Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi (Cilt 15, Lord-Mete) [PDF]

  • 0 0 0
  • Suka dengan makalah ini dan mengunduhnya? Anda bisa menerbitkan file PDF Anda sendiri secara online secara gratis dalam beberapa menit saja! Sign Up
File loading please wait...
Citation preview

P '--T ş: ^



BUYUK



LAROUSSE SÖZLÜK VE ANSİKLOPEDİSİ



15. CİLT Lordlar Kamarası — Mete



ii Milliyet



Interpress Basın ve Yayıncılık A.Ş. adına Hürrem FİLA



genel yayın yönetmeni Adnan BENK yayın kurulu Oya ADALI, Nilgün AKAR, Bedia AKARSU, Engin ALÇORA, Yasemin ALPMAN, Abt»as ALTUNKAŞ, Aydın ARIT, Selahattin BAĞDATLI, Mustafa BALEL, Mustafa BAYKA, Nezih COŞ, Güler DEĞİRMENCİ, Melek DENER, Turgut DEVECİ, Tamer ERDOĞAN, Sırrı ERİNÇ, Şenay ERKAN, Peyami ARMAN, Ayşegül EROL, Konur ERTOP, A.Fuat FİDAN, Tankut GÖKÇE, Öznur GÜNDOĞDU, Selahattin HİLAV, Rıfat İNSEL, Cenap KARAKAYA, M.N. KARAKÜÇÜK, Melih KIRAN BAĞLI, Gülsen KORALTÜRK, Güzide KOSİFOĞLU, Dilek KÖSEOĞLU, Cevdet KUDRET, Turgut KUT, Deniz MAZLUM, Günnur ORMANLAR, Tahir ÖZÇELİK, Süleyman ÖZÇİFTÇİ, Ufuk ÖZKOLÇAK, Isa ÖZTÜRK, Mehmet SERT, Kenan SOMER, ilhami SOYSAL, Beyhan Aziz TANER, Aksel TİBET, Erdoğan TOMAKÇIOĞLU, Teoman TUNÇDOĞAN, Hale ULUSOY, Doğan ÜLGENCİ, Mara YAKOVLEVSKİ, Aydın YALKUT, Mehmet YARAŞ, Ömür YARS, Tahsin YAZICI, Dilek YELKENCİ, Melih YÜRÜŞEN sorumlu yayın yönetmeni Aydın YALKUT araştırma Despina ÇİMROĞLU ve yardımcıları Betül GÜVENSOY, Nesrin OĞRAŞKAN, Mine ÖZDİLER, Servet SABAK, Hilda SETYAN, Semra BAL arşiv Sevil ÇELEBİCAN ve yardımcıları Nurgül KAYA, Cansel Çolak SAVAŞ teknik yönetmen Nazlı TURKSOY sayfa düzeni Ömer BARANİOĞLU ve yardımcısı Çağatay AKYOL harita Mansus TETİK ve yardımcıları Berrin BÜYÜKANIT, Ruhi DİLGİMEN, Seval ÖZLER, Ceyda SAKARYA düzelti Hayrettin KARA ve yardımcıları Zeynep ATAYMAN, Fatma AYDIN, Sait GÜRAY, Aydın KARAAHMETOĞLU, Gülsüm ÖZ, Sibel TÜRKMENOĞLU fotoğraf Muhlis HASA ve yardımcısı Sedal ANTAY sekreterler Funda ARSLAN, Halime DEMİR, Nil HEPER, Kadriye KÖMÜRCÜOĞLU, Lale KURUDAĞ, Belgin SOYCAN, Satı ŞİMŞEK dizgi Turgay ŞIK ve yardımcıları Leyla BİRBEN, Âdem ÇALIŞKAN, Betül FERİK, Hülya HASEL, Sakine KAYA kamera Gelişim Yayınları kamera servisi baskı: Milliyet Gazetecilik A.Ş.



Copyright: Librairie Larousse Copyright: Interpress Basın ve Yayıncılık A.Ş. Büyükdere Cad. Apa Ofset arkası Levent-İSTANBUL Tel: 169 66 80 (20 Hat)



BUYUK SÖZLÜK VE ANSİKLOPEDİSİ



Fransızca Grand Dictionnaire Encyclopédique Larousse (GDEL) temel alınarak hazırlanmıştır. BUYÜK LAROUSSE SÖZLÜK VE ANSİKLOPEDİSİ’nin bütün hakları saklıdır; adı belirtilmeden hiçbir alıntı yapılamaz. Librairie Larousse 1986 [S.P.A.D.E.M. et A.D.A.G.P.J



Lorenz tarafından toplanan büyük konseylerden doğan Parlamento'nun kökeniyle iç içe geçmiştir Parlamento olarak toplanan bu büyük konsey, yavaş yavaş kesin biçimini almış ve XIII. yy. başından (Magna Carta, Büyük Ferman) XV. yy. ortasına kadar (iki Gün savaşı) giderek artan bir önem kazan­ mıştır. XIV. yy.'ın ortasından başlayarak kontluklardan ve kentlerden seçilen Avam kamarası temsilcileriyle lordlar arasında bir ayrım belirdi, ilke olarak lordlar, kralın ön­ de gelen feodal yandaşları olup, kral tara­ fından tek tek Parlamento’ya katılmaya çağrılırlardı. Uygulamada, bu unvan baba­ dan büyük oğula geçmeye başladı. Ancak kral istediğinde yeni birtakım kimselere de bu unvanı verebiliyordu. Lordlar bir Yüksek adalet divanı oluşturmaktaydılar; aynca kral emirnamelerinin yasa biçimine bürünebil­ mesi için de bunların onayı gerekliydi. Avam kamarası ise daha başından mali ko­ nularda uzmanlaşmıştı. Lordların üstünlü­ ğü, XVII. yy.'da Avam kamarası'nın ciddi re­ kabetiyle sarsıldı, XVIII. yy.'dan başlayarak da bunlar ikinci plana itildi. Lordlar kamarası'nın etkinlikleri, çoğunluğu elde bulun­ duran partinin (XVIII. yy.'da Whigler, sonra da, XIX. yy.'dan sonra muhafazakârlar di­ ye anılacak olan Toryler) içindeki çekişme­ lerle sınırlı kaldı. Victoria dönemi boyunca, ülkenin sana­ yileşmesiyle birlikte geri plana düşen top­ rak aristokrasisini temsil eden Lordlar kamarası'nın düşüşü de hızlandı. Ancak bu meclisin, hâlâ elinde büyük yetkiler bulun­ durması, bu gelişmelere uygun düşmeyen bir durumdu. Böylece 1909 Anayasa bu­ nalımı, lordların yasama işlevindeki rolünü kısıtlayan 1911 tarihli bir yasaya yol açtı. 1948’de çıkartılan bir başka yasa, Lordlar kamarası'nın yetkilerini daha da kıstı. Bugün Lordlar kamarası, kraliçenin ata­ dığı ve unvanları babadan oğula geçen 808 lord (kraliyete hizmet veren siyasetçi­ ler, yüksek memurlar ve sanayiciler lordluğa yükseltilerek ödüllendirilir; unvanı baba­ larından devralan kadınlar ise bu mecliste bulunamazlar), iskoçya’yı temsilen 16 lord (iskoçya'dakı lordlar tarafından ve bir yasa­ ma dönemi için seçilirler), İrlanda'yı temsi­ len birkaç lord (İrlandalI lordlarca yaşam boyu seçilirler), 9 sürekli “ istinaf lordu" (ya­ şam boyu seçilen yüksek yargıçlar) ve 26 "ruhani lord’dan (Canterbury ve York başpskoposlan ile Londra, Winchester ve Durham'dan 3 piskopos ile en eskiden atan­ mış 21 piskopos) oluşur. Lordlar 1911'den beri mali nitelikli yasa tasarılarını inceleyemezler Buna karşılık, öteki yasa tasarıları üzerinde (birbirini izleyen iki birleşim boyun­ ca ve 1949'dan beri en fazla 1 yıl için) dur­ durucu bir veto hakkına sahiptirler Bunun­ la birlikte Lordlar kamarası, Yüksek istinaf mahkemesi olarak yargı yetkisini elinde bu­ lundurmaya devam etmektedir Ancak mec­ lis bu görevini yerine getirirken yalnızca do­ kuz sürekli istinaf lordu toplantıda hazır bu­ lunabilir. LORD-LİEUTENANT a. (ing. Lord Lieutenant). Birleşik krallık'ta kraldan yetki alan, kral temsilcisi. (Her kontlukta bir tem­ silci bulunur.) LORD MAYOR a. (ing. lord-mayoı). Belli başlı Britanya kentlerinin belediye başkanlarına verilen ad. (“ Lord" unvanını, ilk alanlar Londra [1540], York ve Dublin be­ lediye baştanları oldu.) Lord o f th e Rings (The), J.B.R. TolklerY ın yapıtı (1954-55), The Hobbitt'm (1937) devamıdır iki kitap da iki Hobbıtt'in (yarı cü­ ce, yan cin küçük kurnaz yaratıklardan olu­ şan düşsel halk) töresel arayışlarını anlatır Yapıtın iki kahramanı, büyücü Gandalf'ın kı­ lavuzluk ettiği Bilbo Baggins ile onun mi­ rasçısıdır Halklarının mutluluğu onların ba­ şarısına bağlı olacaktır. LORDOZ a. (fr lordose; yun. lordosis, eğrilik’ten). Anat. Omurganın boyun ve bel bölgelerinin öne doğru dışbükeyliğinden ileri gelen fizyolojik durum. (Bu eğriliğin anormal biçimde artması [hiperlordoz] bo­



yun ve bel ağrılanna neden olabilir Bu aşı­ rılık başlangıçtan [yapısal] olabildiği gibi, bel ve karın kaslarındaki yetersizlikten ya da felçten dolayı sonradan da olabilir.) —Patol. EĞER EĞRİLlĞr'nın eşanlamlısı. LOREDAN ya da LOREDANO, XI. yy' dan beri bilinen Venedikli aile. Ünlü üyele­ ri: PİETRO (öl. Venedik 1439), amiral, Geli­ bolu yakınlarındaki deniz savaşında Türkler'i yendi (1416). \fenedik orduları başko­ mutanlığına getirildi (1438); —ANTONİO (1420'ye doğr- Padova 1482), amiral, Türkler'e karşı Scutari’yi (bugün Işkodra, 1474' te) ve İnebahtı’yı (1478) savundu; —LEO­ NARDO (Venedik 1438 - ay y 1521), 1501' de doge olarak Julius II (1510), daha son­ ra da Fransa ile ittifak yaptı (1513); —PİET­ RO (Venedik 1481-ayy 1570), 1567'den 1570’e kadar doge. LOREDANO (Gian Francesco), İtalyan yazar (Venedik 1606 - Peschıera del Gar­ da 1661). incogniti akademisi’ni kurdu; şi­ irler, denemeler İtalyan barok ve kaba gül­ dürüye yer veren romanlar yazdı; bir nük­ te kitabı (Scherzi geniali, 1622), bir aşk ro­ manı (Dıanea, 1627) ve 1650’de ilyada üzerine bir parodi yayımladı. Lorelei, Bacharach yakınında, Ren'e hâ­ kim bir kayaya bağlı olan ve kendi seviye­ sinden geçen gemilerden gelen çağrıları bir yankıyla cevaplayan efsanevi figür Ço­ ğunlukla bir su perisiyle karıştırılan bu do­ ğaüstü yaratığa eski kroniklerde değinilir. LOREN (Sofia SCİCOüDNE, Sophia —de­ nir), İtalyan sinema oyuncusu (Roma 1934). Yapımcı Carlo Ponti tarafından tanıtıldı. Uluslararası üne kavuşmadan önce İtalya’ da birçok film (O troviamo in galleria [Mauro Bolognini, 1953]; Venüs'ün işareti [il segno di \fenere]; D. Risi, 1955) çevirdi. Ba­ zı filmleri: Korkunç kumpanya (Heller İn Pink Tights) [G. Cukor, 1959], iki kadın (La Ciociara) [i/. De Sica, 1960], le Cid "(A. Mann, 1961), Dün, bugün, yann (ieri, oggi, domani) [V. De Sica, 1963], Casuslar (Ara­ besque) [S. Donen, 1966], Hongkonglu kontes (A Countess from Hong-Kong) [Ch. Chaplin. 1966], Güneş çiçeği (I girasoli) [V. De Sica, 1970], Özel bir ğün (Una Giornata particolare) [E. Scola, 1977], Kan dava­ sı (L. Wertmüller, 1982). 1991 yılında, si­ nemaya katkılarından dolayı özel bir Oscar'la ödüllendirildi. LORENTİYUM



saptamanın olanaksızlığını gösteren Michelson'un ünlü deneyinin (1881) olumsuz sonuçlanması, Lorentz’in 1892’de, Fitzgerald'ın da aynı yıl ama ondan bağımsız olarak, durağan bir esirin varlığını "kur­ tarmak" için, devinim yönünde uzunluk­ ların kısalması ya da büzülmesi düşünce­ sini tasarlamasına yol açtı. Ama Lorentz ayrıca, matematiksel bir kurmacadan baş­ ka şey olmayan yerel bir zaman varsay­ mak zorunda kaldı; çünkü mutlak zaman kavramına hâlâ bağlıydı. Birbirine göre düzgüh doğrusal devinim halindeki iki sis­ temin uzunluklarını, kütlelerini ve zamanını birleştiren ünlü Lorentz dönüşüm formül­ leri buradan doğdu. 1904'te Poincaré, bu dönüşümün Maxwell denklemlerini değiş­ mez bıraktığını gösterdi. Lorentz'in elde ettiği, uzunlukların bü­ zülmesine dayanan önemli sonuçlar, bir­ çok fizikçiye, özellikle de Henri Poincaré' ye, oldukça yapay geldi. Bu sonuçların, 1905'te, daha genel ilkeler üzerine kurul­ muş özel görelilik kuramını yaratırken, Einsteln’a yararı az oldu. (Zeeman ile bir­ likte, Nobel fizik ödülü, 1902.) L o re n tz b iç im i. Ceb İP4 ten İP içine f (X, y) = * 1 X1 + Xjy2 + Xa/3 - 0 2 X4 X4 (c> 0 ) ile tamımlı bakışımlı çift doğrusal biçim, x ile y, İR4 vektör uzayının e,, e2, 6 3 , e4, kanonik tabanında 4



7545



4



* = X ı.e. ve



y = X y,e,



1 -1



» -1



oiarak yazılır. Bu biçim görecelik kuramın­ da ortaya çıkar. L o re n tz b ü zü lm e si - BÜZÜLME. L o re n tz fo rm ü lle ri ya da d ö n üşü ­ m ü. Fiz. Göreli mekanikte, bir olayın, biri öbürüne göre düzgün ve doğrusal bir ötelenme'hareketı yapan iki eksen sistemine (Galilei karşılaştırma sistemleri) göre uzay ve zaman koordinatlarını birbirine bağla­ yan formüller. Birbirlerine göre ötelenme hareketi ya­ pan Oxyz ve O x 'y 'z ' gibi iki işaret göz önüne alındığında, Cfx' değişmez bir v hızıyla Ox üzerinde kaymak O y' ve Ö z' sırasıyla Oy ve Oz ye koşut kalmak, O ve O başlangıç noktaları, iki işaretin saatleri aynı t0 = t'0 = 0 anında çakışmak üze­ re, bir olayın ikinci işaretteki uzay ve za­ man koordinatlarını, birinci işaretteki ko­ ordinatlarına bağlı olarak veren Lorentz formülleri şöyle yazılır:



Sophia Lo re n



• LAWRENCIUM



LORENTZ (Hendrik Antoon), hollandalı fizikçi (Arnhem 1853 - Haarlem 1928). 1878'den 1923'e dek Leiden'de profesör­ lük yaptı, sonra Haarlem enstitüsü'nde araştırma müdürü oldu; maddenin elek­ tron kuramının en büyük yaratıcısıdır (1892 ve 1895 inceleme yazıları). Bu ku­ ram, o zaman, yerleri saptanmış, tanecik yapılı elektrik yüklerini, elektron genel te­ rimi altında topladı. Maxwell denklemle­ ri, yalnızca, mikroskobik yapısı pek kesin olmayan (bu yapıda süreklilik olduğu ka­ bul edilmişti) istatistiksel olayları dikkate alırken, Lorentz denklemleri elektronların bireysel davranışını betimler. Böylece, da­ ha önce özellikle Faraday ve Weber'in fark ettiği, ancak Lorentz'in organik bir kuram olarak sunduğu elektriğin süreksizliği kav­ ramı ortaya atıldı. Lorentz’in, Maxwell'in makroskobik kuramıyla bütünleştiğini ka­ nıtladığı bu mikroskobik kuram, aynı za­ manda köktenci olguculuğu da benimse­ miş olan erkecilerin, özellikle Mach, Ostwald ve Duhem’in itirazlarıyla karşılaştı. Bu elektron kuramı, Lorentz'e pek çok olayı, özellikle de metallerin elektrik ilet­ kenliğini, ışığın kromatik dağılmasını açık­ lama olanağı sağladı ve özellikle bir kay­ nağın, yeterince yeğin bir manyetik ala­ na yerleştirildiğinde verdiği tayf çizgileri­ nin frekansında bir değişiklik olacağını tahmin etmesine neden oldu (daha son­ ra, 1896'da, bu olayın gerçekliğini deney­ sel olarak kanıtlayan Lorentz'in öğrenci­ sinin adıyla anılan Zeeman etkisi). Öte yandan, esire göre Yer devinimini



y' = y. z



V l- p J burada B, ışığın boşluktaki hızı c olmak üzere — oranını gösterir, c L o re n tz g ru b u Ceb. İR4 ün



Harlingue-Roger-Viollet _ .n ;



P



0 ixi = x ? - x |- X j- x J ile tanımlanmış S«m»ifír'r-.v ¿¡M



-



:à IW .



m



i t i \



»



gön, Napoli, Sicilya, Kudüs kralı, Anjou dükü ve Provence kontu (1417-1434). Kral Luigi ll'nin büyük oğlu. Giovanna II zara­ rına karşı Sicilya kralltğı’nın kendisine ve­ rilmesini istedi. Sonunda kraliçe onu kendi­ sine mirasçı olarak seçti (1423). Luigi III Aragönlular'ı püskürttü (1424) ve Calabria'nın yönetimini üstlendi. Mirasını kardeşi René d'Anjou’ya bırakarak Calabria'da öldü. L U İK , Uège’in hollandacadaki adı.



Barrameda 1613’e doğr - Xabregas, Liz­ bon, 1666), Portekiz kraliçesi. Medinasidonia dükünün kızı. Çok hırslıydı, kocası Bragança hanedanından Joâo'yu Liz­ bon'da Ispanyollar'a karşı girişilen ayak­ lanmadan yararlanıp Portekiz kralı Joâo IV olmaya zorladı (1640). Kral ölünce (1656), ülkeyi küçük oğlu Afonso VI adı­ na yönetti. 1662’de Xabregas manastırı’ na çekildi.



LUİSE M A R İA G O NZAO AU (Paris LUİMNEACH, İrlanda Cumhuriyeti’nde 1612’ye doğr. - Varşova 1667), Polonya (Munster ili) kent, Luimneach yönetim böl­ kraliçesi. Nevers dükü Charfes’ın kızı. Ön­ gesinin merkezi. IX. yy. başlarında Vıkingce Wtadistaw IV (1645), sonra onun kar­ ler tarafından Shannon halicinin başlan­ deşi Jan II Kazimierz ile evlendi (1648). gıcında, denizin kabardığında ulaştığı son Polonya sarayındaki etkisiyle bu ülkede noktada kuruldu. 1 2 0 0 yılına doğru yapı­ Fransa'nın dostluğuna büyük önem veril­ mına başlanan ve daha sonra, St Mary di. katedrali gibi, birçok onarım gören gör­ 1814'te çıkanlan ve kadın­ kemli bir şatosu ve bir müzesi vardır. Köklü lara verilen Prusya nişanı, iki sınıfı vardır. yerel sanayiye (besin, tekstil, optik, çimen­ Siyah ve beyaz kurdele. to) ve Shannon Airport sanayi bölgesine bağlı olarak son yıllarda nüfusu artmıştır LUİSE-ULRİKE (Berlin 1720 - Svartsjö (1961 'de 50 800, 1981’de 60 700). 1782), İsveç kraliçesi. Prusya kralı Luimneach yönetim bölgesi, Shannon ha­ Friedrich-Wilhelm l’in kızı. Daha sonra İs­ licinin güney kıyısında; 2 6 8 6 km2 ve 157 veç kralı olan Adolf-Fredrlk ile evlendi 400 nüf. (1744). Fransız eğitimi gördü, Drottning—Tar. Bozguna uğradıkları tarihe (976) ka­ holm’da parlak bir saray çevresi kurdu. dar batı Danimarkalılar'ın başkenti olan Ama etkisi altında tuttuğu kocası tahta çı­ bu kelt yerleşim merkezi 1195’e doğru kınca, krallık iktidarını yeniden kurma gi­ Anglonormanlar'ın eline geçti. William rişimi sonuçsuz kaldı; düzenlediği Şapka­ Burgh burada güçlü bir kale yaptırdı. Ku­ lar komplosu 1756’da bastırıldı. Adolf zey Munster'in başlıca kenti olan Luirnne-Fredrik ölünce (1771), oğlu Gustaf III ken­ ach, Shannon ırmağı kıyısındaki stratejik disini devlet işlerinden uzaklaştırdı. konumu nedeniyle çalkantılı bir tarih ya­ şadı; özellikle 1691'de Patrick Sarsfield' ^ L U İS E VON M E C K L E N B U R G STRELİTZ (Hannover 1776- Hohenziein William lll'e karşı sürdürdüğü kuşatma ritz, Neustrelitz yakınında, 1810), Prusya çok ünlüdür: bu kuşatma sonunda imza­ kraliçesi: Mecklenburg-Strelitz dükü Kari' lanan Luimneach antlaşması'na uyulma­ ın kızı. 1793'te daha sonra Prusya kralı dı ve Dublin parlamentosu antlaşmanın olan Friedrich-Wilhelm III ile evlendi. Gü­ koşullarını daha da ağırlaştırdı. zelliği ve yurtseverliğiyle çok sevildi. Çar a L U İN İ (Bernardino), İtalyan reséam (LuiAleksandr Tin etkisiyle Fransa'ya savaş no?, Maggiore gölü, 1485'e doğr. açılmasını sağladı (1805-06). Prusya ezi­ -Milano ? 1532). Özellikle Leonardo tarzın­ lince Tilsit antlaşmalarının imzalanışı sıra­ da Meryem Ana ile Çocuk İsa tablolarıy­ sında Napoléon’u yumuşatmaya çalıştıy­ la (Wallace Collection, Ermitaj, Brera vb.) sa da başanlı olamadı (1807). Kraliçe da­ tanınan Luini, aynı zamanda, kiliseler (Mi­ ha sonra yurtseverleri ve reformcu bakan­ lano’daki S. Maurizio, Saronno vh), saray­ lan destekledi. lar ve villalar için freskler yaptı; bunların LUİSİLLO (Luis PÉREZ-DÁViLA, -denir), on kadarı Louvre müzesi’nde muhafaza İspanyol dansçı ve koregraf (Mexico City edilmektedir. 1927). Sanat yaşamına, 1948'de Carmen LUİNO, İtalya'da iklimi sağlığa yararlı te­ Amaya’nın topluluğunda, Teresa Viera davi merkezi ve sayfiye yeri, Lombardia' Romero'nun yanında başladı. 1950’de Te­ da (Varese ili), Maggiore gölünün doğu resa ile Los Ballets españoles de Teresa kıyısında; 15 300 nüf. Önemli pazar. y Luislllo’yu kurdular. Teresa ayrıldıktan sonra topluluk, Compañía del teatro de L U İS I (Madrid 1707 - ay. y. 1724), Ispan­ danza españole adını aldı. Koregrafilerinya kralı (1724). Felipe V ve Maria-Luisa di de flamenkodan olduğu kadar klasik Savoia'nın oğlu. Babasının tahttan el çek­ mesi üzerine kral oldu (10 ocak 1724), danstan da etkilendi: Luna de sangre ama aynı yılın 31 ağustosunda öldü. (García Lorca'dan esinlenerek, 1952), El Prisionero y la Rosa, El Ciego (1955), LU İS I (Lizbon 1838-Cascais 1889), Llanto por un torero (García Lorca'dan Bragança hanedanından Portekiz kralı esinlenerek, 1958), La Espera (1959), (1861-1889). Maria ll’nin oğlu. Büyük kar­ Capricho español (müz: Rimskiy deşi Pedro V’in yerine geçti. 1868’de, bu -Korsakov, 1966), Bolero (müz: Ravel, ülkenin Portekiz'i ilhak etmesinden kork­ 1967). Daha sonra çeşitli Avrupa kentle­ tuğundan İspanyol tacını kabul etmedi. rinde birçok gösteri düzenledi. Ekonomik büyüme ve yönetici sınıfların refahı saltanat döneminin en önemli ge­ lişmeleri oldu. 1873’ten sonra bir cumhu­ riyetçi parti kuruldu, 1875’te bu partiden sosyalist bir kanat ayrıldı. LU İS d » le ö n (Fray), İspanyol yazar (Belmonte, Cuença, 1527 - Madrigal de las Altas Torres, Avila, 1591). 1544’te augustinusçular tarikatına girdi ve Salaman­ ca Üniversitesi'nde tanrıbilim dersleri ver­ di. 1572’de, sapkınlık kuşkusuyla Engizis­ yon mahkemesine çıkarıldı ve tutuklandı. 1591'de, ölümünden az önce, genel pa­ paz yardımcısı ve sonra da Castilla eya­ leti dinsel bölge başkanı oldu. Düzyazı ya­ pıtları arasında: Pertecta casada ve baş­ yapıtı Les nombres de Cristo (1583) sayı­ labilir. Yazarın bu ikinci yapıtında, İsa’nın on üç sıfatını açıklarken, ruhsal çözümle­ me derin bir gizemcilikle kaynaşır. 1631'de Francisco de Quevedo'nun çabaları so­ nucu yayımlanan şiirlerinde de aynı gi­ zemci atılım biçim inceliğiyle birleşir. LU İSA DE G UZM ÀN (Sanlücar de



LUİ TEBRİZİ - GÛNİ’-I TEBRİZİ. LUİTPO LD -



LEOPOLD.



LU JAN , Arjantin'de kent, meyve bahçe­ leri bölgesinde (Buenos Aires ili), Buenos Aires’in B.'sında 30 000 nüf. Ulusal tapı­ nak; sömürge tarihi müzesi. [ a. (fr. looch-, arapça /Tük tan) Eczc. Kullanılacağı zaman hazırlanan losyon. Bir müsilaj yardımı ile az ya da çok koyu kıvamda bir emülsiyon haline getirilir. (Ba­ dem kullanılarak beyaz luk, tatlı badem yağı ile yağlı luk hazırlanır. Luk bazen çö­ zünmeyen toz maddeler için sıvağ olarak kullanılır.) -LU K - -LIK. LU K A (aziz), İncil yazan (I. yy.). Bir söy­ lentiye göre Antakya’da doğdu ve orada hekimlik yaptı. Mektuplar'ında ondan söz eden aziz Paulus ile işbirliği içindeydi. Adı­ nı taşıyan Incil ve Resullerin* işleri ona



Luknov mal edilir. Luka İn c ili ya da A ziz L u lu fy a göre İn c il, Kilise'nin kabul ettiği Inciller'in üçüncüsû. Aziz Markos incill'nden sonra 80 yıllarına doğru yazıldı. Edebiyat ve içerdiği tarihsel bilgiler açısından daha zengindir. Incil’in bildirisinin evrenselliği üstünde durarak İsa'nın yalnızca İsrail'in Mesih’i değil, "ulusların ışığı" olduğunu belirtir. İsa’nın yoksul ve düşkünlere karşı merhametli, günahkârlara karşı bağışlayı­ cı olduğunu vurgular. Dante aziz Luka'yı “ Tanrı'nın iyiliğinin yazarı" olarak adlan­ dırdı. ■ LUKÁCS (György), macar filozof ve si­ yaset adamı (Budapeşte 1885 - ay. y. 1971). Varlıklı bir burjuva ailesindendi; 1906 da felsefe doktoru oldu, 1908’de A modern dráma fejlôdésének tórtenéte (Modern dramın evrimi) adlı kitabını yaz­ dı. 1909-1914 arasında Berlin ve Heidelberg'de yaşadı. Bu sırada G. Simmel ve Max Weber'den etkilenerek 1910'da A lélek ésa formák't (aim. Die Seele und die Formen, [Ruh ve biçimler] 1911) yayımla­ dı. 1914'te Budapeşte'ye döndü, 1918'de Komünist partisi'rıe girdi ve Béla Kun hü­ kümetinde Kamu eğitimi halk komiseri ol­ du. Şûralar Cumhuriyeti’nin düşüşünden sonra, Viyana'ya, sonra Berlin'e gitti ve 1933'te SSCB'ye geçti, ülkesine ancak 1945'te döndü. 1920'de Roman kuramı' ni (Théorie des Romans), 1923’te Geschichte' und Klassenbewusstsein'ı (Tarih ve sınıf bilinci) yayımladı. Bu kitap Komünist enternasyonal in V. kongresi’nde (1924), daha sonra da Lukâcs'ın ken­ disi tarafından 1932’de ve 1938'de eleşti­ rildi (Lenin’in düşüncesi [Lenin], 1924). Lu­ kács 1936’da A tôrténelmi regény (Tarih­ sel roman) ve Balzac und der französi­ sche Realismus (Balzac ve transız gerçek­ çiliği) adlı yapıtlarını yayımladı. 1945'te Budapeşte Üniversitesi estetik profesörlü­ ğüne getirildi. Başlıca yapıtları: Goethe és Kora (1946) [aim. Goethe und seine Zeit, 1947] (Goethe ve çağı), Avrupa gerçekçi­ liği (ing. Studies in European Realism, 1948), Der Junge Hegel (Genç Hegel) [1948], A polgari filosofía valsaja (aim. Existenzialusmus oder Marxismus) [Varo­ luşçuluk ve marxçilik] (1948), Thomas Mann (1949), irodalom es demokrácia története (Edebiyat ve demokrasi) [1948], Çağdaş gerçekçiliğin sorunları (A realizmus problémái, 1948), A nemét irodalom róvid (Alman edebiyatı kısa tarihi) [1949], Az ész tronfosztása (Aklın yıkımı) [1949], Az ész tronfosztása (Aklın yıkımı) [1952 -1954], Sotschenizyn (Soljenitzin) [1964], Estetik (Az eszlétika sajótossaga, 1965). Stalinciliğin yok edilmesinden yana çıkan Lukács, 1956’da Nagy hükümetinde Kül­ tür bakanı oldu; Nagy'nin düşmesi üzeri­ ne bir süre sürgünde yaşadı, 1957'de ül­ kesine döndü. Lukâcs’ın düşüncesinin çıkış noktasın­ da, Birinci Dünya savaşı sırasında reddet­ tiği, ama yöntemini benimsemekten geri kalmadığı Hegel felsefesi yer alır. Ona gö­ re Marx, Hegel diyalektiğini tersine çevir­ miş, ama yöntem aynı kalmış ve uygula­ ma alanı soyuttan somuta geçmiştir. Lukâcs'ın çalışmalarının temelinde iki kate­ gori yatar: bütünsellik kategorisi ve yaban­ cılaşma kategorisi. Ona göre ''bütünsellik kategorisi, yani bütünün parçalar üzerin­ deki belirleyici ve bütün alanlarda geçerli olan egemenliği, Marx'in Hegel'den aldı­ ğı yöntemin özünü oluşturur”. Bütünsel bir çözümlemeye başvurmanın gerekliliği, in­ san bilincinin taşıdığı önemi göz ardı eden ekonomizmin eleştirilmesine yol açar. Bu bilincin temsilcisi, kapitalizm evresinde, sömürülen sınıf olan proletaryadır Lukács’ ın felsefesi, bu yanıyla bir hümanizmdir. Genç Marx'in yapıtlanndan yabancılaşma kavramını alan Lukács, kapitalizm yüzün­ den bir nesneye, bir mala dönüşen insa­ nın, ancak sosyalist devrimle özneye dö­ nüşebileceğini düşünür. Ne var ki, faşiz­ min güçlenmesi, eskisine eklenen yeni bir



yabancılaşma öğesi oluşturur, çünkü bu da bir barbarlık tehlikesidir. Bunun için, akılcılık ve hümanizm temeli üzerinde, ile­ rici burjuvaziyle bir demokratik birlik stra­ tejisi geliştirmek gerekir. Lukâcs'ın, stalinciliğe karşı çıkmasının nedeni onun bu bir­ liği engellemesidir. Marxçı bir estetik kur­ mak isteyen Lukács, yalınkat olduğunu ve gerçekliğin akademik bir betimlemesiyle yetindiğini düşündüğü stalinci estetiğe karşı çıkar. Ama, "öncü” denilen biçimci ve ruhbilimci "yozlaşmış burjuva' 1 edebi­ yatını eleştirmekten de geri kalmaz. Lu­ kács, Shakespeare’in, Balzac’ın ya da Thomas Mann'ın örneğini verdikleri ve in­ sanı uzamsal (toplumsal çevre) ve zamansal bir tarihsel bütünsellik içine yerleştiren “eleştirel gerçekçilik"i ya da "büyük ger­ çekçilik"! savunur. LUKA R İS (Kyrillos), yunan tanrıbilimci (Girit 1572 - İstanbul 1638). İskenderiye (1603), sonra İstanbul (1620) patriği oldu. Calvinciliğe yakın görüşleri, din adamları­ nın muhalefetiyle karşılaştı. Birçok kez gö­ revden uzaklaştırıldı, sonunda öldürüldü. LUKAS P razsky, çek tanrıbilimci (Prag 1460 - Mladâ Bdeslav 1528). 1500'de Bohemyalı kardeşlerin piskoposu oldu ve bu birlik için bir kateşizm yazdı (1522). Zwingli’nin Kudas öğretisine yakınlık duymakla birlikte, Luther’in reform hareketini olum­ lu karşıladı. LU K A S IE W IC Z (Jan), polonyalı man­ tıkçı ve filozof (Lwöw 1878 - Dublin 1956). Lwöw ve Varşova'da ders verdi, 1946’da Dublin’e göç etti. Üçdeğerli ilk mantık sis­ temini (bu sistemde, doğru ve yanlış öner­ melerin yanı sıra, özellikle geleceğe iliş­ kin olan "olanaklı” ya da “ belirlenmemiş” önermeler pe yer alır) kurdu: 1917’de or­ taya atılan bu yenilik Lukasiewicz’in, olumsallığa ve özgürlüğe gerçek bir sta­ tü sağlama kaygısını yansıtır. Çelişmezlik ve üçüncü şıkkın olanaksızlığı ilkelerinin geçerliğini gürelleştiren bu girişimin yanı sıra, Lukasiewicz, bir sıra mantıkötesi araştırmalar da yaptı ve özellikle hem fel­ sefe, hem de düşünce tarihi sorunlarını, modern matematiksel mantığın kazançla­ rıyla açıklama yolunda sürekli çaba har­ cadı: Aristotle's.Syllogistic from the Stand­ point of Modem Formal Logic (Modem bi­ çimsel mantık bakımından Aristoteles’in tasımbilimi) [1951]. Ayrıca, Elements of Mathematical Logic (Matematik mantığın öğeleri) [1929] adlı bir yapıtı vardır. LUKASIEW ICZ (Juliusz), polonyalı dip­ lomat (Zytomierz 1892 - Washington 1951). 1921'de Polonya-sovyet barış antlaşması'nda Polonya heyetinde yer aldı. Sırasıyla Dışişleri bakanlığı, Doğu ülkele­ ri bölümü müdürlüğü, Riga, Viyana, Mos­ kova (1932), Paris (1936-1939) büyükelçi­ liklerinde bulundu. 1939'da Fransa top­ raklarında bir polonya ordusunun sefer­ ber edilmesine ön ayak oldu. Londra'da, sonra Amerika Birleşik Devletleri’nde ya­ şadı. Anıları (Diplomat in Paris [1936 -1939]), 1970'te yayınlandı. LU K A IA a. (ar. Iuka(a). Esk. 1. Sahibi be­ lirsiz, sokakta bulunan şey; yerden alınmış değersiz şey. (Bk. ansikl. böl.) —2. Lukata -çin, artık toplayan. —ANSİKL. Med. huk. Kaybolmuş bir eş­ yayı bulan kimse, bunu sahibine bildirmek zorundadır. Sahibinin kim olduğunu bilmi­ yorsa, durumu güvenlik görevlilerine ya da uygun bir yolla kamuoyuna bildirmeli­ dir. Bu bildirimden başlayarak beş yıl için­ de eşyanın sahibi ortaya çıkmazsa, eşya­ yı bulan kişi ona sahip olur. Eşyanın sahi­ bi ortaya çıkar ve eşya ona teslim edilir­ se, bulan kimse yaptığı harcamalarla bir­ likte uygun bir ikramiye de isteyebilir (Türk med. k. md. 695). LU K A V A C , Bosna Hersek'te yer, Tuz­ la yakınında. Kok kömürü fabrikası. Böl­ ge açısından önemli kimya sanayisi. Hidroelektrik santralı. LUKENİE -> FİMİ.



LUKİANOS Antakyala (aziz), rahip ve din kurbanı (Samosata 235'e doğr. - An­ takya 312). Antakya’da açtığı okulda İs­ kenderiye okulunun alegorik yorumculu­ ğuna karşı çıktı. Kutsal Kitap'ın lafzi ve ta­ rihsel bir yorumunu yapmaya çalıştı. Tanrıbilimde, ontolojik bir bağımlılık ilişkisi uyarınca Oğul ve Kutsal Ruh’un, bir ba­ kıma Baba'dan sonra geldiğini savunan bir logos öğretisinden yanaydı. Bu eğili­ minden dolayı ariusçuluğun öncüsü sa­ yıldı. Arlus, onun öğrencisiydi. LUKİANO S S a m e sa ta k, yunanlı filo­ zof (Samosata, Suriye, 125'e doğr. - öl. 192'ye doğr.). Orta halli bir ailenin çocu­ ğuydu; öğrenimini ionia okullarında ta­ mamladı. Once Antakya'da avukatlık yap­ tı, sonra yolculuklara çıktı. 161'e doğru Doğu'ya, önce ionia'ya, sonra Antakya ve Samosata'ya döndü; bu son kente 163'te geldi. Sonra Atina'ya yerleşti ve 165’ten yaklaşık 185’e kadar bu kentte yaşadı. Ömrünün son yıllarında yeniden yolculu­ ğa çıktı ve Mısır’da öldü. Adını taşıyan 82 yapıt ve bir epigram derlemesi vardır. Ya­ şamının birinci döneminden bir dizi reto­ rik çalışması kaldı: Tyranoktonos, Phalaris, Myias Epkomion, Dike Phoneenton. Antakya'ya döndüğü zaman yaşamının bir bölümünü anlatan Oneiros e Alektryon’u, ayrıca Eikones, Pos dei ten His­ torian Sygoraphein adlı kitaplarını yazdı. Büyük yapıtlarının çoğunu Atina'dayken yazdı: Pantomim, Anakharsis, Toksaris, Hermotimos (166'da), Die Ketegorumenos e Dikosteria, Bion Prasis, Aliens; yer­ gici ve ahlakçı diyaloglar: Theon Dialogoi, Nekrokoi Dialogoi, Etairikoi Dialogoi, Ve nippos, Kharon, Timon, Eukhai, Drapetai, Ta Pros Kronon, Prometheus e Kaukasos, Theon Ekklesia, vb.; edebi diyaloglar: Peri Parasita, Leksiphanes, Pseudologistes; söyleşiler ve yergiler: Kata Timarkhu Re­ taron Didaskalos, Pari tes Peregrinu Tele utes, Aleksandros e Pseudomantis; ve iki yergi romanı: Alethes Historia ve Lukios e Onos. Yaşlılık döneminde Herakles, Dionysos ve Periton epi mistho synonton, büyük bir olasılıkla da trajedi türünden pa­ rodilerini yazdı (Tragodopadagra kai Okypus). Lukianos çağının bütün tarzlarını kullandı, bütün düşüncelerine el attı, ge­ lenekleri ve önyargıları sürekli olarak ala­ ya aldı. LU KK ALAR , İ.Ö. II. binyıl'da adalardan Anadolu'nun G.-B.’sına gelen halk; yerleş­ tikleri bölgelere de kendi adlarını verdiler (Lykia; Lykaonia'nın Lukkavana "Lukka halkı" ya da "Lukka halkının ülkesi"nden türediği sanılmaktadır). Mısır'da Tel el -Amarna’da ele geçen 'ye Ugarit kralına Alaşiya (Kıbrıs) kralının gönderdiği mek­ tupta, Lukkalar'ın bu adaya akınlar yap­ tıklarından yakınılır. İ.Û. 1230’larda Mısır'a saldıran halklar arasında Lukkalar da var­ dı. Asur kaynaklarında Lykia bölgesinden "Lukka ülkesi" olarak söz edilir. Lukka hal­ kı yüzlerce yıl bağımsızlığını korumuş ve Anadolu'yu etkileyen işgal ve göç hare­ ketlerinden uzak kalabilmiştir. LU KM AN HEKİM - LOKMAN HEKİM. LUKM ANİER, ¡tal. Lucomagno, İsviç­ re'de geçit, Aar-Gothard kütlesinde, ön Ren'in yukarı vadisiyle (Dlsentis) Ticino arasındaki bağlantıyı sağlar; 1 917 m. XIX. yy.'a kadar çok sık kullanıldı ve Graubünden'in zenginleşmesinde rol oynadı. LU KN O V , Hindistan'da kent, Uttar Pradeş’in merkezi, Ganj'ın kollarından Gumtl'nln sol kıyısında; 1 592 010 nüf. (1991). XIX. yy.'dan kalma İlgi çekici ya­ pılara sahiptir. Büyük bir ticari antrepo, el sanatları merkezi ve üniversite kenti olan Luknov, büyük sanayi (demiryolugereçlerl, kâğıt, pamuk ipliği ve pamuk­ lu dokuma fabrikaları, şeker fabrikası, tü­ ketim sanayileri) sayesinde gelişti. —Tar. Şah Mlna'nın türbesi kutsal bir zi­ yaret yeri olan kent; XIII. ve XIV. yy.'lar boyunca şeyhler tarafından yönetildi. XVI.



7573



György Lukács



Luknov arasında Molière'in komedi-balelerinin dan) olduğu Lualaba ırmağına taşır. yy.'ın ilk yansında türk-hint imparatoru Ba­ müziklerini besteledi: Zoraki evlenme bur Şah'm eline geçti (1528). Hümayun LU K U LA , Zaire'de kent, Matadi’nin K. (1664), l'Amour médecin (1665), Kibarlık Şah döneminde (1530-1556) Baburlular'a -B.'sında. Çimento fabrikası. budalası (1670). 1672’de MolièreTe arası karşı ayaklanan vali Saadet Han’ın ve açılınca Paris operası için bestelemeye onun kurduğu Nevabvezir hanedanının L U K U LİA a. Karşıt yapraklı, talkım ha­ başladı. Librettosunu Quinault’nun yazdı­ linde toplu ve hoş kokulu pembe çiçekli denetimine girdi. XVII. yy. sonlarında bu ğı, ilk kez 1673'te sahnelenen Cadmus et ağaççık. (Hindistan kökenli iki türü bilin­ hanedanı ortadan kaldıran iranlı bir şii sü­ Hermione, yeni bir müzikal türün, lirik tra­ mektedir. Kökboyasıgiller familyası.) lalesi olan avaz sultanlarınca yönetildi. jedinin ilk örneği sayılır. Daha sonra, bu Avaz hanedanının son hükümdarı Vecid LÛL ya da LÛLİ a. (fars. lal, lülf). Esk. türde yılda ortalama bir yapıt besteledi. Ali Şah’ı tahtından indirerek öldüren ingi1. Şarkı söyleyip oynayan kadın. —2. Ha­ Bunların en ünlüleri: Alceste (1674), Thé­ lizler'in egemenliği altına giren kent fifmeşrep kadın, koket. sée (1675), /sfs (1677), Amadis (1684), Ar(1856), sömürge yönetimi döneminde bir ♦ srf. Nazik ve zarif. mide (1686). Aynca iki balesi (/e Triomphe ziyaret ve ticaret merkezi olarak gelişti. de l'Amour [1681], le Temple de ıa Paix •L U K S O R , Mısır'da kent, Yukarı Mısır'­ l u l e A , İsveç'te liman kenti, Norrbot[1685]) ve bir pastorali (Acis et Galatée, da (Kena ili), Nil'in doğu kıyısında; 147 ten ilinin (lân) merkezi; 67 000 nüf. 1686) vardır. Dinsel yapıtlarından Misere­ 1621'de Gustaf III Adolf'un, Botten körfe­ 900 nüf. (1986). Turizm merkezi re (1664), Te Deum (1677), De protundis zinde, Lüle âlVın denize döküldüğü yer­ —Arked. Bugünkü kent, firavunlar döne(1683) ve Dies irae anılmalıdır. Lully, çağı­ de kurduğu bu kentte bir bölgesel müze mindeki Teb’in güney varoşlannın yerin­ nın en büyük transız bestecisi sayılır. vardır. Kereste ve Laponya'da çıkarılan de bulunmaktadır. Yeni yıl şenlikleri sıra­ demir cevherinin dışsatım limanı. Çelik LU L0N O A , Zaire'de ırmak, Zaire ırma­ sında, tann Amon Karnak’tan yola çıkar, fabrikası. Tersaneler. —Lüle âlv (450 ğının kolu (sağ kıyıdan); 2 0 0 km. tören alayı yolunu izleyerek Luksor tapınakm). Sulitelma kütlesinden doğar ve Luleğı'na gelirdi. Yeni İmparatorluk dönemi ■LU LU a. (loup1dan). Üçgen ve sivri kafa­ vatten göl sistemini aşar. Porjus ve Harsmimarlığının en katışıksız başyapıtı olan lı, dik kulaklı, uzun ve bol tüylü süs köpe­ pranget çağlayanları üzerinde önemli tapınağın tasanmı, Amenofıs III ile, Hapu' ğihidroelektrik santralları kurulmuştur nun oğlu ustabaşı Amenhotep tarafından —A n s Ik l . BuyCık lulu ya da spitZ in tek gerçekleştirildi. Ramses II de tapınağa LÛLİ - LÛL. renkli (beyaz, krem rengi ya da siyah) bir önemli eklemeler yaptırdı. postu vardır; ağırlığı 6 - 2 0 kg arasında de­ LU LLİ (Jean-Baptiste) -» L ully . Tapınağın önünde, Ramses ll'nin yap­ ğişir. Pomeranya lulusu değişik renkleriy­ tırdığı iki dikilitaş yükseliyordu. Günümüz­ LU LLİN , cenevreli aile. Başlıca üyeleri: le (beyaz, mavi, kahverengi, turuncu, si­ de bunlardan yalnızca biri Luksor'dadır AMİ (Cenevre 1695 - ay. y. 1756), rahip yah, kızıl-siyah, boz, sütlü kahverengi) ün­ (diğer Paris’te, Concorde meydanı’nda di­ (1726) ve kilise tarihi profesörü (1737); AMİ lüdür; ağırlığı daha azdır: 3-6 kg. Çok ti­ kilmiştir). Hititler’e karşı yapılan ünlü Ka(Cenevre 1748 - ay. y. 1816), Fransız devpik olan kafası tilkininkine benzer. Canlı, deş savaşı'na ilişkin sahnelerle süslü pi­ rimi’nden önce Cenevre Aristokrat partiuyanık ve zekidir; işitme duyusu çok kes­ Jean-Bapüste U M ÿ tonun önünde aitı kral kolosu yer alır. Pi­ si'nin lideriydi; konsüllüğe ve imparator­ kindir. ressamı binmeyen te tondan geçtikten sonra, Ramses ll'nin luk yönetimine karşı direndi. Cenevre'nin l- t l.J m m n lı yaptırdığı birinci avluya girilir; avlunun ge­ m om aynmi bağımsızlığa dönüşünü gerçekleştiren ■ Lu lu , Alban Berg'in bir prolog ve üç per­ delik bitmemiş operası. Librettosunu da, risinde Amenofis lll’ün pitonu yükselir. Bu Condé müzesi, Chantilly başlıca kişi oldu, geçici hükümetin baş­ Wedekind’in iki piyesinden (Erdgeist pitondan sonra, gelen revakta iki sıra ha­ kanlığını yaptı (1813). [1895] ve Die Büchse der Pandora [1902]) linde dizilmiş, çan biçimli başlıklı on dört L U LLU B İ, İran'da, Diyaıe ırmağının yu­ yararlanarak Berg'in yazdığı opera ilk kez sütun yer alır. Revağın gerisindeki ikinci karı bölümüyle Orumiye gölü arasında ya­ 1937’de Zürich'te sahnelendi. F. Cerha ta­ avlu Amenofis İli döneminde yapılmıştır. şamış plan eski halk. Akkad kralı Naram rafından tamamlanıp yeniden kurgulan­ Avlu, bir hypostytosa açılır; bu salonu, ara-Sin (I.Ö. 2200'e doğr.), Lullubiier üzerine mış versiyonuysa 1979’da R Boulez yöne­ lannda kutsal kayığın konulduğu odayla kazandığı zaferi Derbend-i Gavr'daki timinde Paris'te oynandı. Baştan sona onifiravunun doğum odasının da yer aldığı (Irak’ta, Süleymaniye yakınında) kabart­ kiton sistemiyle yazılmış olan opera, son bir dizi mekân izler. Doğum odasının dumayla anar. Annubanini (LÛ. XX. yy.) adın­ âşığı Kanndeşen Jack tarafından öldürü­ vartan, firavunun kutsal doğumuna ilişkin daki bir lullubi kralı, bu kabartmadan esin­ len bir fahişenin simgelediği şehvani aş­ evreleri canlandıran theogamia sahnele­ lenerek, Ser-i Pul-i Zühab'daki (İran) akkın, mutlaka bela getireceğini modern bir riyle süslenmiştir. Luksor'daki kabartmalar, kadca yazıtlı kabartmayı yaptırmıştır. Ya­ dille anlatır Partisyon, olağanüstü gerçek­ Mısır'da az bulunur incelikte, zarif bir üs­ zıttan, İ.Ö. 2000'lerde bu bölgede bir Lul­ çi ve serttir. lupla, çeşitli askeri, dinsel ya da tapınma­ lubi devletinin bulunduğu anlaşılmaktadır. ya ilişkin temaları işlemektedir. LULUA, Zaire’de ırmak, Kasai'nin kolu "Lullubi" sözcüğü daha sonraları yalnız­ Tapınağın kuzey köşesinde, şeyh Yusuf (sağ kıyıdan); 900 km. ca bir coğrafya terimi olarak kullanıldı. el-Haccac'ın gömülü bulunduğu bir ca­ LULUABOURO - KANANGA mi yer alır. Şeyhin onuruna her yıl düzen­ «LULLY ya da LU LLİ (Jeanlenen tören alayı, Amon’un kutsal kayığı­ L u lu -D ie B ü c h s e d e r P a n d o ra fransız yurttaşlığına geçmiş İtalyan besteci nın çıkışı sırasında yapılan ve aynı biçim­ (Lulu-Pandora'nın kutusu), G. W. Pabst’ (Floransa 1632 - Paris 1687). 1646'da de, halkın katıldığı törenlere de yer veren ın gerçekleştirdiği alman filmi (1928). Cin­ Fransa’ya giderek M»6 de Montpensier' eski Mısır şenliklerini çağnştırmaktadır. sel dramlan ve bunların freudçu sonuç­ nin hizmetine girdi. Büyük bir keman vir­ Luksor müzesi, olağanüstü bir mekânda larını kapsayan bir üçlemenin ikinci bölü­ tüözüydü. Güvenini kazandığı genç Lousergilenen az sayıda başyapıt barındımü (Abıvege'den [1927] sonra ve Das Ta is XIV tarafından saray besteciliğine atan­ sitin genel görünümü nr. gebuch einer Verlorenen’den [1929] ön­ dı, saray balelerinin müziklerini yazma gö­ (tapınağn kuzsyr



yüksek cenoman kireçtaşı platoları



S U LU TARIM yoğun buğday tarımı



Alt Kretase kumtaşları ve marnları: yoğun



sebze tarımı vaha (meyve, tahıl, sebze)



Kornet} es-Seÿf 3083 a



dar ve derin boğazlarla yarılmış kireçtaşı platoları basamakları (maki)



turunçgiller şekerkamışı



BEYRUT



orta yükseltide taraçalar f



t



ff



Sayda



A K D £ N I Z



büyük zeytinlikler



Beyrut



bağlar .utun



geleneksel Akdeniz tarımı: düşük verimli tahıl, zeylin, incir, bağlar



tektonik kökenli dik yamaç



'üksek bölgelerde taraçalar ■ • »



baskın tahıl tarımı. bağ ve keçi



Sayda( Neojen ve Dördüncü Zaman başı bazalt örtüsü



elma bahçeleri Kerkük petrolü



LAZKİYE



İÇ ÇUKUR çukur HUMUS



Trablusşar



birikinti konileri (yerleşme alanı)



't * 1. * . *



geçirgen ve fakir konglomera toprağı



— “



kalın ve verimli kırmızımsı toprak



~



Nehr-i İbrahim



BEYRU'



ULAŞIM ana yol



JEOMORFOLOJİK BÖLGELER



petrol boruhattı yeraltı su



SANAYİLER Nebatiye/



Suudi Arabistan petrolü



deviet bütçesi 5 00



100 0



çeşitli sanayi merkezi çimento fabrikası



0



kablo fabrikası



1



petrol rafinerisi



^ "



hidroelektrik santral



(toplam 1977-1981)



ö d e n e k le r i



milyon Lübnan lirası



'



j,. S



kamu kuruluşlarının yeniden inşası ve donanımı



1500



iletişim



H



Beyrut havalimanının gelişim i yolların bakım ve onarımı otoyollar



ödem elerdengesi fazlası



teknik okul ve enstitüler hidrolik tasanlar hastaneler ve sağlık tarımsal tasarılar elektrik



v



dış ticaret bilançosu



:



yeniden dışsatım petrol, fosfat, tahıl dışsatım



1980



D IŞA LIM 1973 b e s in -" . sanayi gereçhŞfı



D İŞ S A T IM 1973 tarım ürünleri



D IŞ S A T IM 1 9 7 8 yakıtlar, mineral ve r; metaller



besin sanayisi



i öbür k " hammaddeler



tekstil sanayisi ağaç ve kâğıt yakıtlar _ sanayi__ donanımı gereçleri tüketim malları-^



kimyasal ürünler metal sanayisi öbür işlenmiş eşyalar



$ tekstil i ''v e giysi makineler ve "ulaşım gereçleri öbür işlenmiş eşyalar



revden çekildi. 28 mayısta, Trablusşam sünni lideri Raşit Kerami yeni bir kabine kurmakla görevlendirildi. Daha sonraki aylarda, çatışmalar gittikçe şiddetlendi ve çoğunlukla dinsel bir nitelik kazandı. Tem­ muz 1975’te yeniden kurulan Kerami hü­ kümeti, düzeni sağlayamadı. Çarpışan iki tarafın tutumu daha da sertleşti. Kemal Canbulat'ın ilerici sosyalist partisi, çevre­ sinde on beş kadar sol örgütü bir araya getiren Lübnan Ulusal hareketi, ağustos 1975'te, 1943 Ulusal paktı'nın (hükümet görevlerini çeşitli lübnan dinsel topluluk­ ları arasında bölüştüren sözlü anlaşma) yürürlükten kaldırılmasını, görevlerin din­ lere göre bölüşülmesine son verilmesini, yürütme ve yasama güçleri arasında ye­ ni bir denge kurulmasını ve ordunun ye­ niden düzenlenmesini öngören "Lübnan sisteminin demokratik reform ulusal programı” nı yayımladı. Kalaib çevresindeki güçler de kendi koalisyonlarını, yani Öz­ gürlük ve insan cephesi'ni kurdular (ocak 1976). Beyrut “ Kara cumartesi"sinde (6 aralık 1975), falanjistler, yüz elii müslüman öldürdüler. Ocak 1976'da Dbaye filistin mülteci kampını ve yerle bir ettikleri Qua­ rantaine gecekondu mahallesini (Beyrut) ele geçirdiler. Buna karşılık, düşmanları da, hıristiyanların oturduğu Damur’a sal­ dırdılar. Ulusal hareket, 1976 mart ayı so­ nunda, büyük bir saldırıya girişti. Mayıs ayında Elias Sarkis, Devlet başkanı seçil­ di. Falanjistleri ve müttefiklerini destekle­ mek için doğrudan müdahalede bulun­ duktan sonra Suriye, Lübnan'a binlerce asker gönderdi (31 mayıs - 1 haziran 1976). Filistinliler'e ve Ulusal harekete kar­ şı olan bu davranış, ABD, İsrail ve Ürdün tarafından onaylandı, ama Sovyetler Bir­ liği, Mısır, Irak ve öteki arap ülkeleri tara­ fından eleştirildi. Kataib ve müttefikleri, Su­ riye’nin harekâtını desteklediler ve aynı za­ manda büyük bir saldırıya geçerek filis­ tin Tellüzzater kampını ele geçirdiler



(ağustos). Ekim ayına kadar surıye ordu­ su, Ulusal hareket kuvvetlerine ve Filistinlüer'e karşı savaşı sürdürdü. Bunun üze­ rine ılımlı arap devletleri, çarpışmaları dur­ durmasını ve çatışmanın çözümünü "arapiaştırmasını" Suriye'den kesinlikle is­ tediler. Rıyad'da toplanan ve altı devletin (Suudi Arabistan, Mısır, Kuveyt, Lübnan, FKÛ ve Suriye) katıldığı konferans, bir çö­ züm planı hazırladı (16 ekim) ve bu plan, Kahire'de toplanan daha geniş bir arap konferansı tarafından onaylandı (25 ekim 1976). Anlaşmanın ana maddeleri şunlar­ dı: Lübnan'da ateşkesin hemen sağianJ ması, düzenin sağlanmasıyla görevli bif Arap caydırma gücü’nün kurulması, 1969 Lübnan-Filistin anlaşması’nın yeniden ge­ çerli olması, Lübnan’ın ulusal birliğinin ve hükümranlığının tanınması ve FKO’nün fiiistin halkının biricik yasal temsilcisi oldu­ ğunun yeniden ilanı. Bu sırada, hıristiyan milislerin 1976 ekim ayı ortasında, israilliler’in yardımıyla Filistinliler’e karşı sert ça­ tışmalara giriştikleri Güney kesimi dışında, Lübnan'da görece bir sessizlik vardı. Bu­ nun üzerine çoğunluğu Suriyeli askerlerin oluşturduğu Arap caydırma gücü Bey­ rut'a ve ülkenin bir bölümüne yerleşti. İs­ rail ise, Suriye'yi, kuvvetlerini, Litani ırma­ ğının güneyine geçirmemesi konusunda uyardı. Aralık 1976’da Selim el-Huss başkanlı­ ğında bir "teknik" ve "siyaset-dışı” hükü­ met kuruldu ve FKÖ ile Suriye uzlaştı. Bu olay, Lübnan bunalımında yeni bir dönem başlatıyordu. Gerçekten de, Lübnan cephesi'nin girişimleri (İsrail’le ilişkilerin pekiş­ tirilmesi, Huss hükümetiyle "işbirliği -yapmama” siyaseti ve ülkenin “ bölüşül­ mesi" tehdidi), Lübnan cephesi ile Suri­ ye arasında ilişkilerin kopmasına yol aç­ mıştı. 16 mart 1977'de Ulusal hareket li­ deri K. Canbulat öldürüldü. Kasım 1977’ de, Sedat'ın Kudüs'e gidişi, Suriye, FKÖ ve lübnan solu arasındaki ittifakın pekiş-



LU D n a n



meşine yol açtı. Şubat 1978’de, Güney Lübnan'daki İsrail müdahalesi şiddetlenir­ ken, Arap caydırma gucü’nün Suriyeli kuvvetleri ile Lübnan cephesi milisleri ara­ sında sert çarpışmalar oluyordu. İsrail or­ dusu, Güney Lübnan'ı işgal edince (mart 1978), bunalım daha da şiddetlendi. Gü­ venlik konseyi, İsrail kuvvetlerinin çekilme­ sini (Leytanl ırmağına kadar İlerlemişler­ di) istedi, Lübnan'da bir Birleşmiş millet­ ler görevli kuvveti kurulmasını kararlaştır­ dı ve "Lübnan'ın, uluslararası anlaşmalar­ la kabul edilmiş sınırlarının içinde toprak birliği, hükümranlığı ve bağımsızlığı olduğunu” ileri sürdü (425. karar). İsrail, Lübnan topraklarının büyük bölümünden çekilmeyi kabul etti (nisan-haziran 1978), ama bazı yerlerden çekilmedi ve özellik­ le, İsrail'e bitişik on kilometre kadar geniş­ liğinde bir toprak şeridinin denetimini Sa’d Haddad'ın hırlstijran milislerinin denetimi­ ne verdi. Bunun üzerine Suriye, Kataib ve müttefikleri olan Liberal ulusal parti'nin denetimindeki bölgelere karşı genel bir saldırıya girişti. Temmuz ve ekim 1978'de, Doğu Beyrut ve “ Cebel” in bir bölümü, yoğun biçimde bombalandı. Birleşmiş milletler güvenlik konseyi, ateş kesilmesi­ ni ve çeşitli lübnan gruplan arasında gö­ rüşmelere başlanmasını istedi. Beytüddln arap konferansı (15-17 ekim 1978), Lüb­ nan'ın birliğini korumanın ve "ulusal anlaşma"ya hemen varmanın gerekli oldu­ ğunu İlan etti. Bununla birlikte, herhangi bir ulusal anlaşma formülü ortaya konma­ dı. Temmuz 1980’de, falanjistler, kendi gözetimleri altında, bütün hırlstiyan güç­ lerin birleştiğini İlan ettiler. Şefik Vezzan ekim 1980'de Başbakanlığa atandı. Nisan 1981’de Suriye, Kataib ve mütte­ fiklerinin Zahle ve Sannin bölgesinde el­ lerinde bulunan yerlere saldırdı. Ayrıca, Beka’ya SAM füzesi rampaları yerleştirdi. Bu girişim, İsrail tarafından statü quo'nun çiğnenmesi olarak görüldü. Temmuz so­ nunda Zahle bunalımına çözüm bulun­ duysa da, bu sefer, İsrail ordusu ile Filis­ tinliler arasında Güney Lübnan’da yeni çarpışmalar başladı ( 1 0 temmuz). 16 ve 17 temmuzda, İsrail uçakları Beyrut’u ve Güney Lübnan’daki çeşitli hedefleri bom­ baladılar. Birleşmiş milletler güvenlik kon­ seyi, 21 temmuzda, Filistinliler ile İsrailli­ ler arasında dolaylı olarak görüşülecek bir ateşkes yapılmasını istedi. Ama, ortalık yi­ ne de yatışmamıştı. İsrailliler, 6 haziran 1982'de, "Cellle’ de barış” denilen harekâta başladılar ve Lübnan'ı işgal ettiler. Ülkenin güneyinde bulunan Birleşmiş milletler görevli kuvveti’ne aldırış etmeksizin, suriye ordusuyla şiddetli çarpışmalardan sonra 1 0 haziran­ da Beyrut'un dış mahallelerine ulaştılar ve ayın 11'inde Suriye'nin kabul ettiği bir ateş­ kes önerdiler. Birleşmiş milletler’ln, göze­ timi altında, İsrailliler ile Filistinliler arasın­ da da birçok başka ateşkes gerçekleşti­ rildi. Ağustosun başına kadar İsrailliler, iş­ gal ettikleri topraklarda durumlannı pekiş­ tirdiler. 13 haziranda abluka altına alınan Beyrut'un tam anlamıyla kuşatılması, 3 temmuzda tamamlandı. Kent birçok kez bombalandı. Arap başkentlerinde olduğu gibi Paris'te ve Birleşmiş milletler’de de har­ canan birçok diplomatik çaba, amerikanın özel temsilcisi Philip Habib’in önerdiği plan üzerinde, Amerikalılar’ın, Lübnanlılar'ın ve israllliler’in 7 ağustosta, bir anlaşmaya var­ maları sonucunu verdi. Bu anlaşma, Ame­ rikalılardan, Fransızlar’dan ve İtalyanlar’ dan oluşan bir “çokuluslu kuwet” in de­ netimi altında, Beyrut'un, filistin-suriye kuvvetleri tarafından boşaltılmasını öngö­ rüyordu. Lübnan’ın üçte ikisini denetim­ leri altında tutan İsrailliler, bu planı, ayın 19'unda kabul ettiler. 21 ağustostan 1 ey­ lüle kadar, FKÖ'ye bağlı Filistinliler, suri­ ye denetimi altındaki özgürlük ordusu kuvvetleri ve Arap caydırma gücü’ne bağ­ lı Suriyeliler, Beyrut’u boşalttılar. Çokulus­ lu kuvvete bağlı son birlikler de, yerlerini lübnan nizami ordusu aldıktan sonra Bey­ rut’tan 13 eylülde ayrıldılar. Ama 23 ağus­



tos’ta Lübnan Cumhuriyeti başkanı seçil­ miş olan hıristiyan milisleri şefi Beşir Cemayel’ln öldürülmesinden (14 eylül) son­ ra, İsrailliler, Doğu Beyrut’u işgal ettiler. 16 ve 17 eylülde, birçok sivil (çeşitli değerlen­ dirmelere göre sayılan birkaç yüz ile 3 000 arasında değişmektedir), Fllistlnliler’in Batı Beyrut’taki Sabra ve Şatila kamplarında, İsrail ordusunun kamplara girmesine izin verdiği askerler tarafından öldürüldü. (Bu soykırımı, İsrail araştırma komisyonu Kehane'nin şubat 1983’te açıklanan rapo­ runda, Falanjlar partisi milislerine yüklen­ di.) Soykırımının ortaya çıkması, amerikalı, transız ve İtalyanlar'dan oluşan yeni bir uluslararası kuvvetin müdahalesine ve israllliler'ln Batı Beyrut'tan çekilmesine yol açtı. 21 eylülde, Emin Cemayel, Cumhur­ başkanı seçildi. Beyrut, hıristiyan falanjları İle Dûrziler'in çarpıştıkları Şuf'a kadar iler­ leyen lübnan ordusu tarafından yavaş ya­ vaş yeniden İşgal edildi. Suriyeliler ve İs­ railliler, özellikle Beka'da kuvvetlerini artır­ dılar. İsrailliler'e karşı girişilen suikastların sayısı çoğalırken, Kuzey Lübnan’da, Trablusşam'da, düşman müslüman milisler (Suriye taraftarı aleviler ve filistin taraftarı sünniler), arasındaki çatışmalar şiddetlen­ di. Ama, 28 aralıkta, bir amerikan dele­ gasyonunun da katıldığı israil-lübnan gö­ rüşmeleri başladı. Bu görüşmeler, 17 ma­ yıs 1983’te bir israil-lübnan anlaşmasının imzalanması sonucunu verdi. Anlaşma İs­ rail'in Lübnan’dan çekilmesinin koşulları­ nı saptıyor ve iki ülke arasında ilişkilerin normalleşmesine zemin hazırlıyordu. Su­ riye, bu anlaşmayı reddetti. Eylül 1983'te, Suriye’nin desteklediği dürzller İle falan­ jistler arasında Şuf'ta patlak veren çatış­ malar, bir savaş halini aldı ve Başkan Cemayel'in otoritesini tehlikeye düşürdü. Aynı ayın 25’inde, bir ateşkes anlaşması yapıl­ dı. Ateşkes anlaşmasına uyulmadı. Suri­ ye’den destek alan şii Emel örgütü ve dürzl milisleri, Lübnan ordusu ve ona yardım eden falanjistleri şubat 1984’te Batı Bey­ rut'tan kovdular. Başbakan Vezzan istifa etti. Cumhurbaşkanı Cemayel’in çeşitli grupların önderleriyle İsviçre'de düzenle­ diği konferanslar (Cenevre, ekim 1983; Lo­ zan, mart 1984) barışı sağlayamadı. Cemayel'e karşı çıkan dürzilerin İlerici sos­ yalist partisi önderi Velid Canbulat ve Emel önderi Nebih Berrl, Suriye’nin bas­ kısıyla, onun Cumhurbaşkanlığında kal­ masına razı oldular. Yine Suriye’nin bas­ kısıyla İsrail’le yapılan asker çekme anlaş­ ması feshedildi (şubat 1984). Martta Bey­ rut’ta bulunan çokuluslu kuvvete bağlı ABD, İtalyan ve transız birlikleri çekildiler. Nisanda Raşit Kerami başkanlığında bir "Milli birilk' hükümetl kuruldu ve Sünni, şil, maruni, dürzi, katolik, ortodoks cema­ atlerinin önderleri kabinede yer aldı. Hü­ kümet bir güvenlik planı kabul etti. Bu pla­ na göre, Lübnan ordusunun düzeni de­ ğiştirilecek, Beyrut limanı ve havaalanı ye­ niden açılacaktı. Bu hükümet de çatışma­ ları önleyemedi. Trablusşam'da şeriat dü­ zeni uygulamak isteyen sünnl Tevhit mi­ lisleri, alevi milislerle çatışmaya başladılar. Suriye'nin girişimiyle yapılan barış, eylül 1985’te yeniden bozuldu; taraflar üç haf­ ta süreyle çarpıştılar. Kentin üçte ikisi bo­ şaldı. Ekim 1985’te kente giren suriye bir­ likleri, çatışmaları durdurdular. Bu arada İsrail, Güney Lübnan'daki birliklerinin bü­ yük kısmını geri çekti (ocak-temmuz 1985). Kalan birlikler, İsrailliler'ce eğitilen ve desteklenen, Lübnan hükümetinin ta­ nımadığı yasadışı Güney Lübnan ordu­ suyla birlikte müslüman örgütlerle çatış­ maları sürdürdüler, Zaman zaman FINUL birliklerine de saldırdılar. Beyrut'ta kentin denetimini ele geçirmek isteyen milis grupları arasında çatışmalar kesilmedi. (-» BEYRUT.) Şii Emel milisleri, FKÖ’yü ez­ mek için mayıs 1984'te Batı Beyrut’taki filistinli mültecilerin kamplarına saldırdılar. Kamplar savaşının bu bölümü, haziranda Emel yetkililerinin Suriye'de barışa yanaşmalanyla son buldu. Bu çatışmaları Emel -dürzi çatışması izledi. Sünni murabitun ve



FKÖ milislerinden destek alan dürziler, üs­ tünlüğü ele geçirdiler. Temmuz 1985’te, bu kez dürzilerie hıristiyanlar arasında sa­ vaş başladı. Barışın sağlanması için Şam' da, Suriye Cumhurbaşkanı Esat, R. Kera­ mi, N, Berri, V. Canbulat, sünni önder Şeyh Haşan Halit'in katılmasıyla "Büyük İslam konferansı" toplandı. Konferansta Lübnan ordusu dışında tüm silahlı grup­ ların dağıtılması kabul edildi. Hırlstiyanlarla müslümanlar (ağustos), dürzi ve mura­ bitun örgütüyle Emel (eylül, kasım) arasın­ daki çatışmalar yinelendi. Aralık 1985’te Canbulat, Berri ve hıristiyan Lübnan Güç­ leri milisi komutanı Hobeyka bir barış an­ laşması imzaladılar. Bu kez anlaşmaya karşı çıkan falanjistlerle anlaşmaya imza koyan Lübnan güçleri çatışmaya girişti (ocak 1986). Lübnan'da bulunan Batılılar'ın örgütler­ ce kaçırılması da çatışmalara yeni sorun­ lar ekledi. İslami cihat örgütü gibi kimi ör­ gütler, kaçırdıkları Batılılar'ı rehine tutarak hükümetlerden ödün İstediler. Rehineler için örgütlerle sürdürülen pazarlıklar, iç sa­ vaşın başka bir yönünü oluşturdu. İngiliz rehinelerin kurtarılması için Canterbury başpiskoposu tarafından gönderilen ara­ bulucu Terry Waite de kaçırıldı. Şii örgüt­ ler elinde rehine tutulan ABD vatandaş­ larının kurtarılması İçin, ABD'nin İran’a si­ lah sattığı ortaya çıktı. (-> İrangate 0la-



7589



y i.)



Ocak-mart 1986’da Emel ile FKÖ, Sayda'da savaşa giriştiler. Beyrut'ta da Emel yeniden filistin kamplarına saldırdı (mayıs -haziran). Taraflar Şam'da bir anlaşma ya­ pınca Beyrut'a giren suriye birlikleri çatış­ maları durdurdu. G. Lübnan’da şii Hizbul­ lah örgütüyle Güney Lübnan ordusu mi­ lisleri arasındaki çatışmaların yanı sıra, bölgedeki FİNUL birlikleri de zaman za­ man İsrail birliklerinin ya da yandaşı Gü­ ney Lübnan ordusu’nun saldırılarıyla kar­ şılaştı. Ağustos 1986’da Emel gerillalarıyla Sayda ve Sur'da çarpışan FKÖ gerillala­ rı, İsrail uçakları tarafından bombalandı. Emel, Beyrut'ta üstün duruma geçince dengenin bozulduğunu gören dürziler FKÖ'yü desteklemeye başladılar (kasım 1986). Emel güneyde yenilince, Beyrut' taki Şatila ve Burç el-Baracne FKÖ kamp­ larını kuşattı. Emel güçlerince İlerici sos-



LÜ B N A N SAVAŞI



30 ağust Suriye ve Filistin birliklerinin çıkarılması



11 Suriye ile ateşkes



10 haz. Şam-Beyrut yolu



İsrail kuvvetleri Filistin direnişleri Lübnan da Suriye işgali



_ '------



Filistin-ilerici



Suriye : topraklarında j İsrail işgali kumandan Haddad’ın , milisleri



L.B.M.M.G'nün denetimindeki bölge



Lübnan 7590



Beyrut’ un İsrail ordusunca kuşatılmasından sonra kent sokaldanndaki yıkıntılar (27 temmuz 1982)



yalıst parti (dürziler). solcu Suriye Ulusal sosyalist partisi, Lübnan Komünist partisi ve sünnl murabitun milisleri Emel örgütü' ne saldırdılar. Zor durumda kalan Emel, Suriye'den yardım istedi. İki suriye tugayı (7 000 kişi, 60 tank) Beyrut'a geldi, Bey­ rut’taki milis büroları kapatıldı; silah taşın­ ması yasaklandı. İran, Hlzbullah örgütü' nün silahlarının alınmaması için Şam'da girişimlerde bulundu. Suriye'nin müdaha­ lesi kamplar savaşını durdurdu (5 nisan 1987). Beyrut'ta barışın sağlanması üze­ rine, yedi aydır toplanamayan hükümet bir araya geldi. Canbulat ve falanjlstlerce eleştirilen Raşlt Kerami, olayların Lübnan çıkarlarına ters blçlmdé geliştiğini ileri sü­ rerek istifa etti (mayıs 1987); istifası konu­ sunda görüşmeler sürerken bindiği heli­ kopterdeki bombanın patlaması üzerine öldü. Yerine, vekâleten Eğitim ve çalışma bakanı Selim el-Huss atandı. Ekim 1987' de hükümetin yayımladığı bir raporda, 12 yıldır süren İç savaşta 130 000 kişinin öl­ düğü, 14 000 kişinin kaçırıldığı açıklandı. Enflasyon, 1987 ortasında yıllık % 200'ü buldu. 1975’te bir dolar 2,50 lübnan lira­ sına eşitken, 1987’de 550 lübnan lirasına yükseldi. Asgari ücret, aynı dönemde 120 _ dolardan 15 dolara düştü. 1988'de, İran'ın desteklediği Hizbullah örgütü'yle Suriye'nin desteklediği Emel arasında çatışmalar başladı. İsrail deste­ ğindeki Güney Lübnan ordusu milisleri Hizbullah gerillalarının üslendiği köylere saldırdılar. Başbakan Selim el-Huss Şam'a giderek, suriye ordusunun duru­ ma yeniden müdahale etmesini istedi. Aynı yıl cumhurbaşkanı Emin Cemayel'in görev süresi dolduğu halde yerine yeni cumhurbaşkanı seçilemedi. Bu sırada iş başında iki hükümet bulunuyordu: biri Batı Beyrut'ta, Selim el-Huss'un başkanlı­ ğındaki sivil müslüman hükümet; diğeri Doğu Beyrut'ta, general Michel Aoun başkanlığındaki askeri hıristiyan hükü­ met. Bu İkincisi Suriye'nin Lübnan'daki varlığına itiraz ediyordu. Mayıs 1989'da cumhurbaşkanı seçilen René Mohawad kasım ayında bir suikast sonucu öldürüldü, yerine Elias Hravi se­ çildi. Ağustos 1990'da kabul edilen yeni anayasada, 1989'da Taif'te taraflar ara­ sında imzalanan ve iktidarın müslümanlar lehine dengelemesini öngören anlaş­ malar benimsendi. Suriye'nin yardım etti­ ği Lübnan ordusu general Aoun’un dire­ nişine son verdi. Yıl sonunda Ömer Kera­ mi başkanlığında bir hükümet kuruldu. 1991’de milisler silahsızlandırıldı ve Lüb­ nan ordusu hem bütün Beyrut'u hem de ülkenin güneyini denetim altına alarak, Lübnan'da devlet otoritesini yeniden kur­ maya girişti. Lübnan İle Suriye arasında bir “kardeşlik antlaşması” imzalandı. 22 ekim 1992’de sünni müslüman Refik HaLeroy-Oamma



riri yönetiminde yeni bir hükümet kurul-du. Lübnan'ın en zengin adamı olan R Harirl, devletle vatandaş ve müslümanlarla hırlstlyanlar arasında bir güven orta­ mıaratm aya çalışacağını açıkladı



yayımlıyorjardı. Bunun üzerine müslümanlar, reform akımına kesin olarak katıl­ dılar. Gene Cebran'ın çevresinde topla­ nan şairler, romantik ve nostaljik özellik­ ler taşıyan acılı bir şiirle, arap dilinin sa­ deleştirilmesine girişerek batı şiirine açıl­ dılar. Eyüp, Ma'luf ve Nüeyma, farkında EDEBİYAT olmadan simgeciliğin gelişini hazırladılar. fransızca edebiyat Simgecilikle birlikte dil, canlılık ve du­ ruluk kazandı. Şiir estetikçisi Sait Akl Lübnan uzun zamandan beri transız (doğm. 1912) çevresinde toplanan şairler kültürüne İyice açık bir ülkeydi. XVIII. yy. arasında, anlaşılması güç şiirler yazan Yu­ dan başlayarak transız misyonlar, birçok suf Gusub (1893-1972), destansı şiirler ya­ eğitim kurumu kurdu; bunları 1839’da cizzan Selâme, baudelaireci şiirler yazan vitler ve 1909'da transız laik misyon izle­ Ebu Şebeke (1903-1947) gibi şairlerin, ay­ di. Birçok yazar, Lübnan Cumhuriyetinin rıca Lebekl (1906-1955), el-Esir (1917 resmi dili arapça olmakla birlikte, yapıtla­ -1971), Mazhar (1898-1928), el-Hûri (1894 rında fransızca kullanmayı yeğledi. -1961), Nahla (1873-1939) ve Nüceym 1910'dan başlayarak, Chekri Ganem'in (1926) gibi şairlerin de adları anılabilir. (1861-1929) şiirleri ve romantik dramlarıy­ 1957'de kurulan eş-Şİ’r dergisinin şair­ la, ulusal efsanelerden beslenen bir ede­ leri, dünya sorunlarına kişisel, boğuntulu biyat ortaya çıktı. ve yalnızlık İçinde bir yaklaşım sayesinde, Birinci Dünya savaşindan sonra şair kesin olarak geleceğe yöneldiler. El-Hal, Charles Corm (1894-1963), la Revue phé­ Havi, el-Hacc, Fahuri, Ebu Şakra ve baş­ nicienne adlı dergiyi kurdu (1920), la Mon­ ka birçok ozan, şiiri canlı ve bölünmez, or­ tagne inspirée (Esinlenmiş dağ) [1934) ad­ ganik bir bütünlük durumuna getirdiler. lı yapıtıyla lübnan yurtseverliğini yüceltti 1953’te kurulan ve Süheyl İdris (doğm. ve ülkesinin tüm sanat ve edebiyat hare­ ketine öncülük etti. Onun yanında Jacques 1922) tarafından yönetilen el-Edeb adlı edebiyat dergisi, çağdaş büyük arap şa­ Tabet (doğm. 1885), Elie Tyane (doğm. ir ve yazarların ilk metinlerini yayımlaya­ 1885), Hector Klat (doğm. 1888) ve Mic­ rak, belli bir yazış biçiminin öncülüğünü hel Chiha (1891-1954), transız şiir gelenek­ yapan kimseleri bir araya getirdi. lerine yeni bir renk katarak, Doğu ve Fran­ 1975 İç savaşıyla sarsılan yeni kuşak, sa hıristiyanları arasındaki kardeşliği dile yadsımaya ve anlamsıza yatkın bir kuşak­ getirdiler. 1945'ten sonra Georges Schétı. Aynı zamanda çocukluğun özlemli bir hadé (doğm. 1910) ün kazandı. Şiirlerin­ anımsanmasına ve aşkla başkaldırının de arap ve transız ustaların mirasını bağ­ umutsuz bir bağdaştırmasına da yatkın­ daştıran Schéhadé, tiyatro yapıtlarıyla hal­ dı. Bu kuşak özellikle Cemalettln, Lahhud, kın ilgisini çekti. İlkin nükteye yönelen ti­ Şemsettin, Ferhat, Fahrettin ve el-Abyatro yapıtları (Monsieur Bobb'le, 1951) dullah tarafından temsil edilmektedir. verdi, sonra daha derin kaygılara.yönelLehçeyle yazılan halk şiiri, büyük bir du­ dl; l'Histoire de Vasco (Vasco1nun öykü­ yarlık ve şaşırtıcı bir canlılık göstermekte­ sü) [1956] adlı oyununda savaşın ve mili­ dir. El-Yazıcı, Mahla (1873-1939) ve Rûkûz tarizmin parodisini, les Violettes (Menek­ gibi öncelerden sonra, bu alanda Cabi şeler) [1960] adlı oyunundaysa atom ça­ Hattat, Emile Mubarak (1901-1979), Es'at ğının boğuntusunu sergiledi. Çağdaş ro­ Saba (1913-1975), Es’at es-Sebali (doğm. manın başlıca temsilcisi olan Fercullah 1910), Zeyn Şuayb, Es'at Sait, Joseph el Ha’lkfdoğm. 1909), yazdığı Enfants de la -Haşim, AH el-Hacc ve Michel Trad gibi şa­ terre (Yeryüzünün çocukları) [1948-1951] irlerin adları anılabilir. üçlemesinde, lübnanlı dağlıların yaşamın­ Zeydan, el-Aşkar ve Kerem'le birlikte ro­ dan esinlendi. Bu üçlemenin ardından, man, uzun süre tarihsel roman olarak kal­ bir dizi şiddet hikâyesi yazdı. Bu tür hikâ­ dı. Evvâd, Freyhe ve Süleyman gibi ro­ yelere, Vahé Katcha da (doğm. 1928) el mancılarla, iki dünya savaşı arasında uzattı. Geleneksel şiire bağlı kalan şairler, ör­ laşımcı olmayan bir gelişme görüldü. İd­ neğin usta şair Fuat Cibriyyil Neffah gibi (la Description de i'homme, du cadre et ris, Cebr ve Berekât, toplumsal kuralların de la lyre, 1963), onu genellikle çok ba­ ve değerlerin geniş ölçüde reddine yol açarlarken, Ömer Fahuri, Ömer Farruh ve şarılı bir biçimde kullandılar. Lübnan şiiri­ ne büyük bir canlılık kazandıran şairlerse Raif Huri, ideolojik bağlanımı gündeme şunlardır: Victor Hakim (doğm. 1907), Fu­ getirdiler. at Ebuzeyf (doğm. 1915), Camille AbousMeyy Ziyade, Afife Haşim ve Verde'l -Yazıcı'nın,çekinerek başlattıkları feminist souan (doğm. 1920), Etel Adnan (1926 hareket, Emilie Nasrullah, Baalbekki Ley­ -1978), haftalık Orient littéraire dergisini yö­ neten ve birçok eleştiri denemesi yayım­ la, Laure Curayylb, Edwige Şeybub, İnsâf ül-A’ver ve Huda Na'manl gibi feministler­ layan Salah Stétlé (doğm. 1929) ve Venüs Hury-Gata (doğm. 1938). le gelişmesini sürdürdü. Lübnan edebiyatında deneme, çok önemli bir yer tutar. Nüeyma, Sarkls, el arapça edebiyat -Curr ve Kerem felsefi denemeler; Esmer, Arap* kültür ve edebiyat rönesansı nab­ Ma'luf, Taklyettin ve et-Müneccit toplum­ sal denemeler, el-Ala'ili ve Na'man dilbi­ za, kaynağını Mısır'dan ya da müslüman limsel denemeler yazdılar. Edebiyat eleş­ çevrelerden değil, Suriye ve Lübnan hırlstlyanlarından alır. Yeni arap edebiyatı­ tirisine katkıda bulunanların başında, Abnın temel özelliği, yazarların, hem İslam büd (1886-1962) ve Butrus el-Bustanl geçmişin zenginliğine hem de batılı ya­ (1895-1969) gelir. Folklorsa, Hatir (1881 şam biçimleriyle düşünce kategorilerinin -1974), Freyha (doğm. 1901), Nlma ve er -Râsl tarafından titizlikle derlenmiştir. benimsenmesine duydukları düşkünlü­ ğün çelişkili yanında dile gelir. Lübnan, arap tiyatrosunun beşiğidir. XIX. yy. şairleri, eski klasik şiiri taklit et­ 1848'de Beyrut'ta, Molière'in Cimri'sinin meye çalıştılar. Dönemin şiir üretiminin bir uyarlaması, arap dilinde İlk tiyatro oyu­ önemli bölümünü, üç aile sağladı: Yazıcı­ nu olarak oynandı. Tiyatro etkinliği uzun lar, Bustaniler ve Ma’luflar. zaman, önce transız, ardından İngiliz baş­ Romantik okulun başı olan ve XX. yy.’ın yapıtların, ishak ve Hattat tarafından ya­ tüm şiir akımı üzerinde kesin bir etkide bu­ pılan çevirilerine dayandıktan sonra, öz­ lunan Halil Mutran (1872-1949), şiirin, bü­ gün yapıtlar ortaya kondu. Radyo, televiz­ tün biçimlerden yararlanmasını ve insan yon ve sinema da, ülkenin Multeka, Şudduyarlığının bütün temalarını ele alması­ ravi ve Nebi Ebülhüsn tarafından yöneti­ nı sağladı. Belirleyici etki, Mısır, Brezilya len tiyatro yaşamına yeni bir soluk kazan­ ve ABD'deki lübnanlı göçmenlerin (mehdırmaya katkıda bulundu. ser) etkisiydl. Cebran Halil Cebran (1883 L ü bnan B a n ş g ü cü (Birleşmiş millet­ -1931), Emin er-Reyhani (1876-1940), Miler), mart 1978’de Filistinliler İle İsrail ara­ hail Nüeyma (doğm. 1889), İngilizce ve sında tampon işlevi görmek üzere Güney arapça yazıyor, dergiler çıkarıyor, tarihsel incelemeler, yolculuk notları ve hikâyeler Lübnan'a yerleştirilen askeri güç. Değişik



uluslu 8 taburdan oluşan ve Birleşmiş mil­ letler tarafından atanan bir generalin em­ rine verilen Lübnan Barış gücü Leytani ır­ mağının güneyine yerleştirilmiştir. LÜBNAN d ağ ı, ar. Cebel Lübnan, Lübnan Cumhuriyeti'nde, denizle Beka arasında uzanan dağ kütlesi. Uzunluğu 160 km, genişliği 10-40 km. Doğu Akde­ niz yöresinin en yüksek dağı (Kurnet üs -Sevda 3 083 m). Yağışlar (yılda 1 000 ila 1 700 mm) kireçli tabakalara işler Kaynak­ lar, kanyonların dibindeki akarsuları bes­ ler. Antikllnalll yapısı iki büyük engebeyle (B.'da bir kırılma, D.'da bir kırık) sınırlıdır. Geçitler yüksektir (Dehr ül-Beyder, 1 500 m). Ulaşılması güç olan dağ, azınlıklara (Maruniler, Dürziler) sığınak olmuştur. Nü­ fus artışı ormanları (sedir ormanları da da­ hil olmak üzere) hemen hemen yok etti. Buğday, zeytin ağacı ve sebzeye öncelik veren, dışsatıma yönelik, besine dayalı çok ürünlü tarım, bağ ve bahçelerin yeri­ ni aldı. Uzak bölgelere göç (1860'tan son­ ra) özellikle kırsal bölgelerden kentlere toplu göçe dönüştü (bu göç özellikle Bey­ rut’a yönelikti). Yazlıkçılık (yaylacılık) ve ka­ yak sporu, yaşam koşullarını iyileştirdi ve savaş (1975'ten beri) birçok lübnanlının dağlara çekilmesine neden oldu. LÜBNAN Sancağı -» Cebelİlübnan. LÛBNANU sıt. ve a. Lübnan halkından olan. LÜBUB çoğl. a. (ar. lübb'ün çoğl. lübüb). Esk. 1. içler, özler. —2. Her şeyin en iyi­ leri. LÛBÛS çoğl. a. (ar. libâs'ın çoğl. lübüs). Esk. Giyecekler, giysiler. LÜ BUVEİ ya da LÜ BUW EÍ, çınlı devlet adamı (I.Ö. 300'e doğr. - 235). I.Ö. 221’de Çin'i birleştiren kral Çin’in bakanıy­ dı. Sanatçı ve bilim adamlarının koruyu­ cusu olan Ljû Buvei, saray aydınlarına, d ö ­ neminde geçerli olan felsefi ve siyasal ku­ ramların bir derlemesini (LCışi Çunçiu) yaptırdı.



G. Obldner



LÜDLOVV KATI a. (Wales'te Ludlow’ dan). Yerbil. Silures sisteminin katı. (Eşanl. LÜDLOVİYEN.) LÜDLOVİYEN a. (fr. ludlowien). Yerbil. LÜDLOVV KATI'nın eşanlamlısı. LÜETİK sıf. ve a. (fr. ludtique). Homeopat. Diyatezi lüetizm olan kişiye denir. ♦ sıf. Lüetizm ile ilgili. LÜETİN a (fr. ludtine; laf. lues, salgın, bozulmadan), içinde frengi treponeması (Treponema pallidum) bulunan bir emül­ siyondan 1909'da Noguşi tarafından çıka­ rılan madde. (Frengi teşhisi için lüetinle yapılan deri testi ya da luotest artık terk edilmiştir)



LÜDES KATI a. (öz. a Ludesien) Yerbil. Barton katının alt bölümü. (Eşanl. LÜDİYEN.)



LÜETİZM a. (fr. ludtisme). Homeopat. S. Hahnemann tarafından tanımlanan üç te­ mel diyatezden biri. (Kişinin ya da geldi­ ği soydan birinin yakalanmış olduğu fren­ gi dışı zührevi hastalıklardan ("siğil hastalığı” da denen sikoz] değil de kişi­ nin kendisinin ya da soyundan birinin ge­ çirdiği önceki bir frengiden kaynaklanan bozukluklardan oluşur.) —ANSİKL. Günümüzde lüetizmin oluşu­ munda, kalıtımsal frenginin yanı sıra ta­ mamlayıcı olarak birçok başka etmen de göz önünde tutulmalıdır: alkolizm, tütün alışkanlığı, akraba evliliği, gebelik sırasın­ da kötü uygulanmış tedaviler geçirilen en­ feksiyonlar ya da asalak hastalıkları. Kişi­ nin soyunda frengi olduğu bazen biline­ bilir (bu bir istisnadır), ama yinelenen dü­ şüklerin ya da aile içinde bazı erken do­ ğumların görülmesi de bu bakımdan bir anlam taşır. Klinik alanda, fluoriklerde rastlanan ba­ zı anomaliler lüetizme bağlanabilir: iske­ let ve kiriş sistemini kapsayan bozukluk­ lar (kafatası biçimi ve büyüklüğü anoma­ lileri, damak ve burunda şekil bozukluk­ ları, kaval kemiği şekil bozukluğu, göğüs kafesi şekil bozuklukları [raşitizm] ve kiriş­ lerdeki ileri derecedeki gevşeklik), destek dokusundaki anomaliler (düşükler, varis­ ler), sonra skleroz (damarlar), gözdeki şe­ kil bozuklukları, mukoza ve deri lezyonları. Bu bozuklukların çoğu, doğuştan fren­ ginin tanımlanmasında geçer. En azından bazı gelişme bozuklukları bulunur: örne­ ğin, diş düzenindeki aoaiplikler, yüzün iki yarısında bakışım yokluğu. Patolojik alanda, kalp ve damar hasta­ lıkları (sık görülen doğuştan şekil bozuk­ lukları), sinir ve içsalgı bozuklukları, deri ve mukoza lezyonları, genel görünüşe egemendir. Ruhsal bozukluklara gelince, nadiren olmayabilirler. Zekâ geriliği ve sa­ pıklık dışında fluorik blyotipinkilerle çakı­ şırlar. Lütetik hastada bütün bozukluklar geceleyin şiddetlenir. Lüetizm, tüberkûlinizme eşlik ederse (fosfofluorik yapı sıktır) organizma üzerin­ de o oranda daha derin bir iz bnakır.



LÜ DİYEN a. (fr. ludien). Yerbil. LÜDES KATl’nın eşanlamlısı.



LÜFER a. Zool. Sıcak ve ılık denizlerin 10 -200 m derinlikteki ortasularında yaşayan



LÜCCE a. (ar. lücce). Esk. 1. Engin de­ niz. —2. Ayna. —3. Kalabalık, güruh. —4. Lücce lücce, dalga dalga. LÜDA, Kuzey-doğu Çin’de (Liaoning) bitlşikkent, Dalien" ve Lüşun'u (Port-Arthur) içine alan Liaodong yarımadasının ucun­ da. LÜDENSCHEİD, Almanya'nın Kuzey Vestfalya Renanyası eyaletinde kent, Sauerland’ın eteğinde; 75 000 nuf. Makine ve elektrikli gereçler sanayisi merkezi. Plastik maddeler. LÛDERİTZ, esk. Angra Pequeña, Na­ mibya'nın güney kıyısında liman kenti; 6 640 nüf. Ülkenin güney kesiminde ula­ şım sağlayan demiryolunun son istasyo­ nu. Kabukluların avlanması ve konser­ vecilik. —Tar. Atman tüccar Franz Adolf Lüderitz (1834-1886), 1883’te Angra Pequeha li­ manını ve çevre kıyıları yerel reislerden sa­ tın aldı. Portekizliler’in hak iddialarına karşı Bismarck tarafından desteklendi ve 1884'te bölge resmen Almanlar'ın malı ol­ du ve Güney Afrika kolonisinin çekirdeği­ ni oluşturdu. İlk alman kolonisi, Lüderitzbucht adını aldı (1886), 1920'de de Lüderitz’e dönüştü. LÜDERS ya da LYUDERS (Aleksandr Nikolayeviç, kont), alman asıllı rus gene­ ral (Podolya 1790 - Odesa 1874). 1826'da general oldu. 1831 Varşova saldırısında yararlık gösterdi. 1848-49'da Macaristan' dakl ve Tuna eyaletlerindeki ayaklanma­ ları bastırdı. 1861'de Polonya valiliği yaptı ve otoriter bir tutum benimsedi. Lüders'e 1862’de bir suikast yapılınca yerine baş­ kası getirildi.



kemiklibalık. (Bil. a. Pomatomus saltator; lüfergiller familyası.) —ANSİKL. Lüfergiller familyasının Türkiye denizlerindeki tek temsilcisidir Küçük sivri dişler içeren ağzı, gövdesinin ucundadır. Sırtı, yanlara doğru giderek açılan parlak koyu mavi-yeşllimsi gümüşi, karnı parlak beyazdır. Göğüs yüzgeci ve solungaç ka­ pağı sarımsı, öbür yüzgeçleri sarımsı ve mattır. Eti çok lezzetli olan lüfer boyuna göre çeşitli adlar alır: defneyaprağı (bo­ yu 10 cm'ye kadar); çinekop (10-18); sarı­ kanat (18-25 cm); lüfer (25-35 cm); kofa­ na (35 cm'den uzun). Türkiye sularında boyu ender olarak 1 m'yi bulabilen bu ba­ lık, sürü oluşturan balıklarla (hamsi, us­ kumru, kolyoz, istavrit, sard.alye, vb.) bes­ lenir.



Lübnan dağı (ön planda,



i LÜFERGİLLER a Zool. Sıcak ve ılık de­ nizlerin ortasularında yaşayan kemiklibalıklar familyası. (Yırtıcı, saldırgan balıklar­ dır: yunuslara bile saldırırlar. Türkiye su­ larında bulunan tek türü lüfer*dlr. Bil. a. Pomatomidae; levrekbalığımsılar takımı.) LÜFEROTU a. Yüzden fazla türü, ekva­ tor bölgeleri dışında dünyanın her tarafın­ da yetişen biryıllık ya da çokyıllık otsu ya da ağacımsı bitki. (Bilimsel cins adı lotus; kelebekçiçekllgiller familyası.) —ANSİKL. Yaprakları 3-5 yaprakçıktan olu­ şur; küçük saplı, sarı, kırmızı ya da beyaz çiçekleri tek ya da 3-5 küçük yığın biçi­ minde toplanmıştır; çanağı beş dişlidir, ta­ cı kelebekçiçeklidir; meyvesi bakla biçi­ mindedir. Başlıca türleri arasında, doğal çayırlar­ da, hafif ve serin bölgelerde, alüvyonlu topraklarda yetişen sarı çiçekli lüferotu ya da sarı çiçekli yonca (Lotus corniculatus) yer alır; kısa boylu bu küçük bitkinin çi­ çekleri altın sarısı rengindedir. Bataklık lü­ ferotu (L. uliginosus) daha büyük olup, turbalı topraklarda yetişir ve böylece bak­ lagiller arasında bir istisna sayılır. Çok yük­ sek besin değerine sahip her iki tür de mükemmel birer hayvan yemidir. LÜGAAT çoğl. a. (ar. lügatin çoğl. luğat). Esk. 1. Sözcükler, sözler —2. Söz­ lükler. —3. Diller. LÜGAT, -tl a. (ar. luğat). 1. SÖZLÜK'ün eşanlamlısı. —2. Esk. Sözcük. —3. Lügat paralamak, günlük dilde geçmeyen ya da yabancı sözcükler kullanarak konuşmak, yazmak. —Esk. Lügat-nüvls, sözlük yazarı: "Bir sı­ ra lugat-nüvisler çıkarak Çağatay edebi li­ sanının kellmât hâzinesini topladılar" (F. Köprülü). || Lügat-perdaz, sözlük uçuran; özentili konuşan, günlük konuşmalarında süslü ve yapmacık bir dille konuşmaya özenen. || Lügat-şinas, çok sözcük bilen. LÜGATÇE a. (ar. luğat ve fars. -çe'den luğatçe). Esk. 1. Küçük sözlük. —2. Bir kitaba eklenen sözlük. LÜGATÇİ a. Sözlük uzmanı; sözlükçü. Lügat-i N aci, Muallim Naci'nin türkçede kullanılan arapça, farsça sözcüklerle



sarı çiçekli lüferotu (Lotus corniculatus)



Lügat-i Naci 7592



batı dillerinden alınma sözcükleri (yakla­ şık 25 000 sözcük) kapsayan sözlüğü (1891). Dönemi için bir yenilik olmak üze­ re sözcüklerin türkçede kazandıkları an­ lamları, türkçedeki farklı söyleniş biçimle­ rini gösterir. Bazıları yazarın kendisine alt manzum kullanılış örnekleri verir. Yazarın ölümü üzerine temize çekilmesi "fetva" sözcüğünde kalan yapıtın son yarısını Müstecabizade İsmet basıma hazırladı. Yararlı bir kaynak oluşturan sözlüğün da­ ha kullanışlı ikinci basımını (1899), kısal­ tılmış basımları izledi; tıpkıbasımı yapıldı (1978). LÜGATLİ sıf. Eskimiş anlamı bilinmeyen sözcüklerle yüklü, karmaşık bir anlatım için kullanılır: Lügatli bir konuşma. Çok lü­ gatti bir dili var. ♦ be. Eskimiş, anlaşılması güç sözcük­ lerle, karmaşık bir biçimde: Lügatli konuş­ mak. LÜGAVİ, LÜGAVİYE sıf. (ar. luğat ve -/'den luğavi, dişi, luğaviyye). Esk. Sözlük­ le, sözle ilgili olan: Mana-yı lügavi (kelime­ nin sözlük anlamı). LÜGAVİYAT a. (ar. luğavi'den çoğl. luğaviyyaf). Esk. Sözlükbilim. LÜGAVİYE - LÜGAVİ. LÜGAVİYÛN çoğl. a. (ar. luğavi'nln çoğl. luğaviyyün). Esk. Sözlükle uğraşan­ lar, sözlükçüler. LÜHÛD çoğl. a. (ar lahdin çoğl. luhudj. Esk. 1. Mezarlar, kabirler. —2. Lühûd-i şü­ heda, şehit mezarlığı, şehitlik. LÜHÛK a. (ar luhük). Esk. Ulaşma, eriş­ me, birleşme, eklenme. LÜJAVRİT a. (fr. lujavrite). Petrogr. Ökolitli ve iğnemsl aegiritli nefelinik siyenit. LÜK a. (fars. lâk'tan). Esk. 1. Yoğun ve kalın nesne. —2. Boyacılıkta kullanılan hint zamkı. —3. Lük boyası, kırmızı boya. (-> LAKA.) -LÜK - -LIK.



LÜKNET a. (ar. lüknet). Esk. 1. Söyleme güçlüğü, pelteklik, dil tutukluğu. —2. Lüknet-i ethan, seslerin, ezginin peltekli­ ğiLÜKS a. (fr. luxe). 1. Değerli eşyalardan oluşmuş bir ortam, pahalı ve kibar bir ya­ şam biçimi: Lüks içinde yaşamak. Lükse meraklı olmak. —2. Bir kimsenin gerçek bir gereksinimi olmamakla birlikte kendi­ ne tanıdığı ve görece pahalı sayılabilecek bir zevk: Tek lüksü plaklarıdır. —3. Bir kim­ senin alışkanlıklarının dışında, kendisine Lüksambura'dan oenel gorunum oörünûm özel bir durum olarak tanld|ğ' Ya da LuKsemourg dan genet jçjn jstedjğj Haftada iki yerine üçzevk gün tatil yapma lüksüne ulaşmak. —4. Bir kim-



se, bir toplum vb. için lüks, onun için ya­ şamsal bir önem taşımadığı düşünülen, gereksinim dışı sayılan şey: Demokrasi bu toplum için bir lüks değildir. Bu tür bir or­ ganizasyona girişmek, bu ülke için büyük bir lükstür. —Verg. huk. Lüks vergisi, lüks kabul edi­ len bazı mallara ya da bazı aşırı harcama­ lara konan vergi. (Çeşitli ülkelerde ve çe­ şitli dönemlerde uygulanan bu vergi, dö­ nemine ya da ülkesine göre çoğunluk ta­ rafından lüks kabul edilen belirti tüketim eşyasına sahip olunması ya da aşın sayı­ lan harcamalar yapılması nedeniyle alınır. Lüks yergisinde ya bağımsız olarak ya da genel bir vergi içinde bu tür tüketim mad­ deleriyle aşırı harcamalar İçin daha yük­ sek vergi oranları öngörülür.) ♦ sıf. 1. Sıradan olmayan, pahalı zevk­ leri karşılayan nesneler, hizmetler; bunlarla ilgili etkinlikler için kullanılır: Bir arabanın lüks modeli. Lüks eşya ticareti. Lüks tari­ fe. —2. Gösterişi, şatafatı, lüksü yansıtan şey İçin kullanılır: Lüks bir apartman. Lüks bir yerleşim merkezi. Lüks bir hayat tarzı. —Dy. Lüks tren, normal trenlere göre da­ ha konforlu ve daha lüks vagonlardan olu­ şan tren. —Matbaac. Lüks baskı, özellikle davetiye, kartvizit, tanıtım broşürleri vb'nln basımın­ da kullanılan basım yöntemi. (Bu yöntem­ de, ipek kâğıt, kuşe gibi pahalı kâğıt mal­ zeme; kabartma, kesme vb. baskı tekni­ ğine ve yaldız vb. malzemelerle süsleme­ ye başvurulur.) —Poste. Lüks işaretti telgraf, bu tür tel­ graflar doğum, evlenme, herhangi bir ko­ nudaki kutlama amacıyla çekilir. (Lüks işa­ retiyle çekilecek telgraflar özel kopyalıklarına yazılarak alıcılarına teslim edilir. Bu telgraflardan telgraf ücretine ek bir ücret alınır.) LÜKS a. Aydınlt. içinde bulunan yağın, elle hareket ettirilen bir piston aracılığıyla harekete geçirildiği eski tip lamba. (Lüks lambası da denir.) LÜKS a. (lat. lux, ışık'tan). Ölçbil. Metre kare başına düzgün olarak dağılmış, dik yönde 1 lümenlik bir ışık akışı alan bir yü­ zeyin aydınlığına eşdeğer SI aydınlık biri­ mi (simgesi lx). LÜKSASYON a. (fr. luxation). Dişç. cerr. Diş lüksasyonu, bir dişin herhangi bir trav­ ma ya da cerrahi bir müdahale sonucu, yuvası içinde yerinden oynaması. (Bu yüzden bazen bağ liflerinde bir yırtılma, dişin damar-sinir demetinde bir kopma ve bunlann sonucu olarak dişözünde nekroz olabilir. Bu durumda, diş lüksasyonu için bir endodonti tedavisi ve onu yerine tut­ turma düzeneği yapılması gerekir [tespit cebiresi].) LÜKSEMBURG, Meuse ve Moselle-ır­ makları arasında, bir bölümü Belçika'ya, Everts-fíapho



öbür bölümü Lüksemburg’a ait Avrupa' nın kuzey-batı'sında tarihsel bölge İspan­ yol ve avusturya egemenliği döneminde, bir bölümünü oluşturduğu Hollanda, Trier ülkesi, Liège Limburg ve Lorraine düklükleriyle sınır komşusunu. Bu bölge daha sonralan Lidliburgum, Luceborg vh adlar altında Austrasia’ya katılan, Tongerenler'ln ve kısmen Treviri halkının yaşa­ dığı eski galya ülkesiyle aynı yere denk düşer. LÜKSEM BURG, Belçika'nın güney­ doğusunda eyalet; 4 418 kmz; 232 813 nûf. (1991). Merkezi, Arton; b arrondisse­ ment (Arlon, Bastogne, Marche-enFamenne, Neufchâteau, Virton) ve 44 ko­ mün; Kuzey de ve iç kesimlerde Ardenne'in çeşitli bölümlerini kapsar (Condroz, Famenne, daha sonra 400-500 m yük­ seklikte platolar), sert iklimli bir bölgedir. Ourthe ve Lesse ırmaklarıyla kesilir, or­ manlar ve süt hayvancılığı birbirini ta­ mamlar. Taşocakları işletimi, hayvancılık ürünlerinin değerlendirilmesi ve turizm di­ ğer gelir kaynaklarını oluşturur. Semois' nın güneyinde, Lorraine'in bir parçası da bu eyaletin sınırları İçinde yer alır (B.'da Gaume, D.'da Arlon); burada bulunan az miktarda demir cevheri (artık işletilmemektedir) eskiden bir demir-çelik sanayi­ sinin temelini oluşturuyordu. İklim daha yumuşak olmakla birlikte, toprak çoğu kez verimsizdir. Tahıl, patates ve hayvan yemi başlıca tarım ürünleridir. Eyalet, Belçika'nın göreceli olarak en düşük nü­ fuslu bölgesidir (en geniş bölgesi olma­ sına rağmen): ortalama nüfus yoğunluğu -km2,ye 50 kişi- ülke ortalamasından altı, yedi kat daha düşüktür. LÜKSEM BURG, Lüksemburg grandüklüğü'nün başkenti; 79 000 nüf. (1991). Güzel bir yerde kurulmuş canlı bir kenttir, ilk çekirdeği oluşturan eski kent, Alzette ile Pétrusse'ün birleştikleri yere egemen durumdadır: burada grandüklük sarayı (XVI., XVIII. ve XIX. yy.'lar), katedral (XVII. ve XX. yy.'lar), devlet mü­ zesi, Ulusal kütüphane ve ticaret merke­ zi yer alır. Pétrusse'ün güneyindeki Bour­ bon platosundaysa, tren garı ile İş semti vardır. Nihayet, doğudaki Kirchberg pla­ tosu. "avrupa” kuruluşlarının İşlevlerinin gelişmesine bağlı olarak kentleşmiştlr. (Tem tüFgèçif yeri (ArtonTrier roma yo­ lu Alzette'i burada aşıyordu), hem de bir savunma yeri (Bock kayalığı, Vauban müstahkem yerleri) olan Lüksemburg, ba­ zı sanayilere (deri, tütün, hazırgiyim, em­ prime dokuma, metalürji) sahip olmakla birlikte, her şeyden önce bir üçüncü ke­ sim merkezidir: Lüksemburg devletinin başkenti ve avrupa kuruluşlannın merkez­ lerinden biri (Avrupa topluluktan adalet di­ vanı, Avrupa Yatınm bankası) olan kent, birkaç yıldan beri çok önemli bir uluslar­ arası finans merkezi ve bir karayollan kav­ şağı durumuna gelmiştir; aynca uluslara­ rası bir havalimanı (Findel) da vardır. —Ter. Lüksemburg eski bir roma kulesinin frankça adını (Lucilinburhuc ("küçük şa­ to''D alan Sigefroi şatosu (963) çevresin­ de kurulmuştur; yazgısı kontlannkine bağ­ lı olarak gelişti, kontlar f244’te kente öz­ gürlüğünü verdiler. XVII. yy.'da stratejik önemi nedeniyle kent Fransızlar tarafın­ dan işgal edildi (1684-1697). Vauban'ın ek­ lemeler yaptırdığı hisar, Ryswick barışı'nda geri verildi. Germen konfederasyonu' na bağlı kaleye 1815-1867 arasında bir prusya garnizonu yerleştirildi, sonra sur­ ları yıkıldı. LÜKSEM BURG «randttklttğU , Batı Avrupa'da devlet; 2 586 km2; 380 000 nüf. (1991). Başkenti Lüksemburg. Res­ mi dili fransızca. COĞRAFYA Kuzeyde Ösling (ya da Oesling) ülke­ nin üçte birini kaplar. Burası, yüksekliği 500 m kadar olan, Moselle’in kollannca



Lüksemburg (Sûre, Wiltz, Clerf) oyulmuş, sert iklimli, ve­ rimsiz topraklı Ardenne platosunun bir bö­ lümüdür Fakat, ormanları, ırmakları ve şa­ toları burayı turistik bir bölge haline getir­ miş ve bu arada bazı yerel ürünler de or­ taya çıkmıştır. Güney’de Gutland ("iyi top­ raklar"), Paris havzasının dik yamaçlarla kaplı (güney ucunda demir cevheri) bir bölümüdür. İklimi daha yumuşak, toprak­ ları daha zengindir. XIX. yy.'in sonunda, demir cevheri ve güçlü şirketlerin (ARBED) kurulması sa­ yesinde, birinci sanayi devrimi gerçek­ leşti. Fakat, Lüksemburg demire çok ba­ ğımlıdır (sanayide çalışanların % 50’si), kömürü Almanya dan almak zorundadır, üstelik çıkarılan demir cevheri düşük ka­ litelidir: cevher çıkarımı 1955'te 2 Mt'ken (çıkarımın içerdiği maden miktarı), 1981’de 125 000 t’a düştü. Demir-çelik sanayisi günümüzde, ülkenin başka ül­ kelerce kuşatılmış olmasından ve dünya iktisadi bunalımından zarar görmektedir. 1974’te 6,5 Mt'a yaklaşan çelik üretimi, 1990'da ancak 3,56 Mt'a ulaşabildi. Bu gerilemeden önce, 1950'ye doğru ikinci bir sanayi devrimi başladı. Yeni sanayiler kuruldu: kimya (taşıt lastiği, plastik maddeler), makine imalatı (ge­ nellikle mali teşvikler ve vergi kolaylıkları sayesinde). Fakat bu sanayiler, demirçelik (özellikle istihdam) bulanımına an­ cak kısmen çare olabildi ve Lüksemburg’un sanayi alanındaki büyümesi Or­ tak Pazar ülkeleri içinde en düşüklerin­ den biri olarak kaldı. Buna karşılık hiz­ metler kesimi (çalışan nüfusun yaklaşık % 50’si) büyük ölçüde güçlendi. Turizm gelişti ve özellikle, Lüksemburg AET'nin başkentlerinden biri haline geldi ve ulus­ lararası mali piyasalar arasında yer gidi (sigorta şirketleri, bankalar, şirket mer­ kezleri). 1990 rakamlarıyla, çalışan nüfu­ sun yalnızca % 3,7'si tarımla uğraşmak­ tadır (küçük ya da orta büyüklükte işlet­ meler içinde). Otlakların yüzölçümü sü­ rülen topraklarınkinden biraz fazladır ve hayvancılık ulusal gelirin yaklaşık % 80'ini sağlamaktadır. Ülkenin aşağı yu­ karı üçte biri ormanlarla kaplıdır. Doğum oranının çok düşük olması (% lütfet­ mek). i . (Bir kimseye) [birşey] lütfetmek. ona bir yardımda, bir bağışta bulunmak: Bana bu iyiliği lütfedin. —2. (Bir kimse­ ye) bir şeyi (soyut) lütfetmek, yüceltilen bir kimse ya da iyi niyetler beslediği varsayı­ lan bir şey sözkonusuysa, o şeyi (ona) ba­ ğış olarak vermek; bağışlamak, İhsan et­ mek, bahşetmek: Tabiatın insanlara lütfet­ tiği güzellikler. —3. Seçkin, saygın bir kim­ seden söz ederken, herhangi bir biçim­ de alçakgönüllülük göstermek: Lütfedip geldiğiniz için çok teşekkür ederim. —4. Lütfedin, lütfedersiniz, lütfeder misiniz, bir kimseden, özellikle de saygın, seçkin bir kimseden bir şey istenirken söylenilen ne­ zaket sözü: Bize adınızı lütfeder misiniz? Lütfederseniz seyahate o da katılsın. L ü t f I, türk şair (Herat 1395 ? - ay. y. 1482 ya da 1492 ?). Ali Şir Nevai'nin Mecalis ün-nefais adlı yapıtında verilen bilgi­ ye göre mutasavvıf Şeyh Şahabettin-i Hıyabani’ye bağlıydı: Yaşamının büyük bö­ lümünü Şiraz’da Baysungur Mirza’nın hi­ mayesinde geçirdi. Hüseyin Baykara, Şahruh ve birçok timurlu şehzadelerinden ilgi gördü. Nevai, "Bu kavmin üstadı ve söz melikidir” diye ondan övgüyle söz eder. XV. yy.'ın ilk yarısında yazdığı şiirle­ riyle ün kazanan Lütfi, çağatay şiirinin ge­ lişmesinde önemli rol oynadı. Divan’ı (İ. H. Ertaylan, tıpkıbasım, 1960) vardır. İran’da hüküm süren Muzafferiler döneminin şa­ ir ve tabibi Celalettin Tabip tarafından 1333'te farsça yazılan, Gül ü Nevruz mes­ nevisini Baysungur Mirza'nın isteğiyle türkçeye çevirdi (1411). Çağatay edebi di­ lini ustalıkla kullandığı 1 228 beyitlik bu mesneviye adeta telif kimliğini kazandır­ dı. Şerafettin Yezdi’nin Zafername adlı ta­ rihini, manzum olarak türkçeye çevirdiği­ ni Nevai yazarsa da yapıt henüz ele geç­ memiştir. LÜ TFİ -* MOLLA LÜTFİ. LÜ TFİ -» DERTLİ. LÜ TF İ, asıl adı Mesut, türk şair (Diyar­ bakır ? - ay. y. 1846). Diyarbakır müftüsü Ali Efendi'nin oğludur. Medrese öğrenimi gördü. Doğu Anadolu’da çeşitli reformlar için görevlendirilen Sadrıesbak Reşit Paşa'nın kâtipliğini yaptı (1836). Diyarbakır eyaleti nüfus nazırlığına getirildi. Yazma Divançe'si dışında Tuhfe-i Lütfi adlı farsça -türkçe manzum bir sözlüğü vardır. Dört gazeli Şevket Beyasanoğlu'nun Diyarba­ kIrlI fikir ve sanat adamları (1959) adlı ya­ pıtında yayımlandı. LÜ TFİ EFENDİ - ÖMER LÜTFİ EFEN­ Dİ Bodrumlu. LÜ TFİ EFENDİ (Ahmet - ) , türk tarihçi (İstanbul 1817 - ay. y 1907). Medrese öğ­ renimi gördü. Sadaret mektubi kalemi şef­



liği, farsça çevirmenliği, Takvim-i vekayi düzeltmenliği, Anadolu müfettişliği yaz­ manlığı, Tibbiye mektebi türkçe öğretmen­ liği yaptı. Cevdet Paşa’dan sonra vakanüvis olarak çalıştı (1865-1871). Rütbesi İs­ tanbul kadılığına (1876), Anadolu kazas­ kerliğine (1879), Rumeli kazaskerliğine (1881) yükseldi. Şûrayı devlet üyesi oldu (1876). Bir yıl kadar bilfiil Rumeli kazasker­ liği yaptıktan (1888-1889) sonra Şûrayı devlet üyeliğine döndü. Başlıca yapıtları: Abdülaziz’in buyruğu ile Cevdet Paşa tarihi'nin kaldığı 1825 yılından 1879 (rama­ zan 1296) tarihine kadar geçen dönemin olaylarını içeren 16 ciltlik Lütfi tarihi ya da Ahmet Lütfi Efendi tarihi (yapıtın 7 cildi kendi sağlığında basıldı; 8. cilt Abdurrahman Şeref Bey, 9. cilt ise Prof. Dr. M. Mü­ nir Aktepe tarafından yayımlandı; öteki ciltler henüz yazma halindedir), şiirlerini içeren Divançe, yalnız iki harfinin basıldı­ ğı sözlük Lügat-i kamus, imamı Gazali'nin eğitimle ilgili Talim ül-müteallim’\n\n Tefhim ûl-müteallim adlı çevirisi. LÜ TFİ EFENDİ (Ömer - ) , türk hattat ve ressam (İzmir 1855 - ay. y 1918). İzmirli hattatlardan yazı dersleri aldı; Emlak ve muhasebe kaleminde çalıştı. Ayrıca pey­ zajları vardır.



di. Aydın'dan Yanya sancakbeyliğine atan­ dı ve bu görevdeyken Birinci Viyana ku­ şatmasına (1529) katıldı. Karaman beyler­ beyi oldu (1533) ve Irakeyn seferine (1533 -1536) katıldı. Bu seferde Mimar Sinan ile işbirliğinde bulunarak Van gölünde ordu­ nun karşıdan karşıya geçmesi için gemi­ ler yaptırdı. Irakeyn seferinden dönüşte önce Anadolu, 1536'da Rumeli bey­ lerbeyliğine getirildi. Kısa süre sonra üçüncü vezir olarak Divanı hümayun'a gir­ di ve Korfu kuşatmasına, 1538’de ikinci vezir rütbesiyle de Boğdan seferine katıl­ dı. Bu sefer sırasında Mimar Sinan’a Prut ırmağı üzerinde bir köprü yaptırdığı gibi Mimar Sinan’ı padişah ile tanıştırarak onun ilerideki meslek ve sanat yaşamın­ da ilerlemesinin temellerini attı. Ayas Paşa'nın ölümü üzerine sadrazam oldu (1539). Bu göreve gelir gelmez ilk iş ola­ rak Mimar Sinan'ı Hassa mimarlığına ata­ dı. Sadrazamlığı sırasında Venedik ile bir barış antlaşması imzaladı. Yönetiminde çok sert ve acımasız davrandı. Bir fahişeyi kadınlık organını ameliyatla aldırarak ce­ zalandırdı; buna kızan eşi, Kanuni Sultan Süleyman’ın kız kardeşi Şah Sultan ken­ disini uyarınca karısının üzerine hançerle yürüdü. Çevreden yetişenler Şah Sultan’ı kocasının elinden zor kurtarıp saraydan dışarı attılar. Olayı öğrenen Kanuni, Lütfi Paşa'yı önce dövdürdü, sonra sadrazam­ lıktan azletti ve kız kardeşiyle olan evliliği­ ni feshetti, ardından da Dimetoka’ya sür­ güne gönderdi (1541). Bu tarihten sonra Lütfi Paşa Dimetoka’daki çiftliğine çekildi, bu arada hacca gitti. Hac dönüşünden sonra kendisini tarih, kelam ve fıkıh ile il­ gili yapıtlar yazmaya verdi. Yapıtlarından önemli olanları tarih konusundakilerdir. Bunlar OsmanlI devletinde savaş, maliye ve reaya (halk) ile ilgili tedbirleri anlattığı Asafname; 1554 yılına kadar olan olayla­ rı anlattığı, genel bir osmanlı tarihi niteli­ ğindeki Tevârih-i âl-i Osman'dır.



LÜTFİ F İK R İ, türk hukukçu (Gümüşha­ ne 1872 - Paris 1934). Kosova valisi Hü­ seyin Fikri Paşa'nın oğlu. Mülkiye mektebi’ni (1890) ye Paris Hukuk fakültesi’ni (1893) bitirdi. İstanbul'da avukat olarak ça­ lışmaya başladı. Gizli ittihat ve Terakki cemiyeti'ne girdi; tutuklandı (1895); 14 ay ha­ pis yattı. Sürgüne gönderildiği Niğde’den Paris’e kaçtı (1901). Mısır'a giderek avu­ katlık yaptı, ikinci meşrutiyetin ilanından (1908) sonra İstanbul'a döndü. Dersim' den mebus seçildi. İttihat ve Terakki cemiyeti'nin partiye dönüşmesine karşı çıka­ rak, yöneticilerle görüş ayrılığına düştü, it­ tihat ve Terakki fırkası'nı eleştiren konuş­ maları ve Bekirağa bölüğü'ndeki bir iş­ LÜTFULLAH N lşapurlu, türk bilgin kence olayının araştınlmasını isteyen öner­ ve şair (öl. Meşhed 1413). Horasan’da ya­ gesiyle dikkatleri üzerine çekti. 1910’da şadı. Timur ve Şahruh dönemlerini anla­ Selanik’te verdiği konferans, Selanik'te bir tan Tarih-i Şahruh adlı bir kitap yazdı. Hz. konferans; bizde siyasi partiler, bugünkü Muhammet ile on iki imamın menkıbele­ hali ve geleceği adıyla aynı yıl kitap ola­ rini anlatan kasideleri vardır. rak basıldı. Mutedil hürriyetperver partisi’nin yöneticileri arasında yer aldı. Parti LÜTFULLAH (Prens), türk siyaset ada­ 1911 ’de Hürriyet ve itilaf fırkası ile birleşti. mı (İstanbul 1880 - Paris 1973). Babası Tanzimat adlı bir gazete çıkardı (1911). İki Damat Mahmut Celalettin Paşa ve ağa­ hafta sonra sıkıyönetimce kapatılan bu beyi Prens Sabahattin ile birlikte Abdülgazetenin ardından, 1912 mayısına kadar hamit II rejimine karşı mücadele etmek sırayla Zühre, Matbuat, Tanzimat, Merih, için Fransa'ya kaçtı (1899). ikinci meşru­ Islahat, Maşrik, Tesirat, Takdirat, Teşkilat, tiyetin ilanına (1908) değin Avrupa ve Mı­ Teminat, ifham adlı gazeteleri çıkardı. Son sır’da, Prens Sabahattin'in yakın bir yar­ Meclisi mebusan'a bir kez daha Dersim dımcısı olarak özgürlük savaşımını sürdür­ mebusu seçildiyse de (1919), Meclis’te it­ dü. ikinci meşrutiyet'ten sonra Türkiye’ye tihatçıların çoğunlukta olduğunu görünce (döndü, ancak siyasetle ilgilenmedi. 1924' istifa etti. Avukatlık, Mülkiye mektebi’nde te osmanlı hanedanı mensuplarıyla birlik­ öğretim üyeliği yaptı. İstanbul barosu baş­ te yurtdışına çıkarıldı. kanı oldu (1920-1925). 1922’de meşruti­ LÜTFULLAH BİN M EHM ET Erzuyeti ve anayasada kuvvetler ayrımı ilkesi­ ni savundu. Refet Paşa’nın (Bele) ulusal rum l, türk yazar (Erzurum ? - Halep hükümetin yapısını anlatan konferansın^ 1787). Medresede okudu. Din bilimleri, cevap olarak Hükümdarlık karşısında mil­ özellikle tefsir konusuyla ilgilendi. Meâric liyet ve mesuliyet ve tefrik-i kuvâ mesaili ün-nur fi şerh-i esma-i hüsna, ihtisar ül Lütfi adlı bir kitap yayımladı. Tanin gazetesin­ -mevakıf gibi yapıtları vardır. de çıkan "Halife hazretlerine açık mek­ Gül û Nevruz LÜTFULLAH EFEN D İ, türk kazasker tup” adlı yazısında saltanat savunuculu­ mesnevisinden (İstanbul 1564 - Filibe 1632). Şeyhülislam ğu davası güttüğü gerekçesiyle İstanbul Zekeriya Efendi’nin oğlu. Babasının yakın İstiklal mahkemesi’nde yargılandı ve 5 yıl kürek cezasına çarptırıldı (1923). Özel bir afla bağışlandı. Elazığ istiklal mahkemesi'nde de yargılandı; aklandı. Tedavi ol­ mak için gittiği Paris'te öldü. Şimdiki izdi­ vaçlar ve Erkekler arasında adlarında iki oyunu ile gazetelerde ve dergilerde ya­ w--.-.- > «VS-Vr-S yımlanmış birçok yazısı vardır. LÜ TFİ PAŞA, türk sadrazam ve tarih yazarı (? 1488 - Dimetoka 1563). Arnavut­ luk’tan devşirilerek Enderun'da yetişti. Çu­ hadar oldu (1508). Müteferrika payesiyle dış hizmete çıkarıldı (1512). Kastamonu (1520), Aydın (1521) sancakbeyliğine ge­ tirildi. Aydın sancakbeyi olarak Rodos'un fethine (1522) katıldı ve fetihten sonra Ro­ dos kalesinin onarılmasıyla görevlendiril­



" S « ,V- VİVirî'*



7597



;



İstanbul



Lütfullah Efendi arkadaşı Hoca Sadettin Efendi'nin yanın­ da yetişti. Silivri Piripaşa medresesi’nde müderris olarak görev yaparken Üsküp, ardından da Filibe kadılığına atandı. Ana­ dolu kazaskerliğine getirildi (1625). Görev­ den alınınca (1628), bir daha devlet hiz­ metine girmedi; Filibe’ye yerleşti. "Şeyhi" mahlasıyla gazelleri vardır.



7598



LÜTFULLAH KARAM ANI, türk sufi (Karaman, Konya, ? - Bursa 1488). Emir Sultanin yerine geçenlerden üçüncüsüdür. öldüğünde Emirsultan carrıisi'nin haziresine gömüldü. Tasavvufla ilgili Cenâb ûl-sâlikin adlı bir yapıtı vardır. LÜTFULLAH SURURİ - SüRURİ (Lütfullah). LÜTFÜ SEYFULLAH, makedonyalı türk tiyatro ve sinema oyuncusu, yönet­ men (Uskup f9S6).~ffrijüni Üeniz astsuBây okulu'nda okudu. 1951'den başlayarak Üsküp'teki Türk-Arnavut halklar tiyatrosu'nda sahneye çıktı. 35 yıl bu tiyatroda çalıştı. 100'ü aşkın yapıtın başrolünde oy­ nadı; çok sayıda tiyatro ve radyo oyunu­ nu, ayrıca senaryolarını kendi yazdığı üç belgesel televizyon filmini yönetti. Tiyatro alanındaki başarıları nedeniyle Yugoslav­ ya Tiyatro sanatçıları derneği (1960), Ma­ kedonya Tiyatro sanatçıları derneği (1963), Pirlepe tiyatro festivali en iyi erkek sanatçı (1977), Makedonya Sosyalist Cumhuriyeti'nin ” 11 Ekim” (1985) ödüllerini ka­ zandı. Türkiye’de de Örhan Kemal'in Es­ kici dükkânı oyununda sahneye çıkan sa­ natçı, bazı film ve televizyon dizilerindeki başarılı tiplemeleriyle tanındı. Özellikle IV. Murat'la Topal Recep Paşa, Denizin ka­ nı 'nda Gömü Ağa, Hacı Arif Bey’de Mah­ mut Celalettin Paşa'yı canlandıran Lütfü Seyfullah'ın oynanmış ve basılmış oyun­ ları da vardır. LÜTGENDORF (Kari), avusturyalı gene­ ral (Brünn 1914 - Schvvarzau 1981). Avus­ turya ordusunda topçuydu, daha sonra VVehrmacht'ta yeni ordunun kurulması için çalıştı (1955). Savunma bakanı oldu (1971-1977) ve orduyu milise dönüştür­ dü. LÛ TİT a. (fr. lutite). Çoğu tanelerinin ça­ pı 64 mikrometreden küçük'olan kırıntılı tortul kayaç sınıfı. (Eşanl. PELİT.) Geotgiy Yevgeniyeviç Lvov



LÜTİYE a. (fr. luthier; “ lavta” anlamında­ ki luth’ten). Bir sapı olan telli-yaylı ya da telli-mızraplı çalgılar üreten zanaatçı. —ANSİKL. "Lütiye” terimi, XVII. yy.'dan ön­ ce kullanılmazdı. Çalgı yapımcılığı mes­ leği, Paris’te 1599'da her tür çalgının ya­ pımcısını bir araya getiren bağımsız bir ionca biçiminde ve "çalgı yapımcıları" adı altında örgütlendi. 1752'deki bir kararla loncanın, "lütiyelerden, üflemeli çalgı, org ve klavsen ya­ pımcılarından" oluştuğu açıklandı. Lütiyeler, o dönemde çok çeşitli telli çalgılar ya­ pıyorlardı: viol ve keman ailesinden yaylı çalgılar, lavtalar, gitarlar, çarklı viyeller ve arplar. XIX. yy.'dan sonra her lütiye, bu çal­ gılardan biri ya da birkaçı üzerinde uz­ manlaştı. Lütiyelerin etkinlikleri, baştan beri Avru­ pa'nın belli bölgelerinde, belli kentlerinde yoğunlaşmıştır: İtalya'da Cremona, Vene; dik, Napoli; Fransa’da Paris, Mirecourt (Vosges); Almanya’da Mittenvvald, Markneukirchen. XX. yy.'ın başlarında, bu mer­ kezlerden birçoğu, yarı sınai bir üretime girişti. Böyle üretilmiş çalgılar, tümüyle elyapısı olan çalgıların kalitesine ulaşama­ maktadır. LÛTSCHİNE, İsviçre'de (Bern kantonu) ırmak, iki selsuyundan oluşur, Brienz gö­ lüne dökülür: Beyaz Lütschine, Lauterbrunnen vadisinin buzullarından, Siyah Lütschine’yse Grindelwald buzullarından iner ve bu iki selsuyu Zweilütschinen’de birleşir. Lütschine'nin alüvyonları, Thun ve Brienz göllerini birbirinden ayıran ve üze­ rinde interlaken kentinin kurulduğu küçük bir ova oluşturmuştur. Lütschine vadileri­ nin vahşi görünümlü buzullarına, Jungfra-



ujoch'a ve Grindelwald'e kadar devam eden bir dağ demiryoluyla ulaşılabi­ lir. LÜ TTW iTZ (Walther, baron von), al­ man general (Bodland, Yukarı Silezya 1859- Breslau 1942). Birinci Dünya savaşı'nda bir tümene, sonra bir kolorduya ko­ muta etti. Mütarekeden sonra, askeri böl­ geler 1. grubunun başına getirildi; Berlin’ de ve taşrada spartakus ayaklanmalarını bastırdı; merkezi hükümetin otoritesini ye­ niden kurdu; fakat Versailles antlaşması' na karşı çıkarak Kapp ile birlikte hükümet darbesi yaptı. Darbe başarısızlıkla sonuç­ lanınca (mart 1920) görevine son verildi. 1932'de anılarını yayımladı. LÜTUF, -tfu a. (ar. /uf/). 1, Bir kimseye gösterilen özel yakınlık, yapılan yardım, iyilik: Sayın Bakanım, bu lütfunuzu unu­ tamayacağım. Bir kimseye lütufta bulun­ mak. Ben sizden lütuf istemiyorum, eme­ ğimin karşılığını ödeyin yeter. —2. Üstün bir güç tarafından verildiği düşünülen şey; bağış, nimet: Bu meyveler bize tabiatın bi­ rer lütfudur. Tanrı'hin lütfü. —3. Lütuf et­ mek -> lütfetmek. —4. Lütuf buyurmak, bağışlamak, vermek, İhsan etmek; bir şeyi yapmasına izin vermek. || Lütuf görmek, bir kimseden iyilik, yardım, destek gör­ mek. || Lütfü kahrına denk gelmek, bir iş­ ten alınan sonuçla o işe verilen emek, kat­ lanılan sıkıntı aynı olmak. || (Bir şey yap­ ma) lütfunda bulunmak, bir şeyi yapma alçakgönüllülüğünü göstermek: Gelmek lütfunda bulunduğunuz için çok teşekkür ederim. —Esk. Lutf-dide, yardım, iyilik gören. || Lutf -perver, lutf-şiar, iyilikte bulunan, bağış ya­ pan. || Lütfü İhsan, iyilik ve bağış: "Eğer kim lutfu ihsânın eli tutmazsa kim alur" (Vasfi, XVI. yy.). || Lutf-i ahlak, lutf-i hilkat, tutf-i mizaç, lutf-i tabiat, yaradılıştan gelen ahlak, huy güzelliği. || Lutf-i ilahi, Tanrı'nın bağışı. || Lutf-i yar, sevgilinin bağışı, lüt­ fü. LÜTUFKÂR sıf. (ar. Iu(f ve fara kâr'dan lu(fkSı). İyiliksever, yardımsever verici kim­ se için kullanılır. LÜTUFKÂRANE be. (ar. lu(f, fars. -kâr ve -She'den lutfkSrSne). Esk. Bağışlayıcı, lütfedici biçimde. LÜTZELFLÜH, İsviçre'de (Bern kanto­ nu) komün, Emme kıyısında; 3 770 nüf. Peynircilik. Kereste sanayisi. LÜTZEN, Almanya’da kent, Halle'nin güney-doğusunda, Leipzig'in güney-batısında. XIII. yy.’dan kalma şato. — 16 ka­ sım 1632’de Gustaf Adolf burada Wallenstein'a baskın yaptı: önce sol kanadı­ nı çökertti, sonra kahramanca orta kesi­ me saldırdı, ağır yaralanarak öldüyse de Saksonya-Weimar dükü Bernhard, Isveçliler'e zaferi kazandırdı. —2 mayıs 1813' te, Lützen önlerinde Blücher ve Wittgenstein’ın baskınına uğrayan Neyin yardımına Napoléon I koştuysa da. bü­ yük kayıplar verdi.



LÜZUCET a (ar. lüzücet). Esk. Yapış­ kanlık, yapışkan olma durumu. LÛZUCETLİ sıf. (ar. lüzücet1ten). Esk. Yapışkan, tutkala benzeyen, yapış yapış. LÜZUCİ ya da LEZCİ sıf. (ar. lüzücet' ten lüzüci, iezci). Esk. Yapışkan, koyu, kı­ vamlı. LÜZUCİYET a. (ar lûzuci ve -ı/yeften lüzuciyyef). Esk. Yapışkanlık. LÜZUM a. (ar lüzum). 1. Gerek, gerek­ lik, gereksinim: Bu kadar zahmete ne lü­ zum var?—2. LüzuFp görrpşk, gerekli ol­ duğunu anlamak, bunairtaninak: Sonra o yolu da denemeyi lüzum gördüm. |j Lü­ zumundan fazla, gereğinden çok, aşın öl­ çüde: Sen de lüzumundan fazla ilgi gös­ teriyorsun.



—Ed. Lüzumu mâlâyelzem (gerekli olma­ dığı halde yerine getirme), divan edebi­ yatında bir tür uyak. (-» İLTİZAM.) —Huk. Lüzumu muhakeme kararı, me­ murun görevle ilgili suçu nedeniyle idari kurullar tarafından yapılan soruşturma so­ nucunda verilen, yargılamanın gerekil ol­ duğuna ilişkin karar. (Bk. ansikl. böl.) —İsi. huk. Lüzum-u vaki, vakfın geriye dö­ nülemeyecek bir biçimde mahkeme ka­ rarıyla kesinlik kazanması. —A nsIkl . Huk. Memurların görevle ilgili suçlarında yapılacak soruşturma 4 şubat 1329 (1914) tarihli "Memurin muhakematı hakkında kanunu muvakkat" adlı yasa kurallarına göre yürütülür. Bu yasaya gö­ re, idare organlarınca yapılacak soruştur­ ma sonucunda, memurun suç işlediği ka­ nısına varılırsa, yargılanmak üzere adli yargı organlarına gönderilmesine karar verilir. LÜZUMLU sıf. 1. Bir işte, bir konuda, bir başarının, bir sonucun elde edilmesinde zorunlu olan şey için kullanılır; gerekli: Lü­ zumlu düzenlemeleri yapmak. Lüzumlu evrakları hazırlamak. —2. Lüzumlu lü­ zumsuz, yerli yersiz, gerekli gereksiz. ♦ be. Yapılması gerekli, yararlı ya da zo­ runlu olan eylemi belirtir; gerekli: Bir şeyi lüzumlu görmek, lüzumlu bulmak. LÜZUM SUZ sıf. 1. Lüzumu olmayan; gereksiz: Lüzumsuz sözler söylemek. Lü­ zumsuz eşyalarla evi doldurmak. Lüzum­ suz davranışlarda bulunmak. —2. Lü­ zumsuz yere, hiç gereği yokken, boş yere: Bu İkincisini lüzumsuz yere al­ dın. L O ıu m s u ı a dam , S. F. Abasıyanık’ın hikâye kitabı (1948). Yapıta adını veren hi­ kâye, çevresiyle sağlıklı iletişim kurama­ yan kentli bir aydını canlandırır. Beyoğlu1 nun bir arka sokağında yaşâyan ve yaza­ rın kişiliğinden izler taşıyan Mansur, bü­ yük kentin insanları arasındaki uzlaşmaz­ lıkları yansıtır. Aynı temayı işleyen başka hikâyelerin ("Ben ne yapayım", "Biraha­ nedeki adam") de yer aldığı kitapta ya­ zar; gösterişsiz halk insanlarının ("Mürüv­ vet”, "Menekşeli vadi") yanı sıra, burgazlı Rumlar'ın, balıkçıların ("Papaz Efendi", "Bizim köy bir balıkçı köyüdür") yaşamı­ na, doğaya bağlılık ve yoğun insan sev­ gisiyle eğilir LÜZUM SUZLUK a. Gereksiz olma du­ rumu; gereksizlik. LVEİ a. Kuanza’nın 1/100'ü değerinde Angola bozuk para birimi. LVO V, alm. Lemberg, lehçe Lwöw, Ukrayna'da, Karpatlar'ın K.’inde kent; 742 000 nüf. Üniversite. Demiryolu ve karayolu kavşağı. Sanayi (metalürji, oto­ mobiller ve tarım makineleri, elektrikli ge­ reçler, kimya, besin sanayisi, basımevi) merkezi. Kentte sur kalıntıları, Svyatoy Nikolay (XIII. yy.) ve Uspenskiy Şobor (XIV. yy.'ın sonu) kiliseleri, Boymov capellası (XVII. yy.’ın başı) ve ermeni mi­ marlığının bir örneği olan katedral (erme­ ni kolonisi tüccarlarının siparişi üzerine yapıldı; XIV.-XV. yy.) yer ahr. —Tar. Galiçya prensi Daniyel Romanoviç tarafından kurulan kent, adını bu prensin oğlu Lev'den almıştır. Adı ilk kez 1266’da geçen Lvov, 1349’da PolonyalIlar tarafın­ dan işgal edildi. Doğu ile ticaretin merkezi olan kente, 1356'da Magdeburg yasasıyla ayrıcalıklar tanındı; bunlardan, yalnızca en ayrıcalıklı vatandaşlar durumundaki Po­ lonyalIlar değil, Rutenler (UkraynalIlar), Ermeniler, Yahudiler ve Tatarlar da yararlan­ dılar. XVI. yy.’ın sonlarında Rutenler bura­ da, Ortodoksluğu ve Ukrayna kültürünü savunmak amacıyla bir dernek kurdular. Polonya’nın ilk paylaşımı (1772) sırasında Avusturya’ya bırakılan tente o zaman Lemberg adı verildi. Eylül 1914’te Ruslar'ın eline geçen Lvov, haziran 1915’te Avusturya-Almanya tara­ fından yeniden alındı. 1918-19’da Polon­ yalIlar, Lvov'u bir Batı Ukrayna eyaletinin



Lydia başkenti yapmayı düşünen Ukraynalılar'ı buradan kovdular. 1920'de, Polonya -SSCB savaşı 'ndan sonra Polonya'da ka­ lan kent, İkinci Dünya savaşı’na kadar Ukraynalılar'ın çıkardığı kanşıklıkların merke­ zi oldu. 1939'da SosncMSki komutasında­ ki polonya garnizonu hem List'in yönetti­ ği XIV. alman ordusunun (10 eylül) hem de Sovyetler’in (21 eylül) saldırısına uğradı ve ayın 2 2 ’slnde teslim olmak zorunda kaldı. Bunun üzerine, SSCB’ye bağlanan Lvov, 30 haziran 1941’de Wehrmacht ta­ rafından yeniden işgal edildi, sonra 28 temmuz 1944'te Kızıl ordu tarafından ge­ ri alındı. LVOV (Nikolay Aleksandroviç), rus mimar ve bilgin (Torjok, Kalinin yakınında, 1751 -Moskova 1803). Rus yeniklasikçlliğinin oluşmasına katkıda bulundu ve gereç ola­ rak toprağın kullanıldığı yeni yapı teknik­ leri geliştirdi. En tanınmış yapıtları arasın­ da, Mogilyev'de Svyatoy Yosif katedrali (1780-1798), Torjok'ta Svyatoy Boris ve Svyatoy Gleb manastın (1785-1796), Petersburg postane binası (1782) sayılabilir. 1792’de, XVII. yy. rus yıllıklarını yayımla­ dı. LVOV (Aleksey Fyodoroviç), rus besteci ve kemancı (Reval, [bugün Tallin], 1798 -Kovno, [bugün Kaunas], 1870). 1837'de Petersburg'da imparatorluk capella'sının yöneticiliğine atandı. Ayin müzikleri, ke­ man konçertoları, operalar (Undina, 1848) ve ilk rus ulusal marşını (Tanrı çarı koru­ sun [1833]) besteledi. ■LVOV (Georgiy Yevgeniyeviç), rus siya­ set adamı (Tula yakınları 1861 - Paris 1925). Hukukçuydu, Tula hükümetinde Zemstvolar konseyi'ne başkanlık etti (1902 -1905); 1904-05 arası Zemstvolar kongresi'ne katıldı. Kadet parti’ye girdi ve ilk du­ rmaya seçildi (1906). Birinci Dünya savaşı sırasında resmi hizmetlerdeki boşlukları gidermeye çalışan zemstvolar birliğini yö­ netti. İlk Geçici* hükümette (mart 1917) ve sosyalistler ile ilk koalisyon hükümetinde Başbakanlık ve İçişleri bakanlığı yaptı. Temmuz 1917’de görevinden ayrıldı. Bolşeviklerin zaferinden sonra Paris'e sığın­ dı. LW. Hematol. LWantijeni (Landsteiner ve Wiener’in anısına saygı olarak bu ad ve­ rilmiştir), hemen hemen herkesin alyuvar­ ları üzerinde bulunan çok yaygın antijen. Rhesus pozitif olan alyuvarlarda LW anti­ jeni çok, Rhesus negatif olanlarda az, Rhesus sıfır olanlarda hiç yoktur. LW anti­ jeni, bir tavşan ya da kobaya Macacus rhesus maymununun alyuvarları şırınga edilince üreyen bir heteroantikor olarak ta­ nımlanır; uygun bir şekilde sulandırdığın­ da beyaz ırktan insanların % 85’lnin alyu­ varlarını aglütinasyona uğratır. Demek ki insan alyuvarlarında iki cins antijen vardır: Rhesus antijeni ve LW an­ tijeni. Rhesus antijeninin aksine, LW anti­ jeni pek önemli değildi. aLWOFF (André), transız biyolog ve he­ kim (Ainay-le-Château, Allier, 1902). 1938’de Pasteur enstitüsü mikrobik fizyo­ loji servisi şefi oldu, 1959'dan sonra Sorbonrıe'da mikrobiyoloji kürsüsünde görev aldı, 1965’te, mikrobik genetik üzerinde­ ki çalışmaları için J. Monod ve F. Jacob ile, tıp ve fizyoloji dallarında Nobel ödülü’nü paylaştı. 1950’lerde, bakterilerde lizojeniyi, yani bakteriyofaj virüsün bakte­ riye girerek onu yok edişini incelemeye gi­ rişti ve böylece çağdaş molekülsel gene­ tiği kuracak olan araştırmaları başlattı. Ix , sı aydınlık birimi lûks’ün simgesi. LY, Vietnam hanedanlığı (1010-1225). Es­ ki Lê hanedanlığı sırasında mandarin olan Ly Cong Uân tarafından kuruldu. Hane­ danlık Vietnam'da hüküm süren büyük hanedanlıkların ilkidir. Lyler başkentlerini Thang Long'da, bugünkü Hanoi'nin bu­ lunduğu yerde kurdular, ülkeyi düzene soktular ve Çampa’nın aleyhine güneye doğru yayıldılar



LYADOV (Anatoliy Konstantinoviç), rus besteci, orkestra yöneticisi ve eğitimci (Petersburg 1855 - Polıynovka, Novgorod, 1914). İlk müzik derslerini, imparatorluk sarayının capella yöneticisi olan babası Konstantin Lyadov'dan (1820-1868) aldı. Daha sonra Rimskiy-Korsakov’un öğren­ cisi oldu. Petersburg konservatuvarı'nda (1886) ve Saray müzik okulu'nda ders ver­ di. Borodin, Rimskly-Korsakov ve Stasov’ un dostuydu, Belayev'in çevresindekile­ re katıldı. Çok sayıda piyano parçası ve melodinin yanı sıra kantatlar besteledi ve halk şarkılarını koroya uyarladı. Ayrıca senfonik yapıtları vardır: Baba-Yaga (1905); Sihirli göl (The Enchanted Lake) [1909]; Kikimora (1910); Neni (1914). LYAHOV adaları, Sibirya kıyısında ta­ kımada, Lena ve Indigirka'nın ağızları ara­ sında. LYALLPUR -» FAY5ALABAD. LYAPUNOV (Sergey Mihailoviç), rus pi­ yanocu ve besteci (Yaroslav 1859 - Paris 1924). Moskova konservatuvarı'nı bitirdik­ ten sonra Taneyev'den ve daha sonra Balakirev’den de ders aldı. İmparatorluk capellası'nda Balakirev'in yardımcılığını yap­ tı. Petersburg konservatuvarı'nda ders verdi. 1923’te Paris'e yerleşti. 300 dola­ yında rus halk şarkısını yayımladı. Ayrıca çok sayıda piyano yapıtı (Sonat, Yüksek icra etütleri, 1905), oda müziği parçaları, solistti ya da solistsiz senfonik yapıtlar (Rus temaları üzerine tören uvertürü, 1898; 2 senfoni; 2 senfonik şiir: Zelazovva Wola, 1909 ve Hachisch, 1913), bir Ukrayna rap­ sodisi (piyanolu), piyano (1910) ve keman (1915) konçertoları, bir mezmur (1918) besteledi. LYASKOVES, Bulgaristan'da (Veliko Tirnova yönetim bölümü) kent; 8 0 0 0 nüf. Gelişmekte olan sanayi merkezi. Ünlü şa­ rap mahzenleri. LYAUTEY (Louis Hubert Gonzalve), Fransa mareşali (Nancy 1854 - Thorey, Meurthe-et-Moselle, 1934). Asker kökenli bir aileden gelir. 1873'te Saint-Cyr'e girdi, ardından kurmay okuluna geçti, daha sonra süvari sınıfına dahil edildi. 1880’de Cezayir'e gönderildi. Binbaşı oldu, 1894'te Çinhindi’ne yollandı. 1900’de al­ bay oldu, 1902'de Fransa'ya döndü. 1903'te Cezayir valisi Charles Jonnart ta­ rafından çağrıldı, Ayn Sefra idari bölgesi­ nin askeri komutanlığın^ getirildi ve gene­ ralliğe yükseltildi. Aralık 1916 - mart 1917 arası Savaş ba­ kanlığı yaptı, daha sonra Fas'a döndü. 1921'de Fransa mareşali oldu; Mareşal Pötain'e denetim görevi verilmesi üzerine Rif savaşı’nın tam ortasında görevden alınmasını istedi. Lorraine'de Thorey’e çe­ kildi. LYCAEA a. Gömleklilerin yüzen koloni­ lerindeki boşlukta çok yaygın, kabuklular cinsi. (Gözleri çok gelişmiştir. Kabuklupireler takımı, Hyperia alttakımı; Lycaeidae familyasının örnek tipi.) LYCAENA a. Eşey ayrılığı belirgin küçük kelebek öbeği. (Erkeği genellikle mavi, di­ şisi esmerdir; Lycaena öbeği birçok cins içerir; Lycaenidae familyası.) —ANSİKL. Lycaena arion ve sırt papillalarının salgıladığı tatlı madde nedeniyle ka­ rıncaların yuvalarında tırtıllarını besledik­ leri L. alcon türleri iyi bilinir. L. alcon’un tırtılları gelişmelerini karınca yuvalarında tamamlar ve burada kannca yavrularıyla beslenir. LYCAENİDAE a. Lycaena, Thecla, Polyommatus, vb. öbekleri içeren, gündüzkelebekleri öbeğinden pulkanatlılar famil­ yası. LYCASTE a. Büyük yapraklı, dal uçların­ da tek tek yer alan çok sayıda güzel çi­ çekli epifit bitki. (Amerika'da yetişen 30 tür; salepgiller familyası.)



LYCHNUS a. (lamba anlamında lat.



söze). Ust Kretase'de tattısularda yaşamış karındanbacaklı yumuşakça cinsi. (Hay­ vanın bedenini bütünüyle örten kavkısının son sarımı çok kabarıktır. Odontostomidae familyası.)



7599



LYCİCAE a. Tropikal bölgelerde yaşayan kınkanatlı familyası. (Ateşböceklerine ben­ zerler Ağkanatlıgiller adıyla da bilinen bu familyada yaklaşık 3 000 tür vardır.) Lycldas, John Milton'ın pastoral elejisi (1637'de yazıldı). Boğularak ölen bir dos­ tunun ardından yazdığı ağıta, iyi çobana (İsa) adanmış bir övgü şiiri katan Milton, Ingiltere kilisesi'nin katoliklik yanlısı eğilim­ lerine karşıt tutumunu bir yapıtında yeni­ den vurgular. LYCODES a. Kuzey Buz denizi’nde ya­ şayan kemiklibalık cinsi. (Yassı bedenleri sivri bir uçla son bulan Lycodes1er 100 -500 m derinlikteki diplere bağlı yaşarlar. Zoarcidae familyası.) LYCODONTİNAE a. Eski Dünya'da ka­ rada yaşayan, kazıcı, zehirsiz yılanlar oy­ mağı. (Oymak üyelerinin çenelerinin ön kesiminde iki güçlü diş bulunur. Kerten­ keleler ve kurbağalarla beslenirler. Suyılanıglller familyası.) LYCOPODİALES a. Bot. KİBRİTOTLARI takımının bilimsel adı. LYCOEA a. Bütün dünyaya yayılan, ge­ zici örümcek cinsi. (Kurtörümceğigiller fa­ milyası.) —ANSİKL. Küçük bedenli türleri çayırlık­ larda ve ormanlarda gezinerek yaşar; iri bedenli türlerse, deliği kısa bir bacanın ucunda olan bir yeraltı bannağı kazar. Kurt örümcekler ortak adıyla da anılan Lycosa cinsi üyeleri, Brezilya’da yaşayan bir­ kaç türü (bunların ısırığı, derinin ciddi bo­ yutlarda ölmesine yol açar) dışında saldır­ gan değildir.



Monnier



André Lwoff (1980’e



LYCOSİDAE a. Böcbil. KURTORÜMCEĞİGİller familyasınırfbilimsel adı. LYCRA a. (tesc. edil. a.). 1960'ta üreti­ len ve değişik türde elyafla ya da iplikle kaplı olarak, büyük bir esnekliğe sahip tekstil maddelerinin hazırlanmasında kul­ lanılan elastomer iplik. LYCTUS a. Larvası reçinesiz tahtalara saldıran kınkanatlı böcek cinsi. (Uzun, yassı ve küçük bedenli böcekler olan Lyctusîar bütün yerküreye yayılır. Koyu kı­ zıl renkli Lyctus linearis, Avrupa’daki şan­ tiyelerde zararlara yol açar. L. brunneus meyankökünde yaşar. Lyctidae familyası­ nın örnek tipi.) LYCUS LATİSSİMUS a. (yun. lykos, kurt’tan). Afrika’nın güneyinde yaşayan, elitraları kanatlarından çok büyük kınka­ natlı böcek. (Ağkanatlıböcek adıyla da bi­ linen bu böceğin erkekleri, yalnızca baş­ ka erkekleri çeken maddeler yayar. Lycidae familyası.) LYDA a. Zarkanatlıların Symphyta öbe­ ğinden (testere sinekleri) birçok tür içeren cins. (Lyda pinivora orman ağaçlarına ve süs ağaçlarına büyük zarar verir. Örücüyaprakarasıgiller [Pamphilidae] familyası.) LYDAİ. Tar. coğ. Anadolu’nun G.'inde, Lykia bölgesinde kent; Fethiye körfezinin B.'sındaki Kapıdağ üzerindeydi. Yörede yerleşmeye ilişkin çeşitli yazıtlar ve İ.Ö. IV. yy.’dan bir sikke ele geçti. K.-G. doğrultu­ sunda uzanan vadi boyunca Roma ve Bi­ zans dönemlerinden kalıntılar vardır. Akropoliste küçük bir kale bulunmaktadır. Yöre, Lykia tipi lahitteri ve kaya mezarla­ rıyla dikkati çeker. IYDELLA a. Tıfıllarda asalak yaşayan tırtılsineği cinsi. (L. Grisescens, mısır piraliyte biyolojik mücadelede kullanılmak için Japonya’ya sokuldu. Tachinidae familya­ sı.) LYDİA. Tar. coğ. Anadolu'nun B.'sında, Hermos (Gediz) ve Maiandros (Büyük Menderes) nehirleri arasında bölge; K.’den Mysia, G.’den Karia, D.’dan



lycosa



doğr.)



Lydia Phrygia, B.’dan lonia ve Aiolis ile sınırlıy­ dı. (Bu bölgenin adı Homeros'ta Maionia olarak geçer). Bu sınırlar, Lydia kralı Alyattes döneminde Kızılırmak'a, Karun (Kroisos) dönemindeyse Propontis'ten (Mar­ mara denizi) Lykia bölgesine değin geniş­ lemişti. Doğal kaynaklar açısından çok zengin olan bölge (ormanlık, kil ve mer­ mer yatakları, kuartz, altın) atları, battani­ ye ve halılarıyla ünlüydü. Lydla’nın mer­ kezi Sardels, başlıca kentleri Magnesla e pros Sipyloi (Manisa), Apollonia, Tralles (Aydın), Thyatelra'ydı. Lydia Krallığı'ndan sonra Perşler’ln eline geçen bölge satraplık oldu (İ.Ö. 546). Büyük İskender herhan­ gi bir direnişle karşılaşmadan Sardeis'e girdi ve burada Zeus’un anısına büyük bir tapınak yaptırdı. Daha sonra Selefkiler (İ.0.270'ler) ve Bergama Krallığı (İ.Ö. 190) yöreye egemen oldu. Roma döneminde Asya (Asia) eyaleti içinde yer aldı.



7600



LYDİA a. (öz. a. Lydia'dan) [Tamlayan olarak], Lydia'ya ilişkin, Lydia ile ilgili. —Müz. Lydia ıskalası, Eski Yunanlılarda (Platon’a göre) çok eski bir ıskala (armo­ ni), bir aktarım tonu ya da bu tondan kay­ naklanan oktav (do-do). || Lydia makamı, IX. yy.’dan başlayarak, fa-fa oktavının kar­ şılığı olan 5. kilise makamına verilen ad. —Yerbil. Lydia taşı, kömürlü gereçlerle si­ yah renk almış jasp türü. (Altın ve gümüş alaşımlarında mihenk taşı olarak kullanılır.) LYDİA DİLİ a. Antlkçağda Lydia'da ko­ nuşulan dil. (Sardeis'te bulunan lydia di­ linde yazılmış metinlerin en eskileri İ.Ö. VI. yy.’a uzanır. Çoğu ise IV. yy.'dan kalmadır. Bu metinler, batı yunancadan türemiş bir abeceyle yazılmıştır. Bu dilin hint-avrupa kökenli olduğu sanılmaktadır, çünkü, hltitçe ve luvi diliyle birçok ortak özelliği sap­ tanmıştır.) LYDOAYE (John), İngiliz şair (Lidgate, Suffolk, 1370'e doğr. - Bury Saint Edmunds 1450'ye doğr.). Benedikten, saray şairi, Chaucer’ın ve transız “ romara''nın hayranıydı. Basit bir ahlak anlayışına da­ yanan tarihsel romanlar yazdı. (The Temple of Glass, 1405; The Troy Book, 1412 -1420; TheStoryofThebes, 1420; The Fai­ le of Princis, 1430-1438).



Atina'da Lykabettos



LYDİALILAR, Anadolu'da Hermos, Kaystros ve Maiandros vadilerinde yerleş­ miş eski halk. Tarih sahnesine kral Gyges (öl. İ.Ö. 644'e doğr.) döneminde çıkan bu halk, başkenti Sardeisolan bir krallık kur­ du. Savaşçı bir halkın önderleri olan Gyges ve ardılları Mermnadlar (547'ye değin), büyük Phrygia devleti Kimmerler tarafından yıkıldığı sırada, kıyıdaki yunan sitelerini ve iç kesimlerdeki halkları ege­ menlikleri altına almaya giriştiler. Lydia kralları, Kimmerler’i kovdular; Alyattes (İ.Ö. 610-561'e doğr.) sınırlarını Halys’e değin genişletti. Yunan sitelerinin direnişinin Ka­ run döneminde (561-547) son bulduğu sa­ L.Y. Loirat-Exptorer



nılır. Mermnadlar, tapınaklara ve Deiphoililer’e armağanlar vererek yunan ya­ rımadasındaki devletlerle uzlaşmayı başar­ dılar; gerçekten de çok zengin kaynakla­ ra ve bilinen ilk paraların basılmasını sağ­ layan Paktolos’un elektrumuna sahiptiler. Karun, Pers kralı Keyhüsrev'e karşı bir se­ fer düzenledi. Keyhüsrev, Karun'u Sarde­ is'te kuşattı ve Lydia’yı yenilgiye uğrattı. Ahemeniler’in egemenliği altına giren Lydialılar, savaşçı niteliklerini yitirdiler, ama yunan kültürü karşısında lydia kültürü, an­ cak İ.Ö. IV. yy.’da gerilemeye başladı. LYDİON a. (yun. söze.). Lydialılar’a öz­ gü bir koku ve krem kabı. (Bölgenin ünlü ürünlerini yaymak amacıyla yapılmış olan lydionlar yüksekçe konik ayaklı, sarı, be­ yaz ya da turuncumsu astarlı, dalgalı çiz­ gilerle süslü kaplardır.)



konularda yapıtlar verdi (İ.Ö. IV. yy. - III. yy.). Menandros’un çağdaşı ve rakibi, Kentauros adlı komedinin yazarıdır. LYOODACTYLUS a. Afrika ve Mada­ gaskar’da, ağaçlar ya da kayaçlar üzerin­ de yaşayan küçük kertenkeleler cinsi. (Gündüzcüdür. Genellikle bedeni canlı renklerde olur. Hem parmaklarında hem de kuyruğunda tutunma organları vardır. Gekogiller familyası.) LYOOSOMA a. Tropikal bölgelerde ka­ rada yaşayan, kertenkele cinsi. (Çok kısa dört bacağı vardır. Çoğunlukla canlı ve parlak renklidir. Bazen toprağı kazıp içi­ ne girer. Özellikle Güney-doğu Asya’da ve Endonezya'da yaygındır. Birkaç düzine tür içerir. Skinkgiller familyası.)



LYQUS a. Çiçekler üstünde koşuşarak yaşayan küçük bitkibiti. (KöryarımkanatlıLYELL (s/r Charles), İskoç yerbilimci giller familyası.) (Kinnordy, Tayside, 1797 - Londra 1875). —ANSİKL. Lygus cinsinin larvaları ve eriş­ 1832'de Londra Krallık koleji'nde yerbilim kinleri, deldikleri ekinlere zarar verirler: dersleri vermekle görevlendirildi. 1833'te Lygus pratensis beyaz ve esmer meneviş­ yayımladığı ve ders notlarını bir araya ge­ li, sarı ya da kızıl bedenlidir; L. campestiren kitabı Principles of Geology (Yerbili­ tris'e maydanozgiller ve krizantemler üs­ min ilkeleri) hemen, özellikle de Darvvin tünde rastlanır; L. pabulinus ise Kuzey Av­ üzerinde çok büyük etki yaptı. Lyell bu ki­ rupa'daki meyvelere zarar verir. tapta, yerbilimin bir tarihçesini yaparak Kutsal Kitap'a sadık bir yorumun sakınca­ ■LYKABETTOS, Attike'de Pentelikos sı­ radağlarında tepe, bugün Atina içinde, larını gösterdi, o dönemde geçerli olan Akropolis’in doğusundadır. "felaket habercisi” kuramını eleştirdi ve ol­ guları (var olan nedenler) incelemeyi LYKAİA a. (yun. söze.). Esk. Yun. Arkaönerdi. Ortadan kalkmış türlerin yûzdesidhia'da, Zeus onuruna düzenlenen şen­ ne göre Üçüncü Zaman çökellerinin ya­ likler. (Lykeion tepesinde kutlanırdı.) şını yaklaşık olarak değerlendirmeye ça­ LYKAON. Yun. mit. Ülkesinden geç­ lıştı. mekte olan Zeus'a insan eti ikram eden Lyell sendromu (deri hastalıkları uzma­ Arkadhia kralı. Zeus, Lykaon ile elli çocu­ nı A. Lyell’in adından). Der. hast. Yıldırım ğunu (Nyktimos adındaki bir tanesi dışın­ hızı ile ilerleyen kabarcıklı deri zehirlenme­ da) yıldırımla çarptı. Bu efsane, Arkadhisi. Çok biçimli eritimler arasında sayılan a'da yapılan insan kurban etme törenle­ hastalık, üstderinin kütle hâlinde ayrılıp alt­ riyle ilgilidir. taki alderinin üzerinden kaymasına neden LYKAONİA. Tar. coğ. Orta Anadolu'da olur. Bazen saçlı deri dışında bütün vü­ bölge; Tauros (Toros) dağlarının K.'inde, cudu saracak şekilde geniş altderi yüzey­ Kappadokia ile Pisidia arasındadır. Başlı­ leri açılıp meydana çıkabilir Hızla koma­ ca kenti, Ikonion’du (Konya). Stratejik to­ ya giren hasta haşlanmış bir görünüm alır numu nedeniyle sık sık el değiştirdi. Pere­ (2. derece büyük yanık). Hiç beklenme ler döneminde Phrygia satraplığının sınır­ dik bir zamanda ortaya çıkan hastalık ilaç ları içindeydi. Büyük İskender'den sonra alerjisinden ileri gelir. (Eşanl. AŞIRI akut Selefkiler’in, Bergama krallığı'nın ve Ro­ NEKROZLU EPİDERMOLİZ.) ma imparatorluğu'nun egemenliğine gir­ LYGAEİDAE a. Böcbil. UZUNYARIMKAdi. Roma döneminde K.'i Galatia'ya, D.’su natlig Iller familyasının bilimsel adı. Kappadokia'ya bağlandı. Aziz Paulus'un yaptığı ziyaretlerle kısa sürede hıristiyanLYOAEUS a. (yun. lygaios, loş, alacaka­ laştı. Bizans döneminde Anatoliton theranlık). Karada yaşayan, kanath, uzun gövdeli parlak renkli bitki cinsi. (Özsularımasına bağlandı. nı emdiği çeşitli bitkilerin üstünde bulunur. LYKEİON (Apollon Lykeios'un adından Lygaeus eçuestris, Batı Avrupa'da kurtye yun. söze.). Esk. Yun. Atina’nın D.'sunda, nikli meşelerde bol bulunan, siyah, kırmızı .Lykabettos'un eteğinde bulunan yer. Illive beyaz renkli bir bitkibitidir. Lygaeidae sos kıyılarında geniş bir ovaydı. Burada familyasının örnek tipi.) bir Apollon Lykeios tapınağı ve Perikles' in yaptırdığı bir gymnasion vardı. —İ.Ö. LYODAMUS, latin şair (İ.Ö. I. yy.), Corpus Tibullianum'un III. kitabının ilk altı ele 355’e doğru Aristoteles tarafından bura­ jisinin yazarı. Neaera adında vefasız bir da kurulan felsefe okuluna adını vermiş­ sevgiliye seslenen bu içten ve çoğu kez tir. de acemice şiirlerin yazarı belki de OviLYKEOS ya da LYKİOS dağı. Tar. dius'un küçük kardeşidir. coğ. Yunanistan’da dağ, Arkadhia’da, LYOEUM a. Akdeniz kıyılarında yetişen Messinia sınırında. Dağın tepesinde, kıs­ ve alfaya (Stipa tenacissima) çok benze­ men kayalara oyulmuş, Zeus tapınağı, yen, tek başak halinde toplu çiçekli, çokLykeios oyunları için stadyum ve hipod­ yıllık otsu bitki. (Bazı ülkelerde hasır yapı­ rom, dağın iyice etek kesimindeyse Lykomında kullanılır. Buğdaygiller familyası.) sura yıkıntıları ortaya çıkarıldı. LYDİNOPTERİDAE a. Pteridospermae ■ L Y K İA - Tar. coğ. Anadolu'nun G.'inde, grubundan lyginopteris gibi karbon çağı Aksu ve Dalaman çayları arasında kalan bitkilerini kapsayan familya. bölge; B.'da Karia, D.'da Pamphylia ile sı­ nırlıydı. Strabon, bölgeye ilişkin aynntılı bil­ LYOİNOPTERİS a. (yun. lyginos, sor­ gi verir. Karataş'-Semayük kazılarında ele gundan yapılmış, ve pteris, eğrelti'den). geçen Kültepe (Kaneş) I b ve eski Hitit Pteridospermae grübundah fosil bitki cin­ krallığı'yla çağdaş, devetüyü renkli, çark si. Bu cinsin karbon devrinde yetiştiği bi­ linen Lyginopteris otdhamia türünün bü­ yapımı çanak çömlekler, bölgenin bir yan­ tün kısımları bellidir: yapraklar (sphenodan Girit'in Orta Minos kültürü, öte yan­ pteris), odun (dadoksilon), yaprak sapla­ dan Orta Anadolu kültürleriyle ilişkilerini rı (rachipteris), kökler (kaloksilon), yumur­ aydınlatmıştır. Knossos kralı Minos’un kar­ tacıklar (lagenostoma) ve dişi organlar deşi Sarpedon, Lykia ve Karia’da koloni­ (krossoteka). ler kurdu. Lykia’da oturan Lukkalar'ın LYOKEUS. Yun. mit. Aigyptos'un elli Lykialılar* oldukları kabul edilmektedir. İ.Ö. oğlundan, genel katliamda sağ bırakılan VIII. yy.'da bölgedeki kentler Lykia birliği'ni tek çocuğu. —Aphareus’un oğlu, keskin kurdular. Phrygia ve Lydia, lykia kentleri görüşüyle ünlü Argonaut. üzerinde egemenlik kuramadılar, ama pers generali Harpagos, Lykia’yı denetim L Y G K E U S , yunan komedi şairi, çeşitli



altına aldı. Ahemeniler ve Romalılar zama­ nında bağımsız sayılabilecek bir federas­ yon durumundaki bölge, Claudius döne­ minde Pamphytia ile birleştirildi (İ.S. 43). IV. yy.’dan sonra bağımsız bir eyalet oldu. —Arkeol. Lykia'da bulunan kalıntılar, Ana­ dolu'nun en ilginç ve çarpıcı antik örnek­ leridir. Burada İ.Ö. V.-IV. yy.'lardan kalma anıtlar, hellenistik ve roma yapıları, mezar­ ları, kutsal alanlarıyla yan yanadır. Özel­ likle kayalara oyulmuş çeşitli biçimlerdeki mezarlar İ.Ö. V. yy.'dan Roma dönemine değin uzanır (Teimessos'taki yunan üslu­ bunda, templum in antis biçiminde me­ zarlar, Pinara'daki lykia tipi mezarlar, Ksarıthos'taki Nereidler anıtı, payeti me­ zar, Harpyalar anıtı, Aslanlı mezar, Payava anıtı, Limyra’daki lahit biçimindeki anıt). Bu yöredeki en eski arkeolojik buluntular, İ.Ö. VII. yy.'a iner. Hititler dönemine ve İ.Ö. I. binyıl'ın ilk yarısına ilişkin veriler yeni ye­ ni ortaya çıkarılmaktadır. Bu konuda en önemli adım, Prof. M. J. Mellink’in 1983’ ten beri Karataş-SemayCık’te gerçekleştir­ diği sistemli kazılarla atılmıştır. Bu kazıla­ rın sonuçları Lykia bölgesinin tarihörıcesini aydınlatması açısından önem taşımak­ tadır. Bir başka önemli kazı Lykia birliği' nin dinsel merkezi olan Letoon*'da sürdü­ rülmektedir. Lydia'ya karşı bağımsızlıkla­ rını koruyabilen Lykialılar, Persler’in ege­ menliğinde Ahemeniler'in etkisinde kal­ mış olmakla birlikte kendi özgün mimari­ lerini ve sanatlarını da yaratabilmişlerdir. Heykel sanatı yunan üslubundadır, an­ cak Lykia'ya özgü bir ruh taşır.



savaşı'na katılmasını önlemek için onu Lykomedes'in sarayında sakladı; Akhilleus, kralın kızı Deidameia'ya gönlünü kap­ tırdı; Deidameia'nın ondan Neoptolemos ya da Pyrrhos adında bir oğlu oldu. Lykomedes, Theseus'u da konuk etti ve onu bir yardan aşağıya attı.



LYKİA DİLİ a. Antikçağ'da Lykia'da ko­ nuşulan dil. —ANSİKL. Lykia dili 29 harfli (6 'sı ünlü) öz­ gün bir abeceyle yazılırdı. Bu abecenin temeli bir yunanca ilkûrneğiydi, ama gös­ tergelerin çoğu girit ve kıbrıs yazı dizge­ lerinden aktarılmıştır. Eldeki metinler İ.Ö. 500 ile 200 yıllarından kalmadır, en uzun metin (henüz çözülememiştir), Ksanthos' ta bulunan bir sütundadır. Bunların yanı sıra, çoğu ikidilli (yunanca-lykia dili) birçok mezar yazıtı da vardır. Son araştırmalar, lykia dilinin, batı luvi dilinin bir lehçesinin kalıntısı olduğunu ve hint-avrupa kökenin­ den geldiğini göstermiştir.



LYKOPOLİS -> ASYUT.



Lykia lahdi, Osman Hamdi Bey tarafın­ dan Sidon'daki (bugün Sayda) krallar nekropolisinde ortaya çıkarılan (1887) lahit; Lykia bölgesindeki lahitlere benzediğin­ den bu adla anılır. Paros mermerinden ya­ pılmış olan lahit, cephelerindeki yunan ve doğu üslubundaki kabartmalarıyla İ.Ö. IV. yy.’a tarihlendirilir. Uzun yüzlerdeki kabart­ malarda av sahneleri (aslan avı, yaban domuzu avı) işlenmiştir. Kısa yüzlerdeyse mitolojik konular (Kentauroslar savaşı) yer alır. Beşik çatı biçimindeki kapakta da ko­ ruyucu griffon ve sfenks figürleri bulun­ maktadır. Kabartmalardaki mavi, kırmızı, sarı boya izlerinden bunlara çeşitli renk­ lerle canlı bir görünüm kazandırıldığı an­ laşılmaktadır. L Y K İA U L A R , Anadolu’nun güney -batı'sında yaşamış eski halk (İ.Ö. I. binyıl - İ.S. I. binyıl). Gerçek adları Termilai idi (Termitler), ama Yunanlılar onları “ Lykialılar" adıyla tanırlardı; II. binyıl’da yaşamış Luviler'in soyundan geldikleri için bu adla anıldıkları sanılır. Her biri bir hü­ kümdar tarafından yönetilen Lykia sitele­ ri, zamanla federal bir devlete dönüştüler; Persler'e yenildiler (İ.Ö. 545’e doğr.); hellenizmi benimsemeye başladılar, ama ahemeni kralına ve kanalı satrap Piksodaros'a (IV. yy.) karşı özerkliklerini korudular. Aleksandros'tan sonra, Lagoslar ve Selefkiler, Lykia limanlarını ele geçirmek için mücadele etti. Roma, Lykia sitelerini Rodoslular’a verdikten (t.Ö. 188) sonra bu;si­ telerin bağımsızlığını ilan etti (İ.Ö. 167), İ.S. 43'te de Lykia-Pamphylia eyaletini kurdu. LYKİOS dağı - > L y k e o s . LYKOMEDES. Yun. mit. Skyros'taki Doloplar’ın kralı. Thetis, Akhilleus’un Truva



LYKOMEDES, mantineialı yunan siya­ set adamı (öl. İ.Ö. 336). inançlı bir demok­ rattı, Arkadhialılar’ın birliğini sağlamaya ve Sparta boyunduruğunu kırmaya çalıştı. Thebai kongresi’nde Thebaililer’in Yuna­ nistan üzerindeki hegemonyasına karşı çıktı. Spartalılar ve Eleialılar’ın tehditleri üzerine Atina'nın yardımını istemeye gitti. Dönüşünde Sparta yandaşları tarafından öldürüldü. LYKON, yunanlı hatip (İ.Ö. V. yy.). Sokrates'i suçlayan iddianameyi kaleme aldı. LYKOPHRON, Euboia'da (Eğriboz) Khalkis’te doğmuş İskenderiyeli şair (İ.Ö. IV. yy. sonu - III. yy. başı). İskenderiye' de Ptolemaios Philadelphos’un sarayında yaşadı, burada trajedi şairi olarak büyük ün kazandı. Özellikle Aleksandra (yani Kassandra) adlı garip bir şiirle tanındı; bu yapıt, Prlamos'un kızının kehanetlerini an­ latan 1474 dizelik uzun bir monologdan oluşuyordu.



Lykia Pinara'da lykia tipi mezarlardan bin



LYKOR1AS, megalopolisli yunan yurt­ taşı (öl. İ.Ö. 165’e doğr.). Akhaia birliği' nin strategosuydu (185). Arkadaşı Philopoimen'in intikamını Messini kentini yıka­ rak aldı (182). Polybios’un babasıydı. LYKOS. Yun. mit. Aralarında Thebai' nin iki efsanevi kralı ve Lykia’ya adını ve­ ren bir rahibin de bulunduğu çeşitli kişi­ lerin adı. LYKOS, lat. Lycus. Tar. coğ. İstanbul' da ve Anadolu’da birkaç akarsuyun ortak adı: — İstanbul'da eski Bayrampaşa de­ resinin Antikçağ'daki ve Bizans dönemin­ deki adı. — Doğu Karadeniz bölümünde­ ki Kelkit* çayının antik adı. — Denizli ile Pamukkale arasındaki Çürüksu'nun antik adı. Bu yöre Antikçağ’da önemli bir yün­ lü dokuma merkeziydi. LYKOSURA. Tar. coğ. Arkadhia’da yu­ nan kenti, Alpheios'un yukan havzasında. Messinili Damophon’un yaptığı anıtsal dinsel heykelleri içeren Despoinatapınağı'yla ünlüdür (Atina Ulusal müzesi). LYKUROOS, Trakya'da Edonol halkının efsanevi kralı. Değişik söylentilere göre Dlonysos’u ülkeden kovdu ya da yanında­ kileri esir aldı ve tanrılar tarafından işken­ ceye uğradı. LYKUROOS, tarihsel gerçekliği bulun­ mayan yasa koyucu. Antlkçağ geleneği, temel öğesi çocukların askerlik mesleği için eğitimden geçmeleri (agoge) olan tüm sparta kurumlarını ona mal eder. Apollon'un kehanetinin (rhetra) ürünü Anayasa onun eseridir. Lykurgos adı ve Sparta eğitim sisteminin bazı öğeleri (krypteia gibi) Sparta'nın ilk dönemlerin­ de bir kurt rakipler sınıfı bulunduğunu ve onun izlerinin Lykurgos'un adında süre­ geldiğini düşündürmektedir. LYKUROOS atinalı hatip (390'a doğr. - İ.Ö. 324’e doğr.). Lykophron’un oğlu, Pla­ ton ve isokrates'in öğrencisi. MakedonyalI Philippos'un hasımlarından. 338’den 326'ya kadar, Demosthenes ile Kallias’ın yardımlarıyla ustalık ve dürüstlükle Atina' nin mali işlerini yönetti, savaş filosunu ve tersane donanımını genişletti, Dlonysos ti­ yatrosu ile bir stadion ve bir gymnasion yaptırdı. Makedonya yayılmacılığına kar­ şı iyi eğitilmiş bir askeri birlik bulundurmak amacıyla ephebos okullarını yeniden dü­ zenlemeye çalıştı. Halk Lykurgos'un İs­ kender’e teslim edilmesine karşı çıktı. Gü­ nümüze yalnızca Kata Leokratus adlı söy­ levi kalmıştır. LYKUROOS, Sparta kralı (öl. İ.Ö. 212’ye



Büyük Larousse



doğr.). Krallığı rüşvetle elde etti. Akhaialılar'a karşı Aitolialılar'ı destekledi. Makedonyalı Philippos V'e yenildi. LYLY (John), İngiliz yazar (Canterbury 1534? - Londra 1606). 6 xford'da profesör­ lük yaptı, Parlamento üyeliğine seçildi (1591-1601), öğretici bir romanla (ıEuphues* or the Anatomy of Wit, 1578) İngiliz dilinin ve ruhunun inceliğini göster­ meye çalıştı. Bu yapıta göre şövalyenin özellikleri yapmacık ve yüzeysel bir duy­ gusallıktır: manevi değerlere ve sevgiye dayanan kurtuvazi, içeriğinden koparak birtakım yapmacıklara dönüşür. Euphuism* daha sonra bir okul oldu. Bu romanın devamı olan Euphues and his England (1580) İngiliz kadınlarına ve kra­ liçe Elizabeth'e saygılar sunmak amacıy­ la yazıldı. Lyly, ayrıca konusunu mitoloji­ den alan ve aristokrat kesim tarafından •çok beğenilen komediler de (Campaspe, 1584; Sapho and Phao, 1584; Endimion, 1586; Midas, 1589) yazdı. LYMAN (Theodore), amerikalı fizikçi (Boston 1874 - Brookline, Massachusetts, 1954). Harvard Üniversitesi’nde Jefferson fizik laboratuvan'nın müdürü oldu, morö­ tesi bölgesinde, tayfölçümü araştırmaları yaptı. Hidrojen tayfının, bu bölgede yer alan bir dizi çizgisine onun adı verildi. LYMAN (John Goodwin), kanadalı res­ sam (Biddeford, Maine, 1888 - Barbados 1967). Çağdaş sanat derneği’ni (1939 -1948) kurdu. Modern sanatın Kanada'da en önemli öncülerinden biriydi. Yapıtların­ da, 1909'da öğrencisi olduğu Matisse'ln ve J. W. Morrice’in etkileri sezilir. LYMANTRİA a. (yun. lymanter, eros,



Lykia lahdi Arkeoloji müzesi, İstanbul



lymantria yıkıcı, tahrip edici’den). Kuzey yarıküre' de yaşayan, kalın, hantal, kıllı gövdeli ke­ lebek cinsi. (Gecekelebekleri büyük öbe­ ğiyle akrabadır. Çingene pervanenin [Lymantria dispar] tırtılı ve rahibe çinge­ ne pervane [L monacha] orman ağaçla­ rına büyük zarar verir.)



76 0 2



LYMANTRİİDAE a. Böcbil. TOMBUUGÜVEGİLLER familyasının bilimsel adı. Lym * h a s ta lığ ı. Der. hast. Gezici, sü­ reğen mikroplu erltem. (Mikrobu bir ke­ ne [ixodes dammini] tarafından bulaştırı­ lır ve hastalık subakut ya da süreğen poliartritle sonuçlanabilir.) LYME REGİS, Büyük Britanya'da (Dor­ set) sayfiye merkezi, Lyme Bay kıyısında, Devon sınırında; 3 400 nüf. Balıkçılık. — Açıklarda, Lyme koyu'nda dev petrol tan­ kerlerinin yükleme ve boşaltma yeri.



Keystone



Jack Lynch (1966'da)



LYMEXYLON a. (yun. lyme, zarar, ve yun. ksylon, odun’dan). Odunla beslenen dar ve oldukça yumuşak bedenli kınka­ natlı böcek cinsi. (Gemikeresteslböceğiller familyası.) —ANSİKL. Başlıca türleri, reçineli ağaçla­ ra saldıran Lymexylon dermestoides ile meşe ve kestane ağacına saldıran gemi kerestesiböceğidir (L. navale). L. (ya da Hylecoetus) dermestoides'tn dişisi yumur­ talarını ağaç yarıklarına ya da kabuksuz kesimlere bırakır; larvalar soymuk tabaka­ larını delerek ya da odun içinde 25 cm derinliğe kadar inerek beslenir. Gemi kerestesiböceği, yumurtalarını, yaz başında, kabuğu soyulmuş meşe kütüklerinin ya da özellikle tersanelerdeki kabuğu soyul­ muş kerestelerin üstüne bırakır. LYMEXYLONiDAE a. Böcbil. GEMİKERESTESİBOCEĞİGİLLER familyasının bilim­ sel adı. L Y M İN G T O N , Büyük Britanya’da (Hampshire) kent, Solent kıyısında, Wight adasının karşısında; 35 600 nüf. Sayfiye ve yatçılık merkezi. Wight adasına giden­ lerin gemiye bindiği iskele, LYMNOCRYPTES M İNİM US a. La ponya ve Rusya’dan gelerek Akdeniz ül­ kelerinde kışı geçiren küçük çulluk. (Bir tehlike sözkonusu olduğunda son ana ka­ dar kaçmamasıyla ünlüdür. Çullukgiller fa­ milyası; uzunluğu 2 0 cm.) LYNA, Polonya ve Rusya’da ırmak, uzunluğu 264 km (190 km'si Polonya’da). Mazurya göller bölgesinde doğar, Olsztyn'den geçer ve Warmia’nm orta­ sından geçerek Kaliningrad’ın yukarı ke­ siminde aşağı Pregola vadisine ulaşır.



■ LY N C H (Patricia Nora), İrlandalI kadın edebiyatçı (Corcaigh 1898 - Dublin 1972). Önce gazetecilik yaptı (1916'da Kanlı Pas­ kalya sırasında ayaklananları destekledi), yazdığı birçok çocuk romanında, doğa­ üstü kahramanlarla İrlanda halk öykülerin­ den kişileri kaynaştırdı (Tales ot Irish En­ chantment, 1952).



tekrar iktidara geldi. Ancak, Kuzey İrlan­ da’daki çatışmaların şiddetlenmesi, iktisa­ di ve toplumsal bunalım Jack Lynch’i 5 aralık 1979'da istifa etmek zorunda bıraktı. Lynch yasası, ABD'de, XVII. yy.'dan başlayarak uygulanan ve adını bölgesin­ deki yasadışı kişileri temizleyen virginialı bir yargıçtan alan, basit yargılama usulü. Bu usul, suçüstü yakalanan sanıkların derhal yargılanarak mahkûm edilmeleri ve mahkûmiyet kararının hemen yerine getirilmesi ilkesine dayanıyordu. (-» LİNÇ.) LYNCHBURG, ABD'de (Virginia) kent. James River kıyısında, Apalaşlar'ın kena­ rında; 6 6 700 nüf. Ticaret merkezi (tütün). Tekstil. Kırtasiye. Hafif makine yapımı. LYNCHİA a. Tarsuslarında üç dişli tırnak­ lar bulunan, pupipar, kanatlı, asalak sinek cinsi. (Lynchia cinsi üyeleri, deniz kuşla­ rının [albatroslar, yelkovankuşu, fregatkuşu vb.] ardından gider. Lynchia maura, güvercinlerde asalak yaşar ve onlara bir alyuvar hastalığı bulaştırır. Atsineğigiller fa­ milyası.) LYNDSAY (sir David), iskoçyalı şair (Mount, Fife ya da Garmylton, Hadding­ ton yakınında, 1490 - Edinburgh 1555'e doğr). iskoçya kralı James V'in danışma­ nı, diplomat ve reformcuydu. Yapıtlarında aşk ve kral adına soyluları ve din adam­ larını aşağıladı (The Dreme, 1528; The Testament and Complaynt of Our Soverane Lordis Papyngo, 1530; Ane Satyre of the Thrie Estaits, 1540). LYNEMOUTH, Büyük Britanya'da yer, İngiltere'nin (Northumberland) kuzeyinde, Kuzey denizi kıyısında. Alüminyum fabri­ kası. LYNEN (Feodor), alman biyokimyacı (Münih 1911 - ay. y. 1979). 1954'ten son­ ra, Münih’teki Max-Planck enstitüsü'nün histokimya çalışmalarını yönetti. Yağlı asit­ lerin metabolizmasında etki yapan enzim­ ler üzerinde önemli buluşlar yaptı. Koles­ terolün biyosentezi üzerine gerçekleştirdi­ ği çalışmalar nedeniyle, Konrad Bloch ile birlikte 1964 Nobel fizyoloji ve tıp ödülü’ nü kazandı. LYNHAM (Deryck), İngiliz kadın dans yazarı (Maisons-Laffitte, Fransa, 1913 -Lozan 1951). 1941'de Londra'da Ballet Guild'in kuruluşuna katıldı. Bu kurum da­ ha sonra London Archives of the Dance’e (Londra Dans arşivleri) dönüştü. Lynham’ in başlıca kitapları: Ballet Then and Now (Bir zamanlar ve şimdi bale) [1947], The Chevalier Noverre (Şövalye Noverre) [1950], LYHM OUTH, Büyük Britanya'da (De­ von) sayfiye merkezi, Bristol kanalının gü­ ney kıyısında. LYHH, ABD'de (Massachusetts) kent, Atlas okyanusu kıyısında, Boston yerleş­ me alanının kuzeyinde; 78 500 nüf. Sa­ nayi merkezi. General Electric şirketine bağlı büyük fabrikalar sayesinde, kentte elektrik gereçleri üretimi ağır basar; deri ve ayakkabı sanayisi; makine, tekstil ve hazırgiylm.



LYNCH (John, Jack —denir), İrlandalI siyaset adamı (Corcaigh 1917). Öorcaigh' ta avukatlık yaptı, parlamento üyesi oldu (1948) ve Fianna Fâil saflarında yer aldı. LYHH kanalı, Alaska’ nin G.-D.'sunda Eğitim bakanlığı (1957-1959), Avrupa kon­ uzun ve dar körfez, Juneau'nun K.-K. seyi danışma meclisi başkan yardımcılığı -B.’sında. (1958), Sanayi ve ticaret bakanlığı (1959 -1965) yaptı. Avrupa’da serbest mübade­ LYNN LAKE, Kanada’da maden mer­ le sisteminin geliştirilmesini ciddi olarak kezi, Manitoba’nın kuzey-batı’sında; 2 000 destekledi. 1962'de international Labour nüf. Bakır ve çinko cevherlerinin zengin­ Conference’a başkanlık yaptı. Kasım 1966’ leştirilmesi. da Seân Lemass’ın istifa etmesi üzerine LYHTON, Büyük Britanya’da (Devon) Fianna Fâil'in başkanlığına, sonra da Baş­ sayfiye merkezi. bakanlığa getirildi. Dayandığı çoğunluğun sağlam olmaması ve İrlanda'nın iktisadi ®LYON, Fransa'da kent, Rhöne-Alpes durumu onu, selefinin ılımlı siyasetini iz­ bölgesinin ve Rhône département inin lemek zorunda bıraktı. 1969 seçimleri le­ merkezi, Rhône ve Saöne'un birleştiği yerde, Paris’in 460 km G.-D.'sunda; 422 hine sonuçlandı, ancak Kuzey İrlanda 444 nüf. (1992). olayları partisinin zayıflamasına yol açtı. • COĞRAFYA. Lyon kentsel topluluğu­ İRA’ya olan düşmanlığı ve Büyük Britan­ nun kurumsallaştırdığı (56 komün) Lyon ya'ya ılımlı davranması da hoş karşılanma­ yerleşim alanı, Fransa'nın ikinci büyük dı. Bölünen Fianna Fâil, 1973 seçimlerini yerleşim alanıdır (1 260 000 nüf.). Lyon' kaybetti. Jack Lynch ve partisi, 1977'de



un konumu her zaman Kuzey denizi-Akdeniz ekseni üzerinde belli başlı bir yol kavşağı olarak tanımlanmıştır. Bu kavşak noktası, yukarı Rhöne'la İsviçre'ye, Sa Ône'la, Bourgogne ve Alsace eşikleriyle Rheinland ve germen bölgelerine, Alp ge­ çitleriyle İtalya’ya, çok daha küçük ölçü­ de olmak üzere Gier vadisi ve Lyonnais dağları geçitleriyle Loire ve Atlas okyanusu'na ulaşan yolların kesiştiği yerdedir. Eski bir ipekçilik merkezi olan Lyon’da, birçok sanayi kolunda (özellikle makine yapımı, kimya ve tekstil) üretim yapılmak­ tadır; ancak, bugün hizmet kesimi önem kazanmıştır. Kent, ticaret (fuarlar, depolar vb.), maliye (bankalar, borsa), eğitim (üni­ versiteler), askerlik, yargı (istinaf mahke­ mesi) ve din (başpiskoposluk) alanların­ da önemli bir konuma sahiptir. • TARİH. İ.Ö. 43’te, legatus L. Munatius Plancus, Fourvière tepesinde, imparator Claudius döneminde Colonia Copia Clau­ dia Augusta Uıgdunum adını alacak olan bir roma kolonisi kurdu. Legatus Augusti propraetore'nin merkezi olmakla birlikte kendi curia'sı tarafından yönetilen Lyon, II yy.’da Galya'nın en varlıklı kenti durumu­ na geldi. Fourvière mahallesi terk edildikten son­ ra, Saône kıyısı boyunca uzanan ve etra­ fı surlarla çevrili bir kent durumuna gelen Lyon, Burgundlar (457), daha sonra Franklar (500) tarafından işgal edildi. Merovenjler döneminde bir kont ve bir pis­ kopos tarafından yönetilen Lyon, Karolenjler döneminde ikinci dereceden bir kent olarak kaldı; bununla birlikte sonradan, Bourgogne krallığı'na (8 8 8 ), daha geç bir tarihte de (1032) Kutsal Imparatorluk’a bağlanan bağımsız bir prensliğin siyasal merkezi oldu. Başpiskopos Renaud de Forez (1193) ile kent, Papalık'a bağlı güç­ lü bir prensliğe dönüştü. Lyon 1307'de Güzel Philippe tarafından Fransa krallığı' na bağlandı. Bir komünün kurulması (1320) ve Dauphiné'nin ilhakından (1349) sonra Lyon, İtalya’ya giden tacirlerin ve askeri birlikle­ rin zorunlu olarak mola verdikleri bir uğ­ rak yeri haline geldi. Bu da kentin iktisadi gelişmesinde yeni bir aşamaya yol açtı. Lyon'daki maliye, bankacılık ve sanayi (ipek, 1467; matbaa, 1473) alanlarındaki gelişmeleri destekleyen Louis XI, kenti önemli bir uluslararası pazar durumuna getiren fuarlara resmiyet kazandırdı (1467). Napoléon III döneminde Lyon önemli bir demiryolu (P.L.M.) ve bankacılık (Crédit* Lyonnais, 1863) merkezi durumu­ na geldi; kent, 1941'den başlayarak dire­ niş hareketinin merkezi oldu. • GÜZEL SANATLAR. Fourvière tepesi (en yüksek noktada Notre-Dame de Föurvière bazilikası) ve Saöne'un sağ yakası (Roma döneminden kalma tiyatro ve ode­ on), Ortaçağ dan itibaren dinsel yapılarla kaplanmaya başladı. Daracık sokakları, gotik ve Rönesans döneminden kalma evleriyle, eski Lyon'da, St-Jean katedrali (XII.-XV. yy.'lar; taçkapılahda gotik kabart­ malar), St-Paul kilisesi (özellikle XII.-XIII. yy.'da onarım görmüştür), eski başpisko­ posluk binası (XV. yy.) ve Manécanterié nin (XII. yy.) yanı sıra birçok konak (Gadagne [XVI. yy., bugün Kukla müzesi]; Bullioud [Ph. Delorme’un yaptığı rönesans üslubunda galeri] konaklan) bulunur. Rhône ve Saône arasında yer alan ve Ortaçağdan beri ticari etkinliklerin yoğun olduğu kent merkezi, dinsel (roman üslup­ ta St-Martln-d'Ainay bazilikası [1107'de açıldı]) ve sivil (St-Pierre sarayı [XVII. yy.'da yeniden yapıldı; bugün Güzel sanatlar müzesi], Belediye sarayı [XVII.-XVIII. yy.'lar], Hôtel-Dieu [XVII., XVIII. ve XIX. yy.’lar; Rhône ırmağına bakan cephe Soufflot'nun yapıtıdır]. Tiyatro, Ticaret ve Borsa sarayı [XIX. yy.]) yapılar bakımından zengindir. Kentin kalbi olan Bellecour meydanı 1714’te tasarlandı. ipekli dokuyan işçilerin XVIII. yy.'dan sonra yerleştiği kentin kuzeyindeki Croix



-Rousse mahallesi, sokakları birbirine bağ­ layan dar geçitleriyle ünlüdür. Semtin en önemli yapısı, barok üsluptaki St-Bruno-les -Chartreux kilisesidir. Roma döneminden kalma Üç Gaiya amfitiyatrosu da bu semt­ tedir. LYONNAİS, Fransada ülke Asıl Lyon­ nais, eski Segusiavi halkının toprağıdır. X. yy.den başlayarak, Fdrez'I elinde tutan kontların yönetimine girdi. Ancien Régime’ İn son döneminde Lyonnais ili, Lyonnais, Forez ve Beaujolais'yi kapsıyordu. 1790'da, Lyonnais,’ 1793'te fkufâpartement'a (Loire ve Rhône) ayrılan Rhône-et-Loire départemenfını oluşturdu. LYONNAİS dağlan, Massif centralın (Fransa) doğu kenarında billurlu platolar; yükseltileri 700 ve 900 m arasındadır Böl­ genin başlıca geçim kaynağı hayvan (Lyon’ un et ve süt ürünleri gereksinimini karşılar), meyve ve sebze yetiştiriciliğidir. LYONNAISE, lat. Lugdunensis. Tar. coğ. Galya’nın Narbonnaise (Narbonensis), Aquitaine (Aquitania) ve Belçika ara­ sında kalan bölümü. Augustus zamanında, merkezi Lugdunum (Lyon) olan bir eyalet­ ti. Geç İmparatorluk döneminde dört eya­ lete ayrıldı: Lyonnaise I, merkezi Lyon; Lyonnaise II, merkezi Rouen; Lyonnaise III, merkezi Tours; Lyonnaise IV, merkezi Sens LYOT (Bernard), fransız gökbilimci (Paris 1897 - Kahire 1952). Ecole polytechnique' te Pérot'nun asistanıydı, 1920'de Meudon gözlemevi'ne girdi. Ay'ın ve gezegenlerin yayındırdığı ışığın polarmasını inceledi ve bu amaçla, çok duyarlı bir polarimetre yap­ tı. Daha sonra Güneş’in dış katmanları il­ gisini çekti, 1930’da, tam tutulmalann dı­ şında, tacı gözleme olanağı veren kora nografı tasarladı ve yaptı; bu aygıtla 1935’ te fışkırmaları gösteren ilk filmi gerçekleş­ tirdi. 1933'te Güneş’in değişik yapılarına özgü ışınımları seçen tekrenMi kutuplayan bir filtre icat etti ve ilk siyah-beyaz görün­ tüleri elde etti. 1939'da, Bilimler akademisi'ne seçildi. 1948'de, elektronikteki geliş­ meler sayesinde ilkesini daha 1924'te ta­ sarladığı ışılelektrik polarimetreyi yaptı. Gü­ neş'in bir lam tutulmasını gözlemlemek için gittiği Hartum'dan dönerken öldü. Lyot, uzay çağından önce, gezegen yüzeyleri ve Güneş atmosferi üstüne bilgimizi genişle­ ten bir araştırmacıdır. LYPEROSİA a. HOEMAIOBİA cinsinin eş­ anlamlısı. LYRA - LİRA. LYRA, Çalgı* takımyıldızının lat. adı (kı­ salt. Lyr).



LYRAYİOL a. Ingiltere'de XVII. yy’da, viol ailesinden, 6 telli küçük bas çalgısına veri­ len ad. (Çalınacak parçaya göre akordu değiştirilirdi.) Lyrical Baltada, W. Wordsworth ile S. T Coleridge'in, romantizmin doğuşunu haber veren şiir kitabı (1798). Şiir yetimler, terk edilmiş kadınlar, sakat askerler gibi mutsuz insanların gerçeğini ve dilini yansıtmalıdır. Aynca kökleşmenin yararlarını ve yeniden kazanılmış bir kimliğin getirdiği güçlükleri (Tintern Abbey) dile getirir ve sonunda, mi­ tin ve doğaüstünün tüm şiddetini ortaya ko­ yar (The Rime of the Ancient Mariner). Ya­ pıtın ikinci basımında (1800), bildiri niteli­ ğinde bir önsözde şair, "çevresine ilgi ve sevgi taşıyan" kişi olarak tanımlanır. Bu ya­ pıt şiir sanatında bir devrim yaratmış­ tır LYRİCS a. (ıng. söze.). Bir filmin ya da bir dramatik yapıtın şarkılı bölümleri. LYRNESSOS ya da LYRNA. Tar. coğ. Anadolu'da iki kentin adı. —Troas yöresin­ de kent; Homeros'un ilyada destanında, burasının Akhilleus tarafından ele geçirili­ şi, yağmalanıp yok edilişi anlatılır. Yeri ke­ sinlik kazanmamıştır, ancak Antandros*'la aynı yer olabileceği düşünülmektedir.— Anadolu'nun G. kıyılarında antik kent; Phasells (Teklrova) ile Attalela (Antalya) arasın­ daydı. Yeri belli değildir. LYRNİS. Tar. coğ. Anadolu'nun G.’inde, Lykia bölgesinin K.-B.'sında antik kent; adı­ na, (thlsar'da ele geçen bir yazıtta rastlandı. lys,



hollandaca Lele, Fransız ve Belçi­ ka Flandre'ında ırmak, Escaut’nun kolu (sol kıyıdan); 214 km. Fransa’da Artois tepele­ rinin kuzey bölümünden doğar; Aire’den başlayarak kanal içine alınan ırmak alçak flaman ovasında yavaş yavaş akar Armentiâres’in ötesinde Menin'e kadar sınırı çiz­ dikten sonra Belçika'ya girer, Courtral'yi aşar ve Gent'te Escaut’ya kavuşur. Daha sonra Deûle'ü alan (sağ kıyı) Lys, Nord'daki kanalları Escaut'ya bağlar. —Ask. tar. Çeşitli savaşlara sahne olan (1914 yazı) Lys, Birinci Dünya savaşı sıra­ sında Courtrai’den Gent’e dek Flandre ovalarını kurtaran savaşa ( 2 0 ekim- 1 1 ka­ sım 1918) adını verdi.



İ.Ö. 395). 408'de donanma komutanlığına seçildi, Notion'da Atinaiılar'ı yendi: 406'daki Arginuses bozgunundan sonra yeniden göreve çağrıldı. 405'teki Algos-Potamos zaferi onun eseridir; ardından, Atina’yı ku­ şattı ve ele geçirdi. Surlannı yıktırdığı bu kentte Otuzlar medlsi'nl kurdu. Bir deniz hegemonyasının kurulmasından yana olan Lysandros, Sparta’yı yeni bir siyasetin içi­ ne soktu ve çok şiddetli bir muhalefetle kar­ şılaştı (kral Pausanias’ın muhalefeti). Agesilas'ın tahta çıkmasına yardım etti, onun aracılığıyla kenti yönetmeyi düşündü; an­ cak Boiotialılar'a karşı savaşırken öldü. LYSANDROS Slkyonkı, İ.Ö. VI. yy.'da yaşamış yunanlı kitharacı. Psilokitharistikos (krthara solosu) sanatını onun kurduğu ka­ bul edilir LYSİANASSA. Tar. coğ. Anadolu’nun Phrygia bölgesinde antik kent; yerinin Hoyran gölünün K.'inde ya da K.-B.'sında ol­ duğu sanılmaktadır. LYSİAS. Tar. coğ. Anadolu'nun Lykaonia bölgesinde antik kent; eski yunan-roma ya lu üzerineydi. Konya'nın Karaman ilçesi Kılbasan bucağına bağlı Karacaören köyü yakınında olduğu ve BergamalIlar tarafın­ dan kurulduğu sanılmaktadır. LYSİAS, atinalı hatip (Atina İ.Ö. 440'a doğr.-öl. İ.Ö. 380'e doğr.). Siracusa kökenli bir silahçının oğluydu, Thurlum'da (Büyük Yunanistan) retorik öğrenimi gördü, sonra Atina'ya döndü. Kardeşi Polemarkhos'u idam ettiren Otuzlar meclisi tarafından iş­ kence cezasına çarptınldı, sürgüne gönde­ rildi. Dönüşünde Atina yurttaşlığı hakkını elde edemedi ve servetine kavuşamadı. Geçimini sağlamak için logographos oldu. Söylevleri günlük yaşamını dile getirir (Yper tu Eratosthenus phonu apologia), ama tiranlann zulmü altında ezilen kentin afcılannı sergilediğinde trajik bir niteliğe bürünür (,Kata Eratosthenus 403). Lysias attlkeclllğin bir örneğidir.



LY S A ÛÖRA ya daLYSİEC, Polonya' da Göry Swijtokrzyskie’lerdeki doruklar­ dan biri (595 m); adı, sık sık, yanlış olarak tüm kütleyi belirtmek için de kullanılır. Da ruğun yakınında benedikten manastın (XIIXVIII. yy.).



LYSİAS, Antiokhos IV’ün, İran seferine çı­ karken işleri yönetmekle görevlendirdiği büyük vezir (öl. İÖ. 162) . Yahuda Makabe’nin başlattığı ayaklanmayı bastırmak istedi, fakat yenildi ve Yahudiler'e yapılan zulümlere son vermek zorunda kaldı. An­ tiokhos V döneminde krallık naibi oldu (163), fakat iktidarı ele geçirdiğinde Demetrios I tarafından ötdürtüldü. L Y S İC A , Polonya'da, Göry Swigtokrzyskie'lerde doruk; 612 m. Kuvarsit ve sert kumtaşı karışımından oluşur. Köknar ormanları.



LYSANDROS, lakedaimonlu general (öl.



LYSİDİCUS a. (yun. Lysidike, Pelops’un



Lyon



Saône (ön planda) ve Rhöne’un Fourvière ı görünüşü



fysidicus kızının adından). Kayaçların yarıklarında bol bulunan, renkli bedenli, gezgin, çokkıllı halkalısolucan cinsi. (Eunicidae familyası.)



7604



LYSİEC - JLYSA GORA.



Ekdoäke AthenorhZiok)



Lysippos mermer, İ.Ö. IV. yy.



Delphoi müzesi



LYSİKRATES, atlnalı khoregos (İ.Ö. IV. yy.). Akamantla kabilesi adına katıldığı İÖ. 335-334 şenlikleri şarkı yarışmasını tozan­ dı. Ödül olarak aldığı sacayağı sergilemek için, bugün de Diorıysos tiyatrosu’nun ya­ nında bulunan, korinthos üslubundaki yu­ varlak anıtı yaptırdı. LYSİMAKHEİA. Tar coğ. Trakya'da, Geli­ bolu yarımadası üzerinde antik kent; Geli­ bolu ilçesi Bolayır bucağına bağlı Kavakköy yakınındaydı. Büyük İskender'in generalle­ rinden Lysimakhos tarafından, devletinin başkenti olarak kuruldu (İ.Ö. III. yy.). Kyropedlon* savaşı’nda, Lysimakhos'u yenilgi­ ye uğratan ve savaşta ölümüne neden olan Seleukos I Nikator Ptolemaios Keraunos ta­ rafından burada öldürüldü (İÖ. 280). LYSİMAKHOS, Trakya kralı (Pella İ.Ö. 360'a doğr - Kyropedion, Lydia, İÖ. 281). İskender’in generaliydi. Onun ölümünden sonra, Baltonlar'ı kuzeyli istilacılara karşı koruması için Trakya’nın yönetimi tendlsine verildi. Burada Lysimakhos’u kurdu (309). 306'da kendisini kral ilan etti. Kassandros ve Seleukos’la birlikte Antigonos’a karşı gi­ rişilen ipsos savaşı'na (301) katıldı, Anado­ lu'nun büyük bir bölümünü ele geçirerek topraklarını artırdı. Ardından Makedonya'yı fethetti (288-285). Ptolemaios'un kızı Arsinoe'yle evlendi. 284'te oğlu Agathokles'i öldürtmesi Asya'da bir isyan başlattı. Seleu­ kos saldırıya geçti ve Lysimakhos savaşta öldü. LYSİNİA. Tar coğ. Anadolu’nun Pisidia bölgesinde antik kent; Burdur gölünün B. kıyısında, merkez ilçeye bağlı Karakent ya­ kınındaki Üveyik burnundadır Polybios ve Livius’da Lysinoe olarak geçen kentin adı­ na paralarda ve yazıtlarda rastlandı. Roma­ lılar tarafından Manlius \AjIso komutasında, Galatlar'a karşı düzenlenen seferde (İ.Ö. 189), savaşmadan teslim oldu, ilyas tepe­ si üzerindeki kalıntılar arasında çeşitli mi­ marlık parçalan, Hadrianus heykelinin kai­ desi, teras duvarları, kayalara oyulmuş lahitler vardır. LYSİNOA a. Orta Amerika’da yaşayan, küremsi büyük kabuklu sümüklüböcekler cinsi. (Testum'u pütürlü ya da diken diken­ dir ve koyu renk şeritlerle bezelidir Xanthonychidae familyası.) LYSİPPOS, Sikyon'da doğmuş yunanlı heykelci. Uzun süren sanat etkinliği, İ.Ö. 370-364'e doğru Delphoi’de yaptığı Pelopidas heykeliyle başladı ve 315'e kadar de­ vam etti. Başlangıçta gereç olarak bronzu kullanan sanatçı, Polykleitos’unkinden de­ ğişik ölçülere göre tasarladığı adet tiplerinde büyük başan gösterdi (Apoksyomenoş Va­ tikan'da bir kopyası bulunmaktadır). Lysippos'un heykellerinde beden daha uzun,



baş daha küçüktür (bedenin 1 /8 'i); duruş üç boyut içinde gelişir, heykel hareket ede­ cekmiş duygusunu uyandırır. Lysippos, Te salya tetrarkhosu Daokhos için atalannı be­ timleyen bir heykel grubu gerçekleştirdi; grubun sanatçının a /es ı çıkma mer­ mer kopyalan (bunlardan biri Agias'bt) bu­ gün Delphoi müzesi’nde sergilenmektedir İskender'in resmi portrecisi olan Lysippos (Louvre'daki İskender Azara), onu önce kral, sonra datann olarak betimledi; daha geç bir tarihte de diadokhoslar için çalıştı. Delphoi'deki İskender'in avlanması exvotosunu Leokhares ile birlikte yaptı. Diğer yapıtları arasında, isthmia Poseidonu, Delphoi’deki Rodoslular'ın savaş arabası, Thespiai Erosu, Kairos (Fırsat’ın alegorisi), çe­ şitli Herakles heykelleri (İskender İçin yap­ tığı Herakles Epitrapezios bunlardan biri­ dir), Oturan Hermes (Napoli'de bir kopya­ sı bulunmaktadır) sayılabilir. LYSİS. Tar coğ. Anadolu'da, Göller yö­ resindeki Bozçay'ın antik adı. Lyslatrata, Aristophanes’in İÖ. 411’de sahnelenen komedisi. Bu oyun, şairin Ati­ nalIlar ve Lakedaimonlular arasındaki kar­ deş kavgalarına son vermeleri için vatan­ daşlarını İnandırma yolundaki son girişimi­ dir Savaştan usanan atinalı Lysistrata, tüm yunan kadınlarını bu savaşı bırakmadıkça kocalarıyla sevişmeyecekleri konusunda yemin ettirir. Bu baskıya dayanamayan er­ kekler, eşlerini yumuşatmaya çalışırlar, an­ cak çabalarının işe yaramadığını görünce barış yapmaya karar verirler. Konunun (sa­ vaş) ciddiyetiyle taban tabana zıt yaratıcı esini, kişilerinin utanmazlığın ve maskara­ lığın sınırına ulaşan komikliği bu komedi­ nin Aristophanes'in yapıdan arasında en iyi­ si olarak kabul edilmesini sağladı. LYSİTHEA, Jüpiter’in, 1938 yılında ame rikalı Nicholson tarafından keşfedilen onun­ cu uydusu. Yıldız dolanım süresi: 260 g. Yörüngesinin yarı büyük ekseni: 11 720 000 km. Tahmini çapı: 20 km. LYSMAIA a Erişkini, önce bir erkeklik ev­ resinden, sonra da dişilik evresinden ge­ çen (birbirini izleyen erdişilik) karides cin­ si. (Karidesgiller familyası.) LYSOOORY, Polonya’da, Göry Swiptokrzyskie dağlarının başlıca keskin sırtı. Ku­ varsit ve sert kumtaşından oluşur; küdenin en yüksek noktalan Lysa Göra (595 m) ve Lysica (612 m) buradadır. LYSS, İsviçre'de (Bern kantonu) komün, Biel'in G.-D.’sunda, Aar kıyısında 8 700 nüf. IYSSACİHA a. iğnecikleri bir ağ oluştu­ racak biçimde biraraya gelmemiş silisli sün­ gerler alttakımı. (Örnek dpi Euplectella’dır.) LYSTRA, bugün Hatunsaray. Tar. coğ. Anadolu'nun Lykaonia bölgesinde kent; Prof. J. R. S. Sterrett'in 1880’lerde buldu­ ğu bir yazıtla yeri belirlendi. Roma döne­ minde Colonia iulia Felix Gemina Lystra adıyla kolonileşdrildi. Daha sonra hırisdyanlığın önemli merkezlerinden biri oldu.



lYSTRA PULVERULENTA a. I da yaşayan, salgıladığı balmumu iplikçik­ leriyle dikkati çeken eşkanadı böcek. (Parlakağustosböceğiller familyası.) urSTROSAURUS a. Güney Afrika, Avustralya ve Antarkdka’nın (eski Gondvana kıtası) Triyas devri topraklarında fosille­ rine rasdanan sürüngen cinsi. (Üst köpekdişleri güçlüydü. Dicynodon takımı.) LYTHAM SAİNT ANHE’S, Büyük Bri­ tanya’da (Lancashire) sayfiye merkezi, Ribble halicinin kuzey kıyısında. lyTHRACEAE a. (yun. lythron, toprakla karışmış kan). Genellikle karşılıklı ya da çev­ rem yapraklı, boru biçiminde erdişi çiçek­ li, süreMi bir çanakla kaplı kapsül meyveli, ikiçenekli otsu bitkiler familyası. (500 türü bulunan familyadaki başlıca cinsler: lythrum, cuphea, lavvsonia" [kına bundan el­ de edilir], lagerstrcemia", pepiis, vb.) UTTOCERAS a. Alt Jura ile Üst Kretase dönemleri arasındaki topraklarda fosillerine rastlanan, büyük çukurcuklu ammonit cinsi. (Sargılan yuvarlaktır Lytoceraâdae familyası.) LYTTELTON, Yeni-Zelanda'da kent, Christchurch’ün limanı, Güney adası'nın doğu kıyısında; 3 200 nüf. Yün, et, buğday ve süt ürünleri dışsatımı. I (Edward George BULWER-LYTTON, 1. —baronu), İngiliz yazar ve siyaset adamı (Londra 1803 - Torquay 1873). Godwinci radikal general Bulwer'in oğluydu (Is­ mael, 1820). İrlandalI bir güzelle evlenmesi onu aile servetinden yoksun bıraktı ve re manlannın (Falkland, 1827; Eugene Aram, 1832) geliriyle yaşamak zorunda kaldı. Züp­ pe bir liberal ve kasıntı bir insandı (The Last Days of Pompeii [Pompei'nin son günleri], 1834). 1836'da tonsından ayrıldı, 1838de asil oldu. Muhafazakârlara yaklaştı; Lucre f/a’yı (1847), nükteli bir kahramanlık öykü­ sü olan The Caxtons’i (1849) yazdı. Kolo­ niler genel sekreterliği yaptı (1858-59). Ka­ rısının yürüttüğü kampanyaya rağmen, Hudson körfezi şirketl'nin tekelini kaldırdı. Aynı zamanda oyun yazanydı (The Lady of Lyons, 1838; Richelieu, 1839). 1871'de So detas Rosicrudana in Anglia’nin başkanı oldu. Özellikle topalı ve sınırlı gruplarda et­ kinlik göstererek Rosenkreutz görüşlerini yaydı: Zanoni (1842), The Coming Race (Gelecek ırk) [1871], LYTTON (Edward B ulw ER-Lytton , 1. — kontu), İngiliz diplomat ve yazar (Londra 1831 - Paris 1891). Edward George Lytton' un oğlu. Hindistan genel valiliği yaptı (1876 -1880). Açlığa karşı bazı tedbirler aldı, fa­ kat sert tutumu 1879’da Afganistan ile bir savaşa neden oldu. Ow e n M er e d İt h tak­ ma adıyla birçok şiir yazmıştır. LYUBERTSIY, Moskova'nın uydu yerleş­ mesi, Kremlin’in 20 km G.-D.’sunda; 160 000 nüf. Demiryolu kavşağı ve sanayi mer­ kezi (tanm gereçleri, plastik maddeler, mat­ baa). LYU DERS (Aleksandr Nikolayeviç) -* LÜDERS.



KAYNAKÇA Lala Mustafa Paşa. i. H. Danlşmend, izahlı osmanlı tarihi kronolo­ jisi (c. 2, İstanbul, 1972). Lala d a vrl. Ahmet Refik (Altınay), Hicri XII. asırda İstanbul hayatı (İs­ tanbul, 1930); Lale devri (Ankara, 1973). —M. Aktepe, Patrona isyanı 1730 (İstanbul, 1958). Lamli. G. Kut, Lamii Chetebi and his works (Journal of Near Eastern Studies, c. XXXV, sayı 2, Chicago, 1976). —N. Tezcan, BursalI Lamii Çelebi (Türkoloji dergisi, c. VIII, An­ kara, 1979). Laodlkela a epi Lykoi. J. des Gagniers, LaodicĞe du Lycos: le



Nymphée(1969). —R. Ginouvès, Laodicée du Lycos, le Nymphée (1969). — G. Bean, Turkey Beyond the Maeander (1971). Letoon. H. Metzger, Fouilles du Letoon de Xanthos 1966-1969 (Re­ vue Archéologique 1970); Fouilles du Letoon de Xanthos, 1970-1973 (Revue Archéologique 1974); Fou­ illes du Letoon de Xanthos en 1976 (Türk arkeoloji dergisi, 1980); La cam­ pagne de 1979 à Xanthos et au Le­ toon (II. Kazı sonuçları toplantısı, Ankara, 1981). — C. Le Roy, 1981 yılında Xanthos Letoon tapınağı'hda yapılan çalışmalar (IV. Kazı sonuç­ ları toplantısı, Ankara, 1983); FouiT



les et Travaux au Letoon de Xanthos en 1984 (VII. Kazı sonuçları toplan­ tısı, Ankara, 1986).



Das Heroon von Limyra-Grabmal des lykischen Königs Perikles (1970); Bericht über die Kampagne 1982 (V. Kazı sonuçları toplantısı, lavant. M. Cezzar, Osmanlı tari­ 1984); Bericht der Grabungskam­ hinde levendler (İstanbul, 1965). pagne in Limyra 1983 (VI. Kazı so­ —i. H. Uzunçarşılı, Osmanlı devle­ nuçları toplantısı, 1985); Bericht tinin merkez ve bahriye teşkilatı der Limyra-Grabung (VII. Kazı so­ (Ankara, 1982 [2. baskı]). nuçları toplantısı, 1986). —G. Be Layla ila Maenun. N. H. Onan, an, Lycian Turkey (1978). —E. AkurLeyla ile Mecnun (Ankara, 1956). — gal, Ancient civilizations and ruins H. Araslı, Leyla ve Mecnun (Bakü, of Turkey (1983). 1958). —A. S. Levend, Arap-fars ve Lotl (Pierre). R Borodin, Pierre LotCırk edebiyatlarında Leyla ve Mec­ ti, çev. V. Hatay (Ankara, 1973). nun hikâyesi (İstanbul, 1959). Um yra. J. Borchhardt, Sitz des Lykischen Dynasten Perikles (1967);



Lugal (Necati). Necati Lugal'e ar­ mağan (Ankara, 1968).



M a. 1. TurK abecesinin on altıncı harfi. —2. Çiftdudaksıl genizsil kapantılı ünsüz ([m], damak eteğinin açılması ve [b] nın kine benzer bir eklemlemeyle gerçekleş­ tirilir). —ANSİKL. Yunanca ve latince m'nin türe­ diği fenike harfi (mem) “ su" anlamına ge­ lir ve tüm eski Doğu'da suyu simgeleyen dalgalı çizgi biçimindeki mısır hiyeroglifin­ den kaynaklanır. Batı yunancada bu har fin iki biçimi vardı Bunlardan biri olan Thera biçimi, etrüskçede, italik lehçelerin­ de ve eski latincede de görülür ve İsa’ dan sonraki ilk yüzyıllarda balmumu üze­ rindeki yazılarda kullanılan bir biçimin or­ taya çıkmasına yol açmıştır. Augustus dö­ neminde, başlık ve görkemli yazıtlarda kullanılan klasik büyük harf yana yatık çiz­ gilerinin yukarı doğru uzamasıyla biçim değiştirdi (boyalı büyük harf, I yy ). Küçük harf biçimleri, bir yandan belgelerdeki iş­ lek yazıların bozulmasından, öte yandan da, III. yy.'a doğru abecenin birçok harfi­ ni etkileyen ve önceleri yatık olan harf ayaklarının dikleşmesine yol açan sağa doğru dönme hareketinden etkilendi. • Tarihsel sesbilglsi. Türkçenın tarihsel dö­ nemlerinden beri hiçbir değişmeye ve ge­ lişmeye uğramamıştır. Yansımalar dışında (me, meme, mele- vb.) sözcük başında bulunmaz. Bugün çeşitli türk lehçelerin­ de görülen m- ler ya yabancı sözcükler­ dedir ya da b- > m- gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. Eski türkçe döneminden başla­ yarak n ve g seslerinin yakınında bulunan b-'lerin m- olduğu görülür: ben > men, barja > marja, bunu > mum, burja > murja, bunda > munda, bunı leg > muntag, bunı teg ok > mundayuk, bur] > murj, burjad- > murjad-'bunal­ mak', berj > meıj. beıjiz > merjiz, beçze- > meıjze-, biıj- > mürj-, b/g > m/g, berjgü > meçgü, bııjar > mırjar, bonçuH > monçulf, bün > mün ‘suç, kaba­ hat’, buz > muz gibi. Bu gelişme seyrek olarak yabancı sözcüklerde de görülür: benefşe > menekşe, nerdüban > mer­ diven, bahane > mahana (ağızlarda), benderek > mendirek. Sözcük içinde ve sözcük sonunda ise bolca bulunur: em-, im, bilme-, içim, alım. m sesi yanında bulunan düz dar ünlü­ leri yuvarlaklaştırabilir: hamir > hamur, bin- > min- > mün-. Eski Anadolu türkçesinde belirli geçmiş zaman 1. tekil kişi­ de m etkisiyle bağlayıcı ünlü hep yuvar­ laktır: al-dum, bil-düm, gel-düm. 1. tekil ve çoğul eklerinde de aynı durum görülür ev-Cı-m, ev-ü-mûz, dil-ü-m, dil-ü-müz, başu-m, baş-u-muz. 1. tekil ve çoğul emir ek­ lerinde de yuvarlaklaşma görülür: al -ayum, al-alum. Eski türkçeden beri ikin­ ci hecede bir düz ünlüden sonra yuvarlak ünlü bulunduran sözcükler genellikle Türkiye türkçesinde küçük ünlü uyumuna uymuşlardır; eğer bu ikinci hecede m sesi



varsa genellikle bu uyum görülmez: ar­ mut, yağmur, çamur, Timur (buna karşılık demir), yamuk. Arapça menare, sözcüğü ise kuraldışı bir gelişme ile minare olmuş­ tur. Yuvarlak bir ünlü yanında bulunan ki­ mi g sesleri m'ye dönmüştür: korjşı > komşu, torjuz > domuz, köıjlek > göm­ lek, orjurga > omurga, korjur al > -kumral. -nb- ünsüz çifti -mb- olur: tonbul > tombul, kanbur > kambur, künbet > kümbet, cunbiş > cümbüş, sünbül > sümbül, anbar > ambar, zanbak > zambak, zenbil > zembil, inbik > imbik, tanbur > tambur, çenber > çember, çarşenbe > çarşamba, pençşenbe > perşembe, cunba > cum ba, m ü n b it > m üm bit, tenbel > tembel. Yazı dilinde hep İstanbul olarak kullanılmakla birlikte konuşma di­ linde istambul olur. Yabancı dillerden ge­ len bileşik sözcüklerde de bu gelişme gö­ rülür: can-baz > cambaz, zen-pâre > zampara. Konuşma dilinde türkçe birle­ şik sözcüklerde de seyrek olarak aynı ge­ lişme görülür: on başı > ombaşı, bin ba­ şı > bimbaşı.



m Atom. fız. Manyetik kuvantal sayıyı be­ lirtir. —Fizs. mekan. Kütleyi belirtir. —Kim. Meta'mn kısaltması. (Örneğin meta-fenılendıamin yerine m. fenilendiamin yazılabilir.) —Ölçbil. Mefre’nın simgesi. \\Mili öneki­ nin simgesi. ||m~ ’, bir bolü metrenin sim­ gesi. ||m/sn, saniyede metrenin simgesi. \\m/sn2, saniye karede metrenin simgesi. ||m2, metre karenin simgesi. ||m2/sn, sa­ niyede metre karenin simgesi. ||m3, met­ re küpün simgesi. || m3/kg, kilogramda metre küpün simgesi



M Anat. Dirsek kıvrımı toplardamar M'si, koldaki yüzeysel toplardamarların-dirsek kıvrımı hizasında M biçimindeki konumu. —Arit log x = Mlnx eşitliğiyle ondalık lo­ garitmalardan Napier logaritmalarına geçmeyi sağlayan ve modül denilen ger­ çek sayıyı gösteren simge. (M, log e 1



ye ya da -— -



İn 10



a eşittir, bu, 0,434 294



481 903... sınırsız ondalık dizisiyle verilen orandışı sayıdır. Bunun tersi - = 2,302 585 092 994.. de kullanM mak durumunda kalınabilir.) —Atom. fiz. Temel kuvantal sayının n = 3 değerini belirtir. —Elekt. Karşılıklı indüktans katsayısını be­ lirtir. —Fizs. mekan. Bir kuvvetin momentini be­ lirtir. bir geleneksel bali maskesinden ayrıntı



M —Hematcd. Anti-M antikor, MNSs sistemi antikoru. ||M antijeni, MNSs sistemi anti­ jeni. —Ölçbil. Mega önekinin simgesi. —Tar. M, Romalılar’ın sayı sisteminde 1 0 0 0 'i gösterirdi ve tekrarlandıkça kendi kendine eklenerek artardı: M=1 000; M M -2 000; M MM-3 000 vb.



7606



-M, -İM, -İM, -UM, -OM. Yapım eki. 1 . Pillerden somut ve soyut anlamlı adlar türetir; yaşam (yaşa-m), kavram (kavra-m), basım (bas-ı-m), atım (at-ı -m), vb —2. Adlardan ad soylu söz­ cükler türetir ortam forta-m), birim (bir-im), toplum (toplu-m), vb MA a. (ar. mS). Esk. 1. Su. —2. Ma-yı barid, soğuk su. ¡jvta-yı camid, donmuş su; buz ||Ma-yı cari, akarsu. || Ma-yı dafık, me­ ni. ||Ma-yı leziz, tatlı su. ||Ma-yı mukattar, damıtılmış su. ¡¡Ma-yı mûteberrid, soğu­ yan su. ||Ma-y< mûtekeddir, bulanık su. || Ma-yı rakid, durgun su. ||Ma-y/ zerrin, al­ tın suyu. ||Ma-ül-bahr, deniz suyu. ||Ma -ül-hayat, hayat suyu, abıhayat. —Esk. patol. Ma-yı ebyaz, gözde oluşan perdeden dolayı görüşün zayıflaması. MA- arapça önek (ma■). “ Şu ki”, “o şey ki" anlamında sözcüklerin başında yer alır: ma-bad (-* MABAT), ma-baki, ma -beka (artan, geriye kalan şey), ma-beyn (-> MABEYİN), ma-bih-il-beka (ölümsüzlük sağlayan): "Deviet-i âliyenin bekası ve kuvvet ve şevketin tezâyüdü cümlemizin zât ve hanedanlanmıza ma-bih-il-beka ol­ duğuna binaen..." (Cevdet Paşa, XIX. yy.), ma-bih-il-hayat (yaşamaya, hayata neden olan): "Kanun-ı esâsinin muhafazası ce­ miyetin ve bilcümle osmanlılann ma-bih-il



S S



hiyeroglifi



p a la o tb ra n i fe n lk e c e s i



M



fenike (Ahiram)



r



t hara yunanca»



batı yunanca» Idaaik yunanca



etrüak arkaik latln



M



HARFİNİN EVRİMİ



büyük M klasik latln büyük M latln kitap y a z » . I.-II. yy.



büyük M latln kitap yazısı, II. yy.



X \



-hayatı olduğu cihetle..." (İsmail Suphi), ma-bih-il-iftihar (kendisiyle övünç duyu­ lan), ma-bih-il-ihticac (kendisiyle bir delil ya da iddia kanıtlanan), ma-bih-il-ihtiyac (kendisine gereksinim duyulan), ma-bih -il-istihkak (kendisiyle bir şeye hak kaza­ nılan), ma-bih-il-itimad (kendisine güven duyulan), ma-bih-iş-şufa (affedilmeye, ba­ ğışlanmaya neden olan), ma-bih-it-temeddün (uygarlık için kendisine ihtiyaç duyu­ lan), ma-cera (-» m a c e r a ), ma-dam (-*• m a d e m ), ma-hasal ( -» m a h a s a l ), ma -ievk-at-tabia ( - m a fe v k a tta b İa ), ma-fi -l-bab (kapı içinde; kitabın bir bölümün­ de), ma-fi-l-bâl (gönülde olan; gizli), ma ■fi-z-zamir (gönüldeki arzu): "RusyalIların ma-fi-z-zamirlerini istikşâfe gayret etmeğe mecbur olmakla..." (Cevdet Paşa, XIX. yy.), ma-la-kelam (-» m a l a k e l a m ), ma-la -yani ( -» m a la y a n İ), ma-la-yutak (-* m a layu tak ), ma-nahnü-fih ( -> m a n a h n ü FİH), ma-sadak (onaylanan, tasdik olu­ nan, uygun): "Esatir tabiratından olan vazi fâni vasfı onun haline ma-sadak idi" (Mehmet Tevfik), ma-tekaddem (geçmiş, mazi, önce olan): "Ma-tekaddemden ha­ ber vir ayn-ı hadisdür cihan" (Şeyhülislam Yahya, XVI. yy.), ma-vaka (oluşmuş, mey­ dana gelmiş olan): "Ömer Efendi ma -vakayı anlatması üzerine." (Ali Fuat, XIX. yy-). -MA, -ME. Yapım eki değeri de ka­ zanmış adfiil eki. Fiillerden ad soylu sözcükler türetir: dolma (dol-ma), ka­ vurma (kavur-ma), uçurtma (uçurt -ma), danışma (danış-ma), dokuma (doku-ma), vb. MA- ya da MAA-, arapça önek (ma'-, ma'a-). “ ile", "birlikte" anlamıyla sözcük­ lerin başında yer alır: maa-faiz (faizle bir­ likte), maa-mafih (-» MAMAFİH), maa-zalik (-> m a a z a l İk ), maa-ziyadetin (-» m a a z İYADETİN), maa-i-esef (~r m a a le s e f ), maal-cemae (toplulukla beraber), maa-i-iftihar (övünç duyarak), maa-l-kerahe (zorla, is­ temeyerek), maa-i-kasem (yemin ederek), maa-l-memnuniye (-* m a a l m e m n u n iy e ), maa-t-teessüf (-* m aa te e s s ü f ), vb. M « (Bugün), macar edebiyat ve sanat dergisi (1916-1927), en modern edebiyat akımlarını, özellikle anlatımcılık, kübizm ve dadacılığı temsil eden şair Lajos Kassâk tarafından kuruldu. Kassâk 1920'de vata­ nından ayrılmak zorunda kalınca dergi Viyana'da yayımlanmaya devam etti. M A . Tar. coğ. Orta Anadolu'nun D. kö­ kenli yerel tanrıçası. Kutsal alanı Pontos Komana'sıydı ve burada büyük bir tapı­ nağıyla idolü vardı (daha sonra Kappadokia Komana'sında da tapılmaya başlandı). 1.0. VI. yy.'da Persler'in Anadolu’ya gelme­ siyle tapınımı yaygınlaşan Ma’nın kutsal­ lığı, Roma döneminde de sürdü ve Ma kültü kimi öteki tanrılarla (Kybele, Anaitis, Isis) birlikte Roma'ya götürüldü. Bu tanrı­ ça için yılda iki kez ayinler düzenlenir ve kraldan sonra en saygın kişi olan başra­ hip taç giyerdi. Ma'nın Komana'daki tapı­ nağında altı bin hizmetkâr çalışırdı.



mum üzerine yazı, I. yy.



M A A - -* MA-. M A Â B a. (ar. ma'Sb). Esk. 1. Utanç ve­



rici, utanılacak şey. —2. İnsan bedenin­ deki ayıp yer.



MAÂBİR çoğl. a. (ar. m a'ber'in çoğl. ma'Sbiı). Esk. Geçit yerleri, geçilecek yer­ ler. M A A D a. (ar. mcSd). Esk. 1. Kendisine geri dönülen yer, dönüş noktası. —2. Dönme, geriye gitme, avdet. —3. Dünya­ nın sonu, ahiret. (Bk. ansikl. böl!) —4. Ilm -i maad, hayat sonu bilgisi. —isi. fels. Dönülen köken, kaynak. (Bk. ansikl. böl.) —-ANSİKL. İslam kelam biliminde "m aad” sözcüğü, genellikle mebde (başlangıç) sözcüğüyle birlikte kullanılır ve bu iki söz­ cük, dünyanın ve dünya varlıklarının baş­ langıcıyla son buluşunu dile getirir. İslam inancına göre, tüm varlıkların başlangıcı "yokluk” tur (mebde); başka bir deyişle her şey Allah'tan gelmiştir ve yine O'na dönerek son bulacaktır (maad). Bu ne­ denle kıyamet gününün bir adı da yevm ül-maad'dır. —İsi. feis. Kuran’da merci sözcüğünün tü­ rediği rücu (geri dönme) sözcüğü ile ilgili birçok sözcük geçtiği (II, 28 vb.) halde avd (dönme, avdet etme) mastarından gelen maad sözcüğüne yalnızca bir kez rastla­ nır (XXIII, 85). Bazı tefsirciler, bu sözcüğü, fetihten sonra Peygamberin döneceği va­ at edilen Mekke kenti olarak yorumlarlar. Bazıları da maad sözcüğünü "yinelemek, yeniden başlamak, geri döndürmek” an­ lamlarına gelen iade mastarı ile ilgili gö­ rerek sözcüğün, hacıların haccı yinele­ mek istedikleri yer olması nedeniyle, Mek­ ke anlamına geldiğini öne sürerler. İslam felsefesindeki maad kuramı ise, "H er şey Tanrı'dan gelir ve Tanrı’ya dö­ ner' ' inancına dayanır. Felsefe ve İslam di­ ninde daha çok bu "aslına dönüş” biçi­ mi üzerinde durulur; ruh ve bedenden oluşan insanın bu dönüşünü yalnızca be­ deniyle mi, ruhuyla mı ya da her ikisiyle birlikte mi gerçekleştireceği sorusuna ya­ nıt aranır. Eski yunan felsefesinin etkisin­ deki bu “ asla dönüş” kuramına göre, in­ san ruhu salt bir ruhsal cevherdir; bede­ ne sonradan girmiştir. Ruh, bir an önce bedenden kurtulup aslına dönmek ister. İslam inancına göre, insanların Tanrı'ya dönmeleri kıyamet gününde dirilmekle (basubadelmevt) gerçekleşir. Bu dönüş, bazılarına göre yalnızca ruh, bazılarına göre hem beden hem ruh; bazılarına gö­ re ise önce ruh, sonra o ruh için Tanrı tarafından yaratılan beden ile gerçekle­ şir. —Tasav. Sufiler Tanrı'ya dönüşü (maad) dünyada gerçekleştirmeye çalışırlar. Sufi inancına göre, bütün insanlar niteliklerden sıyrılarak adeta ruhlaşan sâlik, bu dönü­ şü sağlamak için manevi bir yolculuğa çı­ kar ve sonunda Tanrı'ya ulaşır.



MAADA ilg. (ar. mS- ve cadS, öte’den mS -cadS). Esk. A. + dan maada, ondan baş­ ka, onun dışında: İki kişiden maada her­ kes susuyordu. ilk küçük M, lll.-IV. yy.



m



işlek yazı, l.-V. yy.



graffitolar, I. yy.



jUV



büyük M latln fır«* y u m . I. yy.



IX. yy.



m



caroilne küçük M



m



gotik. XII.-XV. yy.



m



transız batard, XV.-XVI. yy.



m



hümanist yuvarlak kitap yazısı, XV.-XVI. yy.



m



alman büyük ve küçük M, XVI.-XX. yy.



m



,



MAÂDİN çoğl. a. (ar. ma'den"İn çoğl. ma'adin). Esk. 1. Madenler. —2. Maâdin -iseba, yedi ana maden; altın, gümüş, ba­ kır, kalay, kurşun, demir, nikel. —:İkt. tar. Maadin mukalaası, Osmanlı devletinde, İltizama verilen madenlerden her yıl alınan bedel. (Maadin mukataası miri mukataalardan olduğu için, yıldan yı­ la iltizama verilir, hesapları da Maden İlti­ zamı kalemi'nde görülürdü.)



he yokdur ki bir gazete muharriri edib ol­ mak için iktiza eden esbaba, bir maâni hocası kadar mâlik olamaz" (Ebüzzlya TeVfik). M A A N S E LK Â , Finlandiya’nın kuze­ yinde ve Rusya sınırlarında uzanan billur­ lu kütle; Saariselkâ'da yaklş. 700 m. Ta­ banın az belirgin bir kabartısı olan Maanselkâ, Baltık denizi’yle Kuzey Buz denizi arasındaki su bölümü çizgisini oluşturur.



MAÂDİYAT çoğl a (ar. ma'adi 'den çoğl. ma'ädiyyät). Esk. Eskatoloji.



M A’ANŞAN ya da M A’ANSHAN, Or­ ta Çin'de (Anhuei) liman, Yangzl Clang kı­ yısında. Demır-çelik kombinası.



M AÂFİR , G. Arabistan’da yaşayan ve Hlmyeriler’den oluşan bir kabile. Daha çok Cebel Şablr ve Cebel Zahir arasında­ ki boğazda ve Caba’da yaşarlar. Burası eskiden el-Karandalar’ın oturduğu Maâfir bölgesinin merkeziydi. Maâfirler’de do­ kumacılık sanatı çok gelişmiştir. Yaşadık­ ları bölgenin bazı yöreleri büyücülük ve sihirbazlığın yaygın oluşu yüzünden kötü bir üne sahiptir. Maâfirler’in tarihi İslamlık öncesine uzanır. Eski sabi yazıtlarına gö­ re yaşadıkları ülke Sabi İmparatorluğu İçindeydi ve başkentleri Save kentiydi. 637’de müslüman oldular. Bir süre sonra bir bölümü Mısır’a göç ederek öteki G. Araplar’ı ile birleşti. Bu kabilenin adına es­ ki yazıtlarda ve mezar taşlarında da sık sık rastlanır. M AAHAZA lig. (ar. ma'-, ma'a- ve ha­ zadan ma'-haza, ma'a-haza). Esk. Bu­ nunla birlikte, bununla beraber: "Şüphe yok ki sözün son parçaları mahazâ bu âcızi şevklendirmek için söylenmiştir" (Ah­ met Mithat, XIX. yy.). M AÂHİD çoğl. a. (ar. ma'hed'in çoğl. ma'ahid). Esk, Buluşma yerleri, sözleşme yerleri. M AAİLE be. (ar. ma'a- ve 'a*/7e'den ma'a-'sPile). Esk. Bütün ev halkı birlikte, ailece: Maaile yaz tatiline gitmişler. M AÂK ID çoğl. a. (ar. ma'kad’ın çoğl. ma'akıd). Esk. 1. Düğüm yerleri. —2. Toplantı yerleri. M A Â K IL çoğl. a. (ar. ma'alfil'ın çoğl. ma'akıl). Esk. 1. Gizlenilecek, sığınılacak yerler. —2. Akıtılan kana karşı ödenecek diyetler. MAALESEF be. (ar. ma'-, ma'a- ve esef ten ma'a-l-esef). Ne yazık ki, üzülerek söy­ lüyorum ki, olumsuz koşullar bir araya gel­ diği İçin: Toplantıya gelmem maalesef im­ kânsız. işlerin yoğunluğu nedeniyle ma­ alesef tatile çıkamayacaksınız. M AÂLİ çoğl. a. (ar. ma'lat'ın çoğl. ma'ali). Esk. 1. incelikler, yüce düşünce­ ler, yüksek ve onur verici işler: idrak-i ma¿//"(incelikleri, yüce düşünceleri kavrama). Meyl-i maâl! (yüceliklere, onur verici şeyle­ re yönelme). —2. Şerefler, onurlar, bü­ yüklükler: iktisab-ı maâlî (onurlar kazan­ ma). M AÂLİF çoğl. a. (ar. ma'tef İn çoğl. ma'alif). Esk. Yemlikler, yem konan yerler. M AÂLİM çoğl. a. (ar. ma'lem"ın çoğl. ma'alim). Esk. 1. ipuçları elde edilen iz­ ler, belirtiler. —2. Dinsel inançlarla İlgili ko­ nular. M AALM EM NUNİYE be (ar ma'-, ma'a- ve memnuniyyet'ten mäa-1-memnuniyye). Esk. Seve seve, isteyerek, mut­ luluk duyarak. MAAN be. (ar. ma'-1dan ma'an). Esk. Bir­ likte, beraberce. M A A N , Ürdün'de yer, Cebelüşşara ya­ maçlarında (1 150 m) il merkezi; 12 000 nüf. Mekke'ye giden hacıların kullandığı yolun geçtiği Maan vahası, G. Ürdün'ün başlıca ticaret ve yönetim merkezidir, — Maan ili, 6 6 8 km2; 108 300 nüf. (1990). M AANEN (Cornelis Felix Van) M a a n e n (Cornelis Felix).



V AN



M AÂNİ çoğl. a. (ar. ma'na1nın çoğl. m a'ani). Esk. 1. Anlamlar. —2. Ilm-ı maânl ya da maâni, anlambllim: "Hiç şüb-



MAAR a. (alm. Maar, krater). Volkanik et­ kinliğin bir türü olan gaz patlamaları so­ nucunda meydana gelmiş, genellikle da­ ire biçimli, huniye benzeyen, Almanya’da Eifel platosu üzerinde en tipik örnekleri görülen şekiller. —Ansİkl Patlama sırasında parçalanan kayaçlar ve plroklastlk maddeler, çukurun kenarında bir halka halinde yığılmıştır. Ba­ zılarının İçinde bir göl vardır; bazılarında ise lav akıntısı ya da konisi görülür. G. Af­ rika’nın elmas İçeren ve "kimberlit" adı verilen kuyuları da aynı şeklide patlama­ larla meydana gelmiştir. Maarlara Türkiye' de de rastlanır, bunların en tipik örnekle­ ri, Konya bölümündeki Acıgöl ve Tuzlagöl (ya da Meke tuzlası) İle İsparta yakınların­ daki Gölcük patlama çukurlarıdır. M AAR E TÜ N N U M A N , Suriye'nin K B. kesiminde küçük kent; 20 000 nüf. Halep'ten Hama'ya giden karayolu üze­ rinde, Halep'ln yaklaşık 75 km G B.’sında. Tarım (tahıllar, pamuk) pazarı. Antikçağ kalıntıları. XII. yy. sonunda ya­ pılmış minare. —Tar. Kent, Ebu Ubeyde tarafından fethe­ dilerek İslam devleti topraklarına katıldı (637). Müslümanlığı kabul etmeyen hırlstiyanlar cizye ve haraç vermek durumun­ da bırakıldı. Halife Ömer bin Abdülaziz (717-720) ölünce, kentin G.-B.’da en -Nakire’de Deyr Saman'a gömüldü. Kent, bulunduğu stratejik konum nedeniyle sık sık saldırılara uğradı. Halife Memun’un Suriye valiliğine atadığı Abdullah bin Tahir İle Nasr bin Sabis arasındaki çarpış­ malarda kentin surları önemli ölçüde yı­ kıma uğradı (822). Daha sonra Karmatiler, Maarretünnuman İle birlikte yöresinde­ ki yerleşim merkezlerini de yakıp yıktılar (903). 936'da Beni Kılab kabilesinin ege­ menliğine giren kent, Mısır valisi ihşid’in Seyfuddevle’ye karşı çıktığı seferde Ihşld' in (954), 968'de de Bizanslılar'ın eline geçti. Bu dönemde kentteki Ulu cami ve surların büyük bir bölümü yıkıldı. Bizans­ lIla r Halep bölgesinden çekilince Maarretunnuman’ı Seyfuddevle’nin oğlu Ebülmeali egemen oldu. Mısır Fatımiler'I 996 da kenti ele geçirdikten sonra Mirdasller'ln ortaya çıkmasıyla kent XI. yy.'da birçok kez el değiştirdi, sonunda Mlrdasller kenti al­ dılar (1066). Selçuklu Tutuş Maarretunnuman'ı alarak halkı ağır bir haraca bağla­ dı ve kent yakınlarındaki birçok yerleşim merkezini yağmaladı (1080). Bu tarihten sonra Selçuklular, BizanslIlar, Eyyubller ve Memluklar arasından el değiştiren kent, Mercidabık savaşı’ndan (1516) sonra osmanlı egemenliğine girdi. 1918'de ingllizler'in aldığı kent kısa süre sonra Fransızlar'a bırakıldı; Suriye 1941’de bağımsızlı­ ğını İlan ettikten sonra bu ülkenin toprak­ larında yer aldı. 1965’ten sonra kent, Ha­ ma ve Humus ile birlikte her yönden ge­ lişmesini sürdürmektedir. M A A R İ (Ebul Ala EL-) - EBÜLALA EL -M a a r İ.



M AAR İA N H AM İN A, İsveççe Mariehamn, Finlandiya’da liman kenti, Ahvenanmaa adaları ilinin yönetim merkezi; 9 600 nüf. Turizm merkezi. Balıkçılık. M AARİF a (ar ma'rifef İn çoğl. ma'arif, bilgilerden). 1. Eğitim ve öğretim sistemi: Cumhuriyetten itibaren maarifte pek çok değişiklikler olmuştur —2. Milli eğitim ba­ kanlığı ya da müdürlüğü: Büyükbabam



uzun yıllar maarifte çalışmış. —3. Esk. Bil­ gi, kültür: Maarif sahibi bir insan. —Esk. Maarif-mend, bilgili, kültürlü. || Maarıf-perver, bilgiyi seven ve koruyan: ' "Münevver ve maarif-perver Abbas Mirza'nın tavsiyesi ile..." (F. Köprülü). || Maarif-ı mütenevvia, çeşitli bilgiler. || Maarif i rab­ baniye, ilahi, tanrısal bilgiler. || Maarif-i umumiye nezareti, Milli eğitim bakanlığı. —Esk. eğit. Maarif meclisi, Osmanlı dev­ letinde eğitim-öğretlm işleriyle görevli ko­ misyon. (Maarifi umumiye nizamnamesi’ nln yayımlanmasından [1857] bir süre sonra, Maarif nezareti örgüt bakımından güçlendlrilirken, İllerde Maarif meclisleri kuruldu [1869], Maarif müdürünün baş­ kanlığında toplanan bu komisyonlar, okul yapım ve donatımı, öğretim elemanlarının sağlanması vb. sorunlar üzerinde gerekli kararları alırlardı.)! Maarif nazırı, Osman­ lI devletinde eğitim işleri bakanı. (Bk. an­ sikl. böl.) || Maarifi umumiye, OsmanlIlar' da genel eğitim ve öğretim. (Tanzimat'tan [1839] sonra eğitim ve öğretimin yaygın­ laştırılması sürecinde bu deyim kullanıldı­ ğı gibi, eğitim örgütü de aynı adı aldı.) — A N S İK L . Maarif nazırı, Maarif-i umumi­ ye nezareti kurulduktan (1857) sonra, bu örgütün başına getirilen kişiydi. 1908’de doğrudan padişaha karşı sorumlu bulu­ nuyor, ayrıca Heyet-i vükela (Bakanlar ku­ rulu) üyeliği yapıyordu, ilk Maarif nazırı Abdurrahman Sami Paşa (1857), sonun­ cusu Salt Bey'dir (4. kez, 19 ağustos 1921 - 30 kasım 1922). Çok sayıdaki Maarif na­ zırlarından en çok tanınanları Ahmet Ke­ mal Paşa, Saffet Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Ahmet Cevdet Paşa, Münif Paşa, Musta­ fa Nuri Paşa, Recalzade Ekrem Bey ve Emrullah Efendi’dir. Ankara'da kurulan ye­ ni Maarif vekâleti’nde son osmanlı Maa­ rif nazırının görevi sona erinceye kadar görev yapanlar ise Hamdullah Suphi Tanrıöver (1920), Dr. Rıza Nur (1920), Mehmet Vehbi Bolak (1921), İsmail Safa Ûzler'dir (1922). M aarif, Sultan Veled'in sohbetlerinden oluşan farsça düzyazı kitabı (XIV. yy.). De­ desi Bahaettin Veled’in Maarif i ile baba­ sı Mevlana'nın Fih-imafih’ine benzeterek yazdı ve kitabına dedesinin yapıtının adı­ nı verdi. Sanat kaygısı gütmeden, konuş­ ma diliyle yazılan Maarifte yer yer tarihi olaylara da değindi. Yapıt M. Tarıkâhya ta­ rafından türkçeye çevrilip yayımlandı (19491. M a a rif k ita p h a n e s i, Hacı Kasım Efendi tarafından İstanbul’da 1860'da kuruldu; Hacı Kasım Efendi'nin ölümün­ den sonra, oğlu Naci Kasım'ın yönetimi­ ne geçti. Latln abecesinin kabulünden sonra yeni harfli İlk kitaplar Maarif kitaphanesl'nce yayımlandı. Dinsel kitaplar, halk masalları, çocuk kitapları, çeşitli sözlükler gibi yayınların yanı sıra, özellik­ le Saatli maarif takvimi ile geniş kitlelere seslendi. Çalışmalarını Naci Kasım'ın kızı Menlje Kasım'ın yönetiminde, Cağaloğlu yokuşu’ndakl yerinde sürdürmektedir. M a a rif m ad a lya sı, Abdülhamit II dö­ neminde, sivil ve askeri okulları birincilik ve ikincilikle bitiren öğrencilere verilmek üzere bastırılan madalya (13 eylül 1901). Altından ve gümüşten hazırlanan bu ma­ dalyaların ön yüzünde öğrencinin adı, okulu, okulu bitlriş tarihi, arka yüzündey­ se sultanın armağanı olduğunu bildiren bir ibare bulunuyordu, ikinci meşrutiyet’ ten sonra verilmesinden vazgeçildi (1909). M aarif nezareti, Türkiye'de kurulan ilk eğitim bakanlığı. Islahat fermanı'nın (1856) öngördüğü eğitim-öğretim yenilikleri ve düzenlemele­ rini gerçekleştirmek İçin Maarifi umumiye nezareti adıyla kuruldu (7 mart 1857)'. Ne zaret, daha önceki Mekâtibi umumiye nezareti'nln (1847) [buradaki nezaret, mü­ dürlük anlamındadır] uzantısı niteliğindey­ di; Harbiye, Bahriye ve Tıp mektepleri dı­ şındaki tüm eğltlm-öğretim kurumlarını ya­ pısı içinde topladı. Maarifi urrfümiye nl-



Maarif nezareti 7608



Lorin Nm m I



zamnamesi'nin yayımlanmasıyla (1869), nezaret örgüt olarak güçlendirildi. Mer­ kezde nazırın başkanlığında çalışacak bir Meclisi kebiri maarif kuruldu; ayrıca iller­ de il maarif müdürlerinin başkanlıkların­ da il maarif meclisleri oluşturuldu ( 1 eylül 1869). Nezaretin örgütlenmesi çalışmaları daha sonraki yıllarda da sürdü ve bölüm­ leri yeniden saptandı (1879). Daha sonra Mekâtibi gayri müslime ve ecnebiye mü­ fettişliği (1892) ile Sicilli ahval dairesi (1894) kuruldu İkinci meşrutiyetin ilanından (1908) sonra Meclisi maarifi kebir, bir baş­ kan ile beş üyeden oluşan sürekli kurul durumuna getirildi. Nezarete bağlı daire­ ler Tedrisatı taliye (ortaöğretim), Tedrisatı iptidaiye (ilköğretim), Mekâtibi hususiye (özel okullar), Tahrirat (yazışma), Muhase­ bat (muhasebe), Sicil (özlük işleri), istatis­ tik, Levazım ve Evrak daireleri olarak ay­ rıldı. 9 mart 1912'de yayımlanan nizamna­ me ile bir Meclisi maarif kuruldu; öğretim daireleri de Âliye (yüksek), Taliye (orta) ve iptidaiye (ilk) diye Cıç ayrı bölümde toplan­ dı. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti kurulunca (4 mayıs 1920), bir süre İstan­ bul’daki Maarif nezareti ile Ankara'daki Maarif vekâleti birlikte etkinlik gösterdiler. Cumhuriyet döneminde ise, eğitim-öğretim işleri Milli eğitim bakanlığı (19831991 yılları arası Milli eğitim gençlik ve spor bakanlığı) tarafından yönetildi. M a a rif n iş a n ı, İkinci meşrutiyet döne­ minde, Mehmet V (Reşat) zamanında öğ­ retmenlerle bilim, sanat vb. alanlarda başanlı görülenlere verilmek üzere bastırılan madalya (16 mayıs 1910). Gümüşten üç derece olarak düzenlenen ve beratla bir­ likte verilen bu nişanların bir yüzünde kır­ mızı mineli zemin üzerinde dışbükey bir daire içinde Osmanlı devletinin alemi olan ay-yıtdız beyaz mineyle işlenmişti. Birinci dereceden nişanlar 37 mm, İkincileri 30 mm, üçürıcüleriyse 26 mm çapındaydı. Bunlar Osmanlı devletine herhangi bir bi­ çimde hizmet etmiş yabancılara da verili­ yordu. MAARİFÇİ a. Eğitim ve öğretim örgüt­ lerinde çalışan görevli: Değerli maarifçilerimizdendir. ♦ sıf. Eğitim ve öğretime önem veren: Maarifçi bir kaymakam. M a a rlf-l u m u m iye n iza m n a m e si, Maarif nazın Saffet Paşa tarafından hazır­ latılıp yayımlanan ilk önemli eğitim yönet­ meliği (1869). Yönetmelik, Avrupa ülkele­ rinde genel eğitim kuruluşlarıyla yürütü­ len eğitim ilkelerinin Türkiye'de de uygu­ lanmasını amaçlamaktaydı. MAAŞ, Meuse ırmağının hollandaca adı. M A A S E İK , Belçika'da kent, Limbourg arrondissement inin merkezi, Hollanda sınırında; Meuse kıyısında; 21 000 nüf. Eski anıtlar ve güzel kentsel bütünler. Müze. Makine sanayisi. —Maaseik ar­ rondissement!, 13 komün; 189 300 nüf. M AÂŞİ çoğl. a. (ar. ma'şiyet’m çoğl. ma'Sşi). Esk. 1. isyanlar, başkaldırmalar. —2. Günahlar, suçlar. M sss-RIfn-ljs s e fvs ırk ı, karma verimli (et, süt), kırmızı renkli hollanda sığır ırkı. M A A S TR IC H T ya da M AËS TRİCHT, Hollanda'da kent, Meuse ırmağı kıyısında yer alır, Limburg eyaletinin mer­ kezi; 114 000 nüf. Bavay'den Köln'e giden Romalılar'dan kalma yolun üzerinde Meuse ırmağını aşan köprünün çevresinde kurulan Maastricht’te frank kralları, sonra Brabant dükleri ve Liège piskoposları oturmaya başladılar. 1473’ten 1477’ye kadar Meuse ülkelerinin meclisinin barındığı yer olan kent daha sonra müstahkem mevki (1579' da Alessandro Farnese, 1673'te Vauban, 1748’de Maurice de Saxe, 1794'te Kleber tarafından alındı) ve malların depolandı­ ğı yer olarak kullanıldı. Sanayileşme so­



nucu kentteki yaşam canlandı: camcılık, kimya sanayileri, lastik, seramik, metalür­ ji, kâğıtçılık ve matbaacılık. Sanayi ulaşım bakımından Meuse ırmağından ve bölge­ yi Rotterdam'a bağlayan Juliana kanalın­ dan yararlanmaktadır. M a a s tric h t a n la şm a sı ya da A v­ rup a b ir liğ i a n la şm a sı, Hollan da'nın Maastricht kentinde toplanan 46. Avrupa zirvesinde (9/10 aralık 1991) alı­ nan ve AT üyelerinin ekonomik, parasal ve siyasal birliğini hedefleyen kararları kapsayan anlaşma. 7 şubat 1992'de. üye ülkelerin dışişleri bakanları tarafın­ dan İmzalandı ve 7 nisan 1992'de Avru­ pa parlamentosu tarafından benimsen­ di. Anlaşma, 1992 yılı içinde yapılan re­ ferandumlarda Danimarka'da halk tara­ fından reddedildi, İrlanda ve Fransa'da ise benimsendi. Diğer üye ülkelerde de referandum yoluyla halk tarafından ya da parlamento tarafından benimsenmesi gerekmektedir. Anlaşma Avrupa vatan­ daşlığını, 1999 yılına kadar tek Avrupa parasına geçilmesini, savunma alanında ve dış politikada ortak hareket edilmesi­ ni öngörmektedir.



M AASTRİCHT KATI a. (Hollanda'da Maastricht'ten). Kretase sisteminin katı. (-> K ATM AN BİLİM .) [Eşanl. MAESTRİŞYEN.j M AAŞ a. (ar. ma*aş). 1 . Bir İş, bir görev karşılığı verilen ücret (özellikle memurlar, emeklileri, dul ve yetimleri için). (Eşanl. AY­ L IK ] (Bk. ansikl. böl.) —2. Çeşitli ek öde­ meler (çocuk parası, yakacak parası, ver­ gi iadesi, vb.) dışında devlet memurları­ nın çalışmalarına karşılık aldıkları para: Maaş ve ek ödemelerle birlikte eline ne geçiyor? —3. Maaş bağlamak, aylık bağ­ lamak. || Maaşa geçmek, aylığa geçmek. —Ikt. tar. Maaş buyurtmak, Osmanlı dev­ letinde, ücretlerini düzenli olarak alama­ yan memurların birikmiş maaşlarına mah­ sup edilmek üzere, çalıştıkları dairenin amir ya da muhasebecisinden ödeme iz­ ni almak. (Bu uygulama, 1908’de meşru­ tiyetin ilanıyla kaldırılmıştır.) || Maaş kırdır­ mak, Osrnanh devletinde maaşlarını dü­ zenli olarak alamayan memurların, devlet­ ten alacaklarını gösteren maaş kâğıtları­ nı, sarraflara yüzde on, yüzde yirmi hatta bazen yüzde elli eksiğine kırdırmaları. || Maaş sergisi, aylıkları düzenli olarak ödenmeyen Osmanlı devleti memurlarına, maaşlarına mahsuben verilen mühürlü hesap kâğıdı. (Memurların aylıklarını gös­ teren bu maaş sergisine, memura yapılan her ödeme toplam tutardan düşülerek iş­ lenirdi.) —Muhs. Maaş bordrosu, bir aylık hizmet karşılığında para alacak olanların adları, aylık tutarı, vergi matrahı ve çeşitli kesin­ tiler ile eline geçecek net parayı gösteren cetvel. (Aylık bordro da denir.) — A N S İK L . ida. huk. Maaş, memurlara ta­ nınan en önemli mali haktır. Çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret el­ de etmeleri Anayasa kuralıdır. Kadrosuz ve hizmetsiz maaş olmaz. Bir göreve memur olarak atananlar, göreve başladıkları günden başlayarak maaşa hak kazanırlar. Devlet memurlarının ma­ aşları her ay peşin olarak ödenir. Maaş, Devlet memurları kanunu'nda belirtilen gösterge tablosundaki derece­ lere göre düzenlenir. Memur maaşlarına uygulanacak katsayı ülkenin ekonomik gelişmesi, genel fiyat endeksleri ve dev­ letin mali olanakları göz önünde bulundu­ rularak her yıl bütçe ile saptanır. Memur­ ların aylıkları gösterge rakamı ile bütçede belirlenen katsayının çarpılması sonucu bulunur. M AAşİR çoğl. a. (ar. macşeriın çoğl. ma'Sşiı). Esk. Topluluklar, cemiyetler. M AAŞLI sıf. 1. Yaptığı iş karşılığında her ay maaş alan kimse için kullanılır; aylıklı. —2. Maaş karşılığı çalışılan iş için kulla­ nılır: Maaşlı bir işte çalışmak. —3.... ma­ aşlı, belirtilen nicelikte ya da nitelikte ma­



aş alan ya da maaş ödenen: Yüksek ma­ aşlı memurlar, görevler. ♦ be. Yapılan iş karşılığında aydan aya para alarak: Maaşlı çalışmak. M AAŞSIZ sıf. Maaş ödenmeyen kimse ya da iş için kullanılır: Maaşsız çalışanlar. ♦ be. Aylık almadan: Maaşsız çalışmak. MAAT, Doğruluk ve Adalet'in simgesi olan mısır tanrıçası; başının üstünde, adını yazmakta kullanılan bir devekuşu tüyü bu­ lunan bir kadın olarak betimlenirdi. Osiris'in mahkemesinde, Maat'in tasvi­ ri ölünün kalbinin tartılması sırasında doğ­ ru ağırlığı simgelerdi. "Maat sungusu" günlük tapınmada ana dinsel eylemi oluş­ turuyordu: kralların tanrılara sundukları küçük Maat heykelciği, tüm diğer sungu­ ları bünyesinde toplardı. Çoğu kez "Re' nin kızı" diye anılan Maat, adalet ve ma­ nevi gerçekti; ayrıca, evrenin istikrarını sağlayan dünya düzeninin simgesiydi. MAATTEESSÜF be (ar. ma'-, ma'a- ve teessüften ma'afte?essüf). Esk. “ Ne ya­ zık ki", “ üzülerek söylüyorum ki" anlamın­ da kullanılır: "... on on birinci asra kadar vücuda getirdiği mahsûller maatteessüf elimizde bulunmuyor" (F. Köprülü). M AÂYİŞ çoğl. a. (ar. ma'ışef m çoğl. ma'Syiş). Esk. Geçinmek için gerekli olan şeyler. M AAZ a. (ar. ma'Sz). Esk. 1. Sığınak, sı­ ğınılacak yer: "Bize tevhidin ola daim maaz" (Niyazi, XVII. yy.). —2. Sığınma. —3. Maâz Allah - M A A Z A L L A H . M AAZALİK ilg. (ar. ma'-, ma'a- ve zSlik’ ten ma'a-zSUk). Esk. "Bununla beraber", “ancak", "yalnız", “ şu da var ki" anlamın­ da kullanılır. M AAZALLAH ünl. (ar. ma'Sz ve Allah' tan ma'Sz-AUSh, Allah'a sığındık). Olma­ sı istenmeyen bir olasılıktan söz ederken, "Tanrı korusun, Tanrı esirgesin" anlamın­ da kullanılır: Maazallah bir deprem olsa, bu binaların birçoğu yıkılır. M A A Z E L (Lorin), amerikalı orkestra yö­ neticisi ve kemancı (Neuilly-sur-Seine 1930). Beş yaşında piyano ve keman öğ­ renmeye başladı. Los Angeles kökenli ve müzikçi otan ailesi, 1938'de Pittsburgh'a yerleşti. Lorin Maazel, daha 1939'da New York'ta ve Hollywood Bowl'da dinleyici önünde şeflik yaptı. 1941'de Toscanini'nin çağnsıyla N.B.C. orkestrasını yönetti. Pitts­ burgh Üniversitesi'nde matematik ve fel­ sefe öğrenimini tamamladıktan ve bir sü­ re kemancı olarak etkinlik gösterdikten (ıFine Arts String Quartet adlı yaylı çalgı­ lar dörtlüsünü kurdu ve birinci kemanlığını yaptı) sonra 1949'da Pittsburgh senfo­ ni orkestrası'nın yöneticiliğine atandı. 1951’de bir bursla, barok müzik üzerin-, de çalışmak üzere İtalya'ya gitti. Berlin, Radyosu senfoni orkestrası'nın ve De­ utsche Oper'in müzik yönetmeniydi, (1965-1975). Londra'daki New Philhar-, monia Orchestra'nın -Otto Klemperer ileşefliğini yaptı (1970-1972). Cleveland or­ kestrasının şefliğine ve sanat yönetmen­ liğine atandı (1972). Fransa'da Ulusal orkestra'nın birinci şefliğine getirildi (1977). Viyana operası yöneticiliği yaptı (1982-1984). 1988'den beri Pittsburgh Senfoni orkestrası müzik yönetmenliği, 1992'den beri de Bavyera Radyosu ope­ rası şefliği görevlerini sürdürmektedir. M ab (Kraliçe), XVI. ve XVII. yy. İngiliz şii­ rinde periler kraliçesi. Shakespeare, Ro­ meo ve Juliette (I, IV) onu çok çekici gös­ termiştir. —Kraliçe Mab (Queen Mab) Shelley'nin bir felsefi şiirinin (1813) başlı­ ğıdır. MARA a. Meşin gibi sert ve hepyeşil yap­ raklı ağaç ya da ağaççık. (Meyvesi yeni­ lebilir. Asya ve Avustralya'da yetişir. Sert ve koyu renkli odunu çok makbuldür. 60 tü­ rü vardır; abanozgiller familyası.) M ABALAR, yaklaşık 600 000 kişilik bir



topluluk olan Uaddai (Çad) halkı. Uaddai, XIII. yy’dan başlayarak Mabalar'ın egemen olduğu bir devletti. Mabalar tanmcı ve bes­ lenmelerinde süt kullanan (Kuzey Afrika’ nın etkisinin bir işareti) hayvan yetiştiricisi bir topluluktur. Pazarlar ve el sanallan çok gelişmiştir. Birbirine yakın köylerde yaşar­ lar; babasoylu ve babayerti özelliklerin ağır bastığı tabakalardan oluşan bir toplumsal örgütlenmeleri vardır. MABAN a. Mabalar' ın konuştuğu nil -sahra öbeğinden dil. MABAT a. (ar mS- ve ba'd'dan mâ -ba'd). Esk. 1. Bitmeyen, devam eden ya­ zı, makale, tefrika, ders vb'nin devamı, ar­ kası: "Tiyatro ekseriya derslerin ve konferanslann bir mabadından ibarettir" (H. C. Yalçın). —2. Arg. Kıç. —3. Mabade-t ■tabia, metafizik: “Bazen yapıldığı üzere fi­ zyokratlara içtimai mâ-bade-t-tabiacılıktan başka bir şey yapmadıktan hakkında tarizâtta bulunmak doğru değildir" (Ahmet Muammer ve Şükrü Kaya). MABER a (ar. 'ubar, geçme’den mafbeı). Esk. Geçit yeri, köprü: Bunlar birçok dağ­ lan birbiri üzerine yığarak semavata doğ­ ru bir ma’ber-i havl-perver vücûda getir­ mişler idi" (Mehmet Tevfik). —Dokmc. El dokuma tezgâhlarında, çöz­ gü ipliklerini çözgü köprüsüne ya da doğ­ rudan gücülere düzgün bir biçimde sevk etmeye yarayan döner kalın merdane (Bk. ansikl. böl.) —Esk. mim. Büyük kiliselerde yapının öteki bölümlerinden yüksekçe olan orta şahın. —ANSİKL. Dokmc. Özellikle yumak halin­ de hazırlanmış çözgüleri, düzgün ve ger­ gin olarak çözgü köprüsüne ya da gücü­ lere aktarmada kullanılır. Genellikle çözgü köprüsünün yaklaşık 1 0 cm altına yerleşti­ rilen bu merdane çukur tezgâhlarda zemi­ ne çakılı yataklara, dik tezgâhlarda ise çöz­ gü köprüsünün önündeki yataklara tespit edilir. MABEDİ (Zeynettin), arap tarihçi (XVI. yy.). 1498-1578 arasında İslamlığın Malabar’da yayılışını, Portekizliler'in buralara ge­ lişini ve müslümanlara yaptıkları zulümleri anlatan Tuhfet ül-mücahidin adlı kısa bir ta­ rih kitabı yazdı. 1579'da Bicapur sultanı Ali Adil Şah'a sunulan ve bugüne kadar koru­ nan yapıt, M. i. Rowlandson tarafından Tohfut ul-Mujahideen, an Historical Work in the Arabic Language adıyla İngilizceye çevrilip yayımlandı (1833). MABET a. (ar. ma'bed). Tapınak, ibadet edilen yer. —Masonl. LOCA'nın eşanlamlısı. —ANSİKL. İsi. Kuran ve hadislerde "mabet" sözcüğü geçmez. Kuran'ın bir ayetinde (XXII, 40), hıristiyan ve yahudilerin mabet­ leri savami (manastırlar), biya (havralar) ve salavat (kiliseler); müslümanların mabetle­ ri ise mesacid (mescitler) diye adlandırılır; içlerinde Allah'ın adının anıldığı bu mabet­ lerin dokunulmaz oldukları belirtilir. Jslam dininde kamuya açık ibadet yer­ leri cami ve mescit diye adlandırılır. Cuma ve bayram namazlan dışındaki ibadetlerin de mabetlerde yapılmasının çok sevaplı ol­ duğu belirtilmekle birlikte bu bir zorunlu­ luk değildir. İslam inancına göre, yeryüzü­ nün her yeri ve özellikle müslümanların ev­ leri de mabet sayılır. Hz. Muhammet beş vakit namazın sünnetleriyle öteki ibadetle­ ri genellikle evinde yerine getirirdi. MABET BİN VEHB, arap şarkıcı, bes­ teci ve şair (Medine 7 - Şam 743 ya da 744). Bir zenci kölenin oğluydu. Saib Ha­ şir ve Naşit'ten ders aldı. Kışa sürede Me­ dine'de ünlendi. Mekke'de ibni Süreye ile tanıştı ve bir şarkı yarışmasını kazandı (692). Daha sonra halife Velit ve Yezit'in saraylannda şarkı söyledi. İbni Süreyc’in ölü­ münden sonra, Velit bin Yezit'in çevresin­ deki en gözde sanatçılar arasına girdi, islamın ilk döneminin "dört büyük şarkıcı" sından biri olan Mabet, Medine okulunun kurucusudur. Şarkılarında daha çok sakil usulleri kullandı. Yetiştirdiği birçok şarkıcı



arasında, ibni Ayşe, Malik bin Ebi'l-Semh, Selleme ve Hababe de vardır. Öğrencileri Hakem el-Vadi, Dahman, Aşab ve Siyat aracılığıyla Bağdat üslubunu etkiledi, ishak el-Mavsili: Mabet’in şarkılannı, "saf arap" müziğinin örnekleri olarak gösterir M ABEYİN, -yni a. (ar mâ- ve beyriden mâ-beyn). Esk. 1. Ara, iki şey arasındaki mesafe: Mabeyn-en-nehreyn (iki nehir ara­ sı). —2 . iki kişi arasına giren soğukluk. —3. Mabeyin olmak, aralanmak, iki şeyin arası açılmak. —Esk. giy. Mabeyin terliği ya da Mabeyin pabucu, genellikle erkeklerin giydiği bir ter­ lik türü. (Çoğunlukla siyah ya da kahveren­ gi deriden yapılır, altı kösele olurdu. Önü kapalı, iki yanı oyuk ve alçak topukluy­ du.) —ikt. tar. Mabeyin senedi, OsmanlI döne­ minde taşınmaz mallann alım ve satımına ilişkin olarak iki taraf arasında düzenlenen senet. (Bir memur huzurunda düzenlen­ memiş olmaları nedeniyle, 1901'den son­ ra bu senetlerle hak iddiası yasaklandı.) —Kur. tar. Osmanlı imparatorluğu’nda pa­ dişah sarayının harem dairesi ile dış dai­ reler arasındaki bölümü. (Bk. ansikl. böl.) —Mim. Geleneksel türk saray ve konakla­ rında, harem ile selamlığı birbirine bağla­ yan ve her iki bölüme de kapısı olan daire ya da oda. (Zülvecheyn de denir) || Mabe­ yin kapısı, harem ile selamlık arasındaki kaPi—Müz. Mabeyin akortlan, türk müziğinde, temel sesi, diyezli (ya da bemollü) bir ses olan akortlar. (Her mabeyin akordu, kendin­ den 4-5 koma daha pes olan akordun adıyla anılır: mansur mabeyni, davut ma­ beyni, müstahsen mabeyni vb) —ANSİKL. Kur. tar Padişahlar, saraydan çık­ madıklarında vakitlerini burada geçirir ve yemeklerini de burada yerlerdi. Silahtar çu­ hadar rikabdar, tülbent gulamı, peşkir gulamı, baş müezzin, sırkâtibi, baş çuhadar sarıkçıbaşı, kahvecibaşı, tüfekçibaşı gibi görevliler mabeyin dairesinde hizmet eder­ ler ve tümüne birden mabeyinci denirdi, imparatorlukta mabeyin ve mabeyinciler özellikle Mahmut ll'nin (1808-1839) son dö­ nemlerinde önem kazandı ve mabeyin başkâtipliği makamı oluşturularak, mabe­ yin başkâtibi padişah ile Babıâli arasında­ ki yazışmaları yönetmekle görevlendirildi. Abdülhamit II döneminde (1876-1909) dev­ let yönetiminin büyük ölçüde BabIâli’den Yıldız sarayı'na kaymasıyla mabeyin ve ma­ beyincilerin önemi de arttı. MABEYİNCİ sıf. (ar. ma-beyn'den). Os­ manlIlarda padişahın saray dışıyla ilişkisi­ ni düzenleyen, emirlerini ileten ya da ona sunulacak dilekçeleri kabul eden görevli. (-» MABEYİN.) MABEYN - MABEYİN. M ABİLLON (Jean), fransız bilgin (Saint -Pierremont, Ardennes, 1632 - Saint -Germain-des-Prés, Paris, 1707). Kitaplık memuru dom Luc d'Achery'nin yardımcı­ sı olarak çalışması için Saint-Germain-des -Prés manastırı’na çağrıldı (1664). O za­ mandan başlayarak dom Mabillon’un de­ rin bilgisi bir dizi yapıtta kendini gösterdi. Diplomasi biliminin temelini atan De re diplomatica'sı (Diplomasi üstüne) [1691) en önemli yapıtıdır. Bu yapıt çok zengin bir malzemeye ve çok kesin bir yönteme da­ yanır: iki bağımsız kaynağın uyumunun gerçeği oluşturduğu temel ilkesi Mabillon ile ortaya çıkmıştır MABLAK a. (ar mebtaf'dan). Esk. 1. Ha­ mur boya, merhem kanşımlannı yoğurmak, kanştırmak için kullanılan saplı ve yassı uçlu bir kaşığa benzeyen alet. —2 . Öamı ma­ cunlamak için kullanılan yassı ucu maden­ den yapılmış spatula. —3. Büyük çorba ya da aşure kazanlarını karıştırmakta kullanı­ lan uzun saplı ve yayvan uçlu kepçe. MABLY (Gabriel BONNOT DE), fransız fi­ lozof ve tarihçi (Grenoble 1709 - Paris 1785). Hukukçu bir ailenin çocuğu ve ra­ hip Condillac’ın ana bir kardeşiydi. Pisko­



posluk kurulunda bir görev edindi, ardın­ dan Dışişleri bakanbğı’nda çalışan ve onu kendi yanına çağıran akrabası fencin kar­ dinalinin etkisiyle diplomallığa yöneldi. 1743'te Prusya elçisiyle Avusturya’ya karşı bir antlaşma konusunu görüştü. Daha son­ ra bu diplomatlık görevinden, le Droit pub­ lic de l'Europe fondé sur les traités conc­ lus jusqu'en l'armée 1740 (Avrupa’nın 1740 yılına kadar imzalanan antlaşmalara daya­ nan kamu hukuku) [1746] adk bir yapıt doğdu. Diplomatlıktan ayrıldıktan (1746) sonra, Paris salonlanna devam etti. Anbkçağ ile ilgilendikten sonra (Paratèles entre les Romains et les Français [Romalılar ile Fransızlar arasındaki benzerlikler), 1740; Observations sur les Romains [Romalılar üzerine gözlemler], 1751), eleştirel bir gözle baktığı kendi çağının toplumunu inceledi: Des droits et des devoirs du citoyen (Yurt­ taşın haklan ve ödevleri) [1758de yazılmak­ la birlikte 1788'de yayımlandı); Entretiens de Phodon sur la morale et la poétique (Phokion'un ahlak ve siyaset üzerine ko­ nuşmalar), 1763; Observation sur l'his­ toire de France (Fransa tarihi üzerine göz­ lemler), 1765\ Doutes proposés aux philo­ sophes économistes sur Tordre naturel et essentiel des sociétés politiques (Siyasal toplumların doğal ve temel düzeni üzerine iktisatçı filozoflara önerilen kuşkular). 1768; De la législation ou Principes des lois (Ya­ sama üzerine ya da yasalann üreleri), 1776; De la manière d'écrire l'histoire (Tarih yaz­ ma tarzı üzerine), 1782; Observations sur le gouvernement et les lois des Etats-Unis d'Amérique (ABD hükümeti ve yasalan üzerine gözlemler), 1783; Principes de mo­ rale (Ahlak ilkeleri), 1784. Mably, “ insanlı­ ğa acı veren bütün felaketlerin temel kay­ nağı"™, insan tutkulannın sonucundan başka bir şey olmayan özel mülkiyette gö­ rüyordu. Fizyokratlara karşı, mal ortaklığı­ nı önerdi. Ona göre; özel mülkiyet insanla­ rı, aylak zenginler ve alçalmış yoksullar bi­ çiminde böler Ticaret ve manüfaktürleı; yal­ nızca lüksü geliştirir Mably kendi çağının, ona göre toplumsal eşitsizlik sonucu olan ahlak bozulduğunun izlerini taşıyan uygar­ lığına karşıydı. Bununla birlikte "önlenmek istenen kalıklıklardan daha büyük karışık­ lıklara yol açmaksızın, bugün hiçbir insan gücü eşitliği yeniden kurmaya da girişemaz". Dolayısıyla, Mably her türlü devrimi reddediyordu. Ona göre mal ortaklığı, uzak bir ülküden başka bir şey değildi. Öyleyse mutluluğa nasıl erişilebilirdi? Erdem ve ah­ lakla, servetler arasındaki eşitsizliklerin sa­ kıncalarını sınırlandıracak yasalann hazır­ lanmasıyla MABMJK, Libya’da yet, Trablus'un doğu­ sunda Petrol yatağı. MABUDE a. (ar. maebOdun dişi, msfba­ de). 1. Çoktannlı dinlerde dişi tann; tanrı­ ça. —2. Sevilen kadın. MABUSE - GOSSAERT (Jan). MABUT a (ar. 'ibâdetten msfbod). Ta­ pınılan varlık; Allah, Tann. (Bk. ansikl. böl.) —Esk. MabucH hakiki, taprnŞmaa gereken gerçek Şah; Tann. DMabucH layezal, ölüm­ süz ilah; Tann. || Mabudun bi+hak, yanıl­ madan, kuşkuya düşmeden tapılacak Hah; Tann. —Ansİkl. İslam inancında, Allah'tan baş­ ka mabut yoktur. Bu nedenle O'ndan baş­ kasını mabut tanıyanlar müşrik* ve kâfir* sayılırlar. Kuran'da tüm insanlara Allah’tan başka tann tanmamaian buyrulur Kuran’m ilk suresi olan ve müslümanlann beş vakit namazın her rekâtında okuduktan Fatiha suresinde "Allah'ım! Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz" denilir Kuran'da mabudun değişmez, bilinçli, gö­ ren, duyan vs kulanın koruyup kollayan bir varlık olması gerektiği ve Allah'tan başkası­ nın bu nitelikleri taşımadığı beürtüt Örneğin İbrahim peygamber babasını, bu nitelikle­ ri taşımayan putlara taptığı için eleştirir ve onu şeytana tapmakla suçlar (XIX, 42-44). MABUT» a Tropikal bölgelerde ^tşayan, kısa ama güçlü ayaklarıyla ağaçlara trrma-



nabilen skink cinsi. (Skinkgiller familyası.) MAC, MC, M’ ya da M‘, oğlu anlamına gelen keltçe sözcük. Birçok İrlandalI ve İs­ koç soyadının önünde kullanılır. (Birlikte yazılmasına karşın soyadı da büyük harf­ le başlar.) MAC, Vietnam'da egemenliği zorbalıkla ele geçiren hanedan (XVI-XVII. yy ). Ku­ rucusu, 1527'de, yasal Lâ hanedanını 6 yıl süresince safdışı bırakmayı başaran general Mac Dang Dung'dur. Mac hane­ danı gerçekte Cao Bang bölgesinde 1677'ye kadar egemen olmuştur. -MACA, -MEÇE. Yapım eki. Fiiller­ den ad soylu sözcükler türetir: bul­ maca (bul-maca), bilmece (bil-mece), kesmece (kes-mece), vb. MCAOAM (John Loudon), iskoçyalı mü­ hendis (Ayr 1756-Moffat, Dumfries and Galloway, 1836). Yolların kırık taşlarla kap­ lanması sistemini buldu ve bu sisteme adını verdi. New York'ta ticaret yaptı ve büyük bir servet kazandı, 1783'te Iskoçya'ya döndü ve Sauhrie'ye (Strathclyde) yerleşti. Burada, masraflarını kendi karşı­ layarak ve çok büyük bir muhalefete kar­ şın. yollara faş döşemek üzere bir dizi de­ ney yaptı. 1815'te, Bristol kontluğu' ndaki yolların yönetimiyle görevlendirildi ve bu sırada kuramlarını uygulama fırsatı buldu. 1827'de Karayolları genel müdürlüğü ne atandı. Bulduğu teknik, 1849'da Paris'te uygulandı. MACADAMİA a. (avustralyalı doğa bi­ limci J. Macadam'ın adından). 1. Avus­ tralya ya da Queensland ceviz ağacının cins adı. (Bil. a. Macadamia ternifolia; proteacea familyası.) [Bk. ansikl. böl.) —2. Avustralya ceviz ağacının meyvesi. (Eşanl. QUEENSLAND CEVİZİ)



—ANSİKL. Avustralya cevizi Kaliforniya ile Florida’nın güneyinde ve Küba'da yetiştiri­ len hepyeşil bol yapraklı bir ağaçtır. Bu ağa­ cı İsrail'de ve Kuzey Afrika'da yetiştirmek için de denemeler yapılmıştır. Avustralya cevizi tohumla ya da tohumdan yetiştirilen aşıanacı üzerine aşıyla çoğaltılır. Yaklaşık 25 mm çapındaki meyvesi, yeşilimsi renk­ te bir gövekle kaplı ve sert kabukludur; için­ de besleyici değeri yüksek beyaz ve gev­ rek bir iç bulunur; bu ceviz içinde % 13 oranında yağlı madde vardır. Avustralya ce­ vizi süs bitkisi olarak da yetiştirilir. Odunu ince marangozluk işlerinde kullanılır. MACANAZ (Melchor Rafael DE), İspan­ yol siyaset adamı (Hellfn 1670 ■ ay. y. 1760). İspanya Veraset savaşları (1700 -1713) sırasında Felipe V'in danışmanlığı­ nı yaptı, sonra bakan oldu, özellikle Engizisyon’un yetkilerini kısmayı öngören kralcı tutumu nedeniyle ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Sürgünde, diplomatik ko­ nularda danışmanlık yapmayı sürdürdü. M ACAPA, Kuzey Brezilya'da liman kenti, Amazon ırmağı halicinin kuzey ko­ lu kıyısında, Amapâ'nın yönetim merkezi; 155 303 nüf. (1990). Altın ve manganez cevheriyle kereste dışsatımı. MACAPAHIT, Cava'da eski krallık (1292-1511). Raden Vicaya tarafından bu­ günkü Mocokerto yakınında kurulan baş­ kenti, aynı adı taşıyordu. MACAPAT, cava edebiyatında İslam di­ ninin benimsenmesinden (XV. yy.) sonra ortaya çıkan vezin. Daha önceki hint kö­ kenli kakavin'\erin aksine bu sistemde he­ ce uzunlukları değil, hece sayısı dikkate alınır. 4-10 dizeden oluşmuş bölümler içe­ ren şiirlerin her dizesinde 3'ten 12'ye ka­ dar değişen sayıda ikişer hecelik birim yer alır. Bu veznin her biri bir ya da birkaç ez­ giye uyan 15 kadar değişik biçimi (asmaranda, dandang gula, kinanti vb) vardır. Bunlar bestelenmiş şiirlerdir MACAR sıf. ve a. Macaristan halkından olan.



♦ a. (Tamlayan olarak) Macarlar'a ya da Macaristan'a ilişkin: Macar dansları. —Avc. Macar tazısı, tavşan avında kulla­ nılan ince uzun ve güçlü tazı ırkı. —Deric. Macar usulü sepi, şap ve tuzla deri sepileme yöntemi. (Bk. ansikl. böl.) —El sant. Macar işlemeleri, Macaristan' da daha çok kanaviçe ve sarma ya da fis­ to tekniği kullanılarak yapılan çokrenkli iş­ lemeler (En belirgin özelliğini, kullanılan çok sayıda canlı renk oluşturur. Yörelere göre bazı farklar olmakla birlikte, çoğu za­ man her çiçek yaprağı yanındakinin zıd­ dı bir renkle işlenir Bluz, etek, yelek, ke­ mer ve başlıklara uygulanan bu işleme­ ler bazen yaldızlı korddnlaria da süslenir.) —Hayvc.Macar sığırı,boz step ırkı da de­ nen büyük boylu, uzun boynuzlu, gri donlu sığır. ırkı. (Kılsız deri ve mukoza kısım­ ları siyahtır. Sağlam ve dayanıklı olduğun­ dan daha çok koşum hayvanı olarak kûllanılır; bu nedenle artık çok az yetiştiril­ mektedir.) —Marangl. Macar parkesi — parke. —ANSİKL. Deric. Fransa'ya Sully'nin giri­ şimiyle girmiştir Macaristan'a özgü olan yöntemde kılları kireçleme yoluyla alınma­ yıp keskin bir bıçakla tıraş edilen öküz ve manda derileri, yüksek derişiklikteki şap ve tuzlu çözeltilerden geçirilir ve ardından içyağırıa yatırılır. Bu yöntemle sepilenmiş deriler gerilmelere karşı büyük bir daya­ nıklılık gösterir. M aear «M m ya da M acar florini, Os­ manlI İmparatorluğu sınırlan içinde de ge­ çerli. fındık altınlarına yakın ayar ve ağır­ lıkta bir altın para birimi. Bu altınlar Abdülhamit I döneminde (1774-1789) beş ku­ ruş ya da iki yüz para. Abdülmecit döne­ minde 1843'te kırk altı kuruş on para değerindeydiler. M acar arkeoloji anatttOsfi, Birinci Dünya savaşı sırasında arkeoloji alanında araştırmalar yapmak üzere 1917’de kuru­ lan enstitü (1895'te Çarlık Rusyası'nca ku­ rulan enstitüden sonra, bu alanda gerçek­ leştirilen ikinci kuruluştu). Prof. Anton yö­ netimindeki çalışmalarını 1918 ekimine değin sürdürdükten sonra kapandı ve ki­ tapları Alman arkeoloji enstitüsü'ne akta­ rıldı. ikinci Dünya_ savaşı'ndan sonra bu kitaplar Ankara Üniversitesi dil ve tarih -coğrafya fakültesi'ne verildi. MACAR haaıaaı - P a n n o n İa havzası.



zenginleşmiştir. Buna karşılık ses yapısı ve dilbilgisi ural ailesine özgü biçimini koru­ muştur. Ünlü dizgesinde üç dizi ünlü var­ dır: art ünlüler (a, â, o, ö, u, ü), yuvarlak ön ünlüler (ö, ö, ü, ü) ve yuvarlak olma­ yan ön ünlüler (e, 6. i, i). Ünsüz dizgesin­ de, yumuşak ünsüzlerle [t], [d], [rij (yazı­ da fy, gy. ny) yarı kapantılı ünsüzlerin [tsj, [t ]. [dz], [¿¡3 ) (yazıda c, cs, dz, dzs) bu­ lunduğunu belirtmek gerekir. Ünlülerin kullanım koşuilarını, kuralları finceninkine benzeyen, ama onun aynı olmayan ünlü uyumu yönlendirir: bir sözcükte ön ünlü­ lerle art ünlüler bir arada bulunamaz; yu­ varlak olmayan ön ünlülere yansız ünlü­ ler denir: örneğin haz-am-ban (evimde), kert-em-ben (bahçemde). Yeğinlik vurgu­ su hep sözcüğün ilk hecesindedir ve ün­ lü ve ünsüz nicelik özgürdür ve sesbilim açısından belirgindir; örneğin var (kabuk), varr (dikiyor), v ir (kale). Sözcük üretimi bitişimli türe bağlanır ve ilkece türevlerde bir uzunluk sınırı yoktur. Macarca, finceninki kadar olmasa da, biçimbilimsel açıdan çok düzenlidir. Ad çekiminde üretken 17 durumluk bir dizge vardır ve bu durum­ ların 1 0 'u karmaşık bir kalma durumu diz­ gesi oluşturur (içindelik, yakınlık, üstündelik, çıkış, çıkma, iniş, giriş, yöneliş, yüksel­ me, varış durumları). Bunların dışında, kullanımları bazı anlamsal kategorilerle sı­ nırlı 7 durum daha vardır. Bir tanımlık öğe­ sinin bulunduğunu (belirli, belirsiz), ama cins kategorisinin olmadığını da vurgula­ mak gerekir, iyelik soneklerle anlatılır, bu sonekler hem sahiplerin sayısını, hem de sahip olunan nesne sayısını belirtir. Fiil çe­ kimine belirsiz ya da öznel bir diziyle be­ lirli ya da nesnel bir dizinin karşıtlığı ege­ mendir: hemen hemen tüm fiil biçimleri­ nin çekimi fiilin belirli bir nesnesi olup ol­ mamasına göre değişir: örn. adok (veri­ yorum) ;/ adom (onu veriyorum).



M acArdla hastalığı (ing. çocuk hast. hekimi B. MacArdlein adından), çekinik otozomlarla soydan geçen gilikojenoz. Kas fosforilazı yokluğu sonucunda gliko­ jen yıkımının daha başlangıç evresinde duraklamasından ve kas içinde glikojen birikmesinden ileri gelir. Klinik belirti ola­ rak, sık sık ortaya çıkan kas kramplarıyla birlikte anormal olarak yorulma eğilimi ve bazen miyoglobinüri, biyolojik olarak iskemi altında kas çalışması sırasında MACAR Ö R M Ö İ a. Zool. Avrupa ve laktasidemide yükselme yokluğu görü­ Asya'nın büyük bölümünde yaşayan, yer­ lür. li. göçmen ve gezici dalıcı ördek. (Türki­ ye'nin denize yakın göllerinde bulunur, iri M ACARENA (serrania de la). Kolom­ kafası, kırmızı tüylerle örtülüdür. Gerdanı, biya'da dağ kütlesi. kursağı, ensesi, karnı siyah, omuzları ve bedeninin yanları beyazdır. Bil. a. Netta ^MACARİSTAN, macarcası Magyar NSpköztârsasSg, Orta Avrupa'da yer [ya da Nyroca] rulina; ördekgiller familya­ sı.) (Eşanl. KIZILBAŞ ÖRDEK. PASRENKLİ alan devlet; 93 000 km2; 10 355 000 nüf. ÖRDEK,) (1991). Başkenti Budapeşte. Resmi dili macarca. MACARANOA a. Almaşık yapraklı, sal­ kım ya da dallı başak biçiminde toplu çi­ COĞRAFYA çekli ağaç ya da ağaççık. (Macaranga bölgeler porteana, büyük ve çokrenkli yaprakları­ nın güzelliği için sıcak seralarda yetiştiri­ Küçük yüzölçümlü, bütünüyle Tuna böl­ lir. Tüm sıcak bölgelerde yetişen bu cin­ gesinde yer alan ve Pannonİa havzasının sin yüzden çok türü vardır; sütleğengiller tabanını kaplayan Macaristan, birçok böl­ familyası.) geye ayrılır Ülkenin belkemiğini oluşturan, MACARCA a. Özellikle Macaristan'da B.-G.-B.'dan D.-K.-D.'ya doğru uzanan az konuşulan fin-ugur dili. (Bk. ansikl. böl.) yüksek (500-800 m) sırtlar, ormanlar ve — A n s ik l. Macarca, ostyak dili ve vogulbağlarla örtülüdür; Alplerle Karpatlar ara­ cayla birlikte fin-ugur dillerinin uğur dalı­ na bağlanır. 1992'de toplam 14 milyon ki­ sında 400 km boyunca uzanan bu sırtlar, Üçüncü Zaman'da kıvrımlanmış, billurlu, şinin konuştuğu bu dil, Macaristan'da nü­ kireçtaşlı, yanardağ kökenli, mineralleşmiş fusun hemen hemen tümü tarafından kul­ (boksit, manganez, linyit, kaplıcalar) kü­ lanılır, bunun yanı sıra Romanya'da, Çek çük kütlelerdir. Tuna'nın açtığı geçit ırma­ Cumhuriyeti'nde, Slovakya'da, Sırbis­ tan'da, Slovenya'da, Avusturya'da ve ğın ve Visegrâd'daki dirseği aracılığıyla dünyanın çeşitli yerlerinde (ABD, vd.) bü­ birbirinden ayrılan bu kütlelerin başlıca yük topluluklarca da konuşulur. Macarca dağlan: B.’da, Tunaötesi'nde, sarp yamaç­ XIII. yy.'dan beri yazılır (latin abecesi); larla Balaton gölüne inen Bakony dağla­ kuralları XVI. yy.'da matbaanın ülkeye gi­ rı; Vörtes; Pilis; daha ilerde. Kuzey kütle­ rişiyle belirlenmiştir. Özelliklerinden biri, sinde Börzsöny, Mâtra dağları (Macaris­ uzun ünlüleri ve uzun, yuvarlak ön ünlüle­ tan'ın en yüksek doruğu Kökes'te 1 015 ri belirtmek için kullanılan vurgudur (ö, ö.) m); Bükk ve Aggtelek karstları; ünlü Tokaj Etrafı başka dil aileleriyle çevrili macar- (Tokay) bağlarının yanında yükselen canın sözlüğü tarihi boyunca özellikle Zemplön dağları. türkçe, oset dili, Slav dilleri, almanca ve Tunaötesi kütlesinin her iki yanında uza­ latinceden yapılan çok sayıda aktarmayla nan verimli iki tarım bölgesi (lösler, yaz



Macaristan yağmurları), Batı Macaristan'ı ülkenin en zengin yöresi haline getirir. Bakony'nin K. -B.'sındaki Üçüncü ve Dördüncü Zaman' da oluşmuş dolgu ovası Kisalföld (Küçük Ova) Tuna’ya kadar uzanon alanda çok verimli büyükbaş hayvancılık ve tarım (buğday, arpa, mısır, şekerpancan, yem bitkileri, patates, süt inekleri, domuz) ya­ pılır. G.-D.’da, Kapos ve kollarnın biçim­ lendirdiği Mezöföld, Somogy ve Tolna, yo­ ğun yöntemlerle çokürünlü tanm etkinlik­ lerinin (tahıllar; yem bitkileri, sığırlar, kümes hayvanları) ağır bastığı, yükseltisi az ( 1 0 0 -300 m), uzun tepelerin sıralanmasına ne­ den olur Tepeleri, Drava’ya kadar birbirin­ den kopuk iki karstlı blok izler: her ikisi de akdeniz iklimi özelliklerini taşıyan (incir ba­ dem) Mecsekler (682 m; kömür, uranyum) ve küçük Villâny kütlesi (442 m; bağlar). Tuna'nın D.'sunda Kuzey kütlesinden Romanya ve Hırvatistan sınırına kadar uzanan ova (Alföld ya da Büyük Ova) ül­ kenin yarısını kaplar (47 000 km2). Alföld ovası, "Üçüncü Zaman’dan bu yana, sert tatıanın derinliğine bağlı olarak deniz, göl, akarsu ve rüzgârların bıraktığı 2 0 0 0 -4 (XX) m kalınlığında çökellerle dolmuş biı Pannonia alçak çukurudur K.-D.’da Nyfrsög ile Tuna ve Tisza arasında bulu­ nan Kiskunsâg (Küçük Kumanya), Tuna ve Yukarı Tisza'nın gerçekleştirip rüzgâ­ rın kumul biçimini verdiği iki çok büyük kum püskürme konisi oluşturur. Eğimin bulunmaması hem akaçlamayı engeller (Tisza'nın büklümleri) hem de tuzlann yü­ zeye çıkmasına yol açar. Kışların sertliği ve yazların kuraklığı, ülkeyi, yaygın yön­ temlerle yetiştirilen çatal boynuzlu sığır, at ve koyun sürülerinin dolaştığı bir puszta' ya (bozkır) dönüştürür Tuna, Tisza (Tıszalök barajı) ve Kisköre'nin sularından yarar­ lanan yoğun bir sulama kanalları ağı ve bilimsel yöntemlerle yapılan tanm puszta’ nın Hortobâgy ulusal parkına (60 000 ha) ve doğal rezervlere aynlan Bugac'a (30 000 ha) dönüşmesini sağladı. Jâszsâg ve Nagykunsâg’ın (Büyük Kumanya) lösferi ve çernozysmlannda tahıllar (buğday, mı­ sır, pirinç) Nylrsög'in kumlu alanlarınday­ sa sanayi bitkiler (tütün, patates, ayçiçe­ ği) yetiştirilir; kavak, akasya, köknar, ardıç işletmelerinin yanı sıra meyve ağacı ve bağ yetiştiriciliği, hem kumullan hareketsizleştirmiş, hem de verimsiz topraklan de­ ğerlendirme (Kecskemöt ve NyfrsĞg'in ka­ yısı, şeftali, erik, elma ağaçlan, şaraplık üzümler ve sofra üzümleri, Güney Eger' in kirazlan) olanağı vermiştir. Sebze eki­ mi ve bostan tanmı vadilere yayılmıştır (Kalocsa ve Szeged'in paprikası, Makö' nun soğanı). Tarımsal besin maddeleri üretimi çok geniş bir pazann gereksinim­ lerini karşılamaya çalışmaktadır. Ysraltı kaynakları da zengin değildir: yalnızca Szeged çevresinde petrol, doğal gaz ve jeotermik enerji (seralarda vs kentlerin ısı­ tılmasında kullanılır) üretilmektedir.



kimyası], Dunaûjvâros [demir-çelik], Szâzhalombatta [petrokimya], Ajka ve Vârpalota [alüminyum], Oroszlâny [demirdışı metaller], Kazincbarcika ve Tiszapalkonya [gübre ve plastik], Uraniumvâros [nükleer enerji]). Bilimsel araş­ tırmalar, sanayiyle birlikte yürütülmekte­ dir (Miskolc'ta ağır sanayi üniversiteleri, Veszpröm'de kimya, Sopron'da ağaç sa­ nayisi üniversiteleri). Geniş bir yelpaze oluşturan üçüncü kesim etkinlikleri (2 016 000 kişi, % 42) arasında eğlence ve dinlenme özel bir yer tutar, Macaristan, turistlere, başkenti­ nin büyüleyici güzelliğini ve ağırlama ko­ laylıklarını, Tuna'nın çekiciliğini (Visegrâd), eski kentlerinin mimari güzellik­ lerini (Sopron) sunar. Mâtra dağları, kış sporlarına olanak verecek şekilde dona­ tılmıştır. Budapeşte'ye 80 km uzaklıktaki (otoyol) Balaton gölü yılda 2 000 saatlik



(1,6 M baş); kümes hayvanları (64 mil­ yon). 1950'de etkin nüfusun % 52'sini oluşturan tarım nüfusu (4,1 milyonluk toplam nüfusun, 2,1 milyonu), 1991'de nüfusun ancak % 18'ini (4,8 milyonun 864 000'i) oluşturmakta, fakat bu arada üretim miktarları iki ile sekiz kat arasında artmış bulunmaktadır. Tarım, ulusal geli­ rin % 13'ünü, dışsatımın da % 25'ini kar­ şılamaktadır. Çalışanlarının sayısı otuz yılda 900 000'den (etkin nüfusun % 22'si), 1 920 000'e (% 40) yükselen sanayi kesimi, ulusal gelirin % .35'ini sağlamaktadır. Lin­ yit (1991'de 5,3 Mt) ve doğal gaz (1990'da 6 Gm3) dışında fazla enerji kay­ nağı bulunmayan Macaristan, Tuna üze­ rinde Paks'ta 800 MVVIık bir nükleer santral kurdu. Macaristan'da önemli bok­ sit yatakları bulunur (1989'da 2,6 Mt). En büyük öncelik demir-çelik (3,3 Mt çelik),



KaiincbajiCika4^ kS a )O S 2 en tpe ler



L



B a la s s a g y a rm a t.



ka tis te v a '



g /



Tokaj*



( çfpofc S" n ın ya ro s*



»sonm agyarövöT



^ P o lg â r * te zökö vesd



H ajdünâr



« W f f S ? 5 ^ - T a t a v 'se 9 r80 Sz



Tatabiny'r ^ Dunake^ . . «Kosîeâ y / SŞrvajLS z o tb a th e ly



vj/p



O roazlâny a n K Â b c c t i



\m öt •



i



V â r ^ U lo la / /



I



I



c " 'dc,rok



5 .« î? .T , T ih a n y *



/



D om bövâr V a ra z t



Kaposvar .N a g y a tâ d \



K o m lo



y /



'



Ş iıg etydr



•.Barcş^-nr'" V“7 V '



H I R V A T İ S T A N ^v ^ -îfc T V iro v itic ff-



Tol



‘a o n y h a d .^



Mohaç H arkân y



/



JEOMORFOLOJİK BÖLGELER RÜZGAR DEPOLARI



ekonomi



Macaristan ekonomisini, İkinci Dünya savaşı'ndan sonra sosyalist ilkeler uya­ rınca geliştirdi: planlama, üretim araçları üzerinde kamu mülkiyeti, tarımda koope­ ratiflerin geliştirilmesi ve sanayileşme. Ama, bu arada, aşamalı bir biçimde (1957, 1966, 1980), işletmelere özerklik vermekten de geri kalmadı. İş sözleşme­ leri, fiyatların saptanması, emekçilere çı­ karlar sağlanması ve ikinci elden imalat konularında gerçekleştirilen bu özerklik sayesinde, iktisadi büyüme bilançoların­ da olumlu sonuçlar elde edildi. Makinelerden, yoğun gübre kullanı­ mından, sulama şebekelerinden (500 0 0 0 ha), kolay bir turfandacılıktan (jeoter­ miyle ısıtılan 1 500 000 m2 sera) ve tarım­ sal araştırmalardan (Keszthely) yararla­ nan tarım, aşağı yukarı eşit bir biçimde, bitkisel üretimle (değer olarak % 53) hayvansal üretime (% 47) ayrılır: 1989 ra­ kamlarıyla mısır (6,3 Mt); buğday (7 Mt); arpa (1,2 Mt); domuz (7,7 M baş); sığır



MACARİSTAN



O r—



i



.........



demirdışı metaller, makine, kimya ve be­ sin sanayilerine verilmiştir. Macaristan, kamyon, otobüs, demiryolu malzemesi ve motor imal eder. Ayrıca, makine tez­ gâhları, radyo ve televizyon, tarım ve in­ şaat malzemesi, soğutucular, çimento, elektrik santralları ("anahtar teslim" satış) ve kendine özgü özellikleri bulunan ünlü besin maddeleri (kayısı rakısı, barackpâlinka, salam) üretir. Sanayi, 1939’ da ülkenin başlıca büyük sanayi merkez­ leri olan Budapeşte ve Miskolc'tan taşra yönünde yayılarak başka bazı kentleri de (Györ, Tatabânya, Szâkesfehârvâr) kapsamına aldı. Bunun yanı sıra, dokuz yeni sanayi kenti kuruldu (Komlö [karbon



S



»* U



bayı alüvyonları



güneşli havasıyla büyük bir banliyöler külliyesi durumuna gelmiştir (Balatonfüred, Tihany, Siöfok, toplam 1,2 milyon ta­ tilci). Kaplıca turizmi de, 20 kadar kür merkezine işlerlik kazandırmaktadır. Ül­ ke de doğa son derece iyi korunur (3 ulusal park, 616 korunma altında sit, 27 bölge, toplam 300 000 hektar). İleriye dönük görüşler



1949 yılından bu yana, nüfusunun an­ cak % 15’lik bir artış gösterdiği bir dö­ nemde, ulusal gelirini dört kat artıran Ma­ caristan, yine de bazı sorunlarla karşı karşıyadır. Budapeşte, uyumlu bir kent



DIŞALIM bitkisel yağlar



BESW TARIM



SANAYİ HAMMADOELERİ. YARI MAMUL ÜRÜNLER VE YEDEK PARÇALAR



MADENSEL VE ENERJİ SAĞLAYAN ÜRÜNLER hidrokarbonlar



_



w



kimyasal



bitkisel kökenli hammaddeler



metalürji



: •:



ayakkabı / aktarma donanımı



.uidüoleru traktörler, I tarım 'makineleri



toruma ilaçlan



gübre



ana metalürji ürünleri \



bitkisel kökeni ham maddeler



m adensel kökeni ham maddeler



İM



hayvansal kokenh ham maddeler



bağcılık ' g ö ta r jâ n



patates



m ."



f



Alm âsfûzltö



Mosonmagyarövi



şekerpancarı



S o p ro n



.domuz yetiştiriciliği



! K ö s ze g ,



sığır yetiştiriciliği



Szombathel



«y u *



varpaiota



A jk a



I, v e s zp rim



Za la e g e rs ze g N a g y k a n lzs a



elektrik santralleri J L termik



;\



M . nükleer



cvonovos Jâ s zb e rin y



)



Pida



Y



gaz boruhattı petrol boruhattı



v



p.



if^azlncbarclka



Nagybâtonya Mandritsara



Marovoay St-André br



Soalala



Kinkorry g.



kÚt,éaí



Madlrovalo KelM y



. Mañanara



. Tsaratanana



SoanieranaIvongo •



Arkara • Maevatanana



_



-Fénérive



f J-



Mahat8injo M ora fe n o b e



^ Foulpointe



Ambatondrazaka +



Maintirano*



T o a m a s in a



- ¿ t J T a m a ta v e )



k



Barrer



» * * * ™ # Ambodifototra



ra



Tamboljprano



M A D AG AS KAR



yarımadası y / Masoala b



TsiroanSmandidy J/B ric k a v ille ' • An de voran to



Antsalova*



Va to m a nd ry



M ah ano ro



[sipáihina Marolambo



Morondava



# N o s y V a rika



Ambos itra Mandab^



• Mananjary liana Moror



Manakara Farafangana



Vangaindrano



• Of” 1



Oğlak dönencesi



M idongy-du-Sud



Betioky



Mahataly ' loşu



Anjpnim ora



> GÖREV.) —Nük. müh. Nükleer madde, belli deri­ şim oranlarında uranyum, plütonyum ya da toryum İçeren madde. (Örneğin uran­ yum cevherleri.) || Parçalanabilir madde, parçalanabilir nüklitler İçeren ve kimi ko­ şullarda, zincirleme bir nükleer tepkime gerçekleştirmeye olanak veren madde. —Polim. Kalıplama maddesi, çözelti, emülsiyon, hamur, tane ya da toz halinde bulunan, bir ya da birçok hal değişimine uğradıktan sonra, sert ve katı bir nesne vermek üzere konulduğu kalıbın biçimini kolayca alan malzeme —Tarım. Etkin madde, bir bitkiye ya da hayvana uygulanan ilacın içindeki iyon, molekül ya da kimyasal öğe. Sözkonusu ürünün içinde tek başına ya da yardımcı (ıslatıcı, sulandırıcı, çözücü, koruyucu, du­ rağanlaştırıcı) maddelerle birlikte buluna­ bilir. Ürünün etkinliğini (verim artırıcı, büyütücü, zararlı otları, mantarları, solucan ve böcekleri yok edici) bu madde sağla­ maktadır. (Piyasada satılan ürünlerin için­



de etkin madde değişik oranda bulunur. Bu gibi haşere ilaçlarının kullanım mikta­ rı genellikle İlaçlanacak yüzey birimine göre etkin madde birimi olarak İfade edi­ lir.) —ANSİKL. Biyol. Canlı madde. Her canlı maddede bulunan çeşitli birimler, birbiri­ ne hafif ya da çok sıkı bir biçimde bağlı protein makromoleküllerlnden oluşan ve hiyaloplazma denen jel halindeki bir ana madde içinde yer alır. Hiyaloplazma, İçin­ de su bulunan ve canlı maddenin özünü oluşturan bir çeşit ağ biçimindedir; pro­ tein topakçıkları, glusit molekülleri, lipitler ve iyonlar onun İçinde dağınık durumda yer alır. Diyaliz, geçişme basıncı, buhar gerilimi, molekül kütlesi, çözünürlük gibi canlı maddeye özgü nitelikler kolloidal du­ ruma bağlıdır. Canlı madde heterojendir ve kendi kendini üretebilen makromoleküllü çeşitli yapılar İçerir, bu da onu çokfazlı bir sistem haline getirir. Canlı mad­ denin akışmazlığı, sertliği, esnekliği hüc­ re tiplerine ve fizyolojik durumlara göre değişir. Hatta canlı maddenin yapısı, sal­ gılar ve çıkartılar İçin gerekli her türlü tep­ kimeye özgül bir mekân ve birçok enzim sistemlerinin çalışması İçin olanak sağlar. —Fels. Madde kavramı üzerinde düşün­ meye başlayan ilk filozof Aristoteles’ti. Aristotelesçl felsefe maddeyi, bütün belirlenim­ lerin, belirlenmemiş ve gizil dayanağı ola­ rak kavrıyor ve özellikle bu temel belirsizli­ ğin sonucu üzerinde duruyordu. "Madde (yun. hyle) kendi başına bilinemez” (Me­ tafizik [Meta ta physika], 7, 10) diyen Aris­ toteles, duyulur maddeyi kavranabilir mad­ deden ayırarak şöyle yazıyordu; “ Madde ya duyulur ya da kavranabilir bir şeydir Ör­ neğin tunç, tahta ve değişmeye yetenekli her türlü madde, duyulur maddedir. Kav­ ranabilir maddeyse, matematik varlıklar gi­ bi, duyulan şeylerin İçinde, duyusallık ni­ teliğinden farklı olarak bulunan maddedir" (ay. ypt.). Klasik dönemde madde, özellikle bilgi maddesi olarak kavrandı. Descartes’a gö­ re madde geometriyle betimlenebilir bir şeydi: Geometri, maddeyi uzayda sınırlan­ dırıyor ve böylece ona somut bir gerçek­ lik kazandırıyordu. Descartes şöyle der: “ Dünya ve gökler, hep aynı maddeden yapılmışlardır; [...] eğer birçok dünya ol­ saydı, onlar da başka bir maddeden oluş­ mazlardı; [...] tek özelliği uzamlı bir şey ol­ mak olan madde, [...] bu öteki dünyala­ rın İçinde yer aldığı tasarlanabilen bütün uzayları doldurur ve biz kendimizde her­ hangi bir başka madde düşüncesi bula­ mazdık" (Felsefenin ilkeleri [Principia phllosophiae], 2 , 2 2 ). Maddenin özelliklerini descartesçılığın bu önsel sınırlandırma girişimi, XVIII. yy.'ın maddeci filozofları tarafından eleştirildi. Holbach şöyle der: "Biz, cisimlerin öğe­ lerini hiçbir zaman bilmiyoruz, ancak ba­ zı özelliklerini biliyoruz [...]. insanlar mad­ deye tek, İşlenmemiş, edilgin, hareket et­ meye, [...], kendi başına herhangi bir şey yaratmaya yeteneksiz bir varlık olarak bak­ tılar; oysa tüm farklı bireylerinde, uzam, bölünebilirlik, şekil, vb. gibi bazı ortak özellikler bulunsa bile, ne aynı bir sınıf al­ tında toplanabllen, ne de aynı bir belirle­ nim altında kavranabilen bir varlık türü olarak bakmaları daha doğru olurdu” (Système de la nature [Doğa sistemi], 1,2 ).



Maddenin özellikleri üzerindeki bu dü­ şünceyi Kant, madde / zihin karşıtlığına dayanan, ama zihne İlk sırayı veren bir bil­ gi kuramı içinde yeniden ele aldı. Gerçek­ ten de, şeylere İlişkin bir önsel bilginin ola­ bilirliğini İrdeleyen ve önsellik kavramını da kesinleştiren Kant'ın bilgi kuramı, bilgide İki tip öğe ayırıyordu. Buna göre, nesne­ ye bağlı öğeler bilginin maddesini oluş­ tururlarken, özneye bağlı öğeler bilginin biçimini oluşturuyorlardı. Bu ayrımdan da Kant, şu tanımı çıkarıyordu: “ Görüngü İçinde, duyuma karşılık düşen şeye mad­ de (alm. Materie), görüngü çeşitliliğinin, sezgide, belli bağıntılar uyarınca düzen-



lenmeslne yol açan şeye de görüngünün biçim'i diyorum” {Salt aklın eleştirisi [Kri­ tik der reinen Vernunft], 1,1,7), Kant'a gö­ re madde, bir görüngünün duyulur yanı­ dır ve zihnimiz, duyarlık yoluyla nesneler­ den etkilenir; ama bilmek, "gerçi sonsal olarak verilen, [...] ancak biçimi önsel ola­ rak ruhta bulunan [...] bir madde"yi biçim­ lendirmektir (ay. ypt.). Hegel, bilginin maddesiyle biçimi ara­ sındaki bu ayrımı eleştirdi. Nitekim Hegel’ de madde, ortak gelenekte olduğu gibi, iç biçimin dıştaki başkasını değil, “ varo­ luşun kendi kendisiyle dolayımsız birliği" ni belirtiyordu (Enzyklopädie der philo­ sophischen Wissenschaften im Grundris­ se [Felsefi bilimler ansiklopedisi], 128). Şe-, yin somut gerçekliğinin kanıtlayıcısı olan “ madde [...], varoluş olarak, bir-başkasındaki yansımayı olduğu kadar kendinde -varlığı da kapsar; bu belirlenimlerin birli­ ği olarak madde, biçimin bütünselliğidir de”. Dolayısıyla madde ve biçimin "her ikisi de kendinde aynı şeydir” ve farklı ola­ rak kondukları zaman da, bu birlik onla­ rın temel "bağıntriarı olarak ortaya çıkar. (ay. ypt., 129). Marxçılığa göre madde, maddeci felse­ fenin temel bir kategorisidir ve insan bi­ lincinin dışında var olan nesnel gerçekli­ ği belirtir. Engels şöyle der: "Dünyanın gerçek birliği onun maddiliğine dayanır ve dünyanın maddiliği de birkaç hokkabaz­ lık yurtturmacasıyla değil, felsefenin ve doğa biliminin uzun ve zahmetli gelişimiy­ le kanıtlanır" (Anti-Dühring, 1,4). Bu ince­ leme şu sonuca varılmasını da sağlar: "Hareket, maddenin (alm. Materie) varo­ luş biçimidir. Hiçbir zaman, hiçbir yerde hareketsiz madde olmamıştır ve olamaz da” (Engels, ay. ypt.). İslam felsefesinde madde sözcüğü yu­ nanca kökenli ve şekil (biçim, form) söz­ cüğünün karşıtı olan hyle'den heyula kar­ şılığı olarak kullanılmıştır. Sözcük, genel­ likle yalnızca biçimden yoksun bir gücün (kuvve) karşıt niteliklere (biçimlere) bürü­ nerek cisim olabilmesi anlamına kullanı­ lır. IX. ve X. yy.Tarda yunancadan yapılan çevirilerde heyula'nın yerini madde söz­ cüğü aldı. Unsur (eleman) sözcüğünün de bazen maddeye yakın anlamda kulla­ nıldığı oldu. Ebubeklr er-Razi’ye (öl. 925) göre, madde (heyula), beş ezeli İlkenin İlkidir. Bu görüş, sonradan ismaililerden Naslr-i Hüsrev (öl. 1061) ve Fahrettin Razi (öl. 1209) tarafından da benimsendi, ikinci ezeli var­ lık olan evrensel ruh (en-Nefs ül-külllye), Dünya’yı meydana getirmek İçin madde­ yi çalkalandırdıysa da bir sonuç elde ede­ medi. Bunun İçin yaratıcıdan (el-Bârl) yar­ dım istediğinden madde, biçime bağlı bir duruma getirildi. Başta Şiilikteki olmak üzere tüm sudurlyeci (aşağı olanın daha yukarı olandan çıkması; çok olanın [her şeyin] “ bir olan" dan çıkması) görüşler ezeli İlkeden sudur eden ya da yayılan İlk maddenin ne ol­ duğu üzerinde durur. Gerek Karmat, ge­ rekse ismaili kozmogonisinde (Dünya’nın yaratılış efsanesi) heyula, sudur eden üçüncü ilkedir. Madde, ancak ilk akıl (el -akl ül-ewel) külli ruha dönüştüğü zaman ortaya çıkar. Madde, tek başına ortaya çı­ kamadığından biçimin yardımına gerek­ sinimi vardır. Bu görüşe ibni Sina’da da rastlanır; ancak onda heyulanın yerini gök cismi kavramı alır, ismaili anlayışına göre madde, biçime (şekle) göre saf güç ha­ linde olan varlık, olumlu istekle biçim sa­ hibi ve sudur etmiş bağımsız üçüncü ilke olma niteliklerine sahiptir. Maddedeki "şe­ kil İsteği” iki yanlılık taşır: varlık içinde gö­ zükme olumlu isteği ve olumsuz bağımlı­ lık İsteği, ismaili madde konusu İle ilgili gö­ rüşün meydana gelişinde Empedokles’e atfedilen bir rivayetin etkisi olmuştur. Bu rivayette, en soylu (köktü) varlığa unsur de­ nir. İlk unsur akıldan, ruhtan, doğadan ve karma varlıklardan daha basittir. Ancak, mutlak basit yalnızca Yaradandır. Unsur, sudur eden beş varlığın İlkidir ve bir ilk



ruhsal ya da makul madde kavramının (el -heyula er-ruhanlye) çıkarılmasına katkısı olmuştur. ismaillillğin madde hakkındakl görüşü, İhvanüssafa'nın Resail'İne dayanır. Buna göre, bütün cisimler tek bir cins, tek bir cevher ve tek bir maddedendir. Araların­ daki farklar biçimlerinden kaynaklanır. Madde değişmez, suret değişir. Heyula, dünyadaki bütün cisimlerin oluştuğu dört unsur; kosmosun kendisinden çıktığı mut­ lak madde, basit makul duyularla algılanamayan ilk madde (cevher) ve her türlü niteliğin (hüviye) biçim özelliklerini taşır. Heyula kavramı hem ikinci madde hem de ilk maddeyi İçerir. Her var olan şey, farklı bakımlardan hem şekil hem de maddedir. Mutlak cisim, ilk madde de şe­ kildir. Külli ruh da, külli akıldan çıkmış olan ruhsal şekildir. Külli akıl İse Yaradan'dan sudur etmiştir. İhvanüssafa’nın madde hakkındakl bu görüşlerinin bir bölümü ibnülarabl'nln ku­ ramı üzerinde etkili olmuştur. Ancak on­ da, madde yaratılmış olsun olmasın, var­ lıkla aynı zamanda ve birlikte vardır ve gerçeklerin gerçeğidir (hakikat ül-haklka). Madde ve heyula sözcüklerini felsefeciler kullanmakla birlikte bu konuda İsmaili koz­ mogonisini kabul etmezler. Felsefecilerde ayrıca ilk madde (el-maddet ül-ülâ) söz­ cüğüne de sık sık rastlanır. İbni Sina, mad­ deden hemen sonra İlk unsuru tanımlar ve maddi neden anlamına gelen "el-lllet ül-unsuriye"den söz eder. Felsefecilerde tek olma ilkesi, biçim değil, nicelenmiş maddedir ismaili kozmogonisinin aksine, felsefe­ cilerde heyula değerslzleşlr. Nitekim Farabl ilk maddeye “en aşağılık şey” der, İkinci dereceye İse Doğa'yı yerleştirir Ona göre, Doğa, ilk maddelerde bulunan cismanl şekildir; madde İse şeklin yeri ve alı­ cısıdır; bu alıcının yapısında başka hiçbir madde yoksa, mutlak ilk maddedir (el -heyula), ibni Sina, şeklin maddenin ne­ deni olduğunu kabul etmez; şeklin mad­ de sayesinde varolduğunu savunur ve bir de maddi akıldan söz eder. Maddi akıl, kendi başına hiçbir şekil almamakla bir­ likte, varolan bütün şekilleri alabildiği İçin ilk maddeye benzer. Maddi akıl deyimine Farabl'de rastlanır. Kelam İlminde madde sözcüğü kullanı­ lır. Eşariler ve geç dönem maturldllerde ise, madde yerine heyula sözcüğü geçer. Maturidilere göre heyula ve madde cev­ her; arazlar (geçici görünümler) ise şekil­ dir. Fahrettin Razi, ibni Sina'dan esinlene­ rek cisimlerin madde ve şekilden oluştu­ ğunu, heyulanın şeklin alıcısı olduğunu söyler. —Fiz. • AtomsaI madde kavramı ve hal­ leri. Modern madde anlayışı, temelde atomlara dayanır: madde süreksizdir, mo­ leküllerden, atom topluluklarından oluşur ve maddenin çeşitli halleri (gaz, sıvı, katı) bu moleküllerin farklı biçimde düzenlen­ melerine karşılık gelir. Başlangıçta (XIX. yy.’ın İkinci yarısı) atomsal madde kavramı, klasik mekani­ ğin parçacıklarına denk düşen molekül­ lerin hareketlerinden yola çıkarak, gaz ha­ lindeki maddelerin termodinamik özellik­ lerini açıklayan gazların kinetik* kuramı­ nın başarılarına sıkı sıkıya bağlıydı. Atom­ sal madde görüşü, daha sonra yalnızca gaz halindeki değil, katı ve sıvı haldeki maddelerin de özelliklerini açıklayabilecek tek görüş olarak kabul edildi. (-> a t o m .) Uzun bir süre, maddenin yalnızca katı, sıvı ya da gaz halinde varolablleceğlne İna­ nılmıştı. Gerçekte İse durum çok daha karmaşıktır. Klasik bakış açısından bile, gazlar ve sıvılar arasındaki ayrım mutlak değildir, çünkü sıvı halden gaz haline ge­ çiş süreksiz bir biçimde olabildiği gibi (bu­ harlaşma), hal denkleminin “ kritik nokta" sı aşıldığında sürekli bir biçimde de ger­ çekleşebilir. Bütün bunlara ek olarak, XX. yy.’ın başlarında bildiğimiz sıvı ya da gaz akışkanlardan çok farklı akışkan türleri or­ taya çıkmıştır: çok düşük sıcaklıkta aşırı-



madde 7640



akışkanlar ya da yüksek sıcaklıkta plaz­ malar. Ayrıca günümüzde maddenin kıs­ mi bir düzenlilik gösteren katı ve akışkan hal arasında yer alan halleri de bilinmek­ tedir (“ sıvı kristaller", kristalimsiler, nematlkler vb.). • Madde ve ışıma. Tanecikli, süreksiz ve maddesel (!) madde kavramının karşısın­ da, klasik (yani Einstein öncesi ve kuvantal kuram öncesi) fizikte, elektromanyetik alan kavramıyla açıklanan, maddesel ol­ mayan bir ışıma kavramı yer alıyordu. Madde-ışıma etkileşimi, elektromanyetik alanın maddeyi oluşturan parçacıklar (özellikle de elektronlar) üzerindeki etkisi olarak anlaşılıyordu. Kuvantal fiziğin alan­ ların ve parçacıkların, daha temel olan tek bir nesne sınıfının, yani kuvantonların iki değişik yüzü olduklarını göstererek geçer­ siz kıldığı, İşte maddenin temel düzeyde­ ki bu gösterimidir. Madde ve ışıma, birbi­ rinden ne daha az ne de daha çok mad­ desel olan kuvantonlardan başka bir şey değildir. Yine de uygulamada (aynı za­ manda kimi tarihsel nedenlerle) elektron­ lar maddesel, (dingin haldeki kütleleri sı­ fır olan) fotonlar bir ışıma olarak kabul edi­ lir. Bu anlamda, madde/ışıma ayrımı görüngübilimsel bir geçerlik taşır • Madde ve karşıtmadde. 1930’lara doğ­ ru, Dlrac'ın göreli kuvantal kuramından hareket edilerek, her temel parçacığa bir "karşıtparçacık’’ın eşlik ettiğinin bulunma­ sıyla, bu karşıtparçacıkları belirtmek İçin karşıtmadde terimi ortaya atıldı. Tabii bu karşıtmadde, aslında bildiğimiz madde bi­ çimine simetrik olan bir madde biçimin­ den başka bir şey değildir. Maddenin bu derin ikllliği kuşkusuz çağdaş fiziğin elde ettiği en önemii sonuçlardan biridir. —ida. huk. Tehlikeli madde. Karayolları trafik yönetmeliği uyarınca gerekli izin ve önlemler alınmadan karayollarında tehli­ keli maddelerin taşınması yasaktır. Bu ya­ sağa uymayanlar, beş bin liradan on bin liraya kadar hafif para cezası ve on beş günden kırk güne kadar hafif hapis ceza­ sıyla cezalandırılırlar. M a d d e v e h a fız a (Matière et Mémoire), Henri Bergson’un, ruhbilimsel kuramları­ nı açıkladığı yapıtı (1896). Bellek (hafıza) kuramıyla Bergson, bedensel mekanik bellekle salt bellek arasında bir ayrım ya­ par. Salt bellek beyinde değil, billnçdışında yer alır ve hatıralar, girişilen eylemin ge­ reksinimlerine göre buradan ortaya çıkar­ lar. Yazara göre belleğin bu bölümü mad­ desel bir nitelik taşımaz. M A D D E B A Ş I a. Bir sözlükte, değişik harfler kullanarak ön plana çıkarılan ve al­ tında konusuna İlişkin açıklamaların sıra­ landığı yazılı birim. (Eşanl. GİRİŞ.) — A N S İK L . Maddebaşı, adlarda tekil bi­ çim, fiillerde de mastardır. Maddebaşlarının saptanması, sözlükçülük gelenekle­ rinin yanı sıra sözlük yazarının kararlarıy­ la belirlenir. Örneğin, kimi sözlüklerde kökensel nedenlerle “ dil” sözcüğü ya tek maddebaşıyla ya da anlamsal nedenler­ le İki ayrı maddebaşıyla verilir. Böylece: 1. dil: tat alma organı; 2. dil: bildirişim aracı. Sözcüğün özel bir biçiminin özgül bir an­ lamı olduğunda ya da aynı maddebaşı al­ tında ele alınan sözcüğün türevlerini de verme yolu seçildiğinde, bir sözlük mad­ desinin bir ya da birçok alt maddebaşı bulunabilir. M A D D E C İ sıf. Maddeciliğe ilişkin olana denir. • sıf. ve a. 1. Maddecilik yandaşı. (Eşanl. MATERYALİST, ÖZDEKÇ İ.) — 2 . Yal­ nızca maddi doyum aramaya yönelik ki­ şi, grup ya da davranışa denir. M A D D E C İL İK a. 1. Maddenin zihinden önce geldiğini savunan felsefi öğreti. (Eşanl. MATERYALİZM, Ö ZD E KÇ İLİK .) [Bk. ansikl. böl.) —2. Maddi doyuma ve haz­ za öncelik tanıyan görüş, yaşam biçimi. —Fels. Diyalektik maddecilik, en yeni bi­ limsel gelişmelere dayanan maddeci bir



dünya görüşü ile Hegel felsefesinden ge­ nesnelere gerek duyuyordu, ama İnsan len eleştirel bir anlayış olan diyalektiği bir­ etkinliğinin kendisini nesnel etkinlik olarak leştiren marxçi felsefe. (Bk. ansikl. böl.) || kavrayamıyordu. Bu yüzden, Das Wesen Tarihsel maddecilik, tarihsel, siyasal ve des Christentums (Hıristiyanlığın özü) adlı toplumsal olaylarda, İktisadi olguların, son yapıtında, yalnızca kuramsal tutumun İn­ kertede belirleyici bir rol oynadığını öne sana gerçekten özgü bir tutum olduğunu süren marxçi tarih kuramı. (Bk. ansikl.savundu; buna karşılık pratiği, ancak pis böl.) yahudi görünümü içinde düşünebildi ve — A N S İK L. Felsefi maddeciliğe göre mad­ belirleyebildi. Gene bu yüzden ‘devrimci’ de, İnsanın bilincinden, zihninden bağım­ etkinliğin, ‘pratik eleştirel’ etkinliğin öne­ sız, nesnel bir gerçekliktir; bilincin kendi­ mini anlayamadı" (Feuerbach üzerine 1. siyse, maddi dünyanın insan beynindeki tez). Ayrıca, Engels’le birlikte şöyle yazar: yansımasından başka bir şey değildir. De­ “Aslında pratik maddeci için, yani komü­ mek ki bu çözümlemenin hareket nokta­ nist için, mevcut dünyayı değiştirmek, ku­ rulu düzene saldırmak ve onu dönüştür­ sında, madde ile zihni karşıtlaştıran bir iki­ lik vardır; maddecilik zihni maddeye bağ­ mek söz konusudur" (Alman ideolojisi layarak bu İkiliğe birleştirici bir çözüm ge­ [Die Deutsche idéologie]). • Diyalektik maddecilik. "Diyalektik tirir; bunun karşısına da, maddeyi zihne bağımlı kılan öbür çözümü koymak alış­ maddecilik" deyimini, proleteryanın yeni kanlık olmuştur. "Tinselcilik"in (tanrısal ru­ felsefesi olarak tanımlayıp ilk kez kullanan, alman işçi J. Dietzgen’dlr. Marx ve Engels hun İnsandaki yansıması olarak tasarla­ nan zihin) ya da “ ideallzm"in (yalnızca in­ bu formülü yalnız onaylamakla kalmadı­ sana özgü bir şey olarak tasarlanan zihin) lar, aynı zamanda onu kendi "en iyi çalış­ ma araçlarf'nın en doğru İfadesi olarak çözümü budur. Bununla birlikte felsefe ta­ kabul ettiler. Tarihsel maddecilik marxçilirihi bu iki “ seçme" arasında gidip gelen bir tür sarkaç hareketine indirgenemez. ğın olumlu yönünü meydana getirirken, Bu seçenek, daha Antikçağ’da aşılmıştır, diyalektik maddecilik de eleştirel, düşün­ ilk başta doğanın (physis) var olduğunu sel yönünü oluşturur. Engels şöyle der: savunan Herakleitos’a ve hatta ondan da “ Diyalektiğin tutarlı yanını, idealist alman felsefesinden kurtarıp maddeci bir doğa çok, Demokritos ve Eplkuros’a göre tanrı korkusundan kurtulmak (yoksa Tanrılar’ ve tarih anlayışıyla bütünleştirmeyi, Marx ın kendisinden değil, çünkü bu, Yunanlı­ İle benden başka düşünen hemen hemen ların yapamayacakları bir şeydi) gereki­ yoktu" (Anti-Dühring, "Önsöz"). Engels daha sonra şunları ekler: “ Mo­ yordu. Burada henüz kurgusal ve deney­ den uzak da olsa, bilimin özerkliğini sağ­ dern maddecilik, tarihi insanlığın evrim sü­ lamak ve İnsanı ölüm korkusundan kur­ reci olarak görür ve ona düşen de tarihin itici güçlerini ortaya çıkarmaktır. XVIII. yy. tarmak sözkonusuydu. Antikçağ madde­ fransız filozofları için olduğu gibi Hegel cilerine göre insanı mutluluğa götürecek için de geçerli olan ve doğayı Newton'in olan, İşte bu iki koşuldu. öne sürdüğü gibi öncesizsonrasız gök ci­ "Maddecilik" kavramının felsefi terim­ ler arasına girmesi daha geç bir döneme simleriyle ve Linné'nln öne sürdüğü gibi rastlar; gerçekten de onu, İdealizme kar­ değişmeyen organik türlerle dar çevrim­ şıt bir felsefe anlamında -ve Tanrı İle bağ­ ler İçinde hareket eden ve kendine hep özdeş kalan bir bütün olarak yaygın an­ lantılı olarak- ilk kez kullanan Leibniz ol­ layışın tersine, modern maddecilik, doğa muştur. Leibniz şöyle der: “ Ereksel ne­ denleri ve bilgece davranan bir varlığı bilimlerindeki en son gelişmelerin bir bi­ gözden uzak tutmak şöyle dursun, fizikte reşimini yapar; buna göre, doğanın da za­ mana bağlı bir tarihi vardır; gök cisimleri de her şeyi buradan çıkarsamamız de, elverişli koşullarda oralarda yaşayabi­ gerekiyor" (Lettre à Bayie [Bayle’e mek­ tup], 1687). Maddeciliğin tüm biçimleri bir len canlı türler gibi, doğarlar ve yok olur­ lar ve değişim çevrimleri de, kabul edile­ İkiciliğe dayanmaz. XVIII. yy. maddeciliği bilir oldukları ölçüde, çok daha büyük bo­ tekçiliği savunur, yani gerçekte tek bir ey­ lem ilkesinin, maddenin var olduğuna İna­ yutlara ulaşırlar. Modern maddecilik her nır. Tekçiliğin benimsenmesi, metafizikten iki durumda da özü bakımından diyalek­ ya da tanrıbilimden gelen tüm etkilerle sa­ tiktir ve bilimlerin üstünde bir felsefeye ih­ tiyacı yoktur" (Anti-Dühring, 1,1). vaşımı amaçlar. Dolayısıyla bu maddeci­ Lenln de aynı çizgiyi benimser: “ Feulik, özellikle dine karşı bir savaşım felse­ fesi olmak ister. Öncelikle baron d'Holerbach’tan hareket eden ve uzlaştırmacıbach’ın yapıtı bu doğrultuda yer alır. Ona lara karşı savaşım içinde olgunlaşan Marx göre “ Evren, var olan her şeyi bir arada ve Engelsin özellikle maddeci felsefeyi, tutan bu geniş çerçeve, gözlerimizin önü­ yani maddeci gnozeolojlyi değil de, mad­ ne yalnızca madde ve hareketi seriyor; ev­ deci tarih anlayışını geliştirmeye çalışma­ renin tümü, uçsuz bucaksız ve kesintisiz ları doğaldı. Daha sonra, diyalektik mad­ bir neden ve etki zincirinden başka şey deciliğe değinen yapıtlarında, maddeci yönden çok diyalektik yön üzerinde göstermiyor bize" (Système de la nature [Doğa sistemi], 1,1). durdular” (Materyalizm ve ampiriyokritiXVIII. yy.’da genellikle tanrıtanımazlığı sizm [Materlalizm I empirlokrltisizm], 6). benimseyen maddecilik (d’Holbach, Hel­ Son olarak, Mao Zıdong şöyle der: vétius), bilimin ilerlemesi için sürdürülen "Marxçi felsefenin -diyalektik maddecllikmücadeleyle bağlantılıydı (Diderot, d ’A­ çok belirgin iki özelliği vardır. Birincisi, sı­ lembert). nıfsal özelliğidir: diyalektik maddecilik pro­ Modern maddeciliğin kurucuları da ge­ letaryaya hizmet ettiğini açıkça kabul eder. ne Tanrı İnancına ve dine karşı savaşımı İkincisi, pratik özelliğidir: kuramın pratiğe amaçlayan bir yol benimsediler; ancak bu bağımlı olduğunu, kuramın pratiğe da­ arada hegelcl sistem de, onlara XVIII. yy. yandığını, ama sırası gelince pratiğe hiz­ maddecilerinin mekanikçi bakış açısını aş­ met ettiğini vurgular" (Pratik üzerine). ma olanağı sağladı. • Tarihsel maddecilik. Tarihsel maddeci­ Marx ve Engels maddeci felsefeyi sa­ lik, marxçilar tarafından tarih bilimi ya da vundularsa da, onun nesnelci ve statik toplumsal oluşumların bilimi olarak da gö­ yanlarını yadsıyarak pratik ve eleştirel bir rülür. “ Maddi yaşamın üretilme tarzı, top­ maddeci düşünceye yöneldiler. Marx şöy­ lumsal, siyasal ve düşünsel yaşam süre­ le der: “ Bugüne kadarki tüm maddeci fel­ cini genel olarak belirler” (Marx, Ekono­ sefelerin (bu arada Feuerbach’ın madde­ mi politiğin eleştirisine katkı [Zur Kritik der ciliğinin de) başlıca eksiği, dış nesneyi, politischen Ökonomie], 1859 tarihli ön­ gerçekliği, duyulur olanı, duyusal insan söz). Engels'se şöyle der: "Maddeci ta­ etkinliği olarak, pratik olarak öznel olarak rih anlayışı, şu savdan hareket eder: üre­ değil de, yalnızca nesne ya da sezgi ola­ tim ve üretimden sonra ürünlerin müba­ rak ele almalarıdır. Bu yüzden, maddeci­ delesi, her türlü toplumsal düzenin teme­ liğe karşıt olarak etkin yan, gerçek etkin­ lini oluşturur; tarih boyunca her toplum­ liği, duyulur etkinliği olduğu gibi ele ala­ da, ürünlerin bölüşümü ve onunla birlik­ mayan İdealizm tarafından soyut bir bi­ te, sınıflar ya da zümreler halindeki top­ çimde İşlendi. Feuerbach, düşünce nes­ lumsal sıralanma, üretilmiş olana, bunun nelerinden gerçekten farklı olan somut üretilme biçimine ve üretilmiş şeylerin bö-



lüşüm biçimine göre düzenlenir. Bundan ötürü, bütün toplumsal değişimlerin ve bütün siyasal altüst oluşların son neden­ lerini, insanların hafızasında, öncesizsonrasız gerçek ve önceslzsonrasız adaleti gitgide daha iyi anlamalarında değil, üre­ tim ve mübadele biçimlerinin değişmesin­ de aramak gerekir; bu nedenleri felsefe' de değil, sözkonusu dönemin iktisadi ya­ şamında aramak gerekir” (Anti-Dühring, 3, 2). Gene Engels, şöyle yazar: “ Bizim tarih anlayışımız, her şeyden önce bir incele­ me doğrultusudur, yoksa hegelciler tarzın­ da kurgular hazırlamaya yarayan bir anahtar değildir. Bütün tarihi yeniden İn­ celemek gerekir. Çeşitli toplumsal oluşum­ ların varoluş koşullarını ayrıntılı bir biçim­ de İncelemek gerekir. Bu toplumsal olu­ şumlara karşılık gelen siyasal, hukuksal, estetik, felsefi, dini vb. anlayış tarzlarını, ancak böyle bir incelemeden sonra orta­ ya çıkarabiliriz. [...] Oysa bunu yapmak yerine, tarihsel maddecilik üzerine boş sözler edilmesi [...] pek çok alman genci­ nin, pek kuvvetli olmayan tarih bilgilerine dayanarak, olabildiğince çabuk bir biçim­ de [...] sistematik ve yapay bir kurgu oluş­ turmalarından, sonra da kendilerini çok zöki kişiler olarak görmelerinden başka bir işe yaramıyor" (Engels, C. Schmidt’e 5 ağustos 1890 tarihli mektup). M ADDELEŞME a. Maddeleşmek eylemi. —Parapslkol. Bir nesnenin, yoktan yara­ tılmış bir maddeyle normal dışı yoldan or­ taya çıkması. MADDELEŞMEK gçz. t. Soyut bir şey sözkonusuysa, duyularla algılanabilir du­ ruma gelmek. MADDESEL sıf. Maddeyle İlgili, madde niteliğinde olan; maddi. —Fels. Maddesel neden, Aristoteles'e gö­ re bir şeyin, bazı belirlenimlerini olanaklı kılarken bütün öteki belirlenimlerini dışla­ yan özel doğası. (Maddesel neden [yun. hyle, hypokeimenon], örneğin bir heyke­ lin tuncudur. Bu neden, Aristoteles’in bi­ çimsel, etkileyici ve ereksel nedenlere kar­ şıt olarak ortaya koyduğu dördüncü ne­ den türüdür.) —Fizs. mekan. Maddesel nokta, kütlesi­ nin bir noktada yoğunlaştığı varsayılan öğe. MADDESİZCİLİK a. Fels. Maddenin varlığını yadsıyan İdealist sistem.



mala çok önem veren kimse için kullanı­ lır: Ne kadar maddi bir insansın. —8 . Maddi hata, uygulama sırasında ortaya çı­ kan, ancak bir bilgi ya da düşünce hata­ sına yorulamayacak hata.|| Maddi olarak, nesnel, somut, pratik olarak; maddeten: Anlattıklarının gerçek olması maddi ola­ rak mümkün değil. —Esk. fels. Maddi neden, herhangi bir varlığı oluşturan ve bu varlıkta bulunan şey. —Huk. Maddi eşya, fiziksel varlığı olan ve ayni haklara konu olabilen taşınır ya da taşınmaz eşya. || Maddi olmayan eşya, telif hakkı, ihtira beratı, marka vb., konusu maddi eşya dışında kalan haklar. |{ Mad­ di tazminat -» TAZM İNAT. || Maddi zarar -*■



M ADDESİZLEŞM E a. Parapslkol. Maddi bir nesnenin, sözde normal dışı bir yoldan kaybolması. —Tem. parç. Dingin durumda kütlesi sıfır olmayan parçacıkların fotonlara dönüş­ mesi.



MADEİRA a. (öz. a. Madeira'dan). Madelra adasında üretilen, alkol eklenerek mayalanması durdurulan ve çok sıcak özel mahzenlerde eskitilen şarap, Made­ ira şaraplarının, tam sek olanından çok tatlısına, saman sarısından kehribar ren­ gine kadar çok değişik tipleri vardır. Ör­ neğin tam sek olan “ serclal" tipinin kuv­ vetli bir bükesi vardır, buna karşılık “ monemvasla” tipi çok tatlıdır.



MADDESİZLEŞTİRMEK g. t. Maddesizleştlrme İşlemini uygulamak. MADDETEN be. (ar. madde'den mad­ deten). 1. Nesnel, somut olarak, gerçek­ te: Bu maddeten olanaksız bir şey. —2. Parasal, mali bakımdan: Satın almayı çok isterdim, ama buna durumum maddeten rçüsait değil. MADDİ sıt. (ar. madde ve /’den maddî). 1. Ruh’a, düşünce’ye karşıt olarak, mad­ deden oluşan şey İçin kullanılır: Maddi ev­ ren. Maddi varlıklar. —2. Elle tutulabilen, somut, dokunulabilir bir şey İçin kulanılır: Elimizde maddi bir kanıt yok. —3. insan­ lara değil, eşyalara İlişkin olan şey için kul­ lanılır: Çok şükür kaza sadece maddi ha­ sarla atlatıldı. —4. Somut yaşama gerek­ sinimlerini, koşulları İlgilendiren şey için kullanılır: Depremden zarar gören halkın maddi gereksinimlerini karşılamak. —5. Yaşam düzeyine, parasal olanaklara iliş­ kin şey için .kullanılır: Maddi bakımdan o kadar da acınacak durumda değiller. —6 . Her türlü öznel değerlendirme dışında, salt somut açıdanjele alınan şey için kul­ lanılır: Maddi imkânsızlık yüzünden size daha fazla bilgi veremeyiz. —7. Paraya,



ZARAR.



—Sig. Maddi zarar, sigortalının bina, mal ve eşyalarının uğrayacağı zarar. MADDİLEŞMEK gçz. t. Para, mal, vb. şeylere aşırı değer vermeye başlamak: Yıl­ lar geçtikçe daha da maddileşti, her şeyi hesaplar oldu. M ADDİLİK a. Paraya, mala düşkün­ lük. MADDİYAT, -tı a. (ar. maddiyye'nin çoğl. maddiyyât). 1. Esk. Maddeyle ilgili olan şeyler, maddi şeyler. —2. Para, mal, mülk; bunlarla ilgili şeyler: Maddiyata önem vermek. MADDİYATÇI sıt. Maddiyata, para ve mala aşırı derecede değer veren kimse için kullanılır: Maddiyatçı bir insan. \ MADDİYE sıt. (ar. maddî’nin dişi, mad­ diye). Esk. Maddeyle İlgili, maddeye alt. ♦ a. Materyalizm. MADDİYÛN Çoğl. a. (ar. maddi'mn çoğl. msddiyyûn). Esk. Materyalistler. MÂDE sıt. ve a. (ar. mSde). Esk. Dişi; hay­ van ya da İnsan dişisi: Şir-i mâde (dişi aslan). MADEBA, Ürdün'de, Amman'ın G. -B.'sında kent; 12 500 nüf. Ticaret merke­ zi. Bu çok eski kent İsralllller'ln, Moab kra­ lının, Nabatiler'ln ve Romalılar'ın yöneti­ minde kaldı. Geç hırlstiyanlık döneminden kalma önemli yıkıntılar, mozaikler (Filistin ve çevresindeki bölgeleri gösteren, VI. yy.'da yapılmış Madeba haritası). M ADEİN sıf. (ing. make, made, yapılmış ve in içlnde'den). Genellikle bir yer adının önüne gelerek "belirtilen yerde yapılmış" anlamına gelir: Made in Turkey.



MADEİRA, Güney Amerika'da ırmak, Amazon'un kolu (sağ kıyıdan); yaklş. 3 350 km. Peru (Madre de Dlos) ve Bo­ livya (Beni verMamorö) Andları’ndan İnen rio'lar Madelra’yı oluşturur. M A D E İR A (P o r te k iz c e "o rm a n a d a s ı"), A tla s o k y a n u s u 'n d a , L iz b o n 'd a n y a k la ş ık 1 0 0 0 k m u z a k lık ta , a y n ı a d ı ta ş ıy a n v o l­ k a n ik a d a la r to p lu lu ğ u n u n b a ş lı c a a d a s ı. 7 4 0 k m 2; 271 4 0 0 n ü f. (1989). M e rk e z i Funchal. Y u m u ş a k b ir İk lim i ( F u n c h a l'd e e n s o ğ u k a y o rta la m a s ı 9°C, e n s ıc a k a y o rta la m a s ı e n ç o k 21 ° C 'tır), ç o k z e n g lç b ir b itk i ö rtü s ü o la n M a d e ir a 'd a ş a ra p , ş e k e r k a m ış ı, m u z ü r e tilir v e s e b z e ta rım ı y a p ılır. T o p r a k m ü lk iy e tin in k ü ç ü k p a r ç a ­ la ra b ö lü n m ü ş o lm a s ı, a d a n ın d a ğ lı k (e n y ü k s e k n o k ta s ı 1861 m ) v e y e r y e r k ıra ç o lm a s ı y ü z ü n d e n d a r a la n y a ra rlı a la n ın ç o k y o ğ u n b ir b iç im d e İs k â n e d ilm e s i v e n ih a y e t hızlı n ü fu s a rtış ı, g ü ç lü g ö ç a k ım ­ la rın a y o l a ç m a k ta d ır . A tla s o k y a n u s u y o lla rı ü s tü n d e a y rıc a lık lı b ir u ğ r a k y e -



M. Guillard-Scope



Madeira rl olan adada, 1964’te bir havalimanı da kurulmuş ve bu sayede turizm gelişme Faial yerleşim alanı göstermiştir. ve arka planda Siyasi bakımdan Portekiz'e bağlı olan Sào Roque de Faial Madeira, 1976’da komşu adalarla (Porto Santo) birlikte 794 km2'lik bir bölgeyi kap­ sayan bir yerel hükümete sahip özerk bir ülke oldu. 1978’de, bir toprak reformu ya­ sası çıkarıldı. —Tar. Takımada 1419’da Portekizliler tara­ fından İşgal edildi. En parlak dönemini XV. yy.'ın sonuyla XVI. yy. arasında yaşa­ dı. Ekonomik çöküntü sonucu büyük bir göç akımı oldu. Anakente bağlı takıma­ dada zaman zaman özerklik yanlısı hare­ ketler görülmektedir. MADEİRİZASYON a. (fr. madérisation' dan). Bir şarabın yükseltgenerek madei­ ra şarabı tadına kavuşması ve özel bir renk alması. (Bu değişim, özellikle beyaz ve roze şaraplar İçin sözkonusudur; be­ yaz şaraplar kehribar sarısı, roze şarap­ lar tuğla kırmızısı bir renk alır.) MÀDELEGABEL, Allgâu'da dağ kütle­ si, Avusturya-Almanya sınırında; en yük­ sek noktası 2 645 m. Flysch üzerinde sü­ rüklenerek lapyalarla yarılmış ve büyük dikliklerle çevrili masamsı küçük bir causse oluşturmuş, kireçtaşlı bir bloktur. MADELEINE, Dordogne’de (Tursac), Vézère ırmağının sağ kıyısında, Eyzies'ln yukarısında Tarihöncesi dönem yerleşimi. Üst Yontmataş döneminin başlıca kültür­ lerinden biri olan Madeleine* kültürü'ne adını vermiştir.



L.L.



MADELEINE adaları, Saint Lawrence körfezinde takımada; 228 km2; 13 300 nüf. Québec ilinin (Kanada) bir yönetim bölümüdür. Merkezi Havre-Aubert. Etkin balıkçılık. Tuz yatakları. MADELEINE KÜLTÜRÜ a. Würm bu­ zullaşmasının sonunda ortaya çıkan, Üst Yontmataş dönemi sonu kültürü ( -14000 İle -95 0 0 arası). [Eşanl. M A G D A L E N Y E N .)



—ANSİKL Taş aletler arasında çeşitli ön kazıyıcılar, kalemler vS'çok sayıda mikro­ lit bulunur. Kemik ve fildişi eşyalara da rastlanır: kargılar, bir ya da iki sıra dişil zıp­ kınlar, dikiş iğneleri) İticiler, delikli sopalar. Madeleine endüstrisiyle birlikte sık sık taş, kemik ya da fildişi üzerine oyma ve hey­ keller görülür; bunlar, kimi kez dikkati çe­ ken bir güzellikte olabilen mamut, rengeyiği, at, bizon, balık figürleridir. Madelei­ ne kültürü insanı çok sayıda mağarayı be­ zemiştir; bunların en tanınmışları Alta-



Madeleine yalanan bizon (rengeyiği boynuzunun çıkıntılarından yaradanılarak gerçekleştirilmiş heykel) Madeleine kültürü



Ulusal eski eserler müzesi Sainl-Gem n-en-Laye



Madeleine kültürü de beşi madencilik fon iştiraki olarak, ruh­ sat sahibince Etibank’a ödenir. Fonda top­ lanan paralar, madencilik arama, araştır­ ma, geliştirme, üretim, ihracat vb. kredi­ leri olarak kullanılır.) — is i. Madenlerin zekâtı -* ZEK Â T. İ —Mad. oc. Maden ocağı, cevher ya da kömür çıkarmak için arazide kazılan boş­ luk: Maden ocağına inmek. —Bir yatağı işletmek için gerekli tesislerin tümü. (Bk. ansikl. böl.) || Maden yatağı, minerallerin y a da fosil maddelerin yeraltında ya da yerüstünde bulundukları yer. —Yerbil. Maden cevheri ya da filizi -* C E V ­



7642



Madeleine kültürü endüstrisi 1. Çentikli eğik kalem;







2 cm



2, Dişli üçgen; 3. Papağan gagası biçimli kalem; 4. iki yüzeyli kalem; 5. Villepin çakısı; 6. Dikiş iğnesi;



denler ya bulundukları arazinin bütünle­ yici parçası (mütemmim cüzü) sayılır ya da arazi mülkiyetinin dışında kabul edilir. Bu durumda da değişik uygulamalar gö­ rülür: 1 . madeni işgal eden ve işleten ona sahip olur; 2 . madeni arayıp bulan onun sahibi olur; 3. devlet, istediği kişilere ma­ denlerin aranmasını ve işletilmesini bir im­ tiyazla verir. Günümüzde madenler kamu malları niteliğinde ve maden işletmeleri de kamu hizmeti imtiyazları biçiminde görül­ mektedir. Türkiye’de Medeni kanun’un ka­ bulünden önce yürürlükte olan Mecelle' ye göre, madenler bulundukları toprakla­ rın bütünleyici parçası sayılmışlardır. An­ cak daha sonra Arazi kanunu, madenin bazı durumlarda devlete ait olmasını ya da madenin onu bulana ait olmasını ka­ bul ederek her iki hukuk sistemine de yer



HER.



7 . iki sıra dişli zıpkın;



sıt. Madenden yapılmış şey için kul­ lanılır; metal: Maden para. — A N S İK L . Huk. Madenlere hukuki bakım­ dan iki ayrı sistem uygulanmaktadır. Ma­



8. Tek sıra dişli zıpkın; i keskin kargı ucu; 10. Delikli disk.



M A D EN OCAĞI az eğimli tortul bir yatağın altyapısı Îrömür, demir, boksit)



çıkarma kulesi



mekanik hazırlama atölyesi



kömür lavuarı



sınıflama ve farklı kalitedeki kömürü vagonlara j Pkleme



m ira , F o n t-d e -G a u m e , T ro is -F re re s , N ia u x v e L a s c a u x m a ğ a ra la rıd ır . J. V e rtu t



M A D E LE T y a d a M A D İL E T a. (ar. ma’ delet, macdilet). Esk. 1 . A d il o lm a , in ­ s a flılık , d o ğ r u lu k : "Hükmün ma’deiette 'münasebeti bittabi emr-i mefruz mahiye­ tini alır" ( C e n a p Ş a h a b e ttin ). —2. Madelet-kâr, madelet-yüster, madeiet-perver, madeiet-van, in s a flı, a d il. || Madelet-karar,



bürolar



a d a le tin , d o ğ r u lu ğ u n m e rk e z i.



M A D E M y a d a M A D E M K İ b a ğ . (ar. madam). Başına g e tir ild iğ i c ü m le y i n e d e n



--



iliş k is iy le k e n d in d e n s o n r a g e le n , c ü m le ­ y e b a ğ la r : Madem konuşmak istiyor, bı­



çıkarma kKuyusu



rak konuşsun. Mademki gelmeyecektin, neden söz verdin? M A D E N a. (ar. ma < den). 1 . M a d . o c. Y e r a ltın d a b u lu n a n m in e ra l y a d a fo s il. — 2 . K im . M E TA L'in e ş a n la m lıs ı. — 3 . M a ­ d e n o c a ğ ı y a d a m a d e n iş le tm e s i: Ma­



dende çalışmak. Madene inmek. —4. Ç o k d e ğ e r li ş e y le r i k a p s a y a n yer. — 5 .



Tkz. K o la y v e iy i k a z a n ç s a ğ la y a n iş y a d a k e n d is in d e n m a d d i ç ık a r s a ğ la n a n , ö z e l­ lik le d e k u m a r d a p a ra s ı k o la y c a a lın a n Madeleine kültürü Gourdan’da (Haute-Garonne) bulunan oymalı (antilop sayga) yassı kemik (kaburga parçası) Madeleine kültürü IV.-V. evre Ulusal eski eserler müzesi Saint-Germain-en-Laye



kim s e . — 6 . Maden kömürü - * m a d e n k Û MÜRÜ. || Maden mavisi, k ü l r e n g in i a n d ı ­ ra n p a r la k m a v i. || Maden suyu -» MAOENSUYU. — H u k . Maden arama ruhsatı, b e lirli a la n ­ d a m a d e n a ra m a ç a lış m a la rı y a p ıla b ilm e ­ si iç in v e r ile n y e tk i b e lg e s i. || Maden hak­ m a d e n le r in a ra n m a s ı, b u lu n m a s ı v e iş le tile b ilm e s i iç in v e rile n iz in le r v e m a d e n y a ta k la rın ın b u lu n m a s ın a y a rd ım c ı o la n ­ la ra s a ğ la n a n m a d d i o la n a k la r. ( M a d e n h a k la rı, m e d e n i h a k la rı k ü lla n m a y e tk is i­



— vûrûven tahkimat potkopaç makinesi Örn yapıl« şantiye



ları,



yükleme istasyonu (« röset)



kürekli konyeyör.



n e s a h ip t ü r k v a ta n d a ş la r ın a , m a d e n c ilik y a p a b ile c e ğ i s t a t ü s ü n d e ya zılı tü z e l k iş ili­ ğ i o la n ş irk e tle re , b u k o n u d a y e tk ili k a m u ik tis a d i t e ş e b b ü s le r iy le m ü e s s e s e le r i, b a ğ lı o rta k lık la rı v e iş tir a k le rin e , ö te k i k a ­ m u k u r u m , k u r u lu ş v e id a r e le r in e ve rilir.) || Ma­



|| Maden hukuku. (B k . ansikl. b ö l.) den işletme ruhsatı, m a d e n iş le tm e



e tk in ­ lik le r in d e b u lu n u la b ilm e s i iç in v e rile n y e tk i b e lg e s i. || Maden kanunu, m a d e n le r in a ra n m a s ı, iş le tilm e s i, ü z e r in d e h a k s a h i­



11'-koruma kuyu topuğu başyukarı kazı



b i o lu n m a s ı v e t e r k e d ilm e s iy le ilg ili e s a s v e u s u lle r i d ü z e n le y e n 4 h a z ir a n 1 9 8 5 ta ­ rih v e 3 2 1 3 sa yılı k a n u n . || Maden sicili, tü m m a d e n c ilik ç a lış m a la r ıy la ilg ili t e k n ik v e p a r a s a l k o n u la rın iş le n d iğ i s ic il. ( M a ­ d e n s ic ili, E n e rji v e ta b ii k a y n a k la r b a k a n ­ lığ ı M a d e n d a ir e s i’ n c e tu tu lu r. M a d e n h a k la rın ın d e v ir, in tik a l, h a c iz , re h in , ip o ­ t e k v e s o n a e r m e d u r u m la r ı b u s ic ile iş le ­ nir. M a d e n s ic ille r i a le n id ir.) ||



fonu,



Madencilik



m a d e n c ilik a la n ın d a is tik r a rı s a ğ la ­



m a k v e d e s t e k le m e k a m a c ıy la k u r u lm u ş fo n . ( M a d e n s a h a s ı n d a ç ık a r ıla c a k c e v ­ h e r le r d e n iş le tm e y ıllık b r ü t k â rın ın y ü z -



suatım istasyonu rlık halinde pano



vermiştir. Ancak, OsmanlI devleti ekono­ mik nedenlerle madenleri kendisi işletememiştir. Madenlere ilişkin 1879 ve 1906 tarihli Meadln nizamnameleri, kömür ma­ denleri hakkındaki Teamülname ve taşocakları hakkındaki 1901 tarihli nizamna­ me yeni bazı düzenlemeler getirmiştir. Cumhuriyet’ten sonra 1926'da kabul edi­ len Medeni kanun madenler hakkında ye­ ni hükümler öngörmüştür. Madenler, ya­ saya göre, taşınmaz mülkiyetinin konula­ rı içinde ayrı olarak sayılmış, tapu siciline kaydedilecek taşınmazlar arasında, taşın­ mazdan ayrı olarak gösterilmiştir. (Med. k. md. 632i 911.) Maden hukukunda en önemli değişiklik 1924 Anayasası'nın dev­ letçilik ilkesini kabul etmesiyle gerçekleş­ miştir. Madenlerin bir bölümünün işletil­ mesi, bir kamu hizmeti olarak kabul edil­ miş ve bu hizmeti görmek amacıyla Etibank kurulmuştur. Ereğli kömür havzasın­ daki maden imtiyazları devletleştirilerek Etibank'a devredilmiştir. Maden araması da bir kamu hizmeti sayılarak Maden tet­ kik ve arama enstitüsü kurulmuştur. Böylece bazı madenler kamu malı ve bunla­ rın işletmesi de kamu hizmeti durumuna konmuştur. 3 mart 1954 tarih ve 6309 sayılı Maden kanunu, madenleri devletin hüküm ve ta­ sarrufu altında saymakla birlikte maden işletmelerinin özel kişilere ve yabancı ser­ mayeye verilebileceğini kabul etmiştir. 1982 Anayasası'nın 168. maddesi hük­ müne göre, doğal servetler ve kaynaklar devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Bunların aranması ve işletilmesi hakkı devlete aittir. Devlet, bu hakkını belli bir süre için gerçek ve tüzel kişilere devrede­ bilir. Son olarak çıkarılan 4 haziran 1985 tarih ve 3213 sayılı Maden k.’nun 4. mad­ desi, madenlerin devletin hüküm ve tasar­ rufu altında olduğunu ve içinde bulunduk­ ları arazinin mülkiyetine bağlı olmadığını açıkça belirtir. Bu yasaya göre, madenle­ rin aranması ruhsata bağlıdır. Arama ruh­ satı için başvurularda öncelik hakkı göz önünde tutulur. Arama ruhsatı sahibi ya­ sal koşulları yerine getirince ön işletme ruhsatı, işletme ruhsatı ve işletme izni alır, işletme ruhsatı süresi on yyldan az ola­ maz. Bu süre en çok altmış yıla kadar uza­ tılabilir. Madenlerin işletme sahası özel mülkiyet konusu taşınmazlardansa, ge­ rektiğinde bu yerler devletçe kamulaştırılablllr. Maden tetkik ve arama genel mü­ dürlüğü herhangi bir ruhsat ya da izne bağlı olmaksızın, madencilik yapılabilecek tüm sahalarda aramada bulunabilir. Ma­ den hukukunda özel bir yeri olan petrol, ayrı bir yasayla düzenlenmiştir. ( -*



çıkarma kulesi açık işletme



havalandırma



teresi



desandri



kısır malzeme boşaltma teresi



suatim istasyonu



yükleme istasyonu



PETROL.)



—Mad. oc. Her maden ocağında şu bö­ lümler bulunur: işletme şantiyeleri, bu şantiyelere girişi sağlayan altyapılar, cev­ her boşaltma donanımları, bir ilk işlem fabrikası, karoda toplanmış tesisler. Açık maden ocakları 'ndaki işletme şan­ tiyeleri, cevher içinde kazılan basamaklar­ dan oluşur; üst katmanlardaki kısır mal­ zemeler çıkarıldıktan sonra cevher kazma işlemleri bu basamaklarda gerçekleştiri­ lir. Giriş altyapıları, hareketli makinelerin (mekanik' kepçeler, kamyonlar, sondaj ma­ kineleri) bakım atölyeleri, kazı arınları ve boşaltma noktaları arasında çalışmasına olanak veren yollardan ya da pistlerden oluşur. Cevher, ilk işlem fabrikasına konveyörler ya da kamyonlarla aktarılır. Kısır örtü katmanı da arınlardan boşaltma böl­ gelerine aynı şekilde nakledilir. Yeraltı maden ocakları'nda işletme şan­ tiyeleri, galeriler, odalar ya da ayaklardır; kazı, boşaltma, tahkimat ve kimi zaman da doldurma işlemleri buralarda yapılır. Bu şantiyelerin birbirlerine göre konum­ ları, işletme yöntemine göre düzenlenir. Yatağa girişler açık maden ocaklarından daha karmaşıktır; kuyular ya da desandriler (hava dolaşımını sağlamak için en az iki tane), yeraltında işletilecek yatağın en alt seviyesine kadar iner; cevhere giden katmanlara koşut düzey yollarına ya da



katmanları kesen ana galerilere bu kuyu ya da desandrllerden ulaşılır; ikincil yol­ lar (fere, başyukarı, tavan ve taban yolla­ rı), cevher içinde temel işletme birimlerini oluşturan panolar meydana getirir. Kazı­ lan ürünler çıkarma kuyusuna ya da desandri tabanına kadar konveyörler, vagon­ lar ya da kamyonlarla taşınır; nihayet bun­ lar gerek kuyu İçindeki bir asansör (dök­ me yük taşıyan skipi ya da vagonları alan çıkarma kafesi), gerek desandrideki bir konveyörle yerüstüne götürülür. Üretim çevriminin düzenli işlemesini sağlamak için, tabanda çeşitli tesisler bulunmalıdır: havalandırma, suatım, şantiyelerin gereç gereksinimini karşılama, personel dolaşı­ mı, gereç bakımı. Ayrıca işletmenin geli­ şebilmesi için bir panonun tüm hazırlık iş­ lerini önceden gerçekleştirmek gerekir. Dolayısıyla bir yeraltı maden ocağında, üretimde (kazı ve cevher taşıma) yer alan bir işçinin yanında hazırlık, bakım ve gü­



venlik gözetimi için 2 ya da 3 görevli da­ ha bulunmalıdır. Bütün maden ocaklarında, çıkarılan cev­ herin piyasaya sürülecek biçimde hazırlan­ ması gerekir. Bu hazırlama, cevherine göre ya basit bir mekanik hazırlama (kırma, toz giderme yıkama, taneölçümsel sınıflandır­ ma), ya cevheri yararlı cevher bakımından fiziksel yöntemlerle yoğunlaştırma (gravimetri, manyetik ayırma, yoğun ortamda yı­ kama) ya da daha karmaşık bir fıziksel-kimyasal bir işlem (karbonatlar durumunda ka­ vurma, sülfürler için yüzdürme yoluyla ayır­ ma, uranyum durumunda iyon değiştirici­ si reçineler ya da organik çözücülerle yo­ ğunlaştırma) olabilir. Bu işlemler maden ocağının karosundaki bir iavuarda (kömür, sülfürler) ya da fabrikada (potas) gerçek­ leştirilir Kimi durumlarda işlem bitmiş ürün elde edilinceye kadar sürdürülür: örneğin, alçıtaşı genellikle ocaktan çıkar çıkmaz pi­ şirilerek alçıya dönüştürülür.



yüksek eğimli, damarlı bir yatağın (kömür, maden cevheri) altyapısı



maden "Üretici” bir maden ocağındaki etkin­ likler belirli bir alan üzerinde kurulmuş çe­ şitli tesislerle tamamlanır: bakım atölyele­ ri, enerji üretimi ve dağıtımı (özellikle sı­ kıştırılmış hava), vestiyerler, çözümleme laboratuvarları, idari bürolar.



7644



MADEN a. Samsun ilinde mineral maddelerce zengin topraklarda yetiştirilen ve tek başına sigara yapmaya elverişli olan, küçük boy, ince yapraklı, kıvırcık dokulu, kokulu, tok içimli, değerli bir tütün çeşidi. M a d e n , Doğu Anadolu bölgesinde Elazığ İline bağlı İlçe; 27 281 nüf. (1990); merkez bucağı dışında 1 bucak, 37 köy. Merkezi, Elazığ'ın 73 km G.-D.'sunda Maden, 10 838 nüf. (1990). Tahıl, şeker­ pancarı, sebze ve meyve. Bakır yatakları ve İşletmeleri, krom, manganez yatakları.



M ADEN, Bayburt'un merkez İlçesine bağlı bucak; 10 173 nüf. (1990). 20 köy. Merkezi Maden, 529 nüf. (1990).



Sait Maden



M ADEN (Sait), türk grafikçi, çevirmen (Çorum 1932). İstanbul Deviet güzel sa­ natlar akademisi resim bölümü'nü bitirdi (1954). Kitap kapaklarına getirdiği yeni kompozisyon anlayışıyla tanındı. Afiş, amblem, grafik çalışmaları çeşitli yaban­ cı dergilerde yer aldı. Şiir çevirileriyle de dikkati çekti; Lorca, Neruda, Octavio Paz vb. şairlerin birçok şiirini türkçeye aktar­ dı Aragon'dan yaptığı Elsaya şiirler çevi­ risi TDK ödülünü kazandı (1976). İnsanlı­ ğın beş bin yıllık şiir birikiminden örnekle­ ri Şiir tapınağı (1985) adıyla derledi. MADEN dağlan, G.-D. Toroslar yayının Hazar gölü ile Ergani arasında kalan ke­ simi; en yüksek doruğu Akdağ'dır (2 230 m). Madan fakültesi, İstanbul Teknik üniversitesi'ne bağlı fakülte (1953). 1960-1961 ders yılına kadar maden yüksek mühendisi yetiştiren fakültede 25 ekim 1961 tarihli fakülte genel kurulu ka­ rarıyla Metalürji, Jeoloji ve Petrol yüksek mühendisliği kürsüleri de kuruldu. 28 mart 1983 tarih ve 2809 sayılı yasa ile ye­ niden düzenlenen Maden fakültesi dört bölümden oluştu: Jeoloji mühendisliği, Jeofizik mühendisliği, Maden mühendis­ liği ve Petrol mühendisliği. Maden halısı, Niğde'nin Ulukışla İlçe­ si, Çlftehan bucağına bağlı Madenköy kö­ yünde üretilen el dokuması halılar. Atkı çözgü ve İlmek iplikleri yündendir; iplikle­ rin renklendiriimesinde genellikle doğal boyalardan yararlanılır. Dm3'dek İlmek sayısı 1 550-1 600 arasında değişir. İnce tip halılar sınıfına girer. Hav yüksekliği 810 mm'dir. Yüzeye daha çok stilize edil­ miş yaprak ve çiçek motifleri egemendir. Kiremit rengine çalan kırmızı, bej, lacivert ve koyu yeşil en çok kullanılan renklerdir.



VE



M A D EN S EL KAPSÜL MADENSEL BİR BAROMETRENİN İŞLEYİŞ SEMASI



Maden te tk ik ve aram a genel mü­ dürlüğü (MTA), özel yasayla kurulmuş tüzel kişiliği olan, özel hukuk hükümleri­ ne tabi ve Enerji ve tabii kaynaklar bakanlığı’na bağlı bir kamu iktisadi teşebbüsü, işletmeye elverişli maden ve taşocağı



madensel bir kapsül kesiti



madensel barometre



alçak basınç metal küpsüi vakum



yüksek basınç



-il M A D R E B . M ADRİD, ispanya'nın başkenti ve Madrid il!nin merkezi, Castilla la Man­ chada, Manzanares ırmağı kıyısında, si­ erra de Guadarrama'nın eteklerinde; 3 200 000 nüf. (1990). • COĞRAFYA. Kentin gelişmesi önce ol­ dukça yavaş oldu. Madrid'in nüfusu 1723'te 130 000, 1843'te 217 000, 1897' de 512 000'dl ve iç savaş öncesinde bir milyonu buldu. Franco döneminde uygu­ lanan merkeziyetçi siyaset (hizmetlerin yo­ ğunlaştırılması), kapitalizmin gelişmesi (bankalar, sigortalar, büyük yabancı firma­ lar) ve hem kent merkezini (iş merkezi gö­ rünümü kazandırdı) hem de çevresini (göçmenler için geçici konutların yoğun­ laşması: chabolalar) yeniden biçimlendi­ ren sanayi kuruluşlarının kurulması saye­ sinde gelişme hızlandı. 1950'de Madrid'in nüfusu 1,5 milyona yaklaştı; 1960'ta 2 mil­ yonu, 1970'ten önce 3 milyonu aştı. 1970’ ten sonra kentin gelişmesi yavaşladı ve başkent Madrid, aynı zamanda büyük bir hizmetler kesimi kenti (bankacılık, yöne­ tim, üniversite, turizm, siyasal kuruluşlar bakımından ispanyada birinci) oldu; öte yandan Madrid, uzun süredir nüfusunun artışına (Castilla kırsal kesiminden büyük göç almasının sonucudur) oranla daha yavaş bir hızla sanayileşti. Madrid, 1963’ ten bu yana, 2 2 komünden oluşan ve 1 727 km2'lik bir alan kaplayan bir ana­ kenttir. Çevresi (Escorial, Aranjuez, Alca­ lá de Henares) tarihsel değerini korumak­ tadır; bunlara, çok etkin olan Alcorcön ile Getafe ve elli kilometre kadar uzaktaki yazlık konutlar ve Guadarrama kış spor­ ları merkezleri de eklenir. Demiryolu gereçleri ve traktör yapımı, dönüştürme metalürjisi, elektrikli gereç­ ler yapımı, besin sanayisi, tekstil, kimya, Carabanchel, Vallecas, Barajas (havali­ manı) banliyölerine dağılır; oysa yönetim merkezi (Alcalá, Castellana), D. dan Re­ tiro parkı'yla sınırlanan ve yüzyıllardır merkezden kaçma eğilimleri gösteren bir ülkenin ortasında yer alan başkentin ağırlığını artırır. —Madrid ili, 7 995 km2; 5 028 120 nüf. (1990). Nüfusunun büyük bölümü başkentte toplanır; çevre kırsal kesimin nüfusuysa azdır. K.de, il, sierra Madrid



ispanya meydanı'yla Cervantes anıtı’ndan bir görünüm (arka planda, sağda, Krallık sarayı'nın kuzey cephesi)



de Guadarrama’nın güney yamacında uzanır. Henares'in G.’inde, kireçtaşlı pla­ tolar koyun yetiştiriciliğiyle birlikte yürütü­ len kuru tahıl tarımı alanıdır. Henares, Tajuha ve Tajo’nun suladığı vadiler yoğun ta­ rımın yapılabildiği tek alandır; köylerin ç a ğu bu vadilerde toplanır. • TARİH. Tarihöncesi’ne ait çok eski bir yerleşim yeri olan Madrid, ancak XI. yy.’ın sonlarına doğru, kral Castillalı Alfonso VI’ nın, Güney Iber ovasının girişine hâkim arap kalesi Macrit’i işgal etmesi üzerine önem kazanmaya başladı. Fuera'larını (krallar tarafından kentlere tanınan bazı ayrıcalıklar) elde eden kent, Corteslerde temsil edilmek yetkisine sahip 18 kentten biri oldu. Merkezi durumu ve iyi kurulmuş bir krallık sarayının bulunması, iç savaş­ lar sona erip devlet hizmetlerinin gelişme­ si için resmi idarenin yerleşik olmasını zo­ runlu kıldığında Kari V’e elverişli bir otur­ ma yeri sağladı. Felipe ll'nin 1561’de baş­ kent yaptığı Madrid, XVII. yy. başlarında birkaç yıl dışında, bir daha bu niteliğini hiç kaybetmedi, ilk önemli gelişmesi, Habsburg hanedanından son üç kralın girişi­ miyle gerçekleşti (1598-1700). Ülkeyi sa­ ran genel bunalıma rağmen, etkin bir si­ yasal, iktisadi ve kültürel yaşam, Altın yüzyıl’ın edebi ve sanatsal gelişimi ve önem­ li anıtların gerçekleştirilmesi biçiminde kendini gösterdi. Bourbonlar'ın gelişi, başkentin merke­ zi özelliğini daha da belirginleştirdi. Bir yangında (24 aralık 1734) harap olan es­ ki Alcâzar'ın yerine İtalyan anlayışına uy­ gun biçimde yeni bir krallık sarayı yapıl­ dı. imar ve sağlık durumu iyileştirildi ve kent yeni yapılarla süslendi. Madrid çev­ resinde bir sıra kral ikametgâhı inşa edil­ di ya da var olanlar genişletildi; saray er­ kânı, yılın bir bölümünde buralarda otu­ ruyordu (San ildefonso, El Escorial, Aran­ juez). Fransızlar'a karşı mayıs 1808 ayaklan­ ması,Madrid’de patlak verdi. Napoléon kenti kuşattı ve 4 aralık 1808'de Madrid’e girdi, ispanya kralı olan Napoléon'un kar­ deşi Joseph ülkede kalmayı başarabildi­ ği sürece Madrid başkent olmaya devam etti. XIX. yy.'da, dama tahtası biçiminde in­ şa edilen yeni mahallelerin geliştiği ve özellikle su gereksiniminin karşılanmasıyla ilgili olmak üzere bazı önemli işlerin ger­ çekleştirildiği görüldü. Nüfusu çok karma­ şık nitelikli olan ve durmadan artan kente tipik bir özellik (castizo) verilmesi amacıy­ la kültürel alanda bazı çabalar harcandı­ ğına tanık olundu. 1936-1939 iç savaşı'nın başlangıcından itibaren, general Miaja'nın komutasında­ ki yaklaşık 1 0 0 0 0 0 kişilik bir cumhuriyet­ çi ordu tarafından savunulan kent, üniver­ site sitesinde, Casa del Campo'da, Vallecas’ta, Getafe havaalanı'nda, hastanede şiddetli çarpışmalara sahne oldu. Madrid ancak francocuların ülke çapındaki zafe­ rinden sonra ve milliyetçi beşinci* kolun eylemi sonucunda 28 mart 1939'da tes­ lim Oldu. (-> İS P A N Y A İÇ SAVAŞI.) • GÜZEL SANATLAR. Madrid'in ispanya'nın siyasal başkenti olmadan önceki dönemden kalma yapıları, S. Pedro el Re­ al kilisesi (XII. yy., XIV. yy.’dan kalma gıücear kule), S. Jerónimo el Real kilisesi (XVI. yy. başı), Capilla del Obispo (1520) ve Casa de los Lujanes'tir (XVI. yy.). Avus­ turya sülalesi döneminden kalan yapılar: XVII. yy. flaman duvar halılarının bulundu­ ğu Descalzas Reales kilisesi ve manastı­ rı, modern Madrid'de gerçekleştirilen ilk büyük şehircilik yapıtı olan Plaza Mayor (J. Gómez de Mora, 1617) ile aynı mima­ rın yapıtı Casa municipal (Belediye sara­ yı) ve Cárcel de Corte’dlr (bugün devlet bakanlığı) [1629-1634], Bu dönemden ka­ lan yapılar arasında Encarnación manas­ tırı (1611), S. Plácido benedikten manas­ tırı (1611) [kilisesi resim ve heykel açısın­ dan çok zengindir], S. isidro (bugün Mad­ rid katedrali) ve yalnızca José de Churriguera’nın gerçekleştirdiği ön cephesi



madrigal ren küçük manzum parça. (Bk. ansikl. böl.) —Müz. Ses için, çalgı eşlikli ya da eşliksiz, çoksesli ya da birsesli müzikli şiir tü­ rü. (Bk. ansikl. böl.) —ANSİKL. Ed. İki ya da üç üçlünün ardın­ dan gelen bir ya da iki kıtadan oluşur. Rönesansla birlikte daha özgür bir biçim ka­ zanmıştır. En eski temsilcisinin Dante'nln dostu Pietro Casella (öl. 1300'den önce) olduğu sanılan tür, Petrarca tarafından



76 49



Francisco Bautista'nın 1626-1651 arasında yaptığı San isidro el Real kilisesi (XVIII. yy.’da Ventura Rodriguez tarafından değişikliğe uğratıldı)



O ro n o z



F io re -E x p lo re r



Madrid’de Plaza Mayor'dan bir görünüm (XVII. yy. başı)



ayakta kalan S. Cayetano kilisesi de (1700) sayılabilir XVIII. yy.’ın ilk yarısından kalma yapılar arasında R de Ribera'nın elinden çıkma Virgen del Puerto ermitajı (1718 -1735), Toledo köprüsü, Miraflores ve Pe­ rales sarayları, Conde-Duque kışlası (1720), Montserrat'daki tamamlanmamış Nuestra Señora kilisesi, Hospicio S. Fernando'nun cephesi (bugün Belediye mü­ zesi) [1722-1729] gibi barok yapıları say­ mak gerekir. Oriente sarayı ya da Krallık sarayı, klasik tarzdaki Salesas Reales ki­ lisesi ve S. José, S. Miguel (1734-1745) gi­ bi rokoko kiliseler de aynı dönemdendir. S. Francisco el Grande kilisesi’nde (F. Sabatini’nin yapıtı, 1776-1784), özellikle de S. Antonio de la Florida capellası'nda (1797) Goya'nın yapıtları sergilenir S. Mar­ cos kilisesi, V. Rodriguez'in gerçekleştir­ diği Alba ve Liria sarayı, Caballero de Gracia capellası (1786-1795), J. de Villanueva’nın inşa ettiği gözlemevi ve gör­ kemli Prado müzesi (1785-1787) yeniklasik yapıtlardır. XVIII. yy.'da şehircilik alanın­ da gerçekleştirilen çalışmalar arasında Retiro parkı (XVII. yy.) yakınındaki Prado gezisi ve Sabatini'nin yapıtı Puerta de Al­ calá (1764-1788) sayılabilir. Madrid antlaşm ası, Karl V ile Fran­ çois I arasında 14 ocak 1526'da imzala­ nan antlaşma. Bu antlaşmaya göre, Fran­ çois I, özgürlüğüne kavuşmak işin, Mila­ no, Asti, Cenova, Napoli ve Tournai'yı bı­ rakıyor, Flandre ile Artois üzerindeki metbuluğundan vazgeçiyor, Bourgogne’u ge­ ri vereceğini ve Kari V’in kız kardeşi Eleonore ile evleneceğini vaat ediyordu. Kral, Fransa'ya dönünce, tutsaklığında verdiği sözlerden geri döndü; böylece, antlaşma­ nın bir bölümü uygulanmadan kaldı. M adrid müzeleri. Prado’ müzesi'nin yanı sıra, Madrid'de birçok müze bulunur. Başlıcaları: ulusal ARKEOLOJİ MÜZESİ'nde Tarih­ öncesi, Iber, Yunan, Roma ve Erken hıristiyanlık dönemi yapıtları, ortaçağ ve rönesans emayları ve kuyumculuk eşyaları, XVII. yy. duvar halıları ve XVIII. yy. mobil­ yaları bulunur. San Fernando krallik akademísí 1752'de kurulmuştur; daha çok XVII. ve XVIII. yy. resim sanatının örneklerini barın­ dırır İspanyol ustalar ağırlıktadır: Coello, Ri­ bera, A. Cano, Murillo, Zurbarân, Carreho, Velázquez, Goya; yabancı okullar Rubens, Van Loo, Mignard, Mengs ile temsil edilir.



KRALLIK SARAYI (XVIII. yy.), Juvara ve Sacchetti'nin yapıtıdır; anıtsal merdiveni, Tiepolo’nun süslediği taht salonu, flaman ve İspanyol duvar halıları başlı başına bir müze oluşturur; ayrıca, sol kanatta eski si­ lahlar müzesi Armería’ yer alır. LÁZARO GALDİANO MÜZESİ'nde İspan­ yol primitifleri, XVI. yy. saray portreleri, altınçağ yapıtları, Goya ve Lucas y Padilla’ nın tabloları sergilenir. Yabancı okullar ara­ sında İngiliz okulu (Reynolds'un 10 port­ resi; Gainsborough, Constable vb.) dikkati çeker. BELEDİYE MÜZESİ'nde, eski Madrid ile ilgili belgeler yer alır: CERRALBO MÜZESİ, güzel bir resim koleksiyonuna sahiptir; INSTITUTOVALENCIA DE DON JUAN'da do­ kumalar, kumaşlar ve çoğunlukla İslam sanatına bağlanan seramikler yer alır: RO­ MANTİZM MÜZESİ, Vega ¡nclán markisi ta­ rafından kurulmuştur; XIX. yy. İspanyol sa­ natçılarının yapıtlarını barındırır. Madrid'de, Miró, Dalí, Chilllda, Tâpies, Saura, Canogar gibi sanatçıların yapıtla­ rının sergilendiği bir Çağdaş SANAT MÜ­ ZESİ de vardır. M ADRİD HURTADO (Miguel de la), meksikalı devlet adamı (Colima 1934). Hu­ kuk eğitimi gördü. Kurumsal devrim partisi’ne girdi (1963). Harvard Üniversitesi’nde kamu yönetimi dalında master yaptı (1964-1965). Bankalarda yönetici olarak çalıştı. Maliye bakanlığı kamu kredisi müs­ teşarı (1965-1970), ulusal petrol şirketi Meksika petrolleri'nin müdür yardımcısı, 1972'de Maliye bakanlığı krediler müdü­ rü oldu. 1975'te Maliye bakanlığı müste­ şarı atandı. Daha sonra kabinede yer al­ dı, Planlama ve federal bütçe bakanlığı yaptı (1979-1980). Temmuz 1982’de Cum­ hurbaşkanı seçildi, iktisada devlet katkı­ sının artırılmasını istedi. Önceki hükümet­ lerin aksine Meksika'nın GATT anlaşması’na katılmasını savundu; yolsuzluklara karşı kampanya açtı. Özel bankaların % 6 6 hisselerini devlete devreden bir yasa­ yı Meclis'e yolladı. 1984 sonbaharında 96 milyar dolara yükselen dış borçlar ve ¡MF' nin önerdiği iktisadi önlemleri uygulama z o rlu k la rı k a rş ıla ş tığ ı e n ö n e m li s o ru n la r o ld u . H a z ira n 1 9 8 8 'd e y a p ıla n b a ş k a n lık s e ç im le r in d e n s o n r a y e rin i C a rlo s S a li­ n a s D e G o r ta ri y e b ıra k tı.



MADRİGAL a. (fr madrigal; ¡tal. madrigale'den). Ed. İnce, sevecen bir düşün­ ceyi ya da çapkınca iltifatları dile getl-



üne kavuşturuldu. Aynı yüzyılda madrigal yazan bir başka İtalyan yazarı da Giovan­ ni Boccaccio’dur. XVI. yy’da Jacopo Sannanzaro, Pietro Bembo ve Ludovico Ari­ osto’nun temsil ettikleri türde örnekler ve-



Krallık sarayı'nın ana girişi yenlklasik üslup, XVIII. yy.



madrigal 7650



Tmimalay sarayi'nm galerisi Nayak sanatı, XVII. yy.



fından geri alındı. Nayaklar görkemli bir­ matizmden (aşırılığa kaçmadan) yararla­ ren XIX. yy. İtalyan şairleriyse Carducci, çok yapı inşa ettiler (özellikle XVII. yy.’da): nan İngiliz madrigalciler, transız şansonPascoli ve D’Annunzio’dur. Marot ve Mel" 1 0 0 0 sütunlu" mandapa’nin yer aldığı larından, İtalyan madrigalinden, canzolin de Saint-Gelais tarafından Fransa'ya büyük tapınak (1560'a doğr.); Pudhumannettasından ve ballettosundan esinlene­ sokulan türün bu ülkedeki temsilcileri XVII. dapam, Raya gopuram, saray (Nayak* rek, madrigali, İngiltere’ye özgü bir duyar­ yy.’da Voiture, Cotin, Benserade, XVIII. mimarlığının yetkin bir örneği ve dravid lığı yansıtan, ince anlatımlı ve eleji nitelikli yy.’da da Fontenelle, Houdar de La Motta sanatının doruğu) vb. bir türe dönüştürdüler. En büyük İngiliz Chaulieu, J.-B. Rousseau ve Voltaire' dir. madrigalciler, Elizabeth dönemi besteci­ M adura ayağı, ayakta derialtı dokula­ —Müz. • İtalyan madrigali. XIV. yy.’ın ede­ leri ve onların ardıllarıdır: W. Byrd, Th. rına yerleşerek ayağın biçimini bozan ve Morley, J. VVilbye, T. Weelkes, O. Gibbons, bi madrigali, bir tür şarkıydı. Notası gü­ tropikal bölgelerde (Hindistan, Tropikal Af­ G. Farnaby, T. Tomkins. Bazı madrigaller, nümüze ulaşmış en eski madrigaller, XIV. rika, Orta Amerika, vb) rastlanan miseJ. Dowland’ın lavta eşlikti şarkılarının hayy.’ın başlarından kalmadır. Bu dönemin tom. (Misetomların % 80'l ayakta görülür. bercisidirler. başlıca madrigal bestecileri, Giovanni da Mantar kökenli misetomlara, bacaklarda Cascia, Jacopo da Bologna ve Francesolup olmadığına bakılmaksızın bazen maMADRİOALCİ a. Müz. Madrigal türün­ co Landino’dur Aşk, hiciv, politika ve köy duromikoz adı verilir.) den eserler veren besteci. yaşamı gibi konuları ele alan sözler, üçer MADURA DİLİ a. Endonezya dili; MaM A D R IZ, Nikaragua’nın kuzey-batı’ dizeli iki ya da üç kıtadan oluşurdu. Kıta­ sında yönetim bölgesi; 1 375 km2; 62 VŞÖ—J dura'da ve Cava'nın doğusunda yaklalar, hep aynı 2 sesli polifonik müzikle oku­ ışık 8 730 000 kişi tarafından konuşulur. nüf. Merkezi Somoto. nur ve bunları 2 dizeli bir nakarat izlerdi. XVI. yy. madrigallerinin öncekilerle hiç­MADRUBAT ya da MAZRUBAT çoğl. M ADURAİ - MADURA. bir ilişkisi yoktu. Bunların kökeni frottoia' a. (ar. maçlrab, mazrub’un çoğl. maçhv- MADUROMİKOZ a. (fr. maduromydır. Şairler ve müzikçiler, frottola’mn halk bat, mazrabat). Esk. mat. 1. Çarpanlar. cose’dan). Asalbil Mantar kökenli beğenisine uygun üslubuna tepki olarak, —2 . Madrubata tefrik, çarpanlara ayırma. misetom. daha ince yapıtlar; madrigallerde idealleş­ MADRUBEYN ya da MAZRUBEYN tirilmiş canzone1er yarattılar. Şiir, serbest r ya da MADUD sıf. (ar maridüd). a. (ar. maçlrab, mazrüb'un ikili çoğl. mapyapıdaydı. Frankoflaman motet’sinin etki­ Esk. 1. Sayılmış, sayısı belli. —2. Bir şe­ rnbeyn, mazrübeyri). Esk. mat. Her iki siyle, her parti, eşit önem kazandı, ilk ye ait sayılan, bir cinse, bir bütüne ilişkin çarpan. madrigal derlemesi olan, 1530 tarihli olan: "Benim dörtte üçüm hayvanattan Madrigali da diversi musici, Libro primo maduttur" (Neyzen Tevfik). —3. Belli, be­ MADRUBUNFİH a. (ar. maçlrab ve fıh’ de la Serena (Çeşitli müzikçilerin madrilirli. —4. Madut olmak, sayılmak, bir şe­ ten maçlrûbün-fih). Esk. mat. ÇARPAN’ın galleri, Sererıa’nın ilk kitabı), Philippe Verye ait bulunmak. delot ve Costanzo Festa’nın yapıtlarını içeMADYTOS, bugün Eceabat. Tar. coğ. * sıf. (ar. maprüb, mazrüb). Esk. .rir. Bunları, Arcadelt’in ve Willaert’in bes­ 1. Vurulmuş, dövülmüş kimse için kulla­ Gelibolu yarımadası üzerinde Çanakka­ teleri izledi. Klasik madrigal (1550-1580), le boğazı kıyısında kent; trakyalı kavimlernılır. —2. Damgalanmış, basılmış para vb gittikçe daha yoğun biçimde kromatizme ce kurulduğu sanılmaktadır. I.Û. VI. yy.'da için kullanılır: "... aynı madenlerden mazbaşvuran Cyprien de Rore, Roland de Persler'in egemenliğine girdi. I.Û. 465’te rub paralar istimaline; ve mazinin dağınık Lassus, Philippus de Monte ve Palestrina Kimon tarafından Atina konfederasyonu’ vakaları hakkında..." (Ragıp Hulusi). gibi bestecilerce yaratıldı. Sonraki döne­ na bağlandı. !Û. 334’te Büyük İskender’in —Esk. mat. çarpiLAN’ın eşanlamlısı. min (1580-1620) temsilcileri Luca Mareneline geçti. LÛ. 200’de Philippos V'in, da­ MADRÛS sıt. (ar. madrûs). Esk. 1. Taş­ zio, Gesualdo ve Monteverdi’dir. Bu bes­ ha sonra da Antiokhos lll’ün ( iû 196) yö­ larla örülmüş, örülerek yapılmış: Çarh-ı teciler madrigali. cüretkâr yeniliklerle do­ netimine girdi. İkinci İznik konsili’nden madrûs (içi örülmüş kuyu). —2. Sert bir lu müzikal bir şiire dönüştürdüler. Gesusonra dinsel merkez olarak önem kazan­ biçimde yapılan hareket. aldo’da sistemli kromatizm, yapmacıklı bir dı. Yörede İÛ. IV. yy.’dan sikkeler bulun­ üslup oluşturdu. Monteverdi, dindışı kan­ MADUD - MADUT du. Eceabat'tan önceki adı Maydos oldu. tat türünün kaynağı olan eşlikti birsesliliMABUDE sıf. (ar. mardüd'un dişi. M AEBAŞİ, Japonya'da kent, Flonşu' ğin stile nuovo’sunu (yeni üslup) kullandı. ma'dude). Esk. Sayılı, sayılmış, belirli: nun orta kesiminde, Gumma ilinin mer­ Dinsel metinler üzerine bestelenmiş din­ Eşhas-ı madude (sayılan belli birkaç kişi). kezi; 286 261 nüf. (1990). Yanardağ kö­ sel madrigal (Lagrime di san Pietro) ve Eyyam-ı madude (sayılı günler). kenli toprakların bulunduğu, dutağacı madrigal tarzında bir tür güldürü olan dra­ yetiştirilen Maebaşi bir ipekçilik merkezi­ matik madrigal (O. Vecchı’nin AmfiparnaMADUL ya da MADİL sıf. (ar. miridul, dir. Elektrikli gereçler. so'su [1597] ve A. Banchieri’nin Festino’ m a'dîl). Esk. Bazı farsça sözlüklerde yer suyla [1609] yaygınlaştı) birbirine koşut alan ve yazıldığı halde okunmayan "ye" MAECENAS (Caius), romalı şövalye olarak geliştiler. Almanlar (Fİ. Schütz, L. ve “ vav" harfleri için kullanılır. (Arezzo ? İ û 69'a doğr.-İÛ. 8 ). Augustus’ Hassler), hatta Flollandalılar (J. S. Svveeun danışmanı. Etrurialı eski bir ailedendi. I sıf. (ar. maridûm). Esk. Yok olan, linck), İtalyan madrigal tarzında yapıtlar Octavianus'un iktidarı savaş ve diploma­ bulunmayan: "...artık madûm olan şeyi de bestelediler. Madrigal, İspanya’da, Pere siyle ele geçirmesine yardım etti, danış­ derâgûş ederiz" (Fİ. C. Yalçın). Albert Vila, Pedro Güerrero, Juan Brudimanlığını yaptı ve kararsızları onun safı­ eu (Madrigaller, 1585) gibi besteciler sa­ MADUMİYET a. (ar. ma'dûm ve -iyyet' na çekti. Brindisi ve Trento antlaşmaları­ yesinde büyük rağbet gördü. ten ma'dümiyyet). Esk. Bulunmama du­ nın imzalanmasını, Octavianus’un Scribo• İngiliz madrigali. Ingiltere’de, önemli bir rumu, yokluk: Madumiyet-i esmar (mey­ nia ile, Antonius'un ise Octavia ile evlen­ madrigalciler okulu vardır Yatay ve düşey ve kıtlığı). mesini, Aemilius Lepidus komplosunun pasajlar arasındaki karşıtlıklardan ve krobaşarısızlığa uğratılmasını ve diğer komp­ MADUN sıf. (ar. mS- ve dün'dan mâ loların bastırılmasını sağladı. Bilim ve sa­ -dün). Esk. 1. Aşağıda, altta olan. —2. E. Guillou-Atlas-Photo natların koruyucusuydu İç savaşlar sona Kariyer bakımından aşağı olan, alt rütbe­ erince görevlerini devretti, ama Augustus' de bulunan: Madun zabıtan (küçük rütbeli un dostu olarak kaldı. Tibur’dakl sayfiye subaylar). evi gibi Esquilinus dağındaki evi de her­ —Esk. ruhbil. Madun-üş şuur, bilinçaltı. kese açıktı. Çevresine topladığı edebiyat­ M A DURA ya da MADOERA, Endo­ çıların Augustus'u tutmalarına yardım et­ ti. Vergilius, Floratius, Varius, Propertius, nezya’da ada, 3 km uzunluğunda bir bo­ \felerius Messala Corvinus birbirleriyfe ya­ ğazla ayrıldığı Cava'nın K.-D.'sunda; 5 rışırcasına ona övgüler düzdüler. Şairliği­ 290 km ; 2 686 703 nüf. Başlıca kenti nin yanı sıra diyaloglar ve doğa bilimleri­ Sumenep. K.'inde yanardağ kökenli bir ne ilişkin yapıtlar yazdı. Ûmrünün son kütle bulunan yükseltisi az bir adadır. günlerinde eskisi kadar gözde değildi. Uzun kuraklıklar, marnlı ve kireçli toprak, sulamayı güçleştiren topografya, tarım­ MAEDA KAN C İ, japon ressam (Tottori da (mısır, pirinç, yerfıstığı) düşük verim ili 1896 - Tokyo 1930). Paris’te öğrenim elde edilmesine yol açan üç etkendir. gördü; ilk japon noktacılarından ve resim­ Aşırı kalabalık olan Madura’dan Cade gerçekçiliğin temsilcilerinden biri oldu, va'nın doğu bölgelerine doğru ardı arka­ savaş öncesinin en önemli sanat hareket­ sı kesilmeyen bir göç sürmektedir. lerinden birini ^başlattı. MAEDA SEİSON, japon ressam (Gifu M ADURA ya da M ADU R A İ, Hindis 1886 - Kamakura 1977). Geleneksel nihon tan'da, Vaigai ırmağı kıyısında kent; 951 -ga akımının ikinci kuşak temsilcilerinden 696 nüf. (1991). Elsanatları ve tekstil sa­ en ünlüsüdür. Geniş kültürüyle japon ge­ nayileri. Tütün İmalatı. Şeker fabrikası. leneklerini, tarihsel, mitolojik ve edebi ko­ Üniversite kolejleri. nuları başarıyla ele aldı. Ayrıca batı res­ —Tar. ve Güz. sant. Ptolemaios tarafın­ mini de tanıdığı, yapıtlarında, özellikle de dan da bilinen bir pandya krallığının es­ dikkat çekici portrelerinde hissedilir. ki başkenti olan Madura, müslümanlar MA’EDDAVİ (Mustafa), faslı yazar (Catarafından 1311 yılında fethedildi; kent sablanca F937-Öİ. uçak kazasında 1961). daha sonra, Nayaklar'ı (1372 yılına doğ­ Kendi kendini yetiştirdi, Fas direniş hareru - 1736) uzaklaştıran Pandyalar tara­



ketine katıldı (1954-55). Bağımsızlıktan sonra, Mağrib arap yazarlar birliği’nin ku­ rulmasına katkıda bulundu. Ölümünden sonra yayımlanan, Dîvan ül-Ma’e ddavîad­ lı bir yapıtı vardır. M a e g h t v a k fı, Paris’te büyük bir sanat galerisine sahip olan Alme Maeght (1906 -1982) İle karısı Marguerite tarafından, 1964’te Saint-Paul-de-Vence'ta kuruldu. Doğal çevreyle uyum içinde olan bu “ açık” müzenin binaları, mimar J. L. Sert tarafından, İç ve dış (avlular, heykellerle süslü bahçeler) mekânların esnek bir dü­ zenlemesini sağlayacak biçimde tasarlan­ dı. Burada, çeşitli bağışlar (özellikle Maeght’inkiler) sonucunda toplanan çok sa­ yıda önemli XX. yy. yapıtı sergilenmekte­ dir (Braque, Chagall, Miró, Kandinsky, Matisse, Giacometti, Calder, Tal Coat, Ta­ pies, Chillida, Adam! vb.). Önde gelen sa­ nat ve edebiyat adamlarına, çağdaş sa­ nat akımlarına ayrılan geçici sergiler de düzenlenmektedir.



MAEKAVA KUNİO, japon mimar (Nii­ gata 1905 - Tokyo 1986). Sakakura İle bir­ likte Le Corbusier'in yanında staj yaptık­ tan ve bir süre Tokyo'da A. Raymond’un yanında çalıştıktan (1930-1935) sonra, bu kentte kendi ajansını açtı ve Deutscher Werkbund'u örnek alan bir ortaklık kur­ du. Önce, betonun olanaklarından yarar­ lanarak sınır tanımayan geniş mekânlar yarattı (Tokyo'da Kültür merkezi, 1955; Gakuşuin Üniversitesi, 1960). Daha sonra, geleneksel motiflerin taşıdığı anlatım de­ ğerini keşfetti ve bu motifleri betona uy­ guladı. Bu beklenmedik yenilikle ülkesin­ de çığır açtı. Kyoto (1959) ve Urava (1966) kültür merkezlerinde, özellikle de Tokyo’ daki Metropolitan Festival Hall'de (1961), gittikçe modernist anlatımdan uzaklaşa­ rak betonun yerini tuğlaya bıraktığı açık mekânlara yöneldi. MAELLA (Mariano), Ispanyol ressam (Valencia 1739 - Madrid 1819). Sırasıyla dinsel konular ressamı (Valencia katedrali; Bayeu ile birlikte Toledo katedrali'nln vaaz kürsüsü), dekoratör (krallık sarayla­ rının tavan süslemeleri), gündelik yaşam sahneleri, manzara, portre (Carlos III, Madrid krallık sarayı) ressamı ve kitap re­ simleyicisi (Quevedo'nun Buscón'u için desenler) oldu. MAELSECHLAİNN I ya da MALACHY, İrlanda kralı (öl. 863). 842’de Uisnech kralıydı, 844’te Danlmarkalılar’ı yendi, 846'da İrlanda kralı oldu. Danlmarkalılar'ı bir kez daha yenilgiye uğrattı. 847’de Dublin’i yağma etti, iskandinavlar’ı ve Kuzey irlandalılar’ı durdurmayı başardı.



MAELSECHLAİNN II ya da MALACHY, Na Midhe kralı (Na Midhe 949 -Na h-iarmldhe 1022). Tara’da kazandığı zaferle Olaf'ın ve Dublin'deki İskandinav krallığı’nın gücünü kırdı ve Aird Righ ol­ du (980). Brian Boru tarafından yenilgiye uğratılınca 1002’de bu unvanı ona bırak­ mak zorunda kaldı, rakibinin 1014’te ölme­ sinden sonra unvanına yeniden kavuştu.



MAELSTRÖM a. (hollandaca malen, öğütmek, ve strom, akıntı’dan). Gelgitin hızlanması ve Mosken adacığıyla Moskensöya adasının güney burnu arasındaki güçlü soluğanın devrilmesi sonucu Nor­ veç kıyılarında (Lofoten adaları) ortaya çı­ kan çevrintlll akıntı (en büyük hızı 11 km /sa). [Yüzeydeki suyun dönüşü, çan biçi­ minde bir oyuk oluşturur. Edebiyatçılar (E. Poe) akıntının tehlikelerini abartmişlardır.] MAELZEL ya da MÂLZEL(Johann Nepomuk), avusturyalı mekanikçi (Regensburg 1772-denlzde, Panamá açıkla­ rında, 1838). 1804’te orkestra çalgılarının çoğunun sesini verebilen mekanik bir çal­ gı yaptı: panharmonikon. 1816'da çalışma ilkesini Winkel’ln tasarladığı metronomun yapımı için bir berat aldı.



M AE NAM -> MENAM.



Mandelman-Rapho



MAEOTİCA PALUS, Azak denizi’nin



maestâlar arasında San Martlno ustası [XIII. yy., Pisa müzesi], Cimabue*, Giotto [Uffizi, Floransa], özellikle de Ducclo*’nun [Siena] tabloları sayılabilir.)



eski adı.



MAERLANT (Jacob VAN) - VAN MAERLANT.



MAES (Nicolaes), hollandalı ressam (Dordrecht 1634 - Amsterdam 1693). 1650'ye doğru Rembrandt’ın öğrencisi ol­ du; 1660-1665 arası Anvers’te çalıştı ve orada Jordaens'in etkisinde kaldı; Dordrecht’te döndü, sonra da Amsterdam'a yerleşti (1673). ilk dönemi özellikle Remb­ randt tarzında, aile yaşamını yansıtan tab­ loları kapsar: Tembel hizmetçi (National Gallery, Londra), Sofra duası (Rljksmuseum, Amsterdam), Yün eğiren kadın (ay. y). Amsterdam’da daha çok, zarif, ancak da­ ha kuru üsluplu portier yaptı. Ayrıca ko­ nularını mitoloji ya da dinden alan tablo­ ları da vardır.



MAES (Direk), hollandalı ressam (Haarlem 1659 - ay. y. 1717). Hollanda’da ve William lll'ün hizmetinde, Ingiltere’de ça­ lıştı; avı konu alan çeşitli resimler yaptı: William III avlanırken (Dublin), Geyik avı (Cambridge, Lyon), Atlılar (Nancy, Riga).



MAESTÀ a. (ululuk, yücelik anlamında ¡tal. söze.). Güz. sant. Kucağında çocuk İsa’yı taşıyan Meryem Ana'yı betimleyen ortaçağ İtalyan okulu resmi. (En tanınmış



Maekava Kunio



Tokyo Üniversitesi kitaplığı’nın konferans salonu (1960) Lucien Hervé



Saint-Paul-de-Vence ta J. L. Sert tarafından tasarlanan (1964) Maeght vakfı’ndan bir görünüm (havuzda Mirö’nun bir seramiği)



MAESTOSO be. (“ görkemli” anlamında ital. söze.). Müz. Gösterişli, tumturaklı bir icra gerektiğini belirten terim. (Hız belir­ ten bir terimle birlikte kullanılabilir: alleg­ ro maestoso.)



MAESTRA (sierra), Küba’nın güney-doğu ucunda sıradağ. En yüksek noktası Turquino’dur (1 974 m). Dağda, demir, ba­ kır, manganez yatakları vardır. Kahve ve muz yetiştiriciliği. Fldel Castro buraya sı­ ğındı ve Batista kuvvetlerini bozguna uğ­ rattığı saldırıyı buradan başlattı. MAESTRAZGO, ispanya'da dağ kütle­ si, Valencia bölgesinin kuzey bölümünde, Castellön de la Plana’nın K.’lnde; 1 318 m. MAESTRİCHT - M A A S T R İC H T . MAESTRİŞYEN a. (fr. maestrichtien). M A A S T R İC H T K A T In ın



eşanlamlısı.



MAESTRO a. (“ üstat" anlamında ital. söze.). Tüm büyük yorumculara ya da tüm bestecilere verilen ad; orkestra şefi.



MAETERLİNCK (Maurice), fransızca yazan belçikalı yazar (Gent 1862 - Nice 1949). ilk yapıtı, kaygılı ve zekice yazılmış şiirlerinden oluşan bir derlemeydi (lesSer-



Nicolaes Maes Sofra duası Rijksmuseum, Amsterdam



Maeterlinck 76 5 2



Sirot-Angel



Maurice Maeterlinck



res chaudes, 1889). Simgeci bir estetikle yazılan bu şiirler 1896’da Douze Chansons’un (1900’de Quinze Chansons oldu), aynı oranda simgeci olan ve çok güzel bir üsluplaştırmayla gerçekleştirilen imgeciliğine yol açtı. Bu arada Maeterlinck, ay­ nı edebi tutum doğrultusunda, verimli bir oyun yazarlığı yaşamına başladı ve Mirbeau’nun bir makalesi sayesinde onu ün­ lü biri durumuna getiren ta Princesse Maleine'i (1889), l'intruse (1890), les Aveug­ les, les Sept Princesses (1891), Pelléas et Mélisande (1892) adlı dyunları, ardından da kuklalar için Alladine et Palomides, in­ térieur ve la Mort de Tintagiles (1894) ad­ lı üç dram yazdı. Bu yakıtlarda, karanlık ve kötü niyetli güçlerin saplantısına kapıl­ mış gizemli ruhsal durumları dile getir­ mekte büyük bir başarı gösterdi. Bu deh­ şet tiyatrosunu, daha açık bir görüşle ya­ zılan Monna Vanna (1902), simgesel peri oyunu Mavi• kuş (l'Oiseau bleu) [1909], yurtseverlik dramı Bourgmestre de Stilmonde (1920), le Miracle de saint Antoine (1920) ve la Princesse isabella (1935) gi­ bi yapıtlar izledi. Öte yandan Maeterlinck, çok yetkin klasik bir biçim çerçevesinde, doğanın yaşamı ve insanın gizemi üzeri­ ne son derece yüce esinti denemeler de yazıyordu. Bunların başlıcaları: le Trésor des humbles, 1896; la Sagesse et la Des­ tinée, 1898; la Vie des abeilles, 1901; le Temple enseveli, 1902; l'intelligence des fleurs, 1907; la Vie des termites, 1926; la Vie de l'espace, 1928 ve la Vie des four­ mis, 1930. Avant le grand silence (1934) ve l ’Autre Monde ou le Cadran stellaire (1942) adlı yapıtları arasındaki son felsefi düşünceleriyse, ölüm ve metafizik sorun­ larla gitgide daha çok uğraştığını göste­ riyordu. Maeterlinck tiyatrosunun İlk dönemi, simgeciliğin dram türüne en önemli kat­ kısını oluşturdu. 1911'de Nobel ödülü'nü alan Maeterlinck, 1920'de Kraliyet transız dil ve edebiyat akademisi'ne seçildi ve 1932'de kral tarafından kont yapıldı. MAEZTJU (Ramiro DE), İspanyol yazar (Vitoria, Alava, 1874-Aravaca, Madrid ya­ kınında, 1936). 1898 edebiyat rönesansının yaratıcılarından biri oldu, sonra politi­ kaya yönelerek gerici ve ulusçu bir hare­ ket olan İspanyol eyleml'nln başına geç­ ti, iç savaş sırasında öldürüldü. Başlıca ya­ pıtları: Hacia otra España (1899) ve De­ fensa de la Hispanidad'dır. MAFÂT a. (ar. mâ- ve fate, yok oldu’dan mâ-fât). Esk. Kaybedilmiş, elden çıkan şey. MAFEKİNG, Güney Afrika’da (Cape ili) kent, Botsvana sının yakınında; 6 500 nüf. 1885’te, Matabeleler'e karşı askeri üs ola­ rak kurulan kenti, Boerler savaşı sırasın­ da Baden Poweli savundu. MAFEVK sıf. (ar. mâ- ve fevk’ten mâ -fevlf). Esk. 1. Üstün, üst. —2. Ust rütbe­ de olan, amir: mafevk zabitan (üst subay­ lar). ♦ a. 1 . Üstte bulunan şey, üst taraf. —2. Bir miktarın üstü, ondan artan kısım. MAFEVKATTABİA sıf. (ar. ma-, fevl MACELla n (Fernâo de). MAOALOTTİ (Lorenzo), İtalyan yazar (Roma 1637 - Floransa 1712). Galilei oku­ lunda yetişmiş bilimsel düşünceye sahip filozoftu, tutanaklannı yazdığı (Saggi di na­ turan esperienze, 1667) Accademia del O mento’nun sekreterliğini yürüttü, Mediciler’in hizmetinde diplomatlık yaptı, çok sa­ yıda gezi yazısı ve mektup (Lettere familiari contro l'ateismo, 1719; Lettere suite ter­ re odorose d'Europa e d'America dette votgarmente buccheri, 1825) kaleme aldı. MAOAMİZ çoğl. a. (ar. mağmaz' ın çoğl. mağsmii). Esk. Çukur yerler, karanlık yerler. MAOAN. Tar. coğ. Birçok Aşağı Mezo­ potamya metninde adı geçen ülke. En azından Sargon dönemiyle (XXIII. yy.) son Ur kralı dönemi (XXI. yy.’ın sonu) arasın­ da, burada üretilen bakır ve diorit körfez aracılığıyla Aşağı Mezopotamya’ya gön­ deriliyordu. Magan, Umman ve Karmania’da yerleşmiş eski bir kültürü karşılar. MAOANOUÉ, Kolombiya'nın kuzeyinde kent; 65 000 nüf. Ticaret merkezi. Besin sanayileri. MAOAHİ çoğl. a. (ar. mağnî1nin çoğl. mağSni). Esk. Evler. MAOANİM çoğl. a. (ar mağnem'in çoğl. mağanim). Esk. Savaşta ele geçirilen mal­ lar, ganimetler. MAOARİB çoğl. a. (ar. mağrib'in çoğl. mağsrib). Esk. 1. Batı'da bulunan yerler, batı tarafları. —2. Akşamlar. MAOARİM çoğl. a. (ar. mağrem’in çoğl. mağsrim). Esk. 1. Ödenecek borçlar. —2. Diyetler. MAOARİS çoğl. a. (ar magrisin çoğl. mağaris). Esk. Fidan yetiştirilen yerler, fi­ danlıklar. MAGARLAR, tibet-birman lehçesi ko­ nuşan ve 1991'de nüfusları 525 000'e ulaşan Nepal halkı. Gurkha birliklerinin çoğu, Magarlar'ın çiftçilik yapmayan bö­ lümünden oluşur. Babasoylu ve dıştanevli klanlar biçiminde örgütlenen Magarlar, çoğunlukla hinducudur ve hint panteonunun tanrılarıyla kendi klan ve . köy tanrılarına taparlar. MÂOARSOS. Tar. coğ. Anadolu’nun G.’incte Kilikia bölgesinde kent; Pyramos (Ceyhan) nehrinin ağzında kurulmuştu. Selefkiler döneminde Antiokheia adını aldı.



MAOAS (İ.Ö. 330-250’ye doğr), Kyrene kralı Ptolemaios I Soter'in üvey oğlu. Ptolemaios I tarafından Sirenayka’yı yönet­ mekle görevlendirildi (308), 275'te kral ol' du. Antiokhos Soter ile birleşip "kızı Apa­ rma ile evlendi vé bağımsızlığını Mısır'a ka­ bul ettirdi. MAOASİL çoğl. a. (ar. mağsel, mağsil’ in çoğl. mağâsif). Esk. Ölülerin yıkandığı yerler, gusülhaneler. MAOATAMA a. (“ kıvrık mücevher" an­ lamında japonca söze.). Arkeol. Japon mezar tümülüslerinde bulunan çengel bi­ çimindeki taşlar (akik, kırmızı akik,-kuvars, cam vb.), [ffunların güç simgesi oldukla­ rı düşünülmektedir. Biçimleri Kore ve Si­ birya'da nazarlık olarak kullanılan kaplan dişini hatırlatır.] M ABAZİ çoğl. a. (ar. mağzSnin çoğl. mağazi). Esk. 1. Savaşlar, gazalar. —2. Savaş ve kahramanlık konularını işleyen halk hikâyeleri: Fenn-i magazi (Hz. Mu­ hammet'in savaşlarından bahseden tarih ya da hikâyeler). Gazi-i eb-ül-magazi (sa­ vaş ve kahramanlık hikâyelerinde hikâye kahramanı olan gazi). M AB AZİL ya da MEBAZİL çoğl. a. (ar. miğzetin çoğl. mağâzil, meğazil). Esk. İğ­ ler, iplik eğirmekte kullanılan araçlar. MABAZİN a. (ing. magazine; fr. magasiríden). 1. Çok çeşitli konuları işleyen, genellikle resimli, süreli yayın. (Bk. ansikl. böl.) —2. Magazin sayfası, bir gazetenin düzenli aralıklarla belli bir okuyucu türü­ ne yönelik olan, içeriği bir konuda yoğun­ laşmış iç sayfası. —ANSİKL. 1731’de İngiliz Edward Cave, Gentleman's Magazine adlı ilk magazini çıkardı. XIX. yy.'da ABD’de ve Büyük Bri­ tanya’da gittikçe daha büyük önem kaza­ nan magazin dariS sonra çeşitli biçimler altında yaygınlaştı. Cüzdan adlı dergi, Türkiye’de yayımla­ nan magazin türündeki ilk dergi olarak ka­ bul edilir (İstanbul, 1873). Bunu Şehbal, Resimli kitap, İnci, Süs Resimli ay, Yedigün, Hafta, Yelpaze, Sizin için, Elele, Haf­ ta sonu, Kadınca, Erkekçe, Bravo, Hey, Gong vb. izledi. MABBEN a. (ar. mağberi). Esk. anat. 1. Uyluk kemiği. —2. Kasık. MABBUT sıf. (ar. mağbü\). Esk. 1. im­ renilen, gıpta edilmiş. —2. Mutlu, sevinçli. MAGDALA. Tar. coğ. Filistin'de (Celile) kent, Taberiye gölünün batı kıyısında, Taberiye’nin 5 km K.'inde. Magdalalı Maria'nın (azize Maria Magdalena) doğduğu kenttir. Günümüzde Macdal (ya da Migdal). Yahudiler'in Romalılar'a karşı gerçek­ leştirdikleri birinci ayaklanmada önemli rol oynadı. M AB DALA, Etyopya’da, Galla ülkesin­ de, küçük kasaba ve kale. İngiliz uyruklu­ ları bu kaleye hapseden negus Theodoros, burada kuşatıldı. Kuşatma sırasında Theodoros, kendini öldürdü ve kale, 1868’de, Napier tarafından alındı. M AGDALENA, Kolombiya'da ırmak; tfaklş. 1 550 km (havzası 266 000 km2), Cordillera central'de doğar ve G.-K. yö­ nündeki çığırı And sıradağlarını aşma olanağı veren eski bir yoldur. Deltası, ır­ mak ve kollarınca (Caurca, Cesar, Porce ve San Jorge) doldurulmuş bir çöküntü­ dür. Deltadaki alüvyon ovasında az çok sular altında kalan kesimler vardır. Antiller denizi kıyısında Magdalena'nın başlı­ ca kolunun önünü tıkayan kıyı şeridinde gedik açılarak deniz gemilerinin Barranquilla'ya kadar girebilmesi sağlanmıştır. Çeşitli çağlayanların bulunmasına karşın Magdalena, Bogotá, Bucaramanga ve Cücuta bölgelerinin ulaşımını sağlar. — Magdalena yönetim bölgesi, ırmak çığırı­ nın sağ kıyısında ve Antiller denizl'nin kı­ yısında uzanır; 23 188 km2; 1 664 000 nüf. (1990). Merkezi Santa Marta.



M AGDALENA koyu, Aşağı Kaliforni­



ya’da (Meksika), Büyük Okyanus kıyısın­ da köy. MABDALENYEN sıf. (fr. Magdalénien). Tarönc. Madeleine KüLTüRü'nün eşan­ lamlısı. MAGDALEON a. (fr. magdaléon; yun. magdalia, hamur kütlesi’nden). Flap ve yakı hazırlanırken bir ara evre olarak ya­ pılan silindir biçiminde yumuşak ilaç kütlesi. MAGDALİNUS a. Larvası çeşitli ağaç­ ların kurumuş ya da çürümüş dallarında yaşayan siyah, mavi ya da yeşilimsi renkli küçük hortumluböcek. (Magdalinus ya da Magdalis cerasi ve M. ruficornis meyve ağaçlarına dadanır. Flortumlu böcekgiller familyası.) M AGDEBURG, Almanya'nın Sakson­ ya Anhalt eyaletinin başkenti; 290 400 nüf. (1989). Berlin'in 140 km batısına dü­ şen kent, Elbe'nln bir taraçasında kurul­ muşsa da, banliyöleri (sağ kıyıdan) ırma­ ğın taşkın ovasında uzanır. 1631 yangı­ nından sonra yeniden yapılan kent, Almanlar'ın büyük tahkimli kentlerinden biri oldu. Kentin gelişmesi, bir ölçüde milli bir bölgenin (Börde) tarımsal zenginlikle­ ri (tahıllar, şekerpancarı) sayesinde ger­ çekleşti; ne var ki, sanayide gelişmenin en önemli kesimlerinden biri de (çevre­ deki potasla birlikte) demiryolunun gelişmeslydi. Son olarak da Mittelandkanal, Magdeburg'u önemli bir ırmak limanı (ülkedekilerln en önemlisi) haline getirdi. Günümüzde kent, eyaletin ve ülkenin bü­ yük sanayi merkezlerinden biridir: meta­ lürji, dökümcülük, makine sanayisi, kim­ ya, yapı gereçleri, besin. Kent, altı uzun demiryolu hattı İle yedi karayolunun kav­ şak noktasında yer aldığı için aynı za­ manda önemli bir ulaşım merkezidir. Mit­ tellandkanal İle Ren e ve diğer kanallarla da Berlin'e ve Oder'e bağlanır. Ayrıca Magdeburg, yükseköğretimin sanayiyle doğrudan ilişkide olduğu önemli bir kül­ tür merkezidir. —Tar. Magdeburg WfëridelerTeTïcaret yap­ mak için IX. yy.’da kurulan merkez çevre­ sinde gelişti; 925'te yağmalandıktan son­ ra Büyük Otto tarafından onartıldı; Otto' nun yaptırdığı Sankt Moritz manastırı (937) 968'de başpiskoposluk oldu. Büyük bir ticaret merkezi haline gelen Magde­ burg, Flansa birliği’ne katıldı (XIII yy.) ve serbest kent statüsü kazandı (XV. yy. so­ nu). Magdeburg kentinin hukuksal statü­ sü birçok Prusya kentince kabul edildi. Reform hareketini benimseyen Magde­ burg (1524) Smalkalde birliği’ne katıldı (1531) ve imparatorluktan ayrıldı (1548). Wallenstein'in kuşattığı (1629) ama alma­ yı başaramadığı kenti Tilly mayıs 1631'de yakarak 30 000 kişinin ölümüne neden ol­ du. Magdeburg 1648'de Brandenburg Seçici prensliğine verildi. Fransız Protes­ tanları kente yerleştiler. Ney tarafından iş­ gal edildi (1806) ve Westfalen krallığı'na katıldı. 1815'te Prusya'ya geri verildi. —Güz. sant. Otto döneminden kalma bir kilisenin bulunduğu yere XIII.-XIV. yy.’larda inşa edilen katedral, Almanya’da go­ tik fransız örneklerine göre yapılmış ilk önemli yapıdır (dikkat çekici heykeller; başpiskopos Friedrich von Wettin’in [öl. 1152] bronz mezar kapağı; başpiskopos Ernest von Sachsen'in, büyük bir olasılıkla Yaşlı P Vischer tarafından 1495'e doğr. gerçekleştirilen mezarı). Eski Unser Lie­ ben Frauen manastırı (XI.-XII. yy.’larda ya­ pılan ve XIII. yy.’da sivri tonozlarla örtülen kilise). Alten Markt meydanı'nda, aslı ken­ tin Tarih müzesi'nde bulunan ünlü Mag­ deburg Ai/r'sının (1240’a doğr.) kopyası. MABDELEiNÉ m adarası, Penne’de (Tarn), Yontmataş dönemine ait (Made­ leine kültürünün orta evresi) alçakkabartmalann bulunduğu mağara. (Madeleine kültürüne adını veren la Madeleine sığı­ nağı [Dordogne] ile karıştırılmamalıdır.) MABDUB — MAGZUB.



MAGELANG, E n d o n e z y a 'd a k e n t, C a v a a d a s ın d a , P ra g a ırm a ğ ı k ıy ıs ın d a , S u m b in g v e M e r a p i d a ğ la r ı a ra s ın d a k i



7654



d a ğ la r d a ; 1 2 3 4 8 4 n ü f. T ü tü n , ş e k e r k a ­ m ışı ü re te n b ir b ö lg e n in t ic a r e t m e rk e z i. — Y a k ın ın d a , B a r a b u d u r * ta p ın a ğ ı.



Magelone-Romanzen, J. Brahms’in 15 romanslık çevrimi (op. 33). V. Warbeck’in 1527’de düzyazı biçiminde yazdı­ ğı bir versiyondaki “şövalye Pierre de Pro­ vence ve güzel Magelone” öyküsünden esinlenerek Tieck'in kaleme aldığı metin­ ler üzerine 1861-1868 arasında bestelenmiştir. Pierre, Provence kontunun oğlu, Magelone ise, Napoli kralıpın kızıdır. Bu melodilerde, tematik birlikten çok, tutarlı­ lık öne çıkar.



Magic Johnson



MAGENDİE (François), transız fizyoloji uzmanı (Bordeaux 1783 - Sannois, Val -d’Oise, 1855). L’Hötel-Dieu’de hekim, Bi­ limler akademisi'nde üye (1821) ve Collè­ ge de France’ta tıp profesörü (1830) ola­ rak çalıştı; omurilik sinirlerinin devindirici kökleriyle duyumsal kökleri arasındaki ilk deneysel tanıtlamayı yaptı; bu tanıtlama Bell* ve Magendie yasası olarak bilinmek­ tedir. Daha sonra, omurilik sinirlerinin ön köklerinin geri dönüşlü ya da gerilemen duyarlığını buldu ve bunun arka kökler­ den ödünç alınan bir duyarlıktan başka bir şey olmadığını gösterdi. En önemli ya­ pıtları şunlardır: Précis élémentaire de physiologie (Fizyoloji üstüne temel el ki­ tabı) [1816], Leçons sur les fonctions et les maladies du système nerveux (Sinir sis­ teminin işlevleri ve hastalıkları üstüne dersler) [1839], vb. Magendie deliği. Nöroanat. Membranatectoria’nın alt kısmını delen ve böylece iç karıncığı küçük sarnıçla birleştiren delik. Karıncıklarâa salgılanan beyin -omurilik sıvısı Magendie deliği yoluyla örümceksizar altındaki boşluklara ulaşır; bu deliğin tıkanması hidrosefaliye neden olur. MAGENTA - M A C E N T A . MAGENTA, İtalya'da kent, Lombardia' da (Milano ili), Ticino yakınında; 24 000 nüf. Pamuk ve yapay tekstil sanayileri. Ma­ kine sanayisi. —Tar. 4 haziran 1859'daki ikinci Bağımsız­ lık savaşı, feldmareşal Gyulai komutasın­ daki Avusturyalılar'ı burada yenen Napo­ léon lll’ün yönetimindeki fransız-piemonte birliklerine Milano yolunu da açtı. MAGENTA dükü - MAC-Mahon. MAGER0Y, Norveç'in (Finnmark) en ku­ zeydeki adası. Kuzey burnu bu adanın ucundadır.



lliaggiore göiü’nün batı kıyısındaki Stresa kenti



MAGGİ (Carlo Marıs^ İtalyan yazar (Mi­ lano 1630 - ay. y. 1699). Bu şairin İtalyan­ ca olan zengin klasik üretimi, milano leh­ çesiyle yazdığı özgün komedilerin gölge­ sinde kaldı. Kahramanı, milano halkının simgesi olan bu komediler, Carlo Porta' ran habercisidir (// falso filosofo, 1691; ii



Mancomale, 1695; / consıgli di Meneghino, 1697). MAGGİ (Gian Antonio), İtalyan matema­ tikçi ve fizikçi (Milano 1856 - ay. y. 1937). 1886’da, Messina Üniversitesi’nde çö­ zümleme dersleri vermekle görevlendiril­ di, burada bir matematiksel fizik eğitimi de başlattı. 1895'te, Pisa Üniversitesi’nde ras­ yonel mekanik kürsüsü başkanlığı yaptı, 1925 ve 1931 yılları arasında, Milano'da da aynı görevi sürdürdü. Çalışmaları, ma­ tematiksel fizik ve rasyonel mekanik konu­ larını kapsar, bu alanlarda pek çok terim ve deyim ortaya attı. Ayrıca esneklikölçüm, fiziksel optik ve özellikle dalgaların yayılmasıyla elektromanyetiktik konulan üzerinde çalıştı. MAGGİNİ (Giovanni Paolo), İtalyan çaf-i gı yapımcısı (Botticino Sera, Brescia, 1580 - Brescia 1632’ye doğr), Brescia okulu­ nun önde gelen temsilcisidir. MAGGİNİ (Mentore), İtalyan gökbilimci (Empoli 1890 - Collurania, Teramo yakı­ nında, 1941). Arcetri gözlemevi'nin kitap­ lığında görevliydi, Catania astrofizik gözlemevi'ne atandı, sonra da Collurania gözlemevi'ni yönetti. Mars oluklarının var olduğuna karşı çıkan ilk bilim adamı ol­ du. Maggini, glrişimölçüm ve ışıkölçüm üzerine çalışmalar da yapmıştır. MAGGİORE gölü, fr. Majeur, Kuzey İtalya’da yarı dağ gölü, Piomente'yi Lombardia'dan ayırır. Kuzey ucu, Locarno ile birlikte, İsviçre topraklarındadır. Maggiore gölü, eski Jicino buzulunun uç havzasındadır ve Ûnalp kütleleri arasında 60 km kadar uzanır. Yüzölçümü 216 km2, or­ talama derinliği 175 m (Luino ile Pallanza arasında 372 m). Ticino ırmağının aştığı göl, Maggia (İsviçre) ve Toce ırmaklarını alır. K.’i sarp olan kıyıları, Cannobio'nun G.’inde güzel ve göz alıcı hale gelir. İkli­ min yumuşaklığı bütün akdeniz bitkileri­ nin yetiştirilmesine olanak verir. Ayrıca kı­ yılarına ve adalarına (Borromeo) çok sa­ yıda turist gelir; başlıca merkezler batı kıyısındadır (Arona, Baveno, Stresa). MAGHA, I.s. VII. yy.'da yaşamış hlntli| prens. Şişupalavadha adlı epik şiir ona; mal edilir. Bu şiirde, ince ve özentili bir üs­ lupla, Krişna tarafından kurban edilen tan­ rıtanımaz bir kralın öyküsü anlatılır. M A G İC JOHNSON (E a rv in J o h n SON — d e n ir ) , a m e rik a lı z e n c i b a s k e tb o lc u ( L a n s in g , M ic h ig a n , 1 9 5 9 ). M ic h ig a n S ta te U n iv e r s ıty 'd e ö ğ r e n im g ö r d ü k t e n s o n r a , U lu s a l b a s k e t b o l b ir liğ i ( N B A ) ta ­ k ım la rın d a n L o s A n g e le s L a k e r s 'ta p r o ­ fe s y o n e l b a s k e t b o la b a ş la d ı (1 9 7 9 ). A y n ı ta k ım la b e ş d e fa N B A ş a m p iy o n lu ğ u k a ­ z a n d ı (1 9 8 0 , 1 9 8 2 , 1 9 8 5 , 1 9 8 7 , 1 9 8 8 ). S a y ıy a g id e n p a s la r d a k i ( a s is t) b a ş a rıs ı­ n ın y a n ıs ıra , is a b e tli t u ş la r ıy la ü n k a z a n ­ d ı; tü m z a m a n la rın e n iyi b a s k e tb o lc u la r ı a r a s ın d a y e r a ld ı. 1 99 1 y ılın d a A İD S v ir ü ­ s ü ta ş ıd ığ ın ı a ç ık la y a n M a g ic J o h n s o n , b ü tü n ç a b a s ın ı A İD S 'le m ü c a d e le y e y ö ­



n e ltm e k ü z e r e s p o r u b ıra k tı; s o n o la r a k 1 9 9 2 B a r c e lo n a O lim p iy a t la r ı 'n d a ş a m p i­ y o n o la n A B D m illi ta k ım ın ın fo rm a s ın ı g iy d i.



MAGİLUS a. Sıcak denizlerde yaşayan öndensolungaçlı karındanbacaklı cinsi. (Üyelerinin başı küçüktür, gözleri dar do­ kunaçların ucundadır. Yumurta biçiminde­ ki etli ayağı, öne doğru disk biçiminde ya­ yılır. Mercanlar içine gömülü yaşayan bu yumuşakçaların örnek türü Hint okyanu­ su, Kızıldenlz ve Büyük Okyanus’ta yaşa­ yan Magilus antiquus’tur. Magilidae famil­ yasının örnek tipi.) MAGİNDANAOLAR y a d a M A G İN DANAULAR, M in d a n a o a d a s ı n d a (F ilip in le r ), C o t a b a t o e y a le ti k ıy ıs ın d a y a ş a ­ y a n v e y a k la ş ık 5 5 0 0 0 0 P ro to -M a la y ' d a n o lu ş a n h a lk . X V . y y . 'd a İs la m d ü n y a ­ s ın a k a tıld ıla r. M a g in d a n a o s u lta n lığ ı, M in d a n a o ’n u n b a tı v e g ü n e y b ö lg e le r in ­ d e b ir a y in h e g e m o n y a s ı ila n e tti. M a d d i k ü ltü r le r i b a lık ç ılık , ta rım , t ic a r e t v e e l s a ­ n a tla rın a d a y a n m a k ta d ır.



M AO İNİ (Giovanni Antonl), İtalyan gök­ bilimci (Padova 1555 - Bologna 1617). Bologna’da matematik dersleri verdi ve ça­ ğının en büyük bilginleriyle ilişki içinde ol­ du. Kepler’in, bir gökgünlüğü kitabını bir­ likte hazırlama önerisini reddetti, çünkü ki­ tapta işlenen Kopernik'in yeni varsayım­ larını kabul etmiyordu. MAGİNOT (André), transız siyaset ada­ mı (Paris 1877 - ay. y. 1932). Demokratik sol milletvekili (1910-1932), Savaş bakan­ lığı müsteşarı (aralık 1913 - haziran 1914) oldu. Birinci Dünya savaşı sırasında ağır yaralandı ve Sömürgeler (1917 ve 1928 -29), Ödenekler (1920-1924), Savaş (1922 -1924 ve 1929-1939) bakanlığı yaptı. Bu son görevi sırasında, Parlamento' nun Fransa'nın doğusunda yapılacak tah­ kimata ilişkin ödenekleri onaylamasını sağladı ve bu tahkimata onun adı verildi. M aginot h attı, 1927-1936 yılları arasın­ da Fransa’nın kuzey-doğu sınırında, A. Maglnot’nun girişimiyle yapılan tahki­ mat. 1918 zaferinden sonra yeniden Fransa' ya bağlanan Alsace ve Lorraine bölgele­ rini yeni bir istiladan korumak amacıyla! araştırmalar yapıldı, ilk tasarı, büyük İsti­ la yolları üzerinde, cephesi 1 0 0 , derinliği 15 km kadar olan ve çevresinde sürekli bir ateş şebekesi bulunan tahkimli bölge­ ler oluşturulmasını öngörüyordu. Daha ucuza mal etme düşüncesiyle, kanatlar­ da ve geri bölgede hat oluşturulmadı. Bu, nedenle de yapılan tahkimat ilk tasarıdan çok ayrı olarak yalnızca bir hat biçiminde kaldı. Belçika sınırını korumasız bırakan Maginot hattı 1940'ta beklenen görevini yerine getiremedi. Bu hat, Nato kuvvet­ lerinin askeri düzenine girdi, daha sonra da 1964’ten başlayarak yavaş yavaş terk edildi. MAGİSTER a. (kumanda eden, yöneten anlamında lat. magister). Bizans tar. As­ keri magisterler (magistri militum), Konstantinos tarafından ilk kez atanmaya baş­ lanan, doğrudan doğruya imparatora bağlı bulunan ve ordunun başında yer alan yüksek görevliler. || Saray magisteri (magister officiorum), imparatorun sarayı­ nı yöneten yüksek memur. (Merkezdeki bütün daireleri [scrinia] yönetiyordu ve ya­ bancılardan oluşan muhafız kıtası, siyasi polis, meslek loncaları, askeri tersane ve savaş malzemesi depoları onun emrindeydi. Ayrıca, imparatorluk posta teşkila­ tını yönetiyordu. Sivil aşama düzeninde en yüksek görevliydi. Bu görev, VII. yy. sonlarına doğru ortadan kalktı.) —Rom. tar. Kumanda eden, yöneten, sevk eden her görevliye verilen ad (mülki amir, şirket müdürü [magister societatis], gemi kumandanı [magisternavis], birdin okulunun öğretmeni ya da başkanı [magister fratrum arvalium]). || Süvari magis­ teri (rpagister equitum). Roma Cumhuri-



magma yeti’nde, diktatör tarafından seçilen dikta­ tör yardımcısı. MAGİSTER LEONİNUS - LEONİN. MAGİSTER NİVARDUS (Nivardus VAN GENT —denir). Latince yazan belçi-



kalı şair (XII. yy.). Dinsel-siyasal gelenek­ leri hicveden isengrimus (1149) adlı yapı­ tı, kahramanları hayvanlar olan Van den Vos Reynaerde adlı destanın habercisi­ dir.



lan cumhuriyet devri magistratuslukları, imparator tarafından atanıp maaşa bağ­ lanan memurlar (curatorlar, procuratorfar, praefectuslar) lehine yetkilerini bir ke­ re daha kaybettiler. Konsüllük, Erken imparatorluk devrinde, sadece fahri bir unvandı; praetorlar sivil yargı yetkisinden yoksun bırakıldılar; aedilislerin yerini ise kent valileri aldı. Geç imparatorluk dev­ rinde, magistratuslar imparator tarafın­ dan seçiliyordu. Kentin valisi, Senato’ya başkanlık.ediyor ve yargı yetkisini elinde tutuyordu; praetorlar ile quaestorlarin ise, halkın eğlenmesi için oyunlar düzen­ lemekten başka bir işlevleri kalmamış­ tı. v



MAGİSTRATUS a. (kamu görevlisi, yö­ netim anlamında lat. magistratus). Tar. Antikçağ’da, önemli kamu işleriyle görevli ki­ şi. (Bk. ansikl. böl.) || Güvenlik magistralusu, eskiden suçların kovuşturulmasıyle görevli magistratus. MAGİSTRETTİ (Vico), İtalyan mimar ve —ANSİKL. • Yunanistan, iktidarın kayna­ tasarımcı (Milano 1920). Konuta yönelik ğı, meclislerde temsil edilen halktı; magis­ (mobilya ve aydınlatma araçları) bir tasa­ tratus, kendi vatandaşlarının bir hizmetkâ­ rım atölyesi açtı; plastik aydınlatma araç­ ları ve mobilyalar, bir masa, bir iskemle ve rından başka bir şey değildi ve ancak din­ sel nitelikte bazı görevleri yerine getirirken küçük bir koltuktan oluşan "silene” gru­ eski kralların olağanüstü saygınlığına sa­ bunu hazırladı. Gürgenden yapılmış kat­ hip olabiliyordu. Gerçi Sparta'da epholanan bir kitaplık ve koltuklar tasarımları ros’lar, kendileriyle ihtilafa düşmekte hiç­ arasındadır. Mobilyaların esnek, rahat ve bir çıkarı olmayan haleflerinden başka çok zarif biçimlerini belirleyen, gerecin kimseye hesap vermekle yükümlü değil­ sunduğu olanaklar ve işlenme koşulları­ diler, ama diğer sitelerin çoğunda magisdır. Magistretti’nin yapıtları, New York Mo­ tratuslar meclislerin denetimine tabi bu­ dern sanat müzesi’nin sürekli koleksiyo­ nunda bulunmaktadır. lunuyorlardı (önce dokimasia. sonra da euthynos'iar önünde hesap verme). Mec­ MAGİSTROS - İGNATİOS MAGİSTROS. lisler, eğer isterlerse, onları atadıkları gibi MAGİTOT (Emile), fransız hekim (Paris (seçimle ya da kura ile) görevden de ala­ 1833 - ay. y. 1897). Ağız ve diş hastalıkla­ biliyorlardı. Genellikle uygulanan kurul ha­ rını inceledi, modern stomatolojiyi yarat­ linde yönetim biçimi, bunların devlet için­ tı. Diş anomalileri sınıflamasının yanı sıra deki durumlarını daha da güçsüzleştiridiş sisteminin kronolojisi ve diş folikülünün yordu (bir magistratusun tek başına bir biçimbilimi üstüne yaptığı çalışmalarından görevi tümüyle yerine getirmek üzere bugün de yararlanılmaktadır. Antropoloji atandığı -strategos autokrator gibi- ender kurumu'nun başkanlığını yaptı. rastlanan bir şeydi). Magistratusların ge­ leneksel türleri şunlardır: arkhoin (komu­ MAGLATA a. (ar. mağlata). Esk. 1. Biri­ tanlık) görevine sahip yüksek magistratusni yanıltmak için söylenen boş ve saçma lar, özel bir işle (bir tapınağın yapımına ne­ söz. —2. Maglata-perdaz, şaşırtıcı, akıl zaret, vb.) görevlendirilmiş epimiletes gi­ karıştırıcı sözler söyleyen. bi teknik elemanlar, agoranomos (piyasa MAGLEMOSE, Sjaelland adasında kontrolörleri), vb. Sivil kesimle askeri işler (Danimarka), Mullerup'ta, Tarihöncesi dö­ arasında bir ayrım yapılmazdı ve yurttaş­ neme ait arkeolojik buluntu yeri. Burada lardan oluşan askeri kıtaların subayları, ele geçen kemik eşyalar ve taş aletler, Orkendi adamları tarafından seçilirdi. tataş döneminde ortaya çıkan bir kültürün • Roma. Roma magistratusları, krallık dö­ Maglemose adıyla anılmasına yol aç­ neminde sayıca azdı. Bununla birlikte, o mıştır. zamanlar bile praefectus, tribunus, quaestor ve duovlr atamaları yapılırdı. Cum­ MAGLEMOSE KÜLTÜRÜ a (Dani­ huriyet döneminde ise sayıları çok daha marka'daki Maglemose’den). Kuzey Avru­ fazlaydı ve hepsi de seçimle iş başına ge­ pa Ortataş dönemi kültürü. (Eşanl. MAGlirdi. Seçilmek için, bütün haklara sahip LEM OSYEN.) erkek yurttaş olmak gerekirdi. Patricius — A N S İK L . Maglemose kültürü insanları, magistratuslukları için (diktatörlük, konsüldeniz, göl ve akarsu kıyılarında, dağınık lük, preatorluk, censorluk, aedilislik, cuküçük gruplar halinde, kuş ve balık avla­ rulusluk, quaestorluk) patricius; plebeius yarak yaşarlardı. Kullandıkları aletler Ma­ magistratuslukları (tribunatus, plebeius deleine kültüründekilere benzemekle bir­ aedilislik) için de plebeius olmak lâzımdı. likte, kemikten yapılmış, çengel biçiminde Magistratusların idari, adli ve askeri işlev­ kıvrık olta iğnesinin bulunması gibi önemli leri vardı ve kurul oluştururlardı: çoğun­ bir yenilik içeriyordu. Çanak çömleklerde lukla, her magistratuslukta iki magistratus bu kültürde önemli bir yer tutuyordu. bulunurdu. Otoriteleri çok büyüktü ve MAGLEMOSYEN (fr. maglemosien). potestas' auspicium (kuşların uçuşuna, M a g l e m o s e K ü L T ü R ü 'n ü n e ş a n la m lı ­ vb. bakarak kehanette bulunmak yetkisi) sı. ve bazen imperium* olarak tanımlanırdı. Magistratusluk görevinin süresi bir yıldı. ■ MAGMA a. (lat. magma, artık; yun. mag­ Ancak, bu süre censortar (on sekiz ay) ve ma, yoğrulmuş hamur). Yerbil. Değişen diktatörler (altı ay) için değişirdi. Genellikle orantılarda sıvı ve kristallerden oluşan yalnız büyük ailelerden gelenlere verilen malzeme. (Buna, yüksek basınç altında, bu aşamalı magistratusluk görevlerinin sıvı içinde çözelti halinde bulunan ve ba­ muhteris kişilerin eline geçmemesi için sınç düştüğünde açığa çıkan akışkanlar bazı kurallar konulmuştu. Buna göre, bu da eklenir.) [Bk. ansikl böl.] || Magma akı­ şı ya da akışı, bir magmanın yüzeyde ya­ şerefli mesleğe (cursus* honorum) gire­ bilmek için belirli görevlere kadar yüksel­ yılması. || Magma çökelimi, bir magma miş olmak gerekiyordu. Fakat, sisteme içinde kristallerin oluşup çökelmesi. || Magma farklılaşması, sıvıların bölümsel uyulmadığı da olurdu. Seçime başkanlık eden magistratusa yapılan adaylık başvu­ kristalleşmeyle evrimi. || Magma haznesi, bir magmanın biriktiği yer. || Magma ka­ rusu, keyfi olarak reddedilebilirdi. Quaestorlarla aedilisler, comitium (halk meclisi) yacı, bir magmanın kristalleşmesiyle olu­ tributuslarca; censor, konsül ve praetorlar şan kayaç. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İK L . Lav akıntıları ya da yanardağ ise comitium centuriatuslarca seçilirdi. Sezar devrinde güçlerinin kırılması çıkartıları magma akışıyla oluşur. Yüzey­ amacıyla, maglstratusluklar darmadağın de katılaşma sonucu magmalar volkanik edildi. Unvanları fahri bir nitelik aldı: makayaçları meydana getirir ve sıvı bölümü çoğu kez cam halinde donar. Derinde ka­ gistratuslar artık, yürütme gücünün birer temsilcisinden başka bir şey değildiler. tılaşma sonucu, tümüyle kristalleşmiş plütonik kayaçlar oluşur Magmalar çeşitli ko­ Augustus devrinde, diktatörlük ve cen­ şullarda, değişik bileşimdeki gereçlerin sorluk hariç olmak üzere yeniden kuru-



erimesinden meydana gelir. Erimesinin başlangıcındaki fiziksel koşullar bir kaya­ cın katılaşma eğrisini, bütün erime süre­ cindeki koşullar da kayacın sıvılaşma eğ­ risini belirler. Kaynak kayacın katılaşma eğrisinin geometrisine göre bir magma, kuru bir ortamda, sıcaklığın artması ya da basıncın düşmesiyle oluşabilir; su varsa, sıcaklığın ya da basıncın artmasıyla mey­ dana gelir. Üst mantodaki peridotitlerin kuru or­ tamda, sıcakta erimesiyle, 1 100 °C’tan yüksek sıcaklıklarda çıkan bazalt magma­ ları oluşur. Derinde görülen bölümsel kris­ talleşme süreciyle bu magmalar, bir yan­ dan birikintileri (diğer ara minerallerle çi­ mentolanmış özbiçimli yoğun kristallerden oluşan taneli kayaçlar), bir yandan da, si­ lis, alümin ve alkaliler bakımından zengin olan ve magma farklılaşımından doğan kayaçları verir. Bu ultrabazik ya da bazik magmalar okyanusortası sırtlarda ve da­ ha genel olarak. Yer kabuğu levhalarının ıraksadıkları ya da kırıklarla ayrıldıkları yer­ lerde ortaya çıkar. Peridotitlerin suyun bulunduğu bir or­ tamda erimesi, daha silisli, andezit bileşi­ minde ve öncekiler gibi bölümsel kristal­ leşmeyle gelişen magmaların oluşmasına neden olur. Bu magmalar levhaların ya­ kınsama bölgelerinde, ada yaylarında ve hareketli kıta kenarlarında görülür. Büyük Okyanus'un kenarlarında bu durum, adı geçen okyanusu bir "ateş çemberi" ile kuşatan kuvvetli magma etkinliğine de ne­ den olur. Bu tür magmaların oluşumun­ da dalma-batma yüzeyinin üstünde bulu­ nan levhanın peridotitlerinden başka, ta­ şıdığı çökellerle suyun vektörlüğünü ya­ pan okyanus kabuğu başta olmak üzere dalma-batma halindeki levhanın öğeleri



de etkili olur. Suyun varlığı, erime sıcaklı ğını önemli ölçüde düşürür. Çarpışmalaı sırasında büyük ölçüde kabukiçi dilimlen­ melere uğrayan ya da daha derin kökenli sokulumlarla ısınan* kıtasal kabuk gereç­ leri, erime artıklarının ıfe köken kayacın eri­ memiş parçalarının birlikte görüldüğü magmaları, yani magmatitleri oluşturur. Magmaların yoğunluğu, bulundukları ortamın yoğunluğundan daha az olduğu için, bunların yükselmesine yol açar. Bir yandan soğumaya ve basınç düşmesine, öte yandan bölümsel kristalleşmeye bağlı olarak çok önemli bir evrimin gerçekleş­ tiği bu ağır tempolu olay, magmanın geç­ tiği jeolojik yapının mekanik özelliğiyle magmanın kendi özelliğine göre gelişir. Hemen hemen oluştukları yerde kristalle­ şen, yani yüzeye çıkmamış kimi magma­ lara otokton ve buna karşıt olarak, çok de­ rinde oluştuktan sonra yüzeydeki katlara ulaşmış magmalara allokton denir. • Magma kayacı. Magma kayaçları çeşit­ li ölçütlere göre birbirinden ayrılır; en yay­ gın kullanılan ölçütler şunlardır: yerleşme derinliği (plütonik kayaç [derinde] ve vol­ kanik kayaç [yüzeyde]); kristalleşme türü (mikrotaneli kayaç taneli kayaç, porfirik ka­ yaç, afirik kayaç [fenokristalsiz], hiyalin [ya da camsı] kayaç, aplitik kayaç, pegmati-



7655



magma



Bu diyagram 1960-1980 arasında yapılan deneysel çalışmaların ürünüdür. Artı işaretleri katı bölgeyi, noktalar da katı+sıvı karışımını gösterir. Katılaşma eğrileri (K) erime başlangıcının yerini belirtir ve sıvılaşma eğrileri (S), siyah şekiller için su bakımından zengin (H20=% 25) bir granit kayacın ve kırmızı şekiller için aynı bileşimde ancak susuz (H20=% 0) bir kayacın toplam erime yerini gösterir. Erime (ok), katılaşma eğrisi, sıvılaşma eğrisi doğrultusunda aşılır aşılmaz gerçekleşir ve sıvılaşma eğrisinin ötesinde tamdır. Erime bütün durumlarda sıcaklık artışıyla ve kuru kayaçlarda basınç düşmesiyle elde edilebilir. Suya doymuş kayaçlarda, 10 kbar'dari düşük bir basınca denk düşen derinliklerde (ortalama 40 km) basıncın yükselmesi ya da daha yüksek basınçlara denk düşen derinliklerde basıncın düşmesiyle elde edilebilir. Su bakımından fakir bir granit kayaçta erime, katılaşma ve sıvılaşma eğrilerinde bir sıcaklık düşmesine neden olduğu için bu



olay bir su katkısıyla da elde edilebilir.



A. Streckeisen’e göre magma kayalarının uluslararası sınıflaması (pliitonlk kayaçlar [latin harfleriyle yazılmış sözcükler] ve volkanik kayaçlar [italik harflerle yazılmış sözcükler]). 1a. kuvarsolil 1b. kuvars bakımından zengin granitoit; 2. alkali granit, riyolit; 3a. siyenltik granit, riyolit; 3b. monzonitik granit, riyodasit;



4. granodiyonit, dasit; 5. tonalit, plajioklazlı dasit; 6. alkali siyenit, trakit, b e n m e it;



7. siyenit, larvikit, trakit, benmoreit;



8. monzonit, akerit, latit, tristanit;



9. kjelsasit, monzodiyorit, mûjarit, latitik andezit;



10. diyorit, gabbro, havaiyi andezit, bazalt;



11. nefelinli siyenit,



tik kayaç vb.); bu kayaçları oluşturan çe­ şitli kristal evrelerinin orantısı; bunların 12. plajioklazlı nefelinli kimyasal bileşimi. Çeşitli plütonik ve volkanik kayaçlar kim­ siyenit, yasal ve mineralojik ölçütlere göre birbi­ rinden ayrılır Kimyasal sınıflandırmalarda, 13. eseksit, tefrit; kayacın katyon orantılarından ve değiş­ 14. teralit, bazanit; mez bileşimdeki mineral orantılarından 15. holofeldispatımsı kayaçlar yola çıkılarak elde edilen bir gizil mineral (en sık rastlanılanları bileşimi göz önüne alınır; sözkonusu mi­ nerallerden başlıcaları şunlardır: kuvars nefelinitler ve leusititleı); alkali feldispat (ortoz ve albit), plajloklaz 16. malilitler. feldispatımsılar (nefelin, leusit ve kaliofilit) Kırmızı oklar olivin, diopsit, hipersten, aegirit, korindon J. Lameyre’e göre (1980) manyetit, hematit, vvollastonit ve larnit. Kul­ plütonik dizileri gösterir. lanılan ilk ölçüt, kuvars ve feldispatımsı 1. toleitik dizi; oranıdır ve bu, kayacın silis bakımından 2. kalkalkalen dizi; aşırıdoyma ya da altdoyma derecesini 3. monzonitik kalkalkalen dizi; gösterir; İkincisiyse alkali feldispat/plajioklaz oranıdır ve bu da, kayaçta bulunan kal­ 4. silise aşırıdoymuş siyum ve alümin orantılarını ortaya koyar. alkali dizi; 5. silise altdoymuş Ana mineraller yardımıyla (kuvars, feldisfonolit;



alkali dizi; 6. silise aşırı derecede altdoymuş alkali dizi. Noktalı bölge Yer kabuğu kökenli granit kayaçlar bölgesini gösterir.



Alberto Magnelll Araba üzerinde işçiler (1914) M . N . A . M ., C . N . A . C . Georges-Pompidou, Paris J. Hyde-M.N.A.M.



patımslar, alkali feldspatlar ve plajioklazlar) biri silise aşırıdoymuş kayaçları, diğe­ ri de alt’doymuş kayaçları belirten iki üç­ genli bir gösterim benimsenmiştir. Bu üç­ genlerin ortak tabanına (ARA alkali felds­ patları, P de plajioklazları gösterir) koşut doğrulardan her biri, belli kuvars (P kut­ bu ve üstteki üçgen) ya da feldispatımsı (F kutbu ve alttaki üçgen) orantılarını gös­ terir. Q ve T tepelerinden çıkan doğrular alkali feldispat/plajioklaz oranlarını belirtir. A. Streckeisen'in önerdiği bu sınıflama (1976) bütün dünyada benimsenmiştir. Kuşkusuz bu sınıflama yalnızca, içerdiği ana mineraller, anlamlı olabilecek kadar büyük bir orantıda olan kayaçları kapsar ve minerallerin gösterim sınırı % 1 0 ’dur, yani gösterim °/o 90’dan az mafik mineral içeren kayaçlarda (M 90) de üçgen sınıf­ lamadan yararlanılır; ancak burada kutup­ lar, kayaçta en bol bulunan mineralleri gösterir (olivin-ortopiroksen-klinopiroksen, olivin-piroksen-hornblent, plajioklaz -piroksen-olivin, plajioklaz-piroksen -hornblent). Plütonik bir kayacın normlu bi­ leşimi, onun modüllü (gerçek) bileşimine çok yakındır ve bu durumda bu sınıflama hem mineralojik, hem de kimyasaldır. Ay­ nı oluşum sürecinin ürünü olan petrogra­ fik bileşimler farklı dizilere bağlıdır ve plü­ tonik magma dizileri bu sınıflamada gös­ terilebilir. MAGMATİZMA a. (fr. magmatisme' den). Yerbil. 1. Magmaların oluşması, ta­ şınması ve katılaşması. —2. Granitlerin kökenini magma olaylarına bağlayan, metasomatizmaya ve dönüşümcülüğe karşı çıkan kuram.



(S. Lumet, 1960), Mamma'Roma (P.R Pa­ solini, 1962), Kasabanın sırrı (The Secret of Santa Vittoria) [S. Kramer, 1969], Ro­ ma (Fellini) [1972]. Anna Magnani, sine­ manın büyük İtalyan trajedi oyuncularının geleneğini sürdürmüştür. M agnani güvercini, İtalyan kökenli tavuk-güvercin tipinde süs güvercini ırkı. Tüyleri her zaman üç renklidir: siyah ve kırmızı benekli bëyaz, kırmızı ve beyaz be­ nekli mavi ya da siyah ve beyaz benekli esmer. MAGNAPOLİS. Tar. coğ. Eupatoria* kentinin Pompeius tarafından yeniden ku­ rulduktan sonra (İ.Ö. 64) aldığı ad. Eupa­ toria Lucullus'a kapılarını açınca (İ.Ö. 70), Mlthridates VI tarafından yıkıma uğratıl­ mıştı. Pompeius Phanaria ovasını (Taşo­ va) da kapsayan bir bölgeyi Magnapolis'e bağladı. MAGNASCO (Alessandro), il Lissandrifıo denir, Italyan ressam (Cenova 1667 - ay. y. 1749). S. Rosa, S. Ricci ve Callot’ nun tilmiziydi; halka yönelik pitoresk re­ simler, düşsel manastır ve savaş sahne­ leri, çingenelerin yer aldığı karanlık ve kar­ maşık manzaralar gerçekleştirdi. Kapris türüne duyduğu ilgiyle, sinirli ve parıltılı fır­ ça darbeleriyle, aynı zamanda fantastik ve izlenimci olan yeni bir tarz ortaya koydu (BirAlbaro bahçesinde eğlence, palazzo Bianco, Cenova). Birçok müzede (Ceno­ va [palazzo Bianco], Bassano, Floransa [Pitti sarayı, Uffizi], Napoli [Capodlmonte], Berlin-Dahlem, Chicago [Art institute], Di­ jon, Bordeaux vb.) yapıtları vardır. MAGNAT a. (lehçe ve macarca söze.; or­ taçağ lat. magnatus, seçkin kişi’den). Tar. 1. Macaristan'da, önceleri krallık yüksek ricali için kullanılırken, sonraları toprak sa­ hibi soyluların tümünü kapsamına alan unvan. (Magnatlar, Diyet'in üst meclisini oluşturan ve aynı zamanda rahipler sınıfı temsilcilerini de içeren senyörler kurulun­ da yer alırlardı.) —2. Polonya'da, eskiden ancak bazı yüksek memurlara, senatör­ lere ve yüksek rütbeli rahiplere verilen un­ van. —3. Ortaçağ'da İtalya'da soylu kö­ kenli burjuva. MAGNEL (Gustaaf), belçikalı mühendis (Essen, Limbourg, 1889 - Gent 1955). Gent'te profesörlük yaptı, bir betonarme laboratuvarı kurdu ve Magnet ankraj sis­ temini buldu; bu sistem, Philadelphia'da ilk öngerilmell beton köprünün yapımın­ da kullanıldı. En önemli kitapları şunlar­ dır: Pratique du calcul du béton armé (Betonarme hesabının uygulaması) [1946 -1948] ve Stabilité des constructions (Ya­ pıların dengesi) [1948-1954],



Magna Carta (Büyük Ferman), kral Yurt­ suz John tarafından, başkaldıran İngiliz ba­ ronlarına haklar tanımak üzere haziran 1215’te çıkartılan ferman. Daha sonraları, bu metnin yasalar derlemesinin başına ge­ çirilip tekrarlanması nedeniyle Magna Car­ ta, ilk İngiliz anayasal belgesi olarak görül­ meye başlamıştır Normandlya ve Poitou’ yu yeniden ele geçirmek amacıyla Taht’ın fedoal gelirlerini sonuna kadar zorlamak durumunda kalan krai John, özellikle K. İn­ giltere'de gittikçe güçlenen bir muhalefet­ le karşılaşmıştı. Yeni konan mali yükümlü­ lüklere (1214 scutagium’u) eklenen Bouvines ve La Roche-aux-Molnes bozgunları, baronların çileden çıkmalarına yol açtı. Bunlar 17 mayıs 1215’te Londra'yı ele ge­ çirdiler. Kral John, Windsor’da mahsur kal­ dı. Magna Carta'yı yaratan ve haziran ayın­ da Runnymede çayırında kral ile baronlar arasındaki pazarlıklardan doğan anlaşma bu şekilde gerçekleşti. MAGNELLİ (Alberto), İtalyan ressam Magna Carta, ilk aşamada büyük bir etki . (Floransa 1888 - Meudon 1971). Floranyaratmadı. Fakat daha sonra, XIII. yy.’da ■sa’da fütürlst öncü akımlara ve Paris’te tahta geçen öbür krallar'onu birçok kez ye­ (1914) kübistlere bağlı kaldı; sonra biçim­ niden ilan etme yoluna gittiler. XVII. yy. lerin ve renklerin yalınlaştırılmasına daya­ meclislerindeki tartışmalarla Magna Carta, nan kendine özgü bir yol izleyerek (Ara­ İngiltere’nin temel özgürlüklerinin simgesi ba üzerinde işçiler, 1914, Art Moderne ulu­ haline geldi. sal müzesi, Paris), 1915'te geometrik bi­ çimli soyut kompozisyonlara, 1918'de de MAGNANA. Tar. coğ. Anadolu'nun D. "lirik patlamalar"ın dinamizmine ulaştı. Fi­ Karadeniz bölümünde kent; Trabzon'un 27 güratif resme döndü ve “ Taşlar” dizisini km. G.-G.-B.’sında, Maçka yakınındaydı. gerçekleştirdi (1932-1934). Daha sonra, MAGNANİ (Anna), İtalyan sinema oyun­ Paris'te (1940-1944 arasında Grasse'ta cusu (İskenderiye 1908 - Roma 1973). Ön­ kaldığı sürenin dışında, 1931’den sonra ce kabare şarkıcısı, sonra müzikhol yıldı­ sürekli Paris’te yaşadı) yalın ve sağlam bir zı oldu. Tiyatroya 1930'a doğru başladı ve soyut üslup geliştirdi; bu üslup, parçala­ O'Neill’In Anna Christie'sm, Robert Sherra ayrılan ve birbirine geçen düzlemlere wood’un The Petrified Forest” ini, Bernard dayanıyordu (ikili konuşma no. 1, 1956, Shaw'un Mrs. Warren's Profession'unu oy­ Arte Moderna ulusal galerisi, Roma; "Ke­ nadı. 1943 yılında Aldo Fabrizi'nin iki ko­ sişmeler” dizisi, 1965). medisiyle kendini beyazperdede kabul et­ MAGNEM a. (ar. mağnem). Esk. Savaş tirdi. 1945’te Rossellini’nin Roma* açık şe­ sırasında düşmandan ele geçirilen mal, hir (Roma cittâ aperta) filmi onu uluslar­ ganimet. arası bir yıldız yaptı. Daha sonra çevirdi­ ği filmler şunlardır: Amore (R. Rossellini) MAGNENTİUS (Flavius Magnus) [Ami­ [1948], Vulcano(\N. Dieterle) [1950], Betens İ.S. 303’e doğr. - Lyon 353]. Roma lissima (L. Visconti) [1951], Altın araba (le imparatoru (350-353). Frank kökenli -bir Carrosse d’or) [J. Renoir, 1952], Hollysubaydı, imparator Constans l'i saf dışı bı­ wood’da Dövmeli gül (The Rosé Tattoe) rakan entrikacılar tarafından Autun'de [Daniel Mann, 1955], The Fugitive Kind imparator İlan edildi (350); ancak karşısı-



magnezyum na çıkan Doğu imparatoru Constantius II tarafından Pânnoia’da Mursa'da yenildi (351) ve İtalya’dan atıldr.Gpp yakınlarında yenilince intihar etti. MAGNES. Yun. mit. Aiolos ile Enarete' nin oğlu ve Tesalya’daki Magnesialılar’a adını veren kahraman. MAGNES, Ariptppharıes öncesi manzum komedi yazarı (İ.Ö. V. yy.). Aristophanes Hippşs adlı yapıtında ondan övgüyle söz



eder. MAGNESİA -* MAGHNİSİA. MAGNESİA e EPİ MAİANDROİ, lat Magnesia ad Maendrum. Tar. coğ. Ana­ dolu'nun B.'sında İonia bölgesinde kent; kalıntıları Aydında, Söke-Ortaklar karayolu üzerinde, Tekin köyü yakınında, Büyük Menderes nehrinin kıyısındadır. Bu bölge­ de olmasına karşılık Aiotisliler tarafından ku­ rulduğundan ionia birliği ne alınmadı. Lydia kralı Gyges tarafından ele geçirildi (İ.Ö. VII. yy. ortaları); bu arada Kimmer akınlarından zarar gördü (İ.Ö. 650). Miletoslular kenti yeniden kurdular, ancak bu kez de Persler'in eline geçti (yaklş. İ.Ö. 530). Sardeis satrabı Oroites Samos’un ün­ lü tiranı Polykrates'i bu kentin yakınında öl­ dürttü. Atinalı devlet adamı Themistokles, sürgün edildikten sonra Artakserkses'in iz­ niyle Magnesia’ya yerleşti ve burada say­ gı gördü (öldüğünde anısına agorada anıt dikildi). İÖ. 400-398 arasında Thibron ko­ mutasındaki Spartalılar'ın yönetiminde ka­ lan kent günümüzdeki yerine, Artemis Leukophyrenetapınağı'nın bulundğu kesime aktarıldı. Hellenistik dönemde dinsel mer­ kez olarak gelişti, kalabalıklaştı. Selefki kral­ larınca D’da kurulan yeni kentlere magne­ sia halkı gönderildi. Attaloslar döneminde de önemini sürdüren kentte, Artemis tapı­ nağının çevresinde dört yılda bir tüm yu­ nan dünyasında ün yapmış yarışmalar dü­ zenleniyordu. Mithridates Vl’ya karşı Roma’nın yanında yer aldı (İ.Ö. 87) ve Sulla tarafından bağımsız kent statüsü tanındı. Bizans döneminde piskoposluk merkezi ol­ du. Ortaçağ’da giderek sönükleşti. —Arkeol. 1891-1893’te Cari Humann yöne­ timinde gerçekleştirilen kazılarda, kentin ki­ mi yapıları ortaya çıkarıldı. Buluntulara gö­ re Artemis Leukophyrene tapınağı, ana tanrıçaya adanmış daha eski bir yapının üzerine kurulmuştu. Vitruvius bu tapınağın mimar Hermogenes’in yapıtı olduğunu ya­ zar (İ.Ö. III. yy.). Hellenistik dönemin önemli anıtlarından olan bu tapınak, 41 x67 m bo­ yutlarında, 8x15 sütunlu pseudo-dipteros planında, ion düzenindeydı. Ayrıca cella' da altı, pronaos ve opisthodomosta ikişer sütun bulunuyordu. Cella'da bir kaide üze­ rine Artemis'in heykeli vardı. Geniş bir temenosla çevrili otan tapınağın B.’sında ago­ ra yer alıyordu. Agoranın avlusunda orta­ ya çıkarılan ve mimar Hermogenes'in ya­ pıtı olduğu sanılan Seus Sosipolis tapına­ ğı ion düzeninde küçük bir prostylostu (Hellenistik dönemde küçük tapınakların çoğu bu plandadır). Aynca agoranın G.-D.' sunda odeon, kentin B.'sında roma gymnasiumu, küçük bir tiyatro, stadium, D. ve B. kapılarının dışında nekropolis bulunuyordu (bu yapıların kalıntıları günümüze ulaşma­ dı). Artemis tapınağı'nın kabartmalı frizleri Bertin, Louvre ve İstanbul Arkeoloji müze­ lerinde sergilenmektedir 1984'te Doç Dr Orhan Bingöl yönetimin­ de yeniden başlatılan kazılarda bir tiyatro, agoranın D.'sunda Nike kabartması, stadi­ um yakınında askıçelenklerle süslü yuvar­ lak bir sunak, Artemis tapınağı'nın çevresin­ de çeşitli yazıtlar ortaya çıkarıldı ( -» Kayn.) MAGNESİA E PROS SİPYLOİ, lat Magnesia ad Sipylum, bugün Manisa. Tar. coğ. Anadolu'nun Lydia bölgesinde antik kent; yunan mitolojisine göre, Mag­ nesia e epi Maiandroi ile birlikte tesalyalı Magnetes tarafından kuruldu. İ.Ö. VII. ve VI. yy.'larda Lydia devletinin önemli mer­ kezlerinden biriyken, Karun’un (Kroisos) Keyhüsröv’e yenilmesi üzerine Persler'in Sardeis satraplığına bağlandı. Romalı



Cornelius Scipio, Antiokhos lll'ü burada ye­ nilgiye uğrattı (İ.Ö. 190). Bergama krallığı'ndan sonra Attalos lll'ün vasiyetiyle Roma’ ya bağlandı (İ.Ö. 133). Sulla döneminde As­ ya (Asia) eyaleti yeniden düzenlenirken ba­ ğımsız kent oldu. Bizans döneminde de si­ yasal ve askeri önemini sürdürdü. Antik kentin durumu bilinmemekle birlikte, yöre­ de çeşitli heykeller ve küçük buluntular or­ taya çıkarıldı. MAGNEZEMİ a. (fr. magnösĞmie). Kan­ da magnezyumun bulunması ve oranı. (Plazmada ortalama oran 22 mg/l ya da 1,8 Ep/I'dir.) MAGNEZİT a (fr. magnĞsite). Miner. Romboedrik ’sistemde yer alan magnez­ yum karbonat. Kalsit grubundan olan magnezit siderit ile birlikte bir dizi oluşturur; önemli bir magnezyum cevheridir. MAGNEZİÜRİ a. (fr. magnesune). idrar­ da magnezyum bulunması ve oranı, (idrar­ la normal olarak atılan magnezyum mikta­ rı 200 mg/24 sa'tir). MAGNEZOTERAPİ a. (fr magnesotherapie). MAGNEZYUM' TEDAVİSİ'nin eşanlam­ lısı. MAGNEZOTERMİ a. (fr. magnesıothermie'den). Metalürj. Magnezyumun kimi metal bileşikler üzerindeki indirgeme gü­ cünden yararlanarak uygulanan arı metal hazırlama yöntemi. —ANSİKL. Alüminotermi yönteminden türe­ yen magnezotermi, magnezyumun çok güçlü ısıveren yükseltgenme tepkimesi yar­ dımıyla metal bileşikleri indirgeme yönte­ mi olarak geliştirildi. Kroll yöntemi, genel­ likle halojenürlerinden, özellikle titan, zirkon­ yum, tantal, berilyum ve uranyum gibi arı metaller elde etmeyi sağlar.



MAGNEZYA a. (lat. magnesia: yun. magnes, -etos, magnezya taşı, mıknatıs’ tan). Anorg. kim. Magnezyum oksit. (Bk. ansikl. böl.) —Anal. kim. Magnezya çözeltisi, amonyum klorür ile amonyağın, bir magnezyum tu­ zuyla oluşturduğu karışım; ortofosfatlarla bir amonyum-magnezyum-fosfat çökeleği (NH4 MgP04, 6H2 0) verir, ortofosforik asi­ din tanınarak niceliğinin belirlenmesinde kullanılır. —ANSİKL. 1755 yılında Black tarafından bulunan magnezya (MgO), 2,7 yoğunlu­ ğunda, 2 500 °C’a doğru eriyen beyaz bir tozdur. Suyla temas ettiğinde hidrokside [Mg(OH)2] dönüşür Isıyla bozunmaz; yük­ sek sıcaklıkta karbon ya da alüminyumla güçlükle indirgenir Kuvvetli bir bazdır. Sa­ nayide magnezit ya da dolomitin kavrulma­ sı sonunda elde edilir; ayrıca magnezyum klorürün su buharıyla bozundurularak kav­ rulmasıyla (kalsinasyon) da hazırlanabilir. —Eczc. Magnezya tedavide yumuşatıcı ve ülseri önleyici etkisi nedeniyle kullanılır. De­ ğişik hazırlama yöntemlerine göre üç çeşidi vardır. Hafif kireçli magnezya (transız magnezyası) ve ağır kireçli magnezya (İngiliz magnezyası) dozuna bağlı olarak antiasit, bağırsak gazlarını giderici ya da müshil ve genellikle asitlere karşı panzehir olarak kul­ lanılır. Hidratlı magnezya da (magnezyum hidroksit) aynı etkiyi gösterir, ayrıca arseni­ ğe karşı en iyi panzehirlerden biridir MAGNEZYAU sıf. Kim. Magnezya içe­ ren bir madde için kullanılır. MAGNEZYOFERRİT a. (fr magnesioferrite). Miner Siyah oktaedrler biçiminde kristalleşen ferromagnezyumlu spinel. (MgFe2 Ö4 formülündeki bu madde son derece manyetiktir.) MAGNEZYUM a. (fr. magnesium; mag­ nezya' dan). 1. Makine yapımında kullanı­ lan alışılagelmiş metallerin en hafifi olan be­ yaz metal. (Simgesi Mg olan kimyasal ele­ ment.) —2. Magnezyum ışığı, magnezyu­ mun yanması sırasında oluşan parlak ışık. —Ted. Magnezyum tedavisi, magnezyum tuzu içeren ilaçlarla yapılan tedavi. (Eşanl. MAGNEZOTERAPİ.)



—Teknol. Magnezyum çimentosu, susuz



magnezyum oksidin magnezyum klorür çö­ zeltisiyle kanlması sonucu elde edilen ürün. (Magnezyum çimentosu kesintisiz döşeme yüzeyleri oluşturmada, aşındırıcı taşlama taşlarının ya da lif levhaların üretiminde kulanılır.) [SOREL ÇİMENTOSU da denir.) —ANSİKL. Magnezyum, 1808’de önce Davy, daha sonra da 1829'da Bussy tara­ fından katışkılı olarak elde edildi. Magnez­ yum, gümüş beyazlığında, yassılaşabilen bir katıdır; ama tokluğunun zayıf olması nedeniyle pek fazla sünek değildir. Kuru havadan etkilenmemesine karşın; nemli havada yükseltgenir. ince şerit, tel ya da toz halindeyken, 300 °C’ın üzerindeki sı­ caklıklarda parlak bir alevle yanarak magnezyayı (MgO) verir. Kütle durumunda, tu­ tuşma sıcaklığı erime sıcaklığının üzerine çıkar. Kızıl derecede azot ve halojenlerle bileşir; kaynama sıcaklığındaki suyu ay­ rıştırır, oksitlerin çoğunu indirger, asitleri bozundurur. Magnezyumun kimyası, genel olarak bu metalin indirgen niteliğine dayanır; uranyum flüorürden (UF4) uranyum üre­ timinde, özellikle bu metalden yararlanı­ lır. Elementlerin dönemli sınıflandırılmasın­ da IIA kolonunun ilk sırasında yer alır ve aynı kolonda bulunan toprak alkali metal­ lerle yakın benzerlikler taşır. • Magnezyum bileşikleri. Magnezyumun oksidine (MgO) magnezya' adı verilir. Magnezyum klorür (MgCI2), deniz su­ yu ya da carnallitten elde edilir; hidratlı kristaller oluşturur. Magnezyum sülfat renksiz, küçük iğne­ ler biçiminde hidratlı kristaller meydana getirir; alkali- sülfatlarla MgS04, K2 S04, 6H20 türünde çifte tuzlar verir. Magnezyum karbonat (MgCO^) doğa­ da, magnezit ya da özellikle kalsiyum ve magnezyumun çifte karbonat tuzu olan do­ lomit biçiminde bulunur. Karbonat ısıtıldı­ ğında ayrışarak magnezyayı (MgO) verir.



76 5 7



X-Marinie kol.



Anna Magnani (Stanley Kramer'in Kasabanın sim [1969] filminden bir sahne)



• Magnezyum tuzlarının belirgin özellikle­ ri. Renksiz bir çözelti oluşturan magnezyum



tuzlarının acı bir tadı vardır. Alkaliler ve al­ kali karbonatların etkimesiyle çökelirler Ay­ rıca amonyum klorür ile çözünebilen bir fosfat katıldığında, kristalli bir katı olan amonyum-magnezyum-fosfat çökeleğini (NH4 MgPo4 ,6H2 0) verirler Magnezyum iyonları, tuzlarında ikideğerlidir • Organomagnezyum bileşikleri -» ORGANOMAGNEZYUM.



Atom numarası : 12 Atom kütlesi : 24,305 Erime sıcaklığı : 648,8 °C Kaynama sıcaklığı: 1 090 °C Özgül kütlesi : 1,74 g/m3 Yükseltgenme derecesi : +2 Elektron biçimlenmesi : [2, 8 ] 3s2 izotopları : 23-28 Doğal magnezyum : 24Mg (% 78,6) 25Mg (°/o 10,11) ^M g (°/o 11,29)



Magnesia e epi Maiandroi Artemis tapınağı frizlerinden bir örnek



0 ,7 0 m



karninin soğuk bölümü vakum



soğutm a suyu sızdırm az kapak



farrosilisyum ile kavrulmuş dolomitin briketlenmiş karışımı



değiştirilebilen bir m etal ^gömlek içinde, katı durum da yoğuşmuş m agnezyum



3.30 m



elektrot



- fırın çeperi ı — ------------ H



j



t



vakum



kavrulmuş dolomit, kavrulmuş boksit ve ferrosilisyumla



-yo ğuşturucu



sıvı m agnezyum un toplandığı pota cüruf ve ferrosilisyum artıklarının boşaltıldığı delik (işlem sırasında kapatılır)



1üretimi Pidgson yöntemiyle



a ) kg magnezyum)



altla Magnetheım yöntemiyle (20 saatte 71magnezyum)



—Bot. Magnezyum, bitki fizyolojisinde önemli rol oynayan birçok enzimi (fosforilaz' karboksilaz, ATPaz) etkinleştirir, hücre geçirgenliğini ve bölünmesini etkiler Fitince zengin bazı tohumlarda magnezyum ve fosfor oranlan arasında bağıntı varcj,r Yüksek oranda magnezyum bulunan topraklarda (serpantin, dolomitli kayalar) bitki örtüsü oldukça seyrektir, ama bazı türler tercihen böyle yerlerde yetişir. —Eczc. Magnezyum bromür, magnezyum silikat ve tiyosülfat gibi bazı tuzlar kolagogdur. Karbonat ve trisilikat tuzları antiasittir mide-bağırsak ülserlerine karşı kul­ lanılır. Magnezyum sitrat, magnezyum sül­ fat gibi müshildir. Magnezyum klorür, si­ ğil ve papilom gibi bazı iyicil deri urları­ nın tedavisinde ve antikuagülan olarak tavsiye edilir. Çözeltisi dıştan antiseptik olarak uygulanır, iyodür ve laktat tuzları magnezyum eksikliğinde verilir (bazı tetaniler ve özellikle spazmofili). —Foto. Yanarak flaş ışıklarını oluşturmak üzere, eskiden toz, tel ya da şerit halinde çok kullanılan magnezyumun yerini bu­ gün, büyük ölçüde zirkonyum filamentli ve elektronik flaşlar almıştır. —Metalürj. Magnezyuma doğada özellik­ le oksit (MgO, magnezya ya da periklaz), yalın karbonat (MgCÖ3; magnezit), mag­ nezyum ve kalsiyum çifte karbonat (MgCÖ3, CaCÖ3; dolomit), magnezyum ve potasyum çifte klorür (MgCI2, KCI, 6H2 0; carnallit) ya da çeşitli silikatlar (talk, amyant) durumunda rastlanır. Ayrıca tuz­ lu göl sularında, deniz suyunda klorür ya da sülfat biçiminde bulunur (1 m3 Akde­ niz suyu, 1,3 kg magnezyum içerir). • Magnezyum üretimi. Isıl indirgeme yön­ temlerinde magnezyum cevheri yüksek sıcaklıkta, bir indirgen eşliğinde tepkime­ ye sokulur; indirgen olarak özellikle ferro­ silisyum durumunda silisyum kullanılır. Magnezyum ya süblimleşmiş bir katı bi­ çiminde (Pidgeon yöntemi ve değişik uy­ gulamaları) ya da sıvı olarak (Magne-



therm yöntemi) elde edilir. Elektrolitik yöntemlerde, doğrudan cev­ herden (dolomit, magnezit, deniz suyu, tuzlu göl suları) özütlenen magnezyanın, klorürleyici kavrulması sonunda susuz magnezyum klorür elde edilir. 720-750 °C arasında eriyen klorürün elektrolizi, me­ talin sıvı olarak katotta toplanmasını sağ­ lar. Anotta geri kazanılan klor, klorürleme işleminde yeniden kullanılır. Bu yöntemlerden herhangi biriyle elde edilen magnezyum, daha sonra iki yolla arılaştırılır: uzaklaştırılması gereken katışkı maddeleri alkali akışkanlaştırıcılarla ya da bu maddelerle tepkimeye girebilen ürünlerle işleme sokulur ya da havasız or­ tamda, vakum altında, argon ortamında süblimleştirilerek damıtılır (Chaudron yön­ temi). • Kullanım alanları. Magnezyum, indirgen niteliklerinden dolayı özel metallerin me­ talürjisinde (magnezotermi) kullanılır. Yükseltgen ve kükürt giderici etkisi nedeniy­ le bakır ve bakırlı alaşımların dökümcü­ lüğünde, küresel grafit oluşumunu sağla­ ması bakımından çelik ve dökme demir metalürjisinde yararlanılır. Bu uygulama­ larda arı olarak ya da alüminyum, bakır, nikel, silisyum gibi elementlerle alaşım ha­ linde kullanılır. Toz ya da çok ince şerit du­ rumunda kolayca tutuştuğundan aydınlat­ ma fişeklerinin yapımında yararlanılır. Öte yandan mekanik özelliklerini geliştirdiği ve korozyona karşı yüksek bir direnç sağla­ dığı için alüminyum ağırlıklı pek çok ala­ şımın bileşimine girer. Ayrıca toprak altın­ da kalan çelik yapıların (boruhattı vb.) katodik korunmasında tükenen anot olarak kullanılır. • Alaşımları. Yoğunluğu 2'den düşük olan magnezyum ağırlıklı alaşımların, ağırlık azaltımının büyük önem taşıdığı sanayi­ lerde (havacılık, uzay havacılığı, taşımacı­ lık, taşınabilir takımlar vb.) yaygın bir kul­ lanımı vardır. Örneğin, alüminyum alaşım­ larıyla aynı direnci gösteren magnezyum ağırlıklı alaşımlar, % 20-25 oranında da­ ha hafiftir. Magnezyumun en çok kullanılan ala­ şımları arasında magnezyum-alüminyum -çinko alaşımları (% 3-9 alüminyum, °/o 0,5-3 çinko içerir; -> ELEKTRON), magnezyum-manganez alaşımları, magnezyum -zirkonyum alaşımları sayılabilir. Magnezyum-zirkonyum alaşımları ayrıca çinko, gümüş, toryum, seryum, lantan, praseodimyum, neodimyum vb. gibi elementler­ den bir ya da birkaçını içerebilir. Magnezyum alaşımlarından, kalıba dö­ küldüğünde piston, karter, çark vb. yapı­ mında; haddelendiği, dövüldüğü ya da preste çekildiğinde pervane ve uçak ka­ natlarını kaplamada kullanılan sacların üretiminde yararlanılır; bu alaşımlar ayrı­ ca kimi mekanik özelliklerini daha da ge­ liştirmek amacıyla homojenleştirildikten sonra bir ısıl menevişleme işleminden ge­ çirilebilir. Magnezyum-alüminyum-çinko alaşımı tipografi fotogravürde, ayrıca sanayi cilt' çiliğinde kitap kapaklarını süslemeye ya­ rayan yaldız plakalarının hazırlanmasında kullanılır. —F[edol. ve Tarım. Magnezyum, toprak­ ta, ya emici bileşiklere yapışık iyonlar ha­ linde ya da killerde olduğu gibi, silikatlı mi­ nerallerde ve hatta karbonatlarda (dolomi) bileşen halinde bulunur. Birçok meta­ bolizmada (klorofil, bazı vitaminler vb.) rol oynadığından, bitkiler için çok önemli besleyici bir elementtir Magnezyum ek­ sikliği az ya da çok göze çarpan belirtiler biçiminde ortaya çıkar (yaprak sarılığı, yaprak dökülmesi vb.). Toprakta bulunan magnezyumun çok az bir bölümü bitki ta­ rafından kullanılabilir durumdadır. Toprak­ taki "yararlanılabilir magnezya” ya ilişkin klasik test, kullanılabilecek magnezyum rezervinin oranı hakkında genel olarak ye­ terli bir fikir verir. Toprağın sularla yıkan­ ması yüzünden meydana gelen kayıplar, hektar başına yılda 10-50 kg magnezyum oksittir. Tarım bitkilerinin topraktan çektiği



MgO miktarı ise hektar başına 30-60 kg arasındadır. Magnezyum yetersizliği, top­ rağa iyileştiriciler ya da magnezyumlu gübreler katmakla giderilir. Toprağın, bit­ kilerin ve gübrelerin içerdiği magnezyum oranları genellikle magnezyum oksit (magnezya) cinsinden ifade edilir. —Tip. Magnezyum bazı patolojik durum­ larda (spazmofili, alerji, karaciğer yetmez­ liği, sinirsel bozukluklar) rol oynamış ola­ bilir. Biyolojik analizdeki teknik gelişmeler sayesinde (atom soğurmalı spektrofotometri) gerçek bir "magnezyum eksikliği” sendromu belirlenmek üzeredir. MAGNEZYUMAMİT a. (fr. magnesamine' den). Anorg. kim. Formülü Mg(NH2 ) 2 olan bileşik; amitler ve aminle­ rin hazırlanmasında kullanılır. MAGNEZYUMAMMİN a. (fr. magnĞsammine'den). Anorg. kim. Amonyaklı magnezyum komplekslerine verilen genel ad. MAGNEZYUMLU sıf. Magnezyum içe­ ren bir madde, bir alaşım için kullanılır. —Tarım. Magnezyumlu gübre, aşağıdaki magnezyum bileşiklerinden en az ikisini içeren karışım: magnezyum sülfat, kieserit, Epsom tuzu, magnezyumlu kalker, dolomi, magnezyumlu sönmemiş kireç, do­ lomitli sönmemiş kireç, magnezyumlu sönmüş kireç, dolomitli sönmüş kireç, hid­ ratlı (sulu) magnezya, anhidr (susuz) mag­ nezya. MAGNİFİCAT a. (lat. söze.). Hırist. ve Müz. Akşam dualarında okunan Meryem Ana kantiği; bu kantik üzerine bestelen­ miş yapıt. M a g n ln m ü z e s i -» Dİjon müzeleri .



M AG NİTOG O RSK, Rusya Federas­ yonumda kent, Güney Urallar'ın eteğin­ de, yüksek oranda maden içeren bir de­ mir cevheri yatağının (günümüzde bu yatak tükenme yoluna girmiştir) yakının­ da; 440 000 nüf. (1989). ilk iki beş yıllık pian sırasında Ural-Kuznetsk kombinası çerçevesinde donatılan Magnitogorsk, çelik üretim kapasitesi 11 Mt'u aşan bü­ yük bir demir-çelik merkezidir. Kok kö­ mürü ve demir açısından maden cevheri gereksinimini Kazakistan’daki yataklar­ dan karşılamak durumundadır. MAGNİTÜT a. (fr. magnitude). Jeofiz. G E N L İK 'in e ş a n la m lıs ı.



MAGNİYA, esk. Mamla, sonra Maghnla, Cezayir’de (Tlemsen vilayeti), Fas sı­ nırında kent; 50 700 nüf. Yönetim ve tica­ ret merkezi. MAGNO (Celio), İtalyan şair (Venedik 1536 - ay. y. 1602). Barok tarzı duyarlılığı­ nı ve fırtınalı dinsel inancını petrarcacı bir kalıp içinde dile getirdi (Rime, 1600). MAGNOKS a. Metalürj. Özellikle kimi İn­ giliz nükleer reaktörlerinde yakıt zarflama malzemesi olarak kullanılan alüminyum ve magnezyum alaşımı. MAGNUS, XI. yy/dan XIII. yy.'a kadar birçok İsveç, Danimarka ve Norveç kralı­ nın adı. MAGNUS I İyi (1024-1047), Norveç (1035-1047) ve Danimarka (1042-1047) kralı. Aziz Ölav'ın evlilikdışı oğlu. Hardeknud ölünce (1042) Danimarka-Norveç birliği'ni gerçekleştirdi. Ama vakitsiz ölü­ mü bu birliği tehlikeye düşürdü. Babası­ nın barış siyasetini sürdürdü ve Vendler’i Lyrskov Hede’de yendi (1043). MAGNUS II, Norveç kralı (1066-1069). Babası Harald III Hârdrâde’den sonra tahta çıktı. Hükümdarlığı kardeşi Olav Kyrre ile paylaşıp krallığın kuzey kesimi­ nin yönetimini üstlendi. MAGNUS I I I Barfot ("Çıplak ayaklı” ) [1073 - Ulster 1103], Norveç kralı (1093 -1103). Olav Kyrre'nin oğlu. Hebrides, Orkney ve Man adalarını (1098) ele geçirdi. İsveç kralına karşı savaş açtı ve İrlanda’ daki bir sefer sırasında öldürüldü. Zafer-



Magritte leri sayesinde Norveç deniz imparatorlu­ ğu iki yüz yıl boyunca gücünü korudu. MAGNUS IV den Blinde ("Kör") [1115 - Holmengrâ 1139], Norveç kralı (1130 -1135). Magnus Barfot’un torunu ve Si­ gurd Jorsalafare'nin oğlu. Düzensiz yaşa­ mı naip Harald Gille tarafından yönetilen ve danimarka ordusu tarafından destek­ lenen saray ayaklanmasına yol açtı. Göz­ leri oyulan Magnus hapiste öldü. MAGNUS V Erlingsson (1156 - Fimreite, Sogne Fjord, 1184), Norveç kralı (1161 -1184). Kör Magnus'un yeğeni. 1161'de kral seçildi. Nidaros başpiskoposu Eystein tarafından kutsandı (1163). Kilise’nin kral­ lığı vesayet altında tutmaya çalıştığı sıra­ da Sverre tarafından tahttan İndirildi (1180) ve bir danimarka ordusunun başında kral­ lığını yeniden ele geçirmeye çalışırken öl­ dürüldü. MAGNUS V I Lagaböte (“ Yasa koyu­ cu") [1238-1280], Norveç kralı (1263 -1280), Haakon IV Haakonsson’un oğlu. Yasama reformuna girişti, soyluluğu hiye­ rarşiye bağladı, tahtın veraset yoluyla geç­ mesini gerçekleştirdi (1273), tüm krallık için geçerli bir kamu hukuku ilan etti (1274 -1276) ve mahalli meclislerin yasama yet­ kisini krallara verdi. Ticareti destekledi, serbest ticaret şehirleri kurdu (1276) ve hansa tüccarlarına ayrıcalıklar sağladı (1278) ama 1266'da Man ve Hebrides adalarını iskoçya kralı Alexander ll’ye bı­ rakmak zorunda kaldı. i MAGNUS V II Eriksson (1316-1374), Norveç (1319-1355) ve İsveç (1319-1363) kralı. Norveç kralı Haakon V’in torunu ve İsveç kralı Erik'in oğlu. Reşit oluncaya ka­ dar aristokrasi iki krallığı naiplikle yönetti (1319’da taç giymişti), iktidara geçince (1332) yarımadanın birliğini sağladı (Skane'nin ve Halland'ın fethi), ama aristokra­ sinin baskısı karşısında Norveç'i 1343 te oğlu Haakon Vl'ya, sonra da İsveç’in bü­ yük bir bölümünü başkaldıran Erik'e bı­ rakmak zorunda kaldı (1355). Gotland adası’nı istila eden Danimarka kralı Valdemar'ın Halland ve Skane'yi yeniden ele geçirmesi üzerine oğlu Haakon için taht­ tan feragat etti. Haakon da kısa süre son­ ra tahttan uzaklaştırıldı ve yerine Mecklenburglu Albrecht III getirildi. Magnus VII esir alındı ve altı yıl hapiste kaldı. Ölümüy­ le Folkung hanedanı son buldu, ilk İsveç ulusal yasama hukuku onun adıyla anı­ lır. MAGNUS LADULÂS (1240 - Visingsö 1290), İsveç kralı (1275-1290). Birger Jari' ın oğlu. Kardeşi Valdemar'ı tahttan indir­ di, hükümet merkez organı niteliğinde bir konsey oluşturdu ve ülkenin iktisadi ge­ lişmesiyle ilgilendi. MAGNUS (Olof MÂnSSONI, lat. Olaus), isveçli bilgin ve rahip (Linköping 1490 - Roma 1557). 1539'da, Venedik’te, Kuzey Avrupa üstüne ilk coğrafi belge olan Carta marina et descriptio septentrionalium terrarum ac mirabilium rerum in eis contentarum (Kuzey topraklarıyla oralarda bulu­ nan olağanüstü şeylere İlişkin deniz hari­ tası ve betimleme) adlı kitabını yayımladı. MAGNUS (Heinrich Gustav), alman fizik­ çi ve kimyacı (Berlin 1802 - ay. y. 1870). Özellikle, gazlar üzerinde araştırmalar yaptı: hidrojenin yayınım hızı, akışkan bir akımın, dönen bir katı cisim üzerindeki et­ kisi (Magnus etkisi) ve bunun mermilere uygulanması. 1837’de, jeotermik ölçüm­ ler gerçekleştirdi ve 1842’de, yüksek sı­ caklıklarda buhar gerillmlerinl ve havanın genleşmesini inceledi. Periyodik asidi de bulan odur (1833). MAGNÜSSON (Ârnl), İzlandalI bilgin (Kvennabrekka, İzlanda, 1663 - Kopen­ hag 1730). Danimarka kraliyet arşivlerin­ de sekreterlik yaptı ve Kopenhag'da pro­ fesör oldu, eski İzlanda elyazmalarını eş­ siz bir koleksiyonda bir araya getirdi (an­ cak bunlardan bir bölümü 1728 Kopen­



hag yangınında yok oldu). Böylece İskan­ dinav edebiyatının büyük bir bölümünü kurtardı. Elyazmaları üstüne mektupları ve notları önemlidir. MAGNÜSSON (Finnur), İzlandalI bilgin (Skâlholt 1781 - Kopenhag 1847). Eski İz­ landa edebiyatı uzmanı. 1815’te Kopen­ hag Üniversitesi’nde profesör oldu. Kuzey mitolojisini sistemli bir biçimde sunan Eddalaeren og Dens Oprindelse (Edda öğ­ retisi ve kökenleri) [4 cilt, 1824-1826] adlı bir kitap yazdı. Ayrıca Lexicon mythologicum (Mitolojik sözlük) [1828] İle Grönlandin tarihsel anıtları (3 cilt; 1838-1845) adlı yapıtları yayımladı. MAGNÜSSON (David), isveçli ruhbilim­ ci (Nâssjö 1925). Stockholm Üniversitesi'nde profesör. Genç isveçliler'in topluma uyarlanması sorunu üzerine, Adjustment: A Longitudinal Study (Uyarlanma: Bir boylamsal inceleme) [1975] adlı bir araş­ tırmayı yönetti. Özellikle kişiliğin incelen­ mesinde, bireyler ve ruhbilimde durumlar arasındaki etkileşimler sorunuyla ilgilen­ di. Bu konudaki yapıtları: interactional Psychology and Personality (Etkileşimsel ruhbillm ve kişilik) [1976J; Personality at the Crossroads: Current Issues in interac­ tional Psychology (Dörtyol ağzındaki kişi­ lik: Etkileşimsel ruhbilimin bugünkü sorun­ ları) [1977]; Toward a Psychology of Situa­ tions: An Interactional Perspective [Bir du­ rumlar ruhbilimine doğru: Etkileşimsel bir perspektif) [1980],



MAGRAVA, Afrika'nın K.-B.'sında göçe­ be bir yaşam sürdürmüş berberi kabile­ ler topluluğu. Fas’ta Tlemsen ile Şelif va­ disi arasındaki topraklarda yaşıyorlardı. İs­ lam dininin yayılışı sırasında müslümanlığı benimsediler. Reisleri Sulat bin Vazmar’ın Medine'ye giderek Halife Osman’ı ziyaret ettiği ve Magravalar'ın reisi oldu­ ğunu onaylattığı öne sürülür. Önceleri Fatımiler'e karşı bir tutum aldılar ve Kurtuba Emevileri’ne yardım ederek Orta Mağrib'i ele geçirdiler. Daha sonra Sanhaca kabi­ lesine yenilerek burayı boşaltmak zorun­ da kaldılar ve Fas, Sicilmasa taraflarına göç ederek kendi adlarına iki emirlik kur­ dular. Fas Magravaları’ndan Ziri bin Atiye bin Abdullah 987'de Batı Mağrib valiliği­ ne atandı ve 994'te Vacda kentini kurdu. .Yöredeki çeşitli kabilelerle savaşan Fas Magravaları, 1068'de Murabıtlar tarafın­ dan ortadan kaldırıldı. Sicilmasa Magravaları'nın reisi Hazrun bin Falful bin Ha­ zar ise, Kurtuba emiriyle birlikte Sicilmasa’da bir emirlik kurdu (977). Bu emirlik 1054'te Murabıtlar tarafından ortadan kal­ dırıldı. MAGREM a. (ar. mağrem). Esk. Öden­ mesi gerekli borç, diyet. ♦ sıf. 1. Âşık, tutkun. —2. Borçlu.



MAGRİB ->



Lauros-Giraudon



MAGOSİ EVRESİ a. (Uganda'da, Vic­ toria gölünün kuzeyinde yer alan Magosi köyünden). Doğu Afrika'da, Stlllbay en­ düstrisinden Wilton endüstrisine geçişe (İ.Ö. 1 0 0 0 0 - 6000 arası) rastlayan kültür evresi. (Eşanl. MAGOSYEN.) MAGOSYEN sıf. (fr. magosien). Tarönc. MAGOSİ EVRESİ’nin eşanlamlısı. MAGOT a. Zool. BERBER MAKAKl’nın eşanlamlısı. MAGOUN (Horace Winchell), amerikalı nörofizyolog (Philadelphia 1907). Beyin sa­ pının enine kesimine ilişkin teknikleri kulla­ narak, beynin etkinleştirici ve önleyici retiküler yapılarının varlığını ortaya koydu. 1958’de beyin üstüne bir kitap yayımladı. MAGRA, İtalya'da, La Spezia körfezinin G.'inde, Cenova körfezine dökülen kıyı ır­ mağı. Apenninler’in Toscana kesiminde doğar, Apua Alpleri'ni Liguria Apenninleri'nden ayırır. Aşağı çığırı, başlıca kolu Vara’nın devamıdır.



Nationalm useum, Stockholm



MAGRES ya da MAGRİS a. (ar. mağres, mağris). Esk. Fidan yetiştirilen yer, fidanlık. MAĞRİP.



MAĞRİBİ -* MAĞRİBİ. MAGOG, Kanada'da (Québec) kent, Do­ ğu kantonlarında, Memphremagog gölü MAGRİS -» MAGRES. kıyısında: 14 000 nüf. Pamuk İplikçiliği. ■ MAGRİTTE (René), belçikalı ressam Hidroelektrik santralı. (Lessines 1898 - Brüksel 1967). Gerçeküs­ MAGOG - GOG. tücülüğün önde gelen sanatçısı olan Magritte, Delvaux ile birlikte bu akımın MAGON, kartacalı general (öl. Sicilya KÖ. Belçika'daki en önemli temsilcisidir. 1916 383). Sicilya’da Yunanlılar’a karşı savaştı; -1918 arasında aralıklı olarak devam etti­ 392’de Messlna yakınında yenilgiye uğra­ ği Brüksel akademisi'nde simgeci Cons­ dı ve barış istemek zorunda kaldı. tant Montald ve Gisbert Combaz'nın öğ­ MAGON, kartacalı general (öl. denizde, rencisi oldu. 1919’da ressam Pierre Lou­ İ.Ö. 203). Hamilkar Barka’nın oğlu, Annlis Flouquet’den fütürizmi öğrendi, 1922 bal’ın kardeşi. Cannae zaferine katıldı -1924 arasında arkadaşı Servranckx ile (216), sonra Ispanya’da Romalılarla sa­ soyut denemelere girişti; ancak 1922'de, vaştı (215-206), Balear adalarına çekildi G. De Chirico’nun yapıtlarını tanıdıktan (orada, Portus Magonis limanına kendi sonra sanat anlayışını bütünüyle değiştirdi adını verdi), Liguria'da yenilgiye uğradı ve (Zorlu geçiş. 1926; Krallık güzel sanatlar Kartaca'ya dönerken yolda öldü. müzeleri, Brüksel). Yazar arkadaşları Ca­ mille Goemans, E. L. T. Mesens, Paul MAGON, İ.Ö. 140’a doğr. yaşamış karNougé gibi, o da çeşitli dergilere (Œso­ tacalı yazar. Tarım üzerine, Romalılar ta­ phage. Marie 391) yazılar yazdı. Dada ha­ rafından bilinen ve değer verilen bir ince­ reketine ve transız gerçeküstücülerine ko­ leme kitabı yazdı. şut etkinliklere girişti. 1927-1930 yılları ara­ MAGON (Ricardo FLORES) -> FLORES sında Paris yakınlarında Perreux’de yaşa­ MAGON (Ricardo). yan Magritte, Eluard ve Breton ile yakın MAGONA -> M AO NA. MAGONİS, kartacalı varlıklı aile. Özellik­ le İ.Ö. 550-500 arasında siyasal gücü ve krallık unvarmaı elinde tuttu, Kartaca’nın deniz ticaretinde atılım yapmasına önder­ lik etti. MAGOSA - G A Z İ M A Ğ US A.



7659



Magnus VII Eriksson Norveç ve İsveç kralı ressamı bilinmeyen tablo (ayrıntı) Nationalmuseum, Stockholm



René Magritte



Magritte dostluk kurdu (1929’da Breton’la arası bo­ zuldu). 1930'da Brüksel'e döndü, Paul Collnet, Louis Scutenaire, Marcel Mariën gibi yazarlarla dost oldu. Bu tarihten sonra yapıtları bütün önemli gerçeküstücü ser­ gilerde görülmeye başladı. Aynı görüşle­ ri paylaştığı arkadaşlarından farklı olarak Magritte, biçim bozulmalarına ve göz alı­ cı etkilere yönelmedi; buna karşılık, bek­ lenmedik birleştirmelerle şaşırtıcı etkiler yaratmayı başardı. Yapıtlarında, bağlam­ larından soyutlanmış çağdaş yaşamla il­ gili, Chaplin'in melon şapkası, cazcıların tubası gibi nesneler (Tehdit edici zaman, 1928, özel kol.), büstler, revaklar, bulutlar gibi zaman dışı öğelerlö yan yana görü­ lür. Nötr tonlardan sonra, biraz kuru bir ti­ tizlikle, uçuk mavi, türk kırmızısı, badem yeşili gibi açık renkler kullanmaya başla­ dı. ikinci Dünya savaşı sırasında kısa bir izlenimci dönem dışında (Alevlerin dönü­ şü, 1943, Langui kol., Brüksel) bu tekniği ölünceye kadar sürdürdü. Dadacı mizah anlayışına bağlı kalmakla birlikte (Hegel’in tatili'ndeki [1958, özel kol.] su bardağı üs­ tündeki şemsiye) yapıtları giderek karam­ sar bir havaya büründü {Yolculuk anısı’ nda [1951, özel kol., New York] pencereyi tıkayan kayalıklar; Görünmeyen dünya'dakl [1953-54, özel kol., Houston] göktaşı). Sanatçı, bütün yapıtlarında yaşamın gize­ mi ve dünyanın anlamsızlığı üstüne me­ tafizik bir sorgulamaya girişir. Magritte, Eluard’ın Chants de Maldoror (1945) ve Nécessités de la vie (1946) adlı yapıtları­ nı da resimlemiştir. Mektup ve çeşitli ya­ zıları, 1Ş79'da derlenerek kitap haline ge­ tirildi (Ecrits complets) [Bütün yazıları],



7660



MAQRUS sıf. (ar. ğars, dikme’den mağrüs). Esk. Ekili, toprağa dikilmiş: Nihal-i magrus (dikilmiş, dikili fidan). Şecer-imagrus (dikili ağaç). MAGŞAYSAY (Rarnön), filipinli devlet adamı (Iba, Luzon, 1907 - Cebu 1957). Ja­ ponya'ya karşı yapılan savaşta yararlılık gösterdi (1941-42), İlk Meclis'e liberal par­ tiden milletvekili seçildi (1946-1950), Baş­ kan Qulrino tarafından Savunma bakan­ lığıyla görevlendirildi, Huk gerilla hareke­ tinin bastırılmasını sağladı (1950-1953). Milliyetçi parti'ye girdi, kasım 1953'te Cumhurbaşkanı seçildi. ABD ile yakın iliş­ kilerin sürdürülmesinden ve komünizme karşı mücadele edilmesinden yanaydı; bir ekonomik reform programını uygulama­ ya koydu, ama tamamlayamadan bir uçak kazasında öldü. MAOSEL a. (ar. mağset). Esk. Ölü yıka­ nan yer. MAQSUB sıf. (ar. mağşüb). Esk. Zorla alınmış, gasbedilmiş. —isi. huk. Magsubûn minh, malı gasbedilen kişi.



Yarımburgaz mağarası ç



MAOŞİ sıf (ar. ğaşy, kendinden geçme’ den mağşi). Esk. Kendinden geçmiş, baygın; hayran. MAOUEY a. 1. Amerika’da, özellikle Meksika’da yüksek yerlerde yetiştirilen Büyük Larousse



agave. (Bir türünden [Agave salmonia] el­ de edilen şekerli özsu kaynatılıp koyulaş­ tırılınca bal kıvamını alır [maguey balı], bu­ nun mayalanmasıyla da pulque denilen içki elde edilir.) —2. Agave vivipara yap­ raklarından elde edilen dokumalık elyaf. M AGÛT (Muhammet EL- denir), Suriyeli yazar (doğm. 1930). Kendi kendini yetiş­ tiren Magût çağdaş arap şiirinin en yet­ kin temsilcileri arasındadır (Tristesse au dair de lune [ir. çev.]; Chambre â mille murs [fr. çev.]). Ayrıca tiyatro oyunları da yazdı (i ’Oiseau bossu [fr. çev.]). M A G VE, Birmanya’da kent, Yukarı Bir­ manya'da, iravadi ırmağı kıyısında, Minbu’nun karşısında; 13 300 nüf. Ticaret merkezi. —Magve ili, 44 799 km2; 3 243 166 nüf.



MAGYARORSZAG, Macaristan'ın res­ mi adı. MAQYDOS. Tar. coğ. Anadolu'nun G. kıyılarında, Pamphylla bölgesinde liman kenti; Antalya’nın 8 km D'sunda, Lara pla­ jının yakınında kalıntıları vardır. İ.Ö. IV. yy.’dan başlayarak adına rastlanır. Attaleia’nın (Antalya) kurulmasından sonra öne­ mini yitirdi. Bizans döneminde piskopos­ luk oldu. MAGZUB ya da MAODUB sıf. (ar. mağzub, mağdub). Esk. 1. Gazaba uğ­ ramış. —2. Magzubün aleyh, Allah’ın ga­ zabına uğramış.



ğu kabul edilen ve çevrebilimin konusu olan ortamlardır. —Mim. ve Bahç. Taş ve küçük deniz ka­ buklarından yapılan yapay mağaralar iki yüzyıl boyunca çok moda oldu; İtalya'daki örneklerden yola çıkılarak, 1540-1550’ye doğru Fransa’da da bu tür mağaralar ya­ pılmaya başlandı (Fontainebleau'da Çam­ lar mağarası; Bastie d’Urfö şatosu). XVII. yy.'da, hükümdar malikânelerinin ve şato­ ların çoğunda bunlardan vardı; dairelerin içinde bile mağaralar düzenleniyordu. Bu mağaraların rokay süslemeleri, adını, süs­ leme sanatlarında XVIII. yy.’ın ilk yarısın­ da çok tutulan bir üsluba verdi. (-* N Y M P H A İO N .)



—Mitol. Minos dönemi Giriti ve Eski Yu­ nanistan kültlerinde mağaralar büyük önem taşırdı. Kakos, Polyphemos ve Slbyllalar antik şairlere göre mağaralarda ya­ şardı. Trophonios’un mağarası, korkunç­ luğuyla ünlüydü. —Tarönc. Mağara iskânı, Riss dönemin­ de Fransa’da Baume ve La Chaise gibi mağaralarda, İtalya’nın güney-doğusunda da Paglicci mağarasının girişi gibi sı­ ğınaklarda oturulmaya başlanmasıyla yaygınlaştı. Neandertal insanı genellikle mağaralarda yaşadı, ateşten ve taş alet­ lerden yararlandı. Son buzullaşma döne­ minde (Würm) bu yerleşmelere sık rast­ lanır. Rusya'da Moustler endüstrisi bu­ luntu yerlerinin büyük bir bölümü mağa­



ralardır (daha çok Kırım ve Kafkasya’da). Birçok mağara yerleşiminde Neandertal MAÖARA a. (ar. mâğare). 1. Toprak yü­ insanına alt kalıntılar ete geçirildi: Kırım’ zeyine açılan, insan ya da hayvanların ba­ da Kilk Koba ve Starosele mağaraları, Öz­ rınak olarak da kullanabildikleri doğal ya bekistan'da Teşlk-Taş mağarası. Kuzey Af­ da yapay çukur (Bk. ansikl. böl. Ed., Jerika'da Moustier endüstrisine bağlı mağa­ omorfol., Mitol., ve Tarönc.) —2. Mağara ra yerleşimlerinin en iyi-bilineni Libya’nın insanı, tarihöncesi insanı. batısında ortaya çıkarıldı (İ.Ö. 45 000-41 —Mim. ve Bahç. Doğal görünümünde bı­ 000). Yakındoğu ve Ortadoğu’da da Morakılmış ya da rüstlk duvar örgüsüyle örül­ • ustier endüstrisine bağlı birçok mağara ve müş kayalarla inşa edilen, çoğu kez de­ kaya sığınağı bulunur: bunlar özellikle niz kabukları ve yapay sarkıtlarla süslen­ Zagros bölgesinde (Irak’ta Şanidar, Hazar miş, bazen de su oyunlarıyla donatılmış Merd; Batı İran'da Hürremâbâd vadisi), İs­ yapı. (Bk. ansikl. böl.) rail’de (Karmel dağı ve Taberlye gölü ya­ —Tarönc. Mağara resmi, Tarihöncesi in­ kınındaki mağaralar) ve Ürdün’de yoğun­ sanlarının mağara duvarlarına yapmış ol­ laşır. dukları resimlere denir. Üst Yontmataş döneminde iskân edile­ —Tip. Mağara sesi, boğuk, derin, korkunç rek çeşitli resim ve oymalarla bezenmiş vurgülu ses. mağaralar açısından en zengin bölge, — A N S İK L. Ed. Eski edebiyatta mağara sı­ ispanya'nın güneyinden (La Pileta, Parpalğınılacak, gizli şeyler saklanacak yerdir. lo, Escoural) Fransa’nın kuzeyine (Gouy), Hz. Muhammet Medine’ye göçü sırasın­ hatta Belçika'ya (trou Magritte) kadar uza­ da Sevr dağında bir mağarada saklan­ nan alandır. Bu alanda yer alan yüzden mıştı. Burada onunla birlikte kalan ve ona fazla rrıağara yerleşiminin büyük bir bö­ yardımcı olan Ebubekir "Yâr-ı gar” (ma­ lümü Güney-batı Fransa (Lascaux*) ve ğara dostu) diye anılır. Kuran’da Tanrı’ya Kuzey İspanyada (Altamira*) bulunmak­ İnanmış yedi kişinin (Ashâbıkehf) bir ma­ tadır Ancak, tüm Akdeniz havzasında, Si­ ğaraya sığındıkları anlatılır. Battalname' cilya ve İtalya'da (Levanzo, Addaura, Rode Battal, atı Aşkar'ı ve silahlarını kendisi manelli, Paglicci), hatta daha doğuda, için bırakıldıkları mağarada bulup aldık­ Urallar’ın güneyinde de (Kapova) bu tür tan sonra serüvenlerine başlar. Masallar­ mağaralara rastlanır. da hâzinelerin saklandığı, eşkıya yatağı Anadolu'da Yontmataş dönemine ilişkin mağaralar vardır (Ali Baba ve Kırk hara­ en önemli mağaralar, G. ve G.-D. Anado­ miler masalı). Muhayyelet-ı Aziz Efendi’ lu'da bulunmaktadır. Alt, Orta ve Üst Yont­ de bir hikâye kahramanı sihirli bir mağa­ mataş dönemlerinin üst üste izlenebildiği raya kapanıp gizli bilimleri öğrenir. Çağ­ Karain* mağarası, Anadolu’nun tarihöncedaş edebiyatta mağara bilgisizliğin, geri sini aydınlatan başlıca buluntu yerlerindenkalmış olmanın, yaşamdaki zor koşulların dir; yakınındaki Oküzini, Çarkinl mağara­ simgesidir (Mağara, M. Buyrukçu; Mağaları, Beldibi, Belbaşı kaya sığınaklarıyla bir radakiler, C. Meriç). mağaralar zinciri oluşturur. Hatay’da, —Jeomorfol. Kıyı bölgesi dışında mağa­ Mağaracık* köyü yakınındaki mağaralar ralar (dalgaların dövdüğü yalıyarların ta­ (Merdivenli, Tikalı, Kanal, İncili) Orta ve Üst banında en dayanıksız bölgelerde oluşur) Yontmataş dönemlerine ilişkin kültür kat­ karstlara özgü yüzey biçimleridir ve geliş­ manlarıyla İlgi çeker. İsparta'da Bozanönü meleri İki belirleyici etkene bağlıdır: kire­ ovasındaki Kapalı* İn mağarası’nda Üst cin çözünmesi ve iç hidrolojik dolaşım Paleolitlk dönemden Aurignac kültürüne (genellikle bir çatlak ağında başlar ve ge­ ilişkin çakmaktaşından aletler ve çekirdek­ çirimsiz düzeylerde tıkanır). Hidrodinamik ler bulundu. Kars yöresinde de Yontmataş etkilerden çok, çözünmenin önemine döneminden mağara sığınaklar (Kurbanabağlı olarak yeraltı ağlarının gelişmesi, ğasO bulunmaktadır İstanbul'da Küçükçekçok büyük boyutlara erişebilen kanalların mece gölünün K. ucundaki Yanmburgaz* açılmasına neden olabilir: dünyanın en mağarası, Alt ve Orta Yontmataş dönemleri­ güzel mağaralar topluluğu Orta Kennin yanı sıra Bakırlaş dönemi buluntuları tucky'dedlr (mağarabilimciler tarafından açısından da zengindir Adıyaman’da Pâlankeşfedilen Fllnt Ridge Cave ve Mammoth lı vadisindeki Keçiler mağarası’nda Ortataş' Cave). Doğal ilgi alanı (taşlaşmış kireçle­ döneminden aletler ele geçmiştir Mağara­ riyle) ve müze (duvarlarındaki resimleri ve nın iç bölümlerinde duvarlar çok sayıda fi­ gravürleriyle) olan, kimi zaman mağaragürlerle süslüdür. Van'da, Yedisalkım kö­ yündeki Kızlar mağarası'nda, stilize insan billmcilerjakeşfedip turistlerin gezdiği ma­ betimleri, av ve tuzak sahneleri yet alır. ğaralar, dayanıksız ve tehdit altında oldu­



mağaza M a « « » , Devletin VII. kitabında Platon' un sözkonusu ettiği ve insanın doğadaki konumunu ve dünyayla olan ilişkilerini açıklamak gereğini güden mitos. Büyük bir ateşle aydınlatılan bir mağaranın için­ de zincire vurulmuş tutsaklar vardır. Bu tutsaklar yerlerinden kımıldayamazlar ve sırtlan ışığa dönük dururlar. Onlarla ateş arasından insanlar geçer, nesneler taşınır. Bu insanlarla bu nesnelerin gölgeleri ma­ ğaranın duvarına vurur ve hiçbir zaman gölgelerden başka şey görmeyen tutsak­ lar bu gölgeleri birer gerçek sanırlar Göl­ geler arasında bazı ilişkiler kurarlar, ama bu yolla edindikleri bilgi, bir görünüşler bilgisinden başka şey değildir. Bu tutsak­ lardan biri özgürlüğüne kavuşturularak ışı­ ğa çıkanlır. Işıkta gözleri kamaşır ve daha önce gördüklerinin şimdi kendisine gös­ terilenlerden daha gerçek olduğunu dü­ şünür. Ardından yavaş yavaş alışarak, nesneleri ayırt etmesini öğrendikten son­ ra, gözlerini her türlü ışığın ana kaynağı olan güneşe de dikebilir. Platon'a göre bu öykü, ilkin yâlnızca duyulur bir bilgiye, göl­ gelerin bilgisine sahip olan insanın öykü­ südür; bu insan düşünmeye çağrılınca, il­ kin şaşırır ve duyumların düşüncelerden daha gerçek olduklarını sanır; sonra, di­ yalektik yoluyla kavranabilir dünyanın içi­ ne girerek, idealann kendilerini ve en son­ ra da ideaların en yükseğini, yani iyilik ideası olan o "güneş''i seyreder. MAĞARA, İçel in Silifke İlçesine bağlı bucak; 7 864 nüf. (1990); 13 köy. Merkezi Mağara (esk. Kırobası), 427 nüf. (1990).



’ MAĞARA -> TUFANBEYLİ. ■ MAĞARABİLİM a. Yeryüzünün doğal boşluklannı (mağaralar, obruklar yeraltı ır­ makları vb.) keşfetme ve inceleme. (Eşanl. SPELEOLOJİ.) —ANSİk l . “ Speleoloji" terimini ilk kez 1890’da, arkeolog Emile Rivière ortaya at­ tı, ancak daha çok fransız E. A. Mattel'in (1859-1938) çalışmaları sayesinde mağa­ racılık bilim düzeyine erişti. Yarım yüzyıl boyunca bu bilim adamı, Kafkasya'dan Kayalık dağlar'a ve Portekiz'den Norveç'e kadar 1 500’den çok mağarayı araştırdı ve inceledi. Sayısız not ve makalenin ya­ nı sıra yirmi kadar büyük kitap yazdı, iki Fransız, R. de Joly ve N. Casteret, bu bi­ lim dalının, gerçek anlamda uluslararası bir niteliğe kavuşmasından önce bu alan­ da üne kavuştu (özellikle iki dünya savaşı arasında). Mağarabilimin, biri sportif, di­ ğeri de bilimsel olmak üzere iki yönü var­ dır. Kişilerin donanımında, soğuktan ve nemden koruyan bir alt giysinin üzerinde, su geçirmez plastik tulum ve eldivenler, kauçuk çizmeler bulunur. Çarpmalardan ya da düşen taşlardan koruyan miğferde, genellikle her iki yanda olmak üzere bir aydınlatma sistemi vardır. Araştırma ge­ reçleri de çeşitlidir: naylon ipler ya da kat­ lanabilen merdivenler, sürgüler, havayla şişirilebilen sandallar, başlıklı dalgıç elbise­ leri, çeşitli ölçüm aygıtları (galerilerin yön, eğim gelişmelerini saptamak için), yeral­ tında kamp kurmak için gereçler vb. Şimdiye dek bulunan en geniş mağa­ ra ağı ABD'de Kentucky'dedir: Flint Ridge-Mammoth Cave 252 km uzunlu­ ğundadır ve İsviçre'deki Flölloch'tan (120 km) büyüktür. Fransa’daki Félix-Trombe ve Crolles dağ sivrisi ağlan sırasıyla 34 ve 32 km’yi ancak bulur; buna karşılık, en de­ rin mağaralar Fransa'dadır (Kuzey Alpler' de Jean-Bernard mağarası [ -1 455 m]; Pireneler'de Pierre-Saint-Martin mağara­ sı [ - 1 358 m]; Berger mağarası [ - 1 141 m]). Türkiye’nin bilinen en derin (-331) mağarası Akseki ilçesindeki Düdencik mağarasıdır. Mağarabilim çok çeşitli bilim dallarını ve inceleme konularını ilgilendirir: mağarabilimciler kayalarda araştırma yaptıklarına göre, jeoloji, mineraloji ve kristalografi, ay­ rıca hidrojeoloji (mağaraların oluşumu ve tarihlenmesi, yeraltı akarsularının incelen­



mesi) ve bunun hidroelektrik sanayisi ve bayındırlığın hidrolik konularına uygula­ maları. Kirlenme ya da içme suyu araştır­ ma sorunları da mağarabilime bağımlı olabilir. Fizik ve kimya bilimleri, mağara­ lara özgü olaylarla ilgilenir; buralarda rad­ yoaktiflik, yer dalgaları, kozmik ışınlar, ga­ ma ışınları incelenir ve sertlikölçüm, özgül direnç, jeotermi ve iyonlaşma ölçümleri gerçekleştirilir. Doğabilimciler mağaralar­ daki fauna ve florayı incelerler (yarasala­ rın alışkanlıkları özel incelemelere konu ol­ muştur). Çok özel durumlar gösteren mağaralann meteorolojisi de (sıcaklık sapma­ ları, hava akımlarının ters dönmesi, sis olu­ şumu, jeotermi vb.) ayrı bir ilgi alanı oluş­ turur. Mağarabilimcilern yaptığı araştırma­ lar sayesinde mağaralar turistik amaçlar­ la düzenlenmiş (Fransa’da Padirac ya da Aven Armand, Yugoslavya'da Postojna mağarası vb.) ve böylece paleontoloji ve tarihöncesi arkeoloji bu bilim dalından bü­ yük ölçüde yararlanmıştır. Tıp, iklimleri ve buralardaki ışınımlar nedeniyle mağara­ larla ilgilenmektedir. Mağaralardaki hava son derece temiz, toz ve mikroplardan arınmış, büyük ölçüde iyonlaşmış ve ço­ ğunlukla radyoaktiftir. Mağarabilimin önemli bir gelişme gös­ terdiği Batı Avrupa'da önemli keşiflerin ya­ pılabileceği bölgeler epeyce azalmıştır. Gitgide daha uzak ülkelere (Batı Asya, Himalaya vb.) geziler düzenlenmektedir Ge­ lecekte; bu bilim dalının bu bölgelerde ye­ ni bir atılım yapması beklenebilir; ayrıca, mağarabilimin özerk, hafif ekiplerle (ge­ recin modernleşmesine bağlı olarak) hız­ lı keşifler yapabilen bir çalışma alanı ol­ ması sözkonusudur. Türkiye'de mağaralar ve mağarabilim. Türkiye, mağara bakımından çok zengin­ dir. Bunun nedeni kireçtaşlarının çok yay­ gın olmasıdır. Sayıları, on binleri geçen mağaraların büyük çoğunluğu kireçtaşlarının genç bir yayılış gösterdiği Akdeniz bölgesiyle G.-D. Toroslar'da yer alır. Ayrı­ ca B. Karadeniz’de, Marmara bölgesinde mağaralara rastlanır. Türkiye’de mağarabilimle ilgili çalışmalar 1927 yılında R. Hovasse’nin Yarımburgaz mağarası'nda (Küçükçekmece K.’inde) yaptığı incelemey­ le başlamış, bunu G Alagöz'ün araştırma­ ları izlemiştir. Daha sonra, özellikle T. Aygen'in çabalarıyla önce 1964'te Türkiye Mağara cemiyeti adıyla kurulan ve son­ radan Türkiye Mağara araştırmaları ve tu­ rizm derneği adım alan bir derneğin ku­ rulması, 1973’te BÜMAK'ın (Boğaziçi üni­ versitesi mağara araştırma kolu) ve MTA temel bilimler dairesi'nin konuya çeşitli ne­ denlerle eğilmesiyle bu çalışmalar sistemli araştırmalara dönüşmüştür. Bu ilgi, mağa­ ralardan spor ve turizmin yanı sıra, sığı­ nak ve doğal depo olarak yararlanılması­ nı amaçlamaktadır. Mağaralarımızın bazı­ ları (Burdur-lnsuyu, Alanya-Damlataş, Si­ lifke D.’sunda Cennet ve Cehennem ob­ rukları) günümüzde turistik amaçlarla dü­ zenlenmiştir. Bazı mağaralar özellikle ta­ rihöncesi kültür evrimi bakımından büyük önem taşır (Antalya'da Karain mağarası gibi). [-» Kayn.] M AĞ ARACIK, Hatay'ın Samandağ il­ çesi merkez bucağına bağlı köy; 3 314 nüf. (1990). —Arkeol. Yörede Enver Bostancı ve Mu­ zaffer Şenyürek’in yaptıkları araştırmalar­ da Yontmataş döneminden önemli mağa­ ra yerleşmeleri saptandı. 1956-1957'de araştırılan Merdivenli mağara'da (Birinci mağara) Yontmataş döneminden beş kül­ tür katı belirlendi. Dördüncü ve beşinci katmanlarda Levallois-Moustier kültüre ait üçgen ya da yaprak biçiminde uçlar, yan kazıyıcılar, deliciler, ikinci ve üçüncü kat­ manlardaysa Aurignac kültüre özgü uzun uçlar, lamlar, dar ve burunlu kazıyıcılar ele geçti. Tikalı mağarada (İkinci mağara) ya­ pılan çalışmalarda (1958) Orta ve Ust Yontmataş dönemlerinden kalemler, deli­ ciler, kazıyıcılar, üçgen uçlar ortaya çıka­ rıldı. Kanal mağarası’nda Enver Bostan­



cı'nın gerçekleştirdiği kazıda (1966) altı kültür evresi belirlendi; Üst Yontmataş dö­ nemi Aurignac kültüre ilişkin yuvarlak ka­ zıyıcılar, iki yanlı lam kazıyıcılar, çakmak­ taşından iyi işlenmiş çift yüzlü baltalar bu­ lundu. Ayrıca Homo sapiens öncesi neandertha lensis kalıntısı bir altçene azı di­ şi ele geçti. Kanal mağarası’nın 300 m B.’sındaki İncili mağara’da 1970-1973'te yapılan kazılarda Üst Yontmataş dönemin­ den Antikçağ'a değin uzanan bir yerleş­ meye ilişkin on iki katman belirlendi; 1 1 . ve 12. katmanlarda Homo sapiens’ten kal­ ma kemikler bulundu. MAĞARACIL sıf. Sürekli olarak mağa­ ra ve inlerde yaşayan organizmalar için kullanılır. —ANSİKL. Biyospeleolojinin incelediği mağara faunası çok yoksuldur: temelde birkaç böcek, örümceğimsi, çokbacaklı, kabuklu ve yumuşakça türü içerir; mağaracıl omurgasızların çoğuysa su içinde ya­ şar. Çevre koşulları (tam ve sürekli karan­ lık, değişmeyen sıcaklık, havadaki doyma noktasına yakın nem) önemli ölçüde de­ ğişmezlik gösterir: bu durum eski türlerin varlığını sürdürmesine yol açar (oysa bun­ larla akraba topraküstü türleriyse çoğun­ lukla yok olmuştur). Mağaracıl hayvanlar, sınıflandırmada farklı öbeklerden olsalar bile, birçok ortak özellik taşırlar. Derileri genellikle ince ol­



M AĞARABİLİM bir yeraltı ırmağından geçiş



duğundan en küçük nem azalmasını bile kaldıramazlar. Metabolizmaları'yavaş ça­ lışır, üretkenlik oranları çok düşüktür (az sayıda ama büyük yumurtalar). Ama, bu­ lundukları ortamda yırtıcı hayvanlara en­ der rastlanması ve rekabetin bulunmama­ sı nedeniyle yaşama şansları yüksektir. Mağaracıl hayvanlarda çok yaygın olan körlük ve renksizlik mağaraların karanlık olması nedeniyle onlara hiçbir zarar ver­ mez. Tam tersine birçok mağaracıl türün kemoreseptörleri (tat, koku alma) ve ba­ zen de dokunma organları (duyargalar) çok yetkinleşir. MAĞARA SEMENDERİ a. Kuyruklu­ lardan, mağaralardaki yeraltı sularında ya­ şayan semender. (Uzun gövdeli, kalıcı so­ lungaçlı, kör renksiz, küçük bacaklı hay­ vanlardır. Bil. a. Proteus anguineus; mağarasemenderigiller familyası.) MAĞARASEMENDERİGİLLER a. Neoteni özellikleri taşıyan, kuyruklulardan ikiyaşayışlılar familyası. (Yetişkinde kalıcı solungaçlar çok az farklılaşmış akciğerler, kısmi kemikleşmeye rastlanır. Gözkapağı yoktur; embriyon evresindeki korda sürek­ li kalır Mağarasemenderigiller sadece Yu­ goslavya’da bulunan mağara semende­ riyle Kuzey Amerika’da yaşayan çamur kö­ peğini kapsayan bir familyadır Bil. a. Proteidae.) MAĞAZA a. (fr. magasin, ar. mağsziri den). İşi. ikt. 1 . İçinde toptan ya da pera­ kende mal satılan az çok önemli büyük-



mağara semenderi



mağaza 76 6 2



Büyük Larousse



lükte ticari kuruluş: Bir ayakkabı mağazası açmak. Cumartesi günü mağazalarda alışveriş yapmak. —2. Büyük mağaza, genellikle kent merkezinde ve birkaç kat­ lı, geniş bir alan üzerinde çeşitli mallar su­ nan perakende satış kuruluşu. (Bk. ansikl. böl.) —3. Halk mağazası, 400 ile 2 500 m2 arası bir satış alanı özerinde, çok tü­ ketilen ama çeşidi az mallar sunan ve kıs­ men "kendi hizmetini kendin gör” yönte­ mine benzer basitleştirilmiş satış yöntem­ leri kullanmakla birlikte, her reyonun ba­ şında bir satış elemanı bulunduran ticari kuruluş. —4. Esk. Ardiye, depo. —Tic. Teşhir mağazası, ticari ürünlerin satılmayıp yalnızca sergilendiği yer. —Tic. huk. Umumi mağazalar, serbest ya da gümrüklenmemiş malları saklamak üzere almaya ve bunlar karşılığında makI buz senedi ve varant (rehin senedi) ver[meye yetkili kuruluşlar. (Bk. ansikl. böl.) — A n s ik l . İŞİ. ikt. Büyük mağaza. Türki­



mağribi yazılı bir Kuran



Mağlova kemeri Mimar Sinan'ın yapıtı (1554-1563)



İstanbul



ye'de, büyük mağazalar İlk kez Birinci Dünya savaşı yıllarında İstanbul'da açıl­ maya başladı. Giyim eşyasından ev eş­ yasına kadar, daha çok yabancı etiketli mallar satılan bu mağazalar, genellikle bonmarşe adıyla anılıyordu. Cumhuriyet döneminde, özellikle 1950 yılından son­ ra, çeşitli tüketim eşyalarını bir arada sa­ tan büyük mağazalar giderek çoğaldı. 1955'te kurulan ve toplam 53 satış ma­ ğazası olan Migros, 33 mağazası olan Yeni Karamürsel, 1956 yılında Anka­ ra’da İlk mağazasını açan Glma, 1978' de İzmir Belediyesi tanzim satış mağa­ zaları olarak hizmete giren, daha sonra anonim şirkete dönüştürülen ve mağa­ za sayısı 93’e ulaşan Tansaş ve biri An­ kara'da ikisi İstanbul'da toplam 3 mağa­ zası olan Metro, 1993 yılı başında Türki­ ye genelinde hizmet veren büyük mağa­ zaların başlıcalarıdır.



tınay). || Mağbun olmak, aldanmak, şa­ şırmak. M ağdala pem besi, ipeği morumsu, dayanıklı bir pembeye boyamada kullanı­ lan safraninler grubundan boyarmadde. MAĞDUR sıf. ve a. (ar. mağdur). Huk. Bir suç ya da haksız eylem nedeniyle za­ rar gören kişi. —ANSİKL. Huk. Bir suç hem toplumu ya­ ni, örgütlenmiş toplum olarak devleti hem de kişileri zarara uğratır. Bu nedenle her suçun doğal ve zorunlu mağduru, devlet­ tir. Ancak, hemen hemen her suçta dev­ letle birlikte kişiler de zarara uğrar. Devletin suçtan zarar gören olarak da­ va açması, suçlamada bulunması için, savcılık makamı kurulmuştur. Devletin dışında bir suçun mağduru, gerçek ya da tüzel kişi olabilir. Ancak, tü­ zel kişilerin mağdur olabilmeleri için o su­ çun tüzel kişilere karşı işlenebilecek bir suç olması gerekir. Gerçek kişilerin mağ­ dur olabilmesi için medeni hakları kullan­ ma yeterliliğine sahip olmaları koşulu aranmaz. Tam akıl hastaları ve küçükler de bir suçun mağduru olabilir. Bir suç nedeniyle zarar gören kişi, o suçtan toplum da zarar görmüşse, savcı­ lıkla birlikte yargılamada taraf olur; kamu davasına müdahil olarak kabul edilir. Bir suçtan yalnızca kişiler zarar görmüşse, bu durumda mağdur, savcılık makamının ye­ rine geçerek ceza davasını açar. MAĞDURİYET a. (ar. mağdur ve -iyyet’ten mağdûriyyet). Esk. Mağdurluk, muhtaçlık. MAĞDURLUK a. Haksızlığa, zarara uğ­ rama; mağduriyet; kıygınlık. MAĞFİRET a. (ar. gufran’dan mağfiret). Esk. 1. Tanrı’nın kullarının günahlarını ba­ ğışlaması; yarlıgama: "Bir kısmı bugün günûde-i hâk-i mağfiret, diğer bir kısmı da vatan-cüdâ bulundukları cihetle..." (F. Köprülü). —2. Mağfiret etmek, yarlıgamak. —3. Mağfiret-aşiyan, mağfiret-nişan, mağfiret-penah, Tanrı’nın bağışlamasına kavuşan. || Mağfiret-i ilahiye, Tanrı'nın ba­ ğışlaması. || Mağfiret-izünub, suçların, gü­ nahların bağışlanması.



—Tic. huk. Umumi mağazalar, kendileri­ ne bırakılan mallar karşılığında malı bıra­ kana makbuz senedi ve varant (rehin se­ nedi) verirler. Bu senetler, sahiplerine umumi mağazaya bırakılan mallan sata­ bilmek ve rehin verebilmek olanağı sağ­ lar. Emre yazılı olan bu senetler, ciro ve teslim yoluyla devredilirler. Bu senetlerde ciro şu sonuçları doğurur: 1 . makbuz se­ MAĞFUR sıf. (ar. ğufrân’dan mağfur). nediyle varantın birlikte cirosu malların Esk. 1. Tanrı'nın bağışlamasına kavuşan; mülkiyetini geçirir; 2 . yalnız varantın ciro­ yarlıganmış. —2. Tanrı’nın günahlarını ba­ su, mallar üzerinde rehin hakkı sağlar; 3. yalnız makbuz senedinin cirosu, varant • ğışlaması için adına dua edilen. —3. Mağfurun leh, Tanrı tarafından affedilmiş. hamilinin hakkı saklı kalmak kaydıyla, mal­ ların mülkiyetini geçirir. ^Mağlova kem eri, İstanbul’da Alibey deresi üzerinde su kemeri. Mimar Sinan’ın MAÛAZACI a. 1. Mağazası olan, ma­ su yapıları içinde en anıtsal örneklerden­ ğaza işleten kimse. —2. Esk. Depo dir. Kırkçeşme yapıları İçinde yer alan bu bekçisi. kemer Muğlava, Muğluva, Moğolağa, MAĞBUN sıf. (ar. ğabn, aldanma'dan Muallak gibi adlarla da tanınır 1554-1563 mağbün). Esk. 1. Aldanmış, alışverişte arasında İnşa edilen Mağlova kemeri 257 kandırılmış. —2. Şaşkın, şaşırmış: "Kat­ m uzunluğunda, 35 m yüksekliğindedir. leder, hem reddeder, feryad eden Üst üste iki sıra gözlerden meydana ge­ mağbûndur" (Natıki). —3. Mağbun et­ len kemerde, orta gözler daha büyük tu­ mek, aldatmak, şaşırtmak: "Dertmendletulmuş, orta ayaklar dayanaklarla güçlen­ rin hod-feryad-ı enini ve âh-ı hazini gönül­ dirilmiştir. Bu dayanaklar da daha küçük leri mecnun ve mağbun ederdi" (A.R. Algözlerle hafifletllmiştir. 1563 kasırgasında zarar gören yapı, Mimar Sinan tarafından B üyük Larousse onarılmıştır. MAĞLUBİYET, -ti a. (ar. mağlüb ve -iyyet’ten mağlübiyyet). 1. Bir kimsenin, bir topluluğun vb. bir karşılaşmada, yarış­ mada, savaşta uğradığı başarısızlık; boz­ gun, yenilgi: Bu benim için büyük bir mağlubiyet. Bir partinin seçim mağlubiye­ ti. Bir rakibi mağlubiyete uğratmak. Mağ­ lubiyeti kabul etmek. Maç, karşı takımın mağlubiyetiyle sonuçlandı. —2. Esk. Bir gücün baskısı altında olma, ona boyun eğme. MAĞLUK sıf. (ar. mağlûk). Esk. Kapalı, kilitlenmiş. MAĞLUL sıf. (ar. ğall, susuz kalma'dan mağlül). Esk. 1. Susuz kalmış, su sıkıntısı çeken. —2. Zincire bağlı, zincire vurul­ muş. —3. Mağlul-ül-yed, eli bağlı. MAĞLUP sıf. ve a. (ar. mağlüb). 1. Bir savaşta, bir yarışmada vb. yenilgiye uğ­



ramış, yenik düşmüş kimse, topluluk için kullanılır: Mağlup devletler. Mağlup takım. —2. Bir kimseyi, bir topluluğu, bir ekibi vb. mağlup etmek, onlarla girişilen bir sa­ vaşı, bir savaşımı kazanmak, onları alt et­ mek, onlara karşı başarı kazanmak, on­ lara üstünlüğünü kabul ettirmek; yenmek: Düşmanı, düşman ordularını mağlup et­ mek. Yıldırım'ı mağlup eden Timur. Bir ar­ kadaşı koşuda, teniste, satrançta mağlup etmek. Seçimde rakip partileri ağır biçim­ de mağlup etmek. —3. (Bir kimseye, bir topluluğa, bir şeye) mağlup olmak, bir kimse bir topluluk tarafından yenilgiye uğ­ ratılmak; bir şeye boyun eğmek, onun baskısı altına girmek: Takımımız son an­ da mağlup oldu. Senin henüz mağlup ol­ duğunu düşünmüyorum. Nefsine, ihtiras­ larına, hırslarına mağlup olmak. ■, • MAĞMUM sıf. (ar. mağmum). Esk. i ' Gamlı, tasalı, kqderli: "Şu halde ğeldiği günden beri neden mağmum ve münze■vi evinde kapanmış kaldı" (Y. K. Karaosmanoğlu). —2. Sıkıntılı, sıkıcı, kapalı ha­ va için kullanılır. MAĞMÜR sıf. (ar. mağmüT). Esk. 1. Ha­ rap, viran, yıkık. —2. Adı sanı silinmiş, unutulrçuş. \ M AĞRİB, ar Mağıib ("Batı"), Afrika’nın kuzey-batı’sırıda, Akdeniz ile Büyük Sah­ ra arasına^ ülkeler bütünü (Fas, Cezayir, Tunus). Arap coğrafyacılar önce Kuzey Afrika’nın Mısır’ın B.’sında kalan bölümüne bu adı verdiler Mağrib üç büyük bölge­ ye ayrılır: İfrikiye (Trablus ve Tunus), Orta Mağrib (Cezayir), el-Aksâ (Fas). —Esk. coğ. Mağrib-i aksâ, Fas, Marakeş. || Mağrib-i ednâ, Trablus, Berberiye. || Mağrib-i evsaf, Tunus, Cezayir. || Mağrib ocakları, Osmanlı döneminde Tunus, Ce­ zayir ve Trablusgarp’ın ortak adı. (-> G a r p o c a k l a r i .) || Bahr-i Mağrib, Atlas okyanusu. —Güz. sant. Tarihi ve halklarıyla öteki İs­ lam ülkelerinden farklılıklar gösteren Mağ­ rib Pön, Roma ve hıristiyanlığın etkisinde kaldı. VII. ve VIII. yy.’larda Araplar, bölge­ yi İslam uygarlığının sınırları içine kattılar; ancak K. Afrika toplulukları yüzyıllarca kendi kültürel geleneklerini koruyabildiler. ( -> BER BERİLER .) İslam sanatının etkisin­ de gelişen kent mimarisi, Ortadoğu ve En­ dülüs sanatlarından esinlenmiştir; Kurtuba (Córdoba), işbiliye (Sevilla) ve Gırnata (Granada) Mağrib'in esin kaynağıydılar ve endülüslü sürgünler ince beğenilerini Fas’tan Tunus'a değin yaydılar. Bu ispanyol-mağribi sanatı en güçlü bireşime Fas'ta ulaştı. Tunus X. ve XI. yy.’larda fatımi sanatının, daha sonra da Cezayir gibi osmanlı sanatının etkisinde kaldı. Dinsel mimarlık, İslam sanatının ortak özellikleri­ ni taşır. Kayrevan'daki Sidi Ukba Ulu ca­ misi, Mağrib camilerinin atası sayılır; Su-, riye kiliselerinin çan kulelerini andıran mi­ naresi Mağrib ve Endülüs’teki minarele­ rin öncüsüdür. Kahire’deki el-Hâklm camisl’nin mihrap duvarına koşut satımları mihrap ekseninde T biçiminde kesen or­ ta sahınlı planı Mağrib'de çokça uygulan­ mıştır; ancak Mağrib'e özgü biçimler de vardır: Tlemsen Ulu camisi (Camiülkebir) ahşap tavanlı, kiremit örtülüdür, orta şa­ hın iki kubbelidir. Bölgenin sanatı Murabıtlar*’ın, Muvahhitler*'in Meriniler*’in ve Nasriler*’in yapıtlarında izlenebilmektedir. MAĞRİB DİLİ a. Dilbil. Kullanım alanı Libya'dan Atlas okyanusu'na dek uzanan lehçesel arapça biçimlerine verilen ad. MAĞRİBİ ya da MAĞRİBİ a. (öz. a. Mağrib ve -/’den mağribi). Mağrib halkın­ dan olan. sıf. Mağrib’e ait, Mağrib’le ilgili: Hatt-ı mağribi (Kuzey Afrika ülkelerinde kullanı­ lan arapça yazı). B—Hat. Tunus, Cezayir, Fas ve Endülüs'te ' kullanılan arap yazısı, mağrib yazısı. (Ön­ ce VII. yy.’da, Tunus’ta gelişti; Emeviler’in K. Afrika ve ispanya’yı almalarından son­ ra yaygınlaştı. Kûfi yazıdan kaynaklanan



mağribide harflerin gövdeleri küt ve bo­ durdur; dikey harflerin üst kısmında iğne başını andıran bir yuvarlaklık bulunur. Tek yazılan ya da sözcüğün sonuna gelen harfler normalden büyüktür.) MAĞRİBİ (Mahmut‘Süleyman EL-), Fi­ listin asıllı libyalı siyaset adamı (doğm. 1935). Militan sendikacı. Libya'da dok iş­ çileri grevini örgütledi (1967). Bu etkinliği nedeniyle dört yıl hapse mahkûm edildi ve Libya yurttaşlığından çıkarıldı. Ağustos 1969’da askeri hükümet darbesinin arife­ sinde serbest bırakıldı. Cunta tarafından Başbakanlığa, Maliye, Tarım ve Toprak re­ formu bakanlığına getirildi (eylül 1969). Son iki görevinden ayrıldı ve ocak 1971'e kadar Başbakanlık görevini sürdürdü. Da­ ha sonra Birleşmiş milletler’de ülkesini temsil etti (1971-1972), İngiltere’ye büyükel­ çi atandı (1973-1977). MAĞRİBLİLER ya da MAĞRİBİLER, K. Afrika’daki çeşitli ülkelerde, özellikle de Akdeniz limanlarında yaşayan kentli müslüman halk. Fenike dilinden latinceye ma­ un olarak geçen sözcük, daha sonra Romalılar'ın Berberiler’e verdikleri genel bir ad oldu. Bu sözcük ispanyolcaya moro olarak girdi ve İslam egemenliği sırasın­ da arap fatihleri ile Cebelitarık'ın ötesine yerleşen araplaşmış Berberiler moros adıyla anıldı. Bu sözcük çeşitli avrupa dil­ lerine de girdi (fr. maures, ing. moors, aim. mauren vb.). Mağribliler'in yaşadıkları böl­ geye de bu sözcükten kaynaklanan Ma­ uretania adı verildi. Zamanla sözcüğün kullanım alanı genişledi. AvrupalIlar 1610'da ispanyadan çıkarılan Araplar’a bu adı verdiler, yerli halk ise bunlara "endülüslü" diyordu. ArabistanlI Araplar’ la, Senegal'in K.’inde yaşayan arap ya da Berberiler; zenci kanı karışmış halk; öte yandan Seylan adasında önemli bir müslüman çoğunluk oluşturan G. Arabistan kökenli Araplarla Senegalliler’in karışma­ sından oluşan melezler de Mağribliler adıyla anıldı. Mağribliler, genellikle avcılık ve çoban­ lıkla geçinirler ve kendi içlerinde beş sı­ nıfa ayrılırlar: haraç ödeyenler (soylu olma­ yanlar), köleler (abidiler), eski kölelerin to­ runları (harratinler), savaşçılar ve murabıtlar (soylular). MAĞRİP a. (ar. mağrib). Esk. 1. Batı: "Mağripten maşrıka kadar bu kara iske­ let el, bütün kâinatı zulm ve istibdad ile ezdikten sonra, parmaklarını tehdit-amiz bir hareketle titretti" (H. E. Adıvar). —2. Güneşin battığı zaman, akşam: Salat-ül -mağrib (akşam namazı). MAĞRİP ->



M AĞRİB.



MAĞRÛK sıf. (ar. mağruk). Esk. Suya batmış; suda boğulmuş, batık. MAĞRUR sıf. (ar. mağrur). 1. Karşısın­ dakini ezen bir kendine güven duygusuy­ la davranan kimse için kullanılır; kibirli, gu­ rurlu. —2. Gururu, kibiri ortaya koyan şey için kullanılır: Mağrur bakışlar. Mağrur bir eda. —3. Esk. Bir şeye güvenerek aldanan. ♦ sıf. ve a. isi. huk. Bir hukuki işlemde aldanmış olan taraf için kullanılır. MAĞRURLANMAK gçz. f. Karşısında­ kini ezen bir gurur içinde olmak; büyük­ lenmek, gururlanmak. MAĞRURLUK a. Mağrur bir kimsenin, davranışının niteliği; mağruriyet. MAĞSUL sıf. (ar mağsüt). Esk. Yıkanmış. MAĞŞUŞ sıf. (ar. mağşuş). Esk. Karışık, saf olmayan, katışık: Leben-i mağşuş (içi­ ne su karıştırılmış süt). —Nümism. Mağşuş akçe, saf olmayan, karışık para. (Sikkei mağşuşe de denir.) MAĞZ a. (fars. mağz). Esk. 1. Beyin: Efsürde-magz (beyni donmuş; duygusuz). Tehi-mağz (boş beyinli; aptal). —2. Akıl; düşünme yetisi: Sebük-mağz (hafif akıllı; ahmak). —3. iç, öz, cevher. —Ed. Mağz-ı mesnevi, Mevlana Celalet-



tini.Rumi'nin Mesnevi'sinin ilk 18 beytine verilen ad. (Bk. ansikl. böl.) —Esk. anat. ilik. || Mağz-ı puşt, mağz-ı üstühan, omurilik. —Esk. bot. Kabuklu meyvelerin içi. || Mağz-ı badem, badem içi. || Mağz-ı cevz, ceviz içi. —ANSİKL. Ed. Mevlana’dan, öğretisini dile getiren bir yapıt yazması istenince, daha önce kaleme almış olduğu bu ilk bölümü, sarığının kenarından çıkarıp verdiği anla­ tılır. 26 0 0 0 beyit tutan yapıtın bütün öteki bölümlerini doğaçtan söyleyerek Hüsamettin Çelebi'ye yazdırdı. İlk 18 beyte tüm yapıtın yansıdığına inanılır. MAĞZEBE a. (ar. mağzebe). Esk. 1. Si­ nirlendirici, hiddetlendirici şey. —2. Kız­ ma, sinirlenme. MAN ya da MEN a. (fars. mäh, meh). Esk. 1. Gökteki ay: "Çıkıp taht-es sema­ da kadrini pest eyledi mahın gel" (Nedim, XVIII. yy.). —2. Yılın on ikide birlik bölü­ mü, ay. —3. Genç ve güzel kimse. —4. Mah-ane, mah-yane (-* M A H A N E ). || Mah -be-mah, aydan aya, bir aylık. || Mah-cebin, ay alınlı; alnı açık, namuslu. || Mah-çehre, ay yüzlü; güzel çehreli. || Mah-gâne, mah -vare, aylık. || Mah-iika ya da meh-lika (-» M EHLİKA). || Mah-pare ya da meh-pare (-» M EHPARE). || Mah-perest, aya tapan; sevgilisini taparcasına seven. || Mah -perver, ay seven; mehtaplı gece için kul­ lanılır: "Bana tasvir eder o sevdamı / bir beyaz kuş kİ nevha-i perverdir / bir beyaz leyl-i mah-perverde" (Tevfik Fikret). || Mah -peyker, mah-ru, mah-talat, ay yüzlü: "Ayın ondördünü yâd ettirir bir mâh-talat var" (Nedim, XVIII. yy.). || Mah-ruh, ay yanaklı; beyaz tenli. || Mah-şid, ay; ay ışığı, meh­ tap. || Mah-tab ( -> m e h t a p ). || Mah-var, mah-veş, ay gibi, aya benzeyen; güzel, sevgili. || Mah-ı alem-ârâ, mah-ı âlem -efruz, dünyayı aydınlatan ay; sevgili. || Mah-ı arş-ârâ, göğü süsleyen ay; sevgili. || Mah-ı hal, içinde bulunulan ay. || Mah-ı kameri, arap takvimine göre düzenlenmiş ay. || Mah-ı Kaşgar, Kaşgar ayı; güzel türk kızı. || Mah-ı Kenan, Filistin ülkesinin ayı; Yusuf peygamber. || Mah-ı muharrem, mu­ harrem ayı: "Hasret-i lezzet-i tîginte dem -i matem olur/ Garra-yı mah-ı muharrem gibi" (Namık Kemal). || Mah-ı münir, par­ lak ay: "Mah-ı-münir o sükûnet içinde zu­ hur etti" (Samipaşazade Sezai, XIX. yy.). || Mah-ı nev, yeni ay; hilal. || Mah-ı siyam, mah-ı ruze, ramazan ayı: "Bir gün evvel erişip geldi hele mah-ı siyam" (Nedim, XVIII. yy.). || Mah-ı si-ruze, otuz gün çeken ay; çok kısa; narin kadın. || Mah-ı sitare, ay talihli; talihi açık. || Mah-ı şeb-ârâ, mah-ı şeb-efruz, geceyi aydınlatan ay; sevgili. || Mah-ı taban, parlak ay: "Aşk ve muhab­ bet âlemlerinin ruh-efza-yı ulviyeti olan mah-ı taban, kemal-i sükûn ve sükûnetle derece derece itila etmeye başladı" (Sa­ mipaşazade Sezai, XIV. yy.). || Mah-ı Yemani, Yemen ülkesinin ayı; Hz. Mu­ hammet. —Tasav. Mah-ı nev, tarikata yeni giren. MAHABAD, İran'da (Azerbaycan) kent; 35 000 nüf. (çoğu Kürt). 1945-46 ayaklan­ ması sırasında Kürdistan Bağımsız Cumhuriyeti’nin başkenti. ( -»KÜRDİSTAN.) Ta­ rım pazarı. MAHABALİPURAM ya da MAVALİPURAM, esk. Seven Pagodas, Hindis­ tan'da (Tamil Nadu) arkeolojik sit, Coromandel kıyısında, yaklaşık olarak Madras’ın 50 km G.’inde. Pallava* sanatından Bk. resim sayfa 7664



(VII.-VIII. yy.) brahman yapıtlar bütünü: ka­ zılmış mezarlar ve tekparçalı taş anıtlar (beş ratha), kayalara oyulmuş heykeller ("Arcuna’nın günahı” ya da "Ganj’dan iniş” ) ve inşa edilmiş üç tapınak (D.'da, "Kıyı tapınağı” ). MAHABHARAT, Nepal’de sıradağ, Or­ ta Himalaya'da, Katmandu'nun G.’inde. K. -B.'dan G.-B.'ya doğru uzanır.



M ahabharata, Vyasa'ya atfedilen ve çok eski bir çağda yazıldığı söylenen sanskritçe destan. Yapıtın yazılışı, Vedalar döneminden i.S. IV. yy.’a kadar herhal­ de birçok değişikliğe uğradı. Destandaki 2 0 0 0 0 0 ’i aşkın dizeden oluşan on sekiz şarkı, Kauravalar’ın Pandavalar’la savaşını anlatır Savaşın başlıca kahramanları şun­ lardır: Vişnu'nun sekizinci ve tam cisimleşmesV-olan Krişna; Indra'nın oğlu ve ci­ simleşmesi,'Krişna'nın arkadaşı ve hayra­ nı olan Arcuna; Arcuna’nın dört erkek kar­ deşi (bunlardan biri de Adil Yudhisthira’ydı); Dharma'nın cisimleşmesi olan bilge Vidura; ulu ata Bhisma; son olarak da kör kral Dhrtarastra ve onun güneş-tanrının oğlu kahraman Karna'dan yardım gören yüz oğlu. Karşı karşıya gelen her iki ordu da yok olur (burada araya Bhagavad -Gita* oluntusu girer). Tarihsel efsane ve geleneklerdeki, ahlak ve hukuk kuralların­ daki dinsel ve felsefi görüşlerin toplu bir özeti olan bu destan, eski ve çağdaş Hin­ distan'ın anlaşılması bakımından çok bü­ yük bir değer taşır. MAHÂBİB çoğl. a. (ar. mahbob'un çoğl. mahabib). Esk. Sevilenler, sevgililer. MAHÂBİS çoğl. a. (ar. mağbesiri çoğl. mahabis). Esk. Cezaevleri: Mahâbis-i ka­ dime (eski hapishaneler). MAHÂBİS çoğl. a. (ar. mahbus’un çoğl. mağabis). Esk. Tutuklular, hapsedilenler. MAHACAMBA, Madagaskar'ın kuzey -batı'sında ırmak, Mozambik boğazına dökülür; yaklş. 300 km. —Mahacamba koyu'nu ırmağın deltası yavaş yavaş dol­ durmaktadır. M AHACANGA, esk Macunga, Ma­ dagaskar'ın kuzey-batısında liman kenti, il merkezi, Bombetoka koyu kıyısında; 121 967 nüf. (1990). Biraz kumla dolmuş limana ancak küçük tonajlı gemiler gire­ bilir; bununla birlikte kent gene de önemli bir ticaret merkezidir. Tekstil. Sıvı yağ ve sabun fabrikaları. Et konserveleri. Tuğla fabrikası. Tütün İmalatı. —Mahacanga ili, adanın bütün kuzey-batı kesiminde uza­ nır; 150 023 km2; 1 075 300 nüf. M AHAÇKALE, Rusya Federasyonu' na bağlı Dağıstan Özerk Cumhuriyetinin başkenti. Hazar denizi kıyısında, Doğu Kafkaslar'ın kuzeyinde yer alır; 315 000 nüf. (1990). Balıkçılık. Petrol rafinerisi. Kimya ve tekstil sanayileri. Balık konser­ veleri sanayisi. Makine yapım atölyeleri. Kırtasiye. Tütün. M AHADEO d ağ la rı, Hindistan’da (Madhya Pradeş) dağ kütlesi, Dekkan’da, Narbada'nın G.'inde ve Satpura dağları­ nın D.'sunda. Arkeyen ve Gondvaniyen devirlerinde oluşmuş kırmızı kumtaşlı pla­ toları, çevre bölgelerinin yanında sarp dik­ liklerle yükselir, iç kesimdeki küçük ova­ larda, besin maddeleri (buğday, darı ve şekerkamışı) ekimi ağır basar. En yüksek kesimlerde bulunan sal ve tekağacı or­ manları, göçebe tarım uygulayan kabile­ lerin yıkıcı etkinliklerine karşın, işletil­ mektedir. MAHADEVA (Büyük Tanrıça anlamına gelen sanskritçe söze.). Şaktiler'den (Şiva'nın tanrıça eşleri) biri. Şaktiler, Şiva’nın yıkıcı gücünü temsil eder. MAHÂDİM çoğl. a. (ar. mahdum'un çoğl. matjâdim).Esk. Oğullar, erkek ev­ latlar. MAHÂFET a. (ar mahsfet). Esk. 1. Kork­ ma, korku: "Dasıtân-ı mahâfetde onun ka­ dar titremiş ve onun kadar titretmiş bir bedbaht yoktur" (Cenap Şahabettin). —2. Mahâfet-ullah, Tanrı korkusu. MAHAFFE a. (ar. mabaffe). Esk. Deve, katır gibi binek hayvanlarının üzerine yer­ leştirilen ve iki kişiyi taşıyabilecek biçim­ de düzenlenmiş üstü kapalı tahtırevan. MAHÂFİL çoğl. a. (ar. mahfilin çoğl. mah&il). Esk. 1. Toplantı, görüşme yerle­ ri. —2. Çevreler: "Bir müddettir Atina ga­



mahâfil zeteleri Yunanistan'a karşı husumet bes­ leyen mahâfilden havadis alıyorlarmış" (Y. K, Beyatlı). —3. Büyük camilerde padişa­ ha ya da müezzinlere ayrılmış bölmeler, mahfiller.



7664



— E s k . m im . -» M AHFİL.



M AH AK a. (ar. mahak). Esk. Arap tak­ viminde ayın görünmediği her ayın son üç gecesi. (Mihak ya da muhak da denir.) M A H A K A M ya da K U T A İ, Borneo (Endonezya) adasında ırmak; 900 km. Adanın doğu bölümünü akaçlayarak ge­ niş bir deltayla Makasar körfezine dökü­ lür. Kıyıları yakınında-kömür ve petrol iş­ letmeleri. M AHÂKİM çoğl. a. (ar. mahkeme'nın çoğl. mahâkim). Esk. 1: Mahkemeler —2. Mahâkim-i adiye, ceza mahkemelerinin dı­ şındaki mahkemeler. || Mahâkim-i adliye, adliye mahkemeleri. |{ Mahâkim-i askeriye, askeri mahkemeler || Mahâkim-i şeriya şe­ riat mahkemeleri. MAHAL, -III a. (ar. mahalt). 1. Yer, yöre. —2. Mahal kalmamak, gerek kalmamak, gereklilik duyulmamak. || Mahal olmamak, yeri, gereği bulunmamak. || Mahal yok, ge­ reği yok, yeri yok, lüzumsuz: Bunlan tartış­ maya, konuşmaya mahal yok. || Mahallin­ de, olduğu yerde, yerinde —Esk. Mahalline masruf, yerinde gerekti­ ği biçimde harcanmış olan. || Mahall-i ika­ met, ikamet edilen yer; ev, mesken. || Mahall-i tahaffuz, korunaklı yer; sığınak. || Mahall-ül-bey, satış yapılan yer —Esk. mat. Mahall-i handesi, geometrik yer —Havc. Pilot mahalli, bir uçağın pilotunun ve İkinci pilotunun bulunduğu yer. (Pilot mahallinde tüm kontrol ve seyrüsefer ay­ gıtları İle motorların, flapların, iniş takımla­ rının vb. manevraları için gerekli kollar bir arada bulunur.) —Ota Koruyucu oturma mahalli, taşıtın ön ve arka bölümleri darbe enerjisini soğurarak biçim değiştirecek şekilde yapıldığın­ dan, çarpışma ya da devrilme durumun­ da taşıtın hacmini korumak için tasarlan­ mış oturma mahalli. || Oturma mahalli, mo­ torlu bir taşıt karoserisinin, yolculara ve sü­ rücüye ayrılmış alanı oluşturan ana bölümü.



Mahabslipuram “Ganj'dan iniş" kaya yüksekkabartması pallava sanal, VII.-VIII. y.y



M AHALAKALLAH a. (ar. mâ-, Ijaleka, yarattı ve Allahtan ms-halâkı-allsh). Esk. 1. Allah'ın yarattığı bütün varlıklar, canlı ve cansız yaratıklar. —2. Kalabalık. M A H A LA P Y E , Botsvana'da kent. Gaborone'un kuzey-kuzey-doğusunda; 29 212 nüf. (1990).



M AH AU B çoğl. a. (ar. mahleb'in çoğl. mahâlib). Esk. Yırtıcı hayvanlann pençele­ ri. S. Held



götürürlerdi. Bu tür bir baskın kadın ve er­ MAHALLE a (ar mahalfden mahalle). 1. kek için büyük bir utanç sayılır ve salıverilKent ya da kasaba boyutunda büyük bir seler bile mahalleyi terk etmek zorunda ka­ yerleşmenin sınırlan içinde yerel yönetim lırlardı. ikinci meşrutiyetten sonra (1908) bu amaçlarıyla aynlmış daha küçük birim. (Ço­ ğu kez yerleşmenin tarihsel çekirdeklerini tür baskınlar yasaklandı; yalnızca randevu evi durumundaki yerlere baskın yapılma­ oluştururlar). —2. Dağınık kırsal yerleşme sına İzin verildi, yapılan baskında yakala­ biçiminde az sayıdaki evlerin meydana ge­ tirdiği birbirinden ayrı yerleşme kümeleri. nanlar mahkemeye çıkarılırdı. (Yönetim bakımından, bunlar "köy” adı al­ M ah a lle baskım , bir ortaoyunu faslı. tında birleştirilir) —3. Bir kentin, belli özel­ Kavuklu, mahalle bekçisi olmuştur ve Hırliklere sahip ya da kendi içinde bir bütün bo'nun evinde oturmaktadır. Sahneye Şe­ oluşturan bölümü; semt: Kibar mahalle Ke­ kerpare gelir ve kimsesiz olduğunu, Şal­ nar mahalleler —4. Bir kentte bir yerleşim gam Hoca adlı birinin kendisini büyüttüğü­ biriminde bulunulan yerin, özellikle de otu­ nü, onun oğluyla seviştiklerini, ama hoca rulan yerin yakın çevresi: Mahallede bir kendisiyle evlenmek istediğinden İzin ver­ ayakkabı tamircisi var mı? Mahallede onu meyip oğlunu evden kovduğunu anlatır Kız herkes tanır. Bu mahallenin insanları. —5. da oğlanın peşinden gelmiştir. Kavuklu, on­ Yakın oturanların, komşulann tümü: Haber ları evine alır, ama Hırbo olanlardan kuşbütün mahalleyi ayağa kaldırdı. —6 . (Tam­ kulanmıştır Mahalleliyi kışkırtarak bir ma­ layan olarak) bir kentin aynı bölümünde halle baskını düzenler, gelenler kızın sesi­ oturanların uğradığı bir işyeri için kullanılır: ne âşık olduklanndan bir şey yapamaz, Mahalle bakkalı. Mahalle kahvesi. —7. Ma­ bekleşirler. Sonunda Şalgam Hoca gelir, halle çapkını, çapkınlıkta beceriksiz olan, durumu öğrenen mahalleli araya girip ho­ mahallesi dışında çapkınlık yapamayan cayı ikna eder, o da evlenmelerine izin ve­ kimse || Mahalle, sokak çocuğu, gününü rir. Oyun Şalgam Hoca adıyla da bilinir. sokaklarda başı boş geçiren, iyi eğitilme­ MAHALLEBİ -> MU HALLEBİ. miş çocuk. || Mahalle kahvesi gibi, gürül­ tülü patırtılı, havası çok kirlenmiş, kalaba­ MAHALLEBİCİ - MU HALLEBİCİ. lık yer için kullanılır: Büro değil, sanki ma­ M AHALLEBİCİİİK - MUHALLEBİCİLİK. halle kahvesi, çalışabilirsen çalış. || Mahal­ le karısı, kavgacı ve şamatacı, görgüsü, MAHALLELİ a. Aynı mahallede oturan saygısı kıt, çevresindekilere kaba davranan insanların tümü; mahalle halkı: Mahalleli, kadın: Bırak mahalle kansı gibi konuşmayı kaybolan çocuğu köşe bucak aramaya ko­ da doğru dürüst anlat. yuldu. Bu kılıkta çıkarsan mahalleli sana —Esk. Mahalle-i hamuşan, suskunlar ma­ güler. hallesi; mezarlık. ♦ sıf. Aynı mahalle halkından olan. —Esk. eğit. Mahalle mektebi, okuma yaz­ ma ve basit matematik bilgileri öğreten ve M A H A L L E T EL-KÜBRA, Mısır'da din eğitimi veren osmanlı ilkokulu. (Bk. an­ kent, Aşağı Mısır'da (Garbiye ¡II); 358 sikl. böl.) 844 nüf. (1986). Tekstil (pamuk taneleme, iplik yapma ve dokuma, hazırglylm). —Folk. Mahalle baskını, mahalle içinde zi­ na ya da fuhuş yapılan evlere mahalle hal­ M AHALLİ sıf. (ar. mahall ve -/'den mahal­ kı tarafından yapılan baskın. (Bk. ansikl. li). Bir yere bir bölgeye özgü, o yere o böl­ böl.) geye ait; yöresel, yerel, lokal: Mahalli şive. —Huk. Mahalle bekçisi -> BEKÇİ. || Mahalle Mahalli gazete Mahalli bir töre Mahalli ye­ muhtan -» m u h t a r . mekler. Mahalli seçimler. —Tar. Araplar'ın önceleri "konaklama ye­ —Coğ. Mahalli saat -> yerel* s a a t. ri", sonraları da kentin bir yönetim birimi­ —Huk. Mahalli idare -> YEREL* YÛNEnin en küçük bölümü anlamında kullandık­ T lM 'In e ş a n la m lıs ı. || Mahalli idare birlikleri ları sözcük. (Türkiye’ye terim ve kent yöne­ — YEREL* YÖNETİM BİRLİKLERİ. tim birimi olarak, arap dilinden geçen bu. MAHALLİLEŞMEK gçz. f. Mahalli bir sözcük, Osmanlı döneminden bugüne ka­ özellik kazanmak; yöreselleşmek. dar aynı anlamda kullanılır.) M AHAm İD çoğl. a. (ar. mahmedetin —ANSİKL. Esk. eğit. Beş-altı yaşlarından çoğl. mahâmid). Esk. 1. Övmeler, hayra başlayarak kız ve erkek çocukların okutul­ geçen, şükredilen davranışlar. —2. Güzel, dukları mahalle mekteplerine sıbyan mek­ iyi huylar. tebi, muallimhane darülilim de denirdi. Öğ­ renime elifba cüzüyle başlanıl; Kuran’ın M AHAM İL çoğl. a. (ar. maprnil, mihmel' hatmi İle son verilirdi. Bu programın süresi in çoğl. mahsmil). Esk. 1. ¡ki kişinin otura­ belirsizdi; bir yıldan on yıla kadar olabilir­ bileceği ve deve üstüne konulan sepetler, di. Disiplin öğelerinden biri olarak falaka* mahmiller. da kullanılırdı. Mahalle mektepleri 1839’da M AH AH (Alfred Thayer), amerikalı ami­ yeniden düzenlenerek öğrencilere sarf ve ral (West Point 1840 - Öuogue, New York, nahiv, yazı meşki, ahlak dersi de verilme­ 1914). Amerikan iç savaşı'na katıldı; Newye başlandı. Cumhuriyet döneminde bu port'ta, Deniz harp okulu komutanlığı yaptı okullar kaldınlarak yerine çağdaş laik İlko­ (1866-1889 ve 1892-93). Kuramları, Birinci kullar açıldı. Dünya savaşı eşiğindeki amerikan deniz —Folk. Mahallelerin yakın zamana değin kuvvetlerinin gelişmesine ve öğretisine be­ içedönük ve renkli bir yaşamı vardı. Aynı lirleyici bir etki yaptı. Başlıca yapıtları: The mahallede oturanlar arasında sıkı bir da­ influence of Sea Power upon History, 1660yanışma ve yardımlaşma sözkonusuydu. 1783 (1660-1783 arasında tarihte deniz Mahalle esnafının da bu yaşantıda önemli kuvvetlerinin etkisi) [1890]; The influence of bir yeri vardı. Mahallede oturanlardan biri­ nin namusu tümünün namusu sayılır; acı­ -Sea Power upon the French Revolution and Empire, 1793-1812 (1793-1812 arasın­ lar, sevinçler paylaşılırdı. Mahallelinin körunmasından mahalle kabadayıları kendileri-' da Fransız devrimi ve imparatorluk döne­ mi üzerinde deniz kuvvetlerinin etkisi) ni sorumlu sayarlardı. Aynı mahalleden [1892]; Nelson (1897). olanlar birbirlerini her konuda kollar, sahip çıkarlardı. Mahalle düzenini bozanlar hoş MAHANA ya da M AHNA a. Yörs Ba­ görülmez ve bunlara birlikte tavır konurdu. hane. Bugün değişen yaşam koşulları ve değer­ M AHAN ADİ, Hindistan'da ırmak; 820 ler, bu tür mahalle yaşantısının hemen he­ km. Batı Gatlar’dan, Madhya Pradeş’in men tümüyle ortadan kalkmasına neden D.’sundan doğar, B.’ya, sonra Çattisgarh’ olmuştur. Bununla birlikte gelenekselliğini ta K.'e ve D.'ya doğru akar, Orissa'ya gir­ koruyan yörelerde bu anlayışın izlerine rast­ dikten sonra G.’e ve G.-D.’ya yönelerek çok lamak olasıdır. geniş bir deltayla Bengal körfezine dökü­ • Mahalle baskını, yabancı bir erkeğin gir­ lür. Birçok sulama kanalı sayesinde Mahadiği ya da fuhuş yapıldığı belirlenen eve nadi'nin sularından yararlanılır. .7 mahalle imamı, muhtar ya da bir üye; bekçi ve mahalle halkı b irlikli baskın yapardı. MAHANE ya da MAHYANE a (fars. Eve giren baskıncılar; yakaladıklar kadın ve mâh ve -ane'den mâhane mâhyane). Esk. erkeği tutup aşağılayıcı sözlerle karakola Aylık, maaş (Mahiyane de denir.)



mahayana MAHARANİ a. (sanskritçe söze., maha, büyük ve rani, kraliçe'den). Mihrace'nin eşi. BM AHARAŞTRA, Hindistan’da eyalet, Dekkan'da, Umman denizi kıyısında; 307 500 km2; 62 784 000 nüf. Merkezi Bom­ bay. Üç doğal bölgesi vardır: kıyıları al­ çak ve denizkulaklarıyla dolu-olan Konkan kıyı ovası; Gat dağlarının ya da Sahyadri dağlarının (900 -1 200 m yükseklikte) ol­ dukça alçak sırtları; büyük bir plato (300 -900 m yükseklikte). Gat dağlarını ve pla­ toyu örten büyük bazalt örtüsü Dekkan lavlan, Tapti dehlizi gibi derin vadilerle ke­ silen masamsı yüzey şekilleri oluşturur. Bazaltların ayrışmasıyla, pamuk yetiştiri­ len verimli kara toprakları ("vertisol’’) ge­ lişmiştir. Marathi dili konuşan Maharaştralılar, Hindistan’ın okuma-yazma oranı en yüksek (% 47) halklarından biridir. Az ya­ ğışlı (500 - 700 mm) iklimi kocadan, ince telli bir pamuk cinsi yetiştirme olanağı ve­ rir; pamuk verimi azdır, ama gene de Ma. haraştra'yı dünyanın en büyük pamuk bölgelerinden biri yapmaya yeter. Sulama tesisleri Maharaştra'yı Hindistan’ın ikinci büyük şeker üreticisi (şeketlsamışının % 13'ü, şekerin üçte biri) haliıtğgetirdi. Sa­ nayi, bazı maden kaynaklarından (demir cevheri ve manganez, boksit) ve özellikle de Gat dağlarının su kaynaklarından (Koyna barajı) yararlanır. Tarapur'da bir nük­ leer santral çalışmaktadır. Umutlar Offshire (denizde) petrol yataklarına bağlanmış­ tır. Ne var ki Bombay bir yana bırakılırsa, Maharaştra az sanayileşmiş bir eyalettir: pamuk iplikçiliği (Şolapur); şeker fabrika­ ları. iç kesimdeki tek büyük kent, eski marathi’nin başkenti, kültür merkezi ve ge­ nişleyen bir sanayi kenti olan Poona'dır. —Tar. Savaşçı dağlıların yaşadığı bu böl­ ge için Saka (ya da İskit) krallıkları, Şatakarniler’in Andhra krallığı ile çekiştiler. Andhra krallığı'nın parçalanmasından (İ.S. III. yy.) sonra, biri Dekkan'ın kuzey-batı' sındaki, öbürü de merkezinde olmak üze­ re sırasıyla Vakataka (300-500’e doğr.) ve Traikutaka (250-500'e doğr.) krallıkları ku­ ruldu. O tarihte, Cayasimha’nın kurduğu, Badami Çalukyaları krallığı'nı (543-755'e doğr.), Pulakeşin II (609-642), Maharaştra’nın ilk imparatorluğu durumuna getir­ di. Bu imparatorluk, Rastrakuta haneda­ nı zamanında (755-973'e doğr), hem Vengi Çalukyaları’nın, hem de Çolalar'ın Tamul imparatorluğu’nun tehdidi altında bu­ lunmasına rağmen, varlığını sürdürdü. Çalukya ve Rastrak'uta ünlü tapınaklar yaptırdılar: Acanta, Aihole, Badami, Ellora, Nasik. Sonunda, Kalyani Çalukyaları, Maharaştra’yı egemenlikleri altına aldılar (973-1190’a doğr.). Ama güneyde Hoysalalar'ın ve kuzeyde Yadavalar'ın koalisyo­ nu tarafından yenilip uzaklaştırıldılar. Yadavalar burada yeni bir Maharaştra impa­ ratorluğu kurdular (en parlak devrini XIII. yy.'da yaşadı), fakat Maysor Hoysalaları’ na karşı giriştiği savaşlarda gücünü tüke­ ten imparatorluk, sonunda Delhi sultanlı­ ğı tarafından ele geçirildi (1294-1318) ve ilhak edildi (1318). MAHARAŞTRİ a. Marathinin kaynak­ landığı magadhiye yakın prakrit. M a h a ra tri ya da M ah a -Ş iva ra tri, Şiva'nın büyük gecesi anlamına gelen ve şiva hindularının ocak-şubat aylarında kut­ lanan en büyük bayramlarından biri için kullanılan sanskritçe söze. Oruç tutularak karşılanan Şiva’nın büyük gecesi’nde din­ darlar, Şiva'nın simgesi olan linga’ya ta­ pınırlar. Ertesi gün şenlikler yapılır. M AH AR BAL, kartacalı general (öl. İ.Ö. 216'dan sonra), Himllkon’un oğlu. Annibal'ın yardımcısı ve süvarilerin komutanıy­ dı; ikinci Pön savaşı çarpışmalarına katıl­ dı. Komutanına, Cannae’den sonra Roma üzerine yürümesi için öğütlerde bulundu­ ğu, ama onu razı edemediği ileri sürülür. MAHARET a. (ar. maharet). 1. Başka­ larının güç bulduğu, ustalık isteyen bir işi-



yapabilme yetisi; beceri, hüner, ustalık: Bu konuda üstün bir mahareti var. Mahareti­ ni göstermek. Bir işi maharetle yapmak. —2. Maharet kazanmak, beceri kazan­ mak, ustalaşmak. MAHARETLİ sıf. 1. Mahareti olan, be­ cerikli, hünerli bir kimse, işe yatkın el için kullanılır; usta. —2. Ustalıkla yapılmış, hü­ nerli, usta bir elden çıkmış olan şey, bir iş için kullanılır. MAHARETSİZ sıf. Beceriksiz, elinden iş gelmeyen, eli işe yatkın olmayan. MAHARETSİZLİK a. Maharet yoksun­ luğu, beceriksizlik. M AHÂRİB çoğl. a. (ar. mihrâbin çoğl. mahârib). Esk. Mihraplar, MAHÂRİC çoğl. a. (ar. mahrecin çoğl. matjSric). Esk. Çıkış yerleri. —Esk. dilbilg. Maharic-i huruf, seslerin çı­ kış yerleri. M AHARİM çoğl. a. (ar. mahremin çoğl. mahSrim). Esk. 1. Yapılması din bakımın­ dan yasak olan şeyler, haram sayılan şey­ ler. —2. Gizlenmesi gereken şeyler. —3. Maharim-ül-leyl, dolaşılması, yola çıkılma­ sı yasak olan geceler. M AHAR İT çoğl. a. (ar. mahrüt'un çoğl. mahsrît). Esk. mat. Koni ya da koni biçi­ minde olan cisimler. —Esk. yerbil. Mahârit-i munzama, yanar­ dağ çatlak ve yarıklarından çıkan kül ve taş kümeleri. M AHASAL a. (ar. ma ve haşa/'dan mâ -hıaşal). Esk. 1. Ortaya konari, ortaya çı­ kan, elde edilen şey: "Ve hep o felsefe rü­ yaları meydanında / hayatının kalacaktır ma-hasalı / hayal ü his ile mâlî güzide bir gazeli" (Tevfik Fikret). —2. Mahasal-ı ömr, insanın bir ömür boyunca çalışarak elde ettiği şeyler; çocuk, evlat. M AHASANG HİKA a. Eski buddha di­ ninde sapkın bir mezhep; İ.Ö. IV. yy.'da ke­ şiş Mahadeva tarafından kuruldu. Bu mezhepte, aziz (arhat) insani ölçülere in­ dirgenmiş, Buddha ve bodhisattvalar ise tanrılaştırılmıştır. Mahasanghika, çok geç­ meden birçok tarikata bölündü. MAHASİN çoğl. a. (ar. hüsnün çoğl. mahasin). Esk. 1. Güzellikler: "Koşardı pîş-i mahâsinde daima hevesin" (Tevfik Fikret). —2. Güzel eserler. —3. Yüze gü­ zellik veren sakal, bıyık. —4. Mahasin-i ahlak, ahlak ya da huy güzelliği. || Maha­ sin-i gurbet, gurbetin güzellikleri. || ilm-i mahasin, estetik. M ah a -Ş Iva ratrl -»



MAHARATRİ.



MAHAT a. (ar. mahal). Esk. 1. Yolculuk sırasında inilecek yer, konaklama yeri. —2. Liman. —Ciltç Kap ile sırt arasındaki açıklık. (Me­ şin ya da bezle kaplanan mahat, kapağa hareket kolaylığı sağlar.) MAHAT a. Yörs. Saraç., Ayakkc., Maro­ kene. ve Koşumc. 1. Deri şeride kenar çiz­ gisi yapmakta kullanılan, çift ağızlı şimşir araç. —2. Mahat çekme, bir deri parça­ sında ya da başka bir gereçte katlanma­ sını kolaylaştırmak ya da bir dikiş yapmak üzere oluk açma. M AHATHİR BİN M U HAM M ET İS­ KENDER, malezyalı siyaset adamı (Alor Setar, Kedah, 1925). Bangladeşli bir aile­ nin çocuğu olarak dünyaya geldi. Singa­ pur'daki Malaya Üniversitesi tıp fakültesi'ni bitirdi (1953). Öğrenciliği sırasında siyase­ te atıldı. 1964'te Birleşik Malaylar ulusal örgütü (UMNO) üyesi olarak milletvekili seçildi. 1969 seçimlerinde milletvekilliği­ ni yitirince, partinin önderi Tunku Abdurrahman’a karşı muhalefete giriştiği için partiden çıkarıldı. Tun Abdülrezzak'ın Baş­ bakanlığı döneminde yeniden partiye gir­ di. 1972'de partinin yüksek konseyine se­ çildi. 1974'te yeniden milletvekili oldu; Eği­ tim bakanlığını üstlendi. Haziran 1981’de partinin başkanı seçildi; bir ay sonra da Başbakan oldu. Ağustos 1986 seçimlerin­



de, başında olduğu Ulusal cephe koalisyonu iktidarda kaldı. 3. defa UMNO başkanı seçildi (1987). Başbakanlık görevini 1990 seçimlerinden sonra da sürdürdü.



7665



MAHATMA a. (büyük ruh anlamına sanskritçe söze ). Hindistan’da, Gandhi gi­ bi önde gelen önemli ruhani kişilere veri­ len unvan. (Bu unvan, Upanisadlar'da ge­ liştirilen bir düşünceye dayanır: buna gö­ re, her varlık gerçekliğini atman’da bulur ve her varlığın büyüklüğü, kurtuluş yolun­ da brahmana yakınlığıyla orantılıdır.) M AH AU T -> M ATHİLDE. MAHAVAVY DU NORD, Madagas­ kar'ın kuzey bölümünde ırmak, Tsaratanana kütlesinden doğar, Nosy Be'nin K. -D.'sunda Mozambik boğazına dökülür. Deltası bir şekerkamışı üretim bölgesi ol­ muştur. Kıyısında bir liman yapılmıştır. MAHAVAVY DU SUD, Madagaskar ın batı kesiminde ırmak, Mahacânga'nıri G.-B.’sında Mozambik boğazına dökülür. Bir şeker şirketi, deltasının bir bölümün­ de tarım yaptırmaktadır. M AHAVELİ G ANGA ("Büyük Kum Ir­ mağı"), Sri Lanka’da ırmak; 330 km. Ada­ nın en yüksek bölgesinden doğar, K.-D.’ya yönelir ve Trincomalee'nin G.’inde okya­ nusa dökülür. Sulamada yararlanılan hid­ rolik tesisler. M AHAVİRA (İ.Ö. VI. yy.), 24 Tirthankara'nın (caynacılığın kurucuları) sonuncu­ su; sangha'da (caynacıların dinsel toplu­ luğu) reformlar yaptı. M AHAVİRA, hintli matematikçi (IX. yy. Maysor). Klasik dönemin en önemli ma­ tematikçilerindendir. Tek yapıtı, içinde ge­ niş açıklamalar bulunan bir ders kitabıdır (Ganitasarasangraha). Mahavira, burada aritmetik işlemlere kesinlik kazandırır, alan ve hacim hesaplarını işler. MAHAYANA, büyük ilerleme aracı ya da Büyük Taşıt anlamına gelen ve İ.S. I. yy. başına doğru ortaya çıkan gelişmiş bir buddhacılık biçimini adlandıran sanskrit­ çe söze. Mahayana, kendisi ortaya çıktık­ tan sonra hinayana ya da "Küçük Taşıt" olarak adlandırılan daha önceki buddhacılıktan daha metafizik bir nitelik taşıyor­ du. Özellikle Kuzey Hindistan’da gelişti (buradan Tibet, Çin ve Japonya'ya yayıl­ dı) ve Kuzey buddhacılığı ya da sanskrit buddhacılık olarak da adlandırıldı. Kutsal­ lığı bireysel bir yetkinlik ülküsü (arhat) olarak değil, öteki yaratıkları kurtuluşa gütürmeyi amaçlayan bir meslek olarak görüyordu. Salt çilecinin yerine bodhisattva'yı



„ , «aharaştn



Trimbak'tan genel görününı (Bombay’ı! kuzey-doğu'sunda)



mahayana geçiren bu öğreti, hint felsefesine büyük bir atılım yaptırdı. M AHAZAR a. (ar. mâ- ve Pazar'dan mâ -hazar). Esk. Hazır olan; hazır olarak her ne varsa, elde bulunan: Hayr-üt-taamı ma -hazar (yemeğin hayırlısı daha önceden hazırlanmış olandır).



7666



M AHAZIR çoğl. a. (ar. mahzar1ın çoğl. mahâzıı). Esk. Başvurmalar, genel dilek­ çeler, başvurular. Lauros-Giraudon



M AH AZİ çoğl. a. (ar. mahzat’ın çoğl. mahâzi). Esk. Kötü davranışlar, kötü huy­ lar, rezillikler. M AH AZİL çoğl. a. (ar. mahzuTun çoğl. mahazil). Esk. Rezil olmuş kimseler, rezil­ ler. M AHAZİN çoğl. a. (ar. mahzen'in çoğl. mahazin). Esk. Mahzenler. M AHÂZİR çoğl. a. (ar. mahzur'un çoğl. mahâzir). Esk. Sakınılacak şeyler, sakın­ calar, engeller. MAHBER a. (ar. hibr, mürekkeplen mahber). Esk. Mürekkep hokkası, divit.



yürek biçiminde küçük mahfaza Fransa, XIII. yy, Fragonard m üzesi, Grasse



MAHBES a. (ar. mahbes). Esk. 1. Ha­ pishane, cezaevi: "O zindanla mezar ara­ sında bir kapıdır. Giren mahbestedir, çı­ kan maktele gider” (A. H. Tarhan). —2. Sıkıntılı, kasvetli yer. —3. Mahbes-i âmâl, arzuların, İsteklerin hapishanesi. M AHBEZ a. (ar. mahbez). Esk. Ekmek yapılan ve satılan yer, ekmekçi dükkânı. MAHBUB sıf. (ar. mahbüb). Esk. 1. Sev­ gili, sevilen: "Serserilik denilen mahbubu /Alamaz koynuna her boşta gezen" (Ney­ zen Tevfik). —2. Mahbub-perest, erkek düşkünü, erkek seven. || Mahbub-ı asfer, altın. || Mahbub-ı elhan. dünyanın sevgili­ si. || Mahbub-ı HCıda, Tanrı’nın sevgilisi; Hz. Muhammet. || Mahbub-ı kulub, mahbub-ül-kulub, gönüllerin sevgilisi; Hz. Muhammet. M AHBUBE a. (ar. mahbüb’ur dişi. mahbübe). Esk. 1. Sevilen, kadın, sevgi­ li. —2. Değerli bir lale çeşidi. MAHBUN a. (ar. mahbün). Esk. Kıtlıkta kullanılmak üzere saklanan şey. —Ed. Aruz vezninde müstef'ilün (----- .—) cüzünün, ilk hecesindeki kısalmayla mefâilün'e (•— —) dönüşmüş biçimi. (-* H A B N .)



MAHCER a. (ar. mahcer). Esk. anat. Göz çukuru. MAHCİR a. (ar. mahcir). Esk. 1. Parmak­ lık. —2. Ayırma işareti. MAH-CONO a. (kazanıyorum anlamın­ da çince söze.). Dominoya ve bazı kâğıt oyunlarına benzeyen çin oyunu. — A N S İK L . X IX . yy.'da Çin'de ortaya çıkan mah-cong, imparatorluk hanedanlığının çöküşüne kadar (1911) yalnızca Saray çev­ resinde oynandı. Önce bütün Çin'e, son­ ra ABD'ye ve Avrupa'ya yayıldı. 144 taş ve dört oyuncuyla oynanır. Öyun en fazla taş bileşimini gerçekleştirmeye dayanır. Buna ulaşmak için her oyuncu, çektiği ya da rakiplerinin attığı taşlarla kendi taşları­ nı değiştirir. M AHCUB (Muhammet), sudanlı siyaset adamı (doğm. 1908). Avukattı; 1954'te muhalefet liderliğini üstlendi, Dışişleri ba­ kanı (1956-1958 ve 1964-65), Ümmet partisi'nin ve Birlikçi ulusal parti'nin desteği sonucu haziran 1965'te Başbakan oldu. Temmuz 1966’da devrildi. Mayıs 1967’de yeniden İktidara geldi ve general Nümeyri'nin mayıs 1969'daki darbesine kadar bu görevde kaldı.



Dalgıç Ahmet Paşa imzasını taşıyan Kuran mahfazası, XVIİ. yy. Türk ve İslam eserleri müzesi İstanbul



MAHCUBİYET, -ti a. (ar. mahcüb ve -iyyet’ten mahcübiyyet). 1. Utanma huyu; utangaçlık, sıkılganlık: Mahcubiyeti her halinden belliydi. —2. Mahcup olan bir kimsenin içinde bulunduğu durum: Bü­ yük bir mahcubiyet içindeydi. Mahcubi­ yetinden kimsenin yüzüne bakamıyordu. M AHCUC şif. (ar. hüccet, kanıt'tan mah-



cuc). Esk. Kanıt olarak verilmiş, delil gös­ terilmiş. MAHCUP sıf. (ar. mahcub, örtülü, per­ deli). 1. Olanlardan, yaptığı bir hatadan utanç duyan, sıkılan kimse için kullanılır: Size karşı çok mahcubum, düşüncesizlik ettim. —2. Utangaç, sıkılgan kimse; bu kimsenin davranışı için kullanılır: Mahcup bir delikanlı. Mahcup bir bakış, gülümse­ yiş. —3. Mahcup etmek, bir kimseyi bir söz ya da davranışı yüzünden utandır­ mak. || Mahcup olmak, sıkılmak, utanmak: Onlara karşı mahcup olmak istemem. ♦ be. Utanarak: Cüretinden dolayı biraz mahcup, sözlerine devam etti. —Ed. Dizelerinde birden fazla uyaklı söz­ cük bulunan ancak her dizedeki uyaklı sözcükler yan yana olmayan şiir. (Örn. "Âlem esir-i dest-i meşiyyet değil midir / Âdem zebun-ı pençe-i kudret değil midir" [Evren Tanrı istencinin elinde tutsak değil midir; insanoğlu tanrısal gücün pençesin­ de güçsüz kalmış değil midir] [Nabi], Bu­ rada asıl uyağı meşiyyet-kudret sözcükleri oluşturmaktadır. Alem-âdem sözcükleri ise ikinci uyaklardır.) [4 * ZU-KA FİY ETE Y N.] (Karşt. M Ü TEK A RİN.) —isi. huk. Başka mirasçıların var olması nedeniyle, mirastan pay alması tamamen ya da kısmen engellenmiş kişi. M AHCUPLUK a. Mahcup olma duru­ mu; utangaçlık, mahcubiyet. M AHCUR



sıf. (ar. mahcur). K IS ITLl’ n ın e ş a n la m lıs ı.



M AHCUZ



sıf. (ar.



mahcuz).



Med. huk. H A C lZ L İ’ n ln



e ş a n la m lıs ı.



MAHÇE a. (ar. mâh ve fars. -çe'den mâhçe, küçük ay). Esk. Minare, kubbe, hükümet binası, bayrak direklerinin başı­ na konulan küçük ay. MAHDUM a. (ar. O'dmef'ten mahdum). Esk. 1. Erkek evlat, oğul. —2. Kendisine hizmet edilen kimse, efendi. —3. Mahdum-i kâinat, kâinatın efendisi; Hz. Mu­ hammet.



in eşanlamlısı. || Mahdut mesuliyet, SIN IR LI* s O R U M L U L U K 'u n e ş a n la m lıs ı.



MAHE a. (fars. mâhe). Esk. Hilal biçimin­ deki burgu, matkap. M AHE, Hindistan’da (Pondiçeri), Mala­ bar kıyısında kent; 20 000 nüf. Eski tran­ sız sömürgesi. Balıkçılık. Hindistancevizi ve vanilya işletmeleri. Karabiber ticareti. —Tar. Hindistan şirketi tarafından ele ge­ çirilen (1721-1727) karabiber ambarı. Maratalar’ın hücumundan bir kez (1725) Pardaillan, bir kez de (1741) La Bourdonnais tarafından kurtarılan Mahe, 1761'de Ingilizler'ln eline geçti, 1763’te geri yerildi. Özellikle 1778-79’da ve Devrim ve impa­ ratorluk dönemleri boyunca birçok kez Ingilizler’in işgaline uğradıktan sonra, 1815’ te yeniden fransız yönetimine geçti ve temmuz 1954'te fiilen, daha sonra da res­ men (28 mayıs 1956) Hindistan’a devre­ dildi. M AHE, Seychelles takımadalarının baş­ lıca adası, Hint okyanusu’nda; 145 km2; 60 000 nüf. Merkezi Victoria. Kopra, va­ nilya, tefarikotu. Balıklavalar. Guano işlet­ mesi. Önemli turizm etkinliği. —Adanın adı, XVIII. yy.'da Mascareignes genel va­ liliği yapmış La Bourdonnais kontu Ber­ trand François MAHÉ'den gelir. M AHÉBO URO, Mauritius adasının güney-doğu'sunda kent; 12 000 nüf. Ba­ lıkçılık merkezi. MAHED a. (ar eahd'den mached). Esk. Sözleşilen yer, buluşma yeri. M AHEN (Antonin V a n Ğ URA, Jirf — denir), çek yazar (Ğâslav 1882 - Brno 1939), izlenimci şiir kitapları yazdı (Po­ èmes [fr. çev], 1928), ayrıca doğa üzeri­ ne denemeleri (/e Livre des pêcheurs [fr. çev.], 1921) ve dramları (Janosik, 1910; Ci­ el, Enter, Paradis [fr. çev.], 1917; la Mer Morte [fr. çev.], 1918) vardır, intihar etti. M AHENDRA, pali dilinde Mahinda, Hindistan hükümdarı Aşoka'nın oğlu ya da küçük kardeşi. Seylan'a İ.Ö. 250'de buddhacılığı getirdi.



M AHDUM K U L I, mahlası Firagi, türk M AHENDRA B İR B İK R AM ŞAH şair (Hacı Kovşan, Türkmenistan, 1733 ? (Katmandu 1920 - Bharatpur 1972), Ne­ - ? 1793 ?). Babası Mehmet Azadi de şa­ pal kralı (1955-1972). Hindistan ile yakın irdi. Hive, Buhara, Andican medreselerin­ ilişkiler sürdürmesinin yanı sıra Çin ile sı­ de okudu. Türkmen edebiyatının en bü­ nır anlaşmazlıklarını yoluna koydu (ekim yük şairlerinden biri ve usta bir kuyum­ 1961) ve bu ülkeyle bir ticaret anlaşması cuydu. Ülkesinin siyasal, toplumsal sorun­ imzaladı (mayıs 1966). Bu siyaset direniş­ larıyla yakından ilgilenerek 1767'de Türk­ lerle karşılaştı ve kral 15 aralık 1960’ta, menlerle Hive Hanlığı arasındaki savaşa 1959 Anayasası’nı askıya aldı ve hint yan­ katıldı. İran’a karşı girişilen savaşımı des­ lısı bakanları hapse attırdı. 1962 Anayatekledi. Türkmen kabilelerinin birleşmesi sası’yla halka dayalı bir demokrasi kurma­ yolunda çalıştı. Vatan sevgisi, özgürlük te­ ya çalışılıyor, birden fazla kadınla evliliği malarını işledi. Uyarıcı, eğitici ürünleriyle, ve çocuk yaşta evlenmeyi vb. yasaklayan türkmen halkı üzerinde etkili oldu. Hece ağustos 1963 tarihli Mahendra yasası ve vezniyle koşmaları yanında aruzla şiirleri, bir toprak reformu da bu anayasada yer iki geleneği birleştiren heceyle yazılmış alıyordu. Ölümünden sonra yerine oğlu muhammesleri, müseddesleri 2 0 0 0 0 Bi rend ra geçti. mısralık Divan’ını oluşturur. Pek çok şiiri Türkmenler tarafından ezbere bilinir; de­ BMAHFAZA a. (ar. mahfaza). Bir şeyi ko­ yişleri atasözü gibi ağızdan ağıza dolaşır. rumak amacıyla kullanılan kap; koruncak: Yüzük mahfazası. Gözlük mahfazası. M AHDUM ÜLM ÜLK, asıl adı Mevlana — A N S İK L. Güz. sant. Teb bölgesindeki es­ Abdullah, hintli din bilgini ve şeyhülislam ki Mısır lahitlerinin yanında, pllon biçimin­ (öl. Ahmedabad 1582). Sultanpurlu Şeyh de mezar mahfazaları ortaya çıkarıldı. Bu Şemsettin’in oğlu. Öğrenimini Mevlana kutuların içinde, öbür dünyada ölüye yük­ Abdülkadir Sarhindi’den gördü. Dinsel lenecek angarya işleri yapmakla görevli, konulardaki üstün çalışmalarından ve bil­ uşebti adı verilen heykelcikler bulunuyor­ gisinden ötürü Humayun, Şir Şah ve Ekdu. Antikçağ’da özellikle pyksisler (mü­ ber gibi hükümdarlar tarafından kendisi­ cevher kutusu) kullanıldı. Örtaçağ'da, ki­ ne şeyhülislam, sadrüislam unvanlarıyla liselerde kutsal kaplar ve emanetler mah­ Mahdumülmülk lakabı verildi. Başlıca ya­ fazalarda korunuyordu. Bunlar dinsel ve pıtları: peygamberlerin günahsızlığı ile il­ dindışı sahnelerle süslüydü, metal bölüm­ gili İsmet ül-enbiya, Hz. Muhammet’in yaler mineliydi, ayrıca işlemeli deri mahfa­ şamöyküsü hakkındaki Minhâc üd-din. zalar vardı. Rönesans döneminde, zengin Bunların dışında çeşitli şerh ve haşiyeleri oymalı kutular yapıldı. Bunlar arasında, de vardır. kristal levhalarına Caravaggio’nun yapıt­ MAHDUR, MAHDURE sıf. (ar mahdur, ları işlenmiş olan, Napoli müzesi’ndeki bir dişi, mahdure). Esk. Örtülü, gizli, saklan­ örnek ve Anne d'Autriche’in Mazarln’e ar­ mış. mağan ettiği sanılan, altın kıvrıkdallarla MAHDUT sıf. (ar. mapdud). 1. Sayısı be­ süslü bir mahfaza dikkati çeker. lirli, sınırlı. —2. Esk. Etrafı çevrilmiş, sınır­ Türk sanatında da değerli eşyanın, Ku­ ranların, elyazmalarının, mücevherlerin, lanmış, kısıtlı. kalem takımlarının, silahların yıpranma­ — E s k . m a t. S IN IR L l'n ın e ş a n la m lıs ı. — H u k . Mahdut ehliyet, SIN IR LI* E H LİY E T’ dan saklanmasını sağlamak amacıyla, çe-



mah iz na yerleştirilen ve karşılıklı iki kişiyi taşıya­ bilen önü açık oda biçimli sepet. (Sağlam kayışlarla hayvanın sırtına bağlanan mah­ fenin üzeri kumaşla örtülü olurdu. Sıcak ülkelerde, özellikle üst sınıftan olan kişile­ rin kullandığı bir taşıttı.) MAHFEL (ar. mahfilden). Subaylar için düzenlenmiş askeri gazino. (Daha çok es­ kiden kullanılırdı.) — M i m . - > M A H F İL .



Deniş Haşan Eyyubi'nin yapıtı bir yazı mahfazası, XVIII. yy.



Topkapı sariyi müzesi, İstanbul şitli gereçlerden (metal, deri, ahşap, de­ ğerli taşlar) mahfazalar yapılmıştır. Türki­ ye’nin çeşitli müzelerinde sergilenen bu mahfazalar formlarının yanı sıra ince işçi­ likleri ve bezemeleriyle dönemlerinin önemli sanat ürünleridir. Bunlar arasında özellikle fildişi, bağa, sedef kakmalı, ayaklı ahşap Kuran mahfazaları dikkati çeker. İs­ tanbul’da Türk ve İslam eserleri müzesi’nde bulunan Bayezit ll’nin ahşap Kuran mahfazası (1505-1506) sivri kapaklı, altı­ gen gövdelidir; kaidesi dilimli kemerli altı ayağa oturur. Yapıt ceviz kaplama üzeri­ ne rumi, hatayi, kıvrıkdallarla süslü fildişi kakmalarla bezenmiştir. XVI. yy.'ın ilk ya­ rısından, Süleyman I (Kanuni) dönemin­ den bir Kuran mahfazası ise kubbe biçi­ minde kapaklıdır; tüm yüzeyleri kitap ka­ pağı biçiminde fildişi kakmalar halinde şemse, köşebentler, çin bulutlarıyla süs­ lenmiştir. İstanbul Türk ve İslam eserleri müzesi'nde sergilenen sedef ve bağa kakmalı zarif Kuran mahfazası, 1598-1603 arasında sarayda baş mimar olarak gö­ rev almış olan Dalgıç Ahmet Paşa’nın im­ zasını taşır. Ahşap mücevher kutuları ara­ sında Selim Tin (Yavuz) abanoz kaplama­ lı, mozaik kakmalı kutusu belirtilebilir.



MAHFİ sıf. (ar. hafs, gizlemeden mahfi). Esk. Gizli, gizlenmiş: "Bu hatıra kalbin mahfi bir köşesinde saklanır" (H. C. YalÇ'n>M AHFİ Ürgüplü, asıl adı Ali, türk halk şairi (Ürgüp 1791 - ? 1853). İstanbul'a git­ tiği ve âşık kahvelerinde atışmalara katıl­ dığı bilinir. Dönüşünde gözlerini yitirdi; yoksul bir ömür sürdü. Döneminin kültür­ lü âşıklarından olduğu şiirlerinden anla­ şılır. MAHFİL a. (ar. mahfil)■ Esk. 1. Toplanı­ lacak yer, toplantı yeri. —2. Toplanmış 'kimseler, meclis. —3. Mahfil-i âli, mahfil-i şerif, Tanrı katı. Tanrı huzuru. || Mahfil-i ka­ za, adalet meydanı. || Mahfil-i şeriat, İstan­ bul'un fethinden sonra Fatih’in kurduğu mahkeme. —Mim. Camilerde ahşap ya da taş par­ maklıklarla ayrılmış yüksekçe bölüm. (Hükümdarlar için yapılanlara hünkâr" mahfili ya da mahfili hünkâr, müezzinler için yapılanlaraysa müezzin" mahfili de­ nir.) MAHFİRUZE HATİCE, Ahmet l’in ka­ dını (öl. İstanbul 1621). Şehzade Osman’ı (Genç Osman) dünyaya getirdi (1604). MAHFUF sıf. (ar. mahfüf). Esk. Etrafı çev­ relenmiş, sarılmış, kuşatılmış. MAHFUK sıf. (ar. mahluk). Esk. Yüreği daralmış, içi sıkılmış, hafakanlar basmış. MAHFUR sıf. (ar. hafr, kazıdan mahfür). Esk. Kazılmış çukur, mezar-vb. için kulla­ nılır. M AHFUZ sıf. (ar. mahfuz). 1. Korunan, saklanmış, saklı bir şey için kullanılır: Bu kitabın her hakkı mahfuzdur. Kitapları bende mahfuzdur. —2. Korunan, gözeti­ len bir şey için kullanılır. —3. Zihinde tu­ tulan, ezberlenmiş bir şey için kullanılır: Onun şiirlerinin tümü zihninde mahfuzdur. —Huk. Mahfuz hisse -» HİSSE. M A H FÜ Z (Necîb), mısırlı yazar (Kahi­



H z. Muhammet’in dişlerinden bir parçanın korunduğu mahfaza XVII.



yy.



Topkapı sarayı müzesi, İstanbul Kuranların ve elyazmalarının korundu­ ğu deri mahfazalar altın, gümüş ve ipek iplikle işleniyordu. Gümüş Kuran mahfa­ zaları da türk maden sanatının önemli ör­ nekleridir. Topkapı sarayı müzesi'nde bu­ lunan 1617 tarihli bir mahfaza, osmanlı gü­ müş işçiliğinin en görkemli ve özenli yapıtlanndandır. Uzun, dört köşeli, piramit biçimi kapaklı mahfaza değişik formuyla da dikkati çeker. Kâbe için yaptırılan bu eserin tüm yüzeyleri ve kapağı kazıma tek­ niğinde motifler ve yazılarla kaplıdır. Ge­ ne Topkapı sarayı müzesi'nde bulunan ve XVIII. yy.’da Derviş Haşan Eyyubi tarafın­ dan yapılan bir mahfaza, katıa tekniğin­ de manzara resimleriyle bezenmiştir. Edir­ ne’de yapıldıkları için Edirnekâri* olarak adlandınlan jake mahfazalar içinde en gü­ zelleri Ali’ Üskûdari’nin yapıtlarıdır.



re 1912). Önceleri doğduğu kenti anla­ tan öyküler ve romanlar yayımladı (Han ül-Haltlî, 1941). Anıtsal üçlemesi (Beyne’l-Kasreyh, 1956; Kasr üş-Şevk, 1957; Es Sükkeriyye, 1958) kahireli bir burjuva ailesinin tarihini anlatır ve ülkenin sosyal yaşamındaki köklü yapısal değişikliği yansıtır. Kuşağının en iyi romancısı ola­ rak kabul edilen Mahfûz, yapıtlarında, doğrudan, modern ve gerçekçi bir üs­ lupla, toplumsal, psikolojik ve psikanalitik çözümlemeler yapar (el-Liss wa'tKilab, 1961; Evlad Haratina, 1963; esSâ’il, 1965; Miramar, 1967). 1988'de Nobel edebiyat ödülü alan N. Mahfûz'un bazı romanları, bu tarihten sonra türkçeye çevrilerek yayımlandı: Midak sokağı (Zukakü'l-Midak), Miramar, vd.



M A H FU ZEN be. (ar. mahfuzdan mahfuzen). Güvenlik güçlerinin gözetimi altında bulundurularak: Sanık mahfuzen hastaneye götürüldü. MAHIV, -hvı a. (ar. mal.iv). 1. Yok olma; harap olma. —2. Yok etme, ortadan kal­ dırma. —3. Mahv etmek -» M A H V E T M E K . || Mahv olmak -> M A H V O L M A K .



-füruş, balık satan, balıkçı. || Mâhi-gir, ba­ lık tutan. || Mâhi-han, balık yiyerek besle­ nen; balıkçıl. || Mâhi-püşt, balıksırtı.



7667



M AHİDEVRAN SULTAN, Süleyman Tin (Kanuni) kadını (öl. Bursa 1581). Sü­ leyman Tin ilk eşi olduğu sanılmakta ve bazı kaynaklarda Bosfor ya da Gülbahar adıyla anılmaktadır. Hürrem Sultan’ın Harem'e alınmasından sonra aralarında re­ kabet başladı, Süleyman Tin annesi Hafsa Sultan'ın ölümünün (1538) ardından Manisa sancakbeyi atanan oğlu şehzade Mustafa’nın yanına gönderildi. Oradan da oğlu ile birlikte Amasya’ya gitti. Şehzade Mustafa'nın Kanuni’nin buyruğuyla öldü­ rülmesinden (1553) sonra sürüldüğü Bursa’da sıkıntılı bir yaşam geçirdi. Selim II kendisine yardım etti. Oğlu için Bursa’da yaptırdığı Mustafaicedit türbesi'ne gömül­ dü. MAHİR sıf. (ar. mahir). Usta, becerikli; amacına ulaşmak için kullanacağı araç­ ları, yolları iyi bilen kimse için kullanılır: Mahir bir cerrah. Mahir bir avukat. Sat­ rançta pek mahirdir. M A H İR , asıl adı Abdullah, türk şair (Bosna 1649 - Gaziantep 1710). Şeyh Ha­ cı Beşir Efendi'nin oğlu. Öğrenimini bitir­ dikten sonra medreselerde ders verdi. Mustafa H'nin şehzadeliğinde yakın çev­ resine girdi; onun padişahlığında Mekke mollalığına getirildi; ancak Mustafa II taht­ tan indirilince Gaziantep'te kadılığa atan­ dı. Divan' ı vardır (Süleymaniye kütüpha­ nesi, Lala İsmail bölümü, no. 482). M A H İR B E ' . türk yönetici (öl. İstanbul 1£>i3). Egrihcz aşı atından Os­ man Reşit Bey’in oğlu. Küçük yaşta İstan­ bul’a gelerek öğrenimini tamamladı. Mo­ ra valisi Ebubekir Sami Paşa nın damadı olarak BabIâli kalemi'ne girdi. Hariciye ne­ zareti kâtibi oldu. Çok iyi bir kâtip ve mektupçu olarak dikkati çekti; Takvimhane ve Matbaa nazırlığına, ardından da Evkaf na­ zırlığına (1840) getirildi. Bu görevdeyken öldü. Yazışmalarını içeren Münşeat adlı yapıtı ölümünden sonra yayımlandı (1845). M A H İR EFENDİ -



AHMET



M A H İR



E F E N D İ.



M A H İR S A İT BEY, türk siyaset adamı (XIX. yy.). Yaşamı hakkında yeterli bilgi yoktur. Abdülhamit II yönetimine karşı ça­ lışmalar yapmak için Paris'e kaçtığı, ora­ da Jön Türkler ve Prens Sabahattin ile bir­ likte çalıştığı bilinmektedir. İkinci meşrutiyet’ten sonra İttihat ve Terakki yönetimiy­ le bağdaşamadı; ilk muhalefet partisi olan Osmanlı ahrar fırkası içinde yer aldı; Mec­ lisi mebusan için yapılan 1908 seçimlerin­ de Ankara mebusu seçildi. Meclis’in tek muhalefet mebusu olarak, 1911’de Hürri­ yet ve itilaf fırkası’nın kurulmasına da ön­ cülük etti. MAHİS a. (ar. mahiş). Esk. 1. Bir şeyden dönme. —2. Kurtulma. MAHİTAB a. (fars. mah ve tab; mah -fâb’dan). Esk. Mehtap. MAHİYANE a. (fars. mâhi ve -âne'den mShiySne). Esk. Balık çorbası. MAHİYANE -



M AHANE.



M AHİYE a. (fars. mah ve ar -ryye’den osm. mshiyye). Esk. Aylık, maaş. ♦ be. Aylık olarak. M AHİYE ilg. (ar. mâ- ve hiye'den mâ -hiye). Esk. O şey ki.



MAHFAZALI sıf. Mahfazası olan.



MAHİ sıf. (ar. mahVdan mâhi)■ Esk. 1. Mahvedici, yok edici. —2. Mahi-i emraz, hastalıkları yok eden. || Mahi-ün-nükuş, nakışları silen, yok eden.



MAHİYET, -tl a. (ar mâhiyyet). 1. Bir şe­ yi belirleyen temel öğe; nitelik: Sözünü et­ tiğiniz konu, benim söylediğimle aynı mahiyyette değil. —2. Bir şeyin görünenden farklı, görünmeyen özelliği; içyüz: Olayla­ rın mahiyetini bilmiyoruz.



MAHFE a. (ar. mahalle ya da mihaffe' den). Esk. Deve, fil gibi hayvanların sırtı­



M ÂHİ a. (fars. mâhi). Esk. zool. 1. Ba­ lık: Sayd-ı mâhi (balık avı). —2. Mâhi



MAHİZ a. (ar mahii). Esk. Kadınların ay­ başı hali; âdet görme.



M ısır büyükelçiliği, Fransa



Necîb Mahfûz



mahkeme 76 6 8



Lesslng-Magnum



Gustav Mahler Emil Ortik'in bir portresinden (1902) ayrıntı



Ulusal kitaplık, Viyana



MAHKEME a. (ar. mahkeme). 1. Huk. Yargı yetkisini kullanarak hukuksal anlaş­ mazlıkları karara bağlayan devlet örgütü. (Bk. ansikl. böl.) —2. Dava, duruşma: Mahkemelerin uzun sürmesi, birçok insa­ nı zor durumda bırakıyor. Mahkeme bir ay sonra başlayacak. —3. Davalara bakılan, duruşmaların yapıldığı bina: Mahkemeye gitmek. Mahkeme koridorlarını aşındır­ mak. —4. (Yüz, surat) mahkeme duvarı, (yüzü, suratı) mahkeme duvarı, bir kimse­ nin yüzünün asıklığını ya da utanmazlığı­ nı vurgulamak için kullanılır. || (Bir kimse­ yi) mahkeme etmek, onu yargılamak: Mahkeme etmeden zavallıyı astılar. || Mah­ keme kapısı, yargı yert, mahkeme: Mah­ keme kapısına düşmemeye bak. || Mah­ kemede dayısı olmak, işbaşında kendisi­ ni koruyup arkalayacak, ona kol kanat ge­ recek bir yakını bulunmak. || Mahkemeye düşmek, bir uyuşmazlık ya da anlaşmaz­ lık konusunu mahkemeye götürmek. —Esk. Mahkeme-igirdgâr, Allah'ın mah­ kemesi. || Mahkeme-i kübra, kıyamet gü­ nü kurulacağına inanılan mahkeme. || Mahkeme-i nikâh, miras ve din işleriyle il­ gili mahkeme. — H u k . Ağır ceza mahkemesi -> A Ğ IR . || Anayasa mahkemesi -» ANAYASA. || Askeri mahkeme -* A S K E R İ. || Asliye mahkeme­ si -» A S L İY E . || Bölge idare mahkemesi -> B Ö L G E . || Çocuk mahkemesi — Ç O C U K . II Devlet güvenlik mahkemesi -» D E V LE T. || idari mahkeme — İDA Rİ. || Sulh mahkeme­ si -» S U L H . —isi. huk. Mahkeme defteri, kadılar tara­ fından verilen ilam, hüccet ve cezalarla çeşitli mahkeme kayıtlarını İçeren defter. (Osmanlı kadılar; tarafından tutulan mah­ keme defterleri, İstanbul müftülüğündeki Şeriye sicilleri arşiviyle çeşitli müzelerde bulunmaktadır.) || Mahkeme-i şeriye, şeri­ at hükümlerine uygun olarak her türlü da­ vaya bakmakla görevli mahkeme. (Mah­ kemelerin başında bulunan kişiye kadı, hâkim ya da naip adı verilirdi. OsmanlI­ larda nizamiye mahkemeleri kurulunca­ ya kadar tüm yargı yetkisi şeriye mahke­ meleri tarafından kullanıldı. Tanzimat’tan sonra yetkisi gittikçe sınırlanan şeriye mahkemeleri 8 nisan 1924 tarih ve 469 sayılı kanunla kaldırıldı.) —Tar. Devrim mahkemeleri, 1792'den 1795'e kadar Paris'te ve (görevli temsilci­ ler tarafından) bazı departement larda ku­ rulan olağanüstü mahkemeler. (En önem­ lisi, mart 1793'te Konvansiyon tarafından kuruldu.) || Karma hakem mahkemesi, Bi­ rinci Dünya savaşı'nı sona erdiren barış antlaşmalarının, savaştan ya da antlaşma­ ların yürütülmesinden doğacak uyuşmaz­ lıkları yargılamakla görevlendirdiği uluslar­ arası mahkeme. (İlgili İki ülkenin her biri­ nin gösterdiği birer üye ve bir tarafsız üye­ den oluşuyordu.) —Uluslarar. huk. Halkların sürekli mahke­ mesi, haziran 1979da Bologna'da kuru­ lan ve görevi, devletler ya da başka güç­ ler tarafından, halkların haklarına yönelti­ len her türlü ağır ve sistemli saldırıları in­ celeyip görüş açıklama biçiminde işlev gören mahkeme. (Hükümetler-dışı bir ör­ gütün, Halkların hakları ve kurtuluşu için uluslararası Lelio-Basso vakfı'nın girişimiy­ le kurulan sürekli mahkeme, otuz kadar devletten gelen saygın kişilerden [52 ki­ şi] oluşur). — A N S İK L . Huk. Mahkemeler yargı yetki­ sini bağımsız olarak kullanırlar. Hiçbir or­ gan, makam, merci ya da kişi, yargı yet­ kisinin kullanılmasında mahkemelere ve yargıçlara emir, ve talimat veremez. Yasa­ ma va yürütme organlarıyla idare, mah­ keme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare mahkeme' kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve bunların ye­ rine getirilmesini geciktiremez (Anayasa md. 138). Mahkemelerde duruşmalar her­ kese açıktır. Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır (Anayasa md. 141). Mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usulleri yasayla düzenlenir. Mahkemeler, uzman­



lık alanlan ve derecelerine göre türlere aynlır: hukuk, ticaret, ceza, vergi, iş, idare, ağır ceza, asliye ceza, sulh ceza, asliye hukuk, vb. Anayasada belirtilen yüksek mahkemeler şunlardır: Anayasa mahke­ mesi, Yargıtay, Danıştay, Askeri yargıtay, Askeri yüksek idare mahkemesi, Uyuş­ mazlık mahkemesi. Mahkemeler tek ya da çok yargıçlı olarak kurulur Ağır ceza mah­ kemeleri ve asliye ticaret mahkemeleri, üç yargıçlıdır. Öteki ilk derece mahkemelerin­ de ise, tek yargıç vardır. Yüksek mahke­ melerin tümü, çok yargıçtan oluşur. MAHKEMELİ sıf. Dava konusu olan bir şey, davası olan bir kimse için kullanılır. MAHKEMELİK sıf. 1. Mahkeme açma­ yı gerektiren, mahkemede çözülmesi ge­ reken şey için kullanılır: Mahkemelik bir iş. —2. Mahkemelik olmak, üzerinde uyuşul­ mayan ya da anlaşmazlık bulunan bir ko­ nu için mahkemeye başvurmak: O sorun yüzünden iki kardeş mahkemelik oldular. MAHKİ sıf. (ar. mahki). Esk. Anlatılmış, hikâye edilmiş. M AHKUK sıf. (ar. hakk, doğru, gerçek' ten mablfüly). Esk. Doğru hale getirilmiş, doğru yapılmış, doğrulatılmış. MAHKÛK, -kü sıf. (ar. hakk, kazıma mahkûk). Esk. 1. Çelik kalemle kazılarak resmedilmiş. —2. Yazıldıktan sonra sert bir kalemle üstünden geçilerek kazınmış. ♦ a. Kazıntı, yazı üzerinde yapılan silin­ ti. MAHKÛKÂT çoğl. a. (ar. mahkûk'un çoğl. mahkükSf). Esk. Kazılarak yapılan resim ya da yazılan yazılar. MAHKÛM



L Ü 'n ü n e ş a n la m lıs ı.



mahkum). 1. H Ü K Ü M —2. Bir şeye, bir şey



yapmaya mahkûm,



o n a m u h t a ç , z o r u n lu



sıf. (ar.



o la n , o n u y a p m a s ı k a ç ın ılm a z o la n k im ­



Artık ömrünün sonuna kadar tekerlekli sandalyeye mahkûmdu. Burada yaşamaya mahkûmum. —3. Bir şey olmaya mahkûm, b e lir t ile n b iç im d e ,



s e iç in k u lla n ılır :



( o lu m s u z , k ö tü ) s o n u ç la n m a s ı k a ç ın ılm a z



Reddedil­ meye mahkûm bir öneri. —4. Bir kimseyi mahkûm etmek, o k im s e h a k k ı n d a m a h ­ o la n ş e y (s o y u t ) iç in k u lla n ılır :



k û m iy e t k a r a r ı v e r m e k ; b ir in i k ö t ü k o ş u l­ la r iç in e s o k m a k ; b ir işi y a p m a y a z o r u n lu k ılm a k .



|| (Bir şeye) mahkûm olmak,



b ir



s u ç t a n h ü k ü m g i y m e k ; b ir ş e y i y a p m a k , y e r in e



g e tir m e k z o r u n lu lu ğ u n d a b u lu n ­



m ak.



a. Hüküm giymiş kimse: Mahkûmlar isyan çıkardılar. —İsi. huk. Mahkûmün aleyh, yargılama sonunda aleyhine karar verilen taraf. || Mahkûmün bih, yargılama sonucu mah­ kemece verilen karara konu olan şey. || Mahkûmün leh, yargılama sonunda lehi­ ne karar verilen taraf; davayı kazanan ta­ raf. MAHKÛMİYET, -tl a. (ar. mahkum ve -iyyeften mahkomiyyet). 1. Bir mahkeme tarafından cezaya çarptırılmış olma duru­ mu: Bir kimsenin mahkûmiyeti olup olma­ dığını araştırmak. —2. Hüküm giyilen sü­ re: Mahkûmiyetinin bir bölümünü açık ce­ zaevinde geçirdi. —Cez. huk. Suç işleyen kimseye mahke­ mece belirli bir ceza verilmesi; işlenen bir suça karşı mahkemenin verdiği ceza ka­ rarı. MAHKUN sıf. (ar. mahkun). Esk. Ma­ sum, suçsuz. —İsi. huk. Mahkun üd-dem, öldürülmesi yasaklanmış ve hayatı koruma altına alın­ mış kişi.



edebiyatında sanatçının benimsediği, ya­ pıtında kendi adı yerine andığı takma ad. (Bk. ansikl. böl.) —2. Bir kimsenin ikinci adı. —3. Mahlas beyti, gazelde mahlasın yer aldığı son beyit. — A N S İK L . Ed. Mahlas sanatçının soyu sopu (Dadaloğlu), memleketi (Magriplioğlu), yaşamöyküsü ve yaşam biçimi (Köroğlu, Seyranl), mesleği, bilgi ve becerileri (Kâ­ tibi, Sipahi), görünümü (Kabasakal Meh­ met, Benli Ali), inancı, tarikatı (Kul Nesi­ mi, Pir Sultan Abdal) vb ile ilgilidir. Sanatçı bazen övünme (Baki, Fasih), yakınma (Çevri, Dertli) duygularını, alçakgönüllülü­ ğünü (Fakiri, Fuzuli) dile getiren mahlas­ lar benimser. Değer verdiği nitelikleri or­ taya koyar (Adli, Avnl). Divan edebiyatın­ da bir ustanın, bazen mahlasname* adlı şiirle verdiği mahlası, halk şiiri geleneğin­ de genellikle düşte sunulan badeyle bir­ likte bir pirin verdiğine inanılırdı. Mahlas­ lar divan şiirinde genellikle gazelin son beytinde, koşmanın son dörtlüğünde anı­ lır. MAHLASNAME a. Ed. Yetişmekte olan bir şaire, bir üstat ya da onu yetiştiren kişi tarafından verilen mahlası belirtmek için yazılmış manzume. MAHLEDt birçok fıkıh bilgini yetiştirmek­ le ün yapmış kurtubalı aile: —M a h l e d B İN Y E Z İT ( IX . yy.), ailenin atası ve aileye adını veren fıkıh bilgini. Endülüs emlrl Ab­ durrahman II döneminde (822-852) Is­ panya'nın G.-D.'sundakl Relyoh kasaba­ sında kadılık yaptı. —E B U A B D U R R A H ­ M A N B A K İ (817-889), Mahlet bin Yezit’in oğlu. Kurtuba’nın (Córdoba) önemli fıkıh bilginleri arasında yer aldı; bu nedenle bazı bilginlerin kıskançlıklarını üzerine çekmiş olmasına karşılık, bütün Kurtubalılar'ın saygısını kazandı. Zahiriye mezhe­ bini İlk kez ispanya'ya sokan bilginlerden olan Baki, Kuran konusunda Tefsir ül-Kuran ve hadisi konu edinen Mûsned adlı İki yapıt yazdı. Kaybolmuş bulunan bu son yapıtından, titizliğiyle tanınan ibni Hazm övgüyle söz eder. Mahled ailesinin sonraki bilginleri, da­ ha çok atalarının yapıtlarını açıklamaya ağırlık verdiler. MAHLEP a. 1. Kışın yapraklarını döken ve bazen boyu 8 - 1 0 metreye varan ağaç­ çık ya da çalı. (Bil. a. Prunus [Cerasus] mahalep; gülgiller familyası.) [Eşanl. İD R İS A Ğ A C l.] —2. Bu ağacın bezelye İrili­ ğindeki meyvesi. — A N S İK L . Mahlebin anayurdu Avrupa ve Batı Asya'dır. Türkiye’de değişik bölgeler­ de (Tokat, Amasya, Çorum, Mardin) dağ­ lık yerlerde yetişir. Güzel kokulu beyaz çi­ çekler açar. 5-6 mm çapındaki meyveleri olgunlaşınca siyahlaşır Mahlep fidanlıklar­ da aşıanacı olarak kullanılır, üzerine kiraz ve vişne aşılanır. Son yıllarda İç Anado­ lu'da orman-bozkır sınırındaki kurak yer­ lerin ağaçlandırılmasında öncü ağaç ola­ rak başarıyla kullanılmaktadır. Mahlebin kumarin içeren güzel kokulu dallarından eskiden tütün içmek İçin çubuk yapılırdı. Mahlebin tohumları halk hekimliğinde ve boya sanayisinde kullanılır. Tohum el­ de etmek için olgun meyveler güneşte ku­ rutulur. Silindirler arasından geçirilerek to­ humlar meyveden ayrılır. Mardin’de üreti­ len mahlep tohumu beyaz ve hafif kokulu olduğundan piyasada fazla tutulur. Mah­ lep tohumu yurtdışına da satılır. Tohumlar °/o 27-40 yağ ve kumarin içerir (% 39 oleostearln asidi). Mahlep yağı boya sanayi­ sinde kullanılır. Tohumların tozu bala ka­ rıştırılarak halk hekimliğinde güçlendirici, cinsel gücü artırıcı, balgam söktürücü, id­ rar artırıcı ve nefes darlığına karşı kullanı­ lır.



MAHLAÇ ya da M A U Ç a. Seram. Se­ ramik hamuruna % 40 oranında sırça ka­ * MAHLER (Gustav), avusturyalı besteci tılarak hazırlanan çamur. (Seramiklerin ve orkestra yöneticisi (Kalischt [bugün Kaonarımında, fincan, testi vb. kapların fırın­ llsté], Bohemya 1860 - Viyana 1911). Vlyalanmadan önce kulplarının yapıştırılma­ na’da çok iyi bir öğrenim gördü. Bu kent­ sında kullanılır.) te Bruckner'le dostluk kurdu. Uzun yıllar orkestra yöneticiliği yaptı, mesleği dolayı­ MAHLAS a. (ar. mahlas, kurtulacak yer). sıyla Kassel, Prag, Leipzig, Budapeşte, Esk. 1. Ed. Divan edebiyatında ve âşık



mahmul Hamburg ve Viyana'ya gitti (1897-1907 arasında Viyana Saray operası'nı yönet­ ti). 1907-1911 arasında ABD'de konser ge­ zileri yaparak kendini tanıttı. Yeniromantik bir lirizmi ve kendine özgü bir anlatımı olan yapıtlarında, itici gücünü edebi, hatta felsefi (günlük yaşamın zorunlulukları, in­ sanlık durumundan doğan engeller ve sa­ natçının yüksek ideali arasındaki çatışma­ lar) programlarda bulan çeşitli üsluplar içiçedir. Genellikle alışılmıştan uzun olan ve çok kalabalık bir topluluk gerektiren 1 0 senfoni yazdı (1884-1910); kimi senfonile­ rinde solo ya da koro halinde insan sesi­ ni de kullandı, kimi senfonilerine de belli bir çağrışımı olan adlar verdi. Orkestra eşlikli liedleri, özellikle de Lieder aus des Knaben Wunderhorn (1888-1899), yoğun lirizmiyle etkileyen Kindertotenlieder’ (1901-1904) ve Das Lied vorı der Erde (1908) en önemli yapıtlarıdır. MAHLÛ sıf. (ar. mapICT). Esk. Tahtından zorla indirilmiş hükümdar için kullanılır: Hakan-ı mahlû, padişah-ı mahtû (tahtın­ dan indirilmiş hükümdar). MAHLÛC sıf. (ar. mahluc). Esk. Atılmış hallaçlanmış pamuk için kullanılır. MAHLUK, -ku a. (ar. mahluk, yaratılmış' tan). Yaratılmış, yoktan var edilmiş insan ya da hayvan; yaratık. —Din. İslam dininde ve öteki tek tanrıcı dinlerde mahluk sözcüğü Tanrı tarafından yaratılmış evrensel varlıklardan her biri an­ lamına gelir. (Bk. ansikl. böl.) —Ansİkl . Yalnızca Tanrı mahluk değildir, 'tüm varlıklar O’nun tarafından mahluktur (yaratılmıştır). Tann, hiçbir sınırın sözkonusu olamayacağı bir biçimde kendi yapısı ve özü gereği vacip üz-zattır (vardır); var­ lığı zatı ilahiden (kendi yapısı ve özü) baş­ ka bir nedene dayanmaz. Tanrı dışındaki maddi ve manevi tüm varlıklar mahluktur, fanidir (geçicidir); başlangıçsız, sonsuz ve baki (kalıcı) değillerdir. Tanrı ise başlangıçsız, sonsuz, baki ve kadimdir (önceden kendi özüyle olan). Mahluk, mevalidi selase (üç doğmuşlar) adıyla üçe ayrılır. Bunlar, cemadat (cansızlar), nebatat (bitki­ ler) ve hayvanattır (canlılar). Canlılar arasın­ da Tann'ya en yakın mahluk insandır. Bü­ tün bunlann dışında felek adı verilen gök katlanyla bu gök katlannı yöneten semavi ruhlar ve akıl da yaratılmıştır (mahluktur). MAHLUKA a. (ar. mahluka). Esk. Baş­ kasına ait olan çalınmış şiir, gazel vb. MAHLUKAT çoğl. a. (ar. mablak'un çoğl. mahlukst). Esk. 1. Yaratılmış olan şeyler, yaratıklar. —2 . insanlar. MAHLUL sıf. (ar. (ta//’den mahlul). Esk. Delinmiş, öte yanına geçilmiş olan. MAHLUL, -lü sıf. (ar. hail'den mahlul). Esk. 1. Çözülmüş, anlaşılmış, halledilmiş: Mahlul şifre. —2. Erimiş, çözülmüş. —3. Boş kadro ve maaş için kullanılır. —Kur. tar. Osmanlı imparatorluğu'nda sa­ hipsiz tımar ve zeametler için kullanılan deyim. ♦ a. Eriyik. —isi. huk. intikal hakkına sahip bir miras­ çı bırakmadan ölen kişiden kalan hazine ya da vakıf toprağı. || Mahlul-i gedik, ge­ dik sahibinin haklarından vazgeçmesi ya da intikal hakkına sahip bir mirasçı bırak­ madan ölmesi nedeniyle vakfa ya da mal sahibine geri dönen gedik. || Mahlul-i sırf, tapu hakkı olan kişilerin haklarından fera­ gat etmeleri ya da tapu hakkı olan bir ki­ şinin bulunmaması nedeniyle mahlul ka­ lan vakıf ya da hazine toprağı. MAHLULAT çoğl. a. (ar. mahlul'un çoğl. mahlülât). Esk. Mirasçısı olmayan birinin vakıflara kalan mirası ya da hükümete ka­ lan toprakları. MAHLULE sıf. (ar. mahlul'ün dişi, mahlüle). Esk. Kocası ölmüş kadın için kulla­ nılır. MAHLUT sıf. (ar. (la/f'tan matjtüf). Esk. Başka bir şeyle karıştırılmış, saf olmayan, katışık.



—Esk. kim. KARIŞiM'ın eşanlamlısı.



MAHMASA a. (ar. mahmaşa). Esk. 1. Açlık. —2. Açlıktan zayıf düşme. M AHM A TLAR, Amasya nın merkez ilçesi merkez bucağına bağlı köy; 346 nüf. (1990). Köyün yakınında köylüler ta­ rafından çeşitli altın ve gümüş eşyalar, tunç baltalar bulunması üzerine, Hamit Zübeyr Koşay ve Mahmut Akok’un yaptı­ ğı kazılarda, ilk Tunç çağa tarlhlendlrilen buluntular ele geçti. Bu çalışmalarda çe­ şitli biçimlerde baltalar, gümüş külçeler, ayaklı bir kupa, kabartma oluklarla süslü şerit kulplu bir ibrik, aitın kaplar, kırmızı ve siyah boyalı, el yapımı çanak çömlek parçaları ortaya çıkarıldı.



MAHMEDET -



MAHMİDET.



MAHMEL - MAHMİL.



M AHM İ, MAHMİYE sıf. (ar. malimi, dişi, mahmiyye). Esk. Biri tarafından ko­ runan, himaye edilen: "Elçinin ferman-ı âlide mezkûr olan mahmi lafzına itiraz ey­ lediğini beyan etlikde" (Cevdet Paşa, XIX.



yy)-



denir. Mahmude esmerden siyaha kadar değişen renkte hafif kokulu ve özel lezzetli parçalar halindedir. Eskiden Anadolu, Su­ riye ve Irak'ta elde edilirdi. Ticarette İzmir mahmudesi ve Halep mahmudesi olmak üzere iki tip mahmude bulunurdu. Os­ manlI imparatorluğu zamanında önemli bir dışsatım maddesiydi. (1857 yılında yal­ nız İngiltere'ye 9 419 kg mahmude kökü satıldığı kayıtlıdır. Bu dönemde yıllık saf mahmude üretimi 400 kg kadardı.) Günü­ müzde Türkiye’de üretim yapılmamakta, onun yerine Avrupa’dan ithal edilen mekşika mahmudesi (And dağlarında yetişen ipomoea orizabensis türünün kökleri) “ mahmude kökü” adıyla satılmaktadır. Mahmude, bileşiminde nişasta, zamk, şekerler ve etkili madde olarak bir reçine bulunan ve bağırsaklarda müshil etkisi ya­ pan bir maddedir. Müshil olarak dahilen günde 0,30-0,60 g’lık haplar halinde alı­ narak kullanılmaktadır.



7669



MAHMUDİ a. Nümism. Eskiden Iran ve Hindistan’da kullanılan bir tür gümüş pa­ ra.



M AHM U Dİ (eş Şeyh) - ŞEYH ÜL-MAHMAHMİDET ya da MAHMEDET a. (ar. MUDİ. mahmidet). Esk. 1. Övme, şükretme. —2. Övülmeye değer davranış. —3. Mahmi- . MAHMUD-I HAKİ, Afganistan’da kent, il merkezi, Kâbil'in K.’inde. det-saz, öven, şükreden. ■M AHM UDİYE a. Nümism. Mahmut I Mahmlhrl İla Hurşlt -» HURŞİT İLE döneminde (1730-1754) bastırılan 23 ayar MAHMİHRİ. altın sikke;. 1,5 dirhem ağırlığındaydı ve M AHMİL ya da MAHMEL a. (ar. hami’ "nisfiye" denilen yarımlığı vardı. (Mahmut den mahmil). Esk. 1. Taşıt. —2. Deve üze­ ll’nin tahta çıkışının yirmi altıncı yılında rine yerleştirilen ve taşıt ya da yük taşıma (1834) çıkarılan 22 ayar ve 1,5 dirhem aracı olarak kullanılan sepet, mahfe. ağırlığındaki altın sikkeler de bu adla anılır. —3. Hac mevsiminde Harameyn'e gön­ 25 kuruş değerindeki bu ince sikkeler da­ derilen surre* alayında para ve armağan­ ha sonra süs altını olarak kullanıldı.) ların yüklendiği mahfe. (Mahmili şerif de Mahmudiye, Haliç tersanelerinde yapı­ denir.) [-» SURRE.) —4. Bazı İslam hü­ lan ve Mahmut H’nin adı verilerek denize kümdarlarının bağımsızlıklarını kabul et­ indirilen (9 ağustos 1814) kalyon büyük­ tirmek ve şeref kazanmak amacıyla Mek­ lüğünde savaş gemisi. Navarin* deniz sake’ye gönderdikleri içi boş ve süslü mah­ vaşı'nda (20 ekim 1827) rus-ingiliz-fransız fe. (Bk. ansikl. böl.) || Mahmili şerif deve­ birleşik donanması tarafından öteki türk si, surre alayında para ve armağanların gemileriyle birlikte top ateşine tutularak yüklendiği mahfeyi taşıyan deve. batırıldı —ANSİKL. Hükümdarların Mekke’ye mahmil göndermesi, XIII. yy.’dan beri sürdü­ M A H M U D İYE, İç Anadolu bölgesin­ rülen bir gelenekti. Bu mahmillere binilde Eskişehir iline bağlı ilçe; 11 267 nüf. mezdi. Gönderenin işaretini taşıyan ve (1990); 676 km; 15 köy. Merkezi, Eski­ özel olarak süslenen bu mahmili taşıyan şehir'in 46 km güney-doğusunda Mah­ deve, alayın en önünde gider, mahmilin mudiye, 5 781 nüf. (1-990). Tahıl, bakla­ içinde bir dua kitabı ya da Kuran olurdu. giller, şekerpancarı üretimi. Küçükbaş Mekke'de halk tarafından karşılanır, sokak­ hayvancılık. larda gezdirildikten sonra Arafat'a götü­ M A H M U D İYE, Çorum’un Alaca ilçesi rülür, dönüşte halka teşhir edilirdi. Mahmerkez bucağına bağlı köy; 285 nüf. mil gönderme geleneği ilk kez memluk (1990). Köyde cami, medrese ve han­ hükümdarı Baybars tarafından başlatıldı dan oluşan Behramşah külliyesl’nin ka­ (1272). Bazı kabilelerin alamet olarak kul­ lıntıları vardır. landıkları mahmil, bir süre sonra İslam devletlerinin hükümranlık ve bağımsızlık Mahmudiye ya da Çifteler tarım İş­ sembolü olma niteliğini kazandı. Gönde­ letm esi, Eskişehir ilinde, Mahmudiye il­ ren ülkenin siyasi üstünlüğüne göre mahçesinde devlet harası. Mahmut II zama­ mile verilen değer değişiyordu. Önceleri nında Çiftlikat-ı hümayun olarak kuruldu mısır mahmilleri ötekilere üstün sayılırken (1815). 1908'de lağvedildikten sonra daha sonra bu üstünlük Osmanlılar’a geç­ 1910’da Aziziye harası adıyla yeniden ku­ ti. Vahhabiler’in Mekke’yi ele geçirmeleri ruldu. Cumhuriyet döneminde, "Çifteler üzerine (1807), Mekke'ye mahmil gönder­ harası” adıyla Tanm bakanlığı veteriner iş­ me geleneği bir süre kesintiye uğradı. Kaleri genel müdürlüğü’ne bağlanan hara, valalı Mehmet Ali Paşa döneminde yeni­ 1986'da Tarım işletmeleri genel müdürlüden canlandırılmaya çalışıldıysa da Vah­ ğü'ne Çifteler tarım işletmesi müdürlüğü habiler’in bidat sayarak kaldırdıkları bu adını alarak bağlandı, aynı yıl işletmenin gelenek, giderek ortadan kalktı. adı "Anadolu tarım işletmesi" olarak de­ ğiştirildi. 4 340 ha alanda çalışmalarını MAHMİYE a. (ar. mahmiye). Esk. 1. Bir sürdüren çiftlikte hayvancılık ağırlıklı tanım­ şeyi koruma. —2 . İyi korunmuş, korunaklı sa! üretim yapılır. İşletmede hayvancılık büyük şehir. alanında saf kan arap atı yetiştiriciliğinin M AHMİYE - MAHMİ. ayrı bir yeri vardır. Bunun dışında sığırcı­ lık, koyunculuk, tavukçuluk ve bitkisel üre­ MAHMUDE a. (ar. mahmude). 1. Huni tim şubeleri bulunmaktadır. biçiminde soluk sarı çiçekli, beyaz sütlü, tırmanıcı çokyıllık otsu bitki. (Eşanl. BİNMahmudiye kanah, İskenderiye'yi KaGûzoru.) [Bil. a. Convolvulus scammonia; hire’ye bağlayan, 1819'da açılmış kanal; sarmaşıkgiller familyası.) —2. Bu bitkinin yaklş. 80 km. kökü ve bu köklerden elde edilen kuru­ tulmuş özsu. (Bk. ansikl. böl.) MAHMUL sıf. (ar. hami'den mahmul). Esk. 1. Bir hayvan üzerine yüklenmiş. —ANSİKL. Mahmude Suriye, Kuzey Irak ve Anadolu’da oldukça yaygın bir bitkidir. —2. Bir şeye bağlanmış, onun üzerine ku­ rulmuş. —3. Hitabet sanatında ağır, ağ­ Köklerinden ya çizilerek ya da parçalanıp dalı üslup için kullanılır. sıkılarak elde edilen özsu güneşte kuru­ —Denize Yüklü bir gemi için kullanılır. || tulur. Birinci şekilde elde edilen saf mah­ Mahmul su hattı, tam yüklü bir geminin mude İkincisine ikinci kalite mahmude



mahmudiye



mahmul su yüzeyi ile borda yüzeyinin kesişmesin­ den oluşan hat.



7670



MAHMUM sıf. (ar. humma'dan mağ­ mum). Esk. 1. Hummaya tutulmuş, sıtma­ lı, ateşli: "Uzun ve yakıcı yaz gecelerin­ de arzın sıcak sinesinde ben de artık mahmum ve ateşnâk yaşardım" (H. E. Adıvar). —2. Saçma sapan konuşan.



MAHMUR sıf. (ar. mahmur). 1. Sarhoş­ luğun yol açtığı hafif başdönmesi ve uyu­ şukluk içinde bulunan. —2 . Üzerinden uyku sersemliğini atmamış olan. —3. Süzgün, dalgın bakışlı göz için kullanılır: Çocuk, mahmur gözlerle beni dinliyordu. —4. Mahmur bakış, baygın, süzgün ba­ kış.



MAHMURÇİÇEĞİ a. Yûrs. Çiğdem, acıçiğdem.



MAHMURLAŞMAK gçz. f. Mahmur bir duruma gelmek.



MAHMURLUK a. 1. Sarhoşluğun ver­ diği hafif başağrısı ve sersemlik. —2. Uy­ kudan sonra duyulan ağırlık ve uyuşuk­ luk: Mahmurluğunu dağıtmak için kahve içmek. —3. Gözlerde süzgünlük. —4. Mahmurluğunu bozmak, içkiden sonra duyulan başağrısı ve sersemliği gidermek için bir şey içmek ya da yapmak: Mah­



murluğunu bozmak için soğuk havada bir süre yürüdü. MAHMUT sıf. (ar. mahmüd). Esk. 1. Övülmüş, övgüye değer. —2 . Mahmut-ül -hisal, iyi ahlak sahibi. || Mahmut-üş-şiyem, övülecek huylara sahip olan. ♦ a. Hz. Muhammet'in adlarından biri.



MAHMUT, habeşistanlı Hıristiyanların Yemen valisi Ebrehe'nin, Kâbe'yi yıktırmak için getirttiği filin adı. M AHM UT (Nasirettin—), Bengal sulta­ nı (öl. 1490). Bengal'de kurulan habeş asıllı hanedanın üçüncü hükümdarı (1489 -1490). Bir yıl süren saltanatı sonunda öl­ dürüldü ve yerine Şemsettin Ebu Nasr Muzaffer Şah geçti.



M AHM UT I Begra (1444-1511), Gucerat sultanı (1458-1511). Ülke ileri gelenle­ rince tahttan indirilen yeğeni Davut’un ye­ rine hükümdar oldu. Uzun süren hüküm­ darlığı süresince Gucerat sultanlığını Malva'nın fethinden önceki en geniş sınırları­ na ulaştırdı. Hindular’a karşı yaptığı sefer­ ler sırasında ele geçirdiği Çampaner ka­ lesini Muhammedabad adıyla başkent yaptı. Saltanatının son yıllarında Batı ve Güney Hindistan’da yeni bir güç olarak ortaya çıkan Portekizliler’e karşı Mısır memluk sultanı Kansugavri ile ittifak kur­ du. Diu melikinin komutasındaki donan­ ması Portekizliler'e karşı kazanılan zafer­ de (1507) memluk donanmasıyla işbirliği yaptı.



M AHM U T (Şihabettin—), [1470-1518], Mahmut



l’in tuğrası



Hindistan'da Dekkan’da kurulan behmeni hanedanının on dördüncü hükümdarı (1482-1518). 12 yaşında tahta çıktı ve 36 yıllık saltanatı hep başkalarının koruma ve etkisi altında geçti. Devlet işlerini vezirle­ rine bırakarak zevk, eğlence peşinde koş­ tu. Baş veziri Nizamülmülk Haşan Bahri’ nin kışkırtmasıyla halkın çok sevdiği Gavan adlı vezirini öldürtmesi üzerine Dekkanlılar ayaklandılar. Ayaklanma bir soy­ kırım biçiminde bastırıldı. Bu arada bazı valiler de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Sal­ tanatının son yıllarında da türk kökenli ve­ ziri Kasım Berid ül-Memalik ve oğlunun et­ kisi altında kaldı. Bir ara bu etkiden kur­ tulmak istediyse de başaramadı. Bir zevk ve eğlence gecesinde öldü.



M AHM U T I I I (Gıyasettin), 1533-1539 arasında Bengal sultanı. Yeğeni Alaettin Firuz Şah’ı öldürerek tahta çıktı. Karışık­ lıklar içinde geçen saltanatı boyunca Bengal'e tam anlamıyla egemen olamadı. So­ nunda, afganlı Şir Şah Sur’a yenildi ve Bengal'deki egemenliği son buldu. Savaş alanından yaralı olarak kaçırılan Mahmut’ un sonu bilinmemektedir.



M AHM U T I I I (Sadettin) [öl. Mahmudabad 1554], Gucerat sultanı (1537-1554). Bahadır Şah’ın öldürülmesini izleyen ikti­ dar kavgaları sırasında küçük yaşta tahta çıkarıldı. Saltanatının ilk yılları nüfuzlu ve­ zirlerinin baskısı altında geçti. Diu’yu Portekizliler’den alma girişimi başarısızlıkla sonuçlandı (1546). 1549’da Mahmudabad'açekilerek sefahata daldı. Kölelerin­ den birinin kışkırtmasıyla uyurken öldürül­ dü.



M AHM U T (A fganlI-) [öl. 1725], afgan asıllı İran hükümdarı (1722-1725). Afganis­ tan'da Gılzeyler’in reisiyken emrindeki kuvvetlerle İran’ın bazı eyaletlerini almak için 1721'de Kandehar'dan hareket etti. Kirman ve İsfahan'ı ele geçirdi (1722). Bir günde 31 safevi şehzadesini öldürttü. Am­ casının oğlu Eşref de onu öldürtüp yeri­ ne İran tahtına geçti (1725). frSMAHMUT I (İstanbul 1696 - ay. y. 1754), türk padişah (1730-1754), Mustafa II ile Saliha Sultan'ın oğlu. Edirne vakası adıy­ la bilinen ayaklanma sırasında tahttan in­ dirilen (1703) babasıyla birlikte Edirne'de hapsedildi. Dört ay sonra babasının ölü­ mü üzerine amcası Ahmet III tarafından İstanbul’a getirildi ve Saray'da bir daire­ ye kapatıldı.’ Patrona Halil ayaklanması'ndan sonra tahttan feragat eden Ahmet İli’ ün yerine 1/2 ekim 1730 gecesi osmanlı, padişahlarının yirmi dördüncüsü olarak tahta çıktı. Bu kez o da amcasını sarayda hapsettirdi. Devlet işlerine karışması ne­ deniyle Patrona Halil ve adamlarını bir ter­ tiple saraya getirterek öldürttü (15 kasım). Bu olaydan yaklaşık iki ay kadar sonra İs­ tanbul'u yağmalama girişiminde bulunan arnavut çapulcuların hareketini de bastır­ dı. Bu arada doğuda İran’la Ahmet III dö­ neminde başlatılmış olan savaşlarla ilgi­ lendi. Komutanları Kirmanşah, Hemedan, Orumiye ve Tebriz'i art arda zaptettiler. Irak seraskeri Ahmet Paşa’nın Safeviler' le imzaladığı barış antlaşması (1732) ile Şirvan, Dağıstan ve Gürcistan Tûrkler’de kalıyor, buna karşılık Huveyze ile Luristan ve Tebriz dahil, fethedilen kentlerden ba­ zıları yeniden İran’a bırakılıyordu. Ancak bu antlaşma iki tarafı da memnun etme­ di ve savaş yeniden başladı. İran'da Tahmasp ll'yi devirdikten sonra Bağdat'ı ku­ şatan Nadir Şah, üzerine gelen Topal Os­ man Paşa karşısında ağır bir yenilgiye uğ­ radı ve Hemedan’a doğru kaçtı (19 tem­ muz 1733). Zafer, İstanbul'da üç gün sü­ ren şenliklerle kutlandı ve Mahmut I "G azi" unvanını aldı. Ancak, Nadir Şah yeniden saldırıya geçerek Şirvan ve Şamahı'yı (1733 ağustos), Kerkük, Şehrizor ve Derne’yi (1733 kasım) ele geçirdi. Ha­ ziran 1735’te Arpaçay'da kazandığı zafer­ den sonra da Gence, Tiflis ve Revan'a gir­ di. İran'la savaş, 1639 Kasrışirin antlaşma­ sı ile saptanan sınırları temel alan İstan­ bul antlaşması ile son buldu (eylül 1736). İran'la barış görüşmelerinin sürdüğü sı­ rada Ruslar, ansızın saldırıya geçerek mart 1736'da Azak kalesini kuşattılar. Bu durum karşısında Mahmut I, Rusya’ya sa­ vaş açarak sadrazam Seyit Mehmet Paşa’yı serdarıekrem atadı. Ruslar Azak ka­ lesini, (temmuz 1736) ardından Kılburun, Gözleve ve Kırım’ın kilidi durumundaki Urkapı’yı ele geçirdiler. Temmuz 1837’de Avusturya, Osmanlı devletine savaş açarak Bosna, Sırbistan, Eflak yönlerinden saldırıya geçti. Niş'i ele geçiren AvusturyalIlar, Banja Luka'yı ku­ şattılar. Mahmut I Hekimoğlu Ali Paşa, Muhzinzade Abdullah Paşa, Köprülüzade Hafız Ahmet Paşa, Yeğen Mehmet Pa­ şa, Numan Paşa, İvaz Mehmet Paşa gibi yetenekli vezirlerini sadrazam ya da seras­ ker atayarak her iki cephede de durumu düzeltti. Öte yandan Prusya, Polonya ve İsveç’le ilişkilerini geliştirerek siyasi duru­ munu güçlendirdi. Türkler’in avusturya or­ dusunu Belgrad önünde yenerek kenti kuşatmaları Avusturya'yı barışa zorladı. Öte yandan Ruslar, Hotin’i ele geçirmele­ rine karşın, Avusturya’nın ittifaktan çekil­



mesi karşısında anlaşmaya yanaşmak du­ rumunda kaldılar. Fransız elçisi Marquis de Villeneuve'ün arabuluculuğuyla Avus­ turya ve Rusya ile ayrı ayrı Belgrad'da im­ zalanan antlaşmayla Osmanlı devleti, Pasarofça antlaşması’nda kaybettiği toprak­ ların bir bölümünü ve bu arada Belgrad'ı geri aldı. (-» BELGRAD ANTLAŞMASI.) Mahmut t, 1740'ta Fransa ile bir kapitü­ lasyon antlaşması imzaladı. Bu antlaş­ mayla Fransa’ya tanınan hukuki ve ticari ayrıcalıklar genişletildiği gibi, kapitülas­ yonlar tek taraflı bir lütuf olmaktan çıka­ rak karşılıklı bağlayıcılığı olan bir ticaret anlaşması niteliğini aldı. Aynı yıl İsveç ile bir ittifak antlaşması, ispanya ile de bir ti­ caret sözleşmesi imzalandı. Hindistan seferinden zaferle dönen Na­ dir Şah’ın, caferiliğin beşinci mezhep ola­ rak kabul edilmesinde ısrar etmesi Mah­ mut l’in İran'a savaş açmasına yol açtı (1743). 1746'ya kadar süren ve tarafların kesin bir zafer elde edemediği savaş, Kasrışirin ve İstanbul antlaşmalarını temel alan bir antlaşmayla sona erdi. Mahmut I, askeri yenileşmenin gereği­ ni anlamış bir hükümdar olarak bu alan­ daki ilk ciddi adımları attı. Türkiye’ye sığı­ nan ve İslamlığı kabul ederek Humbaracı Ahmet Paşa adını alan Claude Alexandre de Bonneval'i Humbaracı ocağı’ nı yeniden düzenlemekle görevlendirdi. 1733'te maaşlı bir humbaracı birliği kurul­ du ve Üsküdar'da bir humbaracı kışlası yapıldı. Aynı tarihte Üsküdar'da “ hendesehane” adıyla bir askeri teknik okul açıl­ dı. Mahmut I, ayrıca tophane, baruthane, lağımcı, cebeci, arabacı ocaklarının da yenileştirilmesi için yakınlarıyla gizlice gö­ rüşmelerde bulunduysa da bir ayaklan­ madan çekindiği için bu düşüncesini uy­ gulamaya koyamadı. Mahmut I, Lale devri imar hareketlerinden de etkilenerek bir­ çok cami, mescit, köşk ve çeşme yaptır­ dı. Beşiktaş sarayı’nın bazı yerlerini, To­ kat köşkü’nü onartarak buraya Hümayunâbâd adını verdi. Bayıldım ve Kanlıca' daki Mihrâbâd kasırlarını yaptırdı. Ayasofya camisi içinde, Fatih camisi yanında ve Galata sarayı’nda üç kütüphane kurdur­ du. Topuzlu bendini ve Taksim'deki iki kat­ lı, piramit çatılı su haznesini yaptırtarak Kasımpaşa, Tepebaşı ve Beşiktaş semt­ lerinin su sorununu çözümledi. Nuruosmaniye camisi'nin inşaatını başlattı. Tulumbacılarodası mescidi'ni, Yıldızdede mescidi'ni, Defterdarkapısı mescidi’ni, Sultanmahmut camisi'ni, Kandilli camisi' ni, Arapiskelesi camisi’ni ve Rumelihisarı iskele camisi’ni yaptırdı. Kahire'de Habbaniye’de kendi adıyla anılan bir tekke ve sebil inşa ettirdi (1750). Sebkati mahlasıyla şiirler yazan ve musikiyle uğraşan Mah­ mut I, babasının türbesinde gömülüdür. (-> Kayn.)



Mahm ut I bendi, Mahmut I dönemin­ de Belgrad ormanında, Bahçeköy’de yaptırılan bent (1731/1732). 1749/1750 ve 1784'te onarıldı, 1800'de Cezayirli Haşan Paşa tarafından yükseltildi. 66 m uzunlu­ ğundaki bendin suyu Maslak üzerinden Taksim’deki büyük savaka getiriliyordu. Mahmut l çeşmesi -* Tophane çeş ­ mesi.



'



'



■MAHM UT I I Adli (İstanbul 1784 - ay. y. 1839), türk padişah (1808-1839). Abdülhamit I ile Nakşıdil Sultan’ın oğlu. Osmanlı şehzadelerinin geleneksel öğrenimini gör­ dü (türkçe, arapça, farsça, din, şiir, tarih). Amcası Selim lll’ün ıslahgtçı düşüncele­ rinden derin biçimde etkilendi. Herhangi bir batı dili bilmediği gibi, Batı’ya ilişkin doğrudan bir bilgisi de yoktu. Selim jll’ü yeniden tahta çıkarmak için İstanbul üzerine yürüyen, ama, sarayda onun ölüsüyle karşılaşan Alemdar Mus­ tafa Paşa tarafından tahta çıkarıldığında 24 yaşındaydı. Sadrazam atadığı Alemdar ve onun çevresindeki Rusçuk yaranı ara­ cılığıyla gericiliği tasfiyeye ve ıslahat prog­ ramını uygulamaya koyuldu. Önce, ülke­



Mahmut Celalettin Efendi yi harekete geçirdi. Bu devletler BabIâli de düzeni kurmak için, taşrada büyük ve Mehmet Ali üzerinde baskıda buluna­ otorite kazanan derebeylerie bir geçici uz­ rak bir anlaşmaya varılmasını sağladılar laşmaya gitti (-> SENEDİ İTTİFAK) ve hü­ kümranlık haklarından, sonra geri almak (Kütahya antlaşması, 14 mayıs 1833). Mehmet Ali’ye Mısır ve Girit valiliklerine ek üzere bazı tavizler verdi. "Sekbanı cedit” olarak Suriye valiliğini, oğlu İbrahim Paadıyla yeni bir ordu kurdu. Askeri ıslaha­ ta ve Alemdar'ın kişisel tutumuna karşı şa'ya da Cidde valiliğine ek olarak Ada­ na muhassıllığını vermek zorunda bırakan baş gösteren ayaklanma Alemdar'ın ölü­ mü, Rusçuk yaranının tasfiyesi, yeni ku­ bu anlaşmayı Mahmut II, istemeye isteme­ ye imzalamıştı ve ilk fırsatta asi valisine bir rulan Sekbanı cedit’in kaldırılmasıyla so­ darba indirmeye kararlıydı. Rusya ile bir nuçlandı (1808). Ayaklanma sırasında kar­ deşi Mustafa IV’ü öldürtmek zorunda ka-. ittifak antlaşması imzalayarak, yapacağı yardıma karşılık, Boğazlar'ı Rusya'nın lan Mahmut II, tahtını güçlükle kurtarabil­ düşmanlarına kapamayı kabul etti (Hün­ di. Gericilik bir kez daha duruma egemen kâr iskelesi antlaşması, 8 temmuz 1833). oldu ve sultan reform projelerinden bir sü­ Bu arada, Rusya'nın yardımına gereksin­ re için vazgeçmek zorunda kaldı. 1806’da me duymayacak biçimde ordusunu güç­ başlayan ve 1807'de kesintiye uğrayan Rus savaşı, 1911’de yeniden başladı ve lendirmeye çalıştı ve Hünkâr iskelesi antlaşması’ndan bir an önce kurtulabilmek OsmanlI devletinin aleyhine gelişti. Ancak, için İngiltere ve Fransa’ya daha fazla yak­ Napoléon tehdidi karşısında Ruslar, barı­ laştı. Mehmet Ali'ye karşı desteğini kazan­ şa yanaştılar. Bükreş antlaşması (1812) ile mak istediği İngiltere'ye büyük iktisadi im­ Rusya Besarabya'yı aldı ve kaleler türk iş­ tiyazlar tanıdı (Baltalimanı antlaşması, galinde kalmak koşuluyla Sırbistan'a yö­ 1838). 1839'da hastalanan Mahmut II, sal­ netsel özerklik verildi. 1815'te Miloş Obtanatı için bir leke saydığı Mehmet Ali so­ roneviç önderliğinde başlayan yeni bir rununu çözmeye karar verdi. Ama kuvvet­ sırp ayaklanması sonunda Mahmut II, sırp leri İbrahim Paşa karşısında yine yenilgi­ prensliğini tanıdı (1817). Öte yandan ye uğradı (Nizip savaşı, 24 haziran 1839). 1812’de yeniden ayaklanan Vahhabiler’e Mahmut II, Nizip yenilgisini öğrenmeden karşı Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’dan yar­ 30 haziranı 1 temmuza bağlayan gece, dım istemek zorunda kaldı. Mehmet Ali veremden öldü. Mahmut II, döneminde Paşa kuvvetleri Vahhabiler’in merkezi Deuğranılan siyasi başarısızlıklara karşın, osriye'yi işgal ederek ayaklanmayı bastırdı manlı padişahlarının en büyüklerinden bi­ (1813-1818). ridir. Dış savaşlar ve iç isyanlarla sarsılan Mahmut II, 1815'ten sonra eyaletlerde Osmanlı imparatorluğu'nun çöküşünü en­ merkezin otoritesini güçlündirmek için degellemeye çalışırken, büyük bir irade ve rebeylere ve asi paşalara karşı harekete enerjiyle giriştiği yenilik hamleleriyle impa­ geçti ve bunu geniş ölçüde başardı. ratorluğa yeni bir canlılık kazandırdı. 1821'de başlayan yunan ayaklanmasına Gericiliğe boyun eğmek zorunda kaldı­ Mahmut ll'nin tepkisi sert oldu. Ayaklan­ ğı Alemdar vakası (1808) ile Vakai hayrimayla ilgisi bulunan rum patriğini ve bir­ ye (1826) arasındaki dönemde başlıca kaç metropoliti astırdı. Ancak, ayaklanma­ kaygısı başkentte ve taşrada bütün aracı yı hemen bastıracak ordu ve donanma­ otoriteleri ortadan kaldırıp, bütün iktidarı dan yoksundu. Ayaklanmanın uluslararası kendi elinde toplamaktı. Veraset, gelenek bir sorun durumuna gelmeden bastırılma­ ya da halk desteğinden gelen bütün ikti­ sı için Mehmet Ali Paşa'dan yardım iste­ dar odakları ortadan kaldırılacak ve pa­ di. Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Pa­ dişahın iradesi imparatorlukta tek iktidar şa komutasında gönderdiği kuvvetler, kaynağı olacaktı. 1815’te Mahmut II, eya­ ayaklanmayı bastırmaya başladılar. Nisan letlerde merkezi otoriteyi yerleştirme işine 1826’da Mesolongion zapt edildi. koyuldu ve derebeylerin, yerel hanedanMahmut II, bu arada yeni bir ordu kur­ lann, asi paşaların hakkından gelmeyi bü­ ma girişimini yeniden gündeme getirdi. yük ölçüde başardı. Reformun önündeki Bu girişime karşı çıkarak ayaklanan yeni­ başlıca engeli, Yeniçeri ocağı’nı kaldırdık­ çeriler yok edildi ve Yeniçeri ocağı kaldı­ tan sonra sultanın iradesine karşı koyabi­ rıldı (1826). [-> VAKAİ HAYRİYE.] Böylece lecek hiçbir güç kalmamıştı. Bundan son­ Mahmut II, reformların önündeki en bü­ ra büyük bir reform programını gerçekleş­ yük engelden kurtulmuş oldu. Bu arada tirme işine girişti. Bu alanda izlediği örnek, ülkenin iç durumundan yararlanan Rus­ amcası Selim III ve Mısır'daki Mehmet ya, Bükreş antlaşması'nın bazı hükümle­ Ali’ydi. rinin kendi lehlerinde düzeltilmesini kabul Kaldırılan yeniçeri ordusunun yerine ettirdi (Akkerman sözleşmesi, 7 ekim Asakiri mansurei Muhammediye adıyla 1826). İbrahim Paşa'nın Mora’daki başayeni bir ordu kurdu. Yeni ordunun eğiti­ nlan üzerine (Atina'nın zaptı, 5 nisan 1827) minde aralarında Helmuth von Moltke' Rusya, İngiltere ve Fransa Akdeniz'de bu­ nin de bulunduğu prusyalı uzmanlardan lunan filolarıyla, Navarin'de bulunan osyararlandı. Avrupa harp okullarına öğren­ manlı ve mısır donanmalarını ablukaya al­ ciler gönderdi. Ancak, ordunun subay ge­ dılar ve Mora'nın boşaltılmasını istediler. reksinimini tümüyle bu yolla sağlayamaz­ İstekleri kabul edilmeyince de osmanlı ve dı. Bunun için, batı örneğine göre Mek­ mısır donanmalarını yaktılar ( 2 0 kasım tebi ulumu harbiye’yi kurdu (1834). Daha 1827). Navarin baskınını izleyen olaylar; bir çok, ordunun hekim gereksinimini karşı­ Türk-Rus savaşı'yla sonuçlandı (1828 lamak üzere Tıbbiye'yi açtı (1838). Mah­ -1829). Ruslar, batıda Edirne’ye, doğuda mut II, askeri reforma koşut olarak mer­ Erzurum'a kadar ilerlediler, imzalanan kezi hükümetin yapı ve kuruluşunda da Edirne antlaşması (14 eylül 1829) ile Os­ önemli değişiklikler yaptı. Vakai hayriye’ manlI devleti Poti, Anapa, Ahıska'yı Rusden hemen sonra çıkardığı bir hattı şerif­ lar'a bıraktığı gibi, Yunanistan’ın bağım­ le, müsadere geleneğine son vererek sızlığını tanımayı da kabul etti. Babıâli, 24 devlet memurlanna daha önce tanımadık­ nisan 1830'da yunan bağımsızlığını onay­ ları bir mülk ve servet güvenliği sağladı. ladı. Aynı yıl Cezayir, Fransızlar tarafından Ulemayı mali ve yönetsel özerkliklerinden yoksun kılarak dünyasal işlerdeki etkileri­ işgal edildi. ni sınırladı. Sadrazam unvanı başvekile Mahmut II, Mora ile Cezayir'i kaybetme­ çevrildi ve eskiden sadrazamda toplanan sinin ardından Mısır valisi Mehmet Ali Payetkiler, yeni kurulan nezaretler arasında şa'nın ayaklanması ile karşılaştı (1831). Os­ paylaştırıldı. Sadaret kethüdalığı Dahiliye manlI kuvvetlerinin art arda uğradığı ye­ nezareti'ne Reisülkûttaplık Hariciye nezanilgiler sonunda Mehmet Ali Paşa’nın kuv­ reti’ne, Darphanei amire ile Hazinei ami­ vetleri Kütahya’ya kadar ilerlediler Bu du­ re Maliye nezareti’ne dönüştürüldü. Ayrı­ rum karşısında Mahmut II, Rusya'nın yar­ ca Evkaf ve ticaret nazırlıkları kuruldu: dım teklifini kabul etmekte tereddüt etme­ Mahmut II, sürekli devlet organı olarak di. 9 parçalık bir rus filosunun BüyükdeDân şûrayı askeri (1836), Meclis vâlâyı ah­ re önünde demirlemesi (20 şubat 1833) kâmı adliye (1838) gibi meclisler de oluş­ ve 6 000 kişilik bir rus kuvvetinin Beykoz turdu. Yunan ayaklanmasına kadar hırissırtlanna yerleşmesi, Fransa ve İngiltere’ tiyanlann tekelinde bulunan Divanı hüma­



yun tercümanlığına ilk kez bir müslümanı atadı ve yabancı dil bilen görevli yetiştir­ mek amacıyla BabIâli'de bir "tercüme odası” açtı. Selim lll’ün tahttan indirilme­ sinden sonra kapanan Londra, Paris, Vi­ yana elçiliklerini yeniden kurdu ve öteki Avrupa başkentlerine diplomatik temsilci­ ler gönderdi. Mahmut II, 1831'de Anadolu ve Rume­ li'de bir nüfus sayımı, mülk yazımı yaptır­ dı. Aynı yıl kalan bütün tımarları kaldıra­ rak eyaletler üzerindeki denetimi sağlam­ laştırdı. Mahmut II, toplum yaşamında meyda­ na getirmek istediği yeniliklere doğrudan kendisi örnek oldu. Mısırlı kıyafetini be­ nimsedi ve sokağa mısırlı kıyafetiyle çık­ maya başladı. Çevresini de kendisi gibi yapmaya özendirdi. Teşrifat kurallarını de­ ğiştirerek önünde yerlere kapanılan bir hükümdar olmaktan vazgeçti. Ulema ve nazırlarının, huzurunda oturmalarına izin verdi. Yabancı diplomatları osmanlı pro­ tokolüne göre değil, avrupa protokolüne göre kabul etti. Devlet dairelerine portre­ sini astırdı. Avrupa hükümdarları gibi do­ ğum yıldönümlerini törenle kutlamayı ge­ lenekleştirdi. Bu tutumu nedeniyle, muta­ assıp halk kesimlerinde “ gâvur padişah” diye adlandırıldı. (-* Kayn.) M AHM U T BEY (Mecdettin-), Karamanoğulları beyi (öl. 1312). Karamanoğulları beyliğinin kurucusu Karaman Bey’ln küçük oğlu. Ortanca ağabeyi Güneri Bey’in ölümü üzerine (1300), beyliğin ba­ şına geçti. Anadolu Selçuklu devletinin çöküşünden (1307) yararlanarak Konya’ yı ele geçirdi (1308). Düzenlediği bir se­ fer sırasında Anamur yakınlarında Silifke tekfuru ile savaşırken öldü; yerine oğlu İb­ rahim Bey geçti. M AHM U T BİN M EHM ET Aksarayl -* AksarayI (Mahmut Bin Muhammet). M AHM UT BİN M EHM ET ŞİRVANİ, türk hekim ve bilgin (XV. yy.). Yaşamı ko­ nusunda bilgi yoktur, ilyasiye ya da ilyasname adlı yapıtını Menteşeoğulları'ndan ilyas Bey (1402-1421) adına arapça olarak yazdı; daha sonra türkçeye çevirdi. Kema/name ya da Kemaliye adıyla tanınan yapıtında baştan ayağa doğru hastalıkla­ rı ve ilaçları anlattı. Tuhfei Muradî fi ilm ül -cevahir adlı kıymetli taşlardan söz eden yapıtını, Murat II adına yazdı. Ma hm ut b İn Muhammet (Mugisettin—) [1104-1131], Irak selçuklu sultanı (1117-1131). Sultan Muhammet'in oğlu, Melikşah’ın torunu. 13 yaşında hü­ kümdar olduğundan çevresindekiler tara­ fından yönetildi. Daha küçük yaştaki kar­ deşleri Mesut ve Tuğrul'u tahta çıkartmak için bazı atabeylerin girişimlerini Sencer önledi ve Save'de Sultan Mahmut’un or­ dusunu yenerek Rey’i ele geçirdi (1119); ancak Mahmut'a karşı iyi davrandığı gibi kızlarından birini onunla evlendirip Irak'ı yine Mahmut’a bıraktı. Tiflis’i ele geçiren Gürcüler’e karşı Arran eyaletini ikta olarak elinde bulunduran Tuğrul Gürcülerin püs­ kürtülmesi için Mahmut'tan yardım istedi. Mahmut'un gönderdiği ordu bir sonuç el­ de edemedi. Tuğrul, Mahmut'u Sultan Sencer'e şikâyet etti. Sencer, Rey'e geldi (1128), Mahmut’a bir şey yapmamakla bir­ likte Hille bölgesini arap emiri Dübeys'e verdi (1126). Halife Musterşit buna karşı çıktı; halifenin askerleri ile Sencer'in as­ kerleri arasında Bağdat sokaklarında çar­ pışmalar sürdü gitti. Becerikli bir yönetici olmayan Mahmut, bütün bu olaylardan sorumlu tutuldu. İçki, av ve eğlenceye aşı­ rı düşkündü; genç yaşta öldü. M AHM U T BİN SEBÛKTİGİN MAHMUT Gazneli.



-



M a h m u t C e l a l e t t İ n E f e n d İ, türk hattat (Dağıstan ? - İstanbul 1829). Ya­ şamı, öğrenimi ve ders aldığı hat hocala­ rına ilişkin kesin bilgiler yoktur; ancak Akmolla Ûmer ya da Abdüllatif Efendl'den sülüs ve nesih meşk ettiği söylenir. Hafız Osman’ın yapıtlarına bakarak sülüs ve ne-



7671



Mahmut II



Mahmut ll’ nin tuğrası



Mahmut Celalettin Efendi 7672



sih yazıda ustalaştı (yazıları Hafız Osman’ ınkinden güçlükle ayırt edilir); nesih yazı­ da klasik osmanlı üslubunu benimsedi. Şeyh Hamdullah’ın eserlerin İnceleyerek özellikle celi sülüs yazıda okul oluşturacak ölçüde başarılı oldu. Bu alanda Mustafa Rakım'ın geliştirdiği klasik üsluptan farklı bir biçim İzledi. İstanbul Eyüp'teki Mihrlşahsultan türbesi’nin yazıları onundur. Ay­ rıca Topkapı sarayı müzesi’nde de yazı­ larından örnekler vardır. Karısı Esma ib­ ret Hanım, Abdülmeclt, Tahir Efendi tanın­ mış öğrencileridir.



M AHMUT CELALETTİN PAŞA Da­ mat, türk yönetici (öl. İp if 1884). Topha­ ne müşiri Fethi Ahmet Paşa’nın oğlu. Abdülmecit'in kızı, Abdülhamlt ll'nin kız kar­ deşi Cemile Sultanla evlendi (1858). Ka­ rısıyla birlikte Abdülhamit ll'nin tahta çık­ ması için çalıştı. Abdülhamit ll’nin yaptığı birçok atamada, aldığı kararlarda etkin ol­ du. Mabeyn müşirliğine getirildi. Daha sonra Tophane müşirliği görevine atandı. Ancak Abdülhamit II tarafından Mithat ve Nuri paşalarla birlikte Abdülaziz'I öldür­ mekle suçlanarak görevinden alındı. Yıl­ dız mahkemesindeki yargılama sonucu İlkin ölüme mahkûm edildi; ancak daha sonra Taife sürüldü (1880). Orada boğu­ larak öldürüldü. M A H M U T C ELALETTİN PAŞA Çorluluzade, türk devlet adamı, besteci ve tarihçi (İstanbul 1839 - ay. y. 1899). Çor­ lulu Ali Paşa’nın beşinci kuşaktan torunu, iyi bir öğrenim gördü. 1853’te devlet me­ murluğuna başladı. Şûrayı devlet üyeliği, dahiliye müsteşarlığı, Şûrayı devlet tanzimat dairesi başkanlığı gibi görevlerde bu­ lunduktan sonra 1881'de vezir rütbesine ulaştı. Islahat yapması İçin 1887’de Girit’e, ardından da Sisam'a gönderildi. 1887 so­ nunda Maliye nazırlığına getirildiyse de yedi buçuk ay sonra görevden uzaklaştı­ rıldı. 1889 başında yeniden Girit’te görev­ lendirildi. 1890’da ikinci kez Şûrayı dev­ let tanzlmat dairesi başkanlığına başladı. Bir süre sonra İstifa edince Hüdavendigâr (Bursa) valiliğine atandı. Birkaç ay sonra Ticaret ve nafıa nazırlığına getirildiyse de altı gün sonra vali vekili olarak yeniden Gi­ rit’e gönderildi. 1885 sonuna doğru, İkin­ ci kez Ticaret ve nafıa nazırı oldu. Ölümü­ ne değin süren bu görevinin yanı sıra, Ru­ meli vllayatı ıslahat komisyonu başkanlı­ ğı, Bütçe komisyonu başkanlığı ve Ziraat bankası genel müdürlüğü de yaptı. Dellalzade İsmail Efendi'den müzik öğ­ renen Paşa, üstadını nkiyle Hacı Arif Bey’ in üslubunu birleştirdiği çok güzel şarkı­ lar besteledi: Dil-i biçare senin çün yanı­ yor (ısfahan); Nâr-ı firkat şûlepâş oldukça sinem dağlıyor (bayati); Eyler tahammül âzâre gönlüm (bestenlgâr); Sen beni bir buseye ettin feda (kürdilihicazkâr). Şarkı­ larının birçoğunun güftelerini de yazan ve başkalarınca bestelenmiş şiirleri bulunan Paşa’nın Mir'at-i hakikat (3 cilt, 1908-1909) adlı en önemli tarihsel yapıtı, Doksanüç harbl’nin (1877-78 Osmanlı-Rus savaşı) si­ yasi tarihidir. M AHM UT CELALETTİN PAŞA Da­ mat, türk yönetici ve siyaset adamı (İstan­ bul 1853-Brüksel 1903). Gürcü Mehmet Halli Rıfat Paşa’nın oğlu, Prens Sabahat­ tin ve Lutfullah Beyin babası. Özel bir eği­ tim gördü. Fransızcasının gelişmesi için Paris konsolosluğunda görev verildi. Abdülmecitln kızlarından, Abdülhamit ll'nin kız kardeşlerinden Seniha Sultan ile evlen­ di (1876). Abdülhamit II tarafından vezir­ lik rütbesi verilerek Adliye nazırlığına ge­ tirildi (1877). Abdülhamit ll'yi tahttan indi­ rerek Murat VI tahta çıkarmayı amaçlayan Kieantl Skalyerl-Aziz Efendi komitesi ile iliş­ kisi olduğu gerekçesiyle görevinden alın­ dı. Daha sonra bu komiteyle ilişkisinin ol­ madığı anlaşılınca atandığı Evkaf nazırlı­ ğı ve Şûrayı devlet üyeliğini kabul etme­ di. Yenilikçi görüşleri ve yönetimi eleştir­ mesi Abdülhamit II İle ilişkilerini iyice boz­ du. 1899’da oğullarıyla birlikte Marsllya-



üzerinden Avrupa'ya kaçtı. Avrupa'daki Jön Türk hareketiyle ilişkiye geçti. Paris, Cenevre ve Londra'da bulundu. Abdülha­ mit ll’nin geri dönme önerisini kabul et­ medi. Asaf mahlasıyla şiirler yazdı; Mısır hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın daveti üzeri­ ne gittiği Kahire'de, osmanlı yöneticilerini eleştiren şiirlerinin de bulunduğu Divan'ı■nı yayımladı (1899) [Divan'ında, Namık Kemal’in etkisinde yazdığı yurtseverlik manzumeleri “ Nldâ-yı hürriyet”, “ intâk-ı Hak" dikkati çeker]. Bu gelişmeler üzeri­ ne rütbesi alındı, idama mahkûm edildi. Yaşamının son günlerini Brüksel’ de geçirdi. Cenazesi ikinci meşrutiyet’ten (1908) sonra oğlu Prens Sabahattin tara­ fından İstanbul’a getirildi. MAHM UT CEM İL BEY Vassafzade, türk hattat (İstanbul 1834 - ay. y. 1914). Mehmet Tahir Efendi’den sülüs ve nesih yazı meşk etti; divani ve rika yazıları üze­ rinde çalıştı. Çeşitli devlet görevlerinde bulunduktan sonra, yazıları beğenildiğlnden amedi muavinliğine yükseldi (1898). Defteri hakanl nezareti’nde ve Divanı hü­ mayun tevkillği’nde çalıştı. Daha çok dev­ letin resmi yazıları olan divani ve rlkada ustaydı. M AHM U T ÇELEBİ Nazlı, türk hattat ve defterdar (İstanbul ? - ay. y. 1542). Ya­ şamına ilişkin çok az bilgi vardır, padişa­ hın mallarının gelirini toplamakla görevliy­ di. Şeyh Hamdullah'tan sülüs ve nesih ya­ zı meşk etti ve İcazet aldı. Mahmud-ı def­ teri olarak da tanınan sanatçının 1540’ta yaptırdığı Defterdar camisl’nin minare ale­ mine metal bir hokkayla kalem koydurttuğunu Müstaklmzade bildirir (günümüzde hokka yerinde durmaktadır). Mezarı Def­ terdar camlsl'nln bitlşlğindedlr. M AHM U T EFENDİ, Koca Efendi de denir, türk kadı (XIV. yy.). Murat I dönemin­ de (1360-1389) Bursa kadısı olarak adil kararları ve hakseverliğiyle ün kazandı. Şehzade Bayezit'e Germiyanoğlu Süleymanşah'ın kızını almak ve gelinin çeyizi olarak Osmanlılar’a verilmesi önerilen Kü­ tahya, Simav, Eğriöz (Emet), Tavşanlı’nın etnik yapısını incelemek için gönderilen kurulun başkanlığını yaptı (1381). M AHM UT EFENDİ Karaçelebizade, türk kazasker (İstanbul 1588 - ay. y 1653). Mevlana Celalettini Rumi soyundan ka­ zasker Mehmet Efendi'nin oğlu, ilmiye öğ­ renimini tamamladıktan sonra şeyhülislam Mustafa Efendi’nin yanına girerek onun gözetiminde yetişti. Beylerbeyi Abdullahağa medresesi müderrisliğine atandı. Ye­ nişehir (1622), Mekke (1623), Mekke pa­ yesiyle Medine (1624), Şam (1625), Mısır (1626), Edirne (1630) ve ölen amcası Abdülaziz Efendi’nin yerine İstanbul (1638) kadısı oldu. Bir süre görevden uzaklaştı­ rıldıktan sonra Anadolu (1643) ve ardın­ dan Rumeli (1644) kazaskerliğine getiril­ di. istifa ederek (1645) ayrıldığı son göre­ vine ertesi yıi ikinci kez atandı (1646). Mehmet IV’ün tahta çıkışında (1648) emekliye ayrıldı. M AHM U T EFENDİ Ak, türk kazasker (Manisa 1617 - İstanbul 1704). İstanbul'a gelerek şeyhülislam Abdürrahim Efendi' nln öğrencisi oldu. Çeşitli medreselerde müderris olarak çalıştı. Halep.(1671), Kâh­ ta (1678), Medine (1681) ve İstanbul pa­ yesiyle Galata (1682) kadılıklarında bulun­ du. Tatarpazarcığı kasabası kendisine arpalık olarak verilip görevden alındı (1683). ikinci kez Galata kadılığına getiril­ di (1685). Anadolu (1686), ardından Ru­ meli (1687) kazaskeri oldu. Edirne* vakası'na karıştığı gerekçesiyle Ahmet lll'ün sadrazamı Enişte Haşan Paşa tarafından görevinden uzaklaştırıldı (1703). İstanbul’a döndükten kısa bir süre sonra öldü. MAHMUT EFENDİ İmam, türk şeyhül­ islam (XVIII. yy.). Çeşitli medreselerde mü­ derrislik yaptı. Mustafa ll’nin saray imam­ lığına getirilince (1701), "imam” lakabıy­ la anılmaya başlandı. Ahmet III dönemin­



de Rumeli kazaskerliğiyle İstanbul’ dan uzaklaştırıldı (1704); görevden alındı (1708). Yeniden saray İmamlığına getiril­ di (1712). Kötüleyerek azline neden oldu­ ğu Mehmet Atauliah Efendi’nin yerine şeyhülislamlığa atandı (1713). Yolsuzlukları görüldüğünden görevinden alınarak sür­ güne gönderildi (1714). M AHM U T EFENDİ Hacı, türk saray adamı (XIX.-XX. yy.'lar). Şehzadeliğinden beri tanıdığı Abdülhamit ll’nin yanından hiç ayrılmadı. Padişah onu sarayda gidiş müdürü (hükümdarın saray dışı gezintile­ rini düzenleyen görevli) yaptı. Beşiktaş’ta Yahyaefendi dergâhı’nda yaptırdığı kütüp­ haneye 7 OOO’I aşkın kitap bağışladı (1901). Süleymaniye halk kltaplığı'na ge­ tirilen bu kitaplar (1940), “ Hacı Mahmut Efendi" adıyla anılan özel bir bölümde ko­ runur. Abdülhamit II tahttan İndirildikten (1909) sonra da velinimetinin yanından ay­ rılmayan Mahmut Efendi, onunla birlikte Selanlk’e gönderildi. M AHM UT EFENDİ mut).



YAZIR (Mah­



M AHM UT EFENDİ - MİRİM ÇELEBİ (Mahmut bin Muhammet). M AHM UT ESAT EFENDİ, türk hattat (Trabzon 1856 - Merzifon 1914). Bilgin ve hattat Mirzade Haşan Rüştü Efendi’nin oğludur, ilk sülüs ye nesih yazı derslerini babasından aldı. İstanbul'a gelerek rizeli Manizade Hoca Ferhat Efendi’den din dersleri aldı; bu arada yazısını geliştirdi. Sülüs ve nesih yazılarda Hafız Osman okuluna bağlıydı. Trabzon'da Hisar camlsi'nin mihrap yazısı, Hatunlye ve iskenderpaşa camilerinin levha yazıları onundur. M AHM UT ESAT EFENDİ, türk yazar ve siyaset adamı (İstanbul 1857 - ay. y. 1917). Kadı Mehmet Emin Efendi'nin oğ­ lu. Hukuk mektebl'nde okudu. Güihane rüştiyesi nde bir süre türkçe öğretmenli­ ği yaptı. İzmir Hukuk reisliği hizmetinde çalışırken, bir yandan da İzmir idadisi’nde fizik ve cebir dersleri verdi (1885-1896). İs­ tanbul’da Maliye hukuk müşavirliğine atandı (1896). Darülfünun'un hukuk ve mülkiye bölümlerinde din tarihi, hukuk ve iktisat dersleri okuttu, ikinci meşrutiyet’ten (1908) sonra Defteri hakanl nazırlığına ge­ tirildi. Mektebi kuzat’ta (Kadı okulu) dev­ letler hukuku öğretmeni olarak görev ya­ parken öldü. Başlıca yapıtları: İslam tari­ hi. İslam dini tarihi, Devletler hukuku, Fı­ kıh usulü, iktisat.



M AHM U T ETHEM PAŞA - ETHEM Paşa Damat. M AHM U T GAVAN (imadettln Hâce). Iran kökenli Behmenller devleti veziri (Gilan, Kavan, 1405 - Bldar 1482). Köklü bir aileden olmakla birlikte kendi kendini ye­ tiştirdi. Ailesinin devlet yönetiminde göz­ den düşmesi üzerine ticarete atıldı. Gitti­ ği Hindistan'da, Dekkan bölgesindeki Bidar’da behmeni hükümdarı Alaettin Ah­ met II tarafından İyi karşılanarak 1 000 ki­ şilik bir askeri birliğin başına geçirildi ve bir ayaklanmayı bastırmakla görevlendi­ rildi. Vezir olarak uzun yıllar (1457-1482) hizmet verdi. Ülkeyi yönetim bakımından önce dört, sonra sekiz eyalete böldü. Bu davranışı, eyalet valilerinin yetki alanları­ nı kısıtladığından düşman kazandı; vali­ lerinden birinin İftirası nedeniyle Mahmut III tarafından öldürtüldü. Paraya önem vermeyen Mahmut Gavan, alçakgönüllü bir yaşam sürdü, vezir­ likten aldığı maaşını askerler ve kamu ku­ ruluşlarına dağıttı; bilim ve sanat adam­ larını korudu. M AHM U T G A Z İ, ahi şeyhi (XIV. yy.). Ertuğrul Gazi’nin gaza yoldaşlarındandı. Kayı aşiretinin yeni beyi Osman Gazi’yi amcası Dündar Bey'e karşı destekleyerek Osmanlı devletinin kuruluşunda rol oyna­ dı. Ölüm yatağında Bursa'nın fethini bek­ leyen Osman Gazi’yi mutlu kılmak İçin, buyruğundaki ahilerin başına geçerek



kenti kuşatan Orhan Gazi'nin yardımına koştu ve Bursa'ya ilk girenler arasında yer aldı (1326). M AHM U T Gazneli (Buhara 971 - Gazne 1030), Gazneliler* hükümdarı (999 -1030). '‘Seyfettin'', "Yeminüddevle” , "Eminülmille", "Kehfülislam”, “ Nizamettin”, "Ebülkasım Gazi” gibi lakap ve kün­ yelerle de anılır. Samani komutanlarından türk kökenli Sebüktigin'in oğludur. Gazne’ de Samaniler'e bağlı bir egemenlik kur­ muş olan babası tarafından Büst kenti va­ liliğine atandı. Babasının komutasında 986'da düzenlenen seferde, Lagaman savaşı’nda gözü pekliğiyle tanındı. Valilerin Samaniler'e karşı başlattıkları ayaklanma­ ların bastırılmasında önemli rol oynadı. Bu hizmetinden dolayı kendisine "Seyfettin" lakabı verildi ve Horasan valiliğine atandı (994). Simcuroğulları’nın Horasan'a karşı giriştikleri saldırıyı püskürttü (995). Babası Sebüktigin ölünce (997) yerine veliaht ola­ rak gösterilen küçük oğlu İsmail hüküm­ dar oldu. Ancak, Mahmut amcası Boğracık’ın, en küçük kardeşinin ve komutan­ ların desteğiyle İsmail'i tahttan indirerek yerine kendisi geçti (998) ve samani vali­ lerinin egemenliği altına girmiş bulunan Horasan’ı da kendi egemenlik alanına kat­ tı. Karahanlı hükümdarı iliğ Han, Samani devletine son verince tam bağımsızlığını ilan etti (999). Bağımsızlığı Bağdat’ta ha­ life tarafından tanınıp onaylandı ve ken­ disine Yeminüddevle ve Eminülmille la­ kapları verildi. Mahmut, önce Sistan'daki olayları yatıştırıp Karahanlılar ile sınır boy­ larındaki anlaşmazlıkları da çözümledik­ ten sonra ülkesinde esenlik ve güvenliği sağladı; ardından da ünlü Hindistan se­ ferlerine başladı. 1 0 0 1 'deki ilk seferinde Pencab bölgesindeki hint hükümdarı Caypal’ın üzerine yürüdü ve onu tutsak aldı. Ağır bir fidye karşılığı özgür bırakılan Caypal, üzüntüden kendini öldürdü. Mah­ mut, ikinci seferinde de Peşaver sınırında Vayhand kentini ele geçirerek (1002) bü­ yük ganimet ve fillerle Gazne'ye döndü. Sistan’da ordunun, buranın hükümdarı Halefe karşı ayaklanarak kendisi (Mah­ mut) adına hutbe okutulduğunu haber alınca Sistan'a gitti. Halefi sığındığı kale­ den çıkararak Cürcan’a gönderdi. Ardın­ dan, Karahanlılar'ın elinden kurtulan sa­ mani Mansur'u da ortadan kaldırdı (1004) ve üçüncü Hindistan seferine çıktı. Kuzey Hindistan’da Multan'ın D.’sunda Bhatiya' da yapılan savaş da Mahmut’un parlak zaferiyle sonuçlandı. Savaştan sonra çok sayıda tutsak ve değerli ganimet alınarak Gazne'ye dönüldü. Multan'a düzenlediği dördüncü sefer sonunda bütün Multan halkını müslüman yaptı (1005). Hindis­ tan'a düzenlenen ve hemen hepsi Hintli­ lerin yenilgisi ile sonuçlanan bu seferle­ rin sayısı on yediyi buldu. Bunlar içinde en parlağı ve İslam dünyasında büyük yankılar uyandıranı “ Sumnat seferi" adı­ nı alan on altıncı sefer oldu. O dönemde, Hindistan’ın B.'sındaki Kathiavar yarıma­ dasında Sumnat kentindeki bir tapınakta tanrı Şiva'nın büyük bir heykeli bulunuyor­ du. Hindistan'ın en zengin ve görkemli ta­ pınağı olan bu tapınakta, ilahi okuyan 300 rahip ve 500 kadın rakkase vardı. Ziyaret­ lerde Şiva putuna çok değerli armağan­ lar sunulurdu. Mahmut, hem İslam dinini yaymak hem de bol ganimet sağlamak amacıyla 30 000 süvariden oluşan ordu­ suyla bu kente yürüdü. Güç ve yorucu bir yolculuktan sonra 6 ocak 1026’da Sumnat'a ulaştı. Çetin çarpışmalardan sonra kaleyle tapınak düştü. Tapınağın içindeki bütün putlar kırıldı; hazineler yağmalan­ dı, Şiva heykeli dört parçaya ayrılıp Gaz­ ne'ye getirildi. Mahmut, on yedinci ve son seferini Sumnat'tan dönerken saldırıları­ na uğradığı hintli Catlar’a karşı düzenle­ di (1027). Gemici ve savaşçı bir toplum olan Catlar'ı yaptırdığı 1 400 parça nehir gemisiyle yendi; mallarının ve ailelerinin bulunduğu ada yağmalandı ve çok sayı­ da tutsakla Gazne’ye dönüldü. Mahmut,



ömrünün son yıllarını Horasan ve Irak-ı acem'de geçirdi. Horasan'da halkı rahat­ sız eden Selçukluları ağır bir yenilgiye uğ­ ratarak sindirdi. Rey başta olmak üzere, birçok kenti aldı. Belh'e giderken hasta­ landı ve Gazne'de öldü. Mahmut, son derece iyi bir yönetici, ye­ tenekli ve gözü pek bir komutan, bilim ve sanat adamlarını koruyan bir hükümdar­ dı. (-» Kayn.) M AHM UT HAM Dİ PAŞA, asıl adı Fischel Freund, polonya kökenli türk as­ ker (Polonya 1828 - İstanbul 1896). On beş yaşında ülkesinden göçtüğü Maca­ ristan'da işgalci olarak bulunan avusturya ordusunun hizmetine girdi. Büyük macar ayaklanması sırasında (1848-1849) ba­ ğımsızlıkları için savaşan milliyetçilerle bir­ likte Avusturyalılar'a karşı çarpıştı. Ayak­ lanmanın başansızlıkla sonuçlanması üze­ rine Osmanlı devletine sığındı. Müslüman­ lığı benimseyip "Mahmut Hamdi" adını alarak türk ordusunun hizmetine girdi. Al­ bay rütbesiyle katıldığı Kırım savaşı'nda (1853-1856) önemli yararlıklar gösterdi, rütbesi ferikliğe (paşalık) yükseltildi. Her­ sek ayaklanmasını bastırmakla görevlen­ dirildi (1875). Bulgar ayaklanmasını kısa sürede bastırdı (1876). Sırbistan ve Kara­ dağ’a karşı açılan seferde türk ordusunu başarıyla yönetmesi üzerine müşirlikle (mareşallik) ödüllendirildi (1876). M AHM UT HAM ZA -* H A M Z A HARRANl.



Aydın valiliğine atandı (1909). Bahriye na­ zırı oldu (1910). Bu göreve daha sonra, babasının sadrazamlığında, yeniden ge­ tirildi (1912). Ordu komutanı olarak görev aldığı Balkan savaşı'nda yaralandı; ordu­ dan istifa etti. Berlin büyükelçiliği yaptı (1913-1915). Enver Paşa’nın 1914'te ordu­ ya dönme teklifini kabul etmedi. 1915'te emekliye ayrıldı ve İsviçre'ye yerleşti. Bir gezi sırasında İskenderiye'den Napoli’ye giderken Akdeniz'de öldü. Askerlik, siya­ set, anı ve tarih konularında Huzname-i harp, Maziye bir nazar, Acı bir hatıra ile franşızca yazdığı La Turquie, L'Allemagne ve Evénements d'Orient adlı yapıtları var­ dır. M AHM U T M ÜNİR PAŞA, türk diplo­ mat (öl. İstanbul 1899). Musa Saffeti F’aşa’nın kethüdası Necip Efendi’nin oğlu. İs­ tanbul'da başladığı öğrenimini Paris’te ta­ mamladı. Yurda dönüşünde (1862) BabI­ âli’de Tahriratı hariciye kalemi’ne girdi. Türkiye'nin Fransa elçiliği kâtipliğine ata­ narak Paris'e gönderildi (1867). Paris baş­ konsolosu oldu (1871). İstanbul'a çağrıla­ rak Tahriratı hariciye kalemi müdürlüğü­ ne getirildi (1873). Divanı hümayun tercü­ manlığına atandı (1874). Vezirlik payesiy­ le Teşrifatı umumiye nazırlığına yükseltil­ di (1878). M AHM U T NEDİM PAŞA, gürcü kö kenli türk sadrazam (İstanbul 1818 - ay. y. 1883). Gürcü Mehmet Necip Paşa'nın kü­ çük oğlu. Babasının aracılığıyla Sadaret mektupçu kalemi'ne girdi. Kısa sürede sadaret mektupçusu, ardından da sada­ ret müsteşarı oldu. Vezirlik payesiyle Trablusgarp valiliğine gönd_erildi. Bahriye na­ zırlığına atandı (1867). Âli Paşa'nın ölümü üzerine sadrazamlığa getirildi (1871). Rus politikasına yatkın bir politika izlediğinden karşıtlarınca "Nedimov” lakabıyla anılan paşa, devlet işlerinin Babıâii yerine doğ­ rudan sarayda görülmesine yol açtığın­ dan mutlakıyetin ve keyfi’yönetimin yeni­ den kuruluşunda başlıca rolü oynadı. Ba­ şarısızlığı görevinden alınmasına neden oldu (1872). Şûrayı devlet reisi olarak gö­ rev yaparken, müzminleşen Hersek ayak­ lanmasını kısa sürede bastıracağı konu­ sunda güvence vermesi üzerine, Sakızlı Esat Paşa’nın yerine ikinci kez sadrazam­ lığa getirildi (1875). Ancak, Hersek ayak­ lanmasını bastırma beceresini göstereme­ diği gibi, üstelik bulgar ayaklanmasının çıkması, devletin dış borçlarını azaltmak için tahvil faizlerini % 50 düşürmesinin (tenzili faiz) Avrupa devletlerinin sert tep­ kileriyle karşılaşması ve Mithat Paşa taraf­ tarlarınca kışkırtılan öğrencilerin toplu so­ kak gösterileri (talebei ulum ayaklanma­ sı) düzenlemeleri üzerine Abdülazlz tara­ fından azledildi (1876). Abdülhamit II tah­ ta çıktıktan (1876) sonra Musul valiliğine atandı; ardından Dahiliye nazırı oldu (1879). Mithat Paşa ve arkadaşlarını yar­ gılamak üzere kurulan Yıldız mahkemesi için suç kanıtı toplamakla görevlendirilen kurula seçildi (1881). Öldüğünde, Cağaloğlu’ndaki türbesine gömüldü. (-» Kayn.)



M AHM UT HAYRAHİ Seyit, türk sufi (öl. Akşehir 1268). Yaşamı, çağdaşı öteki türk sufiler gibi bektaşiler tarafından menakıpnamelere alındı. Mevlana ile dostluk kurdu. Akşehir'de kendi adını taşıyan ma­ hallede bir türbesi vardır. İstanbul’daki Türk ve İslam eserleri müzesi'ndeki san­ dukasının üzerinde “ Velilerin kutbu Seyit Mahmut ibni Mesut" yazılıdır. M a h m u t K â m İ l e f e n d İ Merzifonlu, türk din bilgini (Merzifon 1857 - İs­ tanbul 1914). ilköğrenimini doğduğu yer­ de tamamladıktan sonra İstanbul'a gele­ rek Süleymaniye darülhadis medresesi ile Mektebi nüvvab’ı bitirdi (1892). Rüus sı­ navını kazandıktan sonra Timurtaş mescidi'ne (1903), Darülhilafetülaliye ve Şemsipaşa medresesi'ne müderris (1909) ol­ du. 1912’den sonra huzur derslerine ka­ tıldı. M AHM UT M ACİT PAŞA Soğanyemez, türk kaptanıderya (XVIII. yy.). Ende­ run’da yetişti. Kapıcılar kethüdalığından vezirlik payesiyle kaptanıderyalığa getiril­ di (1746). Soğan düşmanlığından ötürü "Soğanyemez" lakabıyla anılan paşa, ya­ sakladığı halde gemilere soğan sokan de­ nizcileri ölüm cezasına kadar varan ağır cezalara çarptırdığı için aynı yıl görevden alınarak Midilli adasına sürüldü. M AHM UT MESUT PAŞA, türk asker (Amasya 1820 - İstanbul 1890). Kurmay yüzbaşı olarak bitirdiği Harbiye'de uzun yıllar matematik dersi verdi (1848-1863). Müşir olarak Muhakemat dairesi başkan­ lığında bulunduktan sonra emekliye ay­ HjMAHMUT PAŞA Veli, hırvat kökenli türk sadrazam (öl. İstanbul 1474). Çocuk rıldı (1885). Matematikle ilgili ders kitap­ yaşta Semendire (Smederevo) yakınında ları vardır: Kutru-u mahrutiyat, Cebirin türk akıncıları tarafından annesiyle birlik­ hendeseye tatbiki. te tutsak alınarak Edirne'ye getirildi. Dik­ M AHM UT MUHTAR PAŞA Katırcıkatini çektiği Murat ll'nin isteğiyle Edirne oğlu, türk asker ve diplomat (İstanbul sarayı'nda eğitildi. Tahtını babası Murat II’ 1867 - Akdeniz 1935). Gazi Ahmet Muh­ ye bırakıp çekilen Mehmet II ile birlikte tar Paşa'nın oğlu. Galatasaray lisesi'nden Manisa'ya gönderildi (1445). Babasının sonra Harp okulu'nu (1885) ve Almanya' ölümünden sonra yeniden tahta çıkan daki Metz Harp okulu'nu (1888) bitirdi. Bir Mehmet ll'nin yanında katıldığı Karaman süre prusya ordusunda çalıştıktan sonra seferinde büyük yararlık göstermesi üze­ İstanbul'a döndü; Harp okulu'nda ders rine yeniçeri ağalığına atandı (1451). Ruverdi. 1897 Türk-Yunan savaşı'na miralay melihisarı’nın yapımı sırasında, Anadoluolarak katıldı; savaşın Velestin, Çatalca ve Dömeke cephelerinde görev aldı. Fran­ hisarı’nı başında durup sağlam bir biçim­ sız ordusunun tatbikatlarında osmanlı or­ de onarttığı için ikinci vezirliğe yükseltildi dusunu temsil etti (1900). İkinci meşruti(1452). İstanbul kuşatıldıktan sonra elçi yet’ten (1908) sonra birinci ferik rütbesiy­ olarak padişah tarafından Bizans impara­ le 1. Ordu komutanlığına getirildiği İstan­ toruna gönderildi ve boşuna kan dökül­ bul'da sert önlemler aldı. 31 Martolayı'nmemesi için İstanbul’un bir an önce Türkler'e teslim edilmesini istedi. Bu önerisidan sonra rütbesi miralaylığa indirilerek



Mahmut Paşa 7674



Büyük Larousse



Mahmut Şevket Paşa



Deniz müzesi kütüphanesi, İstanbul



nin reddedilmesi üzerine başlayan çarpış­ maların 51. gühü toplanan savaş meclisin­ de kuşatmanın kaldırılmasını öneren sad­ razam Çandarlı Halil Paşa ve yandaşları­ na karşı fethe kadar kuşatmanın sürdürül­ mesini isteyen padişahı destekledi. İstan­ bul fethedildikten sonra görevden alınan Çandarlı Halil Paşa’nın yerine sadrazam­ lığa getirildi (1453). Ceneviz'e karşı açılan seferde İmroz, Taşoz ve Limni adalarını alarak osmanlı topraklarına kattı (1456). Daha sonra çıktığı Sırbistan seferinde Ressava, Kuruca, Rudnik, Braniçe (Branikvaç), Güvercinlik (Golumbaç) kaleleri­ ni ele geçirip Tuna boylarına dayandı ve kuşattığı başkent Semendire’yi (Smederevo) de almakla Sırbistan'ı kesin olarak fethetti (1459). Kuzey Anadolu seferinin bi­ rinci evresinde bir ceneviz kolonisi olan Amasra’yı osmanlı topraklarına kattı, ikinci evresinde de Sinop'u ele geçirerek isfendiyaroğulları beyliğine son verdi (1461). Midilli’yi Cenevizlilerin elinden alarak (1462), Anadolu ve Rumeli kıyılarını latin korsanlarının baskınlarından kurtardı. Hersek seferi sonunda bu dükalığı Os­ manlI devletine bağladı (1463). Macar kra­ lı Matyas’ın Bosna’nın eski merkezi olan Yayça kentini işgal etmesi üzerine Fatih Sultan Mehmet tarafından gönderildiği Macaristan seferinde macar kuvvetlerini bozguna uğratarak kral Matyas'ı Orta Ma­ caristan ötelerine kadar kovaladı (1464) ve Venediklilerle savaşan türk ordusunun Mora yarımadasını fethetmesini kolaylaş­ tırdı. Karamanoğlu Pir Ahmet Bey’in Os­ manlI devletine karşı Papalık, Venedik, Macaristan tarafından kurulan Kutsal ittifak'a girmesi üzerine, Konya ve Larende' nin (Karaman) ele geçirilerek karaman ül­ kesinin bir osmanlı vilayetine dönüştürül­ mesiyle sonuçlanan Karaman seferine ka­ tıldı (1466). Ancak, yerine göz diken Rum Mehmet Paşa, onu Fatih'in sözünü dinle memek, padişah Konya ve Larende hal­ kının toplu olarak İstanbul'a sürülmesini buyurduğu halde rüşvet alıp zenginleri yerlerinde bırakıp yalnız yoksulları İstan­ bul'a göndermekle suçladı. Böylece göz­ den düşerek azledilen Mahmut Paşa, kaptanıderyalıkla Gelibolu sancağına gönderildi (1466). Kaptanıderya ve Geli­ bolu sancakbeyi olarak Fatih'in Eğriboz seferine denizden katılan paşa, yunan kı­ yısındaki Eğriboz ile adanın merkezi olan Halki (Kalki) kalesi arasında 300 gemiyle bir köprü kurdurarak türk ordusunun bu­ radan adaya geçmesini ve Fatih'in Eğriboz'u fethetmesini sağladı (1470). Kara­ manlıları destekleyen akkoyunlu hüküm­ darı Uzun Haşan sorununun ortaya çık­ ması üzerine deneyim ve savaş bilgisi göz. Büyük L a ro u s &



Mahmut Paşa



Âşâ Çelebi tezkiresi’mim bir minyatür Millet kütüphanesi, İstanbul



önünde tutularak ishak Paşa’nın yerine ikinci kez sadrazamlığa getirildi (1472). Fa­ tih'in Otlukbeli* savaşı'nı kazanmasında önemli rol oynamasına karşın, bozguna uğrayarak kaçan Uzun Hasan'ı izlemeyişini kötüye yoran düşmanlarının padişa­ hı etkilemeleri üzerine aynı yıl görevden alınıp Filibe yakınındaki Hasköy'e sürüldü (1473). Eşini elinden aldığı için arası açık olan karaman sancakbeyi şehzade Mus­ tafa'nın ölümüne sevindiği dedikoduları­ na kanan, evlat acısından yüreği yanık pa­ dişah, birlikte büyüdüğü Mahmut Paşa' yı İstanbul'a çağırtarak idam ettirdi. Adnimahlasıyla şiir de yazan Mahmut Paşa' nin türkçe ve farsça şiirlerini topladığı bir Divan'ı, İstanbul'da 265 dükkânlı bir çar­ şı (Mahmutpaşa çarşısı) başta olmak üze­ re ülkenin birçok yerinde cami, türbe, ha­ mam, okul, çeşme, han, tekke, mescit gi­ bi hayratı ve bu yapıtların yaşayabilmesi için kurduğu vakıfları vardır. M AHM U T PAŞA Güzelce, türk vezir (öl. 1604). Enderun’da yetişti. Anadolu ve Rumeli'de çeşitli görevlerde bulunduktan sonra Kars (1593), ardından Tuna (1598) muhafızı oldu. Sadrazam ve serdarıekrem Damat İbrahim Paşa ile birlikte katıldığı Babofça ve Kanije kalelerinin fethinde bü­ yük yararlık göstererek üçüncü vezirliğe yükseldi (1600). ikili oynayan Eflak voyvo­ dası Mihail'in AvusturyalIlarda öldürülme­ si üzerine ordusuyla Eflak'a girip Erdel ve Boğdan voyvodalıklarını da yeniden osmanlı yönetimine bağladı (1601). ikinci ve­ zirliğe getirildi ve ordunun başına geçe­ cek yeni sadrazam Yemişçi Haşan Paşa' nin sadaret kaymakamı olarak İstanbul'a çağrıldı (1602). Düşmanı olan sadrazama karşı sipahilerle anlaştı ve öldürülmesi için de şeyhülislam Sunullah Efendi'den bir fetva aldı (1603). Ancak, Mehmet lll’ün bu fetvayı onaylamayı reddetmesi, gizlice İs­ tanbul'a gelen Yemişçi Haşan Paşa’nın da yeniçerilerle anlaşarak sipahilerin ayaklan­ masını bastırması ve bu kez onun öldü­ rülmesi için fetva alması üzerine kaçıp saklandı. Peşte bozgunundan sorumlu tu­ tulan sadrazam Yemişçi Haşan Paşa’nın görevden alınarak öldürülmesiyle (1603), canını kurtardıysa da Ahmet l’in tahta çı­ kışından (21 aralık 1603) kısa süre sonra öldü. M AHMUT PAŞA tophaneli, türk yö­ netici (öl. 1606). Murat lll'ün öğretmenle­ rinden İbrahim Efendi'nin oğlu. Çeşitli yer­ lerde kadılık yaptıktan sonra defterdarlık hizmetine girdi. Baş defterdarlığa getiril­ di (1597). Aynı yıl görevinden azledildiyse de, daha sonraki yıllarda da birkaç kez baş defterdarlık yaptı. M AHMUT PAŞA Kara, arnavutluk kö­ kenli türk vezir (öl. Karadağ 1796). işkodra ve yöresini ele geçirip burada Dukakin prensleri soyundan geldiğini öne sürerek Başatlı beyliğini kuran ve osmanlı hizme­ tine giren Başatlı Mehmet Paşa’nın oğlu. Babasının ölümü üzerine onun yerine işkodra sancakbeyi oldu. Venedik ve avusturya topraklarına düzenlemeye başladı­ ğı akınlar (1785), önceleri Osmanlı devle­ tince hoş karşılandı. 1787-1792 Türk-Rus savaşı başlayınca bu akınlara son verme­ sini isteyen BabIâli'ye karşı ayaklandı. Üzerine gönderilen türk kuvvetlerine ye­ nilerek tutsak edildi (1788). Ancak, Avus­ turya'nın da Türkiye'ye karşı savaşa gir­ mesinden (1788) ve koruyucusu olan Ce­ zayirli Gazi Haşan Paşa’nın sadrazamlığa getirilmesinden (1789) sonra affedilerek yeniden işkodra sancakbeyliğine atandı. Sadrazam Gazi Haşan Paşa'nın ölümü üzerine (1790) durumunu tehlikede göre­ rek AvusturyalIlarla Venedikliler'e sığındı. Bu iki devletin Arnavutluk’ta bağımsız bir hanedan kurması için kendisini destekle­ yecekleri yolundaki vaatlerine güvenip osmanlı yönetimine karşı yeniden ayaklan­ dı ve Aydoslu Mehmet Paşa komutasın­ da üzerine gönderilen hükümet kuvvetle



rini yendi (1791). Ancak, aynı yıl Osmanlı devletiyle Ziştovi barışı'nı imzalayan Avus­ turyalIlar, yaptıkları yardımı kesip onu Ba­ bIâli’nin karşısında yalnız bıraktılar. Bunun üzerine denetimi altına almak için uğraş­ tığı arnavut paşalarla beyler aralarında güçbirliği yaparak onu sığındığı işkodra kalesinde kuşattılar (1793). Sonunda bun­ lara teslim olmak zorunda kalan Mahmut Bey, bir yeniçeri birliğinin gözetiminde İs­ tanbul’a gönderildi. Nizamı cedit ordusu kurmaya kararlı olan yenilikçi padişah Se­ lim III tarafından vezirlik payesi verilerek affedildi ve Arnavutluk’ta da böyle bir or­ du kurmakla görevlendirilip yeniden Işkodra'ya yollandı (1794). Orada durumu­ nu güçlendirdikten sonra topraklanna sal­ dırdığı Karadağlılar tarafından pusuya dü­ şürülerek öldürüldü. M AHM U T PAŞA Topçubaşızade, türk asker ve yönetici (öl. İstanbul 1855). Topçubaşı Mustafa Ağa’nın oğlu. Düzen­ li bir eğitim görmedi. Cesaretiyle tanındı. Topçu livalığına, ardından topçu ferikliği­ ne yükseldi. İzmir komutanlığı ve Meclisi vâlâ üyeliği yaptı. Ankara valiliğini yürü­ türken kaptanıderyalığa getirildi (1852). Rus donanmasının Sinop’ta 12 parçalık türk donanmasını batırmasından sorum­ lu tutularak kaptanıderyalıktan azledildi (1853). Yapılan yargılama sonucu Bolu' ya sürüldü, iki yıl sonra bağışlandı. M AHM U T RAİF EFENDİ İngiliz, Tanburi, türk reisülküttap (öl. İstanbul 1807). Babıâli tercüme kalemi'ne alındı. Elçilik kâtibi sıfatıyla gönderildiği Londra' da İngilizcesini “ Ingiliz” lakabını alacak kadar ilerletip başkâtipliğe yükseldi. İngil­ tere'den dönüşünde donanma müsteşar­ lığına atandı. Beylikçi (Divanı hümayun ka­ lemi müdürü) olarak çalışırken, reisülküttaplığa getirildi (1800). Selim lll’ün yenilik hareketlerinin en etkin temsilcilerinden biri olduğu için Yeniçeriocağı’na dayanan tu­ tucu kanadın baskısıyla görevden alındı (1805). Ruznamçeci, bir süre sonra da Ka­ radeniz boğazı nazırı oldu (1806). Kabak­ çı* Mustafa ayaklanması sırasında (1807) yeniçeri yamaklarınca öldürüldü. Müzik­ le yakından ilgilenen ve "Tanburi" diye de anılan Mahmut Raif Efendi besteler ve ba­ zı çeviriler de yaptı. Bestelerinden yalnız­ ca ikisi (İsmail Dede Efendi'yle ortaklaşa besteledikleri Rastıcedit kâr ve Acemaşi­ ran fihyst sazsemaisi) günümüze ulaşa­ bilmiştir. M AHM UT ŞAH (Nasrettin) [1228-1266], Delhi sultanı (1246-1266). iltutmuş'un oğ­ lu. Tahttan indirilen Mesut Şah’ın yerine tahta çıkarıldı. Dindar ve yumuşak bir hü­ kümdardı, ama devleti yönetecek yete­ nekten yoksundu. Naip atadığı kayınpe­ deri Balaban’ın sayesinde ülkede düzeni sağlayabildi ve Moğollar'ın Hindistan'da­ ki ilerlemesini durdurabildi. Ölünce yeri­ ne iktidarın gerçek sahibi Balaman geçti. M A H M U T ŞAH I Halaci (öl. 1469), Malva sultanı (1436-1469). Zalim bir hü­ kümdar olan Muhammet Guri'yi zehirlet­ ti. Yerine geçen Muhammet'in oğlu Me­ sut'u Gucerat’a kaçmak zorunda bıraka­ rak sultanlığını İlan etti. Malva sultanlığı­ nın en parlak dönemini oluşturan saltanatı süresince Gucerat, Dekkan, Caunpur, Kalpi ve Çitor hükümdarlarıyla savaştı, sınır­ larını kuzey, güney ve doğu yönlerinde genişletti. Kahire'deki abbasi halifesi tara­ fından Malva sultanı olarak tanındı. M a h m u t Ş a h l l Haiaci (öi. 1531), son Malva sultanı (1511-1531). Babası Nasırettin Şah'ın ölümü üzerine tahta çıktı. Taht iddiacılanna karşı Racputlar’ın yardı­ mını kabul etmesi, racput vezirlerinin nü­ fuzunun artmasına ve müslümanlarla hindular arasındaki gerginliğin büyümesine yol açtı. Racputlar’ın baskısından Guce­ rat sultanı Muzaffer l'in yardımıyla kurtulabildi (1517). Ama bu kez Çitor racası ile bozuştu; yenilerek ona esir düştüyse de bağışlandı. Gucerat sultanı Bahadır Şah' ın taht üzerinde hak iddia eden kardeşini himaye etmesi, Bahadır Şah’ın Malva'yt is-



tila etmesiyle sonuçlandı. Esir düşen Mah­ mut Çampaner'e götürülürken yolda öl­ dürüldü.



kekler bölümü sağlam olan çifte hamam, bu yapı türünün İstanbul’daki ilk örnekle­ rindendir. Fatih Sultan Mehmet dönemin­ den günümüze ulaşan tek örnek dan hân (Kürkçü hanı), iki katlı, İki avluludur; orta­ sında Hacı Küçük Ahmet Ağa’nın yaptır­ dığı mescidi vardır. Yapılar, 1939 ve 1953'te onarılmıştır.



■M A H M U T ŞEVKET PAŞA) türk .sad­ razam (Bağdat 1856 - İstanbul 1913). İlk­ öğrenimini Bağdat’ta yaptıktan sonra İs­ tanbul'da Harbiye’ye girdi; 1882'de kur­ may yüzbaşı olarak orduya katıldı. Daha MAHMUZ a. (ar. mihmaz’dan). Bacaklasonra silah satınalma komisyonu üyesi rn etkisini artırmak için, uçlannda binicinin olarak gönderildiği Almanya’da dokuz yıl topuğuna geçirilen teyışlann bulunduğu iki ,kaldı. 1905'te birinci ferik (orgeneral) rüt­ kda bağlı küçük metal çubuk. (Bazı mah­ besiyle Kosova valisi, İkinci meşrutiyet'in muzlarda mahmuz pulu denilen dişli ve de­ ilanından (1908) sonra 3. Ordu komutanı, vingen, küçük, daire biçiminde bir parça ardından Rumeli vilayetleri genel müfetti­ vardır. Mahmıçlann etkisi, tekerlek dişleri­ şi oldu. 31 mart* vakası nedeniyle hareket nin az ya da çok uzun ve sivri olmasına ordusu’nun başında İstanbul’a girdi (24 bağlıdır) [Bk. ansikl. böl. Bine] nisan 1909) ve ayaklanmayı bastırdı. Ayaklanmanın bastırılmasında ve Abdül—Anat. ve Patol. Dar açıyla birbirinden aynlan atardamar çatallanmalarının birço­ hamit ll'nin tahttan indirilmesinde oynadı­ ğuna verilen ad. || Mahmuz biçiminde ğı rol onu imparatorluğun en güçlü kişi­ anus, mezenfer kenarı alıkonarak ve ba­ lerinden biri durumuna getirdi. Hareket ğırsağın iki ucu tüfek namlusu gibi yan ya­ ordusu komutanı olarak sıkıyönetim ilan na getirilerek yapılan yapay anus tipi. etti ve 1„ 2. ve 3. orduların genel müfet­ —Arıc. Arıcı mahmuzu, kovan çerçevele­ tişliğini üstlendi. Harbiye nazırlığı yaptı rindeki tellere temel peteği (yapay petek) (1910-1912). BabIâli* baskını'nın ardından tutturmak için kullanılan alet. (Bir sıcaklık Ittihatçılar'ın önerisi üzerine sadrazamlığa kaynağında ısıtılan mahmuz telin üzerin­ getirildi (23 ocak 1913). Özellikle Balkan savaşı bozgunuyla gündeme gelen sorun­ de hafifçe bastırılarak yürütülürken, pete­ larla uğraştı. Ancak çok geçmeden Mah­ ğin balmumunu eriterek tele yapışmasını sağlar.) mut Şevket Paşa'nın işbirliği yaptığı İttihat­ çıların politikası İtilafçılar arasında yoğun ■—Ask. denize. Bir gemi pruvasının en uç bölümüne, su kesiminin altına ya da ön bir muhalefete yol açtı. Sadrazamlıkta he­ kasara hizasına yerleştirilmiş kalın ağaç çı­ nüz beş ayını doldurmamış olan Mahmut kıntı. (Bk. ansikl. böl.) Şevket Paşa, 11 haziran 1913'te makam ■—Bayınd. Bir köprü ayağına yerleştirilen otomobiliyle Harbiye nezareti’nden BabI­ ve hem takviye etmeye hem de suların âli'ye giderken bir suikast sonucu öldürül­ ayağı aşındırmasını önlemeye yarayan dü. Devfef-r Osmaniye'nin bıdayet-i tesisin­ den şimdiye kadar osmanlı teşkilatı ve kıyafet profilli taş bölüm. (Eşanl. SELYARAN.) || Bir yapıyı ya da yüksek bir duvarı destekle­ -i askehyesi adlı bir yapıtı bulunmaktadır meye yarayan dış payanda ayağı. (Mah­ M A H M U T Ş E V K E T P A Ş A , İstanbul' muzlar sağlamlaştırıcı öğeler olarak, ge­ un Beykoz ilçesine bağlı bucak; 6 332 nellikle duvar ötüldükten sonra yapılırlar.) nüf. (1990); 7 köy. Merkezi Ömerli, 2 —Bine. Mahmuz kayışı, mahmuzu çizme­ 117 nüf. (1990). ye tespit etmeye yarayan meşin kayış. || M A H M U T USTA M*vlanakap«lı, Mahmuz pulu, mahmuzun ucunda bulu­ türk tespihçi. XIX. yy. sonlarında yaptığı nan düz ya da tırtıklı metal parça. (Bk. an­ tespihlerle ün kazandı. sikl. böl.) —Bot. Bazı çiçeklerde çanak yaprakların M A H M U T Vardan, türk din adamı ve dibinde (latinçiçeği) ya da taçyaprakların yazar (öl. 1630). Kuran ayetlerini abece sı­ dibinde (hasekiküpesi) bulunan çıkıntı. rasıyla bir araya getirdiği, önemli bir kay­ (Mahmuz, kısa [şahtereotu, menel^e] ya nak niteliğindeki Tertib-i zîbâ adlı yapıtıy­ da uzun [latinçiçeği, hazeran], içi boş ya la tanınır. da dolu olabilir. Bir çiçekte tek taçyaprak M A H M U TB E Y, İstanbul’un Bağcılar mahmuzlu olabileceği gibi [kınaçiçeği] ilçesinde semt ve mahalle. bütün taçyapraklar da mahmuzlu olabilir [hasekiküpesi].) M A HM U TLAR , Antalya’nın Alanya il­ —Böcbil. Sabit ''diken''lerin tersine, tibia’ çesi merkez bucağına bağlı belde; 4 ya eklemlenen hareketli, ince deri eklentisi. 852 nüf. (1990). Belediye. —Coğ. Dağların ya da tepelerin eteğin­ M A H M U T M Ş A , İstanbul'un Eminönü deki çıkıntı. ilçesine bağlı semt; adını Fatih Sultan —Denizbil. Kıta şevi, okyanus sırtı ya da Mehmet’in sadrazamı Mahmut Paşa'nın eşiği gibi büyük bir denizaltı yüzey şekli­ yaptırdığı Mahmutpaşa* külliyeşi'nden nin, sivri bölümü. || Mercan kayası mah­ alır. Bu kesimde ayrıca, XVII. ve XVIII. muzu, bir mercan kayasının dış yamacı­ yy.'larda İnşa edilmiş osmanlı hanları bu­ nın üst bölümünde yer alan ve kayanın lunmaktadır. Semt, günümüzde de İstan­ cephesine düşey oluşmuş doruk. bul'un başlıca ticaret merkezleri ndendir. —Denize Pruva mahmuzu, buzlarla kaplı denizlerde seyreden kimi gemilerin baş ■M ahm utpaşa külllyesl, İstanbul'un Eminönü ilçesinde, bulunduğu semte adı­ tarafına, su kesiminin yakınına yerleştiri­ nı veren yapılar topluluğu; cami, medre­ len sac takviye parçası. se, türbe; mektep imaret, hamam ve han­ —Heykc. Yapıtın kıvrımlı bölümlerini kazı­ dan meydana gelir. Mahmut Paşa'nın maya yarayan, uçları törpü biçiminde alet. yaptırdığı külliyenin camisi İstanbul'da yan —İstihke. Bir çıkıntı meydana getiren tah­ mekânlı (kanatlı) camilerin en eski örnek­ kimat. || Ortaçağda, silindir biçiminde bir lerindendir (1462). Ana mekân mihrap ek­ kuleyi destekleyen çıkıntılı bölüm. || Tarih­ seninde iki büyük kubbeyle, yan mekân­ öncesi dönemlerde ve erten Ortaçağda lar üçer, giriş mekânı da beş küçük kub­ çokça görülen, doğal engelin sağladığı beyle örtülüdür. Önünde ayrıca beş kub­ korumadan yararlanmak üzere doğal bir beli son cemaat yeri vardır. Girişte, orta­ platonun açık ucunu kapatarak oluşturu­ daki mukarnas dolgulu küçük kubbe, bir lan tahkimli yerleşme. eyvan biçiminde büyük orta kubbeye açı­ —Mim. İon sütun başlığında, bitişik iki kıv­ lır. Mukarnas dolgulu mermer taçkapı te­ rımdan oluşan her açıya verilen ad. || melinin üzerinde, kıvnkdallı rumiler arasın­ Abak mahmuzu, bir sütun başlığında, da yapım yazıtı bulunur. Cami 1755’te Os­ yanları içbükey bir abakın köşelerinden man III döneminde önemli bir onarım ge­ her biri. çirmiş, 1828'de hünkâr köşkü eklenmiş­ —NalbanS. Bir at nalının kol uçlanna yer­ tir. Mihrap ve minber, XVIII. yy.’dandır. Ca­ leştirilen kıvnk parça. || Atın kaymasını önle­ minin G.-D.’sundaki, kesme taştan, sekiz­ mek için nallann mıh deliklerine vidalanan gen türbe (1474) firuze ve lacivert renkli ya da kakılan küp ya da piramit biçiminde çini mozaiklerle süslüdür. Medreseden küçük çelik parçalar. || Buz mahmuzu, atın yalnızca kubbeli dershane günümüze buzda kaymasını önlemek için kullanılan, ulaşmış, mektep ve imaret yıkılmıştır. Er­ özel olarak yapılmış, çok sivri mahmuz.



—Oftalmol. Sklera mahmuzu, gözde ön odaya uzanan sklera"çıkıntısı. —Oy. Dövüş ho/oBarının yan parmağına takılan sivri ve teskin çelik bıçak. —Sil. Top mahmuzu, top kundağının top­ rağa dayanan bölümü. (K U N D A K M A H M U ­ ZU da denir.) —Top kundağının kolunu toprağa sabitleştirmeye yarayan düzenek. —Su yapı. Tarak gemilerinin teknesine gö­ re kayabilen ve kazıcı aletin zeminde ya­ rattığı kuvvetleri karşılamaya yarayan dü­ şey ya da eğik kazık. —Teknol. Tırmanma mahmuzu, direklere tırmanacak elektrik ya da telefon işçileri­ nin ya da ağaçlara tırmanacak budama işçilerinin ayaklarına geçirdikleri çengelli aygıt. —Zool. Bazı balıkların karın ya da göğüs yüzgeçlerinin dibinde bulunan kemiksi çı­ kıntı. || Ciğerii balıklann tek yüzgeçlerini tu­ tan kemiksi ışın. || Bazı memelilerin ve er­ kek tavuksuların ayaklarındaki uzantıları (silah gibi kullanılabilir) gibi bazı sivri ve sert organlara ve bazı uzunbacaklı kuş­ larda ve perdeayaklılarda kanadın fraenulum’unda, Xiphosura polyphemus’larda, akreplerde ve bazı örümceklerde de tibianın ucunda yer alan, diş biçiminde, kitinli, çift çıkıntı gibi çeşitli sivri organlara verilen ad. j| Boagiller familyasından yılan­ larda, özellikle de pitonlarda, femurun körelmesiyle ortaya çıkan oluşum. || Bazı kö­ pek ırklarında rastlanan ek parmak. || At­ larda bukağılığın gerisinde bulunan boy­ nuz parçası. — A N S İK L . Ask. denize Antikçağ'da mah­ muz, kadırga teknesinin devamı olarak uzanan ve düşman teknesini delmeye ya­ rayan, üzeri tunç kaplı bir kalastı. Bunun­ la birlikte hellenistik çağdan modern ça­ ğa kadar, mahmuz savaşı yalnız saldırılar için değil, saldıran için de bir tehlike oluş­ turdu; bu nedenle mahmuz, düşmanı ba­ tırmaya ve bordalamaya olanak veren bir yardımcı savaş aracı durumuna geldi. Yel­ ken denizciliğinde terk edilen mahmuz, 1855'ten başlayarak beklenmedik bir ilgi kazandı. Re d'ltalia zırhlısının avusturyalı amiralin gemisi tarafından mahmuzlana­ rak batırıldığı Lissa savaşı'ndan sonra,



Mahmutpaşa külliyesi camisi İstanbul



tekerlekli



mahmuz



(ABD, XIX. yy. sonu)



çubuklu mahmuz ("Wales prensi")



Larousse



mahmuz XV. yy.'ın ikinci yarısı



Ordu müzesi, Paris



Bk. resim sayfa 7676



zırhlı savaş gemileri ve firkateynler mah­ muzla donatıldı. Ancak topçu sınıfının ge­ lişmesiyle XX. yy.’ın başında gereksiz gö­ rülerek kaldırıldı. —Bine. Mahmuz gereksiz yere kullanıldı­ ğı zaman atı bezdirir ve giderek onu mah­ muza karşı duyarsız hale getirir. Bazı at­ lar biniş ve çalışmalarda mahmuza karşı tepki gösterir. Bu atlara mahmuz kullanıl­ maz. Kovboy mahmuzları, binicilik mah­ muzlarından farklıdır. At terbiyesi, engel atlama çalışmaları da özel mahmuz tiple­ rini gerektirir. M AHM UZCU K a. 1. Küçük mahmuz. —2. Salepgillerin çiçeklerinde çiçektozları kümesini tepecikten ayıran ve çoğunluk-



köprü mahmuzu Büyükçekmece köprûsû-istanbul



mahmuzcuk bulduğu balıklar ve omurgasızlarla bes­ lenir. Bil. a. Etmopterus spinax; camgözbalığıgiller familyası; boyu 50 cm'ye ka­ dar.)



bir fenike kadırgasının mahmuzu



la gaga görünümünde blan parça. (Ba­ zen çiçektozu kütlelerinden oluşan yapış­ kan yumrucuk mahmüzcuğa bitişik olur.) MAHMUZÇİÇEÖİ a. 1. Akdeniz havza­ sında yetişen ve talkım halinde kırmızı, pembe ya da beyaz çiçekler açan ikiyıllık ya da çokyıllık otsu bitki. (Bil. a. centranthus; kediotugiller familyası.) [Bk. an­ sikl. böl.] —2. Eski Dünyânın tropikal böl­ gelerinde ve Okyanusya’da yüzden fazla türü yetişen ve coleus türlerine benzeyen, karşıt yapraklı, salkım halinde mavi çiçekli, çokyıllık otsu bitki ya da ağaççık. (Bil. a. plectranthus; ballıbabagiller familyası.) [Bunun birçok türü sıcak seralarda süs için yetiştirilir: Plectranthus fruticosus, P. ternatus, vb.] —3. Kırmızı mahmuzçiçeği, k i r m i z i K E D İ o r ı r 'n u n eşanlamlısı.



Roger-Vioiiet; Vlolleı kol.



MAHMUZLAMA a. Mahmuzlamak ey­ lemi. —Ask. denize. Bir geminin baş bodosla­ masıyla ya da mahmuzuyla düşman ge­ misine bindirmesi. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İK L . Ask. denize. Taktik alanda, mahmuzlama zarar vermeye, hatta düş­ man gemisini batırmaya ya da ele geçir­ meye dayanan bilinçli bir manevradır. Düşman gemisinin bordasına bir baskın birliğinin çıkmasını sağlayan mahmuzla­ ma, Antikçağ'dan itibaren, mahmuzla do­ natılmış kadırgalar savaşında kullanılmış­ tır. Bu yöntem deniz savaşının kara sava­ şına dönüşmesine neden olmuştur. Mah­ muzlamayı genellikle ok ve mızrak atışı ya da XVI. yy.'dan itibaren top atışı izlemiştir. MAHMUZLAMAK g. f. (Atı) mahmuz­ lamak, atı mahmuz darbeleriyle hızlandır­ mak. —Ask. denize. Mahmuzlu bir savaş gemi­ sinden söz ederken, düşman gemisine bordadan ya da baştan bindirmek. ♦ mahmuzlanmak gçz. f. Mahmuzla­ mak eylemine konu olmak. MAHMUZLAHMAK - M A H M U Z L A ­ M AK.



Nestor İvanoviç Mahno



MAHMUZLU CAMGÖZ a. Zool. Ge­ nellikle ılık ve serin denizlerin 8 - 1 0 0 0 m derinlikteki yumuşak diplerinde yaşayan kıkırdaklıbalık. (Dibe bağımlı olan bu ba­ lığın I. ve II. sırt yüzgeçlerinin ön kesimin­ de, dipleri yüzgeç içinde kalan, bir zehir beziyle bağlantılı, sert, kalın, güçlü, birer diken bulunur. Küçük sürüler oluşturarak üreyen bu balıklar yavrularını canlı doğu­ rur. Etçildir: dipteki omurgasızlarla besle­ nir. Bil. a. Squalus acanthias; camgözbalığıgiller familyası; boyu 150cm’ye kadar.) [Eşanl. KATR AN BALIĞ L] MAHMUZLU İNCİRKUŞU a. Zool. En kuzeyi dışında Avrupa ve Asya'nın büyük bölümünde yaşayan incirkuşu. (Tarlakuşu iriliğinde, uzun bacaklıdır. Başı, sırtı ve kuyruksokumu pas sarısı tüylüdür [orta­ ları koyu kahverengi]. Gerdanı beyaz, kar­ nı beyazımsı ya da sarı-kahverengidir. Su­ lak düzlükleri sever. Böceklerle beslenir. Bil. a. Anthus richardi; kuyruksallayangil­ ler familyası.) MAHMUZLU KÖPEKRAUÖI a. Zool. Genellikle ılık ve serin denizlerin 10-1 000 m derinlikteki diplerinde yaşayan kıkırdaklıbalık. (İki sırt yüzgecinin de ön kesimin­ de, dipleri yüzgecin içine gömülmüş bi­ rer kalın ve güçlü diken bulunur. Ağız kö­ şelerinde cep biçiminde birer girinti var­ dır. Etçildir: dipte ya da dibe yakın kesimde



MAHHA -» M A H A N A . Si MAHNO (Nestor ivanoviç), ukraynalı anarşist (Guliyaypol, Yekaterinoslav, 1889 - Paris 1934). Bir köy marangozu­ nun oğluydu, çok genç yaşta anarşist dü­ şünceleri benimseyerek kırsal kesimde 1905 devrimci eylemine katıldı ve bu yüz­ den 1909'da ölüm cezasına çarptırıldı. Ancak cezası ömür boyu kürek cezasına çevrildi ve 1917 devrimi'yle de kurtuldu. Bunun üzerine Ukrayna Köylü ve işçi sovyeti ve Bölgesel köylü birliği başkanlığına getirildi. Alman işgal kuvvetlerine ve bü­ yük toprak sahiplerine karşı silahlı sava­ şımı genişletti. 1919 başında Ukrayna'da geniş bir bölgeyi denetimi altına aldı ve ekimde Denikin’in yönettiği karşı devrim­ cileri püskürttü. Bu savaşa, bazen "mahnovşçina" da denir. Ancak aralık 1919'da, bolşeviklerle silahlı bir çatışma patlak verdi. Anarşistlerle komünistlere Vrangel’i püskürtmek olanağını sağlayan bir silah bırakışmasından sonra, iki taraf arasındaki savaş yeniden başladı. Mah­ no, ağustos 1921'de yenildi. Bunun üze­ rine Romanya'ya, ardından Polonya'ya geçti ve sonunda Fransa’ya yerleşti. MAHNUK sıf. (ar. matjnuk). Esk. Boğa­ zı sıkılmış, boğulmuş. MAHOOANİ ya da MAHOOANY a. 1. Küba akajusunun özgül adı. —2. Ameri­ ka'da yetişen tüm atejulara verilen ad. M AHÖ N, Balear takımadalarında (is­ panya) liman kenti, Menorca adasının merkezi, dar bir koyda; 22 000 nüf. Ba­ lıkçılık. Peynir mandırası. Ayakkabıcılık. Tu­ rizm merkezi. —Tar. Antikçağ’da adı Portus Magonis olan, 1232'den itibaren Aragön krallığı’ na katılan Mahön, özellikle XV. yy.’da mü­ reffeh durumdaydı. Fakat hıristiyanlarla Kuzey-batı Afrikalılar arasındaki savaşlar­ dan zarar gördü, ingilizler’in Malta'ya yer­ leşmesine kadar Batı Akdeniz’in önde ge­ len stratejik noktalarından biriydi. 1713’ten 1782'ye kadar İngilizler'in işgalinde kaldı. 1756’da, La Galissonniöre, burada ami­ ral Byng’i yendi, Richelieu de hisarı ele geçirdi. M AHO NY (Francis Sylvester), İrlandalI yazar (Corcaigh 1804 - Paris 1866). Cizvitti, kolej yöneticiliği yaptı, daha sonra bir "skandal” nedeniyle görevini bırakmak zorunda kaldı. Tarikatten çıkarıldı; 1832’de Kilise'ye yeniden alındı. Fraser's Magaz/ne'de çıkan kronikleri, alaycı ve duygu­ sal şarkıları (The Bells of Shandon), Pius IX dönemindeki Vatikan ile ilgili sahteci­ likleri ve tanıklıkları son derece dikkat çe­ kicidir. MAHONYA ya da MAHUHYA a. (lat. mahonia; amerikalı botanikçi B. McMahon’un adından). Amberparise benzeyen ve bahçelerde süs için yetiştirilen ağaç­ çık. (Mahonyalar, tüysü yapraklı, salkım halinde kokulu, sarı çiçekli çalılardır. Ol­ gun meyveleri mavimsi siyah renkte ve dumanlıdır. Asya ve Kuzey Amerika'da pek çok türü yetişir. Birçok türü [Mahonia aquifolium, M. repens, M. pinnata, vb.] park ve bahçelerde süs bitkisi olarak kul­ lanılır. Kadıntuzluğugiller familyası.) MAHOT a. (fr. mahof). Guyana’da çeşitli odunları belirten terim: puro mahot, couratari cinsinden sert odun; pamuk mahot, bombax cinsinden yumuşak odun; kırmı­ zı ya da siyah mahot, marangozlukta, doğramacılıkta, gemi yapımında ve kazık olarak kullanılan açık pembe zeytuni es­ mer arası, normal dokulu, çok sert ve çok ağır odun. (Bil. a. eschvveilera.) [Eşanl. M A N B A R LA K ]



M AHPEYKER KÖSEM SULTAN K Ö S E M SULTAN.



M AHPUS sıf. ve a. (ar. mahpus). Bir ye­



re kapatılmış ya da adli makamların em­ riyle hapse atılmış kimse için kullanılır; ha­ pis. (Halk arasında M A P U S da denir.) ♦ a. Oy. Hapis* adlı tavla oyununa bazı yörelerinde verilen ad. MAHPUSHAHE a. (ar. mahbûs ve fars. -hâne, mahbüs-hane). Hapishane. (Halk arasında mapusane de denir.) MAHPUSLUK a. 1. Hapis olma duru­ mu. —2. Hapiste kalınan süre. —Psik. Mahpusluk psikozu, birtutukluda görülebilen ani ve geçici hezeyan nöbe­ ti. Bu psikoz, hapsedilmiş olmaya karşı duyulan tepkinin ifadesi sayılır. MAHRA a. (ar. mahra). Esk. Üzüm taşı­ ma işinde kullanılan tahta kap. MAHRA a. (ar. mahrS). Esk. Elverişli şey. MAHRACA -



M İHRACE.



MAHRAMA ya da MAKRAMA a. (ar. baram'dan mahrama). Esk. 1. Bazı yöre­ lerde kadınların başlarına örttükleri nakışlı, büyük peştemal. —2. Havlu. —3. Büyük­ çe mendil. || Mahramai dest, el havlusu, M ahreci aklAm, OsmanlIlar dönemin­ de devlet görevlisi yetiştirmek için İstan­ bul’da açılan okul (1862). Rüştiye'yi biti­ renlere öğrenim vermekteydi. Maliye na­ zırı Kemal Efendi’nin girişimiyle “ Mekteb -i aklâm" adıyla kuruldu. Başlangıçta öğ­ renim süresi bir yıldı, sonra üç yıla çıkarı­ larak adı Mahreci aklâm'a çevrildi (1864). Bitirme sınavları Meclisi maarifte yapılır, hat (yazı) ve imlada (yazım) başarı göste­ remeyenlere diploma verilmezdi. M ahreci m ekâtlbl askeriye, Os­ manlIlar döneminde askeri idadilere öğ­ renci yetiştirmek amacıyla açılan rüştiye düzeyindeki eğitim-öğretim kurumlan, il­ ki 1864'te öğretime başladı. Öğretim sü­ resi dört yıldı. Askerlik eğitimine yönelik dersler olmamakla birlikte, askeri idadiler­ de verilecek dersler için sağlam bir temel hazırlanması amaç edinilmişti. Askeri rüş­ tiyeler açılıncaya (1875) kadar Mahreci mekâtibi askeriyeler öğretime devam et­ tiler. MAHREÇ a. (ar. mahreç). Esk. Bir yer­ den, bir durumdan çıkış yeri: "... dahili pa­ zar gittikçe daha ziyade darlaşır ve sana­ yi dahi ecnebi pazarlarında mahreç ara­ maya gittikçe daha ziyade mecbur olur" (Ahmet Muammer ve Şükrü Kaya). —Esk. dilbil. Seslerin boğumlanma yeri. —Esk. eğit. Osmanlılar'da ilmiye rütbele­ rinden İstanbul tarık-ı mevleviyetlerinin ilk payesi. —Esk. mat. PAYDA'nın eşanlamlısı. —Huk. -* MENŞE* VE MAHREÇ İŞARETLE­ Rİ. —ikt. düş. tar. Mahreçler yasası, ürünle­ rin ürünlerle, hizmetlerin hizmetlerle deği­ şimine dayanan iktisat yasası. (Bk. ansikl. böl.) —isi. huk. Mirasın kaç paya ayrılacağını gösteren sayı. —Kur. tar. Mahreç mevteviyeti, OsmanlIlar' da adliye teşkilatında bir rütbe. (Bk. an­ sikl. böl.) —Tic. Yurtiçinde üretilen malların yurtdışında satıldığı yer; dış pazar, sürüm yeri. —ANSİKL. ikt. düş. tar. Mahreçler yasası. XVIII. yy.’da önce fizyokrat Le Trosne ta­ rafından ortaya atılan (“ üretimler ancak üretimlerle ödenir” ) mahreçler yasası, J. -B. Say tarafından açıklığa kavuşturuldu. Say'a göre, işbölümü nedeniyle, her insan kendisi için gerekli olan tüm mal ve hiz­ metleri üretmez; ürettiği mal ya da hizmet türü nicelik olarak kendi gereksiniminin boyutlarını aşar; bu üretim fazlasını, ba­ sit bir araç sayılan para aracılığıyla, baş­ kaları tarafından üretilen ve kendinin ge­ reksinim duyduğu mal ve hizmetlerle de­ ğiştirir. Pek basit bir gerçeği dile getiren bu yasadan, Say, insanın, gereksinimle­ rinin üstünde ne kadar çok üretirse, ken­ di üretmediği ve gereksinim duyduğu mallardan o kadar daha çok satın alabi­



leceği sonucunu çıkarır. Bir mal üretilirken, bir başka malı satın alma olanağı yaratı­ lır. Arz, kendi talebini yaratır; bu durum­ da, ne kadar çok çeşitli mal üretilirse, mal­ ların genel sürümü de o kadar kolaylaşır. J.-B. Say'a göre, genel bir aşırı üretim bu­ nalımı da dışlanmış olur; çünkü en geliş­ miş ülkelerde bile “ nüfusun sekizde ye­ disi, sade bir geçim için gerekli sayılan birçok üründen yoksun" olduğuna göre, "kişiler kadar uluslar da zenginlikten ra­ hatsız olmazlar". Ancak tüketiciler için ge­ rekli olmayan şeyler üretildiğinde, kısmi üretim fazlası krizleri olabilir. Bunların ön­ lenebilmesi için, değişimler serbest olma­ lıdır. Öte yandan, üreticilerin, tüketicilerce neyin istendiğini bilerek, bu isteklere uy­ gun mal üretebilmeleri için, fiyat mekaniz­ masının kendi başına işlemeye bırakılması gerekir. Say’ın düşüncesine göre, mah­ reçler yasası, devletin iktisadi etkinliğe ka­ rışmaması gereğini ve dolayısıyla serbest değişimciliği doğrular. —Kur. tar. Bu rütbeye sahip olan kadıla­ ra, mahreç mevalisi denirdi. Derecesi, devriye mevalisinden büyük, biladı ham­ se mevalisinden küçüktü, imparatorlukta, önceleri Halep, Kudüs, Tırhala, Yenişehir, Galata, İzmir, Selanik kadılıkları bu adla anılırken, sonraları Sofya, Eyüp, Üsküdar, Trabzon ve Girit kadılıkları da aynı adla anıldılar. Bu kadılıklar Süleymaniye darülhadisl müderrisi, Süleymaniye medresesi'nin dört müderrisi, Hamise-i Süleyma­ niye ve Musıla-ı Süleymaniye müderrisle­ ri atanırlardı. MAHREK a. (ar. hareket'ten mahrek). Esk. 1. Hareketli bir cismin izlediği yol. —2. Bir şeyin (soyut) gidiş yönü: "O za­ man henüz şark meselesinin mahreki şi­ maldedir, İsveç ve Lehistan bu cenup akı­ mına mukaavemet ıztırarındadırlar" (Y. K. Beyatlı). — E s k . g ö k b i l . Y Ö R Ü N G E 'n ln e ş a n la m lıs ı.



|| Mahrek müstevisi, Mahrek-i hakiki, b ir



y ö r ü n g e d ü z le m i. || g ö k c is m in in g e r ç e k



y ö r ü n g e s i.



MAHREM sıf. (ar. haram'dan mahrem). 1. Gizli tutulan, başkalarına açıklanmayan bir şey için kullanılır; gizli: Mahrem konu­ lara girmemek. —2 . Dinsel kurallara gö­ re yakın akraba olduğu için nikâh düşme­ yen, bu nedenle eve rahatça girip çıkabi­ len erkek için kullanılırdı. (Karşt. N A M A H ­ R E M .) [Bk. ansikl. böl.] —3. Esk. Dinsel kurallara göre yasak olan, haram sayılan şey için kullanılır. —Esk. Mahrem-i esrar, sırları saklayan, sır­ daş: "... hülyalarına mahrem-i esrar olabilirler" (H. C. Yalçın). || Mahrem-i raz, kendisine sır verilen; Tanrı'nin sırrına aşi­ na olmaya başlayan kimse; veli. ♦ a. Sırdaş. —ANSİKL isi. Kuran’ın bir ayetinde (IV, 23) mahrem sayılan, dolayısıyla kendileriyle evtenilmesi yasaklanan akrabalar için şöy­ le denilir: “size şunlarla evlenmeniz haram kılındı: analarınız, kızlarınız, kız kardeşle­ riniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş kızları, kız kardeş kızları (yeğenler), sizi emziren analarınız (süt anne), süt kardeş­ leriniz, karılarınızın anaları, birleştiğiniz ka­ rılarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız, -eğer (nikâhlanmakla birlikte) henüz yeni kannızla birleşmedinizse (bun­ dan vazgeçerek kızlarıyla evlenmenizde) sizin için bir sakınca yoktur-, kendi sulbü­ nüzden gelen oğullarınızın karıları, İki kız kardeşi bir arada nikâhlamanız...” Sayılanlar dışında kalan akrabalar mah­ rem sayılmazlar; dolayısıyla onlar arasın­ da evlilik caiz olmakla birlikte, Hz. Mu­ hammet'in bir hadisinde yakın akrabalar arasındaki evliliğin sağlığa zararlı olabile­ ceği açıkça belirtilir. MAHREMANE be. (ar. mahrem ve fars. -âne'den mahremane). Esk. Gizli olarak, gizlice, bir sır verircesine: "Mısır kanalı meselesine dair mecâlis-i mahsusada cerayan eden ebhâs-ı mahremaneyi Fransa sefareti duyardı" (Cevdet Paşa, XIX. yy.).



MAHREM İ Ifetavlalı, türk şair (İstan­ bul, ? - ay y. 1535). Bir süre öğrenim gör­ dükten sonra mahkeme naibi oldu. Ga­ lata, Selanik mahkemelerindeki bu göre­ vi 20 yıl kadar sürdü. Selanik’ten gemiy­ le dönerken karısı ve çocuğuyla birlikte korsanlara esir düştü. Kurtarma parası sağlamak için Eğriboz adasına gitti. Ora­ da bulunan Kâtibi ve seferden dönerken buraya uğrayan dostları Şeydi Ali Reis'in, denizci şair Nigâri'nin yardımlarını gördü; ancak İstanbul'da gerekli parayı bulama­ dan öldü. Nigâri 1 700 filori göndererek şairin ailesini kurlardı. Yabancı sözcükler, tamlamalar kullanılmadan yazılan ve di­ van edebiyatında Tûrki-i basit diye anılan akımın ilk temsilcisi olarak tanınır. Bir mes­ nevi mi, mensur bir yapıt mı olduğu bile belli olmayan Basitname’smm ancak adı bilinmektedir. Gazellerine, şair Keşfi ile manzum şakalaşmalarına tezkirelerde yer verilmiştir Selim l'in (Yavuz) tahta geçişin­ den Kanuni'nin Belgrad, Rodos seferle­ rine kadar gelen olayları konu edinen manzum Şebname’sinde (Süleymanname), İstanbul semtleriyle ilgili bilgiler dik­ kati çeker. ( — Kayn.) MAHREMİYET a. (ar. mahrem ve -iyyet’ten mahremiyyet). 1. Mahrem olma durumu; gizlilik. —2. Bir kimsenin özel ya­ şamına değgin gizlilik. —3. Mahremiye­ tine girmek, bir kimsenin herkesçe bilin­ meyen, özel yaşamına özgü yönlerini bi­ lecek, öğrenecek kadar ona yakın olmak. MAHREMLİK a. Mahrem, gizli olma du­ rumu. MAHRUB sıf. (ar. ğarâb'dan mahrüb). Esk. Yıkılmış, harap edilmiş. MAHRUB sıf. (ar. mahrüb). Esk. Serma­ yesi elinden alınmış, eli boş kalmış. MAHRÛK sıf. (ar. mahrük). Esk. 1. Yan­ mış. —2. Mahrük ül-fuad, yüreği yanık; dertli. MAHRUKAT çoğl. a. (ar. mahrük'un çoğl. mahrukat, yakacak şeyler). Esk. 1. Yakıt, yakacak: "... mahrukat ile menhubat meselesinin dahi tesviyesi hususları kalmış olduğundan... (Ebüzziya Tevfik, XIX. yy.). —2. Mahrukat bedeli, yakıt be­ deli. —3. Mahrukat-ı mayia, akaryakıt. MAHRUKİZADE EŞREF CAFER BEY, türk diplomat (İstanbul 1858 - ay. y. 1921). Galatasaray’ı bitirdikten sonra öğrenimini, Fransa'da Sorbonne Üniverşitesi'nde tamamladı. Yurda dönüşünde, İstanbul Darülmuallimin'de öğretmenlik yaptı. Çeşitli ülkelerdeki türk elçiliklerinde kâtip ve başkâtip olarak çalıştı. Balkan sa­ vaşı sırasında (1912-1913), Bombay şeh­ benderi sıfatıyla görev yaparken, hint müslümanlarından Türkiye'ye önemli öl­ çüde yardım sağladı. 1917 Ekim devrimi'nden sonra geçici olarak bağımsızlık­ larını kazanan Kafkas ülkelerinde Türkiye’ yi temsil etti. Emekliye ayrılarak İstanbul’a döndü. Şiir ve müzikle ilgilendi, birçok şar­ kı sözü yazdı; ayrıca tanınmış bir para koleksiyoncusuydu. Onun bu çok değerli metal para koleksiyonu, İstanbul Arkeoloji müzesi'nin İslam sikkeleri bölümü’ndedir. MAHRUM sıf. (ar. mahrum). 1. Bir şey­ den, bir şey yapmaktan mahrum, onun yokluğunu çeken, ondan yoksun kalan kimse; bir şeyin eksik olduğu yer için kul­ lanılır; yoksun: Sevgiden mahrum bir ço­ cuk. Her haktan mahrum yaşamak. Ora­ larda radyo dinlemekten bile mahrum­ duk. Onu görme zevkinden mahrumum. Elektrikten mahrum bir köy —2. Mahrum etmek, yoksun bırakmak. —3. Bir şeyden, bir kimseden mahrum olmak, ondan yok­ sun kalmak. MAHRUMİYET, -ti a. (ar. mahrum ve -lyyeften mahrumiyyet). 1. Normal yaşam için gerekli şeylerin bulunmama durumu; yoksunluk: Mahrumiyet içinde yaşamak. Her türlü mahrumiyete Atlanmak. —2. Mahrumiyet bölgesi, gelişmemiş, geri kal­ mış bölge.



—Med. huk. Mirastan mahrumiyet, miras hakkından yoksun kalma, mirasçı olama­ ma. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İK L . Med. huk. Mirastan mahrumi­ yet nedenleri yasada kesin bir biçimde belirtilmiştir. Bu nedenler şunlardır: 1. mi­ ras bırakanı kasıtlı olarak ve haksız yere öldürmek ya da öldürmeye kalkışmak; 2 . miras bırakanı kasıtlı olarak ve haksız ye­ re ölüme bağlı bir tasarrufta bulunama­ yacak duruma getirmek; 3. hile, korkutma ya da zorlamayla miras bırakanı ölüme bağlı bir tasarrufta bulunmaya ya da böyle bir tasarrufu bozmaya yöneltmek ya da onun bunları yapmasına engel olmak; 4. miras bırakanın ölüme bağlı bir tasarru­ funu, artık yeniden yapamayacak olduğu bir durum ve zamanda, kasıtlı olarak ve haksız yere gizlemek ya da bozmak (Türk med. k. md. 520). Mirastan mahrumiyet, mirasçılık ehliyetine etki eden ve onu mi­ ras bırakana karşı ortadan kaldıran bir du­ rumdur. Yasada sayılan nedenlerden bi­ rinin varlığı, kişiyi herhangi bir işlem ve ka­ rara gerek kalmadan, kendiliğinden, mi­ ras hakkından yoksun bırakır. (-* M İR A S .) MAHRUR sıf. (ar. mahrür). Esk. Ateşlen­ miş, ateşli: Dil-i mahrûr (ateşli gönül). MAHRUS, MAHRUSE sıf. (ar. mahrus, dişi, mahruse). Esk. Korunan, gözetilen, güvenlik altına alınmış: Memalik-i mahrusa (korunma altındaki ülkeler, güvenli ül­ keler, osmanlı ülkesi). a. Büyük şehir: Mahruse-! muhabbet (sevgi şehri). MAHRUT a. (ar. mahrüf). Esk. mat. 1. Koni. —2. Mahmt-ı kaim, dik koni. || Mahrut-ı makûs, ters koni. || Mahrut-ı mun­ tazam, düzgün koni. || Mahrut-ı nakıs, ke­ sik koni. MAHRUTİ sıf. (ar. mahrüf ve / ’den mahrüti). Esk. Konik, koni biçimli. M AHRUTİYE a. (ar. mahruti’den mat,ırütjyye). Esk. mat. 1. Konik kesit. —2. Elips, hiperbol, parabolün ortak adı. MAHRUZ sıf. (ar. mahrüf). Esk. Aşağı­ lık, adı kötüye çıkmış, rezil. MAHSUBEN be. (ar. mahsub'dan mah­ suben). Bir hesaba, bir alacağa sayılarak. MAHSUD sıf. (ar. hased'den mahsüd). Esk. Kıskanılan, kendisine kıskançlık du­ yulan: "Siz inkâr etseniz de ben eminim ki siz şimdi beni menfur görüyorsunuz; halbuki Kral'ın manzuru olduğum zaman mahsûdunuz olmuş idim" (A. H. Tarhan). MAHSUD sıf. (ar. (iaşad’dan mahsüd). Esk. 1. Ekini biçilmiş tarla için kullanılır. —2. Biçilen ekin için kullanılır. MAHSUF sıf. (ar. mağsüf). Esk. Gölgeli, gölgelenmiş. MAHSUL, -lü a. (ar. mabşül)_. 1. Tarım­ sal üretimden elde edilen ürün. —2 . Olan, ortaya çıkan, elde edilen şey: Bun­ ların hepsi hayal mahsulü. Çalışmasının mahsulünü aldı. —ANSİKL. ic. ifl. huk. Mahsul haczi. Yetiş­ memiş mahsuller, üzerlerinde bulunduk­ ları toprakla birlikte haczedilebileceği gi­ bi ondan ayrı olarak da haczedilebilir. Ya­ saya göre, yetişmemiş her tür toprak ve ağaç mahsulleri, yetişmeleri zamanından en çok iki ay önce haczolunabilirler (ic. ifl. k. md. 84). [— H A C İZ .] MAHSULAT çoğl. a. (ar. mabşül'ûn çoğl. mahsulat) Esk. 1. Elde edilen şey­ ler. —2. Topraktan sağlanan ürünler, mah­ suller. —3. Mahsulat-ı arziye, toprak ürün­ leri. || Mahsulat-ı kimyeviye, kimyasal ürün­ ler. || Mahsulat-ı sınaiye, sanayi ürünleri. MAHSULLÛ sıf. Bol ürün elde edilen; verimli. MAHSULSÜZ sıf. Ürün, mahsul verme­ yen, verimsiz. MAHSUN sıf. (ar. hışn'dan mahşün). Esk. Sıkı güvenlik altına alınmış, güvenli yer için kullanılır.



mahsup MAHSUP sıf. (ar. mahsüb). Esk. 1. He­ sap edilmiş, sayılmış. —2. Mahsup et­ mek, edilmek, hesaba geçmek, geçiril­ mek. —3. Mahsubunu yapmak, hesabı­ nı yapmak, hesap etmek. ♦ a. Büyük bir zatın emrinde olan kim-



7678



SG.



—Huk. (Bk. ansikl. böl.) —Muhs. Kasaya ilişik olmayan karşılıklı hesapları kendi aralarında borçlandıran ya da alacaklandıran her türlü muhase­ be işlemi. || Mahsup fişi, mahsupların ya­ zıldığı fiş. (Karşılıklı hesap adlarını kapsa­ yan fişin sol üst köşesi borçlu hesabı, sağ üst köşesi de alacaklı hesabı belirtir.) çargâh beşlisi



ji çargâh dörtlüsü



•£ 1 çargâh beşlisi



mahur makamı



Huk. Birden çok borcu olan borçlunun, ödemede bulunurken, bu borçlardan hangisini ödemek istediğini alacaklıya bildirmeye hakkı vardır. Borçlu böyle bir bildirimde bulunmazsa, yapılan ödeme, borçlu tarafından hemen itiraz edilmediyse, alacaklının makbuzda gös­ terdiği borca mahsup edilmiş olur. Yasa­ ca geçerli bir bildirme yapılmaz ya da makbuzda herhangi bir mahsup gösteril­ mezse, ödeme vadesi dolmuş olan bor­ ca mahsup edilir. Vadesi dolmuş borç bir­ den çoksa, ödeme borçluya karşı ilk ön­ ce kovuşturulmuş olan borca, kovuşturma yapılmamışsa vadesi ilk önce gelmiş olan borca mahsup edilir (Borçlar k.md. 85, — A N S İK L .



86 ). çargâh dörtlüsü



çargâh beşlisi



mahurbuselik makamı



“ Dört atlı” Albrecht Dürer’ in ; üzerine gravürü



buselik dörtlüsü



MAHSUR sıf. (ar. mahsuı). 1. Çevresi sa­ rılarak, kuşatılarak dışarıyla bağlantısı ke­ silmiş. —2. Esk. Sınırlandırılmış, sınırlı. —3. Yasaklanmış, engellenmiş. —4. Esk. Sıkılmış, sıkıştırılmış. —5. (Bir yerde) mah­ sur kalmak, orada kapalı kalmak; dışarıyla ya da çevresiyle bağlantısı kesilmek: Gö­ çükte mahsur kalan işçilerin kurtarılması­ na çalışılıyor. Bölgedeki yoğun kar yağışı nedeniyle yüzlerce araç yollarda mahsur kaldı. MAHSUS sıf. (ar. husus’tan mahsus). 1. Bir kimseye, bir şeye, bir yere mahsus, yal­ nızca o kimseye, o şeye, o yere özgü olan şey için kullanılır: Düşünmek insanlara



mahsustur. Bir ülkeye mahsus özellikleri bilmek. Doğu'ya mahsus gelenekler. —2. Bir kimseye, bir şeye mahsus, o kim­ se, o şey için ayrılmış, onun kullanımına sunulmuş bir şey, bir yer için kullanılır: Bahçenin bu bölümü aileye mahsustur. Özel otolara mahsus bir park yeri. —Nümism. Mahsus vezin, Osmanlı döne­ minde 1697'de alınan bir kararla, ayarı bo­ zuk sikkelere verilen ad. ♦ be. 1. Özellikle, bilhassa: Buraya mah­ sus bu iş için geldim ama, umduğumu bulamadım. —2. Bilerek, isteyerek: Işığı mahsus açık bıraktım. —3. Şaka olsun di­ ye: Mahsus söyledim, sen de ciddiye alı­ yorsun.



gers duvar halıları dizisi, XV. yy.'da ise Dürer'in Mahşer gravürleridir (1498): ağaç üstüne yapılmış 14 gravürden oluşan bu dizi kısa .sürede halk tarafından çok tu­ tuldu ve Reform döneminde çok etkili ol­ du.



MAHSUS sıf. (ar. h/ss'ten mahsûs). Esk. 1. Hissedilen, algılanan. —2. Açık, belli.



MAHTUBE sıf. (ar. mahtübe). Esk. Ev­ lenmek için seçilen kadın için kullanılır.



MAHSUSA sıf. (ar. mahsus'tan mahsu­ sa). Esk. Özel, birine ya da bir şeye ayrıl­ mış.



MAHTUM sıf. (ar. mahtüm). Esk. 1. Mü­ hürlenmiş, mühürlü. —2. Kapalı, bağlı. —3. Mahtum-üi-ebsâr, gözkapakları mü­ hürlü; kör. M AH TU M İ, türk halk şairi (XVIII. yy.). 1787 Türk-Rus savaşı'yla ilgili bir destanın­ dan yaşadığı dönem belirlenmektedir. Bestelenmiş yapıtları, başka âşıkların onun şiirlerine nazireleri vardır. Aruz vez­ niyle de yazmıştır.



MAHŞERİ sıf. 1. Mahşeri andıran. —2. Kalabalığın büyüklüğünü vurgulamak için kullanılır: Mahşeri bir kalabalık. MAHŞUD sıf. (ar. mahşüd). Esk. Bir ara­ ya toplanmış, yığın yapılmış. MAHŞUR sıf. (ar. mahşüı). Esk 1. Top­ lanmış, bir araya getirilmiş. —2. Mahşer gününde dirilmek üzere toplanan her bir ölü için kullanılır.



MAHSUSAT çoğl. a. (ar. mahsüs'un çoğl. mahsüsât). Esk. Gözle görülür şey­ ler. —ANSİKL. Tasav. Tasavvuf düşüncesine göre tüm varlıklar, mahsusat âlemi ve melekut âlemi diye İkiye ayrılırlar. Birbirlerin­ den bütünüyle başka nitelikler taşıyan bu iki âlem, Kuran'da geçen (VII, 54) bir ayete MAHTUN sıf. (ar. mahtün). Esk. Sünnet dayanılarak halk âlemi ve emr âlemi diye edilmiş, sünnetli. de adlandırılır. Beş duyu ile algılanabilen, MAHTUR sıf. (ar. hatar'dan mahtür). zaman ve mekân kategorileri ile sınırlı olan Esk. Tehlikeli. ilk âlem (halk âlemi ya da mahsusat âle­ mi) yaratılmış, geçici ve sonludur. Platon’ MA-HUANG a. Efedrin elde edilen, eun duyular âlemi ve ideler âlemi ayrımın­ phedra cinsinden çeşitli bitkilerin çince dan kaynaklanan bu görüş, tasavvufta adı. özellikle vahdet-l vücut felsefesinde önem MAHUF sıf. (ar. havf, korku'dan mahüf). kazanır. Buna göre, mahsusat âlemine gi­ Esk. Korkunç, korkulu, tehlikeli: "Her an ren her varlık, gerçek varlık (el-vücut ül daha mahüf ve tehdidkâr seslerle, daha -Hakk) olan Tanrı'nın görünüş ya da yan­ gazûb nazarlarla yaklaştılar" (H. E. Adısımalarından (tecelli) başka bir şey değil­ var). dir. Bu düşünceden yola çıkan sufiler, mahsusat âlemi ile ilgili bilgilere önem ver­ MAHUNYA - M A H O N Y A . mez; bu tür konular ile uğraşanları zahir ■ MAHUR a. Müz. Türk müziğinde göçüuleması ya da rüsum uleması gibi adlar­ rülmüş bir makam. (Çargâh dizisinin, rast la anarlar; salt gerçeğin, mahsusatın ya­ [so/J perdesi üzerinde yeni seyir özellikle­ da görünüş (zahir) ve biçimlerin (rüsum) ri kazanmasıyla oluşmuştur.) ötesinde olduğunu düşünürler. ■ MAHUR a. Müz. Türk müziğinde küçük MAHŞER a. (ar. mahşeı). 1. Kıyamet gü­ mücennep diyezli fa sesinin (ia-J:) adı. (Bir nü ölülerin dirilerek toplanacaklarına ina­ sekizli aşağıdaki fa , geveşt adını taşır.) nılan yer. —2. Büyük kalabalık. —3. Dün­ yanın sonuna neden olacak korkunç fe­ mahur laket: Kentin depremden sonraki hali mahşer gününden farksızdı. —4. Mahşer =dfe gibi, bir yerin aşırı ölçüde kalabalık oldu­ ğunu belirtmek için kullanılır. || Mahşer a g eveşt maymunu, midillisi, arabozucu, kısa boy­ mahur perdesi lu kimse için söylenir. || Mahşere dönmek, gittikçe kalabalık bir duruma gelmek, çok MAHURAŞİRAN a. Müz. Türk müziğin­ kalabalıklaşmak: Olayı duyanlar gelmeye de XVI. yy.’dan önce kullanılmış bir bile­ başladı, ortalık mahşere döndü. || Mahşe­ şik makam. (Günümüze ulaşabilmiş örne­ re kalmak, bu dünyada gerçekleşmesi ği yoksa da, mahur makamına, hüseyniolanaksız olay ya da durum için söylenir. aşiran perdesi üzerindeki uşşak dörtlüsü || Mahşerin hayvanı, aziz Yuhanna’nın eklenerek oluşturulduğu bilinmektedir.) Mahşer'inde önemli bir rol oynayan sim­ gesel canavar. ■ MAHURBUSELİK a. Müz. Türk müzi­ ğinde bir bileşik makam. (Mahur maka­ —Ed. Yahudi ya da hıristiyan edebiyatın­ mının, buselik dörtlüsü ya da beşlisiyle so­ da, tarihin akışı ve günlerin sonuyla ilgili na eren biçimidir.) sırları açığa çıkarmayı amaçlayan kitap. Yeni Ahit'in aziz Yuhanna'ya mal edilen MAHUREK a. Müz. Türk müziğinde son kitabı. XVIII. yy.'dan önce kullanılmış bir makam. — is i. K ıy a m e t in k o p m a s ı v e y e n i d e n d i ­ (Günümüze ulaşabilmiş örneği yoktur.) r i lm e d e n s o n r a , in s a n la r ın t o p l a n a c a k l a ­ rı v e h e s a b a ç e k ile c e k le r i yer. ( - * H A Ş İR .)



1 —ANSİKL. Güz. sant. Erken Ortaçağ dö­



neminde bazı minyatür okulları mahşeri canlandırdılar; arap etkilerinin belirgin ol­ duğu İspanyol okulu sanatçıları, Beato de Liébana'nin Comentarios al Apocalipsis adlı yapıtının elyazmalarıyla, Gerona (975), San isidoro de León ve Silos (1109) mahşerlerini resimlediler; Stephanius Garsia Placidus'un yapıtı San Severino mah­ şeri (1028, Bibliothèque nationale, Paris) en tanınmışıdır. Otto dönemine ait Bamberg mahşeri (1000’e doğr.) ve XIII. yy. ingilteresi’nden kalma dikkat çekici mahşer­ ler (Cambridge'de Trinity Collège [1230], Oxford’da Douce mahşerleri [1280-1290]), bu temanın görkemli örnekleridir. XIV. yy.’da bu konuyu işleyen başyapıtlar An



MAHURIKEBİR a Müz. Türk müziğin­ de XVI. yy.'dan önce kullanılmış bir ma­ kam. (Günümüze ulaşabilmiş örneği yok­ tur.) MAHURIKEBİRİKADİM a Müz Ab dülbaki Nasır Dede’nin Tedkik u tahkik' ında mahurıkebire verdiği ad. (Haşim Bey'in Mecmua’sında da geçer.) MAHURISAGİR a. Müz. Türk müziğin­ de XVI. yy.'dan önce kullanılmış bir ma­ kam. (Günümüze ulaşabilmiş örneği yok­ tur.) MAHUT sıf. (ar. marhüd). Sözü edilen, bilinen, belli: O bu mahut işin içinde de­ ğildi. O mahut gecede olanlar. MAHV -



M A H IV .



MAHVETMEK g. f. (mahıv etmek > mahvetmek). 1. Bir kimseyi mahvetmek, o kimsenin varlığını ortadan kaldırmak, yok olmasına ya da büyük zarara, yıkıma uğramasına yol açmak: Savaşlar milyon­ larca insanı mahvetti. Kumar tutkusu onu mahvetti. —2. Bir şeyi mahvetmek, onu yok etmek ya da bozmak, işe yaramaz duruma getirmek: Çirkin yapılaşma Bo­ ğazi mahvetti. Şiddetli yağmurlar tüm yol­ ları mahvetti. —3. Bir kimseyi, bir toplu­ luğu mahvetmek, onu çöküntüye uğrat­ mak, çökertmek: Çocuğunun acısı onu mahvetti. Zamlar dar gelirli vatandaşı mahvetti. —4. Bir emeği, bir çabayı mah­ vetmek, onun boşa gitmesine, heba olma­ sına yol açmak: Tarlayı sel basmış, bütün çalışmalarımızı mahvetmişti. MAHVİYET a (ar mahv ve -iyyet'ten osm. mahviyyet). Esk. Alçakgönüllülük, kendini hiçe sayma. MAHVOLMAK gçz. t. (mahıv olmak > mahvolmak). 1. Bir kimse, bir şey sözkonusuysa, varlığı ortadan kalkmak, yok ol­ mak ya da büyük bir zarara, yıkıma uğ­ ramak: Savaşlarda milyonlarca insan mahvoldu. O korkunç yangında her şey mahvoldu. Hava don yapınca bütün çi­ çekler mahvoldu. —2. Bir şey sözkonusuysa, bozulmak, işe yaramaz duruma gelmek, zarar görmek: Kazada ölen ol­ madı ama, araba mahvoldu. Önüne yeni binalar yapılınca arkadaki evlerin görün­ tüsü mahvoldu. Üzerine yemek döküldü, o güzelim elbise mahvoldu. —3. Bir kim­ se, bir topluluk, bir ülke vb. sözkonusuysa, çöküntüye uğramak, çökmek: Zamlar böyle sürerse mahvolduk demektir. En ya­ kın dostunun ihaneti karşısında mahvol­ muş, her şeyden soğumuştu. —4. Bir emek, bir çaba sözkonusuysa, boşa git­ mek, heba olmak: Zamanında gelmedin, bir yıllık çalışmam mahvoldu. ■ MAHYA a. (fars. mâh, ve ar. -iyye; mahiyye'den). 1. Ramazan ve kandil gece­ lerinde camilerde iki minare arasına geri­ len ya da üzerine kandil ya da elektrik ampulleriyle yazılan yazı, çizilen şekil. (Bk. ansikl. böl.) —2. Mahya kurmak, minare­ lerin arasına ip ya da tel gererek mahya asmak. ■ —inş. iki dam sağrısının en üst noktada­ ki arakesitinde oluşan ve çatıya düşen su­ ların eğimler yönünde akmasını sağlayan çizgi, —iki dam sağrısının karşılaştığı yer­ de oluşan, düz ya da eğik çıkıntılı çizgi. || Mahya aşığı, bir çatıda dam örtüsünü ta­ şıyan merteklerin dayandığı üst parça. || Mahya dolgusu, mahyayla kiremitler ara­ sında kalan boşluğu tıkayan harç ya da alçı dolgu. || Mahya kiremidi, bir çatıda mahyayı örtmek için kullanılan oluklu ki­ remit. || Mahya örtüsü, çatıda mahyayı ör­ ten kurşun levha ya da kiremit dizisi. || Alt mahya aşığı, mahya aşığı altına yerleştiri­ len ve onunla bağlantılı olan yatay ahşap parça. —Teknol. Bir çadırda, ön direğin tepesini arka direğin tepesiyle birleştiren ve çatı­ nın, tüm uzunluğu boyunca bükülmezlik kazanmasını sağlayan metal çubuk. — A N S İK L . Mahya kurmak İslam dünyasın­ da daha çok türk kentlerinde yaygın bir ge­ lenek olarak ortaya çıktı, ilk uygulamanın ne zaman ve nerede başladığı bilineme­ mektedir. Türk tarihçi Ata Bey'ın kendi adı ile anılan tarihinde Selim II döneminde (1566-1574) mahya kurulduğu belirtilirse de bu bilgi de kesin değildir. Başka bir kay­ nak İstanbul'da ilk mahyanın 1617'de Sul­ tanahmet camisi'nde kurulduğunu bildirir. Osmanlı döneminde ilk zamanlar iki ve da­ ha çok minareli camiler yalnızca padişah­ lar adına yaptırabildiğinden, mahya da ancak selatin (sultanlar) camilerinde kurulabiliyordu. 1723'te (Takvim üt-tevarih'e gö­ re 1721'de) çıkarılan bir fermanla birden fazla minareli bütün camilerde mahya kur­ ma zorunluluğu getirildi. Zamanla iki mina­ re arasına olduğu gibi cami içlerindeki uy­ gun yerlere ve açık havada değişik mekân­ lara da mahya kuruldu.



Mahyalar yağ ya da mum fenerlerinin iki minare arasına gerilen iplere (ya da tel­ lere) cepheden bakıldığında yazıyla özlü sözler ve çeşitli motifler oluşturabilecek bi­ çimde ve karşıdan görülebilecek bir dü­ zende yerleştirilmesiyle kurulurdu. Sonra­ ları bu iş için fener yerine elektrik ampul­ leri kullanılmaya başlandı. Belli bir yetiş­ kinlik ve beceri isteyen mahya kurma işiyle uğraşanlara mahyacı* denirdi. Mahyalara yazılan yazılar genellikle din­ sel içerikli olur, ilk zamanlar "Ya Mabut”, "Ya Şefi”, "YaSettar”, "Ya Kâfi" gibi Tan­ rı adları ve sıfatları; "inna fetahnaleke fethan mübina" gibi dinsel cümleler, "Bis­ millah", “ Mâşallah" gibi sözler; sadaka ve zekâtla ilgili özdeyişler mahyalarda yer alırdı. Birinci Dünya savaşı yıllarında mah­ yalara "Hübb ül vatan min el-iman” (va­ tan sevgisi imandan gelir), “ Hilali ahmer'i unutma", "Muhacirlere yardım ediniz” gi­ bi toplumsal içerikli sözler de yazıldı. Cumhuriyetin ilk yıllarında mahyalarda “ Hâkimiyet milletindir”, "Yaşasın Gazi’miz” gibi cümleler de görüldü. Günü­ müzde ramazanın ilk günlerinde “ Hoş geldin ramazan”, "Allah”, “ Muhammet" ve Tanrı'nin ad ve sıfatları ve çeşitli dinsel içerikli sözler; ramazan ayının sonuna doğru "Elveda ramazan" vb. sözler yazıl­ maktadır. OsmanlIlar döneminde süsleme öğesi "açık şemsiye", “çiçek', "köşklü ka­ yık", "ayyıldız” ve hatta “ tramvay" motif­ leri olan mahyalar da kurulurdu. MAHYA dağı -



M a y a d a ğ ı.



MAHYACI a. 1. Minareler arasına mah­ ya yapan kimse. (Bk. ansikl. böl.) —2. Ki­ remit aktaran kimse. — A N S İK L . OsmanlIlar döneminde mahya kurma işi ince bir zanaat niteliği taşır ve bu işle uğraşanlara mahyacı, işin ustala­ rına mahyacı ustası denirdi. Bu konuda selatin camilerinin özellikle Ayasofya, Sul­ tanahmet, Fatih, Şehzadebaşı, Süleyma­ niye ve Yenicami'nin müezzin ve kayyumları arasında bu beceriye sahip çok kişi vardı. Mahyacılar, usta-çırak düzeni için­ de yetişirlerdi. XIX. yy.'ın en ünlü mahya­ cısı olarak, Mısır hıdivi İsmail Paşa İstan­ bul'u ziyaret ettiğinde Emirgân'daki yalı­ nın önüne iki tekne arasına mahya kuran Abdüllatif Efendi (öl. 1877) kabul edilir. İs­ tanbul’a elektrik geldikten sonra mahya­ cılık işini elektrikçiler yürütmeye başladı­ lar; böylelikle mahyacılık özel bir zanaat alanı olmaktan çıktı. MAHYALIK a. (mahya'dan), inş. Bir ça­ tı örtüsünün mahya çizgisini örten, eğri ya da köşeli, kalıplanmış öğe; yalın olursa mahya kiremidi, bezemeli olursa çatı sü­ sü denir. — A N S İK L . Mahyalık, bir çatının mahyası­ nı dış etkenlere karşı korur. Suya karşı ya­ lıtım, harçla (tabanı mahya harcıyla dol­ durma, öğeler arasına çatı süsü yerleştir­ me) ya da öğeleri birbirine geçirerek sağ­ lanır. MAHYANE MAHYE -



MAHANE.



M AHYA.



MAHZ sıf. (ar. mahz, katıksız süt). Esk. 1. Saf, katıksız: "Yazıhanede hüküm sü­ ren sükûn-ı mahz içinde..." —2. Mahz-ı keramet, gerçek, tam keramet. || Mahz-ı nimet, nimetin,, iyiliğin ta kendisi. MAHZA ya da MAHZAN be. (ar. mahz'dan mamıza, mahzan). Esk. 1. Yal­ nız; ancak. —2. Saf, tam: Hikmet-i mahza (hikmetin en safı, tamı). MAHZAR a. (ar. mahzar). Esk. 1. Bir kimsenin yanı, huzuru. —2. Genel dilek­ çe, birçok kişinin imzaladığı dilekçe. ' —Kur. tar. Osmanlılar'da herhangi bir is­ tek ya da şikâyeti bildirmek için halk tara­ fından hazırlanıp, topluca imzalanarak ya da mühürlenerek devlet merkezine gön­ derilen dilekçe. MAHZEN a. (ar mahzen). Yapıların bod­ rum katında bulunan ve depo olarak kul­ lanılan bölüm.



Büyük Larousse



—Sütç. Olgunlaştırma mahzeni, peynirin olgunlaşmaya bırakıldığı, havalandırma sistemiyle donatılmış oda. —Tar. Mahzen i cûp, Osmanlı devletinde Tersanedeki kereste ambarı. || Mahzen-i sürb, tersane eminliğine bağlı olan büyük levazım ambarı. (Halk, farsça "kurşun" anlamına gelen "sürb" yerine buraya türkçe karşılığı olan "kurşunlu mahzen” demeyi yeğlerdi.)



mahya



Sultanahmet camisi İstanbul



MAHZEN a. (ar. mahzan, muhafaza ye­ ri, ve daha sonra "hazine” ). Tar. 1. Fas' ta, sultanın yönetimi. —2. Sultana asker­ lik hizmeti yapmakla yükümlü olan ve ara­ zi vergisinden bağışıklık karşılığında onun ordusuna asker veren kabile. —3. Ceza­ yir’de, bazı kabilelerce sömürge idaresi­ nin hizmetine verilen süvari birliği. MAHZUB sıf. (ar. mahzüb). Esk. Boyan­ mış.



eğik mahya kiremitleri



MAHZUF sıf. (ar. mahzüf). Esk. Silin­ miş, yerinden çıkarılmış, ortadan kaldırıl­ mış. —Ed. Arap harflerinin sadece noktasız olanlarını kullanarak yazılan manzum ya da mensur parçalara verilen ad. MAHZUL sıf. (ar. mahzüf). Esk. Horlan­ mış, aşağılanmış, perişan. M A HZUM , Beni Mahzum da denir. Mekke yöresinde yaşamış bir arap kabi­ lesi. Kureyş kabilesinin en gözde kollarındandı. VI. yy/da Mekke'nin önemli bir bö­ lümünü ellerinde bulunduruyorlardı. Mugire bin Abdullah döneminde güçlendi­ ler. Mekke'de önemli kararlar alınacağı za­ man son söz, bu kabilenin önde gelenle­ rinin olurdu. Mahzum kabilesi müslümanlığa karşıydı ve katıldıkları Bedir savaşı'nda büyük kayıplar verdiler. Ebu Cehil ve Velit bin el-Mugire Peygamberi tanımadı­ lar. Bu kabileden Halit bin Velit Bedir, Uhut ve Hendek savaşlarında Peygamber'e karşı savaştı. Bağımsızlıklarına düşkün ol­ duklarından dört halife döneminde (632 -661) ve onu izleyen yıllarda çeşitli karga­ şalar çıkardılar ve sık sık başkaldırdılar. Abbasiler döneminde eski güçlerini yitir­ diler. Mekke çevresinde bu kabileden ge­ len bazı aileler bugün de yaşamaktadır. MAHZUN sıf. (ar. mahzun). 1. Üzgün, kederli, hüzünlü bir kimse, bu durumunu dışa vuran şey için kullanılır: Mahzun bir kadın. Yüzünde mahzun bir ifadeyle ba­ na baktı. Mahzun gözler. —2. Hüzün ve­ ren: Mahzun türküler söylemek. —3. Bir kimseyi mahzun etmek, onu üzmek, üzüntü vermek. || Mahzun olmak, üzül­ mek, hüzünlenmek; boynu bükülmek. MAHZUN sıf. (ar. hazmeden mahzun). Esk. Hâzinede saklanan, hâzineye konan şey için kullanılır. MAHZUN BAŞTANKARA a. Zool Or­ tadoğu'da ve Balkan yarımadasında yaşa­ yan baştankara. (Sırtı gri-kahverengi, karnı beyazdır Yerli ve göçmendir, böcek ve lar­ valarla beslenir. Bil. a. Parus lugubris; baş­ tankaragiller familyası; uzunluğu 14 cm.)



mahya ve mahya kiremitleri



Mahzuni M A H Z U N İ, asıl adı Muharrem, türk halk şairi (öl. Yenişehir, Mora, 1869). Bek­ taşi tarikatındandı. Dürbalisultan tekkesi' ne şeyh oldu. Tarikatının inançlarını dile getiren nefesler yazdı.



7680



M A H Z U N İ, asıl adı Şerif Cırık, türk halk şairi (Berçenek köyü, Kahramanma­ raş, 1943). Kuran kursunda okuduktan (1950) sonra köyünde açılan ilkokulu biti­ rerek öğrenimini Mersin Astsubay hazır­ lama okulu (1956-1959), Ankara Ordonat tekniker okulu’nda (1959-1960) sürdürdü; ordudan ayrıldıktan sonra toplumsal, si­ yasal konuları ele alan halk şiiri geleneği­ ne bağlı yapıtlanyta tanındı. Yurtta ve yurtdışında konserler verdi; kovuşturmalara uğradı. 200'e yakın plağı vardır (“ Kolum nerden aldın sen bu zinciri", "Topraktaki Veysel'ime”, "Garip" vd.). M AHZUNLAŞM AK gçz. f. Bir hüzün, iç sıkıntısı, iç kapanıklığı duymak; hüzün­ lenmek: O şarkıyı ne zaman dinlesem mahzunlaşırım. Anılanndan söz ediyordu, birden sustu, mahzunlaştı. M AHZUNLUK a. Mahzun, üzgün, hü­ zünlü olma durumu: Yüzündeki o mah­ zunluk gülerken bile dağılmazdı. Her şey­ de bir mahzunluk vardı. M AHZUR a. (ar. bazer, sakınma’dan mahzüı). Sakınmayı, çekinmeyi gerektiren şey; sakınca, engel: Sizce bir mahzuru yoksa erken çıkmak istiyorum. Toplantıyı ertelemekte hiçbir mahzur görmedi. Bu­ rada sigara içmemin bir mahzuru var mı? M AHZUR sıf. (ar. (razr'dan mahzur). Esk. Haram, yasaklanmış. MAHZURLU sıf. Sakınılması gereken bir şey için kullanılır; sakıncalı: Bu hava­ da arabayı hızlı sürmen çok mahzurlu. M AHZUZ sıf. (ar. (razz'dan mahzuz). Esk. Tat almış, hoşlanmış: "Bu basit ha­ diseden pek samimi olarak mahzûzdurlar" (Y. K. Beyatlı). M Aİ sıf. (ar. mâ* ve -/"den ms’i ). Esk. 1. Su ile ilgili olan: Nebat-ı mai (su bitkisi). —2. Su renginde olan. (-► MAVİ.) M A İ (Angelo), İtalyan bilgin (Schilpario, Bergamo, 1782 - Castelgandolfo 1854). Cizvit rahibiydi, doğu edebiyatını ve kla­ sik edebiyatı çok iyi biliyordu, 1838'de kar­ dinal oldu. Antik elyazmaları üzerine ke­ şifleri ve filoloji çalışmaları (Classicorum auctorum e vaticanis codicibus editörüm series [Vatikan elyazmalarına göre klasik yazarlar koleksiyonu], 10 cilt, 1828-1838) Leopardi tarafından büyük övgüyle karşı­ landı. M A İA - M A JA .



XIX. yy.'ın ikinci yarısı



M A İ A . Mit. Arkadhialı nymphe, Atlas'ın kızı ve Hermes'in annesi. —Romalılarda ilkel bir tanrıça; adı Vulcanus ile birlikte anılıyordu; daha geç dönemde bir önce­ kiyle bir tutuldu.



Carnavalet müzesi, Paris



M A İA MATERDONA (Gian Frances-



mail-coach Albert Adam’ ın



Lauros-G iraudon.



co), İtalyan yazar (Mesagne, Lecce, XVII. yy.). Gerçekçi ve fantastik öğelere yer ve­ ren marinocu barok şair (Rime pescherecce, 1628; Rime, 1629). MAİANDROS. Tar. coğ. Anadolu'da, Ege bölgesinin en uzun akarsuyu olan Büyük Menderes’in Antikçağ’daki adı. Çevresinde Antikçağ’ın önemli kentleri yer alır: Magnesia e epi Maiandroi, Nysa vd. MAİAHDROS. Yun. mit. Anadolu’da ay­ nı adı taşıyan ırmağın (Büyük Menderes) tanrısı. Tüm büyük ırmaklar gibi Maiandros da Okeanos'la Tethys’in oğlu olarak ni­ telenir. Efsaneye göre, bu tanrıırmak tara­ fından sık sık zarara uğratılan kentlerden biri olan Miletos'un halkı tanrıyı dava eder­ ler ve tanrı para cezasına çarptırılır. M AİAN O (Benedetto DA) -> BENEDETTO DA MAİANO.



M AİAN O (Giuliano DA) - GİULİANO DA MAİANO. M AİB a. (ar. cayb'dan ma’ib). Esk. Ayıp­ lanmış şey, eksiklik, kusur. M AİBA a. Beyaz sırtlı tapir. (Bil. a. Tapirus indicus; tapirgiller familyası.) [Eşanl. H İN T TA P İR İ.]



M A İC İŞ A N , Gansu eyaletinde (Kuzey -batı Çin) buddha diniyle ilgili kalıntılar içe­ ren arkeolojik sit. V. yy.'dan VIII. yy. orta­ sına kadar etkin bir yerdi. 1952'den beri arkeolojik kazılara sahne olmaktadır. Ma­ ğaraları, oyukları ve bir yalıyar cephesini süsleyen heykeller (yaklaşık 194 adet), öz­ gün bir niteliktedir. Vücutların uzunlama­ sına yapısı, duruşlarındaki rahatlık ve oy­ lumlama tekniğindeki yumuşaklığın, kıs­ men kullanılan malzemeden (kil) ve Gü­ ney Çin’dân kaynaklanması olası etkiler­ den ileri, geldiği sanılmaktadır. MAİDE a. (ar. m a'ide). Esk. 1. Üzerine yemek konmuş olan sofra, yemek sofra­ sı. —2. Ziyafet, yemek. —3. Maide-i mesih, İsa ve havarilerine gökten indiğine inanılan sofra. || Maide-salar, sofracıbaşı. || Maide-i seniye, padişah ziyafeti. || Maide-i Süleyman, Sultan Süleyman’ın sofrası. M alda s u re s i, Kuran’ın 5. suresi. 120 ayettir Medine'de inmiştir. "Sofra" anlamı­ na gelen adı, 112. ve 114. ayetlerde ge­ çer Surede sözleşmeler, hayvan kesme, avcılık, ihram, dinden çıkma, aptes, gusül ve teyemmüm, hırsızlık, bozgunculuk, zulüm, tanıklık, yemin ve yemin kefareti, içki ve kumar, vasiyet vb. konularla ilgili hukuk ve şeriat hükümleri yer alır. Ayrıca, özellikle Yahudiler'in ve hıristiyanların inançları ve tutumları hakkında ayrıntılı bil­ giler verilir. insanların sözleşmelere uymalarını em­ reden ayetle başlayan surede dinin iba­ det, hukuk ve ahlak gibi uygulamayla il­ gili konuları geniş biçimde işlenir. İkinci ayette, İslam ahlakının en önemli ilkelerin­ den biri “ iyilik ve sakınma (takva) yolun­ da yardımlaşınız; kötülük ve düşmanlık yolunda yardımlaşmayınız" biçiminde dile getirilir. Daha sonra yiyeceklerle ilgili ha­ ramlar ve helaller açıklanır. Altıncı ayette aptes tanımlanılarak "Cünup olursanız, yıkanın” denilir; zor durumlarda teyem­ müme izin verildiği bildirilir. Sekizinci ayet­ te, İslam ahlakının adalet ilkesine verdiği önem “ Ey insanlar, Allah için adaletle ta­ nıklık eden dürüst kişiler olun. Bir toplu­ luğa karşı kin beslemeniz sizi adaletten saptırmasın. Adaletli davranın; takvaya uy­ gun olan budur” denilerek anlatılır. Daha sonra israiloğulları’nın Allah'a vermiş ol­ dukları sözde durmadıkları ve bu neden­ le Allah'ın lanetine uğradıkları, hıristiyanların da aynı nedenle birbirlerine düşman oldukları, “Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" diyenlerin kâfir sayılacakları belirtilir. Otuz ikinci ayette, İslam dininin evrensel ilkele­ rinden biri, “ Kim bir cana kıymamış ya da yeryüzünde bozgunculuk çıkarmamış bir insanı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur; kim de onu (ölümden kurtara­ rak) yaşatırsa bütün insanlara yaşam ver­



miş gibi olur” sözleriyle dile getirilir. Sure, “ Göklerde ve yerde bulunan her şey Al­ lah'ın mülküdür; O, her şeye kadirdir” an­ lamındaki ayet ile son bulur. M AİDEN CASTLE, İngiltere’de (Dor­ set) sit, Dorchester’ın G.-B.'sında. Yenitaş döneminden kalma önemli yerleşme ka­ lıntıları. M AİDENHEAD, Büyük Britanya'da (Berkshire) sayfiye merkezi, Thames'ın sağ kıyısında, Windsor'un yukarısında; 45 300 nüf. M AİDSTONE, Büyük Britanya’da kent, Kent’in yönetim merkezi, North Downs' un eteğinde; 72 000 nüf. Dikey üslubun­ da All Saints kilisesi (XIV. yy. sonu). Chillington Manor’da müze (XVI. yy.). Kırtasi­ ye. Bira fabrikası. M A İD U G U R İ, Nijerya'da kent, Bornu devletinin merkezi; 281 900 nüf. (1991).



M AİELLA, Abruzzi dağlannda kireçtaşlı kütle, Gran Sasso’nun G.'lnde, B.'da Sulmona'nın, D.’da Marche’nin yanında yük­ selir; Amaro tepesinde 2 795 m. M AİER (Michael), alman gizbilimci ve hekim (Rendsburg, Holstein, 1568’e doğr. - Magdeburg 1622). Hekimlik yaptığı sırada Prag’a, imparator Rudolf ll'nin sara­ yına çağırıldı ve imparator tarafından pfalz kontu yapıldı. 1612-1616 arasında İngilte­ re’de oturdu, burada Robert Fludd ile ilişki kurdu ve Rosenkreutz hareketinin başlı­ ca savunucularından biri oldu. Luther mezhebindendi, evrensel bilimin sırrını çözmeye çalıştı. Bu bilimin çerçevesini simyada, başlıca uygulanma alanını da tıpta görüyordu. Başlıca yapıtı: Atalanta fugiens (1618). M A İFE LD , Almanya'da (Hhelnisches Schiefergebirge) bölge. Ren ırmağı ile Moselle ırmağının birbirine kavuştuğu yerde. Lösle kaplı bu verimli bölgede çe­ şitli tahıllar, yem bitkileri ve meyve ağaç­ ları yetiştirilir. M a lg ro t (komiser), G. Simenon tarafın­ dan, 1929’da yaratılan roman kişisi. Yaza­ rın polisiye yapıtlarının çoğunda yer alan Maigret, sadeliği, doğallığı ve temiz yü­ rekliliğiyle halka yakın bir kahraman ol­ muştur. Yöntemleri nesnel ipuçları ara­ maktan çok, ruhbilimsel çözümlemeye dayanır. M AİKO a. (japonca söze.; mai, dans ve • ko, kız). Japonya'da geyşa mesleğini (dans, şarkı, müzik) yeni öğrenen küçük genç kız. M AİL sıf. (ar. ma'it). Esk. 1. Bir yöne doğ­ ru yatık ya da eğimli. —2. Eğilimli, hevesli, istekli. —3. Herhangi bir şeye yeteneği olan. —4. Bir şeye benzeyen, onu andı­ ran. —5. Bir şeye ya da birine tutkun. —Esk. mat. Eğik, eğri. —Hat. Dört halife döneminde (632-661), Medine’de gelişen ve kûfi yazısının bir tü­ rü olan medine yazısında (hatt-ı medeni). görülen bir üslup. (Bu üslupta dikey harf­ ler uzuncadır ve sağa doğru eğiktir. Mail kûfi ile yazılmış eserler çok azdır: British Museum'da eksik bir Kuran, Vatikan kitap­ lığında Hud suresinden bir sayfa, İstan­ bul’da Türk ve İslam eserleri müzesi’nde sayfa halinde örnekler vardır. Bu üslubun Harunurreşit dönemine kadar sürdüğü sanılmaktadır.) —ida. huk. Mail-i inhidam, yıkılacak de­ recede tehlikeli, yıkılmaya hazır. (Bk. an­ sikl. böl.) —ANSİKL. ida. huk. Yıkılacak derecede tehlikeli yapılar hakkında, 3194 sayılı imar kanunu’nun 39. maddesi ile’ gerekli ön­ lemler getirilmiştir. Bir yapının kısmen ya da tamamen yıkılacak derecede tehlikeli olduğu belediye ya da valilikçe saptanır. Bu saptama, fen heyetleri ya da fen adamları taraflıdan düzenlenecek bir ra­ porla yapılır. Rapor sonucu yapı sahibine on gün içinde tebliğ edilir ve verilen süre içinde yapının onarılarak ya da yıktırılarak



Maine ehlikenin giderilmesi istenir. Tehlike yapı sahibi tarafından giderilmezse, bu işler belediye ya da valilikçe yapılır ve masrafı % 2 0 fazlası ile yapı sahibinden alınır. ■ MAİL-COACH ya da MAİL a. (Ing. mail-coach, posta arabası). Esk. arabao. Üzerinde çok sayıda sıranın bulunduğu, dprt at koşulmuş berlin. MAİLE a. (ar. ma"U’in dişi, ma'/'/e). Esk. Coğ. A K L A N 'ın eski eşanlamlısı. ■ MAİLER (Norman Kingsley), amerikalı romancı (Long Branch, Neto Jersey, 1923). Amerika'daki yabancılaşmayı ve töpkıfrısal nevrozu konu alan romanların­ da, başkaldırının her türlüsünü ve bunun ^açınılmaz bir sonucu olan narsisizmi di­ le getirdi. Edebiyat yaşamına Büyük Okyanus'taki savaşı ve Hollywood çevresini anlatan klasik hikâyelerle başlayan Mailer’ in (Çıplak ve ölü [The Naked and the Dead], 1948; Barbarlık kıyısı [Barbary Shore], 1951; Geyikli park [The Deer Park], 1955), üslubu giderek buruklaştı (Amerikan rüyası [An American Dream], 1965) ve varoluşçuluğa göndermeler ya­ pan, benliği yücelten tutumu ile amerikan kültürüne yönelik eleştirisini birleştirdi (Advertissement for myself, 1959), sonra da­ ha özgün bir üsluba yönelerek Why Are We in Vietnam? (1967) adlı yapıtında, acı­ masız mizahla karışık psikolojik bir yakla­ şıma ve düşgücüne önem verdi, ardın­ dan, gazeteciliğe yaklaşan yapıtlar kale­ me aldı (The Armies of the Night, 1968; Miami and the Siege of Chicago, 1968; Of afire on the Moon, 1970). Çağın san' cıları (“ özgür kadınlar"a cevap niteliğin­ de Prisoner of Sex, 1971; Existential Er­ rands, 1972) ve Marilyn Monroe üzerine (Marilyn, 1973) denemeler yazdı. Buna karşılık, Celladın şarkısı (The Executio­ ner's Song, 1980), Gary Gilmore’un ya­ şamı ve infazını konu alan ve anlatımın­ daki nesnellikle amerikan yaşamındaki şiddet ve ölümün tüm öğelerini birleşti­ ren bir röportaj romanıdır. Diğer bazı ya­ pıtları: Of Women and Their Elegance (1980), The Essential Mailer (1982), Pie­ ces and Pontifications (1982), Eski ak­ şamlar (Ancient Evenings) [1983], Seri erkekler dans etmez (Tough Guys Don’t Dance) [1983], Harlot's Ghost( 1991).



MAİLHAC, hransa'da (Aude) komün; 358 nüf. Mailhac'ta ve özellikle Çayla de­ nen yerde çok eski mezarlar ve konut kalıntılan bulundu. Bölgede, İ.Ö. I. binyıl'dan Roma imparatorluğu’na kadar sürekli in­ sanların yaşadığı sanılır. MAİLLAC (Joseph DE MOYRİA DE), tran­ sız misyoner (Maillac şatosu, Bugey, 1679 - Pekin 1748). Cizvit rahibiydi, misyoner olarak Çin'e gitti (1702), Kangşi'nin resmi haritacısı oldu ve ondan mandarin unva­ nını aldı. Çin yıllıklarından yararlanarak Histoire générale de la Chine (Genel Çin tarihi) [12 cilt, plan ve haritalarla; 1777 -1783] adlı önemli bir yapıt kaleme aldı. MAİLLART (Robert), isviçreli inşaat mü­ hendisi (Bern 1872 - Cenevre 1940), be­ tonarme uzmanıydı. 1894'te Zürich Polytechnicum'undan mezun oldu, Bern'de çalıştı, 1902’de Zürich'te, 1912’de de Rus­ ya'da şirketler kurdu. 1917’de iflas etti. 1919'da Cenevre'de bir mühendislik bü­ rosu açtı. 1901'den başlayarak üç eklem­ li kemer kesonu (Zuoz köprüsü, Engadin) ve 1908’de d», yastıksız mantar kaplama kapağını (Zürich’teki Gieshübel mağaza­ ları) yaptı. Aşağı yukarı 150 köprü, ambar ve garaj inşaatında (özellikle İsviçre'de, ay­ rıca Fransa ve ispanya'da) sürekli olarak yapısal bütünlüğe ulaşmaya çalıştı. Schiers yakınında Salgina üzerindeki (1929) ve Cenevre yakınında Arve üzerindeki (1936) köprüleri XX. yüzyılın ilk yjmsının sanatı­ nın en İyi yapıtları arasında yer alır. MAİLLEBOİS (Jean Baptiste François DESMARETS, — markisi), Fransa mareşa­ li (Paris 1682 - ay. y. 1762). Genel denetçi Nicolas Desmarets’nln oğlu ve Colbert’



in kuzeni. 1741'de Fransa mareşali oldu ve 1738-1740 arası Korsika’ya müdahale eden kuvvetlerin komutanlığını yaptı. Avusturya Veraset savaşı sırasında Prag' da mareşal Belle-isle’i kurtarmayı başara­ madı (1742). Daha sonra Savoia ve Piemonte taaruzlarına katıldı (1745-46).



M AİN a. (ar. macin, saf,



te m iz



su). Esk.



m a t . E Ş K E N A R - D Ö R T G E N 'in e ş a n la m lıs ı.



MAİNARD ya da MAYNARD (Fran­ çois), transız şair (Toulouse 1582 - Aurillac 1646). Malherbe'in izleyicisi. Théophile de Viau, Saint-Amant gibi libertin’lerin et­ kisiyle erotik piyesler ve meyhane şarkı­ ları yazdı. Kurulur kurulmaz Fransız akademisi'ne alındıysa da Richelieu'den ya­ kınlık göremedi. Saint-Céré'ye çekildi ve biçimsel bakımdan kusursuz şiirler kale­ me aldı. Özellikle kurallarını yenilediği epigram türünde ve hüzünlü, duru odla­ rıyla başarılı oldu.



■ MAİLLOL (Aristide), transız heykelci, de­ sinatör, gravürcü ve ressam (Banyuls-sur -Mer 1861 - ay. y. 1944). Önceleri resimle il­ gilendi; 1882'de burslu olarak E.N.S.B.A.’ ya girdi, orada Gérôme; sonra da Cabanel'in atölyelerinde çalıştı. Kuruluşundan iti­ baren (1884) Bağımsızlar salonu’na katıl­ dı; M. Denişle dostluk kurdu ve 1904’e ka­ ■ MAİNATE a. Güney Asya'da yaşayan, dar nabilerin tarzına yakın yapıtlar verdi. gözlerinin arkasında sarı renkli etçikler ta-, 1893'te Banyuls’de bir duvar halısı atölye­ şıyan bazı büyük sığırcıkların ortak adı. si kurdu. Boyalan kendisi hazırladı (bitkisel (İnsan sesini iyi taklit ettiklerinden kafes­ boyalar) ve yalnızca yüksek nitelikli yün kul­ lerde beslenirler. Mainate'ler toplu olarak lanmaya özen gösterdi. Bu biçimde ger­ yaşayan, gürültücü, kavgacı, hepçil, çekleştirdiği yapıtlarına Kitap, Bahçe Ca­ ağaçlarda yuvalanan kuşlardır. Doğada nı sıkılan bir prenses için müzik gibi adlar öbür hayvanların seslerini taklit ederler. verdi. 1894'te Brüksel’de Gauguin ile,tanıştı Birçok türü vardır, en sık rastlanan hint ve bu sanatçıyı örnek alarak önce seramik­ mainatesi mino'dur [Gracula reliğiosa]; sıler, sonra da heykeller yaptı. Ağacı bıraka­ ğırcıkgiller familyası.) rak, gereç olarak toprak, taş, bronz ve kur­ M A İ NDOMBE gölü, esk. Léopold-ll, şun kullanmaya başladı. 40 yaşına geldi­ Zaire'de göl, Lukenie ve Fimi aracılığıyla ğinde esas olarak heykelciliğe yöneldi, or­ Kasai’ye bağlanır; yaklş. 2 400 km2. taya koyduğu bireşimci ve uyumlu tarzıyla XX. yy.’ın klasik anlayışının önde gelen isim­ MAİNDRONİA a. Arabistan'da yaşayan leri arasına girdi. pulsuz ve kanatsız böcek. (Thysanura ta­ Maillol, Mariy-le-Roi’da ünlü atölyesini kımı.) kurdu ve orada, dünyanın dört bir yanın­ — A N S İK L . Maindronia’lar' Thysanura takı­ dan gelen hayranlannı ağırladı; ancak, yaz­ mının devleridir. Güçlü altçeneleri ve kuy­ ları Banyuls'deki sade töy evinde ve çiftli­ ruklarında uzun iplikçikler vardır. Maind­ ğinde geçirdi. Yapıtlarındaki yetkinlik hiç ronia mascatensis, 3 cm boyundadır; toşkusuz sürekli ve günlük bir gözleme da­ yanır. Defterini krokilerle doldurur, çıplak modele bakarak yaptığı desenleri daha da dikkatlice çizerdi. Ancak çoğunluğunu nüJerin oluşturduğu heykelleri, gerçekten çok sanatçının kendi duygularını yansıtır Baş­ lıca yapıtlan: Akdeniz (1902-1905, Perpig­ nan Belediye sarayı), Zincire vurulmuş ey­ lem (1905-1908, Auguste Blanqui anıtı, Puget - Théniers), Genç bisikletçi 0907), Po­ mona (19İ0), Flora (1911), Cézanne anıtı (1912-1925), Venüs (1918-1928), Céret'deki şehitler anıtı (1922), île-de-France (1925), Saint-Germain-en-Laye'deki Debussy anıtı (1930-1933), Üç Güzeller (1930-1937), Ha­ va (Mermoz anıtı, Toulouse, 1938), Irmak (1939-1943), Uyum (1940-1944). Maillot ay nca kitap resimlemelşriyte de ünlüdür; Vergilius'un Bucolica'sı (Egtogues adıyla 1925' te yayımlandı), Verhaeren’in Belle Chair'ı Larousşe (19p1), Ovidius'un Ars amatoria'sı (1935), Vsfrlainéin Daphnis et Chloé'si (1937), Maurice Maindron'un Maskat'ta bulduğu Chansons pour Ellei (1939), Ronsard'ın le bu hayvan bitki artıklarında yaşar. Livre des folastreries'sı (1940) ve Vergilius' M AİNE, Anjou'da (Maine-eJ-Loire, Fran­ un Georg/'ca'sini (1950) resimledi. 1944’ten sa) ırmak, Loire'ın kolu (saÿkiyidan); 1 0 bu yana yapıtlarının büyük bir bölümü baş­ km. Mayenne ve Loir’ın katılmasıyla sula­ lıca modeli olan Dina Vierny'nin bağışı ile rı çoğalan Sarthe’ın birleşmesiyle oluşur. Paris'te Tuileries bahçesi'nde toplandı; ay­ Angers’den geçer ve 8 km aşağıda rıca, yine Paris'te, Maillol müzesi hazırlık ha­ Loire'a kavuşur. Ortalama debisi: yaklş. lindedir. 140 m3 /sn. M AİM O N (Salomon ben JOSUA, —de­ MAİNE, Fransa'da eski il, Bretagne, Nornir), almanca yazan polonyalı yahudi filo­ mandiya, Orléanais, Touraine ve Anjou zof (Nieéwiez, Polonya, 1758 - Niedersie­ arasında; merkezi Le Mans. Günümüzde gersdorf, Silezya, 1800). Versuch über büyük bölümünde Sarthe ve Mayenne Transzendental-Philosophie (Transsendépartement'ları yer almaktadır. dental felsefe üzerine deneme) [1790] adlı —Tar. Roma fethi döneminde bölgede Auyapıtında Kant'ın düşüncelerini yorumla­ lerci halkının iki kolu olan Cenomanlar ve dı. En önemli yapıtı olan Versucheiner Me­ Diablindi halkı yaşıyordu. 955’te bağım­ nen Logik'te (Yeni bir mantık denemesi) sız bir kontluğa dönüştü; 1126'da Anjou [1794] kuşkuculuğa geniş bir yer verdi. sülalesine bağlandı; 1145'te Henry Plantagenet İngiltere kralı olunca bu ülkenin M A IN , Almanya'nın güney kesiminde topraklarına katıldı; Philippe Auguste ta­ (Bavyera ve Hessen eyaletleri) ırmak; rafından, 1202’de yeniden Fransa'ya da­ 524 km. Mainz'in karşısında Ren’e kavu­ hil edildi. Kralın kardeşi Anjoulu Luigi, şur. Fichtelgebirge'de doğan Main, Bay­ 1356’da Maine kontu unvanıyla bölgenin reuth, Schweinfurt, Würzburg ve Frank­ başına geçti. Maine, 1481'de krallık top­ furt'tan geçer. Vadisi, Schwaben ve raklarına katıldı; XVI. ve XVII. yy.'larda kral­ Franken havzası platolarında derine gö­ lık soyundan gelen prensler tarafından yö­ mülerek çok büyük kıvrımlar çizer. Rüz­ netildi; XVIII. yy.'da bölgeyi yönetenler dük gârlara oldukça açık yamaçlarında, unvanını aldılar. Würzburg'a doğru ünlü bağlar uzanır. Main'den ulaşımda da yararlanılır; kolu Regnitz’ı izleyen Ludwigskanal'la Tuna’ya ulaşılabilir. Rhein-Main-Donau.su yolunun parçası olan Main’ın gabarisi, son yirmi yıl içinde artmıştır.



M A İN E , ABD'nin K.-D.'sunda Yeni In­ giltere'de eyalet, 86 027 km2; 1 227 928 nüf. (1990). Merkezi Augusta. Apalaş dağ sistemi içinde yer alan Maine, K.-B.1 dan G.-D.'ya doğru eğimli başkalaşmış



Philippot-Sygma



Norman Maller



Aristide Maillol



Hm bronz, 1938



Tuileries bahçesi, Paris



mainate



Maine kayaçlardan oluşan bir platoda uzanır; en yüksek kesimleri granit sokulumlar üze­ rindedir (Katahdin dağı, 1 604 m). Soğuk ve nemli iklim ve podzollu topraklar, tanmdan çok ormancılığa elverişlidir. Yüzölçümün % 80'ini kaplayan çam ve ladin or­ manları, kâğıt hamuru ve kâğıt sanayisiyle bıçkı fabrikalarını besler. Kıyı kesiminin ge­ lir kaynaklan, turizm (Old Orchard Beach, Acadie parkı) ve balıkçılıktır (İstakoz). Kumlu Aroostook ovasında üretilen pata­ tes çok ünlüdür (K.-D.). Maine, ABD’nin geri kalan bölümlerinden kopuk olması­ nın ve eski tekstil sanayilerinin içine düş­ tüğü bunalımların olumsuz etkilerini duy­ maktadır. , 7 —Tar. Normanlarca bilindiği sanılan (XI. yy.) Maine ülkesi, XVI. yy.'da keşfedildi (S. Cabot, 1498; Corte Real, 1500) ve XVII. yy.’da transız kâşifler burada bazı tesisler kurdular (Pierre du Gua, Saint Croix ada­ sında sieur de Monts, 1604). Daha sonra kırılıp yok edilen Abenaki Kızılderilileri'nin yaşadığı Maine, İngilizler tarafından sö­ mürgeleştirildi (Phippsburg, 1607; Pemaquid 1620; Saco River, 1622); fakat fransız-kızılderili savaşlarından zarar gör­ dü; daha sonra, XIX. yy.’da nüfusu hızla arttı. 15 mart 1820'de Massachusetts'ten ayrılarak Birliğin 23. eyaleti oldu.



7682



M AİNE körfezi, ABD ve Kanada'nın doğusunda sığ deniz, Atlas okyanusu kı­ yı ovasının su altında kalmış uzantısından oluşur. Körfez dört bölüme aynlır: 1. ka­ yalık (orta kesim), buzultaşlı ve alüvyonlu (güney [Cod burnu] kesimi) ya da batak­ lık (kuzey [Fundy toyu] kesimi) alçak bir kıyı; 2 . kıyı önlerinde kayalık ve engebeli dipler; 3 buzul kökenli havzalar (bazıları­ nın derinliği 300 m'yi aşar); 4. az derin dış setler (George seti, 4 m). Kutup kökenli, az tuzlu suların ısı genliği yüksektir. Güney-batı'daki su hareketleri, karadan gelen rüzgârlardan ve çok büyük bir gel­ git olayından etkilenir (dünyadaki en bü­ yük gelgit genliği Fundy koyundadır). Ba­ lıkçılık ve ticaret önemlidir.



Mainz bir yanmda XVII. yy.'dan (196?de yeniden



kalma bir konağın yapıldı) bulunduğu Uebfrauenplatz



M A İN E (Louis Auguste DE BOURBON, —dükü), fransız prens (Saint-Germain-en -Laye 1670 - Sceaux 1736), Louis XIV ile Mme Montespan'ın büyük oğlu. Mareşal (1690), sonra kral vekili oldu; Fleurus (1690), Steinkerque (1692) ve Flandre (1694-95) savaşlanna katıldı. Louis XVI, vasiyetinde onu saray muhafız birliği ko­ mutanlığına atadıysa da, vasiyetnamenin iptali (2 eylül 1715) üzerine, kral naibi ta­ rafından bu görevden alındı. Fakat, yine de-Naipler meclisi'ndeki yerini korudu ve Louis XV'in eğitiminin baş sorumlusu ola­ rak kaldı. Karısıyla birlikte Sceaux şatosu’nda küçük bir edebiyat topluluğu kurdu. Bu topluluk çok geçmeden Cellamare komplosunu (1718) tezgâhlayan hiz­ be dönüştü. Maine dükü önce ayan mecB o u tin -E x p lo re r



lisi üyeliğine indirildi, sonra da Naip tara­ fından bütün görevlerinden uzaklaştırta­ rak (29 aralık), Doullens'de enterne edil­ di. 1720'de serbest bırakıldı; siyasetten uzak bir yaşam sürdü. M A İN E (sir Henry James Summer), İn­ giliz hukukçu ve toplumbilimci (Kelsq Bor­ ders, 1822 - Cannes 1888). Cambridge' de ve Oxford'da ders verdi, hükümet da­ nışmanı olarak uzun süre Hindistan'da kaldı. Karşılaştırmalı hukuka büyük merakı vardı, bunun için roma, avrupa ve hint hu­ kuklarını dikkatle inceledi. Yeni kurulma­ ya başlayan etnolojiyi, özellikle “ kan bağları” ile "toprak bağları" arasındaki ilişki konusunda, derinden etkiledi. En önemli yapıtları: Roman Law and Legal Education (Roma hukuku ve hukuk eğiti­ mi) [1856], Ancient Law (Eski hukuk) [1861], Village Communities in the East and West (Doğu’da ve Batı’da köy toplu­ lukları) [1871], Lectures on the Early His­ tory of institutions (Kurumlar eski tarihi üzerine konferanslar) [1875].



M AINLAND ya da POMONA, Büyük Britanya'da ada, iskoçya'nın K.'inde, Ork­ ney adalar öbeğinin en büyük adası; 6 500 nüf. Yönetim merkezi Kirkwall. Issız, güzel manzaralı yalıyarlaria çevrili arazi. Halkı, balıkçılık, toyun yetiştiriciliği ve tu­ rizmle geçinir. —Bu ad, aynı zamanda Shetland takımadasının başlıca adasını da belirtir. M A İN LİL E R , adını Sana'nın (Yemen) K.-D.'sundaki Main kentinden alan arap kavmi. Mainliler'in krallığı, İ.Ö. IV. yy.'dan I. yy.'a kadar zengin bir krallık olarak var­ lığını sürdürdü. M AİNO ya da MAYNO (Juan Bautista). Ispanyol ressam (Pastrana, Castilla la Nu­ eva, 1578 - Madrid 1649). Babası italyandı; Roma'da Annibale Carracci ve G. Re­ ni ile ilişkiye girdi ve büyük bir olasılıkla caravaggioculuğun "gün ışığı” akımın­ dan etkilendi. Aziz Dominicus tarikatına bağlı olan Maino, gelecekteki Felipe IV’ ün resim hocalığını yaptı. Toledo'daki S. Pedro Mártir kilisesi’nin sunakarkalığını (1613, parçalara aynlmıştır), saray çevre­ sinden birçok kişinin portresini ve Bahia'nın geri alınışı (1635, Prado) adlı tarih­ sel tabloyu gerçekleştirdi.



M AİNE DE BİRAN (Marie François Pi­ erre GONTİER DE BİRAN), fransız filozof (Bergerac 1776 - Paris 1824). Bergeracli bir hekimin oğluydu, Dordogne yönetim bölgesi yöneticisi (1795), Beş Yüzler mec­ MAINSTREAM a. ("ana akım” anla­ lisi üyesi (1797) oldu, Böurbonlar'ın dönü­ mında ing. söze). ABD'de, geleneksel şünde onlar tarafından Paris'e çağrıldı, cazla modern cazın karşıtı olarak, 1930 ve milletvekili seçildi ve ölünceye kadar mil­ 1940'lann geleneğine bağlı kalan cazcı­ letvekilliği yaptı. Kendisi büyük bir şevkle ların üslubunu belirtmekte kullanılan te­ felsefe incelemelerine verdi, influence de rim. (Caz tarihinin bu kesiti, büyük l ’habitude sur la faculté de penser (Dü­ "swing" orkestralarının en parlak döne­ şünme yetisi üzerinde alışkanlığın etkisi) mine rastlar.) [míddle caz ya da KLASİK [1802], la Décomposition de le pensée CAZ da denir.] (Düşüncenin aynşması) [1805], ApercepM A İN TA L , Almanya'nın Hessen eya­ tion immédiate (Dolaysız tamalgı) [1807] letinde kent, Frankfurt am Main'in doğu ve özellikle Rapports du physique et du banliyösü; 35 700 nüf. moral (Fizik ve ahlakın ilişkisi) [1814] adlı yapıtlarıyla ün yaptı. Bergerac'ta kurdu­ M A İN TE N O N , Fransa'da kanton (Euğu bir edebiyat ve tıp demeği için Nou­ re-et-Loir) merkezi, Beauce'un K.'inde, velles considérations sur le sommeil, les Eure kıyısında; 4 182 nüf. (1992). XVI, songes et le somnambulisme (Uyku, rü­ yy.'da Maliye bakanı Jean Cottereau'nun yalar ve uyurgezerlik üstüne yâni düşün­ yeniden yaptırdığı şato; Louis XIV, 1674' celer) ve Observations sur le système du te aldığı bu şatoyu, markiliğe yükselttiği docteur Gali (Doktor Gali'in sistemi üstü­ Françolse d’Áubigné'ye verdi. ne düşünceler) adlı yapıtlannı kaleme al­ M AİNTENON (Françoise D'AubIgné, dı. 1817'de, Examen des leçons de phi­ —markizi) [Niort 1635 - Saint-Cyr 1719), losophie de M. Laromiguière’i (LaromiguAgrippa d’Aubigné'nin torunu, Scarron' ière'in felsefe dersleri üstüne inceleme). un karısı (1652-1660). 1674'te Maintenon Condillac'ın duyumlar öğretisini değiştire­ markizi unvanını aldı. Louis XIV üzerindeki rek kendine hareket noktası yapan Mai­ etkisi o kadar büyüktü ki, kral 1683'te ne de Biran, yavaş yavaş ideolojik okul­ onunla gizlice evlendi. Bundan sonra, sa­ dan aynlarak kişisel bir felsefeye ulaştı. Bu ray yaşamına katı kurallar getirerek ve di­ felsefenin ana fikrini şöyle özetleyebiliriz: nine daha çok bağlanmasını sağladığı varlık kendi hareketlerini duyar, ama ken­ kralı Protestanları ezmeye teşvik ederek dini bir şey olarak bilmez, irade çabasın­ sarayda önemli bir rol oynadı. Louis XIV’ da, içe dönük düşünce, isteyen bir ben ün ölümünden (1715) sonra 1686'da kur­ ile direnç gösteren, bir ben-olmayan'ı al­ durduğu Saint-Cyr’e çekildi ve yoksul düş­ gılar. Kişilik, derece derece hayvansal ya­ müş soylu genç kızların eğitimiyle ilgilen­ şamdan ortalama yaşama, irade yaşamı­ meye başladı. na, bunlardan da yüksek bir yaşama doğ­ ru yükselir ve burada Tanrı'nın içinde eri­ tuM AİNZ, Almanya'nın Rheinland-Pfalz yip yok olur. Maine de Biran, spiritüalist eyaletinde kent, kentin bulunduğu yerde fransız felsefesinin öncülerinden biri oldu­ Main ırmağını alarak genişleyen Ren ır­ ğu gibi, öznelliğin derin gerçekliğini ira­ mağı kıyısında; 187 000 nüf. Kent ırma­ de olarak kavrayan çağdaş metafiziğin de ğın sol, Kastel banliyösüyse sağ kıyısınöncüleri arasında yer alır. dadır. 1477'de kurulan, 1797'de kapatı­ M AİNE-ET-LO İRE, Fransa'da (Pays lan üniversite 1946'da yeniden açıldı. de la Loire Bölgesi) département; 7 131 Bölgesel bir ticaret ve yönetim merkezi km2; 705 882 nüf. (1992). Merkezi An­ olan kentte birkaç sanayi kolu etkinlik gers. Çoğu kesimi tepelerle kaplı olan göstermektedir: çimento fabrikası, maki­ département in ekonomisi, birçok akar­ ne ve elektrikli (elektronik) gereçler yapı­ suyla sulanması sayesinde, tarıma daya­ mı, kimya, tekstil, cam fabrikası, matbaa. nır; tahıllar, sebzeler, bostan ürünleri, —Tar. Bir Roma castrumu yakınında ku­ meyve, çiçek, hayvansal (sığır, domuz) rulan ve Yukarı Germanya'nın merkezi ürünler. Ayrıca, büyük merkezlerde sa­ olan Moguntiacum'un ilk başpiskoposu aziz Bonifacius’tu (746); kent Germanya nayi (tekstil, makine, besin, elektronik, ayakkabicilik,(t ^ it , ilÊ t ^ ) ^ ^ l^ ® a ¿primatının ikametgâhı oldu. Primat, GerNıtffliTfa kfalliil Kutsama ve kral seçimini yöXI. tesí. Osaka Ñippb 'ÉfiluFfolJito, XIII. yy.'da Seçici durümuna du. Güçlü bir sanayici sendikası başkanı gelince, Altın mühür'le Seçici prensleri olan sahibi Motoyâma Hikoiçi tarafından toplantıya çağırma hakkını elde etti adı Osaka Mainiçi olarak değiştirildi (1356). 1118‘de imparatorluk serbest kenti (1888). 1906'da Motoyama, Tokyo Nıçi- olan Mainz, Büyük Fetret sırasında ften Niçi gazetesini de aldı. 1937’den sonra birliğini yönetti. Seçici prensler, fransız et­ bu iki yayın organının dış haberlerinden kisi altında Ren birliği’ni yöneterek (1658 dolayı günlük tirajları arttı, 1990' lara ge­ -1667) siyasal bir rol oynadılar. Custine'in lindiğinde 4 milyona ulaştı. işgal ettiği (ekim 1792) Mainz, PrusyalIlar



yy



maiyet tarafından kuşatıldı (nisan-temmuz 1793); Kléber'in komutasındaki garnizon, kahra­ manlığı sayesinde, teslim antlaşması uya­ rınca Fransa'ya dönme hakkını elde etti. Pichegru ve Jourdan tarafından abluka­ ya alın&n (temmuz 1794) kenti mareşal Clerfayt kurtardı (ekim 1795). 1797’de Fransa’ya bağlanan kent, Mont-Tonnerre département'\n\n merkezi oldu. 1803 recez'i ile Dalberg’in elindeki Seçici prens­ liği kaldırdı ve başpiskoposluk laikleştiril­ di. 1815’te Mainz, Hessen-Darmstadt grandüklüğûne katıldı, aynı zamanda fe­ deral bir kale olarak kaldı. —Güz. sant. ikinci Dünya savaşı’nın yol açtığı yıkımlardan sonra, birçok tarihi anıt restore edildi; yeni yapılarla eskilerin bü­ yük bir uyumla birbirine kaynaştığı kent, böylece eski güzelliğine kavuştu. 1239'da kutsanan katedral, Rheinland roman sa­ natının başyapıtlarından biridir (XIII.-XVIII. yy.’dan kalma başpiskopos mezarları). Da­ ha eski bir tarihte inşa edilen, ama gotik dönemde yeniden yapılan St.-Quintins -Kirche ile St.-Stephans-Kirche'yi ve Rö­ nesans döneminden kalma bir çeşmeyi de ayrıca belirtmek gerekir. Ren boyun­ ca yer alan Seçici prenslerin şatosu (XVII. -XVIII. yy.), Töton şövalyelerinin ikâmetgâ­ hı (1730-1737), Arsenal (1738-1740) ve bir­ çok saray, Goethe tarafından övülen bir manzara oluşturur. Başlıca müzeler: Mittelrheinisches Landesmuseum (Orta Ren bölge müzesi [ar­ keoloji, güzel sanatlar]; Gutenberg müzesi ya da Dünya matbaacılık müzesi. M A İO (ilha do), Cabo Verde takımada­ sında (Rüzgâraltı adaları) yanardağ kö­ kenli ada; 269 km2; 3 900 nüf. M A İO N İA . Tar. coğ. Homeros'Uh destanlannda ve antik yunan yazarlarının ya­ pıtlarında Anadolu'nun B.'sındaki Lydia bölgesine verilen ad. MAİORESCU (Titu), rumen siyaset ada­ mı ve yazar (Craiova 1840 - Bükreş 1917). 1863'te kurulan edebiyat derneği Junimea hareketine katılarak bu harekete ede­ bi bir yenilik anlamı kazandırdı. Convorbiri literare dergisinin (1868-1944) öncü­ sü ve kuramcısıydı; rumen edediyat eleş­ tirisinin temellerini atarak estetizm yolunu açtı. Birçok kez bakanlık, başbakanlık (1912-1914) yaptı, Balkan savaşları sırasın­ da önemli bir rol oynadı ve Müttefikler ile yakınlaşmaya karşı çıktı. M AİPO , Şili’de ırmak, Orta Andlar'da Maipo yanardağının eteğinden doğar; 250 km. Büyük merkezi ovayı geçerken geniş bir püskürtme konisine ulaşır, kıyı sıradağında bir geçit açar ve San Antonio’da Büyük Okyanus’a dökülür. M A İO U E T İA , Venezuela’da (federal yönetim bölümü) kent, Antiller denizi kıyı­ sında; 120 000 nüf. Caracas uluslararası havalimanı. M A İR (John) - MAJOR. M AİR ET (Jean), transız oyun yazarı (Be­ sançon 1604 - ay. y 1686). 1625-1632 ara­ sında Montmorency dükünün sekreteriy­ di, sonra Richelieu tarafından emekliye aynldı, çalışmalarını trajedi üzerinde odaklaştırdı. Silvanire'in önsözünde Aristoteles kurallarını savundu. Sylvie adlı pastorali büyük bir ilgi topladı (1626). Galanteries du duc d ’Ossonne’un (1632) ardından Sophonisbei (1634) yazdı. Bu hareketli ve duygusal oyun, üslup ve sahne gibi o za­ mana kadar bilinmeyen öğeleri yerinde kullanarak Corneille’in tiyatrosuna zemifi hazırladı. M AİRONİS (Janos Ma ĞJULİS, —denir), litvanyalı şair (Pasandravis 1862 - Kaunas 1932). Ateşli bir milliyetçiydi, doğduğu toprakların güzelliğini (Pa vasario balsai, 1895) ve vatandaşlarının özlemlerini vur­ gularken (Jaunoji Lietuva, 1907) şiirlerin­ de ve tarihsel dramlarında (Didysis Vytautas karalius, 1925) feodal ve ulusal geç­ mişin bazı yönlerini bir bakıma idealleş­



tirerek coşkuyla dile getirdi. M A İS I b u rn u , Küba adasının doğu ucunu oluşturan burun. M AİSİN a. (fr. maîsine). Biyokim. Mısır proteini. M AİSO N (Nicolas Joseph, —markisi), Fransa mareşali, Chambre des pairs üye­ si (Epinay-sur-Seine 1771 - Paris 1840). 1819'da Paris valisi oldu, Yunanistan se­ ferine komuta etti (1828), ardından Fran­ sa mareşalliğine yükseltildi. Louis -Philippe'in hizmetine girdi (1830). Dışiş­ leri bakanlığına getirildi, Viyana (1831 -1833), sonra Petersburg (1833-1835) bü­ yükelçiliklerinde bulundu ve Savaş baka­ nı (1835-36) oldu. MAİSON-CARREE - HARRAŞ (EL-). M A İS O N S -A LFO R T , Fransa'da (Valde-Marne) kanton merkezi, Paris'in güney-doğu banliyösünde; 54 065 nüf. (1992). Besin ürünleri sanayisi (bisküi fabrikası). Matbaa.



M A İSO N S -LA FFİTTE , Fransa'da kanton (Yvelines) merkezi, Paris’in kuzey-batı banliyösünde, Sen'in sol kıyısın­ da, Saint-Germain ormanı kenarında; 22 553 nüf. (1992). Komünün Laffitte adı, şatosunun bahçesini bölerek ilk parselle­ me işlemini yapan bankacıdan gelir. —Maisons şatosu, 1642-1651 arasında Mansard'ın Longueil başkanı için yaptığı, Sarazin, Guérin ve Buyster'in bezediği, XVII. yy. klasik üslubunu başlatan şato. M AİSTRE (Joseph DE —kont) fransız felsefeci, yazar ve siyaset adamı (Chambéry 1753 - Torino 1821), Fransızlar, Savoia'yı işgal edince Lozan'a göç etti. Con­ sidérations sur la France (Fransa üzerine düşünceler, 1769) adlı yapıtını yayımladı. Bu yapıtta Devrim'in çifte suçunu ifşa edi­ yordu: hükümdara ve dine karşı saldırı. Dlrectoire’ın baskısıyla Lozan'dan sınır dışı edildi. Sardlnya’ya Cario-Emanuele IV'ün yanına gitti (1799). 1802-1817 arası Petersburg'da Sardinya elçiliği yaptı, bu kentte Aleksandr I ve yüksek rus sosyetesiyle İliş­ ki kurdu, önemli yapıtlarını burada verdi: Essai sur le principe générateur des cons­ titutions politiques (Siyasi kurumların yön­ lendirici ilkesi üzerine, 1810); Examen de la philosophie de Bacon (Bacon felsefe­ sinin incelemesi, 1836), vb. M AİSTRE (kont Xavier DE), fransız ya­ zar (Chambéry 1763 - Petersburg 1852), Joseph de Malstre'ln kardeşi. 1781'den sonra sardinya ordusuna girdi, askeri ka­ riyerini rus ordusunda sürdürdü. XVIII. yy. anlayışını romantizmle birleştiren hikâye­ ler yazdı (Odamda seyahat [Voyage autour de ma chambre, 1795]; le Lép­ reux de la cité d'Aoste, 1811; Odamdagece seferi [Expédition nocturne autour de ma chambre]; les Prisonniers du Cau­ case et la Jeune Sibérienne, 1825). MAİŞET a. (ar. ma'işet). Esk. 1. Yaşama, yaşayış. —2. Geçinmek için gerekli şey, geçim: ';. .mâişet ve hastalık sıkıntısı çek­ meden fücceten göçüp gitmiştir" (Ali Fu­ at). —3. Eskiden bilim alanında yeni ça­ lışmaya başlayanlara ödenen ücret. M al ve siya h , Halit Ziya Uşaklıgil’in ro­ manı (1897). Gerek kurgusu gerek anlatı­ mı gerek sözdizimiyle ilgili yenilikleri ba­ kımından, türk edebiyatında roman türü­ nün ilk başarılı örneği sayılır. Yapıtta, Abdülhamlt II döneminde sanat ve basın dünyası işlenmiştir. Mülklye'de okurken babası ölen Ahmet Cetrıil, evin pèçiifiihl sağlamak için kitapçılara serüven roman­ ları çevirir; geceleri özel dersler verir; oku­ lu bitirince gazetelerde çalışmaya başlar; bir yandan da büyük bir şiir yazmaya gi­ rişir. Mehtaplı, mavi bir gecede, Tepebaşı bahçesi'nde kurduğu hayale göre, yapıtı tamamlanınca üne ve servete kavuşacak, İçten İçe sevdiği zengin kızla evlenip mutlu olacaktır. Ne var ki, hayalle gerçek birbi­ rine uymaz. Çalıştığı gazete ve basımevi



sahibinin oğluyla evlendirdiği kız kardeşi kocasının hoyrat davranışı yüzünden ölür. Ahmet Cemil gazeteden ayrılır: sevdiği kız bir başkasıyla nişanlanır. Tamamlayıp ar­ kadaşlarına okuduğu yapıt umduğu ilgi­ yi görmez; bunun üzerine kitabı ateşe atar. Yemen’de bir ilçe kaymakamlığı ala­ rak "siyah bir gecede" İstanbul'dan uzak­ laşır. Roman kahramanı Ahmet Cemil, sanat anlayışı bakımından, Ebebiyat-ı cedide şairlerinin simgesidir. Halit Ziya Uşaklıgil, Cumhuriyet döne­ minde Mai ve siyah’m dilini sadeleştirmiştir (1938). M AİTA N İ (Lorenzo), sienalı sanatçı (Si­ ena 1275'e doğr.-Orvieto 1330), 1310'dan ölümüne dek Orvieto katedrali’nin yapı­ mında ustabaşı olarak çalıştı. Yapının cep­ he tasarımında, G. Pisano'nun Siena ka­ tedralinden esinlendi; ayrıca katedraldeki bronz heykelleri gerçekleştirerek yapının süsleme çalışmalarına doğrudan katıldı. Başka birçok yapıt sanatçının üslubunun İzlerini taşır (katedralde yer alan Tahta haç).



76 83



M A İT H İL İ a. Bihari lehçesi; Mithila böl­ gesinde, 970 000 kişi (1989) tarafından konuşulur. (Yazıda ve dilde bengalinin etkisi görülür. Zengin bir folklor edebiyatı vardır). [Eşanl. t I r h u t İ a ]



Museum ot Fine Arts, Boston



M AİTLANO (John), Lauderdale dükü, iskoçyalı siyaset adamı (Lethington, bu­ gün Lennoxlove, 1616 - Tunbridge Wells, Kent, 1682). Presbteriyen ve covenanterdi; 1647'de kralı ılımlı iskoçyalıfar’ın görüş­ lerine inandırmaya çalıştı ve kararlı bir bi­ çimde kralcı partiye katılarak Worcester' de savaştıysa da tutsak düştü (1651). Charles ll’yi etkisi altına aldı ve 1663'ten başlayarak iskoçya sorunlarında gitgide artan bir rol oynadı; 1669'da iskoçya ile ilgili bakan olarak Middleton’ın yerini al­ dı. Kralın yetkisini kesinlikle öteki krallığa da kabul ettirmeye çalıştı, iskoçya'daki ka­ rışıklığı bir düzene soktuysa da, tedirgin edici despotluğu 1679'da yeni karışıklık­ lar doğurarak düşmesine yol açtı (1680). M A İTLA N D (Frederic William), İngiliz hukuku tarihçisi (Londra 1850 - Las Pal­ mas 1906). 1888'den ölümüne kadar Cambridge'de profesörlük yaptı. Çok sa­ yıda yapıt yazdı. İngiltere'nin anayasal ta­ rihine ilişkin yapıtıyla İngiliz tarihi üzerine Stubbs’ın "whig” görüşünü sarsan bir yo­ rum önerdi. Year Books (Yıllıklar) yayınla­ rı ve Frederick Pollock ile birlikte yazdığı The History of English Law (İngiliz hukuk tarihi) adlı yapıtı klasikleşmiştir. MAİTREYA, mahayana’ya göre, büyük bodhisattvalardan biri, şimdiki dünyanın gelecekteki Buddha'sı. Maitreya, Tusita’ lann göğünde oturur. O, hem beklenen te­ selli edici, hem de son bir kez yeniden ku­ racağı dünyanın gelecek kurtarıcısıdır. Maitreya kültü, bütün buddha dünyasını kapsar. Maitreya, kimi zaman ayakta, ki­ mi zaman da oturmuş ve ayaklarını sar­ kıtmış durumda, Yasa'nın çarkına (dharmaçakramudra) ilk dönüşü verme hare­ ketini yaparken canlandırılır. Tacıpda bir stupa figürü yer alır. Alametleri, çark (çakra) ve ibriktir. (Bu sözcüğün karşılığı, pali dilinde metteyya, çincede Ml-LUO-FO, japoncada MİROKU, tibet dilinde de byam-



Kaikei tarafından yapılmış yaldızlı ağaçtan heykel Kamakura dönemi, 1189'a doğru (onarandan sonraki hali)



hluseum o l Fine Arts, Boston



SPA'dır.)



M AİTR İ, dostluk anlamına gelen sanskritçe söze, (pali dilinde matteyya). Buddhacılıkta en yüce erdem olpn merhameti bèllftir. MAİYET, -ti a. (ar. ma-, maca-, birlikte ve -iyyet'ten ma'iyyet). 1. Bir kimseyle birlik­ te olan, ona refakat eden; emrinde ve hiz­ metinde çalışan kimseler: Bakan, maiye­ tiyle birlikte İzmir'e gitti. Maiyetine iyi dav­ ranmak. —2. Bir kimsenin emrinde ve hizmetinde olma: Bir kimsenin maiyetine girmek, maiyetinde bulunmak. Yıllarca onun maiyetinde çalıştı. —3. Maiyet me­ muru, il idaresinin çeşitli hizmet alanların-



Acı -M "vjjğâft



Havirskâ balada, 1938) yazdı. Ayrıca gençlik için kitaplar, açıklamalar ve anılar kaleme aldı (la Polka des cordonniers et autres joies [fr. çev.], 1961; Pages intimes [fr. çev.], 1966). MAJESTE a. (fr. majesté). 1. Veraset yo­ luyla başa geçen hükümdarlara verilen san; hitap sözü. —2. Soydan hükümdar­ lara verilen unvan: Majesteleri kral. Majes­ teleri imparatoriçe iyiliksever majesteleri, İngiltere kraliçesi. ♦ majesteleri çoğl. a. Hükümdar için kullanılan hitap sözü.



la Ifajs desnuds Haja vestida



ve la



Goya'nın yapıtları (1803-1806 arası)



Prado müzesi, Madrid



da staj yapan kaymakam adaylarına veri­ len ad. —Esk. Maiyet vapuru, kıyı ya da ada va­ lilerinin yanında bulunan vapur; elçilikle­ rin, İstanbul'da bulunan gemileri. || Maiyet ■i seniye, padişahın çevresinde bulu­ nanlar. MAİYET a. (ar. mâ, su ve -/yyeften mâciyyet). Esk. kim. Hidrat. M A İZ İİR E (Ulrich DE), alman general (Stade, Hannover yakınında, 1912). 1930' da Reichswehr’e girdi, Polonya'da, Fran­ sa'da (1940’ta yaralandı) ve OKH'de hiz­ met gördü. 1951'den başlayarak, nazi ru­ hundan arındırılmış,'demokrasiye bağlı yeni bir ordunun kurulması çalışmalarına katıldı. Kendini ordu kadrolannı yetiştirme işine adadı, innere Führung okulu (1960) ve Führungs-akademle (1962) komutan­ lığı yaptı, kara ordulan müfettişi (genelkur­ may başkanı) [1964], sonra da Bundes­ wehr genel müfettişi (1966) oldu. 1972'de emekliye ayrıldı.



B. A/., Paris



Majorianus Arles atölyesi tarafından basilmiş altın sikke, V. yy.



Bibliothèque nationale, Paris



M AİZURUı Japonya'da kent, Honşu adasında (Kyoto ili), Japon denizi kıyısın­ da; 97 80Q nüf. Kereste ve balık konser­ vesi dışsatımı yapılan balıkçılık ve ticaret limanı. MAJA a. Akdeniz bölgesinde kıyılarda yaşayan uzun bacaklı yengeç cinsi. (Yas­ sı, dikenli ve boğumlu bağası 2 0 cm ça­ pında olabilir. Aynagiller familyasının ör­ nek türü.) [MAİA biçiminde de yazılır.] M a|a d e sn u d a (la) [Çıplak Maya] ve M «|a v e s tid a (la) [Giyimli Mayaı], Goya’ nın Prado müzesi’nde bulunan iki başya­ pıtı (0,97 x 1,90 m ve 0,95r x 1,90Tri). Bü­ yük bir olasılıkla 1803-1806 arasında ger­ çekleştirilmiş olan bu tablolar önce Alba düşesinin, onun ölümünden sonra da, Godoy'un koleksiyonlarında yer aldı. MAJDANEK, Lubiin'in (Polonya) banli­ yösünde bir yerleşim yeri. Almanlar, ikin­ ci Dünya savaşı sırasında burada kurduk­ ları bir toplama kampında yüz binlerce polonya yahudisini imha ettiler. M AJDANPEK, Sırbistan'da kent, bor maden kombinası çerçevesinde yer alan bakır çıkarım merkezi. El sanatları (altın mücevherler). MAJEROVÄ (Maria), çek kadın yazar (Uvaly, Prag yakınında, 1882 - Prag 1967). Bir bölümü toplumsal gerçekçiliğe örnek olarak kabul edilen romanlar (Nejkrâsnejsi svet, 1923; Prehrada, 1932; Siröna, 1935;



MAJİSTER a. (fr. magistère). Eczc. Asit­ lerin çözücü etkilerinden yararlanılarak hazırlanan ve eskiden tedavide kullanılan préparât. MAJİSTRAL sıf. (fr. magistral; lat. magister, usta, üstat'tan). Eczc. Majistral for­ mül, doktor tarafından hastasının özel du­ rumuna göre tedavi amacıyla yazılan ve majistral bir ilacın hazırlanmasına yarayan reçete. || Majistral ilaç, majistral bir formü­ le göre eczacının hazırladığı ilaç. MAJOLİKA a. ("Mallorca adasından” anlamında ital. söze, majolica’dan). İtalya’ da, ispanya'dan, Mallorca adasından ge­ milerle rthal edilen kalaylı mine kaplı, üzeri boyalı seramik. (Bu ad zamanla bütün fa­ yanslar için kullanıldı; Fransa’da ise bu te­ rim, Rönesans dönemi İtalya fayanslarını ve itafyan geleneğine göre yapılmış ilkel avrupa çinilerini ifade eder.) —ANSİKL. Majolika sanatı, Ortaçağ’da (yeşil boya ve manganezle yapılmış süs­ ler), Faenza, Montelupo, Siena, Orvieto, Roma gibi İtalya’nın çeşitli yerlerinde or­ taya çıktı. Bu sanat İtalya'ya fayans teknik­ lerini Akdeniz çevresindeki ülkelere yayan, ispanyol-mağrib kökenli çömlekçiler tara■ fından getirildi. XIV. ve XV. yy.’larda, özel­ likle Floransa bölgesinde ve Faenza’da (fayans sözcüğü bu ünlü merkezin adın­ dan kaynaklanır) bu sanat çok gelişti. Ön­ celeri geometrik ve doğu tarzında olan süslemeler, daha sonra yerlerini “çiçekli -gotik" denen avrupa tarzı süslemelere bı­ raktı. XV. yy. sonlarında, Faenza'da, “ istoriati” (Kutsal Kitap, tarih ya da mito­ lojiden alınan sahneler) adı verilen ilk ko­ nulu süsleme örnekleri ortaya çıktı; bu ör­ neklerin en güzelleri XVI. yy.'da Urbino' da gerçekleştirildi. Buna koşut olarak Fa­ enza, Siena, Cafaggiolo ve Casteldurante gibi belli başlı merkezlere özgü yeni süsleme üslupları gelişti (çam kozalakla­ rı, tavuskuşu tüyleri, kıvrıkdallar, giriftler, trophaemlar, candelabrumlar vb.); Deruta ve Gubbio'da ise majolikalar metal gö­ rünümü veren bir cila ile kaplandı. Bu ko­ nudaki en ünlü sanatçılar Giovanni Maria da Urbino, Nicolo Pellipario, Giorglo Andreoll, Francesco Xanto Avelli'dir. XVI. yy. sonunda, Fontana ve Patanazziler'in Urbino'da yer alan atölyeleri, Raffaello’nun Vatikan loogiaları için aerceklestirdiöl kompozisyonlardan esinlendiği için "a raffaellesehe" adını alan hafif bir süsleme üslubu yarattılar. XVII. ve XVIII. yy.'larda majolika sanatı başta Venedik ve Castelli'dekiler olmak üzere bazı yapımevleri ta­ rafından başarıyla sürdürüldü. M AJOR ya da M A İR (John), iskoçyalı tanrıbilimci ve tarihçi (Gleghornie, North Berwick yakınında, Lothian, 1470’e doğr. - Saint Andrew's 1550). Skolastik felsefe­ nin savunucusuydu; Paris’te sonra Glas­ gow ve Saint Andrew's'ta ders verdi. 1521'de, latince olarak, Historia Majoris Britanniae (Büyük Britanya tarihi) adlı bir kitap yayımladı M AJO R (John), İngiliz siyaset adamı (Merton, Londra, 1943). Rutlish Gram­ mar School’da öğrenim gördü. 19651979 yılları arasında Standard Charte­ red bankasında İdareci olarak görev al­ dı. 1979 yılında Londra'nın kuzeyindeki Huntingdon'dan katıldığı seçimi kazana­ rak parlamentoya girdi. Thatcher’in kabi­ nesinde ilkin hazine bakan» olarak yer al­



dı (1987). Dışişleri bakanı (temmuz 1989) ve maliye bakanı (ekim 1989) ol­ du; kpsım 1990’da Margaret Thatcher’ın yerine Muhafazakâr parti başkanlığı ve Ingiltere başbakanlığını üstlenene dek bu görevini sürdürdü. 1991 yılı aralık ayında Avrupa Toplulukları ile Ingiltere arasında Maastricht kentinde gerçekle­ şen zirvede, AT konusundaki ılımlı tutu­ muyla dikkatleri çekti. Nisan 1992'deki seçimlerde, başında bulunduğu Muha­ fazakâr parti oyların % 41,8’inl alarak mecliste 336 sandalye kazandı; Major büyük bir oy çoğunluğuyla başbakanlık görevini sürdürmeye hak kazandı.



M AJO RAN sıf. (fr majorant). Mat. çözlm. ÜSTTEN SINIRLAYAN *'ın eşanlamlısı. MAJOR COMPANİES, ABD’nin en güçlü petrol şirketleriyle (Exxon, Gulf, Standard, Mobil vb.), en güçlü film şirket­ lerini (MGM, 20th Century Fox, Paramount, Warner Bros vb.) belirten İngiliz­ ce sözcük. MAJORELLE (Louis), fransız dekoratör ve mobilyacı (Toul 1859 - Nancy 1926). Gallé ve Prouvé ile birlikte Nancy okulu­ nun temsilcisidir. 1900 Evrensel sergisi’ ne ve 1925 Süsleme sanatları serglsi'ne katıldı. Özgün bir üslupta yaptığı çalışma­ larında doğadan esinlendi (çiçekler, bit­ kiler). MAJORİANUS (Flavius Julius Valerlus) [öl. Tortona yakınında 461], Batı Ro­ ma imparatoru (457-461). Usta bir komu­ tandı, Avitus'un tahttan indirilmesinden sonra iktidara getirildi. Yalnızca İtalya üze­ rinde egemendi, Galya’ya girdi, Arles’ı al­ dı ve Vizigotlar'ın kralı Theodorich'i barış yapmaya zorladı. Donanmasını Alicante’ de ele geçiren Vandallar karşısında yenil­ giye uğradı. Medeni hukukla ilgili birçok yasa çıkardı. Onu kıskanan ya da kendi akıbetinden kuşkuya düşen Ricimer tara­ fından öldürüldü. MAJÖR sıf. Müz. 1. iki uç noktası ara­ sında azami uzaklığın bulunduğu aralık için kullanılır (ikili = 1 ton; üçlü = 2 ton; altılı = 4,5 ton). —2. Majör gam, majör makamın dlatonik gamına günümüzde de verilen ad. || Majörmod, tüm aralıklan, bi­ rinci dereceden (durak) başlayarak ma­ jör ya da tam olan mod. || Majör tam akor, en pes üçlüsü majör olan akor. ♦ a. Müz. Majör mod. M AJUSA HİLL, Güney Afrika Cumhuriyeti'nde yer, Natal'da, Örange sınırı ya­ kınında. Boerler, ingilizler'i burada yendi (27 şubat 1881). MAJURO, Marshall* adalarından biri, Ratak ada öbeğinde takımadanın yöne­ tim merkezi buradadır. MAJÜSKÛL a. (fr. majuscule). Dilbil. B ü Y û K H A R F ’ in eşanlamhsı. -MAK, -MEK. Yapım eki, değeri ka­ zanmış fiilimsi eki. Fiillerden somut anlamlı adlar türetir: çakmak (çak -mak), ekmek (ek-mek), yemek (ye -mek), kaymak (kay-mak), vb. M AKA R AN A , Kongo’da kent, Niari kı­ yısında, Lubomo'nun K.-K.-D.’sunda; Gabu demiryolu bu kentten geçer. M aka b « (Yahuda), Hândet'in oratoryo­ su. (-* JUDAS MACCABAEUS.) M A K A B İH çoğl. a. (ar. makbahs'nın çoğl. makâbih). Esk. Yakışıksız hareketler, çirkin davranışlar. M A K A B İL, -bil a, (ar. ma- ve kable’den ma-kable). Esk. 1. Önceki, kendinden ön­ ce olan şey, geçmiş. —2. Makable ya da makabline şamil, geçmişi, önceyi kapsa­ yan, geri dönüşlü. —3. Makable-t-tarih, Tarihöncesi, Prehistorya. —Huk. Makable şamil -* GEÇMİŞE* etk İLi’nin eşanlamlısı.



makam M A K A B IlB R , Hellenists dönem İsrail tarihinde ( - İBRANİLER), selefki kralı Antiokhos IV Epiphanes'in hellenleştirme po­ litikasına karşı ulusal ayaklanmada (l.ö. 167) önemli bir rol oynayan yahudl yurt­ severler ailesi. Antiokhos IV Epiphanes, aralarında Filistin'in de bulunduğu eyalet­ lerini birleştirmek için Yahudiler'e yunan kültürünü kabul ettirmek istiyordu. Oysa, Yahudiler için, yunan yaşam tarzını benim­ semek, hellenizmln dinsel törenlerine ka­ tılmak, yani Musa yasasını ve tektanrıcılığı reddetmek anlamına geliyordu. Ayak­ l a n m a işaretini M a t a t y a " adında modinli (Kudüs yakınında) bir haham verdi ve böylece kutsal savaş başladı. Matatya ölünce, (İ.Û. 166) onun görevi beş oğlu ta­ rafından sürdürüldü: Yohanan ve Eleazar’ın ancak geçici ve küçük bir rol oynamalanna karşılık, Yuda, Yonatan ve Simon adlarındaki diğer üçü, Yahudiler’in Suri­ ye Selefkileri üzerinde zafer kazanmaları­ na etkili bir katkıda bulundu. Kendisine Makabl lakabı verilen YUDA (166-161) [bu lakap daha sonra onun bütün aile üyeleri ve partisine mensup kişiler için de kulla­ nıldı], Yahudiler için din özgürlüğünü el­ de etti; ama din özgürlüğünün güvence­ si olan yahudi iktidarını ve ulusal bağım­ sızlığı kurma mücadelesinde başarısızlı­ ğa uğradı, bir savaşta yenilip öldürüldü. Yuda'nın ölümü, yahudi direnişini çaresiz­ lik ve şaşkınlık içinde bıraktı. Yuda'nın kar­ deşleri YONATAN (l.ö. 161-142) ile SİMON (142-134) [her ikisi de öldürüldü], onun başladığı işi sürdürdüler; Suriye tahtına göz diken çeşitli rakipler arasındaki çekiş­ melerden yararlanarak ulusal bağımsızlı­ ğı kabul ettirdiler. Simon'un oğlu Hirkan I ile (İ.Ö. 134), bağımsız prenslerden olu­ şan ruhani nitelikte bir krallık hanedanı olan Hasmonlar iktidara geldi. M akabllar kitabı, Tevrat'ın Makabiler isyanının tarihini anlatan ve Danyal kitabı'yl a birlikte Heilenistik çağda yahudilikle hel­ lenizmin çatışmasına tanıklık eden iki ki­ t a b ı n a verilen ad. MAKABİR ya da MEKABİR çoğl. a. (ar. makber, makbere'n'ın çoğl. matfBbir, meksbir). Esk. Mezarlar. MAKADAM a. (fr. macadam; öz. a. J. L. McAdam'dan). 1. Silindirlenmiş ve kum­ lu bir agregayla birleştirilmiş 4-7 cm irili­ ğinde kırmataşlarla oluşturulan karayolu katmanı. —2. Bu amaçla kullanılan taşlı gereç. —3. Genel anlamda yol kaplama­ sı. || Çimento harçlı makadam, çimento şerbeti emdirilmiş taş kaplamalı yol. || Tar makadam ya da tarmakadam, yol kapla­ malarında aşınma katmanı için kullanılan katranla kaplı gereç. MAKADAMLAMAK g. t. Bayınd. Bir yolu makadamtamak, bu yolu makadamla kaplamak. MAKADİR ya da MKKADİR çoğl. a. (ar. mikdBr, makdüYun çoğl. malfBdir, metf adir). Esk. Miktarlar: "Say miktarile yev­ miye miktarı muhtelif nevflerde ve gayr-i mütecanis birer mekadirdir" (Ahmet Mu­ ammer ve Şükrü Kaya). —Esk. mat. Makadir-i müştereke, aynı öl­ çüyle ölçülebilen miktarlar. MAKADİR çoğl. a . (ar makderet'm çoğl. makadir). Esk Kuvvetler, kudretler, güç­ ler. MAKAİD çoğl. a. (ar. mak'ad'm çoğl. maka'id). Esk. Oturulacak yerler. MAKAİRA a. Kılıçbalığına benzeyen, ama burnu daha kısa, kuyruk sapı yanla­ rında ikişer karinası bulunan, birinci sırt yüzgeci uzun, epipelajik kemikli deniz ba­ lığı cinsi. (Makaira nigricans 4,5 m boyun­ da, 900 kg ağırlığında yırtıcı bir hayvan­ dır: balıkları ya da kafadanbacaklıları av­ layarak beslenir, bazen balinalara ya da balıkçı kayıklarına da saldırır; yelkenbalığıgiller familyası.) MAKAK a. (fr. macaque; port, macaco' dan). Asya, Kuzey Afrika ve Cebelitarık’



ta yaşayan, Macaca cinsinden maymun­ ların ortak adı. (Uzunkuyruklumaymungiller familyası.) [Bk. ansikl. böl.] —Böcbil. Tropikal Amerika'da yaşayan çe­ şitli sineklerin larvaları. (Bu larvalar insa­ nın ya da çeşitli hayvanların derilerinin al­ tında, burun ve yutak boşluklannda yaşar­ lar.) —ANSİKL. Makaklar başta bitki olmak üzere her şeyi yiyen, kısa kuyruklu, ağaç­ ta ya da toprak üstünde yaşayan may­ munlardır. Avurt keseleri yiyecek biriktir­ melerine olanak verir. Son derece hiyerar­ şik bir düzen içinde toplumsal öbekler oluştururlar; bu öbeklerde yer alan çok sayıdaki çrkek makak topluluğun güven­ liğini sağlarken, dişiler yavrularla ilgilenir­ ler. İnsandan kaçmazlar, sık sık ekin tarialanna büyük zarar veren toplu gezilere çıkarlar. Bir düzine kadar makak türü var­ dır; Endonezya ve Malezya’da yaşayan domuz kuyruklu makak ya da bruh (Ma­ caca nemestrina), Sri Lanka'da yaşayan taçlı makak (M. sinica), Hindistan’dan Çin’e kadar geniş bir alanda yaşayan rhesus makakı ya da al yanaklı makak (M. mutatta ya da Macacus rhesus), Hint adaları'na özgü şapkalı mamak (M. radiata) Fas ve Cebelitank'a özgü berber makakı ya da magot (M. sylvana) başlıca makak türleridir. Makaklar kolayca beslenebilen ve yetiştirilebilen hayvanlardır. Çoğunluk­ la tıbbi ve biyolojik araştırmalarda deney hayvanı olarak kullanılırlar. Makaklar üze­ rinde yapılan deneylerle rhesus makakında ve bazı insanlarda yaygın olarak rast­ lanan ve özellikle yeni doğan bebeklerde hemolitik hastalığına yol açan "Rhesus faktörü" bulunmuştur. ( - rhe'sus siste­ mi.) MAKAL a. (ar. maksi). Esk. 1. Söz, laf:' Hüsn-i makat (söz güzelliği). —2. Söyle­ me, söyleyiş. M AKAL (Mahmut), türk yazar (Demirci köyü, Aksaray, Niğde, 1930). ivriz köy enstitüsü’nü bitirdi (1947). Altı yıl köy öğret­ menliği yaptıktan sonra yükseköğrenimi­ ni Ankara Gazi eğitim enstitüsü pedagoji bölümü'nde tamamladı (1956). Çeşitli kentlerde ilköğretim müfettişliği yaptı. 1967'de görevden uzaklaştırıldı. Danıştay karanyla görevine dönerek İstanbul Sağır ve dilsizler okulu'nda çalıştı (1966). Vene­ dik Üniversitesi'nde türk dili ve edebiyatı dersleri okuttu (1971-1972). 1976'da emekli oldu. Doğduğu köyle ve öğretmenlik yap­ tığı Nurgöz köyündeki gözlemlerini Bizim" köy (1950) yapıtında dile getirdi. Köy so­ runlarını, acımasız yaşam koşullarını, ger­ çekçi izlenimlerini yalın bir dille sergiledi­ ği bu yapıt, büyük yankı uyandırdı. Yaza­ rın tutuklanması, daha sonra aklanması, Cumhuriyet gazetesince İstanbul'da ko­ nuk edilmesi, yansıttığı gerçeklerin 1950 seçimi öncesinde iktidara yöneltilen eleş­ tiriler arasında yer alması, kitabın ününü artırdı. Ybksul, unutulmuş anpdolu köyü­ nün gerçeklerini ilk kez köyşfen çıkmış bir aydının bakışıyla aktararak, köy edebiya­ tı içinde önemli bir yer kazandı. Sorunla­ rını dile getirdiği çevreyi 25 yıl sonraki görünüşüyle konu edinen yapıtı (Bjzim köy, 1975) TDK gezi ödülü'nü aldı. Yurt, gerçeklerini, eğitim-öğretim sorunlarını konu edinen diğer yapıtları: Köyümden (1952), Memleketin sahiplen (1954), T/ nisan (1959), Kalkınma masalı (1960), Yeraltında bir Anadolu (1968), Zulüm' makinesi-öğretmen kıyımı (1969), Köy enstitüleri ve ötesi (1979), Hayal ve gerçek-Değişkenler (1987), Ağlatı (1991). MAKAL (Tahir Kutsi), türk yazar (Denizli, 1937). İstanbul Özel gazetecilik enstitüsü’ nü bitirdi (1969); gazetecilik yaptı. İç göç (1964) adlı röportaj kitabı dolayısıyla Ga­ zeteciler cemiyeti'nce yılın gazetecisi se­ çildi; ödül olarak Avrupa'ya gönderildi. Bu geziyle ilgili izlenimlerine Köylü gözüyle Avmpa (1964) kitabında yer verdi. Halk şi­ irini konu alan yapıtlar yayımladı: Âşık Vey­ sel (m B ). Âşık Zülfikâr divanı (1971), Karacaoğlan (1973), Dadaloğlu (1973), Kör-



oğlu (1975), Türk halk edebiyatı (antoloji 1974) vb. Kurtuluş savaşı'nı konu edinen



Meydan dayağı (1977) romanıyla, Peyami Safa 1976 roman yarışması'nda man­ siyon; Kamyon ( 1977) romanıyla ertesi yıl aynı yarışmada birincilik aldı. Halk edebi­ yatı çalışmaları dolayısıyla kendisine İnö­ nü üniversitesi tarafından fahri doktorluk unvanı verildi (1989). Diğer bazı yapıtları: Babanız yine âşık çocuklar (şiir, 1989), Halkbilim ve edebiyat ( 1990).



ı MAKALE a. (ar. kaviden makale). 1. Bir yayında, bir gazetede, başlı başına bir bü tün oluşturan yazı: Dış ülkelerin siyasi du:. rumu üzerine makaleler. Siyasi durum üs­ tüne bir makale yayımlamak. —2. Esk. Söz; nutuk. —3. Baş makale BAŞYAZI —Ed. Bir konuda (sanat, siyaset, bilim vd.) bilgi vermek, bir görüşü'savunmak için gazete ve dergilerde yayımlanan im zalı, öğretici inceleme yazısı.



rhesus makakı ya da al yanaldı makak



(Macaca mutatta)



M AKALE ya da M EKELE, Etyopya' da kent, Tlgre ilinin merkezi; 61 583 nüf. Besin sanayileri. MAKALU, Orta Himalaya'da dağ, Çin -Nepal sınırında, Everest'ln 20 km kadar G.-D.’sunda; 8 515 m. Bu görkemli doruk (dünyanın beşinci en yüksek doruğu), gü­ neyde 4 000 m'ye yakın bir yükseklikten Barun buzuluna, K.'deyse Kangçen vadi­ sine egemendir. Geç keşfedilen Makalu, ancak 1954'te ABD (W. Siri), Yeni-Zelanda (E. Hillary) ve fransız (J. Franco) dağcıla­ rınca incelenebildi; fransız heyeti, bu ara­ da Kangçungtse (Makalu II) ve Çomo Lönzo’ya da tırmandı. 1955'te, gene J. Franco'nun yönetimindeki fransız dağcı­ lar, Makalu'ya kuzey yamacından tırman­ dılar: 15 mayısta, J. Couzy ve L. Terray; 16 mayısta, J. Franco, G. Magnone ve G. Norbu; 16 mayısta J. Bouvier, S. Coupé, R Leroux ve A. Vialette. İkinci Dünya savaşı ertesinde, Himala­ ya dağcılığının en güzel sayfalarından ba­ zıları, Makalu yamaçlarında yazıldı: japon Takanuka ve Ozaki güney-doğu sırtına (1970), fransız Y. Seigneur ve B Mellet



başın ayrıntılı görünümü



(ekip başkanı, R. Paragot) batı mahmu­ zuna (1971), sloven S. Belak ve M Manfreda güney yüzüne (1975), avusturyalı Schauer kuzey-batı sırtına (1981) tırmandılar.



MAKALU I I ya da KANQÇUNQflrSE» Himalaya'da doruk, Nepal-Tibet sınırında, Makalu öbeğinde; 7 640 m. Dağa ilk kez 1954'te bir fransız keşif heyeti tırmandı (doruğa J. Franco, L Terray ve şerpalar [Gyaldzen Norbu ve Pa Norbu] ulaştı­ lar). MAKAM a. (ar. malfâm). 1. Karar yetkisi olan yönetim birimi; bu birimin başında bulunan kimsenin görevi, görev yeri; orun kat: Valilik makamı. Bir üst makama atan­ mak. Bir kimseyi makamında ziyaret et­ mek. —2. Makam arabası, otomobili, yüksek dereceli bir görevliye kurumunca tahsis edilmiş olan araba. || Makam şofö­ rü, makam arabasını kullanan şoför. —Esk. Makam-ı ali, yüce makam (neza­ retler için kullanılır). || Makam-ı hizmet, gö­ rev yeri. || Makam-ı izzet, Tanrı katı. || Makam-ı Mahmut, kıyamette Hz. Muham­ met'in bulunacağı yer —Tasav. Sufinln kendi irade ve çabasıyla ulaştığı ruhsal ve ahlaksal olgunluk düze­ yi. (Bk. ansikl. böl.) ♦ makamlar çoğl. a. Nitelik bildiren bir sıfatla, kamu gücünün temsilcileri, yüksek dereceli memurlar: Sivil ve askeri makam­ lar. Resmi makamları tartışma konusu yapmak. — A N S İK L . Tasavvufta, her birine makam adı verilen çeşitli ahlaksal ve dinsel er­ demlere ancak birtakım güçlük, sıkıntı ve yoksunluklara katlanmakla erişilebileceği­ ne inanılır. Kitab ül-luma, seyr-i sülûku şu yedi makamdan ibaret sayar: 1 . tevbe, 2 . verâ, 3. zühd, 4. fakr, 5. sabr, 6 . tevekkül, 7. rıza. Makamlar, tasavvuf inancına göre



JohnM*r



makam 7686



insanoğlunun iradesiyle riyazet (nefsi ma­ nevi yolculuğa hazırlamak, nefsi ezmek, di­ rencini kırmak) ve mücahede (nefs ile sa­ vaşmak) ile kazanılır. Bu özellikleriyle ma­ kamlar hallerden farklıdır. Çünkü hal* daha çok irade dışı ve Tanrı vergisi bir olgu­ dur M AKAM a. (ar. makam). Müz. 1. Örnek oktavda, aralıkların duraktan durağa dağı­ lımı. (Eşanl. MOD.) [Bk. ansikl. böl.] —2. Türk müziğinde en az bir dörtlüyle bir beş­ linin birleşmesinden doğan bir dizisi ve bu dizideki seslerin kullanım düzenini belirle­ yen bir "seyir” ! olan anlatım sistemlerinden her biri. (Bk. ansikl. böl.) -—3. Makamın­ da, tarzında, biçiminde: Kabul makamın­ da elimi sıktı. —ANSİKL. Müzikologlar, belki de yanlış ola­ rak, terimin günümüzdeki tanımını, eski yu­ nan ve Ortaçağ müziklerine de uyguladı­ lar. Antikçağ makamları, gerçekte, bugün ilkel ya da Doğu'ya özgü müziklerde de rastlanan bir anlayışa uygun olarak, belirli formüllere dayalı örnek ıskalalardır v e b u n ­ lar yükseklik, tını v e “ e k h o s " k a v ra m la rın a bağlıdır. Sayıları sekizi b u la n g re g o rlu s m a ­ kamları, sekiz bızans tonuna benzetilerek kurulmuş ve bunlara yunan makamlarının adları verilmiştir Her biri bitişi, seyri v e ambitusuyla ayırt edilir XVI. yy.’da, klasik eksenlilik kurallarında do'dan hareketle kuru­ lan majör makam (bir ton, bir ton, yarım ton, bir ton, bir ton, bir ton, yarım ton) ile bunun beşinci ve altıncı dereceleri arasın­ da bir ton yerine yarım tonun öngörüldü­ ğü minör makama yer veriliyordu. Minör makamda hareket noktası olarak la seçil­ mişti. Dörtlüler (tetrakord) biçiminde bolü­ nüm, uygulamada, yerini yanaşık beşli (pentakord) + dörtlü eklemlenmesine bı­ raktı ve klasik eksenlilik, her türlü ambitus kavramından uzaklaşarak bütün oktavlar­ daki derecelerin İşlevleri arasında bir eşit­ lik kabul etti. Bunların dışında kalan ma­ kamlar genellikle birtakım değişikliklere uğ­ rayarak yalnızca kilise müziğinde kullanılır oldu. Cantus planus bir y a n a bırakılırsa, d e ­ nebilir ki, XVII.’den XIX. yy.’a değin yalnız­ ca klasik majör ve minör makamlar kulla­ nılmıştır. Bununla birlikte XIX. yy.'ın sonu­ na doğru (Chabrier, Ravel, Emmanuel) cantus planus makamları v e egzotik ıska­ lalar, yeniden sistemli bir biçimde kullanıl­ maya başladı ve çağdaş müzikte önemli bir yer tuttu. XX. yy.’ın sonuna doğru Messlaen gibi besteciler müzikte her türlü ya­ pısal değeri yadsıdılar ve makamları sınır­ lı, dolayısıyla da belli sayıda kullanılabile­ cek ses sunan birer ıskala olarak gördü­ ler (sınırlı aktarımlı makamlar). • XVII. yy.'dan başlayarak Batı’da gelişen sistemler (tonal, dizisel, elektronik, elektroakustik, somut vb. müzikler) dışındaki tüm müzikler makamsaldır. Doğal olarak, her kültür çevresinde, "makam” kavramı­ nın adı farklıdır; Batı’da mod, Kuzey Afri­ ka’da tab, İran'da destgâh, Hindistan'da raga vb. Her ülkenin ya da bölgenin ken­ dine özgü makamları olabileceği gibi, bir­ çok halkın ortak malı olan makamların ulu­ sal, bölgesel ya da yöresel kullanımları, İşlenişleri de vardır. Türk müziğindeki makamlar, adlarıyla değilse bile işlenişleriyle klasik arap ve İran makamlarına benzer. Yine de, gerek ara­ lıklar, gerekse "seyir" açısından, "türk ma­ kamlar" denilen makamlar tümüyle Türki­ ye Türkleri'ne özgüdür. Bugün için bu makamların adlarının ve içeriklerinin kaynağını söyleyebilecek du­ rumda değiliz. Türk makamları, öteden beri, bir oktavdan daha küçük ses grup­ larıyla açıklanmıştır. Abdülkadir Töre'nin öğrencisi ve izleyicisi Ekrem Karadeniz*, makamları, ilk kez birer oktavlık inici ve çıkıcı dizilerle açıklamak istemişse de, bu yöntem kabul görmemiştir. Rauf Yekta*, Hüseyin Saadettin Arel* ve Suphi Ezgi*, -eleştirilmekle birlikte, tüm eğitim kuruluş­



larınca benimsenmiş- kuramlarında (--* AREL-EZGİ SİSTEMİ), makam dizilerini, dörtlü ve beşlilerin birleşmesiyle açıkla­ mışlardır. Türk müziğinde üç tür makam ayırt edi­ lir: 1. Basit makamlar: "tam dörtlü” (çar­ gâh, buselik, kürdi, rast, uşşak, hicaz) ve "tam beşli"lerin (çargâh, buselik, kürdi, rast, hüseyni, hicaz) birleşmesiyle oluş­ muş kategoridir; 13 makamı kapsar: çar­ gâh, buselik, kürdi, rast, uşşak, hüseyni, hicaz, hümayun, uzzal, zengûle, suzinâk, neva, karcığar. Bunlara, tüm öteki makam­ ların bileşimini oluşturduklarından, ana makamlar da denir. 2 . Şed (göçûrûlmüş) makamlar: karar perdesi değiştirilmiş bir basit makamın, yeni karar perdesi üzerin­ de yeni seyir özellikleri kazanmasıyla oluş­ muşlardır. En çok şeddi olan basit makam zengûledir. Evcârâ, suzidil, hicazkâr, zirgüleli suzinâk, şedaraban makamları, zengûlenin şedleridir. Buselik makamı da, yegâh perdesinde sona eren birçok ma­ kamın (sultaniyegâh, ferahfeza, şivenüma vb.) bileşiminde, göçürülmûş olarak yer alır. En çok kullanılan makamlardan niha­ vent de, bir buselik şeddidir. 3. Bileşik (mürekkep) makamlar: en az iki makamın birleşmesiyle oluşan makamlar. En kala­ balık kategori budur. Evcârâ ve -bir bakıma- kürdilihicazkâr dışında, XV. yy.'dan sonra düzenlenmiş makamların tü­ mü bu türdendir. En çok kullanılan bile­ şik makamları: sultaniyegâh, ferahfeza, şevkefza, bayatiaraban, gülizar, dilkeşhaveran, dügâh, hisar, hisarbuselik, bayati, ısfahan, müstear, sabazemzeme, şehnazbuselik, tahirbuselik, yegâh, zavil. Bu üç kategoriden birine dahil etmekte güçlük­ le karşılaşılan nikriz, ferahnâk, hüzzam, saba, segâh, neveser, ırak, evç makam­ larından ilk beşi, kendi adlarını taşıyan dörtlü ya da beşlilerle açıklanmıştır. Ama sonuçta bu sekiz makamın en yakın oldu­ ğu kategori, bileşik makamlar kategorisi­ dir. Muhayyer ve tahir makamları, hüsey­ ni ve neva makamlarının inici biçimleridir ve aslında birer basit makamdır. Bir makamın en önemli sesi, karar, ya­ ni bitiş perdesidir (durak), ikinci önemli ses güçlü'dür. Basit makamlarda, güçlü 4. ya da 5. derecedir. Bileşik makamlar­ da, makamın bileşimine göre iki ya da üç güçlü kullanılabilir. Öbür önemli sesler, se­ yir özelliklerine bağlıdır. Seyir, kalıplaşmış bir ezgi değil, melodinin ilerleyişini belir­ leyen sıkı bir düzendir. Sözgelimi, birbirin­ den fiziksel olarak hiçbir farkı olmayan hi­ cazkâr ve şehnaz makamları, seyir özel­ likleriyle ayırt edilir. Makamlar, bir de inici ya da çıkıcı ola­ rak nitelenir. Karar perdesinden ya da do­ laylarından başlayarak tiz perdelere doğ­ ru seyreden makamlar çıkıcı; tiz duraktan (karar perdesinin oktavı) ya da dolayların­ dan başlayan makamlar da inici'dir. Kimi makamlar da güçlüden ya da dolayların­ dan seyre başlar. Bunlar da inici-çıkıcı ma­ kamlardır. MAKAMAT çoğl. a. (ar. makam, makame'nin çoğl. makamat). Esk. 1. Makam­ lar: Sahib-i makamat (tasavvufta yüksek mevkilere ulaşmış olan). —2. Topluluklar, grular. —3. Makamat-ı aliye, yüksek ma­ kamlar, mevkiler. || Makamat-ı musikiye, müzik mâkamları, havaları. || Makamat-ı mübareke, Kudüs'te Hıristiyan ve müslümanlarca kutsal sayılan yerler. || Makamat-ı rıdvan, cennetler. M aka m a t, yazar el-Hariri*'nin, Araplar' ın yaşantısını anlattığı yapıtı; bu yapıt çok sayıda arap ressamına esin kaynağı ol­ muştur. M AKAM LI sıf. Ahenkli, ölçülü, uyum­ lu. M AKAMSAL sıf. Müz. Her melodinin, mutlaka birçok makamdan birine girdiği müzik için kullanılır. (Eşanl. M O D A L .) M A K Â N BİN K Â K İ (Ebu Mansur), Ta beristan’daki alevi hükümdarların komu­ tanı (öl. Rey yakınları 940). Damadı Ebül



-kasım Cafer bin Seyit Nasr tahta çıkınca, onu Cürcan'a vali atadı Damadının ölü­ mü (924) üzerine, onun yerine geçen Se­ yit Ebu Ali Muhammet'i tahttan indirip hapsetti ve tahta torunu Seyit İsmail'i çı­ karttı. Bir süre sonra hapisten kaçan Ebu Ali Muhammet, yandaşlarının yardımıyla Cürcan’ı ele geçirdi. Cürcan'ı geri almak için yaptığı girişimlerden sonuç alamayın­ ca, kuvvetleriyle birlikte dağlara çekilmek zorunda kaldı. Ebu Ali Muhammet'in ölü­ münden (927) sonra yerine Seyit Ebu Ca­ fer Hüseyin geçince, çekildiği dağlardan inerek yeni hükümdarı yenilgiye uğrattı ve Dâi adıyla tanınan Seyit Ebu Muhammet Hasan'ı Taberistan valiliğine atadı 928’de samani valisi Dâi'yi ve onu Rey'e çağırdı ve kendisi de Horasan'a çekildi. Bir süre sonra Ebu Cafer Hüseyin'in komutanı ön­ ce Dâi’yi yenip Taberistan valisi oldu, ar­ dından onu da bozguna uğrattı; ancak, anlaşıp Amül’ü ona verdi. Zamanla top­ raklarını Cürcan'a kadar genişletti. 931'de Samaniler'den Nasr bin Ahmet’in isteği üzerine Horasan'ı boşaltıp Taberistan'a döndüyse de buradan kovuldu. Taberistan'ı yeniden ele geçirmek için yaptığı gi­ rişimlerden sonuç alamayınca Horasan'a sığındı. Nasr bin Ahmet. Kırman'ın yöne­ timini ona bıraktı. Bir süre sonra Buhara' yı almaya kalkışınca Nasr bin Ahmet'in gönderdiği kuvvetler tarafından öldürül­ dü. M AKANİ çoğl. a. (ar. mıkna' ın çoğl. makanF). Esk. Başörtüleri. M A K A O , p o r te k iz c e Macau, ç ı n c e Aomen, Ç in k ıy ıla r ın d a P o r te k iz 'e b a ğ lı k ü ­ ç ü k t o p r a k p a r ç a s ı, H o n g k o n g ’u n B . ’s ın d a , C u C ia n g ırm a ğ ı a ğ z ın d a ; 1 5 ,5 k m 2; 4 4 0 0 0 0 n ü f. ( 1 9 9 0 ) 1 5 5 7 'd e n b e r i P o r­ t e k iz ’in m a lı o la n M akao, B a tılıla r’ın U z a k d o ğ u 'd a k i e n e s k i y e r le ş m e le r in d e n b ir id ir . B ö lg e d e ta r ım (b o s ta n ta rım ı, d o ­ m u z y e tiş tir ic iliğ i) , s a n a y i (h a z ır g iy im , e le k tr o n ik ) v e tu r iz m (k u m a r h a n e le r ) e t­ k in lik le ri v a rd ır . 13 n is a n 1 9 8 7 'd e P e ­ k in d e im z a la n a n a n la ş m a y la M a c a o 'n u n 1 9 9 9 'd a Ç in ’e g e r i v e r ilm e s i k a b u l e d ild i.



MAKAR, -rrı a. (ar. makarr). Esk. 1. Du­ rulan yer, durak, karargâh. —2 . ikamet edilen, oturulan yer: Cennet-makar (yeri cennet o la n ). —3. Ocak, merkez. Makarr-ı hükümet (hükümet merkezi). M AKA R . Yun. mit. Helios ile Rhode’nin (Rodos) oğlu. Erkek kardeşi Tenages'i öl-, dürdükten sonra Lesbos'a (Midilli) sığın­ dı ve bu adanın kralı oldu. M AKARA a. (ar makara). 1. Üzerine tel, iplik, şerit, film vb. bükülebilir şeyler sarı­ lan kenarları çıkıntılı ağaç, metal ya da plastikten silindir: iplik makarası. Film ma­ karası. —2. Makara çekmek, ötücü kuş­ lar sözkonusuysa, bir solukta değişik nağ­ meleri aralıksız olarak çıkarmak. || (Biriy­ le) makara geçmek, bir kimseyle alttan al­ ta alay etmek; dalga geçmek (arg ). || Ma­ kara gibi, aralıksız, hızlı bir biçimde yapı­ lan konuşma için kullanılır. || Makaraları ko­ yuvermek, salıvermek, zapt edememek, kendini tutamayarak kahkahayla gülmek: Sonunda o da dayanamayıp makaraları koyuverdi (tkz ). || Birini makaraya almak, o kimseyle alay etmek (arg.). I—Aktar. Makara bloku, yükleri kaldırma­ ya yarayan ve ortak bir başlık içine yer­ leştirilmiş birçok makaradan oluşan blok; bu blok hız düşürme özelliği sayesinde çok küçük bir kuvvetle çok ağır yükleri kaldırmaya olanak verir. (Bk. ansikl. böl.) || Makara dili, çevresinde bir kablonun ya da zincirin sarılmasını sağlayan bir oluk bulunan makara tekerleği. || Blok maka­ rası, aynı başlık üzerinde bir ya da birçok sistemle birlikte çalışan makara. —Anat. Makaraya benzeyen biçimleri ne­ deniyle bazı anatomik yapılara verilen ad. || Gözdeki büyük eğik kasın kıvrılarak dön­ mesini sağlayan lif-kıkırdak yapısında kü­ çük oluşum. || Makara eklem, yüzeylerin­ den biri makara biçiminde olan oynar ek­ lem. || Aşıkkemıği makarası, aşıkkemiğinin



üst yüzüne verilen ad. || Kolkemiği maka­ rası, kolkemiğinin alt ucunda bulunan ve dirsekkemiğiyle eklemleşen eklem yüze­ yi. || Uyluk makarası, uylukkemiği lokma­ larının. dizkapağı kemiğinin arka yüzüyle eklemleşen ön eklem yüzü. —Arabac. At arabacılarının çember tak­ mak için tekerlek çevresini ölçmekte kul­ landıkları ve merkezinden geçen bir mil yardımıyla kendi ekseni çevresinde dönen bir daireden oluşan el aleti. —Balıkç. Üstüne misina sarılan bir olta ka­ mışının en alt bölümünde bulunan, elle çevrilen çark. (Eşanl. tambur.) [Bk. ansikl. böl.] || İpin dolandığı silindir bölümü. ("Sabit makaralı" silindirlerde, ipin düzenli sarılması, çatal maşayla sağlanır. “ Döner makaralı" silindirlerde, ipin sarılması ve boşaltılması makara döndürülerek ger­ çekleştirilir.) || Sinekle balık avında kulla­ nılan, silindiri güçlü bir yayla dönen, dişli çark. I Sandal ya da tekne demirliyken de­ niz dibine sarkıtılan bir oltayı çekmeye ya*rayan, sandal kenarına takılı çıkrık. (Mar­ mara denizi ve Akdeniz'de kullanılır.) —Bes san. Pastırmacılıkta, denkleme* iş­ lemi sırasında çeki taşını kaldırmaya ya­ rayan, silindir biçiminde ağaç parça. —Denize. Ağır yükleri kaldırıp indirmeyi kolaylaştıran ve birbirine koşut iki ya da daha çok tabla arasında dönen, çevresi oluklu tekerlek ya da tekerleklerden olu­ şan ağaçtan ya da metalden mekanik alet. (Bir ya da birçok makara ile bir vefa­ dan oluşan bütüne palanga denir.) [Bk ansikl. böl ] || Makara bülbülü, bir palan­ ga donanımındaki makarada, halatın rigavo çımasının bağlandığı mapa. || Ma­ kara dili, bir makaranın, çevresinde zin­ cir, kablo ya da halat geçebilecek biçim­ de oluk bulunan metalden ya da ağaçtan tekerleği. || Makara kamçısı, makaranın oluğuna geçirilen ve makarayı çeşitli yön­ lere çevirmeye yarayan ince halat. || Ma­ kara oluğu, makara sapanını makara tab­ lasına donatmak için tablanın çevresine açılmış oluk. || Makara pernosu, üzerinde makara dilinin ya da dillerinin hareket et­ tiği çelik pim. || Makara tablası, makara­ nın dış yüzeylerini oluşturan ağaç ya da demir blok. || Boncuk makara, toı solom palangası ile punya ve kontra ıskotaları­ nın donanımlarında kullanılan tek dilli ma­ kara. (Kabasorta donanımlarda, halat boş bırakıldığında makaranın tumba olarak ters dönmesini ve dille veta arasına kimi yabancı cisimlerin sıkışmasını önler.) || Ca­ madan makarası, yelkenli bir teknede bumbanın iki yanına yerleştirilen ve cama­ dana vurma işlemi sırasında ıskota yaka­ sını hızla bağlamayı sağlayan makara. || Çeneli makara, tablaları, kanalın bir tara­ fından çıkıntılı olarak yapılan mantilya ma­ karası. || Demir makara, dili ve yanakları metalden büyük yük makarası. (Özellikle ağır yükleri kaldırmada, çelik tel halat ya da zincir donanımlı palanga sistemlerin­ de kullanılır.) || Kamçılı makara, sapanında bir kamçı taşıyan makara. || Kancalı makara, sapanında bir kanca taşıyan ma­ kara. || Rulo makara, biri diğerinden da­ ha büyük üst üste yerleştirilmiş iki maka­ radan yapılmış tek parça makara. |{ Tek dil­ li, çift dilli, üç dilli makara, bir makara dili ya da yan yana iki ve üç makara dili içe­ ren makara. —Elektrotekn Kablo makarası, bir yumu­ şak iletkenin o anda kullanılmayan bölü­ münün üzerine sarıldığı bir tambur taşı­ yan aygıt. —Fiz. ted. Makara tedavisi, makaralar­ dan, ip ve ağırlıklardan oluşan bir sistem kullanılarak uygulanan kineziterapi yönte­ mi. —Foto. Devingen bir eksen üstüne belli bir uzunluktaki filmin sarıldığı, ışık sızdır­ mayan kılıf. (Eksenin diğer ucu, kılıf bo­ yunca açılan bir yarıktan çıkar.) —Grav. Dişli makara, gravürcülerin, işle­ rine pütürlü bir görünüm vermek için kul­ landıkları dişli, küçük çelik tekerlek (özel­ likle karakalem tarzı gravürde kullanı­ lır).



büte görevi yapması için koniktir. —Kâğ. san. Kâğıt makarası, çok dar kâ­ ğıt bobini. ■ M AKARA. Arkeol. Hindistan sanatında — K a y n a k ç . B O B İN 'in e ş a n la m lıs ı. sıkça betimlenen, timsah, yunus ve fil kar­ —Mak. san. Bir ağırlığın düşey olarak kal­ ması efsanevi bir su canavarını belirten dırılması amacıyla kullanılan, kendi ekse­ sanskritçe söze. (Irmak tanrıçası Ganga' ni etrafında dönebilen ve jantı üzerinde nın, kimi zaman da Su tanrısı Varuna'nın bükülgen bir bağ (halat, kablo, kayış, zin­ , bindiği hayvandır. Makara figürü süslemecir vb.) geçirilecek biçimde düzenlenmiş ’ lerde İ.Ö. II. yy.'da görülmeye başlandı; bir oluk bulunan tekerlek. gösterdiği üslup değişiklikleri tarihilendir­ —Matbaac. Bir kâğıt makinesinin kenar me açısından ipuçları verir [Hindistan, tablasında bulunan ve kâğıdın baskının . Güney doğu Asya]; genellikle, kala' adı yapılacağı merdaneye doğru ilerlemesi verilen canavar maskesiyle bir arada kul­ ni sağlayan küçük tekerleklerden her biri. lanılır.) —Seram. Kütahya fırınlarında-, sırlı fırınla­ M AKARACI a. Makara yapan ve/ya da mada seramiklerin üzerine yerleştirildiği 4 satan kimse. -6 cm boyunda parça —Teknol. Makine yapımında, kayma sür­ M AKARALI sıf. 1. Makarası olan ya da tünmesi yerine minimum bir enerji yitimi makara ile çalışan şey için kullanılır. —2. sağlayan yuvarlanma sürtünmesinden ya­ Makaralı kuş, aralıksız öten ve bir çırpıda rarlanmak için rulmanlarda kullanılan, çok değişik sesler çıkaran kuş. sert çelikten, semantasyon işleminden ge­ —Elektroakust. Makaralı bant, tek bir ya­ çirilmiş, suverilmiş, son derecede parlak tay kapak üzerine sık sarılmış manyetik küçük dönel parça. (Eşanl. MASURA.) [Bk bant. ansikl. böl ] || Kabloları, iletkenleri, boru­ MAKARAÜSTÜ a. Anat. Kolkemiğinin ları vb. sarmada, taşımada, yerleştirme­ iç kenarının alt kısmında, makaranın üs­ de kullanılan metal, ağaç ya da karton ay­ tünde bulunan tümsek. (Dirseğin içteki dış gıt. || Makara dişi, tahrik edilecek öğenin yan bağının ve birçok tasın yapışma ye­ (film, delikli şerit vb), bu amaçla açılan ridir.) deliklerinden birine giren küçük parça ya



| M A K A R E N K O (Anton Semyonovlç), da sivri parça bölümü. —Tekst. Eksantrikli dokuma tezgâhlarının ukraynalı pedagog (Biyelopoli, Ukrayna, 1888 - Moskova 1939). İlkokul öğretmeni üst bölümüne yerleştirilen ve dönme ha­ reketiyle gücü çerçevelerinin kalkmasını olarak yaptığı ilk pedagoji deneyimleri sağlayan küçük tekercik. 1905 devriml’ne rastlar. Bu devrim, Gor— A N S İK L . Aktar. Makara blokları genellik ki’nin yapıtlarından da esinlenen görüş­ le çift kullanılır. Üst makara bloku bir des­ lerini etkiledi. 1914'te Makarenko, Poltava teğe bağlıdır; hareketli alt makara bloku Pedagoji enstitüsü ne girdi. 1917'de, Ekim yükü asmaya olanak veren bir organla devrimi’nden bir buçuk ay önce, Kriyukov (kanca, halka, kilit) donatılmıştır. Çekme ortaokulu müdürlüğüne getirildi. Yeni bir vektörü (kablo, sicim, zincir) ardışık ve al toplumun kurulmasına canla başla katıl­ maşık olarak üst ve alt blok makaralarının dı; 1920’de bir suçlu çocuklar topluluğu her birinin üzerinden geçer, n makara sa­ örgütlemekle görevlendirildi. Güçlüklere, yısı olmak üzere (çekme vektörünün ko­ anlaşmazlıklara, kavga ve dövüşlere rağ­ lan sayısına eşittir), bir P ağırlığını kaldır­ men, Yaşam yolu (Pedagogişeskaya pomak için sürtünme kuvvetleri göz önüne ema) [1933-1936] ve Ekk'in Putevka v alınmadığında gereken çekme kuvveti zhizn (Hayat yolu) [1931] adlı filminde be­ P/n'dir. Yükün düşey hareketinin h oldu­ timlenen Maksim Gorki topluluğu kuruldu. ğunu kabul edersek çekme hareketinin Topluluktaki suçlu çocuklar, bölgedeki yol­ buna karşılık gelen hareketi nh'dir. Maka­ ları koruyor ve güvenliği sağlıyorlardı; ar­ ra blokunun en büyük sakıncası tersinir dından ev inşaatına ve en sonra da ger­ olmasıdır; çekme kuvveti durur durmaz çek bir tarım topluluğu oluşturmaya giriş­ yük devindiricı bir özellik kazanır. Bu sa­ tiler. 1926'da Makarenko, "Gorkıliler' i çok kıncayı gidermek için makara blokları bir daha iyi davranışlara özendirmek üzere, geri tepme önleyici düzeneği olan bir güç tüm topluluğun Kurıyaje manastırı'na ta­ takımıyla birlikte seri olarak yerleştirilir. şınmasını kararlaştırdı. Burada 280 ço­ —Balıkç. Makara, balıkların dikkatini çe­ cuktan oluşan bir topluluk, halkı ve eği­ kecek yapay yemi ya da ucuna yem bağlı timcileri dehşete düşürüyordu. Makaren­ balık iğnelerini fırlatmaya yarar; aynı şe­ ko sistemi iki temele dayanıyordu: kolek­ kilde ağır bir avın elle ve olabildiğince ko­ tif çalışma içinde eğitim ve bu çalışmanın laylıkla denizden çıkarılmasını da sağlar pedagojik askerileştirilmesi (çocuklar üni­ İki çeşit makara vardır: makara bobininin forma giyiyor ve başlarında "komutanlar" döndürülmesıyle oltayı (misinayı) saran bulunan “ özel görev kuvvetlerine ayrılı­ döner tamburlu makaralar, makara hare­ yorlardı). Böylece 20'll yıllardaki bolşevlk ketsiz dururken bobinin bir kenarıyla mi­ toplumun küçük ölçüde bir örneği ortaya sinanın sarılması gerçekleştirilen sabit konuyordu (genel kurullar, bir "aristokra­ tamburlu makaralar. s in in oluşmaması için herkesin sırayla —Denize. Denizcilikte, özellikle de yelken komutanlık yapması ve komutanlar kon­ denizciliğinde kullanılan makaralar, dış seyi). C. Freinet, kurumsal pedagoji ve F. yüzleri ya da yanakları, bir ya da iki sa Deligny, doğrudan doğruya bu deneyim­ pan takılmasını sağlayan bir ya da iki ma­ den esinlendiler, 1927-1935 arasında Ma­ kara oluğu taşıyan bir tabladan oluşur. Ya­ karenko, bırakılmış çocuklar için yeni bir naklardan, perno adı verilen kare başlı si­ topluluk kurmakla uğraştı: seçtiği yer Har­ lindirsel bir çubuk geçer. Bu çubuk, çev­ kov yakınındaki Cerjinski komünüydü (F/aresi halatın geçmesi için oyuk olan maka­ zi na Başnyah [Kulelerdeki bayraklar], ra dillerini taşır. 1938). Resmi pedagoji sorumlularının kar­ —Mak. san. Bir askı kancası ya da hal­ şı çıkmalarına rağmen Makarenko, bu kez kasıyla donatılan kaldırma makarası, ge­ çalışmayı sanayi üretimine göre yönlennellikle bir taşıyıcı ya da başlık içine yer­ leştirilir. Tek bir makara, uygulanması ge­ reken kuvvetin değerini azaltmadığından çift dili makara (denizcilik) birçok makara bir başlık içerisine yan ya­ na yerleştirilerek birlikte kullanılır, birçok makaranın aynı başlık içinde birleştirilme­ siyle oluşan bütüne makara* bloku adı ve­ rilir. —Teknol Makaralı bir rulmanda, iki burç arasına yerleştirilen makaralar ya tam olarak silindirsel (bu durumda eksenel itme kuvvetlerini taşıyamazlar ancak mi lin hafifçe kaymasını sağlarlar), ya fıçı biçiminde (darbeleri ve eğilme kuvvet­ büyük dilli makara lerini kolayca soğurmaları için), ya da boşlukları doldurması ve gerektiğinde - -m a k a ra j j i l l erı _



Ets Chariot



aktarmada kullanılan makam bloku (ağrtk görüntüleme düzeneğiyle bitlikte)



çeşitli kaktırma makamları Ch. Lónars



makam



Paşupatinath'daki (Nepal) Şiva tapınağı'nm (XVI -XVII. yy.) bir penceresinden ayrıntı



Makarenko diren kendi örgütlenme yöntemlerini bu­ rada yeniden ele aldı.



76 88



A.P.N.



M A K A R İA , Kıbrıs’ın K. kıyısında, Girne’nln D.'sunda antik kent; yeri Hogarth tarafından Mulos burnu üzerinde saptan­ dı. Yörede Son Tunç çağ’dan Minos ve Mykenai çanak çömleği parçaları bulun­ du Ptolemaios’un söz ettiği kent, Hellenistik ve Erken Hıristiyanlık dönemlerinde gelişti. 674'teki arap akınlarından sonra terk edildi. M a k a rie v fu a rı, Eski R u s y a ’nın en ö ne m li fu a rla rın d a n biri. XVI. yy.'ın ortala­ rınd an beri V o lg a ü s tü n d e k i Makarievu m a n a s tırfn d a d ü z e n le n m e k te y d i. 1816 yılındaki b ü y ü k y a n g ın d a n sonra, NijniN o v g o ro d 'a n a k le d ild i.



Anton Semyonovic Makarenko (1930'da)



Makarios III



(haziran 1975’te)



malama yapımının şeması



M A K A R İK A R İ ("Serap gölleri"), Gü­ ney Afrika’da bölge, Botsvana’nın kuzey -doğu’sunda. Denizkulaklarıyla kaplı ge­ niş bir çöküntü alanıdır. M A K A R İO S l i l (Mlkhail Khristodhulos Muskos), kıbrıslı din ve devlet adamı (Ano Panaghia, Baf, 1913 - Lefkoşa 1977). Yok­ sul bir çobanın oğluydu. Din eğitimi gör­ dü. 1938'de diyakoz atandı. 1943’te Ati­ n a Ü n iv e rs ite s i’ ni bitirdi. 1946'da papaz­ lığa yükseldi; "Makarios" (rumoa “ kut­ sal") sanını aldı. Kazandığı bir bursla ila­ hiyat eğitimini ABD'de Boston Üniversitesi’nde sürdürdü. ABD’deyken Kition (Larnaka ve Limasol bölgeleri) piskoposluğu­ na seçildiğini öğrenince geri döndü (1948). Ekim 1950’de Kıbrıs başpiskopos­ luğuna getirildi. Adanın İngiliz egemenli­ ğinden kurtulup Yunanistan'a bağlanma­ sı için çalıştı. Enosis* hareketinin öncüsü oldu. 1952'de Birleşmiş milletler genel kurulu'nda konuşarak Kıbrıs’a "kendi ka­ derini tayin hakkı” nın verilmesini istedi. İn­ giliz yönetimine karşı albay Grivas'ın EOKA*'yı örgütlemesini destekledi. Ada­ nın İngiliz valisi tarafından terör yanlısı ol­ duğu gerekçesiyle Seychelles adalarına sürüldü (1956). 1957'de, Kıbrıs'a dönme­ mesi şartıyla serbest bırakıldı; Atina'ya yerleşti. "Enosis” hedefini daha uygun bir zamana erteleyerek öncelikle bağımsız­ lık ilkesini savunmaya başladı. İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın katıldığı Zürich ve Londra görüşmelerinde Kıbrıs rum toplumunu temsil etti. Bu görüşmeler sonun­ da imzalanan antlaşmalarla Kıbrıs bağım­ sızlığına kavuşunca Cumhurbaşkanı oldu (1960). Bağımsızlık kazanıldıktan sonra türk toplumunun haklannı daraltmaya ça­ lıştı. Anayasa’nın kimi maddelerini uygu­



lamaktan kaçındı. 1963'te Anayasa'yı de­ ğiştirme girişimi Türkler tarafından tepkiyle karşılandı. Yeniden örgütlenen EOKA, Türkler'I hedef alırken dört kez de Makarios’u öldürme girişiminde bulundu. 1968'de büyük bir çoğunlukla yeniden se­ çildi. 1972’de bazı piskoposlar; dini görev­ lerini aksattığı gerekçesiyle Cumhurbaş­ kanlığından ayrılmasını istediler. Bu tep­ kilere karşın, 1973'teki seçimleri de kazan­ dı. Hemen Enosis ilan edilmesini isteyen Yunanistan'daki cuntayla arası bozuldu. 15 temmuz 1974'te yunan subayları yöne­ timindeki Rum ulusal muhafız birliği, bir darbeyle iktidara EOKA önderlerinden Nikos Sampson'u getirince üefkoşa’dan ka­ çarak Ağrotur (Akrotiri) İngiliz üssüne sı­ ğındı, oradan önce Malta'ya, sonra da Londra’ya geçti. Türkiye'nin askeri müda­ halesinden sonra durumu görüşen Birleş­ miş milletler genel kurulu'nun toplantısı­ na katıldı. Bu arada Nikos Sampson dev­ rilmiş, Cumhurbaşkanlığına Meclis başka­ nı Glafkos Klerides getirilmişti. Ancak Bir­ leşmiş milletler Makarios’u Kıbns Cumhur­ başkanı olarak dinledi. Aralık 1974’te ada­ ya dönerek yeniden Cumhurbaşkanlığını üstlendi. Geri dönüşü, türk-rum görüşme­ lerini olumsuz yönde etkiledi. Üçüncü dünya ülkeleri (Bağlantısız ülkeler) önder­ leriyle görüşerek onları büyük ölçüde ken­ di safına çekmeyi başardı. 1975'te Orta­ doğu ülkelerine yaptığı gezilerde arap yö­ neticilerin de desteğini sağladı. 1975'te Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin kurulması­ na karşı çıktıysa da türk önderi Rauf Denktaş ile 14 yıl aradan sonra ocak 1977’de görüşmelere başlamak duru­ munda kaldı. MAKARNA a. Bes. sân. Buğday irmiği­ ne su ve gerekirse yumurta katılarak ya­ pılan, mayalanmadan işlenerek çok de­ ğişik biçimlerde hazırlanan, pişirilmeye hazır kuru hamur. —ANSİKL. Makarna yapımı şu aşamalar­ dan geçer: 1 . hamurun hazırlanması; 2 . basınç altında biçim verme; 3. kurutma. Zamanımızda ilk iki işlemi sürekli olarak bir arada yapan otomatik presler kullanıl­ maktadır. Bir teknede 28 kısım su ile 100 kısım irmik karıştırılır; karışım teknenin bir ucunda olur Bir ya da iki döner mile bağlı paletler bir yandan ürünü hamur haline getirir, bir yandan da kazanın öbür ucu­ na doğru ilerletir. Hamur buradan ekse­ ninde bir vida bulunan bir boruya girer; borunun öbür ucunda bir hadde yer alır. Hadde, üzerinde delikler bulunan, 30 crtr



çapında kalın bir plakadır. Kuvvetle sıkış­ tırılan hamur biçim alarak deliklerden ge­ çer Haddeden çıkan hamur uzantıları dö­ ner bir bıçakla dipten kesilir. Bıçak kısa boylu maternalar için çok hızlı, uzun ma­ karnalar için yavaş döner. Deliklerin çapı ve biçimi makarnanın tipine göre ayarla­ nır. Makarna hamuru deliğin eksenine ko­ nan ve çeperine tutturulan bir parça ile halka biçimine getirilir. Çepere tutturulan lamel hamur borusunu boylu boyunca ya­ rar. Ondan sonra yarığın iki kenarı tekrar yapışır. Yaprak biçimindeki makarnalara, bir ara aşamadan geçirilerek değişik mo­ tifler verilir: sepet, kelebek, yüksük, vb Hangi biçimde olursa olsun bütün ma­ karnalar nem % 12,5’e ininceye kadar ku­ rutulur. Çoğu zaman sürekli çalışan kuru­ tucularda hava akımı ve sıcaklık öyle ayar­ lanır ki, makarnalar küflenmeyecek kadar çabuk, çatlaklı olmayacak kadar da yavaş kurur. Çatlaklar görülmeyecek kadar kü­ çük olsa bile makarnayı kırılgan yapar. MAKARNACI a. 1. Makarna yapan ve/ya da satan kimse. —2. (Şaka yollu) İtalyan. ♦ sıf. Makarna yemeğini çok seven kim­ se için kullanılır. MAKARNACI sıf. Ed. 1. İtalyanca ve la­ tinee sözcüklerin birbirine karıştırıldığı bir tür kaba güldürü şiiri için kullanılır. —2 . Kendi dilindeki sözcüklerin latinee, daha sonraları da yabancı dil kalıplarına uydu­ rulduğu değişik bir kaba güldürü şiiri için kullanılır. —Ansİkl. Bu türü Tifi Odasi ilk olarak La Macharonea' sında (1490’a doğr.) yarattı. Teofilo Fölengo, Merlin Cocai takma adıy­ la kaleme aldığı Baldus (1517) ve Moscheide (1521) adlı yapıtlarında türe en ge­ lişmiş biçimini kazandırdı. Makarnacı şiir, Rabelals’yl ve Antonlus d’Arena'yı etkile­ di. Molière, Hastalık hastası’nda bu türle alay etti. Almanya'da Griphold Kniknack imzasını taşıyan Rota, cortum versicale de floîs (1593) ile İngiltere’de Drummond’un Polemo Middinia’sı bu türün başlıca ör­ nekleridir. MAKARNACI HALİL, türk pehlivan (Razgrat, Bulgaristan - ? ). Deliorman böl­ gesinde yetişti. Kırkpınar'da adını duyur­ du. Abdülaziz'in (1861-1876) huzurunda Kel Aliço'yu yenerek başpehlivan oldu. Başarılarından dolayı sarayda kuşçubaşılığa yükseldi. MAKARNACILIK a. Makarna yapma ve/ya da satma işi. Bûtıler-Mlag M gesina g6m



irm ik siloları



s e rt b u ğ d a y irm iğ i ü fle yici k u m a n d a g ru b u



h a v a b a s ın ç lı iletim



y u m u rta



p re s (karıştırm a ve kalıplam a) ön kurutucu



kovalı elevator «.„.w .rle m e k o va lı



depolayıctiar



e ğ ik s ilo la rd a d e p o la m a



p a k e tle m e



larını parçalara ayırmakta kullanılan yaylı MAKARON a. 1. Sigara makinesinde, R—Al. tak. Sert gereçleri (metal, karton vb.) ve eğri ağızlı iri makas türü. kesmede kullanılan takım. (Bk. ansikl. içine kıyılmış tütün doldurularak sarılmış böl.) |] Elektrikli makas, kesici kolları kam­ —Halıc. El dokuması halılarda ilme boy­ uzun ve şerit halinde sigara. (Bir uçtan larının aynı düzeyde kesilmesine yarayan lar ya da bir biyel-manivela sistemi yardı­ uzarken öbür uçtan istenilen boyda kesi­ alet. (Uzunca, sivri uçlu makas biçiminde mıyla bir elektrik motoruyla hareket ettiri­ lir [otomatik kesicilerle].) —2. Elle sigara olanların yanı sıra, ilme boyuna göre ayar­ len makas. yapımında kullanılmak üzere, sigara bo­ —Arabac. At arabasının önüne ve arka­ lanabilenleri de vardır.) ||Makas altı, ilme yunda önceden kıvrılıp yapıştırılmak su­ boylarının aynı düzeyde kesilmesi sırasın­ sına çift, yanlarına da tek olmak üzere yer­ retiyle hazırlanan boru (kovan) biçiminde da çıkan kırpıntı. leştirilen yaprak yaylar. || Biri sabit ve bü­ sigara kâğıdı. , yük, diğeri onun ortasına mille geçirilmiş E —inş. Tenekeci makası, çinko levhaları MAKARONEZYA ya da M UTLU oynak ve küçük iki keskin ağızlı koldan kesmeye yarayan, iki pah oluşturacak bi­ A D A L A R , bitki coğrafyası bakımından oluşan sac kesme aleti. çimde bilenmiş, kıvrık uçlu demir alet. Kanarya adalan, Asor adaları, Madeira ve ■-Bahç. Bahçıvan makası ya da budama E -inş. ve Dülg. Çatının uzunluğu boyun­ Cabo Verde adalarından oluşan bölge. makası, küçük dalları kesmeye, ağaçları ca düşey ve yanal bir düzlem içinde bir­ Başlıca özelliği, Akdeniz ve Atlas okyanu­ budamaya^yarayan makas. (Bk. ansikl. leştirilmiş çatkı parçalarından oluşan ve iki su bitkilerinin yanı sıra bazı tropikal bitki­ sağrılı bir dam örtüsünü aşıklar aracılığıyla böl.) || Çit makası, çitleri budamak için kul­ lerin de bulunmasıdır. Bu adaların çevre­ lanılan, çok uzun kollu bahçıvan makası. taşımaya yarayan bütün. (Bk. ansikl. böl.) den kopukluğu, çok sayıda eski türün ko­ —Balıkç. Voli ve trata gibi ağlarda yaka­ m Ara makas, metal bir çatıda iki makas runmasına olanak vermektedir: Kanarya arasında yer alarak ara yükü hafifleten üç­ lara bağlanan ve ağın çekilmesini kolay­ adalannda damarlı bitkilerin üçte biri yerli gen kafes kiriş. || Sağrı ya da sırt makası, laştıran, ince, silindir biçiminde tahta par­ türlerden oluşmaktadır. çası. (Boyuna, halatlara bağlanır. Bazı ağ iki rğam sağrısının birleştiği yerde normal M AKARO V (Stepan Osipoviç), rus tüm­ tiplerinde alt uçlarına dik durmalarını sağ­ çatı makasıyla çapraz olarak birleşen ya­ amiral (Nikolayev, Ukrayna, 1849 - Port rım makas. || Yanm makas, tek (sundurma lamak için ağırlık bağlandığı da olur.) -Arthur yakınında 1904). 1872'de Deniz —Basın. Bir metinde uygulanan kesinti çatı) ya da üçgen sağrılı bir çatıda kulla­ bakanlığı'nda görev aldı, teknik araştırma­ nılan, bir makasın yarısına eşdeğer tek (halk dili). larıyla ve çıktığı iki dünya seyahatinde makas kirişli üçgen çatkı öğesi. — Cerr. Eğri makas, kesici ağızları, oynak yaptığı önemli keşiflerle kendini gösterdi. —Kâğ. san. Kâğıt ya da karton bobinleri­ yerinin ötesinde saplarla açı yapan ma­ Rus-Türk savaşı'nda (1877-78) Konstantin ni ya da rulolarını yaprak halinde kesen kas. zırhlısının komutanlığını yaptı, osmanlı alet. (Eşanl. FORMASYON BIÇAĞI.) || Ayırıcı —Denize. Ağır cisimleri kaldırmada kulla­ zırhlılarına karşı ilk kez torpil atan küçük makas, kusurlu yaprakları saptayarak ke­ nılan, cundaları birbirine bağlanmış, to­ hücum tekneleri kullandı. 1894'te deniz silen kâğıtlar arasından ayıran bir düze­ pukları ise ventolarla sabitleştirilmiş bir çift topçu müfettişi, Kronştadt deniz bölgesi nekle donatılmış makps. || P/an makas, kâ­ sağlam direkten yapılan dikme. (Cunda­ komutanı oldu. Rus-Japon savaşı başın­ ğıt ya da karton yapraklarını, örneğin ku­ larına palanga donatılarak ağır cisimler da Ruslar'ın Pasifik filosu'nun başına ge­ kolayca kaldırılır.) ||Yelken makası, bir yel­ tu ya da küçük mukavva eşyalar yapmak tirildi. Bir japon mayınına çarpan Petroiçin, tek tek kesmek için kullanılan makas kenli teknede, mayna edilen yelkenin paviovsk zırhlısında öldü. İlk buzkıran bumbasını taşıyan X biçiminde düzenek. E—Kâğ. san. ve Ciltç. Matbaalarda, kâğıt gemisi Yermakı yaptırmış olan Makarov, fabrikalarında ve ciltçilikte kâğıdı yaprak (Yelken makası hareketlidir ve yelken hiRusya'da bir ulusal kahraman olarak ka­ sa edildiğinde kaldırılır.) haline getirmek ve özellikle kitap kenar­ bul edilir. larını kesmek için kullanılan aygıt. (GİYO­ E—Dy. Birbirine komşu iki demiryolu hattı TİN, biçak , arzan I makas da denir.) [Bk. nı, bunların uzantısındaki başka bir hatta M A K A R O V A (Natalia Romanovna), ansikl. böl.] bağlamaya yarayan aygıt. (Bk. ansikl. böl.) rus asıllı amerikalı kadın dansçı (Sen—Koregr. Gergin tutulan bacakların, ha­ \\Makasdıli, makas başına doğru incelen Peterburg 1940). 1959'da Kirov tiyatrosu' vadayken birbiriyle almaşarak öne dör­ bir raydan oluşan ve tekerlek budenlerini nun dans okulunu bitirdi. Sanat yaşamı, düncü pozisyonda bir battement yaptığı uygun yönde kılavuzlamaya yarayan ma­ 1961'de Londra'da parlak bir biçimde ve kolların taç biçiminde başın üstüne kal­ kas parçası. başladı. Kirov balesi'nin bir Londra turnesi dırıldığı sıçrama. (Bu sıçrama, jimnastiğe —El sant. Diş y$ da tırnak makası -* Diş. sırasında, topluluktan ayrılarak Royal ve folklorik danslara aittir. Arkaya makas ||DCız makas, bakırcılıkta bakır levhanın ke­ -Ballet'e girdi (1970). Burada Rudolf Nuakrobaside de kullanılır.) silmesinde kullanılan, kerpetene benzer reyev'le yeniden bir araya geldi. Daha makas. (Bakırcılıkta en çok kullanılan ma­ E -M a k. san. Kesme işlemlerinde kullanı­ sonra ABD’ye giderek American Ballet lan makine ya da düzenek. || Daire ma­ kaslardandır.) \\Tel makası, bakırcılıkta bak­ Theatre'a katıldı. Çeşitli kentlerde Giselle, kas, sac parçalarını özel bir çevre dizgisi raç, kazan, leğen türü kapların ağız kıs­ Kuğu gölü ve Don Quijote gibi baleleri; boyunca kesen iki döner bıçağı bulunan mına çevrilen kalın demir çubukları kes­ American Ballet Theatre'da Ateş kuşu'nu mşikas. || Sac makası, sac levhaları doğ­ meye yarayan makas. ¡¡Yan makası, bakır­ (1977), Stuttgart balesi'nde Onegin'i rusal bir çizgi boyunca kesmede kullanı­ cılıkta düz makas ve inceburunun gireme­ (1978) yorumladı. Konuk sanatçı olarak lan, ayaklı ya da ayaksız makas. (Bk. an­ diği yerleri kesmeye yarayan ağzı gaga bi­ XX. yy. balesi’nde Maurice Béjart'in Mésikl. böl.) çiminde sivri.ve eğri makas. (Eğri makas, phisto Ifc/se'inin prömiyerinde Jorge —Marangl. Eklemli ya da hidrolik iki uzun oyma makası da denir.) Donn ile dans etti (Monte-Carlo operası, koldan oluşan ve düşme kapakları yatay —Ev eşy. Sofrada sunulan kümes hayvan­ 1979). 1980’de kendi kumpanyasını kur­ du. 1981'de Marsilya Ulusal balesi'nde, Roland Petit'nin Carmen’inde başrolü oy­ nadı. M A K A R S K A , Hırvatistan'da sayfiye merkezi, Dalmaçya kıyısında, Split'in güney-doğusunda.



MAKART (Hans), avusturyalı ressam (Salzburg 1840 - Viyana 1884). Münih'te Piloty'nin öğrencisi olan Makart, büyük boyutlu tuvallerde barok bir.duyarlıkla iş­ lediği tarihi resim türüne ağırlık verdi. Kart V'in Amerse girişi (Hamburg müzesi) adtı tablosu adını geniş kitlelere duyurdu (1878); hatta, Viyana süsleme sanatının bir dönemi "Makart üslubu" diye anıldı. MAKAS a. (ar. m/kaş'tan). 1. Bir eksen çevresinde hareket edebilecek biçimde çapraz olarak birleştirilmiş iki kesici lama­ dan oluşan ve bu lamaların birbirine yak­ laştırmasıyla araya yerleştirilen cismi kes­ meye yarayan aygıt. —2. Makas almak, bir kimsenin yanağını işaret parmağıyla ortaparmak arasına alarak sıkmak, kesme almak (arg.). || Makas payı, makas hakkı, ■ elbise biçiminde ölçüden biraz fazla bıra­ kılan yer; ölçüden fazlalığı doğal karşıla­ rdan miktar. || Makas vurmak, makasla kes­ mek. || Bir kimseyi makasa almak, birkaç kişi birlikte onu sıkıştırmak, rahatça hare­ ket etmesini engellemek. || 7irnak maka­ sı, et ve aypktırnaklannı kesmeye yarayan kısa ve eğri ağızlı, ya da kıskaç biçimin­ de çelik makas türü.



A. Fildier kol.



amiral Makarov



Natalia Makarova ve Rudolf Nureyev



Kuğu gölü'nie (cour Carrée, Louvre, temmuz 1973)



çeşitli meslek dallarında kullanılan makaslar



kuyum cu makası



tenekeci makası



makası



sabit makas



< ^ kollu m akas



e lektrikli- çim m akası



makas 7690



bahçran maknlan



î



m ak as



konumda tutmaya olanak veren bir tüı menteşe. (Makas, her iki kolunun ucunda bulunan ayaklardan birini kapağa, öbü rünü dolap çatkısına vidalayarak tespit edilir. Stoplama düzeneği kapağın konu­ muna göre ayarlanır.) —Matbaac. Kâğıt tabakasını kenar tabla­ sından alıp dönmekte olan merdanenin kıskaçlarına aktaran düzenek. —Sirk. Bir akrobatın ya da bir kadın at cambazının bacaklarını bir makas gibi açıp kapayarak yaptığı atlama hareketi. —Spor. Makasın açılıp kapanmasına ben­ zeyen bacak hareketi. Makas yüksek ve uzun atlamada, jimnastikte [kulplu bey­ gir], güreşte, catch'de ve bazı yüzme stil­ lerinde kullanılır. —Tekst. Elle dokuma sırasında, peluşların ve ipek-kadifelerin havını kesmede kulla­ nılan ve çok keskin bir lamayla donatılmış demir bir yataktan oluşan takım. || Makas makinesi, yünlü kumaşları ve kimi kez de pamuklu dokumaları makaslamaya yara­ yan makine (Makas makinesi, yüksek hız­ da dönen, helisel çelik bıçaklarla donatıl­ mış bir ya da iki silindir içerir.) —Tüt. Puro makası, puroların ucunu kes­ meye yarayan aygıt. —Zool. Eklembacaklılarda, sonunda bir kıskaç bulunan eklenti. (Önayaklı kabuk­ lularda kıskaç iki parmaktan oluşur: son­ dan bir önceki eklemin ya da propod'un devamı olan hareketsiz bir parmak; son boğumdan oluşan hareketli bir parmak.) —AnsİKL. Al. tak. Makaslar, tenekecilikte, sac ve çinko işlemeciliğinde, kazancılıkta tek elle kullanılır. Çitleri ve bordür bitkile­ rini aynı hizada biçmeye yarayan bahçı­ van makasları ile biraz kalın metal telleri kesmek için kullanılan takımlar iki elle çalıştınlır. Makaslar kartonculuk ve ciltçilik gi­ bi diğer meslek dallarında da kullanılır; bir tezgâha bağlanarak kullanılan bu makas­ lara giyotin ya da keski adı verilir. —Bahç. Bahçıvan makasları, uzunlukla­ rının dörtte üçünde yer alan bir eksen çev­ resinde hareket eden iki koldan oluşur, iki koldan birinin ucunda içbükey, diğerinin ucunda dışbükey birer ağız vardır; yalnız İçbükey ağız kesicidir, diğeri kesme sıra­ sında dalı tutmaya yarar. Onun için keser­ ken daima kesici ağız öteki ağza göre da­ lın dibine daha yakın tutulmalıdır; Bağlar­ da kullanılan budama makaslannın havalı sistemle çalışanları da vardır. —Dy. Makas iki yaslanma rayından olu­ şan bir makas şasisinden meydana gelir; bu yaslanma rayları arasında iki makâs dili ya da iğnesi salınır. Makas dilleri, dilin yas­ lanma raylarının birine ya da diğerine ya­ naşmasına bağlı olarak, kursu sırasında tekerleklerin budeniyle kılavuzlanan vago­ na almaşık olarak gerekli doğrultuyu ver­ meyi sağlar Makas dilleri hareketleri sırasında şasi­ yi taşıyan traverslere tespit edilmiş yatak­ lar üzerinde kayar. Bu diller ara çubuğu adı verilen çubuklarla birbirine bağlıdır. Küçük açık modern makaslarda diller mafsallı değil esnektir. Bu diller bir manev­ ra levyesi ile yerinden çalıştırılabileceği gi­ bi manevra çubukları ya da telleriyle uzak­ taki bir kumanda masasından ya da pos­ tasından da hareket ettirilebilir; ayrıca elektrikle kumanda edilen diller de vardır. Bir kumanda masasında ya da postasın­ da birçok makas ve işaretin çalışmasını



eğik yaslanm a rayı düz makas gergi çubuğu düz yaslanm a rayı eğik makas



makas manevra mekanizması kaym a yatağı yerinden çalışan bir levyeyle m erkezi bir kum anda postasını elektromekanik olarak kilitleme



sola ayrılan makas dili ara çubuğu



yerinden manevra düzeneği



m anevra çubuğu



demiryolu m akatı



kendi arasında birbirine bağlayan kimi ko­ şullar kilitleme düzenekleri ve kombinatörlerle gerçekleştirilir. Dilin herhangi bir nedenle aralık kalma­ sı, dingil tekerlek budenlerinin aymanda makas dili, ile yaslanma rayı arasına gir­ mesine ve dolayısıyla taşıtın raydan çık­ masına neden olur. Bu, makasın kötü kul­ lanımından doğabilecek en büyük tehli­ kelerden biridir. Böyle bir durumu önle­ mek için trenlerin geçişi sırasında makas dillerini sabit bir konumda tutmaya olanak veren bir kilitleme düzeneğinden yararla­ nılır. Bunun yanı sıra, dillerin konumu ma­ kas kontrol aygıt'ı adı verilen bir aygıtla da denetlenir. Bu aygıt, makas dilleri yaslan­ ma rayına tam olarak yapışmadığı ve ki­ litlenmediği sürece makasa giriş izni ve­ ren işaretlerin açılmasını önler. Kimi durumlarda taşıtların geçişi sırasın­ da dillerin yerinden oynamasını önleyen özel pedallar kullanılır. iki yollu bir makas, dingil tekerleklerin­ den birinin, öbür tekerleğin üzerinde yu­ varlandığı rayı aşmasına olanak veren bir kruvazman ile son bulur. 1 Tek bir yoldan iki ya da üç yola giriş sağlayan makaslara iki ya da üç yollu ma­ kas adı verilir. Makas bir kruvazman çıkı­ şında da yer aldığında "birbirine geçişli basit ya da çift kruvazman" oluşturur. Her türlü koşulda çalıştırılabilen maka­ sa basit makas denir. Bir anayol ile birleşerek ikinci bir anayol oluşturan makasa "çatallanma makası” ya da "İngiliz



makası” adı verilir; tek bir yoldan, aynı doğrultuda iki yol oluşturan makasa dedublöman makası denir. Yolu sapma yap­ madan düz olarak devam eden makas­ lara normal makas, yolu eğri olan makas­ lara da eğri makas adı verilir; oluşturdu­ ğu iki yeni yol, anayolun her iki yanında simetrik olarak yer alan makasa simetrik makas denir. Makasa iğneden giren bir ta­



m ertek yanlam a takozu



göğüslem e •aşık



çatkı makası şıtın sağa ya da sola sapmasına gore ma­ kas sağ ya da sol makas adını alır. Bir makasın açısı, gerek ondalık değer, gerek kesir biçiminde (örneğin 0,111 ya da 1/9) gösterilen teğetiyle ayırt edilir. Bir makasın açısı küçüldükçe sapan yolda makası geçerken uygulanan sınır hız artar. —inş. ve Dülg. Ahşap, metal ya da beton­ arme! biçim değiştirmez üçgen bir çatkı öğesi olan makas, en yalın biçimiyle, ya-



programlanabilir kesmeli makas



tay bir gergi ya da taban kirişi içinde bir­ leşen eğik iki makas kirişinden oluşur. Gergiye gelen yükü azaltmak ve makas kirişlerinin ucunu karşılamak için, maka­ sa düşey bir çatı babası eklenir. Göğüs­ lemeler, kalkık bir gergi (yalancı gergi), ayaklar ve destekler, geniş açıklı bir ma­ kasta eğilmeyi önlemek için konulan öğe­ lerdir. Çatı makası aşıklar aracılığıyla mer­ tekleri taşır; kimi durumlarda da yanlama­ lar doğrudan doğruya mertekleri oluştu­ rur. —Kâğ. san. ve Ciltç. Sanayide kullanılan makaslarda sabit bir tabla ile bir volanla hareket ettirilen ve yanlamasına yer değiş­ tiren kesici bir lama bulunur. Ayarlanabilir bir büteye dayanan kâğıt bir presle kes­ me işlemi süresince sabit olarak yerinde tutulur. Tek lamalı makaslar otomatik ola­ rak çalışabilir ve önceden programlana­ rak kesim yapabilir. Bu malmışlar kâğıtları tıraşlamaya, kusursuz bir biçimde gönyelemeye ve gerektiğinde daha küçük ebat­ lara ayırmaya yarar. Üç lamalı otomatik makaslar dergi, kitap vb. kenarlarını tıraş­ lamada kullanılır. —Mak. san. Bir sac makası yatay ve sa­ bit bir kesici lama ile düşey düzlemde ha­ reket eden ve aşağı doğru inerken kes­ me bölgesinin bir kenardan diğer kenara değin yavaş yaVaş yer değiştirmesini sağ­ layacak biçimde hafifçe eğik olan diğer bir kesici lamadan oluşur. Bir bölümü tab­ la üzerine yatırılan kesilecek sac, kesici la­ malar arasına sokulur; makas çalıştırıldı­ ğında, levha, kesilmeden önce tablaya doğru sıkışır ve hareketsizleşir. Bir elektrik motoruyla tahrik edilen büyük makaslar, kalınlığı birkaç milimetre olan çelik sacla­ rı birkaç metrelik bir en boyunca kesebi­ lir. MAKASAYAK a. Tekst. Harekete deği­ şik bir doğrultu vermeye yarayan levye. MAKASÇI a. 1. Makas yapan ve/ya da satan kimse. —2. Bir demiryolu makası­ nı çalıştırmakla yükümlü demiryolu görev­ lisi. —Kâğ. san. Kâğıt ya da karton yaprakla­ rını istenilen boyutlarda kesmeye olanak veren bir makası çalıştıran işçi. MAKASÇILIK a. 1. Makasçının yaptığı iş; makasçının görevi. —2. Basında, baş­ ka gazetelerden haber aktarma işi. MAKASGAOAU a. Deniz kırlangıçları­ na benzeyen, gagasının alt parçası üst parçasından daha uzun bazı kuşların or­ tak adı. (Tatlısuların ya da denizlerin ya­ kınlarında sürüler halinde yaşar; suyu ya­ layarak yaptığı uçuşlarda yakaladığı kü­ çük balıklarla ve karideslerle beslenir; kum setlerinde kalabalık koloniler halinde yuvalanır. Rhynchops cinsinde toplanan üç türü Hint Adaları'nda, Afrika'da ve Amerika'da yaşar; makasgagalıgiller fa­ milyası.) MAKASİD ya da MAKASID çoğl. a. (ar makşad'ın çoğl. makâşid). Esk. Amaç­ lar niyetler, istekJer: Makasid-i insaniyet (in­ sanlık amaçları). MAKASİR çoğl. a. (ar. makşüre'nin çoğl. makSşiı). Esk. 1. Camilerde etrafı çevrili yüksek yerler. —2. Bir evin en gizli yerle­ ri.



mek: — 3 . M a k a s a lm a k . — 4 . Arg. Çal­ mak. —Tekst. Bir kumaşı d ü z v e p a r la k h a le g e ­ tirmek için havlarını çok k ıs a kesmek. \\Kadifeyimakaslamak, dokuma işlemi sırasın­ da, düz bir kadife üzerinde gerçekleştiri­ len ve elde edilmek istenen desene göre makasın ucunu kullanarak zeminin bir bö­ lümünü açmaya dayanan eski teknik. ♦ makaslanmak edilg. f. 1. Makasla­ mak eylemine konu olmak. —2. Kısaltıl­ mak, bazı bölümleri çıkarılmak: Filmin ba­ şında pek çok bölüm makaslanmış. M AKASLAN M A



döner bıçaklı



kütük için



a. M a k a s la n m a k e y le ­



m i.



—Yerbil. T e ğ e t g e r ilm e le re u ğ r a y a n h o m o ­ jen y a d a h e te r o je n b ir k a y a ç t o p lu lu ğ u n ­ d a g ö r ü le n , ç o ğ u n lu k la d ü z le m s e l



(ma­



kaslanma yüzeyi) k o p m a . (K ris ta lli g e r e ç ­ ten ö r t ü le r [s e r t t a b a n ö r tü le r i] ta b a n d a , a ç ık b ir m a k a s la n m a d o k a n a ğ ıy la y a d a m ilo n it t ü r ü y a p ıla rın g e liş m e s in i s a ğ la y a n b ir m a k a s la n m a k u ş a ğ ıy la s ın ırla n ır [H im a la y a ’d a T ib e t le v h a c ığ ı].)



M AKASLAN M AK



* MAKASLAMAK.



M AKASL! sıf. Makası olan. —Dokmc. Makaslı peştemal —



MAKA5LS BÖCEK



a.



ç e ş a n



.



BAĞ KESEN’ in



eşanlamlısı. M A K A S O T M C İL U -R a. Lithops gibi kurak ya da yarı kurak bölgelerde yetişen kalın kaba yapraklı (etli), ikiçenekli bitki­ ler familyası. Özellikle Akdeniz havzasın­ da ve Güney Afrika’da yetişen otuz kadar cins içinde bin kadar tü r ü kapsar. (Bil. a. aizoaceae.) —ANSİKL. Makasotugiller, çoğunlukla ka­ ba yapraklı otsu ya da dibi odunsu bitki­ lerdir; Güney Afrika'da yetişen ve birbiri­ ne yapışık etli iki yapraktan oluşan bazı türleri oralarda “çakıl-ot" adıyla anılır Par­ lak renkli, çok taçyapraklı çiçekleri, bile­ şikgillerin kömeçlerine benzer ve erdişidir Sadece tetragonia türünün yaprakları ye­ nebilir. ilginç görünüşlü bazı cinsleri (mesembryanthemum, lithops) çö! bitkileri ko­ leksiyonu yapan seralar için ilginç bitkiler­ dir. M A K A S S A R a. Bugiceye çok yakın endonezya dili; Ucungpandang bölgesinde konuşulur.



M A KA SSA R



-> UCUNGPANDANG.



M AKASSAR ya da UCUNGPAN­ DANG boğası, Endonezya'da deniz ko­ lu, K.'den G.’ye doğru yaklaşık 750 km uzunluğunda ve ortalama 140 km geniş­ liğindeki bu boğaz Sulavesi adalarıyla Borneo'yu ayırır; K.’deki Sulavesi denizi’ ni G.’deki Sunda denizi’ne bağlat Adacık­ lar ve kör kayalarla dolu olan boğazı hızlı akıntılar aşar. Borneo, Cava ve Sumatra' yı taşıyan denizaltı tabanıyla Sulavesi ada­ ları ve Doğu Endonezya adaları çevresin­ de uzanan büyük derinlikler boğazı sınır­ lar. Ocak 1942’de burada Müttefikler’le Japonlar arasında büyük bir deniz sava­ şı yapıldı; Japonlar Borneo kıyısına ve Balikpapan’a çıkmayı başardılar. M a k a s s a r odunu, açık bir zemin üze­ rinde koyu esmer damarlı abanoz çeşidi.



MAKASLAMA a. Makaslamak eylemi. —Ask. ve Sil. Makaslama ateşi -* ATEŞ. —Dy. Makaslama açısı, kesişen iki yolun oluşturduğu açı. — Bir dingil ile yol ekse­ ni dikmesinin oluşturduğu açı. —Spor. RöVEŞATA'nın eşanlamlısı. —Teknol. Bir metal levhayı, yüzeyine dik olarak doğrusal ya da herhangi bir çizgi boyunca kesme. ♦ sıf. Çaprazlama.



M AKASSARLAR, Sulavesi adası gü­ ney yarımadasının güney bölümünde ya­ şayan yaklaşık 2 milyon nüfuslu halk. Kül­ tür bakımından Bugiler ile Toracalar’a benzeyen Makassarlar, birçok tarım ve ce­ naze ayinleri yapar ve atalara taparlar. XVII. yy.'da müslümanlığı benimseyerek küçük krallıklar oluşturan köylerde yaşıyor ve özellikle baharat ticareti ve korsanlıkla uğraşıyorlardı. Toplumsal hiyerarşileri, kız kardeşlerle kızlara verilen çeyizlere bağlı olan saygınlıkla yumuşatılmaktadır.



MAKASLAMAK g. f. 1. Bir şeyi makas­ lamak, onu makasla kesmek: Kumaşı ma­ kaslamak. Otları makaslamak. —2. Tkz. Bir yazıyı, bir filmi vb. makaslamak, onun bir bölümünü ya da bazı bölümlerini çı­ karmak, onu kısaltmak ya da sansür et­



M A K A S T A R a (ar makaşş ve fars. dar’ dan makaşş-dar). Terz. 1. Kumaşı kalıba göre biçmekle görevli usta. (Küçük işlet­ melerde kumaş üzerine kalıbı en ekono­ mik biçimde yerleştirme, deneme biçkisin­ den sonra prova yapıp kalıp hatalarını dü-



zeltme ve iş dağıtımı makastarın görevi­ dir.) —2. Baş makastar, büyük işletmeler­ de makastarların bağlı bulunduğu, biçki işlerini düzenlemek ve yönetmekle görevli kimse. âiAKAT, -tı a. (ar kıAud'dan mak?ad). 1. Anat. ANUS’un eşanlamlısı. —2. Kıç, ar­ ka. —3. Makat büzgeni, gödenbağırsağının son kısmını çepeçevre saran ve dış­ kının tutulmasını sağlayan çember kas. —Esk. ev eşy. Küçük ve alçak sedir. ||Makat örtüsü, makattaki minderlerin ya da şil­ tenin kirlenmemesi için üstüne serilen, ge­ nellikle işlemeli ve süslü kumaş parçası. (Eskiden beyaz patiska vb.’den yapılır, ke­ narlarına dantel geçirilir ve üzeri işlenirdi. Kir tutmayacak koyu renkli kumaşlardan yapılanları da vardır.) —İsi. Makad-ı sıdk, Kuran’da Allah’a say­ gılarından dolayı günah işlemekten sakı­ nanların buluşacakları bildirilen cennet bölümü (LIV, 55). —Kad. doğ. Makattan geliş, doğum sıra­ sında leğenin üst darlığına önce dölütün makat tarafının girmesi. (Bacaklar maka­ tın altında bağdaş kurar gibi katlanmış olursa tam makattan geliş; gövdeye cebi­ re gibi yapışık katlanmış olursa tam olma­ yan makattan geliş denir. Dikkatle izlen­ mesi gereken bu çeşit gelişte, özellikle bi­ rinci doğumunu yapan kadınlarda, çoğu zaman sezaryen ameliyatına başvurmak zorunluğu doğar.) —Ted. Makat banyosu, yalnız makatı ve kaba etleri alabilen bir kapta yapılan kıs­ mi banyo. (Makat banyoları, küçük leğen, basur, dısmenore, prostat, rektit ve deri hastalıklarında, vb. uygulanır.)



M AKATSA, Fransız Polinezyası’nda ada, Tuamotu takımadalarında, Tahiti’nin 200 km K.-D.’sunda. Eski fosfat merkezi. MAKATI çoğl. a. (ar. makta c’ın çoğl. makatı’ ). Esk. 1. Kesilen, kesinti yapılan yerler. —2. Makatı-ül-enbar, nehirlerin ge­ çitleri. \\Makatı-ül-evdiye, derelerin, vadile­ rin aşağı ucu. M A K A T İL çoğl. a. (ar. maktelin çoğl. makâtil). Esk. Cinayet işlenen yerler. M A K A T İR çoğl. a. (ar. maktar’\n çoğl. ma katır). Esk. Damlalar, katreler. M â K A V E J E V (Dusan), sırp film yö­ netmeni (Belgrad 1932). Akademinin, radyo, TV, tiyatro ve film yönetmeni yetiş­ tiren bölümünü bitirdi. Gazetecilik yaptı, Covek nije tica ( 1 9 6 6 ) ile uzun metrajlı filmlere geçmeden önce belgesel filmler çekti. Bazı filmleri: Ljubavni Slucaj ili tragedija Sluzbenice (1 9 6 7 ), W. R. mysterije organizma ( 1971 ), Sweet Movie ( 1974), Monténégro (1 9 8 1 ). The Soldier’s Tale ( 1 9 8 4 ), The Coca-Cola Kid (1 9 8 5 ), Ma­ nifesto (1 9 8 8 ).



sanayi makaslarının çeşitli işleyiş biçimleri



makavil M AKAVİL çoğl. a (ar, m/'(cve/'in çoğl. makBvil). Esk. Diller, lisanlar. MAKBEH a. (ar kabr’öen makber) Esk. Mezar;' Makberin etrafında yüzlerce kişi bulunmakla beraber süküt-ı muhit yara­ lanmıyor, kırılmıyor, devam ediyordu" (İs­ mail Suphi, XIX. yy.).



J.M. Birraux



Myriam Maket» (Montreux, 1980)



Makedonya (Yunanistan) Siatista yöresi kırsal kesiminden bir görünüm



M akbar, Abdülhak Hamit’in, eşi Fatma Hanım’ın ölümü üzerine yazdığı manzum yapıt(1885). Şair Hindistan'dagörevli bu­ lunduğu sırada hastalanan Fatma Hanım, dönüş yolculuğu sırasında ölmüştür; me­ zarı Beyrut’tadır. Ölümün sorgulandığı ya­ pıtta İslam dinine göre Tanrı’nın istencine bağlı sayılan ölüm kpnusuyla ilgili olarak şair onulmaz acısını dile getirir, düşünce­ sinde uyanan soruları sıralar. Söyledikleri yer yer Tanrı’ya başkaldırmayı andırırsa da yapıt mutlak bir boyun eğişle sonuçlanır. "Birkaç perişan söz" başlıklı önsöz.^döneminde şiirsel düzyazının ustalıklı bîf ör­ neği sayılmıştır. Divan şiirinin geleneksel biçimlerini bir yana bırakan 2 352 beyittik yapıt 4’er beyittik bentlerden oluşur. Her bentte 1. ve 3. beyitlerin dizeleriyle 4. be­ yitteki son dize uyaklıdır. 2 . beyit kendi içinde uyaklıdır. 4. beyitteki ilk dize ser­ besttir. MAKBERE a. (ar. kabr'den makbere). Esk. 1. Mezarlık, mezar; "Leyal-i müzlimenin vahdet-i sükûn-ı eserinde / günüde makberlerden çıkan parıltıya benzer" (Tevfik Fikret). —2. Makbere-i sükûn, ses­ sizlik mezarı. \\Makbere-i şüheda, şehit mezarlığı, şehitlik. MAKBUH sıt. (ar. kubhtan makbuh). Esk. Beğenilmeyen, kötü görülen.



MAKBUR sıf. (ar. (cabr’den makbUr). Esk. Gömülü, gömülmüş. MAKBUZ a. (ar. kabz'dan makbuz). Huk. 1. Bir para ya da eşyanın alındığını ya da bir borcun ödendiğini gösteren ve alacaklı tarafından imzalanarak borçluya verilen belge. (Borçlu, ödediği borç için alacaklıdan makbuz isteme hakkına sa­ hiptir. Faiz ya da kira parası gibi belli za­ manlarda ödenmesi gereken öteki borç­ lardan bir taksit için herhangi bir ön ko­ şul ileri sürmeksizin makbuz veren alacak­ lı, ondan önceki taksitleri de almış sayılır. Faiz için verilen makbuz ana paranın da ödendiğini gösterir [Borçlar k. md. 87].) —2. Makbuz senedi, umumi mağazala­ rın kendilerine bırakılan eşya karşılığında verdikleri, kıymetli evrak niteliğinde senet. (Makbuz senedi, umumi mağazaya bıra­ kılan eşyayı temsil eder. Makbuz senedi ve varant, ciro yoluyla devredilebilir. Mak­ buz senedinin varantla birlikte cirosu eş­ yanın mülkiyetini geçirir. Yalnız makbuz senedinin cirosu, varant hamilinin hakkı saklı kalmak kaydıyla, eşyanın mülkiyeti­ ni geçirir [Türk Tic. k. md. 751]. Makbuz senedinin yasada öngörülen biçimde dü­ zenlenmesi gerekir [Türk Tic k. md. 746].) —Esk. dilbilg. "u ” ya da "ü ” biçiminde okunan vav harfi. —İsi. huk. Alınan, ele geçirilen mal ya da para. || Makbuz alâ sevm-in-nazar, müş­ terinin satılığa çıkarılmış bir malı görmek ya da başkasına göstermek için emanet olarak alması. || Makbuz alâ sevm-iş-şirâ, fiyatı belli bir malın satın almak amacıyla alınması. ♦ sıf. Esk. Alınmış olan, alınan. MAKDEM a. (ar. kademden makdem) Esk. Gelme, dönüp gelme geliş: Makdem -jjoehar (baharın gelişi). —Esk. giy. OsmanlIlar döneminde, kal­ yoncuların giydiği bir başlık türü. (Üzeri­ ne uçları püsküllü sarık sarılırdı.)



MAKBUHA a. (ar. makbühtan makbüha). Esk. Hoşa gitmeyen ya da beğenil­ meyen iş, durum. MAKBUL, -lü sıf. (ar kabulden maz­ but). 1. Kabul edilen: Sizin uygun göre­ ceğiniz her fiyat makbutümdür.—i . Her­ MAKDBRET a. (ar. kudretten makdekesçe beğenilip tutulan, hoşa giden: Bur­ ret). Esk. Güç, kuvvet, zor. sa havluları buralarda çok makbuldür. —3. Beğenilen, kendisine güvenilen kim­ MAKDUH sıf. (ar. (tadhtan rpakdüf)). se için kullanılır (genellikle olumsuz cüm­ Esk. 1. Beğenilmeyen, ayıplanan. —2. lelerde): Pek makbul bir adam değildir. Makduh olmak, beğenilmemek, ayıplan­ —4. Makbul olmak, beğenilmek, aranıl­ mak: "...bilhassa Mandeville'in haddiza­ mak: Balığın çok kılçıklısı makbul olmu­ tında makduh olmayan arzu ve zevkleri yor. seyyiat tesmiye etenesine itraz ediyor idi" ♦ a. Makbule geçmek, işe yaramak, çok (Ahmet Muammer ye Şükrü Kaya). beğenilmek, hoşa gitmek: Gönderdiği­ MAKBUR sıf. (ar. kadr’den makdüı). niz para çok makbule geçti, borçları Esk. t . Tanrı tarafından takdir edilen: ka­ kapadık. der gereği. — 2 . insanın yapabileceği, MAKBULE LEMAN (Fatma.-), türk elinden gelen: BezH makdur (ilden geşair ve yazar (İstanbul 1865 - ay. y. 1898). lebildiğlnce yapma). —3. Makdur-i beşer, özel öğrenim gördü. Gazete ve dergiler­ insanoğlunun yapabileceği: Öyle bir de şiir ve yazıları çıkan ilk türk kadın ya­ mahfel-i münif yapmış ki makdur-i beşer zarlardan biridir. Hanımlara mahsus ga­ değildir" (A. R. Altınay). || Makdur-ül-istifa, zete, Hazine-i evrak, Hazine-i fünun der­ bütünüyle geri alınması, ödetilmesi müm­ gilerinde ahlaka, kadınların eğitimine iliş­ kün olan, || Makdur-üt-testim, ele geçiril­ kin yazıları çıktı. Şiirleri, hikâyeleri ve baş­ mesi mümkün olan. ka yazıları, ölümünden sonra Mâkes-i ha­ jM A K E B A (Myriam), güney afrikalı kadın yal adlı kitapta toplandı (1892). L.-Y. Lolrat-Exptoror



şarkıcı (Johannesburg 1932). On yedi yaşında Black Manhattan Brothers gru­ bunda şarkı söylemeye başladı. Daha sonra African Jazz and Variety Show topluluğuna katıldı. Irk ayrımı yüzünden ülkesinden ayrılmak zorunda kaldı, ABD’ye yerleşti (1957). Burada şarkıcı Harry Belafonte’un desteğiyle ünlendi. Uzun bir zaman ülkesine dönmesi yasak olan sanatçı, ırk ayrımına karşı mücade­ leye etkin olarak katıldı. 1968’de Gine’ye yerleşti. 1985 İstanbul festivali’ne katıldı. M AKEDONCA a. Güney Slav dili, bulgarcaya yakındır, Makedonya'da ve Yu­ nanistan ile Bulgaristan'ın bazı bölgele­ rinde yaklaşık 1 , 6 milyon kişi tarafından konuşulur. — A n s Ik l. Dllbll. Bulgarca gibi, makedoncada da ad çekimi ortadan kalkmış­ tır. Üç lehçe öbeği ayırt edilir: sırpçaya yakın kuzey lehçeleri, bulgarcaya yakın ve gltglte bu dille karışan doğu lehçeleri, giderek daha çok kullanılan ve ortak di­ lin temelini oluşturan batı lehçeleri. MAKEDONİOS (öl. 370’e doğr), tartışmalı İstanbul patriği (342-360). Arianus yanlısıydı, imparator Constantius tarafın­ dan tanrıbilimsel olmaktan çok kilise siya­ setiyle ilgili nedenlerle görevinden alındı. Kendi adıyla anılan (makedoniosçular ya da pneumatomakhoslar) mezhebin kuru­ luşunda ancak ikinci dereceden bir rol oy­ nadı. M AKEDONYA, yun Makedholna, Yunanistan'ın kuzeyinde bölge; 34 177 km2; 2 106 000 nüf. 1913'ten sonra Yu­ nanistan'a bağlanması ve bölgedeki kıvrımlanmış dağları, çöküntü alanlarını Ma­ kedonya Cumhuriyeti İle Bulgaristan'dan gelen ırmakları enlemesine aşan bir ku­ zey sınırının belirlenmesi nedeniyle halkı yer değiştirmek zorunda kalmıştır. Yirmi yıl süren göçlerden ve dağlık yörelerin ıssızlaşmasından sonra nüfus yeniden artmaya başlamıştır. Kentlerin gelişmesi, küçük üçüncü kesim ve\sanayl merkez­ lerinin kurulması ya da yeniden canlılık kazanması ve son olarak\da hem ıslah edilen, hem de sulanan ovalarda tarımın yoğun yöntemlerle yapılmaya başlanma­ sı, bölgedeki bu nüfus artışının başlıca etkenleridir. Ege'ye yeterli kılışı olmayan Makedonya, zamanla Avrupa İçin sebze ve meyve ambarı durumuna gelmiştir (yarı göçebe hayvan yetiştiricilerinin ve dağ eteklerindeki kokulu tütün üreticileri­ nin sayısı giderek azalmaktadır). Bölge­ nin temel enerji kaynağı linyitin (Ptolemals) yanı sıra, incekarasu (Allakmon) ır­ mağı üzerindeki santrallar bölgenin elektrik üretimini artırmaktadır. Selanik, Yunanistan'ın ikinci büyük limanı ve kent merkezidir. Buna karşılık başkent Atina, tarımsal ürünlerin pazarlandığı ve dönüş­ türüldüğü küçük merkezler olan ve hiçbi­ rinin nüfusu 70 000’i aşamayan öbür kentleri (Kastorla, Kozani, Serez, Kavala) de etkilemektedir. Ayrıca, Yunanistan'ın Batı Avrupa'ya ve Ortak Pazar’a açılma­ sı, Selanlk'e bağlı artülkenln Bulgaristan ve Makedonya yönündeki kesiminde bir düzenlemeyi engellemektedir. M AKEDO NYA, Balkan yarımadası­ nın, bugün Yunanistan, Makedonya ve Bulgaristan arasında bölüşülen tarihsel bölgesi. Coğrafi sınırları: K.'de Sar Planlna; G.’de Olympos; B.'da Ghrammos da­ ğı; D.'da Nestos vadisi. • Makedonya krallığı. MakedonyalIlar, Ya­ rımadadaki Yunanlılar ile aynı kökenden gelirler. Pindos’un doğu yamacına yerle­ şen Makedonyalılar'ın I.Ö. VII. yy.’dan baş­ layarak buradan indikleri (Argeadai hane­ danı; 700 yılına doğru Orestis’teki mülk­ lerinden ayrılarak Pieria'ya yerleştikleri ve soylarının Herakles’e kadar uzandığı söy­ lenen kral sülalesi) ve gelecekteki mülk­ lerinde (Selanik körfezine açılan ova) ya­ şayan Traklar'ı yavaş yavaş buradan sür­ dükleri sanılmaktadır Aleksandros I döne­ minde (498-454), Persler'in geri çekilme-



Makedonya si, doğuya doğru bir yayılma olanağı sağ­ ladı. İllyrialı halkların yarattığı tehlike, çe­ şitli kabilelerin çıkar ortaklıklarının bilinci­ ne vamnalanna yol açtı. Krallık, Philippos II yönetiminde (359-336) gelişmesinin do­ ruğuna vardı. Philippos II, YUnanlılar'ı (Ati­ nalIlar) Güney Ege'den kovarak onları he­ gemonyası altına aldı (Khalronela zaferi, 336). Ülke son derece zengindi. Müreffeh bir tarımı vardı, Tbprak altından (özellikle Pangalon dadı), altın ve gümüş çıkarılıyor­ du. Nüfus büyük bir hızla artıyordu. Ya­ salar, kaba ve sert, geleneklerine bağlı, ) İçin ancak romalı lejyonların yene­ bildikleri savaş falanjları halinde örgütlen­ miş köylü halkın, bazen saldırganlaşan hetairos aristokrasisiyle birleşmesini sağ­ lıyordu. Kral, silah arkadaşlarının eşitiymiş İzlenimini veriyordu. Philippos öldükten sonra Büyük İskender, Helienler’i Asya' nın fethine yönelterek Soğulular'ın "Ma­ kedonyalIlar İmparatorluğu" adını verdik­ leri İmparatorluğu kurdu; böyleee Make­ don halkı büyük bir saygınlık kazandı, Ulusal topraklar ise, bir naile (Antipatros) bırakıldı. Naip olmanın, kendi kendilerine verdikleri krallık unvanım yassılaştıracağı­ na inanan diadokhoslar arasında bir çe­ kişme konusu olan naiplik, sonunda, 1,0 , 25%'da Antıgonos Monophtalmos'un toru­ nu Antlgonos Gonatas'ın eline geçti. • Antigonoslar (l.ö, 276160), Kaleler (Ko* rimhos, Khalkie) zincirine rağmen Antiğenoslar, Yarımadadaki Yunanlılar üzerinde­ ki üstünlüklerini sürdürmekte büyük güç­ lüklerle karşılaştılar; eski kentler, boyundu­ ruğu silkip atıyor (örneğin Khremonidss savaşı sırasında Atina), yeni yeni büyük devletler (Ahemeni birliği, Aitolla birliği) doğuyordu. İtalya'da karşılaştığı güçlük­ leri artırarak Roma'yı Balkanlardan uzak­ laştırabileceğim düşünen Philippos V, An nibal'le bir ittifak kurmanın (216) yararlı olacağını sandı ve böyleoe birinci Make­ donya savaşı patlak verdi (Aitollalılar'la it­ tifak kuran Romalılar, kralı, Phoinlke barı­ şını [SOSpimzalamak zorunda bıraktılar); ardından 197'de lejyonlar, Kynos Kephalal'de falanjı ezdiler (İkinci Makedonya sa­ vaşı). Bunun üzerine Ouinetlus Flaminlnus, Yunanlılar'a özgürlüklerini geri verdi ve hanedanı da, kendisi için hiçbir düş­ manlığa yol açmayacak tek işlevin, Hellenler'I K.'den gelen Barbarlar'm baskısı­ na karşı korumak İşlevinin sınırları İçinde tuttu. Philippos V, ardından oğlu Perseus, güçlerini yeniden toparlayarak Yunanis­ tan'da yandaşlar bulmayı başardılar, An­ cak 16B'de, Üçüncü Makedonya savaşı sı­ rasında, Pydna'da kesin zaferi gene Ro­ ma kazandı; Paolo Emlll, kente giriş töre­ ninde Perseus'u savaş arabasına zincir­ ledi ve hanedan belli belirsiz bir şekilde sönüp gitti. Makedonya, dört cumhuriyet­ ten oluşan bir birliğe dönüştü ve bu cum­ huriyetlere aralarında ticaret yapmak hak­ kı ve karşılıklı epigamia tanınmadı. 148'de patlak veren büyük bir ayaklanma Roma1 yı, bu cumhuriyetleri eyalet durumuna ge­ tirmek zorunda bıraktı. • Roma eyaleti Makedonya. Eyaletin baş­ kenti Selanik'ti. Via Egnatla, Roma ve As­ ya'ya doğru (Dyrrachlum’dan Hebros'a [Meriç], sonra Bizans'a) ulaşımı kolaylaş­ tırıyordu. Cumhuriyet döneminde valilerin görevi ağırdı: Yunanistan kentleri üzerin­ de genellikle iyi karşılanmayan bir hima­ ye uygulamak ve ağır bir baskıda bulu­ nan Kuzey Barbarları'na karşı savaşmak gerekiyordu (Plson döneminde olduğu gi­ bi). Augustus döneminde, güneyde bir Akhaia eyaleti kurulup askeri eyaletler Ro­ ma dünyasının sınırını kuzeyde daha ile­ riye götürdükleri zaman Makedonya, se­ nato yönetimine bırakıldı. Kentler (Yunan tipi şehirler ya da Philippoi gibi Roma sö­ mürgeleri) zenginleşti, kırsal kesim de re­ fah içindeydi. IV. yy.'da istilalar yeniden başladı (Gotlar) ve yakHıp yıkılan eyalet, bunun üzerine Doğu imparatorluğu’na bağlanarak yeniden yerleşime açıldı (Slavlar'ın iskânı). • IX. yy.'daki slav istilalarından türk ege­



menliğine kadar Makedonya: bulgar ve sırp egemenlikleri. IX. yy.’ın İkincisi yarı­ sından başlayarak Makedonya, kıyı böl­ gesi dışında, Bulgar İmparatorluğu için­ deydi. IX. yy. sonuyla X. yy. başında, bu­ rada, hıristiyanlaştırma yayıldı. 1014'te çar Simeon'un geniş Bulgar imparatorluğu' nu yıkan Bizans, çok geçmeden kendi egemenliğini kurdu. 1166-1256 arasında Kuzey ve Orte Makedonya, yeni Bulgar İmparatorluğuma yeniden katılırken gü­ neyde İstanbul’un Haçlılar tarafından alın­ masından (1204) sonra, Benlfaelo del Monferrate yararına geçici bir Selanik krallığı kuruldu’ i penes despotu theodoros Angeles, bu geçici krallığın yerine bir Selanik Yunan İmparatorluğu geçirdi ¡1222=1246). Bunu da loannes vatatzes, ıparaterluğu'na zorla k ortasında Makedonya,: , XIV, yy,___________________ Urol IV DuSan'ın Sırp İmparatorlu­ ğumun Pır parçasıydı, Dusan'ın ölümün­ den (1366) sonra, bölgedeki feodaller az ya da çok bağımsız bir duruma geldiler. * Türk egemenliği, Rumeli'ye ilk kez, Or­ han Gazi döneminde (1326-1360) ayak basan OsmanlIlar şehzade Süleyman Pakomutasında yaptıkları sürekli akınlarbızans yönetimindeki bu topraklarda Selanik'e kadar ilerlediler. Murat I Edirne'yi fethedip devletinin başkenti yaptıktan (1362) sonra, maear kralı Lajos l yöneti­ mindeki balkan birleşik ordusuna karşı ka­ zanılan Sırpsındığı (1364). sırp-bulgar kuv­ vetlerine karşı kazanılan Samaku (1371), Makedonya ve Sırbistan hükümdarlarına karşı kazanılan Çirmen (1372) zaferlerinin sonucu olarak Yanbelu, Isiimye, Samaku, az, lakece Ihtiman, Karınova. Aydos, Burgaz, I Drama (Dhrama), Kavala, Serez (Serrez), Avrathisarı, Vhrdar Vfenleeei gibi önemli ka­ le ve kentlerin ele geçirilmesi üzerine Ru­ meli beylerbeyliği kuruldu (1373), Make­ donya seterine çıkan sadrazam Çandarlı Hayrettin Halil Paşa Selanik'l fethetti (1374). Nlş'ln fethi sırasında (1376) şehit düşen Lala Şahin Paşa'nın yerin# Rumeli



D



Î



bistan İralı Laıar I komutasındaki haçlı or­ dusuna karşı kazanılan Birinci Kosova sa­ vaşı (1369) sonunda Sırbistan krallığı or­ tadan kalkarken. Balkan Slavları türk ege­ menliğine girdi ve sınırları Uma boylarına dayanan Osmanlı devleti karşısında en önemli güç olarak Macaristan kaldı. Se­ lanik ve Yenişehir yörelerini yeniden ele geçiren Yıldırım Bayezit (1394), Nlğbolu zaferiyle (1396) de Balkanlarda türk ege­ menliğini pekiştirdi. Fetret devrinde (14021413) Osmanlı devletinin elinden çıkan Makedonya kentlerinin bazıları Mehmet I döneminde geri alındıysa da buralarda çı­ kan ayaklanmalar, Şeyh Bedrettin'in Serez (Serrez) çarşısında İdamıyla (1420) son buldu. Selanik (1430) ve Yanya (1431) kentlerini yeniden fetheden Murat II, Jânos Hunyadi komutasındaki büyük haçlı ofdusurıu İkinci Kosova savaşı'nda (1448) tam bir bozguna uğratınca, tüm Make­ donya osmanlı egemenlik sınırları İçine girdi. Böyleee ele geçirilen bu topraklara Türkler’I, özellikle de Anadolu' da karışıklıklar çıkaran Türkmenler ve Tatarlar'ı yerleştirmeye başlayan osmanlı yö­ netimi, Makedonya’nın yerli nüfusunu azınlıkta bıraktı. 1870'te Bulgarlar'ın rum kilisesinden ay­ rılarak bağımsız bir kilise oluşturmalarıy la Makedonya bu iki kilise arasında mü­ cadele alanı durumuna geldi. Makedonya uluslararası siyaset alanına İlk kez İstanbul konferansı'nda (1876) Ma­ kedonya adı anılmadan girdi. Konferan­ sa katılan devletlerin Rumeli için öngör­ dükleri ıslahat programı Makedonya'yı da kapsıyordu. Doksanûç harbi’nin (1877-78 Türk-Rus savaşı) galibi Ruslar, Ayastefanos antlaşması'yla (mart 1878) Makedonya'yı yeni kurulan Büyük Bulgaristan prensliği­ ne kattılar. Ancak bu anlaşmayı yeniden düzenleyen Berlin antlaşması (1878) Ma-



'kedonya olarak kabu,' edilen “ vllayatı selase” (üç vilayet, Selanik, Manastır, Ko­ sova) üzerinde, büyük devletlerin deneti­ minde ıslahat yapılması koşuluyla türk egemenliğini yeniden kurdu, Bunun üzerine ortaya bir Makedonya sorunu çıktı. Sorun karmaşık ve anlaş­ mazlık doluydu. Bulgarlar, Makedonya'yı İlhak'ederek Ege denlzl'ne ulaşmak; Sırp lar Selanik’l İşgal etmek; Yunanlılar, sınır* lirim daha kuzeye götürmek için, bölge­ yi kendilerine katmak İstiyorlardı, Ayrıca bu ülkelerin her biri, bölge nüfusunun et­ nik bakımdan kendi nüfusuna akraba öl­ düğünü İlen sürüyordu. Osmanlı devleti ise ülkesinin bu parçasını elden çıkarmak niyetinde değildi. 1693'te Selanik'te bir Makedonya ıç örgütü kuruldu, i894'te Bulgarlar Sofya'da bir Makedonya yüksek komitesi kurdular. Yunanlılar ve Sırplar da Buigarlar'ı taklit ederek benzer komiteler oluşturdular Bu komiteler osmanlı kuvvet­ leriyle olduğu kadar kendi aralarında da çatışıyorlardı. füOfden başlayarak Make­ donya sürekli bir ayaklarıma havasına gir­ di, Abdülhamit II, Avrupa devletlerinin ala­ ya müdahalesine olanak vermemek İçin bir ıslahat tasarısını (Rumeli vilayetleri hak­ kında talimat) yürürlüğe koydu, vıayat *elase umumi müfettişliğine getırıien Hüse­ yin Hilmi Paşa bölgede düzeni bir ölçü de sağladı. Ancak Makedonya'da osmanlı yönetiminin kuvvetlenmesini istemeyen Bulgaristan ve Öteki balkım devletleri Ba­ bIâli'nin ıslahat tasarısından memnun ol­ madılar, öte yandan osmanlı ıslahat tasa­ rısını yeterli görmeyen Avusturya ve Rus­ ya'nın hazırladıkları bir ıslahat tasarısı Ber­ lin antlaşması'nı İmzalayan öteki devletler­ ce de onaylandıktan sonra bir memoran­ dum biçiminde BabIâli'ye verildi. Islaha­ tın yem tasarıdaki esaslar çerçevesinde sürdürülmesi Makedonya'da durumu da­ ha da gerginleştirdi, 1903 yazında Make­ donya kanlı bir ayaklanmaya sahne oldu. Bu ayaklanma bastırıldıktan kısa süre son ra AvusturyalIlarla Ruslar, hazırladıkları İki yıllık yeni bir ıslahat programını BabIâli' ye sundular. "Mürzsteg programı" adını taşıyan ve öteki büyük devl-etlerin de ona yından geçen bu programı, padişah Türki­ ye İle dostluk siyaseti izleyen Almanya' nın önerisiyle kabul etmek zorunda kaldı (1903). Program gereğince Makedonya genel müfettişi Hüseyin Filimi Paşa'nın maiyetine ıslahat İşlerini İzlemek üzere biri rus, biri de avusturyalı İki memur verildi; beş jandarma bölgesine ayrılan Make­ donya'nın ıslahat alanlarından Selanik'e rus, Serez'e transız. Drama'ya Ingiliz, Ma nastır'a İtalyan ve Üsküp'e de avusturyalı subaylar atanırken, jandarma okulları mü fettlşllğlne de bir alman subayı getirildi. Ancak, Makedonya sorunuyla en çok İl­ gilenen Rusya İle Avusturya, jandarma ıs­ lahatını yeterli görmediklerini belirterek mâliyenin de ıslah edilmesi konusunda BabIâli'ye verdikleri bir notayla Osmanlı bankası'nın da katılacağı ortak bir dene­ tim sisteminin kurulmasını istediler (1905). Osmanlı devletinin bu öneriyi geri çevir­ mesi üzerine, Almanya dışında kalan öte­ ki beş devletin (Rusya, Avusturya, İtalya, Fransa, Ingiltere) savaş gemilerinden olu­ şan bir filo, Midilli İle Llmni'ye asker çıka­ rarak gümrük ve posta-telgraf dairelerini işgal etti. Tüm Avrupa devletlerine tek ba­ şına karşı koyamayacağını anlayan Abdül­ hamit II, Vllayatı selase'de mali ıslahat esa­ sını lehte bazı düzenlemelerle kabule ya­ naştı. Böyleee yabancı dört maliye uzma­ nı, "müşavir” adı altında hemen göreve başladı; hazine İşlerinin düzenlenmesi Os­ manlI bankası’nın şubelerine bırakıldı. Mi­ dilli ve Limni adaları da yabancı işgalin­ den ancak bu sayede kurtulaoildl (1905). Bu arada, yenilikçi Türkler'ln Makedonya' da meşrutiyeti gerçekleştirmek amacıyla kurdukları İttihat ve Terakki cemiyeti, Ma­ kedonya sorununda yabancı devletlerin İşe karışmalarına izin verip buna katlan­ dığı için Abdülhamit ll'yi vatana ihanetle suçladı. Bu cemiyete mensup genç su-



7693



Makedonya baylardan kolağası Niyazi ve binbaşı En­ ver (Paşa), Makedonya dağlarına çıkıp çe­ tecilik eylemlerine başladıktan bir süre sonra halk tarafından "kahram anı hürriyet” ilan edildiler, ittihat ve Terakki yanlısı subayların çoğunlukta bulunduğu Manastır ordusu ayaklandı; karışıklıklar Makedonya'nın rum, bulgar, sırp ve öteki hıristiyan halklarını da kapsayarak İyice yaygınlaştı. Gitgide yeni boyutlar kazanan bunaltıcı baskı karşısında Abdülharnit II, ikinci meşrutiyet'i İlan etmek zorunda kal­ dı (23 temmuz 1908). Ancak, Makedonya' da önceleri “ ittihadı anasır” (tüm etnik grupların eşit olarak birleşmesi) doğrultu­ sunda bir tutum izleyen ittihatçılar, daha sonra milliyetçi çözümlere başvurunca, yeniden eyleme geçen, bulgar, rum ve sırp çeteleri, bir süredir sağlanmış olan geçici huzuru bozdular. Osmanlı devleti­ nin bir yandan Arnavutluk ayaklanması (1910), bir yandan Trablusgarp savaşı (1911) ile uğraşması balkan uluslarının Ma­



7694



k e d o n y a ’d a k i e m e lle r in i g e r ç e k le ş t ir m e ­ le ri İç in u y g u n o r ta m y a ra ttı. B irin c i B a l­ k a n * s a v a ş ı s ıra s ın d a b u lg a r , y u n a n , s ırp v e k a r a d a ğ k u v v e tle r in in is tila s ın a u ğ r a y a n M a k e d o n y a tü r k e g e m e n liğ in ­ d e n ç ık tı (1 9 1 2 ). • Birinci Balkan savaşı'ndan sonra. E le g e ç ir d ik le r i M a k e d o n y a to p ra k la rın ı p a y ­ la ş m a k o n u s u n d a a n la ş a m a y a n B a lk a n d e v le tle ri, b ir b lr le r ly le s a v a ş tıla r ( ik in c i B a lk a n s a v a ş ı, 1 9 1 3 ). B ü k r e ş a n tla ş m a ­ s ı y la ( 1 0 a ğ u s t o s 1 9 1 3 ), kıyı b ö lg e s i Y u ­ n a n is ta n 'a ; İç b ö lg e S ır b is ta n ’a k a tıld ı; y e n ile n B u lg a r is ta n , y a ln ız S tr u m lc a v a ­ d is in i a ld ı. 1 9 4 1 'd e B u lg a r is ta n , M a k e ­ d o n y a 'n ın y u g o s la v v e y u n a n b ö lg e le r in i to p r a k la r ın a k a ttı, a n c a k 1 9 4 7 'd e g e r i v e rm e k z o r u n d a k a ld ı. S a v a ş ta n s o n ra s o s y a lis t Y u g o s la v y a 'd a b ir M a k e d o n y a C u m h u r iy e ti k u ru ld u .



MAKEDONYA,



m akedonca



Makedo-



niya,



B a lk a n la r 'd a d e v le t, Y u n a n is ta n , Bulgaristan, Y e n i Y u g o s la v y a (S ırb is ta n ) v e Arnavutluk a ra s ın d a ; 2 5 7 1 3 k m 2; 2 1 1 0 0 0 0 n ü f. (1 9 8 9 ). B a ş k e n ti R e s m i d ili makedonca



Makedonya Ü sküp’ün güneyindeki topraklardan b ir görünüm



Üsküp.



Orta Vardar vadisinin iki yakasında uza­ nan Makedonya, 2 000 m’yİ aşan dağla­ rı (Sar Planlna, Pelister, Osogovo), çök­ müş havzaları (Polog, Pelagonla, Strumica) kapsar. Toprakların İyileştirilmesi, su­ lamanın yaygınlaştırılması, güçlü tarım -sanayi kombinalarının oluşturulması, akdenlz ya da yarı tropikal tarım ürünleri (bağ, meyveler, pirinç, pamuk, tütün, haş­ haş, susam) yetiştiriciliğinin gelişmesini sağladı. Kurşun ile çinko Kratovo ve 2letovo’dan, krom Radusa’dan çıkarılmakta­ dır; Tajmlste’den çıkarılan dernlr Üsküp' teki demir-çelik sanayisini beslemektedir. Arnavutlar’ın çoğunlukta olduğu batı ke­ simindeki tarım alanları aşırı kalabalıktır ve Avustralya’ya, Kuzey Amerika'ya yönelik bir göçü beslemektedir; buna karşılık



D.'daki dağlar ıssızdır. Kentli nüfus oranı (% 60) en yüksek yugoslav cumhuriyeti Makedonya'dır. Sanayinin gelişmesine karşın gizil işsizlik sürmektedir. ■— T a r. İk in c i D ü n y a s a v a ş ı’n d a n s o n ra (M a k e d o n y a fe d e r e b ir c u m h u r iy e t o la r a k Y u g o s la v y a 'y a b a ğ la n d ı. 1 9 9 0 :d a Y u g o s ­ la v y a p a r ç a la n m a s ü r e c in e g ir in c e , M a ­ k e d o n y a p a r la m e n to s u e g e m e n liğ in i İlan e tti. Y a p ıla n r e fe r a n d u m s o n u c u bağım­ sız lık , a r n a v u t v e s ırp a z ın lık la rın boyko­ tu n a ra ğ m e n b ü y ü k ç o ğ u n lu k la (% 90) o n a y la n d ı. 1 9 9 0 'd a 1 6 p a r tin in k a tılım ıy la y a p ıla n s e ç im le r d e e n ç o k o y u Make­ d o n y a M illiy e tç i p a r tis i k a z a n d ı (% 27,5). C u m h u r b a ş k a n lığ ın a e s k i K o m ü n is tle r b ir liğ i İle D e m o k r a tik d ö n ü ş ü m p a r tis l’n in a d a y ı K lro G lig o r o v s e ç ild i. Makedon­ y a 'n ı n b u a d ı k u lla n m a s ın ı is te m e y e n Yu­ n a n is ta n , ü lk e n in A T ü lk e le r in c e tanın­ m a s ın ı ö n le d iğ i g ib i, B M 'e k a b u lü n e de u z u n s ü re e n g e l o ld u . M a k e d o n y a a n c a k "E s k i Y u g o s la v y a c u m h u r iy e ti Makedony a s ı" a d ıy la B M ’e g ir e b ild i (n is a n 1993).



Gane Todorovski (doğm. 1929), Mateja Matevski (doğm. 1929) ve Ante Popovski (doğm. 1930) gibi şairlerin adlarını ana­ biliriz. Şiir dergileri yayımlanıyor, Sovremenost gerçekçi eğilimleri, Miada literatura ve Razgledi de modernist eğilimleri bir araya getiriyorlardı. 60’h yılların yeni kuşağı (Petre Andreevskl [doğm. 1934]; Radovan Pavlovski [doğm. 1937]; Bogomil Güzel [doğm. 1939], kesinlikle modern bir bakış açısıy­ la, bazen katı bir estetikçiliği de reddede­ rek, geçmişin ve onun mitoslarının keşfi­ ne yöneliyor, ancak çağdaş sorunları da bir yana bırakmıyorlardı. Günümüzde şiir, günlük yaşamla kay­ naşıp bütünleşen ve bazen pop art’a yak­ laşan yazarları, “ tribün şiiri" denilen şiire yeniden canlılık kazandıran yapıtlarla, en önemli tür olmayı sürdürmekte; bununla birlikte, düzyazı da, roman ve deneme alanında, Dimitar Solev (doğm. 1930), Tasko Georgievski (doğm. 1935) ve 2ivko Ğingo (doğm. 1936) tarafından temsil edil­ mektedir.



—Ed. Kiril ve Metodiy ardından Ohrld’e yerleşmiş öğrencileri Clemens ve Naum MAKEDONYA a. (öz. a. Makedonya’ İle slav edebiyatlarının beşiği olan ve sı­ dan). [Tamlayan olarak] Makedonya' rasıyla Yunan, Bulgar ve Sırplar'ın ege­ ya İlişkin. menliği altına giren Makedonya, Ortaçağ' —Güz. sant. Makedonya okulu, Palaioloın sonuna doğru bir türk eyaleti oldu ve goslar döneminde Makedonya ve Sırbis­ Birinci Dünya savaşı öncesine kadar da tan'da gelişen bizans resim okulu. (Bk. an­ öyle k a ld ı. Bu dönem boyunca, lirik şar­ sikl. böl.) kılar bakımından çok zengin bir sözlü —Tar. Makedonya hanedanı, 867-1057 edebiyat gelişti. arasında Bizans’a sekiz imparator ve iki XIX. yy.'da, yeni_ anlatım yolları arayan imparatoriçe veren aile. G. Prllcev ve R. ¿¡nzifov'un, ya da halk —ANSİKL. Güz. sant. Makedonya okulu. şarkılarından esinlenen K. Miladlnov’un Girit okuluyla karıştırabileceği düşünce­ girişimlerine rağmen, yerel lehçelerle ya­ siyle G. Millet tarafından okula bu ad ve­ zılan folklor yapıtları özelliğindeki yapıtlar­ rildi. Hellenistik bir etkiyi de kanıtlayan dan başka bir şey ortaya konmadı, ikinci başlıca özellikleri, gerçekçi betimlemeler, Dünya savaşı öncesinde öncü şair Koco hareket ve yaşam sevgisidir (sırp kilisele­ Racln (1908-1943), sırp-hırvat dilini bıra­ rindeki, Kastoria'daki ve Ayrıaroz dağı makarak, ülkesinin özgürlük savaşımları üze­ nastırı’ndakl freskler). Sırbistan'da, Stefan rine bir belge ve çağdaş bir şiirin yaratıl­ VI Mllutln döneminde (1282-1321), Neremasında büyük bir aşama oluşturan Beli zi, Backovo, Sopoöani ve Studenica'da mugri [1939] adlı tek şiir kitabını, kendi önemli yapıtlar ortaya kondu. Ancak, oku­ ana dilinde yazdı. Yugoslav Makedonya lun en büyük merkezi XIII. yy.'dan başla­ kendi kültür özelliğini ancak savaş ertesin­ yarak çeşitli sanat akımlarının birbirine ka­ de kazanabildi ve bir edebiyat dilinin be­ rıştığı Selanik oldu; XIV. yy.'da bu kentte lirlenmesi ancak o zaman desteklendi. etkinlik gösteren en ünlü ressamlar ara­ 40Tı yıllarda tiyatro ve şiir hızlı bir geliş­ sında Kaliergis ve Manouil Panselinos'un me gösterirken, roman alanında hemen adı anılabilir. hiçbir etkinlik görülmedi. Edebi canlan­ M akedonya d e vrim ö rg ü tü (Uluslar­ manın öncülüğünü yapan şiir, Slavko Jaarası) bulgarca VMORO (Vıtreşna nevskl (doğm. 1920), Aco Sopov (doğm. Makedono-Ordinska Revofyutsionna Or1923) ve özellikle Blaze Koneskl (doğm. ganizatsya), bulgar siyasal örgütü. 1921) gibi şairlerle temsil ediliyor; Blaze Neuilly antlaşması’ndan (27 kasım 1919) Korıeski, tiyatro etkilerinden arınmış, içten sonra ülkelerini terk etmek zorunda kalan tablolar ya da sahnelerle düşünümlü bir MakedonyalIlar tarafından kuruldu; mail biçimde dile getirilen bir şiirle birlikte ger­ kaynağı Mussolini sağladı, ivan Mihaylov' çekçi öyküler de yazıyor ve dilbilim çalış­ un yönetimindeki VMORO, eylül 1923 kat­ maları, Makedonya edebiyat dili örnekle­ liamına katılması, üyelerinin Bulgaristan sı­ rinin gelişmesine önemli-bir katkıda bu­ nırlarında yoğunlaştırdığı terör ve suikast­ lunuyordu. larla ün kazandı. 1934’te feshedildi. 50’ll yılların başında şiir, daha bireyci bir görünüm kazandı ve XX. yy. dünya ede­ M AKEDO NYA RUMENCESİ a Ru biyatındaki büyük akımlarla İlgilenmeye mencenin lehçesi; Yunanistan'ın K.'lnde, başladı. Bu dönemin şairleri arasında, Makedonya’da, Bulgaristan'ın G.-B.'sında (Rodoplya) ve Arnavutluk'un G.’lnde (Plndos) yaklaşık 300 000 kişi tarafından konuşulur. [Eşanl. A R U M E N C E .]



M akedonya savaşları (1915-1918), Bi­ rinci Dünya savaşı'nda avusturya, alman ve bulgar kuvvetleriyle müttefik (fransız, İngiliz, yunan, İtalyan ve sırp) kuvvetlerin çarpıştığı muharebeler. 1915’te Müttefikler’in Çanakkale'de yenilgiye uğraması, Almanlar’ın Sırbistan'a saldırması ve Bul­ garistan'ın savaşa girmesi üzerine, ekim­ de Selanik’te bir Doğu müttefik ordusu kurulmasına başlandı ve komutanlığına da general Sarrail getirildi. Müttefik cep­ hesi giderek yunan-sırp-bulgar sınırı üze­ rine yerleşti (haziran 1916) ve Manastır’a (günümüzde Bitola) karşı girişilen ve za-, ferle sonuçlanan bir saldırıdan (kasım) sonra istikrar kazandı. 1917'de Wilhelm II' hin kayınbiraderi Konstantinos Tin tahttan feragat etmesi, Yunanistan'ın, Venizelos yönetiminde, açıkça Müttefikler safında yer almasına yol açtı. Bu arada SarraiTin yerine Louis Guillaumat getirildi (aralık).



makimsiler 1918'de, Guillaumat'nın yerine geçen (haziran), Franchet d'Esperey, Dobra* Polje dağlık bölgesinde (1 700 m) bir sal­ dırı başlattı (15 eylül). Fransız-sırp kuvvet­ lerince yürütülen bu saldırının sonucu ke­ sin oldu. Mackensen komutasındaki düş­ man cephesi yarıldı; Fransızlar 29 eylül­ de Üsküp'e girdiler; aynı gün Bulgaristan savaşmaktan vazgeçerek Selanik mütare­ kesi’™ imzaladı. Franchet d'Esperey, za­ ferinin meyvelerini hemen toplamak iste­ di: Fransızlar, general Berthelot’nun Tuna transız ordusu himayesinde, Sofya'ya ve Romanya'nın Tuna sınırına (16-21 ekim) ulaştılar. Bu sırada Suriye-Filistin cephe­ sindeki İngiliz saldırısı da hızla gelişiyor­ du. Türkiye mütareke istemek zorunda kaldı (Mondros mütarekesi, 30 ekim). Sırplar, Belgrad'a girdiler (1 kasım). Fransızlar da, Romanya (kasım) ve Macaris­ tan'a girerek burada Mackensen'i esir al­ dılar. General Joffre’un tereddütlerine rağ­ men açılan Makedonya cephesi, Birinci Dünya savaşı'nda ikinci sıradan bir hare­ kât sahnesi ve düşmana dolaylı bir saldı­ rı manevrasıydı. Makedonya cephesine bağlanan umutlar, ancak müttefik kuvvet­ lerin sayıca artması ve batı cephesinde zaferin yaklaşmış olması sayesinde ger­ çekleşti.



MAKEDONYALI sıf. ve a. Makedonya halkından olan.



M AKEEVKA, esk Dmitrievsk, Uk­ rayna’da kent, Donbas madenkömürü havzasında; 451 000 nüf. (1990). Sanayi merkezi madenkömürü çıkarma, demirçelik, çimento, kimyasal gübre ve besin sanayileri.



M A K E N İ, Sierra Leone'de kent, ülke­ nin kuzeyinde il merkezi; 30 000 nüf. Ka­ rayolu ve demiryolu kavşağı. Ticaret ürünleri (pirinç, yağ palmiyesi) yetiştiri­ len bölgenin merkezi. — Makeni ili, 7 985 km2; 315 914 nüf. MAKES a. (ar. caks'ten ma’ kes). Esk. Bir şeyin yansıdığı yer, yansıma yeri: "Herkes çekildiği zaman karanlıkta parlayan göz­ leri acib, muhtelif âlemlere makes id i" (H. E. Adıvar) M A K E S T O S . Tar. coğ. içbatı Anadolu' daki Simav çayının Antikçağ'daki adı.



MAKET a. (fr. maquette). Bir dekorun,



mumu ya da kilden yapılma örnek. —Matbaac. Bir kitabın basıldıktan sonra nasıl bir görünüm alacağını göstermek için, basım işinden önce anlaşmaya var­ mak amacıyla önerilen ya da dizgi, fotogravür ve sayfa düzenlemesi atölyelerinde çalışan teknisyenlerin basım sırasında model olarak kullanmalarına yarayan az çok geliştirilmiş tasarı. || Fotogravürde, renkli fotoğrafların tersine, çizilmiş ya da boyanmış renkli orijinal. . —Sil. Askeri bir malzeme görünümünde ve düşmanı aldatmak için kullanılan cisim. —Süslem. sant. ve Res. Bir süsleme pa­ nosunun genel taslağı. MAKETÇİ a. Taslak ve desenlere göre maket yapmayı iş edinmiş kimse. —Matbaac. Baskıların hazırlanmasında, çatılmasında ve sayfa düzenlemesinde uzmanlaşmış grafikçi ya da tipograf. MAKET-UÇAK a. Ask. havc. Dost ya da düşman hava kuvvetlerinde hizmet veren her tür askeri uçağın küçük ölçekli maketi ya da kopyası. (Maket-uçaklar, uçuş per­ soneline karşılaşacakları tüm uçakları ta­ nımalarını sağlar.) MAKFERLAN a. (ing. Macfarlane). Giy. Üst kısmı bele kadar pelerinli bir tür pal­ to. (XIX. yy.'ın ikinci yarısında Avrupa’ da moda oldu ve osmanlı giyim kuşamı­ na da girdi. Önden düğmeli kolsuz bir palto ile üst kısmına kolu örtecek biçim­ de yakadan eklenmiş pelerinden olu­ şuyordu.) HİAKHAON, Asklepios ve Epione’nin oğlu. Tesalyalıydı. Helene ile evlenmek is­ tedi, Truva savaşı'na katıldı ve yaralıları iyi­ leştirdi. MAKHARES, Bosporos kral naibi (öl. İ.Û. 65'e doğr.). Onu Klmmerlos Bospo­ ros genel valisi yapan Mithridates’in oğ­ lu; Lucullus ile birleşerek babasına ihanet etti (İ.Ö. 69). Babası tarafından yenilgiye uğratıldı ve öldürüldü. MAKHUR sıf. (ar. kahr'dan malfhûf). Esk. 1. Yenilgiye uğramış, mağlup: "Abdülhamit devrinin en büyük mağdurların­ dan, makhurlarından bahsederken, Eş­ refin şerefli ismini de hürmetle yadetmemiz lazımdır" (Tokadizade Şekip, XIX. yy.). —2. Mahvolmuş, Allah’ın gazabına uğra­ mış. —3. Makhur-i kahr-i ilahi, ilahi gazap­ la kahrolmuş.



bir yapının, bir aygıtın vb. görünüpjüne ve M AKIL a. (ar. cakPdan ma" kıl). Esk, Sı­ oranlarına bağlı kalınarak küçültülmüş üç ğınak, sığınacak yer. boyutlu örneği. DfMAKILİ a. (ar. ma’ kıl ve -¡'den maekı/i, —Stektröakust. Ses maketi, kayıtları hazır­ sığınacak yerle ilgili).’ Hat. Bir tür kûfi ya­ lamak ve bir plak üzerine kazııyıak için zı. bunların ses bileşimlerini düzenlemek — A N S İK L . Makıli yazının harfleri dikdört­ amacıyla genellikle manyetik ortam üze­ gen ya da kare biçimindedir ve yalın bir rinde gerçekleştirilen ses kayıt ürünü. görünümü vardır. Genellikle tarihi yapıla­ —Havc. Gerçek boy maketi, bir uçağın, rın iç ve dışında kullanılmıştır. Kökenine geçici olarak ağaçtan yapılan ve içi bir ilişkin bilgiler kesin değildir: islamdan ön­ uçağın gerçek biçimini yansıtan bire bir ce kullanılan “ makıli” adlı bir yazı ya da büyüklükteki maketi. (Bu maket, kuman­ "Makıl" adlı bir yerle ilgili olduğu savı kadaların, pilot mahallinin ve yolcu ya da nıtlanamamıştır. Bu yazıda harflerin bir ka­ yük taşımada kullanılan döşemin uçak lenin burçlarını ve iç içe sıralanmış satır­ içindeki düzenlenişini incelemede kulla­ larıyla da duvarları anımsattığı göz önü­ nılır.) || Hava tüneli maketi, bir uçağın dış ne alınarak, kökeninin kale ve sığınacak biçiminin, tüm oranlarıyla bire bir olarak yer anlamına gelen ma kıl'a dayandığı gerçekleştirildiği ve bu yeni uçağın aero­ öne sürülmüştür. Yapılarda kullanıldığı için dinamik özelliklerini belirtmek için hava"kûfii Bennai” adıyla da anılan bu yazı, tüneli denemelerinde kullanılan maketi. Türkler'de satfançlı kûfi olarak bilinir. Iran' (Havatüneli maketlerinde çalışan motorlar da yaygın olan bu yazı Türkiye'de çok az ve hatta dümenler ile hareketli tutunma ar­ kullanılmıştır. Prof. Emin Barın’ın yapıtları tırıcı düzenekler bulunabilir.) || Prototip ma­ bu yazı türünün son güzel örnekleridir. ket, bir uçağın, serbest uçuştaki davranı­ şını denemede ya da aerodinamik ayırtM AKİ a. (Korsika dilindeki macchia, le­ keden). 1. Akdeniz bölgesinin silisli top­ edici özelliklerini ölçmede kullanılan bire raklarında mantar meşesi ormanlarının bir büyüklükte küçültülmüş maketi. (Yer­ yangın ya da insanların yaptığı etkiler (ke­ den yönetilen ve tüm uçuş parametrele­ sim, otlatma) yüzünden gerilemesi sonu­ rini ölçebilecek donanımı bulunan maket­ cu ortaya çıkan çalı ve baltalık topluluğu. ler vardır; ölçülen bu parametreler yere (Bk. ansikl. böl.) —2. ikinci Dünya savailetilir ve uzmanlar tarafından hemen çö­ şı'nda alman işgaline karşı direnenlerin zümlenir. Bu yöntem, özellikle tehlikeli de­ toplandıkları ıssız yer; bu direnişçilerden nemelerde [kopma, vriller vb.] giderek da­ oluşan topluluk. (Bk. ansikl. böl. Tar.) ha yaygın olarak kullanılmaktadır.) — A N S İK L . Maki, yaprak dökmeyen çalı ve —Heykc. Tasarlanan heykelin konusunu baltalıktan oluşur: ladinler, mersinler, bive kesinleşmiş kompozisyonunu daha kü­ beryalar, lavantalar, büyük fundalıklar, saçük ölçülerde tekrarlayan, genellikle bal­



kızağaçları, kocayemişağaçları ve bunla­ ra eklenen, yabani zeytinağaçları, kermes meşesi, mantarmeşesi ve çam gibi az ge­ lişmiş bazı ağaçlar (5 m’den az). Bitki ör­ tüsü gür ve sıktır, güç geçit veren bir küt­ le oluşturur. Bitki örtüsündeki gerileme de­ vam ederse, yalnızca ladinlerden oluşan çok sık bir bitki örtüsü ortaya çıkar. Maki­ ye Fransa, Akdeniz adaları, İspanya, Yu­ nanistan ve Türkiye’de rastlanır. Makiler, yamaçlarda, toprağı aşınmaya karşı çok iyi korur. —Tar. Avrupa'da en önemli makiler, Yugos­ lavya’da, Rusya’nın işgal altındaki bölge­ lerinde, Polonya’da ve Fransa’da ortaya çı­ kıp gelişti. Başlangıçta, nazi düzeninden çeşitli sebeplerle kaçan yaşlı ve genç er­ keklerden oluşan makiler, giderek varlık­ larını sürdürmelerine ve mücadele için ör­ gütlenmelerine yardımcı olan direniş ha­ reketlerinin denetimine girdiler.



7695



rfiA K İ a. Komor adaları ve Madagaskar'a özgü makimsilerden bazı memeli hayvan­ ların ortak adı. (Makigiller familyası.) —ANSİKL. Makiler makimsiler arasında gündüzleri en çok etkinlik gösterenlerdir. Ağaççıl hayvanlardır, Lemur çatta gibi Gü­ ney yarıküre'dekl yarıçöl bölgelerinin taş­ lık ya da ormanlık yörelerinde yaşarlar. Hemen hemen bütünüyle bitkilerle bes­ lenirler. Kürkleri sık ve uzun tüylü, kuyruk­ ları silindir biçimindedir; uzun arka ayak­ ları bu hayvanları olduklarından daha bü­ yük gösterir: ancak makilerin en irisi olan vari (Varecia varegata) kuyruğuyla birlik­ te bir metreden uzun olmasına karşın sa­ dece 2 kg ağırlığındadır. Makiler kalaba­ lık topluluklar halinde yaşarlar. Dişileri tek yavrularını 4 ay süren gebelik dönemi so­ nunda doğururlar; yavrular doğumdan kı­ sa süre sonra yuvadan ayrılırlar. MAKİ-E a. (japonca söze.). Laka sana­ tında ana maddesi altın ya da gümüş to­ zu olan bezeme tekniği. MAKİGİLLER a. Makileri (Lemur ve Va­ recia cinsi), hapalemurları, kızıl kuyruklu makileri (Cheirogaieus cinsi üyeleri) ve cü­ ce makileri (3 tür: Microcebus murinus, Allocebus trichotis, çatal taçlı maki [Phaner furcifer]) içeren familya. (Bil. a. Lemuridae.) MAKİLA a. baston anlamında bask di­ linde söze.). Muşmula ağacından yapıl­ mış, ucunda yonca biçiminde metal bir parça bulunan, çıkarılıp takılabilir deriden sapıyla çelikten sivri bir çubuğu gizleyen, Bask Ülkesi’ne özgü baston. MAKİLER a. Maki, indri, ay-ay gibi me­ meli makimsileri kapsayan öbek. ;MAKİMONO a. ("tomar” anlamında ja­ ponca söze.), iki yana doğru açılan ipek Bk. m im tayf» 7896



—m----------------------------------------------ya da kâğıt tomar üzerine, yatay biçimde istiflenen japon ya da çin resmi hattı. M A K İM tiy tR a. Sivrisincapçıklar, ma-



makıli yazı



,(Muhammedi



Atlar ile seyisler Dunhuang’ da (Çin) bulunan ve Han Gan’a mal edilen makimono ipek üzerine mürekkep ve boyama VIII. yy.



Cemuschi müzesi, Paris



kiler ve cadımakifer gibi böcek yiyicilerle maymunlar arasında yer alan memeli pri­ matlar alttakımı. (Bil. a. prosimiae, lemuroidea.) —ANSİKL. Makimsller genellikle gececi, ağaç yaşamına İyi uyarlanmış, hâlâ olduk ça makrosmatik ama görme duyusu son derece gelişmiş hayvanlardır. Daha çok bitkilerle beslenirlerse de böcekleri ve kuş yumurtalarını da yerler Oldukça uzun su­ ratları tilkiye benzemelerine yol açar. El ve ayaklarındaki ilk parmak öbür dördünü karşılayabilir ve yalnızca İşaret parmakla­ rı kıvrık tırnaklıdır: öbür parmaklarınday­ sa düz tırnaklar bulunur. Günümüzde ya­ şayan makimsiler Madagaskar adası ile Asya ve Afrika'nın bazı ormanlık alanları na sıkışıp kalmıştır. Üçüncü Zanian’da sa­ yıca çok kalabalık olan bir faunanın ka­ lıntısı olan makimsiler 4 alt öbeğe ayrılır: genellikle "ağaç soreksi" adı da verilen ve Güney-doğu Asya’da yaşayan sivrisincapçıklar (sivrlsincap); hepsi Madagaskar kökenli ve Madagaskar’da yaşayan ma­ kigiller (maki), Indrlgllter (indri) ve uzunparmakmakigiller (ay-ay) familyalarını İçe­ ren makiler: Asya ve Afrika kökenli loriglller (lor!) ve galagoglller (galago) familya­ larını içeren loriler; Malezya takımadası­ na özgü cadımakiler (cadımaki). M A K İN E a. (laf. machina; yun. mekhane, düzen, alet’ten). 1. Gerek bir insan yö­ netiminde, gerekse bağımsız olarak, bel­ li bir işi gerçekleştirebilen ya da belli bir İşlevi yerine getirebilen aygıt ya da aygıt­ lar bütünü. (Bk. ansikl, böl. Siber ve Mak. san.) —2. (Tamlayan olarak) makineyle gerçekleştirilen kimi teknik işlemler ve bu yöntemle üretilen kimi ürünler için kulla­ nılır: Makine halısı. Makine dokuması. —3. Günlük yaşamın gerektirdiği işlerin kendi kendine, otomatik ya da basitleşti­ rilmiş biçimde yapılmasına olanak veren ev, büro vb. araçları (genellikle işlevini be­ lirten bir tamlayanla kullanılır): Çamaşır makinesi. Dikiş makinesi. Yazı makinesi. Tıraş makinesi. Çamaşırı makinede yıka­ mak. Makinede dikiş dikmek. —4. Tkz. insan vücudu: Makine yıpranmışsa dok­ tor ne yapsın. — 5. Halk arasında ''otomobil" anlamında kullanılır —6 . Çok hızlı, tekdüze ya da gerektiğinden fazla çalışan, duygu ve insana özgü nitelikler­ den yoksun gibi görünen kimse: Ben ma­ kine değilim. —7. Arg. Tabanca. —8 . Ma­ kine çekmek, bir şeyi dikiş makinesinde dikmek. || Makine gibi, aşın ölçüde çabuk, art arda yapılan ya da olan şey İçin kulla­ nılır. || Makine gibi adam, düzgün bir bi­ çimde ve hızla iş üreten kimse. || Makine işi, elde yapılmış olana karşıt olarak, ma­ kineyle yapılmış olan şey. || Makine yağı, orta sıcaklıkta ve hafif yük altında çalışan makinelerin devingen parçalarını yağla­ mada kullanılan yağlama yağı. (-> yağ.) || Makineyi bozmak, bağırsakların bozul­ duğunu anlatmak İçin şaka yollu söylenir. — Esk. Makine fenni, fenn-i mihaniki, ma­ kinelere ait her türlü bilgi. —Aktar. Kaldırma, aktarma makinesi, bir yükü kaldırırken ya da aktarırken opera­ törün işini büyük ölçüde hafifleten ya da



makine, araç ve gerecin kırılma rizikosu­ na karşı yapılan sigorta. —Tlyat. Dekorların kurulmasında ve hare­ ket ettirilmesinde kullanılan aygıt (denge ağırlığı, vinç, araba vb.). [Bk. ansikl. böl.] —ANSİKL. Ask. tar Savaş makinesi. Savaş makineleri, ya kale duvarlarını göçertmeye ya da mermi atmaya yarayan ve Asurlular tarafından icat edildiği sanılan ağır ve karmaşık silahlardı. Tiglatpileser lll’e ait bir alçakkabartmada bir koçbaşı figürü­ ne rastlanır: üstü madeni levhalarla kaplı dört tekerlekli bir savaş arabasından uza­ nan ve bir şehir kapısını zorlayıp göçertnrteye özgü gibi görünen iki kalın ve ağır mızrak. Romalılar, savaş makinelerini da­ ha mükemmelleştirdiler. Bunlar kuşatmacılar tarafından, kuşatma yerinde, koşul­ lara uygun olarak inşa edilen araçlardı. L a u ro s -G ira u d o n Ortaçağda, ağır savaş makinelerinin ta­ ortadan kaldıran ve elle, mekanik, yarı şınması, orduların yürüyüşünü büyük öl­ -otomatik ya da otomatik olarak çalışan çüde yavaşlatıyordu. Top, ilkin XIV. yy.'da makine. sur duvarlarına taştan gülleler fırlatmak —Ask. denize. Makine nöbetçileri, bir sa­ amacıyla tasarlandı. Rönesans ordulanrıvaş gemisinin makine dairesinde, ana ve da, savaş makineleri inşa etmekle görev­ yardımcı makinelerin çalıştırılmasıyla gö­ li mühendisler bulunuyordu. Leonardo da revli vardiya mürettebatı. Vinci, kullanılmasında yarar gördüğü bir­ —Ask. tar. Savaş makinesi, Antlkçağ’da ve çok savaş makinesi krokisi bırakmıştır. Sa­ Ortaçağda, kuşatma savaşlarında kulla­ bit ya da müteharrik, atıl ya da mekanik nılan her türlü savaş malzemesi. (Bk. annitelikte olan savaş makineleri, bükmeli sikl. böl.) (ağır mancınıklar), yaylı (hafif mancınıklar) —Bilş. En basitinden en karmaşığına, her ya da karşı ağıriıklıydı (koçbaşı). tür bilqiişlem düzeneğine verilen ad. || Ma­ —Mak. san. Her makine enerji dönüştü­ kine dili DİL. rücüdür. Makine, enerjiyi mekanik enerji­ -Denize. Makine dairesi -» DAİRE. || Ma­ ye dönüştürüyorsa bir devindirici makine kine döşeği, ana ve yardımcı makineleri yani bir motor sözkonusudur Enerjiyi baş­ gemi teknesine bağlamak için postalar ve ka bir makineden alan ve belirli bir işi ger­ kemerler arasına takviyeli olarak yerleşti­ çekleştirmek için kullanan makineye ise rilen yatak. || Makine kaportası, makine alıcı makir denir. dairelerine giriş ve çıkışı sağlayan genel­ Kimi makineler, enerjinin, belli bir yer likle sızdırmaz kaporta. |j Makine lostromo­ ve zaman İçinde bulunduğu biçimi daha su, makine dairesindeki tayfanın yöneti­ kolay kullanılabilir ya da taşınabilir bir bi­ miyle görevli gemici. || Ana makine, bir ge­ çime dönüştürür. Bu yola bir su düşüşü­ minin denizde hareketini sağlayan aygıt­ nün kinetik enerjisi bir hidrolik makine’yle ların (motorlar, türbinler vb.) tümü. || Yar­ yani bir çark ya da bir türbinle dönme ha­ dımcı makineler, bir gemide itici makine­ reketine dönüştürülür, ardından da bu lerin çalışması, güvenlik ve yaşam için ge­ mekanik enerji bir elektrik makinesi'yle rekli aygıtlar: pompalar, dinamolar, elek(dinamo, alternatör), elektrik enerjisine dö­ trojeneratör grupları, ısıtma vantilatörleri, nüştürülerek lletkenlerie:enerjiyl kullana­ servomotor, bocurgat, yükleme vinçleri cak elektrik motoru'na iletilir. Kömürün vb. kimyasal enerjisini ısıl enerjiye çeviren bir —Elektrotekn. Elektrik makinesi, elektrik kazan ve bu ısıl enerjiyi mekanik enerjiye enerjisini mekanik enerjiye ya da meka­ çeviren bir buhar makinesi ya da türbini nik enerjiyi elektrik enerjisine dönüştüren, de aynı İlkeye göre çalışır; aynı şekilde bir elektrik enerjisi çeviricisi. ısıl motor, benzinin ya da mazotun kimya­ —Flzs. mekan. Basit makine, kuvvetin sal enerjisini mekanik enerjiye, bir trans­ doğrudan iletildiği mekanik düzeneklere formatör ya da bir doğrultucu düzenek de (kaldıraç, makara, vinç, eğik düzlem, ka­ almaşık bir akımı, farklı özelliklerdeki di­ ma ve vida) verilen genel ad. ğer bir almaşık akıma ya da bir doğru akı­ —Isıbll. Yardımcı makine, birana makine­ ma dönüştürür. de ya da buhar üretecinde yardımcı ay­ Alıcı makineler kendilerine verilen ener­ gıt görevi gören, düşük güçlü makine. (Te­ jiyi kullanarak, kuvveti ve doğrultusu be­ rim özellikle, bir kazanı suyla beslemeye lirli bir iş biçiminde bir doğrudan sonuç ya da buharlı bir lokomotifte havayı sıkış­ sağlarlar. Bu makineler şunlardır: tırmaya yarayan küçük pompalar için kul­ — takım tezgâhları, sanaylsel ürünlerin lanılır.) üretiminde kullanılan tüm makineleri kap­ -K âğ . san. Makine kalenderi, parlak me­ sar; tal merdanelerden oluşan bir ürüne pü­ — tarım makineleri; rüzsüzlükle ölçülen belli bir yüzey homo­ — kaldırma, aktarma ve nakliye aygıtları, jenliği kazandırmak İçin kullanılan kalen­ enerjiyi yükün yerini değiştirmek için kul­ der. (Makine kalenderi genellikle kâğıt ya lanan özellikle özdevingen taşıtlardır (oto­ da karton makinesinin sonunda, sürekli mobiller, uçaklar, gemiler); yaprağın sarıldığı yerin hemen önünde — herhangi bir İşi daha hızlı ve daha az bulunur.) yorulmayla gerçekleştirmek için yapılan —Mak. san. Makine teknisyeni, mekanik tüm makineler: yazı makinesi, hesap ma­ sistemlerin montajını, tamirini ve bakımı­ kinesi, elektrikli ev eşyaları vb nı yapan teknisyen. Bir makinede üç temel öğe ayırt edilir: —Psikan. istek makinesi, G. Deieuze ve 1. Alıcı: bu öğenin üzerine enerjinin belir­ F. Guattari'nln İstek mekanizmasının İşle­ tisi olan tahrik kuvvetleri etki eder: motor yişini - oidlpus yapısına karşıt bir blçlmdepistonu, takım tezgâhının kasnağı ya da göstermek için kullandıkları terim, (istek dişlisi, elektrik motorunun rotoru; makinesi, belirsiz devreler izleyen bağım­ 2. Takım ya da işleyen; bu öğe kendisine sız ve sürekli bir işleyiştir; maddesel akım­ verilen işi faydalı bir işe dönüştürür: bir yü­ ları durduran ve dolaşıma sokan bir ke­ kün yerini değiştirme, bir metali kesme bir sintiler sistemidir) akışkanı emme bir aracı çekme vb.; —Saatç. Bir zaman ölçme aygıtının çalış­ 3 Hareket aktarma mekanizması; bu öğe masını sağlamak İçin bir araya getirilmiş motoru İşleyene bağlar ve birinden diğe­ parçaların tümü. (Bir saat çerçevesi ma­ rine ya bükülmez organlarla (piston kol­ kine ve kasadan oluşur. Mekanik bir saat lan, dişli takımlan, vidalar ve somunlar) ya makinesinin içinde örneğin, motor akta­ eğilebilir organlarla (kayışlar, zincirler, yay­ rıcı çark takımı, eşapman, balans vb. bu­ lar) ya da akışkanlarla (su, yağ, basınçlı lunur.) [Bk. ansikl. böl.) hava) devindirici kuvvet aktanr. Bu aktarma doğal olarak, yararlandığı Sig AAkih ■kırılması sigortası, çeşitli



değişik organlara etki eden edilgin di­ rençtesin etkisindedir. Miller yatakları, sı­ vılar boruları, vidalar ise somunları için­ de sürtünür. Kayışlar ve zincirler uzar ve kayar; dişli takımlarının dişleri birbirine çarpar, gövdeler titrer Hareketten kaynak­ lanan bütün bu olaylar enerjiyi soğurarak devindirici işi zayıflatır ve ısıya dönüşen bu enerji kaybolur. Elde edilen enerjinin ancak bir bölümü gerçekten kullanılır; kullanılan enerjinin el­ de edilen enerjiye oranına makinenin ve­ rimi denir Bu verim her zaman birden kü­ çüktür. Aşağıda, örnek olarak bazı yakla­ şık verim değerleri verilmiştir: — buhar makinesi: 0,10 ile 0,15; — ısıl motor: 0,20 ile 0,40; — elektrik motoru ya da üreteci: 0,80 ile 0.95. —Saatç Hemen hemen hiç durmayan bir makine, saatçilerin kesin bir çözüme ula­ şamayan en önemli sorunu olarak kaldı. Böyle bir makinenin en iyi bilinen örneği Atmos sarkacıdır; bu sarkaç başka hiçbir işlem gerektirmeden yalnızca metal bir kutunun dibinde biçim değişikliğine yol açan metil klorür gazının genleşmesini sağlayan sıcaklık değişiklikleriyle çalışır. Bu biçim değiştirme, bir burulma sarka­ cını çalıştıran zembereğin kurulmasını sağlar. 1 °C'lık bir sıcaklık değişikliği ma­ kinenin 48 saat boyunca çalışmasına ola­ nak verir. —Siber. Sibernetik makine. Böyle bir ma­ kinede, belli bir anda kumanda organla­ rına verilen komutlar, makinenin progra­ mını tanımlayan kumanda bilgisi ile ku­ manda organlarının ve kumanda edilen sistemin durumunu gösteren durum bil­ gisinin karşılaştırılmasına bağlıdır. Bu çok genel tanım, üç temel kategoride gruplan­ mış çoğu kez çok sayıda makine türüne uyar. 1. Otomatik denetimli mekanizmalar ya da servomekanizmalar, çıkış büyüklüğü me­ kanik cinsten örneğin bir konum ya da bir doğrusal ya da açısal hız olan otomatik denetim sistemleridir. Giriş büyüklüğü her­ hangi bir fiziksel büyüklük olabilir; örne­ ğin kopya tezgâhları sözkonusu olduğun­ da, bir gabari ya da bir modelle tanımla­ nabilir. Çıkış büyüklüğünün değişimleri, bu büyüklüğün eldeki değeri ile giriş bü­ yüklüğüyle belirtilen istenen değeri ara­ sındaki sapmayla yönetilir. Sapma, çıkış büyüklüğüne etkimek üzere kullanılma­ dan önce, bir dış enerji kşynağıyla yük­ seltilmelidir. Uzaktan kumandalar, torna ve freze kopya düzenleri, açısal hız ayarlayıcıları ve hadde merdanelerinin hızını ve konumunu otomatik olarak denetleyen sistemler servomekanizmalara örnek gös­ terilebilir. 2 . Bellekli makineler, çıkış büyüklükleri ge­ nellikle doğrusal ya da açısal yer değiş­ tirmeler olan ve bellekleri bulunan otoma­ tik denetim düzenleridir. İşlem evrelerinin zincirlenmesi manyetik şerit gibi bir ortam üzerine ya da bir belleğe kaydedilebilen bir program oluşturan bir mantık koşulla­ rı kümesiyle yönetilir. En tanınmış bellekli makine örnekleri, geniş anlamda takım tezgâhları, her tür ev aletleri ve asansör­ lerdir. Sayısal kumandalı makineler ve ro­ botlar, bellekli makinelerin en gelişmiş tür­ leridir. Bellekli makinelerde çoğu kez ser­ vomekanizmalar bulunur. 3. Bilişim makineleri, temel görevi bilgiişlemek olan bellekli makinelerdir; bunlar­ da mekanik komut işlevleri, şerit ve disk okuyucular, yazıcılar vb. gibi çevre birim­ lerinin yönetilmesinden oluşur. Hesap ma­ kineleri ve bilgisayarlar bu makinelerin en tanınmış biçimleridir, ama bunların yanı sı­ ra metin işleme rrilkineleri, çeviri makine­ leri, basılı metinleri otomatik olarak oku­ ma makineleri, görüntü işleme ve biçim algılama makineleri, söz işleme ve bireştirme makineleri, otomatik telefon vb. de sayılabilir. —fiyat. Tiyatroda makine kullanımı, antik döneme kadar uzanır. O dönemde sah­ nenin gerisine, iki yanına, yukarısına ve



aşağısına makineler konurdu. Ortaçağ’ da ve Rönesans'ta da makine kullanımı­ na devam edildi (özellikle bir ray üzerin­ de hareket eden arabalar). Fakat bu ko­ nuda asıl gelişme XVII. yy.'ın ikinci yarı­ sında Fransa’da görüldü. Louis XIV döne minde Paris'e çağrılan İtalyan G. Törelli, bu tür makinelerin ustasıydı; arabalar, yer kapaklan, görüntüler ve daha başka “ uçar öğeler" kullanımıyla “ makineli oyunlar"ın, gösterişli büyük operaların ba­ şarıyla sahnelenmesine katkıda bulundu. Uzun süre, kapalı ve bağımsız bir sahne dünyasında, tiyatro yanılsamaları yarat­ mak amacıyla kullanılan çağdaş makine ler, her zaman seyirciden saklı tutulmaz; hatta günümüzde bazen gösterinin bir parçasını oluşturur. Böylece, inip çıkan sahneler, döner sahanlıklar ve elektrik de nanımlarından kaynaklanan başka ola­ naklar bugün artık "büyüleyici” etkiler ya­ ratmak amacıyla eskisi kadar çok kulla­ nılmamaktadır. M a k in * v * kim ya endüstri kuru­ mu (MKE), tüzel kişiliği olan, çalışmala­ rında özerk ve sorumluluğu sermayesiy­ le sınırlı iktisadi devlet teşekkülü. Sanayi ve ticaret bakanlığı'nın ilgili kuruşudur, 5591 sayılı kanunla 1950'de kuruldu, 233 sayılı kanun hükmünde kararname ile 1984'te yeniden düzenlendi. Görevle­ ri: ordunun gereksinimi olan silah, cep­ hane, araç ve gereçleri imal etmek, ilgili tesisleri kurmak, onarım işlerini yapmak, araştırma ve geliştirme çalışmaları ger­ çekleştirmek. Kurumun en yüksek karar organı, genel müdürün başkanlığını yap­ tığı yönetim kuruludur. Genel müdürlüğe bağlı ana hizmet birimleri, Kalite ve mü­ hendislik hizmetleri dairesi ile Araştırma ve yatırım planlama dairesi başkanlıkla­ rından oluşur. Danışma ve denetim bi­ rimleri ise, Teftiş kurulu başkanlığı ve Hukuk müşavirliği'dir. Yardımcı birimler, Mali işler dairesi, Personel ve organizas­ yon dairesi, Sosyal ve İdari hizmetler da­ iresi, Pazarlama ve ihracat dairesi, Sos­ yal ve idari hizmetler dairesi, Yönetim bilgi sistemleri dairesi, Bağlı ortaklıklar ve iştirakler dairesi, Sağlık dairesi ve İk­ mal dairesi başkanlıklarıdır. Kurumun taşra kuruluşları şunlardır: Fabrikalar: Kırıkkale’deki Mühimmat fab., İmla fab.. Hassas mekanik fab., Çelik fab.. Pirinç fab., Barut fab., Elmadağ'daki Roket fab. ve İzmir'deki Yüksek vasıflı çe­ lik fab.; İşletmeler: Hurda işi. (Ankara), Bölge müdürlükleri (Kırıkkale ve İstan­ bul), Silah san. (Kırakkale); Bağlı ortaklık­ lar: MAKSAM (Makine san. ve tic. aş, An­ kara), ELSA (Elekt. sayaç san. ve tic. aş, Mamak), BARUTSAN (Barut san. ve tic. aş, Elmadağ), ETAğ (Ağaç san. ve tic. aş, Etimesgut), AVFİŞEK (Avflşeği san. ve tic. aş, Kayaş), ÇELBOR (Çelik çekme boru san. ve tic. aş, Kırıkkale), ANPİL (Pil san. ve tic. aş, Antalya), FİŞEKSAN (Fi­ şek san. ve tic. aş, Gazi), SİLAHSAN (Ha­ fif silah san. ve tic. aş, Kırıkkale), ÇANSAŞ (Silah san. ve tic. aş, Çankırı), TAK­ SAN (Takım tezgâhlar san. ve tic. aş, Kayseri), TÜMOSAN (Türk motor sanayi ve tic. aş, Konya), ASİL ÇELİK (Asil Çelik san. ve tic. aş, İstanbul). 1991'de 7 571 kişinin çalıştığı kurumun ayrıca 14 firma­ da iştirakleri vardır. MAKİNECİ a. 1. Makine onaran kimse, makine ustası. —2. Konfeksiyon alanın­ da, parçaları makineyle dikerek birleştiren işçi. M AKİNEÇİZİM a Bilş. Üzerlerine veri­ lerin delinerek yazıldığı kartları mekanik olarak düzenleyen makineleri kullanarak idare, muhasebe ve ticaret ile belgeleri ayıklayan, sınıflayan ya da oluşturan yön­ tem. M a k in * fa k ü lt**l, makine ve tekstil mühendisi yetiştiren, İstanbul Teknik üniversitesi'ne bağlı fakülte. Üniversite reformu sırasında (1933) Da­ rülfünun yerine İstanbul Üniversitesi kuru­



lurken Fen fakültesi yapısı içinde yer alan Yüksek mühendislik ekulu'na Elektrik ve mekanik enstitüsü Elektro-mekanik adıy­ la bağlandı. Yüksek mühendislik okulu İs­ tanbul Teknik üniversitesi’ne dönüştürü­ lünce (1944)tlekfro-mekanik bölümü ikiy*ayrılarak bağımsız iki fakülte oldu. Bun­ lardan Mekanik bölümü Makine fakültesi adını aldı. Üniversitelere yeni bir düzen getiren 28 mart 1983 tarih ve 2809 sayılı yasa uyarınca İstanbul Teknik üniversite­ si makine fakültesi ile Maçka makine fa­ kültesi birleştirildi. Bu düzenlemeyle fakül­ tede Makine mühendisliği ve Tekstil mü­ hendisliği adlarıyla iki bölüm yer aldı. MAKİNE-HAYVAN a. Fels. Canlı mad­ denin cansız maddeye göre bir özgüllü­ ğü olmadığını ileri süren Descartes'ın var­ sayımı. —ANSİKL. Makine-hayvan kuramı, uzam ve hareketin birbirine, ayrılmaz biçimde bağlı oldukları ve var olan bütün varlıkla­ rın nasıl oluştuklarını anlamak olanağını tek bir yasanın sağladığı ilkesine dayanır. Bu kurama karşı çıkanlar arasında Con­ dillac (Traité des animaux [Hayvanlar üze­ rine inceleme]) ve Leibniz de yer alırlar. Onlara göre, hayvanların hiçbir bakımdan insana benzemedikleri ileri sürülemez. Leibniz şöyle der: “ Hayvanların algıların­ da, akılla belli bir benzerlik gösteren bir ilinti vardır. Ancak bu ilinti hiçbir zaman nedenlerin bilgisine dayanmaz, yalnızca olguların anımsanmasına dayanır.” (Prin­ cipes de la nature et de la grâce [Doğa­ nın ve kayranın ilkeleri], 5.) MAKİNELEŞME a El emeği yerine yaygın bir biçimde makineler kullanılması. —ANSİKL. Sanayi devriminin ilk başlarına kadar uzanan makineleşme sorunu tartış­ ması, otomatlzasyon ve robotbilimle bir likte yeniden güncellik kazandı. Gerçek­ ten de teknik ilerledikçe makineler daha yetkin duruma gelmekle birlikte, sorunun özü yine aynıdır: üretim gücünün, istih­ dam, emeğin niteliği ve çalışma koşulları üzerindeki etkileri nelerdir? Makineleşmenin amacı, verimi artırmak ve böylece üretimin büyük ölçüde geliş­ mesini sağlamaktır. Öyleyse, makineleş­ me istihdamı azaltarak işsizliğin doğma­ sına yol açmaz mı? işçi sınıfının tarihi, ma­ kinelerin üretim sürecine sokulmasına kar­ şı bir dizi tepkiyi içerir. "Çoğaltıcı makine' 1 ye ilk karşı çıkış, sanıldığına göre, 1604’te, Leiden'de, işçilerle tüccarlardan geldi Fakat teknik gelişmenin yaygınlaşma­ sıyla birlikte istihdam hacmi de büyüdü. Örneğin, Fransa'da, sanayi alanında eme­ ğin görünen üretkenlik indeksi, 1967-1981 arasında iki katına çıktığı halde, çalışan nüfus azalmayıp 20 milyondan 21,5 mil­ yona yükseldi. Gerçi, uluslararası planda üretkenlik-istihdam ilişkileri, çelişkili sonuç­ lar ortaya koymaktadır: örneğin, ABD'de 1973’ten yakın bir tarihe kadar istihdam­ da önemli bir artış olmuş, ancak bu, üret­ kenliğin durağan kalması pahasına elde edilmiştir; ya da İtalya'da ancak üretken­ liğin kısılması karşılığında bir istihdam ar­ tışı sağlanabilmiştir. Ama çoğu ülkede üretkenlikte artış dönemleri, genellikle, ayırtedici niteliğini istihdam artışında bulur. Makinenin işsizlik doğurduğu tezine karşı ileri sürülen kanıtlardan (makine üre­ timinin emeği gerektirmesi; kitlesel üretim ve bu biçimde üretilen malların fiyatları­ nın düşmesi sayesinde, teknik ilerleme­ den yararlanan mallar piyasasının geniş­ lemesi; yeni tüketimlerin ortaya çıkması ya da eski tüketimlerin artması) üçüncüsü en etkili olarak görünmektedir. Üretim düzleminde, makineleşmenin emeğin niteliklilik derecesi üzerindeki et­ kileri, büyük ölçüde işin örgütlenme sis­ temine bağlıdır. Gerçekten de, bu konu­ da çoğu kez niteliksizlik / üstün niteliklilik biçiminde ikili bir hareket görülür: örne­ ğin otomazisyona başvurulması, bir yan­ dan düşük nitelikli işçi oranını artırırken, öte yandan da daha güçlü bir oranda ni­ telikli işçiliğe yol açar; başka bir deyişle.



makineleşme 7698



bir el emeği sürecinden otomatik bir sü­ rece geçişte, yerini koruyan işçi nüfusu­ nun niteliksizleşmeşiyle istihdam yapısının yeniden nitelikli duruma getirilmesi olayı birlikte yürür. Makineleşmenin iş koşulları üzerindeki etkisi, hijyen, güvenlik ya da bedensel yorgunluk konularında olumlu­ dur Ne var ki, bu olumluluğu ters yönden etkileyen bazı yeni olaylar ortaya çıktı: yal­ nızlık duygusu, gözetim işlerinin edilginliğinden kaynaklanan tekdüzelilik, iş gerek­ lerinin artmasının doğurduğu gerginlik vb. —Tarım. Tarımda makineleşme Batı Avru­ pa'da ve Kuzey Amerika'da XIX. yy.'da başlayan sanayi devrimj^sayesinde önem kazandı. Metalürjide elde edilen ilerleme­ ler sayesinde XIX. yy.’ın ilk yarısında atöl­ yelerde birçok makine tasarlanıp üretildi, ama bu makineler ancak 1880'den son­ ra yaygınlaşmaya başladı. Bunlar gelişti­ rilmiş pullulriar, mekanik tohum ekme ma­ kineleri, biçerler, tırmıklar, ot kurutma ma­ kineleri, biçer-bağlarlar, sökme makinele­ riydi. Kırsal kesimden kentlere göçün hız­ lanması, bunun geçici de olsa kırsal alan­ da işçi azalmasına yol açması ve yeni ta­ rım tekniklerinin gelişmesi (çapalamalı ta­ rım, geçici çayırlar) nedeniyle kolaylaşan toptan makineleşmenin ilk evresi iş veri­ mini artırdığı gibi tarladaki çalışmaların ka­ litesini de yükseltti. Bununla beraber ikinci Dünya savaşı'nın sonuna kadar, tarım pek çok ülkede ve bu arada Türkiye'de hay­ van gücüne bağlı kaldı. Türkiye’de tarım­ da makineleşme 1950’den sonra yaygın­ laşmaya başladı ve ikinci beş yıllık plan döneminde (1968-1972) hızlandı; Üçüncü plan döneminde en yüksek düzeye ulaş­ tı (1976’da 37 453’û yerli üretim, 40 724'ü ithal olmak üzere toplam 78 177 traktör üretime katıldı). Traktör parkı, 1950’lerin ortasında 600 000'e ulaştı. Hayvan gücü­ ne oranla makineleşme derecesi °/o90'ı aştı. 1 0 0 0 hektara düşen traktör sayısı 40'a yükseldi. Çiftçinin kendi ihtiyaçlarına uygun makine olanağının artması, bazı hallerde yeni külfetler getirse bile aile tipi tarım üretminin güçlenmesini sağladı. Gerçekten, makineli tarım büyük işletme­ lerde (geniş tarlalar) küçük işletmelere gö­ re daha ucuza mal olur; ama makineleş­ menin sağladığı yarar o kadar büyüktür ki, küçük çiftçiler bile, bu sayede varlıkla­ rını sürdürebilmektedirler. Bir yandan trak­ tör kullanımı yaygınlaşırken bir yandan da özdevinimli hasat makineleri (kendi yürür biçerdöver) eski harman makinelerinin ye­ rini almaktadır. Sürme, toprağı hazırlama, işleme araçlarına, tohum ekme ve hasat makinelerine gelince, verimi artırmak için harcanan çabalar sayesinde sürekli ola­ rak gelişmektedir. Hayvancılıkta da sağım­ dan ahır ve kümes temizliğine ve yem da­ ğıtımına kadar birçok alanda makineleş­ me yaygınlaşmaktadır. Makineleşme süreci tarımda el emeği ihtiyacını önemli ölçüde azalttı ve böylece verimliliğin artmasını sağladı. MAKİNELEŞMEK gçz. f. 1. Bir etkin­ lik alanından söz ederken, makine kulla­ nımına ağırlık vermek: Bu bölgedeki ta­ rım bütünüyle makineleşmiş. —2. Bir kim­ seden söz ederken, makine gibi, duygu ve düşünceden yoksun bir biçimde dav­ ranmaya başlamak: Çağımızın makinele­ şen insanı. ♦ makineleştirmek ettirg. f 1. Bir etkinliği makineleştirmek, bir etkinlikte, bir tesiste makineler kullanmaya başlamak. —2. Bir kimseyi, bir grubu makineleştir­ mek, onu hiçbir şey düşünmeksizin ma­ kine gibi hareket eder duruma getirmek. Çağımızın makineleştirdiği insanlar. MAKİNELEŞTİRMEK -»MAKİNELEŞ­ MEK.



MAKİNELİ sıf. 1. Makinesi olan; maki­ ne ile çalışan. —2. Makine ile yapılan üre­ tim için kullanılır: Makineli tarıma geçişte karşılaşılan güçlükler. —3. Makineli tüfek: Makineliyle ateş etmek. —4. Makineli tü­ fek gibi (konuşmak), hiç ara vermeden



büyük bir hızla (konuşmak). —Sil. Makineli tüfek -» TÜFEK. —Tarım, Makineli tarım, motorlu makine­ ler kullanılarak yapılan tarım. —ANSİKL. Tarım. Makineli tarımda iki tip sistem uygulanır: asıl tanm aletini çekmek için traktör kullanan sistem; tarım aracının hem çalışmasını, hem yürümesini motor­ la sağlayan sistem. Birinci tipte, bir yan­ dan tarım aletine bağlı bir kablo İle onu çekip yürüten bir vinç, öte yanda tarım aletini (pulluk, biçme kirişi, tohum ekme makinesi, gübre dağıtıcısı) çeken, iten ya da taşıyan bir traktör vardır. Kullanım ko­ laylığı ve etkisi bakımından çok daha üs­ tün olan traktör hemen her yerde vincin yerini almıştır. Bununla beraber, dik eğimli, dağlık arazilerde vinç kullanımı devam et­ mektedir. ikinci tipte özdevinimli araçlar kullanılır; bunlar özellikle hasat işlerini ya­ parak el emeğinde önemli ölçüde ekono­ mi sağlayan makinelerdir (biçerdöver, mo­ torlu biçer, mısırtoplar). El traktörleri de bu kategoriye girer. MAKİNETA a. Ayakkc. Kenar düzeltmek için kullanılan metal alet. MAKİNETO a. 1. Isıbil. Bir değiştiricide ya da buharlı bir kazanda, boru uçlarını genişletmek için kullanılan özel alet. —2 . Makineto çekmek, bir kazan, değiştirici ya da kondansör borusunun ucunu "maki­ neto’' adı verilen, konik, genişleyebilir ve döner bir aletle yuvasına tespit etmek. —Teknol. Konik bir tığa dayanan ve bu tı­ ğın ilerlemesi sırasında metali şişiren bir dizi tekercikten oluşmuş, makineto çekme işleminde kullanılan takım. \\Makineto çek­ me, boru biçimindeki bir parçanın dış ça­ pını, genellikle bu parçayı aynası içinde sabitleştirme amacıyla genişletmek için boruyu oluşturan metali kısa bir mesafe boyunca şişirme (Bir tür soğuk dövme iş­ lemi olan makineto çekme sırasında yu­ muşak çelikten boru şişer ve dolayısıyla da dış çapı artarak kendisini saran par­ çaya sıkı bir biçimde oturur. Bu işlem, bu­ har kazanlarının, kolektörlerin, değiştirici­ lerin vb. yapımında kullanılır. Borunun dı­ şındaki parçanın iç bölümünde oluklar bulunabilir; şişen boru malzemesi bu oluklara dolarak daha büyük bir güven-' lik ve daha iyi bir sızdırmazlık sağlar.) [Eşanl. makInetolama.] ||Makineto çek­ mek, makineto çekme işlemi uygulamak. (Eşanl. MAKİNETOLAMAK.) m a k In e t o l a m a



a. Teknol. makİneTO» ÇEKME’nln eşanlamlısı. MAKİNETOLAMAK g. f. Teknol. MAKİ­ NETO» ÇEKMEK'in eşanlamlısı. M AKİNİST a. (fr. machiniste). Dy. Bir lo­ komotifi (buharlı, elektrikli, Diesel vb.) kul­ lanan görevli. (Buharlı lokomotiflerde oca­ ğı ve kazanı beslemek için makiniste bir ateşçi yardım eder.) MAKİNİSTLİK a. Makinistin yaptığı iş; makinistin görevi. M AKİR sıf. (ar mekr’den mâkir). Esk. Hi­ le yapan, hileci. MAKİRİTARELER, Güney Amerika yerlileri, Bollvar eyaleti nin güneyinde ve Amazon (Venezuela) bölgesinin doğusun­ da yaşayan Makiritareler'in sayısı 3 000 kadardır. Caribce konuşurlar. Kendi bes­ lenmelerini sağlayan ekonomileri tarıma (manyok, tatlıpatates), bostancılığa ve av­ cılığa ve bunun yanı sıra çeşitli zanaat ürünlerine (yay ve oklar, süs eşyası, mü­ zik aletleri) dayanır. Toplum yapıları, ge­ niş aileleri kapsayan bir tür anasoylu ak­ rabalık tarzına göre kurulmuştur; bu aile­ lerde çapraz kuzenler arasında evlilik ve çokkarılılık geçeriidir. Dinler şamanlıktır ve ayinleri sırasında halüsinojenler kullanır­ lar. M AKİRİYE a (ar. makir, zahire hayvanı ve -iyye'den mâkiriyye). ikt. tar. Osmanlı döneminde, bazı iskelelerden alınan bir tür vergi. ("Makiriye resmi" adı da veri­ len bu vergi, iskelelere boşaltılan tuz, ba­



lık, koyun, sığır vb. gıda maddelerinden iskelelere uğrayan gemi ve sandallardan alınırdı. Ancak, bu verginin alınmadığı ba­ zı iskeleler olduğu gibi, göllerdeki iskele­ lerden de alınmazdı.) MA k IS sıf. (ar. maks’dan makiş). Esk. Duraksayan, durup dinlenen. MAKİYAN a. (fara mSkiySn). Esk. Tavuk. M AKK (Kâroly), macar film yönetmeni (Berettyöufalu, Hajdu-Bihar bölgesinde, 1925). 1954-1955 yıllarında, özellikle Liliomfi (1954) ve Hâz a sziklâk alatt (1958) filmlerini gerçekleştirerek macar sinema­ sındaki rönesansın büyük sanatçılanndan biri oldu. Daha sonra yaptığı çalışmalar­ da (Megszâllottak [1961]; isten ¿s ember eiött [1968] aynı başanyı gösteremedi. Fa­ kat Szeretem (1970) filminde tüm teknik ve sanatsal yeteneğini gösterdi. Daha son­ ra şu filmleri gerçekleştirdi: Macskajâtök (1974), Egy erkûlcsös ¿jszaka (1978), Egymâsra nezve (1981). MAKKARİ (Ebülabbas Ahmet bin Mu­ hammet EL-), kuzey afrikalı tarihçi (Tlemsen 1591 - Kahire 1632). Doğduğu kent­ te öğrenim gördükten sonra Marakeş ve Fas'a giderek imamlık, müftülük yaptı. Marakeş'teki sadi sultanlannın kitaplığın­ da bulunan yapıtlarından en önemlisi Nefti üt-tîb min gusn İl-Endelustur. İki bö­ lümden oluşan bu yapıtın birinci bölü­ münde, Endülüs'ün fiziki coğrafyası, tari­ hi, gezginleri, edebiyatçıları; ikinci bölü­ münde XlV.yy’in granadalı tanınmış vezir ve tarihçisi ibnülhatip anlatılır Xll.yy.’in ma­ liki bilgin ve şairlerinden Kadı lyaz ile ilgili iki ciltlik Ezhâr ûr-riyâz ff ahbâr il-kadı ¡yaz adlı yapıtı da önemlidir. MAKLAKlEW lCZ (Jan Adam), polonyalı besteci (Chojnata 1899-Varşova 1954). C ö d i ve Varşova (1929) konservatuvarlarında ders verdi. Kraköw eyaletinde (1945 -1947) ve Varşova’da (1947-48) filarmoni orkestralarını yönetti. Fransız izlenimciliği­ nin, cantus planus'un ve halk şarkılarının etkilerini taşıyan org ve piyano parçaları, senfonik yapıtlar (Senfonik çeşitlemeler, 1922; Grunwald, 1944; Prag uvertürü, 1947; 3 senfoni), solo yapıtları (keman konçertoları, çello konçertosu), melodiler, kantatlar, 3 bale ve 2 opera (Lilia Weneda, 1927) bıraktı. MAKLEB a. (ar. kalb’den malfleb). Esk. 1. Ters çevirme değiştirme altüst etme —2. Değiştirme ya da çevirme işleminin yapıldığı yer. MAKLU sıf. (ar. (taTdan maldıf). Esk. Çekilip koparılmış kökünden çıkanlıp sö­ külmüş: Şecer-i maktu (sökülmüş ağaç). MAKLUAN be (ar. majr/iTdan maklücan). Esk. Sökülerek, yerinden çıkanlarak. —İsi. huk. Makluan kıymet, bir toprak par­ çası üzerinde bulunan bina ve ağaçlara sökülmelerinden ve yıkılmalarından son­ ra biçilen değer. M AKLIIB sıf. (ar. kalb'den maiflûb). Esk. 1. Altüst edilmiş içi dışına çıkanlmış ya da ters çevrilmiş —2. Değiştirilmiş olan. —3. Tersinden okunduğunda değişmeyen ke­ lime ya da kelime grupları için kullanılır: Mum, tut, kabak, anastas mum satsana vb. MAKLÛM, MAKLÛME sıf. (ar maklüm, dişi, maklume). Esk. 1. Kesilmiş yon­ tulmuş: Ezfar-ı maklûme (kesilmiş tırnak­ lar). —2. Maklüm-üz-zufr, tırnağı kesik. M AKLURİN a. (fr. maclurine'den). Org. kim. Formülü C1 3 H,0 O6 olan pentahidroksibenzofenon; morinle birlikte bir dut tü­ rünün (Madura ya da Morus tinctoria) san odununda bulunur ve sarı boyarmadde olarak kullanılır. oh o



HO



OH



N



/



OH



makrogenitozomi ridi, türk arkeolog ve müzeci (İstanbul 1872 - ay. y. 1940). Galatasaray lisesi’nl bi­ tirdi (1889), İstanbul Arkeoloji müzesi'nde MAKO, Macaristan'da (Csongrâd yöne­ fransızca kâtipliğine atandı (1892). Efes tim bölgesi) kent, Maros (Mureş) ırmağı­ kazılarında kazı komiseri olarak görev al­ nın sağ kıyısında; 30 000 nüf. Besin sa­ dı (1897-1898, 1902-1906). Baalbek kazı­ nayileri. Büyük bir soğan üretim bölgesi­ larına katıldı (1900-1902); bu arada Sidon’ nin merkezi. da (bugün Sayda) kazılar yaptı ve bulun­ MAKOKO KRALLIĞI, kralı Mâkoko tuların İstanbul'a gönderilmesini sağladı. nun adıyla anılan bir afrika krallığı. Kon­ Rakka (Suriye) kazılarında (1905) günü­ go nehrinin kuzeyinde, Pool bölgesinde müzde Çinili köşk’te sergilenen İslam se­ yer alan bu krallıkta Tyolar (Tekeler) yaşı­ ramiklerini buldu. H.WInckler’in Boğazköy yordu. XV. yy.'a doğru kurulduğu sanılan kazılarına beş yıl gözlemci olarak katıldı. bu krallık, Portekizliler'in dediğine bakılır­ 1907'de Alacahöyük’te çalıştı, Sfenksti kasa, XVI. yy.’da Kongo krallığı'ndan daha pı’yı ortaya çıkardı. 1909’da İstanbul Ar­ güçlüydü. Tyolar, 1600’den başlayarak, keoloji müzesi’nde yunan, roma ve bizans Pool nehrinin yukarı kısmında XVII. ve sanatları uzmanı olarak görevlendirildi. İs­ XVIII. yy.’larda köle ticaretinin, XIX. yy’da tanbul Bakırköy (1910), Lips manastırı, ki­ da fildişi ticaretinin hemen hemen tümü­ lisesi (Fenariisa camisi; E. Mamboury ile, nü ellerine geçirdiler. (-» KONGO.) 1925), Ankara istasyonu tümülüsleri (1925), İstanbul Hipodrom (1926), YedikuMAKOKOU, Gabon'da kent, Ogoue le (1926), Bodrum camisi (Myrelaion kili­ -ivindo ilinin merkezi, ivindo kıyısında; 6 sesi) [1926] kazılarına katıldı. 1930’da 700 nüf. —Yakınında, uranyum ve demir emekli oldu. İstanbul Arkeoloji müzesi’nin cevheri yatakları. ve Çinili köşk’ün düzenlenmesinde önemli MAKONDALAR, Doğu Afrika’da bankatkıları vardır. Başlıca yapıtları: “ Le temp­ tu halkı. Tanzanlya'yı Mozambik'ten ayıran le d’Echmound à Sidon" (Sidon'da Eşsınırın iki yanına dağılmıştır. Bu halk gözmun tapınağı) [Revue Biblique, 1902]; alıcı bir heykel sanatı yaratmıştır: kadın ata “ La porte des Sphynx à Euyuk” (Alacaheykelcikleri, tören maskları. höyük'te Sfenksli kapı) [Mitteilungen der Vorderasiatischen - Aegyptischen GesellMAKONNEN, etyopyalı başkan (1854 schalt, XIII, 1908]; "Les récentes fouilles -Cibuti 1906). Menelik ll'nin kuzeni. İyi bir de Constantinople" (İstanbul’daki son ka­ savaşçı ve diplomattı. 1887'de Harar'ı yö­ zılar) [Arcaeologisches Institut des Deutnetti, İtalya ile Uccialli antlaşması1nı imza­ schen Reiches Bericht über die Jahrbunladı (1889). Makonnen, imparator Halle dertfeier, 1930], Selasiye'nin babasıydı. M A K R İZİ (Ebülabbas Ahmet Takiyettin MAKORE a. Tropikal Afrika’da yetişen EL-), arap tarihçi ve topografyacı (Kahire (özellikle Fildişi Kıyısı) çok büyük ağaç. 1364 - ay. y. 1442). iyi bir öğrenim görGenellikle hareli ve çizgili, çok ince dokudü.Babasının etkisiyle başlangıçta hanelu, yarı sertten serte kadar değişik ve yarı fl İken sonradan şafil mezhebini benimse­ ağır odunu marangozlukta ve kaplama­ di. Kahlre’de kadılık ve İmamlık yaptı. cılıkta kullanılır. (Tieghemellaeae cinsi.) Memluk hükümdarı el-Melik üz-Zahlr Sey­ M AKPELA, el-Halil* yakınında mağara. fettin Berkuk ile yakınlık kurdu. MütevelliYaradılış kitabına göre, İbrahim ile karısı lik ve müderrislikle Şam’a gönderildi Sara, İshak, Rebeka, Yakup ve Lea bura­ (1408). Bir süre sonra Şam kadılığı öneda gömülüdürler. Sürgün sonrası döne­ rildlyse de kabul etmeyerek Kahire'ye me kadar uzanan bir geleneğe göre, döndü ve yalnızca kitap yazmakla uğraş­ Makpela mezarı (Mambre* meşeliği), el tı. Çalışmalarını Mısır ve yakınlarındaki ül­ -Halil'deki Haram el-Halil'İn bulunduğu kelerin tarihleri üzerinde yoğunlaştırdı. Öl­ yerdeydi. Burası, herodesçilere alt bir ta­ çü ve sikkelerle de İlgilendi. Kendisine en pınakken, Haçlılar döneminde kilise hali­ büyük ünü sağlayan el-Mevâ’iz ve'l-i’tibâr ne getirilmiş, XIII. yy.'da da camiye dönüş­ fîzikr il-hitat vei âsâr adlı yapıtı oldu. Bu türülmüştür Makpela, hem yahudiler, hem yapıtında, ayrıntılı bir tarihi girişten sonra, hıristlyanlar, hem de müslümanlar için kut­ İskenderiye'den Kahire'ye kadar uzanan sal bir yerdir. bölgenin topografyası ile ilgili bilgi verdi. Yapıt, birkaç avrupa diline çevrildi ve ba­ MAKRAMA -* M A H R A M A . sıldı. Başlıca öteki yapıtları; fatımi tarihi ile : MAKRAME a. (fr macramé; cenova leh­ ilgili itti'âz Cıl-hünefâ bi-ahbâr il-e'imme çesinde macramé, düğüm; ar. mikrama, vei-hCılefâ, Eyyubiler ve Memluklar hak­ çarşaf, perde’den). 1. İplikler elde örüle­ kında es-Sülûk li-ma'rifeti düvel vei mürek ve düğümlenerek yapılan oldukça ka­ lûk, emevi ve abbasl tarihleri İle İlgili en lın döşemelik dantel. (Bk. ansikl. böl.) —2. -Nizâ’ve’t-tahâsum beyne Benî Ümeyye Makrame zinciri, iki gruba ayrılabilecek ve Benî Hâşimi, Habeşistan'daki müslüsayıda ya da iki kat ipliği, birbirinin ara­ manlarla ilgili el-ilmâm bi-ahbâr men bi sından geçirip düğümleyerek yapılan, zin­ -arz İl-Habeşe min mülûk il-islâm, müslücir görünümlü bağlama biçimi. (Makra­ manların sikke ve tartılarıyla ilgili Nübzet meyle yapılmış işlere, süsleme amacıyla ül-ukud ÏÏ ümûr imnükud (bu yapıt notlar ya da işlentiyi bir yere tutturmak üzere uy­ ve düzeltmelerle i. Artuk tarafından türkgulanır.) çeyeçevrildi. Belleten, Ankara 1953, XVII, ♦ sıf. Makrameyle yapılmış şey, eşya: 367-391). Makrame çanta, makrame gazetelik. Makrizi, Mısır'da yaşamış olan bütün —ANSİKL. El sant. Makrame çeşitli kalın­ hükümdar ve ünlü kişilerin yaşamöykülelıkta ipliklerle yapılabilir. Çeşitli ev eşyala­ rini kapsamak üzere yazmaya başladığı rının özellikle çarşaf, perde örtü vb.’nin ke­ el-Mukaffâ adlı yapıtını tamamlayamadan narlarına, iplik çekilerek ya da sonradan öldü. İplik geçirilerek uygulanabildiği gibi; si­ cim, kalın naylon ip, sisal vb. ipliklerle sak­ MAKRO-, (yun. makros). Birçok söz­ sılık, gazetelik, çanta, kemer, paravana vb cüğün bileşimine giren, büyük, uzun de yapılabilir. Çok çeşitli düğümleme bi­ anlamında önek. çimleri vardır. Belli bir desene göre uygu­ lanan bu düğümler, Işlentiye dantel görü­ MAKROANALİZ a. (fr. macroanalyse). nümü verir. Özellikle son dönemlerde çok Ulusal gelir düzeyini, sermaye ve İşgücü moda olmuş bir el sanatıdır. olarak kaynakların kullanımını, büyük ik­ M.4KRAN -» MEKRAN. tisadi gruplar arasındaki ilişkileri belirle­ meyi amaçiavan çözümleme. M A K R E M B O Ü T E S (Eustathios), Xll.yy. bizanslı romancı. Bir aşk ve serü­ MAKROANYON a. (fr. maeroanion' ven hikâyesi yazdı: 7ö Kata Hysminen kai dan). Kim. Negatif yüklü makromolekül Hysminian Drama (Hysmine ile Hysmeniyapı. as'ın dramı). MAKROASBEST a. (fr. maeroasbeste). Elyaflı amyant. M AKRİDİ BEY, asıl adı Theodor MakMAKO a. (Yeni Kaledonya yerli dilinde söze.). Kimi zaman sivriburun'a verilen ad.



MAKROBİYOT a. (fr. macrobiote'tan). Kafasında eklenti bulunmayan, tatlısu tardlgradı cinsi. (Bitki besisularıyla beslenir ve kuraklık dönemlerinde anhidrobiyoz haline düşebilir. Bu uyuşuk yaşama biçimi Makrobiyot'ların yaşamını çok uzatabilir.)



76 9 9



MAKROBİYOTİK sıf. (fr. macrobiotique’ den). Bileşimi % 80 oranında tahıl, seb­ ze ve meyveden oluşan bitkisel beslenme biçimine denir. (Tahıllar pişirilir ve bitkisel yağ ve tuzla tatlandırılır.) ♦ a. Makrobiyotik beslenme. MAKROBLAST a. (fr. maerobtaste). Hematol. Olağan koşullarda İlikte ancak tek tük rastlanan, fakat çeşitli kansızlıklarda sayısı artan normosit üretici büyük ana hücre MAKROÇEVİRİCİ a. Bilş. 1. Makrokomutlar kabul eden çevirici. —2. Makrokomutları tanımlamaya ve kullanmaya ola­ nak veren çevirme dili. MAKRODEPREM a. Jeofiz. insan tara­ fından, en azından merkezinden belli bir uzaklığa kadar duyulabilen yer sarsıntısı. MAKROEKONOMİ a. (fr. macroéconomie). İkt. iktisadi çözümlemenin, bir ulu­ sun belli bir dönemdeki genel İktisadi et­ kinlik düzeyini belirlemek ve İktisadi bü­ yüklükler arasındaki ilişkileri açıklamak amacını güden bölümü. — A N S İK L. Makroekonomik çözümleme J. M. Keynes'in İstihdam, faiz ve para genel teorisi'nln (The General Theory of Emp­ loyaient, interest and Money) yayımlan­ masından bu yana kuşkusuz büyük bir atılım yapmış olmakla birlikte, ilk klasik ik­ tisatçılarca ve onlardan da önce, Tableau économique'yie (iktisadi tablo) global akımları açıklayan Quesnay tarafından kullanılmıştır. Daha sonra, J. B, Say'İn mahreçler yasası, Malthus'un nüfus kura­ mı, ücret fonları kuramı, karşılaştırmalı ma­ liyetler yasası, kantitaflf para kuramı hep global çözümlemelerden kaynaklandılar. Makroekonomi, toplu nicelikler meka­ niğine indirgeneblldiğlnden, el-.ınlığı ikti­ sadi büyüklüklerle dile geier uru:» /in türdeşlik derecesine göre ar .,ur. Makroekonomi, milli m utas ► tür, planlama, vb. gibi birta ., dallarına ayrılır. Makroekor ..tş:m toplam nicelikler kavram . . kar­ şıtlık nedeniyle zorunlu c mıştır: bir bütün, bir kürr, şey, onun bölümlerinin laka doğru değildir. Dr konomlk çözümleme, rın toplamı olarak br­ içinde ele alınan e k ­ inceler ve milli üretim, . yatırım, vb. gibi bazı k a . . ı.-a ■ .. Günümüzde, makroekonc : r, rrıoaı.-. n..ı ma tekniği gelişine gösterenin ıktısa u ı b ü ­ yüklükler arasındaki fonksiyonel ilişkileri açıklamayı ve öngörülerde bulunmayı ola nakli kılan bir duruma gelmiştir. MAKROEKONOMİK sıf. (fr macroéco­ nomique). Makroekonomlyle İlgili olan. MAKROEVRİM a. Sistematik büyük bi­ rimlerin, sınıfların, şube ya da bölümlerin ortaya çıkışını sağlayan biyolojik evrim. MAKROFAd sıf. (fr. macrophage). Bağışıkbil. Kandaki monositlerin farklılaşmasıy­ la oluşan ve retiküloendotelyal sistem do­ kularında bulunan iri hücrelere denir. Bun­ lar parçacık biçimindeki antijenleri yuta­ rak hücresel bağışıklık süreçlerinde yap­ tırımcı hücreler gibi rol oynar. ♦ a. Makrofaj hücre. MAKROFAJİK sıf. (fr. macrophagique). Bağışıkbll. Makrofajlarınkine benzer fago­ sitoz etkinliği oian. MAKROOAMET a. (fr. macrogamète). Biyol. Genellikle hareketsiz, büyük hacim­ li, dişi gamet. MAKROGENİTOZOMİ a. (fr. macrogé­ nitosomie’den). Endokrinol. Başta cinsel



ı (1910’a doğr.)



Dekoratifsanatlar müzesi, Psris



makrogenitozomi 7700



organlar ve ikincil cinsel özellikler olmak üzere bedensel erken gelişme. (Özellikle erkek çocuklarda görülen bu hastalık ço­ ğunlukla doğuştan böbreküstü bezleri hiperplazisinden ve buna bağlı aşırı androjen hormonlar salgılanmasından ileri ge­ lir. Bazen bu hastalığa, 11-hidroksilaz ya da 2 1 -hidroksilaz enzimlerinin engellen­ mesi olasılığına bağlı akut su kaybı du­ rumlarından sorumlu bir tuz kaybı sendromu [Debrö-Flbiger sendromuj ya da or­ ta derecede bir tansiyon yüksekliği eşlik eder.) MAKROOLOBÛLİN a, (Kmactoglobu Una). Biyekim. Yüksek melekûl ağırlıklı (1



den oluşan makroglobülın M ımmuneglobuiinine tekabül eder Bazı araştırmağı hekimlere göre, normal makreglobülinlorin yanında, patolojik bir makroglobülın de bulunmaktadır; makroglobülinemilerde ortaya çıkarılan bu makreglebülin mİyelom ımmonoglobülınlerlne yakın sayı­ labilir) m a K R o o lo ib û lIN K M İ a (fr, maemğlobulinAmie). Patol Kan plazmasında aşırı miktarda makroglobülın bulunmasıy­ la belirgin hastalık. Annik Makroglobülıneml klinik olarak İleri derecede halsizlik, kansızlık, lent bez­ lerinde şişlik, dalakta (tüyüme ve kanama larla belirgin bir sendromdur. Kan mua­ yenesinde çok yüksek sedimantasyon (yarım saatte 1 0 0 mm'den tazla) ve elektroforezde, i ve y globûlinler arasında yer alan, ama muhtemelen anormal yapıda olan bir makroglobülın görülür, İlik mua­ yenesinde de, aslında rotiküloendotelyal kökenli olan ve lenfositlere benzeyen çok sayıda hücre ve plazmosıtler bulunur, Nadir bir hastalık olan makroglebüllnemiyl ilk kez 1944'te Waldenstrom tanım­ ladı. Ö tarihten bu yana, bazı süreğen hastalıklar (sıtma, siroz, koliâ|en doku has­ talıkları, vb.) sırasında da İkincil ya da tep­ kisel makroglobüllnemilerln oldukça sık görüldüğü, ama bunların Waldenstrom hastalığından farklı olduğu anlaşıldı. MAKROOLOBİ a. (fr. macroglosale). Dil hacminin doğuştan çok tazla olması (do­ ğuştan hipertrotl). [Lent kökenli (doğuştan lenfanjlyom) ya da kas kökenli olabilir.) MAKROONATİ a. (İr. macrognathie). Patol. Çenelerin aşırı büyümesi. (Doğuş­ tan ya da bir hastalık yüzünden ileri gele­ bilir lakromegali], özellikle altçenede gö­ rülür [alt prognati].) MAKROORAPİ a. (İr. macrograph!»). 1. Metal ve alaşım yapılarını çıplak gözle ya da büyüteçle inceleme. —2. Bir metal parçanın çıplak gözle ya da yaklaşık 2 0 'den daha düşük bir büyütmeyle görü­ lebilen tüm ayrıntılarını bir bütün halinde gösteren belge. —AnsİKL Makrograli genellikle bir par­ çanın bütünüyle ilgilenir. Parçanın kesit­ lerinden biri parlatılır ve ayrıklıkları ortaya çıkaran özel bir ayraçla dağlanır. Eser mik­ tarda kükürt ve fosfor içeren dövülmüş çe­ lik parçalar sözkonusu olduğunda, bakır-ll klorür asit çözeltisiyle dağlama, metalin lif­ lerini ortaya çıkarır ve dolayısıyla da göz önüne alınan parçanın biçimini elde et­ mede hangi işlemlerin yapıldığını göste­ rir. MAKROHALKA a. Org. kim. On ya da daha çok atomun birleşmesiyle oluşan halka. (Siklododekan, dodekanolaktam ve undekanolaktonun hepsi, bir makrohalka içerir.) MAKROİYON a. (fr. macro-ion'dan). Kim. Bir makromolekülde bulunan grup­ lardan bazılarının İyonlaşması sonunda oluşan yüklü yapı. —ANSİKL. Bir makromolekülde iyonlaşabllen yanal gruplar varsa, bu gruplar ay­ rıştığında, makromolekül bir pollanyon ya da bir polikatyon oluşur. Örneğin sulu or-



tamda sodyum poliakrilat iyonlaşarak bir makroanyon meydana getirir: -C H , - CH - CHj — CH - CHj—



0 Ni0



coo



COÖ



,0



0



Ni



A y n ı k o ş u lla rd a p o llvln llp lrld ln k lo rh ld ra t, bir p o lik a ty o n verir:



»CHj - C H - CH| - CH - CH,-»



N



N



Cl



Cl



©



©



İy o n la ş m a , h a r iki d u r u m d a d a akaıks ız g a rç a k la ş ir v a b u a la y d iğ e r k o ş u lla ­ rın ya n ı aıra Özellikle s e yre ltm e ye bağlıdır.



( < POÜİLIKTP0UT,) lya ne al p o lım e rle ş m e sıra sın d a g id e re k b ü y ü y e n zine ir, g e n e llik le u ç la r ın d a n b i­ rin d e te k b ir y ü k taşır, B d y le e e y ü k lü u ç lu b ir m a k ro m o le k ü l m e y d a n a gelir, M A K H O K A R A R a , Ikt. S e r a k g ru p la rın , g e r e k d e v le t etkin liklerinin s o n u c u o la n to p lu nıoellklerle ilgili iktisadı karar. M A K H O K A T Y O N a . (fr, m a o ro c a tıo n 1 d a n ), K im , Pozitif y ü k lü m a k ro m o le k ü l y a ­ pıM A K R Ô K I T U B a , B ö c b il, Ç lftkan atlıla rın tırtılsineğ lglller fa m ily a s ı b a ş ta o lm a k ü z e r e b a d e n d e n ç ık ış n o k ta s ı türle rin b ir­ b ir in d e n ayırt e d ilm e lin e o la n a k v a ra n u z u n v e s a ğ la m ip e k .



MAKROKİRİ a , (tr, macrochırla'darı). E l ­ lerin aşırı b ü y ü k lü ğ ü . M A K H O K O M U T a , B il«. B ir b ilg is a y a ­ ra s im g e s e l d ild e ve rile n v e ç e v irm e a n ın ­ d a , m a k in e d ilin d e b ir k o m u t dizisi y a d a te m e l k o m u tla r ü r e tm e y e y a ra y a n k o m u t.



lekül madde, çok sayıda makromolekülden oluşan bileşik. (Bk. ansikl. böl.) Mak­ romolekül malzeme, temel olarak makromoieküllerden oluşan ve çeşitli katkı ürün­ leri içeren malzeme. (Karma malzemeler, plastik maddeler, yapraksı malzemeler vb., makromolekül malzemelerdir,) —ANSİKL. Tarihçe. L. E. Weber, XX. yy.'ın başından İtibaren makromolekül yapıların doğal kauçuk İçin de mümkün olabilece­ ğini ilsrl sürmesine karşın, "makromolikül" kavramı, ancak 1022'de H. Staudlnger tarafından tanımlandı. Staudlnger' İn çalışmalarını sürdürdüğü donemde, kimyacıların genel eğilimi, hâlâ misel ku­ ramından yanaydı: bu kurama gOre, gü­ nümüzde makromolekül olarak adlandı­ rılan maddelerin yapısı, küçük boyutlu moleküllerin birleşmesi olarak açıklanıyor, bu birleşmelere miseller deniyordu Örneğin sabunlarda da bu türden yığışmalar sozkonusuydu; ama klasik polimerlerde (kauçuk, selüloz) küçük moleküller arasın­ daki ikincil bağların son derece kuvvetli olduğunu da kabul etmek gerekiyordu, Staudlnger, "küçük moleküller" ile "dev moleküller" arasındaki homolog bir dizi­ de, özelliklerin ve yapının sürekliliğini ka­ nıtlayarak düşüncesini kabul ettirmeyi ba­ şardı, Makromolekül kavramı, Fransa'da İlk kez, makromoleküller üzerinde geniş araştırmalar yapan Q Champetier (1005 ■1 0 8 0 ) tarafından kullanıldı. • Makromolekollerin yapısı Bir makromo lekülün, uzunluğu dışında, klasik organik bir molekülden yapısal hiçbir farklılığı yok­ tur, Bir makromolakülü meydana getiren atomlar, kendi aralarında genellikle ortak değerlikli, ama kimi kez de iyon ya da eşkenum bağıyla birbirlerine bağlanabilirler. Makramoleküllerden oluşan maddeler or­ ganik, anorganik olabildiği gibi organo mineral de olabilir. a) Doğrusal makromoleküller. Atom zincir­ lenmeleri istenilen bir doğrultuda gelişti­ rilir ve böylece. aşağıda görüldüğü gibi makromolekül bir zincir elde edilir:



a. (İr, macrocome' dan). Fala. BüYÛKlVRiN'In eşanlamlısı. —Siz, bil, Aralarında gizil bir bağ bulun­ mak koşuluyla, herhangi bir bütünden da­ h a büyük olan bir bütüne denir,



M A K R O K O ZM O S



M A K R O Ü T a . (tr, macmlidt'öen), O r g . k im , M a k ro h a lk a lı la k to n . (U n d e k a n o la k ta m , b ir m akrolittlr.)



CHJ



CH, CH j



polietilen CH j



/



CH,



\



CHCI



♦ m i k r o l i t l e r ç o ğ l, a E c z e . Ç eşitli s tr e p to m y c e s türle rin in k ü ltü r ü n d e n e ld e e d ile n antibiyotikler sınıfı. B u n la r d a g lu ko-



..................... ...



............



»bağlı lak'ı bulunur.



: s ıv ıs ın d a n b a ş k a çeşitli b ö lg e le r e ye rle ş m iş o la n G r a m p o zitif m ik ro p la r ü z e r in d e b a kte riyo a ta tlk etki gösterirler. Zeh irlilikle ri a zd ır. K u lla n ıla n b a ş lıc a m ak ro litle r: erltrom laln , lin k o m ls in , o le a n d o m is in , s p ira m is in , m id e k a m ls ln v e jo s a m ls in .)



M AKROMILİ a. (fr. macroméHe). Kol ve bacaklardan birinin ya da birkaçının aşırı derecede gelişip ucubeleşmesi. MAKROMER a. (fr. macromère). Emb­ riyo! Hayvanlarda embriyon gelişmesinin başlangıcında oluşan büyük boy blastomer. —Polim. Yüksek molar kütleli monomer. (Makromerler, uçlarından birinde genel­ likle çifte bağlı etkin bir grup taşıyan oligomerlerden oluşur. Bu özellik, makromerlerln eşmonomerler olarak (bir ya da birçok başka monomerts birlikte) kullanıl­ masını sağlar ve dolayısıyla makromole­ kül bir zincire belli boyutlarda aşı mole­ külleri katılır.) MAKROMOLEKÜL a. (fr. macromolé­ cule). Kim. 1. Binlerce, on binlerce, hatta yüz binlerce atom içerebilen dev molekül. (Bk. ansikl. böl.) —2. Makromolekül kim­ yası, makromoleküllerln bireşimini ve özel­ liklerini İnceleyen bilim dalı. ||Makromo-



/



CH ,



\



/



\



CHCI



poli (vlnilklorür) IPVC) CH ,



/



CH,



x



CH ,



ı /



CH,



_



\ ı / -



I



COO CH ,



I



COO CH ,



poll (metil metakrilat) (pleksiglas) Selüloz, ipeğin (ibroini, kükürtlenmemiş doğal kauçuk, bu tür moleküllerden mey­ dana gelir. Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi doğrusal makromoleküllerde yapısal or­ tak bir birleştirici bulunur



/ CH\



/ LH\ CH



/ CHv CH



X~



ve bu birleştirici, genellikle iskelet kavra­ mıyla belirtilir. Bu iskelete bağlanan atom (Cl) ya da atom gruplarına (CH3 ,COOCH3) yanal gruplar denir. Bu tür bir makromoleküle erimiş kükürt (yumuşak kükürt) gibi anorganik ürünlerle -



S— S V



» / s— s



s—s \



/



\



s— s



silikonlar ailesinden poli (dimetilsiloksan) gibi ayrıkatom içeren organik maddeler bağlanabilir:



makromolekül CH ,



CH,



CH,



I



I



O — S i— O — s i — .1



CH ,



-



I CH,



CH,



Kimi bileşikler, bir çifte zincir içermele­ rine karşın gene de bu gruba girerler. Eşkonum polimerlerinin durumu buna ör­ nektir:



Cu /



V



c=o



H,N



I



I



CH;



o=c



ch2



I



nh2



\o



\



/



Cu



/



\



c=o



H;N



m m



I CH;



CH,



O= c



NH;



\



/



Cu



Doğrusal makromoleküllere, Ipllksı ya da tekboyutlu makromoleküller denir. Bu­ nunla birlikte kimi zaman aşağıda görül­ düğü gibi çeşitli dallanmalar gözlenebilir:



~ C H j— C H ;— C H — C H ;— C H — C H ,~ ,



\



CH;



\ CH;



\ CH;



\_ Ancak dallanmaların çok sayıda olma­ sı durumunda, bu yapıyı doğrusal mak­ romoleküller kapsamında sınıflandırmak son derece zordur; çünkü bu tür bir ya­ pının biçimi, daha çok üçboyutlu bir ya­ pıyı andırır. b) Yapraksı makromoleküller. iklboyutlu olarak nitelenen bu tür yapılarda, atom zincirlenmeleri uzayda iki ayrı yönde ge­ lişir. Yapraksı yapının en klasik örneği, gra­ fittir; grafitte karbon atomları birbirine ko­ şut düzlemler halinde yer alır:



ikiboyutlu yapraksı makromoleküllere örnek olarak aynca kurşun oksit (PbO), molibden sülfür (MoS2) ve mika gibi sili­ katlar verilebilir. Öte yandan keratin gibi (yün, tırnak ve saçın bileşeni) lifsi protein­ ler, çok seyrek de olsa, kimi biçimlerinde İkiboyutlu bir yapı gösterirler.



c) Üçboyutlu makromoleküller. Üçboyut­ lu makromoleküllerin yapıları uzayda üç ayrı yönde gelişir. Bu grupta yer alan anorganik bileşikler, ortak değerlik bağ­ larıyla bağlanmış karbon atomlarından oluşan elmas, silis [(Si02)J ve çinko blend de denen çinko sülfürdür [(ZnS)J. Öte yandan Fenoplastlar, amlnoplastlar, gliseroftallk reçineler gibi pek çok orga­ nik bileşik, ikiboyutlu bir yapıya sahiptir. Bu değişik yapılar, yine de birbirinden tamamen bağımsız değildir; kimi tepkime­ lerle bir yapıdan diğerine geçilebilir. Nite­ kim doğal kauçuğun kükürtlenmesi sıra­ sında poliizopren zincirleri, kükürt atom­ ları üzerindert birbirlerine bağlanarak eri­ meyen ve çözünmeyen üçboyutlu bir bü­ tün oluşturur. • Makromoleküllerin oluşumu. Kimi mak­ romoleküller selüloz, proteinler, nüklelk asitler, poliizopren (doğal kauçuğun bile­ şeni) gibi doğal maddelerin bileşenidir. Ki­ mileriyse kimyasal işlemlerle birbirinden tamamen farklı iki ayrı yoldan elde edilir, —küçük moleküllerin birleştirilmesi so­ nunda meydana gelen monomerlerden tek parça halinde makromolekül bir zin­ cir oluşturma; bu tür zincirlenmelerin el­ de edilmesini sağlayan kimyasal İşlemler, pollmerleştlrme* ile çoğulyoğuşma*dır; —bir başka makromolekül elde etmek üzere bir makromolekülü değişikliğe uğ­ ratma; nitekim selüloz, çeşitli kimyasal İş­ lemlere (nitrolama, asetilleme, eterleştir­ me) uğratılarak sanayide çok büyük öne­ mi olan ürünler elde edilir. • Makromolekül madde. "Yüksek polimerler" ya da yalnızca polimerler ola­ rak adlandırılan makromülekül maddeler, üç ana gruba ayrılır: —doğal makromolekül maddeler organik ya da anorganik olabilir; organik makro­ molekül maddeler selüloz, doğal kauçuk, yün ve ipeğin proteinleri, nükleik asitler, kitin ve glikojen; anorganik makromolekül maddeler molibden ve çinko sülfürler, çe­ şitli silikatlar, alüminosllikatlar ve boratlar­ dır; —yapay makromolekül maddeler, doğal makromülekül maddelerin kimyasal deği­ şikliğe uğratılması sonunda elde edilirler; örneğin selüloz eterleri, esterleri ve doğal kauçuğun türevleri yapay makromolekül maddelerdir. —sentetik makromolekül maddeler, poll­ merleştlrme, çoğulyoğuşma ve diğer sen­ tetik polimerlerin kimyasal değişikliğe uğ­ ratılması sonunda elde edilen polimerlerdir. Bu maddelerin uygulama alanları ol­ dukça geniştir; özellikle plastik maddele­ rin, sentetik lif ve elastomerlerin, boya üre­ timinde değerlendirilen polimerlerin, ver­ niklerin, mürekkeplerin, kaplama malze­ melerinin, organik bağlayıcıların yapımın­ da kullanılırlar. Makromolekül bir madde, yapı ve uzun­ lukları bakımından tümü özdeş molekül­ lerden oluşan klasik organik maddelerin tersine, genellikle değişik büyüklükte mo­ leküllerden meydana gelir Ancak kimi do­ ğal makromoleküller (protein yuvarları) bu kuralın dışındadır. Uzunluklarında görülen bu ayrıklık, çoğulmoleküllülük, ayrık moleküllülük ya da doğrudan anglosakson adlandırmasından esinlenerek verilen ço­ ğul dağılımlılık terimleriyle ifade edilir. Tü­ mü aynı uzunlukta makromolekül içeren bir örneğe, homomolekül madde denir. Makromolekül maddelerin çoğulmoleküllülüğü, bu maddelerin çok önemli ayırtedici bir niteliğini oluşturur; çünkü birçok özelliğinin yanı sıra ayrıca çözücüler kar­ şısındaki davranışlarını da koşullar. Bir polimer örneğindeki makromoleküllerin uzunluklarının ve dolayısıyla kütlelerinin farklı olması yüzünden molar kütle, tek bir büyüklük olarak tanımlanamaz. Bu du­ rumda ortalama kütleleri ele almak gerek­ lidir. Bu amaçla bir polimer örneği, bölüm­ leme yöntemiyle, kütlesi aynı olan makromoleküllerden oluşmuş çeşitli bölümlere ayrılır ve bu bölümlerden her birine



(1,2,.../) gibi bir sıra numarası verilir. Her bölümün içerdiği makromoleküllerin sa­ yısı (n). temsil ettiği madde kütlesi (m) ve içerdiği makromolekûllerden her birinin kütlesi (M) olarak gösterildiğinde ortala_ 2/1; Mf ma kütle, sayısal olarak M „ = — — ; ZıHj ağırlık olarak _ _ . SırijM, Sn,M’ Mp ( o » M j - — — bağıntılarıyla çözümlenir. Ortalama kütle sayısal olarak geçişimölçüm, ağırlık olarak ışığın yayınımı yoluyla bulunur. Bir polimerin çoğulmoleküllülüğü ile ortalama molar kütlelerine ilişkin bil­ giler, dışlama kromatografisi (ya da pelte geçirimli kromatografi) yoluyla sağlanır. Bir polimerin çoğulmoleküllülüğü, ‘'ço­ ğulmoleküllülük İndisi" denen MJJMn ora­ nıyla gösterilir. Homomolekül bir madde için bu oran 1 , çoğulyoğuşma tepkimesi sonunda elde edilen bir madde için ilke olarak 2'dir. Bir örneği meydana getiren makromoleküller, kimyasal olarak özdeş olsalar bile, molar kütlelerinin yanı sıra ya­ pısal bir farklılık da gösterebilirler. Nitekim moleküllerinin tümü, kimyasal bakımdan (CH2)„ yapısına denk düşen bir polietilen örneği, genellikle farklı dallanma derece­ lerine (az ya da çok dallı) sahip makromoleküllerden oluşur. Makromolekül maddelerin özellikleri büyük ölçüde makromolekül zincirlerinin kendi aralarında düzenlenme ve bağlan­ ma biçimlerine bağlıdır. Zincirler arasın­ daki bağlar genellikle Van der Waals ya da hidrojen bağı türünden ikincil bağlar­ dır. Bununla birlikte zincirler arasında, ki­ mi zaman ortak değerlikli bağlar da bu­ lunabilir. Ancak bu durumda zincirler, bir çözücünün etkimesi ya da sıcaklığın yük­ seltilmesiyle koparılamaz. Bu tür bir mad­ deye, ağlaşık madde denir. Uygulamada bu tür maddeler, genellikle ısılsertleşir te­ rimiyle nitelenir; ısılsertleşir terimi, sıcaklı­ ğın yükselmesiyle maddenin yumuşama­ dığını, tam tersine zincirler arasındaki bağların sayısının artarak daha da pekiş­ tiğini belirtir. Makromoleküller, yalnız ikincil bağlarla birbirlerine bağlanmışsa, bu tür makromoleküllerden oluşan bir madde, sıcaklı­ ğın yükseltilmesi sonunda genellikle sıvı hale geçebilir. Böyle bir maddeye termoplastik (ısılyumuşar) madde denir. Ancak gene de belli istisnaları bilinmektedir. Ör­ neğin zincirleri, yalnızca hidrojen ya da Van der Waals bağlarıyla birbirlerine bağ­ lanan selüloz, erimeden bozunur ve hid­ roksil grupları bakımından zengin olma­ sına karşın suda çözünmez. Bir polimer örneğinde makromolekül­ ler, düzenli ya da düzensiz biçimde sıra­ lanabilir; düzenli biçimde sıralandığında (zincirler genellikle birbirine paraleldir) oluşan bölgeye “ kristal bölge", düzensiz biçimde sıralandığında “amorf bölge" de­ nir. Kristal ve amorf bölgelerin görece bü­ yüklüğü, polimerin kristallik derecesini be­ lirler. Makromoleküller üzerindeki kimyasal tepkimeler, moleküllerin uzunluğu ve zin­ cirlerin karşılıklı düzenlenişindeki ayrıklığa bağlı olarak çok özgül nitelikler taşır. Bir tepken, kristal bölgelere oranla, amorf bölgelere kuşkusuz çok daha kolay sızar (burada zincirler arasındaki yapışma gü­ cü zayıftır). Dolayısıyla bir tepkimenin so­ nuçları, büyük ölçüde makromolekül bir madedenln fiziksel durumuna, bu mad­ deye uygulanan mekanik ve fiziksel işlem­ lere bağlıdır. Tepkimeden sonra makromoleküllerden kimileri önemli ölçüde, ki­ mileri çok az değişirken, kimileri hiçbir de­ ğişikliğe uğramaz. Aynı zincir içinde kimi bölgeler tümüyle tepkimeye girerken, di­ ğerleri herhangi bir tepkimeye girmez. Bu tepkimelere topokimyasal tepkimeler de­ nir. —Genet. Canlı varlıklarda şu makromo­ leküller bulunur: monomerlerl nükleotitler



770 1



makromolekül olan ve dezoksiribonükleik asit (DNA) ile ribonükleik asidi (RNA) içeren nükleik asit­ ler; monomerleri aminoasitler olan ve polipeptit zincirlerinden oluşan proteinler; ve monomerleri ozlar olan polisakkaritler.



770 2



MAKRON, attikeli kırmızı figCıriO vazo ressamı (I.Û. V. yy. başları). Adı çömlekçi Hieron ile birlikte geçen Makron (“ Helene'nin öyküsü kupası” nda imzası bulun­ maktadır; eski Spinelli kol.), sert üslup dö­ neminin son yıllannda yer alır. Saydam giysiler altında özgürce hareket eden be­ denleriyle dansçılan, şölene katılan kişi­ leri ustalıklı bir biçimde betimledi. MAKRONİSOS m U m , türkç. Blberclk, Ege denizinin B-'sında, Atina’nın 45 km G.-D'sunda, Yunan anakarasından 4 km genişlikte bir boğazla ayrılan, dar ve uzun, küçük ada. MAKRONUKLEUS a (fr. macronudöus'dan). Kirpikli Protozoa'ların en büyük çekirdeği. (En küçük çekirdek mikronukleusla karşıtlaşır.) [Eşanl. TROFONUKLEUS.] MAKROPOT sıf. (fr. macropode'dan). Uzun ayaklan, uzun yüzgeçleri olan hay­ van için kullanılır. ♦ a. Makropot özellikler taşıyan hay­ bir mkropot türü van. Macropodus oçercutsıis ■ —Balıkç. Endonezya Malezya ve Çin'deki tatlısularda yaşayan Macropodus cinsin­ den kemiklibalıkların ortak adı. (Cennetbalığıgiller familyası; boyu yaklş. 1 0 cm.) (Bk. ansikl. böl.] —ANSİKL. Cennetbalığı genel adıyla da bilinen makropotlar akvaryum balıklarıdır. Bütün sifonlular takımı üyeleri gibi, solun­ gaçlarının üstünde hava depolamak ve üreme döneminde hava kabarcığından (erkek, mukusia kaplı bu kabarcığın altı­ na dişinin döllenmiş yumurtaları yapıştır­ masından sonra, bunların çevresini İkin­ ci bir kabarcık tabakasıyla kuşatarak yu­ murtalar çatlayıncaya kadar onları korur) bir yuva yapabilmek için bölmeleri vardır. Makropotlar etçildir: omurgasızlar ve ba­ lıklarla beslenirler. Akraba oldukları kavgacıbalıklar gibi, yanlanna çok yaklaşıldı­ ğında kendilerini savunmak İçin çılgınca dövüşürler. MAKROPROTAL a. (fr macroprothalle). Bot. Bazı türlerde (selaginella, sikalar, vb) yalnızca dişi hücreleri (gametler) taşıyan protal (önçlm). [Makroprotallar, içinde anterozoitlerin oluştuğu mikroprotallardan, yani erkek protallardan daha büyük olur. Kapalıtohumlulann embriyon kesesi, kimi botanikçllerce makroprotal sayılır.] MAKROPSİ a. (fr. macropsie). Nöropslkol. Nesnelerin ve insanlann boyunu büyük gösteren metamorfopsi. MAKROPTER sıf. (fr. macroptöre; yun. makropterostari). Büyük kanatları ya da büyük yüzgeçleri olan hayvan İçin kullaJandarma genel komutanlığı'nda kullanılmakta olan genel maksat



nlllr MAKROPTİK sıf. (fr. macroptique). Be-



heiikopterl (AB-205)



8İn arama, yaşama alanının gözetilmesi, Genelkurmay genel sekreterliği



cinsel yaklaşma, sosyal davranış, vb gi­ bi çeşitli davranışlarda görme olayının önemli rol oynadığı hayvanlar için kulla­ nılır. (Karşt. MİKROPTİK.) MAKROSEFALİ a. (fr. macrocöphalie). Kafatası çevresinin anormal gelişmesi. (Beyin hacmi de onunla birlikte artabilir. Normal insanlarda ve zekâ geriliği olan­ larda görülür.) MAKROSFER a. (fr. macrosphère). Pdystomella gibi bazı deliklilerde, benzer görünüşlü, hem erkek hem dişi gametler üreten, büyük, ilk loca biçimi. MAKROSİSMİK sıf. (fr. macrosismique). Jeofiz. Bir makrodepreme ilişkin olan. MAKROSİT a. (fr. macrocyte). Hematol. Kalınlığının çapına oranı değişmeksizin çapı genişleyen ve bu bakımdan megalositlerden aynlan olgun alyuvar. MAKROSİTOZ a (fr. macrocytose). He­ matol. Alyuvarlarda hacmin 100 cm3'ün üstüne çıkması. (B1 2 vitamini azlığı ya da folik asit türevlerinin eksikliği halinde ve al­ kolizm durumunda görülür.) MAKROSKELİ a (fr. macroskéhe uzun bacaklı anlamına gelen yun. makroskeles’ten). Antropol. Bacaklan gövdelerine göre uzun olan kimselerin durumu. MAKROSKOP a. (fr. macroscope). Metalogr. Bir metal parçayı incelemeyi ve özelliklerinin (taneler, kalıntı lifleri, çatlak­ lar, gözenekler vb) fotoğrafını çekmeyi sağlayan zayıf büyütmeli (genellikle 2 0 'nln altında) optik aygıt. M AKRO SM AIİK sıf. (fr. macrosmatique). Besin arama, yaşama alanını gö­ zetme, cinsel yaklaşma, sosyal davranış, vb gibi çeşitli davranışlarında koklama duyusu önemli rol oynayan hayvanlar için kullanılır. (Karşt. MİKROSMATİK.) MAKROSOMİ a. (fr. macrosomıe’den). jiGANTİZM'in eşanlamlısı. MAKROSPOR a. (fr. macrospore). Bot. Çimlenince arkegonlan taşıyan dişi bir önçim veren iri spor. (Selaginella ve salvinia gibi bitkilerde makrospor bulunur. Tohum­ lu bitkilerde makrosporiarın homologları endospermanın ve embriyon kesesinin ana hücreleridir.) MAKROSPORANJ a. (fr. macrosporange). Bot. Makrospor (büyük spor) ve­ ren sporkesesi. (Açıktohumlularda evin ve kapalıtohumlularda yumurtacık, kimi botanikçilerce makrosporanj sayılır.) MAKROSTOMİ a. (fr. macrostomie). Biyol. Ağız yarığının bir ya da iki taraflı ola­ rak fazla gelişmesiyle belirgin biçim bo­ zukluğu. M AKROSTROktÛR a. (fr. macrostructure). - MAKROVAPI. MAKROTANIM a. Bilş Bir programda, aynı adı taşıyan makrokomutun her kul­ lanımında, makroçeviricinin yerleştirdiği komutlar dizisi modeli; yerleştirme, genel modelde bu kullanıma özgü parametre­ ler belirlendikten sonra yapılır. M A K R O Iİ a. (fr. macrotie). Patol. Kulakkepçesinln doğuştan çok büyük olma­ sı. MAKROTİP sıf. (fr. macrotype). Böcbil. Makrotip yumurtalar, çiftkanatlılann Calyptera öbeğinin hızlı gelişen bazı türlerinin az sayıda yumurtladıkları iri yumurtalar. (Karşt. MİKROTİP YUMURTALAR.) MAKROTOPLUMBİLİM a. Toplumu, onun iktisadi, siyasi ve kültürel ana yapılannı ve bu ana yapılann bağlı olduğu de­ ğişim dinamiklerini inceleyerek, bütünsel açıdan kavramaya çalışan toplumbilim. MAKROTROMBOSİT a. (fr. macro­ thrombocyte). Hematol. Büyük boyda normal trombosit. MAKROYAPI a. Temel kuruluşların bü­ tünü, bir şeyin (örgüt, toplum vb) ana hat­ ları.



—Metalürj. Bir metal ya da alaşımın, tam bir hazırlamadan sonra çıplak gözle ya da düşük büyütmeyle görünen yapısı. —Polim. Bir polimerin, kendisini meyda­ na getiren zincirlerin birleşmesi ve bu zin­ cirlerin karşılıklı düzenlenmesiyle ortaya çı­ kan ayırtedici özelliği. MAKROZAMYA a. Sikaslara çok ben­ zeyen hepyeşil avustralya ağacı. Çiçekleri bireşeyll ve yumurtamsı kozalak biçimin­ de topludur. (15 tür; bil. a. macrozamia; cycadaceae familyası.) MAKRO-ZOOM a. (tesc. edil. a.). Fotomakrograflde kullanılan değişken odaklı objektif. MAKRÛH sıf. (ar. (cartan makruh). Esk. 1. Yaralanmış —2. Bedeninde yara ve çı­ ban olan. MAKRUN sıf. (ar. makrun). Esk. 1. Ulaş­ mış, kavuşmuş: "Bendesin lutfuna edip makrun / Komaz elbette hatınn mahzun'' (Nedim, XVIII. yy.). —2. Yakın, bitişik, yö­ nelik: "Hiçbir hasla makrun olmadan yap­ tığım latife..." (E. E. Talu). —3. Maknın-ı hitam, sona yaklaşmış: "Makrûn-ı hitam o nur-ı seyyal" (A. H. Tarhan). || Makrun-ı müsaade izin almış, izinli. || Makrun-ı sıh­ hat, doğruluğa yakın. MAKRÛZ sıf. (ar. tarz'dan makrüz). Esk. ödünç olarak verilmiş emanet. M AKRYOHİANNİS (ioannis), yunanlı general ve yazar (Lldhorlkion 1797-Atina 1864). Bağımsızlık savaşına katıldı. Okur -yazar olmadığı halde, ileri yaşlarda yaz­ mayı öğrenerek, güçlükle okunabilen ve ancak 1907’de yayımlanan bir elyazması kitap bıraktı. Anılar niteliğindeki bu yapıt, bir yandan, mücadelelerinde siyasetçiler tarafından aldatılan birçok savaşçının (özellikle de Makryghlannis) uğradığı hak­ sızlıklar, bir yandan da Makryghiannis’in yetkin bir örneğini verdiği halk duyarlığı üzerine değerli bir belgedir. Güçlü ve im­ gelere dayanan anlatımı, partizanca tutu­ mu ve adalete tutkunluğuyla, 1930 kuşa­ ğının, özellikle de onda hellenizmln en de­ ğerli yanlarını gören Seferis'in öncülerin­ den biri oldu. Makryghiannis, R Zografos adlı naif bir ressamdan, kitabını resimle­ mek İçin bir "dizi" gravür yapmasını iste­ mişti. Bu dizi, bir bakıma, Yunanlılar’a öz­ gü ortak bilinçaltının aynasıdır. MAKSAT a. (ar. makşad). 1. İstenen şey, amaç, niyet, meram: Maksadım sizi üz­ mek değildi. Ne maksatla buraya geldi­ ğini kimse bilmiyor. Maksadını açıkça söy­ lemelisin. —2. Bir şeyden, bir şeydeki maksat (iyelikli, iyeliksiz), o şey ile kaste­ dilen, anlatılmak istenen: Bunu açıkla­ maktan maksat. Bu sOzden maksadım, bi­ raz olsun seni uyarmaktı. —3. Maksat gütmek, bir işi yaparken gizli bir amacı ol­ mak. ♦ be Yeter ki, sadece başka bir amaç olmaksızın: Maksat vakit geçsin. Maksat gOnüller hoş olsun. —Ask. Genel maksat aracı, çeşitli askeri hizmetlerde kullanılmak üzere imal edil■miş askeri araç. || Genel maksat helikop­ teri, çeşitli hizmetler (personel taşıma, ir­ tibat, gözetleme hasta ve yaralı taşıma) için imal edilmiş helikopter. ( 1 manga [ 1 0 kişi] asker taşıyabilir.) —1 da. huk. İdari işlemlerde (tasarruflar­ da), kamu yararı olarak ortaya çıkan amaç. (İdari işlemlerin yapılmasıodaki amaç, kamu hizmetinin yerine getirilme si, yani kamu yararıdır. Bu amaç dışında yapılan bir idari işlem, maksat öğesi açı­ sından hukuka aykın sayılır. Örneğin kişi­ sel bir amaca hizmet etmek için yapılan idari işlem hukuka aykırıdır ve iptal edil­ mesi gerekir.) MAKSATLI sıf. Belli bir maksadı olan, belli bir maksada yönelik; amaçlı, kasıtlı: Maksatlı sözlerle konuyu saptırmak. Mak­ satlı bir davranış. —Ruhbil. Maksatlı öğrenme bir şeyi öğ­ renmek isteyen kimsede gerçekleşen öğ-



\



RASTLANTISAL' Ö ğ ­



çük palmiye. (Gençken süs bitkisi olarak kullanılabilir. Bil. a. maximiliana.)



♦ be. Kasıtlı olarak, kötü niyetle: Ona karşı maksatlı davranıyorsun.



MAKSİMİN a. Mat. Oyunlar kuramında ve A ile B gibi iki oyuncu arasındaki bir düello için, her satırın A run bir taktiğine, her sütunun B nin bir taktiğine karşılık ol­ duğu bir tabloda A nın kazançları göste­ rildiğine göre, her satırın minimumlarının maksimumu.



re n m e s ü re c i. ren m e



(Karşt.



)



MAKSATSIZ sıt. Belli bir maksadı olma­ yan, amaçsız. ♦ be. Kasıtsız olarak, istemeyerek. MAKSEM ->



M AKSİM.



MAKSİ sıt. (fr. maxi, maximum en üst’ ten kısaltılarak). Boyu aşağı yukarı topuk­ lara kadar uzanan giysi İçin kullanılır: Mak­ si etek. Maksi palto. ♦ a. Mod. Maksi modası, yerini aldığı mini modasının tersine, özelliği uzun giy­ siler olan moda. MAKSİL



a . (fr. n in e ş a n la m lıs ı.



maxille).



Z o o l. ARTÇENE'



MAKSİLARYA a. Yerde yetişen, yalan­ cı soğanlı, düz ve meşin gibi sert ya da biraz etli yapraklı orkide. (Tek tek bulunan çiçekleri yalancı soğanların koltuğundan çıkar. Orta Amerika ve Brezilya kökenli olan bu bitkinin 1 0 0 0 kadar türü vardır. Bil. a. maxillaria; salepgiller familyası.) MAKSİLÜL a. (fr. maxillule). Böcbil. Bö­ cek kıskaçlarında ikinci çiftin (alt çiftin) iki parçasından her biri. (Maksilüllerln her bi­ rinde, kardo, subkardo ve stipes olmak üzere 3 eklem vardır; bunların son ikisiy­ se iki lop (gaiea ve lakinya) ve kabuklu hayvanlarda eklentilerdeki endopotidin görevini yüklenen bir artçene palpi taşır. Genellikle maksilüller en karmaşık ağız parçalarıdır.) MAKSİM ya da MAKSEM a. (ar. kısm' dan maksim). Esk. Bir şeyin bölümlere, kollara ayrıldığı yer. Mim. Bentlerde toplanan suyun künklerle kente getirilerek toplandığı, üstü ör­ tülü bir yapıdan meydana gelen su haz­ nesi. (Bk. ansikl. böl.) — A N S İK L . Mim. Eskiden sular çeşitli ke­ simlere dağıtılmak üzere lüleli havuzları ve tekneleri olan makslmlerde toplanırdı. Maksimlerin ilk kez Romalılar döneminde kullanıldığı sanılmaktadır. Sedus Julius Frontlnus De aquaeduc urbis Romae (Ro­ ma su kemerleri) adlı yapıtında, Ftoma' da 247 maksim olduğunu bildirir. İstan­ bul'un OsmanlIlar tarafından fethinden sonra yeni bentler, su kemerleri ve mak­ simler yapılmıştır. Bu yapı türünün en önemli örneklerinden biri Mimar Sinan’ın inşa ettiği Kırkçeşme maksimi'dlr. Suların her semte gerektiği ölçüde dağıtımı için bu maksimlerin içinde mermer havuz ve tekneler yapılmış, bunların kenarlarına yüzlerce pirinç lüle takılmıştır. Bu lülelerin açılıp kapanmasıyla ayarlanan suyun da­ ha alçaktaki teknelere akması ve oradan da semtlere dağıtılması sağlanmıştır. Ay­ rıca her semtte maslaklar ve savak haz­ neleri bulunuyordu. MAKSİMAL sıt. (fr. maximal; lat. maximus, çok büyük'ten). Ceb. En yüksek de­ recede olan şey için kullanılır. || Bir A hal­ kasının maksimat ideali. A nın, kendinden farklı maksimal ideallerinin kapsama ile sı­ ralanmış kümesinin maksimal elemanı, (p bir asal sayı olduğuna göre, Z içinde makslmal idealler p Z biçimindeki ideallerdir.) ||Sıralı bir (E, çeşit bakımından en zengin, en parlak ve en yaygın edebiyatla­ rından da biridir; çünkü Kerala, Hint birliği’ nin okur yazar oranı en yüksek devletidir Kerala'da malayalamın tarihsel başlan­ gıçları I.S. 825’te, kökeni karanlık kalan Kollam çağının başlangıcıyla örtüşür. An­ cak Kerala’nın, ülkenin Cera ülkesi olarak adlandırıldığı birinci binyıl’daki kültür ta­ rihini, eski tamul edebiyat metinlerinden bazı geleneklerden ve folklordan izlemek olanaklıdır. En eski yapıtın, tanrıça Kali' ye adanmış bir şarkı olan ve X. yy.’dan kal­ dığı anlaşılan Darukkavadham olduğu sa­ nılmaktadır. Malayalam edebiyatını baş­ latan yapıtsa, XII. ya da XIII. yy.’da yazı­ lan Ramacaritam’ûn. Travankor’da yaşa­ yan ve kuşaklan 1375’ten 1475’e kadar uzanan Niranamlı bir şairler ailesi, Kerala’ya kendi G/fa versiyonunu, ilk Mahabharata'sm ve Rama Panikkar'ın bir Ramayana'sını kazandırdı. Sanskritçe, edebiya­



Malaysia ve Endonezya’da konuşulur. tın gelişmesinde egemen bir rol oynadıy— A N S İK L . Ortaya çıktığı alan, Sumatra'nın sa da edebiyat, özellikle Kavya'nın bütün güney-doğu’sundaki kıyı bölgesiyle, Do­ retorik öğelerini Kerala edebiyatına sokan ğu yolu üstündeki zorunlu geçit sayılan manipravalam cümleyle (sanskritçe ve çevre adalar olduğu sanılan malayca bu­ malayalamı birleştiren üslup) gelişti. Bu radan tüm Malakka yarımadasına ve En­ türlü metinlerin en eskisinin kibar fahişedonezya takımadalarının kıyılanna yayıl­ lerin sanatı üzerine bir inceleme olan Vaidı. Bu yayılım, XV. yy.’dan başlayarak müsşika tantra olduğu sanılmaktadır. Düzyazı lümanlığın ve müslüman ticaretinin geliş­ ve dizeyi kanştıran uzunca mektuplar olan mesiyle ardından da İngiliz ve hollanda ilk campulan da aynı konu esinledi. XIII. ve XIV. yy.'larda sayısı artan ve yazıl­ sömürgeleştirme hareketiyle bağıntılıdır. Günümüzde malayca, endonezya* dilinin maları XVI. yy.'a kadar süren bu tür mek­ (bahasa indonesia) doğmasına yol açmış­ tuplarda, XIV. yy.'dan başlayarak özellikle tır. Bilinen en eski belgeler, VII. yy. sonun­ mitolojik temalardan esinlenildi. Yarattığı da sanşkritçeden türemiş bir abeceyle ya­ zengin ve dolaysız dili, genellikle gelenek­ zılmış ve Şrivicaya krallığı'na ilişkin mağa­ sel destanlar arasından seçtiği konuların ra yazıtlarıdır. Malaycanın evrimine ilişkin anlatım biçimini belirleyen derin bir iç ya­ öteki kaynaklar, arap abecesiyle yazılmış şamın buyruğuna veren Eluttaccan, XVI. müslüman yazıtları (XIV.-XV. yy.) ve özel­ yy.'ın en büyük klasik şairiydi. Daha ön­ likle de bölgede yolculuk eden Avrupalıceki bütün akımların en iyi yanlarını bir lar’ın yaptığı sözcük listeleridir. araya getiren kilippattu (papağanın şar­ kısı) türü, bu şairin bütün dramatik duy­ MALAYLAR, Malaysia, Endonezya, gu ve duyarlık yeteneğini göstermesini Güneydoğu Asya takımadaları ve Sunda sağladı. Danslı müzikli bir dram olan katadalannda yaşayan halkların tümü. Ma­ hakali ise, XVII. yy. ortasında ortaya çıktı. laylar, Asya’nın en eski topluluklanndan bi­ Ramanattam, otuz kadarı her zaman oy­ ridir. Atalarının Yünnan asıllı oldukları ve nanan 500 oyunluk bir repertuvarın ilk buradan başlayarak Güney Asya ve Hint oyunuydu. okyanusu adalarını (Madagaskar dahil) XII. yy.’da, Kautilya'nın Arthaşastra'sınm fethettikleri sanılmaktadır. Bugün sayıları bir yorumunda ortaya çıkan düzyazı, katyaklaşık yüz milyonu bulur. hakalinin Cakkiyarlar topluluğu tarafından Deutero-Malaylar'ın malay lehçeleri koyapılan bir halk uyarlaması olan kutiyatnuşmalanna ve genellikle sünni ya da şafii tam çevresinde ve özellikle soytarı (viduolmalarına karşın, ülkenin en eski işgalci­ saka) rolünün kazandığı önem dolayısıy­ leri olan Proto-Malaylar, dil bakımından la gelişti. XVI. yy.’da Portekizliler’in gelme­ salt malay lehçelerine bağlı kalmamış ve siyle geleneksel düzyazı, misyoner düzya­ Hindistan, İslam dünyası ya da Avrupa’ zının değerini yitirmiş bir dil biçimi olarak dan gelen etkilerden kaçınabilmişlerdir. kabul edilmesine rağmen, yeni bir atılım Malaylar’ın maddi kültürü, toplamacılık kazandı. ve avcılıktan çok balıkçılık (ırmak ve de­ Geleneksel şiiri XVIII. yy.'da Ramapuralı niz) ve hayvancılıkla (keçi, manda, köpek) Variyar (1703-1753), XIX. yy.'da Maharabirlikte yapılan tanma dayanır. Plantasyon ca Svati Tirunal (1813-1847) ve irayimman (kauçukağacı, tütün) ve orman (tahta, Tambi (1782-1856), XX. yy. başındaysa K. bambu, hinthurması ağacı) işletmesinin C. Keşava Pillai (1868-1914) temsil etti. Son gelişmesine rağmen tarımları, özellikle olarak, Venmani ailesinin her iki Nambuçeltikçiliğe dönüktür. Sepetçilik, çömlek­ diri’si de bir sonraki kuşağın sosyalist yaçilik, madenlerin işlenmesi ve özellikle do­ zarlannca çöküş simgesi olarak görülecek kumacılık, Malaylar dünyasının başlıca za­ erotik bir esinle, sanskrit şiirin olağanüs­ naat etkinlikleridir. Toplumsal yaşam, top­ tü ustalığını çağdaş döneme aktardılar. rakların mülkiyet rejimini olduğu kadar ya­ Asan (1873-1924), Vallatol (1879-1958) şama biçimini (değiş tokuşlar, nişanlıların ve hem eleştirmen hem de şair olan Vlur evlenmesi, çocukların evlenmesi, çokeş­ Parameşvaran'dan (1877-1949) oluşan lilik, vb.) ve siyasal iktidan da şeriata gö­ “ Büyük Üçlü", şiire daha büyük bir ro­ re düzenleyen klanlara (anasoylu, babamantizm esinleyerek, 1920-1930 yıllarını soylu ve ikiçizgili) ve sınıflara (soylular ve egemenliği altına aldı. G. Şankara Kurup sıradan insanlar) dayanır. (doğm. 1901), ervbüyük çağdaş şair ola­ rak kabul edilmektedir. ■ M A LA Y SİA , Güney-doğu Asya'da Roman, Candu Menon'un (1847-1899) devlet; 330 000 km2; 18 300 000 nüf. İndulekha (1889) adlı yapıtıyla başladı. Ta­ (1991). Başkenti Kuala Lumpur. Malay­ rihsel romanın babasıysa, C. V. Raman sia, Batı Malaysia ya da Malezya'yı ve Pillai’ydi (1858-1922). Günümüzde Beşir Doğu Malaysia’yı kapsar. (Borneo adası­ (doğm. 1910) ve Vroob denilen R C. Kutnın K.'inde, Sabah ve Saravak eyaletle­ tirsnan (doğm. 1915), müslüman lehçeye rinden oluşur.) Malezya, nüfusu ve zen­ ve Kerala İslam toplumuna önemli bir yer ginliğiyle Malaysia'nın en önemli bölümü­ verirlerken, R Kesava Dev (doğm. 1905), dür. Resmi dil malayca'dır. Şivaşankara Pillai Takali (doğm. 1914), S. COĞRAFYA K. Pottekkad (doğm. 1913), M. T. Vasuvedan Nair (doğm. 1933) ve daha birçokla­ • Doğal çevre Malaysia'nın iki bölümü, je­ rı, malayalam edebiyatı uluslararası bir oloji bakımından, Würm buzul devri son­ düzeye yükselttiler. rasında meydana gelen deniz ilerlemesi MALAYANİ sıf. (ar. mS-, IS- ve yacni'den sonucu su altında kalan (İsa’dan yaklaşık mâ-IS-yarni). Esk. Anlamsız, saçma: "Fu­ on bin yıl önce) ve bu iki bölge arasında zuli; boşboğaz, mâ-lâ-ya'ni ile uğraşır, sığ bir deniz oluşturan eski Sunda Toprahaddinden ve vazifesinden hâriç söz söy­ ğı'nın çevre kabartılarıdır. Sıradağları, leyen veya işe karışan adam manasına Himalaya-Alp sisteminin kıvnlma yayları­ arabca bir kelimedir..." (Süleyman Nazif). na bağlıdır. Asya musonunun etkisindeki iklim, ekvator iklimi özelliklerini taşır ve ya­ MALAVAPOLİNEZVA a (Tamlayan ola­ ğışların mevsimlere göre dağılımı bölge­ rak) 1. Kullanım alanı Tayvan’dan Yeni lerin coğrafi konumuna bağlıdır. Doğal bit­ -Zelanda’ya, Avustralya ile Yeni Gine’nin bir ki örtüsü, sık hepyeşil ormanlardır. Fakat, bölümü dışında, Madagaskar'dan Paskal­ bataklık ormanlarında, mangrovlarda ve ya adasına dek uzanan dil ailesi için kulla­ yüksek kesim ormanlannda bu bitki örtü­ nılır. —2. Maiaya-polinezya dilleri, malaya sü (başlıca özelliği, doğuya özgü kesta­ -polinezya dillerinin tümü. (Malaya-polinezne ağaçlan [castanopsis] ve sisli orman­ ya dilleri iki dala aynlır: Yeni Gine'nin batı­ ların [Nebelwald\ tipik görünümleridir) ye­ sında batı dalı ya da endonezya dili yakla­ rel değişiklikler gösterir. Ladang ya da tar­ şık 2 0 0 milyon kişinin konuştuğu 2 0 0 do­ la açma uygulamaları yüzünden asıl or­ layında dil içerir; doğu dalı ya Okyanusya man sürekli olarak gerilemekte ve yerini dili melanezya, mikronezya ve polinezya belukar denen ikincil ormana bırakmak­ dillerini içerir ve yaklaşık 1 milyon kişinin ko­ tadır. Tanm için elverişli topraklar daha çok nuştuğu 300 dolayında dili kapsar) inşaların yoğun olarak toplandıkları alüv­ yonlu ovalardır. MALAYCA a. Endonezya öbeğinden dil;



Malaysia Banggı



DO Ğ U MALAYSİYA



BATI MALAYSİYA



Kudara ç y " H fJ \p



7715



Cagayan Sulu



\ '



Tumpat



/ s »41-75 ; \ _



^ K o t a Bharu



Rana *



G e o rt



Kuala Trengganu



.



"J, Sandakan



BAN D A R SE R İ B EG A V A I



■ BRUNEf; LutongjP Ty



1



¡Chukaı



Kuantan y iü T a ra k a r



DENİZİ



MALAYSIA



KelaVıg^l P o ft Dıckson^O»



! '



lersıng



Melakı



r Dumaı



de m iryo lu



Pakanbaru



• Beşeri coğrafya. Malaysia, Common­ wealth üyesi on üç devletten oluşan bir federasyondur. Nüfus başlıca üç etnik topluluktan oluşur: Malaylar (% 50), Çinli­ ler (% 35), Hintliler ve PakistanlIlar (% 10); Malaylar'ın sayısal üstünlüğü, görüş­ meler yoluyla Singapur'dan ayrılmış ol­ malarından kaynaklanır. Malaylar'ın en önemli kolu, tümüyle müslüman olan ve kıyı bölgelerinde yaşayan DeuteroMalaylar grubudur. Fakat ülkeye daha eskiden göç etmiş olan, müslümanlaşmamış Ibanlar ve Dayaklar gibi etnik gruplar, doğu Malaysia'da çoğunluğu oluştururlar. Geleneksel kırsal yaşam tar­ zına hâlâ bağlı olan ve kentlerde azınlıkta kalan Malaylar, siyasal iktidarı ellerinde bulundurmaktadırlar. Ingiliz yönetimi sıra­ sında Güney Çin’den gelen ve bayındır­ lık işlerinde ve madenlerde gerekli işgü­ cünü sağlayan Çinliler, kentlerde çoğun­ luğu oluştururlar ve Malaylar'dan daha di­ namik, çağdaş eğitimde daha ileri olduk­ larından büyük bir iktisadi güce sahip tirler. Dini ve kültürel farklılık, Çinliler'in, buddhacı ülkelerdekinin tersine, yerli halk­ la kaynaşmalarını engellemiştir. Hintliler, çoğunlukla İngiliz yönetimi zamanında plantasyonlann işgücü ihtiyacını sağlayan güneyli Hintlileridir. Geleneklerini koru­ makla birlikte İngiliz kültüründen etkilenen bu unsur, kentlere doğru göç etmekte dir. • İktisadi sorunlar. Malaysia, Üçüncü Dün­ ya ülkelerinin üst bölümünde yer alır Ge­ lişmiş bölgelerle geri kalmış bölgeler, mo­ dern sektörle geleneksel sektör arasında­ ki uyumsuzlukların damgasını taşıyan iki yanlı bir ekonomik düzen içinde sorunlar, kontrol edilemeyen nüfus artışıyla (yılda %o 24,4), daha ağırlaşmıştır. Malaylar'la Çinliler arasındaki karşıtlık, rejimin Malay, olmayanlara toprak sahibi olmayı yasak-



tortuğu ve Siyam'da yerleşmiş olan Taylar. Malezya'ya İslamlık XIV. yy. başlannda girdi (Trengganu yazıtı, 1303). Cava kö­ kenli bir prensin 1403’te Malakka limanı­ nı yaptırması, ülke tarihinde yeni bir çağ açtı. Bu limanın ticari açıdan çok önemli bir rolü vardı. Malakka prensi 1419'da İs­ lamlığı kabul etti ve sultan unvanını taşı­ maya başladı. Malakka 1511'de Portekiz­ liler tarafından ele geçirildi. Portekizliler burada 130 yıl kaldılar. Rakipleri Hollan­ dalIlar birçok başarısız girişimden sonra 1641'de Ftortekizliler'i buradan attılar ve 1795’e kadar bölgenin efendileri oldular. O tarihte Batav Cumhuriyeti'nin Fransa’y­ la anlaşması Malakka limanının ve Güney -doğu Asya’daki öteki hodanda sömürge­ lerinin İngiliz güçleri tarafından işgaline yol açtı. Bu arada Doğu Hindistan Ingiliz şir­ keti, 1786’da Penang adasını ele geçirdi. Daha sonra 1800'de Province Wellesley denen bölgeyi kendine bağladı. XVII. ve XVIII. yy.'larda Hindistan ve Çin arasındaki ticaretin büyük bölümü asyalı tüccarlann elindeydi ve birçok küçük bağımsız Ma­ lakka sultanlığı kurulmuştu (Johor, Negri Sembilan, Selangor, Perak, Kedah, Pa­ hang, Trengganu, Kelantan). Yarımadayı Ingiltere'ye, adaları Hollan­ da'ya veren, ama Malakka'nın Hollandalılar'a geri verilmesini öngören 13 ağus­ tos 1814 tarihli Londra antlaşmaları uyannca Malakka’yı HollandalIlar 1818'de ye­ niden işgal ettiler. Arriâ ikinci Londra antlaşması'yfa (1824) da, İngiliz işgali altında­ ki Bengkulu’ya (Sumatra) karşılık Malakka'yı tekrar Ingiltere'ye bıraktılar. • Ingiliz Malezyası. 1819’da Raffles tara­ fından inşa edilen Singapur limanı, 1824' te Ingilizler tarafından ele geçirildi. 1826' da Singapur, Malakka, Penang ve küçük Dindings bölgesi birleştirilerek Boğazlar hükümeti (Straits Settlements) kurulda



Iaması yüzünden, gerginliklerin toplumsal alana taşmasına yol açmaktadır. Bağım­ sızlıktan sonra Malaysia, kalkınmasını, ön­ ce gelişkin bir sömürge ekonomisine da­ yandırarak sağlamaya çalıştı. Ingiliz kapi­ talizmi önemini korudu, ama Malaysia batı modelinden yavaş yavaş uzaklaşarak Sin­ gapur, Japonya, Güney Kore modellerini izlemeye başladı. Aktif nüfusun yarısına yakın bölümü hâlâ daha tarım sektörün­ de çalışmaktadır (tanm gaynsafi yurtiçi ha­ sılanın yaklaşık üçte birini, ama başta ka­ uçuk olmak üzere kereste, palmiye yağı, karabiber, ananas sayesinde ihracatın daha büyük bir bölümünü sağlar). Petrol (1990'da 29 Mt), ihracat değeri bakımın­ dan kalayı geride bırakmıştır. Dış ticaret bilançosu dengeli, hatta çoğu kez fazla­ lık verir durumdadır. Japonya, ABD ve hemen yakınındaki Singapur, Malaysla'nın dış ticaretinde başlıca pay sahibi ülkelerdir. Sanayileşme hâlâ yer üstü ve bazen de yeraltı ürünlerinin değerlendi­ rilmesine bağlı olduğundan, ithalatta ma­ mul maddeler ağırlıklı bir paya sahip ol­ mayı sürdürmektedir. TARİH • Başlangıçtan İngiliz egemenliğine. II. yy.'da Ptolemaios'un “Altın Khersonesos” adını verdiği (altın ve kalay bulunduğu için) Malaysia yarımadası, uzun süre Bengal körfezinden Tayland körfezine ve Çin denizi'ne giden tüccarlann kara geçidi ol­ du. Kıyı havzalannın her birinde küçük krallıklar kuruldu. En önemlileri (Tambralinga, Lankasuka, Kataha) Kra kıstağı ve Kedah üstünde toplanmıştı ve VIII. yy.’dan başlayarak Şrivicaya ada krallığının ege­ menliği altına girdi. Malaysia yarımadası­ nı XIII. ve XIV. yy.’larda iki deniz gücü et­ kisi altına aldı: Cava Macapâhit ImparaİETNAM



’İNLER



,BekpJtjs e lig i



Beikang A nşa (Dosttuk b a n k ık



'Ä-Tiong Sotong1,



£



Nanan C iao _ (Hippokampus re s ifle ri" y



Pula! ^Duyong



*



Haining C iao — (Soutti Luconia bankı)



\



vAnding



\



Z engm u A nşa



/ '•



Sam aranı



BRUNEty*J



* Baram/k^



.■



PAHANG



7k tasarısı



A nam bas adası in halinde d e m altı —afukiııA tıattr —



e



Tam belan ad.



f



o



*



«s hükümranlık sının'



IGAPUR



y ~ 0



tartışmalı sınır petrol



'm 200



doğal gaz 4 0 0 km



H İD ROK A RB ONLA R



Malaysia



pirinç ve besin tarımı



K o ta B h a ru



7716



D IŞ S A T IM



hevea, pirinç ve besin tarımı yağlı palmiye hindistan cevizi



B u tt e r w o r th



ananas çay tek, yabancıl ağaç doğal kauçuk



lam erón highlands



D IŞ A L IM BESİN-T/İİ



'K u an tan



sebze hayvan ,yemi



P o rr Kelang



B a n rP a h at



'MADENSEL ÜRÜNLER ERJİ SAĞLAYAN ÜRÜNLER



tomruk,



tanmsal







•KİMYASAL ÜRÜNLER kin yasal ürünler Ö P . $rgarlik > • • »organik



»andakan



biçilmiş ağaç



2







sabun ağaçt



LABUK



K il biberlik



(tarimsatÇ* * gelişme



T T tütün



palmiye yağı i



METAL [p a d a n g B esar ^ 3 ja to k TAYI j^ S a b a k K em asin



alümit



K o ta B h aru



motor



Tanahıyteraiv Kelantan ' .



çubuk, prolil. çelik &



Kuala tT r e n g g a n u \ D ungun V / P aka



ıpang



Tambur



feSEl HİNLER



fx e rte h



Tel^k Kalong tekstil makineler



B erh ala - - ' ^ “ (K e m a m an )



IS. Uerpbing



EKONOM İ



Gambt



Kuantan



metal



işleme



EASTERN , T İN B E LT



iM entekab



m akineleri



KUALA/LUMPUR



, ULAŞIM GEREÇLERİ



.Gemas



otomobil P o rt Dickson



Pelepah Kh



-TEKSTİL pamuklu dokuma sentetik dokuma



m



.



ÇEŞİTLİ ,J | İŞLENMİŞİ EŞYALAR



% • $ fe



kalay dem ir boksit antimon ılmemt



tt B B B



• •



ba.kır tungsten altın



denizde -*»“■»maden arama



9



kâğıt, mukavva ölçüm aletleri



uranyum



kalay ar. tes. dem ir sanayisi alüminyum ar. tes. antimon ar. tes. rutilin bireşimi



Joh 0 re^P*%J\A} B h a ru • •/ S İN G A P U R



Telok R am un ia



bölgesi



enerji sağlayan kaynaklar ” * T



j /



#



petrol — ■» petrol boruh/ttı doğal gaz j gaz boruha/fı arıtma merkezi i / doğal gazın sıvılaştırtması / S9 hidroelektrik kompleksi A . gazla çalışan termik santral



f 0



/



M L ^ fe SANAYİSİ



Jem aİL



Melaka yedek parça, aksesuvar



Sabah



|



tronik 'P a p a r



'



-TEKSTİL



S e a u fo rr M P ang i ÇE Ş J EŞYALAR



kimyáéai ürünle Tavau



. yol ya da otoyol sanayi merkezi genişlemekte oian liman



demiryolu tasarlanan yol ya da dem iryolu bağlantısı



Singapur, 1832'de başkent olarak Penang' m erini aldı, ingilizler ve Siyamlılar 1826’da ortaklaşa darak yanmadayı hâkimiyetleri al­ tına aldılar. Siyamlılar, Kedah, Kelantan ve Trengganu üstündeki hükümranlıklarını da korudular ingilizler 1867'de Boğazlar’ın yö­ netimini ele geçirdiler. Kalay ve kauçuk iş­ letmesini ele geçirmek için eyaletlere da­ ha fazla müdahale etmeye başladılar, in­ gilizler burada daha çok Çinli ve Hintliler’ den oluşan yabancı el emeğinden yararla­ nıyorlardı. Malezya'daki Çinliler'in sayısı, 1871'de 104 000'den 1941’de 2 379 000'e yükseldi (toplam nüfusun yüzde 43'ü). Aynı dönemde Hintliler ise 33 ÖOO’den 744 000’e yükseldiler (toplam nüfusun yüzde 13,5’i). 1896'da dört devlet (Negri Sembilan, Pa­ hang, Perak ve Selangor) Kuala Lumpur’ a bulunan bir İngiliz sömürge valisinin yö­ netimine verildi. Bunlar, İngiliz himayesin­ de bir federasyon oluşturuyorlardı (Fede­ rated Malay States). Kedah, Kelantan, Perlis, Trengganu (1909) ve Johor (1914) da­ ha gevşek bir yönetim altında federe olma­ yan Malay devletleri'ni oluşturdular Singapur'u ele geçirmek ve Malezya'nın doğal zenginliklerinden yararlanmak iste­ yen Japonlar, 8 aralık 1941'de bölgeye çı­ karma yaptılar, ingilizler'in hava gücü bir­ kaç saat içinde yok edildi. Deniz kuvvetle­ ri de 10 aralık'ta 2 zırhlısını (Prince ol Wa­ les ve Repulse) kaybetti. Hava desteğinden yoksun kalan ve cengel savaşına pek alış­ kın olmayan ingilizler, geri çekilmek zorun­ da kaldılar. Japonlar 28 ocak 1942'de ya­ rımadanın tamamını ele geçirdiler. 15 şubat'ta Singapur teslim oldu, ingilizler Ma­ lezya'yı ancak 1945 eylülünde yeniden ele geçirebildiler. Bu arada büyük ölçüde Çinlller’in oluşturduğu ve gizli komünist parti­ sinin denetiminde bulunan bir direniş ha­ reketi de ortaya çıktı. 1946'da ingilizler tarafından kurulan ve sultanların gücünü ve Malaylar'ın ayrıcalık­ larını sınırlayan Malezya birliği (Malayan Union), Malaylar'ın muhalefetiyle karşılaştı ve bunlar da UMNO'yu (United Malays National Organization) kurdular. Bu birlik 1948’de lağvedildi ve yeni bir federasyon kuruldu. Federasyonun amacı, Malaylar'ın aklarını korumak, Çlnliler’e ve Hintlller'e va­ tandaşlık haklan kazandırmak ve Singapur' un özel bir statüye kavuşmasını sağlamaktı. Birkaç ay sonra Malezya Komünist partisi, bir genel ayaklanma başlattı. Haziran ayın­ da, 1960 yılına kadar sürecek olan olağan­ üstü durum ilan edildi. İngiliz ordusu ve MalezyalI yardımcılarının ayaklanmayı bastırabilmeleri için yıllar gerekecekti. Tan Cheng Lonck’un MCA’sıyla (Malayan Chi­ nese Association) birleşen Tunku Abdur­ rahman yönetimindeki UMNO, 1955 seçim­ lerini kazandı. 31 ağustos 1957’de bağım­ sızlık İlan edildi ve Malaylar ile İslamlığa ayrı­ calıklar tanıyan bir anayasa yürürlüğe girdi. • Bağımsızlıktan Malaysia'nın oluşumuna kadar, iktisatta Çinliler etkili bir rol oynamak­ taydılar ama ipler yabancı şirketlerin elin­ deydi. Çinli nüfusun büyük bölümü kent­ lerde ve tarım işletmelerinde yaşıyor; ger­ çekte Malaylar’a ayrılmış olan ve Bumipııtra denen (sözcük anlamı “toprak çocuğu”) topraklarda çalışıyorlardı. Çin halkının siya­ sal hakları da kısıtlıydı. Resmi dil malayca, devlet dini İslamlıktı. Başbakan ve Devlet bakanı da malaydı. Önemli devlet görev­ lerine de hep Malaylar geliyordu. Ordu ve üniversite onların elindeydi. Hintlilerin du­ rumu da Çinliler’inkinden farksızdı. Siyasal yaşam MCA ve MİC (Malayan indian Congress) ittifakı içinde UMNÖ tara­ fından yönlendiriliyordu. İttifak 1959 seçim­ lerinde 104 sandalyeden 74'ünü kazandı. Bundan sonraki üç yıl Büyük Malezya Fe­ derasyonu ya da Malaysia'yı oluşturma çabalanyla geçti. 1959’da Singapur hükümet başkanı Lee Kuan Yew'in sağ kolu Goh Keng Svı/ee, bir sömürgeler ve eski İngiliz sömürgeleri (Malezya, Singapur, Brunei, Saravak ve Kuzey Borneo) ortak pazarı oluşturulmasını önerdi. Hassas etnik den­ gelere dayalı federal bir devlette, Singa­ pur’un ezici çinli çoğunluğu yerlilerle den­ gelendiğinden, Borneo topraklannın da ka­ tılması gerekliydi. 1961 ağustos’unda bir il­ ke anlaşması yapıldı ve eylül 1962’de Sin-



gapurlular’ın yüzde 71’i birieşmeden yana oy kullandılar Aynntılar temmuz 1963'te ta­ mamlandı. Bu sırada Brunei çekilme ka­ ran aldı. 16 eylül 1963'te Malaysia resmen kuruldu. Londra ve Kuala Lumpur, Manila ve özellikle de Cakarta’nın düşmanlıkiannı yenemediler Fıllpinler, Sabah adını alan Kuzey Borneo üstünde hükümranlık iddialannda bulunmaya başladı. Endonezya' da Sukarno Batı yanlısı olduğunu düşün­ düğü bu oluşumu kabul etmedi. 1963 yılı başında Dışişleri bakanı Subandrio, “ Konfrontasi" (karşı çıkma) ilan etti. Malaysia: nın doğuşu, ateşle barutu yan yana getir­ mişti. Endonezya Saravak sınınnda askeri harekâta ve gerilla eylemlerine girişti (1963). Bu harekâtını daha sonra Malaysia yanmadasına sıçrattı (1964). 1965 ocağın­ da Endonezya Malaysia’nın Güvenlik konseyi’ne seçilmesinden sonra Birleşmiş milletler'den çekildi. Sukamo’nun düşmesiy­ le "savaş” da son buldu. Resmi antlaşma­ lar 11 ağustos 1966’da imzalandı. Bu arada, Singapur'la birleşme ada yö­ neticisi Lee Kuan Yew ve federal hükümet arasındaki çatışmalara direnemedi. Ekono­ mik alanda sanayileşmesini tamamlamış ve ürünlerine pazar arayan Singapur'un ser­ best mübadeleciliği, gelişmekte olan bir sa­ nayiyi korumak isteyen Kuala Uımpur'la karşıtlaştı. Hükümet, başka bir federal dev­ let statüsü içindeymiş gibi görülmeyi red­ deden adanın özerkliğini kaldırmak istedi. Siyasal alandaki sorunlar daha ağırdı. 1964 seçimlerinde ittifak’ın Singapur'a yerleşme girişimi sonuçsuz kaldı. Ota yandan Lee Kuan Yerw'in PAP’ı (Pöeple's Action Party) da, yanmadada tek bir sandalye kazana­ bildi. ittifak 89 sandalye kazandı. Lee Ku­ an Yfew, bir "Malezya Maiaysiası" yani Ma­ laylar ile malay olmayanların eşitliğini kabul eden bir Malaysia öngördü ve Malaysialı aşınlann tepkisiyle karşılaştı. 1965 ağusto­ sunda Abdurrahman vs Lee Kuan Yew, uz­ laşarak aynlmaya karar verdiler ve Singa­ pur 9 ağustos'ta bağımsızlığını ilan etti. • 1969 ırkçı ayaklanmaları. Singapur’un aynlması, yerel hükümet başkanlıklanna Ku­ ala Lumpur’a yakın kişilerin getirildiği Do­ ğu Malezya’da olaylara yol açtı. Malaycanın tek resmi dil olarak ilan edilmesi (1967) vb bir çin üniversitesinin kurulması redde­ dilince yeniden etnik kökenli bir gerilim baş gösterdi. Bu gerilim mayıs 1969 seçimleriy le doruk noktasına vardı. Hükümet meclis­ te üçte iki çoğunluğu ve Penang eyaletinin denetimini yitirdi. En kalabalık iki eyalet (Se­ langor ve Perak) meclisteki sandalyelerin yansını elde eden muhalefetin eline az kal­ sın geçecekti. Malaysialı olmayan üç mu­ halefet partisi-Singapur PAP'ından kaynak­ lanan Democratic Action Party (DAP), Poeple's Progressive Party (PPP) ve Gerakande, İslamcı Pan-Malaysian Islamic Party (PMİP) de, oylannı ve sandalye sayısını ar­ tırdı. İttifak ise, 89 sandalye yerine ancak 66 sandalye elde edebildi. Muhalefetin Ku­ ala Lumpur’daki zafer gösterisi birçok kişi­ nin ölümüne yol açan bir kıyımla sonuçlan­ dı. Olağanüstü durum ilan edildi. Seçmen­ lerin güvenini yitiren MCA, hükümetten ge­ çici olarak çekildi. Abdurrahman, iktidarı, yardımcılıklannı doktor İsmail ile Ulusal ha­ reket konseyi'nin (National Operations Co­ uncil [NOC]) yaptığı Abdürrezak'a bıraktı. Abdürrezak, ülkeyi şubat 1971'de Parla­ mento toplanıncaya kadar yönetti. Tann'ya inanmaya, kurumlara ve ahlaki bağlılığa dayalı yeni bir ideoloji ("Rukunegara") uygulamaya kondu. Ulusal ekono­ mide Malaylar'ın ağıriıklannı artıran bir ye­ ni ekonomik siyaset (NEP) başlatıldı. Ana­ yasa değiştirildi ve Malaylar’ın bütün özel haklan geri verildi. Eylül 1970'te; Abdürrezzak hükümetin başına geçerek resmen Abdurrahman'ın yerini aldı. 1969 mayıs olaylarıyla Malaysia gizli komünist partisi­ nin etkisi arttı. Ama kısa sürede başgösteren iç anlaşmazlıklar, kanlı hesaplaşmala­ ra ve harekBtin bölünmesine yol açtı. 1970, dış siyasette Malaysia’nın öteki Asean ül­ keleriyle (kuruluşu 1967) ilişkilerinin güçlen­ diği yıl oldu ve beşler (Malaysia, Singapur



Birleşik Krallık, Avustralya, Yeni-Zeianda) 1 savunma anlaşması imzalandı. Bu anlaş­ ma bölgedeki İngiliz askeri gücünün yeri­ ne geçme amacını güdüyordu. • Parlamenter rejime dönüş. UMNO (1974 seçimlerinde Barisan National [Ulusal Cep­ he] adını alacaktır) tarafından yönetilen ko­ alisyonun otoritesi yerleştikten sonra Parla­ mento toplandı (şubat 1971). 1973 ocağın­ da PMİR koalisyon hükümetine katıldı ve beş yıl süreyle koalisyonda kaldı. Öteki par­ tilerin çoğu da aynı biçimde davrandı. Bu uzlaşma siyaseti Abdürrezzak'a daha açık bir dış siyaset izleme olanağı sağladı. Ko­ münist militanlar 1975'te kırk askeri öldür­ düler ve Kuala Lumpur’daki Ulusal anıtı ha­ vaya uçurdular Hükümet baskı uygulama­ ya başladı. Abdürrezzak 1975’te Sabah Hükümet başkanı aşın özerklik yanlısı Mus­ tafa’nın devrilmesini, 1976'da da Selangor Hükümet başkanı Harun idris'in tutuklan­ masını sağladı. Ne var ki Abdürrezzak da 1976 ocağında Londra'da ansızın öldü. Ye­ rine yardımcısı Hüseyin bin Onn geçti. III. beş yıllık plan 1976'da yürürlüğe girdi. 1977 sonunda Kelantan’da siyasi bir bunalım baş gösterdi. Bunalım, PMİP'nin kolasiyondan aynlmasıyla doruğa ulaştı. Temmuz 1978 seçimlerinde PMİR Keiarttan’ın dene­ timini yitirdi ve Cephe 154 üzerinden 131 sandalye elde etti. Eğitim bakanı Musa Hitam'ın bir çin üniversitesi açılmasını kabul etmesiyle; hükümetle çin topluluğu arasın­ da bir çatışma baş gösterdi. 1979'da Viet­ nam'ın birleşmesinden sonra deniz yoluy­ la ülteye sığınan on binlerce mülteci, içte­ ki gerilimi daha da artırdı. Kenti, toprakla­ rında oturanlan kovmak ve Asean ülkeleri­ nin “dengesini bozmak'la itham edilen Vi­ etnam'la ilişkiler de gerginleşti. 1980’de Malaysia’da Kuantan’da Endonezya Başka­ nı Suharto’yla yapılan bir görüşmeden son­ ra “ Kuarıtan ilkeleri" ilan edildi. Bu ilkelere göre, Sovyetler ve Çinliler çinhindi sorunlanna karışmayacaklardı. Temmuz 1981'de rahatsızlanan Hüseyin bin Onn, yerini Mehatir bin Muhammet'e bıraktı. Mehatir bin Muhammet 22 nisan 1982 seçimlerini, muhalefete, 154 sandal­ yeden yalnızca 14'ünü bırakarak kazandı. Anayasa'da yapılacak bir değişiklikle ye­ di sultanın yetkilerinin sınıriandınlması, bu­ na karşılık Başbakanın yetkilerinin genişle­ tilmesi için girişimler başlatıldı. Eski başba­ kanlardan Tunku Abdurrahman, bunu cum­ huriyetçi bir girişim olarak değerlendirdi ve siyasi huzurun bozuiabileceğini ileri sürdü. UMNO’nun anayasa değişikliği için girişti­ ği propaganda kampanyası başanlı dama­ dı: anayasa değiştirilemedi. Komünist ge­ rillalara karsı Tavland'la işbirliğine gidildi (şubat 1985). Ağustos 1986 da yapılan erken seçimlerde Ulusal cephe genişleti­ len Meclis’teki 177 milletvekilliğinden 148’ini kazandı. 1987 de, Malaylar'la Çin­ li azınlık arasında gerginlik arttı. Maocu komünistler silahlı mücadeleye son ver­ diler. Ortak bir Malaysia kültürü ve birleş­ miş bir toplum yaratmak için çaba har­ canması öngörüldü. 1990 da yapılan ge­ nel seçimlerde 11 partinin birleşmesiyle oluşan Milliyetçi cephe, 180 üyeli parla­ mentoda 127 sandalye kazandı. 1981'den beri iktidarda olan Mahathir Muhammed gene başbakan oldu.



EDEBİYAT • Klasik dönem. Elimizde bulunan malayca yazılmış ilk metinler, VII. yy. sonundan kalma yazıtlardır. Bununla birlikte, XV. yy.'a doğru arap harflerinin Güney-doğu Asya takımadalarına girmesinden önce, bu dil­ de hiçbir edebiyata rastlanmaz. Arap harf­ lerinin kullanılmasından sonraysa, o zama­ na kadar halkın belleğinde yer eden tüm hikâyeler yazıya dökülürken, arap ya da İran kökenli yapıtlar da malaycaya aktarıldı. Elyazmaları yüzyıllar boyunca, iklimden olduğu gibi sasâşlar ve felaketlerden de za­ rar gördü; öyle ki metinlerin çoğu elimize, eski özgün metinlerin geçen yüzyıldan kal­ ma elyazmaları aracılığıyla ulaştı. Yayımla-



nan ilk yapıtlar, özellikle İngiliz ya da hollandali bilginlerin çabalan sayesinde, an­ cak XIX. yy. sonundan başlayarak basılabildi. Bazı ünlü metinler birçok elyazması içine dağıldığından, bu edebiyatın tümü­ nü ortaya çıkarmak için fiiologlann daha ya­ pacak çok işleri vardır. Metinlerde genel­ likle ne imza, ne de tarih vardır ve malayca edebiyatın bir kronolojisini düzenlemek son derece güçtür Bir haik edebiyatı (pantun, masallar ve meseller meslekten anlatıcılann naklettik­ leri destanlar) yanında, düzyazıda hikâyat" ve şiirde siyer* biçiminde bir saray edebi­ yatı gelişti. Yapıtlann çoğu, bir yandan hirıt (örneğin Ram ayana‘ Hikâyet-i Seri Rama adıyla aktanimıştır), öte yandan müslüman (Hikâyet-i İskender-i Zülkarneyn; Muham­ met’in amcasının kahramanlıklannı anlatan Hikâyet-i Emir Hamza,■ünlü bir öyküler der­ lemesi olan Kelile ve Dimne, vb), yabancı kaynaklardan yapılan uyarlamalardı. Aynı zamanda, birçok da özgün yapıt yaratıldı: örneğin Hikâyet-i Hang Tuah ya da Siyer Bidasari. Düzyazı olarak yazılan birincisi, Malakka sultanının gözdesi olan ve serüvenler ardında Çin'e ve İstanbul'a kadar giden yan efsanevi malay kahraman Hang Tuah’ın (Bahtiyar) başanlarını sergi­ ler İkincisiyse manzum olarak, ana-babası tarafından bir ırmak kıyısına bırakılan ve kraliçe olduktan sonra ağabeyi tarafından bulunan bir prensesin serüvenini anlatır. Tarihsel nitelikteki yapıtların seçkin bir yeri vardı. Gerçekten de malay sultanlıklannın çoğu, kendi tarihçelerini, hanedanlarını ef­ saneleşmiş hükümdariann (özellikle Büyük İskender) soyuna bağlamak amacıyla, ya­ zıyorlardı. Secara-i Meiayu (Malay tarihi ya da Malakka kroniği) bu türün en seçkin ör­ neğidir islamla ilgili yapıtlann sayısı da çok­ tu. Kılavuz inceleme ve şerhlerin çoğu, Or­ tadoğu metinlerinden uyarlamalar olmak­ la birlikte takımadada, özellikle 1600’e doğ­ ru Aceh sultanlığı’nda (Sumatra'nın kuze­ yi), önemli özgün yapıtlar da ortaya çıktı: Hamza Fansuri, büyük bir şiir yoğunluğu taşıyan gizemli siyerler yazdı; yirmi otuz yıl sonra Nurettin er-Raniri, biraz da öfkeli bir biçimde; hak yoluna bir dönüşü savundu. Bu yazann aynca, çağının bilgilerinin bir tür özeti olan Bustan üs-Selatin (Sultanların bostanı) adlı bir yapıtı vardır Sömürgeciliğin ortaya çıkması ve sultanlıklann güçten düşme ya da ortadan kalk­ malarıyla birlikte, bilgi ve kültürün yayılma­ sına büyük bir katkıda bulunan basının da gelişmesiyle, klasik malay edebiyatı yavaş yavaş sönerken, 1900 dolaylannda çağdaş malay ve endonezya edebiyatları doğdu. • Çağdaş dönem. Klasik malay edebiyatı, tüm Malaysia dünyasının ortak edebiyatıy­ dı. Sömürgecilik, ardından iki yeni ulusun ortaya çıkması, XX. yy. başına doğru aynı düde iki ayn edebiyatın doğmasına yol açtı. Bu edebiyatlar birbirinden bağımsız olarak gelişirlerken, farklı etkiler altında kalan dil­ lerde de (malayca ve endonezya dili) farklı­ laşmalar görüldü Ancak malay ve endo­ nezya edebiyatlarını en çok ayıran şey, ede­ biyat yapıtlannın toplumbilimsel bağlamıydı. XIX. yy. başından başlayarak kâtip ve mütercim Abdullah bin Abdülkadir (1796 -1854), aynı zamanda klasik yapıtlann hay­ ranı ve hatta yayımcısı da olmasına rağ­ men, gerçekçi ve kişisel bir edebiyata ön­ cülük etti. Yazdığı özyaşamöyküsü (Hikâyat -i Abdullan) ve Kelantan'la Mekke’ye yaptı­ ğı yolculuklann hikâyesi, yeni bir anlayışın habercileriydi. Basın, basım, eğitim ve ulus­ çuluğun ortak gelişmesi, Endonezya’da da olduğu gibi, batılı örneklerden esinlenen çağdaş bir edebiyatın doğmasına yol aç­ tı. Ortadoğu'nun etkisi Malayca'da, özellikle Seyyit Şeyh bin Ahmet el-Hac'ın (1867 1934) yapıtlarında daha belirgindi. Japon işgali dönemi (1942-1945), ulusçuluğu kö­ rükleyerek, gerçekten malaysialı olmak is­ teyen bir edebiyatın ortaya çıkmasını kolay­ laştırdı. Singapur'da "1950’li yazarlar kuşa­ ğı" (Esas 50) adlı bir topluluk kuruldu. Ku­ ala Lumpur ancak 1957'de kazanılan ba­ ğımsızlıktan sonra düşünsel yaşamın mer­ kezi durumuna gelebildi. Bir Dil ve edebi­



Malaysia yat enstitüsû'nün (Divan Bahasa dan Pustaka) kurulması, burada edebiyatın geliş­ mesine yardımcı oldu. En ünlü romancı­ lar (Şahnun Ahmet, doğm. 1933; A. Samet Sait, doğm. 1935), ülkelerinin toplumunu gerçekçilikle betimlediler. Malayca edebiyat kadar çelişmemek­ le birlikte, İngiliz Çin ve Tamul dillerindeki bir basın ve küçük bir yayın sayesinde İn­ gilizce çince ve tamul dilinde edebiyat­ lar da gelişmeye başladı.



7718



SANAT VE ARKEOLOJİ Malaysia sanatı (yerfî kabilelerin dışın­ da), ülkenin zorunlu bir geçiş ve buluşma yeri olması dolayısıyla sürekli çeşitli etki­ ler altında kalmıştır. Tarihöncesi dönem içinde Taş devri, Güney dışında her böl­ gede iyi temsil edilir: Yontmataş (Kota Tampan'daki düzeltilmiş çakıltaşları [Tampan kültürü]); Kuzey Vietnam'daki Hoa Binh kültürüne bağlanan Ortataş (mağara ve kaya sığınakları; Kuzey ve Orta bölgeler); iyi perdahlanmış taş aletlerin ve Ban Khao'dakileri (Tayland) andıran çanak çömlek­ lerin (örneğin üçayakiı kaplar) görüldüğü Yenitaş (kaya sığınaklannda mezarlar: Perlis, Kâintan) dönemleri. Oldukça geç bir



V a u tie r-d e N a n x e



ia’da sanat George Town'daki On bin buddha



tarihte başlayan bronz çağı daha çok Döng Son* sanatını anımsatır (bronz kas­ naklar). Demir çağı sanatı, aynı dönem­ deki Endonezya sanatıyla (Perak) benzer­ lik gösterir; bu dönemde ayrıca ilk hint et­ kileri de görülmeye başlanır (Wellesley, Kedah); buna karşılık ülkede ender rast­ lanan megalitlerin (Pengkalan Kempas), kaya resim ve oymalarının (ipoh) kesin ta­ rihi bilinmemektedir. Tarih döneminden kalan yapıtların sayısı ise oldukça azdır. Büyük bir olasılıkla, hiçbir buddha tasviri (Güney Hindistan etkisi) Vl.-VII. yy.’dan ön­ ceye tarihlendirilemez; Şrivicaya'daki En­ donezya egemenliğine (yaklş. VIII.-XIII. yy.), ancak birkaç büyük tapınak (Candi Bukit Batu Pahat), ender rastlanan bronz eşyalar (özellikle mahayana üslubunda: Bidor Avalokiteşvara'sı, Perak müzesi) ve adak levhaları tanıklık eder. XIV. yy. Cava Macapahit krallığı döneminden çok az ya­ pıt kalmıştır; buna karşılık, canlı bir tica­ retin varlığını kanıtlayan eşyalar vardır (Çin ve Tayland seramikleri, İslam cam eşya­ ları). İslamiyet döneminden kalma en es­ ki kalıntıların, XIV. yy.'a tarihlendirilen bir



rum ve ermeni birlikleri dışında üöretli slav, got, frank, gürcü, uz, peçenek, kıpçak as­ kerlerinden oluşan bizans ordusu, Kızılır­ mak vadisini izleyerek Sivas'a ulaştı. Bu­ rada bölge Rumlan'nın büyük servinç gös­ terileriyle karşılanan imparator, halkın er­ meni taşkınlık ve barbariığından olan ya­ kınmaları üzerine kentin ermeni mahalle­ lerini yıktırdı; pek çok ermeniyi öldürtüp önderierini de Sivas’tan sürdü. Daha son­ ra yoluna devam ederek Erzurum'a gel­ di. Öncü birliklerini Malazgirt'e yollarken, kendisi de ana kuvvetlerle harekete geç­ meden önce Selçuklu hükümdan Alpars­ lan'a isteklerini bildirmek için elçiler gön­ derdi. Bizans elçilerini Halep'te kabul eden Alparslan, imparatorun Malazgirt, Ahlat ve Erciş kentlerinin kendisine geri verilmesini isteyen önerisini reddetti. Ay­ RİALAYU. Sumatra adasının merkezin­ rıca, tam bu sırada imparatorun çok bü­ de Batang Hari ırmağı kıyısında, Malayu yük bir orduyla Van doğrultusunda ilerle­ (günümüzde Cambi) kenti çevresinde yer diğini de haber aldı. Diogenes'in gerçek alan hinduculuğu benimsemiş eski bir amacının İran'ı istila ederek Selçuklu dev­ krallık. 690'a doğru, komşusu Şrivicaya letini ortadan kaldırmak olduğunu sezen (Palembang) krallığı tarafından fethedil­ türk hükümdan, hazırlandığı Mısır seferin­ dikten sonra, XII. yy.'ın sonuna kadar bu den vazgeçip BizanslIlar'ı karşılamak üze­ krallığın bir parçası olarak kaldı. Bu yüz­ re 50 000 kişilik ordusuyla Doğu Anado­ yılda Palembang’ı gölgede bırakarak Şrilu'ya yöneldi. Ordusundaki yaşlı askerle­ vacaya'nın başlıca kenti haline geldi. rin yolda kalmasına neden olan cebri yü­ XIII. yy.'da Cava'nın vesayetine girdi. XV. rüyüşle Erzen ve Bitlis yolundan Malazyy.'da, Cava egemenliğinden kurtulan Su­ girt’e varan Alparslan, 26 ağustos cuma matra, birçok prensliklere bölündü. sabahı Malazgirt’le Ahlat arasındaki RahM ALAYUTAK sıt. (ar. mâ-, IS- ve va düzlüğünde, kendi ordugâhının 7-8 km yutaktan, ms-IS-yutaK). Esk. Dayanılmaz: uzağında, ovaya yayılmış durumdaki düş­ "Biçare Ekrem'e teklifiniz mâ-lâ-yutâk ve man birliklerini gördü. Savaşı önlemek tehdidiniz bi-gayr-i istihkaktır" (Cenap Şaamacıyla imparatora elçiler göndererek habettin). barış önerisinde bulundu. Ordusunun sa­ yı üstünlüğüne güvenen imparator, bu ! a. (ar. ma/âz). Yörs. 1. İşlenme­ öneriyi kabul etmediği gibi, elçileri de kov­ miş, bakımsızlıktan ot bürümüş toprak. du. Şehit olduğu takdirde vurulduğu yer­ —2. Su altında kalmış tada. —3. Hayvan­ de gömülmesi için kefene benzeyen be­ lara yedirilen kuru ot. yaz giysilere bürünen Alparslan, eski bir M A LA Z G İR T , D Anadolu bölgesinde türk töresi uyannca atının kuyruğunu bağ­ Muş iline bağlı İlçe; 62 851 nüf. (1990); 1 lattı; cuma namazını kıldırdığı askerlerine 534 km2; merkez bucağı dışında 3 bu­ moral yükseltici kısa ve etkili bir konuşma cak, 68 köy. Merkezi, Muş'un 136 km K.yaptı. Bu sırada bizans ordusunda da din­ D.'sunda Malazgirt, 19 079 nüf. (1990), sel törenler yapılmakta, ilahiler okunmakta Tahıl, şekerpancarı üretimi. Hayvancılık. ve papazlar askerleri kutsamaktaydı. Sa­ —Tar. Antikçağ'da urartu kralı Menua ta­ vaş öğle saatlerinde, türk atlılarının toplu­ rafından kurulduğu sanılan kent, Ortaçağ ca ok saldınsına geçmeleriyle başladı. Bu hıristiyan kaynaklannda "Manzkert”, “ Maşiddetli saldın karşısında bizans ordusu, navazakert", "Manazkert1' ve "Mandzsaflannı bozulmaksızın korudu. Bunun gert” adlarıyla geçerken, arap kaynakla­ üzerine ordusuna yanıltıcı bir çekilme rında "Manazcird” adıyla anılır. X. yy.’da buyruğu veren Alparslan, gerilerde belir­ Bizanslılar’ın eline geçen kasaba (970), li yerlerde de küçük birlikler gizledi. Böybüyük Selçuklu hükümdarı Alparslan ile lece arada yanıltıcı saldırılar yapıp sonra Bizans imparatoru Romanos Diogenes da kaçamasına çekilen Türkler'in bu boz­ arasında yapılan ve Anadolu'yu Türkler’e kır taktiğine kanan ve Selçuklular'ın sal­ açan Malazgirt savaşı (26 ağustos 1071) dırı gücünü yitirdiğini sanan imparator ko­ sonunda Selçuklu topraklarına katıldı. Da­ mutanlarına takip buyruğu verdi. Ancak, ha sonra, sırasıyla, İlhanlIlar, Karakoyunkaçan Türkler'i kovalayan bizans askerle­ lular ve Akkoyunlular'ın yönetimi altına gir­ ri, yan geçitlerde pusu kurmuş olan bir­ di. Akkoyunlu hükümdarı JJzun Hasan'ın liklerin oklarıyla yok edildiler. Savaş tüm Otlukbeli’nde Fatih Sultan Mehmet’e ye­ şiddetiyle sürüp giderken, Afşin Be/, Arnilmesi üzerine (1473), osmanlı egemen­ tuk Bey, Kutalmışoğlu Süleymanşah gibi liğine geçti. Bayezit II döneminde (1481 selçuklu komutanlannın türtaje olarak ver­ ;1512) safevi istilasına uğradıysa da Şah dikleri komutlardan etkilenen ve bizans or­ İsmail komutasındaki İran ordusunu Çal­ dusunun atlı gücünü oluşturan Uzlar, Pedıran savaşı’nda (1514) yenen Selim I (Ya­ çenekler ve Kıpçaklar taraf değiştirip soy­ vuz) tarafından osmanlı topraklarına ka­ daşlarının saflarına katıldılar. Bu arada, tıldı. imparatorun Sivas'ta soydaşlarına yaptı­ ğı zulmün acısını çıkarmak isteyen ErmeM a la z g irt m eydan savaşı, büyük niler de savaş alanından çekilip gittiler. Or­ Selçuklu hükümdarı Alparslan ile Bizans dusunun dağıldığını ve komuta etme ola­ imparatoru Romanos Diogenes IV arasın­ nağının kalmadığını fark eden imparator, da yapılan savaş (26 ağustos 1071). Fatıhemen toplanıp çekilmek için harekete miler’in temsilcisi olduğu şiiliğe son ver­ geçtiyse de bitliklerinin iki yandan Türkmesi için halk tarafından çağrıldığı Ana­ ler tarafından şanldığını görerek geç kal­ dolu'ya gelen Selçuklu hükümdan Alpars­ dığını anladı, imparatorun isteği doğrul­ lan, kısa sürede Malazgirt ve Erciş kale­ tusunda çekil komutu veren komutanları­ lerini ele geçirdi (1070). Ardından Diyar- , nın savaş alanını terk etmeye çalışmaları­ bakır'a (Amid) girdi; bizans yönetiminde­ nı ordunun bozulduğu biçiminde yorum­ ki Urfa'yı kuşattıysa da alamadı, Anado­ layarak paniğe kapılan bizans askerleri, si­ lu içlerine akınlar düzenleyen akıncı tûrklahlarını atıp canlarım kurtarmak için kamen beylerinden Afşin Bey ile birteşip Haçışmâya başladılar. Sonuçta tam bir boz­ lep’i topraklarına kattı. Öte yandan, türk guna uğrayan bizans ordusunun büyük akıncılarının Anadolu'daki bizans kentle­ bölüpıü akşam hava kararırken yok edil­ rini sürekli basıp yağmalamasından bık­ di. Kaçamayıp sağ kalanlar teslim oldu­ kınlık getiren BizanslIlar'ın tahta çıkardık­ lar. Sonuna kadar çarpışan imparator, ya­ ları ünlü komutan Romanos Diogenes IV, nındaki komutanlarıyla birlikte yaralı ola­ bu türk sorununu kökünden çözümlemek rak tutsak edildi. Tüm dünya tarihi için bir üzere 200 000 kişilik büyük bir orduyla İs­ dönüm noktası niteliğinde olan Malazgirt tanbul’dan ayrıldı (13 mart 1071). Düzenli meydan savaşı Bizanslılar'ın yenilgisiyle



yazıt (Trengganu) ve surlarla çevrili Johor Lama kentinin (1540'a doğr.) yıkıntıları ol­ duğu sanılmakladır. 1403'te kurulan Malakka (bugün Melaka), 1511’de Portekizli­ ler, 1641'de de HollandalIlar tarafından iş­ gal edildi; kent, işgalcilerin izlerini taşır. Modern ve çağdaş sanat örnekleri arasın­ da, çeşitli güzel ahşap yapıların (Trengga­ nu, XIX. yy.) yanı sıra, Selangor’da yaşa­ yan Senoiler’den Jah-Hut ve Mah-Moriler' in, çok yakın bir tarihte yaptıkları ilginç heykeller (Kuala Lumpur müzesi) dikkati çeker. Kuzey Borneo'nun (özellikle Saravak) Tarihöncesi dönemini de Endonez­ ya bağlamı içinde ele almak gerekir; Santubong buddhası (VII. yy.) gibi bazı tas­ virler, Malaysia yarımadasında gelişen kül­ tür akımlarına bağlanır.



Maldivler noktalanırken, zafer kazanan ordunun ko­ mutanı Alparslan, tutsak düşen yenik or­ dunun başkomutanı imparator Romanos Diogenes’i iyi karşılayarak onunla bir de anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre impa­ rator kendi fidyesi için 100 000, vergi ola­ rak da her yıl 360 000 dinar ödeyecek, ayrıca Antakya, Urfa, Ahlat ve Malazgirt bölgelerini de Selçuklu devletine bıraka­ caktı. Daha sonra serbest bırakılan ve buyruğuna verilen bir türk birliği eşliğin­ de İstanbul’a uğurlanan imparator; Tokat'a ulaştığında yenilgiye uğradığının duyul­ ması üzerine kendi yerine Mikhael Dukas Vll'nin tahta çıkarılmış olduğunu öğrendi. Yine de sözüne bağlı kalarak Tokat’tan toplayabildiği 200 000 dinar parayla bazı altın eşyayı kendisiyle birlikte gelmiş olan Selçuklu birliğiyle sultana gönderdi. An­ cak, kısa bir süre sonra yeni imparatorun buyruğu uyarınca bir ermeni prensi tara­ fından gözlerine mil çektirilerek kör edi­ lip öldürüldü, imparatorun acı sonunu İs­ fahan'da bulunduğu sırada haber alan Alparslan, bu durumu BizanslIlarla yapı­ lan barışın bozulduğu biçiminde değer­ lendirdi ve tüm rum ülkesinin (Diyarırum) ele geçirilmesinin zorunlu olduğunu res­ men ilan etti. Böylece verilen buyruğa uyan Türkler, Anadolu'yu fethe başladılar. (-* Kayn.) MALAZGİRT ovası, D. Anadolu böl­ gesinde Van gölünün K.-B.'sında ova. G. ve D.’da genç volkanik kütlelerle çevrili, or­ tası neojen çökelleri ve alüvyonla kaplı. Murat nehri ve kollarıyla sulanır. D. kena­ rında Malazgirt ilçe merkezi yer alır. MALBAZA, Nijer'in güneyinde kent, Ni­ jerya sınırı yakınında; 3 000 nuf. Çimento fabrikası. Besin sanayileri. MALBORK, Polonya'da kent, Vistül del­ tasının doğu kolu olan Nogat ırmağı kıyı­ sında liman; 35 000 nüf. XIV. yy.’dan baş­ layarak önemli bir kırsal pazar olan Malbork'da (aim. Marienburg) eski bir töton şatosu (Ortaçağ Avrupası’nın en güçlü ka­ lelerinden biridir; 1309-1457 arasında tö­ ton şövalyelerinin en büyük magisterleri burada oturmuştur) vardır; şato, XIII.-XV. yy.'da yapılmış, çok büyük, gotik bir yapı­ lar bütünüdür (günümüzde müze). Besin (şeker fabrikaları), tekstil (keten) ve maki­ ne sanayileri. Demiryolu kavşağı. MALCA be. Mal yönünden, mal olarak: Malca hiçbir sıkıntıları yok, nakit sorunu onları düşündürüyor. MALCESİNE, İtalya'da (Veneto) iklimi sağlığa yararlı tedavi merkezi, Garda gö­ lünün K.-D. kıyısında; 3 500 nüf. MALCHUS, i.û. VI. yy.'da yaşamış kartacalı general. Afrikalı kabilelere karşı sa­ vaştı ve Sicilya’nın bir bölümünü ele ge­ çirdi. Sardinya’da yenildi ve gözden düş­ tü. Daha sonra güçlenerek Kartaca'ya tekrar döndü ve egemen oldu. MALCOLM I (öl. 954), Alba kralı (943 -954). Anglosaksonlar'ın kralı Edmund 945'te northumbrialı Danimarkalılar’ı ye­ nilgiye uğratınca, yenikler ile İrlandalI Da­ nimarkalIlar arasındaki ilişkileri bozmak için Malcolm ile anlaşıp (946) Cumberland'i ona bıraktı. Kuzey Highlands’ta ayaklanan vasallara karşı savaşırken öldü­ rüldü.







MALCOLM II (öl. 1034). iskoçya kralı (1005-1034). Kenneth ll'nin küçük oğlu. Forth ve Clyde’ın güneyindeki toprakları ele geçirerek iskoçya'nın birliğini gerçek­ leştirdi. 1018’de Knud'u yenilgiye uğratıp Lothianlılar’ı krallığına bağladı. MALCOLM I I I Canmore (“ Koca Ka­ fa” ) (öl. Alnwick yakınında, Northumber­ land, 1093], iskoçya kralı (1058-1093), Duncan Cin oğlu. Macbeth’e karşı kazan­ dığı zafer sayesinde tahtına yeniden ka­ vuştu. Edgar Atheling’in kız kardeşi anglosakson prenses Margaret'le evlenmesi, Lowlands'in tümüyle ingilizleşmesi ve iskoçya’nın İngiltere işlerine karışması so­



sonra 1920'de Polonya ordusu kurmay nucunu doğurdu. İngiltere'deki seferlerin­ de başansızlığa uğradı ve 1072’de Fatih ■ başkanı yardımcısı olarak Ruslar’a karşı Varşova savunmasını örgütledi. PiteudsWilliam l’in vasali olmak zorunda kaldı; Kı­ ki’nin yönetiminde yapılan hükümet dar­ zıl William ll’ye karşı giriştiği savaş, 1093'te Tweed-Cheviot çizgisine kadar olan sınır besi sırasında (1926) Savaş bakanıyken bir süre hapsedildi. bölgelerinin yitirilmesine yol açtı. MALÇLAMA a. (ing. mulching, saman­ MALCOLM I V Genç kız (1141 - Jed­ la örtme’den). 1. Tarım. Toprağı ve bitki­ burgh 1165), iskoçya kralı (1153-1165). Da­ leri korumak için toprağın üzerini samanvid l’in torunu ve halefi. Birçok ayaklan­ mayı bastırdı ve 1160’da Galloway’i ege­ ■la örtme işlemi. —2. Plastik malçlama, di­ kim (bağ, çilek, kavun) ya da ekim (mısır) menliği altına aldı. 1157 Chester anlaşmasırasında toprağın üzerine saydamsız in­ sı’yla Henry ll'ye bağlılık yemini etti ve ce bir polietilen örtü yerleştirme işlemi. (Bu Huntingdon kontluğu unvanına karşılık örtü, ilkbaharda çıplak toprağa oranla 5 kuzeydeki İngiliz kontluklannı ona geri ver­ -6 °C’lık bir sıcaklık farkı yapabilir, buhar­ di. ‘r laşmayı sınırlar ve zararlı otların büyüme­ M a l c o l m x (Malcolm lit t le , sini önler. Bitkinin yeniden canlanması ko­ denir), amerikalı siyaset adamı (Omaha laylaşır ve büyümesi’ hızlanır.) 1925 - New York 1965). 1952’de Malcolm X adıyla Black Muslims hareketine girdi. Elijah Muhammad'in yolunu izledi ve ona ABD içinde tümüyle bağımsız olacak bir zenci cumhuriyetinin kurulması fikrini be­ nimsetti. Ancak mart 1964'te iki önderin arası açıldı; Malcolm X, Afrika-Amerika birliği örgütü’nü kurdu ve 1964’te Afrika ile Ortadoğu’ya (Mekke'de hacı oldu) iki gezi yaptı. Dönüşünden kısa bir süre son­ ra da öldürüldü. MALCOLMİA a. (ing. bahçıvan W. Mal­ colm'un adından). Akdeniz kıyılarında ye­ tişen, mor ya da kırmızı çiçekli, en fazla 40 cm yüksekliğinde biryıllık ya da çokyıllık bitki. (Malcolmia maritima ya da Ma­ hon karanfili, bahçelerde kenar süsü ya da göbek halinde yetiştirilir. Çiçek verdik­ ten sonra çim gibi biçilir. 26 türü vardır; turpgiller familyası.) M A LC U Z Y N S K İ (Witold), Arjantin yurttaşlığına geçmiş polonyalı piyanocu (VarşcÂıa 1914 - Palma de Mallorca 1977). Paderewski ve Marguerite Long'un öğ­ rencisi. 1938’de Paris'e yerleşti. Bir süre sonra ABD'ye, oradan da İsviçre’ye gitti. Chopin’i yorumlamada uzmanlaşmıştı. MALCZEWSKi (Antoni), polonyalı şair (Kniahinin, Volinya, 1793 - Varşova 1826), 1816’da ordudan istifa etti, Avrupa'yı do­ laştı, Byron'ın dostu oldu ve kuşkusuz Polonya edebiyatının en karamsar şiirle­ rinden biri olan Marja (1825) adında bir şiiri dışında yapıt vermedi. Şiir konusunu XVIII. yy.'da Polonya'da bilinen bir olaydan alır ve bu olayı XVII. yy.’a aktarır, ilk kez edebiyata giren Ukrayna’nın fon olarak kullanıldığı şiirde Marja'nın, oğlunun evli­ liğini onaylamayan kayınpederi büyük senyör tarafından öldürülüşünün hikâye­ sini anlatılır. Marja polonya romantizminin başyapıtı niteliğindedir. MALCZEWSKi (Julius), polonyalı gene­ ral (Doğu Galiçya 1872 - öl. 1927). Viya­ na Harp akademisi’ni bitirdi. Birinci Dün­ ya savaşı sırasında Avusturya-Macaristan büyük genel karargâhında görev yaptı, Ch. S a p p e -C E .D .R j



! a. Denizde yaşayan, zarsı ya da kumlu bir borusu olan, ne sirleri ne de solungaçtan bulunan, çokkıllı halkalısolucan cinsi. (Maldane'lar Maldanidae famil­ yasını oluştururlar.)



Cam&ra Press



MALOAR sıf. (ar. mS ve fars. dshdan mS-dSt). Esk. Mal tutan; varlıklı, zengin. M ALDEN, ABD'de (Massachusetts) kent, Maldan R iv e t m kıyısında, Boston yerleşme alanının kuzeyinde; 56 100 nüf. Konut ve imalat merkezi; kauçuk ayakka­ bılar, besin ürünleri, radyoelektrik dona­ nımı. M ALDİV a. Hint-ari dili; Maidiv adaları'nda yaklaşık 222 000 kişi tarafından konuşulur.



M ALDİVLER, Hint okyanusu'nda ada­ lar devleti; 298 km2; 222 000 nüf. (1991). Başkenti Male. Kolombo'nun yaklaşık 650 km B.'sında ve G.-B.’sında olan, 7° 10’ K. ve 0° 40" G. enlemleri arasında ya­ yılan Maldivler ya da Maldvlpa ("Mal ada­ ları"), 1 000'i aşkın küçük mercan adası (200'ünde insan yaşar) İçeren 19 atolden oluşur. Her atol, lagonu çevreleyerek su yüzeyindeki mercan kayaları üstünde yükselen bir adalar öbeğinden başka bir



şey değildir. Oldukça bol olan yağışlar (2 m) eylül-aralık ayları arasında düşer. Sri Lanka kökenli halk bir hint-ari dili konuşur ve müslümandır. Tarım hindistancevizine, çeşitli meyvelere (ekmekağacı) ve muza dayanır. Birçok yelkenliyle tonbalığı avla­ nır. Ülke dışardan pirinç alır, kurutulmuş balık, kopra satar. 1972’den bu yana tu­ rizmi gelişmektedir. —Tar. 1887'de İngiliz himayesine giren, 26 temmuz 1965'te bağımsızlığına kavuşan Maldivler, 11 kasım 1968’den bu yana cumhuriyetle yönetilmektedir Bununla bir­ likte ingilizler, Addu atolündeki Gan ada­ sında bir hava üssünün kullanım hakkını ellerinde tutmaktadır. 1975'te, Cumhur­ başkanı Amir İbrahim Nasır başbakanını görevden uzaklaştırarak hem başbakan­ lığın, hem cumhurbaşkanlığının yetkileri-



plastik malçlama ile çilek yetiştirilmesi



gemilerinde, fırtınalı ve sert havalarda ge­ minin kıç tarafına açılan küçük yelken. MALECKİ (Antoni), polonyalı dilbilimci, tarihçi ve edebiyat eleştirmeni (Objezierze, Poznân yakınında, 1821 - Lwöw 1913). Eski lehçe metinlerin basımını yaptı (1871) ve lehçenin karşılaştırmalı tarihi grameri­ ni yazdı (1879). MALEF a. (ar maRef). Esk. Ot, saman gi­ bi şeyler konulan yer, samanlık. MALEOAON, Hindistan'da kent (Maharaştra), Bombay'ın K.-D.'sunda; 343431 nüf. (1991). Ticaret. Tekstil.



Maldivler Male adasının kuzeyindeki atol



ni elinde topladı. 1978'de istifa edince yerine Maumoon (Muhammet) Gayoom geçti. O zamandan beri iktidarda bulu­ nan Gayoom Çin ve Hindistan'la yakın ti­ cari ilişkiler sürdürmektedir. 1990'da ay­ dın gençler arasında bir muhalefet hare­ keti başlamışsa da pek etkili olamamıştır.



MALEAS burnu, Yunanistan'da burun. Peloponisos'un güney-doğu ucunu oluş­ turur. Antikçağ'da gemiciler Maleas bur­ nu çevresindeki tehlikelerden çok korkar­ lardı.



MALDON a (fr. maldonne-, fr. mal don­



MALEBO (Poot), eski. Stanley Pool, Zaire ırmağının bir genişlemesi sonucu oluşmuş göl. Kinshasa ve Brazzaville bu gölün kıyılanndadır.



ner, yanlış dağıtmak'tan). Oyunda kâğıt­ ları dağıtırken yapılan yanlışlık.



M ALDONADO, Uruguay'da liman kenti, Montevideo'nun D.'sunda, yönetim bölgesi merkezi; 4 793 nüf. —Maldonado yönetim bölgesi, 4 705 km2; 93 000 nüf. MALDONADO -



PUERTO M A LD O N A ­



DO.



MALDONADO (Juan), İspanyol Cizvit, tanrıbilimci ve Kutsal Kitap yorumcusu (Casas de Reina 1534 - Roma 1583). Clermont koleji’nde felsefe (1563) ve tannbilim (1565-1575) profesörlüğü yaptı, tanrıbllimi kutsal metinlere ve Kilise Babala­ rına dayandırarak (olgucu tanrıbilim) bu öğretim dalına yenilik getirdi. Clermont koleji'nl ve Maldonado'nun ününü çeke­ meyen Sorbonne, Maldonado’nun yenilik­ çi fikirlerine saldırarak, onun işine son ve­ rilmesini sağladı. Maldonado, Roma'ya gitti ve Ebdomekonta metnini gözden ge­ çirmekle görevli komisyonda çalıştığı sı­ rada bu kentte öldü. MALDONİT a. (fr. maldonite; Avustral­ ya’daki Maldon yerleşim yerinin adından). Miner, Doğal blzmutlu altın çeşidi. Maldivler’in (Hint okyanusu) başlıca adası; 56 060 nüf. (1990). M A L E ,



Keystone



(Emile), hırvat asıllı transız bes­ teci (Commontry 1862 - Chaalls 1954). Sorbonne'da profesörlük, sonra Roma’da



G . M. M alenk ov (1952’ de)



kl École française’in müdürlüğünü yaptı, 1898’de l'Art religieux du XIIIe siècle en France (Fransa’da XIII. yy. dinsel sanatı) adlı doktora tezi ve onu izleyen öteki üç ikonografi incelemesinin (l'Art religieux de la fin du Moyen Âge en France [Fransa' da Ortaçağ sonu dinsel sanatı], 1908; l’Art religieux du Xlla siècle en France [Fran­ sa'da XII. yy. dinsel sanatı], 1922; l ’A rt re­ ligieux après le concile de Trente [Trento konsilinden sonra dinsel sanat], 1932) ya­ yımlanmasından sonra ortaçağ ikonogra­ fisi üzerine yaptığı çalışmalarla tanındı. Öteki başlıca yapıtlan: Rome et ses vieil­ les églises (Roma ve eski kiliseleri) [1943], les Grandes Heures de Rohan (Roharï ın büyük dua kitabı) [1947], la Cathédrale d'AIbi (Albl katedrali) [1950], vtx (Fr akad., 1927).



M Â L E



MALEAT a. (fr. maléate). Org. kim. Maleik asidin tuzu ya da esteri.



MALEBRANCHE (Nicolas DE), transız filozof (Paris 1638 - ay. y. 1715). 1664'te rahip oldu. 1674’te Hakikatin araştınlmas/'nı (Recherche de la vérité), 1676'da Conversations chrétiennes'i (Hıristiyanlık üzerine sohbetler) yayımladı. Traité de la nature et de la grâce (Doğa ve Tanrı .ina­ yeti üstüne) adlı yapıtı yüzünden Bossuet ve Arnauld ile tartıştı. Metafizik ve din üzerine görüşmelerdeyse (Entretiens sur la métaphysique et la religion) [1688] sis­ temini kısa ve yoğun bir biçimde açıkla­ dı. Malebranche, descartesçı felsefeye, aziz Augustinus’tan alınma bazı düşünce­ leri kattı. Descartesçılığın ruh ve beden birliği sorununu, ruhun düşünceleri ile be­ denin hareketleri arasındaki uyumu Tanrı’nın sağladığını ileri sürerek bir çözüm getirmeye çalıştı. MALEC (ivo), yugoslav asıllı transız bes­ teci (Zagreb 1925). Olivier Messlaen'ın derslerini izledikten ve Pierre Schaeffer’ le çalıştıktan sonra 1955’te Paris'e yerleş­ ti. 1960'ta Groupe de recherches musicales'in (Müzik araştırmalan grubu) kuru­ luşuna katıldı. 1972'de Paris konservatuvarı’nda ders vermeye başladı. Elektroakustik araçlar için ve geleneksel çalgılar İçin olduğu gibi, her ikisinden oluşmuş karma topluluklar için de besteler yaptı. Elektroakustik yapıtları: Luminétudes (1968), Bizarra (1972), Trióla (1978), Reci­ tativo (1980, bilgisayar yardımıyla beste­ lenmek), Carillon-Choral (1981); karma yapıtlar: soprano, arp ve bant için Canta­ te pour elle (1966), 12 yaylı çalgı ve man­ yetik bant için Uımina (1968). Yalnızca in­ san sesini ve akustik çalgılan kullandığı yapıttan: A. Breton'un yapıtından yararlan­ dığı -anlatıcı ve orkestra için- Oral (1967), orkestra için Lied (1969), 12 solö ses için Dodécaméron (1970), Victor Hugo’dan yararlandığı müzikal tiyatro yapıtı Un cont­ re tous (Avignon, 1971), 11 yaiylı için Arco 11 (1975), 22 yaylı için Arco 22 (1976), 3 kadın sesi ve 9 çalgı için Vox, vocis, f. (1979). MALECEMA a. Denize. Yelkenli savaş



MALEİK sıf. (fr. mal