de bilakis tatlı meyiller arzeden, yalnız bir tek pek dar dağ sırtından ibarettir. Şarkî AntiAtlas Ved Drâ'a ’mn ötesinde, bütün silsilenin en yüksek tepesi olan Cebel Sağro ’yu vücuda getirmek üzere, yükselir ve daha sonra alçala­ rak, ortasından Ved Ziz ’in geçtiği yarılmış ge­ niş bir yayla hâlinde genişler. Anti-Atlas *a muvazi olarak, 600 km, uzun­ luğunda, al-Feyya isminde, bîr ova ile ayrılmış olan Cebel Bani, tamamiyle çıplak siyah kum taşından müteşekkil, 1— 2 km. genişliğinde, ka­ yadan bir duvar, gibidir. Azamî irtifaı, orta kısmında 924 m. 'dir. Fakat etrafındaki araziden ancak 300 m. yüksektir. b. Ş o k l a r y a y l a s ı . Atlas sistemi, Berberîstan’m garbında, dağınık silsilelere ayrıldı­ ğı hâlde, bu mtalakanın ortasında bilakis irtifa ve genişliği, garptan şarka doğru azalan vâs; bir yayla hâlinde genişler. Yaylanın ortası biı az çukurlaşmış olup, sular burada kapalı hav­ zalarda (şo^, sebha) birikir. Bunlar Cezayû yüksek yaylalarıdır. Şimal ve cenupta bu yüksel ve kütlevî arazi, kenar dağlar ile kuşatılmıştı! şimalde, Teli-Atlasları, cenupta Sahra-Atlaslar. Her ikisi de, pek iyi bilinemeyen bir tarzda, Fs silsilelerine bağlanır. Teli-Atlası {yahut Akdi niz A tla sı), DebdÜ yaylası üzerinden, Mulüy vadisine kadar uzanır. Sahra Atlası, Kenadı havâlisinde, Anti-Atlas ’a bağlanır. Bu Cezayi silsileleri bir çok hususlarda Fas silsilelerinde farklıdırlar. Bunlar, en yüksek tepeleri şımâld 2000 m. ve cenupta 2390 m. ’yi geçmediğinde! daha az yüksektir ve nisbeten daha çok geçi verir. Bu dağları teşkil eden kütleler, yükse’ yaylalar ile hârİcdeki mmtakalar veya bizza bu yaylalar arasında irtibat temin eden geni gediklerle, bölünmüştür. Cezayir 'in hiç bir ye rinde dağlar Fas ’m muhtelif mmtakalarım biı birinden ayıran setler ile kıyas edilebilece manialar teşkil etmez. Nihayet iki kenar sils: leşi, muvazi bir istikamet tâkip etmeyip, yave yavaş birbirlerine yaklaşır. Constantine ey ak tinde nihayet birbirlerine karışır. Sahra Atlaı ’nın İltivaları Tell-Atlas iltivaları ile birleş: ve Cezayir’in bütün şiınâi-i şarkîsini ve Tunu ’un şimalini kaplar. Bu son ülkede silsileler, bi kısmi şarka ve diğerleri de şimâl-i şarkîye o! mak üzere, iki istikamete ayrılır. Mecer de b; iki grup arasında hudut teşkil eder. Şimal bo yunca m a n t a r ve z a n meşelerinden mu rekkep, heybetli ormanlar ile kaplı olan Hrumu dağlan, sonra Mogod tepeleri uzanır. Cenuptu Tunus ’uu bel kemiğini teşkil eden Üeugİtane dağları, Tunus körfezi yakınlarına kadar, geniş taraçalı zirveler ve kubbeler tevalisi hâlinde uzanır, Atlas ’ın vasati İrtifaı git-gîde azalır.



ATLAS. Hrumir dağları 1000 ra. 'den fazlaya çıkmaz ve Zeugitane silsilesinin en yüksek tepesi 1900 m. yi aşmaz. [ Bk. CEZAYİR ve TUNUS ]• e. S a h i l s i l s i l e l e r i . — Budağlar yalnız parçalar hâlinde ve sahil boyunca birbirinden ayrı massifler şeklînde görünürler kİ, bunların heyet-i mecmuasına, bâzı coğrafyacılar Sahel ( sahil) veya Rif f ( r i f ) derler. Bu silsileler, sistemin mütebaki kısmından, irtifaı 100 ra. 'nin fevkinde olmayan bir çukur saha ile ayrılmıştır kİ, bunun Fas ‘ta garbî ve merkezî Cezayir ’de nehir yatakları Ved înnauen ve Mulüya, Şelif, Summam vadileri v.s. bariz bir şekilde göster­ mektedir. Sahile muvazi olan bu vadiler Berberistan 'ra şarktan garba olan muvasalasını ko­ laylaştırır î aynı zamanda ticaret ve istilâlara tabiî yol vazifesini görür. Fakat Cezayir ‘in şar­ kında Şottlar yaylasının üçüncü zaman arazisi, sâhili dâhilden ayıran oluğu doldurmuş ve ha­ zan sahil dağ kütleleri ile Şottlar yaylasını ke­ nar silsilelerinden hemen hemen ayırt edileme­ yecek bir hâle getirmiştir. Bu sahil kütlelerinin başltcaları, Rif, Trâra, Cezayir Draha (zahra) ’sı ve büyük Kabiliye raassifleridir. Bunların ir­ tifalar! çok raütehavvİldir ve 400 m, ( Cezayir ve Oran sâhilleri) ile 2000 m. (Kabiliye) ara­ sında değişir. [ Bk. CEZAYİR ve FAS ]. Atlas şimalî Afrika nra çatısını teşkil ederse de, muhtelif kısımları, sistemin heyet-i umumiyesine kâbı!-i tatbik umumî vasıflar çıkarıla­ mayacak kadar, birbirinden farklıdır. Saydığı­ mız silsileler grubunun her birinin mümeyyiz vasfı ve hususî manzarası vardır. Yamaçlarını ormanların kapladığı yeşil meraların 1000. m. irtifaa kadar yükseldiği Fas Atlası ’rnn cesim kütleleri ile, Teli-Atlaslarının çıplak tepeleri ve sel yatakları ile yarılmış yamaçları yahut ayrı ayrı sıraları ancak seçilebilen Sahra A t­ lasları, birbirine hiç benzemez. Aynı grup dâ­ hilinde de, bu derece göze çarpan tezatlar var­ dır j msl. Cureura ’mn dişli zirveleri, Avrâs ’m dar ve derin boğazlar ile yarılmış yaylaları yahut orta Tunus *taki kabartılar birbirine benzetilemez. Atlas *m hidrografyast ve iklimî tesiri de, mratakalara göre, değişir. Senenin 9 ayında tepeleri karlar ile örtülü Fas A tla s ı’ndan İnen nehirler ile Tunus ve Cezayir vadilerinin yalnız isimleri birbirine benzer. İklim bahis mevzuu olduğu takdirde, Fas Atlası ’nın bu bakım­ dan oynadığı rolün merkez ve şark silsilelerindekinden çok daha mühim olduğu görülür. Yüksek Atlas, orta kısmında, Anti-Atlas ise, garp kısmında, şimalde kalan memleketleri çöl rüzgârlarına kapar. TeH-AtiasIarı Sahra Atlas­ ları gibi gedikler ile bolünmüş bulundukları ve irtifâlan da daha az olduğu İçin, keyfiyet burada böyle değildir. Bunun için Fas'ın Teli (sahil)



bölgesinin karakterleri, Cezayir T elli’ndekilere nazaran, çok daha barizdir; zirâ, Cezayir Telli ’nde, büyük Sahra 'nın iklimî tesirleri İle, bâzan sahile kadar kendini hissettirerek, denizin te­ sirlerine az çok karşı koyar. Bununla beraber Atlas *m heyet-i umumiyesinde, belki İktisadî ve etnografİk bakımdan, bâzı müşterek vasıflar bulmak mümkündür. Filhakika bîr taraftan, Atlas 'ta mühim mâden* ler bulunduğu görülmektedir; diğer taraftar bu dağlar ekseriyeti berberi olan ahali ile mes* kundur. Atlas ’ın, mâdenden yana, zengin oldu­ ğunda şüphe edilemez, Cezayir ve Tunus’un bir çok noktalarında, demir, bakır, simli kurşun, çinko v.s. tabakalarının mevcudiyeti tesbit olun­ muştur. Bu cevherlerin ve bütün şarkî ve mer­ kezî Mağrib 'e yayılmış olan fosfat mâdenleri­ nin İşletilmesi artık dünyanın başlıca mâder memleketleri arasına girmiş olan Tunus ve Ce­ zayir 'e parlak bir istikbâl temin edecek gtb' görülmektedir. Fas 'ta da bu mâdenler eksil; değildir. Daha XVI. asırda Leo Afrieanus bu­ rada demir, kurşun, gümüş ve antimon mâden ocaklarının mevcudiyetini kaydetmiştir. Bugün­ kü seyyahların İlk araştırmaları, Fas yer altı zenginliğinin şöhretini te'yit eder mâhiyette görünüyor. Etnografya bakımından ilk ahali, yayla ve ovalar mratakasradan ziyâde, Atlas 'ta daha iyi barınabilmiş gibi görünüyor. Fas 'ta ber­ beri unsur, sayı itibariyle, üstündür. Arap me­ deniyeti „ ve onunla birlikte Fas sultanlığının otoritesi dağların eteğinden öteye geçmemiştir. Atlas, Rif ve Beni İznâşen massifler indeki kabi­ leler, lisan ve âdetleri ile birlikte, Fas idare­ sine karşı hemen hemen tam bir istiklâl mu­ hafaza etmişlerdir. Cezayir’de Trâra, büyük Kabiliye, Avrâs ve bir dereceye kadar da Uarsenis ( Vanşeriş), Zakkar, küçük Kabiliye, Ce­ bel *Amür, Tunus 'ta Hrumir, Hilâli ( arap) istilâsının tesirlerinden masun kalmışlardır. Ora­ da dağlar berberîler için, arap müstevlilerine karşı aşağı yukarı nufuzu imkânsız bir sığınak teşkil etmiş ve lehçelerini, hususî âdetlerini ve avrupalılarra işgaline kadar olsun, siyasî istik­ lâl ve teşkilâtlarım muhafaza etmelerine imkân vermiştir. B i b l i y o g r a f y a : L, Çentil, Le Matoc pkysiçue ( Paris, 1912 ) ; G. Hardy ve J. CeIerier, Les grandes lignes de la geographie da Maroc ( Paris, 1933 ); ayn. mil,, Maroc ( Paris, 1931) ; E. F, Gautier, S iradar et de l'Algerie ( Paris, 1922 ); P. Russo, La struciare da plateau de 1‘Afrique mineure ( La g iographie, XL, 1923 ; XLI, 1926); R. Staub, Über Gliederung und Deuiung der Gebîrge Marokkos ( Eclogoe geoh kelrvetica, 1926 ) j



6



ATLAS A. Bernard, Algerie (Paris, 1929 ); aya, mil,, Afrique septentrionale et occideniale ( Geog. Üniverselle, XI, 1, Paris, 1937 ).— Diğer bib­ liyografya için bk. maddi, FAS, CEZAYİR, TU­ NUS, BEıRBERÎLER, AVRÂS.



( G . YVER.)



A T R A B U L U S . [ Bk, trabulus.] A T R E K . [ Bk, etrek.] A T S IZ . ATSIZ B. A bak ( A va k ), Malîkşâh amam uda yaşamış bir t ii r k e m î r İ d İ r. 463 (ioyi )'te, Ramla, Kudüs ve Askalan müstesna olmak üzere, bütün Filistin ’i Fâtîmîlerden al­ mıştır. Evvelce Şam ’t muhasara etmiş ise de, muvaffak olamamış; fakat civarına her sene skmlar yapa yapa, nihayet 468 (1075 ) 'de şehri sle geçirmiştir. 469 (1076 ) 'da Mısır 'a yaptığı ıefer muvaffakıyetsizlikle neticelenmiş ve bir caç sene sonra, kendisi de Şam 'da Fâtimîler tarafından muhasara edilmiştir. Malikşâh ‘m Su­ riye vâliliğine tâyin ettiği Tutuş, Şama'a yakaşırken, Fâtimîler muhasarayı kaldırarak, çe­ kmişlerse de, Tutuş, emîrin vücudunu kendisi jîn zararlı görerek, onu idam ettirmiştir. Sün­ eliler türkçe Atsız adım A k s ı z , hattâ başıa harf-i tarif koyarak, A 1 a k s i z şekline soktuşlardır. B i b l i y o g r a f y a : İbu aî-Asir ( nşr, Tornb.), X, 46, 68, 70, 72. A T S IZ . ATSIZ b . Mu^ammed b. A nüşSGÎN ( ? — 1156 ), Hvârizm ( H v â r i z m ş S h ) mîrlerindendir. Bu mevkii, selçukî sultanı Sanar ’a tâbi olmak üzere, kendi babasından, $21 eya 522 (1x27/1128) tarihinde, tevarüs etmiştir, füküm ve nüfuzunu temin için, ilk iş olarak, ~and ve Mangışlak ( türk. Min-^ışlak „bin kışla"; iazer denizi kıyısında) şehirlerini zaptetmiş ire Türkistan 'm içerlerine doğru bir sefer içmiştir. Bir az sonra istiklâlini ilân etmiş, fakat $33 (1 1 3 8 )'te Sancar tarafından Hazârısp'te mağlûp edilmiş ve memleketten kovulnuştur. Sancar, kendi yeğeni Sulaymân b. Vîuhammed'i Hârizmşâh olarak ilân etmiştin .?akat, ertesi sene, Hvârizm ahalisi Atsız ’ı geri yağırmışlar ve Sulaymân ’ı memleketten tardetnişlerdir. 535 senesi şevval ortasında ( mayıs 1141) Atsız, Sultan Sancar'a mutavaat göste­ rerek, sadakat yemini etmiş ise de, bir kaç ay sonra, Sancar'ın Kara-Hıtayİara karşı açtığı muharebede mağlûp olması ( 5 safer 536 = 9 eylül 1141) ve nufuz ve iktidarının sarsılması üzerine Atsız yeminini bozmuştur. Aynı se­ nenin son baharında Atsız kuvvetli bir ordu­ nun başında, Horasan a gitmiş ve Merv 'i zaptetmiştİr; ertesi senenin ilk baharında, Nişapur kendisine teslim olmuştur; fakat hemen aka­ binde, Sancar 'm karşısında, memleketi tahliye­ ye mecbur kalmıştır. 538 (1143/1144) 'de Hvâfizm dâhilinde bir hücuma uğramış ve Sultan



- ATTÂR. 'ın metbuîyetmİ yeniden tanımağa mecbur ol­ muştur. Bir az sonra, Atsız üçüncü defa isyan etmiş ve sultanın elçisi şâir Adib Şâbir ’i Amu nehrine attırmışhr, 542 senesi ceraazîyelâhırın» da ( teşrin H. 1147), Sancar H^arizm üzerine üçüncü seferini tertip etmiş, İki ay muhasaradan sonra Hazârasp şehrini almış ve Gurgânc Önü­ ne gelmiştir; Atsız sultana mutavaat etmiş ve Sancar ile yaptığı bir mülakatta ( muharrem 543== mayıs — haziran 1148) ona karşı küstah­ ça idare-ı kelâm etmiş olmasına rağmen, mev­ kiinde ipka edilmiştir. Sancar 548 (1153 ) 'de, Guzz’lar tarafından esir edilmiştir. Atsız yeniden Horasan’ı istilâya hazırlanmış ise de, bu defa metbuunun sâdık tebaası ve müdafii gibi ha­ reket etmiştir. Amu ( bugün Ç arcüy) adını taşıyan mühim şehrin kendisine bırakılmasını istemiş, fakat isteği yerine getirilmemiştir. Esaretten kaçmağa muvaffak olan sultana, sa­ dakatini te'yit için, 551 (1156 ) ’de Nasâ şehri önünde kendini göstermiş, fakat aynı senenin 9 cemaziyelahırmda (30 temmuz) Habüşân ( bugün Kuçân) kasabasında, 59 yaşında oldu­ ğu hâlde vefat etmiştir. B i b l i y o g r a f y a .1 C-uvaynı, ia rm -ı cîhân-guşây ve ondan iktibasen Mirhvând ( nşr Defremery, Paris. 1842 )-, İbn al-Aşir ( ibn al-Aşir ve Mirhvgnd bugün mevcudu j katmamış olan Abu ’l-Hasan Bayhaki ’nin j Maşârib aLtacârib adlı eserinden bilhassa I istifade etmişlerdir ); Râvandi ( Nouveaux melanges orientauxi Paris 1886); Recueil des textes relatifs â l’histoire des Seldjoucides, II ( nşr. Houtsoıa ); Atsız ile Sancar arasın­ daki muharebeler hakkında iki mu hası mın resmî vesikaları için bk Barthold Turkestan ■ dovm to tke Mongol Invasion London, 1928 ( Petersburg şark dilleri enstitüsünde bir yazmadan naklen ). ( W . BARTHOLD ) ‘Â T T Â B İ [B k. ÂrrÂBÎ.] A T T Â B Î. ‘A TTÂ BÎ ( a .), ‘A ttâb'dan müş­ tak isim; bu isme izafeten Bagdad ’m bir ma­ hallesine al-cAttöbiya adı verilmiştir. Burada îmâl olunan bîr nevi canfes (ta fta ) de ‘attâbi ismini almıştır. Bu İsim, muhtelif şekiller al­ tında, Avrupa lisanlarına geçmiştir ( franstzca tabîs, İngilizce taby, İspanyol, portekiz ve İtal­ yanca tabi, felemenkce tabyn. Krş. Dozy, Sup* plementsf), ‘A T T Â R . [ Bk. ATTÂR.] A T T Â R . a l -*ATTÂR ( a .; < Vfr »güzel koku*), ı t r i y a t ve i î â c gibi kullanılan maddeler s a t a n l a r a verilen addır. Tıbbî yazılarda bu îsîm, al-saydalâni gibi, umumi­ yetle ilâç satanlar hakkında kullanılır. Attâr ( »aktar* ) ’lık şarkta pek ziyâde yayılmıştır. Bundan dolayı âlimlerde, şâirlerde v.S., bu ke-



ATTÂR.



t ...........................



ilmeye, lâkap olarak, sık sık rastlanır. Attârlar, aynı zamanda bîr az hekimlik de ederler ve el'an bâzı müslüman şark memleketlerinde has­ talar için ilâç tertip ve İhzar ederler. Aî-Birüni [ b. bk.], Kitâb al-şaydala ’de kadîm arap devrinde, attârın nasıl olup da yavaş yavaş eczacı ve hekim olduğunu etraflı surette tarif eder (bk. Max Meyerhof, Quellen und Siudien ı . Gesch. d. Naturwiss, u. d, Medizin, III/ ın, Berlin, 1932, s. 29— 34: Bas Vorıvort zar Drogenkunde des Berm ıi ), ( M. MEYERHOF.) A T T Â R . 'ATTÂR Farîd ab Dîn Muhammed b. Abi Bekr İbrahim, (1119?— 1193?), iranlı ş â i r ve mu t a s a v v ı f . Doğum ve vefat tarihleri, kat’î olarak, tâyin edilememektedir. Davlatşâb ( T azlarat al-şuara, nşr. E. J. Brown, s. 187 ) ’a göre, 513 (1119 ) ’te doğmuştur. Ve­ fatı 589 ile 633 (1193— 1234) seneleri ara­ sında tehalüf etmektedir (bk. Mirza Muhammed Çazvini, Tazkirat al-awUyci\ mukaddime, s. a ). Mirza Muhammed Kazviai, bâzı müta­ lâalardan sonra, 'A ttâ r ’ın Ğ18 ( i 2 2 i ) ’de he­ nüz hayatta bulunduğunu istidlal etmektedir kİ, şu iki delile dayanmaktadır: ‘A vfi, takriben 617 (1220) ’de yazmış olduğu Lubâb al-albâb ’da, 'A ttâr ’dan bahsederken, Ölmüş olduğuna dâir hiç bir îmada bulunmaz. Bundan maada 'A t­ târ, Mazkar al- acaib adlı eserinde, 618 (1221) ’de vefat etmiş olan Nacm al-Din al-Kubrâ’ ’dan bahsederken, „»Ujl j' öU>- j* #aj*f diyor. Buradaki büde kelimesi ise, mazi İsm-İ faili ol­ duğundan, artık Nacm al-Din 'in hayatta olma­ dığına delâlet etmektedir ( bk. Mirza Muham­ med Kazvini, göst. yer., s. 3-.), Fakat bu iki delil de meseleyi kat'î bîr tarzrla halletmemektedir. ‘A vfi ’nin sözleri çok müphemdir ve 'A t­ târ 'ın Mazkar al-acffib 'inde kullandığı büde kelimesinin, kendisinin, lisanı gelişi güzel kul­ lanmak itiyadından dolayı, mutlaka maziye âit olup olmadığı kestirilemez. Bundan başka Maçhar al-'acaib 'in bir nüshasında ( Nuruosmaniye kutup., nr. 4199 mükerrer) iki beyit vardır ki, bunda 'Attâr ba kitabı 584 (1x88)’te te’lİf ettiğini ve o vakit yaşının 10* 'Hen fazla oldu­ ğunu söyler. Şâir Malkar al-acdib ‘1 kak ihtiyarlığında yazmış ve ondan sonra yal­ nız bîr tek eser, yâni Lisân al-ğayb ’ı kaleme almıştır. 100 yaşmı geçtiğini söylemesi müba­ lâğadan hâlî değilse de, her hâlde yukarıdaki ikî beyitten ‘Attâr ’m 584 (1188 ) senesinde çok ihtiyar olduğu anlaşılabilir. Eğer Davlatşâh ’ın verdiği doğum tarihinin (513=11119) doğru olduğunu kabûl edersek, 'Attâr ’ın 584 ( n88 ) ’te 71 yaşında olduğu anlaşılır. Yine bu sene­ den sonra yalnız bir tek eser yazmış olduğu nazar-t itibara alınırsa, rivayet edilen muhtelif vefat tarihlerinden 589 (1193) senesi hakikate



daha yakın görünür ki, bu hâlde 'At^Sr 76 ya­ şında ölmüş demektir. Hâlbuki Davlatşâh *ın hesabına göre, ‘Attâr 114 yaşında Ölmüştür ki, bu rakam tamamîyle gayr-İ mümkün olmamakla beraber, pek de tabiî değildir. 'Attâr, kendi sözüne göre, Nişapur 'da doğ­ muştur (bk. Mirza Muhammed Ifazvıni, s. £_); fakat şehrin içindemi, yoksa civardaki köylerindemi doğduğu belli olmayıp, bu hususta muhtelif rivayetler vardır. Şâirin doğum yeri olarak, Davlatşâh, Nişapur ’a tâbi Katkan ’i, Mâcâlis at-uşşak sahibi ise, 21. meclisinde, Ni­ şapur civarındaki Kandişnân *1 göstermektedir. Kendisi, Malkar al-actfib ’in bir kaç beyitinde, çocukluğunun Tün ( bk. Yâküt, Mu cam al-buldân, î, 900) ’da geçtiğini tasrih etmekte, başka bir beyitte, çocuk İken, orada hastalan­ mış ve kendinden geçmişken, hazret-i 'Ali ’nin, yanma gelerek, kendini okşadığını söylemek­ tedir. ‘Attâr ’m nasıl yetiştiğinden bahseden Dav­ latşâh, şâirin babası İbrahim ’in KfuÇb al-Din Haydar’m müridi olduğunu ve kendisinin de ondan feyiz aldığım ve onun için Haydar-nâme ’yi yazdığını söyler. Bu Kutb al-Din h a y ­ dar, Davlatşâh’a göre, meczûb olup, a b d a l ’dan sayılırdı. Babası türk hanları neslinden Şahvar isminde bir zat imiş ; 597 (1200) yahut 604 (1207 ) ’te ölmüşmüş. Ahmed Râzî ’nin Hafi iklim ( Ethe, Caialogue of ihe Persian Mss. in the India Office, I, 447 ) ’inde ise, Haydar ’m moğullarm istilâsını önceden haber verdikten sonra, 6x8 (1221) ’de gaiplere karıştığı söylen­ mektedir, ÇuÇb al-Din Haydar eğer hakikaten KîLreuJÜon



ta r ih le r in



k ir in d e



v e fa t



e tm iş İ»e,



'Attâr ile takriben aynı yaşta olması İcap eder ki, buna nazaran 'A ttâr ’m babasının ona mürid olması bir az garip görünmektedir. ‘Attâr ’m bir ffaydar-nöme yazdığı, Lisân al-ğayb ’ındakı bir sözü ile, te’yit edilmiş ise de, Ku$b al-Din Haydar ’ın ismine, eserlerinde şimdiye kadar rast gelinmemiştir. Başlıca eserlerinde 'A ttâr sünnî görünmekte ve h u l â f â - i r â ş i d î n i de methetmektedir. j İhtiyarlıkta Malkar al-^acaib 'den itibaren şi'îfrğto’1 “ har ediyor (bk. Mirza Muhammed Kaz­ vini, s. ($ v.d.) ve ‘Ali 'nın muhabbetini gençli­ ğinden beri kalbinde tuttuğuna “Üylüyoı1. Si’îliğe olan bu meyli, ihtiyarlığında başma gelen bir faciaya sebep oldu. ‘Attâr ’m »Samarkandi“ diye andığı sünnî bir müfti, Mazkar al'acaib adlı kitabın intişarı üzerine, aleyhinde bir fetva vermiş ve bu kitabı yaktırmıştır. Bu hâdise esnasında ‘Attâr ’m evi yağma edildi ve kendisi Mekke 'ye kaçmağa mecbur oldu; son eseri olan Lisân al-ğayb ’ı orada yazdı. ‘Attâr, bu fetvanın sebebinin şi’îliğe olan meylinden



8



ATTAR.



İlerî geldiğim iddia ediyorsa da, Maçhar al'acS’/A ’de ismi söylenmeyen bir müfti ve umu­ miyetle iurkîer aleyhinde parçalar vardır (bk.. H. Ritter, Der İslam, XXV, 141 v.d.). Eserlerinin muhtelif yerlerinden onun hakîka­ ten bir ‘ a t t a r (,,eczacı") yahut tabip mes­ leğinde olduğu anlaşılmaktadır. Bir yerde d a r ü - h a n e ‘sinden, bir yerde de bir hastaya çağrıldığından veya bir hastayı tedavi ettiğin­ den bahseder. Aynı zamanda gençliğinden beri sûfîlere karşı büyük bir muhabbeti vardı. Fa­ kat sû filerden bahsetme tarzından, onun bir tarîkate mensup olmayıp, bir tasavvuf muhibbi olduğu anlaşılıyor. Sûfilerle sohbet etmeği çok sevdiğinden, onların esrarına vâkıf olmuştur. Fa­ kat işittiği sözlerden ziyâde okuduğu eserlerin tesiri altında kalmıştır. Bizzat kendisi, enbiya ve evliya hakkında, 1000 kitap okunduğunu ve 39 sene kadar sufî şiir ve hikayelerini topla­ makla meşgul olduğunu İddia eder. Her ne ka­ dar bu iddia mübalâğalı görülebilirse de, eser­ leri kısas-ı enbiya, sufî hikâye ve teracim-i ahvâlini ziyadesiyle okumuş olduğunu gösterir. Eserlerinde bulunan hikâyelerin bir kısmı, sufî vaizlerin va'z meclislerinde misâl olarak anlat­ tıkları dokunaklı hikâyelerin nazın edilmiş şek­ linden başka bir şey değildir. Ahmed Ğa2âli ’nin va'z hikâyelerinin hepsi 'AttSr ’m kitap­ larından mevcuddur. *Attâr ’m eserlerinden, geçirmiş olduğu ruhî istihaleler, vazıh bir şekilde görülmektedir ki, bu, İran şâirlerinde çok nâdir bir hâldir. Bu nok­ tadan eserleri, üslup bakımından da birbirinden farklı olmak üzere, üç devreye ayrılabilir. B iv i n c i devrede, bütün sür ve edebî san’atlara hâkim, üstad bir hikayeci olarak görünür. Ç e r ­ ç e v e hikâyeli mesnevilerinde sayısız mikdarda küçük hikâyeleri, vazıh bir plâna görş, çerçeve hikâyesi içine yerleştirmekte, tasavvuf» mâna­ ları hikâye ile te'lif etmekte büyük bir maharet gösterir, i k i n c i devrede, plân ve tertip gevşemeğe başlıyor. Edebî sanatlardan biri, aynı kelimenin muttasıla» beyit veya mısra başında tekrarı ( takrir, anaphore), birden bire zuhûr ediyor ve belki dünya edebiyatında hiç görülme­ miş derecede çok sık kullanılıyor. Ay*»« sözler, sükûnet bulmayan bir heyecan İle, birbiri arka­ sından hâşan 100 'den fazla bey İtin başında tekrar edilir. Şâir bâzan pantheiste duygular ile mest ve bâzan İlâhî küii ile birleşmek işti­ yakı ile dolu gibi görünür. Bu devreyi üçüncü, yâni ihtiyarlık devri, takip ediyor. Şâirin kuv­ veti sönmüştür; plân ve tertipten artık hiç bir iz görülmüyor. Bu devre âit eserlerden bazıla­ rının merkezinde, hemen hemen ilâhlaşmış bir hâlde, ‘A li ’nin şahsiyeti görülür. Şâir kendi­ sinden ve kendi eserlerinden çok fazla bahseder.



Bu eserlerde görülen tertipsizlik ve ıtnap, okuyu­ cu için, çok sıkıcı ve bıkkınlık vericidir. *Attâr te'lif ettiği kitapların isimlerini bâzı eserlerinde zikrettiğinden, eserlerinin kronolojik tertibi, takribi bir tarzda, tesbit edilebilir. Üslû­ bun inkişafı da nazar-ı itibara alınırsa, eserlerini yukarıda bahsedilmiş olan üç devreye taksim etmek mümkündür. Bunların takribi kronolojik tertibi şudur s 1. Idaydar-nâme ( bugün ortade yoktur), 2. Dîvân, 3, Cavâhir-nâme, 4. Şarh al-kalb ( son iki kitap, şâir tarafından, son­ radan imha edilmiştir), 5. Husrav-nâme (ilk te’l i f ; bu eser elimizde yoktur), 6. Asrâr-nâme, 7. Mantık al-\ayr, 8. Muşibat-nâme, 9. Muhtâr-nüme, 10. îlâht-nâme, n , Husrav-nâmt ( ikinci te'lif ), 12. Bulbul-nâme, 13. Pand-nâme{ 14. Tazkirat al-avliya, 15, Mırâc-nâme, 16, Cumcuma-nâme ( bu son beş eserin kronolojik sırası pek vazıh değildir), t?. Vuşlat-nümt ( kronolojik sırası kat’î değildir ), 18. Uştnr-na­ me, 19. Cavhar al-zât, 20. Haylâc-nâme, 21, Besar-name, 22. Maçhar al-acaib, 23. Lisân, al-ğaybt Bunlardan maada bir takım şüpheli eserler vardır kİ, İsimleri 'A jtâ r ’ııı eserlerindi zikredilmemektedir: Hafi vadi, HayyâprıSms Vaşîyat-nâme, Kanz al-hafcâ'ik, Kanz al-asrSr îhvân al-şafü\ Valad-nâme, Miftâh al-fuiv^ 'A ttâ r'a âit olduğu ş ü p h e s i z olan eserler: Husrav-nâme yahut Gul-u Husrav, mesnâ\tarzında, dünyevî bir aşk romanıdır ki, mevzu “ milâdî ilk asırdaki hellenistik romanları andıra yor. Rum Kayserinin bir câriyeden doğan oğlı Husrav ile Hüzistân şahmın kızı Gul ‘ün mac' rasını anlatır. Bu eser 1295 ’te Luknow ’da W f silmiştir. Münderecatı için bk. H. Ritter, D« İslam, XXV, 141 v.dd. j Divâny gazelleri ihtiva eder ve mesnevi­ lerindeki tasavvufî fikirleri, lirik bîr tarzda, ifade eder. Muhtâr-nâme, mevzulara göre, tertip edil­ miş bir rubâî mecmuasıdır. Bize kadar gelmiş olan rubâî mecmualarının da en eskisidir. Bu eser Sultan Selim II. ( 0 7 4 — 9^2 = 1566— 1$74 ) için, meçhul hl» mütercim tarafından, türkçeye t$, Ulâd ‘Abdi ’de 13, Beni F erâ’da 16, ‘Âmâmra arazisinde 16 ve Beni Bu Sliman topraklarında ise, 17 ’yi bulur. Avrâs halkı mütecanis değildir. Âna unsuru teşkil eden berberîlere, bilâhare diğer unsurlar da karışmıştır î evvelâ romalı ve bizansh ko­ lonların ahfadı, ondan sonra Vahdal müstevli­ leri, en nihayet de - araplar. Berberî unsur hâ­ len de, bilhassa dağlık ve zor erişilebilir hava­ lide, ekseriyeti teşkil etmeleri itibariyle, içle­ rinde en mühimidir. Diğer taraftan, vadilerde ve Sahra yakınlarında arap unsuru dikkate şa­ yandır. Arap veya araplık iddia eden —■ ki, bun­ lar ekseriyet itibariyle berberîler ile karışmış­ lardır— .kabileler meyanmda şunlar zikredile­ bilir : Biskra havalisinden muhaceret etmiş olan veya oradakilerin başka bir şubesi bulunan al-Ahzar Hal f uya, Bibân havalisinden gelmiş olan Ulâd Fedahİa, Beni-Suik vahalarına yerleş­ miş ola Ulâd Ziyan, XVI. asırda Sâkiyat alHamrâ "dan hicret etmiş oldukları rivayet olunursa da, hakikatte arapça konuşan berberî­ ler den ibaret olan ve Ved ‘A b d i’nin aşağı taraflarında oturan Cem ora ve Branes, Hilâli neslinden geldiklerini iddia eden Ulâd ‘Abdi ve Ulâd Dâ’ûd. Rivayete göre, bu son iki gruba Roma kolonlarının ahfadı da katılmış olduğun­ dan, kendilerine Rümâniya adım verirler. Bun­ lardan ilki, Ved ‘Abdi ’nin yukarı kısmına, İkin­ cisi de, Ucana berberîierini yerlerinden çıkar­ dıktan sonra, Ved al-Abyaâ vadisine yerleşmiş­ lerdir. Bunlardan başka, ‘Amamra 'nıa bir kolu olan Beni Slimân ile, A bunar Haddu ‘daki Şörfa ve Serâlma ’iar da arap ahfadından olduklarını iddia ederler. Bununla beraber berberîler ekseriyeti teşkil ettiklerinden, Avrâs ahalîsi, çehreleri bakımın­ dan, umumiyetle berberîlere benzer. Bu berbe­ rîler, kendilerine Kebail ( İfâbİlîîer) ismini ver­ mekte iseler de, araplar bunlara, koyun ( ş 5 ’ ) kelimesinden atarak, Şâviya demektedirler; bu tâbir arap darb-ı meselinde, istihfaf İçin kullanıl­ mış olsa gerektir, çünkü bu arap meseli ile, Şâviya ’lerin kafalarında beyin yerine et oldu­ ğuna İşaret edilmektedir. Beden itibariyle bun­ lar, şüphesiz, muhtelif ırklara mensup efradın kendi aralarında çok karışmış olmalarından do­ layı, yeknasak bir tip arzetmezler, Bunup??



26



AVRAS.



beraber, avrâs] ılar arasında sarı saçlı ve mâvi gözlü kimseler, diğer berber memleketlerindekinden daha fazladır ve nüfusun sekizde birini teşkil etmektedir. Şaviya, »hakba3ilîs" (kabile dili V tesmiye ettikleri bîr berberi lehçesi kul­ lanmaktadır. Büyük Klâbüîye balkının kullandığı lehçelere mensup olmakla beraber, bu dil, di­ ğerlerinden o kadar farklıdır kİ, bir şâvîyalı, a si. zavâyalı ile anlaşamaz. G. Mercıer 'ye göre, Şâviya dili, daha ziyade, avrâslüar gibi zenatalardan olan, Varseni ( Vânşerış ) lehçesine yak­ laşır, Avrâs lehçesine girmiş olan bir çok keli­ melerin, lâtîn aslından gelmekte oldukları ko­ layca görülebilir, msl. urşo (hortus) ,.bahçe", kerruş ( quercus ) »meşe" v.s. Muhtelif vadi sâ­ kinlerinin lehçeleri arasında da, telâffuz ve lü­ gat itibariyle, çok bariz farklar mevcut oldu­ ğundan, bunlar iki gruba ayrılabiliri 1. Avrâs ’m şark kısmında Zenâtıya lehçesi, 2. diğer kı­ sımlarında da Tamaziğt lehçesi. Şâvîyalıîar, her ne kadar arap istilâsının ilk zamanlarından itibaren ihtida etmişlerse de, Avrâs sâkinlerinin, sıra ile, kabul etmiş olduk­ ları dinlerin ( putperestlik, yahndîlik, katoliklik, donatism *= râfızî bir hıristîyan mezhebi) izle­ rini hâlâ muhafaza etmektedirler. Meselâ haç veya a ve a harfleri şeklînde döğme yapmak, mukaddes bilinen yerlerde kurban kesmek, yek* pâre taşlardan yapılmış âbideler ( megalitîk âbideler) karşısında yemin etmek ve senenin muayyen bâzı mevsimlerinde bayramlar yapmak âdetleri, bu suretle izah edilebilir. Bu cümleden olarak, Ulâd 'Abdi kabilesinde, ilk baharda, hıristiyanların b e r e k e t duası alayını andıran, bir Syîn alayı yapılır ve bunu tâkiben de, iki gün şenlikler ve danslar tertip olunur. Bunun gibi, son baharın başlangıcında, hasat ve harman vesilesi İle, büyük şenlik yapılır ve nihayet yılbaşı günü ( bU in i), şarkılar, danslar ve dinî törenler ile tes’id olunur. Bundan başka şâvi­ yalar, müslüman takvimi yerine, julian takvi­ mini kullanmakta berdevamdır. Seneleri 365 günlüktür; ayların isimleri ( zhennâr— teşrin II., furür — şubat v.s.) eski lâtınce isimlere teka­ bül eder. Yalnız hafta günlerinin isimleri arapçadan alınmadır. Mazinin bu kalıntıları şâviya ’ları islâmiyete sımsıkı bağlanmaktan ve lç.âbi~ lîler gibi, dinî tarikatlere girmekten alıkoymamıştır. Merkezi Ahmar Haddu ’nun eteğinde kâin Timermâsin zaviyesi olan Rahmâniya ta­ rikatıma âzası 2500, Avrâs ‘tâki Şâziliya mnkiîer aş. yk. 200o, Habbâb ’ınkiler de 500 veya 600 kişidirler. Menâ'a zaviyesinin sahipleri olan Bü ‘Abbâs âilesine bağlı Çâdiri *Iere her yerde rastgelinir, Fransız istilâsından sonra, Avras *ta vu­ kua gelen isyanlar hep bu tarikatların tahrikatı neticesidir. Buna mukabil bu tasavvuf? tarikat­



lar, müntesipîerinin ahlâkım hiç bir yecihle yük­ seltmiş değildir. Avrâs ’ta hüküm süren ahlâk telâkkisi pek gevşektir. Boşanmalar pek sıktır (Ved al-'Abdi havâlisinde senede 500 ilâ 600 vakıa). Fahişeler ve ’azrialar (boşanmış kadın) pek boldur. Bâzı mahaller, bilhassa Menâ'a, zevk ve sefa yeri olarak, bütün, havalide, şöhret bulmuştur. Arap istilası sırasında Avrâs *ta büyük Zenâta âilesine mensup olan berber? kabileleri ( Avraba, Cerâva ) oturmakta idi. Bütün bıı kabi­ leler dağlarda istiklâllerini muhafaza etmişlerdir. Romalılardan ve vandaîlardan sonra, bîzanslılar, berberîîer, Avrâs ’m cenup yamaçlarına bîr şıra İstihkâm (Lambaesis, BağaT, Mascula) yaptı­ rarak, onları imparatorluk topraklarından-uzak­ ta tutmakla iktifa eylemişlerdir. Fakat arapİarm ilerlemeleri, berberîîer ile eski hasımdan arasında bir yaklaşma husûle getirmiş gibi gö­ züküyor. ‘Oîjrba Mağrib *e girdiği sırada, berberîler, bîzanslılar ile birleşerek, kendisine Bağaî ve Lambaesis önlerinde o kadar zayiat verdirmişlerdir ki, 'O^bâ bunların memleketinde daha ziyade ilerlemekten vaz geçmek mecbu­ riyetinde kalmıştır. Büyük seferinden garba avdeti esnasında, A vrâs‘a bîr keşif yürüyüşü yapmakla iktifa eylemiş İse de, Avras yakın­ larındaki Tehuda 'da ölmüştür. Anlaşıldığına gö­ re, Avrâs kabileleri, bu münasebetle Kusayla ’mn kumandası altmda bulunan diğer berber? kabilelerle, çıkaracakları isyanda müştereken hareket etmek üzere, birleşerek, Kusayla ’yı kendilerine baş tâyin eylemişlerdir. Kusayla kıraüığı Zuhayr b. Kays tarafından yıkıldıktan sonra, Avrâs, mağlûplara sığınak ve müsîümaniara karşı gösterilen mukavemete merkez ol­ muştur, Ancak VIH. asrm başlangıcında, Hassan b. al-Nu'mân ’m valiliği esnasında, Cerâva kıral İçesi Kâhina [ b. bk.] efsanelerinde bahsedi­ len kanlı harplerden sonra, halkın mukavemeti kat*? olarak kırıiabilmİştir. Bu harplerde Avra­ ba '1ar ile Cerâva ’lar hemen tamamiyle imha edilmiş, bunların yerlerine, Trabulus’tan ve ce­ nubî İfrîlfiya ’den gelen Hovara ve Lovâta berberîleri Avras a yerleşmişlerdir. Bütün bu yerli kabileler, arzuları ile veya zorla, ihtida etti­ rilmişler, fakat dâima V lll. asırdaki ibâ&iiik ve X. asırdaki nakkâriîik gibi, ehl-i sünnet akide­ lerine muhalif olan mezhepleri kabulde göster­ dikleri hâhîşle, kanaat ve istiklâllerini muhafaza eylemişlerdir. ‘Ubayd Allah tarafından tesis edilmiş olan Fâtimî [ b. bk.] hanedanım muvak­ katen tehlikeye düşüren isyanın ( 934— 947 ) müşevviki Abu Yazid Muhlad b. Kaydâd [ b, bk.], »eşekli adam“, dahi Avrâs ’ian çıkmıştır. XI. asırdaki hilâli istilâsı, Avrâs 'ın etnografik manzarasını dağiştirmiştir, Asbec ’ierin bir kolu



AVÇAS, iwiafî"f'ıifoı^ı»ı iı



olan Durayd ’ler, şimaldeki yamaçlara yerleşmiş­ ler, sonra cenuba doğru ilerleyerek, ÇfovSra nin bir kısmım arapîaştırmışlardır.. Mamafih müs­ tevlilerin büyük bir- kısmı, dağların içersine giremeyerek kenarda kalmış ve araplarm bir mikdarı, yerliler ile karışarak, berberîleşmişlerdir, İstiklâllerini korumağa ve Constantine eyale­ tinin yeni sâbipleri olan Hafşi ’lerin hâkimiyetin­ den maşım kalmağa muvaffak olmakla beraber, Avras ahalisi, müteakip asırlarda; Mağrib tari­ hinde bir rol oynamamışlardır. Daha sonraki tiîrk hâkimiyeti de bu vaziyette bir değişiklik yap­ mamıştır. X V I.;asırdan itibaren lürkler Biskra ’da bir garnizon bulundurmuşlarsa da, ancak -XVIII. asırdan itibaren, Avrâs havâlisinde kendi siyasetlerini güdecek reisler intihabı hususun­ da, teşebbüse geçmişlerdir. Bu. reislerin birincisi, seyyah Peyssonnel ’in ifadesine nazaran, 1725 ’te bütün kabileler tarafından tanman ve Avrâs şeyhi unvanım alan Zedira b. Muhammed Bü Z iy â f’tır. Mamafih bu reislerin ve bunların istinatgahı olan Constantine beylerinin nufuzu dâima kararsız kalmıştır. M sl.;Ulâd. Dâ’üd da­ imî surette, vergi toplamakla mükellef olan türk askerlerinin memleketlerine girmelerine mümanaat, Uîad ‘Abdi İse, yalnız Biskra gar­ nizonunu tebdile giden kıt'alann toprakların­ dan geçmelerine muvafakat etmekte idiler. Be­ ni Ucâna ile 'Amamra, hiç durmadan, Cons­ tantine beylerine karşı isyanlar çıkarmakta idi­ ler. Beylerden sonuncusu olan Ahmed, 1834 'te, bunlara karşı bir sefer açmağa mecbûr kalmıştı, Fransız istilâsına kadar Avras kabileleri, istiklâlleri ile beraber, Kâbilîye haikmtnkİni andıran, siyasî teşkilâtlarım muhafaza etmiş­ lerdir, Bu kabileler, hiç bir zaman büyük bir devlet kurmağa muvaffak olamamışlardır. Bunun sebebi ise, Cureura'daki berber kabilelerinin yaptıkları gibi, muhtelif k&bîleleri birbirlerine bağlayarak bir federasyon kurmağa hîç bir zaman muvaffak olamamalarıdır. Teşkilâtlarının esasım, dâima cemaatler (cam e'a) vasıtası ile idare olunan, köyler teşkil ediyordu. Mamafih bu köylerin teşkilâtı kabillerde olduğundan da­ ha iptidaî idi. Çünkü, dâhillerde camâ'a, veri­ len kararları icra için salâhiyet sahibi bir reis ( amîn) seçtiği hâlde, Avrâs 'tâki camâ'a, ka­ rarların icrasını, cesareti ve kuvveti ile tema­ yüz eden her hangi bir şahsa ( kobci) bırak­ makla iktifa eylemekte idi. Teşri işleri çok daha az tekâmül etmiş ve kanun ( &5 n5 n ), yâni muh­ telif suçlara verilecek cezaların cedveii, daha muhtasar bir şekilde tertip edilmişti. Bu fark­ larla beraber, gabili ve Avrâs müesseseler! arasında, bir çok benzerlikler vardır t aynı ay­ rılık ruhu, köyler ve köyler içerisindeki hîzib*cr (şof) arasında aynı düşmanlık ve bundan



rî^'^Tıyı^f^afajı



çıkan kanlı mücadeleler her iki tarafta da gö­ rülmektedir. Msl, Ulâd ‘Abdi tlıf.Ulâd Dâ’ûd kabilelerinde her koy, her birinin başında bir reisi ( amoJçrân, amğâr ) bulunan, 4 hasım hizbe ayrılmıştı. Hattâ meskûn yerlerin topografik va­ ziyetleri; ve bunların müdafaası için alman ted­ birler, her kabilenin en yakın komşusuna en kö­ tü düşmanı gözü ile baktığım isbata kâfidir Avrâs tarihi hakkında Öğrenilebilecek diğer.'taf­ silât, kabileler arasındaki daimî kanlı çarpışma­ lar ile, köylerdeki sonsuz kavgalara inhisar et­ mektedir. Zühd ve tekvalari veya cengâverlikler' dolayıstyle, nufuz kazanmış olan bir takım aile­ ler, bu rekabetlerden istifade etmişlerdir4 msl B 5 Aokkaz (‘Ofekâz) *lar, Beni GanaH ( G ana) 'lar ile Timermâsin, Hânga Sidi ’l-Nâci ve Me­ nâ'a 'dafei büyük zaviyelerin şeyhleri bunlardı 1 Fransız işgâli bu vaziyete nihayet vermiştiı Constantine zaptedilir edilmez (1837 ), sabi! b e y ile diğer gayr-i memnunlara ilticagâb biz metini gören Avrâs mmtakasının da ele geçini mesi lüzumu duyulmuştu. Batna ile Biskra 184/ 'te işgal olundu. Ertesi sene Duc d’Aumale cenupsan Avrâs ’a doğru ilerleyerek, MeşÜneş ‘ zaptetti. Bedeau, Ved al-Abyaz, Ved 'Abdi vf Şelia etrafındaki havaliye yürüyerek, fransı: hâkimiyetini belli başlı kabilelere kabul ettirdi Mamafih bu inkıyat muvakkat- oldu. Ahmet Bey 'in tahriki İle, yerliler vergi Vermekten vı fransız hükümeti tarafından nasbedilmiş olaı kâ "idleri tanımaktan imtina ettiler. Canrober ve Carbuccia 'mn kumandaları altında, Ve'Abdi 'ye, 1848 ve 1849 ’da, yeniden seferle açıldı. Bu seferlerin hemen akabinde, Zibaı ’daki Bü Ziyan ayaklanması üzerine, AvrS yeni bir isyan harekektine sahne oldu. Bı isyan 6 kânun II. 1850 ‘de Ved 'Abdi vadi­ sinin içerisindeki Nara köyünü zapt ve tahrij eden Canrobert ile,.. ■ aynı senenin mayıs v< haziran aylan zarfında, bir müfrezenin başmd: olarak, dağlık havaliye giren St, Arnaud tara fmdan bastırılmıştır. Bundan 1859 senesin kadar tam bir sükûnet hüküm sürmüştür. 185'da, miralay Desvauz tarafından bastırılmış olai mnrabıtlardan Si Şaddok (Şâdik) b, al-Hâcc'ı; reisliğinde, isyân çıktı. 1871 'de Kabiller isyaı ettikleri sırada, Şâviya ’lar, reisleri Si Ben Ziyii ile Si Muhammed b. 'A b b â s’m nüfuzları eser' olarak, sadakatlerini muhafaza eylemişlerdir Mamafih 1879 'da Şarif Si Ahmed Amzİyân'ıı daveti üzerine, Ulâd Da’ud kabilesi isyan et­ miş ve bu hareketlerinde, arap aslından gelme bir murabıt kabilesi olan Şâviya ’lar İle hırjstiyanlar arasındaki münasebetiıCgittİkçe artma­ sından kendi nüfuzlarının haleldar olacağına kanaat getiren, Lehala ’lar tarafından yardım görmüştür, Fransız tarafdan olan bütün ka’id­



38



AVRAS -



AVŞAR.



lerin katli ile başlayan bu isyan, Constantİne Türkiye ’nin bir çok sahalarında ve küçük az­ fırkasına mensup kıt’a tarafından bastırılmıştır lıklar hâlinde Efganistan ve Sovyet Azerbayca(3 — 20 haziran 1879). Şerifin askerlerîeri, nı ’nda hâlâ tesadüf olunan, orta çağda Zengîler 9 haziranda: vukua gelen Rebâ'a muharebesinde ve Karaman-oğullari gibi, mühim sülâleler çı­ bozguna^uğratılımştır. Kurtulabilenler, cenubî kardıktan sonra, XVIII. asırda da Nâdir Şah gibi Tıinus a 'kaçarlarken, açlıktan ve susuzluktan bir kahraman yetiştiren bu eski ve kuvvetli türk ölmüşlerdir. Cerid adasına kaçmış olan Si aşiretinin tarihini, eldeki vesikaların verdiği im­ Amziyan, fransızlara teslim edilmiştir. kân dahilinde, ana çizgileri ile belirtmeğe ça­ O zamandan beri Avrâs ’ta, isyan çıkmamışlışacağız. Asırlardan beri çok geniş bir coğrafî olduğundan, sulh ve sükûnet tamamiyle avdet sahaya yayılan ve muhtelif âmillerin tesiri ile etmiş sayılabilir. Buna rağmen Avrâs, belki bâzı muhitlerde henüz yarı göçebe şeklini mu­ şimal kenarı müstesna, avrupalı kolonlar İçin, hafaza eden, bakî sahalarda yakın zamandan arazinin şeklinden ve tabiî servet kaynaklarının beri toprağa bağlanmakla beraber, henüz aşiret fakirliğinden dolayı, istikbâli paklak bir saha an'anelerıni saklayan, bâzı sahalarda ise, epey­ değildir; bu sebepten, münhasıran yerliler ile ce eski zamanlardan beri iskân edilmiş olduk-, meskûn kalacak gibi görünüyor. îdare bakımın­ lan, aşîretin veya şubelerinin ismini taşıyan dan, bu havâli 3 muhtelit nahiyeyi { cummunes köy adlarından anlaşılan Avşarlarm bu kısa ta­ mixtes) ihtiva eder s *Ayn Tuta, Avrâs ( mer­ rihi, büyük Selçuk imparatorluğunun kuruluşu kezi Lambâse ) ve Henşela. Bundan başka bir ile bağlı olan »yakın şarkın türkleşmesi** hâdi­ de, merkezi Tküt olan askerî bir mmtaka mev­ sesini de oldukça aydınlatabilecek bir mâhiyetcuttur. ! tedir. B i b l i y o g r a f y a : Reclus, Gâographie I. K a v m i y e t m e s e l e s i ; Avşarlarm m üniverselle, X !: VAfrique septentrîonale; Fal- haceret ve iskânı meselesini ve onunla alâkalı lot, Etüde sür îes Monts Aures ( Bulletin de tarihî hâdiseleri kronolojik bir surette ve muh­ la Sac. de Gİogr, de Marseille, 1886 ) ; Lar- telif coğrafî sahalarda tetkike ğirîşmezden ev­ tigue, Monograpkie de VAures (Constantİne, vel, bunların t ü r k değil, mo ğ u l oldukları hak­ 1904 ) ; Busson, Les Vallies de VAures ( An- kında son asırlardaki bâzı tarih eserlerinde ve nales de Geogr,, 15 kânun II., 1900 ) ; Masque- onlara dayanan bâzı garp müelliflerinde tesa­ ray, De Aarasio monte ( Paris, 1886 ) ; ayn. düf edilen bir iddianın mâhiyetini anlatmak is­ mil., Formaiion des cites chez les popula« tiyoruz. Bâzı yeni İran eserlerinde, Avşar ka­ tîons sedentaires de VAfrique septentrîonale bilesinin iptida Hulagu ile, sonra da diğer bir ( Paris, 1886); ayn. mil., Documents histo- kısım Avşarlarm Timur ile tran 'a geldikleri ve rtçues sur VAures ( Rev, Afric., 1884); ayn. bunların bir mo ğ ul kabilesi oldukları zikredilir mil., Voyage dans VAures ( Bulletin de la ( msl. B. Nİkitine, Les Avşar d' Urumiyeh, J A , Soc. de Geogr. de Paris, 1876 } ; ayn. mil., 1929, CCXIV, s. 71) ; L. Lockart, Nâdir Şah Tradition de VAures oriental ( Bulletin de ‘a âit monografisinde ( Nadir Şak, A Critical correspondance afrlcaine, II!, 1885 ); Sierako- Study Mainly upon Contemporary Sources, Lonvvski, Das Sckazoi { Dresden, 1871); Basset, don, 1938, s. 17 ), Avşarlarm moğulmu türkmü Note sur le Ckaouia de la province de Cons- olduktan meselesini münakaşa ederek, türk ol­ taniine ( Paris, 1897 ) ; G. Mercier, Le Cha- maları ihtimâlini daha kuvvetli bulmaktadır. ouia de VAuris (Publ. de VEcole d. Lettres Hâlbuki, XVIII.~~XIX. asırlarda, Avşar muha, d'Alger, XVII, Paris, 1896). (G . YvER.) cereti hakkında sarih malûmat sahibi olmayan A V R E T .‘AV R A , ‘AVRAT ( a .), aslında »hu­ ve onları moğul istilâsı sıralarında tran a gel­ dutlarda ve geçitlerde bulunan gedik1* demek­ miş zanneden bâzı müelliflere dayanılarak, ile­ tir. Mecazî olarak, »tehlikeli mahal", »pusu" ri sürülen bu moğul luk iddiasının, XIII.—XIV, ve bir de »vücudda örtülmesi lâzım gelen yer­ asırlara âıt İlk kaynakların hiç birinde bulun­ ler" mânasına da gelir; bu son mânada, sonra­ madığını söylersek, böyle bir münakaşaya yer ları, örtünme İslâm kadmm bir vasfı olmak kalmadığı kendiliğinden anlaşılır. Nâdir Şah dolayısiyle, ‘avrat, »kadın" mânasında da kul­ devri tarihçilerinden Mirza Mahdi Hân Astarâbadî, Avşarlarm, moğuîların İstilâsı üzerine lanılmıştır. iptida Azerbaycan *a gelip yerleştiklerini söyle­ A V S . [ Bk. e v s .] A V Ş A R ( t .), eski metinlerde afşar veya mekle beraber, bunların t Ü rk m e n olduklarım avşr şekillerinde de yazılan bu isim, oğuzların tasrîh eder ki, bu, Nâdir Şah devrinde bile 24 boyu arasında, gerek sayıca çokluk, gerek böyle bir moğulluk rivâyetinın ortada dolaş­ oynadığı tarihî rol bakımlarından, çok mühim madığım göstermeğe kâfidir. bir aşîretin ( İ l ) adıdır. Türlü İsimler taşıyan tran, Irak ve Türkiye *nin muhtelif sahalarında muhtelif şûbe (oymak) ‘lerine bugün îran ve asırlarca türk aşiretleri İle beraber yaşayan ve



hattâ çok defa türk neslinden bir takım reis­ an’anelerini ihtiva eden kısmında, Avşarlar hak­ lerin idaresi altında yeni aşîret teşekkülleri kında ayni mâlûmatı tekrar ederek, tamgaları vücuda getiren ( msl, Ustaçiu kabilesinden Ab- ve ongunları hakkında da İzahat verdikten son­ bas Aka tarafından teşkil edilen Gelbâği aşi­ ra; öğuz neslinden muhtelif sülâleler yetiştiren reti; bk. Bıdlisi, Şctraf~riâme tab., Mısır, s. boylar arasında bunları da zikrediyor ki, böy­ 416) kürtler arasında da Avşar adlı bâzı kü­ lece Avşarlarm daha XIV. asırdan evvel hü­ çük oymakların bulunduğuna biliyoruz5 A. Ja- kümdar sülâlesi çıkardıklarını1bildiğini göster­ ba, Recueil de notices et ricits kourdes, Pe- mektedir. III. İ l k y u r t l a r ı v e g ö ç î e r i . Avşar tersburg, 1860, s. 7 ‘de Kayseri civarındaki Avşarlarm kürt olarak gösterilmesi, V. Cuinet ismine islâmİyetten evvelki kaynaklarda tesa­ La Turgaİe d'Asie ( Paris, 1890), I, 299 ’da Yoz­ düf edilmemekle beraber, bunun, diğer zz (ve­ gat civarında Avşar adlı kürt aşiretlerinden ya 24) oğuz boyunun adları gibi, daha X. asır­ bahsedilmesi, bunların aslen türk oldukları ha­ dan evvel mevcut olduğuna hükmedilebilir. kikatini değiştiremez. Esasen türk oldukları Avşarlar, Selçuk devletinin kuruluşundan evvel hâlde, muhtelif sebeplerle kürt kabileleri ara­ diğer oğuz boylan ile beraber, Seyhun yukarı­ sına karışarak, zamanla dillerini unutmuş — lâ­ larında ve İslâm coğrafyacılarının iptida Mafâkin, ağıllarının türk olduğu hâtırasını muhafaza zat aUğuzzlya adını verdikleri Kıpçak çölünde etmiş — bir takım türk oymaklarının mevcudi­ ( Deşt-i Kıpçak ) yaşıyorlardı. Bunlardan bâzı zümrelerin o sıralarda Mâverâünnehr ve Hora­ yetini bildiğimiz için [bk. DERSİM, TUNCELİ bunun münferit bir hâdise olmadığını söyleye­ san ’a gelmiş olmaları imkânsız değildir. Lâkin bunların eski yurtlarını bırakarak, kesif kitle­ biliriz. II. T a r i h î a n a n e l e r . Avşar ismini, İs­ler hâlinde, İran sahasına muhaceretlerinin, lâm kaynaklarında, ilk olarak, Makdİsî ( EG A, Selçuk imparatorluğunun kuruluşundan sonraki III, 2 8 z)’de, türk toprakları hududunda bir yıllarda, yâni XI. asırda, olduğunu kabul etmek köy adı olarak, görmekteyiz ( buna iptida Bârt- daha doğrudur. Bu devirlere âit tarihî kaynaklarda umumi­ hold dikkat etmiştir: Turkestan, GMNS, 1928, s. 120), KaMIe adı olarak, iptida Mahmud yetle t ü r k m e n ismi altında toplanan veya Kaşğari’de zz oğuz boyundan 6. olarak Afşar sâdece ğuzz (oğuz) diye anılan bu kabilelerin şeklinde zikredilir ve damgasının şekli göste­ muhtelif hareketlerinden bahsedilirken, bunla­ rilir ( Divan luğât al-turk, I, §6, 12 ). Mahmud rın hususî isimleri çok defa 2İkredümedığmden, a göre, Afşar, bu oğuz şubesinin İlk babala­ Avşarlarm îîk muhaceretleri, göç yolları ve is­ rıma âdıdır. Bundan sonra, yâni XI. asırda, kân (veya İktâ*) sahaları hakkında sarih bîr şey Selçuk imparatorluğunun kuruluşundan başla­ söylemeğe imkân yoktur. Yalnız, Avşarîardan yarak, tarihî kaynaklarda bu kabileden bahsedil­ olan Aksungur ’un ve oğlu 'IrnSd al-Din Zângi diğini, aşağıda, onların göçlerini ve muhtelif ’nin maiyetlerinde kuvvetli Avşar kütlelerinin sahalarda yerleşmelerini izah ederken, görece­ XI. asır sonlarında ve XII. asırda bugünkü şi­ miz. Oğuzların kabîle ananelerinden bahseden malî Suriye sahasına geldikleri ve bu sülâlenin Raşîd al-Dîn { Camı al-tavörîh, aşr. Berezine, hizmetinde mühim hareketlerde bulundukları 1, 32, Avuşar şeklinde, bâzı yazmalarda Avşar tahmin olunabilir. Gerek büyük Selçuklular ve ve Avşr şekillerinde) ile, ondan istifade eden gerek onların yerine geçen muhtelif sülâleler Yazıcı-oğlu ‘A li ( Selçuk~nâme, muhtelif yazma­ devrinde, İran, Suriye ve Anadolu sahalarına ları vardır) ve Abu ’l-Ğâzi Bahâdur Hân (£e- gelen muhtelif türkmen boyaları arasında, kuv­ cere-i turkî, nşr. Desmaisons, s. 27; ayn. mil., vetli ve kalabalık bir kabîle olan Avşarlarm Şecere*i terâkime, İstanbul, 1937, s. 42 ) ’m İfa­ mühim bir mevkii olduğu şüphesizdir. Avşarîardan büyük bir kütlenin, XI. asrm son delerine göre, Avşar, Oğuz Han’ın 3. oğlu Yıldız Han ’m büyük oğludur ve kelime, ,eşleri­ veya XII. asrm ilk yıllarında, reisleri Arslan ’m ni çabuk yapan", mânasına gelmektedir, Vâm- idaresinde, H u z i s t a n sahasına gelip yerleş­ bery (Das Türkenvolk, s. 402, 576 ) bu isme bir tiğini görüyoruz: Sultan Mahmud b. M.uhamyerde «toplayıcı", diğer bîr yerde de «zaptiye med devrinin nufuziu emirlerinden olan ve Sul­ neferi, mübaşir" mânalarım veriyorsa da, bu­ tan Muhâmmed b. Mahmud ile beraber, Hemenun doğru olmadığını ve kelimenin, bugün Ka­ dan ’a gelip, Hâşa Bey 'İn katli üzerine, gizlice zan ve Kırım lehçelerinde «müsaade etmek, tekrar Huzistan *a kaçan ve Huzistan V hâkim itaat etmek" mânasına gelen auş- fiilinden gel­ olan Sultan Melikşah b, Mahmud ’un rebiüİevvel diğini ve binaenaleyh avşar isminin «itaatli" SSS (1160) ’te ölümünden sonra, Huzistan ’ı, onun demek olduğunu G. Nemeth söylemektedir ( A. küçük oğlu namına, fakat müstakil hükümdar Honfoglalö Magyarsâg Kiaîakulâsa, Budapest, gibi,- idare eden atabeğ Şunda, Avşar kabilesi­ 1930, s. 38). Yine Raşid al-Din, eserinin oğuz nin reisi idi. Bu kuvvetli türkmen emirinin adı,



âö



ÂVŞA&.



Bondâri ( nşr. Houtsma, s. 230, 237; burada Şumla adı ile mâruf olduğu da zikredilir) 'de Aydoğdu b* Küşdoğan, Râvandi ( Rahat al-şudar, 11, GMNS, s, 260 v.d.) 'de sâdece Şumla, İbn al-Aşir ( Mısır, XI j 'de ve Raşid al-Dİo { Ca~ mi^aî-iavârîh ) Aydoğdu ve Vaşşâf ’ta (Bom­ bay, II, 149) Yâ^üb b. Arslan al-Afşari diye yazılıdır. Hamd Allah Mustavfi ( Tarîh~i gazıda, GMS, XIV, I, 547 v.d,) 'de ve ona istinat eden Şaraf-nâme-i Bîdlisl ( nşr. Velyaminov Zernov, I, 33 î nşr. Muhammed *Aİİ Avai, Kahire, s. 58; bu neşir, evvelki neşrin yalnız kiirtlere âit kısmının yeni tab’mdan ibarettir ) 'de, şüp­ hesiz bir istinsah hatası olarak, Husâm al-Din Şühli şeklînde yazılan ve Avşarlardaa olduğu tasrih edilen bu ismin Şumla olacağı pek sarih­ tir ( V. Minorsky, E l 'deki LUR-İ KÜçlK madde­ sinde bu ismi „Şüli veya Şuhla türk kabilesine mensup Husâm a!-Dİn" diye izah ettiği gibi, onun 500— 580 (?) senelerinde Lûristan ve Huzıstan '1 idare ettiğini ve 570 yahut 580 ‘de öldü­ ğünü yazarsa da, gerek bu okuyuş ve izah, gerek yıllar, doğru/değildir. Târihti bahtyârl (Tah­ ran, s. 117) ’de de bu isim Şaraf-nâme 'den bu suretle alınmıştır ( Târih-t gasslda ’nin İngilizce hulâsasını yapan E. Browne (GM NS XIV, II, 137) da bu ismi Suhili ve Avşari kelimesini de AkSarı şeklînde okumuş ve Minorsky, E l 'deki LÜR maddesinde, bu sonuncu yanlışı tekrarlamıştır. Haşan Fasâî, Fars-nöme-i Naşiri, I, 29 v,dd. ‘da Vaşşâf ’tn ifadesini tekrar etmektedir }. 543 'ten başlayarak, 570 ’te harp meydanında Ölünceye kadar, bîr çok mühim vak’alara karışan, harp­ lerde bulunan ve Huzisian İle Lûristan ’ı 15 sene müstakil'surette idare eden (Küçük Lûristan*1 Şâh ‘Abbas I. zamanına kadar İdare eden Hurşîdılerİn müessisî, ancak onun ölümünden sonra istiklâlini kazanmıştır) bu büyük Avşar rei­ sinden sonra, oğlu Ğars al-Din ( yahut *İzz alDin) yerine geçti ve Irak selçuk sultanı Tuğ­ rul 'un hizmetinde bulundu ( Rafyat al-şudür, s. 347 ) î lâkin 590'da ölümü üzerine çocukları arasında çıkan mücadeleler neticesinde, Abbasî halifesinin de bu işlere karışması üzerine, bu ilk Avşar sülâlesi ortadan kalktı. Oldukça karışık olan bütün bu tarihî kayıt­ lardan çıkarılacak netice, büyük Oğuz muha­ cereti esnasında kuvvetli bir Avşar kütlesinin Iran ’dan geçerek, şimalî Suriye ’de Zengîler devleti sahasında yerleştiği ve yine diğer bü­ yük bîr zümrenin de, sıklet merkezini Huzistan teşkil etmek üzere, Küh-Gilûya, Küçük Lûristan ve Fars mmtakalarma dağıldığıdır (XII. aşır ). Bunların, iptida Şumla maiyetinde olarak, bu­ raya geldikleri bakkındaki V aşşâf'm ifadesini doğru bulmuyoruz î tarihî hâdiselerden istidlal edilebildiğine göre, bunlar. Şumla’nın babası



Küştogan 'm ve belki de büyük babası Arslan ’m riyaseti altında, buraya gelmiş olmalıdırlar. Bayatlar, Sabırlar, Kayılar [ bk. madd.] gibi büyük oğuz boylarının muhaceretleri ile aynı zamanda vukua gelen bu ilk göçleri tesbîtien sonra, Avşarlarm İran, .Suriye ve Anadolu'nun muhtelif mıntakalarmdaki hareketlerini ayrı ayrı, tetkik edelim, IV. İ r a n A v ş a r l a r ı . XII. asırdan son ra, iki asır kadar tran ’daki Avşarlar hakkında hiç bir tarihî kayda tesadüf edemiyoruz. Yal­ nız bu asrm sonunda Fahr al-Din Mubârakşab Ğori [b . bk.], Tarik ( rtşr.Ross, London, 1927, s. 47) 'İnde, muhtelif türfc şubelerinin isim lerini sıralarken, Avşarlan da zikrediyorsa da, başka hiç bir malûmat vermiyor. Kaynaklarda hususî kabile isimlerinin çok az kaydedilmesi buna bir sebep olarak gösterilebilir. Msl. XIV. asırda garbî Iran ’daki türkmenlerin reİ3Î oldu­ ğu zikredilen emir Calal al-Din Tayyib Şâb ( Ravzat al-şafa, IV, 196) belki de avşar oy­ maklarının başında bulunuyordu. Her hâlde XII—-XIV. asırlarda orta ve garbî İran'daki muhtelif sülâlelerin hâkimiyeti altında, Avşar­ larm yalnız Huzistan ve Fars sahalarında kal­ mayarak, daha küçük zümreler hâlinde, muhte­ lif mmtakalara dağıldıkları tahmin olunabilir. Ortaçağ türk tarihinde umumiyetle tesadüf edi­ len bir hâdise, bize bu hususta daha iyi bir fikir verebilir; her hangi bir sahanın idare-ve mu­ hafazası kendisine iktâ (rij/s/, soyarğal) tari­ kiyle verilen: bir aşîret reisi, aşîreti ile bera­ ber, oraya giderek yerleşiyor ve bu vazife çoî defa babadan oğula yahut kardeş çocuklarım' İntikâl ediyordu. Aşağıda göreceğimiz gibi. Şuşter 'de, Kâzerûn *da, K 5 h-Gîl3 ya 'de, Lûris­ tan'da, Urmiye’de, bazıları; âdetâ küçük bîre 1 sülâle hâlinde, asırlarca devam eden Avşa’ hanlarına tesadüf edilmesi işte bundan dola yıdır. XV. asra ait tarihî kaynaklarda Avşar kabî leşine mensup'emirlerin adına, ilk defa, Akkc yurdulardan bahsedilirken rastlıyoruz ; msl. 87; yılı hâdiseleri esnasında büyük emîrîerden Manşûr Beg Avşar *ın adı geçer (Haşan Rrnnlu, Ah san al~tav5rth, Akkoyunlulara ait yazma kıs mında ayrıca, Celâl Devvanî cAri-name, türk t r c V , s. 298 ), Şiraz havalisindeki Avşarlarm reisi olduğu anlaşılan Manşür Beg'ir daha sonra, 904 ve 906 yıllarındaki vak’alards da ismi geçer ( ayn. e s r nşr. Seddon, Baro­ da, 1931, s. 2i v.d*, 69). Yine 904'te Şiraz’da Pîrî Beg adlı bir avşar reisini de biliyoruz {ayn. esr,, s. 24). Bu sırada, buradaki Avşarlar ile yine mühim bir türkmen kabîlesi olan Pernaklar arasında mücadeleler eksik olmuyordu ( ayn. esr., s. 22).



AVşÂfc.



âı



Bundan sonra, SafevîIerİn kuruluşundan baş­ sülâlesine de intikâl etmiş ve türlü türlü dinî, layarak, tâ son zamanlara kadar, İran ’daki siyasî ve ruhî âmiller, safevîliğm ilk hüviyetini Avşarların tarihini az çok vuzuh ve sarahatle değiştirerek, XV. asrın son yarısında, ona ta­ tâyin imkânına mâlik bulunuyoruz. Bunun se­ mamıyla heteredoks bir mâhiyet vermiştir. İşte bebi pek açıktır: İlhanlılar ve Celâyirler zama­ Şah İsmail ’in yanında gördüğümüz Avşarlar, nında, türkmen aşiret beylerinin idaredç ve onu mürşid olarak tanıyan bir m ü f r i t ş i ’ î orduda büyük bir rolleri olmadığı ve rolleri zümresi idi. Hâlbuki o Sırada İran ’daki muh­ mahallî ve mahdut kaldığı hâlde, muhtelif türk­ telif Avşar oymakları henüz sünnî akidelerini men a şire tle rin Baharlu ( Baranlu) boyuna bırakmış değillerdi. Onların şi’îleşmesi, XVI. mensup bir reisin etrafında toplanmasından aslıda İsmail ’in ve haleflerinin i m â m i y e Şi­ vücuda gelen Karakoyunlu devletinde ve yine î l i ğ i n i , resmî din olarak, bütün İran ’a hâ­ bir takım aşiretlerin Bayındır boyuna mensup kim kılmalarından sonra olmuştur. : bir reis etrafında birleşmesi ile kurulan Afekoİsmail I. devrinde Fars valiliğinin bir müddet yunlu devletinde bunların çok mühim bir mev­ Dulkadır Sulardan İlyâs Bey ’e ve onun katli kii vardı, Avşarlar, Akkoyunlu ittihadına dahil üzerine tekrar Manşür Beg Avşar a verildiğini olduklarından, onlara âit kaynaklarda bu aşi­ ve ondan sonra İse, Duİkadıriulara mensup rete mensup büyük beylerin adı geçeceği pek emirlerin 1003 senesine kadar Fars valiliğinde tabiîdir. Safevîlere gelince, keierodoks türkmen bulunduklarım biliyoruz. 937 'de Tahmasp 1. za­ aşîretlerinin bir mürşid, yânı dinî bir şef, etra­ manında Tekel ular ile Şaml ulardan iki büyük fında toplanmaları ile vücuda gelen askerî kuv­ reis arasındaki şahsî münazaadan çıkan büyük vete dayanılarak kurulan bu devlet, yıkılmcaya ihtilâfta, Avşarlar, Dulkadırlular, Ustaçiular kadar, İran sahasının coğrafî ve İçtimaî şartla­ ve Rumi ular ile beraber, Tekelüler aleyhinde rın da tesiri ile, bu tribal mâhiyetini muha­ hareket ettiler ( Ahsan al-tavârîh, s. 236). Bu faza ettiğinden, Avşarların bu devredeki faâii- devirdeki Avşar emîrleri hakkında tskandar yeti hakkında oldukça geniş bilgilere mâlik Münşi 'nin verdiği mâlûmat, Avşar oymaklarının bulunuyoruz. Nâdir Şah ’tan Kaçar sülâlesinin nerelerde yaşadığını göstermek bakımından yıkılışına kadar devam eden devre için de bu da mühimdir: T ahmâsp I. ’m maiyetinde, msl. mütalâayı tekrarlayabiliriz. İşte bu sebeple, 975 Gİlân seferine iştirak eden ( ayn. esr., XV* r-XIX. asırlarda İran Avşarlarımu tarihî s. 438) emîr Arslan Sultan Araşlu ve Lala rolleri hakkında, mâlûmat verdikten sonra, Av- Sultan Ahmed Mirza ’dan başka, Sâve hâkimi şarlarm geniş bir kütle teşkil ettikleri bîr ta­ Mahmud Sultan İle Kirman hâkimi Yusuf Kuli kım sahalarda, bâzan bir kaç asır devam eden Sultan ’ın da Avşarlardân olduğunu ve Yegân mahallî Avşar sülâlelerinden kısaca bahsede- Sultan ile Husrav Sultan Kör-oğlu ’mm Hora­ ■ eğiz. . san ’daki Avşar kabilelerinin başında bulun­ .S a fe v î devletinin kuruluşunda, şâir bir ta­ duğunu Öğreniyoruz ( Tarîk-i 'âlâm ârâ-yi 'Ab­ kım türk aşiretleri ile beraber, Avşarların basi, I, 155 ). Bâzı Avşar emîrîerî,: hattâ bâ­ la mühim bir rolü olmuştur. Şah İsmail [ b. zan muayyen bir vilâyetin idaresine memur >k.]'in 906’daki İlk devlet kurma hareketle­ olanlar da, doğrudan doğruya merkezde bulu­ rinde, onun yanında Ustaçlu, Şamlu, Rumlu, nuyorlar ve bu sonuncular kendilerine verilen Tekelü, Dulkadır, Avşar, Kaçar ve Varsak vilâyeti bir vekil ile idare ediyorlardı. Şâh Lbk, madd.] türkmenleri İle Karaca-dâğ sufîleri Muhammed Hudabende zamanında da Kirman 1. bk. SÛFİ ] nin bulunduğunu biliyoruz ( Yahya hâkimi Veli Sultan Avşar ’t {ayn, esr,, s, 190} Kazvînî nin Lub al-iavârîh T gibi ilk kaynak- ve kurcı-başılık mevkiine kadar yükselen Kuli 1ardan başlayarak, Ahsan al-tavSrîh ve daha Bey A v şa r’ı {ayn. esr., s. 185), Farâh’taki lâir bütün Safevî tarihlerine gö re). Bu kayıt- Avşarların reisi Hüseyin Sultan ile, onun ölümü ’ar, Şayh Şafy al-Din Ardabili [ b. bk.] zama­ üzerine bu vazifeye tâyin edilen kardeşi — nında başlayan Safevî propagandası tesiri ile payitahtta Avşar karcılarının yüz başıst — Ali Öafevî sülâlesini kendilerine mürşid tanıyan Han Sultan (cpn. esr., s. 251)’! tanıyoruz. 'jiiçebe türk kabileleri arasım’ .:. bir kısım A v­ Tahmasp I, devrinde Avşar reislerinden Araşlu larların da bulunduğunu göstermektedir. Esa­ oymağına mensup olup, Küh-Gilüya ’de hâkim sen İbn Bazzaz ’ıh Şayh Şafy al-Din hakkın- bulunan Halil Han ’m 10.000 çadırlık bir kuv­ dakî meşhur Şafvaî al~Şa/a ’sı tetkik edile­ vetin başında bulunması, bunların kuvvetleri cek olursa, onun, koylu veya göçebe, muhtelif hakkında bîr fikir verebilir, 'Abbâs I. zamanında Urmiye hâkimi olan Keltürk zümreleri üzerindeki kuvvetli ve geniş nü­ fuzu açıkça görülür. Ehl-i sünnet akidelerine b-i AH Sultan b. Kasım Han, İnanlu ( İmanlu, tiağlı olduğu inuhakkak olan Şafy al-Din ’în Inallu) oymağından, Farâh ve îsfizâr hâkimi ölümünden sonra, ona İsnad edilen kudsiyet, Erdoğdu Han Alplulardan idi; İmam Kuli Suî-



AVŞAR. tan Usaîu da bu devrin tanınmış emirlerinden idi. Kirman Avşarlarmm reisleri olup, looı’de Ho­ rasan 'da özbegler ile harbeden orduda bulunan Veli Han ve îsmâ'il Han da avşarlardandı ( ayn, s. 309 v. dd.), Abİvard 'deki Imırlu oymağının başına, 'Abbâs 1, kendi kölelerinden Cemşid Sultan Gürcî 'yi geçirmişti ( ayn. esr.> III, 763 v.d. )* Yine bu devirde Lûristan, KÜh-GİIüya 'de Araşhı, Şuşter *de Gündüzlü, Yezd, Kirmanşab, Musul ve Rumİye 'de Inallu, Horasan *da Alplu, KÖse-ahmediii ve Kırklu oymaklarına mensup aşîret reislerinin hâkim olduğunu gö­ rüyoruz. Her hâlde 'Abbâs I. zamanına kadar kuvvetli avşar kabilelerinin bilhassa Huzistan, Fars, Lörîstan, Küh-Gilüya, Kâzerûn, Kirman, İsfahan, Yezd, Sâve ve Horasan (Âbivard, Farâb, Isfizar) havâlisinde yaşadıkları ve bu­ ralardaki Avşar reislerinin, Safevî devleti tara­ fından ekseriyetle mahallî İdarelerin başına geçirildiği anlaşılıyor, İrsi reislerinin maiyetinde küçük kabileler hâlinde yaşayan, bâzan birbir­ leri ile yahut başka kabileler ile mücadelede bulunan, ara sıra Safevî devletine karşı isyan­ lar çıkarmakla beraber, umumiyetle Safevî ordularının hareketlerine ( özbeglere ve Osmanlılara karşı) iştirak eden Avşarlar, bu devletin başlıca kuvvet kaynaklarından biri idi. Mama­ fih ‘Abbâs I. devrinde Yezd, Şuşter ve KühGilüya Avşarlar ma karşı yapılan bâzı te'dip ha­ reketleri buralardaki Avşar kuvvetlerini kırdığı gibi, aynı hükümdarın, kabîle asabiyetini kır­ mak ve merkezî idarenin kabîle reisleri üze­ rindeki kudret ve salâhiyetini artırmak husu­ sundaki umumî siyaseti de, Avşar emirlerinin iskİ ehemmiyetini azaltmıştır. Buna rağmen, bu devirde devlet merkezinde bir takım Avşar emirleri bulunduğu gibi, bunların bâzı mühim valiliklerde kullanıldıklarım, msl. Asarrâbâd /Şiiliğinde— Muhammed Hudabende’nin son /e 'Abbâs I,’ın ilk zamanlarında — Bedr Han A vşar’ın bulunmasından anlıyoruz ( ayn. esr s, 400), Safevîler devrinde, Fars ve Huzis!an’taki Avşar oymaklarından bir kısmının Azerbaycan ve bilhassa Urmİye havalisine geip yerleştikleri tahmin olunabilir: daha XVI. ■ sırda Safevî ordularının Azerbaycan tarafla­ rındaki hareketlerinde İsimleri geçen Şah Kuli îultan, Pir Çuli Beg, Rüstem Beg gibi avşar eisleri ( Aksan al-tavarik, s. 332, 339,. 345), buralara yerleşmiş olan Avşar oymaklarına mensup olmalıdırlar. Daha XVI. asrın ilk yarısında Horasan "da gördüğümüz Avşar oymaklarından Kırklulara mensup olan Nâdir Şah [ b. bk.] zamanında, Ayşar emirlerinin yeniden ehemmiyet kazandık­ ları göze çarpıyor: Kırkluîardan Fars valisi Emir Han ile yine Fars serdarlığmda bulunan



Kelb-i Ali Han ve Fath ‘A lı Han, Saru Han, Kırkluîardan Allah Verdi Beg ve Kasım, hep Avşarlardandı. Hattâ bu sebepledir ki Nâdir’i öldüren büyük emîrler arasında, Avşarîarm Kırklu, Imırlu, Gündüzlü oymaklarına mensup şahsiyetler bilhassa göze çarpmaktadır (krş. Mirza Mahdi Han, Târih ve Fars-nâme-i Na­ şiri î bk. bir de Oskar Mann, Das Mujmil et Târıkh-i bagâl eden franstzlar burada bir tabya inşa öt­ üşler ve 1845 'te burada 79 kişi *Âbd al-Ka‘r ’in 1500 askerine karşı koyabilmiştir; 1831 ’e burası nahiye olmuştur. Bugün İnkişaf et­ ekte olan bir istî'mar merkezîdir. B i b l i y o g r a f y a : Al-Bekri, Descript. ds VAfrigue septentrionale ( tre. de Slane ), i. 168, 184. ( G. Y v ER.) A Y N a l -V A R D A . [ Bk. âyn Ülverde.] A Y N Î, i Bk. ayn I.] A Y N Î. AL-'AYNİ, Abu Muhammed Ma^müd < Ahmed b. Musa b. Ahmed b. Husayn b. ,’ 5suf b. MaljmÜd Badr al-Din (1360— 1451), nüverrih ve fakih, 17 ( veya 26) ramazan 762 (22 temmuz 1360) ’de Aymtab şehrinde doğ­ muştur. [ Aynî ’nin büyük dedesi Ahmed b, Kusayn, oğlu Müsâ île, XIV. asrm başında, Ankara *dan hicret e^Rarek, 'Halep ’te tavattun etmiş ve babası orada doğmuştur. Bilâhare §jle



AYNÎ.



Ayıntab *a gelmiş ve yerleşmiştir ]. Bir ulema ailesine mensup olup (babası kadı îdi), küçük yaşında başladığı tahsiline, evvelâ doğduğu şehirde, sonra Bİhisnî, Kâhte, Malatya ve Ha­ lep ’te devam etmiştir. Sonra Şam, Kudüs ve Kahire 'ye gitmiştir. Kahire *de tasavvufa inti­ sap ederek, henüz tesis edilmiş bulunan Barktı İfiya tekkesinde bir müddet katmıştır. Şam *a ve doğduğu şehre müteaddit ziyaretlerde bulundu. [791— 792 (1389— 1390) stneleriııde, Aym tab’da bulunduğu esnada, büyük bir tehlike atlattı; Sultan Malik a-?âhir Barj^ütçı'a karşı isyan ve mücadele hâlinde bulunan emir Mintaş ile onun müttefiki Dulkadır-oğlu Suli Bey, Ayuıtab T zapt ve kalesini muhasara ettiler. Aynî de, kardeşi Şihâb al-Din Altrned ile, kalede mah­ sur kaldı. Barkük taraf darı ve Mintaş aleyhdarı olan Aynî, bu vakada çok büyük korku geçir­ miş, bir müddet sonra, muhasırların çekilmesi üzerine, Aymtab ’dan çıkarak, Şam ’a, Mısır'a ve 800'de hacca gitmiştir ]. Nihayet Kahire de yerleşerek, 801 (1398/1399) 'de, sultan Malik al-Zâhir Barkük zamanında, mezkûr şehre, mü­ verrih Ta^i ’l-Din Mafcrizi ’nin yerine, muhtesip tâyin olunmuştur. Bir kaç kere azl ve yeniden nasbedildikten sonra, pek mühim bir mevkî olan evkaf nazırlığına ( nâzir al-ahbas) tâyin edilmiş­ tir. Sultan Malik al-Mu’ayyad Şayh 'in cülusunda (8! $ = 1412) menkûp olmuş ise de, çok geçme­ den, yeniden büyük îtibar kazanarak, 1416 (819) *da tekrar muhtesipliğe tâyin edilmiştir. [ 820 {1417) ’de sultan Malik al-Mu‘ayyad ile beraber, Kudüs şehrine giden ve onu» bir kat daha itima­ dım kazanmağa muvaffak olan Aynî, 823 ’te, sul­ tanın emri île, bir az evvel Dulkadır-oğlu Naşir al-Din Muhammed Bey tarafından esir edilerek, Kahire *ye gönderilmiş olan Karaman-oğlu Mehmed Bey 'in yerine geçen; kardeşi AIi Bey ’e hükümdarlık hii'atîni götürmeğe ve Karaman ilini keşfe, yâni tahrire, memur olmuş ümera­ dan Esen Boğa ile birlikte, Konya ’ya gelmiş ve esir hükümdar Mehmed Bey ‘in memlûkü Sungur elinde bulunan Konya Ahmedek’inİ, yâni iç kalesini, muhasara etmekte olan AH Bey'i bularak, getirdiği hükümdarlık hİlatini vermiştir. Kaleyi ona teslim etmemekte İsrar eden Sungur ile görüşmüş ve bîr az sonra Osmanlı hükümdarı Sultan Mehmed I, 'in yanma iltica ile, ondan kuvvetler alan İbrahim Bey b. Mehmed Bey *in kendi üzerine yürümekte ol­ duğunu duyan Ali Bey *iu Lârende ’ye çekilme­ sini meteakip, Konya'ya gelmiş olan İbrahim Bey ile görüştükten sonra, geri dönmüş ve dönüşte Lârende ‘ye kaçan AH Bey ’İn yanma uğrayarak, 10 gün kadar da onun yanında kalıp, bu memuriyetinden hiç bir muvaffakiyetli neL.-c kapanmayarak, Kahire ye gitmiştir 1,



AYNÎ. Türk dilini bilmesi, sultan Mu’ayyad, sultan Malik al-Zahir Tatar ve sultan Malik al-Aşraf Parsbay *m teveccühlerini celbetmesine yardım itmiştir. Aynî, sultan Malik al-Zâhir Tatar için, Kudüri ’nin fıkha dâir eserini türkçeye tercüme etmiştir. [ Bundan başka, Târih al-akâsira adı ile, eski îran şahlarının tarihini de, türkçe ola­ rak, yazmıştır ]. Sultan Malik al-Aşrâf ile sık sık görüşmelerinde, ona, arapça yazmış olduğu tarihi, metne bakarak, türkçe okurdu, Barkükıya tekkesinin bu eski dervişi, mükemmel bir nedîm kesilerek, başka eserlerinde ayrıca efendilerini metheder kasideler (Mu’ayyad, Malik al-Zâhir Tatar ve Malik al-Aşraf ’in hayatlarına dâir) yazmıştır, 829 (1425/1426) 'da hanefî baş ka­ dılığına’ tâyin edilmiştir, [ 833 senesine kadar bu makamda kalmış ve o sene azledilip tekrar ■ nuhtesipliğe tâyin olunmuş İse de, 835 'te tek­ rar baş kadılığa getirilmiştir j, Böylece 73 ya­ dında, tereÜme-i hâlini yazanların dediklerine /öre, hiç emsali mesbuk değil iken, muhtesipîîk, evkaf nazırlığı ve baş kadılık mansıplarını .ıefsinde toplamıştır. Aynı zamanda Madrasa al-Mu’ayyadiya ’de de müderris idi. [ Sultan Malik al-Aşraf Parsbay ’m Dİyarbekir hüküm­ darı Karayülük Osman Bey üzerine yapmış olduğu Amid seferine ( 836 = 1435 ), diğer 3 baş lıadı ile birlikte, iştirak eden Aynî memleketi olan Aymtai) ‘ı, son defa olarak, ziyaret etmiş m sultan ile Birecik ’e kadar gitmiştir. Bir nÜddet sonra muhtesipîîk vazifesi üzerinden ılınmıştır. Parsbay *m Ölümüne kadar ikbâl ııevkİinde kalan Aynî, sultan Malik al-'Aziz /üsuf 'un zamanında, devletin hakikî âmiri olan atabeg Çakmak tarafından, 842 senesinde baş kadılıktan azledilmiş ve yalnız evkaf na­ zırlığı İle müderrislikte kalmıştır. Aynî bu tarihten sonra evine çekilmiş ve eserlerini yazmakla meşgul olmuştur. Emîr Çakmak, salta­ nat mevkiine geçtikten sonra, Aynî yî -tekrar muhtesipîîk vazifesine getirdi. 853 (1449/1450) te sultan Malik al-Zâhir Çakmak’ın gözünden düştü ve bütün vazifeleri elinden alındı. Parası olmadığı için, çok sıkıntıya düşen Aynî, emlâ­ kini ve kitaplarını satmak ve bu suretle mai­ şetini temin etmek ıztırarmda kaldı ]. Nihayet iki sene sonra, 91 yaşında öldü (4 zilhicce 155 = 28 kânun 1. 1451). Kendisinin tesis etmiş olduğu Madrasa al-'Ayniya ye gömülmüştür. Aynî ’nin hayatı, memlûk sultanlarının âlim ve edip zümreleri ile münasebetleri İçin mühim bir numunedir. Aynî asrının fikrî hayatına faal bir surette iştirak etmiş ve o devrin iki büyük müsliiman âlimi Makrizi ve şayhülislâm îbn Hacar al-'Aslçalâm ile, dostâne olmamakla beraber, münasebetlerde bulunmuştur. Muhtesiplik mansıbında Makrizi 'nin yerine geçtiği



71



için, onun garazına uğramış ve ‘Askaîâni ile, Sahih al-Buhar i 'ye yazdığı şerh münasebeti ile, şiddetli bir münakaşaya girişmiştir. [ Aynî nin iercüme-i hâlini yazan muasırlarından ve talebesinden büyük müverrih Abu ’l-Mahasin Yusuf b. Tanriberdi, onun fıkıh, hadis, usul, sarf ve lügat ilimlerinde ihtisası bulunduğunu, bilhassa tarih ve muhadarata çok vâkıf olduğu­ nu, terbiyeli ve kibar bir zat olup, ana dili olan türkçeyİ çok fasih kullandığım, güzel ve sür’atlİ yazısı olduğunu söyledikten sonra, onu, esmer renkli, kısa boylu ve uzun sakallı olarak, tavsif eder. Yine Aynî ile muasır olan ve ondan pek çok istifade eden tarihçi Şam3 al-Din Muhammed b. ‘Abd al-Rahmân al-Sahâvi, onun ilmi hakkında aynı mütalâaları serdettikten sonra, kalemi takririnden daha lâtif, muaşereti çok tatlı ve mÜtevâzi bir zat olduğunu yazıp pek çok medhederse de, asıl üstadı olan îbn Hacar al-'Askalani ‘yi, gerek eserlerinin mikdarı ve gerek ilminin derinliği bakımından, ona üstü nbulur. j Aynî ’nin eserleri pek çoktur; Kuduri tercü­ mesi ile Târih al-akâsira gibi, bir kısmını türk­ çe ve ekserisini arapça yazmıştır. En meşhur 3 eseri şunlardır: 1. *lkd al-cumân f i târih, ahi al-zamân ( bir hulâsası için bk. Recueil des hisioriens de eroisades, Hist. or., II“, 183— 254) î 2. îbn al-Mâlik ’in Alfiya sinin 4 şerhinden alınmış şiir misâllerine dâir, al-Makâşid alnahviya f i şark şavâhid şurâh al-alfiya un­ vanlı şerhi ( Bağdadi, Hizana al-adab 'in kena­ rında basılmıştır, Bulak, 1299, 4 ciîd ); 3. Buhâri 'itin Sahih 'ine ' Umdai al-jçârı f i şarh al-Buharî unvanı ile, yazmış olduğu mufassal şerh (1308 'de Kahire *de ve 1309/1310 ’da İstanbul 'da., n cilt olarak, basılmıştır). Aynî *ni« bu son eseri, diğer şârıhlerin karma karışık yaz­ malarına mukabil, bir usûl dâiresinde yazıl­ mıştır. Hadîsleri ayrı ayrı tetkik ederken, şöyle bir usul takip eder; hadîs ile fasılların unvanîarı arasında uıüu&aebeti , ve isnâd'l&r bahsinde onların hususiyetlerini ve kimlere atf­ edildiğini araştırır, hadîsin zikri geçtiği di­ ğer eserleri yahut Şafalh *ia fasıllarım gös­ terir, lügat mânalarım ve nihayet hadîsten çı­ karılabilecek şer't ve ahlâkî hükümleri tetkik eder. [ Bununla beraber Aynî ’nin Buharı 'ye yazmış olduğu bu şerh, îbn Hacar ’inkİ kadar, şöhret ve rağbet kazanamamıştır. Aynî ’nin he­ nüz basılmamış olan eserlerinin başhcalart şun­ lardır : 1. Mabâni ’l-ahbar ( fahâvi 'nin Ma*ani 'l-âşâr ’ınm şerhi; hadîs hakkında, 10 cild), 2. Nuhbat al-afkar f i tankihı mabâni ‘l-ahbâr ( hadîs hakkında, 8 cild ), 3. Şarh al-manâr ( usûl-i fıkıh hakkında), 4. Zayn al-macâtis ( mııhâzara ve navadir hakkında, 8 cild). -Bun­ dan başka irjH-yfaklı muhtçÜf risaleler yazan,



1*



AYNÎ.



bîr çok manzumeler ve kasideler vücuda geti­ ren, Kaşfşaf Abu ‘l-Lays Şamardandı ve Bağavı tefsirlerine ta'lîkat yapan Aynî, din ve dil saha­ sında âlim olduğu gibi, en büyük İslâm müver­ rihlerinden biridir ve bu mevzua dâir pek çok eser yazmıştır. Türkçe yazdığı Târih al-akâsira başta olmak üzere, yukarıda adı geçen arapça 'îk d al-cumân f l târih ahi al-zamön adlı 20 ciltlik tarih-i umumîyi bilâhare, kardeşi Şihab al-Din Ahmed ile birlikte, 8 ciltte ihtisar etmiştir. Bu mufassal eser, A y n î’nin lâkabına nisbetle, Târih al-Badri namı ile mâruf olmuş ve muhtasarı ise, mesaînin çoğu kardeşine âıt olmak dolayısiyle, Târih al-Şikâbî unvanı ile tanınmıştır. Aynî büyük eserini, 3 cilt üzerine, bir kere daha ihtisar etmiş ve ona Târih alBadr f i avşâf ahi al-‘a$r adını vermiştir. Ma­ mafih bu muhtasarlarda mufassal eserde bulun­ mayan bâzı mühim malûmat mevcuttur. Eseri­ nin birinci kısmını mebhas-ı tekvine tahsis eden müellif ikinci kısımda— ki, Peygamberin hicreti­ ne kadar olan eski tarihten bahseder — bilhassa eoğrafya ve etnografyaya ehemmiyet vermiş, arzın tabiî ve beşerî ahvâlini uzunca anlatmış ve bu arada bir kısmını gezip gördüğü Anado­ lu kıt’asının oldukça mufassal bir coğrafyasını yazmış, akvam bahsinde de, bilhassa iürk etnog­ rafyası hakkında, eski İslâm coğrafyacıları­ nın malûmatına ilâveten, Mahraüd Kâşğari ’nin Dîvan luğat aUiurk 'ünden epeyce İstifade et­ miştir ki, eski müellifler içinde yalnız Aynî ’nin onu mehaz olarak kullandığı görülür. Aynî ’nin coğrafya ve etnografya kısmı bu kadar kıymetli olan tarihi, diğer İslâm tarihlerinin ekserisi gibi, hicretten itibaren sene sene yazılmış­ tır. Eserini 850 (1446) senesine kadar getir­ meğe muvaffak olan müellif, mevki ve vaziye­ tinden İstifade ederek, ensâb, coğrafya, tabakat, teracüm, hadîs, siyer, nuıhadarat ve diğer ede­ bî mevzular hakkında yazılan eserleri gözden geçirmiş, bilhassa vukayinâmelerm hemen kâffesini görmüş ve bu suretle İslâm tarihine dâir yazılan umumî vakayinamelerin en büyüğünü kaleme almıştır. Aynî eserini, Tabarİ, İbn Maskavayh ve İbn al-Aşîr gibi, yalnız siyasî vak’alara tahsis etme­ miş ve Abu ’l-F&rae aİ-Cavzi ’nin çığırım takip eden Abü Şama, Abu ’l-Fidâ’, Zahabi ve İbn Kaş ir gibi, her sene içinde Ölen meşhur adam­ ların hâl tercümelerini de yazmak usûlüne ittibâ etmiştir. İstifade ettiği kitaplar arasında bugün bîr kısmı hâlâ elime geçmemiş olan eserler mevcut olduğu gibi, ancak zamanı­ mızda tek nüsha olarak keşfedilenleri de var­ dır ( msl. ‘Azimi tarihi). Mamafih Aynî me­ haz gösterdiği eserlerden >bir kısmının' ta­ mamını görmemiş yahut o eserlere şahsen



temellük edememek gibi bâzı sebeplerden, on­ lardan tamamıyla istifade edemeyerek, ancak bâzı notlar almakla iktifa etmiş ve bâzan da kendi göremediği hâlde, mehazlarındaki raenbâ» lan görmüş gibi davranmıştır. Aynî, umumî Is­ lâm tarihî yazmış olmakla beraber, eserinde daha ziyade yakm ve orta şark tarihlerine ve bil­ hassa Irak, Suriye ve Mısır kıt’alarına ehemmi­ yet vermiş, Endülüs ve Magrib ülkeleri ile Ye­ men ve Hindistan vukuatını ihmâl etmiş veya pek az zikreylemiştir. Anadolu va&ayiine elin­ deki mehazların müsaadesi nisbetinde, fazla yer vermeğe uğraşmıştır. Bu kitabın en ehemmi­ yetli ciheti, bilhassa kendinin yaşadığı, XIV* ve XV. asırların vukuatıdır. Mamafih son seneler vakayii, yaşının ilerlemesinden dolayı, o kadar itimada şâyân değildir. Aynî, muhaddîs olmak­ tan ziyade, fakih olduğu için, tarihçilikte, ince­ lemek, tevsik ve tenkit etmek bakımından, mu* haddis tarihçilere, meselâ rakibi olan Magrisi ’ye nazaran, zayıf kalmıştır. îbn Haldun’un tarihini, şark ülkelerine dâir verdiği malûmatı eksik ve sathî görerek, tetkik etmemiş ve bil­ hassa Mukaddime ’deki yüksek görüşlerinden İstifade eylememiş olmaması de, kendisi için ayrıca bir kusur sayılabilir. Bundan başka fa hâvi ’nin meşhur eserindeki ricalin tercüme-ı hâllerinden istifade ettiği zevatın biyografile­ rini yazmış, şâirler ile hanefi fakihleri için, birer Tahakâi vücuda getirmiş, peygamberlerin hayatına dâir bir eser ile bir A l-i ‘Abbâs tarihi te’lif etmiş ve ayrıca da îbn Hatlikân ve îbn ‘Asâkir tarihlerini İhtisar eylemiştir. B i b l i y o g r a f y a m [ Müellifin kendi ese­ ri olan ‘îk d al-cumân 'da 731— 847 seneleri arasında, 31 seneye âit vukuat; Sahâvî, alTibr al-masbâk f i zayi al-sulUk ( Bölük, 1896), s. 375— 380; ayn. mil., al-Zav al-lâmi' (Mısır, 1355), S. 131 V.chh; aya. mil., Zayi r a f al~tşr *an Icuiât Mişr ( Paris, Bibi, nat., fonds arab., nr. 2150, var. 99— io i ); Abu ’İ-MaIjâsİn Yûsuf b. Tanriberdi, Havadis al-duhur ( Ayasofya kutup,, nr. 3185; 855 senesi vefey a t ı ); ayn. mil, al-Manhcd al-şâfİ ( Nuruosmaniye kutup., nr. 3428— 3429 ( bk. mad. Mahmûd b. Ahmed b. Musa) ; Adile Âbidin, ‘Ayni 'nin hayatı ve 'îk d al-cumân Unda osmanhlara dâir olan mâlûmatm tetkiki { Tarih semineri dergisi, İstanbul, 1938, II) ]; Quatremere, Histoire des Mamlouks, lb, 219 v.dd.; WÜstenfeld, Die Geschichtsschreiber der Araber, s. 489; Brockelmann, G A L , II, 52 v.d.; Aynî 'nin İbn $acar ile münakaşasına dâir bk. Goldziher, Abhandlungen zur arabisehen Philologie, II, XXIV. ( Marçais .) { Bu maddedeki ilâveler MüKRİMİn Hal Ü. Yl* NANÇ tarafından yapılmıştır,]



AYNÎ.



n



AYNÎ. ‘AYNİ, I^asan Efendi al-Sayy Id olduğu gibi, kendisinin de bu tarikaie mensup I^asan b. Haşan al-‘A yntâb! ( 1766—1837), olduğunu A yn î, Nq%m al-cav$Mr *de bizzat Aymtab ’da doğmuş ve Mahmud II. devrinde şöhret kazanmış bir osmanîı şâiridir. Memleke­ tinde kunduracılık eden Aynî, Aymtab isyanın­ da (1780 } oradan ayrılarak, bir kaç sene Maraş ve Elbistan 'da kaldıktan sonra, Anadolu ‘da yer yer beliren ayaklanmalar sırasında, Darende 'de bir sene kalmış, nihayet 1790 'da İstanbul 'a gelmiş ve Sultan Ahmed medresesinde mantık ve riyaziye tahsil etmiştir ( bk. Cevdet, Tarik, V , 260), 1791 'de, şeyhülislâm Diirrî-zâde Arif Efendi zamanında, miilâzemet ru’usu aldı. Rumeli kazaskeri Veliyüddin-zâde Mehmed Emin Efendi zamanında kazaskerlik dâiresine ve Selim III. zamanında, matbaa musahhihliğine tâ­ yin edildi (1801); aynı sene, Tayyar Mahmud PaŞa’nın sadaret kaymakamlığında, ona ve x8o8 ’de kapudân-ı derya Abdullah Ramız Paşa'ya kitapçı oldu (bu tâyinler için bk. Divân, kaside ve medhiyeier ve Cevdet, Tarih, VI, 391; VII, 95, 319). Tayyar ve Ramız Paşalara intisapla haya­ tını temin edince, kazasker dâiresinden çekilip, kendisine, Arif Hikmet Bey ’e göre, Çine ve Esad Efendi ’ye göre, Akhisar-ı Kebîr kasabası geli­ rinden tekaudiye bağlandı. 1831’de Bâbıâli arapça ve fârisî muallimliğine tâyin edilen Aynî, Mnhmud II. ’un iltifatlarına, bilhassa bu memu­ riyetinde, mazhar olmuş ve bu padişaha inti­ sabını ve gördüğü iltifatı bîr çok kasideleri ile anlatmıştır ( bk. D ivân). Hattâ 1836 ’da bn kasi­ delerden birine mükâfatea, Aynî *ye bir mücev­ her nişan (nişan-ı iftihar?) verilmiş olduğu gibi, bir muharrem münasebeti ile (1252) yazdığı kasîde, diğer muharremiyeler arasında, birinci­ liği kazanmıştır ( bu kazanışta evvelki medhiyelerinia dahlî olduğa söylenir). Aynî, Esat Efendi 'ye ve Sürûrî ’nin tarihine ( \ &?• j JS j-öi g*J ıf-dT) göre, 1253 vefat'te (1837) etmiş ve Galata mevlevîhânesine defnedilmiştİr, A y n î’nin mahbûb-perestliği yüzünden, med­ reseden koğulduğunu ve ulemâ meclislerinden uzaklaştırıldığım ve onun dalkavuk mizaçlı (divandaki medhiyelerin bolluğuna dikkati), ay­ yaş ve mala harîs olduğunu, saçını, sakalım boyamak ve fes giymek gibi, mevkiine uymayan hareketleri bulunduğunu, Esad Efendi ( Bakçe-i safa-endâz) yazar. Şâir Sürûrî de HezUyât (s. 138— ı$ 2 ),mdal A y n î’nin soysuzlu­ ğundan ve hodbinliğinden bahseder. Aynî ’nin, mevlevî olmakla beraber, daha ziyâde Nakşbendiye'nin Hâlİdİye şubesine mensup bulunduğu, mürşidinin Şeyh Hâlid olduğu tekraıl anmasın­ dan ve ona nazireler yazmasından anlaşılır ( bk. Divân, tür. yer.). Şahsiyetinin teşekkülünde tesirleri dokunan dârendeli Hayret Efendi ile \bdullfth Râmiz paşa nakşbendi tarikatindçp



kaydeder.



E s e r l e r i . İsmi telif tarihîne (1236) d©ü=let eden Na$m al-cavâkir, türkçe, arapça ve f arşça (1300 bey itlik) bir lügat kitabıdır ki, sonradan Ahmed Safî tarafından, ‘tzz-i sçafar adı ile, şerhedilmiştir (bk. Fatin, Tezkire, s. 230). Arif Hikmet Bey ’e nazaran, 1900 ve Sâdeddin Nüzhet’e göre, 431 beyitten ibaret, Nusrat-name isimli, yeniçeriliğin ilgasına dâir, bir mesnevî. Külliyat (İstanbul, 1258=1842), D i­ van ve Sâki-nâme olmak üzere, iki kısımdır. Di­ van ’da na'tier, Selim III. ile Mahmud II, ve di­ ğer büyüklere yazılan kasideler ile farsça kasi­ delerden başka, gazeller, tahmisler, tarihler ve mesneviler vardır. Bu mesnevilerden biri bil­ hassa içkide meze nevileri, saki ve nedim tasvir­ leri, saz nevileri ve bu gibi zevkiyattan ve diğeri ise, arap, acem ve osmanh şâirlerinden bâhistir. D ivan'da en çok yeri, 1203— 1352 seneleri ara­ sındaki vak’alara dâir düşürdüğü tarihleri muh­ tevi manzûmeler tutar ( bu kısımda tertip ha­ taları vardır; msl. şâirin ölümünden 3 sene sonrayı gösteren bir mısra tarihi bile vardır). Sâki-nâme, şark şâirlerinin anlayışına göre, in­ sanın yaradılışım ve ruhun 9 gökten ve ateş, hava ve su kürelerinden geçerek, yere inişini tasvir ile başlar. Burada uzun ve yekdiğeri ile alâkalı muhtelif hikâyeler ve bahisler bahirine kıt’alar ve tardiyeler ile bağlanmıştın Eserin başına ilâve edilen takrizlerde (Pertev Paşa, şeyhülislâm A rif Hikmet Bey, Tahir Selâm vt vak’anüvis Ahmed İzzet) sâkînâme mevzuundaki şiirlerde Aynî 'niu muvaffakiyeti medhedilmiştir. Elbistan ’da Hayatî, Darende ’de Hayreti vc İstanbul ’da bacanağı kütahyalı Mehmed ve Pa­ labıyık Hoca Mehmed Efendi ’îerden istifade ettiğini bildiğimiz Aynî, İstanbul ’da Sürûrî v< Şeyh Gâîib ile münasebete girişmiştir ( bk. D i­ van, Şeyh Gâlib ’in mevlevihânesinin tamirine dâir tarih). Şeyh Gâlib’i nazirelerde tâlsîp ettİğ gibi, türki-i basit yolundaki şiirini takliden yaz­ dığı bir manzumesi de vardır. Zamanın en ço! tanınmış şâiri olan İzzet Molla ile müşaarede bu lunmuş ve bu münasebetle söylediği 22 gazel, Di­ van ‘ma dercedilmiştir. A y n î’nin edebî olguni luğunu tâyin etmek güçtür. Çünkü kendisi d< arap, acem ve türk şâirlerinden bahsederken, bunların edebî değerleri hakkında hiç bir mü­ talâa serdetmez, hattâ bagdadlı Rûhî ’yi Ana­ dolu ve Fuzulî ’yi Rumeli şâirleri arasında gös­ terdiği de olur. Aynî'nin alelade şiirleri gelişi güzel yazılmış şeylerdir (krş, Sürûrî: mesmû ölür ûvâzt, görünmez göze bir şey ); fakat İz­ zet Molla ( Divan, Bulak, s. 169) ’mn onu asrın



74



AYNÎ -



„Bâkî“ si addetmesi dikkate şayandır, Neticede şunu söyleyebiliriz kİ, Aynî, edebî şahsiyetini, gazelleri ile değil, ancak tarihleri ve Sâki-nâmesi ile göstermiştir. Hakikatte de tarih mısraları pek san atkârane, saki ve şarap mevzularının tasvirindeki mısrâları, hayâl bakımından, pek zengindir. B i b l i y o g r a f y a * . Makale içinde zikr­ edilenlerden başka, İstanbul 'dan evvelki ve oradaki hayat ve tahsili ile Nuşrat-nâme si hakkında bk. şeyhülislâm Arif Hikmet, Tezki­ re; hususî hayatı için: Esad Efendi, Bâğçe-isa­ fa andüz (tezkire, yazma); Fatin, Tezkire (İs­ tanbul, 1282, s. ır8, 235). Mamafih şunu da söylemek lâzımdır ki, bu kaynakların verdiği malumat, kısmen yanlış, tertipsiz ve noksan­ dır. Makalede bunlardan Aynî 'nin ve devrin­ deki şâirlerin divanları ve tarih kitaplarından, kontrol suretiyle, istifade edilmiştir, — Âsim, Tarih, I, 121; Lûtfi, Tarih (İstanbul, 1292), k *73 5 V , 27, 42 ; ‘A tâ’, Tarih (1293 ), s. 293 v.d.; Cevdet, Tarih (1309 ), V, 19, 23,124, 141, 156» 323 î VI, arı, 273; IX, 39, 71. — Nisbeten yeni eserlerde (SieiU-i osmanî, Muallim Naci, Esâmi ve Şemseddin Sâmî, JfCâmSs al-atlâm) Fatin tezkiresinden alman malumat, yanlışları ile tekrar olunmuştur. Gibb, A His« tory o f the Ottoman Poetry ’de Aynî ’nin Sâki-nâme 'sinin tahlili ve bâzı parçalarının ter­ cümesi vardır, Sadeddin Nüzhet ( Türk şâirle­ ri, II, 602 v.d.) de, Ârif Hikmet, Esad ve Fatin *in İfadelerini aynen nakletmiş, vefat tarihi hakkındaki İhtilâfları nazar-ı dikkate almamış­ tır ve divandan ciddî surette istifade etme­ miştir. _ ( F e v z Iy e A b d u l l a h .) A Y N T Â B . [ Bk. AYINTAB.] A Y N Ü LV E R D E . *AYN a l -VARDA. Yâ",;3t-u Flamavi ( Ma cam al-buldân, Mısır, 1906, VI, 258 ), buranın Ra’s al-^ayn { b. bk,] ile aynı yer olduğunu söyler. Yazid I.*m hilâfetini red ile, İmâm Husayn ’i, halife yapmak üzere, Irak ’a davet edip, fakat ona yardım edemeyerek, ölü­ müne sebep olduklarından dolayı, derin vicdan azapları duyan, ve onun katillerine karşı mü­ cadele edip, bu uğurda telef olmadıkça kendi­ lerinin boynunda ağır bir günah ve büyük bir töhmet bulunduğunu kabul eden Irak *taki ş if­ lerden bir kısmı — ki, bunlar tövbe ettiklerinden dolayı iavvabîn adını almışlardır — Sulaymân b. Şurad aî-Huza'i, Musayyab b. Nacabat al-Fazari, ‘Abd Allah b, Sa'd al-Azdi, \Abd AUâh b. Vai al-Taymi ve Rifâ*a b. Şaddâd al-Bacali gibi, K ü fa’dekİ reislerinin etrafında toplan­ mışlar ve Emevîler tarafından, Irak ’ı zaptetmek üzere, gönderilen ‘Abd Allah b. Zayyâd f b. bk.] ’ın kumandasındaki Şam ordusu ile bu mevkide harp etmişlerdir, 22 çemaziyelevvel



AYNZARBA. 65 (4 kânun IL 685) ’te vukua gelen ve iki gün süren, başta ilk 4 reis olmak üzere, tevvâbinden hemen kâffesinin ölümleri İJe netice-, lenen bu vak’a İslâm tarih ve edebiyatında bü­ yük bir hâtıra bırakmıştır. Bu zamanın meşhur şâiri A'şâ Hamdan, en güzel şiirlerinden birine bu savaşı mevzu yapmıştır. B i b l i y o g r a f y a * Tabari, Târih alimam 3l6“ 36°» 539— 580 » zar Reckisvergleihung, gestellt von Th. MommA . von Kremer, Culturgesckickte des Orients sen, beanizvoriei von H, Brunner, c.s.), s. 101, unter den Chalifert, I, 459— 469, 540 v. dd. 104, not 2. m â l i k i mezhebi için : M. B. Vincent, Etudes Fakat, iddia olunduğuna göre, Peygamber: — sur la loi musulmane ( Rite de M alek); Le-, «Allah her mü'minin günahlarım affeder, lâkin gislation crİminelle, Paris, 1842, — „Zum aU günah sahibinin, günahım açığa vurmaması testen Strafreckt der Kuliurv5lker“ . Fragen. şarttır. Allah, kullarından günahlarım gizleyen zur Rechtsvergleichung, gestellt yon Th. Ierİ sever" — demiştir. Mommsen, beantıaortet von H, Brunner^. Bu hadis mucibince, İslâm fıkıh kitapları, c. s. (s. 101— 112 : I. Goldzîher, Das Straf cezanın halçlç Allah ’a taalluk ettiği takdirde, recht im İslam ), Leipzig, 1905; J. Kohlersuçluya mümkün olduğu kadar suçunu gizleme­ ( Zeitschr. fiir vergi, Rechts- Wıssensch,, VUI,; ği ve İkrar etmemeği ve hattâ ikrar etmiş ise 238— 261) ; O. Prockseh, Über die Blutrache < bile, inkâr etmesini tavsiye eder. Suçlu Allaha, bet den vorislamtschen Arabern. und Mu­ sükût ederek, teveccüh etmelidir; zira Allah hammedi. Stellvng zu ( ihr Leîpzig,, 1899 } onun, niyeti iyi oldukça, tövbesini kabûl eder. Şahitlere de suçlunun zararına şehadet et­ J. Wellhausen, Reste arabischen Heidentums. memeleri tavsiye olunur ve hâkimin suçluya ‘ ( 2. tab., Berlin, 1897 ), s. 186, v.dd. bütün cezayı hafifletici sebepleri ve inkârının ( T h. W. Juynboll.) meşrû olduğunu anlatması muvafık addedilir. . 'A Z A B . [ Bk. a zab .j : A Z A B . 'A Z A B (A.), «bekâr, evli .olmayan, [ Hukukta edâ-i şehadet, ketm-i şehadetten ve hudujdda ketm-i şehadet, edâ-i şehadetten evlâ­ erkek veya kadın" mânasına gelen bu kelime dır ]. Bir şahsî hakkın zıyaı ve. hak sahibinin, ile, yine ay m kökten çıkıp, aynı mânayı ifade suçlunun cezalandırılmasını istemesi gibi hâller eden diğer kelimeler hakkında R. Dozy, şarkta ; müstesna olmak üzere, hâkim cezadan sarf-ı ve garpta yazılmış başlıca arap kamuslarına da-, yanarak, izahat vermekte ve Niebuhr (XVIII. nazar edebilir. Yalnız „ şer’an tâyin edilmiş bir ceza" asır) 'un Arabistan seyahatnâmesinde bu k e -■ {hadd) karşısında, hâkim artık bunu aynen litnenİn «şehirlerdeki yerli asker" tarzında' tatbik etmekten başka bir şey yapamaz. Bu izah edildiğini söylemektedir. E. Fagnan ( AddU gibi hâllerde suçlunun lehine şefaatte bulunul- tions aux dictionnaires .arabes, Paris, 192,3 )xk Ulûm Ansiklopedi»



t



AZÂİ buna ilâve olarak, Dasüki ( IV, 259) ye ve Bianchi lügatine istinaden, Mısir ’daki askerî kuvveti teşkil eden 7 taifeden birine bu adın verildiğini, bunların bilhassa şehir muhafa­ zasında kullanıldığını ve evlenemeyeceklerİni söyler. Kelimenin bü eserlerde zikredilen ıstı­ lah mânası, osmanlı hâkimiyeti devrine âit olup, bu hususta bîr az aşağıda izahat verilmiştir ( ayrıca bk. Jean Deny, Sommaire des Archive Targues du Caîre, Kahire, 1930, s. 23, 224; bu­ rada, Kahire 'deki Azablar kapısından da bahs­ edilir ). Kelimenin »bekâr erkek ve kadın" mâ­ nasında farsçada da kullanıldığı Bakâr-i *acam *de tasrih edilerek, heratlı derviş Valih 'in bir bey iti misâl getirilmektedir. XIV.— XVI. asır bizans, lâtin ve İtalyan kro­ niklerinde adapi, asapî, azapi, axapi kelimele­ rinin çok defa »korsan, deniz haydudu", bâzan da — osmanldardan bahsedilirken yeniçeri ke­ limesi ile beraber kullanıldığına göre —>»bir sınıf osmanlı askeri" mânasına kullanıldığı gö­ rülüyor ( N. Iorga, La politique veniiienne dans les eaax de la Mer N ötre; Bulletin de ta Seciion hîstoriqae de VAcademie roumaine, II. annee, nr. 2— 4, Bucarest, 1914, s. 319; Mas Latrie, Histoire de Ckypre, II, 299 ve III). Mas Latrie, adapides kelimesinin rumca *AXarcâ^a) kelimesinden çıkmış olmasını, bir ihtimâl ola­ rak, ileri sürmektedir. Bizans kahramanlık destanlarında atzypades veya atzoupades şekillerinde geçen kelime ile lâtin kaynaklarındaki adapides'in aynı şey, yâni azab kelimesinin yunan ve lâtin metinlerinde zikredilen iki bozuk şekli, olduğu akla gelebi­ lirse de, Henri Gregoire ( UEpopee byzantine et ses rapports avec Vepopee targae et Vepopee romane; Bulletin de la classe des letiers et des sc/encea morales et politiçues de VAcademie royale de Belgigae, 1931, XVII, 436—493) yunancadaki bu kelimenin X .— XI. asırlarda te­ sadüf edilen atzypas, yâni hâcib [ b. bk.], keli­ mesinden alındığım, hattâ bizans destanındaki açopar veya achopar kelimesinin de aym şey olduğunu İddia etmektedir. Görülüyor kî, tarihî bir ıstılah olan azab kelimesinin menşe'i ve ne zamandan beri kul­ lanıldığı meselesi, halledilmiş olmaktan uzaktır. Şimdilik kat’î olarak bildiğimiz şey, bu kelime­ nin daha XIV. asır kaynaklarında muhtelif şe­ killerde kullanılmış olmasıdır. Buna göre, azab kelimesinin, donanmada hizmet eden muayyen bir askerî sınıfın adı olarak, hiç olmazsa, XIII. hattâ XIV. asırdan beri mevcut olduğu söyle­ nebilir. Hakikaten elimizdeki şark kaynakları da, daha Osmanlılardan evvel, Aydın-oğulları beyliğinde azablarm bulunduğunu gösteriyor. Enveri ’nin Düstûrnâme ( nşr. Mükrimin Halil,



İstanbul, *92$, metin, s. 20— 27, 3I~ 3 4 ) 's*»® göre, Umur Bey ’ia filosunda, başlarına çu­ buk börk [ b. bk.] giyen azablar, yâni bir sı­ nıf bahriye askeri, mevcuttu kİ, bunlar deniz kıyılarındaki köylüler arasından toplanırdı. Bü­ yük bir ihtimâlle bu kelimenin, daha XIII. asır­ da, deniz kuvvetlerine mâlik olan sahil beylik­ lerinde ve Anadolu selçukî 1erinin filolarında, aym mânada kullanıldığı ve Aydm-oğullarmın da bu an’aneyi devam ettirdikleri söylenebilir. XV. asırda Akkoyunlu devletinde, hassa noker [ b. bk.]'leri arasında a z a b ismini taşıyan bir sınıfın bulunduğu görülüyorsa da, bunların va­ zifeleri ve mâhiyetleri hakkında şimdilik ma­ lûmatımız yoktur ( Caîâl Davvani, *Arz-name, türk. trc. için bk. MTM, V , 302). Akkoyun­ luların, bu tâbiri, osmanlılardan almış oldukları tahmin edilebilir; osmanlılara gelince, onlar bu hususta XII.— XIV. asırlardaki sâhil beyliklerin­ de esasen mevcut bir teşkilâtı taklit ve iktibas etmiş ve bunu sonradan genişletmiş ve tanzim etmiş olmalıdırlar. ( M. FüAD KÖPRÜLÜ.) A z a b , Osmanlı ordusunda hafif piyade kuv­ vetlerini teşkil eden bir sınıf askere verilen isimdir. Bunlar aslen türk olup, ekserisi anadolulu idiler. Azablar, ilk devirlerde y a y a azabİarı ve d e n i z azablar 1 olarak, iki sınıf İdiler; sonra y a y a azabları içinde,maaşlı k a l e azabları meydana çıktı. XVI. asır ortalarına doğru,, yaya azabları kaldırılmıştır, Osmanîılarm ilk devirlerinden İtibaren, XVI. asrın hemen yarısına kadar, bir harp vukuunda hafif okçu kuvvetlerine lüzum olduğundan, se­ fer için ne kadar azaba ihtiyaç varsa, bu mikdar tesbİt edilerek, sancaklara taksim edilir ve toplanmaları için emir verilir ve o suretle ihtiya­ ca göre, 20 veya 30 evden bir azab istenirdi. İstenilen azabın bekâr, güçlü ve kuvvetli olması lâzımdı. Sancağa mensup kazalardan seçilen her azabın masraf ve ücreti onu seçen yere âit olup, XV. asır sonu ile XVI. asırda her bir azab için 300 akçe tutmakta idi. Her azabın, askerden kaçmaması için, kefili vardı} kaçtığı takdirde masraf, bu kefilden alınırdı. Azablara verile­ cek para, azab alman yer ile halkının servetine göre tahsil edilirdi, yâni zengin olan çok, fakir, olan az verir veya hiç vermezdi. İşte her hangi bir sefere hazır) anı lirken, azablarm böyle top­ lanmasına a z a b ç a ğ ı r t m a k denilirdi. Bun­ lar, maaşları olmadığından, harp zamanında butun vergilerden muaf idiler. Azablar toplan­ dıkları sırada, her sancakta iki defter tutulur; bunlardan biri şer’î mahkemelerde ve diğeri, devlet merkezinde hıfzedılirdi. Yaya azabları muharebe zamanında, ordu saf-ı harp nizamında iken, merkez ile cenahla­ rın (sağ kol ve şol kol) en önünde bulunurlar



ÂZAB ve düşman özerine ok yağdırırlardı. Ordu mer­ kebinde yeniçerinin önünde topçular ve onların önünde de azablar yer alırlardı. Tabiî büyük kısım ile düşman arasındaki muharebede İlk hücuma azablar mâruz bulunduklarından, vazi­ yetleri tehlikeli ve hizmetleri büyüktü. Azablarm, muharebe esnasında, mevcutları muayyen olmayıp, karşı taraftaki düşmanın ehemmiyeti­ ne göre, çok veya az olurdu; msl. Ankara mu­ harebesinde olduğu gibi, İstanbul fethinde de zo.ooo azab vardı; Otluk-Beli ( Baş-Kent) mu­ harebesinde Anadolu azabları 20.000 ve Rumeli azablan 10.000 kişi idi. Kanunî Süleyman dev­ rinde, Rodos seferi için, Anadolu’dan 20.000, Belgrad seferinde ise, 10.000 azab yazılması emrolunmuştu (bk. Tabalçat al-mamalik). Azablar başlarına kırmızı börk giyerlerdi. Silâhları ise, ok, yay ve omuzdan asılı pala ile kalkandan ibaretti; bâzan kargı da taşırlardı. Löwenclavius ’tan naklen Chalcondyle zeyli (krş, teşkilât kısmı, s. 309), azablarm, yerli kulu sınıfına idhâl edilerek, daimî surette or­ duya alınıp, yevmiye ile kale hizmetlerinde kullanma usulünün, 1501 senesinde, venedik:İller ile müttefiklerinin Midilli yi muhasara ettikleri sırada, ihdas edildiğini yazıyorsa da, 864 (1460) ’te, Semendere ’nin zaptından son­ ra, buranın muhafazası İçin, azab tâyin edilmiş olduğu malum (bk. Dursun, Tarîk, s. 96) ve 893 (1487 ) “te de bu kalede 20 bölük azab bulunduğu kale defterinde kayıtlı olduğundan (büyük kale defteri, nr. 4725 ), azablarm kale hizmetlerinde daha evvel kullanılmış oldukları anlaşılır. Kale azabları, kalelerin büyük veya küçüklüğüne ve huduttaki ehemmiyetine göre, müteaddit ocaklara ve her ocak da bir takım bölüklere ayrılmıştı. Kale azablarma âit eski defterlerde 'azabün-i avval, 'azaban-i süni v.s. isimlerindeki azab kısımları, ayrı ayrı cemaat olup; her cemaatin ağa, kâtip, kethüda, bö­ lük: başı veya reis, bayrakdar ve serdeh, yâni onbaşıları vardı. Bölüklere o d a denir ve her oda 18 nefer İle 1 oda başından mürekkep olur­ du. Kale azablarından biri vefat edince, yetiş­ miş oğlu varsa, babasının dirliği ona verilirdi; kale azablannın yevmiyeleri 3 ve $ akçe olup, XVI; asırdan sonra, paranın rayicine göre, art­ mıştır. Azablarm muhafızlıktan başka, köprü­ cülük ve lâğameılık gibi, hizmetlerde de kulla­ nıldıkları görülüyor. ; Deniz azablarma gelince, bunlar, reislerin em­ rinde. tüfenk-endaz bir sınıf idiler. Azablarm gemi hizmetinde kullanıldıklarını, XV. asrın ilk ■ yarısındav görmekteyiz ( bk. Aşık Paşa-zâde, Tarih, s. 97 ). R e i s, deniz azablarmın başı deiw k olup, terfi ederse, k a p t a n , yâni kadırga kumandam olurdu; her reisin emri altında, mev­



ÂZÂD.



h



cutları 7— 8 kişilik, bölükler vardı. Azablarm yevmiyeleri, XVII. asır ortalarında, 4 akçeden 7 akçeye kadar id i; tersanenin kethüda, vardi­ yan başı ve hünkâr gemisi reisi, hpp azab sı­ nıfından çıkardı. Reis olan bir azab, kaptan ol­ mazsa, sırası ile terfi ede ede kethudâlığa kadar yükselir idi. Bâzı eserlerde kalafatçı, kumbaracı ve marangoz gibi, tersane müstahdemlerinin azablardan olduğu yazılı ise de, doğru olmayıp, bunlar devşirmeden gelme idiler. İstanbul ’da, tersane yanında, azablarm kışlası vardı; bundan dolayı hâlâ o mevkie Azapkapısı denilmekte­ dir. Kale ve deniz azabları teşkilâtı, Mahmud II. zamanındaki ıslâhata kadar devam etmiştir. B i b l i y o g r a f y a - . Âşık Paşa-zâde, Ta­ rih ( İstanbul, 1332 ), s. 97 ; Neşrî, Tarik (Veliyüddin Efendi kütüp., nr. 2351, tür. yer.); Dursun, Târlk-i Abu T-Fath (.İstanbul, 1330, nşr. TOE'M, tür. yer.); İbn Kemâl, Tarih ( Fatih kütüp., nr. 4205, tur. yer.); Tabakât al-mamâlik (Üniversite kütüp., nr. T . 1584); Kanunnâme (Veliyüddin Efendi kütüp., nr. 1969); Kanunnâme ( Esad Efendi kütüp., nr. 2362); Büyük ve küçük kale defterleri ( Baş­ vekâlet arşivi, Kâmil Bey tasnifi, nr. 4725 ) ; Kanunnâme-i Ey yük Efendi ( Hususî kü­ tüp.) ; Kanunnâme ( nşr. TOEM, ilâve kısmı, s. 6o); Chalcondyle, Histoire de la decadence de l'Empire grec et l'Etablissement de Celuy des Turcs (1632 ), s, 309 ; Lûifi Paşa, Tarih (İstanbul, 1341}, s. 76, not 8, 161; Tâc.altavârih, I, 308 ; Kanunnâme ( Üniversite kü­ tüp., türk. yzm. 1807) var. 21 a— 22 b ; Theodore Spanduyn Cantacassin, L ’Origine des Turcqz (nşr. Sch effer), 1896. __ _ ( İSMAİL HAKKr UZUNÇARŞILI.) A Z A D . [ Bk. ÂZÂD.] Â Z Â D . AZAD veya A z ÂDA ( F .; cm. azâ~ dan, âzâdagân), eski şekli Szata olup, İslâm devri fârisîsinde h ü r , s e r b e s t , e s i r o l ­ m a y a n mânalarına gelir ; tarihî metinlerde İse, muayyen bir İçtimaî s ı n ı f ı ifade eder. İran ’da daha Partlar devrinde mevcut olup, sâsânîlerm ilk devirlerinde de devam eden İçtimaî bir taksime, göre, âzâdân, yâni hur adamlar, cemiyetin mühim bîr tabakasını teşkil ediyordu. Şâpur I.’a âit olan meşhur Hacıâbâd kitabesinde şahrdârân ( küçük hükümdarlar, prensler), vaspuhrân ( büyük ailelerin reisleri ve belki de bütün fertleri; arap metinlerinde ahi al-buyütât) ve vuzurgân ( büyükler, ileri gelenler; arap metinlerinde aşrâf, ab1uzama ) ’dan sonra özadân ( hür kimseler, asilzadeler ] zikredilmektedir. Bu ıstılahın mâhiyeti ve şumulü tamamiyle kat’î bir surette tesbit edilemiyor. A. Christen-



*4



ÂZAÛ .



den, bu ıstılahın, iptida, İran'ı istilâ eden ârî ırktan fâtihlerm âilelerine verildiğini, lâkin sonradan bu fatihlerden mühim bîr fcısmmm, türlü âmiller tesiri ile, bn asilzâdelik sıfatım kaybederek, diğer halk sınıfları arasına karış­ tığını, bir kısmının da yüksek aristokrasiyi teşkil eden v a s p u h r â n sınıfına geçtiğini söylüyor- Her hâlde bn a z â d â n veya â z â d a g â n tâbirinin köy asılzâdelerine verildiği ve Sâsânî ordusunun en mühim kuvvetini teşkil eden süvâri sınıfının bu köy şövalyelerinden teşekkül ettiği tahmin olunabilir. Sâsânîler devrinin sonlarına doğru umumileşen ve İslâm fütuhatından sonra da devam eden dehkön ( dihkân ) tâbirinin ifade ettiği köy ağaları da, her hâlde, bn a z â d â n sınıfına mensup idiler. A. Chrîstensen, bu ıstılahın İslâm fütuhatın­ dan sonra devamı hakkında, hiç bîr şey söyle­ miyorsa da, bu devre ait eski edebî ve tarihî metinlerde buna tesadüf edildiği görülmektedir; Firdevsî, âzâd, azada, azâdagi kelimeleri gibi, azâdân ve âzâdagân ( bâzan âzâdagânân) ıs­ tılahlarım da dâima kullanır ; ara sıra bazargân ( vuzurgân ) 'dan sonra âzâdagân *ı zikretmesi, yukarıda bahsettiğimiz İçtimaî tasnifi pek iyi bildiğini göstermektedir. Târih-İ Şîstân müel­ lifi, 311 (9 2 3 )'de emîr Bü Ca'far e bİ’at edil­ diğini anlatırken, ordunun mavâli ( köleler), sarhangân ( asıl askerler) ve âzâdagân 'dan mürekkep olduğunu söylemektedir ki, bu so­ nuncuların, Sâsânîlerin son devirlerinde olduğu gibi, köylerdeki küçük asilzadeler olduğu tah­ min olunabilir. Şâir Rüdakİ yine bu emîre tak­ dim ettiği bir kasidede, onu mih-i âzâdagân diye tavsif etmektedir ki, bu kullanış tarzı, yukarıdan beri verdiğimiz izahatı teyit ediyor. Koylu ile hükümet teşkilâtı arasında bir nevî mutavassıt vazifesi gören, yâni halka karşı hükümeti, hükümete karşı halkı temsil eden bu smıf, İslâm devrinde de devam etmiş, fakat sonraki tarihî metinlerde daha ziyade dehkan [ b. bk.] ismi altında zİkrolunmuştur. Azâd kelimesini, yalnız olarak, yahut tarihî kaynaklarda veya eski Iran romanlarındaki bir takım kahramanların isimlerinde olduğu gibi ( msi. Azâdbaht, Azâdsarv, Azâdçihr, Azâdmard şekillerinde), mürekkep olarak görüyoruz ( Ethe-Geiger, Grund, d. Iran. Philol,, If, 145, 322 v.d.; Hamd Allah Mustavfi, Nazhat al-kalüb, GM S, s. 125 : Haecâc zamanında Nesa şehrinin âmili Azâdmard İsmini taşıyordu; bk. bîr de F. Juşti, Iran, Namenbuch). Av ve musikîye İptilâsı Üe meşhur olup, Hindistan ’dan çingene çalgıcı ve şarkıcıları getirten { F. Spiegel, Eranische Alterthamskunde, III, 550,833 ) Sâsânî hükümdarı Behram Gür ’un câriyesi ve çalgıcısı A zâdvâr'm macerası meşhurdur (al-Şa'âlibi,



.



-- ----- --------------------- ............................. .-»V



Hisioire des rois des P erses, ire. Zotenberg, Paris, 1900, s. 542 v.d.). Iran ’m muhtelif saha - , larinda bu türlü yer adlarına da tesadüf edili­ yor : Azerbaycan ’da pamuk ve şarabı ile meş­ hur Azâd kasabası ( Nazhat al-kuluh, s. 89 ),,' Horasan ’da, German yolu üzerinde, güzel vemâmûr Azâdvâr kasabası ( Mudüd al-'âlâm,. trc. Minorsky, GMNS, s. 102), Sebzvâr civa­ rında mâmûr bir köy olan Azâd Maneır ( Târih-î Bay hak, Tahran, 1317) ’den başka, Mâzenderâa ve Esterâbâd 'da bu gibi isimler taşıyan yerlerin hâlâ bulunduğunu biliyoruz ( bk. Ra*, bıneau, Mâzenderûn ve Esterâbâd, GMS, fih­ rist ). İran musikisinde azâdvâr adlı hususî bir bes­ te veya makam bulunduğunu Burhân-i Icâtı 'da görüyoruz. Acabâ bu makam, yukarıda ismi geçen coğrafî mevkilerden birine msbetle mi bu adı almıştır, yoksa, Behram ’m çalgıcı câriyesînin ismi ile mi alâkalıdır? Bunu tâyin için, elimizde hiç bir şey bulunmuyor* Yalnız AH Şîr Nevâî ’nin Irak türkmenleri arasında ya­ yılmış olduğunu söylediği âzâdvâri ( bâzı yaz­ malara göre, arzvâri ; Hüseyin Kâzım lügatin­ deki büsbütün yanlış şeklî ile erzvâdi ) ile Bur­ hân-i kati‘ ’dakİ bu ismin aynı şey olduğunu zannediyoruz [ bk, ARÛz ( türk ) ]♦ Bugün Tür­ kiye ’nîn cenub-i şarkî vilâyetlerindeki türkmen ler arasında kullanılan v u z v a adlı saz ile { bk. Ali Rıza, Türkmen çalgıları), Nevâî ’nin bahsettiği beste ismi arasında bir münasebet varsa, o vakit bunun arzvâri şeklinde okunması daha doğru olur ve bunun azâdvâr adlı beste ile münasebeti olmadığı anlaşılır. Edebiyat ıstılahı olarak,, azâd veya azada, başı. ve sonu olmayan tek mısraa veya bey ite verilen isimdir. Kelime, tasavvuf ıstılahı olarak da kullanılır; tasavvuf akîdeleri Iran ’da yayıl­ dıktan sonra, dünya İle alâkalarım kesmiş, yâni manevî hürriyetlerini kazanmış olanlara da bu sıfatın verildiğini görüyoruz. Tasavvuf edebi­ yatında tesadüf edilen a z â d â n , â z â d a ­ g â n ’dan maksat, hakikî sufîîer ve dervişlerdir.. Kelime bu mânası ile, bilhassa, XV. asırdan sonra, bâzı Iran ve Hind şâirleri tarafından da, mahlas olarak, kullanılmıştır; msl. Gulâm ‘A li Bilgrâmi [ b. bk.) daha ziyade mahlası ile. Azâd Biîgrâmİ dîye tanınmış olduğu gibi, bugün hind mîllî kouğrası riyasetinde bulunan Abü Kalâm Azâd da bu mahlasla tanınmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : Makale İçinde gös­ terilenlerden başka bk. A , Chrîstensen, L ’Iran sous les Sasanides ( Copenhague, 1936), s. 95, 105 v.d, ayn, mil., l'Empire des sasani­ des (Copenhague 1907), s, 44, v.d.; Fri.tz ■Wblff, Glossar zu Firdosİs Schahname ( Ber­ lin, 1935 ) ; F. justi, Iranisches Namenbuch



ÂZÂD - AZAK.



-



( Marburg, 1895)* Tarih-i Sistön, nşr. Malik aI-Şu*arâ Bahar (Tahran, 1314), 3. 312, 319. (M . F u a d



K ö p r ü l ü .) .



A Z A K , yunanlıların Tana ıs, türklerin Ten ■ adini verdikleri Don nehrinin munsabmda bir şehir olup, miletliler tarafından tesis edilen, Tanaıs namındaki yunan kolonisi civarındadır. Bu koloni, Karadeniz ile Azak denizinin ( Maeotis palus saaMaemtıç ) mühim bir ticaret ■ iskelesi idi. Bu şehrin yerinde daha evvel İskitlere (scythes) ait bir ticaret mevkii bulundu­ ğundan, Tanaıs kelimesinin, İskit dilinde, ihti­ m âl su mânasına gelen ve bu mevkiin adı olan, Tana Man geldiği tahmin olunuyor. Zengin bir •şehir olan eski TanaVs 'in, Bosphore kırallarmm hükmü altına geçtiği, milâdın ilk asrında bu : ktrallardan Polemon *un isyan ederek şehri tahrip ettiği ve nihayet bu tahripten bir asır sonra, eskisine yakın bir yerde yeni Tanaıs kurulmuş ise de, büyük bir: ehemmiyet kazana■■■■ mayan bu şehrin, ihtimâl hunlar tarafından vyıkıimiş s olduğu anlaşılıyor £krş. Pauİy-Wissowa, Real Enzyklopadie, Stuttgart, 1932, IV, ' A: 2, Tanaıs ). Daha sonraları, şarktan garba •doğru muhaceret eden kavimler in yolu üstüne • tesadüf ettiğinden, hazarların ve peçenekleria nufuz sahast içinde kalmış, Xî. asrın ikinci ya­ rısında kumanlar tarafından zaptedilmiş ve nihayet moğul imparatorluğunun A lim Ordu bölgesine tâbi olmuştur. Orta çağda Tanaıs ’in tamamen metruk bir hâle geldiği, buna muka­ bil o civarda ve Don nehrinin cenup ayağının sol sahilinde ve munsaptan 15 km. içeride bu­ lunan Tana şehrinin, ehemmiyet kazandığı an­ laşılmaktadır. XII. asırda Idrisi, Tana şehrini Batlamyus ’taki TvçdpjÎT] !nın Hvârizmi. ’de şeklinde ya­ zılan ismi ile birleştirip, bunu ihtimâl \j£> — Turna okuyarak, b jt şeklinde yazmış ve son­ ra bu isim, îbn Sa‘id al-Mağribi İle Abu ’l-Fidâ’ 'ya, başka bir şehrin adı imiş gibi geçmiştir ( Zeki Velidi Togan *ın verdiği izahata göre). Abu ’l-Fidâ’ {Takvim al-baldân, nşr. Ch. Schier, Dresden, >845, s. 288 ), bu şehirden bahs­ ederken, Turna denizinin kenarında bîr çok şe­ hirler ile mamurelerin mevcudiyetini, bunların sekenesinden çoğunun bulgar olup, aralarında hırîstiyanlar varsa da, ekseriyetin müsİüman : bulunduğunu söyledikten sonra, bu havalideki başlıca şehrin Turna olduğunu kaydeder. Orta çağda Tana Karadeniz ticaretinin mühim mevkilerinden biri olarak görülüyor. İkbâl devrinde bu ticareti elinde tutan Bizans devleti zayıf­ lamağa başladıktan sonra, Venedik ve Ceneve gibi İtalyan cumhuriyetlerinin şark ticaretini ele geçirmeğe başladıklarım, hattâ Komnen sulîilçşi î^m^öipda çeneyigdefin İgtapbul ’^İa Ç a V



H



ta *da bir koloni vücuda getirdiklerini biliyoruz. XIII. asırda bu koloni, Kırım sahillerindeki şe­ hirler, msl. Kefe ( Caffa ) ile. münasebette olduğu gibi, haçlı seferleri esnasında, Venedik ve Ceneve menfaatleri birbirine zıd bir mâhi­ yet almış ve 4. haçlı seferlerinde, İstanbul ’da lâtin imparatorluğunun kuruluşu, şarkta Vene­ diklileri müstesna bir mevkie yükseltmiş ise de, Bizans imparatorluğunu ihya edeli impa­ rator Mihael Paleolog, 1261 *de cenevizler ile Nymphaeum muahedesini akdederek, Venedikli­ lerin. hâiz olduğu üstünlüğü onlara vermiştir ( A . A. Vasiltev, His t. de VEm pir e byzantin, Paris, 1933, II, 215 ). XH. asrın sonlarında Suriye ’deki lâtin prens­ liklerinin kaldırılması üzerine çok zarar gören Venedikliler, Karadeniz ticaretini inhisarları al­ tında tutmak isteyen cenevizler ile mücadele­ ye başlayarak, iki devlet arasında Kefe ve Ta­ na ’da şiddetli bir rekabet yüz gösterdi. Tana, balık, havyar ile buğday ihraç, buna mukabil kumaş ve şarap ithâl eden ve esir ticareti de yapılan mühim bir mevki olduğundan başka, biri Astırhan, Ürgenç ve Kabil ’den, diğeri Iran ’dan geçen iki kervan yolunun başı idi. İskenderiye gibi Azak da Hind ve HİntM Çini mahsûlleri (baharat) ile, Hazer sahillerinden ve bilhassa Gilan 'dan gelen ipek ticareti için elverişli bir yer olduğundan. (W. Heyd, His• fötre du Commerce du Levant atı Moyen-Age, Leipzîg, 1936, II, 188 v.d.), italyanlar Tana vasıtasiyle bu yollara nufuz etmek isterlerdi. Lâ­ kin XIII. asrın ortalarında Tana, garplıların tica­ rî münasebette bulundukları bir mahal olmakla beraber, orada henüz bir kolonileri mevcut değildi. A za k ’tan Pekin’e kadar uzanan ticaret yolunu, avrupaîılardan ilk tavsif eden floransak Peğolotti ölmüştür. Msl. Saînt Louis ’nin Menğü Kağan nezdine sefir olarak gönderdiği Guillaume de Rubrouek ( Recit de son Voyage, Paris, 1877) o havaliden geçtiği hâlde, T an a‘dan bahs­ etmiyor ve İstanbul 'dan gelen tacirlerin Matrîgo (T a m an )’ya çıkarak, oradan Don nehri ağzına kayıklar gönderip balık getirttiklerini söylüyor (ayn> esr., s. 5 ). Tana ismine, avrupahlarm haritalarında, 1306 ’dan itibaren, tesa­ düf olunmaktadır ( bk. W. Heyd, ayn. esr,t II, 178 v.d.); hattâ XIV. asrın başlarında, Cene­ ve ’de de müstemlekeler île deniz ticareti işleri­ nin tedviri İçin ihdas edilen ve bilâhare Officium Gazariae adım alan devlet müessesesinin Ceneve ile Tana arasındaki ticareti kontrol ettiği ve bu şehir ile olan münasebetleri tan­ zim eylediği görülmekle beraber, 1316 senesin­ de cenevizlerin Tana ’da kışlamaları ve ev edin­ meleri memnu olduğuna bakılırsa, bu sıralarda oradşı bir ^çioRİiîip meyçut bulunmadığı anlaşılır







AZAK.



(W . Heyd, ayn, esr,, II, 1S1; G, I. Bratİanu, Recherches sur le Commerce des gehois dans la Mer Noire an XIII6 siecle, Paris, 1929 ). I317 senesinden itibaren sikkelerin üstünde'Tana’nm türkçe adı olan ve nehre izafetle „ayak“ mâ­ nasına gelen Azak ismine tesadüf edildiği gibi, bu isim, ilk defa olmak üzere, XIV. asrın İslâm âlimlerinden İbn FazI Allah aî-'Umari ’de ( bk. W. Tiesenhausen, Altın Ordu devleti tarihine âit metinler, türk. trc. İsmail Hakkı İzmirli, İstanbul I94î, al-Tîmari ’nin Masalık aUabsar ’ından naklolunan metin ve tercümesi, s. 378, 381 ) ve ondan sonra da Abu ’I-Fidâ’ ’da ( Tak­ vim al-buldan, s. 29, 216, 292, 29.6) ve İbn Battuta ’da görülmektedir. Cenevizler gibi, Tana ile münasebete girişmiş olan Venediklilerin de XIV. asrın ilk yarısında, bu şehirde bâzı ticaret müesseseler! açmağa başladıkları ve orada bîr konsolos bulundurduk­ ları anlaşılıyor. 1332 senesinde Altm Ordu hanı Özbek Han nezdindeki Venedik elçisinin, o sıra­ da Altm Ordu devletinin bir şehrî olan, Azak 'ta Venediklilere mahsus bir mahalle tesisi için vâki olan talebini kabûl ederek, yüzde üç vergi vermek şartİyle bu müsaadeyi bahşetmiştir. Venediklilere tahsis olunan yer, Don nehri ke­ narında bataklık bir saha olduğundan, burada­ ki binalar kazıklar üstüne kurulmuştur. Bu ma­ halle yapılırken, Azak *ta bir de Ceneviz ma­ hallesinin mevcudiyetini gösteren deliller bu­ lunduğuna göre ( bk. W. Heyd, ayn. esr,, II, 181 v.d.), bu Ceneviz mahallesinin 1316 ile 1332 seneleri arasında kurulmuş olması iktiza eder. Bu sıralarda Azak 'ta Venedikliler gibi eenevizlerin de bir konsolosu vardı. İslâm seyyahı İbn Battüta ’mn bu zamanlara (şaban, 734} rast­ layan ziyaretinde, bütün havali Tülüktemür adlı bir emîrin hükmü altında bulunduğu gibi, bizzat Azak ’ın büyük emirlerinden hvarizmli Mehmed Hoca tarafından idare edildiği görülüyor. İbn Batüta, şehri, deniz kenarında güzel bîr belde olarak târif eder ve cenevizler ile diğer, kavimlerin oraya mal getirdiklerini ve kendisinin Hızır ve İlyas ’a nisbet edilen bir ibadetgâh civarında ikamet ettiğini söyler ( İbn Battüta, Seyahat-nâme, trc, Mehmed Şerif Paşa, Istan­ d ı* t333“ i 335> i* 364 v.d.). Her iki İtalyan cumhuriyeti, Altın Ordu dev­ letinden Azak ’a yerleşmek müsaadesini temin ettikten sonra da, aralarındaki rekabet sona ermemiş, hattâ cenevizleria tesiri ile Özbek Han, Venediklileri tazyik etmiş ise de, halefi Cani Bey Han, onlara yeni müsaadelerde bu­ lunmuştur. Azak ’ta oturan yabancı tacirler için felâketli bir yıl olan 1343 senesinde, Venedik gemicileri :.iş halk arasında çıkan bîr kavgada, Hçca



Ömer adlı birinin Öldürülmesi üzerine, Venedikli, ceneveli ve floransaiılar taarruza uğrayarak malları yağma ve evleri tahrip edildiği sırada, cenevizler in 350.000, Venediklilerin de 300.000 altın ( e c u ) zarara uğradığı düşünülürse, bu­ radaki yabancıların serveti hakkında bir fikir elde edilebilir. Bu kavgalardan fena hâlde hid­ detlenen Cani Bey, garbi ı tacirlerin bir daha Azak ’ta görünmemelerini emretmiş ve en mü­ him çeneyiz müstemlekesi olan Kefe ye saldır­ mışsa da muvaffak olamamış, fakat Azak ’ın haricî ticarete kapatılması, bizansta balık ve buğday kıtlığına sebebiyet vermiştir. Mamafih az zaman sonra Venedik ve Ceneve, H an’ın nezdine sefir gönderip, sulh akdini temin ettik­ leri gibi, Venedikliler, verdikleri gümrük resmi­ nin yüzde beşe çıkarılması müstesnâ olmak üzere, evvelki imtiyazlarını aynen elde etmiş ve kendilerine, Don nehri sahilinde yüz kadem uzunluğunda, altmış kadem genişliğinde bir mahal de tahsis olunmuştur. Fakat bu vazıyet Venedik ile Ceneve’nin ara­ sını tekrar açıp, harbe sebebiyet vermiş, 1352 ’de iki cumhuriyet, Boğaziçi ’nde, neticesi pek kat’î olmayan bir deniz muharebesinden bir kaç sene sonra, barışarak,, üç sene müddetle, Azak ’a ticaret gemisi gondermemeğİ kararlaş­ tırmış ve bu müddetin hitamında Azak limanı ile yine ticarî münasebet başlamıştır. Cenevizlerin Azak 'tâki imtiyazlı mıntakalarmı idare tarzları hakkında, 1449 tarihinden itibaren esaslı mâlûmat elde edilmiştir. Bu dev­ letin Karadeniz ’deki kolonileri meyanında Kefe, hâkim bir vaziyette olup, oradaki mahkeme, Kefe konsolosu müstesna, bütün memurları muhakeme salâhiyetine mâlik bulunduğu gibi, Tana muhafızları ve istihkâmları, Kefe konso­ losu tarafından teftiş edilirdi. Yalnız burası aisbeten uzakça olduğundan, bir dereceye ka­ dar daha müstakil bir vaziyette idî. XIV. asrın sonlarında tekrar bozulan Venedik - Ceneve münasebetleri, bir çok çarpışmalardan sonra akdoiunan 1381 Torino muahedesi ile, yeniden düzelmiş, fakat Azak ticareti bu defa iki sene için terk edilmiştir. Timur'un Altm Ordu devletine hücum e mesi de Azak tarihîne müessir olan hâdise­ lerdendir, 1391 'de Timur ’un kuvvetleri Azak kapılarına kadar dayandığı gibi, bu hükümdar 1396 seferinden dönerken Azak 'a hücum edip, imtiyazlı mahalleleri yağma ve tahrib etmiş ve avdetinden sonra Venedikliler ve, belki, cenevizler tahribatı tamir için büyük gayretler sarfederek, kiliselerini, konsolosluk binalarım, surlarını ve kalelerini yeniden yapmışlardır. O tarihte Venedikliler mahallesini çevire» surdan başka, onların şehir hariçipdç bîr tepe üstün­



AZAK. de iki kuleli bir kalek ri vardı ki, düşmanlarına karşı mallarım burada saklarlardı (W . Heyd, H, 376). Timur istilâsının Azak ticaretine ver­ diği zarar bu kadarla kalmamış, Çin ‘e giden kârvan yolu üzerindeki Astırhan ve Saray şehir­ lerinin tahribi, A zak 'ı bu yoldan gelen emtia­ dan epeyi mahrum bırakmıştı. Hind 'in baharatı ve İran ’m ipeği Azak yolu ile değil, tekrar Su­ riye tariki ile nakledilmeğe başlamakla beraber, Venedikliler ile eenevizler, gerek şark ticaretinin az çok devam ve gerek şimâl memleketleri mahsûlü ile balık ve esir alım satımından yine Tana ’da oturmağı kârlı bularak, bu şehir­ den ayrılamamışlardır. X V. asrın başlarında, Azak 'in yeni taarruzlara uğradığı görülüyor. T410’da Kıpçak ham Puîad Beg, A z a k ’a hücum ederek, Venediklileri katliâm ve evlerini yağma etmiştir. Halefi Timur Han zamanında yalnız cenevizlere ticaret yapmak hakkı verilmiştir. 1418 'de Kerimberdİ Han *m büyük bir ordu ile Azak ’a yürümesi, şehirde yeni baştan tahribat vukuuna sebep olmuş ise de, her tahripten sonra surlar ve mahalleler yeni baştan tamir edilmiştir. Karadeniz’deki İtalyan kolonilerinin hayatına nihayet veren Fatih Sultan Mehmed ’dir, İst an» bul 'un fethini müteakip, osmanlı padişahı, Kı­ rım hanı Hacı Giray ile anlaşarak: Kefe ’yi taz­ yik: ile vergiye bağladığı esnada Aragon, Napo­ li ve Sicilya kıralı Alphonse V. ile yaptığı harp­ lerden bitkin bulunan Ceneve ’nin mâlî vaziyeti son derece :sarsıldığından, Karadeniz 'deki kolo­ nilerini önce Uffizio di: S. Giorgio, bilâhara Banca di S. Giorgio denilen zengin bir. mâlî müesseseye devretmişti ki, Tana ’da bunlar ara­ sında idi (15 teşrin II. 1453). Bu müessese, İs­ tanbul’un fethinden sonra, Karadeniz kolonileri ile iyi kötü teması muhafaza ediyor, Kırım hanlığının dahilî karışıklığından bilistifade onun­ la anlaşarak Mehmed II. ’e mukavemet tasavvu­ runda bulunuyordu. Kırım işlerine karışan ve orada kendilerine tarafdar da bulan cenevizlere karşı, bir kısım kırımlıların osmanlı hükümda­ rına müracaatı üzerine, esasen Karadeniz’i türk gölü hâline koymak isteyen padişah, 1475 ’te Gedik Ahmed Paşa kumandasında donanma ve asker gönderip, başta Kefe olmak üzere, eeneviz müstemlekelerini fethettirdi. Bunlardan T ana ( Azak) ’nm zaptı ile de bu müstemlekelere son verilmiş oldu ( W. Heyd, o#», esr., II, 402— 407 ; Âşık Paşa-zâde, Tavârik-i al-i 'Osman, İstan­ bul, 1332, s. 183). Deniz keşifleri dolayısı ile ticaret yollarının değişmesi yüzünden, Azak, uzak Şark ticareti­ nin iskelesi olmaktan çıkarak, XV. asırdan iti­ baren Osmanlı devletinin bir serihad kalesi hâ­ line gelmiştir. Müştahkem bir jnçykİ plan A?ak



87



kalesi osmanlıların elinde kaldığı müddetçe, Don kazaklarının ve rusîann denize çıkmak için yaptıkları teşebbüslere mâni olan ve Azak de­ nizi ile Karadeniz’in emniyetini temine yarayan pek mühim bir mevki olmuş ve Azak muhafız­ ları, Kefe eyâleti beyleri ile beraber, burada asırlarca büyük gayretler sarfetmiştir. Etrafında yaşayan kavimler ile mücadelesi eksik olmayan Azak kalesine XVI. asırda rus çarı Korkunç İvan tarafından taarruz edildiği ve bu yüzden kalenin tehlikeye uğradığı anla­ şılıyor. Kanunî Sultan Süleyman zamanında ( 15S8/966 ) ’de muhafızı A li Reis ’in müdafaa ettiği Azak ’a rus kuvvetlerinin hücumu, türk donanmasının yetişmesi üzerine akim kalmakla beraber, kalede açlık ve korku hüküm sürdü­ ğünden, ahalînin başka taraflara muhacereti ve ruslarm yeni bir taarruz için fırsat kollamaları, ertesi sene esaslı tedbirler alınmasını intaç etmiş ve kaledeki vurguncular Akdeniz adala­ rına sürüldüğü ve bir çok sancak beyleri bu tarafa memur edildiği gibi, İvan ’m ikinci hü­ cumu Kefe beyi Sınan Bey ’İn cesareti karşı­ sında tematnen akim kalmıştır (Ahmed Re­ fik, A ç-ık deniz m e s e le si v e Azak muhasarası, T T EM, sene 16, s. 261— 275 ; bu yazıda hazine-i evraktan çıkarılmış 12 vesika sureti vardır). Murad IV. zamanında ( 1Ğ37 — 1047 ) Kırım hanlığında zuhur eden dahilî mücadele esna­ sında Kalgay Hüsam Giray ’ın Azak havâlisinde oturan nogayları Akkirman tarafına götürmesi yüzünden fırsat bulan ve şayka dedikleri de­ niz vasıtaları ile Don nehrinden çıkıp Karade­ niz, hattâ Boğaziçi sahillerine kadar tecavüz etmek cesaretini gösteren Kazaklar, bu defa ruslarm yardımı ile, Azak kalesini zapt ve içindeki müslümanlarm ekserisini şehit ve bazı­ larım esir ettiler ( Kâtİb Çelebi, Fezleke, İs­ tanbul, 1287, II, 61, 190; Nâ'imâ, Târik, İstan­ bul, 1280, I1İ, 304 ). Murad IV. ’ın Bagdad sefe­ rine çıkarken, Karadeniz ’de „Azak ahvâlinin tecessüsü içinK donanma île o tarafa gönderdiği Piyale Kethüda ile Azak ’ı kurtarmağa memur olanlardan Kefe beylerbeyi Yusuf Paşa kazak­ lara karşı bâzı muvaffakiyetler kazanarak geri döndüler ( Na'imS, Târih, İH, 374, 376 ). Sul­ tan İbrahim zamanında ö z i muhafızı Deli Hü­ seyin Paşa, Azak ’m istirdadı İçin hazırlanan kuvvetlere serasker olup, Kırım hanı Bahadur Giray, kapudan-ı derya Sıyavuş Paşa ve daha başka kumandanlar ile birlikte, kaleyi şiddetle muhasara ettilerse de (1051 = 1661), karşılaş­ tıkları müdafaanın şiddeti ve kışın yaklaşması yüzünden muvaffakiyet kazanamadılar. Mamafih Hüseyin Paşa, kazaklara pek çok zayiat ver­ dirdiği gibi, kalenin varoşunda, şayke yapmak için? iadih^r edilmiş olar. keresteyi yakmak sft-



88



AZAK.



retı ile, ileride kazakların akmlarına yarayacak gemi inşasının önüne geçmiş oluyordu ( Kâtib Çelebi, ayn, esr„ II, 223 î Na'imâ, ayn. esr„ IV, 6; bu sefere iştirak eden Evliya Çelebi, Seyahat-nâme, İstanbul, 13x4, II, 113— 122’de bu muhasara tafsilâtlı olarak anlatılmaktadır ; aynı eserde ( İstanbul, 1928, VII, 886) bu muhasa­ ranın 70 gün 70 gece sürdüğü görülürse de, J, de Hammer ( Hisioire de VEmpıre Ottoman, Paris, 1837, X, 18 v.d.) bu müddetin 3 ay oldu­ ğunu kaydeder; ( keza bk. Rİcaut, His t. des Trois demlere Empereurs des Tttrcs depuis 1623 jusqafa 1677, suivant la copie imprimee d Paris, 1673, İngilizceden tercüme, II, 177 v.d.). MuvâffakiyetsizHkle neticelenen bu muhasara­ dan sonra, 1642 ( zilhicce 1051 ) ’de Azak sefe­ rine memur olan Sultan-zade Mehmet! Paşa ( b'k. Munşaât al-salâiin, İstanbul, 1275, II, 233 v.dd.}, Kefe hududunu geçip, Kırım hanı Mehmed Giray IV. ile Azak üzerine vardığı zaman, kazakların, böyle büyük bir kuvvetin gelişinden ürküp, kaleyi ateşledikten ve bir kısmım da su altında bıraktıktan sonra, çekilip gitmiş olduklarını gördü ( Kâtib Çelebi, ayn. esr., II, 224 v.d .; Nâ'imâ, ayn. esr., IV, 14 v.d .; Hammer, ayn. eer., X, 20 v. d .). Suîtan-zade Mehmed Paşa, pek harap bir hâlde bulduğu Azak ’ın tâmir ve muhafazasına Kefe beyler­ beyi İslâm Paşa’yı memur edip (Nâ'imâ, ayn. esr., gost. yer.), kalenin İmarım ve yeniden is­ kânını temin eylemiş ( bk. Ricaut, ayn. esr., II, 182 ), Islâm Paşa . da kazakların karargâhı olan sahaları İstilâ ile 5.000 kadar müsluman esirini kurtarmağa muvaffak olmuştur ( Kâtib Çelebi, ayn. esr., H, 228). A z a k ’ın istirdat ve tamirinden sonra ve 1666 (1077) senesi başında burayı ziyaret eden Evliya Çelebi bize kale ve civarı hakkında, mufassal mâlûmat vermekte­ dir ( Seyahat-nâme, II, 885— 898). Don nehri­ nin so! sâhüinde bulunan Azak, Evliya Çelebi ’nin anlattığına göre, 4.000 adım çevresinde, dori köşeli bir kale olup, şimal tarafı müstes­ na, etrafı hendek ile çevrili 70 kulesi bu­ lunan ve, aynı sur dâhilinde bulunmak üzere, Frenk-Hisarı, Orta-Hisar ve Toprak-Kale adlı üç kısımdan mürekkep olan bir kale idi. Bu kule­ lerin 40 ’ı kalenin en ziyade tehlikeli olan şark ve garp kısımlarında bulunuyordu. Her hisarda tir cami vardı, bunlardan biri Bayezid II. ’e âıt olup, Gedik Paşa ’nm fethettiği Frenk-Hisarı ’nda id i; Orta-Hisar ’da, iç kale mâhiyetinde olan, Şahin Paşa kulesi bulunuyordu. Evliya Çelebi ’nm verdiği tafsilâta göre şehirde hasır ve kamıştan duvarlı ve toprak örtülü 2650 evden maada, paşa sarayları, yeniçeri ağaları­ na, cebeci başı ve dizdara mahsus konaklar dft bulupmaktş idi, Ortşı-Hişar ’da, Ak Mçhnıed



Paşa tarafından, sur üzerine ve Don nehrine karşı yaptırılan köşk „bir teferrücgâh ve bir kasr-ı zîba“ olmuştu. Frenkhisarı ’nda yine neh­ re nâzır olup, Arslan Kulesi adı verilen kule­ de, Evliya Çelebi, mermerden, kanatlı bîr ars­ lan tasvirinin bulunduğunu ve bunun, Venedik­ lilerin San Marco arslam olduğunu kaydetmek­ tedir ( Seyahat-nâme, VII, 889 ). Toprak-Kale, vaktiyle ^U» adında, etrafı açık bir varoş iken, kazakların mütemadi hücumları karşısın­ da harap olmuş ve nihayet 1616 (1025) ’da sûr İçine alınmıştı. Azak ’m etrafında üç varoş bulunuyordu: şark tarafında, nogayların oturduğu garp tarafında tatarlar ile meskûn JU» o j ■ £, ve şehrin dört kapısının bulunduğu cephenin dışında „Ten nehri kenarı varoşu". Bunlardan ilk ikisi hendek ile çevrilmişti. Evliya Çelebi, A zak’ta muhtelif sınıflardan 13.000 yarar asker ile pek çok top mevcut olduğunu ve bu aske­ rin kumandanlarından başka, kalede kadı, güm­ rük emini, bacdar, mimar başı ve »firkateler ile gezer" kapudanı bulunduğunu söylediği gibi, gümrüğü, ihiisabı ve bac-ı bazarı paşalara hass-ı humâyun olarak 4 yük akça tuttuğunu kaydeder ( Seyahat-nâme, VII, 888). A z a k ’ın hususiyetlerini anlatırken, orada balıktan başka yiyecek kıtlığına, siyah havyan ile bozasının ve bozahâneleriain bolluğuna, kaleye deniz tarafından başka imdat gelecek yer bulunma­ dığına ve muhafızların gece gündüz kazaklar ve kalmaklar ile çarpıştığına işaret ettikten sonra, A z a k ’ın »Paşası sahra-i heyhatm padi­ şahıdır . . . İşleri Allah ’a kalmıştır" der ( ayn. yer). Her zaman taarruza açık bir vaziyette bulunan bu kalenin muhafazası hususunda Kı­ rım hanlarının da büyük yardımı görülmüş, 1656 (1066) ’da kazakların hücumuna uğradığı vakit Mehmed Giray IV. tarafından kurtarıl­ dığı gibi, 1659 ( 1069 ) ’da ruslarm Konotop ’u muhasarası sırasında çar Aleksey Mihaylovİç ’in gönderdiği bîr kazak kuvvetini de Kırım hanzadesi Ahraed Giray Sultan firara mecbur et­ miştir ( Silâhdar fındıklık Mehmed Ağa, Tarih, İstanbul, 1928, I, 6ı, 169). Kazakların, Don nehrinden çıkarak, Karadeniz sahillerinde bas­ kın yapmalarının tehlikeli bir hâl aldığı ve buna yalnız Azak kalesi He karşı koymanın mümkün olmadığım ğoren Osman!t devleti, Don nehri üzerinde başka müstahkem mevkiler yaptırmış ve bunların en kuvvetlisi olan Sedd-i İslâm kalesi ve Kuie-i Şâhi ile, Galata kulesi biçiminde bulunan, Kule-i Sultaniye 1660— 1662 senelerinde inşa edildiği gİbİ (Silâhdar fındıklık Mehmed Ağa, 1, 208; Evliya Çelebi, VHI, 898 v.dd.), daha muahhar zamanlarda, Azak civarın­ da başka kuleler, meselâ Paşa kulesi Hş Yçitİ-



AZAK —' AtALA.



89



çeri kulesi bina olunmuştur ( Suphi, Tarih, İs­ hakkında malûmat vardır). 1739 Belgrad mu­ ahedesinin 3. maddesi mucibince, Azak, istih­ tanbul, 1198, var. 78). kâmları yıkılmak ve bir daha tahkim edilme­ XVII. asrın sonlarında Osm anlı devleti Avus­ turya, Lehistan ve Venedik ile muharebe hâ­ mek şartı ile, Rusya ’ya bırakıldığı gibi ( Norailinde iken, Rusya'yı Karadeniz’e çıkarmak si­ dounghian, ayn. esr., I, 259 v.d.), 1774 Kaynarea yasetini tâkip eden çar Petro I. A z a k ’ı büyük muahedesinin 4. maddesine göre, gerek Osmanlı bir ordu ile muhasara etmiş ise de, gerek kale devletinin, gerek Rusya ’mn istedikleri yerlerde mudafilerinin, gerek imdada yetişen Kefe bey­ tahkimat yapmaları kakül olunmuş ve aynı lerbeyi Murtaza Paşa ile Kırım hanzâdelerin- muahedenin 20. maddesine göre de, Azak 'm den Kaplan G ira y ’m gayretleri sayesinde, 96 Rusya’ya terki teyid edilmiştir ( ayn. esr., !, gün muhasaradan sonra, büyük zayiat vererek 322, 328). XVIII. asrın son senesinde Azak ’ı ric'ate mecbur olmuştur (15 teşrin 1. 1695 = 4 ziyaret eden İngiliz -seyyahı Edouard Daniel rebiülevvel 1107 ). Fakat ilk muhasarada müda- Clarcke ( Voyages en Russie, et en Turquie, filerinin çoğu şehit ve surları harap olan Azak Paris, 1813, II, 93 v.d.), türkler ile ruslar arasın­ kalesinin henüz tâmir edilmediği ve gönderilen daki muharebelerde şöhret kazanan bu mevkii kumandanların henüz yetişemediği bir sırada görünce, uğradığı inkisarı anlattıktan sonra, (4 haziran 1696, zılkrde 1107), ilk muvaffakıyet- orada, türk kalesinden ancak harap surlar ile sîzlİğîn sebeplerinden birinin donanmasızhk ol­ nehrin karşı sahilinde Petro I. ’nun yaptırdığı duğunu gören ve Don nehrinde alelacele bir tabyadan başka bir şey kalmadığım, içinde donanma vücuda getiren Petro I., Azak '1 ka­ ihtiyar askerler ile pek az ahaliden ve ancak radan ve nehirden muhasara etti. Kalenin 50 kadar evden başka bir şey bulunmayan 4— 500 kişiden mürekkep olan muhafızları Azak ’m artık hiç bir kıymeti olmadığım kayd­ elden geldiği kadar müdafaa ettikten sonra etmektedir. Mamafih Azak daha sonraları imâr teslim oldular (6 ağustos 1696 = 7 muharrem edilmiş ise de, Rostov 'ön inkişafından sonra 1108; Raşİt, Tarih, İstanbul, 1282, II, 352 eski ehemmiyetini tamamen kaybetmiştir. v.dd, 384 v.d. î Alferd Rambaud, Histoire de ( M. Cav Id -Baysun.) A Z AL* [ Bk. ezel.] Russie, Paris, 1878, s. 352 v.d.; K, Waliszewskt, Pierre îe Grand, Paris, 1897, s. 73 v.d.}. Os­ ‘A & A L A ( a .; türk. ADALE), İbn Sına, tara­ manlI devleti İle ruslar arasında 1700 tarihinde fından, IÇâriün ( Bulak, 1897, l, 39 ) ’da şöyle akdolunan muahedenin 4. maddesi mucibince, tarif edilmektedir: »uzuvların iradî hareketleri, Azak kalesi ile ona tâbi alan eski ve yeni ancak onlara sinirler vasıtası ile dimağdan gelen bütün hisarlar ruslara bırakıldı ise de (Raşid, bir kuvvet ile vukubulur. Sinirlerin, hareket eden Tarih, II, 496; Gabrtel Noradounghian, Recueil uzuvların en esaslı unsurları olan, kemiklere d'actes internationaux de VEmpire Ottoman, doğrudan doğruya yapışmaları, kemikler sert ■ Paris, 1897, I, 198), 17H 'de Baltacı Mehmed ve sinirler yumuşak oldukları için, mümkün Paşa mn Petro I. 'yu Prut ’ta fena hâlde sıkış- değildir. Bundan dolayı, Halik lütfedip, ke­ tırtığı sırada akdolunan muahede ile ( Raşid, miklerin üstünde sinire benzeyen v e veter de­ Târih, III, 262), Azak kalesi arazi ve mülha­ nilen bir madde bitirerek, onu sinirler ile birleş­ katı ile Osmanlı devletine iade edilecekti. Fakat tirip, tek bir madde hâline getirmiştir. Sinir ruâlann muahede şartına riayet etmemesi yü­ ve r ibattan mürekkep olan bn madde, gayet zünden çıkan ihtilâf yeni bir sefere müncer rakiktir; zira sinir uzak yerlerdeki uzuvlara olacak gibi görünürken, çarın sulha temayülü eriştiği vakit, hacmi ve gılzatı, menşe'indeki üzerine, sadrazam Damad AIİ Paşa zamanında, hacım ve gılzata nazaran, artmaz. Sinirlerin 1713 'te, Edirne ’de akdolunan muahedenin 4. kalınlığı, menşe’lerinde dimağ ve murdar iliğin maddesi mucibince Azak kalesi geri alındı (No­ ( nukâ* aUşavki} cevherine, başın hacmine ve radounghian, ayn. esr., I, 205). 1736 tarihinde rus­ sinirlerin mahreklerine göredir. Uzuvların ha­ ların harp ilân etmeden A za k ’a tecavüzü ile baş­ rekete getirilmesi yalnız sinirlere kalsaydı, hu­ layan muharebede, mareşal Munieh tarafından susiyle uzuvlara dağıldığı ve bir takım kollara muhasara edilen ve pek bakımsız ve harap bir bölünerek, menşe'inden uzaklaştığı nisbette in­ hâlde bulunan Azak kalesini, muhafızı Mustafa celdiği için, aşikâr tegayyürleri mucip olabi­ Paşa 3 aydan fazla müdafaa ettikten sonra lirdi. ruslara bırakmağa mecbur oldu ( Subhi, Târik, Bundan dolayı, Hâlik, kemâî-i hikmetinden, var. 78, 81; A . Rambaud, ayn, esr., 434; Al- sinirden ve yeterden mürekkep olan maddeye bert Vanda], Une ambassade française en gıîzat vermek için, onu tarazlayarak, bu suretle Orient sous Luts X V , La Missİon da Mar- husûle gelen liflerin arasını et ile doldurmuş quis de Villeneuve, Paris, 1887, s. 255 v.d.; ve hepsini bir zar ( ğişâ*) ile sardıktan sonra, burada Asak ’îîî aşkerî vaziyet ve ehemmiyeti ortasına sinir gibi maddelerden yapılmış,- bir



90



AZALA — AZEMMUR.



A Z A N . [ Bk. EZAN.) mihver koymuştur,.Adalo, işte bu suretle sinir­ A Z A P . [ Bk. a zab ,] den*: veterden ve onlarm lifleri ile aralarını A Z A R . [ Bk. ÂZER.] dolduran, etten ve hepsini saran zardan mürek­ A Z A R yahut AD AR. [ Bkl AzAr.] kep bir uzuvdur. Â Z Â R . Â Z Â R (yahut ADAR), fars takvimin­ Bu uzüv tekallus ettiği vakit ribât ve asaptan mürekkep olan ve adaleden kemiklere kadar gi­ de 9. ay m ve aynı zamanda her fars ayının 9. den veterî çeker ve bu suretle adalenin yapıştığı gününün adıdır. Bundan dolayı, Azâr-mâh (»Azer uzuv çekilmiş olur. Adale gevşediği vakit, ye­ ayı") ve Azâr-rüz ( »Azer günü") tâbirleri ile teri bırakır ve çekilmiş olan uzuv eski vaziyetini b u jk î mânayı tefrik ederler. (E. Mahl ER.) bulur". A Z A R B A Y Ç A N . [ Bk. Azerbaycan ,] A Z A R G U N . [ Bk. azergûn .] Adalelerin teşrihi, sayılan yüzün hareket eden kısımlarına tekabül eden, y a z ( v a c h ) adaleleri A Z A R I. [ Bk. Azerî.] ile başlar ( s. 40— 53) j ‘A Z A Y M . [ Bk. EDHEM ÇAYI.] 1. a l-c a h h a (alm ) adaleleri. *A Z Â Z ÎL . [ Bk. AZÂZÎL.] 2. a l- m u k la ( göz küresi) adaleleri. A Z Â Z İL . 'A Z A Z İL ( A.), Kitab-ı mukaddes 3. a l- c a fn ( üst göz kapağı) adaleleri. ’te, yalnız »kefaret günü" münasebeti ile ( Levi4. a l- h a d d ( yanak adaleleri ile birlikte du­ İiler, XVI, 8 v.d.) ismi ( Azazel) geçen fevkatta» dak ) adaleleri. bİa bir mahlûkun adıdır. Kitab-ı mukaddes ’te, ş e y t a n d a n sonra en esrarengiz fevkalbeşer 5. a l-ş a fa (dudak) adaleleri. bir şahsiyettir. »Kefaret günü" baş rahip, kavmin 6. a l-m in h a r ( burun kanatları) adaleleri. 7. a l- f a k k a l- a s fa l (alt çene, enek) adaleleri. günahları için, iki genç erkek keçiden kur’a ile bîrini Yahova ’ya ve diğerini Azâzîl ’e kurban ; Bunlardan sonra: eder. Yahova *nınkİ hemen kesildiği hâlde, Azâ­ S. a l - r a s ( baş ) adaleleri. ş. a l-h a n c a r a ( hançere ) adaleleri. zîl ’inki, kavmin günahları ile yüklü olarak, bir adam İle çöle gönderilir (Avrupa lisanlarındaki 10. al~h.nlk u m ( boğaz } adaleleri. scapegoat, boac-emissaire ve Siindenbock tâbir­ 11. a l - a z m a l-lâ m i (lâmî kemik) adaleleri. leri buradan gelir ). 12. a l-lis a n (d il) adaleleri. Azâzîl hakkında en eski rivayet, apokrif ( mev­ 13. a l - u n k v a 'l- r a k a b a (boyun) adaleleri. suk sayılmayan ) yahudi kitaplarından, Enoch ’un 14. a l-ş a d r (göğüs) adaleleri. kitabındadır. İnsan kızlarının güzelliğine kapı­ 15. a l - a z ü d ( k o l) adaleleri. larak, Hermon dağı üzerinde yere inmiş olan 200 16. a l s a id ( ön kol ) adaleleri, meleğin reisleri arasında sdı, n. olarak, Azael 17. a l- r u s ğ (bilek) adaleleri. ( bab 6 1 7 ) ve başka yerde ( bab 69 : 2— 4 ), 10. 18. a l- a ş a b t (parmak) adaleleri, olarak, Azazel suretinde yazılıdır. İnsan kızları iç. a l s a l a b ( bel kem iği) adaleleri. iie birleşen melekler (Allah oğullan) kıssası 20. a l-b a in ( karın ) adaleleri, ( bk. Tekvin 6), Eno- ch'un kitabında, en eski 21. a l-u n s iy a y n (husye) adaleleri. şeklinde, görülüyor. Bu birleşmeden peyda olan 22. a l-m a ş ü n a ( mesane ) adaleleri. devlerin dünyaya yaydıkları kötülükler yüzün­ 23. a l- z a k a r (kadîb) adaleleri. den, tufan suları yeri basmadan önce, Allah bu 24. a l-m a k 'a d a ( ş e r ç ) adaleleri. melekleri cezalandırıyor ve bu arada Azâzîl ’in 25. a l- f a k z (uyluk) adaleleri. 26. alsâJj: s. 265 : ahracü lerde vergi sistemlerinin ağırlığı, diğer memle­ camia ma, malakühu av katalü ahlaka ). Cu- ketlere nisbetîe, daha çok hissedilmiştir. Bunu vayni, moğullardan bahsederken, Iran *da 100.000 İlhanlılardan Abû Sa'id 'in Ani mescidindeki ki­ nüfusu olan yerlerde, bunların tasallutu yüzün­ tabesinde okuduğumuz gibi ( Türk hukuk ta­ den, ancak 100 adam kaldığını söylemektedir rihi mecm., 1, 135), Raşid al-Din ( var. 314 a ) de, ( Cikân-guşâ, I, 17) kİ, bu Azerbaycan için de Tebriz kabilinden merkezî şehirler ahalisinin vâkîdir. Zakariyâ Kazvini (Aşar al-bilüd, s. 227 ) b a s k a k l a r d a n ( muhassıl) kaçtıklarım, şe­ ’ye göre, Azerbaycan ’da Tebriz ’den başka hiç hirde kalanlar bile evlerini kapatarak, kapı ye­ bir şehir bârâbîbea masun kalmamıştır. Erdebil rine, pencereden girip çıkmak gibi, hilelere te­ ve Sarav ( Sarâb ) şehirlerinin ahalisi katledilmiş vessül ettiklerini söyler, 3. Diğer taraftan, move kaçanlar da tekrar dönünce öldürülmüştür ğuî ve uygarların Azerbaycan *da geniş mikyasta (krş. Yâküt, madd. Ardabil ve Sarav). Şâir Ah- tatbik ettikleri monopol ve kredi sistemi de, medî, — : «niçin şehirleri harap ve ahâlisini katl-i tüccar sınıfının büyük bir kısmının iflâsına ve âm ediyorsun?" — sualine Hulagu H an’m — : ülkeden kaçmasına sebep olmuştur. «Ortak;'* tes­ «kendinden evvelki kavîmlerİn yaptıklarım yıka­ miye olunan ticaret şirketlerinde moğul şehza­ rak, ülkeyi yeni baştan kurmalı, tâ ki onlar bu deleri, hatunlar ve uygurlar başlıca hissedar ol­ ülke bizim idî demesinler" — diye cevap ver­ duklarından, bu müesseseler, her hususta, hükü­ diğine dâir, bir rivayeti nakleder ( îskender- mete dayanmıştır. Bunlar devlet postalarından nâme, Üniversite kütüp., Edebiyat, nr. 778, var. bile istifade etmişler ( Cuvayni, III, 87 ) ve kredi 252). Hakîkaten raoğuliar, Azerbaycan’da bu usûlü ile ele geçirdikleri kimseleri, borçlarım prensibi tamamiyle tatbik etmişlerdir. Azerbay­ ödeyemeyince, kadm ve çocukları ile birlikte, can ahalisinin bu ülkeden firarı hakkında, Zahabi köle hâline getirmişlerdi. Hulâsa bu devir ve al-Fahri ‘de de kayıtlar vardır. Azerbaycan moğul ve uygur aristokrasisinin tefeciliği son ve Irak-ı Acem sahasında moğulîar tarafından haddine götürdüğü bir devir idi ( bk, Raşid alkoğulan ahalinin Irak ’taki yeni iskân sahala­ Din, var. 330 b ). 4, Bir de türk-ve moğulların rına sevkedilmiş olmaları pek mümkündür. kalabalık olarak bulundukları yerlerde ziraat A baka Han ve veziri Cuvayni ve sonra Gazan sahaları askerlere ıktâ olunurdu. Hepsi tacik Han tarafından, Fırat ’tan muazzam kanallar olan bu köylüler de, moğullarm zulmüne daya­ açılmıştır. Bunlardan Ambar kanalı — bu şehri namayarak, vatanlarım bırakıp, başka taraflara Küfe ve Necef ile, HiIIe ’nin yanındaki kanal kaçmışlardı. Gazan Han, bunların vaziyetini ise, Meşhed-i Abu ‘I-Vafa 'yı Sib ve V âsi t ile İslah maksadı ile, neşrettiği fermanlarda: — bağlamıştır. Kerbelâ civarındaki büyük Gazan »Bundan sonra askerlerimiz, tacikler bize ıktâ kanallarına gelince, bunlar bu havalideki çölleri olarak verilmiştir ve bizim kölemizdir, deme­ sulamış ve canlandırmıştır { bk. Cuvayni, mu­ melidir ( aiftı. esr., 329 a ), taciklarin haya­ kaddime, s. K vc J ) Raf id al-Din, Topkapı tım da Allah bize tevdî etmiştir ve onlara da sarayı kütüp., nr. 1518, var. 303 ve 325 a ). insan nazarı ile bakılmalıdır; yoksa Allah İn­ XÎH. — XIV. asırlarda Irak-ı Arap ‘ta nüfusun iz mes’ul eder" — ( var. 319 b ) demiştir. İşte iranlı ahali hesabına çoğalması, Azerbaycan He Azerbaycan ’daki eski tacik ahalinin yerlerini Irak-x Acem ‘den vâkî olan muhaceretler ile moğul ve türklere terketmesi, bu gibi şartlar izah edilmelidir ( tafsilât için bk. mad. IRAK). içinde vukû bulmuştur. Bu ülkelerdeki eski türk Azerbaycan ve Irak-ı Acem, buralara hâkim ahaliye gelince, moğulîar onları kendilerinden olan 2.000.000 göçebeye yaylak ve kışlak hâline sayarak, yerlerinde bırakmışlardır. Gerçi yerli geldi; böylece memleketin ve ordunun iaşesi için türk ve kürtlerin Mugan ’daki yaylalarından lâzım olan ziraat sahaları da, Dicle ve Fırat kı­ çıkarıldıklarına dâir, Zakariya Çazvini ( A şar yılarına intikal etmiş oldu. Her halde Azerbay­ al-bilâd, s. 379) ’de bir kayıt varsa da, Şayh can ‘m türk ve moğullarla ıskam ve oradaki Şafi al*Din Ardabiîi ’nin menakıbinden, bu ül­ taciklerin ihraç ve tahliyesi yalınız gelişi güzel kedeki türkmen ve kürtlerin yine eski yerle­ yapılmış bir iş olmayıp, îlhanlı devletinin geniş rinde kalmış oldukları anlaşılmaktadır. (T e-



AZERBAYCAN. vekkulî, Şafvai aUşafâ, Ayasofya kutup, nr, 2123, var. 25 a, 31 a, 37 b, 192 ). Her hâlde bu türkler, topraklarının en iyi kısmını moğul­ lara terkederek, ülkenin başka taraflarına çekil­ miş olmalıdırlar; Diğer mmtakalarda türk ve türkmenler, hep; kendi yerler inde kaldılar. Moğullarm daha ilk gelişlerinde, Atabeklerin bü­ yük emirlerinden Akjçuş, Azerbaycan ’ın ova ve dağlarında oturan tıirkmen ve kiirtlerin başına geçerek, moğullara iltihak etti. Bu hâ­ diseyi anlatan Ibn al-A gir: — „Bu turkler, mil­ liyet ve cinsiyet dolayısiyle, tatarlara temayül ettiler" — der (bk. Mısır tabı, XII, 144). Haki­ katen Cengiz ordusunun yarısından çoğu, Cuvayni ’nin ( I, 76, 91) de dediği gibi, türk idi. Irk birliği; propaganda hususunda ; işe yarardı ( Kıpçak 3£arasunkur, Bagdad muhafızı Hvarizmlî, yâni Kanğlılardan, Sultançuk 'u, ırk bir­ liğini ileri sürerek, Hulagu ’ya iltihaka dâvet etmişti; Raşid al-D in — Quatremâre, s. 269). Azerbaycan ’daki türk ve türkmenîerm moğul­ lara hemen iltihak ettiklerine dâir, diğer kayıt­ lar da vardır: moğullar Nahçıvan ’da ermeniîerîn ve Tiflis *te gürcülerin üzerine yürürken, Azerbaycan'ın müslüman türk ahalisi moğullara iltihak ederek, hıristiyan ahaliyi sindirdiler. Bu vak'adan 35 sene sonra, buralarım ziyaret eden Rubruquis ( nşr. Maîeyin, s. 171), Nahçıvan ( vi­ lâyet olsa gerektir) ’ın 800 kadar kilisesinden ancak ikisinin sağlam kalmış olduğunu, ka­ lanlarının moğullara iltihak eden „sarasinler“, yâni islâmlar, tarafından, tamamen tahrip edil­ miş bulunduğunu zikreder. Türklerdan Kıpçak zümresinin yaşadığı Tebriz ve Maraga şehirleri de, moğullara kendiliklerinden iltihak etmişler va onlardan hiç bir zarar görmemişlerdir. Bu­ nun gibi, H alhâl’daki Ağaçerilerin de, moğul­ lara iltihak ederek, Bâtınîleri tenkil harekâtına iştirak etmiş oldukları hakkında, İ'tidad al-Sal$ana tarafından, nakledilen bir rivayetten yu­ karıda bahsedilmişti. Azerbaycan ’daki Ağaçerilerin moğullara iltihak ederek, onların ordula­ rına intisap ettiğini gösteren diğer deliller de vardır. Anadolu’ya gönderilen LSkuşİ ’nin ya­ nma, moğul emîri sıfatı ile, bir ağaçeri veril­ mişti (bk. Aksarayi, Tarih, Yenicâmi kutup., ar* 827, var. 335). Tacik ahalinin moğullar tarafından bertaraf edilmesi ve eski türk unsu­ runa dokunulmaması, üstelik 2.000,000 kadar yeni türk ve moğul unsurunun Azerbaycan ’a gelerek, yerleşmesi sayesinde, bu ülke az bir zaman İçinde daha ziyâde türkleşti. Arrân ’da, Haçin-Çay üzerinde, bulunan ermeni Haçin kirallığı, Selçuklular devrinde varlığım muhafaza etti ve koyu bir hıristiyanlık merkezi olarak kal­ dı» Bu kırallık ilk moğullar devrinde de mevcut olup, kıratları £îaaan Calâl al-Davla (1216— 1261;



k >S



„Davlaw ile biten unvanlar hirîstiyanlara da ve­ rilirdi), Karakurum ’a kadar gidip gelmişti. Fakat moğul hâkimiyetinin, sonlarına doğru bu kırallık ortadan kalktı ( bk. Bulletin de VAcademie des Scienees de Russie, 1909, s, 405— 435 ). Azer­ baycan ‘m mmtaka, şehir ve kasabalarının, ay­ rı; ayrı, İlhanlılar devrinde türkleşmesini gös­ teren kayıtlara da mâlikiz. İlhanlıİarâ p ayitaht olan Tebriz ile Meraga ’mn iki büyük türk şehri hâline gelmesi, üçüncü payitaht olarak, Sultaniye ’nin İnşası ile muvazi, Karadağ’da SarSy-i Muzâffarîya ; (Raşid al-Din, var. 265 ) Arrân’da; Sarây-i Mânşüriye (var. 303 a ), Aladağ ’da Argun Han’ın sarayı, Keyahatu ’nun Kür nehri üzerinde bina ettiği büyük îfutluğ Baliğ şehri ( var. 268 b ) ve Ucan ile Maraga ara­ sındaki Navurdul 'da Gazan Han ’m sarayları ( var. 280 b ) bu meyanda zikredilebilir. Vezir1erden bir çokları da yeni kasaba, köy, ker­ vansaray, hankah ve saraylar kurarak, ülkenin iskân ve imârı yolunda çalışmakla türkîeşmesine yardım ettiler. Bu cümleden Raşid al-Din 'in Tebriz yanında Rub‘ Raşidi adındaki mahallesi, vezir Hoca Sa‘d al-Din ’in ve emîr Nijam al-Din Sâvaci ’mn Gökçebel ’de, vezir Tâc al-Din 'A li Şah 'in Bacervan garbında tesis ettiği köyler, vezir Şams al-Din Cuvayni ’nin yine orada kur­ duğu Bahttan (Hamd Allah, s. 182, 223) koy S, vezir'A lı Şah *ın Zencan — Tebriz yolunda yap­ tırdığı Nİk-Bay ( Hamd Allah, s. 182 ), Raşid al-Din ’in oğulları tarafından, yine o yol üzerin­ de Serçem ’de bina olunan ribatıiar ve vezir Tâc al-Din 'A li Şah ’m Karabağ — Tebriz yolu üzerinde kurduğu Yalduk ribatı ( ayn. esr., s. 182) kayda değer. Hamsa-Zancân-îcrüd mıntakast, İlhanlılar zamanında türk ve moğullarm iskân merkezlerinden biri hâline geldiği için, burasım Azerbaycan ’dan ayırmak doğru olmaz. Burada sonraları bina olunan Sultanîye 'nin şi­ malînde Kâ'ğaz Kunân kasabasına tabî, 3$ ka­ dar tacîk köyü tahrip edilip, her yere moğullar yerleştirildi ve Moğüliya ismi ile, yeni bir şehir kuruldu. Bu şehrin etrafında teşekkül eden mo­ ğul ve türk köyleri, XIV. asırda ziraat île meşgûl idiler (s. 64). Sultaniye’ain kurulduğu yerin ce­ nubunda Sicas ve Şahrüd şehirleri yıkılıp, bura­ da ve Icrüd vilâyetinde yüze yakın moğul-türk koy ve kasabası tesis edildi ( s. 64). Sultaniye ’nin şarkında, 5 fersah mesafede, Sar Cihan ’a tâbi Jo kadar tacîk köyü de, tamamen yıkılmış ve burada eskiden Dah-i Ifahüd ismini taşıyan kasabanın yerinde, moğullar Saym Kala şehrini kurmuşlardı (s. 64). Burası sonradan çok mâmûr bir hâle geldi. İcrûd nehri de türkçe Suğurlulf ismini aldı (Raşid al-Din, var. 257a, 260a, 262b, 263a, 292a ; Hamd Allah, Nazhat "in matbu nüshasında ingl. tr c .: Sata-



to6



AZERBAYCAN.



Maraga mnharebesiz teslim olduklarından, bu rik î -bu eserin yazma nüshalarında ise, ve ). Suğurlu^, bu havalide hanların çok şehirlerde iranlı ahali epey zaman tutunabilmiş beğendiği bir yaylacın ismidir ki, bugünkü olsa gerektir. Hamd Allah 'm kaydı kendisinden Taht-i Suiaymân burada bulunur. Bu civarda önceki bir menbâdan alınmış değilse, onun Köy-Buldak (Raşld al-Din, var. 267a), Yüz-Yı- zamanında maragalılar, sima itibariyle, türk gaç ( ayn. esr., var. 260b, 262a) ve Konğur- oldukları hâlde, dilleri »arapça ile karışık pehölen, moğul tarihinde adı geçen moğul kışlak levî**, yâni bir İran dili idi ( Nttzhat, s. 87 ). ve kasabaları idi. Bunlardan Konğur-öleS 'in bu­ T eb riz'i İbn Ba|û|a (türk. ire. I, 254} ve îbn lunduğu sahaya da sonradan Sultaniye şehri ku­ Fazî AUâh al-'Umari, bir türk şehri olarak, târif ruldu. Kazvin 'in şarkında Faşkil sancağı evvelce ederler. XIV. asırda burası kamilen türkçe 40 kadar köyden ibaretti; bunlar da, »zamanın konuşan bir şehir idi. Marco Polo, bu şehirde inkılâbı** sayesinde, moğul köyü oldular ( Hamd moğul ve türklerden bahsetmeyip, ası! ahalinin Allah, s, 67). Selçuklulardan sonra, tamamiyle ,»Taurizi“ ismini taşıyan bir kavim olduğunu türk ve moğullar tarafından iskân edilen orta söyler. O hâlde onun zamanında »tebrizH** de­ Safid-Rüd, türkçede Kızıl-Özen ve moğulea, yince, hâkim türk ve moğullarm aynı olan tüc­ aynı mânada olmak üzere, Hulan-Muran adını car bir kavim anlaşılıyordu. Mamafih bu seyyah a ld ı; Safid-Rüd ismi, nehrin ancak iranlıIarın Şehirde, yerli ahali ile beraber, ermeniler, gür­ oturduğu aşağı mecrasına münhasır kaldı. Bu cüler ve »iranlı lar** bulunduğundan da ayrıca Kızıl-Özen üzerinde, UIcaytu-Buynuk ( Raşid bahseder (nşr. Yule, 3. iab., I, 75). Muhamal-Din, var. 291a, 292b ) ve Kavzin ‘in garbında med b. Ahmed al-Sarrac adında iebrizlî bir Ak-Hoca ( Hamd Allah, 173 ) kasabaları kurulda. zat tarafından yazılan, 1330 temmuz (730 şev­ Kavzin civarındaki Kurh-Rüd, moğullar zama­ val ) tarihli ve bir nüshası Ayasofya kütüp. nında, Türkân-Muran ismini aldı (Raşid al-Din, nr. 2051 ’de mahfuz bulunan bir mecmuada var. 277 b, 280 a ; Hamd Allah, 222: Ab-i Tür­ (var. 303b— 307a) bizce anlaşılmayan bir İran kân ). Garbı ve şimalî Azerbaycan ’daki moğul dilinde, fakat tebrizH olduklarını bildiğimiz iskân mıntakalarmdan, Urmiye gölü civarında, zevattan da bahsederek, yazılan bir takım ka­ Sulduz aşiretinin ismini alan mıntaka ve muh­ sideler vardır; bunlar Tebriz'in iranlı ahalîsi telif yerlerdeki Padar aşireti müstâmereleri tarafından yazılmış parçalar olabilir. Bunun dikkati çeker. Her ikî kabîle, gelir gelmez, top­ gibi Erdebil 'de de şimdiki Gilân şivesine ben­ rağa bağlanmış olsa gerektir. Padar, On-uygur zeyen bir şive konuşulduğu, Şayh Safi al-Din aşiretinden biridir ( bk. Marquart, Komanen, Ardabili ’nia menâkibinde geçen cümlelerden S8, Raşid al-Din ’dea naklen). Maraga civarın­ anlaşılmaktadır ( bk, Kasravi Tabrizi, Azari da moğullarm iskân sahası olan Zarina-Rüd, ya zabân bSstân~î Âzarbaygan, Tahran, 1304). Cıgatu, bu nehrin bir kolu da, Nagatu ismini Fakat XVI.— XVII. asırlarda bu şehrin ahalisi aldı (yfamd Allah, 223 v.d .). Mugan *da bugün­ kamilen türkçe konuşurdu ( Oİearius, rus. trc., kü Saliyan, o zaman Dalan-Navur ismini taşı­ 681), İranlı ahali kendi dillerine bu kadar mer­ yordu (Raşid al-Din, var. 242b). Şamahi ya­ but ve medeniyetçe kuvvetli oldukları hâlde, nındaki Aksu nehrine, moğulea olarak, Çigan meselâ Mâverâünnehr ’de, Semerkand, Hoeend Muran da denilirdi (Raşid al-Din, var, 241b). ve Buhara gibi şehirlerde yaptıklarını burada Şamahi taraflarına moğullardan Uyrat kabîlesi yapamamışlar, yâni kendi dillerini hâkim türk yerleşmişti; bunlar Timur zamanında da orada ve moğullara kabûl ettirememişlerdir. Bunun idiler. Moğullarm toplu olarak oturdukları yer­ sebebi ise, Azerbaycan şehirlerine yerleşen türk lerden biri, Erdebil ile Tebriz arasında Mişkin ve moğul unsurunun, iranlı ahalinin bakiyesi­ 'de Deraverd mıntakası (.Hamd AUâh, s. 84 }, ne nisbeten, daha kesif olması ve moğullarm, diğeri ise, Erdebil ile Sarab arasındaki Sayın yerliler arasında kaybolmamak için, Çin 'de yaylaları (Raşid al-Din, var. 280b) idi. Mah- tutmuş oldukları korunma usûlüne kurada da mud Gazan Han 'm Azerbaycan ‘ın muhtelif sımsıkı sarılmalarıdır. Bu usul, Cengiz 'in baş bölgelerinde vücuda getirdiği İskân sahalarında, kadının ancak türk veya moğuldan olacağı hakyer yer Mahmüd-Abâd isminde kasabalar bu­ kmdaki kanununa istinat eder (bk. Cuvayni, lunmaktadır. »Ahalîsi hâlis türk ve simaları 111, 42). »Tolçal** denilen ikinci ve müteakip çinlilere benzeyen** bir vilâyet de Hoy tümeni kadınların ve »kuma**, yâni odalıkların çocuk­ idi; burasına, bu yüzden, »İran’ın Türkistam** ları baş kadmm çocukları sayıldığından, onun derlerdi ( Hamd AUâh, s. 8$). İlhanlılar tara­ dilini konuşmak mecburiyetinde idiler. Ilhanfından ülkenin türkleştirilmesi yolunda alman lılar ülkesinde buna yalnız prensler değil, aynı tedbirlerin bu kadar şiddetli ve cezrî olmasına zamanda emîrler de riayet etmişlerdir. IX. A z e rî türk etnik grubunun rağmen, iranlı ahali, XIV. asırda bile ötede beride barınmış olarak, yaşamakta idi. Tebriz ile t e ş e k k ü l ü . İlhanlılar moğulcayı çabuk unut­



AZERBAYCAN. madılar; onu bâzı resmî muhaberelerinde kul­ landılar. Hanedan efradına u y j f u r e a ile be­ raber m o ğ u l e a da okutuluyordu ( Raşid alDin, var. 271a). Gazan ve Ulcaytu hanların emirleri ile telif olunan Cami* al-iavârîh de moğulea yazılarak, Ulcaytu ’ya takdim olun­ muştu (bk. Zeki Velidi, Umumî türk tarihine medhâl, s. 35); mamafih »türkî** ve „moğulî*‘ tâbirleri müteradif telâkki olunmuştur (raenbâlar için bk. Spuler, Die Mongolen in Iran, s. 457, not). Moğul hükümdarları ve emirleri ile temasta bulunan şeyhlerin hem türkçe ve hem de moğulea bildikleri, Şeyh Şafi al-Din Ardabili ’nin tercüme-i hâlinden anlaşılıyor. Bu şey­ hin menakıbinde t ü r k ile m o ğ u l aynı kavim olarak gösterilmektedir ( S a f vat al-şafâ, Ayasofya kütüp,, nr. 2123, vâr. 25 a ). Hanların ko­ nuşma dili türkçe idi ( krş. Selçuk tarihi, Paris, Bibi, Nat.Suppl.Pers., 1553, s. 79 : Kayhatu ’nun bir köylüye hitabı: yükü beş akçaya; İbn Ba£üta, I, 210: Abu Sa'id Han '10, Lûristan ata­ beği ile konuşurken, söylediği türkçe sözler). Daha Celâyirliler zamanında »türk ve moğul aha­ liye yazılan emirlerin uygur harfleri ile türkçe" yazılması âdet olduğu hakkında, Muhamraed b. Hİndüşûh ’ın ifadelerini bahis mevzuu eden Barthold {Jiv aya starina, XVIH, 46), İlhanlılar za­ manında şimalî İran { Azerbaycan ) türk ve «ço­ ğulları arasında uygur harflerinin, arap harfle­ rine nisbeten, daha ziyâde intişar etmiş olduğu­ nu söyler. İlhanlılar devrindeki uygur harfli şark türkçesinîn bir numunesi, Gazan Han zamanın­ dan kalan bir mezar taşındaki yazıdır ( bk. Melanges Asiatiques, X, 389 v.d.: Hızır îlyasıng kuvveti alkışı ilhan ğa, beglerge, kadunlarğa konsun, urunsun). Diğer numuneler, meselâ Raşid al-Din ’in eserlerindeki bâzı parçalardır (krş. Miftâfy al-tafâsir, Şehıd Alî Paşa kütüp., nr. 304, var. 122 a ile Fava id-i sultanîya *de gö­ rülen şu parça: er oğlanğa kazğanmak asan turur, velikin küdanmafcian hayran tarur; Cömi* al-iavârih, Topkapı, nr. 1518, var. 272 b 'de­ ki resmî fermanın başlığı; Hulacü yarlığındın .ye:Kiisti buyrkuundm ; ayn, esr., var, 282 a ‘da Gazan Han ’m Tebriz 'deki büyük meydana ver­ diği türkçe isim: Kuthığ-Maydân ve yukarıda adı geçen Jj(utluğ-Balık). Fakat Azerbaycan 'da Selçuklular ve Hvarizmşahlar zamanından kalan ve İlhanlılar devrinde gelen türkmen un­ suru o kadar kuvvetli idi ki, bu şark türkçesi pek çabuk türkmenceleşmeğe yüz tuttu. Buna elbette saraya sokulan türkmen şeyhleri ( msl. Ahmed Teküder üzerine büyük te’sİr icra eden Şeyh *Abd aî-Rahmân — bk. Raşid al-Din, var. *57 a — ve Abü Sa'id Han ’m pek sevip takdir ettiği kasîdeham Barak Baba) de sebep olmuş­ lardır. Bu tesir türkmence ile kıpçakça ve şark



107



türkçesinîn bu ülkede muhtelit bir şekil alması ile neticelenmiş ve bundan şimdiki »azerî** lehçe­ si meydana gelmiştir. Daha XIV. asrın ilk yarı­ sında tbn Muhannâ, İlhanlılar ülkesinde konu­ şulan türkçe ve moğulea lügat kitabını tertip ederken, »türkmence44 ve »Türkistan türkçesi4* ile beraber, »bizim toprağın türkçesi** ( iurk ariinâ) dediği türkçeyi de bahis mevzuu etmiş ve nümûnelerini vermiştir (İbn Muhannâ, nşr. Melyoranski, s. 43, 613, j 6, ıo3 201Ğ). O zama­ nın âzerî türkçesi ile yazılan eserler de bize kadar gelmiştir ( msl. Abü Sa'id Han zamanın­ da yazılan al-Nukaf min al-kavarV, Ayasofya kütüp., nr. 3135 ). İlhanlılar devrinde Azerbay­ can ’da kullanılan şark türkçesinîn oğuz edebî dili üzerinde te’siri olmuştur. Bunu, şark türkçesine mahsus bâzı şive hususiyetlerinin Azer­ baycan *ın bir çok türkmen şâirlerinde görül­ mesinden anlıyoruz. Bâzı moğulea keİim'elerin ( »göl** yerine »navur4* denilmesi g ib i) ötede beride kullanılması da, moğullar devrinden kal­ ma bir itiyattır. Cenubî Azerbaycan ’m türk şiveleri tetkik edilecek olursa, bu tesirin ne kadar geniş ol­ duğu da görülebilir. Fakat Kafkas ve Iran A zer­ baycan! ’ndaki türkçenin, esas itibariyle, türk­ mence olması, Selçuklulardan önceki Agaçeri ve Borçalı gibi, Hazar zümresine mensup türklerin de bu «türkmen" muhitinde erimiş olma­ ları, Azerbaycan 'm türkleşmesi tarihinde kayd­ edilmesi icap eden bir vakıadır. İlhanlılar dev­ rinin devamı olan Timurîler devrinde Azerbay­ can ’a garptan bâzı türkmen aşiretleri getiril­ mek suretiyle, oğuz unsurları bir az daha art­ mıştır, Şamlı, Musullu veRumlu (İskender Mün­ şi, *Âlâm ârâ-i "Abbasi, s. 12 ) kabilelerin Ti­ mur tarafından getirildiği rivayet edilir, İlk moğullar devrinde Şam ve Halep taraflarından nakledilmiş olan Kaçarlar da, Timur ve Karakoyunluiar devrinde, Azerbaycan'a getirilmiş­ lerdir ( Baron Bude, Oçerki Turkmenii, s. 151 ve l'tidzâd al-Saltana 'dan naklen, M. Haşan Han, Mir ât al-buldân, I, 31). Şahruh zamanın­ da Gence ve Barda'a civarında Yar Ahmed Karaman isminde birinin bâzı hareketleri zikredildiğine göre ( Hvandmir, Habib al-siy ar, III, 123), Karamanlıların bir kısmı o zaman Azer­ baycan ’a gelmiş bulunuyordu. X. İlhanlılar devrinde ticaret y o l l a r ı , Bu devirde Azerbaycan ’ı bir uçun­ dan diğer ucuna bağlayan posta ve ticaret yol­ ları, Sultaniye merkez olmak üzere, aşağıdaki istikametleri tâkip eder ki, araplâr devrindekile­ re nisbetle farklıdır• S u l t a n i y e — B a k u yo­ lu: Sultaniye— ZancSn— Tütsuvâri köyü— K lga d — Kunân— Sancıda— Halhal ( burada Khzıl-Özen ’den geçilir)— Talış köyü—Erdebil— Ribât-i A r-



ta 8



AZERBAYCAN.



şad— Varnâlf köyü ( Berzend, bunun sol tara­ dirhem üzermdeadir, Demek 8x9 senesinde fında bir fersâh içeride kalmıştır) — Bacarvan Azerbaycan ve Ermeniye ve Gürcüsian ’m ver­ — BİÎasuyâr— Cüy-i Nav— Mahmud Abad Kav- gisi toptan 8.500.000 dirhem tutmuştur. Halife bari—-Baku. E r d e b i 1 — T i f 1 is yolu : Erde- aî-Mulftadir zamanına, 918 (306) yılına âit biî — Bacarvan — Dih 'A li— Bekr Abâd — Araş vergi üstesinde (V aşşâf, tab. Bombay, s. 444; nehri kenarı — Dİh Herkudalf — Layzân (£>tjü Kreraer, Eînnahmebudget des Abbasidenreickes, ve şekillerinde yazılmıştır ) — B azar çık Wien, 1882 s. 312) verilen mâlûmat eksikliği — Barda'a— Cüz Bıyılf— İsfahanı— Hanlfah-ı Şu- Azerbeycan ile Ermeniye için müşterektir. İbn tur — Gence — Şam hür ( o zaman harap id i) Idavljal (s, 354 v.d.) 344 (955) senesinde Yu­ — Şadaklar ’ın yurdu— Aftuan nehri — Yara— suf b. Abu al-Sac ’ın mûiemedi Abu ’l-Kâsim Tiflis. T e b r i z — K a r a b a ğ y o î u : Tebriz—* 'A li b. Ca'far ( Kasravi-Tabrizî, Şahr-i yârân-t Ermeni köyü — A her— Bahîltan— Ribat-i AlvSn GumnÖm I, 64) tarafından, Yusuf ’un veziri — Berzend— fîacervân— Araş nehri kenarı (Ka­ Marzban b. Muhammed namına toplanan ver­ rabaş hududu ), T e b r İ z— S u İ t a n i y e yolu : gi hesabını naklediyor. Buna göre, Şirvanşâb Tebriz— Geçid — Sa'id Abâd — Ucan — Sangalâ- Mubammed b, Ahmed al-Azdi ’den 1,000.000 bâd— Türkmen Kendi (Türkmen Ç a y )— Miyanç dirhem ( buna Şeki de dâhil ) ; „aî-Rab' meliki (burada Pul-i Duhtar = Kız Köprüsü geçilir) Sanbârib ( yâni „Senek’erim“, bk. Marquart, Sa— Serçem— Ribât-i Nikbay— Zancân — Sultanİ- darmenien s, 464) al-Maruf bi-İbn Suvâda ’den ya. T e b r i z — E r z u r um yolu: Tebriz— Merend 300.000 dirhem ve bâzı hediyeler; Gürcüstan — Hoy— Şakmâbâd— Nevşehir— fîend-i Mâhİ — kıralı Vaskân b. MüsS ’dan 100.000 dirhem ; V iErciş — Malazgird— Hamiş— A k Eften geçidi—■ zur ( = Wayoz-Dsor, şimdiki Veysaü Kala ha­ Pasin— Erzurum. rabeleri, Nahçivan ’a yakın Arpa-Çay ’da, bk. XI. A r a p ve t ü r k hâkimiyeti devrindeGhazarian, s. 78) meliki Abu ’l-Kasim al-Vizürî Azerbaycan ‘m İ k t i s a d î ve m a l î v a z i y e * 'den 50,000 dinar (yâni 500.000 dirhem) ; Ahar t i . Azarbaycan ’m arap ve türk hâkimiyeti de­ ve Varzakan meliki Abu ’l-Haycâ b. Ravvad virlerindeki İktisadî inkişaf safhalarını, bilhassa, ’dan 50.000 dinar ( = 500.000 dirhem ) ; Hizan bu ülkenin her iki devirde vergi vermek kudre­ nevahisi meliki Abu ’l-^âsim al-Hizani ’den tini gösteren kayıtlardan öğrenebiliyoruz. Buna 300.000 dirhem, Bani ’l-Dİrâni 'den ( yâni Vasdâir hesapların pek eksik olanları (msl, 120,000 purakan kıralı Grigor Dıranik’in oğullarından, yahut 200,000 dinar, bk. Schwarz, s. 1329,1331), bk. Marquart, ayn. esr„ 358, 512 ) 100.000 dir­ Azerbaycan ’ın bazı vilâyetlerine âit rakamların hem 5 „iç Ermeniye" ’den ve Bani Sunbâf: ’tan, tekmil ülkeye tamimi demek olacağından, pek yâni Bagratiyan hanedâuının idare ettiği ül­ mübalâğalı olanları da ( Ya'kübi, Târih, II, 227 kelerden ) 1.200.000 dirhem; Haçin kiralından den 30 milyon dirhem), Sâsânîler zamanına âit 150.000 dirhem. Vizür ve Haçin gibi Hizâu efsânevî rakamlar ( bk. İbn Hurdazbeh, s. 20 ve ile Rab* da bugünkü „DağIık Karabağ" 'da bu­ Schwarz, s. 942, 1318; Sâsânîler devrine âit ra­ lunan ermeni kırall ıklan vardı.1 Bunlar senede kamlardaki mübalâğalar için bk. Türk hukuk ve cem’an 1.250.000 dirhem vergi vermişler ve Kaiktisat tarihi mecmu, I, 146) île karıştırılmış rabağ da dâbil olmak üzere, o zamanki »Er­ bulunduğundan, itimada şâyân değildir. Müsbet meniye" kır allıklarının vergileri 4.100.000 dir­ olan kayıtlar şunlardır: Huzayfa al-Yamâni, bu heme baliğ olmuştur. Demek 955 seuesinde ülkeyi işgal ettiği senede (624 ), Azerbaycan Azerbaycan ve Ermeniye ’nin vergisi cem’an ahalisinin, yılda 800.000 dirhem ( dirham-i vaz1 Bu husus bilhassa Abu Dulaf ’în, Bakû ’dan Arrân n-i şamâniya — 3,411 gram gümüş; Schvvarz, üzerinden Erdebil ’e gittiğini anlatırken, verdiği şu ka­ s. 1314, bu Ölçüyü yanlış anlamıştır) tutarında yıtta görülüyor s Jks JU*. vergi vermesi şartı ile sulh aktetmişti ( Balâzuri, ûr.'M'.J ( j,k. tba al-Fakih ’in Mcşhed nüshası, s. 326). Hangi seneye âit olduğu tasrih edil­ meyerek, Azerbaycan ’m hâsılatı Ibn Hurda zbeh var. 184 b ). JJ)j*J> Balâzuri, s. 195, 200 yazılmıştır. Kaban île .jHîzân" Nasavî ’de s. 164, 225 (s. 121, Ibn al-Fakih, s. 286) ’de 2.000.000, Karabağ ’da iki mevki olarak zikrediliyor. Abü Dulaf ’e Ya'kübi {Buldan, s. 272) ’de 4.000.000 olarak göre (var. 185b), Hizan, yâni Hizan ’da bakır ve tuz göstermiştir. Çudâma ( s. 244 ) 204 ( 819 ) se­ mâdeni vardı. ,,Kohislan-i Kaban*1 Cuvayni’de (II, 184) nesinde Azerbaycan’ın hâsılatım 4.500.000 dir­ mezkûrdur j İskender Münşi Araş ’ın sahilindeki Ordubad ’» bu dağın eteğinde kâin olarak gösterir ( t A la m hem göstermiştir ; bu müellif Barda'a ’yı A zer­ a r ü , s. 605) ki, bu günkü Kafan Dağı bakır mâden­ baycan ’ın payitahtı saydığı için, buna Arrân leri demek oluyor. Hizan da o civarda, Kafan dağıma da dâhil demektir. Ermeniye ’nin haracı İse (s, şimâlmde bulunuyordu. (,AÎ-Rbc“ ’ın neresi olduğu ve bu 246), 4.000.000 dirhem gösterilmiş ki, buna kelimenin nasıl okunduğu meçhul ise de, Vizur, Hizan ve Haçin ile birlikte zikredildiğinden, onun da şimdiki „dÖrt Ermeniye" ve Gürcüsian dâhildir. Bu Şuşe tümeninde ve Gökçe-göl taraflarında bir yer ol­ hesap dirhem vazn-i sab'a, yâni 2,97 gr, iık duğu anlaşılmakladır.



AZERBAYCAN.



tû9



ilhanh »dinar**’ı da 12,9 gram gümüş demek ol duğuna göre ) 59.000 kg. gümüş olmuştur. Sel­ çuklular zamanında başlayan vaziyetin devamı demefc olan İlhanhlar devrinde bu iki ülkenin vergi vermek kudreti, araplar zamanına naza­ ran, bir mislinden fazla artmıştır. Hamd Allah K azvini’hra resmî mal divânı »defterinden" al­ dığım tasrih ettiği ( bk. 47: Cam f-i hisab, s. 92 : har ray-i daftar J bu ilhanı devlet „biidce“ ’sinin sıhhati, bunun »varidat** kısmından 1349/1350 mâlî senesine âit parçaları ‘Abd Allah b. Muhammed’in Risâla~i falaklya ’sînde ve tarihsiz olan bâzı parçalar da ‘Ala-i Tabrizi ’nin, Sa~ !adat-nâme ’sinde ( bk, Spuler, Die Mongolen in Iran, s. 319 ), »maârif" kısmından parçalar da İbn Fazî AUâh al-'Umari ( Masalık, Topkapı sa­ rayı, nr., 2797, II, 279 v.dd.) ’de münderic bu­ lunması ite sabittir. XII. Selçuklular ve îlhanlıtar dev­ r i n i n A z e r b a y c a n ’ ın m e d e n î h a y a t ı ­ n a t e s i r i . Türk-moğul devrinde Azerbaycan varidatının artması, yalnız ülkenin zenginleşmiş olmasını değil, aynı zamanda nüfusun da arap­ lar zamamndakiae nisbeten, 2— 3 misli artmış olduğuna delâlet eder. Türkler ve moğuîlar, Azerbaycan vilâyetlerinde yerleşirken, ülkenin 1 İbn Havkal ’m elimizde bulunan nüshalarında bu ,,on. milyon" rafcamı gûya Ermeniye’ye ,,500,000 dinar, eski sekenesini bertaraf etmek hususunda, çok yâni beş. milyon dirhem" ve Azerbaycan, Ermeniye ve şiddet göstermişlerse de, bu tedbir neticesinde „iki ArrSn" 'a (bu iâbir için bk. ARRAN) Sil imiş şehir hayatı mutazarrır olmamış, bilâkis kendi­ gibi gösterilmiştir ki, şüphesiz müstensihlerin hatasıdır. leri şehir ve kasabalarda yerleştiklerinden, şe­ Burada Azerbaycan ’ın hâsılâtı 5.000.000 dirhem, Ermeniye 4.150,000 dirhem, cem’an 0,150.000 dirhem olarak hirlerde hayat yeni bir hız almıştır. İlhanhlar alınmış ve hediyelerle beraber, yekûn ,,on milyon'* sa­ zamanında, Tebriz ve Maraga gibi, şehirlerin yılmıştır. ( bk, Ghazariaa, a, 67; Kasravi, I, 101, 136) ; pek ziyâde büyümüş oldukları hakkında, tarihî Sehwarz (1335). ve Minorski, MUSAFİRİDS madde­ kaynaklarda verilen mâlûmatm doğruluğuna, bu sinde, İbn Havkal *ın verdiği bu mâl ûmatı bahis mevzuu şehirlerin bugün hâlî ve harabeler üe dolu etmişler ise de, lâyıkiyle izah edememişlerdir. 2 Hamd Allah ’m yukarıda ismi geçen eserinin nâşiri kenar mahalleleri şehadet etmektedir. Gerek olan: Le Strange bu mâiûmatı hulâsa eylemek tecrübe­ bu şehirler ve gerek Sultaniye, Ordubad (Ordusinde bulunmuş ise de ( M u s o p o ia m ia a n d P e r s î a a n d a r âbâd ) gibi, İlhanhlar zamanında meydana gelen i k o M o n g o ls , London 1903, e, 6 v.d.) ,,dinar" ’ın 2 gram­ şehirlerde, henüz etraflı arkeoloji tetkikleri lık:: 6 küçük gümüş dirhemden ibaret olduğunun far­ kına varmayarak, bunu altın para zan ettiğinden he­ yapılmamıştır. Yukarıda zikri geçen türk ve saplarında mübalağaya düşmüştür. Bizim T ü r k h u k u k moğul devri posta yollan boyunca yapılan ban­ »e î k t î s a d t a r ih i mecmuası, I, s. 22 ’de saydığımız İs­ lar, posta menzilleri ( yam ) ve köprüleri, geniş ve tanbul. nüshalarına göre Azerbaycan ’m ayrı şebir ve plânlı inşaat mimûnelerini teşkil eder, Bunlar­ tümenlerinin vergisi1 „dinar*‘ hesabı ile şeyledir t Tebriz şehrinin „tamga“ ’sı 870.500; onun yedi nâhiyesi 100.000; dan başka Selçuklular ve İlhanhlar devrinde ka­ bu:vilâyetteki „incü" , yâni hanedana âit emlâkin ver­ le, câmı, medrese ve hankahlar ile darüssiyade, gisi, 175.000; Ucan 10,000; Tasüc, 5.000 ; Erdebil, 85.000 j darüşşifa ve darülhadîsler de bina edilmiştir. HalhSİ,' 30.000} Darmarzim, 29.000; Şahrüdi 10.000; Yapı işlerine Gazan, Uicaytu ve Abu Sa'ıd en Pişkin, 10.000; Anad vo Arçak, 7.000; Ahar, 150.000; Hiyav, 2,000; Kolenber, 3.000 ; Mardankin, 8.700 ; Navdiz ziyâde ehemmiyet vermişlerdir. Fakat Azerbay­ . 11.000 ; Yöît, 4.000 ; Hoy, 53.000 ; Salmâs, 39.200; Ur- can merkezî mıntakalarımn mârûz kaldığı şid­ miye, 74.000; Uşnüya, 19.300; Sarâb 81,000 ; MiySna, detli zelzeleler ve muahhar harpler bu âsârm 25.800 ; Marağa şehrî, 70.000 ; Marlğa vilâyeti 185,00 ; harap olmasına sebep olmuştur. Sağlam olarak Basava, 25.000; DohharkSn, 23,600 ; Milân, î ,000 ; Merend; 24 Ö0Ö ; Dizmar! 48,000; Zayiva ( Le Strange t veya harabe hâlinde, zamanımıza kadar bakî Rıvaz ); 3.000 ; Nah çıvan 113.000 (Fatih, nr. 4518 ’e kalan ve mâhiyetleri az çok tesbit edilen eser­ göre 118.000 ) î Azad ; 18.300. lerin başhcalan şunlardır î Tebriz ’de Şanb-i . . 3 Şirvan ve Gustâşfin ’înkî de llhanîıiar devrinde ĞSzSn ve Rub' Raşidi mahallelerinin harabeleri, orduya ikta! olarak verilen mmtakaîardan olduğu için, vergisi, eski Şirvan hakanları devrine nîsbeteo, eksik şehirdeki müteaddit su yollan, vezir Tâc al-Din ‘A lî Şâh câmü (Töfc-İ ‘Alîşâh, bk. Z V O , I, gösterildiği Hamd Allah *ta tasrih edilmiştir. 9.150.000 dirhem tutmuş oluyor ki, hediyeler ile beraber, toptan 10.000.000 dirhem sayılabiliri İlhanhlar zam amuda Azerbaycan ve Ermeniye ’nin varidatına âit malumat/ Îİhanhlar zamanı­ nın yüksek mâliye memurlarından klamd Allah Kazvini ’nin eserinde (Nuzhat, metin, s. 75— 94, 100 v.d.; ingl. trc., s. 78— 94, 101) vardır. 1335 (Tebriz şehri için ise, 1340) senesinin resmî devlet — Azerbaycan ’m 31 tümeni teker te­ ker: sayılarak gösterilen — vergisi 3.384,200 dinardan ibaretti12. Arrân ve Mugan’ın vergisi, 303.000 dinar, Şirvan ile Güstaşfin ’inki, 118.5 dinar,3 »büyük Ermeniye** île Gürcüsian ve A b h âz’ın vergisi ise, 2.592.000 dinar; demek Azerbaycan ve eski araplar zamanındaki tâ­ birle, Ermeniye ’nin vergisi, İlhanhlar zama­ nında, cem’an 5.397.7000 dinar tutmaktadır. Azerbaycan ve Ermeniye ’nin 819 senesinde, yânı araplar :devrindeki vergisi 8.500.000 dirhem, yâni 2,97 gramlık gümüş dirhem olmak üzere, : 25,000 kg; gümüş ve bu iki ülkenin 955 senesinde, yâni Selçukluların gelmesinden yüz sene Önceki vergisi, 9,150.000 dirhem, yâni 27.000 kg; gümüş; moğuîlar devrinde, 133$ se­ nesindeki vergisi ise, 5.397.700 dinar, yâni (bu



m



AZERBAYCAN.



114— 118 ve mad. TEBRİZ) ve Sultan Oveys Türkistan'da yapılmış gibi, hâlis şark üslû­ Calâyır ‘in bina ettiği Devlet Hâne ( bk. B S O S , bunda olduğu hâlde, kenarlarında arapçu ve­ IX, 634 ) ki, her ikisi Tebriz 'in şimdiki iç kale­ ya farsça şiir ve vecizeler yazılmıştır (bk. sinin ( erk) yerine tesadüf ettiği zannedilmek­ Arthur U. Poppe, A Survey o f Persian Art, tedir. Sultaniye 'de âsâr, bilhassa Uİcaytu ve Oxford, *939, IV, V ; Bulletin o f the American Aba Sa'id 'in türbeleri, Maraga ’mn S km. gar­ Institat o f îranian A rt and Archaeology, V , 1937, bında Hulagu zamanında Naşir al-Din Xüsî ’nin s. 159). İlk İlhanlılar devrinde şarktan getirilen bina ettirdiği rasadhânenîn bakiyesi ve şehir çin ve uygur san’atı Azerbaycan'da İnkişaf içinde, Selçuklular zamanına âit, beş bina ( bk, ettirilen minyatürcülükte muhtelif tekâmül saf­ Âthâr-e İran, 1/2,1936, s, 123— 156 ), Merend 'de haları geçirmiştir. Bunların en orijinal tipleri Abü Sa'id *in 1331 ’de yaptırdığı eâmî (Sarre, Topkapı sarayındaki albümlerde (bk. J A , 226, Denkmâler d. persichen Baukunst, Berlin, 1910, 1935, s. 129 v.s.), Raşîd al-Din, Câm t al-tav âs. 24 v.d.), Urmiye ’de, Abaka Han zamanında rîh 'inin ve Firdavsi Şâh-nâme 'sinin Uİcaytu ve 1277 *de yapılan cârnij DehhaHkan, Miyâne ve Abü Sa'id zamanında Tebriz ve Sultaniye ’de Zencân ’daki, Uİcaytu ve Abü Sa'id zamanlarına ■> vücuda getirilen nüshalarında görülmektedir âit binalar * Nahçivan ’da Atabek Pehlivan *ın (bk. Binyon, Persian miniaiure Painfİng, Oxyaptırdığı kale ve tâkm enkazı, Tuğrul II.'un ford, *832, s. 29— 48). Resim ve san at ile zevcesi Mü’mine Hatun *un ve Şeyh Yusuf 'un çok yakından alâkadar olan Abu Sa'id 'in has­ türbeleri; Barda'a 'da, Abu Sa'id zamanında, sa musavvirlerinden tebrizli Ahmed Musa ve 1322 'de bina olunan kule ; Bakû ’da Selçuklu onun talebesi Emîr Devlet Yar, keza Ahmed Mas'ûd b. Dâvüd tarafından bina olunan kule Musa'nın talebelerinden Şams al-Din ve 'Abd ( Kız kulesi}, 1300 tarihinde Uİcaytu tarafından al-klayy Muşavvir, Şams al-Din ‘in talebesi olan bîna edilmiş bir mescid, Şirvanşah Halil Allah Pir Ahmed Bag-i Şimalî, Seyyid Ahmed Nakkaş tarafından yapılan han sarayı ve divanhane. o zamanın en büyük san’atkârlan idiler ( bk. Selçuklular zamanından kalan eserler arasında Binyon, ayn, esr„ s. 183). Sultan Üveys CeSımk-Kale camii (1077), Lezgi mescidi (1169 ), lâyir ve oğlu Sultan Ahmed Celâyir de, zama­ İlhanlılar devrinden Gilek mescidi (1309) ve Mir­ nının güzide musavvirlerinden sayılırlar (Davza Ahmed mescidi (1300 ) zikrolunmalıdır. Kaba­ latşâh, Tazkira, nşr. Browne, s. 262; Dr. Mar­ la şehri civarında kadîm Karzol mahallinde, 1194 tin, Miniatures o f the period o f Timar, V iya­ ve 1252 senelerine âit, Şirvan hakanları eserleri na, 1926). Tebrizli 'A bd al-^ayy Muşavvir, de mühimdir ( Azerbaycan yurt bilgisi, I, 48, Sultan Oveys ’in talebesi ve oğlu Ahmed *in 74 v.d., 131), Bütün bu eserler, mimarî itiba­ üstadıdır ki, sonradan Timur tarafından Serı ile, diğer isîâm-selçuk eserleri tipinde oliiâak- merkand 'a götürülmüştür. Bundan başka Şahla beraber, Azerbaycan ’ın mahallî hususiyetle­ ruh Mirza zamanında, oğulları Baysungur ve rini tebarüz ettirmektedir. Bunula beraber mo- 'Ala* al-Davla tarafından Herat 'a celbediîerek, ğul devri eserlerinin ziyneti ve çinileri, orta Çaîıştırilau san'atkârlardan azerbaycanîı olanlar Asya 'dan getirilen türk hususiyetlerini arzet- şunlardır: Tebrizli Pir Sayyid Ahmed (meşhur mektedirîer ki, bu üslûp şarkî Anadolu 'ya ve BihzSd ’m üstadı), A ga Mirak, Hoca öiyas alİran 'in diğer yerlerine de tesir etmiştir. Gazan Din Nakkaş, Kamâl Muşavvir, Mirza 'A li. ‘A li Şİr Han 'dan önce, bilhassa Abaka ve Argun Han Nava'i zamanında da, Sultan Mu|ıamme d Tabrizi ’İar devrinde, Azerbaycan ’m moğullar ve türk- isminde, bir türk ressamı H erat'ta çalışmış, ier ile meskûn olan mıntakalarmda, Maraga, sonra, oğlu Muhammed Beg He beraber, SafeTebriz ve Mugan ’da, islâmdan gayrı dinlere âit vîlerin hizmetine intisap etmiştir. Ahalisi türk eserler ile, Buddha mâbedlermin orta Asya mi­ olan Tebriz ile Sultaniye'den yetişen bu sanat­ marîsi esasına göre, vücuda getirilmiş olduğu­ kârların eserlerinin „tran san’atı" kadrosu içinde nu menbâlar gösteriyor; fakat Gazan Han İslâ­ sayılması, son İlhanlılar ve Gelâyirliler zamanın­ miyet! kabul ettikten sonra, bu gibi eserler da Azerbaycan ’m etnik vaziyetinin bilinmeme­ tahrip edilmiştir. Bu eserleri yaratan ustalar sinden, bir de bu ülkede türk san'atkârîarı hakda şarktan getirilmişti. Orta Asya ve uzak kmdaki kayıtların bugüne kadar toplanmamış şark sanatkârlarının daha 1263‘te vücuda ge­ olmasından Heri gelmektedir. îranlı unsur, îlhantirdikleri çinilerde İslâmî yazılar görülüyor î lıîar devri eserlerinde, mîmârîde ve hattatlıkta bundan başka moğullar ve uygurîar İslâm ol­ mühim rol oynamıştır ; evvelce daha ziyade Ç in ­ duktan sonra, meselâ 1337 senesinde, yapılan liler ile Uygurların işi olan nakış ve tasvir ise, eserler de bâzan hâlis şark ve uzak şark azerbaycanîı türklerin elinde kalmıştır. hususiyetini muhafaza etmişlerdir. Kâşân ve İlim ve edebiyat sahasına gelince, Selçuklu­ Sultaniye 'de imâl olunan çiniler ve vazoların lar ve İlhanlılar zamanında da Azerbaycan *ın üzerindeki resimler tıpkı Çin ’de yahut şarkî muhtelif şehirlerinde islâuı ilimlerinin muhtelif



AZERBAYCA M. şubelerine mensup büyük âlimler yetişmiştir. İlhanlılar zamanında ise/ tarih telâkkisi, kat’î olarak, türk ve moğul ruhuna uygun bir surette inkişaf ettirilmiştir. Gazan ve Ulcaytu hanlar zamanında bir ilim akademisi vücuda getiriIerek, moğul emîri Polat Cinsang'm ve vezir Raşid aî-Dİn ’İn idaresinde, türk ve moğul tarihi tedvin edilmiş, oğuz ve uygurlarm tarihî anane­ leri toplanmış ve han ve emirlerin ensabı tesbit edilmiştir. Bir de çînli, arap, yahudi, frenk ve kişmirli zevatın iştiraki ile, bir cihan tariki tedvin edilmiştir. Bundan başka frenk âlimleri ile, felse­ fî meselelere Sıt, mükâtebeler ile tıbba ait, çinceden tercüme edilmiş Tansuhname-i tlhanî adlı bİr eser de elimizde bulanmaktadır. Bu gibi eser­ ler moğul dilinde yazılarak, Ulcaytu Han 'a tak­ dim olunmuş, aynı zamanda arapça ve farsça ola­ rak da teksir edilmiş ve memleketin her tarafına dağıtılmıştır. Gazan zamanında, bilhassa dünyevî ilimlere, Ulcaytu zamanında dinî ve felsefî eser­ lere, Abu Sa*id zamanında ise, şiir ve edebiyata ehemmiyet verilmiştir (bk, ÂZERİ). Felsefî ve fikrî hayata gelince, biz bunu başlıca Raşid aîDin'in eserlerinden öğreniyoruz; bu zâtın, bir nüshası Londra *da Browne kütüphanesinde bulu­ nan Munşaât 'ındaki mektuplarından ve nüsha­ ları İstanbul kütüphanelerinde de bulunan Tavzihat ’ındaki takrizler silsilesinden, o zaman Azer­ baycan ’m muhtelif şehirlerinde daha evvel hiç görülmemiş derecede, çok âlim ve mütefek­ kir yaşamış olduğunu görüyoruz. Bu müellifin ■ ■ 'As*ila va Acvîba nam eserinde, bir „frenk hâkimi" ile felsefî meselelere ait, mükâtebeler! olduğunu ve bunların İstanbul ’da ruracaya ter­ cüme edilmiş bulunduğunu öğrenmekteyiz ( bu meseleye âit tafsilât, bizim Raşid al-Dîn, hagah, ve eserleri adı ile neşredilmek üzere olan eserimizde bulunmaktadır). İİhanhîar devrinde Anadolu İle Azerbaycan aynı devletin Ülkesini teşkil ediyordu ; bâzı hanlar, msl. Keyhatu, ek­ seriya Anadolu'da yaşamış, bâzdan da yazı Aîadağ ( V a n ) ’da geçirmişlerdir. Bu devirde, her iki ülke türklerin millî devlet teşkilâtının tatbik sahası olmuş ve bu usûl hanlardan sonra da epeyi zaman yaşatdmıştır. Azerbaycan ’m, bu devirde, medenî sahada milletler arası iş birliğine sahne olması, Cengiz oğulları devletinin cihan ticareti için, şarkta Hanbalık, garpta Tebriz ile Saray ve orta Asya *da Örgenç gibi, büyük merkezlerin husule gel­ mesine sebep olması ile alâkadardır. Tebriz, Lafazzo ve Trabzon 'dan geçerek garptan, Ni~ sabûr ve Ürgenç’ten geçerek orta Asya ile Çin den, Kirman ve Bagdad ’dan geçerek Hind ’den ve denizlerden, Derbend tariki ile de şimâlden gelen büyük ticaret yollarının iltisak noktası olmuştur { bk. Heyd, Histoire du cam-



İli



merce de Levant, H, 135 ). Buna muvazi olarak, İlhanldar devrinde Azerbaycan hanları büyük ! kağana tâbi olmaları ve budizm dolayısı ile Çin ve Hind, diğer müsait şartlar neticesinde de Avrupa ilim ve kültür adamlarının buluştukları bir ülke olmuştur. Tebriz ’de bizans ve frenk­ lerin ve daha mühim olarak da (1304 'ten baş­ layarak ) cenevizlerin kolonileri vardı. Bu cenevizler, Îİhanlılarin garp ile diplomatik münasebet­ lerinde de mühim rol oynamışlardır. İlhanlılarm büyük ehemmiyetle idame ettirdikleri Maraga rasathanesinde toplanmış olan ıslâm âlimlerinin mesaîsi, bu rum ve cenevizler vasıtası ile, Avru­ pa *ya intikâl etmiştir. Burada yazılan bir hey’et eseri, Bizans ’ta rumcaya tercüme edilmişti. Argun H an’m hizmetinde bulunan cenevizlerden Domenichino d’Oria ile Belian, muahhar en deniz­ cilere rehber olan ilk deniz haritalarından biri­ nin müellifi idiler. XIII. asrın sonunda cenevîzîerln tertip ettikleri haritaların, İlhanlılarm sara­ yında ve Maraga ’da çalışan şark âlimlerinin coğ­ rafî bilgilerinden mülhem olarak, vücuda getiril­ miş olduğu malumdur. Argun Han ’ın 1292’de Tebriz'deki cenevizlerden Buscarello di Chizalfi 'yi Roma, Parts ve Londra’ya elçi olarak gön­ derdiği zaman, onun seyahat yolunu ve Roma şehrinin bulunduğu mevkii yanındaki bir harita­ dan tetkik ettiğini anlatan Ceneviz kay idi, bu haritanın »garp denizi haritası" olduğunun ve içinde bu denizin adaları ve sahilleri ile garp ve şimalîndeki ülkeler gösterilmiş bulunduğunu söyler, G. Bratîanu, bu haritanın Naşr al-Diu Tüşi ’nın haritası olacağını düşünmüştür ( Reckerches sur le commerce Genois dans la Mer Nötre aa X îlla siecle, s. 188 ) ; fakat muhak­ kaktır ki, bu harita, Argun tarafından gönderilip, Kastamonu merkez olmak üzere, Anadolu sahil­ lerinde Akdeniz kıyılarım tetkik ve bunun ne­ ticesini 1290 'da Van 'da bu hana »garp denizi haritası" şeklinde takdim etmiş ve çok İtibar kazanmış olduğunu diğer menbâlardan öğrendi­ ğimiz Kutb aî-Din Şirâzi ’niu eseridir ( bk. Türk yurdu, XXVI, sayı 2 ). m X V 1.- X V U 1. a s ı r l a r d a A z e r b a y c a n . İlhanlIlardan sonraki zamana gelince, bu devir Azerbaycan ’da türk hâkimiyetinin bir az daha artması ve türklerin Iran ülkelerine ya­ yılmaları He temayüz eder, Karakoyunluîar Ha­ lep ve Şam tarafından geldikleri sırada Avşar uruğu da Azerbaycan ’a geldi ( ‘Ayni, İkd alcuman, 821 vakayiî). Akkoyunlu ve Karakoyunlu uruğlarınm Azerbaycan 'da hâkimiyetleri devri, bu ülkenin en parlak ve türk nüfusunun en çok bulunduğu devir idi. Karakoyunlu aşi­ reti, Aklcoyuüluîara mağlûp olduktan sonra, Abu Sa'id Mirza zamanında, Horasan ’a geçti (bk, Babur-nüme, Kazan tab., s. 35), Akko-



îı£



AZERBAYCAN.



yunlular Azerbaycan'ın orta kısımlarında, bil­ ülkeyi türkleştîrmek için, muttarit bir siyaset hassa Hoy ve Ahncak mmtakaîannda, yerleş­ tâkip ettiklerin! gösterir. Bu ülkeleri, üç asra tiler. Diğer aşiretler yerlerini değiştirmediler. yakın bir zaman, hâkimiyeti altında tutmuş olan Meselâ Avşar aşireti, Akkoyunlnlar devrinde, bu uruğları İktidar sahasından uzaklaştırmak, dâima merkezî ve garbî Azerbaycan ’da kaldı. ancak böyle sistemli bir siyaset ile mümkün Akkoyunluîardan Uzun Basan (1453— 1478), olabilirdi, Azerbaycan ’ın moğullar devrindeki şevketli ha­ Safevîler, Nâdir Şah ve Kaçarlar devirleri, yatını idâme ettirmek için, muvaffakiyetle ça­ Azerbaycan ’daki türk topluluğu için, bir felâ­ lıştı. AvrupalIlardan Venedik elçileri Barbaro ket olmuştur. Şeyhler, payitahtlarını İsfahan ’a ve Contarini ile ruslar tarafından gönderilen naklettikten sonra, istinadgâhları olan kızılbaş Marcus Rufus, 1475 senesinde T ebriz’de Uzun türkmenîerinin külli kısmım merkezî ve cenubî Haşan ’m nezdİnde bulundular. Yine bu zaman­ İran ’a ve özbeklere karşı koymak maksadı ile, larda Şırvanşablardan Halil Allah (1417— 1462 ) Horasan ’a naklettiler. Bunlardan Şah ‘Abbâs ve oğlu Ferruh Yasar (1462— 1501) idaresinde, ise, vaktiyle Selçuklulardan Melik Şah ’m yaptığı şimalî Azerbaycan en parlak ve nüfusça en gibi, türkmen topluluklarını dağıtarak ve dev­ kalabalık devrini yaşadı. Safevîlerin ilk zaman­ şirme orduya dayanarak, idareyi merkezîleştir­ larında, Azerbaycan ’da vaziyete hâkim olan mek siyesetini tâkip etti. Kaçar sülâlesi tees­ türk ve iürkmen aşiretleri hakkında elimizde süs ettikten sonra, bunların şahları da payitaht­ malumat vardır. Timur tarafından Erdebil şeyhi larım Tahran ’a nakletmiş ve memleketin her Hoca ‘A li ’ye vergileri Şeyh Safi müesseseleri- tarafında kendi hâkimiyetlerini korumak için, ne, türbe ve hankahına tahsis edildiği söylenen mensup oldukları Kaçar uruğunu etrafa yay türkmen kabileleri Rumlu, Şamlu, Musulhı, Ku- mışlardır. Gerek Avşar ve gerek Kaçarlar bü­ zanlu, Kavanlu, Dulkadır ve Kaçarlar olup, tün halkın kabul ettiği, msl. eski tlhanîılar gibi, Erdebil ve Mugan taraflarında, şeyhlerin „kı- bir hükümdar sülâlesini teşkil etmeyip, kabîle zıîbaş" ordusunu teşkil edenler de Ustaclu, reislerinden türemiş mütegallibe olduklarından, Şamlu, Tekkelü, Baharlu, Dulkadır, Avşar, Ka­ hâkimiyetlerini, hukukta müsâvi olan diğer ka­ çar ve Varsakîar idi. Safevîler devrinde „Otuz bilelere, çok kanlı mücadeleler pahasına, tanı­ iki Cavanşir** ismi ile adlanan Cavanşir kabîlesi tabilmişler ve bu kudretli kabileleri toplu olarak Şirvan ’da Karabağ ’da görülüyor. Derbend ’de bulundukları Azerbaycan mmtakasından dağıt­ de oranın muhafazasına memur safevî kuvvet­ mak mecburiyetinde kalmışlardır. Bu hususta leri arasında Ham aslı, Musullu, Kırhlu ( Avşar- Aga Muhammed Han Kaçar ’m gösterdiği şid­ larm bu kolu) ve Bayatlar zikrediliyor. Erde­ det, İran türkleri tarihinde görülen en büyük bil ve Serâb mmtakasmda Esperlü, Ahıska ’da felâketlerden biri olmuştur. Cedlerinin dili âzeKazaklar, Şirvan'da Alpavut aşiretleri „Aşi'ir»i rî farsçası olup, Ilhanltlar devrinde türkleşmîş tarâkime-i Şirvan*'İsmi ile zikredilirler. Bu zikr­ ve türkmen!er arasına, şeyh ve mürşit sıfatı ile, edilen kabile isimleri, şimalî ve cenubî A zer­ sokulmuş, fakat İddialarına göre, bîr arap ailesi baycan 'da türk nüfus vaziyetinin, XVI. asırda, olan Safevîler ise, şi’î türkler arasında „evlâd-i hâkimiyet Safavîlerin eline geçtiği sıralarda, nebi**, İran unsuru arasında da „îran milliyetinin eski Ilhanltlar devrindekine nisbetîe, hayli de­ müceddidi** rolünü oynadıklarından, Osmanlı iş­ ğişerek, türkmen kabilelerinin her yerde hâkim gali zamanlarında bunların hakikî maksatları olduğunu göstermektedir. Bu netice Timur ’un açığa vurularak, aleyhlerinde müessir propagan­ ve Akkoyunlularm eseridir. Gerek Timur, gerek da yapmak kolay olmuş ve bu suretle her işgal, Akkoyunlular, kendilerine itaat etmeyen Ka- onlara pek çok mürid kaybettirmiştir. Bu yüz­ rakoyunîu ve başka bir çok türkmen kabileleri den Osmanlı işgallerini tâkip eden Safevî hâki­ ile bunları kendi siyasetleri yolunda istihdam miyeti, siyasî temayülleri itibarı ile, itimada şâeden Celâyirlileri etrafa dağıttılar. îlhanhîar yân olmayan unsurları bu ülkeden uzaklaştırmak zamanındaki büyük türk ve moğuî uruğlarmm siyasetini tatbik etmiştir. Bu siyaset, bilhassa isimleri olduğu gibi kalmış İse de, bunlar Ti- Şâh Tahmâsp ve Şâh ‘Abbâs devrinde, pek zi­ murîler ve Akkoyunluîar devrinde dağıtılarak, yâde kuvvet kesbetmiştir. Karakoyunlu ve Aktürkmen topluluklarına ilhak edilmiş ve pek koyunlular ve Safevîler devrinde san’at ve ilim çoğu da kendilerine kumanda eden reislerinin ancak tedricen sukut etti. Bu devrin eserlerinden yahut oturdukları yerlerin isimleri ile, yeni yeni Cihan Şah ’m Tebriz ’de bina ettiği Gök-Mesadlar almış olacaklar. Eski moğul ve türk uruğ- cid (1468) ve Şâ^ib-Abâd mahallesinde Uzun larımn isimlerine bugün de muhtelif Türkmen Haşan mescidi, Safevîlerin Sultaniye ’de ve ve Şahseven topluluklarının ufak şubelerinde, Kazvin ‘de yaptıkları ve san'at eseri sayılabi­ ötede beride dağınık hâlde, rastgeliniyor ki, bu lecek bâzı türbeler vardır ( bk. ZD M G , 91, bize Timur ile oğulları ve Akkoyunlularm bu s. 59, 64 v.d.). Şeyh Safî ’nin hankahında Sa-



ÂfcEftÖAYCÂN.



Ü3



fevîler *in tesis ettiği çok kıy met dar kütüphane, si tâyin olunan özdemir-oğîu Osman P aşa’nm 1828 ’de rus işgali esnasında, Petersbtırgf 'da A s­ Kırım hanı Mehmed Giray II. ve biraderleri Ga­ ya 'müzesine nakledilmiştir^ Bu devirde Şirvan zi Giray ve Âdil Giray ile birlikte, Kür nehri­ ’m muhtelif mahallerinde Şirvanşahlar tarafın­ nin şimal: ve cenubunda (Ereş ve Mugan) dan da bir çok eserler vücuda getirilmiştir.: : safevî beylerine karşı muharebeleri Kırım ’da XIV. A z e r b a y c a n ’a O s m a n l ı s e f e rve ­ İstanbul ’da iyi tesir etmiş ve Özdemir-oğîu l e r i. Azerbaycan ’m XVI. asırdan sonra, za­ bu sayede^ sadrâzam olmuştur, özdemir-oğlu man zaman osmanlı işgali altında katmış olması, ’nun ayrıldığı sıralarda, buraları İdare eden Ferbu ülkenin hayatında mühim yer tutmaktadır* had Paşa Erivan’ı îşgâl edinceye kadar, Gence 1514 eylülünde Selim I. T eb riz’i İşgal etti ve dâhil olmak üzere, Karabağ safevîlerin elinde Şehirdeki safevî hazîneleri İle ( Angıolello ’mm id i; 1585 ’te özdemir-oğîu, 200.000 kişilik bir şahadetine g ö re; bk. BSOS, IX, 637) 700 hâne ordu ile, Erzurum üzerinden yürüyerek, cenubî kadar güzide san’atkâr» İstanbul a sevkettikten Azerbaycan ’a girdi ve 21 eylülde Tebriz ’i iş­ sonra, buradan çekildi. 1534 senesinde, osmanlı gal etti î böylece, cenubî ve şimalî Azerbay­ ordusu, İbrahim Paşa idaresi altında, bir daha can, Murad III. zamanında tamamen osmanlı işT eb riz’i işgal e tti; aynı senede Irakayn sefe­ gâli altına alınmış oldu { Hammer, VII, 144— 152; rine çıkmış olan Kanunî Süleyman 27 eylülde *Âlam-arâ, 223-253; ÖTEM , IV, V ) . Osmanbu şehre geldikten sonra, Bagdad üzerine yürü­ Iılar Şirvan 'm sünnî ahalisinden başka, asıl feiyüşte Sultaniye yolunu tâkip ettiğinden, tekmil zılbaş aşiretlerinden de Tekelü (Tekkelü) ’lerİ Azerbaycan osmanlı ordusunun istilâsına uğra­ ve Türkmenleri kazanmış oldular ( 'Alam-ara, s. dı. Kanunî, dönüşünde de T eb riz’e uğrayarak, 235 ) ; Şah Abbâs da osmanhlar ile sulh akd­ burada bir kaç gün kaldı. Daha sonra 1548'de ederek, cenubî Kafkasya ve Azerbaycan ’da ospadişah, safevî Alkas Mirza ’mn teşviki ile, bir manlı hâkimiyetini tanımak mecburiyetinde kal­ daha Azerbaycan ’a giderek, Tebriz ’e girdi. Sa­ dı ( Hammer, VII, 152 ; 'Âlam-Srâ, s. 296 ), Fakat fevîler tarafından gasboîunan Şirvan ’ı Şîrvan- 1603 ’te Türkiye ’de vâki oian kargaşalıklardan şah Halil ’ın oğlu AH Sultan 'a iade etmek, yâni istifade eden Şah Abbâs Azerbaycan *1 tekrar oralarını kendi İdaresi altına geçirmek için, ted­ işgal etti; Tebriz ’de bir çok sünnîleri öldürdü­ birler alm ıştı; fakat iaşe müşkİlâtı yüzünden ğü gibi Nahçıvan, Erivan ve Karabağ *1 zapt­ osmanlı ordusunun kışın Azerbaycan ’da kalma­ etti { Hammer, VHI, 33 v.dd.; *Âlam-arâ, 3.440 sını münasip görmeyerek, geri çekildi. 1549 ey­ — 449, 453— 458, 481— 484). ıöos’te Celâiiler İle lülünde Kanunî Süleyman bîr daha Erzurum ’a meşgul oian şark serdarı Cağala-zâde Sinan kadar giderek, vezirlerinden Ahmed Paşa ‘yı Paşa, Azerbaycan ’a girerek, Tebriz ’e taarruz Gürcüstan ’a gönderdi ve oralarım işgal ettirdi etti { ‘Aİam-ârâ, 486— 494 ), fakat Şah Abbâs (Hammer, türk. trc., VI, 8 ). ıs s ı’de osmanlı or­ yanız bunu geri çevirmekle kalmayıp, Erdebil duları Macaristan ’da meşgul iken, Şâh Tah- ve Gence ( ayn. esr., 499, 500, 502 ) ’yi, sonra mâsp şarkî Anadolu ’ya taarruz etti ( ayn. esr., Şirvan ( ayn. esr., s, 505— 517 ) '1 işgal ve hattâ VI, 36). Kanunî de, Tahmâsp ’t tecziye maksadı Celâlî mültecilerine alenen yardım etti (ayn. ile, 1554 temmuzunda Azerbaycan ’a girerek, esr., s. 539— 548). 1610 ’da Ahmed I. devrinde, Nahçıvan, Revan ( Erivan ) ve Karabağ ’ı tahrip Murad Paşa kumandasındaki osmanlı ordusu etti (ayn. esr., VI, 45— 48); fakat bu defa da cenubî Azerbaycan ’a girerek, Tebriz ’i ve ülke­ Erzurum’a çekildi. Ertesi sene { 29 mayıs, 1555) nin orta ve şimal kısımlarım işgal etti (Ham­ Amasya ’da safevî mümessillerini kabûl ederek, mer, VIII, 139 v.dd.; tAtam-örS, s, 580— 584) ; fa­ sulh akdetti ve bu suretle safevîlerin Azerbay­ kat safevî beyleri Azerbaycan ’daki ziraat saha­ can üzerindeki hükümranlık hakları, ilk defa larını yakıp harap etmekle, hem ordunun iaşe­ olarak, osmanlı padişahı tarafından, resmen ta­ sini müşkülleştirmiş ve hem de ahaliyi açlığa nınmış oldu. Murad III. zamanında, Şirvan, Da­ mâruz bırakmış olduklarından, Murad Paşa, Şah ğıstan ve Tiflis hanlıkları Safcvîlere karşı ayak­ Abbas ’ı senevî bir mikdar vergiye bağlayarak, lanıp yardım isteyince, Lala Mustafa Paşa 1578 sulh akdedip geri çekilmeği münasip gördü ’de Gürcüstan a gönderilerek, Şirvan ve Der- ( ‘Âlam-ârâ, s. 587 ). Halefi, Diyarbekir valisi bend *e kadar bütün cenubî Kafkasya işgal edil­ Nasuh Paşa, safevî hükümdarı, îşgâî edilen ül­ di ( Hammer, VII, 59— 7° 5*Âlâm-ara, s. 166 v.s.). keler mukabilinde, osmanlı devletine senevî Safevîlerin Azerbaycan ’ı Türkiye aleyhine bir 200 yük ipek tediyesine mecbur tutulmak şartı propoganda merkezi hâline getirmelerine bir ile, sulh aktederek, ordusunu geri çekti ( Ham­ nihayet vermek isteyen Osmanlı hükümeti, bu mer, VIII, 131; 'Alam-ürâ, s. 600 ). Osman II. defa bu ülkede temelli olarak kalmak azminde zamanında, 1617 de, Kırım hanının teşviki ve idi. Bu seferlerde Kırım hanları ve Nogayîar Dağıstan ile Şirvan ahalîsinin şikâyetleri üze­ mühim rol oynamışlardır. O aralık Şirvan vâli- rine, büyük bir osmanlı ordusu Azerbaycan ’a Ulâm Ansiklopedisi



8



Jî4-



AZERBAYCAN..



girdi; Sâfevîler bü ordunun kumandam olan Hali! Paşa nıo tazyiki özerine, Tebriz *i ve Kı­ rım hanı Cani Bey Giray 'm tazyiki ile de Erdebil’i tahliye ettiler; fakat Serâb yanında Sakınsaray *da Safevîlerin kumandanları Karçıgay Han ile Zeynal Bey Beğcleli, Kırım hanının 15,000, osmanlılarm 4.5.000 kişilik ordularım mağlûp ederek, kumandan Haşan ve Mehmed paşaları esir ettiklerinden, sefer akamete uğ­ ramış oldu ve osmanhlar ile İran arasında, Nasuh Paşa muahedesi esaslarına göre, Serâb ( Ser a v ) ’da bîr muahede akdoîundu (26 eyîûl 16İ8; Hammer, VIII, 178 v.d,; 'Âlam-âra, s. 656 — 662). Murad ÎV. 1635 ’te, büyük bir ordunun başında, Azerbaycan’a girerek, Arrân 'm mer­ kezi Revan (Erivan ) 'ı Karçıgay H an ’ın oğlu Emîr Güne ’hin elinden aldı ( 8 ağustos ) ; sonra 12 eylülde T eb riz’i zapt eder ek, bir çok tahri­ bat yaptı ve hattâ eski İlhanîıîar zamanından kalan Şenb-i Gazan ve Rub* Raşidi 'deki asarı bile esirgemedi (Hammer, IX, 200— 215 ; Kâtib Çelebi, Cihannümâ, s. 381; Evliya Çelebi, II, 248). Bü seferde, esaslı bîr fetih emeli değil, daha ziyâde, Abaza isyanına müzaheret etmelerine karşı, Safevîleri tecziye eylemek gâyesİ takip olundu; Murad IV. T ebriz’de 3 gün kaldıktan sonra, geri çekildi ve 1639 ’da sulh akdedilerek, ülke yine Safevîlerin eline bırakıldı (Hammer, IX, 265 ). Ahmed III, zamanında, 1714’te, yine Dağıstan ve Şirvan hanlarının ricaları özerine, Safevîlerin islâmlar arasında mezhep ihtilâfla­ rı besleyerek yaşamak siyasetlerine bir niha­ yet vermek kararı alındı; Erivan ve Karabağ tekrar Türkiye ’ye ilhak edildi. Tiflis ve Şa­ malı 1 ’ya valiler tâyin olundu. Ruslar, son safevî hükümdarı Tahmâsp H.’m zâtından is­ tifade ederek, 1722 ’de, Hazer denizi sâhilIcrini işgal edince, osmanlı ordusu da cenubî Azerbaycan *a girdi; Köprülü Abdullah Paşa Nahçıvan ile Merend’i, 1724’te de T eb riz’i işgâî etti. Kış başlayınca çekilerek, ilk ba­ harda daha büyük kuvvetle bir daha geldi ve şehri, büyük telefat vererek, aldı. 1724’te Erdebîl ve Karabağ işgal edildi ve aynı senede, efganlı Eşref Han ile akdolunan muahede mu­ cibince Sultaniye ’ye kadar tekmil Azerbaycan Türkiye ’nin eline geçti. Rusya ile daha 1724 'te yapılan anlaşma mucibince, Hazer denizi sahil­ leri ruslara geçtiği gibi, Tiflis, Tebriz, Revan (Erivan), Gence ve Karabağ'm Türkiye’ye il­ hakı ve Şamahı ’nm da istiklâli kabul edildi. Fa­ kat Nâdir Şah 3 ağustos 1729 ’da Mustafa Pa­ ş a ’nm ordusunu Tebriz ile Sufiyan arasındaki Süheylân'da mağlup ve Heştarud vâlisi Rüstem Paşa ’yı da esir edince, osmanlı ordusunun bakiyesi çekilmek mecburiyetinde kaldı (Mahdi Han, Türîh'i Nâdiri, s, 80; Lockhart, Nâdir



Shah, London, 1938, s. 49 v.d.). Hekîm-oğlu ÂB Paşa 1731’de, tekrar Azerbaycan ’a girerek, Teb­ r iz ’ı aldı ve 16 kânun II. 1732 sulhu ■ ile Araş şlmâlindeki arazinin osmanlılara âit olmasına İran tarafından muvafakat edilmiş oldu; bunun üzerine, osmanlı ordusu Tebriz ’den çekildi. Nâ­ dir Şah ’ın Bagdad yakınındaki mağlûbiyetini müteakip, Van valisi Rüstem Paşa Tebriz ’i tek­ rar a ld ı; fakat I734*te Nâdir Şah bir daha A zer­ baycan ’a girdi ve Şirvan ’ı bile ele geçirme­ ğe muvaffak oldu ( bk. Lockhart, s. 86— 89 ). Murad III. zamanında olduğu gibi, Ahmed ili. ve Mahmud I. zamanlarında dahi cenubî Kaf­ kasya 'mn ve Azerbaycan’ın, kat’î olarak, Tür­ k iy e ’ye ilhakı, şarkta tâkîp olunan osmanlı siyasetinin esası olmuştur. Yalnız Petro I, ‘dan sonraki Rusya ve Nâdir Şah, Türkiye ’nin bu siyasetine mâni olmuşlardır (1747 )* Mamafih ikî ilhak devrinde bu ülkelerin takri­ ben 66 sene kadar bir zaman, keza ayrı sefer­ ler esnasında da kısa müddet Türkiye idaresin­ de kalmış olmaları osmanlı devleti ile bu k ıt’a arasında medenî rabıtaların kuvvetlenmesine sebep olmuş ve osmanhlar burada bir çok imâr eserleri de meydana getirmişlerdir. Ezcümle Kanunî zamanında İbrahim Paşa T ebriz'de Şen­ b-i G azan’da bir kale bina etmişti. Özdemiroğlu Osman Paşa da Tebriz ’in merkezî kısmını İhata eden 12.700 zirâ dâiresinde bir kale bina etti { Hammer, VII, 146). Ferhad Paşa da Erivan kalesini tâmir ederek, büyüttü ( agn. esr,y VII, 71). 1725 'te Köprülü Abdullah Paşa T eb riz’i zaptettiği zaman, burada özdemir-oğlu Osman Paşa zamanında olduğu gibi, çevresi 12.800 zirâ olan bir kale bina edip, Uzun Haşan ve Sâhib Zaman camileri de bunun içine alınmıştı (Küçük Çetebi-zâde, Tarih, s. 284). Bundan maada osmanlılarm bu ülkeye temelli olarak yerleşmek kararını göstermek üzere, bu şehirde bir darhhâne tesis edildi ( agn, esr., s. 306 v.d.). Burada darbolunan sikkeler vardır. 1.731 ’de Hekim-oğlu A li Paşa da Tebriz ’de bir ca­ mi ye bir medrese bina ederek, buna vakıflar tahsis etti ( Hammer, frns. trc., XIV, 282 ). Mu­ rad IV. Erivan kalesini yeniden bina etti. Lala Mustafa Paşa, Ferhad Paşa ve Osman Paşa ta­ rafından, Nahçıvan, Şeki ve Derbend gibi şe­ hirlerde camiler bina ettirilmişti. Nahçıvan ’da Ahmed Paşa, Cağala-zâde ve Cafer Paşa tara­ fından yaptırılmış mükellef, çinili câmiler vardı. Şamahı şehrinin kâin bulunduğu ıkİ tepenin her ikisinde Osmanhlar kale bina etmişler ve hep­ sini umumî bir sur ile ihata eylemişlerdi; Şah Abbâs bunları yıktı ve yalnız şimalî/ tepedeki kaleyi muhafaza etti ( 'Alam-ârâ, s, 514). Ereş 'te Kür nehri üzerindeki köprü, özdemir-oğlu Osman Paşa tarafından, yeniden tamir edildi.



Azerbaycan .



4i$



Bu şehrin kalesi de osmanlı eseri idi ( Azer­ hanlığı, Halhal hanlığı ile diğer küçük derebaycan yurt bilgisi, I, 124 v.d.). Bu şehirde beyler hükümet sürdüler. Kaçarlar ile ' bu han­ ve ŞekiMe Murad III. namını taşıyan cami­ lıkların arasında sürüp giden dahilî muharebe­ ler vardı. Baku şehrinin zamanımıza kadar mu­ ler yüzünden, memleket son derece fakir düş­ hafaza edilen kalesi tamamiyle osmanlı eseri­ tü,: Daha XVII. asrın ikinci nısfında 500.000 dir. Bunu Osmanhlar 1586 Ma bina etmişler­ Men fazla ahaliye mâlik olan Tebriz (1673 'f® dir ( sa fî Paşa, Şaca at-name, Yıldız kutup./ burada bulunan Chardin ’e — Voyages, !i, 328 ar. 2385, var. 123a; Azeri* yurt bilgisi, I, göre bu şehrin nüfusu 550.000 kadar idi), 1809 73). Karasu (Turyan-Çay) Ma vaktiyle hazar­ Ma,: İngiliz J. P. Morier ( A Journey through lar zamanında Arrân *m merkezi olan Kabala Persia,: London, 1912, s; 275) m tesbit ettiği­ şehri, arap istilâsından sonra, harabe hâlinde ne göre,: ancak 30.000 kadar ahaliye mâlik bu­ id i; Osmanhlar bunu ihya ettiler. 1580 Me ö z ­ lunuyordu. Kaçar veliahdleri Azerbaycan vâli-i demir-oğlu burada kale binasına ve onun mü­ umûmîsi oluyordu. Ağa Mehmed Han zamanım­ dafaasına Kaykı Bey ’i ve  safî Paşa ’yı memur da. Veliahdı Baba Han (Fath \A1İ Şâh), sonrâ etmişti (Azerb. yurt bilgisi, I, 127). Fakat bunun oğlu Abbâs Mirza, Azerbaycan vâli-i sâfevîler bu ülkeleri:tekrar işgal edince, bu umûmîsi oldular. Abbâs Mirza teceddüt tarafdagibi: osmanlı eserleri muntazaman tahrip edili­ rı ve İngiliz dostu olmakla mârûftu. Kendisine yor ve hiç olmazsa, kitabeleri siliniyordu, özde- nâ'ib al-saltana va forman farma-i kull-i mariıir-Oğlu Osman Paşa ’nın maiyetinde Azerbay­ mâlik-i ezarbâycan lâkabı verilmişti. Ülkeyi, can ve Şirvan Ma bulunan müverrih  lî ve tezki­ 1799— 1833 arasında, yan müstakil bir hüküm­ reni Dal Mehmed, Âsafî Paşa üe Âşık Çelebi, dar sıfatı He, idare etti. 1805/1806 'da Gence keza Murad IV. ’m seferinde, 1635 ’te, Azerbay­ ile Gürcüstan Ma yerleşen ruslar İran Azerbaycan Ma bulunan Kâtib Çelebi, 1647 ve 1654’te canı ’mn işlerine de müdahale etmeğe başladılar. buraları gezen Evliya Çelebi ve diğer bir çok 1813 ’te akdolunun Gülistan muahedesi mucibin­ zevat Azerbaycan ve Şirvan taraflarım tavsif ce, Iran, Gence, Şeki, Bakû, Derbend ve Talış eden yazılar bırakmışlardır. Aynı senelerde bu vilâyetlerinde rus nufuzunu kabul etmek mec­ ülkeyi ziyaret eden alman elçisi, Leipzig üniver­ buriyetinde kaldı. İran 1822 ’de osmanlı devleti sitesi profesörlerinden Oîearius (1635— 1639), ve ile Erzurum Ma bir dostluk muahedenamesi akd­ fransız seyyahlarından Tavernier (1636— 1663) etti ve ı824’te, Azerbaycan 'm bir kısmı olan ve Chardin ’in verdikleri malumat ile osmanlı mü­ Erivan hanlığına ruslar taarruz edince, Abbâs elliflerinin mâlumatı birbirini tamamlamakta­ Mirza, Şirvan ile Bakû ’yu aldıktan sonra, T if­ dır. Azerbaycan Ma osmanlı hâkimiyeti, Safevî­ lis ’i muhasara etti. Bu harekete ruslar şiddet­ lerin bütün gayretlerine rağmen, mezhep ihtilâf- le mukabele ettiler, 1827 Me general Paskevîç lârınm gevşemesine de sebep oldu. Nâdir Şah İdaresinde, bir rus ordusu Tebriz, Maraga, Ur*m, Muğan Ma topladığı kurultaydan sonra, mez­ miye ve Erdebil ’i işgâl etti ve bu suretle rus­ hep ihtilâflarını ortadan kaldırmak hususunda lar Abbâs Mirza’yı, 22 şubat 1828’de Türkmen-, İstanbul ’a teklifte bulunması, daha ziyâde şimalî Çay (eski Türkmen-Kendi) mevkiinde, A r a ş ’ın, Azerbaycan Maki temayüllere uymak demekti. şimalîndeki arazînin Rusya ’ya âit olduğunu tas­ XV. N â d i r Ş a h ’t a n s o n r a k i v a z i ­ dik eden bir sulhnâme imzalamağa mecbur et­ y e t v e r u s i s t i l â s ı . Nâdir Şah ’m vefa­ tiler (krş. Muhammed Haşan Han, Mir ât altından sonra, Azerbaycan küçük hanlıklara bö­ buldan, l, 404— 410 ). Bu hâdiseler Azerbaycan lündü. Tebriz vâlisi Rıza Han, osmanlı hükü­ türk kabileleri arasında büyük heyecanlar do­ metine müracaat ederek, Azerbaycan Ma müs­ ğurdu. Ruslar ile en şiddetli mücadelede bulu­ takil bir saltanat tesisi için, bir şehzâde iste­ nanlar, bu ülkede Kaçar, Avşar, Kengerli ve mişse de, İstanbul bu fırsattan istifade ede­ Şahsevenlerden Begdililer ve Cavanşir kabileleri medi. Neticede Azerbaycan işlerine ruslar ka­ oldu. Gence müdafii Cevad Han ’m kahramanlı­ rışmağa başladı. Şimalî Azerbaycan Ma yarım ğı, sonraları halk destanlarına mevzu olmuştur, asır kadar bir müddet, birbiri ile rekabet eden Erivan Ma bulunan Kengerli ve Kaçar kabile­ hanlıklar, sıra ile, rus idaresine girmek mecbu­ leri 1803— 1806 arasında Kars tarafına muha­ riyetinde kaldılar. Böylece 1805 ’te Gence han- ceret ettiler ise de, tekrar Erivan ’a nakledildi­ lığı ( Ziyad-oğul lan ), 1806 Ma Küba ve Baku ler. Gence civarından IjCazah Şamseddinlü ve hanlıkları, 1815 ’te Şeki hanlığı (Hacı Çele- İmrelü, Karabagdan Emirlü ( Eymirlü ) uruğları bi-oğuiîarı), 1820Me Şirvan hanlığı (Mustafa cenubî Azerbaycan ’a göçtüler. Karabağ kabi­ Han-oğullan) ve 1822 Me Karabağ hanlığı (Ca- leleri ise, Iran ’a hicret ettikleri hâlde, bura­ vanşîr beyleri) rus tabiiyetine girdiler. Ce­ daki Cebrail uruğu beyleri, kendi arazilerinde nubî Azerbaycan Ma da Hoy ve T ebriz’de kalarak, rus tarafına geçtiler; fakat bunlardan Dümbüllü hanları, Erdebil Me şeyhler* Makû da Çelebiyanlu ve Yusfanlu kolları, Kengerli



tı6



Â&ERBAYCAM.



kabilesinin gayreti İle, Araş 'm cenubuna git­ liğine seçilen Ali Merdan Topçıbaşı, bir heyet-i ti. Gidenlerin bir çoğu bir müddet sonra geri murahhasa başında, Avrupa’ya gönderildi. A zer­ döndüler, ruslar da bu geri dönenlere karşı baycan, müttefikler tarafından, müstakil bir dev­ çok mülayim davranıyorlardı. Mamafih o zaman let olarak, tanındı. Fakat bu devlet uzun müddet İran'a hicret eden kabilelerden Tebriz, Makû yaşamadı ve 27 nisan 1920 ’de Azerbaycan bolve Erdebil mmtakalarında kalanlar da olmuştur. şevtklerin işgaline mâruz kaldı. Daha sonra, hu­ Tebriz 'de bunlardan Karabağlılar, Şirvanlılar dutlarda bâzı tâdiiât yapılarak, ülkeye „ Azer­ baycan sovyet cumhuriyeti41 adı verildi. ve Ordubadlılarm mahalleleri hâlâ vardır. XVI. A z e r b a y c a n ’da son devir f i k i r ve Şimalî Azerbaycan’daki türkler, Iran’dakilere s iy a s e t c e r e y a n la r ı. Yukarıdaki hâdiseler­ nisbetle, daha toplu bir hâlde yaşamaları ve siyasî den sonra, XIX. asırda cenupta İran ve şimalde işlere karşı öteden beri alâka göstermeleri saye­ Rusya idaresinde hayat sükûnetle geçti, Şimalî sinde, cenubî Azerbaycan ’da vuku’a gelen inkı­ Azerbaycan ’da türkler, rus mektepleri vası­ lâplarda da mühim rol oynadılar. 1905 ’te Rusya tası ile, Avrupa medeniyetine girmeğe başladı­ ’daki, bilhassa şimâlî Azerbaycan ’daki fikir ce­ lar ve bu asrın ilk yarısında, millî tarihçi sıfatı reyanları, hemen cenubî Azerbaycan *a da intikâl .ile ortaya atılan Abbâs Kuh Ağa Bakihanh ve etti. 2 ağustos 1906 ’da Tahran ’da meşrutiyetin ilâ­ asrın ikinci yarısında da edip Mirza Fath ‘A li nında başlıca rolü azerbaycanhlar oynadığı gibi, Ahund-zâde ve Azerbaycan 'da ilk türkçe gaze­ 23 haziran 1908 ’de Tahran ’da meclis-i mebu­ teyi ( E kinçi) tesis eden Haşan Melikzâde Zer- sân rus kuvvetlerine dayanan Mehtned A li Şah dâbî, Borçalt beylerinden Petersburg üniversite­ tarafından dağıtıldığı gün, Azerbaycan hemen sinde profesörlük eden Mirza Cafer Topçıbaşı ve ayaklandı. Meşrutiyetçi Raşid al-Mulk, bir mıkderbendi! Mirza Kâzira Bey ve diğerleri zuhur dar asker ile, Tahran *a karşı yürüdüğü sırada, ettiler. Petrol ve pamuk istihsâli ve sanayiin Tebriz "de bir at tâciri olan Settar Han ve ar­ inkişafı sayesinde, Azerbaycan türkleri arasında kadaşı Bakır Han, isyan hareketine başladılar. büyük sermayedarlar peyda oldu. 1905 rus in­ Mehmed A li Ş ah’m gönderdiği ordu, 1908 se­ kılâbını müteakip, şimalî Azerbaycan türk nesi bidayetinde şehri muhasara etti ise de, milliyet cereyanının merkezi hâline geldi. 1917 isyanı bastıranındı. İngiltere ’nin rızası ile, gene­ inkılâbında ise, Azerbaycan türklüğü Rusya ’ya ral Snarski kumandasında, gönderilen rus kıt’ası tâbi türklerin siyasî İstiklâl dâvasında pişdar- şehri zaptetti (3 nisan 1908). Bİr kaç ay son­ lık vazifesi yaptı. 28 mayıs 1918 ’de Emin Re- ra Türkiye ’de vuku bulan inkılâp azerbaycansul-zâde 'nin riyaset ettiği »Azerbaycan mîl­ lılar üzerinde büyük bir tesir yaptı ve »ittilî şurası", »Kafkasya Azerbaycam" ’mn istiklâ­ had-ı İslâm" fırkası tesis edildi. Bu fırka da, lini ilân ve Fath Alî Hanhoyski *nin idaresinde, rus ve İngilizlerİn alevlendirmek istediği, sünni­ millî bir hükümet teşkil etti. Hükümet merkezi, şi’! ihtilâfına karşı mücadele etti. TebrİzIilerin, başlangıçta Gence idi. Bu hükümet, kendisinin oradaki rus-kazak fırkasını atmak İçin, baş tanınmasını ve askerî yardım gönderilmesini Tür­ vurdukları çareler netice vermeyince, teşekkül kiye ’den istedi; İstanbul hükümeti bunu hemen eden ^fedaîler44 zümresi 21 kanun II. 1911'de kabul ederek, Gence 'ye asker gönderdi ve o rus askerine taarruz etti. Rusya 1912 başların­ zaman Azerbaycan da bulunan Nuri Paşa ’yı bu­ da, general Voropanov kumandasında, takviye radaki orduların kumandanı tâyin etti (2 haziran gönderdi. Ruslar »fedaîlerden" bazılarım ve bu 1918), Memleketin payitahtı olacak olan Baku, meyanda İmam*ı Cum'a ile şeyh Şilfat al-îshâlâ mahallî sovyet hükümetinin elinde idi. Nuri İnm *1 idam ve bir çok mahalleleri yağma etth> Paşa ile Mürse! Paşa, »Kafkasya İslâm ordusu4* ler. Rus-kazak kıt’aları, Cihan harbine kadar, ismini alan millî ordunun başında, 2 temmuzda Tebriz ‘de kaldılar. Harp başladıktan sonra, osBakû ’nun muhasarasına başladılar. Karpatlar- manh ordusuna mensup bâzı gönüllü kıt’aları dap- 15. turk fırkası da geldikten sonra, 15 eylül­ Savuçbulag ’a ve Maraga ‘ya girdi. Osmanlı ordu­ de, şehir zaptedİldi. Fakat mütarekeyi müteakip, su Sarıkamış mıntakasında geniş mikyasta hare' beyaz ruslar ile birlikte, Hazerin ötesinden ve kâta geçtiği sırada, ruslar Azerbaycan ’dan çekil­ Batum 'dan gelen ingiîizler, 17 teşrin H. 'de Bakû meğe başladılar ve Ermeni ler ile birlikte bu ül­ yu işgal ettiler. Türk ordusu Gence 'ye çekildi. keyi terkettiler (2 kânun II. 1914— 6 kânun II. Millî hükümet, ingiîizler ile anlaşarak, Azer­ 1915 arasında). Fakat 8 kânun II. ’da Ahmed baycan ’ın istiklâlini tanıtmak gayesini takip Muhtar Bey idaresinde, bir gönüllü kurt kıt’ası, etti. 19 nisan 1919 'da kabinede değişiklik ol­ Tebriz ‘e taarruz edince, ruslar tekrar Azer­ du ve hükümet reisi Fath Ali Hanhoyski hâ­ baycan ’a girdiler ve 130 km. Culfa— Tebriz riciye nazırı vazifesini alarak, Nasib Bey Yu- demiryolunun inşasına başlayıp, 1915 mayıs sufbeyîi hükümet reisliğine geçti. Bu sırada başında bitirdiler, 1917 rus ihtilâli başlayınca, yeniden intihap edilen meclis-i mebusân reis­ Azerbaycan’daki rus kuvvetleri dağıldı ve 28



AZERBAYCAN. şubat 1918 ’de hepsi de çekilip gitti. Tebriz ’de idare, Ismâ'il Navbari 'nin reisliği altında, Azer­ baycan demokrat fırkası mensupları eline geçti. Osmanlı ordusu,: bu vazıyetten istifade /ederek, 18 haziranda Tebriz ’e girdi. Kaçar prenslerin-: den Macd al-Saltana, Azerbaycan umûmî va­ lisi tâyin olundu. 1919 haziranında Tahran ’dan İngiliz tarafdarı olan Sipehsalar gönderilince, ülkede tekrar: İngiliz kuvvetlerine istinat eden İran hâkimiyeti yerleşti. £917 senesinde şimalî Azerbaycan 'da başlayanmillî türk istiklâl hareketi, cenubî Azerbaycan ’a da sirayet etti. Bu hareketin ba­ şında Şayh Muhammed Hiyabâni bulunuyordu, :1917— 1918 'de, Hicaz ve İstanbul seyahatinden dönüşünde,: Baku ’da bulunan bu zât, şimalî Azerbaycan ’daki türk millî İstiklâl hareketine yakından şâhit olmuştu. Tebriz ’e dönerek, siyasî faaliyete geçti ise de, oradaki osmanlı zabitleri ile anlaşamayınca, Kars ’a sevkedildi; osmanlı kıt’aları çekilince, Tebriz ’e dönerek, tekrar fa­ aliyete başladı ve Azerbaycan sosyal-demokrat fırkasını tesis e t ti; 1920 senesi başında Vuştüfc /al-Davla hükümetine ve ingilizlere karşı koyaralfv kânun I. sonlarında Tebriz ’de „A?âdistan“ cumhuriyetini ilân etti ve türkçe neşriyata baş­ ladı, Bu aralık Tahran ’da harbîye nâzın olan Rıza Han (Pehlevî), Azerbaycan millî hare­ ketini ortadan kaldırmak emeli ile, T ebriz'e ordu göndererek, Hacı Mahdı Kuli Muhbir alSaltana *yı vali tâyin etti. Bu ordu ve Rıza H an’ın maiyetindeki rus kazaklan, kanlı mü­ cadelelerden sonra, T eb riz’i zaptederek, Şayh Muhammed Hiyabâni 'yİ yakalayıp, idam ettiler ( 5 eylül 1921). »Azâdistan’ın" diğer hükümet azalan da idam veya nefyedildiler (bk. Riza Şafak, Divan-i târif, s. 221}. Şayh Muhammed Hiyabâni ancak 9 ay hükümet sürdü ise de, hayli işler yaptı. T eb riz’de bir yüksek tica­ ret mektebi açtı, Türkiye’den ve şimalî Azer­ baycan’dan muallimler getirtti, Hayriye nâ­ mında bir tiyatro vücuda getirdi ve Tebriz ’de bir umumî kütüphane tesis etti, Şayh Muhammed Hiyabâni azerbaycanlılarda en iyi bir hâtıra bırakan tarihî bir sımadır. 1923 senesi şubatında bir iranh komünist olan Lahüti, Azerbaycan’da idareyi ele geçirmeğe yel­ tenmiş ve Şayh Muhammed ’in tarafdarlannm kendisi ile birlikte çalışmaları için uğraş­ mış ise de, muvaffak olmamış ve hükümet kuv­ vetleri gelince, 150 kadar arkadaşı ile birlik­ te; Rusya’ya kaçmıştır (7 şubat 1922; bk, A . Vişnegradov, Revolütsionnoe dvijenıe v persidskom Azerbayca? e, Novıy Vostok, 1922, II, 249— 254} Muhammed Ishak, Suhanvarân-i :Iran dar ‘aşr-ı zâlıir, Calcutta, 1938, II, 309, 3*6 ).



«1



îran fars milliyetperverleri, Azerbaycan türklerini farslaştırmak için, daha Kaçar sülâlesi zamanında bile, için için çalışıyorlar ve bu yolda şi’î-sünni ihtilâflarını yaşatmağı kendi­ lerine başlıca iş saylyo rlardı. 19 23— 1924 se­ nelerinde Berlin ’de bâzı iranhlar tarafından, farsça ve türkçe olarak, neşrolunan risalelerde ( Husayn Kâzım-zâde, Tecelliyât-ı rûh-i Ira­ nı', Rıza-zâde Şafak, Türle mütefekkirlerinin nazar-i intibahına) ve Tahran ’dâ •çıkan Meyhen-iyevm iye gazetesinde ileri sürülen bu fi­ kirlere göre, »milliyet, ırk ile ve dil ile değil, müşterek vatan an'anelerî ile taayyün ed er; şimdiki azerbâycanlılar eski medyahlann ba­ kiyesi olup, ancak türk ve moğuUarın zoru ile, zerdüşt dîninden ve iranî olan dillerinden ayrılmışlardır) azerbaycanlılara türkçe nasıl zorla sokulmuş ise, onların millî dilleri fars­ ça da ancak zorla eski mevkiini kazanabilir". Rıza Han 1925 'te diktatör olunca, bu fikri ken­ disine düstûr edinerek, Azerbaycan ahalisinin cebren farslaştırılması siyasetini takibe koyuldu. Tatbikatında ker sene bir az daha şiddet kesbeden bu siyaset neticesinde, mekteplerden türk­ çe kaldırıldı ve mümkün olduğu nisbette, türkçe bilen memurların kullanılmaması emredildi. Ni­ hayet Azerbaycan vâlisî olan erdebİIH ‘Abd A l­ lah Hân Tahmasp, türk olduğu için, azledi­ lerek, Tahran’a getirilip, Öldürüldü. Bu hâdise mühim şehirlerde büyük bir infial uyandırdı. Buna karşı protesto olmak üzere, çarşılar kapa­ nıp, camilerde mersiyeler okundu. Yerine tâyin olunan vali ‘A li Manşür, bir fars milliyetçisi ol­ duğundan, farslaştırma siyâsetinin tatbikatında çok şiddet gösterdi. Bu vaziyetten rencîde olan tebrizliler arasında 1928 senesi şubatın­ da, zahiren dinî terbiye gayesini güden birlik­ ler şeklinde, Maclîs-i tazakkurât-i diyâuatî ve Maclis al-din va ’l-hayât nâmı altında, iki cemi­ yet kuruldu. Bunlar sünnî-şi’î ihtilâflarını kal­ dırmak, islâmiyeti ilk safiyetine irca etmek ga­ yesini güder ve bilhassa İran 'm nevrûz bayra­ mına karşı propaganda yaparak, bunun yerine şeker bayramını tes’it eylemeği tavsiye ederdi. Diğer taraftan, Vahhâbîlere temayül gösteren birlikler sıfatı He, Hicaz ile temasta bulunur­ lardı. Her iki cemiyet mecmualar da neşrettiler, fakat türkçe neşriyat menedildikten sonra, A l-D ln va ’l-hayât mecmuası, farsça çıkarıl­ mamak için, arapça neşredildi. Yine 1928 senesi teşrin I. ’de Rıza Han ’ın tebrizlileri mecburî askerî hizmete tabî tutmak hususundaki emri, kendisine karşı beslenen menfi duyguların açığa çıkmasına saik oldu. AzerbaycanlIlar yer yer toplanarak, isyan çıkardılar. On gün süren is­ yan bastırılınca, 400 kadar münevver, ulemâ ve tüccar tevkif edilerek, Kaşan, Kum ve Yezd



ııS



AZERBAYCAN — ÂZERİ.



gibi, İçeri İran şehirlerine nefyedildi. İsyanın ba­ şında bulunan Şayh GulSm Idusayn ile Şayh Haşan Kamacı, Irak'a kaçtılar. Ülkeyi farsîaştırmak siyasetine bundan sonra da devam edil.di, Camilerde türkçe vazetmek, mersiye oku­ mak ve mekteplerde ise, yalnız türkçe tedrisat değil, türk talebe arasında, türkçe konuşmak .bile men‘edildi. Bu siyasetin tam tatbiki esna­ sında, 25 ağustos 1941 'de rus-ingiliz kuvvetleri İran'a girdiler ve n eylülde de rus k ıt’aları T eb riz'i İşgal ettiler. B i b l i y o g r a f y a : Pauly Wissowa, Realencyklopedîe der Altertumszoissenschaften, I, 345 v.dd. mad. Adarbigana; II, 2149 mad. Atrapatene; Th. Nöldeke, Atropatene ( ZD M G , X X X IV ); Eranşahr, s. 108 — 114.— Islâm devrindeki tarihî coğrafyaiçin bk. Paul Schwarz, Iran im Mitteialİer, nach den arabischen Geographen, VIK, 1934, 1936, kitabın bu iki cildi münhasıran Azerbaycan 'dan bahseder; G. le Strange, The Lands o f tke Eastern Caliphate ( London, 1905), s. 159— 172; V . Minorsky, Hudnd al*âlam (Oacford, 1937), a. 142— 145, 393—411. Avrupah seyyahların ve Avrupa kaynakların verdiği malûmat için bk, K. Rİtter, Erdkunde, IX, 763— 1048 ve Curzon, Persia (Lon­ don, 1892), s. 518 v,s.— Sülâleler tarihi için bk, M. Ghazarian, Armenien unter der ara­ bischen Herrschafi (Marburg, 1903); R. Vasmer, Chronologie der arabischen Siatthalter von Armenien unter den Abba&iden ( Viyana, *631); Kasravi-Tabrizl, Şahriyârân-i gümnâm ( Tahran, 1928— 1930), I— III; Denison Ross, On three Muhammedan dynasiies in northern Iran ( Asia Majör, 1925), II, 205— 226. Mirza Camal, Karabağ-nâme (Arrân, şimalî ve cenubî Azerbaycan 'm ve Gürcüstan *m mufassal vakayiini ihtiva eden bu eser, yazma hâlinde müellifin torunu Husayn Beg Mirza Camâl’in elinde bulunmaktadır), Abbas Kulı Bakıhanlı, Gülistan-ı İrem ( Baku, 1926 ) ; son zamanlar için bk. Kasravi Tabrizi, Ta­ rt h-i hejdehsale-i Azarbâycan ( Tahran, 1313 ). Bugünkü vaziyet için bk. Muhammed Ha­ şan Valili ( Baharlu ), Azerbaycan, coğrafi, tabii, etnograf! ve iktisadi müîâhazût ( Bakû, 1921); Mas'üd Kayhan, Coğrâfyâ-i mufasşal-i İran, II, ı$o— 178 ; M. Emin Resul-zâde, Azer­ baycan cumhuriyeti (İstanbul, 1925) Mehmed-zâde Mirza Bala, M illî Azerbaycan ha­ reketi (Berlin, 1938)4 D .Z .T . La premlere republiyue musulmane: VAzerbaîdjan (Pa­ ris, 1919); G. Jasehke, Die Republik Azerbeidschan, Geschichtskalender (Die Welt des Istams, 1941, XXII, s. 55— 69 )• ( A. ZEKİ VELİDİ T o g an .)



A Z E R G Û N . AZARGUN ( f .; «alev renginde", arap. azriyün), takriben bir arşın boyunda, parmak uzunluğunda tulânî yapraklı, kırmızım­ tırak sarı renkte ve pis kokan çiçekli ve kara çekirdekli bir nebat. Bunun hangi nebat olduğu tamamiyle tesbit edilememiştir; yunancada bu­ lunan xsq değil, ıran ve osmanlı edebiyatlarını da çok iyi • bilen ve bilhassa osmanlı edebiyatının Şinasi ve Kemal'den Hâmid, Ekrem ve T evf ik Fikret 'e ■ kadar gelen, teceddüt safhalarına tamamiyle vâkıf olan A li Bey Hüseyin-zâde, 1906/1907 yıllarında neşrettiği Fuyûz&t mecmuası ile, âzerî edebiyatının tekâmül tarihinde çok derin bir iz • bırakmıştır. Yazıları, dersleri ve musahabeleri ile yeni âzerî nesimin edebî terbiyesi ve fikrî tekâmülü üzerinde şiddetle müessir olan A li Bey Hüseyin-zâde, büyük bir şâir olmamakla beraber, hakikî bir san'atkâr ruhuna mâlikti;, Hâmid ile Fikret 'e ve onların ellerinde kud­ retli ve ahenkli bir ifade vasıtası şekline giren, edebî İstanbul lehçesine hayrandı. Yeni açılacak türk mektepleri ve matbuatı vasıtası ile, bn lehçeyi Kafkasya türkleri arasında edebî lehee , olarak yaymak ve yeni âzerî edebiyatım bu . lehçe üzerine kurmak istiyordu. 1908 'de Ağaoğlu 'mm ve 1910 *da da Hüseyin-zâde'nin Tür­ kiye 'ye gitmelerinden sonra da, Kafkasya .türk­ leri arasındaki bu edebî ve fikrî faaliyet dur­ madı ; bir takım siyasî gazeteler, edebî mec­ mualar ve kitaplar neşredildi. Çarlığın tekrar başlayan ağır tazyıklarma rağmen, maarif teş­ kilâtı ve neşriyat gittikçe kuvvetlendi; millî tiyatro ve millî musikî yetti bir inkişaf göster­ meğe başladı. Mamafih, bir az evvel de söyle­ diğimiz gibi, iptida İ s l a m c ı l ı k rengi altın­ da görünen bu fikrî faaliyetler, Türkiye 'de milliyetçilik cereyanının kuvvetlenmesi üzerine, yavaş yavaş m i l l i y e t ç i bir renk almış ve



ÂZERÎ.



te ;



âzerî burjuvazisi, artık şuurlu bir şekilde, mil­ sil etmişlerdir. Parasızlık ve sefaletle geçen liyetçilik etrafında birleşmiştir. 1915 ’te Mehmed maceralı bir hayattan sonra esrarlı bir suret­ Emin Resul-zâde tarafından Bakû’da tesis edi­ te yok olup giden Mehmed Hâdi ’nin vatan len A çık söz gazetesi bu cereyanın organı idi. ve hürriyet şiirleri ile dolu Firdavs-i ilhâmat 1917 ’de' çarlığın yıkılması, milliyetçilik fikrini adlı şiir mecmuası, bu şâirin, Nâmık Kemâl ‘den büsbütün kuvvetlendirdi ve: bunu yalnız fikrî Hâmid ve Fikret 'e kadar, büyük osmanlı şâ­ ve medenî sahada değil, siyasî sâhada da, bir irlerini oldukça muvaffakiyetle taklit ettiğini ana prensip olarak, kabul ettirdi. Siyasî fırka gösterir. Edebî kültürünün zayıf olmasına rağ­ olan M ü s a v a t fırkası, teraamiyİe milliyetçilik men, eserlerinde coşkun ve samimî bir lirizm esası üzerine kuruldu. 28 mayıs 1918 ’de istiklâl hissedilir. Hüseyin Câvid ’e gelince, bu devir beyannâmesini neşreden Azerbaycan cumhuri­ âzerî edebiyatının en kudretli san’atkârı şüphe­ yetinin" en kuvvetli siyasî fırkası bu idi. Türki­ siz odur. 1882 ’de Nahçıvan ’da doğan, orada ve y e ’de Ziya G ök-Alp’m sistemleştirmiş olduğu Tebriz ’de tahsilde bulunduktan sonra, 1905— türkçüîük esaslarının, Müsavat fırkasının prog­ 1909 yılları arasında İstanbul ’da yaşayan ve ramı üzerinde çok derin, bir tesiri olduğu, bu memleketine dönüşünde muallimlik mesleğine programın sathı bir tetkiki ile de anlaşılabilir. giren bu şâir, Hâmid ’in kuvvetli tesiri altında . Bu milliyetçi fırka, orta ve yüksek tahsilde İs­ kalmakla beraber, doğrudan doğruya Tevfik tanbul türkçesinin kullanılmasını istemek sure- Fikret'in bir mukallidi ve muakkibidir. Geçmiş tiylej vaktiyle A li Bey Hüseyin-zâde tarafından günler ve Bahar şebnemleri adlı iki küçük şiir ileri sürülen fikirleri tatbikat sahasına geçirmek mecmuası ile Şayh San ân, Çayda", Payğam~ kararında olduğunu göstermişti. bar, Uçurum ve İblis gibi bâzı manzum piyes­ 1905 rus'İnkılâbından milliyetçi ve müstakil ler yazan Hüseyin Câvid, yalnız dil bakımından Azerbaycan cumhuriyetinin yıkılış tarihi olan değil, umumiyetle fikir ve san’at bakımlarından 1920 ’ye kadar, 15 yıl süren ve1yeni âzerîed e- da, Hâmid ve Fikret tesirlerinin bir halitası gibi : biyatıhm ikinci inkişaf safhası olan bu dev­ telâkki olunabilir. Bâzı piyeslerinde, aruz ile red e, İlk devirdeki r u s tesirine mukabil, o s- beraber, hece veznini de kullanması ve doğ­ m a n i i dil ve edebiyatının büyük tesirlerini rudan doğruya hece ile ve sâde dil ile, bir görmemek imkânsızdır. AH Bey' Hüseyin-zâde takım küçük ve güzel manzumeler yazması, ve muakkipleri, doğrudan doğruya osmanlı ede- kısmen Hâmid 'in tesiri İle, kısmen de Türkiye : bî~ lehçesi ile yazdıkları gibi, san'at ve ha­ ’de hece vezninin 1912 ’den sonra genç şâirler yat telâkkisi bakımlarından da, Nâmık Kemâl, arasında ehemmiyet kazanması hâdisesi ile alâ­ Hâmid ve Ekrem gibi tanzimat edebiyatçı­ kalıdır. Mamafih âzerî edebiyatında ilk man­ larının: ve hattâ ' Tevfik Fikret — Hâlid Ziya zum piyesleri yazması, sahnede İstanbul türkmektebinin kuvvetli tesiri altında kaldılar. Bu çesinî kullanması ve nazım tekniği bakımından, tesir o kadar kuvvetlidir, kî, aşağıda bahs­ bâzı ihmâllerine rağmen, temiz ve işlenmiş bir edeceğimiz Ali Ekber Sâbir gibi, mahallî rengi üslûba mâlik olması, eserleri üzerinde hakikî ve mahallî şiveyi taassupla muhafaza eden bir bir san’atkâr titizliği ile çalışması, âzerî şiirişâirde bile ara sıra göze çarpar. Tanzimaitan nîn tekâmülü tarihinde, ona mühim bir mevki beri, gerek edebî neviler,, gerek ideoloji ba­ temin etmiştir; bilhassa iblis piyesi, âzerî kımlarından, mütemadi garplılaşmağa çalışan, edebiyatında, edebî kıymet itibariyle, hiç ihmâl Hâmid ve Fikret gibi büyük san’atkârlar yetiş­ edilmeyecek bir eserdir. Onu takip eden genç tiren osmanlı edebiyatının, avrupahlaşmak is­ şâir Ahmed Cevad ise, doğrudan doğruya Füyûteyen yeni âzerî edebiyatına bir Örnek hizmeti zât cereyanına mensup olmaktan ziyâde, Türki­ görmesi gayet tabiîdir. Orta çağ hayat ve ye ’deki millî edebiyat cereyanının tesiri altında v san'at: telâkkilerine sıkı sıkıya bağlı olan şi’î- kalarak, hece vezni ve millî nazım şekillerim iran :tesiri, rus- medeniyetinin nufuzu altında kullanan ve ideoloji bakımından da, milliyetçi kalan Ahund-zâde ve muakkipleri tarafından bir şâirdir; Koşma ve Dalga adlı şiir mecmu­ zayıflatılmış, lâkın bu yeni mektep bedi’î kıy­ alarında mahallî hayattan alınmış zarif şiirler met bakımından, ne nazımda ve ne de nesirde, ve tabiat tasvirleri ile birlikte, âzerî milliyetçi­ yüksek san’at eserleri meydana koyamamıştır, liğini terennüm eden lirik parçalar da mebzul­ tştes Füyûzât mecmuası ile başlayan ve bilhassa dür. Bunlardan başka, garp şâirlerinden muvaffa­ yeni âzerî nazmını yaratmak hususunda büyük kiyetli manzum tercümeler yapmış olan Magrib muvaffakiyet gösteren yeni cereyan, Avrupa güneşleri şâiri Ab bas Sıhhat, edebiyat muallimi edebiyatlarının yüksek san'at eserlerine ben­ ve terbiyeci sıfatları ile, Füyûzât cereyanının zeyen örnekleri, yeni osmanlı edebiyatında nazariyelerini yaymakta büyük hizmeti olan A b ­ buldu; önce Mehmed Hadi, b ira z sonra Hü­ dullah Şâ’ik, şâir ve muharrir Ali Abbâs Müznib seyin Câvid, bu temayülü muvaffakiyetle tem- de bu devrin unutulmayacak simalanndandır.



’ ' 1 ■ ; i r



Füyuzât cereyanıma, osmanlı edebiyatıma te­ Fakat buna rağmen, Ahund-zâde muakkikleri, siri ile, bilhassa nazımda vücuda getirdiği yeni­ dil hususunda, eski fikirlerinden vazgeçmemişler likler, orta çağ İslâm edebiyatlarıma hemen XIX. ve 1905’ten sonra da eski fâaliyetlerine devam asır sonuna kadar devam eden nufuzuna kat*î bîr etmişlerdir. Bunlar arasında, muhtelif piyesle­ darbe indirmişti; ideoloji bakımından, müphem rinden başka, Bahadır ve Sana adlı eseri ile, bir vatan ve İslâm tesanüdü telâkkileri ile, âzerî edebiyatısın ilk mühim romanım yazan garplılaşmak prensipine bağlı kalan bu zümre Neriman Nerımanof, Molla Naşr al-Din adlı mensuplarından bâzdan, yavaş yavaş, daha vâ- mizah ve karitaiür mecmuasın» tesis ederek, zıh ve daha müsbet telâkkilere doğru ilerlediler; Azerbaycan'ın İçtimaî hayatı üzerinde kuvvetle geniş mânası ile, bir türk milliyetçiliğinden müessir olan ve Ölüler adlı piyesi ile, âzerî başlayarak, dar bir âzerî milliyetçiliğine doğru tiyatrosunun belki en mühim hicvî ve tenkidi gidenler oldu. 1914— 1918 cihan harbi sonunda eserlerinden bîrini yazan Çelil Mehroed KuliOsmanlı imparatorluğunun parçalanması ve müs­ zâde, Makiübüt-ı Şaydâ Beg Şirvan! adlı eseri takil Azerbaycan cumhuriyetinin kuruluşu, bu ile şöhret kazanan Sultan Mecid Ganî-zâde, fikrî tekâmül üzerinde şüphesiz müessir ol­ unutulmayacak simalardır. Tiyatro edebiyatı sa­ muştur. Mamafih âzerî edebiyatına yeni bir şiir hasında Necef Bey Vezirli ve *Abd al-Rahim telâkkisi, yeni bir ideoloji ve yeni bir edebî Bey Hakverdi, bu devirde de eski faaliyetlerine dİ! getiren Füyûzât cereyanının bu faaliyeti, devam etmişler ve âzerî cemiyeti üzerinde fümünevver sınıfın mahdut bir zümresine mün­ yûzâtçılardan daha çok müessir olmuşlardır. hasır kalarak, geniş halk tabakaları arasına Yine bu devirde âzerî sahnesi oldukça kıymetli yayılamadt. Rus mekteplerinde okumak dola- artistler kazandığı gibi, Uzeyir Bey Haci-Bcyyısiyle, rus kültürünün kuvvetli nufuzu al­ li ’nin, şark mevzûlarma âİt olarak, şark ve tında bulunan ve, Feth Ali Ahund-zâde muak­ âzerî motifleri ile bestelediği bâzı operalar ve kipleri ile başladığını gördüğümüz, halkçılı kce- bilhassa Arşın mal alan ve O olmasın, bu olsan reyanına sâdık kalan mühim bir züıryre, bilhas­ gibi operetler de yalnız Szerî türkleri arasında sa nesir nevîlerinde, yâni tiyatroda, romanda değil, şâir Kafkasya mîlletleri ve ruslar ara­ ve küçük hikâyede XIX. asırdan beri gelen sında da büyük rağbet kazanmış ve böylece an’aneyİ tâkip ettiler; halk hayatından alınmış yeni bir millî musikinin ilk temelleri atılmıştır. Âzerî edebiyatının 1905— 1920 yılları arasın­ mevzuları halk dili ile yazmakta ısrar eylediler. Yeni osmanîı dil ve edebiyatını pek az bilen ve daki bu küçük tablosunu tamamlamak için, nev’i büyük rus sanatkârlarına karşı hissettikleri şahsına münhasır bir şâirden, Ş âb ir’den, bahs­ derin hayranlık dolayısiyîe, osmanlı edebiya­ etmek zarurîdir. Yukarıda adı geçen Sayyid tına fazla bir kıymet vermeyen bu zümre, Azim Şİrvâni ’nin şakirdi olan Şâbir, 1278 'de füyûzâtçıîarm bilhassa dil meselesindeki fikir­ doğmuş, çok defa fakr ve sefaletle geçen sıkın­ lerine şiddetle hücum ediyorlardı; osmanîı tılı yıllardan sonra, 1329 ( ı gı ı ) * da Ölmüştür. edebî dili, onlara göre, yabancı unsurlar ile İlkin tıpkı, üstadı gibi, eski tarzda gazeller, dolu, sun’î, ağır bir dildi ve âzerî halkı bu dil mersiyeler yazmakla edebî faâliyetine başlayan ile yazılacak şeyleri anlayamazdı ; bunun için Şâbir, Molla Naşr al-Din mecmuasında, iptida Ahund-zâde ’nin açtığı çığırda devam etmek, Hop hop müstear adı ile, neşre başladığı man­ yeni âzerî edebiyatım h a l k dili üzerine kur­ zumeler ile, kendi istidadına ve ilhamına uygun mak lâzımdı. Bu tenkitlerin bir dereceye kadar bir yol bulmuş oldu. Küçük ve neş'eîi manzu­ doğruluğu kolayca teslim olunabilir; lâkin âzerî meler ile, muhtelif İçtimaî sınıfların zayıf ve halk dili, asırlarca süren İran tesiri altında, gülünç taraflarını, hiciv ve mizah vadisinde, farsçadan bir çok unsurlar almış, eski temizli­ teşhir ve tenkide başladı. Mutaassıp, müraî ve ğini kaybetmişti; halk dili ile yazdıklarını iddia menfaatperest ahundlar, tâliîn eevki ile yahut eden bu müellifler ise, az çok farsça da bildik­ karışık yollar ile zengin olan câhil ve ahmak lerinden, ekseriyetle bozuk ve cümle teşkilâtı sonradan görmeler, çocuklarını gâvur olacak türkçeden ziyâde farsçaya benzeyen karışık bir i diye yeni mekteplere göndermekten korkan dil kullanıyorlardı. Hâlbuki, meselâ Câvid ’in câhil ve mutaassıp aileler, rus kadınları ile ev­ sonraki eserlerinde ve Cevad'm şiirlerinde kul­ lenmeği ve ruslaşmağı medenîlik ve ilerilik lanılan dil, onlarınkinden daha sâde, daha te­ sayan züppeler, şi’î mezhebinin terviç ettiği miz ve farsça tesirinden hemen tamam iyi e kur­ muvakkat nikâhların we küçücük kızlarını bü­ tulmuş bir türkçe idi. Füyûzâtçıîarm git-gide yük babaları yaşında zenginlere ve ahundlara daha sâde ve terkiz bir dil ile yazmalarında, vermek âdetinin âzerî cemiyetinin bünyesinde Türkiye 'de 1912— 1918 yıllan arasında sür’atii açtığı yaralar, Şâbir *in şiirlerinde, kuvvetli bir bîr inkişaf gösteren „dîli ve edebiyatı millîleş­ ressam fırçası ile, gülünçlükleri ve maskaralıkla­ tirme" cereyanının büyük bir tesiri olmuştur. rı kuvvetle tebarüz ettirilerek, tasvir edilir ve



AZERİ canlandırılır. Bunlardan başka, birden fazla kadın almak meselesi/ kadınların okutulması ve Hürriyetleri dâvası, amele ve koylu meseleleri, hulâsa orta çağ İslâm medeniyetinden gelen ve yalnız şimalî Azerbaycan muhitinde değil# garp medeniyeti ile temas eden bütün İslâm cemi­ yetler inde XIX. asırdan beri meydana çıkan bütün bu meseleler# Şâbir *in şiirlerinde yer nîmıştır. İslâm cemiyetlerinin, Avrupa ya nisbetle, çok geri# maddeten ve mânen çok düş­ kün bir vaziyette olması# kuvvetli bir idealizm yerine, ferdî ve küçük menfaatlerin hâkim bulunması# sünnî-şi’î mücadeleleri onu çok mü­ teessir eder ve bu teessürünü, bâzan hezl, fcâzan da çok acı bir hiciv şeklinde, İfade­ den çekinmez. Türkiye ve fran ’daki siyasî hâdiselere, inkılâplara vc irticâlara karşı da büyük bir alâka duyar. Bilhassa Kaçar sülâle­ sinin son müstebit hükümdarı Muhammed 'AH Şah hakkında kuvvetli hicviyeleri vardır. Hu­ lâsa Ahund-zâde ve muakkiplerinin, piyesler, hikâyeler ve makaleler İle, yaptıkları İçtimaî tenkit vazifesini, Şâbir küçük ve zarif manzu­ meleri üej hattâ daha kuvvetli ve daha tesirli bir şekilde; yapmıştır. Şâbir'in şiirlerinde os~ manii edebiyatının, başlıca Nâmık Kemâl ile Recâî-zâde Ekrem 'in, tesirleri ara sıra göze çarpmakla beraber, o, gerek dil ve gerek na­ zım şekilleri itibariyle# klâsik âzerî şiirinin ananelerine sâdık kalmış ve en şahsî şiirlerin­ de: dâima mahallî rengi muhafaza etmiştir. Kullandığı ‘ dil, halk diline oldukça yakındır ; nazım şekilleri, başlıca klâsik âzerî edebiyatına mahsus şekillerdir; bununla beraber#, osmanlı tanzimat şâirlerinin kullandıkları şekillere de ara sıra tesadüf olunur. Şâir Yağma'dan beri fârisî ve âzerî şiirlerinde, iptida ta'ziye meclis­ leri için, yazılan mersiye ve ncvhalarrîa kulla­ nılan ve İran 'da meşrutiyetin ilânından sonra, siyasî ve İçtimaî mâhiyette mevzular için de moda olan bâzı yeni şekillere Şâbir ’de de tesa­ düf olunur ki, bu, onun mersiyecilik devrinden kalan bir hâtıra, bir bakiyedir. îşte bir taraftan mersiyecilik edebiyatının bu gibi haricî an’aneîertni devim ettirmesi, diğer taraftan bu eski kalıplar içinde muasır â z e r î— hattâ umumi­ yetle İslâm cemiyetinin en canlı meselelerini ince bir mizah perdesine bürünmüş kuvvetli bir hicivci ruhu ile teşhir, tenkit ve tehzile muvaffak olması, şiirlerini bütün halk tabaka­ ları arasında yaymış ve evvelce Bakû 'da adına umumî bir kütüphane mevcut olduğu gibi, bolşevik inkılabından sonra da heykeli dikilmiştir. ( Hap-hop-nâme ismi altında toplanan şiirleri, Bakû’da 1912, 1914, 1922 yıllarında, üç defa, basılmıştır. Şâbir 'e âit kıymetli malumatı da ihtiva eden 2, ve 3. basımlar bilhassa mühimdir).



149



Şâbir’den sonra o tarzda İçtimaî hezl ve hiciv­ ler. yazmak adetâ moda olmuş ve 'Abbâs Muznib, Sa'id Ordubâdi gibi, şâirler bü tarzda eser­ ler yazmışlarsa da, bütün bunlar Ş âb ir’in bü­ yük şöhretini gölgeleyememiştir, 1IÎ. S o n d e v i r . 27 nisan 1920 ’de# milli­ yetçi Müsavat hükümetinin sukutu ile, Azer­ baycan sosyalist sovyet cumhuriyetinin teşek­ külü ve bu yeni teşekkülün Sovyet cumhuri­ yetleri birliğine girmesi, şimalî Azerbaycan türklerinin bütün siyasî ve İçtimaî müesseselerînde olduğu gibi, âzerî edebiyatında da yeni bir istikametin inkişafında âmil oldu. Amele ve köylü sınıflarına dayanan yeni idare, memle­ kette siyasî ve İktisadî nizamı yeni baştan ve yeni esaslar üzerine kurmak için çalışırken, bil­ hassa 1922 ’den sonra, maarif işlerinde de büyük bir faaliyet göstermeğe başladı. A zerî türkçesi ile tedrisat yapan bir çok ilk mektepler, orta ve yüksek tahsil için muhtelif müesseseler açıldığı gibi, müsavatçtlar zamanında açılmış olan Bakû üniversitesi de yeniden kuvveti e »dirilmeğe başlandı. Şimalî Azerbaycan 'm ve âzerî türk­ lerinin maddî ve manevî kültürlerini tetkik için, ru3 âlimlerinin geniş mikyasta yardımı ile, »Azer­ baycan 't tetkik ve tetebbu cemiyeti" gibi, araş­ tırma merkezleri vücuda getirildi. Evvelce açıl­ mış olan müze, kütüphane, devlet tiyatrosu, kon­ servatuar, tiyatro mektebi ve muhtelif edebiyat cemiyetleri teşkil ve tevsi edildi. Azerbaycan arkeolojisine, etnografyasına, tarihine ve edebi­ yatına âit tetkikler, malzemeler, metinler neşro­ lundu, 1926 ‘da, Baku 'da, ilk defa olarak bir türkoloji kurultayı içtimaa dâvet edildi ( bu kongranm İlmî ve amelî bir çok meseleler üze­ rindeki çalışmaları hakkında tafsilât için bk. Th. Menzel, Der L t&rkologische Kongress in Baku, D It X V I ) ; kurultayın kararı ile, Azer­ baycan 'da lâtin harfleri kabul edilerek, Türkiye 'deki alfabeden çok farklı bir alfabe tertip edil­ miş ve arap alfabesi kaldırılmıştır. Azerbaycan 'da görülen bu kültür faaliyeti ve bundan ilk el­ de edilen neticeler, cidden dikkate lâyıktır. Fa­ kat edebiyat ve san’at sahasında eski edebiyat an'ancicri ile mücadele ve buhran uzun yıllar devam etti. Komünist âzerî gençleri, boişevizmin Rusya *da hâkimiyetinden sonra, rus ede­ biyatında meydana çıkan yeni cereyanların nufuzu altında, bir p r o l e t a r y a edebiyatı ya­ ratmak istiyorlar; buna âit bir çok nazariyeler ortaya sürülüyor, oldukça mebzûî eserler yazı­ lıyor, edebî cemiyetler ve mecmualar kurulu­ yor ; fakat ortaya çıkan mahsûller arasında hakîkî bir kıymeti hâiz eserler henüz görün­ müyor. Daha Hüseyin Câvid ve Cevad gibi, eski devrin milliyetçilik ile itham edilen şâir­ leri ile ölçülebilecek yeni kıymetler yetişme-



*s«



A z e r î.



iniştir, ideoloji mücadelelerinin harareti artmak­ la beraber, hakikî sanat eserlerinin meydana çık­ ması için icabeden hazırlık devresi, galiba, henüz tamamlanmamıştır. Lâtin harflerinin kabulünden sonra, bilhassa İlmî ve edebî mâhiyette eserlerin ve eski tarihî ve edebî metinlerin neşrinde büyük bir durgunluk göze çarpıyor. Lâtin harflerinin kabûlü, daha şimdiden,âzerî gençliğini eski edebî an’anelerden tamamiyle ayırdığı için, yeni bîr proletarya edebiyatı yaratmak isteyenler, milli­ yetçi edebiyat cereyanlarına karşı açtıkları mü­ cadelenin tam bir muvaffakiyet ile neticelenece­ ğinden emin bölünüyorlar. Her hâlde âzerî edebi­ yatının, 1920 *den ve bilhassa 1926 alfabe inkı­ lâbından beri, takıp ettiği istikamete göre, bu edebiyatın şimdiden Türkiye’deki edebî cere­ yanların te'şirinden mütemâdi uzaklaştığı ve sovyet cumhuriyetleri birliğine dâhil şâir mil­ letlerin edebiyatları gibi, rus edebiyatının câzibesinden kurtulamayarak, onu takip ettiği açıkça görünmektedir. Rıza Şah Pehievî dev­ rinde türkçenin mektepte, matbuatta ve tiyat­ roda kullanılması şiddetle yasak edildiği için, ana dillerini ancak konuşma dili olarak kullan­ mak imkânım bulan Iran Azerbaycam ’ndakı tüsrkîer üzerinde, şimalî Azerbaycan ’daki bu yeni edebiyatın ne gibi tesirleri olacağım ancak istikbâl gösterecektir. (Â zerî edebiyatının son devri hakkındakî mütalaaların ancak 1930 yılma kadar takip edebildiğimiz neşriyata istinaden verildiğini tasrih etmek lâzımdır. Çünkü o za­ mandan beri Azerbaycan neşriyatını muntazam bîr surette takip etmek, elimizde olmayan se­ beplerden dolayı, bizce kabil olamamıştır). B i b l i y o g r a f y a ı Âzerî edebiyatı ta­ rihi hakkında, umumî mâhiyette ciddî bir tetkik eseri henüz mevcut değildir. Yusuf Vezir of, Azerbaycan edebiyatına bir nazar ( İstanbul, 1337 ), küçük ve sathî bir risale­ dir. İsmail Hikmet, Azerbaycan edebiyatı tariki (XVIII. asra kadar), s cilt ( Baku, 1928), Ahdî, Sâm Mirza ve Sâdıkî tezkirele­ rine dayanan basit tercüme-i hâllerden mü­ rekkep olup, bu edebiyatın umumî tekâmülü hakkında hiç bir fikir vermez. Esasen bu edebiyatın XIX. asra kadar geçirdiği safhalar şimdiye kadar adetâ mechûl kalmış ve yalnız osmanh tezkirelerinde tesbit edilen bir kaç meşhur şâir ile Rieu katalogundaki bâzı eser­ lerden başkası, ilim dünyasına malûm olma­ mıştır. XVIII. asır sonlarında ve XIX. asırda şimalî Azerbaycan 'da şöhret kazanmış bâzı şâirlerin eserleri, iptida Mirza Yusuf Karabagî tarafından toplanıp, 1856 ’da Temur-HanŞûıa'da tabolundu. Lâkin şimâlî Azerbaycan şâirleri hakkında, ilim alemince mârûf olan İlk eşer, Adolph Berge ’nin yukarıda adı ge­



çen kitabıdır. V â k ıfta n başlayarak, şimâlî ve cenubî Azerbaycan ’da şöhret kazanmış şâirler hakkında en etraflı biyografik' mâlûmat ve şiir Örnekleri; Feridun Bey Koçerli (1863— 1920) ’nin, 1925— 192Ö yılları arasında, Bakü ’da basılan Azerbaycan edebiyatı tarihi materiyalları (2 ciîd) adlı «serindedir.. Feridun Bey *in 1903 'te, Tiflis 'te, neşrettiği Azerbay­ can türkterinin edebiyatı ( rusça ) adlı küçük risale, rus müsteşriki Krimskıy 'in Osmanlı edebiyatı tarihindeki ( Moskova, 1916 ) âzerî edebiyatına âit küçük bahsin başlıca mehazlerinden biri olmuşsa da, ehemmiyetli değildir. Bunlardan başka, Karabağ şâirleri hakkında Mirza Muhsin Karabağî’mn Tazkira-i navvâb (Baku, 1913) adlı farşça tezkiresi ile karabağlı Mehmed Aka Müctehid-zâde ’nin yal­ nız ilk cildi neşredilen Riyâz al-âşîkin ( İstan­ bul, 1328) adlı tezkireleri zikre şayandır. X V.— XIX. asır şâirleri hakkında istifade ede­ bilmiş olduğumuz başlıca osmanh ve İran tezkireleri ve sair her türlü tarihî ve edebî yazma ve basma kaynaklar hakkında makale içinde malûmat verilmiştir. XVII.— XIX. asır­ lara âit Iran şu'arâ tezkirelerinden bir çoğa yazma hâlinde olup, İstanbul .kütüphanelerin­ de nüshalarına tesadüf olunmadığından, bun­ lardan İstifade edemediğimizi teessürle söy­ leyelim. Yalnız Mehmed AH Terbiyet, Danış­ mandan-! Âzarbâycân ( Tahran, 1314) adlı mühim eserinde, bu tezkirelerin bir çoğuna müracaat ederek; oralarda adı geçen âzerî-■ türk şâirlerini eserine almış olduğu için, bu noksanı bir dereceye kadar, telâfi edebildik. Selman Mümtaz tarafından, Azerbaycan ede­ biyatı (Baku, 1925— 1927 ) nâmı altında neşr­ edilen metinler, şâirlerin tercüme-i hâline âit mukaddimelerdeki bir çok yanlışlıklara, eksik­ lere ve tamamiyle tenkitsiz bir tab 'olmasına rağmen, istifade edilebilecek m â h iy e tte d ir1. A ka Masîk-i Şîrvânî (XII. asır), 2. Molla Panâk Vâkıf ( XII. asır ), 3. Naşât-i Şîrvânî ( XII. asır ), 4. Makammed Husayn Hân Müş­ tak (XII. asır), $♦ Kavsi (XI. asır), 6. Karbalâ-i *A r if ( XIII. asır ), 7. N afkı-i Şîrvânî ( X. a sır; bu şâir tanınmış bir osmanlı şâ­ iridir), 8. Kâaİm Bey Zâkir (XIII. a sır), 9. Mirza ŞafV V âiik (XIII. asır), 10. S ayyi d . Nasimi ( çok eksik ve fena bir metne isti-, naden yapılmıştır; naşir, bu divanının evvelce tab’olunduğundan bile habersizdir), 11, Baha Bey Şâkir (XİII. asır), 12. 'Â şık 'Ab d AUâk (XI. asır; lâkin mukaddemedeki izahat, bu âşıkın bu asra âit olduğuna dâir, asla kanaat verm iyor), 13.— 14, l l şâirleri ( muhtelif âzerî saz şâirlerinin eserlerini ihtiva eden bu iki ciltte, onların zamanları hakkında kanaat ve-



AZERİ — AZİMET. rici hiç bir malûmat yoktur; hattâ bunlar arasında, Gavhari gibi, meşhur Anadolu saz şâirlerinin eserleri dahi mevcuttur). Son yıl­ larda yaşayan âzerî âşıkları hakkında, Vali Huluflu, i l 'aşıkları ( Baku, 1927 ) ; eski âşıklardan ‘Âşik Fari hakkında, 'A li ‘Abbas Muznib, 'Â şik Parî ve muasırlan f Bâkû, 1926); âzerî halk hikâyeleri hakkında, ,H. ‘Ali-zade, Azerbaycan il edebiyatı ( nağıllar), : s cilt (Baku, 1929) gibi eserler vardır,Eski ve yeni âzerî şâîr ve muharrirleri ve âzerî halk edebiyatı hakkında, Azerbaycan, Iran, Türkiye : gazete ve mecmualarında bir çok makaleler mevcut ise de, burada onların zikrine imkân yoktur. 1932— 1934 yılları arasında Caferoğlu Ahmed tarafından çıkarılan Azerbaycan yurt bilgisi (36 sayı çıkmıştır) mecmuasında, A zer­ baycan’a âit muhtelif yazılar arasında, âzerî edebiyatına dâir bir takım yazılar mevcut ol­ duğu gibi, RMM ve J A mecmualarında da : âzerî edebiyatının teceddiid devrine âit, bâzı küçük makaleler varsa da, ehemmiyetli değil­ dir. Azerî matbuatı hakkında bk. Mirza Bala, Azerbaycan türk matbuatı (Baku, 1922) ve Azerbaycan matbuatının elli yıllığı ve Ekinçi ( Baku, 1926 ) ; âzerî tiyatrosu hakkında bk. Azerbaycan türk tiyatrosunun muhtasar ta­ rihçesi (Baku, 1923). Âzerî edebiyatının teceddûd devri ve umumiyetle bolşevik inkılâ­ bından sonraki vaziyeti hakkında şunlardan istifade olunabilir: *A. Naşjim, Yeni âzerî edebiyatı hakkında ( Türk yurdu, cilt 71, nr. 31 ve 32, 1927), Emin 'Abid, Bolşevik inkı­ lâbının Azerbaycan edebiyatına festri ( Maarif işçisi, ili, nr, ıo/«, Baku, 1927}; B. Çobanzâde, A zerî edebiyatının yeni devri ( nasyo­ nalizmden enternasyonalizme; Baku, 1930). Mamafih gerek bu yazıların ve gerek Maarif ve Medeniyet, K ızıl kalemler gibi edebî âzerî mecmualarında tesadüf edilen bu gibi yazı­ ların, bitaraf ve İlmî bir görüş mahsulü ol­ maktan ziyâde, muayyen bir ideolojinin müdafaa ve telkini için yazılmış olduğunu asla unutmamalıdır. Â zerî edebiyatı ile alâkalı edebî ve tarihî sair başlıca kaynaklar, basılmış veya basılmamış metinler ve ciddî tet­ kikler, makale içinde, sırası geldikçe, göste­ rilmiştir. (M. Fuad K öprülü.) AİHÂ. [B k. edhA.] AZ HAR. [ Bk. EZHER.] AZHARÎ. [ Bk. EZHERÎ.] •Â Z İD . [ Bk. ÂDID.3 AZİL. ‘AZL (A.)» bir adamı v a z i f e s i n ­ d e n ç ı k a r m a veya bir şeyini e l i n d e n a l m a . Eskiden C ezayir’de devlet reisine veya cemaate âit olan araziye 'azl denirdi. Fransız işgalinden sonra, bu arazi, millî emlâk



1S1



sayılarak, hükümetin idaresine geçti ve hükü­ met de bunları fyukr (cem. lıukur) denilen, ya bir vergi mukabilinde menafiînden İstifade yahut bâzı Şartlar İle temellük edilmek sure­ tiyle, eşhasa devretti, ‘A ZÎM . [Bk._AZÎM.j A ZİM . ‘AZİM (A.), b ü y ü k ; al-1A zı m, Allahın isimlerinden bîridir. ‘A Z ÎM A . [ Bk. AZİMET.] AZİM E C H . [B k. a z İMEK,] A Z İM E K . [Bk. siMÂK AL-AfZAL.] AZİM E T. ‘AZİMA ( A , ; cm. ‘aza im ), kuv­ vetli bir iradeye dayanan karar mânasındaki 'azm kökünden müştak bir İsimdir ve Kur’an ’da (XX, 115; XLVI, 35) bu mânada kul­ lanılmıştır. Bundan daha kuvvetli bir karar ta­ savvur edilemediği için, Â Z İR . ‘ AZİR ( Kitab-ı M ukaddesle Laza: rus — La'azar), İncillerde 1. dünyada çektiği 1 mihnetlere mukabil, âhirette İbrahim peygam­ berin nezdinde mükâfat gören dilencinin ( Luka, XVI, 19— 3 1 ) ve 2. ‘ Is a ’nın dirilttiği ölünün (Yuhanna, XI) adı olmak üzere, geçer. Kur'an ‘ ’da bu makamlarda zikredilmez; ölülerin diril' iilmesi keyfiyetine gelince (K ur’an, III, 43), • bu da, ‘İsa ‘dan bahsedilirken, onun mucizeleri meyamnda anlatılır. Diriltme mucizesinin mü­ him bir mevkî işgal ettiği enbiya kıssalarında, TsS ’mn dirilttiği ölülerden sık sık bahsedildi­ ği hâlde, ‘A z ir ’m adı nadiren geçmektedir. Tabari bu mucizelerden, umumî olarak, bahseder. Kisâ’i, ‘İsa ’nm dirilttikleri meyamnda, yalnız Nuh 'un oğlu Sam '1 zikreder. Şa'labi ’nin an­ lattığı şu fakra, Yuhanna İnciline daha uygun­ dur i ‘Azir Ölür ve kız kardeşi bu haberi ‘ Isa *ya gönderir; ‘İsa, ‘Â z ır ’ın ölümünden3 (Incil’e göre 4) gün sonra gelir, 'A zir ‘m kız kardeşi ile birlikte, bir kaya içine oyulmuş olan mezara gider ve ‘Azir ’i diriltir. BÖyleee yeniden hayata kavuşan ‘Azir, çoluk çocuk sahibi bile olur, tbn al-A sir’de dinlenin adı ‘A z ir ’dır. El'azar’daki el, El isa ( al-Yasa' ), İskender ( al-Skender) veya Kur’an 'da İbrahim peygamberin babası olarak zikredilen ve Fraenkel 'e göre, Eliezer 'den ge­ len ‘Azar ’daki el ’ler kabilinden, bir harf-i tarif addedilmiştir. İslâm enbiya kıssalarında görülen bu diriltme mucizesini mübalağalandırmak te­ mayülüne daha İbn al-Aşir 'de bile rastgelinmektedir: ona göre, ‘ İsa, yalnız ‘A zir ( Lazarus) *1 değil, ‘Azir ’ın karışım ( çocukları da var­ dır ) ve bundan başka Sam ( Nuh 'un oğlu ) ’ı, ‘Uzayr ve Yahya b. Zakariya ‘yi da diriltmiştir. B i b l i y o g r a f y a * . Tabari, Annales, I, 731, 7 39 ! İbn al-Aşir, al-Kdmil, I, 122 v.d .; Şa'labi, Kişaş al-anbiya ( Kahire, 1325), Iî, 307; El'azar, Eliezer ve ‘Azar isimleri için bk. S. Frankei, ZD M G , L V i (1902 ), 71 v.dd.; J. Horovîtz, Hebrezo Union Cotlege Annual, II (1925), 157, 161; ayn. mil., Koraniscke Uniersuchungen (Berlin, 1926,) s. 12, 85, 86. ( B e r n h a r d K e l l e r .)



‘ A Z İZ . [ Bk. Aziz.] A Z İZ . ‘AZİZ (A.), k ı y m e t l i ; kudretli; al-1A ziz, Allahın 99 isminden biridir ve müslüman an’anesinde Ki|fır adı verilen Mısır veziri­ nin Kur’an ( XII,30) ’daki lâkabıdır [bk. KÎTFÎr J.



A Z İZ . a l -*Az Iz , a l -Mal Ik a l -'A zTz 'İmâd A bu ’l-F ath ‘O sman {1172— 1198), Eyyubîlerden olup, Salah al-Din ’în oğludur, 8 cemaziyelevvel 567 (6 şubat 1172 ) ’de Kahire ’de doğmuştur. 582 ( 11S6/1187 ) ’de, 15 yaşında iken, Mısır valisi oldu. Babasının ölümünde Mı­ sır ’a tevarüs etti ve burada, 589 ( 1193 ) ’dan 27 muharrem 595 (29 teşrin I. «98)-’te vukubulan vakitsiz ölümüne kadar, hüküm sürdü. Devrinin vakâyiinden, ‘ÂDİL I. ve AFİ AL maddelerinde bahsedilmektedir. ‘A ziz, sevimli, fakat âciz bir hükümdardı. Adil olabilmek için, elin­ den geleni yaptı ise de, Mısır ’ın o zaman içinde bulunduğu müşkül İktisadî vaziyete hâkim ola­ mamıştı. Mamafih tebaası kendisini severdi. Gençliğinde esaslı bir surette hadis tahsil et­ miştir. İmâm al-Şâfi'i ’nîn yanına gömülmüştür. B i b l i y o g r a f y a : E. Blochet, Hisîoire d'Egypte de Makrizi, s. 216— 250 ; bk. bir de madd. ‘ÂDİL I. ve AFZAL bibliyografyaları. _ (C . H. Becker .) ‘A Z iZ B İ ’L L A H . [Bk. AZİZ BİLLÂH.j A Z İZ B ÎL L  H . a l -AZÎZ Bt ’LLAH, A bü Man ŞÜR ( 955— 996 ), F â t i m î h a l i f e l e r i n ­ d e n olup, 14 muharrem 344 ( n mayıs. 955) ’te doğmuştur. Mısır fâtîhi al-‘A ziz ’in ikinci oğlu­ dur. Ağabeyi *Abd Allah, 364 (974 ) ’te öldü­ ğünden, al-‘Aziz, 365 senesi rebiyülevvelinde (975 kânun I.) vefat eden babasının yerine geçti. Resmen halife ilân edilmesi 10 zilhicce 365 (9 ağustos 976 ) ’tedir. Aî-*Aziz bu suretle Fâtimî sülâlesinin 5. halifesi olmuştur. Saltanatına Mı­ sır’ da başlayan ilk halife de odur. Al-‘A ziz Çok müsrif idi. Pek büyük meblâğlar sarfederek satın aldığı elbiselerin zerafeti ve ihtişamı, o zamana kadar, Mısır ’da görülmüş şeylerden de­ ğildi. Sofrasında türlü türlü yeni yemekler bulunurdu. Nâdir şeylere karşı olan meclûbiy etini tatmin için, Kahire ’ye bir sürü garip kuşlar ve hayvanlar getirtildi. Saltanatı zama­ nında, hükümet merkezînde ve civarında, bir çok yeni binalar, camiler, saraylar, köprüler, kanallar ve rıhtımlar yapıldı. Gerek gelîşİ-güzel yapılan bu keyfî işler, gerek hakikaten zaruri olan bir takım tâmirat işleri, devlet hâzinesine pek ağır gelmekte idi. Al-*Aziz bu masrafları karşılayabilmek için, mâliye nezaretini sıkı bir murakabeye tâbi tuttu, memurlarına muayyen maaşlar bağladı, bunların rüşvet ve hediye almalarım kat’î surette yasak etti ve ancak yazılı kâğıt mukabilinde para verilmesi em­ rini ısdar eyledi. 15 sene müddetle al-‘A ziz 'in maiyetinde çalışan yahudi mühtedisi Ya'küb b. Killis, bu ıslahat işinde kendisine sadakatle yardım etti. İbn Killis öldükten sonra, bir kaç sene müddetle, onun yerini ‘Omar ai-‘Addâd, Abu Fazl Ca'far b, al-Furat, Abü *Abd Allah a l -D în



AZİZ BİLLÂH. al-Husayn b. al-Hasan al-BazySr, Abü Muhammed İba 'Ammâr^ al-Fa&l b. Şâlih ve ‘ Isa b. Nestorius tuttular, İbn Nestorius ua tâyini, Fâtimîleriu din ve ırle hususundaki müsamaha­ kârlıklarına delil olduğu gibi, yahudi Manasseh.'in Suriye bas kâtipliğe tâyinini de bir ikinci detil teşkil eder. A t-'A zir 'in hırîstiyanlara bil­ hassa imtiyazlı mevkiler vermesinin bir sebebi de, oğlu ve vârisi al-Hâklm *in anası olan Hı­ ristiyan zevcesinin tesiridir; halifenin, gayr-i kanunî olmasına rağmen, kat'î mâhiyet taşıyan bir emri ile, bu kadının iki erkek kardeşi, İsken­ derun ve Kudüs patrikliklerine tâyin edildiler. Hırisiiyaniara verilen serbesti, onun zamanında, en yüksek derecesini buldu. A l-'A ziz 'in bıl: hassa teveccühünü kazanmış olan kıptı patriği Ephraim, Fusti$ yakınındaki Abü Sayfayn kili­ sesinin ihyası müsaadesini aldı. Hatife, müslümanların bu teşebbüse karşı vâkî olan itiraz­ larına hîş ehemmiyet vermedi. Bu tedbirler ile de iktifa etmeyerek, hıristiyan ve müslüman kelâmcıtar arasındaki muhadaralart himaye [ bk. İBN AL-NU‘MÂN ] ve dinini değiştiren müslümanlar hakkında takibat yapmaktan imtina etti. Buna mukabil, her ramazan ayı cumasında, ha­ lifelerin resmî alaylar tertip etmeleri ve ce­ maat ile: namaz kılmaları usulünü ihdas etti. Yukarıda' bahsettiğimiz tâyinler ve iltimaslar, mjislümanla», bittabî, gücendirmiş!!. A l-'A ziz, bu hoşnutsuzluğu teskin maksadı ile, müslüman ahalinin sevmediği bâzı memurları, zaman za­ man, işten uzaklaştırdı. Bununla beraber, göz­ den düşen bu memurlar, — hiç değilse İbn Nestorius vak'asinda — çok mühim rol oynayan harem nufuzu ve mevcudiyetlerini zarurî kılan şahsî meziyetleri sayesinde, her defasında mev­ kilerini tekrar ele geçirdiler. Gayr-i memnun­ lar bu siyasete nihayet boyun eğmeğe mecbur oldular; çünkü devlet idaresi, kuvvetli bir or­ duya dayanıyordu. Nihayet al-'Aziz bu ordu­ ya türk unsurlar sokmak tedbirsizliğinde bu­ lundu. Halife gerçi dahilde hiç bîr isyan bas­ tırmak vaziyetinde kalmadı İse de, hariçte or­ dunun başına çok gaile çıktı. Suriye ile Mısır :arasına Karmatlar girdiğinden, türk emîri Aftigin, Abbasî hilâfetini Şam 'da yeniden ilân et­ miştik Al-Mu'izz 'in ölümü, bu zatın Şaydâ üzerine yürümesini intaç etti. Şehri zaptetti, fabariya 'ye kadar ilerledi ve oradan Şam *a avdet etti. 365 (976 ) 'te Şam üzerine Cavhar gönderildi. Fakat iki ay süren bir muhasaradan sonra, l^asan al-A'aam al-ÎCarma^i, Şam *ın yar­ dımına koştuğundan, Cavhar Askaİan'a çekil­ meğe mecbur oldu. Bunun üzerine, Âftigin ile müttefikleri mısırlıları tâkîbe koyuldular ve Fâtimîlerin ihtiyar serdarı, Mısır a sağ sâitm inebilmek için, Aftigln *e kıymetli hediyeler



| va'detmek mecburiyetinde kaldı. Cavhar'in av­ deti akabinde, al-*A ziz bizzat Filistin'e yürü­ dü ve müttefikleri, 367 ( 977 ) 'de, mağlûp etti. Aftîgin esir edildi; fakat al-'Azîz, takdire de­ ğer bir ruh asaleti ile, ona iyî muamele etmiş, hattâ kendisine rütbeler bile vermişti. Bu za­ fere rağmen, M ısır'ın Şam üzerindeki hâkimi­ yeti ve nufuzu, sâdece îâfzî kaldı. A ftig in ’in müşavirlerinden passam, şehirde hâkimiyet ilân etti ve Abü Maljmüd, al-Fazl b. Şâlih, Salman b. Ca'far b. Fallâh ve Cayş b. Şamşama gibi ümerânın bütün gayretlerine rağmen, iktidar mevkiini elden bırakmadı. Ancak 373 (983) senesinde, cebren uzaklaştırıldı. Bu vazife, alMufarrac b. Dağfal ’i te’dip için, Ramla ye gönderilen Yaltigin e verilmişti. Magribli kıt­ alar, 373 (983/984 ) ’te Kahire 'de isyan ettik­ lerinden, Yaltigin geri çağırıldı ve Begçur is­ minde birisi Şam valiliğine tâyin edildi. Bu adam, efendisi Hamdânîlerden Abü Ma'âli Sa'd alDavla ile bozuşmuşiu. İkbâl hırsı ile, Rakfcra ve aî-Rahba 'de hâkimiyetini İlân etti ve komşu emîrîer ile muahedeler akdî suretiyle durumunu sağlamlaştırmağa çalıştı. Hattâ Humus *u Büveyhî! erden Bahâ’ al-Davîa ve Sa'd aI-Dav!a 'ye satmak istedi. Bunlar kendisini istiskâl edince, Begçur, al-‘Aziz 'e baş vurdu ve Halep ’i Sa'd al-Davla nin elinden almak üzere, asker istedi. Kudretini ve nufuzunu etrafa yaymak için her fırsattan istifadeye âmâde olan halife, bu talebi is'af ederek, ona Trablus valisi Nazzâl ile daha başka Suriyeli ümerâyı yardımcı gönderdi. Fa­ kat bu yardımcılar, İbn Nestorius 'un teşviki ile, en nâzik zamanda Begçur ’u yalnız bıraktılar. Askerlerinin bir kısmı da ona ihanet ettiğinden, Begçur, ezici bir mağlûbiyete uğradı. Nezdine iltica ettiği bir arap da kendisini bîr müddet sonra ele verince, Begçur, Sa'd al-Davla ’nm emri İle idam edildi. 5 sene sonra, al-'Aziz ’İ maiyetindeki ümerâdan emîr al-Haşan al-Mağribi, Halep ‘e yeniden bir ordu gönderilmesine ikna etti. O tarihte Halep 'te Sa'd al-Davla ’nîn oğlu Abu ' 1-Fazâ’İl hüküm sürmekte îdi. Bu ordu­ nun başına Mengütigin getirildi. Antakya ’daki Bizans valisi tarafından Halep 'in kurtarılması için gönderilen 50.000 kişilik bir orduyu yen­ dikten sonra, bu serdar, şehri 13 ay süren ( 3/384 = 993/994) bir muhasara, altına aldı. Bunun üzerine, imparator Basil II., Pulgarîara karşı hazırlamakta olduğu seferi tehir ederek, bir yardımcı ordunun başma geçti ve JFâtimî ordusuna yaklaştı. Mısırlılar çekildiler. İmpara­ tor, Humus ile Şayzar ’i yağma ettirdi ve Trab­ lus üzerine yürümeğe hazırlandı ise de, bu te­ şebbüs akîm kaldı. A l-'A ziz derhâl B ilb is’e çekildi. Orada külliyetli kuvvetler topladı. Lâ­ kin en büyük gemilerinden 11 tanesinin raahv-



*54



AZIZ BILLAH - AZIZ EFENDL



olması ile neticelenen bir yangın, muhasamatın başlamasını geciktirdi. Gerçi azimkar tbn Nestorîus, bu zararı çok geçmeden telâfiye muvaf­ fak oldu; fakat, al-‘A ziz ’in 28 ramazan 386 (($ teşrin L 9 9 6 )‘da ânî surette vefatı, harp hazırlıklarım muvakkaten durdurdu. Mısır'daki Fâtimî hükümdarlarının en âkili ve hiç şüphesiz en mükemmeli işte böylece birden bire göçtü. Saltanatı zamanında, Yûsuf Bulukin ’İn ve oğlu al-Manşür’ım idaresi altındaki tfrikîya, Mısır 'dan tedricen ayrılmış ve Suriye, ancak silâh kuvveti ile, itaate mecbur edilebilmiş ise de, Fâtimîlerin nufuzu, ismen dabi olsa, en geniş hudutlara, onun devrinde yayılmıştı. Filhakika Atlas denizinden Kızıldenize kadar, Yemen ‘de, Mekke ‘de ve hattâ bir defa da Musul minbe­ rinde onun namına hutbe okunmuştur. B i b l i y o g r a f y a ' , İbn al-Asir ( nşr. Tornb.), bk. inde* ; Abu ’l-Fidâ5 ( nşr. Reiske ve A d ier), bk. index; tbn Hallikân { nşr. Wüstenf.), nr. 769; tbn Tagribirdi, aUNucüm al-zShira ( nşr. Popper ), s. z— 60; tbn Haldun, al-'Ibar ( Bulak, 1284), IV, 51 v.dd.; tbn Duktnâk { Bulak, 1309— 1314), bk. fihrist; alMakrizi, ffifaf (Bulak, 1270), I, 379 v.d», 408, 45*. 457» 4^8, 470} II, 268, 277, 284 v.d., 318, 341, 366} al-Suyü$i, Husn al-muhâiara ( Ka­ hire, #$.), II, 14 v.dd., 148; tbn İyâs, Badat al-^uhûr (Bulak, 1312— 1314)* I» 48 v.dd.} Târik Mişr ( Kahire, 1893) ; Gregorîo, Rerum arabicarum gaae ad hisi. Sicil, spectant. , , colleciio ( Panormi, 1790 ), s, 20, 65» 85, 99; Ç a lışa n d ı ( trc. Wüstenf.), s. 74, 78, 80, 83,133, 181, î 88 ; Wüstenfeld, Gesch, der Fatimidenckalifen ( Gottîngen, 1881), a. 133 v.dd.; Abu Şâîib, Churches and Monasteries of Egypt ( nşr. B.T.Â. Evetts, 1895 )* hk, iadex ; S. Lane-Poole, A History o f Egypt in tke Middle Ages ( London, 1901), bk. index. ' ( N. A . K oenig .) A Z IZ EFENDİ. *ALİ ‘A z i z EFENDÎ ( ? *798 )* türk edibi ve devlet adamı. Girit defter­ darı iahmiscisi Mehmed Efendi ’n.in oğlu olup, Girit ’te doğmuştur, Bursalı Mehmed Tâhir (Osmanlt müellifleri, İstanbul, 1341,!, 104), onun menşe’ini Kandiye şehri olarak gösteri­ yor. A ziz Efendi, zengin bir adam olan baba­ sından tevarüs ettiği malları sefahetle yedikten sonra, İstanbul'a hicret ethiiş ve »silâhşoran-ı hassa", dan olmak itibarı ile, orada yerleşmiş­ tir ( Terâcim~i ahvâl-i şû'arâ-ı Girit, İntibak gazetesi, G » , 25 şubat 1292, nr. 10, s. 8 ve ondan naklen, îbnülemin Mahmud Kemal, Son asır türk şâirleri, İstanbul, 1930, cüz 1, s. 40)» Kendisi de Vâridât adlı yazma eserin­ de (Millet kutup., Ali Emîri Efendi nr. 936) mânevi bîr buhrana tutulduğunu ve ^perhiz



ve riyazata himmet" ettiği hâlde, bundan ne­ tice çıkmadığım görerek, bir çok »muzirrat-ı mürtekip" olduğunu v e . »halkın muzîr dedikle­ rinde nice ncerhem-i sÜleymânî' bulunduğunu" söyler. Yine bu eserden, onun. Kerim İbrahim Efendi isminde bir şeyhe mensubiyetini ve ta­ savvufa karşı duyduğu temayülü öğreniyoruz. Aziz Efendi, İstanbul 'da, Valide kethüdası gtrîili Yusuf A ğ a 'y â intisap ederek, Sakız adası nimhassiliiğine tâyin edilmiş, daha sonra, mufegalİibe elinden kurtarılmış olan Belgrad ’a gönde­ rilmiş ( intibah, ayn. makale ) ve enilâk satışına memur bulunduğu bu şehirde iki sene sadakat ve istikametle çalıştıktan sonra, İstanbul V av­ det etmiştir. Bir müddetten beri Avrupa dev­ letleri nezdine, üçer sene kalmak üzere, elçi göndermek usûl ittihaz edildiğinden, Aziz Efen­ di de, 1796 ( 12u ) senesinde, Berlin, sefareti­ ne tâyin (C evdet Paşa, Tarik, İstanbul; 1309, VI, 231 v.d.) ve memuriyeti münasebeti ile kendisine mîr-i »uranlık payesi' tevcih olundu ( İntibah, ayn. inak.). A ziz Efendi nia, Berlin *e giderken, Prusya hükümetinin »tâyiaât ve' şâir masarife dâir’ teklif atı ile azurde" olmaması irade edildi. İstanbul ‘daki Prusya sefiri,' bu keyfiyeti hükümetine, yeni osmanlt elçisinin büyük elçi olmadığı suretinde, bildirdi ve A z il Efendi Berlin ‘de mutat merasimle karşılanmadı. Fakat kendisi, işin iç yüzünü lâzım gelen ma­ kamlara anlattıktan sonra, icap eden şekilde alay ile kiralın huzuruna' kabul olunup, nâme-i humayuuu ve getirdiği hediyeleri1 takdim etti ( Cevdet Paşa, ayn. esr,, s. 253 v.d.). Tasavvufta ve »ulûm-i hıkemiye" ‘de mahir ve iliin sahibi bir kimse olduğu söylenen Aziz Efendi’nin Berlin’de bâzı âlimler ile mubahaselere giriştiği, hattâ onların »felekiyat, tabii­ yet vis. dâir" suallerine cevap verdiği ve bu cevaplardan mürekkep, bir de risale tertip ey­ lediği rivayet olunuyor ( Al i A ziz Efendi, Afiîkayyelât, İstanbul, 1284, kitabın başındaki im­ zasız mukaddime).' A ziz Efendi, sefareti esna­ sında, Berlin'de 1798 (1213) senesinde vefat ederek, oradaki müslüman mezarlığına defnolunmuştu. Vâridât ‘ın bir nüshasının bâş ta­ rafında (Millet kntüp., Emîri Efendi kısm., 23/1154), A ziz Efendi» h*âcegân-ı divân-ı hü­ mayundan" olarak gösterildiği gibi, aynı nüsha­ nın sonunda, vefatı günü İstanbul ‘daki ailesi nezdine bir dervişin 'gelip, keyfiyeti haber ver­ diğine dâir bir kayıt mevcuttur. Türkçe ve farsça şiir yazan' Aziz Efendi ’nin hafızasında 40.000 ‘den fazla beyit - mahfuz bulunduğu ve fârisiyi pek iyi bildiği rivayet ediliyor ( intibah; ayn, mak.). Şiirlerinde bek» taşîliğe meyli sezilmektedir. Vâridât adlı râsavvufî eseri ve küçük bir kısmı müstesna olmak



AZİZ EFENDİ.



155



şartı ile* şiirleri, basılmaımştır (basılan şiirleri memek" kaidesinden alır. Bundan sonra Cevad . için bk. Sandık mecnı., İstanbul, 1290, nr. 2 Baba *yı, kâb İstanbul ’da bir sihirbaz kadının ve 3 ; bu nüshalarda Gülşen-i sıhhat serlevhalı hilesine kurban olan Molla Emin 'e yardım eder­ bir man%ûm eseri vardır, bk. Ibmilemin Mahmud ken, kâh Çin hükümdarının kızı Ferahnaz ile Kemal, ayn, esr.; Sâdeddin NÜzhet Ergun, Türk Iklil al-Mulk 'ün evlenmelerini kolaylaştırırken, şâirleri, H, 260 v.dd.). Berlin 'deki mübahase- görürüz ( bu hikâyelerin metinleri için bk, Mus­ lerinden mürekkep olmak üzere, tertip ettiği tâfa Nihad Özön, Tûrkçede roman). söylenen risalenin { krş. Muhayyelât mukaddi­ Üçüncü h a y â l , Cazirat al-kub ra ’da yetişen mesi) mevcudiyetini tahkik mümkün olamamış­ ve oradan Kahire .’ye hicret eden Şayh *İzz altır. Aziz Efendi asıl şöhretini Muhayyelât un­ Din âdında büyük bir mutasavvıfın şahsiyeti vanlı hikâyeleri ile kazanmıştır. Bu eserde mev- - etrafmda;toplanır. Mısır sultam Naci Bi’Hah’ın : cüt hikâyelerden biri de Gibb tarafından, 1884 zâhirî ilimlerden tasavvufa ve aşk-ı hakikîye 'te, The History o f Jez&ad namı altında, İngi­ geçerek, kâmil insan olması ile neticelenen lizceye tercüme edilmiştir. 1 sergüzeşti, buradaki üç hikâyenin esası olur. (M. CavId Baysun.) Muharririn bu sonuncu hayâlde tasavvuf» bir M u h a y y e l â t . Muharririn Hayâl adını ver­ gâye tâkip ettiği açıkça görülür. Hattâ isimler diği ve birbiri ile alâkasız 3 büyük hikâye guru­ bile tasavvuf» lûgattan alınmış sembollere ben­ bundan müteşekkil olan bu eser, 1211 (1796 ) se­ zerî Naci Bi’llâh, oğlu Dilâgah, bir İmtihan ne­ nesinde te’lif edilm iştir,üın bir gece ve Bin bîr ticesinde kazandığı karısı Şâhida ( tasavvufta gündüz gibi, eski şark hikâyelerinin zihniyet güzel ve sevgili mânasına). Keza Dilâgah ’m ve dünya görüşü içinde ve onların tesiri altında sevgilisi olan ve öz annesi tarafından büyü ile yazılmıştır. Bu tesir bilhassa t. ve 2. h a y â l i hapsedilen Nâtijra ’de, maddeden gelen nefsaniteşkil eden hikâyelerde, doğrudan doğruya, ik­ yetle iradesi seîbedilmiş olan nefs-i natıkanın tibas veya adaptasyon şeklîni bile alır ( Bin bir remzini görmek mümkündür. Kitabın son hikâ­ gündüz masalları ile mukayesesi için bk. Mus- yesini, DilSgâh *ın Şayh ‘Izz aî-Dİn 'in telkini : iafa Nihad özün, Tûrkçede roman, I, 96 v.d.). île, babasının çıplak göğsünde büyük ve hayalî A z iz :Efendi, mukaddimesinde, onları bir zaman bir sergüzeşti yaşadıktan sonra, seyrettiği ve eline geçen süryanî, İbranî ve şâir dillerden âşık olduğu Nâtika ile izdivacı teşkil eder. tercüme edilmiş Halâsat al-hayâl adlı bir ki­ Bu hulâsa da gösterir ki, Muhayyeldi, Bin taptan aldığını ve sâde bir ibare ile yazıp zekâ bir gece "de tipik nümü nesini veren şark hikâ­ sahiplerinin gözü Önüne koyduğunu söyler. Bi­ yeciliğinin bütün teferruat ve unsurları île tak­ rinci h a y â l , Isfahan 'da hükümet süren HVS- lidinden başka bir şey değildir; bir çok hikâ­ rizm Şâh *m oğlu ifamar Can 'm, Çin padişa­ yelerinin, aynen yahut da bâzı hususiyetleri ile hının kızı Gülruh ve Basra padişahının kızı Bin bir gece ’ye veya onun dairesine dâhil, meş­ Ferruh ile, bittabi çok tabiat üstü şartlar ve hur hikâyelere ircaı kabildir. Hattâ bu müna­ tesadüfler içinde evlenmesi ile başlar. Bu çift sebet, bu cinsten diğer halk hikâyelerinin ço­ zifaftan doğan Asıl ve Nesil adlı şehzadeler, ğunda olduğu gibi, bâzan büyük arap hikâye­ büyüyünce, kendilerini merkezden uzaklaştırmak sinin muhtelif unsurlarım veren kadîm kültür­ isteyen vezirin, askerî taifeyi üç padişaha lerin izlerine kadar derinleştirilebilir. Bittabi birden hizmet edilmez diye isyana teşvik et­ Bin bir g ece'nin hazzını veren hafiflik, eğlen­ mesi üzerine, anne tarafından dedelerini gör­ mek için yazılmış yahut söylenmiş hikâye şekli, mek İçin, seyahate çıkarlar ve içinde tılısımla- yâni halktan toplanmış hikâyelerde dâima bu­ rm ve tabiat üstü mahlûkların rol oynadığı bir lunan hususiyetler, burada yoktur. Muhayyelât sürü macera geçirirler. İkinci h a y â l ı , fiiosof- 'ta şark hikâyeciliğinin büyük bîr tarafı olan lar diyarı olan Atina şehri ebelisinden Hacı ve Hind'den gelen h a y v a n hikâyeleri bulun­ Lebib isminde bir bezirgânın oğlu Cevad ’m madığı gibi, arap halk hikâyeciliğinin en güzel bâzı sergüzeştleri teşkil eder ve öteden beri tarafım yapan ve Bagdad hayatım eğlenceli halk arasında yaşayan hekim Abü 'A li Sina bir tarzda tasvir eden, hilekâr ve hırsız hikâ­ hikâyelerinin bir zeyli addedilebilir. Abü ‘A lî yeleri de yoktur. Daha ziyâde tılısim, büyü ve SinS ’mn hayırhah müdahalesi ile doğan ve „ulû- tabiat üstü mahluklar etrafında dolaşır î üçüncü m-ı gaybiyeyi" kendisinden öğrenen, tılısım- h a y â l i n tasavvufî çeşnisi, bir değişiklik g e ­ da, büyüde ve simyada büyük bir maharet ka­ tirir ; fakat muharririn bunda bir orijinalliği zanan Gevad Baba ’nm sergüzeşti de an'anede yoktur; çünkü bu çeşni tasavvufî edebiyat hi­ mevcut olan bu hikâyeleri ayniyle devam et­ kâye an'anesinde zâten mevcuttur. Bununla tirir* Cevad 'm terbiyesini tamamlayan son tec­ beraber Muhayyelât, -bir kaç hususiyeti ile, ör­ rübe bile an’aneden gelir ve esasını bâzı tari- neklerinden ayrılır. Banlardan birincisi hikâye­ katlerin esasî umdesi olan „ser verip, sır ver­ nin hayâllere taksimidir; Bu taksimden maksa-



«5&



AZİZ EFENDİ — AZRÂİL.



dm hikâyelere esrar keyfi içinde görülmüş ha­ yâller şekli vermek olduğunu, ikinci h a y â l i bitiren şu cümleden anlıyoruz : — »çünkü hu­ zura resîde oldu; dide-i Cevad cemâl-i şaha nazır oldukta görür ki, ol taht-ı bî-tâbir üzere oturan kendüdtir. Bu sahve ile huzur-ı şahta havz-ı hayâle dalıp, mahmiye-i Kostantaniye 'de hvâcegân-ı divan-ı hümayunda Giridî Aziz AH Efendi *nin hokka-i devatmdan çıktığını bir bektaşî erenleri esrar keyfi ile nakletti". Bu satırlardaki keyifli yazış tarzı, Mukayyelât’m diğer sahifelerinde pek az görülür. Ufak bir İmrûfîiik temayülü nazar-ı itibara alınmak şartı ile, bektaşiliğin muhibbi olan Aziz Efendi 'nin kitabında, bu tarikatın adı sık sık geçer. Üçün­ cü hususiyet, az çok yerli olmasıdır. Aziz Efendi 'nin hikâyelerinde, vak a nerede geçerse geçsin, sokak ve mahalle ismi, örf ve âdet, giyim ve kuşam dâİmâ XVIII. asır İstanbul ’udur. Konuşma İ3e, bâzan modern bir hikâye hissi verecek kadar, şe’niyete yakın çizgiler ile do­ ludur. Naci Bi'llâh’m hikâyesinde, bir gecede haberleri olmadan, kendilerini Yemen 'den Mı­ sır 'a gelmiş gören câriyeleria şaşkınlığı, Kıssa-i Receb Peşe *de, Receb Peşe ’nin kızı ile Süleyman  ğ a ’mn oğlunun evlenmelerine ma­ nî olmak isteyen tellâk usta, ermeni karısı iş­ çi Nazlı ’nm ve komşu Ayşe kadının kurdukla­ rı kumpas, bir adapte hikâye olmasına rağmen, Moila Emin hikâyesinin devrin İstanbul 'unu çok hatırlatan taraflarım teşkil eder. ( A hmed H amdI T anpinar .) 'A Z İZ İ. [ Bk. azîzî .] A Z İZ İ. 1AZİZİ, X V I asır türk şâirlerinden olup, İstanbul'da ( ? — 1585) doğmuş ve „Yedİkuleli A zîzî" diye tanınmıştır. Asıl adı, Âşık Çelebi ve Riyazi tezkirelerine göre, Mehmed ve Haşan Çelebi tezkiresine göre de, Mustafa 'dır. Her iki ismi bîrden kullandığı tahmin olunabilir, önceleri mücellitlik ederken, sonraları Yedikule dizdarlarının kâhyası oldu, Kaf-zâde Fâîzî tezki­ resindeki kayda nazaran, 993 ( 1585)^0 öldü. Devrinin mâruf şahsiyetlerinden olan Azîzî ’nin bugün elimizde bir minyatürü de vardır (bk. Âşık Çelebi, Tezkire, Millet kütüp,), A zîzî 'nin mürettep bir dîvanı olduğunu, tezkirelerden öğ­ reniyoruz, Bugün her ne kadar bu divan elde bulunmuyorsa da, XVI. asırda ve müteakip de­ virlerde vücuda getirilen bâzı mecmualarda Yedikaleli A zîzî başlığı ile epeyce şiiri ka­ yıtlıdır, Yegâne nüshası Topkapı sarayı kü­ tüphanesinde bulunan Pervâne Bey mecmu­ asında da bîr kaç gazeline tesadüf edilir. Fakat A zîzî mahlâslı şiirlerin tamamiyle bu şâ­ ire âît bulunmadığı da muhakkaktır. Bu gazel­ lerden bîr kısmı, bu mahlası kullanan diğer şâirlere ve bilhassa hoca Sâdeddiu-oğlu Aziz 'e



ı (ölm. 1027=1617 ) âît olsa gerektir. Elde bulu­ nan gazellere nazaran, A zîzî, muasırları arasında, mutavassıt bir şâir olarak sayılabilir. En kıy­ metli eseri, hiç şüphe yok ki, Şahrangiz ’idir. A zîzî, bu manzumesinde İstanbul fun güzel ka­ dınlarım tasvir etmiştir. Zarîf buluşları ve şuh bîr edası olan A zîzî ’nin bu mesnevisi, gerek zamanında ve gerek daha sonraları, büyük bir şöhret kazanmıştır. Mamafih bir takım münekkidlerİn itirazlarına hedef olmaktan da kurtula­ mamıştır, Bilhassa Âşık Çelebi ve müverrih  lî ( bk. Kunh al-ahbâr), onu, Allahtan kork­ mayarak kadınlara mütemayil olmakla itham eder. Fakat her ikisi de bu mesneviyi takdir etmekten geri kalmazlar. A zîzî ’nin Şakrangiz ’i, mukaddime ve hatimesi ile birlikte, 225 beyitten ibaret olup, 49 güzel hakkında, üçer beyittik medhiyeleri İhtiva eder. Bu medhiyelerden bazı­ ları üzerinde, Elleri güzel Cemile, Tavukçu kızı Ayşe gibi başlıklara tesadüf edilir. Bu eser, J. von Hammer tarafından neşr ( Mines de VOrient, V) ve Gibb tarafından dâ tercüme ( A History o f Ottomah Poetry, III, 182 v.d.) edil­ miştir. B i b l i y o g r a f y a : Metinde geçen eser­ lerden maada bk. bir de Bayâti, Tazkira; Hişâli, Matalt al-naza 'ir (Millet ve Nuruosmaniye kütüp.); M. İzzet, Şehrengizler ( Tür­ kiyat enstitüsü, nr. 76).



(SA deddIn NOzhet Ergun.) A Z ÎZÎ, Abdülâziz Kara Çelebi-zâde [ b. bk.] ’nın mahlasıdır. 'A Z L .J Bk. AZİL.] 'A Z R A . [ Bk._AZRA.] A Z R A . ‘AZRA* ( A.), »bakire" ; 12 buredan birinin en büyük yıldızının ismi ( Spİca Virgİn is) î bu burca sünBüle dahi tesmiye olunur. 'A zrâ1 aynı zamanda Vernik [ b. bk.] ’m maşu­ kasının adıdır. 'A Z R A İ L . [BIc. AZRÂİL.] A Z R A İL ( Avrupa neşriyatında 'İzrS’il ve 'A zrâ’il Cabrâ’U = Cibril, Mikü’il, İsrafil ile beraber, dört mukarreb. melekten ölüm meleği­ nin adı, İsim, İhtimâl, Eisenmenger ’in, Entdecktes Judenthum ( II, 333 ) ’da, c e h e n n e m me­ leği olarak, gösterdiği hiO"©)! ’nîn bozulmuş bir şeklidir. Ekseriya kendisine, kıyamet gü­ nünde şür çalmak vazifesi isnad olunan İsrafil gibi, o da, dünyayı kaplayacak bir büyüklükte­ dir j bütün denizlerin ve bütün nehirlerin suyu başının üstüne akıtılsa idi, bir damlası idle yere düşmezdi, Dördüncü veya yedinci gökte, nurdan bir makamı ( sarir) vardır, ayaklarından biri oradadır, diğeri ise cennetle cehennem arasın­ daki kopru üzerinde bulunur. Fakat 70.000 aya­ ğı olduğu da söylenir. Yahudi eserlerinde, şah­ siyetinin tasviri, hemen hemen aynıdır: 4000



AZRÂİL.



5



« VV.



__ i



kaçadı vardır, vücudu, bütün canlıların sayı* bilhassa bu eî o sırada bir sadaka [ b. bk.] versınca göz ve düden müteşekkildir. 4 yiîzü ol­ mekte bulunursa, kapı bu sefer de meleğe kapalı kalır. Nihayet melek adamın eline Allahın adım duğu da söylenir. İlkin o da, Ötekiler gibi, bir melekti. Allah yazar; o zaman can vermenin acılığı duyulmaz insanı yaratmak istedi ve bunun için Cabra’i l ’e olur ve melek, ruhu almak için, girebilir. Onun, toprağın unsurlarından bir avuç almasını emr- insanları zehirli bir mızrakla deldiği de söyleetti; Fakat İblis tarafından karıştırılan toprak nir. Yahut melek ölüm döşeğindeki mü'mimn öyle mukavemet etti ki, ne Cabrâ’il, ne Mikâ’İl, baş ucunda durur ve onun ruhunu, bir tulum­ ne de İsrafil aldıkları emri yerine getiremediler. dan su akıtılır gibi, acısız olarak dışarı çıkarır. Fakat ‘Azrâ’i l muvaffak oldu, O zaman Allah, Melek bu ruhu yardımcılarına teslim eder; on­ onu yüreğinin sertliğinden ( killat al-rafrma) lar bunu yedi göğün en yükseğine götürürler, ve nihayet mezarda vücudun yanma koyarlar dolayı, ölüm meleği nasbetti. Aynı zamanda, kuvveti sebebi ile de o, ölüm (ruhun gökte seyahati için krş. Bousset, Armeleğidir;: Allah ölümü yarattığı zaman, temaşa eftiv fa r Religionszvissenschaft, IV ). Fakat, eceli gelen bir mü'min değilse, o za­ etmeleri için, melekleri çağırdı. Melekler, ölümün hayrete şâyân kuvvetini görerek; kendilerinden man ölüm meleği ruhu şiddetle vücuttan ko­ geçtiler, düştüler ve boy lehe bîri yıl baygın kal­ parır. Göklere götürülen ruhun Önünde semâ­ dılar. Ondan sonra uyanarak î „ ölüm mahlûkla­ nın kapılan kapanır ve ruh yer yüzüne atılır. rın en kuvvetlisidir" -— dediler. Fakat Allahı Malûmdur ki, îdris, İîyâs, ‘Isa, al-Hazir f bk. madd. ] gibi şahıslar, ölüme mâruz kalmamış­ ,,‘AzrâMI’i ben ona hâkim kıldım" — dedi. Y ah u d i eserlerinde, bir çok ölüm meleğin­ lardır. Mûsâ hakkında aynı şey iddia edile­ den bahsoîunur ve ‘A z r a il ’in peygamberle­ mez; fakat kitab-ı mukaddes onu ölünmüııü rin ruhları ile meşgul olduğu, alelade insan­ mestur geçer. Müslüman an'anesine göre, Mûsâ, ların ruhlarının ise, onun halifesine tâbi bulun­ mukadder vazifesini yapmağa gelen ölüm me­ duğu: söylenir. Bilhâssa LXXIX. sûrenin başlan­ leğine karşı durmuş ve onun bir gözünü çıkart­ gıcından, ölüm meleğinin çokluğu neticesine va­ mıştır. O zaman Allah kendisine teveccüh eden rdır : „yırtıp koparanlar tarafından ve çekip meleğe şöyle demiştir: •— »Mûsâ elini bir ineğin alanlar tarafından". Birinciler, kâfirlerin ruhla­ üstüne koyarsa, elinin kapladığı kılların sayısı rım vücutlarından koparıp alan melekleri gös­ kadar yıl daha yaşayacaktır"; Mûsâ: — »peki, terir ; İkinciler ise, mü’mmierin ruhlarını vü­ son ra?"— deyince, Allah : — »sonrası ölüm" — cutlarından ayıranları gösterse gerektir. Fakat dîye cevap vermiştir. Ölüm meleğinin Musa ’ya bu âyetin tefsiri kat’i değildir. XXXII, n. su­ bir cennet elması ile geldiği de rivayet edilir. Musa bunu his eder etmez ölmüştür, ölüm me­ rede ölüm meleğinden (m üfred) bahsoîunur. : ‘A zrâ’il, insanların yoklama defterini tutar, leği ile Süleyman ’m hikâyesi hakkında bk. alfakat onların ne zaman canlarını alacağını B ayzavi; XXXI, 34. süre hakkında ve Idrîs ’İ bilmez. Bazılarının isimleri parlak bir çenberle, ziyareti hakkında bk. mad. İDRlS. B i b l i y o g r a f y a : Kuran II, 28, XXXII, bâzılannmkiîer ise, kara bir çenberle çevrili ıt ve LXX1X, 1. âyetlerin tefsirleri; M. Wolff, olduğu için, insanların sa'id mi yoksa şa^i mi Muhammedanische Eschatologie, s. 11 v.dd.; olduğunu anlar, Bİr insanın ölümü yaklaşın­ al-Gaziüi, al-Darra al-fâhira, ( nşr. Gautier), ca, Allah, arşm altındaki ağaçtan mevzuubahs s. 7 v.dd.; al-Kisâ’i, 'Ac& ib at-malaküt, Ley­ olanın ismi yazılı bir yaprak düşürtür, ‘A zrâ’il den yazm,, 538 Warn., f. 26 v.d,; Tabari ( nşr. ismi okur ve 40 gün sonra onun ruhunu vü­ Leyden), I, 87 ; Mas'udi, Murüc al-zahab cudundan ayırır. ( nşr. Paris }, I, 51; İbn aî-Aşir (nşr. Tornb.), Fakat ruhunu teslimde direnen ve ölüm me­ I, 20; al-Diyarbekri, Târih al-hamis (K a ­ leğinin keyfî olarak hareket ettiğini ileri süren hire, 1283), I, 36; al-Sa'labi, Kişaş al-aninsanlar vardır. O zaman melek Allahın huzu­ biya (Kahire, 1290), s. 23, 216 v.d.; Mucir runa gelir ve meseleyi anlatır. Allah ona delil al-Din al-Hanbali, Kit. al-Uns al-calîl (K a ­ olarak, üzerinde Besmele [ b. bk.] yazılı bir hire, 1283), I, 16 v.d .; Buhâri, Cana'iz, 69. cennet elması ve rir; insan onu görünce artık ruhunu teslim eder. bab ; ( Mutahhar b. Tâhİr al-Makdisi), Kit ab al-Bad1 va 'l-tarih (nşr. Huart), 1, 175, II, 214; ölüm meleğinin vazifesini zorlaştırmak için, Mişkat aUmaşâbih ( trc. A . N. Mattheıvs), I, insanın başka çareleri de vardır. Ölüm meleği, 365 v.dd.; Bodenschatz, Kirchlicke Verfasruhunu kabzetmek için insanın boğazına girmek sung der heutigcn Juden ( Erîangen, 1748), isteyince, ölmek üzere olan, zikr [b, bk.] ’e baş­ lar ve böylece kapıyı kapar. O zaman melek A l­ Hl, 93; Eısenmenger, Entdecktes Jadentham (Königsberg, 1711), I, bab. XIX, II, 333. lahın huzuruna çıkar. O da ölmek üzere olanın elini yakalamağa çalışmasını tavsiye ed er; fakat (A . J. W ensinck.J



; 1 ■ ; * ■



*5»



A2RÂÎL - ÂZZE.



İlâve tslâmda o l u m işlerine memur bir meleğin bulunduğu kabul edilmektedir. Sacda suresinin ir. âyeti bunu açık olarak gösterir. Bu âyetin mânası şudur: »de ki, canınızı almağa müvekkel olan ölüm meleği Kepinizin canınızı alacak, siz de rabbinİze döneceksiniz". Bu âyette oldu­ ğu gibi, sahih telâkki edilen hadislerde de »ölüm meleği" demek olan malak al-mavt tâbirine rastlanır ( msl. Şahilj. al-Buhari, bâb al-canaiz 'de Abu Hurayra 'den mervî bir hadiste olduğu gib i). Malak al-mavt 'in taaddüdü meselesine gelince, bu hususta kendisine dayanılmak iste­ nen Va ’l-nazıât sûresinin başındaki âyetler buna, kat’î olarak, delâlet etmez. Bu âyetlerin mânası şudur: »daldırarak çekip çıkaranlar hakkı için, usulcacık alanlar hakkı için, suda yüzer gibi yüzenler hakkı İçin sonra ileri ge­ çenler hakkı için ve işleri çevirenler hakkı i ç in ..." . Tefsirciler, şu görülen cemi kelimele­ rinden, »ölüm meleklerinden" başka mânalar da anlaşılabileceğini ileri sürerler î msl. »savaş mey­ danlarında ok atanlar" v.s. gibi. Bu eemi keli­ melerinden mutlaka »ölüm melekleri" mânasını çıkarmak mutlaka lâzım gelmez, Zâten bu anla­ yış, yukarıda geçen ve ancak müfred olarak bu meleği zikreden sarih âyete de uygun düş­ mez. Şu hâlde yahudiîerde olduğu gibi, her bir canlı için ayrı bir ölüm meleği kabul edilme­ sine de imkân görülmüyor demektir ( bu sûre­ nin tefsiri için bk. CalSİ al-Din al-Suyüti, alîtkân ; Fahr al-Din al-Râzi, Tafsir al-kabir; Abü al-Lays aî-Samarlfandi,). Müslümanlığa göre, tabiat âleminin dışında kalan melekler için, tafsilâtına girmeksizin, sırf mecaz kabi­ linden olmak üzere, büyüklerinde 2, 3, 4*e ka­ dar kanat bulunabileceği kabûl edilmektedir (krş. Kur’an, XXX, 1). Kur’an 'da ölüm meleğine 'Azrâ'il,, adı veril­ diğine rastlanmaz. Peygamberin ağzından du­ yulduğu da, kat'î olarak, söylenemiyor. Bununla beraber bu kelimenin hariçten müslümanltğa girmesi, malak al-mavt tâbiri kadar değilse bile, hayli eskidir. Eshab zamanında veya bir az son­ raları, müsiümanlığı kabûl etmek suretiyle, ce­ maate karışmış olan İsevî ve bilhassa yahudi âlimleri, bu gibi vesileler ile bilgilerini göster­ mek için, fırsat bulmuşlardır. Bu arada Ölüm meleği, 'A zrâ’il ile de ifade olunmağa başlamış olabilir. Fakat yine makale metnindeki efsâne­ lerin, yahudiîer arasında ve edebiyatında her kesin korkarak, yakından ilgili bulunduğu *A s­ ra’il üzerinde uzun asırlardan beri birikmiş hikâyeler olduğuna şüphe edilemez ( krş. Zakariya b. Muhammed al-Kazvini, Kitab 'A ca ib almahluküt, Feyzullah Efendi kütüp., nr. 1369, var, 3& v.dd., yazın.). Fakat islâmm başlangıcında



olduğu gibi, sonraları da bu türlü efsâneler İslâm âlimleri arasında hoş görülmemiştir ( krş. Nür al-Din ‘A li b. Muhammed b. 'Arrfik, Tari­ zi h al-şarVa al-mar/ua 'an al-ahbâr al-şani'a al-mavzaa, Velieddia Carullah, nr. 367, var. 319, yazm.). Bu hususta Abü Bekr'in ve yahut ‘Omar'in halifeliği zamanında, yahudİ hibr ve âlimlerin­ den olduğu hâlde, müsiümanlığı kabul edip," tabi'în arasına giren Ka'b al-Ahbâr [ b. bk.] ve bîr de daha bîr az sonraları işe karışan Ve ehl-i, kitab an'anelerini bilen Vahb b. Munabbİh [ b. bk.] 'in bu hususta büyük tesirleri olsa ge­ rektir. ‘A zrâ’il de dâhil olduğu hâlde, diğer büyük melekler, takvîn ( dünyanın yaradılışı). meseleleri, enbiya kıssaları v.s. hakkındaki ef­ sânevî haberlerin hemen hepsi Ka'b al-Ahbâr 'a ve Vahb b. Munabbİh 'e dayanır. Zâten makale müellifinin 'Azr-â’il hakkında söyledikleri söz­ lerden hemen çoğunun Ka'b 'e ve Vahb b. Munabbİh'e dayandığı görülmektedir. *Azra’il ’in büyüklüğü, kanatlarının, gözlerinin çok­ luğu, yoklama defterî tutması, nurdan azametli kürsi, yaprak düşmeleri, elma meseleleri v.s. hep bizzat veya bilvasıta bu kaynaklara gider ( bk. IÇazvini, gost. yer.}. Dirayetten ziyâde rİvâyete dayanan ilk tefsir müellifleri de bu nakilleri . aynen aldılar. Malak al-mavt gibi, yahudilikte karşılığı olan mefhumlar da, tıpkı onlarda, ol­ duğu vecihle, izah olundu. Hattâ bâzan. bu rivayetler de kafi görül mey erek, onların kitap­ larına, Tevrat *a ve tefsirlerine de müracaat edilmeğe başlandı. Tabari ( ölm. 310 = 933 ), Nİsâbüri ( ölm. 406 = 1015 ), Şa'Iabi ( ölm. 427 = 1036 ) tefsirleri bu kabildendir. Her hâlde 'A zrâ’il ’i bu türlü anlayış ile müslümanhk ara­ sında biç bir münasebet yoktur. B i b l i y o g r a f y a : İbn al-Cavzi, Mav­ in ât ( Hakim-oğlu kütüp., nr. 286, yazm .); Calâl al-Din Suyüti, al-La'âlî al-maşnua f î al-ahâdîs al-mavzua (Velieddin kütüp., nr, 43» yazm.); Abu ’l-Faza’il Haşan b. Mu^ammed Şağâni, Mavzuât al-hadis ( Velieddin kütüp., nr. 283, yazm.); Weiî, Biblische Le­ ğenden der Musulmaner, s. 10. (HALİM SABİT ŞtBAY.) AZRAJÇÎ. [Bk. EZRAKÎ.] A Z R Î'A T . [ Bk. EZRi’ÂT.] , A Z R O H . [ Bk. e z r u h .] ‘A Z U D *A L -D A V L A . [B k. ADUDUDDEVLE.Î 'A & U D AL-DÎN. [ Bk. ADUDUDDİN.] 'A Z Z A . [ Bk. AZZE-] A Z Z E . 'A ZZA ( a .; »dişi ceylan yavrusu"), k a d ı n i s i m l e r i n i n çok kullanılanlarmdandır. Bu ismi taşıyanlardan bilhassa iki ka­ dın meşhurdur: 'Azza Kugayyir ve 'Azza alMayla’, ____ ______- ■



I* Hakikî ismi 'Azza bini Hıımayd b. Vakkaş {A ğ a n lı Hizana: bint HumayI b. H a fs) olan ' A ı z a t K u ş a y y i r , Zamra aşiretinden bir bedevî kızı idî. Şâir Kuşayyir bütün kasidelerini ona ithaf ettiği İçin, ‘Azza ’ye, ‘A zzat Kuşayyir ▼ e Kuşayyir 'e de, Kuşayyir ‘Azza lâkabım ver­ mişlerdir. K uşayyir‘in kendisine âşık olduğu zaman ‘Azza ’nin pek küçük yaşta olduğu söy­ lenir. ‘A zza sonra başkası ile evlendi. Mamafih bu ille âşıkını, gerek hacc ve gerek başka vesi­ leler Ue, gidip görmesine mâni olmadı. Hayatı hakkında daha fazla malumat yoktur. Güzel Ca­ mii *e Işık olması ve bu suretle Kuşayyir ’in kıs­ kançlığını tahrik etmesi hikâyesi, ihtimâl kİ, İşti­ kaklar üzerinde oyun yapma hevesinden ve Ku­ gayyir ilp ‘A z z a ’yî diğer, aym derecede meşhur, âşık çiftlerden Camii ile Buşayna 'ye benzetmek arzusundan.çıkroıştır. İbn ifotayba ’ye göre Ku­ gayyir, hâlâ ‘Azza ’nin aşkı ile yanıp tutuştuğu bir zamanda, M ısır’da Öldü. Diğer taraftan Kitab at~AğSnVye göre, ‘Azza, ihtiyarlığında halife ‘Abd al-Malik ’e, gelmiş ye gençliğinde Kugay­ y ir ’in; kendisine olan büyük şakını anlatmıştır. i b l i y o g r a f y a i İbn Kotayba, Kitab : aUjı r (nşr, de Goeje ), s. 262 v.d,, 321— 3*8 ; ÂğSni ( t . ta b .), VIII, 36— 39; ÎJizânat aladab, II, 381 v.dd.



2. ‘A z z a a I * M a y I S’, yani »kırıta km ta yürüyen *A zza\ m e ş h n r b ir m u g a n n i y e olup, Sa’ib Hâsir ve Naşit (her ikisi aslen İranlıdır) İle muganniye Râ’ika 'ma talebesidir. Anşar âilesinin mevlâsı olan ‘Azza, Medine 'de otururdu ve orada yalnız şarkı söylemek ve ud çalmaktaki maharetinden dolayı değil, güzelliği ve iffeti ile de herkes tarafından sevilmişti. Şarkılarını dinlerken, Hassan b. Ş â b it’in ağla­ yacak derecede mütee3İr olduğu ve ‘Omar b. A bi RabiVm n, kendi şiirlerinin bestesini on­ dan dinlerken, hazamdan bayıldığı söylenmek­ tedir, Muganni İbn Muhriz ile İbn Surayc onun talebesi idiler. Mu'âvİya ve oğlu Yazîd za­ manında, Medine'de şarkı söylediği hakkındaki kayda ve münasebette bulunduğu kimselerin yazdığı tarihlere bakılacak olursa, meslek ha­ yatının zamanı, takribi surette, tâyin olunabilir. Gençliğinde 'Azza 'den ders almış olan İbn Su­ rayc, Hîşâm b. *Abd al-Malik ’in halifeliği za­ manında, 85 yaşında ölmüştür. B i b l i y o g r a f y a : Ağanı ( nşr. Kosegarten), Prooemium, s. $— 17; ayn. esr, (Bu­ lak, r. tab.), I, 151; IV, 35; VII, 188; X, 55, 57; XVI, 13 v.d. ( krş. Kosegarten, Chestomathia arabica, 130 v.dd.) İbn; Hallikân ( nşr. Wüstenf.), nr. 537. ( A . SçHAADE.)



B.



bunun ba'l aslından geldiğinin farkına varılmaz ÖÂ% [ Bk. bA.] B A '. [ Bk. bâ .] ( bk. Hastîngs, Encyl, o f Relig.,\, 664; Nöldeke, B Â . B A ’, Halil tarafından harflere verilen mad. Arabs ( Aneient). Lügatler b a l kelime­ sıra ( krş. ABCAD) nazar-ı itibara alınmazsa, sine » m â l i k " , „ r a b b " mânalarını atfeder­ arap alfabesinin i k i n e i h a r f i ' olup, sayı : ler ; fakat kelimenin bu mânası, Öyle görülü­ kıymeti 2 ’dir. Y a z ı b a k ı m ı n d a n , bu har­ yor ki, cenubî Arabistan’dan gelmiştir. Orada, fe al-ba al-muvahhada ismi verilmektedir. F o- şimalî Arabistan *ın aksine olarak, Ba'l, bir n e t i k noktasından, Sibavayh bu harfi, yeni ilâh isimi İdi ve Kur’an ’m bir ibaresini izah telâkkilere uygun bir tarzda, tarif etmiş ve bu için, arap lügatine kabûl edilmiştir. Kur’a n ’da, harfin dudaklarla telâffuz edilen sesli ve infi­ XXXVII, 123— 132 ’de, İlyfis, kavmİne şunları lâktı bir harf olduğunu söylemiştir ( nşr. De- söyler: — »Ahsan al-hâlimin’e ibâdet ve itaat renbourg, II, 453, ı«, ıs, 454, 7 ); bu tarife göre, etmiyorsunuz da, Ba'l ’den mi istimdat ediyorsu­ bu arap harfi garp dillerindeki b harfinin ay­ nuz? Kuran’m burada, tamamen Tevrat ( I, nıdır. Bâ\ aynı zamanda, arapçada bi (-a ,-e ; MulUk, XVIII) ’taki kıssadaki mânada B a 'l’den -dan, -den; İle) cer edatının adıdır. Daha faz­ başka bir şey kasdetmemiş olması çok muhte­ la tafsilât almak için, bk. gramer ve lügat ki­ meldir ; bununla beraber en eski müfessirier üç tapları (krş, b ird e mad. ARABİSTAN). türlü İzahta bulunuyorlar:'{'abart ( Tafsir, XXIII, 53) diyor kİ: beti, Yemen lehçesinde »rabb, ( A . SCHAADE.) B Â . BÂ* ( A.), keza BAV', BÜ‘, cemi ABVÂ*, sahip” mânasına gelen bir kelimedir ( msl. — „bu bir uzunluk ölçüsü olup, A-ııfap’m mukabilidir. Öküzün 6a 7 i kim dir" ? — denilebilir) yahut bir B A 'L . [B k. ba ’ al .] puta ( şanam ) âit has isimdir ve vaktiyle Bakk B A 'A L * BA'L, samî dillerde müşterek ba'al tesmiye olunan yer, bu mabuda izafeten, Ba'la( sahip, mâlik ) kelimesi ( krş. Cheyne, EncycL bakk adını almıştır, veyahut da bu, yemenliB ib iH a s tin g ’s Dict. o f tke Bible ve EncycL lerın taptığı bir kadındı. Binaenaleyh bu ba'l o f Reltg.), müslümanlıkta iki hususî istimal şekli kelimesini ya „sâhtp, efendi” şeklînde ve yahut ile, hâlâ yaşamaktadır. 1. Kur’an ( II, 228 ; XI, has isim olarak bırakmak suretiyle tercüme et­ 15 ; XXIV, 3 1}’daki b a l kelimesi, eski çağa âit mek icap ed er; kelimenin kadın mânasma alın­ almakla beraber, hâlâ „zeVc" mânasına kulla­ ması doğru olamaz: bu telmih, ihtimâl ba'l*İn nılabilen bir tâbirdir (temellük suretiyle izdivaç »zevç" kadar »zevce" mânasına da gelmesine Ve buna âit telâkkiler hususunda bk. R, Smith, dayanıyor; veyahut da bu Baalbek ’teki Astarte Kinship and Marriage2, indeks, bilhassa s. 9a ibadetine yapılmış bir telmihtir. Taban gibi, v. dd,). 2. Konuşma dilinde ( krş. Spiro, Voca- tbn ‘AbbSa da, ba'l ’in »sâhib" mânasını, kulla­ bulary o f coll. Ar. o f E gypt) de ba'lî kelime­ nılması nâdir olmakla beraber, doğru arapça si, hiç bir sun’î sulamaya ihtiyae göstermeyen telâkki ediyor ve boylece, Kinship, s. 9a 'de nebat manasınadır. Klâsik arapçada bu keli­ gördüğümüz, {Ağânî, VII, 43’teki) hikâye de, mesin „ilâhî sahip" mânası hakkında krş. Lane, böyle bir mâna üzerine yapılmış bir cinas olsa Lexicon, s. 228, b ve c ; de Sacy, Chresİ. ar., gerektir. Lisan ( gost. yer.) ’da İbn 'A b b ö s’a I, 224 v. d d .; Lisân, XIII, 59 v. d d .; Belâzori, kadar gitmeyen ancak bir misâl mevcuttur. Fa­ de Goefe, Gloss., s. 13 v. dd. Ba'l kelimesindeki kat bu istimal şekli, her hâlde, Lisân'ın yazıl­ »ilâh" mânasının başka bir zayıf izi de, ba’ila dığı devirde bile eskimiş bulunuyordu. RSzî, »afallamak" (asıl mânası „Ba'l tarafından vurul­ Mafatih (tab. Kahire, 1308, VII, 109) ’te keli­ mak, çarpılmak” ) mastarında mevcuttur. Fakat menin has isim ve Yemen ‘e âit tâbir olmak



İzahlar : siyah kısımlar, eski çağa ; taramalı kısımlar, bizans ve noktalar ile işaret edilmiş kısımlar ise, arap devrine aittir, A —Sultan Kalâün burcu. B = Sultan Bahrâm Şah burcu (1213 senesine ait). C = Sultan Bahrâm Şâh burcu (1224 senesine ait). oış duvar BAALBEK KASRI VE MÂBEDLER



i



Vs



■■■V i'i. -V-



5>f'



"T



t A'Al - BÂAİB&İC özere, iki izahım verir. Bayzâvi ve umumiyetle diğer müfessirler de aynı sûretîe izah ederler. Bugün hâkim olan müslüman kanaatine göre, buradaki Ba‘ 1, Baalbek ( Heliopolİs ) ’te tapılan bîr mâbudun adıdır. Kur’an ’claki b a l kelimesi etrafında da bîr çok yarı-isrâİIÎ menkıbeler te­ şekkül etmiştir î bunlar Şa’labi ’nin Kısas ( tab. 1314, s. 142 v.dd.) ’md bütün tafsilâtı ile İzah olunmuştur. Krş. bîr de Pseudo-Baîhi, HI, 99 v.d .; Yakut, mad. Ba'labakk ve Jezoisk EncycL, II, 381. (D . B. Macdonald .) B A A L B E K ( B a ' l ABEKK; yunanca „ H e l i o polis**), [Suriye *de Anti-Lûbnan dağlarının garp eteğinde, Bikâ* çuknru kenarında, Şam— Hums demir yolu üzerinde, deniz seviyesinden ÎI70 m. irtifada kurulmuş bir şehirdir. 1918 se­ nesi teşrin I.*e kadar osmanh devletinin Suriye vilâyetine bağlı bîr kaza merkezî idi. 1920 senesi eylülüne kadar, aynı teşkilât ile, Şam vilâyetinde kalmış, fakat bu tarihten sonra, Fransa ’nın idâri vekâleti altında, Lübnan cumhuriyeti ara­ zîsine ilhak edilmiştir ]. T a r i h . Baalbek, Jüpiter veBacchus mâbedîeri harâbeleri ile pek meşhurdur. Jüpiter mabedi, imparator Antonius (138— 161) tarafından, ge­ niş bir set üzerine inşa edilmiş ve buna Caracalla ( *n — 217 ) tarafından avlular ve „propileler" ilâve olunmuştur, Baalbek isminin etimo­ lojisi henüz malûm değildir. Yunanlıların bu şehre verdikleri Heliopo!İ3 ismi, burada bir güneş mabedi bulunduğuna delâlet eder. Bikâ‘ al-'Aziz ismi de güneş kültüne bir telmih olsa gerektir î zira nam („isim“ ), dastam> dostum (,,e!İmM), rafiam > raftum ( »gittim** ), dur > dîr ( krş, Huart, XIV == ZJ/oürt, nr. 82) gibi temayüller, lûr lehçeleri hususiyetlerindendir. Vâc- «ko­ nuşmak'*, kar- «yapmak** gibi kökler, kurt ve «merkez** lehçelerine mahsustur. Mi-kar-a »ya­ pıyor**, ây-U »geliyor** gibi intihalar daha garp­ ta konuşulan gurânİ yi hatırlatır. Bâzı hususi­ yetlere ise ( dâram > * derom ), ancak Kâzrün (Şiras; civarında ) 'da benzer bulmak mümkün­ dür. Handak ’in mufassal tahlili, bugün tanıdığı­ mız şekilleri ile, kıtalarda bir lehçeler halitası mevcut olduğunu tamamen te’yit etmektedir. Baba Tâbir'in dili hakkında Huart tarafından (1885 ) teklif edilen «müslüman pehlevîsİ" tâ­ biri, ilim âleminde tutunmam ıştır. Baba Tâhir kıt’alarımn (ve hattâ gazelleri­ nin) vezni, hemen münhasıran hazac-i musaddas-i mahzüf ( « ----- 1o ———| v ——) 'tur. Bu se­ beple Baba Tâhir 'in yeni tabii, onun kıt'alarma, rubai yerine, dobayii adım vermektedir. Çünkü rubâî tâbiri, hazac-i makfûf-î maksür ( — v j - - u t , ] — v u j - ) veznine bağlıdır. Baba Tâhir *e atfedilen bir kaç rubâînin mevsûkiyeti şüpheli görünüyor. Kullandığı vezin ayrıca halk şarkı­ larında da mâruftur ( Mirza Ca'far [ Korsch ], Gramm. pers. yctzıka, Moskova, 1901, s, 308 ). Ş a i r l i ğ i . 1927 senesine kadar, Baba Tâ" hır ’in ancak XVIII, ve XIX, asır antolojilerinde bulunan mahdut mikdarda kıtaları biliniyordu. Huart’ın araştırmaları neticesinde, 188$‘te 59 kı ta ve 1908 ’de daha 28 kıt’a ve bir gazel elde edilmiştir. Heron Ailen yalnız 3 yeni kıt’a bulmuştur ( mamafih bunlar çok şüphelidir). Berlin yazmalarından istifade eden Leszczynski, 80 ktt'anm ve ( Huart’ınkindea başka) bir ga­ zelin tercümesini vermiştir. Nihayet, farsça A r­ mağanız mecmuası naşiri, Husayn Valıid Dastgardi İsfahanı ( 1306 h. ş.=i927 ) de Tahran’da Baha T âhir’in 296 döbeyti ile 4 gayelini ihtiva eden bir Divân ’uıı ııeşretmiştir; naşir, zeyl



168



BABA TAHİR ÜRYAN.



olarak, «muhtelif mecmualarda" bulduğu 62 dobegtî ile H. Ailen 'in ilâve ettiği 3 rubaîyi vermektedir. Dîvân ’dald kıt’alar, kafiyelere gö­ re, alfabe sırası ile tertip edilmiştir. Naşir, bu tâb’a esas olan yazma hakkında, maalesef biç bir tafsilât vermemektedir. Bir çoğunda Baba T â h ir’İn adı, Elvend ve Meymend (? ) dağları v,s. zikredilen yeni kıt’alar, kaçınılmaz tekrar­ lar ile iptizale düşürerek, şâirin malûm olan karakteristiğini te’yit etmektedir. K ıt’alann ek­ serisinin lehcevî edası, Baba Tâbir 'in dilinde­ ki hususiyetleri taklit etmenin müşkül olma­ masına rağmen, bu kıt'alarm mevsukiyeti hak­ kında bir delil sayılabilir. Baba Tâbir ’in fcıt’aJanmn mevsûkiyeti meselesi, Ömer Hayyâm hakkında olduğu gibi, şüphesiz bahis mevzuu olacaktır. Jukovskiy ’mn dediğine göre, Molla Muhammed Şüfİ Mâzandarâni ( h. XI. a sır) ’nin Divân ’mda da Baba Tahir ‘in kıt’alan bulun­ maktadır. Hemedanlı şâir Şâtir Beg Muhammed, Baba T âbir'e atfedile nbir çok «kürdi" (pehlev î) kıt’anın müellifi olduğunu söylüyordu $ krş. Divân, s, sı. Baba *|*âhîr ’de mevzular çok mahduttur. Fa­ kat şâirin şahsî bir hüviyeti vardır. Huart ta­ rafından neşredilen 59 kıt’anın tahlilîni, örnek olarak, verelim* Her zaman olduğu gİbİ, tasav­ vuf! aşk ile dünyevî aşk İfadeleri arasında bîr hatt-ı fasıl çizmek güçtür. 34 kıt’a, hemen yarı yarıya, lirik şiirin bu İki sınıfı arasında taksim edilmektedir. İki kıt’a, Allaha hamd-u senâdan ibarettir. Mütebakisi daha ferdî ve karakteris­ tiktir. Baba Tâbir, serseriyâne bir derviş-kalender hayatı sürdüğünden, yersiz-yurtsuz bir hâl­ de tuğlayı yastık yapıp uyuduğundan ve dâima ıstırap içinde olduğundan sık sık bahseder (nr. 6, 7, 14 ve 28 ). Endişeler ve kederler onun ya­ kasını bırakmaz; kalbinde açılan, sâdece »ma­ tem çiçeği" *dir. İlk baharın güzellikleri bile onu mes’ud edemez (34, 35, 47, 54). Baba Tâbir hakikî sûfî felsefesine bağlıdır; günahlarını itiraf eder ve bunların affı için yalvarır; mah­ viyete âşıktır, ıstıraplarının yegâne ilâcını fa ­ na ’da arar {1, 13, 45, 50, 58). Baba T*hir ’de bilhassa şu beşerî vasıf görülür: gözlerini ve gönlünü dünyadan kolay kolay ayıramaz ; isyan­ kâr kalbi yanar ve onu bir an rahat bırakmaz, şâir çılgınca bağırır t — »Aralanmışın, par anıl­ sın, ey kalbim; durmadan benimle boğuşuyor­ sun ; eğer elime geçersen, ne renkte olduğunu görmek için, kanını akıtacağım!“ (3, 8, 9, 26, 36, 42). Baba Tâbir ’in edebî hüviyeti ’Omar Hayyâm *mkı ile (ölm. 517=1123 ?) büyük tezatlar arzeder. Baba Tahir ’de cOmar Hayyâm ’ın hedonizmi ve ölümün sebep olduğu değişmeler ( istihaleler) öaünde sükûn görülmediği gibi, ‘Omar Hayyâm



da Baba Tâbir *in sûfiyâne »yanışından" mah­ rumdur (krş. Christensen, Critical Stadiea in tke rubaîyât of'U m ar-i Khagyam, Copenhagne, 1927, s. 44). Baba Tâbir ’de hoşa giden taraf, sûfî göre­ neğin esaretine henüz girmemiş olan hislerindekİ tazelik, hayâllerindeki tabiîlik ve memle­ ketinin havasını muhafaza eden dilindeki safvettir. Yeni bir Fİtzgerald, Baba Tahir *i 'Omar Hayyâm *a lâyık bir rakip hâline getirebilir. S S f î I i ğ i . Jukovskiy ’in Baba Tâbir hak­ kında görüştüğü iranlı dervişler, şâirin, meta­ fizik telifat sahibi olduğunu söylemişlerdir (krş, ,Riza Kuii Hân). Fakat O zfo rd ’da ve Pa­ ris 'te ( Bibi. N at,) Baba Tâbir vecizelerinin şerhleri bulunduğu, Avrupa ’da ancak Ethe ve Blocbet ’nin notlarından sonra, Öğrenilmiştir. [ A l J-Kalimâi [ al ^-kişâr ( »kısa sözler" ) 'in tamamı, Armağan neşriyatında çıkmıştır. Bu eser, aşağıdaki mevzularda, 23 baba ayrılmış 368 vecizeden mürekkeptir : un »hya ettiği rivayet olunan, eski bîr mevkîden almıştır. Karh'm şimâl-i garbi­ sinde bir az uzakta yükselen Barağa kasabası­ nın tarihi de, Abbâsîlerden evvelki devre kadar gider; bu kasaba tedricen Bagdad ’m garp mahâileleri ile karışmıştır. Barasâ 'nın, sonraları al-ldarbiya mahallesi adını alan, şimâl yansın­ da, al-Manşur 'dan evvel H a \ t â b i y a ve Ş ar a f a n İ y a köyleri vardı. Xenophon’a nazaran, Keyânîîerin Bagdad ya­ kınlarında (Sittak civan) büyük bahçeleri var­ dı; nitekim daha sonraki İran hükümdarlarının da böyle bahçeleri mevcut idi. Sâsânî devrine âit böyle iki bahçe üzerine sonradan binalar ya­ pılarak, şehrin Dar ‘Umara b, Hamza ve Bustân aî-Çuss mahalleleri vucuda getirilmiştir. Sâsânîler, Nahr 'İsa ağzı yakınında, sonraları Çaşr ‘İsa adım alan, bîr köşk bina ettiler. Çaşr ‘İsa İle halife sarayı arasında daha sonraki devirlerde yapılmış olan duba köprünün bulunduğu yerde, daha Sâsânîler zamanında bile, Dicle 'ilin iki sâhilini birbirine bağlayan bîr köprü vardı, Islâmiyetten evvelki devre âit olduğu hassaten kayd­ edilen diğer bir koptu ( al-kantara al-aiîka ) de şehrin garp tarafında Kûfa kapısının cenûb-i



garbisinde bulunan Şarât kanalı üzerine atıl­ mıştı. Dicle ’nin şark sahili üzerinde inşa edilip, sonraları şehrin yarısını teşkil eden Nahr alMu'alîâ üzerindeki Sük al-Şalâsâ ile Muharrim mahallelerinden birincisi, ilk defa, ‘Omar zama­ nında iskân edilmiştir. Abbâsîlerden evvelki devre âit olduğu kabul edilen mahalleler yal­ nız bu ikisidir. Batlamyus ( V , 19) ’un 0 ahx9« *si ile bu Sülf al-Şaîâgâ arasında bir münasebet tasavvur etmek, pek de mümkün değildir; çün­ kü, Batlamyus'un haritasında, bugünkü Bagdad şehrinin bulunduğu yer ©öAaöa ’ya değil, ©£^Ör| ismi ile gösterilen mahalle tekabül eder [ y k ., bk,]. Bundan başka, elimizdeki arap kaynakları, sonradan İslâm kabristanı ittihaz edilen Hayzurâniya ’nin, al-Manşür ’dan evvel, ateşperest­ lere mahsus bir mezarlık olduğunda ısrar et­ mektedirler. Sâsânîler zamanında inkişaf etmiş olan Bagdad m a n a s t ı r l a r ı n ı n çoğu da islâmiyetten evvelki devirde tesis edilmiş olsa gerektir. Dicle ’nin garp sahilindeki halife sarayı al-Huld’un, eski bir manastırın yerini işgal etmiş olduğunu yakinen bilmekteyiz; yine Şarât *m Dİde ’ye karıştığı yer civarında bir sem­ tin, daha sonraki zamanlarda bile al-Dayr al*atik adım muhafaza etmesinden anlaşılıyor kî, burası da vaktiyle bir manastır idi,. Bagdad şehrinin kurulduğu arazi üzerinde bu eski mes­ kûn mahaller, hiç bir suretle siyasî veya ticarî bir ehemmiyet kazanamadıklarından, ikinci A b ­ basî halifesinin tesis ettiği şehir, haklı olarak, tamamiyle yeniden kurulmuş sayılabilir. Şarkta, bir sülâlenin değişmesi ile, idare merkezinin de değişmesi, pek sık vukua gelirdi. Bilhassa Abbâsîler için, seleflerinin idare merkezî olan Emevîler tarafdarı Şam şehrinden vaz geçmek, kat’î bîr zaruretti, Zira, bir kere, Şam ve Bizans hu­ duduna çok yakın bulunuyordu ; sonra, bilhassa Akdeniz ’den Indus ’a kadar uzanan bir devlet için, pek garpta kalıyor ve çok uzak düşüyordu. Bu sebepten, yeni hükümdar ailesinin, memle­ ketin sıklet merkezini, ehemmiyetsiz ve fakir Suriye'den, tabiî kaynakları İle çok zengin olan, Irak'a nakletmesinin hikmeti kolayca anlaşılır. Irak, isîâmiyetin hususiyle iki mühim unsuru olan iranîler ile sâmîler arasında bir intikâl sahası teşkil ettiği cihetle, Bagdad ’m, bu iki İslâm camiasının münasebetleri için, birinci de­ recede mutavassıt rolü oynaması mukadder gö­ rünüyordu. Hatırlamak lâzımdır ki, Abbâsî kud­ retinin kökleri ve istinatgahları olan horasanlı kıt'alar, İran'a dayanmakta idi; bu itibarla sülâlenin kendi menfaati de, hilâfet merkezinin şarka nakledilmesini icap ettiriyordu; işte bu­ nun içindir ki, yeni merkezin kurulması saye­ sinde şark, medeniyet ve siyaset bakımından, tekrar büyük bir ehemmiyet kazanmıştır.



BAGDAD. Yeni hanedanın ilk halifesi aî-Saffâh, payi­ tahtım Fırat kenarında kurdu. Bu zat, İslam­ ların Irak 'ı ilk fethettikleri zamandan beri, iki büyük arap şehri olan Basra ile K ü fa ’yi kas­ ten merkez yapmamıştır; çünkü bu şehirlerde, bilhassa Kufâ'de, alevî temayüllere uyan taşkın bir halk yaşamaktaydı; Basra ise, üstelik, ce­ nupta bulunduğu için, ülkenin merkezi olmağa müsait değildi; Bu sebepten, aî-Saffâh, al-Anbâr civarındaki al-Hâşimiya [ b. bk.] 'de İkamet etmeği tercih etti. H alefi: al- Manşür kendi is­ mini taşıyan şehri, Kûfa yakınında kurdu ise de, muteassıp bİr şi’î şehri olan Kufa'nin yakmm::gdfebulûhmhfc3höşunai:gîtmediği için,; bu mevkii terketmekteü çekinmedi. Al-Manşür, hükümet Ve-^ordusu için, yâni ve elverişli bir yer arar­ ken/nihsjret, bir az evvel yukarıda izah edildiği vecihîe/büyükFırat kanalı olan Nahr “îsa kavuşağifnnr yukarı tarafında, Bagdad adında Bir koy- ile, diğer küçük meskûn' mahâllerin bulun­ duğu, Dicle bölgesini intihap'-etti. Zâyiçenin, halifeyâ bû iki mevkiin saadet ge­ tireceği hakkı ndaki kehanetin in tahakkuk etti­ ğini kabûl etmek lâzımdır. Filhakika bundan daha müsait bir y er; seçilemezdi. Payitaht,Dicle ile Fırat'ın birbirine en ziyâde yaklaştığı pek münbit bir sabada ve bir kısmı seyr-ü sefere elverişli bir çok kanallar ile birlikte, bu iki nehrin bir akar su şebekesi teşkil ettiği bir yerde kurulmuştu. Burada DiySiâ de Dicle ’ye karışmakla ve böyleee, yüksek İran yaylalarına girmeği kolay taştıran*tabiî bir geçit teşkil etmekte id i; bunun içindir ki, eski şark dünyasının beşiği olan bu mıntaka, her zaman bîr medeniyet ocağı, ticaret merkezi ve muh­ telif memleketlerden gelen yolların kavuşağı olmuştur. Cihan tarihinde rol oynayan, Babylon, Seleucia ve Ktesiphon gibi, muazzam şehirler hep bu mmtakada kurulmuştur; bunlara halef olan yeni hilâfet beldesi de doğrudan doğ­ ruya vârisi bulunduğu Ktesiphon şehrinden bir günlük ( 7 fersah, aş. yk. 40 km.) mesafede bu­ lunuyordu. Bâbil'İn aşağısından geçen Fırat mecrasının, asırlardan beri, tedricen, bataklık hâline gel­ mesi ve binnetice Basra körfezi ile nehir mü­ nakalesinin gittikçe güçleşmesi yüzünden, Selefkiyan devrinden itibaren hükümdarlar ülkenin payitahtını dâima Dicle kenarında kurmak mec­ buriyetinde kaldılar. AI-Manşur, yeni devlet merkezinin temelini 145 (762) ’te attı. Irak ve hâricden kütle hâ­ linde seferber: edilen işçi orduları ( söylendiğine göre, 100.000 kişi), bir merkez etrafında dâire şeklinde genişleyen bir plâna göre, şehri Dicle ’nîn garp sâhili üzerinde, 4 senede inşa ettiler* Şehrin tam göbeğinde Bâb al-Zahab



W



veya al«l£ubbat al-Hazrâ denilen h a l i f e s a ­ r a y ı ve büyük eâmi kuruldu, İnşaatta kulla­ nılan sağlam malzeme için, civardaki Ktesi­ phon şehri harabelerinden, taş ocağı gibi isti­ fade edilmiş olsa gerektir. Dairevî nüvesi et­ rafında şehir, ayrı ayrı mahalleler hâlinde, te­ essüs etti ve pek çabuk genişledi. Al-Manşür, ahalinin sür’atle artması ile sarayının sıkışık bir vaziyete düşmesi yüzünden, belki de burada kendini pek emniyette göremediğinden, şehrin dairevî kısmının inşasından bir kaç sene sonra, Şarkta Dicle kenarını takip eden surun hâri­ cinde, ikinci bir saray ( a l - H u î d ) inşa ettirdi. Al-Manşür, yalnız Bagdad ’ın garp tarafı denilen yerin, yâni Dicle'nin sağ sahili üzerinde inşa edilen şehrin banisi değil, aynı zamanda, daha sonraları şehrin şark yarısını teşkil eden tara­ fının da banisi olmuştur. Bu zat, 151 ( 768) 'de, şehrin şimal kısmında, oğlu veliaht al-Mahdi için, muhtelif binalar ve ezcümle, al-R u ş 5 f a kasrını inşa ettirdi. •Al-Manşür, Bagdad 'da büyük bir payitaht teais etmeği asla düşünmemiş, daha ziyâde ho­ rasanlı askerleri için Kufa 'den uzakta bir or­ dugâh tesisine ehemmiyet vermişti. Bundan do­ layı şehrin etrafında bulunan araziyi, akraba­ larına, mevlâlarına ve ordu kumandanlarına, tiraar olarak, dağıttı ve al-Ruşâfa ’nin tesisinde de bu suretle hareket etti. Bu tımarların listesi, al-Ya'kübi ile Hatib al-Bağdadî 'nin eserlerinde görülür. Al-Manşür ile başlayan B a g d a d t a r i h i , başlıca i k i büyük d e v r e y e ayrılırı 1. 500 sene devam eden A b b a s î devresi. Bu de­ virde Bagdad, 55 senelik bir fasıla istisna edi­ lirse, dâîmâ hilâfet şehri olmuş, bâzan âlenaşumûl bir vüs'at kazanmış olan büyük bir İs­ lâm devletinin merkezini teşkü etmiştir; aynı zamanda fikrî hayatın bir merkezî ve ayrıca ön Asya ’nm birinci derecede bir ticaret yeri hâline gelen bu şehir, yalnız diğer eyalet şehir­ lerini gölgede bırakmakla kalmamış, büyüklük, debdebe ve zenginlik bakımından, o zamanki me­ denî âlemin en mühim beldesi olmuştur. 2. H i I âfetin inkırazından itibaren, b ugün e k a d a r u z a y a n d e v r e . Bu ikinci devre­ de Bagdad, İlhanlIlardan bazılarının burada kış­ lamış olmaları keyfiyeti müstesna, dâîmî ola­ rak, sâdece bir eyalet merkezi hâline düşmüştür. Mamafih Bagdad bu hâli He, türk hâkimiyetin­ den itibaren, hemen Mısır derecesinde, uzun za­ man, en geniş ve en ehemmiyetli bîr eyalet ( paşalık ) merkezi olmuştur. Eyaletin sahası ve binnetice siyasî tesiri hayli azalınca, Bagdad 'm ehemmiyeti de gittikçe ticarî faaliyete mün­ hasır kalmıştır. Bu sahada şehîı eski ihtişamı­ nın bâzı izlerini zamanımıza kadar muhafaza



*98



’!



BAGDÂD.



etmiştir. [ Osmanlı devrinde ve bugünkü Bag» dad içm bk. ilâve c ve ' : x::'^İ -;- i : ^ ^■'-'-'iVV■': ; :: -: I-:.-'..':: - : -■■■ ■■



memesi, muhasaranın ref’ini ve teslim işinin geri kalmasını intaç etti. İkinci muhasara- Şâh ‘A b­ bâs 'm halefi Şâh Şafi zamanında, 1629’da îran seferine çıkarak, Hemedan, Dergezin ve Nehâyerid ■i çiğneyip, İsfahan ’a girmek isterken, pa­ dişah tarafından Bagdad üzerine sevkedilen sad­ râzam Boşnak Husrev Paşa tarafından yapılmış ve 6 teşrin I. 1630 ’da başlayarak, 40 gün sür­ müş ve neticesiz kalmıştır. Biraz sonra zulüm ve şiddeti ile tanınan Bagdad valisi Şafi Kulî :Han ölerek, yerine zevkine düşkün bir adam olan Bektaş Han tâyin edilmiş ve bu zatın va­ liliği zamanında, Bagdad ’da sefahat umumileştiği gibi, büyük bir veba salgım şehirde çok : telefata ,sebep olmuştur. Bagdad’ın tekrar Os­ manlı lar eline geçmesini temin eden son muha­ sara; Murad IV; tarafından^ 15 teşrin I. 1638 ’de başlayarak, 40 gün devam eylemiştir* Şehri Hâfız Paşa, Karanlık kapı, Hüsrev Paşa ise, A ‘zamiya kapısı cihetlerinden kuşattıkları İçin, iranlılar bu kısımların tahkimine ehemmiyet vermişler ve diğer kısımları ihmâl:etmişlerdir. Murad IV. ’m, sadrâzam Tayyar Mehmed Paşa ’nm re’yi ile, sûrlara, bilhassa A k kapı tarafından, yüklendiği ve büyük bir şiddetle başlayan muhasarada pa­ dişahın, askeri teşci için, sık-sık metrislere ka­ dar gitmekten geri kalmadığım görüyoruz. Mu­ harebe esnasında bizzat çarpışmalara iştirâk eden sadrâzam şehit olmakla beraber, nihayet kuleler birer birer türk askerinin eline geçti­ ğinden, Bektaş Han aman dilemeğe mecbûr ol­ muş ; fakat iranh kumandanlardan bir kısmı muharebeye devam ettiği için, bunların sığın­ dıkları kuleler de tazyik olunarak, müdâfilerih çoğu maktûl düşmüş ve bu sırada cephâneliğin infilâkı büyük hasarlara sebebiyet vermiştir. Murad IV., şehir ve civarında harap bir hâlde bulunan mebâniyi tamir ve Bagdad beylerbeyiliğine Küçük Haşan Paşa’yı tâyin ettikten son­ ra^ z ay kaldığı şehirden ayrılmış ve 1049 mu­ harreminde, Kasr-ı Şîrîn muahedesi ile, Bagdad 'ın yine osmanlı devletine âid olduğu tanınmıştır. Murad IV. ’dan sonra, Bagdad ve havâlisin­ de, ara-sı ra yeniçeri itaatsizlikleri ile aşâir is­ kanları çıktığım ve kendilerine Kürdistan’dan Basra’ya kadar bütün havalinin asayişini temin vazifesi verildiği için, Bagdad valilerinin bu is­ kanları bastırmağa uğraştığı görülüyor. Ezcüm­ le valilerden Kara Mustafa Paşa, Basra vâlisi Hüseyin Paşa isyanını yatıştırıp, o havalide hü­ kümet nufuzunu iade eylemiş ise de (1667 ), bir müddet sonra B asra’ya, evvelâ Müntefik şeyhi MâniV müteakiben Huvayze hanı, hâkim olmuş,' daha sonra iranlılarm *dine geçmiş ve nihayet Bagdad ’dan gönderilen kuvvetler mu­ vaffakiyet kazanamadığı gibi, diğer taraflarda Şâmmar, Bani Ducayl, Zubayd ve Bani Ltun



■:.:.■



20^ +



gibi aşiretler de ayaklanmıştır. Osmanlı devle­ tinin 1683 'te ikinci Viyana muhasarası ile baş­ layıp, Karîofça muahedesine kadar süren çetin bir harbe girmesi, bu aşâir isyanlarının uzayıp gitmesine sebebiyet vermiş ise de, muahede­ den sonra Irak havâlisini nizam altına koymak en mühim işlerden biri telâkki edildiğinden, muhtelif eyâletlerden getirilen büyük kuvvetler, Bagdad vâlisi Daltaban Mustafa Paşa ’rnn ser­ askerliği altında, 19 şaban 1112 ’de Bagdad ’dan hareket ile, Kurna ve Basra ’yı zapta muvaffak olmuştur ( bu seferin tarihçesini ihtiva eden eser için bk. Bayezid umumî küt üp., nr. 4935 ). Bagdad eyâletine Eyyûbî Haşan Paşa ’nm tâ­ yinini ( 1704 ), gerek kendisinin ve gerekse oğlu Ahmed Paşa [ b. bk,] ’nm valilikleri, vakayı için olduğu kadar, kölemen ocağının kuruluşu ba­ kımından da, Irak tarihinin ehemmiyetli bîr devresini teşkil eder. Haşan Paşa, 19 sene sü­ ren valiliği esnasında, âsî aşiretlerin te’dibi hu­ susunda büyük bîr gayret ve dirayet ile çalış­ mış ve icabında şiddet göstermekle beraber, za­ man zaman mÜlâyemetîe hareket etmekten de geri durmamış, bu suretle Şahvân, Âl-i ’Uzayr araplarını, İran serhaddi üzerinde bulunan Bani Lâm'i, Haza'il kabilesinden 'Abbâs-oğlu Salman ’ı, Şammar ve Bani Zubayd kabilelerini, Bilbas ve Baban kürtlerini ve Sincgr’daki yezidîleri tepelemiş, bunların en mühimi olan Müntefik şey­ hi Mağâmis b. Mâni' ve Huvayza hanım yola ge­ tirmiş, Basra valiliğini kethüdası ve damadı Mus­ tafa Ağa 'ya tevcih ettirmiştir. Bagdad ’a giren gıda maddelerinden ve mahrukattan alman ver­ gileri kaldırıp, halkın hoşnutluğunu celbeden Haşan Paşa ’nın İrak ’taki icraatından iyi seme­ reler hâsıl olduğu, âsî rüesadan bir kısmının kendisine iltica ile Bagdad ’a geldiği ve memle­ kette uzun zamandan beri mevcut olmayan âsâyişin tekarrür ettiği görülüyor. Safevîlerin son zamanında başlayan İran harplerinde Osmanlı ordusunun seraskerliğinde bulunan Haşan Paşa ’nm vefatında, Bagdad eyaleti ile ordu seras­ kerliği, oğlu Ahmed Paşa ’ya verilmiş, o da bu harplerde şöhret aldığı gibi, kendisi Iran ile meşgul iken, Bagdad‘t tazyıka kalkışan ve aşâir arasında şakavet ile me’luf bulunan Bani Camii kabilesini tenkil etmiştir. Bagdad ’m 1733 (1145 başları ) ’te Nâdir Şah 'ın taarruzuna uğradığını ve 7 ay kadar muha­ sarada kaldığını görüyoruz. Topal Osman Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusunun 20 temmuz 1733 (7safe r 1146 ) ’te N âdir’i mağlûp etmesi, kıtlık yüzünden pek ziyâde sıkıntıda bulunan şehri kurtarmıştır. Mubarebesiz geçen bir kaç seneden sonra Nâdir, Hind seferinden avdetin­ de (1743 = 1156), osmanlı topraklarına hücum ederek, Bagdad ’m kendisine teslimini istemiş



BAGDÂÜ. (haziran 1743 ), şehri tekrar kuşatmış ve diğer taraftan Kerkiik u zaptetmiştir. îran ile 4 eylül 1746 ’da sulh akdolunduktan ve Ahmed Paşa ve­ fat ettikten sonra, Bagdad ’a tâyin olunan vâlİIerin zamanı isyanlar ve igtişaşlar içinde geç­ tiği gibi, valilikleri 40 seneden fazla süren ve eyâleti adetâ benimseyen Haşan ve Ahmed Pa­ şa ’lar tarafından yetiştirilen kölemenler, ken­ dilerinden olmayan beylerbeyilerini müşkül va­ ziyetlere düşürmüşlerdir. Enderundan yetişme bir zat olan Haşan Paşa, Bagdad 'da osmanh sarayının teşkilâtım taklit ederek, has oda, hazîne, kiler odaları ve bir mektep tesis etmiş, satın aldığı abaza, gürcü ve çerkes köleler ile bâzı zadegan çocuklarının tâ­ lim ve terbiyesine çalışmış, Ahmed paşa da bu usûlü idâme etmişti. Bagdad 'in Paşa sarayında daimî surette 200 kadar çocuk bulunur, bunlar lala, hoca ve ustalarının nezareti altında oku­ yup yazmak ve silâh kullanmak, ata binmek ve yüzmek öğrenirler, tahsilleri bitince, gediklilere yamak olarak verilirler, nihayet iç ağaları sı­ rasına girerlerdi. Bu suretle yetişen, mütesanit ve mümtaz bir zümre teşkil eden bu sınıf, Bagdad *m yüksek hizmetlerinin başma geçmiş, içlerinden bâzdan, valilikten sonra, en nufuzlu mevkî olan kethüdalığa yükselmişlerdir ( bk. Sabit, Bagdad ’da kölemen hükümetinin teşek­ külü ile inkırazına dâir risâle, İstanbul, 1292, Davhat al-vazara, var. 8 ). Ahmed Paşa ’nm azadlı kölemen ve damadı olup, Adana vâliliğinde bulunan ve Bagdad eyâ­ letini elde etmek isteyen Süleyman Paşa, ka­ yın atasının Iran seraskerliği esnasında, or­ dunun ve Bagdad'da bir müddet ikamet eden Osmanh ve îran elçilerinin masrafı için yapmış olduğu 2.000 keselik borcu ödemek şartı ile, Basra valiliğine talip olarak, bu eyâlete tâyin edilmiş, Bagdad 'dan geçerken de halkın ken­ disine ibraz ettiği teveceühü çekemeyen vâli Mehmed Paşa onu, hükümete karşı, âsî gibi göstermişti, Babıâli bîr taraftan tahşidât yap­ makla beraber, diğer taraftan Irak'a gönderdiği Mirahur-i sânî Mustafa B ey’in Süleyman Paşa *yı haklı çıkarması ve paşanın Babı âliye mü­ racaat ile vaziyeti izah etmesi üzerine, kendisi­ ne 1749 (1163 bidayeti) ’da, B asra’ya mülhak olarak, Bagdad eyâleti verildi (bk. ızzi, var 214). Bagdad ’da kölemen vâİüerinin birincisi olup, arap ve kürt aşiretlerini yıldıran, „Abü Sumra, Abu Layla ve Davvâs al-Layl“ lâkapları ile anılan Süleyman Paşa nıa 12 sene süren valili­ ği, Irak'ta asayiş ve emniyeti iade etmiş ve bun­ dan sonra bu havalide kölemen idaresi teessüs eylemiştir (V âsıf, Tarihi İstanbul, 1219, I, ân v.d.). Bundan sonra devlet, Bagdad'a kendi is­ tediğini değil, nufuz ve idareyi artık ellerine



geçiren kölemenlerden birini tâyin etmek mec­ buriyetinde kaldığı için, Süleyman Paşa ’yı ta­ kiben, kethüdası A li, daha sonra yine kethü­ dalardan Ömer Paşa eyâletin başına getirilmiş­ tir. 1772 (1186)’de çıkan ve 6 ay Bagdad'ı kasıp kavaran veba salgım pek çok telefatı mucip olduktan başka, ahâliden bir çoğunun da hicre­ tine sebebiyet verdiği cihetle, kölemen nufuzu azalmış ve işler liyakatsiz kimselerin eline geçe­ rek, bu yüzden aşâir arasında ve Kürdistan ha­ vâlisinde isyanlar baş göstermiştir. Bu sıra­ da, Baban mutasarrıfı Mehmed Paşa 'ya yardım behanesi ile, harekete geçen İran hükümdarı Zend Kerim Han'ın B asra’yı muhasara, ettir­ diği ve Bâbıâîiye Ömer Paşa 'dan şikâyette bu­ lunduğu, meselenin tahkiki İçin müracaat edi­ len Musul ve Şehr-i Zor valileri Abdülcelîl-zâdelerin hanlıları haklı çıkardıkları görülüyor. Hükümet, Ömer Paşa’yı azlettiği hâlde,. Zend Kerim Han harekâtım durduramamış, 13 ay mu­ hasaradan sonra, 1776 (119 0 )’da ( Sir J. Malcolm, Hisioire de Perse} Paris, 1821, IH, 206) Basra’yı ele geçirip, mütesellimi Süleyman Ağa 'yı Şiraz ’a şevketmiş ve bunun üzerine de 8â~ bıâti İran 'a harp ilân eylemiştir ( Cevdet, Tarih, İstanbul, 1309, H, 52— 61). Bu esnada Bag­ dad ’da kethüdalar birbirine düştüğünden, mem­ leket tamamen anarşi içinde idi. Zend Kerim Han ’ın ölümünden sonra, hanlıların Basra mütesellîmliğine tâyin ettikleri kölemenlerden Sü­ leyman Ağa, Babıâliye müracaat ile, Basra eyâ­ letine tâlip olmuş, bu arzusu is’af edildikten sonrada, yine talebi üzerine, teşrini. 1779 (şev­ val 1193) ’da kendisine Basra ’ya iîhaken Bagdad ve Şehr-i Zor eyâletleri de tevcih edilmiştir ki, Bagdad valilerinin Mardin ’de hâkim oldukları düşünülürse, Süleyman Paşa ve halefleri zama­ nının kölemen vâlilerinin idare ettikleri sahanın genişliği anlaşılır. «Büyük" unvanı ile yad edi­ len Süleyman Paşa, Bagdad hâricinde bulunup, kuvvetleri zo.ooo kişiye bâlig olan kethüdaları tepeleyerek, âsâyİşi iade ettiği gibi, 24 sene sü­ ren valiliği esnasında arap ve kurt aşiretlerini yıldırmış, Bagdad ’da ayaklanan Şâvî-zâde Sü­ leyman Bey ile müttefiki Hazâ'il şeyhini teşrin I. 1787 (muharrem 1202) ’de mağlûp etmiş, in­ şaata, ticâret ve ziraate verdiği inkişaf ile te­ mayüz eylemiş bir zâttır. Her sene İstanbul 'a para ve hediye göndermek suretiyle, merkezi kollayan Süleyman Paşa devlete, Mısır seferi için, 2,000 kese göndermek suretiyle, yardım etmiştir. Bu vâlinin son zamanlarında Bagdad, bîr kere daha, veba salgınına uğradığı gibi, Vahhabîîerin Irak ’a tecavüz ederek, Kerbelâ ’da katl-İ âm yap­ maları dolayısı ile hiddetlenen İran hükümdarı Fath ‘A li Şâh, Bagdad ’ı istilâ tehdidinde bulun­ muştur, Büyük Süleyman Paşa ’nm 8 ağustos 180*



&AĞÖA&.



ioğ



' ( S rebiülâhır 1217 ) ’de vefatından sonra ( ter* ile, Said B ey 'e tevcih edildi. Bâbıâli, tecrübesiz cümeri; hâli İçin bk. Cevdet, Tarih, VII, 168 v.d.), ve genç bir adam olan: ve Hammâdi isminde bi­ valiliğe tâyin olunan Ebû Gaddâre A li Paşa, Şam rinin tesirine kapılarak* yaptığı yolsuz hareket­ valisi Azım-zâde Abdullah Paşa ile birlikte, Vah- le r d e her keşi, ezcümle; Halet Efendi 'yi gücen­ hâbîlerin tenkiline memur edilmiş ve bu sefer, diren ve Kürdistan ’daki icraatı ile İran!ılarm ■■■■■:; İmkânsızlık karşısında, icra olunamamıştır. A li ; da müdahalesini celbeden Said P aşa'yı azl ve Paşa ’nm katlinden sonra, hükümet, fırsattan Halep ’te ikamete memur eyledi. Bu sırada Said bilistifade, frak ’tan kölemen hâkimiyetini kal­ Paşa ’nm eniştesi ve sabık kethüdası ulemadan dırmak isteyerek, Bagdad ’ı Yusuf Ziya Paşa ’ya Davud Efendi de, tarafdarlan ile Bagdad 'dan tevcih etmiş ise de, fransızsefiri Sebastiani ’nin, ayrılmış, Süleymaniye ye Kerkük taraflarına gi­ iltiması ile yine kölemenlerden Küçük Süleyman derek, kerkuklülerden* Babanhîardan, MüntefikPaşa yı tâyin eylemiştir (Cevdet, VIII, 207). Bu lerden ve hattâ Bagdad ’dan gelenlerden mürek­ zatın nufuzu* Sancar yezidıîeri ve al-Zafir aşîretİ kep, bir büyük kuvvet toplayarak, şehir üzerine üzerine yaptığı muvaffakıyetsiz seferler netice­ yürümeğe başladı. Halet Efendî’nin bîr adamı sinde, kırılmakla beraber* kısastan başka idam vasıtası ile gönderilen 3 vilâyetin menşûrunu cezasını kaldırması, mahkeme harçlarını lağv­ hâmil olarak, Bagdad’a girip (22 şubat 1816 — edip, kadılara maaş tahsisetmesi, tenkil İle mü­ 5 rebiülâhır 1232 ), memuriyetinin başına geçti kellef olduğu vahhâbiiiğe mütemayil bulunması ve Said Paşa 'yı öldürttü. Davud Paşa, 1$ sene hoşa gitmedi. Bundan başka Büyük Süleyman Pa­ süren valiliği esnasında, Irak'ta çoktan beri şa ile. A li Paşa ’nm 10.000 keseye bâüg olan mu- muhtel olan âsâyişi düzeltmekle kalmayıp, hayhallefatmı ödememesi, Bâbıâ linin derhâl faali­ rât tesis eden, kumaş imalâthâneleri açtırarak, yete geçmesine sebep olarak, Bagdad’a Halet Avrupa 'dan getirttiği ustalar vasıtası ile, sa­ Efendi gönderildi. 28 haziran 1810 (25 cemazı- nayii ilerleten ve metruk cedvelleri temizletmek yelevvel 1225 ) 'da bu şehre gelen ve istenilen suretiyle, zîraati geliştiren bir zattır. Teşkil et­ paranın Süleyman Paşa tarafından verilmemesi tiği ro.ooo kişilik, piyade ve topçudan; mürek­ karşısında infial göstermeyen Halet Efendi, Kür- kep, muntazam askeri, Napoleon I. ’un eski ya­ distan ’a gidip, Baban mutasarrıf 1 Abdurrahman verlerinden Deveauz ’ya tâlim ettirmiş ve Basra ve Musul valisi Abdüİceîil-zâde Mahmud Paşa ve havalisini Müntefik şeyhi Hammüd ’un tasallü’lar ile birleşerek, kuvvet topladıktan sonra, iünden kolayca kurtarmıştı. 1821 (1236) ’de baş­ Bagdad üzerine yürüdü ve bir yandan da el al­ layan îran harbinde büyük bir yararlık göstertından: orada isyan çıkarttı. Şehir civarında 9 : inekle beraber, bidayette mağlûp olmuşsa da, teşrin 1 .1810 ( îo ramazân 1225 ) günü vukû bu­ ay m sene içinde (1237 bidayeti) 50.000 ’i mü­ lan ilk çarpışmada Halet Efendi kuvvetleri mağ- tecaviz asker İle Bagdad a bir konak mesafeye lûp oldu ise de, ertesi gün Süleyman P aşa’nın kadar gelen İran şehzadesi Muhammed eA îi Mir­ ordusu dağılıp, kendisi de, nezdlerine iltica et­ za ’yı rie’ate mecbur edebilmişti. tiğ i araplar tarafından, öldürüldü. Büyük bir Kölemen ocağının, Davnd Paşa ile, yeniden olay ile Bagdad ’a girerek elindeki isim yeri kuvvetlenerek, Irak ’a hâkim olması, impara­ boş ferman sayesinde kölemenlerden Abdullah torluk dâhilindeki mütegaHibeyi ortadan kaldır­ A ğa (Paşa ) ’yı valiliğe nasbeden Halet Efendi, mak isteyen Mahmud H. ’un siyasetine uygun ■ kölemen ocağım kaldıramamakla beraber, mat- değildi. 1827— 1829 rus seferinde Davud Paşa ' lûp olan parayı elde etmiş ve devletin nufuzu- 'nın, hükümet tarafından talebolunan para yar­ mı tanıttıktan sonra, bir ay kaldığı bu şehir- dımına yanaşmaması, merkezde iğbirar uyandır­ den ayrılmıştır. 1812 (1227 ) 'de Osmanh devleti mış, onun Musul eyaletini de Bagdad’a ilhak ile Rusya arasında Bükreş muahedesinin akd- arzusu is af olunmadığı gibi, hükümetin nüfu­ >:olunmasından ve Kürdistan ’da mahmisi bulunan zunu takviye etmek üzere, nezdine sabık „şıkBaban mutasarrıfı Abdurrahman Paşa ’nm Sü- k-ı evvel" defterdarı Sâdık Efendi gönderilmişti Ieyman Paşa tarafından, azl ve muharebede (ağustos 1830 — rebiülevvel 1246). Halet Efen­ r mağlup edilmesinden hiddetlenen îran şahı Fath di ’nin Bagdad ’dakı icraatını hatırlayarak, kuş­ *Ali Hin, Bagdad’a hücum ile o havaliyi tah­ kulanan Davud Paşa, Sâdık Efendi ’yi öldürtünrip ettiği hâlde, Süleyman Paşa-zâde Said Bey ce, hükümet paşayı âsî telâkki ederek ve İngiliz • ’in nnfnzundan çekinen Abdullah Paşa, Abdur- sefirinin kölemen vâlisini himâye zımnında ver­ ;rahman Paşa *ya Baban, Köy ve Harîr sancak- diği müzekkereye ehemmiyet vermeyerek, ten­ lanm verip, şah İle uyuşmak mecburiyetinde kiline Halep valisi A li Rıza Paşa ’yı memûr etti. kaldı. Bu sırada Abdullah Paşa Müntefikler ile A li Rıza Paşa ’nm gönderdiği Kasım Paşa kuv­ ^birleşen.Said-Bey 'e mağlup oldu (şubat 1813 = vetleri şehre vardığı zaman, bir çok karışık­ şafer: 1228 ) ve kaçarken yakalanıp, idâm edil- lıklar ve çarpışmalar oldu; saray yandı ve Ka­ diğinden, Bagdad, Basra ve Şehr-i Zor, vezaret -sım Paşa idâm edildi. Musul ’dan gelerek, şehri Ittiâm Ansiklopedisi



14



Sid



j AĞDÂÖ.



50 gün muhasara eden AIi Rıza Paşa, 17 eylül 1831 ( 9 rebiülâhır *247 ) 'de, kıihk dolayısı ile, bîr hâlde bulanan ahalinin açtığı Bab alŞarki ( Karanlıkkapı) ’den Bagdad ’a girdi ve 3 gön sonra kölemenleri toplayarak, hepsini katl­ ettirdiğinden, ocak münkariz oldu. Davud Paşa hükümet tarafından affedilmiş, ve kölemenler­ den ancak 1$ kadarı saklanarak kurtulmuştu. Nasıl yetiştikleri yukarıda izah edilen köle­ menlerin idare teşkilâtı osmanlı merkez teşki­ lâtının küçük bir numunesi idi. Mutlak bir nü­ fuza sâhip olan vâlıden sonra, kendisine mah­ sus dâireden her sabah merasim ile vâlinin hu­ zuruna çıkıp, günlük işler hakkında mârûzâtta ve istizanda bulunan kethüda gelirdi İd, bu ma­ kamın valiliğe mahreç teşkil ettiği ( Cevdet, Ta­ rih, 111, 278) ve adetâ vezaret demek olduğu görülüyor. Kethüdanın dûnunda kapıcılar ket­ hüdası, ondan sonra da kölemenlerin kumandanı olan hazinedar gelirdi; mühim meseleler, ket­ hüda, kadı ve hazinedar gibi, büyük mevki sâhiplerinden mürekkep, divanda görüşülürdü. W. Heude 'ün verdiği mâlûraata göre ( s. 258), pa­ şa sarayının büyük memurları harem kâhyası, silâhdar, enderûn ağası, çavuş başı, esvapçı, ta­ tar ağası ve cellât başı gibi şahsiyetlerdi. Sa­ rayda has odalılar, lalaları ile hocalarından baş­ ka kimse ile görüşmezler, Bagdad ’m sokakla­ rını bile tanımazlardı ( Cevdet, Tarih, VIH, 204 v.d.; IX, 216). Kölemenlerin askerî kuvvetine gelince, enderûn ağalan ile çukadarlar, meh­ terler ve zûbîler, süvari kuvvetini, kethüda bey­ ler île bîrûn ağalarının maiyetleri, Ievendîer, kal­ paklılar, tüfenkçiler ve 'ükayl askerleri piyadeyi teşkil eder; topçular ile birlikte, hepsinin mec­ muu 12.500 kişiyi bulurdu. îcabettiği zaman bu muvazzaf kuvvetlere sancaklardan getirilen as­ kerler de ilâve olununca, 30.000 ’i mütecaviz bir kuvvet meydana gelirdi ( bk. Sabit, ayn, esr., s. 89 v.d.; W. Heude, s. 258 v.d.). Mühim zamanlarda İstanbul 'dan Bagdad ’a gönderilen memurlar m A'zam iya kapısından, mutantan alay ile, şehre girmesi, Eyyûbî Haşan Paşa devrinden beri âdet hükmünde idî. Fakat bu memurlar, git-gide Bagdad sokaklarında is­ tedikleri gibi dolaşamayacak kadar, kontrol al­ tında tutulurdu. Kölemenler Irak’ta aşağı-yukarı muhtariyet tesis etmekle beraber, dâiraâ komşu devlet müdahalesine yol açmaktan ve devlete ihanet etmekten çekinmişlerdir. Davud Paşa ’nm yerine Bagdad vâliliğine tâ­ yin edilen A li Ri2a Paşa, bu eyaleti 16 sene idare etmiş ve ondan sonraNecib, Namık, Göz­ lüklü Reşid, Takiyüddin ve Midhat P aşa ’Iar gi­ bi zatlar, İrak havâlisinde devlet nufuzunu tak­ viye etçnek suretiyle, hizmette bulunmuşlardır. Midhat Paşa, Degare meselesi denilen mühim



bir urban isyanını muvaffakiyetle bastırdığı gi­ bi, N ecd’i de itaat altına alıp, bu kıt’ayı Bag­ dad vilâyetine bağlamıştır. İslâm medeniyetinin en mühim merkezlerin­ den biri olan ve osmanlılara geçmeden çok ev­ vel bu hususiyetini kaybetmekle beraber, ilim ve edebiyat sahasında yine varlık göstermektefı hâlî kalmayan Bagdad ’da arap ve fars dilleri ile eser yazanların pek çok olduğu malûm­ dur. İrak ’m daha osmanlı idaresinde bulun­ madığı devirlerde Bagdad ve havâlisinde türk dil ve edebiyatının da inkişaf ettiğini görüyo­ ruz. Kanunî Süleyman ’m Bagdad ’ı fethettiği sıralarda yaşayan büyük türk şâiri Fuzûlî, osmanlı padişahı ile bâzı devlet ricali hakkında kasideler yazmış, oğlu Fazlî dahi ıraklı şâirler­ den biri olmuştur. Bu arada türk edebiyatının mümtaz simalarından olup, divanındaki keşi­ delerde Bagdad tarihini tenvire yarayacak bâzı mâlûraata rastladığımız Rûhî Bagdâdî ’y&, ÎS$r çok bagdadh şâirin tercüme-İ hâlini mühtevî Gulşan-i şu ara adlı bir tezkire te’Iîf eclen ve ekaer-i efradı kendi gibi şâir bir aileye mensûp bulunan Ahdî Bagdâdî ’yi unutmamak lâzımdır (b k .‘Ahdi, Tezkire, Üniversite kütüp., nr. 2604), Osmanlılar Bagdad ’da hâkim oldukları müddet­ çe, bu şehirde türkçe şiir yazanlar veya menşe’i Bagdad olan şâir ve âlimler dâima görüldüğün­ den, bunlara misâl olmak üzere, Zihnî, Zayi’î, Aziz, İlmî ve uzun müddet Bagdad mevlevihânesi şeyhliğinde bulunmuş olan Yahya Dede zikr­ edilebilir, Gulşan-i kula fa müellifi Murtaza ile babası Nazmî de şâir oldukları gibi, osmanlı vak’anÜvislermden V âsıf Efendi ile Hadîkat al-vuzarâ’ ya zeyil yazanlardan tezkire sahibi Şefkat Efendi ’nin ve son asır türk şâirlerinden Ahmed Haşim ’m de menşe’leri Bagdad ’dır. B i b l i y o g r a f y a : A , Osmanlı devrin­ de Bagdad ’m topografya, idâre ve nüfusuna âit malûmat, coğrafî eserler ile bâzı seyahat­ name ve tarihlerde, dağınık bir hâlde, bulun­ maktadır. Bunlar arasında müracaat edilenler şunlardır: Kâtİb Çelebi, Cihan-nümâ ( İstan­ bul, 1145 ), s. 457 v,d .; Evliya Çelebi, Seifahai-nâtrte ( İstanbul, 1314), I, 186, 193 ; H, 404 v.d.; Abu Bekr Fayzi, ffulâsat aİ-ahvSl albuldan f i mamâltk Sl-i ‘ Öşmân (Mükrimin Ha­ lil m hususî kütüphanesindeki yazma nüsha), s. 117 v.d.; Mehmed Hurşid, Seyahatnâme-i jhudüd (İstanbul),-s. 71 v.d.; Ahmed Hamdı, Uşül-i cografyâ-i kabir (İstanbul, 1 2 9 3 ) , s. 352 ; A li Bey, Seyahat jurnali (İstanbul, 13x4), s. 6 2 — 75 ; Seyahat ( İstanbul, 1311), 10. mek­ tup ; Mehmed Emin, Bagdad ve son hâdise-i ziyaı (İstanbul, 1338— 1341), medhâl; Sâlnama-i davlat-i taliya-i 'Oşmâniya kolleksiyonu, tür, y er.; Bagdad sâlnâmesi ( 1309 ), s.



bagdad.



2 lî



209I Feridun Bey, Munşaât al-salâfin (îstanhât-nûme, IV, 392 v.d.; RSşid, Tarih ( İstan­ bül, i274 ), II, 406 v.d .; Âyn-ı Âli, Kavânîn bul, 1282 ), I, II, tür. yer. ; Silâhdar Fındıklık Sl-i ‘Çantan dar hulaşa-i da/tar-i dîvân (Is-! Mehmed A ğa, Tarik ( İstanbul, 1328), I, 399 tanbul,. 12^4 ), ». 8, 36 v.â. ; Solak-zâde Meh­ 473 v.d .; Küçük Çeİebî-zade Âsim, Tarih ( İs­ med, Tarih (İstanbul, 1297 ), ».-486 v.d .; KStanbul, 1282), tur. yer. ; İzzî, Tarih ( İstanbul, tib Ç elefc^ 2286), II, 129, : :v 1198 ), tur.:yer. ; Sami, Şâkir ve Suphî, Tarih 2ö5|JNf^*îmâ, Tarih ( İstanbul, 1280 ), III, 47; ( İstanbul,- 1199 ), tur. yer. ; V âsıf, Tarik ( İs­ C ev d et Paşa, Tarih ( İstanbul, 1309 ), 1, 339; tanbul, 1219 ), I, bk. fihrist; Şânî-zâde AtaulVII, 169 î Lütfî, Tarik (İstanbul, 1292), III, lah, Tarih ( İstanbul, 1284), I, 406; II, 12 ve 132 y.d. î V n i ( İstanbul, 2329 ), s. 165 ; Naz» : bk. fihrist; Cevdet Paşa, Tarih ( İstanbul, mî-zâde Murtaza, Gulşan-i hulafâ' (İstanbul, *3°9)» I— XII, bk. fihrist; Lûtfî, Tarih, III, 1x43)* var* 7 3 » 79 * 89, 135 î y a v i, Davhat al115— 142; MidhatPaşa, Tabşira-i ‘ibrat (îstanvazarâ* (Bagdad, 124.6), var. 49,118,165 v.dd. ; bul, 1325 ), s.; 66— 128, Midhat Paşa nın Bag­ . Pietro delta Valle, Voyages (Rouen, 1749), dad vâliliği; Derviş Paşa, Devlet-i aliyye ile II, mektup X VII; J.B. Tavernİer, Les S ix vo­ Iran devleti, beyninde olan hududun lâyiha­ yages (Paris, 1682), I, 186 v.d., 294 j J* Niesıdır ( İstanbul, 1287 ), tür. par.; Mehmed Hurbuhr, Voyage en Arabie ( Amsterdam, 2776 ) ; şid, ayn. esr., tür. yer. ; Salim, Tezkire ( İs­ J. Macdonald Kinneır, Geograpkioal Memoir tanbul, 1315); Fatın, Tezkire (İstanbul, 1271); ( London, 1818); W. Hcude, Voyage de la Sâkıb Dede, Sefine-i mevleviye, H, 85, 205 v. Cote de Malabar d Çonstaniinople ( Paris, dd.; Arşiv kılavuzu (Topkapı sarayı müzesi), 1820 ), s* 254 v.d .; F. de Beaujour, Voyage Mii. cüz ( İstanbul, 1938 ), s. 54— 55; İskender litaire dans VEmpire Otfoman ( Paris, 1829 ), Beg, Târlh-i *âlâm ârâ-i *Abbasi, III, 695, II, 80 v,d. î H. Binder, A a Kurdistan, eh Mi726 v.d .; Mirza Mehdi Han Esterâbâdî, Ta'so 'poiamie et eri Perse ( Paris, 1887 ) IO* kıSm.; rîh-iN âdiri (Tebriz, 1286 ), s. 65, 75, 114,122 V . Cuînet, La Turyaie cTAsîe (Paris, 1894), v .d .; 'Abfaas al-Farravi, Târih al-Irak ( Bag­ III, Bagdad vilâyeti; J. de Hammer, Histoire dad, 1357)» IH; Ricaut, Histoire de trois Emde VEmpire Otioman (Paris, 1836), V , 217 perears des Turcs ( Paris, 1683 }, Murad IV. v.d.; IX ( Paris, 1837 ), s. 329 v.d., 408 v.d .; devri; Du Loir, Les voyages da Sieur Du Clement Huart, Histoire de Bagdad dans les Loir, avec la relation du siege da Babylone Teriıps moderne® ( Paris, 1901), Topograpkie /ait en 16 3 9 par Sultan Murat ( Paris, 1654 ) ; , de la ville de Bagdad \ Fr, Sarre ve E'. HerzThevenöt, Relation d ’un voyage ou Levant feld, Ârcheolog. Reise im Eüphrat- and Tig( Paris, 1658 ), s. 576— 392 ; W. Heude, ayn. ris-Gebiei ( Berlin, 1920 ), II.— IV.— Bagdad ’ın esr., 10. kısım. (M . CAVtD Ba y su N.) plânı için bk. J. B.Tavernîer, ayn. esr., 1. kısm .; d. B ugünkü B a g d a d . C. Niebuhr, ayn. esr., II ve bunlardan naklen CI. Huart, ayn. esr. ; Mehmed Emin, ayn. esr., B a g d a d şehrinin asrileştirilmesine Osmanh — Bagdad şehri ve Bagdad civarı haritaları; devrinde Midhat Paşa om vâliliği (1869— 1872) G. le Strange, Bagdad During The Abbasid esnasında başlanmıştır. Bu devirde, şehri ku­ Caliphate ( Ozford, 1900 ), harita III, VII, VIII. şatmakta bulunan eski sûrlar yıkılmış, şimalden B. Osmanh devrinde Bagdad tarihi oîmak cenuba doğru büyük bir cadde açılmış ve so­ üzere, Nazraî-zâde Muratta, Gulşan-i kulafa ; kakların genişletilmesine teşebbüs ediîmişdir. I^Svî,' Davhat al-vuzara ; Sabit, ayn. esr. Fakat ondan sonra, geçen büyük harbe kadar, ile.CI. Huart, ayn. esr. Huart, muhtelif seya- belediyecilik bakımından, esaslı ve devamlı bir hainâmelerden istifade etmekle beraber, şark faaliyet gösterilememiştir. Harbin sonlarına doğ­ kaynaklarının çoğunu, ezcümle Davhat al-vu- ru, açılfnağa başlanan ikinci büyük cadde, Bag­ zara yı görmemiş, mehazlarım da tenkide dad ’m osmanlı kuvvetleri tarafından tahliyesin­ tâbi tutmadığından, onların hatasını kitabına den sonra (11. mart 1917 gecesi), İngilizler ta­ geçirmiştir. J.de Hammer, ayn. esr, ( V .—XVI., . rafından tamamlanmıştır. Paris, 1836— 1839 ) 'de Bagdad 'da ve umumi­ Bagdad, Lausanne muahedesine ( temmuz yetle Irak ’ta cereyan eden vakayi hakkında 1923) kadar hukukan Osmanh devletine bağlı tafsilât vermektedir, Bagdad tarihi için yaka* kalmış ise ,de, 5 seneye yakın süren mütareke , nda gösterilenlerden başka müracaat edilen esnasında, İngiltere tarafından Irak kıraihğmm eserler: Feridun Bey, ayn. esr., I, II, bk. fih- teşküt ve Fayşal I. 'm kıratlık tahtına îciâsı ' rist* Peçevî İbrahim Efendi, Tarik (İstanbul, (23 ağustos 1921) üzerine, Irak devletinin pa­ M83), I, 206 v.d.; Kâtib Çelebi, Fezleke, II, yitahtı İttihaz olunmuştur. 39». 74» 200 v.dd.; Na'imâ, Târih, II, 264, 359, O zamandan beri şehrin tanzim ve imarına v.dd.; II, 343 v.d.; Evliya Çelebi, Seya- | büyük faaliyetle devam edilerek, bîr kaç cadde



■ISI



iti



âAG0Ât>.



daha açılmış, müteaddid parklar vucuda getiril* miş, sokakların bir kısmı asfalt ile döşenmiş, elektrikle ışıklandırılmış, Dicle ’den tulumbalar île sn alınıp, temizlendikden sonra, borular ile Şehre dağıtılmış, bir hayli büyük resmî binalar inşa olunmuş ve nehrin taşmalarına karşı şehri korumak için, sedler yapılmıştır. Şehri şimal* den cenuba iki kısma ayıran Dicle *nin şark ta­ rafında kalan Rnsâfe ciheti (Şavb al-Ruşâfa) ile garp tarfında Kerh ciheti { Şavb al-K arh) arasında, eskiden dubalar üzerine atılmış olan ahşap köprüler yerine, iki demir köprü kurul­ muştur. Siyasî vaziyetinde husule gelen değişiklik ile beraber, İktisadî ehemmiyeti de günden güne artmakta bulunan Bagdad'ın 1920 'de 145.000 kişiden ibaret olan nüfusunun 1937 sayımın­ da 367.000 'e çıktığı görülmüştür. Bu nüfusun 50.000 kadarı yahudı, 7.000 kadarı nesturî ( keldanî), bir o kadarı ermeni ve geri kalan kısmı arap, türk ve kurt müslümandır. Bu nü­ fus artması ile beraber, şehir de eskisinin 3— 4 misli büyümüş ve bir takım yeni mah ailelerin teşekkülü He, şimalde, eskiden dış mahalle ha­ linde kalan, Kazimiya ve A'şam iya kasabaları ile temamen birleşmiştir. Bugünkü Bagdad’a yeni çehresini vçren bi­ nalardan Rusâfe cihetinde, kıralm devlet işleri Ue meşgul olmasına mahsus, resmî makam olan al-Balât al-Maliki sarayı ile başvekâlet, dâhi­ liye ve hâriciye nezaretleri, eski kalede, ara­ besk tarzında, millî müdafaa nezaret binası, umumî kütüphane, devlet hastahânesi ( al-Mustaşfâ al-Maliki) ve st&diuro (Mal'ab aI~Kaşşâfa) zikre şâyândır. Kerh cihetinde, kiralın ikametgâhı olan f£aşr al-Zuhür ( „çiçekler sarayı" ), Bagdad müzesi­ nin Hk kısmı ( kî, kapısı Musul civarında Ninua harabelerinde görülen Sargon sarayının kapısı tarzındadır), tıp fakültesi, yüksek muallim rnek­ mekteki ve sivil tayyare meydanı vardır. Evvelce Câmi'a âl aî-Bayt ismi ile kurul­ ması tasavvur edilen üniversite, henüz teşkil edilememiştir. Şimdiki hâlde yalnız iki mün­ ferit fakülte, maarif nezâretine bağlı hukuk ve sıhhiye ve muavenet-i içtimaiye nezaretine bağlı tıp fakülteleri mevcuttur. Tıp fakültesine bağlı eczacı, dişçi, hasta bakıcı ve sıhhiye me­ murları mektepleri ve hukuk fakültesinde mâ­ liye memurları yetiştirmeğe mahsus bir şube vardır. Yüksek mekteplere erkek ve kız talebe beraber devam etmektedir. Hukuk mektebinden çıkanlar, mahkemelerde adlî ve şer'î davaları görürler; fakat bâzı büyük şehirlerde hanefî ve câferî ( ş i'î) şer’iye mahkemeleri bulundu­ ğu gibi, Bagdad 'da bu smıf mahkemelerin ka­ rarlarını tedkik eden biri sünnî ve biri caferî,



ıkİ şer’ iye temyiz mahkemesi vardır. Evkaf umum müdürlüğüne bağlı Dar al-!u!öm, ilahiyat fakültesi vazifesini görmektedir. Bu sivil mek­ teplerden başka müdafaa-ı,milliyeye bağlı har­ biye, topçu ( Madrasat al-madfa'iya ), harp aka­ demisi (Madrasat al-arkân), uçuş (Madrasat altayaran) ve atış (Madrasat al-asliha al-hafifa) mektepleri vardır. Bagdad *da Abbâsîler devrinden pek az eser kalmıştır. Bunlardan, yanlış olarak, Maknün sa­ rayı ( Çaşr al-Ma’mün ) diye anılan ( ve hattâ İslâm ansiklopedisinin Mısır 'da yapılan tercü­ mesine ilâve edilen kısımda o suretle kaydedil­ miş bulunan) bina'bakiyyesi Rusâfe'nin şimal tarafında, Osmanlı devrinde topçu kalesi olan ( bugün Irak ’m millî müdafaa nezareti) ma* hâldedir. Dar al-Mu'izziya 'nin ayakta kalabilmiş olan bâzı parçalarından ibaret olan bu bakiyye, biri Dicle ’ye muvazi, diğeri nehre amud ve gâyet kaim iki duvardan mürekkep olup, birinci­ sinin başında yüksek bir eyvan, bunun iki ta­ rafında birer oda ve eyvana bitişik ve ikinci cephenin dehlizi He birleşen bir dehliz nehre amud cephenin nihayetinde ve rıhtıma yakın bir noktada, bir kaç odadan ibarettir. Kubbe ve kemerlerle örtülen tavanın yüksekliği, kub­ benin ortasında, hava ve ışık girmesi için, bıra­ kılmış olan delik, dehlizin üst tarafındaki pen­ cereler ve eyvanın cephesinde ve içerisindeki tuğladan süsler dikkate şayandır. Bu bina kırat Fay şal 'm muhallefatma mahsus bir müze hali­ ne konulmuş ve sonradan Bagdad şehri müzesi ittihaz olunmuştur. Bunun cenubunda ve gene Dicle ’nîn sol sa­ hilinde Abbasî halifesi Mustanşir Bi’llâh (1226 — 124-2) tarafından yaptırılmış olan meşhur Mad­ rasat aî-Must ansır iy a ’den nehre muvazi ve geniş rıhtıma nazır yüksek bîr duvar ile buna bitişik bir kaç oda kalmıştır. Bagdad 'da yetişmiş olan büyük türk şâirleri Nesımî, Füzûlî ve Ruhî 'nin mezarları, bugün nerede oldukları bilinemeye­ cek derecede, metruk kalmıştır. Coğrafî mevkiinden dolayı eskiden beri bü­ yük ticâret merkezi olan Bagdad ’ın İktisadî ehemmiyeti son zamanlarda hayli artmıştır. Ce­ nuptan nehir ve demir yolları ile Irak *ın yegâ­ ne limanı olan Basra'ya ve şimâlden, Irak de­ mir yollarının Türkiye demir yolları He birleş­ mesinden beri (1940 ) bütün Avrupa ile irtibat kesbettiği gibi, Kerkük demir yolunun Hanikın Şubesi He de îran 'ın ticâret yollarına bağlı bu­ lunduğundan, günden güne artan büyük bir transit ticâretine ardiyelik etmektedir. Arızasız araziden, geçen yollardan büyük nakliye otomo­ billeri He, Suriye, Filistin ve Hicaz He de mu­ vasala temin edilmiştir. Osmanlı devrinde im­ tiyaz almış bulunan İngiliz Lynch şirketi İle bir



BAGDAD — BAGGARA. kaç yerli şirket tarafından, Bagdad ile Basra arasında, işletilen vapurlar dolayısiyle İrak ’m payitahtı oldukça ehemmiyetli bir nehir limanı mâhiyeti: almakta olduğu gibi, Avrupa ile Hin­ distan, ve Avustralya arasındaki hava yolları üzerinde !»*■ tayyare uğrağı da olmuştun



;, ■ . (Rauf A hmed Hotİnü.) BAĞDADÎ. [B k. bagdAdÎ.] BAGDÂDÎ. al-BAĞDÂDÎ 'A bd al-KâdIr a, ‘Omar.^:Bk. .‘ abd AL-ÇÂDİR.} . > , BAGDÂDÎ. a l -BAĞDÂDİ, A bu Man ÇUR ‘A bd AL-ÇÂDÎR B. TŞhİR, ıslara ilâhiyatçısı­ dır. Babası ile Nişapur fa giderek, orada muhtelif Üimljpf; tahsil etti. Sonraları hesapta iktidarı ile Sohret fetzanması ve hesaba dâir bir kitâb yaznmşi:-;!btt:sâ;£ede Ij 67 ; al-Vahidi al-Nisibüri, As~ bâb al-nuzül (Kahire, 1315), s. 13— 67 ; Abu ’I-I£âsim Hibat Allah, al-Nâsih va 'l~mansûh, 9. 32— 102 ; Hamdi Yazir, Kur'an dili ( İstan: : bul; 1935 ),I, 146 v. dd.; Th. Nöldeke, Gesckichte des Qorâns (2. tab. F, Schwally ; Leipzİg, 1909), 1, 173— 189. ( A hmed A teş .) B A K A R G A N C . [ Bk. bâkergenc .] B  K E R G E N C , BAKARGANC, İngl, imlâsı BACKERGUNGE, Ganj ve Brahraaputra 'um bir­ leştiği deltada, şarkî Bengâle ile Assam 'dan müteşekkil; bir hind-ingiliz İdarî b ö l g e s i d i r . Sahası 11.62 7; 5 km2.; nüfusu ise, 2.623.756 (1921) 'din Müslümanlar;adedce o derece ekseriyette­ dir ki ( 68 % ), mahallî dile bile umumiyetle m u s a î m â n i denin Bâkarganc adı, XVIII. asır başında MurşidSbad nevvâbmın bir memuru olan Âğa Bakar 'dan gelir. Bu bölgenin idare mer­ kezi Barisâl ( nüfusu 1921’de 26.744 ) olup, ba­ taklık ormanlardan (sundarban) münakalâtı te­ min eden mühim bîr ticaret şehridir. B i b l i g o g r a f y a : Imperial Gazeiteer o f fndza. (J. S . C O T T O N .) B  K İ. [ Bk._BÂKÎ.] B  K Î. BAKÎ, Allahın isimlerinden bîri. [ Bk, ALLAH, S. 362 b.]



B Â K İ. BÂKİ, Mahmud (1526/1527— 1600). H a y a t ı . XVI. asır türk şiirinin en büyük üstadlarmdan olup, daha hayatında sultân al~ şıfarâ' unvanım kazanan Mahmud Abdülbâkî, Fatih camii müezzinlerinden Mehmed isminde fa­ kir bir adamın oğludur. Çocukluğunda bir müd­ det saraç çıraklığında bulunduktan sonra, fıt­ rî istidadı onu medreseye şevketti. Uzun yıllar orada çalıştı. Bilhassa devrin meşhur müderris­ lerinden; Ahaveyn lâkabı ile mârüf, Karamanlı Ahmed ve Mehmed Efendi ’lerden istifâde etti. Ders arkadaşları arasında, sonraları büyük mevkî ye şöhret sahibi olan malkaralı şâir Nev'î [ b. bk. ], üsküplü şâir Vâlihi, müverrih Hoca Sâdeddin [b . bk.] gibi, istidadlı gençler de bu­ lunuyordu. Nev’î-zâde A tâ'î ’nin ifâdesine göre, bu genç medreseliler arasında, B âk î’den başka, 13 şâir daha vardı. Bu canlı ve neş’eli İlim ve sau'at muhitinde, B akî’nin fıtrî istidadı ve şa­ irlik kabiliyeti sür’atle İnkişaf etti. 19 yaşma geldiği sıralarda, İstanbul’un genç şâirleri ara­ bamda oldukça şöhret kazanmış, hattâ 952 ‘de şölen :ihtiyar şâir Zatî [ b. bk.] ’nin büyük tak­ dirlerine mazhar olmuştu, ömrünün son yıllarını tânesi 1 floriye yazdığı ısmarlama kaside ve ga­ zeller ile temine çalışan bu talihsiz san’atkârın Bayezid camii avlusundaki küçücük bir remilci ; dükkânına devam eden genç şâirler arasında,



BÂKİ



M



Bakî, Zatî mn en çok beğendiklerinden biri İdi; onun bir beyitini tamamlayarak, gazel şekline soktuktan sonra, Divan ’ına koymuş ve buna itiraz edenlere: — «Bakî gibi bir şâirin şiirini almak ayıp değildir - — cevabım vermişti. Ho­ cası Mehmed Efendi için Bâkî'nîn tanzim ettiği Sânbül kasidesi, medrese muhitindeki şöhretini bir kat daha: arttırdı. O zamanki medrese tah­ sili; muhtelif derecelere ayrıldığı İçin, üzün sü­ rerdi. Genç şâir 960 'ta Süleymaniye müderrisi Kadı-zâde Şemseddin Ahmed Efendi ’nin ders­ lerine başladı. Süleymaniyc camii etrafında ya­ pılmakta olan medreselerden ikisi o yıl başında tamamlanarak, birine Kadı-zâde ve birine de Mimar-zâde tayin edilmişti. Kanunî Süleyman, bu. yeni kurduğu müesseselerîn başına, devrin en tanınmış âlimlerini getirmek suretiyle, bun­ lara mânevî bîr şeref vermek istiyordu, Kadızâde, ilmin şeref ve haysiyetini her şeyin üstün­ de tutan ciddî ve vakur bir âlimdi ve Bakî 'yİ bilhassa himaye ediyordu. Belki de bu himaye sayesinde, Bakî 'nin bir yıl kadar Süleymaniye binalarının inşasına nezaret ettiğini biliyoruz ; 962 ‘de Nah çıvan seferinden donen Kanunî Sü­ leyman ’a takdim ettiği bîr kasidesinde bundan bahsettiği gibi, ayrıca hükümdarın lütuf ve atı­ fetini de istirham eylemektedir ki, A tâ ’î ’nin ifâ­ desine göre, padişahın takdirine ve ihsanına mazhar olması, ilk defa, bu münasebetle olmuş­ tur. 963 saferînde, Halep kadılığına tâyin edi­ len hocasından ayrıtmayarak, Halep ’e gitti ve 967 zilkadesinde, onunla beraber, tekrar İstan­ bul ’a döndü. Halep beylerbey iliğinde bulunan Kubad Paşa ’ya takdim ettiği Hilâl kasidesi İle, Kadı-zâde ’ye yazdığı Râige kasidesi, işte bu devre aittir. İstanbul ’a dönerken, Konya ’da şeyhülislâm Ebüssü'üd Efendi ’nin oğlu Mehmed Çelebi ile tanışarak, babasına hitaben, bir tavsiyenâme aldı, Ebüssü'üd Efendi için yazmış ol­ duğu Lâmige kasidesini, bu mektup İle beraber takdim ettiği tahmin olunabilir. Rüstem Paşa 'mn sadaretine tesadüf eden bu yıllarda, Bâkî, onun şeyhi filibeli Mahmud Efendi 'ye intisaba çalıştı. Rızâî mahlası ile, ara-sıra basit şiirler de yazan ve Baba Efendi lâkabı île mâruf olan bu zata yazdığı kasideler bu devre aittir. Şâ­ irlerden nefret eden Rüstem Paşa ölüp de, ye­ rine Semiz Alî Paşa geçince, Bâkî ’nin yıldızı birden bîre parladı ve 969 saferiude »danİşmend4* oldu. Bîr taraftan, mirâbur Ferhad Ağa gibi, sa­ ray ricali vasıtası ile, hükümdara hnlûi ettiği gibi, muhtelif kasîdeîeri ile, yeni sadrâzamın da teveccühünü kazanmağa muvaffak olmuştu. Bu­ nun neticesi olarak, 971 ramazanında müiazemete kaydedilerek, 25 akçe ile, bir medreseye tâyini hakkında ferman sâdır oldu. O sırada Rumeli kazaskeri bulunan Hâmîd Efendi, u?>"’



BÂKÎ. ve kanuna uygun olmayan bu fermam icra edip etmemekte mütereddit bulunurken, mükerrer ve kat’î hatt-ı hümâyunlar neticesinde, Bakî'yi 30 akçe ile Silivri ’de Pîrî Paşa medresesine tâyine mecbur oldu (şevval sonu). Ertesi yıl (rebiülâhır 972) eski tahsisatının misli ile, İstanbul ’da Murad Paşa medresesine naklolundu. Artık, çok sevdiği İstanbul muhitine kavuşmuş ve meslek hayatına çok parlak bir surette başlamıştı. Hü­ kümdarın ve hükümet adamlarının takdir ve il­ tifatlarına mazhar olması, edebî şöhretini kuv­ vetlendirmekle beraber, eski arkadaşlarından bir çoğunun gıpta ve hasedini uyandırmıştı. Bir ri­ vayete göre, saray adamları arasında bile, onu kıskananlar eksik değildi; çünkü Kanunî Süley­ man, yazdığı şiirleri ona gönderiyor, onlara na­ zireler yazmasını emrediyor, ihsanlarını ve il­ tifatlarını eksik etmiyordu. Bakî cemaziyelevvel 973 te, 10 akçe terakkiye nail olmak suretiyle, padişahın son bir lûtfunu daha gördü. Zilhicce 973 'te hacca gitmiş olan babasının ölümii ha­ berini aldı. Lakın bu haber onu, Kanunî Süley­ man 'm ölümü kadar, müteessir etmemiştir de­ nilebilir ; çünkü padişahın ölümü, onu hayattaki en kuvvetli istinadgâhmdan mahrum ediyordu. Çok parlak olan ikbâli ve istikbâli, şimdi meç­ hul bir devreye giriyordu. İşte bu derin ve haklı teessür neticesinde, meşhur mersiyesini yazdı, ölen efendisine karşı derin ve samimî bağlılı­ ğını gösteren bu ebedî eser, aynı zamanda, yeni hükümdara karşı da iyi bir intisap vesilesi teş­ kil edebilirdi. Selim H, tahta çıkınca ( 7 rebiyülevvel 974 ), Balcı hemen bir cülûs kasidesi yazarak, takdim etti. Fakat bunun bir tesiri olmamış olacak ki, bir kaç ay sonra Murad Paşa medresesinden azl­ edildi. Epey uzun süren bu ma'zûllük devresinden sonra, 977 safarinde Mahmud Paşa medresesine, 979 rebiyiilcvvelinde de Eyyûb müderrisliğine tâ­ yin edildi, Münşaat sahibi meşhur Feridun Bey [ b. bk.] vasıtası ile, sadrâzam Sokulîu Mehmed Paşa'nın himayesini temin eden Bâkî, sırası ile terfi ederek, 981 muharreminde sahn müderrisi oldu ve yine o yıl hükümdarın hususî meclis­ lerine davet olunmağa başladı. Selim H.’in bir kaç gazelini tahmis etmesi ve muhtelif vesile­ ler ile, ona medhiyeler takdim eylemesi de, bu yakınlığı göstermektedir. 8 ramazan 982 ‘de, Mu­ rad IIL’ın cülusundan sonra da, her hâlde Sokullu ’nun himâyesi sayesinde, mevkii sarsılma­ dı ; hattâ 983 recebinde, Süleymaniye müderris­ liğine yükseldi. Fakat hiç ummadığı bi’r sırada, yâni bu tâyinden ancak bir ay sonra, korkunç bir İftiraya uğradı: düşmanları, Nâmî roahlâsh eski bir şâirin bir gazelini tahrif ederek, Bâ­ kî 'ye isnad ettiler ; bu gazeldeki „Ğmâ bezmindeki mağrür~u naâsûde serverden — fena hez-



mlnde hvâb-âVüd olan mestünemiz yeğdir* bey­ tini, Murad UI. aleyhinde bir telmih addediyor­ lardı. Fena hâlde hiddetlenen Murad III., zavallı şâiri derhâl azletti; tam sürüleceği esnada, bâzı hamileri bu gazelin eski mecmualarda İstanbullu Nâmî adlı şâire âit olarak kaydedildiğini hü­ kümdara arzederek, Bâkî *yi kurtardılar; 984 şabanında 70 akçe ile Edirne Selİmiyesi 'ne, 987 muharreminde Mekke kadılığına tâyin edildi, 988 şabanı ortalarında, tooo altın terakkî ile, Medine kadılığına nakil olundu ise de, 989 şev­ valinde azledilerek, 990 cemaziyeiâhırında, epey zamandır hasret olduğu İstanbul 'a kavuştu. Ku^b Makki ’den tercüme etmiş olduğu Mekke tarihine âit bir eserden başka, takdim ettiği muhtelif kaside ve gazeller ile de, hükümdara sokulma­ ğa çalışıyordu. Eski hâmisi Ferhad Paşa, Siyavuş Paşa ve bilhassa eski arkadaşı Hoca Sâdeddîn gibi, nufuzlu adamların himayesini te­ min etmişti. Bu sayede 992 ramazanının kadir gecesi İstanbul kadılığına tâyin olundu. Bâkî ’nin İstanbul kadılığından azli ile Üsküdar 'da ika­ mete mecbur edilmesi, Şakâ’ik zeyli ‘nde, 993 muharreminde gösteriliyorsa da, muarızlarından şâir Hatif ‘in bu hadise hakkında söylemiş ol­ duğu manzum bîr tarihte 992 ‘de olduğu tasrih edilmektedir. 993 muharreminde buradan azil ve 994 recebinde tekrar tâyin edildi ve o sene­ nin zilkadesinde terfian Anadolu kazaskeri olup, 2 sene hizmetten sonra azledildi. Lâkin 999 re­ cebinde tekrar bu memuriyete iâde edilerek, bir yıl sonra da Rumeli kazaskeri oldu. En büyük emeli olan şeyhülislâmlık mevkiine bu kadar yaklaştığı hâlde, bir türlü maksadına nail ota­ mayarak, aynı yılın şevvalinde tekaüd oldu. İhtiyarlığı sebebi ile, rütbe ve mevkî hırsı bîr kat daha artmış olan büyük şâire, bir kö­ şede unutulmuş kalmak çok dokunuyordu. Ni­ hayet Mehmed III.’İn cÜIûsu ( 16 cemaziyelevvel 1003), ihtiyar kazaskeri tekrar ümide düşürdü. Devrin en tanınmış şâiri olmak dolayısı ile, ona takdim ettiği müteaddit kasidelerde, tekrar mev­ kie geçmek hırsı ve ümidi, pek açık bir suret­ te, göze çapmaktadır. Kendisinden evvelki üç padişaha yıllarca hizmet eden, Osmaniı impara­ torluğunun her köşesinde sultan al-şuara add­ olunacak kadar geniş ve haklı bir şöhret ka­ zanan, hattâ şöhreti çoktan beri imparatorluk hudutlarım bile aşmış bulunan ihtiyar kazeskerin bu arzusunu, Mehmed III. karşılıksız bırak­ madı ve cülusu ayında onu Rumeli kazaskerliği­ ne getirdi. Bakî, bu sırada Avusturya seferine gitmiş olan sadrâzam Ferhad Paşa'yı düşüre­ rek, yerine Sinan Paşa’yı getirmek için, sadaret kaymakamı İbrahim Paşa ve şeyhülislâm Bosian-zâde v.s. taraflarından çevrilen entrikalara da iştirak etti. Lâkin Sinan Paşa’nın sadarete



BÂKÎ. gelmesi, onun için hiç faydalı olmadı ve o yı2m zilhiccesinde, şeyhülislâmın bir oyunu neti* cesinde, azledildi. Vaktile bir defa şeyhülislâm­ lıktan azline -sebep olmuş olduğu Bostan-zâde, ba suretle, intikamım almış oluyordu. Tekrar evine: çekilen Bâkî, bir taraftan kasideler ile pa­ dişaha yalvarmakta, bir taraftan da dost ve ha­ milerinin yardımı ile tekrar mevkie geçmek için, bir fırsat kollamakta idi. Eski arkadaşı Hoca Sâdeddin ’e» padişah üzerindeki büyük nufuzuna rağmen kendisine -yardım etmediği İçin, muğber bulunuyordu. Bundan dolayı İbrahim Paşa’nm sadaretinde, Hoca Sâdeddin aleyhindeki bir te­ şebbüse iştirakten geri durmadı ve nihayet Ha-; dım. Haşan Paşa’nın sadaretinde tekrar Rumeli kazaskerliğine kavuştu ,( rebiülevvel i o o û ). Eğer Hoca Sâdeddiu bit .sıralarda sarayda tek­ rar eski nufuzunh elde etmiş olmasaydı> Bostan-zâde ’öin vefatı üzerine, mutlaka şeyhülis­ lam' olacaktı. Mehmed III. bu mevkîe. hocası Sâ­ deddin:: Efendi'yi getirmek istiyordu; lâkin ho­ canın eski^bir:::dwşmauıs olan :sadrâzam,:bu intİ-: haba razı . olmayarak, iki kazaskerden birinin, yâni ya Bâkî ’nin ya Kara Çelebi-zâde ’nin, tâ­ yini hakkında telhis, gönderdi ; hâttâ Bâkî hak­ kında üç defa, telhisini te’kifc etti. Fakat sadrâ:zamın o aralık çok nufuzsuz bulunması, Hoca Sâdeddin’in muvaffakiyeti ile neticelendi vedaha sonra da sadrâzam İdam olundu. Çok fena bir mevkide kalan Bâkî de, muharrem 1007 'de, is­ tifaya mecbur oldu. Hoca Sâdeddin ’İn 12 rebiül­ evvel 1008'de Ayasofya camimdeki bir mevlûd cemiyetine gitmek üzere iken, birdenbire öl­ mesi üzerine, Bâkî, kısa bir müddet, tekrar ümi­ de idüştîb;Lâkın meşlhate Sunullah Efendi ‘nin getirilmesi, şâiri son bir hüsrana daha uğrattı. Zâten zayıf, hastalıklı v e : sinirli bîr adamdı; siyasî hayatındaki:son muvaffakîyetsizlikler ve entrikalar, onu bir kat daha yormuş, sinirlen­ dirmiş ve ihtiyar latm işti. Hoca Sâdeddin’in ölü­ münden sonra, türlü hastalıklar geçirdi. Tam nekahat devresinde iken, bir gün her nedense, konağındaki: câriyelere kızdı; onları dövmeğe kalkıştı; fakat bu lüzumsuz asabîlik hastalığın tepmesine sebep olduğundan, tekrar yatağa düştü ve ramazanın 23. günü (7 teşrin II. 1600) Öldü. :Îhtîyar üstadın ölümü, İstanbul 'un fikir ve san'at muhitlerinde: derin bir teessür uyandırdı; bütün devlet erkânı, vezirler, âlimler ve şâirler, büyük şâirin son hizmetinde bulunmak üzere, Fatih eâmiinde toplanmışlardı. Cenaze namazını şeyhülis­ lâm Sun’ullah Efendi kıldırdı. Musalla taşı üze­ rinde şâirin: tabutunu görünce, onun „Kadrini seng-imusallada bilüp, ey Bâlçi — Durup el bağtayalar karşına yaran saf saf* beyi tini okumaktan kendini alamadı. Tabut, büyük bir kalabalık ile* Edirnekapısı dışında Eyyûb ’e giden yol üstün­



*45



de* La’lî Efendi çeşmesi yakınında hazırlanmış olan makbereye getirilerek, defnolundü, XVII, asırda bu kabri ziyaret eden Evliya Çelebi, şâ­ irin mezar taşı üzerinde, manzum tarihler söy­ lemekte devrinin Üstadlarmdan sayılan Bagdadiı Hadî ’nitt meşhur kıt’asmm kazılı olduğu­ nu söyler ki, bunun son mısraı şöyledir î „Bâki Efendi giüidukbaya bin sekizde" ;Seyahat-nâ~ me nüshalarında, yanlış olarak kaydedilen bu ; kıt'anın doğru şeklîne, edebî metinlerde ve mec:mualarda tesadüf olunmaktadır. //adîlçat al-ca935, nr*12 ; rusça); Azerbaycan gazet. (1918, I9I9> *920 kolleksiyonları ) ; İstiklâl mecm. ( Bakû, 1919 ; istiklâlin yıldönümü münasebeti ile mayısta intişar eden tek nüsha ) ; M. Resulzâde, Azerbaycan cumhuriyetinin keyfiyet-i teşekkülü ve şimdiki vaziyeti ( İstanbul, 1339— 1341) ; ayn. mil., Kafkasya türkleri { Türk yılı, İstanbul, 1928, s. 528— 529); Mirza Bala, Azer­ baycan türk matbuatı ( Bakû, 1922 ) ; Polit. slovarJ, Moskova, 1940). (MİRZA BALA.) BA'KUBA. [ Bk. BÂKÛBÂ.] BÂKÛBÂ. BATÇUBA ( bi r de Ba ' a ç ÖBÂ), I r a k ’ta bir ş e h i r d i r . Yâfcüt*a göre, Babilonya ovasından İran yaylasına giden kervan yolu ( coğrafyacılarara göre, Horasan caddesi) üzerinde bir m e n z i l d i r . Bagdad'dan 10 fersah, yâni takriben 57 km., şarkta ( daha doğrusu şimâl-i şarkîde), Diyâlâ nehrinin garp sahi ündedir. İbn Serapion ‘un tarifine göre, Di­ yâlâ nehrinin mecrası, bu noktadan itibaren, Cisr Nahravan 'a kadar, Tamarra adı altında, Kâtül-Nahravân büyük kanalının bir parçasını teşkil eder (krş. Streck, Babylon. n, den arab. Geogr., I, 37 ). Bu mevkî hâlâ mevcuttur; coğ­ rafî mevkii; 30° 45' şimal arzı, 440 40' ( G r .) şark tülüdür. Ba'lfübâ, çölün ortasında bir çok küçük kanallar ile sulanmış, güzel bir hurmalık vâhadır. Hurmalarının ve limonlarının nefaseti orta zamanlarda darb-ı mesel hâline gelmişti. İkliminin letafeti ile methedilen bu şehir, tran­ sit ticaretinin faaliyeti ile de oldukça mühimdir ve hayli büyük çarşıları vardır. Nüfusu hakkın­ da verilen malûmat, birbirinden farklıdır: Clement ( bk. Reclus, gSst. yer.), bu nüfusu 1866 *da 3.000 tahmin ediyordu; Supan ( Petermann's Mitteilungen, supl. nr. 135, 1901, s. 22), Cuinet ’nin tahminini (2.000) en ziyâde itimada lâ­ yık aded olarak kabul eder, Aubİn ’in tahminin (6,000) mübalâğalı olduğu aşikârdır; ona göre ahali, az mıkdarda yahudi ve lûr müstesna, ka­ milen araptır, Fleischer bu mevkiin ârâmî olan isminin ( bk. joynboIJ, Marâşid, IV, 350), Ba'ya'kübS ( »jYa'kub ’un makamı" ) ’dan geldiğini, haklı olarak, iddia eder. B i b l i y o g r a f y a : Yakut, Mu1cam ( nşr. Wüstenfeld), I, 472, 672; Abu'1-Fidâ1, Geographie (nşr. Reinaud ve G. de Slana), s. 294; ayn. mil., Annal, tnşslepı. (nşr. Reiske-Adler ),



*6*



BÂKÛBÂ



BÂLÂ.



makama mahsus olmak üzere, u I S, s a n i y e v.s. gibi, mülkiye rütbeleri ihdas olunmuş ve 1251 ’de rütbelerin teşrifata müteallik tebeddül­ lerinden ilmiye ricalinde husule gelen iğbirarı İzâle maksadı ile, ilmiye, askeriye ve kalemıye rütbelerinin birbirine nazaran mevkiini tesbit eden bir nizam defteri vucuda getirilmişti. Da­ ha sonra, u 1 â rütbesinde olanlara vezaret ve müşirlik verilip de, bu rütbe için mansıp kal­ madığından, 1254’te teşrifat esasları'yeniden tertip edilmiş, 1255 'te İse, û lâ rütbesi, »ûlâ evveli** ve „ûlâ sânisi“ isimleri ile, ikiye ayrıl­ mıştı. Nihayet 1262 senesinde (Sultan Abdülmecid devri) sadaret müsteşarlığı He Vâide Sul­ tan kethüda!iğinin ehemmiyetinden dolayı, bu BAKUSÂYA. [ Bk, bâküsâyâ.] vazifede olanların ûlâ evvellerine tekaddüm et­ BÂKÜSÂYÂ. B Â K U SÂ Y Â , Irak’ta bir idâ- I meleri lüzumlu görüldü ve paye tariki ile ve­ ri b ö l g e ve m e v k i d i r . Bâdurâya [ b. bk.] rilmemek, vezaretten sonra en büyük mülkiye ve büyük Nahravân kanal mm 3 nahiyesi ile be­ rütbesi olmak üzere, meratib-i dîvâniyeye b â l â raber, şarkî Dicle ’nîn Bazicân Hosrav kazasım namı ve a t û f e t l û unvanı ile yeni bir rütbe ( «sfön ) teşkil ediyordu ; krş, Streck, Babylo- ilâve edilip, ilk defa olarak, sadaret müsteşarı nien nach d, arab. Geogr., 1,15. Arap coğrafya­ Zühdü Bey ile Vâide kethüdası Hüseyin B e y ’e, cılarının umumiyetle Bâdurâya ile birlikte zikr­ »ma'a nişan" tevcih edildi (Lûtfi, Tarih, İstan­ ettikleri Bâkusâyâ da, Baksayeh ( Baksa ) adı bul, 1328; s. 92 v.d.). Bu yeni rütbe, ilk za­ ile, Bedre ( = Badarâyâ ) ’mn cenûb-İ şarkîsin­ manlarda, teşrifat sırasında kazaskerler ile ûlâ de, 46° 2$' ( Greemv.) şark tulünde, îran hu­ evveli arasında olup, vezir ile beraber atûfetlû dudunun hemen yanında, bugün hâlâ mevcut­ unvanını taşımakta iken ( Mehmed Süreyya, Nuhtur ; bk. msî. Stieler, Hand-Atlas, nr. 59 (1910). bai al~t>akâ>i\ s. 159; 1264 senesi salnamesi, s. Kusâyâ, G. Hoffmann ’ın izah etmiş olduğu gibi, 147 ), bîr müddet sonra vezirlere devîetlû de­ bir kavmin ( sür. Kussâye) ismidir; buna göre, nilmeğe başlandığından, atûfetlû unvanı, yalnız Bâkusâyâ — »Kusayelerin ( Kodoıoı; mîhî kita­ bâlâya münhasır kaldı. Hâiz oldukları rütbe ne belerde Kaşşu) evi" ’d ir; bu izah, Bâkusâyâ’mn olursa olsun, bâlâ derecesinde sayılan fakat ona eski Koşsahlann arazisi olan Zagros ’a yakın tekaddüm etmeyen rical, baş-mabeyinci ile mâbulunması keyfiyetine de, tevafuk etmektedir. beyin baş-kâtibi idi. Bir aralık İstanbul pâyeli B i b l i y o g r a f y a : Bibi. Geogr. arab. ilmiye ricali ûlâ evveline tekaddüm ettirildiğin­ (nşr. de Goeje), tür. yer,; Yâküt, Mu cam den, teşrifatta bâlânın yiri Anadolu kazaskeri (nşr. Wüstenfeld), 1, 477 î G.Hoffmann, Aus~ ile İstanbul kadısı araşma gelmiş; keza bilfiil zage aus syrischen A d en persischer Marty- vükelâlıkta bulunanlar ile dâr-ı şûray-ı askerî ■ rer (Leipzig,ı88o), s. 61, 91; NÖÎdeke ( ZDMG, reisi, bâlânın mafevki addolunduğundan, bu rüt­ XXVIII, 101); ayn. mil., Geschichte der Per- benin tekaddüm sırası iki derede inmişti. Fakat ser u. Araber zar Zeit der Sasaniden (1879), dâr-ı şûrânın ilga edildiği ve bilfiil vükelâlıkta s. 239; G. Westphal, Untersuch. über die bulunanlar ile bâlâ arasındaki fark kaldırıldığı Quellen u. die Glaubzoürdigkeit der Patri- zaman, bâlâ yine eski mevkiini bulmuştur. 1321 archenchroniken Mâri ibn Sulatman v.b. (1901, *de bâlâya muâdil olmak, fakat ona tekaddüm StrassburgDissert.), s. 121; G. le Strange, The etmek şartı ile, birinci feriklik ihdas edilince, ■ Lands o f ihe Eastern Caliphate (Cambrîdge, bâlânın teşrifatta yeri artık kat’îleşmiş ve son zamanlara kadar bu rütbe, vezaret, müşirlik, 1905), s. 63, 80. ( M. Streck .) Rumeli ve Anadolu kazaskerliği ile birinci fe­ • B A ‘1» [ Bk. BA’AL.] riklikten sonra gelmiştir. - B ALA . [Bk. BÂLÂ.] Bâlâ rütbesi, ilk önce vükelâya mahsus olup, BÂLÂ. BALA, farsça »yukarı, yüksek ve üst? mânalarında bir kelime olup, Osmanlı devletinde nadiren tevcih edilmekte iken, git-gide paye hâ­ büyük bir mülkiye rütbesinin ismidir. Eskiden lini alarak, ikinci derecede ricale de verilmeğe devlet memurlarına mahsus rütbeler, vezaret, başlandığından, bu rütbede olanların mîkdarı kapıcıbaşıbk ve hâcegânlık ile, bâzı mühim ri­ çoğalmıştı. Mamafih Abdülmecid, Abdülaziz ve cale tevcih olunan baş-muhasebe payesinden ve Murad V . devirlerinde bunların adedi tahminen mîr-i mîranların ileri gelenlerine verilen bey­ 90 kadardı. Fakat Abdülhamid II. devrinde ve lerbey ilikten ibaret iken, 1249 'da, zâta değil. bilhassa son zamanlarında^ şılelâde bij taltif



■ IV, 690; Raşid al-Din, Hisi. d. Mongol (nşr. Ouatremere), s. 278 v.dd.; Weii, Gesoh. d, • Ckalif., İH, 390; le Strange, J R A S , 1895, s. ■ 268; Ritter, Erdkunde, IX, 498 ; Reci us, Noüv. - geogr. univ.ş IX, 437, 439; Kiepert, Zeit, f. Erdk., 1883, s» î 8; V . Cuinet, La Turquie d’Asie, III, 119; C. Huart, His t. de Bagkdad (î9 °2 ), s. 2, 53; [ Rousseau ], Descript. du Pachalik de Bagdad, s, 80; Czernİk ( Petermann's Geogr, M î t t e i l Erg.-Heft 44, s. 34 ); Binder, A u Kurdistan, en Mesopot. et en Ferse (Paris, 1887 J, s, 319 v.dd.; Herzfeld, ( Peter- rnanns Geogr. Mitteil. (1907 ), s. 50); E. Aubin, La Perse d'aujourd'kui (1908), s. 357 v‘dd. __ (M. Streck .)



BÂLÂ - BALABAN. vesilesi hâline gelerek, meselâ kalem müdürle­ rine, mutasarrıflara ve âmedî hulefasma veril­ dikten başka, matbaacı ve tacir gibi, devlet memuru olmayanlara dahi tevcih edilmiştir. Bu hükümdar zamanında kendilerine bâlâ rütbesi verilenlerin sayısı tahminen 460*1 bulduğu dü­ şünülürse, rütbenin ne kadar iptizale düştüğü anlaşılır, İkinci meşrutiyetin (1908) ilânından sonra, bütün mülkiye rütbeleri gîbi, bâlâ da pek nâdir tevcih edilmiş, son defa bu rütbe Mehmed IV. devrinde, 8 zilhicce 1337 tarihinde, Damad Ferid Paşa kabinesinde maarif nâzın bu­ lunan Gelenbevî Said Bey ’e verilmiştir ( Tak­ vimdi vekayi, nr. 3643, 15 zilhicce 1337 ). Bâlâîık, vezaret İle ûlâ evvelliği arasında bulunduğun­ dan, terfilerde âlâ evveli bâlâ, bâlâ da vezir olmak usûldendi; lâkin mülkiye rütbelerinin ayrı bir silsilesi olup, p a ş a unvanım taşıyan Ru­ meli beylerbeyliği rütbelerinden de bâlâlığa ter­ fi edenler olmuştur (msl. Hac muhafızı Abdurrahman Paşa, bk. 1326 senesi sâlnâmesi s, 104; ve ayandan Apdurrahman Bey, 1327 sene-i mâli­ yesi sâlnâmesi, s. 9$ ). Bâlâ ricalinin taşıdığı elkap ve unvana ge­ lince, bu rütbeyi hâiz olanlara b e y veya e f e n ­ di unvanını taşıdıklarına göre, »atûfetlû bey efendi hazretleri" veya »atûfetlû efendi haz­ retleri" denir ve tahriratta »atûfetlû efendim hazretleri" diye hitap edildiği gibi, metin için: de kendilerine »müşarünileyh" tâbiri ile işaret olunurdu. Bâlâya mahsus büyük üniforma, si­ yah, yakası, göğsü ve kol kapaklan sırmalı uzun setreden ve genişçe zırhlı pantalon He sırma kemerli kılıçtan mürekkepti. Bu üniformanın sırmaları vezirinkinden az, ûlâ evvelininkinden fazla idi. B i b l i y o g r a f y a : Lûtfi, Tarih (İstan­ bul), IV, 113 v.d.; V (İstanbul, 1302), s. 25, 126 v.d.; VI (İstanbul, 1302), s. 66; VIII (İs­ tanbul, 1328), s. 92, 155 v.d.; Mehmed Sürey­ ya, Nuhbat al-vakat, I, 21,32, 54 v.d., 70,139, 150; Takvim-i vekayi kolleksiyonu; Devlet sâlnâmeleri kolleksiyonu; Sâlnâme-i nezâret-i hâriciye (İstanbul, 1302), 197 v.d. (M. C a v Id Ba y s u n .) B Â L Â * BÂLÂ, iç Anadolu’da Ankara vilâ­ yetine bağlı bir kaza olup, merkezi, Ankara şehrinin, müstakim hat ile, 48 km. cenub-i şar­ kîsinde ve Kayseri şosesinin talî bir kolu üze­ rinde bulunmaktadır. Bu kaza, Ankara vilâye­ tinde, bilhassa göçebe yürüklerin yaşadığı ara­ ziye, XIX. asırda ekseriyetini Kafkasya ve Ru­ meli muhacirlerini iskan etmek suretiyle, teşkil olunmuş ve aym vilâyet içinde, bâzan kaza ve ekseriyetle nahiye şeklinde, idâre edilen îstanos’a Zîr adı verilmiş olmasına mukabil, buna da Bâlâ denilmiştir, önceleri kazaj merkezi Ka­



*63



ra-Ali köyünde İken, XIX. asrın ilk yıllarında, yamaçlarına yerleşmiş olduğu Kartal dağının adı ile yâdedilen köye nakledilmiş ve bu su­ retle, kazanın adı, şimdi bu merkeze de teşmil olunmuştur. 13 2 5 vilâyet sâlnâmesi (1907) ’nde Bâlâ kazasının nüfusu, tamamİyle müslüman ol­ mak üzere, 31.460 gösterilmekte İdi; İ935 sayı­ mına göre, kazanın 3060 km2, arazîsi üzerinde, 27.390 nüfus yaşamakta olup, bunun 916’sı ka­ za merkezinde bulunmaktadır. Bâlâ kazasının merkezden başka, Kara-Ali ve Kara-Çeçili adlı iki nahiyesi içinde, muhtarlık teşkilâtını hâvî, 74 koy ve ayrıca mahalle ve oba nev'inden küçük iskân noktaları ve yükseklerde göçebe çoban­ ların muvakkat meskenleri vardır. Kazanın baş­ lıca geçim kaynağı hayvancılık olup, koyun sü­ rülerinin yünü ile köylerde türlü dokumalar do­ kunur. Kazanın ziraî mahsulü, en ziyâde, hu­ bubattır. B i b l i y o g r a f y a : Ali Cevad, Coğrafya lügati, s. 149; Kamus al-aHâm, II, *206; An­ kara sâlnâmesi, 1325 (1907); 1935 Genel nü­ fus sayımı (nr. 75, r ı ) ; Ankara Vilâyeti bro­ şürü. (BESİM D arkot .) B A L A B A N , Ğîyâş al-Dİn Uluğ Hân ( ? — 1287 ), XIII. asır başlarında Aybek [ b. bk.] ta­ rafından kurulan Dehli memlûk imparatorluğu­ nun, İltutmış [ b. b k.]’tan sonraki en büyük hükümdarı olup, İltutmış’ın çocukları zama­ nında çökmeğe ve dağılmağa yüz tutan devleti yeniden kuvvetlendirmiş, Hindistan’ı moğul is­ tilâsına karşı korumağa muvaffak olarak, son­ radan ‘A lâ’ al-Din Halaci [ b. bk.] ’mn Hindis­ tan'da İslâm nufuzunu genişletip kuvvetlendi­ ren parlak fütuhatına bir zemin hazırlamıştır. Balaban, isminden de anlaşılacağı gibi, türktür; Mısır memlûklerinde ve osmanlılarda bu ismi taşıyan bir çok devlet adamlarına tesadüf olun­ duğu gibi, togan, çakır ve şahin gibi, büyük başlı bir cins avcı kuş mânasına gelen bu ke­ lime, yeni farsçaya da bu şekilde geçmiş oldu­ ğundan, garp tarihçilerinin bunu B a 1 b a n şek­ linde okumaları doğru değildir. Tabakat-i Naşiri müellifine göre, Balaban *m ecdadı Türkistan ’da «sjdl kabilesinin hanları olup, babası da bu kabilenin, 10.000 çadır hal­ kından mürekkep, büyük bir şubesine hanlık ediyordu (fars. metin, s. 278, 281 Ingiliz ve hind tarihçilerinin ismini, ekseriyetle, îlbari şek­ lînde okudukları bu kakîlenin, yine Tabakât-i Naşiri ’de Kıpçak kabilelerinden olduğu tasrih edildiğine göre ( s. 406 ), bunun Kıpçak kabile­ lerinden olup, İslâm kaynaklarında türlü şekil­ lerde yazılan ve Marquart ( Komanen, s. 171) tarafından Alp-eri şeklinde okunmak istenen ka­ bile olduğu katiyetle söylenebilir (tafsilât İçin bk, KIPÇAK ), Gençliğinde, küçük kardeşi İiş



264



BALABAN,



beraber, moğuüarın eline esir düşen Balaban, önce Bagcİad’a ve oradan GÜcerat *a götürüle­ rek Hoca J!amâl al-Din Basrî tarafından satın alındı; talîm ve terbiye gördükten sonra, 630 ’da D ehli ye götürülerek, maiyetine binlerce türk kölesi toplayan Sultan îltutmış’a satıldı, İnsan tanımakta büyük kabiliyeti ve tecrübesi olan sultan, onu hususî hizmetine aldı ve boylece günden güne ehemmiyeti artarak, onun „kırklar“ diye anılan 40 büyük azatlı memlûk-emîrlerinden biri oldu, îltutmış ’ın kızı Raziye Sultan [ b. bk, ] devrinde (1236— 1239), emîr-i şikâr tâyin edilmek suretiyle, mevkii yükseldi. Başka emirler ile birlikte, onun tahtından indirilmesi ile neticelenen kıyam hareketine faal bîr surette İştirak ettiğinden, tahta geçen Mu'izz al-Din Bahrâm (1239— 1241), bu hizmetine mükâfat olarak, ona Ravâri 'yİ iktâ etti ve daha sonra Hansî mmtakasım da buna ilâve eyledi. Buralar­ daki halkı asayişe ve refaha kavuşturmak sureti ile, kuvvetli bîr idâre adamı olduğunu isbat eden ve ‘Ala’ al-Din Mas'üd (1241 — 1246) zamanın­ da emîr-i hâcibliğe yükselen Balaban, 1245 'te Sind’i istilâ ve Uçha’yı muhasara eden moğullara karşı harekete geçmek hususunda hüküm­ darı ve emîrleri şiddetle teşvik ve teşeî etti. Kumanda ettiği kuvvetli bir ordu, bilhassa onun cesareti ve askerî mahareti sayesinde, moğul ordusunu büyük bir bozguna uğratarak, moğullarm elindeki binlerce müslüman ve hindli esiri kurtarmağa ve İstilâyı durdurmağa muvaffak oldu, Böyîeee yalnız halk arasında değil, türk emir­ leri ve ordu arasında da büyük bir nufuz kaza­ nan Balaban, 1246 ’da tahta geçen Naşir al-Din Mahmud b. îltutmış zamanında, bir kaç yıl için­ de, hemen bütün idareyi eline aldı. 1249’da hü­ kümdar ile sıhriyet rabıtaları peyda eden Bala­ ban, m e l i k unvanı yerine, h a n unvanını al­ dığı .gibi, bir az sonra, Ulug Han unvanı ile, idârVve askerî bütün İşlerde hükümdarın naip­ liğine tâyin edildi. Hemen faaliyete girişen Ba­ laban, memleketin muhtelif sahalarında karışık­ lıklar çıkaran âsî hind kabilelerini ve hind ra­ calarını te’dip, bazı emirlerin fesat hareketle­ rini tenkil ettiği gibi, raca Çahâr Deva’nm kuv­ vetli ordusunu mağlup ederek, mayıs 1252 ’de, muzaffer ordusu İle, Dehli ’ye girdi. Bütün bu askerî hareketlerinde dâima muvaffak olan Ba­ laban'm ordu ve halk arasındaki nufuz ve şöh­ reti günden güne artmakta ve bu vaziyet, mer­ kezî idarenin zayıf hükümdarlar elinde kalma­ sından her suretle faydalanan bîr çok devlet adamlarında ona karşı bir haset ve korku uyan­ dırmakta idi. Bütün zamanını ibadet ile ve Kur’an nüshaları yazmakla geçirerek, dünya işlerîpç hiç alâka göstermeyen gevşek seciyeli ve



saf hükümdar, emirler için korkulacak bir şah­ siyet değildi; lâkin merkezî idarenin nufuzunu imparatorluğun her köşesinde şiddet ve kuvvetle tanıtmak isteyen azimli ve yılmaz Uluğ Han her suretle çekinilecek, korkulacak bir adamdı. Binaenaleyh, sarayda mühim bir mevkî •sahibi olan hindli dönme ‘İmâd al-Din Ray han, çevir­ diği entrikalara iştirak etmeği menfaatlerine uygun bulan türk meliklerinin de yardımı He, hükümdarın kulağını Balaban aleyhindeki iftira­ lar ile doldurdu; ve nihayet, bu büyük devlet adamı, 1253 martında, iktâlarmda oturmağa mec­ bur edilerek, merkezdeki vazifesinden uzaklaştı­ rıldı. Bunu Balaban ’a tarafdar olan bir çok bü­ yük memurların azli takip etti. Lâkin Balaban ’m kudretli eli üzerinden çekİlir-çekilmez, idâre ma­ kinesi birden-bire bozulup, işlememeğe başladı; âsâyİş, hattâ Dehli sokaklarında bile, temin edi­ lemiyordu. Vilâyetlerde ise, hoşnutsuzluk artık umûmî ve açık bir şekil almıştı. Türk emirleri ve asîl âilelere mensup olan eski devlet adam­ ları, bütün nufuzu elinde toplayan hindli dönme Rayhân ’m emri altına girmeği, bir türlü haysi­ yetlerine yediremiyorlardı. Bir çok vilâyetlerin başında bulunan melikler, Rayhân ’m hemen az­ lini ve Balaban’ın tekrar iş başına getirilmesini istiyorlardı. Nihayet bu muhalif unsurlar, arzu­ larım zorla tahakkuk ettirmek için, müşterek bir kuvvet toplayarak, payitaht üzerine yürü­ düler. Rayhân, iptida hükümdarı kandırarak, bun­ lara karşı bir ordu göndermeğe muvaffak oldu ise de, bunun başındaki emîrler böyle bir har­ be hiç tarafdar değillerdi. Bir takım müzakere­ lerden sonra, her iki ordunun kumandanları, Rayhân ’m azledilerek, Badâ’ûn ıktâma gönderilmesi ve Balaban’m tekrar eski vazifesine ia­ desi şartlan ile uyuştular; hükümdar da buna muvafakat etti; ve Balaban 1 şubat 1254’te Deh­ li ’ye muzafferâne girdi. Balaban ’m demir elinde, idâre derhâl eski in­ tizamını ve kuvvetini buldu. Do âb ’daki âsî raca­ lar te’dıp edildiği gibi, Otıdh hâkimi Kutlug Han ’m 1235 ’te Balaban ’ı çekemeyen şâir bir takım askerî şefler ve hİnduların da iştiraki ile tertip ettiği büyük İsyan, Balaban ’ın cüretli ve ça­ buk bir hareketi ile, kolayca bastırıldı; 1257‘de Sind ’e karşı yeni bir istilâ teşebbüsünde bu­ lunmak isteyen moğullar da, İmparatorluk or­ dusunun yaklaşması üzerine, çekilmeğe mecbur oldular. Balaban 1259 ’da, dağlık Sivalik mıntakasındaki âsi hindliiere karşı, mühim bir se­ fer yaptı, Hariana, Sivalik, Biyâne tarafların­ daki müslüman köylerine büyük zararlar veren bu âsîler, 1256 'da yine bir tenkile uğramış­ lardı ; lâkin bu defa, .sür’atlİ ve şiddetli bîr tâkİp neticesinde, çok ağır bir hezimete uğra­ dılar ; mühim ganimetler elde edildi. Naşir aL



BALABAN. Din Mahmüd devrinde Balaban ’m zö yıl suren bu kudretli idaresi, Dehii sultanlığının içeriden ve dışarıdan mâruz bulunduğu bütün tehlikeleri Önlemiş, kuvvetli bir ordu kurularak, raoğul is­ tilâlarına set çekilmiş, şiddetli te’diplere uğra­ yan Doâb racalarının isyan kudretleri kırılmış, emirler ve melikler tarafından çıkarılan isyan­ ların şiddetle bastırılması her kesin gözünü yıldırmıştı. Esasen bütün hükümet kuvvetini elinde top­ lamış olan Balaban, Sultan Naşir al-Din 'in ölü­ mü üzerine, adetâ tabiî bir şekilde, Sultan Giyaş al-Din lâkabı ile tahta çıktı (664=1266). Ulug Han lâkabı ite ve hükümdarlara mahsus, çetr ve dûr-bâş gibi, hâkimiyet alâmetlerini hâiz olarak naiplik vazifesini görürken, şahsiyeti ne kadar silik olursa olsun, meşru bir hükümdarın tahtta bulunması, bir takım düşüncelerini tatbik sahasına koymaktan onu men'ediyordu. Tahta geçer geçmez, ilk hedefi, Îltutmış 'ın değersiz çocukları zamanında nufuzu çok sarsılmış olan saltanat kuvvetini mutlak bir şekilde tesis et­ mek oldu. Liyakat ve sadakatlerine güvendiği meliklerin kumandaları altındaki ordusunu yeni baştan tensik ve tanzim ederek, memleketin asa­ yişini bozan hinduları ve bilhassa Dehli civa­ rını haraca kesen haydutları ortadan kaldırdı; Doâb âsîlerini tekrar şiddetle te'dip etti îgerek Dehlİ etrafına ve gerek buraya, cengâver efganhiardan mürekkep, kuvvetli askerî kıt’alar yerleştirerek, verdiği ıktâlar ile onları toprağa bağladı. Başka yerlerdeki bâzı hındu kıyamla­ rım da kan ve ateş ile bastırdı. BÖylece askerî ve ticarî yolların emniyeti te’min edildiği gibi, sarp ve dağlık mmtakaîardaki bir takım fesat yuvalan da ortadan kaldırılmış oluyordu. Balaban bu sırada askerî ıktâlar meselesini de ehemmiyetle ele aldı. Şemseddin îltutmış ordusuna mensûp olup, 30— 40 yıl kadar evvel Doâb 'daki bir çok köylerin kendilerine ıktâ edil­ miş olduğu 2.000 kadar süvari vardı kİ, ordu defterinde İsimleri yazılı olmakla beraber, haki­ katte askerî bir kuvvet olmaktan çıkmışlardi; bir kısmı ihtiyarlamış, bir kısmı ölerek, ıktalârı ailelerine kalmıştı. Bunlar bu ıktâlarm doğrudan doğruya kendi mülkleri olduğunu, îltutmış ’m bunları kendilerine temlik ettiğini iddia ediyor­ lardı. içlerinde bâzı-bâzı harplere iştirak edenler bulunmakla beraber, büyük bir kısmı, türlü va­ sıtalar ile, bu hizmetten kaçmak yolunu bulu­ yorlardı. Balaban, bu işi esaslı surette tetkik ederek, ıktâ sahiplerini 3*e ayırd ı: 1. ihtiyarlar; bunların toprakları ellerinden alınarak, kendile­ rine muayyen bir maaş verilecekti; 2. hizmete yarar gçenler; bunlar, babalarından kalan top­ raklarını saklayacaklar, yalnız varidatın muay­ yen bir def eceden fazlaşıpı devlet tahsildarları­



265



na vereceklerdi; 3. kadınlar ve çocuklar; bunarın topraklan ellerinden alınacak, lâkin maişet­ leri, devletçe temin olunacaktı. Bu karar, en ba­ sit neferden ihtiyar hanlara kadar, bütün askeri sınıfı şiddetle müteessir e t ti; çünkü, kendilerinin ve çocuklarının maişet vasıtaları bahis mevzuu oluyordu. Bunlar Dehli muhafızı ( kotvâl) Fahr al-Dİn vasıtası İle, şikâyetlerini ve ricalarını Balaban a bildirdiler. Hükümdar, bu emekli as­ kerî şeflerin ricalarını kabul ederek, ıktâlarm geri alınması kararından vazgeçti. Selçuklularda ve daha sonra Hvârizmşahîarda görülen a s k e r î t i m a r sistemini, ilk defa geniş mikyasta, Hin­ distan ’da da tatbik eden, îltutmış id i; bilhassa 40 büyük memlûk emîrine büyük ıktâlar vere­ rek, bÖyîece menfaatleri kendi hanedanının men­ faatleri ile bağlı, bir yüksek asalet sınıfı ya­ ratmak istemişti. Hâlbuki bu usûlün tatbiki ne­ ticesinde, imparatorluğun bir takım feodal me­ likler elinde manen parçalanıp zayıfladığım gö­ ren Balaban, ıktâlarm mülkiyet hakkını devlete âit gibi telâkki etmek istiyordu. Balaban bu husustaki kararını tatbik edemedi ise de, bundan sonra, ıktâlarmın ellerinden alınabileceğini an­ layan, bu emekliler sınıfının eski nufuzu kal­ mamıştır. Balaban ’m en büyük düşüncesi, moğul tehli­ kesi idi. Elinde büyük ve muntazam bîr ordu bulunmasına rağmen, gözlerini şîmâl hudutla­ rından ayırmıyor ve Dehli ’de dâima müdafaaya hazır bulunuyordu. Lahor ’u ellerinde bulundu­ rarak, her yıl Sind ve Pencâb sahalarına akınlarda bulunan moğui kuvvetlerine karşı, impa­ ratorluğun en şimalî sahasındaki Muîtan ve Sa­ mana 'da oğullan Muhammed ( Melik K aan) ve Mahmüd ( Bogra Han ) 'un emirleri altında iki ayrı ordu bulunduruyordu, Moğul hücumu kor­ kusu, Balaban ’ı Hindistan *da yeni fütuhatta bulunmaktan, imparatorluğunu genişletmekten men’ediyor, yalnız içerideki nizam ve asayişin muhafazası ile iktifa eyliyordu. Bu sıralarda Ba­ laban ’ın Bingâle valiliğine tâyin etmiş olduğu kölelerinden Tuğrıî Han, memleketin uzaklığın­ dan ve sultanın moğul hücumu korkusu ile meşgûl olmasından istifâde ederek, istiklâlini ilân etti ve Sultân Muğis al-Din unvanmi alarak, kendi adına hutbe okutup, para bastırmağa baş­ ladı ; büyük hediyeler ve ihsanlar ile, yalnız halkın ve askerlerin değil, bir çok büyük emir­ lerin de yardımını kazanmağa muvaffak oldu. Balaban ’ın, kölelerinden Alp Tigin kumandasında gönderdiği ordu, Tuğrıl tarafından mağlûp edil­ di ; ikinci bir ordu da yine aynı âkibete uğradı. Fena hâlde hiddetlenen Balaban, şimaldeki Mahmud Buğra Han ordusunu da maiyetine alarak, isyanın merkezi olan Lahnauti'ye doğru ilerled* Oudh 'de umumî hî*" şeferberlik ilâp eçlerck -



*66



:



BALABAN.



duşunu büs-bütün kuvvetlendirdi. Küçük bir nehir filosunun da iştiraki ile, Bengâle 'nin ba­ taklık topraklarında bin-bir zorlukla ilerleyen bu muazzam ordu Lahnauti *ye girdi. Lâkin mu­ kavemetin imkânsızlığım gören Tuğnl, hâzine­ sini ve fillerini alarak, uzaklara çekilmişti. Âsi­ yi ortadan kaldırmadıkça Dehli *ye dönmeyece­ ğini bildiren Balaban 'm bu kat’î kararı kar­ şısında, maiyetindeki emirler büyük bir gayret göstererek, Tuğrıl ’ı yakaladılar ve öldürdüler. Lahnauti'ye dönen Balatan, Tuğnl ile işbirliği edenlere karşı korkunç takibata girişerek, bin­ lerce kişiyi astırdı; T u ğ n l’ın çok hürmet ettiği kalenderiye tarikatine mensup bir şeyh de, der­ vişleri ile beraber, asılmaktan kurtulamadı. Kadı ve miiftilerin şefaati ile bu cezalandırma işi sona erdikten sonra, Balaban Bengâle ’nin idâresini Buğra Han *a bırakarak, her tarafa yeni memurlar (kârdâr) tâyin etti; ıktâları da yine



kendi emniyetli adamlarına taksim etti. Oğlu ile yaptığı iki mülakatta, T uğnlSn akıbetini hatırlatarak, istiklâl emellerine kapılmamasım söyledi ve bir takım nasihatlerde bulundu; son­ ra Dehli 'ye döndü. < Bu büyük gaileden kurtulmuş olan sultan, Çok geçmeden, büyük oğlu Muhammed *in 1285 'te Pencâb *a giren moğul orduları He yaptığı harpte şehit olduğu haberini aldı. Büyük bir edebî kültüre sâhip, çok eiddî ve iradeli bîr prens olan, emîr Husrev Deblevî başta oldu­ ğu hâlde, maiyetinde bîr çok şâirler ve âlim ler bulunduran ve dervişlere çok hürmetkar dav­ ranan sevgili veliahdının ölümü, ihtiyar sulta­ nı çok sarstı ve sıhhati bozuldu. Bengâle 'den getirttiği küçük oğlu Buğra Han ’a devlet işle­ rini bırakmak istedi. Lâkin bu ağır ve mes’uliyetli yükten korkan ve Bengâle ’de çok gailesiz bir ömür süren eğlence müptelâsı ve gevşek



( Meçhul) Giy aş ai-Din Balaban (D ehli) Mahmüd Buğra Han ( Bengâle )



Hukn ai-Din Kaylfâvus (Bengâle)



Çutîuğ Han



Hatim Hân



Aybeg Güşlü Han ( ölm. 6$6 =» 1258 )



Muhammed Sultân



‘Ala* al-Din Muhammed Güşlu Hân



Kayhusrav Şama al-Din Firuz ( Bengâle )



Gıy aş al-Din Bahâdur



Naşir al-Din



Mu'izz al-Dia Kaykubâd ( Dehli) Şams al-Din Giümarş ( Dehli) Buğra Şâh



Dehli ve Bengâle’de hükümet sürenlerden başka, Balaban’ın kardeşi ve yeğeni, Dehli sultanlığında büyük mevkiler işgal etmişlerdir. iradeli prens, bir av bahanesi He tekrar Lah­ nauti 'ye döndü. Bunun üzerine Balaban, şehit oğlunun çocuğu olup, babaâinm bir takım me­ ziyetlerine vâris olduğunu gösteren Keyhusrev ’i tahta geçirmelerini emirlerine vasiyet etti ve bir az sonra da öldü (1286). Lâkin emirleri sultanın bu son vasiyetini tutmadılar ve Buğra Han ’ın oğlu olup, Dehli sarayında büyük ba­ basının nezareti altında terbiye edilmekte olan Keykubad ’ı, Sultân Mu'izz al-Din unvanı He, tahta çıkardılar. Birden bire serbest bir eğlen­ ce hayatına atılan tecrübesiz ve akılsız hüküm­ darın babasmm nasihatlerine de hiç ehemmiyet vermemesi, bîr çok karışıklıklar doğurdu; yalnız kendisi değil, pek kısa bir müddet için hüküm­ dar ilân edilen küçük yaştaki oğlu Şams al-Din Giumarş de öldürülerek, büyük emırîeden Calâl al-Din Firuz Şâb [ b. bk.] 1290 ’da Dehli salta­ natının başına geçti ve böylece Halaçlar sülâ­



lesi kurulmuş oldu. Mamafih Buğra Han ve ço­ cukları daha bir müddet Bengâle’de hükümet sürmüşlerdir. önce Sultan Naşir al-Din ’in naibi, sonra da sultan sıfatı He Dehli memlûk imparatorluğunu 40 seneden fazla bir müddet idare eden Giyâş al-Dİn Balaban, orta çağ hind tarihinin nâdir büyük simalarından biridir. İçerideki bir çok büyük isyan hareketlerinin imparatorluğu sars­ mak istidadım gösterdiği bu devirde, şimal hu­ dutlarında moğul tehlikesi korkunç bir şekilde devam ediyor ve tazyikini hiç eksiltmiyordu. Böyle nâzik bir zamanda, îltutım^ çocuklarının fena idâreleri He sarsılmış bîr imparatorluğu muhafaza edebilmek için, yılmaz bîr ruha, çe­ likten bir irâdeye, her vaziyeti bîrden bire kav­ rayabilecek kuvvetli ve tecrübeli bir kafaya ve çalışmaktan yorulmayacak sağlam bir bünyeye ihtiyaç vardı. İşte Balaban bütün bu mçziyetler:



BALABAN, .nefsinde toplamış fevkalâde bîr şahsiyetti. Kos­ koca bîr impartorhığun bütün işlerini, 40 yıl hiç durup dinlenmeden idare etmiş, bütün salâ­ hiyetleri kendi eünde toplamış ve bu kadar ağır bir yükün altında hiç edilmemişti. Gençliğinde ara-sıra şarap meclisleri kurardı; fakat sonra, her türlü eğlencelere ve içkiye tövbe etmişti. Cemiyetin ve ferdlerin psikolojilerini çok iyi bilen tecrübeli bir devlet adamı, ince bir dip­ lomat, mâhîr ve cür’etlî bir kumandandı. Çok sevdiği çocuklarına karşı bile zaafı yoktu. Bengâîe 'nîn idaresini Buğra Han ’a bıraktığı zaman, isyan fikrine kapılmaması için, Tuğnl ve taraf» darlarının âkibetini ona sert bir surette hatır­ latmış ve Lahnauti pazarında kurdurduğu bin­ lerce dar-ağaeım göstermekten çekinmemişti. Balaban, bütün kaynakların bildirdiğine göre, Kıpçak hanları cesimdendi ve bundan dolayı, bütün türk hanlarının efsanevî ceddi sayılan Efrasyâb soyundan geldiğini söylemekle iftihar ediyordu. Belki de bundan dolayı asalet mese­ lesine büyük ehemmiyet verir, asîl bir soydan gelmeyenleri, ne kadar büyük şahsî meziyet­ lere malik olurlarsa olsunlar, mühim işlerde kullanmazdı. Balaban, şâir bîr çok şeylerde ol­ duğu gibi, bu hususta da efendisi ve kayın pe­ deri Iİtutmış’tn ananesine sâdık kalıyordu. Bü­ tün iktidarı hükümdarın şahsında toplayarak, merkeziyetçi ve mutlak bir idare kurmak, siya­ setinin esasını teşkil ettiği için, bunu temin edecek müesseseler kurmuş, imparatorluğun en uzak sahalarındaki meliklerin eski nüfuzlarım kırmıştı. Yollarda ve mühim merkezelerde, çok muntazam bir harid [b. bk.], yâni resmî istih­ barat şebekesi, kurmuştu; bu suretle, kendi ço­ cuklarının hareketlerinden bile, âdeta günü gü­ nüne haber alıyordu. Torunlarım kendi yanın­ da âdeta bir rehine gibi saklayarak onlara ga­ yet sert, haşin bir terbiye vermesi, ne kadar ihtiyatlı olduğunu anlatabilir. Berîd hizmetinde bulunan memurları da ayrıca sıkı ve gizli bir teftişe tabi tuttuğu için, bunların yanlış haber­ ler vermelerine imkân yoktu, Hindıılara hiç iti­ madı olmadığı için, onları hiç bir mühim vazife­ de kullanmıyordu. Tebeası ile, yâni raiyyetle, konuşmayı ve bu gibi insanlar tarafından tak­ dim edilen en kıymetli hediyelerin kabulünü, hükümdarlık şerefine uygun bulmuyordu. Fakat, tıpkı Iİtutmış gibi, hangi din ve mezhebe men­ sup olurlarsa olsunlar, halka karşı tam mânası ile adalet göstermeği, devletin ana prensibi ola­ rak kabul ediyordu ; en büyük ve nufuzlu emirle­ rin en küçük bir ferde karşı yaptıkları herhangi bir haksızlık, en şiddetli şekilde cezalandırılı­ yordu. Müverrih Barani buna âİt mühim vak’alar zikretmektedir." Dîn âlimlerine, kadılara ve mÜftjlerç karşı çok iyi muamele eden? zaman za­



man onların bâzı mücrimler ve şüpheliler hakkındaki şefaatlerini bile kabul eden Balaban, halk arasında şöhreti olan şeyhlere ve^dervîşlere karşı da çok lutufkâr davranıyorduk Geniş halk tabakası üzerinde nüfuzları olan ruhanî sı­ nıflara karşı aldığı bu vaziyet, Balaban ’m din­ darlığından ziyâde, müslümanların sevgisini ka­ zanmak gayesini gütmesinden ileri geliyordu. Tıpkı Iİtutmış gibi, zaman zaman mescitlere gi­ dip vatzlar dinleyen Balaban, şüphesiz* samimî bir müslüman İdi; hİndulara ve moğuîlara karşı olan mücadelesinde, müslümanların dinî duygu­ larına istinat etmek istemesi de pek tabiî idi. Moğul istilâsından kaçip, Hindistan a iltica eden müslümanlara kargı büyük yardım göstermesi de bundandı. Devrinin dahilî ve haricî bir çok mü­ cadeleler İle geçmesine ve askerî işlerin ilk plânda gelmesine rağmen, Balaban ’m saltanatı, ilmin ve san’atın inkişafı bakımından da, dik­ kate lâyıktır. Far id al-Din Mas'üd, Şadr al-Din b. Bahas al-Din Zakarîya, Badr al-Din Gaznavi gibi şeyhler, Hamid al-Din, Badr al-Diıi Dİmaşki, Husâm al-Din gibi tıp âlimleri, Husrav Dahlavi [ b. bk.] ve Haşan Dahlavi gibi büyük şâirler, bu devirde yetişmiş ve hükümdar âİIesinin büyük himayelerine mazhar olmuşlardır. Balaban ’m bir tek eğlencesi, sürgün avları idi. Bir nevî harp oyunu mâhiyetinde sayıldığı için, eski ıran ve türk hükümdarlarının pek ziyâde rağbet ettikleri bu eğlenceyi, Balaban da âdeta saray merasiminden ve saltanat icapların­ dan sayıyordu ; bundan dolayı, emîr-i şikârlık memuriyetinin bu devirde büyük ehemmiyet ka­ zandığını görüyoruz. Balaban ’ın hususî hayatı çok basit olmakla beraber, saray hayatı, kabul resimleri, umumî ziyafetleri ve askerî alayları, göz kamaştıracak bir şa’şaa içinde idi. Kendili bu merasimde teşrifat usûllerine tamamiyle ri­ ayet ederdi. En mahremlerinin yanma bile la­ ubali bir kıyafet ile çıkmayacak kadar resmî ve eiddı olan, şakadan, eğlenceden, saray maska­ ralarından, dalkavuklardan ve soytarılardan hoş­ lanmayan Balaban ’m kahkaha ile güldüğü bile görülmemişti. Bundan dolayı, en yakınları dahî, ona karşı sevgi ve korku ile karışık derin bir hürmet besliyorlar, teşrifat usûllerine harfi-harfine riayetten ayrılmıyorlardı. Devlet menfaa­ tini ve devletin şahsî timsâli saydığı sultanın haysiyet .ve nufuzunu her şeyin üstünde tuttu­ ğu için, lüzum gördüğü zaman en müthiş ceza­ lar tertibinden çekinmeyen, hiç kimseye ve hiç bir şeye karşı zaaf göstermeyen Balaban, bu bakımdan, korkunç bir hükümdardı. Rivayete göre, 80 yıldan fazla yaşadığı hâlde, irâdesin­ den ve çalışma kudretinden hiç bir şey kaybet­ memişti. Kendisinin bir çok meziyetlerine vâris olduğunu bildiği cihetle, çok şevdiği ve impara*



368



BALABAN - BÂLÂHÎSAR.



torluğun istikbâlini emniyetle bırakabileceği bü­ rıl isyanı ve Bengâle 'de hâkim olan Balaban yük oğlunun ölümü, hayatında gördüğü ilk ve çocukları hakkında bk. Gulâm Husayn Sa­ son ağır darbe olmuştu» Mamafih bunu, sâdece, lim, Riyâz al-salâfın (B ibi. İnd. Kalkutta, müşfik bir baba kalbinin yaralanması gibi de­ 1890— 1898; bu eserin İngilizce tercümesi de ğil, ayrıca, imparatorluğunun istikbâlini birden neşredilmiştir) ; C. Stewart, History o f Benbire tehlikeye düşmüş gören ihtiyar bir hüküm­ gal (1813 ). Balaban 'm mâlî ve siyasî idaresi darın İstırabı şeklinde de telâkki etmek daha için; bk, W. H. Moreland, The Agrarian Sys­ doğru olur. tem o f Moslem Îndia ( Cambridge, 1929 ); Agha Balaban 'm devlet ve devlet idaresi hakkmdaki Mahdi Husain, Le GouvernemenÇ Mu Salta­ fikirleri, muhtelif vesileler ile, oğullarına ver­ nat de Dehli ( Paris, 1936 Silsilenamenin diği nasihatlerde açıkça görülmektedir. Bunları tertibinde, bilhassa Bengale *dekİ Balaban ço­ uzun uzun kaydeden müverrih Ziya Barani ’nin, cukları kısmında Halil Edhem ’in Düvel-i isyazılı vesikalardan ziyâde, o devrin siyasî ha­ lâmiye ( İstanbul, 1927 ) 'sinden istifâde edil­ yatını çok iyi bilenlerin rivayetlerine dayandığı miştir. (M, F u a d K öprölö .) düşünülürse, bunlara az çok şüphe ile de bak­ - B A 'L A B E K K . [ Bk. baalbek ,] mak kabildir. Lâkin bu kayıtlar, Balaban ’ın si­ B A L A D . [ Bk. beled.] yasî ve İdarî faaliyeti hakkmdaki, umûmî bilgi­ B A L A Ğ A . [ Bk. belAg a t .]_ lerimiz île karşılaştırılınca, bunları, umûmî ola­ B Â L Â -G H Â T . B ÂLA-G H AT ( fars.-hindusrak hakikate çok yakm saymak doğru olur. Dev­ tân. „Ghâtların yahut geçitlerin yukarısı"), Hin­ rinde, îltutmış ’ın yahut ‘A 1S1 al-Din Halaci ’nîn distan coğrafyasında çok geçen bîr isim. îlk avbüyük fütuhatı ile ölçülebilecek parlak zaferle­ rupalı seyyahlar, bu İsim ile, Sahyâdri silsilesi­ re tesadüf edilmemekle beraber, bir taraftan nin arkasında^ Dakhan (Dekken) yaylasının bu­ moğul istilâsına muvaffakiyetle karşı koyan, di­ gün „Garbî ghâtlar" ismi verilen kısmını kast­ ğer taraftan içerideki her türlü isyan k u vvele­ ediyorlardı, MüslÜmanlar, Baîa-Ghat yahut Birini kıran Balaban ’ı, yalnız Dehli memlûk im­ câpur yaylası gibi, cenup müntehasmda fethet­ paratorluğunun değil, umumiyetle orta çağ türk tikleri topraklara, Pa’İn-ghât yahut Karnatak tarihinin büyük hükümdarlarından bîri olarak ( Carnatİe) ovasına mukabil olmak üzere, bu telâkki edebiliriz ( türbesi hakkında bk» DEHLİ }* ismi vermişlerdi. Berar ’da bu isim, Acanta ge­ B i b l i y o g r a f y a ' , A. K a y n a k l a r . çidine hâkim tepeleri ve Haydarâbad ’da ise, bu Balaban’m saltanata geçmeden evvelki hayatı devletin garbında bir tepeler silsilesi ile çev­ ve faaliyetleri hakkında, en mühim kaynak, rilmiş olan yaylayı ifâde eder. 1867 ’de Satpurâ onun itimadını kazanmış yakm adamlarından yaylasının bir kısmı ile (8143 km2.) 370.000 nü­ biri olan Kâzi al-kuzât Minhâc al-Din b. Sa­ fusu (1921) ihtiva etmek üzere, son zamanlar­ raç al-Din al-Cuzcânİ 'nin Tabakât-i Naşiri da teşkil edilen bir idare bölgesine BâiS-Ghât ( Kalkutta, 1864 ) sidir. S-aîtanatı hakkında en ismi verilmiştir. Bölgenin merkezi olan Bur ha, etraflı tafsilât ise, o devri çok iyi bilenlerin ovada kâin olmasına rağmen, aynı isimle anıl­ malûmatından istifâde etmiş olan Ziya’ al-Din maktadır. Baranı‘nin Târih~i Firüzşühî (Kalkutta, 1862) B i b l i y o g r a f y a : İmperial Gazettee: 'sindedir, Târih-i firişia, Muniahab al-tavâo f îndia. _ (JL S. CoTTON.) rîh-i Badaünl gibi muahhar eserlerde veri­ B Â L Â H ÎSA R . BÂLA-HÎŞAR ( f .-a . „yüklen malûmat, bunlar ile kıyas edilemeyecek sek hisar"), Hindistan 'da ve mücavir ülkelerdi kadar, ehemmiyetsizdir. Bu bahsedilen kay­ bir çok kalelere bu isim verilmiştir. En mâruf­ nakların İngilizce tercümelerinde bâzı mühim ları arasında Peşâver ve Kâbil kaleleri vardır. yanlışlıklar olduğundan, bunlara dayanılarak B Â L Â H ÎS A R . B Â LÂ HİSAR, halk arasın­ yapılan tetkiklerde de, tabiî aynı hatalara da Ballıhisar adı ile tanınan bir koy olup, iç düşülmüştür. Anadolu’nun şimâl-i garbî kısmında, Eskişehir B. T e t k i k l e r . Balaban hakkında şim­ vilâyetinin Sivrihisar kazası dâhilinde, kaza mer­ diye kadar hususî bir monografi neşredil me­ kezinin 14 km. kadar cenubunda ve Sakarya ni iştir. Yalnız, hind tarihi hakkmdaki eski ve nehrine dökülen bir derenin menbâlart yakının­ yeni umûmî eserlerde, Dehli sultanlığından da bulunmaktadır. İlk defa Pockocke ( Voyages. bahsedilirken, ona da mühim sahifeler ayrıl­ V ) , rivayetlere istinaden, Sivrihisar yakınların­ mıştır : EIHot-Dowson, Historyof îndia (1887 ), da Bâlâhîsar'da bir çok harabeler bulunduğunu İH; V . A. Smith, The Oxford Htstory o f In- kaydetmişti. Burayı XIX. asrın ilk yansında zi­ dia ( 1923 ) ; V . Haig, The Cambridge His- yaret eden Charles Texier, rastladığı harabele­ İory of Îndia (1928), IH; Ishtvari Prasad, V rin kadîm Frikya şehri olan Pessinunte (Pes}nde da VIl° au X V I0 siecle ( Histoire du sinüs) ’ye âit olduğunu gösterdi. Bu belde, Ga­ ' nde, nşr. E. Cavaîgnac, Paris, l9Şo);Tuğ- latlar devrinde (m, ö, IH, asır), Strabon (XIIf



BÂLÂHÎSAR 567) ’da kaydedildiği gibi, bir ticaret merkezi idi ve ay m zamanda meşhur Agditis mabedini de ihtiva ediyordu. Harabeler hakkında mufas­ sal malumat veren Texier, İnşaatın vüs’atini kaydetmekle beraber, bunların taşları Sivrihi­ sa r’daki yapılar için alınarak, tahrip edilmiş bulunduğunu da söyler. Perrot (1861) ise, Pessinunte’de gördüklerini ve Texicr’mn tasvirlerini hemen hemen bir hayâl mahsûlü telâkki ettire­ cek kadar, ehemmiyetsiz olarak kaydeder. Ka­ dîm şehrin, daha ilk hiristi yanlık asırlarında, es­ ki dinî an’anelerîn ortadan kalkması İle, itibar­ dan düşüp harap olmuş ve unutulmuş bulunma­ sı muhtemeldir. XIX, asrın bütün seyyahları bu­ rayı, bir kaç kulübeden meydana gelen sönük bir köy gibi, tasvir ederler. Bâlâhisar’da 1935 sayımına göre, ancak 363 nüfus vardı. B i b l i y o g r a f y a : Ch. Texier, Asie Mineure, s. 473— 479; G. Perrot, Souvenirs d’un voyage en Asie Mineure, s. 198 v . d . 5 Perrot, GuiIEaume ve Delbet, Exploration archeologique de la Ğalatie; W. M, Ramsay, The Hist. geogr. o f Asia Minör. {BESİM D A R K O T .) B A L A K . [B k. b e l e k .] B A L A K . [ Bk. 'ö c B. ' a n a ç .] B A L A K L A V A ve BALIKLAVA, Kırım ya­ rım adasının cenûb-î garbisinde Akyar ( Sivas­ topol) 'dan 13 km, mesafede küçük bir limandır. Şehir, daha Strabon ( bâb 312 ) tarafından, P a1 a k i o n namı altında, zikredilmektedir, Stra­ bon ’a göre, bu isim, İskit hükümdarlarından Skiluros 'un ( m. ö. II.— I. a sır) oğlu Palakos ‘un adından gelmektedir. İsmin bugünkü şekli hak­ kında, halk etimolojilerinden başka, bîr izah tarzı yoktun 1. türkçe ÛaAfc + yunan, ^a.(3ct veya „tutma, avlam a"; 2. italy, bella chiave „güzel kaynak". Şehir, Strabon tarafından (bâb 308) Sujipo^uıv ^ıpfjv tesmiye edilen, bîr koyda kâin­ dir ( bu koya düşen gemiciler, iskİtlerin hücu­ muna uğrayarak, soyulurlardı); Cenevizlilerin bilâhare kullandıkları C e m b a 1o yahut Cembaro (bir de Cımbaldi, daha sonraları da Jantboldum ve Jamboli) isimleri her hâlde bu keli­ meden gelme olacaktır. Bîr az daha şimalde, bugün İnkerman ’ın bulunduğu yerde, Strabon ‘a göre, „Symbolön limen" 'den yalnız 40 stad ( aş. yk. 7,5 km.) genişliğinde bir berzah ile ayrılmış olan, K tenus koyu bulunmakta idi. Yarım adanın cenup sahillerindeki diğer ma­ haller gibi, Balaklava da uzun zaman Roma ve daha sonraları Bizans İmparatorluğuna tâbi ol­ muş, Bîzans-Lâtin imparatorluğu zamanında da rumlarm elinde kalmıştır. Cenevizliler buraya, İlk defa,.,XIV. asırda yerleşmişlerdir, 1380 tari­ hinde yerli türkler ile yaptıkları bir muahede mucibince, Kefe (Theodo3ia) 'den Balaklava 'ya kadar uzanan bütün cenup sahili cenevizlile­



BALASAGUN.



m



re verilmiş ve İnkerman civan ile bu şehrin şi­ malindeki havali ise, rumlarm elinde kalmıştır. Hudut mevkii olmak itibariyle, Balaklava bu devirde hayli tahkim edilmiştir. Keza Balakla­ va ile inkerman arasında bulunan,-'Strabon’un zikrettiği, berzah üzerinde de, harabeleri XIX. asırda bile mevcut olan, istihkâmlar inşa olun­ muştur. O devirde Balaklava ’da bir katolifc pis­ koposu bulunmakta idi. 1433 ’te Balaklava *mn rum sakinleri Cenevizlileri şehirden atmağa mu­ vaffak oldular. Bunun üzerine şehir, Theodora (inkerman civarında olması muhtemeldir) şeh­ rindeki rum prensliğine bağlandı. Hemen ertesi sene, Carlo Lomellino ’nun kumandası altında, bir ceneviz donanması şehrin Önüne geldi; şe­ hir hücumla zaptedildi. Fakat bundan bîr az sonra Ceneviz kuvvetleri, eski Kırım civarında yerli türkler tarafından mağlûp edilerek, pek azı müstesna, imha edildi. 1475 senesinde memleket Osmanlı türlderi tarafından zaptedildi. Balak­ lava, XV. asırdan XVIII. asra kadar, Kırım han­ lığına tâbi olmuş ve burası Sâhib-Giray (939 — 957=5=1532 — 1550) zamanında, hanlığın en ce­ nuptaki arazi noktasını teşkil etmiştir ( Mu hammedRiza, nşr. Kazein Beg, s. 92) ; bunun daha ce­ nubundaki arazi Osmanlı imparatorluğuna ilhak edilmiş ve bir türk valisi tarafından idare olun­ muştur. Hanlar devrinde, Balaklava ’dan yalnız bir liman olarak bahsedildiğinden, şehrin hiç bir askerî ehemmiyeti kalmadığı anlaşılıyor; Cene­ vizlilerden kalan istihkâmlar o zamandan beri harap bir hâldedir. Kırım Rusya 'ya ilhak edil­ dikten sonra (1783), Balaklava ’nm yerli türk ahâlisi Türkiye ’ye hicret etmiş ve bunların ye­ rine de, 1768—1774 harbinde Rusya tarafdarlığı etmiş olan Ege denizindeki adaların rumsk halkı yerleştirilmiştir. 1860 tarihîne kadar Balaklava, ruslar tarafından, harp limanı olarak kullanıl­ mıştır; 26 eylül 1854’te şehir, ingilizler tara­ fından, zaptedilmiş; Sivastopol muhasarası de­ vam ettiği müddetçe, müttefiklerin umum ka­ rargâhı olarak kalmış ve bilhassa 25 teşrin I. muharebesi dolaytsiyie meşhur olmuştur. Daha XVIII. asırda bile „şehir“ sayılan Balaklava, bu­ gün ehemmiyetsiz bir limandır. B i b l i y o g r a f y a ’. P. Keppen ( Köppen), Krimskiy sbornik (Petersburg, 1837 ), s. 210— 227 (plâıı ile b irlikte); V . Smirnov, Krimskoye hanstvo ( Petersburg, 1887 ), bk. fihrist. (W . Barthold .) B A L 'A M . [ Bk. BEL’AM.J B A L -'A N B A R . [ Bk. a n b e r .] B A L Â S A Ğ U N . [ Bk._BALASAGUN.] B A L A S A G U N . BALASÂĞ U N , VII. - XIII. asırlar arasında, orta Asya turk hakanlarının payitahtlarından bîri olarak, tarihlerde adı çok geçen bu şehrin mevkii meselesi, Sam'anî ( bk.



v ■S a Lâ s â û ü R mad, FÂRÂB ) ’de şeklinde yazılan iki kelimenin YâJföt tarafından birleştirilip, şeklinde okunması yüzünden, karışmış ise de ( bk, Barthold, Otçet o poyezdke v srednuyu Azıya, Memoires de VAcademie des Sciences de St. Petersburg, 1897, VIII. seri, classe kist.~pkil„ I, ur. 4, s.-^5 ), şehrin Çu havzasında kâin bulun­ duğu daha geçen asırda anlaşılmış (E , Bretschneİder, Mediaeval Researches, I, 226— 72) ve buralarda bizzat tetkİkatta bulunan Barthold da ( ayn, esr,, s, 39) Balasagun 'un şimdiki Ak*Peşin harabeleri yerinde bulunmuş olması ihtimâlini ve bu harâbelerin S— 6 km. şimâl-İ garbisinde eski Tokmak 'tâki Burana harabesinin de Balasagun 'un yanı başındaki diğer bir şehrin baki­ yesi olacağını isabetle ileri sürmüştür. Burana harabelerine, yerli türkîer tarafından, Şu adı ve­ rilmektedir ( Barthold, 12 Vorlesungen, s. 80 }. Burana, arapça minare kelimesinin kırgızca te­ laffuzundan ibaret olup, bu harabelerin daha XVI. asırda moğuliar tarafından böyle tesmiye edildiğini ve burada 13 u ( 711) ’de vefat etmiş olan İmâm Muhammed al-Falfih al-Baiâsâğüni ’nin taşı hâlâ mevcut olan mezarı bulunduğunu, burasım bizzat ziyaret eden Haydar Mirza Doglat, kaydeder (kitabenin arapça metni için bk, Velyaminov-Zemov, İzsledovanya o kasimovskih tsaryah, II, 163 v.d.). Balasagun ‘un ve Şu ( yahut Şuyâb ) şehrinin bu Ak-Peşin ve eski Tokmak (Burana) harabeleri mevkiinde bulun­ dukları bilhassa Birüni ve Mahmüd KSşğarî 'nin kayıtlarından vuzuh ile anlaşılmaktadır, Birüni, zamanındaki mâruf şehir ve mevkilerin tûl ve arzım tâyin eden cedvelinde, Balasagun 'un ve ona komşu olan şehirlerin, bu meyanda İsficâb, Çadgal (Ç atkal), Taraz, Koçkar-Başı, Barsğan, At-Başı mevkilerinin tul ve arzlarım, derece ve dakikalarına varıncaya kadar tâyin ederek, gös­ termiştir ( bk. Z. V. Togan, Birünis picîure o f ike World, s. 50— $2); burada Balasagun, Ta­ raz ( Evliya A ta ) ’ın 10° şarkında, Barsğan { Işık gölün cenup doğusu kıyısındaki Barskaun) ’ın 70 garbında, Koçkar-Başı (buğunu Koçkar-Ata yaylası) ’mn ancak 20' şimâlînde olarak göste­ rilmiştir. Mahmud IÇâşğari ( IH, 325 ) ise, bu­ günkü Şamsı geçidi olan Zanpi geçidini ( î£oçungar-Başı ile Balasagun arasındaki geçit), bugünkü Cuvan-Ank olan Yuvan-Arık geçidini ise, Balasagun yanında bir yaylak olarak tarif eder ( bk. III, 106). Arapîarda (Mukaddasi, s, *75 ) Çu havzasındaki şehirler meyamnda adı geçen Ordu kasabası da, M. Kmşğari ( I, 112 ) 'de Balasagun yanında bir kasaba olarak zikr­ edilmektedir. Ayn mil. (IH, 306) Şu yahut Şuyâb ( û~®*- ve p- ,y**•; bk. faksimile, s. 623 j 5 Besim Atalay ’m tercümesinde, III, 413, yanlış olarak: Balasagun ’daki sarayın önün­



de I) kalesini, Balasagun un yanındaki bir kale olarak tarif eder ve türk hükümdarı Şu mm Altm-Tak dağlarından geri dönüp, Balasagun’a geldikten sonra, bu şehrin yanında bu kaleyi bina etmiş olduğu hakkında bir rivâyet de nak­ letmektedir. Eski Şu yahut Şuyâb kalesi, çin kaynaklarına göre de, Çu nehrinin cenubunda ( bk. Barthold, Otçet, s. 31) bulunmuş olup, ve­ rilen mesafe kayıtlarına göre mevkii şimdiki Tokmak civarına tevafuk etmektedir. O hâlde Şu ( Şuyâb ), çin kaynaklarınca Sui-ye Çing („Şu Kalesi"), bugün yine aynı ismi taşımakta olan eski Tokmak, Burana harabeleri yerinde bulun­ muştur. Ifoçkar-Başı ’ndan kalkıp Şamsi (Zanpi) geçidi üzerinden, bu isimdeki nehir kenarında kâin, yeni Tokmak şehrine gelirken, ovada gö­ rülen ilk şehir harabesi, Ak-Peşin harabeleridir. T'ang vekay in Sinesinde (De Guignes, Histoİre generale des Hans, I, 2. LXVI s.) Şu-ye ’nin 20 li (6 —'io km,) şarkında (doğrusu cenûb-i şar­ kîsinde ) kâin bir şehir olarak gösterilen Fİ-Iotsian-kiun da, bu Ak-Peşİn ‘e tekabül ediyor ; o hâlde bu üç şehrin de aynı şehir olması lâzım gelir. Ibn Hurdazbeh ’de ,}Türkiş hakanının payi­ tahtı" ( madînat hakan aî-t urk iş i), îfudâm a’de „TÜrk hakanının payitahtı" ismi ile kaydedilen şehir de, fersah kayıtlarına bakılırsa, Balasagun ( Ak-Peşin) ’a tevafuk ediyor. Balasagun, bir de Kuz-Ordu, î£uz-UIuş ve Ifuz-Balık isimleri ile de tanınmıştır ( bk. Kâşğari, I, 60, 112); Kuz-Ordu ismi, çin kaynaklarında da görülmektedir ( bk. Bretschneider, ayn, esr,, 236 :Hu-sze-wo-lu-do)i, Arap ve fars menbâİarında ve M; şekillerinde yazılan isim, Mukaddasi ’de Vj ve IAj şeklindedir. Orhun nehri üzerindeki uygur payitahtının ismi olan Kara-Balgasun 'un ikinci kelimesi ve kazak sahrasında rastgelh nen Balgasm ismi, cenubî Kafkasya 'ya geçen hunlarm payitahtının ismi olan Belasagan ke­ limesi ile bir olsa gerektir ( bk. Zeki Ve 1idi To­ gan, IbnFadlSn, s. 193). Eğer Balgasun şekli asıl ise, kelimenin sonundaki -sm »kabir ve şehir" mânasında olmak üzere, bu isim balga~sm, ya­ hut bahg-sm şeklinde izah edilebilir; fakat T ’ang sülâlesi tarihinde geçen fi-lo-tsian-kiun, her hâlde balasagun şeklini aksettirmektedir. Şehrin tesisi efsânevî devirlere kadar irca olunuyor. Cuvayni ( Cihan-guşa, I, 43 ), Balasagun ’un uy­ gur hakanı Bügü Kağan Afrasyâb tarafından inşa olunduğuna dâir, bîr rivayet nakleder. KSşğari ( Hî, 306 ) ise, bu şehrin Büyük İskender ’ın orta Asya seferleri esnasında da mevcut oldu­ ğuna dâir bir rivayeti kaydetmiştin. İlk İslâm devrinde burasının, Türkiş hakanının payitahtı olduğu, İbn Hurdazbeh'teki »payitaht" („ madin a ) ’m Balasagun olduğundan anlaşılıyor. Mu-



M LÂSÂgün.



"



;







-------------



kaddasi (s. 275}) Balasagun ’un, ahâlîsi kalabalık, büyük ve zeplin .bir şehir olduğunu kaydetmiş* tir. Burasının- 942 ( 333) ’de «kâfir türkler" ta­ rafından işgal edilmiş olması dolay isiyle, Sâmânîîerİn, bu şehri kurtarmak için, sefer açtıkları­ na yahut böyle bir sefere hazırlandıklarına dair, Nizam al-Muîk ( Siyasat-nâme, nşr. Schefer, s. 189 ) ’te bir kayıt vardır. Bu kayıttan Balasagun ’un 942 tarihinden önce, bir aralık, Sâmânîlerin eline geçmiş olduğu istidlal olunabilir (bk. Bar­ thold, Turkestan down to the Mongol Invasion, s. 243, 256). X, asırda yazılan fftıdûd al-âlâm (var. 18) ve Gardizi, Zayn al-ahbar (bk, Bar­ thold, Otçet, s. 102) *da, Kariuk yabgulannın hâ­ kim bulunduğu devirde ( 766— 840 ) Çu havzası­ nın vaziyeti anlatılmış ve bir çok köy ve kasaba­ ları tarif edilmiş ise de, Balasagun zikredilmeyip, yanında Şuyâb kalesinin zikri ile iktifâ olun­ muştur. Galiba o zaman Şuyâb kalesi daha zi­ yâde ehemmiyet kesbetmîş olduğundan, ismi Ba­ lasagun ’a da teşmil edilmiştir. Bir asır sonra, Balasagun ’u Karahanlılarm merkezlerinden biri olarak görüyoruz. Nitekim Mâveraîinnehr fatihi olan Hürün Buğra Hân b. Müsâ Tona (ölm. 992 ) ve Toğan Hân (bk, Bayhaki, Tarih, nşr. Morley, s. 98, 665 ), burasım payitaht edinmişlerdi, 1069/1070 senelerinde kaleme alınan Kuiadğu hilig 'in müellifi Yûsuf HSşş Hâcib, balasagunlu idi. Çaşğari ( 1, 31), Balasagun ahâlisinin sogdça ve türkçe konuştuklarım, İsficâb 'dan Balasagun *a kadar uzanan Argu Ülkesinin türkçesinde rekaket bulunduğunu, eserinin diğer bir yerinde (I, 391 v.d.) de Buhara ve Semerkand tarafla­ rının ahâlisi olan sogdlulardan bir zümrenin Ba­ lasagun 'a gelerek yerleşmiş, türk âdet ve kıya­ fetini benimsemiş olduğunu ve kendilerine Sogdak denildiğini zikreder. Karahanhfar zamanına Sıt sikkelerde, şehrin adı Balasagun değil, ÇuzOrdu olarak yazılırdı ( Vasmer ‘in fihristinde, y> jyj}\ şeklinde yazılan kelime, Kara-Ordu okun­ muştur). 1125’te Balasagun Kara-Hıtayîar ta­ rafından işgâl olunarak, payitaht ittihaz edildi. Çin kaynaklarında bu vak’aya âit kayıtlarda şe­ hir Kuz-Ordu adı ile geçer ( Bretschneider, ayn. esr., I, 18). Mirhvând (Ravzai al-şafa, Bombay, V , 22), aynı vak’ayı anlatırken, Balasagun ’un moğullar tarafında Gubaîık tesmiye edildiğini ve bunun «güzel şehir" mânasına geldiğini söy­ ler ve Barthold da, buna dayanarak, şehre bir de Gobaltk yahut Goabahk adı verildiğini ka­ bul eder. Fakat Mirhvand’m kaynağı olan Cuvayni’de, aynı bahiste (ÎI, 87), Balasagun’un, moğullar tarafından, Guzbalık tesmiye edildiği kaydedilmiştir ( ^ » diğer nüshalarda ib^î ve ^Jl/^şekilleri de vardır ; Marquart ise, ğJt;* olarak \abû l etmiş ve „Oguz şehri" mânasında anlamıştır); her hâlde burada Guzbalık ’ın, Kuz-



i



Balık kelimesinin başka bir talâffuzundan iba­ ret olduğu aşikârdır. 1210 senesinde Hvârizmşah Muhammed, Kara-Hıtay gurhamm Talaş ya­ nında mağlûp edince, Balasagun ’un müslüman ahâlisi ayaklandı ve gurhan tarafından müthiş bir katl-i ama uğradı. Moğullar geldiği zaman, Balasagun yine Karahanhlardan olduğu anlaşı­ lan Almahk meliki Buzar Han’ın elinde bulunu­ yordu ; bu da 1218 ’de, kendi isteği ile, Cengiz Han ’a itaat etmiş ve Cengiz oğullan da bu âile ile sıhrî münasebet tesis eylemiştir. Balasagun, moğullar zamanında da, bir medeniyet merkezi olmakta devam etmiş ve bu şehirde bir çok âlim­ ler yetişmiştir. Karahanltlar ve moğullar tarihi­ ne âit mühim malûmatı ihtiva eden ve 1300 ’de yazılan Mülhakat at-şurâfy 'ın müellifi Camâİ Çarşı de, menşe’ itibariyle, balasagunludur. Kaşgarlı Haydar Mirza Doglat, Çamâl Karşi ’nin hu eserinde, Balasagun ’dan neş’et eden bir çok âlim­ lerin listesini okumuş ve kendi zamanında harâbe hâlinde olan bu şehrin, bir zamanlar, bu kadar mühim bir ilim merkezi olduğuna inanmak iste­ memiştir ( bk. Denİson Ross, The Tarikh-i Rashîdî, s. 364 ). Mülhakat al-suröft ’ın zamanımıza ka­ dar gelen nüshasında (bk. Barthold, Turkestan v epohu mongolskago naşestviya, I, 128— 152) Kaşgar,Hoten, Fergane ve Şaş şehirlerinden neş­ ’et eden ulemadan bahis parçalar var ise de, Ba­ lasagun’a âit kısım bulunmuyor; yalnız istitrad kabilinden, kendi üstadı olan Alımed b. Ayyüb al-Balasağüni ve onun babası Ayyüb b. Ahmed al-Balasâğüni isminde, iki âlimden bahsedilmek­ tedir (s. 141). Camii Karşi, kendi zamanında Almalık ve Balasagun taraflarını idare eden Dânişmend Tigin ( yukarıda zikri geçen Buzar Han’ın torunu) hakkında, bu zatın 12$9 (657) 'da Kuz-Balık ’ta vefat ettiğini zikretmiştir. KuzBalık ismi, Karahanlılarm şecerelerine âit bugün elimizde mevcut risalelerde de geçmektedir ( bk, ProiokohTurkesianskago krujka lyabiteley ar­ keologu, IV, 8 8 ). Her hâlde moğullar zamanında bu şehir, halk dilinde Balasagun değil, Kuz-Balık ismi ile tanınmış, fakat âlimler kendilerine, eski tarzda, al-BalSsâğüni nisbetini vermekte devam etmişlerdir. Bu nisbeti taşıyan son âlim olarak, yukarıda zikri geçen, Muhammed Fakih ’i biliyoruz ki, 13 u ( 711) ’de vefat ettiğini^ gös­ teren mezar taşı, Haydar Mirza tarafından, okun­ muştur. Bu taş da, aynı müellifin anlattığına göre, demirci Ömer Hoca tarafından yazılmış İmiş. Bundan anlaşıldığına göre, Kuz-Balık 1311 senelerinde hâlâ mevcut idî, Balasagun’da me­ denî hayatın inkıtaa uğramasının, Türk tarihi­ nin ana hatları (s. 39) ’nda söylendiği gibi, Türkistan ’da kuraklığın devam etmesi hakkındaki nazariye ile ilişiği yoktur. Çu ve İle havza­ sındaki diğer şehirler gibi, Balasagun ’un inhitatı



m



&ALASAĞÜN ^ BALAt.



da, moğul hanlarıma 1269 kurultayı kararı Üze­ bugün bu İsim Haliç ’te, Fener ile Ayvansaray (F . GlESE.) rin©, bu iki nehir havzasını göçebelere tahsis et­ arasında, bir semtin adıdır. Anadolu mevkî isimleri arasında Balat ’a, bil­ mek ve şehir ahâlisini diğer taraflara naklet­ mek tedbirleri neticesinde husule gelmiştir ( bk. hassa garbî Anadolu ’da, rastlanır. Bu adı ta­ Btigünkü Turkisian ve yakın mazisi, 2. tab., s. şıyan mevkilerden biri, Büyük-Menderes nehri­ 6r, m ). XXX. asrın ortalarında burada, Hokand nin ağzı yakınında, vadinin cenup kıyısında, hanlarının-tedbiri ile, şehir hayatı tekrar ihya denize 9 km. kadar bir mesâfede bulunan bir edildi. Balasagun ’un kâin olduğu Ak-Peşin ve köydür. Aydın vilâyetinin Söke kazası dâhilinde Şuyâb 'ın bulunduğu eski Tokmak harabelerinde, bulunan bu köyün nüfusu, 1935 sayımına göre, süryanî harfleri ile türkçe yazılmış, bir çok hı- 664 idi. Balat köyü tarihin eski çağlarında, Ege ristiyan mezar taşları bulunmuştur. Harabelere kıyılarının en faâl ticaret limanı ve parlak si­ ismini veren minare ( burana ) ’nin resmini Bart- tesi olan Milet ’in harabeleri üzerinde kurulmuş­ hold neşretmiştir ( Otçet, levha V I). Mimarisin­ tur. Anadolu içlerine doğru giden tabî'î bir yo­ den anlaşıldığına göre, bu minâre, Karahanlılar lun başlangıç noktasında bulunan Milet ’in eski zamanından kalma bir eserdir; fakat burada hiç tarihi bu makalenin çerçivesi dışında kaldığı bir İslâmî kitabe kalmamıştır. Balasagun harâ* için, burada sahil hattının nehir tarafından ge­ beleri hakkında Muhammedcan Aga Tmışpay tirilen kum ve çamurların birikmesi yüzünden, ( Krasnoreçinskiye razvalint i gorod Balasagun, Büyük değişikliklere uğradığını hatırlatmakla îzvets. turkest. oid. ras. geog, obşç.t XVII, 185— iktifa edeceğiz. Sahil hattının, milâttan beş asır *88)’m makalesi münhasıran Barthoîd ’un tetki- kadar evvel, şimdi denizden 30 km. içerde bu­ katma dayanmaktadır. (ZEKİ V elîd İ T o g a n .) lunan Söke ’de değilse bile, hiç olmazsa, vadi­ B A L A T . [ Bk. b a l a t .] nin karşılıklı iki kenarında bugün harâbeleri B A L A T . B ALAT, arapçaya, lâtince veya görülen Priene ve Myus arasında, yâni bugün­ grekçedea alınmış bir kelimedir; gerek plaiea kü kıyıdan 20 km. içeride, olduğu zannedilmek­ ’nın ve gerekse palatium ’un mânalarını aynı de­ tedir. O zamanlar denizin Latmik körfezi ( bu­ recede ifâde eder görünüyor. İsim hâlinde (müf. günkü Beş-Parmak dağının eski adı olan Latmos balaca), „düz zemin", »kaldırım taşı" ve »kal­ ve bundan Latmikos kolpos ) ismi ile Milet şar­ dırım taşları ile döşenmiş yer" mânalarına gelir. kında karalar içine iyice sokulduğu ve kıyıya Bu son mânası için krş. Kudüs ’te Çubbat al- bir rıhtımla bağlı tepeler üzerine yerleşmiş bu­ Şahra ’daki jasp taşma verilen balütat al-canna lunan Milet şehrinin garbında da bîr takım ada­ ( Badeker, s. $0 v.d,). Yakut ( I, 709), Medine lar (Lade adası ile Trageoe adacıkları) mev­ 'de Mascıd al-Nabi ile çarşı arasında al-Baîât cut olduğu bilinmektedir. Hâlbuki Latmik kör­ tesmiye edilen taş kaldırımlı bir meydandan fezi bugün denizden tamamiyle ayrıimlş bir göl bahsediyor, Fransa ’da romalılardan kalma cad­ hâlinde ( Bafa gölü — V âfi denizi = Bastarda deye araplar Balat dedikleri gibi, Poitiers ve Thalassa) olduğu gibi, Milet ’in, Sirabon ’un ifâ­ Tours muharebesi esnasında orada şehit dü­ desine göre, biri bütün bir filoyu içine alabile­ şen müslümanlarm hâtırasına mebni, Balat al- cek kadar geniş olan 4 limanı tamamiyle dol­ şuhadâ’ dahi demişlerdir. — Bu kelime, husu­ muş ; yine Strabon asrında deniz korsanlarına siyle Anadolu ve Suriye ile Ispanya'daki mev­ melce olan Lade adası ve diğer adalar tama­ ki isimlerinde çok geçer: Ispanya ’da bugün bir miyle ova içinde ve denizden uzakta kalmış bi­ çok al-Balgt vardır. Al-İdrisi ( nşr, Dozy ve de rer tepe hâlini almıştır. Kadîm şehrin tama­ Goeje, s. 175), Ispanya'da Estremadura ’da aî- miyle ortadan kalkması İle neticelenen bu inhi­ Balat isminde bir şehri zikrediyor ki, şimdiki tat, tarihin kaydettiği istilalalar yüzünden değil Câceres şehrinin cenûb-i şarkîsinde, bir koy — zîra bu istilâlaîardan her birinin sonunda, olarak, hâlâ durmaktadır. Portekiz 'in Lizbon, şehrin yeniden parladığı görülmektedir — kena­ Santarem ve Cintra 'yı ihtivâ eden eyâletine rına Milet ile beraber daha bir çok şehirlerin îdrisi zamanında al-Balata denirdi. Suriye 'de yerleşmiş olduğu körfezin alüvyonlar ile dolup de kelımey^ ^nevkî isimlerinde tesadüf edilir; kapanması sebebinden ileri gelmiştir. Bununla krş. Şam Ğüfa ’sında Bayt al-Biiât ( Yâlfüt, tür, beraber bu inhitat tedricî olmuş, Milet ’in ye­ yer. ) ; al-Balâta ( Yâhâît: al-Bulata ), Nâbuîus ci­ rine kaim olan ve şark kaynaklarında Balat, varında Yusuf 'un kabri ile Ya'küb 'un kuyu­ garp eserlerinde de Paîatiya ismi altında tanı­ sundan çok uzak olmayan bir köyün adıdır. nan belde, epeyce zaman ticari ehemmiyetini Eski hıristiyan hacılarının orada bir çınar ko­ muhafaza edebilmiştir. Orta çağdı hu havali rusundan bahsettiklerine bakılırsa, arapça keli­ Selçukluların eline geçtikten sonra, Balat şehrî, menin platanus isminden çıkarılmış olmasına Ayasuluk [ b. bk.] ile beraber, ticarî bir mevkî ihtimâl verilir. — İstanbul 'da vaktiyle esirlerin olarak, tanınıyordu. Anadolu ’nun tıirlü mah­ hapsedildiği al-Balâ| isminde bir mevkî vardı; sûlleri, kütahya-şapı, sahtiyan, halı, safran, su­



SÂLAf — ÖAlEAR AÖAtARt sam» bal ve bal-mumu, mazı, kuru uzum, buğ­ day ve arpa Balat *a indirilir, buradan adalara, Mısır ’a ve İtalyan limanlarına sevkolumır ve oralardan da lüzumlu eşya ve kumaşlar ithâl edilirdi. Bu sırada; şehir denizden uzak kalmış olmakla beraber, gemiler Büyuk-Menderes a r­ zından girerek,; buraya kadar gelebiliyorlardı. Buna niukabil, Germiyan beylerinin hazırladık­ ları korsan gemilerinin Büyük-Menderes ’ten Ege denizine çıktıkları ve Selçukluların sukutundan sonra, Balat 'a hâkim; olmuş. ; bulunan Menteşe beylerinin bunların yolunu kesmekten çekindik­ leri ve esasen Menteşe beylerinin de fırsat bul­ dukça bu yolda hareket ettikleri kaydedilmek­ tedir. Venedikliler Menteşe beyleri ile temasa geçerek, 1350’ye doğru (v e daha sohra 1403 ve i 4 i ı ‘de) onlar İle bir muahede imzaladı­ lar ve Balat ’ta bir konsolosluk ihdas etmek müsaadesini aldılar. Yıldırım Bayezid burayı zaptettiği vakit, Venediklilere evvelce verilmiş olan İmtiyazların kalacağım vaİt etmişti. An­ kara muharebesinden sonra, Balat, tekrar Men­ teşe beylerinin eline geçti ise de, 1426 *da kat’î olarak'Osmanlı hâkimiyeti altına girdi. Bu ta ­ rihten iki buçuk asır sonra Evliya Çelebi ’nin ziyareti sırasında (1082 = 1671/1672) B alat’m hâlâ mühim bir İskele olduğu anlaşılıyor. O sı­ rada Aydın ve Saruhan tüccarları buraya mal getirirler ve buradan da Ak-deniz adalarına tür­ lü eşya ihraç ederlerdi. Balat Menderes *in de­ nize döküldüğü yerden bir top menzili kadar uzakta bulunmakla beraber, gemiler ve kayık­ lar nehre girip, Balat ’tan eşya alırlardı. Bu sı­ rada Balat ile Suğfa, eyâlet paşasının hassı ol­ mak üzere, 150 akçelik bir kazanın merkezî İse de, mevkî sıtmalık olduğu İçin, kadısı ve yeni­ çeri serdarı Söke ’de otururlardı. Büyük hara­ beler arasında hâlâ sağlam,duran bir kalesi ve »gayet musanna, fakat Ayasuluk *taki kadar bü­ yük olmayan bir câmî" İle, üstü toprak örtülü 200 kadar ev bulunmakta idî. Fakat 1830 sene­ lerine doğru, buranın bütün ehemmiyetini çok­ tan kaybetmiş olduğu anlaşılıyor. Texier, bu ha­ yâlıyı ziyaretinden yarım asır kadar evvel bu­ rada bir köy; bulunduğu hâlde, seyahati sırasında buranın hemen hemen boş olduğunu, Milet ha­ rabeleri arasında, yalnız kış mevsiminde, çoban­ ların barındığını, fakat sıcaklar basınca terkblunan çitten yapılmış bir iki kulübeden başka şey görülmediğini söyler. XX. asrın başında Balat ın, nihayet fakir bir köyden ibaret oldu­ ğu ve türkler ile iskân edilmiş bulunduğu bili­ nir. Bâzı 'salnamelerde bu köyün adı Balat-burgazı' şeklinde yazılmıştır. Parlak eski çağ beldesinin yerine kaim olan bû köyden başka, yine garbı Anadolu 'da, Kütahya-Balıkcsir demir yolu üzerinde, Balıkesir 'slâttı A nsikloped isi



m



vilâyetine bağlı bir kâza merkezi olan ve bugün Dursunbey adım taşıyan Balat kasabası ile Mar­ mara denizinde Mandara adasın)n şimal kıyısın­ d a — bugün Pulat adı verilen — ve orta çağdan kalma bina harâbelerini ihtiva eden Palatia adlı bir köy ve nihayet İzmir—-Aydın demir yolu üze­ rinde, Söke şube hattmm ayrıldığı noktada, Bâlatçık adlı (son senelerde Reşadiye ve Ortak­ lar adım almıştır) bir köy de sayılabiliri B i b l i y o g r a f y a * . A. PhiIİppson, Reisen und Forschungen im westlichen Kİeinasien, V , 5 v.d.; Cn. Tezier, Asie Mineure, s. 161 v.d., 331 v.d.; W. Heyd, Geschichte des Levantehandels (tiir. yer.); Evliya Çelebi, Seyahat* nâme, IX, 146) v.d.; Besim Dar kot, Coğraf î araştırınalar, I, 44 v.dd. ( BESİM DARKOT.) B A L A T Ü N U S . [ Bk. BELÂTUNUS.J B A L A V A T . [ Bk. b e l â v â t .] B A L A Z O R Î. T Bk. belâ ZURİ.] B A L B A N . [ Bk. balaban .] ' B A L C . [B k. BELC.] B A L D A . [Bk. BELDE.] B A L K A R A D A L A R I, yun. Bc/Aıapeîç, lat. B a 1 i a r e s veya Baîeares olup, bu şekillerden birincisi daha mevsuktur. Bu adaların kadîm ahâlisinin gayet iyi sapan kullanmaları ve ge­ rek Roma ve gerek Kariaca ordularında, he­ men hemen çıplak olarak ata binen süvarilerine evvelce G y m n e s i a e ı n s u l a e denilen bu adamların sapancılık etmeleri yüzünden, bu is­ min yunanca »atmak" mânasına gelen |3dkXeıv kelimesinden iştikak ettirilmesi yanlıştır. Balear adaları garbî Akdenizde bir grup teşkil eder. Dar mânada Balear ismi, şimâl-i şarkîde, bu­ lunan Mallorca (Insula Majör; Prokop'tan beri Majorica, Majorca ) ve Menorca ( însuîa Minör, Minorica, Mm orca) adaları İle diğer daha kü­ çük Cabrera ( Capraria »keçi adası"), Ccnejerâ (Cunicularia »tavşan adası") adaları ve garpta bulunan: Dragonera (Triquadra) takım adala­ rına delâlet eder. Geniş mânada bu isim, cenûb-i garbide Pityusae („çam ağaçları;adala­ rı"), yâni Ibiza ( Ebusus, fenikece ) takım adaları ile Formentera ( Ophiusa") adası­ nı da ihtiva eder ki, bugün Proveneia de las Islas Baîeares ( Balear adaları eyaleti) ’e ve Orta çağda »Reino de Mallorca" ( Majorka kıratlığı) denilen ve Aragon hanedanının veltahddan gayrı evlâdına, malikâne olarak,.verilen {1276— 1343). ülkeye tekabül eder. A raplar bu adalara caza ir şark al-Andalus (»şarkî Endü­ lüs adaları") yahut al-caza ir al-şarkîya (»şark adaları"} adını verirler idi. Sustanı (Dö'irat al* ma'ârif, V , 149) ve Ş. Sâmî ( Kamus al-a'lâm, 1218) görülen caza*ir al-Bâlyara ile Ahmed Zeki Bey (Kamus al-coğrafiya al-kadima, tab. Bu­ lak, 1317 = 1899, s. 31) ’deki caza îr aUBâlyâr 18



İU



feAİJEÂR ÂDALÂRİ - BALHÂti.



ismi tamamiyle yenidir. Büyük adalara arapça Mayörk:a yahut Mayorka, Menorka yahut Menork» (nokta farkından dolayı çok defa birbi­ ri ile karıştırılmaktadır: > *-\ş* ve ) ve Ibıza 'ya ise, Yabisa denilir. Kadîm zamanlarda fenikelilere, Rodos yunan­ lılarına ve kartacalılara tâbî olduktan sonra, bu adaları nihâyet 122 (m. ö.) tarihinde Q. Caecilius Metellus Baİiaricus zaptetti ve Mayor­ ka 'da Palma ile Pollentia şehirlerini kurdu. Minorka’daki Mago (Mahon) ve Jamo (Jamna) yahut Cîudadela şehirleri, şüphesiz, Kartaca za­ manına aittir. 465 'te Balear adaları, vandellerden Geiserich’e tâbi oldu. 534'te Belisaİre’nin kumandanlarından Apollinarius bu adaları şarkî Roma imparatorluğuna ilhak etti. Mamafih bu adalar hiç bir zaman V'ısigothların eline düş­ medi. 707/708 ’de Müsâ b. Nuşayr 'm oğlu ‘Abd Allah ’m Balear adalarını yağma ve zaptettiği söyleniyor. 797/798 senesinde bu adalar, bir çok defalar, arap akmlarma mâruz kaldı ise de, Büyük Kari ( Charlemagne) devrinde, tekrar hıristiyanların eline geçti ( 799). Mamafih az zaman sonra, bu adalar tekrar araplar tarafın­ dan taarruza uğradı; bu defa araplara Nor* manlar da inzimam etti ve ancak 290 (903 } ta­ rihindedir ki, ‘Işâm al-Havlâm buralarını, de­ vamlı bir surette, Endülüs Emevî hilâfetine il­ hak etti. 405 (1014/1015) ’te Balear adaları, garp istikametinde tam karşılarına düşen Denia ( Dâniya) emîri Abu ’l-Cayş Mueâhid ai-Muvaffak al-cAmiri ’nin eline geçti. Bu emîrin oğlu ‘A li İkbâl al-Davla, babasının yerine geçip, 436 (1044/1045 ) ’dan 468 (1076 ) senesine kadar, saltanat sürdü; fakat kayın babası Saragos hü­ kümdarı al~Muktadir, onu tahtından indirerek, tekmil Denia ’yı kendi mülküne ilhak etti. Ba­ lear adaları da 468—486 (1075— 1093 ) 'da alMurtazâ ‘Abd AHâh, 484— 509 (1091— 1115 ) 'da Mübaşir b. Suîaymân ve 509 'da Abu Rabi‘ Sulaymân idaresinde kaldılar. Bu son emîrîn tahta çıktığı sene (5 0 9 = 1 1 1 5 ), Balear adaları Murabıtlar tarafından zapt ve 520 ( ıİ 3 i) 'y e kadar vâli b. Abu Bekr tarafından idare olundu. Bundan'sonra 525— 599 (1131— *202 ) *da müs­ takil Mufabıtîardan Banü Ğâniya geldi ve bun­ lardan bilhassa Muhammed b. ‘A li b. Gâniya (520— 546 = 1131— 1151) ve oğlu Abu İbrahim İshâk b. ’ Muhammed ( 546— 581 = 1151— 1185 ) hüküm sürdü. Adalar, Aragon kıralı Jaeques = Jâime I. (el Conquistador) tarafından 1228 ve bunu takip edeıi senelerde zaptına kadar, Muvahhidîn vâlİlet’i (601— 627 = 1204— 1229 ) tarafrndaı* idâre olundu. Dirayetli ve hakîm bir zat olan Abu ‘Osman Sa‘id b, ail-Hakem al-Kuraşi (630— 685=1232— 1286 ) Minorka adasında, „almojarîfe" unvanı ile, Arağon kıraîlığmm tabii



olarak, arapîarm tamamiyle buralardan çıkarıl­ masına kadar, ismen iktidar mevkiini muhafaza etti. Mayorka 'dan çıkan en meşhur adam, tarihçi al-Humaydî [ b. bk. ] ’dİr. > B i b l i y o g r a f y a t Âİvaro Campaner y Fuertes, Bosguejo historico de la Dominacion islamita en las Islas Baleares f Palma, 1888); bir de Numismâtica Baleares ( Palma, 1879 ) ; Codera, Decadencia y desaparicion de los Al~ moravides en Espana ( Zaragoza, 1899 ; Colecciân de Estttdios ârabes, III), bilhassa s. 167— 178: Las Baleares bajo los Almoravides î Estudîos crîticos de Hîstoria ârabe espanola ( Zaragoza, 1903 ; Coleccion de Esü1dios ârabes, VII), bilhassa s. 249— 300 i Alfred Bel, Les Benoa Ghânya, derniers rcpresentants de VEmpire Almoravide et lear latte contre VEmpire Almokade (Paris, 1903 ); krş, Luigi Salvadore d'Ausirİa, Voci di ori~ gine araba nella lingua delle Baleari; Fran­ cisco Hernândez Sanz, Compendio de geog~ rafta e historia de la İsla de Menorca (Ma* hun, 1908 ). ( C. F . S e YBO LD .) B A L F U R Ü Ş . [ Bk. BÂRFURÛŞ. ] B A L R J B k . BELH.] B Â L H A N . [ Bk. balhan .] B A L K A N . BALHÂN, H a z e r denizi sahi­ linde öz-B oy 'un kurumuş yatağının ( Amu-Derya ’mn eski yatağı) denize vardığı yerde bir d a ğ s i l s i l e s i d i r . Nehir yatağının şimalinde bulunan bu dağların yüksekliği 1634 m. ’ye ka­ dar varır ve bugün „büyük Balhan“ adını taşır. Öz-Boy 'un cenubunda olup, Küren-Dağ 'm biti­ şiğinde bulunan »küçük Balhan", büyük Balhan'* ’dan tamamiyle ayrı ve müstakildir. Hazer de­ nizindeki Bathan körfezinin adı »büyük Balban 'dan alınmıştır. Bu körfez Rusya— Iran hududu­ nun şimalindedir ve denizin şark sahillerinin en güzel limanı burada bulunur. Mukaddesi ( nşr. de Goeje, s. 285 ) *ye göre, buralarda inekler ve atlar başı-boş dolaşırlardı. Diğer taraftan Nasa ve Abivard ’de Mukaddesi 'ye anlatıldığına göre, bu İki kasaba ahâlisi arasıra Baîhanlara giderler ve orada bol-boî yu­ murta toplarlarmış. Mamâfih ne Mulfaddasi ve ne de başka kaynaklar bu havalide harabeler bulunduğunu zikretmiyorlar. Takriben 420 (1029) 'de Mâverâünnehr *den Horasan'a girmiş olan tîirkmenîer Baîhanlara çekilmişlerdir. Bunlar Ho­ rasan '1 yağma ettikten sonra, Gazneli Malım üd 'un kumandam Ârslâh-Câzib tarafından, bura­ dan çıkarılmışlardır (krş.îbn aî-Aşir, nşr.Tornb., IX, 267). Mahmüd 'un ölümünden sonra, bu türkmenîerîn reislerinden Kızıl, Buka ve; Köktaş, aşiretleri ile birlikte, ord"suna iltihak et­ mek üzere, Mas‘üd tarafından davet edilmişi ( al-Bayhalfi, nşr. Marley, s. 7 1 ),



BALKAN VIII. (XIV.) asırdan İtibaren, nehir (o manlar bu nehir kuru değildi) yatağının manşahında, küçük Agrıça limanı zikredilir. Fa­ kat bu mevkî hiç bir zaman ehemmiyet kazan­ mamış olsa gerektir. Abu ’l-Gâzi, isabetsiz bir iştikaka dayanarak, bu dağın adını Abu ’I-Hân suretinde yazar. Onun zamanında orada bir kaç turkmen kabilesi yaşamakta îdi. Öz-Boy büsbütiin kuruduktan sonra (takriben 1570), Balhanlar bölgesi tedricen çöl hâline geldi. Daha son­ raları buralarda artık, Yomut kabilesinden bîr kaç türkmenden başka, hiç kimseye rast gelinv:mez ‘oldu. Hîve ile ticarî münasebetler bakı­ mından, Mangışlak yarım adasının limanı, orta çağın başlarında olduğu gibi, o zaman da Bal­ han körfezine kat-kat üstün bir ehemmiyette idi. Balhan koyu, ancak ^Amu-Derya meselesi" doîayısiyle, tekrar alâkayı ceîbetti. Filvaki AmuDerya nehrini, Hindistan ’dan Hazer denizine kadar, inkıtâsız bir su yolu teşkil edecek su­ rette, eski yatağına irca etmek fikrini, ilk defa olarak, Petro I. ortaya atmış idi. XVIII. vc XIXi asırlarda körfez üzerinde bîr rus istihkâmı inşa etmek projesi, bir çok defalar, müzakere edil­ mişti. Fakat bu plân ancak 1869 ’da, Kafkasya 'dan gelmiş olan ruslar hem Balhan körfezi ci­ darını, hem de daha cenupta Mihaylovsk Iîmamat işgal ettikleri zaman, tahakkuk ettirildi. 1881’de Mihaylovsk'tan Kızıl-Arvat ’a bîr de: miryoln İnşa edildi. 1885— 1888’de bu hat, Semerkand *a kadar ve 1897/1898'de İse, Taşkend ve Endican ’a kadar temdit edildi. Balkan hayâ­ lısı, :ancak bu demiryolunun inşası tarihînden . itibaren, Hazer denizi şark sahillerinin başlıca mühim ticarî merkezi oldu. 1.887 *ye kadar de­ miryolu hattının başı Mîhayîovskoye id i; 1887 'den 1897 ’ye kadar Uzun-Ada'ya ve 1897'den itibaren de Krasnovodsk’a vardı. Orenburg — Taşkend demiryolu hattının 190$ *te küşadmdan beri »Hazer ötesi" demiryolunun evvelki ehem­ miyeti: kalmamıştır.’ Bu demir yolu,;ancak Kaf­ kasya ile orta Asya arasındaki münakalât için, ehemmiyetini muhafaza etmiştir. Sudan ve ne­ batattan büs-bütün mahrum olan Balhan dağ­ ları : zîraate tamamiyle elverişsizdir. Sınaî ba­ lkımdan, Krasnovodsk'tan takriben 7 km. mesa­ fede bulunan alçı ocakları oldukça mühimdir. Aynı Balhan adı (farsça balâ-hana kelimesin­ den iştikak ettiği rivayet olunur), türkler tara­ fından, Avrupa *ya nakledilmiş ve eskilerin Haemus dedikleri dağlara verilmiştir. Bugünkü Bal­ kan dağları ve Balkan yarım adası isimlerinin menşe’i de işte budur. (W . B a RTHOLD.) B A L H A R A . [ Bk. belherâ .] ; B A L -H Â R İS . [Bk, HÂRis.] . B A L H A Ş . [Bk, b a l k a ş .] '' B A L H L [BkVBELHÎ.]



BALIK.



m



za­ B A L IK , » ş e h i r , k a l e ve s a r a y " mâna­ larında, gerek ayrı ve gerek mürekkep olarak, şehir ve yer adlarında kullanılmış olan türkçe bir kelimedir. Orhun kitâbelerinde sâdece »şe­ hir" mânasında kullanılan bu kelime ( bk. msl. IE, ı z : taşra yorıyur iiyin qşidip bahkdakı tq~ ğılttnış, tağdakı inmiş »dışarıya yürüyor diye duyarak, şehirdekiler dağa çıkmış ve dağdakiİer inmiş"), aynı mânada uygur yazmalarında da sıksık geçmektedir (krş. W. Bang ve A . v, Gabain, Analytiscker îndex . , . , SBA W , XVII, 1931 )• Uygurca metinlerin bir kısmında, balık ile yanyana, türk muhitinde sonradan daha çok yayı­ larak^ belki de balık kelimesinin atılmasına se­ bep olan kent (saki kanthâ, sogd. kend- »şehir") : sözüne de tesadüf edilmektir ( bk, msl. T T V A , 41 hbt: kent tegreki badunuğ bnkunuğ oliir:ğeli alfctp mana amit balık içine kirgeli iarftr »işte (şeytan) ş e h i r etrafındaki halkı öldürüp bitirdikten sonra, şimdi ş e h i r içine girmek üzeredir" ). XI. asırda artık türk muhitinin büyük bir kıs­ mında balık kelimesinin istimalden çıkarak, ye­ rini kend ( kent) 'e bıraktığı anlaşılmaktadır. IÇatadğa bilig 'te yalnız kend kelimesi kullanıl­ dığı gibi, Mahmud Kâşğari de, Dîvân lağat altürk ’te, balık kelimesinin »saray ve şehir" ( I, 317, 3 ve balıklan- »bir yer kaleli olmak", II, 210, 5) mânasını kaydettikten sonra, bunun »mecusî ve uygurlara" mahsus olduğunu tasrih et­ mek lüzumunu hissetmiştir. Oğuz destanının, nisbeten yeni zamana âit olup, uygur harfleri ile yazılmış olan bir nüshasında bu kelime, her hâlde eski aslına uyarak, balık ve haluk şek­ linde geçmektedir ( bk. W. Bang ve G. R. Rah­ meti, Dîe Leğende von Oghuz Qagkant S B A W, XXV, Berlin, 1932 ve türk. trc. Oğuz Kağan destanı, İstanbul, 1936). Uyg.-çince lugatta ba­ lık »şehir ve kale" ( Radl. IV, 1166) ve çagat. balık »etrafı duvarla çevrilmiş şehir" ( Radl. IV, 1498) mânalarında’ kayıtlı olup, bugünkü türk şivelerinde artık, umumiyetle kullanılmamakta­ dır. Balık kelimesine, şehir ve yer adlarında da tesadüf edilmektedir ; msl. Orhun kitâbelerinde de zikri geçen BişBalık" (»beş-şehir"; Kaşg. I, 317, 4 ), Çanbalık ( Kaşg.' I, 103, z ), Yanıbaltk ( Kaşg. I, 103, 3 ve 3,17, 5 ), Hanbalık ( bir müd­ det Karakurum ve Pekin şehirleri bu ismi ta­ şımışlardır) ye îlibaltk (İh ırmağı sahilinde olup, bugün rusça tliysk ismini taşımaktadır). Balık kelimesinin menşe’i meselesine temas eden W. Bang’a göre (krş. T T II A 6s, not), bu kelime, her hangi bir şekilde, halikı »balçık, çamur" (Kaşg. I, 210, 3 ve 316 v.d., argu ve bâzı oğuzlarda; krş. bir de balılflığ »çamur­ lu", Kaşg. I, 412, 5 ve balıklan- »balçıklanmak"



Ö ÂU R Kaşg. II, 210, 5 ), balçık »sulu çamur" (kaşg. J, 210, 3 ve 388, 18), bugünkü şivelerde balçık (anad., kaz.), pal çık ( çag., tar.), palçalt. ( sag.), palğaş ( leb., şor.), palkaş ( alt., tel.) »balçık" kelimeleri ile alâkab olduğu gibi, diğer cihetten balgasun ( mog.) ve fatga ( inanç.; krş, bir de balgat ( mog.) ve falan (manc.) kelimeleri ile de münasebeti vardır ( bk, Ramstedt, J S F O a, XXXII, s. 9 ). Moğul. batçik »çamur, balçıklı ba­ taklık" ise, doğrudan doğruya türkçeden geçmiş olacaktır. W. Bang bunun diğer bir benzerini toy keli­ mesinin inkişafında da görmektedir: toy »çamur, balçık" ( Kaşg., III, 103,16) ve »karargâh" (Kaşg. I, 429, 17); han toyı »han karargâhı" (Kaşg, IH, 103,14). Bu kelime uygurca yazmalarda »şe­ hir" mânasıı-a da kullanılmıştır ( krş. A. v. Le Coq, S B A W, 1902, 1210: kentü. toyınaru »kendi şehrine doğru" ve T T I I A 65 : toy kapğiha tegi bardılar »şehir kapısına kadar gittiler"). Gerek balık ve gerek toy kelimelerinin »şe­ hir" mânasında kullanıldığı mmtakalarda ev ve duvarların çok defa b a l ç ı k t a n yapılmış ol­ duğu nafcarı itibara alınırsa ( krş. F. v. Schv.’arz, Turkestan, 156 v.dd., 410 v.d,), bu İnkişâfı tabiî görmek lâzım gelir. ( R, RAHMETİ A r a t .) B A L IK E S İR , Anadolu ’nun garbında, Mar­ mara bölgesinin cenup kısmında, evvelce Karasİ beyliğinin ve şimdi kendi adını taşıyan vilaye­ tin merkezî olan bir şehirdir. Balıkesir, garbî Anadolu ’nun Marmara kıyılarına yakm kısım­ larında, şark-garp istikameti! ovalar ve göller, Ege denizine doğru açılan, yine aynı istikameti! geniş vadiler arasına yerleşmiş, kütlevî yapılı bir memleket (eski Mysıa) içinde, bir takım tabiî yolların birleştiği noktada kurulmuştur. Bu yollardan biri, Marmara kıyılarında KapıDağ yarım adası ile korunan ve kadîm Kyzikos (Edİncık) ’un harabelerine uzak olmayan Ban­ dırm a‘dan başlayarak, Susurlu çayı vadisini ta­ kiben, cenuba doğru uzanır, geçilmesi kolay sırtları aşarak, Bakır çayı vadisinin yukarı kıs­ mına ulaşır ve oradan Bergama yolu İle, Ege denizi kıyılarına yahut, Akhisar üzerinden, Ma­ nisa ye İzmir *e iner. Yolun bu kısmı, bugün Bandırma—Balıkesir— İzmir demir yolunun gü­ zergâhını teşkil etmektedir. Garp-şark istikametîi bir yol da, Edremit körfezi kıyılarından başlayarak, birbirlerinden nisbeten alçak sırtlar ile ayrılmış bir sıra çukur ovaları (Edremit, İv­ rindi ve Er gama ovaları) tâki ben, bîr kenarında bugünkü Balıkesir şehrinin kurulmuş bulunduğu ve diğer köşesinden de Susurlu çayının geçtiği ovada, yukarıda bahsi geçen, şimal-cenup isti­ ka met it yola kavuşur. Bu esas yollardan baş­ ka, Balıkesir, şiiinâl-i gârbîde Balya ya ve Ça­ nakkale ye, cenûb*i şarkîde de Bigadiç ve Sın­



S a ÜKESİR, dırgı ’ya bağlandığı gibi, 1932 senesinde tamam­ lanan bir demir yolu da, bu şehrî Kütahya 'da ana hatta raptetmektedir. Bugünkü Balıkesir 'in kurulmuş olduğu ovanın ( Apia campus), kadîm devirlerden beri, bu yol vaziyetinden istifade etmiş olduğu muhakkaktır. Bizans ile zengin Ege kıyıları arasında kara irtibatı buradan te­ min edildiği gibi, bugün de İstanbul ile İzmir arasında en sür’atli muvasala, Balıkesir yolu ile temin edilmektedir ( İstanbul ’dan Bandırma ’ya deniz yolu 64 mil, demir yolu ile Bandırma'dan Balıkesir 'e 103 ve buradan İzmir ’e 240 km.). Yol bağlılığı sayesinde, Balıkesir, yakın zamana kadar, meşhur haftalık pazarı ve yıllık panayırı İle anılmakta idî. Cihannümâ, Balıkesir’in sah pazarını kaydeder. Balıkesir civarında ilk defa adı geçen belde Achiraus olup, bunun şimdiki şehirden 25 km. kadar şarkta bulunan Kepsut ’un yerinde olduğu tahmin edilmektedir. Bu mevkie sonraları Hadrianutheraİ ( »Hadrianus ’un müstahkem beldesi" ) kuruldu ki, Kepsut ’un 5 km. şarkındaki Beykoyü ’nde bulunan harâbelerîn buna âit olduğu zannedilmektedir. Kadîm beldenin ilk ve orta çağda bir kaç defa yer ve ad değiştirmiş olması muhtemel ise de, şimdiki Balıkesir 'in. ne zaman ve kimin tarafından kurulduğu kat’îyetle bilin­ miyor. Hor ne kadar İbn Batuta ( Seyahat-nâme, I) ve Şihâb ai-Din 'Omari ( Masâlik aUabşâr ), şehrin Kara İsâ Bey tarafından tesis edilmiş olduğunu yazarlarsa da, Balıkesir isminin, muh­ temel olarak, Palaeo-Kastro ( »eski hisar") adım istîhiâf etmiş olması, bu te'sisin, gerçekten, ev­ velden mevcut bir müstahkem mevkii tevsî ve makarr ittihaz etmek mânasına alınması daha doğru olacağını gösterir. Bununla beraber, 1300 yılında Selçukluların, Anadolu ’nun bu garp kö­ şesinde, yerme geçen Karasi beyliğinin uzun ömürlü olmadığı ve Marmara kıyılarından Ça­ nakkale boğazına ve Anadolu 'da Ege denizi kı­ yılarının şimal kısmına kadar uzanan toprakla­ rının, yarım asır geçmeden, Orhan Gazi tara­ fından, tamamiyle Osmanlı devletine ilhak edil­ miş bulunduğu ve Karasi beylerinden, bu ülke­ de, kayda şâyân bir eser kalmadığı malûmdur ( bk. KARASİ-OĞULLARI). Karasi âdı, yakın vakta kadar, Osmanlı dev­ letinin mülkî taksimatından biri olmak üzere, yaşadı. Balıkesir, ilk önce, Anadolu eyaletinin. Karasi sancağına merkez olmuştu ve bu sanca­ ğın arâzisi, Marmara kıyılarına yakm olan kı­ sım ve şark tarafları hâriç tntulmak üzere, şim­ diki Balıkesir vilâyeti arazisine az-çök tekabül ediyordu. Karasi sancağı, - hem- de orta Asya hükümdarlığım iddia eden, Ügedey ' Han ’m torunu Kaydu ’ya karşı kendisini müdafaa etmek vaziyetinde kaldı. Kağanın şarkî-Türkistaa valiliğine tâyin ettiği Muğultay, Burak tarafından kovularak, yerine bir başka vali tâyin edilmişti; kağan, kovulan valiyi memuriyetine iade İçin,:6.000 süvariden mürek­ kep, bir ordu gönderdi ise de, Barak bu ordu­ ya karşı adedce çok üstün, 30.000 kişilik bir ordu çıkardığından, kağanın süvarileri, muharebesiz, çekilmeğe mecbur oldu. Barak kendi askerlerine kağanın hâkimiyeti altında bulunan Hoten’i yağma ettirdi. ' .Kaydu *ya kargı açılan harp daha az muvaf­ fakiyetli oldu. Bu harpte dahi Barak, ilk Önce, faik bir vaziyette idi; fakat Kaydu Âltın-Ordu hükümdarından yardım gördü. Batu ve Berke Han'ın biraderi olan Berkecar, orta Asya *da 50.000 kişilik bir ordu ile meydana çıktığından, harbin- tâlii değişti. Barak mağlûp oldu ve düş­ manlarına- ümitsiz bîr mukavemet göstermek üzere, Mâveraünnehr 'e çekildi; fakat Kaydu sulh istedi. Bir kurultay toplandı ve bu kurul­ tayda orta Asya ‘da, Kaydu ’nun hükümdarlığı altında, kağandan tamamen müstakil bir dev­ let teşkil: edildi. Bütün hanzâdeler birbirlerinin kan. kardeşi ( anda) oldular. Koy ve şehirlerde ahâlinin mülklerinin himaye edilmesi, hanzâde­ lerin bozkırlarda- ve.dağlık yerlerde mer’alar ile iktifa- etmeleri ve göçebelerin'sürülerini ekin ; mıntakalarmdan uzak tutmaları kararlaştı. Mâverâünnehr ’in . büyük kısmı Barak ‘a bırakıl­ makla beraber, burada dahi ekin mıntakalarmm idaresi Kaydu tarafından tâyin edilen vali Mas’ud Bey ’e havale edildi. Bu kurultayın toplandığı yereye tarih,hakkmdakı malûmat -tehâlüf etmek­



309



tedir; Raşıd al-Din’e göre, 667 (1269) senesi ilk baharında T a la ş‘ta- toplandı; V a şşa f’a g o re, toplantı Semerkand ‘m şimalinde kâin Kat•vân bozkırında bundan 2— 3 sene daha evvel vukû: bulmuştur; çünkü, bu kaynağa göre, Mas‘ud Bey 666 (1268) .senesinde, Kaydu ve Ba­ ra k ’m elçisi sıfatı ile, İran'a gitmiş ve Barak 'm Âbaka *ya karşı seferi 667 ( 1269 ) tarihinde vukû bulmuştur. Bu sefer daha kurultayda tasarlanmış ve Kaydu tarafından teklif edilmişti; Anlaşıldığına göre, Kaydu bu vasıta ile dâimâ tehlikeli say­ dığı hasınım memleketten uzaklaştırmak İsti­ yordu. Mas'üd Bey, Kaydu ve Barak ’m hakları olan vergileri tahsil etmek bahanesi ile, İran’a gönderildi •( her zaptedilen memlekette hüküm­ dar: sülâlesine mensup olanlara varidatın bir kısmının verilmesi kaidesi henüz mer'î bulunu­ yordu); fakat bu elçiliğin hakikî hedefi, mem­ leketi ve orada olan-biteni öğrenmek İdi. Elçi­ lerin avdetinden az zaman sonra, Barak hare­ kete -geçerek,. Horasan ve Efganistan *ıri bâzı yerlerini işgal etti; fakat Kaydu tarafından yardımına gönderilen (Kıpçak kumandasındaki) askerlerden pek az yardım görebildi ve az za­ man sonra büsbütün yalnız kaldı. Raşıd al-Din 'in anlattığına göre, Kaydu bu vaziyetin kendi emri ile vukû bulduğunu sonradan söylemiştir. Artık ondan sonra Kaydu ile Abaka birbirleri ile dost oldular. Abaka, 1 zilhicce 668 (22 -tem­ muz 1270) tarihinde, hasramı tam bir hezimete uğratmıştır; Barak yalnız 5.000 kişi İle Buhara yolu üzerinde Amu-Derya ’nm arka taraflarına doğru çekilmeğe mecbûr oldu. Muharebe esna­ sında attan düşerek sakat kalmış olduğundan, sedye ile nakledilmiştir. Hayatının son senesi hakkmdaki haberler muhteliftir. Vaşşaf ’a göre, kış mevsimini Buhara *da geçirerek, orada ihti­ da etmiş ve Sultan Giyâş al-Din lâkabım al­ mıştır ; ertesi sene Sîstan ’a bîr 3efer açm ış; fakat bâzı hanzâdelerin bozgunluğa uğraması üzerine, tasavvuları akîm kalm ıştır; zevcesi ile beraber, Kaydu ’ya teslim olmuş ve Kaydu 'nun emri île’ kendini zehirlemeğe mecbur kalmıştır. Raşid al-Din tarafından verilen tafsilât daha tamam ve öyle görünüyor ki, daha mevsuktur. Bu kaynağa göre, hanzâdelerin bozgunluğu, Barak ’ın Amu-Derya arkalarına doğru ric’atinden daha sonra olmuştur; Barak bizzat Taşkend ’e gitmiş ve orada iken, Kaydu ’ya adam göndererek, imdat talep etmiştir. Kaydu, 20.000 kişilik bir ordu.ile, yola düzülmüş, fakat Barak ile âsî hanzâdeier arasındaki muharebelerin neticesini bekleyip, bundan istifâde etmek için, kasten,* gâyet yavaş ilerlemiştir. Barak muharebeden muzaffer çıkmış ve «kan kardeşi" ne, artık kendi yardımına ih­ tiyacı kalmadığı cihetle, geriye dönmesini tav-



3io



,



....



BARAK-HAN - BARANTA.



8 îye etmiştir; fakat Kayda, onu dinlemeyip, yürü­ bir veya bir kaçı tarafından işlenen cürümden yüşüne devam etmiştir. Kaydu *mm ordusu, şüp­ bütün kabile mçş'ul olduğundan, hakları ayaklar hesiz, Barak 'mkinden daha kuvvetli İdİ; Kaydu, altına alınmış bir kabile, çok defa, asıl müte­ Barak 'm ordugâhına yaklaşınca, onu gece vakti cavizi cezalandır maktansa, onun kabilesinden eli­ askerlerine muhasara ettirmiştir. Daha o gece Ba­ ne geçirebildiğine saldırırdı. Böyle bir baranrak, rivayete göre, korkusundan olmuştur. Ertesi taya uğrayanlar, İntikamlarını almak için, bagön Kaydu ‘mm elçileri ordugâha geldikleri za­ rantacılardan her hangi birini intihapta serbest man, feryatlar ile karşılanmışlar; Barak ‘m öl­ olduklarını farzederlerdi. Bu gibi münazaalar düğünü haber almışlar ve bunun üzerine efen­ ve bunun neticesi otan mütemadi çarpışmalar, dilerinin yanma dönmüşlerdir. Kaydu ’nun emri camianın refahıha halel vermeksizin, senelerce İle, Barak yüksek bir dağ tepesine defneditmİş- devam edebilirdi. Hattâ Radioff, göçebelerin tir ( yâni bir müslüman gibi değil, bîr moğul asıl böyle karışık zamanlarda bile nüfuslarının gibi). Hanzâdeler, başta Mubarek-Şâh olduğu arttığını ve refahlarmış çoğaldığım tebarüz et­ (W. Barthold.) hâlde, mütevaffamn yaptığı zulümlerden şikâyet tiriyor. Orta Asya ve cenubî Sibirya göçebe türk etmişler ve Kaydu da bunların Barak ’tan kalan matları temellük etmelerine müsaade eylemiştir. kavimlerinin hayatına, örf ve âdetlerine dâir Mubarek-Şâh ’m zevcesi, Barak *m dul karısının yazılan eserlerde baranta ( kırg. harım fa, şart. kulaklarından küpelerini koparmıştır. Mubârek- barimta ve baramta ), umumiyetle »yağma, gâŞah, daha sonra, Abaka ’nm hizmetine girmiş­ : ret ve çapulculuk" diye izah edilir. Fakat bu, tir. Raşid al-Din tarafından nakledilen bu ma­ Avrupa ve rus muharrirlerinin, kendi muhitle­ lûmatın kendisinin etrafında bulunanların riva­ rinin telâkkisine göre, yaptıkları bir izah olup, örf ve âdet ( zan, töre ) kaidelerine göre yapı­ yetlerinden toplanmış olduğu şüphesizdir. V aşşaf'a göre, Barak 668 (1270) senesi yaz lan barantamn mâhiyetine pek de uygun değil­ mevsiminde ve Cam ii al-Karşi ’ye göre ise, dir. Bununla beraber, barantamn, son asırda, 670 senesi iptidasında {9 ağustos 1271) ölmüş­ kabile teşkilâtı tereddiye uğrayan sagay ve katür, Bu son tarih daha mûteber tutulmaktadır; zak-kırgiz ç a t a k (göçebelikten ayrılıp ziraat çünkü Barak İle Abaka arasındaki muharebenin ile uğraşan, kasaba ve şehir civarlarında yerle­ zamanına dâir, Raşid aİ-Din tarafından, verilen şenler) ‘İarmda âdi yağmageriik ve hırsızlık mâ­ ve itimada layık otan malûmata tetabuk eden hiyetini. aldığı ve komşu kav imlerin telâkkile­ rine uyarak, hırsızlıklara da baranta denildiği tarih yalnız budur. B i b l i y o g r a f s a : Vaşşâf, Tarih; (nşr. malûmdur. Orta Asya re cenubî Sibirya göçebe türkleHammer), s. 134 v.d., tre. s. 128 v.d .; Raşid al-Din, CamC al-tavârih; D’ Obsson, His- rinin kabile bayatım, örf ve âdetlerini yakın­ toire des Mongols, III, 427 v.d.; Hammer- dan tetkik ve müşahede edenler, baranta, baPurgstall, Geschickte der Ilchane, I, 258 v.d. rımta ’tua y a ğ m a ( talan ) ve h ı r s ı z l ı k ! ( Urluk) 'tan başka bir İçtimaî hâdiseyi ifâde et­ (W . Ba r th o ld ,) tiğine kanaat getirmişlerdir. Grodekov'un kayd­ B A R A K A . [ Bk. bereket .] ettiğine göre, barantamn, örf ve âdete mu­ B A R A K A T . [ Bk. rerekât.] vafık olarak, yapılması için, 3 şart vardır: 1. B A R A K Z A Y . [ Bk. bârekzey .] gündüz yapılır, 2, taarruzun baranta olduğu B A R A M ÎK A . ( Bk. berAmIke .] B A R A N , f Bk. BEREN.] açıkça ilân edilir ve 3. haksızlığın tamiri için olur. Barantamn eski örf ve âdet kaidelerine B A R A N İ. ( Bk. beren!.] B A R A N T A , İştikakı belli olmayan ve o r t a uygun şekli, son zamanlara kadar, kazak-kırgız A s y a *da kullanılan t ü r k ç e bir kelime olup kabile teşkilâtım bütün an’aneleri ile yaşatan. ( diğer lehçelerde bulunmadığı zannediliyor), Bağana!i-Nayman kabilesinde müşahede edilmiş­ g ö ç e b e türk aşiretlerinin yağma için yaptık­ tir. Bunların âdetine göre, kardeşlik yolu üe ları akmlan ifâde eder. Göçebe hayatına mah­ ve yahut hâkimin { b i) kararma rağmen, hak­ sus olan bu hâdisenin ve bundan doğan harp hâ­ kım alamayan bir bağanah, hasınımn veya haslinin ( caa < y ağı) ehemmiyeti, bütün tafsilâtı mın.n kabilesine mensup birinin malından, hak­ üe, W. Radloff ( Aus Sibirien, 2. tab,, Leipzig, kının bîr kaç mislini, almak ve kendi obasına 1893, 1» S09 v.d. ve bilhassa Das Kadatku Bilik, götürüp saklamak hakkını hâizdir. Fakat bu mal 1. kısım, Petersburg, 1891, s. LU. v.d.) ‘ta göste­ üzerinde tasarruf hakkı yoktur. Bu mal, hasoıı rilmiştir. Bozkırlarda muntazam bir hükümet halk hâkimlerinin huzuruna getirmeğe mecbur bulunmadığı ve hükümlerin infazı hâkimin şahsî etmek için, rehin olarak, tutulur, ö r f ve âdete nufuzuna ve iki tarafm hüsn-i niyetine tâbi, uygun olan bu baranta, Radioff, Barthold ve olduğu zamanlar, göçebeler, çok defa, haklarını Hudson'un iddialarına rağmen, hiç bîr zaman bizzat elde etmeğe mecbur kalırlardı. Efradından kabileler arasında harp vaziyetini ihdas etmez;:



BARANTA - BARBAROS HAYREDDİN PAŞA. Baranta,- bâzan aynî kabile dâhilinde ve hattâ akraba arasında da olur. Baranta (barimta) kelimesi, Örf ve âdet kai­ delerine uygun olarak, ifâde, ettiği »rehin** mâ­ nası ile, Radloff (İV, 1482.) . tarafından Şart türkçesinde tesbit edilmiştir. Kara-Kırgız leh­ çesindeki barımta kelimesi de, K. K. Yudahin ( Kirgizsko-russkiy slover', Moskova, 1940, s. 73 ) tarafından, hakikate az çok uygun olarak, izah edilmiştir. Bu İ2aha' g ö r e barımta,. eski bir ke­ limedir." Haksızlık edenin .veya onun akrabası­ nın hayvanlarını. sürüp 'götürmek maksadı ile yapılan akındır. kij: iddia, edilen hakkı teminat altına alma şekillerinden biridir. - Bozkır göçebeleri için neşredilen rus kanun­ ları "da barantayı.;yağma ve garet yahut hırsız­ lıktan ayırm ıştır*: Hattâ yakın zamanlarda neşr­ edilen Sovyet kararnamelerinin bile, barantayı â d ı ve c i n a î diye, ikiye ayırmak zaruretini hissettiği görülmektedir ( krş. Merkez icra ko­ mitesinin 16. X. 1924 tarihli kararı). B i b l i y o g r a f y a : Grodekov, Kirgİzı.i Kara-Kirgizı Str~Daryinskoy oblasti ( Taşkend, 1889), s, 159, 170 v.d., 198 v.d.; Alfred -i:E. Hudson, Kazak social sfrustructure ( Ne w Haven, 1938), s. 66. ( A bd ÖLKADİR İnan .) - B A R Â Ş A . [ Bk. BERÂSÂ.] . B A R B A . [ Bk. berbâ .] B A R B A R O S H A YR E D D İN P A Ş A , ĞÂzI ( Barbarossa ) (1483 ? — 1546 ), büyük türk ami­ rali* Asıl ismi Hızır { H ür ) 'dır. Din ve dev­ let yolunda başardığı büyük işlerden dolayı, Kanunî Süleyman tarafından kendisine Hayreddi»ismi verilmiştir. (İtalyan vesikalarında Cairodino yahut Ariadeno). Kardeşinin mevkiine tevarüs ettiği: için, Akdeniz şimal kıyılarındaki kavimlerce, Baba Oruç isminin tahrifi ile veya kı­ zıl sakallı: manâsına gelmek üzere, Barbarossa ve Barberousse ( Fransa 'nm o zamanki devlet muhaberatında Aenobarbus ) diye tanı İntaktadır. .Barbaros Hayreddin’in babası Yâknb, Eceovalı olup, Midilli ’nin Türkiye ’ye ilhakından sonra, oraya gelip yerleşmiş ve orada 4 oğlu olmuştur. Bunlardan, sonraları Barbaros Hay­ reddin İsmini taşıyacak olan Hızır, 1483 yılla­ rında,doğmuştur. Barbaros Hayreddin, XVI. asrın ilk yıllarında (belki Saros) ve Selanik 'e gemi, işleterek, ticaret ile meşgul oldu ( bk, Kâtib Çelebi, T ahfat al-kibar f i asfâr al-bihâr, Müteferrika tabı, var. 92; Gazavât* 1 Hayred* din Paya, Üniversite kütüp., ur. 2639 ’da Yâkub Ağa ’nın „Selânik kurbünde Vardar yenicesindenH olduğu yazılıdır). Bu sıralarda, baştan başa korsanlar ile dolu olan Akdeniz ’de gemicilik ve deniz ticareti güç bir iş idi. Nitekim Barba­ ros^Hayreddin de, doğu Akdeniz’ de en büyük korsan yatağı olan Rodos adasının şövalyeleri



tarafından esir edildi ise de, bir gün, bir kolaymı bularak, esaretten kurtulunca, korsanlık yapm ağa:karar verdi ve kendisinden önce bu mesleğe atılmış olan ağabeyisi Oruç 'un yerleş­ miş bulunduğu Tunus 'tâki Cerbe adasına gitti. Barbaros Hayreddin ve Oruç, korsanlık ile elde edilecek ganimetlerin beşte birini Tunus‘a hük­ meden Al-i Hafş hanedanının hazînesine vermek şartı île, Halk al-Vâd kalesinde barınmak mü­ saadesini: aldıktan sonra, Akdeniz 'de genişi Öl­ çüde korsanlık hareketlerine giriştiler. Ceneviz, Venedik, franstz ve İspanyol ticaret ve harp gemilerine, karşı kazandıkları bir çok muvaffa­ kiyetten sonra, hem kuvvetleri arttı, hem de servet ve şöhret kazandılar. Bunun neticesinde^ Barbaros Hayreddin ile Oruç ’ta, şimalî Afrika ’da bir devlet kurmak fikri uyandı. Esasen şi­ malî Afrika 'nın vaziyeti de bu fikrin tatbikini kolaylaştıracak mâhiyette idî; sahillerde ispanyoilar İle Cenevizlilere âit pek çok mühim kale ve limanların ana vatanları ile olan irtibatları gevşekti ve İslâm hükümetlerinin aralarında dâimî ihtilâflar ve çarpışmalar oluyordu. Barbaros Hayreddin ve Oruç, Şerşel (C ecel)’i Cenevizlile­ rin elinden kolaylıkla aldılar (1512); Buca (Bougie; Kâtib Ç eleb i’d e: Becâye) üzerine yaptık­ ları iki sefer neticesiz kaldı ise de, bu şehri müdafaa eden ispanyollar, istikbâl için, endişe­ ye düştüler, 1516 ’da Cezayir halkının daveti üze­ rine, Cezayir limanının ağızında bulunan Penon kalesini ispanyollardan almak vaadi İle, Şerşel ’i zaptederek, Cezayir şehrine girdiler ve bir müddet sonra, hâkimi öldürerek, o şehre sâhtp oldular. Barbaros Hayreddin ile Oruç, bundan son­ ra kendilerine karşı cephe alan arap ve is­ panyollar ile savaşmak zorunda kaldılar. Ceza­ yir ’i geri almak için işbirliği yapan bir İspan­ yol filosu ile bir arap ordusunu mağlûp ettik-' ten başka, Ispanya’nın müttefiki olan Tenes ve Tlemsen beylerinin de topraklarını ellerinden al? dtlar. Fakat ispanyollara İlticaya muvaffak olan bu beyler, İspanyol kuvvetleri ile tekrar taar­ ruz edince, Oruç, bu taarruza karşı koyarken, Tlemsen ’de şehit düştü. Bunun üzerine Barba­ ros Hayreddin, fethedilen topraklan tek başına idare etmek mecburiyetinde kaldı. Ispanyol ve arapîarın Oruç ’u şehit etmeleri, Şerşel ve Te­ nes şehirleri ile evvelce iki kardeşe itaat etmiş ' olan kabilelerin baş kaldırmalarına sebep oldu. Bu sırada Cezayir şehrinde bulunan Barbaros Hayreddin bu kötü vaziyeti, mertçe ve ustalık ile karşıladı. Cezayir şehrini zaptetmeğe gelen bîr İspanyol donanmasını bu şehir Önünde pe­ rişan ettiği gibi, ispanyollar He birlikte hareket eden Tlemsen kuvvetlerini de çekilmeğe zorla? yarak, Tlemsen ve Tenes kalelerini geri aldı,







BARBAROS HAYREDDİN PAŞA.



. ■ Bu muvaffakiyetlerine rağmen, İleride ispanyollar ve araplarm müşterek hücumlarına uğra­ yacağını kestiren Barbaros Hayreddin, şimalî Afrika ‘dakî vaziyetini tahkim etmek için, Ya­ vuz Sultan Selİm’e bir heyet göndererek, top­ raklarının Osmanh hâkimiyetine kabulünü dile­ di. Mısır 'da kölemenlerin saltanatına son vere­ rek, bn ülkeyi Osman! t topraklarına bir eyâlet gibi henüz bağlamış bulunan padişah, bu tek­ lifi memnuniyetle kabûl ettikten başka, Barba­ ros Hayreddin *e beylerbeyi payesini verdi ve her türlü yardımı va’detti. Şimalî A fr ik a ’ya s.ooo kişilik bir yeniçeri kuvveti ite, top gön­ derildi. Barbaros Hayreddin Paşa, Anadolu ’dan istediği kadar asker toplayabilecekti. O artık Osmanlı devletinin şimalî Afrika ’da ve Akde­ niz ’de idare salâhiyetini de hâiz bir kumandanı oluyordu. BÖylece devrin en büyük imparator­ luğu olan Osmanlı devletinin maddî ve manevî kaynaklarından istifâde edebilirdi. Barbaros ’un Osmanlı hizmetine girmesi, düş­ manlarım telâşa düşürdü ve ona karşı harekete geçmelerine vesîle oldu. Tunus ve Tlemsen bey­ leri, ittifak ederek, Cezayir halkını Barbaros aleyhine kışkırtmağa çalıştılar. Fakat Barbaros Hayreddin, Cezayirli aleyhdarlarını yakalatıp as­ tırdı. Bu hâdisenin akabinde ispanyollar taarruza geçti. Sicilya kıral naibi Huğu Moncada’nm ku­ mandasında 4.0 gemiden mürekkep bir filo, 5.000 kişilik bir ordu ile, Cezayir önlerine geldi. Kuv­ vetler karaya çıkıp Cezayir ’e hücum etmeğe muvaffak oldularsa da, bozguna uğradılar ve kıra! naibi, pek az kuvvetle dara-dar kaçarak, canım kurtarabildi (1519 ). Bu zafer Barbaros Hayreddin’e bir barış ,devri getirmedi. Tunus beyinin Cezayir üzerine sevkettiğı bir ordu ile savaşmak zorunda kaldı, Flissat um el-tıl’de ya­ pılan muharebede, Ahmed b. al-Kâzi, Tunus or­ dusu tarafına geçerek, Hayreddin ’e ihanet ettiğhıden, muharebe tunusluların lehine netice­ lendi, Barbaros Hayreddin, Cezayir ’de efkâr-ı umûmiyenm kendisine müsait olmadığım öğre­ nince, Şerşel’e çekilerek, tekrar korsanlığa baş­ lad ı A z kuvvet ile hıristiyan gemileri üzerine, arka-arkaya-kazandığı akıllara hayret veren za­ ferleri ile, Akdeniz ’de üb saldı. Şöhret sahibi türle korsanları ve kaptanları onun emrinde hiz­ met görmek için, Şerşel’e geldiler. A z zaman­ da 40 gemilik bir donanma kuruldu. Bu donan­ ma ile Barbaros Hayreddin, 1520 ile 1525 yıl­ ları arasında, bir \ taraf tan Avrupa sahillerini basarak, büyük ganimetler elde ederken, diğer taraftan şimalî A frik a’da O0II0, Bona ve Constantine (Kosantina) şehirlerini fethetti. Bu mu­ azzam zaferler ve fetihler silsilesi, bir çok arap kabilelerinin ve Cezayir şehri halkının Barbaros Hayreddin tarafına geçmesine sebep oldu. Bar­



baros Hayreddin, kendisini kâfi derecede kuv­ vetli hissedince, düşmanlarının üzerine yürüdü: Ahmed b. a!-I£ûzi ile harbe tutuştu ve onu iki yerde mağlup etti. Bu mağlubiyetler yüzünden şöhretini kaybedçn lbn al-Çâzi, kendi askerleri tarafından, katledildi. Bundan sonra vaziyet, hızla Barbaros Hayreddin lehine gelişti; isyan hâlinde bulunan bir çok arap emirleri ona dehâlet ettikleri gibi, Cezayir ve Mitdza da tekrar türk hâkimiyetini tamdılar. Şerşel ve Tenes şe­ hirlerinin âsî beyleri idam olundu. 1527 ’de kadı­ larım koğup, türk askerlerini katletmiş olan Ko­ santina şehri halkı şiddetle cezalandırıldı. Tlem­ sen hâkimi Abdullah, her yıl vermeği taahhüt et­ tiği vergiyi vermekten vazgeçip, adma hutbe okuttuğundan, Üzerine kuvvet sevkedilerek, itaat altına alındı. Bundan sonra Penon adasının zap­ tına girişildi. Cezayir şehrinden bir kurşun menzilinde, bir adacık üzerinde bulunan Penon kalesi İspanyol­ ların elinde idi. Ispanyollar Cezayir İ haraca kesmişler ve ancak Barbaros Hayreddin ’in bu şehre yerleşmesi ile, bundan vazgeçmişlerdi. Bar­ baros Hayreddin, 1525 yılının mayıs başlarında Penon’u kuşatıp, bir hafta geceli gündüzlü topa tuttuktan sonra> 27 mayısta hücum He zaptetti, Kale derhâl yıktırıldı ve enkazı He adayı kara­ dan ayıran boğaz doldurularak, bir sed bina edildi; bu suretle de batı rüzgârlarına karşı mahfuz olup, fena havalarda ■ türk filolarının sığındığı Cezayir limanı meydana gelmiş oldu, ispanya ’dan Penon ’un imdadına gönderilen bir donanma, bu sırada Cezayir önüne gelmeğe mu­ vaffak oldu ise de, kalenin yerinde yeller es­ tiğini görünce, kaçmağa davrandı. Barbaros Hay­ reddin bu donanmayı kovalayarak, muharebeye zorladı ve neticede gemileri tamamen esir etti. Alınan esirlerden, Kari V . ( Şarlken) *ın İtal­ ya ya gittiği öğrenildiğinden, türk donanması, Aydın reis kumandasına verilerek, Avrupa sa­ hilleri üzerine gönderildi. Aydın reis, Marsilya ve Nis sahillerini taradıktan ve Ispanya kıyıla­ rını korumağa memur 15 gemilik bir filoyu bozup, kâmilen esir ettikten sonra, Cezayir ’e döndü. Birbirini takip eden bu yeni türk zaferlerinin müjdeleri, İstanbul’a vardığı sıralarda Kari V . Akdeniz ’de bırîstiyan valileri tarafından gön­ derilen feryatlar ile dolu mektuplardan Barbarus ’un hıristiyanhğa indirdiği yeni darbeleri öğ­ reniyordu. Bu darbeleri, kendisi gibi İspanya ‘ya, İtalya *ya, Holanda ’ya sahip ve Almanya ‘ya söz geçiren bir imparator için leke saydığın­ dan, prens, şövalye ve kardinallerin Heri gelen­ lerini ihtiva eden bir meclis toplayarak, Bar­ baros Hayreddin ’e karşı alınacak tedbirlerin görüşülmesini emretti. Neticede devrin Ju bü­ yük hıristiyan kaptanı Andrea Doria ’mn, ispan-



BARBAROS HAYREDDİN PAŞA. yol Te fraiısız gemileri ile, Barbaros Hayreddin üzerice gitmesi kararlaştırıldı, Andrea Doria, evvelâ Afrika kıyılarında: bir köprü başı temin etmek düşüncesi ile 40 parçalık bir filo ile, Şerşel üzerine yelken açtı. Barbaros Hayreddin bunu haber alınca, Andrea D oria'yı Mayorka adaları yakınında karşılamak üzere, filosunu alarak, Sinan Reis ile birlikte, hareket etti. İki ■filo: birbirlerine rastlamadan, Akdeniz'de seyr­ ettiler. Andrea Doria, isteği vecihîe, Şerşel *e asker çıkarmağa niüyaffak oldu ise de, müdafi» ler tarafından jfe ^ a n : edildi ; 1400 ölü ve 640 esir bırakarak, ğerrtkâİan kuvvetini güç hâl ile gemilere bindirerek, kaçtı. Barbaros Hayredditt bunu öğrenince, Andrea Doria'yı haftalar­ ca aradı ise de, bıristiyanlığın bu en meşhur kaptanı Septe boğazını çoktan aşmış ve Sevilla limanına sığınmıştı. Batı Akdeniz ’de rakipsiz kalan Barbaros Hayreddin, Endülüs 'ta hıristîyanlarm zulmü karşısında ayaklanmış olan islâmlarm imdadına koşarak, 7 sefer neticesinde, 70.000 kişiyi şimalî Afrika 'ya geçirdi ve yer­ leştirdi. Bu aralık Kanunî Süleyman’dan bir hatt-ı humâyun geldi. Barbaros Hayreddin, İs­ tanbul ’a davet ediliyordu ; »İspanya 'ya sefer rauradımdtr, bir yarar adamını yerine koyup gelesin. Eğer muhafazaya muktedir kimse yogi­ se; İlâm edesiîıw ( Kâtİb Çelebi, Tuhfat al-kibâr f i asfar al-bOıar, var. 18). Barbaros Hay­ reddm, yerine güvendiği adamlarından Haşan Ağa ‘yı bırakarak, 19 namlı türk kaptanının idare ettiği mükemmel bir donanma ile, 1533 yılında İstanbul ‘a doğru yelken açtı. Yolculuk, Barba­ ros 'un şehanıet dasitanına yeni zaferler ilâve etmesi için, vesile oldu; Mcsina boğazı açıkla­ rında 18 gemilik bir filo mağlûp edilerek,Messiûa halkının gözleri önünde yakıldı; Koron'u zaptetmiş olan Andrea Doria, Preveze'ye sığın­ mağamecbur edildi. 1533 yılının ortalarına doğ­ ru Barbaros Hayreddin, mutantan merasim ve Şenlikler İle, İstanbul 'da karşılandı bir kaç gün sonra da, arkadaşları ile beraber, Kanunî Sü­ leyman tarafından kabul edildi ve iltifat gördü. Barbaros, sadrâzam İbrahim Paşa ’mn dâvetî üzerine, Halep ’e de gitti ve merasim iie, C e­ zayir beylerbeyi hil 'atîni giyerek, kapudan-ı derya, unvanını aldı. Büyük türk denizcisi, at ile, H alep‘e 22 günde gidip gelmiştir, 1534 y ı­ lında İstanbul tersaneleri, kapudan-ı derya ve Cezayir beylerbeyi Hayreddin Paşa ’mn neza­ retinde çalışarak, onun filosuna katılacak 61 parça gemi inşa ettiler. l 534 yılının ilk baharında, Barbaros Hayred­ din, Kari V . ve müttefiklerinin Akdeniz'deki kuvvetlerini ezmek ve Tunus'u işgâİ etmek va: zîfesi iie, İstanbul ’dan batı Akdeniz istikame­ tinde, merasim ile uğurlandı. Hayreddin İstanbul



3*3



V gelişinde olduğu gibi, dönüşünde de, İtalyan kıyılarına, Avrupa ’da bile akisler uyandıran, darbeler indirdi; Messına boğazında, ahâlisinin bırakıp kaçtığı Recyo (Reggİo ) ve bir günlük bir taarruz neticesinde ele geçirdiği Santaluksa ( Santa Lucca) kalelerini yer ile bir e t ti; Sitraro ( C itraro) kalesini, limandaki 18 kadır­ gası ile beraber, yaktı. Fondi ( Avrupa müellif­ lerince, Fondi *nİn taarruza uğraması, bu şehirde bultman İtalyan 'nın en güzel" kadını Giovanha d'Aragona ’nm esir edilerek, Kanunî Süleyman *a hediye edilmesi İçindir. Hammer, Devlei-i osmaniye fart Af, türk. trc„ V , 170) ve îsperloUga (Spînâ Lunga) şehirleri de evvelkilerin akıbeti­ ne uğradılar. Bundan sonra kapudan-ı derya Tunus üzerine yüklendi ; Ha% al-VSd ( Goulette } raptedilerek (14 ağustos *5 3 4 ), Tunus şehri üzerine hareket edildi. Burası anarşi içinde idi. Hâkimi Haşan, idareyi ve orduyu ihmâl etmiş, zevk ve sefaya dalmıştı. Âdil bir İdareye can atan halk, Bar­ baros Hayreddin 'i kurtarıcı olarak görüyordu. Zayıf bir mukavemetten sonra Haşan, Tunus'u bırakarak, Kayrıvan *a çekildi. Şehre girdikten sonra Barbaros Hayreddin, 10,000 kişilik bir kuv­ vet ve 30 top ile Basan’ın üzerine yürüdü. Top­ ları çektirmek için, kâfi hayvan bulunmadığın­ dan, Barbaros, top kundakları üzerine yelken koyup, topları gemi gibi yürüttü. Fatih Sıittan Mehmed 'in İstanbul muhasarasında gemileri ka­ radan denize indirmesi gibi, bu hareket de, akıl­ lara hayret veren bir hareketti. Muharebe neti­ cesinde Haşan mağlûp edildi, kabileler Barba­ ros'a itaat ettiler. Tunus 'un zaptını, Avrupa büyük acı ile Öğ­ rendi. Kari V . 300 gemilik bir filo ve papa, İs­ panya, Napoli, Ceneviz ve Malta kuvvetlerinden mürekkep, 24.000 kişilik bir ordu He, 1535 ha­ ziranında, Tunus sahillerinde göründü. Barbaros Hayreddin, Halk al-VSd yakınlarında karaya çı­ kan Kari V .’tn adedce üstün kuvvetlerine, gün­ lerce mukavemet ettikten sonra, Tunus ‘a çekil­ mek zorunda kaldı. Şehrin müdafaası sırasında; mahpeslerinden kurtulan 4000 hıristİyan esirinin şehir içinde mücadeleye başlaması ile, iki ateş arasında katan Barbaros Hayreddin, 200 kişilik maiyeti İle Cezayir'e çekildi. Tunus *a giren Kari V . kuvvetleri şehri günlerce yağma ve ahâlisini katlettiler. Hıristiyan donanmasının Tunus önlerinde bu­ lunmasından istifâde eden Barbaros Hayreddin, İspanyol topraklarına saldırdı; Minorka adası­ nın Mahon limanı ile Mayorka adasının Polmâ şehri ve kalesi basılarak, yakıldı. Barbaros bu seferden muazzam ganimetler ve kalabalık esir kafileleri ile döndü. Haber Roma 'ya ulaştığı vakit papa,' Kari V . *ın Tunus zaferini ve Bar­



3*4



BARBAROS HAYREDDİN PAŞA.



baros *u mahvettiğine dâir müjdesini kiliselerde âyinler ile kutlulamakta idi. Barbaros Hayreddin Cezayir ’e dönüşünde, Kantini Süleyman tara­ fından davet edildiğini Öğrendi. Yerine Haşan A ğa *yı bırakıp, İstanbul *a hareket etti. Kanunî Süleyman, 1536 ’dan beri müttefiki bulanan Fransa kıralı François I.'nm ricası üzerine, İtal­ ya ’mn Napoli kalesine franstzlar ile müşterek bir taarrnzda bulunmağı kabul etmişti. Barba­ ros Hayreddin, bu taarruzun sevk ve idaresine memur edildi. Kapudan*ı derya Otranto yakın­ larında karaya çıkarak, Napoli hükümetine âit Kastro ( C astro) kalesini zaptetmeğe muvaf­ fak oldu. Fakat şımâlden Napoli üzerine yürü­ yeceklerini evvelce vâdetmiş olan fransız kuv­ vetleri görünmediğinden, esasen kıyılardan içe­ rilere doğru ilerlemek için gereken muhasara âletleri de getirilmemiş olduğundan, Barbaros Hayreddin geri çekildi. Bundan sonra Brindizi ve Korfu ’nun işgali gibi teşebbüslere girişti ise de, devamlı ve çetin emekleri İcap ettiren bu işlerden padişahın emri üzerine vazgeçerek, Akdeniz 'de Venediklilere âit adaların fethine başladı. Çuha ( Cerigo }, Ekin ( Eğin ), Mürted ( Zea ) ve Nakşa ( Naxia ) adaları türk hâkimi­ yetine girdi. Bu adalardan cizye vermeği kabul edenlere dokunulmadı. Mukavemet etmeğe kal­ kışanlar da kuvvetle zaptedilerek, pek çok ga­ nimet alındı, Beytülmâlin bu ganimetten hissesi *500 kadın ve erkek esir ve 400.000 altındı. Bundan bir yıl sonra, Barbaros Hayreddin Akdeniz ’de yeni-yeni yerler fethetti. Venedik ’e âit adalardan işken zo ( Skiathos}, tşkiroz ( Skyros}, Tinos ve Skorpento (Scurpanto) ada­ ları fethedilip cizyeye bağlandığı gibi, Girit adasına yapılan bîr sefer neticesinde de, 2 şehir ile 80 koy basıldı. Bu türk zaferleri, hıristıyan Avrupa'da büyük akisler uyandırdı. Venedîk’in feryatları ve papanın teşviki ile, bir haçlı deniz seferi hazırlandı. Venedik ile papadan başka, Ceneviz, Malta, Ispanya ve Portekiz de donan­ malarını bu sefere memur ettiler. Devrin bu en büyük deniz kuvveti Andrea Doria’nm kuman­ dasına verildi. Barbaros Hayreddin, Andrea Doria *yı Preveze açıklarında muharebeye zorladı. Andrea Doria ’mn donanması, kadırga, 1 bü­ yük kalyon, 70 Venedik kadırgası, 10 büyük Venedik kalyonu, 40 parça papa ve Malta ka­ dırgası, 80 Ispanya ve Portekiz kadırgası, 140 kalyon ve ayrıca irili ufaklı 300 ‘den ziyâde harp gemisi olmak üzere, top yekûn 600 gemi­ den mürekkepti. Buna karşılık Barbaros Hayred­ din *in emrinde, 120 çekdiri bulunuyordu ( bk, Cevdet, Tarih, I, 138 }. Düşman kuvvetlerinin çok üstün olmasına rağmen, Barbaros Hayred­ din, basiret ve cesaretle, bütün kuvveti ile düş­ manın Üzerine atıldı. Andrea Doria türklerin



bu kadar zayıf kuvvetler ile taarruz edecekle­ rine ihtimâl vermediğinden, şaşkınlık anları ge­ çirdi. Boş yere türk kuvvetlerini Preveze açık­ larına sürüklemek ve onları, kendi tâbîyesini kabûi ettirerek, imha etmeğe uğraştı. Barbaros Hayreddin, o güne kadar deniz harp tarihinde misli görülmeyen kuvvetler arasında geçen bu muharebeyi, üstün zekâsı, kahramanlığı, iyi ida­ re ettiği topçu ateşi ve deniz erlerinin yılmaz­ lığı sayesinde kazandı (eylül 1538). Andrea Dorİa, gece karanlığındavmuharebe sabasında batan ve yanan gemileri, bırakarak, Korfu üze­ rine çekildi. Preveze zaferi,^Barbaros 'un ismini yeni bir şan ve şeref hâlesi ile süsledi. Türk hâkimiyetinde olan topraklar üzerinde bu zafer, cihad-ı ekber sayılarak (krş. Tuhfat al-kihâr f i asfâr aî-bihar, var. 24), büyük şenlikler İle kutİulandı. Preveze zaferinden bir yıl sonra, Bar­ baros 'un muavini Haşan ve Turgud kaptanlar, Cattaro ağızında Castelnuovo 'yu alarak, Vene­ dik ’İ sulha zorladılar. Barbaros Hayreddin ’in bizzat kazandığı ve kazanılmasında âmil olduğu bütün bu zaferler, kendisine Kanunî Süleyman’ın teveccühünü, türk ve İslâm âleminin minnetdarlığını, hıristıyan A v­ rupa nm da hayranlığını kazandırdı, Kari V., onu bütün şitııâlî Afrika hükümdarı olarak ta­ nımak ve senevî muayyen bir vergi vermek şartı ile, padişaha karşı ihanete teşvik etti. Bar­ baros kabûi etmeyince, imparator 1541 yılında, maiyetinde Sicilyateyn kıra! naibi A. Fernando de Gonzaga, Andrea Doria, Meksika fatihi Feroando Cortez ve İspanya, İtalya, Almanya ve Malta *nm daha bir çok namlı şövalyeleri oldu­ ğu hâlde, 400 parçalık bîr filo ve 30.000 kişi­ lik bir kuvvet ile Cezayir 'e taarruz etti ise de, Barbaros’un vekili Haşan A ğa tarafından peri­ şan edilerek, rİc’ate mecbur edildi. Haşan Ağa 'nm maiyetinde 800 türk ve 8.000 yerli müslülüman vardı. 1541 yılında, Fransa kiralının ri­ cası üzerine, Kanunî Süleyman Barbaros Hay­ reddin ’i batı Akdeniz ’e, Fransa ’nm düşmanla­ rına karşı harp etmek için, göndermeği kabûi etti. 1543 yılının mayısında büyük bir filo ile İs­ tanbul ’dan hareket eden Barbaros Hayreddin, temmuzda Marsilya’ya vardı ve büyük tezahü­ ratla karşılandı. Oradan, maiyetine Fransa do­ nanması amirali Duc d’Enghıen ’i alarak, Nis şehrini muhasara ve zaptetti. Bu işte Fransa donanmasından, beklenildiği kadar, istifâde edi­ lemedi. Türk filosunda her şey mevcut ve mun­ tazam iken, fransız filosunda tam bir anarşi vardı, Franstzlar çok kere barut ve mermilerini bile türklerden istemek zorunda kalıyorlardı; Fransız filosunda bu düzensizlik, ''Barbaros *u, Nİs ’i kurtarmağa gelen Andrea Doria ’nm do­ nanması ve Marquis del Vasto 'mm ordusu önün-



BARBAROS HAYREDDİN PAŞA den çekilerek, Tul on ’a gitmeğe mecbur etti. 154a yılının eylülünden başlayarak, Tnlon şehri, Fransa kiralının bir emirnamesi ile, türk gemi­ lerinin ihtiyaçlarım harşılamak için, Barbaros’un idaresine bırakıldı. Barbaros Hayreddin bu yıl içinde Kafi V.'m İspanya ve İtalya topraklarına akınlar yaparak, onu Fransa kıralı ile Crespy sulhunu yapmağa mecbur etti. Bu suihten son­ ra İstanbul'a donen büyüle türk denizcisi, t yıl daha yaşadı ve 1546 ’da öldü. ^-4 j ol* ( s s 953 ), ölümüne tarih düşürüldü. Yalnız kendi şahsî kudret, kabiliyet ve zekâ, irâde, ve mahareti ile büyük bir kaptan, müdhiş bir: korsan, mâhîr ve cesur bir fatih olan Bar­ baros,: Osmanlı devletinin 19. kapudan-ı deryası olarak, 12 yıl aralıksız hizmetler ile, dia ve dev­ letin birinci derecede bîr hizmetkârı oldu, Dev­ rinde türk donanması Akdeniz *in hâkimi idi. Mı­ sır'ın ötesine kadar Selim 1. tarafından geniş­ letilen türkhudutları, onun tarafından Fas'a kadar ilerletildi. Prensler, sultanlar, kıratlar ve imparatorlar ile yaptığı muharebelerde Barbaros Hayreddin, kazandığı zaferler ile, türk adım ve bayrağını dâima üstün kıldı. Deniz ve kara za­ ferlerinin kazanılmasında olsun ve kazandığı toprakların idaresinde olsum gösterdiği kabili­ yet ve tatbik ettiği: usûl, cihan tarihinin sahifeJerine turk dehasının eseri olarak girmiştir. Bar­ baros Hayreddin, İstanbul ’da Beşiktaş ’ta, deniz kenarına yakın türbesinde medfundur. B i b l i y o g r a f y o : Arşiv kılavuzu. ( İs­ tanbul, 1938, S, 5 8 ); Gazevât-ı Hayreddin Paşa' ( Üniversite kutup., türk, yazma, ur. 2639 ), Barbaros *un hayatı ve gazaları hakV- kında çok mühim bir kaynak olan ve konuşma dili ile :yazılmış bulunan bu eserin baş taraf- larında, müellif 2— „ Hayreddin reis merhumun kendü mübarek ağızlarından istimâ etmemiz::le dahi kenduleri: ile gazalar eden mücâhidin -karındaşlarının tarifleri ile ve bir nicelerine bu hakîr-i pür taksir anlarla gazalarda bu­ lunup kendü gözümle gördüğüm minval üzere^ —■ yazdığım: söylüyor. Metin içinde „te’* lif Seyyid Murad" ibaresine tesadüf edilmek­ tedir; Ch. Rieu, Catâlogue o f the Turkieh Manuscrtpt* in the British Museum, s. 60 v.d. ve Hammer, Devlet-i Osmaniye tarihi, trc. Mahmud Ata, İstanbul, 1330, V , 6, bu eseri yazanın, Kanunî Süleyman devrinde Macaris­ tan seferine âit diğer bir eserin müellifi olan Sinan Çavuş olduğunu söylüyorlar ; bu eser vaktiyle a ra b a y a da tercüme edilmiş olup, : arapçadan fransızcaya çevirilmiştir, bk.Sander Rang ve F. Deniş, Fondation de ta R eğence d’Alger, histoire det Barberousses, Paris, 1837; İtalyanca trc. için bk. Giovan Luidigi Alçamora, La vita e la Storla di Ariadino Bar-



31;



BARDO.



-------------------- .......... — .... ............... ......................



....................



- ...... —



barossa ( nşr. E. Pelaez, Palermo, 1884— 1886 ), bu eserin tenkidi için bk. H. de Grammon, L e R?azotlat est-il l ’ceuvre de Khelreddine Beyrberoueee (Villeneuve sur Lot, 1873) ;Hayretjdm Paşa'ya âit diğer bir tarih de Sâfî'nia Cihad~nâm« adh eseridir (bk. Rieu, ayn. etr.) ; Necib Asım, Gaxavât-ı Hayreddin Pa­ şa ( manzum; TOEM, sene i, IV, »33 ); Pe­ çeyi, Tarih, I, 196,309; Kâtib Çelebi, Tuhfat al-kib5 r f i asfâr al- bihâr ( İstanbul, Mütefer­ rika tabı, var, 5— 35); Hayrultah Efendi, Ta­ rih, kitap 3, s, 113; Cevdet, Tarih (İstanbul 1309 ), î, 135 ; A li Rıza Seyfî, Barbaros Hay­ reddin (İstanbul, 1330 ) ; Mehraed Şükrî, Esfâr-İ bahriyt-i Osmaniye, g. 356; Hammer, Devlet-i 03maniye tarihi (türk, trc. V , tür. y«,r.); Haedo, Topografia e his torla general d eA rgel( Valladolid, i ğ i z ;frans.trc.Berbrugger ve Monnereau, Rev. Arficaine, XIV, X V ) ; aya. mil., Epitome de la» reye» de Argel ( frans. trc., H* de Grammont, Hist. de* Roie d ’Alger, Rev, Africaİne, XXIV, X XV ) ; E. de la jPrimaudaie, Dacııments inedits »arVhistott.e de l 'occupatian espagnele en Afriçae ( Rev. Africaİne, XIX. XX, XXI) ; Ph. de Sando yal, Hîstoria de la vida y hecho* del emperador Carlos V ... (Antverppiae, »58*); E. Charr\ere,Negocîaüon* de la Francedan» le Levant (Parİs^ 1848); I; Lopez Gomara, Cronica de to» Barbaroja», Memorial historiea espanol ( Madrid, 1854), V I; Berbrugger, Le Penon d*Alger ( Cezayir, 1860 ); H. de Gfamniont,'■ ■ Hieti d*Alger, sous la domination turque ( Paris, 1887 ); Jurien de la Graviere, Doria et Barberousse ( Parts, (886 ) ; G. Medina, L'expedition de Charles-Qaint â Tunis: ta leğende et la virtte ( Rev. Tunisienne, XIII) ; Lane Poole, The Barbary Coreair* (London, 1890), s. 31 v.dd. ( E n ver Ziy a K a r a l .)



B A R C E L O N A . [ Bk. barselo n .] B A R D A S İR . f Bk. KİRMAN.] B A R D O , Tunus şehrinin s km, cenûb-i gar­ bisinde Tupua beylerinin i k a m e t g a h l a r ı ­ d ı r , Yazın serinliği ile meşhur olan Bardo’nun bugünkü yeri, tâ eskiden beri, burada bahçeleri ve köşkleri bulunan zengin şehirlilerin sayfiyesi olmuş olsa gerektir. Hafsilerden cmîr ai-Mustanşir (1249— 1377) tarafından, XIII. asırda yap­ tırılmış olan Abn Fehr bahçesi, hiç şüphesiz, burada bulunuyordu; bu bahçe, nâdir ağaçlı or­ manları İle, Zağvân su kemerinin beslediği ve harem dâiresinde bulunan kadınların, üzerinde kayıklar ile dolaştıkları havuz ve mozaik ve ağaç işlemeli tavanlarla müzeyyen köşkleri ile meşhurdur ( lbn Haldun, Histoire des Berberce, trc. de Slane, II, 339). XVI. asırda dahi hüküm-



3i 6



J



. BARDO ~ BÂRlMMÂ.



darlâr .burada'...sıferi9ik .kalırlardı. .(.-Lçon 1 Africam, nşri Schefert İli);. Tü.rkle'r, seleflerinin âdetlermvîdâme ettiler* Filhakika- Çhevalier d 'Arvieox, Mehmed Paşa tarafından inşa ettirilmiş olan konağı ( „maison des Bardes ou de Bard“ ) bâzı tafsilât .ile anlatır. Kap Negro’da bİrfransız ticâret: acentasının tesis .edil meşine ..âit muahe­ de, bu konakta, imzalanmıştır { 1 6 9 $ bk. d*Arvieux, M&moirçsyİV; 47-)* Husâyuilere mensup beyler Bardo'yır,:; kendiler ine ikametgâh olarak, seçtiler. Husayii b? 'A lî ( 1700— 1740:) .burada bir, ..eâmi ile bir de-saray inşa ,ettirdi. 1724'te Tunus’u .ziyaret etmiş olan Peyssonnel, bu ma­ hallî şöyle tasvir; eder : „murabbâ şeklinde bir kaç kuİe iie süslenmiş büyük duvarların çerçe­ velediği, hemeh-hemerı. 4* köşe,, .büyük1bir saha­ dır. Sarayın çevresi, takriben,. 1200 adım kadar­ dır. . Burası, -beyin konağından- maada, yüksek rütbeli zabitlerin, evlerini de ihtiva etmektedir" { bk., Peyssonnel * Reîation d .un voyage sur les câies de Barbarie, mektup lif 26 v.dd.), Ali- Pa­ şa bütün bunların etrafını derin bir hendek ve top: fnazgallan bulunan bir .sûr ile. çevirtti. Meh­ ili ed Bfey burası , için pek çok, para sarfetti. înşaât ve tezyinat için, yabancı-sanatkârlar ve bilhassa, yerli amele ile birlikte çalışan İtalyan sanatkârlarına müracaat .etti (.bk. Muhammed b. Yûsuf,, Mechra■ eUMelki, Chronique, trc. V. Serres ve Muhammed Laşram). XIX. asırda ^bey­ ler •Bardö *yu- İhmâl etti!er..Pransız işgali .esna­ sında binaların;.ekserisi.harâbe:.hâlinde. îdi. Ni­ tekim bu harabeler, sûrlar ile birlikte, ortadan kaldırıldı. Yalnız beylerin dâireleri ile cami ve bir de.arkeoloji müzesine tahvil edilen harem dâiresi muhafaza edildi ( Alaom müzesi). Bardo'nun yakınında l£aşr Sa'id bulunur. Burada 12 mayıs t88ı tarihinde, Tunus’un transız hima­ yesine geçtiğini’ tasdik eden bir muahede-imza­ lanmıştır. Bu. muahedeye, yanlış .-olarak, Barda muahedesi ismi verilmektedir. ( G. YVER.) B Â R E K Z E Y . BÂRAKZAY, Efganİstan’ a hâkim olan D u r r ani. kabilesinin bir ş û b e s i d i rv Bu oymak; XIX. asrın başlarında, Şah MaîjmSdvSadÖzay.’in veziri olan-Fath Hân île, bîr roloynamağa başlan Şah Mahmud, ı8t8‘da Fath Han 'ın gözünü kor ettirdi ve nihayet öldürttü. Fath Hân'ın: üvey biraderi olan Dost: ;Muhammed, uzun seneler döğuştükten sonra, 1835’te e m î t unvanını aldı ve Durrani bânedanmın müessİsioIdu;: ■d B i b l i y o g r a . f y a B k . mad. EFGANlSTAN.



.



- .■ (J. ş. C otton.)







B A R F U R U Ş . [ Bk. bârfur'ûş.] • B Â R F U R Û Ş. BARFURUŞ,. BÂLFURÜş dahi denilir, aslen BÂRA FURUŞ DİH> Hazer denizi sâ-., hiiindeki Meşhed-i Sar limanından - takriben 20km,: mesafede Sari .'den- Amul ’e giden yol .üze-,



rinde, .Bâbİl -nehri kenarında münhat bir mıntakada kâin ve. İran ’ın Mâzandarân eyâletinde* bir şehirdir (bugünkü adı Bâbül).. Bu şehir, arap coğrafyacılarınca bu isim ile mâlûm*değildi; onun bulunduğu yerde Mam$ir tesmiye olunan bir mevkiden bahsedilirdi ( krş. Yakut, Mu cam, I, 642 ). Bu şehrin 40.3 (10x2 ) ‘te bina edildiği ahâlîsi tarafından söylenir İse de, İlk defa ola­ rak, Ahm,ed Râzi tarafından, X. (X VI.) asırda Bârfurûş ismi ile, zikredilmiştir. Her ne kadar evvelce'Abbas I., orada hâlen harabeleri şehrin cenup tarafında bulunan, Bağ-i Şâb .-ismini ta­ şıyan- bahçeler ve yazlık saraylar yaptırmışsa' da, şehir ehemmiyetini Fath 'Ali. Şâb *m- zama­ nında kazanmıştır. İran ’ın en mühim ticaret mer­ kezlerinden biridir; başlıca ihracâtı ipek, pamuk ve pirinçtir. Nüfusu 100,000'den bir az fazla tahmin ediliyor..Bubilerin tarihinde meşhur olan Şayh Tabârsi köyü, bu 1şehrin civarındadır. B i b l i y o g r a f y a : Dorn, Muhammedanische Quellen, IV , 99 ; G, le Strange, The Lands o f ihe eastern Caîiphaie, 375; Meigunof, D.as südliche U f er de* Kaspischen Meeres, 177 v.dd. B A R Ğ A Ş . [ Bk. BERGAŞ.] B A R Ğ U Ş . [ Bk. BERGÛS.j B A R H E B R A E U S . [ Bk. IbnöL’Ibr!.] , . B A R !’. [ Bjc. BÂRİ’.j - ............. . BARİ.'. -BARİ’, Allahın: isimlerinden biridir. [B k . ALLAH.] B A R ÎD . [jîk . berÎd .] B A R ÎM M A ,-[ Bk. BÂRlMMÂ.] B  R lM M  . BARÎMMÂ, şimdiki Cebel Hara­ rın,- İran hudut dağlarının g a r b ı n d a mün­ ferit bir silsiledir. Şİmâl ucu Cebel Sincâr 'm cenubunda Caz i r a ’de nihayet bulur ve Diele nehri, al-Fatha ’da, bu dağların arasından ge­ çer. Bagdad'dan Hemedan ve Tahran ’a gidenyol, bu silsileyi Şahrabân ’dâ kat’eder; Eski Elam bugünkü Huzistan ovalarını Ahvâz ’da Şa$£ al'Arab ovalarından ayırır ve nihayet Fars eyâ­ letinde İran yaylaşt ile bîrleşîr, 8u sıra dağların ismi, sık sık değişmiştir. As ünce ismi malûm değildir. Süryâoîler buna- Uruh yahut öru b is­ min! vermişlerdir kİ, bu İsim, Antİochüs III. 'cin Molon ’a karşı seferine, atfen; tö ‘oçetstöv oçoç ( Polybius, V, $*) olarak görülüyor. Bârım ma, silsilenin en eski arapça ismi olup, asli süryânf Beş Remmân şekline kadar- İrca olunabilir ;- bu kelime ihtimâl kİ, âsürîİerin bir mabedi olan Rİmmon 'mabedinin adıdır. Dağların bu İsmi Dicle 'nin -şark sâhil indeki-bir köyden alınmış­ tır...Bu köy civarında Dicle; dağlar arasından akar. Bu köy Bagdad^-Musul yolu üzerinde "elüj>, yâkûbiler ile meskûn idi ve bir zaman, -Beg Vâzik ile beraber, bir piskoposluk dâiresi teşkil etmişti, Kudâma ve Yakut, silsilenin Cezire 'deki



BÂRİMMÂ • BARSBAY. garp : kısmına,' isüryânî dilinde Satidâmâ ismini verirler; bu kelime ’ »kan İçen" demektir "ve başka yerlerde hudut nehirlerinin' ismi olârak görijİpr. Daha sonra İbn fdavlçıal ‘d a ,' bu ğârp kısmı Cebel-Şa^û^ tesmiye edilmiştir; bu tes­ miyenin izleri bugünkü al-Şakjy köyünün ismin­ de hâlâ mevcuttur; îştahrı ve Yâlfüt, Abu Zayd al-Balhi ’ye uyarak, orada sıiyun altında zift kaynakları /olduğunu söylerler; ö te k im - Dicle .nehrinin BarimmS’yt yararak geçtiği ve dağla­ rına garpta Cezîre merkezinden şarkta' Kırman dağlarına doğru yayıldığı ve Masabazân ( rıişt-i -Kuh ) ;tepeleri nâmım aldığı yerde, hâlâ bu' zift kaynakları mevcuttur. Bu silsile îdrisi 'de, eğer doğru okunulmuş ise, Cebel al-Kurd ismi ile gö­ rülür.'Bugünkü Hamrin ismi, ilk defa olmak üzere, Y aku t'la, Burana şeklinde, geçer. Dicl e ’nin garbındaki kısma, bugün Cebel Mak­ bul denir. Büna' müvâzî bir silsile, belki Dicle üzerindeki bir köye atfen, sürme ( k u k l) İİe bo­ yanmış mânasına olarak, Cebel Mukayhil tesmi­ ye olunur (Assemani, BihL Orient., II, 218 ve Marâşid). Renklerden alınmış olan bu gibi isim­ ler,. bugün eski ârapça isimlerinin yerine kaim olmaktadır. Eski süryânî son ek - în ’e rağmen ■ bugünkü Humrin, ahmar ‘den gelme yeni bir isimdir. DicIe yakınında bîr mevkî, eski Hânüka ismini taşır ki, bu kelime »boğulmuş" yahut »mahpus" mânasını ifâde eder. ;vB i b l i y o g r a f ya: B i blioih. Ceogr. Arab. (nşr. de Goeje ) ; Yakut, I, 464, krş, Marâşid -: ( nşr.- JuynboII) ; Assemani, BibliotHeca Örîentalis, II, 218; Georg Hoffmânn, SyriscHe *Akten Persischer MSrtyrer ( bk. Bet]l Rem: m ân); G . le Strange, The Lands o f the eas~ terli, Caliphate; E. Herzfeîd, Unİersuchanğen " zar Topograpkie v.s, { Memnon, I, 1907, 1 ' ve 2 ) ; F .S â rre ve E. Herzfeîd, Archaeölog. Reise im Eupkrat- n. Tigris-Gebiet (Ber­ lin, 1910/19İ1 ), fas. III. (E. H eRZFELD.) ; B A R K A . [ Bk. BERKA,] " ' B A R K A İ D . £Bk. b e r k a -Id .] B A R K İ Y A R U K [ Bk. b e r k y a r u k .] B A R K U K . [B k. BERkuK.] ' ; B A R L A A M ve J O S A P H Â T . [ Bk. b e r l e ' a m v e YÜDASEF.]_



B A R M A K İ. [ Bk. b e r m e k Îl e r .] B A R N İK . [ Bk. eiNGÂzî.} B A R O D A , Hindistan’da Gucarât’ta tâbi bir d e v l e t olup, Bombay reisliğinde 4 ayrı böl­ geden teşekkül etmektedir. Hükümdar, sülâle ismi Gaykvâr olan bir ma fathidir. Mesahası 20.976 kms.; nüfusu 2.126.552 (1920) kişi olup, 165.014’Ü miisIümapdır. Varidatı 16.486.000 rupyed*r. Vişvâmitri ’deki Baroda şehri (nufüsu İÇ01 ’de 103,790) sûrlarının da gösterdiği vecihle, bîr müsiüman tesisidir. Gaykvârlar hiz-



Ji?,



metlerihde dâima müsiüman serdarlar ile ârap ve rohillalı ücretli askerler' kullanırlardı. Bunların torütiları bugün bile dâvîet tarafından hîmâye edilir. Gaykvârlar muharrem ayı 'bayramlın da tantana ile t'es’id etmek âdetini muhafaza etmiş­ lerdir. KEandeRaö (hükümdar 1856— 1870)'’nun siparişi üzerine^ Peygamberin merkadi ( Ravza-i 'înutâhharâ j için imâl 'edirei&ir'4Öö!,dd6 İngiliz li­ rası kıymetinde bir halımevcüftür.Halıniü »ze­ mini' iri inhiler İle izlenmiştir; Mavi ve'' kırmızı arabeskler, boncuklardan yapılmıştır. Bunların araşma mebzûîeâ elmas, ’ yakut ve ’âümrut gö­ bekler ve çiçekler konulmuştur" ( krş) George Wâtt, îndîan A rt at 'Delhi, 4903i"'s.: 444 " B i b i i y o g r a f y â : Baroda Güzetteer "( Câlcutta, 1908 ). " (J. S. COTTON.) ' B A R R v [ Bk. BErr.]' “ ' B A R R a d î . [ Bk;' BERRÂbî,] " ■ B A R S B A Y , ae -Ma l Ik al -A$RÂf Sayf alD îN (? —-ı^3Ö*); M 1 s i V s u 1 t a m ölüp, Trablus Vâlisİ’ Şay|ı Mu’ayyâd (Y412— 1421 = 815— 824 ) ’İn' devrinde, Sultân' Berkuk’un memlûkle'ri ara­ sında bulunmuştur. Şâyh Mü’ayyad 'in ölümün­ den sonra, Hapsedildi ve âz sonra Sultan "Talar •kendisine hürriyetini iâde ederek, d avifd âr'( »hâ­ zır" ) ve oğluna mürâbbi tâyin etti. Sultan* Ya­ tar; "Vefatından âz ey vel, Barsbay ve Canibeg al-ŞÜ fi’yi henüz küçült yaşta olan oğluna hâip tâyin' etmişti. CSnibeğ’İ''uzaklaştırdıktan, ve İs­ kenderiye ’de: hapsettirdikten sonra, Barsbay, Tatar 4 u *oğlu Muhammed ’i 1tahttan indirdi ve yerine geçti (İ422a==835). İlk zamanlarda, gâyf-i müslimleri nezâretlerden uzaklaştırmak Ve ntSslümânlardan tefrik edilmeleri için; kıyafetlerini tesbit-etmek ile, kendisini çok sevdirmişti. Ken­ disini' selâmlamak için, izzet-i nefse dokunur bir harâlcet olan, huzurunda yer Öpmek: âdetini kaldı rdh Canibeg İskenderiye ‘den k a ç tı;' tarafdarları şiddetli'takipler e mâruz kaldılar | Suri' ye ’de ' Çıkân isyanlar me rhametsizce:bastı rıldı. Asîleri "itaat altına aldıktan sonrâ,* sultan kor­ sanlar ile* muharebe etmeği ve istinat noktaları olan Kıbrıs âdâsını ellerinden atmağı ‘kararlaş­ tırd ı; iki muvaffakı yetil seferden sonra, âdâ­ ya devaıio'li" bîr' surette sâhıp olmak içîn, yeni bîı' hamle yaptı. Kıbrıs büyük 'bir donanına gönderdi. 1426 ( 83b ) ’dâ Mısır örduları karşıla­ rına çıkan kırâl janiıs ’un ordusunu mağlûp et­ tiler. Bizzat* kıral da esir edildi Ve onun haya­ tını kurtamâk için, Kıbrıs abhânması Mısır ge­ milerine taarruzdan VaZ ğeçtî. Janus, zincire vurularak, Kahire *ye götürütdü ve Barsbay 'm önünde,’ bütün )şehirde,* âîay ile,* dolaştırıldı. Venedik konsolosunun müdâhalesi üzerine, büvyük bir fidye'verdikten''ve. sultanı nietbu ta­ nıdıktan sonra, ;serbfest bırakıldı. Bârsbây Ro­ dos şövaliyeleVî ilâ de sulh akdetmiştir.



3 iS



BAR SBAY -



Salatana karşı serkeşlik etmiş olan Mekke Şerifi 1424 ( 827 ) ’te yenildi ve 14*6 ( 849 ) ’dm» halefi BarakSt ’ta, sultana vergi vermeğe ve Cİdde^limanının gelirini terketmeğe mecbur edildi. Bu geliri fazlalaştırmak için, hindli tâ* eİrlere iyi muamele edildi ve böylelikle Aden limanı çok zarar gördü. Sonraları Barsbay mı­ sırlı tâcîrlerİn Cidde ‘ye Mısır yahut Avrupa mallan götürmelerini men* ve böylelikle hind­ iden, bn malları, kendi istediği gibi, tesbit et­ tiği Batlardan almağa iebâr etti. Bundan baş­ ka bütün tüccarlar, hangi memleketten gelirlerse gelsinler, mallarını Mısır gümrüklerinden geçir­ meğe mecbur tutuldular. Barsbay, aym saman­ da, Suriye veya Mısır tüccarlarıma aldıkları hind mallarından da bîr ihrae vergisi aldı. Sul­ tan, israfı yüzünden, mütemadiyen çektiği para sıkıntısından kurtulmak için, her şeyden bir menfaat çıkarmağa bakıyordu. Yine bu yüzden^ mütemadiyen kendi lehine olarak, altın İte gü­ müşün mütekabil mabetlerini değiştirdi ve ken­ disi ueuza alıp sonra piyasaya çıkarmak mak­ sadı İle, ecnebi meskukâtı râyieİni ortadan kal­ dırdı. Bizzat gâyet ucuz alıp, büyük bir kâr ile hiç rekabetsiz olarak satabilmek İçin, Hindistan ’dan baharat ithalâtım men’etti. Lâkin Venedik­ liler, ticaretin bu şekilde İnhisar altına alınma­ sını prostesto ve sultam birdeniz nümayişi ile tehdit ederek, daha müsait bir ticaret muahe­ desi elde ettiler. Yalnız biber inhisarı muhafaza edildi. İtirazları akim kalan Kastil ve Aragon kıraltan yirmi İslâm gemisini seferde iken zapt­ ettiler. Barsbay şeker imâlini de inhisar altına aldı ve bir müddet şeker kamışının dikilmesini bile men'etti. Bu mahsûl vebaya karşı bir ilâe gibi kullanıldığı için, fiatmm yükselmesinden, halk sultana bîr kat daha muğber oldu. Sultan Suriye mâmulâtından olan malların, kereste ve hububatın satışım da münferit müteşebbislere yasak etmekle, yavaş yavaş ticaretin sönmesine sebebiyet verdi; serbest hayvan ticâreti de müşkilâta uğratıldı ve böylelikle, hattâ bol­ luk seneleri sarfında bile, kıtlık zuhûr ettiği görüldü. Barsbay ’ın ihdas etmiş olduğu soygun­ culuk rejimine, veba felâketi de İnzimam etti ve böylelikle Mısır eyâletlerinden bîr çokları­ nın ahâlisinin azaldığı görüldü. Memlûklar ka­ dınlara karşı o kadar kaba davrandılar ki, sul­ tan bayram günleri kadınların evden dışarı çık­ malarım men'etraek mecburiyetinde kaldı [ bk. ÇAKMAK]; harp işleri müfettişleri köylülerin atlarım zaptettiler ve onlardan pek büyük ver­ giler aldılar. Sultan memleketi harâp eden ve­ bayı' Allahın bir eczası telâkki etti ve yahudileç He hı rİstiyanlan tasyıka başladı. 1439 ( 833 ) *dan beri Suriye 'ye yapılan askeri seferler, hemen hemen fasılasız denilebilecek



BARSELON. bir şekilde, birbirini takip ediyordu. Karışıklık­ lar çıkaran Timur ‘un oğlu Şahruh idi ve Kahire ‘de elçilerine Cidde 'de tüccarlarına karşı yapıl­ mış olan fena muamelelere olduğu gibi, sulta­ nın kendisine Kabe ’nin tezyinine iştirak etme­ sini reddetmiş olmasından dolayı, kızgındı. Bu sebep ite sultanın mütemadiyen mücadelede bu­ lunduğu Akkoyunlu iürkmenlerin emîri olan Ka­ ray ülük ‘ün tarafım tuttu. Dulkadır beyleri de, Barsbay 'a karşı, harp ettiler. Barsbay *m en amansız düşmanı, 1435 (839 ) ’te tekrar mey­ dana çıkan ve mütemadiyen sultanın düşman­ larıma gayretini tahrik eden Cânibeg oldu. Ni­ hayet galibiyet Barsbay ’da kaldı. Karayüiuk bir muhasarada Öldü; Barsbay *ın himaye ettiği Karaman beyi, Osmanlı padişahı Murad II. ile sulh yaptı ve böylelik He Barsbay kolayca Dulkadır beylerine galebe çaldı. Cânibeg, Karayülük ’iin oğullarından biri tarafından, Öldü­ rüldü ; beyin diğer çocukları sultanın itaati al­ tına girdiler. Fakat Barsbay, muzafferiyetioîn hayrım görmeden, 1438 (843 ) ‘de hastalıktan öldü. Bununla beraber Yusuf'u kendisine halef ve emir Çakmak '1 da ona nâip tâyin etmiştir. B i b l i y o g r a f y a * . Weil, Geschichtc der Chalifen, V , 164— 214; al-Manhal al-şâfl ( Kahire, yazma 1113, I, var. 307a— 313**); îbn lyâs ( Bulak), tür. yer. ( M. SOBERNHEIM.) B A R S E L O N - BARCELONA, kadîm iberee Barcino ( krş. Ruscino, Roussillon da ondan geli­ yor ) olup, bunun Hamil car Barcas He biç bir mü­ nasebeti yoktur; Laeetan ’larm bu eski şehri, Tornalılara âit şîmâl-i şarki İspanya 'nın { Hispania Tarraconensis) makam olan ve cenûb-i garbide bulunan Tarraco =■ Tarragone yerine tedricen kâim oldu, Araplar, ilk taarruzları sı­ rasında, Musa b. Nuşayr İdaresinde, 713 *te bu­ rayı işgal ettiler. Bunların dilinde şehir Barştnüna tevsim ediliyordu ki, âdî lâtin aslındaki Barcinona ( Orosius 'ta artık Barcüona, ravennalı coğrafyacıda Barcelona; krş. Hübner, Pauly-Wissowa ) 'dan iştikak etmiştir ; fakat bura­ ya ekseriya Barşilöna denilmiştir kî, bugünün Barcelona'sı bundan çıkmıştır. Barcelona şekli daba nâdirdir, Arap müelliflerinin daha sonra­ ları Aragon ve Catalonya kırallarina, kısa bir tâbir olarak, verdikleri al-Barcelöni admın men­ şe *i budur (krş. J A , 1907, II, 279 v.dd,). 185 (8oı)*te Charlemagne'ın oğlu Louis, Aquitanİa kıralı sıfat ile, Barcelona ‘yi zaptediyor ve bu şehir, franklar imparatorluğunun Ispanya hudut eyâletlerinin ve 888 'den itibaren de, Barcelona yahut Catalonya müstakil kont veya markile­ rinin payitahtı oluyor; 242 (856 } *de Barcelo­ na, muvakkaten, araplar m işgali altına giriyor ( al-Bayan al-Moğrtb, H, 98), 985'te, son bir defa, büyük al-Manşur tarafından, hücumla zapt-



BARSELON — BASRA. olunuyor ( Dozy, Histoîre des Mnsulmans d'Espagne, lll, 199); fakat, 987’de kont Börell I., Barcelona’yı geri alıyor. XIÎ. asırda (1137 ), şe­ hir Arâğöh kıralhğına raptediliyor. 450 (1058) ’de, Denia müslüman kıralı *Aîi b. Mucâhid al‘Amiri tarafından, ısdar olunan bir ferman, kay­ da değer bir vakıa olmak üzere, zikredilebilir; bu fermana göre, Balear adalarının [ b. bk.] mozarap piskoposlukları, Denia ve Orihuela’dakiler gibi, Barcelona baş piskoposluğunun idaresi altına konulmuştur (Simonet, Historia de los Mozârabes de Espana = Memoria de la Real Academia de la Historia, XIII (Madrid, 1905), 651—-4; Campaner, Bosguejo historico de la dominacion islamita en las islas Baleares (Palma, 1888). s. 82 v.dd. B i b l i y o g r a f y a : Lexicon geographicum = Marâşid al-ittila ( Leyden, Batavia, 1859), IV, 304; Madoz, Diccionario geogr. estad. hisi, III, 382 v.dd.; Bofarull, Los Condes de Barcelona vindicados (Barcelona, 1836); al-Makkarî, II, 844. (C. F. SEYBOLD.) B A R Ş ÎŞ Â . [ Bk. b e r s îs â .] B A R S A V lş . [ Bk. berşevîş .] B A R Û C lR D . [ Bk. b e r ü c Ir d .J B A R Z A 'A . { Bk. b e r z e -a .] B A R Z A H . [ Bk. BERZAH.] B A R Z A N D . [ Bk. b e r z e n d .] B AR ZU -N A M E. [ Bk. b e r z û -n â m e .] B A Ş AN İ Y A . [Bk. b e s e n İy e .] B A S Â S ÎR İ. [ Bk. b e s â s Îr Î.] B A ŞÎR . [ Bk. b a s Îr .] B A S ÎR . AL-BAŞÎR, „gÖren“ ; Allahın isimle­ rinden biridir. [B k. mad. ALLAH.] B A S ÎR . a l -BAŞÎR, A bu ‘A l! al ~Fa £l b. C a ' far b. al-Fa 2l b. Y ûsuf , IH, ( IX.) asrm ilk yarısında yaşayan bir ş â i r ve m ü n ş i d i r . İbn Mayyâda onu Buhturi ’ye üstün bir şâir say­ dığı ve nesirde çok takdire m&zhar olduğu hâl­ de, şimdi ancak ara-sıra yapılan iktibaslar ve na­ diren isminin zikri ile tanınmaktadır. Bunlardan öğreniyoruz ki, gençliği Küf a ’de geçmiştir; Abu /I-'Ayna ve Sa*id b. Humayd muhitine dâhil idi ve ‘Ubayd Allah b. Yahya, ikbâlinin en yüksek haddine vardığı zaman, onu himâyesi altına al­ mıştı (245 5=859); muasırlarından, başka bir devlet adamı olan, al-Mu'allâ b. Ayyüb (ölm. 255 8=869) hakkmdaki hicviyesi, sık-sık zikrolunur. ‘Ubayd Allah'a yazdığı mektuplardan bir tane­ sinin halife Mutavakkil nâmma yazılmış olduğu görülüyor. Ona verilen Basir („goren“ ) lâkabı, al-iarir ( „kör“ )*e mukabil, hayra yormak ka­ bilinden verilmiş olduğu söylenmektedir. Tanı­ dıkları arasında Ahmed b, Abi Tahİr de vardı. ‘Ubayd A llah’a yazdığı dört mektup, Adab (Zahr al-âdâb) ’den alınmış ve Miftâh al-afkâr ( Kahire, 1314, s, 313— 315) adlı eserde ba«



319



silmiştir. Mas’üdi, Mttruc al-zahab ( nşr. Bar* bıer de Meynard, VII, 328 v.dd., 348 y ılı) ’de müntehap şiirleri vardır. Bunlardan ancak bir kaçı Şa'âlibi 'nın Muntafyal (s. 74) 'inde geçer. Fihrist *e nazaran, şiir ve münşeatı birer D i­ vân’de. toplanmış idi. Âhıtıed b, Yahya al-Munaccim ’in Bahir zeylinde, Başir’in bir tercüme-i hâli vard ır; îbn Hâcib al-Nu*mSn ’m tezkiresin­ de ismi görülür. (D . S. MARGOLİOUTH.) B A S İR Î. BAŞİRÎ ( ? — 1$35 ), X. (XVI.) asır t u r k şairlerindendir. Haşan Ç eleb i‘sin Tezki­ re'sine ve bu tezkiredeki kaydı nakletmek İle iktifa ettiği şüphesiz olan Sami ’ye göre, Ba­ sîrî horasanlıdır '; L a tifi‘ye göre ise, İran hu­ duduna yakın bir yerde doğmuştur. Rivayete gö­ re, Basîrî, Sultan Bayezid H.'e, Cami ve Neva ’î taraflarından tavsiye edilerek, İstanbul *a gel­ miş ve Nevâ’i ’nın dîvânını ilk defa olarak, osmaniı payitahtına getirmiştir. Bu keyfiyet, inki­ şafında muhtelif bakımlardan Nevâ’î ’nin tesi­ rine mâruz kalmış olan osmanh şiir tarihinde Basîrî'ye oldukça ehemmiyetli bir yer ayırır. Basîrî *nin şiirlerinden elimize geçelerin ancak tezkirelere derceditmiş bir kaç mısrâdan ibaret­ tir. Bunlardan anlaşılıyor ki, bu zat eserlerinde, hükümdarları tuhaf nükteler ve zarif fıkralar ile eğlendirmek suretiyle, onlara zamanlarını hoşça geçirmekten başka bir gâye gözetmiyor­ du, Haşan Çelebi ve Sami ’ye göre, Basîrî V m Ölüm tarihi 941 ( 1534/1535 ) ’dîr. B i b l i y o g r a f y a : Gİbb, H O P , II, 48, not 2 ve 365; Hammer, Gcsch, d. osm. Dichik



II.JII3.



(F. GlESE.)



B A S İT . [ Bk. BÂsfT.] B Â S ÎT . BASİT, Allahın isimlerinden biridir. [ Bk, mad. ALLAH.] B A S İT . [ Bk. BASİT.] BASİT» BASİT, aruzda bir bahrin adıdır. [Bk. mad. ARÛZ.] B A Ş M A L A . [ Bk. besmele.] B A S R A . [ Bk. basra .] B A S R A . BAŞRA ( Marmol ’a göre, Basat, Basia, Besara), F a s ’ta bugün ortadan kalkmış bir şehir olup, garpta — Ved Mda vadisine, şark­ ta — VazzSn yoluna, şîmâl-i şarkîde ise — Ved Lelcljus vadisine hâkim ve Kşar al-Kebir *e tak­ riben 20 mİ! ve Fas şehrine 80 mil mesafede bir yayla üzerinde kurulmuştur. Tİssot ’ya göre, Roma devrine âit Tremuîae şehrinin bulunduğu yeri işgal ediyordu ve Aşiîa île beraber, yâni IX. asırda, belki de İdris H. tarafından tesis edil­ mişti. Bunun oğlu Muhammed, mülkünü, taksim ettiği zaman, Basra şehri, Tanca, Septe ve Tetuan ile birlikte, kardeşi al-Kaaİm ’in hissesine isabet etmişti. Yarım asır sonra, Fatımî halifesi ai-Mu'izz kumandanlarından Cavhar tarafından, Magrib ’in fethi üzerine ( 348 = 959 ), R if ile



%26



BASRA.



ĞomSralar memleketini ihtiva eden küçük bir d&vletin ıperkezi olmuş ve idaresi İdrısilerden £îasas b. Çennün a bırakılmış İse de, 364 (974) 'te, Kurtuba emevî halifesi al-I^akım'İn ordusu tarafından, tahrip edilmiştir. BerğavSta [b. bk.) *Iarın İspanyol ordusu tarafından hezimete uğ­ ratılmağından sonra, bu hükümdarın veziri Ca'far b. 'Alİ b. Hamdün 'un kardeşi olan Yahya, hükümeti eline aldı. Basra ’mn tarihî hakkında edinmiş olduğumuz sarih malûmat, hemen hemen bundan ibarettir. Bununla beraber, bu şehrin X. ve XI, asırlarda bir dereceye kadar ümran ve refaha kavuşmuş bulunduğunu biliyoruz. İbn Hav^al ’de ve bil­ hassa nl-Bakri *de buna dâir tafsilât vardır. Kır­ mızımtırak topraklı iki tepe üzerine kurulmuş olması, bu şehre »al-idam ra" lâkabının veril­ mesine sebep olmuştur. lo kapılı bir sur iie Çevrilmiş olan Basra 'da, büyük binalar meyamnda, 2 hamam ve 7 künbedli bir cami vardı. Civarında bahçeler, hububat ye pamuk zeriyatı ve bir çok sürülerin yayıldıkları otlaklar bulu­ nuyordu. Sütünün bolluğu yüzünden, buraya Başjra abZobban (»sinekli B aşra") denmesi âdet olmuştu. Arap müellifleri de havasının iyiliğin­ den, kadınlarının güzelliğinden ve ahâlisinin ne­ zaketinden bahsederler. Fakat bu refah uzun sürmedi; aî-îdrısİ, kendi zamanında, Basra ’mn inhitatta olduğunu kaydeder, ihtimâl ki, hicretin IX. ( XIV.— XV.) asrında tamamen harâp oldu, Leo Afrieanus zamanında şehrin sûrları, metrûk bahçeler arasında, henüz durmakta idi; bugün, bir kaç taş parçasından başka bir şey kalma­ mıştır. B i b l i y o g r a f y a t İbn $avl£al, Descripiion de VAfriqae et de l ’Espagne (trc, de Slane, J A , 3. ser, (1842), XIII, 192 ); alBakrı, Description de VAfriçue ( de Slane ), s. 250 v.dd.; al-İdrisi, Deşer, de /'Afrique et de VEspagne (trc. Dozy ve de Goe]‘e ),s . 202; Leo Afrieanus (nşr, Sclıefer), 11,235; Tissot, Reckerches sur la geograpkie de la Mauriianie Tingitane, s. x6o. (G . YVER.) B A S R A . AL-BAŞRA ( Avrupa 'da orta çağda BALSORA adı ile bilinirdi; bugün garp dillerinde, ekseriya Bassora şeklinde yazılır), Irak ülkesi dâhilinde Bağdad'm 420 km. cenûb«i şakisinde Şa$t al-'Arab üstünde ticaretgâh bir şehirdir. Irak ’ın ikİ büyük ticaret yolu olan Fırat ve Dicle nehirlerinin kavuştuğu garptan, yâni Nacd ve Suriye ( Boşrâ ) ’den, gelen çöl yolları ile İran yaylasından gelen yolların karşılaştığı Basra körfez'1 sâhilini al-Ba^â’-ih [ b. bk,] bataklıkların­ dan ayıran eşik üstünde, kadîm devirlerden beri, bir çok mühim şehirler bulunmuştur. İskender zamanında adı geçen Diritidis (Teredon) şehri,



bu havalide aranmak İcap eder. Araplar burada Hurayba isminde bir mevki buldular ki, sonra­ ları burası Basra ’um bir dış mahallesi olarak tanındı. Bununla beraber Basra, araplar tara­ fından, yeniden kurulmuş bir şehirdir. Bir çok ehemmiyetli yolların kavuşağında, hususiyle Irak ’a deniz yolu ile girmek teşebbüslerine karşı, pek hâkim bir vaziyette bulunan bu havalinin işgali, fatihler için, askeri bir zaruret idi. Bu mevkide, daha 14 ( 635 ) yılında kurularak, son­ radan terkedilmiş olan bir ordugâhın bulunduğu yerde, halîfe lOmar *in emri ile, ‘Utba b. Gazvan tarafından yeni şehir tesis edildi (16 — 637 ya­ hut 17 = 6 3 8 ). Basra, arap ordusu için bir depo yeri olmak üzere, kurulduğu için, nehrin garbın­ daki bozkır ile nehrin vâdisi arasında ziraate el­ verişli, suya ve otlaklara yakın bir mahâl İnti­ hap edilmiştir. Bu yeni şehir adını, üzerinde bu­ lunduğu zeminin tabiatından alm ıştır; al-basra, »yumuşak, kefeki (küfekî ) taşı" demektir. Mes­ kenler evvelâ basit kamış kulübelerden ibaret idi. Abu Musa aî-Aş'ari kerpiçten bir cami bina ettirdi ki, bu bina çok geçmeden, pişmiş tuğla ile, yeniden inşa edilmiştir. Bâgdad, Şamar ra ve Raîçkia ’dâkiler gibi, taş direkler özerinde bina olunan bu camiden başka, bilahare bir çokları daha inşa edilmiştir kİ, bunlardan üçü, bugün mühim bir kısmı harabe yığını hâlinde bulunan eski Basra *da, mevcuttur, ‘Omar zamanında şehir, kanallar açılarak, nehre bağlandı. Basra şaşılacak bir sür’atîe inkişaf etti. Her vesile ile ayaklanan ahâlisi, daha ilk zamanlardan itibaren, İslâm tarihinde bariz bîr roi aynamıştır. ‘A ’ İşa ile falh a ve Zubayr, kendilerini Hurayba civarında vukû bulan Ceme! muharebesinde mağlûp eden ‘A li 'ye karşı 36 (656 ) 'da Başra 'dan hareket et­ mişlerdi. Bugün dahi o civarda bulunan bir mahâl, o muharebede 51en Zubayr'in adı ile yâdedilmektedir ki, şimdiki şehirden 2 saatlik mesafede bu­ lunan bu eski Basra bugün, hem bu sahabenin (Zubayr b. al-'Avvâm) hem, yine o zaman ölen, diğer sahabenin (Jalha İhn ‘Abd A llah) türbele­ rinin bulunması ile mâruftur. Horasan 'm bu şe­ hirden idare edilmiş olması, Basra ’nın Emevîler zamanındaki ehemmiyetini belirten bir delildir. Devletin mukadderatı için mühlik olan kabile re­ kabetleri, Basra’da pek erkenden zuhûr etti. O suretle ki, Mu'âviya 'nin son zamanlarında, Ezdler gelip, şehirde yerleştiler ve Tamimler ile Ifaysîer aleyhine Rabi'alar ile birleştiler. Arap* lara bir çok „mav5 li“ 'nin de iltihakı ile nüfusu pek ziyâde artmış olan şehirde (daha hicretin 50. yılında bile Basra'nın nüfusu 200,000 kadar tahmin ediliyordu ), asayişi muhafaza etmek İçin, Emevî devletinin en muktedir memurlarını kul­ lanmak icap etmiş İdi, Haricîlerin tahrikatı da inzimam ederek, asayişsizlik son hadde vardı.



BASRA, Yakınındaki Küfe şehrî gibi, Basra da, dâhili harpler için, gayet müsait bir zemin teşkil ediyordu. Emevî hâkimiyetine karşı en tehlikelikıyamlar, ekseriyetle; Basra ’da yahut bu şehrin civarında zuhur eyledi. Böyle olmakla beraber Basra, Abbâsîlerin muzafferâne yürüyüşüne kar51, ‘A li tarafdarhğı likrinin çoktan beri kuv­ vetle yayılmış olduğu Küfe 'den daha ziyâde mu­ kavemet etti. Basra, ikbâlinin en yüksek derecesine Abbâ* siler devrinde vardı; dış mahallesi olan atUbulîa ile beraber, uzaklara, tâ Çin 'e kadar uzanmakta olan a rap deniz ticaretinin antre­ posu oldu. Şehri nehre bağlayan büyük kanal­ lar, Nahr al-Ubuüa ile Nahr Ma'lfil, Basra nin sokak ve bahçeleri içinde ekserisi seyr-i sefere elverişli birçok kollara ayrılıyordu. Bîri Ubuüa kanalı üzerindeki Kat* al-Kalâ, diğeri Sük alKabir ve üçüncüsü de Sü(ç Bâbil tesmiye edilen 3 büyük meşhur sokak bulunuyordu { Kâtib Çelebi, Cihannümâ, s. 351 v.dd,). O zaman mutad plâna göre, inşa edilmiş olup, kabileler için ayrı ayrı mahalleleri, ortada bir meydanı ve valinin sarayını ihtiva eden eski Basra'nın ( Barthold, Islâm medeniyeti tarihi, trk. nşr. Köp­ rülü, s. 45 ) garp kapısının ( Bâb al-BSdiya ) ya­ kınında bulunan ve „Mirbad al-Başra“ denilen kervanların konakladığı büyük bîr mahâll mev­ cuttu ki, burası, her taraftan gelen arapiann alış-verİş yapmak ve şiir inşad etmek gibi, ti­ caret ve kültür hareketlerine bir merkez vazifesi görürdü ( Ahmed Hamdi, Usûl-i coğrafya-i ke­ bîr, İstanbul, 1292, s. 353 v.dd.), Ubulîa ve Ma'* kil kanalları ile Şatt al-'Arab arasında kalan adanın tam Şatt üzerinde ve cenûb-i şarkî kö­ şesinde, bugünkü Basra ’nın limanı olan \AşşSr ’in yakınında bulunan, Ubuîla kasabası vardı ve burası, Ya'kÛbi (KiiSb al-buldân, nşr. de Goeje, Leyden, 1892, s. 323 ) ve diğer arap coğ­ rafyacılarının da işaret ettikleri gibi, büyük bir ticaret merkezi idî. Zâten halife 'Omar ta­ rafından. kurulup da, bütün Emevîler ve Abbâsîler devrinde İlmî ve fikrî faaliyeti île şöhret kazanan Küfe ve Basra dan, birincinin evvelâ yavaş inkişaf etmesine, sonra da gittikçe ehem­ miyetini kaybetmesine mukabil, İkincinin sür'artle gelişmesinin ve bu suretle, bütün şark orta çağında ehemmiyetli bir ticarî rol oyna­ masının başlıca âmili bu olmuştu. Bu ''eski Basra { Zubayr) ’mn diğer bir liman mevkii de, ihtimâl bugünkü Basra ’nın yerinde bulunan, FirSt al-Başra veya Fİrât al-M izan idi kî, bu­ nu, kervanların hareket noktası olarak, Pİinİus (Fr. Sarre, E. Herzfeld, Archeologische Reise in Euphrai- und Tîgris-Gebİet, Berlin, 19u, 1, 249 v.dd.) tanımaktadır. Bin bir gece masalları bize bu ticaret şehrinin pazarlarında ve kanalUlim Aaatktopedtsi



321



iarmda cereyan eden hayatın muhtelif tezahür­ lerini tasvir eder. İktisadî refaha muvazi olarak, manevî kül­ türde de büyük bir inkişaf görüldü. Câmİler İle kütüphaneler hayatın fikrî ve manevî ihti­ yaçlarım tatmin ediyordu. Küfe ve Basra arap filolojisinin beşiği oldu. Kelâmcılar arasında Basra 'da doğanlardan Emevîler devrinde yaşa­ mış Haşan ai-Başri ile, eş’arî mezhebinin müessisi at-Aş'ari ’yi zikretmek lâzımdır. Keza ilmî hayatın kaynaştığı faal bîr merkez şeklini alan ve İlmî münakaşalarda ve hareketlerde mensubu bulunanlara Başriyün denilenler, yâni Basra şehrine adı bağlananlar, arasında çok geniş ilmi ile şöhret bulan ve 869 *da ölen Ca­ liiz ile FayiSsûf al-'Arab unvanını alan Kindi ( Ölm. 873 ) de sayılabilir. Serbest fikir sahipleri içtimaları m Basra ’da akded eri erdi. IV. (X.) asırda İhvan al-şafS [ b. bk.] bu şehirde bulu­ nuyordu. V. ( X I.) asırda da arap edebiyatı­ nın en parlak şahsiyetlerinden Makama t sahibi Hariri, yine Basra nıa evlâdıdır. Merkezî hâkimiyetin git-gide inhitatı Basra om ihtişamını da ortadan kaldırdı. 871 (257 ) *de âsî zengîler [ b. bk. ] şehirde müthiş tah­ ribat yaptılar. IV. ( X.) asrın başından itiba­ ren karmatlar [ b. bk.], Irak için, daimî bir tehlike teşkil ettiler ve 923 ( 311) ’te Basra *yı yağmaladılar. Zâten Basra, hemen hemen bütün tarihî boyunca, bir parçası bulunduğu Irak kıt’a» sının mukadderatına iştirâk etmiş, kıt'ayı zapteden fatihlerin hâkimiyeti altına girmiş ve bu memleketin mâruz kaldığı her türlü karışıklığa sahne olmuştur. Abbâsîîerden itibaren Irak, türk tarihi İle daha sıkı bir alâka peyda eder ve k ıt’anuı umûmî durumu bu tarihin çerçivesî içinde yer almağa başlarken, Basra ’da, gerek halifelerin âsî valileri idaresindeki hâli [ bk. mad. BARİDÎ ], büveyhîlerin, mazyâdîterin za­ manındaki vekayii, gerek Selçuklular devrinde­ ki muharebeler ve Muntafİkler gibi civar arap kabileleri tarafından duçar olduğu akınlar ile türlü değişiklikler geçirdi ve türkler ile alâkası, bilhassa bu tarihten itibaren, kuvvetlendi. Sel­ çuk hükümdarlarının Basra ’yı bâzan, ıktâ su­ retiyle, bir emîre tevcih ettiklerini görüyoruz. Fakat hanedan mücadeleleri sebebi ile, çok defa buraya fazla dikkat edilmediği, bu yüzden ekseriya, şehrin bâ2i ümerânın ve civar kabi­ lelerin yağma ve tahribine uğradığı vâkîdir. Gerek bu sebeple ve gerek 1225 ( 6 2 2 ) ’te Hvârizmşâhlılar tarafından yapılıp da, Bagdad 'dan gönderilen yardım sayesinde, tardedilen taarruz­ da, Basra çok telefat verdi. 1258 ( 656 ) 'de moğul istilâsı şehrin tarihin­ de yeni bir devrin başlangıcı olmuştur, öylo görülüyor ki, kanalların ihmâli yüzünden Hu-



21



322



BASRA.



lagu ahfadı zamanında şehri başka bir yere nakletmek İcap etti. İbn Batüta Basra’yı, mü­ him bir kısmı gayr-i meskûn, eski sûrlari ve camileri kendi zamanlarında henüz ahâlisi bu­ lunan mahallelerden bâzan millerce mesafe uzak­ ta kalmış bir hâlde buldu. Bu seyyah, şehri nehrin kenarında olarak tasvir ve Basra ’mn hurmalıklarını çok methetmekle beraber, şeh­ rin, yalnız İktisadî değil, aynı zamanda fikrî sahadaki inhitatından da şikâyet eder. Eski şehrin ortasındaki cami ‘A li ’nin namım taşı­ makta olmasına rağmen, şehrin o zamanki halkı sünnî idi. Timur, İrak *1 İstilâ ettiği vakit, Basra ve C e­ zayir *İ d e ' Bagdad ‘a raptetmiş ( krş. Hu ar t, Histoire de Bagdad dans les temps modernes, s. 18 ) ve bunun idaresini torunu Mirza Abü Bekr ’e vermişti. Bundan sonra Basra ’mn İda­ resi Karakoyunlu hükümdarı Kara Yusuf ’a geç­ ti. Bagdad ve Cezayir ile birlikte, bu sülâleden sırası île Şâh Mahmüd, Mirza Cihan Şah, Pir Budak Bey ’in hâkimiyeti altında kaldıktan son­ ra 1467/1468 ( 872 ) ’de uzun Haşan ’a intikâl etti. 1508 ( 9 1 4 ) ’de de safevî hükümdarı Şâh İsmâ'il, Akkoyunlulardan zaptetti (krş. BAG­ DAD ). İşte Abbâsîlerin inkırazından ve bilhassa büyük Selçuk imparatorluğunun dağılmasından itibaren. Irak ’a hâkim olup da, muhtelif türk ve moğul hükümetleri devrini kaplayan bu müddet zarfında, butun kıt anın devamlı ve istikrarlı bir idâreye mâlik olmaması yüzünden, Basra ve etrafı da kâh bu hükümetlerin bilfiil işgali, kâh ıktâ suretiyle kendi taraflarından nasbolıman emîr ve hâkimlerin idaresi ve bâzan da civar kabilelerin tagallübü ile, harp ve cidal sahası oldu. T a r i h . Basra Osmaııh topraklan arasına 1538 (94$) senesinde girmiştir. Gerçi bu tarihten 4 sene evvel, Kanunî Süleyman ’m Bagdad ’ı zaptı ve orada 4 ay ikameti esnasında, Basra hâkimi Megamİs oğlu Râşid bizzat gelerek itaat etmişse de ( krş. Nişancı Celâl-zade, Tabakât al-mamâlik f i daracât al-masâlikyFatih kütüp., nr. 4423, var. 246; Âli, Kunh aUahbar, basıl­ mamış kısımlar, Üniversite kütüp., T.Y. 2290/32, var. 245; Gütşen-i hulefa, İstanbul, 1143, var. 61), oğlu Mân' 'i, vezîri Mîr Mehmed ’i ve kazaskarinipEdirııe’de Boğdan seferine hazırlanmakta olan padişahın nezdine gönderip, şehrin anah­ tarlarım takdim etmesi ve hutbe ile sikke pa­ dişah namına olmak şartı ile, vilâyetin yine kendisine bırakılması bu tarihtedir. Türk menbâlaıınm (K âtib Çelebi, Cihannümâ; Evliya Çelebi, Segahat-nâme, I, 186; Aynî A li, Risale, s. 9 ), evvelce ocaklık veya mülkiyet şeklinde verilirken, 1668 (1079) yılında eyâlet olup, büjtün arazisinin valiye, 10 yüke bâlig vârıdatı



ile, iltizam olunduğunu söyledikleri Basra ’nıa yerli bir emîre tevcihi o zaman carî bir usûl iktizasından idi. Emîr Râşid, ilk zamanlarda devlete İtaatte kusur etmemişse de, bilâhare ahdini bozmuş ve bunun üzerine, 1346 (953} senesinde Bagdad valisi Ayaş Paşa tarafından yapılan te’dip hareketi neticesinde, firara mec­ bur kalmış, Basra, Bagdad ’a ilâveten, Ayaş Paşa ’nın uhdesine verilmiş ve ekseriya tenkil hareketlerinden sonra, Bagdad valilerinin Basra ’yı idâreye memur edildikleri görülmüştür. Msî. 1549 (936) ’da Bagdad valisi Temerrüd A li Paşa Cezayir hâkimi 'Oleyyan-zâde’nın isyanını bas­ tırdığı zaman, Basra da uhdesine verilmişti. İran İle akdedilen Amasya muahedesi (1553) ile, Basra hukuken de osmanlı topraklarına il­ hak edilmiş ve muahedenin hükümleri şark hu­ dudundaki valiler ile Basra ve Küfe mütevelli­ lerine bildirilmiş ( Celâl-zâde, agn. esr., var. 406), bununla o havalideki aşiretlerin, muhte­ lif bahaneler ile, Safevîlere baş vurmalarına nihayet verilmek istenmiştir. Osmanlı hâkimiye­ tine karşı koyanların ve mezhep bağlan ile Sa­ fevîlere bağlı bulunan aşiretlerin îran ’dan ikide-birde yardım talebinde bulunduklarını bi­ liyoruz. Nitekim Bagdad ve Basra beyi er bey iler i tarafından bâzı nahiyelere konulmuş ağır ver­ giler dolay isiyle ( Gülşen-i hulefa, var. 64), 'O leyyan-zâde’nin 1568 (9 7 5 ) ’de çıkardığı ve Bagdad valisi İskender Paşa ’mn şiddetle bas­ tırdığı isyan ile {krş. Ali, agn. esr.) 1598 (1006) 'de yine Basra havâlisinde vuku bulan Seyyİd Mübarek isyanı, bunu açıkça göstermek­ tedir. XVI. asır sonuna kadar Basra ’ya tâyin edilen beylerbeyden arasında Kubad Paşa (1553 = 960), Derviş A li Paşa (1563 = 970), özdemiroğlu Osman Paşa (15 6 8 = 9 7 5 ), Mihahçlı Ahmed Paşa (1 5 8 7 = 9 9 5 ), Sınan Paşa (1591 = 999 ), Hadım Osman Paşa (1593 = 1001) var­ dır. Bunlardan birincisinin zamanında Hind denizinde faaliyette bulunan meşhur Pîrî Reis ’in. bâzı harekât yaptıktan sonra, Basra ’ya gel­ diği ve Kubad Paşa ’nın si’âyeti ile Kahire ’de idam edildiği malûmdur. Gene bunun zamanın­ da, evvelâ Murad Kaptan ve onun muvaffak ıyetsizliğinden sonra da, Şeydi A li Reis (şâban 961 = temmûz 554 ) memur edilmişti ( Alî, agn. esr., tür. yer.). Ayrı bir eyâlet teşkil etmekle beraber, sefer vukuunda Bagdad beyierbeyilerinin kumandasın­ da bulundurulan Basra beylerbeyden, ocaklık suretiyle, muhafaza ettikleri memuriyetlerinde, muhtelif mezheplerdeki arap kabileleri ile müca­ dele yüzünden, fazla kakmamışlar, hattâ bâzan Basra ‘da muhasaraya bile uğramışlardır. Tavernier ’nin anlattığına göre, şehrin yakınlarına so­



BASRA. kulan arapiar ile hükümet makamları arasında, Basra ya bir fersah mesafeye kadar bütün sahra, arapların, şehir ise, türklerin hâkimiyetinde kal­ mak şartı ile, bir anlaşma yapılmışsa da, bunun tatbiki »iûmkün olamamış, nihayet bir beyler­ beyi. uıansibını nüfuzlu bir yerliye 40.000 kuruş mukabilinde satarak, bu karışık vaziyetten kur­ tulmak istemiştir. Efrâsyâb adını taşıyan ve yerliler arasında büyük bîr nufuza mâlik bu­ lunan bu yerli, büyük bir müseltâh kuvvet vucuda getirdiği gibi, âdeta müstakil bir hanedan kurmağa muvaffak olmuş ve bu hanedan zama­ nında Basra limanı Avrupa ticaretine açılarak, buraya sırası ile portekizliler, hollsnctahlar, îagiİizler ve fracsızlar gelmiştir. Ahmed I. ’den Köprülü ’lerînsadaret devirlerine kadar süren bu devre esnasında Bagdad 'da çıkan hâdiseler ile [ bk. BAGDAD j diğer gaileler, Efrâsyâb ile oğlu A li ve torunu Hüseyin Paşa lan hemen-hemen müstakil bir hâle getirmiştir ( Nİebuhr, gost. yer,). Bagdad m Osmanlı devleti tarafından is­ tirdadını müteakip, bu eyâletin valileri Basra 'da müstakillen hüküm sürenler ile mücadele etmişlerdir. Ali P a şa ’nm 1645 (*055) te Bag­ dad a tabî Dekke kalesini zapt etmesi üzerine, Bagdad valisi Küçük Musa Paşa, kuvvet sevkederek, eski vaziyeti iadeye muvaffak olmuştur ( Gülşen-i kıılefa, var. 81). Daha sonra Lahsa beylerbeyi Mehmed Paşa ’nm şikâyeti üzerine, Bagdad valisi Murtaza Paşa, hükümet emri İle harekete geçerek, Hüseyin Paşa ’nın tahassun ettiği Kurna kalesini mahasara ve paşayı firara mecbur edip, Basra 'ya girmiş, fakat gösterdiği hırs ve tamâdan başka, Basra ’yı Bagdad ’a İl­ hak etmek emelinde bulunması, halkı ve civar kabileleri ayaklandırmış ve Murtaza Paşa Bag­ dad ’a kaçıp, Basra ’ya, ahâlinin arzusu ve dev­ letin muvafakafı ile, tekrar Hüseyin Paşa ge­ tirilmiştir (Naima, Tarih, VI, 116 v.d.; Silâhdar, Tarih, I, 15 v.d .; Giilşen-i hulefa, 84 v.d.\ Bu hâdiseden sonra cür’eti artan Hüseyin Paşa, Lahsa beylerbeyi Mehmed Paşa ’yı azil ve bu memleketi Basra ya ilhak ettirmiş, Mehmed Paşa ’nın, Mekke şerifi Zayd 'e iltica ile, va­ ziyeti o vasıta ile merkeze bildirmesi üzerine, Bagdad valisi Uzun İbrahim Paşa ’nm serdarlığı altında teşkil edilen kuvvetler Hüseyin Paşa üzerine gönderilmiştir. Hüseyin Paşa, Kurna’da şiddetli bir mukavemet gösterdikten başka, Muntafilf şeyhi ile diğer aşiretlerin yardımını te’min eylemiş ise de, karışık hâdiseler netice­ sinde, Basra ’ya, civar kabile araplan hâkim olmuştur. Nihayet serdar, maiyetindeki kuman­ danlardan Diyarbekİr valisi İbrahim Paşa ’nın tavassutunu kabul edip, Hüseyin Paşa ile bîr anlaşma yapmış ve bu anlaşma mucibince, Hüîyin Paşa ’mn devlete, peşin olarak, 500 ve se­



333



nevi 200 kese akçe vermesi, „rikâb-ı hümâyuna arz-ı ubudiyet etmesi", tacirlerden gasbettiği malları sahiplerine iade eylemesi, Basra yı oğlu Efrâsyâb ’a bırakması ve Lahsa ’ya da tekrar Mehmed Paşa »m getirilmesi kararlaştırılmıştır ( Gülşen-i hulefa, 94 v.d.; Râşid, Tarik, I, 126 v.d ,; Silâhdar, I, 473 v.d.). Mamafih Hüseyin Paşa, anlaşmaya rağmen, keyfî hareketlerinde devam ettiği için, yerine kethüdası Yahya Ağa ’nın tâyin olunduğunu ve bu tâyinin fi’len tatbikına, mühimce bir kuvvetin başında olarak, Bagdad valisi Kara Mustafa Paşa nm memur edildiğini görüyoruz. Hüseyin Paşa mallarını ve ailesini İran ’a gönderip, Kurna kalesinde ken­ disini müdafaaya çalışmışsa da, mağlûp olarak, kaçmış ve Basra ’mn idaresi Yahya Paşa "ya tevdi edilmiştir kİ, Basra ’nın diğer eyâletler gibi idaresi, bu tarihten başlamaktadır. Kara Mus­ tafa Paşa tarafından, Basra kalesinin muhafa­ zası için, 1500 yeniçeri tâyin edilmiş, 3,000 ka­ dar yerli kulu tahrir olunmuş, tamire ve cep­ haneye muhtaç kaleler tesbit edilmiş, Basra eya­ letinin fazla vâridatı île mâmur mülhakatının yerli kulu ulufesine mütehammil olduğu ve def­ terdar İle müstakil muharrire İhtiyacı bulundu­ ğu İstanbul’a bildirilmiştir. Fakat 1668 {1079) ’de Yahya Paşa ve 1670 ( îo 8 i ) ’te Kapıcıbaşı Mustafa Paşa, vilâyet iradının ancak devlete verilmesi lâzım gelen 200 keseye kâfi geldiği, fakat yerli kulu ulufesine kâfi olmadıkı ve müs­ takil muharrir ve defterdara ihtiyaç bulunma­ dığı iddiası ile isyan etmişlerdir. Bunlardan birincisi Bagdad valisi tarafından mağlûp ye firara mecbur edilmiş, İkincisinin istifasından sonra, bizzat Kara Mustafa Paşa uzun uzadıya tetkiklerden sonra, mîrî, vakıf, mülk ve mu­ aflarım, şer’î Öşürler ile örfî resimlerini tes-, bit ettirmiş, irâd ile masraf arasında mümkün mertebe bir muvazene yaptıktan sonra, tahrir defterlerini Basra hâzinesine koyarak, suretle­ rini fstanbul ’a göndermiş ve memnuniyeti celb eden bu hareket neticesinde kendisine Basre eyâleti tevcih edilmiştir. Bu tarihten İt 1bar er 20 sene kadar süren sükûnet devresinde vali lerin sık-sık değiştirildiği görülmektedir. 169c (1 1 0 1) tarihinde zuhur eden veba salgım bü yük telefata sebebiyet verdiği gibi, vergi tah­ silinde vali ile reaya arasında çıkan İhtilâflara Muntafik aşireti de karışmış, vali Ahmed Pa­ şa öldürülmüş, Bagdad valisinin kumandasında gönderilen kuvvetler de Muntafi^ şeyhi Mâni tarafından mağlûp ve firara mecbur edilmiştir. Bu sırada devlet, garp hudutlarında büyük me­ seleler ile uğraştığından, Irak işlerine lâzım ol­ duğu kadar ehemmiyet verememiş, Mâni* ’a isiimâlet-nâme verdikten başka, mevcut Umarla­ rına bir mıkdar daha ilâveler yapılarak, meşe-



i *4



öasra.



tenin yatıştın imasına çalışılmışsa da, bu bava* İide sulh ve sükûnun avdeti için, 1700 senesine kadar beklemek icap etmişti. XVIII. asrın ba­ şına kadar Basra havâlisinde karışıklığın de­ vam ettiği ve Kari ofça muahedesinden sonra, devletin Irak meselesini, kat’î olarak, hâlle ka­ rar verdiği anlaşılmaktadır. Filvaki, evvelâ Muntafik şeyhi Mâni' ’m, sonra aralarında zuhur edeıı ihtilâf sebebi ile, Hüveyze ham Farac Allâh ‘m tegallübüne mâruz kalan ve daha sonra da (1696 = 1108 ) iranlılann eline geçen Basra ve Kurna ’yı geri almak ve burada devlet hâkimi­ yetini İade etmek için, 1700 ( ı ı i 2 ) ’de, Bagdad valisi Daltaban Mustafa Paşa kumandası altın­ da, büyük kuvvetler toplanmış ve bu seferin ha­ zırlıkları, ince teferrüatma kadar, düşünülerek, harekât başlamıştır. Daltaban Mustafa Paşa, maiyetinde kendi kuvvetlerinden başka, Diyarbekir, Şehrizor, Halep, Sivas, Karaman, Bi­ recik ve Amasya gibi yerlerin paşaları ve as­ kerleri ile birlikte yola çıkmış, Birecik iskele­ sinde 120 büyük ve küçük sefinenin inşa ve teslih edilmesi ferman olunmuş ve bütün bu kuvvetler Basra *ya doğru yürürken, kabile şeyh­ leri de birer birer gelip, dehalet etmişlerdir ( bu seferin tafsilâtı için bk. Bayezid umumî kutup., yazm. nr. 4935, tür. yer.). O sırada iranlılann Basra muhafızı Davud Han, serdara mektup gönderip, vilâyetin tesliminde ayak sürümek, iste­ mişse de, buna ehemmiyet verilmeyerek, Ali Kulı ve Abdürrahim yüzbaşıların bulunduğu Kurna ele geçirilmiş, Davud Han da Basra'dan alelacele kaçmağa mecbur kalmıştı. Basra tarihinde yeni bir devir açıp, „Hemedan fatihi" ve „Eyyûbt" lâkapları ile meşhur olan Haşan Paşa'mn bu vilâyete tâyinine kadar ge­ çen ve 20 sene kadar süren zamanda, en ehem­ miyetli hâdise olmak üzere, MuntafıSf şeyhi Mâni1 oğlu Mağâmİs 'in isyanı ve Bagdad ‘dan gönde­ rilen kuvvetler ile tenkili göze çarpmaktadır (1707— 1709). Haşan Paşa ile oğlu Ahmed Paşa, Bagdad 'a ilâveten, Basra vâliliği de yapmışlar ve kendileri Bagdad 'da oturup, Basra *yı, köle­ lerinden bir mütesellim vasıtası ile, idare et­ mişlerdir. Uzun müddet Irak havâlisinde hüküm süren ve bütün kabileleri itaat altına almağa muvaffak olan bu iki valinin zamanları ile Ah­ med Paşa'mn Ölümünden (1747) sonra, Bagdad 'da baş gösteren kölemen İdâresinin inkırazına (18 3 1) kadar, Basra’nın mukadderatı Bagdad ’a bağlı kalmıştır [ bk. B A G D A D ]. İlk kölemen valisi olan Ebû Leyle Süleyman Paşa zamanın­ da Basra 'yi alâkadar eden en mühim hâdise, Şeyh Bender ’i başa geçirmek ve diğer kabile­ ler ile ittifak etmek sureti ile, isyan eden Muntafik aşiretinin te'dİbİ (1749) ile Şatt aî-'Arab kaptanı olup, Muntafik: aşireti ile birleşerek,



ayaklanan ve sonra ele geçirilen mîr-i mîrân Mustafa Paşa hâdisesidir (krş. İzzı, Tarih, İs­ tanbul, 1199, var. 197 ; Davkat al-vuzara ; V â­ sıf, Tarik ve onda naklen Huart, ayn. esr.} s. 160). 1772 (n 8 6 ) ’de, Basra dâhil olmak üzere, Irak *ta çıkan veba salgım büyük telefatı mu­ cip olmuş, kölemen İdâresinin zâtından .ve Kür­ di stan’daki karışıklıklardan istifâde eden Zend Kerim Han, kardeşi Sâdık Han vasıtası ile, mütesellim Süleyman Ağa tarafından müdafaa edilen Basra ’yı muhasara ettirmiş, bir seneden fazla süren muhasaradan sonra, şehir iranlılann eline düşerek (1776 = 1190), 3 sene onlarda .kal­ mıştır. Sâdık Han Basra 'dan alacağını alıp mü­ tesellim, defterdar ve gümrükçüyü Şiraz 'a gön­ dermiş, Basra’nın idâresini de biraderzâdesine, A li Mehmed Han’a bırakmıştır. Yaptığı yolsuz işler ile halkı soğutan hu zat. kendisine boyun eğmeyen Muntafik şeyhi Ue çarpışmağa mecbur olmuşsa da, muvaffakiyet te'min edememiş, ma­ mafih, Basra’nın iranlılar tarafından tahliyesine kadar, burada kalmıştır. Zend Kerim Han 'm vefatı ( 1779 ), Basra 'yı eski sahiplerine kavuş­ turduğu gibi. Iran da itibar gören mütesellim Süleyman Ağa da avdet ederek, Babı âliye mü­ racaat etmiş ve istidasına muvafık cevap ala­ rak, Basra valiliğine ve bir az sonra da, Basra 1 ile birlikte, Bagdad valiliğine geçmiştir ( bk. BAGDAD: Cevdet, Tarih, 1, IV, VIII, fihrist). Büyük Süleyman Paşa zamanında, Hindistan 'da Mîsur sultanı Tipo tarafından gelen elçile­ i rin, bir Hind limanına mukabil Basra’nın hindj liiere kiraya verilmesi yolunda Osmanlı hükü­ metine müracaatları ( Cevdet, Tarih, ili, 282 v.d.) İle Basra mütesellimi Mustafa Ağa ’mn, Bas­ ra mukataaları ve Şâvî-zâde meseleleri İle alâ­ kadar ola» isyanı, bu isyanın tenkili (1789 1203) ve daha sonra mütesellimler den Selim Ağa vakası (1810 = 1225 ), Basra tarihinde kayd­ edilecek hadiselerdendir. Son kölemen vâlîsi Davud Paşa, gerek Basra ’da ve gerek civar aşiretler arasında, büyük bir nufuz tesis etmiş, kölemen ocağı yıkıldıktan sonra, Basra uzun müddet, Bagdad 'a tabî kalarak, Bagdad vâHic­ rinin mütesellinden tarafından idare edilmiş ve tarihi de Bagdad tarihine bağlı kalmıştır. OSMANLILAR DEVRİNDE BASRA.



Zamanla ehemmiyetini kaybederek, daha şar? ka, Şatt al-'Arab sahiline yakın bir yere, nakl­ olunmuş bulunan bugünkü Basra, eski Basra 'ya 8— 10 km. mesafede, fakat Şajt al-'Arab ’darı da 3 km. kadar garptadır. Birbirine muvazi 3 kanal, şimalde Nahr al-Handalt:, ortada Nahr al-'Aşşar ve cenupta Nahr Hörah, Şatt aî-'Arab 'dan garba doğru uzanır; bugünkü Basra şeh­ rine kadar hurmalıklar ve bahçeler arasından



BASRA. geçtikte» ve bir çok kartallara bölündükten sonra, şehrin garbında birleşirler. Bunların için* de en ehemmiyetlisi olup, Şa|t ile birleşti* ği yerdeki asıl Basra limanına bugün kendi adını vermiş bulunan Nahr al-'Aşşar ile diğer kanallarda, bilhassa med zamanlarında, vâki seyr*ü seferi „belem“ tâbir edilen 8— 10 m. uzun* loğundaki kayıklar temin eder. Elimizde, maalesef, şehrin XVI. asırdaki va­ ziyetini bildiren malûmat yoktur. Kâtib Çelebi ‘uin, bu havalideki Zekkiye kalesi için „bir za­ manlar ÂI-i Muşa'şa' payitahtı idi" dediği doğ­ ru ise ( Cihannümâ, göst. yer.), Basra ’yı bu devirde Irak *tn diğer küçük şehirleri gibi farz ve buranın XVII. asırda mevcudiyetini bildi­ ğimiz, bir çok şeyden mahrum olduğunu kabul etmemiz mümkündür. Bu şehre ilk ziyaretini 1639 'da yapan Taverniar ( Les S ix •voyages en Turyuie, en Perse -c: aax fndes, Paris, 1677, I, 218 v.dd.}, Basra ‘nuı bir fersahtan daha uzun olduğunu ve kamilen yontma taştan inşa edil­ miş bulunduğunu söylemektedir. Şimalde ve ce­ nuptaki kanalları hâricde bırakan bir sûr, raustatil şeklinde bulunan şehri çevirmiş bulunu­ yordu ki, bu duvar, Kurna yi tahkim eden ve oraya ikinci bîr sûr çeken Hüseyin Paşa tara­ fından, XVII, asır ortalarında, Şa^t al-’A ra b ’a kadar uzatılmış, bir çok bahçeler şehir içeri­ sine alınmak suretiyle, Basra genişletilmişti. Bu şehir üzerinde büyük bir dikkat ve emek sarfcden Afrâsyâb 'm bu torunu, keza Şatt kena­ rında ve bugünkü ‘ Aşşâr ’m olduğu yerde bu­ lunan Manâvi mahallesini de tahkim etmiş ve burada kendisine müstahkem bir şatcr yaptır­ mıştı ki, bilâhare Bagdad valisi ile mücadele­ lerinde buraya çekilerek, müdafaa yapmağa ça­ lıştığını aşağıda göreceğiz. : Hüseyin Paşa Basra 'da büyük bir cami de yaptırdı. Bu cami XVIII. asırda bile şehrin baş­ lıca câmi'i idi ve ancak XIX. asırda Davud Pa­ şa kölelerinden mütesellim Aziz Ağa 'um, kar­ gır olarak, inşa ettirdiği cami güzellikçe bunu geçebildi. Afrâsyâb ve halefleri devrinde hıristiyanlara ve bilhassa avrupalı tüccarlara geniş hürriyet ve müsaadeler verildiği, dolay isiyle, Basra ’mn ticarî ehemmiyeti çok arttığı, her sene holandalı, İngiliz ve hind tüccarları buraya mebzul miktarda mal getirdiği için, bunları muhafaza edecek antrepolar ve hanlar inşa edil­ di. Bunun için de, gerek Manâvi ve Nahr al»*Aşşâr’m şimal kıyısında Şatt kenarındaki Makam-i ‘A li mahalleleri ve gerek Ş a t t ’m sol sahilinde Makam-i ‘A li'n in karşısında bulunan ve 2âten türkçe adı da buna delâlet eden, Kapan kalesi tahsis olundu. Mamafih bu hususta, yine Ş att’ın sol sahilinde ve Kapan’m cenu­ bunda, Manâvi ’mn karşısındaki Kîrdaian ( krş.



325



Kurdalân, Sayâhat~name-i kudüd, Bayezid ku­ tup., türk. yazra.,nr. 493$ ve Böğürdelen, Cihannü mâ ) kalesinden de istifâde edildiği düşünüle­ bilir ( Basra ’mn birinci defa iranlılarda bulun­ duğu esnada ( 1696— 1700 ), burada yeniden bir kale yapmışlardı ki, istirdattan sonra, buranın muhafazası için, too yeniçeri ile 2 top konulmuş­ tu ). Diğer taraftan XVIII. asırda İstanbul, İzmir, Halep, Şam ve Mısır gibi, imparatorluğun bü­ yük şehirlerinden buraya bir çok tüccarlar gel­ mekte ve avrupalı tüccarlar ile alış-veriş yap­ makta ve bir kısmı .da mallarını, çok güç ve masraflı olmakla beraber, Dicle 'den naklettırmektedirler ( Niebuhr, Voyage en Arabie, Amsterdam, 1780, II, 172 v.d.). XVII. asırda gümrük resmi, her kes için, 5 % id i; fakat beylerbeyi için de ayrıca 4 % öden­ mekte idi ki, onun bilhassa deve ve hurma sa­ tışlarından aldığı bu para kendisine senede büyük bir meblağ temin ederdi î bilâhare güm­ rük resmi avrupalılar için 3 % ve diğer milletler için 7 % olmuştur ( Niebuhr, göst. yer.). XVIII. asırda Basra, 5 kapısı bulunan bir sûrun içinde ve 70 mahalleden mürekkep, 40— 50.000 nüfuslu bir şehirdir. Bu kapıların ikisi şimal tarafmdadır : Darvâzat al-Ribât yahut Bâb al-Ribât ve Bâb al-Bağdâd. Diğer 3 ’ü gar­ ba ve cenuba bakan taraftadır: Darvâzat alZubayr yahut Bâb al-Zubayr, Darvâzat aI-‘Şirâcİ ve Darvâzat al-Macmü‘a. Manâvi ve Ma­ kam* İ ‘A li ’yi de ihtiva eden ve içerisinde bîr çok şeyhlerin namına olduğu gibi, Mahallat al-Afğâa, Mahallat al-Yahüd adlı mahallerde bulunan r— ki, bunlardan her biri 10— 20 veya 300— 400 evli olmak üzere, çok muhtelif büyük­ lükte idiler — Basra, bu asırda, Niebuhr ’un anlattığına göre, artık eski ehemmiyetini kayb­ etmişti. Vaktiyle beylerbeyinin ikamet et­ liği, fakat o zaman mütesellimin oturduğu bina ‘Aşşâr kanalı kenarındadır. İki tarafın­ da fransız ve İngiliz ticaret acenteleri vardır. Buna mukabil kapudan paşa, Manâvi'de otur­ makta idi (göst. yer.). Bidayette doğrudan doğ­ ruya İstanbul ’dan tâyin edilen ve Basra benderinde 50— 60 tekne bulunduran kapudan paşa, yalnız Dicle ve Fırat nehirlerinde asayişi teinin etmekle kalmaz, aynı zamanda, korsanlara karşı açık bulunan Basra körfezini de muhafaza ederdi. Kapudan paşanın ve bu filonun ihtiyaç­ ları, Bagdad ve Basra vilâyetlerinin büyük ka­ zalarından gönderilen varidat ile temin edilirdi. Bilâhare hâkimiyet Bagdad valilerine geçip de Basra ‘nın bir mütesellim ile idare edildiği devirlerde, varidatları Bagdad valileri tarafından zaptediien »kapudan paşalar" da onlarm bir memuru menzilesine indiler ve mütesellimler gibi, Bagdad valilerinden emir telâkki etmeğe



326



BASRA.



başladılar. Bu esnada buradaki filonun kemiyet hurmalıkları, raukataa suretiyle, Muntafi^ aşi­ reti şeyhine verildiği için, bunlar, iktisadi ve ve keyfiyetçe bozulmuş olması tabiîdir. Bu asırda B asra’da, mütesellimden ve yine idari sebepler ile, Basra üzerinde bir hak iddia Bagdad valisine bağlı defterdardan başka, bir etmekte kendilerini haklı görürler ve bunun gümrükçü ve bir de yerliler arasından, acall al- için de sık-sık isyan ederlerdi. Takibata mârûz balad tâbir edilen, çok nufuzlu birisi mevcuttu kaldıkları vakit ise, Cezayir sedleri tâbir edi­ ki, divana da dâhil olan bu son zâtın re’yini len Fırat üzerindeki bendleri yıkarlar ve et­ almadan, mütesellim hiç bir iş göremezdi. Di­ rafı istilâ eden sular ve bu suların teşkil et­ ğer taraftan İstanbul Man tâyin edilen bir ka­ tiği, sazlık ve kamışlık gölcüklere ( ho r ) iltica dı veya naibi ve bütün ulema, seyyidler ve şe­ ederek, kendilerine karşı yapılan harekatı güç­ riflerin reisi olan nakîb al-aşrüf ve yine hep­ leştirir ve bâzan imkânsız hâle getirirlerdi. sinin tâbi olduğu, makamı irsî olan bîr müfit Bilâhare Bagdad valisi Gözlüklü Reşid Paşa al-hanafi vardı. Büyük Süleyman Paşa dan iti­ zamanında bu mukataanın bir kısmı Muntafik baren, bir de mufti al-şâfi'i bulunmaktadır. ’larm iltizamından kurtarılarak, hükümet ida­ İranlılarm işgalinden sonra, Basra'ya şi’îler de resine alınmış olduğu gibi (1273 — 1856/1857), gelmiş ve bir müddet sonra, süamler 30 % 'a yîne Bagdad valisi Namık Paşa zamanında da kadar çıkmışlar ve XIX. asrın sonlarına doğru geri kalan kısmı onlardan alınmış ve Basra mübu nısbet 50 % ’ye kadar yükselmiştir ( Basra teselİimİom İdâresinde, doğrudan doğruya hazî­ sâlnâmesi, 1309 }. Basra'da, tam bir „ortatf teş­ neye mal edilmişti (1282 = 1865/1866). Basra, kil etmemekle beraber, yeniçeriler de vardı. XIX. asrm İlk yarılarında, daha fazla gerilemiş Fakat bölük ağaları, umumiyetle, Kurna kale­ ve öteden beri tekerrür eden veba salgını ve göl­ sinde bulunuyorlardı. Devlet merkezînde oldu­ cükler doİaytsiyle artan sıtma sebebiyle, nüfusu ğu gibi, bu esnada, bu teşkilât burada da bo­ hayli azalmıştır. Asrm birinci yarısında 600’ü zulmuş ve mütesellim, ekseriya kendi arzularım kargır ve mütebakisi şarifa tâbir edilen kuru tatbik ettirecek çapulcu lakmmıı „yerli kulu“ hurma dallarından bina edilmiş olmak üzere, olarak, yazmıştı. Mamafih her hangi bir teca­ 2,000 ev ve yalnız 10.000 nüfus vardı ( Mehmnd vüz ve yağmaya uğramamak için, esnaf da bu Hurşid, ayn. esr., s. 5 ). teşkilâta giriyordu. Mamafih Basra, bu asrın ikinci yarısında, bir Basra, evvelden olduğu gibi, osmanh hâki­ taraftan Süveyş kanalının açılması, Hind denizi miyeti altına geçtikten sonra da, zaman-zaman ve körfez ticaretinin yeni şartlar içinde geliş­ civar kabilelerin, bilhassa bunlardan ikisinin, mesi ve diğer taraftan da, bilhassa Mid hat Pa­ Ka'b aşireti île Muntafiiç aşiretinin tecavüz ve şa ’mn valiliği sırasında, bu bölgede devletin yağmasına mârûz kalmıştı. 8u tecavüzler, ek­ nufuzunun kuvvetlenmesi ile, asayişin teessüsü seriya, çok ve meşhur olan ve 20 'den fazla ve şehirdeki ümran faaliyetleri sayesinde, yaçeşidi bulunan Basra hurmalıklarım yağma ve­ | vaş yavaş tekrar inkişaf etti. Bu devre ait kayya Şatt al-‘Arab ’dan geçen tüccar gemilerini . naklar, Basra ’mn nüfusunu 18.000 ( V. Cuinet zapt için yapılırdı. Ka‘b aşireti, kahve ve başka ‘ye g ö re) ile 60.000 arasında gösterirler ki, bu bir eşya ile yüklü bir gemi geçerken, bunları ken­ sonuncu rakam fazla mübalâğalı olsa gerektir. dilerine ehemmiyetli bir mikdarda bir vergi ver­ Evvelce Basra limanında, bir mikdar çergi ve meğe ve avdetlerinde de hurmalarını satın alma­ kulübe ile bir kaç harap binadan başka, bîr şey ğa mecbur tutarlardı. Hattâ bu kabilenin şeyhi, yokken, Basra mn imarına âît ilk esaslı teşeb­ bu yüzden, ışĞs’te bir kaç İngiliz gemisini tev­ büsü başaran Midhat Paşa tarafından — 1870 kif etmiş ve bâzı hâdiseler çıkarmıştı. Bu aşi­ ’ten itibaren, kısa bir zaman içinde — burada ret halkının, Basra *da zayıf bir idare gördükleri kışla, hastahane, tersane v.s. gibi, büyük bina­ vakit de, burayı yağmaya geldikleri ve bu yüz­ lar ile beraber, yeni bir mahalle kuruldu. Yine den bâzan kendilerini basralıların dostu telâk­ Midhat Paşa bir taraftan nehir üzerinde işle­ ki eden, hakikatte ise, mukataast şeyhe tefviz mekte olan İngiliz vapurları İle rekabet etmek edildiği için, bu şehre âît hurmalıklara, keııdı için, „İdâre-i nehriye" ve diğer taraftan da, o mülkleri gibi bakan Muntafilf aşiretleri ile mü­ sırada yeni açılmış olan Süveyş kanalı yolu ile cadele ettikleri olurdu ( Niebuhr, ayn. esr., s. Basra ’dan İstanbul ’a doğru vapurlar işletmek 191 ; Huart, ayrı, esr., s. 149 ). Muntafilf aşireti üzere, „Umman*ı osmanî“ adlı birer seyr-i sede Dicle üzerinde Bagdad a doğru giden gemi­ fain idaresi tesisine muvaffak oldu. leri durdurur ve onlardan haraç alırdı. Esasen Basra arazisi, XIX. asrın ikinci yansında, bü­ emniyetsizlikten dolayı, 150— 200 gemi birlikte tün Irak topraklan gibi, Bagdad eyâletinin ( son­ sefere çıkar, fakat muhtelif aşiretlere 13 yerde ra v ilâ ye t), bir parçasını teşkil ediyordu, Mid­ hava tâbir edilen rüsûmu verirdi ( Basra sâU hat Paşa ayrıldıktan sonra, bâzan vilâyet ve nûmesîf 1308). XVJI, aşırdan itibaren, Basra l?âzan çîa pıutaşarrıfhk plarak idare edildi v§



BASRA - BASRA KÖRFEZİ, 1884 *te, artık kat’î olarak, ayrı bir vilâyet hâ­ B i b l i y o g r a f y a : Makalede zikredilen­ lini aldı ki, bu-vilâyet, bütün aşağı Irak’ı lerden başka bk. Belâzori (nşr. de Goeje), ihtiva etmekte ve az çok nazarî olarak, Basra tür, yer.; Bibi. Geogr. A r ab. ( nşr. de G oeje), körfezinin şark kıyıları üzerinde ve gayr-ı mu­ I, 80 v.d.; İl, 159 v.d.; III, 117 v.d,; V, 187 v.dd.; ayyen bir surette de, bu kıyıların hinterlan­ VII, 323; îbn Rusta, Kiiâb al-alak al-nafstya dında uzanmakta idî. Bu esnada merkez liva­ ( nşr. de Goeje ), 94, 97,180, v. b.; Hamd Allah sından başka, merkezî Nâşİriya kasabası olan Mustavfi, Nuzhat al-kulüb ( nşr. le Strange), Muntafi^ livası ile ‘Ammâra ve Nacd sancak­ 45 v.dd.; İbn Serapion ( J R A S , 1895, s- 29> 2*3 larım ihtiva ediyordu. Kurna ve Kuveyt İse, v.dd,); Yük üt ( nşr, Wüstenfeld ), I, 936— 953; merkeze bağlı kazalar idi. İdrisi { frns. trc. Jaubert), I, 368 v.d.; İbn Ba1914 — 1918 harbi sırasında Basra, İngiliz-hind tüta (Paris), II, 8— 16; Celâl-zâde Mustafa Ni­ kuvvetleri tarafından işgal edilerek, hedefi Bagşancı, Tabakat al-mamâlik f i daracât al-masâlik ( Fatih kutup., 4433, var. 14 v.d., 246, 394, dad olan askerî hareketlere üs hizmetini gördü. 406); ‘Ali, Kunh al-akbar (basılmamış kısım, Bugün Basra Irak kırallığmın ayrılmış olduğu Üniversite kütüp,, T. Y. 2290/32, var. 205, tür. 14 livadan birinin merkezi olup, nüfusu da 55.000 kadardır. yer.) ; Kanun-nâme ( Millet kütüp,, nr. 73, var. Şehrin asıl ehemmiyeti, munsabları Basra kör­ 6 ) ; A rşiv ktlavazu, I ( 1938 ) ; Basra şeh- ■ rinde ki camı ve mescidler ile Ayaş Paşa camii fezinde bulunan nehirler boyunda toplanmış olan Irak 'ta, nehir nakliyatından deniz nakliyatına vakfiyesi (1151) hakkında bk. Başvekâlet ar­ şivi, Haremeyn mukataası defi. 3377/20; Pegeçiş noktasında yer almış bulunmaktan ileri Çevî, Tarih, I, 366 v.dd.; L. Caetani, Annali gelmektedir, Basra limanının ihracatı arasında deli'İslam, III, 282— 309, 769— 784; G. le hurma başta gelir ve ayrıca buradan, hububat, Strange, The Lands o f the Eastern Caliphate, yün, keçi kılı, deri, susam v, s. ihraç olunur. Buna mukabil, Hindistan 'dan ve daha seyrek s. 44 v.dd.; J. B. Tavernier, Les six voyages en olarak, Avrupa ’dan gelen vapurlar, memleketin Turguie, en Perse et aax Indes (Paris, 1677 ), I, 218 v.dd.; Niebuhr, Voyage en Arabie muhtaç olduğu mamul eşyayı Basra ’ya çıkarır­ lar. Kara nakliyatı, ingilizlerin umûmî harp se­ ( Amsterdam, 1780), II, 272 v.dd.; F. Beaujour, nelerinde inşaya başlayarak Bagdad ’a ulaştır­ Voyages militaire dans Vempire Otioman dıkları 570 km. dar hatlı demir yolu sayesinde, (Paris, 1829), H, 85, 108, n$, tür. yer.; Ritter, daha fazla sür’at ve vus'at kazanmış ve bilâhare Erdkunde, X, 175— 182 ; XI, 1032— 1056; E. Sabu demir yolu Bagdad ’dan Iran hududunda Hâchau, Am Euphrat und Tigris, s. 16 v.dd ; M. nikin ’e ve Musul civarındaki Kerkük petrol sa­ von Oppenheim, Von Miiielmeer zam Per~ hasına uzatıldığı gibi, son yıllarda Türkiye ’den sisehen Golf, II, 293— 304; Hammer, His t. gelen ve Musul 'dan geçen normal genişlikteki de VEmp. Ott. (Paris, 1856), V, 290; XI, 242 v.dd.; XII, 346 v.dd .; XIII, 47 v.dd.; XV, demir yolunun Bagdad ’a varması sayesinde, Bas­ ra şehri, garbî Avrupa'yı Hindistan’a bağlayan 219 v.dd.; Fr. Sarre, Ernst Herzfeld, Aryol üzerinde aktarma mevkii olmuştur. Avrupa eheologisehe Reise im Euphrat und Tigris *dan Hind ’e, Felemenk Hindistan! ve AvusGebiet (Berlin, 1911), I, 249 v.dd.; CI. Huart, iuralya ’ya giden muntazam hava postalarının Hist. de Bagdad en temps moderne, s. 149 esaslı durak yeri olarak da ehemmiyet kazan­ v.dd.; tür. yer.; Cuinet, La Turguie d ’Aste, mıştır. III, 258 v.dd.; diğer bibliyografya için bk. Basra limanı, körfezdeki med ve cezir hare­ mad. BAGDAD. ketlerinden faydalanır. Şatt al-'Arab 'in geniş­ [Leyden ta b ’ında R. HARTMANN ’ın yazdığı bu liği burada 500 m.’yi bulur. Nehrin munsabın- makale, BESİM DARKOT ve M. TAYVİB G ö KBİlg İN daki kumsal topuğu aşıldıktan sonra ( ki, bü­ tarafından tevsî edilm iştir. ] yük vapurlar umumiyetle burada Fav önünde B A S R A K Ö R F E Zİ, Asya k ıt’asınm cenÛb-î kalır yahut nehre girmek için, med zamanını garbisinde, bir büyük körfez olup, Hind ok­ bekler), 120 km. mesafedeki Basra’ya kadar, yanusuna tâbî ‘Umman denizinden Hürmüz bo­ Şatj: al-'Arab üzerinde derin sulara rastlanır. ğazı ile a yrılır; Arabistan İle Iran arasında, Te’sirini yalnız Şatt al-'Arab 'da değil, Fırat şimal-i garbiye doğru uzanarak, Şatt al-'Arab ile D icle’nin aşağı kısmında bile hissettiren 'in munsabına varır. Bu körfeze ar aplajca ve­ med hareketlerinin faydası, yalnız mansabdan rilen Bahr Fâris ( „Fars denizi" ) ismi, önce gemilerin girmesine hizmetten ibaret olmayıp, Iştahri { s. 6 ) ve İbn Hav^aî (s. 35— 41 ) ta­ vasatî olarak 24 saatte 2 defa, suların seviyesi rafından, aşın bir teşmil yolu İle, Hind ok­ yükseldiği için, nehrin iki kıyısında uzanan yanusuna verilmiş olup, sonradan Mu^addasi hurmalıklar bu sayede kendiliğinden sulanabil­ ( s. 17 ) ve Mas1udi ( Murüc al-zahab, I, 207 ) ‘de Şatt al-'Arab ’jn denize döküldüğü 'Abbâdâa mektedir» .................. . . .



328



Basra



körfez!



mevkiinden ‘Umman’a kadar,‘Umman körfezini de ihtiva etmek özere, bizzat Basra körfezini ifâ­ de eder. Şatt al-'Arab 'm ağız koyunda tehlikeli sığlıklar { al-haşabât Jkazıklar" }, işaretler İle gösterilmiş geçit üzerinde bir fener ve ateş ya­ karak, medhâli aydınlatan bir bekçi ve Cannâba ’nitı karşısında Harak adasında inci çıkarma yerleri vardı. İran sâhilindeki başlıca limanla­ rı 'Abbadln, Mehrubân, Siniz, Cannâba, Sirâf, Hişn İbn ‘Omâra, Hormuz ve Tiz ( Mekrân ) olup, bunlara gittikçe ehemmiyet kazanan şu limanları da ilâve etmek lâzımdır : Bü-Şahr, Baııdar ‘AbbSs (Gumrün) ve Linga, Basra ya­ hut Fars körfezi, Hind okyanusundan, gemile­ rin karaya vurup parçalandığı Durdur ( Kusayr ve ‘O vayr) dağlan île ayrılır. Burada Aval, Harak, K iş ( Kay s, Kişm ) ve al-Lâr ( Lârck ) adaları vardır. Arabistan sâhilindeki başlıca limanlan şunlardır: Kuveyt (K ovayt), al-Katif, ve Maskat, Basra körfezinde vuku a gelen türk-portekiz deniz muharebeleri için bk. madd. PİRİ REİS ve ŞEYDİ ALİ REİS.



B i b l i y o g r a f y a - . Muhammed Haşan Hân, Mir ât al-buldân, I, 176— 191; Abu ’I-Fidâ’ (nşr. Reinaud), Geographie, s. 22, 369 v.dd.; Segelkandbuch far d. pers, G o lf; S. Genthe, Der pers. Meerbasen; Ş. Sâmî, Ka­ mus al-a'lâm, ( C l . H u ART.) B A S Ü S . [ Bk. b e s û s .3 B A Ş ( T ,; alelade „kafa“ mânasında olan bu kelimenin »bir şeyin en mühim kısmı, başlangıç noktası, yara ve yara kabuğu, suyun yüzü" mâna­ ları da vardır) kelimesinin başka kelimeler ile birleşmesinden meydana gelmiş eski ve yeni bir çok tâbirler vardır. Baş kelimesi bâzan, b a ş-k û tîp , b a ş - çavuş tâbirlerinde olduğu gibi, terkibin birinci kelimesi ve bâzan da o n -b a şt, b ö lü k -b a ş ı tâbirlerinde görüldüğü gibi, terkibin ikinci kelimesi olur kİ, bu hâlde bu kelimeye izafet edatı takılır. Bu tâbirlerdeki baş keli­ mesi, bîr heyetin büyüğü veya reisi mânasına delâlet eder. Baş kelimesini ihtiva eden diğer bâzı tâbirler için krş. msl, osmanlı s a r a y l a ­ r ı n d a : baş-lcadm ( padişahın ilk nikâhlı zev­ cesi ), baş-ikbâl ( padişahın en kıdemli odalığı), baş-kalfa (saraylarda ve konaklarda câriyelerin büyüğü ), hekim-başı, kapucu-başı, çavuşbaşı, baş-ağa ve karavaş ( kara-baş ); o r ­ d u d a : baş-kumandan, bin-başı, yüz-başı, on­ başı, bölük-başt, baş-çavuş v. s. 5 d e v l e t , b e l e d i y e ve e s n a f teşkilâtında: baş­ vekil, bostancı-başı, su-başt, sikkezen-başı, ases­ başı, böcek-başı, pazar-başı, kol-başı, baş-ba­ kı, baş-eski ( kalemlerde en kıdemli kâtip ) , koca-başı ( hıristiyan köylerinin muhtarı}, de(il-başı v.s. C ezayir’de: b a ş-a ğ a (maiyetinde



—. başkirt.



bir çok ağa bulunan yerli r e is ) ; baş-adil ( şer’î mahkemelerde tnuhsir ve kadı k â tib i). Bundan başka krş. bir de kaya-başı, hususî bir beste ile söylenen bir nevi halk türküsü. B i b l i y o g r a f y a : Mahmüd Kaşğari, Dîvân luğât al-iurk ; Hüseyin Kâzım Kadri, Büyük iiirk lügati ( İstanbul, 1927 ). B Â Ş Â . [B k. PAŞA.] B A Ş 1-B O ZU K ( T.), vaktiyle harp vukuun­ da Osmanlı ordusuna ayrı bir k ıt’a hâlinde ge­ lip katılan gönüllü efrada verilen isimdi. Es­ kiden taşradan İstanbul ’a gelip, yersiz-yurdsuz dolaşanlara da başı-bozuk denilirdi. Bu tâbir sonraları askerî sınıfa mensup olmayan bütün sivil ahâlîye teşmil edilmiştir. Orduya, süvari veya piyade olarak, iltihak edeıı başı-bozukları 11 ayrı silâh ve teçhizatı ile ayrı kumandanları vardı. Kavaialı Mehmed Ali [ b. bk.], Bonaparte '1 Mısır dan çıkarmak için, sevkedilen başı­ bozuk kuvvetlerinin serçeşmesİ ( kumandam ) idi. 1854 türk-rus harbi sıralarında başı-bozuk­ ların disiplinli bir kıt'a hâline getirilmesine çalışıldı ve bu iş ile bilhassa fransız generali Youssouf ile İngiliz generali Biison meşgul ol­ du ise de, bu teşebbüs akim kaldı. Başı-bozuk­ lar m intizamsızlığı bihassa 1877— 1878 türk-rus harbinde kendini göstermiş ve bu usûl, o za­ mandan sonra tamam iyi e terkedilmiştir. (İ sma İl H akki Uzunçarşili.) B A Ş İR . [ Bk. beşIr.J B A Ş K İR T ( yerli telâffuzu BAŞKURT ), ce­ nubî ve orta Ural ’da yaşayan bir türk uruğu­ nun, Başkırdistan da bu uruğun yaşadığı ül­ kenin, adıdır. Bugün bu isimde Sovyet Rusya cumhuriyetleri arasında bir cumhuriyet vardır. 1897 sayımında başkırtlann 1.492.944 (bu adede 117.737 kadar tipter de dahildir) nüfusa mâlik olduğu anlaşılmıştı. Bu başkırtlann Idil = Edil, yâni Volga bulgarlan gibi garbî Türkistan ’m cenup kısmından neş’ei ettiklerini gösteren de­ liller vardır ( bk. msl. Kence adında olan cedleri hakkmdaki rivayetler ve coğrafî isimler için, Zeki Veli di Togan, Türk tarihi dersleri, İs­ tanbul, 1927, s, 125 ); mamafih onların miiâd-ı ‘Isa sıralarında bile, bugünkü (ilkelerinde ya­ şadıkları, Batlamyus’un coğrafyasında (III, 5, 22, 24 ve IV, 14 ,9 ,11) nayuGiraı, Frçomvoı, Tafît v o ı, B o ö o u ç k o i ve S o v o fîi}V < H şeklinde yazı­ lan isimleri, Başkirt, ve oymaklarından, Geyne, Tabin, Buraç ve Suvm İsimlerine benzet­ mek suretiyle, iddia olunabilir. Diğer taraftan başkırtlann vatanının Ural mmtakasmda oldu­ ğuna Yenisey kırgızlannın cedlerinV âit men? kıbeler (nşr. Zekî Velidi Tog&n,Jbn Fazlan, s... 187, 327 ) ve Oğuz destanı ( bk. Raşid ai-Diıı, Paris, Bibi. Nat. Suppl. Pers., 1364, var. 134a) şehadet etmektedir. Başkirt, Beş Ogur mâna-



BAŞKİRT. amadır ; fakat Iran efsanelerinde Hazer denizi­ nin şimalinde Gurkser ( = Kurt-baş } isminde bir kavmin yaşadığı hakkmdakİ rivayet bu is­ min üzerinde yapılan kurt-baş > baş-kurt halk etimolojisinin çok eski olduğunu gösterebilin Başkirt oymaklarından Yurmati ve Yeney oy­ makları, macarlar üzerinde hâkim türk kabileleri arasında bulunmuştur. Fakat bunların daha,XIII. asrın ilk yatısında, macarca konuşan ve ancak moğuilar zamanında tür kî eşmiş macarlar oldu­ ğuna dâir, nazariyeler ( bk. G. Nemeth, Magna Hangarla, s. 95 ; KC A, III, 73), Mahraüd Kâşğârİ ’nin Başkirt ve Yemek, yâni şimalî Kıpçak lehçelerinin birbirine yakm olduğunu söylemesi ile, kuvvetini kaybediyor. Esasen Abu ’l-Ğâzî Bahâdur Hân, başkırtlann ekseriyetini kıpçaklarıa teşkil ettiğini söylemiş ve Şams al-Din Diraaşki ( Ötm. 1327 ), moğuilar zamanındaki başkırtlan, Kıpçak uruğtarı arasında saymıştır. Eski arap müellifleri, başkirt ismini, başcirt ( İştahri), başgir d ( Ibn Fazlan ) şeklinde yaz­ dıktan gibi, Ijudâd al-'âlam ( K C A , III, $2 v.d,), „ hıfcahlara komşu olan macgariyei( ve »az htfcaklara komşu olan yağsan yasuu diye zikreder. İştahri, başkırtlann, dağlık, orman­ lık ve içerisine nufuzu müşkül olan bîr mem­ lekette yaşadıklarını ve bu ülkenin merkezi­ nin, o zaman tabî olduğu bulgar kabilesinden z$ günlük mesafede bulunduğunu söyler, Birüai ise, XIII. asırdan beri, Ural dağları ismi ile tamlan dağlara, Başkirt dağları demektedir. Başkırtlann din, ahlâk ve karekterîerini ve ül­ kelerini bizzat tetkik eden İbn Fazlan’m, 922 senesinde şimdiki Ural vilâyetinde Oğuz bey­ lerinin oturduğu mıniakada Yağındı (şimdiki Javındı) nehrini geçerken başkırtlann orada bulunan cenubî kollarının taarruzuna karşı va­ ziyet alındığım, Kine! ve Soh nehirlerini geç­ tikten sonra, yâni bulgar hududuna yaklaşınca, başkırtlann çadırlarına tesadüf ettiğini söyle­ mektedir. Bu müellife göre, başkırtlar tamamen şamânî idiler ve hattâ aralarından biri müslüman olarak arap sefaret heyetine refakat etmişti (bk. İbn Fazlan, 35 v.dd., 147— 156 ). 1135 sene­ sinde, Başkirt ülkesini gezen Abu Hâmid alAhdaîüsii bu başkırtlardan müslüman olan Dâvüd b. 'A li isminde birisinin, Anadolu’da, Kon­ ya civarında „uzun insanlar" mezarları hakkın­ da malûmat verdiğini söyler. Bu ülke hakkında Idrisi de, muasır râvilerden aldığı malumatı, Batlamyus ’un coğrafyasının tercümesinde gör­ düğü malûmat İle karıştırarak, oldukça faz­ la tafsilât vermiştir. Meselâ Yayık ( Idrisi 'de S ty t ö ö j- ) ve Edil = İdil ( A k Edil) nehir­ leri üzerinde bulunan Nemcân, Gürhan ve l£arü^aya ( Karakaya ?) şehirlerinden ve buralarda yapılan demir, bakır mamulâttan, silâhlardan v$



3*9



buralarda çıkan sincap ve kunduz derilerinin yakın, uzak badiyelere ihracından bahsetmiştir. Başkırtlar ile macarlar hakkında istâm menbalarında verilen malûmatın karıştırılmasına, „iç başkirt" ve „dı§ başkirt" tâbirleri sebep olmuştur. Her hâlde bu tâbirler İdrİsi ’de pek muayyen mâna ifade eden ıstılahlar gibi gös­ terilmiştir. Vakıa başkırtlann Ural dağlarında oturanları ( İdil ve Yayık nehirleri arasındaki bozkırda oturanlardan ayırmak için), Evliya Çelebi ,Seya/ıc/-nâme’smde de „iç il Heşdeklerı" adı ile geçer. Şurası malumdur ki, X. asırda oğuzların Üst Yurt mmtakasından etrafa dağılmalarından son­ ra, başkırtlann H^Srizm ile temasları sıklaşmıştır. Daha XIX. asırda bile, H ive'ye gönde­ rilmek mutad olan Başkirt İli Ural ormanları­ nın mahsûllerinden k a k (= ipestil) ve kayın urun­ dan yapılmış ziynetli maşrapa ve evaniyi, Birûni, „türk ilinden H^ârizm *e getirilen" maddeler arasında saymaktadır. Diğer taraftan İbn Fazl Allah al-'Omarİ ( ölm. 1348 ) Mangışlak ahâli­ sinin büyük kısmının bugün de bir başkirt oy­ mağı olan Burcanîardan olduğunu tasrih ettiği gibi, bugün Aral gölü cenubunda Çimbay civa­ rında Karakalpaklar arasında oturan başkırtların orada çoktan beri sakin olduklarım ve bu iki kavim arasında müşterek unvanlar olduğu­ nu ve vakit vakit başkırtîarıni kendi rızaları ile Karakalpak hanlarının tâbiiyetine girdiklerini de biliyoruz ( bk. Zekî Velidi Togaİı, Bugünkü Türkistan, yeni tabı, s. 204 v.d.). Moğuilar zamanında başkırtlar artık çoktan müslüman olmuşlardı. Meselâ, Yâküt ve Kazvini, Macaristan ’daki başkırtlardan bazılarına İslâm memleketlerinde tesadüf edip onlardan malûmat aldıklarım ; bu başkırtlann, cetleri bulgarlar vasıtası ile, İslâmiyeti kabul etmiş, yâni onların İslâmiyet! kabul ettikten sonra Macaristan’a yerleşmiş olduklarını söylerler. Ibn Fazl Allah aî-‘Omari ’nin anadoluîu tacir Haşan Rûmi 'den aldığı malûmata göre, başkırtlar moğul idare­ sinde ayrıca bir müslüman kadînın idaresine tâbi id iler; bugün dahi Hacı Husayn b. emîr 'Omar Târâbi al-Turkistâni isminde, 1342’de vefat eden, bir kadının mezarı, Ufa civarında Çeşme köyünde bir zıyaretgâhdır. Başkirt İli Cengiz oğullarının yaylak yerle­ rini teşkil ettiği gibi, başkırtlar da bu Cengiz oğullarının ordularında hizmet etmişlerdir. İran ’da Ilhanîlere, Mısır ve Suriye ’de Memlûklere hizmet eden başkırtlar arasında temayüz etmiş emîrler vardır { msl. Gazan Han ’ın z manı uda Anadolu 'da Sülemış isyanını bastıran Emîr Başk ır t; Olcaytu *mm hizmetinde bulunan Sarkan Başkirt g ib i). Mısır ’da hizmet edenler arasın­ da, Naşir aİ-Din Naşir al-Başkırdi (arapça'da da



330



BAŞKIRT.



bir şâir-i fâdıl idi) 'A la’ aî-Dîû Başkurt al-Naşiri, Sancar al-Rukni aî-Başğirdi ve'İIrn al-Din Başkurdi ( güzel ahlâklı bir devlet adamı olup, Sultan Kıîavun tarafından Suriye 'ye nâib tâ­ yin olunmuştu) vardır. Aİtın-ordu devleti dağıldıktan sonra, başkırtlar ile meskûn arazinin A k İdil ve Kama ne­ hirlerinin şarkında olan kısmı, cengizlilerden Şıbân-oğulları idaresine ve cenub-i garbi kısmı nogay mirzalarının hükmü altına girmiştir. 1469 senesinde, Kazan hanı İbrahim 'in ruslara karşı seferlerine başkırtlar da iştirak etmişlerdir, Başkırt ilini Şıban — Tura hanları XV. ve XVI. asırlarda idare etmişlerdir, Ural in şar­ kındaki Tura vilayeti şehirlerinde yaşayan bu hanların, Başkırdistan 'd ak i karargâhlarından biri isterlitamak karşısındaki Tura-tau yakı­ nında, diğeri de Uf a civarında Kalmaş nehri üzerinde Han-ordası mevkiinde idi. Buralarda Tura hanları mensuplarından olup, 1468’de vefat eden birinin mezarı, yakın zamanda keşfedil­ miştir ( bk. Krûsnaya Başkiriya, 2.10,1933); Şıban-Tura hanlarının sonuncusu olan Kocüm Han ’ın Başkırt İlini idare eden oğlu Ali Han’ın »orda* sı da Ufa yakınında bulunmuştur (bk. Ötemiş Hacı, Târİk-i Dost Saltan, benim hususi nüsham, 736). Cenûb-i garbı başkırtlannı ida­ re eden nogay mirzalarının başında, sülâle müessİsi olan, EdÜge ve oğlu Nureddin ( başkırt telâffuzunda Muradın 'dır; bugün bile hak­ kında destanlar ve şarkılar söylenir) gelir. Bu mirza dağdağalı hayatının son günlerini başkırtlar arasında geçirmiş ve 1411 ’de vefat etmiş­ tir. XVI. asrın ortasında Kazak hanı Hak Nazar, Başkırt ülkesini idaresi altına aldı. Bundan dola­ yı Tabin kabilesini idare eden Ak Kelimbet ve Min kabilesini idare eden Kara Kelimbet ismin­ deki mirzalar, 1557’de, kendi nogaylan ile bera­ ber, Kuban taraflarına hicret etmişlerse de, Edil­ in şarkında kalan diğer mirzalar, bundan sonra yine vaziyete hâkim olmuşlardır. XVI, asır m son yarısında Tin Ahmed-oğlu İştir ek mirza ve İsmail-oğlu Urus mirzanın başkırt ilinde faali­ yetleri oldukça mühimdir. Bunlardan Urus mir­ za, osman!ı padişahı Kanunî Süleyman ’a yaz­ dığı mektuplarda, onu İdil havzasını zapta teş­ vik etmiştir. Fakat ne bu zat ve ne de Şıbanlı Koçum Han oğulları Ali Han ve İşim Sultan, ruslann İdil şarkına yayılmalarına, ınânİ ola­ mamıştır. Kazan ve Astır han '1 işgal eden r uslar, İdil ve Yayıkta 1584 ve 1586 da, yeniden kaleler inşa ve eskilerini tahkim ettiler ( Yayıtsk, Şamara, Birsk, U fa ) ki, hu hareket Urus mirzanın protesto­ larını mucip olmuş ve çar İvan IV.’a gönderdiği bîr mektupta „ başkırt-isteklerin" ancak kendi­ sine vergi verdikleri için, ruslann onlardan ver­



gi . istemesi dahilî işlerine müdahale olacağını söylemiştir { bk. P. Pekarskiy, Kogda sriovanı goroda Ufa i Şamara, 1872, s. 8). Ruslar baş* krıtlardan senede bir kaç samur derisi gibi kü­ çük bir vergi almakla iktifa eder ve onların hanlar zamanındaki ikiaîannı tasdik eyleyerek, kendilerini askere almağa çalışırdı ( 1606 ). Ma­ mafih ruslar tedricen ve fakat kanlı mücadele­ ler ile ülkeyi elde ettiler. Ruslara tâbi olan başkırtlar, 1629 'da, ancak 888 hane iken, 1700 'den sonra bu adet 7,ıoo’e kadar çıktı ( bk. Novikov, Istoriya Ufimskago dvoryansiva, 1878, s. 75), Rus idaresi zamanında, ülkenin idârî ve İçtimaî teşkilatı, epey zaman eski şeklinde kaldı. O zamanlar tatar ve moğul aristokrat­ larından gelen »mirza* ( rus. kniaz) ’lar, kabîle reisleri olan „biy* ( rus. starşina ) ’lar ve „tarhan* 1ar, irsî ikta sahibi olan ve orduda hiz­ met eden »asabe* ( arap. kelimedir ; rusca Votçinnik ), orduya hizmet eden mükellef köylü »yasaklı* yahut »tipter* ( < defter) ’ler ve top­ raksız köylüler. ( »bobil* eski türkçe ve moğulea »boğul* = esir ) ve kcye bağlanan göçebe „tusnak ’lar ahâli sınıflarını teşkil ediyordu. Yurmariı başkırtlan 1649 da ilk defa rus tabii oldukları sırada »mirza*, »biy* ve »tarhan* lan — umûmî siyasî meseleleri müzakere etmek üze­ re — şimdiki Hacı köyü civarında »Han Töbesi* ’nde toplanan ,,yiyin* (kurultay) lan ol­ duğu gibi, devlet umuruna bakan dâirelere de »duvan* (İslâmî tâbir olan divan) denilirdi. Asaba uruklar, bu Yur matı ulusu merkez olmak üzere, dört askeri »yol* üzerinde sıralanmışlar­ dı : 1 ) Cenuba giden »Nogay yolu* nda Min^ Merkit, Tabın, Yur matı, Şart, Çuraş, Tamyan, Tiİev, Kalay, Kıpçak, Bürcen, Üsergcn ( K an lı) ; z ) garba giden »Kazan yolu* nda Karşı, Kanlı, Kaylı, Eldet,. Kirey, Yeney, Baylar, Yılan, K ır­ gız, Büler; 3) şarka giden »Sibîr yolu* nda Küdey, Tabın, Kıpçak (Su vın ), Tanıp, Onlar, Mirzalar, Şart ( Buharhk ), Kuvakan, Barın-Tabın, Kara-Tabm, Katay ; 4 ) şimale giden »Osa yolu“nda Tazîar, Uran, Irahtı, Geyne, Saiavış, Kıröyli kabileleri yaşıyordu. Bunlar rus dev­ rinde de kendi yerlerinde kaldılar. Ruslar bu ülkede temelli yerleşmek yolunu tut­ tukları için, başkırtlarîa aralarında mücadele ek­ sik olmamıştır. Bu kıyam ve isyanların çokluğu ve şiddeti, rus müverrihi Dobrovin {bk. Pugaçev. 1884, I, 353 ) ’i, başkırtlar için »şarkta rus hâ­ kimiyetinin en azılı düşmanları* tâbirini kullan­ mağa scvketmiştîr. Bu mücadeleler, nihayet, Ka­ zak hanları rus tâbiiyetini kabul ettikten sonra,, ruslann Yayık havzasına girip bir sıra istikâmlar inşa etmeleri üzerine, XVIII; asrm ortasında sona erdi. İlk büyük isyan,. 1661 ’de Seyid Batır (yahut Seyid Cafer) riyasetinde, garbı B aşkr-



BAŞKIRf.



33î



distan'da başladı. Bir İki sene fasıla ile teker* j| üzerine kazak hanlarım elde etmek ve Kazarur eden bu isyanlar esnasında başkırtlar tâ *' kistan ile- başkırt ülkesi arasını ayırmak için Macaristan içerisinde Üebreczen ‘e kadar akınlar Yayık nehri havzasında istihkâmlar inşa etme­ yapmışlardır ( bk. Zeki Velidi Togan, ayn. esr.t ğe başlayınca başkııtlar Karakalpak ham Bas. 162). Bu harketter esnasında Dağıstan ve hadur 'un oğlu Gaip ham han tanıyarak kıyam Kırım'ı ziyaret eden Evliya Çelebi başkırtlar^ ettiler ( 1735 ). Ruslar bu kıyamı bastırmak Kİn nogayların tâbiri ile, Heşdek, yâni îştek, diye öldürmek, kazığa vurmak, insanları camilere dol­ yadeder. Zaten başkırtlar gerek Urus Mirza ’mn durarak yakmak gibi facialara müracaat etmiş­ çar İvan IV. a yazdığı mektupta ve gerek Abu ’l- lerdir. Başkırtlar tarafından 1749 da yenilenen hare­ Gazi Bahadur Han *m eserlerinde îştek yahut İs­ tek adı ile zikredilmektedir. Evliya Çelebi, baş- ketin başında Karasakal ve sultan Giray isim­ kırtlan ruslar ile mücadele esnasında gördüğünü leri ile meşhur olan Kalmuk prensi Şuna ( Kazak ve hattâ bu sırada 2 nefer şehzadelerini ( Şıbanlı ve Altay destanlarında geçtiği gibi Şuna Batır) Köçüm Han 'm oğullarından zikri geçen İşim bulunmaktadır. Nihayet 2 sene süren mücadeleSultanın oğlu Abuga ve torunu Küçük Sultan ) : lerden sonra zaferi ruslar kazandı ise de kazak de tanıdığını da İlâve eder (1665— ıo 7 6 ). Hattâ hanları nezdine kaçan Şuna kalplerde derîn iz Evliya Çelebi bu başkırtlardan bazılarını os- bıraktı. Buna dâir olan Altay destanlarından manlı tabiiyetine girerek Osmanlı devletinin rus Radloff ve başkırt destanlarından İgnatiev par­ hudutlarına rus ve kalmuk hücumlarına karşı çaları neşretmişlerdir. Bu isyandan sonra da demircilik san’atının başkırtlar için tekrar şid­ müdafaayı teklif ettiklerini ilâve eder. Evliya 'ya göre Heşdekîer, yâni başkırtlar, detle men olunduğunu ve 1737 ’de başkırtlar m „gayet mutaassıp mü’min ve müslümanlardır" „yıym“ toplantıları (Kurultay) kat’î suretle ya­ ve gayet şeci olup ucu sivri kılıçlan vardır. Bun­ sak edildiğini söylemek lâzımdır. Fakat bu k ı­ lar at eti yer, rakı İçmez ve başlarına sürahi yamdan sonra ruslann her vakit olduğu gibi başşeklinde kalpak giyerler ( fazla tafsilât için bk. kutlar iline ruslan yerleştirmek suretiyle yap­ Evliya Çelebi, Seyakat-nâme, VII, 761. 811— 82$. tıkları teşebbüslerden huylanan başkırtlar 1755 senesinde Batır Şah A bız idaresinde tekrar 835-836.). 1672 senesinde başkırtlar iekrar ruslara Ufa ayaklandılar ve muhtelif uruklar kendi memle­ ve diğer kalelerde hücum ederek rus köylüle­ ketlerindeki rus memur ve askerlerini kestiler, rini kesince Rusya hükümeti 1675 *te ruslara rus fabrikalarını ve kiliselerini yaktılar, fakat bu tâbi Başkırt vilâyetlerinde demirciliği idam sırada, cvetce rus sefiri sıfatı İle İstanbul 'da cezası ile yasak etti. Çünkü başkırtlar bütün bulunmuş olan general Neployev in marifetiyle, silâhlarını kendileri yapıyorlardı. Velhasıl baş- kalmtıklar ile başkırtîarm arası açılması üzeri­ kırtlar dâima ruslann, dahilde ve hâriçte, uğ­ ne bu hareket akîm kaldı ve yakalanan fedakâr radıkları müşkilâttan istifade ederek isyan ey­ sergerde Petersburg da 1756 da mahbesten ka­ lemişlerdir. Bu roeyanda adı geçen Küçüıiı Han çarken yakalanarak idam olundu. Fakat bu ten­ neslinden ruslarm «mukaddes sultan'* dedikle­ kil hareketinin husule getirdiği asayiş de uzun ri Akay Sultan ile Gaib sultan İsminde iki sürmedi; 1774'te başkırtlar yine bu defa da sergerde en ziyade meşhur olmuştur. 1710 sene­ Küdey ulusunun beyi Yulay ve oğlu Salavat sinde îştek (yâni başkırt) lerin İstanbul’a Peh­ İdaresinde tekrar kıyam ederek rus fabrika­ livan Kul isminde bir elçi göndererek osman- larını tahrip ettilerse de yine bu İsyan o vakit İılardan yardım istediklerini ve sultanları { yu­ zuhûr eden rus „kazak[< Sarından Pugaçev is­ karıda ismi geçen Küçük sultanın oğlu Gaib yanı ile beraber yatıştırıldı. Çariçe Katerina başkırtlan kazanmak siya­ sultan ’d ır ) ruslar tarafından öldürüldüğü için Terek kalesinde 40.000 rus kestiklerini os- setini tutarak ülkeyi eski ananeye tevfikan 12 manlı menbalan yazıyor { bk, Raşid, Tarih, III, kabîle beyliğine taksim etti ( 1798 ), hattâ kendi 327 ). Bu son hareket çok ilerlemiş ve başkırt- kıyafetleri ve fakat ateşli silâhsız, ok İle mü­ lar, kazanh köylülerin iltihakı ile, tâ Kazan ya­ cehhez suvarî alayları teşkil etti. Bu alaylar kınlarına kadar yürümüşlerdir. Fakat çar Petro Napoleon’a karşı harbe iştirâk ederek P aris’e I,, 17 sene süren, bu hareketi bastırdı. Niha­ kadar gittiler. Bunları gören fransız ve alman mu­ harrirlerinden bâzılarmda şarka karşı bir alâka yet 1728 senesinde Moskova 'da Başkırt beyle rinden Yançura ile yapılan müzakere sonunda ve uyandı ( msl. Goethe 'nin bunlar ile alâkadar mülayim şartlar ile bir barış temin olunarak olduğuna dâir bk, H. H. Schaeder, Goethe's Er* Ufa şehri vilâyet merkezî ittihaz edilmiştir. lebnis des Ostens, s. u ). Fakat bu alaylar 1862 'de lağvediidiği gîbî, kabîle beylikleri { kanton­ Fakat şark başkıriları kendilerini Kazak, Ka rakalpak hanlarına tâbi sayarak istiklâl İçin lar ) de zaten 1861 'de lağvedilmişti. Ö güne tnüçadeleye devam ettilçr, Ruşlar işe burum kadar hariciye nezaretine bağlı olan başkırtlar



33*



BAŞKIRT ~ BAŞMAK.



nihayet 1873 'de tamamen diğer rus tebeası mu­ amelesine tâbi tutuldu. Gerçi 18S1 senesine kadar bâzı ufak başkırt askerî bölükleri kaldı ise de o sene onlar da ortadan kaldırıldı. Fa­ kat arazî ve idare hususunda yine »başkırtlarm idaresine dâir" hususî bir kanuna tâbi kal­ mışlardır. 1905 senesi ihtilâlinde mühim bir hareket kaydolunanıaz. 1917 inkılâbına gelince, o esna­ da başkırtlar tekrar harekete geçtiler. Bu se­ ne 1— 10 mayıs tarihinde »Rusya müslümaniarı umûmî kurultayı" nın müslüman türk ülkeleri­ nin otonomisini talebeden kararma İstinaden bu kongrede bulunan başkırt mümessilleri ken­ di ülkelerinin idârî teşkilâtı ile meşgût olmak üzere (Zeki Veîidi, Sa'id Miras, Allah Berdi Cafer ’den mürekkep ) 3 kişilik bir komite teş­ kil ettiler. Bunlar da kazak ve kırğızlar ile anla­ şarak ilk başkırt kongrasını topladılar. Bu kongra da, »başkırt lar m, şark ve şark-1 cenubî tarafla­ rında otonomi elde etmek için uğraşan türk urukları ( yâni Kazaklar ve Türkistanlılar) ile birleşerek otonomi gayesini tahakkuk ettirmek" kararım verdi (B aşkurt Aymağı, i, Ufa, 1925, 3). Bir merkez şurası ve vilâyetlerde eski kan­ tonlar esası üzerinde tübek — sancak şuraları teşkil edilerek sonbaharda bir ordu teşkiline başlandı ve merkezi Orenburgdaki Kervansaray *da tesis olundu. Millî hükümet avukat Bikbavoğlu . Yunus'un riyasetinde teşekkül etti. 1918 ’de başkırt kıt'aları ruslar tarafından basılarak hükümet dağıtıldı ve azası Orenburg 'da hap­ sedildi ise de a nisanda şehrin hapisanesinin bulunduğu kısım bastırılarak bu azânm Ural dağlarına kaçmaları temin olundu. Nihayet Ural ve garbî Sibirya 'da başkırtlar tekrar ayak­ lanarak 2 fırka teşkil ettiler ve hükümet y i­ ne Orenburg ’a girdi. Ordu, kazak-kırgız kıta­ ları da dahil olmak üzere, general İşbulatov ku­ mandasında ayrı »Başkırt kolordusu" ’na çevirtldi. Fakat o sırada alınanların Ukrayna ve Kafkasya 'da ilerlemesinden ürken iagilizler Ural cihetlerinde millî bîr kırğız ve başkırt ordusu­ nu istemediler ve dağıtılmasını talebettiler. Bu talebe uyan General Kolçak bu hükümet ve or­ duyu tanımadığını ilân etti. 1919 senesinde be­ yaz rusların çekilmesi üzerine kızıl ordu tara­ fından çevrilmiş olan »Başkırdistan" hükümeti, ordusunu ve dahilî İşlerde muhtariyetini muha­ faza etmek şartı ile, sovyetler ile sulh akdetti (19 şubat 1919). Bundan sonra Orenburg mer­ kez olmak üzere başkırt ve kazaklar birleşmek için teşebbüslerde bulundularsa da bu müracaat reddolundu ve Kazakistan için Orenburg Başkırtisian için de Isterlİtamak şehrî merkez itti­ haz olundu. Bu sırada Başkırdistan yalnız türk ekser İyetİ ile meskûn olan »Küçük Başkırdistan"



'dan ibaret kaldı ki sahası 84.874 km.2 ve. nü­ fusu % 65 — 73 'si türk olmak üzere 1,259.059 kişi idi. Hükümet reisi Yumugul-oğlu idi i Bu hükümeti 27.000, kişilik bîr ordu tensik ve teşkil etti ise de sovyetler ile 14 ay iş birli­ ği yaptıktan sonra işten çekilerek sovyetler aleyhine Türkistan 'dakî basmacılar hareketi­ ne iştirak etmek üzere o taraflara gitti. A r­ tık Başkurdîstan 'da tam sovyet idaresi teessüs etmiş ve ordu lağvoluamuştu. Sovyetler ekseri­ yeti rus olan Ufa vilâyetini Başkırdistan *a ilhak ile »büyük Başkırdistan" '» teşkil ve merkezini Ufa şehri olarak tâyin ettiler. Bu suretle mcsaha-İ sathiyesi (51.840 km2,'a t buldu ve nüfu­ su da ancak % 51*1 türk olmak üzere 2.975,400 ( i935 sayımı ).*e çıktı. Başkırt lehçesi kazak ve kazan lehçeleri ara­ sında mutavassıt bir lehçedir. Sovyetler idare­ sinde bu lehçe yazı diline tatbik olunarak k i­ taplar neşrolunmaya başlamıştır. B i b l i y o g r a f y a ' . Nemeth Juia» Magna Hangarica ( Beitrage zur his. Geographie des Orients, nşr. von Mzîk, Wien, 1929, s. 92— 98) ; Felonînko, Başkiriya, Ufa, 1912; A b ­ dullah İsmeti, Başkurdîistan coğrafyası, Ufa, 1924. isyanlar tarihi için bk. A. Battal, .Ka­ zan iürkleri (İstanbul, 1925), s. 82— 86,92— 95, 100— 108, 117— 126; Çuloşnikov, Başkirski ye vosstanya, 17. i perva y polovin 18 . veka, 1936 ; Dobrosmtslov, Başkirskiye buntı, 18 9 9 ; Trudi nauçnago obşçestva po izuçenyu btta, is toriyi i kuttun başkiryi, Isterlİtamak, 1922,1, I I ; Matriali Obşçestva izuçenya Baş kiriyi, I, Başkiriski krayovedçeski sbornik, Ufa, 1922; Şemsi Tipiye v, Balkar duştan*da inkilâp tari­ hi, Ufa, 1926. Başkırt etnografı ve antropolojisi için S. Rudeııko, Başkırt, opıt etnologoçeskoy mon monografiyi, I, Petrograd, 1916, II.1922; W. Youferovv, Etudes ethnographiqu.es sur les Baschkirs, Paris, 188(; Dr. J. \Vastl, Baschkircn. Ein Beitrag zur Klarung der Rassenprob­ leme Osteuropas, Wien, 1938; D. Nikolsky, Başkirı, Petersburg, 1899 ( bu eserin sonunda, s. 348— 365 'te başkırtlara âit mufassal bib­ liyografya verilmiştir) ; R. Lach ne H- Yansky, Baschkirische Gesange, Wien, 1939. Başkırt. lehçesi İçin bk. ,G. Meszâros, Magna Ungarİa ( Budapest, 1910 ), 101— 144; Başkurt A y ­ mağı, II, 1926. ( Z ek İ V eüd I T ogan .) B A Ş K U R T . [ Bk. başkirt .] B A Ş M A K , bir nevî ayak kabı; evvelce d.e-__ ı ridea yapılmış üstü açık ayak kabı ( sandal) cinsini ifade ettiği hâlde, sonraları umumiyetle, pabuca denilmiştir ki, daha XI. asırda ( bk. Kâşgari, III, 508 ) bu manası ile rastladığımız bu kelime, bir çok türk lehçelerinde ( başmak, başmah, paşmak v.s'), bugün de yaşamakta olup,.



BAŞMAK -



BAŞMAKLIK.



sss



Kaile edebiyatında da biiyük bir mevkî tutmak­ verilen addır; başmak, elbise ve diğer ihti­ tadır ( Radloff, ! V ). Kelimenin etimolojik as­ yaçları masrafları karşılığı olduğu için, bu izin verilmiştir. lını tâyin etmek, şimdilik mümkün değildir. önceleri padişahlar Vâlde Sultan 'a veya Ha­ Arapça karşılığı n a l olan başmak, Peygam­ berin mukaddes emanetleri arasında bulunan seki Sultan *a bir köyü temlik sder veya muhtelif ndlayn-i stfâdat e de alem olmuş, türk muhit­ köyü, tımar tarîki ile, verirlerdi (krş. Amas­ lerinde, hırka-i şerif, sakaî-ı şerif v.s. gibi, za­ ya ’ya tâbi Ağçe Mahmud köyünü kendi vâldemanla başmak-ı şerif ,tâbiri de taammüm etmiş­ sîne temlik ettiğine dâir, Fatih Sultan Mehtir (Ahmed Vefik, Lehçemi osmanî). Başmak-ı med'îti fermanı 872, ve yine Amasya 'ma Bağşeriften ilk defa IV. asırda bahsedilmiş ve bun­ iüca, Ağulcuk ve Porsuk-Çayı = Porsu-Çağı lardan birini Mısır sultam al-Aşraf ( 635 = 1257 ) köylerinin, tımar tariki ile, şehzade Sultan BaŞam'da tesis ettiği Eşrefİye medresesine ver­ yezid ’in vâldesİıie verildiğine dâir ferman, 884, miştir ( diğer başmak-ı şerifler için bk. Malpr- Başvekâlet arşivi, A li Emtrî tasnifi, Fatih devri, ri, Fath aU muta*âl f i vasf al-nıâl ve Başmak-ı un 27, 30 ). Bu esnada hattâ XVI. asır sonlarına şerif, hû&İyetlerî birle, Kazan, 1848 }. Bugün kadar kacîm sultanlara, başmaklık namı altında, İstanbul'da Hırka-i şerif dâiresinde bulunan havas-l humayun köylerinin tahsisini görmü­ emanetler meyamndaki iki tek ndlayn-i sdçı­ yorsak da, bu asrm sonuna ve XVII. asır baş­ dat 'ten biri, diğer emânetler ile birlikte, vak­ larına âit sarih kayıtlar has arpalık demek olan tiyle Mısır 'dan gelmiş ; öteki teki de, Abdüiâziz I bu tevcihin, XVI. asrm ikinci yarısından itiba­ devrinde, Van taraflarında bir yerde keşfoluna- ren, bu mâhiyetiyle tatbik edildiğini göster­ rak, hakikî olduğu İddiası île, merasimle İstan­ mektedir. Mehmed III. devrinde Vâlde Sul­ bul 'a getirilmiştir ( krş. Eyyûb Sabrı, Mir at tan ’ın başmaklık haslarından Türkmen hasla­ al-lıaramayn, İstanbul, 1301,1, 673). Gerek bun­ rının bütün Örfî tekâlif den her suretle serbest lardan bir teki, gerek, yine Peygambere izafe olup, muaf ve müsellem bulunduğu görüldüğü edilen başmak-ı şerifin bir intibaı (kadem i sa­ gibi, yine Vâlde Sultan 'm başmaklık hasların­ adet nişanesini hâmil haeer-i şerif, krş. Mir- dan Fırat üzerindeki Birecek iskelesine âit i5t al-haramayn, I, 673 ) bir aralık, sad­ kayıtlara da (1011/1012) tesadüf edilmektedir râzam Bayram Paşa ( ölm. 1048™ 1638/1639) ( krş. Başvekâlet arşivi. Ibnülemin tasnifi, Saray *nıh Haseki semtinde yaptırdığı tekkeye ( Baş­ masalihi, nr. 1222, 1229, 1234,1235 ). Keza Mumak-) şerif tekk esi), teberrükea saklamak için, rad IV. ’a âit bir yazma kanunnâme ( Kanunpadişaha vâki ricası üzerine, konulmuşsa da, nâme-İ Avnİ, İsmail Hakkı Uzunçarşılı 'nın hu­ susî kütüp.), bu hususta »hassın bir kısmı dahi yine saraya iade edilmiştir. Başmak tâbiri, ortaçağ türk-islâm devletle­ cıhet-i levazımları için, bâzı sultanlara tây'n rinde hükümdarların ve emirlerin ayakkabıları olunan havastır ki, anlara başmaklık dahi der­ için de kullanılmış ve bunlar saraylarında, si- ler" demekte ve bu nevi hasların, sultanların lâhdar ve câmedar gibi, b a ş m a k d a r unvanı erbâb ı menâsıb gibi azil ve nasb kabûl eyle­ ile de birer memur da bulundurmuşlardır ki, memelerinden, kayd-ı hayat şartı ile, tasarruf­ Memlûklerde alaylarda hükümdarın ayakkabı­ larında bulunduğunu işaret etmektedir. larını taşıyan ve münavebe İle hizmet eden z Havas-ı humayun köylerinden tefrik edilmek başmakdaruı,mevcudiyetini buna misâl göstere­ suretiyle, sultanlara tahsisi lâzım gelen baş­ biliriz ( krş. Sülük tercümesi, 9, 100 ve İsmail maklık haslarının, bilâhare mahlul olan tımar Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlt devleti teşkilâtına ve zeametlerin de ilhakı suretiyle, kabardıkları medhat, İstanbul, 1941, s. 352— 369, Şubh at­ ve 20.000 akçeyi tecavüz ettikleri görülmüş; fakat, XVII. asır ortalarına doğru, sadrâzam aşa, V , 45 'ten naklen). Diğer ayakkabı nevileri arasında başmak hu- ■ Bayram Paşa zamanında, bu gibi, sonradan sul­ susî bir ehemmiyeti hâizdi ve bilhassa kadınlar tanların başmaklıklarına ilhak olunan kılıç t ı ­ tarafından giyildiği için, İstanbul ’da bunu ya­ mar ve zeametlerin yine müstahaklârma tevcih pan ve satan başmakçı ( paşmakçı) esnafı ( Ev­ ve iadesi cihetine gidilmiştir ( bk. Başvekâlet liya Çelebi, Seyahat-nâme, I, 599) bunun za­ arşivi, 1042 senesine âit dtvan-ı humayun tahvil kalemi defterî, nr. 308, tür. yer.; Muhimme rif ve süslü olmasına itina ederdi. defteri, nr. 90, s. 6î, 73, 112, nr. 91, s. 118, 124). ( M. T a v y Ib G ökb İlgîn. ) BAŞMAKLIK, paşmaklık, Osmanlı impa­ Mamafih bu gibi suiistimallerin hanedandan ratorluğu toprak ve arazi rejiminde, havas-ı olmayanlara da bittabi başka namlar ile, teşmil humayun köylerinden, padişahın vâldesi, hem­ edildiği ve arpalık [ b. bk.] gibi gelİşî-güzel şire ve kerimeleri gibi, kadın sultanlara ve tevcih olunduğu vâkİdir ( krş. Koçi Bey, Risâle haseki sultanlara tahs's edilen ve 20.000 akçe­ 4, 9, 12 ; Cevdet Paşa, Tarih, İstanbul, 1309, I, ye (zeam et) kadar olan tâyinât ve tahsisata 91— 101). Başmaklık haslarının hanedanın kadın



334



ŞAŞMAKLIK -



âzalarma mevzuubahs tarihlerde tahsis edildiği ve bu tâbirin, her zaman olmamakla beraber, bu mânada kullanıldığı malûm ise de, kadın sul­ tanlardan ha ng-il erine ne nısbette ve ne mıkdarda tevcih yapıldığım gösteren etraflı kayıt­ lara, şimdiye kadar, rastlanmamıştır. Bilâkis XVII. asırdan sonra başmaklık tâbirinin kalk­ tığı ve başmaklık hasları yerine, sâdece h a s s kullanıldığı görülmektedir. Esasen bundan son­ ra, gerek Vâlde Sultan ’a ve gerek diğer sultan­ lara her hangi bir yerin mukataasmdan hass tâyin edilmiş, fakat bunun, evvelce olduğu g i­ bi, başmaklık hassı olduğu kaydolunmannştır. XVIII. asır nihayetlerinden itibaren bu muka* taalar artık sultanlar uhdesinde, „mâlikâne vechiyle!t, bırakılmıştır, XIX. asır başlarındaki İs­ lâhat hareketlerinde ise, tamamen maaşa kalbediimiştir. B i b l i y o g r a f y a : Metinde zikredilen­ lerden başka bk. bir de Başvekâlet arşivi, İbmilemin tasnifi, saray masalihi, nr. 152, 201, 207 ; Hassa kalemi defteri, nr. 47/3106, tür. yer.; 2673085, s. 127; Haremeyn muhasebesi defteri, u/3308, tiir. yer.; Cevdet tasnifi, sa­ ray, nr, 546, 780, 796, 897, 868, 992; Hüseyin Kâzım Kadri, Büyük türk lügati ( İstanbul 1927 ), 610 v.d, Dozy, Diciionnaire deiaille des noms des vâiements ckez les Arabes, 421, v. dd.; Goldzieher, Muhammedanische Stııdien s, 362, v.d.; Hammer, Des Osmanischen Reiches Staatsverfasstıng und Siaaisvertoaliung, II, 34,159; Zenker, Dict. Turco-Arabe- Persan ( Leipzig, 1866); Bianchi, Diciionnaire TurcFrançais ; Redhouse, Turkish and English Lexicon, 1921. (M. T a YYIB G ö KBİLGİN.) B A Ş Ş A R . [ Bk. b e ş ş â r .] B A T A İ H . [Bk. b a t î h a .] B A T A L Y A V S İ . [ Bk. batalyûsî -3 B A T A L Y U S . [ Bk. badajos .] B A T A L Y Û S İ. a l -B A T A L Y A V S Î (1052™ 1127), A bu Muhamivied 'A bd A llah b, Muham MED İBN AL-SİD, aslen Badajoz ( ar. Badalyos veya Batalyavs} 'dan bir g r a m e r â l i m i olup, 444 (1052 ) 'te bu şehirde doğmuş, 521 ( «27 ) recebi ortalarında Valen siya [ b. bk.] 'da Ölmüştür. Bilhassa, İbn Kutayba ’nin Adab alkatib ( krş. II, 424) 'ine al-îk:tiiâb f i şarh adab al-kutiâb ( nşr. ‘Abd Allah al-Bustâni, Beyrut, 1901 ) adı Üe yazdığı şerhi ile tanınmıştır. Bundan başka al-Inşaf f i ’l-tanbih 'ala ’l-asbab allatî avcabat al-ihtilaf (Kahire, 1319), Mâlik ’İn Muvattü *ına şerh, Fahrasa ve Kitâb aLhadaik gibi, bîr çok eserleri vardır. B i b l i y o g r a f y a : İbn Başkuvâl, Şila ( B A H, I, nr. 639); al-Zabbi, Buğyat almultamis ( B A H , III, nr. 892 ) ; İbn Haltikân, Vafayât al-a'yân, I, 332 (trc. de Sİane, II,



BATÎHA.



6 1) ; aî-Şalfimdi, Risâîa ( trc. Garcıa Gomez, Elogio del İslam espanol, Madrid, 1934, s. 54 ve not $o); Brockelmann, G A L , I, 122, 427 ; Pons Boigues, Ensayo biobibliogrâfico sobre los historiadores y geografos arâbigoespaîioles (Madrid, 1898), nr. 151, s. 184; Gonzalez Palencia, Historia de la literatürü arâbigo-espanola ( Barcelona, 1928), s. 118; Sarkış, Dict. ene. de bibliogr. arabe ( Kahire, 1928), s. 569 v.d. ( E. L evi -P r o v e n ç a l .) B A T ÎH A . [ Bk. b a t İh a .] B A T ÎH A . AL-BATÎHA («bataklık arazî® çayırlık şeklinde, dibi çakıllı, mücavir çaylar^ az-çok intizamlı feyezanlarına mârûz ve bu yüzden ekseriyetle bataklık olan çukur yerlere ıtlak olunur. Hususî olarak, 2 bölgenin ismidir. 1. Filistin’de Tabariye gölünün şimal ( buhayrat Tabarİya) sahilinde kâin ve aî-Teîl (Ahd*i atik'te Bethsayda, ju lia s)’in cenubunda ve Ür­ dün ile diğer daimî bir ırmak ( C oram lye) ile sulanan, dağlar ile muhat küçük bir ova. Bugün bu ova ziraat ile meşgul Gavart, Gavr ( Gor ) araplan İle meskundur ve Hüîe gölünün şima­ lindeki bataklık ovada olduğu gibi, büyük hind mandası sürüleri yetiştirirler. Batiha ’nm şim­ diki ismine ( halk dilinde al-Ebteha, her hâlde tasgir şeklinden gelmektedir), benim görebil­ diğime nazaran, orta çağ arap coğrafyacılarının eserlerinde tesadüf olunmaz; ancak avrupalı sey­ yahların (Seetzen, Burckhardt v.b.) kitapların­ da görülür, B i b l i y o g r a f y a: Ritter, Erdkunde, XI, 276 v.dd.; Badeker, Palastina und Syrien, 7, tab. {1910 ), s. 237; E. Robİnson, Pa­ lastina (1842}, III, 559— 564, 569; ayn. mİ!., Phys. Geogr. d. keil. landes (1865), s. 257; F. Buhl, Gogr. d. alt. Palastina (1896), s. 36, 241; Seetzen, Reisen dıtrch Syrien v.s. (1854), l 345 2. Arap müelliflerinde, çok geniş bir batak­ tık araziye verilen isimdir ki, bu arazî şimal­ de Vasi t ve cenupta Basra arasında Fırat ve Dicle 'nin aşağı mecrasını işgal eder. Ona ek ­ seriya al-Bataih ( mfr. al-Batil}a) ve bâzan da civarda bulunan İki büyük şehre nisbetle, Vâsit veya Basra Batiha ( Batâ’jh ) ’sı adı da verilir. Araplar, yanlış olarak, bu bataklıkların yeni bir teşekkül olduğunu ve göz Önüne birbiri ar­ dı-sıra köyler ve tarlalar arzeden mahsuldar bir memleketin yerini, ancak Sâsânîler devrinde kapladığını zannederler. Bu fikirde doğru olan cihet, yalnızca şudur ki, muahhar Iran hâkimi­ yetinin son asırlarında, mükerrer ve fevkalâde kuvvetli su tuğyanları neticesinde, sedler mu­ kavemet edemeyip, yıkılmıştır ve tuğyana karşı alman tedbirlerin bâzı yerlerde çok geç kalması



BATÎHA. veyahut gevşek tutulması, bataktık sahasını bü­ yük mikyasta tevsî etmiştir. Fakat en eski za­ manlardan beri Babilonya ’nm cenubunda geniş bataklıklar mevcut olduğu muhakkaktır. Dicle ve Fırat sahil terinin devamlı surette yeni ça­ mur yığınları ile dolup, mütemadiyen yüksel­ mesi, yavaş yavaş tuğyan zamanında suların serbestçe akmasına manî olmuş ve bu suretle bataklıklar husule gelmiştir ki, senevî tuğyan­ lar olmasa idî, bunların sür’atle zail olmaları icap ederdi. O zamanki hatt-ı mihî kitabeleri, cenubî Babilonya ’mn bataktık ( agamme ) ve kamışlıklarından (apparâte) sık-sık bahsetmek­ tedir; bk. Detitzsch, Assyr. ffandmorterb,, s. 17 ve 115. Asûrîler devrinde, cenupta Muhammere ’den ÎÇurna ( Gorna) 'u n yukarısına kadar ne­ hir boyunca otan kısım ve şarkta Karun ırma­ ğının Ötesine kadar otan bütün memleketin ba­ taklıktı bir göt ite işgal edilmiş olması tazım geliyor ki, ( o zaman mansaplan birbirinden ayrı otan ) Fırat ve Dicle ile Kerha ve Karun ırmakları bu göle dökülüyordu. Dil gibi uza­ nan bir parçası, bu gölü Basra körfezinden ayı­ rırdı. Kuyuncuk ’ta bulunan mühim bir kabart­ ma, kıral Sanherib’in uzun kamışlıklar arasında bu bataklık halkı İle olan harplerini tasvir eder ( bk. Layard, Monuments o f Ninweh, II, 35— 28). Asûrîler bu bataklık göle umumiyetle (nâr) ntarratu — «acı ( su )“ İsmini verirler. Kezalik tamda şa Kaldi Kaldu ( memleketi) d e­ nizi" ve Bit-Haşmar bataklığı ( rakkata} yahut «Dicle kenarı bataklığı'* ismini dahi verirler. Bu son tesmiye hakkında bk. Delitzsch, ayn. esr.t s. 627. Yunan ve Roma müverrihleri dahi bu su kütlesini Âiuvi) yahut Chaldaicus lacas isimleri altında tanıyorlar, Nearchs'm verdi­ ği malûmat bilhassa şâyân 1 istifadedir. Gölün çevresini dolaşmış olan bu seyyah, buna 111 km. (600 stad ) bîr genişlik izafe etmiştir. Tabula Peutingeriana da Babilonya bataklıklarını zikrediyor; P a l u d e s ismi yanında D i o t a h ı ismini gösteriyor ki, hiç şüphesiz bu kelimeyi Biotabİ = Bata’ih suretinde tashih etmek ge­ rektir. Andreas *ın çivi yazılan ile kadîm mü­ elliflerdeki malûmat için krş. Pauly*Wissowa, Realenzykl. d. klass. Altertumsszuiss., I, 736, 8t$, 1878 v.dd .; 2812; Weissbacb, ayn. esr., III, 20445 VI, 1201 v.dd.; Streck, V, 1147 ( bk. mad. D iotahi). Eski çağdan beri nehir rusubatı büyük ba­ taklığı doldurarak, ancak bir kaç bakiye kala­ cak derecede, bugünkü deltayı meydana getir­ miştir. IÇurna mn garbındaki Hör { «bataklık**) AbüKalâm ile yukarı Şatt al-*Arab’ın garp sa­ hili üzerinde Hör al-Caza'ir ve Huvayza (b u ­ gün Havİza) mıntakası bataklıkları ve husu­ siyle Belâzori {1293 ) ile Kudâm* ( 341) tara­



335



fından zikredilen Hor al-A*zam («büyük Hör“ ), ilk s u . yığınının bakiyeleri olmak icap eder ki, bu sonuncusunun Ağm a rabtâ ( aramî dilinde «büyük bataklık** ) olması lâzım gelir. Sâsânîler, Babilonya bataklıklarını kurutmak için, çok uğraştılar. Büyük tefeir ve kanalizas­ yon tesisatı vücuda getirdiler ve sudan kurta­ rıp, elde ettikleri yerleri malikane hâline sok­ tular. Bununla beraber, bu hanedanın muahhar kıratları zamanında, yeniden bir çok mamureler su altında kaldı ve bataklık mıntakası o dere­ ce genişledi ki, araplar, yukarıda zikrettiğimiz gibi, Batiha ‘mn teşekkülünün başlangıcım, yan­ lış olarak, bu devirden itibar eylediler. Arap müellifleri tarafından (krş, bilhassa Belazorİ, IÇudâma, Mas‘ûdİ, Yakut ) o zamanki hidrografi şartlarına tesir eden tabiî değişiklikler üzeri­ ne verilen mâiûmat, umumiyet itibariyle, birbi­ rine oldukça tefavuk ediyor ve bunlar şu su­ retle hulâsa edilebilir : Kubâz Fayrüz ( Peröz 4$7— 484 ) saltanatı esnasında, Basra ’mn cenu­ bundaki alçak mıntakada büyük bir sed yıkıl­ dığından, mezru büyük bir saha su altında kal­ dı, Ancak Husrav I. Anüşarvân ( 531— 578} ’dır ki, tahta geçer geçmez, bu hasarı tamir için, etinden geleni yapmış ve geniş araziyi yeniden eküebüecek hâle koymağa muvaffak olmuştur. İhtimâl ki, Dinâvari ’nin zikrettiği yeni idârî taksimatın bu memlekette tatbik olunmasını, bu hükümdarın mesaisine bağlamak icap eder ; krş. Nöldeke, Gesch. der Perser u. Araber zar Zeit der Sasaniden ( 1879 ), s- *64. Fakat Hus­ rav II. Abarviz ( Parvez }, son saltanat senesin­ de ( 627 = 6 yahut 7 h.}, Fırat ve Dicle aynı zamanda taşmış ve istilâsı o kadar büyümüş idi ki, sedler yıkılmış, bir çok rmntakaîar yeniden tamamiyle göl ve bataklık hâline girmiş idî. Y ı­ kıcı unsurları önlemek ve defetmek için, Parvez ’iıı yaptığı bütün gayretler te’sİrsiz kalmıştır. Arap istilâsı dolayı siyi e vuku'a gelen igtişaşlar esnasında, bataklıklar daha fazla yer istilâ etti. İşgali müteakip, ilk devirlerde araplar Batiha ile meşgul olmadılar; ancak Mu'âviya'nin ve hususiyle Valid I. ve Hişâm ‘m hilâfetleri za­ manında, bir tebeddül husule geldi. Mu'âviya kendi mevalisinden olan ‘Abd Allah b. Darrâc '1 Irak 'a, vergi tahsiline nezaret için, gön­ dermiş id i; bu zat kamışları kestirerek ve su dolapları vasıtası ile yeniden mühim arazi par­ çalarını kurutturarak, bataklıklar mıntakasından S milyon dirhem hâsıîât almağa muvaffak olmuştu. Ziraate açılan bu araziye al~Cavâ~ mid ( al-Câmida ’mn cemi «kurutulmuş yer**} is­ mi verildi. Bilhassa, ‘Abd al-Malik ve Valid I. zamanında Babilonya ‘mn faal vâlîsî al-Haccâc, İşlere gerçekten müsait bîr cereyan vermeğe muvaffak oldu, - --



336



BAT IHA.



^accSc memlekette pek müessir bir surette minine ( 2500 murabba parasang) istinat ede* hâkim olmağa ve İslâm devletine yeniden bîr rek, Babilonya ’mh ekilmiş arazisi hakkında yap­ istinat noktası teşkil etmeğe yarayacak olan tığı tahmin mübalağalıdır ve bunu H. Wagner Vaşit ( j.ortadakİ" ) ’ı Batiîja ’nm hemen yukarı ( agn. esr., s. 239, bk. bibliyografya) İle bera­ kenarında bina etti. Yalnız kanallar manzume­ ber, bu hatanın fersah ile milin karıştırılma­ si sisteminin muntazam işlemesi Fırat ile D ic­ sından mütevellit olduğunu kabul etmekle izahı le ’nin aşağı kısmındaki ovanın mahsuldarlığını kabildir. Çünkü Masfüdi *ye göre, bataklıkların temin etmeğe kâfi geldiğini anlayarak, o esnada işgal ettiği yer 80,000 km3, den daha az de­ büsbütün harap bir hâlde bulunan bu manzu­ ğildir ; hâlbuki bütün Babilonya arazisi tahmi­ meyi ihya hususuna bütün himmetini sarfetti. nen ancak 100.000 km2, tutmaktadır, Bendier, kapılı sedtler inşa ettirdi ve ırmağın Batiha, şimâl-i garbîde, Küfe ve Niffar ün sularından fazla olanını Batiha 'ya dâhil olma­ yakınlarına kadar yayılıyor id i; hâlbuki şarkta, dan, çevirmek ve kurak araziyi sulayıp feyiz- VSşit ilerisinde, oldukça uzaktan başlıyor ve dar eylemek için, Nil ve Zâbi kanallarım kaz­ cenub-i şarkîde, Basra ’ntn civarına kadar imdırdı î bıı hususta krş. Streck, Babylonien, I, tıdat ediyordu. Fırat ’m şimdiki sahilleri ve 29— 32; Ih 303 v.d. Kaccâc zamanında bu in­ bu nehir ile bugünkü Dicle ’nin esaslı kollan şaatı vucuda getiren ve bu Suretle Irak ’a bü­ arasında bulunan arazinin büyük bir kısmı ve yük hizmetler ifâ eden mühendis, aslen ârâmî bunun bölgeleri ( ıslâmdan evvelki g i b i ) orta ( n abatî) Haşan isminde bir zat idi. Haccac, çağda aşağı-yukarı bataklıklar ile Örtülü idi. Hind fatihi Muhammed b. aî*Kâsim ’m kendi­ Başlıca kolu o zamanlar Küfe ’ye temas etmekte sine göndermiş olduğu hindli Zutt f b. bk.] hal­ olan, merkezî ve şimalî Babilonya’yı sulamak kım, binlerce manda sürüleri ile beraber, bu için, çokça mıkdarda su alman Fırat nehri geri bataklıkta iskân ettirdi. Haccac ’m elindeki mah­ kalan sularını K û fe’den bir kaç mil aşağıda dut servet, Batiha ’yı kurutmak için, daha fazla Batiha ’ya dökerdi. Dicle ’nin sulan tahminen teşebbüsatta bulunmasına müsait değildi. Vaîid, Sâsânî devletinin sonlarından XVII. asrm ilk bütün sedlerin yeniden ihyası için, sarfına lü­ yarısına kadar olan devirde, şimdiki Şa|£ alzum gösterdiği 3 milyon dirhemi fazla buldu. Hay ’ın yatağından ve Vâşit ( bugünkü Küt alİşte bu sırada halifenin biraderi Maslama in­ H ay’ın bulunduğu y e r ? ) 'm yanından geçerdi şaatı kendi hesabına vucuda getirmeği teklif ve Yakut ’a göre, o zamanlar 5 koldan Bati­ etmiştir kî, bu, mâlî bakımdan, kendisi için ha ’ya dökülüyor idi ki, bu kollar Basra ’dan âlâ bir iş oldu. Suların akması için, sib deni­ bir günlük mesafede bulunan Matara ’de yeni­ len, iki yeni küçük kanal kazdırdı. Krş, bil­ den birleşirlerdi. İbn Serapion ( IV. = X. asır hassa ÎÇudâma, s. 240— 251; We!lhausen, Das başlan ) tarafından verilen daha eski ve daha arah. Retch und sein Sinrz (1902), s. 157 v.d. emin malumata göre, Dicle ( Şatt al-H ay) ba­ f^accac '1 müteakip, Irak valiliğine gelen bü­ taklık, al-Katr ’daki havaliye kadar erişir idi. tün halefleri arasında bilhassa Halid al-lCasri, Taşan sulardan hâsıl olan ve kabil-i seyr-ü se­ ziraatın inkişafı için, gösterdiği gayretler ile fer küçük kanallar ile yekdiğerine merbut bu­ temayüz etti. Haccac zamanında başlanmış olan lunan 4 göl ( havr, keza havr ve havi, bugün kurutma ameliyatım büyük bîr faaliyetle takip hor) arasında yoluna devam ederdi. Aşağı-yuetti ve işlerin fennî idaresini i^asan al-Naba- karı l£urna civarındadır kİ, Batiha’nm sularını ii ’ye bıraktı. Bu suretle büyük malikâneler boşaltan Nahr Abu 'İ-Asad ile Mazar ( al-'Uzayr kazanmış ve oralardan büyük varidat temin et­ mevkii ) ’dan gelen })kör Dîcle“ ( al-Dicla al* miş id i; fakat bir çok bakir topraklan fuzulî ‘avrâ5) birleşerek, büyük bir nehir teşkil eder­ olarak zaptetmesi yüzünden, eyalette bir çok lerdi. Bataklık arazinin orta ve cenubî Babi­ hoşnutsuzluklara sebeb oldu ( krş, ‘Wellhausen, lonya ’daki işgal ettiği sahalar hakkında ise, aşağıdaki malûmat verilebilir, aynt esr., s, 207 ). n F ıra t’ın eski yatağının iki tarafında K e fıl’in Araplar tarafından teşebbüs edilmiş olan bu büyük kurutma ameliyatının İkmâlinden sonra cenubunda bulunan iki bataklıktan ancak bu­ vucuda gelen Batına 'nin sathına gelince, İbn gün en büyüğü olan garptaki Bahr Nacaf mev­ cut olup, Küfe harabelerinin şarkında bulunan Rosta tulen ve arzan, 30 parasang (fersa h ­ Hör Abü Nce(e)m ise, tamamîyle ekilebilir ( çel­ t ı km.) tahmin ediyor. Kudama (ölm. 310 = 922), 60 milden fazla bir sâhadan bahsediyor tik tarlaları) bir hâle ifrağ olunmuştur. Nifki (arap milî 1,9 km.), murabbaa tahvil edilince. far ’in garbında Hör 'A fec ( 'A fek ) ve bunun 13270 km2, eder ( fakat Kudâma bunu zikret­ cenubunda Lamlün ’a kadar imtİdat eden Hör miyor ). Her hâlde Sprenger ( Babglonien, das Hazâ'il yayılır ki, bu İsimler, aym ismi taşıyan reichste Land der Vorzeit, Heidelberg, 1886, i arap kabilelerinden alınmıştır. Lamlün ’dan iti­ s. 47 v.d.) ’İn, Mas'üdi ’nin bataklık arazi tah- 1 baren Fırat boyunca SamSva üzerine kadar nehre



BATİHA, rekabet eden ve şarkta Şat| al-Hay ’e kadar uzayan geniş bataklıklara, toptan, Lamlün ba­ taklıkları adı^verUir. Kurna ’nm garbında, Fırat ve Dicle ’nin birleşmesinden önce, teşkil eyle­ dikleri köşede Abü Kalanı bataklıkları, yukarı Şat): al-‘A rab'm garp sâhillerİnde Hör al-CazSür (yânı adalar H o r’u) yayılmaktadır. F ı­ rat ’m ikinci bîr kolu ( Şat£ al-Hay ile asıl Fı­ rat arasında olan Şatt al-Kar sahilleri sık bir kamışlık ile örtülüdür ( bk. Loftus, ayn. esr., I, 244 v.dd.). D icle’nin her iki sahili boyunca bütün mem­ leket, İmam ’A li al-Ğ arbi’den itibaren, husu­ siyle garp sahili, bataklıklar ve durgun sular ile Örtülüdür. Bunlar, nehir boyunca aşağı doğ­ ru İnildikçe, daha fazla tevessü etmiş ve şark­ ta Kerha şehrinin ilerisine ve Puşt-i Küh ‘ten inen suların yayıldığı yerlere kadar uzanır. Bu mmtaka baştan başa gayet büyük bîr bataklık­ tan gayrı bir şey olmayıp, Ötesinde-berisinde cılız hurmalıklar ile ve küçük adacıklar üze­ rinde tek-tük kamış kulübelerden başka bir şey görülmez. Dicle ’nin şarkında bulunan bu ba­ taklıkların şimal kısmına Samarğa bataklığı denir; bataklığın daha geniş olan cenup yarısı Kerha ’nm sel sahasını teşkil ederek, merkezde Samida bataklığı üe beraber, al-Hör al-A'?am namı altında malûmdur. Uzaktan bakılınca, bataklıklar engin bir ye­ şil saha manzarası arzeder ki, rengi çayırlar­ dan değil, fakat bütün sahayı kaplayan kamış ve sazlıklardan ileri gelir. Bunlar bir çok yer: lerde dar yahut geniş labirent teşkil eden ka■nallar ile kesilmiş bir kaç metre yüksekliğinde sık koruluk teşkil eder ki, içinde yabancılar, yerli kılavuzlar almadıkça, kaybolurlar. Akan suların derinliği o derece azdır ki, ancak alt­ ları düz kayıklar ( maşhüf ve tarrâda) ile sefer edilebilir ve bu kayıklar da kamış sopalar ( murdl, cemi marâdi, krş. Abu ’I-Fidâ’, 296, 13; Meissner, ayn. esr., s. 9 : mârdi ) ile sevk edilebi-lir, Bu hareket tarzı ( şalaba, krş. ZD M G , XVII, 824); yukarıda kaydettiğimiz âsûrî kabartma­ larında görüldüğü vecihle t msl. krş. Layard, M o n u m II, 27 ve O L Z , IX, 190), pek eski za­ manlara kadar çıkar. İçinden geçilmez bir hâlde bulunması yüzün­ den, Batiha her devirde haydut ve âsîlere çok müsait bir in olmuştu. Hattâ halifeler devrin­ de, yolcuları himaye maksadı ite, kanallar üze­ rinde seyr-ü seferi temin için, muhtelif nokta­ larda bîr çok^ tarassut postaları tesis edilmişti. Bugün bile bu bataklıklar içinde oturan arap kabilelerinden ekserisi en korkunç haydutlar­ dan sayılır ; eski zamanda bunlardan Bani Lâm ile Abü Muhammed bilhassa en kötü şöhret kazanmış olanlardan idi. Küçük kayıkları ile Lifim Ansiklopedisi



937



büyük su yolları üzerinde yüzen büyük gemi­ lere kadar saldırıp soyarlar, sonra başka ge­ milerin giremeyeceği sayısız dar kanallar için­ de saklanırlardı. ‘Abd al-Malik Ün yukarıda ismi geçen valisi Ijtaccâc 'm bu bataklıklara yerleştirdiği bu zu^ ( c a t) ’lar, bir çok ahvâlde, İrak için her kesin pek ziyade çekindiği haydut ve âsîler olarak, kendilerini gösterdiler ve halife al-Ma’mün, an­ cak bir çok gayret sarfettİkten sonra, onları İtaat altına almağa muvaffak oldu. Mamafih Batiha ’nm kenarlarında mütemekkin diğer bir halkın, yâni Zenclerin, büyük k ı­ yamı, hepsinden daha tehlikeli oldu. Bunlar bil­ hassa aslen şarkî Afrika sâhili zenci kölelerin­ den olup, Basra’nın şarkındaki tuzlu toprak­ larda küherçile çıkarma işlerinde kullanılır idi­ ler. *Ali evlâdlarından olduklarını iddia eden ‘A li b. Muhammed [ b. b k .j’in idaresi altında ve kendilerine iltihak eden her çeşit çeteler ile kuvvet bularak, dehşetli bir isyan çıkardı­ lar (255— 270 = 869— 883). Arap müverrihle­ rinde ( Taban, İbn aî-Agır, İbn Haldun), bu köleler harbi hakkında, pek mufassal tasvirler de bulunur ki, bunlar aynı zamanda Batiha ’bid topografyası hakkında kıymetli malûmatı İhtiva eder. Müteakip asırlarda Bani Şahinler [ bk. ’îmrân b. Şâbin ] ve onlardan sonra da al-Muşaffar [ b. bk.] âiiesi, bu bataklık mmtakada az çok müstakil hükümet tesis ettiler ki, daha son­ ra bu sabayı Mazyadi [ b. bk.] ’ler ile bölüştü­ ler ve Mazyadiler Hilla ’de 403 'ten 558 ’e ka­ dar hükümet sürdüler. Mazyadiler sukut ettik­ ten sonra, Bani Muntafîk [ aş. bk.] sahneye çıktı ve halife al-NSşir tarafından, 617 (1220) ’de bunların başında bulunan Banı Ma'rütfların im­ hasına kadar, nüfuzları devam etti. Bu mmtakamn moğul ve türkler zamanındaki muahhar tarihi, mufassalan mâlûm değildir. Arap isti­ lâsından sonra, Babilonya ahâlisinin ârâraî as­ lından t ve hırİsîiyan arapların nabatî dedik­ leri ) bir kısmı, barınılmaz Batiha sahasında kendilerine uygun bir sığmak buldular. Bunla­ rın adedi, orta çağın sonlarında, o derece ço­ ğalmıştır ki, buraya bâzan »nabatî bataklıkları" ( Abu ’l-Fidâ1 ) adı da veriliyordu. Bunların ba­ kayası olan Mandeler (arap. Şubbi1, kendi id­ dialarınca St. Jean hıristiyanlan) bugün bile bataklıkların bir kaç yerinde, hususiyle Hör al-A zam m yakınında, yaşarlar ki, havası çok gayr-i sıhhî olan Huvayza şehri onların başlıca merkezini teşkil eder. Mamafih şimdiki halkın ekseriyeti, yan suda ve yan karada yaşayan mahlûklar gibi olan, İptidaî arap kabîlelerinden müteşekkildir ve seyyahların rivayetine göre, bütün şarkın en ka­



22



33»



BATÎHA,



ba adamları arasında sayılırlar. Din nokta-i na­ zarından, onlar şıîlere kapılmışlardır ve bedevî örf ve âdetlerinden bazılarına mutavaat ederler; fakat diğer taraftan bedevilerin faziletlerinden bir çoğu onlarda kat’îyen mevcut değildir. Yal­ nız büyük misafirperverlikleri kendilerine bir Şöhret kazandırmıştı. Bu arap kabilelerinin, her biri bîr çok kollara ayrılmış olan, en mühimle­ ri şunlardır: *, B a n i L â m , 2, A b u Mu| a m m c d , 3, Z u b a y d { Z u b e t ), 4, H a z a ' i l ( H u z a il), S- M u n t a f i k ve 6. M a1 d a n ( Mu'dân ) ( tafsilât için bk. mad. EI. ). Bundan başka orta çağda mâruf olan ve îbn Batüta devrinde ( XIV. asır ) Küfe Men Basra "ya giden yola hâkim bulunan Hafâca arap lan (krş, Weil, Gesch. d. Chalifen, III, 92), bugün yeni sıhriyet yahut tabiyet { îbn Batüta, Paris, İl, 1; 94 ) nisbeilerine göre, bâzan Banı Lam ( krş. Kremer, agn. esr., 1850, I, 253 ) ve bâzan Muntafik ‘lardan bir kol olarak görünürler ( Chiha, agn. esr., I, 241). Burada mütalâa edilmiş olan cenubî ve mer­ kezî Babilonya Maki arap kabileleri hakkında Ritter ( X I) Me seyahatnamelerden yapılmış na­ killerden başka, bk. Layard ve Loftus, agn. esr., I ; Sprenger tarafından Brît. Mus, Maki bir arap elyazmasma göre neşredilen liste; ZDMG, XVII, 223 v.d .; Baron von Oppenheim, Vom MiiteL meer zam Persichen Golf, II, 67— 76 ve Chİha, La Province de Bagdad, Kahire, 1908, s. 239, 245 v.dd.). Bataklık halkının meskenleri, mûtat üzere, senevî su tuğyanlarının tamamen erişemedikleri taraçalar ve adacıklar üzerinde bulunmaktadır ve kısmen köy hâlinde topludurlar. Kamış sap­ ları veya hasırdan yapılmış uzun kulübeleri var­ dır ( serifa, srefa ); Talmüd *un Babilonya Ma yazılmış kısımlarında bile, bu kamış mesken­ ler aynı isimle geçer ( krş. Nöİdeke, Wien. Zeitschr. für die Kunde des MorgenL, XVI, 198, not ı ), Zer'iyat olarak, çeltiklerden başka bir şey yoktur. Her türlü ev ihtiyaçları için işe yara­ yan kamış ihmâl olunacak bir vâridat menbâı değild ir; tâ eski zamanlardan beri yazı kalemi olarak kullanılır ( krş. Oriental. Lii.~ Zeİt, IX, 190 ). Eskiden Vâsit 'ta ve şimdi Dizfül Me ya­ pılan kamış kalemler, şarkın en âlâ kalemleri olarak, meşhurdu ( krş. Cl. Huart, Les callîgraphes et les miniaturistes de VOrieni musalm. ( 1908 ), s. 13; H. Petermann, Reis en in Orient ( ı86r), II, 134; Stoize-Andreas, Peiermctnn's Mitteil., ilâve cüz 77, s, 19), Bundan başka, pek bol,olarak, balık çıkar; yerli için dâima emin bir gıda menbâıdır ve aynı zamanda civar mem­ leketlere tuzlama hâlinde ihraç da olunur. îbn Rusta ( î ), daha o zamandan kamış ve balık



hâsılatı ile Batiha’nm orta çağda, Basra halkı için, hakikî bir hazine olduğunu söyler. Bataklıkların şimdiki ahâlisinin* en mühim servetini manda sürüleri teşkil eder ki, bun­ lardan mühim mıkdarda süt ve yağ istihsâl olunur; yağlar ( hususiyle Bagdad *a ) ihraç olu­ nur ve büyük bir kâr bırakan mühim ticaret maddesi teşkil eder. Mandalar, üremeleri İçin çok müsait olan bu memlekette, ziyadesi ile Çoğalmışlardır. Deve hiç yoktur. Bati ha Ma yaşayan yabanî hayvanlara gelince, başta her çeşitten su kuşlan gelir: martılar, ya­ ban ördekleri, kazlar, kuğular v.s.; turna, kaşık­ çı, telli turna, leylek, toy, balaban kuşu sürüleri de görülür. Yırtıcı hayvanlar da eksik değildir. Son seyyahların ifadelerine göre, kamışlar ara­ sında, pek eski zamanlarda olduğu gibi, arslan bulunurdu. Bundan maada çok mıkdarda pars, çakal, kurt, başak ve yaban kedileri de mev­ cuttur. Büyük yaban domuzu sürüleri de batak­ lık içinde yuvarlanıp dururlar. Sinek ve siv­ risinekler memleket için bir âfettir. I£üt al‘AmSra cenubunda ve Şatt al-Hay ( Ritter, X, 190; XI, 935, 1015) üzerinde olan Umm alRakly („ tahta kurusu anası") gibi, bâzı mmtakalar, bu kabil haşeratm tahammül olunmaz derecede bolluğu ile meşhurdur. Babilonya bataklıklarının iklim şartlan, bil­ hassa her tarafta hüküm süren mühlik intanı hastalıklardan dolayı, son derece gayr-ı müsait görülmekte olduğunu ilâveye lüzum yok gibidir. B i b l i y o g r a f y a : Bibi. Geogr. arab. ( nşr. de G oeie}, tür. yer., hususiyle VI, 233, 236, 240 v.dd, { Kudâma) ve V İ 1, 94 v.d., 185 ( îbn Rusta ) ; Beiâzori ( nşr. de Goeje ), s. 293 — 294: îbn Serapion, J R A S , 1895, s. 28 (krş. G. îe Strange, ayn. esr., s. 296 v.dd.); Mas'udi, Murüc aLzahab ( tab. P aris), I, 224 v.dd.; Mâvardi. Kiiâb aL ahkâm al-sultöniya (nşr. R. Enger), Bonn, 1853, s. 311, v.dd. (trc. için bk. A . v, Kremer, Sîiz.~Ber. der Wiener Akademie, 1850, IV, s. 271 v.dd.); İdrisi, Geographie (trc. jaubert, Paris, 1836 v.d.), I, 369 v.dd.; Yâküt, Mu cam (nşr. Wüstenfeld), I, 668 v.dd.; Maraşid al-iifila, Lexion geogr. (nşr. Juynboll Lugduni Bat,, 1850 v.dd,), 1, 160 v.d .; IV, 343, 348 ( not ) ; Abu ’İ-Fidâ’, Takvtm al-buldân (tab. Paris), s. 43, 51, 296.— A . v. Kremer, Kulturgesch. des Orients tınier den Chalifen, I, 259— 261; M. Streck, Babylonien nack den arab. Geographen,r\, 3r, 39— 42; H. Wagner, Nachr. d. Gotting, Ges. d. Wiss.t 1902, s, 238 v.dd., 271 v.dd., 275— 279; G. le Strange, The Lands o f ihe Eastern Calip hale (1905 ), s. 26— 29, 40— 43; E. Herzfeld, Mem• non (1907 ), I, 137 v.dd, — Ritter, Erdkunde, IX, 320, 327 v.dd.; X, 28 v.dd., 46, 58,162 v.d,,



BATÎHA 188— 19s î XI, 925— 1028; A. H, Layard, Niniveh and Babylon ( Leipzig, 1856), s, 441 v.dd,, 545 v.dd., 585; Loftus, Travels and researches in Chaladea and Sasına { Locdon, 1857), s. 38 v.dd., 91 v.dd. ve tür. yer. ; B, Moritz, Verhandl, der Betliner Gesellsch, /. Erdkande, 1888, s. 18$— 201; E. Sachau, Am Eupkrat and Tigris ( Leipzig, 1900), 3. ?o— 79; B. Meissner, Von Babylon nach den Ru­ men tton ffira and Hüarnalç ( Leipzig, 1901).



(M. S treck.) B A T IN . BATN, karın, çukur, havza ( tekne ). Bu son mânada, kelimeye coğrafî isimlerde sıkBik rastlanır (krş. Yâküt, Mu cam, I, 66$ v.dd.). BÂTIN. BATİN ( A.), i ç ; zahir, yâni aşikâr ve haricînin zıddı olup, yalnız kabiliyeti olan­ lar tarafından anlaşılan ve anlayışta, zevkte İlerleyenlere açılan, anlatılan gizli mâna, sır; zahir ehline açılmayan ve onlarca anlaşılmayan iç hakikat. Tefsirde bu mefhum büyük bir rol oynar; krş. mad. BATİNİ Y A ve Z Â H İR ÎY A . — Harf-i tarif ile al-bâtin, g i 2 I i mânasmdadır ve A l­ lahın İsimlerinden biridir ( Kur'an, LVII, 3). BÂTINİYE. BÂTİNÎYA, her zahirin bir bâ­ tını olduğunu ve Kur'an ile hadislerin ancak te’vil ile anlaşılabileceğini iddia eden fırkalara, V, ( XII.) asırdan itibaren ( Aş*arİ_, ölm. 324, Malalat al-islâmiyin ve al-Mala^i, Sim. 377, Kiiâb al-ianbih va ’l-radd ealâ ahi al-akva va *l-hida"d a b â t i n i y a tâbiri yoktur), toptan :verilen isimdir. Bu fırkaların, siyasî sahada oy­ nadıkları roller ile teşekküllerindeki umûmî amiller ve tekâmülleri, âit maddelerde görüle­ ceğinden, burada yalnız akideleri hulâsa edile­ cektir. Bundan dolayı, evvelâ İslâm fırkaları hakkında yazılmış eserlerde, bu umûmî isim al­ tında. zikredilen fırkaları gözden geçirmek, mev­ zuu tahdit etmek için, zarurîdir. Bâtmîlere, muh­ telif vesileler ile, verilmiş olan isimler şunlar­ dır: 1. K a r a m i t a ve k a r m a t i y a ıb. bk.; küfeli 1. amdân Karmaç a intisaplarından dolayı 2. S a b * i y a (7 imam kabû! etmelerinden /yahut kâinatı 7 seyyarenin idare ettiğini id­ dia etmelerinden dolayı ,3 . I s m â ‘ i l i y a {b. b k.; Ca'far al-ŞâdikTn oğlu İsm ail’in 7. imam /olduğunu kabul etmelerinden d olayı; bunlardan Horasan *da Nâşir-i Husrav etrafında te­ şekkül etmiş olan zümreye, Naşir iya derler; bk. mad. Naşir i H u s r a v 4. M u b S r a k i y a ( 7. imamın. Ca far al Şedik'tan evvel ölmüş olan oğlu isma il olmayıp, İsma il in oğlu Muhammed olduğunu iddia eden bir reislerinin adı­ na izafetle ' ve 5. B a b e k i y a . H u r r a m i y a , H u r r a m d i n i y a : Abbasî halifesi alMu taşim zamanında isyan etmiş olan Bâbek e intisaplaımdan dolayı, bk. Bâbek ve Hurramiy e ; bunlar asıl İslâm fırkalarından olmayıp, es­



BÂTINİYE.



339



ki İranî fırkaların bakiyesidirler. Bâbek zama­ nında kırmızı elbise giymelerinden dolayı, bun­ lara M u h a m m a r a de derler ). Bunlardan başka bâtmîlere, hakikatin yalnız „m& şüm" imamın tâlimi ile öğrenilebileceğini iddialarından dolayı, t a ' 1 i m i y a ve dini mu* harremata riâyet etmedikleri için, i b S b i y a v.s. isimleri de verilmiştir. Yukarıda işaret edilen maddelerde görüleceği vecihle, Abbâsîler zamanından başlayarak, İs­ lâm memleketlerinde çıkardıkları bîr çok ka­ rışıklıklar sebebinden ve diğer taraftan, akîde İtibariyle, ehl-i sünnetten çok ayrılmış olmaları yüzünden, bâtmîlere âit eserlerin bir çoğu zayi olmuştur. Aleyhlerinde yazılmış olan kitaplar ile İslâm fırkalarına âit eserlerde ise, hatmile­ rin kendilerine âit fikirler, bâzan, kasdan tah­ rif edilmiştir. Binaenaleyh böyle eserlere isti­ naden yapılacak bir tetkikte, onların asıl fikir­ lerinden uzak kalmak ihtimâli yarsa da, böyle bir çalışmanın, hiç olmazsa, onların ehl-i sün­ net âlimleri tarafından nasıl telâkki edildiğini göstermeğe yarayacağı da bellidir. Şunu da söy­ lemelidir ki, bâtınîlerin fikirlerinde bîr tekâmül olup-olmadığt anlaşılamamaktadır. Ancak onlar muhtelif muhitlerde fikirlerini telkin etmek İçin, o muhitlerde alışılmış olan telâkkiler ile işe başlarlardı. Bundan dolayı, Şahristâni ’nin »bâtınîlerin her zamanda bir başka şekilde dâvetleri ve her lisan ile yeni bir itikat ve mezhep­ leri vardır" t krş. al-Milat va 'l-nihal, s. 147 ) sözü, bu mânada kabûl edilmelidir. Bâtinîlerin muhtelif mes’elelerdeki fikirleri şöylece hulâsa edilebilir: 1. A l l a h ı n s ı f a t l a r ı ve k â i n a t ı n y a r a t ı l ı ş ı . Allahın sıfatlarım kabûl veya red hususundaki itikatları filosoflarm telâkki­ lerine yaklaşır. Çünkü, Allahın sıfatlan kabûl edilecek olursa, Allah ile mahlûkat arasında iş­ tirak olmak lâzım gelir. Bundan dolayı, bu hu­ sustaki nasları te vil ederler. Meselâ Allah kud­ ret sahibi olduğu için değil, kudret sahiplerine kudret verdiği için, k a d i r dir. Bunun neticesi olarak, Allah t a d i m veya m u h d a ş değildir, belki emri ve kelimesi itibariyle, k a d i m ve oluşu itibarîyle, m u h d a ş tir (bk. Şahristâni, 1 al-Milat va 'l-n:hal, s. 147 ). Bâtınîler, mevcu­ datın yaratılmasını da, o zaman müsbet sayı­ lan ilimlere uydururlardı: Allah, evvelâ, birbi­ rine ben2er suretler ( a k î) yaratmış, bunlardan da felekler, yıldızlar ve dört unsur hâsıl olmuş­ tur , Bayan mazhab al-bâtiniya, s. 3 * v.dd.) ve­ yahut. Şahristâni nîn nakillerine göre ( s. 148 ), Allah evvelâ akl-ı evvel ’i ve sonra, onun vası­ tası ite, nefs i sâni yi yarattı; nefs. akim ke­ mâlini isteyince, harekete muhtaç oldu ve bu hareketten de eflâk-i semaviye meydana geldi.



34»



BÂTINİYE,



Feleklerin hareketinden soğukluk, sıcaklık, ku­ olduğunu göstermek için, Hasan-i Sabbâh tara­ ruluk ve yaşlık ve onlardan mevâlid-i selâse fından ileri sürülen deliller şöyle hulâsa edilebi­ lir: »Allahı bilmek için, yalnız akıl kâfi değildir; tuhûr etti, s. P e y g a m b e r , i m a m ve K u r ’ an. Boy- kâfi gelse idi, akıllar arasında'muhalefet ol­ îece vucuda gelen İnsan, akıl ve netsin nurla­ maması icap ederlerdi. Böyle olmadığına göre, rına karşı olan istidadının çokluğu dolayısiyle, bir muallime ihtiyaç vardır. Fakat her hangi diğer mevcudata üstündür. İnsanlar arasında birini muallim kâbul edenlerin de, diğerleri­ da, istidat müsâvî derecede değildir. Bunlar­ nin muallimlerine itirazda bulunmamaları lâzım dan başka âlem-i ulvinin mukabili olan insan gelirdi. İş böyle olmadığına göre, hakikî ve âleminde de, müşahhas bir akıl bulunmak lâzım­ doğru bir muallime ihtiyaç olacağı tabiîdir kî, dır ki, o da «insan-1 kâmil" ’dir. Buna n â t i k bu muallim de, Hasan-ı Şabbâh *m imamı olan, ( »konuşan" ) diyorlar ki, bu ıstılah peygamber Fatımî halifelerinden Mustanşir 'dır" ( bk. Şahyerine kullanılmaktadır. Bunun yanında da mü­ ristâni, s. 150; Cuvayni, Türıh-i cihanguşâ, nşr, şahhas bir nefs vardır ki, bu ş â m i t ( »sessiz"), Mirza Muhammed Kazvîni, III, 196), Böyle bir a s â s , v a ş ı , im â m ’dır. Kâinat nasıl a k ı l ile imam Kur’an ’ı te’vil ederek, hakikati meydana n e f s i n tahriki neticesinde hareket ederse, in­ çık a rır; fakat bâtinîler harfleri te’vil etmek san 1ar da n â t i k ile a s i s tarafından vaz’- ve onlara uygun birer mâna vermekle işe baş­ edilen şeriatın tahriki ile hareket ederler. Kâi­ larlar, Onlarca, harflerin kelimeye nisbeti, ba­ natta ki 7 felek gibi, bunlar da yedişer-yedişer sit ve mücerred cisimlerin mürekkep cisimlere devrederler. Görülüyor ki, onlara göre, Pey­ nisbeti gibidir ve her harfin kendine mahsus gamber insan-ı kâmilden ( bu mefhumun tarihi bir tabiatı ve âlemde bir muvazîsi vardır. Me­ için bk. H. H. Schaeder, Die islamische Behre selâ kelime-i şehadetin •&! Vl ı



iç Ve dış ticaretin bu devirdeki büyük inkişafı di, İmparatorluğun her tarafından sür’atle ha­ neticesinde, bu varidatın tabiî bir şekilde ço­ ber alabilmek için, moğullarm mükemmel bir ğalması da esaslı bir âmil olmuştur. İmparator­ şekilde tatbik ettikleri y a m veya u l a k [ b. luğun coğrafî durumu itibarı ile, Baybars ticarî bk.J usûlü taklit edilerek, yollar üzerinde mun­ münasebetlerin inkişafına büyük ehemmiyet ve­ tazam posta menzilleri kuruldu [ bk, BERÎD ]. riyordu ; muhtelif Avrupa hükümdarları ile, bİ- Her menzilde hazır bulunan kuvvetli posta at­ zanslılar ile ve Altm-Ordu ile dostça müna­ ları ve hecin develeri sayesinde, devlet postası sebetleri, Kızıldeniz ve Hind denizi yollarının en büyük sür’atle sevkolunabiliyordu { Şam 'dan emniyeti, imparatorluk içinde asayişin temini Kahire 'ye kadar gûya 3 günde). Ayrıca güver­ ve ticaret yollarının tanzimi, tacirler sınıfının cin postalan da tanzim edildi. Bu teşkilât, bühimâyesi, bu inkişafta büyük birer âmil olu­ üyk masraflara mâ! olmakla beraber, kuvvetli yordu. Baybars ’m askerî kudretine ve zaferle­ bir merkezî İdarenin kurulabilmesi için, birinci rine dayanan siyasî nufuzu, imparatorluk tâ- şarttı. Bu teşkilât ile müterafik olarak, İmpa­ cirlerinin her tarafta emniyetle iş görmelerini ratorluğun her tarafında çok geniş bir istihba­ pek ziyâde kolaylaştırıyordu. Künye frenklerine rat ve emniyet şebekesi kuruldu; hükümetin ve ermenilere karşı kazanılan zaferler de, im­ casusları, en büyük emirlerden en basit halk paratorluktaki İktisadî inkişaf üzerinde te’sırsiz tabakalarına kadar, her tarafta faaliyette bu­ lunuyorlar ve herşeyi derhâl hükümdara bildi­ kalmamıştı. Baybars çok çalışkan ve muntazam bir devlet riyorlardı, Bu teşkilât yabancı memleketlere adamı idi. İmparatorluk idaresinin her türlü işle­ kadar da uzanıyordu. Casusların vazifelerini rini sıkı bir murakabe altında bulundurur, en suiistimal etmemeleri ve ihmâl göstermemeleri çok itimadım kazanmış adamlarını bile daimî için, onları takip eden başka casuslar da vardı. bir teftişe tâbi tutardı. Ayrıca adtî işlerin iyi Mühim şahsiyetlerin biribirleri ile sıkı müna­ gitmesine büyük bir ehemmiyet verir, çok de­ sebetlerde bulunmaları, toplantılar yapmaları fa kadı meclislerinde hazır bulunur, mahkeme ve şarap meclisleri kurmaları şiddetle men1karşısında büyük, küçük her kesin müsavi mu­ edilmişti. amele görmesine dikkat ederdi; hattâ bir defa Bu teşkilatlar sayesinde bütün kuvveti elinde kadı huzurunda ikame ettiği bir davada, müd­ toplayan Baybars, yalnız dahilî âsâyişi değil, det sıfatı ile, bizzat hazır bulunmuştu. Büyük hudutların muhafazasını ve imparatorluğun hi­ servet sahiplerinin Ölümünde mirasçılara hak­ mayesini de te’min İçin, kuvvetli ve muntazam larını tamamiyle bırakır, zapt ve müsadere gibi bir ordu vücuda getirdi. Ordusunun en mükem­ keyfî hareketlere kalkışmazdı. 4 büyük sünnî mel silâhlar ile teçhizine, daimî tâlimler ile mezhebine mensup tebeasmın işlerini görmek askerinin en iyi şekilde hazırlanmasına büyük için, her mezhebe mensup ayrı ayrı kadıların ehemmiyet veriyordu. O devrin en mükemmel başına fcâzİ aUkuiât ’lar tâyini usûlünü iptida muhasara âletleri ve harp makineleri, Baybars o koymuştu. Altm-Ordu ve Ilhanlı sahaların­ 'm imalâthanelerinde yapılıyordu; bunları kul­ dan gelen türk-moğul milliyetçiler arasındaki lanacak hususî askerî sınıfların yetiştirilmesi dâvalar ve miras meseleleri de türk-moğul hu­ ve bu âletlerin mükemmelleştirilmesi, Baybars kukî örflerine göre halledilirdi ki, bu iş için 'ın başlıca meşgalesi idi. imparatorluğun coğ­ hususî bir teşkilât vucuda getirilm işti; Baybars rafî vaziyeti itibarı ile, deniz kuvvetinin oyna­ devrinde Mısır 'da Cengiz yasasının tatbik edil­ dığı rolü İyi takdir eden hükümdar, İskende­ diği hakkında bâzı Mısır tarihçilerinin riva­ riye, Kahire ve Dimyat tersanelerini ıslah ve tevsi ederek, gemi inşaatına ve teçhizatına bü­ yetleri bundan doğmuştur. Baybars, Eyyûbîler devrinde âdeta feodal mâ­ yük bîr hız vermişti. Hudut kaleleri mütemadi hiyette bulunan ve bundan dolayı az zamanda surette, ıslah ve tahkim ediliyor, yeni harp dahilî mücadeleler ile yıpranan imparatorluğu âletleri ile kuvvetlendiriliyor, mebzûl mikdarda merkeziyetçi bir devlet hâline sokup kuvvet­ yiyecek ve mühimmat İle ve yeni yeni muha­ lendirmek İçin, bütün gayretini sarfetti. Evve­ faza kıt’alan İle takviye olunuyordu. Mühim lâ bütün memleketi, muntazam bîr yol şebe­ noktalarda, düşmanın Ker hangi bîr hareketini kesi ile, Kahire 'ye bağladı. Mısır 'daki yollar gözetlemek İçin, hususî tarassut kuleleri ya­ oldukça iyi id i; bu sebeple, Suriye 'nin kaç pılmıştı. Büyük Selçuklular devrinde olduğu asırdır, harpler yüzünden, harap bulunan yol­ gibi, orduda, sefer esnasında, seyyaı hastahalarını ve köprülerini tanzim e t t i; asayişi ie ’min neler de bulunuyordu. Kendilerinden dâımî bir için» muayyen merhalelerde ve tehlikeli yerlerde faâliyet ve fedakârlık istediği askerlerini, mad­ küçük kalelere benzeyen kervansaraylar yaptır­ dî bakımdan, tatmin etmek lüzumunu pek iyi dı. Bu suretle, yalnız idârî değil, askerî ve ti­ bilen hükümdar, barp ganimetlerinden kendisi­ carî bakımlardan da büyük faide!er elde edil­ ne hiç bjr hisse ayırmayarak, hepsini ordusu-



SÖa



BAYBARS î.



«a taksim ediyor, yararlıkları görülenlere ay­ ehel Paleolog ile münasebetlerinden anlaşılır. rıca bir çok ihsanlarda ve iltifatlarda bulunu­ Abbasî halifeliğini Mısır ’da yeniden kurması, yordu. ölen askerlerin ailelerini sefaletten ko­ yalnız dahilî siyasetinde değil, imparatorluk rumak için bütün gayretini sarfediyordu. Filân­ dışındaki İslam memleketlerine karşı tâkip et­ larını her keşten gizleyen, askerî, İdarî ve kazaî tiği siyasette de bunu bir vasıta gîbİ kullan­ her işi daimî murakabesi altında bulunduran mak istediğini açıkça göstermektedir. Baybars, âdil ve lutukâr olduğu kadar da, sert İslâm dininin ve müslümanların hâmisi ve ve merhametsizdi. Verdiği emirler, memleketin „hâdim al-haramayn“ sıfatlarını takman, önce­ en uzak köşelerinde bile, derhâl ciddiyetle tat­ den taşıdığı Rukn al-Din lâkabım, hırİstiyanbik olunuyordu. Hiç kimseye haber vermeyerek, tar ile müşrik moğulİara karşı kazandığı zafer­ en umulmayan zamanlarda memleketin bir ucun­ lerden sonra, Sayf al-Din *e tebdil eden Bay­ dan o bir ucuna koşar, her İşi inceden İnceye bars, bu sıfatlara ve lâkaplara tamamiyle lâ­ teftiş eder, emirlerinin tatbikindeki en ufak yıktı ve kendisini tam bir İ s lâ m m ü c a h i d i bir ihmâli en korkunç şekilde, cezalandırırdı. addederken de, tamamiyle samimî idi, Abbâsî En küçük neferden en büyük devlet adamına halifesi Naşir li-din Allah [ b. bk. ] hn yeni baş­ kadar her kes, hiç bir hizmeti mükâfatsız bı­ tan teşkilâtlandırarak, yakm şark İslâm mem­ rakmayan ve en küçük İhmâli affetmeyen bu leketlerinde kendisi için yardımcı bir kuvvet demir el tazyikim kendi üstünde hissederdi. gibi kullanmak istediği ve muhtelif İslâm hü­ Gayesine ermek için, her vasıtayı meşru gö­ kümdarlarını da içine aldığı fuiüva [ b. bk.] rürdü; verdiği sözü tutmaz,, her türlü hiyle ve tarikatine hemen girmiş olması, onun bu İslâmî desiseye müracaattan çekinmez, zehirlemek ve siyasetini ve bu hususta hiç bir vasıtayı İhmâl öldürmek gibi hareketleri tabiî sayardı. İlhan- etmediğini gösteren diğer bir delildir. Maiye­ tılara faydaları dokunacağını tahmin ettiği bâzı tine muhtelif sahalardan gelen türkleri topla­ büyük türk emirlerini kendi hizmetine alabil­ mak, Suriye ’nin askerlik bakımından mühim mek için, türlü desiselere baş vurmuştu; bir bâzı yerlerine türkmenleri yerleştirmek, türk takım insanların hayatı bahasına mal olmakla memlûklerîm çoğaltmak, kımız içmek, türk-moberaber, düşmanlarını zayıf düşürecek bu türlü ğul hukukî an’anelerine kıymet vermek, »çoğul­ hareketlerin icrasında Baybars hiç bir tereddüt lardan kaçan Hvârizm türk emirlerinin en kud­ retlilerinden Berke Han ’ın kızını almak, daha göstermezdi. Baybars ’m dış siyaseti, imparatorluğun o de­ hayatında veliaht ilân ettiği oğluna bu türk virdeki ihtiyaclauna ve kendi hissî temayül­ adını vermek gibi, bir çok hareketleri, millî lerine tamamiyle uygun İslâmî bir siyasettir. şuura, orta çağ İslâm muhitindeki umûnıî şart­ Suriye ve Kıbrıs frenkleri, ermeniler ve müş­ tan» ve telâkkilerin bıraktığı imkân dâiresinde, rik moğul lar ( il hanlılar ) gibi, müslüman mem­ yabancı olmadığım gösterebilir. Memlûk emir­ lûk imparatorluğunu yıkmak hususunda birbiri lerinde âdet olduğu vecih»e, kendisine reng, şah­ ile müttefik bulunan düşmanlara karşı, Baybars sî arma olmak üzere, b a r s ’ı kabûl etmişti ki, adetâ mukaddes bir cihat açmış ve kuvvetli bunun taşıdığı isimle alâkası pek açıktır. E v­ ordusu ile bunlara ağır darbeler indirerek, ya­ velce Malık al-KShir lâkabım aldığı hâlde, son­ kın şark İslâm dünyasını büyük tehlikelerden radan, bu lâkabın şeametinden çekinerek, bunu korumuştur. İl hanlıların o sırada şark ve şimal Malik al-Zahir ’e çevirmişti. Gayesine erişmek hudutlarında bir takım gaileler ile meşgul ol­ İçin, her vasıtayı meşru görmek ve kan dök­ maları, St. Louis ’nin ölümü, Baybars için bü­ mekten çekinmemek gibi, bir takım ahlâkî ku­ yük bir kazanç oldu ve bu sâyede Trablus.hü­ surlarına rağmen, devlet reisi ve kumandan kümdarı Bohemond 'a, Templier ve Hospitalier olarak, Baybars orta çağ İslâm-türk tarihinin şövalyelerine ve küçük Ermenistan kıratlığına en büyük simalanndandı. Karşılaştığı zorluk­ ezici darbeler indirdi; ayrıca, bu düşmanlar ile lara ve tehlikelere rağmen, yaptığı İşin azameti işbirliği eden Suriye ism aili ( bâtın! ) berinin ve devamlılığı bakımından, Salah al-Din Ayyübİ eski kudretini kırarak, bâzı işlerde onları ken­ ile onun arasında yapılacak bir mukayese, daha di hizmetinde kullanmağa muvaffak oldu. Her ziyade Baybars’ııı lehine çıkar. B i b l i y o g r a f y a ’. A . K a y n a k l a r * fırsattan istifadeyi bilen bu hükümdarın, htBaybars hakkındakt kaynakların en mühim­ ristiyan ve moğul âlemlerinin dahilî karışıklık­ leri, ona âit yazılmış 2 hususî tarihtir kî,1 la: mdan da faydalanmak İstediği, Aitın-Ordu bunların biri İbn ŞaddSd, Sırat at-Malik al’mnı müslüman hükümdaıt Bereke Han [ b. bk.] Zâhir Baybars ve diğeri de tbn 'Abd aîİle olan çok samimî rabıtalarından ve ayrıca Zâhir, al-Ravz al-Zahir f i sirat al-Matik atHohenstaufen’lardan kıral Manfred, Anjou ai­ %âhir ’dir. Bu eserler, sön yıllara kadar ele lesinden Charles, Aragon kıralı Jaçop, Kasti ila geçmemiş, yalnız sondaki tarihçilerin eserhükümdarı Alphonso ve Bizans imparatoru Mi-



BAYBARS L -



BAYBARS. *



*



*&



lerîade, msl, Zahabî ’nİn büyük tarihînde, vua rağmen, yazık kt, Baybars hakkında şimdiye kadar hiç bir ciddî monografi ya­ bunlardan bahsolunrauş ve istifade edilmiş* tir* Arapça metni Edirne ’de Selimiye kütüp­ zılmamıştır. VPeil, Ceschichte des Chalifen hanesinde 1507 numarada mukayyet bulunup, ( IV, 20— 103 ) gibi, umumî İslâm tarihlerinde türkçe tercümesi Şerefeddin Yaltkaya tara­ yahut Mısır tarihine âit umûmî eserler, msl, fından neşredilen Bay pars tarihi ( İstanbul, Gabrİel Hanotauz ’nun idaresi altında neşr­ 1941), mütercimin fikrine göre, İbn Şaddâd a edilen, Histoire de la Nation egyptienne 'İn IV. ait eserin ikinci kısmıdır ki, 670 yılında cildi olarak, Gaston W iet tarafından yazılan ölenlerin biyografileri İle başlamakta ve BayVEgypte arabe ( Paris, 1937, s. 403— 442 ) ’da bars ’ın ölümüne kadar olan vak’aları, onun Baybars ’a uzun sahifeler ayrılmıştır. Onun saltanatı zamanına âit bir çok icraatı, o de­ hıristiyan âlemi ve haçlılar ile münasebeti vir ricalini, Baybars ’ın bir çok hususiyetle­ hakkında, haçlılara âit umûmî eserlerde ( en rini, yaptırdığı binaları ve onun hakktndaki son olarak, Rene Gronsset, Histoire des bir çok mersiyeleri ihtiva etmektedir, — İbn Croisades, Paris, 1934— 1936 zikredebiliriz), Furât tarafından, al-Fazl al-bahir min ahbâr küçük Ermenistan kırallığına karşı siyaseti al-Malik al-Zahir adı ile, zikredilen ikinci hakkında De Morgen ’in Histoire des, peuple esere gelince, Brit. Mus. 'da sonu eksik bir armenten ( Paris, 1919 ) ’i gibi, ermeni tari­ nüshası bulunan bu eserin Aİtm-Ordu 'ya âit hine âit umûmî eserlerde malûmat varsa da, parçalan, aynı mevzua âit şâir metinler ile bunların ekseriyetle Baybars hakkında bitaraf birlikte, W, Tiesenhausen tarafından neşir kalamadıkları görülüyor. Baybars ’ın İlhanlI­ ve rnsçaya tercüme edilmiştir { bk. Sbornik lar ile münasebetleri hakkında D'Ohsson, materialov otnosyaşçihsya k isiorii Zolotoy Histoire des Mongols (1852, V I ) ’da ve AltınÖrdı, Petersburg, 1884 ; bu metinlerin türkçe Ordu ile rabıtası hakkında A . Jakoubovski, tercümeleri İle beraber yeni neşri için bk. La Hor de d'Or ( Paris, 1939 ) 'da iyi hulâsa­ İsmail Hakkı İzmirli, Altın-Ordu devleti ta­ lar mevcuttur. ( M. Fuad Köprülü.) rihine âit metinler, İstanbul, 1941, s, n o — B A Y B A R S II., Rukn al-DIn, ÇÂşnegÎR, 147 ). Rukn al-Din Baybars, Nuvayri, İbn al- M ı s ı r v e S u r i y e sultanı olup, i£alâ’ün 'un ‘Amid, İbn Furât, ‘Ayni ve Makrizi gibi son­ memlûkü idî. Sultan al-Nâşir Muhammed b. raki müverrihler bu eserden istifade etmiş­ Kalâ’un (698— 708 = 1298— 1309)'un ikinci sal­ lerdir. Bu devri ihtiva eden umumî İslâm ta­ tanatı zamanında Baybars, Burci [ b. bk.] memrihlerinde, msl. Abu ’t-Fidâ’ ( Recueîl histori- lûkterine dayanarak, Sallar ile bilfiil hükümet ene orieniaux des croisades, I } 'da, Zahabi ’de, nufuzunu paylaştı. Sultan 708 (1309) 'de iki ‘Ayni ’de yahut Mısır ’a âit tarihlerde ( msl. emîrın mÜz’ic vasiliğinden Kerek 'e kaçıp kur­ İbn Tagriberdı, af-Mıcüm al-zâhira ; Suyü- tulunca, Baybars sultan ilân edildi ve al-Malik ti, 1-Jasan at-muhâzara; Makrizi, Kitâb at- al-Muzaffar nâmını aldı. Fakat al-Naşîr 709 sulUk ; sonucunun fransızca tercümesi İçin (1310) ‘da idareyi tekrar ele geçirince, Bay­ bk. Ouatreraere, Hîstoire des Sultans Martı- bars, al-Naşir 'dan af dilemek mecburiyetinde louks, Baybars ’m saltanatına âit kısım, s. 1— kaldı. Dileğinin kabul edildiği ve Şahyün İdâre­ 155 ve 116— 248 ’de olup, çok geniş malûmatı sinin kendisine verileceği vâdedildi ise de, Suri­ ihtiva etmektedir) ve bâzı biyografi kitap- ye ye giderken, tutularak, Kahire ’de öldürüldü. : larmda ( msl. İbn Şakır, Favât al-vafayat, B i b l i y o g r a f y a ' . Makrizi, Sultans Bulak, 1299 ), daha eski kaynaklardan alın­ Mamlouks {trc. Quatremere), II, 2, tür, yer.; mış mühim malûmata tesadüf olunur* Baybars İbn îyâs, I, 149—153; Weü, Ceschichte der ile muasır devirlere âit olan Suriye frenkChalifen, IV, 280—302. ( R. Hartmann.) lerine, Kıbrıs kırallığına ve küçük Ermenis­ B A Y B A R S , al-ManşörI al-Hatâ T (1247— tan kıratlığına âit şark ve garp hıristiyan 1325 şenlerinde) memlûk v e z i r ve m ü v e r ­ kaynaklarında ve tihanlıiar devrine âit kay­ r i h l e r i n d e n . Kendisini, köle olarak satın naklarda Baybars 'm haricî münasebetlerine aldıktan sonra, azad eden KalS’ün, ona Kerek âit mühim malumata tesadüf edilirse de, bu­ emaretini verdi ise de, Sultan Halil bunu geri rada onlardan bahse lüzum ve imkân yoktur. aldı. Naşir'm cülûsudan {693 — 1293 ), 704 Baybars ’a âit kitabeler için bk. van Ber- (1304) senesine kadar muhafaza ettiği davâdâr chem, Corpus. Yine bu devre âit bâzı resmî kabir ( davâtdâr k.) unvanı ile Divân al-inşa vesikalara ve onun tesisatına âit mühim ma­ reisi oldu. 703 (1303) 'te bir zelzele neticesinde lumata, Şubh âl-a'şâ ve Hitat Makrizi gibi harap olan İskenderiye'nin imârı ile uğraştı; meşhur kaynaklarda tesadüf olunur. 704 (1304) *te, nâib Sallar tarafından, kâtip­ B. T e t k i k l e r . Mevzuun ehemmiyetine lerinden birinin kötü ithamları yüzünden, azt* V e eldeki kaynakların bolluğuna ve tenevedildi; fakat 709 (1309 ) ’da, Naşir *ın idareyi



364



BAYBARS -



BAYBARS HİKÂYESİ.



tekrjır ele almasından sonra, yîne eski memu­ riyetine getirildi ve bundan başka akbaş ( „bendler“ ) "a ve dar al-adi ( mahkeme ) ‘e nezaret vazifesini aldı. 711 ( i 3 t r ) ’de saltanat naibi ( nâ’ib al-saltana) oldu; fakat ertesi sene, İs­ kenderiye 'ye gönderilerek, orada hapsedildi ve ancak 717 ( 1317 ) 'de, saltanat naibi A rğü n ‘un tavassutu ile, tekrar serbest bırakıldı. Ertesi sene de Mekke 'ye hacca gitti. Baybars hanefî faktbîermdendi; tedris ve fetvada ehliyet sahibi olup, Kahire 'de bir hanefî medresesi kurmuştu. 725 (1323 ) ramazanında öldü. Siyasî faaliyeti hakkında mufassal malûmat kendisi­ nin u ciltlik Zabdal al-fıkra f i tarik al-hicra adlı, hilkatten 724 (1324 ) 'e kadar vuku’atı ih­ tiva eden tarihinde vardır. Bu eserden şimdiye kadar malûm ve mevcut olanlar; IV. ( 131—35 2= 74.9— 866 ) Upsala 'da; V . {252— 322 — 866 — 934! Paris'te (Bibi. Nat.); VI, (323— 399 = 933— roog ) Oxford ‘da ( Bodleiana) ; IX. ( 655— 709 = 1257— 1309) Londra ‘da ( Brit. Mus.) [BodUsîana *d« bulunup, Zabad al-fikra adını taşı­ yan ve 744 ( 1344} senesine kadar devam eden diğer bir eser ise, başka bir müellifindir]. A lTukfa al-mulükıya fi'l-davlat al-turkîya adtı olup, 647— 721 (1249— 13 2 1)‘e kadar devam eden diğer bir eserinin kopyesi de Viyana kütüphânesindedir. B i b l i y o g r a f y a : İbn KSzi Şuhba (Bodl. yaz., Marsh, 143 ) ; İbn İyâs; Brockelmann, G A L, II, 44 ; SuppL, II, 43. ( D . S. M a r g o l io u t h .) B A Y B A R S H İK Â Y E S İ, arap şövalye hi­ kâyeleri arasında eşi olmayan bir hikâye olup, tarihî hakîkatlar ve alabildiğine uydurma, sözde-tarihî rivayet ve masallar İle karışık, tamamîyle hayalî haydut sergüzeştlerinden mürek­ keptir. Hikâyenin burada tahlili u2un süreceği İçi, Lane ’in Modern Egyptians ( fasıl X X II) Ha, aslından bir çok iktibaslar ile birlikte, neşrettiği Özlü hulâsa ile Ahlvvardt tarafından Berlin kataîoğunda ( XX, 114— 144 ) verilen da­ ha mufassal malûmatı tavsiye ile iktifa edelim. Muhteşem vakayi sahneleri içinde hareket et­ miş bahadır ve heybetli bir şahsiyet olan bü­ yük İslâm mücâhidi Baybars Hu hayatı ile mu­ harebelerinin sonraki nesiller üzerinde derin bir te'sir icra ettiği aşikârdır ; Baybars Hn, Bin bir gece hikâyelerinin en eski kısımlarındaki Hârün al-Raşid gibi, bir lakım menkıbeler dâiresinin merkezini teşkil edememiş olması ise, ancak romanın yaratıcı dehâ ve muhayyile sahibi muharrirler tarafından yazılmamış olması İle izah edilebilir. Bin bir gece masallarında, Bay­ bars ancak tâli ehemmiyette ve külliyatın en yeni kısmında zikredilir ve Baybars 'm dâhil olduğu Cüdar hikâyesi ’ııin ikinci yazılışı { Weiİ,



IV, 253— 312, bir Gotha yazmasına göre; bûndaa başka bk. Berlin kataloğu, XX, 146 ), keza kendisine zabıta âmirleri tarafından anlatılan hikâyeler ( nşr. Habıcht ve Fleischer, XI, 321 — 392 ; krş. bu hususta benîm j R A S , temmuz 1909, s. 688, 696 ‘daki bu mevzua âit müta­ lâalarım ve mad. BİN BİR GECE ), artık hikâye san’atnnn ne kadar İnhitat ettiğini gösterir. Esasen bu uzun roman, bir kaç güzel hikâyeyi ihtiva eder. Fakat bunları, ayrıca anlatmak için, heyet-İ umûmiyeden ayırmak güçtür. Bütün ro­ manın muhtasar bîr şekilde neşrinden evvel, bu hikâyelerde» ikisinin basılmış olduğu görülü­ yor ; bunlardan biri, Mukaddam İbrahim al-Hav­ ranı 'nin Roma ‘ya seyahatini tasvir eder ( Kahi­ re, 1319); diğeri de Usta 'Utman in Baybars‘a nasıl hizmet ettiğini anlatır (Kahire, 1321). Romanın tamamı, 50 kısım olarak, intişar et­ miştir ( Kahire, (908/1909 ); son 2 kısım, zeyil olarak, zamanımıza kadar Mısır ‘m tarihini, müf­ rit milliyetperver bir takım mütalâalar ile, ih­ tiva ediyor. Tabiatıyla bütün bu hikâyeler man­ zumesinin te lif tarihi ve kimin tarafından ya­ zıldığı pek bilinmiyor. Yazmaların büyük bir kısmı, açıkça XVIII. asra âit görünüyor ve bü­ tün romanın müellifi olarak, İbn al-Dinâri adın­ da bir şahıs ile kâtib ö/-sırr ( hususî k â tip }, nazır al-çuyş ( harbiye n âzın ), şâhib ve da~ vâdâr ( münşi; bu unvanlar için bk. Quatremere’in Makrizi tercümesinde, Sulians Mamloaks, I, t. kısm., s. 115, 119; II, 2. kısm.. s. 317 v.dd.) gösteriliyor; çünkü, rivayete göre, bun­ lardan her bîri kendi hissesine düşen bir bahri yazmış imiş ( matbu metin, t, kısın., s. 3, Ahlwardt, s. 133 ). Mukaddam İbrahim 'in ayrıca basılmış olan hikâyesi, davâdar ’ın meydana ge­ tirdiği 2. baltr 'den alınmış olacaktır. Başka bir yazmanın ( Cat. of arabic ms$, in Brit, Mus., s. 698 a ; bu hususta krş, Berlin kataloğu, s. 143, nr. 9163) verdiği malûmat da, aynı nevidendir ; buna göre, romanın muharriri, Muhammed b. Dakik al-'İd ( Ölm. 702 ) ’d ir ; hâlbuki ‘Atı Mubârak tarafından yazılmış tercüme-i hâ­ linde ( al-Hiiat al-cadida, XIV, s. 135 ) bu zat, halk şarkıları {muvaşşaf}, zacal, mavâliyâ) me­ raklısı olarak gösterilir. Berlin kütüphanesine âit, takriben 1100 hîcrî tarihli bir yazmadaki ( Ahlwardt, s. 133 ) bir kayıt, her ne kadar bir az efsâneye kaçıyorsa da, daha büyük bir tarihî kıymet göstermektedir. Bu kayıt, eserin bîr kıs­ mını teşkil eden siyerin, S i ra Fakiki Mazimi İsmini almasının sebebi olarak, bunun recep 945 He İdazira al-Makdisi adında biri tarafın­ dan yazılmış olmasını gösteriyor. I^âzİm ken­ disinin bu sira 'yi, şeyhi, şamlı Kayyım Mas'öd b. al-Mucâyir ‘den, onun da Çayyim Muhammed b. al-Şârim 'den. onun da Hâcc ‘Abd al-Gani



ÖAYfeÂRS HİKÂYESİ al-Karafi 'den, onun da l£ayyİm Abu ’l-Fath alFakİk ten, onun da ‘A li al-Tayluni'den ve ni­ hayet onun da Burhan al-Din al-Azhari 'den al­ dıklarını söylüyor. Ben bu İsimlerden hiç birini bulamadım ; fakat bana öyle geliyor ki, bu ma­ lûmatın altında bir şeyler olsa gerektir. Mama­ fih şunu söyleyebiliriz: muhtelif nüshalarda açık­ ça'görülüyor ki, hikâyeler manzumesi, her hâl­ de evvelce hâiz olduğu vahdeti çok erkenden kaybetmiş ve İitikatçılar ve naşirler tarafından âdeta yeniden yazılmıştır. Matbû nüshanın na­ şiri dahi kendine sâdece cami’ ( «toplayan" ) d i­ yor ve böylece, yalnız nâşİrlik hakkını alıyor. : Rieu, Cat. of mss, . Or., 4.644— 4654 ■ (hepsi Lane kol!aksiyonuna â it) ; Pertsch, zu İV, 587 — 393; Paris Cat., nr. 3908— 3920. (D. B. Macdonald.) B A Y B U R T , Anadolu ’nun şimâl-i şarkîsin­ de, Çoruh nehri kenarında ve deniz seviyesin­ den 1550 m. irtifada bir kasaba olup, bugün Gümüşhâne vilâyetine bağlı bir kazanın mer­ kezidir. Şarkî Anadolu ’nun şimal kısmını Ka­ radeniz’e bağlayan ve Tebriz'e kadar uzandığı içîn^ «İran transit yolu" adı verilen Erzurum— Trabzon caddesinde bir konak yeri olmasından : ehemniyet kazanan bu kasabada, Erzincan ve Yeşil-Irmak havzasına giden talî yollar ana yol­ dan ayrılır. Bayburt osmanlı idaresinde İlk za­ manlar Erzurum eyâletine tâbî bir kaza mer­ kezi iken, sonradan bir aralık sancak merkezi olmuş ve 1881 'de, tekrar kaza hâlinde, evvelâ Erzincan ve sonra yine Erzurum merkezine bağ­ lanmış ise de, cumhuriyet idaresinde Gümüş­ hane vilâyeti teşekkül edince, oraya raptolunmuştur. XIX. asır sonlarına kadar ahalisi, 1/5 ‘î ermeni olmak üzere, 8.000 olan bu şehrin mer­ kezi olduğu kazanın nüfusu 53— 58.000 arasın­ da iken, 1914— 1918 harbi sırasında, ruslartn işgalinden sonra ermeni çetelerinin tahribatı ile, büyük zarar görmüş ve ancak şimdi ye­ niden kalkınmağa başlamıştır. 1935 sayımına ■ göre, şehrin nüfusu, hemen hepsi türk olmak üzere, 10.339'dur. Eskiden bu havaliden bal ve hububat mahsûlleri ile koyun, deri işleri, yünlü :dokumalar, halı, kilim, silâh ve kuyumculuğa âit sanayi mahsûlleri ihraç olunurdu. Cuinet, burada çıkan balmumunun Marsilya 'ya gönde­ rildiğini yazmaktadır. Bugün yine etrafa hubu­ bat, koyun ve kavurma gönderilmekte ise de, san’atlaıdan büyük bir eser kalmış değildir. Kazanın tekmil nüfusu, 1935 sayımına göre, 64.813 kişi ve mesahası 3430 km2.'dır. Karade­ niz kıyı silsilesi ile cenupta buna muvazi Çırmen— Kop dağlan arasında Kelkit çayı men* bâlân ile Çoruh nehrinin garp, şimal ve şark İs­



Bibliyografya Suppl. to arabic inBrit Mas., Arab. Handschr, der Bibi, Goiha,



feAYBÜRf.



tikametleri büklümünü ihtiva eden sahadan mü­ rekkep olup, şehre nazaran garpta bulunan Bay­ burt ovası ile şimalde Hart ovası gibi düzlük­ ler vardır. Çoğu bu düzlüklerde olmak üzere, kaza bugün 168 köye sahiptir.



( BesIm Darkot .) T a r i h . Bayburt, eski çağlarda sâmî ve ârî kavimlerden olmayan Halelilerin yaşadıkları sa­ hada kaindir ( eskiden olduğu gibi, bugün de sahil halkının bu mıntaka sakinlerine Halt adını vermeleri, acaba bu eski kavmin isminden mi geliyor?). Bu ad milâdın ilk asırlarında, erme­ ni derebeylerinin birbirleri ile olan mücadele­ lerinde müstahkem bîr mevki olarak, Paypert ve Papert şeklinde geçer ( bk, Moise de Khoren, Hîstoire, II, bab 37 ve 38 ). Marquart ( Osteurop, Streifzüge, s, 437 ) Bagratımîerin menşe’İnin de Sper (fsp ir?) eyâleti dahilînde bulunan Bayburt olduğunu söyler. Şarkî Roma impara­ torluğunda Justinianus tarafından tahkim edi­ len ve kalesinin harabeleri hâlâ nehrin sol sa­ hilinde bir tepeden görülen Bayburt ’un ismi BmpeçScüv ve daha muahhar Bizans kaynakla­ rında Paipert olarak geçer. Kale 1244 osmanlı rus harbi sırasında tamamîyie harap olmuştur. Arapların Ermenİye ’yi fethettikleri sırada, Bay­ burt ’un Bagrat sülâlesi ülkesi içinde kaldığı tahmin olunuyor. Bayburt, türklerin Anadolu 'da ilk fethettik­ leri ve yerleştikleri sahalardan biridir. Tuğrul Bey zamanında Selçuklular Ermeniye ’yi işgâl ettikleri sırada (1054/1055), bir kol Çoruh nehri ve Par har dağlarına kadar bütün sahayı kelimesi, bugün oralar­ zaptetmişlerdi ( da esen şimâl rüzgârı mânasına kullanılır), Tuğrul Bey 'in Trabzon havalisine kadar yürü­ düğü ( bk, Chalendon, Alexis /. Comnene; St. Martin, Memoire sur VArmenie, s. 437 ) malum olmasına nazaran, daha o sırada Bayburt 'un türk hâkimiyetine girdiği kabul edilebilir. Malazgird muharebesinden (1071) sonra, Bayburt 'un 1200 senesine kadar, Erzurum 'da hüküm süren SaRuk oğullarına ve bâzan Dânişmendlilere tâbî kaldığı malûmdur. Bir aralık Trabzon imparatoru Alczis î. Comnene 'in kumandanı Th. Gabras tarafından zaptedilmekîe beraber, Dânİşmendilerden Melik Gâzî 'nin kardeşi İs­ mail tarafından Bayburt tekrar geri alınmıştır. Bayburt ’un asıl inkişafı Erzurum meliki Sel­ çuklu Muğiş at-Din Tuğrul Şah He oğlu Rukn alDin Cihan Şah (1200— 1230) zamanındadır. Tuğ­ rul Şah ’ın yeniden inşa ettirdiği Bayburt kalesin­ de ismini taşıyan kitabesi vardır ( bk. Abdıırrahım Şerif, , İstanbul, 1936, s. 241 ) . ‘Ala* al-Din Kay^ubâd I, zamanında Ana­ dolu 'da siyasî birlik kurulurken, Bayburt, Er­ zurum ile beraber, merkeze bağlandı (1230,)



parhar



Erzurumtarihi



«6İ



• an



>V. -







BAYBURT.



_____________



Bu havaliye gelen moğul istilâsı zamanında bile Bayburt ’un Anadolu Selçuklularına bağlı kal­ dığı, orada 687 tarihinde, Giyas al-D in Mas'üd H. namına, para basılması ile sabittir { bk. Ahroed Tevhid, Meskâkât-ı kadîme-i islâmigtr, IV, 224). Bu devirlerde arap kaynaklarında, msl. Yakut 'ta, Babirt şeklinde yazılan bu kasabanın mâmuriyeti zikrolunmuştur. Şehrin, kale sur­ ları dâhilinden çıkarak, ovada Çoruh uehri ke­ narına doğru İnkişaf ettiği, oradaki UluTcâmi gibi Selçuk eserlerinden anlaşılmaktadır. Bu havaliye yerleşen türk kitlelerinin oralarda bir takım yeni köyler kurdukları da malûmdur. Hatta buralarda yerleşen bâzı turk boylarının garba doğru kaydıkları ve bunlardan bir k ıs­ mının Karamanlılara iltihak ettikleri anlaşılı­ yor. Fatih kanunnâmesi ’nde Karaman yürükleri arasında zikredilen Bayburt boyu, bunların bakiyesinden başka bîr şey olmasa gerektir ( bk. Fatih kanunnâmesi, TOEM, s. 63 ). Bayburt ’un Selçuklular zamanında başlayan bu inkişafı, İlhanhlar devrinde, Tebriz—-Trab­ zon yolunun buradan geçmesi dolayısı İle, daha fazla arttı. Venedik ve Ceneviz kervanları bu­ rada emniyetli bir konak yeri bulmakta idiler ; Marco Polo, Moğulistan 'a giderken, burada konaklamıştır ( bk. Seyahat-nâme, nşr, Yule, I, 46). f^amd Allah Kazvini ( Nuzhat al-ktılüh, nşr. G. le Strange, C M S, s. 96) ’ye göre, İlhanhlar buradan hayli mikdar vergi alıyorlardı. Fakat şehri ziyaret eden İbn Batüta, şehrin, 2 îürkmcn taifesinin fitnesi ile, harap olduğunu söyler ki. bu da sonrada» şehrin İktisadî vazi­ yetinin ve ümranının bozulduğunu gösterir. İlhaniıîar zamanında Bayburt'ta medreseler ya­ pılmıştır. Meselâ Emîr Mahmud tarafından bina edilen Mahmüdiya medresesi yeniden İnşa ve Erzurum valisi Cemaleddtn Hoca Yâljût tara­ fından YSljmtiya medresesi bina olunmuştu ( Er­ zurum ’daki Yâkütiya medresesinin henüz neşr­ edilmeyen vakfiyesine nazaran). M ısır’da ted­ risatı ile büyük şöhret kazanan meşhur tİirk ta­ bibi Hacı Paşa Molla Fenarî ve Simavna kadısı oğlu Bedreddin’in hocası Şeyh Akmal al*Din Muhammed b, Muhammed b. Malımüd al-Bâbarti [ b. bk.] burada yetişmiştir. XIII.asırda Anadolu 'da inkişaf bulan ahiliğin, Lb. bk.] Bayburt 'ta yetişen bâzı zatların isimle­ rine izafesinden, oralara da yayıldığı anlaşılıyor. Bayburt'ta, son ilhanhlar hükümdarı Abü Sa'id namına, gümüş para bastırılmasından, bu civar­ da gümüş mâdenleri olduğu ( bugün Mâden nahi­ yesi Bayburt’un 10 km. cenubundadır) İstidlal ediliyor ( bk. Ahmed Tevhid, ayn, esr., s. 103 ; Marco Polo, gost. yer. ve al-'Omart, Masalık alabsâr, nşr. Taeschner, s. 20). Abü Sa'id ’İn ölü­ münden sonra, Bayburt, Erzurum ile Erzincan ve



Gümüşhane ile beraber,. Celâyirlilere geçmiştir. Fakat bir müddet için burada Ertene-oğulları­ nın bakîm' olduğu, Giyâs al-Din Muhammed ( 1352— 136$ ) namına basılan paradan anlaşı­ lıyor. Bir müddet sonra, Erzincan hâkimi Mutahhartea ’İn eline geçti ise de, Kadı Burbaned* dia zamanında, Akkoyunlu beylerinden Kutluğ Bey ’in oğlu Ahmed Bey 'İn yardımı ile, tekrar zapted ilmiş ve Kadı Burhaneddin tarafından, Bayburt ( Pâyport) Ahmed Bey 'e bırakılmıştır. Fakat Mutahharten 'in tekrar Bayburt 'a geldi­ ğini ve bunun üzerine Kadı Burhaneddin 'in tekrar bu şehir üzerine sefer yapmağa mecbur olduğunu biliyoruz ( bk. Bezm-ü rezm, s. 474 — 480), Fakat Akköyunluîar, son zamanlarına kadar, Bayburt *u ellerinde bulundurdular. Kara Osman, ülkeyi ailesi efradına taksim ederken, Bayburt da kardeşinin oğlu Kutlu Bey 'in his­ sesine düştü ( bk. İsmail Hakkı Uzunçarştfı, Osmanlı teşkilâtına medhâl, s. 289). Bu zaman­ larda Uzun Haşan nezdîne elçi giden Venedikli Barbaro, Trabzon 'dan sonra en mühim merkezîn Bayburt olduğunu kaydeder ( bk. 1. de Laet, Persia, s, 206 }, Bayburt, Otluk-Beli muzafferi* yeti üzerine, Mehmed II. tarafından zaptedildi İse de ( bk, Reşid Rahmeti Arat, Fatih Saltan Mehmed’in yarlığı, TM, VI, 303— 315), Akkoyurs lular bir müddet daha burada hâkim ola­ bildiler. Hattâ Akkoyunlulardan sonra — bîr müddet Safevî devletinin elinde kalan — Bay­ burt, şi’ılİk ve safevîlik kavgalarına sahne oldu. Sultan Selim I. 1508’de, Trabzon valisi İken, şi’î tehlikesi doiaytsiyle, Bayburt ’a kadar uza­ nan bir sefer yaptı İse de, şehir osmanlı hâkimi­ yetine, Çaldıran zaferini müteakip, kat’î surette g e çti; padişah burada Safevîlerin düşmanı otan Akkoyuntu Ferruhşad Bey ’e geniş iktâlar ver­ di ki, bunlara âit vakfiyeler bu beyin ahfadı elinde ve vakıflar umûm müdürlüğünde mah­ fuzdur. Kanunî Süleyman 'in Irakayn seferinde ( 1535 ) Diyarbekir ‘e bağlanan Bayburt ’ta hâlâ Haşan padişah (Uzun Haşan) kanunları cari iken, osmanlı vergileri daha az olduğundan dolayı, ahâlinin istidası üzerine, osmanlı arazî vergileri tatbike başlandı ( bk. Ömer Lûifİ Bar­ kan, Uzun FIasan ’« âit kananlar, 'Tarih vesi­ kaları mecra., I, 95 ). 1553 'te Şah Tahmâsb, Bayburt'a kadar bir akm yapmış ve osmanlı kuvvetleri karşısında geri çekilmeğe mecbur olmuştur ( bk. Lûtfi Pa­ şa, TavSrih-i âl-i 'Osman, s. 440). Evliya Ç e­ lebi 1647 ’de bu şehrî ziyaret etmiş ve bize şehrin mufassal bir tasvirini vermiştir ( bk. »Seyahai-nâme, II, 340). Evliya Çelebi ve Cihannümâ, civarda kesilen kerestelik ağalaçnn, Çoruh nehrine atılarak, şehre kadar, ne­ hir vasıtası ile, nakledildiğini yazarlar. Evliya



BAYBURT



{.DedeKorkut, Dede Korkut



baba,



Erzurumşâirleri Dede Korkut Zahlrat aUmulük



367



' V . Bibliyogra f ya: Makalede ismi ge­ çenlerden başka bk. G. le Strange, TheLands of the Eastern Caliphate, s. 118; W. Heyd, Histoire du Commerce da Levant, II, 120— 122; G. I. Bratiaını, R echerch.es surle Commercegenois dans leMerNoireauXIIIsiecle ( Paris, 1929 ), s. 178 v.d.; J. Laurent, Byzance et tes Turcs Seldjoucides (Paris, 1914 ve 1919 )j s. 22; Mükrİmin Halil, Anadolu’nun fethi, s. 28 ; Zeki Velidi, Moğullar devrinde Anadolu’nun iktisadi vaziyeti ( Türk hukuk ve iktisat tarihi mecm., I, 22 v.d.); AH Ke­ mâl, Erzincan (1932), s. 117; Pauly-Wissowa, Realencyclopadie, cüz IV, 2275 (Baîberdon), VII, 208Ö v.d. ( Gymntas ) ; Moritz WâgBayburtluZih~ ner, Reise nachPersien unddemhande der Kürden; Katib Çelebi, Cihannümâ (nşr. İb­ rahim Müteferrika ), s. 424 ; A li Cevad, Coğrafya lügati, s. 153; E. Reelus, Nouvelle Ge~ ographte Üniverselle, IX, 359 v.d.; V. Cuinet, Nutuk, La Turqttie d'Asie, I, 222 v.d .; Genel nüfus sayımt, 75, 26 ( Gümüşhane vilâyeti broşürü }.



Çelebi ve ondan bir asır sonraki vesikalar, ora* da bir yeniçeri garnizonu bulunduğunü' göster­ mekledir, Rus generali Paskeviç’in idâmesinde­ ki askerin Bayburt kalesi içindeki mahalle ve camii kamilen tahrip ettiğin i, bir kaç sene sonra oradan geçen Ch. Texîer yazmaktadır. Kale tah­ rip edilmiş ise de, mukavemetinin hâtırası halk an’anesinde hâlâ yaşamaktadır. Hattâ ruslarm bu ilerlemesi üzerine, halk ayaklanarak, millî bir müdafaa kuvveti teşkil etmişler ve şehrin şimalînde bulunan Hart ovasındaki bataklık­ lardan istifade He, düşmanı çekilmeğe mec­ bur eylemişlerdir. 3 u hâtıranın ilham ettiği bir çok destanlar arasında şâir Bayburtlu Zihnî ’nin meşhur .Hart destanı vardır ( neşredilen kısım için bk. Ziyaeddin Fahri, nî, İstanbul, 1928, ş. 74). İstiklâl harbinin baş­ larında Şeyh E şre fin çıkardığı bir isyan, HâIid Bey kuvvetleri tarafından, bastırılmıştır ( bk, Gâzî Mustafa Kemâl, I, 247). Uzun zaman eski türk yaşayış ve an’anesîni devam ettirmiş olan Bayburt, türk kültür tâ­ Korkut [ b. bk.] hikâye­ rihi bakımından, lerinin teşkil .ettiği saha içinde bulunması nok­ tasından da mühimdir. A k ve Karakoyunltı dev* ri vak’alarını da İçine almakla beraber, daha ziyâde ilk fütuhat devrinde türklerin tarihî ha­ yatlarının bir İn’ikâsı olan bu hikâyelere göre, Bayburt 3 ir hıristiyasî beyi olduğunu tahmin :edebileceğimiz Pâraşar *a âît idi. Bunun askeri, bİır fırsatta oğuz: beylerinden Bey-BÖyrek ’i, 39 arkadaşı ile; birlikte, esir: edip, 16 yıl burada hapsettiği nihayet Tekfur;’un Bey-Boyrek ’e âşık olan kızının onu kaçırdığı ve Bey-Boyrek ’in oğuz ilinden .getirdiği asker. ile kaleyi zapt­ edip, arkadaşlarım da kurtardığı rivayet edil­ mektedir nşr. Orhan Şâik Gckyay, bk. Bayburt ). hikâyeler i arasındaki hikâye ile büyük farklar göster­ m eyen: >,Bey-Böyrek‘* v hikâyesi,: Bayburt hal­ kı arasında, bugün bile; lezzetle dinlenilmek tedİr. Hattâ bu zâtın Bayburt civarındaki Duduzar köyünde bulunan mezarı her kese gös­ terilir. . Bayburt 'ta eski ozanları andıran halk şâir­ leri an'anesı hâlâ mevcuttur. Bunların isimleri­ nin: arkasına bir kelimesi: eklenir ve ken­ dilerine hak âşıkı vasfı izafe olunur. Bu şâir­ ler arasında XVI. asırda âzeri lehçesinde ( Bay­ burt şivesi üzeriye,yakındır ) varsagîler ' söyle­ yen Mehmed Bey, XIX. asırda yetişen Zihnî, Celâlî, İrşadı Babalar He { bk. Ziyaeddin Fahri , İstanbul, 1927), Murad III; devrinde, hikâyelerinden bâzı rivâyetler nakleden Osman adlı bîr zat ye 1807 ’de ’ü tercüme eden İbrahim b. Halil zikredilebilir.



Dede



BAYEZÎD. •



(O sman T uran.) B A Y D A R , K * r 1 m yarım adasında, Sivas­ topol ( Ak-yar ) şehrinin 28 km. cenûb-i şarkî­ sinde Yalta kazasında, bir türk k ö y ü olup, şâirlerin çok defa medhettikleri güzellik ve be­ reketi İle meşhur olan Baydar vadisinin başlıca bir merkezidir. ( W. BARTHOLD.) B A Y D U (? — 1295), İ r a n İlhanlIlarından olup, sülâleyi tesis eden, Hulagu *nun torunudur. Bir kaç ay saltanat sürmüştür. Kendisinin hal‘ettiği hükümdar Keyhatu, 6 cemaziyetâhır 694 (21 nisan 1295) perşembe günü boğdurutmuştur. Baydu da, aynı senenin 23 zilkadesi (5 teşrin I.) çarşamba günü, rakibi Gazan *ın za­ feri üzerine, öldürüldü. Genç ve görünüşe na­ zaran. değersiz bir hükümdar olan ve bizzat amcazadesi Keyhatu ’nun tahkir ettiği Baydu, devletin büyükleri tarafından çağırıldı ve tahta Çikaııldı. Selefinin tahttan indirilmesi ve katl­ edilmesini haklı çıkarmak için, Keyhatu ’nun. sefihâne ve hükümdarlığa yakışmayan yaşayışı ile Cengiz Han yasasına uymaması yüzünden, huku­ kunu kaybettiği ileri sürüldü. Sonraları Ğazan’ın Horasan 'dan yürüdüğü ve amcasını Öldüren­ lerin teslimini istediği zaman da, Baydu kendi­ sinin de aym sebepler ile İsyan ettiğini söyler miştir. İki rakip arasında evvelâ bîr uzlaşma husûle geldi. Bilâhare harp yeniden başladığı zaman, Gazan, kumandam Navrüz 'un mahareti He, muhasamayı kan dÖkmeksizin, kendi lehine neticelendirmeğe muvaffak oldu. Baydu, maiyeti tarafından terkedildi ve kaçarken, Ermenistan­ ’da Nahçıvan civarında esir düştü. Kısa olan saltanatı esnasında (gerek hırİstiyan, gerek müslüman müelliflerine nazaran} bilhassa hıristiyan



İ6â



baV^İÖ.



lara ve onların papasîarma karşı lûtufkâr dav­ olduğunu, burada Besyan namında bîr kürt aşi­ randığı ye dolay ısı ile müslümanlan gücendirdi­ retinin ikamet ettiğini kaydeder. Geçen asır ği söylenir. Krş. d’Ohsson, seyyahları ( Chantre Barry ve Brant) kızıl mer­ IV, 115 v.d., fasl. Baydu. (W . Bart HOLD.) mer kayalarından müteşekkil bir dağm meyilli B A Y E Z fD , ( Doğu-Bayazıt), şarkî Anadolu yamacı üzerine, anfiteatr şeklinde ve dağınık 'da Türkiye ’nin en yüksek dağı olan Ağrı [ b. evler hâlinde, inşa edilmiş olan Bayezid 'in ca­ bk.j dağının cenûb-i garbisinde, Araş nehrine zip manzarasından alâka ile bahsederler; kıs­ karışan Zankimar çayı kollarından Sarı-Su va­ men harap olmuş bir sûr şehri kuşattığı gibi, disinden geçtiği bir ova ile bu dağ kütlesinden yukarıda da, uzun zaman zaptedilmcz telâkki ayrılmış, 2800 m. yüksekliğinde zirveler taşıyan edilmiş heybetli bîr İç kale yükseliyor ve bu­ bir dağın garba yakın yamacında, deniz seviye­ rada şehrin dayanmış olduğu dağdaki kızıl mer­ sinden 2000 m. irtifada kurulmuş bîr kasaba merlerden yapılmış, yan harap, muhteşem bir olup, Türkiye — İran hududunun muhtelif nok­ saray ile Behlul Bey ’in eseri olan güzel bir talarına 15— 24 km. mesafede bulunmaktadır. cami bulunuyordu, Bayezid ’in kışları soğuk ve Karadeniz kıyısında Trabzon ’dan başlayıp, Er­ yazları serin, sağlam havası ile şifa bulmak zurum ’dan geçerek, Tebriz 'e varan büyük cadde üzere, Revan ’m sıtmalıları buraya gelirlerdi. üzerinde, Türkiye topraklarının son durak yerini 1805 ’te Napoleon Bonaparte tarafından elçi teşkil ettiği için, öteden beri bîr gümrük mer­ olarak îran *a gönderilen Amedee Jaubert ( krş, kezi ve kale hizmetini görmüştür. Bayezid ’in bu Voyage en Armenie et en Perse, s. 29 v.d.), bakımdan ehemmiyeti, pek eskiden beri işlemek­ burada aylarca mevkuf tutulmuştu. Bayezid, te olan Tebriz — Erzurum yolunun bir merhalesi 1828, 1854, 1877 ’de rus orduları tarafından olmakla kalmayıp, İran ’m şimal-i garbisinden işgâl edilmiş, bu seferlerin ilkinde nüfusu­ ve hattâ Ağrı dağı kütlesini dolaşarak, cenubî nun bir kısmı, cebren, Gümrü ve Revan 'a Kafkasya ’dan şarkî Anadolu ’ya girmek isteyen sürülmüştür. 1914— 1918 harbinin son safhala­ ordular yahut bunun aksi cihete sefer eden kuv­ rında Bayezid yine rus istilâsına uğramış ve rus kuvvetler» çekildiği sırada bir müddet de er­ vetler için, başlıca kapı olmasındadır. Bayezid ’den bahseden bir çok türk ve ecne­ meni çeteleri tarafından işgâl edilmişti. Bu mübi kaynaklarda ( Kâmüs al-alam, E. Reclus ve tevâlî istilâlar ve devamlı şekavet vak’aian, Cl. Huart, E l ), isim benzerliğine aldanılarak, bu Bayezid ’in hayatında büyük rot oynamış olan havaliye hiç gelmemiş olan Yıldırım Bayezid, Tebriz— Trabzon transit faâliyetinın, daha 1914 şehrin müessist addedilmekte ve bu hükümda- 'ten evvel rustarın cenubî Kafkasya 'da inşa- et­ jın kaleyi, Timur'un harekâtını tarassut ve te­ tikler demir yollar yüzünden, Batum’a doğru çe­ cavüzlerine mümanaat maksadı ile. inşa ettir­ kilmesi ve bundan başka zelzelelerin şehirde diği kaydolunmaktadır. Bayezid kalesi, adını vukua getirdiği tahribat, kadım beldenin İnhi­ Celâyirliier ’den Sultan Ahmed ‘in kardeşi şeh­ tatına sebep olmuştur. Her ne kadar son yıllar­ zade Bayezid 'den almış olsa gerektir. Bu ad Şah- da İran transiti yeniden bir az canlanır gibi ol­ ruh ’un Kara Yusuf’un oğulları üzerine olan se­ muş ise de, idare merkezînin KarakÖse'ye nakl­ ferleri sırasında tekrar geçmektedir ve şehir Şah- edilmiş olması yüzünden, türk kuvvetleri tara­ ruh tarafından muhasara ve zapt edilmişi ir. Bu­ fından istirdat olunduğu sırada hemen tarnamiynunla beraber, Bayezid ’İn çok eski bir müs­ le bir harabe yığını hâlini almış bulunan Baye­ tahkem mevkiin yerine kaim olmuş bulunması zid tamamiyle kalkınamamıştır. Geçen asrın so­ muhakkaktır. Bayezid kalesi, Setim 1. tarafın­ nuna doğru Bayezid ’in nüfusu esasen 2.000 ’i dan Safevîlerin mağlûp edilmesi ( 920— 1514 ) geçmiyordu ; 1935 sayımına göre, bu nüfus 1860 üzerine, Osman! 1 hükümranlığına geçmiş, bâzan Hır. Bayezid kazasının 3.205 km2, yer tutan Van ve ekseriyetle de Erzurum eyâletine bağlı arazisi üzerinde, merkez ile beraber, 100 köy­ bir sancak hâline., konulmuş, vilâyet teşkilâtı de, yine aynı sayıma göre, 20.025 nüfus yaşa­ kurulduktan sonra, yine Erzurum ’a. bağlı, bir maktadır. Halkın başlıca geçim kaynağı, ziraatsancak olarak kalmış ve Türkiye cumhuriyetinin ten ziyade, hayvancılık olup, koyun yününden teessüsünden sonra, ayrı bir vilâyet şeklini al­ halı ve kilim dokunur. B i b l i y o g r a f y a : Cihannİimâ ( İbra­ mış ise de, bu vilâyet merkezi, KarakÖse { eski him Müteferrika tab’ı ), s. 417— 422 \ İfâmüs adı ile Kara-Küise) 'ye nakledildiği gibi, vi­ al-altım, H, 1234 î AH Cevad, Coğrafya lü­ lâyetin adı da son senelerde, ihtiva ettiği en gati, s. 153 ; J. Brant, J R G S , 1836 ;Chantreyüksek dağa İzafe olunarak, Ağrı 'ya çevrilmiş­ Barry, Mission scieniifigue dans la haute M&tir. Kasaba ise, bugün Doğu-Bayazıt resmî adı­ sopotamie, le Kourdistan et le Caucase; M. nı taşımaktadır. Wagner, Reise nach Persien und dem hande Cihannizmâ, Bayezid sancağının Behlûl Bey der Kürden; E. Reclus, Nouvelle geographie tarafından, ocaklık tarikiyle, idâıe edilmekte



HistoirectesMongols,



BAYEZİD - BAYEZİD üniverselle, IX, 365; V. Cuinet, La Turgaie tTAsie, I, 228 v.d.; 1935 genel nüfus sağımı, 75j 4 ( A ğ n vilâyeti broşürü J. (BESİM D a r k o t .)



BAYEZİD I., YILDIRIM (136 0 -14 0 3), osmanîı padişahlarından olup, Murad I. ’ın büyük oğludur. Annesi Gülçiçek Hatun ’dur. Bu hatu­ nun^ vakıf kayıtlarında, biri hıcrî 791 ( müceddet Anadolu def., nr. 2— 3, s, 282 ), diğeri 802 ( nr. 23, s. 338— 341 ) tarihli iki vak­ fiyesi vardır. Bu vakfiyeler kendisinin aslen rum olduğunu göstermektedir. Oruç Bey s, 18 ), Bayezid ’in, 758 (1357 } ’de, iranlı şâir Hâmidî ’nin tarihi ile İdris Bitlisi ve ondan naklen Hoca Sâdeddin, babasının cü­ lusu senesinde ( 761 — 1360) doğmuş olduğunu söylerler. Bayezid 'in, Yâkub ve Savcı ’dan ma­ ada, İbrahim adında diğer bir kardeşinin mev­ cudiyetini de, vakıf kayıtlarından öğreniyoruz. Bayezid, Neşri *ye göre, 783 ( i3 8 ı) ’te, İdris ’e göre, 780 (1378 )’de, Germiyan-oğlu Şah Çele­ bi ( Süleyman Ş ah ) ’nîn kızı Sultan Hatun ile evlenmiştir. Bu izdivaç neticesinde, Germiyano ğ lu ’nun idaresinde bulunan memleketlerin bir kısmı, cihaz olarak, Osmanlı arazisine katılmış­ tır* Eğrigöz, Simav ve Tavşanlı kasabaları ile birlikte Kütahya şehrinin de, cihaz olarak, alın­ dığım zikreden eski vak’anüvisler biraz müba­ lâğa etmişlerdir. İlk üç kasabanın verilmesi doğ­ ru olabilirse de, Germiyan-oğlu ’nun kendi dev­ let merkezini^ cihaz olarak, vermesi mümkün olamayacağından, Kütahya’mn bu tarihte Osmanlı ülkesi araşma girdiği rivâyetİ kabul edi­ lemez. Çelebi Sultan Mehmed 'in Bursa’da Hundî: Hatun türbesinde raedfun olan ve kitabesin­ den 814 senesinde öldüğü anlaşılan annesi Dev* let Hatun ite bu Sultan Hatun ’un aynı şahsi­ yet: olup olmadığını: şimdilik: tesbît mümkün değildir. Cihaz olarak:verİlen yerleri kendi ida­ resine alan şehzade Bayezid^ 787 (1385 ) ’de ba­ basına karşı isyan eden kardeşi Savcı Bey ’in te’dip ve katlinde rol oynamış, 788 (1386 ) ’de ;Murad I. ’ın Karaman-oğlu Alâeddin Ali Bey ’e karşı yaptığı sefere :iştirak: ederek, Konya mu­ harebesinde Rumeli askerinin kumandasını deruhde etmiş ve zaferin kazanılmasında âmil ol­ muştur. Rivâyete göre, bu husustaki sür’at ve celâdetinden dolayı, kendisine Y 11 d 1 r 1 m lâ­ kabı verilmiştir. Neşrî, Murad I. *ın bundan bir az sonra Bi­ zans imparatorunun kızlarından birini kendisi­ ne, diğer İki kızını da oğlu Bayezid ve Yâkub Çelebi ’lere nikahladığını bildirir* Bizans kay­ nakları böyle bîr izdivacdan hiç bahsetmezler. Başta Strp kıralı olmak üzere, Rum eli’deki hı istîyan kavimlerin ittifakını duyup, Gcrmiyan, Aydın, Saruhan, Moateşe ve Hamîd »ğuî-



ayn, yer,,



(Tarih,



Âl~i Osman



l*)tm Anıildopediıi



t



3«S



lannı ittifakına çağıran Murad I,, oğlu Karası vilâyeti valisi Yâkub ile Sultan-önü ve Germiyan ülkesinin bir kısmını idare etmekte olan Bayezid’i maiyetine almış ve düşmanlara karşı yürümüştür, tbn Haldun ’un bildirdiği vecİhle ( V, 563 ), 791 {1389 ) ’de vukua gelem muhare­ bede Murad I. şehit olmuştur. Türklerİn Rumeli *de, kat’î olarak, yerleşmesini temin eden bu Kosova muharebesinde, Bayezid Rumeli askeri­ ne ve sağ cenaha kumanda etmiş ve muzafferiyetin belli başlı âmili olmuştu. Sırp kıralı Lazar ’ın katledildiği bu muharebe, Sırp rivayeti­ ne göre, ı$ haziranda ve İdris ’e göre, 4 ramazan (27 ağustos) cuma günü vukua gelmiştir. (Harbin 14 şaban — 8 ağustosta cereyan ettiğini bildiren Feridun Bey münşeatındaki türkçe FethnĞme, gerek dil ve gerek tarihî malûmat bakımından, ihticaca sâlih olmayan zayıf bir vesikadır). Babasının şehadeti akabinde devletin erkân ve ümerâsı tarafından çağırılarak, sancak dibine getirilen ve hükümdar ilân edilen Bayezid, yîne bunların teşviki ile, düşmanı takipte bulunan kardeşi Yâkub 'u babasının ağızından haber gön­ dererek, çağırtmış ve gelen şehzade çadır içinde boğularak, cesedi, bab&strnnki ile birlikte, Burs a ’ya gönderilmişti. Â şık Paşa-zâde (İstanbul, s. 64 ), bu vak’adan: — „ 0 gece askere ıstı­ rap düştü" — diye, bahseder. Bu vak’anın senesi­ ni de yanlış gösteren îbn Hlscar ve ondan naklen Abu ’l-Mahâsin b. Tağriberdi île Sahâvi, katle­ dilen şehzadenin adının Yâkub değil, Savcı ol­ duğunu ve bu şehzadenin, annesinin hıristiyan olması ve kendisinin 20 seneden fazla hıristiyan memleketinde oturmuş bulunması dolayısiyle, öldürülmesini, babası Murad 'm hâl-i ihtizarda iken, vasiyet etmiş ve Bayezid ’in de bu vasi­ yeti yerine getirmiş bulunduğunu yazarlar ( İbn Haear, al-Anka3 al-ğamr, 797 vukuatı; İbn Tağ* riberdi, al-Mankal al-şâfî, bk. mad, Abu Yazid b, Murad; Sahavi, al-%av al-lâmı, II, 148 v.d.). Yâkub B e y ’in katli, Bayezid’e karşı derin bir nefret ve muhalefet uyandırmıştı. Babasının Ümerâsından ve Yâkub Bey 'İn taraf darlarından bazıları, kendisine karşı muhalefet ettikleri gibi (krş. 'A zız Astarâbâdi, Bazm-u razm, s. 388), diğer taraftan o zamana kadar Osmanlı devleti ile müttefik görünen ve onun hegemonyasını tanı­ mağa mecbur olan komşu Anadolu devletleri de, Selçuk oğullarının mirasçısı addettikleri ve ken­ dilerine baş tanıdıkları Karaman oğlu ile birlik­ te, osmanlılar ile muhasamaya giriştiler ve A y ­ dınlı, Saruhanlı* Germiyanh, Menteşeîi ve hattâ Haraîdli beylikleri, şehzadenin katlini vesile it­ tihaz ederek, gûya onun intikamını almak üze­ re, Bayezid ’e karşı harp açıp, her taraftan tecavüze kalktılar. Gerraiyan-oğuUaıtndan Şah Çelebi oğlu Yâkub Bey, evvelce Osmanlıiar M



370



BAYEZÎD l



eline geçm iş ' olan ’ Germiyan kasaba ve böl­ gelerini geri aldığı gibi, Karamanlılar da Bey$ehri ’ni zaptettiler- Anadolu 'da kara-tatar de­ nilen moğulîarm reisi Mürüvvet Bey de K ır­ şehir 'i zaptedip, Sivas emîri Kadı Burhaneddin ’e teslim etti. Diğer beylerin her biri, bu karışıklıktan istifade ederek, bir takım yerler zaptına kalkıştılar. Bayezid, Anadolu 'ya geçmeden evvel, Rumeli İşini düzeltmeğe uğraştı. Kendisine muhalefette bulunan bir kısım ümerâ ve askerî yeniden ken­ dine celbetti. Sonra Sırp kıralı Lazar’m oğlu Istefan ile müzakereye girişti; senevi bir haraç vermek, muharebelerde, bütün askerleri ile bir­ likte, padişahın maiyetinde bulunmak ve hem­ şiresi Maria Despina ’yı sultana tezvîc etmek şartı ile, Sırplarla bir muahede yapıldı ve sırp kıralı, sadakat yemini etti. Bu sırada ümerâ her tarafa akın yapıyorlardı; Paşa Y iğit Bosna *ya girmiş, Hoca Fîrûz Bey, Vidin ’i aldıktan sonra, Tuna ’yı geçerek, Ef­ lâk ’a yürümüş, bizzat sultan da Kratova ’yı almış ve aynı zamanda Üsküb şehrine türk ahâli yerleştirmişti. Edirne 'ye dönen Bayezid, bu şehirde imaretler ve müesseseler yapılmasını emretti. O sırada İtalyan citeleri mümessilleri, yeni hükümdarı tebrike ve babasının vermiş ol­ duğu ticarî imtiyazların tasdik ve te’yidini ri­ caya gelmişlerdi. Kosova muharebesini ve Murad'ın ölümünü duyan Venedik senatosu, evve­ lâ oğullarından hangisinin halef olduğunu kestüremediği için, her iki şehzadeye hitaben ayrı birer mektup yazmıştı. Fakat Bayezid’in halef olduğunu duyunca, Francesco Quirino 'yu elçi­ likle gönderdi. Yeni hükümdar, Venedik tica­ retini himaye etmeği kabul ediyorsa da, istik­ bâl için teminat vermiyordu. Sultan Bayezid, diğer taraftan, Bizans'ın taht kavgalarına müdahale ediyor, vaktiyle Savcı Bey ile müştereken fesat çıkarmak suçundan dolayı, mahbus olan imparator Yoannis ’in oğlu Andronik ile onun oğlu Yoannis ’İn müracaatlarını kabul ederek, bir mikdar askerin başında ol­ duğu hâlde, Edirne 'den İstanbul ’a yürüyor, im­ parator Yoannis ile saltanat şeriki olan Manuel ’İ hal’ederek, hapse attırıyor, mahbus prens­ leri hükümdar yaptırıyor ve kendilerinden ver­ gi alıyordu. Fakat pek az sonra iki mahbus ha­ pisten kurtulup, sultana iltica ederek, bu ver­ giden maada, muayyen bir mikdar asker ile hizmette bulunmağı ve sefere iştirak etmeği taahhüt ve bu yolda 1390 senesi başında ahidnâme tanzim ettiklerinden, tekrar imparator­ luğa geçtiler. Fakat Bayezid, Andronik ile oğ­ lunu hapse attırmamış ve onlara, Bizans mem­ leketlerinden, Silivri, Ereğli, Selanik v.s. gibi yerlerin hâkimiyetini vermişti.



Rumeli ve Bizans işlerini yoluna koyan Ba­ yezid, sırp kıralım ordusu ile maiyetine çağıra­ rak, Anadolu 'ya geçti, İmparatorun oğlu Manuel de Bizans kuvvetleri ile sultana iltihak, etti. Padişah, bundan sonra, Kastamonu emîri Vçîandar-oğullarından Kötürüm Bayezid ’in oğlu Sü­ leyman Paşa’yj ittifakına çağırdı; aynı zamanda Edirne 'de muhafız bırakmış olduğu beylerbeyi Kara Timurtaş’ı da, Rumeli kuvvetleri ile, Ana­ dolu ’ya getirtti. Bu kadar çok kuvvet toplamış olan Bayezid, bir taraftan Bizans prensi Manuel ’i, rum kuvvetleri üe Alaşehir ( Philadelphia) üzerine göndererek, Bizans imparatorluğuna tâbi olan bu şehrî zaptettirdi Osmanlı vak’anüvislerinin hepsi ve bilhassa bu vukuatın cereyanı sırasında yaşayan şâir Ahmedî, bu şehrin Ba­ yezid zamanında fethini söyler. Ahmedî ’nın bu kaydı, bu şehrin Murad I. zamanında alındığına dâir, X V. asrın ikinci yarısında yazılmış bâzı rum kaynaklarının ve onlara dayanan garp ta­ rihlerinin verdikleri malûmatı tekzibe kâfidir. Padişah, diğer taraftan, Saruhan-oğlu ’nun ülke­ sine yürüyerek, burayı, harpsiz denilecek bîr surette, almış ve emîr Hızır Şah ile kardeşi Or­ han ’ı Bursa ’ya gönderip, hapsettirmiştir. Baye­ zid bundan sonra Aydın iline girdi. Buranın emîri İsa Bey, mukavemet edemeyerek, deha­ lete mecbur oldu. Fazl ve kemâline ve yaşma hürmet eden padişah, ona, kendinin ve ecda­ dının evkafına mutasarrıf olmak üzere, kayd-ı hayat ıîe, Tire 'yi ıktâ etmiş ve onun kızı Hafsa Hatun üe evlenmiştir. Padişah, kaym biraderi Germiyan-oğlu Yâkub Bey 'in de üzerine yürümüş ve Kütahya başta olmak üzere, bütün ülkesini aldıktan sonra, kendisini, hapsedilmek üzere, İpsala kalesine göndermiştir. Bundan sonra Men­ teşe iline yürümüş olan Bayezid Ahmed ve Mehmed Bey ismindeki iki kardeşin elinde bu­ lunan bu ülkeyi de almıştır. Bayezid bu yeni aldığı memleketlerin her birine bir oğlunu vâîi tâyin etmiş ve Kütahya ’yı merkez yaparak, vü­ cuda getirdiği Anadolu beylerbeyiliğine Kara Timurtaş ’ı getirmiştir. Bayezid, sonra Hamîd iline inerek, bu beyliği Hüseyin Bey ’in elinden almış ve Bizans imparatorunun oğlu Manuel de yanında olduğu hâlde, Antalya *ya yürümüştür. Teke Paşa veya Bey ’in oğlu Mustafa Bey bu sırada Antalya emîri bulunmakta idi. Mustafa Bey Mısır ’a kaçınca, Antalya Osmanhlar eline düştü. Bayezid bu sancağa Fîrûz Bey ’i muhafız tâyin etti, Bayezid ’in bu fütuhatı esnasında ( *39°)» Sarıca Paşa da Akdeniz boğazını tah­ kim ediyordu. Sanca Paşa ’nın, bir az- sonra, 60 gemi ile Ege denizine açılarak, Sakız ve Eğriboz adaları ile Yunanistan sâhiİlerini yağma etmesi üzerine, Venedikliler adalardaki garnizonları ve istihkâmları takviyeye başlamışlardı.



BAYEZİD I.







---- -_;............. ....................... .... .................



Garbî Anadoliı beylerinin kaldırılmasında Ba­ y e z id ’e yardım eden Kastamonu emîri Süley­ man bu ittifaktan ayrılmış ve Kadı Burhaneddin ile birleşerek, onun yardımını istemişti. Her ikisi, Sımere ( Vezir Köprüsü ) yakınında buluş-: tular ve mütekabil yardımda bulunmağı karar­ laştırdılar. 1390 senesi son baharında Bayezid, kendi aleyhindeki ittifakın başı olan Karaman-oğlu Alâeddin A li Bey ’in üzerine yürüdü ve mu­ kavemet görmeksizin, Konya ’ya kadar ilerleye­ rek, şehri kuşattı. Ali Bey, Larende *ye çekil­ miş ve Kadı Buıhaneddin ’den yardım istemişti. Evvelce Karaman oğlunun maiyetinde bulu­ nan tatar ve moğuilar, Bayezid in hizmetine girmişlerdi. Kadı Burhaneddin, Şebinkarahi­ s a r ’a gitti ve oraya gelmiş olan Kastamonu emîri' Süleyman Paşa ile görüştü. Süleyman Paşa, Çankırı ve Ankara taraflarına akın yapıl­ masını ve bu takdirde Bayezid’in muhasarayı kaldıracağım söyledi ise de, Kadı Burhaneddin bunu kabul etmeyerek, bizzat Karaman-oğlu ile birleşmeği münasip gördü. Her ikisi birlikte, K ırşehir’e geldiler ve kara-tatar ve moğuî üme­ râsına haber gönderip, ittifaka çağırdılar. Bun­ lardan o civarda bulunanlar geldilerse de, di­ ğerleri, yaylak ve kışlakları Osmanlı ülkesine yakın olması dolayısiyle, gelemeyeceklerini bil­ dirdiler. Karaman o ğ lu ’na, K ırşehir’e gelmesi lüzumuna dâir, Burhaneddin ile Süleyman Paşa *nm vâki tekliflerine miîsbet bir cevap gelmi:yordu. Hâlbuki Bayezid Konya ’yı muhasaraya devam ediyordu. Nihayet Karaman-oğlu Beyşehr i ’ni ve daha bâzı şehir ve kasabaları vermek ve Bayezid ’in müttefiki olmak üzere, sulh is­ tedi. Bayezid, eniştesinin bu teklifini kabul et­ miş ve Çarşanba-Suyu iki devlet arasında sımr tâyin edilmişti. Bayezid, Karamanlılardan yeni alınan bölgeleri, Ankara ile birlikte, bir sancak yaparak, valiliğine vezir A li P aşa’nm azadhsı Sarı Timurtaş P aşa’yı tâyin etmiştir. Aşık Paşazade tarihinde (s. 72), Aksaray, Niğde ve Kayseri ile Develi-Karahisar ’m bu aralık osmanlı ülkesine katıldığına dâir mevcut olan rivayet yanlıştır. Çünkü bunlardan birin­ cisi Karaman-oğlu ’nun elinde iken, 797 (1394/ *395 ) 'd* Kadı Burhaneddin tarafından alınmış ve Niğde, 800 (i397/*398) senesine kadar Ka­ raman-oğlu ’nun elinde kalmıştır. Kayseri ile Develi-Karahisar ise, henüz Burhaneddin’in ül­ kesine dâhil idi. Bayezid ’in Anadolu ’da meşguliyetinden is­ tifade eden Bizans imparatoru Yo vannis, İstanbul sûrlarının bâzı kulelerini tamir ettirmişti. Bu­ nu duyan sultan derhâl bu tâmiratın yıktırıl­ masını, aksi takdirde, kendi yanında bulunup, bütün seferlerine iştirak etmiş olan oğlu Manuel



37*



’in gözlerini çıkartacağını, tehdit makamında, bildirdi. İmparator, bunları yıktırdıktan bir az sonra, Öldü. Bursa’da bulunan Manuel, gizlice kaçıp, İstanbul ’â geldi ve imparator oldu. Buna hiddetlenen Bayezid, yeni imparatordan eski muahede şartlarını talep ettikten başka, İstan­ bul ’da ayrıca bir musliiman mahallesi tesisini ve bir cami inşası ile bir kadı ikamesini istedi. Bu talep reddedilince, İstanbul ’u teslim almak için uzaktan muhasaraya başladı. 1391 ’de baş­ layan bu tazyik, 1396 ortalarına kadar devam eden, birinci muhasaradır. Bayezid bundan sonra Anadolu işleri ile meş­ gul olmağa başladı ve kendi ittifakından ayrıla­ rak, Burhaneddin tarafına geçmiş olan Çandaroğlu Süleyman Paşa ’yı ezmeğe hazırlandı. Bîr taraftan da Burhaneddin ’e düşman olan Eretna ülkesi ümerâsını kazanmağa çalıştı, Amasya emîri Hacı Şadgeîdi-oğlu Emîr Abmed ’i kendi tarafına celbettİ. Burhaneddin ’in can düşmanı olan bu emîr, osmanlılan Yeşil-Irmak sâhasına sokmak ve düşmanının karşısına kuvvetli bir rakip çıkarmak istiyordu. Bu maksatla Simaiu kalesini osmanlılara teslim etmek istedi ise de, Kadı Burhaneddin daha evvel davranıp, 1391 senesi yazının ortasında, burayı aldı ; Kayseri ’ye geldiği zaman, Bayezid ’in gönderdiği bir elçi, metbûu ile ihtilâfı mucip bir mesele olma­ dığından, ona bitaraf kalmasını rica etmişti. O sırada Bayezid, Süleyman Paşa ’nın memle­ ketine girmişti. Süleyman Paşa da Kadı Burha­ neddin ’den istimdat etmiş ve gönderdiği elçi Bayezid ’in elçisi ile aynı mecliste karşılaşmıştı. Kadı Burhaneddin ordusuna toplamağa başladı; aym zamanda Bayezid ’e haber göndererek, te­ şebbüsünden vaz geçmesini, aksi takdirde harp açacağını bildirdi ve Amasya ’ya doğru ilerledi. Bayezid, bu sırada Eflâk voyvodası Mirçe ’nin, evvelce yapılmış bir akmın intikamını almak üzere, Tuna ’yı geçip, Karın Ovası ( Karİnâbâd ) ’nı yakıp yıktığını işitince, Kastamonu seferini bırakarak, Rumeli ’ye geçti ve Arküş ovasında şiddetli bir muharebede voyvoda esir edilerek, kendisinden ağır bir fidye alınmış ve tebaiyetı kabul ettikten sonra, yine memleketine gönde­ rilmişti. Aynı sene içinde hudut beyleri büyük akınlar yapmışlar, bir taraftan Bosna ’ya gire­ rek, Naglazinze ’ye kadar ilerlemişler ve bir kısmı Macaristan ’a girerek, Syrmie bölgesinde macarlar ile harbe tutuşmuşlardır. Tekrar Anadolu ’ya donen Bayezid, sene so­ nunda, mevsimin kış olmasına Çakmadan, Kas­ tamonu ’ya yürüdü. Kadı Burhaneddin de, yine Süleyman Paşa ’ya yardım etmek üzere, kuvve­ tini toplayıp, Amasya civarında Mâden kale­ sine gelince, Bayezid böyle kış mevsiminde ve hareket üssünden uzak yerde, düşman üî



37*



BAYEZİD L



kesinde kalmak istemediğinden, Bursa ’ya don­ du. 1392 (794 ^senesi tik baharında Bayezid, tekrar Çandar-öğlu ’nun ülkesine irerek, Kas­ tamonu ’ya doğru ilerlemişti. Bunun üzerine, Kadt da, ordusunu toplayıp, Sivas civarında Tavre’de karargâh kurdu. Fakat bu sırada Bayezid, Süleyman Paşa ’yı mağlûp ve katletmiş, ve bü­ tün memleketi almıştı. Süleyman P aşa’nm kar­ deşi olup, onunla mücadele hâlinde bulunan Isfendiyar Çelebi ise, eskiden beri, Sinop ’a ha­ kim idi ve Osman-oğlu ile dost geçiniyordu. Bayezid, bu muzafferiydim,. mağrurâne bir tarz­ da, Kadı Burhaneddin ’e bildirdi. Kadı, karar­ gâhından hareketle, Artukâbâd ( Artık-O va ) ’a geldi. Bu sırada Bayezid, ilerleyerek, Osman­ cık ’ı kuşatmıştı. Kadı Burhaneddin ’den, son fütuhatının tasdikini ve Osmancık *m teslimini istedi ise de, Kadı, Osmahcık ’ın kendisine âit olduğunu ve reayasından alman şeylerin geri verilmesini, aksi takdirde sulh mümkün olama­ yacağını cevaben bildirdi. Bu sırada, bir kıs­ mı açıktan açığa Kadı Burhaneddin ’e aleyh dar olan, bir kısmı da istemeyerek, onu metbu ta­ nıyan Kelkit, aşağı Yeşil-Irmak ve Canik böl­ geleri ümerası Bayezid ’e iltihak etmeğe baş­ ladılar. Amasya hükümdarı Emir Ahmed ile o havali ümerasından Taşan-oğlu, maiyetleri İle, Bayezid ’in yanma gittiler. Kelkit havalisi ümerasından Taceddin-oğlu Mahmud Çelebi, kardeşi Kılıç Arslan *ı göndererek, inkıyadını bildirdi. Bir az sonra Mâden ve Osmancık ka­ leleri Bayezid 'e teslim oldular. Daha sonra da Bayezid 'in bir elçisi Kadı Burhaneddin ’i Ço­ rumlu sahrasında savaşa davet etti. Kadı Burhanddin, bu daveti kabul etti, O zamana kadar mütereddit vaziyette kalan kara-tatarlar da ken­ disine iltihak ettiler. Kadı Burhaneddin ’in ön­ cüleri ile Bayezid ’in öncüleri arasında vukua gelen şiddetli bir müsademede osmanlı askerî, bozguna uğrayarak, geriye döndü, Bayezid *in Karasi ve Saruhan sancakları valisi bulunan büyük oğlu Ertuğrul, bu muharebede ölmüştür. Bizans müverrihi ChaScondyle, gûya bu şeh­ zadenin Sivas ’ı Timur ’a karşı müdafaa ettik­ ten sonra esir düştüğü ve onun tarafından at arkasında sürüklenmek suretiyle öldürüldüğü­ nü, sahih bir vak’a gibi, kitabına kaydetmiştir. Bu muzafferîyet üzerine, Anadolu ’da Kadı Burhaneddin ’in şöhreti bir kat daha artmış ve Bayezid ’e tarafdar olan ümeranın bir kısmı, ona temayül etm işleri. Moğul ümerası, bu muzaf feriyeti müteakip, Kadı ’nın yanma gelerek, Osmanh ilini talan etmeği teklif ettiler. Bu tek­ lifi kabul eden Kadı Burhaneddin, İskilip, An­ kara, Kalecik ve Sivrihisar bölgelerine gelerek, yağma ve tahrip ettirdi. Bayezid, ya Rumeli ’de macarların taarruzunu duyarak, kuvvetlerini bu-



' /



rada yıpratmamak düşüncesi ile yahut Kadı Burhaneddin ’i kuvvetçe kendine üstün gördü­ ğünden, hiç bir mukabelede bulunmamıştı. Bayezid, bu suretle Anadolu İşleri ^le meş­ gul iken, macar kıralı, bir sene evvel yapılan akmlann intikamını almak üzere, Osmanlı ül­ kesine taarruza geçmişti. Kırat, Eflâk voyvo­ dasının kuvveti île birleşmiş az adedde türk askerine galebe ettikten sonra, Tuna üzerinde­ ki Nîğbolu’yu muhasara etti. Uzun süren, yo­ rucu bir muhasaradan sonra, nihayet burayı ala­ bildi ise de, Bayezid ’in, bunu duyarak, Rume­ l i ’ye geçmesi ve Rumeli’nin muhtelif tarafla­ rına yayılmış olan türk kuvvetlerinin toplana­ rak yürümesi üzerine, alelacele çekildi ve böylece esir düşmekten kurtuldu, Diğer taraftan türk kuvvetleri, 1385 ’teki muzafferıyetlerinden sonra, Arnavutluk içine nufuz etmekte idiler. Nitekim 1392 senesinin iptidasında yeniden taarruza geçerek, Draç şehrini tehdide başla­ mışlardı. Venedik senatosu buraya yardım kuv­ vetleri göndermeğe karar vermişti. Anadolu cihetine gelince, Kayseri ’de bir müd­ det kalan Kadı Burhaneddin, Sivas ’a dönmüştü. Beyazid ’e tarafdarlık etmiş olan ümeranın bir kısmı, onun son muvaffakîyetsizliği üzerine, tek­ rar Kadı Burhaneddin ’e inkıyada başlamış ve bu arada, Bayezid ’in dostu ve maktu! Süley­ man Paşa ’nın kardeşi Sinop emîrı Çandar-oğlu İsfendiyar Çelebi de, vezirini ağır hediyeler ile Kadı Burhaneddin ’e göndermişti. Bu elçi, Amasya ’dan geçerken, Emir Ahmed onu tevkif ve hediyeleri de beraber Bayezid ’e göndermek istiyordu. Kadı Burhaneddin bunu duyunca, as­ kerini toplayıp, Amasya ’ya geldi ve şehri aldı. Bayezid, Bursa ’dan hareketle, Kastamonu ’ya gelmişti. Emir Ahmed ile K elkit mıntakası üme­ rası olan Taceddim oğullan Alp Arslan, Mah­ mud Çelebi ve Kılıç Arslan kardeşler, Bayezid 'den istimdat ediyorlardı. Kadı Burhaneddin, gerek şiddetli kış mevsiminde muhasaraya de­ vam edemediği, gerek osmanhlann taarruzundan çekindiği için, Tokat ’a döndü. Emîr Ahmed, Amasya ’yı, bütün mülhakatı ile, osmanhlara teslim etmiş ve 1393 senesi başında osmanlı askerî bu bölgeye girerek, İşgal etmişti. Sultan Bayezid, Emîr Ahmed ’e mühim vazifeler ver­ miştir. Bu zattan gelen bîr aile hâlâ Malatya ’da mevcuttur. 1393 senesi baharında Kadı Burhaneddin, kuvvetlerini toplayarak, osmanhlann müttefiki olan Tâceddin-oğuHarının ülkesindeki Fenariyye havalisini zapt ve Amasya ’yı muhasara etti. Bu sırada Tâceddin-oğulları, Bayezid-’e Kadı Burhaneddin ordusunun zahire ve levazım yok­ luğundan perişan olup dağılmakta olduğunu haI| ber vererek, sÜr’atle yetişmesini istediler. Bunun



BAYEZİD I.



ı 373



özerine Bayezid, Merzifon ’a geldi. Kadı Burha­ Vidin zaptolundu. JSÎiğbolu ’ya kapanan buigar neddin, yanındaki askerle mukavemet mümkün kıralı Şişman, oğlu Aleksandr ile beraber, esir edildi. Rivayete göre, kır al öldürülmüş, oğlu olamayacağını anladığından Turhal ’a ve oradan T okat'a çekildi, hattâ burada da duramayarak, da müsîüman olarak, Bayezi s. 288 ), keli­ menin farsçaya oğuzlar vasıtası ile, yâni büyük Selçuk imparatorluğu devrinde, geçtiğini anlat­ maktadır. Arapçaya ve kürtçeye de geçen bay­ rak kelimesi (al-Sayyid Addi Şir, Kitâb alalfâz al-fârisîya al-mu arraba, Beyrut, 1908, s. 32 ), Balkanlarda osmanlı hâkimiyeti esnasında bulgarcaya bayrak, sırpçaya baryak ve rumcııceye bayrak ( bairac) şekillerinde girmiştir. ( Kari Lokoisch, Etymologtsckes Wörterbuch der enropâiscken Worier orientaliscken (Jrsprungs, Heidelberg, 1927, s. i ğ ). Bad - kökünden gelen ve d > y değişmesi ne­ ticesinde, bayrak şeklini alan bu kelimenin, semantik bakımından, sancak [ b. bk.] kelimesi ile olan benzerliği pek açıktır. Anlaşılıyor ki, eski türklerde b a y r a k , batırılacak, saplanacak bir silâhın ( msl. mızrak ve süngü g ib i) adıdır ki, savaşlarda bunun ucuna onu kullanan kah­ ramanın veya mensûp olduğu kabilenin alâmeti konuluyordu ve Mahmüd Kâşğari devrinde (XI. asır ) bu alâmet oğuzlar arasında kırmızı ipek 26



BAYRAK. kumaştan yapılıyordu. Yine bu devirde Karahanlıiar sülâlesine mensup türk hükümdarları­ nın bayrakları, a l denilen turuncu İpekten idi ve onun hizmetinde bulunan yakın adamlarının atlarının eğerleri bu kumaş ile örtülüyordu ( I, 77,5 ). Bu a 1 ( açık kırm ızı} ipek kumaşa ay­ rıca tanulç adı verildiği ve bunun bayrak ucu­ na konulması âdetinin harplere mahsus olduğu ( IH, 270, 7 ) yine aynı kaynaktan anlaşılıyor. İbn MuhannS lügatinde süngü ve urğa kelime­ lerinin bayrak müradifı olarak kullanılması, yukanki izahatı te'yit etmektedir, Arapçada sün­ gü ve mızrak mânasına gelen mifrad ve {arrâda kelimelerinin de, eski kaynaklarda, bugünkü mânası ile bayrak makamında kullanılması (msl. Târîh-i Bayhaki ve Tarih-Î Sîstân ), semantik bakımından, aynı mâhiyette bir vâk’ıadır. Türk kahramanlarının, daha eski devirlerde, yaban öküzünün, daha sonra atların kuyruğundan ve nihayet ipekten yapılmış bir alâmeti silâhları­ nın ucuna taktıkları, muhtelif kaynaklardan anlaşılmaktadır kİ, Mahmüd Kaşğari ’ye göre, buna oğuzlar perçem ve diğer türkler de beçkem derlerdi; son şeklinde şahıs adı olarak da kullanılan bu kelimenin farsçaya, yine oğuzlar vasıtası ile, geçtiğ', acem şâir ve naşirlerin bunu perçem şeklinde — ve hemen dâima „bayrak“ mânasını ifâde eden kelimeler ile beraber ya­ hut onlarla müteradif olarak — kullanmaların­ dan anlaşılıyor. Arapça ve farsça metinlerde, bunun arapça müradifi olan turra kelimesi de kullanılır. Eski türk kahramanlarının, atlarının boyun­ larına da bu alâmeti taktıklarım ve buna £«tas denildiğini biliyoruz ki, bu da perçem [ b. bk.] 'in yine türkçe bir müradifidir. Yine Dîvân luğât al-iurk ’te atların boynuna kıymetli taş­ lardan yahut arslan tırnağı veya muska gibi sihrî tesiri hâiz şeylerden mürekkep, boyunluk­ lar asıldığı ve buna da munçul£ denildiği zikr­ edilir ( I, 395, 9 ; II, 98, 8 ), Farsçaya daha Gazneliler devrinde Jşei- şeklinde geçen bu keli­ me de, İran şâirleri tarafından, bayrak ve per­ çem müradifi olarak kullanıldığı gibi, moğullar arasında da yine bayrak mânasını ifâde ed er; bu kelime türkler arasında çok eski zamanlardan beri şahıs adı olarak da kullanılmıştır. Yine bayrak, sancak müradifi olarak tuğ kelimesinin de yaban öküzü veya at kuyruğundan yapılan alâmetlere ad olduğunu ve moğullartn XII.—-XIII. asırlardan başlayarak, çalış kelimesini de, bunun müradifi olarak, kullandıklarım ilâve edersek, bu hususta daha açık bir fikir edinebiliriz. Dîvân luğât al- turk ’te „kûs ve tabel" mânasına gel­ diği tasrih edilen tuğ 'un bugünkü bayrak mâ­ nasında kullanılması ve büyük hanların kumaş­ tan yapılmış 9 tuğlan olduğunun tasrih edilmesi,



bunu anlattığı gibî (III, 92 ), İbn MuhannS lü­ gatinde de tuğ kelimesinin arapça lalam, yâni bayrak mukabili olarak gösterilmesi de, bunu te’yit etmektedir. Başkırtlann hâlâ bugün bile tuğ kelimesini bizdeki bayrak mânasında kul­ lanmaları da bunun bîr bakiyesidir. Sonraki türk devletlerinde, msl. Ilhanlılarda, Osmanlı imparatorluğunda ve Safevîlerde çalış — tuğ ile bayrak “ sancak ’m birbirinden tamamiyîe ayrılmış olması, yukarıki mütalâayı asla kuv­ vetten düşüremez. Hükümdarın veya devletin hukukî senbolü olarak, en eski devirlerde bu hayvan kılından yapılmış tuğların kullanıldığı ve kumaştan yapılmış bayrakların ondan çok sonra böyle bir hukukî mâhiyet almış olduğu pek sarihtir [ bk. TUĞ j. Bütün bu izahlardan çıkarılabilecek neticeler şunlardır: bayrak, tanınmış cengâverlerin sa­ vaşlarda taşıdıkları mızrağın adıdır ki, ucu­ na, y a k denilen yaban öküzü veya at kılla­ rından, yahut ipekli kumaştan yapılmış bir alâmet ta k ılır; semantik bakımından, sancak kelimesi de bundan farksızdır; perçem, kutas, muncuk, çalış ve tuğ kelimeleri de, az-çok fark­ lar ile, aynı mefhumu ifâde ed er; bunlardan bazılarının hususî bir mâna almaları, daha son­ raki devirlerdedir. Kırgızlar tuğ kelimesinden başka, kumaştan yapılmış bayrak mânasına yalav kelimesini de kullanırlar. İptidâ alplara ve bahadırlara [ bk. madd.} mahsus olan bu alâ­ met, pek tabiî olarak, bunların başı olan hü­ kümdarlarda da bulunur ve nihayet, devlet mef­ humu ve devlet teşkilâtı kuvvetlendikçe, hü­ kümdarların şahsî alâmetleri, devletin hâiz ol­ duğu yüksek hâkimiyetin bir senbolü mâhiye­ tini a h r ; en sonra da, millî İradenin tecellisin­ den doğan yeni devlet teşekküllerinde, yalnız devlet hakimiyetinin değil, millî varlığın da remzi, timsâli olur. Îsîâmiyetten önceki ve son­ raki muhtelif türk devletleri zamanında, uzak şark ve yakın şark mÜslüman medeniyetleri çevrelerindeki şâir devletler ile müşterek olarak „çetr, asâ, tac, kemer, mühür, tamga, tır az, reng ( şahşî arma ), tabi ( veya tablhâne, yâni askerî muzika)" [ bk. madd.] v.s. gibi, bir ta­ kım maddî hâkimiyet senbollen arasında hu­ susî bir ehemmiyeti hâiz olan bayrak ( sancak) *ın yalnız hükümdarın alâmeti olarak kullanıl­ madığını, kabile reislerine, devletin büyük me­ murlarına, askerî şeflere, orduyu teşkil eden muhtelif zümrelere, harp gemilerine, esnaf ce­ miyetleri ve tarıkatler gibi İçtimaî ve dinî te­ şekküllere mahsus ayrı ayrı bayraklar bulun­ duğu da malumdur. Şimdi islâmiyetten evvelki ve sonraki türk kabilelerinde ve devlet teşek­ küllerinde mevcut bayraklar hakkında tarihî kaynaklardan çıkarabildiğimiz malûmatı, kro­



4»3



BAYRAK. nolojik bir surette, hulâsaya çalışırken, muhte­ lif zümre ve teşekküllere mahsus bayraklar hak: kında da mâlûmat vereceğiz. ' L l s l â m i y e t t e n e v v e l . Daha isîâmiyetin zuhûrundan evvel mevcut olan muhtelif türk devletlerinde, t u ğ veya b a y r a k gibi, huku­ kî sembollerin mevcut olduğunu tarihî kaynak­ lardan Öğreniyoruz, Türklerini, henüz atlı gö­ çebe hayatı ■ sürerlerken, teşkil ettikleri siya­ sî heyetlerde buna dâhil muhtelif kabilelerin ve kabîle reislerinin hususî alâmetlere, [ b; bk.] ’lara sahip oldukları ve bu kabileler ittihadının başında bulunan hükümdarın, bu hâ­ kimiyeti temsil eden muhtelif hukukî senboller ârâsmda teğ ( bayrak ) ’lara mâlik bulunduğu pek tabiîdir. Esasen türkler ile çok sıkı siya­ sî ve medenî münasebetlerde bulunan eski Çin devletlerinde de, gerek, y a k kuyruğundan ya­ pılmış tuğların, gerek ipekli kumaştan yapıl­ mış muhtelif renkte bayrakların kullanıldığım pek iyi biliyoruz; imparatorun binmesine mah­ sus arabanın sol tarafına asılan tuğ (çince vftt ), hükümdarlık alâmetîerindendi ( L. Wieger, Textes historigues, 1939,1, 334 ); milâttan n o yı! evvel kıral Wu ’mm büyük bir beyaz bayrağı olduğu gibi, Tcheu sülâlesinin hazînesinde, es­ ki bir zafer hâtırası olarak, renk renk yahut bir renk ipekten yapılmış bayraklar rauhafaza ediliyordu. Askerî k ıt’alara mahsus bay­ rak lard ım merasimde ve bilhassa matem âyin­ lerinde kullanılan bayraklar vardı. Bâzı bayrak: larin üstünde ejderha ( dragon ) tasvirleri de bulunuyordu. Tcheu ’lerin beyaz renkli büyük bir bayrakları vardı ( Marceî Granet, et , II, Paris, 1926). Daha sonra muhtelif türk devletleri ile dai­ mî münasebetlerde bulunan Sâsânî ve şarkî Ro­ ma imparatorluklarında da türlü türlü bayrak­ ların mevcudiyeti ve bunların hukukî bir senbol ve askerî bir alâmet gibi kullanıldıkları mâlûmdur. Kumaştan veya mâdenden yapılan bu alâmetler üzerinde muhtelif şekiller bulunuyor­ du.: Eski İran'da daha Arşakiyân (A rsasıd ) devrine âit sikkelerde, İran’ın millî bayrağı olan ’nin resimlerine tesadüf olunduğu gibi ( Ed. Dronin, d araâe, Paris* 1886, s. 19), Sâsânîler devrinde de, gerek ve gerek sair İran : bayrakları hakkında oldukça etraflı mâlûmata sahip:bulunuyoruz; (yâni bayrak) adı : verilen her askerî k ıt’anm ayrı bayrakları ol­ duğu: gibi, hükümdarın, büyük kumandanların ve kahramanların da bayrakları vard ı; Sâsânî ordusu hücuma kalkacağı zaman, ateş renginde ( k ırm ızı) bir bayrak çekiliyordu. Bu bayrak­ ların renk -ve şekilleri, üzerlerindeki motifler ve



damga



legcndes de la Chine antique



Danses



dirafş-i kaviyâni Observation sur les monnaies legcndes enpehlevi et pehlevidirafş-i kâviyâni dirafş



şâir teferruat hakkında, Fîrdavsi ve Asadi gibi, daha sonraki asırlarda yazan şâir ve müellif­ lerin şehad eti erinden başka, bâzı muasır şaha­ detler ve arkeolojik vesikalar da vardır (A ; Christensen, Copen hague, 1936, s. 80, 203 v. dd., 496 v.d.). Şarkî Roma 'da da bayrağın büyük bir ehemmiyeti olduğu ve askerî k ıt’alami hususî bayraklar taşıdıkları malûmdur, imparator Heraelius ’un 628 ’de Dastgard ’de ele geçirdiği ganimetler arasında, eski harplerde iranhların eline geçip, zafer hâtırası olarak, saklanmış 300 roma bay­ rağı da vardı. İşte Sâsânî ve Bizans bayrak­ ları hakkında verdiğimiz bu kısa izahat, umu­ miyetle İslâm ve türk bayrakları hakkında ya­ pılacak mukayeseli tetkikler İçin, bunların bü­ yük ehemmiyeti olmasından dolayıdır. Bütün bu izahlardan sonra, uzak şark ve yakın şark medeniyetleri ile rabıtalarım dâima muhafaza etmiş olan türklerin kurdukları devletlerde de t u ğ ve b a y r a k gibi alâmetlerin mevcut ol­ mamasına imkân verilemez. Hun (Hiung-nu) İmparatorluğunda t u ğ ve b a y r a k bulun­ duğu mâlûm olmakla beraber, bu hususta sa­ rih ve etraflı mâlûmat yoktur. Bunlarda, daha eski bîr kültür bakiyesi olan t u ğ u n , hâki­ miyet timsâli olarak, daha çok mühim olduğu, lâkin, Çinlilerde olduğu gibi, ipekten b a y r a k ­ l a r da kullanıldığı tahmin olunabilir. Yalnız, garp hunlarmm büyük hükümdarı Attila ’mn, üzerinde başı taçlı bir t u ğ r u 1 [ b. bk.] ’un, yâ­ ni türkler arasındaki efsânevî bir kuşun, resmi bulunan bir bayrağı bulunduğu, eski bir hıristiyan kaynağında zikredilir. Tu-kiu ’İar devrine âit çin kaynaklarında, bu devir bayrakları hak­ kında epeyce mâlûmata tesadüf olunuyor s Tukiu hükümdarları Çin imparatorluğunun yüksek hâkimiyetini kabul ettikleri zamanlarda, kendi­ lerine, şâir bâzı alâmetler ve hediyeler ile bir­ likte, davul ve bayrak gönderiliyordu ki, bu bayrağın üstünde altından yapılmış bir kurt başı bulunuyordu; bunların çini iler ile arala­ rı bozulduğu zaman, Tu-kiu hanının çin hü­ kümdarına isyan çıkaranlara kurt başlı bay­ rak gönderdiği de malûmdur. Türgiş kabileleri arasında bayrakdaı-Iar bulunduğu ve bunların başındaki büyük askerî kumandana «büyük bayrakdar" adı verildiği de yine aynı kaynaklar­ dan anlaşılmaktadır. Çin seyyahı Hiu en-Tseng, Tu-kiu hükümdarı Şehu Kağan ’m — âdeta as­ kerî bir manevra mâhiyetinde olan — bir av eğlencesinde, askerin bayraklar taşıdığım gör­ müştü. Tu-kiu ’larda ayrıca bir «bayrak kültü'* bulunduğu anlaşılmakla beraber, bu hususta fazla bir şey bilinmiyor; yalnız bayraklar üs­ tüne konulan k u r t [ b. bk,]hm, bunların ef­ sânevî ceddi olduğu düşünülürse, dinî mâhiyeti



Viran sous lesSassanides,



464



Ba Y r



daha iyi anlaşılır. Bu eski „kurt kültü" ’niin izleri, türkler arasında uzun müddet devam et­ miştir. Firdavsi ’nin, iki defa, ^tarantıların kurt başlı bayrağı" 'ndan bahsetmesi ( bk. Şâh-nâme, nşr. J. Mohl, IV, 382, 482), çin kaynaklarını te’yit etmektedir. Yine çin kaynakları, kırgızlarm bayrakları olduğunu ve bunların kırmızı renge hürmet et­ tiklerini söylemek suretiyle, bu bayrakların kır­ mızı renkte olduğunu imâ etmektedirler. Hâl­ buki arap seyyahı Abü Dulaf, X. asır başla­ rında kırğı zların yeşil renkli bayrakları oldu­ ğunu söyler. XX. asır esnasında şarkî Türkis­ tan ’da yapılan mühim keşifler, uygurlar zama­ nına âit bayraklar hakkında da bizi bir az aydınlatmıştır. Meselâ Turfan Ma Mani dinine mensup türklere mahsus, üzerlerinde insan resmi olan iki dînî bayrak bulunduğu gibi, Kuça şöval­ yelerinin, üzerlerine hayvan resimleri işlenmiş bayraklar taşıdıkları anlaşılmıştır. Uygur me­ deniyetine âit olarak, A . von Le Coq tarafından neşredilen atlasta, bâzı bayrak örneklerine te­ sadüf olunur. Diğer türk zümrelerinden İdil bulgarlarmda at kuyruğundan yapılmış t u ğ l a r bulunduğu, îbn Fazlan ’ın rivayetinden anlaşı­ lıyor; Tuna bulgarlanna gelince, bunlarda da aynı tarzda tuğlar bulunduğu ve ancak ikinci imparatorluk devrinde sikkeler üzerinde ku­ maştan yapılmış bayrak resimlerine tesadüf edil­ diği mâtumdur. Mamafih gerek İdil ve gerek Tuna bulgarlarmın kumaştan bayraklar kullan­ mış oldukları kuvvetle tahmin olunabilir. Nite­ kim mühim bîr türk zümresi olan Peçenek [ b. bk.J ’lerin bayrakları bulunduğu, Gardizi ve al-Bakri gibi İslam müellifleri tarafından te’yit edilmektedir; Bizans kaynakları vasıtası ile bil­ diğimiz Peçenek kabîle isimlerindeki renge de­ lâlet eden kelimelerin, belki de, bunların kul­ landıkları bayrakların renkleri dolayısıyle ve­ rilmiş olduğu fikri, şu son yıllarda bir macar âlimi tarafından ileri sürülmüştür ki, bizce de oldukça kuvvetli görünüyor; bu fikrin doğruluğu tahakkuk ederse, Pençeklerin muhtelif renk­ lerde bayraklar kullandıkları da anlaşılacak­ tır. Nagy-szent-Miklos ’ta bulunup, Avrupa ’ya gelmiş türk zümrelerinden birine — proto-bulgarlara veya peçeneklere — âit olduğu tahmin edilen eserlerden birinde bîr prensin elinde bulunan bir bayrak şekli, osmanlı devrindeki yeniçeri bayraklarına benzemektedir ki, bu da, eski bir türk bayrağının şeklini göstermekten başka, umumiyetle bayrak istimalinin bütün bu kabileler arasında eskiden beri yayılmış oldu­ ğunu anlatmak bakımından mühimdir. İlk İs­ lâm coğrafyacılarından İbn Ruşta, ne renkte olduğunu soylemeksizin, hazarların bayrakları olduğundan bahsettiği gibi, Abü Dulaf de Do­



a



K.



kuz-oğuzlarm siyah bayraktarı olduğunu' söy­ ler. XII.— XIII. asırlarda Kıpçak kabilelerinin bayrakları bulunduğunu moğul devri İslâm mü­ verrihleri kaydederlerse de, bunların ne renkte olduğunu söylemezler; hâlbuki daha evvelce garba doğru ilerleyerek, rusîar ile bir çok harp­ lerde bulunan bir kısım Kıpçak-Kumanlarm kırmızı ve beyaz bayrakları olduğu, meşhur îgor destanı dan anlaşılmaktadır. XIII. asır başlarında Macaristan ’a iltica eden bir kısım kumanlann „mâvî zemin üzerinde arslan, yıl­ dız ve ay motiflerini muhtevî" bir armaları olup, kumanlann kıralı sıfatım da resmî un­ vanlarına ilâve eden macar kiralının bu armayı da kendi kıratlık arması İçine aldığı rivayet ed ilir; mamafih Kıpçak-Kumaa bayraklarında bu motiflerin bulunduğuna dâir hiç bir malû­ matımız yoktur (bk. A R SLA N , A Y ) . P. Peîliot ’nun bildirdiğine göre, XI.— XII. asırlarda Çin ile münasebetlerde bulunan bir takım göçebe türk kabilelerinin bayrakları hakkında, eski çin minyatürlerinden bir fikir edinmek kabildir. Eski türk bayrakları hakkmdaki bu küçük hulâsayı tamamlamak için, unutulmaması lâzım gelen bir meseleden daha bahsedelim: Firdav­ si ’nin ’si, Asadi ’nın ’si gibi, eski İran kahramanlık edebiyatı eser­ lerinde, tran-Turan mücadelelerinden bahsolunurken, her iki taraf kahramanlarının ve ordu­ larının taşıdıkları bayraklar tasvir edilir. Bun­ lara göre, türklerin ve büyük türk hükümdarı Afrâsyâb ’ın bayrağı s i y a h renktedir; mama­ fih m e n e k ş e , s a r ı , k ı r m ı z ı ve m â v î renklerde bayraklar da vardır. Bunların üstün­ de k u r t , e j d e r h a f dragon ), k a p 1 an, a r s ­ l an, k a r t a l ve a y gibi türlü türlü şekiller bulunur. Acaba bu malûmat tamamiyle hayalî bir mâhiyettemidir ; yoksa bu şâirlerin istinat ettikleri eski kaynaklar, türk bayraklarının bu hususiyetlerini tesbit etmişler midir ? Sonra, İran» hlar ile mücadelelerinden bahsedilen bu türkler, Tu-kıu ’lar ve Eftaîıtler gibi, Sâsânîler devrinde onlar ile münasebetlerde bulunan devletlermidir ? Bütün bu suallere kat’î cevaplar vermek, şimdilik imkânsızdır. A . Christensen, me ’de İran bayrakları hakkında verilen malû­ matı tamamiyle mevsuk addederek, o suretle kullanmakta ise de, biz bu telâkkiye tamamiyle iştirak edemiyoruz. Acaba Firdavsi, Asadi, Fahr al-Din Gurgânı gibi şâirler, eserlerindeki türk veya İran bayrakları hakkmdaki tavsiflerde, da­ ha ziyâde kendi devirlerinde kullanılan bayrak­ lardan müteessir olmamışlarmıdır ? Biz bu son mülâhazanın kolay kolay reddedilemeyeceği fik­ rindeyiz. Çünkü, meselâ Firdavsi, türk bayrak­ larının renkleri ve üzerlerindeki şekiller hak­ kında ne malûmat vermişse, aynı şeyleri İran



Şah~name



Garşasp-nâme



Şah~nâ~



BAYRAK. bayrakları için de tekrarlıyor; yalnız bunlara ilâve olarak, fil, kuma, geyik ve yaban domuzu gibi şekillerden de bahsediyor. Hâlbuki bir az aşağıda, muslüman türk devletlerinin bayrak­ larından bahsederken, göreceğimiz gibi, Firdavsî devrinde, böyle muhtelif renklerde ve üzerlerinde muhtelif şekiller bulunan bayraklar mevcut idi. Bu bakımdan, F irdavsi’nin ve di­ ğer İran şâirlerinin, eski türk ve İran bayrak­ larını kendi devirlerindeki bayraklara göre tas­ vir etmiş olmaları çok yakın bir ihtimâldir. Ancak bütün bu tasvirlerdeki renkler ve şekil­ lerin, daha eski devirlerden intikâl etmiş ol­ ması İmkânım da gözden uzak tutmamalıdır. Bu hususta göz önünde bulundurulacak diğer bir mesele de şudur: gerek türk, gerek İran imparatorlukları, her devirde hükümdara, ku­ mandanlara, kahramanlara ve ordunun muhtelif cüzlerine mahsus olarak, ayrı renklerde ve ayrı motifleri muhtevi, türlü türlü bayraklar kullan­ mışlardır; bunlar arasında hükümdarlara mah­ sus olan ve hakikî mânası ile hukukî bir sem­ bol mâhiyetini muhafaza eden renkleı;.î ve mo­ tifleri; diğerlerinden dikkatle ayırmak lâzımdır; msl. Tu-kiu ’lardaki kurt başlı sancak gibi. Eski dinî telâkkilere ve tarihî an’anelere dayanan ve senbolik bir mâhiyet taşıyan ve yalnız bay­ raklarda değil, hâkimiyet alâmeti olan şâir şey­ lerde de kullanılan bu renkler ve motifler ayrı ayrı uzun ve mukayeseli araştırmalarda bulun­ madan, bu meselelerde müsbet neticelere var­ mak aslâ kabil değildir. B a y r a k meselesi, din tarihi ve müesseseler tarihi ile beraber, arke­ oloji, numismatik, her al dik ve hattâ diplomatik gibi, yardımcı ilimlerin muaveneti olmadan, halledilebilecek basit bir mesele değildir. II. İ s l â m i y c t t e n s o n r a . Türkler,İslâm dinini kabûl ederek, muslüman medeniyeti çev­ resine girdikleri zaman, İslâm dünyasında Abbâsîler ve Sâmânîler gibi, muntazam teşkilâta mâlik, kuvvetli siyasî heyetler ile karşılaştılar ki, bunlarda, muhtelif hâkimiyet sembolleri ara­ sında b a y r a k I a r da kullanılıyordu. Bunun için, memlûk sıfatı He Abbasî devleti hizme­ tine girmiş türklerden biri tarafından kurulan Tölunlular [ b. bk.] devleti ile, Sâmânîler hiz­ metindeki türle memlûkleri tarafından kurulan Gazneliler [ b. bk.] devletinden başlayarak, uzun asırlar esnasında İslâm dünyasının muhtelif sa­ halarında kurulan muhtelif türk devletlerinin bayrakları; hakkında İzahata girişmeden evvel, İslâm bayrakları hakkında kısa ve umumî ma­ lûmat: vermek zarurîdir. Müslüman türk devlet­ ler ij:: kullandıkları bayraklarda, her ne kadar kendi;: eski ananelerinin tesiri altında kalmış­ larsa da, pek tabiî'olarak, İslâm medeniyetinin kuvvetli aufu2undan da kurtulamamışlardır. İlk



4°5



İslâm devletlerinin, medenî hayatın bir çok te­ zahürleri gibi, hâkimiyet sembolleri hususun­ da Sâsânî ve Bizans tesiri altında kalmaları, bu tesirlere esasen büs-bütün yabancı bulunma­ yan türkîerin onları kolaylıkla iktibas etmele­ rine yardım etmiş olmalıdır, Arap kabileleri, daha islâmiyetten evvel, bay­ rak kullanırlardı. İsiâmiyetin zuhurundan sonra, Peygamber ve ilk halifeler zamanından başla­ yarak, bu âdet kuvvetlendi; Emevîler ve Abbâsîler zamanında ise, türlü renk ve şekillerde bayraklar kullanılmağa ve bunlara, eskiden de olduğu gibi, türlü türlü isimler verilmeğe baş­ landı : , v.s. gibi hususî isimler taşıyan muayyen bayraklar­ dan başka, umumî olarak,



'ulçkâb, sîhhâb zili, liva al-hamd lîvâ\ 'alam, rayat, ‘isâba, şatfa, farrâda, m itrad, talümai band, ‘ulçda gibi, mânaca birbirinden az çok farklı veya müteradif muhtelif kelimelerde, muhtelif zaman ve mekânlarda, muhtelif bayrakları ifade için kullanıldı. Hükümdara, veliahda, büyük ri­ cale, kumandanlara, askeri k ıt’alara ve donan­ maya mahsus ayrı ayrı bayraklar olduğu gibi, muhtelif kabilelerin, Peygamber soyundan ge­ len seyyidlerin f b. bk.], büyük şehirlerdeki muh­ telif esnaf teşekküllerinin, ayyârlar ve şattârlar gibi, bir takım serseri zümrelerinin, İslâm âleminde tasavvuf esaslarına dayanan muayyen tarîkatlerin teşekkülünden sonra, her tarikatın, kendisine mahsus bayrakları vardı. V ali ve ku­ mandanlara, kendilerine verilen vazife ve salâ­ hiyetin bir timsali makamında olan bayrakların teslimi, daha ilk halifeler zamanından başlaya­ rak, gittikçe tantanalı bir şekil alan büyük merasimle yapılıyordu. Abbasî halifeleri, onları halife olarak tanıyan müstakil İslâm devletleri­ nin reislerine, menşur ve hil’at gibi vesika ve alâmetlerle beraber, siyah bayrak da gönderi­ yorlardı. Emevîlerin ( Endülüs Emevîlerinin de ) beyaz bayraklarına mukabil, Abbâsîler bu ren­ gi almışlardı. Yeşil renk, daha ziyade, Fâtima ’nin çocuklarını temsil eden bir renk sayılıyor­ du. Siyah renk, Abbâsîlerin şâir hâkimiyet alâ­ metlerinde dahi kullanılıyordu. Bayrakların üze­ rine hükümdarın isim, unvan ve alâmetlerinin işlenmesi de usûldendi, Emevîler ve Abbâsîler devrinde, merkezî idareye karşı isyan çıkaran­ lar, onların renklerinden ayrı ve onlara zıd renk­ lerde bayraklar kullanırlardı; bu zümreler, çok defa, kullandıkları bayrağın rengine göre de ad­ landırılmışlardır : musavvida, mubayyiza, surh( yâni ) zümreleri gibi. Mamafih büyük İslâm imparatorluklarında, hü­ kümdarın, daha doğrusu sülâlenin, resmî reagîndeki bayraklardan başka, türlü türlü, renk ve şekillerde bayraklar da kullanılırdı. Şı’îlerin tazıya £b, bk.] merasimi gibi, dinî âyinler­



'alem



harramdiniya



406



BAYRAK.



de bayraklar kullanılması, tekkelere ve türbe­ lere tarikatlere mahsus bayraklar asılması âdet olduğu gibi, büyük camilerdeki hatipler de k ı­ lıç ve bayrak kullanırlardı. »Bayrak kaldırmak", umumiyetle, cenge hazırlanmak veya isyan et­ mek mânasını ifade ederdi. Beyaz bayrağın, tes­ lim alâmeti olarak, kullanılması âdeti de yayıl­ mıştı ( umumiyetle İslâm bayrakları hakkında daha etraflı malûmat almak için bk. mad. LİVÂ ). Orta çağ müslüman devletlerindeki bayraklar ve onların kullanılış tarzları hakkmdaki bu umumî malûmat, İslâm dünyasında kurulan türk devletlerinde bayrağın mâhiyet ve ehemmiyetini ve nerelerde kullanıldığını göstermek bakımın­ dan, mevzmımuzu doğrudan doğruya alâkalan­ dırmaktadır. Bundan sonra, müslüman türk dev­ letlerinin bayrakları hakkında toplayabildiğimiz bilgileri, kronolojik ve coğrafî bir tertip dâ­ hilinde, hulâsa edelim. T o l u n î u l a r ve Ga z ne H 1er de. İlk müslü­ man türk sülâlesi olanToIunlular devrinde, bun­ ların türlü renklerde bayraklar kullandıklarım, Y% übi ’den öğreniyorsak da, bu hususta fazla ma­ lûmatımız yoktur. Sâmânîler hizmetindeki türk memlûkleri tarafından kurulan Gaznelîfer impa­ ratorluğunda, bir taraftan Abbasî-Sâmânî, diğer taraftan da eski Sâsânî-Eftalit ananelerinin te'siri ile, bayrağın büyük bir ehemmiyeti vardı. Hükümdara, daha doğrusu hanedana, mahsus resmî bayrak bulunduğu gibi, hükümdar ailesine mensup prenslere, kumandanlara, valilere ve yan müstakil yerli sülâlelerin reislerine, şâir hâkimi­ yet alâmetleri ile beraber, bayrak da veriliyordu. Askerî k ıt’alarm, üstünde hususî alâmetler ve şekiller taşıyan, bayrakları vardı. Meselâ sara­ ya mensup olup, sonradan azad edilmiş gutâm ( k ö le ) ’lardan mürekkep k ıt’alarm bayrakların­ da arslan alâmeti bulunuyordu. Gaznelİlerin bay­ raklarında ekseriya ay ve hümâ şekillerinin bu­ lunduğu edebî kaynaklardan anlaşıhyorsa da, bunların bayrak üstüne sırma ile işlenmiş re­ simler mi, yoksa bayrak direğinin tepesine kon­ muş altından şekiller mi olduğu, kat’î şekilde söylenemez. Ekseriyetle Şuşter şehrinde dokun­ muş kıymetli ipek kumaşlardan yapılan, hüküm­ dara mahsus, resmî bayrağın dâima siyah renk­ te olduğu görünüyor. Gazneliîerde, ç e t r , k ü ­ l a h ve h i l ’a t gibi, bir takım hâkimiyet alâ­ metlerinin de siyah renkli olması, gerek Mahmud ’un gerek oğullan Mubammed ve Mes’ud ’un saltanatları zamanında dâima siyah renkte bay­ rak kullanılması, bu rengin hanedana, yâni devle­ te mahsus resmî renk olduğunu kat’î surette an­ latmaktadır. Mahmud ’un babası Sevük Tıgin 'in iptida İâal renkli çetr kullandığını biliyorsak da, bayrağının rengi hâkkmda malûmatımız yoktur. Mamafih bâzı kaynakların müphem ifa­



deleri, kumandanlara gâlibâ kırmızı renkli ku­ maştan bayraklar verildiğini de imâ etmektedir ki, devletin resmî bayrağından başka bayrak­ larda ayrı ayrı renkler kullanması âdeti bir çok İslâm ve türk devletlerinde âdet olduğu cihetle, bu da pek tabiî görülebilir. Bu bayraklar üze­ rinde veya bunlardan bazılarında, hükümdarla­ rın, kumandanların veya emirlerin isim ve lâ­ kaplarının yazılmış olması da muhtemeldir. B. Kazîmirsky’nin Sâmânîler veya Gazneliler dev­ rinde madenî bayraklar kullanıldığını söyle­ mesi, şâir Manüçihn [ b. bk.] ’nin bir kasidesin­ de, çetr kelimesi ile beraber, kullandığı kevkebe tâbirini yanlış anlamasından ileri gelmiş­ tir, Gazneliîerde, sülâlenin şi’arı, yani senbolü olarak, siyah renk kabûl edilmesinin sebebi, Şak-nâme ’de ve bâzı tarihî kaynaklarda gör­ düğümüz gibi, eski tÜrklerde — hiç olmazsa, bazı mühim türk zümrelerinde — bu rengin senbolik renk olmasından dolayımıdır, yoksa, Gazneliîerm, siyah rengi şi’ar ittihaz etmiş olan Abbasî halifeleri ile çok samimî münasebetler­ de bulunmalarından ve tahta çıkan her hüküm­ dara Abbasî halîfesinin, menşur ile birlikte, si­ yah hil’at ve bayrak göndermesinden dolayımıdır, yâni Gazneliler bu suretle kendilerini ha­ lifenin meşru mümessili olarak göstermek mi istiyorlardı ? Bu hususta kat’î bir şey söylene­ mezse de, Gazneliler devletinin tâk'îp ettiği İs­ lâmî siyaset göz önüne alınınca, bu ikinci ihti­ mâl daha kuvvetli görünür; mamafih birinci âmilin de bu hususta az-çok tesiri olması ihti­ mâli de yok değildir. Bu devire âıt tarihî ve edebî kaynaklarda, bayrak mânasına gelen türkçe kelimelerden munçuk kelimesinin şekli ile kullanılması da dikkate lâyıktır. Bayraklar üzerinde kullanılan a r s l a n , h ü m â ve a y şekillerinin ise, Sâsânî İran'ında mevcut olmak­ la beraber, daha ziyade eski türk an’anelerine dayanan motifler olduğu söylenebilir. K a r a h a n l ı l a r d a . Tamamiyle türkler ile meskûn sahalarda kurulmuş ilk müslüman türk devleti olan Karahanlılar devletindeki bayrak­ lar hakkında fazla malûmatımız yoktur. Yalnız makalenin başında söylediğimiz gibi, bunla­ rın, t u ğ da kulîandıklarım, t u ğ sayılarının, sahibinin kudret ve ehemmiyetine göre, değiş­ mekle beraber, türklerin mukaddes sayısı olan 9 taneden fazla olamadığım ve bunun da büyük hana mahsus bulunduğunu, hükümdar bayrak­ larının a 1 denilen turuncu kumaştan yapıldı­ ğım, bayrak ve teferruatına âit muhtelif tiirkçe kelimelerin bu devirde malûm bulunduğunu, Divan luğâi al-iurk'ien öğreniyoruz. Bu eser­ de »turuncu" diye izah edilen a l kelimesinin bizim bugün aynı kelimeden anladığımız »açık kırmızı" renk olduğunu ve yine orada bahsedi»



BAYRAK. lan »kızıl bayrak" ’m ise, ya oğuzlara mahsus olduğunu yahut eski İranlılar da da olduğu gibi, harp alâmeti saymak lâzım geldiğini söyleye­ biliriz. Karahanhlar ailesinden Semerkand ve civarlarına hâkim olan A li Tigin'in kırmızı bayrağı olduğunu ve Karahanhlar devletinde de* Gazneliîerde olduğu gibi, bayrakdarhğm — yâni bayrak taşımak vazifesinin — mühim bir memuriyet sayıldığım, muasır kaynaklardan öğreniyoruz. Eski Tu-kiu ve Uygur devlet an’a: nelerini İslâm medeniyeti kadrosu İçinde devam ettirerek, bir çok eski rütbe ve memuriyet ad­ larını, t u ğ , b a y r a k , a s k e r î m ü z i k a, ç e t r gibi, hâkimiyet alâmetlerini muhafaza eden Karahanhlarda, bayrağın muhtelif işlerde kullanıldığım ve hükümdara mahsus bayraktan başka, hanedana mensup prenslerin, büyük ri­ calin, kumandanların, kabîle reislerinin ve as: k e r îk ıt’alarm da ayrı ayrı bayrakları bulun­ ması pek tabiîdir. Hükümdarın mukarriplerinin ■ bindikleri- atların eğerleri üstüne, a 1 denilen : bayrak kumaşından yapılmış örtüler kullanıl­ ması [ krş. Ğ Â Ş Î Y A ], teşrifat usûllerinin bu devlette çok inkişaf ettiğini gösterir. Kırmızı renk hükümdarın ve hanedanın bayrak ve çetrlerine mahsus olmakla beraber, ayrıca başka renkte bayraklar kullanıldığı da tahmin olunabılir. Msl. la ğ â i a l-tu r k ( III, 31) *te »vezir mertebesinde olduğu hâlde, hanedana veya yük­ sek aristokrasiye mensûp olmayanlara t/uğruş unvanı verildiği" zikredilirken, bunlara, mev, kilerinin : alâmeti olarak, siyah ipekliden ya­ pılmış b ir : ç e t r verildiği ilâve olunmaktadır. Biz ibu; ifâdeden, bunlara verilen bayrağın, hattâ giydirilen hii’atîn siyah ipekten yapıldığı neti­ sin! de 'Çıkarabilir iz, Çünkü bütün orta çağ İslâm ve türk devletlerinde, her mevkie mah­ sus olan bu gibi alâmetlerin aynı renkten olması, değişmez , bir kaidedir. Eski türklerin ■ tamamiyle aristokratik mâhiyette olan İçtimaî ■ teşkilâtlarına göre, halk tabakasına mensup olanlara k a r a sıfatı verildiği için ( k a r a b u d u n — avam), bu siyah rengin de, bu te­ lâkkinin neticesi olarak, seçildiği tahmin olunabilir. Karahanlılann başka renklerde bayrakdarı olup olmadığını bilmediğimiz gibi, bunların üzerinde- bir takım şekiller bulunup bulunma­ dığı hakkında da bir kayda tesadüf edemedik. S e l ç u k 1 u İ a r d a . Henüz büyük Selçuk imparatorluğu kurulmadan evvel, muhtelif kabi­ lelerin başlarında bulunan reislerin hususî alâ­ metleri, yâni bayrakları olduğu, bu devri çok iyi bilen ^müverrih Bayhaljd ’dekı iki mühim fık ­ radan anlaşılıyor. Siyah renkli olan bu bayrakIar^ üzerinde, her reise mahsus, ayrı bir alâmet yarmii idi, yahut h»j>cincU ttiti^oroîc ttı* pieşeî^ bunların mensup oldukları Kınık boyu­



Divân



407



na mahsus damga mı mevcut idi ? Bu hususta hiç bîr şey bilmiyoruz. Bu oğuz kabileleri, önce Seyhun kenarlarında ve sonra Buhara civar­ larında ve Horasan ’da yaşadıkları sıralarda, Sâmânîler, Karahanhlar ve Gazneliler gibi, İslâm devletleri ile ve İslâm medeniyeti ile sıkı te­ maslarda bulunmuşlardı. Fakat buna rağmen, göçebe bayatının »eski ananelerini sıkı sıkı saklamak" temayülü, bunların her hususta oğuz törelerine sâdık kalmalarına sebep olduğundan, bu ilk bayrakların eski kabîle bayrakları oldu­ ğu muhakkaktır. Horasan ve İran ’da impara­ torluğun sür’atîe kuruluşu ve Abbasî halifeliği­ nin Tuğrul Bey 'in fi’lî hâkimiyeti altına girme­ si, Selçuk müesseselerinin, Abbâsî-Gaznevî ör­ neklerinin iktibas ve taklidi suretiyle, inkişa­ fına sebep oldu ve İslâm devletlerinde kulla­ nılan bütün hâkimiyet senbolleri, Selçuklular tarafından da kullanıldı. Fakat, bütün bunlara rağmen, Selçuk müessese!erinde eski kabîle ananelerinden gelen ve bilhassa ilk zamanlar­ da çok kuvvetle kendini gösteren bir takım hususiyetler göze çarpmaktadır ki, bunu hâki­ miyet senbollerinde de görm ekteyiz; msl. ilk Selçuk sikkelerinin üstünde o k ve y a y alâmeti bulunduğu gibi, Tuğrul Bey zamanında İstan­ bul ’daki eski mescit tâmİr edildiği zaman mih­ rabına ay m alâmet konmuştu. Tuğrul, tevkî [ b. blc.J alâmeti — yâni tuğra — olarak da bxr ç o m a k şekli kullanırdı. Halbuki sonraları, Alp Arslan ’dan başlayarak, sultanların tevkileri hep İslâmî formüllerdir. İşte bu bakımdan, hîç ol­ mazsa ilk Selçuk bayraklarının üstünde ok ve yay alâmetinin bulunduğunu tahmin ediyoruz. Mamafih bu ok ve yaym Tuğrul 'un şahsına değil, bütün hanedana âit umumî bîr senbol olduğunu gösteren başka deliller de vardır i Kirman Sel­ çuklu hükümdarı Kavurd 'un çetrinde ok ve yay resmî bulunduğunu ve bu alâmetin fer­ manların başında tuğra makamında da kulla­ nıldığını bildiren bir kaynak, bunun Selçuklu­ lara mahsus bir alâmet olduğunu bilhassa tas­ rih etmektedir. Daha Tuğrul ’dan başlayarak, Abbasî halifele­ rinden •— sair hâkimiyet alâmetleri ile birlikte — siyah bayraklar alan Selçuklularda türlü tür­ lü bayrak ve sancakların kullanıldığım görüyo­ ruz. Malazgird meydan muharebesinde, AIpArslan ’ın, üzerinde kelİme-i şehadet yazılı, bü­ yük bir sancağı vardı; Urfalı Mathieu ’nüıı ifâ­ desine göre, 408 (1095 ) 'de Berkyaruk ile Tutuş arasındaki muharebede, Berkyaruk ordusun­ da Melikşah *m sancağını gören bir çok asker­ ler, onun tarafına geçmişlerdi. Sultan Muhammed, Berkyaruk *a karşı yaptığı bir harpte mağ­ lûp oUrc.lt, maiyetindeki 70 kişi He beraber, kaçmağa mecbur olunca, bunların kendisinden



408



BAYRAK.



ayrılmaması için, şahsına mahsus bayrağı biz­ zat kendisi taşımıştı. Büyük Selçuk imparator­ luğunda ve şubelerinde hükümdara, hanedan azasma, büyük ricale, askerî k ıt’aîara mahsus türlü renk ve şekillerde bayraklar kullanıldığı tabiî olmakla beraber, bu hususta henüz fazla malûmatımız yoktur. Yalnız, şâir Azraki, Doğan Şah hakkındaki bir kasidesinde, ordu bayrak­ larının kırmızı renkte olduğunu ima ettiği gibi, müverrih Ravandi de Irak Selçuklu hükümdarı Arslan b. Tuğrul un ordusundaki kırmızı ipek bayraklardan bahseder, Tuğrul Bey ‘in, iptida Nişabur ’a girerken, başında kırmızı çetr bu­ lunduğu ve bu rengin Karahanhlarda resmî renk olduğu gibi, bâzı türk kabileleri arasında da mukaddes renk telâkki edildiğini düşünürsek, bu kırmızı renkli bayrakların menşei meselesi daha iyi anlaşılır. Böyle olmakla beraber, bu kırmızı bayraklar hükümdarın ( devletin ) resmî sancağı değil, daha ziyade askerî kıt'alarm bay­ rakları olduğuna göre, asıl hükümdar sancağı­ nın renği meçhul kalıyor. Ancak ilk Selçuk re­ islerinin siyah alâmet taşıdıkları, Abbâsîlerin ve Gaznelilerin resmî renkleri siyah olduğu, aşa­ ğıda göreceğimiz gibi — büyük Selçukluların bir çok müesseseierini hemen aynîyle devam ettiren — Anadolu Selçuklularında ve H^ârizmşahlarda hükümdar sancaklarının siyah renkli bulunduğu düşünülürse, umumiyetle Selçuklu hükümdarlarının Abbâsîlere manevî bağlılıkla­ rını göstermek ve bu suretle bütün İslâm dün­ yası üzerinde meşru ve siyasî bir hâkimiyet id­ dia etmek için de siyah rengi kullandıkları ka­ bul olunabilir. Anvari, Azraki ve Zahir ÎÇârySbi gibi, bu devir şâirlerinin manzumelerinden, bay­ rakların üstünde „ay, ejderha, arslan, pelenk, hümâ* gibi şekiller bulunduğu da anlaşılıyor, Gaznelilerin bayraklarında da gördüğümüz bu şekillerin, bayrağın tepesine konulan sarı ma­ denden yapılmış mücessem şekiller mi, yoksa bayrağın üzerice işlenmiş veya nakş edilmiş re­ simler mi olduğunu bilmiyorsak da, bâzı vesi­ kaların delâletine göre, her iki İhtimâlin vârid olduğu da söylenebilir. Emîr-i alemiik, yâni bayrâkdarlık, vazifesi de Selçuk teşkilâtında mühim bir memuriyetti. A n a d o l u S e l ç u k l u l a r ı n d a . Bunlar­ da, büyük Selçuklularda olduğu gibi, daha ilk devirlerden başlayarak, bayrağın hukukî bir senbol sıfatı ile, ehemmiyeti görülüyor. İlk haç­ lılar seferinde, İznik bizanshlara teslim edildiği zaman, kale burcundaki Selçuk bayrağı yerine Bizans bayrağının dikildiği, bu sefer hakkındaki anonim vakayinamede zikredilirse de, Selçuk bayrağının şekli ve rengi hakkında hiç malû­ mat verilmez. Bu devre âit kaynaklardan, hü­ kümdarın resmî sancağından başka, yarı müs­



takil beyliklere, büyük ricâle, kumandanlara ve askerî kıt*alara mahsus bayraklar bulunduğu, ordudaki bayrakların sarı ve kırmızı renklerde olduğu zikredilmektedir. Lâkin yine bu kay­ naklara göre, diğer bayraklar ile hükümdarın resmî sancağı arasında, hukukî senbol olmak bakımından, büyük bir fark bulunduğu, her han­ gi bir kale Selçuklular eline geçtiği zaman onun burcuna resmî saltanat sancağı çekilmesinden anlaşılıyor. İbn Bibi ’nin, Kâhta fethinden bahs­ ederken, açıkça kaydettiğine göre, bu sancak s i y a h renkli id i; hükümdar sefere şahsen işti­ rak etmezse, bu sancak ordu kumandanına ve­ riliyordu. Bu müverrihin eserinde iürkçe „muncuk, perçem, bayrak* kelimelerine sık sık tesa­ düf edilmekle beraber, „sancak, sancak-ı sul­ tanî, sancak-i saltanat* tâbirlerinin daha ziyâ­ de devletin ( hükümdarın) resmî siyah bay­ rağı hakkında kullanılması dikkate lâyıktır. «Sancak-1 sultan* tâbirine Mevlâna ’mn şiirle­ rinde de tesadüf edilmesi, İbn Bibi ’nin bu tâ­ birleri ayırmaktaki isabetini te’yU ediyor. Her hükümdar zamanında bu sancak üzerine onun isim ve lâkabının yazıldığı tahmin olunabilir, ölen hükümdarların çetr ve sancakları, bir hürmet alâmeti olarak, türbelerine konuluyor­ du. ‘A lâ ’ al-Din Kaylfubad L ’m çetri ve san­ cağı, Cimri hâdisesinde, halkın bu hükümdarın hâtırasına bağlılığından istifâde edilmek için, kıyamçılar tarafından alınıp kullanılmıştı. Nite­ kim, memlûk sultanı Baybars ’m Anadolu ’ya yaptığı yürüyüşte, Selçuk tahtına oturması ve başma Selçuk sultanlarına mahsus çetri tuttur­ ması da aynı maksatla idi. Anadolu Selçuklu­ larının ordularında kullanılan türlü renkli bay­ raklar üzerinde, daha evvelki türk devletlerim­ de olduğu gibi, bir takım şekiller ve resimler bulunduğu söylenebilir; elimizdeki bâzı vesika­ lar, bu devirde üzerine ejderha resmi nakşedil­ miş ipek bayraklar bulunduğunu açıkça göster­ mektedir. Bu devir sikkeleri üzerindeki şekil­ lerden bazılarının bayraklara da konmuş ol­ ması çok tabiîdir. Bu bayrakların tepelerinde* altından veya mâdenden, h i l â l şekilleri bulun­ duğu da anlaşılıyor. Anadolu Selçuklularının, moğullan taklit ederek, bayraklarında b e y a z rengi kabul ettiklerine dâir Hayrullah Efendi *nin iddiası, hiç bir vesikaya dayanmamaktadır. Ancak, o devirlerin âdetine göre, Anadolu Sel­ çukluları moğul tahakkümü altına düşerek, is­ tiklâllerini kaybettikten sonra, İîhanlı bayrak­ larının da Selçuk bayrakları ile beraber kullanıl­ ması tabiî idi. Bunlarda çetrlerin siyah renkli olduğunu biliyoruz. Yalnız Giyas al-Din Kayhusrav II., Sa‘d al-Dın Köpek *tn teşviki ile, Uıuıuu rengini mâviyv ve bu deriş­ tirilme Abbasî halifelığince bir düşmanlık alâ­



BAYRAK. meti gibi karşılanmıştı; hükümdara mahsus Çetr iie bayrağın aynı renkte olması orta çağda umumî bir kaide olduğu için, saltanat sancağı* mn da maviye çevrilmiş olması icap ederse de, kaynaklarda bu cihet tasrih edilmiyor. Nitekim, bu mavi rengin, Sa’d al-Din ‘in katlinden sonra veya başka bir zamanda, tekrar kaldırılıp kal­ dırılmadığı da kaydedilmiyor. Her ne olursa olsun, bu izahat, siyah rengin Selçuklular ta­ rafından, tıpkı Gaznelilerde olduğu gibi, Abbâsîlere bağlılıklarım göstermek maksadı ile kullanıldığım anlatmaktadır. Bayrakdar ( mîr-i alem) ’lık vazifesi bunlarda da mühim bir me­ muriyetti, H v â r i z m ş â h l a r d a . Büyük Selçuk im­ paratorluğunun adetâ bir istitalesi olan ve onun hemen bütün müesseselerini devam ettiren Hvârizmşahlar devletinde de bayrağın büyük ehem­ miyeti vardı. Hükümdara, veliahda, hanedan azâsına, tâbi küçük devletlerin reislerine mah­ sus bayraklardan başka, büyük emirlerin, ka­ bile reislerinin, muhtelif asekerî kıt'alarm da hususî bayrakları bulunurdu. Bu devlete men­ sup hacılar kafilesinin önünde de, mensûp. ol­ dukları devletin sancağını taşıyan diğer kafileder gibi, bayrak çekilirdi. Bu bayrakların muh­ te lif: renklerde ve şekillerinde olması tabiî bu­ lunmakla beraber, imparatorluğun resmî bay­ rağa CallI al-Din HvIrizmşâh ’m müverrihi Nasa vi’n in b ir fıkrasından anlaşıldığına göre, si­ yah idi. Abu *1-Fidâ’ ’daki bir kayda göre, Hvgrizmşahlarda büyük ricâlin, bulundukları vazi­ fe ile bağlı hususî alâmetleri olduğundan, as­ kerî ricale mahsus bu gibi alâmetlerin bayrak­ lar üzerine nakşedilmiş olması muhtemeldir. Moğullarm Buhara muhasarasını gösteren bir İran: minyatüründe Hvârizmşâhîarm bayrağı sarı renkte gösterilmişse de, muahhar bir devre âit olan bu resmin hakikate uygunluğu iddia edılemez. Edebî vesikalardan anlaşıldığına göre, bunların çctrlerinin de siyah renkte olması, bu rengin devletçe resmî renk olarak kabul edildiğini anlatmaktadır kî, bu, H vârizm$ahlann kendilerini, bilhassa Sultan Sencer’in ölü­ münden sonra, büyük Selçuk imparatorluğunun meşru vârisi gibi telâkki etmelerinden ileri gel­ miş olmalıdır. Calâl al-Din Hvârizmşâh ’ın koyu kırmızı renkli bayrağı olduğunu, hiç bir kaynak göstermeden, yazan Rıza Nur, her hâlde, aldanmış olacaktır; çünkü, Nasav i sâdece Calâl ’iu siyah bayrağından bahsettiği gibi, Raşıd al-D in’in Cam? aUiavârih’m&e de onun „alem-î hass“ ( hususî bayrak ) ’ı zikredilmekle beraber, ;;; bunun r««g inden. bahsedilmez. Ondan evvelki devirlerde de siyah çetrden bahsedilmemesi, bu hususta hiç; bir tereddüde yer bırakmaz. Hvarîzmşâhların ordularında, Selçuklularda olduğu



.409



gibi, muhtelif renklerde ve üzerlerinde türlü türlü motifler bulunan bayraklar kullanılmış olması pek tabiîdir. Oğuzların Begdilt boyuna mensup olan bu hanedanın bayraklarında, bu kabileye mensup damganın bulunduğu ve her hükümdarın isim ve lâkaplarının da resmî san­ caklar üzerine yazıldığı tahmin olunabilir. Bay­ rakdar ( mîr-î alem ) ’itk vazifesi bunlarda da mühim bir memuriyetti. A t a b e g l e r d e . Büyük Selçuk imparator­ luğunun zaifiayıp parçalanması neticesinde vü­ cuda gelen ve Atabegler umumî ismini alan muhtelif türk devletlerindeki bayraklar hakkın­ da pek az mâlûmatımız vardır. îbn al-Asir, ilk defa Sayf al-Dİn Ğâzi b. Zangi ’nin başında sancak gezdirdiğini ve ondan evvel, Selçuk ha­ nedanına karşı bir hürmet eseri olarak, böyle bir şeye cür’et edilmediğini söyler. Selçuklular devrinde büyük emirlerden her birinin bayrağı ve muzikası ( tabi ve alem) olduğunu kat’î ola­ rak bildiğimiz için, bundan „atabeglerin Ğâzi b. Zangİ *den evvel bayrakları olmadığı** neti­ cesini çıkarmamalıdır. Bundan maksat, istiklâl alâmeti olan saltanat sancağıdır; nitekim, yine aynı adamın, sultanlara mahsus olan diğer İs­ tiklâl alâmetlerini atabegler arasında ilk defa olarak kullandığını da biliyoruz. Müstakil bir devlet reisi sıfatı taşıyan bu Atabeglerin ordu­ larında, tıpkı Selçuklularda olduğu gibi, muh­ telif renk ve şekillerde türlü türlü bayraklar kullanıldığı muhakkaktır. Ancak bunlardaki hükümdar sancaklarının rengi hakkında yalnız bir kayda tesadüf edebildik ki, o da, oğuzların Salgur ( S alu r; b. bk.) boyuna mensup oldukları için bu ismi alan ve sikkelerinde Salur damgası bulunan fars atabeği erine a ittir; bu sülâleden Sa*d b. Zangi ’nin kasîdecilerinden Mecd-i Hemger ’in bir manzumesinde, onun siyah renkli bayrağı olduğundan bahsolunuyor. Üzerinde Sa­ bır damgası ve hükümdarın ismi ve lâkapları bulunduğu da tahmin edilen bu sancağın siyah renkli olması, Hvârizmşahlarda olduğu gibi, ken­ dilerini Selçuk imparatorluğunun meşru vârisi saymalarından ileri geliyordu. Diğer atabeglerin de, aynı maksatla, bayraklarında ve çetrlerinde siyah rengi kabul etmiş olmaları çok kuv­ vetle tahmin olunabilir. E y y û b î l e r d e . Musul atabegliği devle­ tinin bir istitalesinden başka bir şey olmayan, hattâ o devir müverrih ve şâirleri tarafından açıktan-açığa türk devleti diye adlandırılan Eyyûbîler devleti müesseselerinin, Fatımî ve Selçuk (atabeg) ananelerinin tesiri altında teşekkül ettiği malumdu,. Bu bakımdan, banların kul­ landıkları bayraklarda da, bu izlerin göze çarp­ ması pek tabiîdir. Salâhaddin Eyyûbî, müstakil bir hükümdar sıfatım takındığı zaman, Fatımî-



4 Î0



BAYRAK.



Ierde ve Atabeklerde înevcnt butun hâkimiyet alâmetlerini de kabul etti. Eyyûbîlerde, hüküm* dara mahsus saltanat sancağından başka, hane­ dana mensûp prenslere, büyük ricale, askerî ku­ mandanlara, askerî kıt'alara mahsus türlü türlü bayraklar vardı. Yâfi'i, Salâbaddin ’in saltanat sancağından bahsettiği gibi, şâir muasır kaynak­ lar da Kudüs fethinde ordudaki san bayrakları zikrederler. Esasen hükümdara mahsus sancağın rengi de s a r ı idi. Mamafih, daha sonraki Eyyubî ordularında sarı ve kırmızı bayrakların mevcut olduğunu bildiğimiz gibi, Abbasî halifelerinin Eyyûbı hükümdarlarına gönderdikleri siyah bay­ rakların da kullanıldığı tahmin olunabilir. Ka­ hire ’deki büyük Eyyubî sultam, imparatorluğun başka sahalarında hüküm süren yan müstakil Eyyûbî prenslerine sair hâkimiyet alâmetleri ile beraber sancak ve bayraklar da gönderirlerdi; bunların verilmesi, orta çağın bütün İslâm ve türk devletlerinde olduğu gibi, doğrudan doğ­ ruya sultanın salâhiyeti cüraîesindendi. Bayrak­ ların üzerlerine, âit oldukları prenslerin veya sultanın adının ve lâkaplarının yazılması da âdetti. Yine san renkte çetrler kullanan Eyyûbîlerin, kendilerine şi’ar olarak s a r ı y ı seç­ melerinde, hiç şüphesiz, Fatımî ananesinin tesiri vard ır; Mısır ve hattâ Suriye halkı, imparator­ luk rengi olarak, bunu tanıyorlardı. Bir taraf­ tan eski methûiarından ayrı bir renk kabûl etmek, diğer taraftan da kaç asırlık Fatımî sülâlesinin meşru vârisi olduklarım göstermek arzusu bu hususta âmil olmuştur. Eyyûbîler devrinde h i l â l alâmetinin garplıların gözün­ de tamamiyle bir m ü s l ü m a n l ı k t i m s â l i olduğu, haçlılar devrine âit bâzı garp kaynak­ larından anlaşılıyor. M e m l û k i m p a r a t o r 1 u ğ u n da. Muhte­ lif âmiller tesiri ile yıkılmağa yüz tutan feodal Eyyûbî imparatorluğunun, türk memlûk leri ara­ sından yetişen kudretli şahsiyetler tarafından merkezileştirilerek, yeni bir hayata kavuşturul­ masından başka bir şey olmayan Mısır-Suriye Memlûk devleti devrindeki bayraklar hakkında elimizde oldukça geniş ye sarih malumat var­ dır. Çok muntazam teşkilâta, bütün teferruatı İnceden-inceye tesbit edilmiş teşrifat usûllerine mâlik olan bu imparatorlukta, sair hâkimiyet timsâlleri arasında, bayrağın da mühim bir ye­ ri vardı. Sultana ( yâni devlete ) âit resmî bay­ raklara senacık-ı sultanîye ( «sultana mahsus sancaklar" ) adı verilirdi. Hükümdarın başında götürülen veya bulunduğu yere dikilen sarı ipek­ ten büyük sancağa arapça 'işâba derlerdi ki, bımurt İpek kumaştan olan kısmının adi Şatfâ idi. Mamafih bu kelime bâzan *ış5 ba ile müte­ radif olarak da kullanılmıştır. Sarı ipekten ya­ pılan bu bayrak ye teferruatı, elmaslar ve şâir



kıymetli taşlar ile süslenirdi. Hükümdarların, tepesinde at kılından yapılmış perçemi bulunan diğer büyük bir bayrağı daha bulunduğunu Kalkaşandi söyler ki, buna da ç a l ı ş (yâni tuğ) derlerdi. Bunun eski bir türk an’anesi olduğu­ nu ve moğuîlar ile İslâm dünyasında galiba ye­ niden canlandığını söyleyebiliriz. Her hâlde Baybars [ b. bk.] devri bu gibi türk-moğul anane­ lerinin memlûkler devletinde yerleşmesinde mu­ kim bir safha teşkil eder. Çalışın meydana çıkarılması, harp ilânının bir timsâli, bir sefer başlangıcıdır. Saltanata mahsus olan diğer bay­ raklara s a n c a k adı verilir ve bunlar Kahire *de hususî bir mahalde saklanırdı ki, bunun, daha Fâtımıler devrinde Hizânat al-Bunüd deni­ len yerden başka bir mahal olmadığı meydan­ dadır. Her hangi bir sebeple saltanattan çeki­ len bir sultan, saltanat sancaklarım yeni hü­ kümdara vermekle mükellefti. Hükümdara mah­ sus sancağın üstüne, şâir bir çok müslüman ve türk devletlerinde olduğu gibi, hükümdarın ismi ve lâkapları altın sırma ile işlenirdi. Bayraklar üzerine hükümdara mahsus rang, yâni alâmetin de işlendiği ve meselâ Baybars devrinde onun alâmeti olan a r s 1 a n ( veya b a r s ) resmine, sikkelerde olduğu gibi, bayraklar üzerinde de tesadüf edildiği malûmdur. Rütbelerine mahsus bayraklara mâlik olan büyük emirlerden her birinin, vazifesi ile mütenasip, bir rahg, yâni alâmeti ( arması) vardır ki, bunların bayraklar üzerinde de kullanıldığı tahmin olunabilir. Bay­ rakların, bilhassa askerî alaylarda, diğer hâkimim yet timsâlleri ile beraber, büyük bir ehemmiyeti vardı. Bu alayların mükemmel tavsiflerini bırak­ mış olan Mısır tarihçilerinin ifâdelerine göre, hükümdara mahsus çetrin iki yanında liva alhamd adı verilen iki büyük sancak, altından kılıçlara sarılı olarak, iki büyük memur tara­ fından hürmetle taşınırdı. Ayrıca, sarı ve kır­ mızı iki büyük sancakla, üzerine feth ve zafer âyetleri yazılmış 400 ’den fazla daha küçük bay­ raklar da mevcuttu. Bunların tepelerinde altın veya gümüşten yapılmış hilâller bulunurdu. Sul­ tanın önünde onun hususî sancağını taşıyan memura s a n c a k d a r , diğer saltanat sancak­ larım taşıyan memurların amirine de a l e m ? dar derlerdi. Memlûk sultanlarının resmî renk­ leri, Eyyûbîlerde olduğu gibi, sarı i d i ; sultan­ ların sancak ve çetri hep bu renkte olurdu. Memlûk bayraklarında, E, fîlochet ’nİn iddia ettiği gibi, Bizans tesirini görmek; tamamiyle yanlıştır. Memlûk sultanları, Altın-Ordu han­ larına, şâir bir cok hediyeler İle birlikte, Abbâsî halifesine mahsus olan siyah kendi sarı bayraklarından da yollarlardı; hattâ bir defa, şırp kiralının talebi üzerine ona da sırma ile işlenmiş, san saltanat sancağı yollanmıştı. Mefn-



BAYRAK.



411



lûk sultânları zaman zaman Anadolu ’daki türk te bayraklar da bulunması İhtimâli vardır. Ka­ beylerine de böyle sancak yollamak suretiyle, raman beyleri, moğul tahakkümüne karşı Mısır onların ülkeleri Üzerindeki Hâkimiyetlerini tas­ Memlûkİerinin siyasî yardımını temin ettikleri dik etmiş ve böylece ona meşruiyet bahşeyle- zamanlarda, kendilerine Kahire 'den bayraklar -miş oluyorlardı ki, bu hâl, kendi yüksek hâki­ gönderildiğini Mısır kaynaklan bildiriyor; fa­ miyetlerinin orada da tanındığım gösteren dip­ kat, Memlûklerin yüksek hâkimiyetini tanıdık­ lomatik bir muvaffakiyetti. XIV. asra mensûp larım gösteren bu bayraktan başka, Karaman bir İspanyol fransiscain rahibinin seyahatna­ beyliğinde, diğer Anadolu beylikleri gibi, ken­ mesinde, o devirde Memlûklere âit olan Şam dilerine mahsus sancaklar bulunduğu muhak­ şehrinin bayrağı olarak sarı zemin üzerine bir kaktır. Kıbrıs kırallığı tarihine âit hıristiyan beyaz hilâl nakşedilmiş bir bayrak resmi bu­ kaynaklarında, Teke oğullarının, Alâiye ve Ma­ lunduğu gibi, İskenderiye şehri için de san navgat beylerinin ayrı ayrı bayraklarından bahszemin ortasında siyah bir dâire içinde bir ars- olunmaktadır ; Alâiye vo Manavgat beyleri, Kıb­ lan resmi bulunan diğer bir bayrağa tesadüf rıs kıraîlığmm yüksek hâkimiyetini tanıyarak edilmektedir. Asıl Mısır bayrağı olmak üzere ona vergi verdikleri sıralarda, kendi bayrakla­ ise* beyaz zemin üzerinde mavi bir hilâl bulu­ rıma üstüne kır allık bayrağını asmak suretiyle nan diğer bir bayrak mevcuttur. Üzerinde bir bunu gösteriyorlardı. Teke-oğulları A ntalya’yı takım bayrak resimleri bulunan — Topkapı mü­ kibri shlardan geri aldıkları zaman, şehrin burç­ zesinde mevcut— eski bir İspanyol haritasında larına kendi bayraklarını asmışlardı. Menteşeda, Memlûk bayrağı olarak, üstünde bir kırmızı oğuîlarından Ahmed Gazi ’nin Becİn 'deki bir hilâl bulunan altın sarısı renginde bir sancağa, kitabesinde, elinde bayrak tutan bir arslan res­ yine Memlûklere âit İskenderiye şehri üzerinde, mî mevcuttur ki, bu bayrakta Ahmet Gazi ’nin altın sarısı bir zemin üzerinde bir kırmızı dâ­ ismi yazılıdır, ö devirdeki İtalyan cumhuriyet­ ireyi ihtiva eden diğer bir bayrağa tesadüf lerinde de tesadüf edilen bu arslan resminin edilmektedir. Memlûk, bayraklarında bu türlü bir hususiyeti olmakla beraber, bayrağın üs­ şekillerin: mevcud iyeti hakkında tarihî kaynak - tünde Ahmed Gazi isminin yazılı bulunması, Iardâ bir kayda tesadüf edemediğimiz için bu bu gibi sancaklar üzerinde beylerin isim ve hususta bir şey söyleyemeyiz. İskenderiye ‘ye lâkaplarının da yazdı bulunduğunu gösteren bir âit arsianh bayrağa, gelince, bunun Baybars delildir ki, orta çağ İslâm ve türk devletle­ devrinin bir hâtırasını saklaması epey uzak rinde bunun umumî bir âdet olduğunu söyle­ bîr ihtimâldir. :Bundan başka, Mı sır bayrağı miştik. Her hâlde, Anadolu beylikleri bayrak­ olarak beyaz renkli bir bayrak gösterilmesi ta- larının, umumiyetle, Memlûkîerde, Anadolu Sel­ mamiyle esassız olduğu gibi, orta çağ İslâm çuklularında, İihanîdarda tesadüf edilen bay­ âleminde hususî şehir bayrakları bulunduğunu raklardan pek farklı olmadığı tahmin edilebilir. bilmediğimiz için, İskenderiye ’ye âit bayrak da Yukarıda bahsedilen İspanyol haritasında, S i­ bizi büs-bütün şüpheye düşürüyor. Her hâlde, nop* Antalya, Alâiye şehirleri Üzerinde üç bay­ bu gibi vesikaları muasır tarihî kaynaklar ile rak resmi göze çarpıyor t. Candar-oğullarma âit karşılaştırmadan kullanmak asla doğru olmaz. olan; Sinop üzerindeki bayrak, kımızı zemin . A n a d o lu. b e y i i k i e r i n d e, XIII. asrın üzerinde sola doğru açılmış bir a ltın s a rıs ı son yarısından itibaren Anadolu ’nun muhtelif ay taşımaktadır. Teke oğullarına âit bayrak, yerlerinde yavaş yavaş müstakil birer küçük beyaz zemin üzerinde kırmızı mühr-i Süleyman devlet mâhiyetinde teşekküle başlayan Anadolu ( altı köşeli yıldız ) taşıyan ve ucunda iki tane beyliklerinin tarihi hakkındaki kaynakların, k i­ zikzaklı yeşil çizgi bulunan bir sancaktır. A lâ­ fayetsizliği, onların bayrakları hakkında da bize iye sancağı İse, beyaz zemin üzerinde çatal hemen hiç bir. şey öğretmiyor. O devrin umumî , sakallı bir baş taşımaktadır. Ispanyol fran­ teamüllerime göre, kendi adlarına sikkeler bas­ siscain rahibinin eserinde de yine Antalya *ya tıran, kitâbelerinde müstakil hükümdar tara mah­ ( Teke-oğullarıaa) âit iki bayrak vardır ki, sus dantanah lâkaplar kullanan bu küçük bey­ beya2 zemin üzerinde zikzaklı koyuca çizgileri liklerin, yavaş yavaş kendilerine mahsus bay­ ve bir mühr~i Süleyman şeklini muhtevidir. raklar kullanmış olmaları da pek rtabiîdir. Me- Türkiye 'ye, yâni Anadolu’ya âit dört bay­ selâ, Aydın-oğuHarından G azi Umur Bey ’in ge- rak var ki, zeminlerinin yarısı sarı, yansı be­ ' misinde ;yeşib; sancak bulunduğunu Düsiur-nâ- yaz olup, üzerlerinde kırmızı renkte muhtelif ;me-i Enverî ’den öğreniyoruz ki, bu renk belki şekiller vardır. Bu bayrakların kimlere âit ol­ de . kuvvetli bir cihad ( din harbi) ruhu ile duğu tasrih edilmiyor. Bazıları haç ve bir ta­ mücehhezbulunan Anadolu gazilerinin tercih nesi de kılıç şeklinde olan bu işaretler, bu ettikleri bir renktir. Mamafih bu rengin Umur bayraklar hakkında kat’î bir şey söylemeğe im­ Bey ’e âit olması ve donanmasında başka renk­ kân bırakmıyor. Yalnız, Teke oğulları bayrağı



BAYRAK. üzerindeki mühr-i Süleyman her iki İspanyol eserinde de müşterektir. Bu şekillere daha eski İslâm ve türk bayraklarında tesadüf olunma­ ması, bu hususta şüpheler uyandırmakta ise de, sonraki devirlerde sâhil memleketlerine ait bay­ rakların üzerinde insan kafası veya sâır motif­ lere tesadüf edilmesi ve bilhassa bu devirlere âit tarihî vesikaların azlığı, şimdilik kat'î bir hüküm vermeği zorlaştırıyor. D e h l i t ü r k s u l t a n l ı ğ ı n d a , İptida Çor­ lular devletine tâbi bir eyalet iken, Kutb alDin Aybek [ b, bk.j *ten başlayarak müstakil bir devlet mâhiyetini alan ve bu büyük fütuhat ile muazzam bir imparatorluk şeklinde inkişaf eden Dehli türk sultanlığı, şâir müesseseleri gibi hâkimiyet senboilerini de İptida Gorlulardan almıştı. Ancak son büyük Selçuk imparatoru Sancar ’e mensup olduklarını iddia eden, hattâ Çeter kullanmağı da onlardan alan gorlulartn, Gazneli ve Selçuklu müesseselerini iktibas ve taklit ettikleri unutulmamalıdır. Aybek 'ten baş­ layarak Halachlar ve Tugîuklar [ b. b k j gibi muhtelif türk sülâleleri tarafından devam etti­ rilen Dehli sultanlığında, türk an'anelerınin kuv­ vetli tesirleri de göze çarpar. Gorlularm Mu'izz al-Dİn Muhammed b. Sam zamanındaki bayrak­ ları Hakkında Tabaîfâi~i Naşiri müellifinin ver­ diği malûmata göre, bunların bayrakları siyah ve lâ*l ( parlak a l ) renginde id î; ordunun sağ kolunu teşkil eden gor emirleri siyah, sol ko­ lunu teşkil eden türk emirleri ise lâ’I bayrak­ lar kullanıyorlardı. Bu an'anenin Aybek ile baş­ layan Memlûk sultanları zamanında da devam ettiği İltutmuş ve Naşir al-Din Mahmüd devir­ lerine âit kayıtlardan anlaşılıyor. Tugîuklar dev­ rinde de bunun değişmediği, Husrev-i Dehlevî { b, bk.] ’nin Tağlük-nâme 'sinde göze çarpmak­ tadır. Buna göre, bunlardan evvelki Halachlar zamanında da aynı renkte bayrakların muhafaza edildiğine hükmolunabilir. Tugîuklar zamanında, belki de daha evvel, hükümdara mahsus san­ caklara ayrıca tavus tüyleri takılıyordu; harp esnasında düşmanların hükümdar bayrağını baş­ kalarından ayıramamaları için, bütün büyük emirlerin de bayraklarına tavus tüyleri konul­ ması emredildi. Sancaklar üzerinde, sair türk devletlerinde olduğu gibi bir takım resimler, şekiller mevcut olduğunu, hattâ Firüz Şah za­ manında kısa bir müddet bu resimlerin bay­ raklardan kaldırıldığını biliyoruz; lâkin bun­ ların nelerden ibaret olduğuna dâir sarih ka­ yıtlara tesadüf edemedik. Bunların çetrlerinde de lâ’i ve siyah renkler kullanılıyordu. Mama­ fih, rütbe ve memuriyet derecelerine göre kır­ mızı, yeşil, beyaz renkli çetrler de bulunduğuna bakılırsa, bu renkte bayrakların da kullanıldığı tahmin olunabilir, Lâ'İ ve siyah renklerden han­



gisinin asıl hükümdarlara mahsus olduğunu kat’î surette söyleyemeyiz; yalnız, Gorlularm iptida siyah çetr kullandıklarını bildiğimiz gibi, Tugluklar zamanında da hükümdar çetrinin siyah olduğunu Husrev-i Dehlevî tasrih etmektedir. Bu rengin tercihinde, Selçuk ananelerinin tesiri kabul olunabilir, Çetrlerin renginden, hüküm­ darlara mahsus bayrakların da siyah olduğu istidlal olunabilir. Franciscaİn rahibin kitabın­ da, ortasında amûdî sarı bir çizgi bulunan be­ yaz bir bayrak Dehli sultanlığının bayrağı ola­ rak gösteriliyor ki, buradaki san rengin bun­ lar ile Memiûkler ile münasebetlerinin bir eseri olması hatıra gelebilir ; lâkin, tarihî kaynaklar İle hiç tetabuk etmeyen bu bayrak hakkında şüpheli davranmak daha doğrudur. M o ğ u l d e v l e t l e r i n d e . Cengiz Han imparatorluğunun beşiği olan Moğolistan 'da, II. asır esnasında kısmen eski türk-moğul ve kıs­ men de çin medeniyeti tesiri altında yaşayan muhtelif türk ve moğul siyasî teşekküllerinde, eski türklerde olduğu gibi, yak kuyruğundan yapılmış bayrak (tu ğ ) kullanmak âdeti vardı; paganizm telâkkilerine göre, bu bayrakta ko­ rucuyu ruh ( moğuîca sülde ) bulunurdu. Bu ke­ limenin moğul dilinde hem tuğ ve bayrak, hem koruyucu ruh, hem de saadet ve refah gibi mânalara gelmesi bunu daha iyi anlatır. Bunlar arasında tuğun çıkması, harp alâmeti idi ( son­ radan İlhanlıIarda, Mısır Memlûklerinde, O s­ manlIlarda olduğu g ib i). Cengiz devri için en mühim kaynaklardan biri olan Yuan-cao pi-şe 'ye göre, Cengiz Han ’ın sancağı, yâni tuğu, »dokuz kuyruklu ( yâni perçemli } beyaz tuğ" ( moğulcası s yesun köl-ta Çağa'an t u k ) îdi. Ordunun koruyucusu olan ruhu taşıyan bu mu­ kaddes alâmet meydana çıkınca, iptıdâ o ruha kurban kesilirdi. Bu kuyrukların dokuz tane olması, türk ve moğullarca dokuz adedine kudsiyet isnat olunmasından ileri gelir ki, türk ve moğuüarda, daha evvelki ve daha sonraki za­ manlarda, bu telâkkinin izlerine dâima tesadüf olunur. Eski İran ve Çin minyatürlerine göre, bu kıldan kuyruklar birbiri altına sıralanırdı. HaraDavan adlı muasır bir kalmuk müellifinin 1929 ’da Belgrad ’da rusça olarak neşrettiği Cengiz Han ve muaktplarma dâir eserde tasvir edilen Cengiz bayrağı (s. 15 ), bir az hayalî bir mâ­ hiyettedir. Çinli Mong-Hong ’un bahsettiği do­ kuz kuyruklu ve beyaz zemin üzerinde bir si­ yah hilâl şekli bulunan sancağın Cengiz *e de­ ğil, Mukali ’ye âit olduğunu söyleyen P. Peliiot, bu hilâl şeklinin Cengiz bayrağı Üzerinde bu­ lunuşundan şüphe ekmekte ve bunun Mukali'ye âit hususî bir alâmet olması ihtimâlini ileri sürmektedir. Hâlbuki Çin moğullarmm müessisi Kubılay ’ın resmî bayrağı üzerinde güneş ve ay



BAYRAK. Şekillerinin bulunması, sonra, aşağıda görece­ ğimiz gibi, hilâl alâmetine sair moğul şubele­ rine âit bayraklarda da tesadüf edilmesi, payze [ b. b k .]’ler üzerinde bu şekle rastlanması, bu­ nun Mukali 'ye âit husus? bir alâmet olarak te­ lâkkisine imkân bırakmamaktadır. Hakikaten, Altın-Ordu İmparatorluğunun payitahtı olan Sa­ ray şehrinde hükümdarın ikametgâhı üzerinde bir altın hilâl bulunduğu İslâm kaynaklarında tasrih edildiği gibi, bunların bayrakları hakkındaki malûmatımız da bunu te’yit ediyor i francisea'm rahibinin kitabında, Saray şehri üze­ rinde gösterilen Altm-Ordu bayrağı, beyaz ze­ min üzerinde bir kırmızı hilâl ile yine bir kır­ mızı damga taşımaktadır. Yukarıda bahsedilen İspanyol haritasında da aynı bayrağın mevcut olması ve X V. asır Avrupa poriuîan barında bu bayrağın yine aynı şekilde gösterilmesi, ay­ rıca Kıpçak sikkelerinde de hilâl ve damgaya tesadüf edilmesi, beyaz rengin ve hilâl şeklînin bütün moğul devletlerindeki ehemmiyetini ve müşterek mâhiyetini gösterebilir. Damgaya ge­ lince, bu, Cucİ çocuklarına âit hususî bir alâmet olarak kabûl olunabilir ki, Kırım hanlarının son­ radan asırlarca kullandıkları t a r a k - d a m g a n i n esası budur. Altm-Ordu hanlarının yük­ sek hâkimiyetini tanıyan Orda hanlarının bay­ raklarında, metbû hükümdarların isim ve belki de alâmetlerinin bulunduğunu Raşid al-Din zikr­ eder, Moğul tarihine âit bâzı farsça eserlerin minyatürlü nüshalarında, mâvi zemin üzerinde Kurt resmi bulunan bir moğul bayrağına ve bu­ günkü flamalar şeklinde ve daha başka şekil­ lerde bayraklara tesadüf olunuyorsa da, bunla­ rın hakikate uygun olup olmadıklarını anlamak için tarihî kaynaklar ile ciddî mukayeselere ih­ tiyaç vardır. İihanlılar devrinde kullanılan bay­ raklar hakkında muhtelif tarihî ve edebî kay­ nakların verdiği malûmat, bunların da, şâir mo­ ğul devletleri gibi Cengiz an'anesini takip ede:rek, hükümdara mahsus sancak ( tuğ-i büzürk = büyük tu ğ) ’larda beyaz rengi kullandıklarım gösteriyor. Hükümdardan başka, hânedana men­ sup prensler, askerî kumandanlar da ayrı ayrı şahsî bayraklar kullanıyorlardı; meselâ, Hâfiz Abrü ’daki bir kayda göre eraîr Abmed Halac ’ın bayrağı kırmızı îd i; bâzan vezirlere, yânı mülkî-mâlî teşkilâtın başındaki yüksek me­ murlara da bayrak ve askerî muzika ( moğulca tuk ve körge) verildiğini görüyoruz. Hüküm­ darın şahsî sancağı ile diğer saltanat sancak­ larından başka, orduda sarı, kırmızı ve şâir renklerde türlü bayraklar kullanılıyordu. Bun­ ların üzerlerinde ejderha, arsian, karakuş ve güneş-arslan (şir-ü hurşid) gibi türlü türlü re­ simler bulunmakta idi. Bayraklar üzerinde hu­ susî damgaların da kullanılmış olması pek muh­



4*3



temeldir. İihanlılar bu suretle bir taraftan eski türk-moğul an’anelerinm, diğer taraftan Gazneliler ve Selçuklular devrinden beri Iran ’da hâ­ kim olan yerli an’aneferin tesirinde kalmış idi­ ler; İdarî ve mâlî müesseselerde olduğu gibi, hukukî senbolîer ve alâmetler hususunda da Selçuk medeniyeti tesirinin bu devamı pek tabiî idî. Bâzı moğul emirleri Abü Sa'İd Babâdur Han *a isyan ettikleri zaman, hükümdar kendi­ lerini affettiği takdirde sulh alâmeti olmak üze­ re ordusunda beyaz bayraklar çektirmesini is­ temişlerdir ; her zamanki harplerde orduda tür­ lü renklerde bayraklar kullanıldığına bu da kat’î bir delildir. Bayrakların tepelerinde mâdenden bir hilâl ( mahçe-i ‘alam) bulunurdu. XIV. asır­ da franciscain rahibinin kitabında Iran bayrağı olarak sarı zemin ortasında dört köşe bir kırmı­ zı damga bulunan birbayrak resmi vardır ki, bunun İlhanlIlara âit olması icap eder; ortada ki şekli, moğullarm a l d a m g a (bk. D A M G A ) ’sı olarak kabûl etsek bile, tarihî kaynaklarda Iran moğuliarımn hükümdar alâmeti olarak san bayrak kullandıklarına dâir hiç bir işaret yok­ tu r; mamafih bunun o devirde kullanılan bay­ raklardan biri olması imkânsız değildir. X V , asır başında yazılmış farsça bir moğul Şahnâme ’si nüshasındaki bîr minyatürde, ortasında güneş-arslan resmi bulunan bîr bayrak resmi mevcuttur ki, bunun, bâzı sikkeleri üzerinde de aym motifi kullanmış olan İlhanhlara âit olduğu muhakkaktır (bk. A R S L A N ) . İlhanhlara tâbi yarı müstakil mahallî hanedanların da hu­ susî bayrakları olduğu bilinmekle beraber — meselâ încu hanedanının bayrağı olduğu Şiraznâme ’de tasrih olunmaktadır — bunların renk­ leri ve şâir hususiyetleri hakkında izahata henüz tesadüf edemedik. Yalnız, Cengiz hanedanın­ dan prensler yahut Cengizîilere mensup büyük imparatorlar tarafından teşkil edilen bir takım devletlerde, hükümdar bayraklarında beya2 ren­ gin kullanıldığım söyleyelim. Celâyİrliîerin be­ yaz bayrak kullandıkları kolaylıkla tahmin edi­ lebileceği gibi, muasır kaynakların ifâdelerine göre, Özbek hanı ‘Ubyd Han ’m da beyaz bay­ rağı olduğunu biliyoruz. T i m u r l u l a r d a . Kendisini Cengiz impa­ ratorluğunun meşhur vârisi sayan Timur, şâir hâkimiyet alâmetleri gibi, bayrak hususun­ da da moğul an’anesini takip etti. Onun, hü­ kümdara mahsus beyaz sancak ( t u ğ ) ’mdan başka, ordusunda türlü renklerde ve bilhassa sarı, kırmızı, mor, beyaz bayraklar kullanıldiğı tarihî kaynaklardan anlaşılıyor. Şehzadelerin, büyük emîrlerin, askerî k ıt’alann ayrı ayn bay­ rakları vardı. Timur 'un torunu Mehmed Mirza, Anadolu seferinde, maiyetindeki kıt'alarm her j birini ayrı renklerde elbise ve bayraklar ile



4*4



BAYRAK.



tec&iz etmişti. Tepelerinde madenî hilâller bu­ lunan bu bayrakların üzerinde, îlhanlı bayrak­ larında olduğu gibi, türlü türlü şekiller bulun­ duğu bu devre ait minyatürlerden ve tarihî kaynaklardan anlaşılıyor. Bunlardan başka, bay­ rakların üzerine bir takım damgaların işlenmiş olması da kuvvetli bir İhtimâldir. Çünkü, o devir kaynaklarına göre, büyük emirlerden her birinin hususî damgalan olduğu gibi, bizzat Tim ur’un da, şahsına (veya ailesine) mahsus damgası 'vardı. Bu damga, müselles şeklinde istif edilmiş üç küçük yuvarlaktan ibaretti ki, buna, Timur ’un Fransa kıralı Charles V!. ’a gönderdiği meşhur mektupta tesadüf olunmak­ tadır. Timur tarafından yaptırılmış bâzı bina­ larda güneş ve arslan motifi ile beraber kul­ lanıldığı Ksstilya kiralının elçisi Clavijo 'nun ifâdesinden anlaşılan bu üç yuvarlak, Timur ’un asıl damgasıdır; bazılarının, bu astrolojik gü­ neş ve arslan motifini Tim ur’un arması gibi kabul etmek istemeleri tamamiyle yanlıştır. Altm -O rdu‘da ve daha sonra Kırım hanlığında bayraklar üzerine damga konulduğu, hattâ yine Kırım ’da Şirin ve Argun kabilelerine mensup mirzaların da bayraklarında kendi damgalarını kullandıkları mâlûm olduğu cihetle, Timur dev­ ri bayraklarında da bu gibi damgaların mev­ cudiyeti tabiîdir. Timur ’un çocukları ve torun­ ları tarafından idare edilen muhtelif siyasî te­ şekküllerdeki bayrakların, renk ve şekil bakım­ larından, umumiyetle, Timur devrindekilerden farksız olduğu söylenebilir. Timur devrine âit en mühim kaynaklardan biri olan Zafar-name-i Yazdı ’ntn muğlâk ifâdelerini lâyıkiyle anlaya­ mayan v. Hammer ’in Timur devri bayrakları hakkında verdiği malûmatın ekseriyetle yanlış olduğunu da ilâve edelim. Hindistan *dakİ Timurlular devletinin büyük kurucusu Bâbur Şah *ın ordusunda — bütün Timurlularda olduğu gibi — s a r ı ve k ı r m ı z ı bayraklar kullanıldı­ ğını biliyorsak da, asıl hükümdar sancağının rengi hakkında bir hayda tesadüf edemedik. K a r a k o y u n l u l a r d a . Baranh aşiretine mensup bir sülâle tarafından kurulmuş olup, Celâyirliierin müesseselerini iktibas ve taklit et­ mekle beraber, aşîret an'anelerini saklamaktan da geri durmayan bu türkmen devletindeki bay­ raklar hakkında elde kâfi derecede vesika yok­ tur. Yalnız, bunların bayraklarında, Karakoyunlu aşiretler ittihadının bir alâmeti olarak k a ­ r a k o y u n resimleri bulunduğu rivayet edilir. Hükümdar bayrağının b e y a z zemin üzerine nakşedilmiş bir kara koyun resmini ve belki de hükümdarın ismini ve damgasını taşıdığı tah­ min edilen bu devlette, diğer türk devletleri gibi, muhtelif emirlerin, kabile reislerinin, üzer­ lerinde kendi damgalarını taşıyan türlü renkler­



de ve şekillerde bayraklar kullandıkları tabiî­ dir. Bunlardan başka, bir takım bayraklar üze­ rinde fetih ve zafer âyinlerinin, yahut bir takım resim ve şekillerin mevcudiyeti de tahmin olu­ nabilir, Yukarıda bahsedilen İspanyol haritasın­ da Bagdad şehri üzerinde gösterilen a l t ı n s a ­ r ı s ı zemin üzerinde dört köşeli k ı r m ı z ı d a m g a taşıyan bayrak, franciscaiıı rahibin k i­ tabında Iran (îlhanlı) bayrağı olarak gösterilen şekilden farksızdır ve belki de İspanyol hari­ tasına buradan kopye edilerek alınmıştır. Bu bakımdan bunun, Karakoyunlu bayrağı olama­ yacağı kendiliğinden anlaşılıyor. Bunların şi*î, hattâ bâtını temayüller besledikleri mâlûm ise de, muhitlerindeki kuvvetli Sünnîlik cereyanına karşı, bayraklarında veya sâîr hâkimiyet alâmet­ lerinde bunu İzhardan çekindikleri söylenebilir. A k k o y u n l u l a r d a . Oğuzların Bayındır boyuna mensup bir sülâle tarafından kurulmuş olan bu devlet, kısmen aşîret an’aneierim mu­ hafaza etmekle beraber, Celâyirliler ve Timurlular müesseselerîni İktibas ve taklit ettiği için, bu devir bayraklarında da aynı tesirlerin bulunması pek tabiîdir. Tarihî kaynaklar, Akkoyunlu hanedanına âit sancağın b e y a z renkli olduğunu tasrih ettikleri gibi, bunların, Akkoyunlu aşiretler ittihadının bir alâmeti olarak üzerinde a k k o y u n resmi bulunan bayraklar da kullandıklarını söylerler. Büyük emîrlerin maiyetlerindeki muhtelif askerî kıt'aların ayrı ayrı bayrakları olduğunu bildiğimiz gibi, hüküm­ darın ismi ile fetih ve zafer âyetlerini, yahut; Bayındır damgasını taşıyan türlü renklerde bay­ raklar da vardı. Üzerinde Haşan Bahadır ismi­ ni taşıyan ve hâlâ Topkapı müzesinde bulunan bayrak ( İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu beylikleri, Ankara, 1937, resim 45), sikkele­ rinde Bayındır damgasını kullanan bu munta­ zam teşkilâtlı devletin, aym damgayı bayrak­ ları Üzerinde de kullanması pek tabiîdir. Bu sülâleden bazılarının sikkelerinde tesadüf edi­ len g ü n e ş ve a r s l a n resminin, hukukî bîr alâmet değil, sâdece astrolojik bir motif olarak bâzı bayraklarda da kullanıldığı tahmin oluna­ bilir ( bk. ARSLAN ). İran ’daki muhtelif türk sü­ lâleleri zamanında bayraklar üzerinde kullanı­ lan şâir şekillerin bunlar zamanında da kulla­ nılmış olmasına ihtimâl verilebilir. I r a n t ü r k s ü l â l e l e r i n d e . Peygam­ ber neslinden geldiği, kendi devrinde değil fa­ kat sonradan, iddia edilen büyük mutasavvıf Şeyh Safi al-Din Ardabilİ ailesinden Şah İs­ mail tarafından kurulan Safevîler devleti [ b. bk.] zamanındaki bayraklar hakkında mâîûmatımız pek azdır. Şah İsmail zamanına âit ede­ bî eserlerde — msl. Kâsimi ’nin Şahnâme 'sin­ d e— onun y e ş i l bayraklarından bahsolunur ki,



feAYRAK, Peygamber sülâlesinden olduğunu iddia ve isna aşeriye şi’îl İğini resmî mezhep olarak ka­ bul eden bu türk hükümdarının bu rengi in­ tihap etmesi gayet tabiîdir. Çünkü o asırlar­ da y e ş i 1 renk, bütün yakın şarkta Peygamber ailesinin şiarı addediliyor ve bütün İslâm dün­ yasındaki seyyİd [ b. bk,] ’ler y e ş i l sarık ve cübbeleri ile diğer halktan ayrılıyorlardı. îlhanhîardan beri İran 'daki bütün türk devlet­ lerinde kullanılan t u ğ ( câlîş ) da safevîlerde, daha ilk zamanlardan beri, hâkimiyet alâmeti olarak, mevcuttu ( bk. T U Ğ ). Safevîler devrin­ de hükümdarın resmî bayrağından başka, türlü renklerde ve üzerlerinde türlü şekiller ve yazı­ lar bulunan bayraklar da mevcuttu. Meşhur sey­ yah Chardin, Safevîler devrinde, üzerinde Kur’an âyetleri veya şi’î mezhebine âit bâzı yazılar bulunan uzun ve ensiz bayraklardan bahset­ mekte ve bayraklar üzerindeki şekillerden yalnız A li ’nin iki uçlu z ü l f î k a r [ b. bk,] ’mı zikr­ etmektedir ( nşr. Langîİs, Paris, ı8u, V, 321}. 171$ ’te Fransa kıralı Louis XIV, nezdine se­ faretle gönderilen Mehmed Rıza Bey 'in sefaret alayında, üzerinde a r s l a n ve g ü n e ş resmi bulunan bir bayrağın onun başı üzerinde gö­ türüldüğünü o devre âit bîr tabloda görmek­ teyiz ( bk. ARSLAN ). İşte, Safevî bayrakları hakkmdaki bildiğimiz, şimdilik bundan ibarettir. XVIII. asırda A v ş a r l a r [ b. bk,] devrin­ de, sülâlenin büyük kurucusu Nâdir Şah'tan başlayarak ne renk ve şekillerde bayraklar kul­ lanıldığı, o devir kaynaklarından lâyıkıyle an­ laşılamıyor. Yalnız, Nâdir ’in ölümünde Meşhed ’de kendisini Şah ilân ederek namına sik­ ke bastıran yeğeni A li Şah tarafından gönderi­ len bir askerî kuvvet Kelat kalesini, bir tesa­ düf eseri olarak, zaptettiği zaman, kale burcu­ na b e y a z bayrak dikildiğini biliyoruz. Ken­ disini N âdir’in meşrû halefi addeden A li Şah ordusuna âit bu b e y a z b a y r a k l a , her hâl­ de: avşar sülâlesinin resmî bayrağı olduğu, yâni Nâdir Şah zamanında da bu renkte bayrak kullanıldığı, söylenebilir. Safevîlerin dinî siya­ setine tamamiyle muhalif bir siyaset takip eden Nâdir ’in, onların y e ş i 1 rengini bu suretle b e y a z ’a çevirmiş olması, belki de İlhanlılar devrinden Safevîlere kadar, Iran ’da bu rengin imparatorluk rengi olarak kullanılmasından do­ layıdır. Avşarlar devrinde kullanılan diğer bay­ raklar ve onların- üzerindeki şekiller hakkında şimdilik başka bir şey bilmiyoruz. Nâdir Şah 'm şahsına mahsus bayrakta isminin ve belki; de avşarlara mahsus damganın kullanılmış ol­ duğu da hatıra gelebilir. Yalnız, Safevî bay­ raklarında olduğu gibi, avşar bayraklarının te­ pelerinde de madenî hilâl şekilleri bulunduğu edebî eserlerden anlaşılıyor.



4* S



Kaçar kabilesine mensup A!ja Muhammed Hân tarafından kurulan K a ç a r l a r [ b . bk.] sülâlesi zamanında îran ’da türlü türlü bayraklar kulla­ nılmışsa da, Malcolm ve Dübeux*mn verdikleri malumata göre, Feth A li Şah zamanından baş­ layarak, bayraklar üzerinde bilhassa z 51 f i k a r, a r s l a n ve g ü n e ş şekillerinin resmî bîr alamet olarak kullanıldığını ve Naşr al-Din Şah zamanında ise, zülfikarm arslanm eline verilmesi suretiyle bu timsâlin kat’î bir şekil aldığım biliyoruz. Safevîlerin şı’îlik siyasetini kuvvetle tâkîp eden kaçarlar, bu suretle, Sa­ fevîler devri an’anelerini, her şeyde olduğu gi­ bi, bayraklarda da tekrar canlandırmak mı is­ tiyorlardı ? Bu hususta kat’î bir şey söylene­ mezse de, gerek z ü l f i k a r t n , gerek a r s l a n ve g ü n e ş i n Safevîler devrinde — hiç olmazsa son zamanlarda — bayraklar üzerinde kullanıldı­ ğı düşünülürse, buna hükmolunabilir. Kaçarların, Osmanlı imparatorluğundaki İslâhat hareketle­ rini taklit ederek, vueuda getirdikleri yeni usûl askerî kıt'alara da şîr ve hurşitli bayraklar verdiklerini biliyoruz ( bk. ARSLAN }. XIX. asır başlarına âit bir bayrak albümünde, İran bay­ rağı olarak gösterilen s a r ı zemin üzerine mü­ selles şeklinde konulmuş üç h i l â l d e n mürek­ kep bayrak, kaçarlar devrinde — belki de şİr ve hurşitli bayraklardan evvel — kullanılmış bir bayrak olmalıdır. Vice-amiral Willaumez ’nîn Dictionaire de Marine ( Paris, 1820) adlı ese rinde îran bayrağı olarak yine ay m şekle te­ sadüf olunmaktadır; XX. asrın ilk yıllarında, yâni kaçarların son devirlerinde de şahların hususî bayrakları budur. ö y le görünüyor ki, şir ve hurşitli bayrak İran devletinin resmî bay­ rağı olarak umumî surette kullanıldıktan sonra, şahlar, hususî bayrak olarak bu üç h i l a l l i sarı bayrağı kullanmışlardır. O s m a n l ı i m p a r a t o r l u ğ u n d a . Türklerin orta çağda kurdukları en ehemmiyetli ve en devamlı siyasî teşekkül olan Osmanlı impa­ ratorluğunun bayrakları hakkında, diğer türk devîetlerininkiîer ile kıyas edilemiyecek kadar çok ve etraflı malûmata mâlikiz. XIV. asır hak­ kı ndaki kaynakların azlığı ve kifayetsizliği ma­ lûm olmakla beraber,' XV. asrın, bilhassa son yarısından başlayarak, bir yığın tarihî ve edebî kaynaklara, haritalara, resmî vesikalara, min­ yatürlere, hattâ türk ve Avrupa müzelerinde muhafaza edilen osmanlı kayraklarına mâlik bu­ lunuyoruz. İmparatorluğun garp ile sıkı ve dâi­ mi münasebetleri dolayısıyla, XVI.— XIX. asır­ lara âit garp sefaretnâme ve seyahatnamelerin­ de verilen malûmat ile, bir vesîka kıymetinde olan bir takım tablo ve gravürlerden de bu hususta tamamlayıcı malûmat edinmek kabildir. İşte bundan dolayı, Marsigli, D’Ohsson, voa



416



BAYRAK.



Hammer gibi X V n i.— XIX. asırlara mensûp müellifler, OsmanlI imparatorhığuna âit eser­ lerinde, osmanlı bayrakları bakkmda ayrıca ma­ lûmat vermiş oldukları gibi, İslam Armalarına dâir mühim araştırmalarda bulunan mısırlı. Ya­ kub Artın: Paşa ‘dan başlayarak, şu sön yıllara kadar, osmanlı bayrağının rengi, üzerindeki alâ­ metler, muhtelif devirlere âit bayraklar hak­ kında, bir takım makaleler ve monografi mâhi­ yetinde eserler yazılmıştır (bk.'bibliyografya). Osmahlılardan evvelki' İslâm ye turk bayrak­ lan hakkında hemen -hiç bir esaslı bilgiye da­ yanmadan ve bayrak meselesinin diğer hâki­ miyet senbolleri ve bununla* alâkalı bir. .çok şeylerle ( renklerin şenbolizmî, bayraklar üze­ rinde kullanılan muhtelif motiflerin mâhiyeti ve raenşe’leri, v.s.) münasebeti hatıra getiril­ meden, tamamiyle tenkitsiz bir tarzda yazılan bu eserler, bir çok-yanlış izahlar ye hükümler ile doludur. Bilhassa XVI, asırdan evvelki oşmanlı bayrakları bakkmda pek az ye kifayet­ siz mâlzemeye dayanıidığı gibi, bundan sonra­ ki devirlere âit kaynaklardan da pek az isti­ fâde edilmiştir, İşte bu sebeple, bütün bu neş­ riyattan ancak ihtiva ettikleri malzeme bakı­ mından istifâde olunabileceği unutulmamalıdır. Biz bu küçük hulâsada, osmanlı bayrakları me­ selesini, hiç tafsilâta girişmeden en umumî çiz­ gileri ile anlatmağa çalışacağız. ilk osmanlı padişahlarının bayrakları hakkın­ da sonraki osmanlı tarihlerinin verdikleri mâlûmata göre, Konya’daki-Selçuk hükümdarının Osman Gazi ’ye gönderdiği hâkimiyet alâmetleri arasındaki'bayrak, beyaz renkte idi. Âşık Paşa-' zade ve Neşrî ’de bu bayrağın rengi hakkında bir., sarahat yoksa da, Oruç Bey bu sancağın »Peygambere mahsus .sancak" olduğunu söyler. Biz bu rivâyetin esas itibariyle asılsız olduğu. na' ve' sonradan uydurulduğuna kaniyiz. Bu ri­ vayetin doğruluğu farz olunsa bile, bunun Pey­ gambere âit sancak değil, Ilhanhlara âit b e y a z b a y r a k olacağı pek tabiîdir. Mamafih XV. asırda osmanlılarm k ı r m ı z ı bayraklar kul­ landıkları, Â şık Paşa» zâde’nin, Alaşehir’de do­ kunan bir nevî kizıl kumaştan bayrak ve hil’at yapıldığı hakkmdaki kaydından anlaşılıyor. Fa­ tih muasırı Tursun Bey [ b. b k .}’iü ifâdelerinden, bu devirde oşmanh donanmasında ve.azep k i f a ­ larında k ı r m ı z ı , yeniçeri ktfalarm da b e y a z bayraklar kullanıldığı istidlal olunur. Her hâlde, muhtelif kaynakların ifâdelerinden pek iyi an­ laşılıyor ki, osmanhlar, daha XIV, asırdan baş­ layarak, şâir İslâm ve türk -devletlerinde oldu­ ğu gibi, turlu "türlü bayraklar kullanmışlardır XV. asırda, hükümdara mahsus, sancaklardan başka, muhtelif kapı kulu . ocaklarına, büyük devlet ricaline, beylerbeyi ve sancak beylerine,



donanma kumandanına.ve reislerine, azep ocak­ larına, ticaret gemilerine mahsus türlü renklerde bayraklar vardı ve''bayrakların üzerinde muh­ telif şekiller ve yazılar, bulunurdu; :Yeniçeri oca­ ğının muhtelif ortalarının kendilerine mahsus ni­ şanları (çapa, anahtar, balık,■ v.ş.).yardı ki, kış­ laların kapılarına, ortaların bayraklarına bu alâ­ metler nâkşedilirdi t bunlara mensup olanlar, kol­ larına, ve baldırlarına bualâm etrm ürekkep ve­ ya barutla dövdürürlerdi. Marsİgli ’d p ( ve On­ dan naklen Cevad Paşâ ’nin Tarih-iaskerî-i Osm'anî ’sinde) bu nişanlara' tesadüf edilirse de, b.u alâmetlerin, iptida ne zaman kullanıldığı ma­ lûm değildir. Sonraları, topçu, lağamcı, kumba­ racı ocakları, gibi askerî sınıflar m bayrakların­ da, t o p , k u m b a r a gibi kendilerine mahsus hususî alâmetler bulündûğunü görüyoruz. Celâlî eşkıyasının, türlü renklerde, üzerlerinde türlü şekiller ile beraber zorba başılarıu isimleri de yazılı yüzlerce bayrak kullandıklarını Naimâ kaydeder.. Yeniçeri•ocağının h e y a z ‘ b a y r a k taşımasını, ocağın piri ve hâmisi Hacı Bektaş Veli [b. bk.J’nin şi’îlik temayüllerine isnat eden Yakub A rtın ’in bu mülâhazası,, hiç bîr suretle kabul ‘ edilem ez; bu renk, doğrudan doğruya Cengiz imparatorluklarının ıre'şmî rengidir ki, Anadolu ’daki moğul hâkini!yetinin. tesiri ile, osm.anlılar tarafından kabul olunmuştur. X V .— XVI. asırlarda yeniçerilere a k b a y r a k , sipah bölüğüne k ı r m ı z ı b a y r a k ' , siîâhdar bölüğüne s a r ı b a y r a k , .orta- ye aşağı bö­ lüklere a l a c a b a y r'a k . adlar i verilmesi, bun­ ların taşıdıkları bayrakların, renginden - dolayı­ dır ki, bu âdetin eski türk 1erin; askeri, mâhiyet­ teki kabile teşkilâtında da !mevcut olduğunu yukarıda söylemiştik. Dtiğrudan doğruya devşir­ me [ b.'bfc.] ’ierden teşkil edilen bu- şipah bölük­ lerini tİmarli sipahisi ile karıştıran Feyzi Kurtoğlu*nun, bunların k ı r ta ı z ı bayrak taşımala­ rını türk halk an’anelerine istinat etmek isteme­ si, tamamiyle yanlıştır. Yakub A rtın ’in, eskiden s i y a h rengi millî olarak kabul-eden türklerin, Bizans hudutlarına yaklaştıkça, k ı r m ı z ı ve s a r ı renkleri hükümdarlara mahsus renk ola­ rak kabul etmelerini, Bizans tesirine'atfetmek istemesi, tü rk ;ye-islâmiardakİ;.renkler.1ve bay­ raklar •hakkmdaki 'bilgisizliğinden-ileri -gelmek­ tedir: s i y a h rengin umumiyetle Selçukluların ve Anadolu Selçuklularının resmî, renkleri oldu­ ğunu yukarıda söylediğimiz gibi, ş a r .1. rengin de Memlûk imparatorluğunun' rengi olduğunu (osmanlılara Memlûklar den. geçtiği pek sarih olan bu san rengin menşe’ini Dr. Rıza Nur -un Çin­ ’de araması doğru değildir );. k :ir - m ı^ ı ren­ gin ise muhtelif türk kabilelerinde ye ;K.arahaniılarda kullanıldığın bilhassa göstermiştik. Bü­ tün bu renklere daha osmanhlar d an evvelisi türk



I . B aysungurun annesi Gevherşâd H atu n u n M eşh ed’ deki câmii,



Baysungur un bu camideki yazılarından biri,



BAYRAK. devletlerinin bayraklarında tesadüf edildiğini düşünürsek, Bizans yahut Çin tesiri iddiaları­ nın manasızlığı daha iyi anlaşılır. Doğrudan doğruya padişaha mahsus bayrak, Fatih devrinde a k s a n c a k idi ki, Bayezid II., Selim I. ve Kanunî Süleyman devirlerinde de bunun değişmediğini muhtelif kaynaklardan öğ­ reniyoruz ; Dr. Rıza Nur 'un bunu Kanunî dev­ rinde başlamış bir an'ane telâkki etmesi tamamİyle yanlıştır. Daha evvelki devirler hakkında bu hususta kat’î ve sarih vesikalar henüz malum değilse de, llhanhlar devrinden beri Anadolu 'da imparatorluk rengi olarak kullanılan a k s a n ­ c a ğ ı n , Fatih'ten evvelki osmanh padişahla­ rı tarafından da — hiç olmazsa Yıldırım Baye­ zid' den beri — kullanıldığı tahmin olunabilir. Osman Gazi 'ye b e y a z s a n c a k gönderildiği hakkmdaki rivayet de, tarihî bakımdan mevsûk olmamakla beraber, b e y a z s a n c a ğ ı n eskili­ ğini gösteren bir an'ane olarak kabul edilebilir. Daha sonraki asırlarda, esasen Peygambere âit olup, sonradan osmanh padişablarmageçtiği id­ dia olunan s a n c a k - 1 ş e r i f [b. bk.], yânı mukaddes dinî bayrak, büyük bîr ehemmiyet kazanmıştı. Yeniçerilerin a k bayrağı ile sü­ vari ocaklarının a l a c a , k ı z ı l ve s a r ı bay­ rakları, Kanunî Süleyman ’m ilk zamanlarında da devam ediyordu. Müverrih A lî 'nin ifâdesi, imparatorluğun XVI. asırdaki azametli inkişafı neticesinde, Kanunî ’nin o zamana kadar d Ör t renkte olan bu bayrakları altıya çıkardığını an­ latıyor. Doğrudan doğruya hükümdarın hassa kuvvetini teşkil eden bu kapı kulu ocaklarının taşıdıkları bayraklar, umumiyetle, saltanat san­ cakları sayılırdı. Kanunî devrinde ilâve edilen bu bayrakların y e ş i l , s i y a h renklerde ol­ duğu söylenebilir. Gerçi bu iki rengin, daha evvel — yeşilin dâima, siyahın ara-sıra — kul­ lanıldığını pek iyi biliyorsak da, Kanunî dev­ rinde kapı kulu ocaklarında bu renk bayrakla­ rın da kullanılması usûl ittihaz edilmiş olsa ge­ rektir. Şâir Taşhcah Yahya Bey 'in Kanunî 'nin a k , a l a c a , k ı z ı l ve y e ş i l bayrakların­ dan bahsetmesi, yine aynı şâirin hükümdarın a k sancağım zikreylemesı de, bu mütalâaları­ mızı kuvvetlendirir. Macaristan seferine çıkan orduya kumandan tâyin edilen sadrâzam İbra­ him Paşa 'ya b e y a z , y e ş i l ve s a r ı renk­ lerde üç sancakla, iki k ı r m ı z ı ve iki tane de a l a e a bayrak verildiği hakkmdaki kayıtlar, bunların, hükümdarın hassa kuvvetine mahsus sancaklar olduğunu anlatıyor. Natâ'ic al-vukaat 'ta vezirler île beylerbeyilerin, saltanat rengi olan a k sancaklar taşıdıkları hakkmdaki ifâ­ desi, her hâlde tashihe mnbtactır. Çünkü beylerbeyüerin ve sancak beylerinin k ı r m ı z ı sancak taşıdıkları, XVI, asır şâirlerinden Ha­ lasa Ansiklopedi*i



4*f



yâlî, Sûzî, Çamçak Mehmed Çelebi ’nin şiirle­ rinden, kat’î olarak anlaşılıyor. Hükümdarların a k sancaktan başka, bilhassa k ı z ı l sancak da kullandıkları, Mısır ’ı fethettiği zhmâa Se­ lim I. ’in otağının Önünde a k ve k ı z ı l iki sancak dikilmesinden anlaşılıyor. Bunu zikreden Mısır müellifi îbn îyâs, bu b e y a z sancağın, harbe nihayet verildiğine alâmet olduğunu söy­ lüyorsa da, hakikatte bu asıl hükümdar sanca­ ğıd ır; k ı z ı l sancağa gelince, bil da h erh al­ de hükümdara mahsus diğer bir sancaktı. Ni­ tekim Çaldıran meydan muharebesinde de Se­ lim I. ’ih biri k ı z ı ! ve biri b e y a z iki sal­ tanat sancağı bulunması, İbn lyas 'ın izahında­ k i yanlışlığı kat’î surette göstermektedir. Yine aynı tarihçi, Bayezid II. 'in torunu Kasım Bey 'in „rum hükümdarlarının, yâni osmanh sultan­ larının âdeti üzre" y e ş i l ve kırmızı renkli ipek sancağı olduğunu da yazmaktadır. Ahmed Timur Paşa bunu » k ı r m ı z ı zemin üzerinde y e ş i l bhr d â ir e " bulunan bir bayrak telâkki etmekte İse de, bu izah tarzını te’yit edecek hiç bir delil yoktnr. Osman ve Orhan devirle­ rinde saltanat bayrağı olan a k sancağın, Or­ han veya Murad I. zamanında y e ş i l e ve Meh­ med I. tarafından da k ı r m ı z ı y a tebdil edi­ lerek ortaya bir y e ş i l d â i r e konulduğu hakkmdaki bâzı rivayetlerin doğru olmadığı, XVI. asırda bile padişahların a k s a n c a k kullan­ malarından anlaşılıyor. Mamafih, daha XVI. as­ rın başlarında k ı r m ı z ı saltanat sancağının mevcudiyeti de muhakkaktır ki, bu, belki de Selim I.'den evvel de kullanılmıştır. Osmanlılarda y e ş i l renkli sancağın eskiden beri kullanıldığı söylenebilir. Aydm-oğlu Umur Bey *İq gemisine çekilen sancağın y e ş i l olma­ sı, dinî mâhiyette olan bu rengin, e i h a d ve g a z a mefhumunu ifâde ettiğini pek iyi gös­ terir. Çaldıran muharebesinde Bolu ve Kasta­ monu süvarilerinin y e ş i l sancaklar kullanma­ ları, Kanunî devrinde kapı kulu ocaklarında bu renk bayrakların mevcudiyeti bunu belirtir. Y eşil renkli sancaktarın g a z i l e r e mahsus ol­ duğunu ve bunun daha ziyâde denizciler tara­ fından kullanıldığım gösteren muhtelif deliller vardır: İstanbul muhasarasında, Fatih'in gemi­ sinde y e ş i l sancak bulunması, XVI. asrın bü­ yük denizcisi Barbaros 'un bayrağının, üzerinde z ü 1 f i k a r şekli ile fetih ve zafer âyetleri bu­ lunan, y e ş i l kumaştan olması, înebahtı (Lepant) muharebesinde Cezayir beylerbeyi Uluc A lî Paşa ’mn gemisinde üzerinde b e y a z bir pençe ile fetih ve zafer âyetleri nakşedilmiş y eş i 1 sancak bulunması, Piyale Paşa donanmasının İstanbul ’dan hareketini tasvir eden bir frenk seyyahının ifâdesine göre, kumandan bayrağı­ nın y e ş i l olması, Evliya Çelebi 'nin ifâdesî-



37



'418



Ö AYRAk.



ne göre, frenk korsanları ile daimî savaş hâ­ ğın üstünde S elim ’in t u ğ r a s ı bulunduğu an-? linde bulunan Cezayir gemilerinin XVII, asır­ laşıîıyor. Selim III., Mısır ’m fransızlardan geri da — belki de Umur ve Barbaros an’anelerini alınması münasebetiyle, Küçük Hüseyin Paşa *ya, devam ettirerek — y e ş i l sancak taşımaları,yi­ üzerinde bir s o r g u ç ve bir z ü l f i k a r ile, ne onun kaydettiği gibi Rumeli serhadlerindeki gâlibâ İskenderiye kalesini temsil eden, bir kalelerde yaşayan gazilerin o devrin an’anesine resim bulunan, bir k ı r m ı z ı sancak vermişti. göre çeteye — yâni akma, çapula — çıkarken y e ­ Yine bu devirlerden kalan bâzı albümlerden an­ ş i l bayrak kullanmaları yukarıdaki iddiamızı ıs­ laşıldığına göre, imparatorluğun muhte.lif tica­ kata kâfidir. Sonraları bayraklarda y e ş i l ren­ ret limanlarına ( İzm ir: Uç mavi ve iki beyaz gin çoğaldığını, bir az aşağıda donanma bayrak­ ufkî parça; G ir it: iki kırmızı ve bir beyaz larından bahsederken, göreceğimiz gibi, Selim I. ufkî parça; Ülgün: düz kırmızı ), İslâm tüccar zamanında başlayarak, orduda bu renk sancak­ gemilerine ( iki kırmızı ve bir yeşil ufkî parça), ların çoğaldığını görüyoruz: Topraklı süvarisi­ reaya tücear gemilerine ( iki kırmızı ve bir mânin bayrakları, yukarısı y e ş i l ve aşağısı k ı r ­ vi ufkî parça), Karadeniz tüccarlarına (mavi, m ı z ı renkte olmak üzere, iki renkli id i; dört- bayaz, kırmızı, sarı bir çok küçük müstatiUerbölük bayrakları b e y a z ve y e ş i l çizgili oldu­ den mürekkep), Akdenİ2 tüccar kalyonlarına ğu gibi, delil bayrağının da yukarısı y e ş i l idi. (alt-alia mavi, sarı, kırmızı üç ufkî parça), UnOsmanlı imparatorluğu ordusunda olduğu gi­ kapanı tüccarlarına ( üç köşeli, beyaz zemin üze­ bi, donanmasında da türlü renk ve şekillerde rinde, altı köşeli beş mavi yıldızla kırmızı ve türlü türlü bayraklar kullanılmıştır. XV. asırda mavi renkte bir yuvarlak, ucunda mavi ve kır­ bilhassa k ı r m ı z ı bayraklar kullanıldığı hâlde mızı iki ç iz g i), umumiyetle tüccar gemilerine ( Fatih ve Bayezid II. devirlerinde ), X VI. asır­ ( beş mavi, dört beyaz, iki kırmızı, bir sarı uf­ da kumandana mahsus bayrağın y e ş i l olduğunu kî dar parça) mahsus bayraklar kullanılıyordu. memleketin muhtelif mıntakalarına mensup der­ Cezayir beylerbeyinin muhtelif bayrakları var­ ya beylerinin de, b e y a z , k ı r m ı z ı , s a r ı , dı : üst köşesinde b e y a z renkte sarıklı bir in­ s a r ı - k ı r m ı z ı ufkî çizgili ( al a c a ) bayrak­ san başı bulunan k ı r m ı z ı bayraktan başka, lar kullandıkları malumdur. Bu sırada ticaret korsanlara mahsus olarak üzerinde bir kafa is­ gemilerinin b e y a z bayrak taşıdıkları bâzı ede­ keleti ile elinde kılıç çıplak bir kol bulunan bî kaynaklardan anlaşılıyor. XVIII, asırda da k ı r m ı z ı sancak vardı 5aynı alâmetleri taşıyan kaptan paşalara mahsus bayrak y e ş i l idi. Ge­ m â v î renkli bayrak tüccar gemilerine mahsus­ rek bu asırda, gerek daha sonraki asırda gemi tu ; kumandan forsları y e ş i l id i; beylerbeyilisancaklarında en ziyade k ı r m ı z ı ( a l ) renk ğe âit ticaret gemilerinin bayrağı b e y a z , y e ­ kullanılmakla beraber, y e ş i l bayraklar da çok­ ş i l , k ı r m ı z ı üç ufkî parçadan mürekkepti. tu ; bunların kimlere mahsus olduğu ( kaptan Tunus ve Cezayir tüccar gemileri ortası y e ş i l paşalara, kaptanalara, patronalara, riyâîeîere olmak üzere, iki m â v î iki k ı r m ı z ı beş ufkî v.s.) üzerlerindeki şekillerden ( zülfikar, üç yıl­ parçadan İbaretti, Trablus beylerbeyi ile İstan­ dız veya ok-yay, çıpa v.s.) anlaşılırdı. Mama­ bul limanına mahsus sancak, üç hilalli y e ş i l fih Mahmud I. devrinden sonra, donanmada en sancaktı. Tunus sancağı üç kırmızı ve iki b e ­ ziyade y e ş i l sancaklar kullanılmağa başlandı; y a z ufkî parçalı, tüccar gemileri bayrağı or­ kalyonların kıç sancakları y e ş i l olduğu gibi, tası y e ş i l ve altı üstü k ı r m ı z ı olarak üç amirallara mahsus forslar da y e ş i l zemin üze­ parçalı olarak gösterilmektedir. Görülüyor ki, rinde z ü l f i k a r ve h i l â l şekillerini İhtiva XVIII. asır sonlarında bayrak şekilleri ve renk­ ederdi. D’Ohsson, bu asır sonlarında, osmanh leri, oldukça muntazam bir usûle bağlanmıştı. Mahmud II. devrinde, Selim III. zamanındaki gi­ ticaret gemilerinin de y e ş i l sancak kullandık­ larını söyler. 1207 (1793) *de kaptan Küçük Hü­ bi, bayrak şekilleri hemen ayniyle devam etti. Ka­ seyin Paşa ’nın teşebbüsü ile gemi bayrakla­ lelere ve hükümet binalarına çekilen resmî san­ rında daha ziyade k ı r m ı z ı rengin kulla­ cağın, bu devirde, a y y ı l d ı z l ı a l s a n e a k nılmağa başlandığını ve yine o sıralarda Selim olduğu görülüyor. Lâkin, yeniçeri ocağının kal­ III. ’in ordu ve donanmaya âit muhtelif icraatı dırılması üzerine, bunlara âit hususî bayrakla­ arasında, bayraklar üzerindeki h i l â l şekline rın kullanılmasına son verildiği gibi, yeniçeri­ sekiz köşeli yıldız ilâve olunduğunu görüyoruz. ler arasında çok yayılmış olan bagrak kelimesi Hulâsa, bu devre âit muhtelif vesikalarda, bay­ de — yeniçeriliği ve bektaşiliği hatırlatacak yasak rak meselesinin de muayyen usûllere bağlandı­ başka bir takım kelimeler ile birlikte ğı, büyük gemilerin muhtelif direklerine çe­ edildi ve bunun yerine sancak kelimesinin kulla­ kilecek bayrakların, bayraklar üzerindeki şe­ nılması için her tarafa emirlar verildİ( Lutfi, Ta­ killerin tesbit edildiği, hükümdara mahsus ge­ rih, I, 240). Yeniçerilerin son zamanlarında, da­ miye (taht gemisi) çekilecek kırmızı sanca­ ha ziyade kırmızı renkte olan bu bayraktardan.



BAYRAK.



41$



üzerinde beyaz bir p e n ç e , bir z ü l f i k a r ve köşelerinde, osmanlı hakimiyetinin timsâli olmak bîr: d â i r e şekli bulunan çatal uçlu bir bayrak üzere, k ı r m ı z ı zemin üzerinde b e y a z üç yıl­ askerî müzede mevcuttur. Selim IH. devrinde dız bulunan s a r ı Eflâk bayrağı ile, mavi Buğ­ nizâm-ı Cedit k ıt’aları için ihdas edilen erta- dan bayrağında, birincisinde çifte kartal, İkinci­ sına s a r ı sırma ile bir h i l â l , yahut ortada­ sinde de bir öküz başı mevcuttur ki, bu iki mem­ ki hilâlden başka dört köşesine de h i l â l l e r leket bayraklarında bu şekillerin mevcudiyetin­ işlenmiş, k ı r m ı z ı veya f e s r e n g i bayrak­ den Evliya Çelebi de bahsetmektedir. Abdüllardan bâzıları, Topkapı müzesinde saklanmak­ meçi d m son devirlerinde sekiz köşeli yıldız, tadır, Mahmut II. tarafından teşkil edilen A s fi­ beş köşeliye tebdil edilmek suretiyle, bayra­ k i r - i ; m e n s û r e - i M u h a m m e d i y e 'ye ğımızdaki yıldız şekli de tesbit edilmiş oldu. mahsus olarak üzerinde kelime-i şehadet veya Abdüiaziz zamanında başlayarak, padişahlara fetih âyetleri bulunan s i y a h bayraklar yapıl­ mahsus bayrakların ortasındaki tuğraların be­ m ıştı; bunlarda siyah rengin tercihi, Peygam­ yaz renkte sekiz şu’alı beyzî bir güneş içine berin ‘iz£öö adlı meşhur s i y a h kayrağının alınması âdet oldu; sonradan bu bayrağın k ı r ­ rengini taklit maksadı ile olmuştur. İkinci meş­ m ı z ı rengi v i ş n e çürüğüne tebdil edilerek, rutiyetin ilânına kadar, orduda, üzerlerinde âyet­ bu saltanat sancağı saltanatın kaldırılmasına ka­ ler yazılı ve hükümdarların ortası tuğrah arma­ dar devam etti. Bu devirde y e ş i l rengin,hacı­ larım hâvî sırma saçaklı türlü türlü' alay san­ lara mahsus gemilerin bayraklarına tahsis olun­ cakları kullanılmış ve ondan sonra da' bu âdet- duğunu görüyoruz. Osmanlı imparatorluğunda, devam etm işti; bunların rengi hemen umumi­ daha XIV. asırdan başlayarak, tarikatlere mah­ yetle kırmızı idi. Abdülhamid II. zamanında sus ( daha ziyade s i y a h ve y e ş i l renklerde ) cuma namazı münasebeti ile yapılan selâmlık üzerlerinde âyetler ve pirlerin isimleri, bulunan resminde hilâfete mahsus bir bayrak kullanılır­ bayraklar kullanıldığı gibi { msî. Îshakîlerde dı. Bu, kırmızı atlas zemin üzerine etrafı beyaz olduğu g ib i; b. b k ,), esnaf teşekküllerinin de kılaptan ile işlenmiş dört köşe bir çerçiye içe­ ayrı ayrı bayrakları olduğunu biliyoruz. ■ : T ü r k i y e C u m h u r i y e t i n d e. r teşrin risinde bir tarafında innâ faiafıjıâ sûresi, diğer tarafta ise: güneş resmi bulunan sırma saçaklı II. 1922 ’de Türkiye Büyük Millet Meclisi: hükü­ ve: ucu hilalli bir sancaktı. meti tarafından saltanatın kaldırılarak ayrıca XIX. asrın ilk yarısında, üzerinde h i l â l vebir Hilâfet makamının ihdası üzerine, halifeye yıldız işareti bulunan k ı r m ı z ı (al ) sancağın, mahsus olmak üzere yeşil zemin ortasında: sekiz o zamanki garp devletlerinin resmî bayrakları şuah beyaz bir güneş içindeki k ı r m ı z ı ze­ gibij osmanlı imparatorluğunun resmî ve umumî minde b e y a z ay yıldızı ihtiva eden bir sancak timsâli> yâni millî bayrak olarak kullanıldığı kabûl edilerek, saltanata mahsus bayrak kaldı­ anlaşılıyor. Abdülmecid zamanındaki imparator­ rıldı ; lâkin imparatorluk devrindeki millî bay­ luk bayraklarım gösteren bir albümde, eski bîr rak muhafaza olundu. 29 teşrin I. 1923 ’te Cum­ an'anesiolanTrablusgarp’a mahsus ü ç y ı l d ı z ­ huriyet idaresinin kuruluşundan ve halifeliğin l ı : y e ş i l sancak müstesna olmak üzere, diğer kaldırılmasından sonra, 22 teşrin I. 1925 ’te bir bayraklar umumiyetle kırmızı renktedir ve orta­ sancak talimatnamesi neşredilerek harp ve ti­ larındaki muhtelif alâmetler de b e y a z dır. Pa­ caret gemileri hakkında muayyen esaslar kabûl dişaha mahsus tuğralı sancaktan başka, hüküm­ olundu. Bu talimatname, millî bayrağın şekli­ darın; gemileri ziyaretinde kullanılan ortasında ni kat’î surette tesbit etmekle beraber, daha güneş ve dört köşesinde şu’alar bulunan bir ziyade donanmanın ihtiyaçlarına göre yapıldı­ sancak daha: vardır. Kaptan P aşa’ya mahsus ğından, az çok hususî bir mâhiyeti hâizdi. Bu­ sancakta bir hilâl ile sekiz köşeli yıldız mev­ nun üzerine, bu millî hâkimiyet timsâli mese­ cuttu. Diğer bâzı bayraklardaki yıldızlar ise, lesini daha umumî bir şekilde- halletmek üzere, beş köşelidir. Bunlardan başka Tophaneye, ka­ 29 mayıs 1936 tarihinde 2994 numaralı Türk lelere, Galata kulesine, Bahriye mektebine mah­ Bayrağı Kanunu Büyük Millet Meclisi tarafın­ sus bayraklar bulunduğu gibi, ticaret gemileri dan kabûl edilerek, s haziran 1936 'da Resmî içîn d®, sağ üst köşesine bir yıldız resmedil- Gazete ’de neşredildi ve icra vekilleri heyeti ta­ mîş, ayrı bir bayrak vardır. Tunus beyinin rafından, 28 temmuz 1937 'de kabûl ve 14 eylül sancağının ortasında, kırmızı zemin üzerindeki 1937 'de neşredilen 7175 numaralı kararname bir beyaz dâire içinde kırmızı hilâl ve yıldız ile, bu kanunun tatbik suretini tesbit eden türk şekli mevcuttur. İmparatorluğa tâbi olan Sırp, bayrağı nizâmnâmesi tatbik edilmeğe başlandı. Eflâk ve Buğdan beylerbeyileri ile Sisam adası­ Türkiye cumhuriyetinde kullanılan her türlü bay­ na âithususî bayraklarda osmanlı hâkimiyetinin raklar ( millî bayrak, cumhur reisine mahsu^bayalâmeti olan k ı r m ı z ı renk ile beraber, ma v i , rak, ordu ve donanmaya ve devletin sair şûbeleri« a r ı ve b e y a z renkler de kullanılmıştı. Üst ne mahsus bayraklar ) ile onlara âit bütün vasıf­



410



BAYRAK -



lan, en ince teferruatına kadar» tesbit eden bu kantin ve nizâmnâme ile ay-yıldızh kırmızı türk bayrağı artık kat’î sekli almış bulunuyor. B i b l i y o g r a f y a ' . Bayrak kelimesine dâir şimdiye kadar filolojik biç bir tetkik yapılmış olmadığı gibi, islâmiyetten evvelki turk kabilelerinin ve devletlerinin bayrakları hakkında da ciddî bir şey yazılmamıştır. Türk bayrakları hakkında son zamanlarda çıkan i bâzı eserlerde bunlara dâir verilen malumat hem çok az, hem de çok yanlıştır. İslâmiyet» ten sonraki türk devletlerinin bayrakları mev­ zuunda ise bu eserlerde hemen hemen hiç bir şeye rastlanmaz; tesadüfi olarak verilen bir kaç satırlık malûmat da, çok defa doğru de­ ğildir. Müsteşrikler tarafından İslâm bayrak­ ları hakkında yapılan bâzı tetkiklerde de müslüman türk devletlerinin bayraklarından pek az bahsolunmuştur. Umumiyetle İslâm bay­ rakları ve onlara âit kaynak ve tetkikler için bk, LİV&*. Dr. Rıza Nur ’un VHisioire da Croissant, Revue de Tarcologie ( 1 9 3 3 , IH , 23a— 410) adlı eserinde yalnız hilâlden değil, türk ve daha doğrusu osmanlı bayraklarından da bahsolunmuştur ; çok tenkitsiz ve plânsız ol­ masına ve çıkardığı neticelerin çok defa yan­ lışlığına rağmen, burada İstanbul ve Avrupa müzelerinde bulunan bir takım bayrak resim­ leri mevcutttur ki, bunlar, osmanlı bayrakları tarihi İie uğraşanlar için kıymetli malzeme­ dir. Fevzi Kurtoğİu*nun Türk bayrağı ve ay yıldız ( Ankara, 1938, 166 s .) adlı eseri, osmanlılardan evvelki türk devletlerinin bay. raklan hakkında pek az ve ekseriyetle yanlış malûmat vermekle beraber, Topkapı ve bah­ riye müzelerindeki bir takım bayraklar ile bâzı kıymetli yazma albümlerden istifade edil­ miş olduğu için, X V I . — X X . asırlar osmanlı . bayrakları ve bilhassa deniz sancakları hak­ kında oldukça zengin malzemeyi ıhtivâ et­ mektedir. Bu eser, Rıza Nur ’un eserine ma­ betle daha zengin tarihî kaynaklara ve bâzı mühim vesikalara dayanılarak vucuda geti. rilmiş olmakla beraber, iamamiyle tenkitsiz bir şekilde yazıldığı için, osmanlı bayrakları hakkmdaki kıymetli malûmat müstesna, diğer kısımlardan istifade olunamaz; hele en başta bayrak kelimesi hakkmdaki filolojik tetkik, tamamiyle indî ve hayâlıdır. Mamafih osmanlı kaynaklarında ve garp eserlerinde, osmanlı bayrakları hakkında daha pek çok malûmat bulunduğu unutulmamalıdır. Osmanlı bayrağı hakkında bunlardan ev­ vel miralay A !i Bey ’in neşretmiş olduğu San­ cağımız ve ay yıldız nakşı { TOEM, 1333/ 133 4, nr. 46, 47, 48) adlı makale, osmanlı . tarihçilerinin bu husustaki bîr çok kayıtla­



BAYRAM .



rını ibtivâ eden tenkitsiz bir tetkik, daha doğrusu bir toplamadır ki, yukarıkİ eserler­ de ve bilhassa Rıza Nur ’un kitabında doğ-rudan doğruya ondan istifade edilmiş ve onun dışındaki tarihî kaynaklara pek az müracaat olunmuştur, jean Deny ’uin E l ’daki sancak maddesi ( 1925 ’te çıkmıştır } türk bayrakları hakkında pek mahdut malûmatı ihtiva etme­ sine rağmen, mükemmel bir filolojik tetkik­ tir ki, yukardaki müelliflerce mechûl kalmış­ tır. Bunlardan başka osmanlı bayrağı hak­ kında o kadar ehemmiyetli olmayan daha bir takım makaleler, Fevzi Kurtoğlu ’nun kitabın­ daki bibliyografyada zikredilmiş olduğundan, burada onları tekrara lüzum görmüyoruz. Ora­ da zikredilmeyen eserler arasında az çok ehemmiyetli olanlar şunlardır: Cemil, Sancak ve sancağımız ( İstanbul, 1341), a. 34» Ahmed Timur Paşa, Tarih al-diam al-osmünl ( arapça ; Kahire, 1347, s. 180). XIV. asırda yaşıyan ispanya! 1 bir franciscain seyyahının 1877 ’de neşredilen eseri, 1912 ’de Sir Clements Markham tarafından İngilizceye tercüme edilerek Book o f the Knotvledge ismi altında Hoklayt Society kül­ liyatı arasında çıkarılmıştır ki, burada, 03manlılardan evvelki bir takım türk devletle­ rinin bayrakları hakkında bâzı malûmat ve resimler vardır. Ayrıca, Topkapı müzesinde yine bir İspanyol tarafından X V. asırda ya­ pıldığı anlaşılan bir harita üzerinde de muh­ telif türk devletlerine âit bayrak resimlerine tesadüf olunmaktadır. Gerek bu haritadaki, gerek franciscain seyyahının eserindeki re­ simler bir takım izahlar ile şu eserde neşr­ olunmuştur: İbrahim Hakkı, Topkapı sarayında deri üzerine yapılmış eski haritalar, İstanbul, 1936. Buradaki izahlar çok defa indî ve yanlış olduğu için, bunun yalnız resimle­ rinden istifade edilebileceğini ilâve edelim. Buradaki malûmatı tamamlayacak mâhiyet te İzahlar için bilhassa şu maddeleri bk. LİVA*, SANCAK, SANCAK-I ŞERİF, TUĞ; Bayraklar üzerindeki şekiller için bk. HİLÂL, ARSLAN, ZÜLFİKAR, v.s. Ejderha motifi için bk. Fuad K ö p ­ rülü, Orta zaman türk devletlerinde hukuki senhollerdeki motifler, /, Ejderha (Türk hu­ kuk ve iktisat tarihi mecmuası, 1938, II, 33-?52). Renklerin senbolizmi için RENK madde­ sine, İslâm armaları hakkında RANG, NİŞAN, TAMGA maddelerine» sair hâkimiyet alâmet­ leri hakkında da âit oldukları maddelere bk. (M . F u ad K öprülü .)



B A Y R A M . Türklerin bayram kelimesi ile islâmiyetin mâruf iki bayramım ne zamandan beri ifâde ettikleri mechûl olduğu gibi, bu ke­ limenin islâmdan önceki umûmî dinî bayram



BAYRAM. . jjünîerini gösterdiğine dâir de elimizde vazıh . bîr kayıt mevcut delildir. Kâşgarlı Mahmüd, XI. asırda, oğuzların *id gününe bagram dedikle. rini ve bu günün »sevine ve eğlence günü" ol­ duğunu kaydettiği gibi, bagram'ın aslı olarak gösterdiği, bazram kelimesinin aynı mânaya gel­ diğini de söylüyor. Bu kelimenin aslının ne ol­ duğunu bilmediğini ve bunu {arşlarda işittiğini ilâve ve »çiçekler ve ışıklar He bezenen yere bazram gir, yâni gönül açan yer" denildiğini kaydediyor ( Divân lağai aUturk, I, 401; III, 133 ). Fakat muahhar asırlarda kelimenin artık ■ tam İslâmî mânada kullanıldığım gördüğümüz gibi ( İbn Muhannâ, nşr. Kilisli Rıfat, s. 184), XIII. asırdan beri de şahıs adlarına girdiğini biliyoruz; kumanlarm ay adlan arasında bir /rurban baran ayının bulunması, ancak kelimenin İs­ lâm yolu ile intişarını göstermek bakımından, ehemmiyetlidir (Codex Cumanİcus, nşr, G. Kuun, C X V I ). Bagram kelimesinin iştikakı ve uzak menşe’i şimdilik meçhuldür. Türklerde ’fcf’e mukabil bir »bayram" mefhumu mevcut olmasa idi, oğuzlar arasında derhâl bu mâ­ nayı alamazdı. - Kâşgarlı Mahmüd ’un »islâmdan Önce türklerin -id günü yok idi" sözü (III, 133), tabi­ atıyla, İslâm bayramı yoktu, sözünden başka bir şey ifâde etmez. Bagram kelimesi ile yılın muayyen zamanlarında yapılan dinî veya dinî gözükmese bile menşe’inde her hâlde dini olan, bir takım merasim ve eğlenceleri kastettiğimize göre, türklerîn de, şamanîlik dâiresinde yaşar­ ken, kendilerine mahsus bayramları olacağı şüp­ hesizdir. Filhakika elimizde kâfi malûmat ol­ mamakla beraber, bu hususta bâzı tarihî kayıt­ lardan faydalanmak mümkündür. Çin kaynak­ larına göre, gök-türk asilzadeleri her yıl, ötüken ’de atalarının çıktığı mağaraya giderek, takdis merasimi yaparlardı. Halkın da bu gün­ de bayram yapıp yapmadığı mâlûm değilse de, aynı kaynaklar, bütün halkın 5. aym 2. yansın­ da Gok-Tanrı ’ya ve yerin ruhlarına kurban kes­ mek suretiyle, büyük bir bayram yaptığını .kaydeder (S t. Julien, Documents, J A , 1864, III, 335 î E. Chavannes, Dacumenis, Petersburg, 1903j s. 1$; A. Remusat, Recherches sur les langues iartars, I, 227; W . Eberhard, Çin'in şimâl komşuları, Ankara, 1942, s. 76). Goktürklerın menşe’Ierine dâir çin kaynaklarında zikredilen rivayetler He sıkı bir münasebeti olan bu merasim, İslâm kaynaklarında da teza­ hür;etmektedir. Gök-türk tarihinin destanî bir in’ikâsı olan Ergenekon rivayetine göre, türk* Ier ( bk. Zekî Velidî Togan, Moğullar, Cengiz ve türklük, İstanbul, 1941), her yıl başında, Ergenekon ’dan çıkışın hâtırasını kutlulamak için, başta hakan olmak üzere, kızgın bir de­







miri örs üzerinde döğmek suretiyle, merasime başlar ve bayram ederlerdi ( CSm t al-tavârih, Topkapı kütüp., yazm., var. 31 a ; Naşir al-Dİn Tûsi, Zîc~İ îlhânî, Nuruosmaniye kütüp., yazm„ nr. 2933; Rıza Nur, Şecere-i türk, trc„ s. 38). Gök-türklerin menşe’i ve demircilik ile iştigâl­ lerinin bir neticesi olan bu an’aneden aym. şe­ kilde Kanz al-durar de bahsetmektedir ( bk. Husameddin, Amasya tarihi, II, 1* ). Moğulların, yıl başında, merkezi Moğulistan ’da, kurul­ tay toplamaları da (Cuvayni, Cihan-guşây, III, 2 1 ; Tarlh-i mubarak-i öâzânl, GM, s. 143,154) bununla alâkalı gözüküyor. GÖk-türklerin tarih! hayatlarına intibak etmekle beraber, bu bayram an’anesinin onlara, her bakımdan bir devamı oldukları Hiung-nu ’lardan gelmiş olabileceğini kabul etmek icap eder. Her yıl başı yüksek Hiung-nu devlet adamlarının Tanyu ’mm karargâ­ hında toplanarak, yer ve gök tanrılarına kur­ ban kestiklerini bildiğimiz gibi, 5. ayda, ötü ken ’e yakın olduğu anlaşılan bir yerde, aynı tarzda kurbanlar keserek, büyük bayram yap­ tıkları da malûmdur ( De Groot, Die Hanen der Vorckristenzeit, s. 59 ; Deguignes, trc. H, Cahid, I, 201; W . Eberhard, ayn, esr., s. 76 ). Çin ve İslâm kaynaklarının bâzı türk kavimlerininjbayramları hakkında zikrettikleri müphem kayıtlar (W . Eberhard, TM, VII, 133, 135, 147 ,* Yakut, Mu cam, III, 448), şimdilik bir tarihî folklor malzemesinden başka bir mâna ifâde edemez. İslâmdan Önceki bayramların mâhiyetini an­ lamak için, İslâmî devirde dinî izlerini, kısmen kaybettiği hâlde millî destanlar ve rivayetler île yaşayan t o y l a r a dâir malûmattan fayda­ lanabiliriz. Dede Korkut kitabında Bayındır Han ’m yılda bir defa t o y yaptığı hakkmdaki kayıt ( nşr. Orhan Şaik, s. 5 ), toyların, bayram gibi, muayyen zamanlarda yapılan merasim ol­ duğu zannım veriyorsa da, hanların cülûslan, y u ğ ’un mukabili olarak yapılan d o ğ u m me­ rasimi ( msl., Oğuz Han ’ın çocuklarının doğu­ mu dolayısiyle, bk. Oğuz Kağan destanı, nşr. W . Bang ve Rahmeti, s. 15 ; Gengiz *in doğumu dolayısiyle, Cami‘ al-tavarih, 72 a ; Deli Dttmrul ’un doğumu, Dede Korkut, s. 61) büyük bîr zaferi müteakip veya düğün şenlik ve merasim­ lerinin de toy ( bâzan şölen ) kelimesi He ifâde edilmesi, bunun tamamiyle bayraimn bir muradıfi olamayacağını gösterir. İslâmiyet yalnız kendi bayramlarına ehemmiyet verip, putperest an’ane1erine iyi bir nazar ile bakmamış olmakta bera­ ber, Mısır, Suriye ve İran ( krş. caşn ) gibi saha­ larda eski bayram an’aneleri kısmen laikleşerek devam ettiği gibi, eski türk bayram an’anelerir nin de uzun zaman yaşadığım, hattâ bu suretle bazı eski türk âdetlerinin bile İslâm bayramla­ rına girdiğini tahmin edebiliriz, İbn butüta ’nm



^32



BAYRAM — BAYRAM HAN.



•Altm-Ordu Ma tasvir ettiği bayram merasimi bu te’sirî gösterebilir ( bfe. tre. M. Şerif, I, $83). Türkler, İslâm dinini kabul ettikten sonra, es­ ki' bayram âdetlerini de muhafaza etmekle bera­ ber, İslâm dininin getirdiği başlıca r a m a z a n ve k i ı r b a a ' bayramlarına ehemmiyet ve kudsiyet vermeğindim bir vecibe Saydılar. Fakat müslüman türklere mahsus olan bayramlar hakkmdaki vazıh ve mufassal malûmatımız ancak Osmanh imparatorluğu zamanına aittir. Yapı­ lan bayram merasim ve şenliklerinin ihdasını, olmasa bile, bir kânun ile tedvin ve tanzimini, şimdilik eldeki vesikalara göre, Fatih Sultan Mehmed ’in eseri olarak, telâkki etmiek icap eder. Ona isnat edilen kanunnâme ile Fatih ’in bayram günleri divan meydanına taht kurulup çıkılması ve yüksek rütbeli memurlarına el Öptürmeyi emrettiği kaydedilmektedir ( Kanun­ nâme-i öl-i Osman, TOEM, ilâve 3, İstanbul, 1330, s. 25 ). Muahhar kanunnâme ve vekayinâmeler ile teşrifata âit eserlerde tafsilâtı ile tas­ vir edilen ince ve muğlak 'merasim, esaslı bir değişikliğe mâruz kalmaksızın, imparatorluğun son zamanlarına kadar mer’î olmuştur. İstanbul ’da ramazan bayramı ziyaretlerinde şeker ikramı âdet olduğundan bu bayrama „şek;e r: bayramı" da denir; bayramlaşma, namaz­ dan sonra, ziyaretler ile birlikte yapılır ve ço­ cuklara büyükler tarafından mendiller hediye olunurdu. Kurban bayramında ise, kesilen kur­ banların eti fukara ve komşulara dağıtılır ve aynı tebrik merasimi ifa olunur. Aym zamanda küçük bayram adı verilen ramazan bayramı, hakikatte, halk arasındaki tezahürler ile büyük bayram mahiyetindedir ( bayramın tâbi olduğu dinî ahkâm ve menşe’i ile diğer İslâm memle­ ketlerindeki bayramlar hakkında bk. mad, ‘İd ). Cumhuriyet devrinde bu bayramların tebriki, Ühillî bir an’ane hâlini alarak, yaşamaktadır. Tür­ kiye ’de ilk lâik bayram olarak kabul edilen meş­ rutiyetin ilâm günü, cumhuriyet devrinde mevkii­ ni, cumhuriyet bayramına ( 29 teşrin I.) terk etti. Ankara ’da, reis-i cumhur büyük millet meclisinde meb’usların, büyük memurların ve elçilerin teb­ riklerini kabul ettikten sonra, büyük bir geçit resmi yapılır ve tebrikler şehirde en büyük mülki­ ye memuruna ifa olunduğu gibi, askerî mektepler talebesinin de iştirak ettiği geçit resimleri yapı­ lır. Bu bayram 3 gün sürer. Yeni Türkiye ’de ikinci derecede gelen lâik bayramlar Büyük Mil­ let Meclîsinin kuruluş günü olan 23 nisan ve türk ordusunun kat’î zaferi kazandığı 30 ağustostur. Bu bayramdan başka, sene başında kânun II. ’un ilk günü bir resmî tatil ittihaz olunmuştur. B i b l i y o g r a f y a n Makalede geçenler. den başka bk. Gsad Efendi, Taşrifât-i kadıma, tür. y e r.; Hizır Ilyâs, Târîh-i Endarun, 1276,



s. 25 v.dd., 35— 40, 61— 65 î. *A$â’, Tarih, I, 220— 250 î D ’Ohsson, Tableaux general de VEmpire Ottomane (Paris, 1788), II, 222— 231, 423—436; A . Djevad Bey, Etat Militaire Otto~ man (İstanbul, 1882), s. 26— 67; Mehmed Zeki, Eslafda bayram iebrikâiı ( TOEM, XXXVI, s. 7 54 ) ; Köprülü-zade M. Fuad, Türk edebiyatının menşe'i (MTM, V, tür. yer.); Abdülkadir, Orun ve ülüş ( T ürk hukuk ve iktisat tariki mecra,, I ) ; Osman Turan, On iki hayvanlı türk takvimi ( İstanbul, 1941), 8,43 — 46, 72— 78, 80, i22. ( O sman T uran.) B A Y R A M A L İ H A N . BAYR AM 'A Lİ HÂN ( ? — 1786), M e r v e m î r i ( 1782— 17S6). Babası, ‘Abbâs I. ’tan beri Merv ’de hüküm süren Kaçar ailesinin İzzaldinlû kolundan i d i ; anası Salar türkmen kabilesine mensup idi. Kendisi­ nin de, türkmenler arasında emsalsiz şecaat sâhibi bir muharip olarak, şöhret kazanmış oldu­ ğu söylenir. Buharah Murad-BÎ ( Şâh Ma'şüm ) ’ye karşı bir muharebede, pervasızca atılganlığı yüzünden, pusuya düşmüş ve döğiişerek ölmüş; başı Buhara 'ya getirilmiş ve siyaset meyda­ nında teşhir edilmiştir. İkinci oğlu Muhammed Karim Merv ’de kendisine halef oldu. Kendisini ilme vakfetmiş ve zamanın Eflâtun ’u {Aflâtün-i v a k i) şöhretini kazanmış olan büyük oğlu Mu­ hammed Husayn, Meşhed ’de kaldı. Krş. M ir' Abd al-Karim Buhâri, Histoire de VAsie Centrale ( nşr. Schefer ), s, 58 v.d.; V . Jukovskiy, Razvalihı starago Merva ( Petersburg, 1894), s. 83 v.d. Eski Merv harabesinin cenup kısmında bulu­ nan ve V. Jukovskiy tarafından da, bu havalide mevcut en eski bir bina olarak, zikredilmiş olan küçük bir kale ( takriben 800 m. uzunluğunda ve 550 m. eninde), Bayram 'A lî Hân ismini ta­ şımaktadır. Geniş mânada Bayram ‘A li ismi ile, bilhassa eski Merv harabeleri kasdedilir ve ay­ nı isim, harabenin civarında bulunan demir yo­ lu istasyonuna da verilirdi. ( W. Ba RTHOLD.) B A Y R A M H AN. BAYRAM HÂN ( ? — 1561), H â N-Hâ NAN, Sayf ‘A li Bey ’in oğludur. 4. veya 5. göbekteki ceddi ‘A li Şukr Türkamen’dir. Bahârlü kabilesine mensup olup, Hemedan ve diğer yerlerde büyük malikânelere sahip idi. Oğlu veya torunu olan Şir ‘A li — ki, P ir 'ÂIİ adı ile de mâruftur — Karakoyunlu hanedanına measûp Cihan Şâh Baranı ’nin maiyetinde idî. Uzun Haşan, Karakoyunlulan mağlûp edince, AbS Sa‘id ’in hizmetine girdi ise de, bunun da katledilmesi üzerine (1469 ), oğlu Sultan Mahmüd Mirza ’nın maiyetine g ird i; onun ile bir­ likte Hisar Şâdmân ’da ikamet etti ve kızı Pe­ şe Beğim ’i Sultan Mahmüd ile evlendirdi. Ş ir ‘A li, Hisar Şâdmân ’dan Kabil ’e ve son­ ra da Şiraz ’a yürüdü ise de, bu memleket ham tarafından hezimete uğratıldı. Kaçarken, Sultan



BAYRAM



HAN



Jdıısayn ‘in adamları tarafından, yakalanarak, öl­ dürüldü. Oğlu Can *AH Bey, punduz bölgesini de ihtiva etmekte olan Bedahşan ‘da yerleşmiş ve Babur’a intisap etmiştir. Bunun oğlu Sayf *AIi de, Firiştah ’e göre, Gazne valisi iken ol­ muştur.. Babur ‘un H&iırat ’ında ( Erskine, s. 3$o), Can *Ali ‘den h. 903, 905, 910 ve 933 yıl­ larında bahsedilmektedir. Buna göre, Bayram ‘m Bedahşan’da doğmuş ve Babur ‘un hizme­ tinde bulunmuş olması lâzım g e lir; hâlbuki bu tarihler, ancak onun ilk gençlik çağına tesadüf etmektedir. Bayram Han ‘m Belh ‘te tahsil gör­ düğü ve gayretli bir talebe olduğu görülüyor. Sonradan K a b il’e geldi ve mağlûbiyet ile ne­ ticelenen KanÜc muharebesine iştirak etmek „üzere, Humâyun ‘un maiyetinde, Hindistan ‘a gitti. Bunu müteakip, Sambhal ’de Humâyun ’un malikânelerine tasarruf eden bîr hindii zemindara İltica etti ise de, Şîr Şah, gelip vazife al­ ması İçin, kendisini davet etmesi üzerine, orada fazla kalmadı. Bayram bu daveti reddetti. Fakat Şir Şâh, efendisine sâdık olamn hiç bir zaman gözden düşmeyeceği cevabım vermesi . üzerine, adamlarından biri ile kaçtı ise de, ya­ kalandı ve ancak arkadaşının, kendini Bayram gibi göstererek, zindancıyı iğfal etmesi ile, ha­ pisten kaçmağa muvaffak oldu. Oradan Gücerat'a gitti ve burada Sultan Mahmüd, kendisine bir vazife teklif etti. Lâkin Bayram, hacca gideceği bahanesi İle, Surat ’a gitmek üzere, izin aldı. Fakat bu şehirden geri dönerek, Sind ’de Humâyun ile birleşti. Efendisi ile birlikte Iran ’a kaçtı ve orada Şâh Tahmâsp ’m sarayın­ da, kolunun kuvveti ile,nazar-ı dikkaticelbetti. Efganistan ve Hind ’de, Humâyun ’un kuman­ danı ;sıfatı ile, efendisinin nufuzunu yeniden tesise âmil olmuştu. Bundan başka Mâçhivâra (Ludhânahâ valisinde; 962=1555 ) harbini ka­ zandı ye mağlûp Efganhlarm kadm ve çocuk­ larının esaretten istisna edilmesi hususunda verilen İnsanî emirde, Humâyun kadar, kendisinin de dahli olması muhtemeldir. Humâyun anî ola­ rak: öldüğü zaman, Bayram, Ekber ile Pencâb’da bulunmakta idi. Bu haberi Kalânür’da alır al­ maz, E kber’i şah ilân ederek, tahta cülûs et­ tirdi; ( şubat 1556). Terdi Bey, D elh i’de Himü tarafından, utanılacak bir mağlûbiyete uğratıldı ve Bayram ’m emri ile idam olundu. Firiştah Ter­ di Bey 'in. bu cezayı hak ettiğini söyler. Bayram, Pânipai muharebesinde (teşrin I. *556), Ekber ’in yanında dövüştüğü esnada, yaralı ve esir bulunan Himü ’yu, maalesef, kendi eli ile öldürdü. Bayram ’m Terdi B ey ’e yaptığı muamele ile , Ekber ’in zevklerini bile takyit etmesi (bk, Hâfî Hân, I, 134), onun İtiraflarına kulak asmadığını gösterir.. Bilfiil kendisini E kb er’in babası yerine koyduğu tçîn, Hân Baba unvanım ta kın d ı.



— B A Y R A M İY E .



4*3



Ekber, babasının bir ahdini yerine getirmek üzere, 1557 'de Bayram ’a teyzezâdesi Salıma Beğim ’i verdi. Evlenme merasimi, büyük bir debdebe ile, Câîandur ’da yapıldı. Bayram, Sa­ lıma ile evlenmeden evvel, Mevâtlı bir müslü­ man hindli olan Camâİ Hân ’m kızı ile evlen­ miş ve meşhur oğlu ‘Abd al-Rahim bu kadın­ dan dünyaya gelmişti. Ne Bayram ’m ve ne de E kb er’in Salım a'den çocukları olmadı. Bayram ’m mutaazzimâne hareketi ye Ekber ’in sütninesi olan Mâhim ’İn nufuzu yüzünden, Ekber ile aralan açıldı. Bayram, önce vasilikten çe­ kilmek temayülünde bulundu ise de, düşman­ larının tahrikatı üzerine, yerinde kalmağa ve mukavemet etmeğe karar verdi. Mamafih Ek­ ber 'in ulüvv-i cenap göstererek, kendisini aff­ etmesi üzerine, hacca gitmek maksadı ile yola Çıktı ve Gücerat ’ta, Pattan ’da kendisine karşı kan dâvası güden bir efganlı tarafından öldü­ rüldü ( 31 şubat 1561). Cesedi bilâhare, yeğeni tarafından, Meşhed ’e nakledildi. Bayram, şi’î idi. Müteassıp bir sünnî olan Badâ’üni ’nin kendisi hakkında medihkârane bir lisan kullanmış olması, bu zatm fazilet ve bü­ yüklüğüne bir delil teşkil eder. Bayram edebi­ yat ile meşgul olmuş ve bir Divan bırakmış­ tır ki, Badâ’üni ve Firiştah bir çok beyitlerini nakletmişlerdir. Kendisi, hakkındaki Akbarnâme ’de, F iriştah’ta (Ölümü hakkında) ve Şâh Navâz Hân ’ın Maâ&îr al-umara* ( I, 381) ’sında mâlûmat vardır. Blochmann, A 'in -i Akbari tercümesindeki ( s. 315 ) bütün malûmat, bilhas­ sa bu sonuncu eserden iktibas olunmuştur. Şams al-'ulamâ Muhammed Husayn ’in hindüstanî d i- . Ünde yazdığı Darbâr-i Akbari ( s. 157— 196 ) ’de Bayram hakkında mufassal ve faydalı mâ­ lûmat verilmektedir. (H . BEVERÎDGE.) B A Y R A M İY E . B AYR AM İYA, ankarah Hacı Bayram Veli ’nin VIII. ( XIV.) asrın sonlan ile IX. ( XV.) asrm ilk yarısında Ankara ’da kur­ duğu bir tarik atin adıdır. Bayramiye tarikatı­ nın silsilesi, an’aneye göre, bir koldan Bâyazid-i Bistâm i’ye çıkar. Sonunda  k Şams ai-D in’m torunu ve şâir Hamdı ’nin oğlu Muhtamroed Zayn al-Din Ç eleb i’nin 987 ( 1579/1580 ) ’de vefatını gösteren ve yine müellifi tarafından tanzim edil­ miş bulunan bir vefat tarihi mukayyed bulun­ duğuna nazaran, bu tarihten sonra yazılmış bu­ lunduğu anlaşılan Manakib-i hazrai-i A k Şams al-Din ’deki tarikat silsilesi İle San 'Abd A l­ lah ’m Cav harat al-bidüya va durrai al-nihüya 'sinde ve La'1İ-zade ‘Abd al-Balp ’nin Sergu+ zagt-İ mala mİya 'sinde mukayyed silsile arasın­ da bir az fark vardır. Esasen bütün tarikatlerde olduğu gibi, Bayramiye ’de de tarikat silsi­ lesi, yukarıya doğru çıktıkça, görüldüğü vecih1«, karışmaktadır, Nihayet Peygambçrö bağ-



4?~ 424



BAYRAMİYE.



lanması ise, bir an'aneden ibarettir. Diğer sil­ sile, bilhassa Celvetîler ve Melâmîîer tara­ fından kabû! edilen ve Erdebil sûfîlerivasıtası ile, Haşan Başri ’ye giden Halvetiye silsilesi­ dir. Bu silsilede bulunan sûfîler, Şafiy al-Din Ardabili'den itibaren, Erdebîl sûfîleri ve Erdebiîliîer diye anılmışlardır (b k.  şık Paşa­ zade, Tarih, s. 264— 269). Birinci silsile, Abu ’I-Hasan HarakSni ’den itibaren, Nakşİbendiye silsilesi ile birleşir. Nakşibendîler, İmam Ca'far al-Şâdik ’tân itibaren, silsileyi, Abü Bekr vasıtası ile, Peygambere ulaştırırlar. Bu bakımdan, ilk silsile hem Alevî, hem Sidd ikidir. Mahmüd b. Sulayman Kafavi (ölm. 990 = 1582, Kâtib Çelebi, K a şf ctl-zuhûn, II, 307 v.d. veya 997 = 1588/1589, Osmdhîı müel­ lifleri, II, 19), Tabakât al-hanafiya de denen Kitâb-i ilâm al-ahyâr min fukaha mazkab al-Nu mân al-muhtar (V , 358 ) adlı kitabında, silsileyi, Abu ’l-Nacib Suhravardi.’den yukarı, büs-bütün ayrı bir şekilde götürüyor. Fakat, bu şekil başka bir yerde görülmez. Hadis âlim­ lerince aslı olmadığı söylenmekle beraber, sûfîlere göre, Peygamber, Abü Bekr ’e zikr-i hafi, ‘A li ’ye ise» zikr-i celi telkin etmiştir. Bundan dolayı silsile itibariyle bu İki kolu birleştiren Bayramîlik, zİkr-ı hafîyi benimseyen Nakşiben­ dîlik ile münasebetdar sayılmış ve Nakşiben­ dîlik ile Halvetîliği birleştiren bir tarikat add­ edilmiştir. Sarı ‘Abd Allah, Cavharat al-İidaya ( V , I 7 s ) ’de, La'li-zâde ise, Sergnzaşt-i malâmiye ’sinde bunu teyit etmiştir (s. 16). Fa­ kat etfas itibariyle Hacı Bayram ’m zikr-i hafîye meyli, kendisindeki melâmet neş’esinden doğma bir haletten ibarettir ve bayramîlik, halvetîlikten meydana gelme bir tarikat olup, nakşibendîlik ile münasebeti pek azdır. Ş aka ik-i numânîya tercümesi (s . 7), bayramı zümresi­ ni „zikr-i celî erbabı" arasında zikrettiği gîbi, 'A iâ ’i de Z ey l(s. 64) ’inde ilk silsileyi kaydet­ miştir. Tibyân-i vasail al-hakaik f i bayan salâsil al-tara ik (II, 221 v.dd.), ikinci ve mâı-ûf sil­ sileyi kabûl etmekte, bu silsilede bulunan î£u£b al-Din Abhari ’yı Abbarîya tarikatinin müessisi, Sayyid İshak: Şafiy al-Din Ardabili ’yi de Abbariya tarîkatinden ayrılan Safevîye yahut Erdebilîye şubesinin pîri saydığı gibi, Bayra‘ miyeyi, Safevîyenin bir şûbesi olarak gösterip, ikinci silsileyi, ayrıca bir nisbet olarak, zikr (I, 173) ve ilk silsiledeki Zâhid-i G ilSn i’yî Zâhidiye kolunun müessisi sayar ve Saf evi­ yeyi bu kolun bir şûbesi olarak addeder (11, 71 a ) . Erdebil sûfîleri ız terkli Kızıl Haydan tacım kabûl etmişler, şi’î-bâtmî akideleri be­ nimsemişler, alevîlerce pîr tanınmışlar ve bu manevî nufuz ve hâkimiyeti uzun müddet mu­ hafaza etmişlerdi. Fakat Safevîye adımla bir



tarikat kurduklarını bilmiyoruz. Şafiy al-Din Ardabili ile oğulları, zamanlarında, haîvetîlik mümessilleri sayılmışlardır. Şafı al-Din, pek büyük bir şöhret kazanmış ve halvetîliğin âde­ ta bir şer-çeşmesi, bir mfîceddidi addedilmiştir. İlk Erdebil sûfîleri, daha doğrusu Şafi al-Din ile oğullarının ilk mensûpları, mezhepleri ne olursa olsun, tarikat İtibariyle halvetidirler. Fakat bunların bilhassa şi’î-bâtmî topluluk ta­ rafından pîr tanınmaları ve Erdebil ocağının adetâ bir Kâbe sayılması bakımından Erdebilliler ve Erdebil sûfîleri tabiri biir tarikatı de­ ğil, bir zümreyi gösterir (b k. M. Fuad Köp­ rülü, Anadolu ’da İslâmiyet, Edebiyat fakait, mecm., 1922, s. 110— 114). Bayramîlik, Hacı Bayram Velî vefat eder et­ mez, iki büyük kola ayrılmıştır. Bayraınîlerin bir kısmı, zikr-i cebriyi kabul ederek, Hacı Bayram’m halifesi A k Şamş al-Dİn’e tâbi ol­ muşlar ve bir kısmı da, yine Hacı Bayram ’ın halifelerinden bursa! 1 Ömer D ede’ye uyup, zikir ve vird gibi şeylerden, hususî kisveden, hattâ topluluk yerleri olan tekkelerden bile feragat ederek, Melâmî ad mı almışlardır [ bk. MELÂMİYE ].



Asıl bayramîlik, A k Şams al-Din ’den yürü­ müştür. Fakat A k Şams al-Din ’ia şöhreti dolayısiyle ve melâmîlerden tefriki için, bu kola Bayramiye-i Şemsiye denmiş, melâmîîer de, ken­ dilerine Melâmiye-i Bayramiye demişlerdir. Bayramîlikten, bu iki koldan başka, sonradan bir üçüncü kol daha meydana gelmiştir. Bursalı İsmail Hakkı ’ya göre, evvelee çoban olup, Mihalıç ovasında koyun güderken, ayakları tu­ tularak, kötürüm olan ve Bursa ’da Ulu cami­ de, eski minare dibinde, ibadet ile meşgul bu­ lunan Hacı Bayram halifesi Hızır Dede ’nin der­ vişi Üftâde (ölm. 988 = 1580/1581) ’nin hali­ fesi meşhur A ziz Mahmud Hüdayî Efendi ( ölm. 1038 = 1628/1629 ), bayramîlikten Celvetiye ko­ lunu tesis etmiştir. Velhasıl Bayramıyeden Bayramiye-i Şemsiye, Melâmiye-i Bayramiye, Celvetiye diye 3 şûbe meydana gelmiş, Bayramiye-i Şemsiyeden Tennuriye ve Himmetiye adlı 2 kol ayrıl­ mış, Tennûrıyeden de Isaviye diye bir kol çıkmıştır. Yukarıdan beri verilen izahattan da anlaşıldığı vecihle asıl Bayramiye, A k Şams al-D in ’den yürümüştür. A k Şams al-D in ’den sonra halifesi İbrahim Tannüri, İbrahim Tannüri ’nin oğlu kayseriİi Sayyid Kâsim ile Tannüri halifesi olup, İsk ilip’te 922 (1516/1517 ) ’de ve­ fat eden ve meşhur şeyhülislâm Abu ’i-Su'üd Efendi ’nin babası ve Sımavnah Şeyh Badr alD in ’in Vâridât adlı kitabının şârihi bulunan Yavsi Muhammed Muhy al-Din, A k Şams al-Din ’in yerim? göçen ve *AtS’i ’nm verdiği



»AYRAMİYE.



4*5



malûmata göre Adana ve Maraş havâlisinde kadar gelmediğini zannediyoruz. Yine Şakâ*ik zeyli { s. 64 v.d.) *nde ve bil­ bir çok: halifeleri bulunan Şamlı Hamza ve yu­ karıda adı geçen Himmet Efendi bayramıliği hassa 1291 (1874/1875 ) ’de mâliye kâtiplerinden yürüten zatlardın ŞâkS’ik zeyli* Abu Hâmid Sayyid Muhammed Şukri ’nün bütün tarikatla­ Ham i d al-Din Aksara’i ile Anadolu'ya gelen rın silsilelerini şecere şeklinde tesbit eden ve ve sulûkünü Hacı Bayram 'dan tekmil eden İn­ Üsküdar *da Selim Ağa kütüphanesinde Hüdayî ce Badr al-D in ’în de Larende*de ve Bursa’da kitapları arasında bulunan Silsile-nâme ’nin 18. bir hayli mensubu bulunduğunu • ve bunlarda sahifesinde Bayramiye tarikatının ne suretle koyun zikri" denen bir çeşid zikir olduğıinu yürüdüğüne dâir mufassal malumat vardır. Biz yazıyorsa da ( a. 64 )t bu kolun son zamanlara bunlardan hulûsa ederek, şu şemayı veriyoruz: Halvetiye Erdebil sûfîleri Hacı Bayram Veli ( Bayramiye ) A k Şams al-Dİn ( Şemsiye ) İbrahim Tannüri (Tennuriye) Sayyid Kasim Macd al-Din 'İsa Üyas b. 'İsa ŞSrühSni ( İseviye)



Şamlı ifanıza ‘Abd al-Rahmin i Muhammed Çelebi \ ,1 Bolulu Ahmed Efendi 'i Himmet Efendi ( Himmetıye )



■ Bâzı silsilelerde Himmet Efendi’nin kolunda bir az fark vardır. T ihyan, iznikli Eşref-zâde ‘Abd Allah Rûm i’ye mensup Eşrefiye ko­ lunu da Bayramiyeden bir şûbe saymaktadır ( 1» *74 ). Eşref-oğîu ’nun Hacı Bayram ile mü­ nasebeti var ise de, bu kol Kadiriye ’nin bir şubesidir. Asıl bayramîlik yânı A k Şams alDin kolu, sülükte, esmayı esas ittihaz eden tainamiyle klâsik ve ehi-i beyt muhibbi olmakla beraberi sünnî bir tarikattır. Bu tarîkstte şi’î temayüllere rastlamayız. Fakat buna mukabil bayramîlîğin diğer bir kolu olan Melâmiye ’de bu temayüller pek barizdir. Hattâ müfrit vahdet-i vucudcu olmalarına rağmen tevellî ve tebörriye fazla tarafdar melâmîîer bile vardır. Bayramı lığın en açık hususiyeti, melâmîHk neş’esi ve diğer tarikatlardan daha ileri vahdet-i vucudcuîuktur, Diğer tarikatlarda vahdet-i vucud sülökûn nihayetinde varılan bir merhaledir. Hâlbuki:Bayramîlikte sâlik, sülûküne vahdet aki­ desine inanmak He başlar ve bu inanışın »tabakkuk-oluş" hâline gelmesine çalışır. Bunun için bayramı melâmîîer ile son melâmîlerdeki „meratib-İ selase-i tevhid — vahdet-i vucudun üç .mertebesi", bayramîlerde de aynen vardır. Sâ­ lik,. önce bütün ef’aü Allahtan bilir. Sonra fiillerin, sıfatların tecellîsinden, bütün sıfatla­ rın da Hakkın sıfatlarından başka bir şey ol­ madığım anlar, nihayet sıfatların da zatın te­ cellisi olduğunu ve varlığın, tek olup her şeyin, Allahın ilminde sabit olan a yân-i ’ilmiya ’nin



Hızır Dede



Bur salı Ömer Dede



Üftâde



( Melâmiye )



‘A ziz Mahmüd HudS’i ( Celvetiye )



zuhûrundan ibaret bulunduğunu idrâk eder. Bu üç mertebeye ievhid-î ef a l, tevhid-i sıfât, ievhid-i zât dendiği gibi, fena-i ef a l , fena~i sıfût, fena-i zât da denir. Bu mertebelerin 'Um al-yalçîn, 'ayn al-yakin, fıaltk al-yakin, yâni bilgi, şühûd ve tahakkuk derecelerine gelmesi şarttır. Bizzat Hacı Bayram Velî, tevhid mer­ tebeleri ile bilgi derecelerini, öz türkçe bilmek, bulmak, olmak diye tarif etmiştir. Bu hususi­ yet A k Şams al-Din ’in Risâlat al-nuriya 'si ile Malçâmâİ-i avliyâ ’sında zikrolunur. Diğer ta­ raftan İbrahim Tannüri ’nin Gulzâr'mds. vahdet-İ vucudun en müfrit telâkkileri, hattâ kutub telâkkisi, tamamiyîe melâmîlere uygundur. Sarı ‘Abd Allah da bayramîler arasında bu kitabın okunduğunu hasseten kaydetmektedir ( Şamarâi al-fuad, s. 145 ). Melâraîierin »gönül bekleme" dedikleri derûnî teemmüle karşılık bayramîlerde, zikr-i hafî es­ nasında »gönüle varma" usulü vardır ki, buna „şiîf:âî", yâni kalbi arıtma ve cilalama da de­ nir. San 'Abd Allah, Cat/Shir-i bavakir-İ Maşnav'i ’de bunu anlatır ( bk. Cavahir, IV, 208 v.d.). Sarı ‘Abd A lla h ’ın verdiği mâlûmattan anla­ şılıyor ki, bayramîlerde hafî zikir, gözler yumu­ lup nefes tutularak, eller kavuşturulup zikrîn mânası düşünülerek yapılmakta ve bu esnada kalbe teveceüh edilmektedir. Zikir esnasında, zikredilen ismin, meselâ la ilah* illa 1Hah bir dâire olduğu ve bu dâirenin başlangıcı ve sonu



426



ÖAYRAMİYE.



kalb bulunduğu mülâhaza ediliyor. Kelime-i tevhid, bu suretle kalpten çıkıyor; yâni kalp, Tanrıdan başka her şeyi nefyediyor, yine kalbe geliyor, yâni Tanrı, kalpte sabit oluyor. Sarı ‘Abd Allah ’m izahına göre bu iki kavsin kalp­ ten çıkanı kavs-i kalbı, kalpte nihayet bulanı kavs-i afakîdir. Kavs-i âfâkî, vahdetten başla­ mıştır, nihayeti gönüldür. Bu iki kavs, birbiri­ ne muntabık farzedilince vahdette birleşmiş olur ki, bu suretle zikir neticesinde de kalpte zevk ve muhabbet fazlalaşa fazlalaşa Tanrının tecelligâhı olur. Tibyân, Bayramîye maddesinde A k Şams alDİn ’in bir kitap arkasına elyazısı ile yazdığı vezaifi almıştır ki, bunlar, muayyen gecelerde zikredilecek Tanrı adlarından ve âyetlerden iba­ rettir. Aynı zamanda, yukarıdaki «şikaî" usû­ lünü de Cavahir-i bavâhir-i Maşnavi 'den ay­ nen nakletmiştir (I, 174 v.d.). Tibyan ’da Hacı Bayram’a âit evrâd da vardır (I, 175b— 178a). Bayramîlerın taçlan beyaz keçeden ve altı terklİdir. Sûfîler, tadarındaki terklerin sayıla­ rım türlü şekillerde, meselâ bî-terk, yâni diiz ve sivri tacı vahdet, bir dilimli ve iki parça­ dan ibaret tacı vahdet ve kesret, cem’ ve ferka ile te’vil ederler. 12 terkli tacı, kelime-i tevhid harflerine yahut xa imama ve 14 terkli tacı, 14 masuma işaret sayarlar, Bayramîler de taç­ larındaki 6 terki, 6 cihete (üst, alt, sağ, sol, ön, a rt) işaret olarak, kabul ederler. Bu su­ retle bütün kâinatı cami olduklarını bildirmiş olurlar. Hüdâyî Efendi, Vâki â t’ta U ftâde’nin „Haeı Bayram ’m tacı, Erdebilî tae idi. Onlar bu tarz­ da ( 12 terkli olacak ) kızıl tac giyerlerdi. ‘AH, heybetli görünmek için, savaşta kızıl taç gi­ yerdi derler. Sonra onlara uyanların kötü İna­ nışları meydana çıkınca, Hacı Bayram, kızıl tacı beyaza tebdil etti“ dediğini söylemekte­ dir ( II, 174 b, tr e .). Risâîa al-tâc ( s. 18 ) ’da yine Eşrefiye tacından bahsedilirken Bayramı tacının 6 terk olduğu tasrih edilmektedir. Hacı Bayram Veli ’nin tacı, şimdi Ankara etnografya müzesindedir. Ancak bu tacın bizzat Hacı Bay­ ram ’a aidiyeti şüpheli ise de, sandukasındaki tac olduğu muhakkaktır. Bayramîler, Hacı Bay­ ram ’m tacının namazda sütrelik edecek kadar uzun olduğunu rivayet ederler. Hâlbuki bu tac, alelade ve kısadır. Bayramîlerde şeyh tacının rengi beyaz, halife tacının rengi aselî, yâni bal rengidir. Esmayı esas ittihaz etmekle beraber, melâmet neş’esini de hâiz olan bayramîliğin ilk devirlerden itibaren melâmîlik te’siri altında kaldığım-, bir çok bayramî şeyhlerinin melâmîliğe de intisab ettiklerini, meselâ H aseki’deki bayramî tekkesi şeyhi Türbedar-zade Hafız Se-



yid Aİi Efendi (ölm. 1247=11831) ve sipah süâhdar kalemi ketebesinden İbrahim Efendi ( İbrahim Baba-yi Veli, ölm. 1264 = 1848 ) gibi, bayramî şeyhlerinin, hattâ zamanlarında melâmîlerce kutup tanındıkları hâlde, zahiren ken­ dilerini bayramî gösterdiklerini de söylemek lâzımdır. Bayramîlik, Ankara, İstanbul, İzmit, Bolu, Bursa, Adana, Maraş ve Kastamonu tarafların­ da yayılmıştı. Fakat tarikatların ilgasından ev­ vel, ancak Ankara, İzmit, İstanbul ve Kasta­ monu ’da vardı. M. A li Aynî, Hacı Bayram Veli adlı eserinde, bayramî tekkelerini, İstanbul ‘da 1256 ( 1840/1841 ) ’da basılmış bir risaleye na­ zaran, kaydetmektedir ( s. 146). Bu tekkeler­ den maada, bir de Haseki tekkesi ile Şehzadebaşı ’nda Bozdoğan kemerine bitişik Ya'küb-i hal vay i tekkesi bulunurdu. B i b l i y o g r a f yat Abdülbâkî La’lî-zâde, Sergüzeşt-i melâmiye ( matbu, ts.); A şık Paşa-zâde, Tarih ( 1332 ) ; Ak-Şemseddin, Makâmât-i avliya ( Nuruosraaniye kütüp., nr, 2229) ; Risalai al-nüriya ( 859 ’da İstinsah edilmiş nüsha, Millet kütüp., arap. kitaplar, nr. 989 ) ; 'A ta’i, îfa d a ik al-hafcS’ifç f i takmila al-şaJçâ'ik ( Şaka’ i k zeyli ), 1268 ; Aziz Mahmud Hüdâyî, Vâkıat-i Hüdâyî, al-tibr al-mas bük *alâ mâcarâ min al-lafaif f i aşma al-salük ( Üsküdar Selim Ağa kütüp., Hüdâyî kitapları, nr. I .); Hüseyin Enisî, Manaktb-i }}airat-i A k Şams al-Dîn ( Millet kütüp., nr. 1044) ; İbrahim TannÜri, Gulzar (Nuruosmaniye kütüp., nr. 4158); İsmail Hakkı, Silsila-nâme-i calvati (1291, taş basm.); Kâtîb Çelebi, K a şf al-zunün, 1311; Harirî-zâde Kemaîeddin, Tibyân-i v a sa îl al-hafcâ’ik f i bayan sulak al-fara ik ( Fatih kütüp., İbra­ him Efendi kitapları, nr.: 430, 431, 432); Mahmüd b. Sulaymân-i Kafavi, K i tab i l am al• ahyar min fa la k a mazhab al-numân almuhtar ( Üniversite kütüp,, Hâlis Efendi yaz­ maları, nr. 6307); M. A li Aynî, Hacı Bay­ ram Kc//(i343); M. Fuad Köprülü, Anadolu *da İslâmiyet ( Edebiyat fakültesi mecm,, sayı, 4, 5, 6 ) ; Mecdî, Ş a k a ik tercümesi (1269); Mehmed Şükrü, Silsîle-nâme ( Üsküdar Se­ lim Ağa kütüp., Hüdâyî Efendi kitapları, nr. 122); Manâkih-i Şayk Şaf î al-Din (fars. trc. husus, kutup.); Sarı Abdullah, Cavhara al-bidöya va darra al-nihaya ( Üniversite kü-. tüp., Hâlis Efendi yazmaları, nr. 4126) ; Cavâhir-i bavühir-i Maşnavi (1287/1288); Samarât al-fuad, (1288); Müstakim-zâde Süleyman Sâdeddin, Risâlat al-tac ( yazma nüsha, husus, kütüp.); Bursalı Tahir, Osmanlt müellifleri, (1332), I ; A . Göîpmarh, Melâmilik ve melâmtler, 1931. { A bdÜLBÂKİ G ö LPÎNARU.)



BA Y R Û T — BAYSU N GU R.



BAYRÜT. [B k . BAYSAN. [ Bk.



B eyr u t .] B e y s â n .]



B A Y S U N G U R (1481-1493), Akkoyunlu hü­ kümdarlarından olup, 1481 (886) senesinde Tebriz ’de dünyâya gelmiştir} babası, Sultan Yâkub, emîr-i âzam unvanı İle, melik al-ümera Sûfî Halil Bey Musulîu 'yu kendisine „atabeg" tâyin etmiş ve hastalığı zamanında da onun kendi yerine geçirilmesini vasiyet etmişti. Sûfî Halil Bey, Sultan Yâkub "un 25 kânun 1. 1490 ( n safer 896 ) ’da ölümünden sonra henüz çocuk olan bu şehzadeyi Akkoyunlu hanedanına mensup prenslerle bu devletin ümerasının gûya muvafa­ katleri ile s u l t a n ilân etmiş ve bittabi dev­ letin idaresi tamamiyîe Sûfî Halil Bey ’in elinde kalmıştı. Sûfî Halil Bey, bir rivayete göre, Sul­ tan Yâkub "un hastalığı esnasında, devletin «di­ van beyi" olan şehzade A li Mirza b. Sultan Halıi ’i saltanat rakibi olduğu için tevkif ettirmiş ve Sultan Yâkub 'un vefatı gecesinde öldürtmüş­ tür. Baysungur un hükümdarlığına rey vermiş olan Akkoyunlu prensleri ile diğer beyler, Sûfî Halil ’in 18 oğlu île kendi akrabası olan diğer Musullu oymağı reislerinin Her tarafta devlet mansıplarına hâkim, olduklarım görerek, Uzun Haşan ’m oğlu Mesih Mirza ’nm etrafında top­ lanıp onu sultan ilân ettiler. Timur oğulların­ dan Miranşah evlâdından Abdülbâkî ve Ga­ zanfer Mirza ’ların da iştirak ettikleri bu isyan ordusu, T eb riz’e yürüdü ise de, Sûfî Halil Bey galip geldi ve bu arada Mesih Mirza ile A kko­ yunlu saltanat hanedanından muhtelif prensler ve ümeradan bir çoklan telef oldular. Abdül­ bâkî.. Mirza affedildi. Sûfî Halil Bey şehzade Rüstem Mirza b. Maksud b. Uzun Basan ’ı öl­ dürmek istemiş ise de, Sultan Baysungur ’un ta­ vassutu ile ölümden affedilerek, hapsoîunmak üzere, Almcak kalesine gönderilmiştir. Bu ga­ libiyet; üzerine devlete tamamiyîe hâkim olan Sûfî Halil, vezir Hoca Şükrullah’m oğlu olup, : Sultan Yâkub’un muallimi ve onun saltanatı zamanında şeyhülislâmlık (şadârat~i 'u lya ) mesnedim hâiz ve ilim, ahlâk ve fazileti ile raüştehîr olan, padişaha ve şehzadelere ve üme­ raya karşı dîn ve adalet prensiplerini dâima müdafaa eden kadı Şafi âl-Din (yahut Masih al-Dın) ‘îsâ al-Savaci ’yi ilbad ile itham edip Öldürttüğü gibi, onun hemşire-zâdesi ve aynı zamanda amca-zâdesi Nacm al-Din Mas'tîd ’u da vezaretten azletmiştir (bk. mad. ‘ÎSÂ AL-SÂVACÎ). : Evvelki muharebede ölümden kurtulup kaç­ mağa muvaffak olarak Hemedan ’da bulunan PÜrnâk boyu ümerasından Şah A li Bey ’in ya­ nma giden Uğurlu Muhammed Mirza ’nın oğlu Mahmud Mirza, bu bey başta olmak üzere, di­ ğer beyler tarafından sultan ilân edildi. Sûfî Halil Bey, yanında Bayındır hanedanından Kayt-



427



mış Bey ve Mîranşah-zâde Abdülbâkî Mirza — ki, anne cihetinden Akkoyunlu hanedanına mensuptu — olduğu hâlde, genç hükümdarı da yanma alarak, bunların üzerine yürüdü. Dergezin civarında Atabeg veya Denek tekkesi önünde vukua gelen muharebede Şah A li Bey telef olduğundan ordusu bozuldu ve dağıldı. Mahmud Mirza yakalanarak öldürüldü. Mahmud Mirza ’mn diğer iki kardeşinden Ahmed Mirza İstanbul ’a kaçıp, dayısı bulunan Sultan Bayezid II. ’e sığındığı gibi, Hüseyin Mirza da Mı­ s ır ’a iltica etmiştir. Bunlardan Ahmed Mirza, Sultan Bayezid 11. ’e damad olmuş ve Hüseyin Mirza da Sultan Kâyıt-bây ’m akrabasından bir kız ile evlenmiştir. Bu sırada Sultan Bayzid II.'tarafından Baysungur’a cüîÛ3 tebriki için gönderilen elçiler gelmişler ve getirdikleri mektubun cevabını aldıktan sonra geriye dön­ müşlerdir. Diğer taraftan merkezi Şiraz olan Fars hıttası valisi Mansur Bey, Pürnâk Sul­ tan Yâkub ’un Ölümünü duyar duymaz, evvelâ Sultan Baysungur adına hutbe okutup para bastırmış ise de, bir az sonra kendi amcazâdesi Şah A li B ey‘in yukarıda zikri geçen Mahmud Mirza ’yı hükümdar ilân ettiğini ve kendinden yardım istediğini görünce, hutbeyi onun nâmına çevirip maiyeti ümerasından C i­ hangir Bey Hoca Hacilu ile Emîr Ahmed Bey Cevlân ’ı yardıma gönderdi ise de, bunlar yolda Mahmud Mirza ile Şah AH Bey ’in telef oldukla­ rım duyarak Şiraz ’a geri döndüler. Bundan bir az sonra, Sultan Baysungur ile Sûfî Halil Bey ta­ rafından gönderilen muzafferiyet tebşirini hâvi mektup Şiraz ’a gelince, Mansur Bey, ister is­ temez, tekrar Baysungur ’ün âdına hutbe oku­ tup, para bastırmak mecburiyetinde kaldı. Bun­ dan bir az sonra Yezd vâlisi Kayimış Bey isyan ettiğinden, Mansur Bey tarafından üzeri­ ne mühim bir kuvvvet gönderildi. Teft-i Yezd havalisindeki muharebede Kaytrmş Bey öldü­ rüldüğünden isyan kolaylıkla bastırıldı. Artık her tarafta zuhûr eden isyanları bastırdığına kani olan ve devlete tamamiyîe hâkim ve nafiz bulunan Sûfî Halil Bey, kendisine bir daha ra­ kip çıkamayacağını zannediyor ve çocuk padişah namına istediği gibi hükümeti idare ediyordu. Fakat onun ve mensup bulunduğu Musullu oy­ mağının ve ümerasının tahakkümlerini çekeme; yen ve memleketin her tarafına dağılmış olan diğer boy ve oymaklar ile bunların beyleri, aralarında gizlice anlaşarak, evvelce Sultan Y â ­ kub ’un atabeği ve o zaman Diyarbekir mmtakası vâlisi olan Süleyman Bey Biçenlu ’nun yanma gidip, etrafında toplandılar. 896 eylü­ lünde, Diyarbekir ’den hareketle Van ’a gelen Süleyman Bey ile onu karşılamağa giden Sûfî ; Halil Bey arasında muharebe başladı. Bir ay



438



BAYSUNGUR.



devam eden bu muharebenin bîr netice verme­ mesi ve kış mevsiminin yaklaşması yüzünden Sûfî Halil Bey Tebriz 'e çek ild i; Süleyman Bey Tebriz ’e doğru yürüyordu. Sûfî Halil *in tarafdarlan, gurup gurup kaçarak, Süleyman Bey ’e iltihak ediyorlardı. Sûfî Halil Süleyman Bey 'in ileri hareketini durdurmak için, Uzun Ha­ şan ’ın büyük ümerasından meşhur Emir Bey Musullu ’nun oğlu olup Erzincan valisi bulunan Gûlâbî Bey *i gönderdi ise de, Tebriz ovasındaki muharebede Süleyman Bey galip geldi ve Gülâbî Bey öldü. Bunun üzerine Sûfî Halil Bey, bütün kuvvetlerini toplayarak, Sultan Baysun­ gur ’u da beraberine alıp Süleyman Bey ’i kar­ şılamağa çıktı. Muharebenin en şiddetli bir za­ manında evvelce ismi geçen Abdülbâkî Mirza Mîranşahlu, Sultan Baysungur *u Süleyman .Bey ‘in yanma kaçırdı. Süleyman Bey, hükümdarı kucağına alarak muharip iki orduya gösterince, Sûfî Halil tarafındaki kuvvetlerin ekserisi de bu tarafa iltihak etti. Mamafih Sûfî Halil Bey ve Ebû Bekir Bey ile diğer Musullu beyleri ve askerleri sonuna kadar mücadeleye devam ettiler ve telef oldular. Hoca Sâdeddin Efendi, babası Haşan Can 'dan naklen dedesi Hafız Mehmed tsfehanî *nin, Sûfî Halil 'in mukarr İp ferinden ol­ mak dolayısiyle, bu muharebede bulunduğu­ nu, muharebe meydanında izdihamdan dolayı goz gözü görmediğini ve muharebe bitip orta­ lık sükûn bulduktan sonra Sûfî Halil ’den hiç bir iz belirmediğini hikâye eder ( 7 ac al-tav5rih, II, 120). Sûfî Halil Bey 'in yerine sultanın atabeği olmak sıfatı ile devletin bütün kudret ve kuvvetini elinde tutan Süleyman Bey, Teb­ riz 'de oturarak, yedi sekiz ay kadar bütün mem­ lekete hâkim oldu. Kendisine rakip olmaların­ dan kuşkulandığı ümeradan bâzıİarmı öldürt­ mekten ve zengin olanlarının malım müsadere etmekten geri kalmadı. Kuvvet ve kudretine son derece emin olduğu için devlet, memle­ ket ve ordu işleri ile meşgûl olmaktan ziyâde, Tebriz ’de iş-u işret ve zevk ve sefa ile vakit geçiren Süleyman Bey ’e karşı için için şiddetli bir muhalefet doğmaya başladı. Kaçar askerle­ rinden ve ümerasından bir kısmı, Aybe Sultan lâkabını taşıyan îbrafaim Bey b. Dana Halil Bey b. Muhammed Bey Bayındır ’ın etrafında toplanıp Alıncak kalesine yürüdüler, kale ku­ mandam Kazak Seydî A li Bey Pürnâk ile an­ laşarak, orada mevkuf bulunan şehzade Rüşt em Mirza ’yı çıkarıp hükümdar ilân ettiler ve doğ­ ruca Tebriz ’e hareket ettiler. Süleyman Bey toplayabildiği kuvvetler ve Baysungur Mirza ile birlikte muhalifleri karşılamağa çıktı ; fakat gön­ derdiği Öncü kuvvetlerinin birbiri arkasına karşı tarafa iltihak ettiğini görünce, kendisi mukave­ met imkânsızlığım anlayarak, Rumiye yolundan



eski vilayeti olan Diyarbekir *« firar etti ise, de, orada Aybe Sultan ’m kardeşi Nur AH Bey Bayındur tarafından öldürüldü. Baysungur Mir­ za, kardeşleri Haşan ve Murad Mirza ’lar ile bir­ likte annesinin babası olan Şirvanşah Ferruh Yesâr yanma kaçmışlardı* Rüstem Mirza İse, 1492 senesi mayısının sonlarına doğru, T ebriz'e girmiş ve saltanat tahtına oturmuştu. Bu suret­ le Sultan Baysungur ’ua hükümdarlığı, 1490 kâ­ nun l .’un sonundan 1493 mayısının sonuna ka~. dar devam etmek üzere; tam 18 ay sürmüştü. Sultan Rüstem, ilk iş olarak, Baysungur ’u or-. tadan kaldırmak üzere Şirvan ’a yürüdü ise de, Şirvanşab ile Baysungur ’un mukavemetlerini görerek, Araş ’m şimalinde bulunan Arran mmtakası Baysungur ’un elinde kalmak üzere, sulh akdederek T eb riz’e döndü. Bîr az sonra Iran içinde muhtelif yerlerde karışıklıklar çıktığını ve lsfeban valisi Köse Hacı *nın Sultan Rüs­ tem ’e isyan ederek kendisini metbû tanıdığım duyan Baysungur Mirza, dedesinden mühimce kuvvet alarak Azerbaycan ’a harekete hazırlan­ dı. Sultan Rüstem, kuvvetleri ve ümerayı muh­ telif tecavüzleri durdurmak ve isyanları bastır­ mak üzere muhtelif taraflara göndermiş olduğu için, Safevî şeyhlerinden İstimdada mecbur kal­ dı, Safi al-Dîn oğullarını yanma çağırdı. Bun­ lar müridlerini topladılar ve Sultan Rüstem ’in Aybe Sultan kumandasına verdiği kuvvetler ile bİrîeşerek, Baysungur Mirza ile Şirvanşah.’m kuvvetlerine karşı yürüdüler. İki defa vukua gelen muharebenin İkincisinde Baysungur Mir­ za ’nın kuvvetleri Gence ile Berdaa arasında fena hâlde bozguna uğradı ve bir rivâyete göre Baysungur Mirza muharebede telef oldu. Diğer bir rivâyete göre bozgundan bir kaç gün"sonra Şeydi A li Bey Pürnâk tarafından yakalanan Baysungur Mirza, 6 şaban 898 perşenbe günü Tebriz ’e getirilmiş ve 17 ramazan cumartesi günü ( 2 temmuz 1493) Sihind yaylasında, Sultan Rüstem 'in emri Ue, Öldürülmüştü. Kısa sü­ ren saltanat zamanı ümeranın tahakkümü al­ tında ve karışıklık içinde geçen bu çocuk sul­ tanın namına telif edilmiş bâzı eserler mevcut olduğu gibi, kütüphanesine konulmak üzere is­ tinsah edilmiş bâzı kitaplara da tesadüf olun­ muştur. B i b l i y o g r a j y a ı Baysungur ’un Bayezid II.’e mektubu ( Arşiv kılavuza, fas. I, s. 28 ) ; Feridun Bey, Münşaat ( büyük tab., İs­ tanbul, 1274), I, 323— 328; diğer umumî ve hususî kaynaklar için bk. mad. AKKOYUNLtF.



(MökrîmIn Halîl Yinanç.)Y



BAYSUNGUR



( 1 3 9 ? - * 4 3 3 ). G I y â



ş



AL-



DÎN BAYSUNGUR, Timur ’un torunu ve Şâhruh Mirza ’mn oğludur ; büyük bir hattattır -ve resim ve san'atın hâmisi olarak tamnmıştr, 15 eylül 1397



&AYSÜNÜÜK. ( sı zilhicce 797 ) *de Herat 'ta doğmuş, 14.14 'te, henüz 18 yaşında iken devlet işleri ile meş­ gul olmağa başlamış ve aynı sene Tus, Nışabur ve Esterâbad vilâyetlerinin umumî valisi tâyin olunmuştur. 1417 'den itibaren babası »ezdinde „divan-ı âlî-i emîrİ" ’ye girmiş ve bilfiil veliahd sayılmıştır. 1420 ’de Kara Yusuf *un vefatını müteakip, Tebriz, 1431'de ise, tekrar Tus, Nışabur ve Esterâbâd ’a umumî vâli olmuştur. Bay­ sungur bu vazifeyi uhdesine almakla beraber, şok sevdiği ana ve babasının yanından, yâni Herat'tan pek ayrılmamış ve babasının sefer­ lerine iştirak etmediği zaman, ona payitahtta niyabet etmiştir. Şahruh Herat ’ta iken, yine idâre işlerinde oğlu Baysungur 'a geniş salâhi­ yet vermiştir. Aynı anneden olan büyük bira­ deri Ulug Bey gibi, Baysungur da, İlim ve fa­ zileti He tanınmıştır. Nasıl Ulug Bey riyaziye ve hey’ette geniş mâlûmatı ile şöhret bulmuş ise, Baysungur da edebiyat ve san’attaki vu­ kufu He tanınmıştır. Şahruh ’un 1420— 1423 ’te Çin 'de bulunan sefaret hey'eti arasında, Ulug Bey gibi, Baysungur da iki mümessil bulundur­ muştur. Bu mümessillerden biri meşhur san’atkâr Hoca Giyâş al-D İn Nakkaş îdi. Ulug Bey *in riyaziyat sahasındaki mesaisi ilim âleminde çok­ tan takdir edilmiş olduğu hâlde, Baysungur, an­ cak sön. senelerde tetkik ve takdir edilmeğe başlanmıştır. Baysungur, eserlerini farsça yazmış olmakla beraber, kendi eli İle yazdığı, zamanı­ mıza kadar gelen bâzı arapça yazılarından an­ laşıldığına göre, bu dili de mükemmel biliyor­ du. Baysungur çok iyi bildiği Firdevsî Şahnâme 'sinin bir nevî tenkitli nüshasını hazırlamış ve eserin muhtelif nüshalarım bir araya getirterek, tasnif ettirmiştir. 1426'da tamam olan bu tas­ nife Baysungur bir dibace yazarak, Firdevsî 'niu hayatını anlatmış, Şahnâme ’nin ve İramda şahnâmeciliğin tarihini ilk defa olarak incelemiş­ tir; Nöldeke ( Grundriss der iranhchen Philologie, II, 205), bu prensin ilim ve edebiyatla : gereği gibi alâkası olacağına ihtimâl vermeye­ rek, bahsi geçen tenkidi neşrin başkaları tara­ fından yapılmış ve dibacenin de eski bir dibaceden kopye edilmiş olacağını söyler. Hâlbuki ■ Baysungur 'un 1426 'da tertibini İtmam ettiği Şahnâme ’nin, kütüphanesine mahsus olarak 1428 ve 1430 'da maiyetindeki hattatlar tarafından :yazılıp ressamları tarafından da resimler ile süs­ lenen iki nüshasından biri Tahran'da Gülistan fü zesin d e, diğeri ise hususî bir elde bulunmak­ tadır ( Binyon, Persian Miniatnre Painting, London, 1933, s. 69 ). Baysungur hattat olduğu ka­ dar da büyük bir şâir idi. Türkçe, farsça ve arapça şiirler söylemiştir ( bk. Müstakim-zâde Süleyman, Tahfa-i hayatîn, s. 14i ); fakat bun­ lardan ancak bâzı farsça beyitler kalmıştır.



4§9



Mamafih Baysungur en ziyade hattat olarak mârûftur. Türkistan’da hususî ellerde mevcut bâzı levhalardan { rik’a ) maada, Meşhed c i ­ rminde kendi eti He yazdığı hir kitabesi de vardır. Baysungur Meşhed ’de umumî vâli bu-; lunduğu sırada annesi Gevherşad Hatun ‘un, 1430 'da, yaptırdığı ve islâm-tÜrk mimarisi­ nin şah eserlerinden biri sayılan, Büyük cami­ in yazılarını Baysungur kendi eli ile yazmış ve mimar Kıvameddin Tayyan da bunları çini­ ye almıştır. Camiin cenup eyvanım süslemekte olan bu büyük yazılar, tnâvi ve lâcivert çini üzerine, beyaz çini He sülüs olarak, aralarmdakiler ise kûfî hat He yazılmıştır. Camiin bu cenup eyvanı 1676 (1087 ) zelze­ lesinde zedelenmiş, düşen tuğlaları, Abbas II. Safevî tarafından, hattat Muhammed Rizâ İmamî ’ye tamir ettirilmiştir ( bk. Muhamed Ha­ şan Hân Sam’ al-DavIa, ’ II, 44,. *47 )Baysungur H ertat’taki hususî kütüphanesini zamanının bir san'at merkezi hâline getirmişti. Burada devrinin en güzide hattat, ressam, minyatürcü,müzebhip ve mücelîİtlerinden 40 kadar sanatkârı toplayıp, kendi idaresinde çalıştır­ mıştı ki, bunlar ekseriya, „Baysungurî“ nisbesini kullanmışlardır. Kütüphâne-i hümâyun mü­ dürü Cafer Baysungurî ’nin riyaset ettiği bu hey’et, Binyon 'un ve diğer san'at tarihçilerinin haklı olarak söyledikleri gibi, «Baysungur san’at akademisini" teşkil etmişlerdir. MüVerrih Alı, Baysungur Mirza 'yı san’atkâr bir hükümdar olmak bakımından, Sultan Uveys Celâyir ile bir tutar. Gerçekten Baysungur, böylece bir «san'at akademisi" vucuda getirmekle Uveys Celâyir 'in eserini devam ettirmiş ve san’ata yeni bir hi2 ve istikamet vermiştir. Sonraları, Hüseyin Baykara ile AH Şîr Nevâî de aynı yolda yürümüşlerdir. Bununla beraber san'at, asıl Baysungur devrinde kemâlini bulmuştur. Bu san'at müessisinin iki şah eserinden biri, Paris ’te Musee des A rts Decoratifs 'te bulu­ nan, HVace-i Kirmâni 'nin yaz­ masının resimleri «akademi" ’nin âzasından G i­ yâş al-Din Naklfâş tarafından yapıldığı gibi, Gülistan müzesindeki yine bu mü­ essese âzasından Cafer Baysungurî ’nin yazısı ve Halil Baysungurî ’nin resimleri ile bezen­ miştir, Bu 'niu resimlerinde I s f e nd i y a r ve M u h r a s p , Baysungur model itti­ haz edilerek, tersim olunmuştur ( bk. Binyon, s. 69 v.dd. ve levha XLIX, L ). Baysungur için 1428'de yapılıp Tahran'da hususî bir elde bu­ lunduğu Binyon tarafından (s. 69 ) bahsedilen ’de Baysungur ’un kendi resminden başka, hattat, ressam ve müzehhip terin in da resimleri bulunuyormuş; fakat bunlardan hiç



Matla al-şams,



HamaHümayun



Şahnâme



Şahnâme



Şahnâme



« d



BAYSUNGUR.



biri heııiİz neşredilmemiştir. Baysungur devri ederlerinde Timurîularm çİn kıyafetinde göste­ rilmesi, bu resimlerin, sadece Baysungur ’un Çin 'e elçi olarak gönderdiği Giyâs al-Din Nakkaş ile gelen çin tesiri ile ( bk. Binyon, s. $6 v.d.) izah edilemez. Baysungur zamanından kalan, ih­ timâl yine onun kütüphanesinden çıkan, türkçe eserler hep uygur harfleri ile yazılmıştır, Uy­ gur kültürünün, Şahruh zamanında, Semerkand 'den ziyade Herat ’ta bn kadar ehemmiyetle ya­ şatılmış olması dikkate değer. O zamanki kül­ tür îran kültürü ile ve türle edebî an'aneleri ise İran edebî an'aneîeri ile, Baykara ve A lî Şîr zamanında gördüğümüz kadar, kaynaşmış de­ ğildi. Baysungur, tarihi de çok sevmiş ve tarihçileri himaye etmiştir, Timur 'un tarihçisi olan Hafız Ebru ’ya, Reşİdeddin 'in eserini ikmâl ettirmek üzere yazdırdığı Türk-moğul ve cihan tarihi, Baysungur *a izafetle Zubdat al-tavârîh-i Bay~ sangarî ismi He anılmaktadır kî, en iyi nüs­ hası Topkapı sarayında ( ar. 1659, 1863), bâzı kısımları da Ayasofya { nr. 3035), Murad Mol­ la (nr. 14.4.1) ve Fatih ( nr. 4371) kütuphâneîerinde bulunmaktadır. Baysungur genç vefat etmiş olmakla beraber, hayatı en İyi bilinen bir şahsiyettir. Kendisi, biraderi Ulug Bey V nisbetie, daha büyük bir siyaset ve idare adamı­ dır, Sohbeti hoş, son derece nazik, hükümle­ rinde âdil, fıkara ve yetimlere karşı şefekatli, âlicenab bir şahsiyet olduğu gibi, savaşlarda gösterdiği emsalsiz kahramanlıklarla da şöh­ ret kazanmıştır. Şehzade Kaydu isyanını ten­ kilde ve şâir dahilî hâdiselerde görüldüğü üze­ re, memleket içinde nizam ve sükûnu temin hu­ susunda son derece şiddetli davranmış, fakat hiç bir zaman soğuk kanlılığını kaybetmemiş­ tir. 1427 martında babasına yapılan suikast ter­ tibatının elebaşılarını diri diri yaktırın ıştır. Bay­ sungur ’un pek hürmet ettiği biraderi Ulug Bey onun ordudaki nüfuzundan korkmuş ve 1427 haziranında, Şahruh Semerkand *a geldiği zaman Baysungur kendisine refakat ile Derya 'ya ka­ dar gidince, Ulug Beg, Babasından Baysungur 'un Herat *a gönderilmesini rica etmiştir. Bay­ sungur *un orduda nufuzu o kadar büyük idi ki, vefatından sonra artık orduda nizam ve in­ tizam kalmayacağı her tarafta söylenir olmuş­ tu. Timurîularm çoğu gibî Baysungur da fazla içki içerd i; A li Ş îr Nevâî, bunu telmih He Baysungur hakkında »hayatını hoş geçirdi" ( âlemini hoş ötkerdi) dem iştir; zamanındaki emîrler, san’atkârlar, edip ve şâirler ile yaptı­ ğı sohbetlere dâir menkıbeler söylenir. Diğer taraftan Baysungur tasavvuf ehli ile de hemhâl olmuştur. Baysungur, fazla içkiden hastalana­ rak 20 kânun I. 1433 ( 7 cemaziyelahır 837 ) ’te



Herat 'ın dışındaki Bağ-t Sefid sarayında ve­ fat etti. Vefatı üzerine tutulan umumî matemin azameti sonradan ancak Şahruh *un, AH Şîr 'in ve Hüseyin Baykara ’mn vefatında görülmüş, tür. Baysungur ’un cesedi annesi Gevherşad namına yapılan medresede defnedildi. Baysun­ gur ’un tarihçilerinden Ca'fari b. Muhammed alHusayni, Baysungur için o güne kadar o taraf­ larda misli görülmeyen bir azamet ve ihtişam, da bir türbe yapıldığını zikreder ( ZD M D , X C, 376). Zamanımıza kadar sağlam kalan bu tür­ bede sonradan Baysungur ’un annesi Gevher­ şad He ailesinden daha başkaları da gömül­ müştür ( bk. J A , 5. ser., X V, $42 ), Baysungur ’un, Şahruh 'tan sonra Herat ‘ta padişahlık edea oğulları 'A lâ' al-Davla ile BuUç&sım Bâbur Mir­ za da, babalan gibi, şâir ve san'at hamisi olup, babalarının başladığı işi devam ettirmişlerdir. Fakat moğul devrinde, islâm-türk san'atımn Çin-Uygur ve îran kültürleri İle güzel bir im­ tizacı neticesinde eriştiği inkişaflar Baykara ve A li Şîr devrinde bir az başka bir istika­ mette devam etmiş ise de, Baysungur zamanın­ da, onun akademisi tarafından vucuda getirilen eserlerde görülen nefaset ve asaleti bir daha elde edememiştir. B i b l i y o g r a f y a : Arthur U. Poppe, A survey o f Persian A rt ( Oxford, 1939), V, 888 — 911; L. Binyon ve Basil Cray, Persian Miniainre Painting ( London, 1933), s. So— 59, 68— 71; Sakisian, La Miniatur Persan ( Paris, 1929 ), s. 42 v.d.



(Z ekİ V elIdI Togan.) B A Y S U N G U R . (1478-1499 )>Semerkand sultanı Mahmud ‘un ikinci oğlu ve sultan Abu Sa‘ id [ b. bk.] 'in torunudur. Hicretin 882 ( 1477/ 1478 ) senesinde doğmuş ve 10 muharrem 905 ( 17 ağustos 1499 ) ’te Öldürülmüştür. Babasının haya­ tında Buhara emîri olmuş ve 900 senesi rebiülahırmda ( 30 kânun 1 .1494 yahut 27 kânun H. 1495 ) babasının vefatı üzerine Semerkand ’a çağırılmış­ tır. Hicretin 901 (1495/1496 ) senesinde kardeşi sultan ‘A li tarafından tahtından indirilmiş ve bir müddet tahttan uzak kaldıktan sonra, 903 rebiülevveli sonlarında ( teşrin II. 1497) amcazâdesi Babttr tarafından kat’î surette tahtı elinden alınmıştır. Bunun üzerine Baysungur Hisar ’a giderek orada kendi tarafına geçen Beg Husrav Şâh 'm yardımı ile kardeşi MasY I



' ............... . «



.................«







; t ,■



binde Bale, takriben 7000 süvari ile Septe'ye ka­ dar kendisine bir yol açtı ve orada uzun müddet berberîlerin muhasarası altında kaldı. Nihayet AnşSrilerden Kurtuba valisi 'Abd al-Maîik b. Kafan [ b, bk.l, kendisini isyan etmiş olan En­ dülüs berberîîerine karşı istihdam etmek üzere, maiyetindeki Suriyeliler ile birlikte, Endülüs'e geçirtti, Tulaytala’nın yukarısında Vadi Selif ( Guadaselete) kenarında vuku bulan büyük bir muharebede Endülüs Berberîleri Bale ile 'Abd al-Malik tarafından imha edildi. Bir müddet sonra Endülüs Anşarîleri ile Suriyeliler arasın­ da zuhûr eden dahilî muharebede de Suriyeliler galip geldiler. Bale *i, 'Abd aî-Malik yerine, Endülüs valiliğine tâyin ettiler ; 'Abd al-Malik ise Kurtuba 'dan tard ve sonra da katledildi. Bununla beraber Balc'in valiliği de kısa surdu: Endülüs araplarına karşı açılan bir muharebe­ de, Narbon valisi 'A bd al-Rahmân b. 'Alkarna al-Lahmi eliyle öldürüldü (şevval 124 = 8 ağus­ tos — $ eylül 742 ). İba Haldun, ., I, 137 v.d,, *5t ; frs. trc., I, 217, 238 v.d.; îbn 'Azarı, I, 41 v. d d .; II, 30 v.dd.; Makkari, II, 11 v.dd.; îbn al-A sir ( nşr. Tornb.), bk. fihrist; Dozy, I, 244; Fournel, , 1, 29I-=-297, 302— 306 ; Müller, I, 449 v.d . ; Mercier, (1888), I, 231 v.d., 234 v.d. (M. SCHMITZ.) BELDE. B ALD A (A .1, „şehir, bölge" de­ m ektir; cemi şekli olan bilSd [ b. bk.] ve bul~ kelimelerine, coğrafyaya âit kitapların un­ vanlarında çok rastgelinir. BELED. BALAD ( A.), memleket, şeh ir; krş. BİLÂD. — AI-Baîad, XC. sûreniu ismidir. BELEK, N ur ai .-D a v l a (? — 1124), Selçuk­ luların Dersim, Gene, Harput ve Halep emîri, Artuk Bey 'in oğullarından Behranı 'm oğlu olup, Sultan Melikşah *ın 1092 ’de ölümünden sonra, gerek imparatorlukta ve gerek bu imparator­ luğun şûbeieri olan Anadolu ve Suriye Selçuk­ lu kıratlıklarında vuku’a gelen fetret ve anarşi esnasında, dâhili harplere karışan ve bu arada kendi nam ve hesaplarına birer emaret tesisine teşebbüs eden ve haçlılara harşı parlak za­ ferler kazanan emirlerden ve İslâm gazilerinden biridir. l094-*te Suriye hükümdarı Tutuş, emîr Bo­ zan '1 Öldürdükten sonra, ona âit olup, Diyar-ı Muzar ( Osrhoene, Roha = Urfa havalisi ) böl­ gesinin şehirlerini, maiyetinde bulunan emirlere tevzî ederken, Suruç'u, Sokman *a ikiâ eylemi? ve Sukman da Sürûc *u Belek 'e vermişti. Tu­ tuş 'un ölümünden sonra, amcaları ve amcaza­ deleri ile birlikte, onun oğulları arasındaki



Bibligografgaı Hist. des Berb al-Bayân al-Muğrib, Hist* des Musulmans d'Espagne, Les Berbers Der İslam, Hist. de V Afriyae sepientr,



dön



BELEK, mücadelelere karışan Beiek, birinci haçlı harp­ lerinde, ikinci Antakya muhasarası esnasında, hu şehri kurtarmağa giden büyük Selçuklu or­ dusuna iltihak ye amcaları İle birlikte meş­ hur Antakya muharebesine iştirak etmişti. Ken­ di zamanında yaşayan haçlı vak’auuv islerinin ve suryanî müelliflerinin Balak ve ermeni müver­ rihlerinin de Balag tesmiye ettikleri Belek, İs­ lâm ordusunun Antakya önündeki hezimetini müteakip, Kudüs ve havalisinin Artuk-oğulîarı elinden Fâtımîle: e geçmesinden bir az sonra, elinde bulunan Sürûc şehrini kaybetmişti (1098). Arap vak’anüv islerin Belek ’in Sürûc halkına fazla zulüm yapıp, mallarım gasp ve müsadere ettiğini ve bu zulümlere dayanamayan halkın, Urfa kontuna müracaat ederek, şehri ona tes­ lim eylediğini söylerler ( A ‘lâk al-fyatira f i uma­ ra a/-^âı« va ’i-Cazira, Berlin kütüp., arapça yazm., nr. 9800, var. 18 mad, Sürûe). Albert d’A ız başta olmak üzere, haçlı vak’anüvisleri İse, Belek in, kendine isyan etmiş olan Sürûc halkına karşı, Urfa kontu Baudouin I.’i yardıma çağırmış olduğunu ve bu kontun şehri aldıktan sonra sahibine vermeyip, kendi kontluğuna il­ hak ettiğini yazarlar. - Bu suretle emaretten mahrum olmak talih­ sizliğine uğrayan ve muhtelif türkmen boy ve oymaklarının başına geçip, bir çok sergüzeşt­ lere atılan Belek, hıristiyanlann esaretinden kurtanlmaları için, müracaatta bulunan sürueluları kurtarmak isteyen büyük amcası Sukman ile birlikte, 1100 ytlınm sonlarına doğru Sürûc *a yürümüştü. Yeni Urfa kontu olan Baudouin lî, du Bourg ile Sürûc seayörü Foulque de Ghaıtres mukabeleye çıktılarsa da, mağlûp ol­ dular. Bu sırada Urfa kontu Antakya'ya g i­ derek^ oradan mühim mikdarda yardım alıp, tekrar Sürûc ’a doğru yürüdü. Sukman Üe Betek onu karşıladılarsa da mağlûp olarak, çekil­ diler (1101). 1104 ( 4 9 7 ) ’te Fırat kenarındaki Hadişa ve ■Ana kasabalarına hücum ederek, buralarını arap Ya'iş kabilesinden alan, fakat Hilla hü­ kümdarı Sayf al-Davla Sadaka ’mn müdahalesi ile terke mecbur olan Belek, o sene içinde amcası Sukman ile Musul valisi Çökürmiş ’in haçlılara karşı yaptıkları muharebeye iştirak etmiş ve kazanılan muzafferiyette rol oyna­ mıştır. Belek, Irak k ıi’asmda asayişi temin ettikten sonra, Hânicâr kasabasını almıştır (110$). Belek 1110 'da büyük sultanın haçlılara karşı gönderdiği cihad ordusuna iştirak etmiş ve amcası Ilgâzî ’nin maiyetinde bulunmuştur. Har­ ran'ı İdaresine alan emir Mevdûd burayı İlg â z î’ye vermiş ise de, Sukman Kutbî buna râzı olmadığından, İlgâzî ile aralarında münagaa çıkmış ve ba yüzden İlğâzî, ordudan ayrı­



469



larak, Mardin 'e dönmüş ve buna hiddetlenen Sukman Kutbî, orduda bulunan Belek 'i tevkif ettirerek, zincire vurdurmuş ve kendi idaresi altında bulunan Daron (Muş) bölg-esindeki Aydziats kalesine gönderip, orada hapsettİrmİşti. Fakat ertesi sene, emir Sukman Kutbî ’nin öl- ■ mesi üzerine, hapisten kurtulan ve Eleezire ’ye dönerek, amcasının hizmetine girmiş olan petek, ni2 'de Harput, Palu, Çemişkezek ve bütün Dersim havalisi ile Hanzit ( Gene ve Çabakç ur ) bölgesi emîrî Çubuk-oğlu Mehmed Bey *in ölümünü duymuş ve başına toplayabildiği turkmenierden 8bir kısmı Üe birlikte, Eİcezire 'den hareket ederek, Harput şehri ve havali­ sindeki kasabalar hariç olmak üzere, onun bü­ tün memleketini eline geçirmiş ve Palu şehrini kendisine emaret merkezi yapmıştır. Anadolu sultam Kılıç Arsian I. ’m ölümün­ den sonra, oğulları arasında paylaşılan ülkeden Malatya ve Elbistan bölgeleri, ölen sultanın en küçük oğlu Tuğrul Arsian 'ın hissesine düşmüş ve bu şehzade, ümera tarafından, sultan İlân edilmişti. Sabî hükümdarın annesi Ayşe Hatun, ümeradan II-Arsian üe izdivaç ederek, bu emîri oğluna atabeg yapmış ve memleketi idareye başlamıştı. Fakat bilâhare Ayşe Hatun bu emîri tevkif ettirmiş, o zaman da akıl ve şe­ caatini diğer bütün türk emirlerine fâik bul­ duğu ve çok takdir ettiği emîr Belek ile iz­ divaca karar vermiş ve onu Malatya ’ya çağır­ mak üzere, bizzat Palu ‘ya gitmişti. Ayşe Ha­ tun ile izdivaç ettikten sonra, 1113 ’te Malatya 'ya gelen ve genç sultana atabeg olan Belek, bu suretle hâkimiyeti altındaki araziyi büs­ bütün genişletmiş, gerek Anadolu ’da, gerek Eleezire’de bulunan emirlerin en kuvvetlisi hâ­ line gelmişti, 1 1 1 4 ’te Çubuk-oğîu Mehmed’in halefi olan Harput emîri hastalandığı zaman, ülkesini Malatya sultanı Tuğrul Arsian ’a vasi­ yet etmişti. Belek, Malatya kuvvetlerinin ba­ şında olarak, Harput ’a gidip, şehrî tesellüm et­ ti ise de, o sırada haçlılar ile harp etmek üze­ re, yola çıkmış olan büyük sultan Mehmed ’in ordusundan bir kısım kuvvetlerin, sultanın oğlu Mes ’ud kumandasında olarak, buraya yaklaş­ makta olduğunu görünce, mezkûr şehri tabiiye ederek, Malatya ’ya döndü. Şehzade Mes'ud atabeği Aksungur Porsukî, bütün Elcezîre ümerasının maiyetine gelmiş ol­ malarına rağmen, Mardin emîri Ilgâzî ’nitt, biz­ zat gelmeyerek, oğlu Ayaz ’ı göndermesine hid­ detlenmiş ve Diyar-1 Muzar ’t yağma ve tahrip­ ten döndükten sonra Ayaz ’ı hapsetmişti. Bu­ nun üzerine İlgâzî, bîr taraftan Belek ’e haber göndererek, yardıma çağırdığı gibi, diğer ta­ raftan öteki bİraderzâdesi ve Hİşn-KifS emîri olan Davud b, Sukman'1 da maiyetine almış vş



'■••47* *



■ -U::/



---



BELEK.



\r N -# 5 «İi* w



bunlar ile birlikte, o sırada Nusaybin *de bu­ lunmakta olan Aksungur ’un özerine yürümüştür. Muharebede Aksungur mağlûp ve yanındaki şehzade Mcs'ud esir olmuştur. Fakat tîgâzî, şehzadeyi derhâl tahliye etmişti. Belek bura­ dan Malatya ’ya döndükten sonra derhâl Harpu t’a yürümüş ve burasım İşgal etmiştir (n ıg ). Erzincan, şarkî Karahisar ve Divriki bölge­ leri emîri olan ve evvelden beri göz diktiği Gene ye Dersim havzalarının Belek tarafından zaptedilmesine muğber olarak, ona karşı zarar İka etmek isteyen Mengücük-oğlu, u r S ' d e Be­ lek ’in ülkelerini garete başlamış ve bu arada Malatya havalisini de yağmalamıştır. Kendi kuv­ vetlerini amcasına göndermiş olduğu için, o va­ kit onun ülkesine yürüyemeyen Belek, u a o ’de Mengücük-oğlu ’mm memleketine girdi ve K e­ mah ve Erzincan bölgelerini istilâya başladı, Mengücük-oğlu mukavemet edemeyeceğini anla­ yarak, Bizans imparatorluğunun Trabzon dukası olup, komşu türk emirlerinin muhtemel tecavüz­ lerine karşı yanında mühim kuvvetler bulundu­ ran Constantin Gabras 'm yanma iltica etti. İki­ si de, kuvvetleri ile birlikte, Belek’ia karşısına çıktılar, Ibn al-'Azİmi 'niıı Seryan ve îbn alKalânisi ( s. zoz ) ’nîn Ser man dedikleri mevki­ de şiddetli bir muharebe vuku’a geldi. Trab­ zon dukası ile Mengücük-oğlu fena hâlde bo­ zuldular ve maiyetlerinin mühim bir kısmı ile, esir edildiler. Trabzon dükü 30.000 dinar fidye mukabilinde kurtuldu. Süryânî patrıkî Mihaiî, Sivas, Yeşil-Irmak ve aşağı Kelkit havzası emîri Dan işmend-oğlu Emîr G â z î’nin de Belek ile it­ tifak edip, bu savaşa iştirak ettiğini ve fakat esir olanlardan Mengücük-oğlu ’nu, damadı ol­ ması d olay isiyle, Belek ’in rızası hilâfına salı­ vermesi üzerine, pek münfa’il olan Belek ile Malatya sultanının, aradaki ittifakı bozarak, Trabzon 'un zaptından vazgeçtiklerini nakleder (bk. Chronîgıte de Michel ie Syrİen, III, 205). Arap tarihçilerinin, muharebe meydanı olmak üzere, gösterdikleri yerin, arap harflerinin hu­ susiyetine İnzimam eden müstensih hatalarım da göz önünde tutarak, Tercan veya Bayburt ile Gümüşhane arasında bulunan Sadak mevkii ol­ duğunu zannediyoruz. 1122’de, Îİgâzî’rtin arzusu üzerine, Belek, mü­ him bir kuvvetle, ona yardım etmek üzere, biz­ zat Halep *e giderek, muharebelere İştirak etti, amcasının hastalanarak şarka avdetinden sonra, franklara karşı devam eden harplerin idaresini üzerine aldı ve aynı senenin eylülünde, Urfa kontu Jocelin de Courtenay ile Birecik senyorü Gaîerau du Puiset’yi Sürûc yakınında, ermeni tarihçisi urfah Mathieu ’nün Daphthil dediği mevkide, mağlûp ve esir etti. Urfa’nın teslimi ipu^a bilinde kendilerini serbest bırakmak işte-



yen beyin tekliflerini kabul etmeye» kont ile arkadaşım Harput’a göndererek, oradaki kale­ ye hapsettirdiği gibi, diğer 25 frank şövalye­ sini de, Palu 'ya gönderdi. Haçlı reislerinin en kudretli ve en cesurlarından biri olan Urfa kon­ tunun bu esareti, frank kıralhğı için, mühim bir ziya telâkki edilmiştir. Emîr Belek, bu muvaffakiyetinden sonra, Harput’a dönmüştü. Fakat biraz sonra amcası İl» gâzî ’nin o sene teşrin 0,’in başında Meyyafârikîn *de ölmesi ve şarktaki ülkelerinin vârisleri arasında taksimi yüzünden zaafa uğrayan Halep emareti haçlılara karşı müşkül bir duruma düş­ müştü. Kudüs kıralı, bu vaziyetten istifâde ede­ rek, taarruza geçti ve Halep civarında bâzı ka­ leleri aldı. Yeni Halep emîri, Aşoreb’ı ona ve­ rerek, sulh akdetti. Belek ise, evvelce tazyik ve muhasara etmiş olduğu Gerger kalesi sahibi er­ meni Mîhail ’i kendisine itaate mecbur etmiş ve bu sergerde, ancak Urfa kontunun müdahale ve himayesi sayesinde, kalesini onun elinden kur­ tarabilmişti. Fakat 1123 ’te Belek, yeniden Ger­ ger 'İ muhasara etti. Kudüs kıralı, yapılan is­ timdat üzerine,Telbâşer'den hareketle, F ırat’ın garp sahilini takip ederek, ilerlemeğe başladı. Gerger’e yetişmek isteyen kırat Baudouin II., ırmaktan bir az ayrıldığı sırada, İbıı al-'Adîm ’in Uruş dediği bugünkü Turuş mevkiinde, frank­ ların hareketini duyarak, yıldırım sürati ile on­ ların üzerine yürüyen Belek ile karşılaştı. Ibn ai-Kalmıisİ ’ye göre, 9 safer ( 8 nisan), tbn al‘A d i m ’e göre, 19 safer ( 18 nisan) 'de vuku’a gelen şiddetli bir muharebede, Belek mühim bir muzafferİyet kazandı. Kıral başta olmak üzere, ölümden kurtulanlar kamilen esir edildi­ ler. Bu muharebe, kıratlarının esareti İle bitti­ ği İçin, haçlıların İslam ülkesine girdikleri an­ dan o güne kadar, uğradıkları hezimetlerin en büyüğü sayılmış ve Belek ‘in şan ve şöhretini her tarafa yayarak, kendisine gâzî unvanım ka­ zandırmıştır. Hişn Manşür’un istirdadını te­ min eden bu muzafferİyet üzerine, garp Selçuklu sultam Mahmud ( sultan Muhammed oğlu ), Be­ lek ’e Halep emaretinin menşurunu göndermiş, onu franklar ile muharebe eden İslâm ordula­ rına serdâr tâyin etmiş ve diğer emirleri, as­ kerleri İle birlikte, onun maiyetine girmeğe mecbur kılmıştır, tba a!-l£alanisi ’ye göre, rebiÜlevvel (mayıs), İbn aU'Adim ’c göre, rebiülâhır ( haziran ) içinde, kısa bir muhasaradan sonra, Harran ’ı amcazadesi Badr al-Davla Su Sayman ’ın adamlarından teslim alan Belek, bu şehrin reisi Barakât b. Abi al-Fahm ’i hapsetmiş, sonra Ha­ lep ’e gelerek, burasım muhasara eylemiştir. Şe­ hir 27 haziranda teslim olmuştur, Belek 30 ha­ ziranda kaleye girmiş ve Suriye kıt’asının gûya şu İtam olup, bu kalede ikamçt etürjlpıçktç oI$ş



BELEK* sultan Şah b. Rizvân b. Tutuş ’u oradan çıka­ rarak, Harran'a göndermiştir, 7 ağustos (123 ’te Harput’ta kale burçların­ dan birinde mahfuz bulunan Kudüs kıralı ile Urfa kontunun ve Birecik senyörü ile diğer şö­ valyeler in", hapisten çıkarak, Harput şehrinin iç kalesini zaptettiklerini öğrendi. Filhakika bîr kısmı behesmli olan $o kadar ermeni fedaî­ si, kale muhafızlarının azlığım görerek, bura­ sım almağı kararlaştırmışlardı. Bir kısmı rahip, bir kısmı dilenci ve tacir kıyafetinde, kale ka­ pısından içeriye girmeğe muvaffak olan ve içeri­ deki ermeni işçileri İle birleşen bu fedaîler, kaleyi zaptederek, burç ve barulara hâkim ol­ dular ve kıra! ile kontu ve diğer frank esirle­ rini kapalı bulundukları burcdan çıkarıp, emîrİn ikametine mahsus olan yere götürdüler ve aynı zamanda şehirdeki ermenilerden bir kısmını da çağırarak, şehirliler tarafından kuşatılan kaleyi : müdafaaya hazırlandılar, Kudüs kıralı muhasara hattını yarıp çıkmanın mümkün olmadığını gö­ rünce, kont Jocelin'î Kudüs’e gönderip, kendi­ sini kurtarmak üzere, kuvvet getirmeğe memur etti. Kont Jocelin, kuvvet toplamak üzere, An: takya’ya ve oradan Kudüs'e gitti. Kıratlığın, Trablus kontluğunun ve Antakya prensliğinin bütün kuvvetlerini toplayarak, »hakikî haçı* da beraberine alıp, kıralı kurtarmak için, yürüyüşe ■ çıkan kont, Telbâşer’e geldiği zaman, Harput kalesinin Belek tarafından zapt ve kiralın yeni­ den esir edildiğini öğrenip, İleri yürümekten vazgeçti. Filhakika Harput’takî vak’âyı duyan Belek, sür’atle Harput ’a yürümüş, 500 km. me­ safeyi 15 günde alarak, kale önüne gelmiş ve muhasaraya başlamıştı, Kıral Belek’in teslim teklifini reddettiği için, kale hücumla zaptedildi. Belek, kıral ile senyorler müstesna olmak üzere, diğer frankları ve aynı zamanda ermem­ den kamilen öldürttü {23 recep = 1 6 eylül). Be­ lek, kıral ile arkadaşlarını tekrar zincire vur­ durdu; fakat onları Harput'ta bırakmağı mu­ vafık görmediğinden, Harran’a gönderip, haps­ ettirdi. Bu aralık, Anadolu ’daki ülkesinin işlerini yoluna koyan ve oradaki türkmen boy v e oy­ maklarından mühim mikdarda kuvvet toplayan : Belek, başsız kalan franklara büyük bir darbe vurmak ve ellerine düşen kale ve şehirleri bİrer birer alabilmek İçin, hazırlık yapıyordu. Türk imparatorluğunun haçlılara karşı baş ku­ mandanı olmak sıfatı İle, bütün emirlerden gardım: istiyor, bilhassa Artuklu ailesinin reisi : sıfatı ile, £lişn KifS, Meyyâfârikîn ve Mardin emirleri olan amcazadeleri Davud b. Sukman ile Süleyman ve Timurtaş *1 yanma çağırıyordu. Bunlardsy ilk ikisi, maiyetlerindeki kuvvetle­ rinmühim kışımlartm göndermişlerdi. Üçünçij-



m



sü ise, bütün kuvveti İle, bizzat Belek 'in mai­ yetine gelmişti. Büyük emirlerden Musul valisi atabeg Aksungur Porsu kî, Belek ’e asker gön­ dererek, yardım ettiği gibi, Şanı emîri atabeg Tugtigin de, bizzat kuvvetlerinin başında ol­ duğu hâlde, onun yanına gelmişti. 1124 senesi başında Halep ‘e gelen ve Har­ ran ’da mahpus olan kıralı ve arkadaşlarını ka­ lede hapsettiren Belek, haçlılara karşı yapaca­ ğı sefer esnasında dahilî bir hıyanet ihtimâ­ linden endişe ederek, bu şehirdeki îsmaiiîlerİ kamilen tevkif ve ihraç ettirdikten sonra, mal ve mülklerini sattırdı. Sonra, atabeg Tugtigin ile birlikte, franklar elinde bulunan A ‘zaz ka­ lesini muhasara etti. Kalenin fethi yaklaştığı sırada, franklar birden bire hücum ederek, mu­ hasaranın akamete uğramasına ve türk ordusu­ nun çekilmesine sebep oldular. Bunu müteakip, Fırat üzerindeki Mağara kalesi İle Na'üra ka­ lesini müstahkem bir hâle koyan Belek, Halep ‘e döndü ve 12 şubatta Melik Rizvân ’ın kızı olup, evvelce amcası tlgâzî ’nin nikâhlısı bulu­ nan, fakat düğünden evvel kocasının vefatı üzeri­ ne dul kalan Ferhunde Hatun ile evlendi. Şubat ayı içinde, Halep şehri reisi Muhammed b. Sa*dân ‘1 azil ve şehir işlerini İslah ettikten sonra, franklardan intikam almak için, A'zaz havalisi­ ne kuvvetler gönderip, Meşhilâ mevkiinde düş­ manlan perişan ettiren ve bu arada bizzat Mucaddat kalesini fetheden Belek, Manbic ( halk arasında telaffuzu Munbic) sahibi Hassan b. Gümüştigin Baalbekî ’nin bâzı ahvâlinden şüp­ helendiği için, bu şehri onun etinden almağa karar verdi ve amcazadesi Timurtaş ’ı bu işe memur etti. Bu zat Hassan ’ı tevkif elti ise de, Hassan ’ın kardeşi ‘İsi, kaleye kapanarak, teslim olmağa yanaşmadı. Bunun üzerine Belek, biz­ zat gelerek, kaleyi kuşattı. ’ İsa franklara haber göndererek, yardımlarını istedi. Urfa kontu Jocelin bütün haçlı seayÖrlerini ve şövalyelerini maiyetine çağırdı. O devirde emsalsiz şecaati ile pek tanınmış olan Maraş ve Keysum kontu Geoffroy ile Delük ve Râban senyörü Mahuis başta olmak üzere, senyör ve şövalyelerin ek­ serisi onun maiyetinde toplandılar ve 10.000 Men fazla atlı ve piyade ile, Manbic ‘e doğru yürü­ düler. Bunu duyan Belek, muhasarayı bırakarak, düşmanları karşılamağa gitti. Manbic yakının­ da, (8 rebiülevvel {5 mayıs) pazartesi 'sabahı başlayan şiddetli ve korkunç muharebe, türk» lerın kat’î muzafferiyetlerİ ile sona erdi. Başta Maraş kontu olmak üzere, haçlı şövalyelerinin en güzideleri telef oldular ve kaçanla?, gece karanlığına kadar, türkîor tarafından takip edi­ lerek, öldürüldü veya esir alındı, Emîr Belek, Manbic muhasarasını amcazadesi Timurtaş ’a bırakmağa ve u?up z&m$md&|> bçri



47*



BELEK.



frenkler tarafından kuşatılan -ve yardımdan tamamiyle mahrum kalan Sur şehrinin imdadına koşmağa karar vermişti. Suriye sahilinde İslâmlar elinde kalmış yegâne şehir olan Sur ’un düşmesi, Mısır ile Suriye’nin deniz yolun­ dan irtibatım büs-bütün kesecekti. Şam emîri Tugtigin, Belek ’i bu hususta işbirliği yapma­ ya davet ediyordu. Harekete hazırlanan Belek, kaleye karşı kurulacak mancınıkların yerlerini tesbit için, başında tolgası ve elinde kalkanı dolaşır ve maiyetine emirler verirken, kaleden atılan bîr ok, onun sol köprücük kemiğine isa­ bet ederek, saplandı. Rivayete göre, bu oku biz­ zat kale müdafii ‘ İsa atmıştı. Belek oka çıkar­ dı, ona tükürerek „bu ok, bütün isiâmlara vu­ rulmuş bir darbedir“ dedi ve bir az sonra da ruhunu teslim etti (6 mayıs 1124, s a lı). Orda yeis içinde öteye beriye dağıldı. Şehit emîrin cenazesi Halep ’e getirildi, İbrahim peygambe­ rin makamı Önüne defnedildi ve burada, bilâ­ hare, mükellef bir türbe ve mezar yapıldı. Kufî yazı ile mahkûk olan mezar taşı, son zamanlar­ da, Halep ’ten Şam müzesine götürülmüştür. Be­ lek 'in muasırlardan ‘Azimi, onun Şehinşah adlı bir oğlundan ve bu emîrzâdenin, emîr Zengi ’nin Halep emareti zamanında, 528 {1134) ’de, Kudüs kıralı Foulque ’e karşı yapılan bir mu­ harebede şehit olduğundan bahseder. Belek 'in ölümünden sonra, memleketi taksime uğradı. Tımurtaş, Halep ’İ, Harran ’ı ve mülha­ katını, Şams al-Davla Sulaymân İse, Harput *u ve dolaylarını, Davud b. Sukman da, Palu, Çemiş­ kezek ve Dersim havalisini almışlardı. Dastânî kahramanlıklar ile geçen orta çağda, şecaat ve şövalye mertliğinin en parlak devri olan XII. asırda, türklük ve müslümanhğm haçlı­ lara karşı çıkarmış olduğu yeğitlerden biri de, Belek 'tir. Bu zat, muasırı bulunduğu emirlerin bir çoğu gibi, yüksek metbülan bulunan Mehmed Tapar, Sencer ve Mahmud kabilinden, ah­ lâk ve fazilette maiyet ve tebaalarına numune olan büyük sultanların açtığı çığırdan yürüye­ rek, nefsini her türlü kötülük ve günahtan uzak tutmağa çalışmış, bütün ömrünü gaza ve cihad içinde geçirmiş, ülkesinde emsâlsiz bir sükûn ve asayiş temin etmiş, adalet ve kanunu hâkim kılmış, dindar ve mütevâzî bir emîr idi. Belek, daha genç yaşında iken, bu devrin en kahraman ve şecî hükümdarı olan Anadolu sultanı Kılıç Arsîan I. ’ın takdir ve sitayişini kazanmıştı, ölümü, müslümanhk ve türklük için, hakikî bir ziyâ ve musibet olmuş ve mağlup olmağa başlayan haçlıların yeniden kalkınmalarına se­ bebiyet vermiştir. Önün yerli hırîstiyan tebeası bile, böyle âdil ve şefekatli bir hükümdar : kaybetmiş olmalarından dolayı, müteessir ol­ muşlardı. Haçlılar ise, böyle korkunç ve gâlip



bir düşmandan kurtulmuş oldukları için, çok sevinmişler ve rahat nefes^almışîardı. Emîr Belek ’in ölümü yalnız Suriye tarihinde değil, Anadolu tarihinin de seyir ve cereyanı üzerinde tesir icra etmiştir. Nitekim damadı buiunan Konya sultam Mes'ud I. Üzerinde bir nevî atabeğiik yapan, fakat Belek ’İn satvet ve şehametinden çekindiği için, Malatya ve yukarı Ceyhan bölgelerinin işlerine müdahaleye cesa­ ret edemeyen Sivas, Yeşil-Irmak ve aşağı K el­ kit bölgeleri emîri Danişmend-oğlu Emîr Gâzî, Belek ’in ölümünü fırsat bilerek, ertesi sene Malatya 'ya yürümüş ve gerek burasım, gerek Elbistan bölgesini zaptetmek suretiyle, Anado­ lu Selçuklu saltanatının gelişmesine darbe vur­ muştur. B i b l i y o g r a f y a ' . Emîr Beiek ile bir zamanda yaşayan veya onun zamanına yetiş­ miş olanın üeîlifler — a. a r a p tarihçileri: ‘Azimi, Tarik (İstanbul, Merzifonlu Kara Mus­ tafa kütüp., nr. 398, 514, 516, 517, 518 seneleri vukuatı) ; Abü Ya'Ii İbn al-l£alanı si, Zayi Târik Dimaşk (Beyrui, 1908) s. 169, 170, 202, 207 v.d .; ıbn al-Azrâk, Târih Mayyâfârkin (Birt, Mus. kütüp. or. 5803, var. 163, 178}»— b. l â t i n vak'anüvisleri: Foulcher de Chartres ( frns. trc. M. Guİzot, Collection des memoires relatifs â Vhistoire de la France, Paris, 1825, XXIV, 205, 207, 215, 223, 332 v.d.) ; Albert d ’Aix ( frns. trc. M. Guizot, ayn. esr., XX, Paris, 1824, I, 134 v.d.); Ordcric Vital (frns. trc, M. Guizot, ayn. esr., Hisi. de Normandie, XXIII, Paris, 1826, IV, 215— 228) ; GuiIIanme de Tyr { frns. trc, M. Guizot, ayn. esr., Paris, 1824, XVI, I, 188 v.d. 357— 360, II, 223 v.d,, 271) i — c. er men İ vak’anüvisleri: Matihieu d ’Edesse, Chro~ nîque (fr, trc. Ed. Dulaurier, Paris, 1858, s. 232, 273s 287, 306— 312 ) ; Recueil des Hist. des Croisdocam enis armeniens, 1, 94,110,117,13ı v.dd. 137 v.d. ; Michcl le Grand, Chronique, (fr. trc. V. Langîois, Parts, 1868, s, 300 v.d.) { R, des Hist. des Crois. doc. ar. I. 333 v.dd. f ( bu eser süryânî Mikhaii 'in eserinin ermenicesidir) ; — d. s ü r y â n î müellifleri: Urfah Basil *e isnat edilen anonim vekayinâme, arap. İshSl Paris, 1904, 2 c ilt ; Monceaux, Histoİre litieraire de VAfriçue chreitenne, Paris, 1901— 1909, 3 cilt). Yalnız şurasını kaydetmekle İktifa edelim ki, hırîstiyanlık, berberîlerin Roma ta­ hakkümüne karşı ittihad etmeleri imkânını ha* zırlamıştır ve berberîler, Roma kilisesi akide­ sine muhalif mezheplere hemen dört etle sarıl­ mışlardır. İslâm fütuhatı devrinde de aynı va­ ziyet tahaddüs etmiştir. O zaman, romahlarm yerine, araplar kaim olmuş bulunuyordu. Berherîlerin islâmiyeti kabul etmeleri tarihini, tafsilâtı ile, bilmiyoruz. Yalnız şu kadarı ma­ lûmdur ki, berberîler 12 defa islâmiyeti terketmişlerdir. Eğer Bizans yahut pek çabuk or­ tadan kalkan Vizigot kıralhğmdan daha sağ­ lam istinat noktalan bulsalardı, İslâmî yete karşı gösterdikleri mukavemet daha başka olurdu. İslâmiyet, ancak XII. asırda tam bir muvaffa­ kiyete erişmiştir. Son yerli hıristiyanların kayb­ oluşu o tarihe tesadüf eder. Islâm fütuhatının bidayetinde, berberîler, ye­ gâne tanıdıkları mezhep olan, Sünnîliğe sâlik idiler. Fakat çok geçmeden, en ileri müsavat tarafdarı görünen haricî mezheplerini kabûl etmek suretiyle, İstiklâl zihniyetlerini isbat et­ tiler. Berberîlerin dinî akîdeye pek fazla kıy­ met vermediklerini gösteren nokta, içlerinden bir kısmının, şi’ıliğe tarafdar olmaları ve bu tarafdarlığın, sâdece Fas idrisîliği ile kalmayıp, Iran zihniyeti ile meşbu olarak, imamı „mütecessid" bir Allah telâkki etmeğe kadar ileri gitmiş bulunmalarıdır. Bu suretle, haricîlerin, sufrîlerm ve abâzilerin yanı-sıra Fâtımîler zuhûr etti ve Ketama ’ler, m a h d i ‘Ubayd Allah ’ın başlıca istinatgahını teşkil ettiler. Henüz Xv asırda islâmiyeti kabul eden Sahra-i Kebîr



2>3*



Lamtüsa ’lerinin ( murabıtlar) bir aksülameli neticesinde, sünnî mezhepler muvaffakiyet ka­ zandı. Bu aksülamel, Muvahhıdler imparator­ luğunu kurup, dağın ve çölün yahut denizin koruduğu bir kaç haricî camiası müstesna ol­ mak üzere, geri kalan ne kadar hıristiyan veya şi’î varsa, hepsini imhâeden AtlasMaşmûda’Ieri sayesinde de kuvvet buldu [bk. mdd. ABAdÎLER, H ARİCÎLER,



N O K K A R ÎL ER , NEFÖSELER,



RÜSTEMÎ-



LE R, SUFRÎLER ].



Berberîler, din bakımından, her hangi mez­ hepte olursa olsun, dînî akidelere tarafdar veya aleyhdar büyük fikir adamları değil, sâdece cedeici kelâmcılar yetiştirmişlerdir. Bu itibarla, dört İslâm mezhebinin, Ibn Hanbal 'İçkinden sonra, en dar, en mutaassıbı olan Malik b, Anas ’in mezhebi, berberîler arasında en fazla revaç buldu. Bugün de öyledir; filhakika bu gün Sün­ nîlik, mahallî hurafeler ile az-çok karışık ola­ rak, berberîler memleketinin her tarafında ha­ kimdir. Bu hurafeler arasında bilhassa „ mura­ bıt" kültü vardır ki, bu murabıtların çoğu, ne idügü belirsiz yerli ilâhların yerini almıştır. Yalnız, Mzâb ’da, Cerba ’de ve Cebel-i Nefüsa 'de tutunan ve Zengibar ’daki mezhep işleri ile münasebet idâme eden bir kaç Abâzi cemaati bundan müstesnadır. Resmî islâmiyetteıı başka, iki din te’sis etmek teşebbüsü daha vardır ki, bunları da zikretmek gerektir. İslâmiyet, hıristiyanhğa nazaran, ne olmak iddiasında idiyse, bu yeni din de, İslâ­ mî yete nazaran, o olacaktı. Bu teşebbüslerden biri, hicrî IV. asırda, Rif 'te, Ha-Mim al-Moftari [ b. bk. ] tarafından yapılmıştır. Diğeri Şa­ li h b. Tarif isimli, eski bir haricî tarafından, Tâmesna ’da, şimdiki Şâviya ( Chaonia ) ’de Berğavâta [ b. bk. ] ’lar arasında yapılıp hicrî II. asırdan V . asra kadar süren, bir dinin te si­ sine müncer teşebbüstü. D İL



VE



ED E BİYAT.



Berberîlerin müşterek bir asıldan geldikleri isbat edilememesine mukabil, müşterek bir dile sahip oldukları muhakkaktır. Eski lisanları hakkmdakİ malumatımız ne kadar az olsa da, di­ yebiliriz ki, bu lisanın ihtiva ettiği lehçeler arasındaki fark, bugünkü berberî lehçeleri ara­ sındaki farktan pek fazla değildi. Bu hususta bizi ancak kitabeler tenvir edebilir. Bu kitabe­ ler 1870 ’te, Faidherbe tarafından, bir araya top­ lanmıştır ( Collection Complete des înscriptions ntımidiçues, Lille, 1870; krş. keza J. Hal6vy,Essaî d*epigraphie libpque, Paris, 1879 ). O tarihten beri sene geçmez ki, bunlardan bir kaç tane daha keşfedilmesin ( bk, Recueil de la societâ archâologİque de Constantine, Revue Africaine, Comptes de VAcademîe des înscriptions v. s. %



MRBERİLEiL



$3*



[ Bilhassa Dougga ve Maktar 'da buluna» 5 k i­ tabenin P u n ve L i b y a dillerinde olduğu an­ laşılmış ve okunmuş ise de, tamamen izah edile­ memiştir. Bu kitabeler için bk. J.-B. Chabot, Puntça ( , 1918, XI, 259 v.dd. ); ayn. mil., Meianges epigraphiqu.es ( 1921, XVII, 67 v.dd.) ]. Libya alfabesi şimalde, arap istilâsı ile beraber, istimalden sakıt olmuştur; buğun ancak Tuvâreg alfabesinde kendini gösterir. Es­ ki berber! lisanı bahsinde, kitabelerden başka, elimizde mevcut vesika, eski devir müellifleri tarafından az çok tahrif ve zamanımıza kadar muhafaza edilmiş olan bâzı kelimelerdir. Bun­ lar, sâdece, lügat bakımından, ehemmiyet arzeder. Arap müelliflerinden bize intikâl eden ke­ limeler de Öyledir. Mamafih şu noktayı kaydet­ meliyiz ki, XI. asırda, arap lan Afrika ’nm şimâl-i garbisine kat’î surette yerleştiren büyük Bani Hilâl İstilâsı, berber! lisanı üzerinde çok büyük bir te’sir icra etmiştir. Bir takım lehçeler kaybolmuş ve diğerlerine de bir çok yabancı kelime katılmıştır. Bunlar daha evvelki asırlar­ da giren kelimelerden kolayca ayırt edilebilir. ( krş. R. Basset, Les mats arahes passes, en berbere, Orîeniaî, Studien. Noldeke getvidmei, I, 429— 443). XVII. asra gelinceye kadar Kanarya adalarında konuşulan Guançi lisanı hakkmdaki bilgimiz, maalesef İspanyol müellif­ leri tarafından çok fazla tahrif edilmiş kelime­ lere inhisar etmektedir. Bu lisanın bakiyele­ rini S. Berthelot toplamıştır (Parker ''Vebb ve Sabin Berthelot, Hisİoire naturelle des Iles naries, Paris, 1842, I, 1. kısım). Sâmî diller ile münasebetdar Küşi yahut hâmî diller ailesinden olan berber! lisanı, bu­ gün dahi, Siva vahasından Atlas denizine ve Nİjer ağzından Akdeniz 'e kadar olan mmtaka dâhilinde konuşulmakta ise de, bu muazzam sahada hâkim yegâne dil olmaktan uzaktır. Bu lisanı teşkil eden lehçelerin, şimdiye kadar sâ­ dece muvakkat bir tasnifi yapılabilmiştir. Leh­ çelerden her biri, tam surette tetkik edildikten sonra sentezini yapmak kabil olacaktır. Şark­ tan garba doğru giderken, konuşulan başlıca lehçelerj Senegal 'in şimalinde kullanılan Zenâga, AveHmmide», Ahaggar ( Taytok ) ve Azger ’lerin kullandıkları Tuvâreg; Süs 'ta konu­ şulan Şii ha, Atlas ’ta konuşulan Tamaziğt, Fas şimâlindeki Rif dili, cenûb-i şarkî berber! dili, Fas şarkı İle Cezayir garbında müstamel Zenâta; Kşür lehçesi, vahalar lehçesi ( Tidikelt, Tuat ve GürSra), B. Menâşer lehçesine yakın­ dan temas eden ve Atlas dağlan yolu ile ( en iyi muhafaza edilenlerden ) büyük Kabiliya 'nin Zvâva diline ve Becâye ile Vadi Sâhel lehçe­ sine bağlanan Cezayir merkezî Zenâta 'si ( Varsenis, A'şâşa, Harâva ) ; cenupta, Mzab, Vârglâ



JA



JA,



Th.



Ca-



ve Vadi Riğ lehçeleri; Avrâs Şâvıya ’si ile Setif 'ten Sük-Ahrâs’a kadar kabilelerin lehçeleri. Tunus *ta berber! lisanı yalnız en cenupta kal­ mış olup, Sened ’deki Mat mata ’larda, Cerba 'da ve Trablus hudutlarına kadar giderek, Cebel-i Nefüsa dili ile karıştığı yerlerde istimaldedir. Bunun hâricinde bu lisan Gadâmes, Gât, Avcila gibi vahalardan başka yerde kullanılmaz ve Siva ’da biter. Dinî telifatın berberîlerde, bilhassa haricî­ lerde, oldukça inkişafa erdiği görülüyor. Mü­ verrihler ve tercüme-i hâl muharrirlerinin ver­ dikleri malûmat bunu te'yit etmektedir. Hâ-Mim ve Salih ’in kur’anları, tek-tük bir kaç parçası müstesna, kaybolmuşsa da, bütün Abâzi edebi­ yatından, ancak İbn Gânim ’in 1 isimli eseri elde kalmıştır ( krş. de Motyîinskı,



Mudâvvana Le manuserit arabo-berheredeZouagha, Actes de XIVB Congres des Orientalistes, Alger,



1909, II, 64— 78 ). Sünnîiere gelince, Muvahhid imparatorluğunun müessisi Mahdi İbn Tümart tarafından, XI. asırda, Şilba lehçesi ile yazılan Kur’an tercümesi ve 3 eserin berber! lisanındaki metinleri kaybolmuştur. Fakat elimizde XVIII. asırda yazılan ve Muhammed b. 'A li b. İbrahim tarafından, aynı lehçe ile tertip edilen 2 eser vardır ki, bunlardan biri ( vecâib bahsi) olup, Sidi Halil ’in ’ından iktibas edil­ miştir ( 1897 'de C ezayir’de M. Luciani tarafın­ dan neşir ve tercüme edilmiştir ). Diğeri olup, birinci eserin mütemmimidir ( Cezayir ve Paris el yazmaları ). İlk iki fasıl, tercüme He birlikte, de Slane tarafından neşr­ edilmiştir ( IV, 552— 562 ). Bu nevi te'lifat arasında, hepsi Şillm dili İle yazılmış dinî neşîdeler vardır. Şabi ‘nin, ebe­ veynini aramak üzere, bir delikanlının cehen­ neme İnişini tasvir eden şiiri ( R. Basset, Paris, 1879 ), Sidi Hammü ’nun şiirleri ( Stumme, Leipzig, 1895; Johnston, Ta-



JJavz Maktaşar



ai-damü'a



Bahr



Appendice âVHistoiredes Berberes,



Le Poeme deÇabi, Dichtkunst und Gedichte der Schluch, Fazma gurramt, Actes du XIV* Congres des Orien1 İbn Ganim risalesi, i b n G a n im M a d a v v a n a s! «Jö­ nü mekie tanınan esor olup, Abu Ganim Bişr b. Ga­ nim al-Horasani 'ye arepça bir hadis kitabıdır. Berberi dilinde yazıtmış olan eserlerin mühimleri İmâm ‘Abd al-VahhSb ’a tercüman otan Abu Sahi tara­ fından yazılmış olanlardır. Bu eserin, VH. asır âlimle­ rinden ‘Allama Abu ‘Omar b. Cami' al-Carbi tayfın­ dan, arapçaya çevrilmiştir. II. asrın başlarında berberi­ ler arasına giren AbSii ’ler, eserlerini berberi dilinde yazmak hususunda itina göstermişler ve müsiümanlık da berberîler orasında bu sâyede yayılmış ve yerleşmiştir. Nüfûsa ’li Muğ-tayyir, bcrberîlerden ilk defa tıâfız-ı Kur’an otmuş, Basra'da Abu "1 bayda al-Tamîmi ’den ders aldıktan sonra, Nüfûsa ’yo dönmüş ve berberi di­ linde bir çok eserler meydana getirmiştir ( krş. D 5 >ir a a t-m a a r i f a l- is la m ig a , III, 519, not).



BERBERÎLER. iatisies, H, 100 v.d. ), bir mîrâc-i nebi menkı­ besi ve bir Burda tefsiri bunlar meyanmdadır. Dinî mevzûlar hâricindeki te’Hfat, sâdece avrupahiar idaresinde yazıldıkları için, nâdirdir. Meselâ Şilha lisanı ile yazılmış olan garbı A f­ rika hakkındaki, Sidi İbrahim seyahat nâmesi (bk. Newmann, J R A S , 1848’de neşredilen me­ tin, s. 215— 260, bilâhare Rene Basset tarafın­ dan, Paris ’te 1882 ’de tercüme edilm iştir) ve İbrahim b. SulaymSn al-ŞammShi tarafından, Nefûsi dili ile yazılan Cebel-i Nefüsa tasviri ( Motylinski tarafından, Cezayir ’de, 1885 ’te ve Paris ‘te, 1898 'de, transkripsiyonlu olarak, neşir ve tercüme olunmuştur) bu mey andadır. Kit âb aİ-iŞilha İsimli bir hikâye kitabım ( Parts Millî kütüp., yazma) bunlara ilâve edebiliriz. Bu hikâye kitabının ekser kısımlarının Bahtiyarname 'den ve Yüz gece ’den iktibas edilmiş ol­ ması muhtemeldir ( bâzı kısımları de Slane, R. Basset ve de Roehemonteİz taraflarından neşir ve tercüme edilmiştir). Halk edebiyatı ( hikâye, şarkı ve bilmeceler ) arapça ile fazla karışmış olan bütün bu me­ tinlerden daha mühimdir. Bu halk edebiyatı, yukarıda zikri geçen lehçelerin hemen hepsin­ den ııümûneler ihtiva eder. Bunlara müteallik maddelerde bu hususta izahat vardır. Yalnız tercümeden ibaret umumî dergiler R. Basset tarafından neşredilmiştir ( Contes berberes, Pa­ ris, 1897; Nouveaux contes berberes, Paris, 1897; Contes populaires de VAfriyue, Paris, 1903). Hususî koleksiyonlardan şunları zikr­ edebiliriz : T a z e r v v a l t Şilha ’st hakkında: Stumme, E lf Stücke im Şilka Dialekt ( ZD M G , 1894; ayrı baskı ); ayn. mil., Mârchen der Seklah von Tazerma.lt ( Leipzig, 1895, metin ve tercüme); de Rochemonteix, Contes da Soas et des Oasis de la Tafilalt ( J A , XI, 1889, 3.198— 22$); K şü r‘lar lehçesi hakkında: R. Basset, Recueil de tex tes et de documents poar la philologie berbere (A lger, 1887); Ba­ ni Menaşer’ler lehçesi hakkında: R. Basset, Textes berberes dans le dialeete des B. Menaccr ( Rom, 1892 ) ; Zvâva hakkında: Hanoteau, Poesies populaires de la Kabylie du Jurjara ( Paris, 1867 ) ; P. Riviere, Recueil de contes po­ pulaires de la Kabylie da Jurjara ( Paris, 1882, yalnız trc.); Ben Sedira, Cours de'langue Kabyle l Alger, 1887, yalnız m etin); Moulieras, Legendes et contes merveilleux de la Grande Kabylie ( Paris, 1893— 1897 ; 8 fasıkül, yalnız metin ve e k sik ); Le Bîanc de Prebois, Essai de Contes Kabyles ( Batna, 1897, 2 fasıkül, eksik); Luciani, Chansons Kabyles de S mail Azikkiou (Alger, 1899); Boulifa, Recueil de poesies Kabyles (Alger, 1904); Vadi Sahil leh­ çesi hakkında; R, Basset, L'insurreetion alge-



533



rienne de 1871 dans les chansons populaires Kabyles ( Louvain, 1892 ) ; ŞSviya lehçesi hak­ kında : G. Mercier, Cinq textes berberes en dialeete chaouia { J A , 1900); Cerid lehçesi hakkında: Stumme, Mârchen der Berbern von Tamazratt (Leipzig, 1900); Taytok lehçesi hakkında: Masqueray, Observations grammaticales et textes de la temahay des Taltoq ( Paris, 1897 ). Bâzı berberî cemaatlerinde hâlâ tatbik edi­ len orf ve âdetler mecmuası olan kânun 'lan da zikredebiliriz. Bunlar yazılmamış ise de, büyük Kabiliya âdetlerinden bazıları yazılmış ve neşr­ edilmiş bulunmaktadır. Müellifler ve eserleri şunlardır : Hanoteau ( Essai de grammaire Kabyle, Alger, fs., s. 313— 324 ; La Kabylie et les couiumes Kabyles, Paris, 1873, III, zeyil s. 327— 443, yalnız trc., kısmen Masqueray tarafından tekrar edilmiş ; Formatİons des ciies ehez les populatîons sedentaires de VAlgerie, Paris, 1886, s. 263— 324, yalnız tr c .); Ben Sedira ( Cours de langue kabyle s. 205— 3$$, yalnız metin) ve Boulifa {L e Kanottn d 'A d n i: Re­ cueil de memoires et de textes publies en l'honneur du X lV e Congres des Orientalistes, par les professeurs de VEcole Superieure des lettres, Alger, 190$, s. 152— 178). Katolik ve proiestan misyonerleri tarafından yapılan müte­ addit Ahd-ı A tık ve Ahd-i Cedıd tercümelerin­ den burada bahsi zaid görüyorum. B i b l i y o g r a f y a : Başlıca malûmat, için bk. Fournel, Les Berbers (Paris, 1877— 1881, 2 c ilt) ; bu malûmat Mu'izz lidtn Allah ’*n Mısıra azimeti bahsında durur. A r ab mü­ verrihlerine gelince, şu eserleri sayabiliriz: İbn Haîdüa, Kitab al-İbar ( Bulalf, 1284 hic­ ri, VI ve VII, frns. trc. de Slaııe, Histoire des Berberes, Alger, 1852— 18$6, 4 c ilt ) ; İbn Abı Zar', R a vi al-kirtâs (nşr. Tornb.), Upsala, 1843— 1846, 2 c ilt ; İbn ‘Azâri, al-Bayâno ’l-Moghrib ( nşr. Do2y), Leiden, 1848— 18$î, 2 cilt; al-Marrakuşi, History o f the Almohads ( nşr. Dozy), Leyden, 1847 ;al-Bakri, Description de I* Afrique septentrianale ( nşr. ve trc. de Slane), Alger, 1857 ve Paris, 1859; de Goeje, Descriptio al-Maghtibi ( Leyden, 1860; al-Ya'kübi ‘den hülâsa) ; Masqueray, Chroniyue d ’Abou Zakaria ( Alger, 1878 ) ; al-Barrâdî, Kitab al-Cavühir ( Constantine, 1302); R. Basset, Les sanciuaires du Cebel Nefousa ( Paris, 1899 ) ; Quedenfe!dt, Eintheilung und Verbreitung der Berberbevolkerung in Marokko ( Zeitschr. für Ethnologie, 1888 ve 1889 ); Daumas, La grande Kabylie ( Paris, 1847 ) ; Car ette, Eiudes sar la Kabylie proprement dite ( Paris, 1848, 2 c ilt); Barth, Reisen und Entdeckungen in Nord- und Central-Af-



534



BERBERÎLER -



rtka ( Gotha 1858, 5 c ilt ), V , 573— 581; Duveyrier, Les Toaaregs du Nord ( Paris, 1864 ); Bissuel, Les Touaregs de VOaest ( Alger, 1888 ); Jean, Les Toaaregs da Sud-Est de V A îr ( Paris, 1908 ) ; Hanoteau et Letourneux, La Kabylie et les couiames Kabyles ( Paris, 1872 /1873, 3 c ilt ) ; Renan, La societe berbere ( Melanges d'hîstoire et de voyages, Paris, 1878, s. 319— 352); le P. Dugas, La Kabylie et le peuple Kabyle ( Lyon, 18 77); Masqueray, Formations des cites chez les populaiions sedeniaires de VAlgerie ( Paris, 1886); Morand, Les Kanouns du Mzâb ( Ğtades de droit musulman algerien, Alger, 1910, s. 419— 457); R. Basset, Recherches sur la religion des Berberes (Paris, 1910); de Sîane, Appendice â Vhistoire des Berberes, IV, 488— 584; R. Basset, Etüde sar les dialectes ber­ beres ( Paris, 1894); ayn. mil., Loymân ber­ bere (Paris, 1890); Londra (189 1), Paris (1897 ), Hamburg (1902 ) ve Kopenhag (1908 ) 'da toplanan muhtelif Orientalist kongreleri raporları; G. Sergi, African. Antropologla della stirpe camitica (Torino, 1897); L. Bert Kolon ve E. Chantre, Recherches anihropologiyues dans la Berberle orientale, Tripolîtaine, Tıtnisie, Algerie ( Liyon, 1912); O. Bates, The eastern Libyans ( London, 1914); L. Giannitrapanî, U Atlantide ( L ’ Universo, 1927 }; S. Gsell, Histoire ancienne de VAfrique da Nord ( Paris, 1913 v.dd. } ; alBakri, Description de V Afrigue septentrionale ( trc, de Slane), 2. tab., Aiger, 1913; E. F, Gautier, U hlamisation de VAfrique da Nord. Les siecles obscurs du Maghreb (Paris, 1927 ) ; H. Basset, Essai sur la Lite­ ratüre des Berberes (A lger, 1920) ; Laoust, Mots et choses berberes ( Paris, 1920}; F. Beguinot, Appunti di epigrafia libica ( V Africa italiana, 1927 ) ; No te di epigrafia libica (.40710/1 del R. îsüt ut o Orientale di Napoli, 1929 ). Hesperis mecmuası ( berberîlere mah­ sus nüsha); Archives berberes et BaLeiin de V Instiiut des Hauies-Etudes Marocaines, Paris.] ( R e n e B a s s e t .) B ER CE N D , [ Bk. b Ir c e n d .] BERD E. [ Bk. BERZA’A.] B E R E D Â . [ Bk. berede . ] BERED ÂN , SARAD AN , Irak ’ta bir şehir olup, arap coğrafyacılarına göre, Bagdad ’m 4 fersah (takriben 23 km.) şimalînde, SâmarrS yolu üzerinde, Dicle nehrinin şark kenarına ya­ kın bir yerde ve Dicle ile Nahr al-JHteîIîş’in kavuşak noktasının bir az altındadır» Nahravan ( yahut Diyâla ) çayından ayrılmış bir koî olan Hâlis kanalı, doğrudan doğruya, Baradân ’dan akmakta idi. Halife al-Man sur, yeni payitahtım



BEREDE.



şimdiki Bagdad ’m yerinde inşa etmeğe kat’î karar vermeden önce, pek kısa bir müddet, bu şehirde oturdu ( krş. Ya'kübi, Bibi, geogr. arab., nşr. de Goeje, VIİ, 256). Bagdad şehrinin şark yarısında bir köprü, bir sokak, bir kapı ve ni­ hayet şehrin yakınında bir mezarlık, payitahttan iki posta menzili mesafede bulunan Bar adan ’m adını taşır ( le Strange, Baghdad during ihe Abbasid calîphaie, 1900, s. 360) ; MarSşid müel­ lifi, 700 (1300) tarihlerine doğru Yaku t’u tel­ his ettiği sırada, Baradân artık tamamiyle ıssız kalmış ve unutulmuştu. Bu şehrin yerini, bugün Bedrân adı verilen ve mevkii arap müelliflerinin verdikleri mâlûmata tamamiyle uyan harabe yı­ ğınında aramak lâzım geldiği muhakkaktır. R. Kiepert’in (krş. von Oppenheim, Vom Mittelmeer zum persischen G o lf) haritasına göre ( H. Petermann tarafından da zikredilen), bu Bedrâa, 33® 30' şimal arzında kaindir. Bedrân adı Berdân ( Baradân ) ’m bozulmuş bir şeklidir. Araplara göre Baradân adı, farşça Bardah-dan ( „ mahbuslar yeri “ ) kelimesinin arapça muharref bîr şeklidir; diğerleri arasında bilhassa bk. Cavâliki, al-Muarrab ( ZD M G , XXXIII, 219 ) ; gûya Buhtüanasr tarafından, bir yahu d i kolonisi yerleştirilmiş olmasından dolayı, buraya bu isim verilmiştir. Orta Diyâla havzasında, JÇizıobât ( Herzfeld *e göre ; Kızılrobât değil ) civarında yerleşmiş olan ve Baradân-Tepe adlı mühim bir harabeler sahasını İhtiva eden bir şehir de, Baredan ( Baradân) ismini taşımaktadır; bk. Ritter, Erdkunde, IX, 49i v.dd.; Çernik, Peter­ mann*s Geogr. MitteiL, Erg.-Heft 44, s. 38. B i b l i y o g r a f y a : Bibi, geogr. arab. (nşr. de Goeje), tür. yer.; YâjcÜt, Mu cam ( nşr. Wüstenfeld ), I, 551 v.dd. ; MarSşid, Lex. geogr, ( nşr. Juynboll), I, 168; M, Streek, Babylonien nach den arab. Geographen, II, 230 v.dd.; le Strange, The lands of İhe easiern Calîphaie (1905), s. $0; Weİl, Gesch, der Chalifen, II, 569 ; H. Petermann, Reisen im Orient (1861), II, 311; Çernik, tür. yer., nr. 44> s- 34) 3Öa •



_



( M. STRECK. )



BEREDE. BARA D A , Ş a m ’dan geçen meş­ hur ı r m a k . Baradâ adı muasır şiirde çok geç­ tiği hâlde, eski şiirde, hattâ Emevîler zama­ nında, pek nâdir olarak görülür. Irmağın asıl menba'ı arap coğrafyacılarının da tesbît etmiş oldukları gibi, Anti-Lübnan ’da Zabadâni ’nin garbında ve su bölümü hattının hemen altında bulunur; Baradâ, Zabadâni mevkiinin şarkın­ daki münbît ovayı, bir çok kıvrımlar ile geçip, Takkiya şelâlesini meydana getirdikten sonra, dar bir boğaz olan Sük Vadi Baradâ ( eski A b ila ) ’ya dalar. ‘Ayn Fica ’nin getirdiği bol su, ırma­ ğın hacmini bir o kadar daha arttırır ve kenar­ larında gür meyva bahçeleri yetişir ; sonra Şam



BEREDE ovasının methalinde, sun’î olarak genişletilmiş bir mahreç bulan Baradâ, beş kola, yahut beş anw kanala ( nahr) ayrılır: sağda ve yukarıda — Yazid ( belki halife Yazid I. tarafından büyü­ tülmüştür ), ŞavrS, solda — Bâniyas veya Bânâs ( şiirlerde görülen şe k il) ve K anavât; ortadaki kol ise, Baradâ adım taşır. Arculf ( 670), yal­ nız „magna IV Humma'* tâbirim kullanıyor. Nahr Yazid ’in, Arculf ’un seyahatinden sonra kazılmış olması mümkündür, Baradâ bu şekilde kollara ayrıldıktan sonra, Şam 'm içinde ve etrafında, küçük bir delta meydana getirir ve geçtiği her yere tazelik ve bereket verir. Zengin Guta vâhası, varlığım ona borçludur, Şam’da bütün evlerde bulunan havuz­ ları o besler. Şehrin aşağısında yeniden bîrleşerek, Şam ’m 20 km. kadar garbında, Suriye çölünün kıyısında, 'Atayba golüne varıp, orada kaybolur. Hem A'vac, hem de Yarmük tabile­ rinden bîri İle karıştırmak gibi, iki katlı bir iltibas yüzünden, kılı kırk yaran Mu^addasî, Baradân ’m kollarından birinin Şarİ’a nehrine döküldüğünü söylemiştir kİ, bu hatâ, Şari'a ‘mu büyük ınenba’ı üe Baradâ kanallarından birinin aynı adı { Bâniyas ) taşımasına atfedilir. Yâkiit, Halep ’in şarkında Baradâ adlı bir köyden bahs­ eder kİ, bunun Cebel Sim'ân ’daki Barad olması muhtemeldir. B i b l i y o g r a f y a : Haşan İbn Sabit, Divân ( nşr. Hirschfeld ), Xin, t o ; Yâîçüt, I, . 556 v.dd,; Mukaddasİ ( nşr. de Goeje ), s, 184 ; îstahri { nşr. de Goeje ), s. 114 ; Dimaşkî ( nşr. Mehren ), s. 193 ; A, von Kremer, Topogr. von Damaskus, II, 28 ve 34; Melanges de la Faculte Orientale. . . Beyroutk, II, 380; Bakri, Dict. : Geogr., 147, 299 ; P. Geyer, Itinera Hierosolymitana, s. 276. ( H. LAMMENS.) BEREH ÛT. BARAH ÖT (B alahüt ve B urHÖT da yazılır ), Hazramüt’ta bir vadi olup, kenarında, volkanik bir dağm eteğinde, meşhur B ir Barahüt ( «Barahüt kuyusu" ) bulunur. Bu kuyu, yerlilerin dediklerine göre, ağzı 10 m. uzunlukta ve 8 m. genişlikte bulunan ve içeriye doğru: genişleyen bîr çatlağı andırır. İçi yanan kükürtle doludur. Kuyudan çıkan boğucu kü­ kürt kokusu ve buradan gelen ses (belki bir ■ volkan : gürültüsü ? ), gûya cehennemlik kâfir ruhların burada ikamet ettiklerine ve gecele­ yin „ya Duma! ya Duma 1“ diye feryat ettik­ lerine dâir, bir efsâneye meydan vermiştir. İşte bunun için, Hamdâni ’nin Cazîra ’de, belde ve mevkilere ait darb-t mesel mâhiyetindeki tâ­ birler: sırasında, zikrettiği gibi (gâlibâ ölmüş birfeâfırden bahsedilirken), — «Allah onun İ2İni sildik kendini yok etti ve ruhunu Barahüt ’taki kâfirlerin ruhu arasına kattı"— denilirdi. Yu:«anlılar: bu: kuyuyu Styx ile bir tuttular ve



BEREHÛT.



535



bundan dolayı Batîamyus, ona vSakoç demektedir. Romalılar, efsâneyi daha da genişleterek, cehennemin hâkimleri olan Girit adasındaki Minos ve Rhadamantys kardeşlerin Barahüt’ta oturduklarına inanmışlardı. Plinius, isimlerini saydığı bir çok Arabia feBx (Yemen havalisi) kabileleri arasında «Stygıs aquae fons“ civarında Minaei ve Rhadamaei ’lerin bilhassa kayda değer olduklarını anlatır. Bi’r Barahüt 'tan pek uzak olmayan bir yerde I £a b r Hû t bulunur ki, Allah tarafından, müş­ rik ‘Ad kavmi nezdine peygamber olarak gön­ derilmiş ve onlar tarafından öldürülmüş olan Hüd 'un mezarıdır. Memleket halkıma dedikleri­ ne göre, bu kabir büyük bir taş yığınından İba­ ret olup, civarında, Hüd ’un kemiklerini ihtiva ettiği farzolunan basit bir cami bulunmaktadır. Bu merkadin bütün cenûbî Arabistan’daki zi­ yaret makamlarından en ehemmiyetlisi olduğu muhakkaktır, Hazramüt ’un her tarafından şa­ ban ayının 11. günü buraya gelinerek, içinde Nuh, İbrahim ve diğer peygamberlerin adı ge­ çen bîr takım dualar okunur. Aynı zamanda burada küyük bir pazar da kurulur. Senenin diğer zamanlarında buraları ıssızdır. Yakm zamanlara kadar hiç kimse, Barahüt ’s seyahat etmemişti. Ne 1843 ’teki meşhur keşif seyahatinde, Barahüt ’tan pek uzak olmayan Vâdt Dav'an ’da tevakkuf etmiş olan Adolph von Wrede, ne de 50 sene sonra Hazramüt ’tan geçen Leo Plirsch, bu vadiyi ziyaret etmek hususun­ daki niyetlerini tahakkuk ettir emem işi erdir. [ Yakıtı bir zamanda, Kabr Hüd üzerinde uçan İngiliz tayyarecileri, Bi'r Barahüt volkanım da aramışlardır. Bunların ifâdesine göre, o mevkie en yakm olan volkan, hakikatte, sönmüş bir yanar-dağ olup, buradan 50 milden fazla bir me­ safede, Mu sayla vadisinde bulunmaktadır (W . H. Lee Warner, Notes o f the Hadramaut, Geograpkical Journal, mart, 1931, s. 217—222). ] B i b l i y o g r a f y a : Hamdâni, Cazira( nşr. D .H . Müller ), s. 128, 2or, 203; Yâlfût, Mu cam, I, 154, 598 ,* Bibliotkeca geogr. arabic. ( nşr. de G oeje), I, 25 ; II, 32 ; VIII, 60 ; İbn Batüta (nşr. Defremery), II, 403; Mas'üdi, Murüc ( nşr. Barbier de Meynard ), III, 68 ; Tabari, Annales ( nşr. de G oeje), I, 2007 ; C. Nîebuhr, Beschreibung von Arabien ( Kopen* hagen, 1772}, s. 288 ; K. Riiter, Erdkunde, XII, 262, 273— 277, 68ı; A . v. Wredes Reise in fjadhramaui ( nşr. H. Freih. v, Maltzan), Braunschvveig, 1873, s. 229, 276; Helevy, J A , 8. ser., II ( 1883 ), s. 444 v.dd.; Van den Berg, Le Hadramut et les colonies Arabes dans VArchipel Indien ( Batavia, 1886 ), s. 14 v.d. 5 de Goeje, Hadhramaat, s. 20. (J .



S C H L E I F E R .)



$36



BEREKÂT



B E R E K Â T . B A R A K A T , Mekke'de hüküm sürmüş olan bîr çok şeriflerin ismidir. — Barakât b. Haşan b. ‘Aclân, 809 ( 1406) ’dan. iti­ baren, babası tarafından, hükümete iştirak et­ tirilm iştir; 829 ( 1426) ’dan 859 ( 1455 ) ’a ka­ dar, bâzı kısa fasılalar müstesna, yalnız, başına hükümdarlık etmiştir. Bu zeki ve zarîf hüküm­ dar Mısır ’daki Memluk-Çerkeş sultanlarına karşı müdebbirâne bir siyaset takip etmiştir. Mamafih uzun suren saltanat devrinin, netice­ leri dolay isiyle, en mühim olan vak'ası, Çak­ mak ’ın emri ile, Mekke *ye bir nâzîr al-lıara~ mayn gönderilmiş ve bu şehirde daimî bir türk garnizonunun bulundurulmuş olmasıdır. îşte bu suretle, İki baştı bir idarenin temeli atılmıştır: ş e r i f ve v â l i . Krş. Ckroniken der Stadt Mekka ( nşr, Wüstenfeld), II, 230 v.dd,, 299 v.d.; III, 216; C. Snouck Hurgronje, Mekka, I, 98 v.dd. —- Barakat b. Haşan ’dan sonra, iktidar mevkiine, sırası ile oğlu ve torunu Barakat b. Muhammed geçmiştir ( 903— 93ı = 1497— 1525 ), Müdebbir ve malûmatlı bîr zat olan bu şeri­ fin devrinin ilk 15 senesi, dâhİlî mücadele­ ler ve entrikalar ile pek karışık olarak geçti. Fakat bunu daha sakin devirler takip etmiş­ tir. Barakat ’ın Sultân al-Gür t ’ye karşı besle­ diği dostluk, 922 (1316 ) ’de derhâl osmanlılartn hükümranlığım tammasına mâni olmadı. [ Kahire ’de bulunan Sultan Selim I. ’e, oğlu vasıtası ile Mekke ’nin anahtarını takdim et­ miştir ]. Öyle ki, dünya tarihi için pek mühim olan o sene, Hicaz için hiç bir ânî karışıklık ve değişikliği mûcip olmadan geçti. Barakat ’ın vefatından sonra, oğlu Abu Numay, güçlüğe uğramadan, şerif oldu ( krş. Chroniken der Stadt Mekka, II, 342 v.d d .; III, 244 v.dd .; C. Snouck Hurgronje, göst, yer., I, JOl— 104)* — Abu Numay ’in oğullan arasında «rekabetleri on­ dan sonraki Mekke tarihînin mihverini teşkil eden 3 ailenin" birine, yâni Zavi Barakat ’lara, ismini vermiş olmasından dolayı zikre şâyân olan bir başka Barakat daha vardır ( C. Snouck Hurgronje, göst. yer., I, 119). — 1082 (16 7 2 )’de bu hanedana mensubiyeti olan, Barakât b. Muhammed b. İbrahim, Türkiye hü­ kümetince Mekke ’de asayişi iade etmeğe tam salâhiyetle memur edilen magribli Muhammed b. SulaymSn tarafından, nüfuzundan istifâde edilmek üzere, öne sürülmüş idi. Bu Barakat, şeriflerin iktidar mevkiinde bulunan kolunun, yâni Zavi Zayd ’lerin, nufuzuna karşı bir mu­ vâzene unsuru olacaktı. Barakat ancak ismen emîr oldu. Asıl idare, Osmanh hükümetinin tam salahiyetli memurunun elinde idî. İşte bun­ dan dolayıdır kî, bu memur gözden düştükten ve 1093 ( 1682 ) ’te Barakat öldükten bir az son­ ra,. Zavi Barakat ‘lar da, iktidardan uzaklaş­



BEREKET. tırıldılar. Bununla beraber bir asır daha az çok rol oynamakta devam ettiler 5 krş. Muhibbi ( Kahire, 1284), I, 436— 450; F. Wüsienfeld, Die Seherife von Mekka, s. 72 ve 7$— 86; C. Snouck Hurgronje, ayn. esr., I, 125 v.d. B E R E K E . [ Bk. b e r k e .] B E R E K E T . B A R A K A (A.; cemi barakat), lugatta «bolluk" mânasına ise de, umumiyetle «uğurlu bolluk" ifâde eder. Kur’an ( VII, 95; XI, 48; XI, 72) ’da, dâima cemi şeklinde, rahma veya salam kelimeleri ile birlikte gelir. RSğtb al-İşfahânİ ’ye göre, «İlâhî hayrın bir şeyde devam ve sübûtu" manasınadır (bk. muf~ radât). Bu mâna nazar-ı İtibara alınacak olursa, kelimenin «devenin bir yere çöküp kalması" mânasındaki baraka fi’lindeû gelmesi kabûl edilebilir ( bk. İbn al-As ir, aUNihaya, Mısır, 1311 I, 75). Teşehhüddeki va barakâtuhu ’ya, Farrâ’ ve Abu Manşur tarafından, «saadet" mânası verilmiştir ki, bununla u h r e v î ve İ l â h î saadet kastedilmiştir. Bu İlâhî hayır insana müteallik her şeyde arandığı İçin, söz ve fiil ile tem ini çârelerine baş vurulmuştur. Hadislerden ve âyetlerden çıkarılan fiil ve du'aiarı Muhammed b. 'Abd al-Rahman al-Vaşşâbı ( Ölm. 783 ), al-Baraka ( nşr. Hanci, Mısır, 1334 ) İsimli kitabında, toplamıştır. Barakat'm temas ile temin edilebileceğine dâir, hiç bir ha­ dis mevcut değildir. Yaldız Mekke ’den hicret esnasında, Umm Ma’b ad ’in sütten kesilmiş koyununu Peygamber sağmak istemesi üzerine, ko­ yunun memesinden derhâl süt fışkırdığı, siyer kitaplarında yazılıdır. Baraka ’den müştak mo* barak kelimesi, «İlâhî hayrı hâiz olan şey" mâna­ sına ise de, halk arasında, umumiyetle, «kudsî şey" yerinde kullanılır. Râğib al-İşfahâni 'ye gö­ re ( ayn. esr.), «İlâhî hayır hadsiz ve hudutsuz olarak, arkası kesilmez bir şekilde zuhur etti­ ğinden, kendisinde derecesi tâyin edilemeyen bîr bolluk müşahede edilen her şey" mübarek­ tir. Velîlerin veya veliliği rivâyet edilenlerin ( mazanna) kondukları ve içinde yaşadıkları yerler ile kullandıkları şeyler mübarek telâkki edilir. Bu vasfı hâiz olan her şey rabbânî tecelliye vesiledir. Yine baraka kelimesinden müştak, fa­ kat kudsiyeti daha fazla ifâde eden bir kelime vardır : tabarruk. Teberrük lügatte «teyemmüa" ( uğurlu saymak) manasınadır. Fakat tarikat ehli arasında İse, şeyh tarafından verilen her yadigâr, li ‘l-tabarrak veya tabarrukan ( «İlâhî saadete vesile olması için" ) verilmiştir ( bâzı yerlerde bu yadigâra doğrudan doğruya, teber­ rük İsmi verilir). Mürİd bunu en aziz bîr hâ­ tıra olarak saklar. Çünkü bu İlâhî tecelliye kavuşmak için parlayan bir ânî ışıktan (/ûm£a) başka bîr şey değildir. İşte bundan dolayıdır ki, her hangi bir tarikate mensup olan bir



BEREKET -



BERGAMA.



537



arkeoloji heyetlerinin kazıları) burada bahs­ edilmeyecektir. En mârufu Asklepîos adına in­ şa edilmiş bir çok mâbedier ile tiyatro, muaz­ ( K asim K u f r a u .) BEREN. BARAN, Buîandşahr [ b. bk.] bel­ zam kütüphane ve bilhassa Berlin’in Pergamon müzesinde ihya edilmiş meşhur Zeus mihrabını desinin eski ismidir. _ BEREN!. BARANİ, ZİYA1 AL-DÎN (1285— ?), İhtiva edip, II. asırda belki î 20,000 nüfuslu ve ay­ Ğiyâg al-Dİn Balban’ın 664 ( 1265 ) ’te tahta nı zamanda parlak sanayi ( başta şehrin adından culûsundan Fır üz Şâh ’ın saltanatının 6, senesi gelme bir isimle tanınmış olan deriden parşömen olan 758 {1357) tarihine kadar Dehli hüküm­ kâğıdı, Pergamenae chartae) ve eski çağların darlarının vekayiini nakleden, Târik-î Firüz- en büyük hekimlerinden Calînos ( Galenos ) ’un şâhi adlı eserin müellifidir. Barani 684 (1285 ) doğduğu yer olmakla temayüz eyleyen Bergama, senesine doğru dünyaya gelmiştir. Çok okumuş, hıristiyanhğm yayılmasında da mühim rol oy­ kuvvetli bir hafıza sahibi, hoş-sohbet bir zat namıştır. İslâm kuvvetlerinin buraya gelişleri olması doîayısiyle sultan Muhammed Toğluk kaleyi muhasara ve şehri tahrip eden Masîama ( 725— 752 == 1324— 1 3 5 1 ) 'un en sevdiği nedi­ b. 'Abd al-Malik ’in seferine rastlar (716 m,s. ). melerinden biri olmuştu, Barani, şâir Amir Barbarossa Friedrich ’in kumanda ettiği üçüncü Husrav ve Haşan Dihlavi 'a in samimî dostu haçlı kuvvetleri 1189 ’da buradan geçmiş, dördün­ olup, onlar gibi, ilahiyatta Nişâm al-Din Av- cü haçlılar, bir aralık, Bergama ’yı işgal etmişler­ Hyâ1 [ b. bk,] ’nın talebesi idi. Ancak 70 yaşma dir. Türklerin Bergama ’ya hakim olmaları, XVI. varınca, Barani, tarihini telife başladı ve Firuz asrm ilk senelerine isabet eder. Filvaki burası Şah ’ın saltanat devrine tahsis etmek niyetinde 1306 ’ya doğru Karasi-oğullan tarafından ele ge­ bulunduğu 101 fasıldan ancak on birini ikmâl çirilmiş ve bunların tesis ettikleri devletin ( Ba­ edebildi. Bu hükümdar hakkında yazmış olduğu lıkesir ile beraber) iki mühim merkezinden biri pek sitâyişli yazılarına rağmen, teveccühünü olmuştur. Karasi Bey 'in oğullarından Bergama kazanamamış olduğu anlaşılıyor; zîra, herhalde emîri Yahşi Han ( müverrih Cantacuzene ’de yazmakta olduğu vekayiin kesildiği tarihten Yahşi Bey ) Anadolu ’da deniz kuvvetine sahip pek az sonra, zaruret içinde ölmüştür. Nizâm olan ve rumlar ile muvaffakiyetli deniz muhare­ al-Din Avliyâ1 ’mn türbesi yakınma gömülmüş beleri yapmış bulunan türk beylerinin en cesur ise de, mahallî bir efsâneye göre, mezarı Baran ve maharetlilerinden bîri idi. İbn Bat uta, köhnemiş bir şehir gibi tasvir ettiği, fakat dağda ( bugünkü Buîandşahr ) ’de gösterilir. B i b l i y o g r a f y a : Tarih-i Firâz- kuvvetli bir kalesi bulunduğunu söylediği Ber­ şahi ( nşr, Sayyid Ahmed H ân; Bibi. Ind. ) ; gam a'yı 733 (1333) tarihinde bu emîrin zama­ Şams-i Sirâc 'A fif, Târih-i Firazşâhi ( Bibi. nında ziyaret etmişti. Şehrin osmanlılar eline Ind.), s. 29 v.dd .; Nassau Lees, Materials for geçmesi, eski osmanlı müverrihlerinin ve bizanslı the History of India ( Journ. of tke Roy. As. kaynaklarından naklen, Mordtmann ’m verdiği Soc., N. S,, III (*868 ), 441 v.d.); Rieu, Ca- malûmatta kaydettiği gibi, 735 (1334) veya talogue o f Persian Mss. in the British Mus., 737 (1336 ) ’da değil, fakat Yahşi H an’ın 1314 333 ve 919 ; Elliot-Dowson, History o f India, ’ten sonra vukua gelen ölümünü müteakip ol­ III, 93— 268. muştur. Orhan Bey Karasi ülkesi üzerine sefer yaptığı sırada, Karası-oğlu, kaçmış olduğu Ber­ B E R E YD E . [ Bk. büreyde .] B E R G A M A , garbî Anadolu *da, Bakır ( Kaı- gama ’da muhasara ve esir edilmiş ve şehrin kos ) çayının geçtiği ova kenarında, Ege denizi osmanlı hâkimiyetine geçmesi ile, Karasi bey­ kıyısına 25 km. mesafede, İzmir vilâyetine bağlı liği de sona ermiştir. Osmanlı devrinde Ber­ bir kaza merkezi olup, şimdi harâbeleri görü­ gama, Anadolu eyâletinin Hüdavendigâr (Bursa) len kadîm Bergaman ( Pergamon) ’m yerine ka­ livasına bağlı bir kaza teşkil ediyordu; bilâhare im olmuştur. Kuruluşu Ege medeniyeti feerine Aydın eyâletine ( İzmir v ilâ yeti) bağlanmıştır. ait efsânelere karışacak kadar eski otan ve İs­ Kâtib Çelebi, Bergama’nın sağlam kalesinden kender 'in ölümünden sonra, akropolünü tahkim bahsederek, asıl şehrin bu kale eteğinde uzan­ ederek, hâzinesini buraya koyan Lysİmakos aley­ dığım, müteaddit cami ve hamamları bulun­ hine isyan eden Philaeterus ’un kurduğu hane­ duğunu kayıt ile şehrin bir mahallesine „ne dana 150 sene (133— 283 m. ö .) payitaht olmuş yerde, ne gökte mahallesi" denildiğini ve bura­ ve nihayet bu hanedanın son hükümdarı Attalos nın eski su yollan üzerine düşüp, altı boş ol­ II. tarafından, Roma devletine bağlanmıştır. Şeh­ masından bu adı aldığını ilâve eder. 1837 ’de rin eski tarihinden ve XIX. asrın ikinci yarı­ Bergama ’yı ziyaret etmiş olan Texier, bu ma­ sından itibaren yapılmış olan erkeoîoji araştır­ halle için aynı adı tekrarlayarak, buranın, ne­ malarından (K. Hurnann, A. Conze, W. Dorp- hir üstünde yer kazanılmak üzere, eski çağda feld vw Tb. Wiegand’m idare ettikleri alman birbirine muvazi iki kemer inşası ile meydana



kimseye, diğer bir tarikat şeyhi tarafından, teberrüken, t â e veya i c â z e t n â m e verilebilir.



538



BERGAMA -



getirilmiş, 195 m. uzunlukta bir tünel teşkil et­ tiğini, bunun üstünde sıkışık hâlde bir çok ev­ ler bulunduğunu söyler. Son yarım asra âit kay­ naklarda Bergama ’mn nüfusu, birbirinden farklı olarak gösterilmiştir. Aydın vilâyeti salname­ sinde (25. yıl, 1908=1326 ), resmî kayıtlara göre yazıldığı ifadesi ile, 13.759 (bundan 7.445 müslüman, 5.320 rum, 389 ermeni, 605 yahudi) nü­ fus kaydedilmiştir. Bergama, 1919 senesinde yunan işgaline uğramış ve 1923 eylülünde istir­ dat edilmiş ve buraya, kısmen yunan ordusu ile Çekilen veya sonradan mübadeleye tâbi tutulan rumîann yerine Yunanistan 'dan gelen türk nıuhacırlan iskân olunmuştur. 1935 sayımına göre, Bergama ’nm nüfusu 13.837 ’dîr. 13 temmuz 1943 tarihli bir arazi tahdidine göre ( T, C. Resmî gazete, nr. 5506), kasabanın 7.145 hektar olarak tesbit edilen toprakları üzerinde, 3,878 evde 17,770 nüfus yaşamaktadır. Bergama, Bakır çayı ovasının şimal kenarında, ovanın daha şarkta ve daha gapta kalan kısım­ larına göre, 5 km.’ye kadar darlaştığı bir yere kurulmuştur. Eski Bergama kalesi, andesitlerden müteşekkil, 330 m, irtifâlı ve eteğindeki ovaya 270— 300 m. yüksekten hâkim, mahrut şekilli bîr tepe üzerine yerleşmiştir. Bu tepe garp tarafından Bergama ( Selınus } suyunun, şark tarafından da Kestel veya Parmak-Batıran ( C etİus) suyunun derin vadileri ile tecrit edilmiş, gerideki sırtlardan da bir boyun ile ayrılmıştır. İlk çağlarda büyük bir siyasî ehemmiyet ka­ zanmış bulunan Bergama, bir devlet veya eyâ­ let ( Roma imparatorluğunun Asi a ey â leti) merkezi olmaktan çıkınca, büyük şehir rolünü de kaybetmiştir. Çoktan beri bu şehir, epeyce kesif nüfuslu ve münbit topraklı Bakır-Çayı ovası İle bunun etrafındaki tepelik sahalara ait ziraat mahsûllerinin toplandığı mahallî bir mer­ kezden ibaret kalmış bulunuyor; hattâ BakırÇayı ovasının yukarı kısmı ile, İzmir — Balıke­ sir — Bandırma demir yolunun te’sir sahasına geçmiştir. Evvelce Bergama ’nın deniz ile irti­ batını Ayazmend ve Çandarlı iskeleleri te'min ederlerdi; şimdi bu irtibat Dikili ’den te’min olunmaktadır. Şehir bir şose ile bir taraftan Dikili iskelesine ( 29 km.), diğer taraftan So­ ma demir yolu istasyonuna (42 km.) bağlan­ dığı gibi, başka bir şose de kendisini, Menemen üzerinde!*, İzmir ( 108 km.) ’e birleştirir. Bergama havalisi, garbî Anadolu ’nun en zen­ gin topraklarından birini teşkil eder; orada buğday, arpa, mısır, pamuk, tütün, bakliye ne­ batları, susam, haşhaş, kavun ve karpuz ek ilir; boş yerlerde ve tepelik sahalarda ehli hayvan­ lar beslenir, meskûn mevkilerin etrafını çeşitli meyva ağaçları ile bağlar, zeytinlikler ve dut



BERGAŞ, ağaçlan kuşatır. Civarının verdiği ziraî mah­ sûller, şehirde bir takım sanayinin kurulmasına hizmet etmiş ise de, bu sanayi ( dericilik, bez ve hah dokuması, ipekçilik, zeytin yağı, sabun ve şarap im âli), geçen harp senelerinin sarsın­ tısı ile büyük zararlara uğramıştır. Texier, Bergama suyu kenarında, asırlarca evvel ol­ duğu gibi, yine bir çok dabakhânelerin dizili bulunduğunu kaydediyordu. Cuinet, XIX. asrın son yarısında bile, şehirde renkli sahtiyan ve hattâ parşömen İmâl edilmekte olduğunu söyler. Bergama, sık-sık ziyaret edilmekte ve bâzı mevsimlerde İzmir yolu ile buraya bir çok sey­ yahlar gelmektedir. Asırlarca bakımsız kalmış ve hattâ etrafının volkanik araziden müteşek­ kil olduğu için, kireç taşı bulunmaması yüzün­ den, şehrin İnşaatında kullanılmak üzere büyük tahribata uğramış olan âbideler şimdi iyi bir şekilde muhafaza edilmektedir, Bergama 'da Bayezid I. ’in ismini taşıyan bir kitabeyi hâvî bir camı vardır. Merkez nahiyesinden başka Kınık, Kozak, Turanlı ve Zeytindağı nahiyelerini ve 124 köyü ihtiva eden Bergama kazasının 1800 km2, arazi üzerinde 1935 sayımına göre, 57.342 nüfusu vardır. B i b l i y o g r a f y a: H. Galzer, Pergamon u. nter Byztıntinern und Osmanen ( Berlin, *903)» Ch. Texier, Asie Mineure, s. 208 v.d. 5 Koniğiiche Museen zu Berlin, Altertümer von Pergamon, 1885— 1923,1— I V ; ayn. mil., Fiihrer darch die Rainen von Pergamon, 1911; M. Collignon, Pergame, ( Paris, 1900) ; A . Philippson, Reisen and Forschungen im westtichen Kleinasien ( Gotha, 1810— 1915 ), tur. yer.\ V. Cuinet, La Turyuie d.'Asie, III, 471 v.d .; E. Banse, Die Türkei, s. 126 v.d.; İbn Batüta, Seyahat-nâme ( trc. Mehmed Şerif), s. 338; Cihannâmâ ( İbrahim Müteferrika ta b ı), s. 659 ; I. Hakkı Uztınçarşılı, Anadolu bey­ likleri, s. 33 v. d.; Aydın vilâyeti sâlnâmesi; A li Cevad, Memülîk-i osmaniyenin tarifi coğ­ rafya lügati, s. 164. ( Bes Im D arköt .) BERGAŞ. B A R Ğ A Ş b. Sa 'İd b. S ultân ( ? — 1888 ), Z e n g i b a r ( Zanzibar) sultam. 7 teşrin 1. 1870 *te kardeşi Macid ’in yerine geçti ve ölüm tarihi olan 27 mart 1888 ’e kadar, sal­ tanat sürdü. Babasının, 1856 ’da 'Umman ’dan av­ detinde yolda ölümünü müteakip, iktidar mev­ kiini ele geçirmeğe kalkışmıştı. Hattâ Macİd ’in resmen tanınmış olmasından sonra da, 1859 ’da gayr-i memnun arapların yardımı ile, bir kere daha kargaşalıklar çıkarmağa teşebbüs etmiş ise de, kaduı kıyafetine girerek, kendi kız kar­ deşlerinin himayesinde, kaçmağa muvaffak ol­ du. Kardeşlerinden Salme ( Emily Rüte ), bu firarı çok canlı bir şekilde tasvir etmiştir. Bir İngiliz harp gemisinin müdahalesi, nihayet onu



BERGAŞ — BERGAVÂTA. teslim olmağa mecbur etti; Bombay'a nefyedilerek, 2 sene kadar orada kaldı. Zengibar ’a avdetinde, İngiltere’nin nezaretinde saltanat sür­ mekte bulunan kardeşi Macid ile anlaştı. Bu­ nun ölümünden sonra, İngiliz maslahatgüzarının huzurunda, İngiltere ’nin haklarım tanıyarak, onun yerine geçti. Şarkî Afrika ’da esir ticâre­ tine karşı yapılmış olan mücâdele, onun salta­ natı zamanına tesadüf eder. Uzun bir mukave­ metten ve beyhude uğraşmalardan ( Sir Bartle Frere) sonra, İngiliz maslahatgüzarı Sir John Kirk ’in kendisini abluka ile tehdid etmesi üze­ rine, s haziran 1873 ’*e ülkesinde esir ticâretini ilga eden bir emirname imzalamağa mecbûr ol­ muştur. Bargaş’ı hem taltif, hem de kendisine Ingiltere ’nin azametini göstermek maksadı ile, 1875 ’te Londra ’ya davet ettiler. Kendisi bu vesile ile, Portekiz *i ve Fransa ’yı da ziyaret etti. A z zaman sonra alman müstemleke siya­ seti bu memleket sahillerine göz dikmeğe baş­ ladı. 1885 'te alman himâyesi ilân edildi ve Bergaş, ülkesinin mühim bir kısmım kaybet­ mekle beraber, bu topraklar üzerinde lâfzî hü­ kümranlığını iddiadan vazgeçmedi. Saltanatının sonlarına doğru, portekizliîer ile dahi kavgaya girişti ve bu ihtilâf, aneak kendisinin ölümün­ den sonra, alman-portekiz hududunun tashih edilmesi ile, hâlledildi, ölümünden b iraz evvel, tedavi edilmek maksadı ile, 'Umman a gitti ise de, avdet eder etmez hastalıktan öldü ve yerine kardeşlerinin en büyüğü Halifa geçti. Bargaş hakkında mevcut malumat, kendisinin faal, zeki, fakat son derecede şedit mizaçlı bir zat olduğundan ibarettir. Tanassur eden kız kar­ deşi Emily Rüte kendisini, oldukça tarafgirâne bir tasvir ile, hayli sempatik gösterir. Kalben avrupahlara düşman olan Bergaş ’ı, talih onla­ rın en sıkı vesayeti altına düşürdü. Memleketi­ nin İktisadî bünyesini tamamiyle değiştiren ve mühim neticeler doğuran esir ticâretinin ilgası onun zamanında tahakkuk ettirildi. Her hâlde Avrupa ve Hindistan ile olan ticaretin inkişafı sayesinde, emlâki ve varidatı artmakta devam etti. i B i b l i y o g r a f y a * . Robert Nunez Lyne, Zanzibar in coniemporary iimes ( London, 1905 ) ; Emily Rüte, Memoiren einer arabischen Prinzessirt, 2, tab. (Berlin, 1886),







( C. H. Becker. )



B E R G A V A T A . [ Bk. bergavâta. ] B E R G A V Â T A . B E R Ğ A V A T A , Maşmüda kabilelerinden bir gurubun ismi olup, içlerin­ de en ehemmiyetlileri Berâni, Zvâğa, Matmata, Matğara, Bani Bürağ ve Bani Vâğmer idi. Bun­ lar garbî Fas ’ta, bugün Şâviya tesmiye olunan Tâmesna diyarında, Sate ( S lâ ') ve Azemmür dan As f i v e A n fâ ’y* uzanan havalide otur­



539



makta idiler. Haricilere iltihak ederek, bun­ ların, Tancaîı bir saka olan Maysara ’nin ida­ resinde, araplara karşı açtıkları harplere iştirâk ettiler. O vakit reisleri Tarif Abu Şalİh idi. T arif ’in hüküm ve nufuzuna, haricî safla­ rında kendisi ile birlikte mücadele etmiş olan oğiu Şâlih tevarüs etti. Tarafdarları arasında alim ve fâzıl bîr adam olarak tanınan Şâlih, yeni bir din tesis etmeği tasarladı. İsİâmiyete msbetle bu din, yahudi ve hıristiyan dinine nisbetle İslâmiyet ne idi ise, o olacaktı. Bazıları, babası Tarif ’e buna benzer bir rol atfederler. Her ne ise, Şâlih kendisinin, Kur’an ( LXVI, 4 ) ’da adı geçen Şâlih al-mıf minin olduğunu ilân etti. Kendisinin ilk defa, islâraiyetin başlangı­ cında zuhur etmiş olduğu iddia ed ild i,* fakat hakikatte, Emevî halîfelerinden Hişâm b. 'Abd al-Malik zamanında yaşamış veya — bu dâva­ nın tarihini 127 olarak kabû! edersek, Hişâm 125’te öldüğüne göre — Marvân II. zamanında ortaya atılmıştır. Basımları, Şâlih ’in aslen ya­ hudi ve babasının asıl isminin Şema'un ( Simeon) b. Ya'küb b. İshSk olduğunu, kendisi­ nin İspanya 'da, Xeres civarında, Barbat 'ta doğduğunu ve bundan dolayı tarafdarlanna, bilâhare Berğavâti 'ye tebdil edilmiş olan, Barbatî isminin verilmiş bulunduğunu iddia etmiş­ lerdir. Bu fikir, Nazm al-cavhar 'de öne sürül­ müş ise de, Ibn Haldun tarafından, haklı ola­ rak, reddedilmiştir. Kurtuba halîfesi al-Hakam aî-Mutetauşir nezdine, şevval 352 { teşrin I.— teşrin II. 963 } ’de Bergavâta ’lar emîri tarafın­ dan, elçilikle gönderilen imâm al-şalât Zemmür Abü Şâlih b. Müsâ b. Hişâm ( veya Hâşim ) b. Vardizen ’e istinaden, Bakri ’nin verdi­ ği malûmata bakılırsa, Şâlih, kendisine göre, tam bir dinî ahkâm sistemi vucuda getirmiştir. Berber dili ile yazılmış olan bu malûmat Şellalı bir müslüman olan Abü Musa ‘ısa b. Davüd tarafından arapçaya çevrilmiştir. Buna gö­ re, oruç tutmak için, ramazan yerine recep ayı ve haftanın muayyen bîr günü tesbit edilmiş; gündüzün 5 ve geceleyin de s kere namaz kımuharremin 11 ’inde tes’ît edilirmiş. Namazla­ rın bazıları yalmz hareketlerden ibaretmiş; diğerleri ise, müslümanlarmkini andırırmış. 3 defa arka arkaya secdeye varırlar, bu esnada aha ve eller yerden yarım karış yukarıda ka­ lırmış. Tekbir yerine A bism en Yakuş ( ber­ berce ) „Alîah namına" ve ondan sonrt da, Moklçor Yaknş „ A ilah büyüktür" tâbirleri kul­ lanılırmış. Sırf cinas yapmış olmak için yanlış olarak, Baküş ( = Bacchus ) ’a veya Numidya kitabelerindeki Bacax ’a irca etmek istenilen Allahın bu Yakuş ismi, Allahın isimlerinden biri olan Vahhâb ( „verici“ } kelimesinin tercü­ mesi olacaktır. Bu isim, aym zamanda, Abâzİ-



540



BERGAVÂTA.



ler tarafından da kullanılmaktadır ve Salih 'in hariciliğinden kalma bir İzdir (krş. A. de Motylinski, Le no m berbere de Dieu chez les Abadhiies, A!ger, 190$ ve R. Basset, Bulletin de la Societe archeologigm de Soasse, 1906 ), Kelirae-i şahadet getirirken ellerini, el ayaları aşağıya gelmek üzere, açarlarmış. Cuma yerine, perşembe günleri hep birlikte kıldıkları namaz esnasında kendi kur’anl arının yarısını ayakta, diğer yarısını da secde ederek okurlarmış. İbâ­ dete aşağıdaki ibareleri (berberee ) söyleyerek nihayet verirlermiş : »Allah iizerimizdedİr, ne yerde, ne de gökte, hiç bir şey onun gözünden kaçmaz". Bundan sonra şu ibareleri yirmi defa tekrar ederlermiş: Molçkor Yaknş ( »Allah büyüktür" ), Ihan ( iven ?) Yaknş (»Allah bir­ dir" ) ve ar dam Yaküş (»hiç kimse Allah gibi değildir"). Keza Salih, Peygamberi taklid ede­ rek, berberee bir kur’an meydana getirmiştir. Bu kur’an, 80 sureyi ibtivâ ediyordu. Sûreler ekseriya peygamberlerden birisinin ismini taşı­ makta ve al-Bakri (s. 140) ’nin hulâsasını ver­ diği, Ayyub suresi ile başlamaktadır; diğerle­ rinin isimleri F i r* a v n, K ü r ü n , H a mü n, Y ü c ü c ve M ü c ü c , a l - D a c c ü l , a l - t c l ( altın dana), H ü r ü i ve Mü r a t , T a l a t ve N i m r ü d ve Y U n n s 'tur ; son sûre, Y ön u s sûresidir. Bunlardan başka h o r o z , k e k l i k , ç e k i r g e ve d e v e sûreleri, ayrıca da s e k i z a y a k l ı y ı l a n sûresi ile a o â i b - i ‘a la m sûresi bulunmakta idi. Kur'an ’m taklit edildiği açıkça görülmekte­ dir, Bilumum hububatın Vıo ’i zekât olarak alın­ makta, fakat müslümanlar bundan istisna edil­ mekte id iler; bunlar ile sıhriyet tesis etmeğe dahi müsaade yoktu. Her kes, servetinin müsa­ adesi nisbetinde, istediği kadar kadın alabilir id i; yalnız üçüncü derecaye kadar olan akraba ile evlenilmez idi. Hırsız ölüm cezasına çarpı­ lır, züni taşlanırdı; katilden 100 öküz diyet alınır ve yalancılar sürülürdü. Bâzı yemeklerin memnûiyeti, meselâ her hangi bir hayvanın başl­ ın veya yumurta yemek memnûiyeti, yerli âdet­ lerden kalma olsa gerektir ( Cezayir ’de ve Sah­ ra ’da bâzı kabileler hâla yumurta yemezler). Horoz, namaza çağırıyor diye, itibar görürdü (halk lisanında horoza m ü e z i n derler). Pey­ gamberlerinin tükürüğü, bugün de bâzı Murabıtlara atfedildiği gibi, hastaları iyi edermiş. Berğa­ vâta dininin islâmiyete ne kadar bağlı olduğu­ nu gösteren bir noktada, Şâlih ’in kendi hutbe­ lerinden bir kaçını Müsa ’ya, gûya Peygamberin zuhurunu önceden haber vermiş olan Kâhin S a­ lih 'e ve Abbâsîlerın ceddi ve Peygamberin amcazadesi İbn ‘AbbSs *a izafe etmiş olmasıdır. Rivayete göre, Şali},, 47 sene saltanat sürdüktan sonra, 7, halifenin zamanında tekrar ge­



leceğini vaad ve akaidinin, münasip vakti hu­ lul edinceye kadar, oğlu Elisa' ( diğer şekli E lyâs) 'dan gizli tutulmasını tenbih ederek, şark memleketlerinde seyahata çıkm ış; fakat torunu Yunus zamanında memlekete dönmüş­ tür. —■ Bu hikâyeyi olduğu gibi kabul etmek müşküldür; Şâlih ha akaidi, ya ihmâle uğra­ dıktan sonra, Yunus ’un zamanında tekrar re­ vaç bulmuş yahut da Yûnus bunları kendisi te’sıs ederek, ceddine izafe eylemiştir. Zâten verilen tarihler arasında hayli açık vardır : Elisa' — 50 sene hüküm sürmüş; yeni akide­ leri cebir ve tazyik ile yaymış olan oğlu Yu­ nus — 44 sene, onun yeğeni olup, 300 senesinde ölmüş olan Abu Gufayr — 29 yıl hükümdarlık etmişlerdir; buna nazaran, ilk defa olarak h. 127 ‘de ortaya çıkmış olan Şâlih ’in 127 den 300 senesine kadar geçen zamanın dolması için, 30 sene hüküm sürmüş olması icap eder. Tâ ines­ in ht ’ta medfun olan 'Abd ‘Allah Abu ’l-Anşar, 42 senelik saltanattan sonra, 341 senesinde öl­ müştür. — Berğavâta ’lar, Magri b ’i aralarında paylaşmış olan diğer hükümetlere karşı, umu­ miyet itibariyle, İspanya Maki Emevî halifelerin­ den yardım görmüşlerdir. Memleketlerinde, ol­ dukça uzun zaman, varlıklarını korumağa mu­ vaffak oldular; ordularında kendi mezheplerin­ den olan kabilelerden topladıkları askerlerden başka, diğerleri meyanmda İzemür, Bani İfren ve Bani İfelİüsa gibi, müslüman kabilelerin yol­ ladığı askerler de vardı. Arap tarihçileri, Ber­ ğavâta ’iarın Ispanya araplarmdan Şanhâca ’ler ( Fâtımîlere tâbi idiler ) ve Bani İfren kabile­ sine karşı yapmak mecburiyetinde kaldıkları harplerden bahsetmekte ve oldukça mühim mağ­ lûbiyetlere dûçâr olduklarım yazmaktadırlar. Bu mağlûbiyetlerden şüphe edilebilir; çünkü Barğavâta ‘1ar, müstakil kalmışlar ve Murabılîaı hükümeti için, ciddi bir tehlike teşkil etmişler­ dir. Gûya Bani İfren bunların kökünü kazımış fakat Berğavâta ’lar, 451 senesinde, meşhur 'Abö Allah b. Yasin ’in ordusunu mahvetmişler vr Yasin bu esnada telef olmuştur. Bir asır sonra ( 543 ), Muvahhidler hanedanının mücssisi 'A bt aî-Mu’min bunlara karşı harekete geçmiş, faka* mağlûbiyete uğramıştır; mamafih bir müddef sonra galebe çalmış, bu suretle de Berğavâta ’lar ortadan kalkmıştır. B i b l i y o g r a f y a t Bakri, Descriptior. de VA friyue septenirionale ( nşr, de Slane, Alger, 1857 ), s, 134— 141 ( esas menbâ ); İbr Abi Zar‘, Ravz al-kirtâs ( nşr. Tornberg )s s. 42— 84; İbn 'A zari, Kitâb al-Bayan, I, 231— 236; İbn Haldun, Kitâb al-ıhar (nşr. Bülâlg}, VI, 129— 210 ; Goldziher, Materialien zur Kenntnîss der Almohadenbemegung ( ZDMG, XLI, 91— 94 ) ; R. Basset, Re-



berğavâta



cherches sur la religion des Berberes ( Paris,



1910), s. 48—-91. _



(R en6 Basset.)



B E R G Û S. BARĞUŞ ( A. ; cemi barSğh), »pire"; elden kolaylıkla düşmesinden dolayı Suriye ahalisi tarafından 1 kuruşluk türk sik­ kesine verilen isim idî. — Nakr Barğüs, Suriye sahilinde, ŞaydI *mn bir az cenubunda Akde­ niz ’e akan, eskilerin Asklepios dedikleri, bir deredir, » B i b l i y o g r a f y a ı [ A . Socin ], Palastına und Syrien, 6. tab, ( Baedeker, 1904),



S, 238.



(C l, Huart.)



B E R G Û S İY E , a l -BA(U)RĞÜŞİYA, haricî mezhebinden olduğu kadar, neccarî [ b. bk.) ’lerden de sayılabilen, fakat tâli ehemmiyeti hâiz bâzı meselelerde kendi yolunda giden İs­ lâm ilâhiyatçılarından Muhammed b. ‘İsa Burğûg ta rafdarlarına verilen isimdir. Muhammed b. 'İsa hakkında bundan fazla mâlûmatımız yoktur; hattâ kendisine neden dolayı ba(u)rğüş { »pire") lâkabı verilmiş olduğu da mâlûm değildir. B t b l i y o g r a f y a ı Şahrastâni ( nşr.Cureton ), s. 61, 103 ( Haarbriicker, s. 94, 155 ) ; al-Bağdadı ( nşr. Muh. Badr), s. 197. BERÎD. BAR İD (A.), lât incede »posta hay­ vanı" mânasına olan veredus ’tan geldiği kat’îyete yakm bir ihtimâl ile söylenebilecek olan bu kelime, daha İslâmiyet in ilk asrından baş­ layarak, bütün ortaçağ İslâm devletlerinde »pos­ ta hayvanı, süvari postacı, devlet postası, posta menzili" ve nihayet, »iki posta menzili arasın­ daki mesafe" mânalarında da kullanılmıştır. Kelimenin bu son mânasını maddî bir ölçü île tesbit hususunda, lûgatçiler, hukukçular ve coğ­ rafyacılar arasında, büyük ihtilâflar vardır. So­ nunculara göre, bir süvari postacının bir günde alabileceği mesafeye b e r î d derler ki, ekseri­ yetle kabûl edildiğine göre, çöl sahası için her biri 3 'er millik 4 fersah, yani 12 mil, Horasan ve Suriye için ise, bunun yansıdır j fakat hukuk­ çular, çöl sahasında bir süvari postacının, na­ maz vakitleri hesaba katılmamak üzere, 4 berîdlik, yâni 48 millik, bir yol gidebileceğini kabûl ederler ( tafsilât için bk. M. H, Sauvaire, Materiaux potır servir â Vhistoire et de la Metrologie musulmanes, J A , nov.-dec., 1886, s. 483 v.dd.). Mamafih XIV. asır Mısır müellifleri, posta menzilleri arasındaki mesafelerin bir­ birinden farklı olduğunu, bilhassa çöl sahala­ rında su kuyularının mevcudiyeti göz önüne alınarak yahut, yol üstündeki her hangi mühim btr köy veya kasabanın mevcudiyeti hesaba katılarak, menzillerin ona göre tertip edildiğini söylerler ki, en doğrusu budur. Semantik tekâmül bakımından, iptida resmî posta mânasında kullanılan lâtin menşe’îi bu



-



b e r id .



§4t



kelimenin, ilk İslâm fatihlerinin Suriye ve Mısır ’da tesadüf ettikleri Bizans posta teşkilâtından alınmış olduğu kendiliğinden anlaşılıyor. Sonra­ ki İslâm müellifleri islâmlardaki devlet postası müessesesiuin, sair bir çok şeyler gibi, İranlI­ lardan alındığını söylerlerse de, daha ziyâde Abbâsîler devri müessese!erinde kendini gös­ teren Sâsânî tesirinin, Emevîler devri posta teşkilâtı için vârİd olamayacağı, bu mefhumu ifâde eden kelimenin, şarkî Roma imparator­ luğundaki mümasil müessesenin İsminden alın­ mış olması İle de sâbittır. Lâtineeye değil, farsçaya vâkıf olan arap lûgatçilerinİn, meselâ Zama^şari ’nin, aslen arapça olmayan bu keli­ meyi farsça »kesik kuyruklu" mânasına gelen baride-dum 'dan alınmış addetmesi ( Lisân al~ ‘arabt IV, $3 ) ve müverrih Malçrizi ’nin de bu uydurma iştikaka inanarak, daha evvelki baş­ ka müellifler gibi, bu müessesenin iranhlar­ dan alındığım söylemesi, bu yanlışlığın neden ileri geldiğini anlatabilir. Gerçi eski İslâm ta­ rihçisi Belâzuri ( Futüh, al-buldân, s. 375), baş­ ka hayvanlardan kolayca ayırt edilmek için, b e r î d hizmetindeki hayvanların kuyrukları kesildiğini söylerse de buna dayanarak, kelime­ nin ve ifâde ettiği müessesenin i «mî menşe’den geldiğine hükmetmek doğru değildir. Bu teş­ kilâtı, b e r î d ismi altında, ilk defa kuran Mu‘âviya I. ’nin, bu hususta eski Bizans teşkilâtım taklit veya iktibas ettiği hakkında, Reino ve G. Demombynes ’in fikirlerine biz de tamamiyle iştirak etmekteyiz. Geniş coğrafî sahalara hâkim olan eski şark imparatorluklarının, merkezî bir İdare kura­ bilmek için, böyle bîr posta ve istihbarat teş­ kilâtına muhtaç oldukları düşünülürse, bunun köklerini şarkî Roma ’dan daha evvelki dev­ letlerde aramak icap eder. Hakikaten Dârâ I. zamanında çok muntazam bir idare teşki­ lâtına mâlik olan Ahamenidler ( Keyâniyân) imparatorluğunda, hükümdarın emirlerini her tarafa sür’atle yetiştirmek ve imparatorluğun her tarafında olup biten şeyleri ona en doğru olarak bildirmek maksadı ile, geniş teşkilatlı muntazam bir devlet postası teşkil edildiğini İslâm müellifi İbn aî-Balhi rivayet ettiği gibi { bk. The Farsnama o f Ibnul-BaUchît nşr. G. Ie Strange ve R, A. Nıchoîson, GMNS, 1921, 1, 55 ), Herodot bile Serahs zamanında bu teşkilâtın mevcudiyetinden bahseder. A. Christensen ( Viran sons les Sasanides, Copanhague, 1936, s. 120, 123 v.d,), Sâsanîler devrindeki devlet postasının da bundan pek farklı olmadığını söy­ lemekle beraber, posta idarelerinin başındaki memurların, Emevîler ve Abbâsîler zamanında olduğu gibi, bulundukları yerlerde olup biten şeyleri hükümdara bildirmekle mükellef resmî



6 ERÎB. b i r c a s u s v a z if e s i g ö rü p g ö r m e d ik le r i h u su su n ­ d a k a t ’î b ir h ü k ü m v e r e m iy o r v e m a m a fih e s k i İran ’ d a c a s u s lu ğ u n b ü y ü k e h e m m iy e t k a z a n d ı­ ğ ım g ö z ön ü n e a la r a k , b u ih tim â li d e u z a k g ö r ­ m ü y o r. B u h u s u s ta k i S â s â n î a n a n e le r in in , A b b â s île r d e v r in in b e r t d t e ş k i lâ t ı ü z e r in d e n a sıl m ü e ss ir o ld u ğ u n u a ş a ğ ıd a g ö r e c e ğ iz .



Romalılar, İran imparatorluğunun resmî posta teşkilâtını takîid ederek, aynı tarzda bir mü­ essese kurdular. Yolların tanzimine ve münakale vasıtalarının İkmâline büyük gayretler sarfeden imparatorluğun vucuda getirdiği bu yeni mü­ essese, yâni devlet postası ( cursus publicas ), muntazam menzil teşkilâtına, posta hayvanları­ na, yolcuların ihtiyacım temin edecek vasıtalara mâlik İdi ve bundan yalnız hükümdar ve devlet adamları, yahut hükümetten hususî bir müsaade almış olan ferdler istifâde ediyordu ( bk. Paul Huvelin, Etudes d*hİ$toire de droit Commercial romcıin, Paris, 1929, s. 42 v.d. ). İmparatorluğun bu veredus ( posta hayvanı ) ve veradariî ( pos­ tacı, b erîd î) teşkilâtının şarkî Roma devrinde de devam ettiğini, yâni daha büyük Constantin zamanında mevcut olduğu gibi, sonradan Theodosius kanununda buna ait hükümler konulduğu­ nu biliyoruz ( Cod. Theod., VIII, V, 51 ). Bütün bu izahat, İran ve Roma imparatorluklarındaki devlet postası teşkilâtının birbirlerine ne kadar benzediğini gösterdiği gibi, aşağıda göreceği­ miz vecihle, orta çağ İslâm devletlerindeki mü­ masil teşkilâttan da ne kadar farksız olduğunu anlatacaktır. İslâmlarda olduğu gibi şarkî Ro­ ma ’da da İstihbarat, yâni casusluk, İşlerinin bu teşkilâtın en mühim vazifesini teşkil etmesi, bu­ nun Sâsânîler devrinde de ilk plânda bulunduğu­ nu gösterebilir, Justİnİanus zamanında bir ara­ lık kaldırılan bu teşkilâtın ( krş. P. Boissannada, Le Travail dans VEurope chretienne au Moyen Âge, Paris, 1921, s. 66), sonradan, zarurî ihti­ yaçlar karşısında, tekrar canlandırıldığı ve mâlî sıkıntılar sebebiyle, eski intizamını bulamamakla beraber, bu cihazın her hâlde ilk İslâm fütuhatı esnasında mevcut bulunduğu muhakkaktır (bu­ nun, Bizans İdâresi zamanında Mısır ’da mev­ cudiyeti hakkında bk, G. Rouitlard, VAdministratian çivile de I'Egypte byzantine, Paris, 1928, s, 113 ). Ş a rk î Rom a



d e v le tin d e n



z a p to lu n a n m e d e n î



s a h a la r d a B iz a n s ’ ın m u h te lif id a r e c ih a z la r ın ı, h a ttâ



b ir



k ıs ım



u zu n m ü d d e t



m e m u rla rı



k e n d i h e s a b ın a



ile



b e ra b e r



epey



k u lla n m a k m e c ­



b u r iy e tin d e k a ld ığ ın ı b ild iğ im iz E m e v î d e v le t i, b e r î d t e ş k ilâ t ın d a d a a y n ı o lm a lıd ır .



y o lu t a k ıp e tm iş



M am afih b ir t a r a ft a n İslâm im p a r a ­



to rlu ğ u n u n d a h ilî te k â m ü lü , d iğ e r t a r a ft a n e s k i külti**' a n ’a n e le rm e m â lik



o la n S â s â n î m e m le ­



k e t le r in in ( I ra k , İran v e H o r a s a n ) E m e v î h â ­



kimiyeti altına düşmesi neticesinde, bütün mü­ essese! erde olduğu gibi, berîd teşkilâtında da, hiç olmazsa şarkî sahalarda İran tesirinin ken­ dini göstermeğe başladığı tahmin olunabilir. Her ne olursa olsun, Emevîler devrinde b e r î d teşkilâtına büyük ehemmiyet vevildiğini görü­ yoruz. ’Abd al-Malik b. Marvân zamanında, hem geniş imparatorluk memleketlerindeki dâ­ hili kaynaşmalardan, hem de askerî hareketler­ den doğru ve çabuk haberler almak için, bu teşkilât büyük nisbette genişletildi; Valİd I., yaptırdığı binaları süslemek için, muhtaç oldu­ ğu mozaikleri Bizans ’tan bu emin ve sür’atîi vasıta ile getirtiyordu. Ömer II., Emevî devle­ tine dâima zorluklar çıkaran arap kabilelerinin yaşadığı Horasan ’da merkezî idarenin nufuz ve murakabesini temin için berîd teşkilâtını kuvvetlendirmiş, ana yollar üzerinde menzil bi­ naları yaptırmıştı. Emevî hazînesi bu teşkilât için, senede 4 milyon dirhem gîbî, büyük bîr para sarfediyordu. 1933 ’te Semerkand civarında Mug-Kale harabesinde yapılan hafriyatta mey­ dana çıkan ve hicrî 99— 100 yılları arasında yazılmış resmî bir vesika, b e r î d teşkilâtının yalnız Horasan ’da değil, Mâverâünnehr ’de Şogd havâlisinde, yâni Semerkand civarlarında da mevcut olduğunu meydana koymuş ve Ömer II. ’İn bu işe memur ettiği Sulaymân b. Abü al-Sârı (Tabari, II, I3 6 4 )’nin adına bu vesi­ kada da tesadüf olunmuştur ( orta Asya ’da Mug-Kale hafriyatında bulunan vesikalar için bk. Sogdiyskiy Sbornik, Leningrad, 1934 ; eserin hulâsası ve vesikanın metni için krş. Abdülka dir İnan, Belleten, sayı 27, 1943, S . 615— 619) Berîd teşkilâtına âit en eski paleografik vesika, bildiğimize göre, şimdilik bodur ve Xabari ’um ifâdesini tamamiyle te’yit etmektedir. Berîd teşkilâtının, Emevîlerde ve sonra Abbâsîlerde olduğu gibi, Endülüs Emevîlerinde de bulunduğu anlaşılıyor; tarihî vesikalara gö­ re, III. asır ortalarında bu teşkilâtın başındaki büyük memura sâhib al-barud adı veriliyordu ( G. Levi Provençal, VEspagne musulmane ou siecle, Paris, 1932, s. 55). Elde vesika bulunmamasına rağmen, bu müessesenin daha evvelki zamanlarda da mevcudiyeti ihtimâl dahilindedir. Abbâsîler, daha al-Manşur zamanından baş­ layarak, posta ve İstihbarat işlerine çok büyük bir ehemmiyet verdiler. Rivayete göre, al-Manşür, devletin muntazam idaresi için, adliye, mâliye ve zabıta işlerini muvaffakiyetle çevi­ recek 3 muktedir ve doğru memura ihtiyaç bulunduğunu, fakat bunların her hareketini hü­ kümdara doğru olarak bildirecek bir sâhib al~ barM ’in hepsinden daha kıymetli ve ehemmi­ yetli olduğunu söylemişti. Bununla beraber, bu



ÖgRÎÖ. t e ş k i lâ t h er h â ld e iy î iş le m e m iş y a h u t lü zu m u kadar



g e n iş le m e m iş



o la c a k



k i,



a l-M a h d ı ’n in ,



b iz a n s lıla r ile h a r p t e b u lu n a n o ğ lu R a ş id 'd en d o ğ r u v e ç a b u k



haber



H a ru n a lm a k



al* iç in ,



b u n a d a h a fa z la e h e m m iy e t v e r d iğ in i v e so n ra da, H a ru n d e v rin d e , Y a h y a b . B e rm e k ’ in t e ş v ik i ile , b u n u n d a h a m u n tazam



b ir



ğu n u



t a r ih î



gö rü yo ru z



( so n rak i



ş e k le s o k u ld u ­ k a y n a k la r ın ,



bu t e ş k i lâ t ın b â z a n b ü s-b ü tü n k a ld ır ılıp , so n ra y e n id e n



k u rd u ru ld u ğ u



hakkm daki



ifâ d e le r in i



b u ş e k ild e t e f s ir e tm e k z a r u r îd ir }. A b b a s î h â ­ z in e sin in b u t e ş k i lâ t iç in 8 m ily o n d irh e m s a rfe tm e si, v e r ile n e h e m m iy e tin d e r e c e s in i a n la t a b i­ lir. M am afih A b b â s île r d e v r in d e k i b e r î d t e ş k i ­ lâ tın ın , E m e v île r d e v r in d e S u r iy e v e M ıs ır 'd a o ld u ğ u v e c ih le , B iz a n s t e s ir i a ltın d a d e ğ il, d a h a z iy â d e S â s â n î İd are a n 'a n e le rin e



g ö re



e d ild iğ i s ö y le n e b ilir . U m u m iy e tle



İslâm



ta n z im m ü e l­



lifle r in in b u m ü ta lâ a d a b u lu n m a la rı, E m e v île r in d e ğ il, A b b â s île r in t e ş k ilâ t ın ı g ö z ö n ü n e a lm a ­ la rın d a n ile r i g e lm e k t e d ir v e G . D e m o m b in e s, A . C h r is te n s e n g ib i â lim le r d e bu f ik r e iş t ir a k e tm e k te d ir le r .



Abbâsîler devrinde bu resmî posta ve İstih­ barat müessesesmin mâhiyeti, ehemmiyeti, va­ zifeleri ve İşleme tarzı hakkında oldukça ge­ niş malûmata sahibiz. Bagdad ’da merkezî idâreyî teşkil eden divanlar arasında, merkezin vilâyetler ile muhaberelerini tanzim etmek ve her tarafta olup biten işlerin ve bilhassa bü­ yük memurların hâl ve hareketlerini teftiş ve murakabe ederek, merkeze bildirmek vazifesi ile mükellef hususî bir idare vardı ki, buna divân al-barid adı verilirdi. Bunun başında, sahih al-barid, unvanını taşıyan büyük bir âmir bulunurdu ki, vazifesinin mâhiyeti bakımından, hükümdarın her suretle emniyet ve itimadım kazanmış olması lâzımdı, An’aneye göre, Sâsânî hükümdarları bu vazifeyi en itimat ettik­ leri çocuklarına verirlerdi. 358 {950 ) 'de ölen Abu Ca'far Ahmed b. Muhammcd al-Gummis 'm -Sina*at al-kuttâb adlı eserinde, bu teşki­ lât hakkında divan kâtiplerinin bilmeleri icap eden mühim tafsilât bulunduğunu bildiğimiz gibi, Hvârizmi ( Mafâtîh al-ulûm , nşr. Van Vloten, s. 63 ; tab. Mısır, s. 42 ) de bu divanda kullanılan ıstılahlar hakkında bîr az malûmat vermektedir ki, bu ıstılahlar da bu mücssesenîn Sâsânî an'anesine göre tanzim edildiğini anlatmaktadır. Berîd divanının çok ağır ve şumûllü bir vazife ile mükellef olduğu ve bunu yapabilmek için, hilâfet memleketlerinin her tarafına yayılmış muazzam bir teşkilât şebe­ kesine muhtaç bulunduğu meydandadır. Abbasî imparatorluğunun geniş topraklarında, askerî ve ticarî kakımlardan birinci derecede ehem-



$45



miyetîi yollan tanzim ve bu yollar üzerinde âsâyış ve emniyeti temin etmek, muntazam posta menzilleri vucuda getirmek ve bu men­ zillerde dâima harekete hazır at, katır ve he­ cin devesi gibi, vasıtalar bulundurmak lâzım­ dı î sahil memleketlerinde yahut büyük gol­ lerde ve nehirlerde gemilerden ve sallardan da istifâde olunurdu; lâkin en müşkül ve mas­ raflı mesele, kara yollarının İntizam ve emni­ yeti id i; bunun için büyük bîr memur ve ha­ deme kadrosuna ihtiyaç vardı. Abbâsîler dev­ rinde bütün bu yollar üzerinde askerî faaliyet­ ler eksik olmadığı gibi, bilhassa büyük bir ticâret faaliyeti mevcuttu; IX.-—X. asırlarda imparatorluk içinde muazzam bir inkişaf gös­ teren İktisadî hayat, yalnız iç ticârette değil, dış ticârette de kendini göstermiş ve münaka­ lâtın mütemâdi artması, yolların İntizam ve âsâyişî meselesini ön plâna geçirmişti. Yalnız devlet postası İçin değil, kalabalık ticaret ker­ vanları için de buna ihtiyaç vardı. Berîd hay­ vanlarının, başkalarından kolayca ayrılması için, kuyrukları kesilir ve boyunlarına çanlar ve çın­ gıraklar asılırdı. IX.— X. asır İslâm coğrafya­ cılarının eserlerinde, bu berîd yolları, menzil­ ler ve hatta bunların idaresi için sarfolunan paralar hakkında bir çok malûmata tesadüf olunur ( msl. Ibn Hurdâzbeh; bu hususta bk. Sprenger, Die Post- und Reiseruten des Ortenis, Leipzig, 1864). Berîd teşkilâtı, merkez ile vi­ lâyetler arasındaki muhabereyi temin etmekten başka, hükümete veya saraya âit eşyanın nakli, resmî vazife ile bir yerden başka bir yere gön­ derilen memurların şevki gibi işler ile de uğ­ raşırdı. Lâkin bunun mükellef olduğu en ehem­ miyetli vazife, memleketin her tarafındaki bü­ yük memurların ( kumandanlar, valiler, kadılar ve mâliye memurları) hâl ve hareketlerini, hü­ kümdara karşı besledikleri niyetleri sıkı bir murakabe altında bulundurarak, merkeze sür'atle bildirmekti. Resmî bir teftiş vazifesinden başka, hükümdarın hususî casusluk şebekesi hizmetini de gören bu teşkilâtın, bütün vilâ­ yetlerde ve mühim merkezlerde, ayrı ayrı me­ murları bulunurdu. Merkezî idarenin itimadını kazanmış kimselerden seçilen bu memurların büyük nufuz ve salâhiyetleri olduğu için, bil­ hassa merkezden uzak vilâyetlerde İdarî ve mâlî büyük yolsuzluklar yapan yahut fena niyetler besleyen askerî ve İdarî âmirler, bu vaziyeti merkeze bildirmemeleri için, b e r î d memurları­ nı türlü vasıtalarla kandırmağa çalışırlardı. An­ cak resmî portadan başka, kervanlar vasıtası ile de hususî mektuplar gönderildiği için, her hangi bir hâdiseyi uzun müddet saklamağa im­ kân yoktu. Fakat bütün bunlara rağmen, posta



İ44



BERI0.



ve istihbarat memurların m, kendi maddî men­ faatlerini teminden başka bir şey düşünmeye­ rek, merkezi yalan haberler ile oyaladıklarını görmekteyiz. İmam Abü Yûsuf ( 113— 182 ), meş, hur Kitâb al-haraç ’mda, berîd teşkilâtının bozukluğunu, bu işte kullanılan memurların namuslu insanlar olmadığını, valiler, kadılar ve mâliye memurları ile uyuşarak suiistimal­ leri sakladıklarını, bu gibi adamlar tarafından verilecek haberlere İnanmak doğru olmadığını söylüyor ve buna bîr çâre olmak üzere, bu memur­ ların, her memleketin ve büyük şehrin namuslu ve muteber adamları arasından seçilerek, hizmetle­ rine mukabil beytülmâlden münasip bîr maaş ve­ rilmesini, resmî posta vasıtalarından yalnızdevlet memurlarının istifâde ettirilmesini ve vazifede suiistimaller i görülenlerin şiddetle cezalandırıl­ masını tavsiye ediyor ( krş. Abü Yusuf, Le livre de Vlmpot foncier, trc. E. Fagnan, Paris, 1921, s, 286— 289). Tâhirîler devletinin müessisi olan Horasan valisi Emîr Tâhir, istiklâl arzusuna düşerek, halifenin adını hutbeden kaldırınca, berîd memuru kendisinden izahat istem iş; va­ ziyetinden korkan Tâhir de bunun bir yanlışlık olduğunu söyleyerek, merkeze bildiril memesini rica etm işti; lâkin bunun tekerrürü üzerine, berîd memuru, bu haberin, hususî mektuplar İle, Bagdad 'a gideceğini ve bu takdirde kendi mev­ kiinin tehlikeye düşeceğini anlatarak, Tâhir 'in de muvafakati ile, vaziyeti bildirdi. Bu vak’a, ııufuzlu valiler ile berîd memurları arasındaki münasebeti anlatmak bakımından, çok manalı­ dır. Bu gibi hâllerde valiler, berîd memurları­ nın resmî rapolanm âdeta kontrol etmek ve bunu istedikleri gibi yazdırmak kudretine mâlik olduklarından, bu memurların, gizli vasıtalara müracaat ederek, ayrıca — resmî raporlarına tamamiyle muhalif — hususî raporlar gönderdik­ leri de olurdu. Böyle hâllerde, merkezî idare veya hükümdar ile bu memur arasında evvelce kararlaştırılmış hususî bir işaret bulunmadıkça, gelen rapora — hattâ o memurun el yazısı ile yazılmış ve mührü ile mühürlenmiş olsa bile — itimad olunmazdı. Her yerdeki berîd memuru­ nun maiyetinde, istihbarat için, kullanılan hu­ susî adamlar (casuslar) bulunduğu gibi, bâzı gizli mektupları taşımak için, kâşıd, sâ*î ve peyk gibi isimler verilen koşucular da bulunurdu. Bun­ ların ilk defa Büveyhîler ailesinden Irak cmîri Mu'İzz ai-Davla tarafından kullanıldığı rivayet edilir. Bunlar bâzan seyyar satıcı veya serseri derviş kıyafetinde seyahat ederlerdi. İsyan ve istiklâl hevesine düşen vâîüer, derhâl berîd memurunun vazifesine son verirler ve merkez ile resmî posta münasebetini keserlerdi. A b b â s î im p a ra to rlu ğ u n d a n a y r ıla r a k , m ü s ta k il d e v le t m â h iy e tin i a la n s iy a s î te ş e k k ü lle r d e , bu



resmî posta ve istihbarat işlerine ehemmiyetle devam edildiğini görmekteyiz. Mısır ’dakİ Tolunlular sülâlesinde berîd teşkilâtının eski şe­ kilde devam ettiğini bildiğimiz gibi ( Zaki Mohammed, Les ToulounîdeS) Paris, 1933, s. 199), Mâverâünnehr ve Horasan ’da çok muntazam bir idare makinesi vucuda getiren Sâmanîler dev­ letinde de aynı teşkilâtın mevcudiyeti hakkında mâlûmatımız vardır. Naşr b. Ahmed zamanında Buhara ’daki merkezî divanlar arasında, divan-1 sâhib-i berîd de bulunuyordu ( Nerchakhy, Des~ cription de Boukhara, nşr. Ch. Schefer, Paris, 1892,5. 24, burada yanlış olarak, ij» şek­ linde yazılmıştır ). Abbâsîlerde olduğu gibi, vi­ lâyetlerde buna bağlı memurlar bulunup, olup biten işleri hemen merkeze bildirdiklerini ‘A vfi *ııin Cavâmı al-hikâyât 'ındaki bir hikâyeden öğreniyoruz ( bk. W, Barthold ’un Turkestan adlı meşhur eserinin rusça tabına zeyil olarak çı­ kardığı metinler mecmuası, s. 92). Muharriri mâlûm olmamakla beraber, ilk yazılışının Sâmânîler devrine âit olduğu tahmin edilen bir eserde, sâhib-i berîd in vazifelerinden ve hâiz ol­ ması lâzım gelen vasıflardan bahsolunurken, bu­ nun »dâvaları dinleyip, hükmetmekle muvazzaf olduğu için, bütün şer'î meselelere vakıf, zâhid, muttaki, âlim ve fakih olması, her işi lâyikiyle araştırması, doğru sözlü, iyi huylu ve herkesin hayrını isteyici olması, hâdiseleri arzederken, etraflı düşünmesi İcap ettiği" kaydolunuyor ( Ch. Schefer, Chrestomatkie persane, Paris, 1883, I; Zafar-name, s. 20). Berîd teşkilâtının ba­ şındaki âmirin adlî işlere değil, sâdece istih­ barat işlerine baktığım bildiğimiz için, bu ifâ­ denin baş taraflarını tefsir etmek bir az müşkül görünmekte ise de, bunu mecazî bir ifâde gibi kabûl edince mesele aydınlanmaktadır: bir çok insanlar aleyhinde isnatları hâvî jumallar alan ve bu husustaki kanaatlerini hükümdara bildir­ mekle mükellef olan bir adam, bu bakımdan, tetkik ettiği evraka göre hüküm veren bir hâ­ kim vaziyetinde telâkki olunabilir. Nitekim yu­ karıdaki fıkranın son kısımları, bunun, istihba­ rat işleri şefine âit olduğunu açıkça göstermek­ tedir. Her hâlde Sâmanîler devrindeki berîd teşkilâtının, gizli ve açık istihbarat işleri ile bilhassa meşgûî olduğu anlaşılıyor. Umumiyetle Samânî idâre sistemini kabul et­ miş olan Gazneliler imparatorluğunda, berîd teşkilâtının devamını ve istihbarat işlerinin, yâni casusluğun, büyük ehemmiyet kazandığını görmekteyiz. Bu devirde, Mahmüd ve Mas'üd zamanlarında, her valinin yanında, merkezî ida­ re tarafından tâyin edilip, âdeta onun işlerini murakabeye memur olan bir kethüda ( vâli mu­ avini ) 'dan başka, yine merkezden tâyin edilen bir sâhib-i berîd ( yahut nâib-i berîd ) bulunur-



feERÎD. dtı ki, olup bitenleri hükümdara bildirmekle mükellef olan bu memurun, en çok güvenilir adamlar arasından seçilmesi âdetti. Tıpkı berîd kelimesi gibi ( posta menzili, postacı mânala­ rına da gelen ) askudar denilen resmî posta ile gelen rapolar, bâzı zamanlar, valilerin emir ve tehdidi altında yazıldığı için, berîd memurları bu gibi vaziyetlerde, ayrıca gizli bir rapor ya­ zarak, bunu derviş veya satıcı kıyafetinde bir sâ’î ile gönderirlerdi. Bunların, ele geçmemek İçin, bâzan bîr mum içine yahut bir asa arasına konmak gibi usûller ile saklandığını Bayijakı ’deki kayıtlardan öğreniyoruz ( Bayhaki, Târih, nşr, Said Nefisî, Tahran, 1309, 1, 27, 386). Res­ mî posta ise, Abbâsîlerde olduğu gibi, deriden i yapılmış hususî torbalar içine konarak, sâhib-i berîdin mührü ile mühürlenir ve üzerine, nereden geldiğini anlatmak için, bir halka konurdu. Se­ fere çıkan her orduya, merkez ile muhabereyi temin için, bir sâhib-i berîd tâyin edilerek, maiyetine kâfi mıkdarda postacı ve posta hay­ vanları verilirdi. Bâzı mühim hadiselerde, Gazne ’ye her gün posta geldiğini ve böylece mer■ kezî idarenin vaziyeti günü-gününe takip etti­ ğini görüyoruz. Resmî postanın açılması ve hü­ kümdara arzı hususunda, bunların mahrem ka­ lıp yayılmaması için, muayyen sıkı usûller vardı ve vezir İle divanın alâkalı bir kaç büyük me­ murundan başka, hiç kimse bu işlere karışamaz­ dı. Gazneîilerde, bilhassa Mahmüd zamanından başlayarak, casusluğun çok büyük ehemmiyet kazandığını ve bu sebeple berîd teşkilâtının çok muntazam olduğunu, yalnız Bayhaki ’nin ifâdelerinden değil, başka tarihî kaynaklardan da öğreniyoruz. Mahtmüd ’un sarayında oğlu Mas'üd 'un ve Mas'öd ’un sarayında da Mahmüd ’un casusları bulunduğunu bildiren Bayhaki 'den başka, Nizam at-Mulk de onun Karahanlılar sa­ rayında casusları olduğunu söylemekte ve ‘Avfi ’nin bir hikâyesinden de, Hvârizm valiliğine tâyin ettiği A ltın ta ş’ın yanında da casus bu­ lundurduğu anlaşıl maktad ır. B ü y ü k S e l ç u k l u imparatorluğunun ilk kuruluş yıllarında, Gazneliler ve Büveyhîlerden kalan sair bir takım İdarî müesseseler gibi, bu muessesenin de bozulduğunu ve bilhassa casusluk işlerine hiç ehemmiyet verilmediğini görüyoruz. XII. asır müellifi Semerkandh Nİzâmi-i 'Aruzi „çöl adamları olan Selçklu reisle­ rinin, eski hükümdarların riâyet ettikleri salta­ nat kaidelerini bilmedikleri için, padişahlığa mahsus âdetlerden ve müesseseler d en bir ço­ ğunun banlar zamanında ortadan kalktığını ve memleketin iyi idaresi için, vucudu zarurî olan bir çok şeylerin mahvolduğunu" esefle söyle­ mekte ve divan-i berîdin kaldırılmasını buna b ir delil olarak zikretmektedir (Çorkâr magâla, J ıU n Ansiklopedisi



545



GMS, XI, 24). Hakikaten, tarihî kaynakların müşterek ifâdelerine göre, c a c u s l u k t a n ve c a s u s l a r d a n n e f r e t e d e n ve bunun hükümdarlar için, faydadan çok zarar getire­ ceğine inanan Alp Arslan, bu teşkilâtı kal­ dırmıştır ( Bondâri, nşr. Houstma, s. 67 ; türk. trc. Kıvameddin Burslan, İstanbul, 1943, s. 67). Selçuklu imparatorluğu içinde îsmailîlerin uzun müddet gizli faaliyetlerde bulunduktan sonra, birden bire o kadar kuvvetli ve geniş bir teş­ kilât hâlinde ortaya çıkmalarım, o devir ta­ rihçileri, berîd teşkilâtının ortadan kaldırılmış olmasına atfederler. Bir çok meselelerde türk kabile hayatına has telâkkilere sâdık kalan Alp Arslan 'm, casusluğa karşı duyduğu d e r i n n e f r e t i , onun veziri Ni^âm al-Mulk de te’yıt etmekte ve bu hükümdar zamanında sâhib-i haber ( yâni casusluk vazifesi ile mükellef sâhib-i berîd) ’ler mevcut olmadığını anlatmak­ tadır. Kendisine bu hususta sorulan bir suale Alp Arslan Tn verdiği şu cevap, casusluk teş­ kilâtının sakat taralarım anlatmak bakımından, tarihî vakıalara da uygundur: — „Bana dost olanlanr, bu istihbarat memurlarına, pek tabiî ehemmiyet vermezler; hâlbuki düşmanlarım, maddî ve mânevî her vasıtaya baş vurarak, onun­ la uyuşurlar. O da bana, dostlarımı düşman ve düşmanlarımı dost gösterecek haberler verir. İyi ve fena sözler, ok gibi tesirlidir; tekrar edile-edile inşam dostlarından soğutur ve düş­ manlarına ısındırır. Bunun neticesi olarak da, dostlar uzaklaşır ve düşmanlar insanın etrafını alır". — Mamafih, Sâsânî-Abbâsî idare an’aneîerinin şiddetli tarafdar t olan Nizâm al-Mulk, Alp Arslan ’m bu düşüncelerini kaydetmekle beraber, sâhib-i haberler kullanmanın, yâni berîd teşkilâtının esaslı bîr idare kaidesi ol­ duğunu, ancak bunların dindar, sâdık ve doğru insanlardan seçilmesi lüzumunu ilâveden de ken­ dini alamamıştır ( Sîyaset-nâme, nşr. Halhali, Tahran, 1310, fasıl 10, s, 30 v.d.). Sonradan, bir taraftan geniş imparatorluk idaresinin ihtiyaç­ ları, diğer taraftan eski idare an'aneîerinin git-gide artan tesirleri altında, bu teşkilâtın tekrar vueuda getirildiği söylenebilir. Nizâm al-Mulk ‘ün „iş!ek yollar üzerindeki merkezlere, kendi merkezleri etrafında 50 fersahlık mesa­ felerdeki haberleri vermek üzere, muayyen tah­ sisat ile peykler [ b, bk.], yâni istihbarat ve posta memurları tâyin etmek ve böylece her gün memleketin her tarafından haber almak lüzumu" hakkmdaki ifâdesi {ayn.esr., fasıl XV, s. 63} bunu anlattığı gibi, yine onun, berîd teşkilâtının lüzumu ve bunun, gerek islâmiyetten evvelki devletlerde ( Sâsânîlerde), gerek İslâm devletlerinde, mevcudiyeti hakkmdaki mütalâaları da bu ihtiyacın bir ifâdesidir. Bü­ 35



S4&



Î3ERÎD.



yük Selçuklularda, daha Melikşah devrinde, sultanın ve Nizâm al-Mülk ’ün hususî casuslar kullandıkları, sultan Sancar ’m Edib Sâbir 'i, casusluk vazifesi ile, Hvârizm *e yollayıp, onun gönderdiği bir resim sâyesinde kendisi aleyhi­ ne hazırlanmış bir suikasttan kurtulduğu ( Devletşah, Tezkire, nşr. E, D. Brovvne, s. 93) ve daha bu gibi bîr çok hâdiseler, bunu açıkça anlatmaktadır. Ancak, bu teşkilâtın, evvelki devletlerde olduğu ğibı, merkezde, büyük nufuz sahibi ricalin idaresi altmda hususî bir berîd divanına bağlı olmadığı görülüyor. İsmail Hakkı Uzun çarşılı ( Osmanlt devleti teşkilâtına medhâl, İstanbul, ıççr, s. 48 ), büyük Selçuklularda merkezde berîd divanı bulunduğunu, Siyasetnâme ’ye dayanarak, kat'î surette iddia ediyor­ sa da, NişSm al-Muîk ’İin böyle bir divandan hiç bahsetmediği ve bilakis Selçukluların bu meseleye ehemmiyet vermediklerini tasrih et­ tiği düşünülürse, bunun yanlışlığına hükmedile­ bilir ; Nizâmi-i 'Arüzi ’nin yukarıda nakledilen İfâdesi de bu suretle tefsir olunmak İcap eder. Yoksa bu kadar kuvvetli ve geniş bir impara­ torluk idaresinde, merkezî idare ile vilâyetler ve büyük sultan ile sair prensler arasında sür* ’atle muhabereyi temin edecek resmî posta teş­ kilâtının ve her türlü istihbarat vasıtalarının ( piyade postacılar, ateş kuleleri v.s.) bulunma­ masına asla ihtimal verilemez. İdare teşkilâtını doğrudan doğruya SâmânîGaznevı an’aneleri üzerine kuran büyük Selçuk­ lu imparatorluğunda, eski tribal telâkkiler te­ siri ile vucuda getirilmiş olan bâzı ufak ve za­ hirî değişiklikler arasında ( msl. eski inşa dîva­ nının tuğra divanı ismini alması g ib i), merkezde berîd divanının kaldırılmasını da saymak icap ediyorsa da, hu vaziyet, hiç bir suretle, resmî posta teşkilâtının ve menzil tertibatının bozuldu­ ğunu göstermez. Nizami-i *Arüzi ’nîn ifâdesini, Selçuklular devrinde idare makinesinin gevşedi­ ğine, eski medenî tesislerin bozulduğuna ve yol emniyetinin azaldığına bir delil gibi kullanmak, tarihî vakıalar karşısında, imkânsızdır. Bu de­ virde bilakis idare teşkilâtı genişlemiş, o za­ mana kadar hükümet kontrolünden uzak kalan, tekkeler ve medreseler gibi, dinî ve İlmî mües­ sesler bile muntazam teşkilâta bağlanarak, mu­ rakabe altına alınmış ve devlet nufuzu eski devirlerden daha fazla kendini hissettirmiştir, Melikşah devrinde İran ’daki arazi mesel elerinin tanzimi hususunda bâzı kanunlar çıkarılması, imparatorluktaki bütün yollan ve menzilleri te­ ferruatı ile tesbit eden rehberler vucuda geti­ rilmesi ve mesafe Ölçülerinin tevhidi, eski vilâ­ yet taksimatının, daha Alp Arslan zamanında, yeni ihtiyaçlara göre, tanzim olunması, yolların intizam ve emniyeti hususunda büyük gayretler



sarfedilerek, yeni yeni köprüler, ribatlar ( han, kervansaray ) yapılması, büyük sulama tertiba­ tının ihyası, şehir hayatının ve İktisadî faaliye­ tin büyük inkişafı, muasır tarihî kaynaklardan açıkça anlaşılmaktadır. Şimdiye kadar her ne­ dense büyük bir kısmı tarihçilerin gözlerinden kaçmış olan bütün bu vakıalar karşısında, impa­ ratorluğun iç ve dış siyâseti için, şiddetle muh­ taç olduğu resmî posta teşkilâtının bozulduğu­ nu İddia etmek manasız olur. Bu mütalaamızı kuvvetlendirecek diğer mühim bir delil, devlet postası ve istihbarat teşkilâ­ tının, büyük Selçukluların istitâleleri sayılabi­ lecek sair türk devletlerinde de devamıdır. Kir­ man Selçuklularından Muhammed b. Arslan Şah ’m, yalınız kendi memleketinde değil, İsfahan, Horasan ve bütün civar memleketlerde casus­ ları ( sâhib-İ haber) vardı ve o bu teşkilâta çok büyük ehemmiyet veriyordu ( Mehmed İbrahim, Kirman Selçukîlerî tarihi, nşr. Houtsma, s. 29 v.d.). XII* asırda Abbasî halifelerinin de casus şebekeleri vard ı; lâkin bunlardan bâzılarmın ( msl. Mustancid ) hafiyelikten nefret ettikleri cihetle, öyle zamanlarda bu teşkilâtın bozul­ duğunu, Naşir al-Din Allah gibi, İslâm dünya­ sında büyük siyâsî rol oynamak isteyenlerin ise, bunu kuvvetlendirdiklerini görüyoruz. Ma­ mafih bu vaziyet, gizli casusluktan başka va­ zifelerle de mükellef olan resmî posta teşkilâ­ tının her zamanki gibi işlemesine mâni teşkil etmiyordu. Esasen XI.— XIII. asırlarda yazılan devlet idaresine âit eserlerde, en dindar, hat­ tâ tasavvuf akidelerine bağlı müelliflerin bile, memlekette olup-biten her şeyi hükümdara bil­ dirmek vazifesi ile mükellef bîr istihbarat şe­ bekesinin lüzumunda müttefik olduklarım, yal­ nız bu işlerde kullanılacak kimselerin bir takım ahlâkî faziletlere sâhıp olmasını istediklerini görüyoruz ( bk. Nacm al-D in Razı, Mirşâd al'ibad, Tahran, 1352, s. 259 ). Hvârizmşahlarda bu teşkilâtın ve casusluk vazifesinin büyük ehem­ miyet kazandığım bildiğimiz gibi, haçtılar ile mütemâdi mücadelelerde bulanan Zengîler ve Eyyûbîler zamanında da, münakale ve istihba­ rat vasıtalarının tanzimi için, büyük gayretler gösterildiğine şahit oluyoruz. Nür al-Din Zengî ’nin yollar üzerinde kervansaraylar ve hudut­ larda nöbet ve işaret kuleleri yaptırması, gü­ vercin postası ihdas ettikten başka, sür’atü he­ cin develeri vasıtası ile, posta işlerinde sür’at teminine çalışması, İdarî ve askerî zarûretlerin İcabı idi ( krş. îbn al-Aş ir, Musul atabegleri tarihi, Recueil des historiens des Croisades, II. kısm., II, 3111). E y y û b î l e r d e , bu an’ane ve zaruretler icabı ile, kabil olduğu kadar bu teşkilâtın mu­ hafazasına gayret ettiler. Mamafih, gâlibâ Sel-



6 ERİD.



çuldu ananesinin te siri ile, bu devletlerde, mer­ kezî idaredeki dîvanlar arasında divandı berîd ’in mevcut olmadığını ve bu teşkilâtın başka divanlara bağlı bulunduğunu görüyoruz. Yalnız Anadolu Selçuklularında, Kaykavus 1. devrine âit olan — Konya ’da Ferbuniye mahallesindeki 615 tarihli — bir mescit kitabesi, onun en ya­ kın adamlarından olup, sonradan Kaylfübad I. tarafından öldürülen 7 ayn al-Din Başara 'ran „emîr-i berîd-i sultanî4* olduğunu bildiriyor (Ahmed Tevhtd, Yeni fikir mecm., Konya, 14 şubat 1941, sayı IV ). Mamafih ne kitabelerde, ne de tarihî kaynaklarda Konya ’dakî divanlar arasında ayrıca bir divan-ı berîdin bulunduğu­ na dâir hiç bir malûmata tesadüf etmiyoruz. Bu kitâbe, posta ve istihbarat işlerinin başına hükümdarın en mahrem bir adamım koyduğunu göstermek bakımından da, çok dikkate lâyıktır. Esasen Anadolu Selçuklularının, gerek yolların âsâyış ve emniyetine, gerek istihbarat işlerine büyük bir ehemmiyet verdiklerini bütün tarihî kaynaklar da anlatmaktadır. Büyük Selçuklular zamanından başlayarak, tarihî ve edebî eser­ lerde, arapça barîd 'in tam mukabili olan türkçe nlalç, alağ kelimesinin kullanılmağa başlandı­ ğım görüyoruz ( bk. Fuad Köprülü, Yeni fâristde türk-unsurları, TM, VII — VIII, 9 ). Bu çok eski türkçe kelimenin türk devletlerinde barîd mukabili olarak kullanılmasında, Selçuklular ka­ dar Kâşgar ve Semerkand Karahanhlanmn da te­ siri olduğu muhakkaktır. Yüksek bir medeniyet seviyesine ermiş olan cenup Uygurlarının bir çok idare an'anelerini devam ettiren Karahanlılar, daha Mâverâünnehr ’in istilâsından evvel bi­ le, alağ adı verilen — ve VII. asır başından beri mevcudiyeti muhakkak olan — eski türk dev­ let postası teşkilâtına ve muhabere için kulla­ nılan ateş kulelerine mâlik bulunuyorlardı (Fu­ ad Köprülü, Türkiye tarihi, İstanbul, 1923, s. 115 v.d.). Berîd teşkilâtı ve teşkilâtın başında merkezî idarede büyük bir âmir bulundurul­ ması hususundaki eski Abbasî an'anesi, Gazneliler ve Çorlular vasıtası ile, Dehli türk sul­ tanlığına da intikâl etmiştir. Bu büyük İmpa­ ratorluğun merkezî divanları arasında dîvân barîd al-mamâlik büyük bîr ehemmiyeti hâizdi; resmî posta ve istihbarat işlerine bakan bu divanın, memleketin her köşesinde gizli casus­ ları ve onlardan başka resmî memurları vard ı; muntazam mesafelerde kurulan menzillerde, dâ­ ima harekete hazır sür’atii hayvanlar ve ayrıca koşucular bulundurulur, bütün olup-bitenler hü­ kümdara günü-gününe bildirilirdi. Memurların bu husustaki küçük bir ihmâli, idama kadar giden ağır; cezalara çarpılmalarım icap ederdi. İha Batüfa ( frns. trc., III, 95 ) 'da bu teşkilât hakkında malûmata tesadüf edildiği gibi, Ba-



rani gibi, muasır kaynaklarda da çok mühim tafsilât vardır ( Agha Mahdî Husayn, Le gou~ vernement da Saltanat de Dehli, Paris, 1936, s. 42 ; ayrıca bk. Ishvari Prasad, A history o f ihe Qaraanak turcs in India, Allahabad, I, 295 v.d.). Bu sultanlardan bâzılarmm casusluk teş­ kilâtına çok büyük bir kuvvet vererek, bütün İçtimaî tabakalara mensup insanlar arasından binlerce casus tedarik ettiklerini ve bu hâlin, umumî huzuru bozacak kadar, korkunç bir hâl aldığım yine muasır müverrihlerden öğreniyo­ ruz (bk. madd. A LÂ E D D lN H ALCİ ve B A L A B A N ) . Mamafih bu hükümdarlar zamanında berîd teş­ kilâtının çok mükemmel bir hâle geldiğini ve büyük bir intizam İle işlediğini de itiraf etmek lâzımdır. Bunlar zamanında türkçe ulak ıstılahı da berîd mukabili olarak kullanılıyordu. Resmî posta teşkilâtı yakın şarkta, bilhassa Mısır-Suriye Memlûk imparatorluğunda, büyük bir inkişaf gösterdi. Haçlılar ile yapılan harp­ ler esnasında, bilhassa Suriye *de, hemen tamamiyle bozulmuş olan berîd teşkilâtım yeniden mükemmel bir surette tanzim etmek şerefi, 659 (1261) *da, yâni cülusundan hemen bir yıl sonra, memlûk sultanı Malik al-Zâhir Baybars I. [ b. bk. ] 'a aittir. Gerek merkezî idarenin nufuzunu her tarafta kuvvetle tesis etmek, ge­ rek hâricden gelecek tehlikeleri muvaffakiyetle önlemek için, yolların ve istihbarat işlerinin muntazam bir şekle konulması, hem askerî ve hem İdarî bir İhtiyaç idi. Devlet hazînesi için ağır bir yük olmakla beraber, Baybars ’ın as­ kerî ve siyasî muvaffakiyetlerinde bu teşkila­ tın büyüle bir yardımı olmuştur. Alâkalı me­ murlar tarafından verilen raporlar, haftanın muayyen iki gününde Kahire 'ye geliyor ve bu sâyede haricî ve dahilî tehlikelere karşı günügününe tedbir almak kabil oluyordu. Yollarda her türlü emniyet tertibatı alınmış, muntazam menziller kurulmuş, lâzım gelen binalar yapıl-, rmş, su ve yiyecek meseleleri tanzim edilmiş­ ti ; her menzilde sür’atli hayvanlar, hizmetçiler, sürücüler ve koşucular mevcuttu. K ahire’den Şam 'a ortalama 4 günde ve Halep 'e de 5 gün­ de posta gidiyordu. Sıkışık vaziyetlerde, Şam 'a 3 günde varıldığı da oluyordu. Tâyin edil­ dikleri yerlere bu teşkilât vasıtası ile giden memurların şevki hizmetinde bulunmak üzere, savvâfcîn adı verilen bir smıf müstahdemler de mevcuttu. Yalnız orduların şevkinde değil, ticarî mübadeleler hususunda da bu emniyetli ve muntazam yolların büyük hizmeti oluyordu. Lâkin berîd teşkilâtı, daha evvelki devirlerde de olduğu gibi, yalnız devlete âit işlerde kul­ lanılmakta idi. I lh a n h la n n S u r i y e 'y e k a r s ı



y a p t ık la r ı



fa s ı­



la lı f a k a t d e v a m lı a s k e r î h a H k e t le r n e tic e s in -



54*



6ERÎD.



erine G e g a j oiacakt'r'



B a YEZİD 11. rnsd., s 392 b, str. 18. hjâcî-zâdelcr ; yetine Tâ.çî~%ârelef s. 395 a. str, İö: datma yerine takayyudatma } a. 395 b, str. 3 : tâyin olunmak yerine gakın olmak ; s. 396a, elması yerine etmemesi, str, 171 etmesinden yerine efmpmesıntfert ve »ir. 49= Hezar-Fen Hezâr-Fen i l e ' s. 397 a, st*. 2: sinirlendirmişti yerine sindirmişti ve str 42: eylemiştir edilmiştir olacakhr.



takgl-



str 9 s yerine yerine



BELGPAD mati, i s. 47.. b, str. 27 : Alba Groeca yerine A f ta Croectı ; a. 476 b., str. 35 Kelolidi yerine Karolidi ; s. 477 a» str. 35 * Ahmed R efik yerine Ahmed Vefik 5 » 477 b., str. 55 ! Les S s t- Mamesde yer ne Les st. Mamas de ; s. 479 b, atr, 39 î Les prûıce.. deŞovoie y«



rirte



Le



E r in c e



E uyene



olacaktır.



BERMEKÎLER.



te’siri altında bırakmış olan bn fikirler, Hârün al-Raşid devrinden itibaren *uhûr etmiştir, îranlı olan îbn al-Mukaffa' da buna benzer fikirler şerdetmiş olabilir. Muasırı olan Hâlid ’in, her hâlde, Abu ’İ-’Abbâs ve Manşür devir­ lerinde, sonraları Yahya ’nm Hârün zamanın­ daki rnıfuzu derecesinde bir nufuz sahibi ol­ madığı muhakkaktır. Bununla beraber cömert­ liği sayesinde bütün ailesini faydalandıran mev­ kii, millî an’aneleri Bermekı hanedanının emel­ lerine uygun bir şekle sokacak derecede, parlaktı. Belâzori 'ye nazaran ( nşr. de Goeje, 3. 409 ), Navbahâr, Mu‘âviya zamanında, takriben 42 ( 663/664; krş. Marquart, Ercinşakr, s. 69 ) sene­ sinde tahrip edildi. Bununla beraber Tabari ( II, 1205 ), yerli prens Nizak ’in 90 ( 708/709 ) senesinde Navbahâr’da ibadet etmiş olduğunu söyler. Biz ancak Hâlid ’in babası olan son B e r m e k ile seleflerinin akıbeti hakkında ef­ sanevî malûmata sahibiz. İbn Hallikan bile Barınak 'in mutlaka İslâmiyet! kabul etmiş ol­ duğuna hükmedememişti. îbn al-Fakih 'e na­ zaran ( s. 334 ), Hâlid, bu Bermek ile Şağâaiyân prensinin kızının oğlu idi. Tabari (H , 1181) Kutayba b. Müslim 'in 86 ( 705 ) 'da isyan etmiş olan Baîh ahâlisine karşı yaptığı seferden bahs­ eder. Gûya büyük rahibin karısı esir edilenler arasında imiş ve IÇutayba ’nin kardeşi ‘Abd Allah ile bir gece geçirmiş, O gece bu kadın Hâlid 'den hâmile kalmış ve ertesi günü diğer mahbuslar ile birlikte, serbest bırakılmış. Ta­ bari 'nıa bu hikâyenin menşe’i hakkında yap­ tığı ilâveden, bunun ‘Abd Allah 'm oğullan ta­ rafından uydurulmuş olduğu anlaşılıyor. Mak­ sat bir îranlı âiîeyı, arap cedidinden göstererek, şereflendirmek olmayıp, halifenin nufuzlu göz­ desi ile karabet tesis etmek sureti ile bir arap ailesine menfaatler te’miıı eylemektir. Bu hikâ­ yeyi uydurmuş olanların, Hâlid ’in doğum ta­ rihîni aşağı-yukarı doğru hesaplamış olmaları da imkânsız değildir. Ölümü 165 (781/782) senesi olarak tesbit edildiğine göre, Hâlid 75 sene yaşamış oluyor. Babası Bermek, heyet ve felsefe ilimleri kadar tıbba da aşina idi ve emîr Maslama b. ‘Abd al-Maîîk ( Tabari, gSst. ger.) ’.i bir hastalıktan kurtarmış olduğu söylenir, Bu son mâlûmattan Bermek ’in, halifelerin sarayı­ na gitmek için, kendi yurdunu bıraktığı anla­ şılıyor. Sonraki kayıtlarda Hâlid ’in saraya ‘Abd al-Malik devrinde, 86 ( 70$ ) senesinde, yâni halifenin öldüğü sene gitmiş olduğu gö­ rülüyor. Zannedildiğine göre Bermek, sonraları, memleketine dönmüştür. Hâlid 107 ( 72S77 ^6) 'de, vâlı Asad b. "Abd A lla h ’ın emri üzerine, Baîh 'i yeniden imar etmiştir (gabari, II, 1490).



,S6 1



nasıl halife Abu ’I-'Abbâs ’ın teveccühünü ka­ zandığım da bilmiyoruz. Ne olursa olsun, onun halife ile samimiyeti o derecede idi kî, kızma, Abu ’i-'Abbâs *m zevcesi ve Abu ’l-‘Abbâs ’ın k ı­ zma da Hâlid 'in karısı süt vermişlerdir (Tabari, II, 840). 132 ( 749/750) 'den itibaren biz onu Dî­ vân aî-harâc ’m başında görüyoruz. Bâzı meliha­ larda kendisine v e z i r dendiği de vâkîdir (Mas‘üdi, Kıt âb aî-tanbih, s, 340 ve 342 ; Fragm, hîsî. arab.t nşr. de Goeje, s. 215 ve 268). Zannedildi­ ğine göre, Hâlid birinci k â t i b idi. Onun elin­ de bu mevki vezaret mertebesine yükselmişti. Birinci „Vezir-î A l Muhammed" Abu Salama „kâtipîer‘f arasında zikredilmez, Abü Salama bu kelimenin Kur’an ( XX, 30 v.d., Hârün 'un Musa ’ya ve2İr olması g ib i) ’da kullanıldığı mâna ile ve tarihî eserlerde (krş. msî. Tabari, I, 1817, 16; 2140, 16 ) meselâ halife Abü Bakr ’in ağ­ zından naklen söylenildiği tarzda v e z i r idi. Hâlid bile, kelimenin sonra aldığı mânada, bir vezir değildi ve yalnız dirayetli idaresi ve ha­ kimane re’yleri ile değil, askerî icraatı ile de temayüz etmişti. Hâlid, Peygamber sülâlesi ta­ rafından Emevîlere karşı açılan ve Abü Müslim ile kumandanı Kahtaba b. Şabib tarafından idare olunan harplere iştirak etmiştir. 148(765) ve 152 (769) seneleri arasında, Taberistan va­ liliğinde bulunurken, Demâvend dağı civarında Maşmuğân _emarctini ortadan kaldırmıştır (krş. Marquart, Erânşahr, s. 128 ). Bu zaferden sonra Taberistan ahalisinin kalkanlarına H âlid ’i ve muhasarada kullandığı âletleri tersim ettikleri söylenir ( îbn al-Fakih, s. 314). 163 (779/780) 'te, yaşının epeyce ilerilemiş olmasına rağmen, rumlarm Samâlû kalesinin fethinde de kendini göstermiştir ( Tabari, III, 497 ).



Hâlid ismini ilk defa olarak, Bagdad ’ın tesi­ sine (146^=763/764) dâir rivayetler arasında ve veliaht Isa b. Müsâ ’mn 147 ( 764/765 ) 'de huku­ kundan feragati sıralarında, halife Manşür ’un müşaviri olarak, zikredildiğini görürüz. Bagdad ’da inşa ettirdiği bir çok binalardan başka, Ta­ beristan ’da valiliği sırasında, Manşüra şehrinin kuruluşunu da ona atfederler. Manşür ’un ölü­ münden bir az evvel, halifenin istediği 2.700.000 dirhemi vermek suretiyle, kendisini Musul ve oğlu Yahya ’yı da Azerbaycan valiliğine tâyin ettirmişti. Kendilerine karşı sert davranmamış olmasına rağmen, Musul ahalisi, Hâlid ’e göster­ diği hürmeti başka hiç bîr valiye göstermemiş­ tir. Mas'üdi ’ye nazaran ( MurSc, VI, 361), ah­ fadından hiç biri faziletçe ona denk olmamıştır.



îbn Hallikan ’a nazaran, oğlu Y a h y a (3 mu­ harrem 190 = 29 teşrin II. 805) 70 yahut 74 yaşında vefat etm iştir; buna göre, 120 ( 738 ) 'de Hâlid ’in tahsili ve ilk seneleri hakkında pek veya bir kaç yıl evvel doğmuş olması icap eder, az mâiûmata sahibiz. Hattâ onun ne zaman ve kendisi bilhassa vâtifîk ve nazırlıkta tema-. İslâm Aaşjklop«dM



36



BERMEKÎLER. yüz etm iştir; askerî muvaffakiyetlerinden bahs­ edildiği vâk-î değildir. Bir çok nâfia işleri ara­ sında bilhassa Basra civarında Sihân kanalı zikredilir ( *fabari, III, 645; Belâzori, s. 363). Mahdi devrinde genç Harun 161 (777/778) 'de onun terbiye ve ihtimamına tevdi edilmişti. 163 ( 779/780 ) 'ten itibaren Harun ’un Divân alrasa’il reisliğinde bulundu, O tarihte Hârün garp havâlisine, yâni Azerbaycan ve Ermeniye de dâhil olmak üzere, Fırat nehrinin garbındaki bütün vilâyetlerin vâliliğine tâyin edilmiş bu­ lunuyordu. Halife al-Hâdi 'nin kısa süren sal­ tanatı esnasında, YaljyS, tahttan feragate icbar edilmek istenilen Hârün ’a tarafdarhğından do­ layı, ölümle tehdit edilmişti. Hârün al-Raşîd ’in hilâfet makamına geçmesinden sonra da »baba'* demekte devam ettiği Bermekî, gayr-i mahdut salâhiyetler ile vezir tâyin edildi. Oğullarından Faz! ve Ca'far ( diğer iki oğlu Müsâ ile Muhamraed ’in adı daha az geçer) ’in yardımları ile, Yahya’nın hilâfet ülkesini 17 sene (786— 803) idâre ettiği söylenir. Adı geçen iki oğlundan 148 ( 765/766 ) 'de do­ ğan büyüğü F a z 1, biç şüphesiz en meşhurudur. 176 ( 793/793 ) 'dan 180 ( 796/797 ) 'e kadar Cibal, Taberıstan, Dunbavand ve Korniş eyâletlerini ihtiva eden bir valiliğin ve bir müddet de Er­ meniye ve Azerbaycan *m başında bulundu ; 178 ( 794/795 ) ’öen 179 ( 795/796) ’a kadar Horasan vâliîiğıni de idare etti. Ermeniye ’de ( daha doğ­ rusu Dağıstan ’da ) Ya'kübi ’ye nazaran ( Tarih, II, 516 ) muvaffakiyetsiz bir harbe girişti. Fakat kısa süren valiliği esnasında, Horasan ’da bâzı askerî icraatta bulunduğu söylenir. Rivayete nazaran, yerlilerden halifeye 500.000 kişilik ( I ) bir ordu toplamış, bunun 20.000 ’ini Bagdad ’a göndermiş, mütebakisini Horasan’da bırakmış ( Tabari, III, 6 31); keza, bir çok büyük zaferler kazanmış ve bir çok cami ve ribat inşa ettirmiş imiş. Fazl, Balh ’te yeni bir kanal açtırdı ( Schefer, Ckrestomathie persane, I, 71 ve 88 ) ve Bu­ hara ’da yeni bir cuma camii yaptırdı. Söylen­ diğine göre, ilk defa olarak ramazanda minare­ lere kandiller astıran o olmuştur ( Narşahi, nşr. Schefer, s. 48). Mas'üdi ( Murâc, VI, 363) bu mâl ûmata, F ail ’ın, idaresinin ilk zamanlarında kendisini ava ve havaî eğlencelere verdiğini ve ancak babasından aldığı bir mektuptan sonra, isiah-ı hâl ettiğini ilâve eder. C a ' f a r ’e gelince, sanraları halk efsânelerinde sevimli bir sima alan bu zâtın ( söylendiğine gö­ re, 37 sene yaşamış 5 buna nazaran, 150 (767).’ye doğru doğmuştur) yazısının güzelliği, fesahati ve müneccimliğe âit bilgileri methedilmekle ik­ tifa un muştur. Keza kendisinin giyinişteki za­ rafeti de kaydedilir. Bir rîvâyete göre, boynu­ nun uzunluğunu saklamak için, bir nevi yaka



icat etmiştir (Ca^iz, Bağan, II, 151).“ Kardeşi Müsâ ’mn, 4 sene evvel, bir birleri ile mücade­ lede bulunan arap kabilelerini barıştırmak ga­ yesi ile yaptığı kısa seyahati gibi, 180 (796/ 797 yde Suriye ’ye vâki seyahati müstesna, zann­ edildiğine göre, halifeden hiç ayrılmamıştır; hattâ bu kısa ayrılıkta kederlerini ve avdetin doğurduğu sevinci taşkın bir hassasiyetle ifade ettiği söylenir (Tabari, III, 642). Büyük hâmisi onu hattâ bir çok defa geniş eyâletlerin vâİiliğine tayin ettirmiş, o da bunları hep müsellimIeri ile idâre eylemiştir. Kaynaklardan Ca'far ’in, vezir sıfatı ile, işleri idâre edip-etmediği, binalar inşa ettirip ettirmediği veya diğer iş­ lere girişip girişmediği belli olmuyor. Nüfuzu­ na delâlet eden yegâne emare halifenin paraları üzerinde isminin bulunmasıdır. Bizzat babası da, 17 senelik idaresinde, iddia olunduğu kadar kudretli görülmemektedir. Ca'­ far, ilk senelerde, devlet işleri hakkında, halife­ nin annesi Hayzurân ( ölm. 173=789/790 ) ’a ma­ lûmat vermek mecburiyetinde idi. Annesinin ve­ fatı akabinde halife, genç Ca'far ’e tevdi edil­ miş olan mühürü geri aldırmış ve işlerin büyük bîr kısmını, bermekîîerin müstakbel düşmanı ve halefi olan Fazl b. Rabi' *a tevdi etmiştir. Fazl 179 ( 795/796 ) ’da Barmakİ Muhammed b. Hal i d ’in yerine hacib ( baş mabeyinci) tâyin olundu. Zannedildiğine göre ‘A li b. 'îsâ b. Mâhân ’m 180 ( 796/797)’de Horasan vâliliğine tâyini de vezirin arznsu hilâfına olmuştur (Tabari, III, 702 ). Yahya 181 ( 798 başlarında ) ’de hacca gittiğinde Mekke ’de kalmasına müsaade edil­ mesini ( Tabari, III, 646) dilemişse de, hemen ertesi sene Bagdad *a donmuş ve zannedildiğine göre, işlerin idaresini de eline almıştır. Bu söylenenlerden Bermekîîerin sukutlarının uzun zamandan beri hazırlanmış olduğu açıkça göründüğünden, bu hâdiseyi, halifenin fevri bİr hareketine atfetmek kat’îyen yanlıştır. 187 (29 kânun II. 803) yılı saferinin ilk gecesinde Ca'far, halîfenin emri île, Öldürüldü; az sonra da Yahya ve diğer 3 oğlu tevkif edildiler ve malları da müsadere olundu. Vezirin torunları ve Yahya’nın kardeşi Muhammed b. Hâlid ve ailesi serbest bırakılmışlar ve hiç bir suretle rahatsız edilmemişlerdir. Hârün, Ca'far ’in ba­ şım »orta köprüde" astırmış ve vucudnnun iki parçasını da diğer köprülere bağlatmıştır. Ve­ zir ve oğulları, nezaret altında, Rakka şehrinde kaldılar. Yahya ve Fazl, her ikisi de halifeden evvel Öldüler; Müsâ ve Muhammed 'e gelince, onların akıbetleri hakkında hîç bir malûmatı­ mız yoktur. Vezirin torunlarından yalnu ‘Imrân b. Müsâ temayüz etmiş olsa gerektir. 'İmrân b. Müsâ, 196 ( 811/812 ) ’da, Ma'mün’nn or­ dusuna karşı eski Sâsânî şehri olan Madâ’in ’m



BERMEKÎLER - BERRÂDÎ. müdafii (Tabari, III, 859 v.d.) ve 216 (8 3 1)’da Sind ( ayn. esr., III, 1105 ) valisinin mümessili olarak zikredilir. Abu ’İ-Çâsira ’Abbâs b. Muhammed Bar maki admda biri, Sâmânîlerin son vezirlerinden biri olarak, zikredilmekte ise de ( Barthold, Turkestan v epohu mongolskago naşestviya, II, 278, Gardizi 'ye göre), bu „Barmaki" ’nin aynı âileden gelip gelmediği bildi­ rilmemektedir. V . (XI.) asırda halifenin sa­ rayına bir çok defalar Gaznevîlerin murahhası olarak gelmiş olan bir Danişraend idasan Barmakı ’den de bahsedilmektedir ( Bayhaki, nşr, Morley, s. 441 v.d.), Hudây-nâme mütercimi Muhammed b. Cahm al-Barmaki ’nîn de ailenin mevîâsı olduğu zannediliyor. Tabari ( III, 497 v.d.) ’nin 163 ( 779/780 ) senesi vekayiı arasında zikrettiği müneccim hakkında aynı hükmü ver­ mek mümkündür. Malûmatımızın bugünkü hâli ile, bermekılerin icraatı ile meziyet ve kusurlarının tam bir tablosunu çizmek hayli güçtür. Tarihî an’ane, onları dâimâ mütedeyyin ve mutekit bi­ rer müslüman olarak göstermekte ve hacca git­ melerini ve hayrat inşa etmelerini meth~i sena etmektedir. Buna mukabil muhalifleri onları islâmiyete ve ahkâmına karşı lakayt olmakla itham ederler. Câhiz tarafından ( Bayan, II, 150) zikredilen ve müellifi meçhul olup da İbn î£utayba ( 'Uyan al-ahbâr, nşr. Brockelmann, Si ‘ 7 1 ) ’nin lisaniyatçı A şm a 'i’ye İzafe ettiği şiirde şöyle denilmektedir: »her hangi bir top­ lantıda dine mugayir bir şeyden bahsedilince, Bermekîîerin yüzleri nurlanır, Kur’an ’dan bir sûre okunduğu zaman, onlar Marvak ’in kita­ bından hikâyeler anlatmağa başlarlar" ( bu ki­ tap için bk. Hamza, nşr. Gottwaldt, s. 41). Bir başka şâir de ( Bayan ve kısım 1, 9, 24, 26, 34. ( A . W. N j e u w e n h u i s .) BlLICÎS. [ Bk. BELKİS.] B lL L A V R . [ Bk. BÜ.LÖR.] B İL L İT O N . [ Bk. BfLlTUNG.] : B İL L Û R . BİLLAVR, Ballur ( yunan, {hfaıAXoç ’tan gelip-gelmediği münakaşalıdır ; bk. Dozy, Supplement, \, ır a ), b i l l u r . Eskilerin taşlara âit eserlerinde, billur bir nevi c a m d ı r ; yalnız daha serttir ve daha kesiftir. Tabiî ca­ mın en gözel, en saf ve en şeffaf nevidir ve y a k u t renklerinde olanı da vardır. Bulanık renkli topaz da bir nevi billurdur. Billur sun’! olarak da boyanabilir. Güneş şualarım mihra­ kına toplar; öyle ki, siyah bir paçavra veya pamuk parçası alev alabilir. Kaya billurundan ( kuvarts), padişahlar için, kıymetdar kaplar yapılırdı. Bİllûrun âdî bir nev’i olan ve tuz man­ zarasında bulunan kuvarts çeliğe çarpılırsa, k ı­ vılcım saçar ve saray adamları bunu çakmak yerine kullanırlardı. Plinius un billurun teşek­ külü ve kuvartsın tevezuu hakkında verdiği mâlûmata müslüman eserlerinde tesadüf edil­ mez. Tifâşi, K âşğar’a 13 günlük mesafede iki dağın bulunduğunu ve bu dağların içinin tama­ men kaya billurundan müteşekkil olduğunu söy­ ler. Bu billur geceleyin çıkarılabilir ; çünkü gün­ düzün, güneşin ışıkları çalışmağa imkân ver­ mez imiş. Billûrun bulunduğu yerler hakkında en mufassal malûmat Akfâni ( al-Machriq, 1908 ) Me bulunur. Buna göre, biilûr Habeşistan (Zene), Badahşan, Ermeniye, Seylan ve Frenk memleketi ile Fas'tan gelir. B i b l i y o g r a f y a t Clement-Muîlet, Essai sur la mim arabe ( J A , 6. seri, XI, 230); Tİfâşi, Azhâr al-afkâr (trc. Rainerİ Bıscia ), 2. tab,, s. n 8 ; Kazvinî ( nşr. WÜstenfeid ), I, 212; ayn. mil. ( trc. Ruska ), s. 9 ; al-Machrig, XI, 762. ^ ( J. Ruseca. ) B İL LÛ R K Ö Ş K , bir türk halk masalının adı. Bu masal, bir asra yakın bîr zamandan beri, İstanbul Ma bir çok defalar basıla gelen, 14 masaldan mürekkep bir külliyata da adını ver­ miştir ; Georg Jacop, Billur köşk hikâyesi ’uin 1899 Ma elde ettiği tarihsiz bir nüshasından ve içindeki ilk 3 masaldan bahseder ( G, jacop, Tarkische Volkslitterahır, Berlin, 1901, s. 5 v.dd.). Konoş ( Turkische Volksmarchen aus Stambul, Leıden, 1905, 5 v.d., not 2 ) bu masal­ ların adlarım zikreder. Külliyatın, bu tabılardan başka, benim gördüğüm daha yeni tabıları şun­ lardır : i. Biilûr köşk hikâyesi ( İstanbul, 1928 ) ve 2. Resimli biilûr köşk hikâyesi ( Selâmi Münir Yürdatap tarafından düzeltilmiş tabı, İstanbul,



614



BİLLÛR KÖŞK — BİLMA,



1940, nşr. RSşid }. Kitaba adım veren Billur köşk masalının basılmış başka varyantları şunlardır : 1* Naki Tezelf Îsîanbul masalları (nşr. Emin* önü halkevi, X ), İstanbul, 1938, s. 202 v.d d ,; 2. Radloff, Proben der Volkslitteraiur. , . VIII (Kunoş’ım topladığı metinler, Petersburg, 1899, 5.kısım, nr. 19); Kunoş, Materialien zurKenntnis des rumelischen Türkisch ( Teiî I : Volksmârchen aus Adakale, Leipzig- Ne1*/ York, 1907, s. 35$— 261, nr. L ), — Masalın, Ankara Dİ1, TarihCoğrafya fakültesi folklor arşivindeki metinler arasında, basılmamış farklı 8 nüsha bulunmakta­ dır, Bunlar arasından bâzı lar» İncili çadır diye adlandırabileceğimiz Billur köşk külliyatındaki masaldan bir az farklı bir tip gösterirler. Bun­ da genç sultan ile şehzade, ilk defa billurdan yapılmış bir köşk yerine, İncili bir çadırda bu­ luşup, sevişirler; delikanlı, genç kızı orada bırakıp, kaçar. Memleketinde başka bir kız ile düğününü yaptığı sırada, eski sevgilisi, bir derviş kıyafetinde gelip, ona İlk macerasını ha­ tırlatır ; şehzade düğünü bozar, son nişanlısını evine gönderir ve eski sevgilisi ile evlenir. Billur köşk ve İncili çadır masallarının, »uzun veya kısa bir zaman seviştikten sonra, erkeğin kızı terk edişi, kadının, nişanlısını (veya koca­ sını) araması ve onu yeniden elde etmesi" şek­ linde ifâde edebileceğimiz ana temasını, yunan mitolojisinin, Amour et Psycke efsânesinde ( bk. Boîte-Polivka, Anmerkungen . . , , II, 266 v.d.), Hind edebiyatında, Kaligasa ’mn Sakuntala adlı dramında ve masal edebiyatında da, başka-başka masallara girmiş temaler hâlinde, bir çok milletlerin halk masallarında buluyoruz ( Briider Grimin, KHM, nr. 56,88,113; Kunoş, Volksmâr chen aus Stambul, nr. 10; bu motif­ lerin bulunduğu diğer masallar İçin bk. BoltePotivka, ayn. esr.t II, 229— 273 ). Billur köşk masalı, her hâlde, yakın zaman­ larda sözlü an’aneden, bir az yenileşip, masal vasıflarından bir kısmım kaybederek, kitaba geçmiş bir halk masalıdır; halk içinde hâlâ yukarıda gösterdiğim iki tip hâlinde yaşamak­ tadır. Bu türk masalının tam benzerlerine baş­ ka edebiyatlarda bugüne kadar rast gelinmemiştir; fakat içindeki ana temalar çok eski ve milletler arası temalardır. ( Pertev N. Bor a ta v .) BİLM A, Sahrây-ı Kebîr ’de Çad gölünden Trablus ’a giden kervanların yolu üzerinde, 305 m. irtifada bir v a h a d ı r . Bilma, araplarea Kavâr ve Tebbularca Henneri Tughe ( »Kayalar vad isi"; Nachtigal ’a gö re) denilen bir vahalar gurubuna girer. Kavâr, tebeşir devrine ait bir kum taşı havzasının merkezini işgâl eder ki, kum taşı altında, satha yakın su geçirmez bîr şist tabakası, Tibesti dağlarından gelip sızan



sulan toplar. Burası, şimalden cenuba doğru uzanan, takriben 80 km. uzunluğunda, Barth ve Nachtigal’â' göre, 8— 10 km. ve daha son­ raki seyyahlara ( Nonteil ve Chudeau G ad el) göre ise, 4— 5 km. genişliğinde bir vadidir. Takriben 100 ni. irtıfamda bir kaya duvarı, bu­ rasım, şarktan eşen çöl rüzgârlarından korur, Tebbu-Dirku denilen ahalinin, asıl Tebbuîar ile Bornuİu zencilerin melezi olması muhtemeldir. Bu yerliler orta boylu ve dayanıklı olmakla be­ raber, Tibesti Tebbuları kadar gürbüz ve ceu» gâver değildirler. Eşrafın seçtiği may veya darday denilen bîr reis tarafından idare edilir­ ler; bunlar 12 köye dağılmış olup, meskenleri­ nin şekli, menşe’îerine göre, değişir. Tebbuîar, evlerini kayalara dayadıkları hâlde, Bornuİular bir birinden sokaklar İle ayrılmış ve duvarla çevrili toprak evler yaparlar. En mühim köy­ leri, Anay ve V. ( XI.) asırda bir Bornu kolo­ nisi tarafından kurulmuş olması muhtemel Dirku, Aşenuma, bir Senûsî zaviyesinin bulunduğu Şimendru, Kalala veya Koio ve Garu ’dur. Garu, Bilma bölgesinin merkezi ve bütün Kavâr *ın en mühim mevkiidir, Nachtigal ’a göre, bu küçük şehrin nüfusu takriben 2,000 idi. Bu mmtak&da Bornu unsuru hâkimdir va Kanüri dili, Teda dilinden daha fazla kullanılır. Bilma mintakasmda, Kavâr ’ın diğer vahaları gibi, oldukça ehemmiyetsiz hurmalıklar mevcut olup ( Kavâr 'da takriben 100.000 hurma ağacı vardır}, bir az da hububat ziraati yapılır. Fa­ kat buranın asıl ehemmiyeti, Bornu ‘dan Fezzân’a giden yolların Üstünde bir konak yeri olmasında ve civarında tuzlalar buiunmasındadır. Kantu ’İar hâlinde eritilen ve 10 tanesi bir deve yükünü teşkil eden tuz, göçebeler vasıtası ile, Sahrâ vahalarına ve Sudan ’a nakledilir. Bu tuz kervanlarını Tebbuîar Tibesti ’ye ve Da­ zalar, Kanem ile Bornu ’ya sevkederler. A yr ’h Kel-Vi [ b. bk.) ’ler şimal ve şimal-i şarkî cihe­ tinde nakliyatı ellerine almışlardır. Barth ’ın tarif ettiği ayr i denilen senelik bir kervan teş­ kil ederler. Bu göçebeler Bilma üzerinde uzun zaman bir nevi hâkimiyet tesis etmişler ve vâha sakinlerini büs*bütün kendilerine bağla­ mak için, onlara hububat ziraatini menedecek kadar ileri gitmişlerdir. Bu münakalenin ehem­ miyeti hakkında gösterilen mikdarlar bir birin­ den çok farklıdır. Barth bunu senede 3.000 ye Chudeau 4.000 deve yükü olarak tahmin, eder, Gadel İse, bunun 15.000, hattâ belki de 40.000 deve yükü olduğunu söyler. Başlıca gelirini teşkil eden esir ticâretinin men’i ve Rabah [ bk. BORNU ] ’ın hâkimiyeti altında, Bornu ’nun uğradığı harâbî yüzünden, pek müteessir olan transit ticâreti, bugün ehemmiyetsiz de­ necek bir hâldedir. Kervanların azalması şimdi



r ı



BİLM A- BİLMECE.



Kavâr ve Bilma ahâlisini yeni geçim menbâları aramağa ve ziraata ehemmiyet vermeğe sevketmiştir. BHma, idare bakımından, fransız garbı Afrika 'sının Nıger arazisi dâhilinde bulun* maktadır. B i b l i y o g r a f y a ' * Barth, Reisen, IV, faal,. V I ; Rohîfs, Qaer durch Afrika, I ; Nacbtigal, Sahara and Sudan, I ; Monteil, De Saint Louis â Tripoli par le Tchad ( Paris, 1894 ), : faal. X III; Chudeau, Le Sahara Soudanais ( Paris, 1909 ), s. 118 v.dd.; Gadel, Noies sur Bilma et les oasis environnantes ( Revae Co. loniale, 1907), s. 361— 386. (G . ,Yver .) BİLM ECE, osmanlı türklerî arasında ekse­ riya halk muammalarına verilen isimdir. Şimal ve gark tiirkleri, bu manada olmak üzere, tap( bul- ) kökünden gelen tabışmak, tapmaca, tapjştş, tabışkak, tabuşturmak v.b. kelimelerini kul­ lanırlar. Hakikî halk bilmeceleri, I û g a z [ b. bk. ] ve­ yahut m u a m m a [ b. bk. ] gibi yapma bilmece­ lerden ekseriya, hemen nazara çarpan basit şe­ killeri, cinas ve mâna ikilikleri, akıl ve mantığa aykırı görünüşleri ile ayırt edilirler. Bilmece­ lerin bu son vasfı, yâni irrasyonalİsmi, şöyle bir mâhiyet arzeder: muhtelif eşya ve hâdise­ ler hakkında, muiad ve tabiî görüş ve kavra­ yışla ancak müphem bîr münasebeti bulunan ve mânalarım anlayabilmek için, evvelâ kendilerini bilmek lâzım gelen bâzı an’anevî tâbirler kul­ lanılır. Demek, umumiyetle, bir bilmecenin tam sûret-i hallini mantıkî muhakeme ile bulmak mümkün değildir. Bir bilmeceyi halledebilmek için, evvelâ o bilmecenin üslûbu ile hiyeroglif mâhiyetinde bulunan hususî tâbirlerin manasım kavrayabilmek icap eder. Esasen bu noktalar, yalnız türk halk bilmeceleri hakkında vârid de­ ğildir, umumîdir. Muayyen bir halk kütlesinin bilmeceleri, diğer halk kütlelerinin bilmecele­ rinden, ancak bâzı fer'î noktalarda ayrılır ki, bunlar, daha ziyâde, şekle dâirdir. Bilmecelerin türklüğe has vasıfları, her şeyden ev.vel, coğrafî mevki ile türk halk hayatına bağlıdır. İstisnaî bir kaç hâlden maada, islâmiyetin damgası talî ve ehemmiyetsiz kalmıştır. Zamanımızda bilmeceler, daha ziyâde, türk halk edebiyatının çocuklara has olan şubesini teşkil eder. Fakat iptidada, bunların gayet ciddî bir tarzda tasavvur olunduğunu ve halk hikmetinin bir kısmını teşkil ettiğini İleri sü­ recek kada'^ sebep ve delillere mâlik bulunu­ yoruz. Nitekim hikâye edebiyatında, âdeta ha­ kikî birer mısra hâlinde, bilmece yarışları ya­ pıldığım ve bu yarışların mağlûplara bâzı ağır neticeler tahmil ettiğini görüyoruz. Keza koz­ moloji ve cinsiyete müteallik bilmecelerin mev­ cudiyeti de, bunların iptidada çocuklar için



615



icat olunduklarını vâzıhan gösterir. İçtimaî rol­ lerinin tahavvülü ile, bilmeceler hayli tâdile uğramışlar ve yeni mânalar almışlardır. Zâten bilmecelerin sûret-i halleri, onların ekseriya en ziyâde mütehavvil ve seyyâl bir unsurudur. Bilmeceler ekseriya kısa bir kaziye şeklinde­ dir., Meselâ mevcudiyeti daha XIV. asırda tesbit edilen ve buğun dahi gayet yaygın bulunan şu yılan bilmecesine bakınız: yer altında yağlı kayış. Ekseriyetle halk bilmeceleri, iki kısım­ dan mürekkeptir. Aralarındaki sentaks muvaziliği sebebi ile, bu kısımların da ortasında se­ ciler, daha doğrusu yarım kafiyeler, bulunur: Allah yapar yapışım —* bıçak açar kaptsınt ( karpuz ). İki kısımdan mürekkep olan bilme­ celer, ekseriya genişleyerek, türk halk nazmı­ nın çok karakteristik bir şekli olan muntazam dörtlükler (mâniler) hâline gelirler. Türk halk bilmecelerinde, taklid-i lafzı ler ile âheng-i taklidiye âit, her nevi unsura mebzûlen rast gelinir. Bugüne kadar toplanan malzemeyi mukayeseli bir tetkikten geçirecek olursak, görürüz ki, birbirlerine rapt ve irca olunabilen bilmece gu­ ruplarını bâzı iptidaî tiplerin varyantları add­ etmek mümkündür. Hakikaten bilmeceler, ge­ rek ağızdan ağtza geçerken, vukua gelen tah­ rifler yüzünden, gerek bâzı yeni sûret-i hallere, göre, şuurlu bir tarzda ayarlanmaları sebebiyle, mütemadi bir tahavvüle mâruzdur. Bu da var­ yantların hesapsız denecek kadar çoğalmasını intaç eder, Fakat bu değişme kabiliyetine rağ­ men, asırlardan beri aynı şekli ve aynı sûret-i hal ve mânayı muhafaza etmiş olan bilmeceler de vardır. Bilmecelere daha Majımüd Kaşğari 'nin D i­ vân luğât al-turk (XI. asır)'Ünde tabuzğu nen, iabuzğak ve tabzuğ kelimesi ile işâret olunmuştur. Fakat türk Iıalk bilmeceleri­ nin bilinen en eski numuneleri, Codex Cumamcızs ’ta bulunup, bir hayli neşriyata mevzu teşkil etmiştir ( G. Kuun, Codex Cumanîcus, Budapeşte, 1880, s. 143— 157, 236 v.d d .; W. Radloff, Das Türkische Sprachmaterial des C. C. ( Mâm, de l ’Acad, de S t, Petersbızrg, 1887, XXX V, 2 v. dd,; nr. 6 ); W. Bang, Über die Ratsel des C. C. ( SB Pr. Ak, W„ 1912, XXI, 334— 353 ) ; J. Nemeth, Die Ratsel des C, C. ( Z D M C , 1913, LXVII, 577-608 ) ; S. E. Maîov, K isiorîi i kritike C, C, ( îzv. Akad. IVatık S S S R , edebî kısım, 1930, s. 348— 375); J. Nemeth, Zu den Ratseln des C. C. { K C A , II, 366 v. dd.). Diğer cihetten muasır âlimler tarafından zaptolunmuş bilmeceleri ihtiva eden başka birçok külliyat da mevcuttur. Fakat bugün bu mesai, türk halk kütlelerinde mevcut olan bilme­ ce zenginliğini tüketmiş olmaktan hayli uzaktır.



6 ı6



BİLMECE - BİN BİR GECE.



B i b l i y o g r a f y a - A . N. . Samoyîoviç, runun adıdır. Bütün şarklılar gibi, areplar da, Zagadki zakaspîyskih Turkmenov (Zivaya eskiden beri, masallardan pek hoşîamrtardı. Starına, 1909), s. 28— 32. 1932 senesine kadar Fakat asıl araplarm zihnî ufukları haylıca dar turk halk kütleleri arasında yapılan bilmece olduğu için, masal mevzuları umumiyetle başka tetkiklerinin bir bibliyografyasını neşretmİş- memleketlerden, Iran ve Hindistan Man alın­ tir. Bu bibliyografya (/?0 , IV, 4 v.d.; 192Ö mıştır. Nitekim bu keyfiyeti Peygamberin rakibi senesine kadar) S. Malov tarafından itmam tacir al-Nazr hakkmdaki menkulâttan da an­ olunmuştur. — Yalnız osmanlı bilmecelerine lamaktayız. Arabistan ile Iran ( hattâ daha dâir bibliyografya, T. Kowalski tarafından uzaktaki şark memleketleri) arasında VII. ve şa makalede cemedilnıiştir: Turkische Volks- VIII. asırlarda haşlayan münasebetler, masallara ratsel aus Nordbulgarien ( Festschri/t fa r G, mevzu olacak pek çok malzemenin Arabistan ‘a Jacob), s. 130 v.d. (1932 senesine kadar). girmesi için, geniş bir faâliyet imkânı vermiş­ Türk bilmecelerini ihtivâ eden mühim kül­ tir. Bu malzemenin, fert olarak, kimler tarafın­ liyatlar : I. Kunos, Oszmân-tördk nepköltesi dan Arabistan ’a idbâl edildiğini bugün k a t i­ gyujiem&ny (Budapeşte, 1889), II, 141— 177; yetle tâyine imkân yoktur. Kalila va Dimna T. Kovvalski, Zagadki ludovoe tureckie ( Kra« kitabının menşei hakkında anlatılanlar, bu hu­ kov, 1919 ) i Sâdeddin Nüzhet ve Ahmet Ferid, sustaki tek-tuk istisnalardan birini teşkil eder. Konya vilâyeti halkiyat ve harsiyatt ( Konya, Çünkü masal nev‘ine dâhil olan her şey, klâsik 1926 ), s. 225— 233; Hammamî-zâde Ihsan, B il­ edebiyatın ve klâsik ediplerin sahası dışında meceler (Türk halk bilgisine âit maddeler), kalmıştır. III, ( İstanbul, 1930) ; T. Kovvalski, Târkische Sonraki asırlarda, arap kültürü daha zengin Volksratsel aus Kleznasien ( Arckiv Orien- ve daha çeşitli bir hâle gelince, arap kültür tâlnîjf 1932,IV, 295— 324. (T . K ow alski .) merkezlerinde yeni ve orijinal hikâyeler doğdu B İN A ’. [ Bk.^BlKÂ.J ve her sahadaki fikrî inkişafla birlikte, masal B İN Â . BİNA’ ( a .), asıl mânası » . y a p ı ** san’atı da yavaş-yavaş şarktan garba hicret etti. olup, bir gramer ıstılahı olarak ( bk. Sibavayhi, Arapçamn en büyük ve en zengin masal mec­ nşr. Dereabourg, I, 2, 2 v.d.), son harf ve hecesi muası olan A l f layla va layla, bütün bu inti­ İnsiraf ( yâni ır ü b ) 'a uğramayan kelime mâ­ kal vetiresinin umumî bir icmalini arz eder; nasında kullanılır. Bununla beraber ‘cşa™ »asâ, bunda biz hakikaten, araplara has unsurlar ya­ baston" gibi kelimelerin sonları gerçekte insi- nında, şarktan gelen bir takım yabancı unsur­ rafa uğradıkları için, bunlara mabnl nazarı ile lar buluyoruz. Bu kitabın meydana gelişi, umu­ bakılamayacağı unutulmamalıdır. Bundan başka miyetle şark kültürü inkişafının çok karakteris­ binot üç sınıf kelimelerin ( isimler, fiiller ve tik bir devresini gösterir; fakat bu meydana edatlar) hepsinde vâki olabilir. gelişi, elimizde kâfi mâlûmat olmadığı İçin, B i b l i y o g r a f y a : Sibavayh ( nşr. De- ancak kaba taslak, takribî bir sıhhat ile, tesbit resbourg), I, 2, 1-2, ıs— 3, 12; îbn Ya'iş, s. edebiliriz. 400— 405 v.b .; îbn ‘Akü, İbn Mâlik ’in A lf iA l f layla va layla ’nin menşe’i meselesi, ilk ya eseri üzerinde tâlîkat, kıt'a 15— 17. defa olarak, XIX. asrın başında esaslı bir su­ ( S . SCHAADE.) rette münakaşa olundu. Bu meseleyi ilk ele B İN B A ŞI, bu kelime türkçede aşağıdaki şekil alan âlim, modern arap filolojisini kuran Sylve mânalarda görülür. Binbaşı, yüzbaşı ile yar­ vestre de Sacy oldu ( Joarn. des Savants, bay ( kaymakam ) arasındaki rütbe sahibi; ordu­ 1817, s. 678 ; Reckerches sur Vorigine du recueil da — tabur kumandanı, donanmada— ( deniz bin­ des contes intitules les Mille et üne Nuits, Paris, başısı) tabura muâdil birlik kumandanı ; min be- 1829 5 Mimoîres de VAcademie des Inscripitons gi ( tar.) »bin tarançıya nezaret eden memur". Ba­ et des Belles-Lettres, 1833, X, 30 ’daki aynı isimli harnâme Me de, askerî unvan olarak, kullanılmış­ mekale). Sacy eserin bir tek müellifin kalemin­ tır ; msl. Baki Beg Taşkendi Ştğavul MiTı-Begi. den çıktığı hakkmdaki faraziyeyı cerh etti, eserin B i b l i y o g r a f y a î Mohamraed D jinguiz, daha yeni bir devirde doğduğu fikrini (bu son Les Titrer en Turyuie ( Rev. du Monde iki yazıda) ortaya attı ve Bin bir gece masal­ Mas., 1907, III, X, 252 ) ; Zenker, Dict. türe- larında Iran ve hînd unsurlarının mevcudiyetini arabe-pers. ( Leipzig, t866), I, 237; Red- tamamiyle inkâr ederek, bu noktayı sarahaten house, Türkçeden İngilizceye lügat ( İstanbul, te'yit eden Mas'Üdi *nin bir fıkrasının sthhaiî 1921), 424; W. Radloff, Vera. eines VForİerb. şüpheli olduğunu söyledi. Bütün -Alf layla va d. Türk.-Diol, (Fetersburg, 1893), IV, 1743, layla tarihi için çok mühim olduğundan, Mas'Ü­ 2100. ( Mecdud Mansuro Ğlu.) d i ’nm bu fıkrasını (nşr. Barbier de Meynard, B lN B İR G E C E . ALF L A Y L A V A L A Y L A IV, 89) tercüme etmeme müsaade buyurulsun: — : (A.), arapça masal mecmualarından en meşhu­ »Bu masallar arasında ( Şaddâd b, ‘A d ile onun



BİN BİR GECE. İram Zât ab'Amad şehrî m asalı) İran, hind ( bir yazmada „pehlevî" ) veya yunan metinlerinden tercüme edildikten sonra bize gelen eserler gibi, olanları vardır. Hezâr efsâne — ki, „bm masal" demektir, çünkü acemce efsane arapçadaki hurüfa ile aynı mânadadır — adh kitap da bu nevidendir. — Bu kitap halk arasında A l f layla ( iki yazmada İse, A lf layla va layla ) adı ile tanınmıştır; bu, şah ile veziri ve vezirin kızı Şirâzâd ile kızm dadısı (başka yazmalardaki rivâyetîere göre, câriyesî) DinâzSd’ın hikâye­ sidir". De Sacy ’nin fikri hilâfına, Hammer-Purgstall, Mas'üdî ’nin bu fıkrasını, bundan çıkacak bütün netieeler ile birlikte, mevsuk addetti ( lViener Jahrbücher, 1819, s. 236 * J A , 1. ser., X ; 3, ser,, V III; Die noch nicht übersetzten Erzâhlungen der Tausend and einen Nacht, Stuttgart, 1823, mukaddime ). A l f layla ’nia bir kısmının emekdar mütercimi William Lane, bütün mecmuanın bir müellifin eseri olduğunu ve 1475 ile 1525 arasında meyda­ na geldiğini isbata çalıştı ( The arabiart Nights Entertainments, London, 1839— 1841, mukad­ dime ). Son zamanlarda münakaşa, de Goeje tarafın­ dan, yeniden ele alındı (D e Gids, 1886, III, 385 ’teki De arabisehe nacht vertellingen ve Encyclopedia Britannica, XXIII, 316, mad. The Thousand and one N ights). Muhammed b. îshâ^ al-Varrâk *va Fihrist ’inde, Hezâr efsâne ’nin Bahman 'İn kızı Humay ’m teşviki ile, ya­ zılmış olduğu hakkmdaki fıkraya istinat ede­ rek ve bu şahadeti f a b a r i’deki bir fıkraya ( Iç 688 ) — ki, orada Bahman ’in annesine Esther deniyor ve Şahrazâd adı Humay ’a verili­ yor — raptetmek suretiyle de, Goeje Bin bir gece ’yı Esther kitabına yaklaştırmağa çalıştı. Â . Mü İler de aynı fikri daha ziyâde işledi ( Za den Marchen der Tausend und einen Nacht, Bezzenbergers Beitrâge, XXII, 222). Bütün eseri muhtelif guruplara ayırarak, bunlardan birinin Bagdad ’da ve daba büyük diğerinin de, Mısır ’da meydana gelmiş olduğunu farzetii. Muh­ telif guruplar fikri, her gurubun mümeyyiz va­ sıflarını takribî bir surette tâyin etmiş olan Nöldeke tarafından, daba büyük bir sarahat ve kat’ıyet ile inkişaf ettirildi ( Za den âgyptİschen Mârchen, ZDM G, XLÎI, 68). Oestrup, 'bu münakaşalardan hız alarak, hi­ kâyeleri 3 guruba ayırmağı denedi ( Studier över 1001 Nat, Kopenhagen, 1891; rus. trc., İzsledovanie o 1001 noçi, Moskova, 1905 ) ; bunlar­ dan birincisi farsça Hezâr efsâne adlı eserde­ ki masalları, İkincisi Bagdad 'da meydana gel­ miş olan masalları, üçüncusü de Mısır ’da ilâ Ve olunmuşları ihtiva eder. Büyük kahramanlık



617



romanı olan 'Omar b. Numân ile oğulları gibi bâzı hikâyeler, daha sonraları araya sokulmuş gibi gösterilmiştir. Fakat Seybold, son zaman­ larda kahramanlık hikâyelerinin hâriç bırakıl­ masına itiraz etti ( Verzeichnis der arabisehen Handschriften der Kgl* Universitâtsbibliothek za Tübingen, Tübingen, 1907, s, 75 ). A . Knmskİy de, yukarıda zikredilen rusça tercümeye bir çok tenkidi ve tamamlayıcı haşiyeler ilâve etmiştir. Chauvin, külliyattaki her gurubu da parçala­ rına ayırdı ( La Recension igypiienne des Mitle et üne Naits, Bruxel!es, 1899); bu zat Mısır gurubunun^ biri yahudi asıllı olmak üzere, iki kısma ayrıldığım gösterdi. Bundan başka ge­ rek kendisi ( Bihliographie des ouvrages arabes ve muhtelif küçük yazılar), gerek Rene Basset { Revae des traditions populaires, XIII, 37 ve 303 ’teki Notes sur les 1001 nuits ) muhte­ lif meseleler hakkında kıymetli mütalâa ileri sürdüler. Tetkiklerin bugünkü vaziyetinde, oldukça sıh­ hatle iddia edilebilir ki, Bin bir gece ’nin ilk esası, hicretten sonra III. asra doğru arapçaya tercüme edilmiş olan Hezâr efsâne adlı farsça kitaptır. Bundaki masalların büyük bir kısmı da hind aslından gelmedir. Tarih itibariyle önceliği muhakkak olan İran ve hind kitapla­ rındaki mümâsîl hikâyeler, bu en eski guruba âit masallar için, mîyar olabilir. Bu İran ve hind masalları da, mâhiyetleri itibariyle, iki türlüdür: ya arapçadaki masalların tam müşa­ bihleridir yahut, bâzı teferruat bakımından, arapçadaki hikâyeleri andırırlar. Bu teferruat ne kadar karakteristik ve bütün hikâyenin ya­ pısı ve tahkiyenin muhtevası için, ne kadar mühim iseler, o derece kıymetlidirler. Bunlar­ dan başka, eski acem isimleri, acem müesseseleri ve İran ’da geçen hâdiseler gibi, tamamiyle haricî mîyarlar da vardır. Hikâyelerin arap menşe’ınden geldiğini müdafaa etmek isteyen Lane, nazar iyesine destek hizmetini gören dış miyarların kemiyetinde mubalâga etmiştir. Çün­ kü b ir arap hikayeci veya müstensihinin arap isimleri ve o zamanki arap âleminde geçen hâ­ diselere âit telmihler deresdivermiş olduğunu kabûl etmek, eğer İran ’a âit bu fosil hâline gelmiş eski tâbirler daha eski bir inkişaf de­ recesinin bakiyeleri değilse, nasıl olup da bun­ lara bu masallarda tesadüf edildiğini izah et­ mek daha kolaydır. Hind ve İran ile ilgili ha­ ricî mîyarlar, bunun için, ötekilere nisbetle daha kıym etlidir; arap hikayecileri yabancı bir hikâyeyi yerli bir muhit içinde yerleştirmeği bilirler; fakat buna mukabil, yerli bir hikâye­ ye, kasdı ve san’atkârâne bir câlîlik ile, ya­ bancı bir görünüş ve bir başka memleketin rengini vermezlerdi.



6ı8



BİN BİR



Kitabın kadrosunu teşkil eden iîk masalda kalender ve uç hanım, kanbur), hind asille­ bile, yabancı bir menşe’i isbat eden iki mîyar rinin ana çizgilerini hatırlatmaları itibariyle, vardır. Burada gördüğümüz Şâhzeman, Şâhri- tek başlarına, bu kadronun misâlleridir. Bu hu­ yar v.s. isimleri acemcedir ve bu iki kardeş susiyetler şunlardır: balıkçının şişeden kurtulan prensin kanlarının sadakatsizliği ve bunun ne­ ifriti tekrar şişe içine sokmak için kullandığı ticesi olarak, prenslerin seyahate çıkması hi­ hiyle — bunun eşlerine, Simkasanadvairİmsati kâyesinin Katha Sar it Sagara adlı hind ma­ ’ııİn moğulea adaptasyonunda, yâni Arci Borci sallarında mütenazırları vardır (bk. British Hân ve Dubois ’nm tercüme ettiği sözde„cenûbî“ and Fareîgn Reviett*, 1840, XXI, 266). Yine Pançatantra ’da rastlanmaktadır ~ her ikisi de bu masaldaki, hayvanların dilinden anlayan, ta­ i f r i t olan ak-yıîan ilekara-yılan arasındaki mü­ cire âit küçük masalın eşleri olan hind hikâ­ cadelenin de tatarca eşleri mevcut olup ( J A , 7. yeleri de mevcuttur. A l f layla va layla 'deki ser., IV, 259)1 bunlar, Favet de Courteille 'in bâzı hikâyelerin çerçevelenişi ile hind eserle- zannettiği gibi, müslüman aslından değil, hind r mink i arasında görülen benzerliğin hususî bir asılından gelmedir; ifrit İle büyücü prenses ehemmiyeti vardır. Boylece hikâyeleri birbiri arasındaki mücadele — tamamiyle bunun eşi bir içine sokma tarzı, Hind *e hastır; Mahabharata, hikâye Wetalapançavimsaii 'nin moğulea nak­ Pançatantra ve Vetalapaçapimsati v.s. ’de bunu linde vardır (b k. Benfey, Pançatantra, I, 411) görüyoruz. Bu tertipte akıl ve mantığa pek — şah ve hâkim Duban hikâyesinde meselâ ki­ sığmayan şeylere ve rollerine uymayacak tarzda tabın yapraklarım kirletme ile zehirlenme gibi konuşan veya dinleyen şahısların rastgele or­ tafsilât, Hind 'de görülen hâllerdendir ( bk. Giltaya çıkmalarına, hindli aldırış etmez. A l f lay­ demeıster, 0 e rebus indicis serip tor um Ara­ la va layla 'deki zaman kazanmak ve anî bir bam, s. 89 ). — Diğer taraftan ilk hikâyelerin hareketin önünü almak için, hikâyeler anlatmak bir çoğu, birbirine o kadar benzer kî, ası Ha­ gibi, esas motiflere, orijinal hind hikâyesi olan rında bugünkü şekilleri ile yan-yana mevcut Yedi vezirler ’de ve başka bir şekilde, Şuka- bulunduklarını kabul etmek güçtür; bunların saptati adlı hind hikâyesinde de tesadüf olu­ hepsi aynı menşe'den, Hezar efsâne 'den, ol­ nur. Bu Şukasapiati masalında zeki bir papa­ makla beraber, sonraları mühim değişmelere ğan, kocasının bulunmadığı bir sırada âşıkmın uğramış olsalar gerektir. yanma gitmek isteyen bir kadına, her gün, bir Hind-ıran aslından oldukları muhakkak olan hikâyenin bir parçasını anlatır ve — »Eğer bu diğer hikâyeler şunlardır: Sihirli at ( Sapör akşam evde kalırsan arkasını sana yarm anla­ gibi, acem isimleri ve Nevruz ve Mihircân gibi, tırım" — diyerek, onu oyalar. Bu suretle kadın, acem bayramlarının zikri ile) ki, bunun asas kocası gelinceye kadar, bîr türlü evden çıkıp fikrini Pançatantra 'ya çıkarmak mümkündür da, âşıkınm yanma gidemez. ( bk. Benfey, ayn. esr., I, 161). — Basralı Haşan Masallara böyle bir başlangıç yapmak âdeti, ( Habicbt ve Hagen tercümesinde kahramanın Hind ’de ne kadar umumî ise, diğer memleket- adı, ihtimâl şâ'iğ ile şabbâğ 'm karıştırılması larde de o kadar nâdirdir ,*Ovidius 'un Metamor- yüzünden, »Kuyumcu Haşan" yerine »Boyacı phoses ( »değişmeler" } 'inden başka, eski çağda 'Asım" 'd ır). Bu hîkayenin başlıca iki hususi­ bu tarzda tertip olunmuş hiç bir eser bilmi­ yeti, kuğu kuşunun tüylerinin çalınması ve kahra­ yorum, Şu hâlde bu usul, A l f layla va layla manın, miras için çekişen kimseleri, kaçan sev­ 'deki bâzı unsurların hind asıllı olmasının bir giliyi geri getirmeğe muvaffak olabilecek su­ miyarı sayılabilir ve yalnız eserin sistemi de­ rette kandırmak için, kullandığı hiyle hind asğil, yazılışı da aynı şekildedir. Hind halk ki­ hndandır ( bk. Benfey, ayn. esr., I, 263) ve taplarında umumiyetle şöyle bir şey vardır: Hind 'den şarka da geçmiştir ( ZDM G, VI, — »Falanm başına gelenlere uğramak istemez­ 536; Stanislas julien, Avadanas, Paris, 1859, sen, he şunu yap, ne de bunu". — Muhatap: — II, 74). Basralt f i asan hikâyesinin ilk ve en „Bu nasıl olmuş ? “ — diye sorar ve öteki de büyük kısmı, A l f layla va layla ’de bir defa masala başlar. A l f layla va layla'nin şekli daha, o da belki daha baştan yahudi unsurları tamamiyle böyledir ve hikâyeler aynı kelimeler ile karışmış olan JHasib Karim al-Dîn ve yı­ ile başlamaktadır. Arapça vakayfa zâlika („bu lanlar melikesi masalına katılmış bulunan Cannasıl o ld u ? ") sanskritteki katham etat*a harfi şâh hikâyesinde tekerrür ediyor. Cânşâk hikâ­ harfine uygundur ve ben esas kelimelerin He- yesi, sonradan yapılmış ve estetik bakımından, zâr efsâne 'de olduğu gibi, hindce aslında da pek güzel olmayan bir taklittir. Dikkate lâyık­ tır ki, Edinbargk Revîetu, 1886, s. 166 ’daki tamamiyle böyle olduğunu farzedebilirim. A l f layla va layla ’ntn bütün yazma ve bas­ makalenin umumiyetle A lf layla va layla ’nîn malarının başında gelen hikâyeler { tacir ile acem asıllı olduğunu şiddetle inkâr eden mü­ ifrit, balıkçı ile ifrit, Bagdad ’daki hammaî ile ellifi, fjlasîb Karim al-Din hikâyesine menşe



BİN BİR GECE.



619



olarak, Hezar efsâne ’yi göstermiştir. Sırf este­ işgal ettiği masallar, daha muahhar olup, Mısır tik miyarlara fazla ehemmiyet vermemekle be­ aslından gelmedir. Şurası da dikkata lâyıktır raber, mânâsız mübalâğalar ve tatsız tekrarlar ki, hind ve fars asıllı en eski hikâyelerde ifritler ile dolu olan bu hikâyemn Sihirli ut, Basralı çok defa kendiliklerinden ortaya çıktıkları hâl­ JHasan ve diğerleri gibi, mükemmel bir ter­ de, daha sonraki masallarda dâima her hangi bir kibi olan hikâyeler ile biç bir vakit aynı tılısıma tabidirler ve vak'amn oluşunu, cin ve ası 1dan gelmeyeceği kat'îyetle söylenebilir. — ifritler değil, tıl ısımın sahibi tâyin eder. Bagdad Sayf al-Mulük, A lf layla va layla içinde, farsça hikâyelerinde vak’alar, ekseriya, sihir karışma­ tam bir eşi bulunan biricik hikâyedir. Kasdet- dan cereyan eder. Ayyârhk hikâyelerinde ise, t iğimiz farsça yazmalar, Lane tarafından zik­ NÖldeke ( ZDM G, X L 1I, 68 ) ’nİn gösterdiği gibi, redilmiştir ( Arabian nights enteriainment, III, Mısır asıllı bâzı unsurlarla karşılaşılır; bütün 744 ). — Kamar al-Zaman ve Budar Sultan. — bu nev’in klâsik nümûnesi, Heredot 'un meşhur Şehzade Badr va Samandallı Cavkar Sultan. masalıdır: Ktral Rham psinit 'in hazînesi; A l f — Ardaşir va Hayât al-Nufûs. Bu hikâye de, layla va layla ( nşr. Habicht ve Fieischer, XI, başka bir metin hâlinde, Al f . layla va layla 375 ) ’de 8. mukaddemin Sultan Baybars ’a an­ yazmasında vardır. Seybold ’a rağmen, A l f tayla lattığı hikâyede, bu hikâyenin bir kısnumn va layla kadrosuna sonradan sokulmuş bir ilâve dikkate değer bir eşi vardır. Mısır gurubunun olarak göstermeğe cesaret ettiğim ‘Omar b. en az eski olan diğer kısmı, kaba sihirbazlık Nu mân hikâyesi vardır ki, hemen harfi har­ hikâyeleri ile beraber, Chauvin ’in isbat etmeğe fine Ardaşir va Hayât al-Nufûs ’a tekabül eder. çalıştığı gibi ( La Recension Egypiienne des 1001 A lf layla va layla ’de bulunan »ihtimâl daha Nuits, Brüxell, 1899 ), ihtimâl mısırlı bir yahndi muahhar" N âr al-Dîn 'A li ile Kıtşakçı kadın müellife irca olunabilir; estetik bakımdan, bu hikâyesine bir çok noktalardan mutabık olan hikâyeler en az kıymetli olanlarıdır. 'A lî Ş lr masalı ile bu masalın farsça aslı ara­ Daha evvel işaret etmiş olduğumuz gibi, sında olduğu gibi, Kıskanç hemşireler ve Ahmed bugünkü yazılış şeklinde tam bir kat’îyet İle ite Paribânü ( her ikisi de yalnız Galİand neş­ ayırt edilemeyen bu 4 muhtelif guruba, her biri rinde görülür) hikâyeleri ile bunların farsça yalnız başına, ancak bâzı yazmalarda bulunan asılları arasında kat’î bir münasebet tesisine bir çok daha büyük hikâye dâireleri eklenmek­ imkân yoktur. tedir ki, bunlar, ihtimâl, gecelerin sayısını ta­ Hezâr efsâne 'den alman bu esas, arap top­ mamlamak maksadı ile, ilâve olunmuştur. Bu rağında bir çok ilâveler ile zenginleşti. Birinci hikâyeler şunlardır: Yedi vezirler ( taklitleri ilâve tabakasının menşeî Bagdad ’dır ve Hârün olan On vezirler ve Kırk vezirler ) ki, müstakil al-Raşid ’in ismi etrafında döner. Bu tabakayı bir hind aslmdandır; sonra K a t ad ve Şîmâs. — teşkil eden hikâyelerden bazıları tamamiyle Sindbâd-i Bakrî dâiresinin vaziyeti şüphelidir ; uydurmadır; diğer bâzılan da, tarihî bir men­ fakat Bagdad ve Basra ’nm parlak devrine âit kıbenin genişletilmesi veya hikâye hâline geti­ olduğu aşikârdır ; ihtimâl aslında müstakil bir rilmesidir. Abu l-Hasarı hikâyesi bu son kate­ eserdi. Bilindiği gibi, Sinbâd dâiresinin pek gorinin m isâlidir; buna esas olan tarihî vak’a, eski bir çok Mısır ve Yunan eşleri vardır ; menat-İs!jâ^i ’de vardır ( bk. Lane, ayn. esr., II, 376 ). şe’de A lf layla va layla 'ye âit olmayan ‘Omar Nitekim Abu Nuvâs ve Abü Bulama hakkın­ b. Nu mân ile oğullarının kahramanlıkları hi­ da deveran eden fıkraların bazılarından da kâyesi ; Seybold tarafından neşrolunan ( Leipedebiyatta aynı şekilde istifâde olunmuştur. zig, 1902) Sül va Şu mâl hikâyesinde de va­ Şüphesiz, Harun al-Raşid isminin pek çabuk, zıyet aynıdır; bir birinden çok farklı olan di­ eski iyi zamanların, bilhassa hârikalı ve efsâ­ daktik hikâyeler, yâni sonraları İspanya ’da nevî olan şeylerin, müşterek senbolÜ hâline çok yaygın bir kitap olan Hakim Tavaddud geldiğini nazara almak lâzımdır. Bunun içindir ( La donsella Teodor ; Tavaddud yerine gelen ki, yalnız Hârün al-Raşid adının geçmesi, bir Teodor veya Tudur çok kolay anlaşılabilecek hikâyeyi Bagdad gurubundan saymağa kâfi bir bir paleografi hatasıdır; bk. Ticknor, Historia delil teşkil etmez ; bunu ancak dahilî miyarlar de la literatüra espanola, traducîda por pascual tâyin eder. Bir çok teferruat, tabiî, şüpheli kala­ de Gnyanges y Enriquo de Vedia, H, 554 ), bir caktır, Fakat her yere Hızır gibi yetişen halife de yahudi asıllı Haykar Ifakım. tarafından hâlledilen her hangi bir aşk entrikası Bu hacimli külliyat, kat’î olarak, Mısır ’da, etrafında toplanmış şehir haîkma âit, iyi ve ihtimâl ki, son Memlûkler zamanında ve içinde sağlam tertipli, küçük ve basit masalların men­ çok geçen Kahire yakınındaki yerlerin isimleri şei Bagdad’dır; hâlbuki hiylekâr ('ayyar) hi­ doğru olduğuna bakılırsa, Kahire ’de yazılmış­ kâyeleri ile umumiyetle beceriksizce tertip edil­ tır. Keza kitabın muahhar edebî arapçamn ser­ miş olan ve içinde ifritlerin aşın derecede yer best bir şeklinden ibaret olan ve bir çok nok-



620



BİN BİR GECE. jL



talardan halk arapçasma yaklaşan dilinden de bu anlaşılıyor. Şüphesiz ki, muharrirler yanyana konulmuş parçaların gösterdiği büyük orijinal üslûp farklarını kaldırmağa muvaffak olamamışlardır. Muhtelif yazmalar, bu bakım­ dan da, birbirinden farklıdır. Chauvin ( ayn. esr., s. 86) iki Mısır gurubunun muharririnin edebî şahsiyetini, daha kat’î bir tarzda, tesbit etmeği denemiş ve bunun müslüman olmuş bir yahudi olduğu kanaatine varmıştır. Fakat muh­ telif devirlerde A l f layla va layla ’nin terti­ bine iştirak etmiş muharrirler ile kassaslar ( hi­ kayeciler ), ihtimal o kadar çoktur kî, bunların her birinin payım, doğru olarak, tâyine kalkış­ mak, mümkün değildir. Mas'üdi ’nin yukarıda zikrettiğimiz fıkra­ sında, farsça Hezâr efsâne kitabının adı arapçaya A l f harafa suretinde tercüme edilmek lâ­ zım geldiği, fakat bunun yerine A l f layla ( „bin gece" ) şeklinde tercüme edildiği söyle­ niyor. Sonraki A lf layla va layla (»bin bir gece" ) şekli, ilk olarak Giidemeister ( gost. yer.) 'in isbat ettiği gibi, araplarm ( ve umumiyetle şark­ lıların) yuvarlak rakamları uğursuz saymala­ rından ileri gelmiştir. İhtimâl kitapların isim­ lerinde görülen bâzı yarım kafiye merakı da, unvanın bu şekli almasında âmil olmuştur. Fa­ kat Hezâr efsâne, tam bin hikâye ihtiva etme­ diğinden — çünkü buradaki rakam, sâdece çok­ luğu gösterir — A l f layla va layla ’de hikâye­ lerin tam bin bire taksimi, ihtimâl sonraki bir devrin eseridir. Buna, yazmaların bu hususta büyük bir farklılık göstermesi keyfiyeti ile de, hükmolunabilir ve işte tam adedi doldurmak için sarfolunan gayret, muhtelif büyük ara ilâ­ velerinin nasıl yapıldığını da izah eder. Bun­ dan başka A l f layla va layla unvanı, halk arasında çok yayılm ıştır; müstensihler bü­ tün yazmalarda bulunan masallar arasında, her türlü dağınık şeyleri de bu unvan altında toplamaktan hoşlanırlardı; 1733 numaralı Paris yazması, bu nevî yazmaların mükemmel bir Örneğidir. A l f layla va layla masallarının büyük bîr kısmına bir çok beyit de ilâve edilmiştir ; bu hususta Bagdad gurubu en zenginidir. Bu be­ yitler çek defa konuşan şahsın ağzından çık­ mış gibi gösterilir; ister hazz, ister elem ba­ his mevzuu olsun, maksat şiddetli bîr heyecan uyandırmak olunca, masaldaki şahıs beyitlerle konuşmağa başlar. Fakat ekser hâllerde, bu be­ yitler hikâyeyi devam ettirmezler ; bunlar, hind dramlarında olduğu gibi, daha ziyâde durak yerleri olup, bâzan bunlara ahlâkî düşünce ve mülâhazalar da raptolunur. Bunlar bile, beyit­ lerin asıl metinle aynı zamanda yazılmış olma­ yıp, belki sonradan yapılmış ilâveler olduğunu



gösteren bir işarettir ki, bu, vaziyetlerin aynı olduğu yerlerde, aym beyit nakillerini bulma­ mız keyfiyeti ile de teeyyüt etmektedir. Va kala ayz s. 362 v.dd. ve trc. Littmann Anhang, ( VI, 692 v.dd.). Yazma, Galiand ’ m kullandığı ve bir eşi de ZMN ’iç 'iski nüshası olan yazmadır. Fakat Galiand yazmasında bulunan hikâyeler FâtıA nsiklopedisi



6i$



mîîerin Bin bir gece 'sinde bulunamaz ; çünkü bu hikâyeler daha sonraki hâdiselere telmihler ile doludur. Bu suretle hamal ve 3 hanım dâ­ iresinde, müellifi 590 ( 1193 ) ’da Öimüş bir eser zikroluımyor. Nür al-Din ‘A li ve Badr al-Din Haşan hikâyesinde, öyle bir takım işaretler vardır ki, bunlar, William Popper ’i bu hikâye­ nin Baybars (650— 676 — 1260— 1277) saltana­ tından evvel olmayacağı neticesine götürmüş­ tür ( J R A S , 1926, s. 1— 14). Bundan dolayı bu zat, yazmanın h, 706 ’dan sonraya âit olduğu kanaatini izhar etmiştir. Kanbur dâiresi de açıkça 656 (1258 ) ’da Huiagn’nun Bagdad’ı zaptından sonraya aittir. Kahire topografyasına âit tafsilât 745 ( 1344) ’tea daha eski bir tarih kabulüne müsait değild ir; Prof. Popper de Nakib Barakat *a yapılan telmihin hikâyeyi 819 ( i 4 i 6 ) ’dan sonrasına irca ettiğini kabûl et­ mektedir. Bundan başka bu hikâyelerin, Bin bîr gece mecmuasına girecek kadar, halk arasında yaygın bir hâle gelebilmesi için, zamana ihtiyaç vardı. Şu hâle göre, Galiand yazması, Fâtımîler devrinden kalma bir yazma olamaz. Böylece Bin bir gece tâbirinden bildiğimiz çerçeve içerisine yerleştirilmiş hikâyeler mec­ muası kastedil irse, umumiyetle bunun aşağıdaki şekillerinin mevcut olduğuna dâir delillerimiz vardır ;i. Hazar efsâne („bin hikâye") ’nin acem­ ce aslı. 2. Hazar efsâne ’nin bir arapça nakli. 3. Hazar efsâne ’nin çerçeve hikâyesi ile buna eklenen bilhassa arap asıllı hikâyeler. 4. AlIfurti ’nin Fatımî'lerin son devrinde yaygınlığına şahâdet ettiği Bin bir gece ’si. 5. Galiand yaz­ masının n ak li; bu yazmadaki kayıtlara nazaran, 943 ( *536 ) ’te § am Trablus 'unda ve lo o ı ( 1592 ) 'de H alep’te bulunmuştur. Şüphesiz daha eski olabilir; fakat Mısır 'da yazılmıştır. Bu yazma ile yukarıda bahsedilen diğer eski ve müstakil yazmalar arasındaki münasebetler meselesi şim­ diye kadar halledilememiştir. Bu nevî den hiç olmazsa altı yazma hesaba girmektedir. Bin bir gece 'nin ( yâni ZMN ’in ) muhtevasını şu zatlar tavsif ve tetkik etmişlerdir : Th. Nöİdeke ( ZD M G > XLIÎ, 68) ve bundan maada daha bir çok yerlerde Oestrııp, Studier ( Ko­ penhag, 18 9 1)'inde bunun bir zeyil ve diğer müracaat notları ite birlikte, O. Reseher tara­ fından yapılmış almanca tercümesi ( Stuttgart, 1925), Krîmski mn uzun bir mukaddime ile yaptığı rusça tercümesi ( Moskova, 1904) ve Emile Galtİer ’in notlar ile birlikte bir fransızca hulâsası ( Kahire, 1912 ) vardır, Reseher, Stadîen ( fal., IX, 1— 94 ) 'in d e; Horovitz Islamic Culture ( ^laydarâbSd, 1927 ) ve bir çok da­ ğınık makalelerde; Littmann tercümesinin An­ hang ve Tausendundeİne Nacht in der arabiseken Bitter atur ( Tübingen, 1923 ) 'ünde. Bütün



40



bi6



BİN BİR GECE - BİNGÂZÎ.



bu mesaiyi burada tetkik imkânsızdır. Fakat bâzı umumî mütalâalar üzerinde durmak müm­ kündür. t. Müşterek folklor motiflerin bir ara­ da bulunması bize, motifin menşe’i şu memle­ kette veya bu millettedir, dedirtmeme! id ir. Çünkü bu bizi, Bin bir gece nin bir çin nakli­ nin mevcudiyetini tesbite sevkedebÜir; nitekim »açıl susam, açıl cenubî A frik a ’da bulunan bir motiftir. 2. Bir hikâye hem ZMN ’de, hem de müstakil bir şekilde bulunduğu zaman, orijinal olan, hemen-hemen, muhakkak ki müstakil şekil­ dir. Buna göre ZMN’de bulunan bir İran veya Bagdad hikâyesi, Bin bir gece ’nin bir Bagdad veya İran naklinin mevcut olması demek olma­ yıp, belki yalnızca ZMN ’e bu hikâyenin ilâve edilmiş olması demektir. IH. Ferdî bîr edebî» değer gösteren hikâyeler, bu bakımdan şimdiye kadar yapılandan daha iyi, daha yakından tetkik edilmelidir. Meselâ Ma'rüf, Çavdar ve Abu K ir ’i yaratmış olan mısırlı san’atkâr veya sanatkar­ lar kimdir ? — Kanbur masalını kim ibda* etti ve berberi kim tasavvur e t ti? — Bagadadlı hamal ve onun hikâye dâiresi hangi şartlar içinde ve nasıl ibda’ olundu, Arap ’AİS’ al-Din ’i kim y a ra ttı? — Bütün bu ibdâlarda, garplı kariler gözünde İran ve hind uydurmalarının gayr i şe’nîliklerİ ile büyük bir tezat teşkil eden göze çarpıcı bir şe’aîlik ve insanilik vardır. Bunlar Ahd-i atik hikâyeleri ile aynı seviyedediler. Bunlar, şark edebiyatında yegâne olduk­ larına göre, o hâlde bu müellifler hangi şart­ lar içinde yaşamışlar ve yazmışlardır?— Bu sırf bir edebiyat meselesidir ki, bu satırların mü­ ellifi bunun hâili için, karilerin kendi yazdığı HlKÂYE makalesine müracaat etmelerini diler. Bu hususta Fihrist 'te bulunan, edebiyat tari­ hine âit bir çok kayıtlan göz önünde bulun­ durmak lâzım gelecektir ve gönül pek ister ki, H. Ritter ’in İstanbul ’da bulduğu eski hikâ­ yeler mecmuası tamamiyle neşredilsin. Çünkü bu bir Bin bir gece yazması değildir; fakat aslı o Bin bir gece malzemesinin geldiği menbaa ve yapıldığı yere kadar uzanmaktadır. Bibliyografya makale içinde gösterilmiştir. [ A tf layla va layla, Sultan Abdülmecid za­ manında, Ahmed Nazif Efendi tarafından, müs­ tehcen tarafları hazfedilmek suretiyle, ağır bir üslûpla türkçeye tercüme edilerek İstanbul ’da, 4 ve 6 ciîd olmak üzere, iki defa tabedilmiştir].



( D. B. Macdonald.) BİN G ÂZÎ. BİNGÂZİ, İbn Ğ âzI ( mezarı bir az .daha şimâlde, deniz kenarında bulunan bir murabıtm adından alınmıştır), eski osmanh Afrika 'sı dâhilinde, bu adı taşıyan mutasar­ rıflığın ve daha sonra da İtalyan Cirenaica’sı mn İdarî ve iktisadi merkezidir. Derinliği pek fazla olmayan ve garba açık bir koyun şimâi



müntehasında kâindir. Şehir şarktan yazm ku­ ruyan bir tuzla ( Salına Selman) ile eenüb-i şarkîden, ekseri med sulan altında kalan bir kumluk arasına sıkışmıştır, ö y le ki, içeri k ı­ sımlarla karadan her zaman irtibatın te’mini, şimaldeki hurmalık kumsal sâyesinde mümkün olabilmektedir. Civar havali çok verimli ise de, bugün pek az kısmı ek ilidir; bu yüzden yek-nesak bir çöl manzarası arzeder. Bingâzî ’de eski devirlerden kalma harabe yoktur; bel­ ki bir kaç rıhttm bakiyesi bulmak mümkündür. Fakat şehrin altında, heykel, çanak-çömlek, yazı ve sikke gibi, bir çok eski eserler bulu­ nur ; sâde yapılı camileri, havraları ve kilise­ leri, bir-iki kattan ibaret evleri, dikkate değer hiç bir hususiyet arzetmez. Eskiden şehrin gar­ bında kâin büyük bir £aş#" ’da mutasarrıflık makamı ile kışla vardı. Bir zamanlar limana mütemadiyen kum dolması ve civardan getiri­ len içilecek suyun azlığı yüzünden, çok zarar gören Bingâzî, bir taraftan büyük Sirt körfe­ zinin şark kısmı ve şimal sâhili ticâretine, di­ ğer taraftan Cirenaica ‘mn 2/3 ’sinin İktisadî hayatına ve Avciia kavuşağmdan Kufra ’ya, Tibesti ile Vadai cenûb-i şark? vahalarına ve Murzük ’a giden kervan yollarına hâkimdir. Orta Sudan ’daki siyâsî igtişaşlar neticesinde, Trab­ lus aleyhine olarak, B ingâzî’de ticarî faaliyet muvakkaten artmtş ise de, sonra yine eskî hâli­ ne dönmüştür. İhracatı, bilhassa hayvanat, zahi­ re, yün ve süngerden ibarettir. Hükümet, tuz­ lalardan çok tuz istihsâl eder. 500 ( m. ö.) se­ nelerinde, kıralcılar tarafından ( Arkesılaos IV.), daha eski bir yerli şehrinin bulunduğu mahalde bina edilen Euhesperides kolonisi, Cyrenaıca ’nm Mısır Batlamyusları tarafından işgalin­ den sonra, Batlauıyus III. ’un karısına cemile olmak üzere, Berenike adım almıştı. Geçici mâmûrîyetini en çok oraya yerleşmiş olan ya­ hu d i! ere borçlu olan bu memleket, ıssızlaştıkça inhitata başladı. Ancak orta zamanda, bilhassa Cenevizliler Akdeniz 'de büyük bir devlet ol­ duğu devirde, burası da bir az kalkınır gibi oldu. O zaman şehir Bernik ismi ıîe tanınıyor­ du ( Yâîjüt, Mu cam, I, 595, İdrisi, nşr. Dozy ve Goeje, s. 132 v.dd,). Bingâzî, Ceneviz cum­ huriyeti ile birlikte, yeniden inkıraza sürüklen­ di ve sonradan korsanların faaliyeti, kendisine hiç bir fayda te’mİn etmedi. 1820 'de Bingâzî ’nin nüfusu en çok 2.000 tahmin ediliyordu. [ 32° 7* şimâi arzında ve 2o°4# şark tülünde bulunan Bingâzî ’nin son zamanlarda nüfusu epeyce artarak, 31.000’i geçmiştir ki, bunun 20.200 kadarı arap müslüman, 7.900 ’ü İtalyan, 3.100 ’ü yahudidir. îtalyanlar Bingâzî *ye 10 teş­ rin I. 1911 tarihinde çıktılar ise de, uzun se­ neler -zarfında dâhile nufuz edememişlerdi. Son



b i Ng â



^i -



senelerde şehirde yeni yollar açılarak, bunlar etrafında vali kasrı, umumî binalar, mektepler, otel binaları v.b. inşa edildi. Liman da İslah ve tevsî ed ild i; eski liman, geçen asır sonunda, türkler tarafından inşa edilmiş 305 metrelik bir dalga-kıran arkasında 44 hektarlık bir sa­ ha işgal ediyordu. İtalyan işgalinden sonra, bu liman taranarak, su kesimi 4 metreye kadar olan gemilerin girmesine elverişli hâle getiril­ di ; diğer taraftan 1927 ’de yeni bir liman in­ şasına geçildi kİ, bunun derinliği 8— 13 metreye varacak ve ayrıca 486 metrelik bîr sed İle ko­ runmuş olacaktı. Bilhassa İtalya limanları (Messina, Catania, Siracusa) île münasebette bu­ lunan limana 1922— 1926 seneleri arasında, va­ satı olarak, 279.000 tonluk 452 gemi girmiş olup, bu gemilerden karaya 59.000 tondan fazla eşya çıkartılmış, gemilere de 37.000 tondan fazla emtia yükleniîmiştî. Diğer taraftan Bin­ gâzî, al-Abîar üzerinden Barce 'ye ( 108 km.) ve Soluch’a (56 km.) iki demir yolu ile bağlan­ mıştır ]. B i b l i y o g r a f y a : P. Della Cella, Viaggio da Tripoli di Berberin aile frontiere ete. ( Genova, 1819); M. Pacho, Relation, d'un voyage dans ta Marmariyae, la Cgrinaicjue ete. ( Paris, 1827 ); F. W. ve H. W. Beechey, Proceedings o f the Exped. fo explore tke Northern Coast of Africa ete. { London, 1828 ) ; G. Rohlfs, Von Trİpolis nack Alexandrien (1 cîld, Bremen, 1871); G. Haimann, Cirenaica {Roma, 1882, 2. tab., 1886); Archıduc Louİs Salvatör, E i ne Yacht-Reise an den Küsten von Tripoliianien und Tunesîen ( Leipzig, 1890), 2. tab.; H. Grothe, A u f türkiseker Erde ( Berlin, 1903), 2. tab.; G. Hıldebrand, Cyrenaîka (Bonn, 1904); Bencetti, Bengasi e la Cirenaica. ^



_



( E w a ld B a n se .)



BİN G Ö L. BİN-GÖL, bir d a ğ kütlesi ve bir v i l â y e t i n ismidir. Türkiye 'nin doğu Ana­ dolu bölgesinde, Erzurum, Muş ve Bingöl ( Çabakçur) vilâyetlerinin hududu üzerinde uzanan mârûf d a ğ k ü t l e s i n i n başlıca zirvesinin coğrafî mevkii 410 27' şark tûlÜ ve 390 20' şimal arzındadır. Bingöl dağının çatı çizgisi, cenûb-i şarkî—şimal-i garbî istikametinde uza­ nan ve 10 km. ’lik bir mesafede, ırtifaı 3.000 metreyi aşan hafif dalgalı bir sırt teşkil eder. Dağın başlıca zirveleri, bu sırt üzerinde, bir kaç yüz metre daha yükselir. Çatı çizgisi gar­ ba doğru takıp edilecek olursa, hafif bir alçal­ madan sonra, türk haritalarında Mirkeşoti adı ile kaydedilen zirvede yeniden 3.000 metreyi aşar"Ve daha garpta, Çevriş ve Şeytan dağla­ rında temadi ederek, görünüşe bakılırsa, Mer­ can ve Munzur (D ersim ) dağlarına ulaşır.



Bi n g ö l



Şarkta ise, dağ kütlesinin yüksek mihveri, Hınıs ve Varto ( Gümgüm ) ovalarını ayırmak üzere, cenûb-i şarkîye doğru bükülerek, sona erer. Bingöl ’ün, adlan kat’î şekilde tesbit edilmemiş ve irtifalar! sıhhatle tâyin olunmamış, başlıca üç zirvesi vardır: bunlardan en yükseği şarktaki olup, türk istikşat haritasına esas teşkil eden kayıtlara göre, Kal e-Tepe, Osıval-Lynch 'e göre ve keza R. Kiepert haritasında Demir (Timur)-Kaîe adı ile zikredilmiştir. 1874 ’te dağı gezmiş olan Radde, başlıca zirvenin ırtifaını 3.684 m. olarak tahmin etmiş, R. Kiepert haritasında ise, bu İrtifâ 3.690 m. olarak gös­ terilmiştir. 1898 senesi yazında Bingöl ’de do­ laşarak dağ kütlesinin 1163.360 ve 11190.080 mikyas!] İki krokisini almış bulunan H. F. B, Lynch ve F. Oswaİd, bu zirvenin 3.283 m. irtifamda olduğunu tesbit eylemiştir ki, S tieler’in Handatlas ’mda da kaydedilen bu râkım da­ ha evvel Strecker tarafından verilen irtifadan (3.135 m.) bir az fazladır. Birinci cihan harbî senelerinde, türk harita dâiresi tarafından, alın­ mış 1:200.000 mikyash istikşaf haritasında, ismi kaydedilmemiş olan başlıca 2İrve 3.650 rakımı ile gösterilmiş ise de, bu haritaların tesviye münhanilerİ tetkik edilecek olursa, bunda bir yazı hatası bulunduğu ve zirve irti famın 3.250 ile 3.300 m. arasında olduğu anlaşılır kî, Lynch haritasındaki râkım da buna uymaktadır. Esas zirveye nazaran, daha garpta bulunan diğer iki tepeden bîri, Lynch ’in kaydettiği isim ile, Kara-Kale, daha Ötedeki de, yine aynı müelli­ fin gösterdiği gibi, Bingöl-Kaîe ( Strecker *e göre, Toprak-Kale) ’dir. Bu sonuncu tepe, Lynch ’e göre, başlıca zirveden pek az alçak (3.279 m.; R. Kiepert haritasında 3,180 m.) olup, bunun istikşaf haritasında 3.189 rakımı­ nı taşıyan zirveye tekabül etmesi mümkündür. Bingöl kütlesinin şimâl ve cenup maileleri birbirine hiç benzemez; şimalden Erzurum ci­ varındaki Palan-Döken dağından veya Tekman yaylasından bakıldığı zaman, az meyilli ve ha­ fif dalgalı yaylalar üzerinde gayet tedrici bir şekilde yükselen Bingöl, hiç de azametli bir dağ intibaı bırakmaz ve sırtı »bilardo masasına" benzetilebilir. Dağın asıl azameti, cenup ete­ ğinden belli olmaktadır: dağ kütlesi burada, zemini 1.600 m. ’ye kadar inen Varto ovası üzerinde dik bir sed gibi yükselir. Dağın bün­ yesinde, kısmen bazalt nevinden akıcı, kısmen de and eşit tipinden kıvamlı lavlar büyük yer tutar. Bunlar etekte yer yer görülen ve Toroa dağ sistemine âit iltivalar neticesinde kıvrıl­ mış olan rüsûbî araziyi, kalın bir örtü hâlinde, örterler. Bir lav yığınından ibaret olmasına rağmen, Bingöl dağım, Strecker vc Radde ’nin farzetmiş oldukları gibi, bir yanar dağı say-



62$



BTNGÖL -



mak ve yamaç! anadaki geniş çukurları, ke­ narı kısmen ortadan kalkmış volkan krateri telâkki etmek doğru değildir. Lavlar, Üçüncü zaman ortasındaki iltiva hareketlerinden daha sonra vukua gelmiş kırılmalarla yer sathına çıkıp, bir ortii gibi, yayılmışlar ve daha yeni kırılmalar neticesinde de bu örtünün birliği kaybolarak bâzı kütleler çokmuş ve bazıları İse yükselmiştir. Bingöl dağı ile cenubundaki Varto ovası arasındaki büyük irtiîa farkı bu suretle meydana gelmiş olacaktır. Dördüncü za­ man içinde Bingöl dağı üzerinde, bir çok yük­ sek dağlarda olduğu gibi, karların birikmesi yüzünden, bir cümûdiye teşekkül etmiştir. Bu cümûdiye, dağın gölge tarafını meydana geti­ ren şimal yamacına yerleşmiş ve buzlar burada, arazinin meyline uyarak, şimale doğru kay­ mıştır. Lynch 'in tasvirinde görüldüğü gibi, evvelce buzun birikmiş olduğu büyük dairevî çukurların sarp civarları, geniş vadi zeminle­ rini kaplayan köşeli kaya blokları, çizilmiş taşlar v.b. eski Bingöl cümûdiyesi buzlarının arazi üzerinde bıraktığı bariz izlerdir. Buzun şimdi ter ketmiş olduğu yatağın dalgalı zemi­ ninde, çukurları kaplayan killi topraklar üze­ rinde bir çok da sığ su birikintileri meydana gelmiştir ki, işte dağa bugünkü adım veren bunlardır. Lynch ’in krokisinde, 2.750 m. 'den daha yüksek irtifada, bu su birikintilerinden 15 kadarı görülmektedir. Bingöl dağı, yüksek irtifaı sayesinde, bol yağmur ve kar alan mühim bir su deposu ro­ lünü oynar. Bir çok akar sular, dağın yamaç­ larından doğarak, dar boğazlara akmadan ön­ ce, yayla sathında yayaş yavaş cereyan eder. Araş [ b. bk,] nehrinin kaynaklan, Bingöl ‘ün şimâl-i garbî yamaçlarında bulunur. Şimal ya­ macından inen bir çok dereler ve sel yatakla­ rı, Araş ’m yukarı • mecrasına katılır. Şİmâl-i şarkîdedn çıkan Hınıs suyu, dağın bütün şark mailesinin akar sularını toplayarak, Fırat nehri­ nin bir kolu olan Murad ırmağına dökülür. Cenup yamacının suları Çarbııgar ( Çarburh) çayının kollarını meydana getirir ; cenûb i garbı yamacının suları ise, Göynük çayma gi­ der ve Peri suyunun bâzı kaynakları dağın garp yamacında bulunur. Bingöl ’ün eteklerin­ den doğan sayısız menbâların ve yüksek çu­ kurlarda hiç ortadan kalkmayan kar yığınları­ nın beslediği dereler, etraftaki nehirlere her mevsimde, bilhassa ilk baharda ve yaz başla­ rında bol su verir. Uzun kış aylarından sonra, kar örtüsü Bingöl yamaçları üstünden sıyrılınca^Jju yamaçlar koyun ve keçi sürülerinin yayıluığı otlaklar hâlini alır. Vaktiyle bu otlak­ lara Mezopotamya ’dan bile büyük sürüler ge­ lirdi. Şimdi de, kızgın yaz güneşi ovadaki ot­



BÎNT.



ları kavurunca, taze otlak arayan doğu Ana­ dolu sürülerinin başlıca yayıldığı yerlerden biri Bingöl yaylalarıdır. Sularının bolluğu ve çayır­ larının yeşilliği ile, Bingöl, eski ermeni an*anesine göre, cennet telâkki edilmeğe ve bugün bile doğu Anadolu göçebeleri arasında efsânevî bir şöhret sâhibi olmağa hak kazanmıştır. Eski çağda Abus ( A b o s) Mons adı ile Araş nehrinin doğduğu yer olarak bilinen Bingöl ( bk. Pau!y-'Wissowa, Realencylopedie d. Klass. A ltertu m sz& issI, 108) 'e eski ermeni coğraf­ yasında Srmanç adı veriliyordu { bk. H, Hübschmann, Indogerman. Forsch. (1904 ), XVI, 370, 427). Orta çağ arap coğrafyacıları, bu dağın adını zikretmektedirler. Yeni çağ Avrupa sey­ yahları arasında ilk defa Bingöl adını zikreden J. B. Tavernier (X V II. asır ortalarına doğru) olsa gerektir. B i n g ö l v i l â y e t i , Muş ve kısmen Erzin­ can vilâyetlerinin arazisinden tefrik edilmek suretiyle, son yıllarda teşkil edilmiştir. Ha­ kikatte ancak şimâl-i şarkî köşesinde Bingöl dağına temas eden Murad ırmağı orta havza­ sının bir kısmına yayılan bu vilâyet, 8.607 km2, arazi üzerinde, 1935 sayımına göre, 62.107 nüfusu ihtivâ etmekte ve vilâyet merkezi Çapakçur olmak üzere, Çapakçur, Genç, Kığı, Solhan ve Karlıova ( vilâyetin teşekkülünden evvel bu son kazaya Bingöl adı verilmekte id i) kazalarına ayrılmış bulunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a t K. ICoch, Reise im po nü seken Gehirge und türkisehen Armenien ( Weimar, 1846), s. 365 v.d.; aya. mil,, Der Kaukasus, Landschafîs- und Lebensbilder (Berlin, 1882); M. Wagner, Reise nack dem Ararat and dem Hochland Armenien ( 1843 ), ( Stuttgart, 1848), s. 272 ; P. de Tchihatcheff, Asie Mineure, V . Geologıe (Paris, 1767), I, 279— 285 5 T. Kotschy, Neue Reise nack Kleinasien (P et. Mitt., Gotha, 1860, V , 68— 77 ) ; W, Strecker, Beitrage zûr Geograpkie s*



BİŞBALIK.



zamanlarda tesbit edilmiştin Klaproth've Abel Remusat 'dan beri sinologlar ve coğrafyacılar Bişbalık: *ı bugünkü Urumçi civarında arıyor­ lardı. Grum-Grjimaylo ( v I, 221 v.d.}, ilk olarak, 1896 ’da' bu şehrin daha şarkta olması ve takriben bugünkü Guçen 'in olduğu yerde bulunması lâ­ zım geldiği fikrini ortaya atmıştır kİ, bu fikir, ayıiı eserin ikinci cildinde (.1899, s, 42 v.d,), Popov tarafından, 1895 ’te tercüme edilen eserme istinad edilerek, daha esaslı bir surette izah edilmektedir. Ed, Chavannes '( s. 1 1 ) 1903 ’te Popov ve Grum-Grjimaylo ’ya tâbi ol­ mayarak, başka bir çince eserden ( ) aym malûmatı çıkarmıştır, 1908 'de Dolbejev tarafından, çİnlîlerin işaret ettiği mmta. kada ( Hu-pao-tes kasabası civarında, Tsi-mu-sa şehrinin takriben 10 km. şimalinde), hakîkaten oldukça mühim ( bugünkü P ’o-çöng-tse tesmiye edilen) bir şehir' (4 km. kutrunda) harabe­ sinin bulunduğu tesbit edilmiştir ( Izvestiya



zapadniy Kitap,



Opisanie puieşestviya



Mengku-yu-mu-ki Documenis sur hs Tarcs occideniaux, Si-yu-şoeitao-ki



russkago komiteta dlya izuçeniya Sredney i Vostoçnoy Azii} nr. 9, s. 65 v.d.). Bütün bu araştırmaların neticelerinden, ne M. Hartmann (Chinesisch-TarkestaU) Haile, 1908, s. 7 ), ne de E. Biochet {Introduction d l’kistoire de Rashid ed-din, Leyden-London, 1910, s, 212 ve



316) haberdar olmamış ve bunlar, Bişbalık ile Urumçi ’yi, eskisi gibi, aym yer saymışlardır. Çin kaynaklarına göre, bu şehir en eski za­ manlarda ( muahhar Han sülâlesi devrinden iti­ baren, m. s. 25— 220) yerli bir prensin payi­ tahtı olarak, Kağan-Stüpa ismini taşımıştır ( krş. Chavannes, Documenis. s. 19 ve 305 ) ; Kin-man ve Pei-t5ing gibi çin isimleri, ancak VH. asırda meydana çıkmaktadır. Pei-t’ing, 658 ’den itibaren, çın himayesindeki bir mıntakanın merkezi idi ve bu mmtakanm idaresi çinli valilere ve bâzan da türk beylerine tevdi ediliyordu. 714 ’te çinli vali, Mö-ço Han 'ın oğ­ lunun kumandası altındaki türk kabilelerinin hücumunu püskürtmeğe muvaffak olmuş ise de, aym asrın sonlarına doğru, türk ve tibetiiler tarafından, bu havalideki çin Hâkimiyetine son verilmiştir. Uygurların eline geçen Pei-t’İng şehri, 791 'de Karluklar tarafından alınmıştır. Sonraları Pei-t’ing şehrinden, bir uygur pren­ sinin payitahtı olarak, basedilmektedir ki, 982 'de bu prensin sarayında, çin Sung sülâlesinin elçisi olan Wang-yen-te kabûl olunmuştur. Bişbalık hakkında elimizde mevcut bulunan en mufassal malumatı, bu elçinin sefaretnâmesine .borçluyuz ( St. Juliea tarafından tercüme edil­ miştir; J A , 4. seri, IX, 50 v.d.), Bişbalık; şeh­ rinin ve P’o-çöng-tse harabelerinin aynı olduk­ ları hakkında bilhassa şu nokta gayet mühim­



dir 5 Wang-yen-te ’nin, bu şehrin mevkii, cıvan v. s. hakkında verdiği bütün malûmat, Dolbejev 'in isbata çalıştığı vecihle, P’o-çöng-tse 'de mev­ cut eserlerin tetkiki neticesinde, tesbit edilen noktalara tamamiyle uygun düşmektedir. Wangyen-te’nm kayıkla geçtiği ve eserinde tasvir etti­ ği göl, şehrin her hâlde şarkında idi. Burada bir takım sed bakiyeleri bulunmuştur ki, nehir bu sedler vasıtasiyle bir göl teşkil edecek şekilde genişletilmekte idi. Harâbelerın garbında, vak­ tiyle bîr Buddha manastırının mevcut olduğu zannediliyor. Wang-yen-te 'ye göre, o zamanlar, Pei-t'ing 'de, daha 637 senesinde inşa edilmiş Buddha mâbedîeri vardı. Halk, bahçıvanlıkla beraber, altın, gümüş, bakır ve demirden gayet mâhirâne eşya imâl ederdi, Müslüman müellif­ lerinde Bişbalık hakkında, moğullardan evvelki zamana âit, yalnız bir kayda rastgelinmektedir: fiudüd at-'âlam (372 = 9 8 2 / 9 8 3 ) ^ TafleSn ( T ’ien-Şan) dağlarının şimalinde kâin bir Paneikaş ( „beş şeh ir"; Bişbalık *m her hâlde farsça tercümesi olacak) şehrinden bahsedil­ mekte ve bu yerin Tuğuzğuz beylerinin sayfi­ yesi olduğu söylenmektedir; yazın burada, Taf­ lan dağlarının cenubundaki şehirlerden daha az sıcak olurmuş, Mahmüd Kaşğari ( I, 317,4) 'de Bişbalık ‘in uygunların payitahtı olduğu ay­ rıca zikredilmektedir. Bugünkü Guçen gibi, Bişbalık ’m da, bilhassa çöl içinden MoğuHstan 'a giden bir kervan yolunun başlangıç noktası ol­ mak itibariyle, büyük bir ehemmiyet taşıdığı, moğul zamanından kalma kayıtlar ile, İsbat edildiği hâlde, Gardizi ( Barthold, Otçet op oyezdke v Srednyuyu Aziyu, s. 86 ) *de Tuğuzğuzlarm memleketinden Kogmen ( Sajan) da­ ğına giden yolun tasviri esnasında, Bişbalık: ( Paneikaş ) 'tan bahsedil »temektedir. Kervan yolunun başlangıç noktası olarak, Bişbalık: ha­ valisi orta Asya ’nın XIII. asırda evvelâ Mo­ ğul istan 'dan, Cengiz Han 'm Önünden kaçan kabileler ve sonraları da bizzat bu hükümdarın orduları tarafından iskân edilmiş ilk mmtakalarıudan biri idi. Bişbalık o zamanlar, bugünkü Jurfâa civa­ rındaki Kara-Hoca şehri ile beraber, îdi^ut unvanını taşıyan ve Kara-Hıtaylar gurhanınıu tabii olan bir uygur prensin payitahtı idi, 1209 senesinde Idi^ut, Cengiz Han 'm zaferlerini fır­ sat bilerek, metbuuna itaatten vazgeçmiş ve moğullann himayesine girmiştir. Müverrih Cuvayni ( Tdrih-i Cih&nguşöy, Barthold, Turkestân v epohu mongolskago naşestviya, I, 115) 'de pek az itimada şâyâıı bir kayda göre, mü­ teakip ro sene zarfında, Muhammed Hvarizmşâh 'm akıncıları, tâ Bişbalık; ’a kadar uzanmakta imiş. Moğul hâkimiyetinin ilk zamanlarında, Idilfut’un tebeası ile isîâmiyeiin mümessilleri



BİŞBALIK - BİŞ£. arasındaki münasebetler hakkında en çok ma­ lûmatı, yine bu Cuvayni ’ye borçluyuz. îdıkut ’un da, 10.000 asker ile, iştirak ettiği moğul!arm garptaki fütuhatı neticesinde, Uygurların memleketi, orta Asya'nın İslam mmtakaîan İle, siyasî bir bütün teşkil edecek surette, birleş­ tirilmiş ve İslâm dininin te’sirlerine uzun zaman mukavemet edememişti; zîra müslümanîar, zen­ ginlikleri ve kültürleri sayesinde, moğul impa­ ratorluğunda, hattâ Çin ’de gayet nufuzlu mev­ kiler kazanmışlar ve moğullann ilk hocaları olan uygurlann yerlerini yavaş-yavaş almışlar­ dır. Bu sebepten uygurlar ile müslümanîar ara­ sında müthiş bir düşmanlık baş göstermiştir. MÖngke-Han zamanında ( 1251— 1259 ) h^Srizmli Mahmüd Yalavaç’ın oğlu Mas'üd Beg ’e,Hvârizm ’den Çin hududuna kadar uzanan bütün mem­ leketlerin idaresi tevdî edilm işti; çinliler dahi, Mas'üd B eg ’den Bişbalık valisi olarak bahset­ mektedir. Bişbalık ’ta ( belki de Mas‘üd-Beg ’in naibi olarak) bulunan Sayf al-Din, 650 (1252/ 1253) senelerinde îdikut ’u, memleketteki bütün müslümanlarm katli için gizli bîr emir vermek suçu ile, itham etmiştir; moğullann teşkil et­ tikleri mahkeme, prensi suçlu bulmuş ve bunun üzerine kendisi Bişbahh ’ta idam olunmuştur. Cuvayni, bizzat İran ’daki moğul valisi Arğun A ğa ’nın maiyetinde, Moğulistan 'a bir seyahat yapmış (649— 651) ve hiç olmazsa, dönüşte Bişbalık *a da uğramıştır. Fakat okuyucularına yalnız uygur kaynaklarından efsânevî hîkayeler nakletmektedir ki, bunlar arasında bir de Bişbalılş: *m te’sİsine âit bir efsâne vardır ( krş. bilhassa W, Radloff, Kutadğu-Bılig, mukaddime, s. XLI v.d.). Bunda şehrin büyüklüğü v.s, hak­ kında hiç bir şey yoktur; XIII. asırda Bişb ah k ’ı ziyaret eden çinli Çaııg-Ç’un (12 2 1; krş. Bretschneider, Mediaval researches, I, 65 v.d.) ve küçük Ermeniye kıralı Hethum {1255) gibi seyyahlar da, bu noktalar hakkında hiç bir malûmat vermemektedirler. Pegolotti ( krş. Yule, Catkay, s. 288), Marignolîi ( ayn. car., s. 338 v.d.) ve diğerlerinin zikrettikleri Armalec ( Kulca civarındaki A l malık )*ten Cambalec (HanbaHh, yâni P eking) ’e giden yolun, her ihtimâle göre, Bişbalık ’tan da geçmiş olmasına rağmen, moğullar devrinde buraya gelen avrupalı seyyahlar, bu şehirden hiç bahsetmemektedirler. Vaşşâf ’a göre, Almalık ’tan Bişbalık: ’a iki haftada gidi­ liyordu (Hammer, s. 24, s. 12), Şehrin daha sonraki tarihi ve nihayet nasıl tahrip edildiği hakkındaki bilgilerimiz çok az­ dır. Cengiz Han ’ın kurduğu imparatorluğun inkırazından sonra, İdik ut, büyük han ülkesi ( Çin ) ile orta Asya ’daki moğul imparatorluğu arasında bir müddet, bitaraflığını muhafaza et­ meğe muvaffak olmuş ve 1275 senesinde orta



A s y a ’dan gelen bir istilâ muvaffakiyetle pus* kurtulmuştur ( krş. d’Ohsson, Histoire des Mongols, H, 451 v.d .). 1331 ’dekı çin haritasına göre ( Bretschneider, Mediaval researches, II, kabın­ da ), eski uygur devletinin bu iki kısmı, gerek Bişbalık, gerek Kara-Hoca, Çağatay-oğuUarınm [ b. bk. ] kurdukları devlete tâbi idi, Çağatay ile büyük han arasındaki mücadeleler esnasın­ da, İdi^ut sülâlesi her hâlde mahvolmuştur;. bu mücadeleler ile Çağatay-oğulları arasındaki düşmanlıklar, şehrin mevcudiyeti için, felâketli olmuştur. Târ'ih~i Raşidi ( X . = X V I . asır ) mü­ ellifi Muhammed Haydar ’a göre, Bişbalık havâlisi, Balhaş [ b. bk. ] gölünden Bar s-kul ( bu­ gün Barkul) ’a kadar Çin hududu boyunca uza­ nan Moğulistân ’a âit idi ( Târik-i Raşidî, ingl. trc,, London, 1895, s- 3^5 ) î X I I I . — X I V . asır­ larda isimleri geçen bu havalideki diğer şehir­ ler ( Balasagun, Almalık v .s.) gibi, Bişbalık da, o zamanlar, çoktan mahvolmuş ve çinliler dahi Bişbalık kelimesini X V . asırda yalnız bir bölge adı olarak kullanmış olsalar gerektir. Her ih­ timâle göre, aynı asırda İslâmiyet bu memleket­ lerde Buddha dininin yerini almıştır. Daha X V . asırda kalmuklann Çagatay-oğullannm kurduğu imparatorluğa akınlan hakkında malûmat mev­ cuttur ; sonraları orta Asya ’nm şark yansın­ daki bütün memleketler kalmuklann kurduğu büyük göçebe devlete ilhak edilmiştir. Biı ülke ancak 1755— 1758 senelerinde, çinliler tarafın­ dan, zaptedilmiştir. Bu devir dahi, mâhiyeti icabı, şehir hayatının inkişafına müsait değildi; fakat isveçli küçük zabit Renat ’ın kalmuklar cezdinde ikameti esnasında ( 1716— 1733) çiz­ diği bir haritaya göre ( Carte de la Dzongarîe dressee par le suedois Renat, Petersburg, 1881), bugünkü Guçen havâlisinde Börbensin isminde bir şehir bulunmaktadır; bu şehir hakkında başka hiç bir malumata tesadüf edilmemektedir. Guçen şehri ( çin. Ku-ç’öng, türk, Kûşang), an­ cak çin hâkimiyetinin iadesinden sonra, tesis olunmuştun ( W. BARTHOLD.) BÎŞE. BİŞA { B t ’ Ş A şeklinde, hemze ile de yazılır), Yemen ’in kalabalık bir vadisinde, Tabâla ’den 24 mit ve Mekke ’den 5 günlük mesa­ fede kâin mühim bir k a s a b a d ı r . Bu vadi, Hicaz dağlarından başlayarak, Nacd ’e doğru uzanmakta ve Bani 'Ujjayllerin arazisinde niha­ yet bulmaktadır. Bişa ’de Haş’am, Hilâl, Suvâ’a, Salül, ‘Ulçayl, al-Zİbab ve Kurayş kabilelerin­ den olan bir çok aileler yaşıyorlardı ve burada Kurayşüerin al~Ma'mal denilen malikâneleri var­ dır. Bişa vadisi hurma ağaçları ve fidanları ile ve içinde arslanîar bulunan bir ormanı ile meş­ hurdur. Krş. Harin, Makama, 48, sona doğru; Kâmil ( nşr. W right), s. 349, 16; 503, 14; Kiiâb ■ al-Ağani, IV, 75; İdrisi (nşr. Jaubert), Bişa



■I



«54



6 İŞ E -



ile Tabâîa arasındaki mesafenin 50 mil oldu­ ğunu söyler. Bugünkü Çal'at Bişa takriben 20° Şİmâl arzı, 430 20' şark tülündedir ( Greemv.). îbn Havlj:al, Bahrayn ’de bulunan bir Bişa *den de bahseder. Krş. Geoje, Bibi. Geogr. Arab., fihrist. Snouck Hurgronje ( Mekka, I, 181 ), Mekke Şerifinin muhafızlarına da. cenubî Arabistan ka­ bilesinin adı ile, Bişa denildiğini söylemektedir. B i b l i y o g r a f l a : al-Hamdâni ( nşr. Müller), bk. fihrist.; Yâ^ût, Mu cam (nşr. Wüstenfeld ), I, 791; Sprenger, Die alte Geographie Arabiens, s. 47; Rıtter, Erdkande, XII, 202, 949 v.dd. B ÎŞE R '. BÎŞAR* (F.), tasavvufta nur alan kimseler İçin, şeri’atin mevcut olamayacağını ileri suren s û f 1 1 e r e bu ad verilir. BİŞERRE* BŞA RRÂ yahut şimdiki telâffuza giİre, Bşerre , şimalî Lübnan ’m en eski k ö y ­ l e r i n d e n biridir. Arap coğrafyacıları Bşerre mıntakasına ekseriya Cobbat Bşarriya veya Bşarrâ adını verirler; bu isim bugüne kadar kalmıştır. Memlûkler zamanında bu mıntaka Şam Trablus ’u vilâyetine ( niyâba ) bağlı olup, dâima hıristiyan valiler ( mulçaddam ) tarafından idare edilmiş olsa gerektir, Bşerre yakınında meşhur Lübnan çam ağaçlan bulunur ki, İslâm müelliflerinde bunlardan hiç bahsedilmez. Bşer­ re kasabası evvelce Batrün ( nüfusu 3.000) kay­ makamlığına bağlı idi. Bütün mıntaka maronîler ile meskûndur. B i b l i y o g r a f y a ' . Kalkaşandi, Şubh al-a’şâ ( yzm. Beyrut üniversitesi kütüp. ), H, 117 7 >ayn. mil., Z a v ab sabi} ( Kahire, 1324 = 1906), s. 304; al-'Omari, al~Ta'rif bil-muşlalafı al-şarîf ( Kahire, 1312 ), s. 182 ; Dimaşki (nşr. Mehren), s. 208; Ritter, Erdkande, XVII, 659 ; H. Lammens, Le Liban, not es archeologiçues ete., I, 127 v.d ; D alil Lübnan ( Ba'abdâ, 1906), s. 687. ( H. L ammens.) BÎŞR, Suriye ’de bir d a ğ ı n ismi olup, eyyâm-ı arapta meşhur olmuştur; bugünkü C e­ bel Bişri olması muhtemel bulunan bu dağ, Palmyra ’nın şimâl-i şarkîsinden Fırat 'a kadar imtidat eden uzun bir silsiledir. R, Kiepert haritasında Cebel Bişri ’nin ortasında Rehüb İsminde bîr mevkî gösterilir. Bu isim eyyâm-ı arapta da geçer ki, böylece Bişr ile Cebel Bişri 'nin aynı olduğu meydana çıkmış olur. Bir su kemeri vasıtası ile, bu dağdan Oriza ’ya kadar su gelmekte idi. Ahtal, B işr’i Tağlibilerin otur­ duğu mmtakanın garp hududunun en son nok­ tasında kâin bir mevki olarak, tasvir eder. Hâîid b. al-Vaiid, Irak ’tan Suriye ’ye yürüyüşü esna­ sında, TağHbileri gafil avlamıştır. Şâyet Ahtal, kuvvetle sanıldığı gibi, Suriye ’de doğmuş İse, memleketi her hâlde Bişr nuutakasmda olma­



6 t $ lt lıdır. f£ays ve Tağîib kabileleri arasında vahşiyâne muharebelerin sonuncusunda ( Bişr günü ) kendisi tesadüfen bu civarda bulunmakta İdi. ’Abd at-Maiik ‘İn önünde Ahtal kendi kabi­ lesini göklere çıkarıp, Kmysleri zemmederken, bilhassa Suîaymilerden coşkun cesareti İle şöh­ ret kazanmış Cahhâf b. Buraya» adında bir reise fazlaca tarizde bulunmuştu. Bu meydan okuma hiç de yerinde değildi. Çünkü Cahhâf başlangıçta her ne kadar Kays ve Tağlibiler arasındaki mücadeleye karışmış İse de, sonra­ ları bitaraf kalmıştı. Tarizden haberdar olan Cahhâf, intikam almağa yemin etti ve 1000 Kaysi ile beraber, karanlıktan istifâde ederek, Tağlibilerin Bişr 'deki karargâhına saldırdı ; erkekleri kılıçtan geçirdiği gibi, gebe kadın­ ların karnını deştirdi. Bu esnada Ahtal ’in oğul­ larından Abu Giyât da ölmüştür. Şâir, hazır cevaphğı sayesinde, hayatını kurtarabildi; köle olduğunu söylediği için, kendisini serbest bı­ raktılar. Ah$al, Bişr ’den Şam ’a giderek, inti­ kamının alınmasını halifeden rica etti. Cahhâf Bizans arazîsine sığınmak mecburiyetinde kaldı ise de, bir kaç sene sonra, diyet vermeği ka­ bul eylediğinden, tekrar memleketine döndü. B i b l İ y o g r a f y a : TA. Lammens, Le chantre des Omiades, s. 140 v.dd.; Ahtal, Divân, s. 10 v.d., 286; Barth, Wiener Zeitschr. f. d. Kunde des Morg eni., 1901, s. 8; Ağânî, XI, 59 v.d.; Balâzori (nşr. Ahhvardt), s. 238; Yâküt, I, 631; Jabari, I, 2068, 2072 v.d .; Carir, Nalça1id (nşr. Bevan), 401 v.d., 507 v.d. ( H. L ammens.) B ÎŞR . BİŞR B. A bÎ H â z İM ( yahut J^ÂZİM), câhiliye devrinin arap şâirlerinden olup, Asad b. Kuzayma kabilesine mensuptur ( Kâmil, nşr. Wright, I, 42, o, 133, 7 î İbn IÇutayba, fabakât, nşr. de Goeje, s. 145 v.d.). ’ Ukâşş panayırında toplanan Harb b. Umayya ile diğer Çurayşi rüesası, Harb ’in akrabasından al-Barrâz ’m Havazin kabilesinden 'Urva al-Rahhâl ’i Öldürmüş olduğunu Bişr ’den haber aldılar. Bu suretle Havâzİn tarafından hücuma uğramadan evvel (ikinci Ficâr gazvesi, 585— Ss 9 )> 'A bd Allah b. Cuz'ân'dan silâhlarını geri alıp, ‘Ukaz'dan çıkıp gitmeğe muvaffak oldular. — Bişr biatim al-7SJi ’nîn dostu idi. Bir gün al-Nâbığa alZubyani, ‘Ubayd b. ai-Abraş al-Asadi ve Bişr, al-Hira ’Ii a 1-Nu’mân’a giderken, yolda iki deve gütmekte olan bir araba rastladılar ve ondan kendilerini muşafir etmesini istediler. Bedevî, Hatim i d i ; her biri için birer dişi deve kesti ve kendilerinin muhtelif kabilelere mensup olduklarını görünce, bu kabileler arasında da cömertliği meşhur olsun diye, böyle bîr ikram­ da bulunduğunu izah etti. Bu fıkradan, Bişr ’in Asad kabilesine değil, Kurayş ‘e mensûp oldu-



anlaşılıyor. — Al-Nu'man Avs b. î;îârişa 'yi aynı kabileden olan Ksitİm ’e üstün sayınca, Bişr, Avs ’e karşt hicviyeler yazdı. Fakat daha son­ raları TayTerden bazıları tarafından yakalanıp da, Avs kendisini bunlardan kurtarınca, vaktiyle söylediği her hicviyeye mukabil bir medhiye söyledi. Bişr 'in manzumelerinde bâzı kusurlar görülür; Bişr ve Nâbiğa, ikvâ' ( kafiyenin son hecesini hatalı olarak tertip etmek } 'dan çekin­ meyen ilk klâsik şâirlere numune olarak zikredi­ lirler. Fakat bu hata kendilerine gösterilince, ar­ tık bu yola sapmaktan çekindiler. Bişr 'in bâzan tasvirlerinde uygunsuzluklar da görülür. Nite­ kim bir defasında bir atı iki yeleli olarak tas­ vir etmiştir ( bk. İbn Kmtayba, s. 146). Şiirleri ekseriya, kelimelerin mûtad olmayan kullanış­ larına misâl olarak, zikredilir (£îama$a, s. 24?). Bâzı kasidelerinde al-Hâris b. Hucr ’ü medheder ( KitSb al~Ağüni, XV, 87 ). Asad ile Tay İer arasındaki muharebeye iştirak etmiş ve oğlu Navfal İle beraber, sulh müzakerelerinde bulunmuştur. Şiirlerinde Asad ile Zubyan *m Cuşam b. Mu'aviya 'yi mağlûp ettikleri yavm al-nisâr'ı tasvir eden manzumeleri, Mufazzaliyat ve Camharat aşar al-ar ab *da bîr araya geti­ rilmiştir. Şiirlerinde bir çok garip fikirler ile Mimîya kasidesinde görüldüğü gibi, tuhaf tas­ virler vardır, Bişr, Bani Vâ*ü ile yapılan bir muharebede, maktûl düşmüştür. Bani Vâ'il 'den biri göğsüne bir ok atıp, atından aşağı yuvariamıştır. Şâir yere düşünce, kızına Öleceğini haber veren bîr kaç beyit söylemiştir. B i b l i y o g r a f y a ' . Yukarıda işaret edilen eserlerden başka bk. bir de Freytag, Arabum Proverbia; Caussin de Perceval, Essai. ( T . H. W£!R.) B İŞR . BİŞR B. AL-BARÂ1, s a h a b e ­ d e n d i r . 622 ’de, babası al-Bara' b. Ma'rür, 'Akaba mülakatına iştirak eden reislerden biri idi. Okçulukta mahir olduğundan, Badr, Uhud ve Hendek gazveleri ile, Hudaybiya seferinde ve Hay bar *in fethinde bulundu. 7 ( 628 ) sene­ sinde Haybar ’dekı musevî ahâlinin teslim ol­ masından sonra, Bişr, Zaynab bint al-Haris adında bir yahudi karısı tarafndan, zehirlendi. Bütün erkek akrabasını harpte kaybeden bu ka­ dı», bunların intikamını almak istiyordu. Bu maksatla bir koyun keserek, İçine zehir koydu ve Peygambere hediye olarak getirdi. Peygam­ ber bu hediyeyi kabul etti ve aralarında Bişr de bulunan bir kaç kişiyi yemeğe çağırdı. Pey­ gamber, ağızına koyduğu etin bozuk tadından, İşin aslını anladı ve lokmayı tam zamanında yere tükürdü. Fakat Bişr saygısızlık olmasın diye, ağızına aldığı lokmayı yu ttu ; bazılarına göre, hemen o anda öldü ve diğerlerine göre de, bu vak’adan bir sene sonra vefat etti.



B i b l i y o g r a f y a : İbn Sa'd, III, 2. k ı­ sım, n ı , v . d . ; İbn Hîşârn (nşr. Wüstenfeld ), s. 309, 764; Tabarî, 1, 1383 v.d.j ibn al-Asir, Chronicon ( nşr. Tomberg), II, 170 î ayn. mil., Usd al-Ğâba, I, 183 v.d .; Caetani, Annali deli'İslam. ( K . V . ZETTERSTEEN.) B İŞR. BİŞR. B. G AY YAS B, A b Î K a r Îm a A b u *A b d a l -R a h m â n a l -M a r Is I — 833 zamanında, m ii r e İ ’a mezhebinin belli-başh m ü c t e h i d l e r i n d e n Bagdadh bir yahudinin oğlu olup, Zayd b. al-Hattâb 'm azatlısı İdi. Kâzı Abu Yusuf 'tan fıkıh öğrendi ve bir çok ilimlerde pek çabuk temayüz etti. Sonra mesaisini kelâm ilmine tahsis ederek, Kur'an ’ın halkedilmiş olduğu fikrini müdafaaya koyul­ duğu için, takibata uğradı. Bişr müttekı ve zahit idi. Fakat o zamanlar hoş görünmeyen kelâm ilmini alenen tedris etmesi sebebin­ den, müslümanlar kendisinden yüz çevirdi. Abü Zur'a al-Râzi, Bişr 'in z ı n d ı k ( imansız) olduğunu söyler. Bişr, 218 (833) senesinde ölmüştür. Mutezile, Hürün al-Raşid zamanında, o za­ mana kadar gizlemiş oldukları, Kur an *ın mah­ lûk olduğu hakkındaki kanaatlerini açığa vurdu. Bundan bahsedildiğini işiten halîfe : — „Haber aldım ki, Bişr al-Marisi Kur'an ’ın mahlûk ol­ duğunu iddia ediyormuş. Allah fırsat verir de elime geçirirsem, şimdiye kadar kimseyi öldür­ mediğim hâlde, kendisini vallahi öldüreceğim"— demiştir. Bunu duyan Bişr, Hürün al-Raşid *in bütün saltanat devrinde, yânı 20 sene kadar, gizli yaşadı. Harun al-Raşid 'in ölümünden son­ ra, oğlu al-Amin zamanında da aynı hâl devam etti. Ancak ondan sonraki halife al-Ma’mün za­ manındadır ki, mutezile mezhebi, hükümet nezdînde revâC bulabildi, Şahrastâni Bişr 'in kelâmda tuttuğu mesleğin Husayn aî-Naecâr 'm mesleğine çok yaklaştı­ ğını işâret ediyor. Diğer raûtezilerin aksine olarak, her ikisi de hayır ile şerrin, hidâyet İle dalâletin Allahın ezeli takdirine bağlı ol­ duğunu ve bunların ister-istemez vucuda gel­ diği akidesini müdafaa etmişlerdir ( krş, Şahrastâni, s. 62). Bişr «kebâiri" İrtikâp etmiş olan mü’minlerin ebedi azaba duçar olacakla­ rını kabûl etmezdi. Ona göre, cezanın ebedi­ liği abestir ve adalete mugayirdir. îmanda aynı zamanda dil ile İkrar ve kalp İle tasdik lâzım olduğunu tâlim eylerdi. Onca, puta tapmak, bi­ zatihi küfür değilse de, küfrün bir alâmetidir. F ı k ı h t a Abu Hani fa 'nın rauakibi olan Bişr ra'y kaidesine tarafdardı. B i b l i y o g r a f y a : M. Tb. Houtsma, De Strifd över het Dogma, s. 79 5W. Pattön, Ahmed ibn fîanbal and the Mihna, s. 48 ; Şahrastâni ( nşr. Cureton), s. 63, 106 v.d.,



l 6 ı ; Abu ’I-Mahasin ( nşr. Juynboll), I, 647 ire not; İbn Hal likan. (CARRA DE V aux .) B ÎŞR . BÎŞR AL-îdÂFÎ, „yalm ayak" (767 841), 150 ( 767 ) ’de Marv mmtakasmda Matersâm köyünde doğmuş meşhur bir s û f î d i r. Künyesi Abu Naşr olup, babasının adı da alHârig idi. Bagdad ’da oturur ve evinde etrafına topladığı zâhidlere akidelerini tâlim ederdi. 841 ( 226/227 ) ’de Bagdad ’da öldü. Bab Harb ’da bulanan mezarı uzun müddet umumî bir zıyaretgâh idi. B i b l i y o g r a f y a i İbn Hallikân ( tab. Bulak, 1299 ), I, *$8; Şa'râni, Tabakat alkubrâ, I, 57 v.d ,; Farîd al-Din ‘Attâr, Tazkirat al-avliya (nşr, Nicholson), İ, 106 v.dd.; al-Hucviri, K aşf al-mahcnb ( ingl. tre, Ni­ cholson), s. 105 v.d. B İ Ş R , BİŞR b . M a r v â n b . a l - H a k a m , halife Marvân ’ın, Bani Kilâb kabilesinden bîr bedevi kadınından olan,. 3. oğludur. Annesi ci­ hetinden mensubiyeti dolayısîyle, Kay siler e tarafdarlık etmiştir. Marvân Bişr ’i büyük kar­ deşi 'A bd al-'Aziz 'in terbiyesine tevdi etmiş­ tir ; fakat ‘Abd al-Malik halife olunca, Bişr, büyük kardeşinden ayrılarak, ‘Abd ai-Malik ’in yanında kaldı. Daha pek genç yaşta iken, Marc Râhit muharebesinde alemdarlık etmiştir. Muş'ab b, Zubayr ’ in ölümü Üzerine, ‘Abd alMalik kendisini Küfe valiliğine tayin etti. Şa­ raptan, musikişinaslardan ve şâirlerden hoşlanır, artist ruhlu bir emîrdi. Yalnız harpten kaçan­ lara karşı müthişti; onları tomruk direğine mıhlatırdı. Ihsan ve ikramı ile, şâirlerin en hararetli medhiyelerini kazanmıştır. Arap ede­ biyatının yeniden doğduğu bu devirde en meş­ hur şâirler kasidelerinde hep Bişr ’i öğmüşlerdir. Bunlar arasında, üçüz bir gurup teşkil eden, Farazdak ile Carir bulunduğu gibi, Oljayşir, ‘Abd Allah b. Zabîr ve Ayman b. Horaym gibi, şâirler de vardı. ‘Abd al-Maîik bu genç valinin nezdine, meşhur fakih Raca’ b. Hayva den başka, en iyi ve en sâdık devlet adamla­ rından, Ravlj b. Zinbâ' ’ı da müşavir olarak göndermişti. Çok geçmeden Bişr kendisini bun­ ların vesayetlerinden kurtardı. Hasta olan HaHd b. Asîd ’in azlinden sonra, Bişr zâten elinde bulunan Küfe valiliğine Basra valiliğini de ilâve etti. Bu arada Azrakdler tekrar ayaklandılar, İsyanı bastırmağa memur edilen büyük kuman­ dan Muhallab 'den Bişr nefret ediyordu ve baş kumandana muhalefet etmesi için, Muhallab ’in başlıca muavinlerinden birine emir vereeek de­ recede ihtiyatsızlığı ileri götürdü, Faaliyeti felce uğrayan baş kumandan, haftalardan beri düşman cephesi karşısında duraklayıp durur­ ken, Bişr ânî olarak genç yaşta (74 /75 = 6 9 4 ) oluverdi, ölüm haberi askerlerin kütle hâlinde



kaçmalarına sebep oldu. Bu vahîm vaziyeti düzeltmek maksadı ile, 'Abd al-Malik bütün İrak ’ın kumandasını enerjik Haccâc ’a tevdi etmeğe mecbur kaldı. B i b l i y o g r a f y a : ibn Sa'd, Tabakat, V , 24; Ağam, I, 131, 134; VII, 52, 185 v.d.; XII, 42— 45; XIX, 33; XX, .122; Ahtal, D i­ vân, s. 40 v.d., 63 v.d., 129 v,d,, 173 ; Mas'üdi, Murac, V, 254 ; İbn Kutayba, ■Uyun al-ahbâr, s. 207; Tabarî, II, 856; İbn ‘Asâkir ( Şam nüshası), III, 176— 180 ; H. Lammens, Çhanire des Omiades, s. 165 ; Farazdak, Dîvân (nşr. Boucher), s. 118,166,18$. ( H. L ammens.) B İŞR . BÎŞR B. Mu'TAMİR, m u t e z i l e ulemasından olup, Hârün al-Raşîd zamanında pek parlamış olan Bagdad mektebinin şeyhi idi. Şahrastani ( s. 44 ), bü âlimin diğer mütezileden ayrıldığı 6 noktayı işâret eder. Tavlîd ( ia'rifâi ) dahi denilen tavallud meselesini ilk önce ortaya atan Bişr olmuştur. Elde tutulan anahtar misâlinde olduğu gibi, fiil, failden bilvasıta zuhur ederse, tavlid mevzuubahstir. Anahtarın hareketi failin eli vâsıtası ile te­ cellî eden irâdesinden vukû bulmuştur. Şahrastâni ’nin tebarüz ettirdiği gibi, fizikçiler daha evvel mütedâhit illetler meselesi ile uğraş­ mışlardı. Bişr, bu sahadaki mülâhazaları, ahla­ ka tatbik ederek, mutavassıt failin fi’İi nasıl değiştirdiğini ve asıl failin mesuliyetini ne şe­ kilde tahfif ettiğini göstermiştir. Mavâf'tk ( s. 116—-125 ) ’m naklettiği b ir ç o k münakaşalar bu mevzua dâirdir. Bişr, İlâhî irâde ile de meşgul olmuş ve bu­ nun Allahın zâtı ile fi’İinin sıfatı olduğunu, kabûî etmiştir. Allahın çocuklara karşı adaleti ve risâletten mahrum milletlere karşı gösterdiği lütuf ve nikbinlik meselesi gibi, mühim kelâm meseleleri ile de uğraşmıştır. Allahın çocukları tecziye edebileceğini kabul etmemektedir; çün­ kü böyle bir hâl çocukların cezaya müstahak bir varlık olduğunu kabul etmek olur ki, mana­ sızdır. Risâletten mahrum kavîmlerin, tabiat ka­ nununa göre, kendilerini idare edebileceklerini ileri sürmüştür. İçinde yaşadığımız âlemin müm­ kün en iyi âlem olmadığım ve Allahın da en iyisini yaratmaktan ziyâde, yalnız lüzumlu gör­ düğü zamanda, tecellî etmek istediğini ortaya atmıştır. ( C a R R A DE V a ü X .) B ÎŞR, BİŞR b . a l -V a l Id b . ' A b d a l M A L İK , halife V alid 1. ile bir umm valad'İn oğludur. İlmi sayesinde Maryanı hanedanının âlimi ( ‘alim Bani Marvân ) unvanını kazanmış­ tır ki, yanlış okuma neticesinde, bu unvan bâzan kardeşi Ravk b. a l-V a lid ’e izafe, edilir. Bişr 95 ( 7r4 ) senesinde hacca riyaset etmiştir. Anadolu 'da bir çok akmlara iştirak ettiği söy­ lenir. Mısır donanmasına kumanda ederek, Trak»



i



i



! ı



BİŞR ya 'ya asker çıkarmış ve Edirne 'ye kadar iler­ lemiştir. Hangi sene Öldüğü bilinmiyor. Valid II. 'in boşadığı Sa*dâ ile evlenmiş ve halifeye karşı yapılan kıyama iştirak etmiştir. Bişr *in, halifenin katlinden sonra da, hayatta bulunduğu anlaşılmaktadır. B i b l i y o g r a f y a t Ibıı *Asakir ( Şara nüshasının ikinci c ild i); lbn Kutayba, Ma*arif ( Mısır tab. ), s. « 3 ; Mas'üdİ, Mvtrûc, V, 36i ; lbn ‘Abd Rabbihi, II, 333; de Goeje, Fragm. hist. a r a b s. 13 v.dd .; Tabarı, II, 1270, 1787 ; Ağanı, VI, 137, ( H. L a MMENS. ) BİTİG Çİ. [ Bk, BİTİKÇİ. ] B İT İK Ç İ ( < biti-g-çi), y a z 1 e 1, k â t i p. K e­ limenin aslı çin. p i %t >■ p i ( „yazı fırçası" } Men geldiği düşünülmektedir ( bk, Şiratorî, S in e logisehe Beitrâge zar Geschichte der Türkvölkcr, Petersburg, 1902, II, 16 ; A., von Gabaîn, Attİürk. Grammatik, Leipzig, 1941, s. 303). Biti- y a z ­ mak" filinden yapılmış kelimeler İçin krş. bitig ( Ör., Uyg. ) ve bundan muhtelif türk şivelerin­ de bitik ( şark türk. ), biti ( garp türk. ), biiîv, bitüv ( Kom. ), bütî ( K a z.) »yazı, mektup, mus­ ka" ; biiiglig ( K â ş g ,) «yazılı, sened sahibi"; bitiklik (K a r.) «kitap dolabı, yazı malzemesi"; bitigü (K â şg .) «mürekkep". Aynı kökten olup, bitikçi ile aynı mânaya gelen isimler İçin krş. bir de bîtigüçi ( bitkiiçi) ve bitigeçi ( bitkeçi). Bitig ve bitigçi kelimelerinin mürekkep şekil­ leri için bk. bitig iili (Kom .) «kitap d ili"; bitig ostası ( Kom. ) «mektep hocası" ; uluğ bitikçi (şark türk.) «baş kâtip" fjtm ğa bitigçi ( Kut, B il.) «hükümdar kâtibi". Şıratori Me zikredilen çin kaynaklarına göre, T ’o-pa Wei sülâlesi devrinde (38$— 588 ) pi-ten ( bitig olabilir) sözü ve pî-teh-çen ( bitigçi ola­ b ilir) unvanım taşıyan bir memur vardı ( ayn. e$r.) Kara-Hanlılar 'da bitigçi unvanı ile hü­ kümdarın yazı işlerini İdare eden, kendisi ile devlet esrarını paylaşabİlen ve devleti idare eden vezir ile aynı ehemmiyette bir memuriyet kasdedilirdi. Kutadğn Bilig Me bu memuriyet, bitigçi, bitikçi ılımğa unvanları ile, anılır ( bk. Kııtadğu Bilig, Fergana nüshası, İstanbul, 1943, 198, 14, 398, 7 ). Kâşgarî ( Dîvân Luğât alTurk, İstanbul, 1333, I, 127, türk. trc., I, 143 ) ılımğa kelimesini, «sultanın mektuplarını türk yazısı ile yazan kâtip" şeklinde İzah etmektedir. Bitigçi ve bitikçi sonradan türklerden moğulİara da geçmiştir. Moğuİcada biçigu ( «yazmak" ), biçikçi ( «kâtip " ) ve biçig-ün tuşimel ( «bir mülkiye memuru, kançalarya memuru" ) tâbirleri de vardır (bk. Schmİdtj Mongolisch-DeutsçhRussisches VPörterb,, Petersburg, 1835, s. 109). İlhanblarm divan-ı kabir 'inde uluğ bitikçi, baş kâtip idî ve maiyetinde çalışan bitikçi ve bahşı [ b. bk. j 'lar vardı. Bu memur divandan çıkaîsiAm Aa#ikiop«disi



BİTLİS.



*57



cak olan emir ve kararları yazdırır ve dîvana ait mâlî işlere bakardı. Eyâlet divanlarındaki bitikçileri uluğ bitikçi seçerdi. Berat ve vesika­ lar onun nezareti altında yazılırdı. Emrindeki İn­ şa dâiresi bitikçi ve bahşıları muhtelif ülkelere gönderilecek olan ferman ve emirleri oradaki halkın dili ile yazarlardı. Bitikçîler arazi tahrir ve tevziinde, devlete âît malların muamelelerin­ de ve hazine hesaplarında da istihdam olunur­ du. Büyük tamğa ’nm saklandığı çekmecenin anahtarı İlk zamanlarda bitikçide bulunurdu ( bk, İ. H. Uzunçarşıîı, Ösman/ı devleti teşkilâ­ tına medhâl, İstanbul, 1941, s. 223, 235— 236, »57. 279ı 280), Hind-tüık imparatorluğunda da bitikçi ve bahşı 'îarın buna benzer vezifelerde istihdam edildiğine hükmedilebilir. Baburnâme ( Leyden-Landon, 1905, var. 211 b ) 'de bîr bahşmın bîr hâzineye memur edildiği yazılıdır. Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluların­ da bitikçi ve bahşı makamında, büyük divan âzası olarak, sâhib-i tuğra veya tuğraî de de­ nilen nişancı veya pervançt ’yı görüyoruz. Fer­ man ile berat yazmak ve arazi defterlerini tut­ mak bu memurun vazifesi idi. Karakoyunlu ve Akkoyunlu divanlarında da pervançt aynı va­ zifeyi görmekte idi (b k. I, H. Uzunçarşıîı, ayn. esr., İstanbul, 1941, s. 43, 62, 105, İ27, 295, 299 ). Ösmanlı devletinde Orhan zamanında d e f t e r e m i n i adı ile bir memuriyet ihdas edildi. Bu memuriyet daha sonra sırası île n i ş a n c 1, t e v k i ’ı ve d e f t e r - i h a k a n ı n a z ı r ı isimleri ile anılmıştır. Müntesipleri divan âzası olup, vazifeleri ferman ve berat yazarak, tuğra çekmek, arazi tevcihlerini kanun ve nizam dâ­ iresinde cereyan ettirmek ve fethedilen ülke­ lerin tahririne bakmak idi ( bk, Hammer, Hist. de 1'Em pir e Otioman, 1836, III, 313 v.d.; Abdurrahman Vefik, Tekâlif kavaldi, İstanbul, 1328, s. 165, 177, 259, 269). B i b l i y o g r a f y a : Metinde gösterilen­ lerden başka bk. bir de W. Bang ve v. Gabain, Anal.lndex (Berlin, 1931), s. 15; Brockelmann, Mîtteltark. Wortschatz ( Budapest-Leipzig, 1928), s. 385 Grönbech, Koman. \V5rterb. ( Kopenhag, 1942 ), s. 61; Radloff, Pers. eines VFSrterb. d. Türk-Dial. (Petersburg, 1911), IV, 1775 v.d.; 1778) ; Zenker, Dict. turcarabe-pers. ( Leipzig, 1866 ), I, 176 ; Kowalski, Karaim. Te.vte in Dial. v. Troki (Krakoıv, 1929 ), s. 17 ; Vambery, Çagat. sprachstudien (Leipzig, 1867), s. 20a v.d .; Şeyh Süleyman, Lugat-t çagatay ve iiirkî-i osmani ( İstanbul, 1298 ), I, 89; Redhouse, Türkçeden İngilizceye lügat (İstanbul, 1921), s. 339, 340. ( M e c d u d M a n s u r o ğ l u .)



B İT L İS . BİDLİS, Türkiye'nin şarkî Anadolu bölgesinde, aynı adı taşıyan akar su kenarm42



658/



BİTLİS.



da ve Van gölünün cenûb-İ garbî kıyısındaki Tatvan iskelesinden 25 km. mesafede bulunan bir v i l â y e t m e r k e z i d i r . Coğrafî mev­ kii 38® 20' şimal arzı ve 420 5' şark tu lü ; de­ niz seviyesinden irtifâı, Lynch *e göre, 5.200 kadem (1585 m.), R. Kiepert haritasında (1914 ta b ı) 1.560 m ,; fakat birinci cihan harbi yılla­ rında ilk defa, muntazam nirengi esasına da­ yanarak, alman türk İstikşaf haritalarında tesvi­ ye münhanilerimn durumuna göre, 1.400— 1.450 m. arasındadır. Ermediler tarafından Bageş { P a g iş) tesmiye edilmiş olan ve araplar tara­ fından Badi is şeklinde yâd edil en bu şehrin adına evvelki türk eserlerinde B idi is şeklinde rast lanmaktadı r. Bitlis şehrinden geçen Bitlis suyu { eski ha­ ritalarda ve bilhassa aşağı kısmında Dicle *nin şarkî kolu gibi gösterilmektedir), Van gölü (sathının deniz seviyesinden irtifâı 1.720 m.) ’nü Muş ovasından ayıran Nemrud sönmüş vol­ kan kütlesinin cenup eteğinde uzanan Rahva düzlüklerinden çıkarak, Siirt fİn cenııb-i garbi­ sinde Bohtan ( eski adı Centrİtes) suyu ile karışıp, daha cenupta Dicle ’nin ana koluna dökülmektedir. Şehir, Bitlis suyunun yukarı Eieezire düzlüklerine inmezden evvel, şarkî Toroslar arasında açtığı dar ve derin bir vadi içinde kurulmuştur. Bu vâdİ, şehrin yerleşme sahasında, bîr kaç derenin karışması ile, olduk­ ça genişler. Ana vadi ile garptan buna çok yaklaşan ikinci bir vadi arasında, dik yamaçlı bir sırt üzerinde Bitlis ’in şimdi .kısmen yı­ kılmış heybetli kalesi yükselir. Şehrin toprak damlı taş evleri, vadilerin kavak ve meyve ağaç­ ları ite kaplı zemininden itibaren, dar ve İnti­ zamsız sokaklar boyunca, tamamiyle çıplak olan tepelerin yamaçlarına doğru, birbiri üstünde sı­ ralanır. Üzerinden taş köprüler ile geçilen da­ imî akıştı dere yatakları ve bunlar arasında yükselen sutlar, binaları gibi, adları da çok eski olan mahalleleri birbirinden ayırır. Şimâi-i şarkîde, Bitlis suyunun yukarı kısmı boyun­ da, karşılıklı Sapkor mahallesi ile Baş ma­ halle, bunun üstünde ve kalenin gerisinde, hü­ kümet konağının ve yeni halkevinİn bulunduğu Gök-Meydan, garptaki vâdi boyunda, yine kar­ şılıklı. Taş mahallesi ile Komes mahallesi, daha aşağıda, garpta Zeydan ve şarkta Kısıl-Mescit mahallesi, cenuba doğru Avul meydanı ve da­ ha ötede, Bitlis suyuna şarktan katılan bir vâdi boyunca uzanan Avih mahallesi bulunur. Mama­ fih, Evliya Çelebi Seyahatname 'sinde sayısı 17 olarak bildirilen bu mahallelerden bir kısmı, son yarım asır içinde vukua gelen hadiseler »etmesinde, hemen-hemen bir taş yığını hâlini almıştır. Eski ,ve yen» bütün eserlerde Bitlis ’in sularının bolluğu Övülmüş, şehrin haricî görü­



nüşündeki pitoresk vasıf, bilhassa son asır için­ de buraya uğrayan avrupah seyyahlar tarafın­ dan tafsilen anlatılmıştır. Bununla beraber, mev­ kiinin yüksekliği ve bilhassa topografyasının dağlar arasında sıkışmış bir çukur hâlinde ol­ masından, Bitlis ün iklimi şiddetlidir; yazın gündüzleri fazla sıcak olur, kışları da sert geçer ve uzun sürer. B itlis’in yağışları da bol­ dur ; kışın çok yağan kar, buraya gelen yolları örtecek ve şehrin sokaklarını kapatacak dere­ cede fazla birikir. Yağmurlar, bilhassa ilk ba­ harda, çok yağarsa da, yazlar hemen-hemen kurak geçer. Senelik yağış mikdarı ( i m . ka­ dar ), Van ve Diyarbekir ün yağışlarından 2,5 defa daha fazladır. Bu yüzden derelerin suyu bol ve muayyen geçit yerleri dışında, hele ilk bahar mevsiminde bunların aşılması güçtür. Bitlis civarındaki avarızın hususiyeti göz önü­ ne alınacak olursa, şehrin mevkiindekt ehemmi­ yet, kendini kolaylıkla belli eder. Toros dağ­ lan sisteminin Türkiye-îran hududu ile İsken­ derun körfezi arasında teşkil ettiği büyük hâ­ rici kavsin şark kanadı, hem yüksek olduğu, hem de geniş sıralar meydana getirdiği için, geçilmesi hemen hemen imkânsız bir sed ha­ lindedir. İşte Bitlis şehri, bu dağ şeddini nisbeten darlaşmış olduğu bir sahada yarıp geçe­ rek, insanlara tabiî bir yol hazırlamış bulunan bîr vâdi üzerinde yer almıştır. Bu yol, bir ta­ raftan Van gölü havzası, diğer taraftan Diyar­ bekir yaylaları ve Eieezire ovalan arasında yegâne irtibat vasıtası teşkil eder. Bitlis şima­ linde Rahva düzlüklerinden geçerek bir taraf­ tan Van gölü kıyısına, diğer taraftan.Muş ovası vasıtası İle, Murat nehri yukarı havzasına ula­ şan kervan yollan, muhtelif geçitlerden aşarak, yukarı Araş havzasına, Erzurum *a varmakta ve oradan da Karadeniz kıyılarına ulaşmak mümkün olmaktadır ki, bir çok güçlükler ba­ hasına da olsa, geçme İmkânı bulunan bu ye­ gâne tabiî yol üzerinde öteden beri kervan ve mekkâre nakliyatı yapılmakta ve sürüleri ile, göçebe kabileler geçmektedir. Milâttan 4 asır evvel Xenophon 'un on binleri de buradan geç­ mişlerdir. Yolun Bitlis 'ten cenuba doğru inen öteki ucu ise, bir taraftan Siirt üzerinden yu­ karı Eieezire ’ye, Musul *da muntazam seyr-ü sefere müsait bir hâl alan Dicle vadisine, o vasıta ile de, Basra körfezine; diğer taraftan, Diyarbekir ’e uğrayarak, şimalî Suriye *ye ( Ha­ lep ) ve Akdeniz kıyılarına ( İskenderun ) doğru uzanmakta idi. Bitlis kalesi, bu yolları ve bun­ ların mühim kollarıma birbirine düğümlenmiş olduğu bir noktada, en ehemmiyetli bir geçit yerinde kontrol etmekte idi. Asırlar boyunca kaleyi ellerinde tutan Bitİis beyleri buradan geçen kervanlann münakalatına, ancak ken£j.



BİTLİS. menfaatleri»in tatmin edilmesi şartı ile, müsa­ ade etmişlerdir. Bu İş için, ellerinde fazla asker bulundurmak mecburiyetinde bulunan beyler, zahire İhtiyaçlarını dağlık olan yakın civarla* nndan tedarik edemeyecekleri için, münbİt Muş ovasım da hükümleri altında bulundurmağa İtina ederlerdi. Bitlis ‘in ilk defa ne zaman kurulduğu ve ad mm nereden geldiği hakkında kat'î malûma­ tımız yoktur. Bütün eski kaynakların tekrar ettikleri bir efsâneye göre, Bitlis mevki indeki ehemmiyet ilk defa İskender 'in nazar-ı dikka­ tini cel betmiş ve Lis ( Badiîs) adlı bir kuman­ dan bu cihangir tarafından, burada gayr-i kabil-i teshir bir kale İnşasına memur edilmişir. İnşa­ at tamamlandıktan sonra buraya gelen hüküm­ dar, içeriye alınmamış ve kalenin cebren zaptı da, bir çok zayiat bahasına mümkün olamamış, nihayet İskender nevmid olarak dönerken, adı geçen kumandan kale kapılarını açtırmış ve hareket tarzını, hükümdarının emrine harfiyen riayet eylemek gayesi ile izah ederek, affa mazhar olmuş ve şehrin adı da kaleyi inşa eden kumandanın isminden kalmış imiş. Bu efsâne­ nin hakikatten uzak olduğu söylenebilirse de, daha İlk çağda böyle ehemmiyetli bir mevkie bir kale inşa edilmiş olması muhtemeldir. Orta çağın Bizans kaynaklarında Bitlis boğazının adı geçer ( Geogr. Cypr. «sıaoöça fiaXaXetaû)v}. Bitlis, ermeni tarihinde mühim bir rol oynamış olup, eski ermeni kaynaklarında stk-sık zikr­ edilmektedir ( Gelzer, Geogr. Cypr.t Lıpsiae, 1890, s. 168; H. Hübschmann, tür. yer., I, 317, 318), Kalenin, bir kaç defa tahrip edilerek, ye­ niden İnşa veya tamir edilmiş olması muhtemel­ dir. Shiel, bir kitabedeki kayda nazaran, ka­ lenin hicretten 300 yıl evvel İnşa edildiğini bildirir. Streck, kale bedeninde arapça kitâbeîer bulunduğunu zikreder; Lynch ‘e göre, bu kita­ belerin çoğu kopya edilmeden harap olmuş ve ortadan kalkmıştır. Arap kaynaklarında Bitlis "in adı türlü yerlerde geçer. Kudâma, Ahlat "tan 4 menzil mesafede bir belde olarak ( Bibi, geogr. a r a b IV, 299 ), Abu ’l-Fİdâ’, İbn Havkal ve ‘Azizi ‘yi zikretmek suretiyle, Bitlis "i etrafı yarı harap bir sûr İle çevrili küçük ve mâmur bir şehir olarak bildirir. XVI. asrın ilk yarı­ sında, buradan geçen bîr seyyah, Bitlis ‘i Iran şahının iâfzî hükümranlığı altında, bir kürt beyi tarafından idare edilen ve pek büyük olmayan bir şehir gibi zikreder ( Italian Travels in persia, Hakluyt Society, London, 1873, s. 157). XVII. asrın biri yerli öteki avrupalı iki seyyahı, Bitlis hakkında oldukça etraflı malumat verirler. Bun­ lardan Evliya Çelebi, Van eyâletine tâyin edilen Melek Ahmed Paşa refakatinde ( 1655) yaptığı seyahatte Bitlis ’c uğramıştır. Evliya Çelebi



6$9



şehrin tavsifinde de, 4.000 adım muhitinde tah­ min eylediği kale içinde 300 ev bulunmakla beraber, burama yarı yarıya han sarayı üe kaplandığını, sûrları o derece sağlam olmayan aşağı kalede iki başı demir kapılı bir çarşı, bir bedestan ve pazar ile bîr kaç yüz ev, nihayet bunun dışarısındaki 17 mahallede hepsi toprak Örtülü, bahçeli ve müteaddit katlı 5.000 ev bu­ lunduğunu, ayrıca civarda dağınık bir şekilde, binlerce bağ ve her bağda yaz evleri mevcut olduğunu, 110 mihrap teşkil eden camilerden en mühimini sultan Şerefeddin camii ( Şeref Han ‘m inşa ettirmiş olduğu Şerefiye cam ii) meydana getirdiğini söyler. Aynı devirde bu­ radan geçen Tavernier ise, kendi muvacehesin­ de mutantan bîr geçit resmi yaptırmış olan Bitlis beyinin ne İran şahını, ne de padişahı tanımadığını, icabında sefere 20— 25.000 süva­ riden mürekkep bir kuvvet çıkarabileceğini, birbiri arkasından gelen Üç müteharrik köprü ile ancak vartlabilen bir sarayda ikamet eyle­ diğini yazar. O sırada Bitlis ‘te nüfusun bü­ yük kısmı kür iler ile ermen il erden terekküp etmekte idi. Cihannümâ, ekseriyetin bu sonun­ cular tarafından meydana getirildiğini kaydeder. 1683 ’te buraya gelen cizvit rahipleri de Bitlis beylerinin sultana karşı lâfzı met bûiy etler inin cülus sırasında vergi göndermekten ibaret bir şekil Üe muhafaza edildiğini yazarlar (Fleurian, Estat preseni de l’Armenie, Paris, 1694). Bey­ lerin bu serâzâd hayatları XIX. asır ortalarına kadar devam etmiş ve İngiliz konsolosu Brant ‘ın raporlarında maceralı hayatı tasvir edilen Şerif Bey adlı son sergerde Reşid Paşa harekâtı sırasında mağlûp edilmiş (1894), kale o za­ mandan beri tamamiyle metruk kalmış ve ha­ rap olmuştur. Osmanlı hâkimiyetinin kat ı ola­ rak teessüsü üzerine, Bitlis büyük Erzurum eyâ­ letinin Muş sancağına bağlı bir kaza teşkil ederken 1877— 1878 türk-rus harbinden sonra, bu havâlinin merkeze bağlılığını tarsin etmek üzere, kânun I. 1295 tarihinden itibaren, vilâyet hâline konulmuştur. Van gölünün garp kıyıla­ rından Dİele nehrine, Hakkâri dağlarının garp kısmından Bingöl dağı eteğine kadar uzanan bu vilâyet, Bitlis, Siirt, Muş ve Genç sancaklarına inkisam ediyor ve XIX. asrın son yıllarında, 30.000 km2, yakın bir satıh üzerinde, 400.000 ’e yakın tahmin edilmiş nüfus ihtîvâ eyli­ yordu. Hemen-hemen bugünkü Bitlis vilâye­ tine tekabül eden merkez sancağının — Cuınet 'ye göre — mesahası 5.500 km2., nüfusu ise, 108.000 kadardı {70.000 kadarı müslüman, '33.000 ‘e yakım ermeni, 4.000 ’den az bir mıkdarı süryânî-yâkubî ve ı.coo kadarı da yezid î). H. 1310 tarihli Bitlis vilâyeti salnamesinde ise bu sancağın nüfusu, 46.000 kadarı müslüman ve



66*



BİTLİS.



33.000 'i ermeni olmak üzere, 77.000 gösteril» miştlr. Bu rakamı aynen iktibas etmiş olan Lynch- tahrîr noksanı dolayısiyîe, yekûna 13 % ilâvesi lâzım geldiğini yazıyor, Bitlis şehrinin nüfusuna gelince, bu hususta XIX. asır seyyah» I&rınm, ecnebi konsoloslarının, mahallî idare makamlarının verdikleri rakamlar birbirini pek tutmamakta ve esasen bir kısım kaynaklarda nüfus mikdan doğrudan doğruya söylenmeyerek, umumiyetle daha kolay tesbit edilen ev sayısın­ dan tahmin yolu ile çıkartılmaktadır. XIX. as­ rın ilk yarısına âit kaynaklarda şehrin nüfusu 20.000 'den az olarak gösterilm iştir.; Kinneir ( 1814) yarı-yarıya müsîüman ve ermeni olarak 12.000; Brant (1838) 2/3 müsîüman ve 1/3 *1 ermeni olarak, 15— 18000; Taylor ( 1868) 'a gö­ re, 1500 'ü hıristİyan olmak üzere, 4.000 aile. — Asrm son yıllarına âit rakamlar umumiyetle daha yüksektir; Muller Simonis ve Hyvernat (1888), 30.000 (ev sayısı, 5.000 kür t, 1,000 ermeni ); Nolde (ı8gı } 36.000 tahmin etmekte­ dir. Cuinet ’nin verdiği rakam ( 38.600; bundan 20.800 müsîüman, 16.086 gregoryen ermeni, 1800 yâkubî, 200 protestan ermeni) yalnız şehre âit olmayıp, merkez kazasına şâmil bulunmaktadır. 1310 vilayet sâ!nâmesi merkez kazası için, 44.000 nüfus tesbit eylemektedir (30.000 kadarı müs* lüman }. Lynch ise, B itlis'i ziyareti sırasında (1898) şehrin nüfusunu 30.000 olarak tahmin ediyor ( 10,000 ermeni, 200 kadar süryânî, gerisi müsîüman kurt). Rus kaynaklan (Prjevalski, Kaîuyakin ) daha ziyade ev sayısını bildirirler. XX, asır başına âit böyle bir kaynakta Bitlis 'te 5.100 ev bulunduğu ve bunlardan 550 evin iürklere, 3.000 kürtlere ve 1.500 evin ermenilere âit olduğunu kaydedilmekte ve nüfusun »türkler ile türk leşmiş kür t ve ermenilerden terekküp ettiği" ilâve olunmaktadır. XIX. asrm ortalarında B itlis'i ziyaret etmiş olan seyyahlar, burayı canlı ve güzel bir şehir gibi tavsif ederler. Hommaire de Helî, gölgeli sokaklar, sağlam yapılı hanlar, kubbeli ha­ mamlar ve daimî cereyanlı dereler üzerindeki ojival stilindeki köprüler ile şarkın bütiin ca­ zip güzelliklerinin burada toplanmış olduğunu söyler. 20 sene kadar sonra ( 1869) buraya ge­ len Deyrolle de aynı fikre iştirak eder. Kotschy ( 1859 ) ise, »muhteşem Bitlis" ’i »cazip ve ro­ mantik bir merhale" gibi anlatır. Bu sıralarda Bitlis epeyce mühim bir mahallî sanayi mer­ kezi idi. Dereler boyunda bir çok değirmenler sıralanmıştı. Dokuma işleri başta geliyorduŞehir ve köy evlerinde, başka yerlere de sevfeopman renkli pamuk bezleri ve halılar doku­ nurdu ; gerek bu dokumaları, gerekse Evliya Ç elebi’nin çok şöhretli olduğunu söylediği ıcnkli sahtiyanları imâl hususunda kullanılan



boyaların hazırlanması çok ileri gitmişti. 1310. salnamesinde Bitlis ’te 50 boyahane mevcut ol­ duğu yazılmış olduğuna göre, bu işlerin epeyce yakın bîr devire kadar canlı kaldığı anlaşıl­ maktadır, Türlü yemişleri arasında bilhassa ar­ mut eski kaynaklarda medhedilmiştir. Bugün bile armut ve dut, Bitlis 'in başlıca yemişlerini meydana getirmektedir. Evvelce Bitlis ve mül­ hakatından mazı, kitre zamkı, ceviz uru, cehri boyası, tütün, bal ve bal-mumu, çeşitli deri, barsak ve canlı hayvan ihrâc edilmekte idi. Geçen asrm hemen-hemen son yıllarına ge­ linceye kadar, gerek mahallî beylerin hükmü altında, gerekse Osmanlr devletinin valileri idaresinde, türk, kürt, ermeni ve yâkubî gibi unsurlar, Bitlis 'ie normal bir hayat sürmekte idiler. Daha 1683 ’te cizvitler Bitlis 'te bir mis­ yon te’sis etmişler ve bey tarafından iyi kar­ şılanmışlardı. XVIII. asırda bir İtalyan râhibi (Maurızio Garzoııi), katolik propagandası yap­ mak üzere, kürtler arasında 18 yıl yaşamıştı. 1858 ‘de amerikalılar tar af inden Bitlis 'te bir de protestan misyonu tesis edilmişti. Her ne kadar bu misyonlar, bütün faaliyetlerine rağ­ men, burada kendilerine çok tarafdar bulama­ mışlarsa da, muhtelif mezheplere âit kiliselerde âyinler tam bîr serbesti içinde yapılmakta idi. Fakat memleket dışında hazırlanan ve saf bir milliyet duygusundan ziyâde menfaat yoluna takip eden, ecnebi politikası ile desteklenen ermeni komitecilerinin faâliyeti, XIX. asrın son yıllarında, halk arasında gittikçe artan bir hu­ zursuzluk tevlit etmiş ve bn hâl, mahallî ida­ renin aczi karşısında, Bitlis ve mülhakatında tam bir anarşiye ve muhtelif unsurlar arasında vakit vakit kıtallere sebep olmuş, bu havalı bu yüzden zarara uğramış, 19T4— 1918 harbinin son yılla­ rında vilâyetin büyük kısmının rus ordusu ta­ rafından istilâ edilmesi ve ruslar çekildikten sonra, tenkil edilmeleri için, büyük askerî ha­ rekâta İhtiyaç gösteren ermeni çetelerinin yap­ tıkları tahribat ile zararlar büs-bütün artmış, nüfus çok azalmış ve sınaî faaliyetler orta­ dan kalkmıştır. Şimdi Bitlis, uzun harp ve mücadele senelerini takıp eden sulh ve sükûn devrinde, yavaş yavaş kalkınmağa çalışmakta­ dır. Şehrin nüfusu 1927 sayımında 9.050 ve 1935 sayımında ise, 9.994 olmuştur. Bitlis 'in münakale bakımından gayr-i müsait olan vazi­ yeti de düzelmektedir. Birinci cihan harbinden evvel neşredilmiş eserlerde, Van gölü istika­ metinden gelen bir araba yolunun şehi*^.şimâlinde, Diyar bek ir 'den gelen başka bir yolun da cenupta sona erdiği, B itlis'in dar ve yo­ kuşlu sokaklarından araba değil, ancak güç­ lükle mekkâri geçebildiği yazılmıştır. Hâlbuki bugün, henüz baştan başa şose hâline getiril­



BİTLİS. memiş yollar üzerinde, Diyarbekir — Van arasın­ da, Bitlis'ten .geçmek suretiyle, bilhassa yaz mevsiminde, oldukça faal bir kamyon nakliyatı mevcuttur. Bundan başka, Diyar bek ir 'den Irak hududu istikametinde inşa edilmekte olan de* mir yolu B itlis'in 50 km. kadar cenubundan, Siirt civarından geçeceği gibi, Elaziz 'den baş­ layan diğer bir, demir yolu da, Muş 'tan geçe­ rek, Tatvan civarında Van golü kıyısına ula­ şacaktır. Son yıllarda B itlis’te büyük bir-tü­ tün atölyesi açılmış, hükümete âit binalar İn­ şa veya tamir edilmiştir, İdarî teşkilât bakımımdan, eski Bitlis vilâ­ yetini meydana getiren sancaklar, cumhuriyet devrinde,, ayrı vilâyetler hâline konulmuş, daha sonra, 1929 senesinde Bitlis, bir kaza hâlinde Muş vilâyetine bağlanmış ise de, 1936 târihin­ de Bitlis vilâyeti tekrar te'sis edilmiştir. Bu­ gün Bitlis, Tatvan, Ahlat, Mutki ve Hizan adlı $ kazaya ayrılan bu vilâyetin 5.482 km2, yer kaplayan arazisi üzerinde, 1935 sayımına göre, s 8-2a3 nüfus yaşamaktadır. K at’î netice­ leri en son olarak neşredilmiş bulunan bu sa­ yım sırasında B itlis’in bağlı bulunduğu Muş vilâyetinde mevcut 143.899 nüfusun 143,502 (99,70/0) ’si müsîüman ve ancak 397 'si gayr-i muslini, idi. Yine aynı nüfus ana lisanı bakı­ mından şu şekilde inkısam eylemekte idi ı ıkürtçe 99.433, tüikçe 38,032, arapça 4961 ve diğer diller 1472. B i b l i y o g r a f i } o: Bibi, geogr, arab, { nşr. de Goeje ), yk. b k .; Balâzori ( nşr, de Goeje), s. 176 ; Yakut, Mu cam ■ ( nşr; Wöstenfeld ),- I, 529 ; G, le Strange, The Lands o f the Easiern Calipkaie (1905 ), 3^184 ; Weil, Ceschichte der Chalifen, 11, 638, not. 2 ; H. A . Barb, Gcschichie der kurdiseken Fürstenherrsehaft ( Siizungsber. der Wiener Akad., XXXII, 1859 ) ; Tavernier, Les six voyages. . . (Paris, 1676), I, 3, s. 303; Evliya Çelebi, ,5eyahatn&me ( nşr, Ahmed C evdet), IV, 85 v.d .; Cikannürnâ ( nşr. İbrahim Mütefer­ rika }, s. 413 ; J. Saint Martin, Memoires sür VArmenie (Paris, 1S18), I, 103 ; K. Ritter, Erdkunde, IX, 628, 630* E, Recius, Nouitelle Geographie üniverselle (Paris, 1884), IX, 422; Vital Cuiaet, La Turyuie d 'A sie (P a ­ ris, 1892 }, II, 521 v. d .; J. Laurent, L ’Armenie enire Byzance et l 'İslam depuis la conyuğte arabe juspu 'en 881 ( Paris, 1919) ; Sâlrıâme-i vilâyet-i Bitlis, birinci defa, h. 1310 (1892/93), Bitlis, 1308; Genel nüfus sayımt, 20. X. 1935, neşriyat sayısı, 75, e. XLIV, Muş vilâyeti; J. M. Kinneîr, journey through Asla Minör, A r menia, and Koordistan (Loııdon, 1818 ), s, 393 v. d .; j . Shiel, Journey from Tabi iz, through Kurdistan



66ı



(*836;' JR G S , Londoıı, 1838, V lîî, 73); I. Brant, Notes of a Journey through a part o f Kurdistan (1838; JR G S, Loııdon. 1840, X, 379 v. d .) ; H. Southgate, Toıır through Armenia, Kurdistan, Persia, and Mesopotamia (New-York, 1840); W. F. Ainsworth, Travels and researehes in Asia Minör, Mesopotamia, Chaldea, and Armenia (Loııdon, 1342); X. Hommaire de Hell, Voyage en Turyuie et en Perse ( 184b — 4 8 ), (Paris, 1854); A . H. Layard, Nihveh und Babylon ( Leipzig, 1897), s. 35 v. d .; C. Sandreczky, Reise nach Musul und durek Kur­ distan nack Urumia ( Stuttgart, 1857); I. G. Taylor, Travels in Kurdistan. . . ( J R G S , XXXV, London, 1868); Th. Kotschy, Neue Reise nach Kleinasİen ( 18 5 9 ) ( P eter mamı s Miiteilungen, Gotha, 1860, VI, 68— 7 7 ) ; T. DeyroIIe, Voyage dans le Lazisian et VAr­ menie (1869 ), Tour du Monde (1876 ), I, 369 v.d .; E. Chantre, De Beyrout d T iflis d travers la Syrie, la Haııte Mesopotamîe et le Kur■ distan, Tour du Monde (Paris, 1889), s. 209 — 304; G. Pisson, De Trebizonde â Bitlis par Erzeruom, Tauris et Van ( Bull. Soc. geogr. Commerciale, XIV, P&ris, 1891/1892 ) ; P. Müiler-Simonis ve H. Hyvcrnat, Da Caucase «« golfe persiyue d travers VArmenie, le Kur­ distan et la Mesopotamîe (1888/1889), Paris, 1892 ; F. R. Maunsell, Kurdistan ( Geogr. Jour­ nal, London, 1894, III, 81— 95 ) ; E. Nolde, Reise nach Innerarabien, Kurdistan und Armenien (1892), Braunschweİg, 1895, s. 237— 241; W. Tomasehek, Sasun und das Quellengebiet des Tigris ( Wien, 1895 ) ; H. Kas­ sam, Âsshur and the Land o f Nimrod ( New York, 1897 ). s. 104— 384 ; M. Sykes, Through E ive Turkîsk Provînces (London, 1900); H. F. B. Lynch, Armenia, Travels and Siudies 1898 ( London, 1901 ), II, 145 — 159 ; C. F. Lehman-Haupt, Armenien etnsî und jeizt ( Berlin, I» 327 v.d. ( B esîM D arküt .) T a r i h , Ermeni müverrihleri, Bitlis ’in müslümanlar tarafından fethi hakkında, bir şey söylemezler; yalnız 641 senesinde İslamların Dar on ( Muş) bölgesini aldıklarım bildirirler. İslâm müverrihleri, halife ‘O m ar’in Elcezîıe kumandam ‘İyâz b. Ganam ’in, Erzen şehrini sulhen aldıktan sonra, Bitlis 'e ve oradan Ahlat 'a uğradığını, Ahlat batrîk ( Patricuis ) 'inin sulha râzı olduğunu, dönüşte Bitlis batrikımn da Ahlat haracı mikdarında haraç vermeği kabul etliğini söylerler (Balâzori, Futüh al-buldân, Mısır, 1901, s, 184 ). Vâkidi K i tâb al-futüh 'unun Elcezîre kısmında, bu şehrin *İyâi tarafında,, fethi hak­ kında uzunca malûmat vermiştir {Mısır, 1302, H, 152— IS4). Şarkî Roma imparatorlarının



662



BİTLİS.



Theodosiopolis ÇErzurum ) ve Âmıd 'de bulu­ nan valilerinin nezaret! altında olan ermeni reisleri meyanında, Bitlis hâkiminin de* islâmtara tâbiiyeti çok sürmemiş, burası, bütün şarkî Anadolu gibi, İslâm!ar arasındaki dâhili mücadeleler sırasında, İslâm tâbiiyetinden ayrı­ larak tekrar İstanbul kayseri iği ae tâbi olmuş, Mu'âviya tarafından bir kere daha itaat altına alınmış, ondan sonra vukua gelen büyük ka­ rışıklık devrinde yine islâmlar elinden çıktık­ tan sonra, 'Abd al-Malik zamanında kardeşi Muhammed b. Marvân tarafından, doğrudan doğruya Eİcezire valiliği arazisi içine katılmış ve gönderilen âmiller vasıtası ile idare edil­ meğe başlanmıştır. Bitlis ve havalisi, civarındaki bir çok kasaba, şehir ve bölgeler gibi, Elcezîre umûm valiliğine bağlı olan Diyarbekir âmîlii1İğin e tâbi bir kale olarak kalmış, Abbâsîler zamanında Diyarbekir *de birbiri arkasına ku­ rula Şayh, Hamdan ve Marvân-oğuİIarı emâret' İerinin devamı müddetince, bu emaretler ülke­ sinin içinde bulunmuştur. Bilhassa son iki ha­ nedan zamanında ( X. asır ), Bizans imparator­ luğunun fazla kuvvetlenerek yukarı Fırat hav­ zasını geri alması, Murad çayı bölgesinde iler­ lemesi, buralarda yeni temalar vucuda getir­ mesi ve diğer taraftan ermeni Vasporakan (Basfiircan, Van gölü havzası) kiralının İslâm tâbiiyetinden ayrılarak İstanbul ’a bağlanması yüzünden, Bitlis şehri de, Ahlat gibi, İsiâmın serhad şehri olmuştu. Islâm istilâsı dolay isiyle, Bakr b. Vâ’tI ve Tağlib kabilelerinin bâzı kol­ lan, Diyarbekir bölgesine ve bittabi Bitlis *e ve havalisine de yayılmışlardı. Marvân-oğullarının hâkimiyeti zamanında bu hanedanın mensup olduğu Humeydî kabilesi başta olmak üzere, muhtelif kurt kabilelerinin kollan da bu ha­ vâi iye dağılmışlardı. Teşrin H. 1046 ’da Ahlat *a gelen ve on­ dan sonra Bitlis *e, daha sonra da Erzen ve nihayet Meyyafârikîn ile Amid şehirlerine uğ­ rayan İran şâiri Naşir Husrav, bu şehirler hak­ kında malûmat vermektedir. Büyük türk taar­ ruzundan bir sene evvel bu seyahati yapmış olan şâir, Ahlat şehri halkının, arapça, fârİsî ve ermenice olmak üzere, 3 dil konuşmakta olduğunu söylemesine nazaran ( Sefernâme, Ber­ lin, 1341, a. 8 v.d.), Bitlis şehrinin de, bu ba­ kımdan, aym vaziyette olduğu tahmin olunabilir, XI. asırda türkîer tarafından Anadolu 'mm açılması esnasında, bir çok defalar türk boy ve oymaklarına, bilhassa sultan Alp Arsîan *ın Malazgirt seferinde türk ordusuna uğurak olan Bitlis, Selçuklu imparatorluğunun tâbiiyetini kabul etmiş olması dolayısiyle, yine Mervanoğiunun elinde bırakılmış İse de, 1084 'te Diyar­ bekir emîri tâyin edilen ve Mervanh hüküme­



tini ortadan kaldırmağa memur olan Fahr. alDavla Muhammed b. Cuhayr bütün Diyarbekir emaretinin arazisini zaptedcrek, şehirleri ve kaleleri türk emîr ve beylerine taksim ve türk boy ve oymaklarına iktâ etti. Bu raeyanda bu şehri de, maiyetindeki ümeradan olup, Anadolu 'nun açılmasında başlıca rol oynayan beylerden Dilmaç veya Dîmlaç-oğlu Mehmed *e vermiş ve o tarihten itibaren, bar ada Dilmaç-oğulları hâ­ kim olmuştur. Mehmed 'den sonra Bitlis hâkimi olan Husim al-Davla Ycltigin, 1 100 tarihlerine doğru, Erzen şehri ile havalisini; emîr Şârüh 'un elinden alarak emSretini büyütmüştür. Diyarbekir emirlerinin vasalı olan bu BitlisErzen Emîlerİ, gerek haçlı savaşlarına, gerek gürcü muharebelerine, Artuk-oğullarının ma­ iyetinde olarak, İştirak etmişlerdir. Yeltigin *in oğlu Husim al-Dâvla veya Şams al-Davla Toğaa Arslan, Emîr llgâzî İte birlikte, hem frenklere, hem de gürcülere karşı harp etmiş ve Araş kenarındaki Dvin şehri de onun idaresi altına girmiştir. 1134 'te vefat eden emîr Toğan Arslan 'dan sonra, yerine oğlu Husam al-Davla Kurtî geç­ miş ve Ahlat melikleri ile birlikte gürcülere karşı muharebe etmiştir. Bu emîr zamanın­ da Musul ve Halep emîri Atabeg Zengî, A h ­ lat ’tan dönerken, Bitlis 'i almak üzere, ma­ iyeti erkânından Salâh al-Din Muhammed *i memur etmiş ise de, Kurtî 10.000 dinar vere­ rek, şehrini istilâdan kurtarmıştı ( İbn Munkiz, Kitab dl-ıtibâr, Princeton U. S. A., 1930, s. 89 ). 1134 ’te Kurtî ’nin olumu üzerine, yerine kardeşi Şams al-Din Yakut Arslan geçmiş ise de, çok yaşamayarak, 1145 ’te Ölmüş ve yerine Atabeg Zengî ’nin karargâhında bulunan kardeşi Fahr al-Din Davlat Şâh getirilerek, emîr ilân edil­ miştir. 1 1 6 1 'de Fahr al-Din Davlatşâh, Ahlat emîri Sökmen II. ve Erzurum emîri ‘ İzz al-Din Saltuk ile birlikte, gürcü kıralı Giorgi 111. ile Anî şehri önünde muharebe ettilerse de mağlûp oldular. Bu hezimet neticesinde 116a 'de gürcüler Dvin şehrini almışlar ve bütün şehri yağma ve tahrip etmişlerdi. Kızını Idişn Kifâ ve Harput emîri Kara Arslan *ın oğlu Naşir al-Din ’e vermiş olan Davlatşâh, bu emîr ile ve onun amcazadesi olan Mardin emîri Nacm al-Din Alpî ile birîeşerk, Harput ve Çemişkezek taraflarını yağma etmiş olan Sivas hüküman Yagıbasan İle mu­ harebe etmek üzere, Harput 'a gelmiş ise de, savaş olmamıştır. 1163 'te Fahr al-Din Davlatşâh, İran Selçuklu sultanı Arslan-Şâh [ b. bk,j Tn reisliği altında Azerbaycan, Arran ve şarkî Anadolu ümerası­ nın gürcülere karşı yapmış olduğu sefere işti­ rak etmiş ve kazanılan muzafferiyetin âmille­



BİTLİS. rinden biri olmuştur. Bize bu malûmatı veren îbn A zra k ’m elimizde bulunan ve 1175 senesine kadar vukuatı ihtiva eden tarihinde, Davlatşâh Sn vefatından bahsedilmediğine bakılırsa, bu zâtın o tarihten daha sonraya kadar yaşamış olduğu anlaşılır. Kadı Ahmed Nİgidî aym zamanda, al-Valad al-şafik diye ad verdiği Camı al~ ittvârîh (Fatih kutup,, »r. 4 5 19 )'inde Davîatşah Sn 598 ( i20t/ızo2 ) yılına kadar yaşadığım ve o sene İçinde Ahlat hükümdarı Sayf al-Din BeytimurSm Bitlis S zaptetmiş olduğunu söyler. Beytimur’un 58ş (1*93) 'da telef olduğu mâlûm olduğuna göre, burada bir istinsah hatası ol­ duğu şüphesizdir ve bu şehrin $88 ’de Ahlat emîrinin eline geçtiği anlaşılmaktadır. Bitlis 'in zaptından sonra, Dilmaç veya Toğan Arştan hanedanı denilen bu sülâlenin hâkimiyeti, Er­ zen ve havalisine münhasır kalmış ve orada bîr müddet daha emaret sürmüştür (bk, ERZEN). 604 (1207 ) senesinde Ahlat şahlığı Eyyubîler eline geçtikten sonra, Bitlis de Ahlat Sa hüküm süren Malik Avlıad Nacm. aî-Dın Ayyüb ’un ve sonra kardeşi Malik Aşraf Muzaffer al-Din Müsâ ’mn idaresi altında kalmıştır. îşte bu Eyyûbî sülâlesinin hâkimiyeti zamanında Bitlis, Ahlat ve Van havzasına bu sülâlenin mensup olduğu kurt Revvâdiye boyunun muh­ telif oymakları Azerbaycan tarafından hieret ettikleri gibi, Hakkâriye kürtlerinin muhtelif oymakları ve bu meyaııda Rûjekî aşireti de, bütün tire ve uruğlan ile birlikte, Bitlis havali­ sine gelerek orada yaylaklar ve kışlaklar tesis etmişlerdi. Türkler ile meskûn olan ve etrafı da Erzurum, Erzincan, Harput, Erzen, Amid ve Mardin gibi, Selçuklu türk emaretleri ara­ sında bulunan bu havalide tutunamayacaklannı gören Eyyûb oğulları, kürtlerî oraya getirmek ve onlara istinat eylemek mecburiyetinde kal­ mışlardı. 1229’da suttan Calâl al-Din Hvârİzmşâh’m, uzun bir muhasaradan sonra, Ahlat ’ı zapt ile yağma ve tahrip etmesi ve daha sonra moğullartn bu havaliye gelmeleri, Anadolu ’nun fet­ hinden beri şarkî Anadolu ’da türk lüğün en büyük ocağı ve bütün Anadolu ’nun o devirde en mühim ilim ve irfan merkezlerinden biri bulunan bu şehrin, her bakımdan, sukutuna sebep olmuştur. Buna mukabil Ahlat ’m yanında bulunan Van ve Bitlis şehirleri, inkişafa baş­ lamış ve bilhassa Bitlis, şarkî Anadolu 'mm mühim ilim merkezlerinden biri hâline gelmiş­ tir. Pek kısa süren Anadolu Selçuklularının hâ­ kimiyetini müteakip tekrar teessüs eden Eyyûboğuİİarmın bu havalideki hâkimiyetlerinin ze­ valinden ve şarkî Anadolu’nun bu kısmının nioğullar eüne düşmesinden sonra, Bitlis şehri ile havalisinin tarihi, karanlık bir devre geçi­



665



rir. XIV. asırda İran ’dakİ moğul imparatorlu­ ğunun yıkılmasını müteakip hâsıl olan büyük fetret devrinde, Karakoyunlu türkmenierinin Van gölü havzasında tagallüpleri sıralarında, Rujekî kurt aşireti de B itlis’e hâkim olmuş ve Şeref-oğulları diyeceğimiz Bitlis emirleri sülâ­ lesi kurulmuştur. Bu sülâleden olup, XVI, as­ rın sonunda Bitlis emîri bulunan Şeref Han [ b, bk.] meşhur eserinde kendi hanedanının asıl ve menşe’tni, bir çok rivayetler zikrettik­ ten sonra, Eyyubîier soyuna İrca eder ; Ahlat hükümdarı Melik Eşref 'in kardeşi Malik Macd al-Din ’İ Bitlis ’e emîr tâyin ettiğini ve bunun soyundan gelen emirlerin birbiri arkasına Bit­ lis ’e hâkim olduklarını söyler. Hâlbuki Melik Aşraf ’in Macd al-Dîn lâkabını taşıyan bir kar­ deşi mevcut değildir. Gerçi kardeşleri arasında bir Mucir al-Din Ya'küb var ise de, onun Bit­ lis emîri olduğu hakkında hiç bir malûmat yoktur ( krş, Abu ’l-Farac İba al-’İbri, MaL'aşar aUduval, Beyrut, 1890, s. 458 ; ŞıhSb al-Din Muhammed al-Nasavi, Sırat al-sultân Calâl aUDin, Paris, 1891, s, rgj v.d,). XVII. asrın ilk yarısında Bitlis emîri olan ‘Abdal ( ‘Abd A l­ lah ) Hân [ b. bk.] ise, kendi soyunun Abbâsîlerden geldiğini ve sultan Avlıad adlı birin­ den indiğini Evliya Ç eleb i’ye söylemiştir. Bu iddia, Avhad ’ın Ahlat 'takı ilk Eyyûbî hüküm­ darı Malik Avlıad Nacm al-Din Eyyûb ’un yan­ lış olarak başka bir soya izafe edilmesinden çıkmıştır. Yalnız Malik A vhad ’m erkek evlâdı bulunmadığı ve binnetice Bitlis emirlerinin onun soyundan olamayacakları aşikârdır. Evli­ ya Çelebi ‘Abdal Hân nezdinde bir müddet kalmıştır. Bu seyyah, Bitlis hanının sefer vu­ kuunda Van serdarı ile beraber gelmesinin ka­ nun iktizası olduğunu, şehre giren kervanlar­ dan alman bacın hana âit bulunduğunu, Muş ova­ sı haracının Murad IV. tarafından, kayd-ı hayat şartı ile, hana bahşedildiğinı, hanın da bu ha­ raçtan kale dizdar ve nefer atına tayinleri ver­ diğini, fakat şehir içinde Yâkubî ve a rap re­ ayasının cizyesi Van koluna tahsis edilmiş ol­ duğunu, her sene. başında Van ’dan bir ağa gelerek, bunu tahsil eylediğini, hanın emrinde 70 kadar kabîle ve eyâletinde ise, 13 zeamet ve 214 timar bulunduğunu söyler. Şihâb al-Din 'Omari, XIV. asrın İlk rub’unda B itlis’te Şaraf al-Din Abu Bakr adlı biri­ nin emîr olduğunu ve nusayrî mezhebine sâlik olmakla miittehİm bulunduğunu, Bitlis 'in kü­ çük ve varidatı az bir memleket olup, Mısır ’daıı Azerbaycan ’a moğullar nezdine giden elçilerin buradan geçtiklerini, mamafih Bitlis emîrinin meşkûr hizmetler yapmış olduğunu zikreder ( bk. aU Ta'rîf bilmaşialah al-Şarif) Mısır, 1312, s. 35). A b u ’l-'Abbas al-Kalkaşaııdi, bu mâlû-



' 664



BİTLİS — BİZERTE.



matı tekrarladıktan sonra, Kitâb al-iaşkıf ’ten Bitlis ve havalisi halkının ekseriyeti bu mez­ naklen Ziya' al>Din Abu '1-Favaris al-Rüşaki hebe girmiştir, B itlis’in Şeref Hanlar sülâlesi adlı birinin Bitlis emîri olduğuna; bunan kardeşi diyeceğimiz bu kürt beyleri devrinde, hakikî Gars al-Dîn ’ia Palu hâkimi bulunduğunu ve bu bîr ilim ve irfan yuvası hâline geldiği görül­ emirden sonra oğlu emîr Hacc ’m yerine geç­ mektedir. Mafâlf şârihi ’Abd al-Rahim Bitlisi, tiğini ve 753 ’te ona Mısır dîvanından mektup nahivden bâzı eserler yazmış olan Muhammed gönderildiğini ve aynı zamanda Kitâb aUtaşkif Bardan, müverrih İdris B itlisi ve şâir Şukri müellifinin Bitlis emîrini kurt ümerası arasın­ başta olmak Üzere, bir çok ulema yetiştiren da saydığım bildirir {Şublı al-aşâ, Mısır, 1333, Bitlis, şarkî Anadolu ’nun üçüncü, belki ikinci VIÎ, 3S0; Kitâb icabet al-sâyll İlâ mari/at al~ derecede bir kültür merkezi olmuştur. rasâyil ’de de aynı malûmat mevcuttur, bk. Şeref Han eserinde, kendi zamanında B it­ Paris Bibi. Nat., arapça yazmaları, nr. 4437, lis *te mevcut olan medereselerİn bir üstesini var. 47). verdiği gibi, Evliya Çelebi de XVII. asır or­ XV, asrın ilk yarısında yazılmış olup, yegâ­ tasında fazla çoğalmış olduğunu gördüğümüz ne nüshası P aris’te Bibi. Nat. ’da arap yazma­ bu medreseleri bırer-birer sayar ve müderris­ ları arasında 4439 numarada mukayyet olan lerin adlarını yazar. Bitlis emirleri de bu İlim Kitâb al-makşad al-râfı ttl~monş,â al-hâvi ilâ ve irfan muhitinde çok münevver ve âlim bîr ştnaai abinşa adlı kitapta ( var. s öz ) Bitlis şahsiyet olarak yetişmişlerdi. Şeref Han ’ın eseri, 'ten muhtasaran bahsedilmekte ve kurt reisle­ onun tarihe olan vukufunun derecesini gösterir. rinden Mehmed adh birinin buraya hâkim ol­ Torunu 'Abdal Han, âlim, fâzıl, şâir, san’atkâr, duğunu söylenmektedir. Bu Mehmed ’in Şâhruh ilim ve marifet hâmisi ve bir çok meziyet­ ve Kara Yusuf ile muasır olan ve Kara Yu­ leri kendinde toplamış ve emsalsiz bir kütüp­ suf 'un oğlu İskender tarafından Öldürülen emîr hane ile nefis eserler cemetmiş ve muhtelif Şams al-Din olduğu şüphesizdir, kîâfiz Abra eserleri tercüme ettirmiş mümtaz bir zat idî. başta olmak üzere Tîmurîenk ’e ve sülâlesine B itlis’te ilim hayatımn inkişaf ettiği bu devir­ dair yazılmış olan bütün tarihlerde, 795 senesi de tasavvufun da çok ilerîlemiş olduğu, bilhassa vukuatında Bitlis emîri Haccİ Şaraf ‘in Timur ’a Abu al-Nacib Suhravardi ve bunun bir şubesi tâbiiyetinden uzun-uzadıya bahsedildiği gibi, olan Nakşibendi iarikatlcrinin orada çok ya­ S12 senesi vukuatında mezkûr emîrin oğlu ve yılmış bulunduğu görülmektedir. Şayh ‘Ammâr, Bitlis hâkimi Şams al-Dİn ’in Kara Yusuf ’un müverrih İdris ’in babası idusâm al-Din 'A lı, maiyetine iltihak ettiği ve 815 ’te yine Kara Yu­ Şayh Abü *Jahir bu tarikat şeyhlerinin bellisuf ‘un maiyetinde bulunduğu ve 824 ’te ise, başlılarmdandtr. Tarikat ve şeyhlik bu bölgede, Şâhruh ’un birinci yakm şark seferinde bu ©mî­ 1924 ’te tekkelerin ilgasına kadar, kuvvetle yarîn ona arz-ı tâbiiyet ettiği anlatılmıştır. i şamış ve halk üzerinde geniş mikyasta nufuz Fakat Şerefnöme ’nin Bitlis faslında ( Mısır, ve tesir yapan ve hattâ bâzan isyan ederek, s. 439— 586 ) XIV. asrın ikinci yarısından, yâni ara-sıra da ufak-tef ek gaileler çıkaran bir ta­ emîr Hacci Şaraf ’tcn evvelki Bitlis emirlerine kım şeyhler de görülmüştür. ve Bitlis ile havalisi vukuatına dâir verilen (M ö KRİMİN HALİL YiNAKÇ.) malûmatın çoğu, menkulât ve hıkâyat kabîlinB İT L İS İ. [ Bk. İLRİS BİTLİSİ.] dendir. Bitlis emâreti, Karakoyunlulara ve da­ B İT L İS İ [ Bk. ŞEREF HAN.] ha sonra Akkoyunlulara bağlanmış, AkkoyuuB İT R U C İ [ Bk. BİTRÛCÎ.] lular tarafından bir müddet ilga edildikten B İT R Û C Î. A L -B İtR Ö d , N ur a l -D în A bü îssonra tekrar teessüs etmiş ve Safevîîere bağ­ HAK, Avrupa müelliflerince ALPETRAGfUS adı landıktan sonra, Sultan Selim L ’e arz-1 tâbii­ ile tam lir; Endülüs hey'et çiler inden olup, îl>n yet ile Kanunî Sultan Süleynîau zamanında f u f a y l ’in talebesidir ve VH. (X III.) asırda yine bir müddet lağvedildikten sonra, tekrar şöhret bulmuştur; bk. Suter, Die Mathemaiiker dirilmiştir. ( Bu emaretin uzun ve mufassal und Astronomen der Araber { Abhandt. zur tarihi için bk. Şerefnâme ve Kâriler, İstan­ Cesch, der maih. Wissensck., X, s. 131 ve ilâve bul, 1334). Evvelce türk emirlerinin hâki­ XIV, s. i 7 4 ). miyeti zamanında Mâverâünnehr ve Horasan B İZ A N S . [ Bk. RÛM. ] ahalîsinin ekseriyetle intisap etmiş olduğu haBİZE R TE . BİZERTA ( arap. BENZERT ), Tu­ nefî mezhebi Bitlis halkının da mezhebi idi. nus ’un şimal sahilinde ve Tunus şehrinin tak­ Fakat Eyyûbîlerin hâkimiyetinden, kürtleriu riben 60 kın. şimal-i şarkîsinde, 70 33' şark bu havaliye hicretinden ve bilâhare Bitlis kürt tülü (P aris) ve 370 17' şimal arzı üzerinde, emaretinin teessüsünden sonra, Irak-ı Arap ve 35.000 nüfuslu bir ş e h i r d i r ; uzunluğu 16 Irak-ı Acem ve Suriye sekenesinin çoğunun sâ- j km., sathı n o km2, olan bir göl ile deniz ara­ lik olduğu şâfi’î mezhebi intişara başlamış ve j sında bulunmaktadır. Sicilya ile Afrika sâhiü



BİZERTE. arasındaki deniz yoluna hâkim bulunan Bizerte *niıı mevkii, askelik bakımından, pek ehemmi­ yetlidir. Bizerte eski Fenike müstemlekesi olanHippoDiarrhytus ( ital. Hîppone Zarİto, arap. Benzeri ) ’un bulunduğu yeri İşgal etmektedir; önceleri kar tapalılara, bilâhare romalıiara âit olan Bi­ zerte. Augustus zamanında Roma müstemlekesi idi. Kaleleri Vandallar tarafından tahrip olun­ muş şehir, 41 ( 661/662 ) *de Mu'Sviya b. Hodayc tarafından yağma edilmiştir. Bîr müddet tekrar bizaaslılar eline geçen Bizerte çok geçmeden, Haşan b. aLNu'raân tarafından, Kar taca ite aynı zamanda, bİzanslıîardan k a f i olarak alın­ mıştır ( 78 — 698 ). III. ( IX ,) aşırda İbn Havlfaî ( Deşer, de VAfrique, trc. de Slane, J A , 1842, s. 179) bu şehri, o zamanlar hemen iamamiyle metruk ve harap olmasına rağmen, sahildeki Satfura eyâletinin merkezi olarak, zikretmek­ tedir, Lâkin şehir düştüğü bu harap hâlden kurtularak, tekrar inkişaf etmiştir; zira al-Bakrı zamanında bir sûr ile çevrilm işti; bîr câmi İle bir kaç çarşısı vardı ve balık ticareti ehem­ miyetli İdi. Şehrin yukarı tarafında, bizanshların hücumuna karşı, ahali için bir sığmak olan ve aynı zamanda münzevî zahitlere zaviye (ribâf) ’iik eden bir kale yükselmekte idi. Limana o zamanlar Marsa ’l*l£ubba ( «kubbeler limanı") adı veriliyordu ( bk. al-Bakri, Deşer, de VAf riqtıe, nşr, de Slane, s, 257, trc. de Salne, s. 129 ). İdrisi Bizerte ’de oldukça canlı bir ticaret hayatı olduğunu bildiriyor. Lâkin şehir, Tunus ülkesini harap eden dâhil! muharebelerden ve düşman hücumlarından, ziyâdesiyle müteessir olmakta idi. Hilâli istilâsından sonra şehri eline geçi­ ren al-Vard al-Lahmi ismindeki arap bir ma­ ceraperest burada istiklâlini ilân etti. Bizerte ıı6o *ta*A bd al-Mu’m in’e teslim oldu; 1202/ 1203 ’te ise, Murabıtîardan Yahya b. Gnniya ’ye tâbi bulunmakta idi. Bizerte, Endülüs ’ten ge­ len mültecilerin şehir civarında yerleşerek, »En­ dülüs kasabası" adı. ile bir varoş vucuda ge­ tirmiş olmalarına rağmen, XVI. asra kadar durgun ve sönük bir hâlde kaldı. Leo Africanus ( Deşer, de PAfrigue, nşr. Schefer, III, 129) Bizerte ’yi, fakir ve sefîl insanların ikamet et­ tiği bir kasaba olarak, tasvir etmektedir. Korsanlık, A frik a ’daki diğer berber devlet­ lerinin hepsinin limanlarında olduğu gibi, XV. asırdan itibaren Bizerte ’de de hıristiyan devlet­ lerin müdahalesini icap ettirecek derecede, almış yürümüştü. Salerno baş piskoposunun kuman­ dasında bir transı*- ceneviz harp filosu 1516 ’da şehrin önlerine kadar gelmiş ise de, orayı zapta muvaffak olamamıştır. Buna mukabil, Barbaros Hayreddın [ b. bk. j 1534 ’te Tunus ’n zaptettiği zaman, Bizerte ahalisi, Hafşiîerin hâkimiyetin­



665



den çıkarak, ona iltihak etmiştir, Fakat ertesi sene Charles-Quint (Şarlken) Tunus’u zapt­ ettikten sonra, Bizerte ’yi de hâkimiyeti altına geçirerek, buraya İşgal kuvveti yerleştirmiş ve kalelerini yıktırmış ise de, ispanyalılar çok geçmeden bugün dahi mevcut olan »Ispanya kalesi" ile beraber, hepsini yeniden inşa et­ mişlerdir. İspanyol hâkimiyeti, Bizerte ’niu 1572 senesinde türkler tarafından k û fî olarak fethine kadar, devam etmiştir. Bütün XVII. asır boyunca Bizerte tekrar bir korsanlık yu­ vası olmuş ve bu limandan yola çıkan korsan filoları, Malta şövalyelerinin harp donanmala­ rına rağmen, hiç ara vermeden, Sicilya ve İtal­ ya sahillerini haraca kesmişler ve hattâ büyük hıristiyan devletlerinin gemilerine bile taarruz etmişlerdir. Bu zamanlarda Bizerte hapishane­ lerinde 20.000 ’e yakın hıristiyan esiri yatmakta idi. Bîr çok neticesiz müzakerelerden sonra Fransa, ancak XVII. asrın sonlarına doğru, enerjik harekete karar vermiş ve Bizerte ’yi Duquesne tarafından bombardıman ettirmiştir (1681 ve 1684), Aynı sebepler, XVIII. asırda amiral de Boves kumandasındaki bir fransız filosu tarafından şehrin tekrar bombardımanını icap ettirmiştir (4/5 temmuz 1770); bir başka defa da Venedik amirali Emo şehri bombar­ dıman ederek, tamamiyle harabeye çevirmiştir (178 5). Korsanlığın bastırılması ve limanın kumla dolması XIX. asırda B izerte’nin sür’aito sukûtunu intaç etmiştir. Tunus seferinin baş­ langıcında, 1 mayıs 1881 ’de, fransız k ıfa îa n nın işgal ettikleri Bizerte şehri harap ve or­ tasından, baştan-başa dar ve kum dolu ka­ nallar geçen bir pazar yerinden başka bir şey değildi. Fransız himayesine geçtikten sonra gösteri­ len büyük mikyastaki faaliyet Bizerte ’yi tama­ men değiştirmiştir. Eski kanal kısmen doldu­ rulmuş, deniz ile göl arasında en büyük ge­ milerin geçebilecekleri yeni bir kanal açtırıl­ mış, yeni bir Uman inşa edildiği gibi, gölün sahillerinde büyük tesisat yaptırılmış ve Sidİ *Abd A lla h ’ta denizden 15 km. mesafede bir tersane tesis edilmiştir. Civardaki tepelere inşa edilen muazzam kaleler mevkiin müdafaasını temin etmektedir. Bunlardan başka, eski şehir ile kanal arasında bir de yeni şehir kurulmuş­ tur. Bizerte, müesseslerinin ümit ettikleri hadde çıkmamakla beraber, şimdiye kadar nüfus ve ticaretin artması bakımından, yine çok çabuk inkişaf etmiştir. B i b li y o g r a f y a '. ErzherzogLudv.’igSalvator, Bizerte, son passe, son preseni et son avenir ( Paris, 1900 ) ; R. C. Castainğ, B i­ zerte, Souvenirs du passe ( Rev. mariiime, ' 1900) ; L&' nouveau port de Bizerte (Paris,-



6*6



BİZERTE -



BOĞAZİÇİ.



izerte( Revae Tuni-



olundu. Fransızlar Boğar'da bir kale ile büyük askerî binalar inşa ettirdiler. Boğar yeni bir mevkidir. (Yanlış olarak Boğari B L İD A . [ Bk. b ö l e y o e .3 B O A B D İL . f Bk. e bû A b d u l l a h .] denilen) kadîm Bohâri köyü 8 km. daha şarkta B O B A S T R O . [ Bk. b ü b e ş t e r ,] ve Şeîif 'in sağ kenarında 1.200 m. yükseklikte kâ­ B O Ğ A . BO Ğ A a l - K a b I r (? — 863), Mu'taşİm in olup, yaylalar ahalisinin pazar yeridir. Bura­ ile halefleri devrinde yaşam ?ş bir türk kuman­ nın yerli mahallesi Sahara-Kşür 'a benzemeğe danı olup, baş kumandanlık ettiği bir şok sefer­ başlamıştır ( krş. Fromentın, lerde bilhassa, Medine etrafındaki bedevi arap( 1879), s. 25— 35 ve Maupassant, lara ( 230 = 844/845 ), ermeni 1ere ( 237 = 851/ ( 1884 }, s. 31 v.dd,). Bir efsâneye göre, Bohâri 852 ) ve bizanshlara harşı ( 244 = 858 ) yapılan | bu isimde bir velî tarafından tesis edilmiştir. seferler ile diğer harplerde şöhret kazanmıştır, Takriben 1830’da Madanîya tarikatinden Si 247 ( 861) *de, halife al-Mutavakkil öldürüldüğü Musa b. Haşan isminde bir derviş bu mahalde zaman, Boğa, saraydan uzakta idi. Bu hâdise bir çok tarafdar kazandı ve hattâ bir kaç sene akabinde hemen saraya döndü ve şok geçmeden sonra, *Abd al-Çâdİr'in yerine geçmeğe dahi al-Muntaşir da öldüğü için, at-Musta'in ’i 248 teşebbüs etti ise de, bu emîre mağlûp oldu ve ( $62 ) 'de halifeliğe getirdi ve kendisi de aynı maiyeti olan Si Kuüider de fransızlar tarafın­ sene içinde Öldü. dan mağlûp edilince, Madanîya 'nin nufuzu sona : Jabarİ (nşr. de Goeje), erdi. Yerini, Sidi ‘Adda b, Ğulâm Allah 'm III, 1174 v.dd.; İbn al-Aşir ( nşr. Tornberg), nufuzu ve şeyh ai-Mı‘şum ( 1825— 1883 ) 'un faa­ VI, 317 v.dd.; Weîl, liyeti sayesinde, Şâzalİya-Derkâva aldı. Şeyh İl, 299 v.dd.*, Thopdschİan ( al-Mi'şüm Bohâri ’de mühim bir zaviye tesis 8, 2, s. etti ise de, bu da artık inkıraz halindedir ( krş. 121 v.dd.k A. Joly, B O Ğ A . BO Ğ A a l -Ş a r â b ! (? — 868), 1906/1907 ), Boğa al-Şağir adı da verilir. Muktedir bîr ku­ 3.387 kişisi yerli olmak üzere, 4.299 nüfuslu mandan olup, ai-Mutavakkil devrinde Azerbay­ muhtar bir nâhiyenin baş kasabası olan Bohâri, can 'da zuhur eden İsyanı bastırmıştır. Aynı ha­ 3239 km2, genişlikte 32.295 kişi yerli olmak lîfeye karşı suikast tertip ederek, onu Öldürten üzere, 33.587 nüfuslu bîr »muhtelit nahiye" nin de yine kendisidir. Al-Muntaşir ve al-Musta'in de baş kasabasıdır. ( G. YVER.) ’in kısa süren hilâfet devirlerinde asıl idare ha­ B O Ğ A Z İÇ İ. B O Ğ AZ'İÇİ, eski çağlardaki kikatte Boğa ile müttefiki olan V işif ’m elle­ isimleri ile, pontus Euxinus (Karadeniz) ve rinde bulunuyordu ; al-Musta'in 252 ( 866 ) ’de Propontis ( Marmara denizi) arasında bulu­ hilâfetten çekilmeğe zorlandığı zaman, Boğa nan boğazın Asya ve Avrupa ( Anadolu ve Hicaz valiliğini alacaktı ; fakat yeni halife al- Rumeli ) kıyılarının heyet-i umumiyesinin al­ Mu'tazz bımun önüne geçmeğe çâre buldu ve dığı addır. kelimesinin kısmı, 254 ( 868 ) 'te Boğa *yı haps ve İdam ettirerek, trak dilinde bir kelimedir; () bu maksadına erdi. ise, yunancada »geçit" mânasına gelir. Yunan t Tabari ( nşr. de Goeje ), mitolojisine göre, bir ilâh burada öküz ( ) III, 1348 v.dd,; ibn al*Asir (nşr. Tornberg), şekline girerek, Boğaz *ı geçmiş ve bu hâdise VII, 28 v.dd. ; Weil, mahalli, ilk grek kolonileri tarafından, »öküz 11, 356 v.dd, geçidi'* manasında, Bosforos ve daha sonra B O Ğ A R . [ Bk. BOGÂR.] Bosporos tesmiye olunmuştur ki, bu kelime, B O Ğ A R . BO Ğ AR ( Boğar =» Abu Ğfir?), C e­ Roma muharrirlerinde Bosphorus imlâsında gö­ zayir ’de bir ufak k a s a b a olup, Medea rülmektedir. Modern dillerde görülen şekiller n takriben 50 mil mesafede, Ş e lif’in ( frans. Bosphore, ital. Bosforo, ingî. Bosphorus, sol kenarında ve deniz seviyesinden 900 m. alın. Bosporus) bu iki telâffuz çekilinden çık­ yüksekliktedir; nüfusu 2.386 olııp, bunun 34$ *i mıştır ve Azak denizini K aradeniz'e. bağlayan yabancıdır. »Cenubun balkonu" olan Boğar 'tn Kerç boğazından ( Bosporus Çimerius ) tefrik mevkii yaylaların kenarında Şeîif ’în T eli'e gir­ için de, Bosporos Thracıus denilmiştir ( bk. diği noktada teşekkül eden tabiî yolda ve aşi­ PauIy-Wiasowa, 1,742 v.dd.). retlerin göç güzergâhlarında bulunması, sevkül- Türk kaynaklarında; Haliç-i bahr-i rûm, Hatic-i ceyş bakımından, her zaman büyük bir ehem­ bahr-İ siyah, Halic-i Kostaatiniye, İskender miyeti hâiz İdi. Romalılar devrinde burası as­ boğazı, Kosiantîniye boğazı, Marc al-bahraya, kerî bir mevki idi, *Abd al-IÇâdîr burada bir Macma* al-bahrayn, îslâmboi boğazı, İstanbul kale inşa ettirdi ise de, kale 23 mayıs 1841 'de, boğazı ve Boğaz isimleri İle de tesmiye edilir general Baraguay d ’HÜİİers tarafından, tahrip ; (krş.  lî, basılmamış kısımlar, I9°3 ) ! Comte Hannezo, B



sienne, 1904 v.d.).



( G. YVER.)



Unete danslaSa AaSoleil



hara



Bibiiyografya



Geschichte der Ckatifen, Mitteil. . des Seminars für orient. Sprachen,



rîcaine,



Etade surles Ckadouliyas, RevueAf-



Bosporus



Bibliyografya Geschichte der Chalifen,



dîya)'d&



bosporus poros bous



(Lam-



RealAncyclopedie,



Kanhal-ahbâr,



BOĞAZİÇİ. Üniversite kütüp., nr. $959, vet. 448 ve 53a; Kâtîb Çelebi, Tahfat al-kibâr f i asfâr al- bihâr; ayn. mil., Cihann&mâ, İstanbul, 1145, s. 664; Sâdcddİn, Tâc al-tavârlk, I, 148; Umc Bey, Târih-i Sl-i *Osman, s. 65 ; Asım, Tarih, i, 59 ; Evliya Çelebi, Seyahatnâmet I, 57, 41) I. B o ğ a z i ç i ' n i n t o p o g r a f y a s ı . İs­ tanbul boğazı, gerk şimal medhalinden Büyükdere ’ye kadar olan kısmında, gerekse cenup medKali ile Çengei-KÖyü arasında uzanan parçasında, şimâl-i şarkî-cenûb-i garbı İstikametini takip eder. Şimalde, Biiyiikdere— Paşabahçe arasında, bu şimal-i şarkî — eenûb-i garbı istikameti! parçaya, sert bir dirsek İle, şimâl-i garbi — çenûb-i şarkî istikametti bir kısım eklenir. Paşababçe — Yenikoy hattının cenubundan iti­ baren Çengel-Köyü — Kuruçeşme 'ye kadar, bo­ ğazın orta kısmı, bâzan tamamiyle şimal — ce­ nup istikametini alacak şekilde, hafifçe cenûb-i garbiye müteveccih bulunur ve bu kısım, Çengel-KSyü ’nden sonra, yine oldukça bariz bir dirsekle, cenup parçasına intikal eder. Boğaz kıyıları, hemen bütün imtıdadı üzerinde her boy ve şekilde kıvrımlar resmetmekle beraber, bu kıyıların gidişinde derhâl göze çarpan kar­ şılıklı bir muvazilik vardır. Cenuptan itibaren, Üsküdar çıkıntısı Dolmabahçe girintisine, Ortaköy ( Defterdar-Burnu ) çıkıntısı Çengel-Köyü koyuna, Kandilli burnu Bebek koyuna tekabül ettiği gibi, boğazın orta kısmında Yeniköy çıkıntısının mukabilinde Paşabahçe koyu gö­ rülür ve Büyükdere koyu karşısında Anadolu kıyısı bir çıkıntı resmeder; daha şimalde, Karadeniz medh&li yakınlarında, karşılıklı kı­ yıların muvazi! iğî bir dereceye kadar ortadan kalkar ve iki sâhil, tedricen birbirinden uzak­ laşır. B o ğ a z ı n e b ’ a d ı . Boğazın Karadeniz ’e açıldığı şimal medhâii (Rumeli ve Anadolu fenerleri arası) ile Marmara denizine birleş­ tiği cenup medhâii { Sarayburnu — K ızkuîesi} arasında uzunluğu, tam ortadan geçen bîr hat { Talvveg h a ttı) boyunca, 29, 9 km, *dİr. Boğazın cenup medhâii olmak üzere, Ahır-Kapı feneri — Kavak burnu alınacak olursa, bu mesafe 32,2 km. 'yi bulur. Eğer boğazın uzunluğu, kıyıların bütün girinti ve çıkıntılarını takip etmek su­ retiyle Ölçülecek olursa, yukarıda verilen ra­ kamlardan hayli farklı kıymetler elde edilir. Rnmeli feneri İle Ahır-Kapı. arasında ( Haliç dâhil ) Rumeli kıyısı 46 km. j Anadolu feneri ile Kız-Kulesi arası 34 km. Boğazın genişliği yer-yer çok değişir. Şimaldeki geniş medhâlden ( fenerler arası 3600 m.) itibaren, Yeni­ mahalle— Sütlüce (92$ m.) arasına kadar olan ilk kısımda, koylar ve karşılıklı burunlar ara­ sında sahiller birbirine kâh yaklaşıp, kâh



667



uzaklaşmakla beraber, tedricî bir darlaşma gö­ rülür. Bundan sonra, boğazın Büyükdere — Paşa­ bahçe arasında uzanan ikinci parçasına geçilir ki, burada genişlik yemden artar ( bilhassa Büyiikdere koyu ile Umur-Yeri arasında 3350 m .); fakat umumî istikametin değişmesi ile, boğaz oluğu yeniden darlaşır { Yenikoy ile Çubuklu gaz depolan arastada 1480 m .) ve Istİnye ( Tokmak burnu) Üe Kanlıca (Ç akal burna) hattından itibaren, boğazın hemen-hemen şımâl — cenup istikametli en dar kısmına geçilir ( Mirgün — Kanlıca arası 790 m.). Boğazın as­ gari genişliği Rumelihisarı ( İskele } ile Anadoluhisan ( Kırm ızı-Yaîı) arasında 698 m. ola­ rak kaydedilir. Kandilli burnu ile Bebek ara­ sında da boğazın maktaı çok dardır ( 720 m.) ; daha cenupta, istikametin yeniden değişmesi ile, boğaz profili takrar genişler ( Defterdar burnu — Beylerbeyi arası 980 m. ve Şemsipaşa — Salıpazarı arası 1675 m.) ve nihayet boğaz, Şemsipaşa ( Üsküdar ) ve Sarayburnu arasında cenûba dönerek Marmara ’ya açılır ( Saraybur­ nu — Kız-Kulesi önü 1780 m. ve Ahırkapı — Kavak burnu arası 2240 m.}. Boğazın boyuna ve enine âit bu malûmatı verirken, muhtelif kay­ naklarda mevcut olan ve ekseriyetle birbirine tevafuk etmeyen rakamlar tekrar edilmeyerek, doğrudan - doğruya deniz haritaları üzerinde yapılan ölçmeler üe elde edilen neticeler yazıl­ mış, Anadolu ve Rumeli kıyılarının uzunluğu hususunda, harita umum müdürlüğü tarafından Ölçülüp, Türkiye cumhuriyeti istatistik yıllığın­ da (1941/42, XIII.) neşredilen rakamlar alın­ mıştır. B o ğ a z k ı y ı l a r ı n ı n a v a r ı z ve b ü n ­ y e s i . Boğaziçi’nde, karşılıktı sahillerin bir­ birine muvazi oluşu nev’inden, başka bir umu­ mî karakter daha vardır ki, o da bu sahille­ rin dik yamaçlar hâlinde olmasıdır. Bâzan ke­ sif ağaçlıklar ile örtülü olan bu yamaçlar an­ cak vâdİ ağızlarında inkıtaa uğrar ve dik ya­ maçlar önünde kıyı boyunda hemen dâîmâ ya­ lın kat bîr sıra hâlinde dizilen evler, bu vadi ağızlarında kendilerine, Boğaziçi köy ve kasa­ balarının az-çok kesif İskân nüvelerini meydana getirecek kadar geniş bir saha bulurlar. Boğa­ zın şimal kısmında, Karadeniz medhalinden, İtibaren Yenimahalle ve Anadolu-Kavağı ’na ka­ dar uzanan kıyılar, yaşı ikinci zaman sonu olarak tesbit edilen yeşilimsi veya kızıl koyu renkli indifaî sahralardan ( andesit lav ve tüfle ri) müteşekkildir. Diğer kısımlarda ise, bi­ rinci zaman ortalarına ( Devon d evri) âit çe­ şitli rusubî araziden (k illi şistler, az-çok kaba yapılı kum taşları, bunlardan daha sert kesif mavi kaîkeı ler ) mürekkeptir. İstanbul şehrinin bulunduğu yarım ada Üzerinde İse, üçüncü za­



66$



BOĞAZİÇİ.



manın kirecli-kiîli yumuşak tabakalarına rast­ lanın Gerek Boğaziçi oluğunun, gerekse boğaz bölgesindeki vadilerin yamaçları dik olmakla beraber, yamaçların üstünde geniş düzlükler vardır. Yalnız, Anadolu yakasında, boğaza ka­ dar sokulmayan tepeler bu düzlüklerin yekne­ saklığını ihlâl ederler ki, bunlar^- Devon dev­ rine âıt, gayet sert kum taşlarından meydana gelmiştir ( Çamlıcalar, K ayışdağı). Şu hâlde, İstanbul boğazı, tâbi vâdileri ile beraber, İrtifaı 120— 200 m. arasında değişen yayla şekilli düzlükler İçine gömülmüş bir vâdi sistemi man­ zarası arzeder ( bk, E. Chaput, Vot/ages d'etudes geologiqu.es et geomorphogeniques en Turquie, Paris, 1936, s. 151— 177, 237 v.d,, 245, 259, 287— 290 ve bibliyografya ). Boğazı n deniz altı t o p o g r a f y a s ı . XIX. asır ortalarından itibaren yapılmış iskan­ dillere istinat edilerek, meydana getirilen ha­ ritalar, biç olmazsa ana çizgileri bakımından, boğazın deniz altı topografyası hakkında doğru bir fikir edinmeğe elverişlidir. Bu haritalar üzerinde yapılan müşahedeler, Boğaziçi ’nın su altında kalan kısmının bîr çok intizamsızlık­ lar, çukurlar ve tümsekler meydana getirmekle beraber, cenuptan şimale doğru takriben o,ooı değerinde umumî bîr meyil arzetiiğini, Dolmabahçe — Üsküdar 'dan itibaren — . 30 metreden daha deriu bir oluğun boğazı baştan başa katettiğini, her yerde boğazın ortasından geçmeye­ rek, bâzan bir kıyıya, bâzan ötekine yaklaşan hu oluk dâhilinde, hemen dâima Boğaz profilinin darlaştığı sahalara tekabül etmek üzere,-göbek şeklinde çukurlar mevcut olduğunu, buna mu­ kabil profilin genişlediği yerlerin nisbeten daha az bîr derinlik gösterdiğini ortaya koymakta ve bu son kaideye uymak üzere, boğazın niha­ yet bulduğu iki uçta, medhâlîer civarında, de­ rinliğin azaldığı birer eşik bulunmaktadır. Cenûp medhâli önünde olau Saray-Burau ile Seli­ miye arasındaki eşik, A. Merz in lesbit ettiği gibi, — 37 değil, fakat — 50 m. derinliğinde olmalıdır ( B. Darkot}, -Şimâldekine gelince, oldukça sık bir İskandil, şebekesine dayanan bütün deniz haritalarında su seviyesinden aşağı 50 metreye kadar yükseldiği görülen bu eşik, bu civarda hiç bir iskandil yapmamış olatı A. Merz tarafından, her nedense, yok farzedİlmiş ve boğaz oluğunun, mütemadî bir meyil ile, doğrudan doğruya Karadeniz ’e açıldığı kabûl olunmuştur. Boğaz oluğu cenupta Beşiktaş ile Üsküdar ve Kuzguncuk arasında, tam ortada kendi mihveri boyunca uzanan bir sırt ( derin­ liği — 25 ile — 30 arasında ) ile iki talî oluğa ayrılır ki, bu oluklarda derinlik — 50 metreyi bulmaz. Buradan itibaren şimale doğru gidilin­ ce, ortadaki sırtın kaybolup tek bir oluk teşkil



ettiği görülür ki, burada azamî derhılik tedricen •— 70 metreye iner ve boğazın çok darlaştığı bu kısımda, yukarıda işaret edilen göbek şekilli çukurlara rastlanır. Bunlardan biri, frânsiz ve İngiliz deniz haritaları üzerinde, Amavutköyü — Vani-Koyü arasında 106 m., bir İkincisi, Bebek camiî ile Kandilli burnu arasında 120 m. de­ rinliğinde gösterilmiştir. Daha şimalde âzamî derinlikler, yine evvelki gibi, 70— 75 m. arasında ( İngiliz amirallik haritalarına göre Kavaklar önünde $0 m. 'den fazla ) oynar ve nihayet bo­ ğaz oluğunun dibi Garipçe ile Poyraz burnu arasında — 90 metreye indikten sonra rnedbâl önünde derinliği — 50 metreye varmayan bir eşik ile nihayete erer. 191:7/1918 senelerinde boğaz sularında hidrograf ya tetkikleri yapan A. Merzj daha eski kaynakların bildirdiği de­ rinlik rakamlarının umumiyetle az-çok müba­ lağalı olduğunu, zîra derinlik ölçülerinde kul­ lanılan İskandil ipinin boğazdan geçen üstlü altlı cereyanlar yüzünden, İnhirafa uğrayarak, bilhassa akıntıların hızı fazlalaşan dar yer­ lerde hakikî değerinden hayli farklı rakam­ lar elde edildiğini, işte bunun için, İstanbul boğazının eh çukur noktasının— 120 değil, fa­ kat — 93 m. derinliğinde olduğunu ifade et­ miştir, Fakat Merz ’in ölçüleri doğrudan doğj rüya derinlik tayinini istihdaf etmediği İçin, onun da gerçek kıymetleri bulduğu kat’îyetle söylenemez. Bu kıymetleri elde etmek için, modern iskandil metodiarı ile yapılacak ölçü­ leri beklemek lâzım gelmektedir. Boğaziçi 'nîn deniz altı topografyasında, olu­ ğun menşeini aydınlatmak bakımından, hesa­ ba katılacak bâzı hususiyetler daha seçilir ki, bunlardan biri boğazın su atfında kalan kısmın­ da kaya döküntülerine, kum sığlıklarına pek az rast gelinmesidir ( başlı çalan : Rıimeli-Feneri önünde, Örek e taşı „îles eyannees" ve Büyük* dere karşısında Umur-Sığlığı, Beykoz ile Servi burnu, İstiııye ile Yeni-Köy arasında ve Kuruçeş­ me önündeki sığlıklar). Diğer bîr hususiyet ise, iskandillerin' hemen hiç bir yerde sert kayaya rast gelmemesi, 'su altındaki zeminin dâima kum, çakıl ve kavkaa nevinden enkaz ile Ör­ tülü bulunmasıdır, 11. B o ğ a z i ç i ’n d e d e n i z a k ı n t ı l a r ı . Boğaziçi akıntıları, ilk önce, gemilerin seyr-i seferine tesir etmesi bakımından denizcileri alâkadar etmiş, eski müellifler arasında î Poiybios, Dionysos ve Strabon ) bu tabiat hâdisesini tasvir edenler olmuş, Boğaziçi '»de şimal den cenuba giden büyük akıntı ( Mega ""euma}, Ka­ radeniz ’in fazla suyunun Marmara 'ya doğru akması şeklinde izah edilmiştir. Filhakika, nor­ mal hava şartlan altında, boğazın satıh sula­ rında, şimalden cenuba doğru bir cereyan vâr-



BOĞAZİÇİ. dur ki, nehirlerde olduğu gibi, yatağın mukaar kıyılarım tâkip etmeyerek, muhaddep kıyılar önünden akıp gider. Boğazın şimal medhâli civarında takriben ortadan geçtiği görülen bu ana cereyan, daha cenupta Servi-Burau önünden geçip, Rumeli kıyısında Yeniköy burnuna yak­ laştıktan sonra Yamak ( K anlıca) burnu önün­ de boğazın dar kısmına girer ve burada sür’ati artarak Rumelihisarı Önünde Şeytan-akıntısını meydana getirir, müteakiben karşı sakilde Kan­ dilli burnu ve sonra tekrar Rumeli tarafında Arnavutköyü şimalindeki akıntı burnu yakınından geçer, Vani-Köyü önünde Maskara-akıntısı teş­ kil ettikten sonra Beylerbeyi— Üsküdar ( Şemsipaşa) arasında Anadolu kıyısına daha yakın bulunur; Nihayet Kız-Kulesi açıklarından Sarayburnu ’na atlar ve genişleyerek, Marmara 'ya dâhil olur. Bu cereyanın vasatı sür’ati saniyede 0.90 m. ise de, Kandilli önlerinde 1,45 metreye { saatte 5 km. ’den fazla) varır ve şimal rüz­ gârları ile desteklendiği sırada daha da hız­ lanır. Bilhassa burunlar önünde, kendini hiss­ ettiren bu cereyana mukabil, büyük koylar içinde aksi cihete doğru akan anaforlar görü­ lür ki, bu ters akıntıların en mühimi, Saraybumu 'nda başlayıp, Haliç ’in ön kısmından ge­ çer ve Tophane-Beşiktaş önünde Rumeli kıyısı boyunca Arnavutköyü’ne kadar tâkîp edilebilir. Daha şimalde Bebek, Küçüksu, Istinye, Beykoz ve Büyükdere koylarında da böyle ters akın­ tılar görülür ki, bunları, ana cereyandan ayrıla­ rak, koyları dolaşıp sonra tekrar bu cereyana katılmak üzere Rumeli tarafında sağa, Anadolu kıyısı önünde de sola doğru kıvrılan tâlî kol­ lar telâkki etmek mümkündür. Fakat boğaz mıntakasmda şiddetli ve sürekli cenup rüzgâr­ ları estiği sırada satıh suları takımiyle aksi cihete doğru akmaktadır ki, buna gemiciler o r k o z adım verirler; orkozun hukün sürdüğü sırada şimalden cenuba doğru olan sathî cere­ yan hemen-hemen ortadan kalkar, hattâ koy­ larda eveîkînin aksine doğru ters akıntılar gö­ rülür. Yukarıda söylenen ve varlığı pek eskiden ben bilinen satıh akıntılarından başka, boğaz olu­ ğunun derinlerinde Marmara ’dan Karadeniz ci­ hetine doğru akan bir akıntı daha vardır. Ba­ lıkçılar, Öteden beri, boğazın derîn sularının satıhtaki ana cereyana nazaran aksi cihette aktığına dikkat etmişlerdi. Ağlarını suya bı­ raktıkları vakit, bunların, muayyen bir de­ rinliğe vardıktan sonra, bâzan kayıkları yüz­ deki akıntıya karşı hareket ettirecek kadar kuvvetli bir cereyanla sürüklendiğini görmüş­ lerdi. Bu akıntının mevcudiyetinden, bir takım ilmî mülâhazalara dayanarak, ilk defa bahseden Comte de Marsigli olmuştur kî, XVII. aşırın



66$



sonuna doğru İsveç kıraîiçesi Chrİstine ’e yaz­ dığı mektuplardan, sathî suların Karadeniz 'den Marmara’ya doğru cereyan etmesine mukabil, derindeki suların aksi cihete akması lâzım gel­ diğini izah etmişti. Kanal adı verilen bu akın­ tının varlığını ilmî metodlar ile tesbit ede­ bilmek için, XIX. asrm ikinci yarısını bekle­ mek lâzım gelmiştir. İlk defa Spratt (1871), bu akıntının mevcudiyetini ve aynı zamanda dipten akan sular m, satıhtaki tere nazaran, daha tuzlu olduğunu meydana koymuştur. Daha yeni müşahedeler ile de te’yit edildiği gibi, bu alt akıntının azamî sür’ati ( Kuzguncuk önlerinde ) 1,22 m. ’yi bulmaktadır. Karadeniz 'den gelen sathî suların tuzluluğu 17/1000 iken, boğazın de­ rin kısmındaki sular, kendilerine menşe* olan Akdeniz sulan gibi, çok tuzludur ( 35/1000 'ten fa zla ). B o ğ a z c e r e y a n l a r i n i n m e n şe 'i. XIX. asrın ikinci yarısı ile, XX. asrın başında, Bo­ ğaziçi sularında yapılan ilmî araştırmalar ( Spratt 1871, Wharton 1872, Makaroff 1881/1882, Magnaghi 1884, de Gueydon 1886, Natterer 1894, Spindler 1890 ve 1894, Nıelsen 1910 ve nihayet Merz 1917/1918), bu suların fizikî ve kimyevî vasıflarını belirterek, boğaz akıntılarının menşe’i hakkında bir takım faraziyelerin ortaya konmasına imkân vermiştir ki, bunların müş­ terek esası, daha fazla su ile besi enen, ve havzası üzerinde daha az tebahhura mâruz olan Kara­ deniz sularının satıhtan Marmara 'ya doğru akması ve Marmara ’nın derin kısımlarını dol­ duran tuzlu ve ağır suların da, hidrostatik tazyik farkı yüzünden, boğaz oluğunun alt tarafından geçerek, Karadeniz'e doğru gitmesi şeklinde hulâsa edilebilir. Bilhassa A . Merz tarafından yapılmış ölçüler, sühunet dereceleri, tuzlulukları ve akış cihetleri farklı olan iki cereyanı» ayrılma sathinin, cenup medhâlinde su yüzüne daha yakın ( Üsküdar Önlerinde — 20 m.) iken, şimale doğru gidildikçe tedricen daha derinlere indiğini ( orta kısımlarda — 30, 3$ m., şimal medhâli yakınlarında — 45 m. civa­ rında ) meydana koymuştur. Merz-Möller faraziyesine göre alt akıntı, bir nehir yatağında imiş gibi boğaz oluğunun dibinden akarak, Karadeniz ’e kavuşmaktadır ( Alfred Merz Lptte Möîler, Hydrographische Uniersuchungen in Bosporus und Dardanellen, Berlin, 1928). Bu hâdisenin mümkün olabilmesi için oluk ze­ mininin şimale doğru meyilli olması icap et­ mektedir ve müellifler, şimal medhâli önünde bir eşik bulunmadığını kabul ederek, bu hük­ me varmaktadırlar. Son senelerde Ph. Ullyott ve Orhan İlgaz (1942— 1944 ), suyun muhtelif de­ rinliklerde suhunet ve tuzluluğunu sÜr’atie tâ­ yin eden elektrikli iskandil âleti ile sürekli ve



dr»



BOĞAZİÇİ.



muntazam müşahedeler yaparak, dikkate değer bâzt neticeler elde etmişlerdir ki, bunlar daha şimdiden, Boğaziçi 'ndeki suların eski cereyan faraziyesinı epeyce değiştirecek mâhiyette gö­ rünüyorlar. Bu müşahedeler, evvelâ boğaz mıntakasmda şiddetli şimal rüzgârı estiği sırada, Karadeniz 'in sathından gelen az tuzlu suların boğaz oluğunu tamamiyle kaplayarak, ait cereya­ nı büs- butun kovduğuna belirtmektedir ki, bu suretle, 60 sene evvel Makaroff tarafından „Karadeniz seviyesi 80 santimetre daha yükselirse üst cereyanın boğaz dibine kadar inerek, Mar­ mara ’dan Karadeniz ’e giren suların tamamiyle koyulacağı'1 şeklînde ifâde edilen bir hâdisenin bugün bile, bâzı şartlar altında vukua gelmek­ te olduğu anlaşılıyor. Yine bu yeni müşahede­ ler, sürekli cenup rüzgârlarının esmesi ile vu­ kua gelen ve orkoz adı ile tanınan ters akın­ tının, satıh sularında tuzluluk nisbetini bir az arttırdığını, fakat alttaki sularda tuzluluğun, normale nazaran, eksildiğini meydana koymak­ ta, müellifler bu suretle, suların şiddetli cenup rüzgârları ile itildiği sırada bile, çok tuzlu suların Karadeniz 'e giremediğini göstermekte­ dirler. Normal hava durumuna gelince, mutedil şimal rüzgârı eserken, boğaz oluğunun satha yakın kısmında, az tuzlu bir su tabakası, altta ise çok tuzlu sular bulunduğunu ve aradaki ayrılık sathının şimale doğru meyilli olduğu­ nu ifâde etmekle, müellifler eski müşahede­ leri te'yit ediyorlar; fakat bu ayrılık sathı­ nın, mevcudiyeti üzerinde B. Darkot 'un İs­ rarla durmuş olduğu şimal medhâlİ eşiği zir­ vesine varmadığını, binaenaleyh bu eşik üstünde yalnız az tuzlu Karadeniz sularının bulundu­ ğunu, yâni normal şartlar dâhilinde, Marmara ’dan gelen alt cereyan sularının Karadeniz 'e çıkamayacağım ileri sürmek suretiyle, bütün eski nazariyelerden ayrılıyorlar. Bu sular, şimal eşiği yakınlarına kadar gelmekle beraber, „turbuleace" hâdisesi neticesinde, temas sathı ci­ varında üst akıntıya karışıp tekrar geriye dön­ mekte, bu suretle alt akıntının hacmi şimale doğru tedricen azalmakta, diğer taraftan, öl­ çülerin sarih şekilde gösterdiği vecihîe, Üst akıntıda tuzluluk nisbeii, Marmara sularının karışması neticesinde, boğazın şimal tarafla­ rından cenuba doğru, muntazaman artmaktadır. Nazarî deliller faraziyenin doğruluğunu destek­ lediği gibi, müellifler ayrıca İstanbul ’da Robert Kolej müessesesinde, 1934 senesinde Bo­ ğaziçi ’nİn bir modeli dâhilinde yaptıkları bir tecrübe İle, faraziyelerinin hidrodinamik imkân­ lara uyduğunu da göstermişlerdir ( Philip Ullyott \c Orhan İlgaz, İstanbul boğazında araştır­ malar, Türk coğrafya dergisi, Ankara, 1943, II, ve 1944» V }.



III. İ s t a n b u l b o ğ a z ı n ı n m e n ş e ’i. İstanbul boğazının teşekkül tarzı, çok eskiden beri, İnsan düşüncesinin takıldığı bir mevzii olmuştur. Bu hususta, yak m vakte kadar, bir takım efsaneler ileri sürülürken, daha ilk çağ­ larda bile, boğazın men'şeini az-çok Ümî bir şekilde izah etmeği deneyenler olmuştur. Ka­ dîm yunan müellifleri arasında, Karadeniz ’in şimdiki Hazer denizi gibi, büyük bir iç deniz iken, sonradan boğazlarım açılması ile hârice irtibat kazandığı fikri mevcut İdi. XVIII. asır başında, seyyah Tournefort, eski Karadeniz gölü sularının hârice taşarak, aşındırma sure­ tiyle, boğaz oluğunu açtığım tasavvur etmiş, onun müşahedelerine istinaden Pallas (1788), boğazın yakın bîr devirde akar suların aşın­ dırması veya menşe’i dahilî bîr hâdise ile açıl­ mış olabileceğini ileri sürmüştür. XIX, asır başında Dureau de la Maile { 1807 ), boğazın bu havalide vukua gelen volkan indifâları ne­ ticesinde açıldığım ve şimal medhâli civarın­ daki lavların da o sırada meydana çıkmış ol­ duğunu iddia etmiştir. Bu düşünce, daha sonra P. de Tchihatcheff (1864) tarafından da tekrar edilmiş olup, ona göre, dördüncü zaman zar­ fında vukua gelen indifâlar sırasında kırılma neticesinde boğaz açılmış ve Karadeniz sulanburadan Marmara ’ya doğru akmıştır. Yakın senelerde, yapılan müşahedeler, boğaz civarın­ daki indifaî arazinin yaşının kat’î surette ikinci zaman sonu olarak tesbit etmiş bulunduğundan, çok yakın bir devirde açılmış olan boğazın teşekkülünde indifaî hâdiselerin rolü olmayacağı anlaşılmış ve artık bu nazariye şimdi tamamiyle terkedilm iştir; bununla beraber, boğazın menşe’inî dahilî âmillere atfetmek düşüncesini, indifâsız kırılmalar nevinden tektonik hareketler tasavvuru ile, daha yakın yıllara kadar müdafaa edenler olmuştur. Neumayr (1880) ve Boiatzis (1887 ) gibi ki, bu sonuncuya göre, Boğaziçi oluğu yeni bir çöküntü çukurundan başka bir şey değildir. Her ne kadar yeni müşahedeler bu tasavvurun yanlışlığını ortaya koymuş ve boğazın, buradan geçen akar sular tarafından kazılma suretiyle açıldığı fikrini sağlamlaştır­ mış ise de, Boğaziçi oluğunun birbirine az-çok kaim dirsekler ile eklenen parçalar şeklinde görünüşü ve bu parçalardan birinde, çöküntü çukurunu dolduran rusuplar bulunuşu, sular tarafından kazılmış vadinin yerinin hiç olmazsa kısmen tektonik âmiller ile işaret edilmiş ol­ duğu mülâhazasını bâzı müellifler nazarında hâlâ kabil-i müdafaa telâkki ettirmektedir. Fa­ kat bu müellifler bile, boğazın, deniz sevi­ yesi şimdikinden daha alçak olduğu bir sırada, akar sular tarafından, normal îtikâl vetiresine göre, açılmış bir vâdi olduğu fikrinde mütto-.’



BOĞAZİÇİ. file bulunuyorlar. Bilâhare deniz seviyesi yük­ selerek, bu vadiyi ve aynı zamanda onun ta­ bilerini ( H aliç) kısmen işgal etmiştir. Daha XIX. asır başında A. votı Hoff ( 18*2 ), boğa­ zın teşekkülünü, fazla beslenen Karadeniz se­ viyesinin yükselmesi ile, bu denizi Marmara Çukurundan ayrran eşiğin Üzerinden akan sula­ rın itikâline atfetmiş bulunuyordu. Bu izah tarzı, bilâhare diğer müellifler tarafından daha esaslı şekilde işlenilmiş, XIX. asır sonunda, boğazın deniz tarafından istilâ edilen bir vadi olduğu bütün alâkalılar tarafından kabul edil­ miş olup, yeni müellifler arasında ancak İstan­ bul ve Çanakkale boğazlarının aynı vadiye ait parçalar oîup-olmadığı ve bir de bu vadi­ ler İçinden geçmiş bulunan nehir sularının akış ciheti üzerinde düşünce farkları görülmekte­ dir. A. FhÜippson (1898), F. Toula (1898) N. Andrussow (1901), J. Cvijic (1901), İstanbul boğazını Karadeniz 'den Marmara ’ya doğru akan bîr vadi parçası olarak telâkki etmişler ve Th. English (1904 ) ile R. Hoernes {1909, 1911) bu vadide akışın cenuptan şimale olduğunu kabul eylemişler; W. Penck (1919), menşe’ bakımından, boğaz oluğunun marmara ile alâ­ kası olmadığım ve bunun, yukarı mecrası Kâ­ ğıthane deresi (H a liç) tarafından meydana ge­ tirilmiş bir vâdinin temadisinden ibaret bulun­ duğu fikrini terviç etmiş, B. Darkot ( Coğrafî araştırmalar, İstanbul, 1938 ), Boğaziçi vadisi­ nin açılmasını IV. zamanın cümûdiye devirleri ile münasebetdar olarak ele almış, cümûdiye istilâsına tekabül eden serin ve rutubetli bir İklim safhasında, fazla beslenen Karadeniz su­ larının, şimdi boğazdan geçen su hacmine na­ zaran, çok daha büyük bir kütle hâlinde aka­ rak, boğaz oluğunun teşekkülündeki rolünü tet­ kik etmiş, boğazın cenup medhâlmdeki eşiğin, W. Penck tarafından iddia edildiği gibi, HalİçBoğaziçi vadisini Marmara mailesinden ayıran bir sırt olmayıp, Karadeniz ’den gelen büyük su kütlelerinin taşıdığı sulp maddelerin, bir nehir deltasında olduğu şekilde, oluğun ağzında birikmesi ile husule geldiğini ileri sürmüş, bo­ ğazda yapılan iskandillerin sert kayaya rastla­ madığına işaret ederek, bugünkü deniz altı profilinin, sular tarafından açılmış oluğa tam olarak tekabül etmediğini ve bu oluğun şimdi, evvelkine nazaran, hacmi azalmış cereyanlar tarafından sürüklene meyen enkaz ile örtülmüş bulunduğunu söylemiş, boğazın dar kısmında görülen' göbek şeklindeki çukurları, cereyan sür’atinin nisbeten fazla olduğu yerlerde, tera­ küm maddelerinin az birikme sahaları olarak tefsir eylemiştir. Son yıllarda Sırrı F. Erinç (1939) tarafından yapılan bir araştırmada, İs­ tanbul boğazının menşe’i meselesi, bütün bu



671



yeni müşahedelerin ışığı altında tetkik edil­ miş, boğazın umumiyetle birbirine müvâzî olan karşılıklı kıyıları boyunca görülen kıvrım ve dirseklerin vadi yamaçlarına âit şekillere tam uygunluğu neticesine varılmış, B. Darkot tara­ fından ortaya konduğu gibi, teraküm madde­ leri altında az-çok Örtülü olan boğaz vadisi tabanının Karadeniz medhâlinden Marmara çu* kuruna doğru meyilli olduğu ve binaenaleyh oluğun Karadeniz ’den Marmara ’ya doğru akan bir vadi tarafından açıldığı kabul edilmiş, şimal medhâli civarında, karşılıklı kıyılar arasında müvazıliğin zâii olmasında, açık deniz dalga­ larının sebep oldukları i’tikâl hâdisesinin rolü gösterilmiştir. Boğaz vadisinin yamaçları üze­ rinde görülen ve eski mecra parçalarına teka­ bül eden düzlükler ( taraça) meyli de, akış cihetinin şimalden cenuba doğru olduğu fik­ rini te’yit etmektedir. Netice itibariyle, Boğaziçi vadisinin III. zaman sonundan İtibaren teşekkül etmeğe başlayarak, şimdikine nazaran en az 100 m. daha alçakta bulunan bir deniz seviyesine göre kazıldığı ve IV. zaman ortalarına doğru, bu vadinin deniz istilâsına uğradığı anlaşıl­ maktadır. ( B e s i m D a r k o t .) T A R İH T E B O Ğ A Z İÇ İ



Boğaziçi ‘nin çok eskiden beri fenikeliler ve hattâ kadim yunanlılar tarafından «misafirper­ ver" mânasına gelen kelimeler ( msl. euxinos) ile isimlenen Karadeniz'e bir mahreç olduğu mâHımdu. Eski yunanlılar buraya, her hâlde boğazın nihayetindeki sahillerde tesadüf olu­ nan bazalt sütunları ve mağaralar sebebiyle, «birbiri ile vuruşan kayalar" mânasına, Symplegades demişler ve boğazdan ilk mitoloji kahra­ manlarından Herakles ( H erkül) ’in, sonra Iason 'un riyasetinde, Kafkasya *ya altın yapağı ( kolchis, „sırma tüylü keçi postu" ) aramağa giden ar­ gonotların geçtiğini hikâye etmişlerdir. Boğaz­ içi kıyılarında, gerek bunlara gerek daha sonra­ ki bizanslılara âit, bir çok hâtıralar mevcuttur. Boğaziçi hakkında eski çağlara âit oldukça taf­ silâtlı malumat Herodot, Poîybios, Strabon, P 1İnius, Arrİan, Philostratos v.s. ’de bulunduğu gi­ bi, bjzansh Dionysios ’un 196 'dan evvel yazdığı ayrıca bir eser de vardır kİ, muahharen C, Weseher tarafından, yeni bir yazması bulunan yunan­ ca orijinal metni İle beraber, neşredilmiş olan bu eser ( Dion. Byz. de Bosp. navigatione qaae süper sunt, Paris, 1874), evvelce uzun müddet P, Gillius *un lâlince nüshası île bilinmekte idi ( De Bosporo Thracİco libri, I— III, Lyon, 1561 ). Türkler ise, daha İstanbul ’un fethinden Önce, Boğaziçi iie alâkalanmışlar ve buranın askeri ehemmiyetini düşünerek, tahkimat yapmakla işe başlamışlardır. Fakat İstanbul alındıktan ve



6; j



BOĞAZİÇİ.



bilhassa Karadeniz bir türk iç denizi hâline getirildikten sonra, boğazın müdafaa bakımın­ dan ehemmiyeti ikinci plâna düşmüş, zaman zaman bu hususta dâ tedbirler alınmakla be­ raber, son yıllara kadar, Boğaziçi türk İstanbul hayâtında, hem muhtelif ümran hareketlerine bir zemin, hem de bir eğlence yeri, şiir, mu­ siki ve edebiyat mevzuu olarak kalmıştır. Boğaziçi muhtelif devirlerde muhtelif safha­ lar ve değişiklikler geçirdi. Tabiî güzellikler!, mimarisi, nakil vasıtaları ve Boğaziçi ’ııde ge­ çirilen hayat tarzı bakımından, bu değişmeler ehemmiyetli oldu. Fatih devrindeki Boğaziçi ile XVII. ve XVIII. asırdaki Boğaziçi arasında, hissolunacak derecede, fark vardır. Turkîerin eline geçtiği vakit, Boğaziçi ’nde İhtişam ve azametten büyük bir eser yoktu. Bu tarihten itibaren her İki sâhi! de, zaman-zaman ve yeryer kurulan köyler, yapılan kasırlar, köşkler, yalılar, bahçeler, câmi ve çeşmeler ile gittikçe kalabalıklaştı ve güzelleşti ki, bu 5 asırlık türk hüviyet ve damgasını bugünkü hâlinde görmek ve bulmak hâlâ mümkündür, XVII, asırdan itibaren hanedan, devlet ricali, daha fazla nîsbette Boğaziçi 'ne yayıldılar ve onların yalıları ( sâhilhâneler ), köşkleri, hayır raüesseseleri ile bu güzel dünya parçası mâ­ mur oldu. Boğaziçi ’nin tarihî gelişmesini iyice takip edebilmek için, Rumeli kıyısının başla­ dığı yerden, yâni Tophane 'den, diğer ucuna, Anadolu kıyısı nihayetindeki Kuzguncuk ’a ka­ dar topografyası, tarih nokta-i nazarından, sı­ rası İle aşağıda zikrolunmuşiur.



Tophane. Boğaziçi 'nin Rumeli kıyısı, Byzantıon [ bk. İstanbul ] ’un bir mahallesi ve Gala­ ta ’nın şark cihetini teşkil eden,Sykai (Karaköy) Man sonra Megaralı Schoİniklos ve Amphiaras 'a âit mâbed ve yine Artemis Phosphpros mukad­ des mahallînin bulunduğu Boîos ( „kale içi**) ’u takip ederek, Metöpon (Tophane ) ’a gelir. Bosporios Akra (Sarnyburnu) *nm karşısında bu­ lunan ve o zamanlarda ağaçlık olan bu civarda bir Apollon mabedi vardı. Tophane, Galata [ b. bk,] ’dan itibaren, Fın­ dıklı ya kadar sahilde olan mahalleleri içine alır. Burası bol ağaçlık bir yer olduğu için, her devir­ de, rengin bir mahâl olarak, tasvir edilmiştir. Şehre yakın olması dolayisiyle, Fındıklı ile birlikte, eskiden en evvel inkişaf eden ve bil­ hassa devlet ricalinin rağbet ve İkamet ettik­ leri bir semt idi. Evliya Çelebi ‘nin baştan başa bağ ve bahçeli saray ve yalılarla dolu otuza yakın mahalleden mürekkep olduğunu söylediği Tophane Me, onun zamanında, başta Sadreddinzâde. Melek Ahmed Paşa ve Ebû Said yalıları olduğu hâlde, bir çok yalılar, tekkeler ve me­ sireler vardı. Buranın mülkiye âmiri, Galata



mOllasın m naibi erinden biri, askerî kumandanı topçu-başı ve zabıta âmiri ( leb-i derya hâkimi) de bostancı-başı idi. Burası ismini, belki fe­ tihten evvel burada bulunmuş olup da, Fatih tarafından kurulup, Kanunî tarafından inkişaf ettirilen tophaneden almıştır. Bü tophane son­ radan zaman-zaman tamir ettirilerek (1155 ’te tamirine âit bir vesika için bk. Âhmed Refik, XII, asırda İstanbul hayatı, s. 157 ), Selim III. zamanında, bütün müştemilâtı İle birlikte, ye­ niden inşa edilmiştir. Padişahlar-ve sadrâzam­ lar bâzan tophaneye gelir, topların kalıplara dökülmesinde bulunurlardı (b k. Vâsıf, Tarik, Bulak, 124Ö, I, at, 45 ). Tophane ocağı mescidi Kanunî tarafından inşa ettirildi; Fakat Mustafa III. devrindeki büyük Tophane yangınından { l ? 6 i ) sonra, yeniden inşa edilmiştir. Aşıl Tophane camii kaplıdan Kılıç A li Paşa'nin 1580 Me mimar Sinan ’a Ayasofya farzında, Şadırvan, musluklar, sebil ( krş. İzzet Kum­ baracılar, İstanbul sebilleri, 1941 s. 8), mek­ tep, medrese ve hamam ile birlikte bina ettir­ diği büyük camidir. Bu camiin sebili karşı­ sında SiyavuşPaşa bir çeşme yaptırdığı (1632) gibi, Murad IV. *ın silâhdarlığmdan sancak beyliğine çıkan Mustafa Paşa da bir çeşme ve sebil yaptırmıştır (1636). Daha sonra Ahmed III. tarafından Tophane ’ye Bahçefcöyü ’nden su getirilince (1 1 4 2 ),Tophane iskelesi sokağı kar­ şısında, dört cepheli muazzam bir çeşme binaya başlanmış (1143) ve Mahmud I. tarafından ikmâl edilmiştir (114$). Tophane Me top arabacıları kışlası yanındaki, Abdülmecid ve Abdülaziz devrinde her sene kadir alayının yapıldığı Nusratiye camii ( Mahmud II. tarafından vâk’a-i hâyriyeden sonra ve onun hâtırasına izafeten yapıl­ m ıştır; camiin yanındaki Nusratiye sebili de, Mehraed Emin Ağa ’mn mimar başıİığı zamanın­ da Mahmud II. tarafından 1825 'te yaptırılm ıştı) ile Tophane ’tıin şimâl-i garbisindeki Cihangir camii kayde değer ehemmiyetli camilerdir. 1559 Ma şehzade Cihangir nâmına babası Kanunî ta­ rafından yaptırılan bu cami 113i, 1136 ve 1238 yangınlarında üç defa yânmış, fakat 1239 (1823/1824) Mâ sadrâzam Siiâhdar A li Paşa tarafından tamir ettirilmiş ve 1307 Me tekrar bugünkü şeklinde inşa edilmiştir.'. S a 1 1 p a z a 1 1 ve F ı n d ı k l ı . Daha ileride sahilde bir Aiax mabedi bulunduğu için, Sâlıpazart civarına Aianteion, Salıpazârı camimin bulunduğu uca ise, Palinormikon burnu deniyor­ du. Bunun yakınında Ptolcmaios .H.-Philadelphos mabedi vardı,. Fındıklı Tophane ’nin devamı olup, ikisinin arasında Salıpazarı bîr hudut itibar olunur. Salı-Pazarı, sonradan Tophane Me kurulmakla olan sah pazarının vaktiyle burada kurulması



BOĞAZİÇİ’nden bir görünüş.



BOĞAZİÇİ.



673



sebebiyle bu adı almıştı. Burada son zamanlara kadar bîr iskele vardı ( Salı*Pazarı iskelesi) ve İiyas-Çelebi, Cihangir, A l çak-Dam ve Dereİçi mahalleleri Salıpazarı semtinden sayılırdı. Burada eskiden oldukça meşhur bîr liman ( Çiviei-Limam) ile pazar yerî, Fındıklı *mn aslen bir ticaret merkezi olduğu kanaatini kuvvet­ lendirmektedir. Buradaki derede fındık ağaç­ larının bolluğu sebebiyle, bu semtin böyle bir isim almış olması muhtemeldir ( Hammer 'e göre, buradaki bir tüccar misafirhanesi fondaco ‘dan gelmektedir). Sonradan, İstanbul ’a yakınlığı doîayısiyle, padişahların ve devlet ricat inin rağbet ettikleri bir yer oldu. Bun­ lardan bir çoğu camı, mektep, çeşme ve ha­ mam gibi, eserler bırakmışlardır. Mahraud Ça­ vuş adında birinin çemenlik namazgahtan tah­ vil ettirdiği Çivici-Lİraam mescidi ile derya beylerinden Suheylî Bey ’in yaptırdığı Salıpazarı camiinden sonra, en mühim tesisler yine derya beylerinden Arab Ahmed Paşa ’mn zevcesi Perizâd tarafından bahçesine bina ettirilen Hatuniye mescidi, çeşme (ı$ 7$ ) ve tekke ile Mehmed Vusûiî Efendi (Anadolu kazaskeri; Molla Çelebi, Mîrim-Kösesi ve Hubbâ-Moîlası isimleri ite de mâruftur; ölm. 1590) tarafında inşa ve sonra buna vakfından bir mektep ve hamam da ilâve edilen Fındıklı camii bulunmaktadır (1748 "de Küçük Çelebi-zâde Asım Efendi ’nin İstanbul ka­ dılığı zamanında, bu camiye müstakil vakıf tâyin edilmiş ve büyük yangından sonra tamir olun­ muştur ). Bu caminin Önüne Koca Yusuf Paşa bir sebil yaptırmıştır (1787 ), Hatuniye tekkesinin yanma sadrâzam Bıyıklı A li Paşa (ölm. 1169 = 1755/1756), bir mektep ile bir çeşme yaptırdı. Yine bunun bitişiğinde aslen sultan sarayı olan büyük sahil hâne İse, Arab Ahmed Paşa, Meş’aleci İbrahim Paşa ve oğlu müderrislerden Meh­ med Esad Efendi, bilâhare, Esma Sultan ket­ hüdası Ömer Ağa ve Husrev Mehmed Paşa gibi kimselerin ellerinde bulunduktan sonra (burada 1002 — 1593/1549 tarihinde İngiliz elçisi de otur­ muştu ; krş. Ahmed Refik, K IL asırda îsianbul hayatı, s. 15), 1238 (1822/1823) yangınında tekke ile birlikte yanmış; bu tekke Husrev Mehmed Paşa tarafında yemden yaptırılmıştır.



Paşa tarafından, Salıpazarı ’nda evvelce Kara İbrahim Paşa yeğeni Osman Bey ’den devlete İntikal eden yerde, Salıpazarı ’ndan ve Güm­ rükçü Hüseyin Paşa yalısından yer alınarak, Emnâbâd adı ile bir sâhilsaray inşasından sonra (1137 =»1724/1725 ), daha çok parladı ( bk. Çelebi-zâde, s. 347 ). İbrahim Paşa ’mn zevcesi Fatma Sultan ’a temlik ettirdiği bu ya­ lının yerinde bilâhare yine sultan sarayları, msl. Mahmud H. 'on hemşiresi Adile Sultan ile Ce­ mile Sultan yalıları, kurulmuştur ki, Cemile Sultan yalısı, Çırağan yangınından sonra, 1325 (1909) 'te, meclis-i meb’usana tahsis edilmiş ve bugün bu iki binada Güzel san’atlar akade­ misi ile şimdilik Edebiyat fakültesi bulunmakta­ dır. Vaktiyle bîr çok ricâl yetiştirmiş olan Feyzıye mektebi de Salıpazarı ’nda İdi. K a b a t a ş . Fındıklı ve Kabataş ’ın sakinleri olan yunanlılara, Romanus Lecapenus tarafından, boğazda, şimâililerin gemilerine karşı kazanılan zaferin hâtırası olmak üzere, Kabataş ’ta dikilen ve Diplokionion ( »çift sütun* ) denilen taşa iza­ fetle, Diplokıonites (Dethier, Le Bospkore et Consianiinoplet Viyana, 1873, s. 59 v.dd.) denili­ yordu ki, bu halk bilâhare bu sahilleri terkederek, Beşiktaş 'a nakletmişler ve hattâ bu taşlar da bulundukları yerden sonraları, Barbaros’un mezarı için, buraya getirilmişti. Gillius devrinde Beşiktaş'ın yunanca adı olan Diplokion (Ham­ mer, Constantinopolis and der Bosporos., II, Post, 1822, s. 185 v.dd.) bundan gelmiş olacak­ tır. Kabataş ve Beşiktaş mevkileri ve isimleri, Dionysios 'un Boğaziçi hakkında verdiği malû­ mat arasında bahsettiği Petra Thermastis ile münasebetdar olmakla beraber ( Hammer, ayn. esr,)t Gîllius, Thermastis 'in Kabataş olduğunu tesbit ve bu iaşm denize atılmış olmayıp, bu İsim altında orada bulunduğuna işaret etmiş­ tir. Bu Petra Thermastis’in açık Umanı vaktiyle Pentekontorikon (,,50 kürekli gemi lim anı"; bugünkü Dolmabahçe) tesmiye edilmişti. Çün­ kü Girit 'e gitmekte olan İskit Taurus ’un 50 kürekli gemisi burada demir atmıştı. Bu sahil eski çağlardan beri dolmakta ve şeklini değiş­ tirmektedir. Kabataş, Fındıklı ile Dolmabahçe arasın­ Bu semtin uzun müddet, bilhassa ilmiye rtcâ- daki mahallelerden teşekkül eder. Bu semt, line merkez olduğu anlaşılmaktadır. Bursa ka­ adını Köse Kethüda lâkabı ile mâruf Mustafa dılığından mâzül Abdullah Efendi (ölm. 1689) Necib Çelebi (ölm. 1239 — 1823/1824 ) ’nin bu ’nin yaptırdığı Pişmaniye camii, İstanbul kadı­ civardaki sâhilhânesini tamir ettirdiği sırada lığından ınâzûl Kutb İbrahim Efendi (ölm. tesadüf edip de etrafım yontturarak iskele hâ­ 1073 — 1667/1668 ) ’nin aym adı taşıyan mahal­ line koyduğu bir taştan ( her hâlde Petra ledeki Kadı mescidi, Seyid Yahya Efendi’ nin, Thermastis) almıştır. Bu iskele uzun müddet kendi mahallesinde, bina ettirdiği Emîr-İmam Kara-Bâlî iskelesi adını taşımıştır. Eskiden mescidi, şeyhülislâm FeyzuIIah Efendi ( ölm. Fındıklı 'ya dâhil olan Kabataş, bağlık bahçelik 1698 ) ’nin buradaki yalısı bunu göstermektedir. ( bilhassa Kara-Bâlî bahçeleri) îdi ve burada Fındıkla, XVIII, asır başında Damad İbrahim bir takım bağ .odaları bulunuyordu, Sonradan (ilim A»#îklopodî#i



43



*74



BOĞAZİÇİ.



Elmas Mehmed Paşa mensuplarından bir kadın bir mescıd ( Bağ-Odaları mescidi, 1117 = 1705/ 1706), nişancılık payesi ile mütekait Avni ömeı Efendi, kendi mahallesinde, bir cami (Kabataş cam ii) ve Hekim-oğlu A li Paşa ise, büyük bir çeşme (1145) yaptırmışlardır. D o l m a b a h ç e , Kara-Bâlî bahçeleri ( Karaabah Mehmed Baba) ile Beşiktaş bahçesi arasındaki kısım olup, 1614 ’te, Halil Paşa ’nın ikinci kapudanlığı esnasında gösterdiği lüzum üzerine, Ahmed I. ’in bir emri ile doldurularak, bu isim verilmiş ve padişah bahçeleri me­ yalıma idhâl edilmiştir. Evliya Çelebi ’ye göre, bu doldurma işine Osman II. zamanında devam edilmiş, bir çok kayık ve mavnalar ile taşlar naklolunup, 400 arşın büyüklüğünde, cirit oyu­ nuna müsait bir meydan hâline getirilmiştir. 1719 ’da Dolmabahçe ’nin harap bir hâle gelen kapı ve duvarları ile içindeki binalar tamir ile Beşiktaş sarayına ilhak edildi ve aralarında mevcut Arabîskelesi kaldırılarak, buradan gelip-gîden Fın­ dıklı ahalisine Dolmabahçe ’den geçmek müsa­ adesi verildi. Selim II. devrinden beri burada mevcut köşk, Abdülhamid I. zamanında, İran tarzında, zeminden itibaren güzel çiniler ile süs­ lenmek suretiyle, san'atkârâne bir şekilde, ye­ niden yapıldı. Beşiktaş sâbilsaraymı mimar Meîling 'e yaptıran Selim III. 'in bu kasra da geldiği olurdu ( Mehmed Ziya, İstanbul ve Bo­ ğaziçi, İstanbul, 1928, II, 243)* Bunun yeri­ ne, Malımud II. tarafından, bir saray yaptırıl­ mış ve 1853/1854’te bu saray Abdülmecid tara­ fından yıktırılarak, yerine bugünkü Dolmabahçe sarayı inşa edilmiştir. Daha önce 1748 ’de Dol­ mabahçe arkasındaki tepelerde, serviler arasın­ da bir köşk (buna Çaşr-i Cihannümâ, Sâyebân-ı Hümâyûn ve Bayıldım köşkü derler id i} yaptırılmıştı. Abdülhamid I. Dolmabahçe iske­ lesi İle kayıkhâneler tesis etti ve zevcelerinden Humâşâh Kadın da bahçe köşesindeki çeşmeyi yaptırdı. Burada evvelce bulunan Çakır-Dede mescidi 1121 ’de tersane emini Hüseyin Efendi tarafından, yeniden yaptırılarak, camiye tahvil ve bunan karşısında da 1270’te Bezm-ı Alem Vâlde Sultan tarafından, büyük bir camı inşa­ sına başlanmış ve Abdülmecid tarafından ta­ mamlanmıştır. Cami karşısında sipâhiyân ağa­ lığından mâzûl Hacı Mehmed Emin Ağa ’nın yaptırdığı (1153 ) İstanbul’un en güzel sebil­ lerinden biri vardır. Selim III. zamanında Dol­ mabahçe’de bir tüfekhâne-i âmire yaptırılmış­ tır ki, Mahmud II. devrinde tamir edilmişti. Bu­ nun yerine daha sonraları ıstabl-i âmire inşa olundu. B e ş i k t a ş , tabiî güzelliği dolay isiyle, çok eski zamanlardan beri, hususî bir ehemmiyet ka­ panmıştır. Evvelce lasonion tesmiye edilen bu



yer, sonradan Sergion adını almış ve bizanshlar zamanında ise, Antakya ’nm aynı adı taşıyan meşhur güzel mevkiine benzetilerek, Daphne namı altında, büyük bir şöhret kazanmıştı. Sonradan da Diplokion adı ile tanındı. Alezis Komnen tahtından indirdiği kardeşi Isaak ’ı, gözlerini kor ettirerek, burada ikamete mecbur ettiği gibi, XIII. asır başında, haçlı seferleri es­ nasında ve Dandolo ’nuıı kumandası altında, V e­ nedik kuvvetlerinin bir kısmı da yine burada karaya çıkmış ve İstanbul ’u muhasaraya giriş­ mişti. Beşiktaş ile OrtakÖy arasında, Gillius ’a göre, Barbaros ’nn türbesinden 600 adım uzakta, şimdiki Çırağan sarayı civarındaki ağaçlı ya­ maçlara, Dionysios ( Rhodiön Periboloİ) adım vermektedir ve Gillius zamanında bile burası Rhodakmion tesmiye olunmakta idi. İstanbul ’un fethinden itibaren, osmanlı do­ nanması, sefere çıkacağı vakit, kapudan paşa­ nın emri altında, Dolmabahçe ve Beşiktaş ön­ lerinden toplu olarak hareket ederdi ( Vâsıf, Tarih, Bulak, 1246, I, 49). Bu sebep ile ka­ pudan paşa yalısı B eşiktaş’ta bulunurdu ki, Bayezid II. devrinde bu yalı ( sonradan Cağaloğlu y a lısı), bilâhare padişahlara intikal ede­ rek, güzelliği ve padişahların başlıca vakit ge­ çirdikleri yer olması ile şöhret alan ve yerinde muhtelif tarihlerde çok güzel köşk ve yalılar inşa edilen, Beşiktaş bahçesi idi. Sinan Paşa camii, Barbaros Hayreddİn Paşa ( ölm. 1546) medresesi, türbesi, Beşiktaş *1 süsleyen bu devir eserlerindendir. Beşiktaş *m adı da Hadi İcat alcavâmt ( II, 94) müellifine göre, Barbaros ’un burada sahilde gemileri bağlamak üzere, 5 taş direk vaz’etmesi ile alâkadardır. Mamafih bu ismin İçi insan şeklinde oyuk bir taşm burada bulunmasından dolayı yayıldığım ve bu taşın bilâhare bir çeşmeye konulduğunu kabûl eden­ ler olduğu gibi, Petra Thermastis veya Gillius ’a göre, Barbaros ’un türbesine konan Diplokionion sütunları ile ilgili bulanlar (Hammer, göst. ger.; Dethier, Le Bospore et Constantinople, Viyana, 1873, s. 59 v.dd .) ve bu sütun­ lara, beşiğe benzediği için, Kounella denildiği ve bu ismin onun bulunduğu semte teşmil edi­ lip, türklerce de tercüme olunduğunu İleri sü­ renler de vardır ( Celâl Esad, Eski İstanbul, İstanbul, 1328, s. 75).



Beşiktaş ’ta Yahya Efendi mesiresi meş­ hurdur ; Kanunî ’nin süt kardeşi olan bu zat, Ali’ye göre, gördüğü bir rüya üzerine, Beşik­ taş semtinde »temekkün kılmış" ve burada »mescit, medaris, hankah ve hamam inşa" ettir­ miş ve buraya »Hızırlık" adını vermiştir ki, tekkesi ve türbesi son zamanlara kadar her ke­ sin, bilhassa Abdülhamid II ’e gelinceye kadar saray ve devlet ricalinin ziyaret ettiği bir yer



feÖĞAZİÇÎ. İdi ( Kunh al-ahbör, basılmamış kısımlar, Üni­ versite kutup., nr. 5959, var, 448 ), Beşiktaş ’rn yüksek bir tepesinde, evvelce Selçuk Sultan tarafından bina olunup, bilâhare Mehmed IV, ’ia darüssaade ağası Abbas Ağa tarafından tâmİr edilerek, Abbas Ağa câmü adını alan bir câmi vardır. Beşiktaş sâhilsarayında doğan ve burayı çok seven Ahmed I-, bunun yerine güzel bîr köşk yaptırmıştı (Murad IV. ’ın huzurunda şâir Nef’î'nin bir hicviyesini okuması ve tevbihe mâruz kalması hâdisesi bu sarayda cere­ yan etmiştir; Naimâ, III, 43). Mehmed IV, 1678’de Kara İbrahim P aşa’yı bina nâzın tâ­ yin ve 625.000 akçe sarfeder ek, arkasındaki yoldan ve saraya mülhak bostandan bir raikdar yer almak suretiyle, burada „bir saray-ı dilkuşâ ve has oda önünde dahi leb-i derya­ da mücevvef ve sengîn kemerler üzerinde fev­ kani bir kasr-ı zîbâ“ bina ettirdi ( Sılâhdar, Tarih) İstanbul, 1928,1, 732 ). Devrinde Boğaziçi ’nin en şa’şaalı bir safhasını açan, has bahçe­ leri ve kasr-ı hümayunları büyük bir gayret ve zevkle imar ve tezyin ettiren Mahmud I. burada da 22 sütunlu bir „ Kasr-ı dilârâ" (1747 ; Îzzî, Tarih, var, 122 v.d,) yaptırdı. Selim III. yaz mevsimlerini, kendisinin de bir çok tesisler ve ilâveler yaptırdığı, bu sahîlsarayda geçirirdi. Mahmud İl. devrinde, bâzı tâdiller gördükten ve yeni binalar ilâve edildikten sonra, Dolmabahçe sarayının inşası ile, Beşiktaş bahçesi ve Beşik­ taş sâhilsarayı tarihe karıştı ( bk. Naimâ, II, 107; Râşid, I, 245; III, 284; VI, 267; İzzî, var. 122 ). Bundan başka Beşiktaş ’ta bir de ÇırağanSarayı vardı. Burası evvelce Kazancı-oğiu bah­ çesi iken, sonra has bahçeler arasına girmiş ve Murad IV. tarafından hemşiresi ve Melek A h ­ med Paşa zevcesi Kaya Sultan ’a hediye edil­ mişti. İçinde çırağan şenlikleri yapıldığından, Çırağan yalısı denen bu yalı, Damad İbrahim Paşa tarafından, zevcesi Fatma Sultan ’a tahsis olunmak üzere, yaptırılmıştır. Ahmed III. bura­ da haftalarca kalır ve çırağan eğlenceleri tertip ettirirdi ( Raşid, V, 205 ; VI, 29, 284 ). Babası Ahmed IH. ’in hal’inden sonra, Fatma Sultan, ve­ fatına kadar, burada yaşamıştır. Selim III. bura­ yı 1218 (1803/1804 ) ’de yeniden yaptırmış ve da­ ha sonra, Mahmud H. tarafından, klâsik bir cephe ile ve çok zarif bir şekilde yenilenerek, kendisi bu sarayda hayli zaman ikamet etmiştir, Abdül­ mecid de burada bir müddet kaldı, fakat Dol­ mabahçe sarayı yapıldıktan sonra, burasını ye­ niden inşa ettirmek maksadı ile, 1276 (1859/ ı8 6 o )’da yıktırmış ise de, yeni bir saray İnşa­ sına muvaffak olamamıştır. Abdülaziz, cülusu­ nun ilk senelerinde, Çırağan sarayını tekrar yaptırmağa muvaffak oldu ise de, az bir müd­ det ikamet ederek, yine Dolmabahçe ’de oturma­



ğı tercih etmiştir. Murad V., hal'inden sonra, ölünceye kadar kurada mahbus kaldı. Daha son­ ra mecîîs-i mebusana tahsis edilen bu bina 1909 ’da kalorifer dâiresinden çıkan bir yangın­ da yandı. Çırağan sarayının karşısında, Yıldız sarayının caddeye açılan kapısının dışında, Me­ cidiye' camii (1843) bulunduğu gibi, Yıldız sarayının [ tafsilât için bk. mad. YILDIZ ] önün­ de de Abdülhamid II. tarafından yaptırılan Hamidiye camii (1308 = 1890/1891 ) vardır. Beşik­ t a ş ’ın arkasında, şirin bir vâdi olup, padişah­ ların sık-sık gittiği ve bir zamanlar mesire olmak itibariyle de çok rağbet ettiği Ihlamur ’da Ihlamur kasn vardır kİ, bulunduğu yer Hacı Hüseyin bağı ismi ile de mâruftur. Beşiktaş’ın Maçka, Haseki-Tarlası, Yeni-Mahalle ve KıIıç-AIi gibi, bir çok mahalleleri var­ dı. Evliya Çelebi ( î, 448 ) ’ye göre, halkıma ço­ ğu Anadolu ’dan gelme idi ve ekserisi âyân ve kibar olup, zevk ehli İdi. Hâkimi, Galata mol­ lasının naibi idi. Sinan Paşa câmiinia bir kö­ şesinde mahkeme-i şer’iye bulunmakta idi. Muhtesibı, snbaşısı, bostancı-başısı ve Beşiktaş bah­ çesi ustası bütün işleri görürlerdi, Hayreddin ( Barbaros) iskelesi, Rumeli ’den Anadolu ’ya veya Anadolu ’dan Rumeli ’ye sevkolunacak as­ kerin geçeceği bir yer olmak itibariyle, çok mü­ himdi ve iskele başında yolculara mahsus meşhur bir han bulunmakta idi. İskele ile Dolmabahçe sarayının mülhak dâiresi arasındaki sahil kısmı­ na ve kapısında çifte 3 yazılı bir levha asılı bulu­ nan bir sarayın mevcudiyetinden dolayı, ÇifieVavlar denilmekte idi. Burada bir çok câmi, tek­ ke, ziyaretgâh, çeşme ve hamam mevcuttu. Ca­ milerinin adedi 20 olup, 15 ’i mahalleli câmi idi. Bunlar arasında kazasker Vişne-zâde Mehmed İzzeti Efendi ’nin yaptırdığı mescid, ÇanakçıLimanı mescidi, Kılıç-Ali-Paşa iskelesi mescidi, Del İ-Birader şöhreti ile tanınmış Gazâlî Meh­ med Efendi ’nin inşa ettirdiği mescid ile, aslen Beşiktaş ’ta Çırağan sarayına bitişik iken, bir aralık Maçka ’ya nakledilip, sonra yine bu sa­ rayın arsasına getirilen ve sadrâzam Ohrili Hüseyin Paşa ( ölm. 1Ğ22 ) tarafından kurulan Beşiktaş mevlevihânesi ve mescidi bulunmak­ tadır ( Hadîkat al-cavâmt> II, 98 v.dd .; Evliya Çelebi, ayn. esr., v.b.). Fâtih asrı ricalinden ve Fâtih ’İn tuzcu-başısı Tuz* Baba ve ekmelcçibaşı mescidini kuran, Fatih ’in ekmekçi-başısı, A li Ağa Beşiktaş ’ta medfûndur. Bektaşîlerdan Kara-Abalı Mehmed Baba, Kanunî Süleyman ’a rica ederek, Beşiktaş ’taki Süleymanıye camiini yaptırmış ve Süleymanıye mahallesini ve aşağı­ sındaki Kara-Bâlî bahçelerini tesis etmiştir. O r t a k o y . Oradan geçen bîr derenin vadi­ sine, eskiden, Archias ’a nisbetle, Archeİon ( son­ radan St, Phokas) denilmiştir. Defterdar bur-



6?6



.



BOĞAZİÇİ.



nu, argonotlara Karadeniz boğazından yolu gös­ terdiği rivayet ve bâzıîarınca Nereus, diğerle­ rince Phokys yahut Proteus diye kabul edilen adamt. nısbetle, Senex manmış ( »ihtiyar gemi­ ci") tesmiye edilirdi. Diğer taraftan Kieidion ( »kilit" ) da denirdi. Bundan sonra Dİonysios ’ım tasvirine göre, Parabolos ve kamışının çok­ luğundan dolayı, Kalamos ve Bythias denilen mevkiler geliyordu. Mamafih Hammer ’e göre, Parabolos mevkii Anadolu kıyısında ve Kuleli civarındadır. Bythias ise, Kuruçeşme’dedir. Ortaköy, Kanunî Süleyman devrinde türklerin de buraya yerleşmesi ile inkişaf etti ve ismini bu esnada aldı. Bilhassa defterdar İbra­ him Paşa, bugün de adına izafe edilen yerde ( Defterdar-Burnu ), bir cami yaptırdıktan son­ ra {bilâhare, bu köye yahudiîerin ve hıristiyanlarm fazla gelmesinden dolayı, cemaati azal­ dığından, mahalleye rağbeti celbetmek için, Damad İbrahim Paşa kethüdası Mehmed Ağa tarafından yenilendi), bu sahil ve Ortaköy de­ resi, devlet ricalinin ve İleri gelenlerin rağbet ettiği bir semt hâline geldi, XVII. asır ortasın­ da dere içinde bir İslâm mahallesi, sâhilde âyân ve eşraf yalıları vardı. Bunlar arasında, Ortaköy camiini yaptıran Baltacı Mehmed Ağa ( P aşa), Safîye Sultan, Ekmekçi-zade Ahmed Paşa ya­ lıları Evliya Çelebi ’de geçmektedir. Defterdar İbrahim Paşa camii yerine, Abdülmecİd tara­ fından, bugünkü zarif ve nârın minareli cami in­ şa edilmiştir (1371). Defterdar-Burnu câmiinin ittİsâlindeki, evvelce defterdar İbrahim Paşa 'ya ait olup, sonra Meselâcı Haşan Paşa 'ya nisbetle mâruf bulunan ve Şehid A li Paşa 'ma vefatından sonra mîrîye intikal eden sâhİIsaray yerinde, sadrâzam Damad İbrahim Paşa, ter­ sane emini Kıbleli-zâde Mehmed Bey vasıtası ile, bir köşk (N îşatâbâd) yaptırdı (1725/1726; Çelebi-zâde, s. 384 ). Bu köşkü sonradan Selim IIL, hemşiresi Hatice Sultan 'a vermiş, o da, civarındaki Selim Paşa (Abdülhamid İ. rica­ linden ) ’nın yalısına da tasarruf ederek, burada ressam ve mimar Mellıng 'e gayet güzel bir saray yaptırmıştı. Bu yalı, bir aralık, meşhur hattât kazasker Mustafa Rakım Efendi 'ye inti­ kal ettiği gibi, Abdülhamid II. devrinde de bunun yerinde ayrı ayrı iki yalı inşa edilerek, kızları Naıme ile Zekîye Sultan ’a tahsis edildi (krş. Mehmed Ziya, ayn. esr.). Sâhilde, Mimar Sinan yapısı olarak, Tekeli Mustafa Paşa ve Selim Paşa taraflarından yaptırılmış iki çeşme vardı. Ortaköy ’de evvelce Galata mollasının bir nâibi, ayrıca su-başısı ve yeniçeri yasak­ çısı bulunuyordu ( Evliya Ç elebi). XVIII, asır­ da, Boğaziçi 'nin Tophane, Beşiktaş, Ortaköy gibi semtlerinde de gayr-i türk unsurlar çoğal­ ması üzerine, boş arsalara yahudi ve hıristiyaa-



tarm bina inşa etmelerine hiç bir suretle mü­ saade olunmaması 1171 (1757/1758) ve 1181 (1767/1868)’de emrolunmuştur (Ahmed Refik, XII. asr-ı hicride İstanbul hayaiı, s. 213). K u r u - Ç e ş m e . Bundan sonra DefterdarBurnu ’nu tâkîp eden sâhü ile Tezkİreci Osman Efendi tarafından yaptırılan camiin yanında bu­ lunup, yolu bozularak uzun müddet susuz kaldı­ ğından, Kuru-Çeşme tâbir edilen çeşmeye iza­ fetle, adlanan köy vardır. Evliya Çelebi ’nin zikr­ etmediğine bakılırsa, bu ismi bilâhare XVII. asır nihayetlerine doğru aldığı, ancak, bu çeşme Köp­ rülü Fâzıl Ahmed Paşa W hemşiresi tarafın­ dan, yeniden yaptırıldıktan ve suyu getirildik­ ten (1682 ) sonra da, bu ismin devam ettiği anlaşılmaktadır. Burada Damad İbrahim Paşa da bir çeşme yaptırmıştır ( 1 1 4 1 ). Havasının ve suyunun letafeti ile mâruf olan bu ma­ halde, eskiden beri bâzı ricâliu yalıları ve köşkleri vardı. Bunlardan Tırnakçı yalısı de­ nilmekle mârûf ve sadrâzam Kara Mustafa Pa­ şa 'dan torunu kapudan Mustafa Paşa 'ya inti­ kal eden yalının arkasındaki yüksek tepeye, padişaha burada bir ziyafet vermek niyeti ile, Damad İbrahim Paşa ’nın tavsiyesi üzerine, kısa bir müddet içinde bir köşk (Kasr-ı Süreyyâ) yaptırıldı (1726; Çelebi-zâde, s. 480). Kuru­ çeşme'ye daha sonra, sultanlara mahsus saray­ lar İnşa ettirildi (1763 ’ie Esma Sultan, 1838 'de Atiye Sultan için inşa ettirilen saraylar hakkında bk. Başvekâlet arşivi, Cevdet, Saray, nr. 1661; 2025, 5039). Sahilden 150 m. açıkta ve Ortaköy hududu cihetinde, sığ bir mahalde bir fener kayası ol­ duğu gibi, iskele karşısında takriben 10.000 m2, büyüklüğünde ve hâlen kömür deposu olarak kullanılan, eskiden bir ev ve bir bahçeyi hâvî olan bir adacık ( Serkiz Bey adası) vardır.



Ar na v ut - Köy ü. Gerek Arnavutköyü ( Anaplus), gerek Akıntı-Burnu (Hestiai) adla­ rını, buraların ilk sakinlerinden almışlardır ( Plinius ’a atfen, Pauly-Wissowa ). Anaplus ’ta, eski çağlarda, civardaki Medea ’nm defne ağacı­ na izafeten, Laurus Medeae denilen bir adak yeri bulunuyordu ki, bilâhare büyük Konstantin ta­ rafından, Mikâİl adına klişeye çevrilmiş ve Justinlanus tarafından, tecdit edilmiş ve buraya da, bu mâbedden dolayı, Vicus Michaeîieus de­ nilmiştir. Akmtı-Burnu ’ndaki kuvvetli akıntıya rumlar Mega rheuma demişlerdir ve buradaki eski adak yerine, Theodora namına bir kilise yapılmıştır. Bu köy Kuru-Çeşme ’yi takiben Akmtı-Burnu ‘nun ilerisine kadar uzanan sâhilde ve iç taraftaki vadide bulunan oldukça kalaba­ lık bir köydür. Vaktiyle buraya yerleştirilen arnavutlara izafeten bu adı almışsa da, sonradan daha ziyade burada rumlar ve yahudiler ikamet



BOĞAZİÇİ. etmiştir. Evliya Çelebi, 1000 kadar bağh-bahçeli mâmur haneleri olduğunu söylediği bu mahâllin hiç müslüman ahalisi bulunmadığım ve bunun için cami, medrese ve imaretin mevcut olmadı­ ğını bildirir. Sonradan Selim III. tarafından h. 1219 ’da çok san’atkârane bir çeşme, Mahmud İL tarafından da h. 1248 ’de, Tevfikiye namı ile, bir cami yaptırıldı. Eski zamanlarda AkıatıBurnu ’ndan kayıkçılar yedekler ile geçerler ve bâzan fena havalarda, akıntı tehlikeli bir hâl aldığı zamanlarda, yolcular burada kayıktan inerek, boğazın öte taraflarına at ile veya yayan giderlerdi. Arnavut-Köyü ’nde bir de SarrafBurnu denen daha az sivri bir burun vardır. Her ikisi arasında küçük bir koy bulunur. A r­ navut Köyü 'nün çileği meşhurdur. B e b e k . Akmtı-Burnu ’nun şimalindeki koy, yolcuların karaya çıkmasını kolaylaştırmak mak­ sadı ile, sâhil boyunca inşa edilen kademe­ leri dolayısiyle, Helai ve diğer rumca adı ile, Echele tesmiye olunuyordu. Burada vaktiyle balıkçıların ve avcıların hâmisi Artemis (Dıa^ na ) adak yeri vardı. Arnavut-Koyü İle RumelİHisarı arasındaki koyun sahilinden ibaret olan bu köyün şimal kısmına — Küçük-Bebek, cenup­ ta kısmen poyraza mâruz tarafına — Büyük-Bebek denilir. Bu koy, manzarası güzet, sâkİn ve mahfuz bir koydur. Adım F âtih ’in buraya tâyin ettiği ve lâkabı Bebek olan bölük-başından alan bu semtte, ona mahsus bulunup, sonradan „Bahçe-i Bebek Çelebi" namı ile has bahçeler arasına katılan ve içerisinde Selim I. ’in bir kasrım ihtiva eden bahçe, uzun zamanlar ba­ kımsız kalmış, köşk de harap olmuştur. Di­ ğer taraftan btı civar, İstanbul 'da dahilî va­ ziyetin karışık olduğu devirlerde, msl. XVIII. asır başlarında, ayak takımına melce* olmuştu. XVII. asır ortalarında, bu bahçenin ilerisinde yeniçeri ağası Haşan Halife ve daha ileride, bir kaç defa kapudan-ı deryalık yapmış ve G irit ’in fethinde büyük hizmette bulunmuş Deli Hüseyin Paşa ( ölm. 1071 = 1660/1661 ) birer bağ vucuda getirmişlerdi. Naimâ (III, 100) ’mn, Haşan Halife ’nin, Bebek bahçesini temel­ lük etmek suretiyle vucuda getirdiğini ve o vaktin ricali arasında çok meşhur olduğunu söylediği, fakat, XV. ve XVI. asırlardaki Bebek bahçesinin hudutlarım tesbİt edemediğimize göre, her hâlde ondan daha ötede bulunduğu mu­ hakkak olan (b k . Evliya Çelebi, gö$t. yer. ; Çe­ lebi-zâde, 3. 376) Haşan Halife bağı, sahibi­ nin 1041 (1631/1632 ) ’de yeniçeriler tarafından katledilmesinden sonra, mîrîye alınmış ve has bahçeler arasına girmişti. Boğaziçi ’nin yer-yer imâr edildiği, köşkler ve yalılar ile süslendiği bir devirde, burasının bakımsız hâli nazar-ı dikkati çekmiş, aşağısında ve yukarısındaki



«7 7



köyler gibi, mâmur bir hâle getirilmesi düşü­ nülmüş, bu maksatla, Bebek bahçesine sâhilde (Hammer’e göre, eski Diana Dyctynna mabedi yerinde veya yakınında) güzel bir köşk yapıl­ dığı gibi, ayrıca bir cami (Bebek Çelebi eâm ii; 1912 ’de evkaf nezareti tarafından, mimar Kemâl Bey ’e tamir ettirilm iştir) Ue kâfi dere­ cede dükkân İnşa edilmiş, »kayalar ve Haşan Halife yalısına varıncaya kadar, sâhil ve cebel tarafları rağbet edenlere taraf-1 mîrîden bey* ve temlik" olunarak, bir kaç ay İçinde burada güze! bir köy kurulmuştur ( h. 1138; Çelebî-zâde, ayn. esr.). O vakit bu köşke verilen Humayun-âbâd ismi bu semte alem oldu. Bu kasrı asrın sonla­ rına doğru yeniden inşa ettiren kapudan-ı derya Cezayirli Gazi Haşan Paşa ’dır. Abdülhamid I. arada-sırada buraya gelirdi. Kapudan paşa bu köşkü padişaha takdim ettikten sonra, vaktin reisülküttâbı ve ecnebi sefirleri zaman-zaman, bilhassa yaz mevsiminde, burada toplanarak, müzakereler yaparlardı. Bâzı ecnebi muharrir­ lerin buna »konferans köşkü" demesi bundan­ dır ( Andreossy, M., Constantinople et le Bosphore de Thrace, Paris, 1828, s, 362 ; Edmondo de Amicis, Constaniinople, Paris, 1878, s. 181 v.d.). Selim III. bu kasrı yeniden inşa ve tezyin ettirdi; onun zamanında köşkte kardeşi Bey­ han Sultan oturuyordu ( Hammer, ayn. esr. 5 Başvekâlet arşivi, Cevdet, saray, nr, 5805 ). Bu kasr, 1846 ’ta, Abdülmecid tarafından, yıktırıIıncaya kadar, Kumayun-âbâd adını muhafaza etti. Bundan sonra yeniden yaptırıldı ise de, bu isim unutuldu ; Bebek kasrı, Bebek köşkü diye tanındı. XIX. asır başında, şeyhülislâm, kahyabey v.s,. gibi, bir çok devlet ricalinin burada köşk ve sâhil haneleri vardı. Bu meyanda Abdülhak Molla ’mn, teşrifatçı İbrahim Paşa ’ntn babası bebekli Sâib Bey ’in, sonra Rauf Paşa ’ya, Emin  lî Paşa ’ya ve nihayet hıdiv İsmail Paşa *ya intikal eden Dürrî-zâde A rif Efendi *nin yalıları burada idi. Mısırlı Halim Paşa yalısı bü­ yük Bebek te bulunuyordu. Küçük Bebek ’te de sadrâzam mütercim Rüştü Paşa'mn yalısı vardı; bu yalı sonradan Cevdet Paşa ’ya intikal etti. Bu yalılar ile köşklerin bulunduğu arazinin bir kıs­ mı Robert Colîege arazisine dâhildir. Yine Se­ lim III. devrinde Bebek ’te, donanma için, bir kaç depo yardı. Kayalar tarafında Mehmed IV. devrinde ni­ şancı olan Ahmed Efendi ( P aşa; ölm. 1662 ) tarafından yaptırılan Kayalar-mescidi vardı ve bunun altından bir ayazma geçerek, kayalardan inerdi. Yakınında ve deniz kıyısında olan çeş­ me (1177 h .) Tavukçu Reis adı ile mâruf reisülküttab Mustafa Efendi ’nin hayratından idi (bu çeşme 1332’de yol tesviyesinde yıktırıl-



678



BOĞAZİÇİ.



iniştir), Bu reisülküttâbın geniş bir bahçesi bulunan buradaki yahşi devrin devlet ricalinin ve hattâ Avrupa elçilerinin sık-sık ziyaret ede­ rek müzakereler yaptıkları bir yerdi. Yine mes­ cidin civarında, Bayramiye tarikatinden Pir A li Aksarayî ’nin oğlu olup, 935 (1528/1529 ) 'te idam edilen ve Oğlan Şeyh namı ile mâruf bu­ lunan . İsmail Mâşûkî 'nin mezarının bulunduğu Kadiri dergâhı vardı. Reisülküttâbın evi ile ka­ diri dergâhının arkasındaki sırtlarda bulunan Deli Hüseyin Paşa bağı da Robert College 'in eline geçti. Bu dergâhın civarında Mahmud II. zamanında ismini Musahip Said Efendi 'nin ver­ diği Yılanlı-Yalı meşhurdur. Kayalar mezarlığı­ nın yanında, Durmuş Dede tekkesi vardı. İstan­ b ul'a gelen gemiler, bu dervişe eşya ve yiyecek getirerek, hayır duasını alırlar, İstanbul ’da odu­ nunu ve zahiresini satıp Karadeniz 'e selâmetle çıkmak isteyen yolcular da, buradan geçerken, sahile öte-beri bırakırlardı. R u m e l i - H i s a n . Rumeli-Hisan burnu, burada mevcut Hermes adak yerinden dolayı, Hermaion adım taşıyordu ( Hermoeum promoniorium, Hammer, Hist. de VEmpire Ott., II, 375). Keza vaziyetinden dolayı Lemocopion ve dalgaların gürültüsü bîr köpeğin havlamasına teşbih edilerek, Pyrhias Kyon ( »kızıl köpek" ) adlan da verilmişti. Burada, iskitlere karşı harbe giden Dârâ ’mn ordusunu geçirmek üzere, sisamlı Androkles sallar ile meşhur bir köprü yapmıştı ( bk. Dionysios, ayn. esr.). Rumeli-Hisan adı Fâtih ’in burada yaptırdığı hisardan [ bk. RUMELİ -HİSARI ] gelir. Bebek ve Baltalîmam koyları arasında genişçe bir çıkıntı üzerinde bulunan bir mevkidir. Rumeli-Hisan, yangını müteakip, Mahmud I. tarafından yeniden yaptırılan (1746) İskele mescidi banisi Hacı Kemâleddin mahallesi ile, mescidinin bânisi/ (1540) defterdar Mustafa Efendi olan arpa emini A li Torlak ( A li Dede mescidinin bânisi), Kale-İçi ve Meydan ma­ hallelerini hâvidir ( Hadi kat al-cavcimı î Mir*ât~i İstanbul,). Evliya Çelebi burayı, hisar hâ­ ricindeki mahallelerden bağ ve bahçesiz, ka­ yalar üzerinde 1000 'den fazla evden ibaret bir semt olarak gösterir. Buradaki muvakkithâne Beyhan Sultan ( Mustafa III. *nm k ız ı) tara­ fından yaptırılmıştır. Cuma ve bayram günleri hisara bayrak çekilir ve padişah boğaza çık­ tıkça, buradaki toplar onu selâmlardı ( Başve­ kâlet arşivi, Cevdet, saray, 208, 6233). Her devirde saray ve devlet ricalinden bir çoğunun burada bağ ve yalıları vardı. Bu meyanda XVII. asırda Vâlde Sultan ( Mehmed IV. 'in vâld esi) ’ın yaptırdığı köşk ( Başvekâlet arşivi, tbmilemin, saray, 633 ), XVIII. asır başlarında matbah emini Halil Efendi *nin bağı ( Çelebi-



zâde, s. 569) ile XVIII. ve XIX. asırlarda, Şeyhülislâmlardan Mekkî Mehmed Efendi ( öl m. 1212 = 1792/1798), Sıdkı-zâde Ahmed Reşid Efendi (öltn. 1250=1834/1835)^10 sâhilhânelerini zikretmek mümkündür (Davhat al^maşayih, s. 112, 128). Rumeli-Hisan 'nm en yüksek noktasında, tekkelerin kapatılmasına kadar, Nâfi Baba tekkesi adlı bir bektaşî tekkesi bulundu­ ğu gibi, civarındaki şehitlikte meşahirden bir çokları medfundur; meşhur hattatlardan Muştafâ b. *Abd al-Rahim (ölm. 1173) ve Ahmed Vefik Paşa ( ölm. 1308) bunlar meyanmdadır. Köşkü de burada bulunan Ahmed Vefik Paşa, kendisini Hisar 'm bekçisi sayardı. Abdülaziz zamanında bu kalelerden birisi yıkılarak yeri­ ne bir saray inşa edilmesi mevzuubahs olunca, gösterdiği asabiyet ve verdiği cevap, onun, bu muazzam türk âbidesine karşı duyduğu bağlı­ lığın derecesini belirtir ( bk, Boğaziçi). Kaya­ lar sırtında Tevîik F ikret’ in Âşiyân adlı köşkü bulunmaktadır ki, bu köşk, 1939 ’da edebiyat-ı cedide müzesi yapılmak üzere, İstanbul beledi­ yesi tarafından satın alınmıştır. XIX. asrın son senelerinde hassas bir şâir olarak tanınan Nigâr Hanım ’ın kabri de Kayalar mezarlığmdadır, B a l t a - L i m a n ı . Rumeli-Hisan burnundan sonra, kıral Barbys *in Phaidalia ismindeki k ı­ zının, üzerinden atlayarak, intihar ettiği kaya­ ya ve kayanın civarında kâin yere Sinüs Phidaliae ( bugünkü Balta-Limanı) adı verilmiştir. Burası, bundan başka Portas Mıilierum ( Gynaikön limen »kadınlar lim anı") adını taşımış ve Giîlius ’a göre, Sarantakopa da tesmiye edilmiş­ tir. Fâtih'in kapudan-ı deryası olup, İstanbul fethinde Haliç *e İndirilen gemileri burada inşa eden Balta-oğlu Süleyman Bey'den adım alan bu koy, Rumeli-Hisan ve Emirgân arasında, menbaı Levend çiftliğinde olan bir derenin munsabmdadır. Burada Paşmakçı Şücâeddin ta­ rafından tesis edilip, minberini îmam-i Sultanî ( Ahmed III. ’İn ) adı ile tanınan al-Sayyid Muhammed Efendi 'nin yaptırdığı bir cami ile Hezarpâre Ahmed Paşa (sadrazamlığı 1057 = 1647 ) ’mn bir çeşmesi vardır. Seliırt III. dev­ rinde valide kethüdası giritli Yusuf A ğa da, dere içerisindeki çayırlıkta, bir biniş köşkü yaptırmıştı. Bâzan, sûr-i humayun münasebetiy­ le, burada vükelâ için çadırlar kurulur ve eğlen­ celer tertip edilirdi ( Başvekâlet arşivi, Cev­ det, saray, nr. 1178 ). 1236 ’da Mahmud II. dev­ rinde limanın ağızına bir tabya inşa edildi. Baltalîmam XIX. asırda îstanbul zenginlerinin rağbet ettiği bir mevki olduğundan, sahil bo­ yunda bir çok büyük yalılar mevcuttu. Büyük Reşid Paşa tarafından yaptırılan ve sonra yük­ sek bir fiyatla hükümete satılıp, oğlu A li Gâlib



BOĞAZlÇt Paşa ile onun zevcesi Fatma Sultan’a tahsis edilen büyük kârgir yalı, hâlâ durmakta ise de, yakınında yine o yalı ile birlikte hükümete sa­ tılmış olan daha eski ve ahşap kısım yıkılmıştır. Bu kargır yalı zevcesi Seniha Sultan ’dan dolayı, en son Osmanlı sadrâzamlarından Damad Ferid Paşa (ölm. 1928 ) 'ya intikal etmiş ve mütarekeden sonraki devrede (1918— 1923 ) siyasî ve millî mücadele aleyhine müzakerelere ve Hürriyet ve İtilâf fırkası içtimalarma sahne olmuştur. Cum­ huriyet devrinde burada bir müddet balıkçılık enstitüsü teşkil edilmiş ve bugün bir hastahâne hâline getirilmiştir. Son zamanlarda da Baltalimam ile Emirgân arasında »Reşid Paşa arazisi" denilen mahalde bir kısım yer ayrılarak Reşid Paşa namı ile yeni bîr mahalle tesis edildi. Reşid Paşa, hâriciye nazırlığı zamanında, eski yalısında, 3 ağustos 1838 'de Belçika ile, 16 ağustosta Ingiltere ile birer ticaret muahedesi akdetmiş, sadareti esnasında da Rusya ile 1 mayıs 1849 ’da Eflâk-Boğdan beylikleri hak­ kında imzaladığı ahidnâme de, Balta-Limanı muahedesi adım almıştır. B o y a c ı - K ö y ü . Balta-Limanı ile Emirgân arasında bir köydür. Semtin bu İsmi almasına sebep, şayak v.s. boyamak ve bu san'atı memle­ kette tamim etmek üzere, Kırkkîlise civarından Selim III, tarafından 1221 {1806/1807 ) 'de 40 hâne muhacir getirilip, burada iskân edilmesi olmuştur. Köyde Topal Husrav Paşa hayratın­ dan iki eski çeşme vardır. Bunu takip eden sahile, servi ağaçlan ile kapalı olduğu için, Kyparödes (bugünkü Kestane-Korusu) denili­ yordu. Bir kaya üzerinde ilahelerden Hekate’ye tahsis edilmiş bir adak yeri vardı. M i r g û n ( Emirgân ). Buraya eskiden meş­ hur Munşaât al-salatin müellifi Nişancı Feri­ dun Bey ( ölm. 991 = 1583 ) ’e izafeten Feridun Bey bahçesi ( Feridun Paşa bahçesi) denirdi. Murad IV. *m Revan fethi sırasında bu kale­ nin kumandanı olup, kaleyi kâhyası Murad Bey ile birlikte teslim ve padişaha dehalet ederek, İstanbul 'a gelen, mansıplar ve vezaret hasla­ rı alan Emirgûne’ye burası da tevcih edildi. Onun burada, ara sıra kendisini ziyaret eden padişaha ( Murad IV .} bir taht kurdurmak su­ retiyle çok san’atkârâne ve Iran zevkine göre inşa ve tefriş edilen müzeyyen bir köşk yap­ tırması ile, bu semt, daha fazla şöhret kazandı. Katlinden (1051 = 1641/1642) sonra Kara Mus­ tafa Paşa ’ya verilen bu kasr, onun da ida­ mından sonra muhtelif kimselere geçti, fakat bir kısmı has bahçeye tefrik edilerek (1065 tarihine âit bir vesika için bk. Başvekâlet arşivi, Ibnülemin, dâhiliye, nr. 448) Mirgûn ismi bütün semte alem oldu (krş. fjladilçat alcavami*).



679



Abdülhamid 1, devrinde şeyhülislâm Mehmed Esad Efendi ’den mahlûl kalan buradaki köşk ve sâhilhânenin yerine, padişahın em r ile,- yeni bir cami ile dükkânlar ve hamam inşa edilerek, bir köy kuruldu ki, burası Selim IIL devrinde daha ziyade inkişaf etti. Abdülhamid 1. vak­ fından bir çemşe ile, Haseki kadın sarayı adı ile mâruf bir eve bitişik diğer bir çeşme ( ba­ nisi, Murad IV .), büyük Reşid Paşa hayratın-’ dan üçüncü bir çeşme vardır. Emirgân ’m suyu boldur. Bu çeşmelere Valide bendinden su ge­ lir. Kanlı kavak diye mâruf olan su da köyün suyu olup, menbaı 3 km. kadar cenûb-i garbide ve Hacı Osman bayırındadır. Sahilin şimal kıs­ mında Mısır hıdivi İsmail Paşa ’nm köşkleri bu­ lunuyordu. Bunun yanındaki bahçe de meşhur bîr mesire idi, Burası 1943 ’te İstanbul beledi­ yesi tarafından, halka mahsus bir gezinti yeri hâ­ line getirilmek üzere, satın alındı. Sahilin ce­ nup kısmında Mirgûn camii bitişiğinde Şerif Abdullah Paşa sâbilhânesi vardır ki, bugün ahfadı elinde bulunan bu yalının tezyinatı çok güzel olan selâmlık dâiresi güzel bir sanat eseri sayılmaktadır. Gerek hıdiv ailesinin, gerek Şerif Abdullah Paşa ’nm Mirgûn ’de yaptıkları bir takım hayrat daha vardır. Koru civarında te­ sis edilip de bilâhare harâbiye yüz tutması yüzünden belediyece yıktırılan hastahâne bu meyandadır. Boğaziçi ’ndeki gümrüklerden bîri de burada bulunuyor ve aidatı, beratla, saray mensuplarına v.s. tevcih ediliyordu ( 1211 tarihli bir vesika için bk. Başvekâlet arşivi, Cevdet, saray, nr. 1889). I s t i n y e . Çok güzel tabiî bîr liman olarak, eski zamanlardan beri meşhur bulunan îstinye ’nin eskiden 3 adı vardı: 1. Stenös ( boğazın medhâliae yakın bir koy olmasından d o la y ı);2. Leosthenes veya Leasihanes ( Megarahların bu­ rada yetiştirdikleri bir nebattan dolayı) 5 3. Sösthenion ( Argonotların Amykos ’u mağlûp etmelerinin şükran hâtırası olarak inşa ettikleri adak yerinden dolayı), Burada daha evvelce Amphîaraos adak yeri bulunuyordu ve bunu büyük Konstantin bir hıristiyan mabedine tahvil et­ mişti. Bizanslılar zamanında burada imparator­ ların sarayları vardı ki, 921 ’de Boğaziçi ’ne kadar gelen Tuna buîgarîarı, bunlardan Romanus’un sarayını yakmışlardı. Bizans’ı denizden istilâya gelen kavimlerin, bu meyanda ruslarm, gemileri burada demir atardı. Boğaziçi ’nin en derin koyu etrafında olan bu köy, XVI. asır ortasından itibaren inkişaf etmiştir. Sakinleri yerli rum ahali ile daha ziyade denizcilerden ( Kürekçi-başı Ahmed Bey, gemi kaptanlarından Derviş Reis v.s. gi­ bi ) ibaretti. Bunların sâhilhûneleri ve te'sis ve inşa ettikleri mescit ve mahallelerden baş­



6So



BOĞAZİÇİ.



ka, Bayezid H. ’in toruna Nesil Şah Hanım Sultan'ın yaptırdığı mescit ve mahalle vardır ki, inşa tarihi ve bu mescidin İstanbul'daki vakıftanm gösteren vakfiyesi 947 (1540 ) tarih­ lidir (Bfadikat al-ca.vâmt). Evliya Çelebi za­ manında limanın ağızında bir de misafirhane vardı ( Seyahatnâme, göst. y e r.). Koyun sahi­ linde ve iç tarafta bulunan köşkler ve yalılar zenginlerin rağbet ettiği bu semti her devirde Boğaziçi ’nın en mâmûr köşelerinden biri yap­ mış ve koyun nihayetindeki çayırlık meşhur bir mesire hâline gelmiştir. Civarındaki tepe­ lerde kireç ve taş ocakları bulunduğu gibi, bilhassa Cezayirli Gazi Haşan Paşa zamanında faaliyet gösteren ve en büyük gemilerin kala­ fat ve tamir edilmelerine müsait bir kalafat yeri de mevcuttu. Meşrutiyet devrinde de bu­ rada „tâmir havuzları ve destgâhlan osmanlı anonim şirketi" adı ile bir bahrî müessese te­ sis edilmiştir. Bu müessese cumhuriyet devrin­ de devlet deniz yollan idaresinin elinde, bu neviden işlere ayrılmıştır. Y e n i - K S y . Yeni-Köy sahili, burada yetiş­ tirilen çilek dolayısiyle, Komarödes ve bir az ilerisi Bakchiai tesmiye olunmuştu. — KalenderKoyu, bir barbar kiralının adım (Pitheku Limen) taşımakta idi. Aym zamanda bizanslılar buraya, sâkin denizi sebebiyle, Eudios Kalos demişlerdir. Kanunî ’nin zamanında te sis edilmekle bu­ günkü ismini alan bu köy ( rum ahali tarafından verilen Neochorio veya Romanya *dan gelen ulakların te'sis ettiği hakkmdaki rivayetler için bk, Boğaziçi^ nşr. Şirket-ı hayriye), türklerin Boğaziçi ’ndeki imarcı ve medenî rollerini ve hiz­ metlerini bârız bir şekilde gösterir. Yeni-Köy, Evliya Çelebi zamanında, 3.000 evli ve bağlı bahçeli bir kasaba idi. Galata nâibl idaresinde olup, su-başısı, yeniçeri serdarı, çavuş ve ya­ sakçıları vardı. Halkı hep trabzonlu ve Kara­ deniz sahilinden gelme idi. Zâten Tarabya, Büyükdere, Sarıyer ahâlisi de ekseriyetle bu gibi dışarıdan gelenlerden idi. Burada banilerİ, O s­ man II. devrinde kapudan?t derya ve sadrâzam olan Güzelce A li Paşa ( Çelebi A li Paşa, Sim. 1620/1621) ile Zenbiİli A li Efendi 'nin oğlu Fazlı Efendi (ölm. 1583) olan AH Paşa ve Molla Çelebi camileri ve Şeyh İsmail ’in hal­ veti tekkesi de vardı ( bk. IJadîkai al-cavâmt ). Karadeniz'e çıkan gemilerin kaptanları pek­ simetlerini Galata ile Yeniköy 'den alırlardı. Mahmud II. devrinde rum zenginleri, Yeniköy ’de, osmanlı mimarîsine en güzel nüraûne ola­ cak zarif yalılar yaptırmışlardı. Burada ramlar­ dan başka, ermeniler de vardı. Bunlar evlerini siyaha ve ramlar ise, kırmızıya boyatmak mec­ buriyetinde idiler. Mamafih sonradan bu usûl terkedilmiş, yeşil müstesna olmak üzer$j İH.ria-



tiyanlar ikametgâhlarını istedikleri renge boya­ tabilmişler d İr. Bir az ilerideki Koy-Başı 'nda bir tabya ve daha ilerideki koyda Kalender köşkü vardı. Bu ad, burada medfun bu isim­ deki bir dervişten alınmış olacağı gibi, sâkîn denizi sebebiyle verilen Eudios Kalos ’tau muharref bulunacağı da düşünülebilir (Hammer, gost. ger.). Buradaki köşk, Ahmed III. devrin­ de, Damad İbrahim Paşa tarafından yaptırıldı. O zamandan beri burası Boğaziçi 'nin en güzel mesirelerinden biri oldu. 1243 ( 1827/1S2S ) türkrus harbinde Mahmud II. Sancağ-ı Şerifi çıka­ rıp, Kalender köşküne koymuş ve burası üssülharekât ittihaz olunmuştu. T a r a b y a . Bu liman, İstinye gibi, denize hâkim milletler İçin, ehemmiyetli ticarî bir mevkî olmuştur. 1352 ’de, cenevizler ile Venediklile­ rin deniz harbi esnasında Venediklilerin amirali Nicolo Pisani buraya çekilmişti. Bizanslılar devrinde burada, içinde harp esirleri hapsedil­ mekte olan bir mahpes bulunuyordu. Eski çağ­ da Pharmacias adım taşıyan ve Medea’nın zehiri He münasebeidar görülen bu yer, sonradan havasının güzelliğinden dolayı, Therapia ( »te­ davi" ) tesmiye olunmuştur. Musahipleri Şemsi Paşa, Celâl Bey ve şâir Bakî gibi zevat ile Bo­ ğaziçi ’nde muhtelif yerlerde, has bahçelerde, manzarası güzel korularda ve sahillerde ziyafet­ ler tertip eden Selim II., o devirde balıkçı kulü­ belerinden başka bir şey bulunmayan Tarabya *da, bir kasaba kurulmasını ve kendisi için bir köşk yaptırlmasım Sokullu'ya emretmiş ve ondan sonra burası da mamur olmuştur ( Evliya Çelebi, ayn. esr.).Sonradan, güzelliği dolayısiyle, bilhas­ sa rum zenginlerinin ikamet ettiği bir yer idi. Hattâ hükümet aleyhine bunların gizli tasavvur ve kararlan burada konuşulur, Efîâk-Boğdan beyliklerindeki if tir akçı hareketler ile rum ihti­ lâlleri buradan idare edilirdi. Mâruf rum âilelerinden olup, bu gibi fesad hareketlerinde ele­ başılık ettiği hükümetçe anlaşılan Ypsilanti’Ierın Tarabya ’dâfci sâhilhâneleri, bu yüzden mü­ sadere edilmiş ve Selim ÎIİ. tarafından Fransa sefaretine bir sayfiye olmak üzere verilmişti. Bundan başka, vaktiyle burada bulunan İsveç ve Napoli elçilerine mahsus yalılara ilâveten, sonradan Ingiltere, Almanya, Romanya ve Dani­ marka sefaretleri de birer sayfiye edinmişler­ dir, Bu yalılar ekseriya şark zevkine göre tef­ riş edilirdi. Yazm buralarda hayat çok canlı olurdu, İsveçli seyyah Björnstahl 'in buradan yazdığı dikkate değer mektupları bu hayattan bahseder ( Hammer, ayn. esr. ). Aym zamanda, Tarabya koyunda nihâyetlenen yeşil vâdi de cazip bir mesire idi. Evliya Çelebi zamanında, Tarabya, 1033 'te uğradığı kazak taarruz ve tahribatının izlerini muhafaza etmekle beraber,



BOĞAZİÇİ imar da görmekte idi. Burada bânisı tüccar­ dan Eîbâc Osman Ağa oian bir câmî vardır ki, bu, evvelâ Mustafa III. devrinde, Alacacı Hü­ seyin Ağa, sonra 1244'te Silâhdar-ı şehriyârî A li A ğa taraflarından tadıl ve tevsi edilmişti. Tarabya ’da Mahmud II. ve Bezmiâlem Valide Sultan taraflarından yaptırılmış iki çeşme de vardır. K i r e ç - B u r n u . Buraya, boğazın şîmâl ucu göründüğü için, Karadeniz 'in kilidi ve anahtarı mânasına »Kleides kaı kleithra tou Ponton14 de­ nirdi. Bizanslılar devrinde burada Euphemia ’ya tahsis edilmiş ve her kesin ziyaret ettiği bir ayazma vardı. Kefeli-Koy *e giderken yük­ sekte bulunan bir kaya, Dionysios zamanında, ismini bîr efsâneden alan Dikaia Petra ( ^âdîî ta ş " ) çok meşhurdu. Burası Tarabya ile Büyük-Dere arasında bir, mahalledir. İskânı hususunda XIX. asırda, Fuad Paşa 'ma sadareti esnasında ve 1293 harbinde teşebbüsler ve gayretler gösterildi. Kireçburnu camii namı ile bir cami, Kireçburnu sedleri adh iki sedd ile, biri 116 3'te gümrük emini îshak Ağa tarafından hayrat olarak, diğeri, 1237 ’de tabyalar inşa edildiği vakit yaptırılan iki çeşmesi vardır. Ağaç-Aîtı namı ile tanı­ nan mevkide rumlarm çok ziyaret ettiği bir ayazma bulunur. K e f e l i - K ö y , Kireçburnu 'ndan sonra, Bü­ yük-Dere körfezine dökülen derenin munşabmda daha ziyâde balıkçıların oturduğu bir köydür. A.dtnı, Kırım ’ın imparatorluğa ilhakından sonra, Kefe 'den getirilerek, buraya yerleştirilen muhacırlardan almış olması muhtemeldir. Bura­ da Kapudan-ı derya Uluc Haşan Paşa ( ölm. 1589/1590)’mn yaptırdığı bir mescid vardır. Bilâhare, şeyhülislâm Damad-zâde Abu ’İ-Hayr Ahmed Efendi ( ölm. 1144 = 1731/1832 ) buradaki yalısında son zamanlarım geçirdiği esnada, bu mescide cuma vâizi tâyin eylemiştir ( Davkat al-maşâ’ îh, s. 89). B ü y ü k-D e r e. Büyük-Dere ve vadisi eskiden Bathykolpos adı ile tanınmıştı. Megaralılar tara­ fından vucuda getirilen Saron adak yerinden do­ layı buraya Saron körfezi veya Saron burnu ( Bü­ yük-Dere burnu) deniyordu. Bundan başka gü­ zelliği sebebiyle, Kalos Agros ve geniş çayırlığı dolayısiyle, Libadia adlan ile mâruf idi. Buçaytrlıkta „Yedi-Kardeş“ tesmiye edilen 7 ağaçlı bir yer vardı ki, kat’î olarak bilinmemekle bera­ ber, 1096 'da birinci haçlı seferinde Godefroy de Bouillon, ordusu ile, burada kalmıştı. Vaktiyle Selim II. ’in büyük ve geniş çayır­ lığına sık sık geldiği bu semt, derin bir kör­ fezin sâkilini işgal eder adım körfeze dö­ külen bu dereden alır. Tarabya gibi, burası da Beyoğlu 'ada kışlık sefarethaneleri olan, bâzı



63ı



Avrupa sefirlerinin sayfiyesi idi. Rusya ve İs­ panya sefarethanelerinin yalıları burada bulu­ nuyordu. Büyük-Dere ’de biri Kılıç A li Paşa ya­ nında çıraklık yapmış olan Mahmud Efendi, diğeri Mustafa II. zamanında sadaret kethüdası meşhur Kara Kethüda Ahmed A ğa tarafların­ dan yaptırılan iki cami mevcuttur. Mehmed A ğ a ’mn bahçesi de (Kara-Kâhya bahçesi) bu­ ranın sayılı mesirelerinden biri idi. Kefeli-Köy ile Büyük-Dere, şehzade Sultan Mehmed camii vakfındandır. S a r ı - Y e r ( San-Yar ). Büyük-Dere limanının şimale doğru nihayet bulduğu kısım ( Mesar veya Mezar-Burnu ), simas ( »burun* ) kelimesinden bozulmuş olup, Sarıyer koyundaki küçük dere ise, Skletrinas adını taşıyordu. Birincisinde bir Aphrodite heykeli, İkincisinde deApollon adak yeri vardı. Vaktiyle burada bir mezar olduğu için Mezar-Burnu denilıyorken, bu isim Mesar'a çevrilmiştir. Sarıyer ’in iskelesidir. Sarıyer, adı­ nı burada medfun »Sarı-Baba" namında bir zat­ tan aldığı söylenirse de, eski eserlerde hep Sanyar olarak geçmesi ve civarda, bakır ihtiva eden ve san görünen, bir yarm mevcudiyeti bu semte vaktiyle Sarı-Yar adını vermişken, son­ radan bunun zamanla Sarıyer şekline girdiğini göstermektedir. Zâten burada hâlen metrâk bir bakır mâdeni vardır ( Mehmed Râif, ayn. esr.). S an -Y er’in havası iyi olduğu gibi, bilhassa güzel ve şifalı sulan He meşhurdur. Boğaziçi ’nin iyi suları San-Yer civarında toplanmıştır. Mahâh ahmiyâh ’tn Jkesiriilmıkdar bir mâ-i leziz olup, Çamlıca suyu havassmda" bulunduğunu bildir­ diği Kestane suyundan başka, şifa hassası her keşçe bilinen Çırçır suyu ve Fmdık suyu, Hünkârsuyu ve Şifa suyu San-Yer ’e yakın tepelerin eteklerinden çıkar ki, yazın bu yüzden, buraları çok rağbet gören bir sayfiye ve mesiredir. ( Bo­ ğaziçi ’nin Rumeli kıyısındaki meşhur sulardan bu eserde bahsedilen diğerleri tsiinye yakının­ daki Tokmak suyu ile Baltalimanı çayırı nihâ­ yetinde Kanlı-Kavak 'tan çıkan ve o sahilde Narhçı yalısı altındaki çeşmeyi teşkil eden Narhçı suyudur; krş. A şır Efendi mahdumu Mehmed Hafid, Mahâh at-miyâh, İstanbul, 1271). Sarı-Yer ’de Öteden beri meşhur bahçeler bulu­ nuyordu. Murad IV. ’m bir gezinti esnasında gördüğü ve »Hadim al-haremeyn oldnğum hâlde, böyle bir r a v z a - ı c e n a n a mâlik değilim" diye hayretini İzhar ettiği Çelebi Solak namı ile mâruf bir zatın bahçesi bu meyandadır ( Evliya Çelebi, göst. yer.). Burada A li Kethüda ismin­ de birinin inşa ve meşhur Mehmed Kethüda ’mn tâmîr ettirdiği bir cami ile İbrahim ve Mehmed IV. 'in musahiplerinden Mes’ud A ğa ’mn 1055 'te yaptırdığı çeşme zikre değer ( ffadikat al~cavamt ). Sarı-Yer 'den sonra ge-



6S*



BOĞAZİÇİ.



lea Yeni-Mahalle ’de Pazarbaşı ve sahilde yük­ sekçe bir yerdeki Fırıldak bahçesi birer mesi­ redir. R u m e l i - K a v a ğ ı . Bu civarda Milton (T elli-T abya) ve Sarapıcion vardı. Anadolu ve Rumeli-Kavakları kalelerinin bulunduğu yer­ de eskiden a mâbed vardı. Rumeli kıyısındaki bizansidarın ve Anadolu kıyısındaki Chalkedonlularm mabedi idi. Bilâhare bizans impara­ torları karşı karşıya bulunan bu iki tepenin üs­ tünde, boğazı müdafaa etmek üzere, iki kale inşa etmişler ve tepeden sahile kadar uzanan bir duvar yapmışlardı ki, bir kıyıdan diğerine uzanan ve sâhiideki duvarlara merbut bulunan büyük bir zincir ile, boğaz kapatılır idi. Bu ka­ lelerden Anadolu kıyısındaki, Ceneviz kalesi, oldukça sağlam bulunmasına mukabil, Rumeli kıyısmdakinin ancak harabeleri görülmektedir. GİIHus'ta burası Rumeli Hieron ( Hieron Römelias) ’u şeklinde geçer. Kale duvarından sonra gelen vâdi, eskiden civardaki taşların altm ih­ tiva ettiği sanıldığı için, Chrysorrhoas ( »altın su") adım taşıyordu. Burada, Gillius ’un za­ manında, Meryem 'e izafe edilen küçük bir k i­ lise mevcuttu. Bu vadinin nihayetindeki menbâın bulunduğu tepede, her hâlde vaktiyle fe­ ner vazifesini gören, büyük ve yuvarlak bir kule bulunuyordu. Dionysios bunu Timea Turris tes­ miye etmektedir. Burası Murad IV. zamanında yaptırılan kale ( Boğaz-Hisarı) sebebi ile, ehemmiyetli bir yer olmuştu. Bu kale dört köşesi bin adım olmak ye cenup tarafında bir kapısı bulunmak üzere, Anadolu-Kavağı ile birlikte, kazak ve rus hü­ cumlarına karşı yaptırıldı; sonradan müte­ addit defalar tâmir ve tâdilât gördü ( aş. bk.). Evliya Çelebi, kalenin içinde muhafızlara mah­ sus 60 ev olduğunu ve bu mevkide Galata mollasının bir naibi bulunduğunu kaydeder. Murad IV. ’ın yaptırdığı bir cami He Karakaş Mustafa Çelebi ’nin inşa ettirdiği bir mescid, sonradan, Vâlde Hatice Turhan Sultan ( Mehmed IV. ’in annesi) tarafından kardeşi Yusuf A ğa namına bina ve Mahmud II, tarafından tâmir ettirilen Vâlde camii buranın eski millî âbidelerini teşkil eder. Sahilde Otuz-Bir suyu adı He tanılan bir mesiresi de vardır. B o ğ a z - a ğ z ı ( Rumeli). Rumeü-Kavağı ’ndan sonra, kayalıkların bir burun ile nihâyetlendiği yerde, Karadeniz ’den girerken, boğazın Rumeli kıyısındaki ilk Umanı vardır. Buna Ephesiâtes ( »Epheslilerin limanı"; bugünkü Büyük-Liman) denirdi. Sonra Aphrodision burnu ( Taşlıca-Burnü voya Top-Taşı) vardır. Daha ileride eski Aphrodite heykeli ile Myreîeion mevkii bulunuyordu. Bundan sonra gelen küçük koy, Limen Dykiön (»Lykiahların limanı"; bu- j



günkü Hamsi limanı) ve Karibce kalesi şima­ lindeki liman da, Licnias tesmiye ediliyordu. Buradan İtibaren sahil daha taşlı ve daha husu­ sî bir şekil alırdı ki, eskiden buraya akbaba ve kartalların yuva yapmasından dolayı Gypopolis ( »akbaba şehri" ) denmişti, ihtimâl ki, PapasBurnu *na kadar devam eden bu yerde argonot­ ları davet eden kıra! Phineas Tn sarayı vardı. Boğazın nihayet bulduğu yerdeki burun Panıum ( Gillius, Phanarion demektedir ; Rumeli feneri burnu ) 'dur. Karşısında Kyaneai adacığı ( KızılKayalar veya Kokonora adası) vardır. 1352 ’de burada Venedik ve Ceneviz donanmaları ara­ sında, Karadeniz hâkimiyeti için, büyük bir muharebe olmuştu. Boğazın Rumeli kıyısındaki en son nokta Sympiegades tesmiye olunuyordu. Boğazın hâricinde Hâmus ( îstiranca dağları) eteklerinde vaktiyle fener vazifesi gören ve Ovid kulesi tesmiye olunan bir yer kaydedil­ mektedir (bk. Pauly~Wissowa). Bu mevkilerin ( Büyük-Liman, Karipçe ve Fener) türk tarihinde, buralarda XVIII. ve XIX. asırlarda müdafaa tertibatı alınmasından başka­ ca bir değerleri yoktur ( aş. bak ). Ancak boğa­ zın medhâlinde, gemilerin geceleyin karaya otur­ maması veya yanlış işaret vererek, bunları yağma etmek isteyen bâzı hırsızlardan korumak için, zaman zaman çareler düşünülmüş, Abdülhamid I. zamanında sahilde mahalleler tesis edilerek, imarına çalışılmış ve bu suretle bu gibi mah­ zurların önüne geçilmek istenilmiştir. Abdülaziz devrinde ise, kazazedeleri kurtarmak maksadı İle, cankurtarn teşkilâtı yapılmış ve bu te’sis bugünkü tahlisiye teşkilâtına esas olmuştur. B o ğ a z - a ğ z ı ( Anadolu ). Boğazın Anadolu kıyısı, eskilerin Rhebas(yeni yun. Rivas ve türk. Irva ) dedikleri derenin ağzında, aynı adı alan, Irva limanı ile başlar ve bundan sonra Kromion veya Kolone tesmiye olunan bir takım kaya­ lıklar gelir. Burası taşlık bir sâhildir. Andreossy ’ye göre, Fatih, İstanbul ’u muhasara ettiği vakit, sûrları daha iyi tahrip edip, gedik aça­ bilecek olan yuvarlak bazalt taşlarını buradan getirtmişti. Bu kayalıklardan sonra gelen buruna, burada gemi demiri bulunduğu için, Ancyreum ( Yum-Burnu ), yine burada yuvarlak ve bir kuleye benzeyen kayalığa da Pyrgos Medeias denilmişti. Anadolu feneri, Psonion ve garbın­ daki koy da Ampelodes ( Çakal-Limanı; Ham* mer ’e göre, Kabakos) adı ile mâruf idi. — Poy­ raz burnu, adını Boreas ’tan almaktadır. Cenûbundaki koy ( Poyraz-Limam ) Gillius ’ta, Dios Saera olarak gösterilmiştir. — Fil-Burnu, Korakion ( Hammer ’e göre, Poyraz-Burnu ), bundan sonra gelen taşlık sahil Panteikion ve KeçelıLiman, Chelai tesmiye edilmişti.



BOĞAZİÇİ. Türkler zamanında, boğazın medhâlinden iti­ baren, Anadolu-Feneri, Poyraz-Limam ve FilBurnu mevkileri yine, boğazın müdafaası ba­ kımından ehemmiyet almış, esasen tenha ve uzak oldukları için, İstanbul ve asıl Boğaziçi ile ir­ tibat ve münasebetleri az bulunmuştur. A n a d o l u - K a v a ğ ı . Boğaziçi ’nin eski çağ­ larda Hieron Storaa ( »mukaddes ağız» ) denilen kısmı üzerindedir ve eskilerde Fanum yahut Hieron şeklinde geçer. Burada 12 mabut namına bir adak yeri vardı ki, evvelâ Phrysos ve sonra lason (Kolchıs’ten avdetinde) tarafından İnşa edilmişti. Bundan başka ayrıca Karadeniz’e çı­ kacakların müsait bir rüzgârla seyahat etmele­ rini te’mîn için, kurban kestikleri Zevs ve Poseidon namlarına yapılmış adak yerleri bulunu­ yordu. Esasen bütün bu sahiller mukaddes idi. Çünkü eskiler Karadeniz hakkında o kadar korkunç bir fikre sahip idiler kî, tanıdıkları bütün ilâh ve ilâhelere bir mukaddes yer te’sis etmeden ve bir şey adanmaksızm yolcu­ luğa cesaret edemezlerdi ( Tournefort, agn. esr.). En eski zamanlardan beri hususî ehemmiyeti ve tarihî bir kıymeti hâiz olan Anadolu-Kavağı, aynı zamanda Boğaziçi sahillerini, şimalden istilâ edeceklere karşı, emniyet altında bulun­ durmak maksadı ile ve askerî kuvvetlerin bu­ lundurulduğu müstahkem bir mevki ve boğaz­ dan geçen gemilerden gümrük tahsilatının ya­ pıldığı bir yerdi. Nitekim Bithmya kıralı Prusîas bir aralık bu bizans mevkiini ele geçirdi. Gotlar hücum ettiler ve 865 ile 941 ’de ruslar geldiler. Sonra, Yorus kalesi tesmiye edilen Ceneviz kalesi, Ceneviz hâkimiyetinin bura­ larda mevcut olduğu zamanda, Paleologiar dev­ rinde, bu ihtiyaçlara karşılık İnşa edilmişti. Burada bîr taşa kazılmış bir haç işareti ve 1190 tarihi göze çarpmaktadır ki, bu tarih cenevizİerin boğaza hâkim oldukları devirdir (Andre* ossy, agn. e$r. ). — Müteakip burun (MacarBurnu), Argyrönion veya Argyronicum idi ve burada, Justinianus i. tarafından, mükemmel bir şekilde yeniden yaptırılmış Hagios Panteleimon kilisesi mevcut idi. Yine bu civarda, Profcop ’a giîre, Justinianus I. ’un yaptırdığı bir darülaceze ile Mökadion denen sahilde (Anadolu-Kavağı ’ııın şimalinde), yine onun tarafından, Mi kail namına inşa ettirilen bîr kilise bulunuyordu. Burası türkler devrinde bâzı yalıları ihtivâ eden, bilhassa istihkâmları bakımından ehem­ miyetli bir yerdi. Kösem Vâlde Sultan ’m ( Mahpeyker) inşa ettirdiği Anadolu-Kavağı mescidi ile kale hâricinde Midillili Hacı A li Reis ’in 1001 ’de, kalenin inşasından 32 sene evvel, yaptırdığı cami ve Kavak ustalarından Eihâc Mehmed A ğ a ’nın 1106’da, yine kale dışında, inşa ettirdiği cami ( Yeni-Cârai ) bu



683



semtin XVII, asırda oldukça kalabalık bir yer olduğunu gösterir. Evliya Çelebi ’nin de, limanından 300 gemi eksik olmaz- demesi, bu­ nun bir delilidir. Kavak ustası veya Kavak dizdarı buranın mülkiye âmiri idi. Burada Üsküdar mollasının bir nâibi bulunurdu. Eski­ den mevcut misafirhane 1143 ’te Mehmed Ket­ hüda tarafından tâmir ettirilmişti. Diğer taraf­ tan Öteden beri ehemmiyet verilen beynelmi­ lel karantina işleri için, 1254 ’te, meşhur Kavak tahaffuzhanesi ihdas edildi. Anadolu-Kavağı ’ndakİ kaleden başka daha şimalde bulunan Ceneviz-Kalesi ’nde ( Yoros kalesi) Bayezid II. 'İn yaptırdığı bir mescid (Yoros kalesi mescidi) vardı. Burada Hızırtaşı denen ve her kes tarafından ziyaret edilen meşhur bir taş vardı. Y û ş â t e p e s i . Herculis Kline (»Herkül ’üa yatağı") ve Umur-Yeri Chaikedonluların Daphne namına inşa ettikleri adak yerinden do­ layı, Daphne Psyehonous veya insana laurus Nymphaion Chalkedonion adını taşıyordu. Ma­ mafih burada, bir aralık, Amykos adım taşıyan bir mevki vardı ( PauIy-Wissowa ). Bundan son­ ra Sivri-Burun ( Selvi-Burnu ) Aietou rhymcbos ve Bithinyah bir kirala izafetle adlanan Moukaporis ( Hünkâr-İskelesi koyu) mevkii gelir. Burası, güzel bir liman ile birlikte, derince bir koydur. Tournefort ’a göre, çok bereketli olan bu sahilde her köy bir meyve adını taşıdığı gibi, Monocolos ve Moucaporis burunları ara­ sındaki köy de, Toca ( »kirazlı" ) adı ile mâ­ ruf idi. Yûşâ tepesi ( Cebel-i Yûşâ), Boğaziçi’nde sihİle en yakm ve en yüksek bir tepedir ( Yoros dağı adı hakkmdakİ rivayetler için bk. J jla d ik a t a V c a v a m î II, 147 v.d .;). Burada Osman III. sadrâzamlarından Mehmed Said Paşa ’am bina ettirdiği bir mescîd vardır ( 1169 ). Mehmed Said Paşa bu sırada, halk arasında Yuşâ pey­ gambere izafe edilen ve çok «zun olan mezarın etrafına kârgir bir duvar inşa ile müstakil türbedar tâyin etti ve kandil yakmak için, ba­ deme ve hücreler yaptırdı. Câmi Abdülaziz devrinde yeniden tâmir olimdu (bu tepeye Yûşâ tepesi ve orada gelen-gidene gösterilen uzun boylu mezara (k i, bu sebeple fransızlar tepe­ ye Mont de Geant derler), Yûşâ peygamberin mezarı adını veren efsânelerden biri Musa pey­ gamberin Maema’ al-bahraya ( Boğaziçi ) ’e gel­ diği zamanda yanındaki Yûşâ peygamberin o sırada burada vefat ederek, tepeye gömüldüğü efsânesidir (Hâlbuki tepeye, Karadeniz’den ilk görülecek en yüksek tepe olmak dolayısiyle, Fenikeliler tarafından Yûşâ— *Yesu‘ ( »kurtarı­ cı" ) adı verilmiş olması da muhtemeldir). Dağın altında Tokat bahçesi, Tokat köşkü



6«4



BOĞAZİÇİ



vardı; bu köşk Fâtih ve Kanunî 'den sonra evvelâ 1093 'te ( Başvekâlet arşivi, Cevdet, sa­ ray, 3901), bilâhare 1159 (1746) ’da Mahmud I. tarafından, çok güzel bir tarzda, yeniden yap­ tırıldı ve şâir Nevres 'in yazdığı güzel bir tarihilc Kasr-ı hümâyunabâd denildi ( ‘îzzî, var. 63 v.d.). Bu köşkün yanında Mâ-i eârî bahçesi adı île bir mesire vardı ki, bu isim zamanla Macar Şekline girmiş, bahçeye Macar-Bahçesi, Yuşâ tepesinin sahile indiği buruna Macar burnu, hattâ Yüşâ tabyasına Macar»Tabyası, yahut Macar-Kalesi denilmiştir. A k . B a b a v e D e r e s k i köyleri. Boğazın Rumeli kıyısında Büyük* D ere’den içeride bulu­ nan Bahçe* Köy ve Belgrad köylerinin ( bk. BEND) Boğaziçi ile alakası ne kadar kuvvetli ise, Tokat deresinin cenûb-i şarkîsinde uzanan ve Beykoz 'a ikî saatlik mesafede bulunan roman­ tik bir vadideki bu köylerin de Boğaziçi ve onun tarihi ile rabıta ve münasebeti o nisbette sıkıdır. A dı Fâtih devrindeki şahsiyetlerden bi­ rine bağlanan Ak-Baba köyünde ( Ak-Baba sul­ tan adı hakkında bk. Evliya Çelebi ), Murad IH. zamanında ve müteakip devirlerde büyük bir rolü olan kethüda Can feda Hatun 'un yaptırdığı bir câmİ yakınındaki bir bağda menbaı bulunan Kara-Kulak Ahmed Ağa 'ya nisbetie Karakulak denen meşhur suyun bulunduğu Dereski kö­ yünde de, Selim IH. devrinde valide kahyası Yusuf A ğ a ’nın eseri olan san’atkârâne bir çeş­ me ve köşk ( Âli, Kunh al-ahbâr, basılma­ mış kısımlar, var. 475; fiadîkat al-cavâmı ; Ma~ hah al-miyâh) ile şeyhülislâm Molla Feneri Mehmed Efendi { ölm, 954 } ’nin yaptırdığı De­ reski mescidi kayda değer. Evliya Çelebi ’ye göre, bundan başka, bu civarda meşhur olan Â!-i Bahadır, Koyun-Korusu ve Alemdağı me­ sireleri vardır. Ahmed Midhat Efendi 'nin bu­ rada bir çiftliği bulunuyordu ve içinden çıkan Sırmakeş suyu, Boğaziçi’nin diğer iyi suları gibi, İstanbul ’da tevzî olunurdu. S ü t l ü c e v e U m u r - Y er i . Macar-Burnu ’nu takip eden Sütlüce, güzel suları ( Ab-i H ayat) ile, İstanbul’un mesirelerinden bîri idi. Burada sa’diye tarikatine mensup Hasırı-zâde tekkesi vardır. Gerek burası, gerek sahilde bunu takip eden ve yelken gemilerinin barınmasına müsait bir koy olan Umuryeri limanı, taş ve kireç ocaklarım ihtiva eder. B e y k o z . Gillius 'un rumlar tarafından Amya ve Ameae tesmiye edildiğini bildirdiği Beykoz körfezi, bir Bitbinya kiralının adı ile, Amykos ve arkasındaki düzlük, Grönychia (Beykoz çayı­ rı ) tesmiye edilmekte id i; şüphesiz ki, Amya ismi Amycos ’un bozulmuş bir şeklidir. Leunelavius burayı, Beykoz ile alâkadar olarak, Megaîo caıya tesmiye etmektedir.



Eski türkçe vesikalarda Bey-kozu ve Beykos şeklinde görünen ve Servi*Burnu ’nun cenu­ bunda bulunan bu köyün adı, bazılarına göre, koz ( „cevîz“ ) ile bir terkip hâlinde Bey-Kozu, bazılarına göre ise, kas ( «köy" ) ile Bey-Koa ( İstanbul ’un fethinden sonra, evvelce burada ikamet eden bizanslı bîr beyin köyü mânasına, bu ismin türklerce verildiği söylenir) olmak üzere, eski türk devrine âittîr. Kocaeli fati­ hinin burada otur maş olduğu hakkmdakı tarihî rivayet ve sonraları Kocaeli valilerinin idare makarn bulunması, hattâ bir aralık Kocaeli valiliğinin Boğaz muhafazasına memur kimselere tevcihi bu ikinci nokia-i nazarı kuvvetlendir­ mektedir. Bu semt, Beykoz ve Yalı-Köyü adı ile, îkİ kısma ayrılır. Yalı-Köyü civarında Beykoz çayırı denilen büyük bîr mesire ve bunun sâhilinde, Beykoz kasr-ı humayunu ‘ ile, Hünkâr iskelesi vardır. Burada Bâbıâli île Rusya ara­ sında 1833 'te Türkiye ’nin zararına olmakla meşhur iedafüî ittifak muahedenâmesi imza­ lanmıştır. Bu muahededen sonra Servi-Burnu ’ndaki tepede, ruslar tarafından, üzerinde rusça bir kitabe ile Pertev Paşa tarafından türkçe yazılmış manzum bir diğer kitabe bulu­ nan, bir taş dikilmişti. Boğaziçi-Taşı adı ile mâruf olan bu taş, Ayastafanos'tâki rus âbi­ desi gibi, büyük harbin başlangıcında (19 14 ) yıkıldı ( tafsilât için bk. Osman Ergin, Tür* kiye maarif tarihi, II, 447). Beykoz ’da hâlen mevcut köşk, Mısır valisi Mehmed A li Paşa tarafından inşa ettirilerek, Abdülm ecid’e tak­ dim olunmuş, sonradan Abdülaziz tarafından tamir ettirilmişti. XIX. asrın meşhur türk mu­ harriri Ahmed Midhat [ b. bk.] *m Beykoz ’daki yalısı bugün hâlâ mevcuttur. Beykoz ’da vak­ tiyle su değirmenleri vardı; ustasına, uncu-başı denir ve acemi oğlanlarından müteşekkil ocağa «değirmen ocağı" adı verilirdi. Selim III. dev­ rinde bu değirmenler yerinde bir kâğıthâne te’sîs edildi ( Başvekâlet arşivi, sadaret müte­ ferrika defterleri, 707jz ; Cevdet, askerî, nr. 3651). Gerek Hünkâr İskelesinde, gerek Yalıköyü ’ndeki meseidler orada bulunan bostancı veya uncu-başılarm eseridir. Beykoz câmîinin de banisi yİtıe bostancı-başı Mustafa Ağa idi* Bunun yanında, yine bostancı-başılardaa olup, bilâhare 1017 ’de Kanije beyîerbeyilİğinde ve­ fat eden Ahmed Paşa bîr mektep yaptırdı. Çeşmeleri bol olan Beykoz 'da Mahmud I, de 1159 'da gümrük emini îsbak Ağa ’mn nezareti ite bir çeşme yaptırmıştı ( 'Izzî, var. 64; fJadikat al-cavâm? ). îshak Ağa namına Yalı-Köyü ’nde bir mahalle de vardı. Beykoz ’un suyu bol olduğu için gemiler, sefere çıkacakları zaman, fıçılarını buradan doldururlardı. Burası XVII. asırda, bîr çok büyüklerin köşk ve yalılarının.



BOĞAZİÇİ



6$s



bulunduğu bir semt idi. Üsküdar mollasına şasından sonra türkîerin de rağbet ettiği bir semt tâbi olmakla beraber 150 akçe ile müneccim olmuş, devlet ricalinden bir çoğu burada bağ, bağılara meşruta bulunuyordu. Sultaniye bahçe­ bahçe ve yalı yaptırmışlardır. Paşa-Bahçesi ’nde si bostancı-başısı zabıta âmiri idi ( Evliya Çe­ eskiden mevcud şişehâne bugün asrî bir cam lebi ; Katib Çelebi, Cihannumâ, s. 664) Bey­ fabrikasına tahavvül etmiştir. Bundan başka koz 'da eskiden mevcut tabakhane { Başvekâlet burada, 1932 'den itibaren, inhisarlar İdaresinin arşivi, Cevdet, askerî, nr. 3069) sonradan tek­ müskirat fabrikası bulunmaktadır. mil edilerek, büyük ve modem bir kundura Ç u b u k l u . Katangıon, Çubuklu koyu ve fabrikası hâline getirildi. Balıkçılık burada Ozyrros Kanlıca ’nm şimalîndeki burundur ve çok inkişaf etmiştir ve öteden beri dalyanları, bu sonuncusu GilHus ’ta Magmım Glari olarak kalkan balığı ve paçası île meşhurdur. gösterilmiştir. Çubuklu, eskiden Aktinitlerin Beykoz 'a yakın olan Sultanîye mesiresi, Ev­ manastın ile meşhur idi. liya Çelebi 'ye göre, özdemîr-oğhı Osman Paşa Çubuk lülesi yapıldığından veya Bayezİd II. ’nm Murad III. ’a takdim ettiği malzeme ile ile oğlu Selim I. arasında geçen bir hâdiseden acemkârî bir köşk yapıldıktan sonra, Azerbay­ dolayı, bu ismi alan bu semtte, eskiden beri Çucan ’ın büyük bir şehri olan Sultaniye ’ye iza­ buklu-Bahçe denilen bir bas bahçe ve bostancı feten, bu isim ile anılmağa başladı. Fakat Baye- ve neferlerine mahsus bir kışla vardı ve bu me­ zıd II. ’den itibaren, bütün padişahların rağbet sire civarındaki çubuklu-ocağt mescidi, bostanve köşkler ile tezyin ettiği bu mevki, adını cı-başılardan ağa-babası Halil Ağa tarafından bundan dolayı da almış olabilir. Ahmed III. yapılmıştı (adı hakkında bk. Evliya Çelebi, I, devrinde de alâka ve himmet gören Sultaniye 465). Çubuklu 'da köşk, havuz ve güzel bir bahçesi ve kasrı sonradan metruk kaldı. Selim çeşme inşası ile Çubuklu deresini güzelleştire­ III. burada nişan tâlimleri yaptırırdı; bu se­ rek, Feyzâbâd mesiresini tesis eden ve şenlen­ beple buraya nişan taşı koydurmuş, sedîer inşa diren Damad İbrahim Paşa oldu. Havuzun ba­ ettirmiştir. Hammer, kendi zamanında burada şında şâir V e h b i’nin tarihîni ( 1 1 3 4 } ihtiva reis efendinin bir köşkü bulunduğunu kaydeder. eden bir taş vardı. Çubuklu ’da Keçeci-zâde Sultaniye 'deki bostancılar, geceleri Boğaziçi İzzet Molla ’nm yaptırdığı (1238) diğer bir ’nde dolaşarak, emniyet ve asayişi temin etmek çeşme ve Abdülmecid devri mâliye nazırların­ vazifesi ile mükelleftiler. Sultaniye çayırına dan Rıfat Paşa ’nm tesis ettiği bir mahalle yakın bir yerde bulunan Gümüş-Suyu Boğaziçi I vardır. Rıfat Paşa, bu semti şenlendirmek mak'nîn en iyi sulanndandır. sadı İle, bayır üzerinde halka parasız arazi P a ş a - B a h ç e s i . Dionysİos’un Palödes tes­ vermiş ve bu suretle Çubuklu ’nun imârına gay­ miye ettiği yeri Paşa-Bahçesİ yanmda aramak ret göstermişti. Tepede Mısır hıdivi Abbas Hil­ lâzımdır. Çubuklu koyunun şimalindeki burun, mi Paşa 'nîn da güzel bir köşkü vardı ki, bül­ bol istiridye avlandığı için, Stiridia admı al­ bülleri ile meşhurdu ve ilk baharda bir çokla­ mıştır. GiIİius 'ta, Sultan Süleyman köşkü ( Sul­ rı bülbül dinlemek için, kayıklar ile buraya taniye köşkü) ile karşı karşıya olduğu için, gelirlerdi. Bu köşk son zamanlarda İstanbul be­ Türk-Burnu şeklinde geçmektedir ( Touraefort, lediyesi tarafından satın alınmıştır. cıyn. esr.). Bu civar vaktiyle büyük bir incir­ K a n l ı c a . Uzun düz sahili, Phrizou limen lik hâlinde bulunduğu için, incir-Köyü adını ismini taşırdı. Burada, Hesychias a göre, Iason alan bir yer de vardı. Bu iki mevki Sultaniye 'yi tarafından tesis edilip, bilâhare yenilenen A rtakip eden bir sayfiye yeridir. Bâzı reîsUİküttâb temîs adak yeri bulunuyordu (PauIy-Wissowa). ve kazasker mazûlieriuin burada yalıları vardı, Bundan sonra Chalkedonlulara ait olan ve Hezarpâre Ahmed Paşa 'mu bir sarayı da bu­ GilHus ’ta Plaka tesmiye edilen Phiela ( Kanlıca rada id i; hattâ Paşa-Bahçesi adı da bu zatın körfezi) geliyordu. Tournefort ( Dionysios ’a at­ bahçesinden gelmiştir. Bîr aralık İncir-Köyü *nde fen ) ’a göre, eski Ciconium kasabasının mevkii çoğalan kahvehaneler „erbab-ı fısk-ı fücûra bir Manoli körfezinin ( Kanlıca körfezi) hemen yakı­ melce’ olduğu" düşünülerek, yıktırılmıştı ( V â­ nındadır ve Cornion denilmektedir. Mamafih bu sıf, l, 146). Burada bostancı-başıîardan Sinan addaki Trakyalı bir koloniye tarafından kurul­ Ağa ’aın yaptırıp, sonradan, yine bostancı-ba- muş olan bu şehrin Kikonion ( Çengel-Köyü ) şılardan bulunup, sadrâzam kethüdası olan Dür­ olduğu da tahmin edilmektedir (PauIy-Wissova}. zi Hüseyin Ağa (cim. 1173) *nm bir mektep Bundan sonra gelen burun, şeklinden dolayı, ilâvesi ile yenilediği İncir-Koyü camii vardır. Lembos adını almıştır. Burası Moltke Harita­ İnciri i-Köy ’ün cenubunda bulunan Paşa-Bah­ sında, bir aralık Kıbrıs muhassıllığı da yapan çesi eskiden yalnız hıristiyaniar tarafından mes­ kazasker Tahsin Efendi 'ye âit olduğu için, kûn iken, bilâhare Mustafa III. 'nîn burada mek­ Kıbns-muhassıh olarak gösterilmektedir ki, tep, çeşme ve hamam ile birlikte bir de cami in­ Anadolu-Hisarı ile körfez arasındaki burundur.



İ



686



BOĞAZİÇİ.



Bu semt adını, her hâlde kağnı arabası kul­ landıklarından dolayı, Kanglı ( K aygılı) tesmiye olunan { Nemeth Gyula, A Honfoglalo mağyarsâg kialakulâsa, Budapeşt, 1930, s. 34) bir türk kabilesine mensup kimselerin bu yer ile her han­ gi bir surette alâkaları bulunmasından almış­ tır. Daha İstanbul'un fethinden önce, boğazın Ana- dolu kıyısına sâhip olan turkleriu bu mev­ kie bu addaki türk kabilesi mensuplarım İs­ kân etmiş olmaları ihtimâl dışında değildir. Haramer 'in bu ismi, kan kelimesinden teşkil edilmiş k a n l ı sıfatı ile münasebettar gör­ mesi ( Hammer), bîr hata olsa gerektir. Eski vakfiyelerde Kanhcak olarak geçmesi de bn kanaati kuvvetlendirecek mâhiyettedir. Burası eskiden bert, bir sayfiye yeri olarak, çok rağbet gören bir semt idi. Kanunî devri ri­ calinden olup, 976 ( 1568 ) ‘dâ Mısır valisi tâ­ yin edilen İskender Paşa'mn 967 (*559/i $6o ) *de mimar Sinan 'a burada bîr cami ve hamam yaptırması, XVII. asırda Evliya tarafından iki mektep, İbrahim Çelebi ve Emir Paşa yalıları gibi, bîr çok yalıları bulunan 1200 evli ve bağlı bahçeli bir şehir olarak gösterilmesi, mevkiin harikulade nezaret.ve güzelliğinden dolayı, bn semtin türklerin Bağaziçi ’ne sâhip oldukları ilk devirlerden itibaren kalabalık ve mâmur bir yer olduğunu İzah eder, İskender Paşa ca­ mii sonradan, en sonuncusu 1942 ’de olmak üzere, bir çok tamirler görmüştür ( tafsilât için bk. Cabir Vada, Boğaziçi konuşuyor, s. 68 v.dd.). İskender Paşa ile oğlu Ahmed Paşa buradaki türbede medfundur. Yine camiin sağ tarafında, Bahcat al-fatâva müellifi şeyhülislâm Yenişe­ hirli Abdullah Efendi (ölm, 1156) 'nin mezarı vardır. Bundan başka sûfilerden Sinan Efendi { ölm. 974 ) 'nin yaptırdığı mescıd burada idi (ffadîkai al-cavâm ı) ki, yeri bugünkü mescid çeşmesi ve arkasındaki Sinan Baba mezarının yakınında bulunuyordu. Gerek bu mescid, ge­ rek iRadikal a!-cavamı *in Bahaî körfezi ya­ kınında gösterdiği ve Memiş Sinaneddîn Efendi ( ölm. 986) 'nin yaptırdığını söylediği Dolayı mescidi hâlen mevcut değildir. Esasen Dolayı bağı ( Amca-zâde Hüseyin Paşa yalısı arkasında Dolanma Dolayı pınarı da Boğaziçi ’nin meşhur sularmdandır; krş. Aşır Efendi mahdumu Mehmed Hafid, Mahâh al-miyâh) Anadolu-Hisarı hudutları içindedir ( bk, Cabîr V ad a ), Kanlıca câmiinin 1,5 km. cenûb-i şarkîsinde banisi Şeyh ‘A tâ Aîİâh Efendi (Ölm. 1204) olan bir nakşibendî dergâhı bulunuyordu. 1266 (1 8 5 1)'da da Rıfat Paşa tarafından yaptırılan bir muvakkithane mevcuttur. Sütü ve yoğurdu meşhur olan Kanlıca bilhassa mesireleri ile de Boğaziçi ’nin en gözde bir semti idi. Mahmud I. devrinde te­ sis edilip, padişaha mahsus mutena bir biniş



mahalli olan ve sonra da zaman-zaman padişah­ ların rağbet ettikleri bir yer bulunan Mîrâbâd ( Mihrâbâd ) mesiresi burada Fıstıklı yokuşun­ dan körfeze inen sabada idî. Yüksek fıstık, servi ve çınar ağaçları ile kaplı bulunan bu yer, Vecihi Paşa 'dan sonra, metruk kalmış ve Kan­ lıca halkının gezinti yeri olmuş ve bilâhare de mısırlı prenses Rukiye ’nin tasarrufuna geçmiş­ ti. Kanlıca 'ya yakın Göztepe 'den çıkan meş­ hur Göztepe suyu buradadır ve kasabada mü­ teaddit çeşmelere getirtilmiştir ( Kanlıca ’nın çeşmeleri hakkında tafsilât için bk. Cabir Vada ). Kanlıca 'da son asrın bâzı meşhnr dev­ let adamlarının yalıları bulunuyordu j Abdülhamid II, 'in hâriciye nâzın Saffet Paşa yalısı Kanlıca ’yı tezyin eden büyük ve güzel yalılar­ dan idi. Bunlardan bir çoğn yanmış veya ha­ rap olduğundan, yıktırılm ıştır (tafsilât için bk, Cabir Vada, Bundan başka burada akıntısı ile meşhur Çakal burnunda tarihî bi­ nalardan bir karakol vardır. Bu bina Abdülaziz devrinde Boğaziçi sahillerinin münasip mevkile­ rine muhtelif tarzda inşa ettirilen ve bugün birer eşî Paşa-Limanı ile Çengel-Köyü ’nde bulunan, fakat kullanış şekli değişen karakollardan biri­ dir. Burada daha evvel bir tabye de yaptırılmış­ tı ( aş, bk.). Kanlıca 'mn Saffet Paşa bağı ile Yazıcı çiftliğinden başka en güzel mesireleri Kavacık ve Körfez ’dir. Bunlardan birincisi, ka­ zasker Haşan Tahsin Efendi tarafından te 'sis edilmiş, tepede bir çiftliktir. Ası! cumartesi günleri kalabalık olan bu gezinti yerinde, 1253 'te yaptırılmış bir havuz ve çeşme vardır. Bu­ rası *317 'den itibaren Mısır hıdivi İsmail Paşa damadı Mahmud Sırrı Paşa 'ya intikal etmiştir. İkinci mesire, Kanlıca ’mn ve belki Boğaziçi ‘nin en güzel bir mevkii olan Körfez olup, BülbülD eresi’nin mansabında bulunmaktadır. Burası Mehmed IV. ‘in şeyhülislâm Mehmed Bahaeddin Efendi 'ye ihsan etmesinden ve onun burada bir yalı yaptırmasından dolayı, Bahâî körfezi namı ile de yâdedilırdi. Bu yalı Mehmed IV. devrinde o kadar meşhur idi ki, İstanbul *a ge­ len Avusturya elçisine, hem yaz aylarında ve mehtaplı gecelerde emsalsiz mehtap âlemlerinin yapıldığı bu pitoresk yerde, bu âlemlerden bî­ rini göstermek, hem de „Boğaziçı'nde bulunan cennet âsa yalıları seyr** ettirmek üzere, bura­ da sadrâzam bir ziyafet vermişti (Râşid, Tarih, 1076, I, 109). XIX, asırda Körfez 'de mehtap âlemi Boğaziçi 'nin en büyük câzibesi olmuştur. Kanlıca 'da sadrâzam Amca-zâde Hüseyin Paşa 'mn yaptırdığı bir yalı vardır. 1700 ’de Karlofça muahedesinin tasdiki münasebetiyle gelen Avusturya elçilerine burada bir ziyafet verilmiş ve İngiltere île Hollanda elçileri de bu ziyafette bulunmuştu. Yalının T şeklinde olup,



ayn. esr.).



BOĞAZİÇİ. çok zarif tezyinatı hâvi bulunan salonu, en ziyâde dikkati celbeden kısmıdır. Bu salonun çıkıntısındaki pencereler, boğazın her tarafım göımeğe müsait olduğu gibi, pencerelerin üst kısmında ve tavanda görünen mütenevvi tezyi­ nat, duvarlarda göze çarpan çiçek resimleri, yalıyı ziyaret edenlerin hayranlığım ceîbetmiştır. Salonun ortasında san’atkârâne oymalar ile süslü bir de mermer havuz bulunmaktadır (tafsilât için bk. H. Saladin et R. Mesguicb, Lc Yalı des Keupralia Anatoli-Hissar, Paris, 1915, Soeiete des Amİs des Stanboul). A n a d o l u - H i s a r i . Gök-Su vadisine,Potamönion («tatlı su ") deniliyordu ve bizzat dere eski çağlarda Aretas adı ile mârûf idi. Yine bu sâhiîde Chalkedonlularm bir deniz muzafferiyeti yüzünden meşhur olmuş bulunan Nausikleion isimli bir mahal vardı. Gillius Kü­ çük-Su ’yu, Napîİ deresi ve munsap olduğu ko­ yu, Napli körfezi olarak, zikreder. Bu semt Gök-Su deresinin boğaza munsap olduğu yerde ve kısmen, Göztepe ve Kavacık 'tan gelen sağrının şark yamacı üzerine kurul­ muştur [ bk. A N A D O L U -H İSA R I j. Burada ayrıca bir namazgah ve yine amasyalı Sinaneddin Efen­ di ’nin yaptırdığı Sinan Efendi mescidi bulu­ nuyordu ( Jtfadikat al-cavâmı ). Kazasker ve şeyhülislâm mazûllerinden bir çoğu hisarda ika­ mete memur edilirlerdi. Gök-Su deresi ve cenu­ bundaki Küçük-Su deresi ve çayırlığı mârûf me­ sirelerdir. Gök-Su üzerinde bir köprü ve tepede Mahmud I. ve Selim ÎII, tarafından vazedilmiş nişan taşları ile eskiden bu dere boyunca bah­ çe ve değirmenler vardı. Gök-Su deresi 1909’daki feyezan esnasında dolarak, bir çok basarı mucip olmuş, bundan sonra, kısmen bu yüzden, buraya rağbet azalmıştır. Derenin çamuru ile yapılan Gök-Su testileri meşhurdur. Küçük-Su kasrının bulunduğu yerde eskiden bir bostancı ocağı olduğu gibi, bir iki ahşap köşk de vardı. Mahmud 1. ’un buraya rağbet etmesi üzerine, sadrâzam Devatdar Mehmed Paşa güze! bir kasr inşa ettirdiği gibi, ayrıca ceaûbundaki tepeden su getirtmiş, havuz ve fıskiye yaptır­ mıştır (1752 ). Bu kasr Selim III. ve Mahmud H. devirlerinde tamir edildikten sonra, 1273 ’te Abdülmecid devrinde yeniden inşa olunmuş, Abdülaziz zamanında ise, «şen cepheli" ismini alacak bir tarzda tekrar tamir görmüştür. K a n d i l l i . Tournefort Kandil bahçesinin eskiden Bosfor Nİcopolis ’i adını almış olup, Bithinya 'mn bir şehri olduğunu ilâve eder. Kuv­ vetli bir akıntının cereyan ettiği burun Echaia (Kandilli burnu) ismini taşır ve Gillius, bir megarahya izafeten, bu mevkii Molterino ola­ rak kaydeder. Dethier ise, kuvvetli akıntısı se­ bebiyle, Perirrous adım aldığım bildirir.



f>§7



Murad III. ’ın havasını ve manzarasını seve­ rek, sık-sık geldiği Kandilli bas bahçesi, adını, bir rivâyete göre, burada mevcut bir papazın bahçesinde Gök-Su mesiresinden donen padişah­ lar için yaktığı kandil sebebiyle, diğer bir ri­ vâyete göre de, Revan fethi den avdette ( 1042 ), evvelce burada inşasını Murad IV. ’ın emrettiği köşke gelince, Mehmed adında bir şehzadenin doğması üzerine, yedi gece kandil donanması ya­ pılmasından almıştır. Evliya Çelebi 'nin «bağ* 1 İrem, bâğ-ı cenan" olarak vasıflandırdığı Kan­ dilli has bahçesi, Akmtı-Burnu ’nda bir kaya üzerinde müteaddit kasırlar ile süslü bir bahçe; idi ( Naîmâ, III, 166; Hadi kat al-cava m ı, Bo­ ğaziçi ). Fakat 981 ’de «Bahçe-ı kandil" mevcut olduğuna ve Kandilli burnu denilen yüksek yer­ de boğazın şimal ve cenubuna nâzır mahalde eskiden beri bîr fenerin mevcudiyetine naza­ ran, öteden beri bu isim ile tanındığı kabûl edi­ lebilir. Rumeli-Hisan, Şehidiik tepesi ve kısmen Mirgün, Yeniköy ve kanlıca ile Anadolu-Hisan ve Gok-Su İle Küçük-Su arasına nezareti olan bu semt bir taraftan Küçük-Su deresine, diğer ta­ raftan Vaniköyü 'ne kadar uzanan yalılar ile or­ tadaki mahallelerden müteşekkildir. XVIII. asrın başında Damad İbrahim Paşa ’mn, sadarete gel­ dikten sonra, mîrî sarayların harap hâllerinin ecnebilere ve bilhassa tam o sırada hükümet merkezine gelecek olan Avusturya ve Venedik elçilerine fena te'sir edeceği mülâhazası ile, ta­ mirlerine karar verdiği sırada, Kandilli sarayını da ihya etmişti (Râşid, Tarih, V, 160). Mamafih Kandilli’yi imâr eden Mahmud I. oldu. 1165 (1751/1752) tarihinde, evvelâ buradaki harap olmağa yüz tutan sâhilsaraym sınırları tâyin ve evkaf-ı hümayuna ilhakı tesbit edilmiş, sa­ ray yenilendikten sonra merkezî bir mevkie bir cami ile hamam ve dükkânlar inşa edilmiş, sonra «leb-i derya olan sevâhil-i taraf-1 hümayundan icareteyn ile talibine ve sevâhilin gayr-İ mahal­ leri yalnız icare-i müeccele kaydı ile rağbet edenlere" verilmiş ve burası Nevabâd tesmiye olunmuştu ( ‘Izzi, var. 272 ). Kandilli ’de muhtelif kimseler tarafından müteaddit kuyular açtırıl­ mış ve umuma tahsis edilmiştir. Bunlardan iki­ sini sadrâzam Siyavuş Paşa ( ölm. 1066) ile Şam vâlisi Boynu-eğri Mehmed Paşa kazdır­ malardır. Kösem Sultan baş ağasının kazdırdığı kuyudan dolap ile çekilen su ise Devatdar Mehmed Paşa ’ms yaptırdığı boğaza nâzır çeş­ meye akıtılıyordu. Kandilli sarayı zamanla harap olduğundan, Abdülhamid I. ’in ilk devirlerinde yeri satıldı ve vakf-ı hümayuna ilhak olundu. Mahmud II. Kandilli iskelesinin tam karşısında bir binek taşı vazettir iniştir ki, her vakit buradan ata



&OĞA2İÇÎ. binerek, çok sevdiği İcâdiye *ye giderdi. Kan­ dilli 'de bâzı sultan yalıları da vardı. Bunlardan Cemile Sultan yalısı, mısırlı Mustafa Fâzıl Paşa tarafından yaptırılmıştı. Sadrâzam Kıbrıslı Mehmed Paşa W yalısı da burada idi. Kandilli burna iistunde Mahmad II. 'un kızı Adil Sul­ tan 'ın bir sarayı vardır ki, şimdi Kandilli kız lisesi binasıdır. Bâzı mâruf fransız ve İngiliz aileleri Kandilli 'ye rağbet göstermiş ve bu­ rada oturmuşlardır. Kandilli ’nîn yazmacılığı meşhurdun V a a i - K ö y ü . Burası eskiden sakinlerinden bîrine göre, Lykadion yahut Kykladion koyu ismini taşırdı. Bunun cenubundaki sahil Brochpi 'dır ve Prokop 'e göre, Jusiinİanus I. bura­ da' (D eth ıer’e göre, Kuleli ’de), A n ap h ıs’ta olduğu gibi, Mikâil namına, bir mâbed te’sıs etmişti. Bunun şimalinde yine Justinianus I. ve Theodora tarafından inşa edilen, Metânoia adında, tevbekâr kadınlara mahsus bir manas­ tır vardı. Eskiden Papaz-Korusu ( Papaz-Bahçesi) namı île, mârûf olan bu civar, Mehmed IV. tarafın­ dan muaîlîm-i sultanî Vânî Mehmed Efendi ( öîm. 1096) *ye tevcih edildi. Bu zâtın bura­ da evvelce bostancılara mahsus mescidi tevsî ve kendisi de bir yalı inşa ettirmesinden ve bâzı hayratı bu camiye vakıf bırakmasından, bu mahal onun adı üe anılmıştır ( Evliya Çe­ lebi; Râşid, I, 134). Bu camide imamlık ya­ panlara İstanbul gümrüğünden para tahsis edil­ mişti (1215 tarihine ait bir vesika için bk. Başvekâlet arşivi, Cevdet, evkaf, nr. 2231J. Ca­ mi, Küçük-Sn kasrının inşası sırasında ( 1166 ), Devatdar Mehmed Paşa tarafından, esaslı bir şekilde tamir ettirildi, Vaniköy korusunun arkası dik bir tepedir (114 m .). Bu tepe daha evvel Kenan Efendi çiftliği adı He tanınmıştı. Bu zat, burada bir kasır inşa ettirerek, Mahmud H. ’a arazisi ile birlikte takdim etmiş, fa­ kat, İcâdiye hamı île şöhret bulan bu köşk, Kırım harbi sırasında, İngiliz askerlerinin ikameti es­ nasında yanmıştır. Bu tepede 1917 ağustosuna kadar bir kuleli bina ile bir de kârgir iki katlı binadan ibaret te’sisat vardı ve harbiye nezare­ tine bağlı idi, 1911 senesine kadar buradan yan gın ilân eden toplar atılırdı. 1917 senesineden itibaren, burada rasathane tesis olunmuştur. K u l e l i . Eskiden Kule bahçesi adı ile, has bahçelerden biri bulunan bu semte Kanunî zamanında alâka gösterilmiş, bâzı binalar ve ezcümle bir Sansonhâne ve bir mescid inşa edil­ miştir (E vliya Çelebi, f i adikat al-cavâmı ). Her hâlde burada mevcut bostancı-başı odaları da yine o vakitten kalma tesislerdi. Bunun ye­ rinde, bilâhare, Mahmud H. ahşap olarak bîr süvari kışlası yaptırdı ve sahilde Kaymak Mus­



tafa Paşa ( ölm. 1143 ) ’nin inşa ettirdiği mescidi, bâzı ilâveler ile, yeniledi ( 1244 ). Mahmud II. bâzan bu câmide namaz kılar ve kışlada askerin tâlimleri ile meşgul olurdu. Bu kışla Abdülmecid devrinde yanmış, kısmen kargır olarak tekrar ya­ pıldıktan sonra, Kmm harbi esnasında, İngiliz yaralı hastahânesi iken, tekrar yangınla harap ol­ muş, fakat 1277 'de kârgir olarak yeniden inşa olunmuştur. Burası 1289 ’da askeri idadî mek­ tebi ittihaz edildi. 1293 (1876/1807 ) harbinde kışla bir müddet hastahâne hâline konuldu ise de, 1295 ( 1878 ) 'te tekrar mektebe tahvil olun­ du. 1306 'da hastahâne Beylerbeyi ’ne nakledildi ve 13x1 'de ve daha sonra yeni kısımlar ilâve olundu. Yakın senelere kadar Kuleli askeri li­ sesi burada idi. Abdülmecid Mu son devirlerin­ de, padişah ve hükümet aleyhinde gizli olarak teşekkül edip, sonra meydana çıkan cemiyet âzası Kuleli kışlasında muhakeme edilmişlerdi; bundan dolayı bu vak’a »Kuleli vak'ası" namı ile mâruftur. Ç e n g e l - K ö y ü . Kuleli 'den sonra gelen bir koy içinde ve Çaka! dağı eteklerinden çıkan Bekâr deresinin munsabında, üç mahalleden mürekkep, büyükçe bir koydur. Evliya Çelebi, İstanbul feihedildiği zaman burada bulunan bir takım çengeller yüzünden, bu semtin bu adı aldığını söylerse de ( Seyahatnöme; Hammer, ayn, esr.), burada gemi çapalarının yapıldığını, bunlara »çengel çapa" denmekte iken, yalnız, »çengel" adının bu köye izafe edildiğini kabûl edenler de vardır ( Mirâİ-i İstanbul, Boğaziçi). Burada eskiden mevcut has bahçe Murad IV. zamanında tanzim edildi, Çengeî-KÖyü 'nün baş­ lıca mesiresi olan ve Havuz-Başı denen geniş vadi, Beylerbeyi ile kendi arasındaki hududu teşkil eder ve burada Şeyh Nevres tekkesi ( K ad iri) vardı. Çengel-Köyü ’nde bîri, Hacı Ömer Efendi tarafından inşa ve Sâliha Sul­ tan ( Mahmud I, ’un validesi) tarafından ta­ mir ettirilen Çengel karîyesî mescidi, diğeri Yenimahalle *de kapudan-ı derya Abdullah Pa­ şa ( Hamdullah Paşa ) ’mn yaptırdığı camı ol­ mak Üzere, başlıca iki cami ile, suyu Çamlıca 'dan gelen ve Yusuf Ziya Paşa ’nm tamir ve ihya ettirdiği Vezir-Çeşmesi kayda değer âbi­ delerdendir ( Çengelköyü ’nde XVIII. asır başın­ da mevcut fırın ve müştemilâtı hakkında bir vesika için bk. Başvekâlet arşivi, Ibnuîemin, dâ­ hiliye, nr. 1268). XVII. asırda burası Üskü­ dar mollasının hükmünde bir su-başı Iıktı ve ahalisinin çoğu rumdu. İstanbul ’a nazır tepe­ lerden biri üzerinde, vaktiyle Abdülmecid ’in ara-sıra geldiği ve son sahibinin kendisine takdim ettiği Köçe-oğlu Agob ’a âit köşk, cum­ huriyetten önce, son osmanlı hükümdarı Vahideddîa *in elinde bulunuyordu.



:



ittirdiği mescidi, Mahmud II. feâkışîada askerin ışla AbdiiIraecİd olarak tekrar yaşuasında, İngiliz angınla harap olak yeniden inşa kerî ıdadî mek/x807 ) harbinde îine konuldu ise lebe tahvil olımy i 'ne nakledildi İ kısımlar ilâve Kuleli askerî 1İt son devİrlerinnde gizli olarak çıkan cemiyet ne edilmişlerdi; !i vak’ası" namı en sonra gelen eklerinden çıkan üç mahalleden . Evliya Çelebi, ada bulunan bir semtin bu adı tdme; Hammer, ima yapıldığını» te iken, yalnız, edildiğini kabul nbal, Boğaziçi). hçe Murad IV. -Köyü 'nün başşı denen geniş undaki hududu Nevres tekkesi nde biri, Hacı ve Sâliha Sultarafmdan tâmescidi, diğeri a Abdullah Paırdığı cami ol■f suyu Çamlıca a ’nm tamir ve yda değer âbiVIII. asır başm:ı hakkında bir , îbaülemin, dâburası Üsküsu-başıhktı ve 'a na2ir tepeAbdülmecid 'in inin kendisine âit köşk» cümlükümdarı Va-



BOĞAZİÇİ B e y l e r b e y i . Burası eskiden Arcbai Pboizousai tesmiye edilirdi. Yakınında iki yuvar­ lak kaya vardı k i} bunlardan biri büyük ve diğeri küçük Diskos idi ( Pauly-Wissowa). İs­ tavroz mevkii, adım burada Konstantin’in inşa ettirdiği kilisenin üzerine koydurduğu yaldızlı bir haçtan almıştır. istavroz b&hçeşi* has bahçeler (1093 tarihli bir vesika İçin bk. Başvekâlet arşivi, Ibnülemin, saray, nr. 199 } arasında bulunan bu semtte Mahmud I. Ferahfeza kasrım yaptırdı (1734). Mahmud I. vâldesine mahsus olmak Üzere, yine bu civarda (Beylerbeyi ile Çengel-Koyu arasında) Şevkâbâd kasrım yaptırmıştı. Mahmud II. vaktile Murad III. devri beylerbeyi!erinden Mehmed Paşa 'mu sarayı yerine istavroz sâhilsarayım yaptırdı (inşası hakkında 1243 ve 1244 tarihli vesikalar, için bk. Başvekâlet arşivi, Cevdet, saray, nr. 1040, 5544). Bundan sonra bu saray Beylerbeyi sarayı tesmiye edilmiş ve bu isim bütün semte alem olmuştur. Bu saray­ da bir aralık yangın çıkmış ve padişah ( AbdÜlmecîd) Çırağan’a nakletmişti (1251, 1268 ve 1270 tarihli vesikalar, Başvekâlet arşivi, Cev­ det, saray, nr, 39, 257, 60S ), Bugün istavroz behçesi yalnız Bostan deresine münhasır gibi­ dir. Beylerbeyi sarayını baştan-başa beyaz mer­ merler ile yeniden yaptıran Abdülaziz’dir (1865). Bu saray, müzeyyen salonları, içindeki havuz­ ları, üst kattaki hamamı ve bahçesi ile, güzel bir mimarî örneği teşkil eder. Yazlarım hep bu­ rada geçiren Abdüîazİz, misafirleri olan hüküm­ dar ve yüksek şahsiyetlere (Fransa imparatoriçesi Eugenie, Avusturya imparatoru François Joseph, Iran şahı Nasireddin ) bu sarayı tahsis et­ mişti. AbdÜlhamid H. de hal'inden sonra, sos senelerini burada geçirdi ve burada vefat etti. Banisi bostancı başılardan Abdullah Ağa (ölm. looo ) olan ve Mahmud I. ile AbdÜlhamid I, ’in tamir ettirdikleri istavroz câmii ile AbdÜlha­ mid I. ’in yaptırıp (1192), Mahmud II. ’un bir minare ekleyerek, tamir, tevsi ve kârgİr bir is­ kele ile bir muvakkithâne ilâve eylediği Bey­ lerbeyi camii (1235), bu semtin başlıca mühim âbideleri teşkil eder. Beylerbeyi ’nde, biri Be­ deviye tarikatine mensup Seyyid Efendi desgâhı, diğer ide İstavroz dergâhı olmak üzere, iki tekke mevcuttu.-feu köyde bulunan evlerin ve arazinin hepsi AbdÜlhamid !. evkafından idi. Selim I. ’in Çaldıran seferinden dönüşünde Tebriz ’den beraber aldığı iiİm adamlarından Nakkaş Baba ’nın Kuzguncuk *un şimalinde Nak­ kaş Baba bahçesini ve bu isimle anılan köyü te­ sis etmiş olduğunu da biliyoruz ( Nakkaş Paşa bahçesi olarak, XVII. asır ortasında da meşhur­ dur; krş. Evliya Çelebi, ayn, esr. ve Başvekâ­ let arşivi, Ibnülemin tasnifi, saray, nr. 2855). Ul&va Ansiklopedisi



K u z g u n c u k ; Eski adı, ismini yaldızlı kiremit İle kaplı ve Justinianus II. tarafından yaptırılan bir kiliseden alan, Chrysokeramos idi. Burada vaktiyle St, Paul dârüleytaını ile bir hastahâue bulunuyordu. Bu mevkiden sonra ge­ len Chrysopolis (Üsküdar) ile, Bosporus Thracius 'un Anadolu kıyısı nihayet bulur. Bugünkü admı Fatih devrinde burada yerleş­ miş olan Kuzgun Baba adındaki bir velîden alan bu koy, öteden beri daha ziyâde rum ve yahudiler ile meskûn idi. Ancak son asırda bir câmİ inşa edildi ( Üryanî-zadeler tarafından). Başlıca caddeleri îcâdiye, Paşa-Limam ve Nak­ kaş olup, Hacı Kaymak, evvelce Kuzguncuk veya Frenk tepesi denilen Münir Paşa tepesi de belii-başh mahâlleleridir. B o ğ a z i ç i ’ nde nakil vasıtaları ve m e s i r e l e r . Eskiden Boğaziçi ’nde İşle­ yen nakil vasıtaları premeler, çektiriîer, pa­ zar kayıkları ve padişahlara mahsus saltanat kayıkları idi, Premeler altı çift kürekle hare­ ket eder ve Boğaziçi ’ndeki bâzı iskeleler ile gezinti yerlerine işlerdi. Fakat asıl ihtiyacı kar­ şılayan her semtte, hâsılatı her hangi bir hay­ rata vakfedilen, pazar kayıkları idi. Bunlar halkın İstanbul ile olan irtibat ve münakalesi­ ni temin ettikleri gibi, isteyenleri mesirelere de götürürdü. Her mesirenin muayyen bir günü vardı. İstanbul ’a gidip gelmek için, halka ko­ laylık olmak üzere, evkaf nezareti 1252 tarihin­ de Boğaziçi iskelelerinde pazar kay; klan m ço­ ğaltmıştı. Gerek bunlar, gerek ateş kayıkları, kü­ çük yelkenliler ile balıkçı kayıkları günlük seyr-l sefere kifayet etmediğinden, orta halli halk Boğaziçi ’nden kolaylıkla istifade edemiyordu. Padişahlar müzeyyen ve muhteşem saltanat kayıkları ile Boğaziçi’nde gezintiler yapar ve her bahçe veya kasrın sandal-ı hum&yun, tebdil-i humayun ve ağalar iskeleleri, ayırtça Küçük-Su ’da piyâdegân-ı humayun iskelesi bulunurdu. Abclülmecid devrine gelinceye kadar devlet ri­ cali ve ileri gelenler çektiri ve müteaddit çifte kürekli kayıklar ile gidip-gelirlerdi. Son za­ manlara kadar bu hususta bir teşrifat usûlü de vardı. Vükelâ ve yüksek mevki sahipleri ile Efiâlc-Boğdan beyliği ve patriklik makamı cam­ larına olan kayıkların ve küreklerinin şekil ve adedleri bir nizâmnâme ile tesbit edilmişti. ‘Meselâ vezirler beşer, bâlâ ricâli dörder, ûlâ evveli üçer, ula sanısı ve mütemayizlerin ikişer çifte kayıklara binmeleri lâzımdı. Kez^-'ycsarlerin kayıklarında bir yaver, tüfekli ve~paka­ kalı iki çavuş bulunuyordu. Teamüle göre, göç için mutlaka irâde-i seniye alınmasına lüzum görülür ve muayyen mevsimde herkes yalılarına naklederek, yine muayyen mevsimde İstanbul ’daki evlerine dönerlerdi. Kayıklar saray veya ..................................



...



'







«t



&9&



BOĞAZİÇİ, BOĞAZİÇİ.



kasr-ı hümayunlardan birinin önünden yahut vükelâdan birinin yahşi açığından geçerken, şemsiye kapamak hürmet iktizasından idi (Al i Rıza, ayn. makale, göst, yer,), Mesirerîerden en rağbet göreni Gök-Su me­ siresi idi. Bunun günü cuma idi. Mamafih ha­ zirandan eylül sonuna kadar olan mevsimde pazar ve çarşamba günleri de Gök-Su âlemi yapılabilirdi. GÖk-Su deresinin i km. kadar olan mesafesi, muhtelif büyüklükteki piyade deni­ len Boğaziçi kayığı, sandal v. s. gibi deniz va­ sıtalarıma gezmelerine müsait ve bâzı günler o derece izdiham olurdu ki, giriş ve çıkışın döıt saat sürdüğü vâki idi. Buradaki Barut­ hane çayırı ile GÖk-Su ve Küçük-Su çayırları yaya, atlı ve arabalı zâirler ile dolu idi. Ka­ dınlar araba ile gezerler, hattâ Rumeli cihetin­ de oturan sultanlar ile vükelânın haremleri hususî arabalar için, Anadolu kıyısında bir yer tedarik ederlerdi. Çok nezih olan bu mesireyi padişahların ve şehzadelerin seyrettikleri de olurdu. Senenin muayyen günlerinde ( eylülün 8. günü ile müteakip pazar) ortodoks ramların GÖk-Su ’daki ayazmayı ziyaretlerinin de hu­ susî bir ehemmiyeti vardı. Yûşâ teferrücü, Kan­ lıca, Çubuklu ve Beykoz gezintileri yaz mev­ siminin muayyen günlerinde Boğaziçi halkı­ nın, pazar kayıkları ile giderek, eğlendikleri yerlerdi. Tanzimatı» ilânı ve Kırım harbini takip eden senelerde, Boğaziçi daha fazla rağbet görmüş, hâli ve vakti yerinde olanlar burada birer yaiı, köşk edinmeğe gayret göstermişlerdir. Bunun neticesi olarak, seyr-u sefer ihtiyacı artmış ve münhasıran Boğaziçi ne işlemek üzere, 1851 'de tersaneden bir vapur tahsis edilmiştir. Bu vapur o senenin nisanından İtibaren, günde bir defa köprüden hareket ederek, aldığı yolcuları Boğaziçi Vm iki tarafındaki iskelelere çıkar­ dıktan sonra, geceyi Istinye 'de geçirecek ve sabahleyin yine o suretle müşteri ahp, köprüye getirecekti ( Takvîm-i vekayi, 29 cemaziyelahır, nr. 445 1. Boğaziçi ’nde bu suretle vapur işle­ tilmeğe başlanması ve burada hayatın canlan­ ması, bir şirket teşkili fikrini ilham etmiştir. Bu fikrin ilk müteşebbisleri, o zaman sadaret müsteşarı olan Fuad Paşa ile Cevdet Paşa, Bur­ sa ’da bulundukları esnada, şirket-i hayriyeyi tasavvur etmişler ve İstanbul a dönüşlerinde de ( 12&7) bu fikri tahakkuk ettirmişlerdir (Fatma Alîye, Cevdet Paşa ve zamanı), Şirket-i hayriyenin teessüsünden sonra, Boğaziçi daha fazla inkişaf etmiş ve türklerin İstanbul 'a sahip ol­ duklarından itibaren, şenlendirdikleri ve gü­ zelleştirdikleri bu emsalsiz yer, bir kat daha parlamış, fakat XIX. asrın son seneleri ile XX. srm ilk senelerinde Anadolu kıyısındaki köy­



lerin rağbete mazhar olmaması üzerine, Boğaziçi mâmurıyet ve şerefini kaybetmeğe başlamıştır. Boğaziçi ’nde Cumhuriyet devrinde her iki sahil boyunca, muntazam yollar açılmasına ve­ ya mevcutların genişletilerek, iyileştirilmesine ehemmiyet verildi. Çengel-köyü ’nden Beykoz ’a kadar yeni ve kısmen asfalt bir yol açıldığı gibi, evvelce mevcut Mecidiye-Köyü — Istinye — Büyük-Dere yolu da geniş ve asfalt olarak ya­ pıldı, Bebek — Istinye yolu hâlen inşa hâîîndedir. Bugün Taksim — Yeni-Mahalle arasında muntazam otobüs seferleri vardır. B o ğ a z ı n m ü d a f a a s ı . Karadeniz boğa­ zının müdafaasına eski zamanlardan beri ihti­ mam gösterilmiştir. Leunclavius, Bizans impa­ ratorları devrinde, boğazın en dar yerinde, biri Anadolu, diğeri Rumeli tarafında bulunan iki hisarın mevcudiyetini bildirir. Sonraları bunlar barap olmuş ve hapishane olarak kulla­ nılmıştı. Bu vadide yapılan ikinci teşebbüs, XIV, asırda Boğaziçi’ne hâkim olan Cenevizli­ lerin Anadolu ve Rumeli kavaklarında, bugün de Ceneviz, Yoros ve İmroz kaleleri adı ile harabeleri mevcut bulunan, kale ve tahkima­ tı inşa etmeleri ile vukua geldi. Bizanshîar boğazı, IX. ve X. asırlarda ruslara ve bulgarlara karşı müdafaa etmişlerdi. Cenevizliler ise, XIV, asırda Karadeniz ve boğaza hâkim olmak gayesi ile, Kavaklardaki tahkimatı vü­ cuda getirdiler. Osmanîılar Bizans’ın ve Kara­ deniz boğazının büyük askerî ehemmiyetini çok erkenden anladılar ve İstanbul ’u zapta niyet ve muhasaraya teşebbüs eden Bay ez id I., XIV. asrın sonlarında boğazı tarassut için, GüzelceHisar adı ile, Anadolu-Hisarı [ b. bk.] ’m yap­ tırdı. Murad II. Rumeli tarafında bir kale yap­ mağı düşündü ise de, bu tasavvurunu tahakkuk ettıremeden, öldü. Halefi Mehmed II. Bizans ’m Karadeniz ile irtibatım kesmek için, BoğazKesen adı ile, Rumeîi-Hisan ‘m, İstanbul ’un zaptından bir sene evvel, yaptırdı (1452 ; bk. BOĞAZ-KESEN ). Keza Bayezid I. Kavak ’m şimâlindeki Yoros kalesini de almış, sonra Fâtih buraya bir mikdar kuvvet koymuştu. Bundan sonra, Osmanlı imparatorluğunun bütün yük­ selme devrince Boğaziçi, müdafaa bakımından, hiç bir tedbir almağa, yeni tahkimat ile takviye edilmeğe ihtiyaç göstermedi. Ancak imparator­ luğun dahilî ve haricî bâzı sarsıntılar geçirdiği XVII. asırdadır ki, burası dikkat nazarım çek­ meğe ve müdafaası düşünülmeğe başlandı. Boğaziçi osmanîılar devrinde ilk defa 1624 ( şevvâl 1033 ) ’te Don kazaklan tarafından bir baskına uğradı. Donanmanın meşgûl bulun­ duğu esnada Karadeniz ’i boş bulan kazak­ lar, 100’den fazla gemi ile, boğaza geldiler ve Yeni-Köy, Tarabya, Büyük-Dere, Sarı-Yer mev­



BOĞAZİÇİ. kilerini yağma ve tahrip ettiler. İstafeuî ’dan bostancılar ile diğer kıt’aların, gemilere bine­ rek, biralara karşı gitmesi üzerine, derhâl çe­ kildiler (Naimâ, II, 341). Bu hâdiseden sonra, divan kurularak, vezir kapudan Reeeb Paşa ve Kozlu Ali Ağa ’aın teklifi ile, boğazın ağzın­ da Kavaklarda kaleler ( kiiiclüîbahr ) inşa edil­ mesi kararlaştırıldı; kısa bir zamanda bu tahki­ mat ikmâl edildi ve İçerisine muhafızlar ile top­ çular konuldu. Bu tahkimata Boğaz-Hisarı (K a ­ vak-Hisarı ; İzzî, var. 63 ) denildi ( Evliya Çele­ bi ; Katib Çelebi, Cikannümâ, İstanbul, 1145, s. 664 ). XVII. asrın sonunda, Avusturya ve Rus­ ya muharebeleri sırasında, boğazda bâzı mü­ dafaa tedbirleri alınmakla beraber, bu işe an­ cak XVIII. asır nihayetlerine doğru ehemmiyet verilmeğe başlandı. Rusya Kırım '1 ve Karade­ niz ’in bir çok limanlarım ele geçirmiş ve do­ nanmasını kuvvetlendirmişti. Böylece Karade­ niz boğazım tehdit edecek bir vaziyete gel­ di. Bu sebeple 1768 harbinde boğazın iç ve dışında eski kaleleri tâmirve yenilerini in­ şa etmek lüzumu hâsıl oldu, öteden beri Bo­ ğaz* Kesen ve Güzelce-Hisar ( Anadolu-RumeliH isa n ) kalelerinde birer kethüda ile muay­ yen mikdarda nefer bulunduğu gibi ( bk. Baş­ vekâlet arşivi, Ali Emîrî, Ahmed I. d evri), Kavak hisarlarında da müstahfız adı ile, şâ'hinci ve çakırcı neferlerine boğazın müdafaa işleri tevdi edilmişti. Fakat bu teşkilâtın bo­ ğazın müdafaasına kâfi gelmediği görülerek, bundan sonra bir taraftan yeni tahkimat inşa­ sına çalışılırken, diğer taraftan da, yeni mü­ dafaa teşkilâtı yapıldı. Evvelâ boğazın dışın­ da, Rumeli tarafında Kilyos ( kale-i Bagdadeık ) 'ta ve Anadolu tarafından Irva ( kale-i Revanc ı k ) ’da iki ve medhâldeki fenerlerde (kale-i fener-i Anadolu, kale-i fener-i Rumeli) iki olmak üzere, dört kale yapıldı (1187; Baş­ vekâlet arşivi, Cevdet tasnifi, askerî, nr. 2347, 5594; Cevdet, Tarih, III, 125). Buna sonra­ dan Rumeli kıyısında Garipçe kalesi ve Büyük-Liman tersanesi, Anadolu kıyısında da Poy­ raz-Limanı kalesi olmak üzere, üç kale daha ilâve edildi ve „kıiâ-ı seb’a" denildi. Bu teşki­ lâtı kuran kapudan-1 derya Cezayirli Gazi Haşan Paşa olmuştur. Bu kalelere muayyen vazifeleri olan birer dizdar, -kethüda ve lüzumu kadar müstahfız, topçu ve cephâneci neferleri tâyin edildi. Ayrıca Rumeli ve Anadolu Kavakları hisarlarında bostancı ocağından usta olarak ge­ lenlerin de noksanları ikmâl olundu. Her kale­ deki k ıt’anm ne şekilde nöbet bekleyeceği ve tehlike vukuunda nasıl hareket edeceği önce­ den tesbit edildi (Cevdet, [Tarih, ). Bundan sonra, ruslar ile harp, kısa fasılalar ile, te­ kerrür ettiği için, boğazın müdafaası dâima



691



günün meselesi oldu ve gerek eskilerinin müte­ madiyen tahkim ve takviyesine, gerek yeni kale ve tabyelerın inşasına ehemmiyet verildi ( kıîâ-ı seb’ada tüfenk ve top tâlimi, Rumeli Kavağında padişah huzurunda yapılan ateşli top tâlimi için bk. Başvekâlet arşivi, Cevdet, askerî, nr. 3659* 49*4)* Selim III. 1794’te (Baron Toth, Beaujour, s. 502— 5x0) Fransa ve İsveç 'ten mühendisler ( msl. fransız mühendisi Monnier,) getirttiği zaman, boğazın müdafaa ve tahkimat işlerine yeni bir hi2 ve istikamet verildi. Şöy­ le ki, Bagdadeık, Revancık, RumeU-Feneri, Anadoîu-Feneri, Garipçe, Büyük-Liman ve PoyrazLimanı kalelerinin mevcut kuvvetleri, $00 nefer ilâvesi ile, zabitlerle birlikte 1.000 ‘e iblâğ ve bu kalelerden her birinde kayıkçı ve tamirci­ lerden başka, ne kadar nefer bulunacağı tesbit olundu. Kılâ-ı seb’a ’ya, boğaz nâzın namı ile, bir ağa tâyin olunduktan başka, kapudan paşa­ nın ve kendisi bulunmadığı vakit vekili tersane emininin 15 günde bir gidip, muayene ve nezâ­ ret eylemesi kararlaştırıldı ve gece vakti ge­ milerin boğazdan geçmeleri yasak edildi. Diğer taraftan İstanbul tarafında bulunan Kılâ-ı erba’a, yâni Rumeli-Kavağı, AnadoiuKavağı, Yuşâ tabyesi ve Telli-Dalyan tabyesine, öteden beri olduğu gibi, bostancılar tâyin edildi. Bu kalelerde de Kılâ-ı seb’a ’da olduğu gibi, muhtelif maaşlar ile, kethüda, topçu-başı, cebecibaşı, bölük-başı veya oda-başı, bâzan hücrecibaşı ve hücreci-halifesi, su-yoîcusu, neferler v.s. vardı ( bk. Başvekâlet arşivi, büyük kale defter­ leri, 91/4814, 94/4969,96/4819; Cevdet tasnifi, as­ kerî, ^.3032,3082,9193,9536, 5898,353,967.969» 4606, 4159, 3483, 2323, 1931, 4943, 4944, 5007; Cevdet, Tarih, VI, 220). Bu esnada Anadolu (Yenice-Gök su) ve Rumeli (Boğaz-Kesen) hisar­ ları da ihtimam görüyor, gerek bunların tamir ve tahkimi, gerek yeni toplar ile teçhizi ihmâl edil­ miyordu. 1807 ’de burada da tabyeler yaptırıldı. Anadolu-Hisarı yakınında bir tophane vardı (Başvekâlet arşivi, Cevdet, askerî, 4370, 2930, 9148, 7937» 8197, 5164). Karadeniz boğazı muhafı­ zının ( boğaz nâzın, kaleler nâzın ve boğaz ser­ askeri de denirdi ve bunun maiyetinde boğaz defterdarı da bulunurdu; 1219 tarihli bir vesika için bk. Cevdet, askeri, nr. 58x05 Asım, Tarih, II, 113 ), Anadolu ve Rumeli tarafına tecavüz eden düşmanı defetmek vazifesinden olduğu için, lüzumlu kuvveti dâima emre hazır bir hâlde bu­ lundururdu. Selim III.’in hal’i ile biten 1807 isyanından önce de, Trabzon ’dan 2.000 nefer getirtilmiş ve Kılâ-ı seb’a yamaklarına ilâve olunmuştu. O sırada boğaz nâzın, İngiliz Mahmud Efendi de demlen, sabık reisülküttâp Mah* mud Efendi idi ve bostancı-başı Şakir Bey ile ara-sıra boğaza gidip, yamakları nizâm-1 eedîd



S9 Z



BOĞAZİÇİ.



teşkilâtına sokmak gayretinde bulunuyordu. Ni­ hayet bu mesele bir isyana müncer olmuş, hem nazır, hem de ta byel erden birinin ( Macar taby e s i} zabiti Halil Haseki bu arada katledilmişti. Bundan . sonra mîr-i mirandan încg_ Mehmed Paşa, boğaz nâzın olmuşsa da, nihayet Ka­ bakçı Mustafa Ağa Rumeli kaleleri nezaret ve ağalığına tâyin ile Anadolu kaleleri nezaret ve ağalığı da, yine sergerdelerden arnavut A li Ağa *ya verilmişti ( Cevdet, Tarih, VIII, 153, 155, 178). Kabakçı, bir müddet sonra (1808), İstanbul ’a gelirken, Alemdar ’m gönderdiği psnar-Hisar ayam Hacı A li Ağa tarafından, Ru­ meli-Fener i kalesin dek i boğaz nazırlığı konağın­ da idam edildikten sonra ( Cevdet, Tarih, VIII, 297 ), boğaz müdafaası eski hâline irca edildi ve Rumeli ve Anadolu Kavakları ile Telli, Yûşâ ve Kİreç-Burnu tabyaları bostancı-başı ağa­ ya ihale ve bostancı neferlerinden lüzumu ka­ darı ikame edildi ( İsmail Hakkı Uzunçarşıh, Alemdar Mustafa Paşa, İstanbul, 1942, vesi­ ka 26). Bundan sonra, bir müddet, Karadeniz boğazının Rumeli tarafı ayrı, Anadolu tarafı da ayrı bir muhafıza verildi. Mamafih 1826’da sâbık kapudan-ı derya Husrev Mehmed Paşa, Anadolu eyâleti ve Karahisar-ı Sâhib sancağı uhdesinde olduğu hâlde, Karadeniz boğazı mu­ hafızı îdi ( Cevdet, askerî, nr. 7146 ) ve 1828‘de mîr-i miran Mustafa Paşa, 1829’da Abdülhamid A ğa müstakillen Karadeniz boğazı nazırı idiler (Cevdet, askerî, nr. 359). 7 ve 4 ( Kireç-Burnu tabyasının ilhakı ile 5 ) kaleden başka, zamanla diğer bir çok tabyalar da yapîdı. 1821 Mora isyanında, Rusya ’nm müdahalesi ve ika ettiği fitne ve fesat göz önüne alınarak ( bu esnada Büyük-Dere ’dc Rus­ ya sefaretinin önüne, müsaadesiz olarak, bir ge­ mi gelmiş ve demirieşmiştir; bk. Şânî-zâde, IV, 12$ ), boğazın dâhil ve hâricinde daha bir ta­ kım kale ve tabyalar inşa ettirildi. Ezcümle Rumeli kıyısında boğazdan dışarıda, Kara-Bu­ run ve Kısır-Kaya mevkilerinde birer tabya, Anadolu tarafında Irva ’ya yakın yerde El­ mas tabye, Boğaziçi ’ade Rumeli kıyısında mev­ cutlara ^ 'v e te n , Papaz-Burnu, Mezar-Burnu, Koy-Başı tabyaları ile Tarabya tabyası, BaitaLimsnı *nda Kumluk mevkiinde bir tabya, Ana­ dolu kıyısında, Servi-Burnu, Çubuklu'da ÇakalBurnu, Maear-Burnu, Fil-Burnu tabyaları, nak­ kaş tabyası. Her birisi için civarında sâhilhâııesi olan ileri gelenlerden bîri bina emini nasb ve yakın bulunan köylerin cizyegüzarîarmı cem’e bostancı-başı-ağa memur edilmek suretiyle, kısa zamanda meydana getirildi ( Şânî-zâde, Tarih, IV, 98; Başvekâlet arşivi, büyük kale defteri, 108/4831, 107/4830, 137/4854; Cevdet, askerî, nr. 9121, 263 mükerrer, $69, 18315, 1017/2, 67,



92» *39> 186, 203, 9635, 10284, 12164). 1245 (1829/1930 ) ’te Boğaziçi’nde sâhilin muhafaza­ sına memur kuvvetler arttırılmıştı ( Cevdet, as­ kerî, nr. 6871 ). Boğazın, emniyet ve asayişini ihlâl edecek gibi görünen unsurlardan temizlenmesi husu­ sunda da zaman zaman tedbirler alınırdı. Me­ selâ bir aralık (12x8) Boğaziçi’nde hırvatlar çoğalmış ve halkın emniyetini ihlâl eyledikleri cihetle, bunlardan Karadağlı olanlar memleket­ lerine İâde ve Avusturya devletine tâbi olan­ lar ise, Avusturya elçisine teslim edilmişti. Ma­ mafih bâzan yeniçerilerin bu âsayışı bozduğu, Rumeli kıyısındaki köylerde sakin reayaya karşı taşkınlıklar yaptığı da vâki idi ( Şânî-zâde, IV, 29; Cevdet, Tarih, XI, 145). ( Boğazlar rejimi hakkında bk. İslâm Ansiklopedisi, zeyl, mad, BOĞAZLAR REJİMİ ). ( M. TAYYİB G ö KBÎLGİN.) H a y a t t a ve sa n *a tta Bo ğ a z İçî. Boğaziçi, İstanbul Man ayrı, kendi çerçevesi içinde, yalnız kendine benzeyen ikî sahil bo­ yunca, hem parça parça, hem de yekpare bir mıntakadır; yüzleree seneden beri, yerli ve ec­ nebi, milyonca insanın hayâline yekpare bir hü­ viyet gibi yerleşmiştir. İki sahil üzerindeki köy­ ler, ayrı ayrı bir hüviyet sahibi oldukları hal­ de, hepsinin birden, yekpare bir âlemi vucuda getirmeleri, oradaki hayatın ve hâtıraların bir terkibidir. 1453 ’ten sonra peyda olan bu terkip yalnız türk eseridir. Ondan önce, şarkî Roma ve rum imparatorluklarının noo sene süren devrinde orada böyle bir âlem yoktu ; göz kamaştırıcı bir imâr ve tezyinî kudreti olan Bizans medeniyeti, Boğaz diye, b ü t ü n hâlin de, bir mâmûre yarat­ madı. Plattâ Bizans rumcasımn nesrinde, Boğaz­ içi, bir civar mıntaka gibi görünür ; şiirinde de, sonraları türk devirlerinde göründüğü gibi, be­ lirmez. Dikkat edilecek bir noktadır ki, Anadolu ’yu, Rumeli ’yi ve İstanbul ’u fethettikten sonra, tür kî er, pek çok yerlerde eski rumca adları türkçeye çevirmedikleri hâlde, Boğaziçi ’ndeki köylerin adlan — Tarabya ve İstinye müstesna— boydan-boya türkçedir. Ö köylerin hangi asır­ larda ve nasıl kuruldukları ve adlarım nereden aldıkları yukarıda söylenmiştir. Bir kısmı tâ yunan efsânesine dayanan, bir kısmı da Bizans kilisesinden gelen ve asırlarca 'kullanılan o ad­ ların, türkîüğün Boğaziçi ’tıe yerleştikten sonra kaybolmaları, türklerin, oralarım, fethettiği va­ kit, şahsiyetsiz yerler gibi bulmaları ile tefsir olunabilir, Yûşâ tepesi gibi .yüksek ve tenha bir mevkiin bile Fenike efsânesinden, türk an­ layışında bir „Yûşâ peygamber" efsânesine te­ nasüh edişi de gösterir ki, oralarda en eski efsânelerin bile adları silinmişti, „BasporusBosphore" tesmiyesi türkçeye hiç bir zaman



B O Ğ A Z İÇ İ.



693



girmemiş, hattâ frar.sızcamn yayıldığı son asır­ İki kilometrelik bir mesafe ile ayrılmış köyler larda bile, kulağa dâima yabancı bir kelime birbirine benzemezler. Her birinin ayn bir ha­ tesiri yapmıştır. Türkler bu boğaza dâima vası ve hüviyeti vardır. Ruh bu kadar zengin »Karadeniz boğazı" demiştir, İstanbullular ise, bir tenevvu içinde sıkılmağa vakit bulamaz. Bugün bile, bir gezinti esnasında, hissedilen „boğaz" demeği - kâfi görmüşlerdir. Türklük boğasna Anadolu sahiline, İstanbul bu tenevvu'u, eskiden oralarda oturanlar, daha *un fethinden 60 sene evvel yerleşmiş ve bu­ fazla İdrâk ederlerdi. Mevsimlerin değişme­ günkü köylerin bazılar» daha o zaman peyda si ile zevkleri değişen saatlere daha fazla olmağa başlamıştı. Fakat fetihten sonra bura­ hassastılar. İlk bahardan son bahara kadar o larda nüfusun ve bayatm taşması, tarihin en iklimin saatleri kendi içlerinde geçerdi. Ana­ göz el cilvelerinden biri olarak Boğaziçi *ni ya­ dolu sahilinin yalıları, karşıda Defterdar bur­ rattı. İşte büyük bir garp şâirinin, Boğaziçi ’ni nundan Bebek ‘e kadar giden sırtlarda, ergu­ gördüğü vakit t — »Yer ve gök arasında dal­ vanların açmasını beklerdi; Rumeli sahilinin galanan en güzel çizgi budur" — dediği bu ma­ yalıları, karşıdan, doğan ayın gecelerini sayardı. vi çizginin iki tarafında bir eşine daha ne Halkın iklimle olan imtizacından Boğaziçi ‘nin şarkta, ne garpta tesadüf edilemeyecek ka­ eğlence sıraları, asırlarca, bir takvim hâline dar güzel bir çerçive belirdi. Bu güzel çerçî- gelmişti. Boğaziçi ’nde kayık, mehtap ve musikinin venin yaradılışında İstanbul 'un payitaht olunca husule gelen bir çok İktisadî, İçtimaî sebep­ terkibinden hâsıl olan mârûf ş e h r â y î n , deni­ ler ve ince bir zevkin âmil olduğu düşünülse lebilir ki, hiç-bir zaman, hiç bir yerde bundan bile, Boğaziçi ’nin üslubunu ve havasım veren güzel olmamıştır. Sesin akis yaptığı Kanlıca başlıca âmil eski türk cemiyetinin zihniyeti • körfezi, Bebek ve Kalender sahili, lâkin bil­ olmuştur. Birbirinden güzel olan Adaların, Moda hassa Kanlıca körfezi, asırlarca, bu şehrâyînîn 'ma ve Marmara'nın Anadolu kıyısmm, osmanlı yapıldığı yerlerdir. Mehtabın, eski kamerî ay saltanatı zamanında İhmâl edildiği hâlde, Bo­ hesabı ile, on ikinci, on üçüncü ve on dördün­ ğaziçi ’nin bilhassa g ö z d e m e v k i olması, cü gecelerinde, yukarı Boğaziçi 'nden kalkan, iki taraftaki vadiler, çayırlar, tepeler arasından çoğala çoğala sahilden sahile bütün denizi dol­ boğazın İhtişamla akan bir nehir oluşu, orta duran kayık kafileleri, körfeze varır, geç vakte, Asya 'dan gelmiş bir milletin burada eski yur­ bâzı geceler sabahlara kadar bir tek saz takı­ dunu hatırlatacak bir çerçive bulmasından ileri mım ve bir tek okuyanı, emsalsiz bir sükûn ve sükût içinde dinlerdi. geldiği zahnedilebilîr. B o ğ a z i ç i gibi eşsiz güzellikler ile dolu Boğaziçi 'nin vucut bulmasına yalnız sayfiye olmak değeri sebep olmuştur demek de doğra bîr tabiat parçasının edebiyatımızda az-çok olmaz. Çünkü İki sâhİIîn üzerinde ve arkaların­ akisleri olacağı şüphesizdi. Filvaki demin söy­ da balıkçılıkla, çiftçilikle, odun ve kömürcü­ lediğimiz gibi, türk hâkimiyeti altına girdiği lükle, suculukla, testicilikle, bahçıvanlıkla ve zamandan itibaren rağbet ve ihtimam gören, kayıkçılıkla geçinen bir yerli halk da vardır köyleri, mesireleri, mehtap ve musikî âlemleri ve köylerin bir kısmını bu yerli halk yarat­ ile İstanbulluların hayatında, derin bir mevki tutan Boğaziçi, şâirlerin, ediplerin ilham aldık­ mıştır. Boğazdaki güzelliğin sırrmi ararken, böyle ları, tasvirine çalıştıkları, veya bir takım in­ bir mukayesede bulunabiliriz: Anadolu-Hîsarı şaat vesilesi ile bahsettikleri bir mevzu ol­ iskelesinden Kanlıca körfezine kadar sırala­ muştur. XVII. asrın başlarında Nev’î-zâde A tâî, hamse­ nan yalıları saysak, sayılan ne kadar azdır. Bu yalılar, bîr ikisi müstesna olmak üzere, sinin bir kitabı olan Alemnümâ adlı sâkî-nâmeihtişamlı yapılar olmaktan uzaktır; mimarî­ deki „sıfat~ı hisar vo târif-i nüzhetgâh*ı an nin, hendese ve harç itibariyle, büyük bir zen­ diyâr-ı şohretşi’âr" başlıklı bahsi boğazın ve ginliğini ifâde etmez. Böyle iken sahilin o gi­ bilhassa hisarların tasvirine tahsis etmiştir. rintili, çıkıntılı çizgisi üzerinde çok gönül alıcı Eskiler gibi taklit yoluna gitmeyi^,'" mahallî ve tahayyül ettirici bir hava yaratırlar, Türk­ mevzulara ehemmiyet veren şâir, boğazda her lüğün Anadolu ve Rumeli 'nin ve İstanbul 'un sınıf halkın iştirak ettiği sandal sefalarını binbir köşesinde büyük servetlerin vueuda ge­ renkli çizgiler İle belirttikten sonra, ikî sâ* tirebileceği ümrandan daha güzel bîr manzara' hil sakinleri arasında bu mübahasenin tafsi­ yaratabileceğine XIX. asırdan beri, bir çok an­ line girişir. Atâî, „semt-i rumu tutanlar" *m layışlı san’atkârlar hayranlıkla dikkat ettiler, Anadolu yakası sakinlerine, o tarafın, öğleden akşama kadar güneşe mâruz bulunduğunu ve o Boğaziçi o millî kabiliyetin bir eseridir. Boğaziçi ’nde diğer dikkat edilecek bir hu­ saatlerde kendilerinin „sâye-i kal*a“ ’de rahat susiyet, tenevvu’uıı zenginliğidir. Birbirinden bir ettiklerini söyletir. Buna mukabil, Anadolu



J



694



BOĞAZÎÇL



Ciheti ahâlisine de Rumeli yakasının öğleye kadar aynı hâlde bulunduğunu, fazla olarak orada oturanların gemici gürültüsünden baş alamadıkları cevabım verdirir. Mübahasenin sonunda şâir, ayn güzelliklere mâlik olan bu iki sahilin bîr tutulmak lâzım geleceği netice­ sine varır. Bundan sonra A tâî hisarları ve ba­ husus mehtabına kıymet verdiği GÖk-Su 'yu tasvir ettiği gibi, Durmuş Baba tekkesini, Yûşâ tepesim ve bir gün babası Nev’î Efendi ile gittiği Ak-Baba ’yı anlattıktan sonra Nev’î 'nin Akbaba için yazdığı gazeli aynen alır. Boğziçi hakkında şâir Fennî ( oîm. 1120 ) 'nin Sâhil-nâmesi ’de göz önünde tutulacak bir manzumedir. Her bey iti bir semte tahsis edilen bu eserde Galata 'dan başlayarak bütün Rumeli sahili, sonra «Fenerden fenere" geçerek, Ana­ dolu sâhİH takip edilmekte, Üsküdar 'dan Öteye Fenerbahçesi ’ne, A.dalara kadar gidilmektedir. Semt isimleri bir mazmun içinde zîkroîunan ve edebî san'atlardan birini göstermeğe vesile teşkil eden Sâhil-nâme 63 beyitten mürekkep­ tir ( bk, Ifadikat al - cava mi', 11, 251 v.d.). Eski divanlar ve tezkireler gözden geçirilince, gazeller, kasideler ve şarkılarda Boğaziçi 'nin bir mesiresini, bir hususiyetini veya bir hâtırasını canlandıran parçalara çok tesadüf edilir. Msl.Safâî tezkiresinde Sâcidî 'nin hal tercümesinde gör­ düğümüz «râyegân dinleyelim bülbülü İstinye 'ye gel", Tıflî 'nin «sipehre karşı komak İsteyen, Hisar 'a gider", Rahmî ’nin «Beşiktaş 'm geçil­ mez doğrusu âb-ı havasından" mısraları ile Ne­ dim ’in «ey şuh Nedim-â ile bir seyrin işittiktenhaca varup GÖk-Su 'ya işret vâr içinde" beyiti ve Necear-zâde Şeyh Rıza Efendi 'nin «Beşik­ taş" redifli gazeli ile Ömer Faik Efendi ’nin aynı redifle yazdığı kasîde, Esrar Dede 'nin Şeyh Gâlib ile yaptığı bîr mehtap âleminin hâtırasını canlandıran gazeli, bunlara pek mah­ dut bir kaç numunedir. Buııîadan başka Boğa­ ziçi ’nde yapılan cami, saray, çeşme ve kışla gibi mütenevvî inşaatın tarihleri, padişahların yazlığa göç etmeleri veya bir mesireye gitmeleri münase­ betiyle yazılan k u d u m i y e ve t e ş r i f ı y e l e r eski edebiyatta mühim bîr yekûn tutar. Bunlar birer edebî eser olmakla beraber, boğazın imâr tarihini aydınlatan kıymetli vesikalardır. Yaz­ ma ve basma divanların sathîce tetkiki bile bu kabil kifalara ve kasidelere rastlamak hu­ susunda kâfidir ( bınâ kitabeleri için bk, bladU İzat abcavâmı ve Mirat-i İstanbul), Bâzı a«rnâmeler 'de de Boğaziçi 'ni alâkadar eden k ı­ sımlar göze çarpmaktadır. İçlerinden birinde (Rıfat, Gül$en-i hurremt), Saliha Sultan ile Halil Rifat P aşa’nın düğünü (1250) anlatılır­ ken, Doîmabahçe 'de yapılan merasim ile, ala­ yın Neşadâbâd 'a kadar gidişi, manzum olarak;



hikâye edilmiştir. Bilhassa XVIII. asırdan itiba­ ren şairler ( msl. Nedim, Seyyİd Vehbi, Rahmî, Şeyh Gâlib, Enderûnî Vâsıf ve Enderûnî F â z ıl) tarafından Boğaziçi hakkında hayh şarkı nazmedildiğini ve bunları büyük üstadların (msl. Kemânî Mehmed Ağa, İsmail Çavuş, Hafız A b ­ dullah Ağa, Dede Efendi, Dellal-zâde) beste­ lediğini görüyorz. Şarkılarda Beşiktaş, GökSu, Küçük-Su, Çubuklu ve Kalender gibi ma­ hallerin isimleri geçmekte ve bu sayede nere­ lerin daha ziyâde rağbet kazandığı anlaşılmak­ tadır. Boğaziçi 'ne dâir şarkı yapmak an’anesi­ nin muahhar zamanlara kadar devam ettiği ve bestekârların (msl. Hacı Arif, Şevki ve Rifat B ey ), aıı’aneye uydukları malûmdur. Bir kıs­ mı hâlâ dillerde dolaşan Boğaziçi şarkılarında kâh bir mesire methedilmiş, kâh bir aşk ma­ cerasına telmih olunmuş, bâzan ismi geçen yerde görülen bîr güzel hatırlanmıştır. Bu şar­ kılar için eski divanlardan başka, Haşim Bey mecmuası ve Hanende gibi, matbu musiki mec­ mualarına bilhassa eski yazmalara müracaat edilmelidir, Tanzimattan sonraki edebiyatımız­ da boğazın şâirlere ilham vermekle beraber, daha ziyâde romanda ve küçük hikâyede yer tuttuğu görülür. Bu mevzu ile alâkadar bü­ tün romanları saymak imkânsızlığı karşısında ancak bir kaç misâl ile iktifa zarureti var­ dır. «Anadoîu-Hisan ’nda mezarlık" adlı man­ zumesi ile Boğaziçi ’nden ilham alan bir şâir olduğunu gördüğümüz NSbî-zâde Nâzım, Zehrâ ismindeki romanına, boğazın uzunca bir tas­ viri ile başlar. Hali d Zij/a Uşaklı gil 'in A$k-ı memnû 'unda Anadolu sahilinde, bir yalı, sandal gezintileri, Gok-Su ’nun o zamana kadar gö­ rülmemiş tasvirleri vardır. Aynı müellifin Bir yazın tarihi ’nde, vak'a Çubuklu ’mın harap ol­ mağa yüz tutmuş geniş bahçeli bir yalısında geçer. Boğazın daha ziyâde alafranga muhi­ tinden hoşlanan Mehmed Rauf, hikâyelerine Büyükdere ve Tarabya *yı dekor yapar. Eylül 'de ise, Yeni-Mahalle 'yİ intihap ettiği görülür. Mev­ zularında Boğaziçi ’nden istifâde ettiğini bil­ diğimiz Hüseyin Rahmi Gürpınar bâzan ismini vermediği kariyeleri seçmiş ( msl. Metres ve Cehennemlik 'te olduğu g ib i), fakat Cadı 'da Rumeli-Hisarı İle Balta-Limam arasında bir eski ve büyük yalının hurafeler ile dolu esrarlı ha­ vasım canlandırmıştır. Boğaziçi tasvirleri ba­ his mevzuu olurken, Halide Edib ’in Tatarcık ’mı bilhassa tebarüz ettirmek lâzımdır. Bu romanda, denizin ışık, renk ve gölge oyunları, suların yalı önlerinde kaynaşması, günün muh­ telif saatlerinde boğazın bin-bir teaevvüünü gösteren manzaraları keskin hatlarla resmedil­ miştir. Yâküb Kadri Karaosmanoğlu, Hur-Baba ’da eski deniz âlemlerini vç Refik Hal id Karay,



BOĞAZİÇİ İstanbul 'an iç yüzü. ’nde Kandilli ’nın bir paşa yalısında geçen bayatı hatırlatırlar. Edebiyatımızda boğazı müstakil bir mevzu olarak alan ve onun tarihinden, yalılarından, deniz, mehtap -ve musiki sefalarından bahseden eserler de yok değildir. Ahmed Rasim ’in K ül­ liyat- 1 sa'y-a tahrir adı ile topladığı makaleîeleri arasında, 40 sahifelik 3 makaleden mü­ rekkep seri {Eyyâm-ı tenezzük), Boğazın Ana­ dolu kıyısında adım taşır ki, bu neviden bir eserdir. Saffeti Ziya, Silinmiş çehreler, beliren simalar ’mda artık metruk bir bale gelen Gök-Su 'da gruptan bir saat evvel başlayan sandal gezintilerini ve kibar tabakanın boğaz seyranlarını büzünle anmaktadır. Ruşen Eşref Ünay dm, Ayrılıklar ’ındakî, Yol üstü birkaç çeş­ me adlı nesir, Paşa-Limam ’ndan Çengel-Köyü kıe kadar uzanan bir yürüyüşün ve rastlanıp beğenilen bir kaç çeşmenin bıraktığı intihalar­ dır. Abdüîbak Şinası Hisar, Boğaziçi mehtapları ’nda, duygulu bir insan için, bu emsalsiz âlemin ne bitmez tükenmez bir tahassüs kaynağı oldu­ ğunu göstermiş, bir zaman, adabı, erkânı, musi­ kisi ve zarafeti ile başh başına bir Boğaziçi medeniyeti bulunduğunu ortaya koymuştur. Boğaziçi ’ni muasır türk şiirinde bütün ihti­ şamı ile yaşatan şâir, Yahya Kemâl olmuştur. Bebek, Küçük-Su, Kandilli ve tepeîeriu saatten saate değişen rengi ve mânası, suyun ve ufkun insan ruhuna denk olarak akışı ve genişliği ve her şeyden ziyade asırlarca Boğaziçi 'ne sinen türk zevki, Yahya Kemâl 'in şiirinde duyulur. Bütün bu renk ve şekil cümbüşüne şâirin ahen­ gi, kâh şuh, kâh bazın bir beste gibi, karışır ve Boğaziçi, perde perde yükselen, genişleyen ve değişen muhteşem bir musiki faslına döner. Yahya Kemâl Boğaziçi ’ai 5 asırlık türk hayran­ lığının heyecanı ile terennüm etmiştir. B O Ğ A Z - K A L E . [ Bk. Bo ğ a z k ö y .] B O Ğ A Z K Ö Y . BOĞAZ KÖ YÜ , Hitit baş şehri H a 1 1 u ş a ş , bugün Çorum vilâyetine bağlı bir nahiye merkezi olup, yeni adı B o ­ ğ a z - K a l e ’dir. Kızıl-îrmak 'm teşkil ettiği büyük kavsin içinde, Budaközü denilen çayın kenarındadır. Bîr az şimalde birleşîp, Budak* özü ’nü meydana getiren dereler ve dağlar için bk. kroki. Batı Anadolu ’daa, İzmir — Afyon Kara hisar — Eskişehir — Ankara boyunca gelen eski ve bu­ günkü yol, Yozgat ’tan geçip, şarka gider. Fakat bu yolun eski şehrin gelişmesinde çok mühim ve başh-başma bir rol oynadığı düşünülemez ; çünkü yüksek tepeler, bu yolu Boğazköy ’den ayırır. Buna karşılık Karadeniz’i A kd en iz’e bağlayan çok eski şimal-cenup yolu Boğazköy yakınında, Kapak-Tepe geçidinden sonra, Kapadokya’ya varır,



BOĞAZKÖY.



695



Ele geçen arkeolojik vesikalar ve Hitit di­ linden ayrı olup, Anadolu ’daki „substrat" bir dil ile yazılmış tabletler ( Kapadokya tabletleri) Boğazköy ’ün XX. ( rn. Ö.) asırda meskûn bu­ lunduğunu göstermektedir ( proto-hititçe adı î Hattug). E. Forrer’e göre, 1950—1920 (m. ö.) yılları arasında yaşamış bulunan Kussura kıralı Anitta, Hattuşa kıralı Piyustİ 'yi yenip, şehrini zaptettiğini, yakıp yıktığını söylüyor ve Hattuşa ’yı yeniden kurmağa teşebbüs edecek Kussura kiralına lanet ediyor. Mahiyeti ııe olursa ol­ sun, bu tablet, „eski Hitit devleti çağı" denile­ bilecek bir çağda, Boğazköy ’de mahallî bir hükümdarın bulunduğunu ortaya koymaktadır. Şehrin muhtelif yerlerinde yapılan kazılardan çıkan bâzı yapı bakiyeleri, küçük plâstik eser­ ler ve çanak-çömîek de bunu te’yît etmektedir. Hattuşa ’nm eski Hitit devleti kıratlarına ne zaman payitaht olduğu açıkça bilinemiyor; yal­ nız Labarna ’dan sonra gelen kıraî Hattuşiliş I. ’in adı ile bu şehrin adı arasındaki benzerliğe bakılırsa, bu zâtın orada iyice yerleşmiş ol­ ması icap eder. Murşiliş I. (XVII. asır), Telepinu metninde, Hattuşa ’da kırallık ettiğini söyler. Böylece Hattuşiliş I. yahut Murşiliş I. Hattuşa ’da oturan sülâlenin müessisi oluyor. Mezopotamya şimalinde ve Suriye 'de Mitanni devletinin gelişmesi yüzünden, bîr aralık Hat­ tuşa eski ehemmiyetini kaybetmiş görünüyor. Her ne kadar XVI. ( m. ö.) asrın sonlarından XV. asnn başlarına kadar Boğazköy ’ün tarihi hakkında malûmat yoksa da, şehir bu müd­ det zarfında metrfık değildi. Tudhaliya II. ile başlayan yeni Hitit devletinin tarihi etraflı­ ca bilinmektedir. Büyük arşivde bulunan sayı­ sız tabletler, her çeşit kültür eşyası île küçük, ve büyük plâstik san’at eserleri, bu bakım­ dan, birinci derecede mühimdir. Ayrıca başka bir dille yazılı kaynaklar da bu hususta çok faydalı olmaktadır. XII. asrın başlangıcında bütün ön Asya’nın siyâsî muvâzenesini alt-üst eden kavimler akını vukû buldu. Ege göçü denilen büyük göçte Bal­ kanlar 'dan ve garbı Anadolu’da Troya üze­ rinden Anadolu ’ya ve Ön Asya ’ya yayılan ka­ vimler vc kavim gurupları, eski devletleri yı­ kıp, yenilerini kurdular. Böylece eski ön Asya san’at vc dinlerine yeni kıymetler v** görüşler girmiştir. Platinşa da bu akınlar neticesinde çökmüştür. BüyÜkkaîe ’de ve şehrin" diğer ta­ raflarında ortaya çıkarılan son Hitit yapı taba­ kalarında yangın izleri bulunması bu hâdise­ nin bir delilidir. Ramses III. (1200—1168)’in Thebai ’da, Mcdinet-Habu mabedindeki bir ki­ tabesinde, Anadolu ’dan geçip, Mısır ’a kadar ulaşan bu akıncı kavimi erden bahsedilmekte ve: — ,,Hattı ilindç hiş kimse onlara |carşi



*96



BOĞAZKÖY.



duramadı" — denilmektedir. Hititlerden sonra Boğazköyfh iğler yerleşmiştir. Böylece Hat* tuşa’nın l;\ fatih kavim üe başlayan yeni ta­ rihi az-çok arkeolojik vesikalar ve kitabeler ile türk çağma kadar sürüp gelmiştir. Eski Boğazköy harabelerinin bulunması, Ana­ dolu fda yapılan arkeoloji araştırmalarının bü­ yük başanlarmdandır. Yalnız bu harabelerin vaktiyle hiiitlerin payitahtı olduğu hakikati ancak hiülolojinin teessüs ve inkişafından sonra ve İlmî hafriyat neticesinde belirmiştir. Boğaz­ köy‘e ilk uğrayan Ch. Texier (1834) hara­ belerin Kerodot tarafından zikredilen Pteria şehri olduğunu sanmıştı. W. Hamilton (1842) ’a göre, burası Galatların şehrî Tavium olmalı idi. Daha sonra sıra ile H. Barth (1858), A. D. Mordtmann (1858), G. Perrot (1862), E. Chantre ( 1893/1894 ) Anadolu ’ya yaptıkları bü­ yük seyahatlerde Boğazköy’ü ve onun 2 km. şimâl-i şarkîsine düşen Yazılıkaya ’yı görmüşler ve buraların arkeoloji ve san’at değerleri üze­ rinde durmuşlardır. H. \Vinckler ile Th. Makridi ve O. Puchstein Boğazköy, Büyükkale, Nİşantepe ve Yazılıkaya’da 1906, 1907, 1911 ve 1912 yıllarında hafriyat yapmışlardır. Bu hafriyat neticesinde bâzı yapı bakiyeleri ile çivi yazılı bir kaç tablet meydana çıkarılmıştır. Şehviıı olduğu kadar, Hitit san’at, dil, tarih ve kısaca Hitit medeniyetinin karakterini bütün çizgileri İle tanıtan yeni hafriyat devresini alman arke­ oloji enstitüsü İstanbul şubesi ( Das Archaeologischer înstîiut des Deutschen Reiches, A.bteîlung İstanbul) ve alman şark cemiyeti ( Deut­ sche OrientgcscÜschaft) açmış ve 1931 yılın­ dan 1939 yılma kadar temadi ettirmiştir. Hitit payitahtı olan Boğazköy, müstahkem bir şehir idi. Şehri kuşatan sûr, arazinin tabi­ atine uyuşu ve yapısının mâhiyeti itibariyle, kadîm askerî mimarlığın mükemmel bir örne­ ğidir. Eski Boğazköy ’iia üzerine kurulmuş bulunduğu yüksek ve kayalık arazi, şimale doğ™» garp ve şark dereleri arasında kapanır. Şehrin sûrları da aynı manzarayı gösterir; derelerin dik yamaçları boyunca uzanır. Şi­ malde ise, ancak yer-yer toprak yüzünde kala­ bilmiştir. Buna karşılık, cenup böİümü oldukça iyi ve tetkike elverişli bir durumda bulunmak­ tadır. F-R/9-ıa quadratası arasında, bir yarım dâire biçiminde görünmektedir [ bk. kroki ]. Bu sûr bir iç ve bir de dış duvardan meydana gelmiştir. Dış Ön duvar oldukça zayıf, dar ve alçaktır; arka ana duvar daha yüksek ve daha geniştir. Her iki duvarın da tabanları yekpare taşlardan yapılmıştır. Bu taban üzerine ker­ piçten duvar oturtulmuştur. Hem ön hem ana duvar üzerinde yer-yer dışa bakan kuleler var­ dır, Duvarlar bâzı yerlerde doğıudau doğruya



kaya ve bâzı yerlerde de yığma topraktan düz­ lükler üzerine oturtulmuştur. Yer kazanmak ve duvar tabanı seviyesini'1'yükseltmek kaygıısu ile yığılan .bu toprak taraçalarm dış yanları taşlar ile kaplanmıştır. Böylece-toprak kayma­ sının ve Ön duvarlara karşı dışardan yapılacak taarruzların önüne geçilmek istenmiştir. Şehrin 4 kapısı vardır. Üçü garpta, biri de şarktadır. Bu kapılar birbirine benzer î sağ ve sol yanlarında kitlevî birer kule bulunmakta­ dır. Kapının söğelerî iki monolitten İbarettir ; kapının üst tarafında sivri bir kemer bulu­ nur. ICıral kapısı adı ile anılan şark kapısı­ nın ( Q/7 ) iç yanındaki monoîit üzerinde ka­ bartma bir muharip tasviri bulunmakta idi ki, adı da buradan gelir (kabartma bugün An­ kara’da, Etnografya müzesi önündedir). Batı­ daki kapıların en meşhuru Aslanh-Kapı (F/S) ’dır. Boğazköy ’Ün mimarisinde askerî yer-aitı ka­ pılan ile potenıierin ayrı bir mevkii vardır. Poternîer, hem müdafaa, hem de taarruz mu­ harebeleri bakımından, ehemmiyetli idi. En ta­ nınmışları Yer-Kapı ( L-M/3-4 ) ’dır. Bu kapının da yanlarında kabartma sphinz tasvirleri bu­ lunmaktadır. Ayrıca şehir İçinde kalan tepecik­ ler takviye edilerek, ayn-ayrı birer kalecik gibi kullanılmıştır. — B ü y ü k - K a i e ( N-P/14' 16). Şimâl ve şavk yanları pek dik olup, Büyük-Kaya deresine bakar. Burası, bir akropoldür; Hitit kırallan burada otururlardı. Bu kale de pek mü­ kemmel tahkim edilmiştir; hafriyat ile şimdiye kadar şimal, şark ve garp duvarları meydana Çıkarılabilmiştir. Sûrun garp ve şark bölümü İÇ ve dış duvarlıdır ve bu duvarlar yine arazi­ nin tabiatına uydurulmuştur. Duvarlar arası boyunca taraçalsr bulunur. Her iki duvar üze­ rinde iri taşlar ile yapılmış kuleler vardır. Büyükkale eski Hitit devleti zamanında mes­ kûndu. Bu çağa ( V. ve IV. a-c ) âit yapı ba­ kiyelerinde evler, ya İki yuhut bir kaç oda­ lıdır. Bugünkü bina bakiyeleri ile arkaik çağ akropolünün tam plânını kurmak imkânı yok­ tur. Yeni Hitit devri yapılan heybetli binalar olup, geniş sahalar kaplamaktadır; şimdiye kadar yapılan kazılar ile muhtelif mâhiyette 5 büyük yapı meydana çıkarılmıştır. Bu yapılar mâbed, depo ve arşiv kabil indendir. Ayrıca biri şehrin şimalinde, üçü cenubunda bulunan. 4 roâbed, bu çağın büyük yapılarındandır. Bü­ yük mâbed ( I. mâbed) bir taraça üzerine ku­ rulmuştur. Uzunluğu 160 m. ve genişliği 135 m. ’dir; dört yanı uzun ve dar odalar ile, depolar ve kilerler ile çevrilidir. Mabede bir sütûnlu medhâlden (propylon) girilir. Propylonun tam karşısına, büyük mabedin cenûb-i şar­ kîsine düşen Halentua-Evi de? dinî î?ir binadır,



BOĞAZKÖY -



Büyük dinî merasime Halentua-Evi ’nin açıl­ ması ile başlanır.. Cenuptaki 3 mabedin (II-ÎV) bir orta avlusu im."dır. ince ve dar odalar, bu. avlu etrafında sıralanmıştır. Arkaik yapı taba­ kaları ( V, IV a-c ) ancak takribi olarak tarihlendirilebümir. V, ve IV. yapı tabakasında bu­ lunan bir kaç tablet parçası, Kapadokya tablet­ leri gurubuna girdiğine göre, bu tabaka XX. ( m. ö.) asra âit olmalıdır. Yeni Hitit devleti çağına âit bulunan III. a ve III. b yapı tabaka­ larının tarihi 1450/20—1200 yılları arasındadır. BSylece arada bulunan üç safhalı ( a, b, e ) IV. yapı tabakasına verilecek tarih XIX. ve XVI. asırlar arası olur. Büyük-Kale ’de 1200 yılından sonra firigler oturmuştur. Hitit ve firîg kültür tabakalarım, ikisi arasına giren, çok bariz bir yangın tabakası ayırır. Firiglerin yerleşmesi iki devirde vuku bulmuştur. Eski safhanın yapılan toprak yüzünden 2 m. derinlikte bulunmaktadır. Bunlar Hitit yapı bakiyelerinin mâlzemesinden istifade edilerek, hemen onların üzerine oturtul­ muştur. Evlerin temel plânları 1 ve 2 oda esası üzerine kurulmuştur. Ev duvarlarının alt kısmı taştandır ve üstünün İse, kerpiçten olması ih­ timâli vardır. Hitit yapı tabakasının bakiyeleri üzerine kurulan bu mimarînin başlangıcı, 1200 yıllarına tesadüf etse gerektir. Sonu ise, yeni firig mimarî tabakası başlangıcına rastgelir ki, burada bulunan çanak çömlek gibi eşyadan, bu tabakanın VIII, asır sonlarına âit olduğu tah­ min edilmektedir-, — Cenup b u r c u , Büyük-Kaîe ’nin hemen cenubunda bulunur. Bunun üzerinde de yapı tabakalarına rastgelinmiştir. H ı ş a n - T e p e , cenup burcunun garbındadır. Büyük bir yapının, belki de bir sarayın, ba­ kiyelerini ihtiva etmektedir. Bu yapının şarkta bir kapısı ve bu kapı gerisinde de avlusu bu­ lunmaktadır. Avlunun şimalinde odalar vardır. —■ San - K a l e Nişan-Tepe ’nin garbına dü­ şer (K/ıı); burçlar ile iakviye edilmiş bir kale kuvarı ile çevrilidir. — Y e n i c e - K a l e Arslanlı-Kapı yanındadır ( H-İ/8 ). Üzerinde bu­ lunan bir yapının yalnız şark duvarı kalabil­ miştir. îri taşlar île yapılmış olaıı bu duvar kale üzerine oturmuştur. Bu tek duvar bile, Hitit duvar işçiliği hakkında, etraflı fikir verebil­ mektedir.



697



BOĞDAN.



( London, 1842 ), I; G, Perrot, Ch. Chipiez, Histoire de U A r t dans L ’Antiyuzte ( Paris, 1887), IV, 596 v.d.; K. Humana und O. Puchstein, Reisen in Kleinasien and Nord~ ■ Syrien (Berlin, 1890), s. 54 v.d.; O, Puchstein, H. Kohl, D. Krencker, BoghaskÖi, Die Bauw er­ ke ( V/VDOG,



19 , 1 9 1 2 ).



( C ahîd K inay .)



BOĞDAN, Romanya ’mn Moldavya eyâleti­ nin türkçe adıdır. Eyâletin ası! İsmi Moîdova olup, bu kelime, aynı zamanda bir ırmağın [ isîavca Molidova ( reka ) „çam ırmağı" terkibin­ den, Moîdova ] da adıdır ve bu ırmak boyun­ daki arazide XIV. asırda aynı isimle müstakil bir prenslik kurulmuştur. Osmanlr kaynakla­ rında bu eyâlet daha ziyâde Kara-Boğdan (bk. Aşık Paşa-zâde, nşr. Gıese, s. 178—181, 187; Idrîs Bitlîsî, yazma, Cild-ı haftam, dastân-i bistum: Kara Boğdan; krş, Nasuh Matrakçı, Feühnâme-i Kara-Boğdan, Topkapı sarayı yaz­ maları; tatarlar arasında Boğdan ili v.s.) şek­ linde görülür kî, buradaki „kara" sıfatı „boyun eğmiş, inkİyad etmiş" mHnasındadır. Moîdova ’mn türkçe ismi, prensliği kuran şimâlî transitvanyah voyvoda Boğdan *m adından gelmek­ tedir, Orta çağ lâtince kaynaklarında da Mol­ davya ’ya Boğdanya denildiği vardır, fakat hemen umumiyetle kullanılan isim, Moîdova, Moîdva veya Moldavia 'dır; yalnız Polonya kaynakla­ rında bâzan Valachia ( »Ulahlar ülkesi" ) şek­ line de rasigeünir.-



Moldavya ’nm Romanya devletinin teşekkü­ lünden önceki tarihi şöyle hulâsa edilebilir: bu yerler daha tarihten evvelki zamanlarda (Y a ş civarında Cueuteni tipinde neolitik me­ deniyeti) meskûn bulunuyordu. Tarihî devirler­ de, bu topraklara iskitlerden başka, Thrak as­ lından olan daklar, buranın malum olan ilk ahalisi idiler ki, 1. ve III. asırlarda romalılar ile karışarak Romanya .halkının, esasım teşkil etmiştir. Sonra golh cermeııIeri, alanlar ve, VI.— VII. asırlarda da, İslav!ar ve arada bir çok da türk kavimden gelmiştir. İlk gelen türkler huıılar ( İV. asır ) *dır, sonra avarlar ( VI. asır ) gelerek, macar ovalarına yerleştiler ; Volga ’dan gelen buîgarlar (VII. asır ) Tuna’nm cenubuna geçtiler; IX. asırda gelen macarlar da sonra­ dan Macaristan olan topraklarda yerleştiler; B i b l i y o g r a f y a . ' . M DOG, 73, 1935 » IX.— XII. asırlaıda peçenekler, XL— XIII. asır­ larda kumanîar ve nihayet XIII. asırdan iti­ 7 4 . 1935 î 75> I9S7; 76, 19 3 S; 7 1 * 1939; Dr. K. Bittel, Dr. H. G, Güterbock, Boğazköy baren ele tatarlar geldi. Bu kavimlerin çoğu ( Berlin, 1935 ), I, 5— 19 ; Dr. K. Bittel, Die asıl yerli halk kütleleri içinde kaynayıp gide­ Rai nen von Boğazköy, 1937 > ür. Bittel, Dr. rek yalnız bâzı mevki adları — Covurlui, PâR. Naumann, Boğazköy (Berlin, 1938), I; râuî Uzuluî ( az, türk. „d ere"), TsmârtaDr. H. T>. Bossert, Alianaiolien { Berlin, şeni, Comaneşti v.s. gibi — ile şahsî isimler­ 1942), s. 36—39, 44—50; Ch. Tesier, Bes- d e — Boldur, Tocsaba, Ciolpau ve Balaban gibi cription ch l’Aszs Mineur, î839ı h 209— 233 i ki, bunlar ayın zamanda Moldavya ’nnı asil aile­ V/. Hamil ion, Rcsea/chcs in Asia Minör \ leri oldular — İz bıraktılar. Yalnız tatarlar İle



698



BOĞDAN.



gzgamlar bugüne kadar mevcudiyetlerini mu­ laştırılmasına çalışan voyvodalar bir taraftan hafaza ettiler. Orta çağlar boyunca birbirini macar ve Polonya kıralfarmm hâkimiyet iddi­ takip eden türk teşekkülleri, bâzı devirlerde aları, diğer taraftan onlarla rekabet eden Altmülkenin tarihi üzerinde müessir bir rol oy­ Ordu devletinin ortaya sürdüğü talepler kar­ namış olmakla beraber, sağlam bir surette şısında bir muvazene politikası takip ederek, kökleşmedikleri için, yerli uîahlarm siyasî Ha­ memleketin istiklâlini, hukukî bakımdan de­ reketlerini Önleyemedi ve neticede bugünkü ğilse bile, fi’len idâme edebilmişlerdir. Hâlbuki Romanya ’yı vucuda getiren müstakil bîr dev­ cenuptaki Eflâk devleti osmanlı türklerimn let teşekkül etti. Moldavya ’nm, romanyahlar, hâkimiyetine boyun eğmişti. yâni daco-roumain aslından olup, islavlar ve Moldavya osmanlı türkleri ile doğrudan doğ­ türkler ile karışmış bulunan halkına Ulah ruya temasa gelmezden önce de, cenuptan ge­ ( Vaîah ) adı XI, asırdan itibaren verilmiştir ; len tehdide karşı vucuda getirilen müdafaa çünkü daha evvelki asırlara âit pek zayıf tarihî teşkilâtına girmeğe mecbur kaldı; Macaristan kaynaklardan ancak mevki adlarına dayanıla­ kıralı Sîgismond de Lujcemburg ve Lehistan rak, bu havalide latîn ahalinin yaşamış olduğu kıralı Wladislaw Jagello arasında akdedilen istidlâl edilmektedir ki, yeni devletin kavi te­ Lublin muahedesi (1412) ile Moldavya voyvo­ melini bunlar teşkil ederlar. dası Aleîtandru eel Bun ( 1400—1432 ), methim XIV, asrın ilk yıllarında, merkezi Volga ke­olan bu iki hükümdara türkler tarafından bîr narında bulunan, Altm-Ordu devleti çökmeğe taarruza uğradıkları veya kendileri türkîere başlamıştı. Fransız-italyan Aııjou hanedanının karşı bir harekete giriştikleri takdirde, yar­ idaresi altında bulunan büyük macar kırallığı dımda bulunmağı taahhüt etti. Böyle yapma­ şarktan gelen mütemadi tecavüzlerin önüne geç­ dığı takdirde, memleketini hu iki komşu kıraîmek için, Karpatların şarkında askerî bir ser- hk paylaşacaklardı. Türkler, Mehmed I. zama­ had bölgesi ( marche) teşkil etti. Bunun cenu­ nında, 1420 ’de, Eflâk voyvodası Mihail *i mağ­ bunda, ne müslüman ve ne de henüz hıristîyan lup ederek, öldürdükten ve Dobruca ile aşağı olan kumanlar için ve ulahları katolikleştirmek Tuna kalelerini hükümleri altına aldıktan sonra, maksadı ile, 1227 ’de papanın tesis ettiği d u ­ ilk defa olarak, Moldavya ( Boğdan) toprakla­ manlar piskoposluğu" 1241 ’de Batu tarafından rına akm ederek, Dniester munsabındaki Boğortadan kaldırılmıştı. Şark taraflarını macar dan Uman ve kalesi Akkerman ( Cetatea Aîba ) hâkimiyeti altına almak için (1345 ?), ora­ ’yı kuşattı!arsa da zaptedemediler. 1426 ’da leh­ lara gönderilen rüesa arasında şimalî Transiî- liler ile macarIar ve moldavyalılar arasında, vanya ’da Maramureş voyvodası Dragoş da bu­ Niğbolu harbinde olduğu gibi, bir haçlı birliği lunuyordu (Moldavya’nın yerli ahalisi arasın­ vucuda getirmek teşebbüsü neticesiz kaldı. Ef­ daki hir efsâneye göre, bu Dragoş Molda adın­ lâk prensi Aldea ’ya müzaheret suretiyle AIexandaki dişi köpeği ile bîr yaban öküzü (bour) dru cel Bun 1431 ’de, Murad II. ’ıa ordularına avlamış olduğundan, köpeğin adı oradan geçen karşı yeni bir zafer kazandı. Bununla beraber nebire, sonra bütün ülkeye yadigâr kalmıştır). türk baskısı şimale doğru da gittikçe daha Fakat Moldavya, yukarıda bahsi geçen Mara- ziyâde kuvvetleniyordu. Hususiyle İstanbul 'un mureş ’te küçük bir ulah asilzade ailesinin ma­ zaptından sonra türk istilâsı karşısında âciz car kıralı Lajos I. ’a karşı isyan ederek, yer­ kalan iktidarsız Petru Ar on, 14SS eylülünde, lerinden kalkıp buraya göçmesinden sonra ayrı Fâtih Mehmed ’in metbûluğunu tanıdı ve bu­ başına müstakil bir devlet hâlini almıştır. Ası nun neticesi olarak, Boğdan türk askerî siste­ ( »infidelis notorius" ) voyvoda Boğdan 1359 ’da mi içine katıldı. Padişahın murahhası Boğdan dağlan aşıp, bir çarpışmadan sonra, Dragoş ’un ’dan 2000 altın ( „sloti“ ) yıllık vergi ( romen oğullarım atlar ile ( rumence »descalecare" ) ko­ dilinde »baraciu" = haraç ) istedi. Logofat (baş­ valayıp sürerek, ülkeyi »dağdan engin denize vekil ) Mihail, vergiyi voyvoda namına padi­ kadar" birleştirdi ve böyle müstakil bîr Mol­ şaha takdime gitti. Çünkü padişah bu vergi davya vucuda getirdi. Türk kaynaklan, Mol­ için 3 ay mühlet vermiş ve: »Eğer onu bu müd­ davya’ya, burada ilk müstakil prensliği kurmuş det zarfında verirseniz tam bir sulh içinde yaşa­ olan işte bu voyvodanın adını vererek, Boğdan yacaksınız" — demişti. Petru Aron şu sözleri ile derler. bu hareketini haklı göstermektedir: çün­ Moldavlar ile osmanlı türkleri arasında ilk kü kendimizi müdafaa edecek hâlde değildik, münasebetler daha sonraki asırda başlar. Mol­ çünkü lüzumu kadar askerimiz ve hiç bir yar­ davya devletinin kurulmasından, ülkenin os- dımcımız yoktu". — Bu inkıyadı icap ettiren manlı hâkimiyeti altına girmesine kadar süren hâl ve şartlar hâlâ lâyıkı ile tenvir ve İzah devre boyunca, ülkenin tabiî hudutlarına ka* edilememiştir. Boğdanh müverrih Cantemir, yuşarak, idaresini n teşkilâtlanması ye sağlam­ Lehistan kıralı Jan Şobieşki ’niıı *686 ’da. Yaş



BOĞDAN.



’ta, bu inkıyada ait hatt-ı şerifleri isteyip ala­ rak yaktığım kat’îyetle kaydeder. Müverrih C. Giureseu ( Capitulatîile Moldovei cu Poarta Otomana, Bucureşti, 1908 ) 'mm kanaat ince — kî, lorga da bu fikirdedir — ortada bir hatt-ı şe­ rif yoktu i Fâtih Mehmed kayıtsız şartsız tam bir inkıyat istemiş ; 11e bir, hak ve ne de bir İmtiyaz tanımıştı. Hukuk-ı esasiye nazariyatçılarmdan P. Negulescu ise, eğer hiç bir imtiyaz tanımamış ise, beyin mutlak bir salâhiyete, or­ duya sâhip olmak, harp açmak ve sulh akdetmek haklann?-'sâhip olması nasıl mümkün olabile­ ceğini, haklı olarak, sorar, Türkierin Boğdan'da yerleşmeğe ve o topraklarda cami inşa etmeğe v.s, hakları yoktu. Türk vekayinâmeleri de yalnız Boğdan ’tn Fâtih Mehmed zamanında in­ kıyat ettiğini yazmakla iktifa etmişlerdir. An­ laşıldığına göre, padişah ülkeyi vergiye — ki, bu vergi mütemadiyen yükseltilmiş ve hediye­ ler (peşkeş) de İlâve edilmek suretiyle, mıkdan arttırılmıştır — bağlamış ve inkıyadı ka­ bul ederek, daha öteye gitmeğe, Boğdan 'm iç işlerine ve beyin imtiyazlarına müdahale et­ meğe lüzum görmemiştir. BÖyiece beyliğin mev­ cudiyeti mahfuz kalmış ve Boğdan, Bulgaristan, Sırbistan ye hattâ Macaristan 'da yapıldığı gibi, bir türk paşası tarafından idare edilen, bir osmar.li eyâleti hâline getirilmemiştir, Türkierin yeni ve kat’î bir âmil olarak Boğdan tarihine girmeleri üzerine, beyliğin vaziyeti, Eflâk bey­ liği ile hemen-hemen muvazi olarak inkişaf etmiştir. Kuvvetli bir siyasî ve askerî şahsiyet olan Ştefan cel Tviare (1457 — 1504), ille senelerde vergiyi ödemekle beraber, türkİere karşı hare­ kete geçerek, istiklâlini kazanmağa kalkıştı. İlk iş olarak Eflak voyvodaları Radu, Basarab Laicta ve Tzepeiuş ’u sürüp çıkardı. Türkler, bu hareketi tenkil İçin, 1475 'te Rumeli beylerbeyi Hadım Ştüeyman Faşa kumandasında, bîr ordu gönderdÜerse de, Boğdan voyvodası Vasini de bu orduyu fena bir mağlubiyete uğrattı. Hoca Sâcleddin bundan bahsederken ( 1, 558 ): — «Sîpahî İsiâmîn askerin şehîd ve diİâverlenn çoğu arsa-i peykârdan nâbedid oldular. Paşa-ı Hadım mu­ kabeleden nadim olup, güçle varta-i helakten ha­ lâs oldu".— der. Leh vak’anüvisi Dlugcsz hıristiyanların türklere karşı muntazam bir muharebe­ de kazandıkları bu İlk zaferden sitayişle bahs­ etmektedir. Papa, Ştefan ’a «Athleta Christi" ( İsa *mn pehlivanı) unvanım verdi. Ştefan Hı­ ristiyan hükümdarlarına müracaat ederek, bun­ dan sonraki hareketleri için, kendisine yardım etmelerini isledi ise de, bunlar «kâfirlere" ( yâ­ ni iniklere) karşı birleşecek kabiliyette değil­ diler. Bunun içindir ki, o sıralarda Kırım’da çeııevizlerden Kefeki âlmış olan Fâtih, 1476



699



'da, bizzat idare ettiği seferde^ dağlar içinde Akdere ( Valea Alba ) denilen mevkide boğdanhları — Moldova vekayinâmesİaİn tâbiri İle — «nihayet ezdi" ve «bundan dolayı Moldavya ile etrafındaki bütün memleketlere ve senyörlüklere büyük bir keder çöktü". Beylik merkezi olan Sueeava yakıldı ise de, kalesi dayandı, Boğdanlıların, iskitîerin yaptığı gibi, her tarafı tahrip ederek çekilmeleri, yeniçeriler arasında veba çıkması ve Macaristan ’ın da hazırlıklara başlaması haberi üzerine, Fâtih Mehmed tasav-, vuriarıııı tamamlamadan, geri çekildi. Bir taraftan Tuna sancak beyleri ile Kırım ta­ tarlarıma akmları devam edip dururken, poloayalılar türkler ile anlaşıyor, Venedikliler on­ larla sulh akdediyor, Macaristan da 1483 'te bir adem-İ tecavüz muahedesi imza ediyordu ki, bu sırada Ştefan Bayezid II. tarafından tertip edi­ len seferin neticelerine katlanmak mecburiye­ tinde kaldı. Padişah 1484 'te, Eflâk voyvodası V la d ’ın ve tatarların yardımı ile, «Boğdan Ta anahtarları ve kapıları" olan Tuna üzerinde K ili (Chrlia) ile Karadeniz kenarında Akkerman ( Cetatea Alba ) ’yı muhasara ve zaptetti. Boğ­ dan birliği kırıldı. Bu iki müstahkem şehrin civarındaki yerler Boğdan beyliğinden alınarak, türk hâkimiyeti altına konuldu ve oralara asker yerleştirildi. Bu hâl, Boğdan ’ın İktisadî vaziyeti üzerine ağır bir te’sir icra etti. Ştefan Vene­ dik *e gönderdiği bir raporda: — «bu iki şehir bütün Moldavya 'dır, Moldavya ise, bu iki şe­ hirle birlikte, Macaristan ve Lehistan için bir duvardır" — diyerek, ülkesinin, müslüman istilâ­ sına karşı Hıristiyanlığın bir kalesi olmak ba­ kımından, ne kadar mühim bir rolü olduğunu göstermektedir. Ştefan, o iki şehri geri almak için, bir kaç defa harekete geçti ise de, gayreti boşa gitti. Lehistan kıralı Kazimierz 'den yar­ dım bile dilendi (1485), fakat bu zelilâne mü­ racaatı da neticesiz kaldı. Buna karşılık ola­ rak, o da, türkler üzerine yürümek bahanesi ile, Boğdan ’ı İstilâ ve tahrip eden Lehistan kıralı Jan Albrecht 'i, 1467 'de macar kıralı Mâtyâs Corvin ( Hunyadi) ’i de uğrattığı gibi, ağır bir mağlûbiyete uğratarak, parlak bir zafer ka­ zandı. Ştefan Ta Kırım ve osmanh^kuvvetîeri ile çarpışmada yine devam ettiği şüphesiz ise de, hıristiyan komşularından gördüğü muame­ lelerin acı tecrübesi ile, ömrünün sonlarına doğ­ ru osmanlı kudretine boyun eğerek, 4.000 altına çıkarılmış olan vergiyi Ödedi. Daha sonraki romen vakayinamelerinin nakil­ lerine göre, bu cengâver voyvoda, oğlu Boğdan ’a, «memleketi, öteki milletlerden daha hâkim ve kavi oldukları için, türklere teslim ederek, baş­ kalarına vermemesini" vasiyet etmiştir. Ştefan cel Marş ’nin bu siyasî vasiyetine hemen-heme®



700



BOĞDAN.



istisnasız bütün Boğdan voyvodaları tarafından riâyet edilmiştir. Ştefan ’m halefi vergiyi bir defa daha art­ tırdı. Fakat şedit ve serkeş bir adam otau di­ ğer oğlıİ Petru Rareş ( 15a?— 1538 ; 1542— 1546 ) yeniden türkîerin darbesine uğradı. 1526 ’da meşhur Mohaç zaferinden sonra, Kanunî Süley­ man Macaristan ’ı zaptetmiş, yalnız Erdel ( Transîlvanya), diğer romen memleketlerinin akıbe­ tine uğrayarak, yâni padişahı metbû tanımak şartı ile, varlığını muhafaza edebilmişti, Rareş Evde! ’e girmiş ve o memleketin büyük kısmım hükmü altına almıştı. Fakat Tarnowski’nin kumandasındaki lehlilere Obertyn 'de mağlûp oldu (1531). Kanunî'nin gözdesi Venedikli Aîoisio Gritti, üç Karpat memleketinde bir hükümdarlık kurmak tasavvuru ile, Erdel 'e geldi ise de, Mediaş ’ta muhasara edildiği İçin, Rareş ’e teslim olmağa mecbur kaldı ve idam edildi. Erdel voyvodası ^oîup, Jânos Zâpolya Boğdan voyvodasının hasmı bulunan — ve bir taraftan da Avusturya imparatoru Ferdiııand ha teveccühünü kazanmağa çalışan — Zapolya Sultan Süleyman 'a büs-bütün inkİyat etmiş bu­ lunuyordu, Üstelik Rareş padişahın istediği 1,000 süvariyi göndermekten imtina etmiş ve osmanh devleti ile kuvvetli bir dostluk tesis et­ miş olan lehliler de Boğdan voyvodasının azlini talep etmişlerdi. 1538 'de Kanunî Süleyman bir te’dip seferi tertip ve boyarların kendisine iha­ neti üzerine, Rareş ’m türlü maceralar İle Erdel ’de Cieeu’ya kaçması akabinde, Suceava ’yı zapt elti; bir taraftan Kırım ham Sâhlb Giray da Yaş şehrini yakın işi 1. İrak, Macaristan ve Ro­ dos fatihi ,,Şehinşr.h-i Cihan" Kanunî Süleyman Boğdan tahtına kendisine daha mutî bir voy­ voda geçirerek, Dnester üzerinde müstahkem Tighİna şehri ile birlikte, bütün Bucak diyarını (cenubî fîesarabya) Osmaniı imparatorluğuna ilhak etti. Tighina şehrine fîender adı verildi. Böyîeee Boğdan, arazîsinin mühim bir kısmım daha kaybetti. Voyvoda Ştefan ’m yanında mu­ hafız olarak 500 yeniçeri bulunması, o sıralarda memleketinde zuhur ede» çekirge âfeti — ki, bun­ dan dolayı kendisine »çekirge" („lacusta" ) lâka­ bı bile takılmıştı — sebebi ile halk kendisinden yüz çevirdi.'Boyarlar, yâni memleketin idare­ sine karışan tabaka, bu hâlin karşısında acizle­ rini şöyle itiraf ederler i — »Ştefan ( lacusta J ’m memleket topraklarım yavaş yavaş padişaha bırakmağa başladığını görüyoruz. Maksadı Tuna ’dan dağlara kadar olan bütün yerleri ve baştanaşağı bütün Dnester ’i de ierketmektir. İşleri» bu gidişi karşısında ahali prenslerini hıristiyanlardatı ziyâde türklere tarafdar addetmeğe alıştı". — Ştefan öldürüldü. Halefi olan Alerandru Cornea, lehlilerin nıüzaheıcti ile, Kili, A.k-



kerman ve Bender şehirlerine taarruz etti ise de, hiç bir netice alamadı. Bunun üzerine padişah R areş’i İstanbul’da huzuruna kahûl ederek, eli­ ni öptürdü. Bu voyvoda padişahın tekrar itima­ dını kazanmak dirayetini gösterebilmiş olduğundan, hükümdar tahtım kendisine iade etti ve vergisini de yılda 12,000 dukaya yükseltti. Ra­ reş memleketin istiklâlini kurtarmak ümidini hiç bırakmamıştı; bunun içindir ki, o sırada türklere karşı bir haçlı seferi tertibini tasar­ layan Prens Joachim von Brandenburg ile, giz­ lice uyuştu ; hattâ Rareş bu prense 200.000 macar florisi bile gönderdi ise de, bu mühim meb­ lâğ boşu boşuna sarfedildi, Rareş ’m oğlu ve halefi Iliaş rehine olarak uzun müddet İstanbul 'da kaldı. Padişahın emri He 1550 ’de Erdel ’deki ordusunu Avusturya imparatoru Ferdİnand ’m tarafdarları ile çarpışmak için hare­ kete geçirdi. Daha sonra İslâm dînini de ka­ bul etti ki, bu Moldavya tarihlerinde bir eşi daha görülmemiş bir vak’adır. îîiaş Silistire sancak beyi oldu İse de, ömrünün sonunu Halep ’te geçirdi ve galiba orada zehirlenerek öldü ( îS6*). İki defa prensliğe geçen voyvoda Aİexandrıı Lapuşneanu ve hususiyle aslen yunanlı bir ma­ ceraperest olan laeob Heraclid Despot (1562 — r $64) — ki, Charles Quint ’ten müzaheret g*örmüş ve reeaissance ve reforme hareketlerinin Moldavya’ya nufuz etmesinde büyük tesiri ol­ muştur — Moldavya prensliğinin ve prensleri­ nin zayıf bir vaziyete düşmesine sebep oldular. Despot, ülkenin hudutlarını Tuna ’ya ulaştır­ mak ve »Moldavya ’mn kâfirler elindeki şehir­ lerini" geri almak emelinde olduğunu beyan et­ mişti, Fakat eski sülâlenin düz koldan gelen zürriyeti kalmamış olduğu için, prensler artık osmaniı büyüklerinin keyif ve arzularına göre, hareket edebiliyorlardı. Yalnız Ştefan ceî Mare ’ııin torunu ve yiğit Bir adara olan İoaıı ceî Cumplit ( 1572— 1574 ) verginin>80.000 liraya çı­ karılmasını kabul etmedi. Türk ve Eflâk kuv­ vetlerini, kazakların yardımı ile, Bucak ( Yiliş t e ) ’de mağlûp etti. Bunun üzerine Selim II, Ahmed Paşa ’nııı kumandası altında, Tuna san­ cak beylerini ve Kırım hanı Â dil G ira y ’ı Boğdan ’a göndererek, loan ’ı in hizama uğrattı, loan teslim otdu ise de, idam edildi. Osmaniı hükümetinin ve hususiyle vezirlerin Boğdan ’da hüküm ve nüfuzları gittikçe artıyo:du. Petru Schîopul yüz binlerce duka vermek suretiyle, iki defa Boğdan tahtına geçirildi; nihayet ver­ ginin tekrar arttırılması teklifi karşısında bü­ tün servetini bir araba kafilesine yükleterek, Tirol 'a kaçtı ve orada öldü. 1591’de Aron Tiranul ( Zâürn Aron ) ’un prens­ liğe geçmesi j .000,000 altına mal oldu. Bütün



BOĞDAbî. selefleri gibi, o da yeni vergiler yar atmak mec­ buriyetinde kalınca, osmaniı hükümeti ile mü­ nasebeti kesmeğe karar verdi ve Avusturya im­ paratoru Rudolf II, ile Erdel prensi Sigismond Bathory ’ye bir murahhas gönderdi. Boğdan 1594 'te, türklere karşı kurulan ve papa Clement VIII. *ın himâyesi altında bulunan ^mukaddes bağlılık" („Iigue sainte" ) unvanlı alman kon­ federasyonuna lcabûl edildi. Konfederasyona dâ­ hil devletler Boğdan ’ı türklere karşı müdafaa etmeğe ve Boğdan prensine, icabında» kendi ülkelerinde melce vermeğe mecbur oluyorlar ve buna karşılık olarak, Aron da imparatorun türklere karşı hareketinde bütün ordusu ile yar­ dım etmeği taahhüt ediyordu. Hattâ Bathory’yi kendisine metbû bile tanımıştı. 13 teşrin II. 1594'te Yaş şehrinde prensin bütün türk ve rum alacaklıları öldürüldü. Nitekim, voyvoda Mihai de Bükreş 'içkileri aynı akıbete uğrat­ mıştı. Tuna üzerindeki İsmail kalesi işgal edildi; Boğdan askerleri Dobruca ’ya girdi. Fakat Aron. *dan, haksız olarak, şüphelenen Bathory onu tevkif ve idam ettirerek, yerine Ştefan Razvan ’ı geçirdi ve bu voyvoda da türklere karşı isyan hareketine devam etti. Lâkin bu Ştefan da osmanîıîarla dost olan lehlilerin adamlarından leremia Movİla tarafından öldürüldü. Osmaniı imparatorluğu aleyhindeki Avrupa koalisyonu büyük bir iş göremedi. Yalnız Eflâk ’in, Mehmed III, 'in ordularına karşı daha zi­ yâde mevziî mâhiyette, oldukça muvaffakiyetler kazanmış olan cesur prens Mihai Viteazul, Erdel prensi, Aadreâs Bathory ’ntn türkler ile tekrar dostluğa başladığnı görünce Erdel 'i işgal etti (1599 } ve serî bir hareketle, ordu­ larını Hotin ’e kadar ilerleterek, Boğdan ’m da hâkimi oldu (1600) ve Movilâ ’yı ülkesinden koğup çıkardı. Aym sene içinde „Eflâk, Boğ­ dan ve Erdel hâkimi ( Domn ) " unvanım ta­ kındı, ^Bu suretle türk tehdidinin netîceleiinden biri olan romen ülkeleri birleşti ise de, 1601 ’de Mihai ’nin Avusturya generali Basta tarafından katli üzerine, bu birlik pek kısa sürdü ve memleket tekrar inkısama uğradı, XVII. asır boyunca, Boğdan ’da, siyaset ba­ kımından, hemen-hemen hiç bir değişiklik ol­ madı. Bu asır, bilhassa kültür bakımından ehem­ miyetlidir. Movila ailesinden meşhur Kief metrepolidi Petru, rus kilisesini teşkilâtlandırdı ve Boğdan ’da bir çok manastırlar açıldı, kitaplar basılmağa başlandı. Lehistan kırallığı, bir kaç defa, Boğdan ’m dahilî işlerine karıştı. Movilalan himaye eden ehliler yukarı Dnester 'deki Hotin kalesini zaptettiler. Osman II. 1620 eylülünde k&îeyt Ytirdat etmek teşebbüsünde bulundu ise de, ehlileri buradan çıkaramadı.



^oi



Bu devirde dikkate çarpan diğer bir vak’a da, Boğdan ’da rum nufuzunun artması idi. Vak­ tiyle İstanbul rum patrikleri tarafından Boğ­ dan ’a bâzı ruhanîler gönderilmişti. Boğdan k i­ lisesi, İstanbul patrikliğine tâbi bulunuyordu. Sonraları, Ştefan cel Mare ’yi müteakip, Aydoroz ve diğer mukaddes mahallere izafeten, ma­ nastırlar da yapıldı. Voyvoda Radu Mihnea, et­ rafında bir çok İstanbul rumu ile birlikte, Boğ­ d an ’a geldi ve ülkede iki kere (1616— 1619, 1623— 1626) hüküm sürdü. Bu rumlar, yalnız ticaretle iştigâl etmeyip, memleketin dâîıüî iş­ lerine karışmağa başladılar. Vasile Lupu (1634— 1635 ), rumlara karşı vukû bulan bir kıyamı müteakip tahta geçti. Kendi­ si gayet zengindi ve bir vak’anüvisİıı kaydet­ tiği gibi, „hai ve tavru voyvodavâri olmaktan ziyade şahane İdi". Kültür bakımından gâyet mühim olan devri, Eflâk tahtını da ele geçir­ mek gayreti ile geçti. Fakat bu uğurda giriş­ tiği mücadeleler, muvaffakiyetle neticelenmedi. Transilvanya ile olan münasebetleri, oldukça değişiktir. Emellerini tahakkuk ettirmek için güzel kızı Ruxandra ’yı, evvelce kırımlılarîar ile birlikte Boğdan ’a akm etmiş olan kazak heimanı Ti muş Chmielnieki ’nin oğlu ile evlendir­ di. Lupu Transilvanya ’ya da hücum e t ti; ni­ hayet azledilerek, Yedikule ’de 6 sene haps­ edildikten sonra, İstanbul ’da Öldü. Bu devirde osmaıılılar ile lehliler arasmda tmkû bulan muharebeler esnasında, Mehmed IV, zamanında Karaeniçe ( Kamienec ) ’nin fethini ( 1672 ) müteakip Jtfa Sobieski ’nin şimalî Boğ­ dan ’da Hotin civarında Hüseyin P aşa’yı mağ­ lûp etmesini (1673) kaydedebiliriz. Ertesi sene Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa, bu bozgunun inti­ kamını aldı, Hotin kalesi ile arazisi Boğdan ül­ kesinde kaldı, Boğdanh vak’anüvis Neculce, sad­ râzam ile kendisi de vak’anüvis olan boyar Mıron Costin arasında geçen şu muhavereyi nakleder : Köprülü, ulahlarm Podolya ’da Kameniçe ’nin zaptından memnun oîup-olmadıklannı sorunca, Costin şöyle bir cevapta bulundu: jjBız ulahlar, osmaniı imparatorluğunun geniş­ lemesinden memnun oluruz; fakat kendi mem­ leketimiz üzerinde tevessü etmesinden de hoş­ lanmayız", 16S1 Boğdan prenslerinden Gheorghij Duca (1665— 1684 arasında İiç defa beyliğe tâyin edilmiştir ) ’ya Bâbı âl i tarafından, Ukrayna ’mn yakın zamanlarda osmaniı ülkesine ilhak edil­ miş olan büyük bir kısmı ve Bucaş muahe­ desi mucibince, Osmaniı devletine tâbi olan Podolya ile birlikte, Boğdan beyliği tevcih edil­ di. Duca ’ya, vezireîere mahsus. üç tuğ ile, Boğdan voyvodası unvanından başka Ukrayna hetmanlığı da verildi. Duca, Tsiganauca île Ni-



föi



böğdaM



m ırov’da birer saray yaptırdı ve Nimirov şeh­ I ruslar iîe bir masalâha akdetti ( bk. BALTACI rini ikinci bir payitaht hâline getirmek İstedi; MEHMED PAŞA ). Cantemir Rusya ’ya kaçarak, Diöeper üzerinde Kanev'de bir kale inşa edil­ çarın müşaviri oldu ve orada öldü. di ve bu yeni ülkenin cazibesine kapılan bir Hıristiyan âleminin siyasetine iştirak etmek çok boğdanhlar gelip, bu havalide yerleştiler. temayülü gittikçe kuvvet buldu ve Cantemir Duma’nın da Boğdan ordusu ile türklerin sa­ 'in ihanetinden sonra Eflâk voyvodası, Brânfında iştirak ettiği Viyana seferi (1683) mu- coveanu da aynı temayülün kurbanı oldu. Bu­ vaffakiyetsizi ilde neticelenince, Sobieski ’nin nun üzerine Ahmed İH., Boğdan voyvodalığım orduları iki kere Boğdan ’a girdi. Fakat voy­ — bir kaç sene sonra da Eflâk voyvodalığım — voda Constantin Cantemir, Sobieski ’nin fütu­ artık yerli prenslere değil, dâima Bâbıâlinm kon­ hat emellerine muhalif bir cephe alarak, muka­ trolü altında kalabilecek rem beylerine tevdi vemet etti. Bu vesile ile Mustafa II. ’mn mu­ etmeği münasip gördü. Büyük tercüman Alesanrahhasları Boğdan ’a karşı olan taahhütlerine dru Mavrokordato ’nun oğlu Nikola Mayçokorsâdık kaldılar. Neculee bu hususta şunu kayd­ dato, Boğdan ’a izam edildi ve boyîece Mem­ eder : — «Lehliler ( nihâyet 1799 ’da musaîehamn leket eyn ‘in tarihinde, 1821 ’e kadar devam eden akdcdildiği Karlofça ’da ) Boadan ’ı İsrarla talep fenerli ram beyleri devri ( romence „Epoca Faettilerse de türkler, bu memleketin hür bir nariotzilor" { açılmış oldu. Bütünlüğü île de alın­ memleket olup, kılıçla değil, İnkıyat suretiyle dığı takdirde bu devir, gerek Boğdan, gerek Osmanlı devletine tâbi bulunduğunu ileri sü­ Eflâk için, bir inhitat devresi olmuştur. İçlerin­ rerek, Lehistan ’a teslim edilemeyeceği cevabını de Mavrokordato, Moruzi, Suço ( Sutzu ), Ipverdiler". siîanti gibi fenerli rum beylerinden başka uzun Constantin ’in oğlu olup, türk kaynaklarından zamandan beri romenleşmi.ş bir arnavut ailesin­ istifâde ederek, Osmanlı tarihine dâir İlk ten­ den olan Ghica veya Raeovitza ve Çalmış ( Calkidi eseri ( Historia incremenforızm afçtıe de~ limachi şeklinde yunancalaştırılmıştır) gibi, hâ­ crementorum aulae olhmanicae, 1734; eser lis romenîer de bulunan ve garp kaynaklarında bilâhare muhtelif garp dillerine çevrilmiştir) Hospodar denen bu prensler, padişahın alel­ vucuda getiren Dimitrie Cantemir, İstanbul 'da ade birer memuru hâline geldiler. Türkler bun­ uzun müddet yaşamış ve «küçük Kantemir- lara «Bâbıâlinia Avrupa ’ya çevrilmiş iki gözü" oğîu" adı ile iştihar ederek, bir çok münase­ diyorlardı. Bunlar sık-sık değiştirilirdi; bu betler te sis etmiştir. Türk bestekârları ara­ devirde, rus işgalleri hâriç, Boğdan 'dan 36 sında mühim bîr mevki olan bu zâtın bir çok voyvoda gelip geçmiştir. Voyvodalığın müdde­ bestelerinden başka, harfler ve rakamlardan mü­ ti de 3 sene olarak tespit edilmişti. Eskiden rekkep olmak üzere, tertip ettiği bir de notası kalma mükellefiyetlerden maada, her culûsta vardır. Cantemir »Kitâb ’tltn al-musiki ‘ala ve her ser.e başında, mikdarı değişen ve «mü­ vach al~kurUfâtu namı iîe yazdığı eseri Ahmed kerrer" adı verilen vergiler de konuldu. Mem­ H. ’e takdim etmiştir. Bugün dahi Saîmatomruk leketin ahlâkî bünyesi de sarsıldı; entrikalar, civarında, eski ve küçük bir Bizans kilisesine bahşiş ve rüşvet aldı yürüdü. Gayr-İ mütecanis Boğdan sarayı derler ki, burası her hâlde Boğ­ unsurlar, gittikçe artan bir sür’atle, Boğdan ’a dan'm Bâbıâli nezdindekî murahhaslarına ( kapı sızmağa başladı. Maamafih cemiyet nizamın­ kethüdaları) âit konağı teşkil eden bina şebeke­ da bâzı terakkiler de vukua geldi. Sertlik lâğv­ sine dâhil bulunmuş olsa gerektir. Hâlbuki Can­ edildi. Constantin Mavrokordato köylülerin şah­ temir ’in inşa ettirdiği saray, Haliç ’e inen San­ sî hürriyetini tanıdı. Memleketin bir çok ye­ caktar yokuşu üzerinde olup, bilâhare Ahmed rinde hastahâııeîer ile mektepler açıldı. A!exIII. ’in kızlarından birine intikal etmiştir. Can­ andru Ipsiîanii, Abduihamid I. ’den reayanın temir büyük Petro ile bir itiitak akdetti ve Rus­ mükellefiyetlerinden bir kısmım affeden ve ver­ ya bu suretle ilk defa olarak Romanya siyasetine gi cibâyetîni düzenleyen bir ferman istihsâl et­ karışmış oldu. Yaş muahedesi iîe Boğdan Tuna ti (1774). ve Karadeniz ’deki eski hudutlarına kavuşmuş Mamafih bu devir, gerek Osmanlı impara­ olacaktı; voyvodalık Cantemir ailesinde kala­ torluğu, gerek Boğdan için, avusluryaîdar ile cak ve hattâ Rusya 10.000 askerin maaşlarım rus'ara arazi terkedi'mesi bakımından, dikkate tediye edecekti, Rusİar, bunun karşılığı olarak, şayandır. hiç bir vergi talep etmiyorlardı. Fakat başların­ Küçük Kaynarca muahedesi (1774 ) ile, rus se­ da çarları olmak üzere, rus ordusu, Prut nehri firlerinin Eîîâlc ve Boğdan voyvodalıkları ve osüzerinde Stanileşti köyü yakınında, sadrâzam manh imparatorluğunun ortodoks tebaası lehinde Baltacı Mehmed Paşa tarafından, çevrildi ( it bâzı müdâhalelerde bulunabilmeleri kabul olun­ temmuz 1711). Sadrâzam, bir çok kaleleri tes­ du. Ruslar, Boğdan iîe Eflâk ’de konsolosluk­ lim etmesi ve harp tazminatı vermesi şartı ile lar te’sis ettiler. Diğer cihetten Türk-Avus-



jBOĞDAN. turya harbi , esnasında fırsattan istifâde ede­ rek) hududunu şimalî Boğdan arazîsi dâhili­ ne kadar ilerletmişti, Polonya’nın taksiminde Avusturya impaf af or içesi Marie Theresa, nazırı Kaunitz ’in himmeti ile, Galİçya ’yt ele geçir­ miş bulunuyordu; bu seferde Bâbtâli lehinde ve Rusya aleyhinde takındığı tavrın mükâfatı olarak, Abdülhamid I, ’den Galİçya ’mn cenup hududu üzerinde, Galİçya 'dan Tansilvanya ’ya geçmek için zarurî bâzı taleplerde bulundu. Divan-ı hümayuna uydurma bir harita arzolundu ve bilhassa rüşvet kuvveti ile, Boğdan 'm eski manastırları ve millî kahraman Ştefan cei Mare nİn mezarı ile voyvodalığın beşiği olan şimâi kısmı Avusturya’ya intikal etti {1775). Avusturyalıîar bu eyalete Bucovina dediler, Boğdan voyvodası Grîgore Ghİea bu emr-i vâkiyi protesto etti ise de, padİşahmn murahhası Kapıcı-Başı Ahmed Bey ’ e meramını dinle­ temedi. Yaş muahedesi ile sona eren diğer bir türkrus harbi (1787— 179a), rusları doğrudan doğ­ ruya Boğdan ’ın komşusu hâline getirdi. Çarlık, Bug ile Dnester nehirleri arasındaki osmanlı arazisini İlhak ederek, Dnester ’i hudut tanıdı. Katerina XI., Memîeketeyn ’i birleştirerek, bir rus graad-dulcasının idaresinde bir yeni Daçya kurmak tasavvurunda idi. Boğdan *1 rus nüfu­ zuna celbedip parçalamak siyasetini güdüyordu. Büyük fransız ihtilâli esnasında kısa bîr sükûn devresi hâsıl oldu. Fakat 1812 ’de Dnester ile Prut arasındaki arazi Rusya ’ya ilhak edildi, Aîesaadr I. ’ın Mahmud H. ’a karşı 1806 ’da aç­ tığı harbin neticesinde rusîar gâlip gelince, Mem leköteyn ’de sağlamca yerleşmiş olmalarına ve bu defa Avusturya’nın Türkiye’ye yardım ede­ cek vaziyette bulunmamasına rağmen, Napolecn tehlikesi karşısında 1812 ’de Bükreş’te alelacele bir musaleha akdetmek mecburiyetinde kaldı, Bâbıüünin murahhasları olan divan tercümanı Panayotaki Moruzî.ile kardeşi Dimıtraki, ruslar a tarafdarlık ederek, Osmanlı devletinin ve bianetice Boğdan ’tn menfaatlerine ihanet et­ tiler. Her ne kadar bunlar idam edildi ise de, Boğdan voyvodalığının o zamana kadar hiç parçalanmamış olan şark kısmı ( Cetatea Al ba) Akkerman [ b. bk. 1, Kili ve Bender 'deki türk ahalîsi İle birlikte, Rusya ’ya ilhak edüdi. Rusların Besarabya dedikleri bu eyâlet, 1918 ’e kadar ıc6 sene müddetle rus hâkimiyeti altında kaldı. Boğdan boyarlar meclisi bu ilhakı protesto etti ve Boğdan voyvodası Callimacbi ’ye 26 teşrin L ı8 i2 ’de, JBoğdan ’m ecdattan miras kalan tamamiyetinm İstikbâlde muhafaza­ sı1* içini, bu arazinin tekrar memlekete iadesi hususunda müdâhalede bulunmasını mutazammin bir muhtıra verdi. Fakat bütün bu teşeb­



M



büsler, hiç bir netice vermedi ve Boğdan ara­ zisinin yansını boyiece kaybetmiş oldu. Fenerli beyler devresi, Tndor Vladimirescu tarafından, Eflâk ’te rumîar aleyhinde çıkarılan millî bir kıyam neticesinde, sona erdi (1821). Odesa ’da Alezandr îpsüanti ’nin teşkilâtlan­ dırdığı rum ihtilâl hareketi, Boğdan’m payi­ tahtı Yaş tariki ile yapılmağa başladı. îpsilanti, Boğdan voyvodası rum Mihail Suço tarafından, iyi karşılandı, fakat bu hareket Eflâk ’te sön­ dü. İhtilâl ancak Yunanistan 'da netice verdi. Mahmud lî. Memîeketeyn ’in fenerli beylerin idaresine tahammül edemediğini görerek, yeni­ den yerli prenslerden bîrini voyvodalığa getir­ meğe karar verdi ve lon Sandu Sturdza tâyin olundu ( 1822— 1828 ). Ruslar ile türkler arasın­ da Akkerman anlaşması (1826 ) ile Memleketeyn voyvodalarının 7 sene müddetle memuriyet­ lerini muhafaza etmeleri kararlaştırıldı, Türkiye ile Rusya arasında vukû bulan diğer bir muharebe dolayısiyle, ruslar tekrar Memleketeya’i işgâ! ettiler, Edirne muahedesi (1829) ile Karadeniz ve Tuna ’da seyr-İ sefer serbestisi ka­ bul edildi; Osmanlı devletinin ihtiyaçları İçin, za­ hire verilmesi mecburiyeti kaldırıldı. Ruslar Tu­ na deltasını ilhak ettiler. Bundan başka rus ordu­ su, harp tazminatı tediye edinceye kadar, Memleketeyn ‘de kalacak idi. General Kisclef, vali sı­ fatı ile, Eflâk ve Boğdan ’da oldukça eskilik tarafdarı boyarlardan mürekkep bir meclîs top­ layarak, „RegulamentuI Organic** adında bir teş­ kilât-1 esasiye tanzim ettirdi. Bu kanun Boğ­ dan ’da ıS jo’da tatbik mevkiine konuldu. Bu k a ­ nuna göre, köylülerden maada bütün sınıflara mensup 132 kişiden mürekkep bir mebusan meclisi, hem prens { „domn“ ) intihap edecek, hem kanunlar yapacaktı. Fakat bu. kanunların, raetbû devlet olan Türkiye ve Rusya tarafın­ dan tasdik edilmesi lâzım geliyordu. Boğdan ’da, istisnaî olarak, Mihail Sturdza, intihapla değil, tâyin suretiyle prensliğe getirildi (1834 — 1849). 1848’de Y aş'ta, rus ordularının yeni­ den memleketi işgali ile neticelenen zayıf bir ihtilâl hareketinden sonra, Memîeketeyn 'in iki hami devleti. Balta-Limanı anlaşması ( 1849) İle, Boğdan mebusan meclîsini lâğvederek^Grigore Ghica (1849 — 1854) ’yı prens tâyin ettiler. Memîeketeyu ’de her gün bir az daha kuvvetli bir millî cereyan beliriyor ve İkİ prensliğin birleş­ tirilmesini istihdaf ediyordu. Bilhassa Boğdan ’da bir çok münevver bu uğurda çalışmakta idi. Paris muahedesi (1856) iîe neticelenen K ı­ rım muharebesinden sonra, ruslar Boğdan 'a Tu­ na munsabındaki Cahul, İsmail ve Bolgrad vi­ lâyetlerini iade etmek mecburiyetinde kaldılar. Osmanlı İmparatorluğu, Memîeketeyn ’in yegâne



/ BO&DAN. metbuu oldu; mamafih Fransa, İngiltere ve İtalya da Eflâk ile Boğdan ’m tamamîyetini taahhüt ettiler. Her iki prensliğin millî fırkasının mutaîebatı kabul edilerek, hususî divanlarda tesbit edildi ve Paris ’te toplanan sulh konferansına gönderildi, Bâbıâli, Avusturya ile birlikte, Memlekcteyn ’in birleşme temayülüne muhalefet ediyordu, Napoleon III., İngiltere kı rai içesi V ic­ toria ’yı bu dâvaya imâle etti ise de, neticede iki prens ve iki hükümet ibka edilerek, ancak gümrükler ile askerî ve adlî işlerin birleştiril­ mesi hususunda müdahalede bulunuldu. Bu es­ nada prens kaymakamı rum aslından Vogoride, birleşmeğe mâni olmak için, „plebiscite“ netice­ lerini tahrif etti. Fakat tekrar yapılan bir plebi­ siti, 1307 ’ye karşı 68.262 rey ile birleşme tarafdarlan kazandı. 5 kânun II. 1859 ’da, Besarabya ’mn üç vilâyeti de dâhil olmak üzere, Boğdan ’a miralay Alezandru Ion Cuza prens intihap edildi. Bu zat aym senenin 24 kânun îî. ’da Eflâk ‘te de intihap olundu. Her prensliğe bîr prens intihabım derpiş eden, fakat aym şahsın her iki memlekette de prensliğe getirilmesine mânî bulunmayan Paris anlaşmasına bu suretle riayet1edilmiş oldu. İki romen devletinin bir­ leştiği bu 24 kânun II. tarihi, romen vahdetinin millî bayramıdır, Cuza, İstanbul ’da Abdülaziz’i ziyarete geldi, Fransiz sefiri Moustier’nin tâbiri ile, „geıek kendi, gerek bütün Romanya milleti namına sultanın hâk-i Pâyine yüz sürdü" ve İstanbul ’daki ikameti esnasında Küçük-Su kasrında ağırlandı. Abdülaziz, nihayet Memieketeyn ’in Romanya adı ile bir ülke hâlinde birleşmesi emr-i vâkiini kabul etti. Cuza ’nm idaresi devrinde ( ı8$9— 1866 ), mîllî vahdeti» tamamlanmasına çalışıldı. Cuza vü­ cûda getirdiği bir teşkilât-ı esâsiye İle, yeni devletin siyâsî, askerî, İktisadî ve medenî te­ mellerini kurdu. Fakat memleketin geri kafalı unsurları kendisini prensliğinden feragate mec­ bur ettiler. Cuza ’mn yerine Hohenzoîîern-Sigraarîngen alman hanedan ma mensup prer.s Karol intihap edildi. Prens Karcî, 10 mayıs 1866 ’da, Romanya ’nm payitahtı olan Bükreş ’e gir­ di. 1877 türk-rus harbinde K ırım ’da Livadia •’da Bratıanu ile Gorçakov arasında yapılan bir muahede ile tamamiyeti temin edildikten sonra, Romanya bilfiil harbe iştirak etti. Gazi Osman Paşa ’nın kahramanca müdafaa ettiği Plevnc kar­ şısında muvaffakiyeisizüğe uğrayan rus orduları baş kumandanlığının -telgrafla vuku bulan İsrar­ ları, Romanya ’nm bif-an evvel harbe girmesinde rol oynadı, Mebus an meclisi, derhâl Romanya hm İstiklâlini ilân etti. Evvelâ Ayastafanos (YcşilK ö y ), sonra da Berlin muahedesi ile {1 tem* mûz 1878, 43 madde) Romanya hm istiklâli



tanındı ve 1881 ’de Romanya bir kıralhk hâline geldi. Mamafih 1856’da Boğdan ’a ilhak edilen cenûbî Besarabya ’mn üç vilâyeti, Berlin mua­ hedesi ile, tekrar ruslara verildi ve buna mu­ kabil Romanya Dobruca ’yı aldı. Büyük harbi müteakip, gerek Besarabya, gerek Bücovina ’mn tekrar Romanya ’ya ilhak edilmesi ile, Roman­ ya bugünkü şeklini almış 'oldu. B i b l i y o g r a f y a : Tursun Bey, Târîh-i Aba ’l-Fath Sultân Mehmed Hân ( nşr. A rif Bey; T O M, 1914— 1916 ); A şık Paşa-zade, Tavârih-i ül-i ‘Osman (nşr. A li Bey), İstan­ bul, 1332; İdris Bitlısî, Heşt Behişt (yzm., İstanbul 'un müteaddit kütüphanelerinde) ; Nasuh Matrakçı, Fetihnâme-i Kara-Boğdan (Topkapı sarayı kütüp.) ; Feridun, Manpn’öf al-salâtzn ( 2. ta b .), II, 602 v .d .: K a­ nunî Sultan Süleyman ’m Boğdan seferi; LÛtfî Paşa, Tavârih-i al-i *Osman ( nşr. ÂH Bey), İstanbul, 1341 ; Koca Nişancı, Tabakât ai-mamâlik va daracaî al-mas&lik (Ayasofya kütüp., yazm., nr. 3296); Sa‘d al-Dîn, Tâc al-iavârih (İstanbul, 12S0), I— II; ‘Ali, Kunh al-ahbâr (İstanbul, 1285), IV, 1 v.d.; Selânİkî, Tarik ( İstanbul, 1863 ) ; Pegevî İbrahim, Târih (İstanbul, 1281— 1283), I— I I ; Solakzâde, Târih ( İstanbul, 1297); Evliya Çele­ bi, Seyahatname ( İstanbul, 1315— 2318, bil­ hassa V, VI, V II); Yusuf Nâbi, Tarih-İ Kaminça (İstanbul, 1281); Naimâ, Târih ( Mü­ teferrika tab.), İstanbul, 1147, I— II; Râşid, Târih (İstanbul, 1153), I— II; Sâmî, Şakır ve Subbi, Târih ( İstanbul, 1198 ) ; Süleyman Şamdanı-zâde, M ari al-tavârih ( İstanbul, 1338); Ahmsd Vâsıf, Adanasın al-âsâr va hak&ik al-ahbar ( İstanbul, 1319 ), I— I I ; Ahmed Asım, Târih ( İstanbul, ts.), I— I I ; Ha­ lim G iray,Gülbiin-i Manan (İstanbul, 1287 ); Mehmed Sâdık Zâim-zâds, Vak’a-i Hamldiye (İstanbul, 1289); Ataullah Mehmed Şânîzâde, Târih (İstanbul, ts.), I— IV ; A ta Bey, Târih ( İstanbul, 1293 ), I— V ; Cevdet Paşa, Târih ( İstanbul, 1271— 1301), I— X II; Ahmcd Lûtfî, Târih ( İstanbul, 1290— 1328 ), I— V III; Akdes Nimet Kurat, XII. Kari ve Osmanlı imparatorluğu (Ankara, 1940) ; İ. Halil Sedes, 1877—7878 Osmanlz, rus ve romen savaşı ( İstanbul, 1935 ), I— V l.r-, V e s i k a I a r. E. de Hurmuzaki, Documente-'priviioare la istoria Roınânilor (Bucureşti, 1887-—1922), I— XIX, zeyl, I, 1— 6, H, t v .d .; M. Costachescu, Docn monte moldoveneşii înainie de Ş tefan cel Mars ( İaşi, 1931— 1932), II; I. Boğdan, Documentele lui Şiefan cel Mars (Bucureşti, 1913 )ı II î A . Veress, Documente privitoare la istoria Ardeahıluî^ Moldovsi şî Tariz JRomâneçti (Bucureşti, 1929— 1938), c, X ; N.



B O S P Ö R U S T H R A O IU S



Pauly-Wissowa. ‘R eal-Encylopadie, s. 749.



feoĞDAN ' Iorga, Studii şi documente ( Bucureştİ, 1910 — 1916 ), 31 c iîd .— T a r i h v e t a r i h ç i l e r , M. Kogatniceanu, Cronîcele României sau Letopisetele Moldaviei şi Valahiei ( tab. 2. Bu­ cureştİ, 1872 — 1874), B İ! D. Cantemir, Descriptio Moldavıae ( Bucureştİ, 1872 ) ; Ö, Gorka, Cronica epocei lui Ştefan cel Mare ( Bu­ cureştİ, 1937); MironCostin, Chronicon Terrae Moldavıae (nşr. Barwinski), Bucureştİ, 1916; Grigore Ureche şi Simîon Dascaîui, Letopisetul Tdrii Moldovei ( nşr, C. C. Giurescu ), Craiova, 1934 ! loah Neculce, Letopiseiul Târii Moldovei ( nşr, Procopovicİ, Crai" ova ). — U m u m î t a r i h l e r . A . D. Xenopol, Isioria Românilor din Dada Traiana ( nşr. Vladescu, Bucureştİ, 1927 ), 14 ci l t ; N. Iorga, Jstoria Românilor ( Bucureştİ, 1936— 1939), 10 cİld ; C, C. Giurescu, Isioria Românilor (Bucureştİ, 1935— 1937 ), II ; N. Iorga, Isioria ' Românilor prin calatori ( Bucureştİ, 1928— 1929), IV ; A . Philippide, ÖrigineâRomâni" lor (Iaşi, 1923— 1928}, U ; R. W. Şeto n -pat­ san, A History of the Roumanians frorit Ro­ man times to the completion o f unity ( Çam' bridge, 1934); N. Iorga, Geschichte des rumaniscken Volkes ( Gotha, 1905), ÎI;ayn ,' ’ mil., Geschichte des Osmanischen Rdches ( Gotha, 1908), V . — H t i s u ş î t a r i h l e r ; V.- Dumitrescu, V A r t prehistorîyue en Roamanie ( Bucarest, İ937 ); R. Grbusset, D Empire des steppes (Paris, 1939); G. I, Bratianu, üne enigme et uti miracle historigue: le peüple roumain (Bucarest, 1 9 4 i); B, Krupnickyi, Geschichte der Ükraine ( Leipzig, "*939 ) î E- Beau de 'Lomenîe, Naissance de, la nation roumaîne. De Byzance 'â Etienne ~ le Grand deM oldavie' { Bûcar'eşt,;i937'} ; P. P. Panaitescıı, D e ce aa fosİ Tara Römâne-' fasc'a şi Moldova far i separate ? (, Bucureştİ, 1938 ); D. Öncîuî, O riginclİ Principatelor römâne (Bucureştİ; 1899 İ î ,N. Iorga, Studii istorice asuprâ C h ilie iş İ Cetâtii A lb e ( Bu­ cureştİ,. 1899) ; 0 . I.B ra tia n u , RecKerches sur Vicina et Cetaiea Alb'a { Bucarest, 1935 } ; 1. Nîstor, Die moldauischşn Ansprücke âuf Pokutien ( Wîen, 1910 ) ; ayn. mil., D ie A usiuartîgen Handelsbeziehungen der Moldpu (G o th a , 1911)*, P, P. Panaitescû, La route commerciale de la Pologne â lâ mer Noire au Moyen A g e ( Revista Istorica Rom âna) (*933 )> B I ! P* Babingv , Intâiul tribut a l Moldovei pentru Sultan ( Ömagiu A L şi I. Dapedatu, Bucureştİ, 19 3 8 ); Geti. R . Rosett i, Studii asuprâ chipuİui cüm şe fâpiuİa razboiul de câtre Ştefan cel Mare ( A nalele Açadem iei Römâne, istorice, İ923, IV ) ; 0 . Önciıiî,’ Geschichte 'der Bukoiuina ( Wien, İslâm Ansiklopedisi



L



"



- BÖHORÂ.



fos



1898); ayn. mil., Isioria Basarabiei (Cerna, «ti, 1933 ) ; A . V. Boldur, İstoria Basarabiei ( Chişin&u, 1938— 1940) III5 Ch. U. Clark, Bessarabia ( New-York, 1927); N. Iorga, Neamul romönesc in Basarabia ( Bucureştİ, *9 05 ) i St. Ciobanu, Basarabia ( Chişinau, 1926); N. Iorga, La verile sur le passe et le preseni de la Bessarabie ( Bucureştİ, 1931); N, P. Smochina, Die Rumdnen in Şomjetrusslând (Iaşi, 1939); C. Andreescu, /,»* France et la politİgue orientaîe de Catkerine II. ( Pa­ ris, 1939— 193b}, II; G. East, The Union o f .Moldavia and Wallachia (Cambridge, 1929); T . W. Riker, The Making o f Roumania, Sttfdy, o f an International Problem{ Oxford' London, 1931); A , V. Boldur, Le probleme des fronfieres russo-roumaines pendant la guerre de 7877— 7878 ( Bucarest, 1928 ) ;' P. P. Panaitescu, Aİegandru cel Ban ( Bucureş­ tİ, 1932 j ; I. Ursü, Ştefan cel Mare ( Bucu­ reştİ, 1923)» ayn. mil., Die ausmdriige P o­ litik des Peter Raresch ( Wien, 1909) ; C. Marinesçu, Jacqu.es Basiİicos }>Lç Despote



müteşekkildir. N izir ’a iltihak edenlere bugün Hindistan ’da Hocalu [ b. bk, ] ( eski Haşişİyün ) denmektedir. Böhorâ ismi „satıcı" ( < gucarati vohorvu = „aî iş-veriş etmek") mânasına gelir ve bize, İslâmiyet! ilk defa kabul eden hindi ile­ rin ne ile meşgul olduklarını öğretir ; fakat bu İsim yalnız müslÜmanlara mahsus değildir; çün­ kü 1901 senesindeki nüfus tahrîrinde, 6,652 hindÛ ve 25 Cayn kendilerini Böhorâ olarak kayıt ettirmişlerdir. Müslüman Böhoralarm sayısı 146.25$ kişiyi bulmakta, bunlardan 118.307 ’si Bombay İdarî bölgesine düşmekte idi. Bunlar iki ana guruba ayrılırlar. Bu guruplardan büyü­ ğünü ( sünnî olan Cacfari BöhorSlan istisna edi­ lirse), ticaret ile meşgul olan şi’îler teşkil eder. Köy sakinlerinden ve çiftçilerden mürekkep olan diğer gurup ise, sünnîdir. Ş i’î Böhorâ ’dan bazıları, kendilerini arap ve mısırlı muhacirlerin ahfadı addederler; fakat bunların çoğu hindû aslından olup, cedleri, îs~ mâ'iii misyonerler tarafından, o mezhebe sokul­ muşlardır. Bu dâhilerden birincisinin “Abd Allah adında olduğu söylenir; rivâyete göre, bu zat, Yemen 'deki Musta'li tarafdarı tsmâ'ii ilerin ima­ mı tarafından Hindistan ’a gönderilmiş, 460 { 1067 ) tarihinde Kambay ’a çıkmış ve orada mezhebin neşri yolunda büyük bir gayret sarfetm iştir. Diğer bir rivayete göre ise, Hindis­ tan'a gelen ilk müslüman dâ'î, Kambay’daki mezarı bugün bile büyük bîr hürmet gören, Muhammed ‘A li ( ölm. 532 = 1137 ) ’dir, O va­ kitler Gucarât ’ta, Anahilâvâza ’dan gelen Çâlukya hanedanı köküm sürmekte idi. Anlaşıl­ dığına göre, Hindu hükümeti, tsmâ'üi da’îlerine propagandalarını, hiç bîr engele uğramadan, serbestçe yapmak müsaadesini vermişti. 1297 ’de Hindû hükümeti inkıraz bulduğu zaman Gucarât, bir asır müddet, az veya çok sıkı olarak, Dehli ’ye tâbi bulunuyordu. Gucarât ’ın, sünnî mezhe­ bini tutan, müstakil kırallan zamanında ( 1396 — 1372), Böhorâlar, muhtelif vesileler ile, şid­ detli takibata mâruz kalmışlardır. 946 { 1539) tarihine kadar tarikatın şeyhi Yemen ’de otururdu. Böhorâlar şeyhlerini ziya­ ret için Yemen ’e giderler, ona öşürlerini verir­ ler ve dâva ve nizâlarmı hallettirirlerdi; fakat 946 ’da Yûsuf b. Sulaymân Yemen 'den Hindis­ tan "a hicret etti ve Sidhpur ( şimdi Baroda ’da bir şeh ird ir)’da yerleşti. Takriben $0 sene sonra, tarikatın o zamanki başı Dâ’Sd b. 'Acab Ş âh ’ın ölümünü müteakip (1588), bir ikilik husûle geldi. Gucarât Böhorâ lan, ona halef ol­ mak üzere, D i’üd b. Kutb Şâh *1 seçtiler ve bu seçimi hem-mezheplerine bildirdiler. Diğer Bö­ horâlar ise, Dâ’üd b. ‘Acab Ş âh ’tan almış ol­ duğu sarih bir vekâletnameye ( bu vesikanın şimdi de Sulaymânilerin elinde bulunduğu be­



yân edilm ektedir) İstinaden, kendisini onun meşrû halefi ilân eden Sulaymân isminde biri­ nin namzedi iğini koydular. Sulaymân Gucarât ’a geldi, fakaf iddialarına oradaki Böhorâlardan pek azı alâica, gösterdi. Sulaymân Ahmedâbad *da vefat etmiştir; hem kendisinin, hem de ra­ kibi Dâ’üd b. IÇutb Şah ’ın mezarları orada olup, her ikisi tarafdarlarmca büyük bir hürmetle ziyaret edilir. Sulaymânilerin, yâni Sulaymân tarafdarlarıişın, dâ’îsi Yemen ’de oturur. Fakat Hindistan ’da, Baroda şehrinde, bir vekili bu­ lunmaktadır. Sulaymânilerin sayısı hâlen pek azdır. Böhorâtann çoğu ( aş. yk. 130.000 k iş i) Dâ’ üdidir. Başlarında bulunan molla veya dâ1’leri, XVIII, asrın ikinci yansından beri, Surat ’ta oturmaktadır. Da1i ’nin dînî veya medenî meseleler hakkındaki hükümleri kat’îdir. C e­ maatin İnzibatı para cezalan ile temin olun­ makta ve ağır suçlar, suçlunun cemaatten çı­ karılması suretiyle cezalandırılmaktadır. Dâ’üdilerin, baş mollalarına kazançlarının 1/5 ’ini ve ayrıca da; doğumlar, düğünler ve başka mü­ nasebetler ilâ, hediyeler vermeği taahhüt ettik­ leri söylenir. Ehemmiyetlice bir vaziyette ulan her Dâ’ttdi cemaatinde baş mollanın bir vekili bulunmaktadır. Da’udilerin iki ehemmiyetsiz kolu şunlardı! I. ’A liy a Bohorâiarı. Bunlar 1624 ’te baş moliâ olan Şeyh Adam ’in jıalef tâyin ettiği Şeyh ’l’ayyib ’e karğı, Şeyh Adam ’in torunu ‘AH ’nin tarafını tutmuşlardı. 2. 1789 tarihînde ‘Aliya tarikinden ayrılmış olan N âgöşiler; bunların mezhebince et yemek günah sayılır; cemaatın ismi de bundaiı gelir ( goşt, göş — „et" ). Böhorâlar din kitaplarını gizli tu tu maktadır­ lar; yalnız bir iki ehemmiyetsiz dua kitabı, meselâ Şafytfdi at-şalât (kısmen arapça, kıs­ men de gucarâti dilinde) neşredilmektedir. Hâ­ len basılmamış olan tarikat kitapları meyanmda, şi’î kelâmına göre, İslâm akâid ve usullerini anlatan ve Böhorâ da‘ ileri hakkında mâlûmatı ve bunların sözlerini İhtiva eden Dâ'im alİslâm va ’ l-hakâ'ik zikre şâyândır, Ca'fari Böhorâlar, ekseriyet itibariyle, Muzaffar Şâh (1407— 14,11) He onu tâkip eden Gucarât hükümdarları zamanında, sünnî olan Dâ’ üd i Böhorâlardan gelmektedirler. Ayrıca Hindu müht edil eri de bunlara inzimam etmiş­ tir. Bu cemaat adını, ahfadına bugün de ruha­ nî reis sıfatı ile hürmet gösterdikleri, Sayyid Ahmed Ca'far ŞÎrâzi ( XV. a sır) isminde bir velîden almaktadır. B i b l i y o g r a f y a ı Nür AHâh b. Şarîf al-Şuştari, Macâlis aUma minin (Maclisp da­ vam, sonu); ‘A li Muhammed Hân, M irâi-l Ahmadî ( Bombay, 1307 ), II, 87 ; A . K,.Forbes, Râs Mâlâ, or Nindoo Annals o f ihe Provinct



I öhorA - feÖLÜ. ------ i-----



ıiMiıi'1'



....... .................



..



fo?



.......



o f Goozerat ( London, 1856), I, 343 v.d . ; Gazciteer o f the Bombay Presidency ( Bom­ bay, 1899 ), IX, kısım II, s. 24 v.dd.; D. Menant, Les Bohoras da Gazarate ( Revae da Monde musulman, X, 465 v.dd.). ( T. W. A rnold.) B O H T A N . [ Bk. buhtAn.] B O K R A T . BUKRÂTV H i p p o k r a t e s adısm arapça şeklidir. — Hİppokrates şarklılar arasında büyük bir İtibar kasanmış olup, eser­ lerinin bir çoğu tanınmıştır. Ras ‘A ya ’li Serghıs, onun eserlerini süryânî diline çevirdi; Hunayn b. İshâk, Kosta b. Ltlkâ,‘îs& b. Yahya ve ’Abd al-Rahman b. ‘A li, eserlerinin arapçada başlıca mütercimleridir. Hunayn, salgın hastalıklara dâir kitabını tercüme e t ti; araplar bu isim al­ tında 7 kitap bilirlerdi ki, bunların yalnız bi­ rincisi ile üçüncüsü hakikaten Bokrat 'indir. Aynı mütercim Prognosiica ve De natara ko­ miniz adlı kitapların tercümelerini yapmıştır. *lsâ b. Yahya, arapçada f Kitâk al-amrâz alfaâdda tesmiye edilen hâd hastalıklarda per­ hize dâir kitabını ( 3T8qI! 5 uıiTr|ç oŞecöv) ter­ cüme etti, Aforizma kitabı, al-Fnşnl adı ile, yukarıda adı geçen 4 âlini tarafından tercüme edilmiştir, i Bu meşhur eserlerden başka, Kâtib Çelebi, Hippokrates'e atfedilen diğer bir çok kitaplar zikrediyor ; Wenrich ( De aactorum graecörum versionibus et commentarıîs, 95— 114 ) bunlar­ dan 50 kadarını saymıştır. Şark âlimleri, büyük yunan hekiminin eser­ lerini tercüme ile kalmayıp, şerh ve tefsir de et­ tiler. Bilhassa Prognosiica ile Aforizma 'yı şerh etmişlerdir. Sabit b. Kurtâ, D e aere aqda et locis adındaki kitabı telhis e t ti; ve filosof alKindi, Hippokrates tababeti hakkında, Kitâb al-fibb al-Bakrâti adlı eseti. yazdı. Araplar, Hippokrates ’İn hayatında ona şeref veren şöyle bir efsâne naklederler. İran ülke­ sini kasıp kavuran bir veba salgını esnasında, İran hükümdarı Ardşİr Derâzdest („uzun elli Artaxerxes“ ) Istaııkoy 'de ikamet eden Hippokr&tcs’i çağırttı ve kendisine çok şerefli mev­ kiler ile mühim mikdarda para teklif e t ti; fakat âlim, memleketinin düşmanlarına hizmet etmek istemediğini ve evvelâ kendi vatandaş­ larına bakmakla mükellef olduğunu söyleyerek, teklifi reddetti. Mas’üdi ’nin söylediğine göre ( Tanbİh, tre. Carra da Vâüx, s. 184), kendisi bu vak'ayı, Hunayn b. İshak tarafından tercüme edilen Hippokrates ’in „ Yeminler kitabı" adlı eserine, Calinus tarafından, yapılan şerhten öğrenmiş; Mas'Üdi, îstanköy ’ün 6 ■ zamanlar, Artaxerxes ( A rd şir) ’e tâbi olduğunu ilâve ediyor ve Artahşast dediği bu' hükümdarı îsbendiyâd ’ın oğlu Bahmân ile aynı ' şahıs -sa-



yiyor. Târik al-hukamâ> müellifine göre bu hükümdar Ardşir idi. Arap müellifleri Hippokrates ’in İskender ’den takriben 100 sene evvel yaşamış olduğunu söy­ lüyorlar. Târih al-hukama ’ya göre, Bukrâ| Hims He ve sonra Şam ’da ikamet etmiş ve Şam ’m bahçelerinden birinde, hâlâ „Hippokrates sediri" ( Şuffat B u krâ i) tesmiye edilen bîr yerde tedrisatta bulunmuştur. Bu büyük hekimin oğullarından bâzdan da aynı isimle hekimlik etmiş olduklannden, arap­ lar bunları birbirlerine karıştırmışlar ve böyle 4 Hippokrates Hen bahsetmişlerdir. Hattâ bu kelimenin cemini bile uydurmuşlardır ( al-Bukrafün). Hippokrateslerin kaç tane olduğu me­ selesini Sabit b. Çurra ileri sürmüştür ( Târih al~ifukamây Ona göre, birinci Hippokrates Askulap ’m soymadandır ; İkincisi, Heraklides 'in oğludur; birincisi ile İkincisi arasında, A s­ kulap ile birincisi arasında olduğu gibi, 9 ba­ tın vardır. İkinci Hippokrates üç evlât bırak­ mıştır, 'fasUus, Dardan ve kardeşlerinden daha ziyâde şöhret alan Mânarisâ adlı bir kız. İki erkek kardeşten her birinin Hippokrates adlı bir oğlu olmuştur. — Aynı esere göre, eski za­ manlarda, Askulap Han Calmus ’a kadar, 8 tıp üstadı, hemen-hemen muntazam fasdatar ile, birbirini takip etmiştir. Bu suretle, şark âlim­ lerinin ve bilhassa Sâbİ'îierin, ilk çağ hekim­ lerinin bir nevi peygamber telâkki etmek hu­ susundaki temayülleri göze çarpar. Sülâleleri, Askulap gibi, bir yan-tanrı bulunan bu büyük hekimler silsilesi fikri, peygamberlerin biribirini müteakip zuhuruna benzemektedir. — Krş. Fihristt İbn A b i Uşaybi‘a, ‘ Uyan al-anbâ* f î fabakat al-atibbü’, I, 24 v. dd.



_



( C arra de V aux.)



[ Bk. bolân .] B O L Â N . BOLAN, Belucistan ’da bir dağ geçidinin adıdır! B O L U , şimalî Anadolu 'mm garp kısmında, FİÎyos nehrine karışan Bolu suyu ( Büyük-Su ) ’nun üzerinde ve etrafı dağlar ile çevrili (ce­ nupta, eskilerin Galatya Olymposu dedikleri Aladağ silsilesi — en yüksek zirvesi Köroğlu tep esi; 2378 m. — eteklerini meydana getiren Semen d a ğ ı: 1854 m .; şimalde, Sünnice yahut Kara-Dere d a ğ ı: 1829 m.) büyük bir ova (Bolu ovası, eski çağlarda Salonites Campus } içinde, deniz seviyesinden 710 m. irtifada, aynı adlı vi­ lâyetin merkezi olan bir ş e h i r d i r . Bolü, önceleri Bithynion (Biihyntum) ve daha sonra Claudiopolis denilen bir ilk çağ beldesinin i yerine kaim olmuştur. Bu belde, Bithynia ile Paphlagonia arasında hudut çizgisi gibi göste­ rilen Bİllaios (Billaeus; Plinius'a göre, Biîlis — şimdiki adı ile Filyos ) nehri üstünde Strâbon BOLAN .



'a göre ( X II, 565 ), Tios { Tİum ) un ( şimdiki Fiîyos ağm nda) yukarısında bulunmakta îdi ve civarında kaplıcalar vardı ( Plin, ep., X, 39, 48 ). Bununla beraber, kadîm Bithynion ’un şim­ diki Bolu yerinde, yâni ovanın ortasında değil, fakat kenarında bulunması ve mevkiinin de, Bolu ’nun şimalinde dağ eteğinde, halkın EskiHisar ( Kiepert haritasında Hala-Hisar) dediği harabe yerine tekabül etmesi mümkündür. Şüp­ hesiz ki, bu mevki, tahkime elverişli olmak ba­ kımından, ova ortasında müdafaası güç bir yere tercih edilmiş ve ancak daha sonraları, bugün­ kü Bolu ’nun yerinde kurulan şehir bu eski beldeyi İstihlâf etmiştir. Roma devrinden Önce bu mevkiin pek ehemmiyeti olmadığı, ancak Salonia ovasında ve etrafındaki dağlarda yetiş­ tirilen sürülerin verdiği sütten İstihsâl olunan peynirlerin Roma ’ya gönderilecek kadar meş­ hur olduğu kaydedilmektedir. Salon şehrinin kadîm Bolu 'ya tekabül edip etmediği kat’îyetle bilinmiyor. Roma devrinde, imparatorun adı ile, beldeye Cİaudiopolis denilmiş, şehrin kalesi şimdi orta okulun bulunduğu ve ova zeminin­ den $0 m. kadar yüksek bir tepe üzerinde inşa edilmiştir. Tepenin en yüksek kısmında bîr hisar ve daha aşağıda da, beldeyi kuşatan bir sûr vardı. Yakın asırlarda, lüzumu kalmadı­ ğı için harap olan ve malzemesi de kârgir mebanî inşasında kullanılan hisarın ve surların şimdi hemen hiç bir izi kalmamıştır. X V II. asır ortasında Evliya Çelebi 'nin topraklı bir tepe üzerinde dört köşe harap bîr kalecik diye tarif ettiği hisarın bir kaç parçasına X IX . asır ortalarında A , D. Mortdmann rastlamıştır. 1334 (1916 ) salnamesinde, hisarın bâzı İzlerinin yal­ nız Karga tepesinde kaldığı, sûrun ise yakılıp toprak yığını hâline geldiği, 1886 senesine doğru idâdî mektebi ( orta ok u l) binası inşa ettiri­ lirken, sûr harabelerinden taş alındığı kaydedil­ mektedir. Her ne olursa olsun, kadîm belde, Hadrian zamanında, bu imparatorun nedimi, Antînous 'un — ki, Ölümünden sonra mâbut deresine yükseltilmişti — doğduğu yer olarak Çok itibar görmüş ve Cİaudiopolis adına inzimamen, Hadrîan ’ın adım da almıştır. Pausanias ( L, X II, 9, 7 ), yanlış olarak, Sangarius ( Sa­ karya ) kıyısında gösterdiği bu şehrin Arkadya muhacir lan ve Mantineenler tarafından is­ kân edildiğini ve burada Antihous şerefine her $ yılda bir şenlikler yapıldığım kaydeder. Kayser Theodosius, bu şehri Bithyniâ *mn şark kısmında teşkil edilen Honorias eyâletine mer­ kez ittihaz etmiştir. Şehrin mevkii, Peutinger tabulasmda doğru olarak gösteriliyor ( IX , 3 ). ilk çağların sonuna doğru şehrin şiddetli bir zelzele yüzünden harap olduğu kaydedilmek­ tedir,. Daha yakın devirlerde ise, ahşap inşaat



dolayısiyîe, âık-sık yangınlar vukua gelip, bâzan şehrin hemen iamamiyle harâbiye uğradığı bi­ liniyor. Şehtfn bugünkü adının, Cİaudiopolis isminin »belde" mânasına gelen son parçasından çıkmış olması muhtemeldir; bununla beraber şimdiki ad ile Filyos nehrinin eski adı ( yukarı­ da kaydedilen Bil laios, Billİs; başka kaynaklar­ da Bilion, Bil em ( Geogr. Rav., H, 17 ), Byleum { Peutinger, IX, 4) arasındaki yakınlık dikkati Çekiyor. Bolt), adının ne zamandan beri yerleş­ tiği, hattâ Şehrin hangi tarihte türkier tşrş* fmdan fethedıldiği kat’îyetle mâlûm değildir, VII.— IX. asırlar zarfında Anadolu içinde defa­ larca garba doğru ilerlemiş İslâm orduların m, arada bulunan büyük dağ engelleri yüzünden bu­ ralara kadar Sokulamamış olduğu söylenebilirse de, XIII. asıfdâ Anadolu Selçuklularının parlak devrinde ve niuteâkİp asrın başlarında îlhanltlar hâkimiyeti şifasında, yâni Ankara havalisi gibi iç Anadolu ’ üun şimâl-i garbî kısımlarında türk hâkimiyeti tesis ettikten sonra, bütün bu hava­ linin de istilâ edilmiş olması ve Bizans nufuzu altında kaldığı devirlerde büe akınlara mârûş kalmış bulunması mümkündür. Bolu, Osman Gazi devrinin sonuna doğru Konur-Alp .(halk arasında Konr&pa) tarafından istilâ edilmiştir. Orhan Gazi devrinde Geyve, Göynük, Mudurnu üzerinden Bolu'ya gelen Ibn Batüta, bu havaliyi yalnız türkmenler ile meskûn görmekle kaimi-, yor, aynı zamanda hemen her uğradığı şehir ve kasabada a 3a l zaviyelerinde konaklıyor. XV. asır başında, Yıldırım Bayeztd devrinde Ana­ dolu *nun bütün şimal-i garbı kısmı osmanh hâkimiyeti aliîna girmişti. Timur İstilâsından sonra Bolu havalisi İsfendiyar-oğu 11arının te­ cavüzüne uğramış ise de, Mehmed I. ve mü­ teakiben Murad II. devrinde bunlar t^rdedilmiş ve ondan sonra artık askerî harekât vukua, gelmediğinden, Bolu ’nun müstahkem mevki ro­ lü sona ermiştir. Osmanlı İdaresi altında Bolu, evvelâ uzun müddet Anadolu, daha sonra Kas­ tamonu eyâletiüm bir sancağı olmuş ve XVII. asırdan sonra bîr müddet de kaza şeklinde* idare edilmiş, 1867 Men itibaren, Kastamonu vilâyetinin sancağı olarak, teşkilâtlandırılmış, meşrutiyetten sonra müstakil sancak ve nihâ-, yet cumhuriyet devrinde vilâyet şeklini almıştır. XVII. asır Ğrtalarmda Bolu, 34 mahalleye da­ ğılmış 3.000 kadar, ekserisi tahta ve bir kısmı kiremit örtülü evden mürekkep ve çarşısında 7 han, bedestan ve 400 kadar dükkân bulunan bağ ve bahçeler ile çevrili ve Çihannümâ 'ya gö­ re^ etrafi sursuz bir şehir idi. Her ne kadar o asrın ikinciyahşırida buradan geçmiş olan sey­ yah Tavernidr, şehrin ekseriyetle ımmiar ile meskûn olduğunu söylemekte! ise, de, bu malû­ mat, muasır kaynaklarda te'yİtjedİImediği gİbh



BOLU —' BOLVADİN.



709



XIX.' asırda ecnebi seyyahların ifâdeşi de bu­ manlar, asırlardan beri yapılan tahribat yüzünnun aksini göstermektedir. Bolu, geçen asırlar den/ovalardan, şehir ve kasabalar civarından çczarfında, Anadolu ’nun en işlek yollarından biri kilıhiş ise de, arızalı sahalarda çok kesif ağaç­ üzerinde, kısmen İstanbul ’dan Ankara 'ya, hat­ lıklar şeklinde ve vilâyetin başlıca zenginlik tâ İran ’a kadar giden veya oradan gelen ker­ kaynağı olarak, baki kalmıştır. Vilâyetin hârice vanların bir menzili rolünü oynamış, kışmen de, sevkedebileceği mahsûller arasında, hububat, Öteden beri zenginliği medhedilen bir ovanın baHfiyat, patates, tütün, fındık, ceviz ve elma teşkil ettiği zirâat sahasına merkez hizmetini gibi, yemişler, kereste, canlı hayvan, yün, tiftik, görmüş, toprak ve hayvan mahsûllerimin ( hu­ kütnes hayvanları ve yumurta sayılabilir. Eski bubat; yün, tiftik, cehri boya nebatı, kereste, çağlarda Bolu 'nun Karadeniz Ereği isi ile ticarî meyve v. b .) faal bir pazarı olmuştur. Texier, irtibatı mevcut idî. Bu istikamette eski bir XIX, asır ortalarına doğru Bolu ’nun nüfusunu yolun izine hâlâ Bolu ovasının şimal kısmında 3$.000 kadar tahmin eder. Büyük ticaret cere­ raştgelinmektedir. Daha yakın devirlerde, Bolu yanlarının ağırlaşıp, yollarını değiştirilesi se­ ’nun mahsûlleri, kısmen Düzce üzerinden, Karabebiyle, daha sonraları Bolu ehemmiyetini kıs­ dejnız kıyısında Akçaşehir ( şimdiki adı ile, men kaybetmiş ve nüfusu da azalmıştır. Cuinet A kçakoca; Düzce kazasına bağlı bir nahiye ( XIX. asır sonu ), Bolu ’nun 10.79Ğ nüfusu ol­ m erkezi) ’e sevkedilirdi. Şimdi ticaret faaliyeti duğunu. kaydeder (9.642 müslüman, 758 ram Hendek ve Düzce üzerinden, nS km. ’lik bir ortodöks, 380 gregoryen ermeni, 18 k a fo lik ). şose ile Adapazarı istasyonuna doğru çekil­ Daha‘yakın devirlerde Bolu doğrudan doğru­ mektedir. Diğer taraftan Bolu, şarkta Geredeya harp sahnesi olmamışsa da, mücadele yıl­ Kıztlca-Hamam üzerinden, 242 km. ’lik bir şose larının sarsıntıları burada da ağır akisler bı­ ile Ankara’ya bağlanır. rakmıştır.' 1935 sayımına göre, şehrin nüfusu, B i b l i y o g r a f y a ı Pauly-Wissowa> Re7835 idi. Bolu 'nun durgunlaşmış hayatında son aleneyelopaedie d. Altertumstciss., III, 472, yıllarda yeni inkişaflar görülmektedir. Şurada 542; Ch. Tezıer, Asie Mîneare, s, 147; G. bir orta okul, bir orman orta okulu, bir un Perrot, Exploraiion de la Galatİe, I, 42 v.d .; fabrikası, müteaddit kereste tezgâhları bulun­ ayn. mil., Souvenir d'un voyage en Asie Mimakta ve şehir elektirikle aydınlatılmaktadır. neure, s. 24.1 v .d .; A . D. Mortdmann, InschrifBolu şehrinde kadîm çağlardan kalma şan’at ten aus Bithynien ( S B Bayr. A k., 1863,1, 212 eserleri yoktur. Başlıca câmiler, Yıldırım Bav.d.); W. von Diest, Von Pergamon Sber den yezid tarafından vakfedilmiş çifte minareli UluDindymos zum Pontus ( Peterm. Miti., Ergz, cami, Demir Taş Faşa ’nm oğlu Mehmeil Bey 94, 1889, s. 59 ) ; M. Anton, Neue Forschungen ’in eseri olan Kadı camii, Şemsi Paşa ( İmaret) im nordwestlichen Kleinasien ( Pet. Miti., Ergz* camii ve Karaköy ’de, îsfendiyar-oğuliarıpdan 116, 1895, s. 88 v.d.); R. Leonhard, PapklaMusa Paşa tarafından, X . (X V II.) asır başında gonia. Reisen and Forschungen im nordlichen inşa ettirilmiş olan Ilıca câmiidir. Evvelce Bolu Kleinasien, s. 30, 150; V . Cuinet, La Turçuie ’da müteaddit tekke ve medrese vardı; 1334 d A sie, IV, 493 v.d .; İbn Batuta Seyahatnâ{ 1916) Bolu salnamesi, şehirde 32 câmi, mü­ me (trc. Mehmed Şerif), I, 348 ; Evliya Çe­ teaddit tekke ve 12 medrese bulunduğunu kayd­ lebi, Seyahainâme, II, 172; Cikannümâ (nşr. etmektedir. Şehrin dışındaki kaplıcalardan eski İbrahim Müteferrika ), 651; Kastamonu sâlnâve yeni mehazlerde bahsedilir. mesi, 1314 (1896/1897), 19. defa; Müstakil Bolu vilâyeti, 11.140 km1*, arazi üzerinde, 1935 Bolu sancağı sâlnâme-i resmîsi, 1334 (1916 ) ; sayımına göre, 248.027 nüfusu ihtiva etmekte 1935 nüfus sacımı ( istatistik um. müd. neş­ ve Bolu, Akçakoca, Düzce, Göynük, Mudurnu riyatı ) 75, X ; On beşinci yılda Bolu, 1937. ve Gerede kazalarına ayrılmaktadır. Bolu kâ( B es Im D a r k o t .) zasının 2.925 km2, arazisi üzerinde 61.036 nü­ BOLVADİN, iç Anadolu ’mıa garp cihetinde, fusu vardı. 1314 (1896/1897) Kastamonu sâlnâ- Sultan-Dağı ve Emir-Dağı arasında uzanan ve meşine göre, Bolu kazasının nüfusu 46.434, aynı ortasından Akşehir gölüne dökülen Akar-Çay kaynakta, şimdiki vilâyete bağlı kazaların mec­ ’ın geçtiği bir ovanın şimal kenarında, Afyon mu nüfusu 163.776 gösterilmektedir. 1334(1916) vilâyetine bağlı bir kazanın merkezi olup, A fBolu sâl nâmesinde ise, aynı kazaların nüfusu yonkarahisar ’a 47 km. mesafede bulunan Çay 215.000 *e yakın gösterilmiş olduğuna göre, bu istasyonuna 8 km .’lik bir şose ile merbût ve rakamlar hakikate az-çok uygun sayılacak olur­ deniz seviyesinden takriben 1000 m. irtifada sa,'son devirlerde, her ne kadar Bolu şehrinin kâindir. Bizans müverrihlerinin P o l y b o t u m nüfusu' azalmışsa da, vilâyet nüfusunda artma adı ile zikrettikleri bu kasaba civannda hubu­ vukua geküği anlaşılmaktadır. Vilâyet arazisi­ bat, bakliyat ve haşhaş ziraatine elverişli, münnin 30 % kadarı ormanla kaplı olup, bugün bu or­ bit bir ova vardır vâ «vlçri etrafında da mey­







} IO



BOLVADİN -



ve bahçeleri uzanır. Kasabanın müteaddit ca­ mileri arasında Kanunî Sultan Süleyman 'm sad­ râzamlarından Rüstem Paşa ’nm yaptırdığı ve mimar Sinan'ın eseri olduğu söylenen güzel bîr cami bulunur. Osmanh saltanatı devrinde Bol­ vadin, İstanbul 'dan gelerek Eskişehir-Seydigazi üzerinden Akşehir— Konya ve Suriye'ye giden ticaret yolu üzerinde mühim bir menzil teşkil ediyordu. XIX. asrın son senelerinde inşa edi­ len Konya demir yolu kasabanın bu bakımdan ehemmiyetini azaltmış İse de, yine buradan Emir-Dağı (A ziziy e) — Çifteler veya Seydigazi üzerinden Eskişehir ’e kamyon ve araba nakli­ yatı yapılmaktadır. Millî mücadele yıllarında 1921 mart sonunda taarruza geçerek Dumlupınar mevzilerini düşüren yunan kuvvetleri, Afyon 'u işgal edip, Çay— Bolvadin hattına, kadar ilerle­ mişlerse de, ikinci İnönü zaferini müteakip şimalden sevkedilen kuvvetler tarafından ric'at hatlarının kesilmesi tehlikesi karşısında, bura­ da kalamayarak, bir hafta içinde geri çekilmeğe mecbur olmuşlardı. 1922 senesi ağustos sonun­ da türk ordusu taarruza hazırlanırken Bolvadin mühim bir askerî karargâh rolünü oynadı. Ka­ sabanın nüfusu 1927 sayımında 7,953 ve 1935 'te ise, 9.195 idi. Bolvadin kazasının 2420 km3, ara­ zisi üzerinde Çay (kasabanın nüfusu 4.820) ve İshakh (oldukça ebmraıyetlİ selçukî eserleri ye bir medrese harabesi bulunan küçük bir kasaba ; nüfusu r.450) nâhiyelerine bağh 47 koy bulun­ makta idi ve kazanın nüfusu 43*119 olarak tesbit edilmiştir. B i b l î y o g r a f a g a ı W. J. Hamilton, Researches in Asia Minör (London, 1842), II; Ch. Texier, Asie Mineure (Paris, 1839—• 1849), s, 448; W. Ramsay, The Historical geography o f Asia Minör ( London, 1890 ) ; V. Cuinet,,La Turyaie d’Asie (Paris, 1894), İV, 240; Evliya Çelebi, Seyahat-nâme ( İstan­ bul, 1315), III î Besim Dakort, Coğrafî araş­ tırmalar (İstanbul, 1938), I,, 66 v.d .; 19 3 5 genel nüfus sayımı, 75, 3; Afyon vilâyeti broşürü, ( BESİM DARKOT.) B O M B A Y , Hindistan ’ın garp sahilinde, bir a d a ; bugün dolma geçitler İle karaya bağlan­ mış aynı isimdeki eyâletin baş şehri olup, Hin­ distan ’ın en mühim limanı ve pamuk ve pamuk­ lu kumaş ticâretinin merkezidir; 57 km2, 'iik bir saha kaplar. Nüfusu 1921 'de 1.175.914 idi. Bombay isminin, bir hiad ilahesinin adı otan Mumbâdevİ 'den iştikak ettiğinde şüphe yoktur. Mabedi bugün bile hürmet ve tâzim görmek­ tedir. Bombay adası, Hindistan 'm büyük ge­ milere melce olabilecek yegâne limanını ibtivâ etmesine rağmen, ancak 1661 'den itibaren ta­ rihte bir rol oynamağa başlamıştır. Bu tarihte portekizliler şşehri, Caiherine de Bragance 'in



BÇMBAY. cihazı arasında, Charleş II, *a terfeettiler. 1668 'de aynı ktral, şehri şarkî Hindistan kumpanya­ sına ( East India Company ) b ıraktı; kumpanya 1687’de başlıca merkezîni, Surat'tan Bombay 'a nakletti. Şehirde 1921 ’de müslüman nüfusu umûm nü­ fusun 20 % 'si idi. Bu lilüslüman nüfus içinde, İslâmiyet! kabul eden bütün milletlerin mümes­ silleri bulunmaktadır ( arnp, iranlı, turk, efganlt, malay ve afrikah ). Bunların başında mıkdar ve nüfuzları ile kudretli 3-tüccar gurupu vardır: Memonlar, Böhoralar ve Hocalar. Bunların ticarî, faaliyetler! bilhassa BasriŞ körfezi ve Zengibar 'a yapılmakta ise de, ticaret maksadı ile, Avrupa 'yi ve İngiliz müstemlekelerini ziyaretten çe­ kinmezler. Bunlar sınaî ve malî teşebbüsleri, hayırperverlik teşkilâtları ve belediye idaresine iştirakleri ile de hemep-hemen aynı derecede temayüz etmişlerdir. Pjğer bâzı sınıflar da zikre şayandır; hindli ana ve arap babalardan dünyaya gelip, ilk zamanlarda denizci iken, bttgün müreffeh bir cemaat teşkil eden Konkanlı Navaytlar, millî kıyafetleri ile göze çar- pan at canbazı (a t tüccarı) araplar, kısmen uzun zamandan beri bu sahil boyuna yerleşmiş S id iveya afrikahlar ve nihayet şimalî Hindistan ’daki pamuk ipliği fabrikalarına kadar çalış­ mağa giden Culahalar bunlardandır. — Cami ve mescid ancak 1802 'den beri mevcuttur, En eski müslüman âbidesi, Paru Şayh ‘A li ’nin mezarı olup, 1431 *e doğru inşa edilmiş, 1674 'te yeni­ den tamir olunmuştur. Bunun yakınında her sene, mühim bir panayır/'kurulmaktadır. Mu­ harremin tes’idi Bombay 'da şi'îler İle siinnîler arasında sık-sık arbedeler)» vesile olur. B 1 h l i y o g r a f y a : Sır J. M. Campbell, Materials totvards a Statistical Account ofthe Town and Island o f Bombay ( Bombay, 1894 ); S. M. Edvvardes, The Rise o f Bombay (Bom­ bay, 1902); j . M, Maclean, Cuide to Bombay. , (J. S. COTTON.) B O M B A Y , Hindistan ’ın garp kısmında bu­ lunan ve idare merkezi aynı isimde olan bir eyâlet ( presıdency) *fif, Sind'den başla­ yıp, Gucarât etrafından Konkan *a kadar ve Gha^lar arasından Dakkan ye Carnatıe ’e ka­ dar uzanır. Goa, Daman ve Din gibi, Portekiz müstemlekeleri ve Baroda devleti, Bombay eyâ­ letinin hudutları dâhilinde bulunur. Kızı! deni­ zin medhâlindeki Aden müstemlekesi de, İdarî nokta-İ nazardan Bombay 'a tâbidir. Bu eyâleti diğerlerinden ayırt eden hususiyet, arazinin V3 'inden fazlasının yerli, tâbi devletlerden müte­ şekkil olmasıdır. Sahası, bu devletlerinki ile beraber, 490,737 km3., mecmu nüfusu ise, 1921 ’de 26.757.000'dır. Bombay'ın müslüman hâki­ miyeti altındaki tarihi, daha aşağılarda Ç u « $ *.



feOMBAY rat, Dakkan ve Sind maddelerinde anlatılacak­ tır. Hâi-i hâzırdaki en mühim müslüman dev­ letleri şunlardır : Sind ’de Hayrpur [ b, bk.], Kâthiâvâr ’da Cunagarh [ b. bk.l, Cambay [ b. bk.], Gucarât 'ta Pâlanpur [ b.bk.] vç Râdhanpur [ b. bk,] ve Konkan 'da Caneîra [ b. bk,]. Vaktiyle eyâlet tamamiyle müslüman hâkimi­ yeti altında bulunuyordu. Hâlbuki ingilizler, Sind [ b. bk.] müstesna olmak üzere, eyâleti, Marabalardan zaptettiler. 1921 'de eyâletin umum nüfusunun 18 % *ini temsil eden, 4.800.000 müslüman nüfus vardı ( bindular 20.500.000). Bununla beraber, Sind 'den sarf-ı nazar edi­ lirse, müslüman nüfusunun mikdarı 2.000.000 *dan aşağı düşer ki, bu aded ancak 7 % nisbetini verir. Müslümanlar Sind ’de, umumî nüfu­ sun en aşağı 76 % ’sını teşkil ederken, Bombay şehri, Gucarât ’m iki İdarî bölgesi ve Carnatıc 'in iki sancağından başka yerlerde 10 % nisbetinı geçmezler. Bu gayr-i muntazam dağılma, Dakkanlt Marithâların, müslüman hâkimiyeti altında, hemen-hemen 4 asır yaşamış olma­ larına rağmen, bunlar arasında islâmiyetin biç bir vakit tamamiyle nufuz etmediğini isbat eder. Hindistan 'ın her tarafında olduğu gibi, Bombay eyâleti müslümanlarının ekseriyeti de sütmîdir ( takriben 97 0/0 ’s i ). Sâdece Hoca [ b. bk.] ' 1ar ( 50,837 ) ile Böhorâ [ b. bk,] ’îarın bir kısmı ( 188,307 ), şt'îdir. Böhorâların diğer kısmı, müreffeh vaziyette olan tüccarlardır ki, Gucarât ’ta ikamet ederler ve şi’î olmayıp, sünnîdiri er. Merhum Çâdiânh Ğulâm Ahmed ta­ rafından te’sis edilen Ahmedîye mezhebi, söy­ lendiğine göre, Bombay ’da 10.000 münteşip ka­ zandı. Diğer cemaatler ve milletler arasında, 1901 ’de, 97.000 Memon, bilhassa Sind 'diş 543.000 Baloç ( belûcistanh), 262.000 arap, 170.000 Pathan veya efganlı ve yalnız 28.000 moğul bu­ lunduğu gösteriliyordu, Sind 'in tezayüt eden refah ve mamûriyetinden sarf-ı nazar edersek, müslümanların, nüfusun mütebaki kısımların­ dan daha sür’atle çoğaldıklarını kabul etmek için bir sebep yoktur. : 187 2, t 38 ı, 1891 ve 1901 seneleri; Sır J. M. Camp­ bell, ( Bombay, 1877— 1901); , ( Calcuita, 1909). (J. S. COTTON.) B O N A (frns. Bö n e ), Cezayir sahilinde K o n s t a n t i n vilâyetine bağlı bir şehir olup, 3ü° 53/ $8* şimal arzı ve 50 25' 4* şark tulü. ( Paris) üzerindedir. Seybouse ırmağının munsabında garpta — Garde burnu ve şarkta — Rosa burnu arasında bulunan bir körfezin garp sa­ hil indedir. Şehir deniz ile Ezuğ dağlarının son yamaklarını teşkil edçn orınşnhk şırtfor araşma



Bibliyografya CensüsReporis, Bombay District Gazetteers Imperial Gazetteer of India Provincial Series, BombayPresidency



BONA.



İtt



kurulmuştur. Arap coğrafyacılarının Böna de­ dikleri bu şehre yerliler 'Annâba derler. p f u s u 51 ,900 'dür. Bugünkü Böna şehri Hippone ( Hippo-Regius ) 'un mevkiinden takriben 2,5: km. mesafededir. Fenikeliler tarafından te­ sis ‘'edilip, Kartacahîarm eline geçen ve daha sonra Numidya kıratlarının ülkesine dâhil olan Hippo, Jugurtha hezimetinden sonra, romahlarih Afrika eyâletine ilhak edildi. Roma im­ paratorluğu devrinde büyük bir refah ve ikbâle kavuşan bu şehir, hıristiyanlığm yayılmasını müteakip, memleketin dinî merkezlerinden biri oldu. Burada 393, 395 ve 426 'da dinî meclisler toplandı. St. Augustin buranın piskoposu idi. 430 ‘da Vandallar ve onu takip eden asırda bizanslılar tarafından zaptedilip, arap istilâsına kadar Bizans elinde kaldı. Şehir, ber hâlde Kartaca ile hemen aynı zamanda, passan b. ai-Nu'mân 'ın valiliği esnasında ve VII. asrın sonlan yahut VIII. asrın başlangıcında, müslümanlarm eline geçti. Bunu takip eden asırlarda Avraba ve Mas­ umda kabilesine mensup berberîler Böna ımntakasma yerleştiler ( al-Bakrı, Deşer. efe TAfrique, trc. de Slane, s. 134) ve sırasiyle Ağlabiler, Fatimüer, Ziriler ve nihayet Hammâdiier Kaytavân 'da oturan arap valilerine tabî oldular. Bu devirde, belki bıristiyanlarm sahile taarruz­ larına mâni olmak maksadı ile, eski Hippon 'dan bir az ötede, deniz kenarında yeni bir şehir inşa edildi. İbn Havkal ( Descripiion de VAfrique, trc. de Slane, J A , 1842, s. 182 ) 'in anlattığına göre, »şehrin valisi müstakil olup, elinin altında, ribitlara yerleştirilen k ıt’alar gibi, her zaman harekete hazır bîr berberî kuvveti bulundurur­ du". Al-Bakri ( ayn. e s r s. 133 ), biri eski, diğeri yeni olmak üzere, iki şehri açıkça birbirinden ayırt eder. Eski şehir, Okoştin ( St. Augustin ) ’in vatanı olup, çıkılması güç bir tepe üzerine kurulmuştur ve Medİnat Zâvi adını taşırdı ki, Slane 'in de tahmin ettiği gibi, bu isim her hâlde şehrin, Zirilerin dördüncü hükümdarı olan Mu‘izz b. Badis tarafında akrabası Zâvi b. Zirİ 'ye iktâ edilmiş olmasından gelmiştir. ikinci şehir ise, 3 mil mesafede olup, YeniBöna admdadır. 450 (1038) senesinden sonra etrafı sûrlar He çevrilmiştir. Medinat Zâvi ’nin ne zaman ortadan kalktığı bilinmiyor. Mamafih Hippone mevkiinde, bîr kaç Roma eserinin izinden başka, bir şey kalmamıştır. Her iki coğrafyacı da bu şehrin ümranını ve civarının, meyve, hububat ve hayvanat bakımından, zen­ ginliğini medhetmekte birleşirler. Burada deri ve yün ticâreti gayet ehemmiyetli olduğundan, bilhassa endülüslü tacirler sık-sık gel ip-gider­ lerdi. İbn Havkal 'in zamanında, beyti"!mâl için al;nap vergilerden maada, Böna her şene Hanı-



7ta.



BÖNA.



mâdı sultanının hassa hazînesine 2.000 dinar temin ederdi. Bu devirde ve b\mu takip eden aşırda şehirde bâzı yerli' hırîstiyanlardan baş­ ka, bîr de piskoposluk makamı bulunduğu, Papa Gregor VII. fun Sultan al-M5 şir b, Gilnas ’a. 1076 ’da yazdığı mektuptan anlaşılır ( krş. Mas Latrie, Traites enire Chretiens et Arabes au Mogen âge> Introd. his t., s. 22 ; mad. CEZAYİR). Böna ahalisinin korsanlık etmesi hıristiyanları kızdırdı. 1034. ’te Pisa ve Cenevizlilerden mürekkep bîr donanma şehri yağma ve tahrip etti. Bir asır sonra Sicilya kıralı Roger Iİ.,. Muvahhİdîn ’in Bicâye ülkesini tahribinden isti­ fâde ederek, amirali Mahdiyali Phiîipp ’e Böna ’yi işgâl ettirdi ve oraya Hammâdi haneda­ nına mensup emîri, kendi mümessili olarak, yerleştirdi. Böna, hıristiyan hâkimiyetinde kısa bir zaman kaldıktan sonra, n ö o ’ta Muvahhİdîn ‘in eline geçti, XIII. asırda şehir, 2 sene için (599— 601=1203— 1205) Muvahhİdîn’in elinden çıkarak, Yahya b. Ğâniya ’ye tâbî oldu. Muvahhidîn imparatorluğunun parçalanmasında Böna, Tunus ‘tâki Hafşi hissesine düştü ve bilâhare Tunus, Bicâye ve .Constantine ‘de hüküm süren emirler arasında bir mücadele mevzuu oldu ve IHtafşi emîri al-Fazl ’ın kurduğu küçük bir emaretin (1358— 1360) merkezi oldu. 1366'da Bicâye emîri Abu ’l-'Abbâs burasım yeğeni Abu ‘Abdullah Muhammed ’e verdi. Bununla beraber şehir yalnız müslümanlann değil, hırîstiyan tacirlerin de uğrağı olan bir ticaret li­ manı olmakta devam e t ti; Pisalılar, Cenevizli­ ler, marsüyahlar ve katalanlann burada ticaret­ haneleri vardı. Fakat korsanlığın gelişmesi yü­ zünden, deniz ticareti daralınca, Böna inhitat etti. Burası XV. asrın başında 3Q0eviikbir köy hâline gelmişti (Leo Africanus, nşr, Schefer, UI, 107 ). Türklerin Cezayir ‘e yerleşmesi,. Böna. ahali? sini Hafşi hâkimiyetinden kurtardı.. Bönalılar 1 5 3 3 ’te sultan Mulây Idasan ’a karşı, ayak­ landılar v.e Barbaros Hayreddin ‘den imdat istediler; Barbaros Böna ‘ya geldi ve orada hazırlıklarım tamamlayarak, Tunus‘un istilâsına girişti {1 5 3 5 ). Fakat şehrin ispanyollar tarafından işgalini müteakip, Charles V. yeniden tahta ge­ çen Mülây Haşan ‘dan Böna’yı , aldı. Marquis de, Mondejar gelip, şehrin kalesine 600 kişilik bir, kuvvet yerleştirdi; bu kuvvet, türkler ile yer­ liler tarafından,, tam bir muhasaraya, alındı ve 5 sene sonra burasını tahliye zorunda kaldı.. ( I535~ 154° ).. İspanyolların kalkıp gitmesinden sonra, türkler şehre, hâkim oldular ve burada bîr garnizon te’sis ederek, 1830 ’a kadar mevki­ lerini muhafaza ettiler.. Bu 3 asır zarfında kor­ sanların ticarete engel olmalına rağmen, Böna ’ya sık-sık fransız tacirleri geliyordu. Bir ta­



kım Marsilya tacirleri tarafından te’sis edilen Compagnie du CoraiJ XVI, asrın ortalarında, burada, bir ticarethane tesisi için, müsaade is­ tihsâl etti. Bu müessese 1609 ‘da1 tahrip edildi, fakat Sanson Napollon ’up delâleti ile, 1628 *de; tekrar kuruldu ve 1799 ’a kadar devam etti... »Compagnie d ’Afrique



BUCAK.



etmişti. Kırım hanı K ıtın Giray muhasamata başladı ve 25.000 rus askerini esir ederek, Ben­ der 'e getirmeğe muvaffak oldu. Katerina ’nm gönderdiği ordu, prens Galitzin kumandası al­ tında, Besarabya 'da Dnepr ’i geçti. Voyvoda Constantin Callimachi, Hotin, Bender ve Tu­ na-'dakı türk garnizonlarına erzak gönderme­ di, Sadrâzam Nişancı Mchmed Emin Faşa, Prut kenarındaki Han tepesine ( rumencesi Movila Rabâiei olup, Mehmed IV. ’in Karnen içe sefe­ rinde inşa edilmişti) kadar ileriledi ve orada voyvodanın azledild iğini bildirdi. Voyvoda İs­ tanbul ’a gönderildi ve orada boğduruldu. Yeni sadrâzam Moldovaneı A li Paşa, yeni voyvoda Grigore III. Ghica ’nm yardımı İle, Bucak 'ta ruslar ile bir kaç defa çarpıştı. 1 ağustos 1770 ’te Kabul civarında mağlûp edilerek, düşmana I40 top bırakmak zorunda k ald ı; İsmail kalesi û ağustosta ve K ili ise, 30 ağustosta rusların eline düştü. Bender 27 eylülde ve Akkerman İse, teşrin I. 'de teslim oldu. Bucak ’taki türk mirzaları resmen çara inkiyat ettiler. Harp de­ vam ettiği hâlde, boyarlar meclîsi, Katerina 'nın bir beyannâmesi üzerine, Boğdan 'da yeni bir rejim te'sis edilmesi, »memleketin sırtında açık bir yara gibi duran“ Bender de dâhil olmak üzere, devletin Tuna *ya kadar olan eski hu­ dutlarının İadesi hakkında çariçeye bir mutalebat muhtırası takdim etti. t?73’te yapılan bir mütarekeden sonra, harp yeniden başladı ve nihayet Küçük-Kaynarea muahedesi ile sona erdi. 10 temmûz 1774 ’te akdedilen muahedede { krş, Noradounghian, Receuil d’actes iniernaüonaux de VEmpîre Otioman, Paris, 1897, I, 319), Bucak hakkında şu ahkâm vardı: »her iki imparatorluk tarafından bütün Kırım, Bu­ cak, Kuban, Yedisan, Canboluk ve Yediçkul tatarları, istisnasız, hür ve her türlü ecnebi hâkimiyetinden tamamiyle müstakil addedilip, Cengiz Han soyundan olan kendi hanlarının doğrudan doğruya hâkimiyet ve idaresi altında bulunacaklardır" (mad. 3). Ne Rusya, ne de Bâbıâli hanın intihabına müdahale etmeyecek­ lerdi. 16. maddeye göre, Rusya Babı âliye, bü­ tün civar ve mülhakatı ile birlikte, Akker­ man, Kili ve İsmail şehirleri ile diğer kasaba ve köylerden ibaret bulunan bütün Besarabya ’yı ve bu meyanda Bender kalesini iade ede­ cekti. Ibrail, Hotin, Bender civarı ile diğer yerlerde evvelce kendilerine âit iken, haksız­ lıkla ellerinden toprakları alman ve kendilerine reaya denilen hususî eşhas ve manastırlara âit arazi, sahiplerine iâde edilmek şartı ile, Eflâk ile Boğdan da Bâbıâiiye geri verilecekti. Bug nehri hudut sayılmış ve Rusya 'ya Eflâk ile Boğdan lehinde icabında Bâbıâli nezdinde ta­ vassutta bulunmak hakkı tanınmıştı,



Bucak da dâhil olmak üzere, Rusya ’nm cenûbundaki türklere hürri"et ve İstiklâl bahşedîlmesi, haddizatında Rusya ’nm bu memleket­ leri ilhak etmek politikasının ilk icraatı idi. Tür kıy e-Avusturya muharebesine müvâzi olarak vukû bulan 1787— 1792 türk-rus harbi esnasında, general Suvorov kumandasındaki rus ordusu İsmail 'e kadar g e ld i; şehir kahramanca bir müdafaâdan sonra işgal edildi ve içindeki türk garnizonu ile bütün ahâlisi kılı çan geçirildi. Yaş muahedesi ( 9 kânun II. 1792 ) mucibince, Dnester nehri her iki devlet arasında hudut teş­ kil ediyordu (madde 3, krş. Noradounghian, ayn. esr., H, 17 ). Bender, Akkerman, Kili ve İsmail ile birlikte Besarabya, yeniden Bâbıâlıye iâde ediliyordu (madde 4). Selim III. 'İn Osmanîı imparatorluğunda bâzı İslâhata giriştiği sıralarda Rıısya, kendisine tarafdar olan Eflâk ve Boğdan voyvodaları Ipsilanti İle Moruzi ’nin azledilmelerini vesile itti­ haz ederek, harp ilân etmeksizin, 22 teşrin II. 1806 'da general Michelson 'un kumandasındaki bir orduyu Boğdan 'a soktu. Bender kalesi der­ hâl işgal edildi; Akkerman ile Kili, 6 kânun I. ’da düştü ise de, İsmail mukavemet etti. Bu vaziyet karşısında Selim III., 24 kânun I. 1806 ’da harp ilân etti. Rusîar, il enlemeler ine devam edip, Eflâk ’a ve Dobruca 'ya girdiler. Fakat harp, Napoîeon ’uu müdahalesine kadar, uzadı. O zaman sulh müzakerelerine başlandı. İptida­ da Rusya, »Rumeli cihetinde Bucak tâbir olu­ nan Besarabya kıt'ası ile beraber, Eflâk ve Boğdan memleketlerinin kendisine terkini" ta­ lep etti ( Cevdet, Tarih, X , 4 ). Sadrâzam Ahmed Paşa, badisat dolayısİyîe, fazla istical gösteren ruslara, Dnester ile Siret arasındaki Boğdan arazınım vermeğe râzı olmuştu ( bk. Cevdet, Tarik, s, 34) ; fakat Selim III. buna muvafakat etmeyerek, Bucak hâriç kalmak üze­ re, Prut nehrini hudut olarak teklif etti. Rus baş kumandanı bu teklifi reddetti; mamafih 28 mayıs 1812 'de Bükreş 'te imzalanan muahedenâme Besarabya ile birlikte Osmanlı devle­ tine ilhak edilmiş bulunan eski Boğdan toprağı Bucak ’ın vaziyetini şu şekilde tesbit etmişti (madde 4 ; Noradoughian, göst. yer., II, 87) : »Prut nehrinin memleket-i Boğdan 'a duhûlün­ den nehr-i Tuna ’ya munsab olduğu mahalle kadar ve andan nehr-i Tuna 'nın sahil yesarisi Kili boğazı ile bahre kadar devleteynin hadd-i faslı" olacaktı ( bk. Şâni-zâde, Tarih, II, 165 ), Bu harp esnasında Besarabya 'dan Rusya ’ya geçen Yedisan iürklerine gelince, »bunlar arzu ettikleri takdirde, muhaceretleri ve yerleştiril­ meleri hususunda Rusya 'nın yapmış olduğu masraflar Bâbıâli tarafından tazmin edilmek şartı Üe, osmanlj memâiikine" avdet edebiîe-



BUCAK - BUDDA. çeklerdi ( madde 7 ; krş. Cevdet, Tarih, 9. 27 ; Şâni 4 .*de, Tarih, s. 123). Türkiye’nin Bükreş muahedesini tasdik etmemesi için, Napoleon ’un Andreossy delâleti ile yaptığı müdahale geç kalmıştı. Hakikaten Cevdet Faşa { ayn, esr,} s. 59) *nm dediği gibi, „vükelây-i devlet-i aliyenin imza tahtına alınmış olan Bükreş musalâhasınt reddeylemeleri pek müşkıl idi". Bucak boylece, „guberniya" denilen Besarabya ‘mn mütebaki kısmı ile birlikte, Rusya’ya ilhak edilmiş oldu. 1812 tarihinden itibaren Besarab­ ya ’nm cenubunda bâzı etnik iahavvüllerin vukû bulduğunu görüyoruz. Ruslar Bucak ’a alman muhacirleri getirip, yerleştirdiler. 1822 ’de Würtenberg ve Bavyera 'dan gelen almanlar Sarata ’ya ve 1823’te gelen isviçreliler de Saba’ya yerleştiler. Svetoslav devrinde XIV., asrın ilk senelerinde, geçici bir Bulgar hâkimiyetinin ku­ rulduğu havaliye de Buîgarlar iskân edildi (krş. G. I. Bratiamı, Reckerches sur Vicina et Cetatea Alha, Bucarest, 1935, su 113). 1827 ’de Bu­ cak ’ta, msl. Bolgrad, Gradına, Taşbttnar, Comrat, Carta! v.b, 48 buîgar kolonisi vardı. Bun­ lar ile birlikte gelen Gagavuz toplulukları, Bu­ cak ’takİ türk unsurunu kuvvetlendirdi. Kırım harbine kadar Bucak tamamiyle rusların hâkimiyeti altında k a ld ı; Paris muahedesi (18 56 ) ile Tuna nehrinin munsablan ile civa­ rındaki arazî ve bu meyanda Kili, İsmail ve Kahul, Boğdan’a iâde edildi ve bu arazi 1878 ’e kadar Boğdan ’da kaldı. Berlin muahedesi ile buraları tekrar Rtısya’a verildi ise de, 1918 'de, Bucak ile birlikte, bütün Besarabya Romanya 'ya iâde olundu. B i b l i y o g r a f y a : Bu madde ile Boğ­ dan maddesi metninde adı geçen kaynaklar­ dan başka bk, M. D’Ohsson, Tableau general de l’Empire Ottomane ( Paris, 1854), V I I ; C. Yİreçek, Geschichte der Bulgaren ( Prag, 1876); A. Schafarik, Slavische Altertiimer (W ien, 1845), 1— II; I, Moga, Rivaliİaiea polono-attsiriacd şi orieniatea politica a iarİlor române la sfârşiiul secolului XVI I ( Cluj, 1933 ) j Gh. I. Nâstase, „ Hotarul lai Halil Paşa? şi „cele doııa cea$uriu ( Bucureşti, 193*) î P. 1» Cazacu, Moldova dînire Prut şi Nisîru ( Bucureşti, 1924); Cari Ritter von Sachs, Geschichte des Machtverfalls der Türkei bis Ende des 19 Jarkunderss (W iea, 1913). ( A urel D eceî.J BU CN U R D . [B k . bOcnörd .] BU D A N , BABA, bir müslüman velînin adıdır. Onun adına İzafe olunan dağlar, Hindistan Maki Mysöre yaylasının en yüksek dağlandır. 130 35' ile 130 23' şimal arzı ve 750 37' ile 750 52' şark tülü arasındadır. BâbS Budan ’ın XVII. asırda haccdan dönüşünde Hindistan ’a kahve zira­



747



atını sokan zat olduğu söyleniyor. Müslümanlar kabrini bir mağarada göstermelerine muka­ bil, hındûlar hekim D attitreya’nin bu mağara­ da gözden nihan olduğu ve günün birinde, bir Vişnu ’nım son tecellisini tebşir etmek üzere, yine buradan zuhur edeceğini söyleyerek, bu yeri takdis ederler. Bu makam, bu yüzden, her iki din sâîiklennia de ziyaretgâhıdır. B i b l i y o g r a f y a : Gazetteer o f Mysore and Coorg ( von L. R ie e ; Bangaİore, 1876 ), n. 429. B U D A PE ŞT E . [ Bk. budIn.J B U D A Y L . [ Bk. büdeyl.] B U D D A . Budd ve budda sözü muhtelif mâ­ nalarda kullanılır ve p a g o d a veya Buddha ’mn kendisine yahut diğer mâbûd h e y k e l l e ­ r i n e ıtlak olunur. Kelime, meselâ -» ^^ as w ^’ ( M " ta - * s» ta g S ■ & . p re e; p ü1 *■ 5* ? 3 sO fi ı & d pt- » O . tü l r ? r -ı -e. • £ » to v D § u» „3 „. 2 » B «Sl'S » ■■■*“* *T1 *j 4d , -d* d* „ 5 a>p. 2 fi *re s-s—.w ^ . d d s£.«■ » v< rBe 5 * .O- -ut ta £ öt s: Re* *< İS* d ^ fi* Sö> ö- Cu fi 3 Cö d fi- 2 cr ^* PtKİ ® » 2 gr*ö ,***» » "^ -t _ B P D 3 re 3 0 Out ***■ 6 3 “ ^ p fit «• c fi— h C£ E1' ’5r w »te: X fi a, rcr ue d P O. 2 a ►**«a g R ar*1 3 ’S &* C m jj, ®d' 2 îr1 rt2 cu S- S"1 -* e re g S: B U , pu up (D, t»“ o S* -a ^ re- ?T w r ^ ' ,w » 3 r ~ - *ce L d: 2 * S* ‘ÎJ — >•» fi» | U £.'